05.11.2014 Views

Bir Medeniyet Dönüşümü ve İslami Faktör - Siyasal Bilgiler Fakültesi ...

Bir Medeniyet Dönüşümü ve İslami Faktör - Siyasal Bilgiler Fakültesi ...

Bir Medeniyet Dönüşümü ve İslami Faktör - Siyasal Bilgiler Fakültesi ...

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Ankara Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

<strong>Siyasal</strong> <strong>Bilgiler</strong> Fakültesi<br />

Gelişme <strong>ve</strong> Toplum Araştırmaları Merkezi<br />

Tartışma Metinleri<br />

Working Paper Series<br />

Ankara Uni<strong>ve</strong>rsity<br />

Faculty of Political Science<br />

Research Center For De<strong>ve</strong>lopment & Society<br />

‘Küreselleşme’ <strong>ve</strong>ya ‘Uluslararsılaşmada Kaos’?:<br />

<strong>Bir</strong> <strong>Medeniyet</strong> Dönüşümü <strong>ve</strong> İslami Faktör<br />

Şennur ÖZDEMİR*<br />

No.70<br />

May/Mayıs 2004<br />

* Assistant Professor, Ankara Uni<strong>ve</strong>rsity, Faculty of Political Sciences, Department of Labor Economics<br />

06590 Cebeci Ankara Turkey<br />

Email: sozdemir@politics.ankara.edu.tr<br />

• Only the author of the papers published in The Series can be held<br />

responsible for the views, ideas, and the terminology adapted in the<br />

paper. The Research Centre for De<strong>ve</strong>lopment and Society (GETA)<br />

reser<strong>ve</strong>s the right to express opposing or supporti<strong>ve</strong> perspecti<strong>ve</strong><br />

upon the debates.<br />

• The Series encourages the process of academic dialogue prior to<br />

the publication of the written material. The Series belie<strong>ve</strong>s that<br />

constructing and strengthening the critical environment in the<br />

academia are crucially important for the li<strong>ve</strong>ly academic dialogue.<br />

• Paper proposals for publication in The Series and other<br />

contributions, comments, and remarks about the previously<br />

published material can be sent to The Series correspondent.<br />

• Tartışma Metinleri serisinde yayınlanan eserlerin görüş, düşünce <strong>ve</strong><br />

terminolojisi tümüyle yazara ait olup, A.Ü. SBF Gelişme <strong>ve</strong> Toplum<br />

Araştırmaları Merkezi'ni (GETA) bağlamaz.<br />

• Tartışma Metinleri bilimsel çalışmaların yayın öncesi akademik<br />

diyalog sürecine dahil edilmesi işlevi ile akademik diyalogun<br />

geliştirilmesini, güçlendirilmesini <strong>ve</strong> ihtiyacımız olan eleştiri ortamının<br />

oluşturulmasını amaçlamaktadır.<br />

• Tartışma Metinleri serisinde yer alan çalışmalar hakkındaki görüş<br />

<strong>ve</strong> değerlendirmeler, doğrudan doğruya yazara <strong>ve</strong>ya yazara iletilmek<br />

üzere aşağıdaki sekreterlik adresine gönderilebilir.<br />

Ankara Uni<strong>ve</strong>rsity Working Paper Series<br />

Correspondent: Research Fellow<br />

Onurcan Tastan<br />

<br />

Publisher: Ankara Uni<strong>ve</strong>rsity Publishing House


‘KÜRESELLEŞME’ VEYA ‘ULUSLARARASILIKTA KAOS’?:<br />

BİR MEDENİYET DÖNÜŞÜMÜ <strong>ve</strong> İSLAMİ FAKTÖR 1<br />

I- GİRİŞ: KAVRAMSAL VE METODOLOJİK<br />

ÇERÇEVE<br />

Bu çalışma, bazen küreselleşme, bazen ‘kriz,’ <strong>ve</strong> bazen de ‘yeniden yapılanma’ olarak adlandırdığımız,<br />

ama her hal <strong>ve</strong> karda dünyaca deneyimlediğimiz süreç bağlamında, genel olarak İslam dinamiğinin <strong>ve</strong><br />

ülkemizdeki bununla ilintili bazı aktörlerin oynadıkları <strong>ve</strong>ya oynama potansiyeline sahip oldukları<br />

rol(ler)e biraz farklı bir açıdan bakmak suretiyle ışık tutmayı amaçlamaktadır. Bunun için konunun,<br />

öncelikle genel <strong>ve</strong> kavramsal bir çerçe<strong>ve</strong> içine oturtulması gerekmektedir.<br />

Durulan/bulunulan yere <strong>ve</strong> araştırma sorunsalına bağlı olarak farklı nitelendirilen sözkonusu süreç,<br />

aşağıdaki bölümlerde derinleştirilmeye çalışılacağı üzere, bu çalışmada ‘batı medeniyeti’nin (bunu,<br />

‘batılı kapitalizm’in 2 olarak da nitelendirebilirdik) bütüncül bir sistemik <strong>ve</strong> paradigmatik ‘kriz’i olarak<br />

kavramlaştırılmaktadır. Dolayısıyla, ‘ulus-devlet’ olarak ifade etmek yerine, yeni dönemin ‘ruhu’na<br />

uygun olarak ‘sosyo-kültürel birimler’ olarak nitelendirmeyi tercih ettiğim kategoriler açısından pratik<br />

1 Özdemir, Şennur, “‘Küreselleşme’ Veya ‘Uluslararasılıkta Kaos’?: <strong>Bir</strong><br />

<strong>Medeniyet</strong> Dönüşümü Ve İslami Faktör”, A.Ü.SBF – GETA Tartışma<br />

Metinleri, No.70, Mayıs 2004.<br />

Bu çalışma, Başkent Üni<strong>ve</strong>rsitesinde yapılan ‘Küreselleşme <strong>ve</strong> Türkiye” konulu<br />

panelde sunulan bildiri metninin kuramsal-tarihsel yanı ağır basan ilk bölümünün<br />

biraz daha geliştirilmiş bir biçimidir. Çalışmayı son haliyle okuyup dilini düzeltme<br />

inceliğini gösteren <strong>ve</strong> görüşlerini ileten Selcen Kök’e bir teşekkür borcum var. Şu<br />

anda bu panelde yapılan bildirilerin bir kitapta toplanması projesinde yaşanan<br />

tıkanıklık nedeniyle yurt dışında yayınlatmak üzere ingilizce bir <strong>ve</strong>rsiyonun<br />

hazırlamakta olduğum bu çalışmayı öncelikle ‘tartışma metinleri’ çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />

sizlerle paylaşmak suretiyle görüşlerinizden yararlanmayı istedim.<br />

2 Her ne kadar bir ‘ideal-tip’ olarak ‘serbest piyasa kapitalizmi’ asıl olarak ‘Anglo-<br />

Amerikan dünya’nın modeliyse de, Avrupa’nın geri kalanının feodalizmden modern<br />

endüstri toplumuna evrilmesi sürecinde temel belirleyici etken olmasıyla sınırlı da<br />

olsa, serbest piyasa kapitalizmi formuyla –Weber’in yaklaşımında ‘modern rasyonel<br />

kapitalizm’, Marks’da ‘burjuvazinin egemenliğinde bir sınıflı toplum olarak kapitalizm’,<br />

Durkheim’da ise, yeni bir düzen olarak ‘sanayi toplumu’ olarak-, bütün bir ‘batılı<br />

modernleşmeci proje’nin yön <strong>ve</strong> karakterini tayin ettiğini, bazı çekincelerle de olsa,<br />

kabul etmek gerekecektir.


düzlemde öncelikli sorun, bu ‘kriz’ <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya ‘kaos’ durumunun ulusal sınırların bilindik anlam <strong>ve</strong><br />

işlerliğini yitirmesi sonucunda kendilerini yeniden gözden geçirmelerine neden olmuş olmasıdır.<br />

Bunun bir uzantısı olarak sabit yapısal-kurumsal bağların zayıflaması <strong>ve</strong> anlam <strong>ve</strong> işlev kaybına<br />

uğramaları, iradi <strong>ve</strong> insani eylemin kritik bir konuma oturtulmasını açıklar. Bütün bunların yeniden<br />

içeriklendirilmesinin, anlamlandırılıp inşa edilmesinin icap etmesi nispetinde insan eylemi <strong>ve</strong> iradesi<br />

tayin edici olacaktır.<br />

Bu çerçe<strong>ve</strong>de, sözkonusu (kaotik) sürecin tarihsel olarak somut uluslararası dengeleri baz almak<br />

suretiyle makro bir fotoğrafını çekmek gerekirse, ABD-Sovyetler <strong>Bir</strong>liği ekseninde geçen soğuk savaş<br />

yıllarına ait kısa bir değerlendirme ile başlamak yerinde olacaktır. Genellikle kendisine atfedilen<br />

önemin <strong>ve</strong> uluslararası ilişkiler literatürüne vurduğu güçlü damganın aksine iki kutupluluğu temsil eden<br />

soğuk savaş döneminin hakimiyeti pek o kadar uzun ömürlü olmamıştır. <strong>Bir</strong>ini diğerinin antitezi ya da<br />

karşıtı olarak ele aldığımız kapitalist <strong>ve</strong> sosyalist bloklar arasındaki çekişmenin yerini, öncelikle<br />

sosyalist seçeneğin itibar kazandığı yıllar olan 1960’larda bir tür ‘ara çözüm’ olarak Keynesyen ‘Refah<br />

Devleti’ modeline bırakmış olduğunu ileri sürmek, pekala makul <strong>ve</strong> mantıklı bir iddia olacaktır. Bunu,<br />

1970’lerde iyice belirginleşen, <strong>ve</strong> sömürge/koloni siyaseti-sonrasını yaşayan toplumların en nihayet<br />

bağımsızlık vurgusuyla sosyo-ekonomik <strong>ve</strong> kültürel yaşantılarını düzenleme konusunda neredeyse bir<br />

yarışma içine girdikleri, dolayısıyla da uluslararası düzlemde bir tür ‘çok merkezlilik’ 3 durumunun<br />

ortaya çıkmaya başladığı yeni bir dönem izlemiştir. Esasen bu, “ulusallık” düzeninin çözüldüğü 20.<br />

yy’da bir zamanların sömürge konumundaki çoğu müslüman batı-dışı bağlamların beraberinde<br />

getirdiği temel bir olanağa işaret etmektedir: Hodgson (1995, Cilt III: 379) tarafından da teslim edildiği<br />

üzere, bu onların, hiç değilse “daha daha az savunmacı, daha aktif <strong>ve</strong> milli haysiyet <strong>ve</strong> öz gü<strong>ve</strong>n<br />

açısından artan olanaklarla donanma” olanağına kavuştukları bir sürecin başlaması olmuştur.<br />

Kapitalizmin antitezi <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya muhalif ideolojisi olan ‘sosyalist’ seçeneğin bir biçimde hem batı<br />

dünyasında hem de üçüncü dünya <strong>ve</strong>ya azgelişmiş dünya olarak nitelendirdiğimiz dünyada bir seçenek<br />

olarak güç kazanıp öne çıktığı 1960’lardan 1980’lerin başlarına uzanan sürecin sonunda ise, ‘batı<br />

medeniyeti’nin muhalif ideolojisi olarak sosyalist seçeneğin de krize girdiği ya da yetersizliğine kanaat<br />

getirildiği özel bir tür arayış dönemine girilmiştir. 4 Zira, bu kez yaşanan iktisadi/siyasi bir ‘iktidar<br />

krizi’ olmanın ötesindedir: bu noktada kriz, paradigmanın iktidar <strong>ve</strong> muhalif formlarını içeren<br />

topyekün bir görünüme bürünmüştür. Bu noktada, bu krizin kapitalizmin antitezi olmak suretiyle<br />

eleştirel referansları modernist kabuller ya da paradigma içinde kalan sosyalist seçeneğin de krizi<br />

olduğunun hatırlanması, bu çalışmanın sınırlarını doğrudan ilgilendirmese de belirtilmelidir. Zira,<br />

belki de, bir sistemin ‘iflasının’ en önemli delili, ona seçenek/muhalefet olarak varolan seçeneğin de<br />

3 Kavram için bkz. Sander (Erdem’in çalışması içinde, 2002: 65).<br />

4 1990’ların başında iyice kesinleşen bu durum bilindiği gibi literatüre ‘tarihin sonu’<br />

(Fukuyama, 1992) <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya ‘medeniyetler çatışması’ (Huntington, 1993) gibi tezlerle<br />

damgasını vurmuştur.


‘iflas’ etmiş olduğuna dair işaretlerdir. İleri sürülebilir ki, “Sovyetler <strong>Bir</strong>liği’nin çöküşü”,<br />

Fukuyama’nın (1992) iddia ettiği gibi ‘tarihin sonu’nu ‘batılı kapitalizm’in rakipsiz <strong>ve</strong> tartışmasız tek<br />

güç haline gelmesi anlamında değil de, modernist paradigmanın paralel <strong>ve</strong> eş zamanlı bitişini haber<br />

<strong>ve</strong>rmesi, dolayısıyla da yepyeni bir dönemin başlama ihtiyacını haber <strong>ve</strong>rmesi anlamında temsil<br />

etmektedir. 5 Bundan sonra, yeni dönemin ‘arayış ruhu’na uygun olarak muhalefet, gerek batı-içi<br />

gerekse batı-dışının gelişmiş-üçüncü dünya ülkeleri açısından, ‘kültür <strong>ve</strong> fark’ konuları (cinsiyet,<br />

etnik, din, dile kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsayan ‘yeni toplumsal hareketler’ zemini olarak)<br />

ekseninde oluşur <strong>ve</strong> örgütlenir hale gelmiştir –‘yeni sosyal hareketler’ olarak. Bunun izahı,<br />

‘küreselleşme’ dinamiklerinin <strong>ve</strong> kamusal süreç <strong>ve</strong> iddiaların parçası olmaya aday hale gelen; <strong>ve</strong><br />

giderek nicel üstünlüklerine niteliksel güçlerini (sosyo-kültürel sermaye olarak) de ekleyen grupların<br />

(eğitimden giderek daha fazla nasip alan kadınlar, çalışanlar <strong>ve</strong> dışlanan etnik grupların <strong>ve</strong> batı-dışı<br />

kültürlere ait toplumların bireyleri başta olmak üzere) bütün bir ‘modernist proje’nin evrensellik <strong>ve</strong><br />

eşitlik iddiasındaki soyut vaadlerinin (sınıfsal eşitlik mücadelesinden eşit vatandaşlık hakları için<br />

<strong>ve</strong>rilen mücadeleye uzanan bir çizgide) somut karşılıklarını talep etmeye de başlamalarıyla bağlantılı<br />

olmalıdır. 6<br />

İşte ‘uluslararası düzen’ açısından yaşanan hızlı değişimlere paralel <strong>ve</strong> koşut olarak gündeme gelen bu<br />

‘yerel/mikro’ toplumsal dinamikler <strong>ve</strong> hepsinin toplamında ortaya çıkan ‘medeniyet krizi’ nedeniyledir<br />

ki, sosyal bilimler alanında çalışan kişiler günümüzde artık, üzerine yoğunlaştıkları konuları çoğu<br />

zaman belli bir uzmanlık alanı içinde tutmakta zorlanmaktadırlar. Sonuç olarak, uluslararası ilişkiler<br />

uzmanı olmasalar dahi kendi toplumsal bağlamları açısından anlamlı analizler yapabilmeleri, sosyal<br />

bilimciler için uluslararası ilişkileri de yakından takip edip etmemelerine bağımlı hale gelmiştir. Daha<br />

çok, uluslararası ilişkiler alanının bir “meselesi” olmak durumunda olan ‘küreselleşme’ konusunun,<br />

bütün ülkelerin sosyologlarının (ki, ülke içi konulara yoğunlaşmaları beklenir) gündemlerini belirleyen<br />

öncelikli konular arasında yer almasını da ancak böyle bir çerçe<strong>ve</strong> içinde izah etmek mümkün olabilir.<br />

Bununla bağlantılı bir diğer önemli nokta da, içinde bulunduğumuz bu dönemde, (batılı olmayan)<br />

sosyal bilimcilerin teorik/metodolojik yönelimlerini bilim alanında geçmişin hegemonik gücünü<br />

oluşturan önemli batılı bilim adamlarından hazır bir biçimde alıp aktarmalarının artık imkansız hale<br />

gelmiş olmasıdır. Bunun, batılı hegemonik söylemin inandırıcılığını yitirmesiyle olduğu kadar, batılı<br />

bilim adamlarının oluşacak yeni “düzen”e biçim <strong>ve</strong>rebilmek için batılı-olmayan bağlamlarda<br />

5 Burada çizilen çerçe<strong>ve</strong> <strong>ve</strong> bakış açısının paralelinde kaleme alınmış olan, <strong>ve</strong> ayrıca,<br />

‘eskisinin iflası’ <strong>ve</strong> ‘yeni medeniyet’in oluşum dinamikleri üzerine farklı bir derinlikli<br />

tartıışma için bkz. Davutoğlu (2000).<br />

6 İşçi sınıfı mücadelesinin ‘batılı bağlam’da arzulanan (ya da Marks’ın öngördüğü<br />

biçimde) sonuçları yaratacak bir mücadele performansı sergileyememiş olmasında<br />

bu grubun sosyo-kültürel sermayeden yoksun oluşunun azımsanamayack bir rol<br />

oynadığı düşünüyorum. Bu tip sermayeden yoksunlukla ‘batıda’ işçi sınıfı<br />

mücadelesinin sonuçsuz kalması arasındaki ilişkiye dair değerlendirmeler de içeren<br />

bir çalışmam için bakınız, Özdemir (2003a).


geliştirilen yaklaşımlara açıkça ihtiyaç duymaya başlamalarıyla da bağlantılıdır. Ulusal “birimlerin”<br />

gerek iç, gerekse de dış konumlanışlarının yeniden biçimlendiği bu “dünyasal yeniden biçimlenme”<br />

ortamında, hiç bir kurum <strong>ve</strong> kişinin ‘koşulsuz şartsız’ dayanmayı umabileceği herhangi bir hazır kurum<br />

ya da formül mevcut değildir. Hiç kimsenin yönelimleri, amaçları, temel değerleri <strong>ve</strong> çerçe<strong>ve</strong>si belli bir<br />

sabit-gü<strong>ve</strong>nilir çerçe<strong>ve</strong>de kendisine bir yer bularak az bir zahmetle ortaya çıkan yeni sürecin <strong>ve</strong><br />

çerçe<strong>ve</strong>nin gerektirdiği misyona katkı yapabilmesi de, bu nedenle mümkün olamayacaktır.<br />

Özel olarak ‘küreselleşme’ kavramının kullanımı sözkonusu olduğunda sorulması gereken temel soru,<br />

bilimsel literatürde hegemonik bir konuma yerleşmiş bulunan bu kavramın ne ölçüde yalın/somut<br />

gerçekliğe, ne ölçüde ise arzulanan <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya hedeflenen bir doğrultuya tekabül ettiğini saptamak<br />

olmalıdır. Zira, sözünü ettiğimiz sürecin ‘küreselleşme’ olarak nitelendirilmesi, ileri teknoloji <strong>ve</strong> hızlı<br />

iletişim <strong>ve</strong> ulaşım gibi olanaklar sayesinde dünyanın deneyimlediği ortak pratiklerin dünya çapında<br />

yaygınlaşması anlamında bütünüyle gerçek <strong>ve</strong> geçerli bir gelişmeyken, bu kavram etrafında<br />

yürütülen çalışma <strong>ve</strong> tartışmaların niteliğine genellikle oldukça ideolojik bir tonun hakim olduğu<br />

bilinmektedir: İster gelişmiş ülkelerin saldırgan ‘küreselleşmeci’ formunda, isterse de gelişmemiş<br />

(ya da az gelişmiş) ülkelerin ‘anti-küreselleşmeci’ savunmacı formlarında olsun, bu tartışmaların<br />

çok azı gerçek bir tarihsel gelişme olarak ‘küreselleşme’ sürecinin sözünü ettiğim bu “teknolojik<br />

v.b. yayılma” gibi somut boyutlarıyla ilintilidir. Bunun yerine ideolojik niyet <strong>ve</strong> beklentiler devreye<br />

sokulduğundan gerçekliğin çarpıtılarak ele alınması sözkonusudur. Bu nedenle, günümüz akademik<br />

ortamının, tam da (egemen ‘batılı modernleşmeci proje’nin krizi anlamında) dünya çapında bir krize<br />

karşılık gelen küreselleşme kavramının negatif ya da pozitif yüceltimlerine teslim olmuşluğundan (yani<br />

çarpıtılmışlığından) sözetmek gerekir.<br />

Marks’ın bizlere çok önceleri öğretmiş olduğu gibi, kitleleri ‘uyutmak’ <strong>ve</strong> belli bir istikamete doğru<br />

yönlendirmek üzere işlev gören ‘egemenin ideoloji’nin bir parçası <strong>ve</strong> ürünü olması dahi neden bu<br />

kavramı çok sakınımlı kullanmamız gerektiğini ortaya koymaktadır. Karşı çıkmak biçiminde dahi olsa,<br />

bu kavramı kullanmak suretiyle ürettiğimiz her çalışma, ‘egemenlerin ideolojisi olarak<br />

küreselleşme’den maksat her ne ise ona hizmet edecektir. Bizatihi bu kavramın üreticisinin ‘batılı<br />

kapitalist güçler’ olduğunu kabul edecek olursak, iktidara ait bir ürünü tüketmenin o iktidara hizmet<br />

etmekten başka bir anlama gelmeyeceği açıktır. Bu nedenle, bu çalışmada ben içinde bulunduğumuz<br />

durumu, bir ‘uluslararasılık kaosu’ (mevcut ‘medeniyetin krizi’ olarak) olarak adlandırmayı tercih<br />

ettim: ‘Ulusallık rejimi’nin (ki batı medeniyeti dediğimiz ‘şey’ bunun üzerine oturur) bir krizi olarak…<br />

Zira, adına ‘küreselleşme’ denilen bu sürecin kendisi bile yerel kurum, değer <strong>ve</strong> kültürlerin önemi<br />

etrafında anlam kazanırken, batıdan hazır alınan kavram setlerine başvurmanın, sözkonusu sürecin<br />

özellik <strong>ve</strong> dinamiklerini anlayıp açıklamada bize sağlayacağı katkının şayet negatif değilse sıfır olması<br />

beklenmelidir.


Sonuç olarak, ileri teknolojinin sergilediği ‘önlenemez <strong>ve</strong> sınır ‘tanımaz’ bir yaygınlaşmaya tekabül<br />

eden somut süreçler anlamında bir küreselleşme sürecinden geçtiğimiz kesin olmakla beraber, bu<br />

durumun, bütün toplumsal bağlamlar için eş zamanlı tehditler/kısıtlar <strong>ve</strong> olanaklar sağlamaktadır. Kaldı<br />

ki, sadece eş zamanlı değil eşit/denk olanaklar/kısıtlar sağladığı da ileri sürülebilir. Ancak, bu<br />

çalışmada ileri sürüleceği gibi, avantajlı olma durumunu belirleyen temel kritierin maddi olandan<br />

tarihsel, sosyo-kültürel-sembolik <strong>ve</strong> politik sermayelere kaymasını beklemek mümkündür. Bu iki<br />

nedenle böyledir: Öncelikle, her kaos/kriz, özünde, öncelikle mevcut iktidar(lar)ın gücüne ciddi bir<br />

tehdit oluşturduğu için; <strong>ve</strong> ikinci olarak da, Weber’in (1992) ‘Protestan Etik’ tezinde ortaya koyduğu<br />

gibi, özellikle tarihsel dönüm <strong>ve</strong> geçiş dönemlerinde maddi koşullardan ziyade sosyo-kültürel <strong>ve</strong><br />

politik nitelikli olanların ön plana çıkıyor olması nedeniyle. 7 Her ne kadar, teknolojik yayılmanın sığ<br />

bir bakışla genellikle sadece ya da sonuç olarak güçlünün bir avantajı olarak takdim edilme eğilimi<br />

bilimsel çalışmalarda da hakim olan eğilim ise de.<br />

Son olarak, konunun dünya ölçeğinde medeniyet <strong>ve</strong> kültür farklılıkları ekseninde ele alındığı bu<br />

çalışmada, ‘doğu’ <strong>ve</strong> ‘batı’ kavramlarının kullanımına dair bazı açıklamalarda bulunmalıyım. Hele de<br />

‘batı esin kaynaklı’ uluslararası algılayış sözkonusu olduğunda son yıllarda neredeyse ‘terör’le<br />

bağdaşık bir konuma oturtulmasına alışık olduğumuz ‘İslami faktör’ü bu çalışmanın bağlamına nasıl<br />

oturttuğumu metodolojik olarak kısaca da olsa açıklamak, çalışmada ileri sürülen temel düşüncenin<br />

anlaşılırlığı bakımından elzemdir. ‘Doğu-batı’ kavramlaştırmalarıyla başlayacak olursak, öncelikle bu<br />

kilit kavramların Weberyen anlamda ‘ideal tip’ler olduğunu, dolayısıyla gerçek yaşamda bire-bir somut<br />

karşılıkları aranabilecek türden gerçek/tarihsel oluşlarmış gibi anlaşılmamaları gerektiğini<br />

belirtmeliyim. Ama öte yandan, bilindiği gibi bu kavramların içerikleri, sadece oryantalist gelenek<br />

tarafından dolduruldukları haliyle değil, ama aynı zamanda, Weberyen geleneğin ortaya koyduğu<br />

‘performans’ bakımından da geçerliliklerini önemli ölçüde yitirmiş durumdadır. Zira artık, sanki<br />

aralarında hiç (ya da çok sınırlı) ilişki <strong>ve</strong> etkileşim yokmuş gibi ‘kurgulanan’ (hele de iletişim <strong>ve</strong><br />

ulaşım olanaklarının mevcut bütün sınırları iyice zorladığı dikkate alındığında 8 ) dışlayıcı <strong>ve</strong><br />

ötekileştirici çağrışımlarıyla ‘doğu’ <strong>ve</strong> ‘batı’ kavramlaştırmasının bir hükmü kalmamıştır. Aynı şekilde,<br />

İslam’ın çağdaş ‘batı’ <strong>ve</strong> Hristiyanlığın karşıtı <strong>ve</strong> anti-tezi olarak sunulduğu anlayışın da bütünüyle<br />

eskidiği zamanları yaşıyoruz. Günümüzün gerçeği, tam tersine, bir zamanlar modernleşmenin<br />

7<br />

Weber, tam da ‘batı’nın uzun vadede kültürel olarak içinin boşalacağını<br />

öngördüğünden, ama ‘batı-dışı’ bağlamlardan türeyebilecek bir ‘çıkış’ ihtimalini de<br />

pek olası görmediğinden ‘demir kafes’den (‘iron cage’) kurtulma konusunda pek de<br />

umut bağlamamaktadır: ama kesin olan şudur ki, bir kurtuluş sözkonusu olacaksa bu<br />

ille de kültürel-sembolik alanın ürünü olan ‘yeni peygamberlerle’ mümkün<br />

olabilecektir. ‘Batı’nın bu kültürel-sembolik boşluğunun ‘batı-dışı’ kültürel bağlamlarca<br />

–hele de ‘doğulu’ <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya ‘İslami’ olanınca- doldurulabileceği ise Weber’in hiç ihtimal<br />

<strong>ve</strong>rmediği bir husustu.<br />

8<br />

Ama, orta çağın teknolojik olarak el<strong>ve</strong>rişsiz koşulları için bile dikkatlerden<br />

kaçmaması gereken önemde bir ilişki/etkileşim zemininin mevcut olduğu da -özellikle<br />

de ‘batı’nın ‘doğu’dan aldıkları bağlamında- vurgulanmadan geçilmemelidir (bkz.<br />

Hodgson, 1995).


gerekleriyle bağdaşmayacağı ileri sürülen ‘İslam <strong>ve</strong> diğer doğu kültür <strong>ve</strong> medeniyet ürünleri’nin, içinde<br />

bulunduğumuz (kimilerinin (post)modern olarak nitelendirdiği) kriz ortamında, ‘oluşmakta olan yeni<br />

dönemin ruhu’na damgasını vurma kapasitesi açısından çok daha zengin bir potansiyele sahip<br />

olduğudur. Her ne kadar, son dönemde özellikle de ‘Orta-doğu’ siyaseti ekseninde ‘sıkışan’<br />

uluslararası siyaset açısından İslam-diktatörlük-terör özdeşikliğinden ‘medet umulan’ <strong>ve</strong> giderek<br />

inandırıcılığını yitiren bir dönem halen tam olarak bir şekilde mevcudiyetini sürdürmeye devam<br />

ediyorsa da…<br />

Daha genel bir metodolojik prensip olarak, bu çalışmanın iddiası <strong>ve</strong> kabulü, kültürel değer <strong>ve</strong><br />

pratiklerin birbirinden yalıtıkmışlarcasına ele alınmaması, bir başka deyişle dinsel, etik <strong>ve</strong> kavramsal<br />

konular açısından da tarihsel-toplumsal yaklaşımın benimsenmesi gerektiğidir. Bu, kültür çalışmalarına<br />

en çok yöneltilen ‘kültürel görecelilik’ <strong>ve</strong> ‘özcülük’ tuzaklarından ikisinden de kaçınmayı sağlayan bir<br />

alternatif yol olarak da değerlendirilebilir. Yapısal-maddi-iktisadi boyutla, Weber gibi kültür<br />

çalışmaları alanının kurucu <strong>ve</strong> en büyük ustası tarafından dahi daha ziyade ‘farklar’ vurgulanmak<br />

suretiyle ‘öz’lere indirgenmiş kültürel konuları bir arada çalışmak durumunda kaldığım doktora<br />

çalışmam (Özdemir, 2001) sırasında oluşturmaya başlayıp, onu izleyen çalışmalarımda geliştirme <strong>ve</strong><br />

derinleştirme olanağı bulduğum, kültür-spesifik boyutlar kadar toplumsal eğilim <strong>ve</strong> genellenebilirlik<br />

için de el<strong>ve</strong>rişli bir çerçe<strong>ve</strong> sağlayamaya hizmet edecek bir alternatif metodolojik çerçe<strong>ve</strong>yi aşamalı<br />

olarak oluşturdum: Mikro <strong>ve</strong> makro dinamiklere eş zamanlı yoğunlaşmayı mümkün kılan<br />

tarihsel/toplumsal yaklaşım sayesinde anlamacı-hermenötik yaklaşımı kullanarak gerçekleştirdiğim<br />

alan çalışmalarımdan hareketle, tarihsel süreklilikler, değişmeye direnen ‘öz’ler <strong>ve</strong> değişen<br />

dinamiklerin eş zamanlı algılanışını <strong>ve</strong> analizini yapmak kadar bunlardan hareketle bazı kültürel<br />

bağlamla sınırlı olmayan genellemelere ulaşmak da büyük ölçüde mümkün hale geldi. Bunu yaparken,<br />

üzerinde odaklandığım konular kadar metodolojik kaygılar bakımından da kendisiyle özdeşlik<br />

kurduğum Weber’in ‘anlama’ya dayalı sosyolojisinin bütün olanaklarını tüketmeye çalıştım. Son<br />

olarak, ‘tarihsel boyut’un, farklılıklar yanında (belki onlardan daha da fazla) ortak eğilimlere <strong>ve</strong> yeni<br />

sentezlere de işaret eden türden bir ‘ilişkisellik-yoğun’ kullanımı açısından, ‘doğu’nun, köklü bir<br />

tarihsel pratikle de desteklenen kapsayıcı/içerici, esnek <strong>ve</strong> eklektizme yatkın düşünce geleneğiyle<br />

haspelkader de olsa bağlı bir düşünce ortamının (da) ürünü olan bir araştırmacı olmamın avantajından 9<br />

çalışmalarım boyunca yararlandığımı duyumsadığımı da, bu bilgilere eklemek isterim.<br />

9 Burada ifade etmeye çalıştığım şeyin, akademik dilde ustalıklı bir karşılığını,<br />

Bourdieu’nun (1995) insanın bilinçli tercih <strong>ve</strong> kabullerinin ötesinde içinde bulunduğu<br />

ortamın sosyo-kültürel/zihinsel mirasının ürünü olması anlamında bir<br />

‘davranışsal/düşünsel el<strong>ve</strong>rişlilik alanı’ olarak geliştirdiği, davranışlarımızın olabilirlik<br />

<strong>ve</strong> olanaksızlık sınırlarını tayin eden ‘davranışsal el<strong>ve</strong>rişlilik’ anlamına gelecek şekilde<br />

çevirebileceğimiz habitus kavramında buluruz. Buradaki iddia etrafında<br />

derinleştirdiğim bir başka çalışmam için bakınız, Özdemir (2004).


II- TEMEL BİLEŞENLERİYLE<br />

‘ULUSLARARASILIKTA KAOS’:<br />

‘KÜRESELLEŞME’ SÖYLEMİNİ (YENİDEN)<br />

ANLAMLANDIRMAK<br />

Yukarıda sözü edilen topyekün (paradigmatik <strong>ve</strong> sistemik) kriz, sosyal bilim alanına, ‘küreselleşme’<br />

<strong>ve</strong>ya ‘yeni dünya düzeni’ (<strong>ve</strong>ya ‘düzensizliği’) kavramlaştırmaları kadar, son zamanlarda ‘çoğul,<br />

alternatif <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya batı-dışı modernlik(ler)’ benzerleri biçiminde de yansımıştır. Hangi sıfatı seçersek<br />

seçelim, bu ‘krizi/kaosu’, modern kapitalizmin yüksek ya da ileri teknoloji denilen maddi temeli ile<br />

ilişkilendirdiğimizde, tam da yeni-ileri teknoloji olanakları nedeniyle teknoloji çağının temel<br />

bileşenleri durumundaki özelliklerin (başta kapitalist piyasa ekonomisi, onun ‘ulus-devlet formu’ <strong>ve</strong><br />

modernist bilimsel/kültürel-dinsel paradigmatik yaklaşımlar olmak üzere) sarsıntı geçirmekte<br />

olduğunu tespit ederiz.<br />

Böylece, bu çalışmada ileri sürülen ‘uluslararasılık düzeni’ krizinin, bütün bileşenleriyle ‘modern<br />

batılı medeniyet’in ‘öteki’leriyle (dış) ilişkilerinin ‘ruhu’nun krizine tekabül ettiğini ileri sürebiliriz.<br />

Yine ileri sürebiliriz ki, ‘batı medeniyetinin krizi’ olarak çağımız egemen düzeninin krizi, Marks’ın<br />

her sistemin iç çelişkilerinin onun sonraki aşamalardaki krizini de hazırladığı öngörüsüne uygun<br />

olarak tam da bu düzenin sözkonusu bileşenler açısından ta kuruluş aşamasında sahip olduğu<br />

tutarsızlıklardan kaynaklanmaktadır. Bu iddia, modern medeniyeti temsil eden üç temel bileşen<br />

etrafında ele alınabilir: Evrenselci-modernist-pozitivist paradigma (kültürel-düşünsel/bilimsel kriz),<br />

serbest piyasa ekonomisi (iktisadi kriz) <strong>ve</strong> son olarak da ulus-devlet formu (siyasal-ideolojik kriz) için<br />

uygulayacak olursak, batı medeniyetinin bu üç temelinin ta en baştan çok ciddi çelişkilerle yola<br />

koyulmuş olduğunu görürüz:<br />

1) ‘Evrenselcilik’ <strong>ve</strong> Soyut Kavramlara Dayalılık Olarak Pozitivizmin Krizi<br />

Bilindiği gibi, bilimsel alanda sonuçları itibariyle yerine getirmesi gereken işlevleri göremeyen klasik<br />

<strong>ve</strong> pozitivist yaklaşımların yerini günümüzde artık ya Feyerabend’in “Yöntem’e Hayır” başlıklı<br />

çalışmasıyla simgeleşen <strong>ve</strong> hermenötik/‘anlamacı’ geleneğin kültürel etkeni <strong>ve</strong> inanç <strong>ve</strong> ahlaki<br />

değerleri de bilimsel çalışmanın bir parçası olarak ele aldığı için insanı toplumsal yapının mekanik bir<br />

uzantısı olarak nesne(l)liğe indirgeyerek değil de özne(l) pozisyonlarıyla anlamaya gayret ettiği<br />

‘yöntem karşıtlığı’nı savunan ‘kültürel sosyoloji’si, ya da en iyi olasılıkla alternatif yöntem arayışları<br />

almış bulunmaktadır. Zira, bilimin yerine getirmesi gereken işlev, herşeyden önce, teorik kabullerle<br />

dünyanın gerçeklikleri arasındaki örtüşmenin realizasyonunu gerektirir. Bu çerçe<strong>ve</strong>de, günümüz bilim<br />

dünyasına da ‘kaos <strong>ve</strong> şiddetli arayışların’ egemen olduğunu ileri sürmek dahi mümkündür. Zira,<br />

halihazırdaki ya da geçmişten günümüze miras olarak aktarıldığı haliyle bilim dünyasında ‘soyutla<br />

somut’, ‘bireyle toplum’, ‘teoriyle uygulama/pratik’ birbirinden uçurum kadar uzak gibidir. Bu<br />

ortamda toplum için gerekli insan gücü de yetiştirilememektedir. Çünkü, yetiştirilmesi gereken insanın<br />

hangi özelliklere sahip olması gerektiği hakkında bir mutabakat mevcut değildir. Hemen anlaşılacağı


üzere bu, kapitalist sistemin maddi çıkar-yönelimli rasyonal ‘ajan’ı olarak ‘homo-ekonomikus’un 10<br />

krizine tekabül etmektedir.<br />

Gerçekte, içinde bulunduğumuz dönemde bireycilik, laiklik, liberal demokrasi vb. bütün yüceltilen<br />

modern unsurlar açısından tabir caizse en hafifinden bir tadilat sürecinden geçilmektedir. Bunlar,<br />

sözkonusu sürecin bu çalışmada ‘modernist paradigma’nın topyekün ‘iflası’ olarak adlandırılmasını<br />

destekleyen sistemin ‘ruhu’na dair deliller olarak sunulabilirler. Aşağıda, ekonomik-alt yapısal<br />

noktayla ideolojik-üst yapısal noktanın krizlerinin birlikte ele alınarak vurgulanmasından maksat, batılı<br />

toplumlar bağlamında yaşanan sorunun, sistemin belli parçalarında yaşanan kısmi kriz ya da sorunlar<br />

olmayıp, derin-radikal bir sistemik kriz olduğunu vurgulamak içindir.<br />

Genel teori <strong>ve</strong> ideoloji düzeyleriyle politika <strong>ve</strong> dar anlamda siyaset gibi modelin farklı parçaları<br />

arasındaki iç çelişkiye de dikkatinizi çekmek isterim: Evrensel değer <strong>ve</strong> doğruları ‘vaad <strong>ve</strong> vaaz’ eden<br />

‘modernist paradigma’nın ‘ulus-devlet’ biçimindeki siyasal örgütlenme modeliyle çeliştiği açıktır.<br />

‘Ulus-devlet’ örgütlenmelerinin başarı şartının her ulusun kendi ulusal başarı <strong>ve</strong> özelliklerine<br />

odaklanmak olması da, kapitalist sistemin ideolojik/üst yapısal söylemini belirleyen ‘modern(ist)<br />

evrenselcilik’ iddiasını benzer şekilde geçersizleştirir. Zira, bu durumda, bir ‘ulus’ ancak diğerlerini<br />

dışlayarak kendi çıkarını yükseltebildiği için “evrensellik” iddiası havada kalır. Aynı özellik, kapitalist<br />

sistemin ekonomik alandaki başarısının monopolleşme <strong>ve</strong> tekelleşme biçiminde tezahür etmek<br />

suretiyle, sistemin temel prensipleri olan “serbestiyet” <strong>ve</strong> “rekabet” iddialarını geçersizleştirmesinde de<br />

kendisini ortaya koyar. Bu durumda, ya batı uygarlığının temel kabul <strong>ve</strong> ideallerini hayata geçirmegerçekleştirme<br />

konusunda son derece başarısız, ya da bu ideal <strong>ve</strong> kabullerin gerçeklikle<br />

bağdaşmayacak denli soyut (neredeyse metafizik) olduğunu kabul etmek gerekecektir. Her durumda,<br />

sistemin doğasına içkin bir içsel tutarsızlıktır sözkonusu olan. Parçaları arasındaki tutarlılık <strong>ve</strong><br />

dayanışma nispetinde ayakta kalabilen sistemler çelişkileri ancak geçici olarak kaldırabilirler, 11<br />

çelişkiler büyüyüp belirginleştikçe, sisteme sahte bir ‘doğa’ egemen hale gelir <strong>ve</strong> bu, sonun başlangıcı<br />

olarak nitelendirilebilir. ‘Ulus-devlet’ sınırlarının <strong>ve</strong> sistemin ‘gerçek’ işleyişinin ‘evrensel’ idealleri<br />

10 ‘Serbest piyasa ekonomisinin krizi’nin, ‘ekonomik insan’ına karşı ‘İslami/doğulu<br />

model’in İslamileşmiş insanı’nın avantajlarını karşılaştırmalı olarak ele alındığı<br />

çalışmam için bkz. Özdemir (2003b).<br />

11 Sovyetler <strong>Bir</strong>liği’nin ‘çöküşü’nün ardından, ekseni sınıf mücadelesinden “yeni toplumsal<br />

hareketlere” kaydırılmak suretiyle yeniden formule edilmeye çalışılan ‘sosyalist seçeneğin’ en<br />

büyük zaafı da zaten, bilindiği gibi, dar anlamda kimlik <strong>ve</strong> fark ekseninde oluşturulan <strong>ve</strong><br />

yürütülen politikaların “genele hitap eden kapsayıcı muhalif duruş <strong>ve</strong> çözümler için el<strong>ve</strong>rişli<br />

bir parçalar arası iç tutarlılığa sahip ideolojik zemin oluşturamaması”ndan kaynaklanmaktadır<br />

kanımca. Buradaki problem, (belki şimdilik) bunların birbiriyle bağlantılı hale getirilmesi <strong>ve</strong><br />

aynı çatı altında toplanması noktasında ortaya çıkan imkansızlıkla ilintilidir, <strong>ve</strong> bu durumda<br />

iktidarın uygulamalarına karşı geniş <strong>ve</strong> etkin bir muhalefet hareketi örgütlenememektedir.


gölgede bırakan niteliği, yakın dönem uluslararası ilişkiler literatüründe bizzat ‘batılı’ yazarlarca İslam<br />

bağlamında ‘sahte evrensellik’e 12 dayalı ilişkilerin ele alındığı çalışmalarla da sabittir.<br />

2) ‘Ulus-Devlet Formu’nun <strong>ve</strong> ‘Temsili Demokrasi’nin Krizi<br />

Hodgson (1995, Cilt. III: 239, 242), ‘dev bir modern-klasik’ olarak da nitelendirilen İslam’ın Serü<strong>ve</strong>ni<br />

adlı çalışmasında, Avrupa hukukuna ‘evrensellik’ kazandırılması çabalarına paralel olarak<br />

Avrupalıların ‘sınır olmayan yerlerde bile sınırlar yarattıklarına ya da sınırları belirgin hale<br />

getirdiklerine’ işaret eder (dünyada Avrupa hegemonyasının kesinleştiği 19. yy.’da). Sözde bu,<br />

kapitalizmin ‘sınır-ötesi’ karakteri gereği yoğun ilişkiler içine girmek durumunda olduğu diğer<br />

‘kendilerinden aşağı’ gördükleri ‘devlet(ler)in yargısının insafına terkedilmemek’ için gerekiyordu.<br />

Ama unutulmamalıdır ki bu, siyasal <strong>ve</strong> konjonktürel hesapların da ötesinde tarihsel-kültürel bir<br />

arkaplana sahiptir, ‘batı’nın sınıflı/parçalı habitus’unun (Bourdieu, 1995) da bir uzantısı <strong>ve</strong> gereği<br />

olarak... Farklı dilleri konuşan, hiyerarşik <strong>ve</strong> farklı maddi olanaklara sahip olduğu kadar yaşam tarzı <strong>ve</strong><br />

alışkanlıkları itibariyle birbirinden bütünüyle kopuk gruplar biçiminde örgütlenmiş batılı (sınıflı)<br />

toplumun ürünü olan insanın hafızası için ‘öteki’ ile ilişki kurmak, ‘içermek’tense dışlamak <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya<br />

bazen gereksiz <strong>ve</strong> anlamsız bile olsa (dışlayıcı) sınırlar yaratmaktan geçiyordu. Bunun, iç <strong>ve</strong> dış siyaset<br />

örüntüleri kadar düşünme, kavram (t)üretme <strong>ve</strong> bilim yapma pratiklerine de içkin niteliği, ‘katı’<br />

sınırlara dayalı dış politikanın sonu kadar ‘katı’ kategorileştirmeler eşliğinde yapılan siyaset yapma,<br />

düşünme <strong>ve</strong> ilişki kurma biçimlerini de krize sokmuştur (Özdemir, 2004).<br />

Modernliğin feodal ayrıcalıklara karşı mücadele <strong>ve</strong>rmeye yoğunlaştığı ilk yıllarında, yeni yönetim tarzı<br />

olarak demokrasi, gücünü, ortaçağın dinsel yönetimlerine <strong>ve</strong> düşünme tarzına karşı, çağın <strong>ve</strong> halkın<br />

gerek, talep <strong>ve</strong> ihtiyaçları doğrultusunda kolayca değiştirilebilirlik <strong>ve</strong> uyumlanabilirlikten almaktaydı;<br />

günümüzde gelinen noktada ise artık ‘batılı demokrasilerin’ halka vaadettikleri katılımcı <strong>ve</strong> eşitlikçi<br />

yönetim idealinin gerçekleşebilirliği yönünde hiç umut kalmamıştır. Zira, yukarıda kısaca ele alındığı<br />

gibi burada sözkonusu olan, genel olarak ‘modernleşme projesi’nin soyut düşünce <strong>ve</strong> ‘vaad’ düzeyinde<br />

12 Bakınız, Richard Falk’un 1997 yılında (18/1: 7-23) Third World Quarterly’de<br />

yayınlanan “False uni<strong>ve</strong>rsalism and the geopolitics of exclusion: the case of Islam”<br />

isimli çalışması: (Bu çalışmaya dair bilgi Davutoğlu’ndan alınmıştır: (2001: 254,<br />

dipnot, 6).


kalma özelliğinin demokrasi <strong>ve</strong> eşitlik konularını içeren 13 ‘temsili siyaset yapma tarzı’ bakımından da<br />

fazlasıyla geçerli olmasından kaynaklanan çok temel bir iç çelişkidir. 14<br />

<strong>Bir</strong> siyaset yapma tarzı olarak ‘temsili demokrasi’nin krizi, bireyin ‘toplumsal/kamusal olan’la bağının<br />

niteliğini bize gösteren en kritik alan olduğu için ayrıca önem arzetmektedir: Kolayca kurulup-çözülen<br />

(zayıf) bağ <strong>ve</strong> kimliklerden (ki bunlar dar anlamda siyaset olarak parti-dernek vb. kurum merkezli<br />

siyasal etkinlik <strong>ve</strong> öznelere tekabül eder) güçlü bağ <strong>ve</strong> köklü aidiyetlere bir dönüş sözkonusudur<br />

(bunlar da, özel yaşamı <strong>ve</strong> gündelik pratikleri de içerecek biçimde geniş anlamda siyasetin temsil<br />

edildiği etkinlik, mekanizma <strong>ve</strong> pozisyonlara karşılık gelirler). Ki bu dönüşü, artık tarihe gömüldüğü<br />

varsayılan dini aidiyetlerin <strong>ve</strong> metafizik <strong>ve</strong> diğer felsefi düşünce geleneklerinin geri dönüşünde olduğu<br />

kadar, Marksist-sol hareketin sınıf mücadelesinin bu köklü aidiyetlerle çakışan yeni sosyal hareketler<br />

biçimini almış olmasında da izlemek mümkündür.<br />

İnsanlığın tarihsel evrimleşmesinde en gelişmiş bir son durakı temsil ettiği iddia edilen modern düzenin<br />

dahi, zaman içinde kaçınılmaz olan ‘kurumsallaşma/formalleşme <strong>ve</strong> katılaşmanın’ getirdiği<br />

irrasyonel/statik pozisyondan <strong>ve</strong> ‘karanlıklardan’ (aydınlanma/değişim karşıtı savunmacı tutumların<br />

egemen hale gelmesi nispetinde) muaf tutulamayacağı günümüzde artık giderek artan oranda<br />

yaygınlaşan bir biçimde kabul gören bir görüştür. <strong>Bir</strong> kez üzerinde konsensusa varıldıktan sonra<br />

tanımlanıp ‘yasal-legal’ gü<strong>ve</strong>nceye bağlanan hususlarda zamanla yaşanan formalleşme <strong>ve</strong><br />

bürokratikleşmenin beraberinde getirdiği fonksiyon <strong>ve</strong> anlam kaybı da sistemik krizi pekiştirmektedir<br />

elbette: Hiç kuşkusuz öncelikle iktidar konumunda bulunanların sistemin başarısından emin<br />

olmalarından kaynaklanan bu durum, zamanla, sistem buna ihtiyaç duyma noktasına geldiğinde bile<br />

yapılamaz hale gelir. Bu aşama, yeni talep <strong>ve</strong> ihtiyaçlar karşısında düzenin temsilcilerinin<br />

savunmalarını pek sağlam temellendiremeyip rasyonel olarak gerekçelendiremedikleri bir durumdur.<br />

Takınılan değişime direnen katı ‘savunmacı’ (aslında çoğu zaman tepkisel <strong>ve</strong> irrasyonel) tutum,<br />

sistemin ruhunu tayin eden değer <strong>ve</strong> kuralların ruhundan uzaklaşılmış olduğundan artık savunulabilir<br />

olmaktan çıkan sistemik bileşenlerin çöküşünü <strong>ve</strong> yerlerine bunların ‘alternatifleri’nin ortaya çıkışını<br />

beraberinde getirir.<br />

3) ‘Serbest Piyasa Ekonomisi’nin Krizi<br />

13 Bilindiği gibi, ‘batılı’ sınıflı toplumların ürünü olan demokrasilerin yoksulları, etnik<br />

olarak dışlanmışları <strong>ve</strong> kadınları için, ‘demokrasi teorisi’ açısından en temel birey<br />

hakkı olarak ders kitaplarındaki yerini <strong>ve</strong> görkemini yeniden tesis etmekte olan<br />

vatandaşlık hakkının kazanılması bile ancak uzun süren sınıf savaşımlarının sonunda<br />

‘soyut olarak’, dolayısıyla da teoride <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya ‘kısmen kazanılmış’ haklar<br />

olabilmişlerdir.<br />

14 Çalışmalarında çeşitli yönleriyle ‘batılı demokrasi’ iddiasının soyutlamalara dayalı<br />

niteliğine dikkat çeken Ağaoğulları da (buradaki iddianın son derece özlü bir özetini<br />

içeren bir tebliğ özeti için bkz. 1989: 2-3) burada ileri sürülen, sistemde ta başlangıçta<br />

içkin durumdaki çelişkiye işaret etmektedir.


Bilindiği gibi, bir ‘ideal tip’ olarak ‘serbest piyasa ekonomisi’, ‘ulus-devlet’ formu kadar “uluslararası<br />

düzen”in de maddi/ekonomik temelini oluşturmaktadır. Ancak bunun pek de sağlam bir temel olmadığı<br />

açıktır. Her şeyden önce, klasik düşünürlerin hepsinin (Marks, Weber <strong>ve</strong> Durkheim) üzerinde<br />

buluştukları ortak itiraz noktasının da ortaya koyduğu gibi, aslında ‘serbest piyasa ekonomisi’nin en<br />

temel kabulleri sorunluydu: ‘liberal doktrin’in piyasa düzeninin ‘serbest’ <strong>ve</strong> rekabetçi olduğu<br />

varsayımının gerçekte sistemi ‘egemen sınıfların’ hizmetine sokmaya yarayacak bir ‘ideolojik silah’<br />

olduğunu ilk <strong>ve</strong> yetkinlikle ortaya koyan kişi, bilindiği gibi Marks olmuştur. Bu üç klasik düşünürün,<br />

bu düzeni <strong>ve</strong> onun bileşenlerini tarif etmek için kullanmayı <strong>ve</strong> öne çıkarmayı seçtikleri kavram, değer<br />

<strong>ve</strong> kurumsal süreçler açısından oldukça farklı duruşlar sergilemiş olmalarının nedeni de bu olmalıdır.<br />

Sınıflılığı <strong>ve</strong> sınıf çatışmasını vurgulayarak ekonomiye, politik mücadele ekseninden bakan Marks’ın<br />

‘politik ekonomi’ geleneğine karşın, kapitalizm açısından ‘rasyonelleşme <strong>ve</strong> bürokratikleşme’<br />

boyutlarını vurgulayan Weber, iktisat çalışmaları açısından tarihsel-kültürel boyutların önemine işaret<br />

etmek suretiyle ‘sosyal-ekonomi’ yapılmasını önerirken 15 (ayrıntılı bilgi için bakınız Swedberg,<br />

1998) 16 ; ‘kapitalizm’i kavram olarak bile kullanmaya ‘direnen’ Durkheim, ‘endüstri toplumu’ ifadesini<br />

seçerek sınıfsız <strong>ve</strong> meslek dayanışması temelinde yükselecek yeni düzenin bütünselliği içinde<br />

çalışılmasını sağlayacak disiplin olarak sosyolojiye öncelik <strong>ve</strong>rmiştir –ki zaten, Fransa ‘patentli’ (ama<br />

her üç klasik düşünürün farklı toplum-eksenli düşüncelerinden beslenenerek) sosyoloji biliminin ortaya<br />

çıkış nedeninin dahi kendini dünyaya dayatma iddiasındaki serbest piyasacı/liberal iktisat düşüncesi <strong>ve</strong><br />

anlayışı karşısında direnerek, kendi alternatifini yaratma çabası olduğunu ileri sürmek mümkün <strong>ve</strong><br />

meşrudur.<br />

Adam Smith’in klasik iktisat açısından ‘kurucu’ çalışması (İngiltere-dışı bağlamların düşünürleri olan<br />

klasiklerin ötesinde) ‘Ulusların Ser<strong>ve</strong>ti’nin (‘Wealth of Nations) doğru <strong>ve</strong> derinlemesine bir okuması<br />

bile, klasiklerin <strong>ve</strong> Polanyi’nin (15 no’lu dipnota bakınız) haklılığını tersinden ortaya koyacaktır. Zira<br />

Smith, yaşadığı dönemin şartlarına uygun olarak <strong>ve</strong> bir ‘ideal tip/model’in gerektirdiği varsayımsal<br />

15 Weber (1978), aslında formal-kurumlaşmış ‘araçsal akıl’la sınırlı olarak düşünülmek <strong>ve</strong> ele<br />

alınmak zorunda olmadığımız <strong>ve</strong> tarihsel toplumsal bağlamları (da) dikkate alan farklı bir<br />

‘piyasa işleyiş mantığı’nı (alternatif bir iktisat çalışma metodu olarak ‘socioeconomics’i)<br />

ekonomi dünyasına önerirken, Polanyi (1957) de sonraları bütünüyle amaca dönük ‘araçsal<br />

akıl’la sınırlı piyasa işleyişinin pozitif anlamıyla sadece <strong>ve</strong> sadece İngiltere için, o da belli bir<br />

tarihsel dönemle sınırlı olarak geçerli olduğunu ortaya koyarak klasik geleneğin hatırlatıcısı<br />

olmuştur.<br />

16 Her ne kadar, kapitalizmin kurumlaşmasını derinleştirdiği ileri dönemlerinde<br />

Weber’in iktisadi alanın ‘otonom’ niteliğine yaptığı vurgu giderek belirginleşmiştiyse<br />

de, O’nun düşüncesini asıl temsil eden, ta en baştan piyasanın ‘kendi çıkarı’<br />

ekseninde hareket eden ‘ekonomik insan’ının özellikle bürokratikleşme <strong>ve</strong><br />

kurumlaşmanın kalıplaştığı aşamalarında ‘diğerlerinin çıkarlarının bütünüyle gözardı<br />

edilmesine’; bunun da paradoksal olarak, ‘bireysel öz çıkarı (da) riske edeceğine’<br />

(Weber, 1978, Cilt I: 30-1; ayrıca bakınız, Swedberg, 1998) önem <strong>ve</strong> öncelik<br />

<strong>ve</strong>rmiştir.


düşünce tarzının gerektirdiği doğrultuda isabetle piyasanın ‘serbest’ olduğu saptamasını ilk yapan kişi<br />

ise de, hiç de indirgendiği gibi, ortaya koyduğu modeli evrensel bir zorunluluk olarak dayatma niyetine<br />

sahip bir ‘serbest piyasa’ teorisyeni değildir. O sadece, yaşadığı dönemin sorunlarının en optimumda<br />

bu tarz, yani ‘serbest piyasa’ içinde çözülebileceğine inanan bir ‘moral düşünür’dür. İngiltere<br />

koşullarında nicel olarak giderek çoğalan yeni yükselen bir grubun (sonraları burjuvazi olarak<br />

nitelendirilecek olan) feodal kısıtlardan kurtulması <strong>ve</strong> feodal ayrıcalıklardansa eşit <strong>ve</strong> çaba/emeğe<br />

dayalı yarışma ortamının egemen kılınması anlamında bir serbest piyasa savunuculuğu sözkonusudur<br />

burada –ki, bilindiği gibi, feodal ayrıcalıklarının yerini insani çabaya dayalılığın alması anlamında<br />

burjuva düzenini Marks bile olumlamıştır. Bütün büyük düşünürlerin maruz kaldıkları indirgenme<br />

tuzağına düşürerek O’nun kendi döneminin sorunlarına ‘derman olma’ kaygısından kaynaklanarak<br />

oluşturduğu bu teorisini/düşüncesini tarihsel <strong>ve</strong> bağlamsal çerçe<strong>ve</strong>sinden uzaklaştırarak<br />

mutlaklaştıranlar ise, ayrıcalıklı feodal toplum <strong>ve</strong> ekonomi düzenine tepki <strong>ve</strong> yanıt olarak geliştirilen<br />

‘serbest piyasacı düzen’in yeni egemenleriyle bağlantı halindeki ‘liberal’ <strong>ve</strong> ‘neo-liberal’ takipçileri<br />

olmuştur. Bu nedenle, teoride geçerliliği ta en baştan çürütülmüş de olsa, ‘neo-liberal cila’ altında<br />

günümüzde yeniden bir varlık mücadelesi <strong>ve</strong>ren ‘serbest piyasacı’ tezlerin sonunu (pratikte) getirmek,<br />

ardındaki güçlü egemen sınıf desteğinden olsa gerek, halen mümkün olabilmiş değildir.<br />

Ancak, sözkonusu sistemin kalıcı <strong>ve</strong> yapısal özellikleri bağlamında ele alındığında, belki de son bir<br />

deneme kabilinden “neo-liberal dalga” biçiminde ‘Kıta Avrupası’na da “dayatılan” yeni serbest piyasa<br />

kapitalizminin de sonunun geldiği kesin gibidir. <strong>Bir</strong>eysel çıkar yerine toplumsal yarara, bireysel<br />

rasyonaliteyle sınırlı (özellikle de sistemin oturmasının ardından ‘araçsal aklın’ zaaflarından muzdarip<br />

haliyle) yönelimin yerine bireyleri öznelere dönüştüren kültürel-felsefi/düşün(üm)sel <strong>ve</strong> manevi/dini<br />

boyutların (da) önemine, <strong>ve</strong> iktisadi alanda planlama, sosyal gü<strong>ve</strong>nlik, güçlü işçi örgütlenmesi gibi<br />

yapılanmalara vurgu yapmak isteyen “eski Avrupa” da bundan böyle bu konuda kendisini daha özgür<br />

hissedebilecektir. Bu çerçe<strong>ve</strong>de, toplum olmadan bireyin oluşup yaşatılamayacağı gerçeğini neredeyse<br />

bütünüyle gözardı etme gibi bir noktaya gelmiş gibi gözüken, bireyselliğe <strong>ve</strong> bireysel çıkara vurgu<br />

yapan, belki bundan daha da önemlisi bununla da yetinen ‘serbest piyasa’cı Anglo-Amerikan ile ‘Kıta<br />

Avrupası’ arasındaki gelenekler arasındaki farkın boyutlanarak açılacağı ileri sürülebilir. Gerçekte, böyle<br />

bir farklılaşma eğiliminin derinleşeceğine dair pek çok ila<strong>ve</strong> işareti Irak savaşı <strong>ve</strong>silesiyle de bugünden<br />

gözlemlemiş bulunuyoruz.<br />

Yorumlandığı <strong>ve</strong> uygulama alanı bulduğu haliyle ‘kapitalist düzen’in, temelde yatan ‘hata’sı (ya da ta<br />

başlangıçtaki iç çelişkisi), serbest piyasa ekonomisinin sosyo-politik düzlemlerle bağlantılı olarak<br />

getirmeyi vaad ettiği bireysel özgürlük <strong>ve</strong> demokrasinin bir avuç insana refah, geri kalanlara ise sadece<br />

ekonomik değil, onları insanlıktan aşağı bir kerteye düşürecek denli kötü koşullar sunmuş olmasıdır.<br />

Artık kesin olarak anlaşılmıştır ki, piyasa oyuncularının bütünüyle bencil yönelimli araçsal akıl<br />

yönelimli davranan ‘ekonomik insan’ ekseninde algılandığı bu ‘serbest piyasacı model’de ‘ihtiyaçların<br />

sınırsız’lığı ‘kuralı’ da, sadece parası olanlar için geçerliyken, yoksulun payına düşen ‘yoksulluk <strong>ve</strong>


toplum dışına itilmişlik’teki sınırsızlık olmaktadır. Bilindiği gibi gerçekte sadece yoksullar için işleyene<br />

‘kaynakların kıt’lığı varsayımı ise, genel olarak ‘kıt’ olan şeyin özenli kullanımı yönünde bir hassasiyeti<br />

de sistem-içi kalıcı bir unsur olarak yerleştireceği yerde, sadece yarışı kızıştıran bir itici güce<br />

dönüşmektedir. Bu durumda, ‘kıtlık’ gerçeğinin de tersinden sadece ‘yoksullar’ için işletiliyor olduğu<br />

gerçeği bir yana, ‘şeylerin’ kıtlığı <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya sınırsızlığı kabullerinin sonuçları dikkate alınarak gereğinin<br />

yerine getirilmemesinin uzun vadeli sonuçlarının salt yoksul bir kitleyle sınırlanamayacak, bütün<br />

insanlar açısından geçerli bir tehlike içerdiğine (hem toplum halinde yaşamanın bütün gereklerine<br />

pervasızca sırt dönülmesi hem de doğanın pervasızca tüketilmesi anlamlarında) de ayrıca dikkat çekmek<br />

isterim.<br />

Buradaki iddiayı, gerçekçi <strong>ve</strong> hatta belki de ‘muhalif ruhlu’ olarak nitelendirebileceğimiz bir<br />

kapitalistin düşüncelerinden bir alıntıyla noktalamak istiyorum. Macar asıllı banker olan George Soros<br />

‘açık toplum <strong>ve</strong> demokrasi’ye günümüzde yönelen en büyük tehdit olarak genelde liberal kapitalizmini,<br />

özelde de kendi iş alanı olan finans kapitalizmini ilan etmektedir: “Her ne kadar mali piyasalarda<br />

büyük ser<strong>ve</strong>tler kazanmış olsam da, liberal kapitalizmin dizginsiz gelişmesinin açık <strong>ve</strong> demokratik<br />

toplumumuzu tehlikeye düşürmekte olmasından korkuyorum. Açık toplumun başlıca düşmanı artık<br />

komünizm değil, kapitalist tehdittir…Çok fazla rekabet <strong>ve</strong> çok az işbirliği tahammülü imkansız eşitlik<br />

<strong>ve</strong> istikrarsızlıklara yol açabilir.” (Soros, Yeni Şafak, 26. Ekim.2003: 7).<br />

4) Sonuç: Modernist Paradigmanın (Topyekün) ‘İflası’ <strong>ve</strong> ‘Doğu’nun Yükselişi<br />

Yukarıdaki üç nokta etrafında özetlemeye çalıştığımız gelişmeler, günümüzde gelişmiş/batılı kapitalist<br />

ülkelerin ‘küreselleşme’ denilen süreç boyunca neden kendi kapitalist modellerini (başarılı bir biçimde)<br />

empoze etmeyi sürdürmek şöyle dursun, egemen oldukları dönemler boyunca varlıklarını<br />

önemsemedikleri, yok saydıkları <strong>ve</strong>ya görmezden geldikleri başka toplumsal/kültürel ortamlarla<br />

yüzleşmek/hesaplaşmak zorunda kalacaklarını/kaldıklarını, <strong>ve</strong> neden bu yüzleşmenin önümüzdeki<br />

dönemde daha da derinleşerek artmak durumunda olduğunu ortaya koymaktadır. Peki, batının, ‘batıdışı’<br />

olarak ‘ötekileştirdiği’ <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya dışladığı toplumsal, ulusal <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya kültürel ortamlar açısından<br />

baktığımızda yaşanmakta olanı nasıl anlamlandırmalıyız? Bu sürecin sonunda (yukarıda kısaca<br />

tartışılan nedenlerle) ‘ideal tipik’ anlamda bilindik batılı kurum <strong>ve</strong> değerlerin batının ötekileri lehine<br />

olmak üzere başka bir modele evrilmesi/dönüşmesi beklenmelidir. Modern dönem’de batının ‘öteki’si<br />

olagelmiş toplumlar <strong>ve</strong> kültürler açısından bu yeni süreç, görece ‘özgürce’ <strong>ve</strong> önceleri aşağılanan<br />

nitelikleri üzerinden varlık <strong>ve</strong> etkinlik gösterebilecekleri <strong>ve</strong> büyük bir olasılıkla da ‘yeni dünya<br />

düzeni’nin alacağı yeni biçimin şekillenmesinde büyük bir rol oynayabilecekleri bir ‘dinamik fırsat<br />

alanı’ olarak okunmalıdır.<br />

Yani, gelişmiş kapitalist ülkeler, şayet diğer kültürleri yoğun <strong>ve</strong> dinamik etkileşim ortamında pasifize<br />

edemeyecek olurlarsa, yani ümit etmeyi hala sürdürdükleri gibi gelişmiş kapitalist ülkelerin lehine


yontularak derinleştirilecek bir ‘küreselleşme’ gerçeği yaratılamazsa alternatif bir dünya medeniyetine<br />

geçiş kesindir: Ki, bu çalışmanın iddiası gelişmelerin bu yönde sinyaller <strong>ve</strong>rmediği yönündedir; en<br />

azından batılı medeniyetin hakimiyetinin devam ihtimalini dikkate alsak bile, daha şimdiden bu<br />

medeniyetin ideal tipik haliyle eskisiyle aynı şey olmaktan çıkmış olması nedeniyle… Bu anlamda <strong>ve</strong><br />

sonuç olarak, adına ‘küreselleşme’ olarak nitelendirilen bu karmaşık yeniden yapılanma/oluşum<br />

süreci, belli bir dünya merkezinden bize dayatılan bir seçenek ya da hazır çözüm/reçete olmak<br />

şöyle dursun, bizi kendi benliklerimizi yeniden inşa etmekle karşı karşıya bıraktığı kadar,<br />

(ulusal) kimlik <strong>ve</strong> kendi “yerel”imizle de yüzleşmek zorunda bırakan bir süreçtir: Zira, içinde<br />

bulunduğumuz bu sancılı süreç, hazır kurum <strong>ve</strong> değerlerin gü<strong>ve</strong>nli limanına sığınma<br />

rahatlığını/ayrıcalığını hiç kimseye <strong>ve</strong>rmeyecek gibi görünmektedir.<br />

Bu (yeni) süreçte özel olarak “İslam”, (aşağıdaki ilgili bölümlerde ele alınacağı gibi bunun Türkiye için<br />

çok daha özel bir önem <strong>ve</strong> anlama sahip de olsa sadece ulusal planda Türkiye’nin değil, ama<br />

Müslüman ülke olsun ya da olmasın uluslararası planda bütün dünyanın (yeniden) yüzleşmek<br />

durumunda olduğu, batı-dışı kültürel bağlamlar arasında bu yeniden şekillenişin belki de en önemli<br />

f(a)ktörü olarak ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bu bağlamda en kırılgan duruş <strong>ve</strong> kimliğin ise kesinlikle<br />

“batıya” ait olacağını dahi ileri sürmek bile mümkündür. Batılı toplumların İslam da dahil doğulu<br />

dinlere yönelik ilgisi de bu çerçe<strong>ve</strong>de giderek artmakta <strong>ve</strong> görünürlük kazanmaktadır. Bunun nedenleri,<br />

her ne kadar derinliğine yapılmış araştırmaları gerektiriyorsa da, krizde olduğunu iddia ettiğimiz<br />

modern kapitalizme dayalı batı medeniyetinin iki kurucu dini olarak kabul edilen Hristiyanlık <strong>ve</strong><br />

Yahudiliğin modernliğin zorunlu uzantısı olarak sekülarizm/laiklik ya da ateizmi benimsemek suretiyle<br />

‘iflas’ etmekte olan düzenle özdeş tutulmalarıyla (<strong>ve</strong> dahası, dinin yerine bunları geçirmeye çalışmış<br />

olmalarıyla) açıklanabilir. Sistemi oluşturan kurum <strong>ve</strong> değerler krize girdiğinde ise, tutunacak bir dal,<br />

bir manevi-ruhsal rehber arayışındaki ‘batı insanı’, İslam gibi, taoizm <strong>ve</strong> budizm gibi manevi<br />

mesajlarına açıkça sahip çıkabilmiş ‘doğulu’ toplumlara yönelmiş, ya da yönelmek mecburiyetinde<br />

kalmıştır.<br />

Öyle ki, bu zorlu sürecin en az zararla atlatılması ‘batılı bağlamlar’ için (<strong>ve</strong> aslında halihazırda da<br />

zaten gerçekleştirmek için yoğun biçimde çaba gösterdikleri üzere) soyut ‘ulus-devlet’i, vaad<br />

düzeyinde kaldığı için “iflas eden” eşit vatandaşlığa <strong>ve</strong> fırsat eşitliğine dayalı evrensel değerler<br />

söyleminin içini (gerçekten) doldurmasına bağlı gibidir. Yani, soyut olanla somut olanın<br />

bütünleştirilmesi anlamında; ‘tekil’ ile ‘genel’in, ‘bireysel’le ‘toplumsal’ın, ‘mikro’ olan ile ‘makro’<br />

olanın (zaten hep böyle olmuş olması gerektiği üzere) bağlantılı hale getirilmesi. ‘Doğulu özellik <strong>ve</strong><br />

gerekler’le uyumlu <strong>ve</strong> dolayısıyla onların ön plana çıkmasıyla koşut olan kültürel çalışmaların <strong>ve</strong><br />

göreceli metod <strong>ve</strong> yaklaşımların ağırlık <strong>ve</strong> öncelik kazanarak, günümüzün sosyal bilim çalışmalarına<br />

damgasını vurmuş olması da ancak bu temel üzerinde açıklanabilir (Özdemir, 2004).


Bütün bunlarla bağlantılı <strong>ve</strong> eş zamanlı olarak deneyimlenen sekülarizm <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya laikliğin krizi ise, en<br />

çok da geleneksel bütün din <strong>ve</strong> kültürlerin tarihin tozlu raflarına terkedilmesini meşru kılan temelin<br />

ortadan kalkması açısından özel bir önem arzeder. Bütün dünyada bir dine dönüş sürecinin yaşandığı<br />

dikkate alındığında mevcut gelişmelerin aynı zamanda bir başka açıdan Weber’in 17 ‘geç kapitalizm’in<br />

(bürokratik teknolojik çağ olarak da ifade edilebilecek) ‘demir kafes’den çıkışla ilgili düşüncesini<br />

bütünüyle doğruladığı teslim edilebilir: Weber’in (1992) sözünü ettiği bu teknolojinin ‘demir<br />

kafesi’nden yegane çıkış yolu yeni peygamberlerin –yani, karizmatik <strong>ve</strong> inançlı insan eylemi- ortaya<br />

çıkması olabilirdi ancak. Ki aslında günümüzde olan da bu; ama Weber günün hakim düşünsel<br />

atmosferinin bir uzantısı olarak ‘batı-dışı’ bağlamları asıl kaynak olarak tasavvur dahi edemeyecek<br />

kadar batının en ileri olanı temsil ettiğine inandığından günümüzde ‘medeniyet çarkı’nın yeniden<br />

‘doğu’ya doğru ‘kırılabileceğine’ ihtimal dahi <strong>ve</strong>rmemişti.<br />

III- ‘İSLAM’IN VE DOĞU’NUN 18 YENİDEN KONUMLAN(DIRIL)IŞI<br />

Bu çalışmada sözü edilen ‘uluslararasılık düzenindeki kaos’un İslami terörle ilgili tarafı, en iyi<br />

olasılıkla bu gerçekliğin, ancak konjonktürel olarak bir değeri olan “yüzeysel” yanının<br />

anlamlandırılmasına hizmet edebilir. Zira, 11 Eylül <strong>ve</strong> Irak savaşı sonrasında İslam ile şiddet arasında<br />

kurulan organik bağa maledilen terörü de içeren “uluslararası kaos” ortamı, bu terörün gerçek mahiyeti<br />

aktüel anlamda bütünüyle “İslami” olsa da olmasa da, yukarıda ispatlanmaya çalışıldığı gibi, aslında,<br />

teknolojik-bürokratik toplumları olarak ulusal bazda örgütlenmiş kapitalizmin sistemik kriziyle<br />

bağlantılıdır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de, demokrasi, özgürlük, bilgi <strong>ve</strong> iletişim toplumu, batılı yönetimlerin<br />

teknolojik-bürokratik <strong>ve</strong> rasyonel üstünlüğü gibi savların geçersizliğiyle <strong>ve</strong> dünya barışının teminatı<br />

olarak NATO <strong>ve</strong> BM gibi oluşum <strong>ve</strong> kurumların oynadıkları olumlu rolün ortadan kalkmakta olduğuna<br />

dair kuv<strong>ve</strong>tli delillere her geçen gün biraz daha fazla rastlar olduğumuz, inkar edilemez bir gerçeklik<br />

olarak karşımıza çıkmaktadır.<br />

Buna karşın, dünyanın yeniden şekillenme sürecinde son dönem uluslararası gündemi belirleyen<br />

tartışma, İslami teröre dayandırılan 11 Eylül; <strong>ve</strong> onu takiben de, uluslararası kuruluşların bile<br />

onaylarına ihtiyaç duyulmaksızın Ortadoğu’da talihsizce <strong>ve</strong> alelacele gerçekleştirilen askeri<br />

17 Weber, uzun dönemde sekülarizmin eşlik ettiği bir teknik çağın bugün yaşadığımız<br />

türden tehlikelerine dikkatimizi çok önceden çekmişti.<br />

18 Çalışma ilerledikçe de görüleceği gibi, aslında burada ileri sürüldüğü haliyle<br />

‘İslami/doğulu’ bağlam dediğimiz şeyin en kapsayıcı teorik açılımı, modern dönem<br />

boyunca batının ‘ötekisi’ olagelmiş bütün dini/kültürel bağlamları (da) içere(bile)n bir<br />

niteliğe sahiptir. Ayrıca not edilmelidir ki, modern dönemde zıtlaştırıcı-dışlayıcı<br />

dikotomik bakış açısı <strong>ve</strong> kavramlaştırma anlayışının hakimiyetine karşın, bu<br />

‘İslami/doğulu’ bağlamın içinde bir çok bakımdan ‘doğu’lu kültür <strong>ve</strong> medeniyet<br />

kaynaklarıyla etkileşimi içinde olgunlaşan ‘batı medeniyeti’nin kendisi bile<br />

bulunmaktadır (bkz, Hodgson, 1995, Cilt II: 403).


operasyonlar olmuştur. Tek başına bu süreçte yaşanan gelişmeler bile uluslararası hukuk <strong>ve</strong> saygın<br />

kuruluşların deneyimledikleri itibar <strong>ve</strong> meşruiyet kaybını ispatlamaya yetecektir. Buradaki temel <strong>ve</strong><br />

ikinci öncelikli bir diğer sorun ise, hiç de (en azından bütünüyle) askeri bir soruna indirgenmesi<br />

mümkün olmayan bir uluslararası ‘sorun’un çözümünün askeri önlemlere indirgenmiş olmasıyla<br />

bağlantılıdır. Evrensel kabul gören ya da bilinen akıl, mantık <strong>ve</strong> vicdan sınırlarıyla anlamlandırılması<br />

neredeyse olanaksız olan bu savaşta (ya da daha doğru bir ifadeyle tek taraflı saldırıda), gerek ulusal<br />

gerekse de uluslararası oluşumlar/birimlerin ortaya koyabildikleri, ne yazık ki, yasal ya da meşru <strong>ve</strong><br />

hatta izah edilebilir <strong>ve</strong> anlaşılabilir olarak nitelendirilebilecek bir kavram <strong>ve</strong> eylem zemininden ne denli<br />

uzaklaşıldığını sergilemekten ibaret kalmıştır. ‘İsrail-Filistin meselesi’ olarak literatüre geçen<br />

kangrenleşmiş sorun açısından ise insanlık olarak <strong>ve</strong>rdiğimiz sınav daha da yüzkızartıcıdır. Olup biten<br />

karşısında takınılan tavır hangi uluslararası hukuk, hangi barış, hangi evrensel insnlık değerleri vb.leri<br />

ile makul <strong>ve</strong> meşru gösterilebilir? Oysa (batılı paradigmanın umursamazlığına teslim olan) bizler,<br />

öylesine uzun yıllardır seyirdeyiz ki ölümü <strong>ve</strong> acıyı, adeta kanıksadık…<br />

Çok derin <strong>ve</strong> yapısal nedenlerden kaynaklanan ‘Ortadoğu sorunu’un, bu bölgenin dini olmaya<br />

indirgenen İslam’a <strong>ve</strong> İslam’ın da terör <strong>ve</strong> şiddetle özdeşleştirilmesine vardırılması tam bir talihsizlik<br />

olmuştur. Ancak, uluslararası topluluğun yaşanan sorunun özünde askeri olduğu <strong>ve</strong> teröre karşı<br />

yürütülen kaçınılmaz bir savunu niteliğine sahip olduğu konusunda ikna edilmesine yönelik çabalar<br />

boşa çıkacak gibidir. Bu, ‘uluslararasılık’ düzeninde yaşanan anlam/içerik, kurumsal itibar <strong>ve</strong><br />

fonksiyon kaybının en son <strong>ve</strong> çarpıcı örneği, son Irak krizi/savaşı sırasında yaşanmış olup hafızalarda<br />

oldukça taze olmasına karşın böyledir.<br />

Böylece, iddia edildiğinin aksine en ileri silahlarla (bile) kısa sürede sonlandırılamayan bu savaş<br />

sürecinde yaşanan, bir bakıma, ‘batılı modern medeniyet projesi’nin yukarıda tartışılan temel<br />

bileşenleri açısından ‘ideal tip’leri <strong>ve</strong> son kaleleri durumundaki Anglo-Sakson geleneğin (bu gelenek,<br />

batılı medeniyet projesinin beşiği olan İngiltere <strong>ve</strong> ABD örneklerinin ‘serbest piyasaya’ indirgenmiş<br />

yorumu/formu olarak özetlenebilir) iflası olmuştur. Hele de ‘Irak’a özgürlük <strong>ve</strong> demokrasi götürme’<br />

tezinin, savaşın ardından, ABD <strong>ve</strong> İngiltere vatandaşlarınca dahi tepki <strong>ve</strong> belki de alayla karşılanan bir<br />

iddia olduğunu da hatırlayacak olursak... Sıcak savaş sonrasında bölgeye yeniden düzen getirme<br />

çabalarında ‘dış dinamiklerden’ ziyade bölge içi (İslami) dinamiklerin ağırlık kazanması da her şeyden<br />

önce bu çerçe<strong>ve</strong>de anlam kazanmaktadır. Kapitalist sistemin krizi olarak tezahür ettiğini ileri<br />

sürdüğümüz “uluslararasılıkta kaos” ya da “yeni dünya düzensizliği”nin ‘İslami faktör’ü özel olarak ön<br />

plana çıkardığı iddiamız da (genel olarak doğulu/dayanışmacı bağlamların uluslararası ölçekte<br />

öneminin artırmasının ötesinde) işte böyle bir çerçe<strong>ve</strong> içinde anlam kazanmaktadır.<br />

1) İslam’ın Yeni Süreçteki ‘Ayrıcalıklı’ Konumu


Tam da “<strong>Siyasal</strong> İslam’ın iflası”ndan 19 sözedildiği bir dönemde paradoksal gibi algılanabilecek bu<br />

saptama genel olarak, İslam’ın siyasal-ideolojik durumunun İslam’ın kapitalist-ulus devlet dönemine<br />

uyarlanmış “kolayca kurulup-çözülen” bir formu olarak 20 tarihsel olarak derinliği olan aidiyetler<br />

açısından (en genel anlamıyla bir din olarak İslam dahil) pek de bir öneme sahip olmaması ekseninde<br />

açıklanabilir. Bu iddia Huntington’ın (1993) “medeniyetler çatışması” tezinde de karşılığını<br />

bulmaktadır. Huntington, isabetle, soğuk savaş öncesi dönemin ekonomik çatışmasının <strong>ve</strong> soğuk savaş<br />

yıllarının ideolojik çatışmasının yerini günümüzde kültürel nitelikli çatışmanın alacağını/aldığını ileri<br />

sürmektedir. Bu nedenle, batılı (ya da batıcı) olmayan bir bakış açısından, hele de “çatışmanın”<br />

kültürel alana sirayet edeceği dikkate alındığında, Huntington’ın çalışmasını, (genellikle yapıldığı gibi)<br />

bir medeniyet çatışmasından ziyade, hegemonik medeniyetin gücünü kaybetmesinden kaynaklanan bir<br />

yeni medeniyet arayışında, dünya üzerindeki bütün kültür <strong>ve</strong> medeniyetlere eşit görev <strong>ve</strong> etkinlik<br />

imkanı doğacağını haber <strong>ve</strong>ren bir tez olarak değerlendirmek daha yerinde olacaktır. Bu anlamda,<br />

İslam medeniyetine özel bir önem atfediliyorsa şayet, ki ediliyor, bu onun ‘yeni medeniyet’i<br />

şekillendirme konusunda sahip olduğu kültürel/dinsel (<strong>ve</strong> hatta belki konjonktürel de) avantajlarla ilgili<br />

olmalıdır. Bu avantajlar şu alt başlıklar altında irdelenebilir:<br />

1) Çoğulcu <strong>ve</strong> eklektik tarihsellik: Bu bakımdan İslam dininin ilk <strong>ve</strong> en önemli avantajı, farklılıkları<br />

oldukça uzun bir tarihsel dönem boyunca uzlaştırabilmiş bir medeniyet pratiğine sahip olmasıyla<br />

ilintilidir: “ulusal(cı)” modelin krizde olduğu <strong>ve</strong> kimlik <strong>ve</strong> fark konularının yeniden ‘uzlaştırılması’<br />

zorunluluğuyla karşı karşıya olduğumuz bir dönemde böylesi bir tarihselliğin <strong>ve</strong> habitual (Bourdieu)<br />

çerçe<strong>ve</strong>nin el<strong>ve</strong>rişli bir uygulama zemini sağlayacağı açıktır. Böylece, çok değişik medeniyet <strong>ve</strong><br />

kültürleri eklemleyebilen <strong>ve</strong> bir arada çoğulculuğu içinde yaşatabilen bir ‘dünya medeniyeti’nin altına<br />

uzunca yıllar imzasını atmış olma özelliği nedeniyle İslami bağlamlar –özellikle de doğulu/İslami<br />

bağlamın ideal tipik temsilcisi sayılan Osmanlı düzeni, günümüzün kültür <strong>ve</strong> fark konularıyla başı<br />

dertte uluslararsılık bağlamı için giderek artan bir bilinçle dikkat yöneltilen ortamlarını<br />

oluşturmaktadır.<br />

2) Kapsadığı-ilintili olduğu coğrafi alanın genişliği <strong>ve</strong> kritik niteliği: İslam dininin halihazırda<br />

coğrafi olarak neredeyse bütün dünya üzerine yaygın bir niteliğe sahip olması <strong>ve</strong> dünya nüfusunun<br />

yaklaşık 1/3 kadarının Müslüman olmasının sağladığı nüfus avantajının uluslararası dengeler<br />

bakımından dikkate alınması gereği, hayatiyet arzeden noktalar arasında sıklıkla dile getirilmeye<br />

19 Oli<strong>ve</strong>r Roy’un bu saptamasına ancak siyasal/ideolojik İslam’ın iflası anlamında<br />

katılınabileceğini gerekçelendirdiğim bir başka çalışmam için bkz: Özdemir (2003c).<br />

Bu arada içinden geçtiğimiz dönemde zaman öylesine hızlı akıp gidiyor olmalı ki,<br />

dönemin kaotik ruhunun bir yansıması olarak Roy, neredeyse bu kitabında ileri<br />

sürdükleriyle taban tabana zıt <strong>ve</strong> bizim buradaki perspektifimizi destekleyen türden<br />

düşüncelerle dolu yeni kitabını çoktan okurun bilgisine sundu bile (?????).<br />

20 Buradaki temel karşıtlık, ‘doğunun tarih <strong>ve</strong> kültürel derinliği olan geniş anlamda<br />

siyaseti’ne karşılık ‘araçsal akıl kullanıma dayalı, yararcı <strong>ve</strong> manipülatif batılı dar<br />

anlamda parti siyaseti’nden kaynaklanır.


aşlanmıştır. Sovyetler <strong>Bir</strong>liği’nin dağılmasının ardından ‘İslami faktör’ün ulusal temsil düzeyinde de<br />

(Orta)doğuyla sınırlı kalmayarak Afrika <strong>ve</strong> Asya yanında Avrupa’yı 21 da içerir hale gelmesi (örneğin,<br />

“Avrupa Gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> İşbirliği Anlaşması”na taraf olan tek müslüman ülke Türkiye iken, bu sayı<br />

1990’ların sonunda 9’a çıkmıştır.) bu çerçe<strong>ve</strong>de ayrıca önemlidir.<br />

3) Bizatihi ‘batı’ tarafından ‘batının antitezi’ olarak ilan edilmiş olması: İslam’ın, bizatihi şu anda<br />

krizde olan batı medeniyetinin güçlü olduğu dönemlerde doğulu-İslami modeli kendi anti-tezi olarak<br />

algılamış <strong>ve</strong> ilan etmiş <strong>ve</strong> hatta kendisini İslami modelin zıttı olarak kurmuş olmasından kaynaklanan<br />

bir “avantaj”ından daha sözedilebilir –ki, bu durumu, salt siyasi <strong>ve</strong> konjonktürel bir realite olarak değil,<br />

soğukkanlı bir biçimde tarihten <strong>ve</strong> kültürel/dinsel (Hristiyanlık <strong>ve</strong> İslam dini bağlamında)<br />

farklılıklardan kaynaklanan nedenleriyle de algılama <strong>ve</strong> çözümleme gereği vardır. Bu bakımdan<br />

‘sihirli’ ayrımlaştırma, (Weberyen analizden kalkarak) ekonomistik/maddeci, hiyerarşik <strong>ve</strong> parçalı (ki<br />

bu, ‘ulus-devlet’ oluşumlarının da tarihsel/kültürel temelini oluşturmuştur) batılı formasyona karşı<br />

“kültürcü”, paylaşımcı/dayanışmacı, eşitlikçi <strong>ve</strong> içerici doğulu formasyondur.<br />

Bütün dünyanın, ‘batılı rasyonel kapitalizm’in (<strong>ve</strong> bu yeni modelin doğduğu toplumların hiyerarşik <strong>ve</strong><br />

dışlayıcı tarihsel/kültürel arkaplanlarının) gerekleri doğrultusunda ‘ulus-devlet’lere bölünmesi,<br />

toplumlar arasında varolan tarihsel-kültürel farklar nedeniyle, aslında bu daha oyunun en başında, batılı<br />

tarihsel arkaplanla uyumlu, dolayısıyla batılı devletlerin lehine, ama doğulu tarihsel arkaplanla<br />

uyumsuz, dolayısıyla da doğulu devletlerin aleyhine bir gelişme olarak tezahür ediyordu. Doğuda<br />

ortaya çıkan ‘ulus-devlet’ler içinde Türkiye <strong>ve</strong> İran gibi güçlü devlet geleneği 22 arkaplanına sahip<br />

ülkeler için bu (zorlu) süreç, bir biçimde baş edilebilir iken, örneğin Arap ülkeleri örneğinde olduğu<br />

gibi tarihsel olarak devlet yönetme deneyimi hiç bulunmayanlar için oldukça dezavantajlı bir durum<br />

yaratmıştı. Bu noktayı güncel bir gelişmeyle desteklemek için savaş sonrası Irak’a bir göz atmak<br />

yeterlidir: Kapsadığı zaman dilimi dikkate alındığında tahammül sınırlarını aşan kaotik duruma çözüm<br />

21 Burada <strong>ve</strong>rilen bilgiler için bakınız: Davutoğlu (2001: özellikle bkz., 250-268).<br />

Ayrıca, Avrupa’daki müslümanların nicel <strong>ve</strong> nitel önem <strong>ve</strong> ağırlıklarını <strong>ve</strong> karşı<br />

karşıya oldukları problemleri ele alan iki çalışma için bakınız: Cesari (2003) <strong>ve</strong><br />

Esposito (2003). İslam dininin ABD’li siyahlar arasında yaygınlaşmasının tarihsel<br />

seyrini konu edinen bir başka çalışma için de bakınız: Keskin (1998).<br />

22 Devletin ‘sosyal mühendislik’ yapmak suretiyle üstlendiği modernleştirici <strong>ve</strong><br />

geleneksel toplumsal düzenlerin yeni dünya sistemi <strong>ve</strong> modern medeniyetle uyumlu<br />

hale getirilmesinde güçlü devlet aygıtına başvurulması aslında salt doğulu/İslami<br />

geleneğin değil geç sanayileşene batılı ülke örnekleri için bile geçerlidir <strong>ve</strong> bilindiği<br />

gibi toplum mühendisliğinin en iyi bilinen <strong>ve</strong> tipik örneği katolik Fransa’dır. (Bütünüyle<br />

bu düşüncemizi doğrulayan Durkheim sosyolojisinde devletin oynadığı çifte rol –biri,<br />

eski düzenle yenisi arasındaki uyumsuzlukları gidermek bakımından oynadığı geçici<br />

rol, diğeriyse yeni sistem için gerekli şartları yaratmak <strong>ve</strong> olgunlaştırmak üzere<br />

oynadığı kalıcı-yapısal rol olmak üzere- için özellikle bakınız Durkheim, ?????).


aranırken akla gelen iki seçeneğin de bölgedeki devlet geleneğine sahip bu iki müslüman ülke olması<br />

da bu çerçe<strong>ve</strong>de tesadüf sayılamaz. 23<br />

2) İslam, ‘Demokrasi <strong>ve</strong> Kapitalizm’le Bağdaşmaz<br />

mı?<br />

Bu soruyu, kalıcı-yapısal dinamikler ekseninde İslam-kapitalizm <strong>ve</strong> demokrasi ilişkilerini dikkate<br />

alarak yanıtlamaya çalışırsak, konuyu öncelikle iki ana başlık altında irdeleyebiliriz:<br />

a) Uzlaşmazlık tezini yeniden anlamlandırmak:<br />

Bilindiği gibi, modernizmin ‘altın çağları’nda hiç kimse İslam <strong>ve</strong> kapitalizm/demokrasinin<br />

bağdaşmazlığından kuşku duymamıştır. Bu noktayı derinlemesine tartışmak bu çalışmanın kapsamı<br />

dışında kalmakla beraber, bizatihi Müslümanların bile bu önermenin geçersizliğini kitlesel düzeyde<br />

boşa çıkarmaya çabalamamış olmaları da bu düşüncemizi desteklemektedir. Bu da göstermektedir ki,<br />

bu tip iddialar sadece batının sömürgeci emelleriyle açıklanamayacak olup ciddi bir tarihsel sosyokültürel<br />

arkaplana sahiptir. Weber’in çok önceleri dikkatimizi çekmiş olduğu gibi, bu modeller<br />

(‘doğu’lu <strong>ve</strong> ‘batı’lı) arasındaki uyuşmazlık, boş <strong>ve</strong> salt ideolojik bir iddia olmaktan öte tarihsel, sosyokültürel<br />

<strong>ve</strong> siyasal karşılıkları olan bir gerçekliğe tekabül etmekteydi. Ama, değişmez <strong>ve</strong> birbiriyle<br />

etkileşmez ‘öz’lermiş gibi mutlaklaştırılmaksızın tarihselliği içinde anlaşılması gereken bir<br />

gerçekliğe... Günümüzde bunun aksini ortaya koyan somut gelişmeler yanında “oryantalist” söylemin<br />

bir kenara bırakılmasına yol açan <strong>ve</strong> bunun aksini iddia eden alternatif bakış açılarının bilim<br />

dünyasında egemen hale gelmesi de bizim düşüncemizle paralel bir gelişme olarak ayrıca<br />

zikredilmelidir.<br />

Bu çalışmaya özgü yaklaşımın tercih ettiği haliyle mesele, doğu ile batı arasındaki gözardı<br />

edilemeyecek denli önemli olan bu kimlikleri tanımlayıcı olmaları bakımından öze dair olsa da<br />

farklılıkların iki toplumsal yapının genel olarak karşılaştırılmaları sözkonusu olduğunda biçime dair<br />

23 Farklı biçimlerde devlet <strong>ve</strong> toplum düzeni sağlama konularında derin tarihselliklere<br />

sahip iki bölge ülkesi olarak Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın bölgede görmesi muhtemel işlevin<br />

önümüzdeki dönemde daha da belirginleşeceği öngörülebilir. Irak’ın cemaat tipi<br />

organizasyon ile denetime yatkın şia ağırlıklı toplum yapısı <strong>ve</strong> bu grubun, bu<br />

çalışmanın kapsamı içerisinde tartışılması mümkün değilse de, savaş sonrası<br />

koşullarda ‘nizam’ sağlamada sergilediği performansın da önümüzdeki dönemi<br />

belirleyecek etmenler açısından dikkate alınması gerekmektedir. Yakın döneme ait<br />

benzer başka gelişmeler tarafından da desteklendiği gibi, dış politika açısından<br />

Türkiye’nin bölge/komşu İslam ülkeleriyle kuracağı ilişkilerin niteliği, bu nedenlerle,<br />

bölgede oynayacağı rolde sağlayacağı başarı bakımından bütünüyle tayin edici<br />

olacak gibi gözükmektedir. Hele de, Irak özelinde ABD’nin klasik ‘ilişki kurma’ <strong>ve</strong><br />

‘sorun çözme’ anlayışının bütünüyle çöktüğü dikkate alındığı zaman.


olması gerektiği şeklindedir. Şöyle ki, her iki sistemin de özleri itibariyle refah-zenginlik-eşitlik,<br />

özgürlük vb. hedeflerde ortak olduklarının inkar edilemeyecek gerçekler olup, asıl fark, bu hedeflerin<br />

tanımlanması, algılanması <strong>ve</strong> bunlara giden yollar bakımından sözkonusu edilmelidir. Dolayısıyla,<br />

sözü edilen uzlaşmazlığın ‘öz’ler sözkonusu olduğunda hangi anlamda geçerli <strong>ve</strong> isabetli olduğu şöyle<br />

açıklanabilir: ‘Batılı öz’ün doğal bir uzantısı olan, <strong>ve</strong> sadece bu öz bakımından gerçekten de en<br />

ileri/gelişmiş tarihsel aşamayı temsil eden kapitalist sisteme <strong>ve</strong> onun uzantıları olan ‘ulus-devlet’ <strong>ve</strong><br />

‘(temsili) demokrasi’ gibi siyasal işleyiş formlarına tarihsellikleri <strong>ve</strong> sosyo-kültürel çevrelenmişlikleri<br />

içinde, yani mutlaklaştırmadan yaklaşma zorunluluğumuz bulunmaktadır. ‘Zayıf hiyerarşi bilinci’ <strong>ve</strong><br />

sınıfsız toplum olma özellikleriyle doğulu toplumların öncelikli sorunlarının <strong>ve</strong> bunlara yanıt <strong>ve</strong>recek<br />

çözüm yol <strong>ve</strong> mekanizmalarının da farklı olmasından daha doğal bir sonuç olamazdı. Sonuç olarak,<br />

tarihsel-toplumsal bir gerçekliğe tekabül ettiği ölçüde doğuyla batılı özellikler arasındaki bu<br />

uzlaşmazlık bir tarz <strong>ve</strong> kültür olarak demokrasi vb. insanlığa hizmet edecek türden evrensel değerlerle<br />

İslam’ın uyuşmaması anlamında değil, bu değerlere yüklenen anlam, önem <strong>ve</strong> önceliklerle bunların<br />

gerçekleştirilmeye çalışıldığı mekanizmalar bakımından deneyimlenen derin tarihselliğe sahip<br />

farklılıklardadır.<br />

Öyleyse, yeni ortaya çıkan bu (batılı) medeniyetin teknolojik üstünlükleri dikkate alındığında bu<br />

formlarla bir şekilde uzlaşıp eklemlenmek zorunda olan bağlamlar açısından sorun, bu birbirinden çok<br />

farklı iki sistemin hızlı uyumlandırılmasındaki güçlükten kaynaklandığı ileri sürülebilir. İdeal tipik<br />

anlamıyla yeni ortaya çıkan bu batılı medeniyet formuyla bir biçimde eklemlenmek zorunda olanlar hiç<br />

kuşkusuz öncelikle coğrafi <strong>ve</strong> tarihsel bağlar açısından onunla ilişki içinde olanlardı, <strong>ve</strong> paradoksal<br />

olarak içinde bizim de dahil olduğumuz ‘İslami doğu’ bu eklemlenmeyi kaçınılmaz olarak yaşamak<br />

durumunda olanların başında geliyordu. Bu durumda, kendi özellikleriyle uyumlu da olsa değişme<br />

zorunluluğuyla karşı karşıya kalan ‘doğu’ için bu değişimin olabildiğince hızlı gerçekleştirilmesi<br />

gereği sorunların asıl müsebbibidir <strong>ve</strong> bundaki zorluk açık olup, sadece herhangi bir toplumsal<br />

bağlamın ‘öz’sel yetersizliği (doğulu toplumların gelişmede gecikmişlikleri bağlamında) <strong>ve</strong>ya kasti<br />

engelleme çabalarıyla (batılı sömürgecilik deneyimi bağlamında) izah edilebilirliği yoktur. Aynı<br />

eklemlenme-uyumlanma zorluğunu Anglo-Sakson (<strong>ve</strong> Protestan) olmayan ‘batının katolik kıta<br />

Avrupası geleneği’nin modern dönemdeki evrimleşme çizgisine baktığımızda da tespit etmek<br />

mümkündür. Bu durumda, eşzamanlı olarak ideal tipik haliyle batılı kapitalizmle uyuşamayan bir<br />

doğulu bağlamla zaman içinde batıda yaşanan değişimlerin <strong>ve</strong> yıpranmanın da etkisiyle kendi farkını<br />

ortaya koyup rasyonel-batılı tarzda ifade edebilir duruma gelen doğu ile batının eşite yakın koşullarda<br />

karşılaşmalarının zaman zaman post-kapitalizm, globalleşme, yeniden yapılanma vb. biçimlerde ifade<br />

edilen kriz dönemine gelmesi hiçbir şekilde tesadüf olarak görülemez.<br />

b) Kapitalizmin derin yapısal krizi <strong>ve</strong> post-kapitalizmin özellikleriyle buluşan İslam:


Sömürgecilik deneyiminin ardından (<strong>ve</strong> bu deneyimin ortaya koyduklarının engelleyici etmenler olarak<br />

rol oynamış olmalarının da ötesinde), İslam ülkelerinin kapitalizm <strong>ve</strong> genel olarak batılı medeniyetin<br />

gerekleriyle en son eklemlene(bile)nler olmasının nedeni de, yukarıdaki iddiayla bağlantılı olarak<br />

(batılı <strong>ve</strong> doğulu bağlamların iç dinamiklerinden <strong>ve</strong> birbirleriyle girdikleri etkileşimlerin niteliğinden<br />

kaynaklanan yanlarıyla) iki yönlülüğü içinde ele alınmalıdır: Batılı bağlam sözkonusu olduğunda bu,<br />

‘serbest piyasacı’ kapitalist iktisadi düzenin kendisini sürekli olarak tuzağına düşmekten kurtaramadığı<br />

tekelci formunun neden olduğu sosyo-ekonomik <strong>ve</strong> kültürel sorunların, döngüsel krizler olarak ihmal<br />

edilebilirliğinin ortadan kalkarak derinleşmiş <strong>ve</strong> yapısal bir varoluş sorununa evrilmiş olmasıyla<br />

bağlantılıdır. Esnek uzmanlaşma, küçük ölçek, vb. bir zamanlar eski/geleneksel düzenin uzantıları<br />

olarak değerlendirilen yeni “form”ların batı dünyasında öne çıkışı da ancak böyle bir çerçe<strong>ve</strong> içerisinde<br />

bütünüyle anlamlandırılabilir. Bu durum kendisini, literatürde “küresel paradoks” olarak da<br />

nitelendirilen “dünya ekonomisi büyüdükçe küçük oyuncuların gücünün artıyor” olmasında gösterir<br />

(Ekinci, 2003). Zira, büyük şirketlerin, bu süreçte, zorunlu olarak -çoğu özerk küçük parçalara<br />

bölünerek- parçalanmak durumunda kaldığı ileri sürülmektedir.<br />

İddia edilebilir ki ‘ideal tipik’ içeriği <strong>ve</strong> anlamıyla klasik kapitalist modelden bu uzaklaşma, (batılı)<br />

kapitalizmin sadece İslami değil, ama diğerlerine bir zemin hazırlayıcı biçimde öncelikle ünlü ‘Japon<br />

modeli ya da mucizesi’ni de içeren, ‘küçük olan’a <strong>ve</strong> toplum-topluluk dayanışmasına dayalı (ya da<br />

bunlara önem <strong>ve</strong> öncelik <strong>ve</strong>ren) doğulu özelliklerle donanmaya başlaması biçiminde tezahür<br />

etmektedir. 24 Yukarıda ileri sürülen iddiayı özetleyerek <strong>ve</strong> vurgulayarak ifade etmek gerekirse, bu<br />

açıklamalardan kaynaklanan önemli bir sonuç, esnek uzmanlaşma vb. ‘sözde’ kapitalizm-sonrası<br />

özelliklerle (ya da ‘post’ <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya ‘disorganized’ kapitalizmin informal açılımlarıyla) 25 , İslam’ın (<strong>ve</strong><br />

diğer dayanışmacı/doğulu bağlamların) kapitalizmle eklemlenmesini zorlaştıran unsurların bizatihi<br />

batılı ülkeler tarafından terkedilmiş olduğudur. İkinci bir nokta da, “post” olarak nitelendirilen bu yeni<br />

dönemi karakterize eden özellikleri kadar, sistemik krizin çözüm olarak sarıldıkları çare <strong>ve</strong> usullerin de<br />

sahip olduğu “doğulu” karakterdir. Sonuç olarak, içinden geçilen sürecin sonucunda ortaya çıkacak<br />

yeni ‘ideal tipik’ modelin oluşumunda ağırlıklı rol oynayan (f)aktörün, kavramın en genel <strong>ve</strong> en<br />

kapsayıcı anlamıyla ‘’batı’nın ötekileri’ olacağı şimdiden ileri sürülebilir. Ancak, bu çalışmanın<br />

24 ‘Japon mucizesi’, bunların ortaya çıkmasında ilk çarpıcı “meydan okuyuşun timsali”<br />

durumundadır. ‘Batı’, kendi ‘ideal tipik’ modelinin sorunlarını aşma sorumluluğuyla karşı<br />

karşıya kaldığında uygulamadaki başarılı sonuçlarıyla da farklılığını koruyarak kendisiyle<br />

eklemlenebilmiş ilk bütüncül (alternatif) model olarak karşısında onu bulmuştur. Belki bazı<br />

tekil sorunlarının çözümü adına başlattığı bu modeli ciddiye alma, kendisine ondan birşeyler<br />

katma sürecinin ulaştığı boyutlar günümüzde artık ideal tipik anlamıyla kapitalist modelin<br />

‘post’ bir formu olarak da sunulmak suretiyle reddedilemez bir gerçeklik durumdadır.<br />

25 Bu konuda, gerek uluslararası gerekse yerli literatürde ortaya konulan kaynak<br />

sayısının çokluğunu <strong>ve</strong> konunun iktisadi boyutuna yabancı olabilecek okuyucunun<br />

merak etme olasılığını dikkate alarak, burada bir-iki klasik <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya kapsayıcı<br />

olduğunu düşündüğüm ilgili kaynağa gönderme yapma ihtiyacı duyuyorum: Bell<br />

(1973); Piore <strong>ve</strong> Sabel (1984); Lash <strong>ve</strong> Urry (1987); Belek (1997); Jameson (1991);<br />

<strong>ve</strong> Drucker (1993).


sınırları içinde çok az ele alınma fırsatı bulunulabilecekse de ‘batılı model’in doğuyla uyuma hizmet<br />

edecek türden değişimleri yanında sözkonusu eklemlenmenin İslami <strong>ve</strong> diğer batılı olmayan<br />

bağlamlarda yol açtığı/açması muhtemel değişikliklerin önemi de belirtilmeden geçilmemelidir.<br />

Genişletilmiş olarak bir başka çalışmada konu edilecek olan doğulu/İslami bağlam sözkonusu<br />

olduğunda ‘doğu’nun deneyimlediği bu değişim süreci açısından tayin edici önemde iki neden<br />

saptanabilir: İlk neden, yukarıda ele alınan ‘batılı kapitalizm’in deneyimlediği değişimle ilintilidir:<br />

Sermaye birikiminin az sayıda elde büyük miktarlarda birikmesiyle uyumlu olmayan ‘kapitalizm’in<br />

ekonomik anlamda İslami-doğulu bağlamla bağdaşır bir nitelik kazanmaya başlaması ‘doğu’ için çok<br />

önemli sonuçlar doğurmuştur. Eşitlikçi-adaletçi-paylaşımcı ‘doğulu-İslami bağlam’ın küçük ölçekli<br />

işletme temelli bir ‘kapitalist işleyiş’le çok az sorunu olacağı/olduğu açıktır. ‘Kapitalist işleyiş’<br />

kavramına karşılık gelmek üzere, burada, daha genel, nötr <strong>ve</strong> daha da önemlisi zorunlu olarak büyük<br />

miktarlarda birikime karşılık gelmeyen ‘iktisadi işleyiş’ nitelemesini tercih etmek yerinde olacaktır.<br />

Zira, bu özellikleriyle batılı ekonomiler kapitalizmin ideal tipik pek çok özelliğinden uzaklaşma eğilimi<br />

içine girmiş <strong>ve</strong> bu çalışmada ileri sürüldüğü üzere bu konuda oldukça yol da almış bir durumdadır.<br />

İkinci neden ise, ‘batılı hegemonik söylem’ <strong>ve</strong> genel olarak mevcut üst yapısal kurum <strong>ve</strong><br />

mekanizmalardaki zayıflamaya paralel olarak güç kazanan doğulu/İslami bünyenin, tepkisel bir radikal<br />

siyasal söylem olma niteliğinden uzaklaşması <strong>ve</strong> kendisini ‘rasyonel’ bir biçimde kurup, sunması <strong>ve</strong><br />

savunabilir hale gelmesinin ekonomik-yapısal <strong>ve</strong> siyasal-kültürel uzantılarıyla bağlantılıdır.<br />

Böylece, Batı-dışı bağlamların dünya ekonomileriyle (<strong>ve</strong>ya kapitalizmle) eklemlenme kervanına<br />

katılmalarında, “savunmacı” <strong>ve</strong> tepkisel ‘batı-dışı’ (bizim örneğimizde “İslamcı”) tutumun<br />

değişmesinin de en az yukarıda belirtilen etkenler kadar etkili olduğu ileri sürülebilir. ‘İslam adına ileri<br />

sürülenler’, böylece, giderek artan oranda daha az savunmacı <strong>ve</strong> batılı değer <strong>ve</strong> kurumlarla ilişkiye<br />

girmekten çekinmeyen bir nitelik kazanmaktadır. Dolayısıyla, bir bakıma İslami bağlamların<br />

kapitalizmle (<strong>ve</strong> modern anlamda demokrasiyle) tam anlamıyla eklemlenebilmesi için (ne yazık ki<br />

‘sahte evrensellik’ <strong>ve</strong> temsil edicilik iddiasının ötesine pek de geçememiş olan) 26 “ulus-devlet<br />

kapitalizmi”nin krize girerek bilindik politikalarını terketmesini ‘beklemek’ gerekmiş gibidir.<br />

26 AB’ye üyeliğin katı kriterlere bağlanmış olması, kendisine yabancı bünyelerle değil<br />

bütünleşme, herhangi bir şekilde irtibata geöme konusunda bile ciddi gerekçelere<br />

ihtiyaç duyan batılı dışlayıcılıkla bağlantılıdır. Buna mukabil, bilindiği gibi ‘doğulu’<br />

bağlam için ise birşeylerle ilişkiye girmemek <strong>ve</strong> onu dışta tutmak için ciddi<br />

gerekçelere ihtiyaç olmaktadır. Hristiyan demokrat A. Menkel’in Türkiye sorununu<br />

‘ayrıcalıklı statü’ ile çözme önerisi de sözü edilen ‘batılı’ özelliği çok güzel<br />

yansıtmaktadır: doğal bir biçimde içermektense bunu ayrıcalıklı bir biçimde ama<br />

sonuç olarak farklılığı ilan <strong>ve</strong> tescil edecek biçimde yapmayı tercih edecek <strong>ve</strong> tarihsel<br />

<strong>ve</strong> sosyo-kültürel arkaplanıyla da hiyerarşik <strong>ve</strong> ayrıcalıklara dayalı formlarla<br />

simgelenen bir özel ilişki türü.


SONUÇ: ‘DOĞU’ İLE ‘BATI’ ARASINDA YENİ BİR<br />

SENTEZ?<br />

Bu soruyu yanıtlamak için dünya tarihini ilişkisel bir bütünsellik içinde kavramaya ihtiyaç vardır. Şu<br />

anda içinden konuştuğumuz (batılı) paradigmatik bakış hala zıtlaştıran ikicil bakışlara prim <strong>ve</strong>rse de<br />

bunun istisnaları her zaman vardı/vardır. Örneğin Hodgson (1995: Cilt III: 432-36), bu çalışmada<br />

mercek altına alınan doğu <strong>ve</strong> batı için şu tespitlerde bulunmaktadır: ‘Batı’, ‘teknikalistik kapitalizm’i<br />

günümüze taşımışken, batının zıttı olarak kavramlaştırılan ‘doğu’yu temsil etmek üzere “İslami mirasın<br />

günümüze getirdiği en önemli unsur, din <strong>ve</strong> dini şuur” olarak belirlenir. ‘Batı’ya maledilen ‘teknolojik<br />

çağ’ın sağladığı olanaklar günümüzde artık bu iki medeniyetin dinamik etkileşimlerinin (hegemonik<br />

gücün diğeriyle ilişkisini keyfi olarak tayin ettiği klasik tek yanlı <strong>ve</strong> sömürgeci <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya<br />

modernleş(tir)meci form geride bırakılmak suretiyle) mümkün (<strong>ve</strong> hatta kaçınılmaz) hale gelmesini<br />

sağlayan altyapısal etken olarak hiç kuşkusuz öncelikle <strong>ve</strong> başlıbaşına önemlidir. Ama bu etken zaten<br />

bakış açılarımızı halihazırda belirleyen evrene ait olduğundan biz burada ihmal edilmeye <strong>ve</strong> görmezden<br />

gelinmeye daha açık olan ‘doğulu’ katkı üzerinde yoğunlaşmayı uygun gördük.<br />

Hodgson, doğulu/İslami medeniyetin günümüzün sorunlarının çözümüne yansıyacak asıl unsurun “dini<br />

şuur” noktasında olacağı beklentisini açıkça dile getirmektedir: ‘Batı’yla eklemlendiği andan itibaren,<br />

oradaki sorunların artık “doğu”nun da sorunları haline geleceği için, Hodgson’a göre, ‘İslam<br />

medeniyeti’nin devamı olan bu unsur, insanlığın “manevi birliği”nin sağlanmasında bu nedenle özel bir<br />

rol oynayacaktır. Burada, Hodgson tarafından ‘İslami doğu’ya taşıdığı ağır sorumluluk hatırlatılarak,<br />

kendisi adeta göre<strong>ve</strong> çağrılmaktadır. Ama bu beklentisiyle ilintili olarak Hodgson çok da iyimser bir<br />

ruh halini yansıtmamaktadır: Bu bağlamda İslam’ın ‘batı’ karşısındaki savunmacı <strong>ve</strong> tepkisel<br />

tutumunun yarattığı “kilitlenme”yi çözmesine büyük önem atfeden Hodgson (1995: Cilt. III: 456),<br />

müslümanların, kendi dinlerinin “en çeşitli durumlarla alakalı olduğu”nun <strong>ve</strong> ‘kozmopolit’ tarihsel<br />

miraslarının bilincine yeniden varmalarının altını özellikle çizmiştir. Günümüzde küreselleşmenin alt<br />

yapısal <strong>ve</strong> teknolojik özellikleri bu etkileşimi kaçınılmazlaştırdıkça bu sentezin izlerini her iki<br />

bağlamda da izlenebileceğini ileri sürmek pekala mümkündür. Bunun sonucu, batıda toplumsal<br />

unsurları, ahlak <strong>ve</strong> dayanışma ile küçük ölçeği öne çıkartan yeni kapitalist formasyon olurken, doğuda<br />

giderek belirginleşen ‘rasyonellik, sistematiklik <strong>ve</strong> planlama’nın mantığıyla uzlaşma olmaktadır.<br />

Doktora tezim için gerçekleştirdiğim alan çalışmalarına dayanarak ele aldığım ‘Türkiye’de MÜSİAD<br />

(Müstakil Sanayici <strong>ve</strong> İşadamları Derneği) örneği’, 27 bu bakımdan Hodgson’ın gerçekleşmesini<br />

27 ‘Türkiye’de MÜSİAD örneği’ (Bütün Türkiye çapında küçük <strong>ve</strong> orta ölçekli işletmeler<br />

bazında örgütlenmiş durumdaki bu çok önemli işadamı örgütlenmesi bir sivil toplum<br />

örgütlenmesi olarak İslami bir kimlik <strong>ve</strong> İslami referanslarla iş dünyasında varlık<br />

göstermektedir.) üzerinden çalıştığım bu ‘İslami/doğulu’ değişim/dönüşüm boyutu, bir<br />

panel için hazırlandığı ilk orijinal haliyle bu çalışmanın ikinci bölümünü oluşturuyordu,<br />

ama tek makale hacmini aşan niteliği beni tek parça olarak düşündüğüm bu


umutsuzca dilediği ama bu konuda çok umut beslemediği ‘imkansızın başarıldığı bir mucize’nin<br />

(sosyo-ekonomik <strong>ve</strong> kültürel) koşullarını ortaya koyan bir örnek olarak takdim edilebilir. Hiç kuşkusuz<br />

bu örneğin önemi, ‘İslam’ın ‘batılı kapitalizm’le eklemlenmesinin temel dinamiklerini çarpıcı bir<br />

biçimde ortaya koymasından kaynaklandığı kadar doğulu/İslami bağlamın batılı bağlamla kendinden<br />

emin <strong>ve</strong> proaktif biçimde ilişki kuruşunun bir ilk (<strong>ve</strong> model) formu olarak da önem taşımaktadır.<br />

Yukarıda sözü edilen türden sorunlarla başetmeye en çok muktedir bir yeni ‘uluslararasılık’ ilişki<br />

düzeneği ya da çerçe<strong>ve</strong>sinin en mükemmel haliyle gerçekleşmesiyle ufukta belirecek bir yeni<br />

medeniyet çerçe<strong>ve</strong>sinin önündeki en önemli engelin iki zıt kutup olarak kavramaya alışık olduğumuz<br />

‘doğu’lu <strong>ve</strong> ‘batı’lı medeniyet formları arasındaki tarihsel reflekslerle bağlantılı olduğunu ileri sürmek<br />

mümkündür. Sorunlarını çözmek umuduyla her iki zihniyetin de sarıldığı şey, yine sorunlarının<br />

kaynağında yatan ana unsur(lar) olmaktadır. Bu, batılı zihniyet için ekonomistik/maddeci, formaldışlayıcı/parçalı<br />

düşünme refleksi iken, doğulu zihniyet için bütün sorunları “kültür”e <strong>ve</strong> eşitlik <strong>ve</strong><br />

adaletin tesisi hedeflerini sağlama doğrultusunda gerçekleştirilecek toplumsal bütünleşmeye indirgeme<br />

ya da aşırı genelleştirerek detayları kaçırma ya da ihmal etme biçiminde özetlenebilecek bir refleks<br />

sözkonusudur. İlkinin (batı) sorunları bütüncül algılama yeteneği (toplumcu/bütünleşmeci eğilimler)<br />

gelişmemişken, ikincinin (doğu) de konuları bileşenlerine ayırarak her noktayı hakkını <strong>ve</strong>rerek ele<br />

alma, <strong>ve</strong> parçaların vurgulanmasının “bütün”le dinamik etkileşimin sağlanması bağlamında getireceği<br />

yararları dikkate alabilme yeteneği zayıf kalmıştır: Tabir uygun olacaksa, adeta iyi niyetle sorunların<br />

çözülebileceğine inanan <strong>ve</strong> stratejik ya da uzun vadeli somut-maddeci planlamalarda sınıfta kalan bir<br />

doğulu zihniyet sözkonusudur. 28 Bu durumda, Hodgson’ın umut ettiği türden bir katkının mümkün<br />

olabilmesinin en temel şartı, bu iki medeniyetin bu süreçte sahip oldukları öz(ellik)lere<br />

hapsolmuşluklarından sıyrılma konusunda sergileyecekleri yeteneğe bağlı gözükmektedir. Zira,<br />

halihazırda her iki tarafın öne çıkan özellikleri günümüzün modern şartlar altında deneyimlendikleri<br />

halleriyle birer dezavantaj ya da zaaf olmaya devam edeceklerdir. Oysa bunların birbirleriyle sağlıklı<br />

bir etkileşim içinde dönüşerek bu sistemlerin güçlerini pekiştirme yönünde işlev görür konuma<br />

yükseltilmeleri de pekala mümkündür. Sonuç olarak ben, bu süreçte dönüşerek kendi içlerinde de yeni<br />

sentezlere ulaşılması suretiyle bilindik ‘dikotomik’ ilişki kalıbının ötesine bir sıçramanın, dünya<br />

ölçeğinde, gerçekleştirilebileceği kanısındayım. Kendi iç bütünlükleri açısından zaaf olan bu<br />

özellikler, birbirleriyle etkileşimleri içinde her iki zihniyet bakımından da “güç”e dönüşecektir. Her iki<br />

çalışmayı bölmeye zorladı. Çalışmanın ikinci bölümü de elinizdeki makalenin<br />

ardından yayınlanmaya hazır hale getirilecektir. Şimdilik burada ileri sürülen türden<br />

bir İslami/doğulu dönüşümün yapısal <strong>ve</strong> kültürel boyutlarının ana dinamiklerini temsil<br />

eden bir örnek olarak MÜSİAD’ın mercek altına alındığı erken tarihli doktora<br />

çalışmama bakılabilir (Özdemir, 2001).<br />

28<br />

Buradaki iddiamı ‘doğulu’ <strong>ve</strong> ‘batılı’ ‘bilgi sosyolojisi’ pratikleri bakımından<br />

değerlendirdiğim bir başka çalışmam için bkz. Özdemir (2004).


ağlam aktörlerinin, bu eksiklikleri giderecek biçimde tutum alması bizi, birey-toplum dengesi 29<br />

bakımından (Dayanışma <strong>ve</strong> paylaşma ortak temelinde yükseltilecek bir ‘çoklu bakışlara dayalı algılama<br />

<strong>ve</strong> iletişim’ dünyalarından kaynaklı barışçıl toplumsal bir ortam için gerekli ‘insan malzemesi’nin<br />

yaratılacağı <strong>ve</strong> yaşatılacağı bir kültürel temel olarak…) Nazım Hikmet’in ‘formülü’ne götürecektir:<br />

“<strong>Bir</strong> ağaç gibi tek <strong>ve</strong> hür <strong>ve</strong> bir orman gibi kardeşcesine” dizeleriyle kalplerimize yerleştiği<br />

biçimiyle…<br />

Bu durumda, bu çalışma boyunca da hem batılı medeniyetin krizi hem de doğulu/İslami bağlamın<br />

avantajları üzerinden ileri sürüldüğü gibi, Weberyen sosyolojinin izinden giderek özellikle de dönüşüm<br />

dönemlerinde ‘kültürel faktör’ün oynaması muhtemel can alıcı rolü dikkate alarak ‘doğulu/İslami’<br />

bağlamın bu süreçte oynayacağı rolün belirleyici olmasının kuv<strong>ve</strong>tle muhtemel olacağını ileri sürerek<br />

sonlandırılmak durumundadır. ‘Batı’nın kültür söz konusu olduğunda sahip olduğu sefalete karşın<br />

doğulu/İslami bağlamın sunduğu olanakları çalışma boyunca ayrıntılı olarak ele almaya çalışmıştık.<br />

Geniş bir ‘orta-tabaka’nın 30 varlığıyla tamamlanan, sınıfsız olarak da nitelendirilen (bir bakıma hala da<br />

nitelendirilebilecek olan) böylesi bir ‘doğulu sosyo-ekonomik formasyon’ bakımından not edilmesi<br />

gereken önemli bir son nokta olarak, sadece parasal değil ama bütün formlarıyla sermayenin <strong>ve</strong> gücün<br />

paylaşımı <strong>ve</strong> az sayıda kişinin sivrilerek diğerlerini kendilerine tabi kılmasını önleyici mekanizmalar<br />

vurgulanmalıdır. Bu nedenledir ki, her türlü güç <strong>ve</strong> iktidar konumunda bulunanlar (buradaki ‘iktidar’<br />

kavramlaştırması formal <strong>ve</strong> belli bir merkezde toplanmış değil informal <strong>ve</strong> gündelik kültüre içkindir;<br />

bu nedenle de ‘doğu’nun düşünce <strong>ve</strong> pratiklerine uygun olarak <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya Foucault’un kullandığı anlamda<br />

en geniş <strong>ve</strong> yaygın açılımlarıyla okunmalıdır) sürekli bir (ille de çıplak gözle kolayca görülüp<br />

gözlemlenemeyen) gözetim/denetim <strong>ve</strong> kontrol sürecinin konusudurlar. Tek kişinin yüceltilmesine<br />

dayalı ‘kahramanlık’ eksenli çözümler <strong>ve</strong> diğerlerini yok sayan aşırı hiyerarşik liderlik deneyimleri de,<br />

yine aynı nedenle, burada dıştan kolayca gözlemlenemeyecek çok ince bazı mekanizmalar yoluyla<br />

cezalandırılırlar <strong>ve</strong> en kötü olasılıkla sistemin bunların kazanımları nedeniyle diğerlerinin başarı<br />

şanslarının <strong>ve</strong> yollarının uzun vadede bütünüyle kapatılacakları şekilde tezahür etmesine izin <strong>ve</strong>rilmez.<br />

Başarı temelinde bile olsa toplumun geri kalanından farklılaşarak sivrilmeye dönük hiyerarşik anlamda<br />

‘liderce’ tutumlardansa dengeli <strong>ve</strong> uyumlu ‘orta-halli’ kişilerin liderliğinin desteklendiği sosyo-kültürel<br />

ortamın izahı da burada yatar. ‘Batılı’ toplumlar için uyumlanmaya çalışılan bir yenilik olarak tezahür<br />

29 Bununla ilgili olarak lütfen, birey-toplum dengesi bakımından özellikle de günümüz<br />

batı dünyasının aşırı bireycilik vurgusundan kaynaklanan sorunlarının çözümünde<br />

günümüz şartlarına uyarlanmayı beklese de ‘doğulu geçmiş’in el<strong>ve</strong>rişli bir örnek<br />

durumunda olduğunu ileri sürdüğüm bir başka çalışmama bakınız: Özdemir, (2003b).<br />

30 ‘Batı’nın ‘dışlayıcı <strong>ve</strong> sınıflı/hiyerarşik tarihsel kültürel arkaplanı’na uygun olarak<br />

hareketli <strong>ve</strong> istikrarsız bir niteliğe sahip <strong>ve</strong> halihazırda geniş kitlelerin ihtiyaç duyduğu<br />

dinamik-yaratıcı kültür ihtiyacını çözmeye muktedir olamayan ‘orta sınıflar’<br />

kavramlaştırmasına karşın, ‘doğu’ sözkonusu olduğunda geniş kapsayıcılık <strong>ve</strong><br />

dayanışma temelinde yükselen ‘orta tabaka’nın (değişmeye yüz tutmuş olan ama<br />

yine de kalıcı) niteliğiyle bağlantılı tartışmalar için bakınız: Özdemir (2003a <strong>ve</strong><br />

2003c).


eden gözde lider tipi olan ‘demokratik lider tipi’, bu anlamda, doğu açısından bir yenilik olmayıp,<br />

doğulu toplumun ürettiği lider tipiyle birebir örtüşme halinde olduğuna bu çerçe<strong>ve</strong>de özellikle<br />

dikkatinizi çekmek isterim: Bu tip lider bilindiği gibi kendisini diğerlerinden üstün görerek ayıran,<br />

buyurgan <strong>ve</strong> yetki <strong>ve</strong> kontrolü bütünüyle bünyesinde toplayan ‘hiyerarşik lider tipi’nin aksine,<br />

diğerleriyle bütünleşip dayanıştığı <strong>ve</strong> işbirliği içinde olduğu ölçüde destekleneceğini <strong>ve</strong> başarı<br />

sağlayacağını bilen ‘mütevazı’ tiptir. Bu tip lider için, bulunduğu konum, kaderin-tarihsel toplumsal<br />

şartların bir şekilde kendisini oraya taşıdığı, dolayısıyla aslında başka herkesin de başka şartlar altında<br />

bulunabileceği bir konumdur <strong>ve</strong> bireysel bir başarı gibi deneyimlenmekten ziyade kendisine yüklenen<br />

ila<strong>ve</strong> sorumluluklar ekseninde tanımlanır. Bunun anlamı, bir bakıma, ‘doğulu’ kültür hakkında yaygın<br />

olarak düşünüldüğünün aksine, paradoksal gibi görünse de, gerçek liderlik-eksenli toplum tipi,<br />

dayanışmacı doğu-tipi toplumlar değil, hiyerarşik, paylaşmacı olmayan bir yarışmacı niteliğe sahip<br />

‘kahramanlık ahlakı’na dayalı geçmişleriyle ‘batılı bağlamlar/kültür’ler olduğudur.<br />

Weber’in ileri kapitalist toplum örgütlenmesi için sahip olduğu karamsarlığı yansıtan teknolojinin <strong>ve</strong><br />

bürokrasinin “demir kafesi” metaforuna paralel olarak Hodgson da, ‘batılı medeniyet’in (ya da<br />

modernliğin) asıl sorununu “kültürel yokoluş” (ya da yaygın/kitlesel kültürün yokoluşu) olarak<br />

insanların anlam dünyalarının derinden zedelenmiş olmasında görür (1995, Cilt III: 448). Bu nedenle<br />

Hodgson (1995, Cilt III: 456), “kültürel ya da manevi diriliş”e tekabül edecek bir “yaratıcı kitlesel<br />

kültür”e duyulan gereksinimin altını da ayrıca çizmiştir: ‘Yeni bir moral vizyon’un yaratılması<br />

zorunludur <strong>ve</strong> bu iş sadece kültürel olarak sefil durumda bulunan ‘batı’ya bırakılamayacaktır (Burada<br />

da Hodgson’ın tutumu, ‘demir kafes’ten çıkışı sadece <strong>ve</strong> sadece ‘yeni peygamber’lerin ortaya çıkması<br />

koşuluna bağlayan Weber’in tutumu andırmaktadır). Bu süreçte Hodgson tarafından kaçınılmaz olduğu<br />

ileri sürülen ‘doğulu’ katkının (s. 455) niteliğini biraz daha derinleştirmek istersek: Batılı kapitalizm,<br />

popüler kültürün 31 ötesinde güçlü <strong>ve</strong> derin bir kitlesel kültür yoksunluğu çekerken, 32 doğulu-İslami<br />

bağlamlar, maddi açıdan en yoksul <strong>ve</strong> sefil durumda oldukları dönemlerde bile sahip oldukları derinköklü<br />

<strong>ve</strong> bir ayrıcalık olmaktansa paylaşılan bir tarihsel arkaplandan kaynaklanan kültürel donanımla<br />

31 Metinde birkaç yerde geçen “popüler kültür” kavramlaştırmasındaki ‘kültür’le,<br />

Weberyen düşünceden (ya da ‘Alman ekolü’nden) kaynaklanan “kültür” kavramı<br />

arasındaki fark, ilkinin “kitle”yi kültür alanını da madde alanının hizmetine sokmak<br />

suretiyle manipule ede(bile)rek nesneleştiren bir (direnebilen/‘hayır’ da diyebilen<br />

<strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya irade sahibi) özne-karşıtı niteliğine karşın, ikincinin direngen <strong>ve</strong> bir<br />

merkezden kolayca manipule edilemeyen “özne” olmaya yatkın niteliğiyle<br />

bağlantılıdır. İkinciyle ilgili direngenlik <strong>ve</strong> “öznel”lik iddiasının temelinde, sözkonusu<br />

(doğulu) kimliğin kuruluşunda rol oynayan derin “tarihsellik” özelliğinin silinmesi hiç de<br />

kolay sayılamayacak izleri yatmaktadır.<br />

32 Batının, özellikle de bu bakımlardan hayatiyetini koruduğu ileri sürülen ABD’nin,<br />

halihazırdaki kültürel, bilimsel <strong>ve</strong> sanatsal canlılığının kaynağındaki insani ögenin<br />

niteliğine bakıldığında yine en geniş anlamıyla ‘batı’nın yoksanan/ötekileştirilen<br />

dinamikleri çıkacaktır karşımıza: ABD örneğinde siyahlar, <strong>ve</strong> çevre ülkeleri/kültürleri<br />

olarak nitelendirilenlerden (Hint, Japon, Çinli, Kızılderili <strong>ve</strong> diğer bir zamanların<br />

marjinal kabul edilerek önemsenmeyen kültürlerinin temsilcileri) kaynaklanan diğer<br />

bütün dinamikler dünyanın yeni dinamizm <strong>ve</strong> yaratıcılığından sorumlu gözükmektedir.


geniş kesimlerin başka kültürlerin <strong>ve</strong> egemen sınıfların manipülatif girişimlerine karşı sahip oldukları<br />

sosyo-kültürel sermayenin/silahın gücünü <strong>ve</strong> önemini ispatlamışlardır. 33 Sözde “küresel kültür” olarak<br />

sunulan “Mc Donaldization” <strong>ve</strong> benzeri çabaları buralarda boşa çıkartan da temelde bu gerçek<br />

olmuştur.<br />

33 Her ne kadar, burada genel olarak ‘doğulu’ her bir bireyi içerici kapasiteye de işaret<br />

ediyorsam da, ‘İslam medeniyeti’nin, “güçlü-ben idrakinin ‘insan biri’ni kuşatan<br />

algılama ekseni”ne özellikle dikkatinizi çekmek isterim (Davutoğlu, 1997: 34). Zira,<br />

güçlü cemaat bağları bağlamında ele almaya <strong>ve</strong> sınırlamaya alışık olduğumuz;<br />

dahası, batı ile olan temel karşıtlığını zayıf bireysellik (ya da daha ziyade, bağımsız<br />

bireysel duruşlara izin <strong>ve</strong>rmeyen bir içerik) üzerinden kurduğumuz İslam açısından bu<br />

vurgu, (ciddi) tarihçiler için olmasa da siyasal <strong>ve</strong> sosyal bilimlerin ‘tarih’le ne yazık ki<br />

sağlıklı bir etkileşim sergileyemeyen biz ‘modern’ sosyal bilimciler için oldukça yeni<br />

sayılmalıdır.


KAYNAKLAR<br />

Ağaoğulları, M. A. (1989) “Demokratik Mitoslar: Halk-Ulus Egemenliği <strong>ve</strong> <strong>Siyasal</strong> Temsil,” II.<br />

Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi Bildiri Özetleri. Ankara.<br />

Belek, İ. (1997) ‘Post Kapitalist’ Paradigmalar. İstanbul: Sorun.<br />

Bell, D. (1973) The Coming of Post-Industrial Society: A Venture in Social Forecasting. New<br />

York. Basic Books.<br />

Bourdieu, P. (1995) Pratik Nedenler. Çev. Hülya Tufan, İstanbul: Kesit.<br />

Cesari, J. (2003) “Avrupa: İslami <strong>Bir</strong> Kesit,” Avrupa-Amerika Müslümanları. Der. Larry<br />

Poston, Yvonne Haddad <strong>ve</strong> diğerleri. Çev. Cem Demirkan, Deniz Öktem <strong>ve</strong> diğerleri. İstanbul:<br />

Gelenek.<br />

Davutoğlu, A. (1997) “<strong>Medeniyet</strong>lerin Ben-İdrakı” Divan, İlmi Araştırmalar. Bilim <strong>ve</strong> Sanat<br />

Vakfı, 1-Yıl:2, Sayı:3.<br />

Davutoğlu, A. (2000) “Bunalımdan Dönüşüme: Batı <strong>Medeniyet</strong>i <strong>ve</strong> Hristiyanlık,” Divan, İlmi<br />

Araştırmalar, Bilim <strong>ve</strong> Sanat Vakfı, 2- Yıl:5, Sayı: 9.<br />

Davutoğlu, A. (2001) Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu. İstanbul: Küre.<br />

Drucker, Peter F. (1993) Kapitalist Ötesi Toplum. Çev. Belkıs Çorakçı. İstanbul: İnkılap.<br />

Durkheim, E. (1949) Meslek Ahlakı. Çev. Mehmet Karsan. Ankara: M.E.B. Yay.


Ekinci, M. B. (2003) “Küreselleşmenin Ekonomik Boyutu <strong>ve</strong> İşletmelerin Bu Süreçteki Yeri”<br />

www. Akademiktisat.sitemynet.com.<br />

Erdem, G. (2002) Türkiye’de Askeri Darbeler <strong>ve</strong> Yönetimlerin Türk Dış Politikasına Etkileri.<br />

Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. A. Ü. S.B.F. Ankara.<br />

Esposito, J. (2003) “<strong>Bir</strong> Batı Olgusu Olarak İslam,” Avrupa-Amerika Müslümanları. Der. Larry<br />

Poston, Yvonne Haddad <strong>ve</strong> diğerleri. Çev. Cem Demirkan, Deniz Öktem <strong>ve</strong> diğerleri. İstanbul:<br />

Gelenek.<br />

Fukuyama, F. (1992) The End of History and The Last Man, New York: The Free Press.<br />

Hampden-Turner, C. and Trompenaars, A. (1993) The Se<strong>ve</strong>n Cultures of Capitalism: Value<br />

Systems for Creating Wealth in the United States, Japan, Germany, France, Britain, Sweden,<br />

and the Netherland. New York: Currency.<br />

Hodgson, M.G.S. (1995) İslam’ın Serü<strong>ve</strong>ni: <strong>Bir</strong> Dünya <strong>Medeniyet</strong>inde Bilinç <strong>ve</strong> Tarih.<br />

Çevirenler. Alp Eker, Mutlu Bozkurt <strong>ve</strong> diğerleri, Cilt II <strong>ve</strong> III. İstanbul: İz Yayıncılık.<br />

Huntington, S. (1993) “The Clash of Civilizations,” Foreign Affairs, No. 72 (Summer).<br />

Jameson, F. (1991) Postmodernism, or, The Cultural Logic of Late Capitalism. Durham: Duke<br />

Uni<strong>ve</strong>rsity Press.<br />

Keskin, A. (1998) Siyahların Dramı: Afrika Asıllı Amerikalı Müslümanlar. Ankara: Türkiye<br />

Diyanet Vakfı Yayınları.<br />

Lash, S. and J. Urry (1987) The End of Organized Capitalism. Cambridge: Polity.<br />

Piore, M. J. and C. F. Sabel (1984) The Second Industrial Divide. New York: Basic Books.<br />

Polanyi, K. (1957) “The Economy As Instituted Process,” Trade and Market in the Early<br />

Empires: Economies in History and Theory, (edts.) Karl Polanyi, Conrad M. Arensberg <strong>ve</strong><br />

Harry W. Pearson. Gelncoe, Illinois: Free Press.


Özdemir, Ş. (2001) Religious and Socio-Economic Transformation of Turkey: The Case of the<br />

MÜSİAD (The Independent Industrialists and Businessmen’s Association). Ankara: METU.<br />

Özdemir, Ş. (2003a) “Özgün <strong>Bir</strong> (Orta) Sınıflaşma Öyküsü Olarak Müsiad”, tezkire, Sayı. 30<br />

(Ocak-Şubat).<br />

Özdemir, Ş. (2003b) “Pre-Sendikal Gelenek(ler) <strong>ve</strong> Kültürel Faktör: ‘Ekonomik İnsan’a Karşı<br />

‘İslam İnsanı’ Mı?” Mülkiyeliler <strong>Bir</strong>liği Dergisi, Sayı.239, cilt XXVII, (Mayıs-Haziran).<br />

Özdemir, Ş. (2003c) MÜSİAD <strong>ve</strong> HAK-İŞ’i <strong>Bir</strong>likte Anlamak: Sınıflı <strong>Bir</strong> ‘İslami Ekonomi’<br />

mi? Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık, Cilt:6. İstanbul: İletişim.<br />

Özdemir, Ş. (2004) “Bilgi Sosyolojisi Açısından ‘Doğu’ <strong>ve</strong> ‘Batı’,” Tartışma Metinleri. A.Ü.<br />

<strong>Siyasal</strong> <strong>Bilgiler</strong> Fakültesi.<br />

Roy, O. (1995) <strong>Siyasal</strong> İslam’ın İflası. Çev. Cüneyt Akalın. İstanbul: Metis.<br />

Roy, O. (2003) Küreselleşen İslam. İstanbul: Metis<br />

Soros, G. (2003) “Demokrasinin Yeni Düşmanı: Finans Kapitalizmi” (Mustafa Özel’in<br />

‘Ekonomi <strong>ve</strong> Toplum’ Sayfası), Yeni Şafak. 26. Ekim: 7.<br />

Swedberg, R. (1998) Max Weber and the Idea of Economic Sociology. Princeton: Princeton<br />

Uni<strong>ve</strong>rsity Press.<br />

Weber, M. (1978) Economy and Society. Cilt I <strong>ve</strong> II, Berkeley: Uni<strong>ve</strong>rsity of California Press.<br />

Weber, M. (1992) The Protestant Ethic and Spirit of Capitalism. London, New York:<br />

Routledge.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!