Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
MINTAN
Tarih, Fikir ve Edebiyat Dergisi | Sayı:3 - Temmuz-Ağustos 2023
.
Sanayileşme - Dündar Taşer | Aile Kurumunun Dönüşümü - Rümeysa Yıldız |
İlkokul Örneği Üzerinden Cumhuriyet’in ilk Mektepleri Üzerine Yazılar (1924-
1925) - Batuhan Çataltepe | Trabzon Şer’îyye Sicilleri Üzerinden Örnekler
- Zeynep Ezgi Kaya | Bâb-ı Âli Baskını (23 Ocak 1913) - Samet Yıldız | Ne
Olacak Bu Kitapların Hâli? - Alperen Dönmez | Geçmiş Bir Anı - Şükran Bilgiç
| Büyümek - Ozan Dabanoğlu
Çeviri ile
Kitap
Tavsiyeleriyle
Birlikte
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Temmuz - Agustos 2023
MINTAN
.
İMTİYAZ SÂHİBİ ve YAZI İŞLERİ
MÜDÜRÜ
SAMET YILDIZ
EDİTÖR HEYETİ
ALPEREN DÖNMEZ
RÜMEYSA YILDIZ
YAYIN KURULU
SAMET YILDIZ - RÜMEYSA YILDIZ
ALPEREN DÖNMEZ - AHMET
DURMAZ - Z. EZGİ KAYA OKAN
BALKAN - MUSTAFA KARAKUŞ -
ERTUĞRUL BÜTÜNER
AHMET RIFAT İLHAN - OZAN
DABANOĞLU - ŞÜKRAN BİLGİÇ
BATUHAN ÇATALTEPE
TASARIM
SAMET YILDIZ
İLETİŞİM
E-Posta: mintandergi@gmail.com
Instagram: @mintandergi
www.mintandergi.com
Eser Gönderimi İçin:
editor@mintandergi.com
mintandergi@gmail.com
İKİ AYDA BİR YAYINLANIR
Her Hakkı Mahfuzdur. Dergideki
Yazı, Fotoğraf ve Diğer Görsellerin
İzin Alınmadan veya Kaynak
Gösterilmeden Her Türlü Ortamda
Çoğaltılması Yasaktır. Dergide
Yayımlanan Yazılardan Yazarı/
Yazarları Sorumludur.
Kapak Resmi: Bâb-ı Âli Baskını
-
(1913)
İÇİNDEKİLER
Neden Mintan ve Nedir Bizim Derdimiz?
Samet Yıldız.....................................................................................1
Sanayileşme - 1
Dündar Taşer...................................................................................2
Aile Kurumunun Dönüşümü
Rümeysa Yıldız................................................................................4
İlkokul Örneği Üzerinden Cumhuriyet’in ilk Mektepleri
Üzerine Yazılar (1924-1925)
Batuhan Çataltepe.........................................................................12
17. ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde Kadın Kölelerin
Durumlarının İncelenmesi: Trabzon Şer’îyye Sicilleri Üzerinden
Örnekler
Zeynep Ezgi Kaya..........................................................................22
Bâb-ı Âli Baskını (23 Ocak 1913)
Samet Yıldız....................................................................................32
Ne Olacak Bu Kitapların Hâli?
Alperen Dönmez............................................................................40
- Şiir -
Geçmiş Bir Anı
Şükran Bilgiç.................................................................................42
Büyümek
Ozan Dabanoğlu...........................................................................43
- Çeviri -
Târih-i Siyasîde Milliyet Meselesi
İsmail Hâmi - Transkripsiyon: Samet Yıldız..........................45
- Kitap Tavsiyeleri -
Mehmet Rauf - Eylül.....................................................................51
Reşat Nuri Güntekin - Acımak....................................................52
1
N E D E N M İ N T A N v e N E D İ R B İ Z İ M D E R D İ M İ Z ?
Bizler “vatan”, “millet”, “bayrak” gibi kavramları gönlüne kazıyan ve
devletinin selâmetini düşünen vatan evlâtlarıyız. Bu yüzdendir ki, günümüzde
siyasî, dinî ve fikrî açıdan ayrışan veyahut ayrıştırılmaya çalışan milletimizi
ortak paydada birleştirmeyi, kendimize dâva edindik. “Mukaddes dâvalarda
ölüm bile hak’tır” sözünü kendine şiar edinmiş gençler olarak tarih, sosyoloji,
edebiyat alanlarında yazdığımız yazılarla, bu dâvaya hizmet edeceğiz. Zira
şanlı bir geçmişi olan bu kadim millet, manevî buhran içindedir. “Birkaç asır
önce yaşanan hâdiselerin tezahürü” olarak görebileceğimiz bu durum, ancak
üzerinde kafa yorulduğu takdirde ortadan kaldırılabilecektir. Milletimizin
içinde bulunduğu sosyolojik durumun bir ân evvel düzelmesi için, fikriyâtımız
ve icraatımız vâsıtasıyla milletimizin kalbine dokunma gâyesi içindeyiz. Tabiî
ki, bir avuç vatan evlâdı tarafından girişilen bu mücadelenin, asırlardır süregelen
“kökleşmiş” durumu değiştirmesi mümkün değildir. Verilen her çabanın
büyük sonuçlar vermesi de -tabiî olarak- beklenemez. Lâkin bu vesileyle bizler
“ateşe su taşıyan karınca” misâli tarafımızı ve duruşumuzu belli etmekteyiz.
Ân itibariyle, kolluk kuvvetlerimizin millî birlik ve beraberlik için canlarını
koydukları bu mücadeleye, kalemlerimizle birlikte katıldığımızı beyan ediyoruz.
Ayrıca, bu kutlu mücadeleyi yerine getirmekte hiçbir beis görmediğimizi bildiriyoruz.
Kaftan dergisi bünyesinde yayımlanan her türlü makale ve fikrî yazı
ile bu yolda çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Bu çalışmaları gerçekleştirirken
milletimizi ayrıştırabilecek unsurlara ve özellikle de siyasî temelli konulara
değinmeyeceğiz. Sâdece devletinin ve milletinin geleceğini düşünen bizlerin tek
gâyesi, fikrî yazılarımızın okuyucularımız tarafından detaylı bir şekilde incelenmesidir.
Çünkü biliyoruz ki, yazılarımızda kendi hikâyelerini görecek olan
Anadolu’nun çocukları, hayata farklı bir şekilde bakacaktırlar. Çalışmalarımız
vâsıtasıyla bir kişinin hayatına dokunabilmek, bizi fazlasıyla bahtiyâr edecektir.
İnanıyoruz ki; maddî-manevî pek çok zorluğa göğüs geren bir avuç vatan
evlâdının mukaddes çabaları, elbet bir gün hak ettiği ilgiyi görecektir.
İki ayda bir yayımlanmakta olan Mintan’ın birinci sayısında, 11
adet içerik bulunmaktadır. Bu 11 içerik; 6 telif eser, 2 adet
şiir, 1 adet Osmanlı Türkçesi’nden yayına hazırlanan eser
ve 2 tane de kitap tavsiyesinden mürekkeptir. Bir konuya
odaklanmak yerine birden fazla konuda içerik çıkarmaya
yönelik olan hedefimiz, ikinci sayımızda da istenilen neticeyi
vermiştir. Bu doğrultuda; aile kavramı ve tarihî süreç
içerisindeki değişimi, Cumhuriyet’imizin ilk mktepleri,
Trabzon’un tarihî kaynakları öncdülüğünde
Osmanlı’da kadın, tarihimizin önemli kilometre
taşlarından olan Bâb-ı Âli Baskını, kitap
fiyatları ve okuma seviyesindeki engeller gibi
ciddî konulara temas edilmiştir. Milletimize
hizmet etme gâyesi etrafında yayın hayatına
başlayan ve amacını her dâim sürdürmeyi
hedefleyen Mintan, bu hususta verdiğimiz
çabayı gözler önüne serecektir.
Saygılarımızla…
S A M E T Y I L D I Z
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
2
SANAYİLEŞME
-1-
Bugün tatbik edilen ekonomi
sistemine “karma ekonomi” demekten
ziyade “karma-karışık ekonomi” adını
vermek daha doğru olur. Devletle fert her
sahada teşebbüse yetkilidir. Devletle fert
arasında ortaklıklar kurulmaktadır, bu
şartlar ekonomiyi baltalamakta, özel sektörün
teşebbüs cesaretini kırmaktadır.
1- Devletle Ferdin Aynı Sektörde
Bulunması
Devlet teşebbüsü kendisi ile rekabet
edilmesi mümkün olmayan şartlara
sahiptir.
a. Vergi kaygısı yoktur, kâğıt üzerinde
bir tahakkuk yapılsa bile ödeme için
tazyiki mümkün değildir, ister istemez
ertelenir.
b. Maliyet, kâr, zarar kaygısı yoktur;
netice ne olursa olsun hazine tarafından
karşılanır.
c. Kredi, faiz, vade meseleleri onu ilgilendirmez,
Maliye Vekâleti çare bulmaya
mecburdur.
d. Devlet sektörü vaz-ı kanunun
malıdır. Bu vasıflara sahip bir müessese
ile karşı karşıya bulunmak cesaret kırıcı
neticeler verecektir.
O hâlde devlet sektörünün var olmadığı
sahalara özel teşebbüsün kayması tabiî
olacaktır. Fakat yatırımcı bir fert bir gün
devletin o sahaya da el atıp atmayacağını
bilemez ve sonuç olarak ferdî teşebbüs
inşaat vs. gibi müstehlik yatırıma yönelecektir
ve Türkiye’de olan da budur.
1- Devlet Fert Ortaklığı
Devlet-fert ortaklığı devletle ferdin
aynı sahada çalışmasından doğan mazarratlara
karşı, bazı açıkgözlerin bulduğu
bir paratonerdir. Neticede de bazı fiilî
inkişaflara sebep olmakta, serbest
piyasanın temel unsuru olan rekabeti
ortadan kaldırmaktadır. Bu ortaklıklarda
fert;
a. Ucuz ve uzun vadeli kredi bulmakta,
b. Devlet tesislerini mutlak müşteri
hâline getirmekte,
c. Devlet otoritesini lehine müdahale
için kullanmaktadır.
Neticede fert için esas olan kârlılık
olduğundan devlet imkânları da istihlâk
malları istihsaline alınmaktadır.
Her iki uygulama için birer örnek
verelim;
MINTAN - 3
.
3
Tekstil sahasında hem devlet hem fert
vardır. Herhangi bir gün devlet munzam
bir masraf için para ihtiyacı duyabilir
ve bunu temin etmek maksadıyla da
dokuma fiyatlarına 10 kuruş zam yapabilir
Aynı sahada çalışan Bay S. veya Bay
B. depolarında kaç milyon metre bez
varsa o kadar milyon 10 kuruşu hesap dışı
kazanacaktır. Bu haksız bir kazançtır.
Buna karşılık hükûmet seçimlerde
bir miktar fazla rey ümidiyle dokuma
fiyatlarında 20 kuruşluk bir indirim yapabilir.
O zaman da aynı sahada çalışan Bay
S. veya Bay B. depolarında kaç milyon
metre bez varsa o kadar milyon 20 kuruş
zarar edecektir.
***
* Dündar Taşer’in kaleme almış olduğu
bu yazı, Devlet dergisinin 14 Nisan 1969
tarihli sayısından alınmıştır. Künyesi
için bkz.: Dündar Taşer, “Nizama Dair”,
Devlet, (14 Nisan 1969).
***
Bu tatbikatların ne zaman ve hangi sektörde
yapılacağını önceden tespit etmek
kabil değildir.
Sonuç olarak özel teşebbüs erbabı
daima kuşku içindedir. İleriye matuf
bir hesap yapması bir yatırım planı
uygulaması bir yana, tasavvur etmesi
mümkün değildir.
DÜNDAR TAŞER
MINTAN - 3
.
4
AİLE KURUMUNUN DÖNÜŞÜMÜ
RÜMEYSA YILDIZ *
GİRİŞ
Aile; toplumun en temel unsuru,
olmazsa olmazıdır. Tarihsel süreçte birçok
değişime uğrayan aile, günümüze kadar
varlığını koruyabilmiştir. Aile olmadan
toplumun düşünülemediği gibi insan
olmadan da aile düşünülemez. Toplum
için temel yapıtaşı olan aile; insanları
toplumsal hayata hazırlayan ve bu süreçte
olabildiğince adapteyi kolaylaştıran bir
yapıdır. Aile, kişiyi topluma hazırladığı
gibi aslında gelecekteki toplum düzeyinin
de temelini atmaktadır. Örneğin;
çocuklarını güzel ahlâklı yetiştiren bir
aile düşünecek olursak, topluma saygılı
ve iyi insanlar kazandırdığı doğrudur
fakat aynı zamanda gelecek nesiller için
de iyi insanların varlığını sürdürmesine
katkı sağladığını da rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu örnekten yola çıkarak aile;
eğitim, sosyal hayat, sevgi, barınma ve
koruma gibi birçok işlev göstermektedir.
Tarih boyunca aile kurumunun ve
bireylerinin toplumdaki statüsü bağlamında
gelişmeler ve değişimler yaşanmıştır.
Bu çalışmada; aile tarihi, ailenin işlevleri
ve aile biçimleri gibi birçok konu ve genel
olarak “geçmişten bugüne dek aile kurumunun
dönüşümü” nü değerlendireceğiz.
1. AİLENİN İŞLEV VE BİÇİMLERİ
1.1 Ailenin İşlevleri
İlk Türk sosyologlarından olan
Gökalp’a göre ailenin tanımı şöyledir:
“içtimaî müesseselerin en eskisi olan milletin
dirlik ve birliğinin yegâne sağlayıcısı
bir evlilik kurumudur”. 1 Gökalp, bu cümlesinde
aileyi bir müessese yâni toplumsal
bir kurum olarak tasvir etmiştir. Her
toplumun kendine özgü nitelikleri, özellikleri
ve kuralları olduğunu biliyoruz. O
hâlde, Gökalp’ın düşüncesine göre, her
toplumun farklı tip aile kurumuna sâhip
olduğu kanısına da varabiliriz.
Toplumlar bazı kurallar bakımından
farklılık gösterse de toplumsal bir kurum
olan ailenin her kültür ve toplumda
amaçları ve işlevleri aynıdır. Nirun, “aile-
MINTAN - 3
.
* Lisans Öğrencisi, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.
E-Posta: rrumeysayildizz@gmail.com
1 Gökalp’ten Aktaran; İbrahim Kır, “Toplumsal Bir Kurum Olarak Ailenin İşlevleri”, Elektronik
Sosyal Bilimler Dergisi, C.10, S.36, (Bahar 2011), s.382.
5
nin işlevlerini bireysel, kişisel ve insani
ihtiyaçlar açısından ele alarak, üçlü bir
bakış açısı ile açıklamıştır. Ona göre, aile,
“beslenme, barınma, korunma, sağlıklı
yaşama” gibi bireysel; eğitme, yetiştirme
ve haklara sâhip kılma, gibi kişisel;
manevi duygu ve düşüncelerle donatma
gibi insani ihtiyaçları karşılayan sosyo–
ekonomik bir kurumdur.” 2 Bu düşünceler
ile ailenin bireysel anlamda kişinin üzerinde
çok fazla önem taşıdığını bir kez
daha anlamış oluyoruz. Bir yandan aile
ve işlevleri hakkında Nirun’a nazaran
daha bütüncül yaklaşan bir bakış açısı
ile Ogburn’a da değinmek isterim.
Ogburn, ailenin işlevlerini şöyle
tanımlamıştır; “neslin devamını
sağlamak, ekonomik gereksinmeleri
karşılamak, statü sağlamak, çocuklara
eğitim vermek, dini bilgi ve inançlarını
kazandırmak, boş zamanı değerlendirecek
etkinlikler gerçekleştirmek, aile üyelerinin
birbirini kollamaları, karşılıklı
sevgi ortamı meydana getirme ve cinsel
doyumu sağlamak için meşru ortam
oluşturma gibi işlevlerdir.”. 3 Ogburn’a
benzer bir yaklaşım gösteren Erkal’dan da
bahsedelim: “Aile nüfusu yenileme, milli
kültürü taşıma, çocukları sosyalleştirme,
ekonomik, biyolojik ve psikolojik tatmin
fonksiyonlarının yerine getirildiği bir
müessesedir”. 4 Erkal’ın da aile hakkındaki
fikirlerini ortaya koyarken, Ogburn’un
bütüncül yaklaşımı ve Gökalp’ın aileyi
bir “müessese” olarak tanımlamasından
esinlendiğini söyleyebiliriz. Bu
düşünceler doğrultusunda, ailenin insanlar
üzerindeki işlevleri konusunda; ekonomik
ihtiyaçların giderilmesi, karşılıklı
sevgi ve saygı bağının kurulması, koruma
ve barınma ihtiyacının karşılanması, kültürün
kuşaklar arası aktarımını sağlama,
eğitim ve gelişim düzeyini arttırma gibi
işlev ve görevleri oluğunu söyleyebiliriz.
1.2 Aile Biçimleri
Toplumun mihenk taşlarından biri
olan aile kurumu tarih boyunca türlü
değişimlere uğramıştır. Doğal olarak; aile
biçimleri ve evlenme şekilleri gibi konular
da bu değişimlerden etkilenmiştir.
Evlilik, insanlığın devamlılığı ve toplumun
düzeni için en önemli faktörlerden
biridir. Tarihe baktığımızda toplumun
düzenini bir bakıma evlilik şekilleri kategorize
etmektedir. Çok eşli evlilikler
(poligami), tek eşli evlilikler (monogami),
aile-içi akraba evlilikleri (endogami)
ve aile-dışı evlilikler (egzogami)
olmak üzere evlilik türlerini dört gruba
ayırabiliriz. Bu evlilik gruplarından biraz
daha ayrıntılı bahsetmek isteriz.
Çok eşli evlilik (poligami): Bazı din
ve kültürlerde kabul gören ve kendi
içerisinde iki gruba ayrılan poligami,
erkek ya da kadının birden fazla kişiyle
aynı anda evlilik sürdürmesidir. Kadının
birden fazla erkekle evlilik sürdürmesine
“poliandri”, erkeğin birden fazla kadınla
evlilik sürdürmesine ise “polijini” denir.
Tek eşli evlilik (monogami): Kısaca,
kadının ya da erkeğin bir eşte sâdık
kalmasıdır.
Aile-içi akraba evlilikleri (endogami):
Dıştan bir kız ya da erkeği aileye sokmayan,
dıştan evliliklere kapalı olan zihniyettir.
Kendi soyundan olan kişilerle evlenirler.
Aşiret tipi evliliktir.
Aile-dışı evlilikler (egzogami): Akraba
dışındaki bireylerle evlilik yapabilme,
eşini kendi soyunun dışından seçebilme
özgürlüğüdür. Sosyal hareketlilik
açısından önem arz etmektedir.
Bu aile biçimleri farklı kültürler ve
yöresel faktörler sonucu kabul gören ya
2 Kır, a.g.m., s.384.
3 Kır, a.g.m., s.384.
4 Mustafa Erkal, Sosyoloji (Toplumbilim), Filiz Kitabevi, İstanbul 1987, s.76.
MINTAN - 3
.
6
da kabul görmeyen evlilik biçimleridir.
Yâni evlilik ve aile biçimi toplumdan
topluma farklılık gösteren bir dinamiktir.
2. AİLENİN TARİHSEL GELİŞİMİ
2.1. İslâmiyet Öncesi Aile Yapısı
İslâmiyet öncesi Türk toplumları
genellikle Gök Tanrı inancına sâhiplerdi.
Bu toplumlar geçimlerini hayvancılıkla
sağlamaktaydılar. Ekonomik gelirlerini
hayvancılıktan sağladıkları için bu
toplumları “konargöçer toplum” olarak
ifade edebiliriz. Türkler “ataerkil” yapıya
sâhiplerdir. Türk mitolojisine göre baba
insan, anne ise kurt olarak belirtilmiştir
yâni babalar, insanı ve erkeği temsil ediyordu.
Göktürklere göre soy, “Oğul, soy
ağacının kütüğü; kardeş ise, o ağacın
yaprakları” 5 gibidir. Yâni, hükümdar vefat
ettiği zaman tahtı büyük oğluna, küçük
oğla ise “ağacın yaprakları” yâni ordusu
emanet edilirdi. Bu da demek oluyor ki;
hükümdar aileleri, çok eski ve asil soylardan
gelmektedir ve Türk tarihinin
aile düzenini oluşturmaktadır. Türkler,
akrabalık durumlarını kan yoluyla değil
kemik yoluyla tespit ederlerdi. İnsanları
sosyal ve manevî bakımdan sınıflarken
de “kemik” sözünü kullanırlardı.
Her toplumun kendi kültürüne
göre evlenme biçimi farklıdır. “Türk
anlayışına göre evlenme, toplumun ve
devletin temelini meydana getirirdi.
Evlenmenin amacı ev-bark sahibi olmak,
dirlik ve düzen içinde yaşamaktı. Türk
ailesinde ne “iç güveylik” ne de “iç gelinlik”
görülmemekteydi.” 6 Murat Öztürk de
şu bilgileri aktarmaktadır: “Erkek baba
ocağından hissesine düşen malı alır; kız
da yumuş adı verilen çeyizini getirirdi.
Erkek ve kız, mallarını birleştirerek, ortak
bir ev kurarlardı. Yeni evlenenlere temiz ve
beyaz yeni bir çadır yapılır, eski çadırlar
kirlenmiş ve kararmış olduğu için bu yeni
çadırlara. Ak Ev denirdi.” 7
Ataerkil bir yapıya sâhip olan ve
çekirdek aile yapısının hâkim olduğu
İslâmiyet öncesi dönemde tek eşli evlilik
biçimi yaygındı fakat hoş karşılanmasa da
bazı siyasî sebeplerden dolayı genellikle
hükümdarlar tarafından çok eşli evlilik
de görülmekte idi. Akraba evliliklerine
ve görücü usûlüne hiç rastlanmazdı.
Eski dönemde kadına en çok değer veren
toplum Türk toplumu idi. Aileler saygı ve
sevgi çerçevesinde ilişkilerini sürdürmekteydi.
Hükümdarın kararları üzerinde
hatunun da söz hakkı vardı hatta
gerekli zamanlarda idarecilik yapmakla
yükümlü idi. Ailesine ve mahremiyetine
çok önem veren Türk toplumunda aile
bireyleri arasında aile içi sıkıntı çok görülmemektedir.
Aile içi sağlam bağlar kuran
bu toplum; ailenin sağlıklı ve huzurlu
şekilde sürekliliğini sağlarken, gelecek
nesillere de bu mutluluğu aşılamaktadır.
2.2 İslâmiyet Etkisindeki Aile Yapısı
İslâmiyet etkisindeki toplumlar
incelendiğinde, din değiştiren her
toplumda görüldüğü gibi Türk aile
yapısında da birtakım değişiklikler
görülmüştür. Göçebe hayat yaşayan
Türkler, İslâmiyet’in ve coğrafî unsurların
getirdiği şartlar neticesinde yerleşik
hayata geçmişlerdir. İslâmiyet; yaşam
tarzları dışında evlilik kriterleri, aile
yapıları, toplumsal değerler gibi birçok
alanda da değişikliğe yol açmıştır.
“İslâmdan önceki çeşitli toplumlar,
önceleri ana hukukunun geçerli olduğu
“madriarkar” (maderşahi, anaerkil) yapı-
MINTAN - 3
.
5 Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, II, MEB Yayınları, İstanbul 1993, s.14.
6 Yavuz Haykır, Handan Haykır, “Tarihsel Süreç İçerisinde Türk Aile Yapısına Bir Bakış”, Türk
Dünyası Araştırmaları (TDA), C.117, S.230, (Eylül-Ekim 2017), s.90.
7 Murat Öztürk, “İslamiyetten Önce Türklerde Aile”, Prof. Dr. Abdulkadir Yuvalı Armağanı,
Ed.: Mustafa Öztürk vd., Cilt.2, Kardeşler Ofset, Kayseri 2015, s.899-905.
7
yapıya sâhip iken, çeşitli nedenlerle daha
sonraları baba hukukunun geçerli olduğu
“patriarkal” (pederşâhi, babaerkil) yapıya
dönüşmüştür.” 8 Toplum ataerkil yapıya
bürünse de İslâm’ın kadınlar için getirdiği
hadisler gereği kadın el üstünde tutulmaya
başlanmıştır. Örneğin; Cahilîye
döneminde de Araplar, kadınlara değer
vermeyip toplumun bir parçası olarak
görmemekteydi. Dünyaya bir kız çocuğu
getirmek utanç verici bir şeymiş gibi
düşünülüyordu hatta doğan kız çocukları
diri diri gömülüp, yakılıyordu. İslâm ile
birlikte bu dar kalıplardan çıkılmış ve
İslâm hukuku kadının lehinde kurallar
getirmiştir. Birçok hâdis ve ayette kadının
değer görmesi ve el üstünde tutulması
gereken, toplumun nadide bir parçası
olduğu hatta “cennetin annelerin ayakları
altında” olduğu belirtilmiştir.
“İslâmiyet etkisindeki Türk aile modelindeki
en dikkat çekici değişimin Osmanlı
Devleti’nde gerçekleştiği söylenebilir.
Osmanlı aile yaşamındaki farklılıkların
dini olmaktan çok bölgesel, hatta etnik
olmaktan çok coğrafi olduğu yaygın
bir kanıdır.” 9 Osmanlı klasik döneminde
harem müessesesi ortaya çıkmış,
başta İstanbul olmak üzere büyük şehir
merkezlerinde konak tipi aile hakim
olmuştur. Böylece kadın, giderek sosyal
alandan çekilmeye başlamış ve arka plana
itilmiştir. Ancak, bu değişim şehirlerden
kırsal kesimlere doğru gidildikçe etkisini
azaltmış ve Anadolu’da yer yer varlığını
sürdüren göçebelik ve tarım kültürü
içinde, kadının fonksiyonelliği devam
etmiştir. 10 Osmanlı toplumunda kadının
yeri ve değeri İslâmiyet’ten sonra daha da
çok artmıştır. Toplumda poligami yaygın
değildir. Osmanlı toplumunda çocuk
sayısı, yaşlılık ve bu tip kriterler kadının
toplumdaki statüsünü arttırmakta
idi. Toplum ataerkil bir yapıda olsa da
kadının da kocası üzerinde hakları vardı.
Bazı Avrupalı seyyahlar toplumda kadına
verilen saygı ve değeri gözlemlemişlerdir.
Örneğin; “XVI. yüzyıl sonunda Türkiye’den
geçen Alman Protestan Papazı Salomen
Schweigger, “Türkler ülkelere, karıları
da onlara hükmeder. Türk kadını kadar
gezen eğleneni yoktur. Çok karılık yoktur.
Herhâlde bu işi denemiş, dert ve masrafa
neden olduğunu anlayıp vazgeçmişler.
Boşanma pek görülmüyor. Çünkü
boşanırken erkek para ve eşya veriyor,
kız çocuk anaya kalıyor.” demiştir.” 11 Bu
durumun sebebi de İslam’ın ve hüsn-ü
muaşeretin evlilik ve aile üzerindeki
katkılarındandır.
2.3. Tanzimat Dönemi Aile Yapısı
Tanzimat Fermanı, Mustafa Reşid Paşa
tarafından 1839’da Gülhane Parkında
ilân edilmiştir. Tanzimat hareketini bir
bakıma yönetimi yeniden düzenleme
olarak niteleyebiliriz. Fermanda padişah,
kendi yetkilerini azaltacağını ve halkına
bazı haklar devredeceğini halkın önünde
açıklamıştır. Tabiî ki, bu haklardan
kadınlara da pay düşmekteydi. Kadınların
erkeklerle eşit haklara sâhip olması,
istediği kişilerle evlilik kurabilmesi,
kadınların da eğitim hakkına sâhip olması
gibi eşitlikçi yapı geliştirmek Tanzimat’ın
başlıca görevleri ve istekleri arasında idi.
Hatta bu istekler dönemin eserlerine de
yansımıştır. Batıdan esinlenen bu yenilikçi
hareketleri, halihazırda olan kültürlerine
yönelik bir tehdit olarak görenler
ise kadının toplumdaki yerini korumak
ve aynı kalmasını istemişlerdir. Tabii bu
farklı düşünceler toplumu, gelenekçiler
ve reformcular olarak iki gruba ayırmıştır.
Batı kültüründen esinlenip yeni tip okul-
8 Rifat Özdemir, “Tokat’ta Ailenin Sosyo-Ekonomik Yapısı (1771-1810)”, Belleten, 54/211
(Aralık 1990), s.1004.
9 İlber Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, Timaş Yayınları, İstanbul 2009, s.18.
10 Haykır ve Haykır, a.g.m., s.93.
11 Haykır ve Haykır, a.g.m., s.94.
MINTAN - 3
.
8
lar açılmış, medrese tipi eğitimden
uzaklaşılmıştı. Bu da toplumda aydın bir
kesim oluşturmakta idi. Bu değişimlerle
birlikte toplumun giyim tarzları, aile
yapıları, düşünce tarzları gibi birçok
unsur değişmiştir ve Osmanlı toplumu
giderek Batılı, modern bir toplum haline
dönüşmüştü. Tanzimat dönemi sürecine
kadar geleneksel bir yapıda olan aile,
bu reformlarla birlikte moderniteden
inanılmaz derecede etkilenmiştir. Çünkü
bu batılı anlayış, geleneksel kültürün tam
zıt anlayışı konumundadır ve alışılmış
yapıların değişmesini Türk toplumunun
“batılılaşmasını” hedeflemektedir.
Herkesin eşit olmasını isteyen bu görüş
toplumda “bireyselleşme” anlayışını
ortaya çıkarmaktadır. Geçmişten
günümüze tartışılagelen bireysellik
kavramı, Samet Yıldız tarafından şöyle
açıklanmıştır: “Bireysellik; ayrı bir canlı
olmanın gereği olarak herkesin yaptığını
yapmama yetkisidir.” 12
Yâni bu bireyselleşme dediğimiz
kavram insanın akıl ve isteklerini ön
plana çıkarmaktadır. Toplumun düzenini
sağlayan geleneksel kavramlardan
soyutlanıp bireyselliğe evrilen toplum
aile yapısını da büyük oranda etkilemektedir.
Modern aile yapısına katılan
toplum, “ben” kavramını benimseyip bu
zamana kadar toplumun ona atfettiği
aile-içi kişilik kalıplarından sıyrılmış ve
aile aidiyetini köreltmiştir. İnsanlar bu
bireyselliğin getirdiği bağımsızlık, güç ve
üstünlük duygusu çatışmalara sebebiyet
vermektedir ve tabiî ki bu durum, aileleri
de olumsuz etkilemiştir.
2.4. Sanayi Devrimi’nden Bugüne
Aile Yapısının Dönüşümü
İngiltere’de cereyan eden Sanayi
Devrimi, gelişmişlik ve kalkınmanın bir
göstergesi olarak 19. yüzyıla damgasını
vurmuştur. Hâlâ etkisinde olduğumuz
sanayileşme; “İnsanlığın toplumsal
tarihinde şimdiye dek görülen büyük
toplumsal tabakaların yer değiştirmesi
olaylarından en güçlüsü, eski küçük sanatçı
(zanaatçı)-çiftçi dünyasını çağdaş sanayi
sistemine çeviren teknik değişmelerle
el ele gider”. 13 Bu değişimlerden, aile
hayatından devlet politikalarına kadar
tüm kurumlar etkilenmiştir. En büyük
değişimler, teknolojinin ilerlemesi ve
hayatı kolaylaştıracak yeni malzemelerin
icat edilmesiyle başlamıştır. Yeni makinelerin
işçilerin yapabileceği birtakım
şeyleri yapabilir nitelikte üretilmesi,
insan gücüne ihtiyacın azalmasına
sebep olmuştur. Bu da demek oluyor ki;
makineleşmenin artması ile toplumda,
günümüzün başlıca sorunlarından
da biri olan işsizlik sorunu giderek
artmıştır. Örneğin; fabrikalarda makinelerle
çalışılması insan gücüne ihtiyacın
azalmasına sebep olmuştur. Bir başka
örneğimiz ise; tarım makinelerinin
üretilmesi ile tarımdaki insan emeğinin
azalması sonucunda, tarımın eski
önemini kaybetmesi ve kentlere göçün
artması şeklinde açıklayabiliriz.
Şehir nüfuslarının artması, kapitalizmin
gelişmesi, özel mülkiyete verilen
değerin artması, teknolojik ilerlemelerin
yaşanması gibi sebepler sanayileşmeyi
de beraberinde getirmiştir. “James
Watt’ın, 1768 yılında icat ettiği, sonradan
19. yüzyılın başlıca simgesi haline
gelen buhar makinası büsbütün başka bir
şey. Bu makine ile birlikte, teknik, nitelik
bakımından yeni bir anlam kazanmıştı”. 14
Artan nüfus, tüketimin de artmasını
ve ekonominin canlanmasını sağlamıştır.
Sanayileşmeyle birlikte tarım sektörü
eski önemini kaybetmiş, köyden kente
göçler yaşanmış ve sanayi üretiminde
.
12 Samet Yıldız, “Bireysellik Kıskacındaki Anadolu Evlâdı”, Kaftan, S.1 (Nisan-Mayıs 2022), s.8.
13 Hans Freyer, Sanayi Çağı, Çev.: Bedia Akarsu-Hüseyin Batuhan, Haz.: M.Rami Ayas, Doğu
Batı Yayınları, Ankara 2018, s.46.
14 Freyer, a.g.e., s.37.
MINTAN - 3
çalışacak işçi sayısı artmıştır. Ülkeler
arası rekabetin artmasına da etki eden
sanayileşme ile sömürgecilik yaygınlaşmış
ve I. Dünya Savaşı’nın çıkma sebeplerinin
arasında yer almıştır. Tabiî ki aile yapısı,
tüm bu değişimlerden en fazla oranda
nasibini alacaktı.
SONUÇ
9
Dünyada yaşanan bütün sosyokültürel
değişimler, aileleri fazlasıyla etkilemektedir.
Sanayileşme sonrası hem
Batı hem de Doğu toplumlarının aile
yapısında birtakım değişiklikler yaşandı.
Bu zamana kadar aile reisi olan, aile
kararlarında babanın üstünlüğü bulunan
ataerkil yapıya sâhip ailenin yerine; tüm
aile fertlerinin eşit haklara sâhip olduğu
“çekirdek aile” dediğimiz anne, baba
ve çocuklardan oluşan minimal aileler
ortaya çıktı. Günümüzde oldukça yaygın
olan bu tip aileler, endüstrileşme öncesinde
bile görülse de endüstrileşmeyle
birlikte toplumda daha fazla yer
almaya başladı. Sanayileşme öncelerinde
toplumda akraba ziyaretleri önem
arz ederken, sanayileşme sonrasında
akraba ziyaretleri yerini; okul, iş yerleri
ve buralarda kurulan arkadaş grupları
gibi daha çok topluma ve sosyal yaşama
dönük faaliyetlere bıraktı. Bu durum,
aile bağlarının bu denli zedelenmesine
yol açmış ve aileyi çekip çeviren
annenin omuzlarına olduğundan fazla
yük bindirmiştir.
Sanayileşmeyle birlikte, toplumda
kadının rolünün arttığını vurgulamıştık.
Kadın, eğitim ve iş hayatında oldukça
fazla görülmeye ve aile gelirine katkıda
bulunmaya başlamıştır. Bu durum,
kadınların toplumdaki statüsünün
artmasını, döneme daha çabuk adapte
olup bilinçlenmelerini ve çocuklarının
eğitimlerine daha çok katkıda
bulunmalarını sağlamıştır.
Aile, toplum ve insan için önemli bir yere
sâhiptir. Yıllar içinde büyük değişimlere
uğramış ve bugüne dek toplumdaki
önemini korumayı başarmıştır. Aile yapısı
toplumlar arasında farklılık gösterse de
ailesiz bir toplum düşünülemez. Toplum
ve düzeni sağlamakla yükümlü olan aile,
çocuklar için eğitimin başlama noktası
niteliğindedir. Günümüzde çalışan kadın
nüfusunun artması ile küçük çocukların;
anaokulu, kreş ve çocuk bakımevleri gibi
kurumlar da önemini arttırmıştır. Bu
gelişme yeni meslekler ortaya çıkarsa da
çağımızın en büyük problemlerinden
birini teşkil eden aile bağlarının zedelenmesi
ve aileden uzak kalmak isteyen
çocukların sayısını arttırmaktadır. Aile
büyüklerinden uzak kalıp sosyal medya
platformlarında gezinmeyi tercih eden
çocuklar ne yazık ki ahlâkî bakımdan
gelişememektedir. Bu durumun da ileriki
dönemlerde aile kurumunun tamamen
ortadan kalkıp, tabiri caizse toplumda;
herkesin başı boş yâni istediğini istediği
yerde yapma hakkını kendinde bulan, aile
terbiyesi görmemiş bireylerin artacağını
düşünüyorum. Yâni toplumda aile
büyüklerinin ve onların verdiği öğüt ve
terbiyelerin önemi sanıldığından fazladır.
İlk eğitim ailede başlar demiştik. Aile de
toplumun yapıtaşıdır. O hâlde cahil bir
aile yapısı, cahil bir toplum demektir.
.
MINTAN - 3
10
BİBLİYOGRAFYA
ERKAL, Mustafa, Sosyoloji
(Toplumbilim), Filiz Kitabevi, İstanbul,
1987.
FREYER, Hans, Sanayi Çağı, Çev.:
Bedia Akarsu-Hüseyin Batuhan, Haz.:
M.Rami Ayas, Doğu Batı Yayınları,
Ankara, 2018.
HAYKIR, Yavuz, HAYKIR, Handan,
“Tarihsel Süreç İçerisinde Türk Aile
Yapısına Bir Bakış”, Türk Dünyası
Araştırmaları (TDA), C.117, S.230,
(Eylül-Ekim 2017), ss.87-106.
KIR, İbrahim, “Toplumsal Bir Kurum
Olarak Ailenin İşlevleri”, Elektronik
Sosyal Bilimler Dergisi, C.10, S.36,
(Bahar 2011), ss.381-404.
NİRUN, Nihat, Sistematik Sosyoloji
Yönünden Aile ve Kültür, Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara,
1994.
ORTAYLI, İlber, Osmanlı
Toplumunda Aile, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2009.
ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün
Gelişme Çağları, II, MEB Yayınları,
İstanbul 1993, s.14.
RÜMEYSA YILDIZ
rrumeysayildizz@gmail.com
ÖZDEMİR, Rifat, “Tokat’ta Ailenin
Sosyo-Ekonomik Yapısı (1771-1810)”,
Belleten, 54/211 (Aralık 1990),
ss.993-1052.
YILDIZ, Samet, “Bireysellik
Kıskacındaki Anadolu Evlâdı”, Kaftan,
S.1 (Nisan-Mayıs 2022), ss.8-10.
RÜMEYSA YILDIZ
.
MINTAN - 3
12
İLKOKUL ÖRNEĞİ ÜZERİNDEN
CUMHURİYET’İN İLK MEKTEPLERİ
ÜZERİNE YAZILAR (1924-1925)
BATUHAN ÇATALTEPE *
GİRİŞ
Toplumların kalkınmasının yegane
unsuru eğitimdir. Devletlerin eğitim
sistemindeki gücü , toplumsal kalkınma
bağlamında, sistemin halk üzerindeki
olumlu etkileri ve devamlılığı
ile ölçülür. Buradaki kıstas nicelikten
(kaç kişinin eğitim aldığı) çok niteliktir.
Nitelikli eğitimde vaad edilinilen ve
amaçlanan tüm koşulların sağlanması
ve hedefe ulaşılması müşahade edilmelidir.
Bundan ötürü Osmanlı
İmparatorluğu’ndan 29 Ekim 1923 yılında
kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne giden
süreçte eğitim konusunda hangi düzenlemelerin
getirildiği ve bunlara yönelik
hangi tartışmaların yaşandığı merak
konusudur.
Türkiye’de eğitim konusundaki
tartışmalar özellikle II.Meşrutiyet döneminde
başlar. Modernleşme adına atılan
adımlarda, eğitim üzerine birçok ihtilaf
söz konusuydu. Medrese eğitimleri
yerine meydana gelen dârülmuallimîn
okullarında dahi hala seküler eğitimi
ihdas edecek kadrolara sahip olunmaması
tartışma konusudur. Nitekim bu konuda
en fazla tartışma ilkokul mekteplerine
yöneliktir. Bunun sebebi, rüştiyelerde
(kısmen) , idadilerde ve Darülfünun’da
verilen modern eğitimin ilkokullarda bir
türlü başlatılamamasıdır. İlköğretimin
din alanı kapsamında kalması nedeniyle,
okullardaki eğitimin ilk halkasında istenilen
seviyeye ulaşılamamıştır. Mektepler
üzerine çok sayıda tenkit neşriyatı
çıkmıştır.Bununla beraber, Türkiye topyekün
verdiği İstiklal Mücadelesi’nde
dahi eğitim konusunda tartışmaları göz
önünde bulundurmuştur. 1921 yılında
Ankara’da Maarif Kongresi toplanmıştır.
Bu Kongre okul ve öğrenci mevcudunu
tespit etmek ve eğitim konusunda hangi
çalışmaların yapılacağını belirlemek ve
eğitime çağdaş bir yön vermek amacıyla
toplanmıştı.
Bu çalışmada, Muallimler Birliği ve
İzler gibi dergilerde neşredilen, ilk mekteplerde
eğitim adına nasıl bir yol izlene-
* E-Posta: cataltepebatuhan@gmail.com
MINTAN - 3
.
13
ceği ve ilkokullar üzerinde eğitimin nasıl
olmasına gerektiğine dair tartışmalar
incelenmiştir. Bu tartışmaların temel
dayanağı, millileştirme, milli terbiye ve
okullardaki ders programlarının talebe
üzerindeki etkisidir. Çalışma, “tedrisat
ile ilgili yazılar” ve “milli terbiye ve
millileştirme politikası” olarak iki ana
başlıkta ele alınacaktır.
1.Mekteplerdeki Tedrisat İle İlgili
Yazılar
Bu bölümde mektep ders programları,
programın talebelerin yaşlarına uygun
olup olmadığı ve pedagojik formasyonun
amaçlanıp amaçlanmadığı üzerine
yazılan çalışmalar yer alacaktır.
1.1. İlk Mekteplerde Yaş Farkları ve
Ders Saatleri
İlk Tedrisat Müfettişi Ömer Hulusi,
İlkokul mekteplerinin “Yaş Farkları ve
Ders Saatlerini” incelemiştir. Ömer
Hulusi, daha sonra revize edilmiş olsa
da Talimatname’de 1 ders saatlerinin
adil bir şekilde paylaştırılmadığını
düşünmektedir. Müfredata göre ilkokul
öğrencileri 30 saatlik derslerden sorumlu
tutulmuşlardır. 1340’da yapılan değişikliğe
göre okula başlama yaşı 5, haftalık ders
saati 27 olarak tenzil edildi. Ancak bu
ders saatlerinde bir ters orantı vardı. Son
sınıf öğrencilerinin ne kadar dersi varsa
okula yeni kayıt olan çocukların ders saati
de o kadardı. Ayrıca birinci sınıflarda
7 yaşında, son sınıflarda da 14 olması
beklenen çocukların yaşları 15-16 yaşında
öğrencilerin varlığı bir sorun teşkil etmekteydi.
Oyuncağını yeni bırakmış çocuğa
verilen 27 saatlik ders saati ile ondan
yaşça büyük çocuğa aynı ders saati verilmesi
bir tenakuzdu. Ömer Hulusi bu
durumu tenkit ederken okuyucularına:
“7 yaşındaki çocuğun uyku, oyun ve
serbest zaman ihtiyacı ile 14 yaşındaki
talebenin ihtiyaçları farklı olması gerekmez
mi?” diye ayrıca sormaktadır. 2
Mekteplerde, ders saatleri 30 dakika
teneffüs ise 10 dakikadır. Ömer Hulusi,
genel kabulün 7 yaşındaki bir çocuğun
derse başladıktan 20 dakika sonra dikkatinin
dağıldığı yönünde görüşünü
yinelemiştir. Ömer Hulusi çocukların
yaş farklarına göre teneffüs sürelerinin
dahi aynı olmaması gerektiğini dile
getirmiştir. 3
1.2. İhmail Edilen Mektep Çocukları
İlkokul mektepleri, mektebi idare
edilecek bir kadrodan ve pedagojik
formas-yondan yoksundu. Nevzat
Mahmut’un Muallimler Birliği’nde
yayınlanan “Mektepler Çocuklarında
Kuvve-i Basıra” 4 adlı makalesinde,
ilkokul çağındaki çocukların göz ve kulak
muayenelerini bi’z-zât öğretmenlerinin
yaptığını söylemiştir. Nevzat Mahmut
bu kadar önemli bir konunun doktorlar
yerine öğretmenlerin yapmasını tenkit
1 1340’lara kadar tatbik edilen Mekatib-i İbtidaiyye Ders Müfredatı’ndan bahsetmektedir.
Zamanla mektep programında birtakım değişiklikler yapılmıştır. Nitekim Türkiye Cumhuriyet’i
kurulduğu zamanda da 1915 yılında hazırlanan Talimatname aynen devam etmiş, ancak revize
edilmiştir.
2 Ömer Hulusi,“İlk Mekteplerde Yaş Farkları ve Ders Saatleri”,İzler,19/2,1925
3 Ömer Hulusi görüşlerini yabancı kaynaklarla desteklemiştir. Almanya örneğinde olduğu gibi
Prusya Devleti’nin 12 Teşrin-i evvel 1272 tarihli müfredatını irdelemiştir. Küçükler 20-22,orta
mektepliler 24-28 ve yüksek mektepliler 30-32 ders saati gördüklerini yazmıştır. Bu veri ile arada
10 derslik bir farkın olduğu gözlemlenmektedir. Ömer Hulusi, çocukların yaş farklarına göre ders
saatlerinin yeniden kaleme alınmasını vurgulamıştır.
4 Nevzat Mahmut,“Mektep Çocuklarında Kuvve-I Basıra”, Muallimler Birliği,60/5,1924
MINTAN - 3
.
14
etmektedir. Çocukların bunu kendi
başlarına fark etmeleri mümkün değildir.
Bütün bu ihmaller çocuğun derslerden
geri kalmasına neden olur. Nitekim
görme veya duyma problemi olan çocuklarda,
dersi arkadaşlarından kopya
ederek dinledikleri müşahade edilir.
1.3. Mektep Haricinde Terbiye ve
Tedris
Doktor Hamid Zübeyr’in Muallimler
Birliği Dergisi’nde neşredilen “Mektep
Haricinde Terbiye ve Tedris” makalesi
diğer yazarlarda olduğu gibi müfredat
programlarının modern bir kılıfa
sokulamaması ile alakalıdır. Doktor
Hamid Zübeyr, yazısında ilkokul
çocuklarına verilen beden eğitimi derslerinin
pragmatik olmamasını tenkit
etmiştir. Beden derslerinin çağdaş
eğitim düzlemine oturtulmadığını, derslerde
açıkça askeri talimler yapıldığını
yazmıştır. Burada ,İstiklal Harbi’nin
tramvası olarak bir savaş tehdidi psikolojisinin
hala devam ettiği ve her yurttaşın
potansiyel bir er olduğu tezinin devlet
tarafından geçerliliğini koruduğu tebarüz
edilmektedir. 5
Doktor Hamid Zübeyr, okullara yeni
kayıt olacak köy çocuklarının, kayıt
zamanının hasat zamanına denk geldiği
ni bu yüzden birçok çocuğun okula
kayıt olamadığını ve bu durumdan
birçok kişinin şikayetçi olduğunu dile
getirmiştir. Doktor Hamid Zübeyr kayıt
sürelesinin uzatılması ve her çocuğun
eğitim hayatına katılması gerektini
yazmıştır. Ayrıca 42 hafta olan eğitimin
köylerde 36 haftaya çekilmesi gerektiği
görüşünü savunmuştur. 6
1.4. Toplu Tedris
Ali Haydar Bey(Taner), 20.yy’ın
ile çeyreğinde Türk eğitimci,yazar ve
çevirmendir. 7 Özellikle II.Meşrutiyet
Dönemi’nde ilkokul talebelerinin
öğrenimin doğru metodlarla yapılması
için pedagoji üzerine makaleler
neşretmiştir. Ali Haydar Bey, Almanca
bir kaynakça okuyup öğrendiği “versuchs
schule” kavramını anlatmadan
önce Cumhuriyet Dönemi öncesi Türk
talebesinin eğitim müfredatına yönelik
tenkitlerini sıralamıştır.
1925 yılı öncesinde medreselerdeki ders
sayısı mahduddu. Öğrenciler sabahtan
akşama kadar Kuran-ı Kerim ve İlm-i
Hâl’e çalışırdı. Tanzimat Fermanı’nın ilanı
ile birlikte din derslerinin yanına beşeri
bilimlerde eklenmiştir. Tarih, coğrafya,
hendese, hesap, kava’id-i osmaniyye, gibi
dersler vardır. 1884 eğitim ve öğretim yı-
5 Doktor Hamid,Zübeyr, “Mektep Haricinde Terbiye ve Tedris”, Muallimler Birliği,4/1,30
Eylül 1925
6 Zübeyr, “Mektep Haricinde Terbiye ve Tedris”.
7 Eğitimci, yazar (D. 1883, Bulgaristan - Ö. 1956, İstanbul). Kızanlık Bulgar Öğretmen Okulu
(1905) mezunu. Rusçuk’ta Tuna adlı günlük bir gazete çıkardı. 1907’de Almanya’ya giderek
Jena Üniversitesinde felsefe eğitimi gördü. 1912’de İstanbul’a yerleşti. Bir süre sonra biyoloji ve
Almanca öğretmeni olarak Balıkesir Lisesine, 1914’te İzmir Lisesi müdürlüğüne atandı. Birinci
Dünya Savaşı yıllarında Darülfünun (İstanbul Üniversitesi)’a birçok Alman profesörü getirtti
ve Avrupa’da öğrenim görmüş gençleri de bu hocaların yanına asistan olarak verdi. Kendisi
de Darülfünun’da tecrübi psikoloji, tecrübi pedagoji, çocuk psikolojisi ve terbiye tarihi derslerini
okutmaya başladı. 1926’da Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin isteği üzerine Ankara’ya
giderek MEB Talim ve Terbiye Kurulu üyesi oldu ve bu görevini 1938 yılına kadar sürdürdü. Bu
arada Ankara Müzik Öğretmen Okulunda psikoloji dersleri verdi. 1938’de İstanbul Kız Öğretmen
Okulu psikoloji öğretmenliğine atanarak Ankara’dan ayrıldı. 1948’de emekliye ayrılınca Pedagoji
Derneğini kurdu ve ölünceye kadar bu derneğin başkanlığını yaptı.
MINTAN - 3
.
yılında bu dersler tekessür etmiştir.
II.Meşrutiyet Döneminde yaygınlık
kazanacak olan Numune Mektepleri 8 ,
rüştiye eğitimini çağdaş ilkelere
göre düzenlemek için inşa edilmişti.
Ekseriyetle 10-15 muallim olur ve
hiçbir muallim diğer meslektaşının
müfredatına karışmamaktadır. Ancak
programı hazırlayan okul idaresi kendi
iktidarını düşünmektedir. Bundan
ötürü programdaki aksaklıklar talebeyi
olumsuz yönde etkilemekte. Düzenli
olarak yoklamanın alınmaması nedeniyle
talebeler sık sık dersten kaçıyor ve
sadece sınavlara hazırlanıyorlardı. Sınıfın
başarılı öğrencilerinin amacı sınıfı
geçmekti. 9
Ali Haydar Bey, müfredat
programlarında tekrara gidildiğini ve
bu durumun öğrencinin üzerine fazla
ders yükü olmasına ve eğitimin kalitesinin
düşmesine sebeiyet verdiğini
izah etmiştir. Almanca bir kavram
olan “ versuchs schule”, Ali Haydar Bey
tarafında Türkçe’ye toplu tedris olarak
tercüme edilmiştir. Ali Haydar Bey
müfredat programında toplu tedris
usûlünün benimsenmesi taraftarıdır.
Bu usûle göre hesap, hendese, lisan,
musiki,tarih,coğrafya,el sanatları gibi
müteferrik dersler ( dağınık ) yoktur. Bu
dersler toplu tedris edilmelidir. Çünkü
bir lisan dersinin içine tarih konulabiliyor.
Hesap ile hensede bi’l-tabi çok defa
beraber gider. El işleri dersleri bütün
ameli derslerin tatbikatı yerine geçer.
Binaenaleyh, bu usûle göre bu derslerin
15
ayrı ayrı ders olarak müfredata
konulmasına gerek yoktur. Aynı zamanda
ilkokul eğitiminden ortaokula geçmeyi
başaran bir talebenin kaydı yapılmadan
önce adab-ı muaşeret kurallarını idrak
etmiş olması beklenmesi gerektiğini
düşünmektedir. 10
2. Milli Terbiye ve Mekteplerde
Millileştirme Politikası
Bu bölümde mekteplerde milli terbiyenin
“küçük vatandaşlara “ nasıl
verileceği ve yeni sosyal düzeni sağlamada
millileştirme politikasının gerekliliği
üzerine yazılar kaleme alınmıştır.
Nitekim bu konuda Ali Haydar Bey,
Eskişehir valisi Cemil Bey, Besim Atalay
ve Hilmi Ziya gibi isimler yazı kaleme
almıştır. Hilmi Ziya Bey’in yazıları diğer
yazarların yazılarını tenkit edercesine,
milli terbiye ve millileştirme politikasının
terk edilmesini savunmuştur.
2.1. Ulucanlar Mektebi Müdürü
Mithat Bey İle bir Röportaj
B. Atalay Ulucanlar Mektebi’nin
müdürü Midhat Bey ile yapmış olduğu
röportajda okuldaki bazı ders kitaplarını
inceleme fırsatı bulmuştur. Bu ders
kitapları arasında incelediği coğrafya
kitapları ( dördüncü ve beşinci sınıfların)
onu hayrete düşürmüştür. Harita (
Osmanlı hududu) yanlış çizilmiş,
Anadolu’da acı göller tatlı, tatlı göller ise
acı göl olarak karıştırılmıştır. Coğrafya
kitaplarında Türkiye’de yaşayan ahali
8 II.Meşrutiyet’in ilanından sonra Müslüman çocukların eğitimini çağdaş ilkelere göre yeniden
düzenlemek için daha kapsamlı çalışmalar başlatıldı. Buna örnek olarak, 1915’te İstanbul’da
tarihçi Abdurrahman Şeref’in öncülüğüyle “numune rüştiyesi” uygulamasına geçildi. Kadıköy,
Kasımpaşa ve Nişantaşı’ndaki rüştiyeler yabancı dil ağırlıklı numune rüştiyelerine dönüştürüldü.
Mekâtib-i İbtidaiye-i Umumiye Talimatnamesine eklenen maddelerle numune rüştiyeleri altı
sınıflı okullar olarak düzenlendi. Benzer amaçlı Fransız okulları örnek alınarak açılan numune
rüştiyelerinde Fransızca ve Türkçe derslerin ağırlığı yarı yarıyaydı. Aynca uygulamalı dersler de
vardı.
9 Ali Haydar (Taner), “Toplu Tedris”, Muallimler Birliği,5/1,1925
10 Ali Haydar, “Toplu Tedris”.
MINTAN - 3
.
16
Çerkes, Kürd, Laz, Gürcü gibi milletlere
ayrılmış. Ayrıca B. Atalay, Tatarların
Türklerden farklı bir millet olarak
açıklanılmasına tepki göstermiştir.11
Yazarın buradaki çıkarımı, Balkan
Harpleri’nin yaşandığı günlerde “millet
şuuru oluşturmak” adına okullarda
etnik bir bölünmenin doğru olmayacağı
kanısındadır. 12
B. Atalay, ayrıca Osmanlı Sancağı’nın
merkezinin yanlış işaretlendiğini
yazmıştır. Anadolu’daki vilayet isimlerinin
yanlış verildiğini düşünmektedir.
Atalay’a göre Silifke diye bir vilayetin
olmadığını bölgenin adının İçel
olduğunu söylemektedir. B. Atalay’a göre,
İçel gibi Türkçe bir isim varken , Silifke
gibi yabancı bir ismin kullanılmasına
karşıdır. Bu da savaş yıllarında “Türk
Milleti” yaratma noktasında önemli bir
vurgudur. 13
B. Atalay, coğrafya kitaplarını
hazırlayan Saffet Bey’in Aksaray ili
hakkında verdiği malumatın tamamiyle
yanlış olduğunu yazmıştır.Ders kitabında
Aksaray ile ilgili ormanları ve madenleri
bakımından zengin bir memlekettir
ancak nakliye (yükselti nedeniyle) problemleri
vardır diye yazılmıştır. B. Atalay’a
göre Saffet Bey Aksaray ile Lazistan’ı
ka-rıştırmaktadır. Aksaray’da çalılık bile
yoktur. 14
Ulucanlar Mektebi müdürü Midhat
Bey bu kitapların “ dünkülerle ” muhteva
yönünden aynı olduğunu söylemiştir.
Dilde sadeleşme tartışmalarının
yaşandığı günlerde B.Atalay, beşinci
sınıfların ders kitaplarında şu cümleye
dikkat çekmektedir : “ Meşağıl-ı beşeriye
ve tarz-ı maişet tabiatın te’sir ve tahakkümü
tabidir.” 15 Filhakika, yakın bir
dönemde Talimatname hazırlanılmış ve
tetkik heyeti tarafından kitaplar elden
geçmiştir. Buna rağmen yapılan heyetin
eğitim alanında yeterli donanıma ve birikime
sahip olmadığını göstermektedir.
2.2. Ulus-Devlet İnşasında Milli
Terbiye
Toplu Tedris kavramını literatüre
sokan Ali Haydar Bey, talebeye verilecek
eğitimin milli olmasını hatta Türklük
şuurunu içermesi gerektiğinden bahsetmektedir.
Ona göre masallar milli
olmalı,aile terbiyesi anlatan masallar
sevdirilmelidir. Türk masallarının
tedvin edilmesini ve Arap,Fars ve Hint
edebiyatının tesirinden kurtarılması ge-
MINTAN - 3
.
11 Tatarların,Türklerin Kıpçak Boyu’ndan gelmesi hasebiyle tenkit etmiştir.
12 B.Atalay, “Bir Tenkit: Mektep Kitapları”, Muallimler Birliği,9/1,1925.
13 Özellikle dilbilimi alanındaki çalışmaları ile tanınmış olan Besim Atalay, Uşak Rüştiyesi’ni
bitirdikten sonra Uşak’ta medrese eğitimi gördü. 1905’te İstanbul’a giderek Şehzadebaşı Camii’nin
ünlü hocası Hacı Ahmet Efendi’nin derslerini izledi, 1909’da medrese diploması aldı. 1912’de
Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Konya Öğretmen Okulu’nda öğretmenlik; Trabzon, Ankara
Öğretmen okullarında müdürlük; İstanbul Darüşşafaka Lisesi’nde öğretmenlik yaptıktan sonra
Konya Öğretmen Okulu Müdürü oldu. Maraş, İçel ve Niğde’de millî eğitim müdürlüğü yaptı.
Kurtuluş Savaşı sırasında siyasete atıldı. Silifke’de Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti’ni kuranlar
arasındaydı; Kurtuluş Savaşı’nı destekleme çalışmalarını Uşak’ta sürdürdü. 1920’de Kütahya
bağımsız milletvekili olarak TBMM’ne girdi ve sonra Aksaray ve Kütahya milletvekillikleri ile
toplam yedi dönem bu görevi sürdürdü.Millî Eğitim Bakanlığı’nda Kültür Müdürlüğü görevi yaptı
ve bu görev sırasında halk ağzından söz derleme çalışmaları yürüttü.Türk Dil Kurumu’nda 19 yıl
yönetici olarak çalıştı (1932-1951). Aynı zamanda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde ve Polis
Enstitüsü’nde Farsça dersleri verdi (1937-1942).
14 “Sultan Abdulhamid Döneminde Rusya’ya kaptırılsa da Lazistan ünvanı verildi. Orası zaten
Rize’dir. Orada yaşayan halk Laz değil Türk’tür.”
15 Atalay, “Bir Tenkit: Mektep Kitapları”.
rektiğini vurgulamıştır. 16 Ali Haydar Bey,
eğitimin millileştirilmesi konusunda
değinmeden önce eski rejimin eğitim
kurumlarını eleştirmiştir. Medreselerin
amacı uhrevi olup dünya ve kainat
hayatına “ din gözlüğü “ ile bakmışlardır.
Eğitim dili Arapçadır. Ders kitapları
muğlak ve talebenin yaşına uygun değil ve
dersler ezbere dayanmaktadır. Bu yüzden
20.yy’ın ilk çeyreğinde ezber anlayışına
mutassıp bir nesil yetişmiştir. 17
Ali Haydar Bey, milli terbiyenin
gerçekleşmesi için dince Müslüman ırkça
Türk olmayan çocukları Türkleştirmek
için gayret sarf edilmelidir demiştir.
Nitekim bu ifadesi ile tanımlamış olduğu
cemaat,Kürtlerdir. Bu tip cemaatler ile
ilgili : “ evde ve hariçte kendi lisanlarını
kullanmaları , milli adet ve kıyafetlerini
muhafaza etmeleri , toplu halde köylerde
veya mahallelerde birleşmelerinin öne
geçilmelidir” demiştir. Ermeni,Musevi ve
diğer Hristiyan cemaatlerin buna dahil
olmadıklarını ve olamayacaklarını dile
getirmiştir. 18
2.3. Cemil Bey’in Milli Terbiye
Hakkındaki Görüşleri
Modern devletlerin çizmiş olduğu
hayali çizgi olan Ulus kavramı, aynı
sınırlar içerisinde yaşayan toplumu
ortak ülkü çizgisinde birleştirmek ve
istihsale ortak etmek için kullanılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti modern ilkelerle
1923 yılında kurulmuştur. Vaad
edilen devlet programları ulusal halkçı
(solidarizm) ve millet kavramları ile
pekiştirilmiştir. Toplumda aktif rol oynamayan
öğrenciler, yarının sosyal düzenini
teşkil etmede kilit rol oynayacaktır.
Bu noktada, eğitim konusunda atılacak
adımlar yarını hazırlayacaktır.
17
Eskişehir Valisi Cemil Bey, mekteplerde
milli terbiyenin verilmesini
savunan yazalardandır. Cemil Bey’e
göre talebeye mektepte Türk harsını
ve tarihini anlatılmalı ve Türk terbiyesi
ile yetiştirilmelidir. İlkokul mekteplerinde
- çocukların anlayabileceği şekilde
– milli masallar anlatılmalıdır. Cemil
Bey, hayat bilgisi dersinin muhtevası ile
ilgili de bazı yorumlarda bulunmuştur.
Hayat bilgisi dersinin muhteviyatı
çocuğa yaşadığı muhitin tabiatını ve bu
muhitteki insanları tanıttıracak ve sevdirecektir.
Malumat-ı medeniye ve vataniye
dersleri çocuğa mensup olduğu cemiyeti
ve devletin teşkilatı ve ferdle devlet
arasında münasebetleri öğretecektir.
Resim ve el işi dersleri talebenin yaşadığı
muhitin tabiatından ve kültüründen
olmalıdır. Mektepte okunan marşlar
küçük vatandaşlar arasında tesanüdü
(dayanışma) arttırır. Derslerde milli ve
vatani manzumeler okunmalıdır. Tarih
kitapları milli şuuru perçinlemelidir.
Mektep binaları en asri ve müntezim
olmalıdır. Asri binalarda okuyan öğrenci
gelecekte evini inşa ederken, mektepteki
terbiye ile inşa edecektir. Çocuğuna tıpkı
diğer milletlerde olduğu gibi sandalyede
oturtup masada ders çalışabileceği bir
ortam hazırlayabilecek. Cemil Bey açılan
okulların öğrenciler üzerindeki etkisini
“müntezim bir okul açılırsa birkaç ay
içerisinde talebe medeni bir kıyafetle
gezer. Mekteplerde öğretilen milli
terbiye ile talebe, modern dünyanın
adab-ı muaşeret kurallarını özümser.
Temizlik muayenesi nedeniyle yüzler
yıkanır, tırnaklar kesilir ve saçlar taranır…
Okullarda uygulanan temizlik muayenesi
ile haşerat ile mücadele edilebilir. Cemal
Bey, tıpkı eski rejimi terk eden ülkelerde
müşahede edinilen temizlik yorumuna
benzer şekilde “ Temizlik, milli terbiyenin
ilk şiarıdır “ demiştir. 19
16 Ali Haydar, “Toplu Tedris”.
17 Ali Haydar, “Toplu Tedris”.
18 Ali Haydar, “Toplu Tedris”.
19 Cemil Bey, “Milli Terbiye”, Muallimler Birliği, 11/1,1925.
MINTAN - 3
.
18
Cemil Bey’in yazılarından anlaşıldığı
kadarı ile, mektepleri bir araç olarak
da görmekte. Cemil Bey’e göre mektep
çocukları milli terbiye almalarının
yanında etrafındaki yaşlıları da
“Cumhuriyet” fikrini sevdirebilirdi.
Talebe bununla mükelleftir. Bu yaşlılar
iki gruba ayrılmaktadır. Birincisi hiç
okul görmemiş olanlar, ikincisi ise
II.Meşrutiyet devrinde okula gitmiş -
daha sonra muhtelif sebeplerle devam
edememiş – ancak milliyet namına
hiçbir şey öğrenememiş olanlardır.
Mekteplerdeki muallimlerin birinci
grupta yer alan daha önce hiç okul
yüzü görmemiş olanlara karşı daha
müsamahalı davranmalıdır. Cemil
bey bu durumu şöyle ihtiva etmiştir “
Muallimler kendini halka sevdirmelidir.
Münasip fırsatları icad ederse halka milli
ve medeni fikirleri telkin edebilir.” 20
Cemil Bey’e göre milli terbiyenin
iktizası meseleleri, 19. asırda Osmanlı
İmparatorluğu’nda Türklerle iktisadi
ve ticari münasebetleri arttırmak
isteyen bazı emperyalist devletlere
mensup bazı alimlerin, Türk lisanı ve
komününü yakından tanıma ihtiyacı
hissetmesi ile başlamıştır. Bu suretle,
Türk lisanı,edebiyatı,tarihi ve iktisadiyatı
hakkında bazı tetkiklere giriştiler. Bazı
Türk memleketini idare altında tutanlar
(Ruslar) Türk lisan ve hayatını tetebbu
ettiler.
2.4. Eğitimin Millileştirilmesine Bir
Eleştiri
Milli Terbiye konusunda Muallim
Hilmi Ziya’da düşüncelerini kaleme
almıştır. Milli terbiye meselesini ele
almadan önce millilik meselesini sosyolojik
bir olgu olarak temellendirmiş ve
bu doğrultuda açıklamaya çalışmıştır.
Terbiye konusunda,Durheim’a atıf
yaparak “Kahil neslin,murahık nesli
içtimaileştirmesinden ibarettir.” 21
Muallim Hilmi Ziya Bey’e göre milli
terbiye olarak anlatılan şeyin ferdi terbiyeden
ziyade bir zümreyi, meşru
bir heyetin terbiye anlayışı olarak
algılamaktadır. Modern devletlerin ulus
anlayışı, yeni sosyal düzenin ve sosyal
sermayenin istenilen kıstasta ve seviyede
devamlılığı ile ilgilidir. Binaenaleyh,
milli terbiye modern devletin kamu
vizyonudur.
Hilmi Ziya Bey, millet kavramının
niçin revaçta olduğunu ve niçin bu kadar
ağır bastığını okuyuculara bazı sorular
yönelterek açıklamıştır. Millet tarihsel
olayların neticesinde ortaya çıkan bir şey
midir? Yoksa,beşeri bir mefkure midir?
Yazara göre millet kavramı her zaman
mevcut olmamıştır. “Bilakis, ictimai
bir tekamülün mahsulüdür. Millet hem
mevcut olan hem de tevciye edilen bir
şeydir” demiştir. 22
Hilmi Ziya Bey’in yazıları Ali Haydar Bey
gibi yazarların milli terbiye hakkındaki
mülahazalarına tenkit olarak: “ iktidadi,
coğrafi,lisani ahvali nazarı itibara almağla
beraber, bunlara inhisar etmekdikçe milli
terbiye uzak olur” diye düşüncelerini
sıralamıştır. Hilmi Ziya Bey, yazıları
ile tektipleştirmeye muarız olduğu
anlaşılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti
için şu anda (1925) Avrupalılaşmak ile
Millileşmek aynı şey olduğunu izah
etmiştir. Muallim Hilmi Ziya’ya göre,
Avrupa medeniyeti,beynelmilel bir
medeniyettir. 23
.
20 Cemil,Bey, “Milli Terbiye”.
21 Durkheim milli terbiyeyi,” bir cemiyette yetişmiş neslin henüz yeni yetişmeye başlayan
nesle, fikirlerini ve hislerini vermesi” olarak açıklar.
22 Hilmi Ziya, “Milli Terbiye Nedir?”, Muallimler Birliği, 5/1,10 Kasım 1925.
23 Hilmi Ziya, “Milli Terbiye Nedir?”.
MINTAN - 3
SONUÇ
Bu çalışmada ilk mekteplerde tedrisatın
nasıl olması gerektiği ve milli terbiye
olarak bahsedilen şeyin ilkokul talebelerine
nasıl aşılanabileceğine dair yazılar
incelenmiştir. Eğitimin millileştirilmesi
ve milli terbiye olarak dile getirilen
görüşlerde bir tek tipleştirme müşahede
edilse de bütün bunların topyekûn
verilen bir İstiklal Harbi’nin serencamı
olduğu unutulmamalıdır. Nitekim
bu konuya Doktor Hamit Zübeyr’in
“Mektep Haricinde Terbiye ve Tedris”
adlı çalışmasında dile getirmiş olduğu,
beden derslerinin askeri talim şeklinde
yapılmasına yönelik tenkidi örnektir.
II.Meşrutiyet Dönemi yazarlarının
mektepler ile ilgili eleştirileri ekseriyetler
derslerin muhteviyatı ile ilgiliydi.
Nevzat Mahmut ve Ethem Nejat’ın
yazıları 1915 yılında hazırlanan Mekatib-i
İptidaiye-i Umumiye Talimatnamesi
haricinde dersler ile ilgiliydi. Örneğin,
Ethem Nejat oyun derslerinin gereksiz
olduğunu ve çocukların haslet gereği
oyun ihtiyaçlarını bir şekilde izale
ettiklerini anlatmıştır. Eğitim, tahsillerin
temel taşıdır.
Ethem Nejat’a göre oyunların tahsil
ile , ilim ile , irfan ile alakası yoktur.
Çocuklar, hareket ihtiyaçlarını evden
okula, okuldan eve gidip gelerek izale et-
19
mektedir. Bunun yanında, çocuklar evlerinde
boş vakitlerinde oyunlarla hareket-i
24 - 25
bedeniye ihtiyacı karşılamaktadırlar.
II.Meşrutiyet Döneminde ağırlıklı
olarak ders müfredatı ve
kadrola eleştirilmiş olmasına karşın
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazarlarının
eğitim meselesinde siyasi emellerinin
tezahürü olarak savaş travması ile
hareket edip dince Müslüman ama Irkça
Türk olmayanları Türkleştirme çabası
“ bütünleşme” konusunda engel teşkil
etmektedir. Bu milli terbiye anlayışını,
Hilmi Ziya Bey “Milli Terbiye Nedir?”
adlı çalışmasında bu meseleyi ferdi
terbiyeden ziyade bir zümreyi, meşru
bir heyetin terbiye anlayışı olarak
algılamaktadır.
20.yy’ın ilk çeyreğinde eğitim
konusunda makaleleri olan birçok
yazarın tavsiyeleri,çözüm önerileri
dönemin iktisadi durumu
nedeniyle gerçekleştirilemiştir.
Örneğin,İstanbul’daki okulların birçoğu
belgelerde “ mazbut ve mazarrat” olarak
ikiye ayrılmış, sonradan eklenen mektepler
“mülhak” olarak tanımlanmıştır. Bu
belgeler ışığında eski başkent İstanbul’da
dahi mektep binaları asrî görünüme
kavuşturulamamış ve tedrisatın hala
ezberci ve menkıbevi anlatımı devam
etmiştir.
24 Yazar mekteplerde, oyun derslerinin fazla olması, mektepleri “oyun mektebi “ olarak
tanıtılmasına sebep olabileceğini düşünmektedir. Ethem Nejat’a göre teneffüs varken birde
oyun saatlerinin olmasına gerek olmadığını söylemektedir. Yazara göre bir çocuğun hayatı serapa
(baştan aşağı, tamamen) oyundan ibarettir. Çocuk her şeyi kendisine oyun olarak ittihaz eder.
Geceleri uykularında dahi rüyalarında oyunlu rüyalar görürler . Onları aç bırakmak, dayat atmak
bile onları oyunlarından vazgeçiremez. Mektep sıralarında dahi onların yalnız gözleri muallimle
bakar. Fikirleri, zihinleri, elleri, ayakları, bütün uzuvları oyunlarla meşguldür. Ethem Nejat , çocuklarda
bu fıtratın ( haslet ) bulunması nedeniyle çocuğun müfredatı serapa oyun ile tutulmasını
gerekli görmemektedir. Yazara göre hazırlanan programda talebeden beklenen oyun oynamayı
icra etmektir. Ancak Ethem Nejat, memleketin,vatanın mekteplerden beklediği semere ( istenilen
sonuç ) bu olmadığını söylemiştir. (Nejat, Mekteplerde Oyun Dersleri)
25 Mamafih, yazara göre mektep müfredatında yer alan resim, musiki, el işleri dersleri en
vasi’ oyuncak ve eğlence sermayesi teşkil eder. Bu dersler Ethem Nejat’a göre “diğer derslerle
mukayese edildiğinde talebelere ruhi bir inci’zal gösterme babında tesiri büyüktür.”
.
MINTAN - 3
20
KAYNAKÇA
ATALAY, Besim, “Bir Tenkit: Mektep
Kitapları”, Muallimler Birliği, 9/1,1925.
Cemil Bey, “Milli Terbiye”, Muallimler
Birliği, 11/1,1925.
Hilmi Ziya Bey, “Milli Terbiye Nedir?”,
Muallimler Birliği, 5/1,10 Kasım 1925.
HULUSİ, Ömer, “İlk Mekteplerde Yaş
Farkları ve Ders Saatleri”, İzler, 19/2,1925.
KOŞAY, Hamit Zübeyr, “Mektep
Haricinde Terbiye ve Tedris”, Muallimler
Birliği, 4/1,30 Eylül 1925.
MAHMUT, Nevzat,“Mektep
Çocuklarında Kuvve-i Basıra”,
Muallimler Birliği, 60/5,1925.
TANER, Ali Haydar, “Toplu Tedris”,
Muallimler Birliği, 5/1,1925.
BATUHAN ÇATALTEPE
MINTAN - 3
.
22
17. ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde Kadın Kölelerin
Durumlarının İncelenmesi:
TRABZON ŞER’ÎYYE SİCİLLERİ
ÜZERİNDEN ÖRNEKLER
ZEYNEP EZGİ KAYA *
ÖZ
Osmanlı tarih yazımı içerisinde kadın
tarihi uzun süre boyunca eksik kalmıştır.
1970 sonrası Osmanlı da kadın tarihi
üzerine yapılan çalışmalar biraz da
olsa ilgi görmüştür. İlk önce Osmanlı
Kadını Tarih Yazımı ve Literatür’den
bahsedeceğim. Daha sonra 17. ve
18.yüzyılda köle kadınların durumları
neydi? Hangi haklara sahip veya hangilerinden
yoksundular? Bu gibi sorulara
1631-1723 seneleri arasındaki Trabzon
şer’îyye sicillerine kaydedilmiş olaylar
üzerinden cevap bulmaya çalışacağım.
Cevap bulmadan önce de genel olarak
şehirdeki köleliğin nasıl olduğuna
değineceğim. Bu sorulara cevap ararken
de Ehud R. Toledano’nun Suskun ve
Yokmuşçasına: İslâm Ortadoğusu’nda
Kölelik Bağları 1 adlı eserinde kullanmış
olduğu metodu referans alacağım.
Anahtar Sözcükler: Kadın Köle, Trabzon,
Şer’îyye Sicilleri, 17. ve 18.Yüzyıllar
GİRİŞ
Kölenin Türkçe, Arapça ve Farsça’da
farklı isimleri ve anlamları vardır.
Mehmet Akif Aydın ve Muhammed
Hamidullah’ın İslâm Ansiklopedisi’ndeki
tanımı şöyledir: “Türkçe’de köleden başka
kul, bende, halayık, esir ve “kadın köle”
anlamında câriye, odalık; Farsça’da
bende, gulâm, kadın köle için kenîz;
Arapça’da abd, rakik, memlûk, kınn,
gulâm, rakabe, vasîf, milkü’l-yemîn ve
kadın köleler için memlûke, vasîfe, câriye,
eme ve gurre kelimeleri kullanılmıştır.” 2
Köleliğin tarihi insanlığın tarihi kadar
geriye gitmektedir. Yüzyıllar ilerledikçe
kendi içerisinde farklılaşmalara gitmiştir.
İncelediğimiz bu dönemlerde (17-18.
yüzyıl) kölelik Osmanlı Devleti’nde artık
sosyal ve ekonomik hayatın önemli bir
unsuru olmuştur. Toledano da eserinde
Osmanlı toplumunun yer aldığı yerlerdeki
köleliğin tarihini arşiv kaynakları
ile sosyal hayattan öyküler vererek
aktarmıştır.
MINTAN - 3
.
* Yüksek Lisans Öğrencisi, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Anabilim Dalı. E-Posta: Zeynepkaya11@outlook.com.tr.
1 Ehud R. Toledano, Suskun ve Yokmuşçasına: İslâm Ortadoğusu’nda Kölelik Bağları,
(Çeviren: Y. Hakan Erdem), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010.
2 Mehmet Âkif Aydın ve Muhammed Hamîdullah, “Köle”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
C:26, Ankara, 2002, s.237-246.
23
Şer’iye mahkemelerinde kadılar
tarafından görülen davaların kararlarının
not edildiği deftere şer’îye sicilleri denmektedir.
Bu siciller araştırmacılara
birinci el kaynak sunmaktadır. Köle alınıp
satılması ve azad edilerek hür olmaları
hakkında bizlere bilgiler sunmaktadır.
Trabzon, Osmanlı Devleti’nin önemli
liman şehirlerinden birisidir. Hem coğrafi
konumu ve hem de farklı milletlerden
oluşan tebaası ile araştırmacıların dikkatini
çekmektedir. Ben de bu araştırmada
kadın kölelerin 17 ve 18.yüzyıllar da
Trabzon ilindeki sosyal ve hukuksal
durumlarını şer’îyye sicillerinde geçen
olaylar üzerinden anlatmaya çalışacağım.
1. Osmanlı Kadını Tarih Yazımı ve
Literatür
1970’lerden itibaren yaşamı sorgulayan
feminist harekât hızla yayılmaya
başladı. Bu çalışmalar bilimlerde yer
alan cinsiyetçiliği gün yüzüne çıkardı.
Serpil Çakır bu konu hakkında şöyle yazmakta:
“Bilimi yalnızca erkeklerin deneyimlerini
tanımadıkları bir alan olmaktan
çıkarmak, kadınların kendilerine ait
deneyimleri görünür kılmak ve kendileri
adlarına bilgi üretmek için harekete
geçtiler.” 3 Bu tarihten itibaren bilimlere
kadın nazarından bakmaya başladılar.
Kadın çalışmaları adı altında ortaya
çıkan bu durum, feminist çalışmalar ve
toplumsal cinsiyet gibi çalışma alanlarını
da doğurdu. Bundan sonra tarih
kadınların çalışma alanında değer verdikleri
bir bilim dalı olmuştur. Kadınların
faaliyetlerinin tarihe yazılmadığına
dikkat çekerek bu durumun nedenleri
tartışılmaya başlanmıştır.
Serpil Çakır, Annales Okulu’nun
tarihin merkezine insanı almasıyla sosyal
ve toplumsal tarih anlayışını ortaya
çıkardığını aktarır. Daha önce tarihte
pek fazla yer verilmeyen konular yeni
yöntemlerle ortaya çıkmaya başlamıştır.
Bu çalışmaların yapılmaya başlanması
kadın çalışmalarının ihmal edilmesine
neden olacaktır. Bu ihmal, kadın
tarihinin erkeklerden ayrı olduğunu
vurgulanmasına neden olmuştur. Daha
sonra da feministlerin kadınların tarihi
ile uğraşmasının gerekli olduğunu
söyleyen yaklaşımları ortaya çıkartmıştır.
Bundan sonra tarihe kadınların tarihini
yerleştirmek anlayışının önemine vurgu
yapılmaya başlanmıştır. Ayrıca Çakır,
kadınların hakkında doğrudan bilgi
alınabilecek bazı kaynakların da ihmal
edildiğini söylemekte. Kadı kayıtları,
tereke defterleri, fermanlar, arzuhaller,
fetvalar, tezhipler, mezar taşları ve konsolosluk
kayıtları gibi önemli kaynakların
kullanımına vurgu yapmıştır. Tarihin
öznesinin kadın ve erkekten oluştuğunu,
çalışmalar doğrultusunda iki cinsiyete
de yer verilmesi gerektiğini ve de tarihi
cinsiyetleştirmememiz gerektiğini
yazısında vurgular. 4
Osmanlı kadınına dair arşiv belgelerini
kaynak olarak inceleyen ilk isim
Ronald Jennings’tir. Jennings doktora
tezinde Osmanlı kadınını araştıracak
olan kişilere şer’îyye sicillerinin en temel
kaynak olduğunu göstermiştir. Osmanlı
kadını hakkında yapılan araştırmalarda
yabancı bilim adamlarının sayısının fazla
olduğu bilinmekte. 1980’lerin başında
ise Haim Gerber, Abraham Marcus, Afif
Marsot, Judith Tucker, Suraiya Faroqhi
ve Leslie Pierce gibi isimler de Osmanlı
3 Serpil Çakır, “Kadın Araştırmaları Bilimde Neleri, Nasıl Sorguluyor, Neleri Değiştirmek
İstiyor?”, İnsan, Toplum, Bilim, der. Kuvvet Lordoğlu, Kavram Yayınları, 1995, s.307’den naklen
Serpil Çakır, “Tarih Yazımında Kadın Deneyimlerine Ulaşma Yolları”, Kadın Eserleri Kütüphanesi
ve Bilgi Merkezi Vakfı, Sayı:35, 2004.
4 Serpil Çakır, “Tarih Yazımında Kadın Deneyimlerine Ulaşma Yolları”, Kadın Eserleri
Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı, Sayı:35, 2004.
MINTAN - 3
.
24
toplumunda kadınların deneyimlerinin
ilk kez ortaya çıkmasını sağlamışlardır.
Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık’ın
çalışmaları da doğrudan kadın üzerine
değildir. Fakat kadına da yer vermişlerdir.
1990’lardan itibaren de sicillere dayalı
farklı şehirlerin ele alındığı tezler
yazılmaya başlanmıştır. Serpil Çakır’da
Osmanlı da Kadın Harekâtı üzerine
çalışmalarını yapmıştır. 5 Tereke
Defterlerinin kullanımı da yine bu
seneler içerisinde artmıştır. Tereke defteri
kayıtlarının sosyal tarih için de önemli
olduğunu ilk keşfeden ve çalışmalar
yapan ilk isim Ömer Lütfi Barkan’dır.
Daha sonra Hüseyin Özdeğer’de tereke
defterleri üzerinden Osmanlı’da kadın
tarihi araştırmasını yapmıştır. 6
2. 17. ve 18. Yüzyıllarda Trabzon’da
Kölelerin Durumu Hakkında
Köle, sahibi tarafından alınıpsatılabilen
veyahut sahibin ölmesi
üzerine miras bırakılabilen mal demektir.
Köle hukuki işlemlere dâhil olduğundan
maldır. 7 Fakat iman ve dini yükümlülüklerinden
dolayı hür bir insanla aynıdır.
Kölenin herhangi bir mali özgürlüğü
olmadığı için hac ve zekâttan muaftırlar.
Köle elde etmenin en önemli kaynağı
savaş esirleridir. Bundan dolayı Osmanlı
da köle kelimesinin yerine esir kelimesi
de kullanılmıştır. 8 Köle sahibi olmak için
kullanılan bazı kaynaklar vardır. Bunlar;
kaçırma, satın alma ve hediye etmedir. 9
Köleliğin nüfuz alanı imparatorluğun
genişlemesi ile paralel bir şekilde
gitmiştir. Nitekim 17.yüzyılın ikinci
yarısında Trabzon’un toplum yapısında
mevcut konumdaydılar. Köle azadı
Trabzon’da yaygın bir şekilde mahkemelerde
yerini almıştır. 17.yüzyılın ikinci
yarısına doğru Trabzon mahkemesinde
görülen 103 dava kaydının 62 tanesi köle
azadına aittir. 10 Köle sahipleri genelde
üst kesimden kişilerdir. Köle sahibi
olmak için üst kesimden olman gerekir
gibi bir şart yoktur. Genelde sicillerde
sahipleri ağa ve hacı unvanlı kişilerin
kaydının fazla olmasından kaynaklıdır.
17.yüzyılda Trabzon’da bir kölenin
fiyatı 100 kuruş idi. 11 Köle sahiplerinin
çoğunluğu merkezde yaşamaktaydı.
Savaşta elde edilen başarıların artması
ile köle sayısı da artardı. Bu durum da
köle fiyatlarının düşmesine yol açmış
oluyordu. Orta gelire sahip Osmanlı
köylüsü bile bu durumda köle sahibi
olabiliyordu. Fakat bu durum 16.yy için
geçerliydi. Bunun nedeni de artık köleler
savaş esiri olara değil satın alınarak elde
edilmekteydi. Bu da köle satın almak
için sahibin gelirinin yüksek olmasını
gerektiriyordu. Köle sahipleri genellikle
erkeklerden oluşmaktaydı. Kadın
sahip çok azdı. Bu durum da erkeğin
ekonomide faal durumda olmasından
kaynaklıydı. Kölelik arasında yaygın olan
iş ise konaklarda hizmetçilikti.
Köleler mahkemelerde şahit olamıyor-
.
5 Betül İpşirli Argıt, “Osmanlı Hukuk Çalışmalarında Kadın”, Türkiye Araştırmaları Literatür
Dergisi, Cilt 3, Sayı 5, 2005, s.575-621
6 Argıt, a.g.e., s.605.
7 Şengül Yegin, H. 1064–1065 ( M. 1654–1655 ) Tarihli Şer’îyye Siciline Göre Trabzon,
Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2009, s.100.
8 Hatice Yetim, 1858 Numaralı Trabzon Şer῾îyye Sicili’nin Transkripsiyon ve
Değerlendirilmesi (H.1102-1104, M.1691-1693) , Yüksek Lisans Tezi, Karadeniz Teknik
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Trabzon, 2019, s.32.
9 Aydın ve Hamîdullah, a.g.m., s.237-246.
10 Mehmet Ali Türkmenoğlu, XVII. Yüzyılın İkinci Yarısında Trabzon (Şer’iye Sicillerine
Göre), Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya, 2016, s.130.
11 Gös.yer.
MINTAN - 3
25
lardı. Köleye karşı işlenen bir suçun
hakkını sahibi arardı. Bununla ilgili
Mehmet Ali Türkmenoğlu doktora
tezinde sicilden aldığı bir olayı aktarmakta.
Sürmene kasabasından Mustafa
b. Derviş’in kölesi Yunus Çelebi b. Ömer
tarafından bıçakla yaralanır. Bunun
üzerine de köle sahibi bıçaklayan kişiyi
dava etmiştir. 12 Osmanlı da Müslümanlar
köle yapılamazdı. Bunun üzerine emirler
çıkartılmış ve Müslüman kölelerin azat
edilmesi istenmiştir. Bu siciller üzerinden
kölelerin milliyet tespitini yapan
Türkmenoğlu rakamları şöyle aktarır:
“Trabzon sicillerinden XVII. yüzyılın
ikinci yarısında şehirde yaşayan ve ismi
tesbit edilebilen 233 köleden 92’si Gürcü,
35’i Rus asıllı olup, 69’unun da milliyeti
tesbit edilemediğine göre şehrin en
önemli köle kaynağının Kafkasya’dan
şehre yapılan esir ticareti olduğu ortaya
çıkmaktadır.” 13 Burada yazar Osmanlı
devletindeki köleler ile Avrupalı
köleler arasındaki hukuki yönden bir
karşılaştırma yapmıştır. Osmanlı devletinde
köleler hukuk önünde hür insanlar
ile eşittir. İşlenen suçların cezası
herkes için eşittir. Buna bir örnekte
1059 senesinde yaşanmıştır. Trabzon
Valisi olan Mustafa Paşa’nın mübaşiri
olan Ahmed Ağa adlı kişi, Zağanos adlı
köprüden düşerek ölmüş olan Fatma adlı
kölenin nasıl öldüğüne dair araştırma
yapılmasını ister. Bu konu şahitlerle
birlikte araştırılmıştır. Daha sonra da
Fatma adlı kölenin mecnun olmasından
dolayı herhangi bir tazminata ihtiyaç
olunmadığı kesinleşmiştir. 14 Yazar bu
konu hakkında sicillerden başka bir olayı
daha aktarmaktadır. Bu olay -unvanından
ötürü askeri kesimden olan- Mehmet
Beşe Lefter v. Yuri’nin yaralanan cariyesinin
hakkını aramasıdır. Katerina adlı
cariyesi de kendisi gibi gayrimüslimdir.
Cariyenin hakkının aranmasına herhangi
bir engel çıkmamış şehrin yöneticilerinden
olan birisi de onun hakkını aramak
için mahkemeye çıkmıştır. 15 Yaşanan
olaylarda da görüldüğü üzere köle sahipleri
kölelerinin haklarını aramışlardır.
Burada Trabzon’daki genel köle durumuna
değinmek istedim. Erkek ve kadın
kölelerin durumları hakkında kısa bir
değerlendirmede bulundum. Böylece
sadece kadın kölelerin değil genel olarak
köleliğin durumunun da görülmesinin
doğru olacağını düşündüm. Bundan
sonraki bölümde de çalışmanın asıl
amacı olan kadın kölelerin durumunu
(17 ve 18.yüzyıl) Trabzon şer’îyye sicilleri
üzerinden örneklerle anlatmaya
çalışacağım.
3. 17. ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı
Devleti’nde Kadın Kölelerin
Durumlarının İncelenmesi: Trabzon
Şer’îyye Sicilleri Üzerinden Örnekler
Trabzon’da köle kadınlar geniş bir
alana nüfuz etmişlerdir. Erkek köle
ile kadın köle arasında da farklılıklar
mevcuttur. Osmanlı Devleti köleliği
uygulamış fakat kurumsallaştırmamış ve
statü oluşturmamıştır. 20.yüzyıla kadar
kölelik ekonomik, hukuki ve toplumsal
alanda devam etmiştir. Trabzon, köle
ticaretinin yapıldığı geçiş güzergâhında
yer almış ve köle ticareti sağlanan yerlere
de yakın bulunmuştur.
Mahkemeye birçok dava başvurusu
yapılmıştır. Bunlar karşılıklı cariye alımsatımı
üzerineydi. Nitekim Gürcistan’a
12 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1833, 102’den naklen Türkmenoğlu, a.g.e., s.132.
13 Türkmenoğlu, a.g.e., s.132
14 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1831, 16’dan naklen Türkmenoğlu, a.g.e.,s.132-133.
15 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1832, 3’ten naklen Türkmenoğlu, a.g.e., s.133.
MINTAN - 3
.
26
giden bir kişiden cariye satın alması
için para vermişler veyahut kendileri
gitmişlerdir. 1625 senesinde mahkemede
anlaşmazlık davası geçmiştir. Aslı Özcan
doktora tezinde 16 bu konu hakkında
sicillerden bir olay aktarmıştır: “Belkıs’ın
Hamza Çelebi’yi dava ettiği kayıtta Belkıs
Hamza Çelebi’nin cariyeyi kendi akçesiyle
satın aldığını ve kendisine ait olduğunu
iddia etmiş, ancak Belkıs’ın iddiasını
kanıtlamak için şahit getirememesi
üzerine mahkeme Hamza Çelebi’ye yemin
teklif etmiştir… Şahitler “Hamza beşe
zikrolunan cariyeyi Gürcistan’da bizim
huzurumuzda 45 guruşa iştira eyledi
biz anda hazır idik” şeklinde şahitlik
etmişlerdir.” 17 Görüldüğü üzere cariye
Gürcistan’dan getirilmiştir. Bundan
dolayı Trabzon’a sadece esir tüccarların
cariye getirmediği de bilinmiş oldu.
Bu da Trabzon’da esirciler grubunun
doğmasına neden olmuştur.
Ortada sadece erkek köle sahiplerinin
kölelerini sattığı bir durum yoktur. Cariye
satanlar arasında kadınlar da vardır. Bu
konu hakkında Aişe Hatun adlı kadının
davası sicillere kaydedilmiştir. Aslı Özcan
olayı şöyle aktarır: “Kendisine ait cariyenin
Trabzon yeniçeri zabiti tarafından
rehin edildiğini iddia eden Hasan beşe
cariyeyi Muslihuddin Ağa’nın hatunundan
32000 akçeye aldığını beyan ve ispat
etmiştir.” 18 Cariyelere fiyat biçilmiştir.
Sicillere kaydedilen bu fiyatlar 4000-
6000 akçe olarak geçmiştir. 19 Bu durum
da kadınların “mal” olma durumunu güçlendirmiştir.
Bazen cariyeler ailelere satış yoluyla
dâhil edilirdi. Bu durumda onların hayat
koşullarını bir nebzede olsa iyileştirmiştir.
Zamanla toplumsal yapının içinde etki
yaratmışlardır. Cariye fiyatlarının pahalı
olması onları alan ailelerin de orta
gelirli olduklarını göstermekteydi. Yine
buna bir örnek 1620 tarihli mahkeme
görülür: “Kayda göre Mehmed Efendi,
Hasan beşe adlı kimseye 4000 akçelik bir
kaftan vermiş ve karşılığında kendisine
Gürcistan’dan 16-17 yaşlarında “bikri bir
cariye” getirmesini istemiştir. Alıcının
rızası hilafına olan durumlarda ise
alıcıların durumu mahkemeye taşıdıkları
ve geçerli durumlarda cariyelerin satıcıya
geri verildikleri anlaşılmıştır”. 20 Bu olay
sahip ile köle kadınlar arasında cinsel
bir ilişki yaşanıyor muydu? Sorusuna da
bir cevap niteliği taşımaktadır. Fakat bu
cinsel ilişkide cariyenin de rızası olmak
zorunda. Köle sahibinin boşanmış veya
bekâr olması durumunda bakımında
olan cariyenin de rızası ile nikâhlanabilirdi.
Sahibin bu durumda mehir 21 vermesine
gerek yoktu. Erkeklerin cariye
sahibi olmaları da zamanla cinsel
ihtiyaçların karşılanmasına kaymıştır.
Sadece ev hizmetleri için alınan cariyeler
zamanla bu işten cinsel eş için alınmaya
başlanmışlardır. Bunları doğrulayan
kayıtlar mevcuttur. Bu kayıtlara “ümm-ü
veled”ler kaydedilmiştir. Ümmü veled,
sahibinden çocuk sahibi olan cariyelere
verilen isimdir. 22 Köle sahibi ümmü ve-
.
16 Aslı Özcan, Trabzon Şer’iyye Sicillerine Göre Modern Öncesi Dönemde Osmanlı Kadını
(XVIII. Yüzyılın İlk Yarısı), Doktora Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Trabzon, 2018.
17 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1820, 31/1’den naklen Özcan, a.g.e., s.149-150.
18 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1821-4, 67/5’ten naklen Özcan, a.g.e., s.150.
19 Özcan, a.g.e., s.150.
20 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1821-4, 13/6’dan naklen Özcan, a.g.e., s.151.
21 Mehmet Akif Aydın’ın mehir tanımı: Nikâh akdinin sonucu olarak kocanın karısına ödemek
zorunda olduğu para veya mal. (Mehmet Akif Aydın, “Mehir”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
C:28, Ankara, 2003, s.389-391.)
22 Özcan, a.g.e., s.152; Yegin, a.g.e., s.103.
MINTAN - 3
27
ledin hürriyetini belgelemiştir. Sahip
hayatta olduğu müddetçe ümmü veled
de hürriyet hakkına sahipti. Ümmü veled
cariye sahip yaşadığı müddetçe onu
satamazdı. Trabzon Şer’îyye Sicilleri’nde
9 tane “ümm-ü veled” kayda geçmiştir.
Bu cariyelerin hukuki statülerinin de
değiştiği görülmekte. Sahip öldüğünde
cariye sahibin mirasını alabiliyordu. 23
Ümmi-veled olan ve efendisinin
vefatından sonra özgür olan cariyenin
durumlarını ve mevcut konumlarını
şahitlerle mahkemede tasdik ettirdikleri
görülmektedir. Bu konu hakkında
Trabzon’da bir olay yaşanmıştır.
Trabzon’un Gönye sakini Ayşe bint-i
Abdullah Hatun mahkemeye müracaat
eder. Mahkemeye müracaat etmesinin
nedeni ise, önceden kendisinin vefat
eden Çavuşoğlu Maksut Çelebi’nin cariyesi
olduğunu ve bu adamdan da bir oğlu
olduğunu adamın ölümünden sonra da
kendisinin hür olduğunu fakat Gürcü Ali
adında bir kişinin de hürriyetine engel
olmaya çalıştığını söyleyerek Gürcü
Ali’yi dava etmiştir. Gürcü Ali adlı kişi
de Ayşe adlı cariyeyi Maksut Çelebi’den
108 kuruşa satın almış ve Ayşe adlı cariyenin
kendisine ait olduğunu söylemiştir.
Şahitler dinlenmiş ve Ayşe adlı cariyenin
Maksut Çelebi’nin ümmi-veledi
olup sekiz yaşındaki Mustafa’nın oğlu
olduğuna şahitlik edilmiş ve mahkeme
de Ayşe adlı cariyenin özgürlüğüne karar
vermiştir. 24
Başka bir örnekte Trabzon’un İskender
karyesinden olan ve vefat eden Ali
Beşe’nin eşi Saime binti Satılmışın
mahkemeye çıkması ile yaşanmıştır.
Mahkemeye çıkma nedeni ise, Ali
Beşe’nin cariyesi olan Kahraman binti
Abdullah’ın eşinin ölümünden sonra
kendisine miras kaldığını fakat cariyeni
hür gibi davranıp kendisinin emirlerini
yerine getirmediğini söyleyerek cariyeyi
dava etmiştir. Cariyenin şahitleri Ali
Beşe’nin hayattayken Kahraman adlı cariyenin
kendisinin ümmi veledi olduğunu
ve cariyenin küçük oğlu Mehmed’in de
kendi oğlu olduğunu söylediğine şahitlik
etmişlerdir. Böylece de mahkeme cariyenin
hürriyetini onaylamıştır. 25 Bir
erkek cariyesini azat etmediği sürece
ona evlenme hakkını da vermemiştir.
Buradaki amaç köleliğin ömür boyu
sürmesini engellemektir. Bu durumu
sadece Müslümanlar değil gayrimüslimler
de kabul etmiştir. 26 Bu duruma örnek
olarak sicillere şöyle bir olay geçmiştir:
“Ancak Rebiülevvel 1031 (Ocak/Şubat 1622)
tarihinde mahkemeye gelen Akçakale
sakinlerinden Sebefko veled Kalyori’nin
boşanma davası Hristiyan hukukunun da
azat edilmeyen bir ümmü veled ile evliliğe
izin vermediğini göstermiştir. Rus asıllı
Eksene adlı ümmü velediyle evlendiğini
dile getiren Sebefko “ayinimiz üzere tasarrufu
caiz olmamağın” diyerek Eksene’yi
bain talakla boşadığını belirtmiştir.” 27
Bu olay bizlere gösteriyor ki bu tür olaylarda
müslim ve gayrimüslim cariyeler
arasında pek fazla bir fark yoktur.
Köle olan kişilerin çocukları da aynı
statüye sahiptir. Köle sahibinin azat
etmediği cariyesinin başka biriyle evlenmesi
sonucunda doğan çocuklar da annesinin
statüsüne tabi olmuştur. 1631 Mayıs
tarihinde mahkemeye bu konu hakkında
bir dava gelmiştir. Dava Gürcü cariye olan
Seherkan bint Abdullah’ın sahibi Aişe
Hatun bint Mehmed Çavuşun davasıdır.
Aişe Hatun’un babası ölünce kendisine
23 Tülay Çetinkaya, 1135/1722 Tarihli Sicil Defterine Göre Trabzon’un Sosyal Tarihi,
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2006, s.61.
24 Yegin, a.g.e., s.104-105.
25 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1834, 50/1’den naklen Yegin, a.g.e., s.105.
26 Gös.yer.
27 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1822, 14/9’dan naklen Özcan, a.g.e., s.152.
.
MINTAN - 3
28
babasının kölesi olan Seherkan bint
Abdullah ismindeki cariye geçmiştir
Fakat cariyesi Laz Ali adında biriyle
kaçmıştır. Daha sonra bu ikili Aişe
Hatun’dan izin almadan evlenmişlerdir.
Mahkeme de cariyeye gelen iddiaları da
Seherkan bint Abdullah doğrulamıştır.
Dava ikinci bir kez mahkemeye çıkmıştır.
Buradaki konu ise cariyenin doğan
çocuklarının durumu hakkındadır.
Nitekim cariyenin çocukları hür bir
adamdan da olmuş olsa sonuç olarak köle
doğmuşlardır. Doğan çocukların direkt
Aişe Hatun’a ait olması gereklidir. Ancak
görülen bu ikinci davada Seherkan bint
Abdullah çocuklarının bedelini ödeyerek
özgürlüklerini satın almıştır. Sahip
Aişe Hatun da bundan böyle çocukların
özgürlüğünü kabul etmiştir. 28 Cariyenin
para karşılığı azadının gerçekleşmesinin
olup olmadığı kayda geçmemiştir. Fakat
en azından çocuklarının özgürlüğünü
satın aldığını bu örnekte görmekteyiz.
Cariye satın alan kişi aynı zamanda
ondan sonraki hayatına da şekil veren
kişi olmuştur. Cariye ile aile mensubu
kişilerin ilişkileri zamanla akrabalık
bağlarına dönüşmüştür. Hane içine
alınan cariye azat edildikten sonra da
korunmaya devam edilmiştir. Azat
edilen cariyelere bir takım malların
hibe edilmesi de bu duruma örnektir.
Sadece eşyaların hibesi söz konusu
olmamıştır. Cariyeler vakıf yollarıyla da
desteklenmiştir. Haziran/Temmuz 1629
tarihli kayda göre: “Trabzon mahallelerinden
Aşağı Hisar’da Monla Siyah Mescidi
Mahallesi’nde yaşayan İbrahim Çelebi bin
Halil mahallede olan evini azatlı köleleri
olan Bostan ve Mehmed’e ve kız karındaşı
Melike’ye ve vâlidesi Ayşe Hâtun’a
vakfettiğini beyan etmiştir.” 29 Aynı konu-
da bir başka -Eylül/Ekim 1628- tarihli
vakıfnamede: “Raziye Hatun bint
Mehmed Aşğıhisar’da Molla Siyah
Mahallesi’ndeki evini, avlusu, fırını ve su
kuyusuyla vakfederken yararlanmasını
istediği kişiler arasında azatlı cariyesi
Üftade bint Abdullah ve çocuklarının
ismini zikretmiştir.” 30 Bir başka örnekte
Ayo Filibos Mahallesi’nde yaşayan Güllü
bint Hamza adlı kadının bir kaydında
cariyesini evladı gibi görmektedir. Bu
kayıt şöyledir: “Güllü Hatun Gürcü asıllı
cariyesi Raziye’yi azat etmiş ve ölünce
tüm mallarının Raziye’ye verilmesini
istemiştir. Bir nevi vasiyetini mahkemede
kaydettiren Güllü Hatun “Raziye min
ba’d haza kızım olub” diyerek Raziye’yi
cariyeden ziyade bir evlat kabul ettiğini
doğrulamıştır.” 31 Bu durum biraz da köle
sahibinin inisiyatifine kalmıştır.
Köle ve sahibi arasında sadece iş
üzerine kurulu bir düzen yoktur. Karşılıklı
gelişen bir ilişki zinciri de söz konusudur.
Aile ortamı kölelerin sosyalleşmesine
yardımcı da olmaktadır. Köle azat edildikten
sonra bile sahibi arasındaki
ilişkiyi sürdürmüştür. Trabzon da köle
azadı genellikle karşılıksız olmuştur.
Köleler maddi bir yatırım olarak görülmemekteydi.
Erkek sahip tarafından
gerçekleştirilen cariye azatları sonradan
evlilik yapmak için değillerdi. Kayıtlara
azat edildikten sonra cariye ile evlenme
geçmemiştir. Özcan 1600-1652 yılları
arasındaki azat işlemlerinin sayısını 141
olarak verir. Bu rakamında 74 kayıtta
cariye sahibi olan kadın sahip, 64 kayıtta
da erkeklerin cariye sahibi olduğunu
verir. 32 Hatice Yetim yüksek lisans
tezinde 1858 numaralı defterde 1691-1693
tarihli kayıt içerisinde azatlı 11 kölenin, 4
tane köle azadı anlaşmazlığı, 3 tane köle
MINTAN - 3
.
28 Özcan, a.g.e., s.152-153.
29 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1826, 41/8’den naklen Özcan, a.g.e., s.153.
30 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1826, 61/4’ten naklen Özcan, a.g.e., s.153.
31 Trabzon Şer’îyye Sicili, 1824, 63/1’den naklen Özcan, a.g.e., s.153-154.
32 Özcan, a.g.e., s.155.
29
satışı, 1 tane geçici olarak verilen cariyenin
parasının istenmesi ve diğer
konular hakkında da toplam 18 köle
hakkında kaydın olduğunu bildiriyor. 33
Özcan’ın verdiği kayıtlardaki köle ve cariyelerinin
milliyetlerinin de ağırlıklı olarak
Gürcü’dür. Bunun da şehirlerin birbirine
yakın olmasından kaynaklandığı olsa
gerek. Geri kalan da Rus, Eflak, Macar
ve Boğdan asıllıdır. Hatice Yetim yüksek
lisans tezinde 1858 numaralı (1691-1693
tarihli) defterden bunlardan faklı olarak
birde Megri asıllı kölelerin varlığına
değinmiştir. 34 Trabzon’da azat edilen
kadın kölelere verilen isimler Fatma,
Rabia, Gülsüme gibi isimler olup Yasemin
ve Kahraman isimleri en sık kullanılan
isimlerdir. 35 Bu iki isim hür kadınlardan
ziyade cariyelerin kullandığı isimlerdir.
Bu durumda 17.yy Trabzon’unda
isimlerin bile statüsü olmuş oluyor.
Azadı gerçekleşen cariyeler zamanla
toplum içerisinde bütünleşmiştir.
Bundan sonraki yaşamlarında cariye
olduklarına dair bir isimlendirme söz
konusu olmamıştır. Kayırlara sadece 6
nikâhta kadınların isimlerinin önüne
ya da sonuna “muteka” tanımlaması
geçmiştir. 36 Bu durum kadınların azat
edilmiş köleler olduğunu göstermektedir.
Özcan bu tanımlamanın nedeninin
mehir miktarının belirlenmesi için
yapıldığını söylemektedir.
Şengül Yegin, şer’îyye sicillerinde
Müslim ve gayrimüslim cariyelerin nasıl
kaydedildiğini de vermekte. Müslüman
cariyeler baba adı olarak Abdullah adını
taşımaktadır. Yukarıdaki davalarda da
kaydedilen isimlerde görülen Aşye binti
Abdullah ve Kahraman binti Abdullah
buna örnek teşkil etmekte. Gayrimüslim
cariyelerden bahsedilirken de baba adı
kullanılmaz sadece isim söylenirdi.
SONUÇ
Kölelik neredeyse insanlık tarihi ile
paralel bir şekilde var olmuştur. Kadınlar
farklı toplumlarda ve coğrafyadasadece
zaman farkıyla- bazı haklarını
elde edebilmişlerdir. Ulus-devletin
ortaya çıkması ile birlikte kadınlar da
görünürlüklerini arttırmaya başlamıştır.
Köleliğin Osmanlı topraklarında da
başlamasıyla kadın ve erkek köle alımsatımları
olmuştur. Bu köle alımsatımları
bölgeden bölgeye değişiklik
göstermiştir. Nitekim sınır bölgelerinde
köle sayısı daha fazladır. Köleliğin
Osmanlı’da tamamen ortadan kalkması
ise II. Meşrutiyet döneminde olmuştur.
Kölelik üzerine herhangi bir çalışma
yapacak olanlar için kaynakların titiz
ve ciddi bir şekilde incelenmesi gereklidir.
Kaynak ve literatür çeşitliliği
de araştırmaya zenginlik katacaktır. Bu
konu çok hassas bir konu olduğundan
araştırmacı öznel bir yaklaşımdan
her zaman kaçınmalıdır. Toledano’da
eserinde kaynak çeşitliliğine vurguda
bulunmuştur.
KAYNAKÇA
AYDIN Mehmet Akif ve HAMÎDULLAH
Muhammed, “Köle”, DİA, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, C:26, Ankara,
2002, s.237-246.
AYDIN Mehmet Akif, “Mehir”, DİA,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C:28,
Ankara, 2003, s.389-391.
ÇAKIR Serpil,“Tarih Yazımında Kadın
Deneyimlerine Ulaşma Yolları”, Kadın
Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi
Vakfı, Sayı:35, 2004.
33 Yetim, a.g.e., s.33.
34 Gös.yer.
35 A.g.e., s.156.
36 A.g.e., s.157.
37 Yegin, a.g.e., s.105-106.
MINTAN - 3
.
30
ÇETİNKAYA Tülay, 1135/1722 Tarihli
Sicil Defterine Göre Trabzon’un
Sosyal Tarihi, İstanbul Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2006.
İPŞİRLİ-ARGIT Betül, “Osmanlı
Hukuk Çalışmalarında Kadın”, Türkiye
Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 3,
Sayı 5, 2005, s.575-621
ÖZCAN Aslı, Trabzon Şer’iyye
Sicillerine Göre Modern Öncesi
Dönemde Osmanlı Kadını (XVIII.
Yüzyılın İlk Yarısı), Doktora Tezi,
Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Trabzon, 2018.
TOLEDANO Ehud R., Suskun ve
Yokmuşçasına: İslâm Ortadoğusu’nda
Kölelik Bağları, (Çeviren: Y. Hakan
Erdem), İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul, 2010.
TÜRKMENOĞLU Mehmet Ali, XVII.
Yüzyılın İkinci Yarısında Trabzon
(Şer’iye Sicillerine Göre), Doktora
Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Konya, 2016.
YEGİN Şengül, H. 1064–1065 ( M.
1654–1655 ) Tarihli Şer’îyye Siciline
Göre Trabzon, Yüksek Lisans Tezi, Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Ankara, 2009.
ZEYNEP EZGi KAYA
Zeynepkaya11@outlook.com.tr
YETİM Hatice, 1858 Numaralı Trabzon
Şer’îyye Sicili’nin Transkripsiyon
ve Değerlendirilmesi (H.1102-1104,
M.1691-1693), Yüksek Lisans Tezi,
Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Trabzon, 2019.
ZEYNEP EZGİ KAYA
MINTAN - 3
.
Adres:
Hastane Mahallesi, Ayasofya Caddesi,
No.: 101/3, Arnavutköy/iSTANBUL
Tel.: +90 212 530 5202
Cep: +90 543 670 6983
E-Posta: info@kardeslerotomat.com
32
BÂB-I ÂLI BASKINI
(23 Ocak 1913)
SAMET YILDIZ *
GİRİŞ
Osmanlı İmparatorluğu, XX. asrın
başlarında büyük sıkıntılara maruz
kalmıştır. Akla gelebilecek her alanda
yaşanan radikal değişimler, bu sıkıntılar
ekseninde meydana gelmiştir. Ülke
içerisindeki muhalif hareketlerin
şahlanışa geçmesi ve hatta muhalif
grupların birbirleriyle mücadele içinde
olması gibi hususlar da buna ilâve edilebilir.
Jön Türk Kongreleri, Mürzteg
Planı, II. Meşrutiyet’in İlânı, Balkanlar’da
yaşanmakta olan sıkıntıların büyümesi,
Ermeni terörünün kontrolden çıkması
gibi olay ve olgular ise, Türk tarihinde
önemli mevkii işgal etmektedirler.
Ancak zikredilen dönemde vuku bulan
öyle bir hâdise vardı ki, Türk tarihinin
rotasını yeniden çizecek nispette önemi
haizdi. Bu vaka, şüphesiz ki “Balkan
Savaşları” idi. Savaşa giden süreç, savaşan
tarafların müttefik olma süreci, düvel-i
muazzamanın etkisi, savaş sırasında
yaşananlar ve tarihe etkisi gibi pek çok
unsur, savaşın kıymet-i harbiyesini
artırmaktadır. Günümüze değin süregelen
maddî-manevî yaraların müsebbibi
olan savaş yılları, tarihimizdeki birtakım
olaylara da zemin hazırlamıştır. Nitekim
23 Ocak 1913 tarihinde yaşanan Bâb-ı Âli
Baskını, zikredilen olaylardan bir tanesi
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çalışmamız “Bâb-ı Âli Baskını” hâdisesini
konu edinmiştir. Konunun iyi
anlaşılabilmesi adına baskını hazırlayan
gelişmelere temas edilecektir. Balkan
Savaşı sürecinin kısaca irdelenmesi
üzerine, asıl konu hüviyetindeki “Bâb-ı
Âli Baskını” ele alınacaktır. Akabinde
yapacağımız kısa bir değerlendirme ile
çalışmamız nihâyetlenecektir.
Bâb-ı Âli Baskını’nı Hazırlayan Süreç
XX. asır, bütün dünyada olduğu gibi
Osmanlı İmparatorluğu’nda da sancılarla
başlamıştı. Uzun müddettir kaynamakta
olan Balkanların taşma seviyesine
eriştiği bu süreç, yeniden meşrutî idâreye
geçilmesi hususunu gündeme getirmekteydi.
Epeydir ihtiyaç duyulan meşrutiye-
* Yüksek Lisans Öğrencisi, Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı.
E-Posta: sametyildiz.iletisim@gmail.com
MINTAN - 3
.
tin ilân edilmesi ise, Balkan halklarını
ve dış güçleri dizginlemek hususunda
bir yol olarak görülüyordu. Ayrıca, II.
Abdülhamid Dönemi’nde (1876-1909)
ciddî bir problem olarak ortaya çıkan
Ermeni meselesi de ülkenin canını
yakmaktaydı. 1 Hem, meşrutiyeti ilân
etmek ne kadar kötü olabilirdi ki? Muasır
devletlerin tamamına yakınında uygulanan
bir idâre şeklinin Devlet-i Âliyye’ye
ne gibi zararı dokunabilirdi? Bilâkis,
Osmanlı tebaasının geneline hitap edecek
bir Meclis-i Mebusân sâyesinde ülke
sükûta erişir ve Osmanlı, muasır devletler
arasında yer alırdı. Zamanın aydınları,
fikir adamları ve bâzı bürokratları
bu minvalde düşünmekteydiler.
Fakat meşrutiyet konusunda tarihî
yaşanmışlıklar, başarısız bir uygulama ve
o devri yaşayan canlı şâhitler de ortada
duruyordu ve Sultan II. Abdülhamid’in
meşrutiyete rızâsı yoktu. Bunun üzerine,
askerî kadrolarda da hareketlilik
meydana geldi. Özellikle Resneli Niyazi
ve Enver gibi ordunun genç subayları,
mevcut idâreye karşı tutum sergilediler
ve sükûneti sağlamakla görevli
bulundukları Balkanlar’da isyan ettiler.
Bu isyan, asker ve sivil camiadan destek
görünce daha da alevlendi ve Sultan II.
Abdülhamid, meşrutî idâreye geçme
kararı aldı. 2
Osmanlı İmparatorluğu’nun 24
Temmuz 1908’de meşrutî idâreye geçmesi,
iç ve dış kamuoyunda olumlu bir şekilde
karşılandı. Meşrutiyetin nişanesi olarak
propaganda kartpostalları, afişler, yazılar
yayımlandı. Fakat bu sevinç ortamı çok
fazla sürmeyecekti. 3 Kısa süre içerisinde
33
vuku bulan bu hâdiseler, Osmanlı idâresini
ve halkı derinden etkiledi. Özellikle
24 yıllık kuşatmanın ardından fethedilen
Girit’in Yunanistan’a bağlanma kararı,
Bâb-ı Âli tarafından kesin bir şekilde
reddediliyordu. 4 Bu durum, sevinçleri
kursağında kalan Osmanlı tebaasını
hayli kızdırmış ve böylece, İttihat ve
Terakki yönetimine karşı aşırı derecede
muhalefet ortamı doğmuştur. 5
İttihat ve Terakki’ye karşı sert rüzgârlar
eserken İstanbul’da yeni bir hareketlilik
peyda oldu. Bu karışık süreç, 31 Mart
Vak’asına sebep olurken; İstanbul ve dahi
Anadolu’nun muhtelif yerlerinde çıkan
isyanlara da şehâdet etti. 13 Mart 1909
tarihinde, İstanbul’daki Avcı Taburu’na
mensup erler tarafından başlatılan 31
Mart Ayaklanması, mevcut kabinenin
düşmesine ve ülke içerisinde asayiş
sorunları çıkmasına neden oldu. Bu
gelişmelerin Selanik’te duyulması üzerine
Mahmud Şevket Paşa komutasındaki
Hareket Ordusu, İstanbul’a doğru
hareket etti. İstanbul’a ulaştıktan kısa bir
süre sonra isyanı bastıran ordu, Sultan II.
Abdülhamid’i hâl’ etti ve yerine Şehzâde
Mehmed Reşad Efendi tahta cülûs eyledi
(1909).
Ülkede yaşanan âni gelişmelerin
iç ve dış akisleri çok büyük idi. Zira
II. Abdülhamid’in hâl’ edilmesiyle
birlikte O’nun politikalarından da
vazgeçileceği aşikârdı. Nitekim Sultan
II. Abdülhamid’in bizâtihi desteklediği
kiliseler arasındaki sorun, İttihat ve
Terakki yönetiminin barışçıl politikası
çerçevesinde çözüme kavuştu. 6 Bunun
1 Samet Yıldız, “Sultan II. Abdülhamid Dönemi’nde Ermeni Meselesi”, Ötüken, S.198, (Mayıs-
Haziran 2022), s.37.
2 Midhat Sertoğlu, Mufassal Osmanlı Tarihi, C.VI, TTK, Ankara 2011, s.3410.
3 Samet Yıldız, Mondros Mütarekesi’nden Sonra İttihatçılar, Ege Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Tarih Bölümü (Yayınlanmamış Bitirme Tezi) İzmir 2022, s.16.
4 Cemal Tukin, “Girit”, TDV İslâm Ans., C.14, İstanbul 1996, 92; Sertoğlu, a.g.e., s.3421.
5 Muhalefetin bu kadar şiddetli olmasında, yaşananların bir “oldu-bitti” hüviyetinde olması
da etkili olmuştur. Bkz. Yıldız, a.g.t., s.16; Volkan, 14 Kânunusâni 1324, s.1-2.
6 Hafız Hakkı Paşa, Bozgun, Tercüman Yayınları, İstanbul ty., s.19; Cevdet Küçük, “Abdülhamid
II”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.1, İstanbul 1988, s.223.
MINTAN - 3
.
34
neticesinde olası bir Balkan ittifakının önü
açılmış ve Balkan milletleri, savaşa kadar
geçen sürede müttefiklik için toplantılar
yapmışlardır. Balkan hükûmetleri
arasındaki ittifakın körüklenmesinde ve
savaş ortamının oluşmasında, Rusya’nın
Panislavist etkileri yadsınamayacak
derecededir. 7 Zira Rus-Japon Savaşı’nda
(1904-1905) Japonlara karşı ağır bir
hezimete uğrayan Rusya, bu hezimetin
acısını çıkarmak ve uluslararası camiada
kaybettiği otoritesini kazanmak amacıyla
Balkanlar’da yoğun faaliyetlere girişmişti.
8 Kendi “büyük” idealleri çerçevesinde
birbirlerini tanımayan Balkan milletleri,
1878 Berlin Antlaşması’nda elde ettikleri
kazancı daha da artırmak istiyorlardı.
Bu çalkantılı dönemde Osmanlı-İtalya
arasında patlak veren Trablusgarp Savaşı
(1911-1912), Balkanlıların iştahlarını kabartan
bir gelişme idi. Böylesine mühim
bir fırsatı zaferleriyle taçlandırmayı
tasavvur eden Balkan hükûmetleri,
1912’nin Eylül’üne kadar yoğun müzâkerelerde
bulundular. Nitekim Bulgaristan-
Sırbistan arasında yapılan son antlaşma
ile Balkan ittifakı kuruldu. 9 Dönemin
Osmanlı basını bu ittifaklar hakkında
geniş bilgiler verse bile hükûmet, tedbir
almakta gecikti. 10
Balkanlılar arasında ittifaklar yapıldığı
esnada, Osmanlı’nın iç ve dış sorunları
giderek artmakta idi. Ordu grupları
içerisinde mektepli-alaylı ve Halâskâr
Zâbitân-İttihatçı çatışmalarının ortaya
çıkması, halkın, askerin ve iktidarın
birbirine karşı düşmanlık beslemesiyle
neticelendi. 11 Tam da bu sıkıntıların
yaşandığı süreçte; Balkanlılar, ordularını
modernize etmeye ve açıklarını kapatmaya
odaklandılar. Hızlıca kendilerini
bilemekte olan Balkanlıların bu çabaları,
iç karışıklıklarla boğuşan Osmanlı’ya
karşı galebe çalmasına sebebiyet
verecekti. Böylece, savaşın ve dahi tarihin
gidişâtı Osmanlı İmparatorluğu aleyhinde
şekillenecekti.
Hâlihazırda, Trablusgarp Savaşı
sürmekte idi. Eylül 1912’ye kadar ittifak
sürecini tamamlamış olan Balkan devletleri
için “bulunmaz bir fırsat” olan
bu durum, Ekim 1912’de Osmanlı
İmparatorluğu’na savaş ilân edilmesine
zemin hazırlamıştı. Nitekim Karadağ’ın
savaş ilânıyla başlayan Balkan Savaşları
süreci, Osmanlıların savaşa resmen dâhil
olmasıyla, taraflar arasında fiilen başladı.
18 Ekim 1912 tarihinde resmen başlamış
olan Balkan Savaşları, Trablusgarp’ta
İtalyanlar ile sürmekte olan savaşın
bitirilmesini zarurî kılmakta idi. Bu
ihtiyaç üzerine, yine 18 Ekim tarihinde
Uşi (Ouchi) Antlaşması imzalandı.
Savaşın 18 Ekim’de resmen başlaması neticesinde
hızlıca ve amansızca ilerleyen
Balkan orduları, Osmanlı tahkimatları
ve cepheleri ile karşılaştılar. Bulgarlar,
Osmanlı-Bulgaristan sınırında bulunan
Kırkkilise (Kırklareli) ve Edirne üzerine
harekât düzenlediler. Bulgarlar, Osmanlı
Doğu Ordusu’nun Kırkkilise’deki kolu ile
mücadeleye tutuşmuştur. 22-23 Ekim tarihleri
arasında gerçekleşen bu mücadele,
Kırkkilise’deki Osmanlı birliklerinin
Lüleburgaz’a çekilmesine ve Edirne’deki
Osmanlı kuvvetlerinin yalnız kalmasına
neden olmuştur. Aynı tarihî süreçte
Yunan, Sırp ve Karadağ kuvvetleri ile
Bulgarların I. ve II. Ordusu, Osmanlı Batı
Ordusu’nun mevzilerini zorlamakta idi.
Dağınık hâlde hareket eden ve âdeta
7 Cevdet Küçük, “Balkan Savaşı”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.5, İstanbul 1992, s.23.
8 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1980), İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul
1983, s.35.
9 Richard Hall, Balkan Savaşları 1912-1913, Birinci Dünya Savaşı’nın Provası, Çev.: M.
Tanju Akad, Homer Kitabevi, İstanbul 2003, s.17.
10 İkdam, 26 Mayıs 1328, s.1; Tanin, 26 Mayıs 1328, s.2.
11 Taha Akyol, Rumeli’ye Elveda, Doğan Kitap, İstanbul 2013, s.38.
MINTAN - 3
.
akın akın gelen düşmandan zorlukla
kurtulan birlikler, Çatalca’da yeni bir
direnç noktası oluşturdular. 12 Çatalca,
Osmanlı Devleti için kritik öneme sâhip
bir mevzi idi. Zira Çatalca’nın geçilmesi
durumunda, İstanbul’u savunacak bir hat
kalmayacak ve payitaht, işgal edilmeye
müsait bir hâle düşecekti. Bu hususu çok
iyi idrak eden Osmanlı Doğu Ordusu,
var gücüyle Çatalca Hattı’nı savundu.
Gidişâtın iyiye işaret olmadığı fikrine
kapılan Osmanlı bürokrasisi, 3 Kasım’da
antlaşma yapma teklifinde bulundu.
Fakat bu tekliften istenilen netice
alınamadı. Bu durum Bâb-ı Âli Baskını’na
(23 Ocak 1913) değin sürecekti…
Bâb-ı Âli Baskını (23 Ocak 1913)
Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar’da
yaşanan savaşa hazırlıksız yakalanmıştı.
Balkanlıların savaşa yönelik yapmış
oldukları hazırlıkları göz ardı etmeleri
ve askerî bürokrasinin Balkan devletlerini
küçümseyerek hareket etmeleri,
bu elim hâle sebebiyet vermişti. Tam da
savaş esnasında icra edilen ihmâller, göz
ardı edilen hususlar ve orduya bulaşan
siyaset, savaşın gidişâtını Balkan devletleri
lehine çeviriverecekti. Savaşın
kötü gidişiyle, Osmanlı’nın eski başkenti
ve manevî şehri olan Edirne’nin muhasaraya
alınması, Osmanlı ahâlisini ve askerî
ricâli hareketlendirmiştir. 3 Kasım 1912
tarihinde teklif edilen antlaşma talebi,
bu hâle verilebilecek bir örnektir.
Ülke içerisinde her dâim bir muhalefet
bulunmuştur. Nitekim bahse konu
olan 1910’lu yıllarda da bu muhalefet
ortamı vardır. İttihatçı-Hürriyet ve
İtilâfçı gruplarının başı çektiği muhalefet
ortamı, 18 Ocak 1912 tarihinde yapılan
seçimlere değin yaşanmıştır. Tarihimize
“Sopalı Seçimler” olarak geçen mebus
35
seçimleri, İttihatçıların baskısı altında
yapılmış ve Hürriyet ve İtilâf Fırkası,
seçimleri kaybetmiştir. Yeni kurulmuş bir
fırka olmasına rağmen pek çok taraftar
edinen Hürriyet ve İtilâf’ın bastırılması,
İttihatçı mebusların Meclis-i Mebusân’da
güçlü konuma gelmesine zemin
hazırlamıştır. Bu duruma ilâve olarak,
bir volkan misâli içten içe yanmakta olan
muhalefet bu durumu hiçbir zaman içine
sindirememiştir. 13
İttihat ve Terakki, Sopalı Seçimler’in
akabinde önemli bir güç elde etmiştir.
Fakat Meclis-i Mebusân’da büyük bir
güce sâhip olan İttihatçılar, sanıldığı
gibi “tek başlarına bir otorite” değildiler.
Hükûmetteki çoğunluğu sağlama ve her
açıdan ülkedeki tek güç olma noktasında
büyük noksanlıklar bulunmakta idi.
İttihatçıların yaşamakta oldukları güç
noksanlığı ise, pek tabiî olarak muhaliflerinin
malûmu idi. Râkiplerinin zafiyetlerini
sınamak ve onları düşürmek
gayesiyle hareket eden muhalif zâbitler,
Balkanlar’da dağa çıktılar. Ülkesini
hâlihazırdaki sıkıntılardan kurtarmak
istediğini iddia eden zâbitler “Halâskâr
Zâbitân” adını kullandılar. Gâyet mânidar
olan bu isim çerçevesinde giriştikleri faaliyetler
ve talepleri, İttihatçıların geri
adım atmalarına ve mevcut hükûmetin
düşürülmesine zemin hazırladı. 16
Temmuz 1912 tarihinde Ahmed Muhtar
Paşa başkanlığında kurulan yeni hükûmet
ise, Meclis-i Mebusân’dan güvenoyu
alamadı. Zira mecliste çoğunluk durumundaki
İttihatçılar, yeni kurulan kabineyi
kendilerine uygun görmemekteydiler.
Bunun üzerine Meclis-i Mebusân,
sadrazamın talebi ve Sultan Reşad’ın takdiriyle
kapatıldı.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa Hükûmeti
ve faaliyetleri, ülke içerisindeki siyasî
12 BOA.MV.170/59.
13 Konunun gidişâtı ve bastırılmış olan muhalefetin ileriki süreçte sergilediği tutum hakkında
bkz. Yıldız, a.g.t.
MINTAN - 3
.
36
ortamı ciddî nispette etkilememişti.
Meclis-i Mebusân, yeni seçimlere kadar
uzun bir müddet kapalı kalmışsa bile, partilerin
iç dinamiklerine ve çalışmalarına
engel olunmamıştı. Fakat 29 Ekim 1912
tarihinde Kâmil Paşa tarafından kurulan
yeni hükûmet, tüm dinamiklerin farklı
yönde seyretmesine sebebiyet verecekti.
İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilâf
arasında menfaat çekişmelerinin
yaşandığı bu süreçte sadarete gelen
Kâmil Paşa, her iki tarafın da tepkisini
üzerine çekti. 14 Hiçbir kesimi tam
anlamıyla memnun edemeyen hükûmet,
iktidarını muhafaza etme noktasında güç
bir durumda idi. Zira iç muhalefetin yanı
sıra ülke savaş durumunda bulunuyordu
ve birincil hedef, ülke bütünlüğünün
korunmasıydı.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
muhalefet ortamı, birinci bölümde ifade
ettiğimiz savaş süreciyle perçinlenmişti.
Balkanlıların İstanbul’un girişi mahiyetindeki
Çatalca’ya kadar gelmeleri ve
Osmanlıların eski başkenti Edirne’nin
kuşatılması, İttihatçıların müdahalede
bulunmasına zemin hazırlayacaktı.
Yapılacak bir müdahale vâsıtasıyla
ülkenin yaşamakta olduğu olumsuz
durumlar da ortadan kaldırılabilirdi. Bu
perspektifte hareket eden İttihatçılar,
Balkan Savaşı’nı sona erdirmek amacıyla
toplanan Londra Konferansı’nı ve çıkacak
kararı beklemekteydiler. Konferansta ileri
sürülen şartlar, Osmanlı İmparatorluğu
için oldukça ağırdı ve bu şartların kabul
edilmesi düşünülemezdi. Nitekim ileri
sürülen talepleri reddeden Osmanlı
delegasyonu konferanstan çekildi ve
müzâkere süreci (16 Aralık 1912-6 Ocak
1913) nihâyetlendi.
Londra’da toplanan barış konferansından
istediklerini alamayan Balkan
devletleri, konferanstan hemen sonra
savaşa devam ettiler. Dönemin büyük
güçleri ise, çocukları gibi gördükleri
Balkanlıları destekliyorlardı. Büyük
güçler, bu doğrultuda hareket ettiklerini
konferanstan sonra da gösterdiler.
Konferansın dağılmasından kısa bir süre
sonra Bâb-ı Âli’ye müştereken gönderilen
notada, Balkanlıların isteklerinin yerine
getirilmesi dikte ediliyordu. Savaşın
başında “statükonun değişmeyeceğini”
beyan eden büyük güçler, artık “Balkanlar,
Balkanlılarındır” şeklinde baskı yapmakta
idiler. 15
17 Ocak 1913’te gönderilen nota Osmanlı
hükûmeti tarafından mütalaa edilirken;
iç siyasette de durum hayli karışıktı.
Savaşın gidişâtını kötü yönde gören ve
bu gidişâtı öne sürerek yeniden iktidar
olmayı hedefleyen İttihatçılar, hükûmeti
devirmek üzere planlar yapıyorlardı. 16
Hatta, civar bölgelerde bulunan önemli
İttihatçıların İstanbul’da toplanması dahi
vaki idi. Hâtıratında dönem içerisinde
yaşananları aktarmış olan Celâl Bayar,
İstanbul’da kendisini ağırlayan Mümtaz
Bey’in şu ifadelerine yer vermektedir:
“Bu bir iki gün içinde Bâbıâli’yi
basacaktık. Sizi onun için çağırmışlar.
Fakat benim de bilmediğim bir sebeple
“hareket” bir süre için geriye bırakıldı.
Geldiğinizi haber verir, son kararı da
öğrenip size söylerim” vâdinde bulundu.
Arkadaşım da, Rıza Bey’den aynı haberi
aldığını nakletti. Çaresiz bekliyecektik.” 17
Edirne’nin teslim edilmesine ilişkin
görüşmelerin yapıldığı süreç, hükûmeti
düşürmek için gayet makuldü. 22
Ocak 1913 tarihinde Edirne hususunda
görüşmelerin yapılması, İttihatçıların
harekete geçmelerine zemin hazırladı.
Edirne’nin Balkan ordularına terk edil-
.
14 Sertoğlu, a.g.e., s.3497.
15 BOA.HR.SYS.1980/1-78.
16 Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, C.I, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2017, s.580; Sertoğlu,
a.g.e., s.3497.
17 Celâl Bayar, Ben de Yazdım, C.4, Baha Matbaası, İstanbul 1967, s.1073.
MINTAN - 3
edilmesine ilişkin bir karar verilmemiş
olmasına rağmen “Edirne asla terk edilemez”
şiarıyla yola çıkan İttihatçılar, millî
bir şuurun desteğini almayı hedeflemekteydiler.
Bunun için en uygun tarih 23
Ocak 1913 idi.
23 Ocak günü, Bâb-ı Âli’de bir toplantı
yapılacaktı. Bu toplantıyla, savaşın
gidişâtı değerlendirilecek ve Londra
Konferansı’ndan çıkan talepler hususunda
bir metin kaleme alınacaktı. Bir
süredir planlanan hükûmet darbesi
için harekete geçen İttihatçılar, Bâb-ı
Âli’ye yürüyecekler ve Sadrazam Kâmil
Paşa’ya “istifa ettiğine” dair metni
imzalattıracaklardır. 18 Bu amaç için
yola çıkan İttihatçılar arasında Enver,
Yâkup Cemil, Mümtaz, Mustafa
Necib ve Ömer Nâci gibi isimler
bulunmaktaydı. İttihatçıların bir diğer
kısmı ise, küçük gruplar hâlinde Bâb-ı
Âli’de konuşlanmışlardı. Talât Bey de
burada beklemekteydi. Beraberindeki
İttihatçılarla yola revan olan Enver Bey,
yolda rast geldiği insanlarla birlikte
Bâb-ı Âli’ye doğru ilerledi. Kısa süre
içerisinde ulaştığı kalabalık bir toplulukla
hedefe ulaşan Enver Bey, Talât Bey
ve beraberindekilerle birleşti. Nitekim
harekâtın başlaması için herhangi bir
engel kalmamıştı.
Enver Bey ve beraberindeki İttihatçılar,
ellerinde silâhları bulunduğu vaziyette
binaya girdiler. Birkaç istisna dışında,
içeride herhangi bir direniş ortamı
mevcut değildi. 19 Silâhlarını çekmiş
hâldeki insanlara mukavemet göstermeye
çalışan yâverlerden Nâfiz Bey ve
Kıbrıslızâde Tevfik Bey ile Komiser Celâl
Bey, öldürüldü. Buna mukabil, Tevfik
Bey’in açmış olduğu ateş neticesinde
fedaîlerden Mustafa Necip Bey de
ölmüştü. Bâb-ı Âli’de yaşanan kargaşa
37
ortamının heyecanıyla toplantı salonundan
çıkan Harbîye Nâzırı Nâzım Paşa da
âni reaksiyon gösterince ünlü fedaîlerden
Yâkup Cemil tarafından öldürüldü.
Yaşanan hâdiseler, Celâl Bayar tarafından
şöyle aktarılmaktadır:
“Nazım Paşa da diğerleri gibi işittiği
silâh sesleri ve gürültü üzerine dışarıya
çıktı, Enver Bey ve arkadaşlarını gördü,
cesur adımlarla yanlarına yaklaştı:
“Ne oluyor? Aklınızca sadareti mi
basmaya, geldiniz? Haddinizi biliniz.”
Sözleriyle karşısındakileri tekdir, hatta bir
rivayete göre, tahkir etmek istedi. Enver
Bey her zamanki nezaketini burada da
muhafaza etti. Kendinden üstün rütbedeki
kumandanı askerce selâmladı. Esas
niyetlerini anlatmaya başladı. Ancak
bir kaç kelime söylemişti. Yakup Cemil
Bey ânî bir davranışla Paşa’nın sırtının
gerisinden silâhını uzatarak sağ şakağı
hizasından ateş etti; Harbiye Nazırı
ve Balkan Savaşı’nı yapan orduların
başkumandan vekilini kanlar içinde yere
serdi. Yakup Cemil, Nazım Paşa’yı vurup
öldürmüştü.” 20
Hükûmete karşı girişilen bir harekette,
devletin nâzırlarından bir tanesinin
yaşamı son bulmuştu. Bu durum; devlet,
toplum ve dahi İttihatçılar nezdinde
kabul edilebilecek mahiyette değildi.
Hatta Talât Bey, işin farklı boyutlara
ulaşmaması gerektiği ifade etmiş ve
İttihatçıların sükûnetle hareket etmelerini
istemiştir. Aksi takdirde, yapılan
icraattan desteğini çekeceğini beyan
etmiş ve bu husustaki ciddiyetini ortaya
koymuştur.
Bâb-ı Âli Baskını’nı hâtıralarında
işleyen Halil Kut Paşa, yeğeni Enver
Bey’in (sonra Paşa) faaliyetini şu ifade-
18 Sabah, 11 Kânun-u Sâni 1328, s.1.
19 Kutü’l-Amare Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, Haz. Erhan Çifci, Timaş Yayınları,
İstanbul 2018, s.133.
20 Bayar, a.g.e., s.1098.
MINTAN - 3
.
38
lerle değerlendirir: “… Balkan Harbi daha
sona ermeden İstanbul’da yalnız memleketimizi
değil ailemizi ve dolayısıyla beni
de şiddetle alâkadar eden ve beklenmeyen
bir olay olmuştu. …” 21
Enver Bey ve Talât Bey, aceleyle
Sadrazam Kâmil Paşa’nın yanına gittiler.
Sadrazamı gördüklerinde “millet
ve ordunun hükûmeti istemediği
ve bu nedenle sadaretten istifa
ettiği” meâlindeki mektubu yazdırıp
imzalattılar. Sultan V. Mehmed Reşad’a
hitaben yazılan istifa mektubunda “ahâli”
kelimesinin vurgulanması, yapılmış
olan baskının sâdece ordu kanadından
değil, millet tarafından da arzulandığını
betimlemekteydi. İmzalanan mektubu
Sultan’a götüren İttihatçıların talebi kabul
görmüş ve Mahmud Şevket Paşa, yeni
hükûmeti kurmakla görevlendirilmişti.
Netice itibarıyla; 23 Ocak 1913 tarihinde
Bâb-ı Âli’de toplanmış olan Kâmil Paşa
Hükûmeti, İttihatçılar tarafından yapılan
bir baskın sonucunda devrilmiştir. İttihat
ve Terakki ise, Mahmud Şevket Paşa
liderliğinde yeniden iktidara gelmiştir.
Londra Konferansı’ndaki şartları direkt
olarak reddeden İttihatçılar 22 , Avrupa
devletleri ve Balkanlıları çok fazla
dikkate almadılar. İlk icraatını böylece
gerçekleştirmiş olmaları, kamuoyunun
“bir baskın neticesinde iktidara gelmeleri”
yönündeki endişelerine haklılık payı
vermekte idi. 23 Nitekim uzun müddettir
yaşanmakta olan muhalefet, bir
süreliğine toprağın altına gömülmüştü. I.
Cihan Harbi sonuna değin tek güç konumunda
olan İttihat ve Terakki, iç ve dış
politikada tüm varlığını sergileyecekti.
Belgeler
BİBLİYOGRAFYA
BOA.HR.SYS.1980/1-78.
BOA.MV.170/59
Gazeteler
İkdam
Tanin
Volkan
Kitaplar, Tezler ve Makaleler
AKYOL, Taha, Rumeli’ye Elveda,
Doğan Kitap, İstanbul, 2013.
ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasî
Tarihi (1914-1980), İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 1983.
BAYAR, Celâl, Ben de Yazdım, C.4,
Baha Matbaası, İstanbul, 1967.
Diran Kelekyan, “Yeni Kabine ve
Avrupa”, Sabah, 12 Kânun-u Sâni 1328, s.1
Hafız Hakkı Paşa, Bozgun, Tercüman
Yayınları, İstanbul, ty.
HALL, Richard, Balkan Savaşları
1912-1913, Birinci Dünya Savaşı’nın
Provası, Çev.: M. Tanju Akad, Homer
Kitabevi, İstanbul, 2003.
Kutü’l-Amare Kahramanı Halil Kut
Paşa’nın Hatıraları, Haz. Erhan Çifci,
Timaş Yayınları, İstanbul, 2018.
KÜÇÜK, Cevdet, “Abdülhamid II”,
TDV İslâm Ansiklopedisi, C.1, İstanbul,
1988, ss.216-224.
.
21 Kutü’l-Amare Kahramanı Halil Kut Paşa’nın Hatıraları, s.133.
22 Diran Kelekyan, “Yeni Kabine ve Avrupa”, Sabah, 12 Kânun-u Sâni 1328, s.1.
23 İkdam, 15 Kânun-u Sâni 1328, s.1
MINTAN - 3
ÖZTUNA, Yılmaz, Osmanlı Devleti
Tarihi, C.I, Ötüken Neşriyat, İstanbul,
2017.
39
SERTOĞLU, Midhat, Mufassal
Osmanlı Tarihi, C.VI, TTK, Ankara,
2011.
TUKİN, Cemal, “Girit”, TDV İslâm
Ansiklopedisi, C.14, İstanbul, 1996,
ss.85-93.
YILDIZ, Samet, Mondros
Mütarekesi’nden Sonra İttihatçılar,
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü (Yayınlanmamış Bitirme Tezi)
İzmir, 2022.
________, “Sultan II. Abdülhamid
Dönemi’nde Ermeni Meselesi”, Ötüken,
S.198, (Mayıs-Haziran 2022), ss.33-37.
SAMET YILDIZ
sametyildiz.iletisim@gmail.com
SAMET YILDIZ
Bâb-ı Âli Baskını
Illustration, 9 February 1913
.
MINTAN - 3
40
NE OLACAK BU KİTAPLARIN
HÂLİ?
ALPEREN DÖNMEZ *
Artık Türkiye’de kitap, gerçekten
servet oldu. Artık yalnız kitapçılar
yahut bir şekilde kitap ticareti ile
iştigal edenler değil, üç-beş kuruş
da olsa ekmek peşinde olan herkes
için kitap, bir servet oldu. Neden
mi? Anlatacağız.
Bir hafta kadar evvel ben, bir
eskiciye tesadüf ettim. “Ey, ne var
bunda; bildiğin eskici” dediğinizi
işitir gibiyim; ama bu eskici, öyle
bildiğiniz gibi demir, bakır; hurda
eşya satan eskicilerden değildi;
kitap alıyordu. Fakat farklı olan,
şuydu: Kitap alan eskici, her zaman
gelip gördüğümüz mahalle eskicisinden
başkası değildi. Demek
ki mahallenin bakır, demir, plâstik
alan eskicisi, yükselen kitap
fiyatlarına lâkayt kalmamış olacak
ki, artık kitap işine de girmiş. Ama
bundan eskici kazanıyor mu?
Hayır. Dahası, kitap ticareti ile
uğraşanlar da bundan zararlı
çıkıyor. Bunun birkaç sebebi var:
1. Bizde çok fazla kitap var.
Ancak kaliteli kitap az. Bu;
edebiyatımızda da böyle, akademik
sahada da böyle. Hattâ,
dünyada en fazla kişisel gelişim
kitabı yazılıp satılan ülkelerden
birisi de biz olmamıza rağmen
bu kitaplara, bu yazının yazıldığı
devrin şartlarında, çok para ödenmektedir.
Bunun dışında akademik
camiada dışarıdan şatafatlı
görünen, “oku beni” diye yalvaran;
fakat içine bakıldıkta kitabı
aldığınıza, alacağınıza bin pişman
eden kitaplar da yok değildir. Bu
* Mintan Dergi Editörü.
E-Posta: alperen.donmez1999@gmail.com
.
MINTAN - 3
41
da okuyan (tabii, kaçımız okuyorsak)
kitlenin, zaten artan fiyatlar
yüzünden küstüğü kitaplardan
iyice uzaklaşmasına sebep
olmaktadır.
2. Kitaptan kazanılan paranın,
masraflara kifayet etmemesi de
işin iktisadi tarafıdır. Hepimizin
şikâyet ettiği iki unsur olan artan
döviz ve enflâsyon, kitap ticaretine
de ket vurmakta; kitabın hammaddeleri
olan kâğıt, mürekkep
ve teknolojik cihazların dışarıdan
temin edilmesi nedeniyle kitap
fiyatlarının günbegün artması
da bu işi ölü yatırım hâline getirmektedir.
Meselâ 2019 senesinde
aldığınız dört kitabı, şayet o
yıl -tanesi 50 kâğıttan- elinizden
çıkarsa idiniz, 200 milyona iki-üç
kaliteli kitap alabilir; bunları
da satarak -hiç olmazsa- çorba
paranızı çıkarabilirdiniz. Şimdi
ise alacağınız 200 milyona (tabii,
50 milyona kitap alacak birileri
kaldıysa) bir, iki kitap ancak
alırsınız. Onlar da hacimsiz, az
sayfalı eserler olur.
Bu ve daha pek çok amilleri,
kitapların lüks olmasına sebep
olarak zikredebiliriz. Hâl böyleyken
kitap, özellikle akademi
çevrelerinde nasıl okunur? Dedik
ya; kitap, servet oldu. Lüks oldu. Ve
akademide, üniversite camiasında
arslan payını matbuat çekiyor.
Matbuat da el yakıyor. Bunun
çaresi, elbet kitaptan uzaklaşmak
değildir. Ama kısa vadede bunun
tek çaresi, bize göre, İnternet. Evet,
doğru işittiniz; İnternet. Faydalı
olmayacağını bilmekle beraber
kısa vadede kitap dünyamızı
kurtarabileceğini zannediyorum.
En azından bundan sonra
çıkacak akademik ve popüler tüm
kitapların, bilgisayar ortamında
yazılıp satılmasının doğru olacağını
düşünüyorum. Tabii, mevcut
telif kanununun İnternet eserlerine
de teşmil edilmesi ile
dijital nüshaların makul şart ve
ücretlerde satılması, önem teşkil
ediyor. Bunlar aşıldığı zaman, en
azından birkaç yıl için, elektronik
kitap işine ayak uyduracağız. Hiç
olmazsa kâğıda para vermeyiz.
Kitap alıp okumanın hayâle
gittiği şu günlerde yapılması gerekenin
bu olduğunu düşünüyorum.
Başka fikir varsa, onları da
dinleyeceğimi beyan ederim. Ama
şu da bir gerçek ki kitap, ancak
gerçekçi bir çözüm bulunabilir ise,
servet olmaktan çıkabilir.
ALPEREN DÖNMEZ
ALPEREN DÖNMEZ
alperen.donmez1999@gmail.com
MINTAN - 3
.
42
GEÇMİŞ BİR ANI
ŞÜKRAN BİLGİÇ
Yazsam dökülür mü dudaklarımdan
Kalemim keskin mi o kadar
Bilmediğim bir şey bu
Geçiyor ve ben ne olduğunu bile anlamıyorum
Vazgeçmedim, kabullendim.
Çok uzun sürdü aslında
Bitti diyebilir miyiz artık.
Dönsen affedecek kadar seviyorum.
Ama gelmeyecek kadar akıllıyım.
Ah vah’larım kalmadı.
Yokluğun da kalmasın.
Senin gibi siliyorum bende her şeyi
Hiç ailem olmamışsın gibi
Vedamız gibi
Yabancıyız şimdi
ŞÜKRAN BİLGİÇ
sukran.blgc145@gmail.com
.
MINTAN - 3
43
OZAN DABANOĞLU
956ozan@gmail.com
BÜYÜMEK
Zaman gelir gider
Sanki her şey bir gün biter
Kim şimdi göz yaşlarımı siler
Ailen seninle olmayınca
Büyümek için her gün yürüdük
Sonunda yalan bir hale büründük
İçimizde bir ateş büyüttük
Olduk sonunda bir kül
Bu dizeler ne ifade eder
Sadece okunup biter
Geriye kalan sadece kelimeler
Olduk sonunda bir Ozan
OZAN DABANOĞLU
.
MINTAN - 3
SULTAN IV. MURAD (1623-1640)
45
TÂRİH-İ SİYASÎDE MİLLİYET
İSMAİL HÂMİ
TRANSKRİPSİYON: SAMET YILDIZ **
-1-
On dokuzuncu asrın en büyük seciye-i
târihîyesi, harekât-ı millîyenin eski Avrupa
haritasındaki tâdilâta olan tesiridir; bu itibarla,
geçen yüz senenin âsâr-ı sâireden
farkı, yegâne milliyet asrı olmasıdır. O
zaman Avrupa’nın hemen her tarafında her
gün bir kıyam olmuş, millî muharebelerinde
ise nehirlerce kan akmıştır! Biz, bu müthiş
kasırganın nasıl geçtiğinden oldukça bîhaberiz;
çünkü zaman ve mekân itibarıyla,
lisânımız da tetkik edilmedi. Bununla
bundan sonraki makaleler, bu noktanın
tecrübe-i izahıdır.
Dünyanın hayat-ı siyasîyesinde harekât-ı
millîyenin ehemmiyeti pek yeni, fakat hiss-i
millî pek eskidir. Lisânı, ananâtı, muhit
ve hayatı müşterek olanlar, târihin her
devrinde milliyetle mütehassıs olmuşlardı
ve bu his, etrafında ecnebi bulunan her millette
vardır. Fakat ecnebi-girizlik, bu şekl-i
iptidaîsinde, hiçbir müessese-i siyasîyenin
itina edemeyeceği bir hiss-i müphemdir. On
dokuzuncu asra kadar devam eden bu hâl
esnasında, Avrupa hayat-ı siyasîyesini, din
ve hânedan merbutiyeti şeklinde büsbütün
başka hissiyat idare ediyordu.
Harekât-ı millîye ise, hiss-i millîyenin bir
fikr-i siyasî şeklini aldığı zaman başlamıştı;
ondan itibaren, hükûmet, iştirak-ı hissiyat
ile yahut aynı gâye-i siyasîye ile müttehit
bir heyetin müessese-i müşterekesi
addolunmuştur. Bu yeni itikadın tesiri ile,
MESELESİ * MINTAN - 3
* İsmail Hâmi tarafından kaleme alınan “Târih-i Siyasîde Milliyet Meselesi” başlıklı yazı,
Edebiyat-ı Umumîye Mecmuası’nda, dört tefrika hâlinde yayımlanmıştır. Transkripsiyonunu
yaptığımız eserin diline dokunmadık. Sâdece, gerekli gördüğümüz birkaç yerde küçük çaplı
düzenlemeler yaptık. Ayrıyeten, anlamı bilinemeyecek durumda olan kelime ve tamlamaları
da köşeli parantez “[]” vâsıtasıyla açıklamayı uygun gördük. Yine köşeli parantez kullanmak
suretiyle, metin içerisine bazı kelimeler ekledik. Tefrikaların künyeleri için bkz. İsmail Hâmi
“Târih-i Siyasîde Milliyet Meselesi”, Edebiyat-ı Umumîye Mecmuası, Y.1, S.7, (3 Kânun-u Evvel
1332), ss.137-138; İsmail Hâmi “Târih-i Siyasîde Milliyet Meselesi-2”, Edebiyat-ı Umumîye
Mecmuası, Y.1, S.8, (10 Kânun-u Evvel 1332), ss.147-148; İsmail Hâmi “Târih-i Siyasîde Milliyet
Meselesi-3”, Edebiyat-ı Umumîye Mecmuası, Y.1, S.9, (17 Kânun-u Evvel 1332), ss.165-167;
İsmail Hâmi “Târih-i Siyasîde Milliyet Meselesi-4”, Edebiyat-ı Umumîye Mecmuası, Y.1, S.10,
(24 Kânun-u Evvel 1332), ss.181-182. (S.Y.)
** Yüksek Lisans Öğrencisi, Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı.
E-Posta: sametyildiz.iletisim@gmail.com
.
46
1- Mevzumuz itibarıyla en mütekâmil
memleketler, Avrupa’nın en münteha-i garbı
ve şimalisinde idiler. Bunun da bir sebeb-i
coğrafîsi vardı: Orada tabiat yekdiğerinden
ayrı mıntıkalar vücuda getirmiş ve bunlar
hudud-u tabiîye olarak her biri bir devletin
çerçevesi olmuştu. Oralardaki eski hükûdevletin
millete itinaen tesisi, hükûmetin
aynı ırk efradından terkibi, memleketin aynı
milletle meskûn olması arzu edildi.
Bu hissiyâtın hayat-ı umumîyeye
târih-i nüfuzu, her milletin seviye-i içtimaîyesiyle
mütenasiben ihtilâf eder; o
nokta-i nazardan, milliyet meselesi muhit
itibarıyla tetkik olunmalıdır. Herhâlde,
evvelâ en menemden yerlerde, âhalisinin
hükûmete iştirakinden itibaren başlar.
Meselâ İngiltere’deki tesirâtı, parlamentonun
evvelâ İspanya ve gittikçe Hollanda
ve Fransa muharebelerinde icra-i nüfuza
dâvetinden sonra zuhur etmiştir. Amerika
İngilizlerinde ise, Avrupa hükûmetine karşı
isyan ile başlamıştır. Fransa’daki mebde-i
tarihi de 1792’dir.
Milliyet hissi biraz sirayet eder:
Napolyon’un seferleri bu itibarla pek büyük
bir tesir icra ederek yeni hissiyâtı hemen
her tarafa dağıtmıştır. Bu sebeple evvelâ
Avrupa’nın garbından başlayarak tedricen
merkezinde ve nihâyet şarkında intişar
etti. Hükûmât-ı mutlâkîye karşı kıyam ile
tecelli eden bu Napolyon hâtıratı, aynı
zamanda garbın en uzak bir ülkesinde de
İspanyolların da aynı cibare [gizli, habersiz]
isyanıyla tamam olmuştu.
Bütün harekât-ı milliyenin bir nokta-i
iştiraki vardır: Her millete bir hakk-ı
hükûmet bahşeden bu esasın anlaşılması
pek kolaysa da, millet tâbirinin anlaşılması
pek güçtür! Her millet aynı kelimeye başka
mâna veriyor ve bu mânaların menafi-i
millîyeleriyle mütenasip oluyor! Bu ihtilâf
ise, cereyana en büyük mâni olmuştur.
Almanya’da milliyet esasına ırk olduğu,
Rusya’nın Panslavist mahfilinde de lisân
veya karabet-i elsine, Fransa’nın İsviçre ve
Amerika’da ise halkın arzu-i umumîyesi ileri
sürülüyor. Bazı yerlerde de, Macaristan’ın
Andraşi’nin [Kont Andrassi] Krispi’ye
söylediği gibi, itisâl-i araziyi esas addetmek
istiyorlar! Fakat bu nazariyelerin hiçbiri itirazdan
masun kalamamıştır. Meselâ [,] ırk
esasına ilm-i ensâl uleması [soy/ırk âlimleri],
ittisal [bitişik] araziye coğrafîyûn,
hissiyât-ı umumîye nazariyesinde de bazı
müverrihler itiraz ediyor; muterizler, her
yerde ihtilat olduğundan her milletin melez
olduğunu, her memleketin diğeriyle iltisak
ettiğini ve herhâlde hissiyat-ı umumîyenin
tebdil ettiğini söylüyorlar.
Bu sebeple, milletin mânâsıyla mi’yârı
[ölçüsü] henüz keşfedilememiştir.
-2-
Elektrik gibi milliyetin de hâlâ tarif
edilemediği geçen makalede izah
olunmuştu. Bu meçhuliyet, cereyanın
muvaffakiyetine en büyük hail oldu: Çünkü
hemen her milletin başka türlü olan nazariye-i
millîyesi biraz tatbik edilmiş gibi
olduğundan, on dokuzuncu asrın nihâyetinde
hükûmetler milliyet endişesinden
pek başka nazariyata itina etmiş ve bil-netice
Avrupa’nın kısm-ı azamında devletlerin
teşkilât-ı hakikiyesi metâlib-i milliye [millî
talepler] ile pek çok mütenakız olmuştu.
Fevkü’l-beşer bir kuvve-i siyasîye bulunsa
da, bir haritanüvisin kâğıt boyaması gibi,
Avrupa hudud-u siyasîyesini milliyet
esasına tevfikan ta’dil edebilecek olsa, nazariyelerin
hangisini esas ittihaz edeceğinde
tereddüt ve belki de ihzar-ı acz eder! Her
milletin arzusu başka olduğundan ortada
vazıh bir akide-i umumîye yok demektir.
İşte yüz senelik bir kıyamet-i siyasîyeden
sonra, on dokuzuncu asır, hem birçok tadilât
ile, hem hiçbir milleti kâmilen memnun
etmemekle nihâyet bulmuş ve bu hâle
ancak milliyetin ehem-i mezkûru sebep
olmuştur. O zaman Avrupa milletleri, milliyet
itibarıyla muhtelif derecât-ı tekâmülde
idiler. Bunların mecmuunu, her zümrenin
seciye-i barizesi dâhil-i hesap olmak şartıyla
üçe irca’ edebiliriz:
MINTAN - 3
.
47
hükûmetler, bu suretle asılları ihtilâf eden
tebaasını bir milliyet hâlinde tevhit etmek
zamanını kazanmışlardı. Bu mazhariyetin
tevlit ettiği devletlerden İngiltere, İskoçya
hükûmetini temsil ve İrlanda’ya da tahakküm
ederek teşekkül etmişti. Kaştale hükûmeti
de Portugal ve Katalonya müstesna
olmak üzere, bütün İberya şibh-i ceziresini
[bölgesini, dolaylarını] temsile muvaffak
olmuştu. Elsîne [diller] ve ananât-ı
muhtelifeden [muhtelif anânelerden] terekküp
eden Fransa ise, ancak bin yedi
yüz doksan ittihadıyla şekl-i hâzırında
tebellür etmişti. İki İskandinavya şibh-i
ceziresinde sâkin üç millet olan Danimarka,
İsveç ve Norveçliler de coğrafya-i mevlûdî
[coğrafyada meydana gelenlerden]
addolunmalıdır. Avrupa buhran-ı millîyesinden
evvel teşkilâtını ikmal eden bu
devletlere vilâyat-ı müttehide ile İsviçre
nevahi-i müttehidesini de ilâve edebiliriz.
2- Avrupa merkezî devleti de ikinci bir
zümre teşkil ediyordu: Almanya ve İtalya…
Birçok küçük hükûmetlere inkısam eden
bu büyük milletler, birbirinden âdeta
setlerle ayrılmış parçalarla perişanlıklarını
hissediyorlardı. Bu sebeple, onlardaki hiss-i
millî, Türkiye’nin teşekkülünde olacağı gibi,
ittihat etmek şeklinde tezahür etmişti.
İtalyanlar da, fazla olarak, ecnebi hâkimiyetinden
kurtulmak arzusu da yok değildi!
3- Üçüncü zümre, Avrupa-i şarkî milletlerinden
mürekkeptir. Bunlar o zamana
kadar bizimle Avusturya ve Rusya beyninde
münkasımdı. Haritaları, hükûmetlerden
yapılmış bir mozaik gibidir! Bu milletlerin
bazılarında birer hâtıra-i hükûmet
de vardı. Meselâ, Lehlerle Litvanyalılar,
Polonya-Litvanya çifte-devletini teşekkül
etmişlerdi. Çehler de bu himaye krallığını
düşünüyorlardı. Bir kısmı da sâde bir muhtariyet-i
mutlaka der-hatır edebiliyordu.
Ecnebi bir hükümdara sâde ismen merbut
olan bu nevie [türe, çeşide], Finlandiya
misâl olabilir. Ukrayna’daki göçük/küçük
Ruslar da, Lehlerden ayrılıp çarlara tâbi
olan Kazakların devr-i teşkilâtında nim-i
istiklâl içinde idiler. Bizim Memleketeyn
ahâlisi ise, Osmanlı adâlet-i siyasîyesinden
yetişmişti! Katolik Hırvatlar da Hırvatlık
krallığını, Macar tacına iltihakında muhafaza
etmişlerdi.
Milliyet itibarıyla en mütedenni [geri]
milletler de üç kısma ayrılır:
1- On beşinci asırdan beri bizde olan
adalar ve Makedonya ahalisiyle Sırplar ve
Karadağlılar;
2- Avusturya veya Venedik arazi-i mevrûsesinde
[miras kalan arazilerde] kalan
millet veya millet parçaları; Garniola ile
aşağı İslavlarıyla Dalmaçya’nın Hırvatları
gibi
3- Macaristan’ın yukarı İslavlarıyla
Sırpları ve Transilvanya’nın Macarzâdeganına
tâbi Ulahları…
Avrupa’dan üç yüz sene evvel, Asya’da
da bir ittihad-ı millî olmuştu. Devlet-i
Osmanîyye, bu cereyan-ı tarihîyyenin
mevlûdudur [sonucudur]. Asya’nın Ak
ve Karadenizler sâhilindeki bu Türk
ittihadından Kırım’la Kafkasya’nın iftirakı,
hudud-u tabiiyenin adem-i vücudu
veya adem-i metaneti olabilir. Herhâlde
Anadolu’daki küçük Türk hükûmetlerinin
Devlet-i Osmanîyye’de inhilali, tarih-i millîyemizin
en büyük fasıllarından biridir.
Selim-i Evvel’in siyaset-i İslâmiyye için
başka bir lisanı lisan-ı resmî ittihazına
teşebbüsünden sonra başlayan milliyet
aksü’l-ameli [sonucunda] ise, Osmanlı
lisanını vücuda getirmiştir.
Mevzuumuz dâhilinde olmamakla
beraber, Bu da birçok noktalardan Avrupa
harekât-ı milliyesiyle mukayese olunabilir.
-3-
On dokuzuncu asrın sonunda, harekât-ı
millîyenin neticesi üç şekilde tezahür etti:
İftirak [ayrılık, dağılma], ittihat ve istihlâs
[kurtulma, kurtarılma]…
MINTAN - 3
.
48
1- İftirak ile üç küçük millet, üç küçük
devlete inkılâp etmişti. Bunlardan (münhat
memleketler [alçak ülkeler]) krallığı,
1814’te yapılmış bir hükûmet-i sunîye
iken, Belçika’nın istiklâliyle ortadan zail
oldu. Aynı tarihte aynı suniyetle ittihat
eden İsveç’le Norveç rabıtası da, tedricen
ve bilâ-ihtilâl, inhilâl etti. Çünkü Norveç
milletine 1791 Fransız kânun-u esasîsinden
alınmış usul, ecnebi bir hükümdara
telkin-i irade hakkını veriyordu. Nemse
devleti de bir ittihad-ı şahsî ile birleşmiş
iki hükûmet, yahut şekl-i sâbıkında bir çifte
devlet olmuştu.
Bu sebeple, bugün bir Norveç veya bir
Macar meselesi yoktur.
2- İttihat usulüyle de, birtakım küçük
hükûmetler, kuvve-i askerîye sâhibi iki
milletle birleşerek birer büyük devlet
olmuştu. Almanya ile İtalya böyle teşekkül
etti. Bugünkü Almanya devlet-i müttehidesi,
eskiden bazıları bizim Aksaray mahallesi
kadar birtakım hükûmetçiklere inkısam
ederken; bir taraftan tevsi’ ve diğer cihetten
de müşterek bir (saltanat arazisi = terre
d’empire) istihsâl eden Prusya’nın etrafında
teşekkül etmişti. İtalyan hükûmetleri de
Sardinya Krallığı’na iltihak ederek İtalya
devletini vücuda getirmişlerdir.
3- İstihlâs ismiyle yâd olunan üçüncü
netice de Osmanlı arazisinde zuhur etti.
Geçen asrın Balkan haritasındaki tadilatı
milliyette ziyade Moskof’un eseridir! İki
safhada nihâyet bulan Yunan istiklâli,
safahat-ı muhtelifeden sonra teşekkül eden
Romanya hükûmeti venihâyet Karadağ ve
Sırbistan isimleriyle icat olunan Rusya minyatürü
iki mudhike-i [gülünç] millîye, on
dokuzuncu asrın evlâdı değil, evlâtlıklarıdır!
Böyle olmakla beraber, bunların hepsinde
hâlâ birer ümid-i millî var. Fakat bu
zümreden meselâ Romanya, Rusya’dan da
Besarabya’yı istese idi, dâvasına biraz da
hak-mizaç etmiş olurdu!
Herhâlde bu üç netice, Avrupa’nın
teşkilât-ı siyasîye ve tarihîyesiyle mukayese
olunursa, harekât-ı millîyenin zan ve ilân
olduğu kadar âlemşümul, metin, tabiî ve
umumî olmadığı kolayca anlaşılır. Aksini
iddia etmek, tarihin kalbinden bütün
hissiyât-ı kadimeyi, bütün mütenakıs
ihtirasâtı çıkarmak demektir! Bir de millî
olan her hareket ve rekabet dâhil-i hesap
olmak şartıyla, muvaffakiyetle nihâyet
bulan, mutlaka şerâit-i hususîyeden mütevellit
bir istisnadır. Milliyet cereyanı,
herhâlde kuvvetli bir devletin himayesi
olan yerlerde bir netice verebilmiştir.
İtalya’da, Almanya’da bir noktainazardan
Macaristan’da ve Balkanlar’da hep bu esasın
netâyici tezahür etmişti. Böyle olmakla
beraber, hepsinde hâlâ noksan vardır!
Cereyan-ı millî, Avusturya’da imtiyazât-ı
millîye şeklinde tecelli etti. Fakat Rusya’da
hiçbir millet, hiçbir hakk-ı hayat istihsâl
edemediğinden, münhezim değilse de akim
oldu. Orada ancak devletin mağlûbiyetleri
kânun-u esasîyi ta’dil ile esareti taklil eder
[azaltır].
Başka bir noktainazardan da, milliyet
cereyanı, Almanya müstesna olmak
şartıyla, hemen her yerde ya doğrudan
doğruya, yahut teşrik veya iştirak usulüyle,
mutlaka bir ecnebi silâhı sâyesinde muvaffak
olmuştur. Meselâ Belçika’da Fransız,
İtalya’da yine Fransız, Balkanlar’da ise Rus
müdahelâtı olmasa idi, bilmem bugün haritada
bir Belçika, bir İtalya, bir Sırbistan ve
bir Karadağ bulabilir miydik? Ve bulsak da
kim bilir ne vaziyette bulurduk?
Bu da ispat eder ki, bugün hükûmetlerin
teşkilâtında milliyet nazariyesinden ziyade,
evvelâ ecnebi menafii, sâniyen biraz da
ecnebi kuvveti icra-ı tesir ediyor. Bu sebeple,
şimdiye kadar milliyet, meselâ bahsimizle
hiçbir münasebeti olmayan “açık kapı siyaseti”
veyahut siyaset-i iktisadîyedeki “usul-ü
himâye” gibi bir isimden ibaret oldu. Faraza
Sırbistan’ın teşekkülünü yalnız milliyete
atfetmek, tarihi pek az anlamaktır. Milliyet
esasının meçhul olduğu zamanlarda da
hükûmetler yine teşekkül etmişti. Herhâlde
devlet olacak bir millet, saik-i istiklâlinin
ismi ne olursa olsun, zeminle zaman ve se-
.
MINTAN - 3
49
viye bulunca, esaretten muhakkak kurtulur.
Hatta kuvve-i müselleha meselesi,
birtakım yerlerde de milliyet için milliyet
nazariyesini çiğnemiştir. Bu suretle oralar,
on dokuzuncu asırdan daha eski zamanlara
doğru irticaa mahkûm olmuş demekti.
Binaenaleyh Avrupa’da milliyet, kuvvetin
ilm-i siyasette pek müstamel âletinden
ibaret kalmıştır.
-4-
1870’ten beri, Norveç’le Balkan’dan
başka her yerde milliyet cereyanı inkıtaa
uğradı. Artık, devletlerle milletlerin
haritaları da -şekl-i idareleri gibi- sâbit
kaldı. Bu sükûn ise, bir eser-i tesâdüf değildi.
Çünkü hükûmetler, eslihanın tekâmülü,
vesait-i muharebenin terakkisi ve inzibat-ı
umuriyenin tekâmülü sâyesinde her türlü
ihtilâli itfa edebilecek [söndürebilecek] bir
derece-i kuvvet ihraz etmişlerdi. Siyasî de
olsa, millî de olsa herhâlde her hareket bu
kânuna tâbiydi. Bundan dolayı mutemedin
yerlerde bugün artık 1848 İhtilâli’ne
benzer bir kıyam olamaz. Bugünkü ihtilâlciler
kılıçtan ziyade kalem kullanmak mecburiyetindedirler.
Çünkü yegâne vâsıta-i
muvaffakiyetleri, teşebbüsât-ı kânunîyyedir.
İhtilâlciler ekseriyet[le], milliyetperverlerde
tatlı söz ve güler yüzle muhtariyet
istiyorlar. Binaenaleyh bugün milliyetin
gayesi, istiklâl ile devlete inkılâp etmek
şekl-i kadimden muhtariyet ve imtiyazât-ı
millîye iddia ve istidasına tenezzül etmiştir.
Yirminci asrın siyasetinde emperyalizmin
istilâsı bu neticenin husûlünde pek müessir
oldu.
Bugün Avrupa’nın her tarafında birçok
mesail-i millîye var. Bunları, seciye-i tarihîyyelerine
nazaran üç zümreye tefrik
edebiliriz:
1- Çara tâbi ve düşman dört millet:
Lehler, Finler, Litvanyalılar ve Ukraynalılar
yahut küçük Ruslar
2- Haritadan mahrum Makedonya
milletçikleri
3- İrlanda ve Katalonya
Bunların hepsi, kırk altı senedir sâde
muhtariyet istiyor. Araziden mahrum olan
Musevîler bu silsilenin dördüncü zümresini
teşkil edemez. (İtalya İrredenta) İtalyanları
da onlar gibidir. Çünkü gayeleri müphemdir.
Hülâsa mecmuu on beş milletle on üç
memleket eder.
Bunların birtakım şerait-i müşterekeleri
vardır: Evvelâ, ecnebi hâkimiyet istememek;
sâniyen, hükûmetlerle millet-i hâkime
zadegânından şikâyet etmek… Herhâlde
sui-idareden değil, ecnebi idaresinden
müştekidirler. Ve hususiyle istiklâl ihraz
etseler bile daha mükemmel bir idareye
mahzar olmaları pek şüphelidir. Hatta bu
noktayı takdir eden bir Lombardiyalı “memleketimizi
hiss-i idare etsinler değil, hiç
idare etmesinler!” demiş. Zadegân adavetine
ise, Land Lordlarla İrlandalıların vaziyet-i
mütekâbilesi misal olabilir.
Herhâlde bunca amâl-i millîyenin böyle
beyhude kalması yalnız silâha ve inzibata
ait bir tekâmül değildir. İkinci sebep
de, her millet-i hâkimenin meşrutiyetle
idare edilmesidir. Bu, Avrupa’nın küçük
milletlerini büsbütün mağlûp etti. Çünkü
ekseriyetle akliyyetin hissiyat-ı millîyesi
tearuz etmişti [birbirine zıtlaşmıştı]. Meselâ
Duma, mahiyet-i temsiliyesi ne derece
olursa olsun, mutlaka her kararını Lehlerle
Finnilerin aleyhinde vermiştir.
Bugün bu zabıta-i manevîyeye karşı,
aynı vâsıta ile mukabeleden başka çâre
kalmamıştır. Bu sebeple asrımız milliyet
meselesinde (mücadele-i teşrie) devrini
açtı. Artık hemen her mesele-i millîye bir
ekseriyet meselesidir. Ecnebi silâhı da eskisi
kadar müsmir [faydalı] olmaz. Çünkü her
büyük devlet bir heyet-i düveliyeye dâhil
ve her heyet de muvazenet-i beynelmilele
riayetle mükelleftir. Bu sebeple artık milliyetperverlerin
elinde vesait-i manevîyeden
başka bir şey kalmamıştır. Bu da milletin
bekasına, fakat adem-i istiklâline müncer
olur. Yâni, netice-i tabiîye, dolaşa dolaşa
yerini bulmuş demektir. Bugün istiklâl
meselesi, bir vahdet-i coğrafya meselesidir.
.
MINTAN - 3
50
Eserin Birinci Tefrikasının İlk Kısmı
Devlet başka, milliyet başkadır. Bu
sebeple, milliyetin mü’mini ancak hukuk-ı
beynelmilelidir. İhtilâl içinden çıkmış pek
çok fikirler gibi, her milletin bir devlet
teşkili âkide-i acibesi de işte bu müesserât
altında sükût etti.
Bir de (büyük millet) hurafesi vardır.
Fakat bu da, Latinlikle İslavlığın (arî) fesânesinin
[masalının, efsanesinin] âkıbetine
uğramasıyla ehemmiyetten düşmüştür. On
dokuzuncu asırdan biraz evvel, Amerika
İngilizlerinin Büyük Britanya İngilizlerinden
ayrılması, ayrı bir muhit içinde yaşayan aynı
millet aksamının gittikçe yekdiğerinden
ayrılarak nihâyet büsbütün iftirakına misâl
olmuştur. Sâde milliyet nazariyesini kabul
edip de muhit-i esasını reddetmek oldukça
garip olur. Bir millet, derece-i tabiyesinden
ne kadar büyük olursa, o kadar mahkûm-u
iftirak olmuş demektir
İsmail Hâmi
Transkripsiyon:
Samet Yıldız
MINTAN - 3
.
51
KİTAP TAVSİYELERİ
geçmeden Süreyya Bey’in kulağına ulaşır.
Dostuna fazla güvenen Süreyya Bey, bu
duruma ihtimâl bile vermez.
Hızla yayılan dedikodular neticesinde
Necip, eskisi gibi yalıya fazla gelmez.
Çok hastalanır ve tifodan yatağa düşer.
İyileştikten sonra tekrar yalıya gidip gelir.
Aşklarını itiraf edemeyen sevgililer, eski
günlerini tekrar yaşamaya başlarlar.
Suat Hanım, evlilikte aradığı
mutluluğu, seveceği erkeği bulamamış
bir kadın olduğunu düşünür. Necip ise,
mutlu olabileceği kadına kavuşamamanın
verdiği acıyla kıvranmaktadır.
Mehmet Rauf, Eylül, İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul 2020, 268 Sayfa
ISBN:978-625-707-031-7
Süreyya Bey, Suat Hanım ve Necip, bir
gün sohbet ederlerken konakta yangın
çıkar. Herkes kendini dışarı atar. Fakat
Suat Hanım, odasına kapanır. Yardım
çağrılarına yanıt vermez. Necip, sevdiği
kadını kurtarmak için alevlerin içine
dalar. Süreyya Bey de Necip’in arkasından
koşar. Ancak Suat Hanım’ı kurtaramazlar.
ve üçü de can verir.
Eylül, edebiyatımızın psikolojik roman
türündeki ilk örneğidir. Suat Hanım ile
Süreyya Bey, bir yaz, Boğaziçi’nde küçük
bir yalı kiralarlar ve oldukça mutludurlar.
Süreyya’nın arkadaşı Necip, bunların
aile dostudur. Sürekli gelip evlerinde
misafir olarak kalmaktadır. Necip, Suat
Hanım’a çok değer vermekte ve saygı
duymaktadır. Bu değer, bir zaman sonra
aşka dönüşmüştür. Aşkını gizleyen Necip,
Suat Hanım’ın da kendisini sevdiğini
anlamaktadır. Fakat arkadaşına ihanet
etmenin üzüntüsü ve utancına kapılır.
Necip ile Suat Hanım arasında aşk
dedikoduları çıkar ve bu dedikodular, çok
.
MINTAN - 3
52
KİTAP TAVSİYELERİ
Maarif Müdürü Tevfik Hayri Bey
ile Vekil Şerif Hayri Bey, Zehra’nın
okuluna ziyarete giderler. Şerif Hayri
Bey, babasının hasta olduğunu söyler ve
babasını ziyaret etmek için İstanbul’a
gitmesini ister. Fakat Zehra, babasının olmadığını
dile getirir ve o kişinin başka
biri olduğunu iddia eder. İki gün sonra
maarif müdürüne bir telgraf gelir. Telgraf,
Zehra’nın babası Mürşit Efendi’nin ölmek
üzere olduğunu ve muallimenin hemen
yola çıkmasını bildirir. Zehra yine gitmek
istemez ve karşı gelir. Çok geçmeden
Zehra hazırlanmış bir hâlde, elindeki
çantasıyla birlikte müdüre “gitmeye karar
verdiğini” söyler.
Reşat Nuri Güntekin, Acımak,
İnkılâp Kitabevi, İstanbul 2019,
160 Sayfa
ISBN: 978-975-102-656-9
Zehra, mektebin başmuallimesidir.
Öğrencileriyle iyi ilgilenir fakat
öğrencilerin yaptıkları yanlışlar asla
affetmez ve içinde hiç acıma duygusu
hissetmez. Zehra’nın bu özelliğinden
muzdarip olan maarif müdürü çeşitli
zamanlarda Zehra’yı uyarmasına rağmen
hibçird eğişiklik görmemiştir.
Zehra, İstanbul yolunda, babasının
ailesine yaşattığı kötü günleri hatırlar.
Annesini, ablasını ve anneannesini nasıl
öldürdüğünü ve en sonunda da kendisini
bir yatılı okula verip hiç arayıp
sormamasını düşünür. İstanbul’a varır.
Eski komşuları olan Vehbi Bey, Zehra’yı
karşılar. Geç kaldığını söyler ve neden daha
önce gelmediğini sorar. Ayrıca, babasının,
“Zehra, Zehra” diye öldüğünü söyler. Eve
gelir. Babasını görmek istemez. Kendisine,
babasının eşyalarının bulunduğu sandığın
anahtarları verilir. Bunu hiç istemese de
sandığı açar ve sandığın içinde bir günlük
görür. Zehra, günlüğü okumaya başlar.
Babasının memuriyetteki ilk yıllarını,
annesiyle evlenmesini, anneannesinin
davranışlarını akur. Zehra, önceleri
bildiği her şeyin yanlış olduğunu anlar.
Tüm yaşananlarda annesi ve anneannesinin
suçu olduğunu idrak eder. Bu
yüzden, içinde babasına karşı bir acıma
duygusu oluşur. Gidip babasının ayağını
öper. Birkaç gün sonra okula dönen Zehra,
acıma duygusunu öğrenmiştir artık.
MINTAN - 3
.
Bâb-ı Âli Baskını Esnasında Nâzım
Paşa’nın Vurulması.
Le Petit Journal, 9 February 1913
MINTAN
.
“Anlaşalım diyorlar, pek iyi...
Ama anlamayanlarla anlaşmak nasıl
mümkün olur?”
Cenab Şahabeddin
MINTAN
.