EDEBİYAT-KÜLTÜR-SANAT
1MAJ7jV
1MAJ7jV
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
İKİ AYLIK <strong>EDEBİYAT</strong>-<strong>KÜLTÜR</strong>-<strong>SANAT</strong> DERGİSİ<br />
YIL: 1 SAYI: 2 ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR<br />
ALPEREN CAN SIRKINTI | ASLAN KOCAMAN | DOĞAN ATEŞ | EMRAH ATEŞ | EMRE YILDIRIM | ERGE ÖZCAN<br />
FATİH AKÇA | GECE İŞARETİ | GİZEM ALTINORDU | HANANE KAI | HIDIR MURAT DOĞAN | KAAN KOÇ | KÜBRA SIRMALI<br />
MELTEM DOĞAN | MUSTAFA AĞAOĞLU | NECMETTİN TOPÇU | NESLİHAN KARAHAN | OĞULCAN KÜTÜK<br />
PAYANDA | RIDVAN GÖKSU | ŞİRİN DÖĞÜŞ | TUĞBA TURAN | ULVİ KOÇU | VOLKAN DAĞYELİ
OKARANLIKLAR.<br />
MÜHİMMAT DEPOSUDUR ASLINDA YERKÜRENİN.
Görsel: ZORIAH MILLER<br />
Dünya’nın en büyük kuru yük gemisi salıncak taşımaz. Dünya’nın en uzun treninde dönme dolap yoktur.<br />
Ve çocuk düşleri, vaad edilmemiş topraklarda, uzak çöllerde kuruludur.<br />
Bizler, yani biz insanoğlu; eser miktarda umutla yakalanırız her sınır kapısında...<br />
Hayat dediğiniz şey, solumak ve yaşamak rotasında bir gün, makas değiştirirken; abluka altına alınmış<br />
beton binaların kuytu köşelerinde, sarılıp sarmalanmış limon ağaçlarını dikeriz saksılara.<br />
Genellikle televizyon ekranları siyah beyazdır. Belki biraz kırmızı. Ama asla mavi değil.<br />
Sınırlar şehirleri böler, ülkeleri, nehirler ve jeopolitik önemleri.<br />
Kaburgalarının altında bir miktar infial taşıyan seyyahlar,<br />
kuş bakışı göçmektedirler herhangi bir ortadoğudan.<br />
Alçı odalarında kahve kokusuna rastlanmaz buralarda pek ve barışmak eski bir ölme biçimidir.<br />
Serbest düşüş diye bir şey vardır buralarda sayın okuyucu ve yaşamamak özgürlüğün en nihai kaderidir.<br />
Memnun edilmiş bütün tanrılar, gücenmez genellikle kullarına ve buralarda öfke eski bir sanat biçimidir.<br />
Hep geceleri geçer tren ve gemiler şehirlerden. Daima gemiler ve trenler, geceleri.<br />
Mavi yoktur, umut yok ve buralarda Tango, eski bir ağıt biçimidir.<br />
Hadi bak, duy, dokun, say...<br />
Buralarda gece, eski bir kaçma biçimidir...<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
Genel Yayın Yönetmeni
KARANLIKLAR<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
GİRİŞ<br />
DİKİŞTUTMAZ SENFONİ<br />
GİZEM ALTINORDU<br />
10<br />
GÖÇ KUŞLARI<br />
ASLAN KOCAMAN<br />
1<br />
semm ya da kate wınslet<br />
NECMETTİN TOPÇU<br />
13<br />
RASKOLNİKOV<br />
VOLKAN DAĞYELİ<br />
2<br />
BEN YAZMASINA YAZARIM DA,<br />
ZAMAN BUNA MÜSAİT DEĞİL<br />
EMRAH ATEŞ<br />
14<br />
HİSAR<br />
MUSTAFA AĞAOĞLU<br />
3<br />
YEVMÜ-N-NEKBET<br />
MELTEM DOĞAN<br />
16<br />
RENKSİZ TABLOLAR<br />
ALPEREN CAN SIRKINTI<br />
5<br />
BELİRGİNİYDİM BİR OMZUN<br />
RIDVAN GÖKSU<br />
20<br />
BİR AŞIĞIN<br />
GÜNLÜK ÖDEVLERİ<br />
KAAN KOÇ<br />
6<br />
yok olan rab<br />
GECE İŞARETİ<br />
22<br />
LORÎYE ZÎZ<br />
KÜBRA SIRMALI<br />
hakkında<br />
kaybolandefterler /zine<br />
9<br />
İSİMSİZ<br />
TUĞBA TURAN<br />
GENEL YAYIN YÖNETMENİ / DİZGİ-TASARIM / ÇEVİRİ<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
KAPAK GÖRSELİ<br />
GETTY IMAGES<br />
25<br />
YAYIN KURULU<br />
HIDIR MURAT DOĞAN / FATİH AKÇA / HATİCE TOSUN / MELTEM DOĞAN / DOĞAN ATEŞ / EMRE YILDIRIM
AĞRIYA KEFARET<br />
OĞULCAN KÜTÜK<br />
AMFETAMİN SULARI<br />
PAYANDA<br />
26<br />
28<br />
icinde<br />
. .<br />
-<br />
-ki<br />
-ler<br />
bu defterde ne yazıyor?<br />
SINIRLAR, YIPRATICILAR<br />
ŞİRİN DÖĞÜŞ<br />
30<br />
SONLU BENLİKLER CEMAATİ<br />
EMRE YILDIRIM<br />
32<br />
JEAN JACQUES’iN İSTİKLAL GEZİSİ<br />
ERGE ÖZCAN<br />
54<br />
ERMENİSTAN SINIRI<br />
ULVİ KOÇU<br />
41<br />
DUVARDAN KALANLAR<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
62<br />
GÖĞSÜMDEKİ YAY<br />
FATİH AKÇA<br />
44<br />
ÜFLESEN DAĞILACAK BİR ÜLKEDE<br />
BİR VAROLUŞ SAVAŞI OLARAK<br />
KARAHİNDİBA<br />
69<br />
BEŞTE BİR: HİSSETMEK<br />
DOĞAN ATEŞ<br />
50<br />
KAÇIŞLARI RESİMLEMEK<br />
HANANE KAI<br />
70<br />
Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. © Aralık 2015
BU YIL KAYBETTİĞİMİZ DEĞERLİ USTALARIMIZA,<br />
SAYGIYLA...<br />
« Halka kim zulmediyorsa,<br />
etmişse, halkı kim<br />
eziyor, ezmişse, onu kim<br />
sömürmüş, sömürüyorsa,<br />
feodalite mi, burjuvazi<br />
mi... Halkın mutluluğunun<br />
önüne kim geçiyorsa ben<br />
sanatımla ve bütün hayatımla<br />
onun karşısındayım.<br />
[...]<br />
Ben etle kemik nasıl<br />
biribirinden ayrılmazsa,<br />
sanatımın halktan ayrılmamasını<br />
isterim.<br />
Bu çağda halktan kopmuş<br />
bir sanata inanmıyorum. »<br />
« Adı bilinen bilinmeyen<br />
her ülkede / İnsan bir<br />
gariptir bayım /Siz pek<br />
bilemezsiniz sanırım /<br />
İnsan hep aynıdır / Önce<br />
küser mavisiz ve ekmeksiz<br />
/ Sonra kızar işsizliğe<br />
ve ölülere/ Yaşamaya<br />
mecbur değildir elbet /<br />
Ama yaşamaya mecbur<br />
olmasa bile /Yaşatmalıdır<br />
çocuklarını / İnsan düşünmeye<br />
başlar bayım /İnsan<br />
konuşmaya başlar/ Ve<br />
alışır direnmeye... »<br />
« Herkesin bildiğini, çoğunluğun<br />
yaşadığını niye<br />
anlatmalı.<br />
Ezilenler, ağır baskılara<br />
uğrayanlar cinsleri, milliyetleri,<br />
inanışları dolayısıyla<br />
can derdine düşenler<br />
(özellikle savaşlarda), aç<br />
açık kalanlar.<br />
Alttaki çoğunluk şiirlerime<br />
girdi.<br />
Başka yol bilmiyordum,<br />
yazdım. »
Göç Kuşları<br />
ASLAN KOCAMAN<br />
acıyı göğüslüyorum<br />
sigaradan bi uçurumu tadarak<br />
ağzımda kireç gibi bi tatla<br />
dem tutan çay ocaklarında<br />
hazımsız duran kapitalizmi<br />
görüyorum<br />
bi çay daha istiyorum<br />
ve şiire konaklayan sonbahar telaşını karşılıyorum<br />
basına ve kamuoyuna<br />
suskunluğun haykırışıdır şiir<br />
eylemci bi yalnızlıktır<br />
sınırları bertaraf eden göç kuşlarıdır<br />
savaş:<br />
-ölümü kusturan katliamlar var<br />
okunan selalarda<br />
bi çığ gibi düştü içimize ölüm<br />
sınırları aştı<br />
vicdanla bölüşüldü<br />
kuşlar<br />
kuşlar<br />
kuşlar<br />
baharı kanatlayın<br />
gecikmeyin<br />
ideolojik öldürülüyoruz<br />
insanlıktan bahsedilirken<br />
sınırlara terk ediliyoruz<br />
Görsel: chanan greenblatt<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
1
Görsel: ZORIAH MILLER<br />
HİSAR<br />
MUSTAFA AĞAOĞLU<br />
Benim hisarım<br />
bu sınırlar değil<br />
alnı çizgili yurdumdur<br />
bu göç yorgunu<br />
kuşların kanadı değil benim hisarım<br />
göç yorgunu kuşların sürgünü<br />
ya bu neyin üzüntüsü<br />
ey kanadında yokluk taşıyan<br />
kuş sürüsü<br />
bu neyin döngüsü<br />
döner durur sınırlar üstünde<br />
Bilirim<br />
bir kavmin üstünedir<br />
bu göç yorgunu kuşların seferi<br />
medet umma bu sınırlardan<br />
dönüp durma<br />
bak sınırlarda patlıyor<br />
bu barbar hüzün<br />
gedikler açıyor bak<br />
divana taşıma bu yüzü<br />
Böyle başladı bir kentin uğultusu<br />
kanadı vurulan kuşlar dolu sınırlarında<br />
çocuklarından vurulan ay parçalarıyla<br />
teneşire yatmış günlerce<br />
oysa uykuya dalmış kartal yuvasıydı<br />
çöl yorgunuydu<br />
Şimdi dönsede bu meydanlarda bir başına<br />
kartal gibi<br />
kanadında yorgun günler olsada<br />
hatıran şimdi meydanlarda<br />
hürdür<br />
barut kokularına karışsada<br />
hürdür<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
3
NESLİHAN KARAHAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
4<br />
NESLİHAN EKİM-KASIM KARAHAN 2015<br />
OTOPSİ
enksiz<br />
tablolar.<br />
ALPEREN CAN SIRKINTI<br />
I.Ebedi Gece<br />
Karıştı dingin akıntısına gri bulutlar,<br />
Sularında göğü esir tutan yaşlı nehrin.<br />
Gece çöküverdi, birden kayboldu hudutlar.<br />
Buğulandı sefil manzarası yorgun şehrin.<br />
Korku, yüreklere bir salgın gibi yayılır,<br />
Korku, iner evlere bacalardan içeri.<br />
Üşüyen ağaçlar yelin sesiyle ayılır,<br />
Yoklamak için uyuklayan pencereleri.<br />
Bu vakitler kuyuya uzanan her el kesik,<br />
Ve kulaklar sağır dipsiz iniltilere.<br />
Yalnız sıkıntı ve hüzün, yalnızca delilik,<br />
Hükmeder bu terk edilmiş, bu lanetli şehre.<br />
Görsel: La Silla Observatory<br />
Karanlık sokaklar, cevapsız bir sual gibi,<br />
Sanki umut, melankoliyi hiç kovmayacak.<br />
Hisleri örttü duman, kara bir çuval gibi,<br />
Sanırsın güneş bir daha asla doğmayacak!<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
5
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
BİR AŞIĞIN<br />
GÜNLÜK<br />
ÖDEVLERİ<br />
KAAN KOÇ<br />
Görsel: patrıck donnwlly<br />
6<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
her şeyin tanımı kısa ve net<br />
masada biraz ekmek dolapta azıcık gömlek<br />
yatakta iki lokma kedi<br />
boşluğu saran havanın çoğalttığı sancı<br />
dişlerimi yalayıp da genzime geldi<br />
ama neydi bana geceleyin havlayarak eğlenen köpeklerden<br />
benim miydi ki uzun gözlümün etini<br />
yırttığı kumaştan af dileyen<br />
bir terzi olarak arayan beden<br />
kısacık ve şurada evren; kara deliklerden kim nereye çıkacak<br />
nasıl bilirim nasıl bilemem ki ben; dolmuşta ineceği yere<br />
karar veremeyen o ben; koca şehirde tek durağa tutkun<br />
tek durakta tek kaldırım taşı çiğnemeden,<br />
izini sürer gibi önceki günün gölgesini yürüyen<br />
omuzlarımda eve götürdüğüm güzelim hep aynı evren;<br />
içine yer açmak için içimde<br />
dışladım herkesi içimden<br />
nasılsın peki kafesini çaldığın bir karganın<br />
tünek hayaline zımbalı ötüşünü dinlerken<br />
nasıldır sence özlem<br />
bence göğüs kemiklerini çıkarıp<br />
bırakmaktır çiğ etin altında yüreği<br />
her şeyin susması uzun ve muğlak;<br />
ağzımın yandibinde uykuya ikna edilmemiş<br />
bir çocuk cesedi<br />
bakıp tepeme ben de diyebilirim şimdi;<br />
ay kocamandı ve o beni seviyor<br />
ben onu severim ve ay dünyayı onaran bir silgiye benziyor<br />
fakat insanın rüyalarını<br />
giremediği nevresimlerin düşleri çalıyor<br />
öylece kısa ve net sayın uzungöz bu gece<br />
tepemde ay enseme balyoz olarak<br />
birtakım kokuların ve yanlış kalmışlığın donukluğuyla<br />
titreşimlerini omurgamda hissettiriyor<br />
diyebilirim ki şimdi ekmeği ellemedim gömleği giymedim<br />
kedileri sevdim<br />
sonra kara delikleri düşündüm salonda ayaklarımı<br />
bir atlantis derinliğine uzatırken<br />
toprak dedim artık çekmiyor beni<br />
ölüm çekmiyor - elmasını yesin o<br />
elma çekmiyor - yerine yıkılsın<br />
neyin suretini alarak çıkar ki yerçekimine bile<br />
dayanamayan biri<br />
neyin suretini bir adam düştüğü yokluktan<br />
sakalları batmaya başlamış, yarısı çocuk merdiveni<br />
evi havalandırdım bu da tamam<br />
saldım ağzıma kuyuyu çektim suyu<br />
büyüttüm çiçekleri<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
7
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
NESLİHAN KARAHAN<br />
8<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR<br />
NESLİHAN KARAHAN
LorîyeZîz<br />
KÜBRA SIRMALI<br />
gün, geceden devrildi.<br />
elim uzandı saçlarına,<br />
eteğim gövdene serildi.<br />
bak,<br />
her şey yerli yerince.<br />
duvarda<br />
devinip duran zaman,<br />
pencerede<br />
dalga dalga çiçekler..<br />
yıllanmış sevinçler sarkıyor masadan<br />
ve<br />
soba sıcaklığında yayılıyor,<br />
çocukluğumuzdan kelimeler..<br />
Görsel: João Silas<br />
sen,<br />
yıldızları sayıyorsun<br />
yoksulluğumuzdan kalma bu divanda<br />
ben,<br />
annemden hatıra<br />
ninniyi döküyorum alnına.<br />
dinginliğini pay ediyoruz içimizin,<br />
tek göz, tenha bir dünyada.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
9
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
GİZEM ALTINORDU<br />
DİKİŞTUTMAZ<br />
SENFONİ<br />
bırakın çalsın çanları acının, camilerin minarelerinde<br />
kıyılarına vursun avluların, acımasız suallerimiz.<br />
göğsümüzde bir hançer gibi taşırız yasemin çiçeklerini<br />
kardeşliğimizin yitiminde<br />
ve diriminde bütün sıkıntılı gece saatlerinin.<br />
bir düşün reberliğinde aşıyorum bütün okyanusları<br />
bir düşün rehberliğinde gebe kaldım gören göze<br />
elimdeki asayla<br />
böleceğim bütün yüreksiz coğrafyaları<br />
bırakın kalsın üstü, sıktığınız mermilerin<br />
bedenimizin üstüne cetvelle çiziktirdiği acı<br />
memelerimizde süt diye biriktiririz<br />
akacak kanı, bir otostopçunun geçemediği sınırı,<br />
zaralı halil’in okuduğu türküyle parelenen bir dimağı<br />
önce kendimizi böleriz biz bu coğrafyadan<br />
kendimizi bu haritadan taşırırız en dışarı<br />
onlara söyle bunu, bizim mezar taşımız<br />
bir kitabe gibi okunacaktır gelemeyecek zamanlarda<br />
parayla satın alınan taverna gecelerinden<br />
hecelerinden, okuyamadığımız dillerin<br />
okunur secereleri bütün yitmiş gönüllerin.<br />
onlara de ki, onların sevdaları<br />
bir sarhoşluk gecesi söylenmiş namuslu bir kelam<br />
koşarak geldik, bırakıp kendi yangınımızı<br />
ırmak. göğsün en dirimli yaradılışı<br />
külhaniler seccadesini at üstüne sererken<br />
at üstüne bir taş, tabiatın, tabi at<br />
zülfikardan bize kar kalanı onlara anlat<br />
10<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
perdeleri dikiştutmazla kesen o ince parmak<br />
elbet ince bir elin oyaladığı inceliği<br />
konfeksiyon atölyelerinde dada işçisinin<br />
ortaokuldan kalma bir cesarettir deliliği<br />
-iki mahalle arasına konulan bir köprü sırat<br />
mahallenin biri sürat, biri surat<br />
aramızdaki bu köprü körpe bir varoluş değil mi?<br />
değil mi iki ırmak arasında o savaşzade: toprak.<br />
içimizdeki göllerde<br />
taşlar gibi sektiririz evreni<br />
de onlara,<br />
insan insanın<br />
hem yarası, hem merhemi.<br />
-dikenlerle tellenmiş bir turna uçar göklerinden<br />
hamisidir sütyenin içinde taşınan yırtık bir fotoğrafın<br />
bir kadının velveleli hükmü sel olup basacaktır<br />
sevdalıklarla bileyecektir elbet bilekkesen kelepçeleri<br />
inlemesi duyulur kendi aynasında yiten simurg’un<br />
salsınlar otuz kuş, geçsin bu kaf dağını<br />
yitip gidilmek, artık türkülerin konusu<br />
yitip gidilmek, mezar başında körebe ağıtların<br />
karakolların evimizde kurulduğu<br />
çocukların geç saatlerde büyüdüğü<br />
yatak: başkenti barikatların.<br />
kulağımıza ismi fısıldanır acıların<br />
okunulan bütün kutsallar kovulduğumuz bir kapı<br />
geldi insanın bağbozumu<br />
geldi o anlatılan kıyım<br />
-gönül ki en incesidir uykuların.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
11<br />
Görsel: TIM MARSHALL
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
NESLİHAN KARAHAN<br />
12<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR<br />
NESLİHAN KARAHAN
Semm<br />
ya da<br />
Kate<br />
Winslet<br />
NECMETTİN TOPÇU<br />
yaz bitti sevgilim;<br />
toplanıp gitti karpuz sergileri<br />
dövülmüş bir mendile yasladım yüzümü<br />
doğu dedim<br />
beni ilk kim öptü.<br />
yaz<br />
annemi dolanan nehir geri dönmüyor artık.<br />
portakalın tesellisi<br />
ayı oynatıcıları ve çocuk gözlerimle<br />
tülsüz pencerelerden uzun uzun bakıp sırtına<br />
hayat dedim<br />
beni ilk hangisi terk etti.<br />
senden kopan cam parçasıydı avucumda sevdiğim<br />
“gözlerime inan”<br />
yaz:<br />
yuvarlanır durur şuramda bir bıçak.<br />
kapımı çalan unutkanlık<br />
oysa incir ağacı<br />
oysa begonvile bağlı at.<br />
ayrılığa fısıldadığın sır yüzümmüş<br />
bildim.<br />
nar çiçekleriyle yıkanırken ayakların<br />
üflerken boynuna incinmiş leylakları<br />
sevgilim dedim<br />
damladaki sabır<br />
boynuma bağladığın bu taş<br />
üzerime giydirdiğin yas gömleği,<br />
sevgilim dedim<br />
yaz.<br />
bitti<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
13<br />
Görsel: REDD ANGELO
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Ben yazmasına yazarım da,<br />
zaman buna müsait değil.<br />
EMRAH ATEŞ<br />
( Ali Lidar’a gönderme içermez )<br />
Son günlerde en çok düşündüğüm şey çalışmanın edebiyat<br />
hayatındaki yeri. İlk kitabımı çıkardığım zamanı hayatımda<br />
bir milat sayarsam eğer ( malum en büyük hayalimi<br />
gerçekleştirdim ) milattan önce okuduğum kitapları yeniden<br />
okumaya başladım son günlerde. Çünkü o yaşlara ait olan<br />
düşüncelerim şimdikilerle bir değil. Kendi hayatımdaki<br />
büyük evrimi görmek için kitaplar yeterliymüş meğer.<br />
Bunun farkına vardım.<br />
Misal, Bundan 10 yıl önce okuduğumda en çok sevdiğim<br />
Sabahattin Ali eseri; Kürk Mantolu Madonna idi. İçimizdeki<br />
Şeytan’ı da okumuştum ama Kürk Mantolu Madonna ağır<br />
basmıştı o zamanlar. Şimdiyse durum bunun tam tersi.<br />
Kitap içeriklerine baktığım zaman kendimde şunu görüyorum;<br />
o zamanki algım daha duygusal şeylere meyilliymiş.<br />
Malum ergen çağlarım, kızlardan ve aşktan başka<br />
düşündüğüm pek bir şey yok. İş, güç para, pul, umurumda<br />
değil. Neticede sana bakan birileri var ailende. Zaten olmasa<br />
bile hayatın çok da büyütülecek bir şey olmadığını<br />
düşünüyorsun o vakitler. O yüzden de daha duygusal<br />
şeylere meyilli oluyorsun. Cinsel açlık ve duygusal açlık ağır<br />
basıyor insanda. Bu yüzden olsa gerek kazandığın paraları<br />
bile yeri geliyor tek gecelik ilişkilere harcıyorsun.<br />
Görsel: Lukasz Kowalewski<br />
14<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
Şimdi ise hayatın ciddiyeti beynimin her hücresine oluk oluk işlenirken algılarımda daha ciddi şeylere<br />
yöneliyor. Bu yüzden İçimizdeki Şeytan kitabı daha ağır basmaya başlıyor. İçimizdeki Şeytan biz<br />
büyüdükçe yaşlanmıyor, aksine; uyanıyor…<br />
….<br />
Kendi kitabımı bastırdığım dönemde insanlarla alakalı gözlemlediğim en büyük şey herkesin bir<br />
şeyler yazmış olduğu. En çok duyduğum cümle “Ben de bir şeyler yazıyorum aslında” cümlesi. Bu<br />
kadar az edebi eser okunurken bu kadar çok kitap yazılıyor olması iyi bir şey mi bilmem ama “kötü<br />
edebiyat iyi edebiyatı zamanla öldürür mü?” diye soruyor insan kendine. Öyle ya, şimdinin edebiyat<br />
ödülleri sahiplerine bile baktığınız zaman kafanız karışıyor.<br />
-Peki neden bu kadar çok kitap basılıyor?<br />
Cevabı çok basit; beğenilme arzusu ve maddi gelir.<br />
-Bastırmak çok mu kolay?<br />
Evet. Parayı verdiğinizde birçok yayınevi içeriğini önemsemeden basıyor. Edebiyatın endüstrileşmesi<br />
böyle bir şey işte. Fakat bunda en önemli şey okur faktörü. Bu yüzden okur, yazar seçme konusunda<br />
gaddar olmalı.<br />
Al sana bir soru daha;<br />
-Peki edebiyat para kazandırmalı mı? Bu işte çok mu para var?<br />
Cevabım net; evet! Para kazanılmalı çünkü.<br />
Bazı duygusal edebiyatsever yahut sanatsever kişiler, sanatın sanat için yapıldığını savunduğu için<br />
bunun yanlış olduğunu söyleseler bile kısmen haklılar. Sanat’ın ticari amaç ile kullanılması ne kadar<br />
yanlışsa, sanatçının açlık içinde ölmesine göz yummak da o kadar yanlıştır.<br />
Jack London’un Martin Eden kitabını bilenler bilir. Martin karakteri işini gücünü bırakır ve kendine iki<br />
yıl süre verir. Bu iki yıl içerisinde kendini tamamen kültürel anlamda geliştirip, öyküler yazıp gazetelerde<br />
yayınlatacaktır. Bu iş sandığı kadar kolay olmasa da kitaptaki karakterimiz kitap yazan kişilerin<br />
gereksinimlerini çok iyi şekilde özetler. Zaman, duygu ve kültür. Bu üçü olmadan insanın ortaya bir<br />
ürün koyamayacağını alttan alta vurguladığı gibi kapitalist sistemin sanatı ne kadar engellediğini de<br />
vurgular. Her kitapseverin okuması gereken bir koleksiyon kitabı olduğunu da söylemekte yarar var.<br />
Kendi açımdan kitap yazmak isteyen insanlara şu formülü öneriyorum, G.N.O.<br />
-Gözlemle<br />
-Not al<br />
-Oku<br />
Bu üç temeli yapmak için de en çok ihtiyaç olan şey zaman.<br />
Çok sevdiğim bir arkadaşım parlak bir fikir bulmuş gibi bir gün yanıma gelip şu cümleleri söylemiştir;<br />
“Oğlum düşünsene yazılan eserler kadar yazılmayan da var” Ne kadar da doğru bir tespit değil mi?<br />
Nitekim günde ortalama sekiz saat pantolon diken bir insan bile ortaya güzelim sanat eserleri<br />
çıkarırken bir de o insanın tüm gün sanatla uğraştığını düşünsenize. Tabi ki çalışılan iş “ilham tetiklemesi”<br />
anlamında önemli bir faktör olabilir ama kendimden örnek vermek gerekirse; 900 kişinin<br />
çalıştığı bir şirkette çalışıyorum ve saçma plaza dilimizle tüm gün iş konuşuyoruz. Tetiklemese<br />
de olur yani. Zaten yazmış olduğum kitap için bile müdürlerim “Çok boş duruyor demek ki kitap<br />
yazmış.” demiş arkamdan sağolsun. Ticarette ayıp yoktur arkadaşlar, şaşırmayın.<br />
Gelgelelim sanat ne yazık ki çoğu zaman karnınızı doyurmaz, size yalnızca övgü verir. Geçinmek isteyen<br />
insan köprüleri yakıp sanatla uğraşmaz, sanatı yakıp daha çok pantolon diker. Çünkü ev kirası<br />
ödemek bunu gerektirir…<br />
Dipnot: Şu yazıyı hazırlamam bile bir haftamı aldı be.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
15
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
MELTEM DOĞAN<br />
Yevmü-n-Nekbet<br />
ةبكنلا موي<br />
Görsel: DARIA<br />
16<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
Takvim yapraklarını kalbinde saklayan kadınları koruyun…<br />
Bazı rüyalar vardır, bir kez daha görebilmek için tüm yaşamınızı uykuya vermek isterseniz. Nur, o rüyalardan<br />
birini görüyordu o gece. Hâla köyü vardı. Bir kurşun sesi yırtmamıştı kulak zarını. Annesiyle topladıkları zeytinleri<br />
ayıklıyorlardı. Ablası kekikleri ayırıyordu. Hep birlikte dua edip uyumuşlardı o gece…<br />
Aynı sesle uyandı Nur. Kapıymış çalan. Gözlüğünü taktı, saati yaklaştırdı kendine, sabah beşti.<br />
-Nur anne, Nur anne aç! Benim Eylül! Nur anne ölüyorum.<br />
Nur, bu sesle irkildi, hemen krem rengi kenarları ince güpür sabahlığını sırtına geçirdi. Açtı kapıyı, elinde<br />
peruk duruyor, burnundan kan damlıyordu Eylül’ün. Eylül kadındı. Nur’un kiralık evine bakmaya geldiğinde<br />
öyle demişti,. “Ben de bir kadınım, anlarım yalnızlık ne demek.” Garipsememişti Nur. İnsan olmak yeterliydi<br />
yaşamak için. Hem kime neydi, kime hesap vermeliydi. Bir gün hesap günü gelecek diye haykıranlar, o gün<br />
geldiğinde hesap vermeye hazır mıydı? Köyünden bir gecede ayrılmak zorunda kalmıştı Nur. Geride kalanlar<br />
tüm dünyanın oturup izlediği, tüm Müslümanların sadece dua ettiği, otuz altı katlı gökdelenlerde altın yaldızlı<br />
masalarda iftar saatini bekleyen, aynı peygamberin soyundan olanların umrunda olmadığı bir acıyı haykırıyordu.<br />
Gazze şeridi, her Filistinli çocuğun alın yazısı olmuştu ve tüm Dünya öylece susuyordu. Eylül de köyünden<br />
kovulmak zorundaydı. Önceki hayatında bozulacak bir zarı yoktu. Doğal olarak hesap vermeye gerek<br />
yoktu. Nasıl anlaşılacaktı ki, amcası ona tecavüz etse... Kızlığının bozulduğu nasıl anlaşılacaktı. Yalvarmıştı<br />
Eylül, kimse duymamıştı. Yatmıştı Nur’un dizine ve “sen bana anne oldun” demişti.<br />
- Kızım!<br />
Kollarına sarıp elindeki peruğu yere atarak içeri aldı Eylül’ü. Hemen salondaki kanepeye yatırdı. Koşarak gitti<br />
mutfağa. Duvardaki tahta ecza dolabından gazlı bezi, tentürdiyotu aldı. Ağlıyordu Eylül.<br />
-Ne oldu kızım, gene mi parkı bastılar? O hainlerin sesi, dumanı da yoktu ama, bu sefer başka bir şey mi denediler?<br />
Kahkaha attı Eylül, sildi gözlerinin yaşını. Yırtık parlak eteğine sürdü elini. Askısı kopmuş mor bluzunun ucunu,<br />
eliyle ters çevirerek sildi burnunu.<br />
-Anam beni bu halde bile güldürüyorsun ya, kız gel öpücem. Nur şaşkın halde Eylül’e bakıyordu. Tam sırnaşıp<br />
öpmeye çalışırken suratını buruşturup geri itti Eylül’ü.<br />
– Dur deli, suratımı boya edeceksin. Ne oldu, sen onu anlat bakalım.<br />
Suratına hüzün yerleşti, gözleri buğulandı yavaşça gülümsedi. Nur’un elinden havluyu alıp burnunu sildi. Anlatacakları<br />
bir geceden değildi, insan acıyı anlatamıyordu. Kanayan burna havlu basılıyordu, peki ya kalbe?…<br />
Hangi modern tıp tekniği çare olabilirdi ki? Susmak en iyisiydi.<br />
– Boşver be anam. Hadi uyuyalım, hepsi geçer.<br />
Uzattı bacaklarını safran rengi kanepeye, döndü yüzünü zeytin yeşili duvara. Nur battaniye getirdi, gün ışıyordu,<br />
uykuya daldı Eylül. Mutfaktan gelen kokuyla uyandı. Dere otlu, peynirli poğaça her şeyi unutturabilirdi.<br />
Kalktı kanepeden cama doğru yürüdü. Ahşap pencerenin önünden dünyayı seyrediyordu Eylül. Döndü sırtını<br />
dünyaya, baktı Nur’un dünyasına. Duvardaki asılı duran eski resme baktı. Nur’un doğum gününde çekilmişti.<br />
Henüz beş yaşındaydı; ablası, annesi babası ve altı aylık kardeşi yaşıyordu. Mutluydular, tarih on mayıs bin<br />
dokuz yüz kırk sekizdi. Felakete sadece beş gün vardı. Nur o günü anlatırken “Kalbim hep o günde atıyor, ailemden<br />
bana kalan tek şey bu resim. Sığamıyorum çerçeveye, annemin rahmine, bu dünyaya sığamıyorum…”<br />
demişti. Duvarların zeytin yeşili Nur’un gözlerinin rengindendi. Şişhane’nin ucra bir sokağında, henüz belediyeye<br />
yem olmayan bu ev, Nur’la onun dünyasıydı. Köy çok uzaktı, geçmiş ise imkansız.<br />
-Sana en sevdiğin poğaçayı yaptım.<br />
Ancak o zaman görebildi Eylül kapıda duran Nur’u. Hemen masa örtüsünü Nur’un elinden alıp duvar dibindeki<br />
masanın üzerine serdi. Nur elinde tepsiyle içeri girdi. Tepsinin üstünde duran küçük yeşil zeytinlerin<br />
olduğu kasenin içine, domates üzerine zeytinyağı dökülüp kekik serpilmişti.<br />
–Allah be, ulan ben bir daha mı dayak yesem ne yapsam.<br />
Hemen kuruldu sandalyeye.<br />
– Olur ben döverim seni. Önce eşeğin ayağına taşına bağlarım, o zavallı hayvanı göle bırakırım. Sonra onun<br />
gelme vaktine kadar ben seni döverim.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
17
Gülüştüler, çaylarını doldurup kahvaltılarını ettiler. Eylül iç çekti.<br />
– Tel örgüler var ya ana. Ben onları hiç sevmiyorum. İnsanı sevdiğinden, toprağından uzak tutuyor. Biri çıkıp<br />
diyor ki, biz bu vatan için kan akıttık. Toprakta kanın ne işi var? Toprağa yaraşan tohumdur. Bizim köyde vardı<br />
bir ağaç. Kurak bizim oralar, dağlar yara kabuğu gibi. Devlet kötü, ama tüm devletler kötü. Çocukları unutuyorlar<br />
ana.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Baktı Nur önündeki zeytine, bahçelerindeki zeytin ağacı geldi aklına, kardeşinin ağlaması, ablasının toprak<br />
rengi saçları. O gün askerler babasını öldürmüştü. Annesini kardeşi kucağındayken öldürmüşlerdi. Ablası<br />
“Kaç” demişti. Koşmuştu Nur, yollar aşmıştı. Giden insanları görüp sığınmıştı. Lübnan çok mu uzaktı. Ailesinin<br />
olmadığı her yer uzaktı ona. On yaşındayken sığındığı insanlarla gelmişti İstanbul’a. Zorla evlendirmişler<br />
Nur’u. Hiç çocuğu olmamış. Kocası da yaşlıymış zaten. Kalp krizi geçirmiş bir gece. Nur hemen giyinmiş üzerini,<br />
birileri gelince çıplak görünmek olmazmış çünkü. Yıllar geçmiş, çok çabuk fakat çok derin geçmiş.<br />
- Ne oldu yine? Hangi silah bir çocuğun yüreğini buldu? dedi Nur acıyla…<br />
- Ana Suriye’de iç savaş çıkmış. Kaçabilenler çocuklarıyla bizim sınıra, yani benim köyümün dibine kadar gelmişler.<br />
Ama geçiş izni vermemişler. Hangi toprak insandan daha değerli, üfürükten bir hoca vardı bizim köyde.<br />
O anlatmıştı, biz topraktan yapılmışız. Madem öyle neden kanımızı tekrar ona akıtıyoruz. Ana o çocuklara<br />
yazık. Bir süre sustular. Eylül kalktı masadan, öptü Nur’u yanağından çıkıp gitti alt kattaki evine.<br />
O gece çok düşündü Nur. Köyünü, ablasını, evini… Babası geldi aklına “Nur susma kızım... Eğer bir gün acı<br />
düşerse yūreğine, sakın susma. Eğer bağıramıyorsan mutlaka yaz.”<br />
Kalktı kapıya doğru yürüdü. Mavi ahşap üzerinde kuş deseni olan anahtarlıktaki iki anahtarı da aldı. Apartmanın<br />
bodrum katına indi. Geçen yaz temizliğinden kalma zeytin yeşili duvar boyasını ve fırçayı aldı. Dışarı<br />
çıktığında hafif bir esinti vurdu yüzüne, kafasını gökyüzüne kaldırıp “Susmayacağım baba” dedi. Köşedeki<br />
pilavcıya görünmemek için sokağın aşağısından dolanıp caddeye çıktı. Sarı Bakırköy dolmuşlarının yanından<br />
hızla geçti. Parka geldiğinde kuşlar uyumuştu, bankın üstünde bir kedi patisini yalıyordu. Fırçayı çıkarıp harfleri<br />
yere özenle iliştirdi.<br />
“HİÇBİR ÇOCUK, BİZİM ÇOCUKLUĞUMUZDAN DAHA UZAK DEĞİL...”<br />
Tam fırçayı kovaya koyarken, ensesinde bir namlu hissetti.<br />
- Eller yukarı!<br />
Telsizden sesler geliyordu. Nur yavaşça kovayı yere bıraktı. Anladı, hainlerden biri gelmişti.<br />
- Sakın yanlış bir şey yapayım deme!<br />
Nur döndü, karşısında torunu olabilecek yaşlarda bir delikanlı vardı. Delikanlının suratında dünya barışı sağlansa,<br />
bir insanı ancak o kadar mutlu edebilecek düzeyde bir gülümseme vardı.<br />
- Amirim şahsı yakaladım tamam. Merkeze geliyoruz tamam.<br />
Nur’un ellerini arkasına çekip, ters kelepçe yaparken bir yandan da söyleniyordu<br />
- Ne istiyorsunuz bilmem ki, cennet gibi ülke. Yaşından başından da utanmıyorsun.<br />
Susuyordu Nur. Omuzundan iterek, caddeye park edilmiş siyah bir arabaya götürdü onu. Arabanın şoför<br />
koltuğunda irice bir adam “Günlerdir seni izliyoruz. Yakayı ele vermeni bekliyoruz.” dedi.<br />
O an anladı Nur... Gerçekler bu ülkenin kârı değildi. Yüreğinde umut olan herkesin mutlaka düşleri vurulmalıydı.<br />
İnsan omzunu geniş tutmalıydı bu ülkede. Geldiği yerlerden çok da farklı değildi. Hem zeytin ağaçları<br />
gavurun değil insaındı. Ve hâla bir yerlerde çocuklar ağlıyordu.<br />
O günden sonra Nur’dan haber alınamadı. Eylül’ün, Nur’un arabaya bildirildiğini gören arkadaşları, Eylül’le<br />
birlikte şehrin muhtelif duvarlarına zeytin yeşili boyayla yazdılar:<br />
“HİÇBİR ÇOCUK, BİZİM ÇOCUKLUĞUMUZDAN DAHA UZAK DEĞİL...”<br />
18<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
NESLİHAN KARAHAN<br />
NESLİHAN KARAHAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
19
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
belirginiydim bir omzun.<br />
RIDVAN GÖKSU<br />
Görsel: Jocelyn Maloney<br />
20<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
gölgemdeki hatayı onarmıştın bunu unutmuyorum<br />
ağzında onaltı renkle<br />
o yakılmış medresede<br />
o yanılmış ağustos takvimi<br />
ki ben gölgemden başlardım devrilmeye o zamanlar<br />
gözlerimden dağılan kırgınlığı çok önemli bir adresi not eder gibi<br />
bir çocuğu giydirir gibi özenle toparlamış<br />
alıp saçlarıma iliştirmiştin fütursuzca beklemeyi yeniden<br />
bunu hep hatırlıyorum<br />
satırbaşlarını paragrafları sürmüştün dilime<br />
cümlelerimi yarıda bırakmamayı tembihlemiş<br />
korkmamayı öğretmiştin bana söyleyeceklerimden<br />
şiirimi çağırmıştın bunu hiç unutmuyorum<br />
sonra çok döndüm oraya<br />
aynı yerde durdum<br />
o aynı ağızla baktım taşlara<br />
sordum<br />
buralarda bir bekleyişim olacaktı benim<br />
buralarda bir yerde işlenmişti kaburgalarım<br />
şuralarda bir avuçta bir leylâ türküsü ezberlemiştim<br />
hanane hanane diye diye<br />
şu eşikte unuzak ellerimle belirginiydim bir omzun<br />
ben tam şurada bir zamanlar seviliyordum<br />
seviliyordum<br />
seviliyordum<br />
bakın tütün tabakamda ellerinin buğusu var hâlâ onun<br />
baktılar döneduranlardan iki kişi<br />
tütün tabakama ve özel karışık ellerime benim<br />
üzüldüler<br />
bilmez misin ki taş unutkandır dediler<br />
ve daima döner durur burada yenilenler<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
21
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
GECE İŞARETİ<br />
YOK OLAN RAB<br />
Adımlarımı sayamaz oldum<br />
Mutsuzluğumun bu kadehlerle bir ilgisi olmak zorunda değil<br />
Adımı her duyduğumda, farklı bir sesten<br />
Sanki faça atılmış gibi kolum<br />
Önce aklımın bana duyurduğu kelimeler değişti<br />
Sonra göğsüm bir taşa yaslandı da<br />
Su çarptı yüzüne, deniz kızı uzandı üstüne<br />
Kalbim, eşsiz bir blues ritminde<br />
ritme eşlik ederek<br />
Söylediklerimin bir düşkünden daha değer yanı yok<br />
Ve hangi yana baksam, kör pencere<br />
Perde çekilmiş bir çift göz<br />
Bu kınalar gökten inmedi<br />
Her ağladığında üstüme çullanan birikinti<br />
Bir ikindi vakti elinden düşürdüğün rujla bitiverdi.<br />
Kuyuya düştüm, kellem alındı, omurgalarım ortadan ikiye ayrıldı<br />
hepsinin adını İbrahim koydum<br />
bütün bunları ben uydurdum<br />
İpekten sevgiler ördüm, yeniden söktüm.<br />
Bir acı aramadım, acıma sarıldım<br />
bir döngüden ibaretti bütün yaşamım<br />
kulaklarında hiç açılmamış bir şarap şişesi gibi kaldım<br />
Düştüğümde bile hep kendime tutunmak zorundaydım.<br />
22<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Görsel: GREG RAKOZY<br />
23
Görsel: cem talu<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
[ ]<br />
Nasıl alışsın, her yer başka başka, her yerin her insanı başka başka. Remzi Bey tanımadığı<br />
insandan, tanımadığı yerden korkardı. Kim bilir, bir insanın iyilik mi kötülük mü, dostluk<br />
mu düşmanlık mı düşündüğünü şöyle yüzüne bakınca, kim bilir? Tanışmadan, konuşup<br />
görüşmeden bir insan korkuludur, başka bir şeydir. Yani herhangi bir şeydir. Konuşup<br />
görüşüncedir ki işte o zaman insan insan olur. (...) Tanışmadan görüşmeden bir insan bir<br />
ıssız ada gibidir. Tehlikelerle doludur.<br />
24<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
- isimsiz -<br />
TUĞBA TURAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
25
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
AĞRIYA KEFARET<br />
OĞULCAN KÜTÜK<br />
Görsel: DANIEL SANTALLA<br />
26<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
dünyayı kucağımda sanıyordum eşiğine oturunca boynunun<br />
hâlbuki seyrinde duvarların her şey, tek şeydi<br />
tek şey ve ani.<br />
bir kuş sonra ne zaman alnının çatını yırtıp da yükseldiyse göğe<br />
yumurtasını hep göğsüme çatlattı<br />
yeni telaş gibi bir şeydi ama ben inadına samimiydim<br />
illa ters gidecek bir şeyler bulunurdu<br />
yağmur mutlaka aksilik getirecekti<br />
kardeşim abimi diyecekti, özledim onu<br />
kuş ağzınla. vallahi bu bir benzetme değil<br />
o kuşun kaybettiği irtifa<br />
o kuşun tersten çığlığı<br />
o kuşun alçaktan kanatları<br />
öğretecekti düşmenin yalnızken daha da acıttığını<br />
bazı sözleri sadece söylemiyordun hem<br />
bir bellek kazısı oluyordu ağzından döktüğün<br />
mühür de diyebilirdim. sustum<br />
ev üstüne ev, odalarda bir kış korkusu<br />
üst üste her saat ve eşya ağrısı<br />
yine yaşardık inanmasa da annem<br />
şehrin girişinde her taşın ayrı kokusu<br />
evet bütün taşlara ısındım, suyunu eskittim yüzümün<br />
içimden boşalttım denizleri de<br />
asla kirletmedim<br />
ama kirlenmedim de.<br />
sonra nasıl oldu anlamadım, otlar sıyrıldı dibimden<br />
mevsimler açmış ağzın, bana düştü güz tarafı.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
27
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
AMFETAMİN SULARI<br />
PAYANDA<br />
Görsel: Alicja Colon<br />
28<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
I.<br />
kaslanan sadece düşüncelerim oldu, yılların korunmasız üzerimden geçtiği vakitler, gece<br />
ilâhları odama toplar, çıplakça konuşurdum. görevim olduğunu düşündükçe acının da bir<br />
peygamberin tanrıya âh ettiğine kanaât getirdim. insanlardan çok, yıldızlara inandım. sarhoş<br />
ve gezgindim, oturduğum yer dünyanın kötü bir tekrarı olsa da, pencerenin yönünü<br />
içimde değiştirdim. eksiksiz bir vücutta en çok renk önemlidir, melekler beyaz giyer, işi<br />
bitince siyaha dönerler. kuyunun çektiği silüet, yanılgının ilk işaretidir. ebeveynler sevgiden<br />
korkar, ucuz otellere sığınır akılları, ötekini belirler ve uzak durmanı tembihler. Sana saati<br />
sormalarına izin verme! kırık bir fincandan çok güzel küvet konyağı olabilir, çamura girmeden<br />
esnemenin güzelliğini bilemezsin. ölçülere hizmet etme. alınan haberler, satılan haberleri<br />
gözardı etmene sebep olabilir, fermuarını iyi aç ve dinle!<br />
II.<br />
Şey’lerin etkisinde ölümü ilikle. Borsadan başka bir sorunu olmayan patronların kıçını ilk<br />
fırsatta kalplerine doğru tekmele. İlk rush gibidir kadınsızlıktan sonra gelen titreme, dopamin<br />
dolusu bir yalnızlığın haritada yeri yoktur, coğrafya yalandır, din tetikleyici, bilim çapraz<br />
kültür. Narkolepsi centilmenliğinde davranmaz hayat. Hizaya sokar, direkt sokar! Kelimeleri<br />
silâh yapmayan, gider bir başkasına vurulur. İçteki kuşkudur üstünü her gece örten. Kara<br />
seslerle, irinle, kanla, dövüşmelerle. Tövbe etmeyi bilmemek kişiyi ya çok yanlışa, ya çok<br />
doğruya götürür. Tövbe etmeyi bilmek ise günahı kullanmaktır. Yapmadan önce düşün,<br />
düşününce yap ve pişman olma! Takılacağını düşünerek atladığın bu dünya seni yere serecektir.<br />
Düşmanlarına ait ol, dostlarına sarıl. Kutsadığın sevgiler, sözcüklere ihanet edince<br />
yaranı gözetle.<br />
III.<br />
Kılıç mı kın mı diye sorunca aynadan dostum, sileceklerini kaldır ve gökyüzünü işaretle dedim<br />
Kındır aslolan! Yıkılmadan söylediklerin, ayaktayken uydurduklarındır. Eşyaya minnet<br />
İnsanın yalnızlığına dair en büyük argümandır. Polisleri övme, suçluları içerleme<br />
Bağrındaki kanamayı kesintisiz iç, sana acımalarına izin verme.<br />
Tom Waits dinlerken yakana taktığın bu sessizlik sinirlerini bozabilir<br />
Ânlık söylediğim şarkılar, dokunarak tuşlara<br />
İçimdeki kuvvetsiz gözlerle, sevişerek<br />
Durmadan<br />
Hırpanî<br />
Şeytânın<br />
Kırılgan<br />
Yalnızlığıma<br />
Değdiğinde<br />
Sen uzak gemi<br />
Acıyla kıvrandın mı hiç<br />
Rahleleri uçuran yazıları gördün mü<br />
Dedim ve dedim<br />
İşim bitince tatlı uyuşturucum<br />
Sen kimsenin bilmediği uzaktaki bir tanrı gibisin<br />
Korkma eğil.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
29
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
ŞİRİN DÖĞÜŞ<br />
“SINIRLAR, YIPRATICILAR”<br />
Rotring drawing, collage. Paris nov. 2015<br />
30<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
31
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
SONLU<br />
BENLİKLER<br />
CEMAATİ<br />
EMRE YILDIRIM<br />
GÖRSEL: CESAR QUINTERO<br />
32<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
Yasemin Hanım’ı aklımdan çıkartamıyorum. Paramparça<br />
ettiği hisleri bir arada tutabilmek uğruna<br />
gergin bir zincire döndüm, sadık bir budalaya. Benim<br />
gibi hayattan tecrit edilmiş münzevilerin dışarıdan<br />
fark edilmeyen acayip huyları vardır. Ara sıra<br />
semaverin dibine oturur, pencereyi örten üçüncü<br />
sayfa haberlerini okurken onu düşünürüm. Günüm<br />
yaşama azmini yitirmiş insanlar gibi üretmeden,<br />
kuruntuyla geçer. Ertesi sabah kalktığımda –ki kalkabilirsem-<br />
yapacaklarım için bir ön hazırlık olarak<br />
görürüm bu süreci. Bir plana saatler bağlamak,<br />
dikkat, iyimserlik, ve sessizlik, ve kafayı toplamak, ve<br />
sabır, ve beklemek, ve sessizlik… Derken bir cızırtı<br />
yükselir; zil çalar, biri dürter ve bardakları doldurup<br />
servise çıkarım. Düşünceler duman olur dağılır; her<br />
şey, ama her şey, çayların dökülüp dökülmemesine<br />
bağlıdır. Kırk dokuz numara ayaklarla emeklediğim<br />
koridor, olur sana kapkara bir tünel; içinde ben<br />
ufalır, utanır, dışa kapanırım.<br />
Çay ocağına bir masa konmuştur zamanında.<br />
Meryem abla onun başında dinlenir, ufak Cemal<br />
manitasıyla onun başında mesajlaşır, ikizler Sezai ile<br />
Zekai’nin münakaşaları bu masanın başında başlar<br />
ve son bulur. Yuvarlak masa derim ona, halbuki<br />
karedir. Haliyle kimse anlamaz.<br />
O basit, formika dörtgenin etrafında tükenir ömrüm.<br />
Bunu bile bile, Allah’ın emri gibi yapışırım<br />
görevime; hem ne büyük özveri, ne üstün bir çaba<br />
sergilerim bilen bilir; yani kimse bilmez. Anlatmayı<br />
da beceremem ki. Beklerim; güneş batar ay çıkar,<br />
anlayan çıkmaz. İstifa edeyim derim, bırakayım burayı,<br />
başka iş bulayım. Ne olacak sanki çekip gitsem?<br />
İyi akşamlar dilemeden kapıdan çıksam –ki bir kişi<br />
hariç kimsenin akşamı umurumda değildir- sırtımı<br />
dönsem şu lanet binaya ve içindekilere. Ne diyecekler<br />
soran olursa; en son dün akşam gördüklerini<br />
öterler, hatırlarına gelişim verdikleri cevabın kısalığını<br />
geçmez, yatıya kalacak değildim zaten. Sonra?<br />
Sonrası aynı işte, hemen unutuverirler adamı.<br />
Eve gidip yemek yer, eşiyle çocuğuyla lak lak eder,<br />
birbirinden yaka silkmiş fakat sevişmeye mecbur<br />
çiftlere mahsus acınası bir gece geçirir, uyur ve<br />
başa sararlar. Ertesi gün, ‘Ne oldu bu adama yahu?’<br />
diye düşünürler mi, “Bir boşluk var, fark ettin mi?”<br />
derler mi birbirlerine? Hiç demezler, bilmez miyim<br />
onları. Varsa yoksa işlerini yapsınlar, aman hatasız<br />
olsunlar, sonra ne cevap verirler. Hem şefin gözüne<br />
girmek var, yükselmek, zam, itibar, rahatlık var<br />
sonunda; nah var. Nah verirler sana o mevkiyi. Verseler<br />
de ne olacak sanıyorsun, çakacaklar mı seni<br />
oraya, o mevkiye dikecekler mi seni? Titrini alnına<br />
yazıp öyle mi yollayacaklar namazdan sonra? Yok,<br />
hiç öyle değil. Alay eder gibi ayaklarından ellerinden<br />
tutarlar, hadi çoluk çocuk hayırlı çıktı diyelim iner<br />
kabre, kirlenmemeye gayret ederek kucaklar seni,<br />
hafif yan çevirir, kafanı yerleştirir; selametle şefim.<br />
Demem o ki, unutulmayacak işler yapmak lazım.<br />
Ben biraz da bunun peşindeyim! Hoş benden pek<br />
de bir şey olmaz ya, bakalım.<br />
En iyisi ayrılmak. Aslında hayalini kursam da yeter.<br />
Mesela güvenlik görevlisi olup şöyle güzel bir<br />
üniforma giysem; omuzlar dik, kafada kep, sivri sivri<br />
baksam giren çıkana. Belimde Azrail’i görünce tüyleri<br />
ürperse önümden geçenin.<br />
“Burada,” desem “özgürlüğünüz benden sorulur<br />
beyefendi. Lütfen konuşmanıza dikkat ediniz.”<br />
Döner kapıdan girmeden önce biri baksa yüzüme.<br />
Göz ucuyla da olsa görse beni. Biraz süzse, irkilse,<br />
saygı duysa, sevse ya da nefret etse ama bir şeyler<br />
hissetse bana, bir şeyler düşünse hakkımda.<br />
Amma da boş hayaller! Bilmez miyim ne olacağını!<br />
Gelen geçen fark eder diye kıyafetlerimi ütüleyeceğim<br />
her akşam. Sabah evden çıkana kadar sigara<br />
üstüne sigara; kalbim gün içinde güzel şeyler<br />
yaşanabilme ihtimaliyle öyle hızlı çarpacak ki başım<br />
dehşetle dönecek. Öğleye doğru kavrayacağım;<br />
ne yaparsam yapayım kimse umursamıyor, hatta<br />
büyük görüyor beni. Sadece biraz daha fazla sevileyim<br />
diye her işi yapmaya kalkacağım. Dayanamayıp<br />
bir tanesi yaklaşacak yanıma, karşımda dikilip imalı<br />
imalı bakacak dingil. Diyecek:<br />
“Arkadaşım sen kendi işinle ilgilen tamam mı? İşgüzarlık<br />
yapıp durma, insanlar rahatsız oluyor!”<br />
Oysa bir tebessümdü istediğim, merhametten arınmış<br />
bir tebessüm.<br />
Şu kısacık hayatınızda gün aşırı karşılaştığınız<br />
biriyim, hatırladınız mı beni; iri cüsseli, semiz, dev<br />
gibi bir adam ya da tam tersi, ne fark eder. Gören<br />
çocuklar kaçacak yer arar, bazısı da aval aval bakar<br />
ne bu diye? Benim ben: Adım insan, kaderim insan,<br />
lanetim insan. Bir şeyler, adını koyamadığım bir<br />
şeyler, beni böyle, işte böyle yaptı: Ufacık masanın<br />
altına bacaklarım sığmaz, kıçım tabureden taşar,<br />
kapıdan geçmek için eğilmem gerekir sanırlar, ki<br />
çalışanlara boyun bükerim. Kalem, kitap, bıçak,<br />
bardak…Ne varsa elime küçük gelir; beklerim ki bu<br />
el, dev yürekli birinin küçük avucunda kayboluversin.<br />
Senelerdir ne zaman bir söz etsem ocaktakiler<br />
şöyle bir kaş kaldırır, ‘Ne oldu?’ dercesine etrafa<br />
bakar, suratlarında sahte bir tebessüm, içlerinden<br />
kahkaha atarlar. Hadi onlar genç ve cühela! Kaba<br />
saba şakalar yapıp milletin tasasıyla eğlenir, birinin<br />
eksiğini görseler üzerine varıp matrak geçerler. Peki<br />
kümeslenmiş eğitimli sürüye ne demeli. Sirk değil<br />
de ne bu? En okumamışı bile lise mezunu bunların.<br />
Mezun olmasına mezunlar da, kendini profesör<br />
sanıyor hepsi. Sesim davudi imiş. Konuştuğumda<br />
duvarlar titriyormuş. Öyle leş kargası tipler ki yüzüme<br />
söylemeye de cesaret edemezler. Bir şey<br />
yaparım diye ödleri kopuyor, oysa bana ne, elbet<br />
bir ara ödeşiriz hepsiyle. Dalga geçmemeleri bile<br />
kanıma dokunuyor benim. Hani biri gelip “Ne var ne<br />
yok deve?” dese samimiyetinden ve dürüstlüğünden<br />
ötürü mutlu olacağım. Ama nerede! Bir alaya<br />
bel bağlayacak kadar yalnızım.<br />
Perşembe günü kahve götürdüğümde bir görmeliydiniz<br />
Yasemin Hanım’ı. Onun sayesinde katlanıyorum<br />
bu işkenceye. Meryem abla sarma getirmiş,<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
33
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
beş-altı tane attım ağzıma. Fazla yersem laf<br />
ederler diye çekiniyorum.<br />
İkizlerden Zekai “Necat abi doydun mu?<br />
Alsana biraz daha,” dedi. Cemal ile Sezai<br />
kıkırdadılar. Meryem abla ters bakınca ikisi<br />
de sustu. Eğlenmek istiyor çocuklar, kırılıp<br />
kırılmadığımı önemsemiyorlar. Alıştığımdan<br />
olsa gerek sorun etmiyor, kınamıyorum<br />
hiçbirini. Bardakları sıcak suyla ısıtırken düşünüyorum<br />
bazen: ‘Acaba onların yerinde<br />
olsaydım, ben de benimle dalga geçer miydim?’<br />
diye. Belki de problem budur. Kendimi<br />
matah bir şey sanıyorumdur. Ufakken<br />
annem zar zor uzanıp “Güçlü kuvvetli<br />
yavrum, küçük devim benim,” diye okşardı<br />
saçımı. Bu yüzden midir bilmem, biraz irice<br />
olmamın iyi bir şey olduğuna inandım yıllarca.<br />
Şimdi bu kemiği nasıl törpüler insan,<br />
kök saldığı topraktan fikri nasıl söküp atar.<br />
Ne diyeyim kendime:<br />
“Kabul et Necat, onların arasında olmayı<br />
hak etmiyorsun. Şimdi alışırsan ilerde rahat<br />
edersin. Hep yaşanan şeyler bunlar; çok<br />
küçük ya da çok büyüksen, biraz değişiksen,<br />
biraz eksiksen dışarıda kalırsın. E<br />
normal Necat! İtiraz edilecek bir şey yok.<br />
Bu dünyada durumu iyi olan öte tarafta<br />
kötü olur, kötü olan da iyi; orta olan orada<br />
da ortadır. Sıkma canını, kendine bir bak<br />
hele. Sen yolda seni görsen ürkmez misin?<br />
Bir çift laf etmeye kalksan akşama kadar<br />
kulağında yankılanmaz mı sesin? Ulan gece<br />
rüyanda kendini görsen sıçrayarak uyanırsın<br />
be dümbük.”<br />
Neyse. Kafası çalışıyor bizim Zekai’nin.<br />
Aklında bin bir fıkra, bilmece var. Susmak<br />
nedir bilmez, anlatır durur. Merak ettim;<br />
niye okumadığını, buraya nasıl düştüğünü<br />
sordum.<br />
“Babam yüzündendir,” dedi. “Sezai’ye kızar<br />
beni döverdi. ‘Her şeye cevap verme!’ der<br />
yapıştırırdı kemeri. Bende de keçi inadı var<br />
he, susmazdım. Ertesi gün bir daha, bir<br />
daha…Sonunda Sezai’ye dedim, ben gidiyorum.<br />
Bırakmadı beni. Borç harç geldik<br />
İstanbul’a.”<br />
“İyi yapmışsınız,” dedim. “Annen üzülmüştür.”<br />
“Annem mi? Oho, o biz küçükken öldü.<br />
Yaşasa üzülmez miydi...Yaşasa böyle olur<br />
muyduk biz? Korur saklardı hatırlarım. Onu<br />
da döverdi babam, kan kusardı her gece.<br />
Ama öldü işte ne gelir elden. O ölünce ben<br />
de herifin canına ot tıkadım iyi mi, kader<br />
işte.”<br />
Kalbim duracak sandım. Ben validemi on<br />
sekizimde kaybettim. Yanı başımda anne<br />
demeyiversinler; yelkenlerim suya iner,<br />
gözlerim taşar, fena olurum. Gene iyi<br />
tuttum kendimi; bacağımı çimdikledim, yanağımı<br />
ısırdım, olur olmaz şeyler düşündüm ağlamamak<br />
için. Ağlasam şamatayı gör sen. İki metre on beş<br />
santim boyum var; yakıştıramazlar. Baktım Zekai’yi<br />
düşünceli bir hal aldı, suyuna gittim biraz.<br />
“E olan olmuş artık, kader. Hadi yok mu soracağın<br />
bir şey bugün? Başka bilmece kalmadı mı yoksa?”<br />
“Oho, olmaz mı abi!” deyip sordu bir tane.<br />
“Abi düşün hele, arkandan biri kovalıyor, sen de<br />
yolda kaçıyorsun tamam mı? Solun kapkara orman,<br />
içinde aslan var; sağın uçurum. Hangi tarafa gidersin?”<br />
Ne tarafa giderdim? Öyle birden sorulunca yutkunup<br />
kızardım. Sanki doğru cevabı bilmem gerekiyormuş,<br />
herkesten geri kalmışım gibi bir hummaya<br />
tutuldum.<br />
“Ormana giderim,” dedim. Ah nasıl pişman oldum<br />
hemen sonra! Cevap uçurumdur diye içim içimi<br />
yedi. Zekai kasılarak arkasına yaslandı. “Eyvah,”<br />
dedim, “geliyor!”<br />
“Abi iki ucu boklu değnek, ne diye düz gitmiyorsun?”<br />
‘Düz mü? Düz demedi ki. Dedi de duymadım mı<br />
yoksa? Kendim mi anlamam gerekiyordu? Düz gidebilirsin<br />
deseydi, düz giderdim. Öyle ‘bu mu o mu?’<br />
diye sorunca seçtim birini.’<br />
Durmadı:<br />
“Köprüden atla desem atlayacak mısın Necat abi?”<br />
Kahkaha attılar. Şeker kutusunu yırtarken Meryem<br />
abla bile gülümsedi. İçimden “Hay Necat!” dedim.<br />
“Senden adam olmaz. Akıllanmazsın.”<br />
Neyse zil çaldı da Fen İşleri’ne iki orta, iki sade Türk<br />
kahvesi istendi. Servis sırası Sezai’de idi. Kalkarken<br />
omzundan tutup oturttum.<br />
“Ben giderim,” dedim.<br />
Meryem abla kahveleri askılı tepsiye yerleştirdi.<br />
“Bir tane çikolatalı lokum versene abla,” dedim.<br />
Çöpçatan gülüşü atıp lokumu sade kahvelerden<br />
birinin yanına yerleştirdi.<br />
“Dökme e mi!” diye tembihledi.<br />
Bahtıma, o gün şık giyinmiştim: El örgüsü, yeşil<br />
balıkçı kazağı; gri, kumaş pantolon; ceket niyetine<br />
de dar, mavi önlük. Koridoru arşınlayıp Fen İşleri’nin<br />
önünde durdum. Kapı açıktı. Çalışanlar koyu bir<br />
muhabbete dalmış söyleşiyor, melek uçlu kolyesi<br />
gözümü alan Yasemin Hanım bilgisayarla ilgileniyordu.<br />
Bir melekti o; değilse de bir gün olacaktı.<br />
İçeri girmeden önce biraz soluklandım, sonra biraz<br />
daha, biraz daha. Her defasında kapıya kadar geliyor,<br />
içeri girecekken onu görüp taş kesiliyordum. Bu<br />
sefer de sırtımı duvara yaslayıp ‘Nasıl olurdu?’ diye<br />
hayal kurarak iç çektim. ‘Sadece bir kez dokunabilsem,<br />
gözlerinde yaşadığımı görsem nasıl olurdu?’<br />
Hemen sonra dönüp tekrar Yasemin Hanım’ı<br />
izlemeye koyuldum. İmar Müdürü Kasım Bey’in<br />
beni fark edeceğini, fark etse de dikkat kesileceğini<br />
bilemezdim elbet.<br />
“Necat Efendi!” dedi asabi ve hamhalat bir ses.<br />
Kahveleri taşırmadan dönüverdim arkamı:<br />
“Buyurun müdürüm!”<br />
34<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
“Ne yapıyorsun öyle?”<br />
Kafası mideme anca geliyordu; aklı ise oraya bile<br />
yetişemezdi.<br />
“Hiç müdürüm, müsaitler mi diye kontrol ediyordum.”<br />
“Hadi, hadi işine bak!” diye çemkirdi ve kafasını tehditkar<br />
bir ifadeyle sallayarak uzaklaştı.<br />
Tepsi zangır zangır titriyordu. “Sakin ol!” dedim.<br />
“Adam haklı.”<br />
Bölüme adım atar atmaz bir çığırtı koptu, alkışlar<br />
havada uçuştu. Ne olduğumu şaşırıp sendeledim,<br />
az kalsın yuvarlanıyordum. Gene de dökmedim kahveleri.<br />
Bir devin devrilişinin nasıl şaşaalı olacağını<br />
tahmin edersiniz. Neyse ki Yasemin Hanım “Aman<br />
yavaş Necat Efendi, sakin ol!” dedi de durulup ne<br />
olduğunu anlayabildim. Meğer doğum günü kutlamasıymış!<br />
Sıradan insanların genç kalma dürtüsüyle<br />
düzenledikleri avuntu ritüelleri ne olacak. Yok olacağını<br />
kabullenmeyenlerin bayağı, sefil, öngörüsüz<br />
tutunuşları anın caydırıcılığına. Ölmek istemiyorlar,<br />
ölmeyeceklerini sanıyorlar. Duyularının ötesine ulaşamayan,<br />
öğretilenden fazlasını bilemeyen sürüler<br />
gibi tıkınıyor, çiftleşiyor, sırra olan açlıklarını görmezden<br />
gelip gübreleşiyorlar. Arkalarında bir şey<br />
bıraktıkları da yok. Ufak mutlulukların hepsi şu ana<br />
yönelik, bir tanesi bile yarına kalmıyor. Sahte gülüşlerin<br />
geçiciliğine kanıyor, gerçeğin suratsız şaşmazlığından<br />
yüz çeviriyorlar, ya sonra? Sonra o gülüşlerin<br />
sahteliğinde acılar pişiyor ve hatırlanan her güzel<br />
anı örttüğü kederi getiriyor akla. Geçmişe sadık olsa<br />
insan, çevresini kucaklasa, üzerini bilgiyle örtse her<br />
gece, sürekli mutlu kalabilir belki de.<br />
Kahveleri dağıtırken sessiz kalmaya gayret gösterdim.<br />
Masa aralarına girip çıktım, kolumu bilgisayar<br />
üstlerinden aşırdım, iki parmağımın arasında kaybolan<br />
fincanları itinayla servis ettim. Yasemin Hanım’ın<br />
kahvesini önüne bıraktığımda teşekkür etti. Ben de<br />
iffetli bir melaikeye yakından bakmanın hazımsızlığıyla<br />
olur olmaz kıkırdadım.<br />
Aslında odadan çıkmam gerekirdi ama ben köşeye<br />
çekilip kör duyarsızlıklarına hayret ederek tüm<br />
heybetimle bekledim. Biri de çıkıp “Ne duruyorsun<br />
be adam, kalabalık etme!” demedi. Deselerdi bunca<br />
şamataya gerek kalmayacaktı zaten! Yasemin<br />
Hanım’a yaptığım lokum jestinin farkına sadece o<br />
değil, diğerleri de varmamıştı anlaşılan. Birbirlerine<br />
karşı böylesine ilgisiz olan insanların benim gibi bir<br />
çaycıyı görmezden gelmelerine şaşmamak lazımdı<br />
doğrusu.<br />
Daha da ilginci; gözlerini üzerimde şöyle bir gezdirip,<br />
abeslik yokmuşçasına gevezeliğe devam ediyorlardı.<br />
Koca belediyenin şunca küçük odasında,<br />
mermer heykeller gibi ölgün bir ruhla beklemek<br />
yeterliydi alçaklıklarını anlamak için. Civardakilerin<br />
hepsi eninde sonunda geberecekti. Yalnızca<br />
bedenleri değil; düşünceleri, düşleri, duyguları ve<br />
duyuları; zevkleri, kederleri, kibirleri ve huyları da<br />
ölecek, hatta yok olacaktı. Yasemin Hanım ise uzun<br />
ve güzel bir yaşam sürecek, çocuklarının mürüvvetini<br />
görecek, sıhhatli ve asil bir hanımefendi olarak<br />
şahsına yaraşır biçimde uğurlanacaktı. Kalanlara<br />
güzel hatıralar bırakıp vicdanları yumuşatmak bir<br />
ruhun sonsuz olması için yeterli bir hayır değil de<br />
neydi? Diğerleri mi; onlar bir daha dirilmemek üzere<br />
sonlu benlikler cemaatinin unutulmuş ölümlülerine<br />
dönüşeceklerdi.<br />
Bekledim. “Bu lokum! Bu lokum, Necat Bey’in inceliği<br />
olsa gerek!” der diye bekledim ama demedi.<br />
Şekerlemenin önce çikolatasını emdi sonra dudaklarına<br />
dokundurup eliyle ağzına tıkıştırdı. Ne kendisi<br />
ne arkadaşları fark edemeden, o güzel ağzın içinde<br />
eridi gitti ümitlerim. Bu koca adam orada mıydı;<br />
neyi, niye beklemekteydi sormadılar. Meryem abla<br />
aniden kapıda belirip kaş göz yapınca çıt çıkarmadan<br />
sıvıştım odadan.<br />
Yürürken ‘vah vah’ dercesine kafa sallıyordu. Hızlı<br />
adımlarla ocağa döndük. Kimse yoktu içeride. Kendine<br />
çay alıp masa başına oturdu, bana gazoz açtı.<br />
Açarken de söylendi:<br />
“Çaycının çay içmediği de görülmüş şey değil Necat!”<br />
“Haklısın abla. Annem severdi çayı, ondan sonra<br />
içemedim.”<br />
“O kadar sene geçti üzerinden, alışamadın mı hala?”<br />
“Alışılmıyor abla, nasıl alışılsın. Baksana halime. Kaç<br />
yaşına kadar el bebek gül bebek, sonra birden öyle<br />
cıscıbıldak. Ne bileyim, alışamadık işte.”<br />
“Aman sen de, ne varmış halinde! Güçlü kuvvetli,<br />
dev gibi adamsın.”<br />
Onayladım:<br />
“Annem de öyle derdi.”<br />
“Ee,” dedi eliyle masaya vurup. “Anlat ne olup bitiyor,<br />
dök bakalım derdini.”<br />
“Ne olacak abla, bir şey yok. Gidip geliyoruz işte.”<br />
“Ama sürekli canın sıkkın Necat. Yıllar var güldüğünü<br />
görmedim. De bakayım hele, belki bir hal çaresini<br />
buluruz.”<br />
“Çaresi yok abla. Sevmiyorlar beni. Nasıl sevdirir<br />
insan kendini?”<br />
“A a, o nasıl söz öyle! Ne demek sevmiyorlar, biz<br />
seviyoruz ya. Duymayayım bir daha sakın.”<br />
“Ne bir zararım dokundu kimseye, ne başka bir şey.<br />
Yine de yaranamıyorum. Yüzüme bile bakmıyorlar.<br />
Senin dışında hal hatır soran da yok.”<br />
“İyi işte kuzum, milletin derdiyle uğraşmıyorsun. Boş<br />
ver gitsin, inan böylesi daha güzel.”<br />
“Güzel de işte…Kötü kötü şeyler geliyor aklıma. Sıkılıyorum<br />
abla.”<br />
“Neyse otur şuraya da anlat. Meraktan çatlayacağım.<br />
Yasemin’e mi yanıksın bakayım?”<br />
İsmini duyar duymaz kıpkırmızı kesildiğime eminim.<br />
Meryem abla duygularımdan haberdardı fakat daha<br />
önce ne bir şey sormuş ne de ima etmişti. Heveslendim.<br />
Annemden sonra sevdiğim ilk insandı Yasemin<br />
Hanım. Henüz bu acayipliğe alışamadan kavuşamamayı<br />
öğrenmiş, uzaktan seyretmenin hasretini<br />
tatmış, hepsine alışmış ama sevilmek için kendimi<br />
kanıtlamam gerekmesine alışamamıştım.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
35
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
“Gel gel!” diye tekrar etti Meryem abla.<br />
Plastik sandalyeye oturup arkama yaslanmamla<br />
çatırtı kopması bir oldu; sandalyenin<br />
arka bacakları geriye doğru esneyip<br />
kırıldı. Buzdolabına tutunup zor ayakta<br />
kaldım. Az kalsın o da devrilecekti ya, bir iki<br />
sallanıp sükunete kavuştu. Meryem abla<br />
oralı olmayıp devam etmemi bekledi.<br />
“Var bir şeyler abla. İçimde, midemi kaynatıyor,<br />
soluğumu kesiyor. Düşününce<br />
bayılacak gibi oluyorum.”<br />
“Eyvah eyvah! Necat sen bal gibi aşık olmuşsun<br />
kuzum.”<br />
“Niye eyvah abla, güzel değil mi sevmek?<br />
İnsan kaç kere aşık olur ki hayatında?”<br />
“Neyse neyse boş ver, sen anlat bakayım<br />
ne düşünüyorsun onun hakkında. Kendi<br />
gözünden anlat ama. ‘Çok güzel’ diye geçiştirme.<br />
Güzellik geçer gider. Geçmeyecek<br />
neyi var bu kadının de bakalım.”<br />
Bir miktar düşündüm ve her gün kendime<br />
tekrarladığım kelimelerle anlattım onu:<br />
“O bakışları görmelisin abla! İliştiği yerde<br />
çiçekler açar, gözlerini yumsa ışıksız kalır<br />
hepsi. Nefesi su ve güneştir; konuştukça<br />
toprak sözlerinden beslenir. Saçları çirkinlikleri<br />
örten siyah bir tüldür, seyyal ve<br />
gizemli. Bir yüzü güler, son bulur beraberinde<br />
hayata düşmanlığım. Diğeri somurtur<br />
sebepsiz; peşi sıra yüreğim şişer, aklım<br />
bulanır. Fazlasını beklemem, orada olması<br />
yeter. Yılda on beş gün izni var. Çıkar da<br />
gelmez diye uykularım kaçar. Sahibine<br />
bağlılığında kusur etmeyecek bir köpek gibi<br />
kapısında beklemeye razıyımdır. Döndüğünü<br />
sabahtan anlarım onun. Uzaklardan<br />
gelen tatlı bir esinti dolar ciğerime; huzur,<br />
mutluluk, ümit kokar. Olmadığı günler<br />
erbaindir bana, her gördüğümde yeniden<br />
doğarım, tarihim onunla başlar. O bir gitse,<br />
bir kaybolsa kainat amaçsız kalır, kıyamet<br />
kopar. O neşelense, kahkaha atsa, şu ocağa<br />
kıyasla cennet sekara benzer.”<br />
Öylece bakakaldı. Gözlerinde bir ışıltı<br />
yakaladım. Sureti hem sıkıntıyla bunalmış<br />
hem de zevkle gevşemişti. Büzdüğü dudaklarından<br />
yayılan kaygılı ifade memnuniyetin<br />
şaşmaz çizgisi tarafından adeta infaz<br />
edilmiş, Meryem abla aşka boyun eğmişti.<br />
Bu boyun eğiş bükülme gerektirmeyen<br />
haz dolu bir teslimiyet, onurla dalgalanan<br />
beyaz bir bayraktı.<br />
Bir süre kaçamak kaçamak bakıştık. Sonunda<br />
kafasını toparlayıp “Konuşayım mı<br />
Yasemin ile, ister misin?” dedi.<br />
Telaşlandım. “Aman abla aman, ne konuşması.<br />
Ne diyeceksin onun gibi hanımefendiye?<br />
‘Bizim çaycı size vurulmuş, kahve<br />
getirdiğinde sizi gözler, bir de güzel şeyler<br />
söyledi hakkınızda duymayın gitsin’ mi? Hiç olur mu<br />
onun gibisi ile benim gibisi. Bir kere ne diyeceğimi<br />
bilemem yanında. Hem ben böyle sırık gibi, o ise<br />
öyle narin, tertemiz bir ay çiçeği…Ama sen konuşursan<br />
belki dinler kim bilir? Öyle ‘he’ deyince sevilir mi<br />
insan, ne dersin abla?”<br />
“Ben bir ağzını yoklarım. Varsa bir şey anlarım.<br />
Nereden bileceksin, mukadderat bu, olur mu olur.<br />
Belki onun da gönlü vardır.”<br />
“Ah abla! Olur mu dersin? Konuş o zaman sen, ben<br />
de hiç bilmem ki bu işleri.”<br />
“Merak etme hallerim ben. Olacağı varsa olur, olmazsa<br />
da üzülüp karalar bağlamak yok ama. Dünyanın<br />
sonu değil!”<br />
Ayaklanıp buzdolabına yöneldi. Artanlardan sakladığı<br />
bir tabak sarmayı önüme koydu.<br />
“Hadi afiyetle ye, senin için ayırmıştım. Başkaları<br />
bakarken yiyemiyorsun görüyorum kuzum.”<br />
Sarmaları silip süpürdüm. Her akşam yaptığım gibi<br />
ocaktan beş dakika erken çıkıp otoparkta dolandım.<br />
Palto cebimde taşıdığım usturayla, olur da Yasemin<br />
Hanım’a verebilirim diye biraz yasemin budadım.<br />
Eğip bükmeden cebe attım. Kötü bir insan sayılmam;<br />
doğaya, sanata, okumaya karşı bir düşkünlüğüm<br />
oldu hep. Gizlenmeme de gerek yoktu, nasılsa<br />
umursamayacaklardı. Görmezden gelinen biri<br />
olarak canlı sayılır mıydım, kararsızım. Zaman içinde<br />
şunu da öğrenmiştim; fark edilmeden her yere girip<br />
çıkabilecek sinsilikte bir cüce olsaydım insanlardan<br />
daha fazla ilgi görürdüm. Güven duygusu durgunluk<br />
demekti; onlar ise bir karabasan dehşetinden uyanmanın<br />
huzuruna aç, oburlardı. İnsan kavrayamadığının<br />
peşinden giderdi çünkü.Demem o ki benim<br />
gibi kendini daha iyiye yontamayan biri hayatlarında<br />
olsa da olurdu, olmasa da. Nasılsa zararsızdım;<br />
kim, niye bana ihtiyaç duyardı? Kendi halinde deyip<br />
geçiyorlardı ve haklıydılar. Bu durum işime gelmiyor<br />
da sayılmazdı aslında.<br />
Mucize beklentisi içinde olduğumu söyleyecek<br />
değilim. Arabasına uzak bir başka arabanın kaportasına<br />
dayanmış sigara içiyordum. Önce topukluların<br />
sesini duydum, sonra suretini gördüm. Dalgın<br />
ve hüzünlü izledim yürüyüşünü. Yanaşırken kilidi<br />
açtı, kulpu tuttu, kapıyı açmadan kesik bir çığlık attı.<br />
Bakışları ağlamaklı bir arayış içinde etrafı dolandı.<br />
Yakalandım. Belki ihtiyaçtan belki cüssemdendir bilmiyorum,<br />
ama gördü ya, bana yetti. Uzun adımlarla<br />
yanına vardım.<br />
“Necat Efendi tekerlek patlamış, gördün mü başıma<br />
geleni!” dedi. Konuşamadım, yutkunamadım, nefes<br />
alamadım. Ellerimi kavuşturup ovalamakla yetindim.<br />
“Sen anlar mısın bu işten Necat Efendi?”<br />
“Yok,” dedim. “Anlamam.”<br />
Ah, içimden nasıl lanet ettim beni bu şekilde yaratana.<br />
Bir hilkat garibesi, bir ucubeydim başka şey<br />
değil.<br />
“Tüh!” diye dertlendi ve otopark bekçisine doğru<br />
seğirtti. Bir şeyler konuştular. Adamın ‘hallederiz’<br />
türü mimiklerini seçebildim. Gelip bagajı açtı, yedek<br />
36<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
lastiği çıkarttı, krikoyla arabayı kaldırdı, bijon anahtarı,<br />
cıvatalar derken tekerleği yerleştirdi; çevirdi,<br />
sıktı, indirdi. Yasemin Hanım teşekkür edip arabaya<br />
bindi, kornaya dokundu ve tekleyerek kalktı. Lastik<br />
değiştirebildiğimi o uzaklaşırken hatırladım.<br />
Eve gitmek için parkta keşfettiğim geniş patikalardan<br />
birini kullanmaya karar verdim. Sebeplerini<br />
tekrar etmeme gerek yok; ağaçların yanında iyi ve<br />
normal hissediyordum kendimi. Gidene kadar üç<br />
beş sigara tüttürdüm. Bir iki tane de evde içip dört<br />
kişilik yatağa erkenden uzandım. Perşembe gecesinin<br />
hikmetinden bahsettiğini hatırlıyorum annemin.<br />
“Dua et oğlum,” derdi sık sık. “Dua et ki kimse sana<br />
yük olmasın, kimse yoluna çıkmasın.”<br />
Ben de hep dua ettim; annem ölene kadar, her Perşembe<br />
gecesi bıkmadan. Dizlerimi kırarak oturamadığım<br />
için yattığım yerden ellerimi tavana açtım ve<br />
gözümde canlanan kuşkulu istikbalimi iyileştirmesi<br />
için tek tanrıya yalvardım. İşte o günlerden sonra yitirdim<br />
tek tanrı inancımı. Annemin ardından tanrım<br />
olan birçok mübarekin kulu, çok tanrılı toplumun<br />
da kölesi oldum; yönetildim, yöneltildim, itildim,<br />
sağıldım, yaftalandım, kalaylandım ve en acısı, artık<br />
insanlar arasında sevilmeyen bir masal olarak anlatılacaktım.<br />
Duaya elbet sığınmak isterdim ama hülyalı düşünceler,<br />
heyecanlı titreyişler ve derin iç çekişler yakamı<br />
bırakmadı. Uykuya daldığımda günün ağarmasına<br />
az kalmıştı. Birkaç saat sonra kalkıp tıraş oldum.<br />
Berber çıraklığı günlerimden kalma bir ustura kullanma<br />
becerim vardı. Elime de diğer şeylerden iyi<br />
oturuyordu hani. Paçaları kısa gelen siyah bir pantolon,<br />
yaka düğmesi iliklenmeyen beyaz bir gömlek<br />
ve ucuz bir kravat takındım. Dışarı çıktığımda<br />
dükkan camlarında yansımamı aradım; oradaydım,<br />
benden bir tane daha vardı işte, Yasemin Hanım’ı<br />
hak eden gerçek bir beyefendi, şık ve seçkindi.<br />
Belediye’ye yaklaştıkça bir miskinlik ve uyku hali<br />
çöktü üzerime; oluru var mıydı bu işin? Durduk yere<br />
canım yanmaya başladı. Sevilmek adına düştüğüm<br />
durum beni varlığımdan utandırdı. Birinin kalbine<br />
böyle yalvar yakar girmek, merhamet ile geçecek bir<br />
ömür, her gün şüphe ve istenmediğine dair berbat<br />
bir ruh hali.<br />
‘Ne biçimsiz bir hayat be Necat! Özlüyor ama kavuşmak<br />
istemiyorsun.’<br />
Öğle tatiline kadar servise çıkmadım. Ocaktakiler<br />
kafayı kılık kıyafetime taktı, sorup durdular. Bir ara<br />
Sezai ile baş başa kaldık.<br />
“Hayırdır abi?” dedi.<br />
“Anla işte Sezai! Gerekmese giyinecek değildim ya.”<br />
“Orası öyle de, şaşırdık abi. Ondan uzattık.”<br />
“Haklısınız Sezai, bir şey dediğim yok.”<br />
Bir sessizlik, hatta derin bir ıssızlık çöktü çay ocağına.<br />
Bir süre boş boş durup ellerimize baktık, tırnaklarımızı<br />
kanırttık, geçmişimize sarktık. Sonra neden<br />
bilmem, sorasım geldi:<br />
“Siz nereliydiniz Sezai?”<br />
Esneyerek cevapladı:<br />
“Kamanlıyız abi.”<br />
“Nerede ki Kaman?”<br />
“Kırşehir’de.”<br />
“Güzel mi oralar?”<br />
“Değil abi.”<br />
“Niye değil?”<br />
“Annemi aldı orası abi, daha da vermez. Buralar<br />
güzel ama.”<br />
“Nesi güzel be Sezai?”<br />
“Her şey var abi. Işıl ışıl, değişik...Sıkılmaz insan.”<br />
“Ben çok sıkılıyorum.”<br />
“Niye abi?”<br />
“Annemi aldı burası Sezai, daha da vermez.”<br />
Yemekten dönenlerle birlikte Meryem abla da ocağa<br />
geldi. Bir karış suratla masanın başına oturdu,<br />
bir bardak suyu üç yudumda içti. Nefeslendikten<br />
sonra Sezai’ye depodan oralet tozu getirmesini<br />
söyledi.<br />
“Daha dün getirdim abla, aha orada duruyor.”<br />
“O zaman git boşları topla Sezai!” dedi celallenip.<br />
Sezai cevap vermeden ocaktan sıvıştı.<br />
Bir şeyler döndüğü belliydi ve ben öğrenmek istemiyordum.<br />
Çünkü biliyordum ne anlatacağını.<br />
“Necat,” dedi abla.<br />
“Abla kötüyse hiç anlatma, lüzum yok. Aklımda kalır,<br />
çıkartamam. Benim için yaşamaya değer az bir şey<br />
var, o da solup gitmesin ablam.”<br />
“Necat!” diye sesini yükseltince kıramadım, dinlemeye<br />
koyuldum.<br />
“Ne oldu abla?” dedim.<br />
Kıvırmadan:<br />
“İstemiyormuş,” diye cevapladı.<br />
“Ne demek istemiyormuş abla, ister demiştin.”<br />
“Konuşurum demiştim Necat.”<br />
“E konuştun değil mi abla?”<br />
“Evet konuştum.”<br />
“Ne dedi peki?”<br />
“Olmazmış işte Necat.”<br />
“Ne demek olmazmış abla, olur demiştin.”<br />
“Ay olur dememiştim Necat konuşurum demiştim.”<br />
“E olmadıysa konuştun da ne oldu abla! Niyeymiş<br />
peki, niye istemiyormuş.”<br />
“Gittim yemekte yanına oturdum, hoş beş sohbet<br />
ettik. Orada çıtlattım mevzuyu. Bir bir anlattım.<br />
Neler düşündüğünü, onun da yaşının geldiğini<br />
falan. Ama Yasemin Aleviymiş Necat, söylemedin hiç<br />
bana.”<br />
“Alevi miymiş? Nereden bileyim abla ben, hem ne<br />
olmuş Alevi ise?”<br />
“Oğlum ne olmuşu mu var? Sen Sünnisin o Alevi,<br />
olur mu hiç. Evlilik düşmez size!”<br />
“Abla ben pek inanmam ama. Sünni mi sayılırım<br />
gene de?”<br />
“Ne biçim laf o Necat? Ne demek inanmam, duymayayım<br />
bir daha!”<br />
Oturduk öylece. Sonra sanki içime bir gölge düştü;<br />
büyüdükçe kararttı her yanı. Yıllardır gidip geldiğim<br />
bu ocak, bu bina, bu yer; ve bir de beni adamdan<br />
saymamalarının derin hüznü aydınlık bir hatıra gibi<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
37
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
38<br />
kaldı yanında. Kendimden iri bir yük bindi sırtıma. Bir güzel söz duyamadan kaybetmenin, hem de<br />
böyle budalaca bir sebepten kaybetmenin acınası çaresizliği belimi büktü. Ne çözerdi bu düğümü,<br />
bu kederi bozacak ne vardı? Bu işin olmazlığını öğrenmeden önce güya çok yakındık da, bir anda<br />
uzaklaşmıştık; tam yokluğuna alışmışken yaramı deşmek için geri gelmişti sanki; bu zamana kadar<br />
benimleymiş gibi sözde, yüzünü esirgeyen bir başka tanrıya dönüştü Yasemin Hanım.<br />
Tuvalete gidip döndüm fakat ocağa girmedim. İkizler, Cemal ve Meryem abla konuşuyorlardı. İsmimi<br />
işittim ve kulak kesildim.<br />
“Kız alevi hakikaten,” diyordu Meryem abla. “Kız alevi ama iş oraya gelmedi ki. Ne diyeceğimi anlar<br />
anlamaz çığlığı kopardı hatun. Efendim, gidip de böyle bir teklifi ona nasıl getirirmişim. Öyle bir garibanla<br />
onun gibi birinin ne işi olurmuş, yok efendim adam çaycıymış da, bu çöpçatanlık da neyin<br />
nesiymiş…Kör şeytan erik hoşafını başından aşağı dök dedi.”<br />
“Meryem abla,” dedi Zekai. “Şeytan kör ise, erik hoşafı olduğunu nereden biliyormuş?”<br />
Kısık sesle güldüklerini duydum. “Buraya kadarmış Necat,” dedim, önlüğü atıp fırladım.<br />
Koşarken oraya buraya çarptım. Birkaç kişinin etrafa savrulduğunu gördüm. Ayaklı küllükler, çöp<br />
bidonları ve temizlik leğeni etrafa saçıldı, giren çıkanı yönlendirmek için çekilmiş emniyet bandını<br />
yırtıp kendimi otomatik kapıdan dışarı attım. Arkamdan kimse geldi mi bilmem, o ara umursadığımı<br />
da söyleyemem. Bir süre koştum insanlar arasında; ciğerim yanıp kaslarım uyuşana ve oksijensizlikten<br />
istifra edene dek koştum; geçtiğim yerlerin hepsinde bir yıkım yarattım, harabeler bıraktım<br />
ardımda.<br />
Kalbine tecavüz edebilir misiniz bir insanın? İçine zorla girip paramparça ettikten sonra hevesle<br />
çarpmak yerine titreyerek yaşamaya çalışan bir yürek bırakabilir misiniz ardınızda? Sizler bana<br />
bunu yaptınız. Bende bir neşe, bir ümit, gözün görüp ruhun hissettiği mutluluklara karşı bir beklenti<br />
oluşturdunuz; her şeyin güzel olabileceğine yönelik sözler edip kendimi sevmemi, yaşama<br />
tutunmamı öğütlediniz; eşitliğime, özgürlüğüme, insan oluşuma dair vaazlar verdiniz, sırtımı<br />
sıvazlayıp arkamdan güldünüz, yüzüme bakıp görmezden geldiniz; biriniz de çıkıp uslanmaz dilin<br />
tehditkar sivriliğini, sakınganların o bedbin tedbirciliğini öğretmedi bana. Savaşılmadan dünya, terbiye<br />
edilmeden insan güzel olurmuş gibi, iyimserliğinizle öldürüp merhameten gömdünüz, kurban<br />
ettiniz beni.<br />
Gece aynı gece, sigara aynı sigaraydı. Yalnız paket biraz hızlıca tükendi. Paltomu giyip kendimi<br />
dışarı attım. Gitmemem gereken yerlere gittim, çalmamam gereken kapılar çaldım. İzin almadan,<br />
içimden geldiği gibi hanelere daldım; itiraz ve çırpınışlara da aldırış etmedim. Cüssemin yıkıcı gücü<br />
karşısında çaresizce eridi direnişler. Geçtiğim her yeri kan, yaş ve uğursuzluğun kırk dokuz numara<br />
ayak izlerine boyadım. Artık varlığımı kabul edeceklerini biliyorum ve adam yerine konduğum sürece<br />
takip edilip yakalanmak umurumda bile değil.<br />
Karanlık çöktüğü vakitlerde ziyaretini alışkanlık haline getirdiğim son bir yer daha vardı: annemin<br />
kabri. Benim gibi hayattan tecrit edilmiş münzevilerin dışarıdan fark edilmeyen acayip huyları<br />
vardır. Varlıklarının en sade ve hür yanlarını bu yadırganan huylar sayesinde keşfeder, bu huyları<br />
sayesinde insanların aksine yalnızken de pürneşe kalabilirler. Siz bilmeyin diye kendilerini iyice<br />
kamufle eder, hayatlarının masum yüzünü size açar, diğer yüzünü ise itinayla gizlerler. Ne zamanki<br />
zekanızla böbürlenir, kibrinizin teşvikiyle kendinizi bir şey sanır ve karşınızdakini küçümsersiniz;<br />
işte o zaman anlayacağınız dilden bir ders vermek kaçınılmaz olur. Unutmayın, bir dışlanmışın<br />
ustaca gizlediği içlenmişlikleri vardır. Hem kötü bir insan sayılmam; doğaya, sanata, okumaya karşı<br />
bir düşkünlüğüm oldu hep. Bir şeyler, adını koyamadığım bir şeyler, beni böyle, işte böyle yaptı:<br />
Geceleri annesinin mezarı başında göz yaşı döken ve insanlardan kaçtıkça onlara nefreti artan bir<br />
alıngan. İsyan edip ardında lanet ile anılacak bir isim, kalabalık da bir protestocu ordusu bırakacak<br />
olan, sofistike bir cani.<br />
Sirenler, bağırışlar, çığlıklar ve bir hengameden yükselebilecek türlü sesin kulak yırtan gürültüsünü<br />
işittim. Annemin toprağını eşeleyip kabarttım. Evvelsi gün otoparkın bahçesinden koparttığım<br />
beyaz yaseminleri nemli toprağa serptim. Kuşların suluğunu doldurdum. Annemin güzel isminin<br />
anlamlandırdığı mezar taşına melek uçlu kolyeyi astım. Kalanlara güzel hatıralar bırakıp vicdanları<br />
yumuşatmak bir ruhun sonsuz olması için yeterli bir hayır değil de neydi?<br />
Mezarlıktan içeri akın eden jandarmanın sesi kulağımı yırttı:<br />
“Dağılın! Kıyı, köşe arayın bulun o şerefsizi. Gerekirse mezarları kazın!”<br />
Kimseyi rahatsız etmenin gereği yok; buradayım, burada bekliyorum; beni annemin mezarı başında,<br />
güzel hatıralara sarılmış halde, doğayla iç içe bulacaksınız. Ruhum ağaçların ruhu, soyum<br />
toprağın soyu, kalbim gecenin kalbi. Isıtalı çok oldu tükenmez kanımla mezar taşlarının ölümcül<br />
soğuğunu. Ölülerin bayat nefesini ensemde hissediyorum; bitmenin donuk titremesi kaplıyor<br />
gözlerimi. Ve ben, sonlu benlikler cemaatinin kadim hizmetçisi; leşim bulunmadan önce oturdum,<br />
anlayasınız diye size bunları yazıyorum.<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
NESLİHAN KARAHAN<br />
NESLİHAN KARAHAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
39
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
NESLİHAN KARAHAN<br />
NESLİHAN KARAHAN<br />
40<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
ERMENİSTAN SINIRI<br />
ULVİ KOÇU<br />
Ödülü Avrupa Seyahati olan bir yarışmada yirmi dört kazanandan<br />
biri olmuştu. Yüreğine sığdıramadığı sınırlara,<br />
ayakları da ulaşacaktı artık. Rüyalarında gezdiği şehirlere<br />
gidecek, düş yolculukları gerçeğe dönecekti. Bunun için<br />
bir öykü yazmıştı; içine coşkusunu ve hayallerine koştuğu<br />
bir öyküyü… Gecesini sabaha kattığı, tüten sobada<br />
anasının inlemeleri eşliğinde yazdığı bir öyküyü… Köyünün<br />
çok uzağına; bir zarf, bir vesikalık fotoğrafı eşliğinde<br />
yolculuk eden bir öyküyü... Seçici kurulun binlerce öykü<br />
içinden seçtiği, yirmi dört öyküden biri olan öyküyü...<br />
Şehirlerin, yolların ve dağların ardında kalmış bir sınır<br />
köyünü ancak haritalar anardı, ancak haritalar anlardı.<br />
Hasta anasıyla yaşlı babasının özlem ve gurur denizine<br />
dönmüş gözyaşları eşliğinde ülkenin başkentine, kazanan<br />
diğer genç yazarlarında olduğu ödül gecesine katılmak<br />
için son bir vedayla baktı, dağ eteklerine karışmış<br />
kayalıklara. Mağrur bir sevinç kapladı içini, sonra alaycı<br />
bir utanma. Sonra ilk yolculuk, yolculuk, yolculuk…<br />
Ülkenin başkentinde ışık kalabalığının işgal ettiği büyükçe<br />
bir salon, kravatlı ve papyonlu adamlar, makyajlı<br />
kızlar ve O, büyük seyahat öncesi verilen ödül töreninde<br />
anlaşılmaz dinginlikte çalan hafif müziğin içinde yüzmektelerdi<br />
sanki. Kazanan yirmi dört genç yazar, yan yana<br />
sıraya girmiş, geceye ve ödüllere dair yapılan konuşmaları<br />
dinlemekteydiler.<br />
Tek tek genç yazarlar tanıtılmıştı salondaki davetlilere.<br />
Bir tek O idi uzak diyarlardan gelen, bir tek O idi sınır<br />
köyünden başkente süzülen. Diğer genç yazarlar büyük<br />
şehirlerin, paralı üniversitelerin, sıfır model arabaların ve<br />
şehir ışıklarının kuşattığı yerlerden geliyordu. Ne önemi<br />
vardı ki tüm bunların, şimdi onlarla yan yana idi ve büyük<br />
seyahate birlikte gideceklerdi.<br />
Papyonlu adamların, yüzü boyalı kadınların konuşmaları<br />
bitmişti. Sıra genç yazarlarla sohbete gelmişti. Daha<br />
önce Avrupa’ya gidip gitmedikleri soruldu. Her biri gittiği<br />
ülkelerden, şehirlerden bahsetti. Hayran duyduğu uzak<br />
şehir hikayelerini anlatmaya koyuldu. Her biri ne çok yer<br />
gezmişlerdi, ne çok yer görmüşlerdi; New York, Paris,<br />
Londra, Roma, Madrid, Münih… Dünyanın en gözde en<br />
büyük şehirlerine, ülkelerine gitmişlerdi. Şimdi konuş-<br />
GÖRSEL: GABRIELYAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
41
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
ma hakkı ondaydı. Aynı soruya<br />
onun cevap vermesi gerekiyordu.<br />
Duraksadı önce –bu duraksama<br />
utandığı ya da kendini<br />
kötü hissettiği için değil, gerçekten<br />
düşünmek için yapılan bir<br />
duraksama idi-, meraklı gözlerle<br />
onu süzen bakışlara yöneldi.<br />
Her bir çift göze bir bir ve kısa<br />
kısa bakışlar attı. “bende bir<br />
kez Ermenistan’a gittim.” dedi.<br />
Herkesin beklediğinden farklı<br />
bir yerdi Ermenistan. Papyonlu<br />
adam büyük ülkelerden, şehirlerden<br />
bir yer beklediğinden olacak<br />
ki şaşkınlığını gizleyemeden<br />
“Ermenistan demek, peki anlatır<br />
mısın bize bu seyahatini, nasıl<br />
gittin, nereleri gezdin?”. Hiçbir<br />
mahcubiyet, hiçbir söz, hiçbir<br />
aldanmışlık masumiyetin önüne<br />
geçemezdi. “Bizim köy”dedi.<br />
“bizim köy Ermenistan sınırında.<br />
Arkadaşlarla Aras Nehri’nde<br />
yüzmekteydik, fark etmeden<br />
Ermenistan sınırına geçmişiz.<br />
Yüzdükçe yüzüyorduk ki sınırda<br />
bekleyen Ermeni askerlerin<br />
sesleriyle durduk, meğer epey<br />
bir geçmişiz sınırı. Yaklaşık yirmi<br />
dakika kadar da Ermenistan ı<br />
gezmiş olduk. İşte ilk yurt dışı<br />
seyahatim böyle.”<br />
Salondakilerin alaycı gülüşlerine<br />
anlam verememişti o an. İyi<br />
niyetinin zemheri fırtınasıyla susuşturdu<br />
kalbinde büyüyen köy<br />
şarkılarını. Bir aya yakın çoğu<br />
yerini gezdi Avrupa’nın. Ülke<br />
ülke, şehir şehir dolaştı. Köyünde<br />
alkışlarla karşılandı. Hasta<br />
anasına, yaşlı babasına dağ gibi<br />
sarıldı. Aras Nehri’nin görkemli<br />
suyunda yaşadıklarını anımsadı<br />
ve kalbinin toprak evlerine, ilk<br />
yurt dışı seyahatinin Ermenistan<br />
olduğunu bir kez daha hatırlattı.<br />
42<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
“<br />
Elim ateşten korkmuyor,<br />
Ülkemin bütün kadınları gibi tırnaklarım küt<br />
Ateşten sıcak bir tencereyi yanmadan alabilirim<br />
Köz basarım yüreğime.<br />
Yüreğim nasırlarıyla umudu koruyor,<br />
Bir küçük ışıltıyla baharı bekleyen<br />
Çekirdek ateşten korkmuyor.<br />
“<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
43
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
GÖĞSÜMDEKİ<br />
FATİH AKÇA<br />
YAY<br />
GÖRSEL: Matthew Smith<br />
44<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
“Fazlı’dan bir kul geldi bedestanda sattılar”<br />
AŞIK DAİMİ<br />
göğsümü yay gibi gererek fırlattım kalbimi<br />
vurdum acının çiçeklerini tohum ve karalar<br />
ayrılırken alnıma değen bumerangdı yazgım<br />
göğü çatlatmadan yırttım kozamı ve bir töreydi<br />
kanatlarını koparıp yaşamak<br />
kana karışan kuş ve su<br />
en karanlık mahzeni bitişirdi ellerimin yanına<br />
dünya, ey hiçbir yere gitmeyen sancı<br />
iskeletimden başka zeytin dalı kalmadı<br />
atların sesiyle su verdim acının çiçeğine<br />
kırıldıkça sakat bir yürüyüş kaldı kalbime<br />
yalçın yamaçlarda dolaşırken incinen<br />
bir ulumaydı bataklığa atılan ruhum<br />
kırkken yediye ve üçe indim göğe inandım<br />
toz ve sözle örtülüp tuza susuz sürüldüm<br />
içimde kişneyen zaman! kırbaçlanan ben<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
45
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Gün bu yediveren umuda karşılık gelmiyor<br />
Bir yerlerde bir ağustos kalmış olmalı.<br />
46<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
NESLİHAN KARAHAN<br />
NESLİHAN KARAHAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
47
NESLİHAN KARAHAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
NESLİHAN KARAHAN<br />
48<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
NESLİHAN KARAHAN<br />
NESLİHAN KARAHAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
49
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
BEŞTE BİR:<br />
HİSSETMEK<br />
DOĞAN ATEŞ<br />
görsel: HDWYN<br />
50<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
Dağların ardında görülen gökkuşağı artık görülmez oldu.<br />
Kararsızlar’ı artık İstiklâl Caddesi’nde dinleyemez oldu.<br />
Annesinin üç yıl evvel üzerine örttüğü toprağı koklayamaz oldu.<br />
Yatmadan önce içtiği sütün tadı yok artık ve gece başını yastığa koyduğu an ‘’Bu yorgan<br />
çok ağır,’’ diyerek dert yanamadı.<br />
Mayıs’tı. Artık ağaçlara çiçek olan kar taneleri yerini suya bırakmıştı. Toprağa düşüp yerini<br />
ağaçların ilk meyvelerine devretmişti. Kaldırım kenarından akan sular derelere, oradan<br />
denizlere ve oradan da okyanuslara gidiyordu artık. Bir damlanın sınırsızlığı. Annesinin<br />
kucağına verdiklerinde isminin Bahar olmasını istemişti. Eve geçtiklerinde ise değişti tabii.<br />
Çünkü aile büyükleri söz alma hakkına erişmişti. Dedesinin kucağına verdiler, mutluluktan<br />
gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Yanaklarından, yanaklarındaki sakallarının arasından<br />
sıyrıldı. Düştü. Eylül olsun, dedi. Herkes herkesin gözünün içine baktı. Böyle olur zaten<br />
çoğu zaman, eğer evin büyüğü bir şey diyorsa kimse ilk etapta itiraz edemez.<br />
Büyüdü. Mevsimler geçti. Bahar geldi. Eylül geldi. Gökkuşağını tanıdı. Kararsızlar’ı dinledi,<br />
yağmurdan sonra toprak kokusunu içine çekti, anneannesinin hazırladığı ballı sütü hep içti<br />
ve üzerindeki yorganın ağırlığından hep şikâyet etti.<br />
On sekizinden gün almaya başladığı günlerden bir gündü.<br />
Eve birçok insan gelmiş tanıdığı tanımadığı. Okuldan gelir gelmez odasına geçti. Anlamıştı<br />
zaten kapının önündeki ayakkabılardan annesinin altın günü yaptığını. Eğer bir mahallede<br />
çalışmayan üç kadın varsa ve eklenecek olan üç kadın daha bulunabilecekse annelerin<br />
bu telaşesi kaçınılmaz oluyordu. Yatağına uzandı. Sabah yediye çeyrek kala uyanmış<br />
yarım saat sonra evden çıkmış ve fakültenin servisi ile bir saatlik yolcuğu başlamıştı. Başını<br />
cama yaslayıp uyuyarak gitse de cam bir yastık değildi ve üzerinde çiçekler yerine anlamsız<br />
şeyler mevcuttu: kir, pas, toz.<br />
Odanın kapısını çaldı. Cevap gelmeden kapının hemen yanındaki masanın önünde duran<br />
sandalyeye oturdu.<br />
-Hadi kızım salona gel de misafirlere görün, ayıp olmasın.<br />
‘’Tamam annecim,’’ dedikten sonra ayağa kalktı. Annesi o sırada çoktan salona geçmiş<br />
‘’Bizim kız da büyüdü de üniversitelere gider oldu. Sabah gün doğmadan uyanıyor, hazırlanıyor,<br />
kahvaltı bile etmeden servise gidiyor. Bugün Perşembe diye erken geldi, dersi az.<br />
Diğer günler böyle değil, saat altı dedi mi anca bitiyor, bir saat de o trafiği çekiyor. İnsan<br />
bazen hayret ediyor o ilk anı hatırladıkça.’’<br />
-Hoş geldin Bahar, nasılsın?<br />
(İyi değilim.)<br />
-İyiyim Şükran teyze, sen nasılsın?<br />
-Eh işte iyi olmaya çalışıyoruz, bizim adamla uğraşmaktan yıldım ama işte bilirsin sen de,<br />
okumuş görmüş kızsın, dövse de sevse de kocam.<br />
Şükran teyze böyledir, hep şikayet eder. Şikayetlerinin sınırı yoktur. Aklınıza gelebilecek her<br />
şeyden şikayet eder.<br />
Şükran teyze gözlerimin yeşilini Utrillo yeşiline benzetmese de bu geni dedemden aldığıma<br />
inanır. Nerede görse nerede olsa anlatır. Annesinin anlattıklarına göre ilk günden başlamış<br />
‘’Bu kızın gözleri, gözlerinin yeşili aynı dedesi.’’<br />
Elleri dizlerinde, bir ayağını sürekli sallıyor. Salladıkça konuşmaların ardı arkası kesilmiyor.<br />
Şükran teyze bir kere konuyu açtı artık. Alt katta yaşayan Ayten, genç yaşta dul kalan<br />
diğeri değil, altta kalır mı hiç? Kalmaz.<br />
‘’Hatırlamaz mısınız Bahar’ın nasıl piyano çaldığını? Daha beş yaşındayken o sesi duyduğumuz<br />
an işimizi, aşımızı bırakır balkonlara çıkar ondan habersiz dinlerdik. Annesini hepiniz<br />
bilmezsiniz ama gençken belediyenin konservatuarında piyano çalardı. Bahar’daki o<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
51
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
kulak, o müzik duyma yetisi aynı annesi. Bu ayrıntıyı nasıl fark etmezsiniz?’’<br />
Bahar cümlenin sonunda annesiyle göz göze geldi. Kalkacak oldu ama havaya kalkan<br />
kaşlar oturması gerektiğine işaretti. Ayıp olurdu. Pamuk geldi yanına. Sandalyenin önce altından<br />
geçti. Zıpladı. Bahar’ın kucağına oturdu. ‘’Hadi kızım çayları tazele,’’ dedi. Pamuk’u<br />
aldı kucağından, odasına bıraktı. Mutfağa geçti. O sırada kapıyı tırmalaya başladı Pamuk.<br />
Huysuzdu.<br />
Hatice, Bahar’ın annesi, bacak bacak üstüne attı. Sırtını yasladı. ‘’Benzetmelerinizde haklısınız<br />
da şunu pek fazla kimse bilmez: Bizim kızda tuhaf bir şey var. Anne sütünü bıraktıktan<br />
sonra her şeyi seçer oldu. Şehir dışına çıktığımız zamanlar açlıktan ölecek diye korkardık.<br />
Büyüdükçe bu sorunu aştık ama ondaki tat alma duyusu çoğu insanda yoktur. Bir<br />
şeyi ağzına attıktan sonra eğer onu sevdiyse aynı şeyi başka bir yerde yemez. İlla o olacak.<br />
Bir keresinde köyden gelen sütü de bu yüzden içmemişti. Aradık sorduk her zaman<br />
sütünü içtiği inek ölmüş. Tuhaf bir kız. Kime çekti bilmiyorum da bizlere de çok çektirdi.’’<br />
Salonun kapısından girer girmez konuya girdi Bahar: ‘’Hatırlar mısın anne çocukluğumda<br />
kimin kucağına gitsem ağlardım. Bir dedemin kucağında bir de senin kucağında ağlamazdım.<br />
İnsan ilk aldığı kokuyu hep arıyormuş meğer. Büyüdükçe başka kokulara alışsak da<br />
aslında o kokuyu içten içe arıyoruz. Ağlayamıyoruz. Bu yaşta bunun için ağladığımı görseler<br />
tuhaf tuhaf bakarlar.’’ Dumanı üzerinde tutan çayları dağıttıktan sonra sandalyesine<br />
oturdu. Dizinin üzerinde tuttuğu çay bardağını iki eliyle sarmış gözleri annesinin üzerinde<br />
aralıksız bakıyordu. Annesi ise kaşlarını kaldırarak tekrar hayır diyordu. Yarım saat kadar<br />
kim kimin evine temizliğe gitmiş, kimin kızı kimin oğluyla çarşıda görülmüş hepsini öğrendiğinde<br />
çayını tazelemişti.<br />
Uyandığında Pamuk yanı başındaydı. Yastığının hemen yanına uzanmış mavi gözleriyle<br />
izliyordu. Eylül ter içindeydi. ‘’Baba,’’ dedi, ‘’Odaya gelir misin?’’ diye seslendi hemen<br />
ardından. Sesi az çıkmıştı ki gelen olmadı. Tekrar seslendi, biraz daha yüksek bir ses tonu<br />
ile. Kapıyı çalmadan içeri girdi. Pamuk yerindeydi. Kıpırdamadı hiç. Yatağın ucuna oturdu<br />
annesi. ‘’Ne oldu kızım, kan ter içinde kalmışsın? Dur, ben sana bir bardak su getireyim<br />
de rahatla,’’ dedi, ama Eylül hayır anlamında başını salladı.<br />
‘’Baba,’’ dedi, bir süre sustuktan sonra ‘’İnsan parçalardan oluşuyor. Bu parçaların birbiri<br />
ile sınırları da mevcut. Gözlerim, kulaklarım, burnum, dudaklarım, dişlerim, parmaklarım,<br />
boyum, saçlarımın rengi… Her ayrıntı bir kişiye aitse eğer bana ait olan şey ne?’’<br />
Babası, Eylül’ün rüyasında ne gördüğünü bilmiyordu. Pamuk’a baktı. Bir eliyle başını okşadı.<br />
Olduğu yerde döndü. Kediler böyledir, hissederler. Sonra kapıya gitti, odadan çıkmak<br />
için kapıyı tırmalaya başladı. Gıcık bir ses odayı kaplamıştı. Onun eşliğinde konuştu:<br />
‘’Hissetmek, kızım. Hissetmek. İnsanın kendisine ait olan tek şey. Hissetmek.’’<br />
Kapıyı açtı, Pamuk odadan koşarak salondaki camın kenarına çıktı. Uzun uzun dağların<br />
ardındaki gökkuşağını, yağmur sonrası salona dolan toprak kokusunu ve cd’de çalan Kararsızlar’ı<br />
dinledi. Ballı sütünü parkeye döktü. Koşarak mutfağa geçti. Ne hissettiğini kimse<br />
bilemedi.<br />
52<br />
görsel: noah hutson<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
NESLİHAN KARAHAN<br />
NESLİHAN KARAHAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
53
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
ILLUSTRASYON: HIDIR MURAT DOĞAN<br />
ERGE ÖZCAN<br />
JEAN JACQUES’İN<br />
İSTİKLAL GEZİSİ<br />
‘Yalnız Gezenin Düşgenleri’ eserinde 10 tane gezisini anlatan ünlü Fransız düşünür, filozof<br />
ve yazar Jean- Jacques Rousseau, 230 sene sonra uyanıp günümüz İstiklal Caddesi’nde<br />
gezseydi düşünceleri ve izlenimleri neler olurdu?<br />
54<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
230, tam 230 sene sonra nerede olduğumu<br />
bilmeden, dışarıda nasıl bir yaşamın akıp gittiği<br />
konusunda en ufacık fikre dahi sahip olmadan,<br />
hangi dilde evirildiğini bilmediğim meçhul bir<br />
coğrafyada sonunda uyandım. Terk edilmiş bir laboratuarda,<br />
terk edilmiş eşyaların ve deney malzemelerinin<br />
yanında uyandım. Uyandığım yerin<br />
perdeleri kapalı ama yaşadığım hayatın kırgın geçen<br />
son 20 senesi boyunca ruhum ilk defa perdelere<br />
inat bir aydınlık içinde. Çiçekleri incelerken,<br />
doğayla bütünleşirken ya da yalnız gezen olarak<br />
toplumdaki onca kirli yüz ve ruha inat bir temizlikte<br />
düşler kurarkenki heyecan var içimde ve<br />
uyuduğum 230 seneyi kapsayan 230 adet çuval<br />
dolusu umut… Dediklerimi takip edemiyorsunuz<br />
sanırım… Suç benim! 11. gezimi, belki de nihai gezimi<br />
gerçekleştirmeden önce içinde bulunduğum<br />
durumu size kısaca anlatmak istiyorum.<br />
Yanlış anlaşıldığım yahut anlaşılıp da bazı menfaatlere<br />
ters düşebilecek noktalara değindiğim<br />
için dışlandığım bir çağa olan küskünlük ve çıkarların,<br />
asla hedefini şaşırmayan bozuk niyetlerin<br />
ortasında kalan ben, yalnız gezen olarak yaptığım<br />
onca gezinin ardından aklıma çılgınca bir fikir<br />
düşmesine izin verdim. On birinci gezimi, nihai<br />
gezimi; başka bir çağda, beni anlamayan çağdaşlarımın<br />
aksine, asırlar sonra yazdıklarımı okuyup<br />
anlattıklarımı anlayabilmiş ve modern dünyanın<br />
çıkmazlarından kopup doğayla ve kendi özüyle<br />
bütünleşebilmiş, gerçek anlamda bilen ve öğretmekten<br />
ziyade önce kendi anlayabilme ilkesini<br />
felsefe edinen insanlarla dolu olduğunu ümit<br />
ettiğim 21. yüzyılda gerçekleştirmek hayali ile<br />
çılgınca bir girişimde bulundum. Anlaştığım çok<br />
nadir çağdaşlarımdan bir bilim adamının sonuçları<br />
belirsiz bir deneyine ortak olmayı ve kendisinin<br />
geliştirdiği bir aletle 230 sene kadar dondurulup<br />
fani ömre inat, çağlar sonra uyanıp 21. yüzyılda<br />
gördüklerimi 18. yüzyılın insanı olarak son bir gezi<br />
yazısında ifade etmeyi kabul ettim. Nerede uyanacağım<br />
konusunda bana bir şey söylenmemesini<br />
özellikle istedim. Çağdaşlarıma inat yeni gelen<br />
çağlardaki insanların dünyanın neresinde olursa<br />
olsun 18. yüzyıldakilere oranla çok daha gelişmiş,<br />
çıkarlardan aranmış ve ruhani yönden ilerlemiş<br />
olduğunun getirdiği büyük bir umut ile bilim adamı<br />
çağdaşımın beni 230 senelik uykumdan uyandığım<br />
yer konusunda şaşırtmasını ondan bizzat<br />
ben rica ettim.<br />
Evet, işte 11. gezim öncesinde durumum bu…<br />
Size on gezim boyunca kendimi ve yaşadığım<br />
dönemin insanları ve sistemi hakkındaki serzenişlerimi<br />
anlatan ben, 11. gezimde yeni doğmuş<br />
bir çocuk yahut derisini yeni değiştirmiş bir yılan<br />
tazeliği ve heyecanıyla, yaşadıklarımı aktaracak<br />
ve beni bekleyen belirsizlik içinde yürürken on<br />
gezime inat dağa bayıra kaçmadan, kalabalıklarda<br />
yürüyerek dönüşüm ve değişim gösterdiğini ümit<br />
ettiğim gelişmeleri aktarmaya çaba göstereceğim.<br />
Uyandığım laboratuarın içine kısaca göz gezdirdikten<br />
sonra kim bilir kaç senelik olan saksılarda<br />
artık fosil haline gelmiş çiçekleri görerek içimin<br />
sızlamasına yüreğimdeki umuda rağmen engel<br />
olamadığımı itiraf etmeliyim. 230 sene kadar<br />
uyutulmadan önceki yaşamımın son senelerinde<br />
botanikle son derece ilgilenen yalnız gezen biri<br />
olarak, bana dost olan çiçeklerin ölüsünü tüm<br />
çıplaklığıyla gözlemlemenin ruhumu acıtması<br />
sanırım oldukça doğal. Ama yok, bu sefer incinmelerimin<br />
beni kalabalıklardan soyutlamasına ve<br />
yalnız gezen bir düşçü yapmasına izin vermeyeceğim.<br />
Neticede 200 küsür sene sonra dışarıda<br />
bir şeyler değişmiş ve çağdaşlarımın aksine bu<br />
çağın insanlarının ruhunda ve zihninde bir şeyler<br />
gelişmiş olmalı, öyle değil mi?<br />
Uyandığım laboratuarın kapısını aralıyor ve taş<br />
merdivenlerden hayatımda ilk defa insanların<br />
arasına çıkarken, adeta koşar adımlarla ilerliyorum.<br />
Dış kapıya yaklaşırken baş döndürücü<br />
bir uğultu ve insan kalabalığının boğuk sesleri<br />
kulağımı doldurmaya ve insan tınıları bozuk bir<br />
senfoni gibi içeri dolmaya başlıyor. Nelerle karşılaşacağımı,<br />
hangi ülkenin hangi insanlarıyla<br />
karşılaşacağımı bilmememin ve beni bunca yıl<br />
kendinden uzaklaştıran insan kalabalığın ürküten<br />
atmosferine çıkacak olmanın tedirginliğinden ötürü;<br />
bir an gözlerimi kapatıp caymak ve 230 yıl yarı<br />
uyuyup yarı hayal kurduğum laboratuarın içine<br />
geri dönme ve beni yıllarca ayakta tutan düşlemlerime<br />
saklanma arzusuna kapılacak oluyorum<br />
ama hemen eski kararlılığıma geri dönüp derin<br />
bir nefes alarak gözlerimi aralıyor ve kendimi dış<br />
dünyaya atıyorum.<br />
Ara bir sokakta olduğumu tahmin ederek yürümeye<br />
başlıyorum. Hava soğuk, kar serpiştiriyor.<br />
Enteresandır, yüzyıllar geçmesine rağmen doğa<br />
hep aynı kalıyor anlaşılan. 18. yüzyılda yukarıdan<br />
yağan kar yeniçağda aşağıdan yağmıyor. Bu<br />
fikrime içimden gülerek dış dünyaya sonunda<br />
adım atmanın ve iki asrı aşan bir aradan sonra<br />
karşılaşacağım dünyada beni nelerin beklediğini<br />
kestirememenin ürküntüsü ile fakat umuda yüzümü<br />
dönerek adım atmaya, rüzgara inat yürümeye<br />
devam ediyorum. Ara sokakta insanlar karşıma<br />
çıkmaya başlıyor. Ne garip, ne komik giysiler<br />
kuşanmış insanlar bunlar… Kendi garip giysilerine<br />
bakmaksızın bana garipseyen hatta dalga geçercesine<br />
süzen bir tavırda gözlerini dikip bakıyorlar.<br />
Kırılacak ve vazgeçecek gibi oluyorum ama sonra<br />
yeni bir çağda insanların ruhunun ve gelişmişliğinin<br />
değişmesini umut ediyorsam, giyinişlerinin<br />
de değişmesine ses çıkarmamam ve garipsemem<br />
gerektiğini anlayarak kafamdaki peruğuma ve<br />
onlara göre çağ dışı kalmış giysilerime şaşkın ve<br />
alaycı süzüşlerle bakan insanlara gülümsüyor ve<br />
ara sokakta kararlı adımlarla yürümeye devam<br />
ediyorum.<br />
Ara sokağı aşarak yukarı doğru yürümeye başlıyorum.<br />
Ben yürümeye devam ettikçe sesler ve<br />
ayak sesleri de artmaya devam ediyor. Anlaşılan<br />
sonunda kalabalıkların bulunduğu ve gelişmiş<br />
çağın gelişmiş tüm o kalabalıkları ile karşılaşacağım<br />
mevkiye giderek daha yaklaşıyorum. Sonunda<br />
sesler dayanılmaz bir hale geliyor ve vücudum<br />
bana ardı ardına çarpmaya başlayan gövdelerden<br />
sonbaharda çaresizce savrulan yaprak misali bir<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
55
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
o yana bir bu yana savrulmaya başlıyor. Sanırım nihayet kalabalıkların bulunduğu, aktığı caddedeyim.<br />
11. gezimi çağları aşan bir düzlemde gerçekleştireceğim caddeye bakmadan önce,<br />
bana çarpmaya devam eden gövdelerin arasında gözlerimi kapatıyor ve umudu ciğerlerime<br />
çekerek derin bir nefes alıyorum ve gözlerimi açıyorum. Aman tanrım! Ben neredeyim böyle?<br />
Tüm bu kalabalık, tüm bu baş döndürücü gürültü, tüm bu yazılar, ışıklı tabelalar, tüm bu<br />
üzerime dikilmiş gözler, tüm bu garip tipler… Yoksa 230 sene uyuduğumu sanan ben, gelişmiş<br />
bir çağın özlemi ile uyuduğumu sandığım o süreçte ölü müydüm yahut geldiğim bu yer Kalvenist<br />
son bulan hayatımın Katolik sürecinde oldukça sert bir şekilde dile getirilen ve sürekli<br />
korku salınarak anlatılan cehennemin kendisi mi? Ama hayır, kar hala tenime dokunduğuna<br />
ve en önemlisi dokunacak bir ten mevcut olduğuna göre demek ki hala yaşıyorum. O zaman<br />
bu kabus dolu yer de neyin nesi? Ben nerde uyandım ve çevremde gördüğüm tüm bu değişimler<br />
de ne? Bu caddeden çıkmalıyım, evet adını bile bilmediğim bu caddeden çıkmalı; daha<br />
sakin bir yer, mesela bir çayır filan bulmalıyım. Caddenin başını görebiliyorum. Eğer oraya<br />
ulaşabilirsem sanırım her şey için bir umut olabilir. Etrafıma bakmaksızın hızlı adımlarla oraya<br />
yürüyeceğim ve daha sakin bir yer bulacağım. Evet, bunu yapacağım. Caddenin başı olduğunu<br />
düşündüğüm yere doğru yürüyorum. Aman tanrım tüm bu makinelerde ne? Atlar, at arabaları<br />
nerede? Süratli metal şeyler, adını bilmediğim hızlı şeyler, anıt gibi bir şeyin ilerisindeki<br />
caddelerin her yerinden bir çağlayan gibi akıp geçiyor. Hiç at yok, at arabası yok… Tanrım bu<br />
nasıl bir çağ? Anlaşılan o ki caddeden kurtulup anıtın etrafında akıp giden metal taşıma aletlerine<br />
doğru gitmemin imkanı olmadığına göre, sanırım burada kalmak ve nihayetinde de boylu<br />
boyunca uzanan bu caddeye girmekten başka bir seçeneğim yok.<br />
Derin bir soluk alıp her şey son derece normalmiş gibi davranmaya ve o çağın insanları için<br />
çok normal olan bu hayatı 60 senedir tanıyan bir insanın sakinliğine bürünmeye çalışıp yürümeye,<br />
etrafıma bakınmaya ve ellerimi cebime güven almak istercesine sokarak sakin adımlarla<br />
yürümeye başlıyorum. Öncelikle yuvarlak bir alan içerisinde bulunan bir anıt gözüme<br />
çarpıyor. Anıt güzel ve göz doldurucu… Çevresinde de bir sürü insan var. Sanırım insanlar tüm<br />
korkunçluğuna rağmen bu yeniçağda, sanat eserlerine gereken değeri veriyorlar. Baksanıza<br />
çevresindeki kalabalığa… Ama bir süre sonra sanata ve esere değer veren bir çağın yeni üyesi<br />
olarak, artık ‘‘çağdaşım’’ sayabileceğim insanlara saygıyla bakacakken ve umutlarımı yeşertecekken<br />
bir şeyi fark ediyorum. Ne mi fark ediyorum? Kimsenin çevresinde toplandıkları anıta<br />
aslında dikkatlerini yöneltmediğini, hak ettiği ilgiyi göstererek bakmadıklarını… Herkes orada<br />
anıt dışında her şeye bakışını gezdirerek ya etrafına bakınıyor, ya birini bekliyor yahut da ellerindeki<br />
ne olduğunu anlayamadığım ve minik bir şimşeği andıran anlık bir ışık demeti yayan<br />
garip bir makinenin karşısına geçip anıt önünde durup garip pozlar veriyor. Kimileri ellerinde<br />
yine adını bilmediğim ve ne olduğu konusunda hiçbir fikrimin olmadığı minik bir aleti kulaklarına<br />
götürüp kendi kendilerine sohbet eder gibi konuşuyor. Tanrım bu ne garip bir çağ böyle!<br />
56<br />
İnsanlar anıtı çevreleyen yuvarlak alanda ya ayakta duruyor ya da birbirinden güzel çiçekleri<br />
çevreleyen demirlerin üstünde, çiçeklerin güzelliğinden habersiz bir şekilde oturup ya beklemekten<br />
ötürü homurdanıyor ya da garip pozlar verip adını bilmediğim o aletin önünde şekilden<br />
şekle giriyorlar. Garip, çok garip… ‘‘ Bu çağın insanları anıta neden gereken önemi vermiyor?<br />
Yoksa çağlar geçmesine rağmen idrak düzeyinde bir değişim olmadı mı?’’ diye düşünecek<br />
olurken, bu insanların benim gibi çağlar sonra uyanıp bu anıtı ilk defa görmediklerini hatırlıyor<br />
ve anıtı yüzlerce defa gördükleri için artık alışmanın getirdiği bir vurdumduymazlık gösterdiklerine<br />
kendimi ikna ederek umutlarımı yeniden yeşertip gülümsüyorum. İnsanlar ben anıtın<br />
olduğu yere doğru yürürken kıyafetlerime, saçımı çevreleyen peruğuma bakıp önce şaşırıp<br />
sonra kendi aralarında hınzırca gülüşüyorlar. Daha önce düşündüklerimi hatırlayıp aldırmıyor,<br />
sadece bu yeniçağın gelişmiş insanlarına gülümseyerek heykele doğru ilerliyorum. Anıt<br />
çok güzel fakat anıta bir ben bir de Çinli ya da Japon olduklarını çekik göz yapılarından tahmin<br />
ettiğim birkaç kişi inceleyerek ve hayranlık dolu gözlerle süzerek bakıp duruyoruz. Ardından<br />
gözüm anıtı çevreleyen yeşilliklere ve yeşillik üzerindeki birbirinden güzel çiçeklere takılıyor.<br />
Demirlerle kuşatılmış alanın üstünden atlayarak çiçeklere dokunmaya, uzun zaman boyunca<br />
sevdiğe kıza dokunmaktan mahrum kalmış bir genç adamın şefkati ve özlemi ile yapraklarını<br />
okşamaya başlıyorum. Bitki bilimiyle ilgili olduğum yıllardan öğrendiğim tüm o bilgiler sayesinde<br />
tüm çiçeklerin adlarını, türlerini hemen kavrıyor ve sevinçle gülüyorum. Anıtın çevresindeki<br />
insanlar ve anıtın çevresinden hızlı adımlara geçen tüm o yüzler bana şaşkın ve eleştiren<br />
hatta kınayan gözlerle bakmaya başlıyor. Bunun sebebini anlayamıyorum. Çevrelerindeki şu<br />
güzelliği nasıl takdir etmez ve binalarla dolmuş bu meydanda, caddede her şeye inat nefes<br />
alan bu çiçeklere nasıl sevgi duymazlar? Bir süre sonra formalı bir adam bana kızgın bir şekilde<br />
bir şeyler bağırıyor. Konuşulan bu dili bilmiyorum ama vücudun evrensel lugatındaki kızgınlığı<br />
hemen anlayıp üniformalı adamın çiçeklerin bulunduğu yerden uzaklaşmamı istediğini<br />
hatta emrettiğini tahmin edebiliyorum. Kalbim kırılmıyor değil, ama yine de bu çağı anlamadan,<br />
yapılan hareketleri değerlendirmemede kararlı bir şekilde, bana gülen insanlara ve bana<br />
kızgın sözler sarf eden adama gülümseyerek anıtın bulunduğu yeri terk etmeye başlıyorum.<br />
Güzeller güzeli bir anıtın görkemini ve çiçeklerin büyüsünü görmeyecek kadar gözlerine perde<br />
inmiş insan kalabalığını geride bırakarak tüm cesaretimi toplayıp caddeye doğru yürümeye<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
karar veriyorum.<br />
Acaba nerdeyim? Burası hangi ülke? Konuşulan bu dil de nesi? Başımı döndüren bir sıklıkta etrafımı<br />
kuşatmış, caddeyi sarmalamış olan dükkanlarda İngilizce bir sürü isim yazdığını fark ediyorum. Burger<br />
King, Starbucks… ‘‘Sanırım İngiltere’deyim!’’ diye düşünüyorum ya da İngiltere’ye bağlı bir ülkecikte.<br />
Ya da bu çağın insanları kültürel bakımdan o kadar gelişmişler ki artık tüm dilleri evrensel bir dil<br />
gibi konuşabiliyorlar diye düşünüyorum ve bunun getirdiği cesaret ile yanımdan geçen genç adama<br />
Fransızca yani kendi ana dilimde ‘‘Affedersiniz genç arkadaşım. Burası neresi?’’ diye soruyorum. Çocuk<br />
önce kıyafetlerimden ve peruğumdan ötürü afallıyor sonra yavaş yavaş yüzüne yayılan tedbirli<br />
bir gülümseme ile ‘‘No French. Do you speak English? English?Yes?’’ diye cevap veriyor. Evet, şimdi<br />
eminim, burası ya İngiltere ya da İngiltere’nin egemenliğine aldığı bir ülkecik. Bu sefer genç adamı<br />
onaylayarak İngilizce olarak burası neresi diye soruyorum. Genç adam önce şaşırarak bana bakıyor<br />
sonra gülümseyerek ‘’İstiklal Caddesi’’ cevabını veriyor. ‘‘Peki, hangi ülkedeyim?’’ diyen ikinci sorumu<br />
sorduğumda çocuk önce dalga geçtiğimi düşünerek kahkaha atıyor, ciddi tavrımı fark eder fark etmez<br />
gülümsemesi donuyor ve beni tedirgin bakışlarla süzerek ‘’Tabii ki Türkiye’’ cevabını veriyor. Türkiye…<br />
Türkiye’de neresi? Çocuğa soru yöneltmeye devam ediyor ve ‘‘Burası İngiltere’nin yeni adımı yoksa<br />
İngiltere’ye bağlı yeni bir devletçik mi?’’ diye soruyorum. Çocuk şahsına bir hakaret etmişçesine bana<br />
sertçe ‘’Hayır, tabii ki de değil. Kamera şakası mı bu?’’ diye etrafına bakınıyor. Kamera? Şaka? Bu genç<br />
adam neden bahsediyor? Bahsettiği şeyin, kamera şakası dediği şeyin gerçekleşmediğini anladıktan<br />
sonra aynı tedirgin tavırda ‘’Bakın bunu ilk ve son kez söylüyorum. Burası İngiltere değil ya da İngiltere’nin<br />
yeni uzantısı hiç değil. Burası bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’dir. Eğer eski bir tarih arıyorsunuz<br />
Türkiye’nin tarihini İngiltere’de aramayın, illa arayacaksanız önceki devletimiz olan Osmanlı İmparatorluğu’nda<br />
arayınız ‘’ diyerek kızgın tavırlarla ve adımlarla yanımdan uzaklaşıyor. Aman Tanrım<br />
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı mı? Uyuduğum süre boyunca neler olmuş böyle, inanması güç.<br />
Çevreme bakınmaya başlıyorum ve hep yabancı dilde yazılmış dükkan adlarına, kafelere rast gelmeye<br />
devam ediyor gözlerim. Evet, İngilizce isimlerle dolu her yer; gerçi bazı Fransızca ya da İspanyolca<br />
isimler de var sanki… Belki Fransızca bilen birileri vardır düşünceme yeniden sarılıp yanımdan geçen<br />
kişilere deli gibi bir şeyler mırıldanıp Fransızca sualler yöneltiyorum. Bilmediklerini belli eden mimiklerle<br />
yanımdan seri adımlarla geçip gidiyorlar, benden uzaklaşıyorlar. Bir süre sonra suallerim iyice<br />
mırıldanmaya dönüyor ve çevremden nehir edasında akan kalabalığın arasında komik ve çağ dışı<br />
giysilerim ve peruğumla adeta deli gibi bir oyana bir bu yana dönüp durduğumdan habersiz devinip<br />
duruyorum. Bir süre sonra insanlarım yanıma metal ve kâğıttan bir şeyler, görünen o ki bu çağın<br />
parasını bıraktıklarını ve farkında olmadan komediye dönen tavırlarımı bir tiyatro gösterisi sanarak<br />
kahkahalar atarak bana bahşiş bıraktıklarını görüyorum. Durmaları için elimle işaretler yapıyor ve<br />
bahşişlerini istemediğimi, sadece kendi dilimde anlaşılmak istediğimi söyleme çabasına giriyorum<br />
ama anlaşılan tüm çabalarım sözde tiyatromu daha da gülünç bir hale sokuyor ki kahkahalar ve çevreme<br />
atılan paralar da artmaya başlıyor. Sonunda çabamdan vazgeçiyorum. Hatta durumu kabulleniyorum,<br />
çünkü her ne kadar tüm bu yaşananlar, tüm bu sadakayı andıran kaba para atışlar kalbimi ve<br />
ruhumu incitse de çağın parasının işime yarayabileceğini, en azından son gezimde beni güvenle ayakta<br />
tutabileceğini düşünüp kırgın bir halde parayı cebime sokuyorum. Tam caddenin yanındaki bir ara<br />
sokağa girme düşüncesi içindeyken üstümdekileri süzerek fakat gülümseyerek yanıma birinin yaklaştığını<br />
görüyorum. ‘’Fransız mısınız?’’ diye soruyor Fransızca. ‘’Evet’’ diyorum umut ve neşeyle. ‘‘Size<br />
yardımcı olabilirim. Ben Fransızca eğitim yapan bir lise olan Galatasaray’da öğretmenlik yapıyorum.’’<br />
diye konuşmasını sürdürüyor otuzlu yaşlarının başında olduğunu anladığım, yuvarlak gözlükleri ile<br />
bilgin görüntüsü çizen ve düzgün sakalları ile hoş sayılabilecek bu adam. Aslında İngilizceyi de iyi bildiğimi<br />
fakat birden kendi dilimi konuşmanın getirdiği güven duygusunu tatmak için Fransızca konuşabilen,<br />
ama en önemlisi benimle aynı dili konuşabilen birilerine ihtiyaç duyduğumu söylüyorum genç<br />
adama. Adının Tayfun olduğunu söyleyen adam gülümseyerek beni anladığını söylüyor. ‘’Üzerinizdeki<br />
kıyafetler’’…diyor, ‘’Sanırım tiyatro oyuncusunuz!’’ ‘’Hayır diyorum, bunlar benim normal kıyafetlerim’’<br />
Önce şaşırıyor sonra ise gülmeye başlayıp ‘‘Siz ya bu çağın dışında kalmış bir insansınız ya da benimle<br />
dalga geçiyorsunuz.’’ diyor Tayfun. Bana olan bakışlardan bunalmış bir halde gülümseyip genç adama<br />
dönerek ‘’Evet, bu ikisinden biri’’ diyorum. Üzerimize üzerimize yürüyen kalabalıkları yararak İstiklal<br />
Caddesinde yürümeye ve sohbet etmeye devam ediyoruz. Tayfun gülümsüyor ve adımı soruyor’’ Jean<br />
Jacques’’ diyorum. ‘’Roussaeu mu yoksa?’’ diyerek kahkahayı basıyor. Aman tanrım diyorum içimden<br />
sevinçle, beni tanıyorlar. Bu çağın insanları beni tanıyorlar ve anlaşılan o ki çağdaşlarıma inat benim<br />
düşüncelerimi kavrayabiliyorlar. Tam onu onaylamaya yeltenirken Tayfun sözümü keserek ‘’ Ahh ne<br />
bayık bir adam. Yıllarca Fransız Dil ve Edebiyatı okurken o adamı okutup durdular. Entelektüellikse<br />
ben de entelektüelim ama adam cidden tam bir sosyal hayat ve toplumsal yaşam düşmanı. Ezilmiş<br />
bir adamın biri sadece. Kalemi güçlü tamam ama niye bu adamın yazdıkları bu tarihe kadar gelebilmiş<br />
kavrayabilmiş ve bu adam bazı kişilerce niye bu kadar tutuluyor anlamış değilim’’ diyor ve bu<br />
sözleri ile kalbimi çıplak elleriyle açıp içine hançer darbeleri sokuyor.<br />
Tam yanından yardımı ve sohbeti için teşekkür edip uzaklaşacakken ‘’Hayır dur bakalım’’ diyorum<br />
kendime. ‘’Eğer bu adam seni anlamadıysa onun seni anlamasına engel olan bu çağda bizzat bu<br />
adamla yürüyüşünü gerçekleştirecek ve 11. gezini yalnız değil, bu adamı çevreleyen ve düşüncelerine<br />
çevreleyen atmosferi bizzat onunla geçirip onu anlamaya çabalayacaksın. Hem baksana bu çağ ko-<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
57
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
nusunda bu kadar karamsar olmayı da bırak! Demek ki yazılarım bu çağa kadar gelebilmiş ve<br />
anlaşılan yazdıklarımı sıkı bir şekilde takip edebilmiş ve algılayabilmiş kuşaklar var karşımda.<br />
Umutsuzluğa kapılma ve ne olursa olsun sana yardım etmeye çabalayan ve belki de yazdıklarını<br />
zoraki bir ders kitabı olarak okumak zorunda bırakıldığı için ön yargı ile okuyan bu genç<br />
adama küsüp gitme ve onu anlamaya çabalayarak bu nihai yürüyüşünü, gezini yine onunla<br />
tamamla.’’ diye geçiriyorum.<br />
Tüm bu düşüncelerden sonra Tayfun’a gülümsüyor ve onun anlattıklarını dinlemeye koyuluyorum.<br />
Korkutucu kalabalıkta ilerledikçe gözüme yol kenarında mendil satan yüzleri kirli<br />
çocuklar takılıyor. Cebimde utanç verici tiyatro oyunumda atılan paralar olduğunu hatırlayarak<br />
çocuklardan ikisine metal para uzatarak mendil alıyorum. İki çocuktan alınca beş çocuk<br />
daha bana bir şeyler söyleyerek mendillerinden almam için ellerimden tutup beni çekiştirmeye,<br />
beni zorlamaya başlıyorlar. Tayfun’a beni kurtarmasını isteyen gözlerle bakıyorum ve<br />
çocuklara bir şeyler bağıran Tayfun, beni onların ablukasından kurtarmaya çalışıp bir yandan<br />
da ‘’Bunlar böyledir işte. Siz tabii alışık değilsiniz böyle medeniyet dışı hareketlere. Bunlara<br />
elinizi verseniz kolunuzu gitti bilin.’’ diye bana dert yanarak beni oradan uzaklaştırmaya<br />
çalışıyor. Onlardan kurtuldukça benim para verdiğimi gören diğer bir çocuk grubu yanıma<br />
yaklaşıyorlar. Onların arasından Tayfun’un manevralarını izleyerek uzaklaşmayı başarıyorum.<br />
‘‘İşte bunu sevmiyorum.’’ diyorum Tayfun’a. ‘’Evet, sefaletin iğrenç yüzünü öyle değil mi?’’<br />
diyor Tayfun. ‘’Hayır diyorum sefalette utanılacak hiç bir şey yok ama sefil davranışları sevmiyorum.<br />
En önemlisi de görev haline getirilen iyilikleri sevmiyorum. Bir iyiliği ben istediğim<br />
zaman yapmalıyım genç adam. Ama bu iyilik artık karşı taraf cephesinden adeta doğal bir<br />
hak gibi alınmaya başlarsa, işte o zaman bu zoraki iyilik yapma zorunluluğundan hiç sevinç<br />
duymuyorum. Bu da beni insanlardan kaçmaya, yalnız gezen bir düşçü olmaya itiyor.’’ diyorum.<br />
Tayfun bana edalı bir biçimde gülümsüyor ve ‘’İşte şimdi adaşınız, Rousseau gibi konuştunuz’’<br />
diyor. ‘’Yalnız Gezenin Düşgenleri’nden alıntı mıydı bu?’’ diyor gülerek. Yazdıklarımı az<br />
da olsa hatırlayabilmesi hoşuma gidiyor ve ‘’ Öyle de diyebilirsin genç adam. ‘’ diyorum gülerek<br />
ve durumu çaktırmamaya çabalayarak. Sonra ona dönerek, ‘’Aslında bu anlattıklarımı size<br />
de yorumlayabiliriz.’’ diyorum. ‘’Nasıl yani?’’ diyor anlayamayarak. ‘‘Siz de benim gibi zoraki<br />
olan şeylerden hoşlanmıyorsunuz. Jean Jacques Rouesseau’yu zorunlu olarak, bir ders kitabı<br />
olarak okumak zorunda bırakıldığınız için sevmiyorsunuz belki de o yazar ve düşünürü.’’ diyorum.<br />
Bir süre düşündükten sonra ‘’Belki de haklısınız…’’ diyor. ‘‘Bu gerçekten doğruluk payı<br />
olan bir tespit sanırım. Ama yine de bu kadar küskün ve bu kadar yanlış anlaşıldığını söyleyen<br />
biriyle özdeşleşirsem bu çağda ayakta kalamam, 21. yüzyıl bu biliyorsunuz, rekabet, atak ve<br />
etkiye tepkiyle karşılık verme çağı. Boşa duracak, yalnız gezecek yahut düş kuracak hiç zaman<br />
yok. Çünkü zaman para, para ise iyi bir hayat demek.’’ diyor bana. İçim sızlıyor bu söylediklerine<br />
ama yine de bana bu kadar açık bir şekilde savunduklarını söylemesi hoşuma gidiyor.<br />
‘‘Öyle diyorsanız öyledir genç arkadaşım.’’ diyorum.<br />
58<br />
Kar yağmaya, rüzgar yüzümüzü jilet gibi kesmeye devam ediyor. Hava kararmaya başlıyor.<br />
Kalabalıklar ise vücuduma çarpmayı sürdürüyor. Sanırım kolum morarmaya başladı. Hava<br />
çok soğuk, insanların sürekli üstümdeki çağ dışı giysilere ve peruğuma bakması daha da<br />
soğuk bir havanın tüm vücudumda esmesine sebep oluyor. Titremeye başlıyorum. Tayfun<br />
bunu fark ederek ‘’Bay Jean’’ diyor ‘’Üstünüzdekiler mevsime göre son derece ince ve peruğunuzun<br />
da kafanızı ısıttığından emin değilim, kıyafetlerinizle çağ dışı gözükmeniz ve herkesin<br />
size bakması da cabası. Madem bir tiyatrocu değilsiniz ve madem bu üstünüze zimmetli bir<br />
tiyatro kostümü de değil ve madem ki soğuktan titremeye başladınız, gelin sizi cadde üzerindeki<br />
mağazalardan birine sokayım ve size bütçeniz yettiği kadar yeni ve kalın bir şeyler<br />
alalım.’’ Önce itiraz edecek oluyor ve çağımı gizlemenin-çağımla gurur duyduğumdan değilüşümemi<br />
gizlememden belki de daha büyük bir onursuzluk olduğuna inanarak mırın kırın<br />
ediyorum ama sonra içimden ‘’ Eğer 21. yüzyılın içinde nihai gezini gerçekleştirmek ve bu çağın<br />
insanlarını dikkat çekmeden ve daha sağlıklı bir biçimde gözlemlemek istiyorsan Jean, bu<br />
genç adamı dinlemeli ve üstüne bu çağın kıyafetlerinden ortalama bir kaçını geçirmelisin’’diye<br />
düşünüyorum. İstiklal Caddesinde yürürken, gözüme sürekli renkli tabelalar ve afiş benzeri<br />
bir sürü görüntü kirliliği, bir sürü şekil ve simge takılıyor. ‘‘Tüm bunlar da ne?’’ diye sorduğum<br />
zaman, bana üzerlerinde yazan şeylerin ismini okuyor Tayfun. ‘‘Hayır, tüm bunlara ne<br />
deniyor ve bunların amacı nedir?’’ diye sualimi daha net bir biçimde yöneltiyorum Tayfun’a.<br />
Tayfun bana inanmaz gözlerle bakarak ‘’Sizin bu çağdan olmadığınıza inanmaya başlamak<br />
üzereyim Bay Jean’’ diyip kendi esprisine gülüyor. Kendi esprisine gülmenin 18. yüzyıla ait<br />
bir hastalık olmadığını anlayarak içimi geçiriyorum. Tayfun şaka yapmadığımı anlayarak ‘’Siz<br />
cidden izole bir kasabada ya da ne biliyim Afrika kabilesinde yaşamıyorsunuz di mi? ‘’ diye<br />
soruyor. Ben gülümseyince Tayfun içini çekerek ‘’Hala ciddi olarak bana bunu sorduğunuza<br />
inanmıyorum ama madem bu esprinizde ısrarcısınız o zaman söyleyeyim. Tüm bu mesaj ve<br />
görüntü karmaşasına reklam deniyor. Yani çağımızın efendisi olan sermaye sahiplerinin en<br />
sadık hizmetçisi sektörün yani reklamcılığın ürünü… Bir malı marka yapmak -ki mal değersiz,<br />
marka olan değerlidir- için ve bu markanın satışını arttırmak ya da daha fazla hatırlanmasını<br />
sağlamak için firmaların reklamlarını yaratmaları için bizzat çalıştıkları reklam ajansları<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
aracılığıyla yapılan tüm bu reklamlar günün modasının belirlediği trendleri yayan markaları yaymak<br />
ve sermaye sahiplerinin işine yarayacak şekide tüketimi gıdıklamak için işte böyle tüm etrafımızı<br />
yıllardır kuşatıyor.’’ diyor. ‘’Hepsi doğru mu bu reklam dediğin şeylerin? Yani reklamlarda tüm söylenenler<br />
doğru mu?’’ diye sorunca ‘’Tabii ki değil!’’ diyor kahkaha ile. ‘‘Doğru olması değil, çok sattırması<br />
yetmekte zaten. Denildiği üzere; reklamın iyisi kötüsü yoktur, reklam olması yeterlidir.’’ diye ekliyor<br />
Tayfun. Ben şaşırarak itiraz ediyorum. ‘‘Ama bu çok yanlış bir düşünce değil mi Tayfun? Yani o zaman<br />
düşünceler de bu tehlikeli sulara girmez mi?’’ ‘‘Aynen öyle Bay Jean. Zaten artık bir filmde de denildiği<br />
gibi ‘Doğru ya da yanlış diye bir şey yok, sadece popüler fikirler var!’ Reklamı bol olsun, sana olan talebi<br />
çoğaltsın ve seni marka haline getirsin yeter. ‘’ Bu söylenenler ruhumu boğuyor ve kalbimi acıtıyor.<br />
Tanrım diyorum içimden, cidden nasıl bir çağa geldim ben böyle. Ama yok, her şey bu kadar kötü<br />
olmamalı. Baksana, hala gülen insanlar da var. Evet, evet çevremde gülen neşeli yüzler var. Bir süre<br />
sonra bu gülenlerin kıyafetimle dalga geçmek için güldüklerini yahut bana gülmeyenlerin çoğunun<br />
da yanındakini dinlemeden yanlarından geçtikleri dükkanların camından izledikleri kendi yansımalarından<br />
hoşnut olmaktan ötürü kibirli bir biçimde sırıttıklarını görüyorum. ‘‘Yok yok, ben yanılıyorum.<br />
Her şey bu kadar sahte, her şey bu kadar kötü olamaz öyle değil mi? Ben sadece kötü bir talih sonucu<br />
olumsuzlukları deneyimledim ama bir süre sonra çağın gelişmişliğini gözlerimin önünen serecek bir<br />
sürü olumlu değişimde göreceğim.’’ düşüncesine sarılarak umudumu canlandırıp Tayfunla yürümeye<br />
devam ediyorum.<br />
Artık hava iyice karardı. Kararan havaya rağmen kalabalık hiç azalmadı, hatta artıyor. Bana ve kıyafetlerime<br />
gülerek geçen kalabalıklara bakıyorum… Kendi üstlerindeki kıyafetlere, kalçalarından düşecek<br />
gibi bol gibi duran pantolonlarına, Rusya’da geziyorlarmış gibi sahte kürkten yapılmış kar botlarına,<br />
yüzlerinin her tarafına metal araçlar takılmış-ki Tayfundan öğrendiğime göre bu metal delgeçlerin adı<br />
piercingmiş ve bu çağın bir aksesuarıymış. Tanrım bu nasıl bir yüzyıl…- çehrelerine, garip şekillerde<br />
kesilmiş ve adeta bir kirpiyi andıran dik saçlarına yahut kızlardan uzun olan saçlarına, birbirinin aynı<br />
olan ayakkabılarına ve kıyafetlerine bakmadan benimle dalga geçiyorlar… Bu kadar birbirinin aynı<br />
giyinen insanlarla karşılaşmak ilgimi çekiyor ve Tayfun’a dönerek ‘’Tayfun bugün Christmas mı yoksa?<br />
Bu insanlar bir kıyafet balosuna katılacakları için mi böylesine gülünç ve böylesine aynı giyinmişler?’’<br />
diye soruyorum. Tayfun ‘’Ömürsüzünüz Jean’’ diyor ve ekliyor ‘’Hayır bugün yeni yıl değil ya da bu insanlar<br />
bir kıyafet balosu içinde giyinmiş değil. Bu birbirinin aynı akımlar yaratan ve insanları işte tüm<br />
bu reklamlar vesaire ile ağına düşüren modanın standartlaştırıcı etkisinin kıyafete yansıyışı.’’ diyor.<br />
‘‘Peki’’, diyorum ‘’aynı giyinmek insanları kızdırmıyor mu?’’ Tayfun gülüyor ve ‘’Şakasına ve benimle<br />
dalga geçişine devam eden dostum, her ne kadar dalga geçildiğimin farkında olduğumu bilsem de<br />
sorularına cevap vermeyi sürdüreceğim. Sualinin yanıtı hayır. İnsanlar aynı giyinmekten genel anlamda<br />
şikayetçi filan değiller, çünkü moda dışında kalırlarsa ve farklı olurlarsa dışlanmaktan korktukları<br />
ve modanın dışında giyinmenin tedavülden kalkan bir kişiliğin de yansıması olmasından korkarak,<br />
aynı zamanda da düşündüklerini yahut sosyal statülerini sözcük dahi söylemeden herkese göstermek<br />
için; tercih ettikleri, kabul ettikleri bir şey bu standartlaşma.’’ diyor. Şaşırıyorum. Zaten 230 senelik<br />
uykumdan uyandığımdan beri şaşırmak dışında ne yaptım ki?<br />
Tayfun’un beni giysi almak için götüreceği yere hem yanımdaki genç adamın beni şaşkınlığa sokan<br />
laflarını takip ederek hem de çevreme bakınmaya devam ederek ilerlemeye devam ediyorum. Kafelerin,<br />
mağazaların ışıklı levhaları gözümü almaya ve başımı döndürüp midemi bulandırmaya başlıyor.<br />
Yağan karın yüzüme vuran tanelerinin yüzümü ıslatması da cabası. Bedenim yorgunluk ve üşümekten<br />
infilak edecek gibi hale geliyor. Hemen beşinci gezimde kendimin dile getirdiği ‘’Yürek, bedenden<br />
daha çok gözetilirse, ufak mahrumiyetlere daha kolay katlanılır.’’ sözünü kendime hatırlatarak hala<br />
umut kırıntıları kalan yüreğime yaslanıyorum. Tam bu durumdayken karşı istikametten bize doğru<br />
yaklaşan iki hoş, uzun boylu genç bayan gözüme çarpıyor. Hoş ve bakımlı bu genç baylara tebessüm<br />
ederek bakarken bir şeyi fark ediyorum. Bayanların vücutlarının duruşundaki tedirginliği ve omuzlarındaki<br />
çantalara sıkı sıkı tuturak adeta sessiz bir savunma pozisyonu aldıklarını fark ediyorum. Bu<br />
gergin duruşun sebebini algılamaya çalışırken, çevrelerinden geçen kalabalığın gözünü dikip bu genç<br />
ve hoş bayana kendi aralarında dalga geçercesine güldüklerini, lafla saldırıda bulunduklarını görüyorum.<br />
Bakışları ve lafları ile rahatsız edenlerin çoğunluğunu erkekler oluşturmaktayken, bayanların<br />
bile zor durumda olan ve tacize uğrayan hem cinsilerine dalga geçercesine süzmeyi ihmal etmediklerini<br />
anlayarak üzüntüyle Tayfun’a dönüyor ve deneyimlediğim bu kötü manzaranın sebebini ve bu<br />
iki uzun, güzel bayana yöneltilen kaba tavırların nedenini soruyorum. Tayfun iç çekerek ‘’ İki güzel<br />
bayan değdiniz aslında önceden erkek olan şimdi ise kadın gibi giyinen yahut ameliyatla bayan olan<br />
travesti yahut transseksüellerdir. ‘’diyor. Ağzım açık kalıyor bu açıklamalara. Önce bana söylenenleri<br />
düşündükten sonra ‘‘Peki diyorum neden bu kadar kötü davranılıyor ve neden bu kadar aşağılanmaya<br />
maruz kalıyor bu insanlar? Tamam, bahsettikleriniz yani erkeğin kadın olması garip bir şey ama bu<br />
kadar kötü bir muameleyi kim hak eder söyler misiniz? Kendi komik ve standart giysi ve davranışlarına<br />
bakmayarak masum iki insana bu kadar kötü davranmanın gerekçesi ne olabilir?’’ diye soruyorum<br />
kızgınlık ve kırgınlıkla. ‘‘Yaşlı dostum, beni çağ dışı olduğun konusunda şu konuşmayı yapmasaydın<br />
inandırabilirdiniz ama bu söylediklerinizden sonra çağın dışında olanların sizin değil tüm o modern<br />
giysileri altındaki o kalabalıklar olduğu çok açık.’’ diyor bana iç çekerek. Ben de hüzünle iç çekiyorum.<br />
Tayfun konuşmasına devam ediyor ‘‘Bay Jean, bu ne yazık ki ahlak denen mefhumun ikiyüzlü, yanardöner<br />
tabiatından başka bir şey değil. Kendileri her türlü ahlaksızlığı yapan tüm bu kalabalıklar kendi<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
59
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
ahlaklarını yüceltecek ve başkalarınınkini eleştirecek her türlü durumda saldırma fırsatını<br />
kaçırmazlar. O olmazsa, mahalle baskısıyla sustururlar. Alsana 21. yüzyıl ve 21. yüzyılda<br />
Türkiye.’’ Tayfun’un bu söyledikleri içimin daha da acımasına neden oluyor. Cidden hiçbir şey<br />
geçen onca asra rağmen değişmemiş ve gelişmesini beklediğim insanlar benden çok daha<br />
çağın dışında kalmış diye iç geçiriyorum ve Tayfun’a gülümseyerek ‘‘Jean Jacques Rousseau’ya<br />
benzemediğin konusunda emin misin genç adam? Kimsenin kalbine ve ruhuna girmese de<br />
romanlarda ve tiyatrolarda boy boy sergilenen köksüz ahlakı ve maske görevi üstlenen, sadece<br />
saldırmak amacıyla gerçekleştirilen ve savunmaya yaramayan ahlakı eleştirir Rousseau<br />
da. Ve bence sandığınızdan daha çok benzer yanlarınız var yazarla.’’ diyorum Tayfun’a gülümseyerek.<br />
Tayfun gülerek ‘’Her neyse… Size yeni şeyler alacağımız mağaza hemen üç bina<br />
yanda.’’ diyerek beni geçiştiriyor. Gülümsüyorum. Üç bina yanda dediği mağazaya gidene<br />
kadar karşıma beni şaşkınlığa uğratan neler çıkmıyor ki; konuşan kantarlar, sinema olduğunu<br />
öğrendiğim bir eğlence şeklinin-ki fazlasıyla önemli bir iletişim ve eğlence aracıymış bu sinema<br />
dedikleri- afişleri, her adım başı karşına çıkan biletçi adamlar-demek ki bu çağın insanının<br />
mutluluğu da şansa kalmıştı- , yayadan başka bir şey olmayan caddede bir ara sokaktan-Tayfun’un<br />
öğretmenlik yaptığını söylediği heybetli lisenin yanındaki ara sokakmış bu- karşımıza<br />
aniden çıkan yine o aynı korkunç görünüşlü, metalden yapılma sürat araçları, …<br />
Sonunda sadece yol değil aynı zamanda da çağ rehberim olan genç dostumla bahsettiği<br />
mağazaya geliyoruz. Dükkan önünde beni durdurup ‘‘Bay Jean ne kadar paranız var? Nasıl<br />
bir şey bakalım?’’ diye soruyor bana. Zoraki tiyatro güldürümden kazandığım tüm paraları<br />
cebimden çıkarıp eline veriyorum. Bana inanmayan gözlerle bakıyor, ‘‘Ciddi olamazsınız?<br />
Sadece bu kadarınız m var? Fena bir para değil ama kıyafet almaya yetmeyeceği de kesin.<br />
Siz cidden bir hayalet ya da geçmişten gelen bir ruh musunuz yoksa?’’ diyor bana iç çekerek.<br />
‘‘Neyse’’ diyor ‘’benim de yanımda yetecek param yok ama bir fikrim var.’’ diyip beni mağazanın<br />
içine doğru çekiyor. Mağazaya o şekilde girince insanların bazıları dalga geçerek gülmeye<br />
bazısı da beni aşağılarcasına baştan aşağı süzmeye başlıyor hemen. İlk önce mağazanın<br />
sahibini olduğum sandığım bir bayan, ukala ve kibirli tavırlarla sanki her an bizi defetmeye<br />
hazırmışçasına yanımıza yaklaşıyor. Tayfun hemen kendinden emin ve kararlı bir tavırda kadınla<br />
Türkçe dedikleri dilde konuşmaya başlıyor. Snop kadın beni süzerek sözleri dinlemeye<br />
devam ederken bir süre sonra kafasını onaylarcasına sallıyor. Tam Tayfun bana konuşmaları<br />
açıklayacakken, hemen genç adama dönüp ‘’Bu bayan’’ diyorum ‘’Bu zengin görünüşlü bayan,<br />
mağazanın sahibi mi?’’Tayfun gülerek ‘‘ Hayır, yalnızca mağaza müdürü.’’ diyor. ‘‘Peki’’<br />
diyorum ‘‘Türkiye’nin bir krallık değil de cumhuriyet olduğuna emin misiniz?’’ Bana şaşkın ve<br />
anlamayan gözlerle bakınca gülümseyerek açıklıyorum, ‘’ Kraldan çok kralcı olmak… Mağaza<br />
müdürü dediğin bayanın sadece görevli olduğu bir mağazanın sahibiymişçesine mağaza<br />
müşterisi profilinden farklı görünüşe sahip insanları aşağılaması…İşte bu ancak kraldan çok<br />
kralcı olmakla açıklanır.’’ diyorum. Tayfun bana bakıp önce bir kalakalıyor sonra ise kahkahayı<br />
basıp ‘’Sizi cidden sevdim Bay Jean’’ diyerek bana kadınla olan konuşmalarının içeriğini aktarıyor.<br />
‘’ Bay Jean, sizin Fransa’da profesyonel bir gösteri sanatçısı olduğunuzu Necla Hanım’a<br />
söyleyip, son moda kıyafetlerden oluşturulmuş bir iki kombinasyonunda iki adet-size ve<br />
bana- parasız vermeyi kabul ederlerse sizin, mağazanın önüne daha çok müşteri çekmek<br />
için gösteri yapacağınızı söyledim’’ diyor. Ben tam itiraz edecekken, Tayfun ‘’ Reklamı sormuştunuz<br />
yaşlı dostum, işte artık siz de reklam dünyasına giriyorsun. Hemen itiraz etmeyin,<br />
bunu insanları ve çağı daha iyi anlamak için bir oyun gibi düşünün Bay Jean. Tek yapmanız<br />
gereken mağazadaki tezgahtarlardan biri sizi ve giydiğiniz çağdışı kıyafetleri gösterip ‘’Çağdışı<br />
giyinmek istemiyorsanız bizim markamızla çağın ötesini yakalayın!’’ diye bağırarak mağazaya<br />
müşteri toplarken gülümseyip kendi etrafınızda dönmek.Hem itiraf etmek gerekirse, benim<br />
için de bu önemli Bay Jean. Ben de ne zamandır bu markanın son moda kazaklarından ve<br />
paltosundan satın almayı arzu ediyordum. Hem bakın, iki adet vermeyi kabul ettiklerine<br />
göre hem siz bu dikkatleri üzerinize çeken demode kıyafetlerden kurtulacak hem de şu genç<br />
arkadaşınızı mutlu edeceksiniz. Bir taşla iki kuş diyoruz biz buna Bay Jean.’’ diye konuşmasını<br />
sonlandırıyor Tayfun. İçimden, ‘’Yine zoraki bir iyilik’’ diye geçirip iç çekerken, bu dikkat çeken<br />
kıyafetlerden kurtulmak ve yine de bu genç arkadaşımı mutlu edebilmek için bu aşağılayacağı<br />
teklifi kabul ediyorum.<br />
60<br />
Bir saat kadar süren aşağılayıcı, ayaklı reklam panosu halinde oradan oraya dönerek gerçekleştirdiğim<br />
gösterimden sonra, tüm insanlık onurumu kaybettiğimi hisseden mutsuz ve bitkin<br />
bir halde, çağa uyumlu yeni giysilerimle-Tayfun da hemen üstüne yeni kazağını geçiriyor- mağazadan<br />
çıkarak genç adamı takip etmeyi sürdürüyorum. Birden Tayfun duruyor ve ‘’ Bakın<br />
sizi nereye götüreceğim…’’ diyerek beni çekiştirmeye ve lisesinin olduğu ara sokağa doğru<br />
beni itelemeye balıyor. Telefon kulübesi olduğunu öğrendiğim-ki telefon benden sonra olan<br />
yeni bir icatmış. Telefon önce kordonlu sonra ise cep telefonu olarak iletişime ve haberleşmeye<br />
büyük bir hizmet vermekteymiş. Üstelik artık görüntülü konuşma ile uzaktaki bir<br />
yerdeki insanla anında telefonla yüzyüze görüşme mümkün olmuş. Hatta bu durum eşlerini<br />
aldatan pek çok kişi için de yarardan çok zarar getirmiş. Tanrım ne çağ!- metal kulübe, mukavvadan<br />
evlerinde kardan titreyerek öylece duran sokakta yaşayan insanların yürek dağla-<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
yan hali, adının uyuşturucu olduğunu öğrendiğim insana anlık zevk fakat ardından binlerce acı veren<br />
bağımlılık yaratan bir madde kullanan pek çok genç… ‘’Bu nasıl bir çağ? Ben nerdeyim? ‘’ düşünceleri<br />
ile zihnim meşgul olurken Tayfun beni bir yerde durduruyor. Bana dönüp gülümsüyor ve ‘’Bakınız<br />
Fransız dostum, burası Fransız sokağı, daha doğrusu yeni adıyla Cezayir Sokağı ama hala Fransız Sokağı<br />
olarak da adı geçmektedir.Ha Fransa, ha Cezayir, keyfimize bakalım yaşlı dostum!’ diyor. Dediklerinden<br />
bir şey anlamıyorum ama merdivenlerle kaplı, dar bir sokağın içine giren genç adamı takip<br />
ediyorum. Fransızca şarkılar kulağımı doldurmaya başlıyor. Herkesin huşu içinde dinlediği açık olduğuna<br />
göre demek ki hoş sayılan müzikler bunlar. Oysa ki bana o kadar anlamsız ve garip geliyor ki bu<br />
ezgiler… Az önce girdiğimiz mağazanın içinde kulağı delercesine çınlayan ve Tayfundan öğrendiğime<br />
göre adları pop müzik, rock müzik ve r&b olan müziklerden daha hoş bu sokaktaki ezgiler ama yine<br />
de çok garip ve çok tek düzeler.<br />
Bir süre dar ve merdivenle örülü sokakta ilerledikten sonra, Tayfun’un tanıdığı simalara rast gelmemiz<br />
sonucu, bu üç adamdan oluşan grubun yanına doğru gidiyoruz ve Tayfun’un coşkuyla bu adamlarla<br />
tokalaşıp sarıldığını görerek ben de tanımadığım fakat davranışlarındaki kibir ve gözlüklerinin<br />
duruşundan bu çağın entelektüelleri olduklarını farz ettiğim bu adamların masalarına oturuyorum.<br />
Tayfun hemen beni adamlara tanıtıyor ve Jean Jacques adını duyan üç adam da gülüp kibirlice ‘’Yoksa<br />
‘Roussoe mu?’’ esprisini tekrarlıyor. Keçi sakalları, yuvarlak gözlük camları, ellerindeki şarap bardağı<br />
ile entelektüelliklerini tescillemek istediklerini hemen algılıyorum . Bu tekrarlanan espriden sonra<br />
birisi çok güzel olduğunu sandığı fakat sürekli gramer hatası işleyen Fransızcasıyla bana dönerek,<br />
ukalaca ‘’Jean Jacques Rousseau’yu bilirsiniz üstad, öyle değil mi? ‘’diye küçümsercesine bir laf atıyor.<br />
Gülümseyerek ve Tayfun’un gözüne bakarak ‘’Elbette, biraz bilirim tabii’’ diyorum. ‘’Biraz’’ sözcüğünü<br />
de duyunca bu sözde entel, üç adam başlıyorlar aslında bana ait olan düşünceleri anlatmaya, bahsettiklerinin<br />
ben olduğumu bilmeden beni övmeye ve beni pohpohlamaya. Ve benim felsefelerimi<br />
bana anlatmaya çalışırken öylesine komik ve öylesine yapmacık ve temelsiz bir hal içine giriyorlar ki,<br />
içimden bu çağın insanına en az 18. yüzyıl insana güldüğüm gibi gülüyorum. Bilmem hatırlar mısınız<br />
önceki gezilerimden birinde kendilerine ait olamayan felsefeleri kendilerinin gibi aktarma çabasında<br />
olan ve sırf üzerinde bilgiççe konuşabilmek için bir şeyleri inceleyen insanları ve kendilerini aydınlatmak<br />
için değil de başkalarına öğretmek için çalışan insanları eleştirmiştim… İşte 230 sene sonra,<br />
nihai gezimi gerçekleştirirken karşıma çıkan bu yapma entel grubunun durumu da aynen bu oluyor.<br />
Artık bu konuşmalara ve bu çağın yapmacık, hoyrat, temelsiz ve aydınlanmadan bir haber haline<br />
daha fazla tahammül edemeyeceğimi kavrayarak müsaade istiyorum. Tayfun ‘’Dostum, hey Bay Jean<br />
nereye gidiyorsunuz? Sohbet ve gece daha yeni başlıyordu oysa ki…’’ diyip beni vazgeçirmeye çalışsa<br />
da genç adama gülümseyip elini sıkıyor ve yaptığı her şey için teşekkürlerimi sunuyorum. Tam dönüp<br />
gidecekken Tayfun yanıma yaklaşıyor ve ‘’Şey Bay Jean, acaba bana biraz borç verir misiniz? Sanırım<br />
cebimdekiler beni idare etmeye bu gecelik yetmeyecek. Hem bunu bu minik gezimizde size yaptığım<br />
dostane rehberliğe sayarız; değil mi?’’ diyor. İçime bir kez daha büyük bir hançer darbesi iniyor ve cebimde<br />
zoraki tiyatro güldürümde kazandığım paraları çıkarıp Tayfun’un eline tutuşturuyorum ve genç<br />
adamın gözlerinin içine bakarak, ‘’Darbe bazen ıskalayabilir, ama niyet asla hedefini şaşırmaz.’’ diyip<br />
buruk bir gülümsemeyle genç adamın yüzüne bakıyor ve ‘’Yalnız Gezenin Düşgenleri-Dördüncü Gezi!’’<br />
diye ekleyerek, şaşkın halde bana bakan Tayfun’u geride bırakıp oradan uzaklaşıyorum.<br />
Bu gezi artık bitmeli… ‘‘Yalanlar, çıkarlar, sahtelikle 18. yüzyılı çoktan geçmiş olan bu çağdaki ilk ve son<br />
gezim, hayatımdaki nihai gezim sona ermeli!’’ diye içimden sayıklayarak, sabah oldukça sakin olan<br />
ama şimdi ışıklı levhalı ve üzerlerinde ‘‘pavyon’’ yazan mekanların yanından geçerek, 230 sene sonra<br />
uyandığım laboratuarın bulunduğu sokak boyunca yürüyorum. Şansıma açık olan dış kapıdan hemen<br />
giriyor ve koşar adımlarla laboratuarın bulunduğu 2. kata doğru yürüyorum. Tüm o şanssızlıklarıma<br />
rağmen laboratuarın olduğu evin kapısının da açık olduğunu fark ederek-iyi ki açık bırakmışım- adeta<br />
karabasandan kaçan bir rüyazede gibi içeri dalıyorum. Derin nefes alıyor, laboratuarın perdelerini<br />
daha sıkı kapatıyor ve 230 sene uyuduğum aletin içine girerek aletin zaman ayarını ‘sonsuz’ a getiriyorum.<br />
Böylelikle sonsuza kadar yalnız bir adam olarak düş kurabileceğim düşselim içine adım atıyorum.<br />
Uyutulanın 230 sene uyuyan ben değil, yüzyıllar boyunca ayakta uyuyan çağlar, nesiller olduğunu<br />
düşünerek son bir kez iç geçiriyor ve sonsuz düş âlemime yol alıyorum. Hepsi bu… Ötesi yok…<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
61
görsel: das leben der anderen / başkalarının hayatı - 2006 - almanya<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
KARAKUTUYU AÇMAK: SİNEMA <strong>SANAT</strong>I GÖZÜYLE DOĞU ALMANYA<br />
DUVARDAN<br />
KALANLAR<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
Yerküre pek garip. İnsanoğlu da öyle. Bir yerlerde duvarlar yıkılırken, diğer tarafta yenileri<br />
örülüyor. Bambaşka bir coğrafyada herhangi bir caddede yürüyüp başka bir ülkeye geçerken,<br />
Dünya’nın bambaşka bir yerinde tel örgüler çekiliyor bütün iyi şeylerin üstüne.<br />
Doğu Almanya, Demokratik Almanya ya da resmî adıyla Alman Demokratik Cumhuriyeti,<br />
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet kontrolü altındaki bölgede kurulan sosyalist cumhuriyet’ti.<br />
1952 yılında Almanya’nın yeniden birleştirilmesini öneren Stalin Notası’nın ABD<br />
tarafından reddedilmesinin ardından Sovyet etkisindeki Doğu Almanya, 1954 yılında tam<br />
egemenliğini ilan etti. Doğu Almanya, Varşova Paktı üyesi ülkeler arasında yer almaktaydı.<br />
Hatta Çekoslovakya’yı işgal eden 5 devletten biriydi. 18 Ekim 1990’daki seçimlerde yönetimdeki<br />
Sovyet yanlısı Sosyalist Birlik Partisi, Volkskammer adı verilen ulusal parlamentosundaki<br />
çoğunluğunu kaybetti. 3 Ekim 1990’da Volkskammer, Doğu Alman toprağında<br />
Federal Alman Cumhuriyeti yasalarının geçerliliğini kabul etti. İki cumhuriyetin birleşmesiyle<br />
1990 yılı içinde Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin varlığı sona erdi.<br />
62<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
Alman Demokratik Cumhuriyeti, yani klasik tabirle Doğu Almanya, yaşamını sürdürdüğü onlarca<br />
yıl boyunca, Batı Almanya yani Almanya Federal Cumhuriyeti ile arasında kurulan duvar ve<br />
bu duvarın arkasında yaşanan baskı ve keskin kurallarla tanındı.<br />
Bu kurallar öylesine keskindi ki, Doğu Alman ürünleri kullanma zorunluluğundan tutun da,<br />
herhangi bir Batı Alman ile gerçekleştirilebilecek iletişimin büyük bir işkence ve tecritle karşı<br />
karşıya bırakan baskılara kadar giden boyutlardaydı.<br />
Doğu Almanya halkı bu baskılardan o denli bıkmıştı ki, ülkeden kaçış toplumun en büyük hayali<br />
olmuştu. Öyle ki Berlin Duvarı, yakın tarihimizin bir utanç anıtıydı artık.<br />
Duvarın yıkılmasının ardından, onlarca yıl gizli kalmış hikayeler de bir bir açığa çıkmaktaydı.<br />
Ancak tüm bu yaşananlardan önce, Doğu Almanya’yı anlatan filmler yapılmaya başlanmıştı.<br />
Helmut Käutner’in 1955 yapımı “Yıldızsız Gökyüzü” isimli filminde, oğlunu Batı Almanya’dan<br />
Doğu Almanya’ya kaçıran fabrika işçisi bir kadın ve ona yardımcı olan Batı Alman sınır memurunun<br />
ilişkisi konu edinmekteydi. Film genel anlamda Berlin Duvarı’nın anlamsız yönünü konu<br />
edinerek, insani eksende baskı sonucu dağılan hayatları anlatmaktadır.<br />
1966 yılında Alexander Kluge’un yönetip oynadığı Abschied Von Gestern “Geçmişe Veda” filmi<br />
de Doğu-Batı açmazını anlatmaktaydı. Geçmişe Veda filminde, Doğu Alman bir kadının Batı<br />
Almanya’ya yerleşmesinin ardından yaşadığı uyum problemlerini anlatmaktaydı.<br />
Wim Wenders’in Cannes Film Festivali ve Avrupa Film Akademisi’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü<br />
kazandığı 1987 yapımı Der Himmel Über Berlin “Berlin Üzerinde Gökyüzü” filmi, Doğu<br />
Almanya’nın son dönemlerine denk gelmekteydi. Bir meleğin insan olabilmek için dünyevi bir<br />
aşkın içinde yer almasını konu edinen film, anarşist bir anlatıma sahip olmakla birlikte bir çeşit<br />
müzikal dil kullanmaktaydı.<br />
2007 yapımı televizyon filmi Die Frau Vom Checkpoint Charlie “Charlie Kontrol Noktasındaki<br />
Kadın” filmi, Soğuk Savaş yıllarında önemli insanlar için geçiş noktası olarak kullanılan ve şu an<br />
sembolik olarak Berlin’de hâla yer alan Checkpoint Charlie’yi konu almaktaydı.<br />
2000 yapımı olan “Rita’nın Kimlikleri” isimli film, Volker Schlöndorff tarafından yönetilmişti.<br />
Anarşi ve isyanla damgalanmış bir dönemi anlatan filmde, 18 yaşındaki Rita Vogt’un, adalet<br />
duygusunun ve örgüt lideri Andi’ye olan aşkının etkisiyle, bir terörist hareketin içine çekilmesi<br />
anlatılmaktaydı. Doğu Almanya’da saklanmaya çalışan Rita’nın, duvarın yıkılışıyla bu sırrı yeniden<br />
açığa çıkmaktadır.<br />
2003 yapımı Das Wunder Von “Berlin Mucizesi” isimli ve Roland Suso Richter’in yönettiği film,<br />
Doğu Almanya’nın son dönemlerinde rejime sıkı sıkıya bağlı bir polis ve onun punk’çı oğlunun<br />
hikayesi anlatılmaktaydı.<br />
2011 yapımı “Sistem” filmi Marc Bauder tarafından çekilmiştir. Film, çalıntı mal ticareti yapan<br />
Mike ve içerisine girdiği Doğu Alman çetenin hikayesini konu edinmekteydi.<br />
2012 yapımı “Burası Kaliforniya Değil” isimli film, bir Marten Persiel filmiydi ve daha çok belgesel<br />
niteliği taşıyan bir anlatıma sahipti. 80’li yılların Doğu Almanyası’nda yaşayan bir grup genç<br />
kaykaycının öyküsünü anlatan Burası Kaliforniya Değil filmi, bu grubun 1989’da Berlin Duvarı<br />
yıkılıncaya ve arkadaş grupları dağılıncaya kadar kaykaylarının ve eğlencelerinin ellerinden alınmasına<br />
karşı mücadele etmelerini anlatır.<br />
Tüm bu filmlerin yanında, 1985 yapımı Gotcha! (ABD), 1988 yapımı Polizei (Türkiye/B.Almanya)<br />
ve 2009 yapımı Hilde (Almanya) filmlerinde Berlin Duvarı’ndan özgün görüntüler yer almaktaydı.<br />
Bu filmlerin yanında en çok ses getiren dört önemli film ise şunlardı:<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
63
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
BARBARA<br />
2012 yılı yapımı “Barbara” filmi, Christian Petzold tarafından yönetildi.<br />
Nina Hoss, Alicia Von Rittberg, Kirsten Block, Susanne Bormann<br />
ve Jannik Schümann’ın oynadığı filmin senaryosu; Christian Petzold,<br />
Harun Farocki tarafından yazılmıştı.<br />
80’li yıllarda, Doğu Almanya’da geçen filmde, rejimle yaşadığı sorunlar<br />
nedeniyle önce tutuklanan, sonra da taşraya sürgüne gönderilen<br />
doktor Barbara, her hareketi gözlenmesine rağmen Batı’ya kaçmakta<br />
kararlıdır. Fakat sürüldüğü küçük kasabada tanıştığı meslektaşı<br />
André, değer yargılarını gözden geçirmesine neden olur. Yakın<br />
dönem Alman sinemasından soğukkanlı bir dram.<br />
ELVEDA LENİN!<br />
2003 yapımı ve bir Wolfgang Becker filmi olan “Elveda Lenin!” hüzünlü bir veda filmi.<br />
Doğu Almanya yıkılmadan önce kalp krizi geçiren ve 8 ay komada kalan anne, dışarda olup<br />
bitenlerden habersizdir. Doktor en ufak bir şokta annenin ölebileceğini söyler. Bunun üzerine<br />
oğlu ona yapay bir dünya oluşturur. Hatta bunun için arkadaşıyla birlikte çektiği haber<br />
bültenlerini annesine izletir. Doğu Almanya’nın yıkılması ile sosyalizme inanan insanların hayallerinin<br />
yıkılışına dikkat çeken film dünyadaki politik sistemleri de eleştirmektedir.<br />
Daniel Brühl, Florian Lukas, Chulpan Khamatova, Maria Simon ve Katrin Sass’ın oynadığı<br />
filmin müziklerini ünlü Fransız müzisyen Yann Tiersen yapmıştır.<br />
64<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
BATI FREKANSI<br />
2011 yılı yapımı olan “Batı Frekansı” bir Robert Thalheim filmi. Franz Dinda, Hannes Wegener,<br />
Volker Bruch, Friederike Becht ve Luise Heyer’in yer aldığı film dram ve romantik komedi<br />
ağırlıklı bir hikayeye sahip.<br />
Gerçek bir hayat hikâyesinden ilham alan Batı Frekansı, tıpkı Barbara gibi Doğu’dan Batı’ya<br />
kaçış hikayesi. 17 yaşındaki ikiz kardeşler Isabel ve Doreen gelecek vaat eden iki sporcudur.<br />
Genç kızlar ülkeleri Doğu Almanya’yı kürek yarışlarında temsil etmeyi amaçlar. Hazırlık için<br />
Macaristan’daki bir yaz kampına giderler ama yolda tanıştıkları üç Batı Alman genç, akıllarını<br />
çeler. Doreen’in çocuklardan birine âşık olup birlikte Batı’ya kaçmaya karar vermesi, o güne kadar<br />
hiç ayrılmamış kardeşlerin arasındaki bağı sarsar. Batı Frekansı, gençlik filmlerinden tanıdık<br />
yaz aşklarını, dostluğu ve kardeşliği işlerken, geçtiği dönemin ruhunu yansıtmak için Depeche<br />
Mode, The Cure, Camouflage gibi grupların şarkılarına da yer veriyor.<br />
TÜNEL<br />
Gerçek bir hikayeden yola çıkan Tünel, aslında soğuk savaş süresince insanlık dışı bir şekilde<br />
ikiye bölünen bir halkın dramını arka planına yerleştiren ve Roland Suso Richter’in yönettiği<br />
heyecan dolu bir film.<br />
Tek amacı, aynı ırktan oldukları halde Almanların komünist Doğu Almanya’dan özgür Batı’ya<br />
kaçmasını engellemek olan Berlin Duvarı’nın inşasının başladığı yıllardayız. Su sporları şampiyonu<br />
Harry Melchior, konumundan ötürü kolayca diğer tarafa kaçabilecek durumdadır ama<br />
sevgili kızkardeşi Lotte’yi ardında bırakmayı içine sindiremez. Sonunda dayanamaz ve sahte<br />
belgelerle sınırı geçer ama geride kalan Lotte’yi de kurtaracağına yemin eder.Genç adam, bir<br />
mühendis olan en iyi arkadaşı Matthis ile birlikte bir plan yapar: Lotta’yı kurtarmak için duvarın<br />
altından bir tünel kazacaklardır. Matthis de kaçarken yakalanıp Doğu’da kalan sevgilisi Carola’yı<br />
bulmayı hayal etmektedir. Gruba annesini kurtarmak için katılan Fred ile tek amacı özgürlüğe<br />
hizmet etmek olan idealist Vic de dahil olduğunda harekete geçerler...<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
65
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Düşünmeye bir sınır çizmek için,<br />
bu sınırın iki yanını da düşünebilmemiz gerekirdi.<br />
(yani düşünülmeye elvermeyeni düşünebilmemiz gerekirdi.)<br />
Sınır, öyleyse, yalnızca dilin içinde çizilebilecektir<br />
ve sınırın ötesinde kalan, düpedüz saçma olacaktır.<br />
66<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
Ludwig Wittgenstein.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
67
NESLİHAN KARAHAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
NESLİHAN KARAHAN<br />
68<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
ÜFLESEN DAĞILACAK BİR ÜLKEDE<br />
BİR VAROLUŞ SAVAŞI OLARAK:<br />
KARAHİNDİBA<br />
Onların söylemi bu. Ve sanırım haksız da<br />
değiller. Üflesen dağılacak bir ülkenin, üflesen<br />
dağılacak yanları vardır. Ve bilirsiniz; rüzgarlara<br />
karşı durabilen pek fazla karahindiba çiçeği bulunmaz.<br />
Ancak görülen o ki, bütün yenik çiçeklere<br />
rağmen Karahindiba dergi burada, ayakta.<br />
Ne yazık ki, Endüstrileşen Dünya, renkli paketlerle<br />
sunduğu her hediyenin içinde güzel şeyler<br />
getirmiyor. Hele de buralara...<br />
Ne yazık ki, okumayan toplum, Edebiyat, Kültür ve Sanat’a dair emek veren herkesin ve her şeyin<br />
bir varoluş savaşı içerisinde yok olmasına neden oluyor. Sermaye denilen o şey, daha çok popüler<br />
kültüre yaşam hakkı veriyor.<br />
Karahindiba, bu savaş içerisinde tam da oralarda bir yerde. Kaliteli Edebiyat anlayışıyla yola yayınlanan<br />
ve yayınlanması için büyük emek verilen dergilerin arasında ilk sayısıyla yerini alan Karahindiba,<br />
ikinci sayısıyla raflarda yerini aldı.<br />
Karahindiba’nın busayısında Ferhan Şaylıman’ın “Aslında Benim Tek “Ümit”imdi Mujica” isimli yazısının<br />
yanında; Handan Yıldırım, Ahmet Mücahit Bülbül, Cengizhan Genç, Ahmet Keskinkılıç, Kübra<br />
Sırmalı, Sadık Kılıç, Umut Erdoğan, 2015 yılı Yaşar Nabi Nayır şiir ödülüne layık görülen şair Mehmet<br />
Karaca ve 2015 yılı Ali Rıza Ertan şiir ödülü sahibi Fatih Akça birbirinden eşsiz şiirleriyle yer alıyor.<br />
Melike Uzun “50’lerden Günümüze Öykünün Yürüyüşü” isimli yazısıyla, günümüz öyküsünün temellerini<br />
çok güzel bir biçimde işlerken; Ercan Dansuk, “Yaratıcılık ve Yazarlık” bağlamında iyi bir incelemeyi<br />
okuyucuya sunuyor.<br />
Cihan Çınkı’nın “Yabancı ve Aylak Adam’da anlamsızlık”, Hatice Tosun’un “Latife Tekin’de Yoksulluk<br />
Üçlemesi”, Muhammed Taha Tunç’un “Aşkın Felsefesinde İki Uç: Badiou ve Schopenhaur”, Meral<br />
Bahar’ın “Popüler Kültür ve Kitle Kültürü”, Ceyda Kömürcü’nün “Şair gözüyle şiir dünyası” isimli incelemeleri<br />
dergiyi eşsiz bir arşivlik hale getirmiş.<br />
İbrahim Adıgüzel’in Behçet Çelik röportajının yanında, Çelik’in son kitabı “Kaldığımız Yerden”den<br />
“Yıldız Ormanında” isimli öyküsü de yer alıyor.<br />
Sanem Küçükarzuman, Ezgi Polat,<br />
Erhan Genç, Şeyma Sarıkaya, Meltem<br />
Gökçe, Uğur Uçkıran, Veli Bayrak, Tunç<br />
Toker, Anıl Mert Özsoy, Ata Egemen Çakıl,<br />
Müzeyyen Ülker, Yasin Özdil, Hazal<br />
Ünal, Barış Erdoğan, Esra Karagöz ise<br />
öykü ve denemeleriyle 2. sayıya eşsiz<br />
bir tat katmış.<br />
Karahindiba raflarda.<br />
Üfleyin... Yaşam katın...<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
69
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
KAÇIŞLARI RESİMLEMEK<br />
HANANE KAI<br />
ÇEVİRİ: HIDIR MURAT DOĞAN<br />
www.facebook.com/hananekai<br />
hanane.me/<br />
F<br />
D<br />
70<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
Dünya üzerindeki yoksulluk ve hak ihlalleri üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Concern Worldwide<br />
isimli oluşum, 2014 yılında Kuzey Lübnan’a giderek hayatlarından endişe ederek evlerinden kaçan Suriyeli<br />
kadınların hikayelerini dinledi. Bu uzun görüşmeler devam ederken, Lübnanlı sanatçı Hanane Kai,<br />
bu mülteci kadınların hikayelerini resimledi.<br />
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, Suriye’den kaçan mültecilerin yüzde 50,5’inin kadınlardan<br />
oluştuğunu bildirirken, yanlarında yeni doğan bebeklerini bile taşımak zorunda kaldıklarını görebilmekteyiz.<br />
Hanane Kai tarafından resmedilen altı kadının bölünmüş hayat hikayeleri eşsiz bir biçimde anlatılmış.<br />
FEDA<br />
İki kız annesi. Eşinden ayrılmış. Ağırlık yapmasın<br />
diye yanına kıyafet bile almadı. Sadece<br />
boş bir Kent paketi vardı. Paket çocukluğundan<br />
beri en yakını olan kardeşi Mustafa’ya<br />
aitti. Birlikte tavuk kovalar ve oyun oynarlardı.<br />
Rejim tarafından bombalanan insanları<br />
birlikte kurtardılar. O havan saldırısında<br />
Mustafa öldü. Mezarı tehlikeli bir bölgede<br />
olduğundan yanına gidemedi. Sigara paketini<br />
göstererek bunu hayal ettiğini söylüyor.<br />
AMİNA<br />
Köyünü isyancılar bombaladı. Oysa iki gün<br />
önce sezeryanla doğum yapmıştı. Köydeki erkeklerin<br />
çoğu kaçmıştı. Amina kaçan kadınları<br />
izledi. Engelli çocuğu Taghrid, yeni doğmuş<br />
bebek ve diğer dört çocuğuyla kaçtı. Olanların<br />
bir kısmını hatırlamıyor. Yolda Taghrid’i<br />
bırakmış. Sonra dayanamayıp geri dönmüş.<br />
Bombalanmayı göze alarak gitmiş. Ertesi<br />
sabah kardeşi yeniden kaçmalarına yardım<br />
etmiş.<br />
FARAH<br />
Kocası Lübnan’a kaçmış. Kendisi kaçmak istememiş.<br />
Daha sonra ineklerini vuran bir asker<br />
evine girip her yeri dağıtınca, kızı korkudan<br />
dilsiz olmuş. Bir sabaha karşı, güzel bir elbise<br />
giyerek çocuklarıyla yola çıktı. Tüm yolu<br />
yürüyeceğini tahmin bile edemedi. 25 saat<br />
Lübnan sınırında bekledi. Vardığında ayakkabıları<br />
ve elbisesi paramparçaydı. Susan kızı<br />
başlarında bekleyen askere dönüp: “Annemi<br />
vuracaksan, beni vur!” dedi.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
71
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
ALAA<br />
Köyü bombalandıktan sonra, kocasının da<br />
içinde bulunduğu köy erkekleri, ailelerini<br />
taşımak için mağaralar kazmaya gitti. Çocuklar<br />
silahlar ve savaş dışında hiç bir şeyden<br />
konuşmuyorlardı artık. Köy erkekleri buğday<br />
ve su getirdiler. Ama sonra gıda tükenmeye<br />
başladı. Alaa ve çocuklarI, ot yemek zorunda<br />
kaldılar. Her şeylerini 2000 dolara satarak<br />
kaçtılar.<br />
fawda<br />
Sakat doğmuştu. Kangrenli bir bacağı olan<br />
bir öğrenciydi. Ailesi kendisi için üzülmemesi<br />
gerektiğini öğretmişlerdi ona. Evleneceğini, iyi<br />
bir eğitim alacağını ve iyi bir işi olacağını düşünemedi<br />
hiç bir zaman. Kuzeninin düğününde<br />
birisiyle tanıştı. Yıllarca internet yoluyla<br />
konuştular. İyi arkadaşlardı. Evlerinin yıkıldığı<br />
bir gün arkadaşının önerisiyle çok sevdiği<br />
ailesini bırakarak kaçtı. Şimdi iki çocuğu var.<br />
Mülteci olmanın engelli olmaktan daha zor<br />
olduğunu söylüyor.<br />
ASIA<br />
Kocası ile bir gün marketten eve koşturuyorlardı.<br />
Akıllarında sadece çocuk bakmak ve<br />
yemek pişirmek vardı. Karlı bir Mart günüydü.<br />
Hoparlörlerden köyün işgal edildiği söyleniyordu.<br />
Yoğurt yapacaktı. İnsanlar karınca<br />
sürüsü gibi kaçmaya başladılar. O gece 20<br />
kilometre ötedeki bir camide uyudular. Orada<br />
geçirdikleri dördüncü gecenin sonunda,<br />
evine geri döndü. Bu çok zordu. İki katlı evleri<br />
bir yıkıntıydı artık. Neredeyse hiç bir şeyleri<br />
kalmamıştı. Bir düğün hediyesi olan duvar<br />
saati sağlamdı sadece. Geriye dönüp son kez<br />
bakarken koltuğunun altına saati sıkıştırdı.<br />
Şimdi sığınma evindeki odasında asılı.<br />
72<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
NE DİNLEMELİ?<br />
2003 yılında kendi bestelerinden oluşan “Tohum” adlı ilk albüm çalışmasıyla<br />
dikkatleri üzerine çeken Barış Güney bu kez de “Farımaz” adını<br />
verdiği üçüncü albümünü dinleyicileriyle buluşturdu.<br />
Barış Güney’den yeni albüm<br />
Uzun yıllardır müziğin içinde olan Barış Güney Farımaz albümüyle geleneksel<br />
müziğin en seçkin örneklerini sunuyor. Tüm albümlerini arşiv<br />
niteliğinde hazırlamayı hedefleyen sanatçı üçüncü albümünün ismini<br />
de “eskimez, durulmaz” anlamı olan “Farımaz”ı verdi.<br />
“Tohum” (2003), Düşlere Yolculuk (2009) albümleriyle dikkatleri üzerine<br />
çeken Güney, Farımaz’la da yine halk müziğinin en seçkin örneklerini<br />
dinleyicisiyle yeniden buluşturuyor.<br />
BARIŞ GÜNEY<br />
FARIMAZ<br />
RED PRODUCTION<br />
TÜRK HALK MÜZİĞİ<br />
Albüm, konuk sanatçılarla bir bütünlük çerçevesinde kayıt edildi. Eski<br />
usül bant kaydının kullanıldığı Farımaz, digital sistemin getirisinin yanı<br />
sıra sanatçılardan götürdüklerini de bu ‘eski’ kayıtla ilk kez dile getiriyor.<br />
Kardeş Türküler grubu ile konserler veren “Bahar” ve “Çocuk Haklı”<br />
albümlerinde düzenlemeler yapan Barış Güney, Arif Sağ ve Erdal Erzincan<br />
gibi bağlama ustaları ile de ortak çalışmalara imza attı.<br />
Arto Tunçboyaciyan ve Ara Dinkjiyan ile Avrupa’da ve Türkiye’de<br />
konserler veren sanatçı, yönetmenlik ve aranjörlükle de adından söz<br />
ettirdi.<br />
Farımaz albümünde, her biri enstrumanlarında kendilerini kanıtlamış<br />
olan usta isimlerden; Hüsnü Şenlendirici, Derya Türkan, Sezai<br />
Kocabıyık gibi isimler çalışmaya ayrı bir renk katarken, Barış Güney’in<br />
Bağlamada ve halk Müziğinde gelecek vaat ettiğini söyleyen Usta isim<br />
Arif Sağ’da Güney’in yeni albümünde bazı türkülere sanatıyla destek<br />
verenlerden.<br />
Zazaca Kurmancî) müziğin bilinen isimleri arasında yer alan Ahmet<br />
Aslan, yeni albümü “Na- Mükemmel” ile müzikseverlerin karşısına<br />
çıkacak.<br />
“Wa û Waxt /Rüzgar ve Zaman” (2003), “Veyvê Mılaketu /Melek’lerin<br />
Dansı” (2008) adlı albümlerin ardından üçüncü albümü “Na-Mükemmel”<br />
18 Aralık’ta dinleyicileriyle buluşuyor. Aslan’ın albümü Kalan<br />
Müzik etiketiyle raflarındaki yerini alacak.<br />
Dersim coğrafyasında geleneksel şarkıları kendine has tarzıyla yorumlayarak<br />
müzikseverlerin beğenisi kazanan Aslan, Anadolu müziğini Batı<br />
enstrümanlarıyla icra ediyor. Son dönemlerde repertuvbarına türküleri<br />
ekleyen Aslan; Türkçe, Kurmancî ve Kirmackî şarkıları seslendiriyor.<br />
Aslan, şarkılarında Dersim bölgesinin inanç, antropolojik ve psikolojik<br />
yapısını yansıtıyor.<br />
AHMET ASLAN<br />
NA-MÜKEMMEL<br />
KALAN<br />
TÜRK HALK MÜZİĞİ<br />
NÂZIM HİKMET VE CEMAL SÜREYA ETKİSİ<br />
Aslan, seslendirdiği yeni ve geleneksel eserlerin yanı sıra “Na-Mükemmel”<br />
albümü için Türkçe edebiyatın önemli isimlerinden Nâzım Hikmet<br />
Ran ve Cemal Süreya’nın şiirlerini de besteledi. Ahmet Aslan, uzun<br />
yıllar üzerinde çalıştığı “La-Tar” adlı sazından ahenk, koral ve sadelikle<br />
armonize edilmiş düzenlemelerle oldukça renkli bir albüm olan<br />
“Na-Mükemmel”de yer alan şarkılarını 18 Aralık’ta Kadıköy Halk Eğitim<br />
Merkezinde ve 19 Aralık’ta ise Şişli Kent Merkezinde seslendirecek.<br />
Aslan’a Kemal Dinç’in eşlik edeceği her iki konserin de başlama saati<br />
20.30 olarak belirlendi.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
73
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Görsel CEM TALU<br />
Önüme gelen adamın yakasına<br />
sarılıp, “Beri bak ağam, ben kaçakçı,<br />
Adanalı Hasanım. Seninle iş<br />
yapmak istiyorum. Ortak olmak istiyorum.<br />
Olur musun?” diyemem<br />
ya. Meğer desem de olurmuş.<br />
Bunu neden sonra kaçakçıların<br />
içine girip kaçakçı olduktan sonra<br />
öğrendim. Neden sonra öğrendim<br />
ki bu kahvede oturanların<br />
yarısı, öbür kahvede oturanların<br />
tümü ve bu Antep şehrinin yüzde<br />
otuzu kaçakçıymış. Bu yüzde<br />
otuz, tarafımdan şişirilmiş değildir.<br />
Öyle bir şeyi kabul edemem.<br />
Bizler kaçakçı milletiyiz. Yalan<br />
{bizden ırak olsun.<br />
74<br />
ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR
Dergimizin yeni sayısından hemen önce, bir yenilik de web sayfamızdan<br />
gelsin istedik.<br />
Daha modüler tasarım, içerikleri ön plana çıkaran ayrıntılar, zamanın<br />
ritmine uygun görseller ve her zamanki gibi muhteşem kadromuzdan<br />
muhteşem eserler...<br />
Kaybolan Defterler Site...<br />
Yeniden yayında...<br />
kaybolandefterler.com<br />
___________________<br />
Eğer siz de Kaybolan Defterler ekibinde yer almak istiyorsanız, lütfen<br />
birden fazla eserinizi ve kısa bir öz geçmişinizi iletişim bilgileriniz ile<br />
birlikte mail@kaybolandefterler.com adresine değerlendirilmek üzere<br />
yollayınız.<br />
İyi günler dileriz.<br />
kaybolandefterler<br />
BİR<br />
KISIM<br />
EDEBİ<br />
ŞEYLER!<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
75
a<br />
z<br />
x<br />
r<br />
kaybolandefterler.com<br />
fb.com/kaybolandefterler<br />
twitter.com/kaybolandefter<br />
kaybolandefterler.tumblr.com<br />
instagram.com/kaybolandefterler<br />
youtube.com/KaybolanDefterler<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
İKİ AYLIK <strong>EDEBİYAT</strong>-<strong>KÜLTÜR</strong>-<strong>SANAT</strong> DERGİSİ<br />
YIL: 1 SAYI: 2 ARALIK 2015 - OCAK 2016<br />
SINIR<br />
01122015SALI