4 5 MAKALE ZEYNEP SUDE ÇELİK Galata’ya Uzanan Sokak Zeynep Sude Çelik 148.Dönem Bugün senin günün. Bugün bir arzu kaplıyor içini. Görünmez olmuşçasına adım adım arşınlıyorsun şehri… İstanbul’da, fotoğrafların muhteşem detayı olan Galata Kulesi’ne çıkan o sokağa doğru ilerliyorsun. Sabahın ilk saatlerinde çekingen ruha bürünmüş güneşin, etrafa kendini kanıtlamaya çabalayışını seyrediyorsun. Duvarlardan sekerek hızlıca kulağına dokunan topuk seslerini dinliyor, bir yandan bakışlarınla kaldırımı nakış nakış işliyorsun. Aklında son dinlediğin şarkıdan izler kalmış. “Yine aynı martılar…” kısmını tekrar ediyorsun. Tam o sırada âdeta özellikle toplanmışçasına üstünde dönmeye başlıyor martılar. Aldırış etmiyorsun, denk gelmiştir olur böyle şeyler diye düşünerek, artık sığınma ihtiyacı duyan parmaklarını cebine hapsediyorsun. Vakit vakit, gök kubbeye dalan gözlerin, hemen aşağıdaki ceplerde ısınma mücadelesi veren ellerinden habersiz. Hâlen daha insan görememiş olmanın sakin huzurunu ve endişeli stresini, göğüs kafesinden kurtulmaya uğraşan yavru serçeyi hissettiğinde anlıyorsun. Şimdi, içindeki kuşa sabretmesini fısılda. Zira, sonu direkt Galata’ya çıkan, yaşlı gözlerle ona hayran hayran bakan o sokağa, o sokağın başına gelmiş bulunmaktasın. Yollar işte… Hemen bitiveriyor. Köşede unutulmuş minik tabureyi gözlerinle sahiplenmeye yeltenirken, hiç insan olmaması karşısında duyduğun hayretini ve garipsemişliğini, çaprazındaki dükkanın önünde sana dikkat kesilmiş sarı, tombul kediden gizleyemiyorsun. Düşünceler okyanusunda kulaç attığın şu dakikalarda tabureyi alıp sokağın tam ortasına yerleştiriyorsun. Sanki sonu göz alıcı aydınlığa çıkan bir tünelde gibisin. Galata sana kucağını açmış; bakıyor, bekliyor, özlüyor… Sense oturmuş, tünel bellediğin ıssız sokakta, büyülenmiş tavrınla izliyorsun, yaşı senden hayli büyük bu muazzam hazineyi. Acaba çağrısına kulak asmamış mı göründüm? Gibi seni ikileme düşürecek bir soruyu, yerinden kalkıp kedinin yanına gittiğinde şöyle bir kafandan geçiriyorsun. Kedinin, merhametini hissederek senden kaçmayışını fark ettiğinde yüzüne minik bir tebessüm konuyor. Dertleşecek bir canlıyla karşılaşmak, yüreğindeki yalnızlık zincirini söküp atıyor. Bu mucizevi hayvanı kucaklayarak o an küçük ve bakımsız görünen ama sana özel anlamlar ifade eden taburene geri dönüyorsun. Kedinin başını, boynunu, ruhunu okşuyorsun. Rahatladığını ve huzurla dolduğunu belli eden mırlayışı, bu eylemi devam ettirmene sebep oluyor. Bu hoş kedinin, herhangi bir insandan çok daha iyi bir dinleyici olacağından emin şekilde, “Sana dostum diye hitap edebilir miyim?” diye soruyorsun. Cevap alamayacağını biliyorsun ama nezaketen sormuş olmak istiyorsun. Ki… Kedi patisini avucunun içine yavaşça bırakıyor. Kitaplardaki o tarif edilmez mutluluğu yaşadığını bilerek heyecanını ikiye katlıyorsun. Hafif, ince bir öksürük beraberinde boğazını temizliyor ve başlıyorsun… Eskiden bir zamanlar, bu şehirde İstanbul Hanımefendileri ve İstanbul Beyefendileri; tüm alçak gönüllü, saygılı, hoşgörülü ifadelerini çehrelerine yerleştirerek dolaşırlardı. Eski saygın Türkçe’nin verdiği nezih ses tonlarıyla, bülbülleri kendilerine hayran bırakırlardı. Haya sahibi yürüyüşleri, kaldırımları kıskandırırdı. Kurnazlık, üçkağıtçılık, dolandırıcılık, aldatma, ihanet etme, sırtından bıçaklama gibi günümüzün dertleri, bir nevi felaket “alışkanlıkları”, zihinlerinin yan yolundan dahi geçmezdi. Ciğerleriniz, o mis kokulardan dolayı lale bahçelerine dönerdi. Alıcısı satıcısı; kadını erkeği; genci ihtiyarı ile oturmuş dayanışma ruhu, damardaki kan kadar etkiliyordu insanı. Cinayetlerin, intiharların bu zamanki rutinleşme sürecine karşın, o zamanlar çok uçuklardaydı. Böyleydi işte İstanbul, küçük dostum. Rüya gibiydi… Rüzgar bu dediğimi onaylarcasına kulaklarımda uğuldadı. Sevgili Galata çok etkilenmiş göründü söylediklerimden. Sabahları uyanmak için gösterilen çaba gibi bir çaba ile, kendimi devam etmeye zorladım. Peki ya şimdi?.. Sokaklarda, caddelerde gözlerimiz ahlak belirtisi arıyor. Kulaklarımız isyan ediyor, duyduğu küfürlerden, argolardan, hoş olmayan laflardan. Kaba ve belli ölçüsü olmayan, kendini aşmış ses tonları bülbülleri şehirden uzaklaştırıyor. “Eski”, sessiz adımların yerini; gürültülü, sağa sola meyilli, amaçsız adımların alması kaldırımların yüreğini burkuyor. Güvenilmeyecek insan sayısı, güvenilecek insan sayısı sollamış. Bunu güren Kız Kulesi gözyaşlarına boğuluyor. İnsana her an eşlik eden mis lale kokularının yerini sigara dumanlarının almış olması gök kubbeyi dev bir hüzne mahkum bırakıyor. Bırakın dayanışmayı, yolda yürürken herkese kötü, katil gözüyle, güvensizce bakılıyor. Ah küçük dostum… Bilirsin sen eskileri… Ezan okununca anında dolan camileri… Bayram günü öpülen mübarek elleri, yenilen şekerleri, toplanan hediyeleri… Bayram günü demişken, bak aklıma ne geldi? Bayram bayram, komşularıyla bayramlaşmaya gidip geri dönemeyen saf yürekli çocuklar geldi dostum. Vicdansızlık, nankörlük, düşüncesizlik adeta virüs gibi yayılırken; mücadeleye devam eden bir avuç insan, yer, gök ve İstanbul… Ah dostum… İstanbul’un bu haline bakarak yazmadı Orhan Veli, “İstanbul’u dinliyorum” şiirini… Onlarca, yüzlerce insanın bu şehre âşık olma sebebi olamazdı, değerlerini sırt çevirmiş bunca genç… Ne olmuş ki bu insanlara? Yürekleri buzda unutulmuş gibiler. Samimiyet köşkünden koşarcasına uzaklaşmış davranışlar, cümleler… Hayır dostum, sözcükler samimiyetsiz olamazlar. Mutlaka söyleyendedir problem. Ee ben de sana söyleyenlerin problemlerini anlatmıyor muyum zaten? Yağmur yağdığında temizlenen zihinlerin yerini, lanet okuyan diller almış ise hiç kırılmaz mı bulutlar? Üzülüyorum Boğaz Köprüsü’ne… İki kıta beraberinde yürekleri de bağladığını zannediyor. Bilmiyor hâlbuki, insanlar çok değişti… İçim acıyor be dostum, içim acıyor… Benliğinden uzaklaştıkça, fıtratını terk etmiş ve boşluğa düşmüş onlarca insan, onlarca genç… Yazık sana İstanbul, yazık sana İstanbul’um… Niceler var bağrında. Son cümlemden sonra, sol cebimde eve gitmeyi bekleyen anahtarım yere düştü. Anahtarım bile hissetmiş bu acıyı. Anahtar be dostum, anahtar! Yine çıldırmama, delirmeme, sinirlerimin yay gibi gerilmesine en müsait vakitlerdeyim. İstanbul’u aydınlatan Dolunay ile göz göze geldik. Galata’nın tepesine kurulmuş bir taç misali, çevreyi gözetliyor. Epey de geç olmuş. Bunu, şarjı azaldığı için titreyerek beni uyaran telefonuma baktığımda, ekrandaki saatin gözüme ilişmesi ile fark ettim. Yorulmuş olmasam, “ Telefonun bile yüreği var, titriyor ya hu!” diye tekrar başlardım konuşmaya. Fakat insanız, çabuk yoruluyoruz… Onu da bir gün, Rumeli Hisarı’nda konuşuruz artık. Kafamı eğdiğimde küçük dostumun uyumuş olduğunu gördüm. Çok konuşmuş olmalıyım ki, daha fazla direnememiş göz kapaklarına. Göbeğinin bacaklarımda yayılmış vaziyetinden anlıyorum, rahat ettiğini… Yalnız bir ayrıntı daha var ki, bu kediciğin rahatını bozmak istemiyorum. Engin ve kaygısız huzuruna cam kırığı batırmış olmak, ufak da olsa kötülük etmiş olmaktan çekiniyorum. Evet ben, şu an, dünya üzerindeki yüzlerce zulme karşı duruyorum ve kediciğe rahatsızlık vermekten çekiniyorum. Bu sebeple o uyanana kadar buradayım, sen uyanana kadar buradayım minik dostum. Kulağına eğildim ve şöyle fısıldadım: Aslında bakarsan, kirlenen İstanbul değil. İnsanların kullanamamaktan körleşmiş yürekleri. Bu özel şehrin üstüne bu denli gitmenin bir mânâsı yok… Güzel yürekli insanlar diliyorum sana İstanbul, güzel yürekli insanlar… mart ‘17 Pertevniyal Lisesi