18.07.2023 Views

MİNTAN-3 (Dijital Dergi)

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

MINTAN

Tarih, Fikir ve Edebiyat Dergisi | Sayı:3 - Temmuz-Ağustos 2023

.

Sanayileşme - Dündar Taşer | Aile Kurumunun Dönüşümü - Rümeysa Yıldız |

İlkokul Örneği Üzerinden Cumhuriyet’in ilk Mektepleri Üzerine Yazılar (1924-

1925) - Batuhan Çataltepe | Trabzon Şer’îyye Sicilleri Üzerinden Örnekler

- Zeynep Ezgi Kaya | Bâb-ı Âli Baskını (23 Ocak 1913) - Samet Yıldız | Ne

Olacak Bu Kitapların Hâli? - Alperen Dönmez | Geçmiş Bir Anı - Şükran Bilgiç

| Büyümek - Ozan Dabanoğlu

Çeviri ile

Kitap

Tavsiyeleriyle

Birlikte


. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Temmuz - Agustos 2023

MINTAN

.

İMTİYAZ SÂHİBİ ve YAZI İŞLERİ

MÜDÜRÜ

SAMET YILDIZ

EDİTÖR HEYETİ

ALPEREN DÖNMEZ

RÜMEYSA YILDIZ

YAYIN KURULU

SAMET YILDIZ - RÜMEYSA YILDIZ

ALPEREN DÖNMEZ - AHMET

DURMAZ - Z. EZGİ KAYA OKAN

BALKAN - MUSTAFA KARAKUŞ -

ERTUĞRUL BÜTÜNER

AHMET RIFAT İLHAN - OZAN

DABANOĞLU - ŞÜKRAN BİLGİÇ

BATUHAN ÇATALTEPE

TASARIM

SAMET YILDIZ

İLETİŞİM

E-Posta: mintandergi@gmail.com

Instagram: @mintandergi

www.mintandergi.com

Eser Gönderimi İçin:

editor@mintandergi.com

mintandergi@gmail.com

İKİ AYDA BİR YAYINLANIR

Her Hakkı Mahfuzdur. Dergideki

Yazı, Fotoğraf ve Diğer Görsellerin

İzin Alınmadan veya Kaynak

Gösterilmeden Her Türlü Ortamda

Çoğaltılması Yasaktır. Dergide

Yayımlanan Yazılardan Yazarı/

Yazarları Sorumludur.

Kapak Resmi: Bâb-ı Âli Baskını

-

(1913)

İÇİNDEKİLER

Neden Mintan ve Nedir Bizim Derdimiz?

Samet Yıldız.....................................................................................1

Sanayileşme - 1

Dündar Taşer...................................................................................2

Aile Kurumunun Dönüşümü

Rümeysa Yıldız................................................................................4

İlkokul Örneği Üzerinden Cumhuriyet’in ilk Mektepleri

Üzerine Yazılar (1924-1925)

Batuhan Çataltepe.........................................................................12

17. ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde Kadın Kölelerin

Durumlarının İncelenmesi: Trabzon Şer’îyye Sicilleri Üzerinden

Örnekler

Zeynep Ezgi Kaya..........................................................................22

Bâb-ı Âli Baskını (23 Ocak 1913)

Samet Yıldız....................................................................................32

Ne Olacak Bu Kitapların Hâli?

Alperen Dönmez............................................................................40

- Şiir -

Geçmiş Bir Anı

Şükran Bilgiç.................................................................................42

Büyümek

Ozan Dabanoğlu...........................................................................43

- Çeviri -

Târih-i Siyasîde Milliyet Meselesi

İsmail Hâmi - Transkripsiyon: Samet Yıldız..........................45

- Kitap Tavsiyeleri -

Mehmet Rauf - Eylül.....................................................................51

Reşat Nuri Güntekin - Acımak....................................................52


1

N E D E N M İ N T A N v e N E D İ R B İ Z İ M D E R D İ M İ Z ?

Bizler “vatan”, “millet”, “bayrak” gibi kavramları gönlüne kazıyan ve

devletinin selâmetini düşünen vatan evlâtlarıyız. Bu yüzdendir ki, günümüzde

siyasî, dinî ve fikrî açıdan ayrışan veyahut ayrıştırılmaya çalışan milletimizi

ortak paydada birleştirmeyi, kendimize dâva edindik. “Mukaddes dâvalarda

ölüm bile hak’tır” sözünü kendine şiar edinmiş gençler olarak tarih, sosyoloji,

edebiyat alanlarında yazdığımız yazılarla, bu dâvaya hizmet edeceğiz. Zira

şanlı bir geçmişi olan bu kadim millet, manevî buhran içindedir. “Birkaç asır

önce yaşanan hâdiselerin tezahürü” olarak görebileceğimiz bu durum, ancak

üzerinde kafa yorulduğu takdirde ortadan kaldırılabilecektir. Milletimizin

içinde bulunduğu sosyolojik durumun bir ân evvel düzelmesi için, fikriyâtımız

ve icraatımız vâsıtasıyla milletimizin kalbine dokunma gâyesi içindeyiz. Tabiî

ki, bir avuç vatan evlâdı tarafından girişilen bu mücadelenin, asırlardır süregelen

“kökleşmiş” durumu değiştirmesi mümkün değildir. Verilen her çabanın

büyük sonuçlar vermesi de -tabiî olarak- beklenemez. Lâkin bu vesileyle bizler

“ateşe su taşıyan karınca” misâli tarafımızı ve duruşumuzu belli etmekteyiz.

Ân itibariyle, kolluk kuvvetlerimizin millî birlik ve beraberlik için canlarını

koydukları bu mücadeleye, kalemlerimizle birlikte katıldığımızı beyan ediyoruz.

Ayrıca, bu kutlu mücadeleyi yerine getirmekte hiçbir beis görmediğimizi bildiriyoruz.

Kaftan dergisi bünyesinde yayımlanan her türlü makale ve fikrî yazı

ile bu yolda çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Bu çalışmaları gerçekleştirirken

milletimizi ayrıştırabilecek unsurlara ve özellikle de siyasî temelli konulara

değinmeyeceğiz. Sâdece devletinin ve milletinin geleceğini düşünen bizlerin tek

gâyesi, fikrî yazılarımızın okuyucularımız tarafından detaylı bir şekilde incelenmesidir.

Çünkü biliyoruz ki, yazılarımızda kendi hikâyelerini görecek olan

Anadolu’nun çocukları, hayata farklı bir şekilde bakacaktırlar. Çalışmalarımız

vâsıtasıyla bir kişinin hayatına dokunabilmek, bizi fazlasıyla bahtiyâr edecektir.

İnanıyoruz ki; maddî-manevî pek çok zorluğa göğüs geren bir avuç vatan

evlâdının mukaddes çabaları, elbet bir gün hak ettiği ilgiyi görecektir.

İki ayda bir yayımlanmakta olan Mintan’ın birinci sayısında, 11

adet içerik bulunmaktadır. Bu 11 içerik; 6 telif eser, 2 adet

şiir, 1 adet Osmanlı Türkçesi’nden yayına hazırlanan eser

ve 2 tane de kitap tavsiyesinden mürekkeptir. Bir konuya

odaklanmak yerine birden fazla konuda içerik çıkarmaya

yönelik olan hedefimiz, ikinci sayımızda da istenilen neticeyi

vermiştir. Bu doğrultuda; aile kavramı ve tarihî süreç

içerisindeki değişimi, Cumhuriyet’imizin ilk mktepleri,

Trabzon’un tarihî kaynakları öncdülüğünde

Osmanlı’da kadın, tarihimizin önemli kilometre

taşlarından olan Bâb-ı Âli Baskını, kitap

fiyatları ve okuma seviyesindeki engeller gibi

ciddî konulara temas edilmiştir. Milletimize

hizmet etme gâyesi etrafında yayın hayatına

başlayan ve amacını her dâim sürdürmeyi

hedefleyen Mintan, bu hususta verdiğimiz

çabayı gözler önüne serecektir.

Saygılarımızla…

S A M E T Y I L D I Z

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ


2

SANAYİLEŞME

-1-

Bugün tatbik edilen ekonomi

sistemine “karma ekonomi” demekten

ziyade “karma-karışık ekonomi” adını

vermek daha doğru olur. Devletle fert her

sahada teşebbüse yetkilidir. Devletle fert

arasında ortaklıklar kurulmaktadır, bu

şartlar ekonomiyi baltalamakta, özel sektörün

teşebbüs cesaretini kırmaktadır.

1- Devletle Ferdin Aynı Sektörde

Bulunması

Devlet teşebbüsü kendisi ile rekabet

edilmesi mümkün olmayan şartlara

sahiptir.

a. Vergi kaygısı yoktur, kâğıt üzerinde

bir tahakkuk yapılsa bile ödeme için

tazyiki mümkün değildir, ister istemez

ertelenir.

b. Maliyet, kâr, zarar kaygısı yoktur;

netice ne olursa olsun hazine tarafından

karşılanır.

c. Kredi, faiz, vade meseleleri onu ilgilendirmez,

Maliye Vekâleti çare bulmaya

mecburdur.

d. Devlet sektörü vaz-ı kanunun

malıdır. Bu vasıflara sahip bir müessese

ile karşı karşıya bulunmak cesaret kırıcı

neticeler verecektir.

O hâlde devlet sektörünün var olmadığı

sahalara özel teşebbüsün kayması tabiî

olacaktır. Fakat yatırımcı bir fert bir gün

devletin o sahaya da el atıp atmayacağını

bilemez ve sonuç olarak ferdî teşebbüs

inşaat vs. gibi müstehlik yatırıma yönelecektir

ve Türkiye’de olan da budur.

1- Devlet Fert Ortaklığı

Devlet-fert ortaklığı devletle ferdin

aynı sahada çalışmasından doğan mazarratlara

karşı, bazı açıkgözlerin bulduğu

bir paratonerdir. Neticede de bazı fiilî

inkişaflara sebep olmakta, serbest

piyasanın temel unsuru olan rekabeti

ortadan kaldırmaktadır. Bu ortaklıklarda

fert;

a. Ucuz ve uzun vadeli kredi bulmakta,

b. Devlet tesislerini mutlak müşteri

hâline getirmekte,

c. Devlet otoritesini lehine müdahale

için kullanmaktadır.

Neticede fert için esas olan kârlılık

olduğundan devlet imkânları da istihlâk

malları istihsaline alınmaktadır.

Her iki uygulama için birer örnek

verelim;

MINTAN - 3

.


3

Tekstil sahasında hem devlet hem fert

vardır. Herhangi bir gün devlet munzam

bir masraf için para ihtiyacı duyabilir

ve bunu temin etmek maksadıyla da

dokuma fiyatlarına 10 kuruş zam yapabilir

Aynı sahada çalışan Bay S. veya Bay

B. depolarında kaç milyon metre bez

varsa o kadar milyon 10 kuruşu hesap dışı

kazanacaktır. Bu haksız bir kazançtır.

Buna karşılık hükûmet seçimlerde

bir miktar fazla rey ümidiyle dokuma

fiyatlarında 20 kuruşluk bir indirim yapabilir.

O zaman da aynı sahada çalışan Bay

S. veya Bay B. depolarında kaç milyon

metre bez varsa o kadar milyon 20 kuruş

zarar edecektir.

***

* Dündar Taşer’in kaleme almış olduğu

bu yazı, Devlet dergisinin 14 Nisan 1969

tarihli sayısından alınmıştır. Künyesi

için bkz.: Dündar Taşer, “Nizama Dair”,

Devlet, (14 Nisan 1969).

***

Bu tatbikatların ne zaman ve hangi sektörde

yapılacağını önceden tespit etmek

kabil değildir.

Sonuç olarak özel teşebbüs erbabı

daima kuşku içindedir. İleriye matuf

bir hesap yapması bir yatırım planı

uygulaması bir yana, tasavvur etmesi

mümkün değildir.

DÜNDAR TAŞER

MINTAN - 3

.


4

AİLE KURUMUNUN DÖNÜŞÜMÜ

RÜMEYSA YILDIZ *

GİRİŞ

Aile; toplumun en temel unsuru,

olmazsa olmazıdır. Tarihsel süreçte birçok

değişime uğrayan aile, günümüze kadar

varlığını koruyabilmiştir. Aile olmadan

toplumun düşünülemediği gibi insan

olmadan da aile düşünülemez. Toplum

için temel yapıtaşı olan aile; insanları

toplumsal hayata hazırlayan ve bu süreçte

olabildiğince adapteyi kolaylaştıran bir

yapıdır. Aile, kişiyi topluma hazırladığı

gibi aslında gelecekteki toplum düzeyinin

de temelini atmaktadır. Örneğin;

çocuklarını güzel ahlâklı yetiştiren bir

aile düşünecek olursak, topluma saygılı

ve iyi insanlar kazandırdığı doğrudur

fakat aynı zamanda gelecek nesiller için

de iyi insanların varlığını sürdürmesine

katkı sağladığını da rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu örnekten yola çıkarak aile;

eğitim, sosyal hayat, sevgi, barınma ve

koruma gibi birçok işlev göstermektedir.

Tarih boyunca aile kurumunun ve

bireylerinin toplumdaki statüsü bağlamında

gelişmeler ve değişimler yaşanmıştır.

Bu çalışmada; aile tarihi, ailenin işlevleri

ve aile biçimleri gibi birçok konu ve genel

olarak “geçmişten bugüne dek aile kurumunun

dönüşümü” nü değerlendireceğiz.

1. AİLENİN İŞLEV VE BİÇİMLERİ

1.1 Ailenin İşlevleri

İlk Türk sosyologlarından olan

Gökalp’a göre ailenin tanımı şöyledir:

“içtimaî müesseselerin en eskisi olan milletin

dirlik ve birliğinin yegâne sağlayıcısı

bir evlilik kurumudur”. 1 Gökalp, bu cümlesinde

aileyi bir müessese yâni toplumsal

bir kurum olarak tasvir etmiştir. Her

toplumun kendine özgü nitelikleri, özellikleri

ve kuralları olduğunu biliyoruz. O

hâlde, Gökalp’ın düşüncesine göre, her

toplumun farklı tip aile kurumuna sâhip

olduğu kanısına da varabiliriz.

Toplumlar bazı kurallar bakımından

farklılık gösterse de toplumsal bir kurum

olan ailenin her kültür ve toplumda

amaçları ve işlevleri aynıdır. Nirun, “aile-

MINTAN - 3

.

* Lisans Öğrencisi, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.

E-Posta: rrumeysayildizz@gmail.com

1 Gökalp’ten Aktaran; İbrahim Kır, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Ailenin İşlevleri”, Elektronik

Sosyal Bilimler Dergisi, C.10, S.36, (Bahar 2011), s.382.


5

nin işlevlerini bireysel, kişisel ve insani

ihtiyaçlar açısından ele alarak, üçlü bir

bakış açısı ile açıklamıştır. Ona göre, aile,

“beslenme, barınma, korunma, sağlıklı

yaşama” gibi bireysel; eğitme, yetiştirme

ve haklara sâhip kılma, gibi kişisel;

manevi duygu ve düşüncelerle donatma

gibi insani ihtiyaçları karşılayan sosyo–

ekonomik bir kurumdur.” 2 Bu düşünceler

ile ailenin bireysel anlamda kişinin üzerinde

çok fazla önem taşıdığını bir kez

daha anlamış oluyoruz. Bir yandan aile

ve işlevleri hakkında Nirun’a nazaran

daha bütüncül yaklaşan bir bakış açısı

ile Ogburn’a da değinmek isterim.

Ogburn, ailenin işlevlerini şöyle

tanımlamıştır; “neslin devamını

sağlamak, ekonomik gereksinmeleri

karşılamak, statü sağlamak, çocuklara

eğitim vermek, dini bilgi ve inançlarını

kazandırmak, boş zamanı değerlendirecek

etkinlikler gerçekleştirmek, aile üyelerinin

birbirini kollamaları, karşılıklı

sevgi ortamı meydana getirme ve cinsel

doyumu sağlamak için meşru ortam

oluşturma gibi işlevlerdir.”. 3 Ogburn’a

benzer bir yaklaşım gösteren Erkal’dan da

bahsedelim: “Aile nüfusu yenileme, milli

kültürü taşıma, çocukları sosyalleştirme,

ekonomik, biyolojik ve psikolojik tatmin

fonksiyonlarının yerine getirildiği bir

müessesedir”. 4 Erkal’ın da aile hakkındaki

fikirlerini ortaya koyarken, Ogburn’un

bütüncül yaklaşımı ve Gökalp’ın aileyi

bir “müessese” olarak tanımlamasından

esinlendiğini söyleyebiliriz. Bu

düşünceler doğrultusunda, ailenin insanlar

üzerindeki işlevleri konusunda; ekonomik

ihtiyaçların giderilmesi, karşılıklı

sevgi ve saygı bağının kurulması, koruma

ve barınma ihtiyacının karşılanması, kültürün

kuşaklar arası aktarımını sağlama,

eğitim ve gelişim düzeyini arttırma gibi

işlev ve görevleri oluğunu söyleyebiliriz.

1.2 Aile Biçimleri

Toplumun mihenk taşlarından biri

olan aile kurumu tarih boyunca türlü

değişimlere uğramıştır. Doğal olarak; aile

biçimleri ve evlenme şekilleri gibi konular

da bu değişimlerden etkilenmiştir.

Evlilik, insanlığın devamlılığı ve toplumun

düzeni için en önemli faktörlerden

biridir. Tarihe baktığımızda toplumun

düzenini bir bakıma evlilik şekilleri kategorize

etmektedir. Çok eşli evlilikler

(poligami), tek eşli evlilikler (monogami),

aile-içi akraba evlilikleri (endogami)

ve aile-dışı evlilikler (egzogami)

olmak üzere evlilik türlerini dört gruba

ayırabiliriz. Bu evlilik gruplarından biraz

daha ayrıntılı bahsetmek isteriz.

Çok eşli evlilik (poligami): Bazı din

ve kültürlerde kabul gören ve kendi

içerisinde iki gruba ayrılan poligami,

erkek ya da kadının birden fazla kişiyle

aynı anda evlilik sürdürmesidir. Kadının

birden fazla erkekle evlilik sürdürmesine

“poliandri”, erkeğin birden fazla kadınla

evlilik sürdürmesine ise “polijini” denir.

Tek eşli evlilik (monogami): Kısaca,

kadının ya da erkeğin bir eşte sâdık

kalmasıdır.

Aile-içi akraba evlilikleri (endogami):

Dıştan bir kız ya da erkeği aileye sokmayan,

dıştan evliliklere kapalı olan zihniyettir.

Kendi soyundan olan kişilerle evlenirler.

Aşiret tipi evliliktir.

Aile-dışı evlilikler (egzogami): Akraba

dışındaki bireylerle evlilik yapabilme,

eşini kendi soyunun dışından seçebilme

özgürlüğüdür. Sosyal hareketlilik

açısından önem arz etmektedir.

Bu aile biçimleri farklı kültürler ve

yöresel faktörler sonucu kabul gören ya

2 Kır, a.g.m., s.384.

3 Kır, a.g.m., s.384.

4 Mustafa Erkal, Sosyoloji (Toplumbilim), Filiz Kitabevi, İstanbul 1987, s.76.

MINTAN - 3

.


6

da kabul görmeyen evlilik biçimleridir.

Yâni evlilik ve aile biçimi toplumdan

topluma farklılık gösteren bir dinamiktir.

2. AİLENİN TARİHSEL GELİŞİMİ

2.1. İslâmiyet Öncesi Aile Yapısı

İslâmiyet öncesi Türk toplumları

genellikle Gök Tanrı inancına sâhiplerdi.

Bu toplumlar geçimlerini hayvancılıkla

sağlamaktaydılar. Ekonomik gelirlerini

hayvancılıktan sağladıkları için bu

toplumları “konargöçer toplum” olarak

ifade edebiliriz. Türkler “ataerkil” yapıya

sâhiplerdir. Türk mitolojisine göre baba

insan, anne ise kurt olarak belirtilmiştir

yâni babalar, insanı ve erkeği temsil ediyordu.

Göktürklere göre soy, “Oğul, soy

ağacının kütüğü; kardeş ise, o ağacın

yaprakları” 5 gibidir. Yâni, hükümdar vefat

ettiği zaman tahtı büyük oğluna, küçük

oğla ise “ağacın yaprakları” yâni ordusu

emanet edilirdi. Bu da demek oluyor ki;

hükümdar aileleri, çok eski ve asil soylardan

gelmektedir ve Türk tarihinin

aile düzenini oluşturmaktadır. Türkler,

akrabalık durumlarını kan yoluyla değil

kemik yoluyla tespit ederlerdi. İnsanları

sosyal ve manevî bakımdan sınıflarken

de “kemik” sözünü kullanırlardı.

Her toplumun kendi kültürüne

göre evlenme biçimi farklıdır. “Türk

anlayışına göre evlenme, toplumun ve

devletin temelini meydana getirirdi.

Evlenmenin amacı ev-bark sahibi olmak,

dirlik ve düzen içinde yaşamaktı. Türk

ailesinde ne “iç güveylik” ne de “iç gelinlik”

görülmemekteydi.” 6 Murat Öztürk de

şu bilgileri aktarmaktadır: “Erkek baba

ocağından hissesine düşen malı alır; kız

da yumuş adı verilen çeyizini getirirdi.

Erkek ve kız, mallarını birleştirerek, ortak

bir ev kurarlardı. Yeni evlenenlere temiz ve

beyaz yeni bir çadır yapılır, eski çadırlar

kirlenmiş ve kararmış olduğu için bu yeni

çadırlara. Ak Ev denirdi.” 7

Ataerkil bir yapıya sâhip olan ve

çekirdek aile yapısının hâkim olduğu

İslâmiyet öncesi dönemde tek eşli evlilik

biçimi yaygındı fakat hoş karşılanmasa da

bazı siyasî sebeplerden dolayı genellikle

hükümdarlar tarafından çok eşli evlilik

de görülmekte idi. Akraba evliliklerine

ve görücü usûlüne hiç rastlanmazdı.

Eski dönemde kadına en çok değer veren

toplum Türk toplumu idi. Aileler saygı ve

sevgi çerçevesinde ilişkilerini sürdürmekteydi.

Hükümdarın kararları üzerinde

hatunun da söz hakkı vardı hatta

gerekli zamanlarda idarecilik yapmakla

yükümlü idi. Ailesine ve mahremiyetine

çok önem veren Türk toplumunda aile

bireyleri arasında aile içi sıkıntı çok görülmemektedir.

Aile içi sağlam bağlar kuran

bu toplum; ailenin sağlıklı ve huzurlu

şekilde sürekliliğini sağlarken, gelecek

nesillere de bu mutluluğu aşılamaktadır.

2.2 İslâmiyet Etkisindeki Aile Yapısı

İslâmiyet etkisindeki toplumlar

incelendiğinde, din değiştiren her

toplumda görüldüğü gibi Türk aile

yapısında da birtakım değişiklikler

görülmüştür. Göçebe hayat yaşayan

Türkler, İslâmiyet’in ve coğrafî unsurların

getirdiği şartlar neticesinde yerleşik

hayata geçmişlerdir. İslâmiyet; yaşam

tarzları dışında evlilik kriterleri, aile

yapıları, toplumsal değerler gibi birçok

alanda da değişikliğe yol açmıştır.

“İslâmdan önceki çeşitli toplumlar,

önceleri ana hukukunun geçerli olduğu

“madriarkar” (maderşahi, anaerkil) yapı-

MINTAN - 3

.

5 Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, II, MEB Yayınları, İstanbul 1993, s.14.

6 Yavuz Haykır, Handan Haykır, “Tarihsel Süreç İçerisinde Türk Aile Yapısına Bir Bakış”, Türk

Dünyası Araştırmaları (TDA), C.117, S.230, (Eylül-Ekim 2017), s.90.

7 Murat Öztürk, “İslamiyetten Önce Türklerde Aile”, Prof. Dr. Abdulkadir Yuvalı Armağanı,

Ed.: Mustafa Öztürk vd., Cilt.2, Kardeşler Ofset, Kayseri 2015, s.899-905.


7

yapıya sâhip iken, çeşitli nedenlerle daha

sonraları baba hukukunun geçerli olduğu

“patriarkal” (pederşâhi, babaerkil) yapıya

dönüşmüştür.” 8 Toplum ataerkil yapıya

bürünse de İslâm’ın kadınlar için getirdiği

hadisler gereği kadın el üstünde tutulmaya

başlanmıştır. Örneğin; Cahilîye

döneminde de Araplar, kadınlara değer

vermeyip toplumun bir parçası olarak

görmemekteydi. Dünyaya bir kız çocuğu

getirmek utanç verici bir şeymiş gibi

düşünülüyordu hatta doğan kız çocukları

diri diri gömülüp, yakılıyordu. İslâm ile

birlikte bu dar kalıplardan çıkılmış ve

İslâm hukuku kadının lehinde kurallar

getirmiştir. Birçok hâdis ve ayette kadının

değer görmesi ve el üstünde tutulması

gereken, toplumun nadide bir parçası

olduğu hatta “cennetin annelerin ayakları

altında” olduğu belirtilmiştir.

“İslâmiyet etkisindeki Türk aile modelindeki

en dikkat çekici değişimin Osmanlı

Devleti’nde gerçekleştiği söylenebilir.

Osmanlı aile yaşamındaki farklılıkların

dini olmaktan çok bölgesel, hatta etnik

olmaktan çok coğrafi olduğu yaygın

bir kanıdır.” 9 Osmanlı klasik döneminde

harem müessesesi ortaya çıkmış,

başta İstanbul olmak üzere büyük şehir

merkezlerinde konak tipi aile hakim

olmuştur. Böylece kadın, giderek sosyal

alandan çekilmeye başlamış ve arka plana

itilmiştir. Ancak, bu değişim şehirlerden

kırsal kesimlere doğru gidildikçe etkisini

azaltmış ve Anadolu’da yer yer varlığını

sürdüren göçebelik ve tarım kültürü

içinde, kadının fonksiyonelliği devam

etmiştir. 10 Osmanlı toplumunda kadının

yeri ve değeri İslâmiyet’ten sonra daha da

çok artmıştır. Toplumda poligami yaygın

değildir. Osmanlı toplumunda çocuk

sayısı, yaşlılık ve bu tip kriterler kadının

toplumdaki statüsünü arttırmakta

idi. Toplum ataerkil bir yapıda olsa da

kadının da kocası üzerinde hakları vardı.

Bazı Avrupalı seyyahlar toplumda kadına

verilen saygı ve değeri gözlemlemişlerdir.

Örneğin; “XVI. yüzyıl sonunda Türkiye’den

geçen Alman Protestan Papazı Salomen

Schweigger, “Türkler ülkelere, karıları

da onlara hükmeder. Türk kadını kadar

gezen eğleneni yoktur. Çok karılık yoktur.

Herhâlde bu işi denemiş, dert ve masrafa

neden olduğunu anlayıp vazgeçmişler.

Boşanma pek görülmüyor. Çünkü

boşanırken erkek para ve eşya veriyor,

kız çocuk anaya kalıyor.” demiştir.” 11 Bu

durumun sebebi de İslam’ın ve hüsn-ü

muaşeretin evlilik ve aile üzerindeki

katkılarındandır.

2.3. Tanzimat Dönemi Aile Yapısı

Tanzimat Fermanı, Mustafa Reşid Paşa

tarafından 1839’da Gülhane Parkında

ilân edilmiştir. Tanzimat hareketini bir

bakıma yönetimi yeniden düzenleme

olarak niteleyebiliriz. Fermanda padişah,

kendi yetkilerini azaltacağını ve halkına

bazı haklar devredeceğini halkın önünde

açıklamıştır. Tabiî ki, bu haklardan

kadınlara da pay düşmekteydi. Kadınların

erkeklerle eşit haklara sâhip olması,

istediği kişilerle evlilik kurabilmesi,

kadınların da eğitim hakkına sâhip olması

gibi eşitlikçi yapı geliştirmek Tanzimat’ın

başlıca görevleri ve istekleri arasında idi.

Hatta bu istekler dönemin eserlerine de

yansımıştır. Batıdan esinlenen bu yenilikçi

hareketleri, halihazırda olan kültürlerine

yönelik bir tehdit olarak görenler

ise kadının toplumdaki yerini korumak

ve aynı kalmasını istemişlerdir. Tabii bu

farklı düşünceler toplumu, gelenekçiler

ve reformcular olarak iki gruba ayırmıştır.

Batı kültüründen esinlenip yeni tip okul-

8 Rifat Özdemir, “Tokat’ta Ailenin Sosyo-Ekonomik Yapısı (1771-1810)”, Belleten, 54/211

(Aralık 1990), s.1004.

9 İlber Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, Timaş Yayınları, İstanbul 2009, s.18.

10 Haykır ve Haykır, a.g.m., s.93.

11 Haykır ve Haykır, a.g.m., s.94.

MINTAN - 3

.


8

lar açılmış, medrese tipi eğitimden

uzaklaşılmıştı. Bu da toplumda aydın bir

kesim oluşturmakta idi. Bu değişimlerle

birlikte toplumun giyim tarzları, aile

yapıları, düşünce tarzları gibi birçok

unsur değişmiştir ve Osmanlı toplumu

giderek Batılı, modern bir toplum haline

dönüşmüştü. Tanzimat dönemi sürecine

kadar geleneksel bir yapıda olan aile,

bu reformlarla birlikte moderniteden

inanılmaz derecede etkilenmiştir. Çünkü

bu batılı anlayış, geleneksel kültürün tam

zıt anlayışı konumundadır ve alışılmış

yapıların değişmesini Türk toplumunun

“batılılaşmasını” hedeflemektedir.

Herkesin eşit olmasını isteyen bu görüş

toplumda “bireyselleşme” anlayışını

ortaya çıkarmaktadır. Geçmişten

günümüze tartışılagelen bireysellik

kavramı, Samet Yıldız tarafından şöyle

açıklanmıştır: “Bireysellik; ayrı bir canlı

olmanın gereği olarak herkesin yaptığını

yapmama yetkisidir.” 12

Yâni bu bireyselleşme dediğimiz

kavram insanın akıl ve isteklerini ön

plana çıkarmaktadır. Toplumun düzenini

sağlayan geleneksel kavramlardan

soyutlanıp bireyselliğe evrilen toplum

aile yapısını da büyük oranda etkilemektedir.

Modern aile yapısına katılan

toplum, “ben” kavramını benimseyip bu

zamana kadar toplumun ona atfettiği

aile-içi kişilik kalıplarından sıyrılmış ve

aile aidiyetini köreltmiştir. İnsanlar bu

bireyselliğin getirdiği bağımsızlık, güç ve

üstünlük duygusu çatışmalara sebebiyet

vermektedir ve tabiî ki bu durum, aileleri

de olumsuz etkilemiştir.

2.4. Sanayi Devrimi’nden Bugüne

Aile Yapısının Dönüşümü

İngiltere’de cereyan eden Sanayi

Devrimi, gelişmişlik ve kalkınmanın bir

göstergesi olarak 19. yüzyıla damgasını

vurmuştur. Hâlâ etkisinde olduğumuz

sanayileşme; “İnsanlığın toplumsal

tarihinde şimdiye dek görülen büyük

toplumsal tabakaların yer değiştirmesi

olaylarından en güçlüsü, eski küçük sanatçı

(zanaatçı)-çiftçi dünyasını çağdaş sanayi

sistemine çeviren teknik değişmelerle

el ele gider”. 13 Bu değişimlerden, aile

hayatından devlet politikalarına kadar

tüm kurumlar etkilenmiştir. En büyük

değişimler, teknolojinin ilerlemesi ve

hayatı kolaylaştıracak yeni malzemelerin

icat edilmesiyle başlamıştır. Yeni makinelerin

işçilerin yapabileceği birtakım

şeyleri yapabilir nitelikte üretilmesi,

insan gücüne ihtiyacın azalmasına

sebep olmuştur. Bu da demek oluyor ki;

makineleşmenin artması ile toplumda,

günümüzün başlıca sorunlarından

da biri olan işsizlik sorunu giderek

artmıştır. Örneğin; fabrikalarda makinelerle

çalışılması insan gücüne ihtiyacın

azalmasına sebep olmuştur. Bir başka

örneğimiz ise; tarım makinelerinin

üretilmesi ile tarımdaki insan emeğinin

azalması sonucunda, tarımın eski

önemini kaybetmesi ve kentlere göçün

artması şeklinde açıklayabiliriz.

Şehir nüfuslarının artması, kapitalizmin

gelişmesi, özel mülkiyete verilen

değerin artması, teknolojik ilerlemelerin

yaşanması gibi sebepler sanayileşmeyi

de beraberinde getirmiştir. “James

Watt’ın, 1768 yılında icat ettiği, sonradan

19. yüzyılın başlıca simgesi haline

gelen buhar makinası büsbütün başka bir

şey. Bu makine ile birlikte, teknik, nitelik

bakımından yeni bir anlam kazanmıştı”. 14

Artan nüfus, tüketimin de artmasını

ve ekonominin canlanmasını sağlamıştır.

Sanayileşmeyle birlikte tarım sektörü

eski önemini kaybetmiş, köyden kente

göçler yaşanmış ve sanayi üretiminde

.

12 Samet Yıldız, “Bireysellik Kıskacındaki Anadolu Evlâdı”, Kaftan, S.1 (Nisan-Mayıs 2022), s.8.

13 Hans Freyer, Sanayi Çağı, Çev.: Bedia Akarsu-Hüseyin Batuhan, Haz.: M.Rami Ayas, Doğu

Batı Yayınları, Ankara 2018, s.46.

14 Freyer, a.g.e., s.37.

MINTAN - 3


çalışacak işçi sayısı artmıştır. Ülkeler

arası rekabetin artmasına da etki eden

sanayileşme ile sömürgecilik yaygınlaşmış

ve I. Dünya Savaşı’nın çıkma sebeplerinin

arasında yer almıştır. Tabiî ki aile yapısı,

tüm bu değişimlerden en fazla oranda

nasibini alacaktı.

SONUÇ

9

Dünyada yaşanan bütün sosyokültürel

değişimler, aileleri fazlasıyla etkilemektedir.

Sanayileşme sonrası hem

Batı hem de Doğu toplumlarının aile

yapısında birtakım değişiklikler yaşandı.

Bu zamana kadar aile reisi olan, aile

kararlarında babanın üstünlüğü bulunan

ataerkil yapıya sâhip ailenin yerine; tüm

aile fertlerinin eşit haklara sâhip olduğu

“çekirdek aile” dediğimiz anne, baba

ve çocuklardan oluşan minimal aileler

ortaya çıktı. Günümüzde oldukça yaygın

olan bu tip aileler, endüstrileşme öncesinde

bile görülse de endüstrileşmeyle

birlikte toplumda daha fazla yer

almaya başladı. Sanayileşme öncelerinde

toplumda akraba ziyaretleri önem

arz ederken, sanayileşme sonrasında

akraba ziyaretleri yerini; okul, iş yerleri

ve buralarda kurulan arkadaş grupları

gibi daha çok topluma ve sosyal yaşama

dönük faaliyetlere bıraktı. Bu durum,

aile bağlarının bu denli zedelenmesine

yol açmış ve aileyi çekip çeviren

annenin omuzlarına olduğundan fazla

yük bindirmiştir.

Sanayileşmeyle birlikte, toplumda

kadının rolünün arttığını vurgulamıştık.

Kadın, eğitim ve iş hayatında oldukça

fazla görülmeye ve aile gelirine katkıda

bulunmaya başlamıştır. Bu durum,

kadınların toplumdaki statüsünün

artmasını, döneme daha çabuk adapte

olup bilinçlenmelerini ve çocuklarının

eğitimlerine daha çok katkıda

bulunmalarını sağlamıştır.

Aile, toplum ve insan için önemli bir yere

sâhiptir. Yıllar içinde büyük değişimlere

uğramış ve bugüne dek toplumdaki

önemini korumayı başarmıştır. Aile yapısı

toplumlar arasında farklılık gösterse de

ailesiz bir toplum düşünülemez. Toplum

ve düzeni sağlamakla yükümlü olan aile,

çocuklar için eğitimin başlama noktası

niteliğindedir. Günümüzde çalışan kadın

nüfusunun artması ile küçük çocukların;

anaokulu, kreş ve çocuk bakımevleri gibi

kurumlar da önemini arttırmıştır. Bu

gelişme yeni meslekler ortaya çıkarsa da

çağımızın en büyük problemlerinden

birini teşkil eden aile bağlarının zedelenmesi

ve aileden uzak kalmak isteyen

çocukların sayısını arttırmaktadır. Aile

büyüklerinden uzak kalıp sosyal medya

platformlarında gezinmeyi tercih eden

çocuklar ne yazık ki ahlâkî bakımdan

gelişememektedir. Bu durumun da ileriki

dönemlerde aile kurumunun tamamen

ortadan kalkıp, tabiri caizse toplumda;

herkesin başı boş yâni istediğini istediği

yerde yapma hakkını kendinde bulan, aile

terbiyesi görmemiş bireylerin artacağını

düşünüyorum. Yâni toplumda aile

büyüklerinin ve onların verdiği öğüt ve

terbiyelerin önemi sanıldığından fazladır.

İlk eğitim ailede başlar demiştik. Aile de

toplumun yapıtaşıdır. O hâlde cahil bir

aile yapısı, cahil bir toplum demektir.

.

MINTAN - 3


10

BİBLİYOGRAFYA

ERKAL, Mustafa, Sosyoloji

(Toplumbilim), Filiz Kitabevi, İstanbul,

1987.

FREYER, Hans, Sanayi Çağı, Çev.:

Bedia Akarsu-Hüseyin Batuhan, Haz.:

M.Rami Ayas, Doğu Batı Yayınları,

Ankara, 2018.

HAYKIR, Yavuz, HAYKIR, Handan,

“Tarihsel Süreç İçerisinde Türk Aile

Yapısına Bir Bakış”, Türk Dünyası

Araştırmaları (TDA), C.117, S.230,

(Eylül-Ekim 2017), ss.87-106.

KIR, İbrahim, “Toplumsal Bir Kurum

Olarak Ailenin İşlevleri”, Elektronik

Sosyal Bilimler Dergisi, C.10, S.36,

(Bahar 2011), ss.381-404.

NİRUN, Nihat, Sistematik Sosyoloji

Yönünden Aile ve Kültür, Atatürk

Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu

Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara,

1994.

ORTAYLI, İlber, Osmanlı

Toplumunda Aile, Timaş Yayınları,

İstanbul, 2009.

ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün

Gelişme Çağları, II, MEB Yayınları,

İstanbul 1993, s.14.

RÜMEYSA YILDIZ

rrumeysayildizz@gmail.com

ÖZDEMİR, Rifat, “Tokat’ta Ailenin

Sosyo-Ekonomik Yapısı (1771-1810)”,

Belleten, 54/211 (Aralık 1990),

ss.993-1052.

YILDIZ, Samet, “Bireysellik

Kıskacındaki Anadolu Evlâdı”, Kaftan,

S.1 (Nisan-Mayıs 2022), ss.8-10.

RÜMEYSA YILDIZ

.

MINTAN - 3



12

İLKOKUL ÖRNEĞİ ÜZERİNDEN

CUMHURİYET’İN İLK MEKTEPLERİ

ÜZERİNE YAZILAR (1924-1925)

BATUHAN ÇATALTEPE *

GİRİŞ

Toplumların kalkınmasının yegane

unsuru eğitimdir. Devletlerin eğitim

sistemindeki gücü , toplumsal kalkınma

bağlamında, sistemin halk üzerindeki

olumlu etkileri ve devamlılığı

ile ölçülür. Buradaki kıstas nicelikten

(kaç kişinin eğitim aldığı) çok niteliktir.

Nitelikli eğitimde vaad edilinilen ve

amaçlanan tüm koşulların sağlanması

ve hedefe ulaşılması müşahade edilmelidir.

Bundan ötürü Osmanlı

İmparatorluğu’ndan 29 Ekim 1923 yılında

kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne giden

süreçte eğitim konusunda hangi düzenlemelerin

getirildiği ve bunlara yönelik

hangi tartışmaların yaşandığı merak

konusudur.

Türkiye’de eğitim konusundaki

tartışmalar özellikle II.Meşrutiyet döneminde

başlar. Modernleşme adına atılan

adımlarda, eğitim üzerine birçok ihtilaf

söz konusuydu. Medrese eğitimleri

yerine meydana gelen dârülmuallimîn

okullarında dahi hala seküler eğitimi

ihdas edecek kadrolara sahip olunmaması

tartışma konusudur. Nitekim bu konuda

en fazla tartışma ilkokul mekteplerine

yöneliktir. Bunun sebebi, rüştiyelerde

(kısmen) , idadilerde ve Darülfünun’da

verilen modern eğitimin ilkokullarda bir

türlü başlatılamamasıdır. İlköğretimin

din alanı kapsamında kalması nedeniyle,

okullardaki eğitimin ilk halkasında istenilen

seviyeye ulaşılamamıştır. Mektepler

üzerine çok sayıda tenkit neşriyatı

çıkmıştır.Bununla beraber, Türkiye topyekün

verdiği İstiklal Mücadelesi’nde

dahi eğitim konusunda tartışmaları göz

önünde bulundurmuştur. 1921 yılında

Ankara’da Maarif Kongresi toplanmıştır.

Bu Kongre okul ve öğrenci mevcudunu

tespit etmek ve eğitim konusunda hangi

çalışmaların yapılacağını belirlemek ve

eğitime çağdaş bir yön vermek amacıyla

toplanmıştı.

Bu çalışmada, Muallimler Birliği ve

İzler gibi dergilerde neşredilen, ilk mekteplerde

eğitim adına nasıl bir yol izlene-

* E-Posta: cataltepebatuhan@gmail.com

MINTAN - 3

.


13

ceği ve ilkokullar üzerinde eğitimin nasıl

olmasına gerektiğine dair tartışmalar

incelenmiştir. Bu tartışmaların temel

dayanağı, millileştirme, milli terbiye ve

okullardaki ders programlarının talebe

üzerindeki etkisidir. Çalışma, “tedrisat

ile ilgili yazılar” ve “milli terbiye ve

millileştirme politikası” olarak iki ana

başlıkta ele alınacaktır.

1.Mekteplerdeki Tedrisat İle İlgili

Yazılar

Bu bölümde mektep ders programları,

programın talebelerin yaşlarına uygun

olup olmadığı ve pedagojik formasyonun

amaçlanıp amaçlanmadığı üzerine

yazılan çalışmalar yer alacaktır.

1.1. İlk Mekteplerde Yaş Farkları ve

Ders Saatleri

İlk Tedrisat Müfettişi Ömer Hulusi,

İlkokul mekteplerinin “Yaş Farkları ve

Ders Saatlerini” incelemiştir. Ömer

Hulusi, daha sonra revize edilmiş olsa

da Talimatname’de 1 ders saatlerinin

adil bir şekilde paylaştırılmadığını

düşünmektedir. Müfredata göre ilkokul

öğrencileri 30 saatlik derslerden sorumlu

tutulmuşlardır. 1340’da yapılan değişikliğe

göre okula başlama yaşı 5, haftalık ders

saati 27 olarak tenzil edildi. Ancak bu

ders saatlerinde bir ters orantı vardı. Son

sınıf öğrencilerinin ne kadar dersi varsa

okula yeni kayıt olan çocukların ders saati

de o kadardı. Ayrıca birinci sınıflarda

7 yaşında, son sınıflarda da 14 olması

beklenen çocukların yaşları 15-16 yaşında

öğrencilerin varlığı bir sorun teşkil etmekteydi.

Oyuncağını yeni bırakmış çocuğa

verilen 27 saatlik ders saati ile ondan

yaşça büyük çocuğa aynı ders saati verilmesi

bir tenakuzdu. Ömer Hulusi bu

durumu tenkit ederken okuyucularına:

“7 yaşındaki çocuğun uyku, oyun ve

serbest zaman ihtiyacı ile 14 yaşındaki

talebenin ihtiyaçları farklı olması gerekmez

mi?” diye ayrıca sormaktadır. 2

Mekteplerde, ders saatleri 30 dakika

teneffüs ise 10 dakikadır. Ömer Hulusi,

genel kabulün 7 yaşındaki bir çocuğun

derse başladıktan 20 dakika sonra dikkatinin

dağıldığı yönünde görüşünü

yinelemiştir. Ömer Hulusi çocukların

yaş farklarına göre teneffüs sürelerinin

dahi aynı olmaması gerektiğini dile

getirmiştir. 3

1.2. İhmail Edilen Mektep Çocukları

İlkokul mektepleri, mektebi idare

edilecek bir kadrodan ve pedagojik

formas-yondan yoksundu. Nevzat

Mahmut’un Muallimler Birliği’nde

yayınlanan “Mektepler Çocuklarında

Kuvve-i Basıra” 4 adlı makalesinde,

ilkokul çağındaki çocukların göz ve kulak

muayenelerini bi’z-zât öğretmenlerinin

yaptığını söylemiştir. Nevzat Mahmut

bu kadar önemli bir konunun doktorlar

yerine öğretmenlerin yapmasını tenkit

1 1340’lara kadar tatbik edilen Mekatib-i İbtidaiyye Ders Müfredatı’ndan bahsetmektedir.

Zamanla mektep programında birtakım değişiklikler yapılmıştır. Nitekim Türkiye Cumhuriyet’i

kurulduğu zamanda da 1915 yılında hazırlanan Talimatname aynen devam etmiş, ancak revize

edilmiştir.

2 Ömer Hulusi,“İlk Mekteplerde Yaş Farkları ve Ders Saatleri”,İzler,19/2,1925

3 Ömer Hulusi görüşlerini yabancı kaynaklarla desteklemiştir. Almanya örneğinde olduğu gibi

Prusya Devleti’nin 12 Teşrin-i evvel 1272 tarihli müfredatını irdelemiştir. Küçükler 20-22,orta

mektepliler 24-28 ve yüksek mektepliler 30-32 ders saati gördüklerini yazmıştır. Bu veri ile arada

10 derslik bir farkın olduğu gözlemlenmektedir. Ömer Hulusi, çocukların yaş farklarına göre ders

saatlerinin yeniden kaleme alınmasını vurgulamıştır.

4 Nevzat Mahmut,“Mektep Çocuklarında Kuvve-I Basıra”, Muallimler Birliği,60/5,1924

MINTAN - 3

.


14

etmektedir. Çocukların bunu kendi

başlarına fark etmeleri mümkün değildir.

Bütün bu ihmaller çocuğun derslerden

geri kalmasına neden olur. Nitekim

görme veya duyma problemi olan çocuklarda,

dersi arkadaşlarından kopya

ederek dinledikleri müşahade edilir.

1.3. Mektep Haricinde Terbiye ve

Tedris

Doktor Hamid Zübeyr’in Muallimler

Birliği Dergisi’nde neşredilen “Mektep

Haricinde Terbiye ve Tedris” makalesi

diğer yazarlarda olduğu gibi müfredat

programlarının modern bir kılıfa

sokulamaması ile alakalıdır. Doktor

Hamid Zübeyr, yazısında ilkokul

çocuklarına verilen beden eğitimi derslerinin

pragmatik olmamasını tenkit

etmiştir. Beden derslerinin çağdaş

eğitim düzlemine oturtulmadığını, derslerde

açıkça askeri talimler yapıldığını

yazmıştır. Burada ,İstiklal Harbi’nin

tramvası olarak bir savaş tehdidi psikolojisinin

hala devam ettiği ve her yurttaşın

potansiyel bir er olduğu tezinin devlet

tarafından geçerliliğini koruduğu tebarüz

edilmektedir. 5

Doktor Hamid Zübeyr, okullara yeni

kayıt olacak köy çocuklarının, kayıt

zamanının hasat zamanına denk geldiği

ni bu yüzden birçok çocuğun okula

kayıt olamadığını ve bu durumdan

birçok kişinin şikayetçi olduğunu dile

getirmiştir. Doktor Hamid Zübeyr kayıt

sürelesinin uzatılması ve her çocuğun

eğitim hayatına katılması gerektini

yazmıştır. Ayrıca 42 hafta olan eğitimin

köylerde 36 haftaya çekilmesi gerektiği

görüşünü savunmuştur. 6

1.4. Toplu Tedris

Ali Haydar Bey(Taner), 20.yy’ın

ile çeyreğinde Türk eğitimci,yazar ve

çevirmendir. 7 Özellikle II.Meşrutiyet

Dönemi’nde ilkokul talebelerinin

öğrenimin doğru metodlarla yapılması

için pedagoji üzerine makaleler

neşretmiştir. Ali Haydar Bey, Almanca

bir kaynakça okuyup öğrendiği “versuchs

schule” kavramını anlatmadan

önce Cumhuriyet Dönemi öncesi Türk

talebesinin eğitim müfredatına yönelik

tenkitlerini sıralamıştır.

1925 yılı öncesinde medreselerdeki ders

sayısı mahduddu. Öğrenciler sabahtan

akşama kadar Kuran-ı Kerim ve İlm-i

Hâl’e çalışırdı. Tanzimat Fermanı’nın ilanı

ile birlikte din derslerinin yanına beşeri

bilimlerde eklenmiştir. Tarih, coğrafya,

hendese, hesap, kava’id-i osmaniyye, gibi

dersler vardır. 1884 eğitim ve öğretim yı-

5 Doktor Hamid,Zübeyr, “Mektep Haricinde Terbiye ve Tedris”, Muallimler Birliği,4/1,30

Eylül 1925

6 Zübeyr, “Mektep Haricinde Terbiye ve Tedris”.

7 Eğitimci, yazar (D. 1883, Bulgaristan - Ö. 1956, İstanbul). Kızanlık Bulgar Öğretmen Okulu

(1905) mezunu. Rusçuk’ta Tuna adlı günlük bir gazete çıkardı. 1907’de Almanya’ya giderek

Jena Üniversitesinde felsefe eğitimi gördü. 1912’de İstanbul’a yerleşti. Bir süre sonra biyoloji ve

Almanca öğretmeni olarak Balıkesir Lisesine, 1914’te İzmir Lisesi müdürlüğüne atandı. Birinci

Dünya Savaşı yıllarında Darülfünun (İstanbul Üniversitesi)’a birçok Alman profesörü getirtti

ve Avrupa’da öğrenim görmüş gençleri de bu hocaların yanına asistan olarak verdi. Kendisi

de Darülfünun’da tecrübi psikoloji, tecrübi pedagoji, çocuk psikolojisi ve terbiye tarihi derslerini

okutmaya başladı. 1926’da Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin isteği üzerine Ankara’ya

giderek MEB Talim ve Terbiye Kurulu üyesi oldu ve bu görevini 1938 yılına kadar sürdürdü. Bu

arada Ankara Müzik Öğretmen Okulunda psikoloji dersleri verdi. 1938’de İstanbul Kız Öğretmen

Okulu psikoloji öğretmenliğine atanarak Ankara’dan ayrıldı. 1948’de emekliye ayrılınca Pedagoji

Derneğini kurdu ve ölünceye kadar bu derneğin başkanlığını yaptı.

MINTAN - 3

.


yılında bu dersler tekessür etmiştir.

II.Meşrutiyet Döneminde yaygınlık

kazanacak olan Numune Mektepleri 8 ,

rüştiye eğitimini çağdaş ilkelere

göre düzenlemek için inşa edilmişti.

Ekseriyetle 10-15 muallim olur ve

hiçbir muallim diğer meslektaşının

müfredatına karışmamaktadır. Ancak

programı hazırlayan okul idaresi kendi

iktidarını düşünmektedir. Bundan

ötürü programdaki aksaklıklar talebeyi

olumsuz yönde etkilemekte. Düzenli

olarak yoklamanın alınmaması nedeniyle

talebeler sık sık dersten kaçıyor ve

sadece sınavlara hazırlanıyorlardı. Sınıfın

başarılı öğrencilerinin amacı sınıfı

geçmekti. 9

Ali Haydar Bey, müfredat

programlarında tekrara gidildiğini ve

bu durumun öğrencinin üzerine fazla

ders yükü olmasına ve eğitimin kalitesinin

düşmesine sebeiyet verdiğini

izah etmiştir. Almanca bir kavram

olan “ versuchs schule”, Ali Haydar Bey

tarafında Türkçe’ye toplu tedris olarak

tercüme edilmiştir. Ali Haydar Bey

müfredat programında toplu tedris

usûlünün benimsenmesi taraftarıdır.

Bu usûle göre hesap, hendese, lisan,

musiki,tarih,coğrafya,el sanatları gibi

müteferrik dersler ( dağınık ) yoktur. Bu

dersler toplu tedris edilmelidir. Çünkü

bir lisan dersinin içine tarih konulabiliyor.

Hesap ile hensede bi’l-tabi çok defa

beraber gider. El işleri dersleri bütün

ameli derslerin tatbikatı yerine geçer.

Binaenaleyh, bu usûle göre bu derslerin

15

ayrı ayrı ders olarak müfredata

konulmasına gerek yoktur. Aynı zamanda

ilkokul eğitiminden ortaokula geçmeyi

başaran bir talebenin kaydı yapılmadan

önce adab-ı muaşeret kurallarını idrak

etmiş olması beklenmesi gerektiğini

düşünmektedir. 10

2. Milli Terbiye ve Mekteplerde

Millileştirme Politikası

Bu bölümde mekteplerde milli terbiyenin

“küçük vatandaşlara “ nasıl

verileceği ve yeni sosyal düzeni sağlamada

millileştirme politikasının gerekliliği

üzerine yazılar kaleme alınmıştır.

Nitekim bu konuda Ali Haydar Bey,

Eskişehir valisi Cemil Bey, Besim Atalay

ve Hilmi Ziya gibi isimler yazı kaleme

almıştır. Hilmi Ziya Bey’in yazıları diğer

yazarların yazılarını tenkit edercesine,

milli terbiye ve millileştirme politikasının

terk edilmesini savunmuştur.

2.1. Ulucanlar Mektebi Müdürü

Mithat Bey İle bir Röportaj

B. Atalay Ulucanlar Mektebi’nin

müdürü Midhat Bey ile yapmış olduğu

röportajda okuldaki bazı ders kitaplarını

inceleme fırsatı bulmuştur. Bu ders

kitapları arasında incelediği coğrafya

kitapları ( dördüncü ve beşinci sınıfların)

onu hayrete düşürmüştür. Harita (

Osmanlı hududu) yanlış çizilmiş,

Anadolu’da acı göller tatlı, tatlı göller ise

acı göl olarak karıştırılmıştır. Coğrafya

kitaplarında Türkiye’de yaşayan ahali

8 II.Meşrutiyet’in ilanından sonra Müslüman çocukların eğitimini çağdaş ilkelere göre yeniden

düzenlemek için daha kapsamlı çalışmalar başlatıldı. Buna örnek olarak, 1915’te İstanbul’da

tarihçi Abdurrahman Şeref’in öncülüğüyle “numune rüştiyesi” uygulamasına geçildi. Kadıköy,

Kasımpaşa ve Nişantaşı’ndaki rüştiyeler yabancı dil ağırlıklı numune rüştiyelerine dönüştürüldü.

Mekâtib-i İbtidaiye-i Umumiye Talimatnamesine eklenen maddelerle numune rüştiyeleri altı

sınıflı okullar olarak düzenlendi. Benzer amaçlı Fransız okulları örnek alınarak açılan numune

rüştiyelerinde Fransızca ve Türkçe derslerin ağırlığı yarı yarıyaydı. Aynca uygulamalı dersler de

vardı.

9 Ali Haydar (Taner), “Toplu Tedris”, Muallimler Birliği,5/1,1925

10 Ali Haydar, “Toplu Tedris”.

MINTAN - 3

.


16

Çerkes, Kürd, Laz, Gürcü gibi milletlere

ayrılmış. Ayrıca B. Atalay, Tatarların

Türklerden farklı bir millet olarak

açıklanılmasına tepki göstermiştir.11

Yazarın buradaki çıkarımı, Balkan

Harpleri’nin yaşandığı günlerde “millet

şuuru oluşturmak” adına okullarda

etnik bir bölünmenin doğru olmayacağı

kanısındadır. 12

B. Atalay, ayrıca Osmanlı Sancağı’nın

merkezinin yanlış işaretlendiğini

yazmıştır. Anadolu’daki vilayet isimlerinin

yanlış verildiğini düşünmektedir.

Atalay’a göre Silifke diye bir vilayetin

olmadığını bölgenin adının İçel

olduğunu söylemektedir. B. Atalay’a göre,

İçel gibi Türkçe bir isim varken , Silifke

gibi yabancı bir ismin kullanılmasına

karşıdır. Bu da savaş yıllarında “Türk

Milleti” yaratma noktasında önemli bir

vurgudur. 13

B. Atalay, coğrafya kitaplarını

hazırlayan Saffet Bey’in Aksaray ili

hakkında verdiği malumatın tamamiyle

yanlış olduğunu yazmıştır.Ders kitabında

Aksaray ile ilgili ormanları ve madenleri

bakımından zengin bir memlekettir

ancak nakliye (yükselti nedeniyle) problemleri

vardır diye yazılmıştır. B. Atalay’a

göre Saffet Bey Aksaray ile Lazistan’ı

ka-rıştırmaktadır. Aksaray’da çalılık bile

yoktur. 14

Ulucanlar Mektebi müdürü Midhat

Bey bu kitapların “ dünkülerle ” muhteva

yönünden aynı olduğunu söylemiştir.

Dilde sadeleşme tartışmalarının

yaşandığı günlerde B.Atalay, beşinci

sınıfların ders kitaplarında şu cümleye

dikkat çekmektedir : “ Meşağıl-ı beşeriye

ve tarz-ı maişet tabiatın te’sir ve tahakkümü

tabidir.” 15 Filhakika, yakın bir

dönemde Talimatname hazırlanılmış ve

tetkik heyeti tarafından kitaplar elden

geçmiştir. Buna rağmen yapılan heyetin

eğitim alanında yeterli donanıma ve birikime

sahip olmadığını göstermektedir.

2.2. Ulus-Devlet İnşasında Milli

Terbiye

Toplu Tedris kavramını literatüre

sokan Ali Haydar Bey, talebeye verilecek

eğitimin milli olmasını hatta Türklük

şuurunu içermesi gerektiğinden bahsetmektedir.

Ona göre masallar milli

olmalı,aile terbiyesi anlatan masallar

sevdirilmelidir. Türk masallarının

tedvin edilmesini ve Arap,Fars ve Hint

edebiyatının tesirinden kurtarılması ge-

MINTAN - 3

.

11 Tatarların,Türklerin Kıpçak Boyu’ndan gelmesi hasebiyle tenkit etmiştir.

12 B.Atalay, “Bir Tenkit: Mektep Kitapları”, Muallimler Birliği,9/1,1925.

13 Özellikle dilbilimi alanındaki çalışmaları ile tanınmış olan Besim Atalay, Uşak Rüştiyesi’ni

bitirdikten sonra Uşak’ta medrese eğitimi gördü. 1905’te İstanbul’a giderek Şehzadebaşı Camii’nin

ünlü hocası Hacı Ahmet Efendi’nin derslerini izledi, 1909’da medrese diploması aldı. 1912’de

Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Konya Öğretmen Okulu’nda öğretmenlik; Trabzon, Ankara

Öğretmen okullarında müdürlük; İstanbul Darüşşafaka Lisesi’nde öğretmenlik yaptıktan sonra

Konya Öğretmen Okulu Müdürü oldu. Maraş, İçel ve Niğde’de millî eğitim müdürlüğü yaptı.

Kurtuluş Savaşı sırasında siyasete atıldı. Silifke’de Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti’ni kuranlar

arasındaydı; Kurtuluş Savaşı’nı destekleme çalışmalarını Uşak’ta sürdürdü. 1920’de Kütahya

bağımsız milletvekili olarak TBMM’ne girdi ve sonra Aksaray ve Kütahya milletvekillikleri ile

toplam yedi dönem bu görevi sürdürdü.Millî Eğitim Bakanlığı’nda Kültür Müdürlüğü görevi yaptı

ve bu görev sırasında halk ağzından söz derleme çalışmaları yürüttü.Türk Dil Kurumu’nda 19 yıl

yönetici olarak çalıştı (1932-1951). Aynı zamanda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ve Polis

Enstitüsü’nde Farsça dersleri verdi (1937-1942).

14 “Sultan Abdulhamid Döneminde Rusya’ya kaptırılsa da Lazistan ünvanı verildi. Orası zaten

Rize’dir. Orada yaşayan halk Laz değil Türk’tür.”

15 Atalay, “Bir Tenkit: Mektep Kitapları”.


rektiğini vurgulamıştır. 16 Ali Haydar Bey,

eğitimin millileştirilmesi konusunda

değinmeden önce eski rejimin eğitim

kurumlarını eleştirmiştir. Medreselerin

amacı uhrevi olup dünya ve kainat

hayatına “ din gözlüğü “ ile bakmışlardır.

Eğitim dili Arapçadır. Ders kitapları

muğlak ve talebenin yaşına uygun değil ve

dersler ezbere dayanmaktadır. Bu yüzden

20.yy’ın ilk çeyreğinde ezber anlayışına

mutassıp bir nesil yetişmiştir. 17

Ali Haydar Bey, milli terbiyenin

gerçekleşmesi için dince Müslüman ırkça

Türk olmayan çocukları Türkleştirmek

için gayret sarf edilmelidir demiştir.

Nitekim bu ifadesi ile tanımlamış olduğu

cemaat,Kürtlerdir. Bu tip cemaatler ile

ilgili : “ evde ve hariçte kendi lisanlarını

kullanmaları , milli adet ve kıyafetlerini

muhafaza etmeleri , toplu halde köylerde

veya mahallelerde birleşmelerinin öne

geçilmelidir” demiştir. Ermeni,Musevi ve

diğer Hristiyan cemaatlerin buna dahil

olmadıklarını ve olamayacaklarını dile

getirmiştir. 18

2.3. Cemil Bey’in Milli Terbiye

Hakkındaki Görüşleri

Modern devletlerin çizmiş olduğu

hayali çizgi olan Ulus kavramı, aynı

sınırlar içerisinde yaşayan toplumu

ortak ülkü çizgisinde birleştirmek ve

istihsale ortak etmek için kullanılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti modern ilkelerle

1923 yılında kurulmuştur. Vaad

edilen devlet programları ulusal halkçı

(solidarizm) ve millet kavramları ile

pekiştirilmiştir. Toplumda aktif rol oynamayan

öğrenciler, yarının sosyal düzenini

teşkil etmede kilit rol oynayacaktır.

Bu noktada, eğitim konusunda atılacak

adımlar yarını hazırlayacaktır.

17

Eskişehir Valisi Cemil Bey, mekteplerde

milli terbiyenin verilmesini

savunan yazalardandır. Cemil Bey’e

göre talebeye mektepte Türk harsını

ve tarihini anlatılmalı ve Türk terbiyesi

ile yetiştirilmelidir. İlkokul mekteplerinde

- çocukların anlayabileceği şekilde

– milli masallar anlatılmalıdır. Cemil

Bey, hayat bilgisi dersinin muhtevası ile

ilgili de bazı yorumlarda bulunmuştur.

Hayat bilgisi dersinin muhteviyatı

çocuğa yaşadığı muhitin tabiatını ve bu

muhitteki insanları tanıttıracak ve sevdirecektir.

Malumat-ı medeniye ve vataniye

dersleri çocuğa mensup olduğu cemiyeti

ve devletin teşkilatı ve ferdle devlet

arasında münasebetleri öğretecektir.

Resim ve el işi dersleri talebenin yaşadığı

muhitin tabiatından ve kültüründen

olmalıdır. Mektepte okunan marşlar

küçük vatandaşlar arasında tesanüdü

(dayanışma) arttırır. Derslerde milli ve

vatani manzumeler okunmalıdır. Tarih

kitapları milli şuuru perçinlemelidir.

Mektep binaları en asri ve müntezim

olmalıdır. Asri binalarda okuyan öğrenci

gelecekte evini inşa ederken, mektepteki

terbiye ile inşa edecektir. Çocuğuna tıpkı

diğer milletlerde olduğu gibi sandalyede

oturtup masada ders çalışabileceği bir

ortam hazırlayabilecek. Cemil Bey açılan

okulların öğrenciler üzerindeki etkisini

“müntezim bir okul açılırsa birkaç ay

içerisinde talebe medeni bir kıyafetle

gezer. Mekteplerde öğretilen milli

terbiye ile talebe, modern dünyanın

adab-ı muaşeret kurallarını özümser.

Temizlik muayenesi nedeniyle yüzler

yıkanır, tırnaklar kesilir ve saçlar taranır…

Okullarda uygulanan temizlik muayenesi

ile haşerat ile mücadele edilebilir. Cemal

Bey, tıpkı eski rejimi terk eden ülkelerde

müşahede edinilen temizlik yorumuna

benzer şekilde “ Temizlik, milli terbiyenin

ilk şiarıdır “ demiştir. 19

16 Ali Haydar, “Toplu Tedris”.

17 Ali Haydar, “Toplu Tedris”.

18 Ali Haydar, “Toplu Tedris”.

19 Cemil Bey, “Milli Terbiye”, Muallimler Birliği, 11/1,1925.

MINTAN - 3

.


18

Cemil Bey’in yazılarından anlaşıldığı

kadarı ile, mektepleri bir araç olarak

da görmekte. Cemil Bey’e göre mektep

çocukları milli terbiye almalarının

yanında etrafındaki yaşlıları da

“Cumhuriyet” fikrini sevdirebilirdi.

Talebe bununla mükelleftir. Bu yaşlılar

iki gruba ayrılmaktadır. Birincisi hiç

okul görmemiş olanlar, ikincisi ise

II.Meşrutiyet devrinde okula gitmiş -

daha sonra muhtelif sebeplerle devam

edememiş – ancak milliyet namına

hiçbir şey öğrenememiş olanlardır.

Mekteplerdeki muallimlerin birinci

grupta yer alan daha önce hiç okul

yüzü görmemiş olanlara karşı daha

müsamahalı davranmalıdır. Cemil

bey bu durumu şöyle ihtiva etmiştir “

Muallimler kendini halka sevdirmelidir.

Münasip fırsatları icad ederse halka milli

ve medeni fikirleri telkin edebilir.” 20

Cemil Bey’e göre milli terbiyenin

iktizası meseleleri, 19. asırda Osmanlı

İmparatorluğu’nda Türklerle iktisadi

ve ticari münasebetleri arttırmak

isteyen bazı emperyalist devletlere

mensup bazı alimlerin, Türk lisanı ve

komününü yakından tanıma ihtiyacı

hissetmesi ile başlamıştır. Bu suretle,

Türk lisanı,edebiyatı,tarihi ve iktisadiyatı

hakkında bazı tetkiklere giriştiler. Bazı

Türk memleketini idare altında tutanlar

(Ruslar) Türk lisan ve hayatını tetebbu

ettiler.

2.4. Eğitimin Millileştirilmesine Bir

Eleştiri

Milli Terbiye konusunda Muallim

Hilmi Ziya’da düşüncelerini kaleme

almıştır. Milli terbiye meselesini ele

almadan önce millilik meselesini sosyolojik

bir olgu olarak temellendirmiş ve

bu doğrultuda açıklamaya çalışmıştır.

Terbiye konusunda,Durheim’a atıf

yaparak “Kahil neslin,murahık nesli

içtimaileştirmesinden ibarettir.” 21

Muallim Hilmi Ziya Bey’e göre milli

terbiye olarak anlatılan şeyin ferdi terbiyeden

ziyade bir zümreyi, meşru

bir heyetin terbiye anlayışı olarak

algılamaktadır. Modern devletlerin ulus

anlayışı, yeni sosyal düzenin ve sosyal

sermayenin istenilen kıstasta ve seviyede

devamlılığı ile ilgilidir. Binaenaleyh,

milli terbiye modern devletin kamu

vizyonudur.

Hilmi Ziya Bey, millet kavramının

niçin revaçta olduğunu ve niçin bu kadar

ağır bastığını okuyuculara bazı sorular

yönelterek açıklamıştır. Millet tarihsel

olayların neticesinde ortaya çıkan bir şey

midir? Yoksa,beşeri bir mefkure midir?

Yazara göre millet kavramı her zaman

mevcut olmamıştır. “Bilakis, ictimai

bir tekamülün mahsulüdür. Millet hem

mevcut olan hem de tevciye edilen bir

şeydir” demiştir. 22

Hilmi Ziya Bey’in yazıları Ali Haydar Bey

gibi yazarların milli terbiye hakkındaki

mülahazalarına tenkit olarak: “ iktidadi,

coğrafi,lisani ahvali nazarı itibara almağla

beraber, bunlara inhisar etmekdikçe milli

terbiye uzak olur” diye düşüncelerini

sıralamıştır. Hilmi Ziya Bey, yazıları

ile tektipleştirmeye muarız olduğu

anlaşılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti

için şu anda (1925) Avrupalılaşmak ile

Millileşmek aynı şey olduğunu izah

etmiştir. Muallim Hilmi Ziya’ya göre,

Avrupa medeniyeti,beynelmilel bir

medeniyettir. 23

.

20 Cemil,Bey, “Milli Terbiye”.

21 Durkheim milli terbiyeyi,” bir cemiyette yetişmiş neslin henüz yeni yetişmeye başlayan

nesle, fikirlerini ve hislerini vermesi” olarak açıklar.

22 Hilmi Ziya, “Milli Terbiye Nedir?”, Muallimler Birliği, 5/1,10 Kasım 1925.

23 Hilmi Ziya, “Milli Terbiye Nedir?”.

MINTAN - 3


SONUÇ

Bu çalışmada ilk mekteplerde tedrisatın

nasıl olması gerektiği ve milli terbiye

olarak bahsedilen şeyin ilkokul talebelerine

nasıl aşılanabileceğine dair yazılar

incelenmiştir. Eğitimin millileştirilmesi

ve milli terbiye olarak dile getirilen

görüşlerde bir tek tipleştirme müşahede

edilse de bütün bunların topyekûn

verilen bir İstiklal Harbi’nin serencamı

olduğu unutulmamalıdır. Nitekim

bu konuya Doktor Hamit Zübeyr’in

“Mektep Haricinde Terbiye ve Tedris”

adlı çalışmasında dile getirmiş olduğu,

beden derslerinin askeri talim şeklinde

yapılmasına yönelik tenkidi örnektir.

II.Meşrutiyet Dönemi yazarlarının

mektepler ile ilgili eleştirileri ekseriyetler

derslerin muhteviyatı ile ilgiliydi.

Nevzat Mahmut ve Ethem Nejat’ın

yazıları 1915 yılında hazırlanan Mekatib-i

İptidaiye-i Umumiye Talimatnamesi

haricinde dersler ile ilgiliydi. Örneğin,

Ethem Nejat oyun derslerinin gereksiz

olduğunu ve çocukların haslet gereği

oyun ihtiyaçlarını bir şekilde izale

ettiklerini anlatmıştır. Eğitim, tahsillerin

temel taşıdır.

Ethem Nejat’a göre oyunların tahsil

ile , ilim ile , irfan ile alakası yoktur.

Çocuklar, hareket ihtiyaçlarını evden

okula, okuldan eve gidip gelerek izale et-

19

mektedir. Bunun yanında, çocuklar evlerinde

boş vakitlerinde oyunlarla hareket-i

24 - 25

bedeniye ihtiyacı karşılamaktadırlar.

II.Meşrutiyet Döneminde ağırlıklı

olarak ders müfredatı ve

kadrola eleştirilmiş olmasına karşın

Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazarlarının

eğitim meselesinde siyasi emellerinin

tezahürü olarak savaş travması ile

hareket edip dince Müslüman ama Irkça

Türk olmayanları Türkleştirme çabası

“ bütünleşme” konusunda engel teşkil

etmektedir. Bu milli terbiye anlayışını,

Hilmi Ziya Bey “Milli Terbiye Nedir?”

adlı çalışmasında bu meseleyi ferdi

terbiyeden ziyade bir zümreyi, meşru

bir heyetin terbiye anlayışı olarak

algılamaktadır.

20.yy’ın ilk çeyreğinde eğitim

konusunda makaleleri olan birçok

yazarın tavsiyeleri,çözüm önerileri

dönemin iktisadi durumu

nedeniyle gerçekleştirilemiştir.

Örneğin,İstanbul’daki okulların birçoğu

belgelerde “ mazbut ve mazarrat” olarak

ikiye ayrılmış, sonradan eklenen mektepler

“mülhak” olarak tanımlanmıştır. Bu

belgeler ışığında eski başkent İstanbul’da

dahi mektep binaları asrî görünüme

kavuşturulamamış ve tedrisatın hala

ezberci ve menkıbevi anlatımı devam

etmiştir.

24 Yazar mekteplerde, oyun derslerinin fazla olması, mektepleri “oyun mektebi “ olarak

tanıtılmasına sebep olabileceğini düşünmektedir. Ethem Nejat’a göre teneffüs varken birde

oyun saatlerinin olmasına gerek olmadığını söylemektedir. Yazara göre bir çocuğun hayatı serapa

(baştan aşağı, tamamen) oyundan ibarettir. Çocuk her şeyi kendisine oyun olarak ittihaz eder.

Geceleri uykularında dahi rüyalarında oyunlu rüyalar görürler . Onları aç bırakmak, dayat atmak

bile onları oyunlarından vazgeçiremez. Mektep sıralarında dahi onların yalnız gözleri muallimle

bakar. Fikirleri, zihinleri, elleri, ayakları, bütün uzuvları oyunlarla meşguldür. Ethem Nejat , çocuklarda

bu fıtratın ( haslet ) bulunması nedeniyle çocuğun müfredatı serapa oyun ile tutulmasını

gerekli görmemektedir. Yazara göre hazırlanan programda talebeden beklenen oyun oynamayı

icra etmektir. Ancak Ethem Nejat, memleketin,vatanın mekteplerden beklediği semere ( istenilen

sonuç ) bu olmadığını söylemiştir. (Nejat, Mekteplerde Oyun Dersleri)

25 Mamafih, yazara göre mektep müfredatında yer alan resim, musiki, el işleri dersleri en

vasi’ oyuncak ve eğlence sermayesi teşkil eder. Bu dersler Ethem Nejat’a göre “diğer derslerle

mukayese edildiğinde talebelere ruhi bir inci’zal gösterme babında tesiri büyüktür.”

.

MINTAN - 3


20

KAYNAKÇA

ATALAY, Besim, “Bir Tenkit: Mektep

Kitapları”, Muallimler Birliği, 9/1,1925.

Cemil Bey, “Milli Terbiye”, Muallimler

Birliği, 11/1,1925.

Hilmi Ziya Bey, “Milli Terbiye Nedir?”,

Muallimler Birliği, 5/1,10 Kasım 1925.

HULUSİ, Ömer, “İlk Mekteplerde Yaş

Farkları ve Ders Saatleri”, İzler, 19/2,1925.

KOŞAY, Hamit Zübeyr, “Mektep

Haricinde Terbiye ve Tedris”, Muallimler

Birliği, 4/1,30 Eylül 1925.

MAHMUT, Nevzat,“Mektep

Çocuklarında Kuvve-i Basıra”,

Muallimler Birliği, 60/5,1925.

TANER, Ali Haydar, “Toplu Tedris”,

Muallimler Birliği, 5/1,1925.

BATUHAN ÇATALTEPE

MINTAN - 3

.



22

17. ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde Kadın Kölelerin

Durumlarının İncelenmesi:

TRABZON ŞER’ÎYYE SİCİLLERİ

ÜZERİNDEN ÖRNEKLER

ZEYNEP EZGİ KAYA *

ÖZ

Osmanlı tarih yazımı içerisinde kadın

tarihi uzun süre boyunca eksik kalmıştır.

1970 sonrası Osmanlı da kadın tarihi

üzerine yapılan çalışmalar biraz da

olsa ilgi görmüştür. İlk önce Osmanlı

Kadını Tarih Yazımı ve Literatür’den

bahsedeceğim. Daha sonra 17. ve

18.yüzyılda köle kadınların durumları

neydi? Hangi haklara sahip veya hangilerinden

yoksundular? Bu gibi sorulara

1631-1723 seneleri arasındaki Trabzon

şer’îyye sicillerine kaydedilmiş olaylar

üzerinden cevap bulmaya çalışacağım.

Cevap bulmadan önce de genel olarak

şehirdeki köleliğin nasıl olduğuna

değineceğim. Bu sorulara cevap ararken

de Ehud R. Toledano’nun Suskun ve

Yokmuşçasına: İslâm Ortadoğusu’nda

Kölelik Bağları 1 adlı eserinde kullanmış

olduğu metodu referans alacağım.

Anahtar Sözcükler: Kadın Köle, Trabzon,

Şer’îyye Sicilleri, 17. ve 18.Yüzyıllar

GİRİŞ

Kölenin Türkçe, Arapça ve Farsça’da

farklı isimleri ve anlamları vardır.

Mehmet Akif Aydın ve Muhammed

Hamidullah’ın İslâm Ansiklopedisi’ndeki

tanımı şöyledir: “Türkçe’de köleden başka

kul, bende, halayık, esir ve “kadın köle”

anlamında câriye, odalık; Farsça’da

bende, gulâm, kadın köle için kenîz;

Arapça’da abd, rakik, memlûk, kınn,

gulâm, rakabe, vasîf, milkü’l-yemîn ve

kadın köleler için memlûke, vasîfe, câriye,

eme ve gurre kelimeleri kullanılmıştır.” 2

Köleliğin tarihi insanlığın tarihi kadar

geriye gitmektedir. Yüzyıllar ilerledikçe

kendi içerisinde farklılaşmalara gitmiştir.

İncelediğimiz bu dönemlerde (17-18.

yüzyıl) kölelik Osmanlı Devleti’nde artık

sosyal ve ekonomik hayatın önemli bir

unsuru olmuştur. Toledano da eserinde

Osmanlı toplumunun yer aldığı yerlerdeki

köleliğin tarihini arşiv kaynakları

ile sosyal hayattan öyküler vererek

aktarmıştır.

MINTAN - 3

.

* Yüksek Lisans Öğrencisi, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Anabilim Dalı. E-Posta: Zeynepkaya11@outlook.com.tr.

1 Ehud R. Toledano, Suskun ve Yokmuşçasına: İslâm Ortadoğusu’nda Kölelik Bağları,

(Çeviren: Y. Hakan Erdem), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010.

2 Mehmet Âkif Aydın ve Muhammed Hamîdullah, “Köle”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,

C:26, Ankara, 2002, s.237-246.


23

Şer’iye mahkemelerinde kadılar

tarafından görülen davaların kararlarının

not edildiği deftere şer’îye sicilleri denmektedir.

Bu siciller araştırmacılara

birinci el kaynak sunmaktadır. Köle alınıp

satılması ve azad edilerek hür olmaları

hakkında bizlere bilgiler sunmaktadır.

Trabzon, Osmanlı Devleti’nin önemli

liman şehirlerinden birisidir. Hem coğrafi

konumu ve hem de farklı milletlerden

oluşan tebaası ile araştırmacıların dikkatini

çekmektedir. Ben de bu araştırmada

kadın kölelerin 17 ve 18.yüzyıllar da

Trabzon ilindeki sosyal ve hukuksal

durumlarını şer’îyye sicillerinde geçen

olaylar üzerinden anlatmaya çalışacağım.

1. Osmanlı Kadını Tarih Yazımı ve

Literatür

1970’lerden itibaren yaşamı sorgulayan

feminist harekât hızla yayılmaya

başladı. Bu çalışmalar bilimlerde yer

alan cinsiyetçiliği gün yüzüne çıkardı.

Serpil Çakır bu konu hakkında şöyle yazmakta:

“Bilimi yalnızca erkeklerin deneyimlerini

tanımadıkları bir alan olmaktan

çıkarmak, kadınların kendilerine ait

deneyimleri görünür kılmak ve kendileri

adlarına bilgi üretmek için harekete

geçtiler.” 3 Bu tarihten itibaren bilimlere

kadın nazarından bakmaya başladılar.

Kadın çalışmaları adı altında ortaya

çıkan bu durum, feminist çalışmalar ve

toplumsal cinsiyet gibi çalışma alanlarını

da doğurdu. Bundan sonra tarih

kadınların çalışma alanında değer verdikleri

bir bilim dalı olmuştur. Kadınların

faaliyetlerinin tarihe yazılmadığına

dikkat çekerek bu durumun nedenleri

tartışılmaya başlanmıştır.

Serpil Çakır, Annales Okulu’nun

tarihin merkezine insanı almasıyla sosyal

ve toplumsal tarih anlayışını ortaya

çıkardığını aktarır. Daha önce tarihte

pek fazla yer verilmeyen konular yeni

yöntemlerle ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu çalışmaların yapılmaya başlanması

kadın çalışmalarının ihmal edilmesine

neden olacaktır. Bu ihmal, kadın

tarihinin erkeklerden ayrı olduğunu

vurgulanmasına neden olmuştur. Daha

sonra da feministlerin kadınların tarihi

ile uğraşmasının gerekli olduğunu

söyleyen yaklaşımları ortaya çıkartmıştır.

Bundan sonra tarihe kadınların tarihini

yerleştirmek anlayışının önemine vurgu

yapılmaya başlanmıştır. Ayrıca Çakır,

kadınların hakkında doğrudan bilgi

alınabilecek bazı kaynakların da ihmal

edildiğini söylemekte. Kadı kayıtları,

tereke defterleri, fermanlar, arzuhaller,

fetvalar, tezhipler, mezar taşları ve konsolosluk

kayıtları gibi önemli kaynakların

kullanımına vurgu yapmıştır. Tarihin

öznesinin kadın ve erkekten oluştuğunu,

çalışmalar doğrultusunda iki cinsiyete

de yer verilmesi gerektiğini ve de tarihi

cinsiyetleştirmememiz gerektiğini

yazısında vurgular. 4

Osmanlı kadınına dair arşiv belgelerini

kaynak olarak inceleyen ilk isim

Ronald Jennings’tir. Jennings doktora

tezinde Osmanlı kadınını araştıracak

olan kişilere şer’îyye sicillerinin en temel

kaynak olduğunu göstermiştir. Osmanlı

kadını hakkında yapılan araştırmalarda

yabancı bilim adamlarının sayısının fazla

olduğu bilinmekte. 1980’lerin başında

ise Haim Gerber, Abraham Marcus, Afif

Marsot, Judith Tucker, Suraiya Faroqhi

ve Leslie Pierce gibi isimler de Osmanlı

3 Serpil Çakır, “Kadın Araştırmaları Bilimde Neleri, Nasıl Sorguluyor, Neleri Değiştirmek

İstiyor?”, İnsan, Toplum, Bilim, der. Kuvvet Lordoğlu, Kavram Yayınları, 1995, s.307’den naklen

Serpil Çakır, “Tarih Yazımında Kadın Deneyimlerine Ulaşma Yolları”, Kadın Eserleri Kütüphanesi

ve Bilgi Merkezi Vakfı, Sayı:35, 2004.

4 Serpil Çakır, “Tarih Yazımında Kadın Deneyimlerine Ulaşma Yolları”, Kadın Eserleri

Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı, Sayı:35, 2004.

MINTAN - 3

.


24

toplumunda kadınların deneyimlerinin

ilk kez ortaya çıkmasını sağlamışlardır.

Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık’ın

çalışmaları da doğrudan kadın üzerine

değildir. Fakat kadına da yer vermişlerdir.

1990’lardan itibaren de sicillere dayalı

farklı şehirlerin ele alındığı tezler

yazılmaya başlanmıştır. Serpil Çakır’da

Osmanlı da Kadın Harekâtı üzerine

çalışmalarını yapmıştır. 5 Tereke

Defterlerinin kullanımı da yine bu

seneler içerisinde artmıştır. Tereke defteri

kayıtlarının sosyal tarih için de önemli

olduğunu ilk keşfeden ve çalışmalar

yapan ilk isim Ömer Lütfi Barkan’dır.

Daha sonra Hüseyin Özdeğer’de tereke

defterleri üzerinden Osmanlı’da kadın

tarihi araştırmasını yapmıştır. 6

2. 17. ve 18. Yüzyıllarda Trabzon’da

Kölelerin Durumu Hakkında

Köle, sahibi tarafından alınıpsatılabilen

veyahut sahibin ölmesi

üzerine miras bırakılabilen mal demektir.

Köle hukuki işlemlere dâhil olduğundan

maldır. 7 Fakat iman ve dini yükümlülüklerinden

dolayı hür bir insanla aynıdır.

Kölenin herhangi bir mali özgürlüğü

olmadığı için hac ve zekâttan muaftırlar.

Köle elde etmenin en önemli kaynağı

savaş esirleridir. Bundan dolayı Osmanlı

da köle kelimesinin yerine esir kelimesi

de kullanılmıştır. 8 Köle sahibi olmak için

kullanılan bazı kaynaklar vardır. Bunlar;

kaçırma, satın alma ve hediye etmedir. 9

Köleliğin nüfuz alanı imparatorluğun

genişlemesi ile paralel bir şekilde

gitmiştir. Nitekim 17.yüzyılın ikinci

yarısında Trabzon’un toplum yapısında

mevcut konumdaydılar. Köle azadı

Trabzon’da yaygın bir şekilde mahkemelerde

yerini almıştır. 17.yüzyılın ikinci

yarısına doğru Trabzon mahkemesinde

görülen 103 dava kaydının 62 tanesi köle

azadına aittir. 10 Köle sahipleri genelde

üst kesimden kişilerdir. Köle sahibi

olmak için üst kesimden olman gerekir

gibi bir şart yoktur. Genelde sicillerde

sahipleri ağa ve hacı unvanlı kişilerin

kaydının fazla olmasından kaynaklıdır.

17.yüzyılda Trabzon’da bir kölenin

fiyatı 100 kuruş idi. 11 Köle sahiplerinin

çoğunluğu merkezde yaşamaktaydı.

Savaşta elde edilen başarıların artması

ile köle sayısı da artardı. Bu durum da

köle fiyatlarının düşmesine yol açmış

oluyordu. Orta gelire sahip Osmanlı

köylüsü bile bu durumda köle sahibi

olabiliyordu. Fakat bu durum 16.yy için

geçerliydi. Bunun nedeni de artık köleler

savaş esiri olara değil satın alınarak elde

edilmekteydi. Bu da köle satın almak

için sahibin gelirinin yüksek olmasını

gerektiriyordu. Köle sahipleri genellikle

erkeklerden oluşmaktaydı. Kadın

sahip çok azdı. Bu durum da erkeğin

ekonomide faal durumda olmasından

kaynaklıydı. Kölelik arasında yaygın olan

iş ise konaklarda hizmetçilikti.

Köleler mahkemelerde şahit olamıyor-

.

5 Betül İpşirli Argıt, “Osmanlı Hukuk Çalışmalarında Kadın”, Türkiye Araştırmaları Literatür

Dergisi, Cilt 3, Sayı 5, 2005, s.575-621

6 Argıt, a.g.e., s.605.

7 Şengül Yegin, H. 1064–1065 ( M. 1654–1655 ) Tarihli Şer’îyye Siciline Göre Trabzon,

Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2009, s.100.

8 Hatice Yetim, 1858 Numaralı Trabzon Şer῾îyye Sicili’nin Transkripsiyon ve

Değerlendirilmesi (H.1102-1104, M.1691-1693) , Yüksek Lisans Tezi, Karadeniz Teknik

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Trabzon, 2019, s.32.

9 Aydın ve Hamîdullah, a.g.m., s.237-246.

10 Mehmet Ali Türkmenoğlu, XVII. Yüzyılın İkinci Yarısında Trabzon (Şer’iye Sicillerine

Göre), Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya, 2016, s.130.

11 Gös.yer.

MINTAN - 3


25

lardı. Köleye karşı işlenen bir suçun

hakkını sahibi arardı. Bununla ilgili

Mehmet Ali Türkmenoğlu doktora

tezinde sicilden aldığı bir olayı aktarmakta.

Sürmene kasabasından Mustafa

b. Derviş’in kölesi Yunus Çelebi b. Ömer

tarafından bıçakla yaralanır. Bunun

üzerine de köle sahibi bıçaklayan kişiyi

dava etmiştir. 12 Osmanlı da Müslümanlar

köle yapılamazdı. Bunun üzerine emirler

çıkartılmış ve Müslüman kölelerin azat

edilmesi istenmiştir. Bu siciller üzerinden

kölelerin milliyet tespitini yapan

Türkmenoğlu rakamları şöyle aktarır:

“Trabzon sicillerinden XVII. yüzyılın

ikinci yarısında şehirde yaşayan ve ismi

tesbit edilebilen 233 köleden 92’si Gürcü,

35’i Rus asıllı olup, 69’unun da milliyeti

tesbit edilemediğine göre şehrin en

önemli köle kaynağının Kafkasya’dan

şehre yapılan esir ticareti olduğu ortaya

çıkmaktadır.” 13 Burada yazar Osmanlı

devletindeki köleler ile Avrupalı

köleler arasındaki hukuki yönden bir

karşılaştırma yapmıştır. Osmanlı devletinde

köleler hukuk önünde hür insanlar

ile eşittir. İşlenen suçların cezası

herkes için eşittir. Buna bir örnekte

1059 senesinde yaşanmıştır. Trabzon

Valisi olan Mustafa Paşa’nın mübaşiri

olan Ahmed Ağa adlı kişi, Zağanos adlı

köprüden düşerek ölmüş olan Fatma adlı

kölenin nasıl öldüğüne dair araştırma

yapılmasını ister. Bu konu şahitlerle

birlikte araştırılmıştır. Daha sonra da

Fatma adlı kölenin mecnun olmasından

dolayı herhangi bir tazminata ihtiyaç

olunmadığı kesinleşmiştir. 14 Yazar bu

konu hakkında sicillerden başka bir olayı

daha aktarmaktadır. Bu olay -unvanından

ötürü askeri kesimden olan- Mehmet

Beşe Lefter v. Yuri’nin yaralanan cariyesinin

hakkını aramasıdır. Katerina adlı

cariyesi de kendisi gibi gayrimüslimdir.

Cariyenin hakkının aranmasına herhangi

bir engel çıkmamış şehrin yöneticilerinden

olan birisi de onun hakkını aramak

için mahkemeye çıkmıştır. 15 Yaşanan

olaylarda da görüldüğü üzere köle sahipleri

kölelerinin haklarını aramışlardır.

Burada Trabzon’daki genel köle durumuna

değinmek istedim. Erkek ve kadın

kölelerin durumları hakkında kısa bir

değerlendirmede bulundum. Böylece

sadece kadın kölelerin değil genel olarak

köleliğin durumunun da görülmesinin

doğru olacağını düşündüm. Bundan

sonraki bölümde de çalışmanın asıl

amacı olan kadın kölelerin durumunu

(17 ve 18.yüzyıl) Trabzon şer’îyye sicilleri

üzerinden örneklerle anlatmaya

çalışacağım.

3. 17. ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı

Devleti’nde Kadın Kölelerin

Durumlarının İncelenmesi: Trabzon

Şer’îyye Sicilleri Üzerinden Örnekler

Trabzon’da köle kadınlar geniş bir

alana nüfuz etmişlerdir. Erkek köle

ile kadın köle arasında da farklılıklar

mevcuttur. Osmanlı Devleti köleliği

uygulamış fakat kurumsallaştırmamış ve

statü oluşturmamıştır. 20.yüzyıla kadar

kölelik ekonomik, hukuki ve toplumsal

alanda devam etmiştir. Trabzon, köle

ticaretinin yapıldığı geçiş güzergâhında

yer almış ve köle ticareti sağlanan yerlere

de yakın bulunmuştur.

Mahkemeye birçok dava başvurusu

yapılmıştır. Bunlar karşılıklı cariye alımsatımı

üzerineydi. Nitekim Gürcistan’a

12 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1833, 102’den naklen Türkmenoğlu, a.g.e., s.132.

13 Türkmenoğlu, a.g.e., s.132

14 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1831, 16’dan naklen Türkmenoğlu, a.g.e.,s.132-133.

15 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1832, 3’ten naklen Türkmenoğlu, a.g.e., s.133.

MINTAN - 3

.


26

giden bir kişiden cariye satın alması

için para vermişler veyahut kendileri

gitmişlerdir. 1625 senesinde mahkemede

anlaşmazlık davası geçmiştir. Aslı Özcan

doktora tezinde 16 bu konu hakkında

sicillerden bir olay aktarmıştır: “Belkıs’ın

Hamza Çelebi’yi dava ettiği kayıtta Belkıs

Hamza Çelebi’nin cariyeyi kendi akçesiyle

satın aldığını ve kendisine ait olduğunu

iddia etmiş, ancak Belkıs’ın iddiasını

kanıtlamak için şahit getirememesi

üzerine mahkeme Hamza Çelebi’ye yemin

teklif etmiştir… Şahitler “Hamza beşe

zikrolunan cariyeyi Gürcistan’da bizim

huzurumuzda 45 guruşa iştira eyledi

biz anda hazır idik” şeklinde şahitlik

etmişlerdir.” 17 Görüldüğü üzere cariye

Gürcistan’dan getirilmiştir. Bundan

dolayı Trabzon’a sadece esir tüccarların

cariye getirmediği de bilinmiş oldu.

Bu da Trabzon’da esirciler grubunun

doğmasına neden olmuştur.

Ortada sadece erkek köle sahiplerinin

kölelerini sattığı bir durum yoktur. Cariye

satanlar arasında kadınlar da vardır. Bu

konu hakkında Aişe Hatun adlı kadının

davası sicillere kaydedilmiştir. Aslı Özcan

olayı şöyle aktarır: “Kendisine ait cariyenin

Trabzon yeniçeri zabiti tarafından

rehin edildiğini iddia eden Hasan beşe

cariyeyi Muslihuddin Ağa’nın hatunundan

32000 akçeye aldığını beyan ve ispat

etmiştir.” 18 Cariyelere fiyat biçilmiştir.

Sicillere kaydedilen bu fiyatlar 4000-

6000 akçe olarak geçmiştir. 19 Bu durum

da kadınların “mal” olma durumunu güçlendirmiştir.

Bazen cariyeler ailelere satış yoluyla

dâhil edilirdi. Bu durumda onların hayat

koşullarını bir nebzede olsa iyileştirmiştir.

Zamanla toplumsal yapının içinde etki

yaratmışlardır. Cariye fiyatlarının pahalı

olması onları alan ailelerin de orta

gelirli olduklarını göstermekteydi. Yine

buna bir örnek 1620 tarihli mahkeme

görülür: “Kayda göre Mehmed Efendi,

Hasan beşe adlı kimseye 4000 akçelik bir

kaftan vermiş ve karşılığında kendisine

Gürcistan’dan 16-17 yaşlarında “bikri bir

cariye” getirmesini istemiştir. Alıcının

rızası hilafına olan durumlarda ise

alıcıların durumu mahkemeye taşıdıkları

ve geçerli durumlarda cariyelerin satıcıya

geri verildikleri anlaşılmıştır”. 20 Bu olay

sahip ile köle kadınlar arasında cinsel

bir ilişki yaşanıyor muydu? Sorusuna da

bir cevap niteliği taşımaktadır. Fakat bu

cinsel ilişkide cariyenin de rızası olmak

zorunda. Köle sahibinin boşanmış veya

bekâr olması durumunda bakımında

olan cariyenin de rızası ile nikâhlanabilirdi.

Sahibin bu durumda mehir 21 vermesine

gerek yoktu. Erkeklerin cariye

sahibi olmaları da zamanla cinsel

ihtiyaçların karşılanmasına kaymıştır.

Sadece ev hizmetleri için alınan cariyeler

zamanla bu işten cinsel eş için alınmaya

başlanmışlardır. Bunları doğrulayan

kayıtlar mevcuttur. Bu kayıtlara “ümm-ü

veled”ler kaydedilmiştir. Ümmü veled,

sahibinden çocuk sahibi olan cariyelere

verilen isimdir. 22 Köle sahibi ümmü ve-

.

16 Aslı Özcan, Trabzon Şer’iyye Sicillerine Göre Modern Öncesi Dönemde Osmanlı Kadını

(XVIII. Yüzyılın İlk Yarısı), Doktora Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,

Trabzon, 2018.

17 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1820, 31/1’den naklen Özcan, a.g.e., s.149-150.

18 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1821-4, 67/5’ten naklen Özcan, a.g.e., s.150.

19 Özcan, a.g.e., s.150.

20 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1821-4, 13/6’dan naklen Özcan, a.g.e., s.151.

21 Mehmet Akif Aydın’ın mehir tanımı: Nikâh akdinin sonucu olarak kocanın karısına ödemek

zorunda olduğu para veya mal. (Mehmet Akif Aydın, “Mehir”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,

C:28, Ankara, 2003, s.389-391.)

22 Özcan, a.g.e., s.152; Yegin, a.g.e., s.103.

MINTAN - 3


27

ledin hürriyetini belgelemiştir. Sahip

hayatta olduğu müddetçe ümmü veled

de hürriyet hakkına sahipti. Ümmü veled

cariye sahip yaşadığı müddetçe onu

satamazdı. Trabzon Şer’îyye Sicilleri’nde

9 tane “ümm-ü veled” kayda geçmiştir.

Bu cariyelerin hukuki statülerinin de

değiştiği görülmekte. Sahip öldüğünde

cariye sahibin mirasını alabiliyordu. 23

Ümmi-veled olan ve efendisinin

vefatından sonra özgür olan cariyenin

durumlarını ve mevcut konumlarını

şahitlerle mahkemede tasdik ettirdikleri

görülmektedir. Bu konu hakkında

Trabzon’da bir olay yaşanmıştır.

Trabzon’un Gönye sakini Ayşe bint-i

Abdullah Hatun mahkemeye müracaat

eder. Mahkemeye müracaat etmesinin

nedeni ise, önceden kendisinin vefat

eden Çavuşoğlu Maksut Çelebi’nin cariyesi

olduğunu ve bu adamdan da bir oğlu

olduğunu adamın ölümünden sonra da

kendisinin hür olduğunu fakat Gürcü Ali

adında bir kişinin de hürriyetine engel

olmaya çalıştığını söyleyerek Gürcü

Ali’yi dava etmiştir. Gürcü Ali adlı kişi

de Ayşe adlı cariyeyi Maksut Çelebi’den

108 kuruşa satın almış ve Ayşe adlı cariyenin

kendisine ait olduğunu söylemiştir.

Şahitler dinlenmiş ve Ayşe adlı cariyenin

Maksut Çelebi’nin ümmi-veledi

olup sekiz yaşındaki Mustafa’nın oğlu

olduğuna şahitlik edilmiş ve mahkeme

de Ayşe adlı cariyenin özgürlüğüne karar

vermiştir. 24

Başka bir örnekte Trabzon’un İskender

karyesinden olan ve vefat eden Ali

Beşe’nin eşi Saime binti Satılmışın

mahkemeye çıkması ile yaşanmıştır.

Mahkemeye çıkma nedeni ise, Ali

Beşe’nin cariyesi olan Kahraman binti

Abdullah’ın eşinin ölümünden sonra

kendisine miras kaldığını fakat cariyeni

hür gibi davranıp kendisinin emirlerini

yerine getirmediğini söyleyerek cariyeyi

dava etmiştir. Cariyenin şahitleri Ali

Beşe’nin hayattayken Kahraman adlı cariyenin

kendisinin ümmi veledi olduğunu

ve cariyenin küçük oğlu Mehmed’in de

kendi oğlu olduğunu söylediğine şahitlik

etmişlerdir. Böylece de mahkeme cariyenin

hürriyetini onaylamıştır. 25 Bir

erkek cariyesini azat etmediği sürece

ona evlenme hakkını da vermemiştir.

Buradaki amaç köleliğin ömür boyu

sürmesini engellemektir. Bu durumu

sadece Müslümanlar değil gayrimüslimler

de kabul etmiştir. 26 Bu duruma örnek

olarak sicillere şöyle bir olay geçmiştir:

“Ancak Rebiülevvel 1031 (Ocak/Şubat 1622)

tarihinde mahkemeye gelen Akçakale

sakinlerinden Sebefko veled Kalyori’nin

boşanma davası Hristiyan hukukunun da

azat edilmeyen bir ümmü veled ile evliliğe

izin vermediğini göstermiştir. Rus asıllı

Eksene adlı ümmü velediyle evlendiğini

dile getiren Sebefko “ayinimiz üzere tasarrufu

caiz olmamağın” diyerek Eksene’yi

bain talakla boşadığını belirtmiştir.” 27

Bu olay bizlere gösteriyor ki bu tür olaylarda

müslim ve gayrimüslim cariyeler

arasında pek fazla bir fark yoktur.

Köle olan kişilerin çocukları da aynı

statüye sahiptir. Köle sahibinin azat

etmediği cariyesinin başka biriyle evlenmesi

sonucunda doğan çocuklar da annesinin

statüsüne tabi olmuştur. 1631 Mayıs

tarihinde mahkemeye bu konu hakkında

bir dava gelmiştir. Dava Gürcü cariye olan

Seherkan bint Abdullah’ın sahibi Aişe

Hatun bint Mehmed Çavuşun davasıdır.

Aişe Hatun’un babası ölünce kendisine

23 Tülay Çetinkaya, 1135/1722 Tarihli Sicil Defterine Göre Trabzon’un Sosyal Tarihi,

İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2006, s.61.

24 Yegin, a.g.e., s.104-105.

25 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1834, 50/1’den naklen Yegin, a.g.e., s.105.

26 Gös.yer.

27 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1822, 14/9’dan naklen Özcan, a.g.e., s.152.

.

MINTAN - 3


28

babasının kölesi olan Seherkan bint

Abdullah ismindeki cariye geçmiştir

Fakat cariyesi Laz Ali adında biriyle

kaçmıştır. Daha sonra bu ikili Aişe

Hatun’dan izin almadan evlenmişlerdir.

Mahkeme de cariyeye gelen iddiaları da

Seherkan bint Abdullah doğrulamıştır.

Dava ikinci bir kez mahkemeye çıkmıştır.

Buradaki konu ise cariyenin doğan

çocuklarının durumu hakkındadır.

Nitekim cariyenin çocukları hür bir

adamdan da olmuş olsa sonuç olarak köle

doğmuşlardır. Doğan çocukların direkt

Aişe Hatun’a ait olması gereklidir. Ancak

görülen bu ikinci davada Seherkan bint

Abdullah çocuklarının bedelini ödeyerek

özgürlüklerini satın almıştır. Sahip

Aişe Hatun da bundan böyle çocukların

özgürlüğünü kabul etmiştir. 28 Cariyenin

para karşılığı azadının gerçekleşmesinin

olup olmadığı kayda geçmemiştir. Fakat

en azından çocuklarının özgürlüğünü

satın aldığını bu örnekte görmekteyiz.

Cariye satın alan kişi aynı zamanda

ondan sonraki hayatına da şekil veren

kişi olmuştur. Cariye ile aile mensubu

kişilerin ilişkileri zamanla akrabalık

bağlarına dönüşmüştür. Hane içine

alınan cariye azat edildikten sonra da

korunmaya devam edilmiştir. Azat

edilen cariyelere bir takım malların

hibe edilmesi de bu duruma örnektir.

Sadece eşyaların hibesi söz konusu

olmamıştır. Cariyeler vakıf yollarıyla da

desteklenmiştir. Haziran/Temmuz 1629

tarihli kayda göre: “Trabzon mahallelerinden

Aşağı Hisar’da Monla Siyah Mescidi

Mahallesi’nde yaşayan İbrahim Çelebi bin

Halil mahallede olan evini azatlı köleleri

olan Bostan ve Mehmed’e ve kız karındaşı

Melike’ye ve vâlidesi Ayşe Hâtun’a

vakfettiğini beyan etmiştir.” 29 Aynı konu-

da bir başka -Eylül/Ekim 1628- tarihli

vakıfnamede: “Raziye Hatun bint

Mehmed Aşğıhisar’da Molla Siyah

Mahallesi’ndeki evini, avlusu, fırını ve su

kuyusuyla vakfederken yararlanmasını

istediği kişiler arasında azatlı cariyesi

Üftade bint Abdullah ve çocuklarının

ismini zikretmiştir.” 30 Bir başka örnekte

Ayo Filibos Mahallesi’nde yaşayan Güllü

bint Hamza adlı kadının bir kaydında

cariyesini evladı gibi görmektedir. Bu

kayıt şöyledir: “Güllü Hatun Gürcü asıllı

cariyesi Raziye’yi azat etmiş ve ölünce

tüm mallarının Raziye’ye verilmesini

istemiştir. Bir nevi vasiyetini mahkemede

kaydettiren Güllü Hatun “Raziye min

ba’d haza kızım olub” diyerek Raziye’yi

cariyeden ziyade bir evlat kabul ettiğini

doğrulamıştır.” 31 Bu durum biraz da köle

sahibinin inisiyatifine kalmıştır.

Köle ve sahibi arasında sadece iş

üzerine kurulu bir düzen yoktur. Karşılıklı

gelişen bir ilişki zinciri de söz konusudur.

Aile ortamı kölelerin sosyalleşmesine

yardımcı da olmaktadır. Köle azat edildikten

sonra bile sahibi arasındaki

ilişkiyi sürdürmüştür. Trabzon da köle

azadı genellikle karşılıksız olmuştur.

Köleler maddi bir yatırım olarak görülmemekteydi.

Erkek sahip tarafından

gerçekleştirilen cariye azatları sonradan

evlilik yapmak için değillerdi. Kayıtlara

azat edildikten sonra cariye ile evlenme

geçmemiştir. Özcan 1600-1652 yılları

arasındaki azat işlemlerinin sayısını 141

olarak verir. Bu rakamında 74 kayıtta

cariye sahibi olan kadın sahip, 64 kayıtta

da erkeklerin cariye sahibi olduğunu

verir. 32 Hatice Yetim yüksek lisans

tezinde 1858 numaralı defterde 1691-1693

tarihli kayıt içerisinde azatlı 11 kölenin, 4

tane köle azadı anlaşmazlığı, 3 tane köle

MINTAN - 3

.

28 Özcan, a.g.e., s.152-153.

29 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1826, 41/8’den naklen Özcan, a.g.e., s.153.

30 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1826, 61/4’ten naklen Özcan, a.g.e., s.153.

31 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1824, 63/1’den naklen Özcan, a.g.e., s.153-154.

32 Özcan, a.g.e., s.155.


29

satışı, 1 tane geçici olarak verilen cariyenin

parasının istenmesi ve diğer

konular hakkında da toplam 18 köle

hakkında kaydın olduğunu bildiriyor. 33

Özcan’ın verdiği kayıtlardaki köle ve cariyelerinin

milliyetlerinin de ağırlıklı olarak

Gürcü’dür. Bunun da şehirlerin birbirine

yakın olmasından kaynaklandığı olsa

gerek. Geri kalan da Rus, Eflak, Macar

ve Boğdan asıllıdır. Hatice Yetim yüksek

lisans tezinde 1858 numaralı (1691-1693

tarihli) defterden bunlardan faklı olarak

birde Megri asıllı kölelerin varlığına

değinmiştir. 34 Trabzon’da azat edilen

kadın kölelere verilen isimler Fatma,

Rabia, Gülsüme gibi isimler olup Yasemin

ve Kahraman isimleri en sık kullanılan

isimlerdir. 35 Bu iki isim hür kadınlardan

ziyade cariyelerin kullandığı isimlerdir.

Bu durumda 17.yy Trabzon’unda

isimlerin bile statüsü olmuş oluyor.

Azadı gerçekleşen cariyeler zamanla

toplum içerisinde bütünleşmiştir.

Bundan sonraki yaşamlarında cariye

olduklarına dair bir isimlendirme söz

konusu olmamıştır. Kayırlara sadece 6

nikâhta kadınların isimlerinin önüne

ya da sonuna “muteka” tanımlaması

geçmiştir. 36 Bu durum kadınların azat

edilmiş köleler olduğunu göstermektedir.

Özcan bu tanımlamanın nedeninin

mehir miktarının belirlenmesi için

yapıldığını söylemektedir.

Şengül Yegin, şer’îyye sicillerinde

Müslim ve gayrimüslim cariyelerin nasıl

kaydedildiğini de vermekte. Müslüman

cariyeler baba adı olarak Abdullah adını

taşımaktadır. Yukarıdaki davalarda da

kaydedilen isimlerde görülen Aşye binti

Abdullah ve Kahraman binti Abdullah

buna örnek teşkil etmekte. Gayrimüslim

cariyelerden bahsedilirken de baba adı

kullanılmaz sadece isim söylenirdi.

SONUÇ

Kölelik neredeyse insanlık tarihi ile

paralel bir şekilde var olmuştur. Kadınlar

farklı toplumlarda ve coğrafyadasadece

zaman farkıyla- bazı haklarını

elde edebilmişlerdir. Ulus-devletin

ortaya çıkması ile birlikte kadınlar da

görünürlüklerini arttırmaya başlamıştır.

Köleliğin Osmanlı topraklarında da

başlamasıyla kadın ve erkek köle alımsatımları

olmuştur. Bu köle alımsatımları

bölgeden bölgeye değişiklik

göstermiştir. Nitekim sınır bölgelerinde

köle sayısı daha fazladır. Köleliğin

Osmanlı’da tamamen ortadan kalkması

ise II. Meşrutiyet döneminde olmuştur.

Kölelik üzerine herhangi bir çalışma

yapacak olanlar için kaynakların titiz

ve ciddi bir şekilde incelenmesi gereklidir.

Kaynak ve literatür çeşitliliği

de araştırmaya zenginlik katacaktır. Bu

konu çok hassas bir konu olduğundan

araştırmacı öznel bir yaklaşımdan

her zaman kaçınmalıdır. Toledano’da

eserinde kaynak çeşitliliğine vurguda

bulunmuştur.

KAYNAKÇA

AYDIN Mehmet Akif ve HAMÎDULLAH

Muhammed, “Köle”, DİA, Türkiye

Diyanet Vakfı Yayınları, C:26, Ankara,

2002, s.237-246.

AYDIN Mehmet Akif, “Mehir”, DİA,

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C:28,

Ankara, 2003, s.389-391.

ÇAKIR Serpil,“Tarih Yazımında Kadın

Deneyimlerine Ulaşma Yolları”, Kadın

Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi

Vakfı, Sayı:35, 2004.

33 Yetim, a.g.e., s.33.

34 Gös.yer.

35 A.g.e., s.156.

36 A.g.e., s.157.

37 Yegin, a.g.e., s.105-106.

MINTAN - 3

.


30

ÇETİNKAYA Tülay, 1135/1722 Tarihli

Sicil Defterine Göre Trabzon’un

Sosyal Tarihi, İstanbul Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2006.

İPŞİRLİ-ARGIT Betül, “Osmanlı

Hukuk Çalışmalarında Kadın”, Türkiye

Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 3,

Sayı 5, 2005, s.575-621

ÖZCAN Aslı, Trabzon Şer’iyye

Sicillerine Göre Modern Öncesi

Dönemde Osmanlı Kadını (XVIII.

Yüzyılın İlk Yarısı), Doktora Tezi,

Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal

Bilimler Enstitüsü, Trabzon, 2018.

TOLEDANO Ehud R., Suskun ve

Yokmuşçasına: İslâm Ortadoğusu’nda

Kölelik Bağları, (Çeviren: Y. Hakan

Erdem), İstanbul Bilgi Üniversitesi

Yayınları, İstanbul, 2010.

TÜRKMENOĞLU Mehmet Ali, XVII.

Yüzyılın İkinci Yarısında Trabzon

(Şer’iye Sicillerine Göre), Doktora

Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü, Konya, 2016.

YEGİN Şengül, H. 1064–1065 ( M.

1654–1655 ) Tarihli Şer’îyye Siciline

Göre Trabzon, Yüksek Lisans Tezi, Gazi

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,

Ankara, 2009.

ZEYNEP EZGi KAYA

Zeynepkaya11@outlook.com.tr

YETİM Hatice, 1858 Numaralı Trabzon

Şer’îyye Sicili’nin Transkripsiyon

ve Değerlendirilmesi (H.1102-1104,

M.1691-1693), Yüksek Lisans Tezi,

Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal

Bilimler Enstitüsü, Trabzon, 2019.

ZEYNEP EZGİ KAYA

MINTAN - 3

.


Adres:

Hastane Mahallesi, Ayasofya Caddesi,

No.: 101/3, Arnavutköy/iSTANBUL

Tel.: +90 212 530 5202

Cep: +90 543 670 6983

E-Posta: info@kardeslerotomat.com


32

BÂB-I ÂLI BASKINI

(23 Ocak 1913)

SAMET YILDIZ *

GİRİŞ

Osmanlı İmparatorluğu, XX. asrın

başlarında büyük sıkıntılara maruz

kalmıştır. Akla gelebilecek her alanda

yaşanan radikal değişimler, bu sıkıntılar

ekseninde meydana gelmiştir. Ülke

içerisindeki muhalif hareketlerin

şahlanışa geçmesi ve hatta muhalif

grupların birbirleriyle mücadele içinde

olması gibi hususlar da buna ilâve edilebilir.

Jön Türk Kongreleri, Mürzteg

Planı, II. Meşrutiyet’in İlânı, Balkanlar’da

yaşanmakta olan sıkıntıların büyümesi,

Ermeni terörünün kontrolden çıkması

gibi olay ve olgular ise, Türk tarihinde

önemli mevkii işgal etmektedirler.

Ancak zikredilen dönemde vuku bulan

öyle bir hâdise vardı ki, Türk tarihinin

rotasını yeniden çizecek nispette önemi

haizdi. Bu vaka, şüphesiz ki “Balkan

Savaşları” idi. Savaşa giden süreç, savaşan

tarafların müttefik olma süreci, düvel-i

muazzamanın etkisi, savaş sırasında

yaşananlar ve tarihe etkisi gibi pek çok

unsur, savaşın kıymet-i harbiyesini

artırmaktadır. Günümüze değin süregelen

maddî-manevî yaraların müsebbibi

olan savaş yılları, tarihimizdeki birtakım

olaylara da zemin hazırlamıştır. Nitekim

23 Ocak 1913 tarihinde yaşanan Bâb-ı Âli

Baskını, zikredilen olaylardan bir tanesi

olarak karşımıza çıkmaktadır.

Çalışmamız “Bâb-ı Âli Baskını” hâdisesini

konu edinmiştir. Konunun iyi

anlaşılabilmesi adına baskını hazırlayan

gelişmelere temas edilecektir. Balkan

Savaşı sürecinin kısaca irdelenmesi

üzerine, asıl konu hüviyetindeki “Bâb-ı

Âli Baskını” ele alınacaktır. Akabinde

yapacağımız kısa bir değerlendirme ile

çalışmamız nihâyetlenecektir.

Bâb-ı Âli Baskını’nı Hazırlayan Süreç

XX. asır, bütün dünyada olduğu gibi

Osmanlı İmparatorluğu’nda da sancılarla

başlamıştı. Uzun müddettir kaynamakta

olan Balkanların taşma seviyesine

eriştiği bu süreç, yeniden meşrutî idâreye

geçilmesi hususunu gündeme getirmekteydi.

Epeydir ihtiyaç duyulan meşrutiye-

* Yüksek Lisans Öğrencisi, Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı.

E-Posta: sametyildiz.iletisim@gmail.com

MINTAN - 3

.


tin ilân edilmesi ise, Balkan halklarını

ve dış güçleri dizginlemek hususunda

bir yol olarak görülüyordu. Ayrıca, II.

Abdülhamid Dönemi’nde (1876-1909)

ciddî bir problem olarak ortaya çıkan

Ermeni meselesi de ülkenin canını

yakmaktaydı. 1 Hem, meşrutiyeti ilân

etmek ne kadar kötü olabilirdi ki? Muasır

devletlerin tamamına yakınında uygulanan

bir idâre şeklinin Devlet-i Âliyye’ye

ne gibi zararı dokunabilirdi? Bilâkis,

Osmanlı tebaasının geneline hitap edecek

bir Meclis-i Mebusân sâyesinde ülke

sükûta erişir ve Osmanlı, muasır devletler

arasında yer alırdı. Zamanın aydınları,

fikir adamları ve bâzı bürokratları

bu minvalde düşünmekteydiler.

Fakat meşrutiyet konusunda tarihî

yaşanmışlıklar, başarısız bir uygulama ve

o devri yaşayan canlı şâhitler de ortada

duruyordu ve Sultan II. Abdülhamid’in

meşrutiyete rızâsı yoktu. Bunun üzerine,

askerî kadrolarda da hareketlilik

meydana geldi. Özellikle Resneli Niyazi

ve Enver gibi ordunun genç subayları,

mevcut idâreye karşı tutum sergilediler

ve sükûneti sağlamakla görevli

bulundukları Balkanlar’da isyan ettiler.

Bu isyan, asker ve sivil camiadan destek

görünce daha da alevlendi ve Sultan II.

Abdülhamid, meşrutî idâreye geçme

kararı aldı. 2

Osmanlı İmparatorluğu’nun 24

Temmuz 1908’de meşrutî idâreye geçmesi,

iç ve dış kamuoyunda olumlu bir şekilde

karşılandı. Meşrutiyetin nişanesi olarak

propaganda kartpostalları, afişler, yazılar

yayımlandı. Fakat bu sevinç ortamı çok

fazla sürmeyecekti. 3 Kısa süre içerisinde

33

vuku bulan bu hâdiseler, Osmanlı idâresini

ve halkı derinden etkiledi. Özellikle

24 yıllık kuşatmanın ardından fethedilen

Girit’in Yunanistan’a bağlanma kararı,

Bâb-ı Âli tarafından kesin bir şekilde

reddediliyordu. 4 Bu durum, sevinçleri

kursağında kalan Osmanlı tebaasını

hayli kızdırmış ve böylece, İttihat ve

Terakki yönetimine karşı aşırı derecede

muhalefet ortamı doğmuştur. 5

İttihat ve Terakki’ye karşı sert rüzgârlar

eserken İstanbul’da yeni bir hareketlilik

peyda oldu. Bu karışık süreç, 31 Mart

Vak’asına sebep olurken; İstanbul ve dahi

Anadolu’nun muhtelif yerlerinde çıkan

isyanlara da şehâdet etti. 13 Mart 1909

tarihinde, İstanbul’daki Avcı Taburu’na

mensup erler tarafından başlatılan 31

Mart Ayaklanması, mevcut kabinenin

düşmesine ve ülke içerisinde asayiş

sorunları çıkmasına neden oldu. Bu

gelişmelerin Selanik’te duyulması üzerine

Mahmud Şevket Paşa komutasındaki

Hareket Ordusu, İstanbul’a doğru

hareket etti. İstanbul’a ulaştıktan kısa bir

süre sonra isyanı bastıran ordu, Sultan II.

Abdülhamid’i hâl’ etti ve yerine Şehzâde

Mehmed Reşad Efendi tahta cülûs eyledi

(1909).

Ülkede yaşanan âni gelişmelerin

iç ve dış akisleri çok büyük idi. Zira

II. Abdülhamid’in hâl’ edilmesiyle

birlikte O’nun politikalarından da

vazgeçileceği aşikârdı. Nitekim Sultan

II. Abdülhamid’in bizâtihi desteklediği

kiliseler arasındaki sorun, İttihat ve

Terakki yönetiminin barışçıl politikası

çerçevesinde çözüme kavuştu. 6 Bunun

1 Samet Yıldız, “Sultan II. Abdülhamid Dönemi’nde Ermeni Meselesi”, Ötüken, S.198, (Mayıs-

Haziran 2022), s.37.

2 Midhat Sertoğlu, Mufassal Osmanlı Tarihi, C.VI, TTK, Ankara 2011, s.3410.

3 Samet Yıldız, Mondros Mütarekesi’nden Sonra İttihatçılar, Ege Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Tarih Bölümü (Yayınlanmamış Bitirme Tezi) İzmir 2022, s.16.

4 Cemal Tukin, “Girit”, TDV İslâm Ans., C.14, İstanbul 1996, 92; Sertoğlu, a.g.e., s.3421.

5 Muhalefetin bu kadar şiddetli olmasında, yaşananların bir “oldu-bitti” hüviyetinde olması

da etkili olmuştur. Bkz. Yıldız, a.g.t., s.16; Volkan, 14 Kânunusâni 1324, s.1-2.

6 Hafız Hakkı Paşa, Bozgun, Tercüman Yayınları, İstanbul ty., s.19; Cevdet Küçük, “Abdülhamid

II”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.1, İstanbul 1988, s.223.

MINTAN - 3

.


34

neticesinde olası bir Balkan ittifakının önü

açılmış ve Balkan milletleri, savaşa kadar

geçen sürede müttefiklik için toplantılar

yapmışlardır. Balkan hükûmetleri

arasındaki ittifakın körüklenmesinde ve

savaş ortamının oluşmasında, Rusya’nın

Panislavist etkileri yadsınamayacak

derecededir. 7 Zira Rus-Japon Savaşı’nda

(1904-1905) Japonlara karşı ağır bir

hezimete uğrayan Rusya, bu hezimetin

acısını çıkarmak ve uluslararası camiada

kaybettiği otoritesini kazanmak amacıyla

Balkanlar’da yoğun faaliyetlere girişmişti.

8 Kendi “büyük” idealleri çerçevesinde

birbirlerini tanımayan Balkan milletleri,

1878 Berlin Antlaşması’nda elde ettikleri

kazancı daha da artırmak istiyorlardı.

Bu çalkantılı dönemde Osmanlı-İtalya

arasında patlak veren Trablusgarp Savaşı

(1911-1912), Balkanlıların iştahlarını kabartan

bir gelişme idi. Böylesine mühim

bir fırsatı zaferleriyle taçlandırmayı

tasavvur eden Balkan hükûmetleri,

1912’nin Eylül’üne kadar yoğun müzâkerelerde

bulundular. Nitekim Bulgaristan-

Sırbistan arasında yapılan son antlaşma

ile Balkan ittifakı kuruldu. 9 Dönemin

Osmanlı basını bu ittifaklar hakkında

geniş bilgiler verse bile hükûmet, tedbir

almakta gecikti. 10

Balkanlılar arasında ittifaklar yapıldığı

esnada, Osmanlı’nın iç ve dış sorunları

giderek artmakta idi. Ordu grupları

içerisinde mektepli-alaylı ve Halâskâr

Zâbitân-İttihatçı çatışmalarının ortaya

çıkması, halkın, askerin ve iktidarın

birbirine karşı düşmanlık beslemesiyle

neticelendi. 11 Tam da bu sıkıntıların

yaşandığı süreçte; Balkanlılar, ordularını

modernize etmeye ve açıklarını kapatmaya

odaklandılar. Hızlıca kendilerini

bilemekte olan Balkanlıların bu çabaları,

iç karışıklıklarla boğuşan Osmanlı’ya

karşı galebe çalmasına sebebiyet

verecekti. Böylece, savaşın ve dahi tarihin

gidişâtı Osmanlı İmparatorluğu aleyhinde

şekillenecekti.

Hâlihazırda, Trablusgarp Savaşı

sürmekte idi. Eylül 1912’ye kadar ittifak

sürecini tamamlamış olan Balkan devletleri

için “bulunmaz bir fırsat” olan

bu durum, Ekim 1912’de Osmanlı

İmparatorluğu’na savaş ilân edilmesine

zemin hazırlamıştı. Nitekim Karadağ’ın

savaş ilânıyla başlayan Balkan Savaşları

süreci, Osmanlıların savaşa resmen dâhil

olmasıyla, taraflar arasında fiilen başladı.

18 Ekim 1912 tarihinde resmen başlamış

olan Balkan Savaşları, Trablusgarp’ta

İtalyanlar ile sürmekte olan savaşın

bitirilmesini zarurî kılmakta idi. Bu

ihtiyaç üzerine, yine 18 Ekim tarihinde

Uşi (Ouchi) Antlaşması imzalandı.

Savaşın 18 Ekim’de resmen başlaması neticesinde

hızlıca ve amansızca ilerleyen

Balkan orduları, Osmanlı tahkimatları

ve cepheleri ile karşılaştılar. Bulgarlar,

Osmanlı-Bulgaristan sınırında bulunan

Kırkkilise (Kırklareli) ve Edirne üzerine

harekât düzenlediler. Bulgarlar, Osmanlı

Doğu Ordusu’nun Kırkkilise’deki kolu ile

mücadeleye tutuşmuştur. 22-23 Ekim tarihleri

arasında gerçekleşen bu mücadele,

Kırkkilise’deki Osmanlı birliklerinin

Lüleburgaz’a çekilmesine ve Edirne’deki

Osmanlı kuvvetlerinin yalnız kalmasına

neden olmuştur. Aynı tarihî süreçte

Yunan, Sırp ve Karadağ kuvvetleri ile

Bulgarların I. ve II. Ordusu, Osmanlı Batı

Ordusu’nun mevzilerini zorlamakta idi.

Dağınık hâlde hareket eden ve âdeta

7 Cevdet Küçük, “Balkan Savaşı”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.5, İstanbul 1992, s.23.

8 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1980), İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul

1983, s.35.

9 Richard Hall, Balkan Savaşları 1912-1913, Birinci Dünya Savaşı’nın Provası, Çev.: M.

Tanju Akad, Homer Kitabevi, İstanbul 2003, s.17.

10 İkdam, 26 Mayıs 1328, s.1; Tanin, 26 Mayıs 1328, s.2.

11 Taha Akyol, Rumeli’ye Elveda, Doğan Kitap, İstanbul 2013, s.38.

MINTAN - 3

.


akın akın gelen düşmandan zorlukla

kurtulan birlikler, Çatalca’da yeni bir

direnç noktası oluşturdular. 12 Çatalca,

Osmanlı Devleti için kritik öneme sâhip

bir mevzi idi. Zira Çatalca’nın geçilmesi

durumunda, İstanbul’u savunacak bir hat

kalmayacak ve payitaht, işgal edilmeye

müsait bir hâle düşecekti. Bu hususu çok

iyi idrak eden Osmanlı Doğu Ordusu,

var gücüyle Çatalca Hattı’nı savundu.

Gidişâtın iyiye işaret olmadığı fikrine

kapılan Osmanlı bürokrasisi, 3 Kasım’da

antlaşma yapma teklifinde bulundu.

Fakat bu tekliften istenilen netice

alınamadı. Bu durum Bâb-ı Âli Baskını’na

(23 Ocak 1913) değin sürecekti…

Bâb-ı Âli Baskını (23 Ocak 1913)

Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar’da

yaşanan savaşa hazırlıksız yakalanmıştı.

Balkanlıların savaşa yönelik yapmış

oldukları hazırlıkları göz ardı etmeleri

ve askerî bürokrasinin Balkan devletlerini

küçümseyerek hareket etmeleri,

bu elim hâle sebebiyet vermişti. Tam da

savaş esnasında icra edilen ihmâller, göz

ardı edilen hususlar ve orduya bulaşan

siyaset, savaşın gidişâtını Balkan devletleri

lehine çeviriverecekti. Savaşın

kötü gidişiyle, Osmanlı’nın eski başkenti

ve manevî şehri olan Edirne’nin muhasaraya

alınması, Osmanlı ahâlisini ve askerî

ricâli hareketlendirmiştir. 3 Kasım 1912

tarihinde teklif edilen antlaşma talebi,

bu hâle verilebilecek bir örnektir.

Ülke içerisinde her dâim bir muhalefet

bulunmuştur. Nitekim bahse konu

olan 1910’lu yıllarda da bu muhalefet

ortamı vardır. İttihatçı-Hürriyet ve

İtilâfçı gruplarının başı çektiği muhalefet

ortamı, 18 Ocak 1912 tarihinde yapılan

seçimlere değin yaşanmıştır. Tarihimize

“Sopalı Seçimler” olarak geçen mebus

35

seçimleri, İttihatçıların baskısı altında

yapılmış ve Hürriyet ve İtilâf Fırkası,

seçimleri kaybetmiştir. Yeni kurulmuş bir

fırka olmasına rağmen pek çok taraftar

edinen Hürriyet ve İtilâf’ın bastırılması,

İttihatçı mebusların Meclis-i Mebusân’da

güçlü konuma gelmesine zemin

hazırlamıştır. Bu duruma ilâve olarak,

bir volkan misâli içten içe yanmakta olan

muhalefet bu durumu hiçbir zaman içine

sindirememiştir. 13

İttihat ve Terakki, Sopalı Seçimler’in

akabinde önemli bir güç elde etmiştir.

Fakat Meclis-i Mebusân’da büyük bir

güce sâhip olan İttihatçılar, sanıldığı

gibi “tek başlarına bir otorite” değildiler.

Hükûmetteki çoğunluğu sağlama ve her

açıdan ülkedeki tek güç olma noktasında

büyük noksanlıklar bulunmakta idi.

İttihatçıların yaşamakta oldukları güç

noksanlığı ise, pek tabiî olarak muhaliflerinin

malûmu idi. Râkiplerinin zafiyetlerini

sınamak ve onları düşürmek

gayesiyle hareket eden muhalif zâbitler,

Balkanlar’da dağa çıktılar. Ülkesini

hâlihazırdaki sıkıntılardan kurtarmak

istediğini iddia eden zâbitler “Halâskâr

Zâbitân” adını kullandılar. Gâyet mânidar

olan bu isim çerçevesinde giriştikleri faaliyetler

ve talepleri, İttihatçıların geri

adım atmalarına ve mevcut hükûmetin

düşürülmesine zemin hazırladı. 16

Temmuz 1912 tarihinde Ahmed Muhtar

Paşa başkanlığında kurulan yeni hükûmet

ise, Meclis-i Mebusân’dan güvenoyu

alamadı. Zira mecliste çoğunluk durumundaki

İttihatçılar, yeni kurulan kabineyi

kendilerine uygun görmemekteydiler.

Bunun üzerine Meclis-i Mebusân,

sadrazamın talebi ve Sultan Reşad’ın takdiriyle

kapatıldı.

Gazi Ahmed Muhtar Paşa Hükûmeti

ve faaliyetleri, ülke içerisindeki siyasî

12 BOA.MV.170/59.

13 Konunun gidişâtı ve bastırılmış olan muhalefetin ileriki süreçte sergilediği tutum hakkında

bkz. Yıldız, a.g.t.

MINTAN - 3

.


36

ortamı ciddî nispette etkilememişti.

Meclis-i Mebusân, yeni seçimlere kadar

uzun bir müddet kapalı kalmışsa bile, partilerin

iç dinamiklerine ve çalışmalarına

engel olunmamıştı. Fakat 29 Ekim 1912

tarihinde Kâmil Paşa tarafından kurulan

yeni hükûmet, tüm dinamiklerin farklı

yönde seyretmesine sebebiyet verecekti.

İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilâf

arasında menfaat çekişmelerinin

yaşandığı bu süreçte sadarete gelen

Kâmil Paşa, her iki tarafın da tepkisini

üzerine çekti. 14 Hiçbir kesimi tam

anlamıyla memnun edemeyen hükûmet,

iktidarını muhafaza etme noktasında güç

bir durumda idi. Zira iç muhalefetin yanı

sıra ülke savaş durumunda bulunuyordu

ve birincil hedef, ülke bütünlüğünün

korunmasıydı.

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki

muhalefet ortamı, birinci bölümde ifade

ettiğimiz savaş süreciyle perçinlenmişti.

Balkanlıların İstanbul’un girişi mahiyetindeki

Çatalca’ya kadar gelmeleri ve

Osmanlıların eski başkenti Edirne’nin

kuşatılması, İttihatçıların müdahalede

bulunmasına zemin hazırlayacaktı.

Yapılacak bir müdahale vâsıtasıyla

ülkenin yaşamakta olduğu olumsuz

durumlar da ortadan kaldırılabilirdi. Bu

perspektifte hareket eden İttihatçılar,

Balkan Savaşı’nı sona erdirmek amacıyla

toplanan Londra Konferansı’nı ve çıkacak

kararı beklemekteydiler. Konferansta ileri

sürülen şartlar, Osmanlı İmparatorluğu

için oldukça ağırdı ve bu şartların kabul

edilmesi düşünülemezdi. Nitekim ileri

sürülen talepleri reddeden Osmanlı

delegasyonu konferanstan çekildi ve

müzâkere süreci (16 Aralık 1912-6 Ocak

1913) nihâyetlendi.

Londra’da toplanan barış konferansından

istediklerini alamayan Balkan

devletleri, konferanstan hemen sonra

savaşa devam ettiler. Dönemin büyük

güçleri ise, çocukları gibi gördükleri

Balkanlıları destekliyorlardı. Büyük

güçler, bu doğrultuda hareket ettiklerini

konferanstan sonra da gösterdiler.

Konferansın dağılmasından kısa bir süre

sonra Bâb-ı Âli’ye müştereken gönderilen

notada, Balkanlıların isteklerinin yerine

getirilmesi dikte ediliyordu. Savaşın

başında “statükonun değişmeyeceğini”

beyan eden büyük güçler, artık “Balkanlar,

Balkanlılarındır” şeklinde baskı yapmakta

idiler. 15

17 Ocak 1913’te gönderilen nota Osmanlı

hükûmeti tarafından mütalaa edilirken;

iç siyasette de durum hayli karışıktı.

Savaşın gidişâtını kötü yönde gören ve

bu gidişâtı öne sürerek yeniden iktidar

olmayı hedefleyen İttihatçılar, hükûmeti

devirmek üzere planlar yapıyorlardı. 16

Hatta, civar bölgelerde bulunan önemli

İttihatçıların İstanbul’da toplanması dahi

vaki idi. Hâtıratında dönem içerisinde

yaşananları aktarmış olan Celâl Bayar,

İstanbul’da kendisini ağırlayan Mümtaz

Bey’in şu ifadelerine yer vermektedir:

“Bu bir iki gün içinde Bâbıâli’yi

basacaktık. Sizi onun için çağırmışlar.

Fakat benim de bilmediğim bir sebeple

“hareket” bir süre için geriye bırakıldı.

Geldiğinizi haber verir, son kararı da

öğrenip size söylerim” vâdinde bulundu.

Arkadaşım da, Rıza Bey’den aynı haberi

aldığını nakletti. Çaresiz bekliyecektik.” 17

Edirne’nin teslim edilmesine ilişkin

görüşmelerin yapıldığı süreç, hükûmeti

düşürmek için gayet makuldü. 22

Ocak 1913 tarihinde Edirne hususunda

görüşmelerin yapılması, İttihatçıların

harekete geçmelerine zemin hazırladı.

Edirne’nin Balkan ordularına terk edil-

.

14 Sertoğlu, a.g.e., s.3497.

15 BOA.HR.SYS.1980/1-78.

16 Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, C.I, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2017, s.580; Sertoğlu,

a.g.e., s.3497.

17 Celâl Bayar, Ben de Yazdım, C.4, Baha Matbaası, İstanbul 1967, s.1073.

MINTAN - 3


edilmesine ilişkin bir karar verilmemiş

olmasına rağmen “Edirne asla terk edilemez”

şiarıyla yola çıkan İttihatçılar, millî

bir şuurun desteğini almayı hedeflemekteydiler.

Bunun için en uygun tarih 23

Ocak 1913 idi.

23 Ocak günü, Bâb-ı Âli’de bir toplantı

yapılacaktı. Bu toplantıyla, savaşın

gidişâtı değerlendirilecek ve Londra

Konferansı’ndan çıkan talepler hususunda

bir metin kaleme alınacaktı. Bir

süredir planlanan hükûmet darbesi

için harekete geçen İttihatçılar, Bâb-ı

Âli’ye yürüyecekler ve Sadrazam Kâmil

Paşa’ya “istifa ettiğine” dair metni

imzalattıracaklardır. 18 Bu amaç için

yola çıkan İttihatçılar arasında Enver,

Yâkup Cemil, Mümtaz, Mustafa

Necib ve Ömer Nâci gibi isimler

bulunmaktaydı. İttihatçıların bir diğer

kısmı ise, küçük gruplar hâlinde Bâb-ı

Âli’de konuşlanmışlardı. Talât Bey de

burada beklemekteydi. Beraberindeki

İttihatçılarla yola revan olan Enver Bey,

yolda rast geldiği insanlarla birlikte

Bâb-ı Âli’ye doğru ilerledi. Kısa süre

içerisinde ulaştığı kalabalık bir toplulukla

hedefe ulaşan Enver Bey, Talât Bey

ve beraberindekilerle birleşti. Nitekim

harekâtın başlaması için herhangi bir

engel kalmamıştı.

Enver Bey ve beraberindeki İttihatçılar,

ellerinde silâhları bulunduğu vaziyette

binaya girdiler. Birkaç istisna dışında,

içeride herhangi bir direniş ortamı

mevcut değildi. 19 Silâhlarını çekmiş

hâldeki insanlara mukavemet göstermeye

çalışan yâverlerden Nâfiz Bey ve

Kıbrıslızâde Tevfik Bey ile Komiser Celâl

Bey, öldürüldü. Buna mukabil, Tevfik

Bey’in açmış olduğu ateş neticesinde

fedaîlerden Mustafa Necip Bey de

ölmüştü. Bâb-ı Âli’de yaşanan kargaşa

37

ortamının heyecanıyla toplantı salonundan

çıkan Harbîye Nâzırı Nâzım Paşa da

âni reaksiyon gösterince ünlü fedaîlerden

Yâkup Cemil tarafından öldürüldü.

Yaşanan hâdiseler, Celâl Bayar tarafından

şöyle aktarılmaktadır:

“Nazım Paşa da diğerleri gibi işittiği

silâh sesleri ve gürültü üzerine dışarıya

çıktı, Enver Bey ve arkadaşlarını gördü,

cesur adımlarla yanlarına yaklaştı:

“Ne oluyor? Aklınızca sadareti mi

basmaya, geldiniz? Haddinizi biliniz.”

Sözleriyle karşısındakileri tekdir, hatta bir

rivayete göre, tahkir etmek istedi. Enver

Bey her zamanki nezaketini burada da

muhafaza etti. Kendinden üstün rütbedeki

kumandanı askerce selâmladı. Esas

niyetlerini anlatmaya başladı. Ancak

bir kaç kelime söylemişti. Yakup Cemil

Bey ânî bir davranışla Paşa’nın sırtının

gerisinden silâhını uzatarak sağ şakağı

hizasından ateş etti; Harbiye Nazırı

ve Balkan Savaşı’nı yapan orduların

başkumandan vekilini kanlar içinde yere

serdi. Yakup Cemil, Nazım Paşa’yı vurup

öldürmüştü.” 20

Hükûmete karşı girişilen bir harekette,

devletin nâzırlarından bir tanesinin

yaşamı son bulmuştu. Bu durum; devlet,

toplum ve dahi İttihatçılar nezdinde

kabul edilebilecek mahiyette değildi.

Hatta Talât Bey, işin farklı boyutlara

ulaşmaması gerektiği ifade etmiş ve

İttihatçıların sükûnetle hareket etmelerini

istemiştir. Aksi takdirde, yapılan

icraattan desteğini çekeceğini beyan

etmiş ve bu husustaki ciddiyetini ortaya

koymuştur.

Bâb-ı Âli Baskını’nı hâtıralarında

işleyen Halil Kut Paşa, yeğeni Enver

Bey’in (sonra Paşa) faaliyetini şu ifade-

18 Sabah, 11 Kânun-u Sâni 1328, s.1.

19 Kutü’l-Amare Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, Haz. Erhan Çifci, Timaş Yayınları,

İstanbul 2018, s.133.

20 Bayar, a.g.e., s.1098.

MINTAN - 3

.


38

lerle değerlendirir: “… Balkan Harbi daha

sona ermeden İstanbul’da yalnız memleketimizi

değil ailemizi ve dolayısıyla beni

de şiddetle alâkadar eden ve beklenmeyen

bir olay olmuştu. …” 21

Enver Bey ve Talât Bey, aceleyle

Sadrazam Kâmil Paşa’nın yanına gittiler.

Sadrazamı gördüklerinde “millet

ve ordunun hükûmeti istemediği

ve bu nedenle sadaretten istifa

ettiği” meâlindeki mektubu yazdırıp

imzalattılar. Sultan V. Mehmed Reşad’a

hitaben yazılan istifa mektubunda “ahâli”

kelimesinin vurgulanması, yapılmış

olan baskının sâdece ordu kanadından

değil, millet tarafından da arzulandığını

betimlemekteydi. İmzalanan mektubu

Sultan’a götüren İttihatçıların talebi kabul

görmüş ve Mahmud Şevket Paşa, yeni

hükûmeti kurmakla görevlendirilmişti.

Netice itibarıyla; 23 Ocak 1913 tarihinde

Bâb-ı Âli’de toplanmış olan Kâmil Paşa

Hükûmeti, İttihatçılar tarafından yapılan

bir baskın sonucunda devrilmiştir. İttihat

ve Terakki ise, Mahmud Şevket Paşa

liderliğinde yeniden iktidara gelmiştir.

Londra Konferansı’ndaki şartları direkt

olarak reddeden İttihatçılar 22 , Avrupa

devletleri ve Balkanlıları çok fazla

dikkate almadılar. İlk icraatını böylece

gerçekleştirmiş olmaları, kamuoyunun

“bir baskın neticesinde iktidara gelmeleri”

yönündeki endişelerine haklılık payı

vermekte idi. 23 Nitekim uzun müddettir

yaşanmakta olan muhalefet, bir

süreliğine toprağın altına gömülmüştü. I.

Cihan Harbi sonuna değin tek güç konumunda

olan İttihat ve Terakki, iç ve dış

politikada tüm varlığını sergileyecekti.

Belgeler

BİBLİYOGRAFYA

BOA.HR.SYS.1980/1-78.

BOA.MV.170/59

Gazeteler

İkdam

Tanin

Volkan

Kitaplar, Tezler ve Makaleler

AKYOL, Taha, Rumeli’ye Elveda,

Doğan Kitap, İstanbul, 2013.

ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasî

Tarihi (1914-1980), İş Bankası Kültür

Yayınları, İstanbul, 1983.

BAYAR, Celâl, Ben de Yazdım, C.4,

Baha Matbaası, İstanbul, 1967.

Diran Kelekyan, “Yeni Kabine ve

Avrupa”, Sabah, 12 Kânun-u Sâni 1328, s.1

Hafız Hakkı Paşa, Bozgun, Tercüman

Yayınları, İstanbul, ty.

HALL, Richard, Balkan Savaşları

1912-1913, Birinci Dünya Savaşı’nın

Provası, Çev.: M. Tanju Akad, Homer

Kitabevi, İstanbul, 2003.

Kutü’l-Amare Kahramanı Halil Kut

Paşa’nın Hatıraları, Haz. Erhan Çifci,

Timaş Yayınları, İstanbul, 2018.

KÜÇÜK, Cevdet, “Abdülhamid II”,

TDV İslâm Ansiklopedisi, C.1, İstanbul,

1988, ss.216-224.

.

21 Kutü’l-Amare Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, s.133.

22 Diran Kelekyan, “Yeni Kabine ve Avrupa”, Sabah, 12 Kânun-u Sâni 1328, s.1.

23 İkdam, 15 Kânun-u Sâni 1328, s.1

MINTAN - 3


ÖZTUNA, Yılmaz, Osmanlı Devleti

Tarihi, C.I, Ötüken Neşriyat, İstanbul,

2017.

39

SERTOĞLU, Midhat, Mufassal

Osmanlı Tarihi, C.VI, TTK, Ankara,

2011.

TUKİN, Cemal, “Girit”, TDV İslâm

Ansiklopedisi, C.14, İstanbul, 1996,

ss.85-93.

YILDIZ, Samet, Mondros

Mütarekesi’nden Sonra İttihatçılar,

Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih

Bölümü (Yayınlanmamış Bitirme Tezi)

İzmir, 2022.

________, “Sultan II. Abdülhamid

Dönemi’nde Ermeni Meselesi”, Ötüken,

S.198, (Mayıs-Haziran 2022), ss.33-37.

SAMET YILDIZ

sametyildiz.iletisim@gmail.com

SAMET YILDIZ

Bâb-ı Âli Baskını

Illustration, 9 February 1913

.

MINTAN - 3


40

NE OLACAK BU KİTAPLARIN

HÂLİ?

ALPEREN DÖNMEZ *

Artık Türkiye’de kitap, gerçekten

servet oldu. Artık yalnız kitapçılar

yahut bir şekilde kitap ticareti ile

iştigal edenler değil, üç-beş kuruş

da olsa ekmek peşinde olan herkes

için kitap, bir servet oldu. Neden

mi? Anlatacağız.

Bir hafta kadar evvel ben, bir

eskiciye tesadüf ettim. “Ey, ne var

bunda; bildiğin eskici” dediğinizi

işitir gibiyim; ama bu eskici, öyle

bildiğiniz gibi demir, bakır; hurda

eşya satan eskicilerden değildi;

kitap alıyordu. Fakat farklı olan,

şuydu: Kitap alan eskici, her zaman

gelip gördüğümüz mahalle eskicisinden

başkası değildi. Demek

ki mahallenin bakır, demir, plâstik

alan eskicisi, yükselen kitap

fiyatlarına lâkayt kalmamış olacak

ki, artık kitap işine de girmiş. Ama

bundan eskici kazanıyor mu?

Hayır. Dahası, kitap ticareti ile

uğraşanlar da bundan zararlı

çıkıyor. Bunun birkaç sebebi var:

1. Bizde çok fazla kitap var.

Ancak kaliteli kitap az. Bu;

edebiyatımızda da böyle, akademik

sahada da böyle. Hattâ,

dünyada en fazla kişisel gelişim

kitabı yazılıp satılan ülkelerden

birisi de biz olmamıza rağmen

bu kitaplara, bu yazının yazıldığı

devrin şartlarında, çok para ödenmektedir.

Bunun dışında akademik

camiada dışarıdan şatafatlı

görünen, “oku beni” diye yalvaran;

fakat içine bakıldıkta kitabı

aldığınıza, alacağınıza bin pişman

eden kitaplar da yok değildir. Bu

* Mintan Dergi Editörü.

E-Posta: alperen.donmez1999@gmail.com

.

MINTAN - 3


41

da okuyan (tabii, kaçımız okuyorsak)

kitlenin, zaten artan fiyatlar

yüzünden küstüğü kitaplardan

iyice uzaklaşmasına sebep

olmaktadır.

2. Kitaptan kazanılan paranın,

masraflara kifayet etmemesi de

işin iktisadi tarafıdır. Hepimizin

şikâyet ettiği iki unsur olan artan

döviz ve enflâsyon, kitap ticaretine

de ket vurmakta; kitabın hammaddeleri

olan kâğıt, mürekkep

ve teknolojik cihazların dışarıdan

temin edilmesi nedeniyle kitap

fiyatlarının günbegün artması

da bu işi ölü yatırım hâline getirmektedir.

Meselâ 2019 senesinde

aldığınız dört kitabı, şayet o

yıl -tanesi 50 kâğıttan- elinizden

çıkarsa idiniz, 200 milyona iki-üç

kaliteli kitap alabilir; bunları

da satarak -hiç olmazsa- çorba

paranızı çıkarabilirdiniz. Şimdi

ise alacağınız 200 milyona (tabii,

50 milyona kitap alacak birileri

kaldıysa) bir, iki kitap ancak

alırsınız. Onlar da hacimsiz, az

sayfalı eserler olur.

Bu ve daha pek çok amilleri,

kitapların lüks olmasına sebep

olarak zikredebiliriz. Hâl böyleyken

kitap, özellikle akademi

çevrelerinde nasıl okunur? Dedik

ya; kitap, servet oldu. Lüks oldu. Ve

akademide, üniversite camiasında

arslan payını matbuat çekiyor.

Matbuat da el yakıyor. Bunun

çaresi, elbet kitaptan uzaklaşmak

değildir. Ama kısa vadede bunun

tek çaresi, bize göre, İnternet. Evet,

doğru işittiniz; İnternet. Faydalı

olmayacağını bilmekle beraber

kısa vadede kitap dünyamızı

kurtarabileceğini zannediyorum.

En azından bundan sonra

çıkacak akademik ve popüler tüm

kitapların, bilgisayar ortamında

yazılıp satılmasının doğru olacağını

düşünüyorum. Tabii, mevcut

telif kanununun İnternet eserlerine

de teşmil edilmesi ile

dijital nüshaların makul şart ve

ücretlerde satılması, önem teşkil

ediyor. Bunlar aşıldığı zaman, en

azından birkaç yıl için, elektronik

kitap işine ayak uyduracağız. Hiç

olmazsa kâğıda para vermeyiz.

Kitap alıp okumanın hayâle

gittiği şu günlerde yapılması gerekenin

bu olduğunu düşünüyorum.

Başka fikir varsa, onları da

dinleyeceğimi beyan ederim. Ama

şu da bir gerçek ki kitap, ancak

gerçekçi bir çözüm bulunabilir ise,

servet olmaktan çıkabilir.

ALPEREN DÖNMEZ

ALPEREN DÖNMEZ

alperen.donmez1999@gmail.com

MINTAN - 3

.


42

GEÇMİŞ BİR ANI

ŞÜKRAN BİLGİÇ

Yazsam dökülür mü dudaklarımdan

Kalemim keskin mi o kadar

Bilmediğim bir şey bu

Geçiyor ve ben ne olduğunu bile anlamıyorum

Vazgeçmedim, kabullendim.

Çok uzun sürdü aslında

Bitti diyebilir miyiz artık.

Dönsen affedecek kadar seviyorum.

Ama gelmeyecek kadar akıllıyım.

Ah vah’larım kalmadı.

Yokluğun da kalmasın.

Senin gibi siliyorum bende her şeyi

Hiç ailem olmamışsın gibi

Vedamız gibi

Yabancıyız şimdi

ŞÜKRAN BİLGİÇ

sukran.blgc145@gmail.com

.

MINTAN - 3


43

OZAN DABANOĞLU

956ozan@gmail.com

BÜYÜMEK

Zaman gelir gider

Sanki her şey bir gün biter

Kim şimdi göz yaşlarımı siler

Ailen seninle olmayınca

Büyümek için her gün yürüdük

Sonunda yalan bir hale büründük

İçimizde bir ateş büyüttük

Olduk sonunda bir kül

Bu dizeler ne ifade eder

Sadece okunup biter

Geriye kalan sadece kelimeler

Olduk sonunda bir Ozan

OZAN DABANOĞLU

.

MINTAN - 3


SULTAN IV. MURAD (1623-1640)


45

TÂRİH-İ SİYASÎDE MİLLİYET

İSMAİL HÂMİ

TRANSKRİPSİYON: SAMET YILDIZ **

-1-

On dokuzuncu asrın en büyük seciye-i

târihîyesi, harekât-ı millîyenin eski Avrupa

haritasındaki tâdilâta olan tesiridir; bu itibarla,

geçen yüz senenin âsâr-ı sâireden

farkı, yegâne milliyet asrı olmasıdır. O

zaman Avrupa’nın hemen her tarafında her

gün bir kıyam olmuş, millî muharebelerinde

ise nehirlerce kan akmıştır! Biz, bu müthiş

kasırganın nasıl geçtiğinden oldukça bîhaberiz;

çünkü zaman ve mekân itibarıyla,

lisânımız da tetkik edilmedi. Bununla

bundan sonraki makaleler, bu noktanın

tecrübe-i izahıdır.

Dünyanın hayat-ı siyasîyesinde harekât-ı

millîyenin ehemmiyeti pek yeni, fakat hiss-i

millî pek eskidir. Lisânı, ananâtı, muhit

ve hayatı müşterek olanlar, târihin her

devrinde milliyetle mütehassıs olmuşlardı

ve bu his, etrafında ecnebi bulunan her millette

vardır. Fakat ecnebi-girizlik, bu şekl-i

iptidaîsinde, hiçbir müessese-i siyasîyenin

itina edemeyeceği bir hiss-i müphemdir. On

dokuzuncu asra kadar devam eden bu hâl

esnasında, Avrupa hayat-ı siyasîyesini, din

ve hânedan merbutiyeti şeklinde büsbütün

başka hissiyat idare ediyordu.

Harekât-ı millîye ise, hiss-i millîyenin bir

fikr-i siyasî şeklini aldığı zaman başlamıştı;

ondan itibaren, hükûmet, iştirak-ı hissiyat

ile yahut aynı gâye-i siyasîye ile müttehit

bir heyetin müessese-i müşterekesi

addolunmuştur. Bu yeni itikadın tesiri ile,

MESELESİ * MINTAN - 3

* İsmail Hâmi tarafından kaleme alınan “Târih-i Siyasîde Milliyet Meselesi” başlıklı yazı,

Edebiyat-ı Umumîye Mecmuası’nda, dört tefrika hâlinde yayımlanmıştır. Transkripsiyonunu

yaptığımız eserin diline dokunmadık. Sâdece, gerekli gördüğümüz birkaç yerde küçük çaplı

düzenlemeler yaptık. Ayrıyeten, anlamı bilinemeyecek durumda olan kelime ve tamlamaları

da köşeli parantez “[]” vâsıtasıyla açıklamayı uygun gördük. Yine köşeli parantez kullanmak

suretiyle, metin içerisine bazı kelimeler ekledik. Tefrikaların künyeleri için bkz. İsmail Hâmi

“Târih-i Siyasîde Milliyet Meselesi”, Edebiyat-ı Umumîye Mecmuası, Y.1, S.7, (3 Kânun-u Evvel

1332), ss.137-138; İsmail Hâmi “Târih-i Siyasîde Milliyet Meselesi-2”, Edebiyat-ı Umumîye

Mecmuası, Y.1, S.8, (10 Kânun-u Evvel 1332), ss.147-148; İsmail Hâmi “Târih-i Siyasîde Milliyet

Meselesi-3”, Edebiyat-ı Umumîye Mecmuası, Y.1, S.9, (17 Kânun-u Evvel 1332), ss.165-167;

İsmail Hâmi “Târih-i Siyasîde Milliyet Meselesi-4”, Edebiyat-ı Umumîye Mecmuası, Y.1, S.10,

(24 Kânun-u Evvel 1332), ss.181-182. (S.Y.)

** Yüksek Lisans Öğrencisi, Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı.

E-Posta: sametyildiz.iletisim@gmail.com

.


46

1- Mevzumuz itibarıyla en mütekâmil

memleketler, Avrupa’nın en münteha-i garbı

ve şimalisinde idiler. Bunun da bir sebeb-i

coğrafîsi vardı: Orada tabiat yekdiğerinden

ayrı mıntıkalar vücuda getirmiş ve bunlar

hudud-u tabiîye olarak her biri bir devletin

çerçevesi olmuştu. Oralardaki eski hükûdevletin

millete itinaen tesisi, hükûmetin

aynı ırk efradından terkibi, memleketin aynı

milletle meskûn olması arzu edildi.

Bu hissiyâtın hayat-ı umumîyeye

târih-i nüfuzu, her milletin seviye-i içtimaîyesiyle

mütenasiben ihtilâf eder; o

nokta-i nazardan, milliyet meselesi muhit

itibarıyla tetkik olunmalıdır. Herhâlde,

evvelâ en menemden yerlerde, âhalisinin

hükûmete iştirakinden itibaren başlar.

Meselâ İngiltere’deki tesirâtı, parlamentonun

evvelâ İspanya ve gittikçe Hollanda

ve Fransa muharebelerinde icra-i nüfuza

dâvetinden sonra zuhur etmiştir. Amerika

İngilizlerinde ise, Avrupa hükûmetine karşı

isyan ile başlamıştır. Fransa’daki mebde-i

tarihi de 1792’dir.

Milliyet hissi biraz sirayet eder:

Napolyon’un seferleri bu itibarla pek büyük

bir tesir icra ederek yeni hissiyâtı hemen

her tarafa dağıtmıştır. Bu sebeple evvelâ

Avrupa’nın garbından başlayarak tedricen

merkezinde ve nihâyet şarkında intişar

etti. Hükûmât-ı mutlâkîye karşı kıyam ile

tecelli eden bu Napolyon hâtıratı, aynı

zamanda garbın en uzak bir ülkesinde de

İspanyolların da aynı cibare [gizli, habersiz]

isyanıyla tamam olmuştu.

Bütün harekât-ı milliyenin bir nokta-i

iştiraki vardır: Her millete bir hakk-ı

hükûmet bahşeden bu esasın anlaşılması

pek kolaysa da, millet tâbirinin anlaşılması

pek güçtür! Her millet aynı kelimeye başka

mâna veriyor ve bu mânaların menafi-i

millîyeleriyle mütenasip oluyor! Bu ihtilâf

ise, cereyana en büyük mâni olmuştur.

Almanya’da milliyet esasına ırk olduğu,

Rusya’nın Panslavist mahfilinde de lisân

veya karabet-i elsine, Fransa’nın İsviçre ve

Amerika’da ise halkın arzu-i umumîyesi ileri

sürülüyor. Bazı yerlerde de, Macaristan’ın

Andraşi’nin [Kont Andrassi] Krispi’ye

söylediği gibi, itisâl-i araziyi esas addetmek

istiyorlar! Fakat bu nazariyelerin hiçbiri itirazdan

masun kalamamıştır. Meselâ [,] ırk

esasına ilm-i ensâl uleması [soy/ırk âlimleri],

ittisal [bitişik] araziye coğrafîyûn,

hissiyât-ı umumîye nazariyesinde de bazı

müverrihler itiraz ediyor; muterizler, her

yerde ihtilat olduğundan her milletin melez

olduğunu, her memleketin diğeriyle iltisak

ettiğini ve herhâlde hissiyat-ı umumîyenin

tebdil ettiğini söylüyorlar.

Bu sebeple, milletin mânâsıyla mi’yârı

[ölçüsü] henüz keşfedilememiştir.

-2-

Elektrik gibi milliyetin de hâlâ tarif

edilemediği geçen makalede izah

olunmuştu. Bu meçhuliyet, cereyanın

muvaffakiyetine en büyük hail oldu: Çünkü

hemen her milletin başka türlü olan nazariye-i

millîyesi biraz tatbik edilmiş gibi

olduğundan, on dokuzuncu asrın nihâyetinde

hükûmetler milliyet endişesinden

pek başka nazariyata itina etmiş ve bil-netice

Avrupa’nın kısm-ı azamında devletlerin

teşkilât-ı hakikiyesi metâlib-i milliye [millî

talepler] ile pek çok mütenakız olmuştu.

Fevkü’l-beşer bir kuvve-i siyasîye bulunsa

da, bir haritanüvisin kâğıt boyaması gibi,

Avrupa hudud-u siyasîyesini milliyet

esasına tevfikan ta’dil edebilecek olsa, nazariyelerin

hangisini esas ittihaz edeceğinde

tereddüt ve belki de ihzar-ı acz eder! Her

milletin arzusu başka olduğundan ortada

vazıh bir akide-i umumîye yok demektir.

İşte yüz senelik bir kıyamet-i siyasîyeden

sonra, on dokuzuncu asır, hem birçok tadilât

ile, hem hiçbir milleti kâmilen memnun

etmemekle nihâyet bulmuş ve bu hâle

ancak milliyetin ehem-i mezkûru sebep

olmuştur. O zaman Avrupa milletleri, milliyet

itibarıyla muhtelif derecât-ı tekâmülde

idiler. Bunların mecmuunu, her zümrenin

seciye-i barizesi dâhil-i hesap olmak şartıyla

üçe irca’ edebiliriz:

MINTAN - 3

.


47

hükûmetler, bu suretle asılları ihtilâf eden

tebaasını bir milliyet hâlinde tevhit etmek

zamanını kazanmışlardı. Bu mazhariyetin

tevlit ettiği devletlerden İngiltere, İskoçya

hükûmetini temsil ve İrlanda’ya da tahakküm

ederek teşekkül etmişti. Kaştale hükûmeti

de Portugal ve Katalonya müstesna

olmak üzere, bütün İberya şibh-i ceziresini

[bölgesini, dolaylarını] temsile muvaffak

olmuştu. Elsîne [diller] ve ananât-ı

muhtelifeden [muhtelif anânelerden] terekküp

eden Fransa ise, ancak bin yedi

yüz doksan ittihadıyla şekl-i hâzırında

tebellür etmişti. İki İskandinavya şibh-i

ceziresinde sâkin üç millet olan Danimarka,

İsveç ve Norveçliler de coğrafya-i mevlûdî

[coğrafyada meydana gelenlerden]

addolunmalıdır. Avrupa buhran-ı millîyesinden

evvel teşkilâtını ikmal eden bu

devletlere vilâyat-ı müttehide ile İsviçre

nevahi-i müttehidesini de ilâve edebiliriz.

2- Avrupa merkezî devleti de ikinci bir

zümre teşkil ediyordu: Almanya ve İtalya…

Birçok küçük hükûmetlere inkısam eden

bu büyük milletler, birbirinden âdeta

setlerle ayrılmış parçalarla perişanlıklarını

hissediyorlardı. Bu sebeple, onlardaki hiss-i

millî, Türkiye’nin teşekkülünde olacağı gibi,

ittihat etmek şeklinde tezahür etmişti.

İtalyanlar da, fazla olarak, ecnebi hâkimiyetinden

kurtulmak arzusu da yok değildi!

3- Üçüncü zümre, Avrupa-i şarkî milletlerinden

mürekkeptir. Bunlar o zamana

kadar bizimle Avusturya ve Rusya beyninde

münkasımdı. Haritaları, hükûmetlerden

yapılmış bir mozaik gibidir! Bu milletlerin

bazılarında birer hâtıra-i hükûmet

de vardı. Meselâ, Lehlerle Litvanyalılar,

Polonya-Litvanya çifte-devletini teşekkül

etmişlerdi. Çehler de bu himaye krallığını

düşünüyorlardı. Bir kısmı da sâde bir muhtariyet-i

mutlaka der-hatır edebiliyordu.

Ecnebi bir hükümdara sâde ismen merbut

olan bu nevie [türe, çeşide], Finlandiya

misâl olabilir. Ukrayna’daki göçük/küçük

Ruslar da, Lehlerden ayrılıp çarlara tâbi

olan Kazakların devr-i teşkilâtında nim-i

istiklâl içinde idiler. Bizim Memleketeyn

ahâlisi ise, Osmanlı adâlet-i siyasîyesinden

yetişmişti! Katolik Hırvatlar da Hırvatlık

krallığını, Macar tacına iltihakında muhafaza

etmişlerdi.

Milliyet itibarıyla en mütedenni [geri]

milletler de üç kısma ayrılır:

1- On beşinci asırdan beri bizde olan

adalar ve Makedonya ahalisiyle Sırplar ve

Karadağlılar;

2- Avusturya veya Venedik arazi-i mevrûsesinde

[miras kalan arazilerde] kalan

millet veya millet parçaları; Garniola ile

aşağı İslavlarıyla Dalmaçya’nın Hırvatları

gibi

3- Macaristan’ın yukarı İslavlarıyla

Sırpları ve Transilvanya’nın Macarzâdeganına

tâbi Ulahları…

Avrupa’dan üç yüz sene evvel, Asya’da

da bir ittihad-ı millî olmuştu. Devlet-i

Osmanîyye, bu cereyan-ı tarihîyyenin

mevlûdudur [sonucudur]. Asya’nın Ak

ve Karadenizler sâhilindeki bu Türk

ittihadından Kırım’la Kafkasya’nın iftirakı,

hudud-u tabiiyenin adem-i vücudu

veya adem-i metaneti olabilir. Herhâlde

Anadolu’daki küçük Türk hükûmetlerinin

Devlet-i Osmanîyye’de inhilali, tarih-i millîyemizin

en büyük fasıllarından biridir.

Selim-i Evvel’in siyaset-i İslâmiyye için

başka bir lisanı lisan-ı resmî ittihazına

teşebbüsünden sonra başlayan milliyet

aksü’l-ameli [sonucunda] ise, Osmanlı

lisanını vücuda getirmiştir.

Mevzuumuz dâhilinde olmamakla

beraber, Bu da birçok noktalardan Avrupa

harekât-ı milliyesiyle mukayese olunabilir.

-3-

On dokuzuncu asrın sonunda, harekât-ı

millîyenin neticesi üç şekilde tezahür etti:

İftirak [ayrılık, dağılma], ittihat ve istihlâs

[kurtulma, kurtarılma]…

MINTAN - 3

.


48

1- İftirak ile üç küçük millet, üç küçük

devlete inkılâp etmişti. Bunlardan (münhat

memleketler [alçak ülkeler]) krallığı,

1814’te yapılmış bir hükûmet-i sunîye

iken, Belçika’nın istiklâliyle ortadan zail

oldu. Aynı tarihte aynı suniyetle ittihat

eden İsveç’le Norveç rabıtası da, tedricen

ve bilâ-ihtilâl, inhilâl etti. Çünkü Norveç

milletine 1791 Fransız kânun-u esasîsinden

alınmış usul, ecnebi bir hükümdara

telkin-i irade hakkını veriyordu. Nemse

devleti de bir ittihad-ı şahsî ile birleşmiş

iki hükûmet, yahut şekl-i sâbıkında bir çifte

devlet olmuştu.

Bu sebeple, bugün bir Norveç veya bir

Macar meselesi yoktur.

2- İttihat usulüyle de, birtakım küçük

hükûmetler, kuvve-i askerîye sâhibi iki

milletle birleşerek birer büyük devlet

olmuştu. Almanya ile İtalya böyle teşekkül

etti. Bugünkü Almanya devlet-i müttehidesi,

eskiden bazıları bizim Aksaray mahallesi

kadar birtakım hükûmetçiklere inkısam

ederken; bir taraftan tevsi’ ve diğer cihetten

de müşterek bir (saltanat arazisi = terre

d’empire) istihsâl eden Prusya’nın etrafında

teşekkül etmişti. İtalyan hükûmetleri de

Sardinya Krallığı’na iltihak ederek İtalya

devletini vücuda getirmişlerdir.

3- İstihlâs ismiyle yâd olunan üçüncü

netice de Osmanlı arazisinde zuhur etti.

Geçen asrın Balkan haritasındaki tadilatı

milliyette ziyade Moskof’un eseridir! İki

safhada nihâyet bulan Yunan istiklâli,

safahat-ı muhtelifeden sonra teşekkül eden

Romanya hükûmeti venihâyet Karadağ ve

Sırbistan isimleriyle icat olunan Rusya minyatürü

iki mudhike-i [gülünç] millîye, on

dokuzuncu asrın evlâdı değil, evlâtlıklarıdır!

Böyle olmakla beraber, bunların hepsinde

hâlâ birer ümid-i millî var. Fakat bu

zümreden meselâ Romanya, Rusya’dan da

Besarabya’yı istese idi, dâvasına biraz da

hak-mizaç etmiş olurdu!

Herhâlde bu üç netice, Avrupa’nın

teşkilât-ı siyasîye ve tarihîyesiyle mukayese

olunursa, harekât-ı millîyenin zan ve ilân

olduğu kadar âlemşümul, metin, tabiî ve

umumî olmadığı kolayca anlaşılır. Aksini

iddia etmek, tarihin kalbinden bütün

hissiyât-ı kadimeyi, bütün mütenakıs

ihtirasâtı çıkarmak demektir! Bir de millî

olan her hareket ve rekabet dâhil-i hesap

olmak şartıyla, muvaffakiyetle nihâyet

bulan, mutlaka şerâit-i hususîyeden mütevellit

bir istisnadır. Milliyet cereyanı,

herhâlde kuvvetli bir devletin himayesi

olan yerlerde bir netice verebilmiştir.

İtalya’da, Almanya’da bir noktainazardan

Macaristan’da ve Balkanlar’da hep bu esasın

netâyici tezahür etmişti. Böyle olmakla

beraber, hepsinde hâlâ noksan vardır!

Cereyan-ı millî, Avusturya’da imtiyazât-ı

millîye şeklinde tecelli etti. Fakat Rusya’da

hiçbir millet, hiçbir hakk-ı hayat istihsâl

edemediğinden, münhezim değilse de akim

oldu. Orada ancak devletin mağlûbiyetleri

kânun-u esasîyi ta’dil ile esareti taklil eder

[azaltır].

Başka bir noktainazardan da, milliyet

cereyanı, Almanya müstesna olmak

şartıyla, hemen her yerde ya doğrudan

doğruya, yahut teşrik veya iştirak usulüyle,

mutlaka bir ecnebi silâhı sâyesinde muvaffak

olmuştur. Meselâ Belçika’da Fransız,

İtalya’da yine Fransız, Balkanlar’da ise Rus

müdahelâtı olmasa idi, bilmem bugün haritada

bir Belçika, bir İtalya, bir Sırbistan ve

bir Karadağ bulabilir miydik? Ve bulsak da

kim bilir ne vaziyette bulurduk?

Bu da ispat eder ki, bugün hükûmetlerin

teşkilâtında milliyet nazariyesinden ziyade,

evvelâ ecnebi menafii, sâniyen biraz da

ecnebi kuvveti icra-ı tesir ediyor. Bu sebeple,

şimdiye kadar milliyet, meselâ bahsimizle

hiçbir münasebeti olmayan “açık kapı siyaseti”

veyahut siyaset-i iktisadîyedeki “usul-ü

himâye” gibi bir isimden ibaret oldu. Faraza

Sırbistan’ın teşekkülünü yalnız milliyete

atfetmek, tarihi pek az anlamaktır. Milliyet

esasının meçhul olduğu zamanlarda da

hükûmetler yine teşekkül etmişti. Herhâlde

devlet olacak bir millet, saik-i istiklâlinin

ismi ne olursa olsun, zeminle zaman ve se-

.

MINTAN - 3


49

viye bulunca, esaretten muhakkak kurtulur.

Hatta kuvve-i müselleha meselesi,

birtakım yerlerde de milliyet için milliyet

nazariyesini çiğnemiştir. Bu suretle oralar,

on dokuzuncu asırdan daha eski zamanlara

doğru irticaa mahkûm olmuş demekti.

Binaenaleyh Avrupa’da milliyet, kuvvetin

ilm-i siyasette pek müstamel âletinden

ibaret kalmıştır.

-4-

1870’ten beri, Norveç’le Balkan’dan

başka her yerde milliyet cereyanı inkıtaa

uğradı. Artık, devletlerle milletlerin

haritaları da -şekl-i idareleri gibi- sâbit

kaldı. Bu sükûn ise, bir eser-i tesâdüf değildi.

Çünkü hükûmetler, eslihanın tekâmülü,

vesait-i muharebenin terakkisi ve inzibat-ı

umuriyenin tekâmülü sâyesinde her türlü

ihtilâli itfa edebilecek [söndürebilecek] bir

derece-i kuvvet ihraz etmişlerdi. Siyasî de

olsa, millî de olsa herhâlde her hareket bu

kânuna tâbiydi. Bundan dolayı mutemedin

yerlerde bugün artık 1848 İhtilâli’ne

benzer bir kıyam olamaz. Bugünkü ihtilâlciler

kılıçtan ziyade kalem kullanmak mecburiyetindedirler.

Çünkü yegâne vâsıta-i

muvaffakiyetleri, teşebbüsât-ı kânunîyyedir.

İhtilâlciler ekseriyet[le], milliyetperverlerde

tatlı söz ve güler yüzle muhtariyet

istiyorlar. Binaenaleyh bugün milliyetin

gayesi, istiklâl ile devlete inkılâp etmek

şekl-i kadimden muhtariyet ve imtiyazât-ı

millîye iddia ve istidasına tenezzül etmiştir.

Yirminci asrın siyasetinde emperyalizmin

istilâsı bu neticenin husûlünde pek müessir

oldu.

Bugün Avrupa’nın her tarafında birçok

mesail-i millîye var. Bunları, seciye-i tarihîyyelerine

nazaran üç zümreye tefrik

edebiliriz:

1- Çara tâbi ve düşman dört millet:

Lehler, Finler, Litvanyalılar ve Ukraynalılar

yahut küçük Ruslar

2- Haritadan mahrum Makedonya

milletçikleri

3- İrlanda ve Katalonya

Bunların hepsi, kırk altı senedir sâde

muhtariyet istiyor. Araziden mahrum olan

Musevîler bu silsilenin dördüncü zümresini

teşkil edemez. (İtalya İrredenta) İtalyanları

da onlar gibidir. Çünkü gayeleri müphemdir.

Hülâsa mecmuu on beş milletle on üç

memleket eder.

Bunların birtakım şerait-i müşterekeleri

vardır: Evvelâ, ecnebi hâkimiyet istememek;

sâniyen, hükûmetlerle millet-i hâkime

zadegânından şikâyet etmek… Herhâlde

sui-idareden değil, ecnebi idaresinden

müştekidirler. Ve hususiyle istiklâl ihraz

etseler bile daha mükemmel bir idareye

mahzar olmaları pek şüphelidir. Hatta bu

noktayı takdir eden bir Lombardiyalı “memleketimizi

hiss-i idare etsinler değil, hiç

idare etmesinler!” demiş. Zadegân adavetine

ise, Land Lordlarla İrlandalıların vaziyet-i

mütekâbilesi misal olabilir.

Herhâlde bunca amâl-i millîyenin böyle

beyhude kalması yalnız silâha ve inzibata

ait bir tekâmül değildir. İkinci sebep

de, her millet-i hâkimenin meşrutiyetle

idare edilmesidir. Bu, Avrupa’nın küçük

milletlerini büsbütün mağlûp etti. Çünkü

ekseriyetle akliyyetin hissiyat-ı millîyesi

tearuz etmişti [birbirine zıtlaşmıştı]. Meselâ

Duma, mahiyet-i temsiliyesi ne derece

olursa olsun, mutlaka her kararını Lehlerle

Finnilerin aleyhinde vermiştir.

Bugün bu zabıta-i manevîyeye karşı,

aynı vâsıta ile mukabeleden başka çâre

kalmamıştır. Bu sebeple asrımız milliyet

meselesinde (mücadele-i teşrie) devrini

açtı. Artık hemen her mesele-i millîye bir

ekseriyet meselesidir. Ecnebi silâhı da eskisi

kadar müsmir [faydalı] olmaz. Çünkü her

büyük devlet bir heyet-i düveliyeye dâhil

ve her heyet de muvazenet-i beynelmilele

riayetle mükelleftir. Bu sebeple artık milliyetperverlerin

elinde vesait-i manevîyeden

başka bir şey kalmamıştır. Bu da milletin

bekasına, fakat adem-i istiklâline müncer

olur. Yâni, netice-i tabiîye, dolaşa dolaşa

yerini bulmuş demektir. Bugün istiklâl

meselesi, bir vahdet-i coğrafya meselesidir.

.

MINTAN - 3


50

Eserin Birinci Tefrikasının İlk Kısmı

Devlet başka, milliyet başkadır. Bu

sebeple, milliyetin mü’mini ancak hukuk-ı

beynelmilelidir. İhtilâl içinden çıkmış pek

çok fikirler gibi, her milletin bir devlet

teşkili âkide-i acibesi de işte bu müesserât

altında sükût etti.

Bir de (büyük millet) hurafesi vardır.

Fakat bu da, Latinlikle İslavlığın (arî) fesânesinin

[masalının, efsanesinin] âkıbetine

uğramasıyla ehemmiyetten düşmüştür. On

dokuzuncu asırdan biraz evvel, Amerika

İngilizlerinin Büyük Britanya İngilizlerinden

ayrılması, ayrı bir muhit içinde yaşayan aynı

millet aksamının gittikçe yekdiğerinden

ayrılarak nihâyet büsbütün iftirakına misâl

olmuştur. Sâde milliyet nazariyesini kabul

edip de muhit-i esasını reddetmek oldukça

garip olur. Bir millet, derece-i tabiyesinden

ne kadar büyük olursa, o kadar mahkûm-u

iftirak olmuş demektir

İsmail Hâmi

Transkripsiyon:

Samet Yıldız

MINTAN - 3

.


51

KİTAP TAVSİYELERİ

geçmeden Süreyya Bey’in kulağına ulaşır.

Dostuna fazla güvenen Süreyya Bey, bu

duruma ihtimâl bile vermez.

Hızla yayılan dedikodular neticesinde

Necip, eskisi gibi yalıya fazla gelmez.

Çok hastalanır ve tifodan yatağa düşer.

İyileştikten sonra tekrar yalıya gidip gelir.

Aşklarını itiraf edemeyen sevgililer, eski

günlerini tekrar yaşamaya başlarlar.

Suat Hanım, evlilikte aradığı

mutluluğu, seveceği erkeği bulamamış

bir kadın olduğunu düşünür. Necip ise,

mutlu olabileceği kadına kavuşamamanın

verdiği acıyla kıvranmaktadır.

Mehmet Rauf, Eylül, İş Bankası Kültür

Yayınları, İstanbul 2020, 268 Sayfa

ISBN:978-625-707-031-7

Süreyya Bey, Suat Hanım ve Necip, bir

gün sohbet ederlerken konakta yangın

çıkar. Herkes kendini dışarı atar. Fakat

Suat Hanım, odasına kapanır. Yardım

çağrılarına yanıt vermez. Necip, sevdiği

kadını kurtarmak için alevlerin içine

dalar. Süreyya Bey de Necip’in arkasından

koşar. Ancak Suat Hanım’ı kurtaramazlar.

ve üçü de can verir.

Eylül, edebiyatımızın psikolojik roman

türündeki ilk örneğidir. Suat Hanım ile

Süreyya Bey, bir yaz, Boğaziçi’nde küçük

bir yalı kiralarlar ve oldukça mutludurlar.

Süreyya’nın arkadaşı Necip, bunların

aile dostudur. Sürekli gelip evlerinde

misafir olarak kalmaktadır. Necip, Suat

Hanım’a çok değer vermekte ve saygı

duymaktadır. Bu değer, bir zaman sonra

aşka dönüşmüştür. Aşkını gizleyen Necip,

Suat Hanım’ın da kendisini sevdiğini

anlamaktadır. Fakat arkadaşına ihanet

etmenin üzüntüsü ve utancına kapılır.

Necip ile Suat Hanım arasında aşk

dedikoduları çıkar ve bu dedikodular, çok

.

MINTAN - 3


52

KİTAP TAVSİYELERİ

Maarif Müdürü Tevfik Hayri Bey

ile Vekil Şerif Hayri Bey, Zehra’nın

okuluna ziyarete giderler. Şerif Hayri

Bey, babasının hasta olduğunu söyler ve

babasını ziyaret etmek için İstanbul’a

gitmesini ister. Fakat Zehra, babasının olmadığını

dile getirir ve o kişinin başka

biri olduğunu iddia eder. İki gün sonra

maarif müdürüne bir telgraf gelir. Telgraf,

Zehra’nın babası Mürşit Efendi’nin ölmek

üzere olduğunu ve muallimenin hemen

yola çıkmasını bildirir. Zehra yine gitmek

istemez ve karşı gelir. Çok geçmeden

Zehra hazırlanmış bir hâlde, elindeki

çantasıyla birlikte müdüre “gitmeye karar

verdiğini” söyler.

Reşat Nuri Güntekin, Acımak,

İnkılâp Kitabevi, İstanbul 2019,

160 Sayfa

ISBN: 978-975-102-656-9

Zehra, mektebin başmuallimesidir.

Öğrencileriyle iyi ilgilenir fakat

öğrencilerin yaptıkları yanlışlar asla

affetmez ve içinde hiç acıma duygusu

hissetmez. Zehra’nın bu özelliğinden

muzdarip olan maarif müdürü çeşitli

zamanlarda Zehra’yı uyarmasına rağmen

hibçird eğişiklik görmemiştir.

Zehra, İstanbul yolunda, babasının

ailesine yaşattığı kötü günleri hatırlar.

Annesini, ablasını ve anneannesini nasıl

öldürdüğünü ve en sonunda da kendisini

bir yatılı okula verip hiç arayıp

sormamasını düşünür. İstanbul’a varır.

Eski komşuları olan Vehbi Bey, Zehra’yı

karşılar. Geç kaldığını söyler ve neden daha

önce gelmediğini sorar. Ayrıca, babasının,

“Zehra, Zehra” diye öldüğünü söyler. Eve

gelir. Babasını görmek istemez. Kendisine,

babasının eşyalarının bulunduğu sandığın

anahtarları verilir. Bunu hiç istemese de

sandığı açar ve sandığın içinde bir günlük

görür. Zehra, günlüğü okumaya başlar.

Babasının memuriyetteki ilk yıllarını,

annesiyle evlenmesini, anneannesinin

davranışlarını akur. Zehra, önceleri

bildiği her şeyin yanlış olduğunu anlar.

Tüm yaşananlarda annesi ve anneannesinin

suçu olduğunu idrak eder. Bu

yüzden, içinde babasına karşı bir acıma

duygusu oluşur. Gidip babasının ayağını

öper. Birkaç gün sonra okula dönen Zehra,

acıma duygusunu öğrenmiştir artık.

MINTAN - 3

.


Bâb-ı Âli Baskını Esnasında Nâzım

Paşa’nın Vurulması.

Le Petit Journal, 9 February 1913


MINTAN

.


“Anlaşalım diyorlar, pek iyi...

Ama anlamayanlarla anlaşmak nasıl

mümkün olur?”

Cenab Şahabeddin

MINTAN

.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!