Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
KASIM <strong>2015</strong><br />
73.sayı<br />
AYLIK TASAVVUF KÜLTÜRÜ DERGİSİ<br />
“RABBİYET”
EDİTÖRDEN<br />
Merhaba Dostlar,<br />
Bu ayki konumuz “Rabbiyet”. Yüce rabbimizin en<br />
müstesnâ isimlerinden biri... Bu konuya ilişkin aklımıza<br />
ilk gelen mânâlar, yüce Allah’ın öğretmenliği,<br />
öğreticiliği, yol göstericiliği oldu. Öğretmenler<br />
gününü de kutladığımız bu ay için doğrusu oldukça<br />
da yerli yerinde bir konu oldu. Velhâsıl yine çok<br />
özel ve çok güzel bir konumuz var.<br />
ve bundan hiç vazgeçmeyen yüce Allahımıza lâyık<br />
kullar, iyi evlâtlar ve öğrenciler olabiliriz. Kusuru bizlere,<br />
güzelliği öğreticiliği sınırsız yüce rabbimize ait<br />
olmak üzere dergimize hoş geldiniz, gönül hoşluğu<br />
verdiniz. Allah razı olsun efendim.<br />
Yosun Mater<br />
Elbette konu bu kadar kıymetli olunca, yazarlar da<br />
biz eksik beşerler olunca, yazmak da, konunun<br />
hakkını yerli yerine koymak da müşkül oldu.<br />
Biz hasbelkader derginin hizmetlileri olarak bu konuyu<br />
anlamaya ve anlatmaya çalışırken, yüce yaratanımızın<br />
her an yeni bir şe’nle nasıl dirildiğini bir<br />
nefes olsun hissettik diye düşünüyorum. Konuya<br />
baktığımızda herbirimizin gönlüne konunun farklı<br />
vechesi düştü. Kimimiz hayatını etkileyen okul<br />
öğretmenlerinden, kimimiz hâdiseler ile konuşan<br />
muhteşem yaratanın, hayatla, çevremizdeki insanlar<br />
ve vesilelerle, tabiatta yaşayan diğer canlılar yardımıyla<br />
öğrendiklerimizi, onların bize öğrettiklerini<br />
hatırladı ve kaleme aldı. Dolayısıyla kendi hallerimize<br />
göre, kendi kabımızca, herbirimizi ifade eden ve<br />
ne yazık ki bu engin ummanı temsil etmede yetersiz<br />
denemelerimizde hepsinden biraz bahsettik.<br />
Biz yazarken öğrendiklerimizi ve öğrenecek şeylerin<br />
ne kadar çok olduğunu az da olsa tefekkür<br />
etmeye çalıştık. İnşaallah siz gönül dostlarımızı da<br />
bir nefes dahî olsa, tefekküre sevkeder ve ne kadar<br />
Âlim, ne kadar kapsayıcı bir Allah’ımız olduğunu<br />
hissetmenizi sağlayabiliriz. Hâdiseler vasıtasıyla,<br />
bıkmadan usanmadan, bir anne, bir öğretmen şefkati<br />
ve hassasiyeti ile bizleri eğitmeye devam eden
SOHBETLER<br />
Bütün varlık âlemi, Hakk’ın küllî veyâhut cüz’î isimlerinden<br />
bir veya birkaçına mâliktir. Meselâ mü’min<br />
kimse, Hâdî yâni hidâyet edici ismine mazhardır. Melekler,<br />
Hakk’ı tesbih edici isimlere mazhardır. Şeytan<br />
ise, kibredici, dalâlet verici isimlere mazhardır. Kâmil<br />
insan ise cümle isimleri kendinde toplamıştır. Herkesin<br />
o âyân-ı sâbitede olan ismi ona rabdır, yâni terbiyecidir.<br />
O kimse de bu ismin terbiyesi ve hükmü<br />
altındadır.<br />
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 275)<br />
***<br />
Adâlet, Hakk’ın rızâsını elde etmeğe çalışmaktır. İşte<br />
böyle hareket edip Allah Rabbimdir diye istikāmet<br />
edenler için havf u hüzün yâni korku ve endîşe yoktur.<br />
O vakit bunlara kalb-i selîm pasaportunu verirler. Fakat<br />
sen bu pasaportu kendi gücünle almak istersen işte o<br />
çok zor, belki de imkânsızdır. Resûlullah Efendimiz bile<br />
‘Mürebbî olmasaydı Rabbimi bilmezdim’ buyuruyor.<br />
İmâm-ı Âzam da Hazret-i Ali Efendimiz’in evlâtlarından<br />
İmam Câfer’e mürit olduktan sonra ‘(Son) iki sene<br />
olmasaydı Nûman helâk olurdu’ demek sûretiyle o<br />
sultana mülâkî oluşuna şükreder.<br />
Onun için mürşidin rızâsını kazanmak sûretiyle bu<br />
kalb-i selim pasaportunu elde etmeye çalışmalı. Mürşidin<br />
rızâsı da onun boyasına boyanmak, yoluna gitmek,<br />
görmek ve bilmekle elde edilir.<br />
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 215)<br />
***<br />
Dünyâya gelmekten maksat, kişi Rabbini bilmektir<br />
Rabbini bilmeye sebep evliyâyı bulmaktır<br />
Bulmak değilmiş bilmek, bilmek değilmiş bulmak<br />
Evliyâya gönül vermek rengine boyanmaktır.<br />
Buldum, gördüm, bildim! demek maksûda ermek için<br />
kâfî değildir. Bu, ben kırk senedir dervişlik ediyorum<br />
diye öğünüp güvenme işi de değildir. Maksat, o terbiyesi<br />
halkasına girdiğinin velînin rengine boyanmaktır.<br />
Yâni güzel sıfatlarını giymek, doğruluğuna, adâletine,<br />
irfânına ve aşkına bürünmektir. Evet kırk sene bir kapıya<br />
hizmet eder bir şey alamaz da, üç gün dervişlik<br />
etmekle, onun kırk senede bulamadığını elde ediverir.<br />
Çünkü ezelde hazırlanıp da gelmiştir.<br />
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 152)<br />
Yûsuf Ziyâ Bey:<br />
***<br />
- Rubûbiyet ile ulûhiyet arasındaki fark nedir?<br />
- İkisi arasında ince bir fark vardır. Mâlum-ı âlîniz, rubûbiyet,<br />
rab, terbiye edici demektir. O cihetle dahi,<br />
yâ Rabbî! denildiği vakitte, bu duânın en kabûle yakın<br />
bir duâ olduğu söylenir. Allah, yerin göğün ve bütün<br />
kâinâtın yaratıcısı, mevcûdâtın hâlıkı demektir. Rab ise<br />
terbiye edici mânâsına gelir. ‘Yâ Rabbî’ demek, benim<br />
Rabbim demektir. Benim Allah’ım demek değildir. ‘Allah’<br />
denince kevn ve mekânın ve mevcûdâtın hâlıkı<br />
olduğu anlaşılır.<br />
Cenâb-ı Hak, yâ Rabbî, hitâbını sever ve o hitâba<br />
cevâben kuluna ‘Lebbeyk!’ der. Bir insan hakîkaten<br />
Cenâb-ı Mevlâ’ya teveccüh edip, dağınık olan düşünce<br />
ve hislerini toplayarak ‘yâ Rabbî!’ dedi mi, kalbinde<br />
bir ferahlık, bir inşirah hâsıl olur. İşte o ferahlık,<br />
Cenâb-ı Hakk’ın o kuluna ‘Lebbeyk!’ demesidir. Eğer<br />
bu kul, hâlis, saf ve pâk bir gönülle, hiç olmazsa o<br />
anda tam bir teveccüh ile ‘yâ Rabbî!’ dese, bu inşirâhı<br />
bu ferahlığı hissetmemesi kābil değildir.<br />
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 562)
“İnsân-ı Kâmil, hâliyle öğreticidir”<br />
Cemâlnur Sargut’la Söyleşi<br />
Müge Doğan: Hocam, Ken’ân Rifâî Hazretleri “Herkesin<br />
sahip olduğu isim onun mürebbîsidir, âmiridir”<br />
diyor. Buna göre Rab ismini açar mısınız bize?<br />
Cemâlnur Sargut: Herkes ancak kendindeki Allah’ın<br />
ismi sayesinde Allah’ı idrak edebilir ve herkesin<br />
varacağı nokta kendindeki isimdir. Ama herkes,<br />
Allah’ın kendindeki ismini tecellî ettirip ortaya çıkarınca,<br />
ölü olan kısmı, yani vücut ve vücudun arzu<br />
ve istekleri kendiliğinden önemini kaybeder. Vücut<br />
ezelî ve ebedî diriliğe kavuşur. Ondan sonra ölüm<br />
o insanlar için asla olmaz. Ölmeden önce ölme seviyesine<br />
ulaşmak bu demektir. Bu seviyeye ulaşan<br />
kimse, herkesteki Allah’ın adını idrak etmeye başlar.<br />
Bu şekilde Allah’ın bütün isimlerini tanır ve öğrenir.<br />
Onlara hürmet etme seviyesine ulaşır. Bu da “Her<br />
nereye baksan Allah’ın vechi oradadır” âyetinin açıklamasıdır.<br />
Böylece ölmeden önce ölme derecesine<br />
varan kişi hürriyete kavuştuğu gibi, Allah’la irtibatı<br />
artmış ve devamlı Allah’la beraber olan kişidir. Bu<br />
bakımdan kişinin ismini ortaya çıkarması onu hürriyete<br />
kavuşturup gerçek anlamda önce kendine,<br />
sonra herkese de öğretmenlik etmesini sağlamıştır.<br />
Müge Doğan: Herkes kendi rabbine kulluk ediyorsa,<br />
mümin ile münâfık arasındaki fark nedir?<br />
Cemâlnur Sargut: Mümin de kendindeki isme kulluk<br />
eder, münâfık da kendindeki isme kulluk eder;<br />
bu şekilde mümin de münâfık da Allah’a kulluk<br />
eder. Yalnız münâfıktaki isim, münâfığın ismi celâlî<br />
isimdir; müminin ismi cemâlî isimdir. Münâfık, Allah’a<br />
kendi ismiyle ulaşır… Mümin ise son noktada<br />
Allah’ın bütün isimlerini idrak eder. O yüzden de idrâki<br />
kuvvetlidir. Münâfığın ise idrâki en az, en âciz<br />
seviyededir. Halka başka Hakk’a başka gözükür.<br />
Müge Doğan: Yani ismini açığa çıkaramama gibi<br />
bir durum olabiliyor mu?<br />
Cemâlnur Sargut: Tabii ki olabiliyor bu âlemde. İllâ<br />
ki çıkacak diye bir şey yok. Bazısı bu âlemde âşikâr<br />
eder, bazısı öbür âlemde âşikâr eder, bazısı tâ kıyamet<br />
gününde her şeyi anlar.<br />
Müge Doğan: Ama eninde sonunda âşikâr oluyor.<br />
Cemâlnur Sargut: Kıyamet gününde her şey açığa<br />
çıkacaktır, evet.<br />
Müge Doğan: Herkes kendi ismi yolunda gidiyorsa<br />
ve eninde sonunda aşikar olacaksa bu isim<br />
mürşide neden ihtiyaç var?<br />
Cemâlnur Sargut: Çünkü insan yalnız başına ancak<br />
kendi ismini, onu da ezelî nasibi varsa, bu âlemde<br />
idrak edebilir. Tekâmülde ise ‘nefs-i emmâre’den<br />
bile yukarı çıkması çok zordur insanın eğer önünde<br />
bir öğretmen yoksa… Ben cüce olan yeğenimle<br />
birlikte Louvre Müzesi’ni dolaşırken hiçbir şey görmeden<br />
bakıyordum resimlere… Kendisi ressamdı<br />
ve David’in resmi önünde durdu ve “David burada<br />
ağlayanı ne güzel resmetmiş” dedi. İlk defa resme<br />
baktım ve hakikaten inanılmaz bir gözyaşı çizimi<br />
gördüm orada… Belki de benim de bütün hislerimi<br />
âşikâr ediyordu ama beni ilgilendiren oradaki adamın<br />
ağlayışı değildi. Ressamın onu nasıl yaptığıydı
çünkü yanımda resmi bilen yeğenim bana o ressamın<br />
o resmi niçin yaptığını ve nasıl yaptığını anlatmıştı.<br />
İşte dünyada da çeşitli resimler vardır fakat<br />
bize illâ ki resim eğitimi görmüş ya da baştan aşağı<br />
o resmin mânâsı kesilmiş bir öğretmen gelmeli<br />
ki o resmin hakikatini ve ressama geçişin önemini<br />
göstersin... Mürşid-i kâmiller de böyledir. Hiç farketmeden<br />
gezdiğimiz bu âlemde her görünen hâdisenin<br />
arkasındaki gerçek mânâyı göstererek kendi<br />
hiçliğimizi, aczimizi, karşımızdaki mânânın önemini<br />
ve Allah’ın her yerde tecellî ettiğini bize öğretirler.<br />
Çünkü onların kendi varlıkları yoktur, çünkü onlar<br />
baştan aşağı Allah’ın onlardan konuştuğu ney gibi<br />
olmuşlardır. Bu yüzden de “atan el benim elimdir”<br />
âyeti zuhur eder yani Allah onlardan tecellî eder,<br />
onlardan konuşur, onlardan bize hitap eder.<br />
Mürşid bizim kimyada öğrendiğimiz katalizör gibidir.<br />
Kendisinde bir reaksiyona girme ihtiyacı olmadığı<br />
halde reaksiyonu hızlandırır yani bizim Allah’a<br />
kavuşmamızı hızlandırır. Sorunlarımızın arkasında<br />
yatan gerçekleri ve bizim âdil olarak görmediğimiz<br />
hâdiselerdeki adâleti gösterir. Onun için kişisel irşad<br />
yapar, herkesi kendi ismine göre Allah’a eriştirir. Negatif<br />
isimli olanları da yani celâlî isme sahip olanları<br />
da kendisinden uzaklaştırarak ya da nefret ettirerek<br />
ya da kendisiyle bozdurarak Allah’a ulaştırır. Yani<br />
mürşit aynı zamanda ayna gibidir; pozitifin pozitifliği,<br />
negatifin negatifliği onunla ortaya çıkar. O bir<br />
mihenk taşı gibidir yani ölçüdür.<br />
Müge Doğan: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”<br />
hitâbı var. Neden “Ben sizin Allah’ınız değil miyim?”<br />
değil de, “Rabbiniz değil miyim?”<br />
Cemâlnur Sargut: Çünkü Allah bize zâtıyla tecellî<br />
etmedi, isimleriyle tecellî etti ve o isimleriyle bizi<br />
eğitiyor. Dolayısıyla ezel âleminde, “Her yerde seni<br />
kendi ismine doğru çekeceğim. Mecbursun buna,<br />
bu senin ezelî nasibin” der Allah. “Kabul ediyor musun?”<br />
der. Ama bana nefsim hâkim olursa, yani ölü<br />
kısmım hâkim olursa, ismimi idrakten âciz olduğum<br />
için o çekilişi hissetmem. O zaman da verdiğim<br />
sözde durmamış olurum ve aradaki kişileri, ölüleri<br />
gerçek varlık olarak görür, sebep addederim. İşte<br />
bu bakımdan Allah bana tekrar tekrar, “Hayır, sebep<br />
yok, her yerde sana öğreten benim Rab ismimdir.<br />
Başka isim yok” der.<br />
Müge Doğan: Cîlî Hazretleri diyor ki: “Rab cemâl<br />
ismidir ama rubûbiyet ve kudret itibariyle de celâl<br />
ismidir. Bir yüzü cemâle, bir yüzü de celâle bakar.<br />
Yani kemâlî isimlerdendir.” Ankaravî Hazretleri de<br />
diyor ki: “Kâmil insan âleme nispetle rabtir” Bu<br />
anlamda Rabbiyetin insân-ı kâmildeki tecellîsini<br />
anlatabilir misiniz hocam?<br />
Cemâlnur Sargut: Kâmil insanda iki yüz vardır. Bir,<br />
terbiye edicilik; bir de Allah’a doğru Rahman sıfatıyla<br />
affedicilik ve çekilicilik ... Yani bu sanki Peygamber’in<br />
dışı ve içi gibidir. Çünkü kâmil insan berzahtır.<br />
Dışıyla terbiye eder, içiyle de kendi varlığında o kişiyi<br />
Allah’a doğru götürür. Dolayısıyla kâmil insanda<br />
terbiye edicilik şöyle tecelli eder: Sen kendindeki<br />
ismi kâmil insanda temâşâ edersin. Yani kendi eksikliğini<br />
ve aczini hissedersin. Dolayısıyla bu acz ve<br />
eksiklik seni tekâmüle götürür. İşte kâmil insanın<br />
terbiye ediciliği budur. Yoksa o azarlayarak, kırarak<br />
değil; bazen gerekirse hatırlatarak, fakat çoğunlukla<br />
kendini örnek kılarak terbiye eder. Onun bu hâline<br />
yani hareket hâline, devamlı terbiye ediciliğine ve<br />
devamlı senin kendini onda seyredişine celâl denir.<br />
Çünkü devamlı hareket vardır. Ama sonra kâmil<br />
insanın kendini temâşâ etmeye başlarsın. Artık kendini<br />
kâmilde değil de, kâmili görmeye başlarsın ve<br />
kendini görmemeye başlarsın. O zaman onun ezelî<br />
ve ebedî güzelliğini ve cemâlini idrak edersin. O da<br />
onun içidir. O zaman sen de kendi içindeki hakikî<br />
güzelliğin aslını orada görürsün. Yani önce dışını<br />
celâlle, sonra içini cemâlle terbiye eder.<br />
Müge Doğan: İbn-i Arabî diyor ki: “Bir vakit olur<br />
ki, kul rab olur, başka bir vakit de kulluk derecesine<br />
iner. Kul, kulluk derecesine inerken Hak ile<br />
genişler. Rab olursa yaşayışı daralır.” Buradaki kul<br />
kimdir?
Cemâlnur Sargut: Burada şunu demek istiyor,<br />
kuldan bahsediyor. Kul, insân-ı kâmil demektir.<br />
Kul, yani kendini temizlemiş, nefsânî sıfatlarından<br />
arınmış, insanlık makamına yükselmiştir. O hâliyle<br />
öğreticidir. Çünkü öğrettiğinin farkında bile olmaz<br />
ama hâli öğreticidir. İşte o zaman o hâlin mes’ûliyetini<br />
taşır. O zaman canının istediğini yapmak hakkını<br />
kaybeder. Çünkü örnek olmak zorundadır.<br />
Müge Doğan: Yaşayışı daralır derken bunu mu<br />
kastediyor hocam?<br />
Cemâlnur Sargut: Evet. Dâimâ örnek olmak zorundadır.<br />
İşte bu örneklik, Peygamber Efendimiz’e,<br />
ayak ayak üstüne attığında “kul gibi otur” emrinin<br />
gelişi, hayatta bir kere yüzük taktığında, “ben seni<br />
oyun oynamak için mi yolladım bu âleme” deyişi<br />
yâhut bir kere ayağını hızlıca yere bastığında, “kibirli<br />
basma” deyişi gibi Allah’ın onu dâima etrafa<br />
örnek hâlde olması için uyararak kendindeki bütün<br />
hakları yok etmesidir. Bu yüzden kulun yaşayışı daralır.<br />
Sonra kul, dünyaya inip de kulluğuna dönüp<br />
de Rabliği kalkınca o zaman mes’ûliyeti kalkar yani<br />
öğretme mes’ûliyeti kalkar ve o zaman da genişler.<br />
Onda varlık kalmadığı için sırf Allah’la bir ve beraber<br />
olur. Yaptığı her şey Allah’tandır.<br />
Medeniyetin mânâsı cehilden, cehâletten kurtulmak<br />
demektir. Cehâlet devrin sahibini tanımamak,<br />
kâmil insanı tanımamaktır. Aslında kâmil insanı tanımamak<br />
diye bir şey söz konusu olamaz ancak nefsin<br />
onun kâmil olduğunu reddeder. Nefsinin kâmil<br />
olduğunu reddetmeye onu tanımamak diyoruz,<br />
yoksa onu tanıyor.<br />
Müge Doğan: Onu tanımak demek ilmi üzerine<br />
yaşamak mıdır?<br />
Cemâlnur Sargut: Evet… Onun ilmi üzerine yaşamak<br />
tanımak demek. Nefsin onu reddederse,<br />
onun ilmini ve onu âciz ve eksik görmeye meyledip<br />
kendini üstün görmeye çalışırsa o zaman insan, vücudu<br />
içinde medeniyetten uzaklaşır çünkü câhildir.<br />
Câhil olduğu için medeniyeti kabul etmez.<br />
Müge Doğan: O halde Peygamber Efendimiz’i tanımak,<br />
onu ve onun tebliğ buyurduğu dini kabul<br />
etmek demek her devirde onun tecellisini taşıyan<br />
ve onun ilmini bize aktaran insân-ı kâmili de tanımak<br />
ve kabul etmek demek midir?<br />
Cemâlnur Sargut: Evet..<br />
Müge Doğan: Çok teşekkürler efendim..<br />
Müge Doğan: “Hz. Muhammed’i kabul etmeden<br />
önce Medine’nin ismi Yesrib’ti. Rab ismini kabul<br />
edince medeniyet anlamına gelen Medine ismini<br />
aldı” diyor Mısrî Niyâzî Hazretleri.<br />
Cemâlnur Sargut: İşte Deizm’in ne kadar yanlış<br />
olduğu burada anlatılıyor. Yani Allah’ı tanımak için<br />
onun sevdiğini tanımak lâzım. Çünkü Allah’ın vahdâniyeti<br />
onun sevdiğinde tecellî eder. Ben Allah’ı<br />
bilemem, zât-ı ilâhîsini kimse bilemez. Ama isim ve<br />
sıfatlarını idrak için, o isim ve sıfat birliğini taşıyan bir<br />
kâmil insana mutlaka ihtiyaç duyarım. Onun varlığında<br />
kendi eksikliğimi, hiçliğimi, sadece bir veya<br />
birkaç isme sahip oluşumu, onları da yanlış uyguladığımı<br />
anlarım.
Yâ Rabbim<br />
Elif Hilâl Doğan<br />
Dünya üzerinde ne kadar roman, ne kadar ansiklopedi,<br />
ne kadar biyografi var?<br />
Kaç yaprak eder okuyabileceğim kitaplar?<br />
Bir insan, hayatı boyunca başını hiç kaldırmadan<br />
okusa, dünyadaki kitapların ne kadarını okuyabilir?<br />
İzlemeye, dinlemeye, öğrenmeye çalışsa tüm hayatı<br />
boyunca, var olan bilginin ne kadarını edinebilir?<br />
Elde kalan acz ve hayret.<br />
Bu muazzam genişlikteki bilgi kaynağı karşısında<br />
bizim çok sınırlı bir kapasitemiz var. Bu kaynağın<br />
derinlerine doğru yol almaya hadi gücümüz yetse<br />
desek, bu sefer kısacık ömrümüz, zamanımız buna<br />
yetmez. Hem belli frekanstan ötesini duyamayan,<br />
belli uzaklıktan veya yakınlıktan ötesini göremeyen<br />
yani algılama imkânı sınırlara bağlı olarak değişen<br />
beş duyumuzla edindiğimiz bilgilere de güvenemiyoruz<br />
ki. Meselâ benim gördüğüm mavinin, başkasının<br />
kırmızısı olup olmadığından nasıl emin olabilirim?<br />
Zaten var olan bilginin çok çok az bir kısmını<br />
edinebiliyorken, bir de şu beş duyumun aklıma<br />
yönlendirdiği kısıtlı bilginin elinde mahkûm olduğum<br />
gerçeği önümde duruyor. Ne duyularıma güvenebiliyorum,<br />
ne aklıma. Bir de bunun akılla kalp<br />
arasındaki bağlantıyı kurma tarafı var ki, işte orası<br />
benim için tamamen muhâl...<br />
Ben hep “anlayamadığımdan” dolayı sıkıntı çektiğimi<br />
düşünürüm. Hatâlarımı da anlamam. Anlamayınca<br />
onları düzeltmek için elimde bir veri yok diye<br />
üzülürüm. Sanırım en çok buna üzülürüm. Ortaokul<br />
yıllarımdan beri Necip Fâzıl’ın şu dizeleri aklıma<br />
gelir durur:<br />
“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var.<br />
Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var…”<br />
Sohbetler’i açıyorum… Efendim diyor ki: “Nasıl ki<br />
Hazret-i Mûsâ ulülazim bir peygamber olduğu hâlde,<br />
Allah’ın emriyle, ledün yani esrâr-ı ilâhî ilmini<br />
elde etmek için Hızır’a mülâkî oldu. Hızır Hazretleri,<br />
kendisiyle arkadaşlık edebilmek için hiçbir şeye<br />
îtiraz etmemesini şart koştu. Fakat mâlûm olduğu<br />
üzere Mûsâ üç defa Hızır’a îtiraz etti. Böylece de<br />
Hızır, aralarında firak gerektiğini Mûsâ’ya bildirdi.”<br />
O koskoca Hazret-i Mûsâ iken bunları yaşadıysa, ya<br />
biz ne yapalım? Bu kadar karışık ve zor olabilir mi<br />
bu anlama/idrak etme/öğrenme işi? Hayır, olmamalı…<br />
Peki benim anlamadığım nedir? Neyi kaçırıyorum,<br />
neyi? Yine her an unutmak üzere, cevabını<br />
biliyorum.<br />
“Bir ânın sayısız kez çoğaltılmasının farklı görüntüleri”<br />
demişti Yazar Ali Ayçil… Bunu ne için söylediğini<br />
hatırlamıyorum. Bir edebiyat sohbetiydi, not<br />
almışım... Notlarımın arasında bu ifâdeyi okuyunca<br />
“dünya tam da bu işte” dedim. Dünya işte bu… Bir<br />
ânın sayısız kez çoğaltılmasının farklı görüntüleri…<br />
Ve çoğalan o her farklı görüntüde tek bir soru yükseliyor<br />
arkadan: “Ben sizin rabbiniz değil miyim?”<br />
Hocam anlatırken der ya, ezel âleminde bize soruldu,<br />
her an tekrar tekrar soruluyor. “Ben sizin rabbiniz<br />
değil miyim?” hitâbı hepimize her an geliyor,<br />
diye... Bir ânın (o ânın), sayısız kez çoğaltılmasının,
farklı görüntülerini yaşıyoruz. Ben sizin rabbiniz değil<br />
miyim sorusunun, bütün insanlar için her an yeniden<br />
gelişi ve o tek bir ânın hepimizde farklı farklı<br />
görülmesi değil mi şu dünya dediğimiz?<br />
Tek soruya tek cevap: Belî, evet dedik. Rabbimizsin,<br />
bizi terbiye eden, bize öğreten sensin. Herkesten,<br />
her şeyden yalnız sen öğretirsin. Beş duyumun<br />
sınırlı algıları, beynimin dalgaları, aklımın bağlantıları<br />
gönlüme hangi bilgileri taşırsa taşısın, bilginin<br />
hangi düzeyine varırsam varayım, ne kadar çok şeyi<br />
anlarsam anlayayım, ne fark eder?.. Bana öğretenin<br />
sen olduğunu anlayamadıkça, rabbim sensin diyerek<br />
her şeyde seni fark edemedikçe, ânın içinde<br />
sana şâhit olmakla mutluluğa varamadıkça, anladıklarımın,<br />
öğrendiklerimin ne anlamı kalır? Kalmıyor<br />
işte. Her şeyde seni görmek, seni tanımak, tanıdıkça<br />
daha çok sevmek ve her an bu idrakle mutlu<br />
olabilmek için varız. İşte bunu bilmek gibisi yok…<br />
“Bir sisli hazân kesilir rûhum eğer görmesem;<br />
Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem?”<br />
Unutsam da, farkına varamasam da, takılıp düşsem<br />
de her an, yâ rabbim, Rabbim sensin. Sen her an<br />
yeni bir şen’de tenezzül edensin.
Hatırlamak<br />
Hüseyin Gökhan<br />
Kumsalda oturmuş denize bakıyorum. Serin rüzgâr<br />
yüzüme vuruyor. Ayaklarımın altında beyaza çalan<br />
incecik kumlar. Deniz masmavi ve ben ona bakmaya<br />
doyamıyorum. Oysa beş dakika kadar önce buraya<br />
geldiğimde böyle düşünmüyordum: Ekim’in ortasında<br />
denize girilir mi? Deniz acaba hâlâ sıcak mıdır? Sıcak<br />
olsa bile bu rüzgârda sudan çıkınca insan kimbilir<br />
ne kadar üşür? Şu incecik kum taneleri de ayakkabıma<br />
girdi girecek, biraz daha yavaş yürüsem mi? Çantamı<br />
oraya koymayayım, altına kumlar yapışacak, vs.<br />
Bir konferans için Çeşme’deydim. Haftasonuna<br />
denk geldiği için ailemi de getirmiştim beraberimde.<br />
Cuma sabahı konferansın ilk bölümünden<br />
sonra bir ara verildi. Bu sırada ailemi otelin hemen<br />
önündeki kumsala kadar bırakıp orada onlarla bir<br />
yarım saat kadar geçirebileceğimi düşündüm. İşte<br />
kumsala geldiğimde yukarıda bahsettiğim, arkası<br />
kesilmeyen menfî düşünceler tüm aklımı sardı.<br />
Ben bunları düşünürken şortunu ne zaman çıkardığını<br />
bile anlamadığım beş yaşındaki oğlum denize<br />
girivermiş, benim “şimdi buz gibidir” dediğim sulara<br />
kendini hafifçe bırakmış, kafası dışarıda yüzmeye<br />
başlamıştı. Öyle mutluydu ki! Oysa yanında ne bir<br />
arkadaşı, ne de bir başkası vardı. Kıkır kıkır gülüyor,<br />
zevkten kendinden geçiyordu. Onu görünce ben de<br />
çok mutlu oldum, hatta neredeyse onun gibi kıkırdayacaktım.<br />
Bu beş yaşındaki bızdık bir anda her şeyin<br />
ne kadar da güzel olduğunu hatırlatıvermişti bana.<br />
Öyle ya, o yaşlarda ben de kafama takmazdım ıslanmayı,<br />
üşümeyi, kumlanmayı, terlemeyi. Sanki ne<br />
bir an sonrası, ne de bir an öncesi yokmuşçasına<br />
eğlenmeye verirdim kendini. Çocuktum!<br />
Biraz daha geriye gidersek, yani ruhlar aleminde,<br />
elest bezmine, orada da durum farklı değildi: “Evet!”<br />
demiştik tüm benliğimizle, “Sen bizim Rabb’imizsin!”.<br />
“Bizlere ne verirsen razı olacağız. Çünkü bizler<br />
ancak sana kulluk edeceğiz.”<br />
Aradan biraz vakit geçti ve bizler bırakın elest bezmini,<br />
çocukluğumuzu dahî unutuverdik. Hayatı karmaşıklaştırıp<br />
mutsuz olmanın yollarını aradık âdetâ.<br />
Cennetten bir köşeye benzeyen bir kumsalda bile,<br />
ayağımıza giren kumlardan, tenimizde kuruyan tuzdan<br />
hayıflandık. Nefes alıp verebilmenin ne kadar<br />
büyük bir nimet olduğunun farkına varmak yerine,<br />
havanın soğukluğundan, elbisemizin ıslaklığından<br />
şikâyet ettik. Elimize geçtikçe bizi mutsuz eden<br />
metânın her geçen gün daha da mübtelâsı olduk.<br />
Daha da gülüncü, elimizden çıkanlar için üzüldük,<br />
sanki bize ait olan herhangi bir şey varmışçasına…<br />
Çocuklar sayesinde bazen çocukluğumu hatırlıyorum.<br />
Hiçbir sebebi yokken gülümsemeye, soğuk da<br />
olsa denize girmeye, üstümü kirletse de çamurlara,<br />
kumlara bulanmayı dert etmemeye gayret ediyorum.<br />
Bunları yapmayı öğrenmekten ziyade hatırlıyorum.<br />
“Evet!” diyorum. “Dün gibi aklımda: Ben de<br />
yere düşünce dizlerim kanardı, pantalonum yırtılırdı.<br />
Düşündüğüm tek şey annem eve çağırmadan<br />
topa bir kez olsun daha vurmaktı.” Hatırladıkça tıpkı<br />
o elest bezminde söylediğimize benzer şekilde yine<br />
“Evet!” diyorum. “Evet! Mükemmelsin! Kusursuzsun!<br />
Çok şükür seni hissediyorum! Bu âna şâhit olma<br />
lûtfuna erdim! Yaşattığın her şey ne kadar güzel!”<br />
Var olan ne varsa her şeyin öğretmeni de hatırlatmak<br />
için tekrar tekrar soruyor:<br />
“Ben senin Rabb’in değil miyim?”
Öğretmenim, Canım Benim<br />
Umut Alihan Dikel<br />
Buradayım. Yaşamaya çalışıyorum. Bir adım atıyorum.<br />
Sonra bir adım daha… Birbirlerini takip eden<br />
ufuklara açılan adımlarla yol kat ediyorum. Yol epey<br />
güzel geliyor. Yalan söyleyemem. Seviyorum. Canımdan<br />
çok sevdiğim öğretmenimin bir tebessümü her<br />
şeyi sevdirmeye yetiyor. Bir bakışıyla aşka geliyorum.<br />
Yanındayen içim dışıma taşıyor. Her geçen gün biraz<br />
daha çok fark ediyorum ki o her dâim yanımda. Bunu<br />
hatırladığım vakitlerde yine bir coşkuyla taşıyorum<br />
Onun mânâsından yayılan gül kokusu ve baldan tatlı<br />
sözleri, amel dünyamı çerçeveliyor.. Bazı şeyleri bilmek<br />
için orada olmak yetiyor. Bazen nefes aldığımda<br />
o tadı damağımda hissediyorum. Elim telefonuma<br />
gittiğinde, bir dilim ekmek yediğimde, ayakkabılarımı<br />
bağlarken, yanında bir yudum çay içtiğimde ve sessizliğimde<br />
hep onu duyumsuyorum. Ayrıca kendime<br />
durmadan hatırlatmak da hoşuma gidiyor. Çünkü bu<br />
beşer, gaflete düşüp çokça unutuyor.<br />
Öğrencilerinde onun gözlerini, bakışını görüyorum.<br />
Öyle çok seviniyorum ki. Gönül onlarla konuşmaya<br />
başlıyor. Güzel ve doğru yaşayışını yaşayanları görüp<br />
seyrettikçe kokusunun nasıl da yayıldığına şâhit<br />
oluyorum. Her birini ayrı ayrı ve bütün olarak örnek<br />
alıyorum. Hep birlikte yürüdüğümüzü fark ettikçe sevinip<br />
duruyorum. Çünkü yolculuğum, hislerimi paylaşabildiklerimle<br />
güzel.<br />
Öğretmenimin gönlü bana kendisinden ve öğrencilerinden<br />
her dem konuşuyor. Kendisini vazgeçmeden<br />
her dâim hatırlatıyor. Bıraktığı ayak izleri sayesinde de<br />
takip etmeye çalışıyorum. Çok şükür… Onun gönlü<br />
ise bir gül bahçesi gibi devamlı açıyor. Orada güllerini<br />
buduyor. Gülleri, budanıyor. Budandıkça güzelleşiyor.<br />
Kalbindeki o güzellikleri tek bir güzel olarak ne<br />
de güzel var ediyor. Hayret ediyorum ve inanıyorum.<br />
Nefsim de darbelere kendini bırakmış, dikenlerini bir<br />
bir döküyor. İstenmeyen huylarımı alsın budasın. Yok<br />
etsin. Kendime dair hiç bir şey kalmasın isterim. Bir<br />
çiçek açacaksam öğretmenimi açmak isterim. Boğazımı,<br />
onun ellerine bırakırım. İrâdemi alsın kendi irâdesi<br />
eylesin isterim. İstedikçe isterim. Bir âciz ne ister<br />
ki başka?<br />
Memnunum. Yörüngesinde dönüp duran pervâne<br />
gibi yanıyorum. Yaklaştıkça yanıyorum. Kül olayım da<br />
tertemiz kalayım. İçinde kaybolmayı o kadar çok isterim<br />
ki uğruna her istediğini, herşeyi vermeye razıyım.<br />
Kendimde verecek hiçbir şey kalmasa da vermeye<br />
devam edeyim. Kendimde kendime dair bir cüz kalmasın…<br />
Onsuz kalacağıma onunla yok olmaya razıyım.<br />
Zaten onsuz var olmak neye yarar?<br />
İsterim. Öğretsin isterim. Bileyim ki onu daha çok seveyim.<br />
Tanıyayım ki dolu ve diri yaşayayım. Konuşalım<br />
ki sevindireyim. Bakışalım ki gözlerinde kaybolayım.<br />
Hem yakınında hem de uzağındayım. Sen nasıl gelmemi<br />
istersen öyle geleyim. Ne kadar gelmemi istersen<br />
o kadar geleyim. Sen nasıl uygun bulursan o bana<br />
kâfidir. Bir kelimeni işitsem, başka dünya istemem…<br />
Bir gün sana kavuşayım diye niyaz edecek olsam da<br />
eminim ki zaten seninleyim. Seni kendimde yaşatıyor<br />
ve seninle yaşıyorum. Yoksa eminim ki sensiz hiç bir<br />
nefesin tadı yok. Edep ederim de sana açılmaya dilim<br />
varmaz. Sensin ki beni benden iyi bilen, sana diyecek<br />
sözüm kalmaz. Suskun suskun yanında otururum. Fakat<br />
bilirsin ki yanında sonsuz huzurdayımdır. Havada<br />
uçuşan bir toz tanesi kadar olmayan şu vücudda ne<br />
varsa senindir, huzurundadır. Bir tebessümün yeter…
Kavseyn<br />
Hundi<br />
Daha büyük minnettarlık yok. Öğretmen sevgisini<br />
çocuk halinle tam bir aşk olarak yaşarsın. Neyin<br />
minnettarlığı olduğunu bilmeden. Sana bir şey<br />
öğretti bilincinin minnettarlığı olamaz ki bu. Orada<br />
vurulduğun, karşılıksız verme ve şefkatin en mânâlı<br />
halidir; anne sevgisini bile tatlı bir mesafeyle geçer.<br />
Sonra, anneyi de öğretmeni de fersah fersah geçen<br />
bir güzellik gelir. Bir habercidir, söyleyecekleri<br />
vardır. Kendiyle, ilmiyle beraber âlemi de getirir yanında<br />
hediye olarak. Çünkü sadece söyleyecekleri<br />
değil, gösterecekleri de vardır. Hatta koklatacakları.<br />
Gül bahçelerinin içinden başka bahçelere geçirir.<br />
Tek bir gülün katmerleri gibi bahçeler, âlemler,<br />
peygamberler birbirinin içinde katmerlenir.<br />
İşte bütün âlem onun önünde titrerken, açılıp açılıp<br />
solarken, nefes nefes kabarıp inerken o minik<br />
sonsuz siyah bir noktaya doğru yoklaşır, yaklaşır.<br />
Kavseyn olup incelir, işte ona orada secde edilir.
En Büyük Mürşid<br />
Mehmet Can Taşcı<br />
Rahman. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı<br />
öğretti. (Rahman, 1-4)<br />
***<br />
Mürşid: 1. Rehber, kılavuz, önder: Büyük mürşidimizin<br />
emrini minnet dolu gözlerle kabul ettim (Yusuf<br />
Z. Ortaç). 2. Hak ve hakîkate erişme yolunda<br />
müritlerine örnek olan, onları irşat eden, rehberlik<br />
eden kimse, şeyh: Mürşitle müritleri “ism-i celâl”<br />
zikrine başladılar (Rûşen E. Ünaydın). Fakat bir türlü<br />
rûhundaki susuzluğu gideremediği için yüzünü<br />
tasavvufa çevirmiş, kendisine mürşit arayan genç<br />
bir âlimdi (Ahmet H. Tanpınar). -(Kubbealtı Lûgatı)-<br />
***<br />
Sorularla başlayalım. Olur mu?<br />
Hayatta en hakiki mürşid gerçekten ilim midir? Kimilerinin<br />
dilinden düşmez ya… Siyâsîleşmişdir de<br />
belki de ondandır böyle âyet gibi sarılışı kitlelerin...<br />
İlmi ilim yapan nedir? İlim mi yol gösterir insana,<br />
yoksa ilmi yaşayan, uygulayan mı? İlmi mi bulmuştur<br />
insanoğlu yoksa o zaten vardır da Rabb’in ilhamıyla<br />
“âciz” dâhiler keşif mi eylemişlerdir? Peki ilim<br />
ilim için mi vardır, bizim için mi?<br />
Daha önce sana söylemiştim. Bu sorulara cevap<br />
verecek gücüm ve kudretim yok; daha önce de demiştim<br />
sana. Ben sadece dinler ve tefekkür ederim.<br />
Bunu yaptıran Rab, günü gelir bu sırları da âşikâr<br />
eder elbet. O’nun bileceği iş. Ben bilmem. Bilmem<br />
de bütün bu laflar da uzadı. Sanki şöyle mi kesseydik:<br />
“Hayattaki en büyük hakikat mürşiddir” desek<br />
daha mı iyi olurdu? Bak bu daha güzel oldu. Diğerine<br />
hiç içim ısınamamıştı.<br />
***<br />
Sahaflar şeyhi diye de bilinen Cerrâhî şeyhi Muzaffer<br />
Efendi (k.s.)’nun bir gün dükkânına kitap almaya<br />
girer bir zat, “Allah’ın Gazapları adlı kitap var mı?”<br />
diye sorar. Kendileri tüm haşmetiyle irkilir ve “Yok<br />
oğlum, bizde Allah’ın rahmeti var” diye buyururlar.<br />
Öyle ya Rahman’dır Allah; niye gazabı önceleyelim<br />
ki? Rahmeti vardır O’nun, gazabını örten... Âsî nefs<br />
hep alttan alta “Rabbin seni unuttu” diye söylenip<br />
durur ya… O der ki “Ben size şahdamarınızdan daha<br />
yakınım.” Âsî nefs “seni bu dünyaya attı, bıraktı” der<br />
ya... O da der ki “Seni yarattım, lâkin ondan önce<br />
Kur’an’ı öğrettim.” (Rahman Sûresi’nin ilk 4 âyeti)<br />
Dehşete bakar mısın? Seni yaratmadan Kur’an’ı öğrettim<br />
sana, diyor. “Git, hatırla ne öğrettiğimi” der<br />
gibi sanki burada. Rahmete bak… Ama saidine de,<br />
şakîsine de, hepsine öğretiyor. Kimin ne yapacağını<br />
bile bile... “Mutlu”lar hatırlıyor, anasına-babasına<br />
verdiği bir sözü hatırlar gibi. “Bedbaht”lar ise<br />
her zaman şaşkın, hatırlayamadığı için bocalayıp<br />
bir ‘idea’dan diğerine savruluyor. Ruhunun derinliklerinde<br />
hep bir şeyler eksik çünkü, asıl yapması<br />
gereken şeyi yapamıyor. Hatırlayamıyor!!! Hatırlasa<br />
dirilecek, oysa uykusuna devam ediyor. Unutanlardan<br />
olursak bize yazıklar olsun, Allah’ım sen bizi<br />
muhafaza eyle. Âmin.<br />
***<br />
Lâ ilâhe illallah demek aslında “Ben sizin Rabb’iniz<br />
değil miyim?” sorusuna “Evet” demek değil midir?<br />
Rab, eğer öğretense ve biz ona evet demişsek sonra<br />
da bizi bu “oyun âlemine” yollamışsa belki de bu
oyunu kazanmanın tek yolu: “Evet, yapan yaptıran<br />
sensin. Bunu bana öğreten de sensin. Senin imtihanların,<br />
senin rahmetin olmasa ben kendimi nasıl<br />
bulurdum? Tövbe! Seni nasıl bulurdum? Kendimi<br />
buldum, seni buldum. Ben gittim, Sen kaldın. Ben<br />
yoktum Sen vardın. E sen hep vardın, ben neydim?”<br />
***<br />
Yazının başında Rahman Sûresi’nden 4 âyet paylaştık,<br />
ona bir de Kubbealtı Lûgatı’ndan mürşid ne<br />
demek, onu ekledik. Şimdi bu fasıllarla alâkayı kur<br />
bakalım kurabilirsen. Lûgatta bir açıklama daha<br />
vardı mürşid ile ilgili. Onu unuttum sanma. Sona<br />
sakladım. Ayrı dursun, beynine çakılsın diye. Ne diyorsun?<br />
Al, bak:<br />
“Mürşid: Mürşid-i âzam: En büyük mürşit, Hz. Muhammed<br />
(s.a.v)”<br />
Hayattaki en büyük hakikat mürşiddir. En hakiki, en<br />
büyük mürşid ise Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Vesselâm.
Öğretmenle Seyahat<br />
Banu Büyükçıngıl<br />
“Dünya okuyabilen için bir kitaptır” derler. Nasıl<br />
okunur dünya, her yerde bu kadar acı ve karmaşa<br />
varken? Bunca sıkıntıya rağmen, nasıl zevk alır dünyadan.<br />
Sıkıntıyı çeken biz olmasak bile, başkalarının<br />
çığlıkları gelir kulaklarımıza... İçimizi acıtır ve öfkelendirir<br />
bizi...<br />
Hem kendi yaşadıklarımız ve hem de başkalarının<br />
acıları, karanlığa iter bizi. “Bu bana yapılmalı mıydı”<br />
veya “haksızlık bu!” diye çığlıklar kopar içimizden…<br />
Fakat bilmeyiz ki hayatta her şey yerli yerindedir.<br />
Diyelim ki biraz Mevlânâ okuduk ve her şeyin Allah’tan<br />
olduğunu öğrendik. Keşke bilgiyi öğrenmekle<br />
her şey bitseydi… Ama ne zaman sıkıntılı bir<br />
hâdise başımıza gelse yine karanlık kör kuyulara<br />
düşeriz. Çünkü bilgiyi bilsek bile onu uygulamak<br />
için hem bilgiyi sık sık tazelemek ve onu bir modelden<br />
görmemiz gerekir. Hâdiselerin iç manasını<br />
anlatan ve kendi de haliyle bunu gösteren bize bir<br />
öğretmen lâzımdır. Öğretmen kendi içinde barışı<br />
sağlamış kişidir. Bizi cehennemden cennete çeke<br />
çeke götürür. Tek bir amacı vardır öğretmenin; o da<br />
Allah’ın kendi gözetimine verdiği bizleri sağ sâlim<br />
yine Allah’a götürmektir.<br />
ben klasik müzikten hiç anlamam ve ona neyin bu<br />
kadar keyif verdiğini çözemedim. Aynı mekânda<br />
fakat farklı duygular içindeydik. Bilmeyince ya da<br />
anlamayınca zevk alan kişi de size tuhaf geliyor. Arkadaşım<br />
parça bittikten sonra benden kusura bakmamamı<br />
istedi, klasik müziğin öğrenildikçe sevilen<br />
bir müzik olduğunu anlattı.<br />
Şimdi anlıyorum, aslında herşey böyle değil mi? Bir<br />
öğretmen ile beraber içimizdeki sokaklarda yürürken<br />
keşfederiz içimizdeki güzellikleri ve nefsaniyeti.<br />
Bilmeyince geçtiğimiz yollar yavan ve ham gelir.<br />
Oysa yavan ve ham olan da bizlerizdir. Öğretmen<br />
hep güzellikleri gösterir. Târumâr olmuş içimizde<br />
yeni açan bir çiçeği meselâ... Güzellikleri gösterir,<br />
bizi oraya odaklayıp onu içimizde büyütmemizi ister.<br />
Öğrendikçe zevk alır ve huzurlu oluruz. Dışarıda<br />
kıyametler bile kopsa içimizde huzur ve emniyet<br />
vardır.<br />
Dışarıda hep bir savaş var olmuş ve olacak. Bizi dışarıdaki<br />
savaş değil, asıl içimizdeki nefis mücadelesi<br />
ilgilendirir. Hâricî sıkıntılara rağmen içimizde huzur<br />
kandillerini tutuşturana şükür...<br />
Bir ilkokul öğrencisi okuma yazmayı tek başına öğrenemez,<br />
mutlaka bir öğretmene gereksinim duyar.<br />
Aynı şey diğer dersler için de geçerlidir. Kendi yaşadığım<br />
bir hâdise vardı: 19. yüzyıl müziği ile ilgilenen<br />
bir arkadaşım vardı. Bir gün bana bu dönemin<br />
müziğinden bazı örnekler dinletti. Ben sıkıntıdan<br />
patladım, içim bayıldı. Ne var ki arkadaşım dinlerken<br />
zevkten zevke giriyor, parçanın bazı yerlerinde<br />
“bak, işte burası hârika” diye beni uyarıyordu. Oysa
Ömür Boyu Öğrenmek<br />
Yeşim<br />
Beş buçuk yaşında okulun kapısına doğru yaklaşırken,<br />
annem elimden tutuyordu. Annemin her zaman<br />
güvendiğim, sıcak, yumuşacık eli... Okula yaklaştığımız<br />
sırada annem durdu ve bana dönerek “bu<br />
okulun kapısından geçtikten sonra ben artık senin<br />
annen değilim, öğretmeninim. Bana anne değil,<br />
öğretmenim demen gerekiyor. Bu okulun kapısından<br />
çıktıktan sonra ise annenim. Bunu hiç unutma<br />
ve ona göre davran kızım, olur mu?” dedi. Ne demek<br />
istediğini anlamıştım; öğretmen bir anne babanın<br />
kızı olarak öğretmen-öğrenci ilişkisi hakkında<br />
az da olsa bir fikrim vardı. Okul sınırları içinde anneme<br />
nazlanamayacağımı, sızlanamayacağımı ve<br />
onun dediklerine harfiyen uymam gerektiğini anlamıştım,<br />
belki de daha doğrusu sezmiştim.<br />
Okuma yazmayı erken öğrendiğim için, anaokulları<br />
çok pahalı olduğundan anaokuluna gidemediğim<br />
için, annemin okulunda sadece bir tane birinci sınıf<br />
olduğu için ve o sınıfın öğretmeni de annem olduğu<br />
için benim ilk öğretmenim annemdir. Genellikle<br />
bana en son söz hakkı veren, biriyle tartıştığım zaman<br />
muhakkak beni hatâlı bulan, öğrencilik hayatımda<br />
bana gerçekten en düşük notları veren sevgili<br />
annem... Okulda yaptıklarına hiç itiraz etmezdim,<br />
ancak eve gidince kızardım: “Sen bana kızdın ama<br />
ben haklıydım, aslında şöyle şöyle oldu” diye anlatırdım.<br />
Annem de “Kızım, biliyorum ancak sen<br />
öğretmen çocuğusun, eğer sana iki defa söz hakkı<br />
versem, öğrenciler seni kayırdığımı düşünürler,<br />
kavga ettiğinde de seni haklı bulamam. O yüzden<br />
haklı da olsan sınıf arkadaşlarınla kavga etmemeyi<br />
öğrenmelisin” derdi. Zannederim imtiyazlı olabileceğim<br />
durumlardan faydalanmamam gerektiğini<br />
bu yaşlarda öğrendim. Öte yandan bu duruma ancak<br />
iki yıl dayanabildim. İlkokul 3’e geçtiğim sene<br />
“ben annem olmayan bir öğretmen istiyorum, yoksa<br />
okumayacağım” dedim. Çok ikna edici olmuş<br />
olmalıyım ki o sene okulumu değiştirdiler ve ben<br />
bambaşka mizaçlı, çok sevdiğim, çok ciddi ve çok<br />
sert olan Ülker Öğretmen’in öğrencisi oldum. Tüm<br />
sertliğine rağmen onu çok sevdim, zannederim o<br />
da beni çok sevdi ve bana inandı. Beni hiç tanımayan<br />
birinin bana olan inancı ve güveni 7-8 yaşlarında<br />
göğsümü kabartmıştı. Onu ve daha sonra ortaokul,<br />
lise hatta üniversite yıllarımda hayatıma giren<br />
pek çok öğretmeni çok samimi bir şekilde sevdim,<br />
saydım.<br />
Üniversiteyi bitirip çalışmaya başladığımda benim<br />
için öğretmenlerle ilişkim artık bitmişti. Oysa o dönemlerde<br />
bilmediğim şey, hayatımın en önemli<br />
öğretmeni ile henüz tanışmamış olduğumdu.<br />
Allah’ın Rabbiyet sıfatı için en özet açıklamalarda<br />
“Öğretmen; mürebbi, terbiye eden, ıslah eden, yetiştiren”<br />
şeklinde ifadeler yer almakta. Ben, beni ıslah<br />
eden, terbiye eden gerçek öğretmenimle 32 yaşında<br />
tanıştım. Hani birine âşık olursunuz da neyini<br />
seviyorsun sorusuna aslında pek de net bir cevap<br />
veremezsiniz ya Cemâlnur Hocamla tanıştığımda<br />
benim hâlim tamamen buydu. Onu seviyor, ona<br />
doğru çekiliyor, ancak sorsanız açıklayacak kelime<br />
bulamıyordum. Onun yanında huzur buluyordum,<br />
endişelerim gidiyordu, dün ve yarın uzaklaşıp sadece<br />
o kalıyordu. Bu hal içindeyken o bana incelikle,<br />
zarafetle ne kadar ham, ne kadar cahil ve ne kadar<br />
çocuk olduğumu yavaş yavaş göstermeye başladı.
Diğer öğretmenlerim bana başka kitapları öğrettiler,<br />
mürşidim bana kendi kitabımı okumayı öğretti.<br />
“Nefsini bilen rabbini bilir” hadis-i şerifi gereğince<br />
bana nefsimi, nefsimin çirkinliklerini, aczimi gösterdi<br />
ve göstermeye devam etmekte. Hatâlarım olduğunda<br />
affetti, hoş gördü. Bana olan sevgisi azalmadı.<br />
Çalışkanlığı ile ilham kaynağı oldu. Allah’ın<br />
emirlerine uymaktaki hassasiyeti bende gayret<br />
uyandırdı. O hiçbir konuda beni doğrudan uyarmadı.<br />
Hatâmdan ötürü beni utandırmadı. Hep çok zarif,<br />
hep örnek oldu. Beni daha iyiye ve daha güzele<br />
teşvik etti. Attığım her adımda benden daha fazla<br />
sevindi. Yüzünden geçen bir anlık bulut kalbimi deldi<br />
geçti, bir küçük tebessümü günümü aydınlattı.<br />
İçimdeki çamuru gördü, ama hiç yüzlemedi. O çamuru<br />
aldı, yoğurmaya başladı. O çamuru insan sûretine<br />
çevirmek için hâlen bıkmadan yoğurmakta.<br />
O yorulmadı, benden ümit kesmedi. Bana öğretmenin,<br />
karşılıksız vermenin ve hizmetin mânâsını<br />
hâli ile gösterdi. Öyle bir öğretmen ki af hazinelerini,<br />
muhabbet denizini ve sabrın sırrını ben onda<br />
seyrettim.<br />
Ben hâlâ öğrenciyim. Başımı onun omuzuna yaslamış,<br />
onunla birlikte kendi kitabımı okuyorum. Hâlâ<br />
beş buçuk yaşında annesinin elini tutan o küçük<br />
kız çocuğundan farksız, aynı heyecan, aynı korku,<br />
aynı heves ile öğrenmek, öğrenmek, öğrenmek istiyorum.
İlk Kapı<br />
Mehveş<br />
Kendime yine haksızlık ediyorum. Zaman, beni düşünmeksizin<br />
ve bana inat akıyor. Ben ise bir şeyleri<br />
düzeltmek adına hâlâ adım atamıyorum. Halbuki<br />
perdelerimi kaldırıp kendime nazar edecek daha<br />
ne kadar vaktim var, bilmiyorum. Belki de geç kalmamışımdır.<br />
Şimdi, yazarken karar versem, biraz<br />
inansam… Kararımdan döndükçe de bu satırları<br />
okusam…<br />
Bu yol kolay mı, zor mu… Herkes kendi penceresinden<br />
cevap veriyor. Ama biliyorum; Cemâl için biraz<br />
zahmet çekmek lazım. Önce kendimi olduğum<br />
gibi kabul etmekle yola koyulmalıyım… Hiç kulak<br />
verdim mi kalbime? Ya çok üzgünsem kendime<br />
karşı acımasız olduğum için, bazı insanlara karşı<br />
eleştirilerimi susturamadığım için… Artık yorulduysam<br />
beklentilerimle başa çıkamadığım için… Hiç<br />
umudum kalmadıysa yaşamak istediklerimi hep<br />
ertelediğim için… En önemlisi, ya çok utanıyorsam<br />
her şeyi aradan çekip O’na sığınamadığım için!<br />
belki; bir duygunun kalpteki güzellikleri örtüp insana<br />
ne kadar zarar verebileceğini ve etrafındakileri<br />
de ne kadar incitebileceğini… Sonra hatalarım çok<br />
şey öğretmiş olabilir; neyin doğru, neyin yanlış olduğunu<br />
ve tekrar ayağa kalkılabileceğini…<br />
Bugün umutluyum. Bütün kapıların anahtarı O’nda…<br />
Yeter ki dünya işlerinde koşuşturduğum gibi<br />
bu yolda da sebat edeyim. Gel gör ki verirse sebat<br />
da O’ndan… İnanıyorum; kendimi affetmeyi denediğimde<br />
ilk kapıyı açacak… Ama gerçekten, bütün<br />
samimiyetimle niyet edersem! Sonra zaman yine<br />
akmaya devam ettikçe perdelerim de aralanacak,<br />
belki de bakmaktan görmeye bir hâl yaşanacak. Ve<br />
Cemâl, en son kapıda beni karşılayacak…<br />
Uzun zamandır düşünüyorum, zamanı başa sarabilseydim<br />
bir şeyler değişir miydi diye… Aynı akıl,<br />
aynı kalp değil miydi? Farklı bir yerde, farklı şartlarda<br />
yetişsem de kumaş aynıydı. Yine bu yola dökülürdüm.<br />
Aynı kararları alırdım, aynı duyguları hissederdim,<br />
aynı gözlerle bakardım ve içimdeki özgürlük<br />
duygusunun iplerine sıkıca sarılırdım. Yine severdim<br />
uzakları, yolculukları, hayalleri… Hiçbir şey değişmezdi.<br />
Belki de, hep söylendiği gibi, artık bakış<br />
açımı değiştirmem lazım.<br />
Mesela kalbim bana çok şey öğretmiş olabilir; sevmenin,<br />
dostluğun ve samimiyetin insanı besleyip<br />
büyüttüğünü… Öfkem de bana çok şey öğretmiştir
“Bekle yâ Muhammed,<br />
Rabbin salâtta!”<br />
Sesil Pir<br />
Birçoğumuzun bildiği üzere, Miraçta Cebrâil<br />
Aleyhisselâm bir yere kadar peygamberimize refakat<br />
ettikten sonra, oradan daha ileri gitmesine<br />
izin olmadığını ve ondan sonra yalnız gitmek zorunda<br />
olduğunu söyleyerek kendisini yalnız bırakmıştır.<br />
Fakat, Hazret aşkın kapısına vardığında<br />
kendisine “bekle yâ Muhammed, Rabbin salâtta”<br />
buyrulmuştur.<br />
Peki koca Cebrâil neden yola devam edememiştir?<br />
Cemâlnur Öğretmenim der ki: “Cebrâil,<br />
aklın mümessili olduğu için, kendi hududunda,<br />
sidre-i müntehâda kalmıştır. Hz. Muhammed’in<br />
bundan sonraki ilerleyişini sağlayan Refref, yani<br />
Aşk beygiridir.” Bilindiği üzere “salât” kelimesi, insanlar<br />
için duâ ve kulluk, Allah için rahmet ifade<br />
eder. Buna göre, Hazret bir kul olarak, bir vücud<br />
içinde, mirâcın zirvesine kadar gelebilmiş ama<br />
belirli bir noktanın ötesine devam etmesi uygun<br />
görülmemiştir. Asıl güzel olan odur ki, peygamberimize<br />
bu hadis ile Allah’ın kullarına tenezzül<br />
ettiği müjdesi verilmiştir. Allah, Peygamber’e<br />
tenezzül edip O’nun mânâsının kendisine yaklaşmasına<br />
izin verirken, aynı zamanda Hazret’in<br />
ve akabinde biz yaratılmışların kendi hakikatimizi<br />
görebilmemiz için gerekli koşulu sağlamıştır.<br />
Allah, o yüce ruhu önce kendine yaklaştırmış,<br />
sonra yeniden alçaltmıştır. Peki neden böyle<br />
yapmıştır? Benim anlayışımca, Allah bizlere kendimizi<br />
öğrenmemiz için bütün isimlerini ayna<br />
kılmak istemiştir. Yani bizlere bütün yaratılışın<br />
insan için bir nevi öğretici olduğu müjdesini<br />
vermiştir. Bu sebepten Peygamber’in mânâsını<br />
kendine yakın tutup mânâsını vücud içinde bize<br />
bahşetmiştir.<br />
Bizler günlük hayatımız içinde zaman zaman<br />
yaratılmış her şeyin hak olduğunu unutup karşımızdaki<br />
insanları kolayca yargılayabiliyor, beğenmiyor<br />
veyahut insanlara kırılabiliyoruz. Oysa<br />
Hz. Muhammed’e bile âyet inmiştir “âmâya surat<br />
asmayacaksın” diye… Yani kalbi kör olana surat<br />
asmamamız emredilmiştir. Çünkü o kalbi kör<br />
olan kimse de bir Hakk’ın bir yüzüdür ve ondan<br />
da öğreneceğimiz bir şey vardır. Aslına bakılırsa,<br />
bizlerin şu hayatta ‘zorluk’ diye addettiğimiz şeyler<br />
pişmemiz ve insan olmamız için bir ‘lûtuf’tur.<br />
Böyle düşünebildiğimiz vakit, hayat gerçekten<br />
çok büyük mânâlar kazanıyor ve insan olabilme<br />
çabası âdetâ bir sanata dönüşüyor.<br />
Peki nasıl kendimizi ‘âmâya surat asmamaya’ veya<br />
insan olma sanatında birer rol model olmaya teşvik<br />
edeceğiz? Nefsimizi yenerek inşaallah… Şunu<br />
yaşayarak deneyimliyoruz ki ancak ve ancak nefsimizi<br />
bir kenara bırakıp bütün mânâsı ile kul olmaya,<br />
yani yaratılmış her şeyde Allah’ı görmeye ve<br />
bu idrak ile yaratılmışa hizmet etmeye kendimizi<br />
adadığımız vakit, Allah’ın ilmi bizde zuhur etmeye<br />
başlıyor. Diğer bir deyişle, içimizde ‘ben biliyorum,<br />
doğru yapıyorum, o bilmiyor’ düşüncesini yendiğimiz<br />
ve başkalarına herhangi birşey ‘öğretme’ iddiamız<br />
olmadığı zaman… Bu düşüncelerin yerini<br />
Allah aşkı ile ümit kandilleri olma isteği, benlikten<br />
geçebilme, birleştirici özelliğe kavuşabilme arzusu<br />
ile doldurduğumuz zaman gerçek insan olma yolunda<br />
rol modellere dönüşebiliyoruz.
Kenan Rifâî Efendimizin söylemiş olduğu gibi:<br />
“Dünyaya gelmekten maksat, kişi Rabbini bilmektir.<br />
Rabbini bilmeye sebeb evliyâyı bulmaktır.<br />
Bulmak değilmiş bilmek, bilmek değilmiş bulmak,<br />
Evliyâya gönül vermek, rengine boyanmaktır.”<br />
Öyle ki, bu hayattan maksat, bizi o bahsi geçen<br />
“terbiye halkası”na sokacak bir veli bulmak ve<br />
onun eteklerine yapışmaktır. Ki… O Allah sevgilileri<br />
bizlere yaşayış ve öğretileri ile kendi içimizdeki<br />
Rabbiyet’i, yani güzel sıfatları, imanı, irfanı ve aşkı<br />
keşifte yol gösterici olabilsinler. Hakkikat-i Muhammediye<br />
rengine boyanma çabamızda bize<br />
destek olabilsinler.
İşlemediğim<br />
Günahın Masumuyum<br />
Yavuz<br />
Bir süredir düşünüyorum; insan bir günahı işlemeyip<br />
“zevkini” tatmamışsa, o günaha karşı geliştirdiği<br />
kalkan, irade, kontrol mekanizması ne kadar<br />
gerçekçi ve sağlam olabilir? Elbette “hadi hep birlikte<br />
günaha doymayalım!” gibi bir söylem içinde<br />
değilim ama işlemediğimiz bir günahın masumu<br />
olarak o günahı işleyenlere öğretmenlik yapmaya<br />
kalkmak biraz garip değil mi? Öğretmenlik deyince<br />
aklıma ilk bu geldi nedense...<br />
Dürüst olmak gerekirse, bu yazıda Hz. Peygamber’in,<br />
mürşidin, Allah’ın öğreticiliğinden bahsetmek<br />
istemiyorum. O zaten hepimiz için âşikâr ve<br />
itiraz edilemez bir gerçek. Ben ters köşelerde gezinmeyi<br />
diliyorum. Meselâ kendi öğretmenliğimiz...<br />
Kendi kendimize ne öğretebiliriz? Okuduğumuz<br />
kitaplardan edindiğimiz bilgilerle kendimize çekidüzen<br />
vermemiz ya da örnek aldığımız bir rehber<br />
varsa onu takip ve taklit etmemiz mi kendimizi eğitmemizi<br />
sağlar?<br />
Eğer öyleyse sanırım bende ters işliyor durum. Meselâ<br />
şunu farkettim: Eskiden sürekli olarak birilerine<br />
bir şeyler öğretme çabası içindeymişim; ne kadar<br />
çok seviyormuşum meğer “mânevî caka” satmayı!<br />
Hatta şu an bile aynı şeyi yaptığımdan şüpheleniyorum<br />
desem yeridir, neyse... Sonra insanlara bir şey<br />
öğretmeye çalışmanın ne kadar nâfile olduğunu<br />
anladım; herkes bana rağmen kendi yoluna devam<br />
edince... Daha sonra öğretmeye çalıştığım şeyleri<br />
aslında çok da uygulamadığımı, havalı ve esrarengiz<br />
fikirlerden oluşan, ezbere dayalı bir bilgi hazinem<br />
olduğunu keşfettim. Bunları bilinçli bir şekilde<br />
öğretmedim kendime; yaptığım hatâların bana acı<br />
şekilde geri dönüşüyle hatâlarım öğretmenim oldu.<br />
Yani dışarıya öğretmenlik yapmaya çalışırken kendi<br />
kendime öğretmenlik yapmışım ilginç bir şekilde...<br />
Her insanın, yolunu takip ettiği bir rehberi muhakkak<br />
vardır. Benim rehberim yok diyen kişi, çevresinde,<br />
iş hayatında, izlediği dizi filmlerde, siyaset makamlarında<br />
özendiği ve dikkatle takip ettiği kişileri<br />
bir düşünsün derim; farkında olmadan kimi rehber<br />
edindiğini anlamış olur. Esas mesele şu: Neden o<br />
rehbere, öğretmene doğru çekiliriz? Bize yeni bir<br />
şey öğrettiği için mi? Yoksa bizde zaten mevcut<br />
olan bir şeyin ortaya çıkmasına ve böylece kendimizi<br />
bir adım ileriye götürmemize vesile olduğu<br />
için mi? Tabiî ki ikinci seçenek doğru olan. Fakat<br />
hatâlar ve yanlışlar için de aynı şey söylenemez mi?<br />
Neden herhangi bir yanlışa doğru süratle çekiliriz?<br />
Yasak bir meyveyi yiyip bir heyecan ve çılgınca bir<br />
zevk yaşamak için mi? Yoksa o hatânın içimizde var<br />
olan bir potansiyeli, gizliliği açığa çıkararak bizi bir<br />
adım daha ileriye götürmesi için mi? Artı ve eksi<br />
aynı noktada… Olayı farklılaştıran ise, bakış açımızdan<br />
ibaret: Tıpkı Ebu Bekir’in ve Ebu Cehil’in farklı<br />
şeyleri, aynı öğretmen olan Hz. Muhammed’de<br />
görmeleri ve gördükleri şeyi kendilerine öğretmeleri<br />
gibi...
Muharrem 1437<br />
Emine Ebru<br />
Hicrî 1437 İstanbul’a sonbaharla geldi.<br />
Sağanak yağmurlu bir günde yerlerde savrulan yapraklar<br />
hiç de hüzün vermez bana. Yeniden giyinebilmek<br />
için soyunur ağaçlar, daha büyümüş, daha<br />
serpilmiş olarak bahara kavuşabilmek için dökerler<br />
yapraklarını. Celâlin cemâline giden nur olduğu<br />
gibi ve her yokoluşun daha büyük bir varoluşa yol<br />
açtığı gibi, ölüm de daha büyük ve kalıcı bir diriliğe<br />
yoldur muhakkak. Severim ben Ekimi. Hazandır ve<br />
neşesi içinde saklıdır.<br />
Meselâ Ekim yağmurları pek bir keyiflidir. İçimde<br />
yağmuru kucaklamaya hazır bir neşe ile şemsiyesiz<br />
olarak attım bugün yine kendimi sokaklara. Lâkin<br />
sağanak bu; iki dakika içinde baştan ayağa ıslanıverdim.<br />
Halbuki Muharrem’in ilk on günündeyiz.<br />
Kerbelâ’da susuz bırakılıp şehit edilen Hz. Hüseyin<br />
Efendimiz’e ve ailesine hürmetimiz var. Yolları yolumuzdur,<br />
mânâları arayışımız, susuzlukları susuzluğumuzdur.<br />
Yağmurun neşesi bu seferlik kenarda<br />
beklesin. İçimde Muharrem’e duyduğum hürmetin<br />
verdiği suçluluk duygusu ile yağmurun tadı çıkar<br />
mı?<br />
Ey her şeyin yaratıcısı, ey Zâhir ve Bâtın olan, ey<br />
Evvel ve Âhir olan, sen ki her işin evvelini de ardını<br />
da bilen yüce Yaradansın; istesen bu yağmurun aynısından<br />
1376 sene evvel o Kerbelâ toprağına indiremez<br />
miydin? O en sevdiğinin ehli beyti bir kırba<br />
su için paramparça edilirken gökleri delip o rahmeti<br />
yağdıramaz mıydın? Dilesen olurdu. Küçücük<br />
kuşlara koskoca filleri ezdiren sen, Hz. İbrahim’in<br />
ateşini gül bahçesine çeviren yine sen... Ey olmazı<br />
olduran, dileseydin Kerbelâ da olmazdı. Bana neşe<br />
olan yağmur o kundaktaki bebeklerin çatlamış dudaklarına<br />
cansuyu da olurdu. Dileseydin…<br />
Rahmansın. Tüm yarattıklarını çok seven, çok koruyan,<br />
çok bağışlayansın. Kerbelâ’da şehâdet şerbetini<br />
içirdiklerin, daha da çok sevdiklerin değil miydi?<br />
Onlar evlâd-ı Resûl. Onlar, âlemlere rahmet olarak<br />
gönderdiğin nurun kandilleri. Fâtımatü’z Zehra’nın<br />
ciğerpâreleri.<br />
Ben sana iman etmişim bir kere, hikmetinden sual<br />
olmayacağını bilmez miyim? En kıymetlilerine acıyı<br />
revâ görmeyeceğini anlamaz mıyım? O mübâreklerin<br />
hiçbirini bilmedikleri bir yola düşürmemişsin<br />
besbelli. Şehâdete kavuşmaya vardıklarını bilerek<br />
gitmişler o belâ toprağına... İman ederim ki vücutlarının<br />
parçalanışı bir sivrisinek acısı kadar dahî<br />
elem vermemiştir o büyük sultanlara. Onlar ki senin<br />
en sevdiklerin; sen korumaz mısın o canları?<br />
Vücutlarını senin uğruna kurban ederken dirilerin<br />
en dirisi olmaya ve en yüce dirilişle dirilmeye vardıklarını<br />
bildirmemiş olabilir misin hiç?<br />
O halde Kerbelâ onlara değil, bize var. Kerbelâ adını<br />
dilimizle damağımız arasında her yuvarlayışımızda<br />
ve aklımıza her gelişinde ebede dek sürecek bir ibret<br />
dersinin içindeyiz. Devran her an yeni baştan<br />
yazılıyor. Ve nefsimizle ruhumuz vücud Kerbelâ’sında<br />
her an cenk ediyor. Ucu bucağı olmayan dirilik<br />
için…
Nefes Alan Tarifler<br />
“Köz Patlıcan ve Patates Çorbası”<br />
Malzemeler:<br />
• 4 adet patlıcan<br />
• 80 ml sızma zeytinyağı<br />
• 5 adet iyice doğranmış arpacık soğanı<br />
• 3 diş iyice doğranmış sarımsak<br />
• Tuz ve taze çekilmiş karabiber<br />
• 50 gr tereyağı<br />
• 2 adet soyulmuş ve dilimlenmiş patates<br />
• 500 ml tavuksuyu<br />
• 200 ml krema<br />
• 100 ml sızma zeytinyağı<br />
• 6 dilim hellim peyniri<br />
• Servis için limon ve kavrulmuş susam<br />
Hazırlanışı:<br />
1. Patlıcanları soymadan ocakta ateşinde yumuşayıncaya<br />
kadar közleyin.<br />
2. Patlıcanları közlendikten sonra fırın tesisine koyun<br />
ve soğumaya bırakın. Daha sonra kabuklarını<br />
soyun ve karıştırın.<br />
3. Tencerenizde zeytinyağını orta ateşte ısıtın. Soğan,<br />
sarımsak, hafifçe tuz ve karabiberi ekleyin;<br />
sarımsaklar altın rengine gelene kadar pişirin.<br />
Daha sonra tereyağı ve patatesleri ekleyerek 10<br />
dakika kadar sürekli karıştırarak pişirmeye devam<br />
edin. Patlıcanları ekleyin iki dakika kadar<br />
pişirdikten sonra 500 ml su ve 500 ml tavuk<br />
suyunu ekleyin ve 10 dakika daha karıştırmaya<br />
devam edin. Kremayı ekleyin ve 2-3 dakika<br />
daha pişirin ve ateşten indirin.<br />
4. Daha sonra çorbayı elektrikli bıçaklı el blenderi<br />
ile akışkan bir kıvama gelene kadar karıştırın.<br />
Aynı işlemi çorbayı normal blenderin veya mutfak<br />
robotunun içine dökerek de yapabilirsiniz.<br />
Tuz ve karabiber ekleyerek tadını ayarlayın.<br />
5. Servis yapmadan önce dilimlenmiş hellim peynirlerini<br />
tavada biraz zeytinyağı ile her iki tarafı<br />
da altın rengi olacak şekilde kızartın. Kâğıt havlu<br />
peynirlerin yağını aldıktan sonra küçük parçalar<br />
halinde keserek servis kâsenizdeki çorbanızın<br />
üzerine yerleştirin. Üzerine susam serperek ve<br />
limon sıkarak ikram edebilirsiniz.<br />
Âfiyet olsun.
www.nefesyayinevi.com<br />
<strong>hernefes</strong>dergisi@nefesyayinevi.com<br />
/<strong>hernefes</strong>dergisi<br />
/<strong>hernefes</strong>dergisi<br />
/<strong>hernefes</strong>dergisi