03.06.2017 Views

Sanat ve Arkeoloji Dergisi 1. SAYI

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

1


HAZIRLAYANLAR<br />

DERLEYEN<br />

Oğuz Karadirek<br />

GRAFİK TASARIM<br />

Günnur Kabak<br />

MAKALELER<br />

Hasan Menteş<br />

Soner Ünal<br />

Bahar Zeren<br />

Ali Can Kırcaali<br />

İlknur Uğurdoğan<br />

2


İLK <strong>SAYI</strong><br />

İnstagram’da altı ay önce <strong>Arkeoloji</strong>, <strong>Sanat</strong> Tarihi, Antropoloji üzerine bir sayfa kurarak<br />

amacımız yerin altında <strong>ve</strong> üzerinde geçmişten izler taşıyan medeniyetleri aktarmak <strong>ve</strong> sizleri<br />

bilgilendirmekti. Bu altı aylık süreçte umduğumuzdan çok daha fazlasını yaptığımızı söyleyebilirim.<br />

Zaman zaman ufak etkinliklerle geçmişe ışık tutacak yolculuklarımız oldu. Kimi zaman ise instagram<br />

sayfamızda mümkün olduğunca sizlere en doğru bilgiyi objektif olarak aktarmaya çalıştık <strong>ve</strong> amacımız<br />

bilgi paylaştıkça çoğalacak fikriydi <strong>ve</strong> de sizlere ülkemizin zenginliklerini farkına vardırabilmek, hem de<br />

<strong>Arkeoloji</strong>, <strong>Sanat</strong>ı sizleri sevdirebilmekti. Öyle de oldu sizlerde güzel desteklerinizle bizlere moral<br />

olurken daha fazlasını yapalım istedik. Bu isteğimizle hesabımızda karakter sınırlamasından kaynaklı<br />

olarak daha kapsamlı yapamadığımız paylaşımları bir dergi hazırlayarak daha uzun <strong>ve</strong> sizlere daha<br />

yalın anlatma fikri aklımıza geldi <strong>ve</strong> gönüllü olarak birçok arkadaşımızın gönderdiği makaleleri seçerek<br />

sizlerden için ilk sayıyı hazırladık. Amacımız internet kirliliğinde sizlere doğru bilgiyi aktarırken bu<br />

bilgileri sizlere ücretsiz sunmaktı. Böylelikle akademik bir anlatımdan uzak durarak, öz bir anlatım<br />

içeriğiyle sizlere Arkaik dönemden başlayarak, Roma dönemine kadar süren savaş gemilerini<br />

anlatmaya çalıştık <strong>ve</strong> günümüzde savaşın <strong>ve</strong> de kanın eksik olmadığı Ortadoğu’nun aslında bir<br />

zamanlar dünyanın ilk devletlerine nasıl ev sahiplik yaptığını anlatmaya çabaladık. Yine Ortadoğu’da<br />

ilk dinlerin temellerini inceledik <strong>ve</strong> Dulkadiroğlu’larının beylikler döneminin mimariye etkilerini<br />

derleyip sizlere sunuyoruz. İyi okumalar.<br />

<strong>Sanat</strong> <strong>ve</strong> <strong>Arkeoloji</strong> Ekibi<br />

3


ANTİK ÇAĞ SAVAŞ GEMİLERİ<br />

Pentekonter Savaş Gemisi<br />

Pentekonter savaş gemileri M.Ö. 8. yüzyılda<br />

yapılmaya başlanmıştır. Yunancada “Elli<br />

kürekli” anlamına gelen “Pentekonter” diye<br />

adlandırılan söz konusu gemiler, 65 feet<br />

uzunluğundaydı. Her iki yanında tek kürek<br />

sırası bulunmaktadır. Bu gemilerin her<br />

sırasında yirmi beş kürekçi bulunmaktaydı.<br />

Ayrıca geminin kıç kısmında iki adet dümen<br />

küreği bulunuyordu. Çoğunluğu çam<br />

ağacından<br />

yapılan bu<br />

tekneler, uzun<br />

yolculuklarda<br />

kullanılmak üzere<br />

direk <strong>ve</strong> yelkene<br />

sahipti. Pruvadan<br />

dışarı doğru<br />

çıkıntı yapan,<br />

mahmuz adı<br />

<strong>ve</strong>rilen yapay<br />

donanım, en<br />

önemli silahı idi.<br />

Mahmuzun tek<br />

görevi düşman<br />

gemilerinin gövdelerine delik açıp su<br />

almalarını sağlamaktı. En yüksek hızı 9,5 deniz<br />

mil olan bu gemiler Arkaik Dönem içinde de<br />

hizmet <strong>ve</strong>rmiştir.<br />

Elli kürekli gemi, savaşta en çok tercih edilen<br />

olmuştur; çünkü M.Ö. 550‟ye kadar Hellen<br />

donanmalarının saflarında varlığını<br />

sürdürmüştür. Pentekonter gemiler asıl<br />

yararını korsanlık <strong>ve</strong> kıyı saldırılarında<br />

gösteriyordu. Bilinmeyen sularda ilerleyen<br />

gemilere yönelecek saldırıları önlemek için<br />

gereken insan gücünü taşıyordu. Homeros<br />

zamanında kürekli gemiler her iki yanda<br />

simetrik olarak düzenlenmiş tek kürek sırasına<br />

sahipti. Hızlı taşımacılık, haber ulaştırma ya da<br />

önemli yolcular için kullanılan küçük<br />

teknelerde yaklaşık yirmi kürekçi vardı. Miken<br />

askerlerini Troia’ya götüren daha büyüklerinde<br />

ise: kürekçi sayısı elliye ulaşan pentekonterler<br />

kullanılıyordu; kaba bir tahminle toplam boyu<br />

30,5 metre, genişliğinin ise bunun onda biri<br />

civarında olduğu<br />

düşünülmektedir.<br />

Bir savaş gemisi<br />

ne kadar büyük<br />

bir güçle hareket<br />

ederse, mahmuzu<br />

da o kadar etkili<br />

olacaktır. Bir<br />

gemiyi daha hızlı<br />

hareket<br />

ettirmenin tek<br />

yolu da kürekçi<br />

sayısının<br />

fazlalaştırılmasıdır; fakat bir tarafta uzun bir<br />

sıra halinde oturmuş yirmi beş kürekçiye daha<br />

fazlası eklenirse, tekne tehlikeli bir biçimde<br />

uzun olacak, yani dayanıklılığı azalacaktır.<br />

Mahmuzlamanın neden olacağı çarpışmada<br />

dayanıklılık önemlidir. Gemi ustaları bu sorunu<br />

çözmek için çeşitli çareler bulmuştur. Bu<br />

gemilerde tek kişilik kürekler yerine, üç ya da<br />

dört kürekçinin çektiği uzun kürekler<br />

kullanılarak sorunun üstesinden gelinmiştir.<br />

Başka bir çözüm ise, kürekçileri aynı seviyede<br />

yerleştirmek yerine onları üst üste gelen<br />

düzlemler üzerinde düzenlemektir.<br />

4


Uygulamanın en büyük avantajı, kısa tek kişilik<br />

küreklerin kullanılmasına izin <strong>ve</strong>rmesidir;<br />

böylece kürekçiler otururken kürek<br />

çekebilmekteydiler.<br />

M.Ö. 8. yüzyıl içinde denize indirilen<br />

kadırgaların kürekçileri alt <strong>ve</strong> üst olmak üzere<br />

iki seki üzerinde oturmaktaydılar. Pentekonter<br />

gemiler söz konusu olduğunda iki katlı tekne,<br />

tek katlı gemilerden 1/3 oranında daha<br />

kısaydı; hem daha dayanıklı hem de açık<br />

denize daha el<strong>ve</strong>rişliydi. Ayrıca düşman<br />

mahmuzlarına daha az hedef olmaktaydı.<br />

Tek ya da çift katlı Pentekonter’in denizlerdeki<br />

hâkimiyeti uzun sürmemiştir. Pentekonterler,<br />

M.Ö. 500 civarında, antik savaş gemisinde bir<br />

sonraki büyük ilerleme olan ünlü Trireme‟nin<br />

ortaya çıkmasıyla demode olmuşlardır.<br />

.<br />

Triakonter Savaş Gemileri<br />

M.Ö. 500 yılından itibaren gemi yapımı, Hellas şehir-devletleri tersanelerinde önemli bir endüstri<br />

haline gelmiştir. Homeros’un kahramanları tarafından kullanılan basit, açık kadırgalar geliştirilerek,<br />

artık savaşlarda önemli görevler alıyordu. Dönemin deniz tarihinde Pentekonterler’den sonra sıkça<br />

görülen diğer bir kadırga tipi Triakonter (Triakonteres), yani otuzludur. Triakonteresler, M.Ö. 4.<br />

yüzyılda gelişen, bir bank üzerinde oturan üçlü gruplar halindeki tekli - çiftli ya da çoklu kürekçi<br />

sıraları olan savaş gemileridir.<br />

Bu gemiler, bir tarafında on beş <strong>ve</strong> diğer tarafında on beş kürekçi olmak üzere otuz kürekçiden<br />

oluşuyordu. İsmini bu kürek sayılarından alarak otuzlu olmuştur. Bu gemilerin uzunluğu yaklaşık 23<br />

metredir. Elimizdeki bütün kanıtlar, Pentekonter <strong>ve</strong> Triakonterler’in dar <strong>ve</strong> uzunluğun genişliğe<br />

oranının 1/10 olduğunu göstermektedir.<br />

Bu dönemdeki tasvirlerde mahmuzlarda önemli bir şekil değişikliği görülmektedir. Mahmuz artık sivri<br />

bir şekilde son bulmaz; onun yerine bir balık ağzı ya da domuz burnu şeklinde biter. Genellikle bütün<br />

mahmuz yaban domuzu olarak şekillendirilmiştir; domuzun burnu da ön yüzü oluşturur. Mahmuzun<br />

bu hale gelmesi olasılıkla savaş tecrübesinin bir sonucudur. Sivri uçlu mahmuz, teknede delik açarak<br />

düşman gemisini etkisiz kılar, ancak delik içinde sıkışma riskini de beraberinde getirir. Eğer bu olursa<br />

<strong>ve</strong> saldırıyı yapan gemi kendini çabucak kurtaramazsa, çevredeki düşman gemileri için savunmasız bir<br />

5


hedef durumuna gelmektedir. Bu avantaj <strong>ve</strong> dezavantajlarıyla birlikte uzunca bir süre tüm kent<br />

donanmalarında kullanılmıştır.<br />

Triere (Trireme) Savaş Gemileri<br />

Triremeler, denizcilik tarihinde çok önemli bir rol oynadığından, Antik yazarlar ondan sıkça<br />

bahsetmiştir; dolayısıyla hakkında diğer savaş gemilerinden çok daha fazla bilgiye sahip<br />

bulunmaktayız. Kaynaklar, geminin çeşitli özellikleri: kürekçiler, deniz erlerinin performansı ile savaş<br />

için gemi üzerine yapılan düzenlemeler <strong>ve</strong> benzeri konular hakkında notlar düşmüşlerdir. Özellikle<br />

Atina Donanmasındaki triremeler hakkında bilgilerimiz oldukça fazladır; çünkü Triremelerin hikâyesi:<br />

Thuykidides, Ksenephon gibi antik dönem yazarları tarafından anlatılan Pelopennesos Savaşında<br />

başrolü üstlenmiştir.<br />

Özellikle, mahmuzla savaşmak için tasarlanmış olan bu tip teknelerin keşfinden önce, daha çok<br />

"Triaconter" <strong>ve</strong> "Penteconter" tipi teknelerin yaygın bir şekilde kullanıldığını <strong>ve</strong> donanmaların bu tip<br />

teknelerden oluştuğunu, hem yazılı hem de görsel dokümanlardan anlamaktayız.<br />

M.Ö. 5. <strong>ve</strong> 3. yüzyıllar arasında birçok deniz savaşında boy gösterip, bir döneme damgasını vurmuş<br />

Triremeler, Thuykidides’e göre M.Ö. 7. yüzyılda Korint’te inşa edilmiştir. Pelopennesos, Salamis <strong>ve</strong><br />

Actium deniz savaşlarında da tüm filoların en önemli gemileri olarak hizmet <strong>ve</strong>rmişlerdir. Yeni savaş<br />

gemisinin filolarda egemenlik kurmasına kadar iki yüzyıl geçmiştir. Hiç Şüphesiz bu gecikmede<br />

korkunç giderlerin katkısı vardır. Bir Pentekonter filosu, her gemide ödeme yapılması gereken elli<br />

kürekçisi ile yeteri kadar pahalıydı; Trireme filosu ise, bu sayıyı gemi başına yüz yetmiş kişiye<br />

çıkartmıştır; bunlara birde inşaat masrafları eklendiğinde Trireme yüksek ekonomili şehirler için<br />

yapılan gemiler konumunda olmuştur. Thuykidides’in dediği gibi bu refah ortamı, şehirlerin donanma<br />

6


kurmalarını <strong>ve</strong> içlerinden en zengini olan Korinthos’un bütün savaş gemilerinin en pahalısı olan<br />

Triremeyi inşa etmesini sağlamıştır. Trireme, M.Ö. 500’den M.Ö. 300’ün hemen öncesine kadar iki<br />

yüzyıl boyunca denizlerin hâkimi olacak <strong>ve</strong> Roma İmparatorluğu’nun görkemli zamanlarında bütün<br />

filolardaki en önemli gemi olarak hizmet <strong>ve</strong>rmeye devam etmiştir. Tarihsel öneminden dolayı Trireme<br />

hak ettiği değerini bulmuştur. Atina’nın Persler’e karşı zafer kazandığı, dünyanın en önemli<br />

savaşlarından birine sahne olan Salamis’te, her iki tarafında donanmasında yüzlerce trireme<br />

bulunuyordu. Triremeler, daha sonraları Doğu Akdeniz’de meydana gelen büyük savaşlarda kullanılan<br />

en önemli savaş gemileri olmuşlardır. Peloponnesos Savaş’ında bir tarafta Atina <strong>ve</strong> müttefikleri, diğer<br />

tarafta Sparta <strong>ve</strong> müttefiklerinin çarpışmasındaki en önemli savaş gemisi yine triremelerdir. Gemi<br />

komutanları, alışmış oldukları <strong>ve</strong> hayli etkili iki katlı Pentekonterler’ini, onlardan daha pahalı olan<br />

triremeler kendilerini kanıtlayana dek ıskartaya çıkarmak istememişlerdir. M.Ö. 500’e gelindiğinde<br />

Trireme, bunu intikam alırcasına başarmıştır. M.Ö. 480 yılındaki ünlü Salamis Savaşı’nda 400 ya da<br />

500 civarındaki gemiden oluşan Trireme filosu kendisinden iki kat güçlü <strong>ve</strong> triremelere de sahip Pers<br />

donanmasını bozguna uğratmıştır.<br />

Trireme, üçlü anlamına gelmektedir. Latince Triremis’in türevidir. Trireme, kürekçilerin üç sıra<br />

oturmasıyla bu ismi almıştır. Romalılar kadar Hellaslı denizciler de kadırganın teknik adını, yani<br />

Trieres’i tercih etmişlerdir. Bununla tam olarak neyin kastedildiği, uzun süren hararetli tartışmaların<br />

konusu olmuştur. Pentekonter <strong>ve</strong> triakonter’in böyle adlandırılmalarının nedeni kürekçilerinin<br />

sayısıdır. Antik yazarlar triremeler konusunda açıklama yapmaya gerek görmemişlerdir; çünkü<br />

okuyucuları zaten gemiyi biliyorlardı.<br />

1941‟de kürek çekme yöntemleri hakkında bilgi sahibi ingiliz eski çağ tarihçisi John Morrison, bir<br />

makale yayımlayarak sonu gelmeyen tartışmaya nokta koyma yolunda önemli bir mesafe<br />

kaydetmiştir. Trireme ile ilgili her bilgi kırıntısını, antik kaynaklardaki anlatımlar, denizcilik<br />

kayıtlarındaki detaylar, konuyla ilgili tasvirlerle birleştirerek, bütün kanıtlarla bağdaşan üç katlı bir<br />

kadırga planı çizmekle kalmadı, yaptığı ölçekli bir modelle iş görebileceğini de kanıtladı. Morrisson,<br />

gemi mühendisi John Coates ile işbirliği yaparak bir<br />

7


Atina Triremesi‟nin bire bir modelini inşa ettirip denize indirdiğinde bütün kuşkular kayboldu. Bu yeni<br />

modele Olympias adı <strong>ve</strong>rilmiĢtir.<br />

Yazılı kaynaklara göre; bir triremenin en uzun sırasında 31 kürekçi vardır, buna göre geminin boyu<br />

yaklaşık 30 metre civarında olmalıdır. Triremeler, işlevlerine göre dörde ayrılmaktaydı bunlar: Hızlı<br />

Triremeler, Stratiotisler, Hippogagoslar, <strong>ve</strong> Hoplitagagoslar’dı.<br />

Triremeler, diğer antik gemiler gibi armuz kaplama tekniği ile birçok zıvana ile birleştirilen kalaslarla<br />

inşa edilmekteydi; fakat uzun <strong>ve</strong> dar olduklarından, gemi omurgasının kamburlaşmasının, yani<br />

uçlarının sarkmasının önüne geçilmesi gerekiyordu. Bunu önlemek için Hypozatama denilen alt<br />

destekler kullanılmaktaydı.<br />

Triremeler, kürekleri, genişlikleri, kapasiteleri, sağlamlıkları <strong>ve</strong> yelken performansına dayalı<br />

düzenlenmiş farklı tipleri ile uzun yıllar boyunca birçok güçlü devletin filosunda vazgeçilmez savaş<br />

kadırgası olarak görev yapmıştır.<br />

Yazar<br />

Hasan Menteş<br />

Selçuk Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

8


İLK DEVLETLERİN DOĞDUĞU TOPRAKLAR<br />

Tarihin başlangıcı olarak kabul edilen MÖ 5000’lerden günümüze kadar geçen 7000 yıllık medeniyet<br />

tarihinde, neolitik dönemden global kozmopolitinizim adı <strong>ve</strong>rilen son döneme kadar geçen süreci<br />

başlatan, etkileyen <strong>ve</strong> bir bakıma tarihin akış çizgisini belirleyen en önemli olgu Ortadoğu’da yerleşik<br />

medeniyetlerin tarih sahnesine çıkmasıdır. Mezopotamya <strong>ve</strong> Mısır gibi yeryüzünün ilk medeniyetlerini<br />

doğuran Ortadoğu; modern anlamda “devlet” olgusunun <strong>ve</strong> siyasal örgütlenmenin kent-devlet<br />

biçiminde kurgulandığı ilk merkezdir. Bu oluşumun Ortadoğu kaynaklı oluşunu ise; Wittfogel’un<br />

kuramsal altyapısını attığı “sulama” olgusu ile açıklamak mümkündür. Wittfogel’e göre sulamalı tarım<br />

kanal kazmayı, bakımını yapmayı <strong>ve</strong> su baskınlarının geniş ölçekli denetimini gerektirdiğinden devlet<br />

(gibi otorite sahibi <strong>ve</strong> kaynakları sevk edici bir örgütün) müdahalesini zorunlu kılmaktaydı. Nitekim<br />

Mısır <strong>ve</strong> Mezopotamya gibi ilk medeniyetler de, Nil, Fırat <strong>ve</strong> Dicle nehirlerinin havzasında<br />

kurulmuştur. Bu nehirler tarafından sulanan kurak coğrafyalar ise, MÖ 5000’lerden MÖ 500’lere<br />

kadar devam edecek olan 4500 yıllık Ortadoğu uygarlığının oluşumuna tanıklık edecektir. Bu<br />

dönemde Ortadoğu, bilhassa Mezopotamya,<br />

oldukça özgün <strong>ve</strong> yenilikçi bir uygarlığın<br />

beşiği olarak, komşu kültürlerden çok öndeydi.<br />

Fakat bu bölge idari olarak her biri yerel bir<br />

hanedanın yönetimindeki bir<br />

beylikler mozaiği biçiminde bölünmüştü.<br />

Bu siteler <strong>ve</strong>ya her birinin komşularından<br />

bağımsızlığını vurgulamak için<br />

kullanılan deyimle bu kent-devletleri, mihenk<br />

noktasını, hiç tartışmasız, dini, siyasi <strong>ve</strong><br />

akli faaliyetlerin yoğunlaştığı birim olan<br />

kentlerin oluşturduğu bir toplum modeli<br />

geliştirmiştir. Bu anlamda arkaik <strong>ve</strong><br />

hiyerarşize olmuş bu kentsel yapıların doğuşu<br />

da, bir bakıma çağdaş dünyanın doğuşu<br />

olmuştur. Ortadoğu: Devlet’in Doğum Yeri<br />

“Uygarlığın şafağına” tanık olan Ortadoğu<br />

medeniyeti, MÖ 5000’lerden MÖ 500’lere<br />

kadar sürecek olan 4500<br />

yıllık, insanlık tarihinin en<br />

uzun yönetim deneyimlerinden birisidir.<br />

Tarıma dayalı yerleşik ilk medeniyetlerin beşiği<br />

olan Ortadoğu medeniyet havzası ise,<br />

M.Ö. 650 Kral I. Aşianipal, Savaş Arabasındaki Rölyefi<br />

temelde Mezopotamya<br />

bölgesi uygarlığının bir<br />

öyküsüdür.<br />

Mezopotamya,<br />

Güneydoğu Anadolu’dan başlayarak, Basra Körfezi’ne kadar uzanan Dicle <strong>ve</strong> Fırat nehirleri arasında<br />

kalan bölgeye eski dönemlerde <strong>ve</strong>rilen addır. Zaten kelime olarak da “iki nehir arasındaki ülke”<br />

anlamına gelmektedir. Yine bu bölge Doğu Akdeniz coğrafyasında bulunan Kenan Ülkesi ile birlikte<br />

“Bereketli Hilal” olarak da nitelendirilmektedir. Akdeniz ile Güney <strong>ve</strong> Orta Asya arasında bir köprü<br />

olan Mezopotamya, <strong>ve</strong>rimli tarım arazilerine <strong>ve</strong> canlı bir ticaret hayatına sahip olması nedeniyle çok<br />

sık istilalara <strong>ve</strong> göçlere uğramıştır. Bu durum da coğrafyanın, halkların <strong>ve</strong> kültürlerin bir etkileşim<br />

sahası olmasını gerektirdiği gibi, maddi <strong>ve</strong> entelektüel boyutuyla medeniyetin ilk olarak bu bölgede<br />

gelişimine de olanak sağlamıştır. Bir başka deyişle, uygarlığın doğumunda yerleşik <strong>ve</strong> göçebe halklar<br />

arasındaki uzun mücadelelerin yol açtığı kültürel etkileşimin çok belirgin bir yeri bulunmaktadır. Bu<br />

bölgenin medeniyet <strong>ve</strong> devlet gibi kavramlarda öncü olması, genel olarak “sulama” olgusuna<br />

bağlanmaktadır. Buna göre, örneğin devlet kavramının Mezopotamya’da yeşermeye başlamış<br />

olmasının nedeni, Fırat <strong>ve</strong> Dicle nehirlerinin akışının düzensizliğidir. Kabarma zamanlarının ise belirsiz<br />

olması idi. Bölgede tarımın ancak sulamanın örgütlenmesi; teoremine devamla, sulama olgusunun<br />

9


hatta daha kapsamlı bir tanım ile sulu tarım kökenli “su kurumlarının” ilk despotik siyasal rejimlerin<br />

de kurulmasına neden olduğunu ileri sürmektedir. Devletin Doğduğu Yer: Antik Çağ Ortadoğu’sunda<br />

İdari Hayat denetlenmesi ile mümkün olması, insanları gelişmiş su kanalları <strong>ve</strong> setler yapmaya <strong>ve</strong><br />

bunları sürekli bakıma zorlamıştır. Gerekli kanal şebekelerinin tesisi <strong>ve</strong> bakımı da, geniş insan<br />

kitlelerinin tek bir otorite altında düzenli emek <strong>ve</strong>rmesini gerektirmekteydi. Başka bir deyişle,<br />

halkların hayatlarını idame ettirebilmeleri için karşılaştıkları müşterek sorunlara bu denli kolektif<br />

yaklaşma zorunluluğu, ilkel anlamda belirli bir idari otoritenin <strong>ve</strong> bu otoriteye siyasal bağlılık<br />

duygusunun oluşmasına neden olmuştur. İdari otoritenin sürekli bir bağlılık duygusuyla siyasal<br />

otoriteyi oluşturması da, bölgede tarihin ilk otoriter monarşilerinin kurulmasına zemin hazırlamıştır.<br />

10


Thorkild Jacobsen, bu süreci “ilkel<br />

demokrasiden mutlakiyet rejimine geçiş”<br />

olarak görmektedir. Jacobsen’e göre,<br />

başlangıçta, özgür insanlar geçici <strong>ve</strong> belli kriz<br />

dönemlerinde, örneğin bir sel baskını <strong>ve</strong>ya<br />

büyük bir kargaşa durumunda, güçlüklerin<br />

aşılması için otoriteyi kısmen <strong>ve</strong> süreli olarak<br />

özel bir kişiye –kral <strong>ve</strong>ya rahipdevretmekteydiler.<br />

Bazı hırslı krallar, emanet<br />

aldıkları iktidarı korumaya yöneldiler <strong>ve</strong><br />

böylece, idari <strong>ve</strong> hukuki otoritenin kalıtsal<br />

sahipleri <strong>ve</strong> devletin en önemli iktisadi yapısı<br />

olan kentin ana tapınağının yöneticileri<br />

durumuna geldiler. Öte yandan, devletin<br />

burada oluşumunu açıklayan bir de ruhani<br />

gerekçe bulunmaktadır. Bu yaklaşıma göre ise,<br />

devlet gibi omnipotent bir örgütün varlığı,<br />

bölge halklarının dinsel/ruhani inançlarının<br />

somut dünyadaki bir ifade tarzıdır.<br />

Ortadoğu’da kurulan bu İlkçağ Monarşilerinin<br />

“hiyerokratik” nitelikleri de bu yaklaşım için<br />

önemli bir kanıt oluşturmaktadır. Bir başka<br />

deyişle, bölgedeki kavimlerin sahip olduğu<br />

“Devlet gökteki sabit düzenin yeryüzündeki<br />

örneğidir: Tanrılar gökyüzünü nasıl<br />

yönetiyorlarsa, devlet de yeryüzünü öyle<br />

yönetmelidir” anlayışı, bölgede ilk ilke <strong>ve</strong><br />

biçimleri <strong>ve</strong>rilecek olan “devlet”in <strong>ve</strong> bunun ilk<br />

nü<strong>ve</strong>si olan teokratik siyasal <strong>ve</strong> idari<br />

düzenlerin de temel meşruiyet kaynağını<br />

oluşturmuştur. “Kutsal Devlet” fikrinin,<br />

şüphesiz Eski Ortadoğu kavimlerinde siyasal <strong>ve</strong><br />

toplumsal bir karşılığı da bulunmaktaydı.<br />

Bunun en belirgin kanıtı ise, ruhani <strong>ve</strong> dünyevi<br />

iktidar bütünlüğünün, siyasal <strong>ve</strong> sosyal statüler<br />

ile unvanlara da doğrudan yansımış olmasıdır.<br />

Öyle ki Lûgal sıfatlı ilk hükümdarlar, Patesi (Baş<br />

Rahip) <strong>ve</strong> Ensi (naib) gibi uhrevi manalar da<br />

ihtiva eden unvanlarla, <strong>ve</strong> kent tanrısının<br />

temsilcisi sıfatıyla sitelerinin başında<br />

bulunmaktaydılar. Ancak, her ne kadar<br />

Mezopotamya’daki teokratik düzenin hakim<br />

bulunduğu devlet anlayışı dini <strong>ve</strong> politik güçleri<br />

tekelinde toplayan bir rahip-kral yönetici<br />

profili çizse de, bu hiçbir zaman tanrısallık<br />

iddiasına dönüşmemiştir. Kent-devletleri <strong>ve</strong>ya<br />

geniş krallıklar halinde örgütlenen<br />

Mezopotamya halkları Mısır’daki gibi bir tanrıkral<br />

otoritesini tanımamışlardır.<br />

Mezopotamyalılar, “toprağın, insanların <strong>ve</strong><br />

malların mutlak efendisi tanrıdır; kral ise<br />

sadece onun naibidir” düşüncesine sahiptiler.<br />

Kutsal nitelikli yönetim bölgedeki tinsel <strong>ve</strong><br />

mitolojik dünyanın zenginliği <strong>ve</strong> egemenliği,<br />

kralın yanında “ruhban sınıfı” denilen yönetici<br />

bir sınıfın da ortaya çıkmasına neden<br />

olmuştur. Kentlerin hem idari hem de<br />

ekonomik merkezleri olan tapınaklarda<br />

yaşayan bu elit sınıf, tapınakların başında<br />

bulunan rahiplerden oluşmaktaydı. Merkezi<br />

bürokrasinin temsilcisi olarak bu rahiplerin,<br />

yönetsel görevleri yanında ürünlerin<br />

tapınaklarda toplanması, muhasebe<br />

kayıtlarının tutulması <strong>ve</strong> pay edilmesi gibi<br />

iktisadi nitellikte görevleri de vardı. Ayrıca<br />

sulama kanallarının inşası ile bentlerin <strong>ve</strong><br />

teraslama sisteminin düzenlenmesi, güçlü bir<br />

merkezi idari sistemini geliştirmiş, bunun<br />

sunucunda da rahiplerden oluşan etkili bir<br />

bürokrasi gelişmiştir. Rahipler binlerce insanın<br />

çalıştığı inşa faaliyetlerini yönlendirmekte <strong>ve</strong><br />

bu yetkilerini de tanrılara<br />

dayandırmaktaydılar. Sistemin <strong>ve</strong> ruhani<br />

kültürün bir unsuru olarak doğan ruhban sınıfı,<br />

zamanla siyasal hüviyetlerinin ön plana<br />

çıkması nedeniyle, hükümdarla güç <strong>ve</strong> yetki<br />

çatışması içerisine girmiştir. Bu durum çağdaş<br />

devlet sorunlarından olan iktidar-bürokrat<br />

çatışmasının da tarihi temellerini atması<br />

açısından dikkate değerdir. Bu güç <strong>ve</strong> yetki<br />

çatışması, aynı zamanda günümüz laik devlet<br />

yapısının temellerini atması açısından da<br />

önemlidir, çünkü ilk dini-siyasi ırk ayrım<br />

sürecini de başlatmıştır. Bu ayırımın ilk defa,<br />

MÖ üçüncü bin yıldan itibaren Sümerlerde dini<br />

<strong>ve</strong> siyasi unvanların farklılaşması süreci ile<br />

başlamış olduğu kabul edilmektedir. Hatta<br />

1939 tarihli “Asur-Babil Krallığı’nın Dini<br />

Karakteri” adlı kitabın yazarı Rene Labat’a göre<br />

“Mezopotamya’da iktisadi yaşam, başlangıçta<br />

toprağın <strong>ve</strong> onun ürünlerinin sahibi olan<br />

tapınağa bağlı bulunmakta <strong>ve</strong> Mezopotamya<br />

dünyasının siyasi tarihi, ruhban sınıfı ile krallık<br />

arasında aşama aşama gerçekleşen ayrışma<br />

biçiminde özetlenebilmektedir”. Eski<br />

Mezopotamya’daki bu ayrışmadan sonra,<br />

Ortadoğu’nun <strong>ve</strong> sonra bütün dünyanın<br />

kaderini değiştirecek olan yazı sisteminin<br />

Sümerliler tarafından MÖ 3500’lü yıllarda<br />

bulunması, uygarlığın başat gücünü de<br />

pekiştirmiştir. Geliştirilen Çivi Yazısı <strong>ve</strong> bu<br />

sistemle yazıya geçirilmiş olan Samî dili, ilk<br />

11


uluslararası iletişim aracı olarak tarihe<br />

geçmiştir. Yazının <strong>ve</strong> MÖ I.bin yılda alfabenin<br />

geliştirilmesi, düşünsel <strong>ve</strong> sosyal süreçlerin<br />

kayıt altına alınmaya başlamasına neden<br />

olmuştur. Bu sürecin kamu yönetimi<br />

bakımından önemi ise, yönetsel hayatın<br />

sistematize edilmesi fikrini hayata geçirmede<br />

önemli bir araç sunmuş olmasıdır. Monarşik<br />

sistemde kralın kişisel mülkü sayılan ülke<br />

topraklarında hasat edilen, ambara konan<br />

<strong>ve</strong>ya önceden ayrılan ürünlere ilişkin bilgilerin<br />

saray arşivlerinde kayıtlı tutulması <strong>ve</strong><br />

uyruklara ilişkin bilgilerin saklanması<br />

gerekliliği, yazının idari yaşama<br />

dahil olmasını sağlamıştır. Bu gerekliliğin bir<br />

diğer sonucu da, günü gününe kayıt tutan <strong>ve</strong><br />

rahiplerden oluşan profesyonel bir merkezi<br />

bürokrasinin ortaya<br />

çıkmasına neden<br />

olmasıdır. Nitekim kimi<br />

tarihçiler, burada genel<br />

bir profili çizilen<br />

Ortadoğu Asurlular <strong>ve</strong><br />

Babilliler bu dili<br />

konuşuyorlardı. Devletin<br />

Doğduğu Yer: Antik Çağ<br />

Ortadoğu’sunda İdari<br />

Hayat Mezopotamya<br />

uygarlığını,<br />

bu<br />

niteliğinden dolayı<br />

“rahip-devlet” olarak<br />

tanımlamışlardır. Eski<br />

Ortadoğu’nun Kısa Tarihi<br />

ya Da İlk “Devletli<br />

Toplum”lar İnsanoğlunun<br />

ilk kez kent devletler<br />

şeklinde örgütlendiği<br />

Mezopotamya’da<br />

zamanla Sümerler,<br />

Akkadlar, Asurlular,<br />

Babilliler <strong>ve</strong> Anadolu<br />

kökenli Hititler hüküm<br />

sürmüşlerdir.<br />

Mezopotamya’daki bu<br />

kent-devlet deneyimleri,<br />

zamanla hiyerarşik bir<br />

ağa dönüşerek sayıca az<br />

da olsa merkezde bir<br />

başkenti olan geniş<br />

imparatorluklara da<br />

dönüşmüşlerdir. Aynı<br />

dönemde bir başka<br />

akarsu vadisinde, Nil’de<br />

kurulan <strong>ve</strong> kronolojik olarak birbiri arkasına<br />

dizilen Mısır Devletleri <strong>ve</strong> uygarlığı da,<br />

Ortadoğu’nun başat güç olduğu süreç<br />

içerisinde değerlendirilebilir. Bu nedenle “tarih<br />

<strong>ve</strong> coğrafya birliği” yapan, birbirini besleyen <strong>ve</strong><br />

Sümerli Savaşçılar<br />

yeniden üreten bu iki medeniyetin dini, idari<br />

<strong>ve</strong> sosyo-kültürel yapısı ile siyasal düzenleri<br />

arasındaki karşılıklı etkileşimi karşılaştırmamız,<br />

bütünleşik olarak<br />

Ortadoğu uygarlığını<br />

anlamamıza yardımcı<br />

olacaktır. Ancak,<br />

öncelikle Mısır’a göre<br />

daha az bilinen<br />

Mezopotamya<br />

uygarlığının kamu idaresi<br />

anlamında önemli<br />

özelliklerine göz atmakta<br />

fayda bulunmaktadır.<br />

Sümerler<br />

Mezopotamya’da<br />

“devlet” diyebileceğimiz<br />

nitelikte bir örgütsel<br />

yapıya sahip ilk toplum<br />

olan Sümerlerin, MÖ<br />

2800 yıllarında tarih<br />

sahnesine çıktıkları<br />

görülmektedir. Daha<br />

önce, MÖ 5000-2800<br />

yılları arasında, bu<br />

bölgede yaşayan Tell<br />

Halaf, El Obeid, Uruk,<br />

Dremdet <strong>ve</strong> Nasr<br />

kültürlerinin Sümer<br />

kültürünün oluşumunda<br />

önemli rolleri olduğu<br />

kaydedilmektedir İndus<br />

nehri <strong>ve</strong>ya Kafkasya ü-<br />

zerinden geldikleri<br />

tahmin<br />

edilen<br />

Sümerlerin bu bölgeye<br />

gelmeleri,<br />

Yakındoğu’nun siyasal<br />

yapısını <strong>ve</strong> düşünsel<br />

dünyasını derinden etkilemiştir. Nitekim Aşağı<br />

Mezopotamya’da kurulan bu kentsel<br />

uygarlığın hegemonik kültürü, kısa zamanda<br />

Mezopotamya dünyası ile derinlemesine<br />

bütünleşmiştir. Sümerler, doğu ile batı<br />

12


arasındaki6 kültürel etkileşimin sağlanması, bu<br />

etkileşimden melez ancak pek çok yönüyle<br />

özgün bir hegemonik kültür üretme, <strong>ve</strong> siyasal<br />

/idari üst-yapı kurumlarının oluşturulması gibi<br />

bir çok ilkleri gerçekleştirerek, uygarlığa çok<br />

önemli katkılar yapmışlardır. Sümerler,<br />

geliştirmiş oldukları çivi yazısı ile tarih<br />

öncesinin en gelişmiş medeniyetini <strong>ve</strong><br />

devletini kurmuşlardır. Devletin ilk ilke <strong>ve</strong><br />

biçimlerinin “kent-devletler” şeklinde<br />

kurgulandığı Sümerlerde, siyasal<br />

örgütlenmenin bu şekilde parçalı olması, 4<br />

Sümerler, Akkadlar, Asurlular <strong>ve</strong> Babilliler<br />

sonradan Ural-Altayik olarak, Hititler ise Hint-<br />

Avrupai olarak da adlandırılmışlardır. Güney<br />

Mezopotamya’da Sümerlerin de içinde yer<br />

aldığı çok geniş bir coğrafyada etkin olan<br />

kültür dairesi. Grek-Mezopotamya<br />

medeniyetleri MÖ. 4000 - MÖ.500 arası<br />

dönemde Ortadoğu’nun önemli dini <strong>ve</strong> siyasi<br />

güç merkezlerinden birisi de, başkenti Babil<br />

(Ninova) kenti olan Babil Devletidir. Güney<br />

Mezopotamya’nın dini <strong>ve</strong> kültürel değerleri ile<br />

yüklemlenmiş bir megapol olan Babil, ilk<br />

“Mutlak Krallık” anlayışının ortaya çıktığı<br />

devlettir. Bu kent-merkezli devleti bir<br />

medeniyet eşiği <strong>ve</strong> hukuk devleti haline<br />

getiren hükümdar siyasal birliğin <strong>ve</strong> barışın çok<br />

kısa <strong>ve</strong> süreksiz olmasına yol açmıştır. MÖ<br />

5000’lerdeki Sümer kent-devletlerinin bu<br />

yerelliği, günümüzde global bir nitelik<br />

gösteren sosyal <strong>ve</strong> siyasal süreçlerle tam bir<br />

zıtlık göstermektedir. Sümer siyasal yönetim<br />

şeklinin önemli bir özelliği, salt despotik <strong>ve</strong><br />

feodal yönü ağır basan, askeri baskı<br />

aygıtlarıyla ayakta kalan bir devlet vurgusu<br />

taşımamasıdır. Sümerlerin sadece askeri<br />

yöntemlerle değil, ideolojik <strong>ve</strong> kültürel<br />

aygıtlarla birlikte devleti yönetmeleri, o<br />

zamanın daha kurumları oluşmamış<br />

toplumlarında değil, binlerce yıl sonra üretilen<br />

demokratik devlet kuramlarınca öngörülebilen<br />

bir olgunlaşmanın yansıması olarak<br />

değerlendirilebilir. Ancak, bu özelliğin sadece<br />

Sümerlerde değil, diğer Eski Ortadoğu<br />

devletlerinde de bulunduğu iddia<br />

edilmektedir. Örneğin, Mezopotamya’nın en<br />

erken devletleri bile zorunlu kalmadıkça şiddet<br />

aygıtlarına başvurmuyorlardı. En önemli<br />

silahları ideolojik <strong>ve</strong> kültürel olanlardı. Klasik<br />

tarım toplumunun temel özelliklerini en iyi<br />

biçimde yansıtan Sümerlerde, ilk sınıflı toplum<br />

<strong>ve</strong> hiyerarşik tabakalaşma da ortaya çıkmıştır.<br />

Nitekim bu devlette siyasal iktidara katılım <strong>ve</strong><br />

egemen güç, köle olmayan hür vatandaşlara<br />

tanınmış bir haktı. Fakat klasik sınıflaşma düzeyleri<br />

arasındaki farklılık Grek Uygarlığından<br />

daha yumuşak bir yapıda idi. Sümerler,<br />

kentlerin mihenk noktasını oluşturduğu bir<br />

toplum modeli geliştirmişlerdir. Bu kentlerin<br />

kurulumu da tamamen teokratik nedenlere<br />

dayanmaktadır. Kentler, tanrıların bir<br />

armağanı olarak kabul edilmektedir. Çünkü<br />

bünyesinde tanrıların ikametgahları olan <strong>ve</strong><br />

Ziggurat adı <strong>ve</strong>rilen tapınakları barındırmakta,<br />

berkitmeleriyle de bunları korumaktadır. Bu<br />

yüzden Sümer kentleri için “tapınak-kent”<br />

deyimi de kullanılmaktadır. Başlıcaları Nippur,<br />

Adab, Şuruppak, Umma, Uruk, Larsa <strong>ve</strong> Ur<br />

olan bu Sümer Kentleri; “Lûgal” unvanlı krallar<br />

tarafından yönetilirlerdi. Kent tanrısının<br />

temsilcisi sıfatıyla sitelerin başında olan<br />

Lûgaller, zamanla alternatif bir güç olmaya<br />

başlayan rahiplerle, güç <strong>ve</strong> otorite<br />

mücadelesine girişmişlerdir. Bu güç <strong>ve</strong> yetki<br />

çatışmasının, günümüz laik devlet yapısının<br />

temellerini atması açısından önemli olan dinisiyasi<br />

erk ayrım sürecinin başlangıcı olması yönünden<br />

özel bir önemi bulunmaktadır. Ancak,<br />

bu ayrımın Sümer toplumsal, siyasal <strong>ve</strong> idari<br />

düzeninde makam <strong>ve</strong> yetkilerin karmaşıklığı<br />

başta olmak üzere bazı olumsuz etkiler yaptığı<br />

da düşünülebilir. Nitekim, Sümer<br />

yöneticilerinin En, Ensi, Lûgal gibi değişik<br />

ünvanlara sahip olması da bunu kanıtlar<br />

niteliktedir. Babilliler Devletin Doğduğu Yer:<br />

Antik Çağ Ortadoğu’sunda İdari Hayat ise<br />

Hammurabi’dir. “Hammurabi Kanunları” adı<br />

ile bilinen en eski yasa <strong>ve</strong> yönetim kurallarını<br />

oluşturan bu hükümdar; kurumsal devlet<br />

yönetiminin <strong>ve</strong> bürokratik sistematiğin<br />

temellerini atmış olması bakımından kamu<br />

yönetimi tarihinde önemli bir yere sahiptir.<br />

Sümer <strong>ve</strong> Akad töre <strong>ve</strong> yasalarını, fermanlarını<br />

sistematize ederek Sami dili ile yazdırtan<br />

Hammurabi, Ninova merkezli bir hukuk devleti<br />

kurmuştur. Merkezi idareyi güçlendirmek için<br />

ülkenin her yanına memurlar tayin eden<br />

Hammurabi, bu kurumsal yapılanmayı yasal<br />

düzenlemelerle koruyarak, siyasal birliği uzun<br />

bir süre koruyabilmiştir. Dönemin kamu<br />

yönetimine önemli bir katkısı da “Babil<br />

Klasizmi” olarak anılan <strong>ve</strong> duru bir gramer <strong>ve</strong><br />

üslupla yazılan bürokratik diyalekti<br />

13


geliştirmeleridir. Akad dili <strong>ve</strong> Sümerlerin mirası<br />

olan çivi yazısını kullanan Babillilerin; bu<br />

bürokrasi dilini geliştirmelerindeki amaç;<br />

iktidarı kutsallaştırma <strong>ve</strong> mutlak bir monarşi<br />

yönetimi kurma amaçlarını hayata geçirmektir.<br />

Hammurabi Kanunları Babil uygarlığının en<br />

önemli eseri <strong>ve</strong> sembolü 282 maddeden<br />

oluşan “Hammurabi Kanunları”dır. Çeşitli<br />

konulardaki kralın kararlarını halka<br />

anımsatmak üzere, bir dikme taş üzerine<br />

kazdırılan bu ilk yazılı hukuki metinler,<br />

teokratik temellere dayanmaktaydı. Nitekim<br />

Kanunların kutsallığını gösteren <strong>ve</strong> Kral<br />

Hammurabi’ye bu kanunları yazdırtan Güneş<br />

Tanrı’ya saygılarını sunduğu bir kabartmanın<br />

da kitapta yer alması, Hammurabi’nin, “bilinen<br />

ilk kanunların tanrı sözü olduğunu da anlatmak<br />

istediği” şeklinde yorumlanmaktadır. Bununla<br />

beraber, ilk hukuki metinlerin gerek hazırlanış<br />

gerekse uygulama evrelerinde dini <strong>ve</strong> mitik<br />

ideoloji ile temellendirilmesinin, bunların<br />

meşruiyetini sağlama kaygısından ziyade,<br />

uyulmasını manevi müeyyidelerle tamamlama<br />

eğiliminden kaynaklandığı düşünülebilir.<br />

Hammurabi Kanunları’nda düzenlenen toprak<br />

hukukuna göre; iki tür toprak <strong>ve</strong> iki tür tarım<br />

emekçisi vardı. İlki Neolitik komünlerde<br />

yaşayan <strong>ve</strong> toprağa bağlı emekçiler, ikincisi ise<br />

herhangi bir hükümdara <strong>ve</strong> tapınağa ait<br />

topraklarda çalışanlar. Köle olmayan <strong>ve</strong> hukuki<br />

olarak tanınan bu ikinci grup kişiler<br />

topraklarında kiracıydı. Osmanlı’daki tımar<br />

benzeri bu toprak sahipleri, yarı-özgür ya da<br />

“bağımlı” olarak yaşayan kişilerdi. Özel<br />

mülkiyet <strong>ve</strong> serbest ticaretin var olduğu Babil<br />

ülkesinde, Ortadoğu toplumlarının klasik<br />

hükümdar - tebaa ilişkisine dayanan<br />

vatandaşlık düzeninden oldukça farklı bir yapı<br />

olduğu görülmektedir. Modern anlamda<br />

medeni hukuku <strong>ve</strong> kişi hukukunu da içeren bu<br />

yasal metinler, kadın-erkek ilişkilerini <strong>ve</strong><br />

toplumsal hayatı oldukça rasyonel <strong>ve</strong> çağdaş<br />

bir çerçe<strong>ve</strong>de değerlendirmiştir. Örneğin, bu<br />

hukuk sistemi evlilikte tek eşlilik esasını kabul<br />

etmiş, istisnalarını da geçerli sebeplere<br />

bağlamıştır. Erkeğe ancak çocuğu olmadığı<br />

Adalet Tanrısı Şamas takdirde nikahsız bir eş<br />

<strong>ve</strong>ya yardımcı kadın seçme hakkı tanımıştır.<br />

Yine murisin terekesinin eşit paylaşımı, kadının<br />

kendi medeni haklarını savunması, kocasından<br />

kalan mirası yönetme gibi günümüzdekine çok<br />

benzer normlar getirmiştir. Bu hukuki<br />

kuralların müeyyidesi ise diyet <strong>ve</strong> kısas<br />

ilkelerine dayanmaktaydı. İslam fıkhında da<br />

önemli bir yeri olan bu kurallar; hür olmayan<br />

suçlular için “göze göz, dişe diş” esasına göre<br />

tatbik edilirken, asil-özgür- insanlar için maddi<br />

bir tazminat ödetmek şeklinde<br />

uygulanmaktaydı. Ayrıca suçlara getirilen<br />

cezalar da oldukça ağırdı: Kırbaçlama, dilin<br />

koparılması, el kesme, ölüm cezası vb.<br />

“Adalet” anlayışını kurumlaştıran <strong>ve</strong><br />

sistematize eden bu ilk yazılı kanunlar,<br />

kendisinden sonraki hukuk sistemlerini <strong>ve</strong><br />

yönetim biçimlerini de önemli ölçüde<br />

etkilemiştir. Asurlular, tarih sahnesine<br />

çıktıkları MÖ 2000 yıllarından MÖ I. bin yılın ilk<br />

yarısına kadar Asur şehri <strong>ve</strong> çevresinde kurulu<br />

küçük bir devlet iken, bu tarihten itibaren<br />

genişlemeye başlamış <strong>ve</strong> Mezopotamya, Elam,<br />

Suriye <strong>ve</strong> bir süre Mısır’ı da içine alan büyük<br />

bir imparatorluk halini almıştır. “Fethedilmiş<br />

toprakların illere bölünerek <strong>ve</strong> merkezi idare<br />

tarafından atanmış valilerin yönetimine<br />

<strong>ve</strong>rilerek sürekli denetim altında tutulur<br />

olması ile”, Asur devletinin doğası değişmeye<br />

başlamıştır. Demir Çağı’nda askeri <strong>ve</strong> siyasal<br />

varlığı ile Mezopotamya’da siyasal birliği<br />

sağlayan Asurlular, Ortadoğu’nun siyasal <strong>ve</strong><br />

idari yapılanmasında çok ö- nemli gelişmelere<br />

sebep olmuşlardır. Örneğin, Anadolu <strong>ve</strong> Mısır<br />

uygarlığı ile yakın temaslar kurmuş, Yunan<br />

kültürü ile bağlantıya geçmiş <strong>ve</strong> Yunan<br />

Uygarlığı’nda “Orientalisan” çağın doğmasına<br />

sebep olmuşlardır. Asurlular, bir köprü vazifesi<br />

görerek, doğuyu batıya taşıyan ilk kültür<br />

emperyalisti devlet olmuştur. Anadolu<br />

ticaretinde de, daha devlet kurmadan “Asurlu<br />

Tüccarlar” potansiyelini oluşturarak, devletin<br />

korunmasındaki dış ticaret sistemini<br />

kurmuşlardır. “Kapadokya Tüccarları” adı<br />

<strong>ve</strong>rilen bu tüccarlar çivi yazısını da Anadolu'ya<br />

öğreterek, Anadolu'da tarih devirlerini<br />

başlamasına sebep olmuşlardır. Asurlular,<br />

siyasal anlayışlarında <strong>ve</strong> devlet<br />

yönetimlerinde, kültürel mirasçıları oldukları<br />

Sümerlerden farklılık göstermekteydi. Her<br />

ikisinin de savaşçı karaktere sahip olan<br />

hükümdarları, Sümerlerde dinsel sisteme göre,<br />

Asurlulur’da ise kişisel isteklerine göre devlet<br />

yönetmişlerdir. Fethettikleri ülkelerde<br />

Sümerler barışçı niyetlerle, Asurlular ise<br />

savaşçı, hırçın <strong>ve</strong> acımasız davranışlarla kendi<br />

isteklerini kabul ettirmişlerdir. Ayrıca Asur<br />

14


ülkesinde merkezi otoritenin yönetime tam<br />

anlamı ile sahip olduğu da anlaşılmaktadır.<br />

Asur tarihinde siyasal hüviyeti pekiştiren en<br />

önemli olgu ise, MÖ. XIV. yy.dan beri geçerli<br />

olan geleneksel hukuki esasların8 MÖ.1100<br />

yıllarında bir hukuk kitabı halinde<br />

toplanmasıdır. Bu hukuki ilkeler genellikle töre<br />

kaynaklıdır. Devletin Doğduğu Yer: Antik Çağ<br />

Ortadoğu’sunda İdari Hayat.<br />

Eski Ortadoğu’da İdari<br />

Hayat: Mısır Ve<br />

Mezopotamya<br />

Karşılaştırması Kent-Devlet<br />

ile Merkezi Devlet Farkı<br />

Nasıl Mısır uygarlığı Nil<br />

nehrinin varlığı ile<br />

şekillenmişse,<br />

Mezopotamya da Dicle <strong>ve</strong><br />

Fırat nehirlerinin suladığı<br />

toprakların ürünü olan bir<br />

medeniyettir. Coğrafya <strong>ve</strong><br />

tarih birliği yapan bu iki<br />

medeniyet merkezindeki<br />

sosyo-kültürel hayatın<br />

doğuşu ile kurumsal <strong>ve</strong><br />

yönetimsel gelişme de<br />

önemli ölçüde bu nehirlere<br />

bağlı olarak; nehir kaynaklı<br />

sulama projelerinin merkezi<br />

kontrol ihtiyacından<br />

doğmuştur. Hayatın<br />

sulamaya bağlı olduğu,<br />

ancak dünyanın geri kalan<br />

bölümünün aksine, çoktan<br />

kentleşmiş bu tarım<br />

toplumlarında sulamalı<br />

tarımın<br />

güçlüğü<br />

merkezileşmiş bir iktidarı<br />

gerekli kılmaktaydı. Sulama<br />

kanallarının inşası ile<br />

bentlerin <strong>ve</strong> teraslama sisteminin<br />

düzenlenmesi, buralarda güçlü bir merkezi<br />

iradeyi <strong>ve</strong> onun yansıması olacak olan “devlet”<br />

olgusunu doğurmuştu. Fakat iktidarın dini<br />

temerküzünde <strong>ve</strong> siyasal örgütlenmede bu iki<br />

medeniyet havzası arasında önemli farklılıklar<br />

vardı. Örneğin, Mısır’daki katı merkeziyetçi<br />

üniter devlet yapısına karşılık, Mezopotamya<br />

birbirine rakip küçük <strong>ve</strong> bağımsız kentdevletler<br />

şeklinde örgütlenmişti. MÖ<br />

3000’lerde Sümerlerle başlayan bu kent<br />

Babilli Asker<br />

medeniyetleri, hiyerarşize olmuş klan benzeri<br />

bir topluluğun, bütünlük <strong>ve</strong> hemen hemen<br />

tam özerklik sergileyen idari, siyasi <strong>ve</strong> sosyoekonomik<br />

birimleri görünümündeydi. Kendine<br />

özgü özellikleri bulunan <strong>ve</strong> belirli bir mekanda<br />

yoğunlaşmış bu süreksiz <strong>ve</strong> siyasal birlikten<br />

yoksun devletlerin doğuşu aynı zamanda,<br />

kentlerin evrimi ile de yakından ilintilidir. IV.<br />

bin yıl boyunca<br />

Mezopotamya’nın<br />

köyleri yavaş yavaş<br />

kentlere dönüşmeye<br />

başlamıştı. Sümer<br />

olarak andığımız Ural-<br />

Altayilerin Gü- ney<br />

Mezopotamya’ya<br />

akışı da bu süreci<br />

hızlandırmıştı. Ancak<br />

kentleşme salt<br />

nüfusta<br />

kalabalıklaşma<br />

anlamına gelmiyordu.<br />

Kent olma olgusunda<br />

ön plana çıkan, daha<br />

çok toplumsal<br />

yapıdaki hiyerarşik<br />

ayrışmaydı.<br />

Kentleşme süreci<br />

çeşitli sosyal sınıfların,<br />

düzenli ordu <strong>ve</strong><br />

rahipler sınıfının<br />

ortaya çıkmasıyla<br />

beslendi <strong>ve</strong> ilk kent<br />

devletlerini<br />

tapınakların rahipleri<br />

yönetti. Nitekim<br />

Ortadoğu’nun ilk<br />

yerleşim yerleri olan<br />

bu kentlerin doğuşu<br />

da<br />

sadece<br />

Mezopotamya siyasal uygarlığının kökenini<br />

değil, aynı zamanda çağdaş dünyanın <strong>ve</strong><br />

siyasal düşünümün de sosyolojik miladını<br />

oluşturmaktadır. Mezopotamya’daki kentdevlet<br />

şeklindeki siyasal parçacılığın <strong>ve</strong><br />

istikrarsızlık, büyük ölçüde coğrafi şartlardan<br />

kaynaklanmaktaydı. Mezopotamya’nın bütün<br />

rüzgarlara açık bir geçiş bölgesi olması, sık sık<br />

Arabistan <strong>ve</strong> Suriye bozkırlarından dalgalar<br />

halinde göçen göçebe Samîlerin <strong>ve</strong> diğer<br />

savaşçı step halklarının istilalarına maruz<br />

15


kalmasına neden olmaktaydı. Bu da bölgedeki<br />

siyasal birliğin sağlanmasında büyük bir engel<br />

teşkil etmekteydi. Nil Havzasındaki siyasal<br />

birliğin <strong>ve</strong> bir bakıma üstün uygarlığın varoluşu<br />

da yine coğrafi nedenlere dayandı. Mısır <strong>ve</strong><br />

Mezopotamya’ın teokratik tandanslı devlet<br />

kurumları arasındaki temel farklılık ise, bu<br />

kutsal devlet = kutsal yönetici düzlemindeki<br />

tanrı süjesinin algılanış farklılığı idi. Mısır<br />

Firavunları, Ra’nın oğlu olarak Tanrı’nın<br />

kendisiydi: Sosyal varlığın <strong>ve</strong> iktidarın tek<br />

kaynağı olarak doğuştan Tanrı kabul edilirlerdi.<br />

Kent devletleri <strong>ve</strong>ya sayıca az olarak geniş<br />

imparatorluklar şeklinde örgütlenen<br />

Mezopotamya halkları ise, Mısır’daki gibi bir<br />

Tanrı-Kral otoritesini tanımamışlardır. Onlara<br />

göre toprağın, insanın <strong>ve</strong> malların mutlak<br />

efendisi Tanrıdır; kral ise sadece onun naibidir.<br />

Bu inanış da M.S. 18. yüzyıldan itibaren<br />

anlamını bulan “laik devlet anlayışı” <strong>ve</strong> bu fikri<br />

realize edecek dini-siyasi erk ayrımı için<br />

tarihsel bir örnek olarak önemlidir. rılabilir.<br />

Mısır Medeniyetinde Nil akarsuyunu<br />

çevreleyen geniş <strong>ve</strong> kolay geçit <strong>ve</strong>rmeyen çöl<br />

bölgesi, yabancı güçlerin <strong>ve</strong> özellikle de<br />

göçebe halkların Nil’i ele geçirmelerini<br />

zorlaştırmakta, dolayısıyla da bölgede siyasal<br />

birliğin sürdürülmesini kolaylaştırmaktaydı.<br />

Mezopotamya’da siyasal bütünleşmeyi<br />

güçleştiren bir diğer etken de bölgenin<br />

stratejik karakterini <strong>ve</strong> gücünü yansıtan “suyu<br />

denetim altında bulundurma <strong>ve</strong> paylaşma”<br />

isteğidir. Aşağı <strong>ve</strong> Yukarı Mezopotamya’da<br />

toplumsal yapılanmanın dolayısı ile de tarihin<br />

belirleyicisi su <strong>ve</strong> suyun paylaşımıdır.<br />

Mezopotamya’da geniş imparatorlukların <strong>ve</strong><br />

birleştirici bir iktidarın ortaya çıkmasını iki bin<br />

yıl boyunca engelleyen iki önemli engel daha<br />

vardı: Sürekli ordu beslemenin <strong>ve</strong> uzaktaki<br />

toprakların yöneticileriyle kısa yoldan<br />

haberleşmenin imkansız olması; <strong>ve</strong> devletlerin<br />

askeri güce dayanıyor olması nedeniyle,<br />

kaybedilen savaşlar sonunda merkezi iktidarın<br />

otoritesinin, yenilginin şokuyla hemen ortadan<br />

kalkmasıdır. Hiyerokratik Yönetim<br />

Tarzlarındaki Kral Anlayışı Farklılığı Antikçağ’da<br />

Ortadoğu’da kurulan bütün monarşilerin<br />

temel karakteristiği, hiyerokratik özelliklere<br />

sahip olmalarıdır. Devlete bu kutsiyeti atfeden<br />

genel inanış ise “devletin, tanrının evrensel<br />

sisteminin yeryüzündeki örneği olduğu”<br />

düşüncesi” idi. “Tanrılar gökyüzünü nasıl<br />

yönetiyorsa, devlet de yeryüzünü öyle<br />

yönetmelidir” anlayışı, bölgedeki teokratik<br />

siyasi <strong>ve</strong> idari yapının psikolojik meşruiyet<br />

kaynağını teşkil etmekteydi. Bu mitik <strong>ve</strong> aynı<br />

zamanda dini ideolojiyi de yansıtan<br />

kutsaldevlet inanışı da, temelde yönetici kralın<br />

iktidarını <strong>ve</strong> otoritesini mutlak kılıyor <strong>ve</strong> de<br />

pekiştiriyordu. Çünkü devletin <strong>ve</strong> bunun kutsal<br />

yöneticilerinin arkasında tanrılar vardı <strong>ve</strong><br />

onlarla savaşmak tanrılarla savaşmak anlamına<br />

gelecekti. Bununla da “Tanrısal Düzen”le<br />

savaşma korkusu <strong>ve</strong> bunun imkansız olduğu<br />

düşüncesi yaratılmak isteniyordu. Bir başka<br />

deyişle, “bu ideolojik mit, iktidarın kimin<br />

elinde olduğunun, kimlerle korunduğunun <strong>ve</strong><br />

de iktidarın kimler üzerinde kurulduğunun en<br />

açık betimlemesidir”. Devletin Doğduğu Yer:<br />

Antik Çağ Ortadoğusu’nda İdari Hayat 31 Kent<br />

tanrılarının temsilcisi sıfatıyla sitelerin başında<br />

bulunan Mezopotamya kralları “Lûgal (büyük<br />

adam)”, “En (Han) “ gibi unvanlarının yanında<br />

“Patesi” lakabını da taşırlardı. Bu unvan “ata<br />

rahip” anlamına gelmekteydi ki, bu yönetici<br />

kralın ilahi yapısına da vurgu yapmaktaydı.<br />

Buna karşın Lûgal’ler her ne kadar tanrısalilahi<br />

vasıflar taşısalar da pek azı kendini Tanrı<br />

ilan etmiştir. Bu nedenle Mezopotamya<br />

krallarının otoritesi, hiçbir zaman firavununki<br />

kadar sınırsız olmamıştır. Mezopotamya’daki<br />

bu Tanrı/kral ayrışımı her ne kadar teoride yer<br />

etse de; pratikte lugallerin bir takım kozmik<br />

güçlere sahip olduğu inancını <strong>ve</strong> onların tek<br />

yasa kaynağı olmaları gerçeğini ortadan<br />

kaldırmamaktaydı. Öyle ki; Babil’in ünlü<br />

Hükümdarı Hammurabi, ilk yazılı anayasa<br />

olarak bilinen “Hammurabi Kanunları”nı<br />

kendisi hazırlamış olmasına rağmen,<br />

uyrukların bu yasalara uymalarını sağlamak<br />

için, kanunların kutsallığını gösteren <strong>ve</strong><br />

kendisine bu kanunları yazdırttığını söylediği<br />

Güneş Tanrı’ya saygısını sembolize eden bir<br />

anıt-kule yaptırtmıştı. Yine Hammurabi,<br />

kanunlarını tanrılara dayandırıp yasalara<br />

uymayanların tanrıların gazabına uğrayacağını<br />

ekleyerek yargılarına ilahi bir içerik <strong>ve</strong> temel<br />

kazandırmaya çalışmıştır. Mitik Dini Hayat <strong>ve</strong><br />

Tanrılar Panteonu Mezopotamya’da yerleşik<br />

<strong>ve</strong> tarımcı halkların dinleri dört önemli özellik<br />

göstermekteydi: Güneşe tapma, ölüme karşı<br />

aşırı bir ilgi, çok-tanrılılıktan, tek-tanrılılığa<br />

doğru yavaş bir evrim, <strong>ve</strong> “ruhlar dünyası” ya<br />

da “yüce kat” kavramı. Totolojik, sabit <strong>ve</strong><br />

16


mutlak bir düşünme tarzına sahip olan Mısır <strong>ve</strong><br />

Mezopotamya toplumlarının inanç <strong>ve</strong> mitolojik<br />

dünyalarının benzerliği, Tanrı telakkisinde<br />

görülür. Tanrı telakkisi, kutsal devlet <strong>ve</strong> otorite<br />

anlayışı, kadim örf, mülksüzlük <strong>ve</strong> savaşçılığa<br />

dayalı üretim tarzı birbiriyle bağlantılı <strong>ve</strong><br />

birbirini besleyen faktörler olarak<br />

Mezopotamya-Akdeniz havzasının tarihsel<br />

düzenini oluşturmuşlardır. Tanrı telakkisi<br />

aslında Mezopotamya kavimlerinin dünyevi <strong>ve</strong><br />

uhrevi düşünce <strong>ve</strong> pratiklerinin yansımasıdır.<br />

Bu düzenin içindeki insan öznesi ise; belirgin<br />

<strong>ve</strong> etkin değildir. Bir diğer ortak özellikleri de<br />

tanrıların yerelliğidir. Örneğin “Sümer<br />

mabutlarından kimi göklere, kimi yerlere kimi<br />

de havalara hakimdir. Kimi de insanların<br />

muhtelif faaliyetlerinin hami <strong>ve</strong> müdafii,<br />

nebatlara bolluk <strong>ve</strong>ren, hayvanlarda tenasülü<br />

arttıran, insanlara hayat nefhası üfüren,<br />

krallara saltanat esası <strong>ve</strong> kudreti ihsan eden,<br />

sanatkarlara <strong>ve</strong> bilhassa demircilere ilham <strong>ve</strong><br />

kuv<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong>ren, doğru ile yanlışı ayıran, hukuk <strong>ve</strong><br />

adalet işlerine nezaret eden hep ayrı ayrı<br />

tanrılardı”. Ancak, Mezopotamya kentdevletlerinin<br />

her birinin yerel bir tanrısı<br />

örneğin Naramsin Bu dönemlerde ortaya çıkan<br />

Yahudi <strong>ve</strong> sonra gelen Hristiyan tek-tanrılı<br />

dinlerinde de benzer kavramlara<br />

rastlanmaktadır. Bu tanrılar insan gövdesi <strong>ve</strong><br />

yüzü taşımaktaydılar; halbuki Mısır tanrıları<br />

çoğunlukla hayvanlardan oluşuyordu <strong>ve</strong>ya<br />

hayvan görünümündeydi. Ayrıca ağaç <strong>ve</strong>ya<br />

yıldırım gibi evrensel güçlerin simgelediği<br />

tanrılara da inanılırdı. Bu tanrılar her ne kadar<br />

canlı bir varlık gibi tasvir edilseler de; onlar<br />

tam bir mutlak güce sahiptiler <strong>ve</strong><br />

ölümsüzdüler. Mezopotamya-Akdeniz<br />

havzasında bilinen tarih içerisinde, yani beş<br />

bin yıl boyunca farklı kavimler <strong>ve</strong> imparatorluk<br />

düzenleri olsa dahi “inanılan tanrı”ların<br />

benzerliği <strong>ve</strong> o tanrılarla insanların ilişkisinin<br />

“değişmemesi” söz konusudur. Bölgedeki<br />

“Tanrılar” panteonunda Gök, yer, yeraltı,<br />

bereket, aşk, savaş, iyilik-kötülük vb.<br />

fonksiyonlarıyla özdeş tanrılar varolmuştur. Bu<br />

Tanrıların bir kısmı insanın ulaşamayacağı <strong>ve</strong><br />

çözümleyemediği Güneş, Ay <strong>ve</strong> yıldızlar gibi<br />

doğa güçleridir. Bir kısmı ise insanların hayatını<br />

yönlendiren, daha somut ilişkilere müdahale<br />

eden “insan-tanrılar” yani hükümdarlardır.<br />

İkinciler mutlaka birincilerden referans alan <strong>ve</strong><br />

onlarla “akraba” olan yani normal insanlardan<br />

üstün <strong>ve</strong> ayrıcalıklı varlıklardır. Iran-Sümer-<br />

Babil-Akad geleneğinde Tanrı-kral, eski<br />

Mısır'da Tanrının (Güneşin) oğlu kral <strong>ve</strong><br />

Roma'da ölen imparatorun Tanrılaştırılması<br />

(August) söz konusu olmuştur. Bu tanrılar<br />

içinde ilk genelleşen ise Mısır’ın Güneş Tanrısı<br />

“Ra” olmuştur. Mezopotamya’da ise hiyerarşik<br />

<strong>ve</strong> kodlanmış bir tanrılar listesi (gerçek bir<br />

panteon) ancak daha sonraları, Akkad<br />

Çağı’nda ortaya çıkacaktır. Bu listenin<br />

sistematik hale getirilmesi ise “Kassit”<br />

dönemini bekleyecektir. Mezopotamyalıların,<br />

tanrılarına ibadet ettikleri, hediyeler<br />

sundukları çok katlı tapınaklarına da Ziggurat<br />

denirdi. Bu zigguratlardan en ünlüsü de Babil<br />

Kulesi olarak bilinen Babil Zigguratı’dır. Devlet<br />

Formasyonunda Dinin Rolü Mezopotamya’nın<br />

el<strong>ve</strong>rişli toprakları, açık olan topografyası <strong>ve</strong><br />

kıtalar arası göç yolları üzerinde konuşlanmış<br />

olması, bölgeyi bir cazibe merkezi haline<br />

getirmekteydi. Bu nedenle bölge sık sık<br />

istilalara uğramaktaydı ki, bu da bölgedeki<br />

istikrarsız <strong>ve</strong> parçalı siyasal yapının temel<br />

sebebidir. Öte yandan coğrafi açıdan el<strong>ve</strong>rişli<br />

olup, aralarında dağ yada diğer doğal engeller<br />

bulunmamasına rağmen, kent-devletleri<br />

arasında bir siyasal birliğin bulunmayışı, bunun<br />

sebebinin farklı alanlarda aranmasını<br />

gerektirmekteydi. Fustel de Coulanges, bu<br />

sonuçta inançların, özellikle de dinsel<br />

inançların önemine dikkati çeker. Ona göre,<br />

kentler arasında aşılması dağlardan daha güç.<br />

Örneğin Akkadlıların tanrısı Enlil, Larsa<br />

kentinin tanrısı Şamas, Asurluların Tanrısı<br />

Asur, Sümerlilerin Tanrısı da Ana Gök-Tanrı idi.<br />

MÖ.2350-2150, MÖ 1550-1150 Devletin<br />

Doğduğu Yer: Antik Çağ Ortadoğu’sunda İdari<br />

Hayatta bir engel vardı, bu da dindi. Her kentin<br />

diğerlerini yabancı olarak görmesine neden<br />

olan kendine özgü kutsallığı, tanrıları <strong>ve</strong><br />

tapınışlarıydı. Mezopotamya’daki yerel kenttanrıları<br />

da Eski Yunan polis devletlerinde<br />

olduğu gibi, birbirine rakip, küçük, bağımsız,<br />

siyasal birliğe yanaşmayan <strong>ve</strong> sürekli savaş<br />

halinde olan kent devletlerin temel varlık<br />

sebebiydi. Yine Eski Mezopotamya’da bu<br />

dönemde merkezi bir otoritenin<br />

bulunmayışına rağmen, çağdaşı olan <strong>ve</strong> aynı<br />

medeniyet çevresinde yer aldığı Mısır’da ise<br />

tam aksine; katı merkeziyetçi üniter bir devlet<br />

yapısı mevcuttu. Bu durum, salt Mısır’ın<br />

coğrafi el<strong>ve</strong>rişsizliği ile açıklanamaz.<br />

17


Mezopotamya <strong>ve</strong> Mısır devletleri arasındaki<br />

bu idari, toplumsal <strong>ve</strong> politik farklılığın temeli<br />

de yine tanıdık bir olgu idi: Din. Çok tanrılı bir<br />

dinsel panteonu bulunan Mezopotamya kentdevletleri,<br />

yerel tanrıları ile özdeşleşmişlerdi.<br />

Halbuki Mısır’da tek tanrılı bir dini hayat vardı.<br />

Uhrevi hayat Güneş tanrısı Ra’nın oğlu, Mısır<br />

hükümdarlarının (Firavun) vücudunda hayat<br />

bulmuştu. Bu savı, Tek-Tanrılı Dinsel Hayat<br />

Üniter Devlet (Siyasal Birlik) Çok-Tanrılı Dinsel<br />

Hayat Parçalı Devlet (Merkezi Otoritenin<br />

Bulunmadığı Kent-Devlet, Polis Devleti)<br />

şeklinde formüle etmek mümkündür. Mısır’da<br />

olduğu gibi tek tanrılı dinler, üniter devletlerin<br />

kurulmasına düşünsel <strong>ve</strong> sosyal bir zemin<br />

yaratırken, yerel karakterli <strong>ve</strong> çatışan<br />

tanrılardan oluşan bir dini hayatın egemen<br />

olduğu Mezopotamya gibi ülkelerde de bu<br />

dinsel ahengin olmayışı bu bölgelerde istikrarlı<br />

bir siyasal birliğin kurulmasını<br />

zorlaştırmaktadır. Tanrı düşüncesi ile birlikte,<br />

kutsal devlet <strong>ve</strong> otorite anlayışı, kadim örf,<br />

mülk tanrı yaklaşımı <strong>ve</strong> savaşçılığa dayalı<br />

üretim tarzı, birbirleriyle bağlantılı <strong>ve</strong> birbirini<br />

besleyen faktörler olarak Mezopotamya-<br />

Akdeniz havzasının tarihsel düzenini oluştururlar.<br />

Bu düzenin içinde ise birey yoktur.<br />

Çünkü kolektif akıl -tanrı otoritesi- <strong>ve</strong> bunun<br />

somut karşılığı olarak da Devlet, öznel aklı<br />

sindirmiş <strong>ve</strong> buna karşı çıkmayı <strong>ve</strong> savaşmayı<br />

da tanrısal düzenle savaşma anlamına geleceği<br />

için yadsımıştır. Olaylara bu denli mitik içerikli<br />

dini yaklaşım ise; teokratik kökenli bir yönetsel<br />

örgütlenmeyi de realize etmişti. Aşağı<br />

Mezopotamya’da yönetim seçkinleri katmanı,<br />

klan tipi bir toplumsal yapıda yüksek konum<br />

sahibi büyük ailelerin içinden çıkmıştır <strong>ve</strong> bu<br />

klan tipi yapıda yüksek katmanlar topluluğun<br />

geri kalanı üzerinde politik <strong>ve</strong> dinsel<br />

egemenliği öncelikle ellerine geçirmişlerdir.<br />

Ortadoğu’da İki Kral Profili: “Lûgal” <strong>ve</strong><br />

“Firavun” Mezopotamya’nın kent-devletleri<br />

“Lûgal”, bazen de “En”, “Ensi” <strong>ve</strong>ya “Patesi”<br />

unvanlı krallar tarafından yönetilirlerdi. Bu<br />

unvanlardan Ensi <strong>ve</strong> Patesi, aynı güce karşın<br />

hiçbir zaman Mezopotamya kralları,<br />

tanrısallaştırılan Mısır Firavunları kadar geniş<br />

<strong>ve</strong> sınırsız bir otoriteye sahip olamamışlardır.<br />

Ayrıca, firavunların tek bir nehirden beslenen<br />

birleşmiş bir ülkeyi yönetmeleri de diğer bir ö-<br />

nemli faktör durumundadır. Nil'in mükemmel<br />

ulaşım olanakları Mısır'ın tek bir yönetim<br />

altında kalmasını kolaylaştırıyordu. Nil'in iki<br />

ucunu tutan bir kral ülkeyi istediği gibi<br />

yönetebiliyordu. Batıdaki Libya çölü ile<br />

kuzeydoğudaki Sina dağları ise ülkenin doğal<br />

barikatlarıydı. Oysa Mezopotamya hem iki<br />

nehirle parçalanmış bir coğrafyada, hem de<br />

kıtalararası göç yolları üzerinde<br />

bulunmaktaydı. Bu olgu da, Mezopotamya’nın<br />

parçalı bir siyasi <strong>ve</strong> idari yapıya sahip<br />

olmasının nedeniydi, <strong>ve</strong> Mezopotamya kentdevletlerini<br />

sürekli olarak barbar kavimlerin<br />

saldırıları ile uğraşmak zorunda bırakıyordu.<br />

Manda dini bir anlam da içermekteydi. Siyasal<br />

<strong>ve</strong> sosyal statülerle unvanların Mezopotamya<br />

devlet yapısında bu denli çok oluşu ise<br />

Lûgal’lerin dini <strong>ve</strong> politik güçleri kendilerinde<br />

toplamalarından kaynaklanmaktadır. Ensi -Baş<br />

Rahip- unvanı gereği dini ayinleri yöneten <strong>ve</strong><br />

tanrılara hediyeler sunan Krallar; Lûgal -Büyük<br />

Adamunvanı ile de siyasi otoritenin başıydılar.<br />

Yöneticilerin bu teokratik açılımları, yönetim<br />

merkezinin de dini hayatın merkezi olan<br />

tapınaklara taşınmasına neden olmuştur.<br />

Kralların yaşadığı yer <strong>ve</strong> Tanrıların evi sayılan<br />

tapınakların çokluğu <strong>ve</strong> taşıdıkları önem,<br />

Mezopotamya kentlerine büyük dini bir<br />

metropol kimliği kazandırmıştı. Hatta bu<br />

kentler; içinde tanrının ikametgahını, çoğu kez<br />

özdeşleştiği tapınağı bulundurması için<br />

kurulmuştu. Tapınaklar bu yüzden kentin<br />

merkezinde yükselmekte, kentin merkezi<br />

sayılmaktaydılar. Tapınaklar, kentdevletlerinin<br />

siyasi <strong>ve</strong> ekonomik merkezleri<br />

olarak, kentin tüm yaşamını yönetmekteydi.<br />

Tarihin ilk toprak sahipleri olan bu tapınaklar,<br />

aynı zamanda devletin ta kendisi sıfatıyla<br />

ellerindeki işgücünü kullanmakta, araziyi<br />

değerlendirmekte, sulama altyapısının<br />

bakımını sağlamakta, siteleri surlarla<br />

donatmakta <strong>ve</strong> askeri gücü devşirmekteydi.<br />

Çok fonksiyonlu bu kurumların her biri, bir<br />

rahip tarafından yönetilmekte, bütün<br />

tapınaklarda kent hükümdarlarının yönetiminde<br />

bulunan kent-tanrısına adanmış ana<br />

tapınağın denetimindeydi. Hükümdarlar da<br />

kent-tanrısının temsilcisi sıfatıyla sitelerin<br />

başında bulunmaktaydılar. Bu dini yapılara<br />

yüklemlenen iktisadi <strong>ve</strong> siyasi roller, temelde<br />

monarkın idari, hukuki <strong>ve</strong> iktisadi otoritesinin<br />

somutlaştığı <strong>ve</strong> tekelleştiği yerler olarak<br />

iktidarı -<strong>ve</strong> onun maddi gücünün kaynağı olan<br />

ekonomiyi- şahsına münhasır kılma<br />

18


düşüncesinin birer ifadeleriydiler. Bir başka<br />

deyişle, tapınaklar siyasi <strong>ve</strong> ekonomik<br />

meşruiyetin kaynağı olma gibi önemli bir işlevi<br />

bulunmaktaydı. Ayrıca, bu dini merkezler<br />

büyük çiftlikler gibi faaliyet göstermekte <strong>ve</strong><br />

yerel hanedanların oluşturduğu lûgaller, aynı<br />

zamanda tanrıların evlerini de çekip<br />

çevirdikleri için yönetimi ellerinde<br />

bulundurmaktaydılar. Devletin Doğduğu Yer:<br />

Antik Çağ Ortadoğusu’nda İdari Hayat Yazılı<br />

Bürokratik Devlet MÖ 3500’lü yıllarda<br />

Sümer’lerin 150’si hece ses değeri taşıyan,<br />

diğerleri ise ideogram14 <strong>ve</strong>ya logogram15<br />

işlevlerini koruyan, yaklaşık 600 işaretten<br />

yararlanarak buldukları “çivi yazısı”, tarih <strong>ve</strong><br />

medeniyet adına Ortadoğu’nun dünyaya<br />

yaptığı en büyük katkıdır. Eski<br />

Mezopotamya’da ortaya çıkan ilkyazı sistemi,<br />

her ne kadar bir alfabe niteliği taşımasa da,<br />

yazılı uygarlığın miladı olması nedeniyle bir<br />

devrimdir. Piktokrafik yazı olarak adlandırılan<br />

bu yazı sistemi, muhasebe kayıtları, tayin <strong>ve</strong><br />

erzak dağıtımı gibi somut ihtiyaçlara cevap<br />

<strong>ve</strong>rmek üzere ortaya çıkmıştı. MÖ 3000 yılına<br />

yaklaşırken, bölgenin bir diğer kültür çanağı<br />

olan Mısır’da da üç bin yıl kullanılacak olan,<br />

hiyeroglif işaretlerine dayalı bir yazı sisteminin<br />

temelleri atılmıştı. Eski Mısır’ın hiyeroglif yazısı<br />

16 <strong>ve</strong> Mezopotamya halklarına özgü çivi yazısı<br />

tam bir alfabe niteliği taşımamakla birlikte,<br />

toplumsal <strong>ve</strong> kültürel yapıda çok önemli <strong>ve</strong><br />

köklü değişimlere neden olmuştur. Bireysel <strong>ve</strong><br />

kurumsal ilişkilerin niteliğini <strong>ve</strong> niceliğini de<br />

dönüşüme uğratmıştır. Yazının icadı ile birlikte<br />

düşünsel <strong>ve</strong> sosyal süreçlerin kayıt altına<br />

alınması ger- çekleşmiştir. Bir başka deyişle,<br />

yazı, yönetsel hayatı sistematize etme aracı<br />

olarak kullanılmaya başlanmıştır. Monarşik<br />

sistemlerde kralın kişisel mülkü sayılan ülke<br />

topraklarından hasat edilen, ambara konan<br />

<strong>ve</strong>ya önceden ayrılan ürünlere ilişkin bilgilerin<br />

saray arşivlerinde kayıtlı tutulması <strong>ve</strong><br />

uyrukların durumlarının belirlenmesi<br />

gerekliliği, yazının idari yaşama dahil olmasına<br />

neden olmuştur. Bu gereklilik de günü gününe<br />

kayıt tutan önemli bir yazıcılar bürokrasisinin<br />

ortaya çıkmasına neden olmuştur. Öyle ki<br />

Mezopotamya’da diplomatik <strong>ve</strong> ticari<br />

yazışmaları yapmak üzere ustalaşmış katipler<br />

sınıfı ortaya çıkmıştır. Bu yazıcılar bürokrasisi,<br />

söz konusu işlevlerinden dolayı da zamanla<br />

toplumda giderek artan bir etkiye sahip olmuş-<br />

lardır. Nitekim bu etki merkezi olmaya<br />

başlamaları, günümüze kadar sürecek olan<br />

iktidar-bürokrat çatışmasının da tarihi <strong>ve</strong><br />

sosyolojik kökenlerini atmıştır. Sınıfsal bir<br />

çatışma olmaktan ziyade güç <strong>ve</strong> otoritenin<br />

tekelde tutulmasına yönelik bu egemenlik<br />

çatışması, temelde başlangıcını Mezopotamya<br />

kent-devletlerinde görülen siyasal aktörler <strong>ve</strong><br />

etki merkezleri arasındaki mücadelenin bir<br />

öyküsüdür. Ayrıca, sulama kanallarının inşası,<br />

bentlerin <strong>ve</strong> teraslama sisteminin<br />

düzenlenmesi gibi işler, güçlü bir merkezi<br />

idareyle mümkün olmuş; bunun sonucunda da<br />

rahiplerden oluşan etkili <strong>ve</strong> profesyonel bir<br />

bürokrasi sınıfı oluşmuştur. Bürokratik<br />

yapılaşma daha sonra da çeşitlenerek<br />

artmıştır. Mısır’da olduğu gibi<br />

Mezopotamya’da da hükümdarın etrafında<br />

onun özel hizmetiyle uğraşan hizmetkarlar<br />

sınıfı 14 Nesne işaret 15 somut <strong>ve</strong>ya soyut bir<br />

gerçekliği temsil eden işaret 16 Daha sonra<br />

hiyeratik-hiyeroglif- yazısına dönüşmüştür.<br />

Bunun dışında da devlet işlerini yürüten<br />

bakanlar, üst düzey yönetici rahipler, yerel<br />

elitler <strong>ve</strong> memurlardan oluşan yönetici bir<br />

kadro vardı. Saray <strong>ve</strong> taşrada görev yapan<br />

kalabalık yazıcı toplulukları da, bu üst düzey<br />

bürokratlara bağlı olarak çalışmaktaydılar. Bu<br />

yazıcı memurların asli görevleri, uyrukların<br />

durumlarını <strong>ve</strong> sahip olunan beşeri <strong>ve</strong> maddi<br />

kaynakları kayıt altına almaktı. Bu memurlar,<br />

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde<br />

ortaya çıkan “mültezimlerin” yaptığı gibi<br />

<strong>ve</strong>rgilerin tahakkuku <strong>ve</strong> tahsilatı işlerini<br />

yapmak, hayvanların sayımını yapmak gibi<br />

iktisadi <strong>ve</strong> siyasi vazifelerle yüklemlenmiş<br />

memurlardı. Tarıma Dayalı Vergilendirme<br />

Sistemi <strong>ve</strong> Profesyonel Ordu<br />

Mezopotamya’daki kent-devletlerinin asli <strong>ve</strong><br />

en önemli geçim kaynağı, aynen Mısır’da<br />

olduğu gibi, <strong>ve</strong>rgilerdi. Vergilerin ana kalemini<br />

ise tarımsal gelirler oluştururdu. Fırat <strong>ve</strong><br />

Dicle’nin suladığı alüvyal <strong>ve</strong> engebesiz<br />

ekilebilir arazi, tapınakların yönetiminde<br />

işlenirdi. Vadilerde nehir taşmalarının bıraktığı<br />

bereketli topraklar üzerinde, sürekli <strong>ve</strong><br />

mümbit hasatlar yapılabiliyordu. Tarıma dayalı<br />

iktisadi hayatta; arpa, buğday, sebze, bitkisel<br />

yağ, mey<strong>ve</strong> <strong>ve</strong> hurma; hayvancılıkta ise et, yün<br />

<strong>ve</strong> süt gibi ürünler üretilmekteydi.<br />

Mezopotamya her ne kadar Akdeniz-Güney <strong>ve</strong><br />

Orta Asya arasında bir köprü olsa da, ticaretin<br />

19


ekonomideki yeri hiçbir zaman önemli<br />

boyutlara ulaşmamıştır. Bu durum Mısır’da<br />

olduğu gibi, Mezopotamya’da da tarımın<br />

ticarete tercih edildiğini göstermektedir. Daha<br />

çok Asurlu tüccarlar tarafından yapılan küçük<br />

ölçekli ticarette, önemli ölçüde bölgede<br />

bulunmayan <strong>ve</strong><br />

egzotik mallar olarak<br />

tanımlanan değerli<br />

taş, kereste <strong>ve</strong><br />

madenlerin 17<br />

bölgeye taşınması<br />

şeklinde olmaktaydı.<br />

Vergi <strong>ve</strong> ticari<br />

alış<strong>ve</strong>rişlerde tahsilat<br />

tahıl ürünleri <strong>ve</strong>ya<br />

para karşılığı<br />

yapılmaktaydı. Para<br />

<strong>ve</strong> diğer benzeri<br />

değerli şeylerin<br />

mübadele aracı<br />

olarak kullanılması<br />

ise daha sonraları<br />

olmuştur.<br />

Vergilendirme<br />

sisteminin disiplinli<br />

<strong>ve</strong> örgütlü oluşu,<br />

devletin düzenli bir<br />

ordu beslemesini de<br />

sağlıyordu. Nitekim<br />

dünyada ilk düzenli<br />

<strong>ve</strong> sürekli ordu,<br />

Ortadoğu’da hüküm<br />

sürmüş<br />

toplumlarından<br />

Akkadlarca<br />

kurulmuştur.<br />

Mezopotamya’da; (a)<br />

yerleşik toplulukların<br />

oturduğu merkezlerin<br />

dışında yaşayan<br />

göçebe kavimlerin,<br />

zengin kentdevletlerine<br />

karşı giriştikleri yağmaya yönelik<br />

savunma ihtiyacı, (b) Mezopotamya’nın<br />

saldırılara açık topografyası, (c) Rakip kentler<br />

arasındaki sınırların belirsizliğinden<br />

kaynaklanan sürekli savaşlar profesyonel bir<br />

ordu kurulmasını gerekli kılıyordu. Profesyonel<br />

askerlerden oluşan ordu, hükümdarın<br />

gü<strong>ve</strong>nliğini sağlamakta, merkezi otoriteyi<br />

II. Kral Sargon<br />

güçlendirmekteydi. Mısır’daki ordu sistemi ise;<br />

Selçuklularda <strong>ve</strong> Osmanlı’larda kullanılan “ikta<br />

<strong>ve</strong> dirlik sistemi” ile benzerlik göstermekteydi.<br />

Mısır ordusu; toprağa bağlı ödeme yapılan -<br />

tımar benzeri paralı askerlerden oluşuyordu.<br />

Mezopotamya devletlerinde ise Altın, bakır,<br />

diorit vb. Devletin Doğduğu<br />

Yer: Antik Çağ<br />

Ortadoğu’sunda İdari Hayat<br />

paralı askerlerin yanı sıra<br />

göçebe savaşçılarından<br />

kurulu bir askeri sınıf da<br />

vardı. Mezopotamyalılar,<br />

yönetimde olduğu kadar<br />

askerlikte de başarılıydılar;<br />

hafif piyadeler, ağır<br />

piyadeler, savaş arabaları <strong>ve</strong><br />

okçulardan oluşan iyi<br />

örgütlenmiş <strong>ve</strong> çok iyi<br />

eğitilmiş ordularıyla<br />

imparatorluklarını ustaca<br />

korumayı bilirlerdi.<br />

Hiyerarşize Olmuş Toplumsal<br />

Yapı <strong>ve</strong> Kentsel Hayat<br />

Mezopotamya’da toplumsal<br />

yapının çok karmaşık,<br />

kültürel dokunun da çok<br />

zengin<br />

olduğu<br />

görülmekteydi. Kültürel<br />

öğelerin bu denli zengin <strong>ve</strong><br />

canlı oluşu da; bölgenin açık<br />

olan topografyası nedeniyle<br />

sık sık istilaya uğraması, <strong>ve</strong><br />

sonucunda meydana gelen<br />

farklı halkların etkileşimidir.<br />

Bu nedenle Mezopotamya<br />

süreksiz, fakat etkili kültür<br />

dalgalarının hakimiyetine<br />

sahne olmuştur. Bölgedeki<br />

en etkili kültür kuşağı ise<br />

Sümerlerin “El-Ubeyd<br />

Kültürü” ile “Babil<br />

Kültürü”dür.<br />

Mezopotamya’da sosyal sınıfların doğuşu<br />

süreci ise, Sümer Çağı’nda başlamış- tır. MÖ<br />

3500’lü yıllarda Aşağı Mezopotamya’ya gelen<br />

Sümerler, zengin bir kültüre <strong>ve</strong> medeniyete<br />

sahiptiler. Mezopotamya kültürünün<br />

başlatıcısı <strong>ve</strong> devamcısı olan Sümerlerin<br />

kurdukları devlet kurumları ile diğer sosyoekonomik<br />

örgütlenmelerde de bu kültürün<br />

20


izlerini görmek mümkündü. Sümer<br />

Medeniyetinden başka semitik toplumların da<br />

etkilediği bu süreç; karmaşık, çeşitlenmiş <strong>ve</strong><br />

halen hakkında çok az şey bilgi sahibi olunan<br />

bir toplum modeli geliştirmiştir. Bu toplumsal<br />

yapıyı karakterize eden en önemli durum ise;<br />

hiyerarşize olmuş, eşitsizlikleri giderek artan<br />

<strong>ve</strong> elit tabakanın idaresindeki bir toplumsal<br />

bölümlenmedir. Örneğin, “Hammurabi<br />

Kanunları”nda Babil toplumunun, saray halkı<br />

<strong>ve</strong> rahipler dışında üç ayrı sınıfa bölündüğü<br />

görülmektedir: Kişisel mülkiyet <strong>ve</strong> ticaret<br />

hakkına sahip olan “özgür insanlar” (asiller);<br />

gayrimenkul değil ama para ya da kıymetli<br />

eşya sahibi olma hakkı olan azad edilmiş<br />

kölelerin oluşturduğu “bağımlılar”; <strong>ve</strong><br />

ödenmemiş bir borç, savaş esirliği <strong>ve</strong>ya<br />

doğuştan gelme nedenlerle “köleleşenler”.<br />

Birinci grupta yer alan asil sınıf; siyasal <strong>ve</strong><br />

sosyal statüleri <strong>ve</strong>ya unvanları tam olarak ne<br />

olursa olsun, yönetici elit tabakayı, yüksek<br />

rütbeli rahip-askerleri, hükümdara bağlı<br />

memur yöneticileri18 kapsıyordu. İkinci grup<br />

ise; şehirdeki uzmanlaşmış zanaatkarlardan<br />

oluşuyordu. Bunlar sulu tarım yapan çiftçiler,<br />

zanaatkarlar, kereste-taş <strong>ve</strong> metalleri işleyen<br />

usta sanatçılardan oluşmaktaydı. Bu meslek<br />

sahipleri kısmen kendi başlarına, kısmen de<br />

amirler maiyetinde çalışırlardı. Bu amirlerin<br />

(ugula) maiyetlerinde bir nevi çavuş<br />

sayılabilecek görevliler (nubanda) bulunurdu.<br />

Üçüncü grup ise hiçbir hakları olmayan<br />

kölelerdi. Kölelerin büyük bir bölümü tarım<br />

işçisi olarak çalışırdı. Başlıca iki tür toprak <strong>ve</strong> iki<br />

tür tarım emekçisi vardı: Neolitik dönemde<br />

olduğu gibi hâla komünlerde yaşayıp ortak<br />

toprağı ekip biçenler <strong>ve</strong> herhangi bir<br />

hükümdara ya da tapınağa ait topraklarda<br />

çalışan muhasebeci anlamına gelen “soguşlar”<br />

<strong>ve</strong> ustabaşı anlamına gelen “ugula” gibi<br />

ünvanları vardı. Fakat bu ikinciler köle<br />

değillerdi. Evleri <strong>ve</strong> aileleri ile yargılanma<br />

hakları vardı. Ancak, çalıştıkları toprak<br />

kendilerine ait değildi <strong>ve</strong> Osmanlılardaki tımarı<br />

andırır şekilde devletin kendilerine <strong>ve</strong>rdiği<br />

toprakta kiracıydılar. Bu yüzden ikinci tür<br />

emekçiler genelde “yarı-özgür” ya da<br />

“bağımlı” şeklinde tanımlanırlar. Ayrıca tüm<br />

bunlar, Ortadoğu’da tam anlamıyla köleci bir<br />

ekonominin varolmadığını da göstermektedir.<br />

Bazı tarihçiler Ön Asya toplumlarında<br />

köleciliğin gelişmemesini, bronz çağının üretim<br />

düşüklüğünden<br />

kaynaklandığını<br />

savunmuşlardır fakat bu düşünce, köleciliğin<br />

demir savaş aletleri ile eşzamanlı bir gelişim<br />

süreci izlediğini ileri sürse de, bu varsayım<br />

Ortadoğu’da demir aletlerin gelişmesine<br />

rağmen köleciliğin gelişmeyişini<br />

açıklayamamaktadır. Öte yandan, her ne kadar<br />

Babilliler zamanında Mezopotamya’da özel<br />

toprak mülkiyetinin olduğu bilinmekteyse de,<br />

Ortadoğu toplumlarında devletin tarımdaki<br />

belirleyici rolü yüzünden, özel mülkiyetin<br />

hiçbir zaman yaygınlık kazanamadığı<br />

görülmektedir. Mezopotamya’da sosyal<br />

sınıflaşma kendini belki de en iyi şekilde<br />

dokusunda görülebilmekteydi. Zengin yerel<br />

elite <strong>ve</strong> yoksul tebaaya ait evler birbirinden<br />

farklı alanlarda bulunmakta, kent<br />

organizasyonu ile mesleki sınıflaşma da bu<br />

hiyerarşiye uygun olmaktaydı. Bu sınıfsal<br />

farklılaşma, “iktidardaki seçkinler, tacirler, her<br />

düzeyden yöneticiler, katipler, uzman<br />

zanaatkarlar, tapınak görevlileri, askerler <strong>ve</strong><br />

kent halkı, çeşitlilikleri <strong>ve</strong> birbirilerini<br />

tamamlamalarıyla, eşitsizliği gün geçtikçe<br />

artan bir sosyal merdi<strong>ve</strong>n boyunca hiyeraşik<br />

düzende dağılımlarıyla, devrin<br />

Mezopotamya’sının artık tam olarak<br />

kentleşmiş bir dünya olduğunun somut<br />

kanıtıydı”. Mezopotamya kentlerinin bir diğer<br />

özelliği ise, kurulumlarının tamamen teokratik<br />

kökenlere dayanmasıdır. Kentler, içinde<br />

tanrının ikametgahını, çoğu kez özdeşleştiği<br />

tapınağı bulundurması için kurulmuştur. Bu<br />

anlamda Mezopotamya kentleri gerçek<br />

anlamda birer “tapınakkent”tir. Dini yapıların<br />

bu ayrıcalıklı konumu, şehircilik anlayışına da<br />

yansımıştır. Öyle ki kamu yapıları genelde<br />

tapınakların yakınında kurulmuş <strong>ve</strong> en<br />

önemlisi de dini erk–siyasi erk ayrımının<br />

belirgin olmadığı dönemlerde tapınaklar,<br />

kraliyet ikametgahı <strong>ve</strong> yönetim merkezleri<br />

olarak da kullanılmışlardır. 4. 9. Hegemonik<br />

Medeniyet <strong>ve</strong> Bilim MÖ 5000’lerde<br />

Mezopotamya’da yerel nitelikte başlayan<br />

uygarlığın, MÖ 500’lere gelindiğinde, giderek<br />

global bir nitelik almaya başladığı <strong>ve</strong><br />

merkezden çevreye doğru genişlediği<br />

görülmektedir. Mısır, Girit, Akdeniz, İndus<br />

Vadisi <strong>ve</strong> Çin, o dönemde Mezopotamya’nın<br />

çevresi sayılabilecek büyük medeniyetlerdir.<br />

Mezopotamya uygarlığının güçlü potansiyeli<br />

ile kültürel özellikleri, başta Mezopotamya’da<br />

21


özel mülkiyetin yaygın olmayışı, kölelik<br />

rejiminin de gelişmesine engel olmuştur.<br />

Devletin Doğduğu Yer: Antik Çağ<br />

Ortadoğusu’nda İdari Hayat Yeryüzünün ilk<br />

büyük medeniyetlerini doğuran Ortadoğu;<br />

temelde Mezopotamya bölgesi uygarlığının bir<br />

öyküsüdür. MÖ 5000 - MÖ 500 yılları arasında<br />

4500 yıl kadar süren, insanoğlunun bu en uzun<br />

yönetim deneyimi: ilk olarak step halklarının<br />

yerleşik hayat geçişini özetlemektedir. Tarım<br />

devriminin sosyo-ekonomik altyapısını<br />

şekillendirdiği bu dönüşüm/geçiş süreci,<br />

örgütlü toplumsal yapıya, bir başka bir deyişle,<br />

“uygarlığın doğuşuna” neden olacak tarihi<br />

şeridin miladı olmuştur. Bu büyük dönüşüm,<br />

Mezopotamya’da sosyal, ekonomik <strong>ve</strong> politik<br />

ilişkileri kökten değiştiren <strong>ve</strong> katlanarak<br />

çoğalan bir takım sonuçlara neden olmuştur.<br />

Örneğin, toplumun hiyerarşik örgütlenmesi,<br />

kendine özgü özellikleri bulunan <strong>ve</strong> belli bir<br />

mekanda yoğunlaşan kentleri ortaya<br />

çıkarmıştır. Bu kent tipi hiyerarşik ağlar da,<br />

Girit, Akdeniz <strong>ve</strong> Mısır olmak üzere anılan<br />

medeniyet çanaklarını önemli ölçüde<br />

etkilemiştir. Özgün <strong>ve</strong> hegemonik bir<br />

medeniyet yaratan Mezopotamya’nın bu gücü,<br />

düşünsel kaynağın, bir başka deyişle<br />

kolektif aklın, bir ürünüdür. Ortadoğu’nun bu<br />

üstünlük çağında dünya uygarlığına olan<br />

katkıları, bilim <strong>ve</strong> teknikte yoğunlaşmaktaydı.<br />

Nitekim matematik alanında sayı sistemlerinin<br />

icadı, bilimsel alandaki en büyük gelişmeyi<br />

oluşturmaktadır. MÖ 600 yıllarına doğru, işlemlerde<br />

yer tutucu olarak sıfır yerine geçen<br />

semboller kullanılmaya başlandı. MÖ 2500’e<br />

gelmeden Sümerler, çarpım tablosunu<br />

kullanıyorlardı. Alan <strong>ve</strong> oylum hesapları<br />

yapıyor, daire alanı ile silindir oylumunu<br />

bulmada “Pi” değeri olarak 3,125’i alıyorlardı.<br />

Matematikle birlikte astronomi <strong>ve</strong> daha bazı<br />

ampirik gözleme dayalı bilim dalları da<br />

gelişmiştir. Son derece dikkatli gözlemlerle<br />

toplanan bilgiler, gelecekteki olguları önceden<br />

kestirmeye el<strong>ve</strong>recek kadar<br />

sistemleştirilmiştir. Astronominin ilk bilim<br />

oluşunun nedeni açıktı. Bu alanda incelemeye<br />

konu olan cisim <strong>ve</strong> olgular basit <strong>ve</strong> düzenli<br />

olup, sürekli gözleme el<strong>ve</strong>rişli dönemsel<br />

(periyodik) hareketler gösterir. Uzun <strong>ve</strong> sürekli<br />

gözlemlerle elde edilen bilgilere dayanılarak<br />

toprağı işleme, ekim <strong>ve</strong> hasat gibi mevsime<br />

bağlı işler için bir takvim geliştiren Babillliler,<br />

zaman ölçümünde de hayret edilecek bir<br />

incelik <strong>ve</strong> dakikliğe ulaşmışlardır. Örneğin yılın<br />

uzunluğunu sadece 4,5 dakika gibi küçük bir<br />

hata payı ile hesaplayabiliyor, her 18 ayda bir<br />

meydana gelen ay tutulmalarını da önceden<br />

kestirebiliyorlardı. Toprağı işleme, hayvanı<br />

evcilleştirme, hayvan gücünden yararlanma,<br />

sulama kanalları açma, tekerlekli araba, gemi<br />

<strong>ve</strong> fırınlanmış seramik eşya yapma da bu<br />

medeniyetlerin teknik başarıları arasındaydı.<br />

Mezopotamya’daki bu teknik bilgi birikimi,<br />

yerleşik tarım toplumunun öncelikli sorunu<br />

olan sulama olgusu nedeniyle olmuştur.<br />

Mezopotamya’da bilim, Mısır’da olduğu gibi,<br />

din adamlarının elindeydi. Bu nedenle prestijli<br />

bir konumda olan bilim adamları, kral <strong>ve</strong><br />

aristokratların himayelerinde çalışırlardı.<br />

Yazar<br />

Soner Ünal<br />

Sakarya Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

22


SÜMER MEDENİYETİ’NDE DİN<br />

Antik çağın dünyasında yaşayan toplumlar için dini inançlar evrenin bazı unsurları<br />

etrafında oluşmaktaydı. Nitekim Sümerliler de evrenin belli başlı unsurları etrafında kendi<br />

dinlerini yaşatmışlardır. Bu unsur “an-ki” adını <strong>ve</strong>rdikleri bir terimden meydana gelmektedir.<br />

Sümerli bilginlerin gözünde “an-ki” gök <strong>ve</strong> yer anlamında kullanılırdı. Sümerliler gök <strong>ve</strong><br />

yeryüzü arasında “lil” adını <strong>ve</strong>rdikleri bir maddenin olduğunu kabul ediyorlardı; bu sözcüğün<br />

yaklaşık anlamı rüzgâr, hava, nefes, ruhtur. 1<br />

Sümerliler,”Gök <strong>ve</strong> Yer”i bütün her taraftan sınırsız bir denizin çevrelediğine inanıyorlardı.<br />

İnanca göre evren bu denizin içinde sabit <strong>ve</strong> hareketsiz duruyordu. Sümerli bilginlere göre bu<br />

evrenin işlemesini sağlayan şey,<br />

biçim olarak insana benzeyen,<br />

fakat insanüstü <strong>ve</strong> ölümsüz olan,<br />

ölümlülerin<br />

gözüne<br />

görünmeksizin, uygun yasalar<br />

çerçe<strong>ve</strong>sinde yönlendiren <strong>ve</strong><br />

denetleyen bir grup canlının<br />

oluşturduğu bir panteondu. Bu<br />

canlıları Sümerler tanrı anlamındaki<br />

“dingir” sözcüğü ile adlandırıyordu. Dingir’ler aynı derecede değillerdi. Bu topluluktaki en<br />

önemli gruplar, “yazgıları belirleyen” yedi tanrı ile “büyük tanrılar” olarak bilinen elli ilahtan<br />

oluşuyordu. Fakat en büyük ayrım yaratıcı ilahlar <strong>ve</strong> yaratıcı olmayan ilahlar<br />

sınıflandırılmasıydı. Gök, yer, deniz <strong>ve</strong> havanın kontrolünü elinde bulunduran ilahların<br />

yaratıcı tanrılar olduğuna inanırlardı. Yaratıcı ilahın bütün yapması gereken planlarını<br />

yapmak, sözcüğü söylemek <strong>ve</strong> ismini koymaktı.<br />

Sümer tanrıları insan biçimliydi. Tıpkı insanlar gibi tanrılarda yemek yiyor, evleniyor <strong>ve</strong><br />

çocuk sahibi oluyordu. Tanrıların ölümsüz olmasının yanında insana özgü özelliklerinin<br />

olduğuna inanılması Sümerlerin dini inancında bir tutarsızlığın olduğunu gözler önüne<br />

sermektedir. Sümerler tanrıların “Gök <strong>ve</strong> yer dağında, Güneş’in doğduğu yerde” yaşadıklarına<br />

inanıyorlardı. En geç İÖ üçüncü bin yılın ortalarında Sümerler arasında yüzlerce ilahın var<br />

1<br />

Samuel Noah Kramer, “Sümerler”, Kabalcı Yayımevi, Eylül 2002, sf. 152<br />

23


olduğunu biliyoruz. Bir zamanlar Sümerler tarafından panteondaki en yüce hükümdar Gök<br />

tanrısı An’ın olduğu bilinmektedir. Ancak İÖ 2500’e kadar giden mevcut kaynaklarda<br />

panteonun hükümdarı olarak An’ın yerini hava tanrısı Enlil almış gibi görünmektedir. Enlil<br />

“tanrıların babası”, “göğün <strong>ve</strong> yerin kralı”, “bütün ülkelerin kralı” olarak tanınmaktadır. Enlil,<br />

kralın ismini belirler <strong>ve</strong> ona krallık asasını <strong>ve</strong>rirdi. 2<br />

Sümerlerin üçüncü ilahı dipsiz derinliklerden sorumlu olan Enki’ydi. Enki bilgelik tanrısı<br />

idi <strong>ve</strong> yeryüzünü Enlil’in kararlarına uygun düzenlerdi. Dördüncü ilahları ise Ninmah, “ulu<br />

hanım” olarak bilinen ulu ana tanrıça Ninhursag’dır. “Yer (ana)” anlamına gelen Ki, ana<br />

tanrıçanın başlangıçtaki adı olma olasılığı göz önünde bulundurulunca Gök’ün, yani An’ın eşi<br />

olarak görülüyordu. Böylece An <strong>ve</strong> Ki bütün tanrıların ebe<strong>ve</strong>yni olarak düşünülüyor olabilirdi.<br />

Sümerliler insanın çamurdan <strong>ve</strong> tanrılar tarafından yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda<br />

yaratıldıklarına inanıyorlardı. İnançlarına göre tanrıların yapacakları etkinliklerde yiyecek,<br />

içecek <strong>ve</strong> barınak sağlamak tek amaçlarıydı. Sümer tarihinde, başlangıcından sonuna kadar,<br />

dev mabetler, sayısız dini kitabeler, şehirlerin her yanında semaya yükselen basamak kuleler<br />

<strong>ve</strong> her kutsal binanın duvar kalıntıları arasında bulunan adak sunma tasvirleri bu insanların<br />

bütün yaşayışlarını dine adadıklarını doğrulamaktadır. 3<br />

Sümerlerin dininde tapınaklar önemliydi <strong>ve</strong> tapınaklar iki sınıfa ayrılırdı. İlki kerpiç bir<br />

zemin üzerinde yükselen ziggurat adını <strong>ve</strong>rdikleri yapıdır. Bu tapınaktan günümüze ulaşan en<br />

sağlamı Ur kentindedir. Bu yapının tepesinde küçük bir tapınak yer alırdı. Daha yaygın olan<br />

diğer tür tapınak ise dikdörtgen, uzun duvarların birinde bulunan kapı, mekânın bir ucunda<br />

kerpiç bir sunak <strong>ve</strong> arkasındaki duvarda yer alan bir nişten oluşurdu. Bu tapınak hemen<br />

hemen bütün Sümer kentlerinde inşa edilmişti. 4<br />

Sümer mitolojisi olağanüstü olayları, insanüstü kahramanları <strong>ve</strong> gizemli örgüsüyle bizlere<br />

toplumun iç dünyasını yansıtır. Buna en iyi örnek Gılgamış’ın hem bir kral hem de koruyucu<br />

bir ilah olarak kabul edilip insanüstü bir kahramanı simgelemesi gösterilebilir. Bu <strong>ve</strong> bunun<br />

gibi bilgileri geride bıraktıkları tabletlerden öğrenmekteyiz. Bu tabletler ilk bakışta mitolojik<br />

hikâye <strong>ve</strong> efsanelerden oluşmuş gibi görünse de dönemin dini inanç yapısını da<br />

betimlemektedir.<br />

2<br />

Samuel Noah Kramer, “Sümerler”, Kabalcı Yayımevi, Eylül 2002, sf. 159-160<br />

3<br />

Mehmet Turhan Özdemir, “Sümer Dini”, çeviri, “Hartmuth Schmökel”<br />

4<br />

Kemalettin Köroğlu, “Eski Mezopotamya Tarihi Başlangıcından Perslere Kadar”, İletişim Yayınları, 2011,<br />

İstanbul, sf. 68-69<br />

24


Sümerlere göre kurulan medeniyetin <strong>ve</strong> gelişimin tek kaynağı dini inançlardır. Bir Sümerli,<br />

ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi tanrıların ihtiyaçlarını giderip onlara hizmet ettiği <strong>ve</strong><br />

tanrıların bundan memnun kaldığı ölçüde değer bulur <strong>ve</strong> saygınlık kazanırdı. Sümer<br />

medeniyetinde tarım, ticaret, seyahat, ustalık gerektirici işler, hukuk, doğum, evlilik, ölüm,<br />

cenaze merasimleri, yönetim, savaş, barış, sağlık, hastalık, bilim, astronomi, büyü, insan<br />

ilişkileri gibi birçok konu “dini inanç <strong>ve</strong> uygulamalar” etrafında şekillenir <strong>ve</strong> dini ritüellerin<br />

başlıca ana konularını oluştururdu. Sümerlilerin tanrılardan beklentileri ise sadece bu dünya<br />

hayatı ile ilgiliydi. Tanrıların kendilerine sunacakları iyilik <strong>ve</strong> kötülüklerin sadece bu<br />

dünyadaki hayatlarında etkili olacağına inanıyorlardı. İnançlarına göre yeryüzünde geçici bir<br />

hayata layık görülen insanın da ölümden sonra yer altı dünyasına gideceği düşüncesi<br />

bulunmaktaydı. “Kur” adı <strong>ve</strong>rilen bu dünyanın bir diğer ismi ise ölüler diyarıydı.<br />

Sümer teolojisine göre bir kimse öldükten sonra o kişinin ruhu bedeninden ayrılır, gölge<br />

<strong>ve</strong>ya hayalet gibi yarı cisme sahip bir varlığa dönüşürdü. “Edimmu” olarak isimlendirilen bu<br />

ruh yükselir ancak ölümle tanışan bedenle tam olarak münasebeti kesilmediği için ancak<br />

defnedildikten sonra rahat edebilirdi.<br />

Sümerlerin inanç sisteminde kanlı <strong>ve</strong> kansız kurbanlar mevcuttu. Kansız kurbanlar mey<strong>ve</strong>,<br />

sebze, şarap <strong>ve</strong> su gibi ürünler iken kanlı kurbanlar bazı hayvanların öldürülmesi ile<br />

gerçekleştirilirdi. Tanrıların en çok kuzu kurban edilmesinden hoşlandığına inanırlardı <strong>ve</strong> bu<br />

yüzden insanlar daha çok koyun, kuzu <strong>ve</strong> oğlak kurban ederlerdi.<br />

Sümerlilerin kurduğu bu çok tanrılı din inancı zamanla tek tanrılı inanca dönüşerek bu<br />

günkü tek tanrılı dinlerin temelini oluşturmuştur.<br />

Yazar<br />

Bahar Zeren<br />

Kırklareli Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

25


DULKADİR BEYLİĞİNDEN<br />

ZAMANA MEYDAN OKUYAN;<br />

Maraş Ulu Cami<br />

Câmi-i Atîk, Câmi-i Kebîr,<br />

Süleyman Bey Camii, Alâüddevle Bey<br />

Camii isimleriyle de anılır. Yapının<br />

esası, Dulkadiroğulları Beyliği<br />

döneminde Süleyman Bey tarafından<br />

846-858 (1442- 1454) yılları arasında<br />

yaptırılmış, daha sonra oğlu<br />

Alâüddevle Bozkurt Bey zamanında<br />

907’de (1501-1502) tamir edilmiştir.<br />

Buna ait kitâbe taçkapı üzerinde yer<br />

almaktadır. 5 Bu onarımda caminin<br />

yenilenircesine tamir edilerek şimdiki<br />

şeklini aldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca<br />

Alaüddevle Bey 906 (1500) tarihli<br />

vakfiyesinde; camini kuzey tarafına<br />

İmaret-i Nebeviyye ile Büyük<br />

Bağdadiye Medresesi’ni, kuzey batı<br />

tarafına Taş (Rad) Medrese’yi, güney<br />

yönüne Seyyid Mazlum Zaviyesi’ni <strong>ve</strong><br />

Maraş Çarşısı’nda Hatuniye (Pazar)<br />

Hamamı ile Büyük Bağdat Hanı’nı inşa<br />

ettirdiğini belirtmektedir. Böylelikle<br />

Alaüddevle Bey’in odak noktasının<br />

caminin oluşturduğu bir külliye<br />

yaptırdığı ortaya çıkmaktadır. 6 Camiyle<br />

ilgili 906 (1500), 2 Receb 911 (29<br />

Kasım 1505) <strong>ve</strong> 14 Muharrem 916 (23<br />

Nisan 1510) tarihli vakfiyeler<br />

bulunmaktadır. Çarşıda çıkan bir<br />

yangın neticesinde zarar gören cami<br />

1194’te (1780) onarılmış, 1270 (1853-<br />

54), 1314 (1897), 1945 <strong>ve</strong> sonrasında<br />

da çeşitli onarımlar geçirmiştir. 1275’te<br />

(1858-59) inşa edilen muvakkithâne<br />

1945 yılında yıktırılmıştır. 7 Caminin<br />

geniş çaplı son onarımı, son cemaat<br />

yerinin üçgen alınlığında yer alan<br />

kitabeye göre, 1495 yılında görmüştür.<br />

Daha sonra 1986, 1989, 1992, 1995 <strong>ve</strong><br />

1996 yıllarında tamir edilmiştir. Camii<br />

en sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü<br />

tarafından 2006 yılın da onarıma<br />

alınmıştır. 8<br />

Maraş Ulu Cami Planı<br />

5<br />

Ahmet, Vefa, Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii”<br />

C.42, ss. 111, 112.<br />

6<br />

Mehmet, Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri<br />

Kahramanmaraş 46” C.1 ss.292,293.<br />

7<br />

Ahmet, Vefa, Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii”<br />

C.42, ss. 111, 112.<br />

8<br />

Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri<br />

Kahramanmaraş 46” C.1 s. 293.<br />

26


Mimari Özelikleri<br />

Evliya<br />

Çelebi<br />

Seyahatnamesi’nde adından “Ada<br />

Camii Alaüddevle olarak bahsetmiştir. 9<br />

Yapı dikdörtgen planlı, ahşap çatılı,<br />

çok ayaklı tipte olup, Anadolu Selçuklu<br />

camileri plan şemasına uygundur. 10<br />

Doğu – batı doğrultusunda meyili bir<br />

arazi üzerine inşa edilen yapı, dıştan<br />

22.00 x 40.90 m. Boyutlarında harim ile<br />

kuzeyinde 5.30 x 40.90 m. ölçülerinde<br />

son cemaat yeri <strong>ve</strong> tek şerefeli<br />

minareden oluşur. 11 Orijinal özelliklerini<br />

hala muhafaza eden minaresi, renkli<br />

taş süslemeleriyle Memluk sanatının<br />

etkilerini göstermektedir. 12<br />

Yapını ahşap hatıllı cephe<br />

duvarlarında kaba yonu <strong>ve</strong> moloz taş;<br />

minare, paye, kemer, bazı pençelerin<br />

sö<strong>ve</strong> <strong>ve</strong> lentoları ile duvarların köşe<br />

bağlantılarında sarımtırak renkte ince<br />

yonu taş; taçkapıda ince yonu taş ile iki<br />

renkli mermer; mihrapta alçı <strong>ve</strong> örtü<br />

sisteminde ahşap malzeme<br />

kullanılmıştır. Cephe duvarlarındaki<br />

ahşap hatıllar aynı zamanda<br />

pencerelerin lentosunu da<br />

oluşturmaktadır. 13<br />

Caminin kuzey tarafında bugün<br />

özelliğini çok yitirmiş bir avlu<br />

mevcuttur. Yapı bu avlu <strong>ve</strong> güney<br />

yönünde yer alan parkla, doğu <strong>ve</strong> batı<br />

9<br />

Hamza, Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s.<br />

38.<br />

10<br />

Ahmet, Ali, Bayhan, Türkler Ansiklopedisi,<br />

“Güney Doğu Anadolu’da Memluk <strong>Sanat</strong>ı” C. 6,<br />

s.213.<br />

11<br />

Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri<br />

Kahramanmaraş 46” C.1 s. 293.<br />

12<br />

Ahmet, Ali, Bayhan, Türkler Ansiklopedisi,<br />

“Güney Doğu Anadolu’da Memluk <strong>Sanat</strong>ı” C. 6,<br />

s.213.<br />

13<br />

“Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş<br />

46” C.1 s. 293.<br />

yönlerinden geçen caddeler arasında<br />

yükselmektedir. 14<br />

Beden duvarlarında bulunan<br />

ahşap hatıllar cephede hareketliliği<br />

sağlamakta, pencerelerin alt <strong>ve</strong> üst<br />

lentolarını oluşturmaktadır. Beden<br />

duvarlarındaki dikdörtgen açıklıklı<br />

pencereler eğimli araziden dolayı doğu<br />

yönünde bir, diğer cephelerde altlı<br />

üstlü iki sıra halindedir. Batı <strong>ve</strong> doğu<br />

pencerelerde süslemeli metal<br />

şebekeler dikkat çekicidir. Harimde<br />

neflerin dikdörtgen kesitli iki sıra kesme<br />

taş pâyeye oturan sivri kemerlerle<br />

ayrılmaktadır. Neflerin üstü içten ahşap<br />

tavanla, dıştan kiremit kaplı meyilli bir<br />

çatıyla örtülüdür. Harim mekânının<br />

ortasında enine dikdörtgen bir alanda<br />

yükseltilmiş, bol pencereli ikinci bir çatı<br />

yer almaktadır. 15<br />

Yapı, iç mekânı, kemerlerin<br />

kendi aralarında mihraba dikey olarak<br />

oluşturdukları <strong>ve</strong> yine bu kemerlerin,<br />

kendi aralarında mihraba paralel olarak<br />

meydana getirdikleri, üçer nefle, kare<br />

kesitli on iki ayağa oturan, ahşap çatılı<br />

bir düzenleme gösterir. 16<br />

Caminin kuzeyinde son cemaat<br />

yeri <strong>ve</strong> camiden ayrı bir minaresi<br />

mevcuttur. Yapının önündeki çarpık<br />

planlı avlu yakın zamanda ortaya<br />

çıkmıştır. Pâyelerin taşıdığı sivri<br />

kemerli açıklıklı son cemaat yerinde<br />

açıklıklar camekânla kapatılmıştır. Sola<br />

kaydırılan <strong>ve</strong> mihrap ekseninde<br />

bulunmayan kapı diğer açıklıklardan<br />

daha yüksek tutulmuş, altta basık<br />

kemerli açıklıklı, üstte basık kemerli <strong>ve</strong><br />

üçgen alınlıklı biçimde düzenlenmiştir.<br />

Önceleri ahşap kirişli toprak damla<br />

örtülen son cemaat yeri ahşap tavanlı<br />

<strong>ve</strong> kiremit çatılı yapılmıştır. Tavandaki<br />

14<br />

M. Zafer, Bayburtluoğlu, “Kahramanmaraşta Bir<br />

Grup Dulkadiroğlu Yapısı” s. 237<br />

15<br />

Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss.<br />

111, 112.<br />

16<br />

Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 38.<br />

27


ahşap kirişlerde <strong>ve</strong> etek kısmında<br />

kalem işi süslemeler vardır. 17<br />

Son cemaat yerinin düz tavanını<br />

taşıyan ahşap kirişler de, kalemişi<br />

bezemeler bakımından çok önemlidir.<br />

XVIII. Yy. özelliği taşıyan stilize bitki<br />

şekillerinden, kartuşlardan oluşan<br />

motifler yer almaktadır. Kiriş başlarında<br />

görülen lambriken motiflerin yerini, kiriş<br />

boyalarında tek çiçek motifleri<br />

almıştır. 18<br />

Son cemaat yerinde, eksenden<br />

biraz sola kaymış durumdaki asıl<br />

portalden başka sağ da, sonradan<br />

açıldıkları anlaşılan alttan içeriye,<br />

üstten de kadınlar mahfiline geçit<br />

<strong>ve</strong>ren, basık yuvarlak kemerli iki kapı<br />

daha bulunmaktadır. Son cemaat<br />

yerinin solunda arazi eğiminden dolayı,<br />

iki katlı olarak düzenlenmiş, cami<br />

içerisinde zeminden yüksek, yuvarlak<br />

dört sütuna oturan kısmın uzantısı<br />

olduğu anlaşılan, altta <strong>ve</strong> üstte iki<br />

odadan ibaret bölüm, bugün imam<br />

odası olarak kullanılmaktadır. 19<br />

Son cemaat yerinin ortasında<br />

XVII. Yy. da bugünkü şeklini aldığını<br />

zannettiğimiz yüksek kemerli <strong>ve</strong> üzeri<br />

üçgen alınlıklı giriş, cephedeki<br />

onarımın yabancı mimarlar tarafından<br />

yapılmış olduğunu göstermektedir. Bu<br />

yüksek orta bölümün iki ucunun mızrak<br />

başı şeklinde sonuçlandırılması, iki<br />

17<br />

Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss.<br />

111, 112.<br />

18<br />

Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 4<strong>1.</strong><br />

19<br />

Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 39.<br />

Fotoğraf 2<br />

payeyi yukarıdan birleştiren kemerin<br />

basık, yay şeklinde değerlendirmesi<br />

yapının özelliklerini daha da<br />

bozmuştur. Alınlığın ortasına da talik<br />

hatla besmele yazılı bir mermer levha<br />

yerleştirilmiştir. 20<br />

Son cemaat yerinin ortasından<br />

doğuya kaymış olan asıl portal, sağdan<br />

beşinci, soldan üçüncü payeler<br />

arasında <strong>ve</strong> duvar hizasından hafifçe<br />

dışarı taşmaktadır. Portal, enine göre<br />

uzun <strong>ve</strong> yüksek tutulmuş, sivri kemerli<br />

<strong>ve</strong> mukarnaslı Selçuklu portallerini<br />

andırmaktadır. İki renkli taştan basık<br />

kemerli girişin üzerinde; örgülü, çiçekli<br />

<strong>ve</strong> nesih hatlı kitabe bulunmaktadır. Bu<br />

kitabe, yanları uzun, ortası yuvarlak,<br />

kartuşlar içersine alınmış olup, oldukça<br />

güzel, rumi, palmet, kıvrık dal <strong>ve</strong><br />

örgülerle dikkat çekmektedir (Fotoğraf<br />

2).<br />

Selçuklu portallerinin özelliğine<br />

uygun olarak girişin iki yanında yer<br />

alan mihrabiyelerin üzerleri, solda dört,<br />

sağda iki sıra mukarnas dizisi ile<br />

sonuçlanmaktadır.<br />

Soldaki<br />

mihrabiyenin üzerindeki kare panoda,<br />

birbirini kesen sekizgenlerin meydana<br />

getirdiği geometrik bezeme<br />

görülmektedir. Portalin iki yanını<br />

kavrayan çan tipi başlıklı yuvarlak köşe<br />

sütunceleri, yivli kum saatleriyle<br />

sonuçlanır. Altı sıra halindeki<br />

mukarnastan oluşan kavsaranın üstü,<br />

dik bir kaş kemerle sınırlandırılmıştır.<br />

Bordörler, silmelerle birbirinden<br />

ayrılmış olup, içleri boştur. Portalin<br />

üstünde kırmızı zemin üzerine sarı<br />

yazıyla Alauddevle tarafından<br />

yaptırıldığını gösteren iki satırlık,<br />

907/1501 – 2 tarihli kitabe vardır.<br />

Portalin iki yanında bulunan <strong>ve</strong><br />

son cemaat yerine açılan altlı üstlü<br />

pencerelerden sağdakinin üzeri,<br />

mükebbire olarak değerlendirilmiştir.<br />

Mükebbireye, son cemaat yerinden<br />

20<br />

Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 39.<br />

28


ahşap bir merdi<strong>ve</strong>nle çıkılmaktadır.<br />

Portalin iki yanındaki duvarların<br />

ortalarında da, yarım yuvarlak mihrap<br />

nişlerine yer <strong>ve</strong>rilmiştir. 21<br />

Harimde nefler dikdörtgen kesitli<br />

iki sıra kesme taş pâyeye oturan sivri<br />

kemerlerle ayrılmaktadır. Neflerin üstü<br />

içten ahşap tavanla, dıştan kiremit<br />

kaplı meyilli bir çatıyla örtülüdür. Harim<br />

mekânının ortasında enine dikdörtgen<br />

bir alanda yükseltilmiş, bol pencereli<br />

ikinci bir çatı yer almaktadır. Doğu<br />

yönünde eğimli araziden kazanılan,<br />

harimden 3 m. kadar yüksekteki hafif<br />

çarpık planlı mahfil bodur sütunlara<br />

oturan beş sivri kemerli açıklıklı olarak<br />

düzenlenmiştir. Bey mahfili şeklinde<br />

düzenlendiği tahmin edilen bu bölüme<br />

doğu cephesinin kuzey köşesinde<br />

açılan bir kapıdan <strong>ve</strong> harimin<br />

kuzeydoğu köşesindeki merdi<strong>ve</strong>nlerle<br />

ulaşılmaktadır.<br />

22<br />

Alaüddevle Bey’in<br />

kardeşi Melik Arslan Bey, Ulu Camii’de<br />

namaz kılarken 870 / 1465 – 66 yılında<br />

öldürülmüştür. Alaüddevle Bey’in<br />

camiyi 907 / 1501 yılında<br />

yenilenircesine tamir ettirirken gü<strong>ve</strong>nlik<br />

sebebiyle “Bey Mahfili”ni de<br />

yaptırdığını sanmaktayız. Orjinalinden<br />

basık kemerli olduğu belirtilen mahfil<br />

kapısı, 1945’teki tamirde dikdörtgen<br />

kesitli yapılmıştır. 23<br />

Harimin kuzey duvarında<br />

portalin batı tarafında yer alan müezzin<br />

mahfili ile harimin batı tarafında<br />

boydan boya uzanan mahfil önceleri<br />

ahşapken yakın zamanda betonla<br />

yeniden yapılmıştır. Son cemaat<br />

yerindeki kapıdan ulaşılan batıdaki<br />

mahfilin 1194 onarımında inşa edildiği<br />

21<br />

Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 40.<br />

22<br />

Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss.<br />

111, 112.<br />

23<br />

Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri<br />

Kahramanmaraş 46” C.1 s. 298.<br />

kapı üzerindeki kitâbesinde<br />

belirtilmektedir. 24<br />

Kıble duvarında mihrabın<br />

doğusunda 0,60 x 0,90 x 1,32 m.<br />

Boyutlarında dolap nişi ile batısında<br />

<strong>1.</strong>04 x 1,65 m. Ölçülerinde bir kapı<br />

bulunmaktadır. Dikdörtgen kesitli kapı,<br />

üç dilimli tahfif kemeriyle kuşatılmıştır.<br />

Önceden caminin güney tarafında<br />

bulunan hazire ile bağlantı kurmak için<br />

açılan kapının, onarımlar sırasında<br />

yapıldığını sanmaktayız. 25<br />

Mihrap Osmanlı tarzındadır <strong>ve</strong><br />

bugün boyalı durumdadır. 26 Cami<br />

içerisinde dikkati çeken mihrap<br />

bordürleri, dıştan profiller <strong>ve</strong> mukarnas<br />

dizileriyle çerçe<strong>ve</strong>lenmiş, bunu takip<br />

eden geniş bitkisel bordürle kabartma<br />

olarak lotus, palmet <strong>ve</strong> rumilerden<br />

oluşan bir bezeme dikkat çeker.<br />

Simetrik şekilde birbirini takip eden<br />

motifler, başarılı köşe dönüşleriyle<br />

Osmanlı mihraplarının süsleme<br />

özelliklerini aksettirir. Geniş bitki motifli<br />

bordür, mihrap kavsara <strong>ve</strong> nişini de<br />

içine alan, gittikçe küçülen iç bükey <strong>ve</strong><br />

dışbükey satıhlardan meydana gelen iç<br />

çerçe<strong>ve</strong>yle sınırlıdır. Mihrap nişi altı<br />

köşeli olup üstü de yedi sıra dik<br />

mukarnasılıdır. Mukarnasıların araları<br />

geniş tutulmuş <strong>ve</strong> içlerine, yelpaze<br />

şeklinde<br />

bezemeler<br />

yerleştirilmiştir.(Fotoğraf 3) 27<br />

Yapının orijinal ahşap minberi<br />

XVIII. yüzyılın ikinci yarısındaki<br />

yangında zarar görmüş, sadece iki<br />

parçası günümüze ulaşmıştır. 28<br />

24<br />

Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss.<br />

111, 112.<br />

25<br />

Özkarcı,“Türk Kültür Varlıkları Envanteri<br />

Kahramanmaraş 46” C.1 s. 299.<br />

26<br />

Bayburtluoğlu, “Kahramanmaraşta Bir Grup<br />

Dulkadiroğlu Yapısı” s. 240.<br />

27<br />

Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 40.<br />

28<br />

Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss.<br />

111, 112.<br />

29


Ahşap minber, Muhsin Ali isimli<br />

bir usta tarafından onarılmıştır. Yalnız<br />

minber kapısı üzerinde, kitabelik<br />

kısmında yer alan iki parça <strong>ve</strong> birinde<br />

kelime-i tevhîd, diğerinde yaptıranın<br />

ismi yazılı iki kabartma yazılı parça asıl<br />

minbere aittir. Bu iki yazının ortasında<br />

Muhsin Ali usta tarafından, kakma<br />

suretiyle yazılmış tamir kitabesi<br />

bulunmaktadır. Bu tamir kitabesinin<br />

üstündekinde nesih yazıyla, kabartma<br />

olarak; (Lâ ilâhe illallah Muhammed<br />

resul Allah) attakinde; (El emir <strong>ve</strong><br />

imareti Alâ-üd Devle bin) Böylece Alâüd<br />

Devle Bozkurt beyin portal <strong>ve</strong><br />

mihrapla birlikte bir de ahşap minber<br />

yaptırdığı ortaya çıkmaktadır. Ancak<br />

minber aslından çok uzak durumdadır<br />

<strong>ve</strong> günümüze Muhsin Ali ustanın H.<br />

1317 (M. 1909) tamiri ile <strong>ve</strong> çok az<br />

orijinal parça ile intikal etmiştir. 29<br />

Ayrıca harimin batı tarafına,<br />

kuzey – güney doğrultusunda boydan<br />

boya uzanan 4,30 x 19,40 m.<br />

ölçülerinde kadınlar mahfili<br />

yerleştirilmiştir. Önceden ahşap olan<br />

bu mahfil, müezzin mahfili ile beraber<br />

betondan yapılmıştır. Kadınlar<br />

mahfiline son cemaat yerinin güneybatı<br />

köşesinde açılan <strong>ve</strong> merdi<strong>ve</strong>nle çıkılan<br />

0,93 x 1,80 m. ölçülerinde basık<br />

kemerli kapıdan girilir. Kemer geçme<br />

tekniğinde yapılmıştır. Profilli silmeyle<br />

kuşatılan kapının üstünde H.1194 /<br />

M.1780 yılını taşıyan onarım kitabesi<br />

vardır. Mahfil <strong>ve</strong> kapının bu onarım<br />

sırasında yapıldığı anlaşılıyor. 30<br />

Kahramanmaraş Ulu Camii’nde<br />

özellikleri belirtilen bezemeli<br />

unsurlardan başka, cami içinde<br />

payelerinde taşıdığı kemer içlerinde<br />

madalyon şeklinde bezeme panolar da<br />

bulunmaktadır. Batıdaki mahfilin<br />

hizasında, payelere oturan kemer<br />

29<br />

Bayburtluoğlu, “Kahramanmaraşta Bir Grup<br />

Dulkadiroğlu Yapısı” s. 24<strong>1.</strong><br />

30<br />

Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri<br />

Kahramanmaraş 46” C.1 s. 300.<br />

içlerinde “mühr-ü Süleyman” da<br />

denilen yuvarlak kalem işi bezemeler<br />

görülmektedir. Fazlaca girift olan <strong>ve</strong><br />

kemer içlerini dolduracak şekilde bu<br />

panolar gayet incelikli yaprak <strong>ve</strong> bitki<br />

örneklerinden oluşmuş, vişneçürüğü<br />

renginde ki sekiz yaprak, ortadan<br />

değişik yönlere dağılan bir<br />

kompozisyon örneği sergilemektedir. 31<br />

Çeşitli tarihlerde ekleme <strong>ve</strong><br />

onarım gören caminin minaresi, son<br />

cemaat yerinin 2m. kadar önünde<br />

serbest bir kaide üzerinde tek başına<br />

yükselmektedir. H.1264 / M. 1848<br />

yılında üst bölümü yenilenmiş olan<br />

minare, kesme taştan inşa edilmiş<br />

olup, caminin son cemaat cephesine<br />

hafif çapraz biçimde<br />

konumlandırılmıştır. 32<br />

Selçuklu geleneğine bağlı <strong>ve</strong><br />

mahali özeliklere uygun yapılan<br />

minare, Memlûklu sanatına ait bazı<br />

özellikleri de bünyesinde taşımaktadır.<br />

Minareye kaidenin batı tarafında yer<br />

alan <strong>ve</strong> iki taraftan üçer basamaklı<br />

merdi<strong>ve</strong>nle çıkılan 0,77 x 1,55 m.<br />

boyutlarında dikdörtgen kesitli kapıdan<br />

girilir 33 <strong>ve</strong> içerisinde yetmiş altı adet taş<br />

basamak bulunmaktadır. Zeminden<br />

külaha kadar yükseklik 22,10 m.’yi<br />

bulmakta, bu yükseklikteki minarenin<br />

4.10 m. kadar olan kısmı kübik alt<br />

kaideye ait olup kaideden sonra<br />

köşeler pahlanarak sekizgen<br />

pabuçluğa, oradan da iki bölümlü<br />

gövde kısmına geçilmektedir. 34<br />

31<br />

Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 4<strong>1.</strong><br />

32<br />

Gündoğdu, Kahramanamaraş Sempozyumu,<br />

“Dulkadirli Cami Minareleri” s. 778.<br />

(http://docplayer.biz.tr/13732694-<br />

Kahramanmaras-sempozyumu-775-dulkadirlicamii-minareleri.html)<br />

33<br />

Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri<br />

Kahramanmaraş 46” C.1 s. 30<strong>1.</strong><br />

34<br />

Gündoğdu, Kahramanamaraş Sempozyumu,<br />

“Dulkadirli Cami Minareleri” s. 778.<br />

(http://docplayer.biz.tr/13732694-<br />

Kahramanmaras-sempozyumu-775-dulkadirlicamii-minareleri.html)<br />

30


Minarede gövde iki bölümden<br />

oluşur. 35 Gövdenin alt bölümü silindirik,<br />

üstü onikigen kesitli olarak<br />

yükselmekte, alt <strong>ve</strong> üst gövdeyi<br />

ortadan profilli bir silme <strong>ve</strong> saç örgüsü<br />

şeklinde geçme ayırmış bulunmaktadır.<br />

Gövdenin üst kısmında ki şerefe altlığı,<br />

yoğun biçimde süslenmiştir. En altta<br />

her kenar ortasına denk gelecek<br />

şekilde siyah taşlarla başlayan süs<br />

unsurları, biri iç bükey, diğeri dış bükey<br />

<strong>ve</strong> bir de düz silmeden oluşan şerefe<br />

silmelerin altında, stilize bitki<br />

kompozisyonlarından ibaret frizle<br />

devam etmektedir.<br />

yukarı giderek genişleyen şerefe<br />

altığının aşağısında her kenar ortasına<br />

rastlayan mavi – beyaz renkle çinili<br />

tabaklarla bunların arasında kabartma<br />

olarak işlenmiş çarkıfelek, yıldız<br />

motifleri <strong>ve</strong> üst kısımlarda da birer iri<br />

çarkıfelek <strong>ve</strong> ince mukarnas dizilerinin<br />

oluşturduğu üst ortaları sivri kemerle<br />

sınırlı irer birer mukarnastan meydana<br />

gelen plastik değerlerle<br />

zenginleştirilmiş süsleme unsurlarına<br />

sahiptir. 36<br />

Şerefe korkuluğunu alt<br />

bölümünde her kenarın ortasına<br />

gelecek şekilde kırık hatlı ikişer sivri<br />

kemer yerleştirilmiştir. Şerefe kısmı<br />

köşke tipinde <strong>ve</strong> on kenarlıdır. Köşkün<br />

üzeri ahşaptan geniş <strong>ve</strong> parçalı<br />

saçakla korunmakta, bunun üstünde<br />

de kısa <strong>ve</strong> küt biçimde sonuçlanan<br />

petek kısmı bulunmaktadır. Petek<br />

kısmından külaha geçişte yine küçük<br />

parçalı geniş saçaklı saç örtü koruma<br />

görevini sürdürmektedir. Şerefenin<br />

köşk biçimde ele alınması, üstte iki<br />

35<br />

Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri<br />

Kahramanmaraş 46” C.1 s. 300.<br />

36<br />

Gündoğdu, Kahramanamaraş Sempozyumu,<br />

“Dulkadirli Cami Minareleri” s. 778.<br />

(http://docplayer.biz.tr/13732694-<br />

Kahramanmaras-sempozyumu-775-dulkadirlicamii-minareleri.html)<br />

farklı boyutta saç örtü kullanılması 37<br />

yöresel bir özellik olup, müezzini yazın<br />

güneşin sıcağından, kışın da<br />

yağmurdan korunmak amacıyla böyle<br />

bir uygulamaya gidilmiştir. Aynı şeklide<br />

Gaziantep, Adana gibi güney illerinde<br />

de bu tip minare inşa edilmiştir.<br />

Merdi<strong>ve</strong>n boşluğu gövde kısmında yer<br />

alan beş küçük pencereyle<br />

aydınlatılmıştır. 38 Ayrıca burada iki<br />

renkli taş kullanımı da Dulkadirlilerin<br />

uzun süre metbu tanıdıkları Memlûk<br />

etkileriyle bağlantılıdır. 39<br />

Minarenin kaide, pabuçluk <strong>ve</strong><br />

silindirik alt gövdesi orijinal olup,<br />

onikigen üst gövdeden itibaren diğer<br />

bölümler, Dulkadiroğulları’ndan İbrahim<br />

Bey’in oğlu Hacı Halil Bey tarafından<br />

H. 1264 / M. 1848 yılında yaptırılmıştır.<br />

Kaynaklarda, önceki minare gövdesi<br />

kısa olduğu için böyle bir ilâ<strong>ve</strong>nin<br />

yapıldığı ifade edilmektedir. [Arif Paşa<br />

5/5 (1313), 696]. Minarenin orijinal<br />

kısımlarıyla onarımda yapılan<br />

bölümlerde kullanılan malzemenin<br />

farklılığı da dikkati çekmektedir. 40<br />

Kahramanmaraş ulu camii genel<br />

plan şeması bakımından, erken dönem<br />

Anadolu Selçuklu yapılarından biri olan<br />

Sivas Ulu cami ile benzeşmektedir.<br />

Sivas Ulu Cami’nin harim kısmında<br />

dikey uzanan <strong>ve</strong> birbirine sivri<br />

kemerlerle bağlanan payelerle onbir<br />

sahın bulunmaktadır. Kahramanmaraş<br />

Ulu Camii, sahınların kıble duvarına<br />

37<br />

Gündoğdu, Kahramanamaraş Sempozyumu,<br />

“Dulkadirli Cami Minareleri” s. 778.<br />

(http://docplayer.biz.tr/13732694-<br />

Kahramanmaras-sempozyumu-775-dulkadirlicamii-minareleri.html)<br />

38<br />

Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri<br />

Kahramanmaraş 46” C.1 s. 30<strong>1.</strong><br />

39<br />

Gündoğdu, Kahramanamaraş Sempozyumu,<br />

“Dulkadirli Cami Minareleri” s. 778.<br />

(http://docplayer.biz.tr/13732694-<br />

Kahramanmaras-sempozyumu-775-dulkadirlicamii-minareleri.html)<br />

40<br />

Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri<br />

Kahramanmaraş 46” C.1 s. 30<strong>1.</strong><br />

31


paralel yerleştirmesi düzeniyle de<br />

Darende Ulu Camii ile benzerlik<br />

göstermektedir. 41<br />

Yazar<br />

Ali Can Kırcaali<br />

On Dokuz Mayıs Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

41<br />

Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri<br />

Kahramanmaraş 46” C.1 ss. 30<strong>1.</strong> 302<br />

32


OSMANLI VE GÜNÜMÜZ ÇEŞMELERİ<br />

Genellikle sokak aralarında meydanlar da gördüğümüz ister büyük <strong>ve</strong> görkemli isterse nazik<br />

yapısıyla karşımıza çıkan çeşmelerimize günümüzde <strong>ve</strong>rdiğimiz değere birde geçmişin perdesinden<br />

bakalım. Osmanlı da padişah <strong>ve</strong> halkının hayırse<strong>ve</strong>rliğe <strong>ve</strong> temizliğe <strong>ve</strong>rdiği önem, mimariye büyük<br />

ölçüde yansımıştır. Hayır, amaçlı yapılan çeşme <strong>ve</strong> sebiller dönemlerinde en dikkat çelici eserler<br />

olarak yerlerini almaktadırlar. Osmanlı- Türk su mimarisisin en işçilikli <strong>ve</strong> bir o kadar da sanatsal<br />

değeri olan yapılar sebiller, Türk mimarisinde çok daha fazla görülen yapılardır. Sebil, kelimesinin asıl<br />

kökeni Arapçadan gelip çeşitli tanımlara sahiptir. Yoldan gelip geçenlere hayır amaçlı su dağıtılan<br />

yerler olarak biliriz fakat dönemin başta gelen özelliği olarak özel gün <strong>ve</strong> gecelerde örneğin zaferle<br />

dönülen savaş sonrası gibi sebiller de şerbet dağıtılırdı. İlk çağlardan günümüze kadar insanlığın<br />

genellikle su kenarlarında yerleşim alanı kurup gelişmesiyle su yapılarına göre tasarlanan mimari<br />

görünüm zaman <strong>ve</strong> devirlere göre her şey gibi farlılık gösterip devam etmiştir. Bunun en gözle<br />

görünür örneği çeşmelerdir, çeşme kelimesi de sebil gibi asıl kökeni Farsçadan gelir anlamı göz<br />

manasına gelen Çeşme'den alınmıştır. Günümüzde de genellikle İstanbullun her semtinde her gün<br />

önünden defalarca geçtiğimiz, fakat farkına bile varamadığımız çeşmelerimiz tarih boyunca<br />

fonksiyonları ile insan <strong>ve</strong> hayvan yaşantısının <strong>ve</strong> mimarisinin vazgeçilmez bir parçası olmuşlardır.<br />

Osmanlı da su kamuya ait olduğu<br />

için sadece halkın ortak kullanımına<br />

açık olan cami, medrese, hamam gibi<br />

binalarda<br />

bulunmaktaydı. Özel<br />

mülkiyetlere şebekeden su<br />

alınması kesinlikle yasaktı sadece<br />

sarayda su bulunabilirdi.<br />

İstanbul’a suyu getiren Mimar<br />

Sinan'ın evine dahi su <strong>ve</strong>rilmemişti.<br />

Bütün bu nedenlerle başta<br />

sultanlar olmak üzere, her<br />

kademeden mevki sahibi kişiler <strong>ve</strong><br />

hayırse<strong>ve</strong>r<br />

vatandaşlar<br />

tarafından, halka parasız su temini<br />

için, hayır amacıyla birçok<br />

çeşme yapılmış <strong>ve</strong> vakfedilmiştir bu şekilde halkın su ihtiyacı daha rahat bir şekilde karşılanır vaziyete<br />

gelmektedir. Bu çeşmelerin önemli bir bölümü eski İstanbul il sınırlan içinde yer alan şehrin meydanı,<br />

Köşe başı <strong>ve</strong> sokaklarını süslemiş, giderek şehir kısa sürede çeşmeler şehrine dönüşmüştür. Aynı<br />

dönemlerde Avrupa şehirlerinde, meydanlarda yapılan çeşmeler, görsellik için yapılırken İstanbul<br />

meydanlarında ise, dini inanç gereksinimlerine de uyarak heykel kullanmayı tercih etmeyen<br />

sanatkârlar, halkın içme <strong>ve</strong> gereksinim suyunu karşılaması için ilk bakışta birer abideyi anımsatan<br />

kullanışlı çeşme yapıları yapmışlardır. Bizler için şuan çeşme mimarisi unutulmuş içleri pet şişe<br />

doludur. Hatta çok önemli eserlerimiz duyarsızlığımızdan dolayı kaldırım altında kaldığı gerçeğini<br />

değiştirmiyor. Dönüp geçmişe baktığımızda mimarlarımız yarım kemerli değerli kitabelerinde<br />

bulunduğu İstanbul çeşmeleri günümüzde olmasa da Osmanlı <strong>ve</strong> çeşmeler başlığı altında gerekli<br />

saygıyı değeri yansıtıyor Bizlerde Osmanlı gibi sağlık amaçlı günlük hayatın stresinden uzaklaşmak<br />

için ara sokakta bir çeşme başında su sesi dinleyerek şifa bulabiliriz.<br />

Yazar<br />

İlknur Uğurdoğan<br />

Plato Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

33

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!