Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
ÖLÜŞ<br />
Ian Crichton Smith John Berger<br />
Soluk alışlar kötüleşince yan odaya geçti ve Dante<br />
cildini aldı. O gece ve önceki gece boyunca, bunun<br />
bir ölüş olduğunu bilmese de ölüşü seyrediyordu. Başı<br />
çevreleyen kır saçlar, pusulanın ibresine benzer<br />
biçimde panik içindeymiş gibi görünüyordu, bazen<br />
açık bazen kapalı olan gözler de sürekli ona<br />
bakıyormuş gibi görünüyordu. Daha önce hiç ölüş<br />
görmemişti. Soluk yetmezliği, biraz astıma ya da ağır<br />
bronşite benziyordu; bazen de, istasyondan çıkan tren<br />
gibi yükselerek bir çeşit ıslık sesine dönüşüyordu. Ses,<br />
konuştuğunda kızgın ve tersti. Su, çok fazla su, süt,<br />
çok fazla süt, susuzluğunu giderecek bir şey istiyordu;<br />
o zaman bile o, bunun bir ölüş olduğunu bilmiyordu.<br />
Süt verirken dil ona çok soğukmuş gibi geliyordu.<br />
Soğuktu, neredeyse kaskatıydı. Bir keresinde, gece<br />
yarısına doğru, yanakların aniden kıpkırmızı kesildiğini,<br />
gözlerin üstlerinden zorla bakabileceği kadar şiştiğini<br />
gördü. Bir aynanın getirilmesini istediğinde kadın<br />
aynaya bakıyor, kafasını huzursuz huzursuz bir o yana<br />
bir öbür yana sallıyordu. O ise, şişliğin bir çeşit kanıt,<br />
dıştaki karanlıktan gelen bir ileti, bir kehanet olduğunu<br />
biliyordu.<br />
Dışarıda devamlı bir kar yağıyordu; karmakarışık<br />
kar taneleri, anlaşılmaz bir örüntü dokuyordu. Işığı<br />
kapatacak olsa, o zaman ölü bir gezegenden<br />
geliyormuş kadar yabancı olan o öteki ışık, ayın ışığı<br />
odaya girecekti, hasta bir pırıltı, neredeyse soyut bir<br />
ışık. Bu ışık, şimdi her zamankinden daha çok<br />
gereksinme duyduğu Dante’nin sayfalarını<br />
aydınlatacak, kof parlaklığını şiirin üzerine yayacaktı.<br />
Sayfaları açtı ama devamlı yüze bakıp<br />
durduğundan bu sayfalar hiçbir şey ifade etmiyordu.<br />
Ölen kişi ellerinin arasından kayıyordu. Kadın ölüşünün<br />
içine çekilmişti ve o neler olduğunu anlamıyordu.<br />
Ölmek öylesine olağandışı bir şeydi, öylesine özel bir<br />
meseleydi ki! Bazen elini uzatıyordu, kadın da bu eli<br />
sıkı sıkı kavrıyordu; o kendini sanki bir kayıktaymış,<br />
kadın da kayığı çevreleyen karanlık suların içindeymiş<br />
gibi hissediyordu. Bütün bu süre boyunca soluklar,<br />
sanki bir şey uzaklarda olmak istiyormuşçasına daha<br />
da hızlanıyordu. Alın soğuktu ama ağız hala su<br />
istiyordu. Vücut huzursuz huzursuz bir o yana, bir bu<br />
yana dönüyordu. Gittikçe güçsüzleşiyordu, üstüne bir<br />
şey gelmişti ve o güçten düşüyordu.<br />
Senin İradendedir Benim Huzurum... Dante’nin<br />
bu sözleri, onun zihnine aktı. Bu sözler, pencerenin<br />
ötesinde kaynaşarak yağan yoğun karlardan çıkıp<br />
geliyor gibi görünüyordu. Hayalinde Dante’nin<br />
evrenini bir saat olarak düşündü. Saat sabahın beşini<br />
gösteriyordu. Üşüdü, ışık pencereyi mavileştirmeye<br />
başlıyordu. Dışarıda sokak insansız ve trafiksizdi.<br />
Dünyada kendisinden başka canlı yoktu. Sokak<br />
lambaları, donuk ışıklarını sokağa yayıyorlardı. Bütün<br />
gece, kendi halelerinin üstüne eğilip öylece<br />
durmuşlardı.<br />
Tekrar baktığında, ıslık sesi takırtıya<br />
dönüşüyordu. O soğuk elleri kendi ellerine aldı. Baş<br />
yeniden yastığın üstüne düştü, ağız, karaya vurmuş<br />
bir balığın ağzı gibi açılmıştı, gözler geri dönülemez<br />
biçimde onun ötesine dikilmişti. Tek çubuklu elektirik<br />
sobası, odanın bir köşesinde mırıldanıyordu, koyu ve<br />
çiğ bir kırmızı. Dante cildi elinden düştü, yatağın<br />
yanında süt ve çorba lekeleriyle dolu kırmızı yün<br />
halının üstünde öylece kaldı. Baş aşağı asılı duran bir<br />
uzay gemisinde oturuyor ve bütün o masmavilik<br />
içinde siyah, ortaçağa özgü bir miğfer biçiminde<br />
kendisine doğru gelmekte olan başka bir gemi<br />
görüyor gibiydi. Uzay gemisinde siyah, kauçuk içine<br />
hapsolmuş en az bir adam vardı ama onun yüzünü<br />
göremiyordu. Adam ya ona fırlatacağı bir iple veya<br />
ona ateş edeceği bir tabancayla uğraşıyordu. Şekli bir<br />
Eskimo’nunki gibi tıknaz ve yabancıydı.<br />
Bütün bu süre boyunca pencere masmavi<br />
kesildi; vücut da kütüğe benziyordu; soluğun tümüyle<br />
çıkıp gittiği ağız çarpılmıştı. Yastığın bir tarafına doğru<br />
devrilmişti. Ölüm onurlu değildi. Ölü bir yüz, ölüşünün<br />
acısını, bir kütük haline gelmek için neler çektiğini<br />
gösteriyordu. Sessizce ağlayarak hiçbir yeşilliğin ve<br />
hiçbir eğretilemenin bulunmadığı geri dönülmez<br />
merkezin bu olduğunu düşündü. Böyle bir zamanda,<br />
şiir çaresizdir. Beden bir taş kadar boş, çarpılmış<br />
ağzıyla ona bakıyordu. Tanıdığı hiç kimseye ait değildi.<br />
Dante cildi bir uçuruma düşmüş gibi<br />
görünüyordu. Kırmızı halının üzerinde bir ateşin<br />
ortasındaymış gibi duruyordu. Oysa kendisi o kadar<br />
üşüyordu, öylesine uyuşmuştu ki! Yüzü buz gibi ve<br />
hareketsiz kalsa da, birden titreyişlerle sarsılmaya<br />
başladı. O yabancı mavi ışık, karların beyaz pırıltısıyla<br />
karışarak gittikçe artıyordu. Pencerenin dışındaki<br />
manzara, insana özgü bir manzara değildi. Yataktaki<br />
beden, insan değildi.<br />
Yaşlar gözlerinden yavaş yavaş akmaya başladı.<br />
Sağ elinde, her nasılsa eline almış olduğu küçük bir<br />
altın saat olduğunu farketti. Onu eline aldığını<br />
anımsayamıyordu. Saatin tiktak seslerini bile<br />
duyamıyordu. Nazik bir mekanizmaydı bu, küçük ve<br />
altından. Kulağına tuttu ve o anda, beyaz, donuk<br />
pırıltının içinde göz yaşları boşanıverdi. Gözyaşlarının<br />
arasından saati, onun ötesinde kırmızı halının üstünde<br />
duran Dante cildini, onun da ötesinde gene, değişmez<br />
göründüğü halde, herşey değiştiği için değişecek olan<br />
kütüğü gördü.<br />
O anda bunu düşünemeyecek olsa da,<br />
kendisinin de değişeceğini anladı. Değişeceğini<br />
biliyordu, kütük de değişecekti; onu ağlatan,<br />
herşeyden çok buydu; kütüğün bir zamanlar ne<br />
olduğunu düşünmek, acı çeken bir vücut, büyüyen,<br />
evlenen ve çocukları olan bir kız. Bu kütüğün bütün<br />
bunlar olabilmesi o kadar tufaftı ki! Bu kütüğün bir<br />
zamanlar, damatahtası gibi kareli elbiseler giymiş<br />
olması, onu yemeğe çağırmış olması,geleceği<br />
düşünerek geceleri uykusuz kalmış olması o kadar<br />
tuhaftı ki!<br />
Bu , öylesine tuhaf, öylesine yerine konamaz<br />
bir şeydi ki bir acı ve merhamet depremiyle sarsılıyor<br />
gibi sarsıldı. Dante’ye bakmayı göze alamıyordu;<br />
hareket etmesini bekliyormuş gibi kütüğe sadece<br />
bakabiliyordu. Kütük yanlızca kendisiyle ilgileniyordu.<br />
Hala nefes almak istiyormuş gibi duran o çarpık ağız<br />
hiçbir söz, hiçbir ödün vermiyordu.<br />
Orada otururken yavaş yavaş pencerenin<br />
dışından gelen çekiç seslerinin farkına vardı, aynı<br />
zamanda odanın bir ucundan bir ucuna çakan mavi<br />
şimşeğin de farkına vardı. Atölyeyi unutmuştu.<br />
Yürüyerek pencereye gitti ve akkor alevin üstüne<br />
eğilmiş kasklı adamları gördü. Mavi parlamalar başka<br />
bir dünyadan geliyormuş gibi soğuk ve garipti. Aynı<br />
anda, işle uğraşan insanlardan gelen anlaşılmaz<br />
bağırışları duydu; arkasına bakmak için dönen kasketli<br />
bir baş gördü. Onun ötesinde sabahın keskin mavisi<br />
yerine oturuyordu. Onun önünde de savrulan kar<br />
tanelerini gördü. Harap olmuş yüzüyle yere, Dante’ye<br />
baktı; çekiçlerin vuruşlarıyla çizgileri birleştirdiğini, bir<br />
evren oluşturduklarını, insanların mavi bir ışığın<br />
içinden bağırdıkları bir dünyayı bir arada tuttuklarını<br />
hissetti. Çekiç, kütüğü döve döve bir vazoya,<br />
mermere, mavi taştan yapılmış çiçeklere,<br />
eğretilemelerin en dayanıklısına dönüştürüyor gibiydi.