taslakDEVE
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
süreli sosyal bilimler çalışmaları dergisi<br />
birinci sayı naber 2017<br />
DEVE
DEVE dergi<br />
Yayın yönetmeni<br />
H. Arif Sarıyaşar<br />
Editör<br />
Tugay Aydoğan<br />
Yazı İşleri<br />
E. Ensar Avcı<br />
Tasarım<br />
H. Arif Sarıyaşar<br />
DEVE dergi süreli bir sosyal bilimler çalışmaları yayını ve<br />
İstanbul Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler Lisesi öğrencileri<br />
tarafından harekete geçirilmiş bir projedir.<br />
2
3
İbadiyye mezhebi İslam düşüncesinden ilk ayrılan ekol<br />
olan Hariciyye mezhebinin diğer Müslümanları kâfir ilan etmesi<br />
ve büyük günah işleyen kişileri müşriklikle suçlaması<br />
gibi aşırı görüşlerine karşın ayrılmış bir koludur. İtikadi görüşlerinde<br />
çokça Sünni ve Mutezili’nin görüşlerinden çokça<br />
etkilenen İbadiyye diğer Harici görüşler gibi çeşitli kitleler<br />
etrafında kapalı bir görüş olmadığını ve bu şekilde günümüze<br />
ulaşabildiğini görmekteyiz. Hariciyyenin ılımlı ve günümüze<br />
kadar ulaşabilmiş tek kolu olan İbadiyye mezhebinin önce<br />
kuruluş ve gelişim süreci daha sonrasında ise devlet anlayışları,<br />
hadis usulü ve itikadi gorüşleri incelenecektir.<br />
1)KURULUŞ VE GELİŞİM SÜRECİ:<br />
İbadiyye ismini kurucusu olarak kabul edilen Abdullah b.<br />
İbaz’dan almaktadır. Kendilerini ‘ehlül iman ve’l istikame,<br />
ehlül adl ve’l istikame, cemaatül müslimin, ehlü’d da’ve’ gibi<br />
isimlerle de adlandırmaktadırlar. Mezhep hicri 65 yılında Nafi’b.<br />
Erzak’ın Harici olmayan Müslümanlar hakkında ortaya<br />
koyduğu görüşleri aşırı bularak katılmayan Abdullah b.<br />
İbaz’ın önderliğinde Basra’da kuruldu. Lakin İbadiyye’nin<br />
başlangıcını Abdullah b.İbaz ile göstermek doğru olmayacaktır<br />
çünkü öncesinde de benzer fikirlerin o bölgede bulunan<br />
çeşitli guruplarca zikredilmekte olduğu görülmektedir. Abdullah<br />
b.İbaz dönem içerisinde Cabir b. Zeyd’in fikirlerinden<br />
etkilenmiştir. Daha sağduyulu ve sünnetin sınırlarında bir tutum<br />
sergileyerek çeşitli gurupları da yanına çekmiş ve o dönemde<br />
yaşanan Harici isyan hareketine karışmamıştır. İsyanın<br />
başarısız olmasıyla birlikte ılımlı fikir güçlenmiştir. Hayatı<br />
boyunca Medine savunması dışında hiçbir harekette aktif rol<br />
oynamayan Abdullah b.İbaz gurubunu gizli ve pasif bir şekilde<br />
muhafaza etmeyi başarmıştır. Emevi idarecileriyle dostane<br />
ilişkiler kurup halife Abdulmelik b. Mervan’ın mektubuna<br />
temel ibadiyye esaslarının kısa bir açıklaması niteliğinde bir<br />
mektupla cevap vermiştir.<br />
Halife Abdulmelik b. Mervan’ın ölümünden sonra o<br />
dönem patlak veren İbnü’l Eşas’ın isyanına katıldıkları gerekçesiyle<br />
Irak valisi Haccac b. Yusuf İbadi ileri gelenlerini Ummana<br />
sürgün etmiş bir kısmını ise Basra da hapsettirmiştir.<br />
Haccac’ın ölümünden sonra İmam olarak seçilen Ebu Ubeyde<br />
Basra İbadilği’nin bir propaganda ve eğitim merkezi olması<br />
için çeşitli faliyetler göstermiştir. Basra’da bir ihtilal hükümeti<br />
kurmaya başlayan Ebu Ubeyde yetiştirdiği öğrencilerini tüm<br />
İslam coğrafyasına dailer olarak gödermiştir. Bu dailerle birlikte<br />
mezhebin Mağrib, Yemen, Umman ve Horosan’a yayılmasını<br />
sağlanmıştır. Dailerin faliyetleriyle birlikte çeşitli bölgelerde<br />
irili ufaklı ayaklanmalar meydana gelse de Basradaki<br />
İbadiler kimliklerini saklamaya devam etmişlerdir. Ebu Ubeyde’nin<br />
ölümünden sonra Basradaki İbadi hareket zayıfladı. Bu<br />
hareketin yerini Yemen İbadiğine bıraktığı söylenilebilir.<br />
Yemende İbadi hareketi kapsamlı olarak Hadramut bölgesinin<br />
ileri gelenlerinden Abdullah b Yahya’nın Ebu Ubeyde’nin<br />
Mekke’ye dai olarak göderdiği Ebu Hamza Eşşari’nin<br />
fikirlerinden etkilenp kendisini Hadramut’a daveti üzerine<br />
başladı. Burada Abdullah’a imam olarak biat ettiler ve kendisine<br />
‘Talib-ül Hak’ ismini verdiler. Sonrasında gelişen hareket<br />
4
San’a ve Yemen şehirlerini ele geçirdi. Hicri 129 yılının Hac<br />
mevsiminde komutan olarak gönderilen Ebu Hamza ve yanındaki<br />
1000 kişilik kuvvet ile Mekke’yi devamında ise Medine’yi<br />
ele geçirdi. Sonrasında halifenin gönderdiği 4000 kişilik<br />
orduya yenilen İbadiler’in Ebu Hamza ile birlikte çoğu öldürüldü.<br />
Hayatta kalanlar ise Umman’a kaçtı. Bu hadiseden<br />
sonra Yemende bir daha İbadi bir hareketin meydana gelmediği<br />
görülmektedir.<br />
Bu olaydan iki yıl sonra Umman’da çıkan isyanla Umman<br />
ibadi imameti kurularak başına Cülenda b. Mes’ud getirildi.<br />
Cülenda kısa zamanda öldürülünce kısmi bir yıkılma<br />
dönemine girildiği gözlemlenmektedir. Sonrasında çeşitli<br />
imamlar gelsede Gassan b. Abdullah döneminde Umman<br />
İbadi devletinin merkezi oldu. Basradan İbadi ileri gelenleri<br />
bu dönemde Ummana getirilmiştir. Abbasilerin Umman’a<br />
düzenlediği sefere rağmen bölgede varlıklarını sürdürebildikleri<br />
görülmüştür. Sonrasında imamete gelen Ebü’l Kasım<br />
imamette şura yerine cemaati savunması üzerine ‘imamü’d<br />
difa’ şeklinde adlandırılmış ve açtığı yol ortaçağda da varlığını<br />
sürdürmüştür. 16. yy den itibaren genel olarak veliaht sistemiyle<br />
yürüyen bir imamet şekline bürünmüştür.<br />
İbadiliğin varlığını sürdürdüğü bir diğer bölge ise kuzey<br />
ve doğu Afrika’dır. Kuzey Afrika’ya dailer aracılığıyla gelen<br />
İbadilik büyük isyanlar başlatmışsa da bu isyanlar Abbasiler<br />
tarafından kanlı olarak bastırılmıştır. Sonrasında ise çeşitli<br />
sebeplerden doğan imamet kavgası sonucunda Nükkariyye ve<br />
Vehbiyye olarak ikiye ayrılmışlardır. Doğu Afrika’daki İbadilik<br />
ise Umman’dan Sudan’a gelen tüccarlar aracılığıla bu bölgeye<br />
taşınmış ve buradan da Zanzibar ve Gana’ya yayılmıştır.<br />
Günümüzde İbadiler'in büyük çoğunluğu Umman Sultanlığı'nda<br />
yaşamaktadır ayrıca Tunus'un Cerbe adası, Tanzanya<br />
ve Zengibar’da belirli bir İbadi nüfus barınmaktadır<br />
2)DEVLET ANLAYIŞI:<br />
Yukarıda gördüğümüz üzere İbadiyye başlangıcında pasif<br />
ve barışçıl bir yol izleyerek izlediği mutedil tutumu zaman<br />
içerisinde siyasileşmiştir. Çeşitli sebepler ile Emevi ve Abbasi<br />
Hilafetini kabul etmeyerek ortaya koyduğu devlet mekanizmasını<br />
yanlış bulmuştur. Oluşturdukları devlet mekanizmasında<br />
Hz.Osman’ın ilk dönemine ve Hz. Ali’nin tahkime<br />
kadarki döneminde olan halifelerin yaptığı işler kaynak olarak<br />
kabul edilmiştir. Fikirlerine göre sonraki süreçte hilafet<br />
bozulmuştur. İbadilikte devlet anlayışı yazıda imamın vasıfları<br />
ve seçimi ve devletin görevleri konu başlıkları etrafına incelenecektir.<br />
a)İmamın Vasıfları ve Seçimi: İmamet müessesesi İbadiyye<br />
mezhebinde çok önemli bir yer tutmaktadır. İmam olacak<br />
kişinin çeşitli özellikleri bulundurması gerekir. Bu konuda<br />
diğer Sünni ve Şii mezhepler ile arasında farklılıklar vardır.<br />
Bu farklılıkların en büyüğ Ehl-i sünnetin ‘’imamlar Kureştendir’’<br />
hükmüdür. Bu hükmü diğer hariciler gibi reddederler.<br />
Bu sebepten ötürü pek çok mevali’nin (Ara olmayan Müslümanlar)<br />
harici saflarına katıldığı bilinmektedir. Bunun yanın-<br />
5
da bir köle bile olsa soya hiç bakılmaksızın imam kabul edilebilir<br />
önemli olan Allah’ın Kuran’ı ve Resul’ün Sünnet’ini<br />
ayakta tutabilmesidir. Bununla beraber ilim ve zühd sahibi<br />
olması gerekir. Bunların yanında ehl-i Sünnet’’in de savunduğu<br />
gibi bedeni kusurlardan uzak olgun bir erkek olmalıdır.<br />
Yani Şia‘nın kabul ettiği gibi bir çocuğun imameti kabul edilmez.<br />
Yani İbadiyyeye göre imam ilim ve zühd sahibi, Kitab’ı<br />
ve Sünnet’i ayakta tutabilecek, bedeni kusurlardan uzak, olgun<br />
bir Müslüman’ın soyuna bakılmaksızın seçildiği kişidir<br />
İmamın seçimine gelindiğinde ise gerekli şart bey’at’dır.<br />
Bey’at iki aşamada tamamlanır. İlk aşamasında Hz. Ömer’in<br />
örneğini takiben 6 kişilik meclis ya da Umman öncesinde Basra’da<br />
mevcut olan İbadi Meşayihi’nce seçilir. Bey’atın ikinci<br />
aşamasında ise İbadi cemaatine başvurulur. Cemaatin bu seçimi<br />
tasdik edip etmemesi önem teşkil eder. Halk tarafından<br />
kabul edilmemiş bir lider imam sıfatını alamaz.<br />
b) Devletin Görevleri: İbadi Devletinin 1. Görevi Allah’ın<br />
Şeriatı’nı tatbik etmektir. Yani Kuran-i Kerim’in bütün<br />
kurallarının tatbikini esas alır, bu doğal olarak adaletin de<br />
tatbiki olacaktır. Gerekirse bu kuralları uygulamak için zor<br />
kullanma yetkisine sahiptir. Bir diğer görev ise adaleti sağlamaktır.<br />
Adaletin tanımını iyiliği yaymak kötülüğü men etmek<br />
olarak yapılmaktadır. Kendi mezheplerinden olmayan Müslümanlara<br />
bu adaletten pek hak tanımamışlardır bunun yanında<br />
ehl-i kitaba ‘Allah’ın gerçek vahyine mazhar olamadıkları için<br />
onları korumanın gerekeceğini’ düşünerek yaklaşmışlardır.<br />
Fakat burada hariciler diğer Müslümanların kanları da dahil<br />
bütün varlıklarının kendilerine helal olduğu düsturuyla yaklaşırken<br />
İbadiler onların davet edilinceye kadar kanlarının haram<br />
olduğu savaş sonucunda mallarının ve kadınlarının helal<br />
olmadığı fakat sürüler ve savaş eşyalarının savaş malzemesi<br />
olarak alınmasında bir beis olmadığını düşünmektedirler.<br />
Devletin son görevi ise cihattır. Cihat Allah’ın kullarında apaçık<br />
bir emri olduğu için farz kabul edilmiştir. İbadiliğe göre<br />
muhalif Müslümanların bulunduğu bölgeler tebliğ bölgesi<br />
muhalif idarecilerin bulunduğu bölgeler zulüm bölgesi olduğu<br />
için cihat açılmalıdır. Cihadın birinci şartı öncesinde çağrı<br />
yapılmış olmasıdır. Bunlar yanında cihat sonucu sürüler ve<br />
silahlar dışında ganimet haram kabul edilmektedir.<br />
3)HADİS USULÜ:<br />
İbadiler Ehl-i Sünnette olduğu gibi hadisi kabul ederler<br />
fakat hadis metodolojisi konusunda farklılıklar ve eksikliklerinin<br />
olduğu görülmektedir. Hadislere senetlerine göre değil<br />
metinlerine göre değer verirler yani Kuran ile uyma durumuna<br />
göre sahih ya da zayıf hükmü verilir. Çeşitli örneklerde çokça<br />
görüldüğü gibi kullanılan bu teknik çoğu zaman bilimsel bir<br />
metod olmaktan çıkmış, bu metotla yanlı ve yanlış kararlar<br />
verildiğine çokça rastlanılmıştır. İbadiler Resulün geçici veya<br />
bir kereye mahsus yaptığı ibadetleri sünnet olarak değerlendirmezler.<br />
Bunun yanında İbadilerin kabul ettiği hadis kaynakları<br />
çeşitli sebeplerden günümüze ulaşamadığından günümüzde<br />
sadece Reb’i b Habib’in Müsned adlı kitabı dışında hadis kaynağı<br />
kabul etmemektedirler.<br />
4)İTİKADİ GÖRÜŞLERİ<br />
İbadiyye mezhebi temel olarak İman, beraat ve velayet<br />
anlayışı, Allah’ın teşbihi, Kuranın mahlûk olup olmadığı, Peygamberin<br />
şefaati ve ruyetullah mevzularından ehl-i Sünnetten<br />
ayrılmaktadırlar.<br />
İbadiyye’ye göre İman amelden bir cüzdür. Yani amel<br />
ile iman bağlantılıdır. Eğer bir Müslüman büyük günah işler<br />
ise nimet küfrü işlemiş olduğundan sonsuza kadar cehennemde<br />
kalacaktır yani kâfir olacaktır. Fakat Hariciyyenin bu konuda<br />
belirttiği gibi müşrik de olmayacaktır. Eğer günahına tövbe<br />
ederse nimet küfrü üzerinden kalkacaktır. Lakin günahı işlemekte<br />
ısrar eden kişi ise şirke girmiş olur. Bu anlayışıyla mutezileye<br />
yakın bir görüş izlemiştir. Bunun yanında velayet<br />
(müslümanı sevmek) ve beraat (Müslüman olmayanı buğuz<br />
etmek) anlayışı hususunda ise beraat edilecek kişilere mezhebinden<br />
dönen kişileri de eklemişlerdir.<br />
İbadiler Allahın vahdaniyeti ve tek yaratıcı olduğu konusunda<br />
diğer tüm mezhepler ile müttefiktir. Fakat Allahın<br />
sıfatları konusunda bir takım farklılıklar vardır. İbadiler Allah’ı<br />
teşbih etmenin büyük bir yanlış olduğunu ve onun<br />
yegâne sıfatının kıdem olduğunu iddia ederler. Mutezile gibi<br />
diğer sıfatların Allahın zatına ait olduğunu söylemektedirler.<br />
Binanıaleyh tartışılagelmiş olan ruyetullah yani Allahın görülmesi<br />
mevzuunda ise Allahın dünyada ve ahirette görülemeyeceğini<br />
iddia ederler. Konuyla ilgili Ehl- sünnet’in ahirette görülebileceği<br />
yönünde karar almasını sağlayan "O gün bir takım<br />
yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır" ayetini farklı biçimde<br />
yorumlayıp bu karara varmışlardır.<br />
Evvelden beri tartışılagelmiş bir başka kelam konusu<br />
olan ‘’Kuran’ın mahlûk olup olmadığı’’ konusu üzerine yine<br />
Mutezileye benze bir takım görüşler takınarak Allah kadimdir<br />
ve iki tane kadimin bir arada olamayacağından dolayı Kuran’ı<br />
mahlûk olarak görmektedirler. Fakat çeşitli İbadiler bu fikri<br />
benimsememektedir.İtikadı mezhep alimlerinden olan Eşari<br />
bu fikre karşı Allah’ın kelamının bir yaratık değil Allah’ın<br />
bizzahati kendisi olduğunu söylemektedir.<br />
Son olarak peygamberin şefaati mevzusunda ise günahkâr<br />
kimse için şefaatin söz konusu olmadığını çünkü fikirleri<br />
Allah’ın vaid ini yani vaad ettiği cezalandırmayı mutlaka<br />
uygulayacağı yönündedir.<br />
Sonuç olarak Hariciyye den ayrılıp daha mutedil<br />
bir yol seçen ve çeşitli fikirlerle alışverişini devam ettirip diğer<br />
Hariciler gibi kapalı bir toplum yaşamayan İbadiyye ne<br />
6
kadar törpülense de radikal olan bu görüşleri ve tarihteki faaliyetlerine<br />
rağmen günümüze ulaşmasının temel sebebini Hariciyye’nin<br />
bedevi kabileleri arasında kapalı bir hal alıp yok<br />
olmasına karşın İbadiyye’nin Ehl-i sünnet ve Muteziliden<br />
çokça etkilenip daha açık fikirli bir görüş olmasıdır.<br />
7
8
Eudaimonia antik Yunan etik anlayışının temel kavramlarından<br />
biridir. Çoğu antik Yunan filozofu insanın nihai amacının<br />
eudaimonia olduğunu etik anlayışlarının temeline oturtmuşlardır.<br />
Ahlakın ve erdemin görevi bize mutlu olmayı öğretmektir.<br />
Ahlak ve erdem eudaimoniaya ulaşmak için insanın<br />
kullanması gereken araçlardır.<br />
Eudaimonianın Türkçeye mutluluk şeklinde çevrilebilir. Bu<br />
çalışmada eudaimonia eu(iyi) ve daimon(ruh) olarak çözümlenebilinen<br />
eudaimonia kavramı Demokritos’tan Aristoteles’e<br />
kadar antik Yunan felsefesinin etik anlayışında gelişimi incelenmeye<br />
çalışılmaktadır. Bahsedeceğimiz filozoflar felsefi<br />
düşünceleri doğrultusunda insanın amacı olarak gösterdikleri<br />
ortak bir kavramda birleşmiştir. Bahsedeceğimiz ortak kavram<br />
olan eudaimonia filozoflar tarafından farklı yorumlanmış<br />
ve farklı etik anlayışları ortaya çıkmıştır.<br />
Eudaimonia kavramından ilk olarak bahseden filozof Demokritos<br />
antik Yunan felsefesinin etik anlayışında bir çığır<br />
açmıştır. Demokritos’un etik anlayışında üzerinde çalışacağımız<br />
diğer filozofların düşüncelerindeki gibi erdemin eudaimoniaya<br />
ulaşmak için bir araç olduğu düşüncesi hakimdir. Demokritos’un<br />
felsefesinde insanın bilge olması korku ve boş<br />
inançtan yoksun olmasıdır. İnsanın korku ve boş inançtan yoksun<br />
olması insanın sakin ve ölçülü yaşamı için bir gerekliliktir.<br />
Demokritos burada eudaimoniayı sakin ve ölçülü bir yaşam<br />
olarak tanımlar. İnsan eudaimoniaya erdem ile ulaşmıştır çünkü<br />
sakin ve ölçülü bir yaşam için korku ve boş inançtan uzak<br />
durmak gerekir. İnsanın erdemli oluşu onu eudaimoniaya ulaştırmıştır.<br />
Yani Demokritos felsefesindeki eudaimonia insanın<br />
sakin ve ölçülü yaşamıdır. Erdem ise insanın korku ve boş<br />
inançtan uzak olması nedeniyle bilgeliktir. Bu eudaimonia<br />
yorumundan sonra farklı bir eudaimonia yorumu getiren bir<br />
filozof olarak Sokrates karşımıza çıkar. Demokritos felsefesinde<br />
gördüğümüz erdemin insanın amacı için araç olduğu düşüncesi<br />
Sokrates’in felsefesinde de hâkim bir görüştür. Sokrates<br />
düşüncesinde erdem bilgidir. Sokrates felsefesinde hepsi bilgi<br />
olan temel erdemler bilgelik, cesaret, adalet ve ölçülülüktür.<br />
Erdemin bilgi oluşu cesaretin neyden korkulup neyden korkulmaması<br />
gerektiğinin bilgisi olması şeklinde örneklendirilebilir.<br />
Sokrates’in eudaimonia tanımı ise erdemli insanın huzur halidir.<br />
İnsanın bilge oluşu Sokrates’in felsefesine göre onu eudaimoniaya<br />
ulaştırır. Sokrates felsefesiyle karşımıza yine erdemin<br />
eudaimonia yolunda bir araç olması karşımıza çıkmıştır. Fakat<br />
bu iki düşünce ve bahsedeceğimizi diğer filozofların etik anlayışlarındaki<br />
gibi aynı kavramın farklı yorumlanışı ve farklı<br />
ulaşma şekilleriyle ayrışmıştır. Sokrates’in öğrencisi olan Platon<br />
da bu kavrama farklı bir yorum getirmiştir. Platon ahlak<br />
öğretisini kendi bilgi kuramı üzerinden inşa etmiştir. Platon<br />
erdemi iyi ile bağdaştırmıştır. Platon’a göre insan ruhu üç parçadan<br />
oluşur. Ruhun ilk ve en önemli parçası akıldır. Ruhun<br />
ikinci parçası iradedir. Ruhun üçüncü parçası ise arzudur. İnsan<br />
için iyi olan şey ruhun bahsettiğimiz parçalarının uyumu-<br />
9
dur bu uyum aynı zamanda erdemdir. Ruhun üç parçası yani<br />
akıl, irade ve arzu arasında her birinin kendisine özgü işlevi<br />
yerine getirmesinin, diğer parçanın işlevine müdahale etmemesinin<br />
sonucu olan uyum hali olarak tanımlamıştır. Buna göre<br />
akıl; ideaların ve iyi ideasının bilgisine, insan yaşamının amacına<br />
vb. bilgiye sahip olup bütüne yol gösterdiği, iştiha, istek<br />
ve arzularında ölçülü olduğu, can da iştihanın aşırı isteklerine<br />
direnç gösterip, aklın sesini dinlediği zaman, insan kendi özünü<br />
gerçekleştirme, amacına ve doğal iyisine uygun yaşama<br />
anlamında mutlu olur. Platon üç ayrı erdemi dile getirir bilgelik,<br />
yiğitlik ve ölçülülük ve bu üç erdemin birleşmesinden en<br />
yüksek erdem olan adalet erdemi ortaya çıkar. Platon adaleti<br />
şu şekilde tanımlar. “Adalet, her şeyden önce, bilgelik, cesaret<br />
ve ölçülülük üç ana erdemle birlikte sitenin erdemini tamamlayan<br />
erdemdir. Bu erdemlerin hepsini kapsayan bir üst-erdem<br />
olarak adalet, “herkesin kendi işiyle uğraşması”, kendi işini<br />
yapmasıdır.”Platon’a göre bir kişinin mutlu bir hayat yaşayabilmesinin<br />
koşulu adalettir. Mutluluk anlayışının farklı bir<br />
yorumunu Aristoteles’in etik anlayışında da görebiliriz. Aristoteles<br />
bahsettiğimiz filozoflar gibi eudaimoniayı insanın nihai<br />
amacı olarak belirtmiştir. Eudaimonia en yüksek iyidir. Aristoteles<br />
İyi kavramını Nikomakhos Etiği adlı kitabında her şeyin<br />
eğilim duyduğu amaç olarak tanımlamıştır. İyi olan şey<br />
ona göre eudaimoniadır. Eudaimonia ise ruhun erdeme uygun<br />
etkinliğidir. Aristoteles felsefesinde erdemin ne olduğu konusunda<br />
çalışma yaparken insan ruhundan bahsetmiştir çünkü<br />
insansal erdem bedenin değil ruhun erdemidir. Filozof ruhu<br />
akla sahip ve akıldan yoksun olarak ikiye ayırır. Ruhun bu iki<br />
tarafına denk gelen iki çeşit erdem vardır akli erdem ve karakter<br />
erdem. aklî erdemler öğretimden, karakter erdemleri ise<br />
alışkanlıklardan doğar. Aristoteles’e göre erdem akli bir tercihtir.<br />
Ruhun akıllıca yaptığı bir tercihtir. Ruhun akla uygun<br />
olarak kullanılması erdemdir. Erdem bir varlığın işlevini en iyi<br />
şekilde yerine getirmesidir bu insan için aklını iyi ve doğru<br />
kullanmasıyla olmaktadır. Yani erdemli insan mutlu olmaktadır.<br />
Aristoteles’in düşüncesine göre erdemli olmak mutlu yaşam<br />
için yeterli değildir. Hiçbir şeye sahip olmayan bir insanın<br />
mutluluğu elde etmesi çok zor görülmektedir. Bundan dolayı<br />
insanın tam olarak mutluluğu elde etmesi dostluk gibi, servet<br />
gibi, güzel ve tam bir vücuda sahip olması gibi özelliklere de<br />
sahip olması gerekmektedir. Aristoteles’e insanın mutlu olabilmesi<br />
için özgür ve soylu bir aileden gelmesi gerekir. Köleler<br />
mutluluğa ulaşamazlar çünkü özgür değillerdir. Aristoteles’e<br />
göre kadınlarda mutlu olamaz çünkü kadınlar tam anlamıyla<br />
düşünme yeteneğini bütün bir şekilde kullanamazlar.<br />
Kısaca her eylem iyi olanı amaçlamaktadır, iyinin ne olduğu<br />
sorusuna ise mutluluk cevabını veren Aristoteles, mutluluğun<br />
ne olduğu sorusuna da “erdeme uygun etkinliktir” demiştir.<br />
Sokrates’e göre erdem bilgidir. Bilgi bilgelik, cesurluk,<br />
ölçülülük ve adaletin bilgisidir. Platon’a göre erdem ruhun her<br />
bir parçasının kendi görevini yapmasıdır. Aklın görevi bilmektir<br />
arzunun görevi ise fiziki tatminlerde aşırıya kaçmayıp ölçülü<br />
olmaktır. Aristoteles’e göre erdem bir varlığın işlevini en iyi<br />
şekilde yerine getirmesidir. Mutluluk insanın yukarıdaki erdemlere<br />
uygun yaşayarak varabileceği bir amaçtır. Amaç olarak<br />
gösterilen eudaimonia kavramı bahsettiğimiz filozofların<br />
felsefesinde ortaktır fakat aynı kavram farklı anlamlar üzerinden<br />
yorumlanmıştır.<br />
Bahsi geçen filozoflara göre mutluluğun araç olabileceği<br />
bir amaç yoktur. İnsan mutluluğu herhangi bir şey için istemez<br />
mutluluk insanın eylemlerinin ve hayatının bir sonucudur bundan<br />
dolayı mutluluk insanın temel amacıdır. İnsanın bu temel<br />
amacına ulaşması için ahlaklı veya erdemli bir yaşam sürmesi<br />
gerekir. Eudaimonianın göreceli olması durumu burada ortaya<br />
çıkar. Erdemin ne olduğu insandan insana değişebilir. Erdemin<br />
göreceli olmasıyla birlikte insanın erdemli yaşamı da göreceli<br />
olmaktadır. Bu görecelikse bizi farklı eudaimonialara çıkarır.<br />
Farklı yaşam tarzlarına çıkarır. Mesela tek-dünyalı bir hayat<br />
görüşünün benimsenmesi bizi farklı eudaimonialara ya da<br />
farklı bir değişle farklı mutluluk algılarına çıkarmıştır. Tekdünyalı<br />
bir hayat görüşünde mutluluk özneldir. Çift dünyalı<br />
hayat görüşlerine baktığımızda ise mutluluk tek bir yere varmıştır.<br />
Burada mutluluk nesnelleşmiştir. Kısaca bahsetmek<br />
gerekirse insanların erdem anlayışı veya ahlak anlayışının değişimiyle<br />
bile filozofların insanın bir amacı olarak gördükleri<br />
mutlulukta değişir. Bu öznellikle yani farklı anlayışlarla İnsanlar<br />
aynı kavramı amacı olarak görüp aslında farklı şeylere yönelmiştir.<br />
İnsan mutluluğu farklı biçimlerde yorumlamıştır.<br />
İnsanlar önlerine koydukları bir amaç ile eylemlerini saçmalıktan<br />
uzaklaştırıp anlamlandırmaya çalışmıştır. İnsanın ahlaklı<br />
oluşu saçma değil bir amaç içindi artık. Böylece farklı etik<br />
anlayışları ortaya çıkmıştır.<br />
Antik yunan felsefesinde eudaimonia kavramı bahsi geçen<br />
filozoflar tarafından insanın nihai amacını kast etmek maksadında<br />
kullanılmıştır. Eudaimonia bir şeyin aracı olmayan bir<br />
amaçtı onlar için. Eudaimonia kimi zaman insan ruhunun sakin<br />
ve ölçülü olmasıyken başka bir filozof için insan ruhunun<br />
huzur haliydi. Eudaimonia kavramı üzerinden çok çeşitli etik<br />
anlayışları ortaya çıkmıştır. Bahsettiğimiz filozofların etik<br />
anlayışları farklıydı fakat aynı kavramın etrafında şekillenmişti.<br />
Aynı kavram etrafında farklı etik anlayışlarının ortaya çıkmasıyla<br />
insan biricik iyisine ulaşamamıştır. İnsanoğlu ise bu<br />
öznellik ışığında hala mutluluğu aramaktadır<br />
10
11
Kelimenin kökeni;<br />
Cemil meriç’e göre aydınlarımız arasında ideolojinin<br />
manası tam olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Bunun<br />
nedeni kelimenin kaypak ve karanlık oluşudur.<br />
Meriç, ideolojinin manasını kavrayabilmek için iki<br />
asra yaklaşan tarihine eğilmek gerektiğini ifade eder.<br />
Fransız ihtilalinden sonra Avrupa’nın ortasında yeni<br />
bir dünya kurulmaktadır. Yeni rejim eskiye ait olan<br />
şeylerin ortadan kaldırmakta ve kendi fikrini kabul<br />
ettirmekte kararlıdır. Bu ortamda felsefeye de başka<br />
bir isim bulmak gerekir. Destutt de tracy felsefeyi<br />
karşılaması için ideolojiyi kelimesini uydurur. Kelimenin<br />
en geniş anlamıyla: düşüncelerin ilmi. Felsefenin<br />
yerine geçecek olan bu yeni ilmin konusu :<br />
‘düşünceler, düşüncelerin kanunları, kendilerini dile<br />
getiren işaretlerle münasebetleri ve kaynaklarıdır.’<br />
Cobains ile de tracy kendilerini adlandırmak için<br />
ideolojist kelmesini kullanır. İdeoloji o dönemde bazı<br />
yazarlara göre, Fransa’nın klasik felsefesidir<br />
(H.Taine). Kısaca, ideoloji metafizik muhtevasından<br />
sıyrılan bir felsefe, mantıkla kaynaşan bir nevi tecrübi<br />
psikolojidir. Napolyon’un ideolojiye olan kini<br />
onun bir metafizik olduğunu düşündüğü içindir. Napolyon<br />
ideolojiyi ‘metafizik gevezelikler’ olarak tanımlar.<br />
Üniversite rektörüne verdiği talimatta<br />
‘monarşiye uygun ve müspet şeyler okutacaksınız,<br />
metafizik, ideolojik gevezelikler yok’ der. Chateaubriand<br />
ideolojistleri küçümsemek için onlara ideolog<br />
adını takar ve Napolyon bu tabiri yaygınlaştırır. Napolyon’dan<br />
sonra ideolojinin asıl manası unutulur.<br />
Marx’da ideolojiye eski itibarını kazandırmaz ve<br />
12<br />
çağdaş batılı yazarların kaleminde ideoloji iltifatta<br />
çok hakaret anlamı taşır.<br />
Cemil meriçin yaşamı ve düşünce hayatına<br />
etkileri;<br />
Meriç’in farklı düşünce yapıları içerisine girebilmesi<br />
ve meselelere disiplinler arası yaklaşabilmesi onu<br />
farklı kılan noktalardan biridir. Edebiyat ve sosyal<br />
bilimlerin hemen hemen her alanında eserler veren<br />
bir bilim adamının yaşamı onun fikir dünyasını doğrudan<br />
etkilemiştir. Fransız sömürgesinde olan Hatay’da<br />
dünyaya gelmesi ilkokulda reyhanlı rüştiyesinde<br />
okumuş olması ve burada genç yaşta iken öğrenmeye<br />
başladığı Fransızcası onun ileriki yıllarda<br />
düşünce yapısını geliştirmiştir. Daha sonra Fransız<br />
kültürünün hâkim olduğu Antakya sultanisinde ortaokula<br />
devam etmesi genç yaşlarda bu kültürün içine<br />
girmesine, yakından tanımasını sağlamıştır. Lise hayatının<br />
12. Sınıfını geçirdiği Pertevnihal’deki hocaları<br />
felsefede ihsan kongar, tarihte Reşat Ekrem koçu,<br />
edebiyatta keyise idali, Fransızcada Nurullah<br />
ataç’tır. İstanbul’da olduğu süre içerinde iletişimde<br />
olduğu entelektüel çevre onun düşüncelerinin şekillenmesinde<br />
önemli rol oynamıştır. 1939 Nisan ayında<br />
üçüyüz kadar kitabına ve dergi koleksiyonuna el<br />
konulur. Hatay hükümetini devirmek suçundan idam<br />
talebi ile yargılanır ancak iki ay sonra beraat eder.<br />
Bu olay düşünce yapısını etkileyen en önemli olaylardan<br />
biri olmuştur. Kendisini değerlendirdiği bir<br />
yazısında bu olaya atıf yaparak şunları söylemektedir.<br />
‘kartallar uçmadan önce ücra kayalıklarda talim
yaparlarmış. Tefekkür tek insanın işi değil. Ben bir<br />
Descartes, bir Spinoza olamazdım? Bu bir kromozom<br />
meselesi değil. Hotantolar içinde büyüdüm.<br />
Okumak istediğim zaman dövdüler, kitaplarımı yırttılar.<br />
Nihayet kütüphanem yağma edildi, hapse atıldım<br />
v.s… cemiyet belkemiğimi kırdı. Uçmak istediğim<br />
zaman ancak sürünebiliyordum.’ Cemil Meriç<br />
düşünce hürriyetine inanan ve onu savunan bir aydın<br />
olarak karşımıza çıkmaktadır. Meriç’e göre insanlığı<br />
ilgilendiren en büyük, en hayati davalar karşısında<br />
sağır ve körüzdür. Bunun nedenini açıklarken de hür<br />
düşüncenin yokluğuna bağlar ve şunları dile getirir.<br />
‘tabular, tabular. Her kapının arkasında elinde bıçak<br />
bekleyen dilsiz bir harem ağası. Düşünme! Düşüneni<br />
iftiranın ve sefaletin lağımında boğduktan sonra ellerimizi<br />
yıkayıp, ‘efendim, bizde filozof yetişmiyor.’<br />
Diye ah-u vahlar’(jurnal,214).<br />
Bizde sol;<br />
Cemil Meriç’e göre bizdeki sol, bir zaruretten doğmamıştır.<br />
Sol ve solculuk batının kendi tarihi içerisinde<br />
meydana getirdiği kavramlar olmakla birlikte<br />
tutarlılığını sınıf kavgasından alır. Ancak bizim toplumumuzda<br />
Meriç’e göre sınıflar teşekkül etmemiştir.<br />
Sınıf kavgasının olmadığı bir yerde solun da ortaya<br />
çıkması beklenemez. Meriç solun batıda ortaya<br />
çıkış nedenini anlattığı bir röportajında ‘batı’da maddi<br />
sefalet ile manevisi iç içedir. Roma ve onun varisi<br />
batı daima sınıflar ve istibdatlar diyarıdır.’ ancak<br />
daha sonra bizde hiçbir zaman manevi sefalet olmadığından<br />
söz eder. Meriç’in Marx ile ilgili olan tespitleri<br />
ise onun batıyı anlama çabasını gösterir. Çünkü<br />
o batıyı sorgulayan Marx’ı taklit etmemiş, batının<br />
nasıl sorgulandığını anlamaya çalışmıştır. Meriç’e<br />
göre kimse Marx’ı anlamaya çalışmamış, dolayısıyla<br />
kimse onun metadolijisini yerlileştirmeye ve insanlığa<br />
kazandırdığı diyalektik ile ilgilenmemiştir. Meriç’in<br />
şu ifadeleri olayı özetlemektedir. ‘ Türk insanı<br />
Marx’ı ya ahmakça reddetmiş yahut bir ahir zaman<br />
peygamberi kabul etmiştir.’ Yine Marx ile ilgili başka<br />
bir tespitinde marx’ın batıyı anlamak için şuurlanmamıza<br />
yardımcı olduğunu söyler. ‘ama Marksizm<br />
şuurlanmamıza da yardım etmiştir. Evet. Türk<br />
insanı papağan batıcılıktan gerçek batıcılığa Marksizm<br />
sayesinde geçebilmiştir… Batı’dan icazet almadıkça<br />
batı’yı tenkit edemezdik. Marksizm bize bu<br />
icazeti verdi. Yani şuurumuza takılan zincirleri kırdı<br />
ve Avrupa büyüsünü bozdu.’ Meriç’e göre Marx’ın<br />
sınıf çatışmaları üzerinden tarihi yorumlaması bizim<br />
için olmasa da batı için uygundur hatta batıyı en iyi<br />
açıklayan yöntemdir.<br />
Cemil Meriç ve milliyetçilik anlayışı;<br />
Meriç’e göre milliyetçilik, Avrupa’nın Osmanlı’yı<br />
zayıflatmak için kullandığı ve bizde hiçbir karşılığı<br />
olmayan kapsayıcılığı olmayan, ayrıştırıcı bir yönü<br />
olan ideolojidir. milliyet düşüncesi Avrupalılar tarafından<br />
Osmanlı’ya getirilmek istenen bir düşünce<br />
biçimidir dolayısıyla Meriç bu ideolojinin batı kaynaklı<br />
olduğunu savunur. Avrupa, İslam’ın birleştirici<br />
gücü yerine milliyetin ayrıştırıcı yönünün Osmanlıya<br />
geçmesini tercih etmiştir. Ancak Meriç’e göre milliyetin<br />
Osmanlı’da bir karşılığı yoktur. İslamiyet’te de<br />
yeri olmadığı gibi batıdan ithal bir düşüncedir. Meriç’e<br />
göre milliyetçilik, imanımızı yok etmek için<br />
kullanılan vesilelerden biridir. Zaten Osmanlı’da<br />
bunlara itibar etmemiştir. Meriç’e göre fert dinsiz<br />
olabilir ancak toplum dinsiz olamaz. Tarihin hiçbir<br />
döneminde hiçbir topluluk dinsiz, mukaddessiz yaşayamamıştır.<br />
Bir topluma yapılacak en büyük kötülük<br />
onun dini inançları ile oynamaktır. Milliyetçiliğin<br />
Avrupa’dan ithal edilmesini de bu kategoride değerlendirmiştir.<br />
Zaten Osmanlı’nın dünyaya bakış açısı<br />
da İslami bir yön taşır. O dünyayı darü-l harb ve darü-l<br />
iman olarak ikiye ayırır. Darü-l iman vahdaniyete<br />
inanan, İslamiyeti kabul etmiş insanların ülkesidir.<br />
İslam sayesinde insanlar birbirini kardeş olarak gören<br />
bir ümmet teşkil edilmiş ve bu insanlar arasında<br />
bir eşitlik sağlanmıştır. Meriç’e göre cumhuriyetin<br />
en büyük hatalarından biri; maziyle yani Osmanlı ile<br />
bağlantının kesilince dinle de bağlantının kesileceğini<br />
sanmasıdır oysa din bizim için vazgeçilmez bir<br />
öneme sahiptir. Meriç Türk insanın kaderinin din<br />
dışında sekilenmesinden yana değildir çünkü İslam<br />
ve Türk kimliği iç içe geçmiştir hatta Osmanlı Türklüğünü<br />
İslam içinde eritmiştir. Meriç’in şu sözlere<br />
dikkate değerdir.’ Cumhuriyetin en büyük hatası,<br />
hatta bir parça ittihat ve terakki’nin de hatası, Türk<br />
milletini dinin dışında mütalaa etmek hamakatini<br />
göstermiştir.’ Meriç, belirli sınırlar içinde yaşayan,<br />
belirli bir dili konuşan insanların belirli bir bayrak<br />
altında toplanarak varlıklarının haykırmasının zorunlu<br />
olduğunu da belirterek milliyet anlayışının zorunlu<br />
yönünü de aktarır. Avrupalı devletlerin oyunları<br />
sayesinde dindaşlarımızla aramız açılmış ve sınırlarımız<br />
ayrılmıştır. Meriç’e göre kendi varlığımızı<br />
13
gösterebilmek için milliyet anlayışına sahip olmamız<br />
ancak bu millet unsurdan faydalanırken bağnaz ve<br />
yobaz şekilde hareket etmemek gerekir.<br />
Cemil Meriç ve muhafazakârlık;<br />
‘Batının sosyal ve politik tarihi bilinmeden ideolojileri<br />
kavranana bilir mi ? İdeoloji bir bütündür…’<br />
‘bir ülkenin başka bir ülkeye, bir medeniyetin başka<br />
bir medeniyete istihale edemeyeceğini düşünemedik.’<br />
Meriç’e göre Doğu ile batının tarihsel sürecinde çok<br />
farklı dinamikler vardır. Dolayısıyla liberalizm, sosyalizm<br />
gibi batı kaynaklı ideolojiler doğrudan doğruya<br />
Avrupa’nın siyasal, sosyal ve politik kaderi ile<br />
ilgilidir. Meriç’e göre Avrupa bir köleler topluluğudur.<br />
Batı, feodalite denen zilleti yaşamıştır. Osmanlı<br />
ise hür insanların yaşadığı bir topluluktur. Osmanlı<br />
tebaası altında yaşayan hiçbir millet feodal düzeni<br />
yaşamamıştır. Feodalite ile beraber ortaya çıkan sınıflı<br />
toplumu Osmanlı’da göremeyiz. Osmanlı cemiyeti<br />
bir bütündür ve insanlar eşittir, sınıflar yoktur.<br />
Avrupa’da şatolarda yaşayan feodal beyler şehirlerde<br />
yaşayan burjuva ile sürekli bir rekabet altındadır.<br />
Avrupa’da kavmiyet kan, kabile gibi biyolojik bağlara<br />
dayanır. İslam’da kavmiyet ümmet ve inanç birliğine<br />
dayanır. Avrupa’da dinin ayrıştırıcı bir yönü<br />
vardır. Mezhepler birbirlerine katlanamaz. Avrupa’da<br />
ilmin tarihi din ile ilmin mücadelesi haline<br />
gelmiştir. Bu noktada Meriç Marx’ın ‘din, afyondur.’<br />
Sözünü haklı bulur ancak bu bizim için geçerli<br />
değildir. Meriç’e göre dinden kurtulmak Avrupa için<br />
olumlu olsa da bizim için aynı şey söz konusu değildir.<br />
Yani doğu ve batı medeniyetleri farklı toplumsal<br />
süreçlerden geçmiştir ve bu farklıklılar bilinmeden<br />
batıdan alınan ideolojiler bir geçerlilik teşkil etmez.<br />
ancak bu ifadeler meriç’in yabancı ideolojileri toptan<br />
reddetmesini değil, onları anlamaya ve yerlileştirme<br />
çabasına girmesini sağlamıştır. ‘hakikatte hiçbir düşünce<br />
düşman değildir, her düşünce kanımıza karıştırılmak,<br />
millileştirilmek şartıyla doğrudur.’ Bu sözler<br />
Meriç’te yabancı düşüncelere düşmanlık yerine<br />
onların yerlileştirilmesinin ön planda olduğunu gösteriyor.<br />
Meriç’in şu sözleri durumu özetlemektedir. ‘<br />
Türk insanı batı dünyasını tanımak için batı’nın bütün<br />
düşünce dünyasını tanımak, sonra kendi dünyasına<br />
dönmek zorundadır.’ Meriç’e göre bu Avrupa kökenli<br />
ideolojiler ancak geleneklerimize ve yapımıza<br />
uygun olduğu sürece bizim için kullanışlı olacaktır.<br />
14<br />
Meriç’in amacı yabancı ideolojileri kopya etmek değil,<br />
onların kendi toplumumuza uygunluğunu kontrol<br />
etmektir. Avrupalı için doğu sömürülecek topraklardır.<br />
Avrupa’nın iki büyük sosyoloğu Marx ve<br />
weber’in birçok çatışan görüşüne rağmen ikisinin de<br />
uzlaştığı nokta doğu’nun sömürülmesidir. Meriç’in<br />
ifadesi ile daha düne kadar varlığımızdan haberdar<br />
olmayan batının söyledikleri kendi toplumumuz için<br />
ne kadar geçerli olduğu sorgulanmalıdır. Meriç bu<br />
ideolojilere sadece batılı oldukları için reddetmekten<br />
yana değildir. O ideolojileri haritasız yolda başvurulan<br />
pusulalara benzetir. Meriç, ideolojiyi siyaset<br />
dünyasının haritaları olarak tanımlar ancak harita<br />
tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz dolayısıyla<br />
insanların bir pusuluya yani şuura ihtiyaçları vardır.<br />
Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru olmadan<br />
çıkılacak yolda insanlar pusulasız kalmaya<br />
mahkûmdur. Dolayısıyla ideolojilerin hepsini tanıyarak,<br />
tartışarak Türkiye’nin kaderini onların aydınlığında<br />
fakat kendini tarih şuuruna dayandırarak inşa<br />
etmek en doğru yoldur.<br />
Cemil Meriç’e göre Türk aydının batı aydınlanma<br />
düşüncesi karşısında büyülenmesi ve kendi değerlerinin<br />
farkında olmaması, batı ile eşit şartlarda rekabet<br />
edememesine yol açmıştır. Meriç Türk aydının<br />
batı ile eşit şartlar altında geleceği inşa edememesini<br />
trajik bir mesele olarak yorumlar. Onun hayatı, doğunun<br />
kendi kimliğinin farkına varmasını amaç<br />
edinmiştir. Meriç’in sosyolojiye bakışı da aynı amacı<br />
yansıtır. Ona göre, sosyoloji ‘belli bir çağın ve<br />
medeniyetin müdafaa vasıtasıdır. Dolayısıyla evrensel<br />
bir sosyolojiye de inanmaz. Meriç’in kültür ile<br />
irfan karşılaştırması da batı’ya olan tutumunu göstermektedir;<br />
‘ batının kültürü var bizim ise irfanımız.<br />
İrfan, insanoğlunun has bahçesi, ayırmaz, birleştirir.<br />
Bu bahçede kinler susar, duvarlar yıkılır, anlaşmazlıklar<br />
sona erer. İrfan kendini tanımakla başlar. Kendini<br />
tanımak için ön yargıların köleliğinden kurtulmak<br />
gerekir. İrfan, nefis terbiyesi, olgunluğa açılan<br />
kapı, amelle taçlanan ilim. Kültür, irfana göre katı ve<br />
fakir. İrfan insanı insan yapan vasıfların bütünü, yani<br />
hem ilim, hem iman ve hem de edep. Batı kültürün<br />
vatanı, doğu irfanın. Ne batıyı tanıyoruz ne doğuyu;<br />
en az tanıdığımız ise kendimiz.’ Meriç kültüre karşılık<br />
irfanı anlam bakımından daha sıcak ve kuvvetli<br />
bulur. Meriç’te kültür batı ile ve doğu irfan ile özdeşleşmiştir.<br />
Bu iki kavramdan yola çıkarak batı ve<br />
doğuyu karşılaştırır. Meriç’in bahsettiği irfan kavramı<br />
insanı insan yapan özelliklerin bütünüdür. İrfana<br />
dönmek ile insanın özüne dönmesi Meriç’e göre ay-
nı anlamı taşımaktadır. Meriç’in doğuyu batının karşısına<br />
yerleştirme konusunda üzerinde durduğu en<br />
önemli nokta irfan kavramıdır. Meriç’in doğu savunusunun<br />
özünde irfan kavramı yatmaktadır. Meriç’in<br />
doğu ile kast ettiği sadece İslam coğrafyasından ibaret<br />
değil doğunun diğer coğrafyalarını da kapsayan<br />
bir ifadedir. Meriç’in batıya karşı kızgınlığın nedeni<br />
ise doğulu aydınların batıya duydukları hayranlık ve<br />
kendi kimliklerini unutmalarıdır. Meriç durumu şöyle<br />
özetlemektedir. ‘ Tanzimat’tan beri hazır elbiseye<br />
meraklıyız, hazır elbiseye ve medeniyete…’ Meriç’e<br />
göre batı aklın, realitenin vatanıdır. Oysa sosyal meseleler<br />
ithal edilemez. Meriç, ‘ batı benim antitezim’<br />
diyerek batıya karşıtlığını ifade etmekten kaçınmamıştır.<br />
Bu görüşleri onu açıklamaya çalışanlar<br />
tarafından muhafazakâr tutumuna delil olarak yorumlanmıştır.<br />
15