10.07.2015 Views

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ NİHAT ...

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ NİHAT ...

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ NİHAT ...

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

ÜÇ AYLIK KÜLTÜR <strong>ve</strong> SANAT DERGİSİ Sayı: 57 Yıl : 14/201357İZZETPAŞA <strong>VAKFI</strong> <strong>ADINA</strong>SAHİBİ <strong>ve</strong> <strong>YAZI</strong> İŞLERİ MÜDÜRÜNİHAT ERİŞGenel Yayın YönetmeniNAZIM PAYAMİdari SorumlulukÖMER KAZAZOĞLUYazı İşleriKEMAL BATMAZTashihMAHMUT BAHARRöportajTANER NAMLIDizgi-Tasarım-Kapak-WebAYDIN KARABULUTHukuk DanışmanıAv. Şuay ALPAYDanışma KuruluProf. Dr. Sadık K. TURALYavuz Bülent BAKİLERProf. Dr. Ahmet BURANDoç.Dr. Mustafa YAĞBASANDr. M. Naci ONURUzm.Necati KANTERA. Faruk GÜLERAbone <strong>ve</strong> ReklamYurt İçi: MUSTAFA YAVUZPosta Çeki Hesap No:1285029Yönetim YeriİZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA <strong>VAKFI</strong>EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞTel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65BaskıTDV Yayın Matbaacılık <strong>ve</strong> Tic. İşletmesiTel. 0312 354 91 31Yenimahalle / ANKARAAbone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TLYurt Dışı: 40 AvroYıllık Kurum Abone: 70 TLGönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğüdeğişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğuyazarlarına aittir. Bizim Külliye adıanılmaksızın alıntı yapılamaz.e-posta (e-mail)bizimkulliye@gmail.comwww.bizimkulliye.comISSN:1302-3500236714192527282937404246485354Bizim Külliye’denNazım PayamBeş Şehir'in sırrıNurettin DurmanMevsimin ışıltılarıİhsan Fazlıoğluröp. Vefa TaşdelenA. Vahap Akbaşröp. Kemal BatmazM. Kayahan ÖzgülKitabın alın yazısıKöksal Al<strong>ve</strong>rİsim-şehirÖmer KazazoğluSabah sözleriKalender YıldızKeşifVefa TaşdelenKitap <strong>ve</strong> hikmet üzerineCengiz AydoğduGökler bile dışımızda değilNâmık AçıkgözŞehirler, kütüphaneler <strong>ve</strong>müzelerMehmet KurtoğluŞehir kütüphaneleriNurullah AlkaçKütüphaneTaner TatarŞehirde tükenen kelimelerSeval KoçoğluŞairin/şiiringayriresmi tarihiLe<strong>ve</strong>nt BayraktarFelsefe ile bakmak56586164656677788083848588919395D. Mehmet DoğanŞehir, medeniyet <strong>ve</strong> kitapBeyhan KanterFethedilmeyen İstanbul: PeraPervin (Azerbaycan)çev. İmdat AvşarTurbo TimaUygun Ahmet EkerBaksı'da müzeLeyla <strong>ve</strong> Nekreİki ayrıRıdvan CanımMevlânâ'nın aşkıŞems'in yurdu: TebrizYusuf DursunZamanı geldiBekir Oğuz BaşaranMustafa Miyasoğlu'nun ardındanŞemsettin Ünlüröp. A. Faruk GülerM. Naci OnurŞehrimizde yeni kitaplarOrhan KoloğluHarputMahir AdıbeşBizim şehirAhmet UludağEylül <strong>ve</strong> yazGıyasettin DağHarput'a adanmış bir ömür...Naim Özdamar21. Hazar şiir akşamlarının ardındanYeliz ÖztürkKitap-vitrin


Muhterem Okurlar,Okuru da yazarı da bulunduğu atmosferin dışındabambaşka şeylerle meşgul olmayı tercih ettiklerindenyaz dönemine tesadüf eden dosya konuları dergi mutfağındakilerihep sıkıntıya sokmuştur. Mutfağındakileryine de durumu muhataplara sezdirmeden yetersizgüçle kulaç atmayı sürdürürler. Fakat dosya konumuzu“Şehir <strong>ve</strong> Kitap” seçmemizden midir, yazarlarımızın,şairlerimizin dirayetinden midir, bu kez öyle olmadı. İstenilendenâlâ bir sayı ile sizlere ulaştık.Şehir, bir kitabın yazılışına nasıl tesir eder, kütüphaneninbir şehre katkısı nedir, kitapların niceliği mi,niteliği mi önemlidir, yazı medeniyeti, mevcut medeniyetlerinasıl yönlendirmiştir? İhsan Fazlıoğlu “Kitap,hâfızadır; bu nedenle iddiası olan kültürler, medeniyetler,bu hâfızayı, elden geldiğince çoğaltmaya çalışmışlardır.Hacimce büyük <strong>ve</strong> çeşitçe zengin kütüphaneler,tarihte üretilmiş bilginin elde tutulması anlamınageliyor” dedikten sonra neden “Kitabı bırak, okumayabak!” deme gereği duymuştur? Bütün bu soruların cevaplarını“Şehir <strong>ve</strong> Kitap” dosyamızda bulabileceğinizeinanıyoruz.Gelecek sayımızın dosya konusu : “Edebiyat <strong>ve</strong>Değişim”Yeniden buluşmak ümit <strong>ve</strong> dileğiyle Allah’a emanetolunuz.Bizim Külliye


Beş Şehir'in sırrıNAZIM PAYAMŞehirde ağlayanaelbet bir taş duvarbulunur. Oysa şehir,insanına yakışantecrübeden doğmuşbir sanat mucizesine,bir kitaba gömülerekağlamaktır. Yarayagöre değişmek <strong>ve</strong>yüreği beş duyusuylasızıya yönlendirmekancak böyle olur;milletin güzeli, kişiyegüzel kader ancakböyle doğar.Anadolu’nun kadimşehirleri,Beş Şehir arasındaolmayışın ıstırabınıniçin duyarlar? Kimliklişehirlerimizin yazıylamüşerref evladı, yazdığınıneden onun bir devamıolarak gösterir hemşerilerine? İmrenilentarih mi, kültür mü, mazisi yazılan şehirlermi? Ya insan hâllerini görmezden gelen eserlerinbıraktığı bıkkınlık? Sahi, Beş Şehir’leşerefyap olmuş Ankara, Erzurum, Konya,Bursa <strong>ve</strong> İstanbul’un ortak yanları nelerdir?Yazıya geçirilmeleri bir tesadüf mü yoksa? Herneyse; Beş Şehir’in dünden bugüne taşımayadurduğu asalet uyumunu da yadsıyamayız.Belki de başat olan; yazarın metinlerindehüznü bir örtü gibi kullanması; dili, üslubu...Düzyazının notası ancak böyle olur dedirtenzarifliğin o muntazam iç disiplini.Bilemiyorum şimdi? Sorular cevapları da3eylül-ekim-kasım2013


içerse, hâlâ sırrını çözmüş değilim. Beş Şehir’i‘70’li yıllarda okumuştum. Bildiğim; hangi ruhpüskürmesiyle yazılmış ise, okurunu da o renk<strong>ve</strong> tona çarçabuk sahiplendirmesiydi.Şehrin yansıttığı şey, insandır. Şehirde büyükyapılar, sanat eserleri, doğal hayat, olaylar, olgularinsanla yenilenir. Zaman, yeni nesillereihtiyaç duyan şehre ne yaparsa bir benzerini deşehirliye yapar. Şehir <strong>ve</strong> insan ilişkisi anne-çocukilişkisidir. Bazı edipler bunu umursamıyor, yerlininşehir muhabbetini, mazi muhabbetinibugünün mücadelesinde anmak istemiyorlar.Hurdacı dükkânı gibi algılıyorlar maziyi. Kendilerinasıl besleniyorsa herkesin öyle, ayaküstübeslendiğini zannediyorlar. Modernliği, yeriyurdu belirsiz gezginde umuyor, her tarafa yayvankıvraklığı döşüyorlar. Kalıcı huzurun izinisürmek, Huzur’un romanını yazmak nedenseakıllarına gelmiyor.Bazı edipler ise hayata, bir ölünün mesafesindenbakıyor, telaşın, koşuşturmanın bütünyollarını kapatıp şehirliyi sürü olarak dondurmayaçalışıyorlar. Bunlarda insan, korkulanlavar. Yazdıkları, okuru kendilerine bağımlıkılma iksiridir. Okur, bunlar tarafından histerinöbetiyle takip edilir. Yanılgının, yanlışınçığlığını kim duyurursa onu, ‘günah çocuğu’olarak tanımlamakta sakınmıyorlar. Toplumunihtiyaçla hayalinden; taleple reddinden salgınbir hastalıkmış gibi kaçınıyor, acıyı, yokluğu,ezikliği insan gerçeğiyle çözmeye yanaşmıyorlar.Sinelerine çekip sevgi bahşettikleri ise yalnızcakendilerine teslim olanlar.Şehirde ağlayana elbet bir taş duvar bulunur.Oysa şehir, insanına yakışan tecrübeden doğmuşbir sanat mucizesine, bir kitaba gömülerekağlamaktır. Yaraya göre değişmek <strong>ve</strong> yüreğibeş duyusuyla sızıya yönlendirmek ancak böyleolur; milletin güzeli, kişiye güzel kader ancakböyle doğar.Doğan, ölecekten doğarBizde edebî birikim vardı. Klasik şiirimizkalıbını bulmuş <strong>ve</strong> medeniyetini ifade etmekemalindeydi. Hele mesnevilerimiz: Âlemisığdırırdı içine. Mesela XVI. asırda İstanbul’ungörünüşünden <strong>ve</strong>cde gelen şair Nüvîsî, koca şehrişeker-şerbet içecek sanırsınız:“Bi-hamdi’llâhşükür minnet Hudâya / Bu nazmoldı müyesserben gedâya…” Fakat ne yazık ki ıstırabımızıderinleştiren, zevklerimizi değiştiren yenioluşumlar eski edebi türlerimizle uyuşmazlıkiçindeydiler. Tedavülden kalkması gerekenlerseyerine, “bizim” diyebileceğimiz pek birşey koydurmadı. Dışarıdan devşirdiğimiztiyatroymuş, eleştiriymiş, anıymış, romanmış,denemeymiş; nice emek, kılığına girdiği yeniedebî tür yüzünden saman alevine karıştı. Samimiyetimizi,coşkumuzu, öfkemizi kıvamındayansıtamadık. Tanzimat sonrası şu kadar yıl, aşk<strong>ve</strong> nefret aşısını aynı enjektörden aldık. Yatağınıbulamayan düşüncemiz, havanda su dövdü.Sayıları az da olsa yeni ile uzlaşmayı başarannadir edebiyat adamlarıydı tesellimiz.E<strong>ve</strong>t! Yazarımız, şiirden düzyazı çıkarannadirlerden biriydi: Sanatına temkinliydi.Dağarcığını yivleyen kelimeyi kökboyasıylasınardı. Geceler, alevle tütsülediği cümleyesarılır, sabah, tütsülediğinin nakşınabürünürdü. Yazacağının yolunu kalıcı terci-4eylül-ekim-kasım2013


Kanallar değişiyordu. Su kesilmişti. Mutfağa, kilere,sandığa siyah perde çekilmişti. Açtık; bilmeye, bilinmeyemuhtaçtık! Yeniden doğuşun ‘kültür devrimi’ kargaşasıydıyaşanan. Koparılan, yasaklanan, saklanılan değerlerimizihatırlatan ‘üzüntü’ye şükreder olmuştuk.hler, nasırlaşmış sorunlar belirlerdi. İçindekonaklayacağı yeni mülke talepleri olan bircanlı mesafesinden bakardı. Kaderin iyisine dekötüsüne de kendisini dahil ederdi. Ömrününeseriyle nikâhlanacağına emindi. İbadetinigelinlik kızların dokuduğu seccade üzerindeyapar, sırrını seccade üzerinde açardı. Bu merasimdendirki o, çınarın yamasız gövdesindenyontulmuş masasına eğildiğinde, kaleme aldığıher paragraf ya bitmiş bir hayatın özeti ya da birşehre giriş olurdu.Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, kendisine birmazi, bir şehir <strong>ve</strong> bir kalem arayan sakininefotoğrafını fevkalade başarıyla göstermesibundandır. Ve yine bundandır ki günümüz okuru,şehrengizlerin konusuna, temasına, dilinehâlâ yazarımızın becerisinden, yazarımızın kültürmihenginden bakıyor, Beş Şehir’in damaktabıraktığı tadı arıyor.Tabii, yazar için bu, bir niyet <strong>ve</strong> nasip işi.Tanpınar’a nasip bir başka güzellik de ‘oluşçağlarında Yahya Kemal’in balı ile beslenenlerarasında’ bulunmasıydı. ‘Mesut bir tesadüf’ona yeteneğinin ustası <strong>ve</strong> zevkinin kılavuzunugöstermişti. Artık Tanpınar’a düşen hocasıylayetinmeyip rastladığı yüzlerde hocasınınhatlarını, hocasının bakışını yakalamak,hocasının maksadı üzere kendisiyle yüzleşmek,sancılı mizacını yazarak sakinleştirmekti. Öylede yaptı.Beş Şehir yazılmasaydı ne feci ihmal olurdu!Şu an onun yokluğunu akla getirmek yahutvarlığını hafife almak bile ürpertiyle dolduruyoriçimizi!Eğer Beş Şehir yazılmasaydı cetlerimizin“Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh<strong>ve</strong> iman”dan habersiz kalacaktık. Akabindemazi <strong>ve</strong> manzara yaralı ruhlardan sızan irinlesıvanacak, taş <strong>ve</strong> toprak arasında insanı çıldırtanberbat kokuyla yoğrulmuş rotasız bir yığın olmaktankurtulamayacaktık. Daha da kötüsü;“Ruhumuzun en sanatkâr tarafı muhakkak kisizin hülyanızla” beslenmemiş olacaktı.Kanallar değişiyordu. Su kesilmişti.Mutfağa, kilere, sandığa siyah perde çekilmişti.Açtık; bilmeye, bilinmeye muhtaçtık! Yenidendoğuşun ‘kültür devrimi’ kargaşasıydı yaşanan.Koparılan, yasaklanan, saklanılan değerlerimizihatırlatan ‘üzüntü’ye şükreder olmuştuk. Tamo saatlerde idi; Yahya Kemal konferanslarına,gazete <strong>ve</strong> dergi sayfalarına serdiği “Azizİstanbul”uyla çağımız şehrengizler yolunu açtı.Ardında, Tanpınar <strong>ve</strong> Beş Şehir…Yahya Kemal, ‘beş yüz seneden beriİstanbul’u <strong>ve</strong> Boğaziçi’ni beşeriyetin hayalinenakşeden’ Türklüğü kazımak isteyenlere bunubaşaramayacaklarının işareti olarak nasıl tarihi<strong>ve</strong> sanat eserlerimizi gösteriyorsa Tanpınar da BeşŞehir’i ile, nice kalemşorun yana yakıla kabullenmeyedurduğu “fukaralık nizamı”nı bozmak,“sükût suikastı”nı jurnallemek, şehrininimarı, inancı <strong>ve</strong> tarihi olmuş insanımıza özlenen“şehir mefhumunu” yeniden kalıba döktürmektedireniyordu.Beş Şehir bu terkibe göre düzenlendi.Hayat tecrübemize kimlik <strong>ve</strong>ren Bizans’ı,Selçuklu’yu, Osmanlı’yı, çiçeği burnunda devletibir kilim deseni gibi yekpare ördü. Şehriniarayana, şehriyle bütünleşemeyen mahrumlaraiçinde bulunduğu, içinde sarsılacağı musikiyisundu. Hafıza mızrabı, mazide bırakılanlarınteline dokundukça gün, ay, yıl arasında sahipsizliktengöçene, unutulana, adsıza hayıflandı.Sarayda, konakta, han odalarında kaybolanıntürküsünü söyledi. Bahçesinde hâlâ güllerparıldayan harabelerin talihine yandı. Fakatzihinlerde yeni arzular uyandırmayı asla ihmaletmedi.■5eylül-ekim-kasım2013


MEVSİMİN IŞILTILARIKalbim biraz gayret etsenSes <strong>ve</strong>recek karşı yamacınMahzun bakışlı menekşeleriKederin dolaştığı yerlerdeMahcup tebessümlerleKarşılasınlar seni hiç olmazsaBöyle bir yüzle dolaştığındaBilemezler mi diyorsun sırrınınDerininde yuvalanmış yüzünü.Kalbim biraz kendine dokunKederim ol kaderime dokunBilemedim mesela ne gibiGüzelleşecek belki sonundaMerhabayla geçtim yanındanKendine kalabalık olurken birDedim bu kıyılarda telaşsızBu kaldırımlarda bir he<strong>ve</strong>sGüzelleşsin diye herkes.Geçtim geldim içime bir hayliHavasını sevdiğim gecenin deBaşka yüzü varmış biliyor musun?NURETTİN DURMAN6eylül-ekim-kasım2013


İHSAN FAZLIOĞLUile şehir <strong>ve</strong> kitap üzerineKitap, pazarlar ile dolaşıma girdi; saraylardaağırlandı; başta, bilginlerin evleri olmaküzere, camiler, medreseler <strong>ve</strong> rasathanelerdedinlenildi. Bu <strong>ve</strong> öteki nedenlerle,medeniyetlerin olmaz ise olmazları arasınagirdi. Kılıç, medeniyetleri kurdu; kalem,yaşattı; kitap sürdürdü... denilebilir.VEFA TAŞDELENKitabı bırak, okumaya bak! (İ.F)İhsan Fazlıoğlu, Prof. Dr., İMÜ, Edebiyat Fakültesi,Felsefe Bölümü1966 yılında Ankara’da doğdu. İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesiFelsefe Bölümü’nü bitirdi (1989). ÜrdünÜni<strong>ve</strong>rsitesi’nde (Amman) <strong>ve</strong> Arap Bilim TarihiEnstitüsü’nde (Halep) bilim <strong>ve</strong> matematik tarihi üzerindearaştırmalar yaptı (1990-1992). Yüksek lisansçalışmasını İ.Ü. Bilim Tarihi Bölümü’nde (1993);doktorasını, İ.Ü. Felsefe Bölümü’nde tamamladı(1998). Oklahoma Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nde (ABD) sahasıylailgili araştırmalar yaptı (2001-2002). 2005 yılında doçentoldu. Mc Gill Üni<strong>ve</strong>rsitesi, İslam AraştırmalarıEnstitüsü’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu,proje danışmanlığı yaptı <strong>ve</strong> kıdemli araştırmacı olarakçalıştı (2008-2011). Halen İstanbul MedeniyetÜni<strong>ve</strong>rsitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü’ndeöğretim üyesidir.Fazlıoğlu, felsefe-bilim tarihi ile matematik tarihi<strong>ve</strong> felsefesi üzerine yoğunlaşmakta, özellikle bu yapılarınİslam-Anadolu Selçuklu-Osmanlı-Türk medeniyettarihi içerisindeki gelişmelerini yazma kaynaklaradayanarak incelemekte <strong>ve</strong> yayınlar yapmaktadır.Uzun süredir, doğu <strong>ve</strong> batı kültürününklasik eserleri ile meşgulsünüz. Bu okuma serü<strong>ve</strong>ninizesnasında, kitapların <strong>ve</strong> kütüphanelerinoluşumu ile kültür <strong>ve</strong> medeniyetlerinoluşumu arasında nasıl bir ilişkiyle karşılaştınız?Medeniyetin oluşumunda kitabın <strong>ve</strong>kütüphanenin nasıl bir yeri var?Kitap, kitâbe(t) sözcüğünün de işaret ettiğiüzere, köken itibariyle yazıt ile ilgilidir. Bunedenle, soru, yazının icadına değin geri gider.Başta Sümerler olmak üzere, 17 farklı kavmingelip geçtiği Mezopotamya’da, çivi yazısıyla yazılmıştabletler için ‘kütüphaneler’ kurulmuştu.Benzer durum, Mısır papirüs kütüphaneleri içinde geçerlidir. Buralarda, tablet ya da papirüsörnektir; her türlü malzemeye yazılan ‘kitaplar’için depolar bulunmaktaydı. Elbette, ‘kütüphane’sözcüğünün mefhumu farklıydı; ancak, birçekirdek misali ileride olacağı şeyi kuv<strong>ve</strong> hâlindeiçeriyordu.İnsanî eylemler, amaçları dikkate alınarakbelirlenir. Yazının <strong>ve</strong> yazılı malzemelerin amacı7eylül-ekim-kasım2013


“Kitaplı şehir” hak-hukukun olduğu şehirdir; olmadığıda “Kitapsız şehir”. Kitap, Müslüman zihni için o kadarönemlidir ki, vahiy gelmiş dinleri, ötekilerden ayırmakiçin “Ehl-i kitap” denilir; yani “Bir kitaba mensup olanlar”.Bir anlam-değer dünyasına mensubiyeti, kitap üzerindendillendirmek son derece dikkat çekicidir.neydi? Mevcut bilgi üretimini kayda geçirmek,istiflemek, korumak <strong>ve</strong> aktarmak. Öyleyse yazılımalzeme, kültürler için bireysel belleği (hâfıza)aşan <strong>ve</strong> bireyin ölümüne bağlı olmayan bir dışbellekoluşturdu; <strong>ve</strong> sürekli başvuruldu. Koruma,öncelikle dinî konularda ortaya çıktı ama enetkili kâtip <strong>ve</strong> hâsib sınıfının gereksinimiydi. Engenel anlamıyla, devletlerin gereksinimleri içinüretilen bilgi, muhafaza edildi <strong>ve</strong> aktarıldı. Başkabir etmen öğretimdir; muhafaza edilen bilginin,nesiller arası aktarımı için oldukça fazlayazılı metin üretildi.Bunun dışındaki yüksek bilginin üretimi,kayda geçirilmesi <strong>ve</strong> aktarımı, ehliyet <strong>ve</strong> niyetkonularında her zaman tartışma yarattı.Platon’un diyaloglarında işaret edilen bu durum,Eski Mısır’a kadar geri gider... Astrolog, simyacıvb. öbekler bu nedenle şifreli metinler kalemealdılar. Tartışma, İslâm temeddününde de farklıgerekçelerle sürdü; sonuç itibariyle, belirli alanlardakibilgiler farklı üst-sırlı dillerle kayda geçirildiler.Şimdiye değin söylenilenler, hakikî anlamıylakütüphaneye işaret etmezler; çünkü mefhumolarak ortada henüz kitâb yoktur. Kaynaklarda,“İskenderiye Kütüphanesi’nde 400 bin ciltkitap mevcuttu” denilişi, bir şehir efsanesidir;burada kast edilen, papirüs, rulo, tablet <strong>ve</strong> diğeryazı malzemeleridir <strong>ve</strong> demek istenilen, 400 binparça malzemedir. Daha sonra, bu deyiş, bir <strong>ve</strong>cizehâlinde gelmiş, bir kütüphanede fazla kitapbulunduğuna işaret etmek için “400 bin cilt kitabıvar” denilmiştir; deyiş, büyük oranda İslâmMedeniyeti’nde yaygınlaşmıştır <strong>ve</strong> esas itibariyle,İskenderiye örneğinde, kendinden öncekikültürlere bir meydan okumadır.Kitap, yazma biçimiyle, İslâm temeddünününbir icadıdır; <strong>ve</strong> medeniyet ile felsefe-bilimtarihinde bir kırılma noktasıdır. Çin’in ipeğedayalı kâğıt üretimini ucuz malzemelerle yapanUygur ustalarının, Abbasî yöneticileri tarafındanistihdamı ile yeterli kâğıt (ki, Çince’dir) üretimigerçekleşmiş; bu alt yapı sayesinde, Bağdâd’dakiBeytu’l-Hikme’de, bildiğimiz çeviri hareketi gerçekleştirilebilmiştir.Bu nedenle, kitâb, tarihte,bilgisayar ile mukayese edilebilir. Artık bilgi dahagü<strong>ve</strong>nilir <strong>ve</strong> taşınabilir bir dış-belleğe kavuşmuştur;böylece, tarihteki yatay <strong>ve</strong> dikey yolculuğudaha sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilmiştir.Sorunuzun yanıtı şu olabilir: Kitap, hâfızadır;bu nedenle iddiası olan kültürler, medeniyetler,bu hâfızayı, elden geldiğince çoğaltmaya çalışmışlardır.Hacimce büyük <strong>ve</strong> çeşitçe zengin kütüphaneler,tarihte üretilmiş bilginin elde tutulmasıanlamına geliyordu. Kitap, bir tür fetihti;bilginin fethi... Dolayısıyla, bizatihi kitabın kendisideğil, muhafaza ettiği bilgi, medeniyetlerinoluşması, gelişmesi <strong>ve</strong> katkıda bulunması içinolmaz ise olmaz bir koşuldu. İki kapak arasındasaklı olanın çözümlenmesi <strong>ve</strong> anlaşılır kılınması,özellikle zihinlere aktarımı, bir kültürün mesafekat etmesi demekti.Elbette, kitap, kendi evrenini, uzayını yarattı.Kâğıt, mürekkep, yazı malzemeleri, cilt, hat,süsleme sanatları <strong>ve</strong> öteki çok çeşitli unsurlar.Kitap, pazarlar ile dolaşıma girdi; saraylardaağırlandı; başta, bilginlerin evleri olmak üzere,camiler, medreseler <strong>ve</strong> rasathanelerde dinlenildi.Bu <strong>ve</strong> öteki nedenlerle, medeniyetlerin olmaz iseolmazları arasına girdi. Kılıç, medeniyetleri kurdu;kalem, yaşattı; kitap sürdürdü... denilebilir.Kadim şehirler, felsefenin, düşüncenin,kültür <strong>ve</strong> medeniyetin filizlenme noktaları...Atina, İskenderiye, Bağdat, Kâhire, Kurtuba,Semerkant, Buhara, İstanbul gibi merkezler,8eylül-ekim-kasım2013


yazı kültürünün geliştiği, okunduğu, okunmaklakalmayıp çoğaldığı merkezler. Bu açıdanbakıldığında, kitap <strong>ve</strong> şehir arasındakiilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?Her şeyden önce, bilgi, kültür, üst birüretimdir <strong>ve</strong> maddî ile manevî gü<strong>ve</strong>nliğinolduğu, boş vaktin bulunduğu şehirde ortayaçıkar. Öyleyse, doğal olarak, bilginin hâfızasınında şehirde mütedavil olması oldukça olağan birdurum. Medine-i Münev<strong>ve</strong>re, “Aydınlanmış Şehir”demektir; aydınlatan da, bilgidir; sıfatınınilâhî olması, bilginin değerini yükseltir; mahiyetinideğiştirmez. Bu nedenle, yazı <strong>ve</strong> ona ilişkinher şey, son derece önem kazanmıştır İslâmşehrinde. Nübüv<strong>ve</strong>t’ten sonraki makam ilim’dir;ilmin bu kadar değerli olduğu yerde, onunhâfızasının da, kıyâsla, aynı şekilde olması kaçınılmazdı.Dikkatinizi çekerim, önemli olan kitabınbizatihi sureti değil, vazifesi, dolayısıyla amacı...Unutmayalım ki, bizzat Peygamber, kendini“İlim Şehri”ne benzetmiş; kapısı olarak da, Hz.Alî’yi işaret etmiştir. Bu nedenle, köyde, dağda,bayırda tespit etseniz de, bilgiyi sunacağınız yerşehirdi; hâlen de böyledir; orada kayda geçer,orada çoğaltılır; orada müfredata girerdi.İslâm tarihi boyunca, bir şehrin kayda değerolması, yüksek İslâm kültürünü temsil etmeoranına bağlıydı. Mehmed Fenârî, Bursa’da, XIV.yüzyılın sonunda, Osmanlı ilmiye teşkilâtınıkurmaya başladığında yaptığı ilk iş, kitap sayısınıçoğaltmaktı. Bu gerekçeyle, Cuma günününyanısıra, öğrencilerin sırf kitap istinsah etmesi,çoğaltması için de Salı gününü tatil etti. Dahasonra bu bir gelenek halini aldı; medrese tatil,ama kitap çoğaltmak için; amaç, Sultan YıldırımBâyezid’in siyasî idealine uygun olarak,Bursa’nın yüksek İslâm kültürünü en yüksekderecede temsil edecek bir seviyeye gelmesi...Kitap, klasik dönemde, iddianızın göstergesiydi;özellikle siyasi teklifinizin ciddiyeti, ülkenizdebulunan âlim, kütüphane <strong>ve</strong> kitap sayısıyla ölçülürdü...Sizde yoksa başkasına ne <strong>ve</strong>rebilirdinizki? Fas elçisi, 1589’da ziyaret ettiği İstanbul’utasvir ederken, en çok, kitaptan bahseder: “Çokyeri dolaştım; bu kadar çok kitabı bir arada yalnızcabu Şehir’de, İstanbul’da gördüm”. Çarşı-pazarınkitap kaynaması, bir ülkenin siyasigücüne işaretti. Kısaca, halk dilinde, hak-hukukbilmeyen insan için “Kitapsız adam denir” ya;aynı durum, şehir için de geçerlidir; “Kitaplı şehir”hak-hukukun olduğu şehirdir; olmadığı da“Kitapsız şehir”. Kitap, Müslüman zihni için okadar önemlidir ki, vahiy gelmiş dinleri, ötekilerdenayırmak için “Ehl-i kitap” denilir; yani“Bir kitaba mensup olanlar”. Bir anlam-değerdünyasına mensubiyeti, kitap üzerinden dillendirmekson derece dikkat çekicidir.İnsanlık tarihindeki trajik olaylardanbiri de, kütüphanelerin yakılmasıdır.Kütüphanelerin yakılması, nasıl bir ruhhalinin eseri olabilir?Öncelikle, bir ayrım yapalım. Bir eyleminbilgisine sahip olmayan bir insanın, o eylemdebelirli bir kastı olmaz; Moğollar gibi... Camiyi,saray; minberi, taht sanan bir kişiden, kitabın<strong>ve</strong> kütüphanenin ne olduğunu bilmesini bekleyemeyiz.Kısaca, kuralı şöyle koyabiliriz: Kişi,doğru <strong>ve</strong> yanlışı, idraki oranında tahkik edebilir;bu nedenle, tenkitte, kast dışında, kişinin idrakoranı göz önünde bulundurulmalıdır. Burayı geçelim...İkinci tür kitap yakma nedir? Herhalde,ısınmak için değil! İnsanlar, kitap yakmazlar, okitapların içerdiği <strong>ve</strong> temsil ettiği anlam-değerdünyasını yakarlar. Bu nedenle, yakılan, bizatihikitap değil koruduğu bellektir; sahip olduğuiddialardır. Bu, gayet doğaldır. Çatışan iki farklıanlam-değer dünyası, birbirine ait olan herşeyi, tüm simgeleri yok eder. Unutmayalım ki,klasik dönemde bilgi, mahallî yapılarla, anlamdeğerdünyasıyla çok iç içedir. Bu meyanda,ilk kültür emperyalizmi denilebilecek eylemi,Büyük İskender yapmıştır. Pers devletini elegeçirince, etrafında bulunan bilginler -ki, biri,hocası Aristoteles’in yeğeniydi-, önemli bulduklarıbilgileri Yunanca’ya çevirmiş; asıllarını yoketmişlerdir. Bu, pek çok kaynakta vardır; özellikleKutbuddin Şirâzî, Şerh hikmet el-işrâk adlıeserinde, bu vakıayı, felsefe tarihi açısından inceler.Şimdiye değin <strong>ve</strong>rdiğimiz bilgiler birertespittir. Ve bu, bugün de böyledir; yarın da öyleolacaktır! ABD’nin soğuk savaş döneminde,Sovyet kaynaklı; Sovyetler’in de ABD kaynaklıkitaplara yaptıkları ortadır. Irak Savaşı’nda, kü-9eylül-ekim-kasım2013


tüphanelere yapılanlar bilinmektedir. Türkiye’dede farklı açılardan benzer olaylar yaşanmıştır. Elbette,insanlık tarihinin şu merhalesinde her şeyinceldiği gibi, bu konudaki yok etme teknikleride incelmiştir. Tarihte, insanın doğasındankaynaklanan olgu <strong>ve</strong> olaylara bakılmalıdır;ahvâle değil. İnsan, kendi dünyasını korumakiçin başka dünyaları yakar, yıkar; bu, başkadünyanın tecessüm ettiği şey kitap, bilgisayar,bina ya da devlet olabilir; fark etmez. Hâsılı,insan kendini trajik bir varlık kabul ettiği sürece,bu tür trajik eylemler de yapacaktır...Bağdat Kütüphanesi (“kütüphane”yi aynızamanda birikim anlamında da kullanıyorum),İslâm kültürü açısından büyük bir oluşumdu.Yok olmasının, İslâm kültüründekibu oluşum sürecine ciddi boyutlarda zarar<strong>ve</strong>rdiği söylenilebilir mi? Gerileyişin başlangıcıolarak görülebilir mi? Bu kütüphâne, nekadar özgün bir kütüphanedir? Yoksa ErnestRenan’ın dediği gibi, İslâm kültürü içindekiİslâm dışı unsurların oluşturduğu birkütüphâne midir?Öncelikle bir tashih... Kendimize ait konuları,Batılıların dediklerini dikkate alarak tartışmamalıyız.Hele hele, XIX. yüzyıl oryantalistlerinin‘kültürel terörüne’ azamî dikkat etmeliyiz. Ağzıolan konuşmuş... Bir deli, kuyuya taş atıyor; bizde çıkarmaya çalışıyoruz. Bir tabip, kocakarı teşhisinitahlil etmeye uğraşmaz; kendi muayenesiniyapar. Dolayısıyla, Renan gibilere ayrılacakvaktimiz olmamalı.İkinci olarak, gerileme-ilerleme gibi kavramçiftleriyle tarihi okuyamayız. Tarihî olaylarınpek çok değişkeni bulunmaktadır; indirgemeciolmamalıyız. İslâm Ülkesi’nde, Moğollar, yalnızcaBağdâd’ı yıkmadılar. Ayrıca, Moğollargeldiğinde, Bağdâd’da Beytu’l-Hikme de yoktu<strong>ve</strong> Bağdâd rakipsiz bir şehir değildi; başka bir deyişle,Bağdâd, İslâm temeddününün sıklet merkezideğildi. Bu nedenle, “Bağdâd gitti, her şeybitti” düşünüşü bırakılmalıdır.Hemen Bağdâd’ın düşüşünden sonrakurulan Merağa matematik-astronomi okulununkütüphanesine bakıldığında -ki, yukarıdaişaret ettiğimiz <strong>ve</strong>cizeyi kullanarak 400 bin ciltlikbir kütüphanesinden bahsedilir, ancak doğrudeğildir-, ciddi bir yekûnla karşılaşılır. Sonuçitibariyle, yalnızca Bağdat’ın düşüşü değil, tümMoğol istilâsı, İslâm Dünyasının Doğu’sunu –ki, İslâm dünyasının Batı’sı da var-, sarsmış <strong>ve</strong>sendeletmiştir; ama kısa sürede toparlanılmıştır.Öte yandan, Moğol istilâsı, İslâm dünyasında,farklı ilmî-fikrî terkiplerin de ortaya çıkmasına<strong>ve</strong>sile olmuştur. Şerden, bazen rahmet hâsılolur..., olmuştur da...Biraz da, Endülüs kütüphanelerindenbahsedelim isterseniz. Oradaki birikimin,külliyatın, Batı’ya aktarımı konusu da dikkatealındığında, neler söylenilebilir? Bağdatkütüphanesi ile Batı medeniyetinden alınankatkı, Endülüs kütüphanesi ile yenidenBatı’ya mı aktarılmıştır?Öncelikle, İslâm medeniyeti, Batı’dan bir şeyalmamıştır; Mezopotamya, Eski Mısır gibi kadimkültür havzaları yanısıra, Hint <strong>ve</strong> İran ileEski Yunan <strong>ve</strong> Helenistik kültürünü tevarüs <strong>ve</strong>temellük etmiştir. Temellük önemlidir, çünküİslâm Medeniyeti’nde, hâlâ her şeyi tercümehareketiyle başlatanlar var. Tercüme hareketi, birşey başlatmamıştır; tersine tercümelere, zatenbaşlamış bir harekete destek için kalkışılmıştır.İkinci olarak, o dönemde, Batı diye bir şeyyoktur; tersine Birûnî gibi İslâm bilginleri, mantıkbiliminin ilkelerini göz önünde bulundurarak,Çin <strong>ve</strong> Hint ile İslâm-öncesi Asya’yı, Doğu;İslâm <strong>ve</strong> Akdeniz kültür havzasını, Batı diyekabul ederler. Modern <strong>ve</strong> Çağdaş kavramlarla,tarihî olgu <strong>ve</strong> olayları incelememeliyiz. Bu türalma <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rme olguları, modern ulus devlet kavramlarıylaokunuyor. İslâm bilginleri için nazarîilim, insanlığın ortak malıdır. Taşköprülüzâdene diyor: Nazarî ilimlerin kavmi, dini, olmaz...E<strong>ve</strong>t! Kadim miras tevarüs <strong>ve</strong> temellük edildi;çevrildi <strong>ve</strong> her şeyden önce kadim birikim, ‘kitap’haline getirildi. Bu nokta, son derece önemlidir;Müslümanlar tespit ettikleri tüm kadim mirasıkitaplaştırmışlardır; kitaba dökmüşlerdir. “İslâmMedeniyeti, bir yazma/yazı medeniyetidir” derken,kast edilen budur. Zamanımıza gelen İslâmöncesi, örnek olarak, astronomi eserleri kaç tanedir;hepsini bir masaya sığdırabilirsiniz. Amaİslâm Ülkesi’nde kaleme alınmış irili ufaklı astronomikitapları için birkaç oda gerek. Niçin?10eylül-ekim-kasım2013


Çünkü kâğıt, dolayısıyla İslâm Medeniyeti’ndeicat edilen kitap, bilgiyi çoğalttı, özellikle BüyükSelçuklu <strong>ve</strong> Osmanlı döneminde öğretim kurumlarıyla,toplumsallaştırdı.Süreç içinde <strong>ve</strong> pek çok değişik nedenlerle,Avrupa, İslâm birikimini uzun bir zaman diliminde,kendi ölçütleri içinde, çevirdi. Hemensöyleyelim, Avrupa’da da çeviri etkinliğine belirlibir bilinç eşlik eder; bu bilinç çevirilerle başlamadı;tersine bu çevirileri olanaklı kıldı. Aktarımda, yalnızca Endülüs’ten yapılmadı; bununyanısıra, Sicilya, Trabzon <strong>ve</strong> İstanbul da birermerkezdiler. Seyyahların <strong>ve</strong> Avrupalı bilginlerinözel girişimlerini hiç saymıyorum.Diyeceğim şu ki, derdi olan, bilgiye kayıtsızkalmaz; çünkü bilgi, kendine kayıtsız kalanaacımaz. Kadim dönemde, bilginin büyükbir bölümü de, ‘haricî hâfıza’da yani kitaptadır.İslâm’ın da, Avrupa’nın da yaptığı, iddialarınaparalel olarak, bu birikimi temellük etmektir.Bugün, İslâm kültür geleneği içinde, özgünbir kütüphane oluşumundan, özgün birkülliyât oluşumundan söz edebilir miyiz?Bu tür sorulara, benzetmeyle <strong>ve</strong>rdiğim biryanıt var: Dil, önce konuşulur, sonra dilbilgisi(gramer) yazılır. Bizim zihin yapımızı, dahaçok, ‘medeniyet’ kavramı belirlediğinden dolayı,tarihî olanda kalıyor, hareket içre olanı anlayamıyoruz;bu nedenle, medeniyet yerine, usul-idîn <strong>ve</strong> usûl-i fıkh’ın, ‘temeddün’ kavramınıtercih ediyorum. Ne demek bu? İslâm HayatGörüşü’nü, hareket, dolayısıyla değişim içre modellemek<strong>ve</strong> idrak etmek... Bu çerçe<strong>ve</strong>de, İslâmtemeddünü ölü değildir; hareket halindedir <strong>ve</strong>her konuda üretimi devam etmektedir. Üretiminözgünlüğü zamansaldır <strong>ve</strong> gereksinimlere bağlıdır;önemli olan, pek çok farklı, hatta birbirleriyleçelişik fikrin geliştirilmiş olmasıdır. Kişiselkanım, İslâm Hayat Görüşü, tarihî yürüyüşünüdevam ettirdiğinden, üretimi de sürmektedir. Bubir ırmağa benzer; kaynağı sürekli olduğu sürece,bazı mevsimler, suyun azalması olasıdır; amakurumadığı sürece çoğalma olanağı her zamanvardır.Aynı soruyu Batı kültürü açısından sorayım:Orada durum nedir?Entelektüel/zihnî faaliyetlerde, siyasî tabanlıDoğu – Batı ayrımı, pek de açıklayıcı görünmüyor.Nereden başlar, nerede biterler; ne zamanbaşladılar; ne kadar sürecekler? Hem, Hak ileBâtıl’ın sabit coğrafyası olmaz; Doğu’da da olabilir,Batı’da da... Zihnimizi, bu tür kavramlarlakayıtlamamalıyız. Sorunuzdaki külliyatı <strong>ve</strong> kütüphaneyi,bilgi birikimi olarak anlarsak eğer,elbette, Dünya’nın her yerinde, ülkeler, sahipoldukları iddia <strong>ve</strong> olanaklara paralel olarak üretimlerinisürdürmektedirler. Tersi durumda, tarihtendüşerler.“Sözlü kültür” <strong>ve</strong> “yazılı kültür” diye birayrım yapabilir miyiz? Eğer böyle bir ayrımyapılabileceksek, doğu kültürünü “sözlü kültür”sınıflandırmasında değerlendirebilirmiyiz? Bunun, Batı’lı anlamda bir felsefe geleneğininoluşmamasına, ama daha farklı birtefekkür biçiminin ortaya çıkmasına nedenolduğu söylenilebilir mi?Bu sorunuzdaki Doğu <strong>ve</strong> Batı kavramlarıiçin de, yukarıda söylediklerim geçerlidir. EğerDoğu’dan, İslâm’ı anlıyorsak, “İslâm kültürü,sözlü kültürdür” yargısı, tamamen bir şehir efsanesidir.Yukarıda da işaret ettiğim üzere, “İslâmMedeniyeti, bir yazma, bir yazı medeniyetidir”<strong>ve</strong> kendinden önceki ulaşabildiği tüm ilmî mirasıtemellük ederek kitaba dökmüştür, kitaplaştırmıştır.Biraz önce de işaret etmiştim: İslâmMedeniyeti’nde üretilen eserlerin miktarı, kendindenöncekilerle mukayese bile edilmez. Elbettebu durumun pek çok nedeni vardır; kâğıt,öğretim vs...Yazı’nın, bizim için ne anlama geldiğini idrakiçin gereğinden fazla konuşmamıza gerekyoktur. Çünkü yazı, bizde, Varlık’ın tecellilerindenbiri olarak kabul görmüştür: el-vucûd elhattî/kitâbî...Daha ne diyebiliriz ki? Kitâbet’i/Yazı’yı, Varlık’ın bir tecellisi olarak gören bir medeniyetianlamak için yalnızca sözlü kültür içindeboşa konuşmak yetmez; biraz kitap okunmalı!Kalkaşendî’nin Subh el-aşâ’sı, İbn Haldûn’unel-Mukaddime’si... belki de Taşköprülüzâde’ninMiftâl el-saâde <strong>ve</strong> misbâh el-siyâde’nin birincicildi... Özellikle yazınsal varlık’a ait bilim dalları,içerikleri <strong>ve</strong> kaleme alınan eserler kısmınıokumak konu için iyi bir başlangıç olabilir.11eylül-ekim-kasım2013


mını üstlenen bir araç olmaktan çıktı, ticari birmeta oldu... Hatta XX. yüzyılda, psikolojik birmeta haline geldi bile denilebilir. İbn Haldûn,Mukaddime’sinde “Bir alanda, fazla kitap bulunmasınınzararları” diye bir başlık açar ki, odönemde kitap ne kadardır?... Ancak, dediğişudur İbn Haldûn’un, belirli bir konudaki kitaplar,büyük oranda kendilerini tekrar ederler;bu nedenle, hepsini okumaya kalkmak vakit alıcıdır.Bu nedenle, söz konusu olumsuz durumdankurtulmak için, İslâm dünyasında, özellikleöğretim hayatı için her açıdan sıkı ders metinleriyazılmıştır. Ancak matbaa ile bu kaygı ortadankalkmıştır. Artık, diyelim ki, bir kişi Felsefe Tarihisahasında, ya da ‘bir’ alanda ‘bin’ eseri okumakgibi bir sıkıntı yaşıyor; klasik gelenek şöyledüşünüyor, en azından başlangıç aşamasında,felsefe tarihine ilişkin temel bilgileri almak için‘bir’ eseri ‘bin’ kere okumak daha doğrudur.Günümüzde, artık basılı kitap, yazma kitabınkaderiyle karşı karşıyadır. Bilgisayara bağlıkitap, dijital <strong>ve</strong> internet yayıncılığı, hızla, basılıkitabı ortadan kaldıracaktır. Bugün, nasıl yazmakütüphaneleri varsa, yakın bir gelecekte de, basmakütüphaneleri olacak; ama kullanılmak üzeredeğil, bazı âlimlerin eskiyi araştırmak üzerekullandığı kütüphaneler şeklinde... Elbette direnilecek,basılı kitabın erdemlerinden bahsedilecek,iktisadi çıkarları zedelenenler itiraz edecekvs. ama sonuç itibariyle durum değişmeyecek...Örnek olarak, Felsefe-Bilim tarihi alanında,neredeyse tüm ilmî dergiler, internet üzerindenyayınlanıyorlar; basılmıyorlar. Belki bilgisayardaokumak benim için zor; ama çocuklarım içinkolay; torunlarım için –belki de- “bir zamanlarkitap diye bir şey vardı”ya dönüşecek...Bunları dikkate alarak şöyle ifade edelim:Mehmet Genç üstadımız, şöyle der: “Mütevazıbir ilmî çalışma, en az üç milyonluk bir kütüphaneile başlar.” Türkiye’de böyle bir kütüphanevar mı? Ben bilmiyorum... İslâm Ülkeleri’nde?Belki!.. Artık öteki ülkelerle karşılaştırmayı sizyapabilirsiniz. Kafanızı malumat <strong>ve</strong>rerek şişirmekistemem.Mesele, basit bir malzeme sorunu değildiröyleyse... Bilgi sorunudur. Nübüv<strong>ve</strong>t’ten sonrailmin geldiği bir dine mensubuz ama pek fazlakimse bu makama talip olmak istemiyor; siyasetya da basit bir gazete yazarı olabilecek kadar malumat-füruş olmak daha cazibeli. Bilgi’ye değer<strong>ve</strong>rirsek, önemsersek, hakkını teslim edersek, gereklicehd ü gayreti gösterirsek, bilgiyi muhafazaeden malzemeyi de üretir <strong>ve</strong> sahipleniriz. Şunainanmıyorum: İstanbul’da öyle bir kütüphanekuralım ki, içinde yirmi beş milyon kitap bulunsun.Okumadıktan, araştırmadıktan sonra okütüphane sadece bir Kitap Müzesi olarak kalır;başka hiç bir şey olmaz.Üni<strong>ve</strong>rsite yıllarımdan anımsıyorum:Okuduğum Üni<strong>ve</strong>rsite’nin genel kütüphanesinegitmiş, fiş doldurarak bir kitap istemiştim;memur yanlış kitabı getirince kendisini uyardım.Ne oldu? Fırça <strong>ve</strong> tahkir... Hemen oradan çıktım<strong>ve</strong> profesör oluncaya değin hizmet <strong>ve</strong>rdiğimo üni<strong>ve</strong>rsitenin genel kütüphanesine bir dahahiç uğramadım; hâlâ da uğramam. Ne yaptım?“Öyle şahsî bir kütüphane kuracağım ki, alanımçerçe<strong>ve</strong>sinde bir daha bu tür kütüphaneleregereksinim duymayacağım” diye karar aldım.Öyle de yaptım. Ama bu, çözüm değil! Kütüphanelerimizaz; içlerindeki kitaplar da az; üstelikokuyucuyu onlara ulaştırmamak için tüm “tedbirler”de alınmış durumda. Raf sistemi yok.1990’da, Ammân’daki Ürdün Üni<strong>ve</strong>rsitesi’negittiğimde, ilk raf sistemli kütüphaneyle karşılaşmıştımda bir hafta, alanımla ilgili kitaplarıincelemiştim. İSAM’ın kütüphanesi bu açıdanbüyük bir boşluğu doldurmuştu; ancak yenikitaplarla sürekli takviye edilmediğinden, tarihîbir hâle gelmeye başladı. Gerçi artık pek çoküni<strong>ve</strong>rsite, internet üzerinden kitaplara erişimisağlıyor; ama ne kadar işlevsel o tartışılır.Sonuç itibariyle, bin yıl daha bekleriz bukafayla gidersek. Çünkü sorun, yalnızca malzemeyesahip olmak değil; bir amaca sahip olmak;bu amacın gerektirdiği malzeme, gereksinimdoğrultusunda edinilirse, hem süreklilikortaya çıkar, hem de ona ulaşım yolları, eldengeldiğince <strong>ve</strong>rimli inşa edilebilir; gerisi boş birhikâye.Tüm dediklerimizin özeti nedir? Kanımcaşudur: Sorun, daha derin, bilgiye talip olmasorunu... Şu deyişi unutmamalıyız: Malumatolmadan marifet, marifet olmadan ilim, ilimolmadan irfan sahibi olunmaz. Kısaca: Derdimizne bizim? Kişi olarak, millet olarak?■13eylül-ekim-kasım2013


ihtirası, çok <strong>ve</strong> çabuk kazanma arzusu, telefon,internet vs. bağımlılığı gibi hususlar insanı neredeysebir otomobil yarışı hızında yaşamayazorluyor. Bu şüphesiz tefekkürü <strong>ve</strong> idraki dumurauğratıyor. Ruhunu çok gerilerde bırakarakkoşuşturan şehirli, şehrini <strong>ve</strong> oradaki konumununasıl idrak etsin?Bütün bunlarla beraber, büyük şehir banaöyle geliyor ki en çok sanatkârları uyarıyor,kışkırtıyor. Geçmişte şehrin kültürü, tabiat güzellikleri;mimarî, musiki, tarih gibi medeniyetunsurları şairleri beslerdi. Şehirlere çokça güzellemeyazılır, şehrin tarihi mekânları, tabiî güzellikleriresmedilirdi. Bugün ise sanatçıya dahaçok şehrin değişen sosyolojik <strong>ve</strong> mimarî yapısı,bunların yarattığı karmaşa, sakat ilişkiler, bunalımlar,yabancılaşma, yozlaşma; yine bunlarabağlı olarak kaybedilmiş değerlere özlem vs. ilham<strong>ve</strong>riyor.Son dönem şiirimize şehirlilik hâkim. Benimşiirim de genel yapısıyla şehirli bir şiirdir.Çocukluğa, diğer yaşanmışlıklara, tabiata dahep şehirden baktım. Bu bakış aslında bir kaçış,bir sığınmadır denebilir. Bu duygu aslındabirçok şairde vardır. Necip Fazıl “Şehirlerin Dışından”şiirinde bizi, dünyayı “şehirlerin dışından”seyretmeye çağırır. Çünkü “kat kat çıkmışevler, o cam gözlü devler” görülmesi gerekenâlemi gizlemektedir. Şehirler insanı köleleştirmekte,Allah’ı unutturmaktadır. Şiiri, bir hayatgörüşünün, bir inancın paralelinde götürmeyeçalışınca, şehir, yukarıda da değindiğim gibi,yabancılaşmanın, bozulmanın gerçekleştiği yeroluyor. İnsanın bir bütünden kopup, büyükkalabalıklar içinde insan tekine dönüştüğü, bunundoğurduğu yalnızlık <strong>ve</strong> sarsılmışlığın derinbir şekilde yaşandığı yer… Tanpınar, “Biz şehirmefhumunu kaybettik. İçimizde fukaralığın nizamıkuruldu” diye yakınır. “Şehir, bir terbiyenin<strong>ve</strong> zevkin etrafında teşekkül eden müşterekbir hayattır” der. Beni, kaybettiğimiz bu terbiye<strong>ve</strong> müşterek hayat her zaman çok ilgilendirdi.Bir şair, roman <strong>ve</strong> hikâye yazarı olarak “hayıtını<strong>ve</strong> üslubunu kaybetmiş” şehrin, yaşadığımya da tanıklık ettiğim bu hallerine uzakdurmam mümkün değildi. Ancak bunlarlakendimi sınırlamamak gerektiğini düşündümhep. Sanatçı, bir medeniyet mensubu olduğunun,o medeniyeti yaşatma geliştirme misyonutaşıdığının bilincinde olmalıdır. Bu bağlamdayaşadığım şehrin kültür <strong>ve</strong> medeniyet merkeziolmasının sağladığı imkânlar da şiir <strong>ve</strong> yazılarımıbüyük ölçüde beslemiştir.Taşra <strong>ve</strong> anakent karşılaştırmasına girerseksizce hangisi bir sanatçı için daha el<strong>ve</strong>rişlidir?Günümüz anakentlerinde sanatçılarkendi atmosferini nasıl oluşturuyorlar?Anakentler, sanatçıların yoğun olarak yaşadığı;kurum, kuruluş <strong>ve</strong> mekânların fazla olduğu,sanat etkinliklerinin sıklıkla yapıldığı,entelektüel ilişkilerin daha kolay kurulabildiği;yayıncı, kitapçı, dağıtımcı <strong>ve</strong> ajansların toplandığıyerlerdir. Kültür-sanat endüstrisinin kalbiburalarda atar. Buralardan geniş kitlelere erişebilmekdaha kolaydır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de daha birçokimkândan söz edilebilir. Tabii ki bütün bunlarsanatçılar için el<strong>ve</strong>rişli bir ortam oluşturur. Büyükkültür merkezlerinde oluşmuş bir gelenekten,geçmişten gelip sinmiş bir ruhtan da sözedilebilir. Hayatının merkezine sanatı oturtanlarbunu hissederler. Pasajlara, sahaflara, başkabazı mahfillere sinmiş bir ruh diyeyim buna.Ancak bu her şeyin büyük şehirlerde başlayıpbittiği anlamına gelmez. Hemen her zaman,kabiliyeti, belli bir hedefi olan sanatkârlar kendilerini,bu işin adeta borsası durumunda olanbüyük şehirlere atmaya çalışmakla beraber taşradenilen yerlerde de yetişmiş büyük sanatkârlaraz değildir. Uzak <strong>ve</strong> küçük de olsa ilim <strong>ve</strong> irfana,sanata yataklık yapmış şehirlerimiz çoktur.Günümüzde durumun daha farklı olduğunudüşünüyorum. Kolaylaşan ulaşım, iletişim,her tarafa yayılan teknolojik imkânlar taşrakavramını coğrafî bir terim olmaktan çıkarıyoradeta. Artık taşralılığın zihinsel bir kavramolduğunu düşünüyorum. En uzaktaki bir Anadoluşehrinden hatta kasabasından, değil Türkiye’deki,dünyanın her yerindeki sanatçılarlakolaylıkla ilişki kurulabilir. Yazılar, fotoğraflar,hatta kitaplar en uzak yerlere bir tıklamayla birkaçsaniyede ulaştırılabiliyor. Artık her yerdekitap, dergi basılabiliyor. Şehirlerin büyük birkısmı kendilerini kültür sanat vasıtasıyla tanıt-16eylül-ekim-kasım2013


mayı hedeflediği için hemen her şehirde artıksanat <strong>ve</strong> edebiyata daha fazla imkân hazırlanıyor,daha çok etkinlik yapılıyor. Böyle oluncabüyük şehirlerde yaşayan yazarlar “taşra” dergilerine;“taşra”da yaşayanlar büyük şehirlerde çıkandergilere yazabiliyor. Nerede çıkarsa çıksınbir yayın her yere ulaştırılabiliyor. Bütün meselezannımca zihni uyanık, ufku geniş olabilmektir.Yoksa bir kişi, büyük şehrin göbeğindeyıllarca yaşayıp üretmeye çalışsa da fazla bir şeydeğişmez.Atmosfer oluşturma, daha çok mizaçla, dünya<strong>ve</strong> sanat görüşüyle <strong>ve</strong> imkânlarla ilgilidir. Birazönce büyük şehirlerin kültür <strong>ve</strong> sanat adınasunduğu imkânlardan bahsettik. Bu imkânlarşüphesiz iletişimi <strong>ve</strong> bir sanat atmosferi oluşturmayıda kolaylaştırıyor. Dernekler, vakıflar,sanatçı kuruluşları sanatçıları bir araya getirebiliyor.Belediyeler sürekli kültür sanat etkinliklerigerçekleştiriyor. Bazı yayınevlerinde, kitapçılardaperiyodik sohbetler yapılıyor. Bunlar dasanatçıların bir araya gelmesine <strong>ve</strong>sile oluyor.Hayat <strong>ve</strong> sanat telakkilerinin uyumu, müştereklerinçokluğu, mizaç <strong>ve</strong> zevkler, ortak hedefler,beklentiler şüphesiz bu ortamların canlı, bereketliolmasında etkili oluyor.Türk edebiyatı dönemlerini ele alacakolursak hangi dönem daha çok şehirliye dönüktür?Edebiyatımızda anakent temalı pastoralşiir gerçekleşebilmiş midir?Doğrusu Türk edebiyatının dönemlere ayrılmasımevzuu bana hep sorunlu gibi gözükmüştür.Yine de bu bölümlemelerden hareketedersek, “halk edebiyatı” diye adlandırılan alanındışındaki hemen bütün <strong>ve</strong>rimlerin şehirliyedönük olduğunu söyleyebilirim. Şifahî eserlerya da âşıklar marifetiyle ortaya konmuş şiirlerçoğunlukla büyük şehirlerin dışında, halkınduygu <strong>ve</strong> düşüncelerinin tezahürü olarak hayatbulmuştur. Bunların dışındakilerin oluştuğuyer ise şehirdir <strong>ve</strong> muhatabı büyük ekseriyetleokuryazar insandır. Yer yer <strong>ve</strong> dönem dönemsırf okuryazarlığın da yetersiz kaldığı, seçkinmuhatapları hedefleyen bir edebiyatla karşı karşıyakalıyoruz. Tabiî ki bu muhatap şehirlidir.Klasik edebiyatımız, şüphesiz tam bir şehiredebiyatıdır. Büyük medeniyet merkezlerindegenellikle yönetici zümrelerin etrafında <strong>ve</strong> himayesindeneşv ü nema bulmuştur. Mensuplarıiyi öğrenimli, donanımlı kişilerdir. Gelişmiş birmedeniyetin bütün zenginlik <strong>ve</strong> inceliklerine,haddeden geçmiş diline maliktirler. Oturmuşbir geleneğe yaslanırlar. Bu durumda edebiyatçı,bu donanım, bu zenginlik <strong>ve</strong> incelikle, tabiatıylayine bu kültüre aşina, bu incelmiş söyleyişikavrayabilme kabiliyetine sahip şehirliyeseslenecektir.Tanzimat Dönemi edebiyatı <strong>ve</strong> Edebiyat-ıCedide de bütünüyle şehirliye yöneliktir. Mensuplarınınçoğu kalem dairelerinde yetişmiş,yabancı lisan öğrenmiş; bir kısmı paşa ya dapaşazadedir. Tanzimat döneminin ilk temsilcilerisiyasetle edebiyatı atbaşı sürdürdükleri <strong>ve</strong>edebiyatı daha çok bir dönüştürme aracı olarakkullandıkları için; sonrakiler ise sanat yapmışolmayı önceledikleri için hep şehri, şehir insanınıkonu edinmiş, şehirliye seslenmeyi yeğlemişlerdir.Bu dönemlerde şehir dışındaki hayat,bir iki zayıf deneme hariç, bütünüyle edebiyatındışındadır. Hatta denebilir ki İstanbuldışındaki bütün hayat edebiyatçının ilgi alanıdışındadır.Edebiyatçıların İstanbul dışındaki şehirlere,kasaba <strong>ve</strong> köy hayatına yönelmeleriMeşrutiyet’ten sonra mümkün olur. Cumhuriyetlebu yöneliş ivme kazanır. Ancak büyükşehirlerde yoğunlaşan nüfus zamanla edebiyatçıyıda bu yoğunluğun içine çekti diye düşünüyorum.Anakent temalı bir pastoral şiirdenbahsetmek çok zor. Şehir daha çok köy <strong>ve</strong> kırhayatının, bakir tabiatın muhalif mefhumuoldu denebilir şairler için. Şehir, insanı cüceleştirenbir yer olarak görülür. Başta da değindiğimizgibi, dağ, köy, kır, şehrin kas<strong>ve</strong>tindenkurtulmak, arınmak için kaçılan yerlerdir şairnazarında. Necip Fazıl’ın mısraları bunu en güzelşekilde ifade ediyor:Al eline bir değnek,Tırman dağlara, şöyle!Şehir farksız olsun tek,Mukavvadan bir köyle!17eylül-ekim-kasım2013


Uzasan, göğe ersen,Cücesin şehirde sen;Bir dev olmak istersen,Dağlarda şarkı söyle!Şehri anlatan bir edebi tür var mı? Günümüzşehirlisi daha çok hangi türde kendini bulmayaçalışıyor, hangi edebî türe meyyal?Aklıma hemen şehrengizler geliyor. Klasikedebiyatımızdaki şehrengizler, bir şehringenel durumu hakkında genel bilgilerin <strong>ve</strong>rildiği,güzelliklerinin övüldüğü <strong>ve</strong> güzellerininvasfedildiği ilgi çekici bir türdür. 16. YüzyıldaMesihî <strong>ve</strong> Zatî tarafından ilk örneklerinin <strong>ve</strong>rildiğinibiliyoruz. Sevilen <strong>ve</strong> çokça örnek <strong>ve</strong>rilenbu tür, başka bazı türler gibi zamanla ömrünütamamladı. O şimdi artık bir edebiyat tarihimalzemesi. Ama biraz şiirselliğinden, biraz datema benzerliğinden, adı şehirlerle alakalı bazıçağdaş kitaplarda yaşatılıyor. Bu son cümleyibana Mustafa Armağan’ın Bursa Şehrengizi’ninkurdurttuğunu söylemeliyim.Şehri anlatan bir edebî tür olarak, son yıllardayaygınlaşma eğilimi gösteren “şehirkitapları”ndan da söz etmek gerekir her halde.Tanpınar’ın Beş Şehir’i ile başladığını söyleyebileceğimizbu kitaplar gittikçe müstakilbir tür olarak anılmaya başlandı. Mitat Enç’inGaziantep’i anlattığı Uzunçarşı’nın Uluları,Ahmet Turan Alkan’ın Sivas’ı anlattığı AltıncıŞehir <strong>ve</strong> benzer bazı çalışmaların gördüğü ilgibu tarz kitapların çoğalmasına yol açtı. Artıkyalnız şehir yazıları yazan yazarlar var. Belediyelerşehir kültürü dergileri çıkararak yazarlarışehirler hakkında yazmaya yönlendiriyor. Bukonuda ilmî toplantılar yapılıyor. Dergiler şehirkitapları dosyaları hazırlıyor. Bazı kurumlarınşehir kitapları kütüphaneleri var. Şehir kitaplarışüphesiz yeni bir edebiyat dalı sayılır. Şimdiliksayıları belki pek fazla değil ama Ahmet TuranAlkan’ın da ifade ettiği gibi gelecek vaad ediyor.Seyahat kitapları da şehirlerin hafızasınıkayda geçirmekte önemlidir. Seyyahların gözlem<strong>ve</strong> tespitleri büyük ölçüde şehirlerle ilgilidir.Bugün şehirler hakkında yazanların vazgeçilmezkaynaklarından biri seyahatnamelerdir.Bir şehir hakkında eser hazırlayan herkes EvliyaÇelebi’ye, İbni Batuta’ya başvurmak zorundahisseder kendini.Gelişen mekân algısı, dikkatleri şehirlereyoğunlaştırıyor. Daha önce ifade ettik: günümüzedebiyatının baskın mekânı şehir, baskınkonusu şehir hayatıdır. Bu da kanımca en çokromanda görülüyor. Dolayısıyla şehirlinin kendisinien çok romanda bulduğunu, ona meyyalolduğunu düşünüyorum. Şimdilerde daha çokroman yazıldığını, çevrildiğini, baskı sayılarınınyüksek olduğunu gözlemliyoruz. Bu da onagösterilen alakaya işaret ediyor.Sizin de dergilerde şehir yazıları yazdığınızatanık oluyoruz. Deneme kitaplarınızdaşehre dair çok yazı var. Seyahat izlenimlerinizde “Seferî Yazılar” başlığıyla kitaplaştı.Bunu şehre <strong>ve</strong> gezmeye olan ilginizin bir göstergesiolarak mı anlamalı?Seferî Yazılar’dahangi şehirler var? Buralara nasıl bakıyorsunuz?Medeniyet <strong>ve</strong> medenîlik kavramlarıyla şehirarasındaki ilişkiye daha önce değindik. Bu ilişkiyiönemseyen, edebiyata <strong>ve</strong> sanata edebiyatbağlamında yaklaşan biri olarak elbette şehriönemsiyorum. Her şair, hikâyeci ya da romancıgibi şehirler hakkında düşünüyor, gözlemler yapıyorum.Şehri düşünmek, gözlemek, yazmak... Bunlar hoşuma gidiyor. Bir hafızayı kaydageçirmenin keyfini yaşatıyor bana. Bir sorumluluğuyerine getirmenin huzurunu… Seyahatide seviyorum. Seyahat arzusu fıtrî bir şeygibi geliyor bana. İnsan tabiatında var olan birduygu. Hoşuma giden bir söz var. Derler ki:“Dünya bir kitaptır, seyahat etmeyenler onunhep aynı sayfasını okurlar.” Gezmek, yeni sayfalarokumaktır. Özge diyarlara pervaz vurmak,özge güzellikler temaşa etmektir. Seferî Yazılarbu his <strong>ve</strong> düşüncelerle kaleme alındı. Ülke dışınayaptığım bazı seyahatlerdeki gözlem <strong>ve</strong> izlenimleriiçeriyor. Şüphesiz bildiğimiz anlamdabirer şehir yazısı değil bunlar. Yine de gezdiğimşehirlere bir ayna tutabildiğimi düşünüyorum.Bu şehirlerin bazıları şunlardır: Almatı, Aşkabad,Merv, Mekke <strong>ve</strong> Medine, Strasburg, Zürih,Köln, Üsküp, Salzburg…■18eylül-ekim-kasım2013


ta damı çökmüş,kapısı sökülmüşhazin viranelerdebile, kapağı kopukbir kitaba duyduğunuzmerhametihissettiğiniz olur.Definelerin hepharabelerde yatıyorolması gibi, kapaksızkitaplarda dakim bilir ne gizlideğerlerin saklandığınıdüşünerekkendinizi <strong>ve</strong> yaralıkitabı teselli edersiniz.Biliyorum, iyicegaripseyeceksiniz; fakat yeri geldi de söylüyorum:İşaret parmağım da kitapları kapılara benzetiyor.Garipseyeceğinizi söylemiştim. Apartmankapılarında, alt alta dizilmiş zillerin yanıbaşındaki kutucuklarda aşina bir isim ararken,işaret parmağımın da kitaplardaki “içindekiler”yahut “indeks” bölümünden alıştığı hareketlerihatırlayarak gezindiğini fark ediyorum.Siz hiç yarım kalmış bir kapı gördünüzmü? Ben bir müzayedede gördüm. Çift kanatlıbir kapıydı. Bir kanadı mükemmel birkündekârȋ ile ince ince işlenmiş; fakat ikincikanadı ‒kim bilir hangi musibet mâniolmuş da‒ tamamlanamamıştı. Her acıyı tanırzannettiğim kalbimin o yarım kapı karşısındanasıl paramparça olduğunu dilim dönmez kianlatayım. Müzayede kataloglarını saklamakgibi garip bir âdetim varsa da o gününkataloğunu yok ederek kapının fotoğrafıylaberaber, zihnimdeki görüntüsünü de kovmayaçalıştım; ama ne çare? İşte, üzerinden yıllar geçmesinerağmen, o malul kapının hayali olancatazeliğiyle hâlâ karşımda duruyor. Tesadüf buya, aynı sene içinde düzenlenen bir başka müzayededekarşıma hattatı göçüp gittiği için yarıdakalmış bir Kur’an çıktı. Hayatı boyunca edindiğihiçbir Kur’ân’ı satın almadığı gibi, metaadönüştürülerek alınıp satılmasına da bir türlüalışamayan ben, o yarım eseri ciddi bir meblâğkarşılığında aldım. Şimdi düşünüyorum da birkere daha zihnim kapılarla kitapları eşlemiş <strong>ve</strong>yarım kapının açtığı yarayı, yarıda kalmış birKur’ân ile sağaltmaya çalışmışım. Bu eşlemedeyalnız olmadığımdan eminim. Kitaplara <strong>ve</strong>kapılara o nihayetsiz tünelleri açan kurtçuklardahi birbirine benzer; damak lezzetleri bilemüşterektir.Şimdi yazarken fark ettim ki, kitaplara benzediğinidüşündüğüm, zihnimde öylece eşlediğimkapıların hiçbiri zamane işi değil... Ruhumayakın bulduğum kitaplar gibi, aynı yakınlığıhissettiğim kapılar da devr-i kadîmden kalmışolanlar... Asri kapılara bir türlü ısınamadım;metalik soğukluğuna, ziline basmaya, otomatınınsesine, diyafonunun varlığına, gözetlemedeliğine, asansörüne, şifresine, kamerasına birtürlü kanım kaynamadı. Sizi içeri/ içine da<strong>ve</strong>tetmek istemeyen kitaplar misali... Sanki ha deyipde girerseniz, olağanüstü bir cevhere ortakçıkacakmışsınız gibi... Oysa bu meymenetsizkapılar bin naz ile size açıldığında, göreceğinizmanzara hep aynı... Cümlesinde de eşiği geçtinizmi kas<strong>ve</strong>tli, hepsi bir örnek “antre”lerekadem basmak zorundasınız. Yakın zamanlarakadar, bir metnin ilk cümlesi onun başarısınınanahtarı sayılırdı. Romancılar, o ilk cümleninsıcak merhabasını, cazibesini, misafirper<strong>ve</strong>rliğiniyakaladıklarında, okuru da ele geçireceklerinibildiklerinden, daktilo karşısında cazip bir başlangıçcümlesi bulmaya çalışarak ömür çürütürler;buruşturup çöpe attıkları kâğıtların çoğunuda o siftah cümlesine kurban ederlerdi. Nihayette,kitabın kapağını çeviren okur da çaldığıkapıda istiskal edilmeyeceğini bu ilk cümledenanlardı. Çelik kapıların ardında oturan zamaneyazarlarının giriş cümleleri ise, antrelerine benziyor;soğukluk <strong>ve</strong> yavanlıkta çoğu birbirinineşi...Bir de eski kapıları düşünün; onları niye sevdiğimişıpınişi anlayacaksınız. İster tokmağınıgümbür gümbür çalın, ister yumruk-tekme girişin,eski kapılar hep zarafetle açılır; sizi kucaklamağa,buyur etmeğe amadedir, bu bir... İkincisi,açılan her kapının ardında, aydınlık <strong>ve</strong> güleçbir avlu bulunur ki, hiçbiri diğerine benzemez;tırabzanları bile, taşlığı bile bambaşkadır. Eskizaman kitaplarını da işte bu farklı <strong>ve</strong> görklü girişleriylesevmeye başlarsınız. Hanede olduğugibi, kitapta da en gösterişli yer giriş kapısıdır;20eylül-ekim-kasım2013


önceleri hattatlar, sonraları matbaacılar bütünhünerlerini burada göstermeye çalışırlar. Herkitabın avlusuna bu dibace/ mukaddeme kapısındangeçilir. Adı üstünde... Kitaba kademinizioradan atacaksınızdır; çünkü o cümle kapısıdır.“Cümle” kapısı hem kelime’nin, cümle’nin kapısıdırhem cemile’nin... Söz <strong>ve</strong> güzellik oradabaşlar. Eşiği geçtiniz mi bambaşka bir âleme gireceğinizpeşinen haber <strong>ve</strong>rilmekte...Aslını ararsanız, böyle girift nakışlarla tezyinedilmiş <strong>ve</strong> açık bir kapıyı andıran başlıklara başkayerlerden de aşinayız. Ceddimiz, öte’ye yololduğunu düşündüğü her geçidi aynı tarzda kapınakışlarıyla donatır. Dikkatle <strong>ve</strong> ibretle baktığınızda,kapı suretindeki süslemelerin sadecekitaplarda değil, seccadelerde <strong>ve</strong> şâhidelerde deaynen stilize edildiğini fark edeceksiniz. Öteyegeçit nerede ise, alâmeti de hep benzer bir tezyinattaolacaktır. Hayal etmeye çalışın. Bir kitabınkapağını besmeleyle çevirdiğinizde karşınızaiki kanatlı murassâ bir kapı çıkıyor. “Fettâhü’lebvâb”ınaçtığı sağdaki kapıdan “Fâtiha”ya giripyedi ayet ilerlediğinizde yol sola kıvrılıyor<strong>ve</strong> böylece “Bakara”nın kapısına ulaşıyorsunuz(Garip bir biçimde, zihnim bu manzarayı Ayasofya’dakiSultan I. Mahmud Kütüphanesi’neısrarla birleştiriyor. Çift kanatlı kapısı <strong>ve</strong> “YâFettah” yazılı kapı kulpları sebebiyle olabilirmi?) Seccadenin alınlığına kapanarak <strong>ve</strong>ya birşâhidenin altından yol bularak ulaşmaya çalıştığımızda hep aynı geçit değil mi?Alınlık deyince söylemeden geçemeyeceğim;ben kapıların en çok alınlıklarını se<strong>ve</strong>rim. Birgüzelin fesinden sarkıp alnını bezeyen penezler,oyalar, boncuklar gibi, kapıların üstünü süsleyende alınlıklardır. Alınlıklardaki nakışlar, oymalar,küçük heykeller kapıyı bir bayram takınaçevirir <strong>ve</strong> altından geçenlere izzet kadar, şerefkadar güzellik de saçar. Nasıl ki, insanın kaderialnında yazılı ise, binaların kaderinin de kapıalınlıklarında gizli olduğunu düşünürüm. Kapısınınüstünde “Dolmabahçe Sarayı” mı “AdliyeSarayı” mı yoksa “Saray Düğün Evi” mi yazdığı,bir binanın kaderini temelinden değiştirir.Şimdilerde aynı değişikliği kapı plaketlerindende takip edebilirsiniz. Bir kapı plaketinin sarımetal ışıltısında “Fatma-Mehmet Başeğmez” yazısınıokuduysanız, Mehmet Bey’in evde eşinemunisçe baş eğişini de fark edersiniz. Oysa“Fatoş&Memoş” levhası size evin içyüzüne dairbambaşka şeyler söyleyecektir. “Fatma Başeğmez”plaketi ise, bir kaybın <strong>ve</strong> eksiklenmeninhüznünü taşır. Dahası, sökülmüş bir kapılevhasının boş vida yuvaları bile, bir süre önceiçeride yaşananlar hakkında üstünkörü bir fikiredinmenizi sağlar.İsimliğin, evlerinde yaşadıkları hayatınaçıklamasını yaptığına inananları hemen farkedersiniz; zira onlar plakete adlarını yazdırırkenbaşına “Yük. Müh.”, “Em. Alb.” gibi açıklamalarekleyerek içerideki hayat hakkında olumlu birfikir edinmeniz için uğraşırlar. Bana öyle geliyorki, “Prof. Dr.” olduğunu kapısının üzerindekilevha ile gözünüze sokan biri, kitabının kapağındada unvanını mutlaka tekrarlayacaktır.Sebep? Evinin niteliği kadar kitabının değerinide “nâm ü şân-ı vâlâları”nın belirlediğini düşünüyorolması... Kapı alınlıklarının asri karşılığıbu sarı plaketler ise, zannımca kitaptaki karşılığıda kapak yazılarıdır. Mademki, plakette birkapıdan geçince karşılaşacaklarımızın ilk emareleriniyakalayabiliyoruz, o hâlde içindekilere<strong>ve</strong> bir yazarlık serencamına dair işaretleri dekitabın daha isminden itibaren okumaya başlıyorolabilir miyiz? Bir başka deyişle, başlıkda kitaba dâhil değil midir? Alınlığın kapıdanziyade binaya, başlığın da kapaktan çok kitabadâhil olduğunu düşünmek mümkün... Kapı <strong>ve</strong>kapak methalin eşiğini belirlerken, alınlık <strong>ve</strong>başlık içeriyi/ içeriği haber <strong>ve</strong>rir gibidir. Kaderya alındadır ya da alınlıkta... Yaşanacak olan yabaştadır ya da başlıkta...Belki de altından geçenleri <strong>ve</strong> içeride olanıbelirleyişi sebebiyledir ki, alınlığın bir aydınlatmagörevi vardır. Batı dillerinde “alınlık” muka-21eylül-ekim-kasım2013


ili olarak “illumination” kelimesini kullanışlarıda bu rolü pekiştiriyor. Kelime, Latincenin “illuminare”fiilinden doğar <strong>ve</strong> aydınlatmak manasınagelir. Daha derinlere dalınca, bu fiilinkökünde nûr’u karşılayan “lumen” <strong>ve</strong> “luminis”kelimelerine de tesadüf edilecektir. Batılı düşünce,Delphos’taki Apollon Mâbedi’nin kapıüstündeki “Gnothi sauton” (bil kendini) yazısındanberi, alınlıkları bir manevi aydınlanma <strong>ve</strong>silesiolarak görür. Altından geçenlerin aklını <strong>ve</strong>ruhunu şekillendirmekteki etkileri tecrübe ilesabit görülmüş olmalı ki, sonraları Latinler debu mottoyu tercüme edip korniş üstlerine “Noscete ipsum” yazmaya devam ederler. Ne gariptir;ben ecdadımın hiçbir yapısının alınlığında “menarefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” (kendini bilenRabbını bilir) hadisine tesadüf etmedim. Belkide bu hadis sahih midir gayr-ı sahih mi tartışmalarıylavakit öldürürken, cümledeki hikmetezihin yormaya <strong>ve</strong> hayata geçirmeye vakit bulamamışlardır.Rivayet ederler ki, Molla Câmî Mevlânâ’yıziyaret için altı kere Konya’ya gelmiş, ancakhuzura girememiştir. Yedinci gelişinde ruhsat<strong>ve</strong>rilince, başındaki dolağı meydana doğru fırlatarak,Kâbetü’l-uşşâk bâşed în makamHer ki nâkıs âmed incâ şod tamam [1]deyi<strong>ve</strong>rdiği anlatılır. Asırlardır dergâha girenler,önce kapının alınlığındaki bu levhayı okurlarda sonra içeri sağ ayaklarını atarlar.Böyle bir aydınlanıştan sonra, girdiği gibiçıkmak artık mümkün değildir; içlerinin ışıdığınıçıkanların yüzünden bile anlarsınız. Aynıhâli Nurıosmaniye Kütüphanesi’nde de hisse-1. Süleyman Nazȋf’e atfedilen tercümesi:Ȃşıkanın Kâbesidir bu makamKim ki nâkıs gelse bund’olur tamamderim. Binanın hümayun kapısının alınlığında“Utlubü’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lâhdi” (beşiktenmezara kadar ilim talep edin) hadisini okuyupda içeri bezgin, bıkkın girmek ne mümkün?Sırtım dikleşir, adımlarım sıklaşır, koltuğumunaltındaki kitaplara daha bir yapışırım <strong>ve</strong> ilk aydınlanmayıkapıdan geçerken yaşarım. O andabenim için, bina ile kitabın olduğu kadar, kapıile yazının da kaynaştığı bir bilgilenme gerçekleşmektedirartık.E<strong>ve</strong>t, “illumination” kelimesi aydınlatma’yıkarşılar; kendini bir “voyant” olmaya adayanArthur Rimbaud’nun Les Illuminations’u yahutkabalacı meraklarıyla boğuşan WalterBenjamin’in Illuminations’u gibi majör eserlerdederinden derine hissedilen de bu mistikaydınlanmadır. Lâkin “illumination” ile kökdaşolan “limunaris”in de pencere demek olduğu gözardı edilmemeli. Bir kapı alınlığındaki yazıylaaydınlandığımız doğru ise de bazen alınlığınbulunduğu yere bir pencere açılarak mahfelinaydınlatıldığı da olur. Burada artık manevi aydınlanmanınyerini, tamamen maddi bir ışıtmaalı<strong>ve</strong>rir. Büyük kısmı yarım ay biçiminde tasarlananbu küçük pencerelere takılan rengârenkcamlara gün ışığı vurdu mu, giriş bir renk cümbüşüile dolar; gökkuşağının ortasında yüzmeyebaşladığınızı hissedersiniz. Cildinin ortası delinerekilk yaprağına mini mini bir kapı açılankitaplarda da aynı hissi yaşadığınız <strong>ve</strong> kapağıçevirince renk renk kelimelerin uçuştuğu birmahfilde öylece kalakaldığınız olur.Unutmayalım, “illumination”un bir manasıda süsleme’dir. Hani bazı kapıların alınlığındagözleriniz bir kitabe arar da ağır bir tezyinattanbaşka şey bulamaz ya, işte orada süsün levhagibi okunması gerekir. Sözün gelişi, bir kapıüstünde gözünüze çalınan Osmanlı devlet armasındakudret, nizam, adalet, saltanat, şecaat,on iki burç, sultanın tuğrası, kara <strong>ve</strong> deniz kuv<strong>ve</strong>tleriningücü gibi pek çok değer “okunabilir”.Böyle bir armayı bina kapıları dışında görebileceğinizyerlerin handiyse tamamı yine çeşmegibi, nişantaşı gibi sabit-kadem mekânlar iken,bunun önemli bir istisnası cilt kapaklarıdır. Binayıokumaya alınlığındaki armadan başlamakgibi, kitabı okumaya da cildindeki armadanbaşlanır. Zamane okumalarının “ex libris”ten22eylül-ekim-kasım2013


Nasıl ki, ziyarete gelen önce binanın alınlığı altındangeçerse, bir kitabı ziyaret eden de önce dış <strong>ve</strong> iç kapaktangeçmek zorundadır. Kitap da ziyaret mi edilir, demeyin.E<strong>ve</strong>t, kitaplar “ziyaret yerleri” gibi, aile büyüğümüz gibi,kapı komşumuz gibi ziyaret edilirler.başlaması gibi...Bazen, alınlık süslemeleri armalar kadaryüksek sesle konuşmazlar; fısıltılarını çözmekiçin gayret gerekir. O yüksek kapılara benzemezbir kapı görürsünüz; alnında hiçbir ziynet bulamayışınızdavakur bir sadelik yakalarsınız. Kimizaman, alçacık bir alınlıkta sadece küçük birmotife gözünüzün iliştiği olur; ya bir hayat ağacıya kırılmış bir nar ya da bir çark-ı felek... Zamanınsoldurduğu taş zeminin üstünde o motifleryepyeni dururlar; çünkü içeri her giren eliyleşöyle bir sıvazlamadan altından geçmemektedir.Her dokunuş aslında bir okumadır. Aklınız birkere daha kitaplara kayar. Hani bazı kitaplarvardır; size muhtevasından bahsederler de boşboş bakarsınız, okumadığınızdan eminsinizdir.Derken biri kitabı kucağınıza bırakır <strong>ve</strong> siz dahaona dokunur dokunmaz zihniniz aydınlanı<strong>ve</strong>rir;içinde ne olduğunu hatırlayıp bülbül gibişakımağa başlarsınız ya... Alınlıktaki motifleredokunmak da işte aynen öyle bir okumaktır.Kimi kapılar vardır, yüksek alınlığının altındanat üstünde azametle, başınız göklerde geçersiniz;kimi kapılar vardır, alçacık oluşu sizi deeğilmeye zorlar. Niye bütün dergâhların, hücrelerinkapısı hep böyle alçaktır? Çünkü kibrinizi<strong>ve</strong> azametinizi kapının diğer yanında bırakmayıbilmeden öyle dimdik girmeye çalışırsanız, alnınızınortasına öyle bir taştan yumruk yersinizki, “alınlık” kelimesinin alınla bir başka ilişkisidaha olduğunu acı acı öğrenirsiniz. Rica edeninboynu bükük gerektir. Müracaat kapısına dimdikgidildiğinde, alınlık bir “başvuru” mevkiinedönüşür. Necatigil’in deyişiyle,EğildiğimdendiAlçak kapılardan demin benim geçişimKitaplar karşısında yaşadığımız hâl de bundanpek farklı değildir. Kitap vardır, pek fiyakalıdır;kucağınızda bütün cazibesiyle otururama söyleyeceği hiçbir şey yoktur. Okumayabaşladığınızda yavaş yavaş oturuşunuz değişir,sırtınız düzelir, başınız yavaş yavaş doğrulmayabaşlar <strong>ve</strong> sonunda o kadar dikleşirsiniz ki, artıkkitap çok aşağılarda kalmıştır <strong>ve</strong> mağrur başınızsatırları göremeyecek kadar yukarılardadır.Kitap vardır; fersude cildine, sararıp eprimişsahifelerine bakıp da küçümseyerek elinize alırsınız.Yapraklarını çevirdikçe omuzlarınız düşer,boynunuz bükülür, satırlara burnunuzu dayayarakokumak ihtiyacını duyarsınız <strong>ve</strong> öyle biran gelir ki, aczinizi, hiçliğinizi tâ derununuzdahissedersiniz. Artık yapacağınız tek şey kalmıştır;kitabı öpüp alnınıza koyarak hem onu tebciletmek hem de fırsattan istifade alnınızı öptürmek...İşte “illumination” kelimesinin sonuncuanlamı olan “ilhâm”ın belirdiği yer de tam olarakburasıdır.Doğrudur, alınlık ilham <strong>ve</strong>rir. Kimi alınlıklarlevhasıyla, tezyinatıyla; kimi alınlıklarsa altındakoruduğu kapının sakinleriyle ilham <strong>ve</strong>ricidir.Aslında, ziyaret edip de ilham alınmak istenengenellikle alınlık değil, onun altından geçilerekgirilen yerdekidir; lâkin içerinin ilhamından ilkışıklar da alınlığa vurmuştur. Nasıl ki, ziyaretegelen önce binanın alınlığı altından geçerse,bir kitabı ziyaret eden de önce dış <strong>ve</strong> iç kapaktangeçmek zorundadır. Kitap da ziyaret miedilir, demeyin. E<strong>ve</strong>t, kitaplar “ziyaret yerleri”gibi, aile büyüğümüz gibi, kapı komşumuz gibiziyaret edilirler. Sözün gelişi Nâbî, hac yolundauğradığı Konya’da, Sadreddin-i Konevi’ninkütüphanesinde saklanan İbni Arabî hattıFütûhât-ı Mekkiyye’yi ziyaret eder. Şair, otuzdört ciltlik kitabın saklandığı dolabın önündehissettiklerini Tuhfetü’l-harameyn’de ifade ederken,“Bi-hamdillâhi teâlâ ol nüsah-ı şerîfe(...)ninabîr-i gîsû-yı hûrân-ı behişte râcih olan gubarla-23eylül-ekim-kasım2013


ı tûtiyâ-yı çeşm-i iftihar kılındı” diye yazar [2] .Gelibolu’da, Yazıcı-zâde Mehmed’in türbesindesaklanan müellif hattı Muhammediyye’yiziyaret de âdettendir <strong>ve</strong> Mü<strong>ve</strong>rrih Âlî’denEvliyâ Çelebi’ye kadar pek çok ziyaretçiye elöptürmüştür. Ankara’daki Millî Kütüphane’de,Niyazî-i Mısrî’ye ait bir mecmuanın sonunaisimsiz bir el tarafından konan notta, “Şu imzâyışerif hazret-i Mısrî efendimizin mübarek hatt-ışerifleri olmağla ziyaret oluna” yazıyor [3] . Uzunsüren bir unutulmuşluğun ardından, metninson ziyaretçisi aziz dostum Mustafa Tatcıoldu [4] . Ali Emîri Efendi de kütüphanesini süsleyennadir <strong>ve</strong> değerli yazmaları meraklısına binnaz ile çıkardığında, “Tedkik edin”, “Gözden geçirin”gibi klasik cümleler yerine, “Ziyaret buyurunefendim” diye uzatırmış. Son zamanlarında,en çok ziyaret edilen kitabının Dîvânü Lûgati’t-Türk olduğu şüphesiz...Yıllar önce, Beşir Ayvazoğlu’nun NuriArlasez’le röportajında okumuştum. Belki decumhuriyetin son “şeyhü’s-sahhâfîn”i diye anılmasıgereken Raif Yelkenci, koca bir dünya sığdırdığıo küçücük dükkânında Nuri Bey’e yazmabir Kur’an uzatırken yine “Ziyaret buyurun”demiş. Bunca yılımın eski <strong>ve</strong> nadir kitap kovalamaklageçtiğine değil de bir satıcıdan bile bu hitabıduyamadığıma yanarım. Demek ki, o güzelinsanlar varaktan kanatları olan o güzel kuşlarınsırtına binip gideli çok olmuş. Bunca yıldır gıptasınırları dâhilinde tutayım diye gemlemeye uğraştığımhasedimin şahlandığı anlardan biri deişte bu... İtiraf zamanı gelmiştir; Ayvazoğlu’nunpek çok meziyeti yanında, doğru yerde bulunupdoğru kişilerle tanışmasını da çekemiyorum.Ne demiştim; kitaplar, kapısını çalıp aradabir yoklamanızı bekleyen aile büyükleriniz gibidir.Okurların kitaba olan ihtiyacı gibi, kitaplarında okur tarafından ziyaret edilmeğe ihtiyacıvardır. İhmal ettikleriniz için için söylenirlerken,gözden çıkarıp tamamen unuttuklarınızınsesi de yüksek çıkar; yalnız bırakıldıkları içinduydukları öfkeyi de hatırlanışın <strong>ve</strong>rdiği mem-2. Menderes Coşkun, Manzum Ve Mensur Osmanlı HacSeyahatnameleri Ve Nâbî’nin Tuhfetü’l-harameyn’i,Ank., 2002, s. 173-174.3. Mecmȗa, Yz. A. 853, v. 17.4. Burc-ı Belâda Bir Merd-i Hudâ: Niyâzî-i Mısrî, İst.,2010, s. 134.nuniyeti de açıkça ifade ederler. Rahmetli SüheylÜn<strong>ve</strong>r Hoca, kütüphaneciliğimizin büyükismi Adnan Ötüken’den dinlediklerini, her zamankititizliğiyle kaydetmiş [5] . Ötüken, Amerikankütüphanelerinde incelemeler yapmaküzere Chicago’ya gider. Ziyaret ettiği kütüphanelerdenbirinde, önüne Türkçe bir yazma koyarlar.Ötüken, daha cildi açar açmaz, kitabınalınlığında şu beyitle karşılaşır:Merhabâ hoş geldiniz özlerdi bu can sizleriKıldın ihyâ Hazret-i Îsâ gibi can bizleriYazma, belki de asırlar sonra bir vatandaşınıgörmenin heyecanıyla konuşmakta; Ötüken ise,ebedî sürgününü çeken bir büyüğünü ziyaretetmenin keyfiyle utancı iç içe geçmiş, gözyaşlarıdökmektedir.Bazen kitabın, aile büyüklerinizden çok dahayakınınız olduğunu hissedersiniz. E<strong>ve</strong>t, birazgarip, biraz hastalıklı bir muhabbetle de olsa,içten içe kitaba sevdalandığınızı itiraf zorundakalırsınız. Kitabının alınlığına “Esirrü izâ nazartüilâ kitabî keennî âşık <strong>ve</strong> hü<strong>ve</strong>’l-habîb” (kitabımaher nazar edişimde, sanki ben âşık o damaşukummuş gibi sevinirim) yazan âşığı kendinizeyakın bulduğunuzu söylemek o kadar dakolay değildir. Maşukasının kapısından uzakduramayan âşık gibi, siz de kitaplarınızla yaşamakistediğinizi söyleyi<strong>ve</strong>rseniz, bu çağda garipkarşılanacağınızı pek rânâ bilirsiniz. Cüretkârâşıkların, sevgilisinin kapısına aşkını kazımasıgibi, siz de kitaplara olan sevdanızı yine kitapkap(ı)larına, alınlıklara yazmaya kalkışırsınız.Kastamonulu Lâtîfî’nin, göğsünü gere gere tezkiresininbaşına yazdığı gazeldeOl kişi buldu cihân içinde yâr-i bî-halelEy Lâtîfî her kimin yanında yâridir kitâb [6]deyişine imrenip de kitaplarınızın alnınabir şeyler karaladığınız hiç olmadı mı? Varsayınki, Sivas işi çakınızın kemik sapını sıkı sıkıyakavrayarak yârin kapısına bir “Âh mine’l-aşk”kazımışsınız <strong>ve</strong>ya püskürtme boyayla grafitiyazmışsınız. Ha kapı ha kitap... Ha o alınlık habu alınlık... Ha o aşk ha bu aşk...■5. Kırkambar, Ank., 1972, s. 87.6. Tezkire-i Lâtȋfȋ, İst., 1314, s. 15.24eylül-ekim-kasım2013


İsim-şehirKÖKSAL ALVERŞehirler isimlerle dolu. Şehrin her yanındakişiler. Siyasetçiler, sanatçılar, yazarlar,edebiyatçılar, ilim adamları, şehitler,komutanlar, ustalar, hacılar, hocalar, efendiler,beyler. Sokaklarda, mahallelerde, parklarda,kültür merkezlerinde, kütüphanelerde, okullarda,kampüslerde, amfilerde, salonlarda. Alt <strong>ve</strong> üstgeçitlerde, cadde <strong>ve</strong> bulvarlarda, meydanlarda,yollarda, stadyumlarda, hava alanlarında, garlarda.Çeşmelerde, hanlarda, hamamlarda, camilerde,medreselerde, aş evlerinde, imaretlerde. Şehirlerbaştan ayağa isimlerle dolu, isimlerle kuşatılmış,isimlerle anlam bulmuş. Neden şehirler isimlerebu kadar ihtiram göstermekte? Neden şehir buncaismi alnına yazdırmakta <strong>ve</strong> baş tacı etmekte?Şehir bir yönüyle insandır da ondan mı? İnsanbir açıdan şehre benzer diye mi? Şehir <strong>ve</strong> isim içiçe, yan yana, karşı karşıya!Şehirlerin bunca insanı baş tacı yapmasınındeğişik sebepleri olabilir. Ancak bunun basit<strong>ve</strong> sıradan değil anlamlı <strong>ve</strong> derinlikli bir eylemolduğunu düşünüyorum. Rastgele yahut bilinçlibir şekilde <strong>ve</strong>rilmiş olsalar bile! İsimler aynızamanda birer sembol, imge <strong>ve</strong> gösterge olduklarıiçin kimin isminin nereye <strong>ve</strong>rildiği önem arzeder.Bir isimden kıyametler kopabilir. Bunun değişikörneklerini bulmak mümkündür. Yakın zamanlardaİstanbul Fatih’te Abdülezel Paşa’nın adınıtaşıyan caddeye Kadir Has ismini <strong>ve</strong>ren belediye,yazarlar <strong>ve</strong> ilim adamları tarafından eleştirilmişti.İlber Ortaylı bunu ‘vahim bir değişiklik’ şeklindenitelendirmişti. Buna benzer örnekler hangi şehirdeyoktur ki? İsimler taşıdıkları anlam <strong>ve</strong> sembolikdeğerlerle kimi dönemleri açıklamakta bireripucu olabilmektedir.Galiba önce şu sorulmalı: şehir mekânlarınaisim <strong>ve</strong>rme kimin yetkisinde? Bir okulun, caddenin,sokağın, meydanın, parkın adına kim karar<strong>ve</strong>riyor? Bu kararı <strong>ve</strong>rirken kimlere soruyor yahuthangi hususlara dikkat ediyor? İsim <strong>ve</strong>rilirken okişinin özellikleri, o mekânın konumu, yeri <strong>ve</strong>özellikleri dikkate alınıyor mu? O kişinin ismininoraya <strong>ve</strong>rilmesinin bir anlamı olabiliyor mu? Vedahası neden isim <strong>ve</strong>rme geleneği <strong>ve</strong> siyaseti vardır?Hatta neden bu isim <strong>ve</strong>rme mühim bir siyasirefleks <strong>ve</strong> atak olarak görülmektedir? Bütün bunlarisimlerin boş <strong>ve</strong> anlamsız olmadığını aksinedolu, manalı <strong>ve</strong> sembolik kıymete haiz olduğunubelli etmektedir.İsim <strong>ve</strong>rmede etkili olan kurumlar arasındadin, kültür, siyaset, sanat, hukuk, bölge özelliklerisayılabilir. İsimlerin anlamları, yan anlamları,ardılları araştırıldığında nasıl bir duygu <strong>ve</strong>düşünce dünyasının yansımaları olduklarırahatlıkla görülebilir. Siyasi yelpaze, ideoloji,kültürel kodlar, kültürel değişme, toplumsal25eylül-ekim-kasım2013


farklılaşma şehirlere <strong>ve</strong>rilen isimlerde müthiş birdalgalanmaya <strong>ve</strong> çeşitlenmeye neden olmaktadır.Böylece şehirler bir ülkenin bütün renklerini,tonlarını, yüzlerini, tercihlerini sembolize edenisimlerle dolabilmektedir. Birbirinin tam zıddıolan isimler kimi zaman yan yana olabilmektedir.Uçlarda yer alanları, isimlendirme siyaseti, biryerde toplayabilmektedir.Kuşku yok ki, isimler, şehirlerin hafızası. Birhatırlama eylemi isimler. Hafıza <strong>ve</strong> hatırlamanıninsan hayatındaki yeri belli. İnsan yaşadıklarını,düşlerini, ideallerini şehirlere kazıma derdinde.Kendi giderken dahi arkada bıraktıklarını meraketmekte. Yahut gidenleri şehirlerde yaşatmaderdinde. İsimlerin birer hafıza <strong>ve</strong> hatırlama işlevigördüğü muhakkak. İsimlerin aynı zamandabirileri için bir yer, zemin, konum, mevki <strong>ve</strong>muhit işareti olduğu da muhakkak. Dolayısıylaşehirlerin birer isim cennetine dönmesi manidardır.O isimlerde kişi kendini aramakta aslında. Oisimlerin sembolik haritasında kendi çizgilerinigörmekte insan. Bunun için isim <strong>ve</strong>rme siyaseti,çok katmanlı, anlamlı <strong>ve</strong> manidar bir eylem olaraköne çıkmaktadır. Siyaset, isim <strong>ve</strong>rme eylemibir hayli önemsemektedir.İsimlerin şehirlerdeki baskın yeri kimi ilintilerkurmaya <strong>ve</strong>sile olmaktadır. Sokaklara, caddelere,mahallelere, hatta semtlere <strong>ve</strong>rilen onca isim.Kiminde bir âlim yahut bir siyasetçi, kiminde biryazar yahut asker. O sokaktan geçmiş <strong>ve</strong> bazeno semte uğramamış bir isim orada. O isim orayarastgele mi <strong>ve</strong>rilmiştir? Yoksa orası ile o kişiarasında bir bağ mı vardır? Mesela siyasetçi, edebiyatçı,âlim o sokakta yaşadığı için mi ismi <strong>ve</strong>rilmiştir?Yoksa bir siyasi eğilimin göstergesi olsundiye mi? Ne ki, zihin, isimle mekân arasında uygunlukolup olmadığını düşünmeden edemiyor.Şehirler başka dünyaların insanlarına dayer <strong>ve</strong>rmekte. Başka dünyaların, inançların,kültürlerin, siyasetlerin figürleri şehirlerdegörülmektedir. Şöyle hızlı bir tarama ile sayısızörnek bulmak mümkün olacaktır. Pakistanlı Cinnah,Ankara’da, Amerikalı Kennedy İstanbul’da,Mısırlı Hasan El-Benna <strong>ve</strong> Seyyid Kutup ile PakistanlıZiya ül-Hak Sultanbeyli’de bir caddeninadıdır. Olof Palme ise Kulu’da bir bulvarın adıdır.Kuluların İs<strong>ve</strong>ç’te çalışmakta oluşlarının bundaetkisi vardır mutlaka. Sokaklar, parklar, kültürmerkezleri, camiler de buna dâhil edilebilir. ArjantinCaddesi, Tunus caddesi, Cezayir caddesi,Kosova mahallesi, Bosna-Hersek mahallesi, Japonpazarı, Aliya İzzetbegoviç parkı gibi sayısıismin şehrin nasıl bir hafızayı barındırdığınıbelgelemektedir. Gerek kişi isimlerini gerek ülkeisimlerini bağrında taşıyan şehirlerimiz, bir yönüylebütün bir dünya haritasının çizgilerini detaşıyabilmektedir. Şehrin hafızasında yer bulanisimler, şehirlinin düşünce dünyasına zenginliklerkatabilmektedir. Şehirler, isimlerle bütün bir yeryüzünüalnında taşımakta. Şehir, isim isim bütüncoğrafyaları, o coğrafyaların simalarını ölümsüzkılmakta. Bu yüzden bir şehir bazen bir yeryüzüolabilmektedir.Şehirler içinde taşıdıkları isimleri ölümsüzleştirmeyidener. Genelde topluma mal olmuş,öncüler, edebiyatçılar, siyasetçiler, tüccarlar,sanatkârlar, siyasetçiler, askerler, eğitimciler, sporcular,gazeteciler ölümlerinden sonra mekânlardayaşamayı sürdürür. Kendileri bu dünyadan göçmüştür,ancak isimleri kalmıştır. İsimleri şehrinduvarlarına <strong>ve</strong> taşlarına kazınmıştır.İsim-şehir üzerine düşünürken zihinister istemez isimlerin uygunluğunu dasorgulamaktadır. İsim <strong>ve</strong>rme siyasetinindaha bilinçli, daha etkili olması gerektiğinidüşünmektedir. İsim <strong>ve</strong>rmek etkili <strong>ve</strong> derinliklibir siyaset olduğu için bunun üzerinde gerektiğigibi düşünmeli. Muhammed İkbal’in isminin<strong>ve</strong>rildiği bir park hatırlıyorum. Büyük bir düşünür<strong>ve</strong> estetikçi olan İkbal’in parkının düzeni <strong>ve</strong> helekapısı içler acısıdır. Son derece biçimsiz demirkapı her gördüğümde beni düşündürür. İkbal’inadı ile o kapıyı bir türlü örtüştüremez zihnim.Aynı şey bir âlim olan Ali Ulvi Kurucu’nun adınınbir caddeye <strong>ve</strong>rilmesinde de geçerlidir. Caddekentsel dönüşümle rant kazanan bir bölge olmuştur.Geleneksel hayatı çökerten <strong>ve</strong> yerine yeni hayatlarıikame eden caddenin isminin bir âliminismini taşıması bana açık çelişkileri hatırlatmaktadır.Şehir, bir yönüyle isimlerle mücehhezdir. Şehirinsandır çünkü. Şehri donatan isimleri tespitetmek, not etmek, onların üzerine düşünmekşehir-insan-siyaset-kültür ilişkisine ilişkin insanafarklı şeyler hatırlatabilmektedir. Şehirler bir deisimler üzerinden baksak neler görürüz acaba?■26eylül-ekim-kasım2013


SABAH SÖZLERİGün sona erişmişse sabah hüzün çıkarırKalabalıklar içindenSöz gölge oyunlarında değildirGideni söylemez geleni sözden alırO an yağmur yağar güneş yerineGece yalnız kalır bilirsin sorgulamazKimliğini sorar bencil aşklarınİnce bir eski zaman güzelini yâdına yazarGeçtiği sokaklarda gündüzü çizer taş duvarlaraVe zaman onda tüy gibi kalırŞehir saat olmalı hikâyenin bu yerindeGünlüğünde niha<strong>ve</strong>nt bekleyişler bulunmalıAdının bir yerinde birkaç harf eksilmeliŞehnaz sesler vurmalı pencereneYeniden gü<strong>ve</strong>rcinler geçmeli kubbelerindenAşina gü<strong>ve</strong>rcinler yağmura gamzeler bırakmalıGurbeti senden öğrenmeli yanık türkülerAyak seslerinle uyanmalı yol boyu seher kuşlarıYağmur <strong>ve</strong> güneşi şehre sen anlatmalısınÖMER KAZAZOĞLU27eylül-ekim-kasım2013


KEŞİFgüzel bir dünya buldukayıp kirli adamlargüzeldi yenidünyaama kızıldı tenlerikeskin çelikleriçiçekli battaniyeleriyoktu ateşli silahlarımülkiyet gibi dertleriyeterince medeni değildigöçebe çekik gözleribakir topraklara haçdeğerli taşlara renk içinkan gerekliydi birazakıttı soluk adamlarsonra keşişler geldiyanağını dönmeyenelinde kutsal kitapuzat yanağını diyenkutsal medeni keşişlersonrası kısa hikâyeköleler efendilerKALENDER YILDIZ28eylül-ekim-kasım2013


Kitap <strong>ve</strong> hikmet üzerineVEFA TAŞDELEN“İnsan büyük bir şeydir <strong>ve</strong> içinde her şey yazılıdır;fakat karanlıklar <strong>ve</strong> perdeler bırakmaz kiiçindeki ilmi okuyabilsin.”Mevlâna,*Kendin, evren <strong>ve</strong>dünyan üzerindedüşünmen gerekir.Ancak bununla birliktekitap sana açık halegelmeye başlar. Bunagöre hikmet kitabınanahtarıdır. Bu anahtarolamadan kitabınsayfaları açılmayacak,okunsa bile okunmuş,ezberlenmiş olsabile anlaşılmışolmayacaktır.Dolayısıyla kitap,hikmet sahibi kişilerehitap eder öncelikle,onların idraki için açıkhale gelir.Girişİnsanlığın pek çok açıdan sorunla karşılaştığıgünümüzde, “kitap” <strong>ve</strong> “hikmet” üzerine yeniden<strong>ve</strong> her zamankinden daha çok düşünmeye ihtiyacımızvar. Kuşkusuz, tarih içinde bu konuda değerliçalışmalar yapılmıştır, önemli görüşler ortayakonulmuştur. “Gök kubbe altında söylenmemiş sözyoktur” sözünden hareketle söylersek, hikmet konusundada söylenebilecek sözler söylenmiştir. Ancakbiz, ilk defa söylemiş olmak için değil, hatırlamakiçin de söyleriz, yeniden söylemek için de söyleriz,öğrenmek <strong>ve</strong> öğretmek için de söyleriz, özümsemekiçin de söyleriz. Zira herkes varoluşu kendi varlığındayeniden keşfeder, yeniden tecrübe eder, dahaöncekilerin söyledikleri sözleri <strong>ve</strong> davranışları, busefer kendisine ait söz <strong>ve</strong> davranışlar olarak keşfeder,tecrübe eder. Daha önce söylenen sözlerin, bizim desözlerimiz olabilmesi için, hatırlanması, yaşanması,tecrübe edilmesi <strong>ve</strong> yeniden söylenmesi gerekir.Hikmet konusundaki durum da böyledir. Hikmet,kişide karşılığı olan bir şeydir. Daha öncekilerinhikmeti onlara aittir. Onlara ait hikmetin benim dehikmetim olabilmesi için, o noktaya benim de gelebilmem,onların geçtiği yolu benim de geçmem,onların yaşadığını benim de yaşamam, onların gör-* Fîhi Mâfih, Çev. Meliha Ülker Tarıkahya, Milli EğitimBasımevi, İstanbul, 1985, s. 79.29eylül-ekim-kasım2013


düğünü benim de görmem, ama bütün bunlarıkendi varoluş koşullarım içinden başarabilmemgerekir. Onların bilmiş olması, benim de bildiğimanlamına gelmez. Onların söylemiş olmasıbenim de söylemiş olduğum anlamına gelmez,onların keşfetmiş olması benim de keşfetmişolduğum anlamına gelmez. Şimdi <strong>ve</strong> buradayaşayan bir kişi olarak, hikmetle olan ilgim, dahaöncelilerin hikmetle ilgili tutum <strong>ve</strong> görüşlerinibilsem de, hikmetin karşılığını kendimde inşaetmem, kendimi ona duyarlı hale getirmem şeklindeolabilir. Aslında bu felsefe için de böyledir.Başkasının felsefesini bilmem, başkasının felsefeanlayışını anlamam, onu benim felsefem, benimgörüşüm haline getirmez. Ben hikmeti <strong>ve</strong> felsefeyi,ancak, onların bendeki karşılığını inşa ederek<strong>ve</strong> inşa ettiğim ölçüde, kendi felsefem <strong>ve</strong> hikmetimhaline getirebilirim. Bunun için geçmiştesöylenenleri hatırlayıp onları kendi bilincimizdensüzerek, kendi varoluş koşullarımız içindeyeniden keşfederek, kendi varoluşumuzda yenidentecrübe ederek, kendi anlama <strong>ve</strong> yorumlamabiçimimizle yeniden söylememiz gerekir.Hikmetin pek çok boyutu, pek çok açısı, pekçok konturu vardır. Bunlardan en çok öne çıkanı,kavaramın dini <strong>ve</strong> felsefi boyutudur. Bu nitelik,“kitap <strong>ve</strong> hikmet” şeklinde dini kaynaklardasıkça tekrarlanan ifade biçiminde ortaya çıkar.Aşağıdaki yazıda hikmet kavramının fesle ilgisikurulduktan sonra “kitap <strong>ve</strong> hikmet” konusu elealınacaktır. Bunu yaparken takip edeceğimiz sorularşunlardır: Hikmet nedir, felsefe ile ilişkisinedir, dini literatürde nasıl bir anlamı vardır?“Kitap <strong>ve</strong> hikmet” ifadesinde geçen “hikmet”, kitaptanayrı bir şey midir, kitapla ilgisi nedir? Kitap<strong>ve</strong> hikmet farklı şeyler midir? Hikmet, bir türbilgi midir, bir tür anlama yöntemi midir? Kitabıanlayabilmek için gerekli olan bir tür “ön-bilgi”,bir tür “ön-anlama” mıdır? Hikmetteki bilgininniteliği nedir? Genel bir bilgi midir, özel bir bilgimidir, elde edilme yöntemi nedir? Deney <strong>ve</strong> gözlembilgisi midir? Yaşantı bilgisi midir? Verilenbir bilgi midir? Sezgi bilgisi midir? Akıl bilgisimidir? İslam kültüründeki bilgi <strong>ve</strong> felsefe anlayışıaçısından ne ifade eder? Hikmete, İslam düşüncesininfelsefe kültürüne özgün bir katkısı olarakbakılabilir mi? Bir bilme tarzı olarak özelliklerinelerdir? Modern epistemolojiye sunabileceğiözgün bir katkı var mıdır? Aşağıdaki yazı, bu <strong>ve</strong>benzeri soruların kılavuzladığı bir anlama denemesiolacaktır. [1]Felsefe <strong>ve</strong> hikmet“Hikmet”, İslam düşüncesinin özgün kavramlarındanbiridir. Felsefi bir arka plana sahipolması; dini literatür yanında filozofların <strong>ve</strong>sûfîlerin de kelimeye farklı anlamlar yükleyerekkullanmaları, bu şekilde kendilerine özgü kılmaları,aynı zamanda gündelik dilde sıkça kullanılanbir sözcük olması, anlam alanının daha dagenişlemesine, derinleşmesine <strong>ve</strong> zengin bir yapıdaortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu zenginanlam yapısı içinde, hikmet, hem Allaha, hempeygamberlere, hem de insanlara ait bir nitelikolarak görülür. Pek çok ayette Allah’ın “hikmetsahibi” olduğu hususuna dikkat çekilir, peygamberlerede “kitap <strong>ve</strong> hikmet” <strong>ve</strong>rildiği hususuüzerinde durulur. Bunun yanında, hikmet, birbağış olarak insanların da sahip olduğu bir şeydir.Ancak bu farklı hikmet biçimlerinin yine deaynı şey olduğunu, Allah’ın hikmet sahibi olmasıylapeygamberlerin hikmet sahibi olmasının,peygamberlerin hikmet sahibi olması ile insanlarınhikmet sahibi olmasının ayını şey olduğunudüşünmemek gerekir. Hatta hikmetin, her birinsanda farklı bir şekilde tecelli ettiğini, her birinsanda o insanın kendi öznelliği içinde ortayaçıktığını söylemek doğru olur.İlk çağ felsefesinde de hikmet (sophia) kavramıvardır. Ancak buradaki hikmet, aşkın birözellik sunmaz. Kişinin çeşitli şekillerde elde ettiğiteorik bilgiyi ifade eder daha çok. Theoria,aklın bilgisidir. Aristoteles <strong>ve</strong> diğerlerinde tekil,rastlantısal <strong>ve</strong> empirik değil, tümel bilgidir, tümelinbilgisidir. Denilebilirse, varlığın özüneilişkin kavrayıcı bir bilgidir. İlk nedenler <strong>ve</strong> varlığınnihai amaçları üzerine bir bilgidir. Varlığın<strong>ve</strong> varoluşun anlamı üzerine bir bilgidir. Bu yönüylemetafizik bilgidir. Daha sonra gerek Hıristiyan<strong>ve</strong> gerekse İslam düşüncesinde, hikmetkavramı aşkın bir içerim kazanmaya başlamıştır.Bu aşkınlıkla bir tür ilahi bir bilgiye, bir tür ilahibir sevgiye, bir tür ilahi bir bağışa dönüşme-1. Burada, “Hikmet <strong>ve</strong> Felsefe”, “Kitap <strong>ve</strong> Hikmet” altbaşlıklarından oluşan bu makalenin “Hikmet <strong>ve</strong> Felsefe”bölümü yayınlanacaktır.30eylül-ekim-kasım2013


ye başlamıştır. Thomas Aquinas, bu durumu,“bütün hikmet Tanrı’da gelir” sözüyle açıklar <strong>ve</strong>onu insani bir kazanım değil ilahi bir bağış olarakgörür.” [2] Bu şekilde, hikmeti ilahi bir bağışolarak gören İslami duyarlıkla birleşir. [3] Dolayısıyla,semavi dinlerle birlikte hikmet (wisdom)kavramına metafizik, aşkın, semavi bir anlamgirmeye başlamıştır. Bununla birlikte, rasyonelbilginin övülmesiyle kavramın Grek felsefesindekianlamının korunduğu, felsefi içeriğininmuhafaza edildiği görülür. Bu durumda, insanbilgisi, denilebilirse, semavi bilgi ile sentezlenmiştir.Hikmet bu aşılı bilginin ifadesidir. O,ilk çağdaki teorik bilgiden farklı olarak, semavibilgi <strong>ve</strong> duyarlığı da tanımaya başlamış, aşkın,sonsuz <strong>ve</strong> öte bir evrenin varlığını da kabul etmişolur. Dolayısıyla, semavi dinlerle birlikte ortayaçıkan hikmette, öte bilinci, dünyayla sınırlıkalmama bilinci vardır. Aşkın olana bağlılık da,merhamet <strong>ve</strong> şefkat ahlakı, sorumluluk <strong>ve</strong> koruyuculukahlakı olarak ortaya çıkmıştır. Olupbitenler karşısında aşkın bir sorumluluk hissetmesi,hikmetle olan bir şeydir. İman temelindeortaya çıkan etik tutum, temelinde hikmet olanbir şeydir. İnsanın kendisiyle, toplumla, canlı<strong>ve</strong> cansız varlıklarla, evrenle <strong>ve</strong> nihayet Tanrı ilekurduğu ilişki, hikmetle olan bir ilişkidir. Hikmetinilkçağdan felsefesinden, hatta mitolojidenberi beri katlanarak gelen bu anlamına daha sonra,insanın doğa <strong>ve</strong> tinsel dünya hakkındaki hertürlü bilgisi de eklenmiştir. Sözgelimi, kavramınAlmancadaki tanımlarından biri olan Wissenschaft,doğa <strong>ve</strong> insan bilimlerini kapsayan bilimanlamıyla, hikmetteki bu genişlemeye işaret eder.Hikmetin, “nedenini bilme” anlamı, bu bilimselyapıyı da içerecek yapıdadır. Bu durumda “nedenibilmek”, bir hikmettir. Kişi bunu, isterseyaratılış nedenini bilmek olarak da anlayabilir <strong>ve</strong>2. Saint Thomas Aquinas, Summa Contra Gentiles, byanton C. Pegis, F. R. S. C., p. 209. Ayrıca bkz. MehmetÖnal, Wisdom (Hİkma) and Philosophy in IslamicThought (As a Framework For Inquiry), Yayımlanmamışdoktora Tezi, Uni<strong>ve</strong>rsity of Wales, Lampeter, 1998., 4.3. Bkz. “O, hikmeti dilediğine <strong>ve</strong>rir. Ve kendisinehikmet <strong>ve</strong>rilmiş olana çok büyük bir hayır <strong>ve</strong>rilmişdemektir. Gönlünü <strong>ve</strong> aklını çalıştıranlardan başkasıdüşünüp anlayamaz.” Bakara, 269 - “Ey Rabbim!Bana bir hikmet bahşet <strong>ve</strong> beni salih kimselerarasına kat ” (Şuara 4).bu şekilde pozitif bilgiye metafizik bir temel dekazandırılmış olur. Peki, bu durumda ne olur?Bir hikmet biçimi olarak anlaşılan pozitif bilgi,insan onuru, değeri <strong>ve</strong> yararı sınırlanmış olur.Hikmetle metafizik bir içerim kazanan pozitifbilgi hiç bir şekilde insana aykırı kullanılamaz.Muhammet İkbal’in, akılla gönlün, bilimle aşkınittifakından söz etmesinin anlamlarından biri debu olabilir. [4]Sekizinci Yüzyıldan itibaren Bağdat’ta BeytülHikme ile büyük bir kültür hamlesi başlamıştır.Grekçeden Arapçaya çevirilerde, felsefe, kendiözgün kullanımının yanında “hikmet”le de karşılanmıştır.Beytül Hikme, belirli bir mekan olmaktanziyade bilginin toplandığı, derlendiği,çevrildiği, yorumlandığı, kritiğinin yapıldığı birkültür hareketinin adı olmuştur. Başta Yunanca,Farsça <strong>ve</strong> Sanskritçeden olmak üzere Arapçayaçeviriler yapılmış, bu tercümeler etrafında giderektelif bir kültür ortaya çıkmıştır. Beytül Hikmedeneyimi, hikmete felsefe, felsefeye de hikmetboyutunu eklemiştir. Bu gelenek içinde, tıp,matematik, geometri, astronomi, kimya, müzik,hitabet, tarih, sosyoloji, şiir <strong>ve</strong> din bilimlerindeortaya konulan başarı, “hikmet”e yönelik birçaba olarak kendini göstermiştir. İslam zihnininhikmet kavramına olan aşinalığı <strong>ve</strong> pozitif bakışı,felsefeyi özümseyebilme bakımından bir zemin<strong>ve</strong> ön-anlama oluşturmuştur. Ancak bu ön anlama,temel bir anlamadır da. Zira İslam felsefesininözgünlüğü, yalnız hikmeti anlama şeklindedeğil, onu yaşama <strong>ve</strong> yeniden üretme şeklinde dekendini göstermiştir. Bu nedenle Kindi, Farabi,İbn Sina, Sühre<strong>ve</strong>rdi, İbn Rüşt, İbn Haldun, İbnArabi gibi filozoflar sadece basit bir tekrar içindeolmamışlar, özgün bir tutum da sergileyebilmişlerdir.Peki, bir bilgelik sevgisi <strong>ve</strong> aklın bir etkinliğiolarak ortaya çıkan felsefe ile, yine böyle bir sevgi<strong>ve</strong> yaşayışın ürünü olarak ortaya çıkan hikmetarasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Önceliklesöylemek gerekir ki, her ikisinde de ilk nedenler<strong>ve</strong> nihai amaçlar üzerine bir bakış, insanınyeryüzündeki yeri <strong>ve</strong> anlamına yönelik bir ilgi4. Bkz. Muhammed İkbal, Şarktan Haber, çev. Ali NihatTarlan, Ahmet Said Matbaası, İstanbul, 1963, s. 55,Esrar-ı Hodi, çev. Ali Nihat Tarlan, Sufi Yayınları, 2010,s. 69.31eylül-ekim-kasım2013


söz konusudur. Dil <strong>ve</strong> gerçeklik sorunu ile ilgili,bilgi <strong>ve</strong> hakikat sorunu ile ilgili bir sorgulayışsöz konusudur. Felsefe, daha başlangıcındanberi, bir şeye kendisi olma niteliğini kazandıranözler, ilk nedenler <strong>ve</strong> nihai amaçlar üzerinde biretkinlik olarak ortaya çıkmıştır. Bu nitelik onu“basit bilme”den ayırmış, giderek varlığa <strong>ve</strong> varoluşailişkin kavrayıcı bir bakışa dönüştürmüştür.Hikmette de aynı bütüncül bakış söz konusudur.O da varlığı tek tek nesneler olarak kavramayıdeğil, “hikmeti dedir” sorusunun kılavuzluğundabir ilke etrafından anlaşılır kılmaya çalışmıştır.Bu durumda felsefedeki “nedir” sorusu,hikmette “hikmeti nedir” şekline dönüşerek varlığın<strong>ve</strong> bilginin aşkın <strong>ve</strong> manevi tözle olan ontolojikbağını belirgin kılar. Bu bakış, “neredengeldik nere gidiyoruz, bu dünyadaki yerimiz <strong>ve</strong>anlamımız nedir?” sorusunu cevaplamak açısındanda temel teşkil eder. Bu şekilde felsefe aklınbir eylemi olarak gözükürken, hikmette aklıda aşan bir yönelim, denilebilirse “metafizik birbağlanış” söz konusu olur. Bu metafizik bağlanış,Garaudy’nin 20. Yüzyıl Biyografisi adlı felsefivasiyetnamesinde naklettiği İbn Sarjur’un felsefetanımında “Tanrı sevgisi” olarak dile gelir: “Felsefe,bilgelik aşkıdır. Fakat gerçek bilgelik Allah’aaittir. O halde Allah aşkı gerçek felsefedir.”Felsefede “bu nedir” diye sorduğumda, soruyubaşkasına sormam; “bu benim ne işime yarar?”diye sormam, kendim için, bilmek <strong>ve</strong> kavramakiçin sorarım. Burada bilmek istediğim konu ilekendi varoluşum arasında bir bağ oluşur. Onubilmek isteyen benim kendi varlığımdır. Bilme<strong>ve</strong> kavrama isteği benim varlığımın ürettiği birşeydir. Merak, hayret, hayranlık, bütün bunlarbeni karşı karşıya geldiğim “bu şeyi” tanımaya <strong>ve</strong>kavramaya yöneltir. Bu nedenle felsefenin kaynağınesnede değil, merak eden <strong>ve</strong> soruyu soranbilinçtedir. Onun nereden baktığı, nasıl baktığı,niçin baktığı önemlidir. Kendi varlığındaki soruyacevap bulmak, kendi merakını gidermek içinsormaktadır. Soru kimdeyse cevap da ondadır,onun açısından anlamlıdır. Bu nedenle onu birbaşkası adına, bir başkasının yerine soramam,kendi adıma sorarım, <strong>ve</strong>rdiğim cevap önceliklebenim açımdan anlam taşır. Dolayısıyla felsefebaşkası için, başkasına göstermek <strong>ve</strong> öğretmekiçin yapılan bir etkinlik değildir. Sorduğum hersoru, içimdeki merakın bir ürünüdür, <strong>ve</strong>rdiğimher cevap yalnız benim içimdeki soruyu cevaplar,her bir cevap beni tatmin eder.Hikmete de, her an kendini yineleyen eşsizbenzersiz yaratılış karşısında sürekli kendini yineleyenbir hayret, hayranlık, şaşıp kalma <strong>ve</strong>bütün bunların bir ifadesi olarak “nedir” sorusuile yol alma durumu söz konusudur. Şöyle sorar:Bu varlık nedir, bu insan nedir, bu hayat nedir?Bütün bunları algılayan <strong>ve</strong> hisseden bir bilinçolarak benim anlamım ne, bu varoluşun hikmetinedir? Nereden geldik nereye gidiyoruz? Nedenbiz <strong>ve</strong> neden şimdi <strong>ve</strong> buradayız? Varolan, varlıktanpay alan bütün bu şeylerin varoluş nedeninedir? Bu oluş <strong>ve</strong> bozuluş nedir? Bu zaman <strong>ve</strong>fanilik nedir? Hikmet, boşlukta dönüp duranbir oluşa yönelik soru sormaz. O, hep belirli birzihinselliğin ürünü olarak varlığa yaklaşır. “Hikmetinedir?” diye sorarken aşkın bilinçteki varlıktasarımına yönelir. Ama felsefenin böyle açık birkoşulu yoktur. Felsefe, “nedir” diye sorarken, nedenioluşturan zihinselliği koşul olarak görmez;ancak bu onu büsbütün göz ardı ettiği anlamınada gelmez. Aksine felsefe, “arke” sorunu, “ilkneden” anlayışı, “idea” kavramı gibi yaklaşımlarıyladaha ilk çağdan beri varlıktaki zihinselliğeyönelik bir çaba olarak kendini göstermiştir.Bu zihinsellik, Herakleitos’la belirgin hale gelenlogos kavramında daha da açıktır. Varlıktakizihinsellik, başlangıcından günümüze idealistfelsefenin temel yönelimini oluşturur.Hikmetteki zihinsellik, daha açık, özel <strong>ve</strong> belirleyicibir konumdadır.“Hikmeti nedir?” sorusunda,aşkın tasarım <strong>ve</strong> zihinsellik amaçlanır. Aslındahikmete hikmet olma özelliğini kazanırdanda bu bağlılık durumudur. Varlıktaki zihinsellik,hikmette tanımlayıcı bir karakter olarak ortayaçıkar. Anlaşılmak istenen, olup bitenin anlamı,bir başka deyişle niçin o şekilde olup bittiği,aşkın istencin neden o şekilde tecelli ettiğidir.Dolayısıyla hikmet, belirsiz bir yerden değil, varlıktakizihinsellikten gelir. Hikmette varlıktakizihinselliği hissetme, onunla temasa geçme durumusöz konusudur. Bu nedenle hikmet dediğimher bir anda, varlığın özünü oluşturan aşkınlığıanlarım. Bu bilginin bana gelme kanalı, <strong>ve</strong>rilmebiçimi önemlidir. Hikmet sevgisi, burada heran tazelenen eşsiz yaratılışı sevmektir; Varlığı <strong>ve</strong>32eylül-ekim-kasım2013


Mutlak İstenci sevmektir. Dolayısıyla, hikmette,“Hkmetini anlamak istiyorum, Mutlak İstencinbana görünüşünü, benim için görünüşünü <strong>ve</strong> benimaçımdan kendini sergilemesini anlamak istiyorum”diyen bir iradenin izharı söz konusudur.Bu yönüyle hikmet, aşkın bir bağlanıştır, böylebir sıçramayı ifade eder. İdealist filozofların çoğu,eninde sonunda Varlıktaki benliği <strong>ve</strong> zihinselliğialgılamak, oradaki anlamı anlamak <strong>ve</strong> ona katılmakisteyen bir tutum sergilerler.Hikmette rasyonel bir tutum sergilenebileceğigibi, temelinde sevgi <strong>ve</strong> hayranlık bulunan estetikbir tutum da sergilenebilir. Bu nedenle “hikmetinedir” sorusuna, kimi durumda bir varlıkduygusu <strong>ve</strong> varoluşa tanıklık neşesi de eşlik eder.Yunus’un, her an bir çiçek gibi açan ilahi iradeninizharı karşısında duyduğu varoluş sevincinde, [5]Mevlâna’nın varoluşta bulduğu yenilikte, tazelikte,aşkına olana tanıklıkta bu metafizik hayranlıkyaşanır. [6] Andaki ilahi iradenin tecellisi,onda sadece bir varoluş bilinci <strong>ve</strong> aşkın bir bağlılıkolarak ortaya çıkmaz, estetik bir bilinç olarakda ortaya çıkar. Bu noktada hikmet ile felsefeninruh halleri de farklılaşmaya başlar. Felsefe, kendiyolu üzerinde <strong>ve</strong> kendi yöntemiyle, hiç bitmeyenirdeleme arzusunu sürdürürken, hikmet bir sevgi<strong>ve</strong> hayranlık içinde andaki tecellide dinginleşir.Bu dinginleşme kısmen de olsa felsefede de sözkonusudur, ancak o varlığını arayış <strong>ve</strong> sorgulamaisteğine borçludur. Önemli <strong>ve</strong> öncelikli olanbelirli bir bakış açısından aklın kavrama etkinliğinisürdürmesi, bunu kavramsal düzeyde, birdil <strong>ve</strong> literatür kullanarak yapmasıdır. Hikmet debir kişiye görünür, kendisine yüzünü gösterdiğikişinin hikmeti olarak geçer. Onun hikmeti başkalarınınhikmeti değildir. Onun başkalarının dahikmeti olabilmesi için, hikmete çıkan yollardanoların da geçmesi gerekir; oraya uzun <strong>ve</strong> basitbir sıçrama ile ulaşamaz. Bu felsefede de böyle-5. “Bu dünya bir gelindür yeşil kırmızı donanmış /Kişi yeni geline bakubanı toyamaz” (Yunus Emre,Divan, Haz. Faruk Timurtaş, Tercüman Yayınları,İstanbul, 1972, s. 81.)6. “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/ Bulanmadan,donmadan akmak ne hoş./ Her gün bir yerekonmak ne güzel,/ Bulanmadan, donmadan akmakne hoş./ Dün de beraber gitti cancağızım,Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. / Ne kadar söz varsadüne ait, / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”dir. Felsefe, belirli bir kişinin felsefesidir. Onunaklının <strong>ve</strong> bilincinin etkinliğidir. Bir filozofa aitfelsefenin bizim de felsefemiz olabilmesi için onuadım adım izlememiz, adım adım kavramamız<strong>ve</strong> en önemlisi de ona adım adım katılmamız gerekir.Dolayısıyla biz hikmetten <strong>ve</strong> felsefeden,ancak onların bize kendilerinden uygun bir dillesöz etmeleriyle haberdar olabiliriz. Hem hikmet,hem de felsefe bu açıdan bakıldığında bireyselbir temelde ortaya çıkar, bireysel bir özle kendinisergiler. Bir kişinin idrakine <strong>ve</strong> bakış açısına bağlıolarak görünür.Bu bireysel yönüyle felsefe her zaman bir seçkinliğigerektirmiştir. O, Antik Yunan’da soylu<strong>ve</strong> zengin kişilerin bir uğraşı alanıydı daha çok.“Ruhlardaki soyluluğu” öne çıkarıp bu dünyayaait işlerden olan efendilik <strong>ve</strong> köleliği önemsemeyenSokrates, her ne kadar soylu, seçin <strong>ve</strong>zengin biri sayılmasa da, Platon <strong>ve</strong> özellikle deAristoteles için aynı şey söylenemez. Soylu <strong>ve</strong>paralı gençleri, peşlerinden koşturan sofistler,<strong>ve</strong>rdikleri dersler karşılığında ancak zengin kişilerinödeyebilecekleri türden paralar alıyorlardı.Antik yunanda, sadece felsefe değil, edebiyat, sanat,tiyatro, siyaset, retorik gibi entelektüel uğraşgerektiren diğer bütün alanlar da seçkin <strong>ve</strong> soylularınelindeydi. Kuşkusuz bu seçkinliğin başında“özgür olmak” geliyordu. Platon, köle eğitimialmış olanların felsefe yapamayacaklarına işaretederken, felsefenin ortaya çıkmasındaki bir koşula,bir ruh haline de işaret ediyordu. Roma’dakifelsefe, edebiyat, hukuk, tiyatro <strong>ve</strong> hitabet desoyluların, zenginlerin <strong>ve</strong> yöneticilerin elindeydi;insanlığın ezeli <strong>ve</strong> ebedi sorunlarıyla ilgilenmek,onların kavrayış <strong>ve</strong> ilgi alanı içinde görülüyordu.Dolayısıyla, felsefede <strong>ve</strong> beraberinde diğer entelektüeluğraşlarda, sınıfsal bir ayrım söz konusuydu.Ancak burada, yine de kişide bizzat karşılığıolan bir etkinlik söz konusudur. Köle filozofEpiktetos’un, “Felsefe yapıyorum deme, kendimikurtarıyorum de” uyarısında da gizli olduğu üzere,kişi felsefe ile uğraşırken, kendisi ile de uğraşır.Felsefedeki sorulara cevap ararken kendisindebulunan sorulara da cevap arar. Evreni anlamayaçalışırken kendisini de anlamaya çalışır. Toplumsaldüzen <strong>ve</strong> adaleti kurgulamaya çalışırkençalışırken, kendisini, içinde yer aldığı toplumsaldüzen <strong>ve</strong> adaleti de düzenlemeye çalışır. Sanatı,33eylül-ekim-kasım2013


güzelliği <strong>ve</strong> düşünceyi anlamaya çalışırken, kendivarlığını oluşturan aklı, gönlü <strong>ve</strong> ruhu da anlamayaçalışır. Ahlakı <strong>ve</strong> erdemi anlamaya çalışırken,kendi insanlığını da anlamaya çalışır. Buaçıdan bakıldığında, felsefe hiç de pratik ilgilerdenarınmış değildir. Kişi, felsefe ile, bizzat kendiiçinde, kendi dünyasında olan bir şeyi anlamayaçalışır. Felsefenin seçkin sınıfa ait görülmesi, aslındagizli <strong>ve</strong> açık, hayatın onlara ait görülmesigibi bir anlama da ifade eder. Sıradan insanlar,ancak onlara hizmet etmede bir anlama <strong>ve</strong> yeresahip olabilirler. Oyun onların oyunu değildir,hayat onların hayatı değildir, trajedi onlarıntrajedisi değildir. Onlar, kendi hayatlarının bilebaşrol oyuncusu değillerdir. Efendi <strong>ve</strong> efendiyehizmet, onların tüm hayatını tanımlar. Her şeybir soyluluk, seçkinlik <strong>ve</strong> üstünlük anlayışı içindeortaya çıkar.İslam literatürü, hikmeti bir bağış, lütuf <strong>ve</strong>ihsan olarak görür. Kuran’da, hikmetten “<strong>ve</strong>rilen”bir şey olarak söz edilir <strong>ve</strong> “kendisine hikmet <strong>ve</strong>rilenkişiye çok şey <strong>ve</strong>rilmiştir” denir. Bu <strong>ve</strong>rilme,içinde çeşitli yiyeceklerin olduğu bir sepetin birden<strong>ve</strong>rilmesi gibi bir şey değildir. Ona kavuşmakiçin bir çabanın, isteğin <strong>ve</strong> gayretin de olması gerekir.Dolayısıyla, kapasite <strong>ve</strong> potansiyel yanındabu kapasiteyi işler hale getirebilmek, onu beslemek,beklemek, onun için çabalamak da gerekir.Bu nedenle hikmet herkese aynı şekilde <strong>ve</strong> aynıölçüde <strong>ve</strong>rilmez. Herkes, diğerlerinden farklıolarak kendi yolundan yürür <strong>ve</strong> kendi hikmetinekavuşur. Bu <strong>ve</strong>riliş biçiminde kişinin gayreti,duyarlığı da etkindir. Öte yandan hikmetintümüyle <strong>ve</strong>rilmesi diye bir şey söz konusu da değildir.Zira onun tamamı hakkında insan bilincininbir kavrayışı <strong>ve</strong> öngörüsü olamaz. Allahınhikmet sahibi olması, peygamberlerin hikmetsahibi olması, nihayetinde insanların hikmet sahibiolması, aynı şey değildir. İnsan, ancak kendikavrayış gücü oranında <strong>ve</strong> yine kendine açık olanyönleriyle onu bilebilir. Dilin <strong>ve</strong> algılama yetisininsınırları içinde bilebilir. Bazı yönler açık <strong>ve</strong>anlaşılabilir bir niteliktedir. Bu açık alanda, insannedenleri anlayabilir, sonuçları kavrayabilir.Bir hadiseyi açıklayabilir. Bilim, daha çok olgusaldünyanın, nedenlere bağlı bir şekilde nasıl oluştuğunuaçıklarken, kavranılabilir alana yönelir.Ama niçin <strong>ve</strong> nedir gibi sorular ortaya çıkınca,işin hikmeti de söz konusu olur. Bu bir bakımametafiziğin temelinde olan “ilk nedenler” <strong>ve</strong>“nihai amaçlar” gibi, metafizik sınırlar içindekalan, insanın nesnel bilmenin kurallarına bağlıolarak bilemeyeceği bir bilme çeşididir. Hikmetinfelsefe ile buluştuğu nokta da burasıdır. Bunokta tamamen felsefenin de alandır. Nedir <strong>ve</strong>niçin gibi sorularla, varoluşun anlamına sondajvurma çabası, öteden beri felsefenin en sık çalışmaalanlarından biridir. Bunu daha felsefeninkaynağında, “sorgulanmamış bir hayat yaşanmayadeğmez” diyen Sokrates’te görürüz. Felsefeninbir yönüyle İslam kültüründe hikmet olarak ifadebulması, felsefe kültürünün İslam kültürüne,İslam kültürünün de felsefe kültürüne uygunluğunugösterir.Hikmet, her ne kadar felsefenin karşılığıolarak kullanılmış olsa da, felsefe gibi seçkin <strong>ve</strong>entelektüel bir sınıfın değil, hemen her sınıftan,her milletten, her meslekten <strong>ve</strong> her yaştan kişininkullandığı, kullanabileceği, kendisiyle kendisiniifade edebileceği bir kavramdır. Bu yönüyle sağduyununsesi gibidir. Sağduyu, onun “<strong>ve</strong>rilen” birnitelik olma özelliği ile bağdaşır. Bu durumda,hikmet bir bilgi <strong>ve</strong> düşünce olmaktan çok, bilgi<strong>ve</strong> düşünceyi üretme yetisidir, “fıtrat”tır. Kişi,bu yeti sayesinde duygu, düşünce <strong>ve</strong> deneyimleriniifade edebilir. Bu anlamda felsefi bilgideki“uzmanlaşma” <strong>ve</strong> “filozofluk durumu”, hikmetteyoktur. Ona sahip olmak için seçkin <strong>ve</strong> soylu birkişi olmaya gerek yoktur, özgür bir kişi olmayada gerek yoktur. Ancak belirli tür bir arılığa, saflaşmaya<strong>ve</strong> yaşantıya gerek vardır. O daha çok,belirli bir şekilde yaşarken, belli bir duyarlılık sonucuelde edilen, kişiye “saf yaşantı”nın bir karşılığıolarak gelen bir niteliktir. Öncelikli amaç birvaroluş biçimi, bir ahlak <strong>ve</strong> doğrultu ortaya koyabilmektir.Bu saf yaşantının ürünü olarak hikmetgelir, kalbe dolar. Başta İbn Arabi, Mevlana<strong>ve</strong> Yunus Emre gibi sûfîlerin “gönlü arındırma”,“bir ayna gibi parlatma” <strong>ve</strong> onu “hikmete duyarlıhale getirme” anlayışı, hikmeti öncelikle bir“duyarlılık” haline getirir. Bu nedenle de “<strong>ve</strong>rilen”bir şeydir. Kişi bu arınmanın <strong>ve</strong> duyarlılığınbir ürünü olarak hikmete kavuşur. Halis yaşantı,hikmetten gelir <strong>ve</strong> hikmeti oluşturur.Buradan hareketle söyleyecek olursak, hikmetinortaya çıkışı, daha çok bir bağış <strong>ve</strong> bağlanışla34eylül-ekim-kasım2013


ilgili olduğu için, sosyal <strong>ve</strong> sınıfsal bir ayrıcalıkgerektirmez. Özgür <strong>ve</strong> soylu bir kişi hikmet sahibiolabileceği gibi, özgür <strong>ve</strong> soylu olamayan birkişi de hikmet sahibi olabilir. Burada bireyin sosyalsınıf <strong>ve</strong> statüsü değil, hikmete olan duyarlığı<strong>ve</strong> yatkınlığı dile gelir. Sözgelimi bir kişinin hikmetsahibi olabilmesi için soylu, zengin bir kişiolması gerekmez. Hikmet kişiyi seçer <strong>ve</strong> bulur.İnsanlar gündelik deneyimlerini, duygu <strong>ve</strong> düşüncelerini“hikmetini anladım”, “her şeyin birhikmeti vardır” sözlerinde de olduğu gibi hikmetsözcüğü ile ifade ederler. Bu durumda, hikmet,bir yanıyla entelektüel yaşantı <strong>ve</strong> deneyimi ifadeederken, bir yanıyla da pratik yaşantıdaki zihinselaydınlanmayı dile getirir; bu şekilde sadeceözsel bilgiyi değil, erdemli yaşantıyı da ifadeeder. Bu nedenle hikmet temelli toplumlarıntefekkür <strong>ve</strong> düşünce gelenekleri praxis ile kaynaşmışdurumdadır. Pratik hayattan kopuk, saltbilmeye yönelik düşünce gelenekleri yoktur. Bukültür içinde, kişi bilerek yaşar, yaşayarak bilir.Bilgi <strong>ve</strong> düşünce hayattan çıkar, hayatı besler,yine hayata döner. Varoluş sırrı üzerine tefekkür,hikmetin beslenme kaynaklarından biridir.Kişi varlığın yaratılış hikmeti üzerine düşünerek,kendisi, içinde yaşadığı evren <strong>ve</strong> bütün bunlarıntanrısal irade ile ilgili bağıntıları konusunda derinbir kavrayışa erişir. Evreni estetik olarak algılayanbir bilincin, onu bilgi <strong>ve</strong> düşünce olarak dakavraması beklenir. Bu anlamda hikmet bir yönüyledoğa bilimi, bir yönüyle toplum bilimi, biryönüyle felsefe, bir yönüyle, sanat, bir yönüyleteknoloji, ama hepsinden önce ahlaktır. Bir duyarlık,bir sezgi, bir varlık <strong>ve</strong> varoluş bilincidir.Muhammed İkbal’in aklın <strong>ve</strong> gönlün, bilimin <strong>ve</strong>aklın birleştirilmesi görüşü, bu bilinçten gelenbir çağrıdır. Bu kavrayışın, yalnız insanın içindekalması hikmeti oluşturmaz. Onun söze dökülmesi,yazıya geçirilmesi, başkalarına ulaştırılmasıda gerekir. Ancak bu yazılı <strong>ve</strong> sözlü ifade biçimindedüşünce berraklaşır, görünür hale gelir.Dolayısıyla, sözün <strong>ve</strong> düşüncenin gerçek anlamdahikmet haline gelebilmesi için ifade edilmiş,başkalarına ulaşmış, başkalarının idrakiyle karşılamışolması da gerekir. “Kalemle yazmak” daöğretilen bir şey olarak, hikmetin zaman içindebirikmesine, başkasına ulaşmasına <strong>ve</strong> süreklilikgöstermesine aracılık eder. “Okuma” eylemininkonturlarından biri de kişinin kendisine ulaşanhikmeti okuması, anlaması, kendi benliğindetecrübe etmesidir. Bu durumda hikmet, bir kişininanladığıdır. Ama aynı zamanda başkalarınaulaşarak oları dönüştüren <strong>ve</strong> onlarının idrakindeçoğalandır da.Bu nedenle, hikmet, esas olarak her bir kişiyekendisini açması <strong>ve</strong> her bir kişinin bizzat görmesigereken bir şeydir. Toplu olarak gelmez, tümden<strong>ve</strong>rilmez. Aşama aşama, peyderpey gelir. Belilibir idrakte, belirli bir bilinçte ortaya çıkar, bellibir bilincin ürünüdür, belli bir bilince hitapeder, o bilinç üzerinden insanlığa ulaşır. Buradahiç kimse bir başkasının yerine görmez, birbaşkasının yerine bilmez, bir başkasının yerinedüşünmez. Aynı şekilde bu felsefede de böyledir.Felsefede de herkes kendi sorusunu sınar, kendicevabını <strong>ve</strong>rir. Hiçbir filozof bir başkası adınacevap <strong>ve</strong>rmez, kendi adına cevap <strong>ve</strong>rir. Hiç kimsenincevabı bir başkasının cevabının yerine geçmez.Soruyu bir kişinin cevaplamış olması, onudiğerleri adına da cevaplanmış kılmaz, soruyuortadan kaldırmaz. Dolayısıyla felsefe <strong>ve</strong> hikmet,her bir anda, her bir yaratılışta, her bir kişininbakışında kendini tazeleyen, yineleyen bir şeyolduğundan, tüketilip ortadan kaldırılamaz. Ohep orada, insanı hayrete düşürmeye, sormaya<strong>ve</strong> soruşturmaya devam eder. İnsan o kadar sorarsoruşturur, cevap <strong>ve</strong>rir, kitap yazar ama soruyuyine de bitiremez. Bu tüketilmeyen kaynak karşısındaancak şunu söyleyebilir: “Hikmetindensual olunmaz.” Bu ifade sormanın soruşturmanınyolunu kesen değil, açan niteliktedir. O, biryandan insan zihni açısından “bilinebilir” olanısormayı <strong>ve</strong> soruşturmayı önerirken bir yandan dayaratılıştaki sır unsuruna, gaip olana saygıyı ifadeeder; sorunun her bir açılışı, ifşası karşısında duyulanhayranlığı dile getirir.“Hikmetinden sual olunmaz” derken, insanınbilgi <strong>ve</strong> bilme yetisinin sınırlarına işaret edilir,yaratılışın insan idrakine kapalı “sır” öğesineişaret edilir. Buna göre yaratılış, bütün olarakinsanın kavrayabileceği bir nitelik göstermez.Hikmetinden sual olunmaz sözü, bir yandanhikmetin tam <strong>ve</strong> kesin olarak nihai anlamda bilinemeyeceğini,onun her bir anda, her bir bakıştavarlığın yeniden tazeleneceğini, farklı bir aşamayageçeceğini, bu nedenle yeniden keşfedilmesi35eylül-ekim-kasım2013


gerektiğini anlatır, hem de hikmetin tam olarakinsana kendisini açmayacağını, bitmez tükenmezbir öz olarak sürekli bir şekilde kendini kavramakisteyen gözlerin önünde bulunacağını ifade eder.Ama hiçbir zaman onun sorulmaması gerektiğianlamına gelmez. “Sual olunmaz” demek, sualetme, soru sorma, sorgulama anlamına gelmez.Aksine sual et, sor, sorgula, bilebileceğin kadarbilmeye çalış, gücün yettiği kadar kavramayaçalış, sorabileceğin kadar sormaya, gidebileceğinkadar gitmeye çalış, yürüyebileceğin kadaryürümeye çalış anlamlarına gelir. Ama şöyle biruyarıda da bulunur: “Sonsuzca bilemezsin, sonsuzcayürüyemezsin, sonsuzca kavrayamazsın.Bilme <strong>ve</strong> kavrama gücünün bir sınırı vardır. Birnokta gelip çatar, işte orada susmaktan başka çıkaryol bulamazsın. Varoluş hikmetinin yine denihai bir cevabı olamaz, sonu gelmez. Bu sonugelmemesinin nedeni, bir yandan yaratılışın heran kendini daha öncekinden farklı bir şekildetazelemesi, dolayısıyla hikmetin ileri bir boyutataşınması, hem de ona bakan gözlerin süreklifarklı bir varoluş konturuna geçmesidir. Hikmetvarlığı donmuş, olup bitmiş bir şey olarak görmez;yaşayan, süren bir varoluş olarak görür. Bunedenle, nihai bir biliş söz konusu olmayacaktır.Hikmet, yaratılışı hayret <strong>ve</strong> hayranlık <strong>ve</strong>ren biraçılım olarak görecek <strong>ve</strong> yaşayacaktır. Bu anlamdahikmet, donmuş, olup birmiş, sabit bir bilgideğil, her an kendini tazeleyen bir diyalog, bircanlılık, bir bakış <strong>ve</strong> ileri gidiştir.Hikmetin hazır bilgi olmaması gerekir. Hazırbilgiyi ifade eden sözcük, “kitap”tır. Bilgi, öğreti,mesaj, düstur, kitabın içindedir. Bu durumdahikmet, bir “yeti”, bir “kapasite”, bir “potansiyel”olarak ortaya çıkar. Bu haliyle daha çok insanınbilme, anlama, kavrama kapasitesine işaret eder.Kişi bu kapasite ile kitabı anlar, kitabın içindekihikmeti anlar, ama aynı zamanda kitabındışındaki kitapları da anlar. Kozmos, bir ünite,bir uyum <strong>ve</strong> armoni olarak bu kitaplardan biridir.Bir diğeri de insanın kendisidir. Buna görekişi hikmetle, bir yandan evren kitabını okuyupanlarken diğer yandan da kendisini <strong>ve</strong> kendidünyasının kapılarını aralamaya çalışır. Bununen ileri şekli felsefe <strong>ve</strong> bilimdir. Zira insan, evren,dünya <strong>ve</strong> kendisi hakkındaki rasyonel, tutarlı <strong>ve</strong>derinlikli bilgisini, bu kapasite ile elde eder. Buaçıdan bakıldığında hikmet yalnız felsefe değil,insanın kendisine <strong>ve</strong> evrene ilişkin elde ettiği bilgi<strong>ve</strong> bilimlerdir de. Hikmet yalnız bilme değil,bilgiden düşünceye, düşünceden eyleme, eylemdenyeniden bilgi <strong>ve</strong> düşünceye geçebilme, teoriyivaroluşun canlı akışı ile bir seviyede tutabilme,onu kendi varoluşu ile ilişkilendirebilme, hayatı,mutluluğu <strong>ve</strong> sevinci yeniden üretebilme kapasitesidir.Bu açıdan bakıldığında en açık şekliyleanlama <strong>ve</strong> yaşama gücüdür. Kişi onunla kendinianlar, kendi dünyasını anlar, içinde yaşadığı evrenianlar. Bütün bunlar, bilimi, felsefeyi, sanatı<strong>ve</strong> gündelik hayatı oluşturur. Hikmetin en ileriaşaması ise, kitabı anlama gücüdür. Bu durumdaşu anlama gelir: biz sana kitabı <strong>ve</strong>rdik ama kitabıanlama gücünü de <strong>ve</strong>rdik. Biz sana hayatı <strong>ve</strong>rdik,ama hayatı anlayabilme gücünü de <strong>ve</strong>rdik. Bizsana evreni <strong>ve</strong>rdik, ama evreni, anlayabilme gücünüde <strong>ve</strong>rdik. Biz sana irade gücü <strong>ve</strong>rdik, amakendini anlayabilme gücünü de <strong>ve</strong>rdik. Biz sanayeryüzünü emanet ettik, ama emaneti koruyabilmegücünü de <strong>ve</strong>rdik. Eğer hikmetsiz kalırsan,anlama gücünü etkin hale getirmezsen kendinide anlayamazsın, kitabı da anlayamazsın, dünyayıda anlayamazsın, kendini de anlayamazsın,evreni de anlayamazsın. Hikmet, en ileri şekildeanlamanın yoludur. Hikmetin yolundan çıkarsan,hayatın yolundan da çıkarsın, kendindende uzaklaşır. Varlığın yolu, hikmetle aydınlanır,hikmetle açılır. Varlıkla hikmet sayesinde bütünleşebilirsin,hikmet sayesinde sonsuzlaşabilirsin,hikmet sayesinde özgürleşebilirsin. Hikmetsizkalırsan, insan olmanın yolundan da uzaklaşırsın,sonlu <strong>ve</strong> sınırlı bir varlık olarak özgürlüğünüde yitirirsin. Kendini eğitmen <strong>ve</strong> olgun bir kişilikhaline gelebilmen için hikmet kapasiteni hareketegeçirmen gerekir. Kendin, evren <strong>ve</strong> dünyanüzerinde düşünmen gerekir. Ancak bununla birliktekitap sana açık hale gelmeye başlar. Bunagöre hikmet kitabın anahtarıdır. Bu anahtar olamadankitabın sayfaları açılmayacak, okunsa bileokunmuş, ezberlenmiş olsa bile anlaşılmış olmayacaktır.Dolayısıyla kitap, hikmet sahibi kişilerehitap eder öncelikle, onların idraki için açık halegelir. Hikmet, kitabın anlaşılma programıdır. O,bu program olmadan aktif hale gelmez, özümsenmez,çözünmez.■36eylül-ekim-kasım2013


Gökler bile dışımızda değilCENGİZ AYDOĞDUYakup Kadri Karaosmanoğlu, ZorakiDiplomat adlı eserinde, o tadına doyulmazTürkçesiyle, Arnavutluk’un başşehriTiran’a dışişleri mensubu olarak tayin emriniilk aldığında “düştüğü ruh hâli”ni şöyle anlatır: “...düştüğüm ruh hâli yalnız bir eksiklik kompleksindenibaretti. Kendi gözümde kendimi birden bire o kadarküçülmüş o kadar şahsiyetsizleşmiş <strong>ve</strong> kendi mukadderatımıo kadar başkalarının emrine bağlanmış hissetmiştimki, az kalsın, “Ben bu işten vazgeçtim” diyehaykıracaktım. Öyle ya; ara sıra en yüksek erkânıylahoş beş etmeğe gittiğim şu Hariciye Vekâlet’inde, adlarınısanlarını bile işitmediğim memurlar, bir arayagelip benim hakkımda bir takım kararlar almışlar,adımı, babamın adını, doğum tarihimi <strong>ve</strong>saire sicilegeçirmişler <strong>ve</strong> bana bu kayıtlara göre bir derece bir numara<strong>ve</strong>rmişlerdi; yarın öbür gün de, Haydi yola çıkdiye emredeceklerdi.” Müthiş değil mi?“Memuriyet” hayatını bu kadar etkileyici <strong>ve</strong> sarsıcıbir şekilde başka türlü anlatmak herhâlde birazzordur. Ruhun şad olsun Yakup Kadri..........Ben dahi, Yakup Kadri’nin bahsettiği çeşittenbir “emir”le yola çıkıp memleketin pek çok şehrinidolaşan “muhacir memurîn” taifesinden bir mülkiyeliyim.Yakup Kadri’nin söz ettiği o “memurlar”ınkarar <strong>ve</strong>rdiği bir müddet için mecburi ikamete memuredilmemin başlangıcında o şehir, benim içinşehirler içinde herhangi bir şehirdir. Lakin zamanlabu “herhangi bir şehir” anlayışı değişir, belirli birşehir hâline gelir. Şimdi size bu değişimin bendekiyankılarını anlatacağım; önce durduğum yeri, sonragördüğüm şeyi......Hayatın esrarlı bir mantığı vardır; önce sadeceyaşanır, sonra tasavvur edilir, daha sonra da hatıraların<strong>ve</strong> hayallerin o müthiş oyunu başlar; işte o zaman,biz o “tayin” edildiğimiz şehri sevip sevmediğimizianlarız. Çünkü Dostoyevski’ni dediği gibi, “Birşehri sevmek, hatıraların ne işe yaradığını bilmektir.”Atamayla gelen memurlar için herhangi bir şehrisevmek ne ifade eder ki? Ayrıca bu ifadeyi nasıl <strong>ve</strong> nezaman anlarız? Belki yeni bir emirle başka bir şehirdeikamete memur edilince, belki de hiçbir zaman!...Taşranın bir kuralı olduğu söylenir; kaynaşabilirsinama asla onlardan biri olamazsın. Tayin emriile dışardan gelen memurların çilesi, bu hükümçevresinde döner durur. Zaman zaman bir yanılsamayıyaşarız; çevremizde gördüğümüz birkaç dostsayesinde taşradan biri olduğumuzu, oraya ait olduğumuzudüşünürüz. Lakin bir an gelir, anlarız kioraya ait değiliz. Bir cenaze, şehre ait bir merasim<strong>ve</strong>ya geçmişin izi üzerinde yaşanan bir lahza, birhatırlama, bir şenlik, bir sevinç... Yani hayata dairsıradan bir unsur, bizi şehre ait asıl dairenin dışınaatı<strong>ve</strong>rir. Fark ederiz ki, biz, bir “başka yerli”yizdir <strong>ve</strong>bazı şeylerin dışındayızdır.37eylül-ekim-kasım2013


Şehri, içinde yaşayanları beyan eden bir şey [1] diyetarif ederler. Eğer bu ifade doğruysa, bir şehrin neyibeyan ettiğini en iyi anlayanlar, en iyi “görenler”herhâlde bir başka şehirden gelen “başka yerli”lerolsa gerek... Yani bizler, şehirleri süsleyen, atamayatâbi memurlar... İnsanın yaşarken oluşturduğu çevre,yani “habitus”, deruni bir bahçenin dışa vurulmasıise, bu bahçenin “farklı” güzelliğini ancak farklıolanlar fark edebilirler diye düşünüyorum. Şehrinyerlileri beni bağışlasınlar ama “kanıksama” insanaait bir vasıftır. Yerlinin kanıksadığı şeyi dışardan gelenfark eder....‘Şekil, ruhsuz bir şeydir, her şey fikir ile olur’diyenlere iştirak edemiyorum; bence şeklin de birruhu vardır <strong>ve</strong> her ruh <strong>ve</strong>ya her fikir kendini bir şekilile ifade eder.Dile getirilemeyen hassasiyetler bizim millîyükümüzdür; bir sır gibi taşırız. Bu sırlarımızı belkibir minare ile göklere doğru haykırır, belki birkapı pervazı ile insanlara fısıldar, belki diktiğimizbir ağaç ile toprağa emanet ederiz. Şehirlerimiz,ruhun muhtelif hareketleriyle icra olunan bir ayininmimari malzemeyle şekillendirilmiş hâli gibidiraslında. Evlerimiz, caddelerimiz, sokaklarımız,meydanlarımız hakikatte ruhun bedestenleridir:Onlarda acılar, hüzünler <strong>ve</strong> hatıralar vardır.Bu manada ev sahipliği bir mülkiyet biçimideğil, bir hayat tarzı, bir kültür temellüküdür. Buaçıdan bakınca bir şehrin yerlileri, her zaman biz“muhacirlerden” bir adım önde bulunurlar. Şehrinmanzarasını şehirlilerin irfanı yapar çünkü. Ne varki içimizde olmayan şehri hiçbir yerde bulamayız.Çünkü biz Türkler, 20. yüzyılda başımıza gelenserencam yüzünden, hepimiz -kendi şehrimizdeyaşayanlarımız dâhil- bir şehrin sürgünüyüz; eskişehirlerimizden yeni kentlerimize, mahallelerimizdensemtlerimize, evlerimizden apartmanlarımızasürgün edilmiş bahtsızlarız.Aslında hepimiz, “şimdiki zaman”ın sürgünüyüz;belki de şimdiki zamanın mahkûmu; bütün saçmalığıyla“şimdi”, bizleri kendi dairesinde mahpus tutuyor.Şehirler arasında gezen muhacir memurların“faik” farkları, -belki şansları- şehirlerin birbirinebenzeyen <strong>ve</strong> benzemeyen çehrelerini görebilmelerindenibarettir.1. Tabir, Mustafa Armağan’a ait sanki.Bazen Bütün Mana Bakış Açısında Birikir“Sinema, çıplak göze demir elbise giydirmektir.”diyor Tanpınar, demir elbise giydirip demirden birgöz yapmak <strong>ve</strong> o gözün görebildiği, görüp gösterebildiğikadarıyla hayatı idrake çalışmak; seyirlik hayatlarhikâye etmek… Veya hayatı seyirlik hâle getirmek…İçimizden dışımızdan geçip giden her şeyitemaşa etmek <strong>ve</strong> ettirmek oldukça eğlenceli <strong>ve</strong> bir okadar da çetin bir iş. Düşünüyorum da sinemacılargarip insanlar. Bir nevi sihirbaz olan garip insanlar.Bu demir gözü kullanarak ortaya son derece“soft”, demir katılığından uzak, hayatın şiiriyetineuygun hikâyeler çıkaran büyük Japon yönetmeniAkiro Kurosawa’ya göre kamera kullanmanın sırrı,durmasını bilmekte gizlidir. “Görmek, durduğumuzyer ile alakalı bir şeydir.” diyen Kurosawa,Shakespeare’in meşhur eseri “Kral Lear”i Japon tarihineuyarlayarak çektiği “Ran” ismindeki müthişfilmini “gökyüzünün bakış açısı” ile tasarladığınısöylüyor.Gökyüzünün bakış açısına sahip olabilmek <strong>ve</strong>yaolunsa bile o açıdan eşyaya tasarruf edebilmek mümkünmüdür sualine cevap <strong>ve</strong>rmenin, hatta bu soruyamuhatap olabilmenin dahi müstesna bazı şartları –herhâlde- vardır. Bu şartları bir araya getirip o bakışaçısını gözbebeğimize yerleştirseniz dahi, o noktadagörmek <strong>ve</strong> gördüğünü anlatabilmek apayrı bir efsanedirki her fani, o efsaneye mevzu teşkil edecekkıratta yaratılmamıştır. Nice mahiler vardır; deryaiçredirler, deryayı bilmezler.Ne zaman ki görmekten bahis açılsa, görmeişinin asıl faili, insanın dışına açılan kapıya, yani“göz”e gözümüz takılı<strong>ve</strong>rir. Göz ki, söyleyemediklerimiziaşikâr eden, hissedemediklerimizi hisseden,anlayamadıklarımızı anlayandır.Semâya sığmayan esrâr-ı kibriyâ-yı garamNasıl da sığmış senin o sevda-penâh gözlerine [2]diye methedilen göz, herhâlde, insanların yüzlerindetaşıdıkları, şu bir çift kafatası çukuru [3] olmasagerekir. O göz, göz değil gözistan [4] diye tavsif edilen,çok başka âlemlere <strong>ve</strong> çok başka diyarlara açılan birgöz olsa gerek. Bu muhteşem gözlerin sahiplerindenbiri olan Hz. Mevlana, “İnsan gözdür.” buyurmuş-2. Muhittin Raif Bey3. Atilla İlhan4. Cemal Süreya38eylül-ekim-kasım2013


tu. Burada bahsedilen göz, “ilahî hakikatlerin mahzeni”olan bir göz; her daim özge âlemler temaşa etmeyealışmış bir gözdür. Bu gözün sahipleri öyle boşboş bakmazlar; Bu Niyazi’den de Mevla görünür [5]derler <strong>ve</strong> Mevla’yı görecek gibi görür gibi bakarlar.Onlardan Mevla görünür; peki, ya bizden “ne”görünür? O muhteşem insanlar gökyüzünün bakışaçısını, gökyüzüyle birlikte içlerinde taşıyabilir,onunla da kalmayıp Bende sığar iki cihan / Ben bucihana sığmazam [6] diyebilirler.Eğer Kurosawa gökyüzünün bakış açısındanbahsedebiliyorsa, şöyle <strong>ve</strong>ya böyle bu âleminkıyısına, en azından kıyıların göründüğü kayalıklaragelebilmiş demektir; o kadarcık bir gönül –herhâldetaşıyordur.Gökyüzünün bakış açısı, zannımca yeryüzüneen munis gelen perspektiftir. Yeryüzünün hakkınıyemeyelim; onun dahi bir bakış açısı vardır <strong>ve</strong> herhalükârda gökyüzüne müte<strong>ve</strong>ccihtir; bu meyanegönderilen insanoğlu ise,Atılmışım iki la-yefhemin miyânesineZemine anlatamam, asumâne anlatamam [7]mısralarında ifade edildiği üzere, yerin kabuledebileceği <strong>ve</strong> göğün içine sığabilecek bir bakış açısıbulabilmenin sancısı ile dertli <strong>ve</strong> ikirciklidir. Buhâlinden ötürü kendisini yere <strong>ve</strong> göğe her zamankabul ettiremeyen insanoğlu, çareyi kendisine uygunmekânlar icat etmekte bulmuş, çadırlar kurupevler yapmış, tatmin olmayıp göğe başkaldıran yapılarinşa eylemiş, yerden uzaklaştığı gibi göklerdende korkup muhkem çatılar altına gizlenmiş, gizlendiğinisanmış. Hülasa yerle gök arasına gizlenmeninadını “şehir” koymuş.E<strong>ve</strong>t, göğe yükselen binalar inşa etmişizama, gökyüzüne bakmayı unutmuşuz. BehçetNecatigil’in o meşhur radyo oyununda (Yıldızlara5. Niyazi Mısrî’den;“Ârife eşyâda esmâ görünürCümle esmâda müsemmâ görünürBu Niyâzî'den de Mevlâ görünürÂdem isen ‘semme <strong>ve</strong>chullâh'u bulKanda baksan ol güzel Allah'u bul” şeklinde devameder...6. Nesimî7. Muallim Naci’den ...“Beyan-ı maksat için yâre tercümânım varBelâya bak ki onu tercümâna anlatamam...” diye devameder...Bakmak), “göğe bakma durakları” mevkiindekipost-modern şehirlerden bahsetmesi herhâlde böylebir hasretin ifadesidir. Belli ki Necatigil de tıpkıKurosawa gibi göğe bakmasını bilen insanların ruhsoyundan... O ruh soyundan gelen insanların yaptıklarışehirler, yerin <strong>ve</strong> göğün içinde, içinde yer <strong>ve</strong>gök bulunan şehirler, ki o şehirlerde insan, yerin <strong>ve</strong>göğün farkına vararak <strong>ve</strong> yerle gök tarafından farkedilerek yaşar. Onların yaptıkları şehirlerin kalıntılarını,harabelerini bir sanat eserini seyreder gibiseyrediyor, şayet bize intikal eden bir şehir köşesi,sürpriz bir peyzaj varsa onu da korumaya alıp önündemersiyeler yakıyoruz. Bizler bugün, bu manadaşehir fikrini kaybettik.“Cedlerimiz, inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı.Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh <strong>ve</strong> imanlarıvardı.” diyor Tanpınar. Biz perişan torunlarınbir ruhu yok ki, onu maddeye “hakk” etmek gibiendişeleri olsun. Eskiler mabet inşa eder gibi şehirkuruyorlardı. Kendileri bile dahi yapılıyorlardı taş şutoprak arasında [8] .Oysa biz, kendimize bir “mabut” yapar gibi, biziezecek <strong>ve</strong> yönetecek bir “şey” arar gibi şehirler inşaediyor <strong>ve</strong> tabii ki arada kaybolup gidiyoruz. Kaybolmamakiçin tabiata sığınan piknikçilerimiz de yokdeğil gerçi ama, onlar dahi açık havalara “hastane”yegider gibi; kırlara <strong>ve</strong> bahçelere -eğer kaldıysa- biraçık hava müzesine gider gibi gidiyorlar.Ne yaparsak yapalım, bugünkü şehirlerimizdetabiatı <strong>ve</strong> tabiata bağlı olarak de<strong>ve</strong>ran eden zamanıkaçırıyoruz. Ne yazımız yaz ne kışımız kış, çoğu zaman“baharı görmeden yaz gelip geçiyor”. Gece <strong>ve</strong>gündüzü ise hiç saymıyorum, zira gece <strong>ve</strong> gündüzfarkının kalmadığı zamanların sakinleriyiz. ■8. Hacı Bayram-ı Veli...Şiirini tamamı;“Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresindeBakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresindeNâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördümBen dahi bile yapıldım taş u toprak âresindeŞâgirtleri taş yonarlar yonup üstâda sunarlarAllâh’ın adın anarlar ol taşın her pâresindeOl şârdan oklar atılır gelir canlara batılırÂrifler sözü satılır ol şârın bâzâresindeBu sözü ârifler anlar câhiller bilmeyip tanlarHacı Bayram kendi banlar ol şârın minâresinde”39eylül-ekim-kasım2013


Şehirler, kütüphaneler <strong>ve</strong> müzelerNÂMIK AÇIKGÖZMedeniyetin üç önemli temeli: şehir,kitap <strong>ve</strong> müze!...Medeniyet varsa, onun arkasındamutlaka bir şehir; mutlaka büyük kütüphaneler<strong>ve</strong> büyük müzeler vardır. Ve mutlaka bu şehirdedünyanın en büyük kütüphanelerinden <strong>ve</strong> müzelerindenbiri <strong>ve</strong>ya bir kaçı yer alır. Her medeniyetemerkezlik eden bir <strong>ve</strong>ya bir kaç şehir <strong>ve</strong> bu şehirhakkında yazılmış kitaplar da vardır.Medeniyetler, insanlık birikiminin sürekliliğinedayanırlar. Kendi coğrafyasına sıkışıp kalmıştoplumlar, ancak “folklor” <strong>ve</strong>ya en iyimser tabirle“kültür” üretebilirler; medeniyet değil. Medeniyetgeniş, derin <strong>ve</strong> sürekli nefes demektir. Medeniyetlerinhacim genişliğini, sürekliliğini <strong>ve</strong> derinliğinisağlayan şey ise kitaptır. Yazılı metni <strong>ve</strong>ya kitabı olmayaninsanlık birikimi, medeniyet oluşturamaz;olsa olsa sadece folklor <strong>ve</strong>ya kültür oluşturur.Kitaplar <strong>ve</strong> kütüphanelerHer ne kadar papirüse ilk yazı yazıldığında Mısırkralı “Bu yaprak kaybolduğunda, bilgilerimizde kaybolacak.” diyerek sözlü <strong>ve</strong> insana mâl olmuşbilgiyi savunsa da, kitap toplumların geleceğe uzananbirikimlerinden en önemlisidir. Kitap yoksatoplumların hafızaları da yoktur.İlk kitap yazıldığında, kütüphaneci Aristark,kitabı okuyucudan gizlemiş; eleştirmen Zoil de kitabıeleştirmiştir ama kitap var olduğu müddetçe,insanlık yeryüzünü daha iyi kullanmayı başarabilmiştir.Kitap, tek başına unutulma <strong>ve</strong>ya kaybolmanıninsafına terk edilmiştir. Her kitap yanında kütüphaneyide getirir ki o kütüphaneler, medeniyetlerinana hâfızalarıdır.Kitabı yazılan şehirlerŞehir kitaplarını, bir şehri bütünyaşanmışlıklarıyla anlatan kitapları se<strong>ve</strong>rim. Tabiiki, söz bu mecraya dökülünce, Ahmet HamdiTanpınar’ın Beş Şehir’ini hatırlamamak olmaz.Tanpınar, Beş Şehir’de İstanbul, Bursa, Ankara,Erzurum <strong>ve</strong> Konya’yı anlatırken, kuru turistikbilgiler <strong>ve</strong>rmez. Anlatılan her şehirdeki birikim,tarihî yaşanmışlıklarıyla <strong>ve</strong> insan sıcaklığıyla <strong>ve</strong>rilir.Zaman zaman anlatılan ayrıntılarda, o şehirlerinbüyüsü, duygusu, hüznü, sevinci gizlidir. Birermedeniyet merkezi olan bu beş şehir, yansıttığımedenî zenginlikleriyle <strong>ve</strong> müellifin duygularıylamezc edilerek anlatılır. Bu yüzden, Beş Şehir, Türkedebiyatının en önemli şehir kitabıdır. Fakat benhâlâ, bu kitapta Edirne’nin niye anlatılmadığınaşaşarım. Edirne’nin yanında Manisa <strong>ve</strong> Kütahya daolsa daha iyi olmaz mıydı?Beş Şehir, Türk aydınının şehirlere bakışını değiştirmişbir kitaptır. Şehirlerin, insanlar gibi nefesalıp <strong>ve</strong>rdiğini, duygulandığını, hüzünlendiğini,Türk aydınına Beş Şehir öğretmiştir.1976’da üni<strong>ve</strong>rsite tahsili için gittiğimAnkara’yı, hep Tanpınar’ın gözüyle görmeye çalışmışımdır.Samanpazarı, Kale, Hacı Bayram...Oraları gezerken yanımda hep Tanpınar vardı.(İstanbul’da rehberim sadece Tanpınar değildielbet... Yahya Kemal, Samiha Ay<strong>ve</strong>rdi, Sait Faik,Haldun Taner, Salah Birsel’le gezdim İstanbul’u.)Türk edebiyatında, Beş Şehir kadar olmasa da,Mitat Enç’in kaleme aldığı Uzun Çarşının Ulularıadlı kitap, Gaziantep’i anlatır <strong>ve</strong> dışarıdan bakıl-40eylül-ekim-kasım2013


dığında sakinliği insanı da sakinleştiren o şehrin,aslında içinde nasıl dinamik bir kimliğe sahipolduğunu; insanlarının <strong>ve</strong> hikâyelerinin demlenmişkültürlerinin mülâyemetindeki etkisini dilegetirir. Anlatılan insan tipleri, esnaflar, sokaklar,dükkânlar, bu şehrin nasıl nefes alıp <strong>ve</strong>rdiğini; ovakur çehrenin arkasında ne derin <strong>ve</strong> etkili bir birikiminolduğunu yansıtır.Ve Ahmet Turan Alkan’ın Altıncı Şehir’i... YaniSivas...Ahmet Turan Alkan’ı 1978 yılı Kasım ayındaçıkarmaya başladığımız Divan dergisinin ilk sayısındaki“Şehir” yazısı ile tanımıştım. Şehirleredair umutsuzluklarımız da umutlarımız da benziyordubirbirine... Ben Altıncı Şehir başlığıylaElazığ-Harput’u yazmak istiyordum; Alkan erkendavrandı aynı adla Sivas’ı anlattı. Mimarisi, sokakları,mahalleleri, Çerkez’in kah<strong>ve</strong>si <strong>ve</strong> en önemlisiinsanıyla anlattı Sivas’ı... O içine sığmayan, o hemenkanatlanıp uçu<strong>ve</strong>recekmiş gibi olan ama birtürlü havalanamayan taşra şehriydi anlattığı. Birazmedeniyet birikimi olan taşra şehirlerinin hepsininhikâyesiydi belki Sivas.Ahmet Turan Alkan’ı, Amasya’yı anlattığı YedinciŞehir ile Özkan Yalçın takip etti. Şehzadelerşehri olan Amasya’nın tarihî birikimi, tabiatı <strong>ve</strong>özellikle, şehrin insan profilini en güzel yansıtankah<strong>ve</strong>haneleriyle anlatılan şehir, kitaba kültürelcanlılığıyla yansıtılmıştır.Bu halkaya en son, genç yazarlarımızdan YücelBayar’ın, Samsun’u anlattığı Amisus- Mavi ŞehrinÖyküsü adlı kitabı eklendi. Yücel Bayar bu kitabında,şehrin tarihî dokusundan ziyade, insan dokusunaönem <strong>ve</strong>rmiştir. Anlatılan hikâyeler, Samsuninsanının geleneksel yapısını <strong>ve</strong>rmesi açısındanönemlidir. Tabii keşke sadece geçmişe <strong>ve</strong> folkloradayanılmasaymış <strong>ve</strong> günümüz insanının (elbetteyazarın) olgu karşısındaki durumu <strong>ve</strong> düşünceleride işlenseymiş metne.Türk şehirlerinin nitelikli anlatımlarının yanısıra, dünya şehirlerini okuduğum kitaplardan biri,Cengiz Çandar’ın Benim Şehirlerim adlı kitabıdır.Selanik, Kudüs, Paris, Roma gibi kadim şehirleri denevzuhur ama dünya konjonktüründe etkili şehirleride Çandar’ın kitabından okudum. Üslubu çokrahat <strong>ve</strong> hatta zaman zaman savruktu ama bu savrukluğubile kitaba ayrı bir güzellik katıyordu. (Beno üsluba “hergele üslubu” demiştim. Çandar’ın daböyle dediğimden haberi var.)Benim Şehirlerim’i okuyuncaya kadar, “kozmopolit”kelimesini entelektüel bir hakaret olarakkullanırdım. Fakat bu kitabı okuyunca anladım ki,dünyanın gidişine yön <strong>ve</strong>ren şehirler, kozmopolitşehirlerdir. Çünkü aynı şehirde bir arada yaşayankültürler, birbirlerini doğurganlaştırıyorlar. Çandar,gezip gördüğü <strong>ve</strong>ya yaşadığı şehirlerdeki budoğurganlığa da dikkat çekiyor kitabında.Eski şehirlerin eski kitaplarıŞehir kitapları geleneği bizde yeni değil. Şuanda, Tanpınar’ın belirlediği format geçerliyse de,eski kültürümüzde de şehir kitapları vardır. AhmedFakih’in Kitabu Evsâf-ı Mesâcidi’ş-Şerife (13. yy.)’si;gene 15. yüzyılda başlayan Şehrengizler (Edirne,İstanbul <strong>ve</strong> Bursa şehrengizleri); 16. YüzyıldaLatifi’nin yazdığı Evsâf-ı İstanbul <strong>ve</strong> Feyzî’nin yazdığıFezâ’il-i Kuds <strong>ve</strong> 17. yüzyılda Nâbî’nin yazdığıTuhfetü’l-Haremeyn adlı eserler, şehir kitaplarıgeleneğinin arka planını oluşturur. Şehrengizler,şehirlerdeki esnaf çıraklarını anlatırlar; şehirle ilgiliayrıntıya pek girmezler. Bunlardan ancak o şehrinesnaf yapısının ipuçları elde edilebilir. Ahmet Fakih,Nâbî <strong>ve</strong> Fevzî’nin eserleri, dinî mekânlarınanlatıldığı eserlerdir.Ve müzeler...Kitaplar, düşüncenin kelimeye dökülmüş sonuçlarınıkorurlar; müzeler eşyaya dönüşmüşünü...Büyük medeniyetlerin büyük müzeleri vardır; çünkükoruyacakları çok şeyleri vardır. Bazen öyle ki,bütün şehir müzedir. Mesela Mardin... Mardintam bir müze-şehir özelliği gösterir. Ortadoğu’nunbütün birikimleri, mahalle mahalle, sokak sokak,ev ev korunmuş; taşa işlenmiştir Mardin’de. Buyüzden Mardin yaşayan bir müze-şehir olma özelliğinidevam ettirirken, hafızaya sahip olmanınönemini de hissettirir bizlere.Medeniyet merkezlerindeki müzeler, o medeniyetinbütün maddî kültür unsurlarını barındırarak,bir tür hafıza görevi de üstlenirler. Etnografik, arkeolojik,sanayî, tarımsal, teknolojik müzeler, sadecebir toplumun değil, bütün insanlık birikimininkorunduğu kurumlardır.Ve sonuçKitaplar, kütüphaneler <strong>ve</strong> müzeler... İnsanlığınbütün birikimini barındıran eserler <strong>ve</strong> kurumlar...Bir şehrin kütüphanesi <strong>ve</strong> müzesi yoksa hafızası dayok demektir.Dünyanın şanslı şehirleri, medeniyetlere beşikliketmiş şehirlerdir <strong>ve</strong> en şanslı şehirler de hakkındakitap yazılan şehirlerdir.■41eylül-ekim-kasım2013


Şehir kütüphaneleriMEHMET KURTOĞLUBir şehri bir mabet, bir mabedi birinanç, bir inancı bir kitap doğurur.Çünkü bütün ilahî dinlerin kaynağıkitaptır. Her resul bir kitap sahibidir, her nebibir kitabın peşinden gitmiştir. Şehirleri kuran iradeaynı zamanda medeniyeti kuran iradedir. Buirade ilhamını kitaplardan <strong>ve</strong> kütüphanelerdenalmıştır. Antik dönemlerden modern zamanlarakadar kurulan her şehir bir felsefeye, bir inancadayanmıştır. Özellikle dünya medeniyetine ışıktutan şehirler; kitap, kütüphane, ilim, irfan ileiçiçedir. En görkemli medeniyetler en görkemlifikirlerden, en görkemli fikirler kitap <strong>ve</strong> kütüphanelerdendoğmuştur. Yolu kütüphanelerden geçmeyentek bir ilim <strong>ve</strong> fikir adamı yoktur. Örneğinİskenderiye Kütüphanesi kurulurken yalnızcakitap toplanmamış, etrafa dağılmış, himayesizâlimler de bu şehre toplanmıştır.Tarihe mal olmuş medeniyetlerin temeli kitap<strong>ve</strong> kütüphanelerde atılmıştır. Tarihin seyrinideğiştiren kitaplar, aynı zamanda medeniyetin deseyrini değiştirmiştir. Her fikir bir diğerine kaynaklıkeder, bu yüzden algıları değiştiren bir kitabınarkasında birçok kitap, daha doğrusu büyükbir kütüphane vardır. Kütüphanelerin doğması,medeniyet tarihi içinde belli bir sürecin geçmesinizorunlu kılmıştır. Bu süreç Antik çağlarda ağaçyaprakları, ağaç kabukları, ağaç levhalar, beyazlatılmışağaç levhaları, balmumu kaplı ağaç levhalarındansonra kil tablet, ostrakon, taşlar, madenler,keten bezi, fildişi, kemik, hayvan kabukları<strong>ve</strong> organları, diğer bazı maddeler <strong>ve</strong> papirüs’ekadar değişik maddeler kullanılmıştır. Dünyanınilk kütüphanesini Asurlular kurmuştur. BugünAsurluları Ninova tabletlerinden/arşiv /kütüphanesindentanıyoruz. Kâğıt, kitap <strong>ve</strong> kütüphanehiç kuşkusuz kadim Mısır’ın Papirüs’ündendoğmuştur. [1] Papirüs’ten kitaba, kitaptan kütüphaneyegeçiş sürecinde şehirler <strong>ve</strong> kütüphanelermedeniyetin inşasında önemli rol oynamışlardır.Şehirlerin kuruluş felsefesi, bilgi <strong>ve</strong> birikimedayanır. Bu bilgi <strong>ve</strong> birikim medrese/okul/ekol/kitap/kütüphanede saklıdır. Zira şehirler kütüphaneleri,kütüphaneler şehirleri kurarlar. Adlarıkütüphanelerle özdeşleşmiş, medeniyet tarihinemal olmuş öyle şehirler vardır ki, medeniyet tarihindebir şehir olmanın ötesinde bir ekol/bir fikirolarak yer alırlar. Örneğin İskenderiye Kütüphanesi,yalnızca bir şehir kütüphanesi olarak değil,buradan doğan Yeni Eflatunculuk düşüncesiylemeşhurdur <strong>ve</strong> düşünce tarihine yine bir anlayışgetirmiştir. İskenderiye Kütüphanesi önemli <strong>ve</strong>özel kılan yalnızca oradaki kitapların sayısı değil,aynı zamanda o kitapların ortaya çıkardığı bilgi<strong>ve</strong> birikimdir. Hilmi Ziya Ülken İskenderiye Kü-1. Bakınız, Prof.Dr. Nuray Yıldız, Eskiçağda YazıMalzemeleri <strong>ve</strong> Kitabın Oluşumu, Türk Tarih KurumuYay. Ankara, 200042eylül-ekim-kasım2013


tüphanesi için: “Yeni Eflatunculuk diye tanınanbüyük felsefe <strong>ve</strong> ilim hareketinin doğması tarihinen mühim hadiselerinden biridir. Büyük teşkilatçı<strong>ve</strong> hukukçu olan Romalılar ilim <strong>ve</strong> sanat sahasındaYunanlılara nazaran barbar sayılabilirdi. Yunan’ınhasbi <strong>ve</strong> mücerret fikir faaliyeti yerine Roma’da içtimaigaye için olan ameli <strong>ve</strong> müşahhas fikir işlerikaim olmuştur. Roma hukuk <strong>ve</strong> tarih yazmıştır.Fakat ilim <strong>ve</strong> felsefede Yunanlıların çırağı olmaktanhiçbir zaman kurtulamadı. Bundan dolayı,eğer Yeni eflatunculuk hareketi <strong>ve</strong> onu canlandıranİskenderiye Kütüphanesi olmamış olsaydı mücerretfikir faaliyeti, kuv<strong>ve</strong>tini <strong>ve</strong> sürekli akışını kaybedecekti”[2] diye yazar. Bu anlamda Antik Roma <strong>ve</strong>Atina okullarına yalnızca bir üni<strong>ve</strong>rsite/akademiolarak değil, bir felsefe bir düşünce olarak bakmakgerekir. Ki bu şehirler akademileriyle ön planaçıkarken, arka planda bu akademileri ayaktatutan bilgi yani kitap/kütüphane bulunmaktadır.Medeniyetler doğudan batıya, batıdan doğuyagüneşin doğup batması gibi dönüp durur. Budönüşüm esnasında kültürlerin çatışmasındanbir kıvılcım oluşur. Bir yerde batan medeniyet,böylece başka bir yerde doğar. Tarih boyunca medeniyetlerhep bu minval üzere doğup batmıştır.Mezopotamya medeniyetinden Yunan-Roma,Yunan Roma‘dan İslam, Kurtuba-İslam medeniyetindenbugünkü Batı medeniyeti doğmuştur.Tarihi Atina, Roma, İskenderiye, Antakya, Urfa,Harran, Nusaybin, Cinduşapur, Bağdat, Kurtubaşehirleri, aynı zamanda medeniyetin dönüşüm <strong>ve</strong>doğuşuna kaynaklık etmiş ekol/okul şehirlerdir.Bu şehirler, medeniyet tarihine ilim, irfan <strong>ve</strong> kültürleriyledamga vurmuşlardır. Birbirine ilim <strong>ve</strong>kültürle bağlanmış, kitap yüklü kervanlarla ilim<strong>ve</strong> irfan taşınmıştır.Bu konuda Farabi; “İslamiyet’in zuhurundansonra ilim, İskenderiye’den Antakya’ya intikal etti<strong>ve</strong> orada uzun müddet kaldı. Nihayet orada bakiyeolarak yalnız bir muallim kalacak kadar faaliyetazalmıştı. Bu zattan iki adam ders gördü <strong>ve</strong>onların sayesinde bazı kitaplar vücuda geldi. Onlardanbiri Harran’da yerleşti, diğeri Merv’e gitti.Merv’e giden muallim, iki kişi yetiştirdi. Biriİbrahim el Mer<strong>ve</strong>zi, diğeri Yuhanna bin Haylanidi. Harran’a yerleşenden de rahip İsrail <strong>ve</strong> Ku<strong>ve</strong>yri(Kuweiri) yetiştiler. Bunlardan her ikisi deBağdat’a gittiler, İsrail ihtida etti <strong>ve</strong> orada kaldı.Fakat İbrahim el Mer<strong>ve</strong>zi, Bağdat’a gelerek bu şehirdeyerleşti. Mer<strong>ve</strong>zi’den Matta bin Yunan dersgördü. Ev<strong>ve</strong>lce Aristo mantığından yalnız EşkâlülHamliye’nin sonuna kadar öğretiliyordu. Benbu Yuhanna vasıtasıyla mantığın diğer kısmınıda okudum. Ve ‘Bürhan Kitabı’nın sonuna kadarolan bahisleri öğrendim” [3] diye yazmaktadır.Farabi’nin hocası olan Yuhanna bin Haylan aynızamanda Harran okulunda da hocalık yapmıştır.Daha sonra Bağdat’a göç etmiştir. [4] Görüldüğügibi eskiden şehirler yalnızca ticaret kervanlarıyladeğil, ilim <strong>ve</strong> kültür kervanlarıyla da birbirinebağlanmıyor, ilim aşkıyla hocalar <strong>ve</strong> talebeler şehirdenşehre göç ediyorlardı. Bu göçlerin yoğunlukluolduğu devirlerde kültürel etkilemiş doruğaçıkıyor <strong>ve</strong> kültür <strong>ve</strong> medeniyetin gelişimine katkısağlıyordu.Mesela Bağdat’ta Halife Me’mun “Beytül Hikme”adını <strong>ve</strong>rdiği bir tercüme mektebi kurmuş,başka ülke <strong>ve</strong> şehirlerden toplattığı kitaplarlabüyük bir kütüphane oluşturmuştur. Onun oluşturduğukütüphane daha sonra İslam âlemindebüyük Endülüs Medeniyeti’nin doğmasına nedenolmuştur. Zira Urfa <strong>ve</strong> Harran okulları aracılığıylaYunancadan Süryanice <strong>ve</strong> Arapçaya tercümeedilen eserler, buraya taşınmış, buradan daEndülüs’e geçmiştir. Bilindiği gibi İslam medeniyetininen görkemli devirlerinden biri Kurtuba’dayaşanmıştır. Kurtuba, Bağdat <strong>ve</strong> Mısır’da tercümeedilenleri yeniden tashih <strong>ve</strong> yorumlayarak yenibir uyanış yaratmış, İslam âlimini büyük filozof<strong>ve</strong> âlimlerinin çıkmasına <strong>ve</strong>sile olmuştur. Bu okulunen büyüğü hiç kuşkusuz İbn Rüşd’tür.Farabî, “El Medinetü’l Fâzıla” <strong>ve</strong> “Es Siyâsetü’lMedeniye <strong>ve</strong>ya Mebâdi’ül Mevcûdât” adlı eserlerinde,Faziletli <strong>ve</strong> Cahil olmak üzere şehirleri ikiyeayırır. Farabi, faziletli/erdemli şehirde bulunmasıgereken vasıflar ile bir İnsanda/Müslüman’da bulunmasıgereken hasletlerin benzer olması gerektiğinisavunur. [5] Bir insanda aranan erdem <strong>ve</strong> gü-2. Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devirlerinde TercümelerinRolü, sh. 23, İş Bankası Kültür Yay. İstanbul, 2009,Bakınız, Roy Macleod, İskenderiye Kütüphanesi, Dostyay. Ankara, 20043. H. Z. Ülken, age.sh.514. Mehmet Kurtoğlu, Kültür Şehri Urfa, sh.268, İl Kültür<strong>ve</strong> Turizm Müdürlüğü Yay. Ankara, 20065. Farabî, El medinetü’l Fâzıla, Kültür bakanlığı Yay.43eylül-ekim-kasım2013


zellikler şehirde de olmalıdır. Farabi’nin öne sürdüğüfaziletli/erdemli şehir, gerçekte İslam’ın öngördüğü, Medine’de Efendimizin yeniden inşa ettiği,İslam medeniyetinin ilk örneğini teşkil edenşehir tipidir. Nasıl ki, bilgi/hikmet Müslüman’ınyetik malı ise, erdemli şehirlerin de bilgi/hikmetyitik malı olmalı <strong>ve</strong> onun peşine düşmelidir. Buarayış ister insan ister şehir olsun sonuç olarakbilgi/kitap/kütüphane ile buluşmak zorundadır.Kaynaklar İslam dünyasında üç büyük kütüphaneninolduğunu belirtir <strong>ve</strong> bunların; Bağdat’takiAbbasi Kütüphanesi, Kahire’deki FatımiKütüphanesi <strong>ve</strong> Kurtuba’daki Endülüs EmevileriKütüphanesi olduğunu söyler. Bağdat Kütüphanesiyalnızca el Me’mun’un desteklemesiyle sınırlıkalmamış, “ilim Çin’de bile olsa onu alınız” diyenPeygamberimizin hadisi şerifi uyarınca başkalarıtarafından da desteklenmiştir. Me’mun’dan sonraMu’tazıd’ın Bağdat’ta yeni bir saray yaptırırken,ilim <strong>ve</strong> edebiyatçıların çalışabileceği bir binayı sarayaila<strong>ve</strong> ettiği, ayrıca bunların çalışmaları içinihtiyaç duyulan bir kütüphane yaptığı söylenmektedir.[6]İslam âleminde nerede bir medrese/okul varsaorada mutlaka bir kütüphane vardır. İslam medeniyetinen ihtişamlı sahifelerinde şehirlerle birliktekütüphaneler de zikredilmektedir. Emevi devletininkurcusu Muaviye, Şam’da bir kütüphanekurmuş, daha sonra torunu Halid bin Yezid bunugenişletmiştir. Yine Mansur’un sarayında zenginbir kütüphane meydana getirdiğini kaynaklardanokumaktayız. [7] Özellikle de 794 yılında HarunReşit, kâğıt fabrikası kurmuş, telif, kitap ticareti<strong>ve</strong> kütüphanelerin gelişmesine <strong>ve</strong>sile olmuştur.Onun döneminde şehirlerden şehirlere kitap taşıyande<strong>ve</strong> kervanlarından bahsedilmektedir. Yineen göz alıcı olduğu söylenen Kahire’deki Fatımikütüphanesinde yalnızca kadim ilimler, yani Helenistiktabiat bilimi <strong>ve</strong> felsefesi üzerine on sekizbin kitap olduğu belirtilmektedir. 756 yılındaimparatorluğun en batısındaki topraklarda devletlerinikuran Endülüs Emevileri, en büyük gelişiminiII. Hakem döneminde kaydeden bir kü-Ankara, 1990, Farabi, Es Siyâsetü’l Medeniye <strong>ve</strong>yaMebâdi’ül Mevcûdât, Büyüyen Ay Yay, İstanbul, 20126. Johannes Pedersen, İslam Dünyasında Kitabın Tarihi,sh.126, Klasik Yay. İstanbul, 20127. Bakınız, Yrd. Doç.Dr. Mevlüt Koyuncu, Beyan Yay.İstanbul, 1997tüphane inşa etmişlerdir. Halife âlimleri etrafındatoplarken, Kurtuba’nın en büyük mescidi bir ilimmerkezi haline gelmiştir. [8]İslam dünyasında yalnızca halife <strong>ve</strong>ya sultanlarkitap <strong>ve</strong> kütüphaneler kurmamıştır, ayrıcailim ehli büyük âlimler, sultana yakın <strong>ve</strong> varlıklıkişiler de kitaplık <strong>ve</strong> kütüphaneler oluşturmuşlardır.Bu anlamda İslam âleminde vakıf kütüphanelerioldukça dikkat çekmektedir. Özellikle Abbasilerdöneminde iktidara yakın kişilerin, zenginkişilerin de kütüphane kurdukları, bazılarınınkitaplarını vakfettiklerini bilinmektedir. ÖrneğinBü<strong>ve</strong>yhi ailesinden Adudüddevle, Şiraz’da birkütüphane kurmuştur. “985 yılında kütüphaneyibizzat ziyaret eden Makdisî, orayı bahçeler, göller<strong>ve</strong> su yollarıyla çevrili bir binalar kompleksişeklinde tasvir etmiştir. İki kattan oluşan tepesikubbeli binalarda, yöneticisinin ifadesine göre,toplam üç yüz altmış oda bulunmaktadır. Yenikitapların olduğu raflar, hemen bitişiklerindedepoların bulunduğu geniş kemerli odalarda tutuluyordu.Odaların hepsi, insan boyundaki dolaplar<strong>ve</strong> süslü kapılarla donatılmıştı. Dolaplarıniçinde, o zamana kadar yazılmış hiçbir şeyin eksikolmadığı kitaplar vardı. Her bölümün kataloguayrı ayrı bir rafın üzerine konmuştu.” [9]İslam âleminde kahramanlıklarıyla tanıdığımızkomutanlar, hiçbir zaman ilmi ihmal etmemiş,bir yandan savaş meydanlarında çarpışırken,diğer yanda medrese, kitap <strong>ve</strong> kütüphanelerle içiçe olmuşlardır. Hatta İslam’ın kılıcı olarak anılanSelahaddin Eyyubi <strong>ve</strong> Zengi gibi komutanlarınmedrese kurmaya azami gayret gösterdiklerinigörüyoruz. Ayrıca İslam âlemindeki büyük camilerinmutlaka birer kütüphanesi olduğu bilinmektedir.“Moğol istilasından önce Merv’de üç yılkalan <strong>ve</strong> yazacağı eserleri için malzeme toplayanyakut, bu şehirde kendi zamanında bazıları cami,medrese <strong>ve</strong> hankahlarda bazıları da müstakil binalardaolmak üzere on kütüphane bulunduğunusöyler. Yakut’a göre kütüphanelerden genelliklerehin <strong>ve</strong>rmeden ödünç kitap alınabiliyordu <strong>ve</strong>kendisi de 1219 yılında Moğol tehdidi yüzündenbu şehirden ayrılıncaya kadar bundan oldukçafaydalanmıştır.” [10] Bugün dahi Kahire’de Ezher8. J. Pedersen, age.sh.1309. J. Pedersen, age.sh.13310. İsmail E. Erünsal, Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri,44eylül-ekim-kasım2013


Cami, Mekke, Medine, Tunus’taki Zeytune, Cezayir’dekiTilimsan <strong>ve</strong> Fas’taki Rabat camilerindekütüphane <strong>ve</strong> çok sayıda el yazma eserler vardır.İslam dünyasında hemen hemen her şehirdekitap kütüphane yanında şahıslar tarafından kurulan<strong>ve</strong> vakfedilen kitaplıklar <strong>ve</strong> kütüphanelerolduğu bilinmektedir. İhtişamlı şehir kütüphanelerininharicinde taşra şehirlerinde bu anlamdabinlerce kitap vakfına rastlanmaktadır. Özelolarak üzerinde durulması gereken kitap vakıflarının,Hicri ilk asırda Mekke-i Mükerreme’de birkütüphane kuran Abdülhakem el Cumehi ile başlamışolduğu söylenmektedir. [11] “Müslümanlarınilim <strong>ve</strong> ilim adamlarına olan sevgileri <strong>ve</strong> İslam’ıneğitime teşvik etmesini; fıkıh âlimlerinin, kitapgibi gayrimenkul mal <strong>ve</strong>ya mülkün vakfedileceğiesasına dayandırmış olduğu söylenmektedir. Bununilk şartı da vakfın gayrimenkul gibi ebedi olmasıdeğildir. Örfe dayanan <strong>ve</strong> istihsan’dan olduğukabul edilen kitap vakfı, bu fıkıh âlimlerinin<strong>ve</strong>rdiği cevazla birlikte, insanlara yararlı olması<strong>ve</strong> hayırlı bir iş yapmanın <strong>ve</strong>rdiği sevinçle başlar.Müslümanlardan hayır <strong>ve</strong> ihsan sahibi kişilerinkitap vakfı geleneği böylelikle oluşmayabaşlamıştır.” [12]Kültür <strong>ve</strong> medeniyete önem <strong>ve</strong>ren Osmanlı,fethettiği şehirlerin yalnızca mimarisini değil,kültür <strong>ve</strong> irfanına da önem <strong>ve</strong>rmiş, medreseler,kütüphaneler kurmuştur. Örneğin İstanbul’ufetheden Sultan II. Mehmed, imparatorluğununbaşkenti olarak tasarladığı İstanbul’u aynızamanda bir kültür merkezine dönüştürmüş,imar faaliyetini büyük cihad olarak adlandırmış<strong>ve</strong> fetihten sonra ilk olarak şehirdeki mabetlericami <strong>ve</strong> medreseye dönüştürmüştür. Kaynaklarınyazdığına göre “fethi müteakip ilk yapılanbinalardan biri Beyazıd’daki Eski Saray’dır. II.Mehmed’in Manisa’dan Edirne sarayına götürdüğükitapların Eski Saray’ın tamamlanmasındansonra İstanbul’da ilk kurulan kütüphane olan busaray kütüphanesi daha sonra Yeni Saray’a taşınmıştır.Osmanlı Padişahlarının ilme düşkünlüğü,İmparatorluğun birçok yerinde kütüphanelerinaçılmasına <strong>ve</strong>sile olmuştur. Örneğin I. Selim’inMısır seferi sırasında kitap toplamaya çalıştığı <strong>ve</strong>bu arada kendi kütüphanesine ait kitabı da yoldakaybettiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz.” [13]Ayrıca büyük şair Fuzulî’nin kütüphane’de memurolarak çalıştığı sırada keşfedilerek İstanbul’agetirildiği bilinmektedir. Osmanlı dönemindeEyüp Külliyesi Kütüphanesi, Nuru Osmaniyekütüphanesi, Ayasofya Medresesi Kütüphanesi,Çandarlızâde İbrahim Paşa’nın Edirne’deki imaretindekurulan kütüphane, Amasya Medresesi’ndekurulan kütüphane <strong>ve</strong> daha birçok şehirdeki kütüphaneler,hem Osmanlının kitap <strong>ve</strong> kütüphanesevgisini ortaya koymakta hem de şehir kütüphaneilişkisinde kütüphanelerin olmazsa olmaz olarakkarşımıza çıktığını göstermektedir. Cumhuriyetdöneminde ise yüz yirmi yedi kütüphanedentoplanan kitaplarla Süleymaniye Kütüphanesimeydana getirilmiştir.Şehir kütüphane ilişkisini salt kuru bilgiler ışığındadeğerlendirmek doğru değildir. Şehirlerinkuruluş felsefesini oluşturan derin <strong>ve</strong> köklü birkültürel arka plan vardır <strong>ve</strong> bu arka planı kitap/kütüphane <strong>ve</strong> ilim adamları beslemektedir. Şehirkütüphanelerini sahip oldukları kitap <strong>ve</strong> kütüphanesayısıyla değerlendirmek bize belki somutbilgiler <strong>ve</strong>rmesi bağlamasında bir ipucu <strong>ve</strong>rebilir;ama gerçekte bu kütüphanelerin şehrin oluşumunda<strong>ve</strong> ilim hayatında gördüğü işle<strong>ve</strong> bakmakgerekir. Farabi’nin Faziletli/Erdemli <strong>ve</strong> Cahil Şehirlerdiye tasnif ettiği ayrım üzerinden gidersek,erdemli şehirlerin gerçekte bilgiyi içselleştirmiş,cahil şehirler gibi zorunluluğun <strong>ve</strong> zorbalığınbir araya getirdiği toplumlardan değil, ilmin <strong>ve</strong>irfanın bir araya getirdiği toplumun inkişaf ettiğişehirler olarak algılamalıyız. Zira erdemli şehir;ancak bu kitap/kütüphane/bilgi <strong>ve</strong> irfan ilebuluştuğunda Faziletli/Erdemli olabilir. Ve birşehrin buna ulaşabilmesi için mutlaka kitap <strong>ve</strong>kütüphaneye sahip olması, insanlarının yolu isekütüphanelerden geçmesi gerekmektedir…■sh.61, Türk Tarih Kurumu Yay. Ankara 200811. Prof.Dr. Yahya Mahmut Cüneyd, İslam ÂlemindeVakıf Kütüphaneciliği, sh. 33, Kent Işıkları yay. İstanbul,200912. Yahya Mahmut Cüneyd, age. sh.3313. İsmail E. Erünsal, age.sh. 92,45eylül-ekim-kasım2013


KütüphaneNURULLAH ALKAÇ*İlk örnekleri, Mezopotamya <strong>ve</strong> Mısır’dakil tabletlerden oluşan kütüphaneler,daha sonra uygarlığın diğer unsurlarıylabirlikte, Antik Çağ Yunan <strong>ve</strong> Roma dünyasınageçmiştir. Bu gelenek daha sonraki yüzyıllardaBatı dünyasında kütüphanelerin kurulmasına zeminhazırlamıştır. Böylece en eski kütüphanelerdekikil tabletlerden, Antik Çağ kütüphanelerindekipapirüs <strong>ve</strong> parşömen rulolarından, günümüzünbilgisayarlarla donatılmış kütüphanelerinekadar uzanan kütüphanelerin gelişme zincirininhalkaları tamamlanmış oluyordu.Eski Doğu’da hem kütüphane hem de arşivözel <strong>ve</strong>ya saray <strong>ve</strong> tapınak gibi resmî bir kurumabağlı olabiliyordu. Dicle, Fırat <strong>ve</strong> Nil nehirlerininsağladığı uygun koşullar sonucu yerleşik hayatageçilmesi <strong>ve</strong> kentleşme, iletişim ihtiyacını doğurmuş<strong>ve</strong> piktografik yazıya doğru adım atılmıştır.M.Ö. 3000-2500 yıllarında Mezopotamya’da çivi<strong>ve</strong> Mısır’da hiyeroglif yazıları, piktografik yazınıngelişmesi ile biçimlenmiş, gelişmiş <strong>ve</strong> yazılı belgeleringittikçe artmasına imkân tanımıştır. Buyazılı belgeler, artan ekonomik <strong>ve</strong> kültürel ilişkilerinsonucu olarak çoğalınca, onların korunupsaklanmalarını gerektiren arşiv <strong>ve</strong> kütüphanelerinortaya çıkması zorunlu olmuştur. Bu ilk belgelerdevletler arasındaki antlaşmalar, kanun <strong>ve</strong> buyruklar,yönetmelikler, yabancılara ilişkin kayıtlar,rahipler <strong>ve</strong> hukukla ilgili listelerdir [1] .1. Nuray Yıldız, ‘‘Kalıntılar <strong>ve</strong> Edebî Kaynaklar IşığındaAsurlarda taş <strong>ve</strong> sıradan kil tabletlerine kazıtılmışyazıtların yanında; kil silindirler, kil prizmalar,kil kaplar, değerli madenler <strong>ve</strong> taşlar üzerineyazılmış hükümdar yazıtları bulunuyordu. KralAsurbanipal’ın toprak altından çıkartılan kütüphaneside bunlardan oluşuyordu [2] . 30.000 kadartabletten oluşan bu kütüphanede az sayıda resmîbelgelerin yanında daha çok bilimsel <strong>ve</strong> diğer konularyer alıyordu.Hz. Peygamber’den (s.a.v.) önce Araplarda yazılıedebî gelenek hemen hemen hiç yoktu. Ancakİslam dininin etkisiyle yazılı kaynaklar gelişti <strong>ve</strong>Araplarda 300 yıl içerisinde İslam Kütüphaneleri,İspanya’dan Hindistan’a, bir zamanlar Roma, Bizans<strong>ve</strong> Pers İmparatorluklarının sınırları içindeyer alan topraklara yayıldı. İlk Arap kitaplarıpapirüs, parşömen ya da kavak kabukları üzerineyazılmıştı. 751 yılında ise, kâğıt yapım sanatıÇin’den Semerkant’a ulaştığında, kısa zamandatüm İslam dünyasına yayıldı. 794 yılına gelindiğindede Bağdat’ta bir kâğıt fabrikası iş görüyordu.Aynı şekilde Semerkant, Şam, Suriye,Trablus, Filistin, Tiberya <strong>ve</strong> Endülüs’te Valansiyacivarında Fativa’da da kâğıt fabrikaları yer alıyordu.Ama kâğıt endüstrisinin en fazla yayıldığı yer,Antikçağ Kütüphaneleri (Mimarileri, İç Düzenleri, ÇalışmaSistemleri, Kitapların Yazımı <strong>ve</strong> Çoğaltılması’’, Arkeoloji <strong>ve</strong>Sanat Yayınları, İstanbul, Mart-2003, s.8.2. Eva Cancik-Kirschbaum, ‘‘Asurlular (Tarih-Toplum-Kültür)’’, çev. Aslı Yarbaş, İLYA Yayınları, 1. Baskı:İzmir-2004.46eylül-ekim-kasım2013


ham maddesi olan ketenin bulunduğu Mısır’dı.Sonuçta İslam dünyasında görülen kâğıt bolluğu,kitap fiyatlarının düşmesine imkân sağlamış<strong>ve</strong> hemen her Arap şehrinde kitap dükkânları <strong>ve</strong>pazarlarının ortaya çıkmasına imkân tanımıştır.Kitap ticareti sadece kitap satıcılarına değil,aynı zamanda kopyacıları, düzelticileri <strong>ve</strong> metintoplayıcılarını da etkileyen, kazançlı bir iş hâlinegelmişti. Halkın her sınıfından insanlar kitaplarıseviyordu. Büyük devlet adamından kömürcüyevarıncaya kadar her şahıs, kitapçının devamlımüşterisiydi. Bugünkü insanın iktisadi, sosyal <strong>ve</strong>fikri seviyesi nasıl, otomobil <strong>ve</strong> televizyonunla ölçülüyorsa,bir Arap’ın bu yönlerden seviyesi de9. <strong>ve</strong> 13. asır arasında sahip bulunduğu kitaplaölçülüyordu. Hatta nadir <strong>ve</strong> değerli kitaplardanmüteşekkil bir koleksiyona sahip bulunmayan birkimseyi zengin saymak yakışık almazdı.Halife Harun-ür-Reşid’in <strong>ve</strong>zirinin teşvikiyleBağdat’ta kurduğu ‘‘Beyt-ül- Hikme (HikmetEvi)’’ den sonra İslam dünyasında kütüphaneler,topraktan fışkıran mantarlar gibi birdenbire gelişir<strong>ve</strong> çoğalırlar. Bir seyyah, 891 yılında Diclekenarındaki başşehirde yüzden fazla umumikütüphane sayar. Irak’ın Necef gibi küçücük birkasabası 40.000 ciltlik bir kütüphaneye sahipti.Rey şehir kütüphanesinin mevcudunu tespitetmek için on büyük kataloğa ihtiyaç duyuluyordu.Kahire’deki Halife El-Aziz’in ‘FatimiKütüphanesi’nde 1.600.000 cilt kitap yer alıyordu[3] .Sabur ibn Ardasir tarafından 996 senesineBağdat’ta kurulan, mermer <strong>ve</strong> kireç taşından yapılmışbir binada, ağırlıklı olarak din kitaplarıolsa da, filoloji, tıp, felsefe, astronomi, jeoloji vb.alanlardan oluşan 10.400 cilt yer alıyordu.Emevilerin başkenti Cordoba, Müslümanfetihleriyle, Avrupa’nın en kültürlü <strong>ve</strong>Konstantinapol’den sonra kıtanın ikinci büyükşehri olmuştu. Burada kitap pazarı <strong>ve</strong> Endülüs’teki70 kütüphane, İslam dünyasından gelenbilginlerin yanında, Hristiyan Avrupa ülkelerindende gezginlerin ziyaret ettiği yerlerdi. KrallıkKütüphanesi, büyük ölçüde Halife II. Hâkimdöneminde (961-976) genişleme imkânı bulmuş<strong>ve</strong> maaşlı yaklaşık 5 yüz çalışanıyla 400.0003. Dr. Sigrid Hunke, ‘‘Kitaplara Karşı Büyük Alaka’’,Aktaran: Dursun Gürlek, ‘‘Çınaraltı Kitap Sohbetleri’’, TimaşYayınları, 8. Baskı: İstanbul, Haziran-2013, s.237-244.cildi kendi bünyesinde barındırıyordu. Bunlarınyalnızca listelenebilmesi için 44 büyük kitap<strong>ve</strong> kütüphanenin yeni bir mekâna taşınabilmesiiçin de 6 ay gerekiyordu. Ancak 1031’deİspanya’da Emevi Hanedanı son bulduğunda <strong>ve</strong>Halifelik küçük krallıklar arasında paylaştırıldığındaSaray Kütüphanesi de dağılmıştı. KraliçeIsabella da, 1499 yılında Granada’daki Plaza deBibarrambla’da 80.000 kitabın yakılmasına nedenolmuştu. Bu yakımda ancak 2 binden az kitapkurtulmuş <strong>ve</strong> Escorial Sarayı’na konulmuştu.İslam dünyasındaki bu kitap/kütüphane yakım <strong>ve</strong>yıkım faaliyetleri, Haçlıların 12. yüzyılda Suriye<strong>ve</strong> Filistin’e yaptıkları saldırılarda da görüldü.Hristiyanların kitap yakma faaliyetlerinin yanındaMüslümanların mezhep farklılıklarından dolayıkendi aralarında ortaya çıkardıkları çatışmalardada örnekleri görüldü. Nitekim Mutezililer <strong>ve</strong>İsmaiililerin kurmuş oldukları kütüphaneler 12.yüzyıldan sonra Sünnilerin egemenliğine girmesiylesaldırıların hedefi olmuştu. Bunlara bir de13. yüzyılda Moğolların, 1258’de Bağdat’ı işgalettiklerinde, bir hafta içerisinde bu şehirdeki 36halk kütüphanesini yerle bir edilmiş, resimli elyazmalar <strong>ve</strong> kaligrafinin mükemmel örnekleriyakacak olarak yakılmış, süslemeli deri ciltler deMoğol istilacılarının ayaklarına ayakkabı olarakkullanılmıştı. Ancak ilginç bir durum ise, MoğolHakanı Hülagü’nün, Azerbaycan’daki UrumiyeGölü yakınlarındaki Maraga’da inşa ettirdiği gözlemevininyanında kurduğu kütüphanede, Suriye,Mezopotamya <strong>ve</strong> İran fetihlerinde elde edilen400,00 bin ciltlik bir koleksiyonun yer almasıydı.Bu kitap tahribatları, İslam dünyasının gelişimiüzerinde günümüze kadar gelen derin tahribatlarayol açtı [4] .Sonuç olarak şunu ifade etmek gerekir ki,şehir-kitap-kütüphane kavramları kimi zamandoğrudan kimi zaman da dolaylı olarak birbirleriylebağlantılı olan kavramlardır. Şehirlerin kurulması,kültürün daha da kalıcı olmasına imkânsağlamıştır. Şüphesiz bu kalıcılığın en önemliunsurlarından biri de kitaplar, yani kütüphanelerolmuştur. Burada değinilmeyen Osmanlı dönemindeyabancılara satılan kitapların hikâyesi debir başka yazıda anlatılabilir. ■4. Fred Lerner, ‘‘Yazının İcadından Bilgisayar ÇağınaKütüphanelerin Hikâyesi’’, çev. Dilek Çenkciler, BileşimYayınları, İstanbul, Ekim-2007, s.95-114.47eylül-ekim-kasım2013


Şehirde tükenen kelimelerTANER TATARÖbür dünyaya ilişkinebedilik hissiyatı dayok olunca ya da enazından azalınca bütünbağlardan kopuk“şimdi”nin dışında herşey anlamsızlaşıyor.“Ölüm Allah’ın emri,ayrılık olmasaydı”sözünde ifadesinibulan, ayrılığıntahammül mülkünüyıkıcı etkisi, ölümdenkaçan insanın sanalâlemde ayrılığı tercihetmesiyle tersinedönüyor.Şehir kaç tepe? Yedi, üç, bir, her biribedesten. Kapıda karşılayan doymakbilmez bezirgân. Pazarda satılan isebizatihi insan… Çeşitli renklerle donanmıştenlerdir sergilenen. Nesneler tükendi, ürünlerkalmadı; şimdi raflarda ümitler, tezgâhtahayaller, kasada sevgiler, bezirgânın dilindekelimeler!Yusuf’u kaybettim Kenan ilindeYusuf bulunur, Kenan bulunmazBu aklı fikr ile Leyla bulunmazBu ne yaredir ki çare bulunmazAşkın pazarında canlar satılırSatarım canımı alan bulunmazYunus öldü deyu sela <strong>ve</strong>rirlerÖlen beden imiş, âşıklar ölmezHer şeyi tüketen insan, ömrünü bitiriyor,ömre bedel kelimeleri de tüketiyor. Hüsnü tabirler,artık küskün tabirler. Geçicilik, hayatıntamamına sirayet etmekte, her şey kullanılıpatılan bir nesne hâline dönüşmekte. Kullanılıpatılan ürünler, madde ile insan arasındaki duy-48eylül-ekim-kasım2013


Şimdi radyodan bir ses geliyor kulağıma “at gitsin atgitsin, eskimişse at gitsin”. Bu atılan kim diye merakediyorum <strong>ve</strong> anlıyorum ki atılan güya sevilen, âşıkolunan kişi. Yine anlıyorum ki, esasında atılan kişideğil, bizatihi sevginin kendisi.gu dolu bağı koparıp insanı da maddeler dünyasındasoğuk bir demir hâline getiriyor:Kullan-at pet şişeyi yaptı,Şişede karalar köpürtülerek aklandı,Hayatın tadı diye, baloncuklar yutturuldu,Çağ onu yuttu, hayattan hatıra kalmaz.Kınalı eller yoğurdu,Ocakta yanan ateş pişirdi,Yâr için açılan goncalar,Yârdan ev<strong>ve</strong>l onun dudaklarıyla buluştu.Lâkin kırıldı testi,Döküldü ab-ı hayat,Çatlayan toprakta kökler salmaz.İnsan, gönlü gibi suları da kirletti,Dargın ırmaklar dara çekildi,Kırıldı çağlayan yataklar,Denizi seraba çevirdi.Suyun olmadığı yerde testinin manası kalmaz.“Susuzam bir kez bu sahrâda menüm’çün arasu” sesi,Su bulunsa şimdi,Gönül suya kansa bil ki,Kendisi gibi topraktan olma testi,Fuzuli olmaz.Kültürün her sahasına yönelik olarak ortayaçıkan tüketicilik, kendisini sanatta da göstermektedir.Sanat hemen her dalı ile tüketime dayalıolarak ortaya çıkmaktadır. Ruhun gıdası olaraktarif edilen müzik, tüketicilikten payını almakta,yeni çıkan şarkılar, henüz bebeklik aşamasındaiken öldürülmektedir. Bazıları doğuştan özürlübulunan parçalar ise, özrü ile parlamakta, parakazandırmakta ama yok olmaktan kurtulamamaktadır.Geleneğin gücü <strong>ve</strong> birikimi ile oluşmuşolan parçalar ise yıllara değil yüzyıllara damgasınıvurmaktadır. Nitekim Karacaoğlan’ın zülfü perişanı,hâlâ melul melul kalmaktadır. Bunu dinleyenlerise asırlardır onu, kerem edip hatırındançıkarmamışlardır.Tüketime yönelik olarak bir şeyler yapma çabasında,aranan ya da oluşturulmaya çalışılan birpazar söz konusudur. Bu pazarda yer kapma yarışıoldukça şiddetli cereyan ettiğinden, yer sahiplerikısa sürelerde mevkilerini başkalarına terk etmekmecburiyetinde kalmaktadırlar. Dolayısıyla hızlıbir dönüşüm gözlenir. Bu dönüşüme katılan heryeni, bir diğerinin yok olmasına sebep olur. Ya dabizatihi onu yok ederek koltuğuna oturur. Dolayısıyla,bu süreçte yapıcılıktan ziyade gözlenenyıkıcılıktır.Tüketime yönelik çabada pazar bulmakadar önemli olan husus “pazarlama”dır. Pazarlamafaaliyeti de büyük bir nispette geçicilik içerisindedir.Yine çoğunlukla göz boyama <strong>ve</strong> kısadönemde geçici dahi olsa vurgun yapma gayesitaşınmaktadır. Akabinde ise kovulmaya ramakkala, pürtelaş bir kaçış vardır. Ölümü müteakipcesedin solgun yüzü yeniden boyanacak, ölümkokusunu giderici kokular sürülecek <strong>ve</strong> canlılarıncanını alacaktır.Eskiden beri dünya “üç günlük” ise de bu insanınsonu değildi. İnsan sonu gelmeyecek dördüncügüne hazırlık yapıyordu. Öbür dünyaya ilişkinebedilik hissiyatı da yok olunca ya da en azındanazalınca bütün bağlardan kopuk “şimdi”nin dışındaher şey anlamsızlaşıyor. “Ölüm Allah’ınemri, ayrılık olmasaydı” sözünde ifadesini bulan,ayrılığın tahammül mülkünü yıkıcı etkisi,ölümden kaçan insanın sanal âlemde ayrılığı tercihetmesiyle tersine dönüyor. “Her bir derttenala yaman ayrılığı”, “benzetmek azdır ölüme” <strong>ve</strong>“ayrılık ateşten bir ok”tur. Lakin birlikteliğin olmadığıyerde ayrılık da olmuyor. Selvi boylu yar-49eylül-ekim-kasım2013


Âşık, kalpten seslenir sevgiliye; kalpteki ayrılık ateşi,kelimelerden müteşekkil nadide zarflarla ulaşırsevgiliye. En güzel kelimeler, en güzel için seçilir, engüzel sıralama ile sunulur, sevilen; sevgilidir. Onunolmadığı ülke sürgünler mekânıdır;dan ayrılan âşığın gönlü gamla, yasla dolarken,unutkanlıkla hayat sürenler için bir anlam ifadeetmiyor:Ne üzülür ne sıkılırSadece birazcık düşünürHemen yeni bir âşık bulunurYerin çok çabuk doldurulurSevgilimi koluma takarımBebekte üç beş tur atarımOlmadı bi(r) de sinema yaparımGördüğün gibi çok unutkanımKalıcılığı dolayısıyla, içerisinde hatıralarıngizli olduğu eşyalar kalıcılığını yitirdiğinden beriinsan, hatırasını kaybediyor. Gelinliğin kirayadüşmesi, o mutlu günün tekrar yaşanmasını ortadankaldırıyor. Büyük annelerimiz, hâlâ çeyizsandıklarından çıkardıkları gelinlikle, o mutlugünü hüzünlü ya da buruk bir gülümseme ileanarken, yeni nesil bu duygudan mahrum kalmakta.Bir zamanlar oyalı mendillerin oynamışolduğu rol, kullanılıp atılan kâğıt mendiller dolayısıylabugün sahipsiz kalmış. Madde bir zamanlarinsanı maziye bağlarken, şimdi esiri hâlinegetirdiği insanın elini kolunu bağlıyor. Öncelerimadde insanı takip ederken, şimdi insan maddeyitakip eder hâle gelmiş, sürükleniyor. Aşk, tenkafesinde seyirlik nesneye dönüşüyor. Bir yandabedende aşkı yok edenler, öte yanda aşkta yokolanlar, hayâ perdesini yırtmadan, Fuzuli misalisırları inletenler:Ol zahm eseri görindi mendeBiz bir ruhuz iki bedendeBizde ikilik nişanı yohdurHer bir tenin özge cânı yohdurSagınma ki oldur menem menBir cân ile zindedür iki ten…Mende olan âşikâr sensenMen hod yohem ol ki var sensenDâim sana mendedür tecelliMen gayrden olmuşum teselliGer men men isem nesen sen ey yârV’er sen sen isen neyem men-i zâr.Da<strong>ve</strong>tin ancak birbirinden ayrı olanlar içinmümkün, se<strong>ve</strong>nlerin ise zaten bir olduğu anlayışıyla,kendisini yârinde yok edenlere karşı; da<strong>ve</strong>ti,ruha değil bedene yaparken, onuru yatakta ateşe<strong>ve</strong>renler, çılgınca feryat ederler:Bak yüreğime bakAteşimi gör, içimi hissetHadi hazırım yeter kiOnursuz olmasın aşkGel sokağıma gelPenceremi aç yatağıma gelHadi hazırım yeter kiOnursuz olmasın aşkHer şeyin nesneleştiği <strong>ve</strong> maddi hâle geldiğibir dünyada, en derin hislerin anlatılmaz efsunuolan aşk yeniden tanımlanırken, gönülden gönlegizli olan yol, aşikâr kılınmak istenir. Artık gönüldağının yağmuru diner, ne kirpiğin oku nesinedeki yara kalır; önemli olan dokunmak <strong>ve</strong>okşanmaktır:Aşk dokunmak ister gülümSevilmek, okşanmak isterAşk sevdiğini yanında ister50eylül-ekim-kasım2013


Kimi zaman dile gelip aşkDudaktan kalbe akmak isterMadde âleminde yaşanan yok edicilik, manevisahanın tamamında gözleniyor. İnsanın enkıymetli hazineleri, mirasyedi nesil tarafındanpervasızca tüketilmekte, basitleştirilmekte ya dageçiciliğe mahkûm edilmektedir. Ölümüne sevdalar<strong>ve</strong> ülküler, gündelik <strong>ve</strong> bazen de anlık değişimlerinakıbetine uğramakta, kullanılıp atılanbir mendil gibi, bir kenara def edilmekte:Bu sene iyi geçmedi söylemem lazımKader beni seçmedi ama görmemem lazımBelki birden bire yeniden başlamam gerekEskiden taptığımı bugün taşlamam gerekYeni bir aşk yeni bir işYine gülecek bir neden lazımYeni bir haber yeni bir kaderBunlar için bana şans lazımYeni bir duruş yeni dokunuşTek tek keşfetmem lazımYeni bir hayat gerisi bayatKendime yeni bir ben lazımGünler güzel geçmedi unutmam lazımAsıp yüzümü kalmışım azcık kırıtmam lazımHep içime atmışım anlatmam gerekHepsini bir kazana atıp toptan kaynatmam gerekDostluk kavramı içerisinde baki olmayı barındırırken,yenilik peşinde koşan insan, eskininher şeyinden sıkıldığı için dostluğu da eskimişliğemahkûm ederek yeni arkadaşlıklar arama sevdasıylabüyük bir gü<strong>ve</strong>nsizlik ortamında, anlık ilişkilerkuruyor. Küçük meselelerde, kullanıp atmayaalıştığı bütün diğer şeyler gibi, arkadaşını daatabiliyor. Zamanın icaplarına uyayım endişesiyleasırlık çınarları devirmekten bir lahza çekinmeyipyerine iklimi belli olmayan körpecik fidanlardikiyor, lakin onun da gelişip serpilmesine sabredemedenkökünden söküp atıyor. Reklamlardaifadesini bulan şekliyle hâlâ annesinin margarininikullanmaktan utanıyor, her seferinde -aslındaçok eski bir kelime olmasına rağmen- başına yenibir “yeni” eklenen ürünlere yöneliyor. Mümkünolsa sadece annenin margarini değil bizatihi anneninkendisi de değiştirilecek. Öyle ya siz hâlâeski annenizi mi kucaklıyorsunuz! Ve çocuklukyıllarımda duyduğum o ses: “Eskimiş çoraplarınızıatın, Jil geliyor!”.Şimdi radyodan bir ses geliyor kulağıma “atgitsin at gitsin, eskimişse at gitsin”. Bu atılan kimdiye merak ediyorum <strong>ve</strong> anlıyorum ki atılan güyasevilen, âşık olunan kişi. Yine anlıyorum ki, esasındaatılan kişi değil, bizatihi sevginin kendisi.Sevgi âdeta eskicinin seyyar arabasına düşüyor.Yakında dışarıdan şöyle bir ses gelirse hayret etmemekgerekir: “Sevgiler alırım, sevgiler satarım,hayda eskici geldi, eskiciii!”.Önemli olan ne derdiyle yaşamak ne de onaderman aramaktır. “Lokman Hekim gelse yaramazdırır.” diyen sanatçı ona yabancıdır. Zira unutmayıyol edinmiş bireyin “Nazlı yârin hayali karşımdadurur.” sözüyle yüklenebileceği hiçbir anlamyoktur. Onun için önemli olan boş <strong>ve</strong>rmek<strong>ve</strong> unutmaktır:Her gece her gece dağıtıyorumAşkları acıları dertleri tasalarıBoş <strong>ve</strong>rdim önüme bakıyorumÇıkarıp üzerimdeki sıkıntılarıBir bir kirliye atıyorum.Özel bir ifadeyle:şehrin insanı, şehrin insanı, şehrinbozuk paraların insanı, sivilcelerin.Bir de dedemin anlattığı hikâye geliyor aklıma<strong>ve</strong> derin bir ah çekiyorum. Yoksa güle âşık olanbülbülün figanı da mı eskidi? Artık güle nağmedizecek bülbüller de mi kalmayacak? İşte gül aşkınınkanlı hikâyesi: Hocası talebesinden bir sarıgül ister. Talebe gül bahçesine gider, lakin bakarki hiç sarı gül yok. Güllerin hepsi beyaz. Oracığaoturup, kara kara ne yapacağını düşünürken,bir bülbül gelir <strong>ve</strong> derdini sorar. Derdi dinleyenbülbül, çocuğa arkasını dönmesini söyler. “Bensusunca gülünü al git.” der <strong>ve</strong> ötmeye başlar. Birmüddet sonra bülbül susar. Çocuk döner bakar kigül sararmıştır. Gülü alır götürür hocasına. Hocasımemnun olur, lakin bir de pembe gül ister.Talebesi yine bahçeye gider, yine bülbül gelir <strong>ve</strong>51eylül-ekim-kasım2013


derdi dinleyen bülbül, yine arkanı dön der. Uzunuzun öter. Ak gül pembeleşir, talebe pembe gülüalır, hocasına götürür. Hocası, “Pembe gülü getirenkırmızıyı da getirir.” der. Çocuk yine bahçeyegider, bülbüle derdini söyler. Bülbül derin bir ahçeker. Çocuk yine arkasını döner. Bülbül öyle birfigana başlar ki, çocuğun gözleri yaşa boğulur.Bülbülün feryadı bitmez de bitmez. En nihayetses kesilir. Çocuk döner, bakar ki gül kan gibidir.Ancak bülbül yerdedir. Görür ki bülbül tırnağınıbağrına takmış, bağrını yarıp güle kanını akıtmıştır.Yoksa şimdi bu gök kubbede bu sedayı aramakbir hayal midir?Ağlayan biz miyiz, yoksa bülbüller mi? Matemgözyaşları, Âkif’in kaleminden damlar tektek! Feryat Âkif’in mi bizim mi?“-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedirderdin?0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanatkurdun;Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez seninyurdun”Ötme bülbül ötme şen değil bağım.Sevgili mi, en sevgili mi? Yoksa zaten sevgilien sevgili mi? Dile düşen sevgili, dildedir; gözedüşen, gözde; gönle düşen, gönülde. Dile düşendilden düşer: sözdedir; göze düşen gözden düşer:gözdedir; gönle düşen, gönül tahtının sahibidir,gönüldedir. Gönlü o yapar, gönül ondan gelir,gönül onun ateşi <strong>ve</strong> ışığıdır. Beşerî güzelliklerinabideleri elbette dile düşer, uslanmaz deli gönlünhakikati aramasının çığlığı olur, dinmek bilmezferyadı olur, ta ki gönül “ol”sun. “Ol” emrinemazhar olan gönül hakikatin dilsiz, hâl lisanıdır.Lisan-ı hâlden anlayanlar hemhâl olanlardır.Sevgiliyi diline dolayan onun hamalı, sevgilisinigönlüne saran onun hemhâli; hamallar sevgilininmahkûmu, hemhâller ise yegâne sevgilinin meftunu.Ol emrinin muhatabı Mevlana, bir meftun;nasihati, hemhâller için:“Oraya gitme demedim mi sana,Seni yalnız ben tanırım demedim mi?Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesiben’im?Bir gün kızsan bana,Alsan başını,Yüz bin yıllık yere gitsen,Dönüp kavuşacağın yer ben’im demedim mi?Âşık, kalpten seslenir sevgiliye; kalpteki ayrılıkateşi, kelimelerden müteşekkil nadide zarflarlaulaşır sevgiliye. En güzel kelimeler, en güzel içinseçilir, en güzel sıralama ile sunulur, sevilen; sevgilidir.Onun olmadığı ülke sürgünler mekânıdır;sürgünden kurtuluş için Sezai Karakoç’un kelimelerisevgilinin ayaklarına kapanır:“Senin kalbinden sürgün oldum ilkinBütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgününbir süreğiBütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortularındışındaSana geldim ayaklarına kapanmaya geldimAf dilemeye geldim affa layık olmasam daUzatma dünya sürgünümü benim…SevgiliEn sevgiliEy sevgili”Neredesin ey güzel,Güzele benzeyen değil,Kendisi güzel.O güzele, Âşık Sefil Selimî için bütün gidişler güzel:“Yâr senin yoluna mayın dizseler,Üstüne, aşkımla basar gelirim.Parçalayıp yüzüm yüzüm yüzseler,Derimi duvara asar gelirim.”Ey şehri bedestene çevirip, beden pullayanbezirgânbaşı,Her dem yeniden doğarızBizden kim usanasıGülü gül ile tartıp,Gülümse ey medeniyet.Bülbülüm allar seni.■52eylül-ekim-kasım2013


ŞAİRİN/ ŞİİRİNGAYRİRESMİ TARİHİKafası karışık mitolojik tanrılarGelip geçtiler onların da öyle bir devirdi işte.Kocaa dağlar, kan kırmızı nehirler, kapkara gökKorkudan öldük gittik…Sonra yazı çıkageldi:Unutmak sarhoşluğunu vaat ederken ne alımlıydı.Rasyonalizmin beşiğini tıngır mıngır sallarken bileAsmadı ya suratını mihnetimiz ondan.Herkes payına düşeni aldı:Kralsa kral, savaşsa savaş, kuraklıksa kuraklıkTarihin çuvalında hepsiYüreğinin aklından zoru olanlarınsaBelledikleri harfler bir iç kanama artık: Şiir.Yankısız bir soruya evirilen şiirŞairini dürter, parmağının ucuyla“Sevgili sen nesin allaasen?”“Dünya çalışırken ne tüketir, insan mı?”“Şair kendine inanır mı?” diyeSorar. Sorar.SEVAL KOÇOĞLUŞiirin müritlerine (hepimize)…53eylül-ekim-kasım2013


Felsefe ile bakmakLEVENT BAYRAKTAR*Siyasete felsefe ilebakıldığında bütünkurumlarımızaçekidüzen <strong>ve</strong>rmek<strong>ve</strong> olan durumlaolması gerekendurumu kıyaslamakmecburiyetidoğacaktır.Olması gerekenlerçoğunlukla mevcutdurumlar ileörtüşmeyecek <strong>ve</strong>hatta yer yer olanile olması gerekenarasında bir çelişkitespit edilecektir.Felsefe özel bir insan başarısı <strong>ve</strong> etkinliğidir.Temelde felsefe de diğer bilgidalları <strong>ve</strong> türleri gibi bir bilgi türü <strong>ve</strong>bir etkinliktir. Bu bakımdan felsefe de tıpkı bilim<strong>ve</strong> sanat gibi insanı varlıkla karşılaştırır <strong>ve</strong>onu tanımayı sağlar. Burada felsefi bakışı bilimdenayıran husus; felsefe etkinliğinde nesnel <strong>ve</strong>olgularla denetlenebilir bir bilginin olmayışıdır.Felsefe ile bakmak sadece felsefenin konusunayönelişi esnasında, olan <strong>ve</strong> olması gerekenbir şey değildir. Felsefe ile bakmak <strong>ve</strong>ya felsefibakış, bir mesleğe <strong>ve</strong>ya branşa ait olarak mutlakakazandırılması gereken bir bakıştır. Neden?Niçin? Nasıl? Bu soruların sorulması gerekmektedir.Felsefe ile bakmak her toplum kesimine amaözellikle de eğitimcilere <strong>ve</strong> siyasetçilere lazımolan bir bakıştır. Çünkü bu mesleklerin malzemesiinsandır. Eğitim işi, doğrudan, insanın insanayönelimi, onu değiştirmesi, geliştirmesi <strong>ve</strong>*Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üni<strong>ve</strong>rsitesi, İnsan <strong>ve</strong> ToplumBilimleri Fakültesi, Felsefe Bölümü.54eylül-ekim-kasım2013


Şehir, medeniyet <strong>ve</strong> kitapD. MEHMET DOĞANKütüphanemiyeniden tanzimederken, uzunsüredir kitap yığınlarıaltında kalmış 6ciltlik bir ansiklopediile karşılaşmıştım.“TürkiyeAnsiklopedisi’nin ilkciltleri 1956 yılındayayımlanmıştı.İçindeki bilgiler iseen fazla 1955 yılınakadar geliyordu.Fotoğrafları tekparti devrininsonu ile DemokratParti iktidarının ilkdönemine aitti.Şehirden konuşmak, bir anlamda tarihtenkonuşmaktır. İki kelime eş anlamlı gibidirâdeta. Tarihten konuşan şehirden konuşmakzorundadır. Şehirden söz eden de tarihten bahsetmeyemecburdur.Bu içiçelik burada kalmaz. Şehirden konuşanmedeniyetten konuşur, kültürden konuşur. İnsandankonuşur, dünyadan konuşuyor, kâinattan konuşur.Bütün insanlık maceramızı bu tılsımlı kelime ileifade edebiliriz.İnsanoğlu şehirler kurdu <strong>ve</strong> dünyayı böylece şekillendirdi…Şehir insan olarak varlığımızın, dünyadavar oluşumuzun remzi, sembolü.“Şehir”le “medeniyet” kelimesi arasında bir yakınlık,bir müşabehet, bir içiçelik var.Farsça şehir yerine Arapça medineyi koyarsak buyakınlık için şahit, delil, ispat aramaya gerek kalmaz.Medeniyet “medine”de yani şehirde teşekkül eder.Kent ne “şehir”in yerini tutar, ne “medine”nin.Sanıldığı gibi Türkçe de değildir. Sogdcadır; farsçaüzerinden dilimize geçmiştir. Üstelik Azeri lehçesindehâlâ “köy” karşılığı olarak kullanılır.Medeniyetler şehirlerde teşekkül etti. Medeniyetlerşehirlerle anıldı. Tarih boyunca medeniyetmerkezi olan şehirlerden her birinin adı anıldığında,tarihin, insanlık maceramızın muhtelif safhalarıhatırlanmış olur.Bağdat, Şam, Kudüs… Atina, Roma, Kartaca…56eylül-ekim-kasım2013


Her bir kelime, her bir isim tarihin derinliklerindenbugüne nice remizler taşır. Nice efsaneler, nicehakikatler anlatır. Her medeniyet merkezi şehir,geçmişten geleceğe akan bir nehirdir, yani değişensürekliliktir.Bu akış dünya var oldukça hiç bir şeyin durağanolamayacağını anlatır. İnsanoğlu bu akış içinde olupbiteni anlamağa <strong>ve</strong> bu dünyada varoluşunu anlamlandırmağaçalışır. Bunun için onun en esaslı yardımcısıkitaplardır.Kütüphanemi yeniden tanzim ederken,uzun süredir kitap yığınları altında kalmış 6 ciltlikbir ansiklopedi ile karşılaşmıştım. “TürkiyeAnsiklopedisi’nin ilk ciltleri 1956 yılında yayımlanmıştı.İçindeki bilgiler ise en fazla 1955 yılına kadargeliyordu. Fotoğrafları tek parti devrinin sonu ileDemokrat Parti iktidarının ilk dönemine aitti.Şehirlerimizin altmış yıl öncesine bakmak doğrusuhiç de iç açıcı değil! Bizler ilk mektep kitaplarındaCumhuriyet’in tek parti döneminin eşimenendi bulunmaz imar hamleleri ile anıldığını biliriz.Bu kitaplar, çok partili demokrasi dönemindeokumaya başladığımız halde, hâlâ tek parti mantığıile yazılıyorlardı. Bu mantık biraz keskinleştirilerekşöyle ifade edilebilir: Tek parti yönetimi Türkiye’yiyoktan var etmiştir! Dikkate değer ne varsa onundur!Durum şu anda çocuklarımıza okutulan kitaplar dapek farklı değil aslında.Bizim mektep kitaplarımızda yer alan bilgilerresimlerle de desteklenmişti. Cumhuriyet idaresimemlekete neler yapmamıştı ki! Buğday siloları,okul binaları, köprüler, yollar <strong>ve</strong> Çubuk barajı...E<strong>ve</strong>t, Ankara’ya içme suyu sağlamak üzere yapılmışolan “Çubuk Barajı”nın o kitaplarda mutena biryeri vardı!Kitaplarımızda resimleri bulunan <strong>ve</strong> övünülensilolardan daha büyüklerinin şimdilerde <strong>ve</strong> gerektiğindeküçük kasabalarda bile kolaylıkla yapılı<strong>ve</strong>rdiğini,okul binası yapımının artık övünülemeyeceknispette olağanlaştığını, o zamanın köprü <strong>ve</strong> yollarınınşimdilerde şehirler arasından köyler arasına kaydığını<strong>ve</strong> resimlerinin hiçbir kitapta yer almasınındüşünülmediğini, Çubuk barajından daha kapasiteligöletlerin (120.000 M3 hacme sahip) köy işleriteşkilatı tarafından bir çok yere kolaylıkla yapılı<strong>ve</strong>rdiğinibu kitaplar asla yazmayacaklardı.Yarım asırlık ansiklopedide şehir yazıları farklıkâğıtlara basılmış bir kısmı renkli fotoğraflarladesteklenmişti. Bu resimler 1910'ların resimleri ilekıyaslandığında, şehirlerin fiziki çehrelerinin geçenzaman içinde ciddi bir değişikliğe uğramadığıgörülüyordu. Elbette yüzlerce yıl içinde oluşmuşşehir çehreleri kolay kolay değişmez. Fakat çağdaşlık-modernlik-ilerlemevurgusu çok aşırı yapılanTürkiye'nin 1950'ye devreden çehresi <strong>ve</strong> yaşamaşartları konusunda aynı şeyleri söylemek mümkündeğildi.Bırakın köyleri, kasabaları, anlı şanlı vilayet merkezlerininçoğunda elektrik sadece geceleri vardı.İçme suyu alt yapısı ciddi bir gelişme kaydetmemişti.Kanalizasyon vs. de aynı durumdaydı. Nüfusuyüz binin üzerinde olan (beşinci büyük şehir) Bursaşehir merkezindeki asfalt yol miktarı bugün küçükkasabalarındakinden çok daha azdır.Son elli yıl içinde nüfusu yerinde sayan şehiryok. Bir kısmı çok büyümüş, bir kısmı ise az. MeselaBursa, iki milyonu geçmiş. Çankırı ise elli binlerde...Türkiye şehirlerinin gerçek değişim hamlelerinin enerken 1950’lerde başladığını, 1960’larda ivme kazandığını,80 sonrasında <strong>ve</strong> bilhassa 1990'dan sonraönceki yapılanların katlandığını söyleyebiliriz.1950'ye devreden şehirlerde tek parti yönetimininyaptıklarını bir kaç cümle ile özetlemek istiyoruz:Tek parti yönetimi şehirlere mutlaka heykelyapmıştır. Halkevi yapmış <strong>ve</strong>ya başka bir binayı“halkevi”ne çevirmiştir. Bunların dışında yapılanşeyler şehirlere göre farklılık gösterir. Fakat bu yapımfaaliyetleri şehirlerin çehresini görünür şekildedeğiştirmemiştir. Aksine bazı yıkım faaliyetleri ileşehir çehreleri değiştirilmiştir. Yıkılanlar genellikleeski vakıf yapılarıdır. Önemli bir kısmı medrese <strong>ve</strong>camilerdir. Kayseri gibi, Mimar Sinan yapısı hamamlarınyıkıldığı şehirler de olmuştur. Yıkım kararlarınıise ne yazık ki, o şehirlerin aynı zamandabelediye başkanı konumunda olan valiler <strong>ve</strong>rmiştir!Bir seyahat dolayısıyla Erzurum valisini ziyaretimizsırasında Vali Bey, değil Erzurum’un,Türkiye’nin <strong>ve</strong> hatta dünyanın sayılı mimarî eserlerindenÇifte Minareli Medrese’nin 1930’larda ŞehirMeclisi tarafından, çökme tehlikesi olduğu gerekçesiyle,yıkılmasının kararlaştırıldığı bilgisini <strong>ve</strong>rdi.Neyse ki bu tarihe geçecek faciadan dönülmüş!2011’de Erzurum’da yapılacak üni<strong>ve</strong>rsiteler arası kışoyunları için sembol aranırken, ilk akla gelen onunsilueti olmuş!■57eylül-ekim-kasım2013


Fethedilmeyen İstanbul: PeraBEYHAN KANTERBeyoğlu, kozmopolit yapısı, insan kadrosu<strong>ve</strong> mekânsal özellikleriyle Osmanlı’danberi Avrupai yaşam şekillerininbenimsediği modern bir semt olma özelliği gösterir.Bu yönüyle hem şiirlerde hem de diğer edebitürlerde, mekânsal ayrışmanın <strong>ve</strong> modern yaşamgörüntülerinin merkezi olarak yer edinir. Zirageleneksel yapının ötelendiği bir “referans mekânı”olarak Pera, aynı zamanda Tanzimat’ın da modernbelleğidir. İlhan Berk’in “fethedilmeyen İstanbul”şeklinde tanımladığı Pera’nın/Beyoğlu’nun kozmopolityapısı, Pera’ya yüklenen anlamları <strong>ve</strong> burayailişkin algıları da farklılaştırır. İlhan Berk, Pera kitabında‘gezgin şair’ kimliğiyle Pera’nın geçmişini<strong>ve</strong> kendi deneyimlediği zamanını, mekân-insanilişkisi çerçe<strong>ve</strong>sinde ele alır. Tarık Özcan’a göre,İlhan Berk Pera’da İstanbul’un <strong>ve</strong> insanlarının mitolojisinikurmak ister. (Özcan 2009:135). AhmetOktay da Berk’in Pera’yı tarihsel değil mitik açıdankavradığını <strong>ve</strong> anlattığını vurgulamaktadır. (Oktay2002:213). İlhan Berk’in Pera’ya ilişkin bu tavrı,özellikle sokaklara <strong>ve</strong> insanlara ilişkin metaforik betimlemelerindeaçıkça görülmektedir.İlhan Berk, Pera kitabında topografyasını çıkardığıPera’yı hem fizyonomisi, hem kültürel kimliğihem de sosyal dokusuyla anlatırken geçmişi kendiyaşadığı an’la buluşturur. Berk’in Pera’yı anlatırkenkendi zamanıyla geçmişi buluşturması damekânlara yüklediği çoğul anlamlar <strong>ve</strong> “zamansalsürekliliği” deşifre etmesi sayesinde açığa çıkar.Pera’nın kültürel belleğini buraya iz bırakan/değenpaşalar, büyük elçiler, şairler, ressamlar, sıradan küçükinsanlar, esnaflar <strong>ve</strong> azınlıklar aracılığıyla deşifreeden İlhan Berk, ruh evrenine sirayet eden Pera’yıfragmanlar halinde görüntülediği gibi özellikle Levantenlerinkonumlandıkları bu semti Tanzimat’ın<strong>ve</strong> Cumhuriyet’in birincil tanıklarından birisi olarakresmeder. Pera’yı bütün sokakları, bu sokaklardayaşayan sıradan insanları <strong>ve</strong> mekânlara ilişkin yaşampratikleri ile adeta görselliğiyle ön plana çıkan birbelgesel niteliğinde kitabına taşır. Bununla birliktePera, sadece gözlemlenen sıradan bir mekân olmaktançıkarılıp “varsıl <strong>ve</strong> yoksul” sokaklarıyla, tarihyükü <strong>ve</strong> şimdiki zamanının modern görüntüleriyleruhsal özellikleri de bünyesinde barındıran“fetiş bir mekân”a dönüştürülür. Bu bağlamda“Pera günün birinde yıkılırsa benim kitabıma göreyeniden kurulabilsin” (Berk 2005:116) diyen İlhanBerk, metaforik anlamlar yüklediği Pera’yı genişbir zaman dilimindeki görüntüleriyle en ince ayrıntılarınakadar kitabında adeta resmeder. Zira“Pera’nın farklı kültürel yapıları barındıran sosyolojikpotansiyeli, kenarda/azınlıkta kalanlar, yoksullar,ezilenler, yersiz yurtsuzlar <strong>ve</strong> tüketim kültürünübenimseyenler, İlhan Berk’in Pera kitabında bütünteferruatıyla yansıtılmaktadır” (Kanter 2013:103).Bununla birlikte Pera kitabında iş ilanlarından tabelalara,duvar yazılarından, gazete kupürlerindenotellerin mönü listelerine kadar pek çok ayrıntı yeralır.Pera kitabına/yolculuğuna bir taşbaskısınınuyandırdığı izlenimleri deşifre ederek başlayanBerk, “alt alta üst üste çizgiler, oyuklar, çıkmalar,taşmalar” (Pera s.9) arasından Pera’nın topografyasınıçıkarır, geometrinin/çizgilerin dilini çözmeyeuğraşır <strong>ve</strong> metaforik anlamlar yüklediğimekânların şifrelerini çözerek yolunu bulmaya çalışır.Bu yolculukta, “son yüzyılın kalıntıları olan58eylül-ekim-kasım2013


pratikleri aracılığıyla da yansıtılır. Bununla birlikteİlhan Berk, Pera’nın ruhunu, dilini <strong>ve</strong> belleğinikitabında resmederken özellikle Bizans kokusunu,‘Levanten ruhunu’ <strong>ve</strong> azınlıkların yaşamsal izleriniduyumsar. Nitekim özellikle kiliseleri betimleyenBerk, Hıristiyan Bizans dokusu sinen sokakları dasilik birer anı şeklinde hatırlanan sakinleriyle birliktekitabına alır.Pera’nın sokaklarını, caddelerini yaşayanlarıylabirlikte resmeden İlhan Berk, sokaklar <strong>ve</strong> insanlararasındaki irtibatı da yaşanmışlıklar çerçe<strong>ve</strong>sindedile getirirken şair refleksiyle bütünleştirdiği sinematografiküsluptan <strong>ve</strong> gözlem gücünden istifadeeder. Nitekim Berk’in “büyük, küçük Ziba sokaklarındanboşanan sarhoşlar, serseriler, çulsuzlar, yerdenbitmeler,çapulcular, uçkursuzlar, bücürler, şizofrenler,bobstiller, haytalar bu sokaklara uyku dirliktanımazlar” (Pera s.50) şeklindeki betimlemesi,sokaklardaki yaşam pratiklerini <strong>ve</strong> Pera’nın insantipolojilerini <strong>ve</strong> kültürel kodlarını kitabına alma arzusununbir göstergesidir.Kitabında uzun uzadıya anlattığı Tarlabaşı sokaklarınıbir labirente benzeten İlhan Berk’e göre,Tarlabaşı sokaklarının sakinlerinin gözüne uykugirmez. Zira Pera’yı bir kâşif edasıyla adımlayanBerk’e göre, sokaklar insanlarını, insanlar da sokaklarınıdüşünmeden edemez. Bu, sokak <strong>ve</strong> insan arasındakideğişmez yazgıdır. Sokaklara insani vasıflaryükleyen Berk, Tarlabaşı’ndaki “kurt, it, kopuk yatağı”olarak nitelendirdiği Kalyoncukulluğu Sokağı’nıbencillikle itham ederken Tarlabaşı’nı sadece yitilenbir yer olarak tanımlar. Pera’nın temsil ettiği hayatları,sokaklara kazandırılan kimliklerle birlikteduyuran İlhan Berk, bu sokakların öykülerini irdeler,yaşam manzaralarını görüntüler, “çizgi dışıtopografyası”na odaklanır <strong>ve</strong> geçmişlerine karışır.Modern yaşamın simge mekânlarından olanpasajlar da İlhan Berk’in Pera atlasından nasiplerinialırlar. Nitekim Berk, renkleri, kokuları, sesleriylevurguladığı pasajları da metaforik bir düzlemdebetimlerken kitabının bir bölümünde “Pasajlar yada Gizemli Dünyalar Onun Üzerinedir” başlığıyla“Levanten ruhun kapalı kutuları” (Pera s.90) olaraktanımladığı pasajların geçmiş atmosferine <strong>ve</strong> buradayaşamış olan Levantenlerin anılarına odaklanır.Özellikle Hristaki (Çiçek) Pasajı, Berk’in düşevreninde sadece fiziksel görünüşüyle değil aynızamanda azınlık ruhuyla da betimlenir. HristakiPasajı’nın belleğini <strong>ve</strong> bu pasajın geçmişte kalansakinlerinin söylemlerini, şiirsel form içinde eriterekdile getiren Berk, adeta pasajın <strong>ve</strong> anılar belleğindeyer edinen pasaj sakinlerinin sözcülüğünüüstlenir. Bununla birlikte Berk’e göre, Levantenruhun türlü kılıklara girip dolaştığı Aynalı Pasajda bugünkü dünyadan kendini yalıtarak pasajlarınyapısına uygun olarak kapalı kutu olma özelliğinisürdürmüştür. “Bizans ruhunun son durağı olan”(Pera s.92) Krepen Pasajı’nı, “anıların dev belleği”(Pera s.93) olan Rumeli Pasajı’nı, “üç kollu üçağızlı bir labirente” benzeyen Alyon Pasajı’nı Berk,Pera’nın ruhunu oluşturan mekânlar olarak resmeder.Bununla birlikte Berk, Hacopulo Pasajı’nınazınlıklardan oluşan sakinlerini de şiirsel bir formdakitabına alırken pasajların Levanten dünyasınaodaklanır.İlhan Berk, Pera kitabında, Pera’nın fizyonomisini,sosyal dokusunu, belleğini geçmiş <strong>ve</strong> bugünarasında kurduğu bağ aracılığıyla dile getirirkenmekân insan arasındaki ilişkiye de yaşanmışlıklar <strong>ve</strong>toplumun mekânın yazgısına sirayet eden etkileribağlamında odaklanır. Pera’yı sokaklarından, insanlarına,evlerinden otellerine, kah<strong>ve</strong>lerinden lokantalarına,meyhanelerinden pasajlarına, kiliselerindenhavralarına kadar bütün teferruatıyla kitabınasığdıran Berk, düşsel bir yolculuğu fragmanlar halindeokura duyumsatır. Pera’nın yazgısını, burayaiz bırakanları hatırlatarak yansıtan Berk, geçmişinmekânlarını kitabı aracılığıyla adeta yeniden inşaeder <strong>ve</strong> geçmişin bugünle birlikteliğini “anılar belleği”aracılığıyla kurar. Bu inşa ediş arzusuyla geçmişeuzanma, geçmişin mekânları <strong>ve</strong> “anılar belleği” aracılığıylakurgulanan zamansal bir birlikteliğe işareteder.■KaynaklarBerk, İlhan (1990) Pera, Adam Yayınları, İstanbulBerk, İlhan (1994) İnferno, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.Kanter, Beyhan (2013) Şiirsel Kimlikten Mekânsal Sınırlaraİkinci Yeni Şairlerinin Mekan Algısı, Okurakademi Yayınları,İstanbul.Morss Susan Buck (2010) Görmenin Diyalektiği, (Çev. FeritBurak Aydar) Metis Yayınları, İstanbul.Oktay, Ahmet (2002) Metropol <strong>ve</strong> İmgelem, İş Bankası KültürYayınları, İstanbul.Özcan, Tarık (2009) Aykırı <strong>ve</strong> Şair İlhan Berk, PopülerYayınları, İstanbul.60eylül-ekim-kasım2013


Turbo TimaPERVİN (AZERBAYCAN)çev. İmdat AVŞARSamir de bir araba sevdalısı... Eh, sadece Samir mi? Nerde çalışırlarsa çalışsınlar, neiş yaparlarsa yapsınlar hiç önemli değil; nerdeyse bütün gençler, bu demir parçasınafanatizmle bağlı. Birbirine kaynakla iliştirilen bir yığın demir <strong>ve</strong> o demirler içine yerleştirilenelektronik sistemlerden ibaret olan bu metal yığınının etiketindeki sıfırları görünceinsanın başı dönüyor. Buna rağmen Samir ile arkadaşlarına, bir araya geldiklerinde, arabadanbaşka bir mevzu konuşmadıkları için kızıyorum. Bilgisayar başında oturup ciddi ciddi ilmiaraştırmalarla meşgul olduğumda, yan odadaki ateşli tartışmalar arasından sızarak, duvarlarıgeçip kulağıma ulaşan “Opel”, “Nissan”, “dört çarpı dört”, “beygir gücü”, “silindir hacmi” <strong>ve</strong>buna benzer sözleri işitmekten, iyiden iyiye yoruluyorum…Bir gün dayanamayıp, Samir <strong>ve</strong> arkadaşlarının ateşli konuşmalarına müdahale ettim:– Bu anlamsız sohbetlerden sıkılmadınız mı? Bu araba meselesini daha ne kadar tartışacaksınız?– Ne yapalım? Araba almaya gücümüz yetmiyor, biz de arabalardan bahsediyoruz, yasak mı?– Arabanın yedek parçalarına kadar saymak yerine, araba almaya çalışmak daha iyi olmazmı?– Eh! Senin romantizmin de bizi öldürecek! Sen bu ülkede alın teriyle helâl kazanç sağlayan<strong>ve</strong> para biriktirip de araba alan bir adam gördün mü?– Hımmm...– Ne hımmm? Elbette görmedin. Hiç kimse de görmemiştir. Ne yapalım yani, bu isteğimizekavuşmak için, biz de rüş<strong>ve</strong>tçi mi olalım? Baş mı keselim? İnsanları mı aldatalım?– Tamam Samir... Yine başlama. Çalışmak istemiyorsunuz, suçu bütün ülkenin sırtına yüklüyorsunuz.En iyisi sen, bu “derin” mevzunuz hakkında bana da biraz bilgi <strong>ve</strong>r......Samir arkadaşlarıyla birleşip araba motorlarının silindir hacminden, beygir gücünden,turbo hızlandırıcı özelliklerinden, hidrolik multi direksiyonlarından daha ne bileyim, benimkavramakta zorlandığım pek çok şeyden bahsetti <strong>ve</strong> o kadar çok konuştu ki, doğrusu bu“araba hastalığı” bana da sirayet etti. Acaba, insanlara da, bu noktainazardan yaklaşmak; yaniinsanları da içten yanmalı motorlar gibi hacmine, gücüne göre kategorilere ayırmak mümkünmüdür, diye düşündüm.Bu sorular zihnimi meşgul etmeye başlayınca, çalıştığım kurumdaki insanları düşünmeye <strong>ve</strong>onları bu bakımdan tasnif ederek, gruplamaya başladım. Mesela, muhasebe bölümünde çalışan61eylül-ekim-kasım2013


Ceylan... O, herhangi bir işi çok geç kavradığından,dizel motorları anımsatıyor. Kapıcı Elhandayı da her zaman istiap haddi beş ton olan kamyonmotoru gibi büyük bir gürültüyle çalışıyor.Hele Dilara? Ne kadar acele ettirirlerse ettirsinlerumurunda değil, onun motoru da hatchback gibisessiz çalışıyor. Ve nihayet O… Bizim kurumda,turbo jet sistemli yarış arabalarının motoruna sahipyegâne adam... Yeni Teymur. Onun adınınTeymur olduğunu çok sonradan öğrendim. Çünküherkes ona Tima diyordu. Bu konudaki düşüncelerimiarkadaşlarla paylaşınca, kızların biri:Bundan sonra ona “Turbo Tima” diyelim diyeçok güzel bir öneride bulundu... Gerçekten de,bu lakap tam da onun boyuna biçilmiş kaftandı.Çünkü onu bir yerde, sakince dururken görmekmüşkül meseleydi. Birkaç saniye önce ikinci kattakiplan <strong>ve</strong> maliye şubesinin önünde ateşli ateşlikonuşan Tima’yı, iki dakika sonra yedinci kattakiistatistik şubesinde çalışan kızlarla çay içerken görenler,bu duruma hiç şaşırmıyorlardı. Yahut dabüfede ucu bucağı görünmeyen kakao kuyruğundasıra bekleyen Tima’yı, üç dakika sonra muhasebebölümünün kaprisli hanımlarına naneli sormukşekeri ikram ederken görmek mümkündü.Bizim kurumda çalışanlar için, Turbo Tima’nınbu hızda hareket etmesinde şaşılacak bir şey yoktu.Aksine, birisi onu sakince yerinde oturuyorgörseydi, belki hastalanmış yahut motoru arıza<strong>ve</strong>rmiş, diye endişelenirdi. Bizim kurumun bahçesindekibankomatın yanına konmuş olan bankise, Turbo Tima için hem bir “durak” hem deyakıt ikmali yaptığı bir istasyondu. Her ayın onbeşinde, yani çalışanların maaşlarını aldığı günise, onun “turbo motoru” biraz daha hızlı <strong>ve</strong> hattarölantisi yüksek olarak çalışırdı...– Tamilla Hanım, maaşlar bankaya yatmış ha!Seriye Hala, sen yorulma, kartını <strong>ve</strong>r, maaşını çekipgetireyim...– Allah sana dert <strong>ve</strong>rmesin, ay Teymur. Ayaklarımınağrısından inip çıkamıyorum. Bu lanetolası asansöre binince de kalbim sıkışıyor...– Ay kız, bu nedir böyle? İki yevmiyeni yazmamışlarmı? Git yevmiye defterini tutan kızınsaçlarından asıl, bir bak, niye doğru yazmamış...– Doğru söylüyorsun. O benim arkamdan,çoktandır entrika çeviriyor. Allah canını almasın,yazıktır!– Bereketli olsun, Dürdane Hanııım! Biliyoruuuum!Kulağıma çalındı, kızına çeyiz parasıbiriktiriyorsun... Allah mutlu, bahtiyar eylesin.– Sağ ol, oğlum. O günler gelsin, seni de evlendirelim,inşallah. Bu kadar güzel, gökçek kızvar burada, birini seçip de hoş baht etmiyorsun,ben sana ne diyeyim şimdi...– Eeeehhh! Bana kim gelir...– Kızlar, öğle yemeğine gitmiyor musunuz?Vaktiniz varsa, Zernure Hanımın maaşına bir bakın.Doğru hesaplanmış mı?– Timurcuk, bu kadınların maaşındaki eksikkuruşları hesaplamaktan sen de yoruldun. Sonundaseni başmuhasip yapacaklar, belki o zamansakinleşirsin...– Bekle! Yeşil ışık yansın, öyle geç. Ne kadarsabırsızsın! Niye acele ediyorsun, bankomatıtepiklemeyeceksin ki... Şimdi kartını tak. Bekle,paralar hazırlanıyor. E<strong>ve</strong>t. Şimdi paranı al. Allahbereket <strong>ve</strong>rsin...– Çok sağ olun. Buyurun bu da sizin!– Yoook! Vallahi, almam. 107 manat dediğinne ki, o paradan bana da birkaç kuruş <strong>ve</strong>resin!Ben size bunun için yardım etmedim ki. Sendaha yenisin burada, beni tanımıyorsun...– Aman Allah! Yoruldum. Ayaklarım beni taşımayıreddediyor... Araba olsam, kesin motorumhararet yapardı ama ben, canımı dişime takıp dayanıyorum...Ha ha ha!***Turbo Tima’yı her gördüğümde, “İnsan <strong>ve</strong>Cemiyet” adlı kitabı hatırlıyordum. Daha doğrusuo kitaptan aklımda kalan tek cümleyi: “İnsanıemek şekillendirir.” Çünkü ona dikkatlebaktığımda, onun zahiri görünüşünün de sırfbu gerilimli faaliyeti neticesinde şekillendiğinisanıyorum. Parmakları uzamış, incelmiş, merdi<strong>ve</strong>nleriinip çıkmaktan bacak kasları şişmiş. Elindençok para gelip geçtiği için avucunun derisiaşınmış. Paralara çok bakmaktansa gözleri fırılfırıl dönüyor. Birçokları, Turbo Tima’nın sağasola koşuştururken de bankomattan çalışanlarınmaaşlarını çekerken de kendi kendine konuştuğunusöylüyorlardı. Bir gün, tesadüfen asansörebirlikte bindik. Bankomata para yüklemek içingelen zırhlı araba, bizim kurumun bahçesine gel-62eylül-ekim-kasım2013


diği için Turbo Tima çok heyecanlı görünüyordu.Galiba benim de asansörde olduğumun farkındadeğildi. Külüstür asansör yavaş yavaş dokuzuncukata çıkana kadar Turbo Tima’nın diliyle dişi arasındakikonuşmalarını dinlemek zorunda kaldım:– Mesai bitimine az kaldı... Vagıf Beye desöz... Acaba yerinde mi? Eeehh... Çok geciktim...Parayı da getirip bankomata yüklemediler ki...Ufff... Sıkıldım... Geç kalıyorum... Aşağıda çokoyalandım...Dokuzuncu katta, asansörden indiğimde, sankikulaklıkları kulağımdan çıkardılar, rahatladım.***Geçen hafta garip bir hâdise meydana geldi.Bütün gün gergin <strong>ve</strong> ara <strong>ve</strong>rmeden çalıştığım içinçok yorulmuştum. Akşam işten çıktığımda, hesabımdakibakiyeyi yoklamak <strong>ve</strong> bir miktar paraçekmek istedim ama birdenbire olduğum yerdedonup kaldım. Hiçbir şey anlayamıyordum.Çünkü ne zaman kartımı bankomata soksam,parmaklarım nerdeyse beynimden ev<strong>ve</strong>l düşünüpdört rakamlı şifreyi giriyordu. Ya şimdi? Neolmuştu? E<strong>ve</strong>t, şaşılacak bir şey yoktu. Garip deolsa, şifremi unutmuştum.Kafamdaki düşünceleri eleyip bu kargaşanıniçinden bana gerekli olan dört rakamı ayırmayaçalışsam da, olmuyordu. Zihnimi var gücümleyoklasam da, hafızamın derinliklerinden, o dörtrakamlı şifreyi bulup çıkaramıyordum…Birden, elimi nezaketle kenara çeken birişifremi yazıp kenara çekildi. Hayretten donupkalmış bakışlarım arasında, şifre kabul olundu.Bana lazım olan parayı çekip yanımda duranTurbo Tima’ya doğru döndüğümde hayretim birkat daha arttı. Turbo Tima, âdeta jet motorunuçalıştırmış, bahçenin hayli uzağındaki yaşlı birkadının koluna girmiş, onu bankomata doğrugetiriyordu.Bir kenara çekilip hiç acele etmeden bankomatadoğru gelen Turbo Tima <strong>ve</strong> yaşlı kadınıseyrettim. Hafızamın derinliklerinden, onunla ilgiligörüntüler bir bir gözlerimin önünden geçti:Bankomat etrafındaki kalabalık, herkese yardımeden jet motorlu Turbo Tima, insanların ona gü<strong>ve</strong>ni,sevgisi… O anda, Turbo Tima’nın, sadecebenim değil, bu bankomattan para çeken herkesinşifresini ezbere bildiğini düşündüm... Nedenolmasın ki? Herkes, ona gü<strong>ve</strong>niyor, banka kartınıda, şifresini de <strong>ve</strong>riyordu.O gece Turbo Tima’yı rüyamda gördüm: Ağırbankomatı sırtlamış, yukarı çıkarıyordu. Sırtındabankomat ile tüm bölümleri geziyor, kartları birbir alıp bankomata takıyor <strong>ve</strong> çalışanların maaşlarını,oturdukları odada ellerine sayıyordu. EskiTürk filmlerinde, sırtlarında güğümlerle su satanadamlara benziyordu. Hatta bankomat asansöresığmadığından, yukarı katlara da sırtında çıkarıyor,hiç yorulmuyor, usanmıyor, bıkmıyordu...Birden, birisi onun cılız bedenine yüklediği buağır yükü almak istiyor, Turbo Tima ise ona bağırıyorduki, ben uyandım. Rüya ile gerçeklikarasında kalmıştım. Yatağımın içinde, yastığımıkucaklayıp bir hayli düşündüm. Ama bu uykuludüşüncelerimin çoğunu unuttum. Bu rüyayı isesabahleyin hayra yorarım diye, yeniden daldım…Ertesi gün, muhasebe bölümündeki kızlarlaçay içerken onlardan biri acı haberi <strong>ve</strong>rdi:– Bizim kurum ile maaşlarımızı aldığımızbanka arasında, bir anlaşmazlık olmuş. Sözleşmeiptal edilmiş, maaşlarımız için yeni bir banka ileanlaşılıncaya kadar, maaşlarımız kurum <strong>ve</strong>znesinden,nakit olarak ödenecekmiş...Ertesi gün akşamüzeri, bizim kurumun bahçesindekibankomatı söküp götürdüler.E<strong>ve</strong> döndüğümde, düşüncelerim karmakarışıktı.Turbo Tima’yı düşünüyordum. Sabahişe geldiğinde bankomatı yerinde görmeyince,acaba ne yapacaktı? Şüphesiz deliye dönecek,sinirlenecek, hemen muhasebe bölümüne çıkacak<strong>ve</strong> bundan sonra maaşları, <strong>ve</strong>znedar Koca LatifeHanımın ödeyeceğini öğrenecekti… Rüyamdakisahneler, yani onun bankomatı sırtına atıpçingene kadınların çocuğunu taşıdığı gibitaşıması; ama çingene kadınlardan farklı olarak,onun çalışanlara para dağıtma sahnesi gözleriminönüne geliyordu... Lanet sana, kör şeytan! TurboTima bundan sonra ne yapacaktı? Bankomatbizim bahçeden kaldırıldığına göre o, doksan kilolukLatife Hanımı sırtına alarak bölümleri tektek gezdirip çalışanların maaşlarını mı dağıtacaktı?Ne olursa olsun, bu yeni senaryoya göre, onunişi ev<strong>ve</strong>lkinden daha rahat olacaktı. Çünkü LatifeHanım ne kadar kilolu olsa da bankomattandaha hafifti… Tam bu sırada, beni deli bir gülmetuttu. Ama sabahleyin, en sevdiği varlığı kaybetmişTurbo Tima’yı görünce kederleneceğimi çok63eylül-ekim-kasım2013


iyi biliyordum...Sabahleyin işe geldiğimde, bankomatın boşkalan yerinde, iki tane gül gördüm. Bu gülleri yaTurbo Tima kendisi koymuştu ya da bizim kurumun<strong>ve</strong>ledizinaları, ona sataşmak için böyle birşey yapmışlardı. O anda, Turbo Tima’yı bulupona baş sağlığı dilemek <strong>ve</strong> zavallıyı teskin etmekistedim. Fakat ne kadar arasam da, bulamadım.İlginç olan şuydu ki, çalışanların hepsi onu tanısada hiç kimse onun hangi bölümde çalıştığınıbilmiyordu. İki gün sonra kapıcı Elhan dayı,akşam işten çıktığında, Turbo Tima’yı postaneninönündeki bankomatın çevresinde dolaşırkengördüğünü <strong>ve</strong> polisin onu kaba bir dille oradankovduğunu söyledi...***Bir gün, bazı belgeleri bakanlığa göndermekiçin haberleşme <strong>ve</strong> iletişim şubesine gittim. Boşbilgisayarlardan birinin başına geçip iletişim adresimiaçtığımda, arka tarafımdan, sanki tanıdıkbir ses eşittim: “Ufff... Sıkıldım... Çok sıcak...Geriye dönüp baktığımda gözlerime inanamadım.E<strong>ve</strong>t, Turbo Tima’ydı... Odanın yukarı tarafında,sırtı bana dönük şekilde, bir bilgisayarınbaşında idi. Dalgın olduğumdan, odaya ilk girdiğimdeonu fark etmemiştim. Gayriihtiyari ayağakalkıp ayaklarımın ucuna basarak sessizce onayaklaştım. Bilgisayarda bir siteye girmiş, etkileşimlibir strateji oyunu oynuyordu. Ekrana dikkatlebakınca, hangi oyunu oynadığını anladım.“Otel” denen bu oyunu Samir <strong>ve</strong> arkadaşları daoynuyorlardı. Turbo Tima o an, bilgisayar ortamında,büyük bir otelin yöneticisiydi... Gözlerimonun bileklerine ilişti. Bilekleri kalınlaşmış,kolları adale bağlamıştı. Hiç kimseye aldırmadankendi kendine konuşuyordu yine:“Hemen yukarı kata çıkmam lazım, 408 numaralıodanın suyu akmıyor... Gidip bir bakayım...Usta çağırmak gerekecek galiba... Vayyy...Şimdi turistler de gelecek... Boş yere oyalandım...Geç kalıyorum... Öfff! Bu sıcaklar da bir yandan...Eurovision Şarkı Yarışmasına kadar buoteli yedi yıldızlı bir otele çevirmeliyim... E<strong>ve</strong>t...Otele gelen turistler de memnun kalmalılar...Otel girişini yeniden düzenletmeliyim... Bankayada telefon edeyim ki, otelin girişine acilen uluslararasıişlem yapılabilen bir bankomat koysunlar...E<strong>ve</strong>t, bankomat...■BAKSI'DA MÜZEBaksı'da bir anıt eser var şimdiVe bir insan özü hasbilik kokanGörünse de eser taştan kurşuniSanatkâr ruh katmış ona ruhundanHeyula şehirden bıkan insanlarHuzuru bazan da dağlarda ararTefekkürle sırra kapı aralarCana can katandır her zaman vatanSürmeli, bu eller kadim yerleşikSahip çıkılmayan yurt delik deşikAdı müze ama sevgiye eşikÇok asır anılır eser bırakanUYGUN AHMET EKER64eylül-ekim-kasım2013


İKİ AYRINasıl mı diyorsun?Yüreğini dağlara vura vuraBelki her gün ölüyorsunVe bilinmez hayallerin kuytusundaBir tutam umut beklerkenFark edersin tükendiğini bu yoldaHer şeye rağmen yüreğimin sesiysenUzat ellerini sana muhtacımNasılları, niçinleri düşünmedenYitirilmiş yıllara aldırmadanGözlerimde sevgi, dudaklarımdasevgi, ellerimde sevgiSüpürür mü yılların isini?Yener mi sevgi her şeyi?Senin dudaklarından sızar ancakMasum neşe kelebeklerim,Dün olmadı, bugün olmazDesen ki yarın da olmayacakAçar kollarımı seni sonsuzda beklerim.LEYLA <strong>ve</strong> NEKRE65eylül-ekim-kasım2013


Mevlânâ'nın aşkıŞems'in yurdu: TebrizRIDVAN CANIMDerk edebilmirem feleğin işinSu kesmiş yolunu sönmez ateşinİkiye bölünmüş bir ürek düşünGözleri yollarda galmışam TebrizYene bulut kimi dolmuşam TebrizAfig AgdamîTebriz’le ilk buluşmamız geceye rastlar.Tebriz’e gündüz girmeyi çokisterdim oysa. Her şeyde bir hayırmı aramalıyız! Öyle olsun. Bir dostun tavsiyesiüzerine şehrin merkezindeki “Sina Hotel”e zorzahmet atıyoruz kendimizi. Bu sıcak temmuzakşamında sıcak bir karşılama! Sabah ola hayrola.İran’ın dördüncü büyük kenti Tebriz. VeDoğu Azerbaycan eyaletinin de başkenti. Bubaşkentliğin pratik karşılığını Tebriz’de bulunduğumsüre içinde pek anlayamadım ya neyse.Kuzeyde Eynalı Dağı ile güneyindeki volkanikSehent Dağı arasında, Kömür <strong>ve</strong>ya MehranÇayı ile Acı Çay’ın birleştiği dağlar arasındakiTebriz ovasında kurulmuş Tebriz şehri. Nüfusu1 milyon 600 bin civarında. Hazar’a yaklaşık70 km. uzaklıkta ama aradaki dağlar Tebriz’dekarasal iklimi hâkim kılmış hep. Tıpkı Bakügibi, Erzurum gibi rüzgârlı bir şehir Tebriz.Deprem kuşağı üzerinde kurulmuş, tıpkı Erzurumgibi. Havasıydı, suyuydu, hatta insanıydıderken çevresindeki çok sayıda kaplıca ile birazdaha benziyor Erzurum’a. Aslında insanlar şe-hirlerinde ılıca, kaplıca, her neyse, olduğuna niyesevinirler bilmem ki! Bir yerde bunlar varsa oradafay kırıkları var demek değil midir bu. Fay hatlarıda depremin izlediği yol değil midir? Demek kio kadar da ince düşünmeye gerek yokmuş! Tebrizismi ile ilgili bir sürü söylenti var. Hangisinindoğru olduğunu, nereden gelip nereye gittiğiniTebrizliler bile pek bilmiyor. Farsça bir kelimeolan <strong>ve</strong> “ateş” anlamına gelen “teb” kelimesi ileyine “akmak, akıtmak, dökmek” anlamlarına gelen“riz” sözcüklerinin yan yana gelişi ile Tebrizadı oluşmuş. Hâlâ ne alâkası var diyorsanız, bubiraz önce anlattığım “kaplıca” hikâyesini de iyidinlemediğiniz anlamına gelebilir!Aher, Bostanabad, Benab, Serab, Şebuster,Keliber, Meraga, Merend, Miyane, Heris <strong>ve</strong>Heştrud, bölgenin en önemli şehirleri arasındasayılabilir. Eyaletin merkezi olan Tebriz, asırlardırOrta Asya’dan gelip Ön Asya’ya, güneyden gelipkuzeye giden yolların kavşağında kurulmuş birtarih, ticaret <strong>ve</strong> kültür şehri.Birkaç yıl önce gittiğim Azerbaycan’ın başkentiBakü ile ilgili izlenimlerimi yazarken; “EyBakü, ikiz kardeşin Tebriz’le buluşmamız ne za-66eylül-ekim-kasım2013


man olur bilemiyorum.” diyerek bitirmiştim sözlerimi.Şimdi burada önce onu hatırladım. Demekki nasip bugüne imiş. Tebriz için bazıları;‘Batı Azerbaycan’ın, bazıları “Şarkî” yani ‘DoğuAzerbaycan’ın başkenti diyor. Enteresandır bende “Güney Azerbaycan” olarak biliyordum bugünekadar! Henüz anlayabilmiş de değilim doğrusu.Ama gerçek olan bir şey var ki Tebriz katıksızbir Türk şehri. Azerî Türkçesinin en hasını konuşuyorTebrizliler.Tebriz’in Tahran’a uzaklığı yaklaşık 620,Türkiye’ye uzaklığı ise 320 km. Arkeolojik kazılar,bu şehrin 5000 yıllık bir geçmişinin bulunduğunusöylüyor. Tebriz’in Müslümanlartarafından fethi ise hicri 642 yılında gerçekleşmiş.Neredeyse bütün doğu dünyasının mamurşehirlerini yerle bir eden Moğol işgalinin yıkmadığıbirkaç şehirden biri olarak da bilinir Tebriz.Tebriz’i kimler korudu, bir zamanların önüne geçilemezbu belâsından Tebriz canını nasıl kurtardı,bilemiyoruz. Moğol işgalinden sonra Safevilerdevrinde Tebriz’in bir süre için İran’ın başkentiolduğunu da hatırlatalım. Burayı Safevilerin başkentiyapan da yabancı değil! Bizim Şah İsmail!Tabiri caizse çocuk denilecek yaşta Tebriz’dendünyayı sallamış bu çocuk şah. Ta Yavuz’la olanşu meşhur Çaldıran karşılaşmasına kadar!Biraz önce de söyledim. Tebriz tarih boyuncabüyük depremler yaşamış bir felâketler şehriaslında. Dolayısıyla zaman içinde birçok tarihîeser, şehirde yaşanan sarsıntılar sonucunda yıkılmış<strong>ve</strong> de kaybolup gitmiş öylece. Safevilerdöneminden sonra gelen Kaçarlar dönemindede yine başşehir olmuş Tebriz. Bu yüzden de sözkonusu yıllar içinde sık sık Osmanlı <strong>ve</strong> Rus ordularınınakınlarına maruz kalmış bir acılar şehridiyebiliriz Tebriz’e.Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama benTebriz’i diğer İran şehirlerine nispetle biraz “aykırı”buldum. Bunu, İran’ın diğer şehirlerini gezipdolaşıp yeniden Tebriz’e döndüğümde dahabariz olarak bir kez daha fark ettim. Açayım busözümü: Bir babanın birkaç oğlu olur da bunlardanbir tanesi öbür kardeşlerine hiç benzemezya. Hırçın olur, huysuz olur, lâf dinlemez, sözanlamaz yani kısacası sürüp giden aile düzenine“uyumsuz” <strong>ve</strong>ya “aykırı” bir “tip” olur ya, işteTebriz de bana öyle geldi biraz. Daha doğrusuben bunu hissettim. Tebriz, öyle kolay kolay kendiniele <strong>ve</strong>recek, kendini teslim edecek cinsten birşehir değil anlayacağınız. Alttan alta “isyankâr”bir ruhu var. Onun için olsa gerek ki İran’daTebriz’e “ilklerin şehri” adını <strong>ve</strong>rmişler. Bir keresahip olduğu coğrafi konumu dolayısıyla, asırlardırİran’ın Batı’ya açılan kapısı olmuş Tebriz.Bu yüzden de birçok modern yapı bu şehirdeinşa edilmiş, Batılı anlamda birçok etkinlik deyine önce Tebriz’de görülmüş. Çoğu Tebrizli, buyüzden İran’ın modernleşmesinin öncüsü olarakgörür şehirlerini. Tebriz neden “ilkler şehri”dirbir bakalım:İran’da ilk matbaa 1811 yılında Tebriz’de kurulmuş.İran’ın modern anlamda eğitim <strong>ve</strong>renilkokulu 1888 yılında Tebriz’de, kurucusu HasanRoşdiye adıyla açılmış. Şu anda Millî Kütüphaneolarak görev yapıyormuş. İran’ın ilk “İşitmeEngelliler Okulu”, Cabbar Bahçıvan tarafından1924 yılında Tebriz’de kurulmuş. Yine İran’ın ilk67eylül-ekim-kasım2013


Hoy şehrinde yapılan Şems-i Tebrizî anma töreninden“Özel Dâhi Çocuklar Okulu” 1926 yılında Almanlartarafından Tebriz’de eğitim-öğretime başlamış.İran’da ilk “Ana Okulu” 1923 yılında buşehirde, ilk belediye teşkilatı, şehir meclisi <strong>ve</strong> belediyesarayı da yine Tebriz’de kurulmuş. İran’ınyine modern anlamda ilk polis teşkilatı Tebriz’dekurulurken, İran’ın ilk “Ticaret odası”, ilk “MadeniPara Darphanesi”, ilk “Genel Kütüphane”si,ilk “Sinema Salonu (1900 yılında)” da Tebriz’dekurulmuş, ayrıca 1921 yılında Tahran’ın da ilksinema salonunu bir Tebrizli açmış.İran’ın ilk “tiyatro”su <strong>ve</strong> “tiyatro grubu” dayine Tebriz’de sahne almış. İran’ın ilk modernfabrikası Tebriz’de açılırken, 1900'lü yıllardaki telefonsistemine kavuşan ilk İran şehri yine Tebrizolmuş. İran’da ilk “Öğrenci Yurdu” Tebriz’de açılmış<strong>ve</strong> de İran’ın ilk “Kadın Derneği” Tebriz’dekurulmuş. Sakın başka var mı demeyin, insafderim. Hangimizin yaşadığı şehir, bulunduğu ülkeninbu kadar “ilk”ine sahip… İşte Tebriz bunuiçin “farklı” bir şehir olma hakkını elde etmiyormu sizce de.Tebriz’in son yüz yıllık siyasi tarihi de İran’ıngeleceği açısından önemli “çıkış”lara sahne olmuş.Büyük Tebriz Terminali yakınlarındaki“Meşrutiyet Parkı”na yolunuz düşerse <strong>ve</strong>ya yolunuzuTebriz’in bu şehre en hâkim tepesine özellikledüşürürseniz, işte o tepede şahlanmış atınınüzerinde Tebrizli bir kahramanın heykelini göreceksiniz.Anıtın üzerinde şu yazılar var: “Serdâr-ıMillî Settar Han”… Tebriz, 1906 yılındaki anayasalhareketlenmede siyasî hareketin merkezidurumunda olurken, 1950’li yıllarda İran petrollerininmillîleştirilmesi sırasında <strong>ve</strong> son olarak1978 yılından itibaren yaşanan İslam Devrimisürecinde de hep önemli hep ön planda bir şehirolmuş.Yıllardır üni<strong>ve</strong>rsitede Osmanlı Edebiyatıdersleri okutuyorum. Sayısız İranlı şair tanıdım.Şirazlı Hâfız’ı <strong>ve</strong> Sa’dî’yi, Nişaburlu ÖmerHayyam’ı, Feridüddin Attar’ı tanıdım. Meselâbir Şems-i Tebrizî’yi tanıdım. Mevlânâ’nın aşkderecesinde bağlandığı yüce şahsiyet. Bundanbüyük mutluluk olabilir mi? İşte şimdi onunyurdunda, asırlar önce onun dolaştığı Tebriz çarşılarındayım.Ondan biraz sonra bahsedeceğimtabii. Hemen şuracıkta, meşhur Hoy şehrindedoğmuş Şems.Şems... Şems... Tebrizli Şems…“Beden bakımından ondan uzağız amma;cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;İster O’nu gör, ister beni...Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”Mevlânâ Celâleddin RûmîHicretin 642. senesinde bir cumartesi günü.Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin yüzündeki nurbakanların gözlerini kamaştırmakta. Etrafını sarantalebeleri arasında atının üzerinde olduğuhâlde ilerlemektedir. Birdenbire önüne kalenderikıyafetinde bir derviş çıkar. İleri atılarakMevlânâ’nın atını durdurur. Dervişin gözlerialev alev parlamaktadır. Şunu sorar: “Ey madde<strong>ve</strong> mânâ altınlarının sarrafı! Muhammed Mustafamı büyüktür, Bayezid-i Bistâmî mi?” Mevlânâbu soruyla irkilir <strong>ve</strong> “Bu nasıl sualdir, elbetteMuhammed Mustafa, bütün enbiya <strong>ve</strong> evliyanınser<strong>ve</strong>ridir.” der. Derviş; “E<strong>ve</strong>t ama Hz. Muhammed;“Yâ Rabbi, seni tenzih ederim, biz seni lâyıkıile bilemedik.” buyurdu. Bayezid ise; “Kendiminoksan sıfatlardan tenzih ederim, cübbemin içindeHak’tan gayrı varlık yok.” dedi. Mevlânâ şöylecevap <strong>ve</strong>rdi: “Bayezid bir Hak tecellisine mazharolunca kabının darlığından taştı. Hz. Muhammedhangi mertebeye varsa ev<strong>ve</strong>lki makamlardanistiğfar ediyor, “Ey bizim düşünce <strong>ve</strong> idrakimizdenmukaddes olan Allah, biz seni layık ile bilemedik.”diyordu.Yabancı derviş bir çığlık attı, Mevlânâ atındanaşağıya indi. Ortalığı bir telaş <strong>ve</strong> uğultukapladı. Birbirlerine bir anda büyük bir cezbeylebağlanan bu iki zat beraberce Gevhertaş Mahalle-68eylül-ekim-kasım2013


si’ndeki medreseye geldiler. Bir hücreye girdiler.Bir rivayete göre kırk gün, bir rivayete göre de üçay boyunca kimseyi içeri almadılar.İşte o derviş, Tebrizli Şems’ten başkası değildi.Mevlânâ bir zaman önce Şems’i Şam çarşısındagörmüş ama yüzü kapalı olduğu için bir görüpbir kaybetmişti. Mevlânâ ile Şems’in Konya’dabuluştukları yere; “iki denizin kavuştuğu yer” anlamında“Merace’l-Bahreyn” derler.Bugün Konya’da, eski adıyla Güllük mevkiindeŞems Parkı olarak bilinen alanın içinde eskibir cami <strong>ve</strong> türbe vardır. Yılın her günü ziyaretçilerledolup taşan Mevlânâ Türbesi’ne yaklaşık ondakikalık mesafedeki bu mekânı bilen <strong>ve</strong> ziyaretedenlerin sayısı ise parmakla gösterilecek kadarazdır. Sözünü ettiğimiz türbe, Mevlânâ’yı hakikatinsırlarına ulaştıran bir zatın adını taşır. Tahminettiğiniz gibi Şems-i Tebrizî’dir bu...Ariflerden olduğu bilinen Melikdad oğlu Aliadlı birinin oğlu olan Muhammed Şemseddin,1164 senesinde, biraz önce de söyledim, Tebrizyakınlarındaki Hoy’da dünyaya gelmiş.Henüz çocukluk <strong>ve</strong> ilk gençlik yıllarında bileakranlarından çok farklı olduğunu göstermiş,anne babasını, yakınlarını, hocalarını hayretedüşüren davranışlar ortaya koymuştu. Zamanınölçülerini aşan bu zat, çocukluk dönemine ait birhatırasını şöyle anlatır: “Henüz ergenlik çağınagirmemiştim. Aşk deryasına daldım mı otuz kırkgün hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim.Günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir günbabam bana çıkıştı: “Oğlum”, dedi “Ben seninbu halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonunereye varacak?” Ben de ona şu cevabı <strong>ve</strong>rdim:“Baba, seninle benim babalık <strong>ve</strong> evlatlık ilişkimizneye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavukyumurtalarıyla bir de kaz yumurtası koyarlar.Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman, bunlarhep birlikte analarının ardına düşerler, bir gölkenarına gelirler. Kaz yumurtasından çıkan civcivhemen kendisini suya atar, bunu gören anatavuk, eyvah yavrum boğulacak, der. Çırpınmayabaşlar. Hâlbuki kaz yavrusu, neşe içinde sudayüzmektedir. İşte, seninle benim aramdaki farkda böyledir.”Asla sıradan bir derviş değildi Şems. TıpkıMevlânâ gibi zahir <strong>ve</strong> bâtın ilimlerinde yüksekderecelere ermiş, üstün vasıflarla bezenmiş, günolmuş müderrislik yapmış, gün gelmiş Mevlânâgibi seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirip ona manaâleminin pencerelerini açmış. Tebriz’de kendisinemanevi kemalinden dolayı “Kâmil-i Tebrizî”,durmadan gezdiği, yolları tayy ettiği için de,“Uçan Şemseddin” anlamına gelen “Şemseddin-iPerende” derlermiş.Şems, tasavvuf yolundaki arayışları sırasındabir rüya görür. Rüyasında kendisine bir <strong>ve</strong>lininarkadaş edileceği bildirilir. Aynı rüya üst üste ikigece tekrarlanır <strong>ve</strong> o <strong>ve</strong>linin Rum ülkesinde, yaniAnadolu’da olduğu söylenir. Yüreğini bir ateş sarmıştır.Bir an ev<strong>ve</strong>l O’nu aramak üzere yollaradüşmek ister, fakat daha zamanının gelmediği,“işlerin vakitlere bağlı olduğu bildirilir.” Şemsilahi tecellilerle mest olduğu, tam manasıyla istiğrakadaldığı, müşahedenin güzelliğine beşerkuv<strong>ve</strong>tiyle tahammül gösteremediği zamanlarda“gizli <strong>ve</strong>lilerinden birini bana göster” diyerekniyaz eder <strong>ve</strong> sabırsızlanır, üzerindeki o yoğunhâlleri dağıtmak için başka işlerle oyalanır, hattaparasız pulsuz inşaat işlerinde bile çalışırmış. Nihayetbir gün; “Mademki ısrar <strong>ve</strong> arzu ediyorsun,o hâlde şükrana olarak ne <strong>ve</strong>receksin?” diye birilham gelir. O da; “Başımı!” cevabını <strong>ve</strong>rir. Bucevaba karşılık olarak; “Bütün kâinatta MevlânâyıRûmî Hazretlerinden başka, senin şerefliarkadaşın yoktur.” haberi gelir.Artık yolculuk zamanı gelip çatmıştır. Rumülkesine gitmek, o sevgili ile görüşmek <strong>ve</strong> yolundabaşını feda etmek üzere yola çıkar. Uzunbir yolculuğun ardından Şems, hicri 642, miladi1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Zamanıntüccarları gibi kaldığı han odasının anahtarınıboynuna asıp çarşıda dolaşmaya başlar. Aşk <strong>ve</strong>ilmin tüccarı olduğunu ima edercesine!Şems’in Mevlânâ ile olan karşılaşmalarınıyazımızın girişinde aktarmıştık. İşte o medresehücresinde iki âşık, hiç dışarı çıkmadan,yanlarına kimsenin girmesine izin <strong>ve</strong>rilmedenaylarca sürecek sohbetlere dalacaktır. Mevlânâ,bunca zaman kitapların arasında aradığı <strong>ve</strong>aslında Şeyhi Seyyid Burhaneddin’in yıllarcaönceden müjdelediği sevgilisine, gönül dostunakavuşmuş, o andan itibaren de bütün hayatı değişmiştir.Geçen zaman içinde Mevlânâ <strong>ve</strong> ŞemsiTebrizî’ye gönül <strong>ve</strong>renler onların sohbetlerinden69eylül-ekim-kasım2013


almaları gerekeni fazlasıyla alırken, busofradan mahrum kalanlar, aradıklarını Şems’tebulamadıklarını öne sürüp kıskançlık içindefitne tohumları ekmeye başlarlar. Esasen Şemsbunların farkındadır. Derin üzüntülerin içinedüşmekten başka yapacak bir şeyi yoktur neyazık ki. Derken bir gece aniden Konya’yı terkederek kayıplara karışır. On altı ay boyuncaŞems’den hiçbir haber alınamaz. Bu ayrılık süresinceMevlânâ, tekrar eski hâline gelmek, halka<strong>ve</strong> derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle görüşmez,konuşmaz, medresesini büsbütün bırakır,büyük bir hüzün içinde yalnızlığa çekilir <strong>ve</strong>nihayet hasta düşer. Ama bir gün Şam’dan gelenmektupla yeniden can bulur sanki. Şems ikincikez Konya’ya gelmiştir. Birkaç ay süren sohbetler,görüşmeler neticesinde yine fitneler, yinedüşmanlıklar baş gösterir. Bunun üzerine Şems,tekrar kayıplara karışır...Mevlânâ için yine ayrılık başlamıştır, coşkunbir aşk <strong>ve</strong> cezbe hâlinde aylarca gözyaşı döker, gazellersöyler, her gelenden onu sorar, yalan habergetirenlere bile üstünde ne varsa <strong>ve</strong>rir, doğru haberi<strong>ve</strong>rene canını teslim edeceğini söyleyerek...Bu arada fesat <strong>ve</strong> dedikodu çıkaranların çoğu, buyolla Mevlânâ’yı kendilerine döndüremeyeceklerinianlamışlardır. Bazıları da Şems’in kıymetinianlayarak pişmanlık içinde özür dilerler. Birkaçay sonra Şems-i Tebrizî’nin Şam’da olduğu haberigelince Mevlânâ, hâlini anlatan mektuplar gönderir,yalvarır, dualar eder. Nihayet üçüncü mektubaaylar süren bekleyişten sonra karşılık gelir.Şems de aynı coşkunlukla ona cevap gönderir.Bunun üzerine Mevlânâ, oğlu Sultan Veled’iŞam’a gönderip Şems’in yeniden Konya’ya dönmesinisağlayacaktır. Şems <strong>ve</strong> Sultan Veled, uzunbir yolculuktan sonra, Konya’ya yakın ZincirliHanı’na geldiklerinde babasına müjdelemek içinşehre bir derviş gönderir. Mevlânâ bu müjdeyiduyunca üstünde ne varsa çıkarıp dervişe <strong>ve</strong>rir.Konya halkına haber salıp emirlerden, bilginlerden,her kim gelirse, onu karşılamak isteyenlerintoplanmasını ister. Kendisi de ata binerek bütünKonya ileri gelenleri <strong>ve</strong> ahalisiyle birlikte Şems’işehre getirir.Bu defa da altı ay boyunca medresedeki birhücrede baş başa kalırlar. Selahaddin Zerkub<strong>ve</strong> Sultan Veled’den başkası yanlarına giremez.Mevlânâ’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte dahada artmıştır. Öylesine kaynaşmışlardır ki, artıkayrılık mümkün görünmez. Şems, himmet <strong>ve</strong>te<strong>ve</strong>ccühleriyle Mevlânâ’yı daha da olgunlaştırmışaşk ateşiyle pişirip Hakk’a vuslatı sağlamıştır.Önceleri Şems’e muhalefet edenler de gelipbirer birer özür dilerler. Onun rahat edebilmesi<strong>ve</strong> hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarakyetiştirilmiş Kimya adındaki genç <strong>ve</strong> güzel bir kızŞems’e nikâh edilir. Ancak bu sefer de müritlerarasında kıskançlık baş gösterir. Mevlânâ’nın diğeroğlu Alaeddin Çelebi bile edebi aşan birkaçdavranışıyla kıskançlığını dile getirir. Bu aradaŞems’i sevmeyenler de her fırsatta muhalefete,hakaret, iftira <strong>ve</strong> düşmanlık dolu hareketlere yönelirler.Şems <strong>ve</strong> Mevlânâ, sohbet <strong>ve</strong> irşadın sonmerhalelerini, en güzel dönemlerini yaşarken onlarda dışarıda kaynamaya, taşkınlık etmeye başlarlar.Artık Mevlânâ, istenen mertebeye gelmişŞems’in irşat vazifesi tamamlanmış, daha öncekendisine bildirilen hüküm gereğince “başınıfeda etme” zamanı da gelmiştir. Bu arada Şems’inhanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp <strong>ve</strong>fat etmiştir.Bu haberin şehre yayılmasından sonraonu ne pahasına olursa olsun Konya’dan uzaklaştırmak<strong>ve</strong> Mevlânâ’yı ondan ayırmak isteyenlerbir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler.1247 yılının Aralık ayında, aralarındaMevlânâ’nın oğlu Alaeddin Çelebi’nin de olduğurivayet edilen bu yedi kişi medresenin avlusundapusuya yatarlar. Bir derviş kapıdan seslenerekŞems Hazretlerini dışarı çağırır. Şems derhal yerindenkalkıp çıkarken Mevlânâ’ya: “Görüyormusun, beni dönüşü olmayan bir da<strong>ve</strong>tle dışarıyaçağırıyorlar!” diyerek <strong>ve</strong>dalaşır <strong>ve</strong> çıkar. Sonra,bir “Allah!” feryadı yankılanır gecede... Kapıaçıldığında ise ortalıkta kimseler yoktur. Sadecebirkaç damla kan lekesi görülür yerde... Başka dabir iz bulunamaz. Bu son ayrılıktır. Şu mısralarkalır geriye Mevlânâ’dan.Kulağını <strong>ve</strong>r, dinle,bak asesbaşı ne diyor:bu mahallede bizden bir gönül eri kayboldu,diyor,derken ansızın biri yolda izini buldu, diyor.Belirtilerini görün işte, diyor.70eylül-ekim-kasım2013


Ne zamandır onu aradık, yandık yakıldık.Ne zamandır onu arayanlar her yanda dövündüler.Ne üst kodular, ne baş.Âşıkların kanı hiç eskimiyor, unutulmuyor.Âşıkların kanı nasılsa hep öyle kalıyor.Hep öyle taze, öyle sıcak.Bu eski bir kan davasıdır deme sakınAtma kulağının arkasına sen şu lafı :Kan bir kere eskidi mi kararır, kurur ama,aşıkların kanı durmayacak, gönüllerinden biteviyeakacak.Bu bucağa sığınan senin bakışındır.O büyük sağnağı sunan senin nergis gözlerin.Sarhoşa gelen de onlar, gönüller çalan da onlar,adamı canevinden vuran da onlarO’nun ardından aylarca süren bir bekleyişiniçine düşer Mevlânâ. Diyar diyar gezip TebrizliŞems’i aramaya başlar. Ama O’nu maddi anlamdaolmasa da manevi olarak kendisinde bulduğunu;“Beden bakımından ondan uzağız amma;cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz; İster O’nu gör,ister beni... Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”mısralarıyla dile getirecektir. Bu Leyla ile Mecnunaşkının hazin sonuna benzer!...Doğu şiirinin büyük ustalarından kemâlhocendî tebriz’de yatıyor.Tebriz benim canım gibidir.Onun zikri her zaman benim dilimdedir.Cerendab <strong>ve</strong> Kecil’in suyunu içmedikçekanlı gözyaşları (Surhâb) benim gözümden akacaktır.Rubai / Kemal HocendîHucend ya da Hocend nere, Tebriz nere demeyinefendim, hayat yolculuğunda hangi istasyondane kadar kalacağını kim bilebilir ki! NecipFazıl da “Büyük Randevu” adlı şiirinde öyledemiyor muydu; “Büyük randevu bilsem nerede,saat kaçta / Tabutumun tahtası bilsem hangiağaçta”. İşte Kemal Hocendî için de bu böyleolmuş. Hocend, Ma<strong>ve</strong>raünnehir bölgesinde,bugün Kırgızistan sınırları içinde kalmış bir kasaba.Babür Şah’ın hatıraları arasında yer <strong>ve</strong>rdiğiHocend’e dair şu malumatı hayli dikkat çekici.Diyor ki Babür, “Hatırat”ında, “Andican’dan garbadoğru yirmi beş yıgaç mesafede bir kasabadır.Hocend ile Semerkand’in arası da yirmi beş yıgaçtır.Eski şehirlerdendir. Şeyh Muslihiddin <strong>ve</strong>Hoca Kemal Hocendlidirler. Meyvası fevkaladegüzel olur. Narı meşhurdur.” Babür, uzunca anlatırHocend’i ama biz kısa keselim. İşte Hocendîburada doğmuş. Tam adı Kemaleddin MesudHocendî. Rivayetlere bakılırsa genç yaşta Hacyolculuğuna çıkmış, bu kutlu görevini yerinegetirip vatanına dönerken yolu Tebriz’e düşmüş.Böylece yolun son durağı olmuş Tebriz onuniçin. Vefatı 1401 yılındadır. Sufi şairler arasındaolduğu biliniyor, hatta şeyh olduğu söyleniyor,ama hangi tarikatın bağlısı ya da halifesiydi, orasımeçhul.Bugün yatmakta olduğu Tebriz’in FerahbahşMahallesi’ndeki kabrini ziyarete gittiğimizdeçevrede hummalı bir restorasyon çalışmasınaşahit olduk. Gelecekte kazanacağı görünümünçok çok iyi olacağı muhakkak, ama şu hâliyle KemalHocendî <strong>ve</strong> çevresinin hâl-i pür melâli bizibiraz rahatsız etmedi değil yani. İran’da bu türmekânların âdeta bir gülistana dönüştürülmüşolmasına alıştığımız için bu dağınıklık bizi tedirginetmiş olmalı. İyi olur inşallah.Burada Kemal Hocendi’nin hemen yanı başındayatmakta olan bir büyük şahsiyet dahavar. Bir nakkaş. Doğunun o çağlarda yetiştirdiğien büyük minyatür sanatkârlarından birisi bu.Hocendî’nin adaşı, Kemaleddin Bihzad Heratî.E<strong>ve</strong>t, Kemal Hocendî’den yaklaşık bir asır sonrayaşamış olan meşhur Bihzad. Osmanlı şairlerininşiirlerine kadar ulaşmış olan Bihzad. Ya da bizdekiimlasıyla Behzat. İşte size bir örnek, hem deBahayi Muhammed Efendi’den.“Güzel tasvir edersin hal ü hatt-ı dilberi ammaFüsun u fitneye geldikde ey Bihzad neylersin ?”E<strong>ve</strong>t, şimdi biri Heratlı, biri Hucendli bu ikibüyük zat, iki Kemaleddin bu dergâhın haziresindeyan yana yatmaktalar. Mevlam kabirlerininurlandırsın ikisinin de.Babür Şah’ın hatıraları arasında yer <strong>ve</strong>rdiğiHocendî’den Orta Asya şuara tezkiresi yazarlarındanDevletşah da uzun uzadıya bahseder. Ve71eylül-ekim-kasım2013


der ki Babür: “Herkesin mercii, zamanın büyükadamlarının en ileri geleni, makbulü bir adamdır.Şiir söylediğinden ismi şairler arasında zikrolunur.Yoksa <strong>ve</strong>lilerden <strong>ve</strong> mürşitlerdendir. Şairlikonun en aşağı mertebesidir. Yahut şairlik mertebesionunla yükselir. Şeyhin doğduğu <strong>ve</strong> yetiştiğiyer Hocend’dir.Kendisi o diyarın büyüklerindendir. Su<strong>ve</strong>r-iEkâlim adlı eserde Hocend’e “dünyanın gelini”demişlerdir. Gönül açıcı bir vilayettir. Bu memleketteyetişen mey<strong>ve</strong>leri hediye olarak başka memleketleregötürürler. Şeyh, hacca gitmek üzereHocend’den çıkmış, Beytullah’ı ziyaretten sonraAzerbaycan’a gelmiş, havası, suyu hoşuna gittiğindenburada kalmıştır. Celayir Sultanları zamanındaşeyhin büyük bir şöhreti vardı. Bu memleketinbüyüklerinin pek çoğu kendisine müritolmuşlardı. Meclisi fazılların mercii idi. ToktamışHan Tebriz’i fethettikten sonra şeyhi, Han’ınzevcesinin emriyle Deşt-i Kıpçak’ta Saray şehrinegötürdüler. Şeyh dört yıl kadar burada kaldı.Sonra çıkıp Tebriz’e gitti. Sultan Hüseyin binSultan Ü<strong>ve</strong>ys-i Celâyir, Şeyh için çok güzel biryurt temin etti <strong>ve</strong> onun için vakıflar yaptı. Şeyh,Hâce Hâfız hakkında büyük bir hürmet beslerdi<strong>ve</strong> yüzünü görmediği halde Hâce Hâfız’ın daŞeyh’e karşı samimi bir muhabbet <strong>ve</strong> itikadı vardı.Gazellerini okumaktan haz duyardı.Hikâye ederler ki Miranşah bin EmirTimur’un devleti zamanında tekkesini işletmesi<strong>ve</strong> dervişlere ziyafet çekmesi yüzünden borçlanmıştı.Bir gün Miranşah, Şeyh’i görmeye gitti.Oturdukları vakit padişahın köleleri şeyhin bahçesindekoşup oynamaya <strong>ve</strong> erik, şeftali ağaçlarınıyağma etmeye başladılar. Şeyh gülerek çocuklara;“Ey Moğollar, bahçede yağmacılık yapmayın, biçareKemal borç içindedir. Bu bağın mey<strong>ve</strong>lerininkıymetini borçlarına karşılık göstermiştir.Sakın bostanı yağma etmeyin, sonra biçare Kemalborçlularının elinden canını kurtaramaz.”dedi. Miranşah bunu işitince, “Şeyhin borcu muvar?” diye sordu. Şeyh de “E<strong>ve</strong>t, on bin dinar…”cevabını <strong>ve</strong>rdi. Miranşah hemen emretti, on bindinar getirip Şeyh’e <strong>ve</strong>rdiler. Şeyh de bununlaborçlarını ödedi. Şeyh’in sultan <strong>ve</strong> hâkimlerinyanında çok itibarı vardı. Onun latifeleri pekçok <strong>ve</strong> meşhurdur. Şeyh yedi yüz doksan ikideTebriz’de ölmüştür. Mezarı büyük <strong>ve</strong> küçüğünziyaretgâhıdır.” E<strong>ve</strong>t, Devletşah da bunları söylüyorTebriz’in bu Hocendli misafiri için.Klasik İran şiirinin zir<strong>ve</strong> şahsiyetlerinden birisiKemal Hocendî. Ve her şeyden önce bir gazelşairi. İran şiirinin unutulmazlarından olan Sa’di-iŞirazî <strong>ve</strong> Hümam Tebrizî’nin izinde olduğu söylenir.Ünlü şair Hâfız-ı Şirazî’nin de çağdaşıdır.Anadolu şairlerinin de model isimlerindendirayrıca. Divan’ı yaklaşık sekiz bin beyit civarında.Nasip olur da bir daha gelebilirsek eğer, onubu kez gül bahçeleri içinde bulabilmek hayaliyle<strong>ve</strong>dalaşıyoruz Hocendî ile. Hoşça kalın Tebriz’inaziz misafirleri. E<strong>ve</strong>t, Tebriz’in eteklerine kurulduğuEynal <strong>ve</strong> Zeynal dağların zir<strong>ve</strong>sinde, İlhanlımimari üslubuyla yapılmış iki türbede rivayetegöre Hz. Ali’nin iki oğlu yatarmış. Uzaktan selam<strong>ve</strong> dualarımızı göndermekle yetiniyoruz. Doğrusunusöylemek gerekirse o zir<strong>ve</strong>ye bu sıcakta <strong>ve</strong>hele de bu zaman kıtlığında çıkmayı gözümüzekestiremiyoruz. İnşallah bir başka zamana.Şehriyâr, makbere-i şu’arâ’da yatıyorHeydar Baba ildırımlar çakandaSeller sular şakkıldayıp akandaKızlar ona saf bağlayıp bakandaSelam olsun şevketüze ilüzeMenim de bir adım gelsün dilüzeŞehriyârTebriz bir şairler şehri. Tebriz şiirin ana vatanı.Dünyada Tebriz’den başka yetiştirdiği şairler içinözel bir “Şairler Mezarlığı”na sahip başka bir şehirvar mıdır acaba? Tebriz´i çevreleyen tepelerin enyükseğinde, şehrin her yanından görülebilen biranıt dikkati çekiyor. Tebriz’in yetiştirdiği şairleradına yapılmış bu anıt. Tepeye de “Şuara Tepesi»denilmiş. Makbere-i Şu’arâ. Hemen hepsininkabri de orada. Kimler yok ki. Hümam Tebrizî,Hakanî-i Şirvanî, Zülfikar Şirvanî, MücidüddinBilikânî, Katran-ı Tebrizî, Magribî Tebrizî, AhmedEsedî Tûsî, Şapur-ı Nişaburî, ŞemseddinŞecasî, Mevlânâ Lisanî Şirazî, Mevlânâ Şekibî-iTebrizî, Mevlânâ Mânî Şirazî <strong>ve</strong> ZahireddinFaryabî. Buraya en son defnedilen şair ise AzeriTürkçesinin büyük ustası «Şehriyâr» olmuş. Denilirki, Şehname’nin büyük şairi Firdevsî Farsçanın;Türkçenin büyük şairi Şehriyâr ise Azeri72eylül-ekim-kasım2013


dilinin gelişip zenginleşmesinin <strong>ve</strong>o zenginlikle yaşıyor olmasınıngü<strong>ve</strong>ncesi olmuşlar butopraklarda.Şehriyâr’ı tanır mısınız,mutlaka tanırsınız da nasılbilirsiniz Şehriyâr’ı, ne kadartanırsınız? Şairin tam künyesişöyle; Seyyid EbulkâsımMuhammed Hüseyin BehzatTebrizî.“Şehriyâr bir Tebriz evladıdır.O; «Gül açdıgcasolan dünyaya; “Beli oğul!Bizler hamı hemderdik/ Güller ekdik amma tikanlarderdik” mısralarınıyazdıran hayata, şahlık rejimine;“Çengizlerin, fir'onların gesrine, söylemeğer az gonupsan, uçupsan / Göre görezalımlığın âhırın, sen de onlar geden yolu tutupsan.»sözlerini söyleten hayata, yirmi iki yıl aynıelbiseyi giydiren, siyasî usulsüzlükler toprağındakendisini bîkes bırakan, hiç tükenmeyenumudunun yeniden filizlendiği demlerde ise«Gül ekmede goca bağban! Bükülse bel ne gemin?/ Dalınca rehmet ohurlar bu gülleri ekene.” sesiniyükselten hayata, Tebriz’de gözlerini açmıştır...E<strong>ve</strong>t, İran’daki meşrutiyet hareketi devrinerastlayan çocukluk yılları, belki ülkedeki kargaşaatmosferinden ziyan görmemek için Tebriz’inmeşhur <strong>ve</strong>killerinden olan babası Hacı Mir AğaHoşgenabi’nin arzusuyla ata toprağı HoşgenabKöyü’nde <strong>ve</strong> Haydarbaba manzarasında geçmişsede orta öğrenimi yine Tebriz'de devametmiştir. Tahran'da Tıp Fakültesinde okurken<strong>ve</strong> bitirmesine çok kısa bir zaman kalmışkenyaşadığı talihsiz bir gönül hikâyesi, «küçük sineklerintakılıp kaldığı, büyük sineklerin delipgeçtiği» hukuk sisteminin kördüğümcülerindenbir büyüğün -ki, polis teşkilatının yüksek memurlarındanbir Pehlevî olan bu zat, daha sonrabu gönül hikâyesinin kahramanı Süreyya ile evlenmiştir-Şehriyâr'ı Nişabur'a sürgün etmesiyleson bulmuş, Şehriyâr'ın gönlünde ise Tahran acıhatıraların mekanı olmuştur.Babasını kaybetmesi Şehriyâr'ın hayatınındönüm noktalarından biri olur. Buhran <strong>ve</strong> bunalımdolu günlerin başlangıcı anlamınagelir bu hâdise. Neredeyse bütün sevdiklerinden<strong>ve</strong> dostlarından uzaklaşır.Tasavvufa meyleder. Üstüne üstlükbu acılı yıllarda annesi KövkebHanım’ı da toprağa <strong>ve</strong>rir. 1953 yılıortalarında vatanı Tebriz’e döner.Şehriyâr Tebriz'e yerleştikten sonraakrabalarından, ilkokul öğretmeni<strong>ve</strong> kendisinden 35 yaş küçükAzize adlı bir hanımla evlenir.Şairin bu evliliğindendört çocuğu olmuştur.Artık iyice Tebriz’eyerleşen <strong>ve</strong> sonralarıTahran’a gitme konusundabir türlü ikna edilemeyenŞehriyâr, ancak 1970 yılındaçok değer <strong>ve</strong>rdiği dostu RüstemAliyev'in Bakü'den Tahran'a gelip;«Şehriyâr'ı görüp öleyim” temennisiniilettiklerinde Tahran'a gitmeyi kabul edecektir.Tahran misafirliği Şehriyâr'ın hayatında yeni biracının adıdır: Eşi Azize Hanım burada <strong>ve</strong>fat etmiş<strong>ve</strong> oraya defnedilmiştir.”Şehriyâr, ömrünün son yıllarında yaşlılığın<strong>ve</strong>rdiği zaafiyetle sık sık hastalanmış <strong>ve</strong> 18 Eylül1988’de <strong>ve</strong>fat ettiğinde, Tebriz’in ünlü şairlermezarlığında, Makberetü'ş-Şuara'da toprağa <strong>ve</strong>rilmiştir.“Heyder baba, yolum senden kec oldu,Ömrüm keçdi, gelemmedim, gec oldu,Heç bilmedim, gözellerin nec'oldu,Bilmez idim döngeler var, dönüm var,İtginlik var, ayrılıg var, ölüm var...»Öldüğü gün Şehriyâr'ın hatırasına hürmetenTebriz'de hiçbir dükkân açılmaz. Bütün Tebrizhalkı matem alâmeti olarak karalar giyer. İranedebiyatındaki yeri dolayısıyla devlet tarafındanbirinci dereceli “Maarif Nişanı” ile taltif edilir,Tebriz Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat Fakültesinin enbüyük amfisine <strong>ve</strong> Tebriz’deki okullardan birineonun adı <strong>ve</strong>rilir. Ayrıca daha sağlığında 16 Martgünü “Şehriyâr Günü” olarak kabul edilmiş, ölümündensonra da evi müze hâline getirilmiştir.Şairin ölüm günü, O'nun anısına, İran'da “Millî73eylül-ekim-kasım2013


Şiir Günü” olarak kutlanmaktadır.“Heyder Baba dünya yalan dünyadıSüleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadıOğul doğup derde salan dünyadıHer kimseye her ne <strong>ve</strong>rip alıpdıEflâtun’dan bir kuru ad kalıpdı”dizelerinin büyük şairi Şehriyâr, 1929 yılındaön sözünü dönemin ünlü şairlerinden Bahtiyar,Nafisî <strong>ve</strong> Muhammed Tagrî Bahar'ın yazdığı ilkşiir kitabını neşreder.Onu “Şehriyâr” olarak asıl şöhrete kavuşturanşiiri ise bildiğiniz gibi “Heyder Baba’yaSelâm” adını taşır. Bütün Türk dünyasınındilinden düşürmediği <strong>ve</strong> 76 dile çevrilenmeşhur bir manzumedir bu. Merak edenler içinyeri gelmişken söyleyelim ki “Heyder Baba”,Şehriyâr’ın köyünün üstünde kurulu olduğudağın ismidir.Şehriyâr, anadili Türkçeden başka mükemmelderecede Farsça <strong>ve</strong> Arapça, iyi derecede Fransızcabilirdi. Gençliğinden beri musiki ile yakından ilgilenmiştir.Çok güzel tar çalan Şehriyâr'a İran'ınmeşhur musikişinaslarından Ebulhasan Seba,Dervişan’dan kalma kıymetli bir tar hediye etmişti.Şehriyâr, İran'ın ünlü hanende <strong>ve</strong> sazendelerindenEbulhasan Han İkbal, Kamer, Kerimağa Safiile dost olmuş, Ebulhasan Seba dâhil birçoğunaölümleri <strong>ve</strong>silesiyle Farsça <strong>ve</strong> Türkçe mersiyeleryazmıştır. Şehriyâr'ın en büyük zevklerinden birisininde güzel hattıyla yazdığı Kur’an ayetlerinidostlarına hediye etmek olduğu söylenir.Tebriz’de, merhum Şehriyâr’ın bugün edebiyatmüzesi hâline getirilmiş evine de uğradık.Ömrünü geçirdiği evinin bütün odalarında ondanhatıralar var. Yazı takımlarından tutun dagündelik olarak bir evde kullanılacak ne varsa.Salonda camekânlar içinde geride kalan göz nurueserleri, basılmış kitapları. Gazetelerde <strong>ve</strong> dergilerdeyıllar boyu kendisiyle ilgili olarak yapılanhaberler, fotoğraflar, hakkında yazılan yazılar.Duvarları süsleyen kişisel eşyaları, hatıraları.Hâliyle tarihe mal olmuş bir büyük edebî şahsiyetinbir ömür haşır neşir olduğu eşyalarıyla,kitaplarıyla sıcağı sıcağına karşılaşmak, birlikteolmak beni fazlasıyla duygulandırıyor. Tebriz’egelenlerin görmeden geçemeyecekleri yerlerden74eylül-ekim-kasım2013


iri olmalı burası.E<strong>ve</strong>t, “Şehriyâr bir Tebriz evladıdır. Tebriz kadar«güngörmüş», Tebriz kadar sebatkâr, Tebrizkadar Müslümandır...” Acılar içinde bir ömürgeçiren bu aziz ruhun kabrinde rahat <strong>ve</strong> huzuriçinde olması için dualarımızı bırakıp ayrılıyoruzhatıralarından. Hoşça kal Türkçenin bu topraklardaöldükten sonra bile yükselen sesi. Hoş kalTebriz’in derviş yürekli şairi.O anda, bir başka Tebriz evlâdı, büyük şair,Hümam Tebrizî’nin Makbere-i Şu’arâ’daki kabribaşına nakşedilmiş şu mısraları geliyor diliminucuna:Hâne-i imrûz behiştest ki Rıdvân încâstVakt per<strong>ve</strong>rden-i cânest ki cânân încâstNîst mârâ ser-be-sitân u reyâhîn imrûzNergis mest ü gül ü serv-i hırâmân încâstçarşı -pazar tebriz“İnsan bir yere varmak için değil,seyahat etmek için seyahat eder.”GoetheErzurum’a yolu düşenler bilirler, şehrin enönemli yerlerinden biridir Tebriz Kapı. Şimdilerdesadece adı kalmış bu kapının karşılığınıaradım Tebriz’de. Erzurum Kapı yok ama başkakapıları var Tebriz’in. İstanbul Kapı, Gecil Kapı,Bâgmîşe Kapısı… Surhâb Kapısı en tanınmışolanı. Bizim “Nargile” dediğimiz şeye Tebrizliler“Kalyan” diyor. Surhâb Kapı’da bir kalyan kah<strong>ve</strong>sinegiriyoruz. Kalyan çekemiyoruz ama büyükbardaklarla içtiğimiz çayın sayısını unutuyoruz.Bu kah<strong>ve</strong>lerde sigara içmek yasak. Çok sıkı biryasak olmasa da sigara içeni pek görmedik.Aslında dikkati çeken bir şey var burada: Sokaklardasigara içen hemen hemen yok gibi. Birzamanların Tebriz’ini daha yakından görmek <strong>ve</strong>hatta yaşamak isterseniz Makbere-i Şu’ara ziyaretindensonra yolunuzu buraya, kadim Tebriz’inkalbine düşürmelisiniz. Eski Tebriz’in eski insanlarınıda tanıma fırsatı bulmanız mümkün buralardakiköhne dükkânlarda. Kalyan çeken gençlerediyorum ki: “Gençler bize müsaade, geceolmadan görmemiz gereken çok şey var Tebriz’de.Onun için bize Tebriz’in gündüzleri lâzım. Birisihemen atılıyor, Ağa, bize de İstanbul’un gecelerilâzım!... Kah<strong>ve</strong>de bir kahkaha tufanı kopuyor. Buzekice <strong>ve</strong> de içinde muzırca manalar barındıranhazır cevap karşısında gülmeyip ne yaparsınız!?İmam Humeyni Caddesi, Tebriz’i doğudanbatıya iki parçaya bölen bir ana cadde. Bu caddeninbir ucunda Tahran’a giden ana yol, diğerucunda ise Tebriz’in meşhur demiryolu istasyonubulunuyor. 1960’lardan itibaren Tebriz, İran’ınbüyük endüstri merkezlerinden biri hâline gelmeyebaşlamış. Özellikle “Ak Devrim”le birlikteşehirde yeni imar faaliyetlerine girişilmiş, yeni <strong>ve</strong>geniş bulvarlar açılmış, yine yalnız İran’ın değilaynı zamanda Orta Doğu’nun en büyük <strong>ve</strong> endonanımlı istasyon binası Tebriz’de inşa edilmiş,böylece bir yandan yeni yapılan demir yollarıylaTürkiye üzerinden Avrupa’ya, diğer taraftan daOrta Doğu’nun diğer ülkelerine bağlantı sağlanmış.Son yıllarda giderek büyük binalar, gökdelenler,iş merkezleri yapılmış <strong>ve</strong> yapılmaya hızladevam ediliyor Tebriz’de.Hemen her binanın çatısında bir çanak antengöze çarpıyor. Hemen hemen her Tebrizli Türktelevizyonlarını seyrediyor. Bazılarının söylediğigibi Türkiye’den yapılan televizyon yayınlarınagetirilmiş bir yasaklamayı ben görmedim. Hattagençlerin bu yayınlara olan ilgisi tahminlerin ötesindedenilebilir. Türkiye’de olduğu gibi İran’dada bilhassa gençler arasında cep telefonu salgınıhad safhada.Tebriz şehri “nahiye” adı <strong>ve</strong>rilen altı yönetimbölgesine ayrılmış. Meselâ bunlardan 1.bölgeTebriz Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ne ayrılmış olup bütün fakülteleriylebir kampüs oluşturulmuş. Ayrıca askerigarnizon, sular idaresi, radyo <strong>ve</strong> televizyon tesisleride bu bölge içinde. Tebriz’in kuzey <strong>ve</strong> güney taraflarınıiçine alan 2, 3 <strong>ve</strong> 5. bölgeler, daha ziyadeorta <strong>ve</strong> düşük gelirli halkın oturduğu mahalleler.Uluslararası Tebriz hava alanını da içine alan4.bölge, şehrin batısında istasyon binasına doğruoldukça geniş bir alana yayılmış.. 6.bölge merkez.Valilikle beraber çok sayıda devlet dairesini, ticaretmerkezlerini <strong>ve</strong> bu arada büyük Tebriz kapalıçarşısını da içine alan bir bölge burası.Tebriz’e çok uzak olmayan meşhur Meraga<strong>ve</strong> Merend şehirleri, Tebriz’in sebze <strong>ve</strong> mey<strong>ve</strong>ihtiyacını karşılayan önemli merkezler arasında.Tebriz’in, eskiden beri el sanatlarında <strong>ve</strong> bilhassa75eylül-ekim-kasım2013


halıcılıkta büyük şöhret kazanmış bir şehir olduğunusöylemiştim. Halıcılığın yanı sıra kilim,seccade, iğne işleri gibi küçük sanat dalları da gelişmişburada. Tarih boyunca Tebriz’in bir kültür<strong>ve</strong> sanat şehri olduğunu söylemeye bilmem gerekvar mı?İran’a gidersek ne yer ne içeriz diye meraklanmayagerek yok. Yemekleriyle damak tadımızuyuşuyor aslında... En meşhur yemeklericilo <strong>ve</strong>ya celo kebap. Tebriz köftesini de ihmaletmeyin bence. Yanında mutlaka yağsız pirinçleyapılmış tepeleme bir tabak dolusu pirinç pilavıile beraber. Üzerinde safran <strong>ve</strong> tereyağı mutlakabulunmalı.Fakat hepsini bitirmeniz mümkün değil!...Ama illâ ki Abguş!... Canınız çorba isterse eğer“sub” demeniz gerekir garsonlara. Sub, şu İngilizcedeki“Soup”un İran’daki kardeşi. Çorba, etinsuyuna diyorlar. Tebriz’in kızıl alabalığı, balı <strong>ve</strong>kaymağı da meşhur. İran’da somun ekmek yok.Yemeklerde lavaş <strong>ve</strong>ya sengek -fırında çakıl taşlarıüzerinde pişirilmiş lavaşa benzer ekmek- <strong>ve</strong>riliyor.İran’da en güzel yemeklerin de Tebriz’de pişirildiğiniüzerine basa basa söylüyor Tebrizliler.Açıktan alkol satışı yok İran’da. Çayı da Erzurumlulargibi “kıtlama” içiyor Tebrizliler.Tabirimi hoş görün. Tebrizliler de bunuolumsuz manada anlamasınlar lütfen, Tebriz birtarih mezarlığı aslında.. Tarih müzesi mi demeklazım, bilmiyorum. Şehir merkezinde, bugün birtoprak yığınından ibaret “Rub’-ı Reşîdî Kalesi” <strong>ve</strong>yine Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ın yaptırdığı,ancak bugün ortada adından başka bir şey kalmayanHasan Padişah Mescidi’ni ise üstad EvliyaÇelebi anlata anlata bitiremiyor.Tebriz’deki tarihî yapıların en önemlilerindenbiri de Sultan Celâyir tarafından yaptırılmış olan20.000 odalı muhteşem saraymış, ne yazık ki bumuhteşem eserden de günümüze ancak “Devlethane”<strong>ve</strong>ya “Hane-i ikbal” diye bilinen bir kısmıulaşabilmiş. Ol saltanatın yeller eser şimdiyerinde!... Kimler gelip kimler geçmemiş -ya dageçememiş- ki bu kadim şehirden. Meselâ meşhurhükümdar Gazan Han, Tebriz’de, eski ismiyleŞam şimdiki adıyla Kara Malik Mahallesindeyatıyor Tebrizî. Ama ondan da bir eser kalmamışne yazık ki.Yine Tebriz’in o meşhur eski kapılarındanbirinde efsanevî kumandan Efrasyab’ın kesik başınınbulunduğu <strong>ve</strong> bu nedenle de bu kapının“Dervâze-i Sar” adını aldığı söyleniyor. Harzemşahlarınson hükümdarı, büyük kumandan CelaleddinHarzemşah da Tebriz’in fatihlerinden biri.Tebriz’in bir başka fatihi meşhur Safevî HükümdarıŞah İsmail. Annesi Alemşah Begüm’ü, haksızcinayetlerine karşı çıktığı için bu şehirde cellatlarınaboğdurmuş. Kabri Erdebil’de Şeyh Safîtürbesinde… Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmaspbu şehirde doğmuş. Yine meşhur AkkoyunluHükümdarı Uzun Hasan, Tebriz’de oğlu SultanYakup ile birlikte kendi yaptırdığı Nasrıyye Medresesihaziresinde metfun. Karakoyunlu Hükümdarı,aslen Mardinli olan <strong>ve</strong> “Hakîkî” mahlasıylaşiirler yazan meşhur Cihanşah’ın da Tebriz’demetfun olduğunu bilir miydiniz? Yavuz SultanSelim de Çaldıran zaferinden sonra Tebriz’e gelenlerarasında bildiğiniz gibi.Efendim, Tebriz’de daha daha nereleri gezipgörelim derseniz Antik Kırk Kız Köprüsü’ne, Üstad<strong>ve</strong> Şakird Mescidi’ne, Kızıl Kümbed’e, ŞeyhŞehabeddin Türbesi’ne, Gülşen-i Râz adlı eserinmeşhur yazarı, büyük sûfîlerden Şeyh MuhammedŞebüsterî’nin türbesine gidebilirsiniz. Eğerhâlâ; Tebriz’de gezecek başka yer kalmadı, amazamanımız da var diyorsanız, şehre yaklaşık 40-50 km. uzaklıkta, Sehend Dağı’nın eteklerindekurulmuş bulunan Kendovan kasabasına gidebilirsiniz.Burası tabiri caizse İran’ın Kapadokya’sı.Mağara evleri <strong>ve</strong> balıyla meşhur, dünya kültürmirası listesi içinde yer alan Kendovan’ı -vaktinizvarsa- mutlaka görün, derim.Tebriz’e yeniden dönmek üzere ayrılıyoruz.Niyetimiz akşam uçağıyla Şiraz’a uçmak ama düşündüğümüzolmuyor. Çünkü fiyatlarının ucuzoluşu nedeniyle burada çok önceden bilet almakgerektiğini çok geç öğreniyoruz. Türkiye’den deseferlerin bulunduğu uluslararası bir havaalanıvar Tebriz’in. Ülkenin bütün şehirlerine otobüsbulabilirsiniz buradan. Trenle başkent Tahran’ageçmek de mümkün. Otobüsler <strong>ve</strong> trenlerin deİran’da son derece temiz <strong>ve</strong> rahat olduğunu bilesiniz.Ve de Türkiye’ye nispetle çok çok ucuzolduğunu da belirtmiş olayım. İran’a gelir gelmezcep telefonlarınız için İran-Cell’den bir hazır karttelefon hattı alırsanız Türkiye ile haberleşme sıkıntınızda olmayacaktır.■76eylül-ekim-kasım2013


ZAMANI GELDİGönlümde yeşeren gonca güllere,El<strong>ve</strong>da demenin zamanı geldi.Elimden kuş gibi uçan yıllara,El<strong>ve</strong>da demenin zamanı geldi.Dikenli bir yoldu önümde hayat,Ruhum incinse de etmedim feryat.Bir kerecik olsun demeden “heyhat”,El<strong>ve</strong>da demenin zamanı geldi.Daim çiçek açtı dilimde şükür,Hırsımı hor gördüm, nefsimi hakir.Canımla can olan dostlara bir bir,El<strong>ve</strong>da demenin zamanı geldi.Yaş döktü gözlerim hep için için,Hoş gördüm âlemi Yaradan için.Kalbinizde dostlar bana yer açın,El<strong>ve</strong>da demenin zamanı geldi.Ey kara kışlarım, ey ilkbaharım,Ey sıcak gülüşüm, ey âh ü zârım,Ey canımın içi hatıralarım,El<strong>ve</strong>da demenin zamanı geldi.Acıları bal eyledim dilime,Kemlik göstermedim nazlı gülüme,Son biletim <strong>ve</strong>rilince elime,El<strong>ve</strong>da demenin zamanı geldi.YUSUF DURSUN77eylül-ekim-kasım2013


Mustafa Miyasoğlu'nun ardındanBEKİR OĞUZBAŞARANMiyasoğlu ailesiniTanzimat Devrininmeşhur hâce-i ev<strong>ve</strong>li(İlk öğretmeni), yazımakinesi AhmetMithat Efendiailesine benzetirim.Onlar da yazan,yayınlayan, dağıtan;ilme, irfana, İslâm<strong>ve</strong> medeniyete,insanlığa ömür boyuhizmet eden biraileymiş.Edebiyatımızın renkli şahsiyetlerindenbirini daha ebediyete uğurladık.Altı-yedi aydan beri asrın menhushastalığına yakalandığı anlaşılan MustafaMiyasoğlu, İstanbul Bağcılar’daki MetropolHastanesi’nde bir Ağustos Perşembe günü öğlevakti, saat 13.00 sularında emaneti sahibineteslim etti. Son demlerinde oğullarından biriyanında idi. Çok rahat bir ölüm olduğunusöylüyorlar. Allah gani gani rahmet eylesin.Mekânı, makamı cennet olsun.Merhum Miyasoğlu, bendenizin elli beşyıllık dostu, arkadaşı, gönüldaşı idi. Kayseriliydi.Aynı memleketin evladı idik… Doğumtarihini önceleri 1947 diye yazardı, daha sonra1946 diye yazmaya başlamıştı. Kendisine bununsebebini sormamıştım. Yaşıttık, taydaştık,akrandık. Vefat ettiğinde 67 yaşında bulunuyordu.Belki uzun değil ama dolu dolu birhayat yaşamıştı. Ardında otuzdan fazla eser,78eylül-ekim-kasım2013


hayrülhalef üç tane aslan gibi erkek evlat bıraktı.Mehmet, Emre <strong>ve</strong> Eren, babalarına sonderece itaatkâr <strong>ve</strong> bağlıydılar. Tabiî annelerinede. Babalarının manevî vârisi olacaklarındanda eminim. Üçü de ehl-i kalem <strong>ve</strong> ehl-i kelâmgençlerdir. Nilüfer Yenge de öyle. Hepsine cânü gönülden baş sağlığı diliyorum. Allah kendilerinesabr-ı cemil, hayırlı <strong>ve</strong> uzun ömürler<strong>ve</strong>rsin.Bendeniz, Miyasoğlu ailesini TanzimatDevrinin meşhur hâce-i ev<strong>ve</strong>li (İlk öğretmeni),yazı makinesi Ahmet Mithat Efendi ailesinebenzetirim. Onlar da yazan, yayınlayan,dağıtan; ilme, irfana, İslâm <strong>ve</strong> medeniyete, insanlığaömür boyu hizmet eden bir aileymiş.Edebiyat tarihleri <strong>ve</strong> biyografi kitapları böyleyazıyor. Miyasoğlu ailesinin de -mâlum- KonakYayınları var.Okuyucularımız mazur görsünler, acımızçok taze, o bakımdan söze nereden başlayacağımı,nasıl sürdüreceğimi, nasıl sona erdireceğimiben de bilmiyorum. Bugün Ağustos’unon dördü. İki haftadır, hangi mekânda olursamolayım, kimlerle beraber bulunursam bulunayım,bir manevî sancı içinde kıvranıyor,elime kalemi bir türlü alamıyorum. Nihayetbugün kendimi toparlayarak şu naçiz satırlarıdökmeye başladım.Takdir edersiniz ki, hiç de kolay değil, birinsanın elli beş yıllık arkadaşını kaybetmesi.On iki yaşından beri tanışır, bilişir, konuşur,hâlleşirdik rahmetliyle.İkimiz de Kayseriliydik. İkimiz de fakir aileçocuğu idik. İkimiz de Kayseri Askerî AnatamirFabrikası Çırak Okulu’nda okumuş,oradan mezun olmuştuk. Adı geçen okulubitirenlerden biri de merhum tiyatrocu, şair,yazar, gençlik kitapları müellifi, eski sendikacıHasan Nail Canat’tı.Ben, Çırak Okulu’na 1957’de on iki yaşındaikinci dönem öğrencisi olarak girmiştim.Miyasoğlu <strong>ve</strong> Canat benden bir sınıf arkadangeldiler. Bu okulların amacı, askerî fabrikalarakalifiye işçi, eleman yetiştirmekti. Bu okulaellişer kişiden beş dönem öğrenci alındı. Dahasonra Kara Kuv<strong>ve</strong>tleri, Genel Kurmay, sanırımmaksat hâsıl olduğu için kapattı. Kayseri’desanayinin gelişmesinde bu <strong>ve</strong> benzeri okul mezunlarınınönemli bir rolü olmuştur. Kayseri’deTayyare Fabrikası’nın <strong>ve</strong> Devlet Demir Yollarıİşletmesi’nin de birer çırak okulu vardı. Mustafa<strong>ve</strong> ben motorcu idik. Hemen hemen aynıatölyelerde, aynı servislerde çalıştık. Üç yıllıkokulun üç yıl da mecburi hizmeti vardı. Onlarınhepsini tamamladık. Okulda öğleye kadarders görür, öğleden sonra tulum giyip fabrikadaçalışırdık. İkimiz de uzun yıllar beden işçisiolarak çalıştıktan sonra fikir işçisi olarak yolumuzadeva ettik.Bakanlık, okulumuzun denkliğini kabuletmediği için, orada sanki üç yıl ortaokul okumamış,endüstri meslek liselerinin orta kısmınadenk hatta daha üstün bir eğitim <strong>ve</strong> öğretimgörmemişiz gibi, Millî Eğitim’in, sonralarıkısmen düzelteceği, yanlış bir kararı yüzündendışarıdan ortaokulu bitirme sınavlarına girmek<strong>ve</strong> bütün derslerini <strong>ve</strong>rmek zorunda kaldık.Peşinden Kayseri Akşam Lisesi’ne kaydolmuştuk.Üç yıllık lise müfredatı akşam liselerindedört yıla yayılmıştı. Dört yıl boyunca gündüzfabrikada işçi olarak çalışıp akşam okulda dersgörerek orayı da bitirdik.Bendeniz 1965’te İstanbul HukukFakültesi’ni kazandım. Bir yıl okuduktansonra Edebiyat Fakültesi Türkoloji GeceBölümü’ne geçtim. 1966’da orada Mustafa’ylaberaber okumaya başladık. Mustafa 1973’teokulu bitirip Şehremini Lisesi EdebiyatÖğretmenliği’ne atandı. Ben biraz daha oyalanıp1975’te mezun oldum. De<strong>ve</strong>li İmam-HatipLisesi’ne tayinim çıktı. Miyasoğlu, İzmitİmam-Hatip Lisesi’nde de yıllarca Edebiyatöğretmenliği yaptı.Uzun yıllar Mimarsinan Üni<strong>ve</strong>rsitesi’ndeTürk Dili Okutmanlığı’nda bulundu. Beş yılkadar Pakistan’da Türkçe <strong>ve</strong> Türk Edebiyatıokuttu. Zügüdar adlı özgün gezi kitabı o yıllarınmahsulü <strong>ve</strong> hatırasıdır.Miyasoğlu, anlatmakla bitirilecek bir adamdeğildir. Yukarıda özetin özeti olarak <strong>ve</strong>rdiğimresmî hayat ının dışında sözlerimi şöyle bitirmekistiyorum: “Altmış yedi yıllık bir romandır MustafaMiyasoğlu.”Yattığı yer, “Cennet bahçelerinden bir bahçe”olsun. Hepimizin başı sağ olsun… ■79eylül-ekim-kasım2013


ŞEMSETTİN ÜNLÜile Yukarışehir üzerineTarih ile roman ilişkisi nasıl olmalıdır sorusunacevabım roman yazarının tarihi değiştirme gibibir hakkı söz konusu olamaz. Yani tarih nediyorsa ben onu yazıya aktarmalıyım. Çünküo yaşayanların kendilerini savunma hakkı sözkonusu değil.A. FARUK GÜLERBu toprakların yetiştirdiği önemli biryazarsınız. Eserlerinizde Elazığ’ın izlerinigörmekteyiz. Özellikle Yukarışehir romanındaHarput’u dolayısıyla Elazığ’ı okumaktayız. Butür eserler hem edebiyatımız hem de şehrimiziçin nadide eserler.Yukarışehir romanından bahsetmek benim dese<strong>ve</strong>rek yaptığım bir şey. Bu kitapla ilgili sorular genellikle“Neden kitabın adı Yukarışehir.”şeklinde.Bizim zamanımızda kimse Harput demezdi,herkes Yukarışehir olarak adını ifade ederdi. OrasıYukarışehir’di, Bugünkü Elazığ’a Mezre derlerdi.Ben de romanı yazarken adı ne olsun diye hiçdüşünmedim. Romana ad <strong>ve</strong>rmek önemlidir, düşünürsünüzgünlerce fakat bu eserimde ben hiçdüşünmedim hemen Yukarışehir adını koydum.Hem Doğu’da hem Batı’da Yukarışehir’de yaşananlaraz yaşanmış bir olaydır. Başka şehirlerde birörneği daha var mı bilemiyorum. Diğer şehirlerdedaha çok depremler var, işgaller var.Yukarışehir romanını kaleme alma sebebiniznedir?İlkokul birinci sınıfı ben Harput’ta okudum.Harput’un girişinde şu an restore edilmiş olanbina bizim konaktı. Harput’u o dönemde yaşadım.O zamanlar Harput’ta hayat henüz ölü değildi.Çarşıda dükkânlar vardı, iki fırın vardı, ikihamam vardı, hamamlardan birisi hiç yanmazoldu, öteki arada bir yanmaya başladı. SarahatunCamii’nin arkasında büyük çarşının ara sokaklarındayemeniciler çarşısı, saraçlar çarşısı, bakırcılarçarşısı vardı. Bunların izlerini gördüm <strong>ve</strong> yaşadım.Daha sonra bunlar da indiler aşağı mezreye, aşağıdada bu çarşılar kuruldu, neticede bir iniş başlayıncagerisi kendiliğinden geliyor. Maalesef buiniş sonrasında evlerden geriye kalanları, ağaçlarıhep kireç ocaklarında yaktılar. Günlerce sürdü,yaklaşık iki yıl sürdü sanırım. Bir kısım aileler deevlerinin kapılarını, kıyamadıklarını aşağıdaki evlerinetaşıdılar. Bu süreçte bir de baktık ki Harputyok olmuş. Bağlarda kalanlar bir tek kaldılar, birde merkezde birkaç ev. Bende şiir bir tutkudur.İlk dönemlerimden beri şiir yazarım. Tüm bunlarıyaşamak beraberinde bunun romanını da yazmayıgetirdi.Yazdığınız roman var olduğu süreceHarput’u yaşatacaktır. Bu noktadan hareketlebir sanat eserinin insana faydası ne olmalıdır?Bunu duymak beni mutlu ediyor, teşekkürediyorum. Harput, canlı olduğu zamanlarda müziğiyle,dokumasıyla, ipekçiliğiyle, dericiliğiyleöne çıkmış bir merkez. Cıvıl cıvıl bir şehir. “Harputneden böyle oldu?” sorusunu çok sık duyuyorum.Elbette bunun birçok sebebi var. Bir tanesi,tehcir kanunu nedeniyle göç eden Ermeni aileler.Birçok sanatkâr, usta, malumunuz Ermeni aileleriçerisinde yer almakta. Tehcir kanunu neticesinde80eylül-ekim-kasım2013


Soldan sağa: Mustafa Yalçın, Ömer Kazazoğlu, Necati Kanter, Şemsettin Ünlü, Nazım Payamgöç eden ailelerle ilgili bu sözlerim yanlış anlaşılmasınHarput’ta hiçbir zaman ermeni soykırımıolmamıştır. Giden yaklaşık yüz elli kişi vardır fakathiçbir şekilde soykırım söz konusu değildir.Dedemden, babamdan hiçbir şekilde duymamışımdır.Roman yayınlandığı dönemde eserle ilgilisize ulaşan eleştiriler neler oldu?Bu eser hakkında yazılan yazıları toplasammutlulukla söyleyeyim hacimli bir kitap olur.Eleştirmenlerin çok güzel yazıları oldu. SemihGümüş, Mehmet Erdoğan, Pertev Naili Boratavgibi isimler eser hakkında oldukça güzel sözlersöylediler. Boratav o zaman Fransa’da yaşıyordu,bana bir mektup göndermişti. Kendi el yazısıylayazdığı mektubu benim için aldığım ödüllerdendaha kıymetlidir. Mektubunda diyordu ki: “Biliyorumbu romanın arkasından yeni eserlerin geleceğini<strong>ve</strong> bekliyorum.” diye güzel şeyler yazmıştı.Gerek dergilerde yer alan yazılar gerekse banasöylenen ifadeler, hep olumlu yönde oldu. Dahasonra Toprak Kurşun Geçirmez adlı eserim yayınlandıki o daha çok geniş Osmanlı İmparatorluğucoğrafyasında geçiyor.Harput’u, Elazığ’ı tekrar yazmak istesenizbugün anlatacağınız şeyler neler olabilir?Bir kuşak içerisinde şehir adeta on beş kat büyürmü? Var mı böyle bir olay? Hızlı bir değişimsöz konusu. Belirli bir kültüre sahip olan bu şehirüstelik bir de o kültürü korumaya çalışmakta.Siz de dergi olarak gerçek anlamıyla bu değişiminiçerisinde çok zor <strong>ve</strong> bir o kadar güzel işler yapmaktasınız.Bunlar göz ardı edilemez elbette. Budeğişime dikkat edilebilir sanırım.Elazığ’da geçmişten bugüne kültürel bir gelişmegörüyor musunuz? Yani saygı <strong>ve</strong> sevgi gitgidezayıflıyor. Onun yerini sanat doldurabilirmi? Dayanışma sağlayabilir mi?Elazığ’a çok sık gelemiyorum ancak Ankara’daElazığ derneğinin toplantılarına katılıyorum. Otoplantılarda böyle bir zayıflama göremiyorum.Çok değerli insanlar var gerek il dışında gerekseElazığ’a geldiğimde tanıştıklarım arasında. Sizlerbu kültürün örneğisiniz. Sevginin, saygının, bağlıolduğunuz kültürün özelliklerini taşıdığınızı görüyorum.Ancak aynı zamanda bir deformasyonda söz konusu. Bütün toplumda görülen bozulmanınyansımalarını Elazığ’da da görmek mümkün.Bir kargaşa, itiş kakış, saygı noksanlığı insanlarınortaklaşa kullandıkları mekânlarda maalesefyaygın. Tek tek insanlarla karşı karşıya geldiğinizdeeski kültürün izlerini taşıdıklarını, o kültürükorumuş olduklarını görüyorsunuz. Ancak toplumekânlarda bunu görebilmek mümkün değil.Eserlerinizi nasıl kaleme alıyorsunuz yahutbu süreç nasıl işliyor?1980 yılında bir boşluk oluştu hayatımda,emekli de olunca tabi, işte o boşluk içerisindeykengünde 6-7 saat çalışarak romanımı hazırladım.Yukarışehir romanımın yazılıp bitmesi aşağıyukarı beş yıl sürdü. Ben kolay yazan bir insan dadeğilimdir. Güç yazarım, değiştiririm. Bu şekildeuzun soluklu bir çalışmanın ürünü oldu eserlerim.Yukarışehir ile bitmedi tabii. Yukarışehir’inyok olma nedenlerinden biri de 93 Harbi idi. 93Harbi’nin de yazılması gerektiğini düşündüm.81eylül-ekim-kasım2013


Bu harbe babamın dedesi 200 gönüllüyle birliktekatılmış. Sunguroğlu’nun kitabında bu bilgi yeralmaktadır. Onların öyküsü ne olabilir sorusuda zihnimde yer alıyordu. O 200 kişiden geriye34’ü dönmüş. Bu da büyük bir dramdır. 93 Harbitam anlamıyla Osmanlının sonu olmuş, sonunuhazırlamıştır. Bu savaş Anadolu insanının bilincineişlemiştir. O dönemlerde konuştuklarında93 Harbi’nden önce doğdu yahut sonra dünyayageldi gibi söylemler bulunmakta <strong>ve</strong> bu da insanımızınbilinç dünyasına nasıl yerleştiğinin bir göstergesiolarak karşımıza çıkmaktadır. Halk bu savaşla,çöküşün gerçekleştiğinin de farkına varıyor.Tarihimize baktığımızda anlatılacak o kadarçok hikâye var ki… Bunları kaleme almalı,filmini çekmeliyiz diye düşünüyorum. Sizinyaptığınız da bu aslında.Haklısınız, ben de bu durumdan oldukçaşikâyetçiyim. Tarih ile roman ilişkisi nasıl olmalıdırsorusuna cevabım roman yazarının tarihi değiştirmegibi bir hakkı söz konusu olamaz. Yanitarih ne diyorsa ben onu yazıya aktarmalıyım.Çünkü o yaşayanların kendilerini savunma hakkısöz konusu değil. Halkın ilgisini çekmek için,roman okunsun diye değiştirir de ilginç hale getirmeyekalkarsan bu haksızlık olur. Yapılmaması gerekir.Benim roman anlayışım budur. Eğer tarihikonu ediniyorsam gerçeği ele almalıyım.Günümüzde yazarların büyük çoğunluğuİstanbul’da. Doğumlarıyla, eğitimleriyle İstanbulludeğiller. İstanbul’a yerleşmişler, yazarlığı oradayapıyorlar. Daha sonra ikinci bölge Adana, sırasıylaİzmir, Trabzon <strong>ve</strong> Diyarbakır gelmekte. HâlbukiDoğu Anadolu bu vatanın en çok anlatılmasıgereken bir parçasıdır. Orada yaşananlar çokdaha romantik diyelim. Kemal Bilbaşar’ın KemalTahir’in bu bölgeyi anlatan eserleri var. Kemal Tahir,tarihi doğru yorumlamıyor bence. Büyük <strong>ve</strong>iyi bir romancı ancak tarihi kendi bildiğiyle tahrifediyor, bu da doğru bir davranış değil tabii.Günümüz insanı Kurtuluş Savaşı mücadelesinibatılı yazarların bakış açısıyla, batılıaskerlerin tutmuş oldukları günlüklerle öğrenmekte.Kendisine yabancılaşan bireyin yinekendi tarihini bir başkasından dinleme sevdasıda söz konusu. Televizyon kültürü de bundahayli etkili. Yanlı, değiştirilmiş, tahrif edilmiştarihimizi televizyonlarda batılı gözle seyrediyoruz.Belki de bu bir süreçtir. Her toplumun yaşamasıgereken bir süreç. Tabiki tarihi tahrif etmekhiç de hoş değil. Mutlaka gerçeği yazmak lazımdiye düşünüyorum. Turgut Özakman var örneğin.Şu Çılgın Türkler’i yazdı. Ancak sadece olayınbir yönünü yazmak olmaz. Çılgınca bir savaştırKurtuluş Savaşı, o yönüyle anlatmak hakkıdırama bu çılgınlıklar içerisinde nice trajediler yaşanmıştır.Aynı dönemlerde ben de İsmet Paşa’nınAğır Topları adlı eserimi yazmıştım. Ancak benimeserimde her ayrıntısı işlenmiştir. Tasavvur edin,Kurtuluş Savaşı yapılırken 26 iç isyan vardır. Eserdeonları anlatmak gerekli çünkü orda da bir trajedibulunmakta. Türk toplumuna zarar <strong>ve</strong>rmezbu durum, ancak sanatın amacı eserde o acılarında anlatılmasıdır.Sizin gibi güçlü kalemlerin yeni eserlerinimerakla bekliyoruz. İlerleyen süreçte herhangibir çalışmanız söz konusu mu?Az önce de söylediğim gibi roman yazmak benimiçin hayli meşgul edici bir çalışma temposugetiriyor. Bilemiyorum ne olur… İsterseniz şu aniki kitaptan bahsedeyim. İlki Bin Beyaz Karanfil.Ben roman yazmaya başladıktan sonra şiir yayınlamadım.Yazdığım şiirleri hep sakladım. Dahasonra onları dönüştürüp tekrar tekrar onardım.2012’ye kadar olan şiirlerimi bir kitapta topladım.Şiir kitabıma bir önsöz yazdım, önemlidir benimiçin. Yaklaşık 45 şiir oldu, Bin Beyaz Karanfiladıyla Manas Yayınları’ndan çıktı. Bir de KurbağaAvcıları adıyla bir öykü kitabım var, dokuz öyküdenoluşmakta. Şimdiye kadar dergilerde hiç öyküyayınlamadım. Şiirlerimde yayınlanmış olanlarvar fakat öykülerim daha önce hiç yayınlanmadı.Öyküde güzel bir yan var, sanal öğeler katabiliyorsunuzanlatıya. Romanda yapılamayacak birözelliği öyküde yapabiliyorsunuz <strong>ve</strong> öyküye çokyakışıyor.Bir konuşmanız esnasında dediniz ki: “benbu dili annemden öğrendim”. Bu cümlenizdenhareketle anadil <strong>ve</strong>ya son iki yüz yılda Türkçeroman dilini yakalayabilmiş midir?Annelerimizin bize ilk öğrettiği şey, dilimiz.Şunu belirteyim, tereddütsüz bizim annelerimiz,Harput’un anaları, bize öyle güzel bir dil öğrettilerki, öyle kıvrak bir dil ki, hiç kuşku yok büyükbir yetkinliğe sahip. Bu dil, roman dili olarak çokuygun bir dil. Roman dünyasında bir kadını konuşturacaksanızbunu ben kendi annemde kolaycabulabiliyorum <strong>ve</strong> romanın akışı içerisinde hiçyadırganmıyor. ■82eylül-ekim-kasım2013


Şehrimizde yeni kitaplarM. NACİ ONURGeçmişten bugüne kadar kitap, insanhayatında çok önemli bir iz bırakmış<strong>ve</strong> yer işgal etmiştir. İnsanınduygu, düşünce <strong>ve</strong> hayal birikimlerini sözle ifadeettikten sonra, bunları nesillere intikal ettirmekmaksadıyla kalıcı hâle getirmek gerektiğindekitaplaştırma amaçlanır. Bu bakımdan kitaplar,insanların bilgi hazineleridir. Birer bankagibidirler. Manevi ihtiyaçlarımızı tatmin etmekistediğimizde, bu bankalara müracaat ederiz.Kitaplar; sadece roman, şiir, hikâye gibi edebîkıymeti haiz eserler değillerdir. Günümüzde;güzel sanatların her dalında, resim, heykel, karikatür,sinema, müzik, kültürel <strong>ve</strong>riler, antikaeşyaların fotoğrafları, çeşitli fotoğraflar, minyatürlervs. ortaya konan çalışmaların toplandığıdeğerli eserler de kitaplaştırılmıştır.Matbaanın olmadığı dönemlerde çeşitli bilgiler;elle, harfler marifetiyle divit, kalem <strong>ve</strong>mürekkeple kâğıtlara aktarılır, bu kâğıtlar biraraya getirilerek ciltlenirdi. Hatta Kur’an da elleyazılır <strong>ve</strong> çoğaltılırdı. Bu işlemin adına kopyalama,eski deyimle ‘istinsah etme’ denilmektedir.O zamanlar bu işi yapan kişiler, yani hattatlar,geçimlerini bu yolla temin etmekteydiler. Ziramatbaa yoktu.Bir istatistik yapılmış olsa, ülkemizde enfazla kitabın basıldığı yerin İstanbul olduğu sonucuçıkar diye düşünüyorum. Zira ülkemizdeteknoloji en iyi tarzda, ilk defa bu şehirde uygulandığıgibi, yazar <strong>ve</strong> çizerlerin yoğunluğununda burada olduğu gerçeği bu sonucu <strong>ve</strong>rebilir.Şehrimizde de kültürel faaliyetlerin yoğunluğuyanında, bu faaliyetlerin hemen hepsininiçinde yer alan yazar <strong>ve</strong> şairlerimizin ikimekânda toplandıklarını görüyoruz. En yoğunu<strong>ve</strong> faaliyetlerin organizasyonunu yapan <strong>ve</strong>sekizinci yılını dolduran Manas Yayıncılıktır.Diğeri ise Elazığ’da üç ayda bir yayınlanan,İstanbul’da yayınlanan dergilerden farksız <strong>ve</strong> ondördüncü yılını idrak eden Bizim Külliye dergisidir.Her iki kurumda toplanan kültür insanları,çok güzel <strong>ve</strong> kalıcı faaliyetlere imza atarken,çoğu buralara mensup bu sanatkâr kişiler, 2013yılında yeni kitaplarını da yayınladılar. Sadece9 eseri Manas Yayıncılık yayınladı.Bunlar Necati Kanter’in Bizim ŞehrinDivaneleri, Dr. M. Naci Onur’un Harput-83eylül-ekim-kasım2013


Bir istatistik yapılmış olsa, ülkemizde en fazlakitabın basıldığı yerin İstanbul olduğu sonucu çıkardiye düşünüyorum. Zira ülkemizde teknoloji en iyitarzda, ilk defa bu şehirde uygulandığı gibi, yazar <strong>ve</strong>çizerlerin yoğunluğunun da burada olduğu gerçeğibu sonucu <strong>ve</strong>rebilir.lu Divan Şairleri, Yrd. Doç. Dr. MustafaŞenel’in Elazığ İli Yer Adları, Doç.Dr. TarıkÖzcan’ın Kördüğüm, Şemsettin Ünlü’nünBin Beyaz Karanfil, Süleyman KaanYalçın’ın Azerbaycan Fuzuli Araştırmacılığı,Doç. Dr. Zülfi Güler’in Harput Ağzı, Yrd.Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak’ın Elazığ İli ZiyaretYerleri’dir.Bu eserlerin yanı sıra gerek Elazığ’dagerekse dışındaki hemşerilerimizin de yine2013 yılında yayınladıkları kitaplar oldu.Şerif Akdemir’in Çiçekten Harman Olmaz,Nurettin Uytun’un Keyfiyet Berkemal, NevzatÜlger’in Osmanlı’nın İktisat Mantığı,Ziya Çarsancaklı’nın Gülşen-i Şuara, Le<strong>ve</strong>ntGenç’in Tam Bir Fıkra Öğrencilerim,Lütfi Parlak’ın Su’dan Gelen Hz.Musa, OrhanGökçe’nin Yaşam İzleri isimli eserleri.Ayrıca Bizim Külliye dergisinin genel yayınyönetmeni Nazım Payam da Ses <strong>ve</strong> Yaz’ıaynı yıl Ötüken yayınları arasında neşretti.Kültür şehri Elazığ’da edip <strong>ve</strong> şairlerinçokluğu dikkat çekiyor. Yılın ilk altı ayında17 adet kitabın yayınlanması <strong>ve</strong> ManasYayıncılık kurumunun bu miktarın 9adedini üstlenmesi, bunun da mimarınınyayıncılığın koordinatörü Şener Bulut olmasıoldukça önemlidir. Bu nev’i kitapneşriyatının şehrimizde olmasının temeliniHarput’un kadim ilim <strong>ve</strong> irfan ocaklarınıngeçmişte var oluşuna dayandırabiliriz. Hergeçen yıl basılan kitapların daha fazla oluşu,bu tezimizi doğruluyor.Gelecek yıllarda şehrimizde basılacakkitapların sayısının giderek artacağını <strong>ve</strong>okuyucu bulacağını temenni ediyoruz.■HARPUTGölgesine sığınanıTepmeyen tek şehir oyduSe<strong>ve</strong>n, içten olmayanıYapmayan tek şehir oyduKonmuş aşkın kulesineSevginin bileşkesineKendisinden başkasınaBakmayan tek şehir oyduMozaik içli duygudanArınmış her tür kaygıdanSevgiden, aşktan, saygıdanSapmayan tek şehir oyduBağrında ovalı, dağlıZengin, fakir, soylu, köylüSımsıkı hayata bağlıKopmayan tek şehir oyduORHAN KOLOĞLU84eylül-ekim-kasım2013


Bizim şehir*MAHİR ADIBEŞ"... insanların akıl,davranış geçişleriarasında, biz herne kadar tek tip(mertebe) görsekde aklın üstünde<strong>ve</strong> altında olmaküzere iki kısmıvar. Bu iki kısımbizimle farklılıkyaşadığı gibikendi aralarındada çok uyumlugözükmüyor."Bizim şehir türlü türlüdür!...İnsanlar var çeşit, çeşit…Çoluğuçocuğu,yaşlısı-genci, memuru-işçisi,akıllısı-delisi, hırlısı-hırsızı, yollusu- yolsuzu,serserisi diye uzatabiliriz... Köpekler var tiptip… Sokak köpekleri-evcil köpekler, kangaltazı-zağar-fino-kaniş…Kedilerimiz var, evlerimizipaylaştığımız. Vazgeçemediğimiz atlarımızvar; yağız-al-kır-doru, saf kan, beygir,binek, küheylan... Eşekler var; yük taşımaktansırtları yara olmuş. Tavuk, horoz, kuş derkenuzar gider bizim şehirde yaşayanları sayması.Çoğu zaman şehirde bu kadar canlıyla beraberyaşadığımızı fark bile etmeyiz, tıpkı aramızdayaşayan, bizden biri olup ama bizim gibi düşünüptepki <strong>ve</strong>rmeyen, kural tanımayan insanlarınfarkına varmadığımız gibi. Bunlaratopyekûn “deli” deriz. Görmemezliğe gelipya da bazen şaka olsun diye alay ederek, onları* Necati Kanter’in “Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâye kitabı için.85eylül-ekim-kasım2013


kızdırıp gülüp geçeriz…Kim kimi idare ediyor bilinmez, onlar mıbizi yoksa biz mi onları…Necati Kanter Hocam bizim dostları yazmış,beni unutmuş, üzgün!... “O kitapta bir eksikvar, seni yazmayı unuttum,” dedi, üç gündürgülüyorum. Teselli etmek için, “Canın sağolsun bir dahaki sefer…” dedim. O da gülmeyebaşladı. Bu gün (18 Haziran 2013) kitap postadançıkıp geldi. Şöyle bir bakıp gülümsedim,beni yazmayı unutmayı bırak her sayfada beniyazmış!…Necati Kanter’in Bizim Şehrin Divaneleri”adlı hikâye kitabını inceden inceye okudum.Bu hikâyeler daha önce Bizim KülliyeDergisi’nde neşredildiğinden çoğunu biliyorum.Yalnız burada benim “inceden inceye”sözüm laf olsun diye değil. Bu kitap hakkındasöylenecek sözüm olsun diye böyle okuyorum.Elbette Hoca kendi üslubuyla <strong>ve</strong> hassasiyetiylehikâyeyi yazıyor! Bu konuda hem gözlemlerinihem de hayalini belli oranlarda kullanıyor.Düşünüyor, araştırıyor, unuttuğum bir şey kalmasınderken asıldan da uzaklaşmamak içindimağını dinç <strong>ve</strong> taze tutmak zorunda olmanınsorumluluğunu taşıyor.Hikâye olarak yazılanlar; yaşayan, var olanbir canlı, sokağımızda bizden biri…İşte bu tip belgesel hikâyeler yazmamalzeme, konu, kurgu olarak avantajlı olsa damerkezde kalma, hayal, yaratıcılık açısındanzordur. Yani hikâye soyut sanata benzemez.Yapılabilir mi yapılır ama sonuçta yazdığınız(o) olmayabilir. Eğer “O”na bağlı kalacaksanız<strong>ve</strong> bu hikâye olacaksa çevreyi yani “Bizim Şehri”unutamaz, göz ardı edemezsiniz. Onun içindiyorum ki bu zaman diliminde dimağınızısürekli taze tutmak zorundasınız. Burada yazarınhayalleri, yaratılıcılığı yaşanmış hayatınönüne geçemez. Çünkü ortada herkesin bildiğibir hayat var ama anlatılan o hayat değil, yazarınzihin süzgecinde yoğurduğu var olan fakatbaşkasının <strong>ve</strong> yaşayanın yaşadığı sürece farkındaolmadığı hayat.Şahane bir hikâye kitabı, “Bizim ŞehrinDivaneleri”. Türk edebiyatında benzerinihatırlamıyorum. Dünya edebiyatında, “BirDelinin Hatıra Defteri” Gogol’un sahneye deuyarlanan hikâyesini hatırlıyorum. “BuzlarÇözülmeden” (Deli Çavuş; “Ama bütün memleketbana deli diyor.” Kaymakam; “Ona bakarsanbir sürü zırdeliye akıllı diyen milyonlarca insanyaşıyor bu dünyada.) Bu cümlelerin sahibi CevatFehmi Başkut’un beyaz perdeye de KemalSunal tarafından aktarılan tiyatrosu; tamamenkurgu.Mutlaka bu konuda yazılmış başka edebiyateserleri de vardır fakat “Bizim Şehrin Divaneleri”isimden de anlaşılacağı gibi bu şehirdeherkesle yaşayan insanlar bunlar; ister “deli”deyin ister “divane”. İsterseniz bizim şehri böylekabul edin. “Kılık kıyafetlerinin düşkün oluşu,bakışlarındaki tedirginlikleri <strong>ve</strong> olağan dışıdavranışları ile şehrimizin en sevimli insanlarıydıonlar.” Sokağın bu insanlarındaki o “bakışlarındakitedirginlikleri” kaç kişi görebildi, kaçkişinin dikkatini çekti düşünen var mı hiç?...Necati Kanter’in “Bizim Şehrin Divaneleri”adlı hikâye kitabı “manas” yayınları arasındaçıkmış. Mükemmel bir kültür hizmeti... Bukitaptaki “Bizim Şehir” belli, Elazığ! Yalnızbu kitapta bir özellik var divaneleri kitaptançıkardığınız zaman bütünüyle Elazığ kültürü(Gazi Caddesi, Kapalı Çarşı, türküleri, gazelleri,kasketi, şalvarı, yiyecekleri, yardımlaşması,insan ilişkileri, konuşması, yaşantısı gibi.) bukitapta yer alıyor. Yani bu kitap Elazığ’ı esaslıbir şekilde kültür bütünlüğü içerisinde ele almış.Eğer bu oyunda her bölümü ayrı bir kişi(!) değil de bütün bölümlerde hep beraber yeralsalardı bu eser bir roman olarak karşımıza çıkabilirdi.Necati Kanter, bu şehrin sakinlerini zatenyadırgamıyor, “Onlar bulunduğu mekânın çocuğudur.”diyerek yaklaşıyor. “Delilik, <strong>ve</strong>lilikya da dâhilik arasında ince bir bağ olduğunusöyleyenler vardır.” Sözleriyle de bu ayrımınkolay yapılamayacağını daha doğrusu böylebir ayrımın yapılmayacağını anlatıyor. Bunu,“Delilerle <strong>ve</strong>liler arasında bir ruh akrabalığı olduğusöylenir.” sözleriyle de pekiştiriyor. Yaniyazar burada iki tane giriş yazarak bizi akrabalarımızayakınlaştırdıktan sonra hikâyelerinebaşlamış. Bu iki girişle de ileride bu konuya86eylül-ekim-kasım2013


eğilecek olanlara ışık tutsun diye olmalı bencede iyi bir yaklaşım. Yazar aslında çok önemlibir konuya da dikkat çekmiş bu kitapla. TürkEdebiyatı’nda delilere, divanelere bu kadar yer<strong>ve</strong>rilmesine rağmen bu konuda yeterince ayrıcalıklıyazılmamışlardır.Necati Kanter, her davranışı bir bütününparçaları gibi algılamış. Hikâyelerinde o kadarmerhametli, hoşgörülü, duygusal, se<strong>ve</strong>cenyaklaşmış ki bu farklı düşünüp, davranan insanlarlailetişim kurmak sanırsınız ki bu kadarkolay! Tabi, onları anlamaya ya da kendinizebenzetmeye çalışırsanız iş zor, yok eğer olduğugibi kabullenirseniz mesele daha anlaşılır <strong>ve</strong>kolay…Bu kitaptan anlıyoruz ki; insanların akıl,davranış geçişleri arasında, biz her ne kadartek tip (mertebe) görsek de aklın üstünde <strong>ve</strong>altında olmak üzere iki kısmı var. Bu iki kısımbizimle farklılık yaşadığı gibi kendi aralarındada çok uyumlu gözükmüyor. Hatta bu üçmertebe bir kişide zaman zaman görülebilir.Şehbenderzade Ahmet Hilmi bu konuda görüşünüşiirle ortaya şöyle koyuyor: “Erenlerinçoktur yolu/Cümlesine dedik deli/Ko desinler bizedeli/Usludan yeğdir delimiz.” Edebiyatta bunlardaha çok mantık ölçüsünde değerlendirildiğigibi şiir, mani, türkü, hikâye, aşk söylemlerinde(delikanlı, delioğlan, deli âşık, deli divane,kitap delisi gibi) benzetme açısından da kullanılmıştır.Deli Musto, Nüzhet Dede, Fehmi Baba,Rüviyeti Baba, Mehti Metin, Şavaklı HacıVeli, Apbo Molla, Cevdet Baba, Recep Gakgo,Dono, Yusuf Efendi, Aliye Bacı, Küçük Hanım,Fethiye Sultan, Münir Baba <strong>ve</strong> diğerleri...Şimdi isimleri burada geçince bir an durupdüşünelim! Birçoğu tanıdık. Şehrimizde birdönem bunlar da vardı. Kimine deli dedik kimineermiş, içinde şair, müzisyen olan bile vardı.Aralarında Alevi, Sünni, Hıristiyan olduğugibi inanmayanlar da vardı. Bizim şehir bunlarıhiç ayrı tutmadı. Dono, Ermeni asıllı birvatandaşımız, “Benim Allah’ım ne kilisede ne decamide…” derken bu deli bizim akıl tutsaklarınane güzel tasavvuf dersi <strong>ve</strong>rmiş. Nüzhet Dedeşiirleriyle edebiyatın içinde:“Bu mülkün sahibi kimdir düşünmez mi ahmaklarÇekil artık yeter ey kahbeler, kancıklar, alçaklar”“Bizim Şehrin Divaneleri”, yazıldığı yerinkültürüyle haşir neşir olup Türkçeyi Elazığağzıyla çok güzel kullanan bir kitap. Kitapmüzikal seslere sahip hikâyeleri içeriyor. HeleTürkçeye kazandırmaya çalıştığı yörenin ağzındavar olan kelimeleri zenginliğimiz değilde nedir? “Tuman (don), üsküre (bakır tas), teşt(büyük bakır leğen), çedene (yabani fıstık), gıdık(çenenin altı), seko (palto), dib (pancar), çağa(çocuk), fistan (entari), hırik (eski ayakkabı), poto(kısa boylu), gıldırlanmak (yuvarlanmak), fosso(içi boş), süyünk (toprak damın saçağı).” Bu kelimeleranlatıma bir değer <strong>ve</strong> zenginlik katıyor.Buradaki kişiler yaklaşımla, bütün şehirlerdeolsa da ilk defa Necati Kanter’in uzun birgözlem <strong>ve</strong> öz<strong>ve</strong>rili çalışmasıyla ortaya çıktı.“Bizim Şehrin Divaneleri” Türk edebiyatındailk <strong>ve</strong> sanırım şehir kültürü açısından “divaneler”irdelendiğinde de dünya edebiyatında tekörnek sayılabilir. Belki deliler hakkında çokeser yazılmış olsa bile bu kadar şahane şehirkültürüne katkısı olan bir esere bir daha rastlamakzor. Yazar çok kişinin aklına gelmeyenbir yönü ele almış. Belki nesneleri yazmak, buruhu, bedeni, şekli olan adamları yazmaktandaha kolay olsa gerek. Elazığ halk kültürününrenkli simaları haline gelen bu insanları NecatiKanter, “Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâyekitabında ölümsüzleştirmiş. Şimdi şehrimizinsesini daha doğru işitip <strong>ve</strong> daha doğru okuyupanlayabiliriz. Şehrimizin rengârenk desenleri,güzellikleri, hüznü, acıları, kahkahaları, kokularıvarmışta biz farkında değilmişiz. Bu şehir,sizin gibi düşünüp davranmayan canlılarla beraberyaşadığınız şehir!...Necati Kanter, Münir Baba hikâyesini ZekeriyaBican’a ait iki beyitle bitirmiş dilersenizbiz de onunla son <strong>ve</strong>relim.“Aslında ne hısımdı ne akrabaydı toplumdaonlarBir yerde hısımdan, akrabadan daha yakındılarAliye Bacılar, Deli Cevdetler, Münir BabalarŞimdi bu güzel şehrin tablosunda donupkaldılar”■87eylül-ekim-kasım2013


Eylül <strong>ve</strong> yazAHMET ULUDAĞŞehrin Eylültarafında pişenNazım Payam,yaz tarafındaince şehirlizevkinin tadınavarmaktadır,ama yine degönlünde o Eylültarafının ona<strong>ve</strong>rdiği hazlaryer almakta. Benböyle okudum,kitabı/kitapları…de insanlık âleminin gelmişgeçmiş zincirinde bir halkasın.”“SenDünyanın bugün geldiği noktayıdüşününce insanın aklı, havsalası almıyor.1900 yılında 2 milyar bile değilken 2000 yılında6 milyar, 2010 yılında 7 milyar… Sonrasıiçin senaryolar muhtelif, rakamlar da… Dünyabu sıkleti çeker mi, çekmez mi, bilinmez. Lâkinçevre ile ilgili meseleler hiç de iç açıcı değil. Yahars/kültür? “Globalleşme” dedikleri tüketimeayarlı anlayışın sonucunda ortaya çıkan hareketlilikbaşımızı döndürüyor. Dünyaya hâkimolan medeniyet anlayışının kültürü de hepimizisarıp sarmalıyor. Her şey birbirine benziyorgitgide. Dünyanın küçüldüğü manasına gelen“globalleşme” kelimesini, ben “yuvarlaklaşma”olarak algılıyorum yani şekilsizleşme, omurgasınıkaybetme… Harsımız, harslarımız yok artık,hepimiz yuvarlaklaşmanın birer parçasıyız,karşı çıkarken bile…Eski fotoğraflar, eski filmler ayrı bir tat<strong>ve</strong>rir oldu. Farklılığımızı, ağız tadımızı gö-88eylül-ekim-kasım2013


ebiliyoruz. Bir de o günleri hiç yaşamamışlarvar ki, onlara ne bırakacağız? “Tower”ler,“residence”ler, “SUV”lar… Makineler, ekranlar,telefonlar… Yeşili olmayan, tabiattan uzak,gri sokaklı şehirler… Dünyada ilk defa şehirdeyaşayanların sayısı, köyde yaşayanları aştı, birsüre önce. Hızla, köyler kasabalara, kasabalarşehirlere, şehirler büyükşehirlere, büyükşehirlerbirleşik şehirlere, yerleşim koridorlarınadönüşüyor, insanlar da bu akımın içerisindeyuvarlanıp gidiyor. Böyle bir ortamda, dahadün olmadan, dünde kalan şehirlerin güzünü,yazını; baharını, kışını yaşayanların not ettiklerinigün yüzüne çıkarmalarını dört gözle bekleroldum. Bu bekleyişe bu yıl Nazım Payam yenikitabı, “Ses <strong>ve</strong> Yaz” ile ara <strong>ve</strong>rmeme sebep oldu(Ötüken Yayınları, 160 sayfa).Mahalle bakkalına, kitapçı dükkânına meftunben (ara sıra, daha doğrusu sık sık şeytanauyup onları atlayıp alış<strong>ve</strong>riş yapsam da), birkitapçıya sipariş <strong>ve</strong>rerek İzmir’de kitaba sahipoldum. Böyle anlatıyorum, çünkü Iğdır’da bumeseleyi çözememiştim, belki de ben becerememiştim.Benim kitabevi meftunluğum,maalesef, kitap seçilecek <strong>ve</strong> alınacak süreninötesine hiç geçmemiştir, diyebilirim. OysaNazım Payam için kitabevleri “insana şehirliolma zevkini aşılayan, yaşadığı şehre yakışan”mekânlardan biridir. Kitabevi sohbetlerindedoldurmuştur dağarcığını biraz da… Belki deçokça… Ama kesinlikle (<strong>ve</strong> hatta başka “okuryeteneklerle” beraber) yazarlık serü<strong>ve</strong>nine adımattığı, “Fırat/Hazar Şiir Akşamları” <strong>ve</strong> “BizimKülliye” gibi iki kültür hazinesinin temellendiğiyerdir. Bahsettiğim “Şehir <strong>ve</strong> Kitapevleri”başlıklı yazının yanı sıra kitabın tamamındayazarın okuma, düşünme, yazma serü<strong>ve</strong>nineait doğrudan <strong>ve</strong> dolaylı anlatımlara rastlamak,çıkarımlar yapmak mümkün. Bunlar arasındakitabın ilk yazısı, doğrudan yazarlığa adım atışınıanlatan bir yazıdır.Okurken, kendi çocukluğumu, ergenliğimibirçok yerinde bulduğum bu yazılarla ilgiliyazarken, konuyu dağıtmamaya çalışıyorum.Nasıl unuturum, Muhittin Amcayı <strong>ve</strong> onunödünç kitap merkezini, “Kitap Bank” (sevgimbeni, bu Türkçeye uymayan isimlendirmeyihoş görmeye yönlendiriyor), “al götür oku getir”;mahalledeki çocuk kütüphanesini, ÇukurÇarşıdaki resimli roman ağırlıklı kitap pazarını…Bak, yine dağıldım… Okuma zevkini aşılayanmekânların benzerliği Anadolu şehirlerinin,insanının benzerliğinin de resmidir. Bu ilkyazıda şöyle diyor Nazım Bey: “… tezkirelerinuzantısı biyografi <strong>ve</strong> otobiyografilere düşkünlüğüm“Mukaddime” (Dede Korkut’un Mukaddimesi)ile başladı”.Ses <strong>ve</strong> Yaz’ı hem yazarın hem de Elazığ’ınotobiyografisi sınıfına sokabiliriz. Yukarıdakicümleme dönersem, Anadolu’nun otobiyografisi…Bir yazının, kitabın türünün ne olduğu,edebiyat uzmanları için ehemmiyeti haizdir;ama bir okur, bir aydın için çok da önem taşımayabilir(Bu konuda Emin Ma’luf’un (AminMaloof) hatıralarının Türkçe tercümesinderoman olarak lânse edilmesine itirazımı saklıtutuyorum). Benim için de “Ses <strong>ve</strong> Yaz”ın türühiç mühim değil. Denemeler deyin, hatırat deyin,otobiyografi deyin… Hepsinden bir parça,hepsinden bir tat var. Parça parça yazılarda birbütünlük var.Okurken ben de kitapları çizerim, yazarımsayfa kenarlarına, tıpkı Nazım Hoca gibi…Kitapta çizdiğim işaretlediğim yerleri paylaşmakisterdim. Bütün dikkatime rağmen fazlacaçizmişim. Esasen bu kitabın her sayfasında altıçizilecek, hak <strong>ve</strong>rdiğim <strong>ve</strong>ya beni başka ufuklaragötüren birkaç cümle var. Meselâ, şehir<strong>ve</strong> çevre üzerine yazdıkları. İyi okumak lâzım.Şehirler inşa ediyoruz ama şehirli gibi yaşamayıöğrendiğimiz tartışılır. Şehrin ince zevkininfarkında mıyız, şehrin Eylül tarafında olmasakbile… Şehirler ile çevre ile okurluk mukayesesibir de “tabiat” kelimesiyle taçlandırılsaydı,bütün bir Türk dünyası o yazıyı kavrayabilirdidiye düşünüyorum.Gelenekler, mekânlar <strong>ve</strong> isimler… Şiirler,türküler, mâzi olmuş âdetler, sokaklar… Kitaplar,sadece bir cümle ile bahsedilen amabunu da okumam lâzımmış diye düşündüren.Çoğunlukla da mütefekkirler, şairler <strong>ve</strong> yazarlar…Süleyman Bektaş özel yeri olan özel birisim. Süleyman Bektaş’la ilgili yazıyı okuyuncaiçim burkuldu. Bu nasıl bir dünya ki, dedim…Ama biliyoruz hayat düz <strong>ve</strong> eşit değil, hepimiziçin. Zeki, ince zevkli, nevi şahsına münhasır89eylül-ekim-kasım2013


insanların anlaşıldığı kanaatinde değilim. NazımHocanın alıntıladığı Bektaş şiirini okuyunmutlaka. Onun yazarlık <strong>ve</strong> şairlik yolculuğundabir köşe taşı… S. Bektaş’ı da yâd etmeliyim,dualarımda yeri olmalı… Sadece şahsındandolayı değil, onun gibi nice adsız, bilinmeyen,kaybolmuş münev<strong>ve</strong>r <strong>ve</strong> mütefekkir adına…“Bunda benim ne menfaatim olur değil hakikatnedir” diyebilenler adına… Ya da NazımBey gibi “Zevki hakikatte arayacağımıza “taraf”olduğumuzu” idrak edebilenler adına…Sanat <strong>ve</strong> sanatkâr kitapta sık sık anlatılmış.Bazen nasıl olması gerektiği, bazen de olmamasıgereken şekliyle… “Bütün renkler koyu kırmızılibasa büründürüldü.” “Köyler, ilkin köyromancılarıyla ıssızlaştırıldı. Köylüler, ilkinköy romancılarıyla ötekileştirildi.” “Sanatçıyıkorkutan günübirlik politik güdülere, biçimsizliğekarışmaktır.” Eleştiri üzerine olan yazıise kelimenin tam manasıyla, etrafını câmi, ağyarınımâni… Tarlasındaki andızı yakarken tutuşanHasan Emminin söndürüldükten sonrakırıklar içinde götürüldüğü doktora söylediğişu söz ne güzel açıklar eleştiride olması gerekençizgiyi: “beni kürekle söndürdüler.” Aynıyazıdaki şu paragraf birçoğumuzun fikirlerinintercümanı değil midir? “Vardığımız muhaliflikkavşağında Süleymaniye dilencilerinin taktikleri,söz erbabının üslûbundan daha tutarlı,daha inandırıcı. Bugünlerde, taraf tutmak,taraf olmak <strong>ve</strong>ya “öteki”lerden şüphelenerekdüşünmeye başlamak birincil meziyetimiz olu<strong>ve</strong>rdi.Terbiye edilmekten çok doldurulmaktanhoşlandık. İltifatta yetersizler karşısında sinsileştik.Kendimizi kusursuz saydık, analizdensakındık.” Adaşı için şu yazdıkları, onun aydıntavrını, yazdıklarını sadece yazmadığını, aynızamanda yaşadığını gösterir: “Nazım da büyükşairdi. …. Fakat büyük şairimizin bir büyükyanılgısı vardı; kabullenemeyeceği manzaralardantopyekûn kabullendiği despot bir sistemçıkarmak.”Fikir dünyamızın ıssızlığı da dile getirilir:“Arayış yoktu, sunulmuşları kabul <strong>ve</strong>ya ret vardı.Adrese teslim müritler, mensubu olduğuideolojinin nasıl bir sistem geliştirdiğini, niçinmücadele ettiklerini pek düşünmezlerdi.” Belkide yaşadığımız “Tebaadan vatandaşlığa geçmenintaksitlere bölünmüş faturasıydı”Kitap bazen bana şiirlere yazılmış derkenarlarhavası <strong>ve</strong>rdi. Kendisi de şair olan NazımPayam’ın şiir zevki için de mükemmeldememek mümkün değil. Onun şairlerle ilgiligörüşü ise apayrı bir anlayış. “Roman inandırmayadayanır, şiir inanmışlığa. Bundandır kitoplumlar büyük değişim talepleriyle, yeni birülküyle karşılaştıklarında ilkin bunların temsilcileriolarak gördükleri şairlerin mısralarınaeğilirler. ….. farklı güçleri rahatsız edebilir. ….kendi ülkelerinde dışlanmış, sürgün edilmiş,hücreye konulmuş yahut öldürülmüşlerdir.”Ama şiirin de ötesinde görür benim şiirimsidediğim yazılarını: “Şiir, şairin nasıl bir sancıürünü ise benim düzyazılarım da öyle, o sancının,o içe dönüklüğün, alışkanlıkların ürünü.”Ben de öyle olduğuna katılıyorum.Şimdi yazımın başlığına dönmek istiyorum:Yazımın başlığını “Eylül <strong>ve</strong> Yaz” koymamınsebebini Nazım Payam’ı takip edenler kolaycaanlayacaklardır, yazarın 2008 yılında çıkan“Şehrin Eylül Tarafı” isimli kitabını hatırlayacaklardır.“Ses <strong>ve</strong> Yaz”daki yazıların bir kısmıdaha önceki kitapta vardı. Ancak yazılarınçoğunu yazarın yeniden ele alıp geliştirdiğinigörüyoruz. Şehrin eylül tarafını yazar şöyle anlatıyor”Aşk Ateşi Mazi İster” başlıklı denemesinde:“Geç de olsa anladım; şehrimizin Eylültarafındaydık biz. Kolay para kazanmaktan,zevkten, yaşadıklarımızın inceliklerini yakalamaktanuzak, sarı solgun tarafında… Çocukluğumşehrin eylül tarafında kaldı.“Ama şimdi nakledilmeyen, anlatılmayanyalnızca hatırladığım, hayatımızın kuytu noktalarınaserpilmiş küçük renklerden ne kadarmutlu olurduk.”Şehrin Eylül tarafı böyle ise Yaz köşesindennasıl bir ses geliyordu? “Yaz! Ah yaz! Her şairin,şehrin, mevsimin bir tonu var. Fakat başaklarıolgunlaştıran yazda “Gü<strong>ve</strong>rcin bakışlı sessizlikbile” bir başka ahenk çınlatır.”Şehrin Eylül tarafında pişen Nazım Payam,yaz tarafında ince şehirli zevkinin tadına varmaktadır,ama yine de gönlünde o Eylül tarafınınona <strong>ve</strong>rdiği hazlar yer almakta. Ben böyleokudum, kitabı/kitapları…■90eylül-ekim-kasım2013


"Harput'a adanmış bir ömür"İshak SunguroğluGIYASETTİN DAĞHakkında kitap <strong>ve</strong> ya şiir yazılmamış şehirleri,gerçek manada “şehir” saymayanlarvardır. Derler ki şehirler onuanlatan şairleri, yazarları varsa şehirdir. Harput’uanlatan yüzlerce şairden, binlerce şiirden bölümbölüm bahsetmek elbette mümkündür. Bu bahisbelki başka bir yazının, başka bir çalışmanın konusudur.Ancak şehirleri şehir yapan, onları ölümsüzkılan çalışmalar, biraz da –belki daha fazla- oyazarların o şehirde yaşadıkları <strong>ve</strong> hissettikleridir.Bursa’yı Tanğınar’dan; Antep’i Mithat Enç’ten;Sıvas’ı Ahmet Turan Alkan’dan; Kayseri’yi EmirKalkan’dan; Elazığ’ı Nazım Payam’dan okuduğumuzdaelbette bu şehirleri şehir yapan tabloyu birazdaha doldurmuş oluruz.Merhum İshak Sunguroğlu’nun 88 yıllık ömrünün30 yılını hasrederek hazırladığı <strong>ve</strong> yayınladığı“Harput Yollarında” adlı dört ciltlik kitabı dabu eserlerden biridir. Kim bilir ömrü <strong>ve</strong>fa etse idi,üzerinde çalıştığı beşinci cildi ile Harput’a dair bizimbilmediğimiz daha nelere yer <strong>ve</strong>recekti.İshak Sunguroğlu, 1888 yılında Harput’tadünyaya geldi. Fakat iş yaşamı nedeniyle uzun süreHarput’tan uzak kaldı. Sunguroğlu, Harput’a gel-91eylül-ekim-kasım2013


Merhum İshak Sunguroğlu’nun 88 yıllık ömrünün 30 yılınıhasrederek hazırladığı <strong>ve</strong> yayınladığı “Harput Yollarında”adlı dört ciltlik kitabı da bu eserlerden biridir. Kimbilir ömrü <strong>ve</strong>fa etse idi, üzerinde çalıştığı beşinci cildiile Harput’a dair bizim bilmediğimiz daha nelere yer<strong>ve</strong>recekti.diğinde baba ocağını, çocukluğunun geçtiği sokakları,yıkık <strong>ve</strong> virane halindeki evleri gözyaşlarıile gezerken bu eseri yazmaya karar <strong>ve</strong>rdiğinibeyan etmektedir. Onun bu kitabı hazırlamasındakien önemli amacı, 1900’lü yılların başındanitibaren hızla harabeye dönüşen <strong>ve</strong> 1945–1950yıllarında yok olmaya başlayan Harput’taki abideinsanları, kültür <strong>ve</strong> medeniyeti, sosyal hayatıkayıt altına almak, gelecek nesillere, araştırmacılaraen doğru bir şekilde ulaştırmaktır.Bugün hâlâ Harput <strong>ve</strong> Elazığ denilince aklagelen ilk kaynak İshak Sunguroğlu’nun “HarputYollarında” adlı çalışmasıdır. Bunun en önemlisebebi ise onun bir tarihçi olmamasına rağmeneserini son derece bilimsel, kaynaklara dayalı <strong>ve</strong>belgeli hazırlamasıdır. Yine önemli bir unsur;atalarının mezarlarının bulunduğu, çocukluğundasokaklarında oynadığı, mekteplerindeeğitim aldığı bu kadim kente olan bağlılığı <strong>ve</strong>hasretidir.Sunguroğlu 1948 yılında yazmaya başladığıeserinin ilk cildini 1958 yayınlamıştır. Kitabındatarihi süreç içerisinde Harput’un isminiaraştırmakla başlayan Sunguroğlu büyük birciddiyetle Harput’un dört bin yıllık tarihiniortaya koymuş, Harput’un bu uzun sürecinibütün safahatıyla ele almıştır.Merhumun eseri sadece bir siyasi tarih değildir.Yazarımız, eserinde Harput’un binlerceyıllık tarihini dillendirmekle kalmamış, buranınyaşamını, inanç <strong>ve</strong> geleneklerini, yetiştirdiğiyüzlerce âlim mutasavvıf, asker <strong>ve</strong> devletadamalarını, yerleşim özelliklerine <strong>ve</strong> teknikdetaylarına varıncaya kadar mimarisini, ekonomikyaşantısını, düğün, bayram <strong>ve</strong> evlilikgelenekleri gibi örf <strong>ve</strong> ananeleri tüm yönleriile ortaya koymuştur.Bugün Harput denilince hiç şüphesiz aklagelen konuların başında Harput Mahalli Müziğigelmektedir. Yazar Sunguroğlu eserindeo günlerde ülkedeki bazı yasaklardan dolayıyok olmaya yüz tutmuş <strong>ve</strong> kaybolma tehlikesiile karşı karşıya kalan Harput Musikisininnadide örneklerini Merhum Vasfi Akyol’unnotalarıyla kitabının üçüncü cildinde yer <strong>ve</strong>rmiştir.Eserinde Harput’un hemen hiçbir eksiktarafını bırakmamış olan Sunguroğlu,Harput’un o dönemde yaşayan <strong>ve</strong> daha öncedenyaşayıp da iz bırakan meczuplarına dahikitabında bir bölüm ayırarak tanıtmış <strong>ve</strong> hayatlarıhakkında bilgiler <strong>ve</strong>rmiştir. Hatta bumeczupların şiirlerinden örnekleri de o sayfalararasında bulmanız mümkün.Sunguroğlu’nun eserini okuyup değerlendirdiktensonra şu tespiti rahatlıkla yapabiliriz:Eğer bir gün Harput -Allah esirgesinyıkılıpyok olsa, bütün izleri silinse bile buesere bakılarak onu yeniden inşa edip gelenek<strong>ve</strong> görenekleri canlandırılabiliriz.“Harput Yollarında” daha önceden AnkaraElazığ Vakfı tarafından değişik zamanlardayayınlanmıştı. Şimdilerde yeniden yayınlanacağınadair çalışmaların olduğunu duymakbizleri gerçekten sevindirdi. Eğer gerçekleşirsebu çalışma Harput’a <strong>ve</strong> Elazığ’a yapılmış çokönemli bir katkıdır.Bu <strong>ve</strong>sileyle Yazar Merhum İshakSunguroğlu’nu rahmet <strong>ve</strong> minnetle anıyorum.■92eylül-ekim-kasım2013


21. Hazar Şiir Akşamlarının ardındanNAİM ÖZDAMARSanatın herhangi bir dalı ile hayatı ifadeetmeye çalışanlar için estetiğin önemibüyüktür. Eşyada, sözde, plastikte taşta,ebruda aradığımız estetiği; şehirlerin hem fizikihâlinde hem de ruhlarında görmek, yakalamakkoklamak, duymak <strong>ve</strong> tatmak isteriz.Dostlar, 21. düzenlenen Elazığ Hazar ŞiirAkşamlarına şair <strong>ve</strong> yazar sıfatımızla bizi depanelist olarak da<strong>ve</strong>t etme lütfunda bulundular.Hem okumak hem de bazı eserlerden not alabilmekamacı ile otobüs yolculuğunu tercih ederekbu on dokuz saatlik yolculuğa katlandık.Elazığ'a girince içimiz âdeta burkuldu. Tarih<strong>ve</strong> sanat arayan gözlerimiz, ana caddelerde dörtbeş katlı çirkin betonarmeler ile tepelerde <strong>ve</strong> eteklerdebirbirleriyle yarışırcasına yükselen «site»lerinçirkin, özensiz <strong>ve</strong> de sanattan uzak manzaraları ilekarşı karşıya geldi. Batı Anadolu'nun büyük <strong>ve</strong>orta ölçekli kentlerinin huzuru hiçe sayan çirkinşehirleşmesi buraya da bulaşmış, diye düşündüm.Gerçekten yenilenmiş Elazığ, ilk görüldüğü andagönlümüzde ümit bırakmadı. Ta Harput'u görünceyekadar… Betonlaşma kanseri her ne kadarHarput'un da tenine dokunmuşsa da özgüntarihî yapıları özenle korunmaya çalışılmış. NeredeyseHarput <strong>ve</strong> Elazığ ayrı iklimlerin iki şehri…Birisi tarih, sanat kokarken diğeri sadece <strong>ve</strong> sadecebeton yığını…Ancak Elazığ insanı, Harputlu kalmış. Hoşgörü,cana yakınlık, se<strong>ve</strong>cenlik <strong>ve</strong> Türk'ün ilközelliklerinden olan misafirper<strong>ve</strong>rlik... Bu meziyetlerinhepsi Hazar şiir etkinliklerine katılanlarayansırken, şehrin insanına <strong>ve</strong> tarihin imbiklerindensüzülüp gelen insani hasletlerine âşık olmamakimkânsız. Halk <strong>ve</strong> yönetim bu özellikleri okadar güzel paylaşmakta ki...En insani duygularla yün başlıklı bir ihtiyaraderdini dinlemek için sarılan <strong>ve</strong> şiirin Elazığ için93eylül-ekim-kasım2013


ne derece önemli olduğunun idrakiyle, Elazığ'ıTürk dünyasının şiir başkenti yapmak ideali ilegüzeller güzeli bir vali gördüm: Sayın MuammerErol.Cana yakın, enerji yüklü <strong>ve</strong> şehrine sahip çıktığıher hareketinde aşikâr Belediye Başkanı SayınM. Süleyman Selmanoğlu.Elazığ'a kazandırdığı Nurettin ArdıçoğluKültür Merkezi'nde hak ederek oturan <strong>ve</strong> Elazığ'amüdürlük değil hizmetkârlık yapan İl Kültür <strong>ve</strong>Turizm Müdürü Sayın Tahsin Öztürk.Elazığ denince Fikret Memişoğlu, NiyaziYıldırım Gençosmanoğlu, Göktürk MehmetUytun'dan sonra ilk akla gelen bu merhum şairlerimizinhalefi Sayın Ahmet Tevfik Ozan.Validen başlayarak kamuda araç kullananmemurlara kadar tüm görevliler Hazar ŞiirAkşamları'nın aksaksız geçmesi için seferber oldular.Şiir festivali şairlerin karşılanması ile başladı.Batı Kitabevi ise Elazığ’da yer alan belki de üçbüyük şehrimizde dahi çok az sayıda bulunan birkültür yuvası. Sahibi Mehmet Hanefi Batı, kampanyalarlaher Elazığlıya bir kitap okutma amacında.Sayın Vali <strong>ve</strong> Belediye Başkanının HazarŞiir Akşamları’na katılan şairlere «hoş geldiniz»ibu kitabevinde düzenlendi.21 Haziran Cuma günü Sayın Vali MuammerErol başta olmak üzere tüm sanatse<strong>ve</strong>rlerinkatıldığı,»Kartpostallarla Eski İstanbul», «YahyaKemal'in Fotoğrafları <strong>ve</strong> El Yazıları» sergileri ile« Eski İstanbul <strong>ve</strong> Elazığ» resim sergileri açıldı.Aynı gün Prof. Dr. Mustafa Koç'un nefis anlatımıyla«İstanbul Konferansı»nı dinledik.Etkinliğin en güzel yanlarından birisiolan mehteran bölüğü arkasındaki «şairleryürüyüşü”ne başta Sayın Vali Muammer Erol <strong>ve</strong>birçok güzide simanın yanı sıra pek çok Elazığlıda eşlik etti.Tarihî Öğretmenevi binası önünde 21. HazarŞiir Akşamları’nın açılışı yapıldı.Elazığ'ın diğer bir beğenilesi yönü ise müziğe,Türk müziğine olan yeteneği <strong>ve</strong> tutkusu. ElazığDevlet Klasik Türk Müziği Korosunun İstanbul <strong>ve</strong>Yahya Kemal güfteleri ağırlıklı konseri ise nefisti.Sayın Ahmet Tevfik Ozan'ın yönettiği «ŞiirAkşamları Paneli»nde konuşmacı olarak OsmanAytekin, Remzi Zengin, Alim Gerçel <strong>ve</strong> ZübeydeGökbulut ile beraberdik. Şiir akşamlarının bugününü<strong>ve</strong> daha da ileri gitmesi <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rimli olmalarıiçin neler yapılması gerektiğini tartıştık.«Edebiyat İstanbul» panelini Bahtiyar Aslanyönetirken Atilla Şentürk, Süleyman Erguner,Almas Binnatova, Abdülkadir Emeksiz, İsa Kocakaplankonulara tam hâkimiyetleri <strong>ve</strong> belagatleriylealkış aldılar.Hazar Şiir Akşamları Hazar Gölü kıyısındadüzenlenen muhteşem ses <strong>ve</strong> görselliklere sahipfinal gecesi ile son buldu. Yahya Kemal şiirleriniyorumlayan iki liseli gencin ses tonları <strong>ve</strong> yorumlamabecerileri de harika idi.Mükemmel hazırlanmış gecede iki noktayıeleştirmeden geçmeyeceğim. Nurullah Genç gibiusta bir şair <strong>ve</strong> yorumcunun ardından, yaşınahürmeten kötü bir şiir <strong>ve</strong> yorum getiren Elazığlıyaşlı şairin çıkarılması uygun olmadı. Güzelimİstanbul ağzıyla sürüp giden şiirlerin, sadece dinleyenetebessüm ettirdiği için Erciş ağızlı bir şiirlenoktalanması hoş değildi.21.Hazar Şiir Akşamları’na emek <strong>ve</strong>ren <strong>ve</strong>katılan her bir kişi ayrı ayrı övgüye layıktır. Ancaketkinlikler boyunca farklılıkları ile göze çarpanSayın Vali Muammer Erol, Belediye BaşkanıSüleyman Selmanoğlu, İl Kültür Ve TurizmMüdürü Tahsin Öztürk, Ahmet Tevfik Ozan <strong>ve</strong>katılımcılardan Sayın Prof. Dr. Süleyman Erguner,Prof. Dr. Ahmet Atilla Şentürk, Prof. Dr. MustafaKoç, Bahtiyar Aslan, Prof. Dr. Almas Binnatova,Yahya Akengin, Nurullah Genç, Kazakistan'danMaksut Hanzhakir, Makedonya'dan LeylaEmin Şerif, Kırgızistan'dan Kunduz Avashova,Özbek Jarborov Turamırza, İstanbul'dan YavuzZarifoğlu, Gagauzeli'nden Güllü Karanfil,Kıbrıs'tan Emel Kaya, İstanbul’dan Ekrem Kaftan<strong>ve</strong> Antalya’dan Cansın Erol, Nevşehir'den OsmanAytekin, Tokat'tan Remzi Zengin, Kayseri'denAlim Gerçel, Kırşehir'den Zübeyde Gökbulut,Sarıkaya'dan Kelami Akdemir <strong>ve</strong> Ali Akbaş'ı anmadangeçemeyeceğim.Hiçbir şehre nasip olmayacak kadar şair, yazar <strong>ve</strong>aydına sahip olan şanslı Elazığ; siluetini beğenmediysemde insanına vuruldum desem yalan olmaz.Çünkü insanında şiir gördüm, sanat gördüm,Türklüğün her hasletini gördüm <strong>ve</strong> kısaca insanlıkgördüm.Elazığ, seni ne kadar kıskandım bilemezsin.■94eylül-ekim-kasım2013


YELİZ ÖZTÜRKBirleyerek OluşmakFelsefe <strong>ve</strong> Tasavvuf Üzerine konuşmalarYayına HazırlayanlarDoç. Dr. Le<strong>ve</strong>nt BayraktarDoç. Dr. Fulya BayraktarProf. Dr. Kenan Gürsoy ile yapılmış olanbir dizi sohbetten oluşan bu eser, on iki başlıkaltında çağın problemlerini, kültürel, entelektüel,manevi buhranları, insanın özne olmaklığınadair sıkıntıları ele almakta <strong>ve</strong> bunlarkarşısında kendi düşünce geleneklerimizdenhareketle çözüme yönelik imkânlar bulunabileceğineişaret etmektedir. Bu bağlamda tasavvuflabütünleşen bir tefekkürün ufukları, tasavvuflailişkin olduğu düşünülen kavramlarınfelsefi bir dikkatle yeniden işlenebileceği <strong>ve</strong>böylece oluşabilecek bir dilin anlamı <strong>ve</strong> değeride ele alınmıştır. Bu çabada felsefe <strong>ve</strong> tasavvufunkavramları, yaklaşımları <strong>ve</strong> çoğu zamanda sohbet içerisinde açılan insani <strong>ve</strong> etik alanınhususiyetleri yol gösterici olmuştur.“Bir bilmek, bir görmek <strong>ve</strong> bir sevmek”ifadesi ile özetlenebilecek olan bu tefekkürün95eylül-ekim-kasım2013


temelleri “birlik” ideası (fikri) üzerine inşaedilmiştir.İsteme adresi: Aktif Düşünce YayıncılıkÜç Güzeller MasalıNâzım H.PolatÜç Güzeller Masalı’nda, Prof. Dr. NâzımH. Polat’ın çeşitli konularda kaleme aldığı,farklı dergilerde farklı zamanlarda yayımlanandeneme <strong>ve</strong> serbest yazıları bir araya getirildi.Akademik sınırların olabildiğince dışınaçıkarak aydın kimliğiyle hissettiklerini kâğıdadöken Polat, esere giren yazılarında birbirindençok farklı konulara odaklanıyor. Bu eserde,Türkçenin güzellik <strong>ve</strong> inceliklerinden,unutulmaya yüz tutmuş -hep hatırlanasısimalara;hocaya <strong>ve</strong>fadan, yaşanılan şehre<strong>ve</strong>faya uzanan geniş kültür ikliminde usta birkalemin “ferdî duyarlılık” gezintisi kimi zamansessizce, kimi zaman en yüksek perdeden ancakhep ‘samimiyet'le dile geliyor.İsteme Adresi: Kurgan EdebiyatRuhumu Kuşatan ŞehirlerMehmet Kurtoğlu“Benim için yeni bir şehre girmek, yeni birhayata göz açmak gibiydi.”, “Ve ben her şehri,bir âşık edasıyla büyük bir arzuyla gezdim.”“Şehirlerin ruhlarını kaybettiği <strong>ve</strong> birbirinebenzediği bir zaman diliminde, henüz hafızasınıkaybetmemiş, modernizme direnerekayakta kalabilmiş birkaç kadim şehri dolaşırkengörüp yaşadıklarımdan dolayı kendimişanslı görüyorum. Çünkü henüz modernizmeteslim olmamış, ruhunu kaybetmemiş, binlerceyıllık birikimiyle dipdiri ayakta duran buşehirlerin son tanığı olduğumu düşündüm herzaman.” Diyen Mehmet Kurtoğlu, bu kitabındaAnadolu’nun bir ucundan diyer bir ucunagezdiği gördüğü şehirleri gezi-deneme tarzındakaleme almış <strong>ve</strong> şehirleri anlatırken ruhunukatmış adeta.İsteme adresi: Çizgi KitapeviŞiirsel Kimlikten Mekânsal sınırlaraİkinci Yeni Şairlerinin Mekân AlgısıBeyhan KanterŞiiri toplumsal olandan uzaklaştırdıkları,anlamsız <strong>ve</strong> soyut bir noktaya getirdikleri <strong>ve</strong>apolitik bir söyleyişe yöneldikleri iddialarıylasıklıkla eleştirilere maruz kalan İkinci YeniŞairleri, her ne kadar bireyselliği öncelemişolsalar da şiirlerinin tamamıyla toplumsaldanuzak olduğu söylenemez. İçinde yaşadığıtoplumla uzlaşamayan bireyin iç bunaltılarınıyansıtırken toplumsala dokunmak zorunda kalan<strong>ve</strong> toplumsala başkaldıran İkinci Yeniciler,şiirlerinde bireyi özellikle «mekân aidiyeti» <strong>ve</strong>«zorunluluk» üzerinden değerlendirirler. Bubağlamda İkinci Yeni şiirinde, mekân belirleyicibir unsur olduğu gibi şiirlerin ana damarı damekân-insan ilişkisi yönünde atar.İsteme Adresi: Metamorfoz YayıncılıkSudan GelenBir Hz. Musa RomanıLütfi ParlakTabutu alan kadın, çocuklarını evde bıraktığıiçin hayli telaşlıydı: “Ya ağlarlarsa, yasesleri duyulursa, ya başlarına bir şey gelirse...”diye endişeleniyordu. Gerilmiş yaydan, çekilmişkılıçtan daha gergin olduğu için başı dik,gözleri ilerideydi. İki arada bir derede kaldığındansıkıntıdan patlamak üzereydi. Aradaağzını açıp derin derin soluyordu. Öyle ya...Ya çocuğun öldürülmesini bekleyecekti, ya dagöz göre göre canından bir parça olan yavrusunutabuta koyup suya <strong>ve</strong>recekti. (...) Nihayetyerden aldığı kapaklı tabutu kucaklayıp evinegetirdi. Koklayıp okşadı, ağlaya sızlaya alnınaşefkat öpücükleri kondurdu. Sonra da cesaretinitoplayarak bebeği yerleştirdiği ziftli tabutundelikli kapağını üzerine bağladı. Güneş tesiretmesin diye topladığı ağaç yapraklarını gölgelikederek hepsini birbirine iliştirdi. ArdındanAllah’a havale edip Nil’e bırakı<strong>ve</strong>rdi.Sudan Gelen, Hz. Musa’nın hayat öyküsüdür.İsteme Adresi: İz Yayıncılık■96eylül-ekim-kasım2013

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!