20.03.2017 Views

kusva mart son

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

KUSVA Gençlik Hareketi<br />

Adına İmtiyaz Sahibi<br />

Burak AK<br />

Yayın Koordinatörleri<br />

ve Yayına Hazırlayanlar<br />

Emine HAXHİU<br />

Furkan GÜR<br />

Nida URMUÇ<br />

Ömer BAKKALOĞLU<br />

Ceyda KAYA<br />

Behlül ALP<br />

Fatih KURU<br />

Mehmet Sabit GÖKTAŞ<br />

Mizanpaj<br />

Necmeddin YAZICI<br />

İletişim Bilgileri<br />

bilgi@<strong>kusva</strong>.org<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

Kusva dergisinde yazılanların<br />

sorumluluğu yazanlara aittir.<br />

EDİTÖR’DEN<br />

Bilinçli bir toplumu oluşturan güzel eğitilmiş, ahlak ile donatılmış ve verilen emanetin farkında olan bu<br />

gençlik bizim yurdun geleceğini şekillendirecektir. Söz sahibi olabilen, Türkiye’nin bulunduğu konumunu daha<br />

iyi bir duruma getirebilecek bir gençlikten söz etmekteyiz. Öyle bir gençlik ki; çalıştığı alanın en iyisi olma<br />

mücadelesinde, siyaseti değerlendirebilen ve uygulamada stratejik kararlar verebilen bir gençlik. Zamanın kıymetini<br />

anlayan, ülke sevgisi ile büyüyen, doğruyu yanlıştan ayırt edebilen bir gençliktir bizim hayal ettiğimiz.<br />

Türkiye’nin en güçlü sermayesi şüphesiz ki genç nesildir. Yapılacak olan yatırımlar da onları tevsik etmeye,<br />

heveslerini artırmaya ve bilim sevgisine itmeye yönelik olması gerekmektedir. Uzun vadeli stratejik yatırımlar<br />

dediğimiz şey de budur aslında. Her gencin bir hayali olması lazım. O hayalini gerçekleştirmesi için sıkı çalışması<br />

etraftaki araçları doğru kullanması ve en önemlisi büyük bir aşk ile yürümesi gerek. Aşk inanmak demektir.<br />

İnanmak ise aşık olmaktan öte bir şeydir. İnandığın şeyi nasıl dile getirmen gerekiyorsa ona ulaşmanın tek<br />

yolu da kalbinle istemendir. Bu gençlik ne istediğini bildiği gibi ona nasıl ulaşacağını da bilmektedir. Belki çok<br />

yorulacaktır, uzun ve meşakatli yollardan geçecektir ama asla pes etmeyecektir çünkü Zaman bendedir ve bu<br />

mekan bana emanettir diyen bir gençtir o.<br />

Kusva Dergimizde yer alan yazılar azimli ve sürekli kendini geliştirme mücadelesinde olan arkadaşlarımız<br />

tarafından yazılmıştır. Kendisine bir gaye edinen geleceğin mimarı olan arkadaşlarımıza basarılar diler bizi bu<br />

sayıda da yanlız bırakmadıkları için şükranlarımızı sunuyoruz.<br />

<strong>kusva</strong>.org


MAKALE<br />

BURAK AK<br />

BiR<br />

VAZiFEMiZ<br />

VAR…<br />

Bir doktor büyüğüm anlatmıştı :<br />

,,<br />

Bir doktor büyüğüm anlatmıştı. “ Yıllar<br />

önce Amerika’da çalıştığım hastanede bir<br />

meslektaşımla daima tartışırdık. Bir zaman<br />

<strong>son</strong>ra meseleyi hastane başhekimine<br />

götürdüm. Beni dikkatle dinledi ve yine<br />

aynı ciddiyet içinde, o Yahudi’dir, dedi.<br />

Ben şikayetimle verilen cevap arasında<br />

bir bağlantı kuramadığım için şaşırdım.<br />

Biraz durakladım ve bundan ne çıkar<br />

dedim. Hemen ilave etti: Evet ama sen<br />

de Türksün. Peki öyle olsun, fakat bundan<br />

ona ne, ona bir zararım yok ki, hem zaten<br />

biz millet olarak tarih boyunca Yahudilere<br />

bir şey yapmış da değiliz. Evet dedi,<br />

gerçekten bir şey yapmadınız. Fakat ikinci<br />

Dünya Harbinde, Varlık Vergisi ödemediği<br />

için Aşkale’ye sürdüğünüz Yahudiler ne<br />

olacak dedi. Ben ancak kulaktan duyduğum<br />

bu hadiseyi yarım yamalak hatırlar<br />

gibi oldum. Bunda benim ne suçum var<br />

dediysem de kabul etmedi. Olmaz dedi.<br />

Sen bu suçu işleyenlere mensupsun.<br />

Biraz daha konuşunca onun da Yahudi<br />

olduğunu öğrendim. Konuşmalarından<br />

İkinci Dünya Harbinden Aşkale’ye sürülen<br />

Yahudiler ile ilgili iki üç kitaptan çok daha<br />

fazlasını okumuş olduğunu anladım. Bana<br />

bu hususta o derece teferruata varan<br />

bilgiler nakletmişti ki nerede ise oraya<br />

sürülen Yahudilerin kilolarını, boylarını<br />

verecek sandım. Daha <strong>son</strong>ra benimle tartışan<br />

o doktoru telmihen o da bu kitapları<br />

okumuştur da, onun için seninle tartışmaktadır…”<br />

dedi.<br />

Lalettayin iki kişi arasında geçen bu<br />

birkaç cümlelik konuşma aslında bizlere<br />

çok fazla şey açıklıyor. Öncelikle Filistin<br />

de kurulan İsrail Terör Devleti’nin<br />

temelindeki mevcut potansiyeli gösteriyor.<br />

Buna ilaveten iki bin yıl <strong>son</strong>ra<br />

devlet kurmuş Yahudi’nin ruh disiplinini,<br />

kendisine saygısını, kendisi kalma hususundaki<br />

ısrarını, bu gayeye erişmek için<br />

takip ettiği eğitim ve terbiye yöntemlerini<br />

açıklıyordu. Onlar iki bin yıl boyun-<br />

5<br />

<strong>mart</strong> ‘17


BURAK AK<br />

ca sıkıntıya düşmüş her Yahudi’nin ayrı ayrı ıstırabını<br />

kendi içlerinde duymuşlar, bu iki bin yıl boyunca<br />

nerede ve ne zaman bir Yahudi yaşamışsa onlarla<br />

kendi içlerinde bir bütünlük kurabilmişler ve bunu<br />

çocuklarına da aktarabilmişlerdi.<br />

Aslında bu cümleler yüz yıllar boyu bir türlü<br />

derlenip toparlanamayan milletlerin içine düştükleri<br />

perişanlıkları da açıklıyor. Durum böyle olunca<br />

parçalanmış Türk Dünyası ve darma dağınık İslam<br />

Alemi aklımıza geliyor. Bulgaristan’da , Batı Trakya’da,<br />

Kıbrıs’ta Azerbaycan’da, Türkistan ve daha<br />

başka yerlerde ki Türkler ile Afganistan da, Filistin<br />

de, Bosna da, Suriye de , Irak da ve diğer ülkelerde<br />

yaşayan Müslümanların içinde bulundukları durumlar<br />

ve çektikleri sıkıntılar ister istemez insanın<br />

zihnini meşgul ediyor.<br />

GERÇEKTEN BIZLER, ESIR<br />

TÜRKLER VE EZILMEKTE OLAN MÜS-<br />

LÜMANLAR HAKKINDA KAÇ ARAŞTIR-<br />

MA YAPTIK VE BU HUSUSTA KAÇ<br />

ESER HAZIRLADIK?<br />

Bunun cevabı açıktır hiçbir şey yapmadık, hiç<br />

bir şey hazırlamadık. Şahsımız adına hiçbir şey yapamadıysak<br />

bile bu hususlar hakkında yazılmış kaç<br />

kitap okuduk? Bu kitaplardan kaç tanesini başkaların<br />

okuması için tavsiyede bulunduk? Daha <strong>son</strong>ra<br />

yaşadığımız hayatta öğrendiklerimizden hareketle<br />

ülkemiz ve ümmetimizin geleceği için kafamızda<br />

ne gibi projeler kurduk ve geliştirdik? Bunları nasıl<br />

ve ne şekilde etrafımıza anlattık? TARIHIMIZIN<br />

BIZLERE YÜKLEDIĞI BIR VAZIFEYI NE KADAR<br />

YERINE GETIREBILDIK?<br />

Hasılı bütün bunları yapamadıysak ve bu tür<br />

faaliyetlere katılamadıysak, o zaman kendimize<br />

sormalıyız: Esir Türklerin ıstıraplarını ve ezilen<br />

Müslümanların dertlerini ve kederlerini ne derece<br />

içimizde duyduk ve duymaktayız? Yine bu sızıyı ne<br />

ölçüde gönlümüzde taşıdık ve taşımaktayız?<br />

Mamafih sadece ıstırap hallerimizi değil, kutlu<br />

zaferlerimizi de unutuyoruz, sahip çıkamıyoruz.<br />

Nesillerimize ve dünya ya anlatabileceğimiz lakin<br />

bizlere unutturulmaya çalışan, bizlerinde sahip çıkmayıp<br />

bi haber yaşadığı binlerce örnek hikayelerimiz<br />

var. Bu vesileyle bizlere unutturulmaya çalışan<br />

Kut-ül Amare zaferimizden bahsetmek istiyorum.<br />

TARIHLER 1916’YI GÖSTERIRKEN, GENERAL<br />

TOWNSHEND KOMUTASINDAKI İNGILIZ BIRLIK-<br />

LERI BAĞDAT’I FETHETMEK AMACIYLA BASRA<br />

KÖRFEZI’NDEN KUZEYE DOĞRU ILERLEMEYE<br />

BAŞLARLAR.<br />

Osmanlı ordusu arka arkaya yenilgilerle geri<br />

çekilir. Osmanlı’nın gittikçe daha zayıf düştüğünü<br />

düşünen Townshend ilerlemeye devam eder. O<br />

sıralarda 6. Ordu’nun komutanlığına atanan Halil<br />

Paşa, hilal taktiği benzeri bir taktikle 13.000 kişilik<br />

İngiliz kuvvetini Kut’ül Amara’da çevreler.<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

6


BİR VAZİFEMİZ VAR...<br />

Haber ulaştığında İngiliz Hükümeti askerlerinin<br />

kurtarılması için operasyon düzenlemeye<br />

karar verir. Başka cephelerden kaydırılan yaklaşık<br />

50.000 kişilik bir kuvvetle dışarıdan kuşatmayı<br />

yarmayı denerler. Fakat Halil Paşa komutasındaki<br />

6. Ordu her saldırıyı püskürtür. Kuşatma altındaki<br />

İngiliz kuvvetleri kurtulma şanslarının kalmadığını<br />

anlayınca 13 general 481 subay ve 13.300<br />

er mevcuduyla 6. ordu’ya teslim olmaya karar<br />

verirler.<br />

Halil Paşa, bu zaferden <strong>son</strong>ra yayınladığı bir<br />

mesajla tüm ordusunu kutlar:<br />

“Arslanlarım;<br />

Bugün Türklere şeref-ü şan, İngilizlere kara<br />

meydan olan şu kızgın toprağın güneşli gökyüzünde<br />

şehitlerimizin ruhları neşeyle pervaz<br />

ederken, ben de hepinizin pak alınlarından<br />

öperek cümlenizi tebrik ediyorum.<br />

Bize iki yüz seneden beri tarihimizde okunmayan<br />

bir vakayı kaydettiren Cenab-ı Allah’a<br />

hamd ve şükür eylerim. Allah’ın azametine<br />

bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz Devleti’nin<br />

tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran türk süngüsü<br />

oldu. İki senedir devam eden cihan harbi böyle<br />

parlak bir vaka daha göstermemiştir.<br />

Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u<br />

kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay<br />

ve 10.000 neferini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık<br />

bugün Kut’ta 13 general, 481 subay ve 13.300<br />

er teslim alıyorum. bu teslim aldığımız orduyu<br />

kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000<br />

zayiat vererek geri dönmüşlerdir. Şu iki sayıya<br />

bakınca cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük<br />

bir fark görülür. Tarih bu vakayı yazmak için<br />

kelime bulmakta zorlanacaktır. işte Türk sebatının<br />

7<br />

<strong>mart</strong> ‘17


BURAK AK<br />

İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı Çanakkale’de,<br />

ikinci vakayı burada görüyoruz. Yalnız süngü ve<br />

göğsümüzle kazandığımız bu zafer yeni tamamlanan<br />

savaşımız karşısında başarılı başkaldırımızın<br />

parlak bir başlangıcıdır.<br />

BUGÜNE KUT BAYRAMI ISMINI VE-<br />

RIYORUM. ORDUMUN HER FERDI, HER<br />

SENE BU GÜNÜ GEÇIRIRKEN ŞEHITLERI-<br />

MIZE YASINLER, TEBAREKELER, FATIHA-<br />

LAR OKUSUNLAR. ŞEHITLERIMIZ HAYATI<br />

SEMADA KIZIL KANLARLA DEVAM ETTI-<br />

RIRKEN GAZILERIMIZ DE GELECEKTEKI<br />

ZAFERLERIMIZIN BEKÇISI OLSUNLAR.<br />

Bütün bu sorular ve cevapları bizeleri şu noktaya<br />

götürür:<br />

Millet olmak kalabalık olmak değildir. Biz,<br />

Tarihten öğreniyoruz ki insanlar birçok zaman<br />

kalabalıkları teşkil etmişlerdir. Fakat millet olamamışlardır;<br />

buna mukabil yine pek çok millet dağılıp<br />

gitmiştir. Fakat onlar dillerini, dinlerini, değerlerini,<br />

duygularını ve ümitlerini kayıp etmedikleri için ne<br />

kadar zaman <strong>son</strong>ra bir araya gelip millet olmuşlardır…<br />

Ülkemiz için, ümmetimiz için,<br />

Bir vazifemizin olduğunu<br />

unutmamalıyız..<br />

( Doktor hikayesi Prof. Dr. Ali Murat Daryal Hocamız<br />

tarafından aktarılmıştır. )<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

8


MAKALE<br />

CEYDA KAYA<br />

YiTiK<br />

HAZiNEYi<br />

KEŞFETMEK<br />

“İnsanlar bilmemenin kurbanı oluyorlar…” ,,Prof. Dr. Fuat Sezgin<br />

7-16.yy’lar arasında Müslümanlar tarafından<br />

bilim dünyasında hangi gelişmeler<br />

yaşandı? Bu Dönem gerçekten Avrupalıların<br />

tanımladığı gibi karanlık bir çağı mıydı?<br />

Bu 9 asırlık dönemin günümüze zuhur<br />

etmesini sağlayan Prof. Dr. Fuat Sezgin<br />

kimdir? Kadim medeniyetimizin bilim<br />

dünyasındaki izlerini barındıran İslam<br />

Bilim ve Teknoloji Müzesini neden ziyaret<br />

etmeliyiz?<br />

Prof. Dr. Fuat Sezgin 92 yaşında, hala<br />

çalışmalarına devam eden Türkiye’nin<br />

cevherlerindendir. Başta Süryanice, İbranice,<br />

Latince, Arapça ve Almanca olmak<br />

üzere, 27 dili çok iyi derecede bilmektedir.<br />

Fuat Sezgin Hoca, Doğu Bilimi ve Türkoloji<br />

üzerine çalışmalar yapan bilim adamı<br />

Alman Carl Brockelmann’ın “Arap Edebiyatı<br />

Tarihi” ve “İslam Milletleri ve Devletleri<br />

Tarihi” gibi çalışmalarındaki eksiklikleri fark<br />

etmiş ve bunları tamamlamak maksadıyla,<br />

İslam Bilim Tarihi ile ilgilenmeye başlamıştır.<br />

Fuat Sezgin Hoca çalışmalarını 1960<br />

yılına kadar Türkiye’de sürdürmüştür.27<br />

Mayıs 1960 darbesiyle birlikte üniversiteden<br />

uzaklaştırılan ve 147’likler diye bilinen<br />

akademisyenler arasında onun adı da yer<br />

almıştır. Darbe <strong>son</strong>rası çalışmalarına devam<br />

edebilmek için ülkesinden ayrılmak<br />

zorunda kalan Fuat Sezgin İstanbul’dan<br />

ayrılırken hissettiklerini şöyle dile getirmiştir:<br />

“Türkiye’yi, İstanbul’u terk edeceğim<br />

akşam, Galata köprüsünün Karaköy<br />

tarafına gittim. Oradan 15-20 dakika kadar<br />

Üsküdar’a baktım. Güzel bir geceydi,<br />

artık vakit de gecikiyordu. Döndüğümde,<br />

gözlerimin yaşını silmek zorunda kaldım.<br />

İşte <strong>son</strong> hislerim buydu. Kızmadım da,<br />

o zaman tabi üzülmüştüm. Bugün bir<br />

kızgınlık duymuyorum. Memleketime,<br />

yine ne vermek mümkünse onu vermeye<br />

çalışıyorum.”<br />

Fuat Sezgin’i başarıya ulaştıran sebeplerin<br />

başında, dünyanın neresinde olursa<br />

olsun, “İslam Bilim Tarihi” adına; fizik,<br />

kimya, biyoloji, hayvancılık, veterinerlik,<br />

ziraat, tıp, astronomi, coğrafya gibi bütün<br />

bilim dallarına ait bir eser veya orijinal bir<br />

aletin varlığını duyunca; bir dedektif gibi, o<br />

eserin peşine düşmesi gelir. Bugüne kadar<br />

yaptığı çalışmalarla elde ettiği bilgiler kitaplarında<br />

anlatılmasının yanı sıra Gülhane<br />

Parkı’ndaki “İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi<br />

Müzesi’nde sergilenmektedir. Karanlık<br />

diye bilinen bu çağda aslında İslam Bilim<br />

Adamlarının neler yaptığını çalışmalarıyla<br />

günümüze sunan Prof. Dr. Fuat Sezgin’in<br />

kurduğu bu müzenin ziyareti elzemdir.<br />

9<br />

<strong>mart</strong> ‘17


CEYDA KAYA<br />

İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi iki kattan oluşmaktadır.<br />

Üst katta; müze ile ilgili çeşitli görsellerin<br />

izlenebildiği Sinevizyon Salonu, Astronomi, Saat Teknolojisi,<br />

Denizcilik, Savaş Teknolojisi ve Tıp Bölümü<br />

bulunmaktadır. Alt katta ise, Madenler, Fizik, Matematik-Geometri,<br />

Şehircilik ve Mimari, Optik, Kimya<br />

ve <strong>son</strong> olarak da Coğrafya ile ilgili harita ve çeşitli<br />

harita çizimlerinin sergilendiği bölüm bulunmaktadır.<br />

Sergi salonlarının tamamında, İslam bilim insanlarının<br />

ortaya koydukları eserlerin model<br />

ve maketleri sergilenmektedir. Toplam<br />

570 adet alet, cihaz kopyaları, maket ve<br />

model koleksiyonu ile alanında Türkiye’de<br />

ilk, Frankfurt’tan <strong>son</strong>ra dünyada<br />

ikinci örnek teşkil eden müze olması<br />

açısından önem arz etmektedir. Müzede<br />

El-Cezeri’nin fil saati modelinden<br />

el-Biruni’nin küresel usturlabına, Halife<br />

el-Me’mun’un emriyle 9.yy’ın ilk çeyreğinde<br />

yapılan dünya haritasından İbn-i<br />

Sina’nın El-Kanun fit’t-T Tıb adlı eserine,<br />

İbn el-Heysem’in optik düzeneğinden<br />

el-Hazini’nin areometresine, fiziksel deneylerde<br />

kullanılan düzeneklerden tıpta<br />

kullanılan aletlere kadar birçok eserin<br />

birebir orijinal kopyasını görebileceğiniz<br />

zengin bir içerikle karşılaşırsınız.<br />

İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi, eserlerin tanınması<br />

ve geçmişten geleceğe köprü kurulması bakımından<br />

bir kilit noktadır. İslam bilim insanları dünya<br />

literatürüne binlerce eser kazandırmışlardır; fakat<br />

17.yy’dan itibaren üstünlüğün Avrupalılara geçmesiyle<br />

birlikte bu gelişmelerin gerçek sahipleri yok sayılmış<br />

ve eski Yunan’a dayandırılmıştır. Avrupalıların<br />

bu üstünlüğü elde etmelerinde şüphesiz İslam bilim<br />

insanlarıyla tanışmaları yatmaktadır.10.yy’da başlayan<br />

bu tanışıklıkla birlikte ilaçlar, haritalar, silahlar,<br />

kitaplar, fikirler, kişilikler, buluşlar ve daha birçok şey<br />

Avrupa’ya taşınmıştır. Avrupalıların bilgi alma tarzı<br />

Müslümanların sergilediği tavrın aksine metodoloji<br />

ve teknik açısından büyük kusurlar ve zafiyetler taşır.<br />

Çoğu zaman alınan eserlerde bilim insanlarının<br />

isimleri ya hiç anılmamış ya da çevirmenin adıyla<br />

geçmiştir. Müslüman bilim insanları ise hiçbir din<br />

ayrımı yapmadan, komplekse kapılmadan kaynaklarını<br />

açıklamış ve saygıyla anmışlardır.18.yy<br />

<strong>son</strong>ları 19.yy başlarında bilimde<br />

İslam çevresinin önemini savunan<br />

bir hümanistler grubu gelişmiştir. Bu<br />

gelişmelerin inkâr edilemeyeceğini<br />

dillendirmişlerdir. Bununla birlikte<br />

oryantalist bakışla yapılan çalışmalar<br />

bugün de varlığını sürdürmektedir. Bu<br />

bilinmezlik ve çarpıtılmışlık yerini tarihi<br />

hakikate bırakmıştır. Geçmişe göre<br />

şuan Müslüman bilim tarihi hakkında<br />

daha fazla bilgiye sahibiz ve yapılan bu<br />

çalışmalar reddedilemez bir gerçektir.<br />

İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi ise<br />

bilinen tüm çalışmaları içerisinde barındırmakta<br />

ve sergilemektedir. Meşakkatler<br />

içeren müzenin kuruluş süreci ve<br />

bu çalışmaları yürüten değerli Prof. Dr. Fuat Sezgin<br />

tarihe ve geleceğe ışık tutmuştur.<br />

“Müslümanlarda bir aşağılık duygusu var, Avrupa<br />

medeniyetini yanlış tanıma var, oradaki yerini bilmeme<br />

var.” diyor Fuat Sezgin hoca. Artık bu komplekslerimizi<br />

yıkarak ve bilim tarihindeki yerimizi<br />

görerek yeni altın çağımızı başlatma vaktidir.<br />

Yazımda emeği geçen Şeyma Dinç arkadaşıma<br />

teşekkürler…<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

10


MAKALE<br />

MEHMET SABİT GÖKTAŞ<br />

iKi MERCEK;<br />

SEYAHAT<br />

VE SEHiR<br />

İnsan adresinden gurbete gerilmiş<br />

bir varlıktır. Bir hayat<br />

sahibidir. Hayat yaşam ve ölümü<br />

mündemiçtir. İnsan zaman içerisinde<br />

seyir ve seyehat etmektedir.<br />

Hayata başladığı ilk yer olarak anne<br />

karnı insanın ilk meskenidir.Aynı zamanda<br />

doğumuyla birlikte ilk göçün<br />

başladığı yerdir.Doğumunda her ne<br />

kadar hava basıncından dolayı ağladığını<br />

bilimsel olarak söylesekte hem tasavvufi<br />

hem de felsefi olarak ayrılığın<br />

ve göçün ilk kopuşlarının gözyaşlarına<br />

şahitlik ederiz.<br />

Kuşların (Leylek) insanları getirdiğini<br />

küçüklüğümüzden beri bir latife<br />

olarak dinleriz.Asıl olarak birey göçü,<br />

seyahat ve seyir etmeyi her ne kadar<br />

doğasında olsada kuşlardan öğrenir.<br />

Nitekim her vakti geldiğinde kuşların<br />

göç etmesi başka diyarların varlığını<br />

bizlere belirgin bir biçimde kanıtlar niteliktedir.İnsan<br />

tekerrürden kurtulmak<br />

ve kendini tamamlamak için devamlı<br />

olarak fikirlerin arasında, gerekse<br />

de memleketlerin arasında devamlı<br />

11<br />

<strong>mart</strong> ‘17


MEHMET SABİT GÖKTAŞ<br />

olarak seyir ve seyahat etmelidir.<br />

Ancak benliğini ve ötekini bu<br />

hikmetle elde edebilir.Beri yandan<br />

diğer dünyaların atmosferini<br />

teneffüs etmeyen tasavvur kendini<br />

tehdit eden bir tekrara dönüşür.<br />

Evrensel kümenin küçük bir<br />

parçasına teşkileden hayat çemberinin<br />

yalınkatlığında hapsolmak<br />

için iki mercek vardır elimizde: seyahat<br />

ve seyir.’’Çok gezen mi bilir,<br />

çok okuyan mı?’’ başlıklı tek kişilik<br />

dev sahneye nazaran, mürekkep<br />

ile çalışan bir trene atlamak müreccah<br />

olmalıdır.Bir başka deyişle<br />

‘’Her gün aynı sabaha uyanma<br />

ölmek demektir.’’ diye şairi haklı<br />

kılmaya çabalarsak eğer, mükerrer<br />

anlattıklarımız aynı şekilde izole<br />

edilmişliğin dışına çıkacaktır.Zira<br />

kalben başkasına bağlanmakta, fikren<br />

tahribata yaşayıp farklılaşmakta,<br />

yeni bir bilgiye ışık tutmakta,<br />

yazgıyı değiştirmek için niyet edip<br />

harekete geçmekte, görmediğimiz<br />

veya akla çalındığında ilk hissi<br />

vermesede göçün gölgesinde yer<br />

almaktadır.<br />

Yeni fikirlerle çarpışmadan<br />

ve kendini yenilemeyen herşey<br />

ölümlü olarak bir bedeni yaşatma<br />

gayreti içerisine girer. Sürekli yeni<br />

fikirler celp eden ve değişmeye<br />

/ değişime yön vermeye çalışan<br />

hatta en doğru hale gelmek için<br />

fikri zinde tutmaya çalışmak ve<br />

başka fikirlere mekik dokumak insanın<br />

en çok ihtiyacı olan bir göç<br />

kisvesidir.<br />

Yeni fikirlerle tanışmak<br />

ve memleketler<br />

arasında seyahat ve<br />

sehir etmek arasında<br />

ne fark olabilir ki?<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

12


MAKALE<br />

HüSEYiN CAN COŞKUN<br />

YENi<br />

ARABAM<br />

ENTEGRiZM<br />

Bundan yaklaşık 40 bin yıl önce<br />

‘Cro-Magnon’ insanının ortaya çıkmasından<br />

bir vakit <strong>son</strong>ra insan modernleşmeye<br />

başlamıştır. Çünkü insan tamda 40 bin yıl<br />

önce bugünlerde biyolojik evrimini tamamlamıştır.<br />

Yani insanın biyolojik evrimini<br />

tamamlamasıyla, modernleşmeye<br />

başlaması neredeyse aynı zamana tekabül<br />

etmektedir.<br />

Sabit kalabilmeyi pek başaramayan<br />

insan, duramayıp kendini bir takım alanlarda<br />

gelişimin içerisinde bulmuştur. Bu<br />

gelişim psikolojik, fizyolojik ve sosyolojik<br />

kavramlar etrafında oluşmakta ve sürekli<br />

devam etmektedir. Bunun neticesinde<br />

insan gelişme hareketinin içerisinde olup<br />

kendisini gelişememekle suçlayan bir tür<br />

oluvermiştir. Çünkü insan yeri geldiğinde<br />

tekrar geleneksele düşüp yeniden gelişmeye<br />

çabalayandır.<br />

Modernleşme yahut modern olabilmek,<br />

halı hazırda içerisinde bulunduğumuz<br />

durumun, kullandığımız şeylerin<br />

eskimeye başladığı ya da eskimiş olduğu<br />

hissini uyandırarak bunların yerlerine<br />

daha yenilerinin olması gerektiğini düşündüren<br />

bir durumdur.<br />

Peki burada insan nerededir?<br />

İnsan, Nurettin Topçunun da İslam ve<br />

İnsan adlı kitabında bahsettiği gibi Modern<br />

olan antropolojiye göre (eskisinden<br />

daha yeni) ‘ iki ayaklı, dik yürüyüşlü bir<br />

varlık’ tır. Aslında bu tanım bile, insanın<br />

dünyada bir şeyleri iyi veya kötü anlamda<br />

değiştirebilmesi için yeterlidir.. Çünkü<br />

insanın bir şeyleri değiştirebilmesi için<br />

günümüz teknolojisinde sadece düşünebilmesi<br />

kafiolanaktadır. İki ayaklı ve dik<br />

yürüyüşlü olabilmek cakasıdır. Düşünceler<br />

insanlarla yürür, ayaklarıda yürüme<br />

kabiliyetleride insanların ta kendileridir.<br />

Bunun en güncel örneği Stephen Hawking<br />

dir.<br />

İnsanın sahip olduğu ele avuca sığmayan,<br />

bu zihinsel etkinlik kendisine aynı<br />

amaca farklı yöntemlerle ulaşmaya çalışırken<br />

de vücud bulmaktadır.<br />

Nasıl?<br />

İnsanlar dönem dönem kendi aralarındaki<br />

ilişkiler, kendilerinin eşyalarla olan<br />

ilişkileri, toplumsal ilişkiler ve bunlar yetmezmiş<br />

gibi toplumlar arasında olan iliş-<br />

13<br />

<strong>mart</strong> ‘17


HÜSEYİN CAN COŞKUN<br />

kiler neticesinde fiziksel olarak belirli zihinsel olarak<br />

ucuaçık birhacime sahip olmasına rağmen bazı durumlarda<br />

insan oğluna kaçabilecek yer kalmamaktadır.<br />

Fazlasıyla yoğun bir hale gelen bu sıkışmışlık, insanı<br />

bir sıçramayaolduğu durumdan farklı bir boyuta<br />

taşıma gayreti içerisine sokmaktadır<br />

Bu sıçramanın geriye dönük bir ilerleyiş olarak vücud<br />

bulan hali iseentegrizmdir.<br />

Modernleşmenin neredeyse zıttı sayılan ve amacı<br />

modernleşmeyle aynı olup, olağan durumu değiştirerek<br />

daha iyiyi ve daha makul olanı farklı bir<br />

yöntemle arayan yani değişimi geriye dönük bir<br />

ilerleme hareketiyle var etmeye çalışan<br />

sistem entegrizimden başkası değildir..<br />

Entegrizm bir geriye dönüştür.<br />

Sosyal, siyasal ve kültürel bir<br />

durgunluktur. Amacı bu olmasa<br />

bile durgunluktan ve ilerleyememekten<br />

farklı bir <strong>son</strong>uç<br />

elde edememiştir. Çünkü tarihte<br />

geçmişe dönük bir şeyleri<br />

canlandırmaya çalıştığımızda,<br />

canlandırmaya çalıştığımız<br />

şeyler bizim oraya gidiş amacımızla<br />

bizi hapsedenlerdir.<br />

Her iki durumda da insanlar hali<br />

hazırda bulundukları ortamlardan memnun<br />

değildirler. Sıkılmış, sıkışmış ve meraklıdırlar.<br />

Merak çoğu zaman başlangıçnoktası ile aynı yerde<br />

olmuştur.<br />

Bu hareketlere benzer bir diğer süreç olan ve bu iki<br />

durumun devamı niteliğinde ki aşama ise Nevrotik<br />

dönemdir<br />

Nevrotik dönemde bireyler dönemsel birkaç denemeden<br />

geçmiş ağır zihinsel darbelere maruz kalmıştır.<br />

Bu dönemde insanlar normal olmayan düşüncelerle<br />

meşgul olup, meşguliyetle kalmayıp bunu<br />

fiziksel harekete dökmeye çalışırlar. Fakat düşünceler<br />

ütopik ve tehlikeli oldukları için fiili bir harekete dönüşmekte<br />

zorluk çekerler ve kendilerine kitle bulmakta<br />

zorlanırlar.<br />

Günümüzde bu dönem yeni filizlenmeye başlamış<br />

ve yavaş yavaş yeşillenmektedir.<br />

Bakıldığında bu fikrin ortaya çıkmasına neden olan<br />

sorun ile dönemin <strong>son</strong>ucunda ortaya çıkması muhtemel<br />

durum aynıdır. Fakat kullanılan yöntem farklıdır.<br />

Nevrotik olan bu dönem iyi niyetli gözükse de<br />

fazla bencildir ve doğal işleyişe sahip olmamaktadır.<br />

Biraz kırpmak gerekirse insanlar bundan yüzyıllar<br />

öncede seçeneklere sahiptiler, günümüzde de sahipler<br />

ve yıllar <strong>son</strong>rada yaşamlarını değiştirmek için<br />

yeni seçeneklere sahip olacaklar. Çünkü daha kelimesi<br />

sürekli yeni seçenekler var ederek, insanı<br />

her zaman harekete teşvik edecektir.<br />

Yalnızca biraz tahayyül ettiğimizde<br />

bile, Modernleşmek isteyen bir insanın<br />

yeni bir araba aldığını varsayalım<br />

ve sözde belirli bir dönem ya<br />

da durum için modernleşmiş olsun.<br />

Aldığı arabayı bir süre kullanır ve süreç<br />

itibari ile sıkılmaya başlar. Çünkü<br />

modernlik yerini gelenekselliğe<br />

bırakmaya başlamıştır. Bir süre <strong>son</strong>ra<br />

modernlik ‘daha’ fikrini ademoğlunun<br />

zihnine iliştirmeye başlar. Kendini<br />

modern hissetmeyen insan artık<br />

bir hamle yapmalıdır. Bi çare<br />

arabasını belki de kendi dünyasını<br />

süslemeye karar verir. Geleneksel olarak<br />

nitelendirdiği, çok sevdiği, kullandığı eşyalarını<br />

yeni ve modern olan arabasının içerisine koyar.<br />

Mesela memleketini anımsatan bir fotoğrafı yahut<br />

yöresel bir eşyayı vites kutusunun üzerine koyar.<br />

Nevrozlaşmaya başladığının farkında bile olmayan<br />

iki ayaklı dik yürüyüşlü bu varlıkbir dönemin ‘daha’<br />

içerisindedir ve doğal bir süreçmişçesine modernleşmek<br />

için alıp, gelenekselleştirdiği arabasından da<br />

sıkılmaya başlayacaktır.<br />

Çelişik iki dönem arasında oldukça yorulup, daralan,<br />

git ve geller yaşayan, bir şeyleri değiştirmek için<br />

hamle üzerine hamle yapan kişi geldiği konum itibari<br />

ile artık mantık kavramının var oluş haritası içerisinden<br />

bihabermiş gibi kabul edilmeye hak kazanmıştır.<br />

Ve kendisi bundan böyle mantıksızlar ülkesinin<br />

kavramsızlar bölgesindeki şuursuzlarşehrinin, kararsız<br />

vatandaşlarından birisi olacaktır.<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

14


MAKALE<br />

MİHRİBAN CEYLAN<br />

ÇiLEHANEDE<br />

DENGE KUŞU<br />

OLMAK<br />

Dünya, insanoğlunun uğradığı bir han<br />

olarak insanoğlunaçeşitli ikramlar sunar.<br />

İnsanların yollarını belirlediği bu han,<br />

insanların kendilerini terbiye ettiği bir ülkü<br />

üzerine yürüdüğü çilehanedir. Çilehanelerde<br />

bulunmak kişinin kendini terbiye<br />

ederek en güzele en iyiye ulaşma çabasıdır.<br />

İşte bu amaç doğrultusunda dünyaya<br />

gönderilen insan, kendi gökkubbesinin<br />

altında kendini görerek, irdeleyerek ve<br />

tanıyarakadım adım tabiri caizse çilesini<br />

doldurarak insan-ı acz dan insan-ı kâmil<br />

makamına yol almak için var olmuştur.<br />

Esasında çile odası insanın kendisidir.<br />

İnsanın çilahanesi evvela kendi bedeni<br />

ve ruhudur . İnsan, diğer canlılardan<br />

farklı olarak kendini tamir etme, onarma,<br />

düzeltme mekanizması ile yaratılmıştır.<br />

Kendi davranışlarını, üstel olarak izleyebilen<br />

insan adeta kendi bünyesinde beden<br />

ve ruhdengesini oluşturur. Üst bilişsel olarak,<br />

insanın kendi yaptıklarını kendisinin<br />

değerlendirmesi, zihninde oluşturduğu<br />

bir otonom sistem mekanizması ile bireyin<br />

kendi denge kanatlarını oluşturmasını<br />

sağlar. İnsan, melekler gibi sadece inanma<br />

ya da şeytan gibi sadece karşı olma<br />

duygusu ile değil,yargılama yolu olan akıl<br />

ve hissetme yolu olan kalp ile donatılmıştır.<br />

İnsanın kendi içine doğru yaptığı<br />

üst bilişselbakış ile bu birbirinden farklı<br />

kutupları dengeleyip kendi denge kuşunu<br />

kurması bedensel ve ruhsal dengeye<br />

ulaşır vehayatını daha kaliteli idâme ettirir.<br />

Bunu başarmanın en önemli yolu, kişinin<br />

karşısına çıkan imtihanları akıl süzgecinden<br />

geçirip kalp hamuru ile yoğurduktan<br />

<strong>son</strong>ra vicdanı ile hür bir şekilde sebatla<br />

yol almasıdır. Bir derste başarı gösteren<br />

öğrenci misali kendisine yol gösteren hocasının<br />

sözlerini ve ilmini kendisine çalışma<br />

ve ilerleme azmi veren kalbini, denge<br />

kuşlarının kanadına yerleştirerekyolunda<br />

dengede kalmayı ve kendi gökyüzünde<br />

sağlam bir şekilde uçmayı başarır.<br />

Toplum ise insanı şekillendiren bir<br />

diğer çile odasıdır. Hazreti Ali’ nin insan<br />

için dediği gibi : “Sen kendini küçük bir<br />

cisim sanırsın ama en büyük alem sende<br />

gizlidir.” Her insan bir dünyadır, her<br />

insandan öğrenilecek yeni ufuklar yeni<br />

hikâyeler vardır. Bu bakış açısı ile insanın<br />

insandan elde edeceği faydalıkazançlar<br />

ile daha faziletli ve çok yönlü bakış açısı<br />

15<br />

<strong>mart</strong> ‘17


MİHRİBAN CEYLAN<br />

olan bireyler yetişecektir. Farklı fikirler ve düşüncelerin<br />

oluşturduğu uyumlu bir toplum yapısı, hem<br />

ileri medeniyetler seviyesinde yerini rahatlıkla alır<br />

hem de kendi öz benliğine renkler katarak zenginleşir.<br />

Bu noktada önemli olan unsur, bir toplumun<br />

tohumu olan genç bireylerdir. Onların kaliteli bir<br />

toplumsal ortamda yetiştirilmesi ve gençlerin kanatlarına<br />

konulacak becerilerin dengeli bir şekilde<br />

konulması, toplumuno kadar gür o kadar güzel ve<br />

bir o kadar da fırtınalara karşı dayanaklı olmasına<br />

olanak sağlar. Bir meyve tohumunun yeşermesi ve<br />

güzel bir şekilde büyümesi için nasıl ki suyunu ayrı<br />

güneşini ayrı toprağını ayrı dengeleyerek bakımı<br />

yapılıyorsa; bir gencin yetiştirilmesi için de sadece<br />

tek kanadına müspet ilimlerin konulması değil, bu<br />

oda da dengede kalabilmesi ve <strong>son</strong>unda ileriye<br />

doğru atılım yapabilmesi için manevi ilimlerin de<br />

diğer kanadına konulmalıdır; işte o vakit aklı ile kalbi<br />

dengede olan aydın gençler toplumun önünde<br />

bir sabah güneşi gibi doğar, bir bahar ferahlığı ile<br />

toplumun köhneleşmiş yapısından bir filiz gibi fışkırır.<br />

Günümüz modern toplumlarında ilerlemenin<br />

en önemli göstergesi teknoloji ve bilimsel gelişmelerdir.<br />

Ancak manevi boyutu ihmal eden toplumların<br />

gençlerinde belli bir noktadan <strong>son</strong>ra maddi<br />

doymuşluk hissi ile gençler bir yok olma sürecine<br />

girerler, işte bu yok olmayı önleyen en temel unsur<br />

gencin kalbindeki manevi iklim kanadıdır ki gençlerin<br />

güçlü ve başarılı bir şekilde, yaşamda kanat<br />

çırparak yükselmesini sağlar. Ki bu yükselme sadece<br />

gencin yükselmesi değil bulunduğu toplumun<br />

yükselmesidir.<br />

Esasında çilehanenin bir başka boyutu olarak,<br />

İslam coğrafyasının geçirdiği bir çile süreci görülmektedir.<br />

Yaşadığımız coğrafyaya bakarak bu coğrafyanın<br />

geçirdiği sancılı süreçlerin <strong>son</strong>unda daha<br />

iyi ve refah, huzurlu vekötülüklerden arınmış daha<br />

aydınlık günler geleceği yeni neslin dirilerek ilmi ve<br />

imanı kanatlarına alıp uçacağıaşikardır. Bundan dolayı<br />

önemli olan, muasır medeniyetler seviyesine<br />

ulaşma gayreti, sadece maddi gayret olarak değil,-<br />

manevi gayret olarakta derinlere ulaştırılmalıdır. Şu<br />

meşhur beyitler gençlere rehber niteliğindedir;<br />

“Yürü!Hür maviliğin bittiği <strong>son</strong><br />

hadde kadar… İnsan alemde hayal<br />

ettiği müddetçe yaşar.”<br />

Bu coğrafyayı şairin de sözünü ettiği<br />

gibi yürüyen gençler ilerletecektir.<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

16


MAKALE<br />

ENES BAŞ<br />

FE EYNE<br />

TEZHEBUN<br />

Ucunu tutamadan ellerimden kaçırdığım,<br />

eksik bir zaman var avuçlarımda.<br />

Kum tanesi gibi dağılan ümitlerim, dökülüyor<br />

yüreğimden usulca.<br />

Bahar kokan yağmurlar vuruyor tüm<br />

nazeninliğiyle parmak uçlarıma. Gözlerim,<br />

yitik bir sefer dönüşü ağlayan sütannem<br />

gibi.<br />

Durmuyor nefesim, susmuyor dibe<br />

vuran çaresizliğimin soğuk sesi.<br />

Nasipten yoksun bir gülüş kaplıyor<br />

çehremi. Susmaktan ne kadar uzak küçük<br />

sessizliğim.<br />

Büyük bir boşluk var beynimde,<br />

değirmen misali dönüyor akıl çarkım.<br />

Öğüttüğüm amellerim un gibi saçılıyor<br />

toprağa. Seni çağırmaya ne kadar yakın,<br />

Sana yakın olmaya ne kadar uzağım.<br />

Dilimin ucuna kördüğüm olan sensizlik<br />

lokması, öyle yutulmuyor kolayca!<br />

Biz, bıraktığın yerden çok uzaktayız,<br />

biz bıraktığın yerde duramadık..<br />

Ucuz bir yaşam kuruldu tezgâhımıza.<br />

Önümüze ne koyulursa yedik umursamazca.<br />

Kâh küçüldük, kâh küçültüldük<br />

dev gibi gözlerin zehirli aralığında. Bir<br />

bakış yetti canımıza.<br />

Bazılarımızın girdi hain suretler kanına.<br />

Bitmiş bir hayatı <strong>son</strong>undan başına<br />

kadar getirip, adına adalet dediler. Bilirsin<br />

ya Efendim, insanın olduğu yerde<br />

her şey var. Edep sınırları aşıldı. Başımızı<br />

öne eğmenin adı eziklik oldu, edep değil!<br />

Efendim, bak gör halimizi.<br />

Herkes konuşuyor ama anlatılanlar<br />

inmiyor boğazdan aşağıya! Menfaatlerimiz<br />

için virgüller kadar eğildik, sahi biz<br />

kendimizde miydik?<br />

Kul hakkı, ekmek arası gibi yenilir<br />

oldu kolayca.<br />

Komşumuzdan haberimiz yok ki<br />

Efendim, aç mı tok mu bilelim?!Bacımızın<br />

örtüsü Sana inanmayanların diline<br />

pelesenk oldu. Onlara kaldı sanki bunu<br />

tartışmak. Alıp gözlerine sokmak istiyorum<br />

ilahi ayetleri,<br />

17<br />

<strong>mart</strong> ‘17


ENES BAŞ<br />

- Al kör adam, al da şuna bir bak!<br />

Nisyanımız ne kadar bol, hiç hatırımızda<br />

kalan yok. Biz her şeyi unuttuk<br />

vefasızca.<br />

O kadar çok unuttuk ki, hiç unutulmayacağız<br />

sandık! Yamalı bir bohça gibi<br />

amellerimiz, toplamaya çalıştıkça saçılıyor<br />

etrafa.<br />

Belkıs’ın tahtına kurulmuş olan nefsimiz,<br />

ifrit’in oyunlarıyla cirit atıyor dünya’da!<br />

Hepimiz bir kalıba yerleştik.<br />

Hayatımız marka oldu.<br />

Vitrin camlarını süsleyen birer pırlanta<br />

gibiyiz, parlak ama sahte göz alan<br />

fakat can yakan!<br />

İftarı bekleyen oruçlar gibi, aç gözlerimiz.<br />

Ateşten gül derleyen İbrahim Peygamber<br />

uzak bir siluettir, Yusuf Peygamber<br />

uzaktır bize.<br />

İbret almak da neyimize?!<br />

‘Müslüman’ın vatanı inancının yaşadığı<br />

yerdir’ ya hani<br />

Efendim, inancımızı yaşatacak vatan<br />

mı yok? İnancımızı yaşatmaya müsaade<br />

mi yok, yoksa inancımızı yaşatmaya<br />

gücümüz mü yok?!<br />

Dedim ya Efendim, biz bıraktığın<br />

yerden çok uzaktayız..<br />

Gidiyoruz Efendim, yolu yeri belli<br />

olmayan yerlere.<br />

Gidiyoruz, peki ama Fe EyneTezhebun?..<br />

Selam ve Dua ile..<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

18


MAKALE<br />

HÜSNÜ KANBER<br />

GEÇMIŞTEN BİR MİRAS:<br />

GÖNÜL<br />

COĞRAFYAMIZ<br />

Geçtiğimiz sene, Birleşik Krallıklar’a bağlı<br />

özerk bir ülke olan Kuzey İrlanda’nın başkenti<br />

Belfast’ta, İslamiyet ile tanışıp Müslüman<br />

olmuş genç bir arkadaş ile tanışıp<br />

muhabbet ederken Yasser Bey adında<br />

Müslüman bir beyefendi de bizim muhabbetimize<br />

dahil olmuştu. Yeni tanışmamıza<br />

rağmen gönülden gelen muhabbet ile sohbet<br />

ederken Yasser Bey hiç beklemediğim<br />

bir anda bana Osmanlı’nın geri gelmesi için<br />

dua ettiğini söyledi. Birkaç kelimeden ibaret<br />

olan bu cümle beni hala derinden etkiliyor.<br />

Yasser Bey’in bu ifadesi aslındagönül coğrafyamızın<br />

enginliğini ve gönül coğrafyamızdayaşayan<br />

bireylerin de geçmişe olan<br />

özlemini bizlere gösteriyor. Müslüman ülkelerde<br />

birçok sorunun yaşandığı şu zaman<br />

diliminde Yasser Bey sözlerinin devamında<br />

ise Osmanlı’nın geri gelmesi durumunda<br />

sorunların biteceğini söyledi. Aslında o gün<br />

o mecliste yaptığımız muhabbet, bize engin<br />

bir gönül coğrafyasından kalan manevi mirası<br />

gösteriyordu. Bir başka ifadeyle, gönül<br />

coğrafyamızın engin sınırları içerisinde yer<br />

alan bir mecliste, safi düşüncelerle gönülden<br />

gelen özlem ve muhabbetin o cihan<br />

imparatorluğunun varisi olan ülkeden gelen<br />

bir misafire sohbet esnasında aktarılmasıydı.<br />

Osmanlı’nın manevi mirasçısı olan Türkiye,<br />

tarihte olduğu gibi bugün de birçok coğrafyada<br />

bir umut ve geçmişin mirasını üzerine<br />

almış bir ülke olarak görülüyor.<br />

Gönül coğrafyamız dediğimizde hiç kuşkusuz<br />

akla gelen ilk ülkelerden birisi de<br />

Bosna Hersek oluyor. 1 Mart 1992 yılında<br />

bağımsızlığını ilan eden Bosna’mızın bağımsızlığının<br />

25.yıl dönümündeyiz. İçerisinde<br />

bulunduğumuz <strong>mart</strong> ayında bağımsızlığının<br />

yıldönümünde Bosna’mızı hatırlatmaya<br />

çalışacağım.<br />

1992 yılında başlayıp üç yıldan fazla süren<br />

ve içerisinde hepimizi derinden sarsan<br />

birçok hadiseyi barındıran Bosna Savaşı<br />

esnasında Türkiye’nin Bosna konusunda ki<br />

tutumu, iki ülkenin geçmişten gelen ortak<br />

mirasına bir örnektir. 1463 yılında Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun kontrolü altına giren<br />

Boşnaklar, Osmanlı döneminde hızlı bir şekilde<br />

Müslümanlaştılar. Bosna’nın fethinden<br />

<strong>son</strong>ra Fatih Sultan Mehmed’in yayımladığı<br />

İnsan Hakları odaklı ferman ile Bogomil<br />

mezhebine bağlı Boşnaklar’a hoşgörülü<br />

davranıp onlara devlet hizmetinde yer<br />

vermesi Bosnalıların Müslüman olmasını<br />

hızlandıran önemli bir etken oldu. Bosna’nın<br />

fetih tarihi olan 1463 yılından 1878 Berlin<br />

Antlaşması <strong>son</strong>ucu bu toprakların Avusturya-Macaristan<br />

yönetimine bırakıldığı süre<br />

zarfına kadar Osmanlılar, Bosna’nın kültürü<br />

ve gelenekleri üzerinde de etkili olmuştur.<br />

Türkiye ve Bosna-Hersek arasında geçmişten<br />

bir miras olarak gelen ortak kültür,<br />

gelenek ve tarih Bosna Savaşı esnasında da<br />

etkisini açık bir şekilde Türkiye’nin safını ve<br />

dış politikadaki etkisini göstermiştir.<br />

6 Federe Cumhuriyetten oluşan Yugoslavya’da<br />

(Bosna-Hersek, Hırvatistan, Makedonya,<br />

Karadağ, Sırbistan, Slovenya) 1989’da<br />

görülen ekonomik ve siyasi bunalım , Hırvatistan<br />

ve Slovenya Cumhuriyetleri arasındaki<br />

ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Aynı yıl<br />

Doğu Bloku’nda görülen yenileşme hareketleri<br />

Yugoslavya’ya da yansıdı ve 1990’da<br />

çok partili düzene geçildi. Tito’nun ölümünden<br />

<strong>son</strong>ra bir türlü toparlanamayan ülke,<br />

1991’de başlayan cumhuriyetler arasındaki iç<br />

savaş <strong>son</strong>ucu aynı yılın <strong>son</strong>ucunda parçalandı.<br />

(Bozkurt, 2010:54) Yugoslavya Sosyalist<br />

Federal Cumhuriyeti’nden Hırvatistan ve<br />

19<br />

<strong>mart</strong> ‘17


HÜSNÜ KANBER<br />

Slovenya’nın 1991 yılında bağımsızlık kararı almasının<br />

ardından 1992 yılında bağımsızlık kararı alan Bosna<br />

Hersek, uygar Avrupa’nın gözü önünde hafızalardan<br />

hiçbir zaman silinemeyecek bir vahşete maruz kaldı.<br />

Bosna-Hersek’te, 1992-1995 tarihleri arasındaki işgal<br />

döneminde 250 bin kişi öldü, 150 bine yakın kişi yaralandı,<br />

40 bin kadına tecavüz edildi ve 1.5 milyon insan<br />

topraklarından göç etmek zorunda kaldı. (Gündüz,<br />

2012) Bosna-Hersek’in işgali esnasında en dehşetli<br />

katliamlardan birisi de, içerisinde kadın ve çocuklarında<br />

olduğu 8372 kişinin, 11 Temmuz 1995 tarihinde<br />

Srebrenitsa’da katledildiği soykırımdı. Srebrenitsa<br />

Katliamı esnasında katliamın sorumlularından biri olan<br />

dönemin Sırp Ordusu Başkomutanı Ratko Mladiç, 11<br />

Temmuz 1995 tarihinde şu açıklamayı yapmıştı : ‘’11<br />

Temmuz 1995’de, bugün, Sırplar için kutsal bir günün<br />

yıl dönümünü kutlamadan önce Sırp Srebrenitsa’dayız.<br />

Bu kenti Sırp milletine armağan ediyoruz. Türklere<br />

(Osmanlı’ya) karşı gerçekleştirdiğimiz ayaklanmanın<br />

anısına Müslümanlardan intikam alma zamanı gelmiştir<br />

‘’.<br />

Avrupa’nın ve dünyanın gözü önünde Bosna’nın<br />

karşı karşıya kaldığı bu soykırım Türkiye’de de birbirinden<br />

farklı ideolojilere sahip kişiler tarafından da<br />

hissedilmişti. 8.Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal<br />

vefatından 2 ay evvel Şubat 1993’te Taksim’de yaptığı<br />

mitingde yaptığı kullandığı ifadeler Türkiye’nin<br />

dış politikadaki atacağı adımları gösteren önemli bir<br />

belgeydi. Merhum Cumhurbaşkanı Özal mitingde<br />

şu ifadeleri kullanmıştır: Türkiye ve Türk milleti, Bosna-Hersek’in<br />

ikinci bir Endülüs trajedisinin yaşanmasına<br />

asla izin vermeyecektir. Bundan kimsenin şüphesi<br />

olmasın. Tarihin yüz seneden <strong>son</strong>ra getirip önümüze<br />

bıraktığı bu yadigara sahip çıkmak bizim için insani,<br />

tarihi, milli ve dini bir borçtur. Bir namus borcudur. Bu<br />

borcu ödeyeceğiz.<br />

Evet, bu mesele bizim için hem mesuliyet ve vebaldir,<br />

hem de büyük bir şanstır. Türkiye ne bu vebalden<br />

kaçabilir, ne de bu şerefi reddedebilir. Çünkü biz<br />

Türkiyeyiz, çünkü bugün Bosna-Hersek Türkiye’nin<br />

ta kendisidir. Ve bugün bütün bir Türkiye boydan<br />

boya Bosna-Hersek olmuştur. (Çandar, t.y.) Turgut<br />

Özal’ın yanı sıra 1992’yi 1993’e bağlayan günlerde<br />

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve beraberindeki<br />

bir heyet savaşın yaşandığı Bosna’ya gitmişti. Milliyet<br />

Gazetesi’nin haberine göre, Bosna-Hersek’in ikinci<br />

büyük kenti Tuzla’da yılbaşı gecesini geçiren Baykal,<br />

kuşatma altındaki bu kentte cepheye giderek savaşı<br />

izledi. Bosnalı Müslüman askerlere moral veren<br />

Baykal, Sırpların vahşi tecavüzüne uğrayan kadın ve<br />

genç kızlara da Türkiye’deki Boşnak genç kızlardan<br />

toplanarak götürülen namus ve iffetin simgesi sayılan<br />

yaşmaklar taktı. Bunun yanında, savaşın yaşandığı o<br />

dönemde Başbakan Tansu Çiller, Pakistan Başbakanı<br />

merhume Benazir Butto ile bombardıman altındaki<br />

Saraybosna’yı ziyaret etmişti. Amerikan New York<br />

Times Gazetesi 3 Şubat 1994 tarihli haberinde bu<br />

ziyareti ‘‘İslami Liderler Bosna Hükümeti’ni Desteklemek<br />

İçin Saraybosna’yı Ziyaret Etti’’ başlıklı haber ile<br />

duyurdu. Tansu Çiller ayrıca 2000 yılında rahmetli<br />

Aliya İzzetbegoviç’in davetlisi olarak gittiği Bosna<br />

Hersek’te Boşnak halkına seslenirken konuşmasında<br />

“ Boşnak milletine sıkılan kurşun, aslında bizim ortak<br />

tarihimize sıkılmıştır. İnsanlığa sıkılmıştır. Yüzyıl önce<br />

yüreğimiz yana yana bu toprakları terk ederken ve<br />

sizleri kaderlerinizle baş başa bırakırken, koyun koyuna<br />

yatan şehitlerin kemiklerini sızlatmıştık. Şimdi<br />

onlar mezarlarında rahat uyuyabilirler. Çünkü Hilalin<br />

askerleri, barışı korumak için Bosna’ya geri döndüler<br />

“ ifadesini kullanmıştı. 2003 yılında Bosna’nın efsane<br />

lideri rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in vefatından çok<br />

kısa bir süre önce, zamanın başbakanı Recep Tayyip<br />

Erdoğan, Aliya İzzetbegoviç’i tedavi gördüğü hastanede<br />

ziyaret etmişti. Rahmetli Aliya, o ziyaret esnasında<br />

Erdoğan’a vasiyet olarak şunları söylemişti: Dualarımız<br />

sizinle. Bu topraklar Osmanlı bakiyesidir. Bosna’mı koruyun,<br />

Bosna’ma sahip çıkın. O size emanet. Merhum<br />

Aliya’nın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a<br />

bu vasiyeti, hiç şüphesiz geçmişten bir miras olarak<br />

gelen ortak kültürümüzün, geleneğimizin, tarihimizin<br />

ve inancımızın en önemli göstergelerinden birisidir.<br />

Kuzey İrlanda’da Osmanlı için dua eden Yasser Abi’nin<br />

duası,merhum Aliya’nın vasiyetindeki dualarımız sizinle<br />

şeklindeki ifadesi, 15 Temmuz karanlığını yaşadığımız<br />

o gecede bizim için tek yürek olan ümmetin<br />

duası bizim gönül coğrafyamızın enginliğini ve buna<br />

bağlı olarak bizim sorumluluklarımızı bize göstermektedir.<br />

Bugün birçok sıkıntıların yaşandığı, gözyaşlarının<br />

aktığı ve zulümlerin yaşandığı gönül coğrafyamızın<br />

kaderi hiç şüphe olmasın ki bizim kaderimizdir.<br />

Bugün Suriyeli muhacir kardeşlerimize ensar olabilme<br />

gayretidir bizim gayretimiz. Şam’ın, Bağdat’ın,<br />

Kahire’nin, Kudüs’ün, Saraybosna’nın, Semerkand’ın,<br />

Doğu Türkistan’ın, Myammar’ın, Bişkek’in, Bingazi’nin,<br />

İslamabad’ın, İstanbul’un ve daha nice yerlerin birbirine<br />

tam manasıylagönül bağıyla bağlandığı günleredir<br />

özlemimiz.<br />

Tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de sorumluluklarımızın<br />

dairesi çok geniştir. 1 Mart 1992’de bağımsızlığını<br />

elde eden ve akabinde 3 yıldan fazla zulme<br />

maruz kalan kardeş Bosna-Hersek halkının bağımsızlığının<br />

25.yılını yürekten kutluyorum. Elindeki kısıtlı imkanlarla<br />

İslam Bayrağı’nı düşürmeyen efsane komutan<br />

ve lider Aliya İzzetbegoviç’i ve bu savaş esnasında<br />

şehit düşen ve Bosna’nın bağımsızlığı için mücadele<br />

edip ahirete irtihal edenleri saygı ve rahmetle yad<br />

ediyorum. Unutulmasın ki ‘‘Evlatlarım! Evlatlarım! Bak<br />

Mladiç çocuklarıma ne yapmış’’ diye ağlayan annenin<br />

acısı bizim acımızdır ve birçok acıdan <strong>son</strong>ra istikbalini<br />

kazanan Bosna’nın istikbali de yine bizim<br />

istikbalimizdir<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

20


MAKALE<br />

ÖMER BAKKALOĞLU<br />

İÇIMIZDEKI<br />

JOSEPHLER<br />

“Yeter bu kadar” dedi ve ani bir<br />

manevrayla ayağa kalktı Joseph,<br />

bugün cuma. Mesai bitmişti, fazlasıyla<br />

yorgundu ama hafta<strong>son</strong>u gelmişti.<br />

Kendisi için o kadar değerliydi ki bu iki<br />

gün, içi içine sığmıyordu. Plan yapacak<br />

vakti bile olmamıştı yoğun mesai<br />

rutininden. Aldı ceketini ve “halinize<br />

acıyorum” gülüşü ata ata mesaisi yeni<br />

başlayacak olan arkadaşlarını selamladı.<br />

Kapıdan çıktı arabasına doğru<br />

yürürken aklından planlar yapmaya<br />

başlamıştı bile. Ne olursa olsun; en<br />

azından bu iki gün onu yatağından<br />

zıplatan o huysuz, aksi, lanet telefon<br />

alarmını duymayacaktı. Arabasına<br />

bindi ve eve dönüş yolunu tuttu. Çok<br />

geçmedi ki ileride trafik ışığına yakalandı.<br />

Yolun karşı tarafına doğru başını<br />

çevirdi o boşlukta veee içindeki<br />

mutluluk aniden yerini korkuya teslim<br />

etmeye başlamıştı.Karşı şerit iş yerine<br />

giden yoldu ve bir anda pazartesinin<br />

er yada geç geleceği aklına giriş<br />

yapmış bulunmaktaydı. Sadece 2 gün<br />

<strong>son</strong>ra sabah güneş doğmadan kalkıp<br />

o yoldan geçerek koca bir haftayı<br />

tekrar omuzlayacağını hayal etti. Artık<br />

hafta<strong>son</strong>u tatili çileye dönüşmeye<br />

başlamıştı. Sonu vardı çünkü ve Joseph<br />

mutluluklarını korkuya teslim<br />

etmeyi çok severdi. Pazartesi sendromunu<br />

cumadan yaşamaya başlayacak<br />

kadar çok. Bırakın hafta<strong>son</strong>u tatilini, 1<br />

aylık izine ayrılmıştı ve havaalanında<br />

tatil yapacağı yere uçarken geliş terminalindeki<br />

yolcular takılmıştı aniden<br />

gözüne. Sonrasında ise içindeki mutlulukla<br />

helalleşip korku imparatorluğunun<br />

muhafızlarına teslim olmuştu<br />

bizim Joseph. Tatili boyunca o terminalde<br />

hayal etti kendini ve nitekim<br />

ziyan da etti kendine o günleri.<br />

YILIN ILK TIŞÖRTÜNÜN GIYIL-<br />

DIĞI BIR ÇARŞAMBA GÜNÜNDEYIZ<br />

VE KAMERALARIMIZIN KARŞISINDA<br />

KAHRAMANIMIZ JOSEPH SELAM-<br />

LIYOR BIZLERI TEKRARDAN. Sana<br />

da merhaba Joseph, iyisin inşallah?<br />

Tamı tamına 54 dakika konuştu sevdiceğiyle<br />

telefonda. 3 4 aydır sürü-<br />

21<br />

<strong>mart</strong> ‘17


ÖMER BAKKALOĞLU<br />

yordu ilişkileri ve birlikteliklerini soran magazin<br />

mikrofonlarına “her şey rüya gibi gidiyor çok<br />

mutluyuz” diyecek kıvamdaydı. Gerçekten de<br />

her şey yolundaydı ancak her şeyin yolunda<br />

gitmesi dahi Joseph’in karamsarlık trenine tek<br />

gidişlik bilet almasına engel değildi. “Çok güldük<br />

başımıza bir şey gelecek” diyen ceddin<br />

torunuydu ne de olsa bizim aslan parçası. Ama<br />

bir dakika Joseph İtalyan değil miyd....neyse.<br />

Daha önce de bunun gibi sorunsuz giden bir<br />

çok ilişkisi olmuştu Joseph the Casanova’nın<br />

ama hepsi bir şekilde <strong>son</strong> bulmuştu. Neden<br />

bu farklı olsun ki? Nihayetinde Joseph aynı<br />

Joseph’ti <strong>son</strong>uç nasıl farklı olabilirdi ki? Mevcut<br />

mutluluğun, bir bahar gibi gelip; yerini kasvetli<br />

havalara bırakacağından emindi. Hiçbir şeyden<br />

keyif alamamaya başlamıştı, Fethi Paşa’da karşılıklı<br />

içilen 1 liralık çaydan bile. Bu sefer de her<br />

şeyden çok sevdiği potansiyel hayat arkadaşını<br />

peşkeş çekmişti korku imparatorluğunun paralı<br />

askerlerine.<br />

JOSEPH YALNIZ DEĞIL ASLINDA, milyonlarca<br />

Joseph yaşıyor günlük hayatımızda bizlerle,<br />

mesela ben de o Josephlerden birisiyim<br />

itiraf etmek gerekirse. Mutluluk ve korku her ne<br />

kadar farklı her ne kadar birbirine zıt kavramlar<br />

gibi gözükse de aslında iç içe geçmiştirler. Her<br />

mutluluk içinde mevcut durumun <strong>son</strong>a erme<br />

kaygısıyla beraber geliyor aslında. Bu kaygı Josephlerde<br />

o kadar ağır basıyor ki somut hiçbir<br />

nedenleri olmamasına rağmen, hiçbir mutluluğu<br />

tam anlamıyla yaşayamıyorlar. Oysaki işin<br />

iyi tarafından bakılırsa mutsuzluk da içinde bu<br />

durumun <strong>son</strong>a ereceği beklentisi barındırıyor.<br />

Yeryüzündeki her mutluluğun zamanı geldiğinde<br />

<strong>son</strong>a ereceğini düşüncesiyle karamsar<br />

oluyorlarsa her mutsuzluğun da <strong>son</strong>suz bir<br />

girdap olmadığı bilincinde olmaları gerekmiyor<br />

mu bu Josephlerin? Mevcut durumun değişeceği<br />

hissi bu kez düşmanları değil aksine can<br />

ciğer kuzu sarmaları olmaya başlıyor. Ancak<br />

Josephler bunu göz ardı etme konsunda da<br />

oldukça başarılıdırlar. Mutsuzluğun kör kuyularında<br />

debelendikçe debelenirler çıkış yollarına<br />

tutunmak yerine.<br />

JOSEPHLER YAĞMUR YAĞSA DA YAĞMASA<br />

DA ŞEMSIYE TAŞIR ÇÜNKÜ ALLAH, JOSEPH-<br />

LERI BÖYLE YARATMIŞ.<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

22


MAKALE<br />

ZEYNEP HANDE BURAKÇI<br />

SERPiNTi<br />

Uzaklardan gelsem,<br />

gelecek uzun sürecek bir yanımız<br />

hep yanık kokusu<br />

Yangına göz yaşlarımızla<br />

müdahale<br />

etmesek<br />

Ateş belki biraz erken sönecek<br />

Şiir, memleketin bereket toprakları<br />

Ben mayınlı arazileriyim güneyden<br />

Burnumda sıcak tandır ekmeğinin<br />

dumanı hacı anamın göz bebekleri<br />

grileşmiş kederden<br />

Gurbetçi tır şoförünün sigaraya<br />

ne parası kalmış, ne ciğeri<br />

Boğulmaya ramak kalmış<br />

bebesinin kirpik uçlarından<br />

Şehrin bir ucunda tıklım<br />

tıklım otobüslerinde<br />

Karın tokluğuna gurbet<br />

etmişiz bir kere<br />

Üstü kalsın yutkunamadığımız<br />

hasretlerin<br />

23<br />

<strong>mart</strong> ‘17


ZEYNEP HANDE BURAKÇI<br />

Gökyüzündeki bir kar tanesi bedenimiz<br />

Yere inemeden savrulup duran<br />

Tek emelimiz ulaşmak Adem’in<br />

geldiği toprağa<br />

Ve yağmura benzemek<br />

en büyük özentimiz<br />

Çizerken yolumuzu nar<br />

çiçeklerinde kırağılaşmak<br />

Temiz kalabilmek için<br />

tüm bu çabamız,<br />

Bir bardak suya serinlik<br />

verebilmek için<br />

Ve buharlaşmak<br />

Derdimizi dinlemiş yorgun<br />

bulutları ağlatabilmek<br />

Başka yüreklere<br />

serpilebilmek uğruna<br />

İstanbul, durmuyor boğazın<br />

bu sene bile<br />

Ve ruhumu kemiriyor Ayasofya<br />

Ümidin sesi düşündükçe<br />

hoş geliyor kulağa<br />

Notaları kusurluca yazılmış<br />

Yitirilmiş imparatorluklar bestelerinde<br />

Gün batımı romantikleşirken<br />

Kuzguncuk’ta aşıklara<br />

Ben yine gölgemi sultan belliyorum<br />

-Kavrulan öğle vakitleri<br />

dahil olmak üzere<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

24


RÖPORTAJ<br />

DAVASINI ÖKSÜZ<br />

BIRAKMAYAN,<br />

DAVA INSANI !<br />

Yakup Öksüz ile Röportaj<br />

Üsküdar Belediyesi Gençlik ve Spor Hizmetleri Müdürü ve<br />

gençliğin ağabeyi kıymetli büyüğümüz Yakup Öksüz ile<br />

gençlik ve gelecek hakkında konuştuk...<br />

BAŞKANIM BIZE KENDINIZDEN<br />

BAHSEDER MISINIZ?<br />

Yakup Öksüz : Ben, Amasya İmam<br />

Hatip Lisesinden mezun oldum. Marmara<br />

İlahiyat Fakültesi 2003 mezunuyum.<br />

Bu dönemde; Milli Gençlik Vakfı,<br />

Anadolu Gençlik ve İHH gibi birçok STK,<br />

vakıf ve derneklerde aktif olarak görev<br />

aldım. Ülke o dönemde başörtü yasağı<br />

sebebiyle zor bir süreç geçiriyordu. Bu<br />

dönem hem yurt dışında hem yurt içinde<br />

farklı STK’lar kurduk; İLAMDER, MİM-<br />

DER, MAZLUMDER ve farklı pozisyonlarda<br />

görev aldık. O dönemde yaşanan<br />

sıkıntıları okulumuzda, bütün illerde<br />

ve yurt dışında çözmeye çalıştık. Üç<br />

yıldan beri Üsküdar Gençlik Merkezinde<br />

gençlere hizmet ediyorum. Evliyim ve 3<br />

çocuk babasıyım.<br />

ÜÜSKÜDAR GENÇLIK MERKEZI<br />

YAPMIŞ OLDUĞU FAALIYETLER ILE<br />

ADINI DUYURMUŞ BIR YER. BURANIN<br />

BU KADAR BÜYÜMESININ NEDENI<br />

NEDIR? NE TÜR ÇALIŞMALAR YAPI-<br />

YORSUNUZ?<br />

Yakup Öksüz : YYapmış olduğumuz<br />

çalışmalar Üsküdar’a yakışır nitelikte çalışmalar,<br />

Üsküdar’ın tarihi ile kültürü ile<br />

eşdeğer çalışmalar. İlk gençlik merkezi<br />

Üsküdar’da kuruldu, YÖK onaylı çocuk<br />

üniversitesi ilk defa Üsküdar Belediyesi<br />

tarafından faaliyete geçirildi. Yaptığımız<br />

çalışmaların diğer belediyelere örnek<br />

olduğunu düşünüyorum. Biz buraya<br />

Kâbe toprağı diyoruz. İstanbul’un<br />

fethinden 101 sene önce fethedilmiş bir<br />

toprak, Kâbe’nin örtüsü buradan gönderildiği<br />

için Harem toprağı diyoruz.<br />

Birçok medeniyete beşiklik yapmış bir<br />

ilçeyiz. Eğer bir yere yatırım yapmak<br />

istiyorsanız öncelikle insana yatırım<br />

25<br />

<strong>mart</strong> ‘17


YAKUP ÖKSÜZ İLE RÖPORTAJ<br />

yapmanız gerekiyor. Özellikle ve öncelikle gençliğine.<br />

Gençliğini iyi yetiştirmiş bir şehir geleceğini<br />

inşa etmiştir. Bizim de yapmak istediğimiz budur.<br />

Gençliğimizin hizmetinde 25 merkez var ve sınırsız<br />

imkânlarımız mevcut.<br />

Temel gayemiz milli ve manevi değerlerini bilen<br />

ve bunu içselleştirmiş, çağımızın da gereksinimlerini<br />

bilen ve o düsturda yaşayan bir gençlik oluşturmak.<br />

PEK ÇOK SIVIL TOPLUM KURULUŞUNA DES-<br />

TEK VERIYORSUNUZ, SIZIN IÇIN STK’LARIN<br />

ÖNEMI NEDIR?<br />

Yakup Öksüz : Biraz önce bahsetmiş olduğum<br />

çalışmaları yapacak olan STK’lardır. Belediyeler ve<br />

resmi kurumlar belli bir yere kadar bu misyonu<br />

üstlenebilir. STK’lar toplumsallık anlamında, topluma<br />

yayılması anlamında STK’lar çalışması olmazsa<br />

olmazlardandır. STK’lar ne kadar güçlü hareket<br />

ederse tesiri de o oranda etkili olur. Bu nedenle<br />

bizlerin sivil toplum kuruluşlarına kapımız <strong>son</strong>una<br />

kadar açık.<br />

TEŞEKKÜR EDERIZ. BAHSETMIŞ OLDUĞUNUZ<br />

BU STK RUHLU GENÇLERE NE ÖNERIRSINIZ VE<br />

ONLARDAN BEKLENTILERINIZ NELERDIR?<br />

Yakup Öksüz : 28 Şubat, toplumsal baskı, devletin<br />

<strong>son</strong> 15 yılı tenzih ediyorum, devletin baskıcı<br />

tutumu STK’ları da hem kendi içlerinde boğdu<br />

hem de taassuba sevk etti. Bana göre STK’larda<br />

görev alan gençler öncelikle kendi şahsiyetlerini iyi<br />

kurmaları gerekmekte. Bir genç öncelikle niye var<br />

olduğunun ve niye yaratıldığının farkında olmalı.<br />

Bizlerin STK’larda ki en büyük sorunu STK’ları bir<br />

din gibi görüyoruz ya da bizden başka yokmuş<br />

gibi düşünüyoruz. Bizler şefkat, merhamet toplumu<br />

oluşturma derdinde olan insanlarız. Eğer<br />

bunu başarmak istiyorsak önce şahsiyetlerimizi<br />

oluşturacağız <strong>son</strong>rasında ise bu işi ne kadar çok<br />

insanla yaparsak o kadar başarılı oluruz diye düşünmeliyiz.<br />

Bizler enaniyeti, taassubu yenersek<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

26


RÖPORTAJ<br />

bizim önümüzdeki toplumları geçme çabasında<br />

olursak başarılı oluruz.. Geçmiş yaşamlardan ders<br />

almalıyız. Bir Endülüs, bir Kudüs bunları iyi öğrenmeliyiz.<br />

Mevlana’nın pergel metaforu gibi bir<br />

ayağımız kendi kültürümüzde bir ayağımız ile<br />

dünyayı dolaşacağız. Aslında Amerika’yı keşfeden<br />

Kristof Kolomb değil İbn-i Rüşd’ün çalışmaları<br />

oldu. Onlar bir yeri işgal etiğinde yaptıkları ilk iş<br />

kütüphaneleri yıkmak olmuş. İngilizler İstanbul’u<br />

işgal ettiklerinde kütüphanemizi kendi ülkelerine<br />

götürmüşlerdir, şuan bizler ise Osmanlı’ya<br />

ait bilgileri İngilizceden Türkçeye çeviriyoruz.<br />

Biz bugün neden üretemiyoruz? Neden birlik ve<br />

beraberliğimizi oluşturamıyoruz? Bunun için ne<br />

gibi çabalar içerisindeyiz? Bir Fatih Sultan Mehmet’i<br />

bir Selahaddin Eyyübi’yi örnek alıp onları<br />

geçecek projeler üretmeliyiz. İnsanların duasını<br />

almak için neler yapmalıyız? Endişemiz bu olmalı.<br />

Batı medeniyeti bilimi, temizliği bizden öğrenmiş<br />

oysa ki, şimdi biz onlardan kopyalıyoruz.<br />

Osmanlı Devletini yıkmakla kalmayıp tarihimizle<br />

aramızdaki bağı kopardılar, bunun bir <strong>son</strong>ucu da<br />

Osmanlıca eserler okuyamamamızdır. Bizler gittiğimiz<br />

her şehrin kültürünü korumuş ve oralarda<br />

yaşam alanları oluşturmuş bir milletiz.<br />

BAZI BÜYÜKLERIMIZ GÜNÜMÜZ GENÇLI-<br />

ĞINDEN ÇOK ŞIKÂYETÇI, TV VE AKILLI TE-<br />

LEFONLARDAN BAŞKA ILGILENDIKLERI BIR<br />

ŞEYIN OLMADIĞINI DÜŞÜNMEKTEDIRLER,<br />

FAKAT GENÇLIĞIN GÜÇLÜ BIR IRADEYE SAHIP<br />

OLDUĞU, VATAN VE MILLET ŞUURU TAŞIDIĞI<br />

VE BUNUN KANITI OLAN 15 TEMMUZ DARBE<br />

BAŞARISIZLIĞI GENÇLERE OLAN INANCIMIZI<br />

TAZELEDI. SIZIN GENÇLIKTEN UMUDUNUZ<br />

NEDIR?<br />

Yakup Öksüz : Ben gençliğe olan inancımı<br />

27<br />

<strong>mart</strong> ‘17


YAKUP ÖKSÜZ İLE RÖPORTAJ<br />

hiçbir zaman yitirmedim. Gençliğe şekil<br />

verme çabamızdan onları , küçümsemekten<br />

kaçınmamız lazım. Dinimizi araştırarak<br />

yaşaması için önlerini açmalıyız. Kendilerini<br />

ifade etmelerini sağlamalıyız. Hz. Ali:<br />

“Çocuklarınızı onun yaşayacağı ortama<br />

göre yetiştirin kendi yaşayacağınız ortama<br />

göre değil” diye buyurmuştur. Gençliğimize<br />

bu doğrultuda görev ve sorumluluklar<br />

vermeliyiz. Projelerine destek vermeliyiz.<br />

Bizim Üsküdar Çocuk Akademi’sinde bir<br />

öğrencimiz dron icat etti ve Romanya’da<br />

dereceye girdi. Biz bundan çok gururlandık<br />

ve öğrencimize destek vermeye<br />

devam ettik şimdi ise başka bir proje<br />

üzerinde çalışmaktayız. Üsküdar’da 135<br />

bin öğrenci var ve biz bunların her birini<br />

başkanımız ile tanıştırmak istiyoruz. ‘Sanat<br />

Okulu’ adı ile okullarda eğitimler veriyoruz.<br />

Bilgi evlerimiz sayesinde okullarda<br />

eğitimler vermekteyiz .<br />

GENÇLIKTEN ÇOK BAHSETTIK .. PEKI<br />

ORTA YAŞ IÇIN PROJELERINIZ VAR MI?<br />

Yakup Öksüz : Üsküdar halkımız burada<br />

ki birçok faaliyetten yararlanabiliyor.<br />

Mahallelerimize yönelik projelerimizde<br />

mevcut. Okuma-yazma eğitimleri, bilgisayar<br />

eğitimleri, el işi eğitimleri de düzenliyoruz.<br />

Çay ,kahve içip muhabbet edecekleri<br />

bir ortam da mevcuttur. Her yaşa her<br />

seviyeye uygun eğitimlerimiz var.<br />

ÜSKÜDAR’I BIZE NASIL<br />

ANLATIRSINIZ ?<br />

Yakup Öksüz : Üsküdar’ı anlatmak ona<br />

zarar verir diye düşünüyorum, yaşamak<br />

gerek. Bütün medeniyetlere beşiklik etmiş<br />

bir ilçeyiz. Toprak altındaki ve toprak üstündekilerle<br />

yaşayan bir değer.<br />

İstanbul’un merkezi.<br />

YAKUP BEY<br />

BIZLERE VAKIT AYIRDIĞINIZ<br />

IÇIN TEŞEKKÜR EDERIZ.<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

28


MAKALE<br />

FURKAN GÜR<br />

HAK İLE BATIL<br />

MÜCADELESİ<br />

İlk insan ve ilk peygamber Adem<br />

(a.s)’ın oğulları Habil ve Kabil arasında<br />

yaşanan Hak ve Batıl mücadelesi bu<br />

süreçten <strong>son</strong>ra her dönemde yaşanmaya<br />

devam ederek günümüze kadar gelmektedir.<br />

Habil hak adına mücadele verirken,<br />

Kabil batıl adına mücadelesesini vermiştir.<br />

Medeniyetler tarihine baktığımızda, İbrahim<br />

(a.s) öncülüğünde ‘Hakkı üstün tutan’<br />

bir medeniyet kurulmuş, bu medeniyet<br />

Mısır’ı etkilemiş fakat ne yazık ki Mısır’da<br />

Firavunlar bu medeniyeti dejenere etmiş<br />

ve yerine kuvveti üstün tutan Bir Mısır<br />

Medeniyeti kurmuşlardır. Daha <strong>son</strong>ra<br />

Mısır’da yeniden Musa (a.s) öncülüğünde<br />

‘’Hakkı üstün tutan’’ bir medeniyetin kurulduğunu<br />

görüyoruz. Bu süreç böyle devam<br />

etmiştir ve daha <strong>son</strong>ra batılın hüküm<br />

sürdüğü bir zamanda Alemlere Rahmet<br />

olarak gönderilen Peygamberimiz Hz.<br />

Muhammed (s.a.v)’in öncülüğünde tekrar<br />

‘Hakkı üstün tutan’ İslam Medeniyeti kuruldu.<br />

Bu medeniyet yüzyıllarca yeryüzüne<br />

hakim olarak Adaleti ve huzuru getirdi.<br />

Bugün yeryüzünde Hak ve Batıl’ın<br />

mücadelesi, Hakka hizmet eden Müslümanlarla<br />

Hakkı kabul etmeyip nefis ve<br />

şeytana esir olan Batıla hizmet edenlerin<br />

mücadelesi yaşanmaya devam etmektedir.<br />

Bir yandan hak tarafında olup İslam<br />

sancağı için mücadele eden, insanca<br />

yaşamak isteyen, ezilenlerin yanında<br />

olan, fakire ve mazluma arka çıkan, insanları<br />

köle olarak görmeyip sadece insan<br />

kimliğiyle yaklaşan, insanların haklarını<br />

koruyan ve bunun için çaba sarfeden Hak<br />

tarafı ve bunun tam tersini yapmak için<br />

mücadele veren batıl tarafı var.<br />

Son yüzyılda ise yeryüzünde kaba<br />

kuvvete dayanarak üstünlük yapmaya<br />

çalışan Batı Medeniyeti gerçekte ‘’ kuvveti<br />

üstün tutan’’ bir zihniyetin medeniyetidir.<br />

İnsanlığa huzur, adalet ve barış getirebilmesi<br />

mümkün değildir. Çünkü batı Medeniyeti<br />

Ülkeleri sömürerek belirli sermaye<br />

sahipleri tarafından insanlığın yönetilmesi<br />

politikasını benimsemiştir.<br />

Batılın temsilcileri kutsal kitaplarının<br />

gerçekliliğini bozarak, dinin emir, yasak<br />

ve doğrularını kendilerine göre dizayn<br />

ederek Dünya’yı ele geçirmek için çalışmalar<br />

yapmaktadırlar. Bugün Filistin,<br />

Afganistan, Irak, Suriye gibi ülkeler’ de<br />

29<br />

<strong>mart</strong> ‘17


FURKAN GÜR<br />

batılın temsilcilerinin zulmü altında müslümanlar<br />

eziyet görmektedir. Bizler bu yaşanan zulümlere<br />

dur demezsek, engel olmasak, bu zulmü yapanlara<br />

destek verirsek mahşerde batıl taraftarları arasında<br />

yer alırız. Unutmayalım ki batıl kendini ne kadar<br />

güçlü gösterirse göstersin, aslında zayıftır. Çünkü<br />

en büyük kuvvet olan İman’dan ve en büyük destekçi<br />

olan Yüce Allah’ın yardımından yoksundurlar.<br />

Dolayısıyla İslam’ın Batıl karşısında hakim olabilmesi<br />

için çalışmakta vazifeliyiz. Bizlerin gayretleri<br />

ve Allah Tealanın inayet ve keremiyle yeryüzünde<br />

Adalet ve Hak üstün olsun ve batıl silinip gitsin.<br />

İsra suresinin 81. ayet-i kerimesinde Allah Teala<br />

buyuruyor ki; ‘’ HAK GELDI, BATIL YIKILIP GIT-<br />

TI. ZATEN BATIL YIKILMAYA MAHKÜMDÜR.’’<br />

Ayettende anladığımız gibi hakkın bütün anlamlarını<br />

karşılayan İslam; batılın bütün manalarını<br />

kapsayan küfür karşısında üstündür.<br />

Yaşadığımız her olayda, yaşantımızın her anında<br />

hak ve batıl terazisi ile sürekli karşı karşıya kalacağız.<br />

Ya aklımızı kullanıp hak terazisinde yer alacağız<br />

yada nefsimizee uyup şeytanın batıl terazisinde<br />

ezilip gideceğiz.<br />

BIR YANDA MERHAMET, ADALET, VICDAN,<br />

TEVAZU VE SAĞDUYU...<br />

BIR YANDA DA NEFRET, KIN, ŞIDDET, NIFAK<br />

GIBI KÖTÜ HUYLAR...<br />

Bu tutumlar ta Adem (a.s)’dan günümüze kadar<br />

böyle gelmiş ve kıyamete kadar da devam edecektir.Bizler<br />

bu dengeyi doğru sağladığımız sürece<br />

Hak her zaman Batıla üstün gelecektir. Nasıl ki<br />

tarihte Habil hakkın şahidi olarak yoluna devam etti<br />

ve davasını sürdürdü ise aynı şekilde Kabil’de batıl<br />

yoluna giderek <strong>son</strong>unda hüsrana uğrayanlardan olmuştur.<br />

Bizlerde geçmişte yaşananlardan ders alıp<br />

ve İslam dininin bizlere emrettiği gibi vazifelerimizi<br />

yerine getirirsek, her daim doğruluğu ve hakikati<br />

savunursak Hakkın mücadelesinde kazananlardan<br />

oluruz. Ya nifak tohumları eken şeytanın yanında<br />

olacağız yada adalet ve hoşgörü sahibi Peygamberimizin<br />

yanında..<br />

MÜSLÜMANLAR UYANIK OLMAK<br />

ZORUNDADIR.<br />

Gaflete dalmak yok olup gitmektir. Sarsılmaz bir<br />

inanç ve kararlılıkla hak üzere daim olmak, Mevla’mızın<br />

inayet ve nusretini celp eder. Batılın hile ve<br />

oyunlarını bozmak, karşı hamlelerle onları çaresiz<br />

bırakmak hakkın galip gelmesinde önemlidir. Burada<br />

hangi safta olduğumuz, mücadelemizin kim<br />

için olduğu, hakkın tarafında yer alıp almadığımız<br />

önemlidir.<br />

BIZLERE DÜŞEN GÖREV; TARAFIMIZI BELIR-<br />

LEYIP ONA GÖRE HAREKET ETMEKTIR.<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

30


MAKALE<br />

FURKAN ÇOLAK<br />

KARINCA<br />

KARARINCA<br />

“Fıtratımız gereği doğumumuzdan ölümümüze kadar geçen<br />

süre zarfında, topluma adaptasyon, içtimai mükellefiyet, beşeri<br />

,,münasebet gibi sorumluluklarımız vardır.<br />

TARIH BOYU, BU SORUMLULUKLARA ZEMIN HAZIRLAYAN, HAZIRLA-<br />

DIKLARI ZEMINI SOSYOLOJIK USULLERE OTURTAN, KEYFI DOĞRULARLA<br />

BATAN, MUTLAK DOĞRULARLA SEMAYA DAL ATAN UYGARLIK VE MEDE-<br />

NIYETLER VAR/YOK OLMUŞTUR. Zahiren varlığını yok edip bâtınen var olan<br />

Tuba Medeniyetleri, bâtınen var olmayıp zahirini kullanan Zakkum Uygarlıkları<br />

ve bunun ataları olan İbrahim A.S ile nemrut, su ile ateş, cennet ile cehennem…<br />

NEMRUT, ATEŞI (HELÂKINI) HAZIRLATIR. Öyle bir ateş ki tam da cehennemde<br />

yanacağı cinsten ucu bucağı olmayan eşsiz bir volkan,İbrahim A.S ı<br />

mancınık ile ateşe atmakta ısrarlı. Bu hadiseleri seyreden karınca o esnada ateşi<br />

söndürmek için su taşıyor. Öyle ki onu gören diğer karınca; ‘’ Koskoca ateşe<br />

senin taşıdığın su ne yapar ’’ diyerek kahkaha atıyor. İnanç, rahmet, azim, merhamet<br />

taşıyan o karıncanın sözü ise tüyler ürperten cinsten;<br />

‘’ HIÇ OLMAZ ISE TARAFIM BELLI OLSUN ‘’<br />

MILLETI-İBRAHIM OLAN BIZLER YAŞADIĞIMIZ TOPRAKLARDA BIR ME-<br />

DENIYET TOHUMLARI EKMEK ISTIYORSAK, SAMIMI BIR ŞEKILDE EKSIKLERI-<br />

MIZI GÖRMEK VE SORUMLULUKLARIMIZIN FARKINA VARMAK MECBURIYE-<br />

TINDEYIZ.<br />

31<br />

<strong>mart</strong> ‘17


FURKAN ÇOLAK<br />

• İslam’a sımsıkı sarılıp, kusurlarımızı düzeltmeli<br />

• Dilimizi düzeltip, kiyl-ü kal’ı terk etmeli<br />

• Ayrıştırıcılık- kutuplaştırıcılıktan feragat edip, özümüze, birliğimize dönmeli<br />

• Benimki benim seninki senin anlayışından, benimki senin seninki benim kardeşliğine geçmeli<br />

• Başkalarını tenkit ederken, kendimizde de bu kusur var mı diyerek nefsi sigaya çekmeliyiz.<br />

TENKIT, TEKLIF GETIRMEZ ISE TAHRIP EDER.<br />

İNSANLIĞA SAADET GETIRMEK ISTEYEN INSAN, HIÇ KUŞKUSUZ DOĞRU OLMALI, MUT-<br />

LAK DOĞRUYA UYMALIDIR.<br />

KARINCA MISALI, HIÇ OLMAZSA TARAFIMIZI BELLI EDIP, BABIL KULESI YAPMA AHMAK-<br />

LIĞINDAN VAZGEÇMEK MECBURIYETINDEYIZ.<br />

VE BILLAHI-T TEVFIK....<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

32


MAKALE<br />

NİDA URMUÇ<br />

SEN TO CHİHİRO<br />

NO KAMİKAUSHİ<br />

Gün geçtikçe daha da olgunlaştığını<br />

düşünen, karakterini kendi sistemi içeresinde<br />

oturtmaya çalışan biz gençler için,<br />

bir başka sistemin çarkına boyun eğmek<br />

yaşamda planladığımız en <strong>son</strong> şeydir<br />

belki de. Her ne kadar kendi düzenimizi<br />

kurmaya çalışsak da bunu zaten kurulu<br />

bir düzende gerçekleştirdiğimin farkına<br />

varamayız. Zaman bizi dünyanın gerçekleriyle<br />

karşılaştırdığında ise ruhumuzun<br />

istediği yerlere nasıl kaçtığını seyrederiz<br />

çoğu zaman.<br />

Günümüz modernitesinde<br />

herkes kendi ruhuyla meşgul<br />

iken kameramızı; tüm dünyaya<br />

ortak bir ruhta buluşturmaya niyetlenmiş<br />

ünlü anime ve manga<br />

ustası Hayao Miyazaki’nin Ruhların<br />

Kaçışı adlı filmine çevirelim.<br />

Japon yönetmenin kaleminden çıkan<br />

2001 yapımı bu film Miyazaki’ye hem<br />

kendi rekorunu kırdırtmış hem de Berlin<br />

Film Festivali’ndeki büyük ödülün bir<br />

animasyon filmine verilmesiyle tarihte<br />

bir ilke imza attırmıştır. Hemen ardından<br />

Amerikan Sinema Akademisi tarafından<br />

“En İyi Animasyon Oscarı”nı alan film<br />

Japon animelerinin namını gişeleri kırarak<br />

duyurmuştur dünyaya.<br />

Ödüllerini saymakla bitiremeyeceğimiz<br />

filmin içeriği tıpkı Lewis Carroll’ın<br />

“Alice Harikalar Diyarında”sı gibi on yaşlarındaki<br />

bir kız çocuğu olan Cahihiro’nun<br />

tek başına yaptığu macera dolu yolculuk<br />

anlatılmaktadır. Ne var ki bizim kızımızın<br />

Alice gibi macera sever bir yanı yoktur.<br />

Üstüne üstlük anne ve babasından daha<br />

olgun davranan ve ona verilen öğütleri<br />

asla unutmayan bir çocuktur Cahihiro.<br />

Film ilerledikçe maceranın dozu da<br />

aşama aşama ilerliyor. İlk bakışta Miyazaki’nin<br />

de belirttiği gibi on yaşındaki bir çocuğun<br />

izlerken keyif alabileceği eğlenceli<br />

bir yapıt. Fakat izleyen kitleyi çocuklardan<br />

arındırdığımızda bunun aslında eğitici bir<br />

hiciv niteliği taşıdığını görürüz.<br />

Miyazaki bu eserinde yetişkinlerin<br />

dünyasına, çalışma hayatına adım atmalarını,<br />

tasavvufi tabirle söylersek insanların<br />

dünyaya nasıl kök saldıklarının yanında,<br />

öze hitap etme, kültür, geçmiş ve kimliğine<br />

sahip kalmanın avantajlarını da<br />

gözler önüne sermiştir. Fakat geçmişte<br />

Marksist düşüncelere sahip olan yönetmenin<br />

filminin her karesinde üstü kapalı<br />

bir şekilde aşağılayıp eleştirdiği asıl unsur<br />

33<br />

<strong>mart</strong> ‘17


NİDA URMUÇ<br />

ise kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalizmin eleştirisini<br />

olay örgüsünden ziyade karakter çözümlemesi ve bu<br />

karakterlerin taşıdığı mesajlara gizlemiştir yönetmen.<br />

Bu sanatsal yapıtın arka bahçelerine ancak bu çözümlemeler<br />

doğrultusunda ulaşmak mümkündür.<br />

Cahihiro anne ve babasıyla taşınacakları eve doğru<br />

giderken yolda terk edilmiş bir lunapark görüyorlar.<br />

Gariptir ki lunaparkı keşfetmek isteyen Cahihiro değil<br />

ailesi oluyor. Parktaki nefis yemek kokularının peşine<br />

düşen anne-baba, bu sahipsiz lokantada “nasıl olsa<br />

kredi kartımız var” diyerek doymak bilmeyen bir ziyafete<br />

dalıyorlar. Cahihiro ise etrafa bakınıp tekrar ailesinin<br />

yanına vardığında onları birer domuza dönüşmüş<br />

vaziyette buluyor.<br />

Kredi kartı ve paraya olan güvenin, doymak bilmeyen<br />

tüketim çılgınlığının insanı nasıl bir hayvan kılığına<br />

soktuğunun mesajıdır bu-ki hayvanlar doyduklarında<br />

yemeyi bırakırlar-<br />

beri yardım eden bu ruh geçmişte gerçek kimliğini<br />

hatırlamadığı için buraya hapsolmuştur. Haku küçük<br />

kıza gerçek kimliğini unutmaması için yardım ediyor.<br />

Bununla birlikte o da Haku’nun gerçek ismini anımsamasını<br />

sağlıyor. Ayrıca Cahihiro’nun yok olmaması<br />

için bu dünyaya ait olan yiyeceklerden yemesini<br />

sağlamasının bize verdiği mesaj da açıktır; çevreyle<br />

iş birliğiyle bireysel varoluşum için ön koşul olarak<br />

sunmuştur. Haku, bu sistemden kurtulmanın temel<br />

yolu olarak sisteme adapte olup onun inceliklerini,<br />

işleyişini ve sihirlerini bilmek olduğunu gösterir. Fakat<br />

arkadaş ilişkilerinin dışında, hamamın içindeyken<br />

ast-üst ilişkilerinin korunması gerektiğini çok iyi ifade<br />

eder.<br />

İnsanların girmesinin yasak olduğu, birçok tanrının,<br />

cadıların ve büyücülerin yaşadığı bu dünyada<br />

hapsolduklarını gören Cahihiro’nun artık tek amacı<br />

vardır: “Anne ve babasını insana dönüştürüp evlerine<br />

dönmek”<br />

Cahihiro bu görev için ona yardımcı olacak birkaç<br />

arkadaş ediniyor. Cahihiro’nun insan olduğunu anlamalarını<br />

engelleyen Haku, ona; büyüleriyle herkesi<br />

yönetimi altında tutan cadı Yubaba’nın Japon banyo<br />

evinde bir iş bulmasını istiyor.<br />

YUBABA<br />

Cahihiro’nun çalıştığı hamamın yöneticisidir. Yubaba’nın<br />

hamamında her şey çok planlı bir iş bölümü<br />

içinde, tıpkı fordist üretim tarzıyla yapılmaktadır.<br />

Çalışanlardan hiçbiri bu hamamdan çıkıp kendisine<br />

başka bir düzen oluşturmayı aklına getiremez.<br />

HAKU<br />

Cahihiro’nun çalıştığı şirketin yöneticisi olan<br />

Yubaba’nın hizmetkârıdır. Cahihiro’ya başından<br />

Bu hamam aslında üzerlerindeki kirleri temizlemek<br />

için her gece gelen sekiz bin tanrı için kuruludur.<br />

Küresel gelirden en büyük payı alan sekiz bin<br />

kişiyi temsil eden bu tanrılar, meşruiyetlerini de, sahip<br />

oldukları dünyada kendileri için çalışan milyonlarca<br />

işçinin hizmetinden alırlar. Kirlerini temizletip karşılığında<br />

ise yemek ve para verip onları memnun kılarlar.<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

34


Sen to Chihiro no Kamikaushi - Ruhların Kaçışı<br />

Yubaba küçük kızı sisteme almasının ilk şartı olarak<br />

az önce bahsettiğimiz gibi onun ismini değiştirmesidir.<br />

Geçmişiyle, kültürel aidiyetiyle bağlantısı<br />

koparmaktır amacı. Birbirinden farklı binlerce yaratığın<br />

çalıştığı bu hamamdaki herkesin ismi Yubaba<br />

tarafından belirlenmiştir.<br />

Bu da modern dünyada küreselleşmeyle yüceltilip<br />

zenginleştirildiği söylenen etnik kimliklerin<br />

aslında var olan baskın, hegemon kültür tarafından<br />

ve onun çıkarları doğrultusunda nasıl kullanılıp<br />

dayatıldığının bir kanıtıdır. Bana kalırsa filmin en kilit<br />

noktası da budur.<br />

Eğer Cahihiro yeni adıyla “Sen” gerçek ismini<br />

unutursa bu dünyaya hapsolur. Fakat Cahihiro<br />

kendisine sürekli yardımcı olan iyi kalpli arkadaşı<br />

Haku ve onunla olan dayanışması sayesinde kişisel<br />

kimliğini unutmuyor. Yani kültürlerimizin ömrünü,<br />

birbirimize vereceğimiz destek ve sevgiyle uzatabileceğimizi<br />

vurguluyor yönetmen.<br />

Ayrıca Bou’n görüntüsü ve şımarıklığı normal<br />

bir bebek olsa da, boyutu bir bebeğin onlarca kat<br />

fazlasıdır. Bu da kapitalizmin patronlarının ürettiği<br />

ürünlerin uzantılarının, ne kadar sağlıklı görünürse<br />

görünsün, bir şekilde suni, hormonlu olduğu mesajını<br />

taşır.<br />

Bou’nun şımarıklığının sebebi ise annesinin dış<br />

dünyayı ne kadar iğrenç bir yer olduğunu bilmesi<br />

ve çocuğunu el üstünde tutup mikroplardan<br />

arındırmak isteyişiyle alakalıdır. Oysa Bou Cahihiro<br />

ile yaptığı gezinti <strong>son</strong>rası kendi ayakları üzerinde<br />

yürüyerek gelir annesinin karşısına. Ailelerin gözünde<br />

çocuklar hep çocuk olsa da büyüyüp gelişmelerini<br />

sağlamak için onları sınırlandırmamak gerekir<br />

zannımca.<br />

KAMAJİ VE İŞÇİLERİ<br />

BOU<br />

Bir de Yubaba’nın bebeği Bou’u unutmamak gerekir.<br />

Herkese karşı sert ve agresif tavırlar sergileyen<br />

bu cadı bir tek bebeğine karşı çok nazik davranması<br />

seyirciye ilk başta “ay canım! Ana yüreği işte”<br />

dedirtse de filmin ilerisinde bir fareye dönüştürülen<br />

Bou’u annesi tanıyamaz ve “zavallıya bak ne kadar<br />

da iğrenç” deyip öldürmekten <strong>son</strong> anda vaz geçer.<br />

Bu da Yubaba’nın sevdiği şeyin bebeğin görüntüsü<br />

olduğunu açıklar. Modern dünyada bireylerin önem<br />

verdiği şeyin asla öz ve içerik olmadığını, şekil ve<br />

ambalaj olduğunu gösterir. Günümüzde bir şeyin<br />

görüntüsü güzel değil ise özünün güzelliğini aramak<br />

akla bile gelmez.<br />

Bir de kazan dairesini işleten sekiz kollu bir<br />

yaratık Kamaji vardır. Bu karakter de belli birimlerin<br />

başında bulunan, lider, vasıflı herkesin mutlak kötü<br />

olmayacağını vurgular. Film boyunca yönetmenin<br />

karakterlerde ani değişimleriyle aktarmak istediği<br />

duygu “kimsenin tamamen iyi ya da tamamen<br />

kötü olmayacağıdır” Kapitalist dünyanın en önemli<br />

özelliği çaba gösterip kendisini kanıtlayana hak ettiği<br />

ödülü verme eğilimde olmak en azından bunun<br />

sözünü vermesidir.<br />

Kamaji’nin emri altında çalışan küçük kurum<br />

parçaları da sadece kol gücüne dayanan işleri yapan<br />

modern toplum işçilerini simgeleyen birer metafordur.<br />

Kazan dairesine yakıt taşıyan bu yaratıklar<br />

karşılaştıkları en ufak sorunu bile kendi başlarına<br />

çözemezler. Örneğin Cahihiro’nun ayakkabılarına<br />

35<br />

<strong>mart</strong> ‘17


NİDA URMUÇ<br />

takıldıklarında yönlerini değiştirmeyi düşünemiyorlar.<br />

Özünde saf ve iyi birer yaratık olmaları bu sistemi<br />

anlamalarına yetmez, sadece söyleneni yaparlar.<br />

Karşılığında aldıkları yıldız şeklindeki yiyecekler modern<br />

toplumdaki TV starları ve şarkıcılarla tatmin olan<br />

sıradan vatandaşların durumuna bir göndermedir.<br />

Buradaki mesaj pek anlaşılmasa da, özetle; kapitalist<br />

sistemde birer asalak olarak yaşayan, onun yayılma<br />

hırsı sayesinde büyüyen sinik ama uyanık bireylerin<br />

bir yansımasını görebiliriz. Siteme dahil edilmeyen<br />

bu yaratık büyüme ve zenginleşme yeteneğine sahip<br />

olmasına rağmen bir sebeple dışlanmışları, mesela<br />

taşralı, <strong>son</strong>radan görme zenginleri temsil ediyor<br />

mesela. Film bunların bir kurtuluş ihtimalinin var<br />

olduğunu, çünkü saf olana besledikleri doğal merak<br />

yüzünden, “devrimci” liderleri izleyebilecekleri sinyalini<br />

veriyor.<br />

OKUTERASAMA / NEHİR TANRISI<br />

Son olarak hamama gelen nehir tanrısı Okuterasama’yı<br />

aktarmak gerekir. Cahihiro hamama gelen<br />

bu nehir tanrısına içindeki sanayi atıkları ve çöpten<br />

oluşan pisliği temizleyerek tıpkı bir ejderha ruhunun<br />

hafifliğine kavuşmasını sağlar. Kapitalizm açısından<br />

bakıldığında bu sistemin kendi pisliğiyle kendisini<br />

hantallaştırdığına vurgu yapılır. Sadece dünyayı kirletmekle<br />

kalmayıp kendi varlığını ve devamını tehlikeye<br />

atıyor.<br />

Evet, dünyadaki her kaynak, ister doğal unsurlar<br />

olsun, ister insani, kapitalizmin çıkarları doğrultusunda<br />

kullanılabilir; ama sırf kapitalizmi çökertmek adına bu<br />

kaynakların daha hızlı tükenmesine göz yummamalı,<br />

aksine bu kaynaklar ne amaçla kullanılırsa kullanılsın,<br />

onları geri kazanmak için çaba sarf etmeliyiz.<br />

KAONASHİ/ YÜZSÜZ<br />

Analizini yapacağımız en garip karakter ise Kaonashi/<br />

Yüzsüzdür. Kapitalizmin bir yan ürününü temsil<br />

ediyor. Yalnız ve mutsuz bir yaratık. Film boyunca<br />

sürekli bir yerlerde anlamsızca karşılaştığımız bu<br />

karakterin kimse farkına varamıyor. Görünmez bir<br />

hayalet gibi… Cahihiro onun hamama girmesine izin<br />

verdiğinde yüzsüzün kendiliğinden altın üretebildiğini<br />

öğreniyoruz. Bu altınlarla çalışanları etrafına toplayıp<br />

alışık olmadığı bu fazla ilgi karşısında değişiyor ve<br />

kendine hizmet edenleri tek tek midesine indiriyor.<br />

Sonunda devasa bir boyuta ulaşınca onu bu durumdan<br />

kurtaran bizim minik kızımız oluyor. Aslında<br />

yüzsüzün amacı saf ve masum olan bu küçük kızın<br />

ne istediğini öğrenmektir ama yardımları <strong>son</strong>rası Cahihiro’nun<br />

arkadaşı olmayı başarıyor.<br />

Yönetmen Miyazaki’ye bir röportajında bu nehir<br />

tanrısının neyi ifade ettiği soruluyor ve Miyazaki; bir<br />

nehrin temizliği sırasında orada bulunduğunu, dibinden<br />

çıkan pislikleri gördüğünü söyleyip bu izlenimlerini<br />

sanatına malzeme yaptığını anlatıyor.<br />

Ekolojik sorunlara bir de Haku’nun geçmişini<br />

anımsadığı sahnelerde rastlıyoruz. Geçmişte bir nehir<br />

tanrısıymış fakat <strong>son</strong>ra yaşadığı nehir kurutulup üzerine<br />

apartmanlar yapılmış. Bu yüzden Haku, evinin<br />

yolunu bulamadığından yakınıyor.<br />

Yukarıda analiz etmeye çalıştığım karakterlerin<br />

temsili değerlerini, neyi ifade ettiklerini bildiğinizde bu<br />

filmi tekrardan izlemenizi tavsiye ederim. Gün geçtikçe<br />

kapitalizme daha da boyun eğen ülkemizin nasıl bir<br />

hengâmede kaldığını iki saatlik çekimlerle tümden görmeniz,<br />

davranışlarınıza eski-yeni kavramlarını ekleyecektir<br />

mutlaka.<br />

Ülkemizde yaşayan herkesin farklı<br />

oranlarda olsa da aynı ruhta toplanması<br />

ve ruhumuzun kaçacak başka güzel ülke<br />

aramaması dileğiyle…<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

36


BİYOGRAFİ<br />

RESUL ORMAN<br />

NIZAMA ADANMIŞ,<br />

TAM TESLIMIYETÇI<br />

BIR HAK SEVDALISININ<br />

ÖYKÜSÜ<br />

ÇOBAN MUSTAFA PAŞA<br />

“Çoban Mustafa Paşa büyük hayrat sahibi<br />

ve günümüz Gebze’sinin baş mimarıdır.<br />

Aslen Boşnak olan Çoban Mustafa Paşa,<br />

İkinci Beyazıd Han, Yavuz Sultan Selim Han<br />

ve Kanuni Sultan Süleyman Han dönemlerinde<br />

önemli devlet görevlerde bulunmuş<br />

kıymetli devlet ve dava adamıdır.<br />

Yeniçeri ocağında yetişmiş olan Mustafa<br />

Paşa, kapıcıbaşlılık, beylerbeyilik, Rumeli<br />

Beylerbeyliği, üçüncü vezirlik, serdarlık,<br />

valilik ve ikinci vezirlik görevlerinde bulunmuştur.<br />

Beylerbeyliği görevinde sırasında<br />

kendisinin yetişmesinde büyük katkısı olan<br />

Sadrazam Pîrî Paşa’yı yakından tanıma ve<br />

çalışma imkânı bulmuş ve onun teşvikleri<br />

ile Yavuz Sultan Selim tarafından üçüncü<br />

vezirlik görevine getirilmiştir ve Kanuni<br />

Sultan Süleyman döneminde de bu görevi,<br />

başka görevlerle birlikte başarılı bir şekilde<br />

yürütmüştür.<br />

1514’te Çaldıran Meydan Muharebesinde<br />

katılan Çoban Mustafa Paşa ordunun<br />

hemen hareket edip Şah İsmail’e saldırıp<br />

onları beklemedikleri bir saldırıyla yenebilecekleri<br />

aksi halde Ordu içinde ikilik çıkıp<br />

sıkıntı yaşayabileceği fikrini ilk sunan kişi<br />

olup, savaşın seyrini değiştirmiştir. 1516<br />

yılında Memlüklülerle yapılan Mercidabık<br />

savaşına katılmıştır.<br />

1517 Ridaniye savaşına katılmış savaş<br />

sırasında kaçan Tomambay’ı yakalayan<br />

birliğin öncüsüydü. Kutsal Emanetlerin<br />

İstanbula getirmekle sorumlu kişiydi. Yavuz<br />

Sultan Selim’in vefatı sırasında Pîrî Paşa<br />

tarafından Hazine-i Hümâyûn anahtarı<br />

ve hazineyi koruma görevi Çoban Mustafa<br />

Paşa’ya verilmiştir. Belgrat Seferi’nde<br />

Tuna boyundaki askerî kuvvetleri komuta<br />

etmiştir. 1522 yılında ise donanmanın<br />

başına serdar tayin edilerek Rodos Seferi’ne<br />

çıkmıştır. Bu kuşatma sırasında Mısır valisi<br />

Hayr-bay’ın vefatı üzerine geri çağrılarak<br />

14 Aralık 1522 yılında Mısır valiliğine tayin<br />

edilmiştir. Bu görevi 6 ay kadar sürdüren<br />

Mustafa Paşa, daha <strong>son</strong>ra geri çağrılarak<br />

ikinci kez vezirlik görevine devam etmiştir.<br />

Mohaç Meydan Muharebesinde görev<br />

alan Çoban Mustafa Paşa Viyana kuşatması<br />

hazırlıkları sırasında rahatsızlanıp 27<br />

Nisan 1529 yılında İstanbul’da vefat eder.<br />

Gebze’de kendi ismini taşıyan külliyedeki<br />

türbeye defnolunmuştur. Makedonya’da<br />

kendi adına yaptırdığı külliyede temsili bir<br />

türbesi bulunmaktadır burada da kızı mef-<br />

37<br />

<strong>mart</strong> ‘17


RESUL ORMAN<br />

tundur. Oğullarından Mehmed ise Konya’da meftundur.<br />

Çoban Mustafa Paşa, Eskişehir’de Kurşunlu Külliyesi<br />

adında bir külliyede ve Makedonya’da Cisrl Mustafa<br />

Paşa adında bir külliye yaptırmıştır. Bununla birlikte<br />

Balkan bölgesinde birçok hayrat eseri bulunmaktadır.<br />

Kendi adını vererek yaptırdığı külliyede Ebu Suud Efendi<br />

ve Şeyhülislam Hamid Efendi gibi dönemin en büyük<br />

müderrisleri görev yapmıştır. Ayrıca bu iki büyük müderris<br />

Osmanlı’nın yükseliş döneminde şeyhülislamlık<br />

görevlerinde bulunmuşlardır. Bu da külliyenin eğitimde<br />

ne kadar ileride olduğunu gösteriyor. Ayrıca külliyede<br />

ders veren alimlerden biri de dönemin en büyük ilim<br />

deryalarından biri olarak kabul edilen Tebrizli Mehmed<br />

Karamanî’dir. Çoban Mustafa Paşa, 1522 yılında<br />

bir sohbete katılmış, sohbeti yapan Tebrizli Mehmed<br />

Karamanî’nin sohbetinden etkilenmiş ve Karamanî’yi<br />

külliyede ders vermeye ikna etmiştir. Böylece külliyenin<br />

ünü artar, yurtiçinden ve yurt dışından birçok öğrenci<br />

külliyeye ders almaya gelir. Külliyeden elde edilen<br />

gelirlerle şehre büyük yatırımlar yapılır yeni hayratlar<br />

yanında dükkanlar alınır. Bu dükkânlardan alınan kira<br />

gelirlerinin bir kısmı Mekke ve Medine’ye kutsal beldelerin<br />

eksiklerinin giderilmesi için gönderilir. O dönemde<br />

Gebze’de birçok âlim yetişmiş ve şehir, yeni bir kimliğe<br />

bürünmüş, âdeta ilim merkezi olmuştur. Bu külliyenin<br />

mimari yapısı ve verilen eğitim şekli daha <strong>son</strong>ra Nevşehirli<br />

Damat İbrahim Paşa’nın 1726 yılında adını taşıyan<br />

külliye için de ilham kaynağı olmuştur. Hatta Şeyhülislam<br />

Hamid Efendi, İstanbul’da adını taşıyan, büyük<br />

bir medrese yaptırmıştır. Bu medresede yetişen devrin<br />

önemli âlimlerinden biri de Evliya Çelebi’dir. Evliya<br />

Çelebi, vefa göstererek yetişmesinde rolü olan Şeyhülislam<br />

Hamid Efendi’nin müderrislik yaptığı Çoban<br />

Mustafa Paşa Medresesi’ne Seyahatname’sinde geniş<br />

yer vermiştir. Öyle ki külliyede kullanılan mermerlerin,<br />

Mısır’dan nasıl geldiğini, ne tür çalışmalarda kullanıldığını<br />

uzun uzadıya anlatmıştır. Çoban Mustafa Paşa,<br />

“Boşnak, Damat, Gazi, Melek Mustafa Paşa, Mısırlı Paşa’’<br />

gibi birçok lakapla anılsa da en meşhuru ‘’Çoban’’dır. Bu<br />

lakabın çobanlık yaparken kendisini keşfeden Osmanlı<br />

âlimleri tarafından verildiğini yaptığımız derin araştırmalar<br />

neticesinden öğreniyoruz. Çoban Mustafa Paşa,<br />

Yavuz Sultan Selim’in kızı Hanım Hatun ile evlenmiştir.<br />

Bu evlilikten Muhyiddin Mehmet Efendi ve Ahmet<br />

Bey adlarında iki oğlu ve Hanım Hatun adında bir kızı<br />

dünyaya gelmiştir.<br />

“Unutmayalım ki nereye gittiğini bilenler, nereden<br />

geldiğini bilenlerdir.’<br />

İbrahim Habib SEVÜK<br />

Yaptırdığı hayrat Eserleri<br />

Baş hayrat eseri olan Çoban Mustafa Paşa Külliyesi,<br />

Eskişehir’de Kurşunlu Külliyesi, Cesri Mustafa Paşa<br />

Külliyesi, Galata, Rodos, Edirne, Boğazken ve Seyidgazi<br />

Sibyan Mektepleri, Svilegrand’da Mustafa Paşa Köprüsü,<br />

Edirne’de iki kapılı han, Yeşilce, Tahmis, Prevadi ve<br />

Silistre’de birer hamam yaptırmıştır.<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

38


BİYOGRAFİ<br />

SEYYİD EMİN<br />

YÜCELCİLERİ<br />

ANARKEN<br />

Yücelciler! Kim bu yücelciler? Makedonya<br />

ve Balkan Müslümanları için<br />

neden bu kadar önemli?<br />

Yücelciler, 1940’lardan <strong>son</strong>ra Makedonya<br />

topraklarında Türklerin milli<br />

varlıklarını, manevi değerlerini, örf<br />

adet ve geleneklerini korumak ve yaşatmak<br />

için kurulan Yücel Teşkilatı’nı<br />

destekleyenlerdi. Bizim bugün<br />

siyasi parti”ler” ve STK’larla “yapmaya<br />

çalıştığımız” gibi. Yücelcilerin bu yola<br />

girdikleri dönemle bizim içinde yaşadığımız<br />

dönem arasında kabul edersiniz<br />

ki önemli farklar mevcut. Onlar bu işlere<br />

kalkıştıklarında dünya büyük bir savaşın<br />

içindeydi ve daha <strong>son</strong>ra Balkanlarda komünizm<br />

rejimi altında bütün milliyetçi<br />

ve azınlık gruplara baskılar uygulanıyordu,<br />

Türkiye de zaten misak-ı milli sınırlarıyla<br />

uğraşmakla meşguldü. Bugün ise<br />

hem Makedonya’nın bağımsızlığı hem<br />

Ohri çerçeve anlaşması hem de<br />

Türkiye’nin kendi öneminin farkına varmasıyla<br />

milli ve manevi değerlerimizi<br />

yaşama ve yaşatma konusunda daha<br />

rahatız (bu rahatlığın rehavete dönüşmesini,<br />

popüler kültür ile bizleri yani<br />

gençleri esir almaya çalışmasını başka<br />

bir yazıda tartışırız). Amaçlar aynı olsa<br />

da koşulların farklı olması, kıyaslamanın<br />

özellikle o dönemde bedeller ödeyen<br />

Yücelciler’e haksızlık olabileceğini<br />

düşünüyorum. Bununla birlikte bugün<br />

yaşadıklarımız o günlerle oldukça ilintili.<br />

Makedonya’nın önemli yazarlarından<br />

Avni Engüllü Yücel Teşkilatı hakkında,<br />

“Yücel boş bir hareket değildi. Yücel<br />

Makedonya Türklerinin başına gelecek<br />

olanları görenlerin bir teşkilatlanmasıdır.<br />

Onların aradıkları, Makedonya’da Türklerin<br />

haklarının savunulmasıdır.<br />

Nereye varmak istediklerini anlamak<br />

için, Ohri Çerçeve Anlaşmasını okumak<br />

yeterdir” yorumunda bulunuyor.<br />

Öncelikle Yücel Teşkilatı olayının<br />

duygusal boyutunun, bilgi boyutunun<br />

önüne çıktığını söylemek gerek. Buna<br />

rağmen elimizdeki bilgilerden de teşkilat<br />

hakkında bir şeyler söyleyebiliriz. Yücel<br />

Teşkilatı’nın başkanı, teşkilatın tüzüğünü<br />

yazan Şuayb Aziz’dir. Şerafeddin<br />

Ferid, Nazmi Ömer, Muzaffer Ahmed,<br />

Fettah Süleymanpasiç ve Mehmed Dalip<br />

teşkilatın kurucu üyeleridir. Teşkilat<br />

39<br />

<strong>mart</strong> ‘17


SEYYİD EMİN<br />

üyelerinin büyük çoğunluğunu genç öğretmenler<br />

oluşturmaktaydı. En önemli teşkilatlanma Üsküp<br />

ve Köprülü (Veles) şehirlerinde gerçekleşmiş. Fahri<br />

Kaya Yücelciler’in amaçlarını, “yeni devlette yaratılan<br />

yeni imkânlardan<br />

tamamen yararlanarak Yugoslavya Türklerinin<br />

eğitim, kültür, sosyal ve ekonomi bakımdan gelişmelerine<br />

yol açmak, bunları toplumdaki öteki<br />

milletlerle birlikte eşit bir duruma getirmek” olarak<br />

nitelendiriyor.<br />

Yücelciler kısa sürede önemli faaliyetlere imza<br />

attılar, Makedonya topraklarında Latin alfabesiyle<br />

yayınlanan ilk Türkçe gazete olan “Birlik” gazetesi<br />

23 Aralık 1944 yılında çıkarılır. İlk 4 sayısı Yücelciler<br />

tarafından çıkarılan gazete daha <strong>son</strong>ra devlet eliyle<br />

çıkmaya devam eder. Üsküp radyosunda ilk Türkçe<br />

yayın Yücelciler tarafından düzenlenir. Birçoğunun<br />

öğretmen olması hasebiyle gelişim ve değişimin<br />

eğitimden geçtiğini biliyor, birçok öğretmen yetiştirdikleri<br />

“Türk öğretmen kursları” düzenliyorlardı.<br />

Yine eğitimle ilgili ilk ders kitabı “sevimli kıraat” başlıklı<br />

okuma kitabını hazırladılar. Cezaevinde tutuklu<br />

bulundukları süre içinde bile hizmeti bırakmamış,<br />

Üsküp Türk Tiyatrosu için tiyatro eserlerini Türkçe’ye<br />

çevirmiş (Branislav Nusiç’in “şüpheli şahıs”<br />

oyunu), Türkçe – Makedonca, Makedonca - Türkçe<br />

sözlük çalışmaları yapmışlardır. Bütün bu saydığımız<br />

(ve sayamadığımız) çalışmaların birkaç yıl içinde<br />

yapıldığının altını çizmek istiyorum. Onlar onca<br />

baskının altında eğitime büyük önem verirken<br />

Bbzler bugün meclise, bakanlıklara, müdürlüklere,<br />

kamuya onlarca yüzlerce adam yerleştirmemize<br />

rağmen liselerde fizik dersini Türkçe anlatacak bir<br />

kişi dahi yetiştiremedik!<br />

Bütün bu başarılar, çalışmalar “cezasız” kalmayacaktı<br />

elbet. 1947 yılının ağustos – eylül aralığında<br />

Yücel Teşkilatı’ndan 17 kişi tutuklanır. Zaten verilmiş<br />

olan kararlara meşruiyet kazandırmak için mahkeme<br />

kurulur. Tutuklanan 17 kişiden 4’ü idam cezasına,<br />

diğerleri ise hapis cezasına çarptırılır. 27 şubat<br />

1948 tarihinde Şuayb Aziz, Ali Abdurrahman Ali,<br />

Nazmi Ömer Yakup ve Adem Ali Adem İdrizova<br />

hapishanesinden kamyona bindirilerek Suşitsa köyüne<br />

götürülür, köyün girişinde bir kayanın önünde<br />

bu 4 kahraman kurşuna dizilerek şehit edilir. Bu<br />

olaydan <strong>son</strong>ra Mayıs 1948’de ikinci ve üçüncü grup<br />

tutuklanmalar olur. Yücel davasında toplamda 60<br />

kişi hüküm giyer. Ceza bununla da bitmez. Bütün<br />

bunlar halk arasında korkuya neden olur ve 1953<br />

yılında Türkiye’yle imzalanan serbest göç anlaşmasıyla<br />

15 yıl içerisinde 200 bin kişi Türkiye’ye göç<br />

eder. Hem kendi değer ve düşünceleri için hayatlarını<br />

ortaya koyarak fedakârlık yapmaları hem de bu<br />

hareketin günümüzü yakından ilgilendirmesinden<br />

dolayı Yücelciler’i unutmamak, unutturmamak<br />

aksine yâd etmek, anlamak, anlatmak ve yaşamak<br />

mükellefiyetindeyiz. Bugüne baktığımızda göç<br />

edenlerle birlikte kardeşliğimizin ve azmimizin de<br />

göç ettiğini görüyoruz. Bu noktada da gençlere<br />

büyük görevler düşüyor. Biz gençler kaliteli tahsil<br />

alıp yozlaşmış düşüncelerden kurtulmalı, kendimizi<br />

geliştirip alanlarımızda en iyisi olmalıyız. Tabi ki<br />

bütün bu saydıklarımızın bir anlamı olması için en<br />

başta güzel ahlakı şiar edinmeliyiz.<br />

Yücelciler’i anlatan her paragrafın ayrı bir tez,<br />

ayrı bir makale konusu olduğunun farkındayım.<br />

Amacım yücelcileri bilmeyenlere, yücelcileri duyurmak.<br />

Genel bir yücel portresi çizerek insanların<br />

merak duygularını kamçılamak.<br />

69 yıl önce şehadet şerbetini içen Şuayb Aziz,<br />

Ali Abdurrahman Ali, Nazmi Ömer Yakup ve Adem<br />

Ali Adem’i saygı, sevgi ve rahmetle yad ediyorum..<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

40


41


42


43


44


BİYOGRAFİ<br />

BÜTÜN GAYEMIZ<br />

TEBESSÜME VESILE<br />

OLABILMEK<br />

Bütün gayemiz tebessüme vesile<br />

olabilmek dedik ve Şırnak’ta bulunan<br />

Alakamış ilk ve öğretim okulunda ki<br />

280 kardeşımızı ziyaret ettik.<br />

45<br />

<strong>mart</strong> ‘17


SOSYAL SORUMLULUK PROJELERI<br />

Sırada ki istıkametimiz Siirt..<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

46

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!