Cinedergi 104
Binder104
Binder104
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
CINEVİZYON<br />
2 HAZİRAN<br />
Wonder Woman<br />
Kaptan Düşükdon: Destansı İlk Film / Captain<br />
Underpants: The First Epic Movie<br />
Sahil Güvenlik / Baywatch<br />
Şeytanın Doğuşu / FirstBorn<br />
Nefrin<br />
Bir Damla Aşk<br />
Bambaşka<br />
Anayurt Oteli<br />
9 HAZİRAN<br />
Prenses ve Kurbağa / The Swan Princess: Royally<br />
Undercover<br />
Bir Nefes / One Breath<br />
Vampir Cehennemi: İstila / The Stakelander<br />
Dede Korkut Hikayeleri: Salur Kazan Zoraki Kahraman<br />
11<br />
Çünkü Onu Çok Sevdim<br />
Dokuzuncu Hayat / The 9th Life of Louis Drax<br />
Kedi<br />
Mumya / The Mummy<br />
16 HAZİRAN<br />
Sniper: Duvar / The Wall<br />
Gençlik Başımda Duman / Heartstone<br />
Hayalet Hikayesi / Personal Shopper<br />
Sinyalciler<br />
Fırıldak Kedi / Pettersson und Findus<br />
Arabalar 3 / Cars 3<br />
Deccal 2<br />
23 HAZİRAN<br />
Recep İvedik 5<br />
Berlin Sendromu / Berlin Syndrome<br />
93 Yazı / Estiu 1993<br />
Tatlı Şeyler<br />
Korkacak Bi’Şey Yok<br />
Kara Gün / Patriots Day<br />
Transformers 5: Son Şövalye / Transformers:<br />
The Last Knight<br />
Büyü 2<br />
30 HAZİRAN<br />
Inconceivable<br />
2:22<br />
Plan B: Scheiß auf Plan A<br />
Tavşan Okulu / Rabbit School<br />
Katliam Günü / The Windmill Massacre<br />
Tam Gaz / Baby Driver
İÇİNDEKİLER<br />
18<br />
dosya<br />
ŞEKER BAYRAMINA ÖZEL<br />
Pınar, Şeker Bayramı için<br />
çikolatalı filmleri yazdı.<br />
48<br />
22<br />
46<br />
YASEMİN ÇONKA<br />
RÖPORTAJ<br />
ÖZGÜR BAKAR<br />
Deccal 2 geliyor Özgür<br />
röportajda saydırıyor.<br />
ALP NAVRUZ<br />
Fazilet Hanım ve Kızları’ndan<br />
<strong>Cinedergi</strong> sayfalarına....<br />
28<br />
WONDER WOMAN<br />
Egemen sordu, kimdir<br />
bu Wonder Women.<br />
34 THE MUMMY<br />
İbrahim Tom Cruise’lu The Mummy’nin<br />
sırlarını açıkladı.<br />
44 TRANSFORMERS<br />
Masis son Transformers filmi The Last<br />
Night’ı benim zorlamam ile yazdı.<br />
52 KORSAN FİLMLERİ<br />
Barbaros Hayrettin Paşa’dan Kaptan<br />
Sparrow’a korsan filmleri.<br />
58 DEDE KORKUT HİKAYELERİ<br />
Burak Aksak’ı<br />
Polat anlattı.<br />
64 LADY MACBETH<br />
Duygu Kocabaylıoğlu dergiye hızlı bir<br />
giriş yaptı ve feminist söylemle başladı<br />
70 DARIO ARGENTO<br />
Onur bu sefer ağır takılmak istedi ve<br />
Suspiria’nın peşinden gitti.<br />
76 HOLLYWOOD YAZ BOMBALARI<br />
Burak ABD’den yaz<br />
bombalarını yazdı.<br />
78 PERSONAL SHOPPER<br />
Murat Olivier Assayas’ın<br />
peşinden gitti.
ÖZEL KÖŞE<br />
32 SUSMAYAN KÖŞE<br />
Elif Dağdeviren Portakal’ı da<br />
devirdi mi?<br />
38<br />
88<br />
92<br />
94<br />
100<br />
BELGESELCİ<br />
Yüzleşme belgeseliyle yüzleşmenin<br />
zorluğunu Güzel anlattı.<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Fırat, Onur Doğan ile kısa filmin uzun<br />
dünyasını konuştu.<br />
DİZİDERGİ<br />
DİZİFUN<br />
Nergiz Türk Malı’nın malını ortaya<br />
çıkardı...<br />
DİZİMANİA<br />
Gizem Merve Fİ dizisi üzerinden izleyiciye<br />
yürüdü...<br />
DİZİ RÖPORTAJ<br />
Alp Nevruz Banu’nun<br />
sorularını yanıtladı...<br />
MEVSiMLER TERSE<br />
DÖNDÜ, CINEDERGi<br />
DOLDU TAŞTI<br />
EDITO<br />
Yaşı yetenler için herşeyin dönüşümünü<br />
takip etmek şaşırtıcı oluyor. 1990’ların<br />
sonunda hatta 2000’lerin başında yılda<br />
10 Türk filmi çıkınca alkış tutardık. Bundan<br />
beş yıl öncesine kadar yazın izleyecek film<br />
bulmak zordu. Sinema dergisi yapmak ise<br />
imkansızdı. O dönemde çıkan Popüler Sinema,<br />
Beyaz Perde ve birçok dergi tercüme<br />
haberlere yüklenirlerdi. Hatta yazın sinema<br />
dergisi çıkmaz birkaç ay tatil verirlerdi kendilerine.<br />
Hoş biz hala bu alışkanlığı devam<br />
ettiriyoruz. Ama günümüzde yazları, kış<br />
mevsimini sinema açısından geçti. Baksanıza<br />
Blockbuster dediğimiz bütün filmler bu aylarda<br />
giriyor. Sadece Haziran ayında Wonder<br />
Woman, Tranformers, Mummy, Karayip<br />
Korsanları, Temmuz’da Dunkirk, Örümcek<br />
Adam, Maymunlar Cehennemi hepsi vizyonda.<br />
Zaten Editör sayfasının dosya bölümüne<br />
baktığınızda, yani hemen yanda nasıl tıkş<br />
tıkış olduğunu göreceksiniz. Bir de bunlara<br />
her hafta fvizyona giren iki, üç Türk filmini<br />
ekleyin. Bu doluluk artık yaz mevsiminin<br />
kış mevsimiyle yarıştığının kanıtıdır. Biz<br />
yaz köleleri de size filmleri yetiştirmeye<br />
çalışıyoruz. Şaka şaka ben<br />
Marmaris’te<br />
keyif çatıyorum:)
PEK YAKINDA<br />
ÖRÜMCEK-ADAM: EVE DÖNÜS<br />
Yönetmen: Jon Watts<br />
Oyuncular: Tom Holland, Michael Keaton, Robert Downey Jr.<br />
Konu: Yenilmezler ile yaşadığı maceranın büyüsüne kapılan genç Peter<br />
kendini kanıtlama isteğiyle dolup taşan bir gençtir. Ancak yaşı gereği birçok<br />
farklı sorumluluğu vardır. May halası ile yaşayan genç Peter bir yandan da<br />
ona göz kulak olan Demir Adam ile arkadaşlığını ilerletmiştir. Okul hayatına<br />
alışmaya ve sıradan bir genç gibi yaşamaya çalışan Peter’ın aklında ise suçla<br />
savaşmak ve dünyayı daha güvenli bir hale getirmek vardır. Vulture yepyeni<br />
bir düşmanı yaşadığı şehre gönderdiğinde ise Peter’ın kendini gösterme<br />
fırsatı çıkacak, ancak en değerli gördüğü herkes tehdit altında olacaktır...
ROCK’N ROLL<br />
Yönetmen: Guillaume<br />
Canet<br />
Oyuncular: Guillaume<br />
Canet, Marion Cotillard,<br />
Gilles Lellouche<br />
Konu: Genç bir yardımcı<br />
yıldız Guillaume Canet’e<br />
artık havalı olmadığını ve<br />
filmlerinin satmayacağını<br />
söyler. Bunun sonucu<br />
olarak Canet hırslanır<br />
ve ona haksız olduğunu<br />
kanıtlama yoluna baş<br />
koyar. Bu noktada da<br />
kız arkadaşı Marion<br />
Cotillard’ın yardımına<br />
başvuracaktır.<br />
ZOMBI<br />
EKSPRESI<br />
Yönetmen: Sang-<br />
Ho Yeon<br />
Oyuncular: Gong<br />
Yoo, Yumi Jung,<br />
Dong-seok Ma<br />
Konu: Yıkıcı bir<br />
zombi virüsü<br />
Güney Kore’yi<br />
etkisi altına<br />
almıştır. Bu<br />
sırada Seul’den<br />
Busan’a gitmekte<br />
olan trendeki<br />
yolcular hayatta<br />
kalma mücadelesi<br />
verecektir. Senartisti<br />
ve yönetmeni<br />
Sang-ho Yeon<br />
olan film dünya<br />
prömiyerini 2016<br />
Cannes Film<br />
Festival’inde<br />
yaptı.<br />
DUNKIRK<br />
Yönetmen: Christopher<br />
Nolan<br />
Oyuncular: Tom Hardy,<br />
Cillian Murphy,<br />
Mark Rylance<br />
Konu: Christopher<br />
Nolan’ın 2.<br />
Dünya Savaşı’nın<br />
kaderini belirleyen<br />
olaylardan biri<br />
olan Dunkerque<br />
Tahliyesi ile ilgili<br />
olacak olan filminin<br />
başrollerinde Mark<br />
Rylance, Kenneth<br />
Branagh ve Tom<br />
Hardy yer alırken,<br />
filmin kadrosunda<br />
Jack Lowden, Aneurin<br />
Barnard ve ilk<br />
kez film deneyimini<br />
yaşacak olan Fionn<br />
Whitehead ile Harry<br />
Styles da yer alacak.
PEK YAKINDA<br />
MAYMUNLAR CEHENNEMI: SAVAS<br />
Yönetmen: Matt Reeves<br />
Oyuncular: Andy Serkis, Woody Harrelson, Judy<br />
Greer<br />
Konu: Gişe hiti serinin son halkası In War for the<br />
Planet of the Apes filminde Sezar ve onun takipçileri<br />
insanlarla acımasız bir savaşta karşı karşıya gelirler.<br />
Fakat tüm inancına ve hırsına rağmen Sezar’ın ordusu<br />
büyük kayıplar verir. Kendisini ordusuna ve<br />
halkına karşı sorumlu hisseden Sezar, Colonel ile<br />
birebirde yüzleşmek için yola koyulur. Şimdi iki ırkın<br />
da geleceğinin kaderi bu yüzleşmeye bağlıdır...
VALERIAN VE BiN GEZEGEN<br />
iMPARATORLUGU<br />
Yönetmen: Luc Besson<br />
Oyuncular: Dane DeHaan,<br />
Cara Delevingnen<br />
Konu: 28. yüzyılda Valerian<br />
ve Laureline,<br />
insanların yerleşim<br />
alanlarına uygulanacak<br />
emirleri taşıyan bir<br />
operasyon biriminde<br />
görevlidirler. Savunma<br />
Bakanlığı’nın emriyle ikili,<br />
etkileyici bir şehir olan<br />
Alpha’ya görevlendirilirler.<br />
Alpha, evrendeki<br />
pek çok farklı türün<br />
bilgi, deneyim ve kültürlerini<br />
paylaşmak için yüz<br />
yıllardır bir araya geldiği<br />
bir şehirdir.<br />
ATOMIC<br />
BLONDE<br />
Yönetmen: David<br />
Leitch<br />
Oyuncular:<br />
Charlize Theron,<br />
James McAvoy,<br />
Konu: Lorraine<br />
Broughton MI6’in<br />
en ölümcül<br />
suikastçısıdır.<br />
Kaçış ustalığı ve<br />
yakın dövüşteki<br />
yeteneğiyle bilinmektedir.<br />
Soğuk<br />
savaş sırasında<br />
bir ajanın öldürülmesini<br />
araştırmak<br />
ve eksik ajanlar<br />
listesini bulmak<br />
için Berlin’e<br />
gönderilir. Yeni<br />
görevi için Berlin<br />
istasyon şefi<br />
David Percival ile<br />
işbirliği yaparlar.<br />
THE BYE<br />
BYE MAN<br />
Yönetmen: Stacy Title<br />
Oyuncular: Douglas<br />
Smith, Lucien Laviscount,<br />
Doug Jones<br />
Konu: Wisconsin’de<br />
üç üniversite<br />
öğrencisinin eski<br />
bir eve yerleşir. Bu<br />
dakikadan sonra<br />
başlayan olaylar zinciri,<br />
akla hayale gelmeyen<br />
aksiyonların<br />
başlangıcıdır. Önemli<br />
olan bu korkunç olaylara<br />
sebep olan şeyin<br />
ne olduğundan ziyade,<br />
kim olduğudur.<br />
The Bye Bye Man’in<br />
varlığından bir kere<br />
haberdar olmak, onun<br />
lanetiyle baş başa kalmak<br />
için yeterlidir.
CINEKRiTiK<br />
BANU BOZDEMİR<br />
AŞKIN VE SAVAŞIN SÜT KIVAMI!<br />
n Emir Kusturica’nın filmlerinin efektsiz,<br />
olabildiğince doğal, fantastik filmlerden<br />
olduğunu düşünüyorum, öyle ki yıllar<br />
yıllar önce yönetmenlerin ve ekiplerin<br />
kendi el yordamlarıyla yaptıkları kadar<br />
sahici, ironik ve bir o kadar da fantastik.<br />
Hatta yıllar önce Kusturica filmleriyle<br />
tanıştığımda çocukluğumu onun filmlerine<br />
benzetmiş, Çocukluğumda havanlarla,<br />
doğa ve bitkilerle giriştiğim hayat oyunununda<br />
tıpkı onun filmlerinin tadını bulmuştum.<br />
Kusturica’nın on yıl aradan sonra çektiği Aşk<br />
ve Savaş o kadar güzel başlıyor ki... Sanki<br />
savaşın uğramadığı, kötü insanların silinip<br />
gittiği bir masal diyarındayız. Aynada kendine<br />
bakmaktan kafayı yemiş tavuktan, süt içmekten<br />
hoşlanan yılana kadar her şey aslında,<br />
arka plana bakınca hayatın ve savaşın içinde<br />
yer buluyor kendisine. Hikaye o kadar bildik ki..<br />
Üçlü bir aşk hikayesi. Sütçü ve gizemli İtalyan<br />
kadın arasında gayet masumane ve fantastik<br />
şekillenen aşk, dünyanın kötü düzenine direnmeye<br />
çalışıyor. Tabii gücü yettiğince...<br />
Kusturica savaşın ortasında, acıların içinde<br />
yaşama yolunu bulmuş ve bunu filme aktarmaya<br />
karar veren bir yönetmen. Ama acılı<br />
tarafın daha çok Bosna olduğunu düşünürsek,<br />
Kusturica’ya da işin ironisinin peşine takılmak<br />
kalıyor diyebiliriz. Ya da savaş pskilojisini<br />
dışarı taşırma isteğinin. Her Kusturica’yla<br />
ilgili laf açıldığında 2010 yılında Antalya Altın<br />
Portakal’da yapılan protesto aklıma geliyor.<br />
AKM’nin önünde konser veren, hatta o sene<br />
jüri üyesi olan Kusturica en çok da Semih<br />
Kağlanoğlu ve ekibinden protesto yemiş ve<br />
Antalya’yı terk etmişti. Yine bir şekilde Semih<br />
Kaplanoğlu’yla yolu buluşan Kısturica bu sene<br />
On the Milky Road / Aşk ve Savaş filmiyle festival<br />
kataloğunda yer aldı. Ama sonra gösterimler<br />
apar topar iptal edildi. Bunda Ulusal<br />
yarışma jüri başkanı Kaplanoğlu’nun parmağı<br />
var mı bilinmez ama Kusturica’ya bu ülkenin<br />
festivallerinin yolu kapanmış gözüküyor.<br />
Cuma günü vizyona girecek film başrolünü<br />
Monica Belluci’yle paylaştığı, kendisinin<br />
sütçülük yaparak geçimini sağladığı bir adamı<br />
canlandırdığı Kusturica, bir adamın farklı dönemlerini<br />
anlatıyor. Aşkı eksik etmeden, savaşın<br />
en büyük kaçış noktasının barıştan sonra aşk<br />
olduğunu sonuna kadar vurgulayarak. Tabii<br />
film detaylardan ilham alıyor, sütçünün eşekle<br />
ve yılanla dostluğu, bir kuyunun saklama gücü<br />
ve bir aşkın kaçırtan çılgınlığı. Bütün bunlar<br />
biraraya gelince şiir gibi, ince ince işlenmiş,<br />
detaylandırılmış bir film çıkıyor karşımıza. Taa<br />
sonuna kadar. Bir savaşın her yerine dokunan,<br />
toprağa yerleştirilmiş mayınlarla yaşamın ve ölümün<br />
anını sorgulayan yönetmen bir yerden sonra<br />
bambaşka bir yola sokuyor filmini. Es geçilen,<br />
kurşun vızıltıları arasında yaşanan bir hayatın
dökümü gibi ondan sonrası. Çimenlerin üstünü<br />
koyunlarla kaplayamıyorsanız, taşlarla kaplayın,<br />
doğayı yok edin kafası uzanıyor bir yerden. Bir<br />
yandan da o taşları taşımanın yolculuğu, sabrı<br />
ve sınanması karşısında gittikçe içine çekilen bir<br />
dünyanın adamı olmanın yalnızlığını anlatıyor.<br />
Savaş bir mücadele. Etrafınızda vızıldayan<br />
kurşunlara karşı kendi şarkınızı yaratmak<br />
zorunluluğu doluyor sanırım. Kusturica her zamanki<br />
gibi kendi ayrıksı şarkısını mırıldanıyor.<br />
Savaşın ortasında yeşertilen bir aşkın kaçısı da bir<br />
hayli absürd ve karanlık oluyor. Özellikle dediğim<br />
gibi koyunların mayınlarda patladığı sahne çok<br />
etkiliydi. Ve güzelller güzeli Belluci’nin bedenini<br />
savaşın kalıntılarına teslim ediş anı…<br />
Filmi izlerken ayrıntılara dikkat etmek önemli,<br />
zaten film yarattığı büyülü dünyanın detaylarında<br />
izleyici hipnotize ediyor diyebiliriz. Kızı Dunja ile<br />
kaleme aldığı kısa film Our Love’dan yola çıkan<br />
yönetmen savaşın ortasında kalmış insanların<br />
ruh halini sorguluyor ve kendisini tüm aşamalara<br />
vakfetmiş bir adamın etrafında düğümleniyor.<br />
Anlatım konusunda son derece düz ve sade<br />
davrandığını söylemiş yönetmen. Sonlara doğru<br />
öyle diyebiliriz ama usta yönetmen başlarda<br />
özellikle sanatını fazlasıyla konuşturuyor. Sonlra<br />
doğru ise yenilginin sessizliğinde kendi sorgu<br />
dünyasına çekiliyor. Gayet keyifle, bazı yerlerde<br />
içimiz acıyarak ama merakla izlenen bir film<br />
olmuş Aşk ve Savaş.
CINEKRiTiK<br />
FIRAT SAYICI<br />
BU NEYiN SENDROMU?<br />
n Eskişehir Film Festivali’nde gece<br />
yarısı sineması etkinliğinde izleme şansı<br />
bulduğum ve bu ay vizyona girecek olan<br />
“Berlin Sendromu” maalesef ki türünün<br />
başarısız örneklerinden biri. Peki ama<br />
neden?<br />
Avusturyalı foto muhabiri olan Clare Andi,<br />
Berlin’de tatil yaparken oranın yerlisi olan<br />
karizmatik bir erkekle tanışır ve arlarında<br />
anlık bir çekim yaşanır. Tutkulu bir gecenin<br />
ardından romantik bir başlangıç yaşanmış<br />
gibi görünmesine rağmen, Clare uyandığında<br />
kendini Andi’nin apartman dairesinde kilitli<br />
bulur. Bunun bir unutkanlık sonucu olduğunu<br />
zanneden Clare’in bilmediği şey ise Andi’nin<br />
onu bırakmaya hiç niyeti yoktur. Cate<br />
Shortland’in yönettiği Teresa Palmer, Max<br />
Riemelt ve Matthias Habich’in oynadığı film<br />
Avustralya’nın son dönem göz bebeklerinden<br />
biri olarak gösterilse de gereksiz uzunluğu ve<br />
seyirciyi ikna edemeyen senaryosuyla bariz bir<br />
şekilde çuvallıyor.<br />
Filmin Avustralyalı yönetmeni Cate Shortland,<br />
Avustralya Film Televizyon ve Radyo<br />
Okulu’nda Yönetmenlik Bölümü’nü bitirdikten<br />
sonra birkaç tane kısa filmle sektöre giriş<br />
yapmış. İlk uzun metrajlı filmi “Somersault”<br />
2004 yılında Cannes Film Festivali’nde Belirli<br />
Bir Bakış bölümünde ilk kez gösterildi.<br />
Eleştirmenler tarafından hayli ilgi görmüştü bu<br />
film. Ancak Shortland kendisinden bekleyen<br />
ivme ve üretimi pek gösteremedi. 2012’de<br />
“Savaşın Gölgesinde” isimli dramdan sonra<br />
bambaşka bir alanda, gerilimde şansını denedi.<br />
Ancak iyi bir fikirden yola çıkan “Berlin Sendromu”<br />
yönetmenin önünü tıkayacağa benzer.<br />
Zira film dünya çapında da pek beğenilmedi.<br />
Kanımca bu filme uzun gelen 116 dakikalık<br />
süresiyle, parlak fikrini saçma sapan, çetrefilli<br />
yollara sokarak öldürmüş yönetmen. Melanie<br />
Joosten’ın aynı adlı romanından uyarlanan<br />
senaryonun o kadar çok çapağı var ki, seyirciyi<br />
filmin içine almamak için çok bahanesi var.<br />
Hastalıklı bir öğretmenin sıradan bir kadın turisti<br />
alıkoyup ona aşırı sevgi besleyerek kişisel<br />
hak ve özgürlüğünden mahrum bırakması fikri<br />
elbette bir gerilim filmi için kulağa hoş gelen fikir<br />
olarak gelebilir. Ancak filmin çetrefilli senaryosu,<br />
bunu mümkün kılmayarak gerilimin ve seyircide<br />
oluşabilecek kötü ruh halinin oluşmasına mani<br />
oluyor. Bir süre sonra da filmin hiçbir inandırıcılığı<br />
kalmıyor. Örneğin öğretmenin babası ile olan<br />
ilişkisi ve yaşadıkları belki romanda işlevseldi<br />
ancak bunun senaryoya hiç bir katkısı yok.<br />
Avustralyalı, sıradan, tek başına Avrupa’yı hem<br />
iş hem gezi için dolaşan bir turist kadını çok iyi<br />
canlandırmış Teresa Palmer. Yine, aynı şekilde,<br />
dışarıdan bakıldığında hiç bir ruhsal rahatsızlığı<br />
gözükmeyen, sürekli çevremizde gördüğümüz<br />
başarılı insan tiplemelerine layık ancak içinde<br />
titiz ve oldukça planlı bir sapığı yaşatan Berlinli<br />
öğretmeni canlandıran Max Riemelt filmin elle
tutulur değerlerinden. Film ne yazık ki bu iki<br />
performansı boşa çıkartmış. Stockholm sendromu<br />
deyişini duymuşsunuzdur; rehinenin kendisini<br />
rehin alan kişiyle olası diyalog sürecinde<br />
oluşan, duygusal anlamda sempati ve empati<br />
oluşması olarak özetlenebilecek psikolojik durumu<br />
anlatan bir terim... Film ismini ve içeriğini bu<br />
terime dayayarak seyirciyi başta koşullandırarak<br />
avantaj sağlamaya çalışsa da filmin sadece çok<br />
kısa bir bölümünde bu sendromun etkisini görebiliyoruz.<br />
Gerisi, tutsak olduğu evden kaçmaya<br />
çalışan ve bunun için her yolu deneyen çaresiz<br />
bir kadınla ilgili...<br />
Filmde sevdiğim ender ayrıntılardan biri ise<br />
ünlü ressam Gustav Klimt’e yapılan göndermelerdi.<br />
Turist Clare’in kitapçıda Klimt’in eserlerine<br />
hayranlıkla bakması ve Andi’nin de bir Klimt<br />
hayranı çıkması onların en büyük bağlantı ve<br />
hatta belki de tek ortak noktası. Zira, eserlerinde<br />
çoğu zaman zarif bir erotizm göze çarpan<br />
Klimt’in birincil resim konusu kadın bedenidir ve<br />
resimlerinde aşık olduğu bir kadını sık sık model<br />
olarak kullanmıştır. Filmimizin arızalı adamı Andi<br />
de, Klimt’e olan hayranlığını evinde tutsak aldığı<br />
kadınların polaroid fotoğraflarını çekerek belki<br />
de onun sanatını bir bakıma yeniden yaratmaya<br />
ya da taklit etmeye çalışıyor.<br />
Şurası kesin ki, seyirci bu tarz filmlerde daha<br />
fazla şiddet, sapkınlık ve de kan görmek istiyor.<br />
Buna bir şekilde alıştırıldı çünkü... “Berlin<br />
Sendromu” heyecan yaratabilecek fikri<br />
ve iyi oyunculukları dışında seyircisini tatmin<br />
edemeyeceğini düşündüğüm zayıf bir yapım<br />
olarak hafızamda kalacak. Hiç kalmayabilir de...
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
GÜNEY KORE KADAR OLAMADIK<br />
n Güney kore sineması son dönemlerde<br />
bir iniş trendine girdi. Bunun sebebi<br />
hem artık tanıdık ve bizi şaşırtmayan bir<br />
sinema olması hem de yönetmenlerinin<br />
Hollywood zehirini kana kana içmeleri.<br />
Öncelikle bütün G. Kore korku filmleri<br />
Hollywood tarafından uyarlandı. Bu<br />
yetmedi Koreli yönetmenler Hollywood’a<br />
devşirilip kendi filmleri Amerikan tarzında<br />
tekrar kendilerine çektirildi. Kısacası Güney<br />
Koreli yönetmenleri yönetmen yapan sinema<br />
anlayışı kendileri tarafından terkedildi. Bunun<br />
sonucunda sinemasal olgunlaşmasında<br />
çarpıklıklar olan, kendi kökeninden uzaklaşan<br />
bir yönetmenler grubu ortaya çıktı. Bu<br />
hafta vizyona giren Karanlık Görev-Age Of<br />
Shadows’un yönetmeni Jee Woon Kim bu tür<br />
yönetmenlere çok iyi bir örnek. Karanlık Sırlar,<br />
Acı Tatlı Hayat, İyi Kötü Tuhaf ve Şeytanı<br />
Gördüm gibi harika filmlerle tanıdığımız Jee<br />
Woon Kim 2012’de çektiği Kıyamet Kitabı ile<br />
bir miktar geriye adım attı. 2013’te ise Hollywood<br />
endüstrisine çıkartma yapan yönetmenin<br />
ünlü yıldızlarla çektiği Geçit Yok-The<br />
Last Stand kendi adına büyük bir bozgundu.<br />
Onun o tuhaf egzantrik, tedirgin edici filmlerinin<br />
yerine bol patlamalı, saçma Hollywood<br />
espirileriyle dolu taklit bir film çıktı karşımıza.<br />
Başrollerinde Arnold Schwarzenegger, Forest<br />
Whitaker, Johnny Knoxville gibi ünlülerin<br />
olması da birşey değiştirmedi. Bu yıkımın<br />
kendisi de farkında olmalı ki kendi topraklarına<br />
dönüp Güney Kore tarihinde önemli yer tutan<br />
Japon istilasına karşı verilen mücadelenin<br />
hikayesini çekti filme. Üstelik daha önce<br />
filmlerinde yer alan kült oyuncularıyla bunu<br />
yapmayı uygun gördü. Filmin başrolünde<br />
oynayan Kang-ho Song çok iyi bir aktör, her<br />
role girebiliyor ve kendine has bir tat bırakıyor.<br />
Bir diğer oyuncu Byung-hun Lee dünya<br />
sineması arenasında kendini kanıtlamış olsa<br />
da Kang Ho Song oynadığı filmlere daha<br />
büyük katkı yapıyor bence. Filmin hikayesine<br />
gelince bir zamanlar Kore’nin bağımsızlığı<br />
için mücadele veren Lee, artık Japon emniy-<br />
etinde komiser olarak hayatına devam ediyordur.<br />
Direnişe sızıp içeriden çökertme emri geldiğinde<br />
ise kendini hiç beklemediği bir kumpasın içinde<br />
bulur. Örgütün lideri Kim Woojin ile tanışır. Tarihin<br />
zıt taraflarında duran ve birbirlerinin gerçek kimliklerinin<br />
farkında olan bu iki adam, bilgi alabilmek<br />
adına yakınlaşarak çok tehlikeli bir denge kurar.<br />
Bu sırada örgüt, Şangay’dan patlayıcı temin<br />
ederek Seul’daki Japon tesislerini hedef almayı<br />
planlıyordur. Operasyon esnasında adeta bir kedifare<br />
kovalamacası başlar, kaçan da kovalayan<br />
da birbirini kullandığı için durum tüm tahminlerin
ötesinde bir çıkmaza girer. Lee, bu karmaşanın<br />
ortasında hızlı bir karar vermek zorundadır. Çünkü<br />
bomba dolu bir tren sınırı geçerek Seul’a doğru<br />
hızla yol alıyordur... Film yönetmen Jee Woon<br />
Kim’in kendi sinemasının bütün iyi yanlarını<br />
taşıyor. Üstelik yönetmen eski başarılı filmlerinden<br />
daha da iyi bir denge tutturmuş yapımda.<br />
Bu film ne kanlı sahnelere dayanıyor ne de ucuz<br />
vatansever söylemlere. Hem iyi casus filmlerinin<br />
durağanlığını taşıyor üstünde hem de işkence<br />
sahnelerinde tüylerimizi diken diken edecek kadar<br />
acıyı duyumsamamazı sağlıyor. Zaten bu yüzden<br />
de Karanlık Görev - Age Of Shadows Oscar adayı<br />
olabilmiş. Bu tür filmleri her yazdığımda geldiğim<br />
noktayı tekrar hatırlatacağım. Bizim gibi köklü<br />
bir tarihi olan koskoca bir imparatorluktan gelen,<br />
cumhuriyeti kurmak için Yunan’a ve ona destek<br />
olan yedi düvele karşı Kurtuluş Savaşını veren<br />
bir ülkenin sineması nasıl bu kadar suskun olabilir?<br />
Bu ayıptır. Bir Güney Kore kadar olamadık.<br />
Bu lafım sinemasal başarısına değil Kore’nin.<br />
Azıcık tarihinden çıkardığı vatanperver filmlerin<br />
çokluğundan söz ediyorum. Onların sinemacıları<br />
daha mı vatansever? Bunu sormalıyız kendimize.
AĞZIMIZ TATLANSIN<br />
Bu ay 24-27 Haziran tarihleri arasında kutlanacak Şeker<br />
Bayramı öncesi, çikolata ve şekerlemeleri konu alarak<br />
hem ağzımızı hem gönlümüzü tatlandıran filmleri ele aldık<br />
PINAR KARAHAN<br />
n Uzun uzun<br />
düşünüyorum ancak<br />
çikolata ve rengarenk<br />
şekerlemelerin yerine<br />
koyabilecek başka bir<br />
ürün bulamıyorum.<br />
İnsana resmen gizli<br />
bir mesaj yollayan<br />
kokuları, seçmemizi zorlaştıran renkleri,<br />
anlatmakta zorlanacağımız tatları... Her<br />
biri birer mucize gibi duruyor.<br />
Çikolata: Toplumsal mesaj nesnesi<br />
Neredeyse en özel anlarımızda çikolata ve<br />
şekerlemeler var. Doğum günlerimizde,<br />
kız isteme, nişan ve düğün gibi kutlamalarda,<br />
sevgililer gününde, misafirlikte...<br />
Birleştirici bir güce sahip. Ofise<br />
gelen bir kutu çikolata, anında herkesin<br />
işe ara verip etrafında toparlanmasını<br />
sağlayabiliyor. Tanışmak istediğin kişiye<br />
bir parça çikolata uzatıp iletişim kurabiliyorsun.<br />
Ancak öyle bir gün var ki çikolata ve<br />
şekerlemeler ile ilgili en güzel anılarımız<br />
o güne ait: Ramazan ya da diğer adıyla<br />
Şeker Bayramı. Bu yıl 24-27 Haziran tarihleri<br />
arasında kutlanacak olan Bayram’da
yine çocuklar kapı kapı dolaşıp<br />
şeker poşetlerini doldurmaya<br />
çalışacak. Uzatılan şeker ve çikolata<br />
kaselerinden kibarlık gereği<br />
bir tane alırken seçmekte zorlanıp<br />
utanacaklar.<br />
Peki, sinema, bu büyü etkisi olan<br />
ürünleri görmemezlikten gelmiş<br />
olabilir mi? Elbette hayır! Birçok<br />
sinema filmine konu olan<br />
şeker ve çikolatalar, filmlerin<br />
ilk dakikalarından itibaren ağız<br />
sulandırıcı etkisini gösteriyor.<br />
Willy Wonka ve Çikolata Fabrikası<br />
(1971)<br />
Filmin akıllı ve gözü tok kahramanı<br />
Charlie de her çocuk gibi çikolatayı<br />
çok sever ancak ailesi o kadar<br />
fakirdir ki sadece doğum günlerinde<br />
çikolata yiyebilir. Yaşadıkları<br />
şehirdeki çikolata fabrikasının<br />
sahibi Willy Wonka, fabrikada<br />
bir gezi vaadiyle yarışma düzenler.<br />
5 çocuk fabrikayı gezecektir.<br />
Wonka’nın asıl amacı yerine<br />
geçecek varisi seçmektir.<br />
Roald Dahl tarafından 1964<br />
yılında yayınlanan ‘Charlie<br />
and the Chocolate Factory’<br />
adlı çocuk romanının ilk<br />
sinema uyarlaması olan film,<br />
çikolatanın eşsiz dünyasına<br />
güzel bir yolculuk yaratıyor.<br />
Film, bugüne kadar yapılmış<br />
en iyi çocuk filmlerinden biri<br />
olarak kabul görüyor.<br />
Çikolata (2000)<br />
Sanırım çikolata ve sinema<br />
denildiğinde akla ilk olarak, Johnny<br />
Depp (Roux) ve Juliette<br />
Binoche’un<br />
(Vianne) başrolünü<br />
üstlendiği ‘Çikolata’<br />
filmi geliyor. Ufak<br />
bir Fransız köyüne<br />
taşınıp açtığı çikolata<br />
dükkanı ile tüm<br />
köy halkının hayatını<br />
değiştiren Vianne’in<br />
yaptığı çikolataların<br />
yanı sıra hiçbir zaman<br />
karizmasından ödün vermeyen<br />
Roux ile yakınlaşması izleyenleri<br />
etkisi altına almayı başarıyor.<br />
Ekranda pişen çikolatanın kokusu<br />
adeta burnunuza kadar geliyor.<br />
Binoche’un dediği gibi, “Bu çikolata<br />
hakkında bir film. Nasıl kötü<br />
olabilir ki?”<br />
Charlie’nin Çikolata<br />
Fabrikası (2005)<br />
Hiç şüphesiz ilk<br />
uyarlamanın ardından<br />
ikinci filmdeki en<br />
büyük artı Willy<br />
Wonka’yı Johnny<br />
Depp’in canlandırması.<br />
Fantastik yapımların<br />
usta ismi Tim Burton’ın<br />
yönettiği filmin konusu<br />
ilk filmle tamamen aynı olmasına<br />
karşın, Wonka’nın aile yapısına,
yaşadıklarına ve babasıyla ilişkisine<br />
odaklanmayı da ihmal etmiyor. Müthiş<br />
çikolata görüntüleri eşliğinde hem<br />
küçüklerin hem de büyüklerin favori filmleri<br />
arasında yer almayı başarıyor.<br />
Les Emotifs Anonymes (2010)<br />
Türkçe’ye ‘İsimsiz Romantik’ olarak çevrilen<br />
filmin başrollerini, ‘Ancak bu kadar<br />
birbirine uyumlu ikili olur’ dedirten Benoıt<br />
Poelvoorde (Jean-Rene) ve Isabelle Carre<br />
(Angelique) üstleniyor. Topluma karışmak<br />
ve iletişim kurmakta oldukça zorlanan,<br />
bu yüzden birbirlerine oldukça benzeyen<br />
ikilinin yolu Jean-Rene’nin çikolata<br />
dükkanında kesişiyor. Utangaçlığı nedeniyle<br />
yıllarca dillere destan olan çikolataları<br />
yapan kişi olduğunu saklayan Angelique,<br />
burada da durumu anlatamayınca satış<br />
görevlisi olarak işe başlıyor. Daha ilk<br />
görüşte birbirlerinden etkilenen ikiliyi<br />
birleştiren ise çikolatanın o dayanılmaz<br />
gücü oluyor.<br />
Bonus:<br />
Çukulata: Çikolatanın Yerli Tarihi<br />
Çikolatanın Osmanlı topraklarına nasıl<br />
geldiği, ne gibi işlevler yüklendiği, nasıl<br />
sunulduğu, nasıl algılandığı, Cumhuriyet<br />
dönemine nasıl devrolduğu, 1960’lara<br />
kadar nasıl bir yol izlediği ve bugünkü<br />
itibarlı konumuna nasıl kavuştuğunu anlatan<br />
kitabın belgeseli yayınlandı. Belgeseli<br />
izlerken, Avrupa’nın bile beş asırdır bildiği<br />
çikolatanın olmadığı dönemi düşünmek<br />
şaşırtıcı geliyor. Bugün bildiğimiz haliyle<br />
çikolatanın tarihi ise 150 seneyi geçmiyor.<br />
Böylesine hayatımızda yer etmiş bir ürün<br />
için ne kadar da kısa bir süre...
GERÇEK HAYATA<br />
GÖRE KORKU<br />
FiLMLERi NAiF<br />
KALIYOR...<br />
Deccal 2’nin yönetmeni Özgür<br />
Bakar, Türk korku sinemasının<br />
temel direklerinden. Yönetmenle<br />
hem sinemasını hem de endüstrinin<br />
çarpıklıklarını konştuk.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Azazil Düğüm, Helak Kayıp Köy, Ammar<br />
ve Deccal serisi, Özgür Bakar’ın üretiminin<br />
ne kadar sürekli olduğunun kanıtı. Komedi<br />
dizileri, filmleri ve korku yani türler arası<br />
da dolaşan bir kabiliyet. Başarılı yönetmenin<br />
daha çok filmini seyredeceğimizi<br />
düşünüyorum. Yaptığı korku filmlerinde<br />
yöresel olma dışında evrensel olmayı da<br />
önemseyen az yönetmenden biri Bakar. İşte<br />
onunla yaptığımız röportaj.<br />
İlk olarak senaryo ile başlayalım. Senaryo<br />
nasıl ortaya çıktı ve diğer filmlerin<br />
senaryoları ile ne farklılıklar var aralarında?<br />
İki tane cin temalı filmle başladığım kariyerime<br />
devam ederken bu temadan sıyrılıp<br />
farklı bir şeyler yapmak için Helak: Kayıp<br />
Köy filmini çektim. Yine islami bir korku<br />
öğesi olan kabir azabını metaforik bir kurguyla<br />
birleştirdim. Vizyon tarihi yüzünden<br />
güme gitse de film günün sonunda çok güzel<br />
bir yere oturdu ve demek ki oluyormuş<br />
Ö
ZGÜR BAKAR<br />
dedim. Bir sonrakinde islami dozu da azaltıp<br />
evrensel boyuttaki kadim bilgilere dayanacak<br />
ve gücünü sinemasından atmosferinden<br />
alacak bir film yapmak istedim. Alper’le<br />
kıyamet alametlerine yoğunlaştık ve üç<br />
dinde ortak rivayetleri barındıran bir kehanet<br />
yakaladık. Bilgileri toplayınca iyi bir<br />
hikaye için çok fazla detay olduğunu gördük.<br />
Doğması beklenen ve kötülüğün habercisi<br />
bir bebek üzerine düşünmeye başladığınızda<br />
gerisi kendiliğinden gelmeye başlıyor.<br />
Diğer filmlere oranla farkı içinde Türkiye’de<br />
çekilmiş korku filmleri arasında aksiyon<br />
sahnelerinin bu kadar fazla olduğu başka bir<br />
örnek yok diyebilirim.<br />
Geçen filminizde bilgisayar efektleri<br />
ağırlıktaydı. Bu filmde nasıl durum?<br />
Yine yoğun bir şekilde efekt kullandık. Filmin<br />
korku sahnelerinin hemen hepsinde digital<br />
bir müdahele var. 45 kişilik bir efekt ekibi<br />
çalıştı.<br />
Sizin sinematografinize bakınca, ilk başta<br />
kısa filmlerden başlamışsınız, ardından<br />
komedi ağırlıklı senaryolarınız var ve korku<br />
sineması. Komediden korkuya geçiş bir<br />
tezatmıdır yoksa aralarında görünenden<br />
daha sıkı bir ilişki mi var?<br />
Duyguların birbirine tezat olduğu gibi ürün<br />
ortaya koymanız için ikisi içinde çok yeterli<br />
birikime sahip olmanız gerekir İkisinin de<br />
dünyası birbirinden 180 derece farklı. Benim<br />
durumum Basketbol ve Futboldan eşit derecede<br />
hoşlanan bir sporseverin durumu gibi<br />
diyebiliriz. Daha geriye gidersek mizah dergilerinde<br />
çok zaman geçirip oradan komedi<br />
dizilerinde çalıştığımdan çevremde benden<br />
öyle bir beklenti vardı. Asıl bileziğim de<br />
komedidir. Çok iyi sit-com diyaloğu yazma<br />
antrenmanım vardır. Fakat şu an televizyonalrda<br />
hiç komedi dizisi kalmadığı gibi komedi<br />
türünde üretilen filmler de mutlu olacağım<br />
bir tarz değil. . Kısa film çekerken Korku denemelerim<br />
olmuştu. Yaptığım korku filmlerinde<br />
kontrolün tamamen bende olması çok<br />
hoşuma gidiyor. Oturmamış bir tür olduğu<br />
için çok iyi oyuncularla, ekiplerle çalışsanız<br />
bile herkes bir şekilde sizin istediğiniz şeyi
yakalamaya çabalıyor. Komedide yetenekli<br />
oyuncular veya yazmadığınız bir senaryoyu<br />
çekmeniz sizin yönetmenliğinizin önüne geçebiliyor.<br />
3 milyonun üstünde bilet satan komedi<br />
filmlerini izleyen seyircinin özel bir ilgisi yoksa<br />
hiç biri yönetmenini tanımıyor. Star üzerinden<br />
satılan bir ilişki var. Yaptığım komedi filmini bu<br />
yüzden kimse izlemedi. Espri düzeyi olarak bir<br />
eksiği olduğunu düşünmüyorum yoksa. Korkuda<br />
daha yönetmenine dönük bir beklenti var, butik<br />
alanımızı yarattık.<br />
Türkiye’de oyuncular idmanlarını hep yabancı<br />
korkulardan alırlar. Çünkü Türkiye’de korku<br />
sineması yönetmenlik ve sinema dili olarak<br />
oluşmaya başladı ancak oyunculuk açısından<br />
daha yeni. Bir yönetmen olarak bu dezavantajı<br />
nasıl çözüyorsunuz?<br />
Batının iyi yanlarını almalarında zarar görmüyorum.<br />
Özellikle dünyaca ünlü kadın starların bir<br />
çoğunun ilk deneyimi korku türünde. Oyuncum<br />
Merryl Streep’ten faydalanıyorsa bunda kötü<br />
bir şey yok. Önemli olan içselleştirip kendi<br />
kültüründe nasıl bir şeye çevirdiği. Ayrıca ekstrem<br />
örnekler de var. Musallat 2’nin finalindeki<br />
Başay Okay’ın performansı, Dabbe 4’deki gelin<br />
sahnesindeki kızın performansı, Ammar’da<br />
Duygu’nun finaldeki kriz sahnesi bence dünyadaki<br />
örneklerden çok uzak ve özgün.<br />
Korku filmlerinden korkar mısınız?<br />
Hayır. Mesleki deformasyon ya da şu an<br />
yaşadığımız çağın gerçeklerinin daha korkunç<br />
olması bu duygumu öldürdü. Korku filmleri daha<br />
naif geliyor.<br />
Şu lafa çok takılıyorum “Yine mi cin? Yine mi<br />
cin?” Gerçekten Cin konusu bıktıracak kadar<br />
işlendi mi?<br />
Bıktıran Cin konusu değil, kötü filmler. Hangi alanda<br />
ne tutarsa tutsun taklidini yapma uyanıklığı.<br />
Yani iyi ve farklı temalarla birleştirilerek üretilen<br />
emek verilmiş her cin filmi, iyi yapılmış “imkansız<br />
aşk” teması gibi bıktırmayacak bir konudur.<br />
Sinemacılar tarafından baktığımız zaman kafamdaki<br />
bir diğer soru şu, biliyoruz ki dünya korku<br />
sinemasında “Gerçek hikayeden alıntıdır” lafını<br />
duyarız hep. Şeytan çıkarma hikayelerinde de<br />
bu çok güzel kullanılmıştır tanıtım için. Fakat<br />
Türkiye’de bu çok ucuz kullanılıyor ve her film
nerdeyse gerçek hikayeden alıntı. Bu anlamda,<br />
bu tanıtım stratejisinin artık yanlış<br />
işlediğini düşünüyor musun?<br />
Haklısın. Ben de artık bizim filmlerimizde<br />
bir katkısı ya da inandırıcılığı olduğunu<br />
düşünmüyorum. Fakat yabancı, “şeytan”<br />
temalı filmlerde bile böyle bir ibare<br />
konduğunda birazcık araştırmayla spekülatif<br />
bile olsa bir yerde gerçekten cereyan<br />
etmiş ve basın arşivlerine yansımış bir olay<br />
olduğunu görüyorsunuz. Bizde tamamen<br />
palavra!<br />
Korku filmleri üretirken, Türkiye’de<br />
sinemanın, aslında yurtdışında olduğu gibi<br />
bir eğlence sanatı olduğunu düşünüyor<br />
musunuz? Türkiye cidden bunu bu şekilde<br />
algılıyor mu sizce? Yoksa gereğinden fazla<br />
mı sanat yönüne endeksleniyoruz camia<br />
olarak.<br />
Seyircinin algılama biçimi çeşitlilik gösterebilir<br />
ben kendi adıma konuşursam benim için<br />
tamamen eğlence sinemasının bir ürünü.<br />
Sinemayı kullanarak gülme, korkma, içlenme<br />
gibi duyguları harekete geçirip insanlara<br />
türüne gore bir şeyleri hatırlatmak, benimsetmek,<br />
güzel vakit geçirtmek birincil amacım.<br />
Yaptığımız filmlerin uzun yıllar sonra iyi<br />
hatırlanması için incelikli çalışmak da disiplinimin<br />
temel motivasyonu.<br />
Hasan Karacadağ’ın, Alper Mestçi’nin ve<br />
sizin hepinizin ortak bir tercihi var, filmlerinizde<br />
çok tanınmış insanlar kullanmıyorsunuz.<br />
Bu sizce avantaj mı, dezavantaj mı? Eğer<br />
söz konusu gişeyse, korku sinemasını<br />
güçlendirmekse, ismi olan oyunculardan<br />
yararlanmamak neden?<br />
Bunun çok geçerli sebepleri var. Bugün yine<br />
köy yerinde geçen cin temalı film çeksem<br />
çok yüzü eskimiş birini kullanmak istemem.<br />
Karakterle empati kurmayı hızlandıran bir<br />
strateji. Ayrıca tanınmamış iyi oyuncuları da<br />
insanlara tanıtmak adına iyi bir fırsat. Fakat<br />
Deccal serisinde daha şova yönelik, tamamen<br />
dışa dönük bir biçim tasarladığımız<br />
için tanınmış oyunculardan bir kadro kurduk.<br />
Yani her fimin ihtiyacına gore tercihler<br />
yapılıyor. Karacadağ ihtiyaç duyduğunda
Hollywood starı bile oynattı. Ben Aysan Sümercan,<br />
Sait Genay gibi ustalarla, Burak Sarımola,<br />
Ozan Akbaba, Murat Prosçiler, Öznur Serçeler,<br />
Halil Sezai gibi populer bir çok oyuncuyla<br />
çalıştım. Kastınız Şener Şen’se başka türü<br />
bırakın başka filmi de bırakın başka yönetmenle<br />
bile çalışmıyor.<br />
Deccal 2’nin konusunun The Omen serisiyle benzerlikleri<br />
var mı? Bir etkilenme söz konusu oldu<br />
mu?<br />
İkisi de Deccal’i anlatıyor ama anlattığımız<br />
dönemler farklı. Omen’de beklenen çocuk çoktan<br />
doğmuş 6 yaşında. Biz iki film çektik birinde<br />
çocuk yok ikincide hala bebek. Belki üçüncü<br />
filmde çocuk artık büyüyeceği için benzetenler<br />
olacaktır. Aynı sahneleri çekmesek bile atmosferi<br />
benzeten olacaktır. Sonuç olarak kehanet aynı<br />
kehanet ve sadece onlara ait değil. Biz daha çok<br />
Ortadoğu bakış açısına gore anlatıyoruz ve bu da<br />
aslıdna bizi baya farklı kılıyor. Yurtdışında izleyenlerin<br />
benzerlerlik bulamadığı iki filmde bizim<br />
burada benzerlik var dememiz zorlama olur.<br />
Güney Kore ve İspanya korku sineması<br />
Hollywood’un dikkatini çekti ve yıllardır bir tekrar<br />
çekim furyası devam ediyor. Türk korku sineması<br />
bu raddeye sizce niye gelemedi?<br />
Tekrar çekimlerin gündeme gelmesi için<br />
geçmişinizin olması lazım. Türkiye’de 3 senedir<br />
aktif korku filmi çekiliyor. Belki bir 30 sene<br />
sonra olursa olur. Fakat ilginçtir ki ilk yapmak<br />
istediğimiz korku filmi aslında bizde de bir<br />
yeniden çevrim olan 1963 yapımı “Kötü Tohum”<br />
filmiydi. Elimizde senaryoyla ilk para aradığımız<br />
projeydi. Hala çekmek gibi bir niyetimiz var. Orijinali<br />
“Bad taste” olan Lale Oraloğlu’lu bir film.<br />
Benim size sormadığım ama sizin eklemek<br />
istediğiniz bu filmle ilgili bir şey var mı?<br />
Deccal filmi eğer yanılmıyorsam Türkiye’de<br />
bir ilki gerçekleştirip açık kanalda star tv’de<br />
yayınlandı. O gece bütün korku sahnelerinin kesilmesine<br />
ve gece yarısı yayınlanmasına rağmen<br />
20.ci oldu. Twitter’da TT oldu. Çok fazla etkileşim<br />
oldu. Demek istediğim kanalların korku kuşağına<br />
yer vermesi ve sayısı artan korku filmlerimizi ev<br />
sineması izleyicisine ulaştırmasını diliyorum.<br />
Son olarak; yeni filmimiz Deccal 2 - 16 haziran’da<br />
vizyonda. Herkesi bekliyoruz.
PEKİ KİMDİR BU<br />
WONDER WOMAN<br />
DC’nin merakla beklenen yeni filmi Wonder<br />
Woman bu hafta vizyonda. Peki,<br />
ilk olarak Batman v Superman filminde<br />
tanıştığımız ve Gal Gadot’un canlandırdığı<br />
Wonder Woman kimdir? Şimdi bu güzeller<br />
güzeli amazon kadınının geçmişine bir<br />
ayna tutma zamanı.<br />
EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />
n Bilindiği gibi Christopher<br />
Nolan’ın Dark Knight üçlemesi<br />
sonrasında DC evrenine<br />
farklı bir boyut getirme<br />
amaçlı ipler Zack Snyder’a<br />
verilmişti. Zack Snyder,<br />
arkasına Christopher Nolan’ı<br />
da alarak Superman’in çocukluk<br />
yıllarına ışık tuttuğu Man of Steel’i<br />
beyazperdeye taşımıştı. 2013 yılında<br />
vizyona giren halkanın ilk filmi karanlık<br />
yapısı ile eski Superman filmlerinden<br />
ayrılıyor, hatta daha çok Nolan’ın depresif<br />
tonunu yakalıyordu. Henry Cavill,<br />
Superman rolünün hakkını veriyordu. Bu<br />
ilk açılış filminden sonra Snyder (bana<br />
göre maalesef) aceleci davranarak Batman<br />
ve Superman’i karşı karşıya getirdiği<br />
Batman v Superman: Dawn of Justice’ı<br />
beyazperdeye taşımıştı. Ancak eleştiriler<br />
bu sefer Snyder’ın aleyhineydi. Alelacele<br />
çekilmiş hissiyatı uyandıran film Justice<br />
League karakterlerine hızlı bir giriş<br />
yapıyordu. Bilindiği gibi sonrasında Wonder<br />
Woman da dahil olmak üzere Aqua-
man, Cyborg ve Flash’ın da solo filmlerine<br />
yol açıyordu.<br />
Marvel’ın Avengers filmlerine yetişme<br />
hissiyatından mı bilinmez tökezleyen<br />
Batman v Superman sonrasında ilk solo<br />
film Wonder Woman olarak açıklandı.<br />
Yönetmen koltuğunda 2003 yapımı Oscar<br />
ödüllü “Monster” dışında elle tutulur<br />
pek işe imza atmamış olan Patty<br />
Jenkins var. Başrolde elbette Batman<br />
v Superman’den hatırlayacağınız üzere<br />
Gal Gadot, Wonder Woman olarak arz-ı<br />
endam etmekte. Batman v Superman’de<br />
büyük çoğunluğun özellikle ilgisini<br />
çeken bir karakter olan Wonder<br />
Woman’ın DC’nin düşmeye başlayan<br />
çıtası açısından kilit olacağı biliniyordu.<br />
Solo filmlerin ilki olan Wonder Woman<br />
arycaı DC sinematik evreninin gidişatını<br />
da belirleyecek film olması açısından<br />
önemliydi. Yurt dışından gelen ilk yorumlara<br />
baktığımızda büyük oradan övgüler<br />
alan filmi bu hafta biz de izleme fırsatı<br />
yakalayacağız. Ancak bundan önce Wonder<br />
Woman’ı daha iyi tanımak isteyenler<br />
için onun çizgi roman macerasına ve<br />
televizyon serüvenine bir göz atalım.<br />
Çizgi Roman Sayfalarından Televizyona<br />
Wonder Woman ile çizgi roman severler<br />
ilk olarak 1941 yılında All-Star Comics’in<br />
8. sayısı ile tanıştı. William Moulton<br />
Marston ve Harry G. Peter tarafından<br />
yaratılan karakter ölümsüz bir Amazon<br />
prensesiydi. Gerçek adı Diana olan Wonder<br />
Woman’ın annesi Amazon kraliçesi<br />
olan Hippolyte’dir. Bir kızı olmasını<br />
isteyen Hippolyte kilden bir heykel yapar<br />
ve bunun kendi kızı olarak hayat bulması<br />
için Olympos Dağı’ndaki tanrılara dua<br />
eder. Duaları kabul olan Hippolyte’ye<br />
tanrılar bu kız çocuğunu bahşeder. Çizgi<br />
roman serüveni böyle başlayan Wonder<br />
Woman DC evreninde hakim olan erkek<br />
egemen yapıyı da değiştirir. Böylelikle;<br />
Batman, Superman, Flash gibi erkek<br />
karakterlerin yanında güçlü bir kadın<br />
karakter de gelmiş oldu.<br />
Justice League’in bir üyesi olan Amazaon<br />
prensesin pek çok insanüstü özellikleri<br />
vardır. Bunlar arasında meydan<br />
okunamaz gücünün yanı sıra uçabilme,<br />
kurşunları püskürtebilme gibi özellikleri<br />
de bulunuyor. Donanımsal olarak<br />
“doğruluk kementi”, kalkanı ve meşhur<br />
çok işlevli bilezikleri bulunuyor. Kötülerle<br />
yaptığı amansız maceralar çizgi roman<br />
okurlarının oldukça ilgisini çekmiş<br />
ve Justice League üyesi olarak da<br />
arkadaşlarına sürekli destek çıkmıştır.<br />
Yoğun bir ilgi ile karşılaşan Wonder<br />
Woman’ın küçük ekranda uzun soluklu<br />
maceraları da hayranlarıyla buluşmuştu.<br />
İlk olarak bir televizyon filmi olarak 1975<br />
yılında hayranlarıyla buluşan Wonder<br />
Woman’ı bu ilk ekran macerasında Cathy<br />
Lee Crosby canlandırmıştı. Ama asıl<br />
karakter ile özdeşleşen Lynda Carter’ın<br />
başrolde olduğu 3 sezonluk dizisi büyük<br />
ses getirdi. Şu sıralar Supergirl’ün televizyon<br />
serisinde gördüğümüz Lynda Carter<br />
DC evreninin bir parçası desem pekte<br />
yalan sayılmaz herhalde.
Ve Nihayet Beyazperdede Wonder<br />
Woman<br />
70’li yıllarda Superman ve Batman’in<br />
de içinde olduğu pek çok animasyon<br />
serisi ile de Wonder Woman sevenleri<br />
ile buluştu. Ancak beyazperdede<br />
seyirci ile buluşması hayli geç oldu.<br />
Yıllardır çekilen DC filmlerinde hiçbir<br />
şekilde eyer bulamamış olan Wonder<br />
Woman, Zack Snyder’ın projesi ile beyazperdeye<br />
adımını atmış oldu. Bilindiği<br />
gibi DC sinematik evreni Marvel kadar<br />
tutarlı ilerleyemedi. Tim Burton’ın<br />
Batman’inden Jeol Schumacher’in<br />
Batman’ine, akabinde Nolan’ın üçlemesi<br />
ve Man Of Steel derken kahramanları<br />
orta noktada toplamak hayli zor<br />
olmuştu. Bunun için bir reset gerektiği<br />
aşikardı. Man of Steel ile yapılan bu<br />
reset, DC sinematik evrenini daha derli<br />
toplu bir hale getirmek için bir adımdı.<br />
Karakterleri ucundan tanıtan Batman v<br />
Superman’den sonra şimdi solo filmler<br />
ile her bir kahraman gerçek manada<br />
hayranları ile buluşmuş olacak. Justice<br />
League öncesi ilk solo film ile<br />
buluşacak olan hayranlar diğer karakterlerin<br />
solo filmlerini ancak Justice<br />
League sonrası izleyebilecek. Wonder<br />
Woman ile DC filmlerinin düşen çıtasını<br />
yukarılara taşımak isteyen Warner<br />
Bros bu konuda hayli temkinli davrandı<br />
diyebiliriz. Özellikle Batman v Superman<br />
sonrası gelen ağır eleştiriler ve<br />
memnuniyetsizlikler karşısında daha<br />
dikkatli davranan firmanın gelen ilk<br />
tepkilerle yüzü gülmüşe benziyor. Keza<br />
yurt dışında ilk gösterimlerden oldukça<br />
olumlu eleştiriler alan Wonder Woman,<br />
DC’nin bahtsızlığını da tersine çevirmek<br />
için, en azından şimdilik eldeki<br />
en büyük koz. Yönetmenliğini Patty<br />
Jenkins’in yaptığı başrollerinde Gal<br />
Gadot, Chris Pine, Connie Nielsen, Robin<br />
Wright gibi isimlerin olduğu merakla<br />
beklenen Wonder Woman 2 Haziran’da<br />
vizyonda. Bu macerayı ıskalamayın.
ALTIN PORTAKAL<br />
NİYET NEYDİ<br />
AKIBETİ NE<br />
OLACAK<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
SUSMAYAN KÖŞE<br />
Ve Antalya’da 3 yıl süren<br />
Elif Dağdeviren dönemi<br />
sona erdi. Antalyalılar<br />
başta olmak üzere tüm<br />
sinemaseverler için<br />
soralım; peki, şimdi ne<br />
olacak?<br />
Elif Dağdeviren, toplantılar<br />
ve yeni işbirlikleri için gittiği<br />
Cannes Film Festivali’nde<br />
önemli açıklamalarda bulundu; “Bir<br />
tanesi devam eden, diğeri İstanbul’a<br />
döndüğümde başlayacak iki tane büyük<br />
bütçeli film ve diğer projeler nedeniyle<br />
arzu ettiğim vakti ayıramayacağım<br />
için Uluslararası Antalya Film Festivali<br />
Direktörlüğü görevimden ayrılmış bulunuyorum”<br />
dedi.<br />
Ve Antalya’da 3 yıl süren Elif<br />
Dağdeviren dönemi sona erdi. Ayrıldı<br />
mı, gönderildi mi sorusunu üretmek<br />
şık değil ama gelişmelerden az<br />
çok haberdardım. Bunu pas geçip,<br />
Antalyalılar başta olmak üzere tüm<br />
sinemaseverler için soralım; peki, şimdi<br />
ne olacak?<br />
Antalya’yı Türkiye’nin Cannes’ı yapmaya<br />
ant içmiş birinin gidip Cannes’da<br />
“ben artık yokum, çok işim çıktı”<br />
demesi manidar. Birileri gider birileri<br />
gelir, Antalya’nın festivali elbet yapılır<br />
ancak Elif Dağdeviren döneminde<br />
olumlu-olumsuz pek çok köklü değişiklik<br />
yapıldı. Bunlarla mı devam edilecek<br />
yoksa geçmişteki festival şablonuna mı<br />
dönülecek? Benim fikrim, Antalya’nın<br />
dünyanın başka hiçbir yerindeki festivallere<br />
benzemesine gerek yok. Kendi<br />
geleneğine uygun davransın yeter.<br />
Zaten yapılan aşı da tutmadı. Festivalin<br />
adı değiştirildi ama hepimiz hala Altın<br />
Portakal diyoruz. Para ödülünün her yıl<br />
azaltılarak sonunda sadece itibar ödülüne<br />
dönüştürülmesi alınan en talihsiz<br />
önlemdi. Türk sinemacıları için para, itibardan<br />
önce gelir. Geçtiğimiz yıl gördük,<br />
büyük lokmalar Adana’da prömiyer<br />
yaptı, Yeşim Ustaoğlu’nun Tereddüt’ü<br />
olmasa Antalya 2. gösterim festivaline<br />
dönüşecekti.<br />
Yine Cannes meselesine dönelim;<br />
Cannes her yıl ünlü akınına uğrar,<br />
mesela Slyvester Stallone yanına Expendables<br />
ekibini alıp tankla Cannes<br />
sokaklarında gezer. Biz de öyle şeyler<br />
arzuluyoruz ancak karşımızda en fa-
zla George Hamilton, Rutger Hauer, Armand<br />
Assante gibi kariyeri çoktan bitmiş Hollywood<br />
yaşlısı B filmcileri bulabiliyoruz. Antalya Cannes<br />
olacak dediler ama Hollywood huzurevi çıktı!<br />
Parasını verdiğin zaman dünyanın her yerine<br />
giden insanlar bunlar, gerek var mıydı?<br />
Elif Dağdeviren görevi devraldığından bu<br />
yana Antalya’da tarihin en pahalı festival<br />
organizasyonları düzenlendi. Yüzlerce konuk<br />
ama çok az basın mensubu. SİYAD tarafı<br />
2013 yılında yaşanan sansür skandalı yüzünden<br />
festivale tavır aldı. Bizim taraftan Altın<br />
Portakal’a giden kadar gidemeyen var. Mesela<br />
Portakal ısrarla Alper Turgut’u davet etmiyor,<br />
sanırsın adam eleştirmen değil sıhhi tesisatçı!<br />
Biz Antalya’dayken, Alper İstanbul’da Ferzan<br />
Özpetek söyleşisini yönetiyordu. Festival tarafı<br />
ise derdini anlatmak yerine festivalin SİYAD<br />
jürisini yok ederek küslüğü iki taraflı hale getirdi.<br />
Hani, “neden bu kadar az haber, röportaj çıktı”<br />
diye soruluyor ya, konukları Turkuvaz Medya’ya<br />
rezerv edip geri kalanını bıktırırsanız olacağı<br />
bu. Kurumsallığın fazlası ekosisteme zarar verir,<br />
burası Türkiye… Turkuvaz Medyanın röportajlara<br />
koyduğu ipotek yüzünden muhabir arkadaşların<br />
tadı tuzu yoktu. Sabah, Takvim, A Haber tayfası,<br />
festivali ele geçirmiş. Duyduğuma göre internet<br />
medyasından kimse gelmesin istiyormuş bu<br />
Turkuvazcılar.Bence şu 3 yıllık en büyük gelişimi<br />
Film Forum’dur, o kısmı “sinema yapanlar” için<br />
çok faydalı buluyorum. Film Forum’da, festival<br />
tarafını aşan bir coşku ve fayda üretildi.<br />
Uzun lafın kısası; Antalya’ya Elif Dağdeviren’le<br />
birlikte iyi şeyler gelebilirdi, aslında ortada iyi bir<br />
festival yapma çabası da vardı, belediye de bu<br />
iradeyi geniş bütçe olanaklarıyla destekledi ama<br />
proje yerelleştirilemedi ve uygulamada çöktü.<br />
Harcanan paraya değmeyen bir şey çıktı ortaya.<br />
Bunun en büyük sebebi başka hiçbir festivalde<br />
hissetmediğim kibirdi. Ben Antalya’ya defalarca<br />
geldim, Antalya harika bir şehir, yaşayanlar sıcak<br />
insanlar, orada film festivalinde olmak inanılmaz<br />
bir duygu ama organizasyondakiler, bilerek ya<br />
da bilmeyerek, prestijli olsun derken bunu tamamen<br />
ıskalayıp kibirli bir festival çıkardılar ortaya.<br />
Eleştiriye ve tavsiyeye kapalı, biz yaptık oldu<br />
kafasıyla yola çıkılan bir organizasyon izlenimi<br />
uyandırdı hepimizde. Festival yapanların organizasyonu<br />
sahiplenmesi güzel şeydir ancak kimler<br />
geldi, kimler geçti. Biz çok iyi biliyoruz ki Altın<br />
Portakal, Antalyalıların, keşke Elif Hanım da bunun<br />
farkına varabilseydi. Kendisine karşı şahsi bir<br />
olumsuzluk içinde değilim ama eleştiriyi üretmek<br />
gerek ki üzerine konuşulabilsin, doğru rota çizilebilsin.Ben<br />
Cannes gibi bir festival istemiyorum,<br />
onun için merak eden atlayıp Cannes’a gidiyor<br />
zaten, lütfen Antalya’nın festivali olan “Altın<br />
Portakal” geri gelsin. “Yeşilçamlıların gelip tatil<br />
yapmasını istemiyoruz” deyip Hollywood eskilerine<br />
yüz vermeyi marifet sanan anlayış Antalya’yı<br />
bir yere götüremezdi, götüremedi de. Boykotsuz,<br />
sansürsüz, AKM’nin bahçesinin yine sinemaseverlerle<br />
dolup taştığı bir festivalde hep birlikte<br />
oluruz umarım.
TOM CRUISE AKSİYONU<br />
VE KADIN MUMYA<br />
HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />
BİRLEŞİRSE<br />
n 1999’da karşımıza çıkan<br />
Stephen Sommers imzalı<br />
The Mummy, 90’lı yılların<br />
sonu milenyumun başında<br />
eğlence sineması için önemli<br />
bir filmdi. Mısır’da geçen<br />
ve egzotik diyarları fantastik<br />
canavarlarla buluşturan<br />
film, Brendan Fraser’i<br />
dönemi içerisinde bir aksiyon ikonu haline<br />
getiren, Rachel Weisz’i yıldızlaştıran, Imhotep<br />
rolünde Arnold Vosloo’yu unutulmaz kılan,<br />
televizyonlarda defalarca verilerek o zamanlar<br />
çocuk, şimdilerde genç olanlar için nostaljik<br />
hissiyatını artıran, günümüzde ise kült statüsü<br />
kazanan bir blockbuster’dı. 80 milyon dolar<br />
bütçeye çekilen ilk film, dünya çapında 415<br />
milyon dolar hasılat elde ederek serinin ikinci<br />
filmine de kapı araladı.<br />
2001’de gelen The Mummy Returns ile Fraser,<br />
Weisz ve Vosloo’dan oluşan ilk kadro korundu,<br />
aksiyonun dozu daha da arttı, “mumya” o<br />
dönem için oldukça korkutucu, etkili ve güncel<br />
bir figür halini aldı. Imhotep’in kültleşen kötü<br />
karakterini etkileyici kılan esas detay ise Anck-<br />
Su Namun ile beraber 3 bin yıla yayılan tutkulu<br />
aşk hikayesiydi. 98 milyon dolar bütçeli film<br />
toplamda 433 milyon dolar hasılat elde ederek<br />
serinin başarısını sürdürdü. İkinci filmin ilk<br />
filmden hikaye açısından temel farklarından<br />
biri ise Dwayne Johnson’ın canlandırdığı<br />
Yeni Mumya filminin<br />
başrolünün Tom<br />
Cruise olduğunun<br />
açıklanması şok edici<br />
olduğu kadar mantıklı<br />
da bir karardı. Cruise,<br />
yaşlanmasına rağmen<br />
aksiyon sinemasında<br />
güncelliğini, karizmasını<br />
hala yitirmeyen en etkili<br />
isimlerden biri.
“Akrep Kral” karakteri oldu. İkinci filmin görsel<br />
efektlerini ve aksiyon dozunu da yükselten<br />
Akrep Kral figürü çok geçmeden 2002’de solo<br />
film halini aldı. 60 milyon dolara kotarılan film<br />
165 milyon dolar gişe hasılatıyla Mumya’nın<br />
başarısını sağlayamadı, film olarak da vasat<br />
bulundu. Buna rağmen Scorpion King’e 2008,<br />
2012 ve 2015’te olmak üzere üç video filmi<br />
çekildi. Bu filmlerde Dwayne Johnson yer<br />
almadı, her yeni filmde başrol değişti ve ucuz<br />
bir seri halini alarak her 3-4 yılda bir B sınıfı<br />
video filmleri raflarının arasına konuldu.<br />
Mummy Returns’ten tam yedi yıl sonra seriye<br />
üçüncü bir halka eklenmesine karar verildi.<br />
Brendan Fraser yeniden başrol olmasına<br />
rağmen yıllar içerisinde iyice ucuz macera<br />
filmlerinin oyuncusu haline geldiğinden eski<br />
etkiyi yaratmaktan uzaktı ve ismi geçerliliğini<br />
yitirmeye başlamıştı. Rachel Weisz ve Arnold<br />
Vosloo’nun yeni filmde yer almaması,<br />
hikayenin Mısır’dan Çin’e taşınması ve baş<br />
kötü karaktere aksiyon yıldızı Jet Li’nin getirilmesi<br />
seriyi tuhaflaştırdı. Sadece kumu<br />
kontrol edebilen Imhotep’in yerine kumu,<br />
ateşi, rüzgarı, buzu kontrol edebilen ve üç<br />
başlı ejdere dönüşebilen bir mumyanın alması<br />
serinin abartı dozunu iyice yukarılara çıkardı.<br />
İlk iki filmin nostaljisi ve eğlencesi üçüncü<br />
filmde sıradan, uçuk bir aksiyon filmine<br />
dönüşmüştü. 145 milyon dolar bütçeli film<br />
dünya çapında 400 milyon dolar hasılat elde<br />
ederek ilk iki filme göre daha az gişe yaptı<br />
ve hem eleştirmenler hem izleyici nezdinde<br />
genel olarak başarısız bulundu.<br />
2008’den bu yana kuşkusuz eğlence<br />
sinemasının dinamikleri değişti, teknoloji<br />
oldukça gelişti, 2009’da Avatar ile 3D devrimi<br />
yaşandı, fantastik ve süper kahraman filmleri<br />
en azılı dönemine ulaştı. 9 yıl aradan<br />
sonra Mumya serisini yeniden bir gişe malzemesine<br />
dönüştürmek isteyen yapımcılar,<br />
türlü değişiklikler yapmaları gerektiğinin<br />
farkındaydılar. Dolayısıyla ismini ve güncelliği<br />
yıllar önce yitirmiş olan, şu sıralar ne yaptığı<br />
belirsiz Brendan Fraser’a tekrar başrol verilmedi.<br />
Yeni Mumya filminin başrolünün Tom<br />
Cruise olduğunun açıklanması şok edici
olduğu kadar mantıklı da bir<br />
karardı. Cruise, yaşlanmasına<br />
rağmen aksiyon sinemasında<br />
güncelliğini, karizmasını ve<br />
oyunculuğunu hala yitirmeyen<br />
en etkili isimlerden<br />
biri. İkinci devrimci hamle<br />
ise bu sefer mumyayı bir<br />
kadının (Sofia Boutella)<br />
canlandıracak olmasıydı.<br />
Günümüz dinamiklerinde<br />
erkek karakterlerle<br />
ikonlaşmış kişileri kadın<br />
oyunculara oynatmak<br />
ya da beyaz oyuncularla<br />
özdeşleşmiş karakterleri siyahi<br />
oyunculara vermek gibi<br />
kısmı bir akım başlamışken<br />
Mumya da bu sürece dahil<br />
oldu.<br />
Yeni Mumya filminin<br />
fragmanına baktığımızda ilk<br />
iki Mumya filminin atmosferi<br />
ya da karakterleriyle hiçbir<br />
alakası olmayan, günümüz<br />
teknolojisine ve aksiyon<br />
dinamiklerine uygun yepyeni<br />
bir Mumya filmi bizleri<br />
bekliyor gibi gözüküyor. Tom<br />
Cruise’un aksiyon filmlerinin<br />
matematiğiyle, yenilenmiş<br />
bir Mumya paketinin yer<br />
aldığı filmin yönetmenlik<br />
koltuğunda Fringe ve Alias<br />
gibi dizilerin, Transformers,<br />
Star Trek: Into Darkness,<br />
Mission Impossible:<br />
3, The Island gibi filmlerin<br />
senaristliğini yaparak blockbuster<br />
filmler arenasında<br />
yetkin isimlerden, yapımcı/<br />
senarist/yönetmen Alex<br />
Kurtzman oturuyor. 125 milyon<br />
dolar bütçeli yeni Mumya<br />
filmi 9 Haziran 2017’de<br />
Türkiye’de vizyona girecek.
BiR BELGESEL<br />
iKi YÜZLEŞME<br />
Belgesel Yapım<br />
Süreçleri ile<br />
Meme kanseri ile<br />
SEMRA GÜZEL KORVER<br />
BELGESELCİ<br />
Nejla Demirci’nin<br />
Yüzleşme belgeseli<br />
her gösterimde en çok<br />
seyircisi olan, salonları<br />
dolduran yapımdı. Seyircinin<br />
bu kadar ilgisini<br />
ve beğenisini kazanan<br />
film, profesyonel kategoride<br />
de en iyi film<br />
ödülünü kucakladı.<br />
9. TRT Belgesel Ödülleri 11-15<br />
Mayıs tarihlerinde öğrenci, profesyonel<br />
ve uluslararası olmak üzere üç<br />
kategoride sahiplerini buldu. Gösterimler<br />
boyunca her finalist iki kez meraklısı ile<br />
buluşma fırsatı buldu. Nejla Demirci’nin<br />
Yüzleşme belgeseli her gösterimde en<br />
çok seyircisi olan, salonları dolduran<br />
yapımdı. Seyircinin bu kadar ilgisini ve<br />
beğenisini kazanan film, profesyonel kategoride<br />
de en iyi film ödülünü kucakladı.<br />
İzleyicinin beğenisini kazanan filmler, her<br />
zaman jürinin takdiri ile uyumlu olmayabiliyor.<br />
Olması da beklenemez elbette.<br />
Ama bu kez jüri ve seyirci aynı düzlemde<br />
buluşmuş ya da denk gelmiş. Neyse...<br />
böyle bir filmin yapılması, seyircisinin bol<br />
olması, dahası seyircisi ile buluşması<br />
aslolan. Diğer en’lere baktığımızda,<br />
öğrenci kategorisinde Abdurrahman<br />
Demir’in Kırmızı’sı, uluslararasında ise<br />
Anna Zamecka’nın Communion belgeseli<br />
en iyi film ödüllerine layık görüldü.<br />
Yüzleşme’de meme kanseri teşhisi
konan ana karakter Ebru’nun ameliyat ve kimyasal<br />
tedavi süreçleri, değişik evrelerde yaşadığı<br />
iniş çıkışları, arayışları, mücadelesi gözler önüne<br />
seriliyor. Ebru bu zorlu yolculukta kendisi gibi<br />
meme kanseri olan Nurcan, Nuray, Mukadder,<br />
Filiz ve Sergun ile tanışıyor. Onların hastalığı<br />
yenme öyküleri, birlikte yaptıkları dans terapileri,<br />
yeşerttikleri dostluklar yaşama yeniden<br />
tutunmasına destek oluyor.<br />
Aslında filmin fikri, konusu, işleniş biçimi, sinema<br />
dili oldukça yalın. Kamara’nın karakterlerle<br />
kurduğu samimi ilişki bütün film boyunca seyirciye<br />
geçiyor. Film bağırmıyor, hoplamıyor, zıplamıyor<br />
gayet sade, sakin bir sinema ve hikâye diline<br />
sahip. Derdini anlatmayı, seyirciye geçirmeyi<br />
başarıyor.<br />
Filmin yapımcı ve yönetmeni Nejla Demirci’ye<br />
Yüzleşme üzerine birkaç soru sordum:<br />
Seni bu belgeseli çekmeye iten uyarıcı güç neydi?<br />
Medikal otoritelere göre her üç kadından biri<br />
hayatının belli bir anında meme kanserine yakalanma<br />
riski taşıyor. Bununla birlikte erken teşhiste<br />
yaşama oranı yüzde 96’lara varmış durumda.<br />
Bunda özellikle kadınların meme kanseri konusunda<br />
farkındalıklarının geliştirmesi, kişisel<br />
muayenelerin yanı sıra hastalık hakkında bilinçlenmesi<br />
son derece önemli.<br />
Birçok farkındalık çalışmaları yapılıyor bütün<br />
bu çalışmalar içerisinde Yüzleşme yeni bir<br />
düşünme yolu olsun istedim. Çünkü meme<br />
kanseri yaşayan kadınlar bu hastalığı hastalık<br />
olmasının ötesinde kadınlıklarına yapılmış<br />
saldırı gibi yaşıyor çoğu zaman, ki kadın olmaktan<br />
kaynaklanan bir çok yıkım da yaşanıyor bu<br />
süreçte. İşte partner tarafından terk edilme, iş<br />
hayatının sekteye uğraması, ev içi görünmez<br />
emeğinin açığa çıkması, yaşlı-çocuk bakımı<br />
gibi sorumlulukların sekteye uğraması ile ailede<br />
yaşanan kaos, bedende yaşanan kayıplar ve<br />
daha pek çok sorunla beraber onkolojinin uzun<br />
koridorlarında bitmek tükenmek bilmeyen tedavi<br />
aşamaları...<br />
Peki senin yakın çevrende, ailende meme kanseri<br />
olan var mıyıdı?<br />
Yapılan araştırmalar meme kanserinin genetik<br />
yatkınlığını yüzde 10 civarı olarak söylüyor. Ben<br />
de ön çalışmada genellikle ailesel olmadığını<br />
gözlemledim. Benim ailemde hiç kimse meme
kanseri yaşamadı ama, bir çok yakın arkadaşım<br />
bu hastalığı yaşadı, ben de bu travmanın içinden<br />
geçtim.<br />
Karakter araştırması ve analiz sürecini anlatır<br />
mısın biraz? Nereden buldun bu kişileri ve neden<br />
bu karakterleri seçtin?<br />
İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Onkoloji<br />
bölümünde uzun bir arayış dönemi geçirdim.<br />
Doktor, hemşire, hasta bakıcı, meme kanserini<br />
yaşayan ve hastalığı geride bırakmış kadınlar,<br />
onların yakınları gibi 400 kişi ile görüştüm.<br />
Bölüm çalışanlarına belgeselin hedeflerini<br />
çok iyi anlattım ve bunca işlerinin arasında<br />
çok iyi destek aldım. Hastalarını ve deneyimlerini<br />
paylaştılar benimle. Karakterlerden biri<br />
olan Nurcan’ın tedavisini tamamladıktan sonra<br />
mesleği olan futbola, sahalara dönüşünü ve<br />
başarısını öğrendiğimde çok büyülendim. Başlı<br />
başına sadece Nurcan’ın meydan okuma mücadelesi<br />
bile bir belgeselin konusuydu. Hamileliği<br />
esnasında meme kanseri mücadelesi veren<br />
sağlıklı ve muhteşem bir bebek dünyaya getirmiş<br />
Nuray,18 yıl önce bu hastalığı yaşamış ve<br />
memesinin bir tanesinin olmaması kadınlığından,<br />
güzelliğinden, özgüveninden hiç bir şey<br />
koparmamış Mukadder, Filiz, Emine ve kadına<br />
ait bir hastalığın travmasını yaşamış erkek karakter<br />
Sergun. Bu karakterler yan yana geldiğinde<br />
kocaman bir umut halkasına dönüştüler.<br />
Belgeselin prodüksiyon kaynakları nasıl oluştu?<br />
Bütçesi, sponsorları, kamera, müzik, montaj, mekanlar…?<br />
Ne kadar sürdü bütün bu aşamalar?<br />
Türkiye’de belgeselin içinde bulunduğu durumu<br />
biliyorsun. Ben de belgeselin ihtiyacı<br />
olan desteği bulamadım. Borçla bitirdik belgeseli.<br />
Fakat Yüzleşme’nin iki harika prodüksiyon<br />
desteği oldu. Biri Türk Tıbbi Onkoloji Enstitüsü<br />
Derneği. Doktor bileşenli ve öncü bir dernektir.<br />
Bu derneğe yaptığım kısa bir sunumdan sonra<br />
bu alanda çalışan doktorların “ hastalarımızın<br />
böyle bir desteğe ihtiyacı var” diyerek hemen<br />
destek vermeleri beni daha işin başında çok<br />
motive etti. Bir diğeri, belgeselin karakterlerinden<br />
biri olan Sergun oldu. Sergun’a belgeseli<br />
ilk anlattığımda “ bu belgeselin her şeyi olmaya<br />
hazırım” demişti. Bütün karakterlerim belgeselin<br />
ekonomik sıkıntısını fark ettiler ve tamamının<br />
destek arayışına girdiklerini söyleyebilirim. Bu<br />
beni mutlu etti tabi çünkü bu travmanın içinden<br />
geçmiş insanlar olarak böyle bir belgeseli<br />
gerekli gördükleri anlamına geliyordu. Aynı<br />
zamanda üzüldüm çünkü belgeselin içinde<br />
bulunduğu sıkıntıyı filmin karakterlerinin fark<br />
etmesi hiç hoş değil. Başka destekler de oldu.<br />
Film Sokağı’nda dans terapi bölümlerini çektik,<br />
bütün imkanlarını sundular. Hacıyatmaz<br />
Prodüksiyon kurgu masasını verdi. Sıra post’a<br />
geldiğinde bütün enerji bitmiş olur biliyorsun.<br />
Tam bu dönemimizde ABT sevgiyle sahiplendi<br />
“Yüzleşme”yi. Bunlar belgesele değer kattı ve<br />
başka üretimler için umut verici destekler oldu.<br />
Kamerada Koray Kesik ile çalıştık ve mekânların<br />
ön çalışmasını birlikte yaptık.Korayın mekan<br />
çalışmasına katılamadığı zamanlarda mutlaka<br />
fotoğrafladım ve üzerinde çalıştık. Çekim öncesi<br />
Michael Bardavit ile birlikte yaptığımız dans<br />
terapi seanslarından birini amatör bir kamera ile<br />
çekmiştim. Hep ön çalışma ile ilerledik. Zira hastane<br />
sirkülasyonu çok yoğun ve zor bir mekan…<br />
Çekimler esnasında öyle rahattım ki sanki Koray<br />
ile öncesinde 10 belgesel çekmişiz gibi çalıştık.<br />
2013 yılında başladım aslında bu projeye.<br />
Çalışmaya başladığım her ana karakter ile isten-
meyen sebeplerden sonlandırdık çalışmayı. İki<br />
karakter metastaz yaşayınca onların isteği ile<br />
çekimleri sonlandırmıştık. Bir diğer karakterimiz<br />
de özel hastaneye taşıdı tedavisini biz Çapa’da<br />
ısrarlıydık. Tekrar ana karakter arayışım<br />
başladı. Çapa çalışanları bu belgeselin bittiğine<br />
inanamadılar. Ocak 2015’te bu kez ana karakter<br />
olarak Ebru ile başladık yeniden çekimlere ve<br />
2017’de bitirdik.<br />
Kamera arkası da ayrı bir serüven olur hep. Tam<br />
bir imece usulü iş olmuş desene. İşte herkes<br />
yüreğini koyunca bir başka iş çıkıyor ortaya.<br />
Zaten belgeselin doğası da bunu gerektirmez<br />
mi? Gönlünü vermeden olmuyor. Nasıl bir film<br />
dili oluşturmak istedin ve bu seyirciye geçti mi<br />
sence, ne tür tepkiler aldın?<br />
Belgeselin karakterleri en mahrem olan<br />
meme hakkında deneyimlerini paylaşıyorlar.<br />
Hayatlarının en zor anında başka insanlara<br />
fayda sağlamayı düşünen insanlar bunlar ve<br />
daha çekim aşamasında birbirlerini iyileştirdiler.<br />
Bu duygu da seyirciye geçti tabii. Seyirciye<br />
de iyi geldi. Seyirci karakterler ile fotoğraf<br />
çektirmek için sıraya girdi, onlara film yıldızı<br />
gibi davrandılar. Kanser ölümcül imajı güçlü olan bir<br />
hastalık. Kanser hakkında bir belgesel yapma bunu<br />
seyirci karşısına çıkarma düşüncesi kaygılı bir süreç<br />
değildi diyemem. Bu sebeple çok defa durup durup<br />
teraziye koyduğum, çokça izleyicisini düşündüğüm bir<br />
çalışma oldu. Salona sığmayan seyirciyi gördüğümüzde<br />
çok sevindik. Seyircinin ilgisi muhteşemdi, çok mutlu<br />
olduk. Hastanelerde sağlık çalışanlarının, hastaların<br />
seyretmesi gerektiği teklifini gösterimde aldık ve<br />
planlanıyor şimdi. Hekim ve hemşirelerin yorumları,<br />
bu hastalığı yaşamış veya ailesel sebeplerden korkan<br />
kadınların yorumları çok pozitifti. Bir onkoloji<br />
hemşiresinin kısıtlı zamanlarda gördüğü hastaların “bu<br />
süreçle nasıl baş ettiklerini şimdi daha iyi biliyorum”<br />
demesi çok anlamlıydı. Pek çok hekim vardı izleyiciler<br />
arasında ve çoğu onkologtu. Bu çevrenin belgeseli<br />
sahiplenmesi bizim için harika bir duygu. Karakterleri<br />
söyleşi için sahneye davet ettiğimde, onlar sahneye<br />
çıkıncaya kadar alkışlar susmadı çok çok güzeldi.<br />
“Kanser hakkında böyle bir belgesel beklemiyordum”<br />
diyenlerin sayısı az değildi.<br />
Sanırım onlar daha çok bilimsel ve akademik bir film<br />
bekliyordu. Belirtiler ve tedavisi hakkında bilgi veren bir<br />
yapım.<br />
Evet, hayatın medikalleştiği bir sürecin anlatımı da<br />
fazlasıyla medikal bilgi ve çokça trajedik bir film beklentisi<br />
vardı sanırım. Ama biz daha çok hastalığın psikososyal<br />
etkilerini tartışmaya açmak istedik. Hastalık da<br />
hayat gibi işte, kederli zamanlar da mizahi zamanlar<br />
da barındırıyor içinde. Filmde Sergun’u gören herkes<br />
gülümsüyor mesela.<br />
Ben aslında en çok erkek seyircilerin tepkisini merak<br />
ediyorum? Gösterimlerde erkeklerin yorum ve tepkileri<br />
ne yöndeydi?<br />
Sergun ile Ebru’nun karşılaşmasından seyirci çok<br />
hoşlandı. Güldüler… ama Sergun’un mamografiye<br />
girdiği sahnede seyirci de Ebru’nun verdiği tepkiyi verdi.<br />
Şaşırdılar… Erkek meme kanserinin bilinirliliğinin az<br />
olduğunu fark ettik.<br />
Çekimler sırasında en çok zorlandığın durumlar neler<br />
oldu?<br />
Ebru ile tanıştığımızın ertesi günü kendisi ile çekimlere<br />
başladık. Bu çok zordu. Ameliyat, meme kaybı,<br />
kemoterapi, saç, kaş, kirpik kaybı… tedavinin her<br />
aşamasında doğal olarak yaşadığı psikolojik süreçler<br />
ve bizim onunla olan ilişkimiz bazen çok zordu. Saç<br />
kesim sahnesinde ilk saçı kesilen ben oldum. Ebru<br />
sessizce ağlamaya başladı. Saçlarım çok uzundu ve<br />
ben de saçımı kazıtacağım dediğimde şaka yaptığımı
sanmış. Biz ilk defa Ebru’nun<br />
ağladığını gördük bu sahnelerde.<br />
Yapım zorluklarından kısmen bahsettim<br />
ama ötesini artık konuşmak bile<br />
istemiyorum zira belgesel yapımı artık<br />
delilik olarak değerlendiriliyor zaten.<br />
Ama her zorluğa değecek anılar biriktirdik,<br />
dost olduk, dayanıştık…<br />
En önemlisi filminizi seyirci ile<br />
paylaştınız, tartıştınız, sordunuz,<br />
cevapladınız, sorguladınız, belgelediniz,<br />
fark ettiniz, fark ettirdiniz… Daha<br />
ne olsun. Belgesel yapmanın ve<br />
sunmanın en güzel ödüllerinden biri<br />
de bu.<br />
Evet, izleyici ilgisi bizim için, tüm ekip<br />
için tarif edilemez bir mutluluktu.<br />
Belgeselin bundan sonraki yolculuğu<br />
ne olacak? İzlemek isteyenler nasıl<br />
ulaşabilir? İnternete yüklemeyi<br />
düşünüyor musun?<br />
Şu anda festivallere gönderiyoruz.<br />
Bazı belediye ve sivil toplum örgütlerinden<br />
teklifler alıyoruz. Hastanelerde<br />
sağlık personeli ve hastalara<br />
gösterimler planlıyoruz. İzlemek<br />
isteyenler belgeselin sosyal medya<br />
hesaplarından gösterim programlarını<br />
takip edebilirler. Bu etkinlik süreçleri<br />
tamamlandıktan sonra daha çok<br />
izleyiciye ulaşmak için bir takım<br />
planlarımız var. En önemlisi meme<br />
kanseri tanısını yeni almış kadınlara<br />
belgeselin erişimini sağlamak bizim<br />
en büyük ihtiyacımız… İleriki zamanda<br />
internet neden olmasın.<br />
TRT kanallarında da yayınlanacak.<br />
Evet evet ödül gereği, TRT<br />
ekranlarında da seyircimizle<br />
buluşacağız.<br />
Peki en iyi film ödüllü 45 bin TL’yi<br />
nasıl değerlendirmeyi düşünüyorsun?<br />
Öncelikle ekip olarak birlikte yemek<br />
yiyeceğiz. Filmle ilgili borçlar var…<br />
Bu para ile başka bir belgesele<br />
başlayacağımı söylemek isterdim<br />
ama…
YAKARSA DÜNYAYI<br />
DECEPTICONLAR YAKAR<br />
1984 yılında bir oyuncak olarak çıkan Transformers’ın büyük<br />
bir franchise‘a dönüşebileceğini kim düşünebilirdi ki? Oyuncaktan<br />
çizgi filme, en sonunda da Hollywood’un en çok<br />
kazandıran sinema serilerine evrilen Transformers serisi The<br />
Last Knight ile tekrar beyaz perdede can buluyor.<br />
MASIS ÜŞENMEZ<br />
n 2007 yılında<br />
Michael Bay’in<br />
yönetmenliğinde<br />
başlayan ilk filmi<br />
Transformers - Yenilenlerin<br />
intikamı<br />
(2009), Transformers:<br />
Ay’in Karanlık Yüzü<br />
(2011) ve Transformers: Kayip Çağ (2014)<br />
takip etmişti. İlk üç film Shia LaBeouf’un<br />
oynadığı Sam Witwicky karakteri üzerinde<br />
şekillenirken son film Kayıp Çağ’da<br />
bayrağı Mark Wahlberg devralmıştı.<br />
Oyuncu değişimleri dışında aslında bütün<br />
filmler aynı formülü kullanıyordu büyük<br />
robotlar, daha büyük robotlar, patlamalar,<br />
ağır çekimde dönen robotlar, kulağı sağır<br />
eden ses efektleri ve daha çok patlama.<br />
Paramount Pictures’ın aksiyon bombası<br />
serisinin genişletilmiş evreninin ilk<br />
yapımı olan The Last Knight’ı 2018 yılında<br />
Bumblebee spinoff’u izleyecek. Böylece<br />
arabadan bozma robotlarımız Marvel gibi<br />
daha büyük bir dünyaya geçecek.<br />
İlk filmden sonra seriye giderek<br />
uzaklaştığımı söylememde yarar var.<br />
Hatta Ay’ın Karanlık Yüzü’nü sıkıntıdan<br />
üç günde bölüm bölüm bitirebilmiştim.
Ancak Transformers: Kayip Çağ<br />
(2014) ile Bay seriye yeni bir soluk<br />
getirmeyi bilmişti. Yapımcılar<br />
ceplerini doldururken seyirci de<br />
tekrar Transformers ile barışmıştı.<br />
The Last Knight ise fragmanı<br />
ile heyecan yaratan bir yapım<br />
oldu. Özellikle Transformers<br />
tarihine girilip, Kral Arthur’un<br />
Transformers’dan yardım alması<br />
ya da Autobot’ların Naziler ile<br />
çarpışması gibi hikayeler bir nebze<br />
de olsa merak uyandırmıyor değil.<br />
En azından kendini çok ciddiye<br />
almış olan bu oyuncak dünyasının<br />
böyle çılgın fikirlere yelken açması<br />
insanı umutlandırıyor.<br />
Film aslında Kayıp Çağ’ın kaldığı<br />
yerden devam ediyor. İnsanlık ile<br />
Transformers arasındaki savaş<br />
devam etmektedir. Optimus Prime<br />
kızgın bir şekilde Dünya’yı terk<br />
edip kendi gezegeni Cybertron’a<br />
dönmüştür. Ancak buranın yok<br />
olduğunu görür. Kurtulması için tek<br />
çare Dünya’da yatan geçmişlerine<br />
ait bir tarihi eserdir. İnsanlar ise<br />
savaşı umutsuzca sürdürmektedir.<br />
Cade Yeager (Mark Wahlberg),<br />
Bumblebee, İngiliz bir lord<br />
(Anthony Hopkins) ve Oxford’lu<br />
profesör (Laura Haddock) güçlerini<br />
birleştirerek bir sırrı açığa<br />
çıkarmaya çalışacaklardır. Transformers<br />
5: Son Şövalye’de avlananlar<br />
kahraman olacakdır. Kahramanlar<br />
kötüler olacak, yalnızca bir<br />
dünya ayakta kalacak: ya onlarınki<br />
ya da bizimki.<br />
Filmin yeni karakterlerinden biri<br />
de Isabela Moner’in oynadığı evsiz<br />
kız Izabella. Kendisi Chicago<br />
savaşlarında ailesini kaybetmiş.<br />
Moner karakterini şöyle anlatıyor<br />
“Evsiz, haşarı, cesur bir kız.<br />
Mark’ın ekibine Decepticons ile<br />
savaşmak için katılıyor. Ayrıca
yanında bir Vespa olan yardımcısı<br />
Autobot Squeeks var. Sadece<br />
Chihuahua diyebilen çok sevimli<br />
bir Autobot”. Squeeks tamamen<br />
CGI’dan yapılacakken Moner’in<br />
karakteri görme isteği ile gerçek<br />
bir model robot yapılmış ve sette<br />
manuel olarak hareket ettirilerek<br />
kontrol edilmiş.<br />
Sir Anthony Hopkins ise<br />
Transformers’ların hikayesini bilen<br />
gizemli bir adamı oynuyor. Kendisi<br />
Bay ile yaptığı bir kahvaltıda<br />
yönetmenin teknolojik zekasına<br />
hayran kalıp hemen oynamaya<br />
karar vermiş. Michael Bay için<br />
pek güzel de laflar ediyor. “ Oliver<br />
Stone, Spielberg ve Scorsese ile<br />
aynı kumaştan geliyor. Hepsi de<br />
birer dahi.” diyor ünlü oyuncu.<br />
Bilindiği üzere her Transformers<br />
filminden sonra aksiyon filmlerinin<br />
unutulmaz yönetmeni Michael Bay<br />
o filmin yönettiği son Transformers<br />
filmi olduğunu söyler. En son<br />
Kayıp Çağ’dan sonra da bunu<br />
kesin olarak açıklamıştı. Ancak<br />
gelişmeler sonucu tekrar yönetmen<br />
koltuğuna geçti. Dönüşü<br />
ile ilgili Bay “ Her seferinde artık<br />
Transformers ile işim bitti diye<br />
düşünüyorum, ancak 120 milyon<br />
izleyicisi, büyük tema parkları,<br />
çocukların seti ziyaret ettiklerindeki<br />
duygularım her seferinde beni<br />
geri getiriyor. Bu filmleri çekmek<br />
çok eğlenceli. Ancak artık The Last<br />
Knight ile noktayı koyma zamanı<br />
geldi.” diyor.<br />
Yapımcı Lornezo di Bonaventura<br />
bu filmin gelecekteki spinnoff’lara<br />
bir temel oluşturduğunun altını<br />
çiziyor. “Kendi başına bir film olsa<br />
da içindeki pek çok hikaye ileride
anlatacaklarımızın temelini<br />
oluşturuyor. Pek çok mitolojik<br />
öğe ekledik bunlar sayesinde<br />
Transformers’ın ne olduğunu,<br />
nereden geldiğini, bizimle ve<br />
birbirleri ile olan bağlarını zamanla<br />
öğrenebileceğiz.” diyor.<br />
Bay filmin 3D çekimlerine çok<br />
önem vermiş. Hatta çekilen ilk<br />
native IMAX 3D film olduğunu<br />
söylüyor. Bunun için iki kamera<br />
el yöntemleri ile birbirlerine<br />
bağlanarak çekim yapılmış.<br />
“Bunu asla kurgulayamazsınız.<br />
3D için ekstra 15 milyon usd<br />
gibi bir para harcandı. Tek<br />
derdimiz sinema izleyicisine<br />
daha temiz ve aydınlık 3D<br />
görüntüler sunabilmekti.” diyor<br />
Bay.<br />
“2 yıl önce 14 yazarımız vardı<br />
ve hepsini 1 ay boyunca bir<br />
odaya kitleyip taze fikirlerle<br />
çıkmalarını bekledik. Bir ayın<br />
sonunda elimizde Transformers<br />
evreninin nerelere gidebileceği<br />
ile ilgili bir yol haritası vardı.”<br />
Braveheart ve Saving Private<br />
Ryan’ı harmanlayarak<br />
başlayacak olan yeni Transformers<br />
üst düzey aksiyonu<br />
ile gene yaz gişelerinin yıldızı<br />
olmayı başaracaktır. Yeni filmde<br />
büyük orta çağ savaşlarından<br />
büyük Dünya savaşlarına oradan<br />
da şehir içindeki araba<br />
kovalamacalarına kadar her<br />
şeyi bulmak mümkün. Aksiyon<br />
tam gaz, çılgın bir şekilde<br />
devam ediyor. Gişede gelecek<br />
tepki spinoff’ların gidişatını<br />
belirleyecektir. Bakalım Transformers<br />
Dünyasını gelecekte<br />
neler bekliyor.
YASEMİN ÇONKA<br />
TOPLUMDA KADIN HAKLARI ZA<br />
GERiDE, SiNEMADA NiYE FARKL
Yasemin Çonka<br />
Yaşamak Güzel Şey<br />
filmiyle izleyenlerin<br />
beğenisini kazandı. Biz<br />
de yetenekli sanatçıya<br />
teybimizi uzattık...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Yasemin Çonka kökeni tiyatro olan sağlam<br />
bir oyuncumuz. 80’lerde dizisindeki başarısı<br />
bilinen Çonka’nın sağlam bir sinema kariyeri<br />
de var. Bayrampaşa Ben Fazla Kalmayacağım,<br />
Devrim Arabaları, Unutma Beni İstanbul, Araf,<br />
Benim Dünyam, Yapışık Kardeşler ve en son<br />
Yaşamak Güzel Şey filmiyle bir çok sanatçıyı<br />
kıskandıracak bir üretim gösterdi sinema adına.<br />
Çonka ile filmleri, tiyatroyu, dizileri konuştuk...<br />
Senaryo size geldiğinde sizi etkileyen şey ne<br />
oldu?<br />
İnsanlara ilham vermeye çalışmak oyunculuk<br />
yaparken güç aldığım sebeplerden biri olmuştur<br />
hep. Bu senaryonun da seyirci ile bağlantı<br />
kurabileceğim bir ruha sahip olması kabul etme<br />
sebeplerimden biridir. Kahramanımızın yaşamı<br />
herkesin kendini içinde bulacağı durumları ve<br />
anları taşıyor. Beni etkileyen senaryonun ruhuydu:)<br />
Rolünüzü biraz anlatabilir misiniz?<br />
Filmdeki başrol karakterimizin eşini oynuyorum.<br />
Rolümden bahsetmek yerine seyircinin<br />
izleyiciyle buluştuğu gün karşılaşmalarını tercih<br />
ederim:)<br />
Hollywood’ta komediyi üstünde taşıyan<br />
ve güzel kadın portresine de uyan isimler<br />
var. Mesela Meg Ryan, Goldie Hawn gibi.<br />
Türkiye’de özellikle komedide kadınların bey-<br />
TEN<br />
I OLSUN?<br />
azperdede geri plana itildiğini düşünüyor<br />
musunuz?<br />
Beyaz perdede özellikle komedide kadınların<br />
geri planda olduklarından daha çok, güzel<br />
kadınlar üzerine kurulan hikayeler ve erkek<br />
ağırlıklı karakterle donatılmış senaryolar<br />
çıkıyor, demek ki senaristlerimizin birikimlerinden<br />
ya da onlara siparişler bu şekilde veriliyor<br />
demeyi tercih ederim:) Daha iyimser bir<br />
alandan bakmak isteğimden belki de:(<br />
Komedi aslında zor bir tür. Komedinin<br />
diğer türlerden oyunculuk olarak farkı<br />
nedir?<br />
İyi bir drama oyuncusu olmanız aynı zamanda<br />
iyi bir komedi oyuncusu olduğunuz<br />
anlamına gelmez. Komedi oyuncusu olabilirsiniz<br />
belki ama iyi bir komedi oyuncusu olmak<br />
için daha çok çalışmalısınız. Hatta kimi zaman<br />
çalışmak da yetmeyebilir. Doğuştan bir<br />
komedi matematiği ile doğmanız gerekir. Her<br />
oyuncunun harcı bir durum değildir bence.<br />
Komedi üslup olarak daha hafif görünür ama<br />
uygulamada zorluğunu iliklerinizde hissedersiniz.<br />
Oyunculuk eğitimi sürecinde, Meyerhold<br />
ve Stanislavski gibi farklı oyunculuk metotları<br />
öğreniriz. Ancak bana sorarsanız oyuncu<br />
oynayacağı karakteri en sahici hale getirmeye<br />
çalışırken kendi yöntemini kendi bulur<br />
ya da bulmalı. Komedi, diğer türlere göre<br />
oyuncu için daha rahat bir beyine ihtiyaç<br />
duyar çünkü kimi zaman doğaçlamaya ihtiyaç<br />
duyacağı anları ancak rahat ve stressiz bir<br />
akış halinde ifade edebilir. Tabi bu cümleler<br />
“bence”cümleleri. Benim oyunculuğa baktığım<br />
pencereden “bence” cümleleri:)<br />
Yeşilçam komedisi trajikomiktir. Yani<br />
aslında draması güçlüdür. Son dönem<br />
Türk sinemasında ise absürt komedinin<br />
daha ağır bastığını düşünüyoruz. Siz hangisini<br />
kendinize yakın buluyorsunuz? Bu<br />
durum filmlerin özellikle mesaj içermeyen<br />
yapılarda çekilmeye çalışılmasının bir<br />
nedeni midir?<br />
Absürt komediden kastımız, gişe rekorları<br />
kıran, mesaj kaygısı içermemekle birlikte<br />
daha çok insanları aşağılamak ve komik olmayan<br />
ve yerinde kullanılmayan küfürlerden<br />
ibaret olan filmler ise kesinlikle Yeşilçam<br />
komedisine daha yatkınım diyebilirim. Fakat
absürtten kastımız Ertem Eğilmez’in Arabesk filmi ve<br />
diğer örnekleri gibi ise o zaman her iki türe de son<br />
derece yakınım diyebilirim.<br />
Bazı rollere hazırlanırken (Tarihi karakterler veya<br />
kör bir kız) gözlem ve araştırma gerekir. Halbuki<br />
bazı roller sizin biriktirdiklerinizden ortaya çıkar.<br />
Bu rol biraz öyle sanıyorum. Bu role kendinizden<br />
ne gibi katkılar yaptınız?<br />
Doğru. Bazı roller daha fazla araştırma ve gözlem<br />
çalışması gerektirir ama her role çalışırken gözlem<br />
mekanizmamıza başvururuz. Kendi cebimizde biriktirdiklerimizin<br />
gerekli bölümlerini beynimiz karaktere<br />
yükler. Oynadığımız rolü, kendi karakterimizin<br />
versiyonları olmaktan çıkartabilmek için cebimizde<br />
biriktirdiklerimizden daha fazlasına ihtiyaç vardır.<br />
Kısacası rolüme şunu kattım bunu ekledim diye bir<br />
cümlem yok. Bana anlatılan ve yazılan karakteri<br />
kendi yöntemlerimle çalışıp, yönetmenimizle de son<br />
halini almasıyla birlikte yaşayan bir karakter halini<br />
vermeye çalıştım diyebilirim.<br />
Türk sinemasında etkilendiğiniz kadın oyuncular<br />
kimlerdir?<br />
Türk sinemasında sevdiğim oyuncular elbette var<br />
ama örnek aldığım bir oyuncu yok.<br />
1980 ve 90’ların ikinci yarısına kadar sinemamızda<br />
feminizmin etkisi gözükür. Bunun faturasını ödeyen<br />
(Müjde Ar, Nur Sürer) oyuncularımız var. Fakat<br />
2000 sonrası bu anlamda sinemamızda bir geriye<br />
adım atıldığını düşünüyorum. Bir kadın oyuncu<br />
olarak buna katılıyor musunuz?<br />
Beyazperde de 80’li ve 90’lı yıllarda feminizm etkisini<br />
izlerken, günümüzde kadının şiddete maruz kalışının<br />
hikayelerini izliyoruz. Yeterli mi? Tabi ki hayır... Kadın<br />
hikayelerinin geriye gidişi sadece beyazperde de<br />
değil ne yazık ki:( Toplumumuzda kadının değeri,<br />
hakları zaten yeterince geride..)<br />
Sinemamızda son dönem oyuncuların daha çok<br />
dizilerden geldiğini görüyoruz. Bu anlamda sinema<br />
ve dizi oyunculuğunun farkları olduğunu kabul<br />
eder misiniz? Eğer teknik olarak farkları varsa<br />
şu an sinema oyunculuğu açısından bir dezavantaj<br />
yaşanıyor mu?<br />
İyi bir oyuncu olabilmek çok emek ister.Yeterince<br />
emek verdiğini düşünen herkes buyursun oyunculuk<br />
yapsın. Oyunculuğu televizyon, tiyatro, sinema<br />
oyunculuğu olarak ayrı ayrı düşünmüyorum. Oyunculuk<br />
oyunculuktur. Sadece ölçüleri farklıdır. Tiyatroda<br />
büyük jestler, mimikler ve duygular hakimken sinemada<br />
aynı ölçüde oynamamız mümkün değildir.
Sizin köken olarak tiyatrodan geldiğinizi biliyoruz.<br />
Dikkat edilirse komedi türüne yatkın kadın<br />
oyuncuların neredeyse hepsinin kökeni tiyatro.<br />
Bunun sebebi sizce nedir?<br />
Egzersiz alanı tiyatro sahnesi olan bir oyuncu, her<br />
oyunda küllerinden yeniden doğar, beslenir, eğitilir,<br />
yaratıcı mekanizması işler, çalışır. Sahnede olabilmek<br />
büyük emek ister. Bu yüzden iyi komedyen kadınların<br />
kökeni tiyatrodur.<br />
Sizin korku türünden drama, komediye, kısa filme,<br />
tiyatroya kadar çok farklı türlerde ve mecralarda<br />
görebiliyoruz. Bu kadar farklı performanslar<br />
sunmanızın sebebi nedir?<br />
Öncelikle çok teşekkür ederim. Umarım bu soru farklı<br />
performanslarımı beğendiğiniz anlamına geliyordur.<br />
Her karakter her tür benim için yepyeni bir yolculuk:)<br />
Sanırım sebebi bu:)<br />
Kamera arkasına veya senaryo yazımına ilginiz var<br />
mı?<br />
Kamera arkasına çok büyük hayranlığım var ama<br />
senaryo yazabilmek konusuna duyduğum heyecan<br />
sanırım daha büyük:) Hatta yazmaya başladım bile<br />
diyebilirim:))<br />
Son dönemde Senaryoların 60 dakikadan fazla<br />
yazılmaması yönünde eylemler var. Siz buna<br />
katılıyormusunuz? Bir oyuncu olarak uzun süreli<br />
dizilerin size verdiği zarar nedir?<br />
Diziler 60 dakikadan daha uzun olmamalı. Senaristler<br />
bu süreleri doldurmak için çırpınmamalı. Bütün ekip<br />
ve oyuncular 90, 120, 130 dakikaları doldurabilmek<br />
için saatlerce günlerce haftalarca can çekişmemeli ve<br />
en önemlisi can vermemeli... Çünkü bu durum insan<br />
haklarına aykırı. Hakkını vermeliyim ki bu konuda son<br />
derece duyarlı olan Birol Güven’in yapımcılığında 6<br />
yıldır 80’ler projesinde insanca çalışıyoruz evet bizim<br />
de teslim etmemiz gereken bölüm dakikası 100 küsurlarda<br />
ama sitcom olmamızın ve çok seri çalışabilen<br />
muhteşem bir kadro olabilmemizin güzelliğini<br />
yaşıyoruz.<br />
Ne zaman oyuncu olmaya karar verdiniz?<br />
Türkiye’de oyunculuk sizce profesyonel bir şekilde<br />
yapılabiliyor mu?<br />
Oyuncu olma kararım liseyi bitirdikten sonra netleşti.<br />
Türkiye’de oyunculuk profesyonel bir şekilde<br />
yapılabiliyor mu? HAYIR!<br />
İzleyiciler için filmle ilgili benim size sormadığım<br />
ama sizin söylemek istediğiniz birşey var mı?<br />
Yaşamak Güzel Şey filmi, size iyi gelecek...<br />
İyi seyirler:)
BARBAROS HA<br />
PAŞA’DAN KAPTA<br />
Bu ay vizyona giren Karayip<br />
Korsanları 5: Salazar’ın İntikamı’ndan<br />
yola çıkarak korsan filmlerinin durumuna<br />
bir bakalım dedik.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Korsan filmi deyince günümüzde<br />
akla Karayip Korsanları geliyor. 2003<br />
yılından beri en fazla iş yapan ve gelmiş<br />
geçmiş en ünlü korsan filmi olarak<br />
adlandırabileceğimiz Karayip Korsanları<br />
filmini bu kadar ünlü yapan hem fantastik<br />
öğelerinin mükemmel kullanması hem<br />
de başrolde oynayan Johnny Deep’in<br />
müthiş performansı. Zaten korsan imajı<br />
tam da beyazperdenin ruhuna uygun hikayeleri<br />
barındırıyor içinde. Hollywood’un<br />
tarihine baktığımızda birçok ünlü ismin<br />
bu rollerle dünya tarafından tanınmaya<br />
başlandığını görüyoruz. Mesela Errol<br />
Flynn ve Burt Lanchester’ı bunlara<br />
örnek verebiliriz. Tabii korsan<br />
deyince Barbaros Hayrettin<br />
Paşa’yı da es geçemeyiz. Söz<br />
konusu sinemamız olunca herşey<br />
es geçilebiliyor ama neyse ki<br />
Barbaros öyle olmamış. Türk<br />
sinemasının en iyi iki macera<br />
filmi diyebileceğimiz filmleri korsan<br />
hikayelerini anlatıyor. Birisi<br />
Barbaros Hayrettin Paşa 1951<br />
diğeri ise Kara Murat Denizler Hakimi 1977.<br />
İkisi de dönemine göre büyük prodüksiyonlar.<br />
Bütün bunları göz önüne alarak<br />
5 Türk, 5 yabancı en iyi korsan filmlerini<br />
sizin için topladık. Bakalım bu filmleri<br />
seyrettiniz mi?
YRETTİN<br />
N SPORROW’A<br />
Barbaros Hayrettin Paşa, 1951<br />
Başrolünü Cüneyt Gökçer’in oynadığı<br />
bu filmde Barbaros Hayrettin Paşa’nın<br />
Andre Dorya ve zamanın Batılı güçleriyle<br />
Osmanlı adına verdiği savaşlar anlatılmış.<br />
Özellikle Preveze Deniz Savaşı’nın filmin<br />
finalinde yer alması bu tür denizde<br />
geçen savaş filmleri içinde yapımı özellikli<br />
kılıyor. Andre Dorya yönetimindeki<br />
600 gemilik Hıristiyan donanması Barbaros<br />
Hayrettin Paşa’nın 200 gemilik<br />
gücüne karşı tarihi bir yenilgi almıştı.<br />
Filmin finalinde bu savaş sahnelerinin<br />
sonunda dönemin deniz kuvvetlerinin<br />
geçit törenine de yer verilmiştir. 1950<br />
yılında sinema hayatına adım atan 1925<br />
doğumlu Münir Özkul’un ilk filmlerinden.<br />
Münir Özkul, Selim Kalfa (Mimar) rolünde.<br />
Filmde aynı zamanda Turgut Reis rolünde<br />
Hulusi Kentmen, Salih Reis rolünde Kadir<br />
Savun yer almakta. 1951 yılında çekilen<br />
film bugüne kadar en yetkin deniz savaşı<br />
filmimizdir. Buna sevinmek mi gerekir<br />
üzülmek mi bilemedim.<br />
Malkoçoğlu Kara Korsan, 1968<br />
Şehzade Osman’ı kaçırmaya çalışan<br />
engizisyon şövalyesi Demir Bilek Lucio<br />
ile Yıldırım Beyazıt tarafından görevlendirilen<br />
akıncı Malkoçoğlu’nun mücadelesini<br />
anlatır film. Süreyya Duru ve Renzi<br />
Jöntürk’ün yönettiği filmin başrolünde<br />
Cüneyt Arkın, Nebahat Çehre yer alır.<br />
Demir Bilek Lucio rolünde ise Tanju<br />
Gürsu’yu görürüz. Filmin başlangıcında<br />
perdede akan yazılar ve bir dış ses<br />
15. yüzyılda İspanya Kralı Ferdinand<br />
ile Kraliçe İsabella’nın Müslümanlara<br />
açtıkları savaştaki gaddarlıkları anlatılır.<br />
Malkoçoğlu serisinin dördüncü filmidir.
Zagor Karakorsan’ın Hazineleri, 1971<br />
Özünde western olan film konusu itibariyle<br />
korsan filmlerine göz kırpar. Ünlü<br />
çizgi roman karakteri Zagor Tenay’ın<br />
maceralarının anlatıldığı bir seri filmin<br />
ikincisidir. Zagor Karabela ve Zagor Kara<br />
Korsan’ın Hazineleri, Nişan Hançer’in<br />
yönettiği, Levent Çakır’ın Zagor’u<br />
canlandırdığı yapımlardır. Günümüzde<br />
seyrederken Çiko’yu canlandıran Nevzat<br />
Açıkgöz’ün Kayserili şivesiyle konuşması<br />
filme hoşluk katıyor. Zagor Karakorsan’ın<br />
Hazineleri’nde suçsuz yere adam öldürmekle<br />
suçlanan birisinin hakkını arayan Zagor,<br />
maceradan maceraya koşarken bir<br />
hazine avcısıyla yol arkadaşlığı yapar. Bu<br />
hazine avcısı Kara Korsan’ın hazinelerini<br />
aramaktadır.<br />
Sabu Kahraman Korsan, 1972<br />
Tarık Tibet’in yönetip Sabu’yu<br />
canlandırdığı filmde, bir kralın küçük<br />
kızına büyü yapan bir büyücünün peşine<br />
düşen korsan Sabu’nun başından geçenleri<br />
konu ediniyor. Hırsızlar Prensi lakaplı<br />
kaptan Sabu ünlü bir korsandır. Bir gün bir<br />
keşiş Sabu’yu ziyaret eder. Keşiş, kaptana<br />
Torera adındaki bir ülkede uzun zaman<br />
önce yaşananlardan söz eder. Bu ülkede,<br />
çocuğu olmayan bir kral yaşamaktadır. Bir<br />
süre sonra kralın bir kızı olur. Çocuğun<br />
doğumu için kutlamalar yapan Kral, Mavi<br />
Sakal adındaki büyücüyü saraya davet<br />
etmez. Mavi Sakal, bunun üzerine kralın<br />
kızına bir büyü yapar ve kız on bir yaşına<br />
gelince bir daha uyanmamak üzere uykuya<br />
dalar.<br />
Kara Murat Denizler Hakimi, 1977<br />
Yapımcılığını Türker İnanoğlu’nun yaptığı<br />
filmin yönetmeni Natuk Baytan. Dönemin<br />
en büyük prodüksiyonlarından olan film<br />
İtalyan ortak yapımı. Cüneyt Arkın’ın Kara<br />
Murad’ı canlandırdığı 7 filmlik serinin en<br />
ses getirmiş bölümüdür. Fatih dönemi...<br />
Kaptan-ı Derya Yunus Paşa (Turgut<br />
Özatay) topladığı vergi ve ganimetlerle<br />
İstanbul’a dönerken Kara Korsan ve<br />
gemilerince çevrilir ve tüm varlığına el
konur. Fatih, Yunus Paşa ve gemisini<br />
kurtarması için Kara Muratı (Cüneyt<br />
Arkın) görevlendirir. Kara Korsan, Sakız<br />
adası prensi Nikolas (Kayhan Yıldızoğlu)<br />
tarafından himaye edilmektedir. Kara<br />
Korsan ve adamları sürekli Türk köylerine<br />
baskın yapıp halkı öldürmektedirler. Kara<br />
Murat suçlu gibi kendini zindana attırır ve<br />
Kara Korsan’ın esir dört adamının güvenini<br />
kazanır. Kaçmalarına yardımcı olur<br />
ve Kara Korsanın yerini öğrenir.<br />
Pirates of the Caribbean – Karayip<br />
Korsanları<br />
Karayip Korsanları, yapımcılığını Jerry<br />
Bruckheimer’ın, yönetmenliğini Gore<br />
Verbinski’nin, senaristliğini Ted Elliot ve<br />
Terry Rossio’nun yaptığı bir macera filmi<br />
serisi. Beş filmin sonuncusu olan Karayip<br />
Korsanları 5: Salazar’ın İntikamı’nın konusu<br />
şöyle: Kaptan Jack Sparrow (Johnny<br />
Depp), denizde yıllar boyu yaşadığı tehlikeli<br />
maceraların ardından bir kez daha<br />
zor duruma düşmüştür. Gaddar Kaptan<br />
Salazar (Javier Bardem) hayaletli gemisiyle<br />
birlikte sonunda şeytan üçgeninden<br />
kurtulmuş, karşısına çıkan tüm korsanları<br />
yok etmeye ant içmiştir. Jack Sparrow’un<br />
tek kurtuluş umudu, sahibine denizlerin<br />
mutlak kontrolünü veren Poseidon<br />
Asası’nı bulmaktır. Bu zorlu yolculukta<br />
ona güzel astronom Carina Smyth (Kaya<br />
Scodelario) ve dik kafalı denizci Henry<br />
(Brenton Thwaites) eşlik edecektir.<br />
Captain Blood - Kanlı Korsan - 1935<br />
Errol Flynn’ın başrolünü oynadığı film<br />
tam bir klasiktir. Monmouth İsyanı<br />
sırasında yakalanan ve haksız yere vatan<br />
hainliğiyle suçlanan Dr. Peter Blood<br />
Batı Hint Adaları’na sürgün edilir ve<br />
köle olarak satılır. Jamaika’daki Kraliyet<br />
Limanı’nda Vali’nin kızı Arabella Bishop<br />
büyük bir çiftliğe sahip olan amcasına<br />
rağmen onu satın alır. Hayat Blood için<br />
oldukça zordur. Tesadüf eseri, Vali’nin<br />
gut hastalığını tedavi eden Blood tıbbi<br />
hizmetlere katılır. Özgürlük hayalleri<br />
kurarken karşısına bir fırsat çıkar ve<br />
arkadaşlarıyla şehre saldıran İspanyol
gemisini ele geçirirler. Kısa süre içinde denizlerde<br />
hüküm süren ve dört bir yana korku<br />
salan korsanlar haline gelirler.<br />
The Crimson Pirate - Korsanlar Kralı - 1952<br />
Robert Siodmak’ın yönettiği “The Crimson<br />
Pirate” (Kahraman Korsan, 1952) Burt<br />
Lancaster’ın akrobasi yeteneklerini görmek<br />
için birebir. Lancaster bir korsanı oynuyor ve<br />
sirk yıllarından yakın arkadaşı Nick Cravat da<br />
“Ojo” rolünde. Lancaster filmde bir dublörün<br />
bile yapmakta zorlanacağı ne varsa yapıyor,<br />
izleyince bana hak vereceksiniz. Perdede,<br />
fiziksel anlamda o denli kusursuz bir görüntü<br />
sergiler ki, yönetmen John Frankenheimer<br />
bir seferinde şöyle demiş, “Hiç kimse fiziksel<br />
açıdan ‘The Crimson Pirate’daki Burt Lancaster<br />
gibi görünmemiştir”.<br />
Sandokan - 1976<br />
Namı diğer Bengal Kaplanı, Asya denizlerinde<br />
haksızlığa karşı savaşan Sandokan adlı<br />
korsanın maceralarıdır. İngiliz sömürgecilere<br />
karşı genç yerli bir prenstir. Hakkını aramak<br />
için korsan olmuştur. Filmi dışında daha çok<br />
TV dizisi ile ünlenmiştir. Başrolünde oynayan<br />
Kabir Bedi’nin kariyeri ülkemizde Cüneyt<br />
Tarkın’ın benzeri bir çizgiye sahiptir. İtalyan<br />
yazar Emilio Salgari’nin aynı adlı romanından<br />
uyarlanmıştır. 1970’lerin sonunda ve 80’lerde<br />
ülkemizde merakla izlenen bir yapımdı.<br />
Hook – Kanca – 1991<br />
Hook, Dustin Hoffman’ın tipsiz kanca karakterine<br />
bir hayli ruhunu katarak performans<br />
gösterdiği bir Peter Pan filmi... Yönetmenliğini<br />
sinemanın “uslu çocuğu” Steven Spielberg’in<br />
gerçekleştirdiği 1991 tarihli Kanca, Robin<br />
Williams, Julia Roberts, Gwyneth Paltrow gibi<br />
kalburüstü starlarla ayrı bir anlam kazanıyor.<br />
Peter Banning, işkolik bir avukattır. Karısı<br />
ve iki çocuğunu fazlasıyla ihmal etmektedir.<br />
Ailece İngiltere’deki büyükanne Wendy’i<br />
ziyarete gittiklerinde, çocukları Kaptan Hook<br />
tarafından kaçırılır. Peter, peri Tinkerbell’in<br />
yardımıyla “Olmayan Ülke”ye döner. Peter<br />
Banning, artık Peter Pan olmuştur ve Kayıp<br />
Çocuklar’ın da yardımıyla çocukluk anılarını<br />
ve uçmayı hatırlayacak ve Kaptan Hook ile<br />
savaşacaktır.
ABSÜRT KELİMESİNİN<br />
VÜCUT BULMUŞ HALİ<br />
BURAK AKSAK<br />
n Ekranların bir<br />
dönemki fenomen<br />
dizisi Leyla ile<br />
Mecnun’un senaristi<br />
olarak adını<br />
daha geniş kitlelere<br />
duyuran ve bu dakikadan<br />
itibaren kariyeri büyük bir ivme<br />
kazanan Burak Aksak, yeni filmiyle<br />
görücüye çıkmış durumda. Dede Korkut<br />
Hikâyeleri’nin başkahramanları Deli<br />
Dumrul, Salur Kazan ve Bamsı Beyrek’i<br />
odak noktasına alacak olan ve bir<br />
üçleme halinde izleyicisiyle buluşması<br />
planlanan serinin ilk halkası Salur Kazan:<br />
Zoraki Kahraman 9 Haziran itibariyle<br />
vizyonda. Biz de bu film vesilesiyle,<br />
komik adam Burak Aksak’ın kariyerine<br />
ve eğlenceli işlerine göz atalım istedik.<br />
Leyla ile Mecnun senaristinden çok<br />
daha fazlası olan adam, Burak Aksak<br />
huzurlarınızda…<br />
Burak Aksak’ın İlk Adını Duyuruşu<br />
Kendi adıma konuşmak gerekirse,<br />
Burak Aksak adını ilk olarak TRT’de<br />
yayınlanan Ramazan Güzeldir dizisiyle<br />
duymuştum. Kuzeni Selçuk Aydemir ile<br />
birlikte yazıp, yönettikleri dizi, adıyla<br />
müsemma bir şekilde 2009 Ramazan’ını<br />
güzelleştiren en özel detaylardan biri<br />
olarak belirmiştir. TRT’de iftardan önce<br />
yayınlan bir dizi olmasından dolayı,<br />
adını pek duyuramasa da, televizyon<br />
kurtlarının gözünden kaçmayan bu<br />
proje, esasen Burak Aksak ve Selçuk<br />
Aydemir’in gümbür gümbür gelen ayak<br />
POLAT ÖZİŞ<br />
Ekranların bir dönemki<br />
fenomen dizisi Leyla<br />
ile Mecnun’un senaristi<br />
olarak adını daha geniş<br />
kitlelere duyuran ve bu<br />
dakikadan itibaren kariyeri<br />
büyük bir ivme kazanan<br />
Burak Aksak, yeni<br />
filmiyle görücüye çıkmış<br />
durumda.
seslerinin de habercisi niteliğindeydi.<br />
Yaratılan karakterler ve senaryosuyla<br />
sıcak bir mahalle komedisi olarak beliren<br />
dizi, 30 dakikayı aşmayan süresi ile<br />
hem tatlı bir seyirlik olmayı başarmış,<br />
hem de eğlencesiyle insanların yüzünde<br />
güller açmasına vesile olmuştur. Tabii,<br />
yönetim anlamında bariz eksikleri olan<br />
ve ucuzluğunu anbean hissettiren dizi,<br />
buna rağmen Murat Cemcir’in hayat<br />
verdiği Dilenci Tankut önderliğinde dinamizminden<br />
de zerre ödün vermemeyi<br />
başarmıştır.<br />
Ramazan Güzeldir’in yönetmenlik<br />
anlamında ne kadar eksisi varsa, senaryosu<br />
da bir o kadar pozitif değerler<br />
taşımaktaydı. Keza diziyi ayakta tutan<br />
en önemli husus da buydu. Dönemin<br />
şartlarını gözeten, dini bir altyapıdan<br />
eğlence çıkarmayı başaran bu proje,<br />
her halükarda alkış hak etmekteydi.<br />
Hal böyle olunca da, kimdir bu Burak<br />
Aksak ve Selçuk Aydemir diye küçük<br />
bir araştırma yaptığımda, karşıma Altın<br />
Portakal ve Ankara Film Festivallerinde<br />
yarışmış olan kısa film Ayrılık çıkmıştı.<br />
Başrolünü Sadi Celil Cengiz’in oynadığı<br />
ve Burak Aksak ile Selçuk Aydemir’in<br />
birlikte yazıp, yönettiği Ayrılık isimli kısa<br />
film, esasen bu ikilinin beraber ürettikleri<br />
en popüler işlerinden de biri. Bir adamın,<br />
sevgilisinden ayrılamama sürecini ele<br />
alan ve dört dakika gibi kısa bir sürede<br />
izleyenlerini güldürmeyi başaran film,<br />
zekice mizahı ile farkını ortaya koysa<br />
da sinematografik anlamda yaşadığı<br />
zaaflarla amatörlüğünü bariz bir şekilde<br />
gün yüzüne çıkarmaktadır. Özellikle<br />
Burak Aksak-Selçuk Aydemir ikilisinin<br />
yakaladıkları popülariteden sonra, adını<br />
daha fazla duyurmayı başaran Ayrılık,<br />
parmakla gösterilecek derecede özenli<br />
bir çalışma olmasa dahi, şimdilerin göz<br />
önündeki sinemacılarının ilk projelerinden<br />
olması nedeniyle, zaman zaman<br />
dost meclislerine de konu olmaktadır.<br />
Leyla ile Mecnun Serüveni<br />
TRT’ye Ramazan Güzeldir dizisini yapan
ve sonrasında da burada yakın ilişkiler kurmayı<br />
başaran Burak Aksak için, o ana dek hep birlikte<br />
çalıştığı kuzeninden ayrılma vakti gelip çatmıştı.<br />
Selçuk Aydemir, Çalgı Çengi filmi için kamera<br />
arkasına geçmeye hazırlanırken, Burak Aksak<br />
ise Leyla ile Mecnun’un üzerine çalışmaktaydı.<br />
Tam da bu sırada kanal yetkililerine senaryosunu<br />
okutan uçarı senaristin yolu Onur Ünlü<br />
ile kesişmişti. Deyim yerindeyse şans, Burak<br />
Aksak’ın yüzüne gülmüştü. Nitekim Leyla ile<br />
Mecnun için şimdilerde efsane yakıştırmasını<br />
yapabiliyorsak bunun en önemli yapı taşlarından<br />
biri de hiç şüphesiz Onur Ünlü’dür. İki aykırı<br />
adamın, bu ezber bozan bu dizi için ortak noktada<br />
buluşması ise, ekranlarda daha önce eşine<br />
az rastlanan türden bir özgünlüğü huzurlarımıza<br />
getirmekteydi.<br />
Gelgelelim Leyla ile Mecnun’un Burak Aksak’ın<br />
hayatındaki önemine. Öncelikle şunu belirtmekte<br />
yarar var. Henüz 26 yaşındaki bir adamın, bir<br />
anda ülkenin en çok konuşulan dizisinin senaristi<br />
olması, başlı başına takdir edilmesi gereken bir<br />
husus. Nitekim o yalnızca yarattığı karakterlerle<br />
değil, aynı zamanda absürt çalışan kafasıyla<br />
da sıra dışı bir mizahşör olarak farkını ilk anda<br />
ortaya koymaktaydı.<br />
Tabii, Leyla ile Mecnun’u özel yapan tek husus<br />
izleyenlerine her daim attırdığı kahkahalar<br />
değildi. Dizi en başta odak noktasına aldığı<br />
mahalleden, harikulade bir samimiyet çıkarması<br />
ile ekran başındakilerin bam teline dokunmayı<br />
başarmaktaydı. Tüm bunlara ek olarak<br />
Mecnun’un mutlu olabilmesi için, herkesin ayrı<br />
ayrı çırpınması da diziyi kenetlenmenin vücut<br />
bulmuş hali olarak ön plana çıkarmaktaydı. Evet,<br />
Leyla ile Mecnun tam bir ekip işidir. Oyuncusundan,<br />
yönetmenine kadar… Ancak buradaki aslan<br />
payını da Burak Aksak’a vermek gerekir. Çünkü<br />
o, kötülükten arındırılmış, naif ve bir o kadar<br />
da içten bir şekilde yazdığı hikâye ile aslında<br />
Yeşilçam melodramlarını, kendi absürt ve fantastik<br />
kafasıyla birleştirmekteydi. Bu da Leyla ile<br />
Mecnun’u kült yapan en önemli detay olarak fark<br />
yaratmaktadır.<br />
Ne var ki, her güzel şey gibi Leyla ile Mecnun’un<br />
da bir sonu vardı. Hem de finali olmayan<br />
bir son! Malumunuz ekip, Büyük Haziran<br />
Direnişi’ne destek verince, kanal yönetimi diziyi<br />
sonlandırmış ve üç sezon süren bu efsanevi<br />
proje böylelikle tarihin tozlu sayfalarındaki yerini<br />
almıştı. Tabii ki, Onur Ünlü önderliğinde ilerleyen<br />
dizi ekibinin, durmaya hiç mi hiç niyeti yoktu.<br />
Tam da bu sırada ortaya çıkan Ben de Özledim<br />
projesi, ekibin Leyla ile Mecnun sonrası ne gibi<br />
hayatlar yaşadıklarını merkezine alacaktı. Bir kez<br />
daha senarist koltuğunda boy gösteren Burak<br />
Aksak, bu sefer kendisine de rol yazmayı ihmal<br />
etmemiş ve dizinin başrollerinden biri olarak arz-ı<br />
endam etmiştir.<br />
Ben de Özledim’i popüler yapan en önemli konu,<br />
ilk bölümde Burak Aksak tarafından anlatılan<br />
Leyla ile Mecnun’un finalidir. Nitekim bu küçücük<br />
sahne, üç sezon boyunca hayranlıkla izlediğimiz<br />
dizinin aslında Mecnun’un kafasından geçenleri<br />
yansıttığını ve çok sevilen Erdal Bakkal’ın ise bir<br />
tuzluktan ibaret olduğunu mantık çerçevesi içinde<br />
ortaya koymaktaydı. Tabii ki bu final, tartışmaya<br />
fazlasıyla açık. Ancak ne var ki, Burak Aksak’ın<br />
olay örgüsünü rayına oturtmadaki becerisine<br />
bir kez daha şapka çıkarmak gerekir. Nitekim o,<br />
artık bitmiş, başlama ümidi kalmamış bir projenin<br />
finalini, üç dakika gibi kısa bir sürede anlatarak,<br />
hem nasıl vurucu olunur dersi vermiş hem de<br />
yarım kalmış bir hikâyeyi sonuca bağlayarak dizi<br />
hayranlarına son kıyağını yapmıştır.<br />
Leyla ile Mecnun Sonrası Beyazperdeye Açılan<br />
Kapı ve Bana Masal Anlatma<br />
Dizi bitmiş, Burak Aksak Leyla ile Mecnun’un<br />
hatırasını da yanına alarak, yeni maceralara<br />
atılmak için yola çıkmıştır. Evet, o rüştünü ispatlayan<br />
bir senaristti artık ama kaptan köşkünde<br />
neler yapabileceğini görmek de bir hayli merak<br />
uyandırmaktaydı. Nitekim Burak Aksak,<br />
hayranlarını pek fazla bekletmemiş ve ilk uzun<br />
metrajı Bana Masal Anlatma için motor demişti.<br />
Başrollerini dönemin yükselmekte olan yıldızları<br />
Fatih Artman ve Hande Doğandemir’in paylaştığı<br />
film, aynı zamanda Leyla ile Mecnun’un Erdal<br />
Bakkal’ı Cengiz Bozkurt’u da bünyesine alarak,<br />
eğlence dozajını yükseklere çekeceğinin sinyallerini<br />
ilk anda vermiştir. Nitekim öyle de oldu.<br />
Bana Masal Anlatma, Burak Aksak’ın nevi<br />
şahsına münhasır yaratıcılığıyla gelişen fantastik,<br />
yer yer sürreal ama fazlasıyla da komik bir iş<br />
olarak izleyenlerini selamlamaktadır.<br />
Birbirine sıkı sıkıya kenetlenmiş olan bir mahalleyi<br />
odak noktasına alan ve masallardan<br />
fırlayarak gelen Ayperi sayesinde anlatısını
ilginç bir noktaya taşıyan Bana Masal Anlatma,<br />
esasen Leyla ile Mecnun ile birçok ortak özelliği<br />
de bünyesinde barındırmaktadır. Bir kez daha<br />
samimi bir mahalle kültürünü huzurlarımıza getiren<br />
Burak Aksak, bu sefer kahramanını dolmuş<br />
şoförü Rıza olarak belirlemiş ve bir nevi yeni<br />
Mecnun olarak onu atamıştır. Nitekim Rıza’da,<br />
Mecnun gibi aklı bir karış havada olan ancak<br />
en az onun kadar da saf ve iyi niyetli bir gençtir.<br />
Keza tüm mahallelinin de Rıza’nın üzerine titremesi<br />
ve ona kol kanat germesi, filmin Leyla ile<br />
Mecnun ile olan yakın ilişkisini de daha belirgin<br />
bir ruh haline sokmaktadır.<br />
Tabii, Burak Aksak’ın bu benzerliğe rağmen farklı<br />
ve lezzetli bir film ortaya koyduğunu da söylemekte<br />
yarar var. Özellikle senaryonun ince işçiliği,<br />
filmi hoş bir seyirlik olarak addetmemizin yegâne<br />
sebebi olarak öne çıkmaktadır. Buna ek olarak<br />
filmin ürettiği mizah, vizyonda hasret kaldığımız<br />
nitelikli komediyi bizlere sunması vesilesiyle de<br />
fazlaca değerli.<br />
Gelgelelim, Bana Masal Anlatma’yı eksiksiz<br />
bir iş olarak nitelendirmek de filmin kusurlarını<br />
görmezden gelmek olacaktır. Özellikle Burak<br />
Aksak’ın yönetmen koltuğunda yeni olmasından<br />
kaynaklı bazı tecrübesizlikler, filmin kurgusal anlamda<br />
eksikler doğurmasına neden olmaktadır.<br />
Yer yer konu bütünlüğünü kaybeden ve farklı<br />
hikâyecikleri filme monte etmekte zorlanan Burak<br />
Aksak, durumu eğlence unsuru ile kotarmaya<br />
çalışsa da tökezlemekten kurtulamamıştır.<br />
Eksiğine gediğine rağmen ortaya koyduğu<br />
mizahı ve fantastik duruşuyla damakta farklı<br />
bir tat bırakan Bana Masal Anlatma, yalnızca<br />
çekildiği yılın değil son zamanların en göze<br />
çarpan komedi filmlerinden biri olarak da öne<br />
çıkmaktadır. Özellikle çöplüğe dönen gişe komedilerini<br />
baz aldığımızda inci gibi parlayan film,<br />
Burak Aksak’ın özgün bakış açısıyla daha değerli<br />
bir hal almaktadır.<br />
Kara Bela<br />
İlk filminden olumlu eleştiriler alan Burak Aksak,<br />
hiç vakit kaybetmeden ikinci uzun metrajı için<br />
kolları sıvamıştı. Artık imzası haline gelen fantastik<br />
öğelere bir kez daha yer verdiği filmi Kara<br />
Bela, esasen eğlenceli bir yol hikâyesi iddiasıyla<br />
huzurlarımıza gelirken, senaryosal anlamda<br />
yaşadığı tıkanıklar filmi gözle görülür bir şekilde<br />
geriye götürmektedir.<br />
Bana Masal Anlatma’dan yalnızca sekiz ay sonra<br />
vizyona giren Kara Bela, Burak Aksak hayranları<br />
tarafından beklentiyle karşılansa da, özensiz<br />
senaryosu nedeniyle hayal kırıklığından öteye<br />
gidememiştir. Evet, belki Burak Aksak ilk filmine<br />
oranla daha işine hâkim bir yönetmen olarak belirmektedir<br />
ancak birbirine bağlanmakta zorlanan<br />
konular ve fazlaca karikatürize olan karakterler<br />
filmin seyir zevkine negatif bir şekilde etki etmektedir.<br />
Fantastik bir yol hikâyesi olan ve bir kez daha<br />
masallardan aldığı referanslarla izleyenlerini selamlayan<br />
Burak Aksak, her ne kadar beklentinin<br />
altında kalmış olsa da kaostan beslenen absürt<br />
mizahı ile yer yer güldürmeyi de başarmıştır.<br />
Dede Korkut Hikâyeleri ve Burak Aksak<br />
Sinemasının Geleceği<br />
2006 yılında girdiği Plato Film Okulu ile başlayan<br />
sinema macerasında onuncu yılını geride<br />
bırakan Burak Aksak, bu süre zarfı içerisinde<br />
birçok kısa film üretmiş, hayranı olduğumuz<br />
senaryoları kaleme almış ve iki de uzun metraj<br />
ile beyazperdede boy göstermiştir. Dede Korkut<br />
Hikayeleri vesilesiyle tekrardan buluşmaya<br />
hazırlandığımız uçarı kalem, televizyonda ortaya<br />
koyduklarının yanı sıra, vizyon menüsü için de<br />
sağlam bir alternatif oluşturmasıyla takdiri hak<br />
etmektedir.<br />
Özellikle iyiden iyiye rezil bir hal almaya başlayan<br />
gişe komedileri arasından, akılcı ve farklı mizahı<br />
ile sıyrılan Burak Aksak, her yaş grubundan<br />
insanın zevkle izleyebileceği filmler çekmeye<br />
çalışırken, masallar ve mitlerle bağını koparmayarak<br />
da geçmişten son sürat beslenmeye<br />
devam etmektedir. Bu nedenle onun Dede Korkut<br />
Hikâyeleri’ne getireceği modern yorum, şimdiden<br />
fazlasıyla merak uyandırmaktadır.<br />
İçi boş bir güldürüler yerine, eğlenceli ve zaman<br />
zaman da lafı gediğine oturtan göndermeleriyle<br />
muadillerinden ayrılan Burak Aksak, geçmişte<br />
yaptıkları ile fazlasıyla umut beslediğimiz bir<br />
sinemacı. Nitekim Kara Bela’da gelişmeye<br />
başlayan yönetmenlik becerisinin üzerine birkaç<br />
kat daha çıkmayı başarabilirse, sinemamız<br />
ayakları yere sağlam basan bir komedi üstadı<br />
kazanacaktır, bu aşikâr. Son söz olarak 9<br />
Haziran’da izleyicisiyle buluşacak olan Salur<br />
Kazan: Zoraki Kahraman filminin yolu açık olsun<br />
diyelim ve noktayı koyalım.
TAŞRADA BİR KATİL<br />
LADY MACHBETH VE ÖTE<br />
Lady Macbeth nisan ayında<br />
şanslı İstanbullu seyircilerle<br />
buluştuktan sonra<br />
şimdi de sanata gerçekten<br />
aç Anadolu şehir festivallerinin<br />
seçkisinde<br />
karşımıza çıkıyor.<br />
DUYGU KOCABAYLIOĞLU<br />
n İngiliz yönetmen<br />
William Oldroyd çok<br />
aşinası olduğumuz<br />
bir isim değil; zira<br />
birkaç kısa filminden sonra el attığı ilk<br />
uzun metrajlı işi olan Lady Macbeth<br />
nisan ayında şanslı İstanbullu seyircilerle<br />
buluştuktan sonra şimdi de sanata gerçekten<br />
aç Anadolu şehir festivallerinin<br />
seçkisinde karşımıza çıkıyor. Mayıs 2017<br />
itibariyle henüz ülkemiz vizyon takvimine<br />
girmeyen film, feminist cepheleri hararetlendirebilecek<br />
bir potansiyele de sahip!<br />
Film, 19 yy.’da yaşamış Rus yazar Nikolai<br />
Leskov’un Lady Macbeth of Mtsensk<br />
adlı novellasından yine ilk uzun metraj<br />
senaryosuna imza atan Alice Birch<br />
tarafından senaryolaştırılmış. Aslında<br />
Leskov’un 19 yy.’da yazdığı bu eserin
Sİ<br />
en azından bizim karşımıza hiç<br />
çıkmamış olan Rus yapımı başka<br />
uyarlamaları da mevcut. Aslında<br />
bu veriler ışığında film için kadro<br />
açısından tam bir ilkler filmi de diyebiliriz<br />
zira filmi sırtlayıp götüren<br />
Florence Pugh’un da sinemada ilk<br />
ciddi başrolü! Ve muhtemelen önümüzdeki<br />
işlerinde hep bu filmdeki<br />
performansıyla karşılaştırılacak.<br />
Henüz adıyla seyircide merak<br />
uyandıran Lady Macbeth aslında<br />
biletini de bu soru işaretli Sheakespeare<br />
göndermesi sayesinde<br />
aldırıyor. Akıllı seyirci ise zaten<br />
filmin bir Macbeth uyarlamasından<br />
ziyade Macbeth’in hırs dolu karısı<br />
Lady Macbeth’ten esinlenen bir<br />
karaktere gönderme yaptığını<br />
anlayacaktır.<br />
Filmin bizatihi kendisine gelirsek,<br />
genç ve ‘taze’ Katherine 19 yy’da<br />
yaygın olan bir anlayışla orta<br />
yaşlarını devirmek üzere olan,<br />
fiziksel ve ruhen çirkin, karakteri<br />
zayıf – ezik de diyebilirsiniz- Alexander<br />
için kayınpederi tarafından<br />
yanında bir miktar arsa ile devren<br />
satın alınır. Kocası Alexander’a<br />
‘karılık’ görevlerine yerine getirmesi<br />
emredilirken bir yandan da geldiği<br />
bu malikanede gerçek bir mahkum<br />
hayatı yaşar. Bırakın kasabaya inmeyi,<br />
hizmetçilerden başka herhangi<br />
bir insanı görmesi, malikanenin<br />
çevresindeki çayırlık alanda bile<br />
dolaşması yasaktır. Hayatı zindana<br />
çevrilen Katherine çareyi hiçbir<br />
şey yapmadan uyuduğu bilinçli bir<br />
depresyon kaçışında bulur. Filmin<br />
ilk 20 dakikasına denk gelen ve oldukça<br />
zor akan bu bölümde sabredip<br />
koltuğunda kalan seyirciler için<br />
hikayenin gerisinde oldukça lezzetli<br />
ödüller var. Zira karşısına çıkan bir<br />
fırsat ile kırılma noktası yaşayan ve<br />
de çevresine yaşatan Katherine için<br />
kelimenin tam anlamıyla artık hiçbir<br />
şey eskisi gibi olmayacaktır!<br />
Katherine’nin yaşadığı dönüşümü<br />
sürprizbozan –spoiler- vermeden<br />
anlatmak imkansız olsa da, filmin<br />
Sheakespeare’in Lady Macbeth’ine<br />
bağlanan bölümü tam da bu<br />
dönüşümle başlıyor diyebiliriz.<br />
Artık karşımızda hırslarını tanımış,<br />
yapabileceklerinin farkında ve de<br />
onu emri altında tutmak isteyenler<br />
açısından daha fenası, bir daha<br />
zincire vurulmayı ne pahasına olursa<br />
olsun kabul etmeyecek bir Lady<br />
Macbeth var! Kadının özgürlüğünü,<br />
kişisel iradesini freni boşalmış bir<br />
cinsel doyumla farkına vardıran bu<br />
senaryo akışı an geliyor, bu özgürlük<br />
ve beraberinde gelen haz duygusu<br />
ile baş karakteri Katherine’ni<br />
bu sefer en basit insani duygulardan<br />
yoksun bir hırs küpüne<br />
dönüştürüyor. İşte zannımca feminist<br />
eleştirinin oklarını fırlatacağı<br />
noktalar tam da bunlar. Belki 19<br />
yy. da yazılan ve o günün toplumunu<br />
yansıtan bir roman bu anlamda<br />
daha serbest uyarlanabilirdi.<br />
Kadının kendi hayatının iplerini<br />
eline alması cinselliğinin, kendi<br />
bedeninin ve hazzın keşfiyle verilirken,<br />
bu hazzın onu dönüştürdüğü<br />
en hafif tabire ‘cadı’ modeli – ki orijinal<br />
Lady Macbeth ile bu anlamda<br />
finalde oldukça örtüşüyor- , kadının<br />
sinema dilindeki sunumu açısından<br />
mazur görülemez bir yoruma sahip.<br />
Öte yandan karşımızda kostümleri<br />
ve oldukça sade taşra dekoruyla<br />
iyi kotarılmış bir dönem filmi var;<br />
görüntü yönetiminin sadeliği ve<br />
sanat ekibinin renk kullanımı tam da<br />
olması gereken ‘kahverengilerde’.<br />
İlk başrolünde filmi sırtladığını
elirttiğimiz Florence<br />
Pugh’un kan donduran<br />
performansının yanı sıra<br />
kendisinden rahatlıkla nefret<br />
edebileceğimiz kayınpeder<br />
Christopher Fairbank’in ve<br />
her devrin ezileni olan zenci<br />
hizmetçi Anna’ya hayat<br />
veren Naomi Ackie’nin<br />
performansları göz ardı edilemez.<br />
Kapanıştan evvel filmin ikincil<br />
bir boyutu olan sınıfsal<br />
çatışmalara da değinmek<br />
gerek. İpuçlarını verdiğimiz<br />
Victoryen kadın-erkek geriliminin<br />
yanı sıra filmin masaya<br />
yatırdığı ciddi bir iktidar<br />
erki sorunsalı var. Tıpkı<br />
en güçlü kadın edebiyat<br />
figürlerinden biri olan Virginia<br />
Wolf örneğinde olduğu<br />
gibi, gücü ele geçirdikten<br />
sonra kadın-erkek cinsiyet<br />
ayrımının işlevini yitirdiği<br />
ve anaç, kollayıcı, koruyucu<br />
olması beklenen klasik kadın<br />
figürünün iktidarını koruma<br />
uğruna erkekleştiği, 3 gün<br />
önce ezilen kendisiyken<br />
gücü eline aldıktan sonra<br />
kurbanlarının gözünün yaşına<br />
bakmadığı, acıma, empati<br />
gibi duygulardan çok rahat<br />
arındığını, arınabileceğini<br />
söylüyor Lady Macbeth.<br />
Sınıfsal çatışmanın adalet<br />
getirmesi hak getire; hepiniz<br />
ölün pis fakir köleler! Sen bile<br />
Sebastian!<br />
Uzun lafın kısası, karşınıza<br />
çıktığında seyredilmesi hararetle<br />
tavsiye olunan ama<br />
kadının perdedeki temsiline<br />
olumludan öte ‘cadısal’ bir<br />
katkı sağlayan bir film Lady<br />
Macbeth; iyi seyirler!
NE BEKLİYO<br />
BU KADINDA<br />
YA DA BİR<br />
KADINDAN<br />
Ömer Kavur<br />
yönetmenliğinde<br />
sinemaya uyarlanan<br />
Anayurt<br />
Oteli en az<br />
romanı kadar<br />
kasvetli, başarılı<br />
görüntü & sanat<br />
yönetimi ve<br />
Macit Koper’in<br />
leziz oyunculuğu<br />
ile şahlanan bir<br />
yapım…<br />
GİZEM ERTÜRK<br />
n Kült mertebesine<br />
ulaşmış eserlerin beyazperdeye<br />
uyarlandığında<br />
çoğu zaman hayal<br />
kırıklığı yarattığı su götürmez<br />
bir gerçek… En az<br />
orijinali kadar iyi ya da<br />
uyarlandıkları kitapları<br />
başarıları ile gölgede<br />
bırakmış film sayısı oldukça az… Kendi<br />
adıma en az eserin kendisi kadar iyi roman<br />
uyarlamaları hangileri diye düşündüğümde<br />
listenin en tepesinde yer alan yerli yapımlardan<br />
biridir Yusuf Atılgan imzalı Anayurt Oteli… Bu<br />
ortalama 100 sayfalık, incecik kitap öyle güçlü<br />
ve katmanlıdır ki, sizi kısa sürede avucuna<br />
alır ve kolay kolay da bırakmaz. Ömer Kavur<br />
yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan aynı<br />
adlı film en az romanı kadar kasvetli, başarılı<br />
görüntü & sanat yönetimi ve Macit Koper’in<br />
leziz oyunculuğu ile şahlanan bir yapım…<br />
Groupama, İstanbul Film Festivali’nde devam<br />
eden “Türk Klasikleri Yeniden” projesinin<br />
10. yılında Ömer Kavur’un, Yusuf Atılgan’ın<br />
romanından uyarladığı 1987 yapımı “Anayurt
RDU<br />
N<br />
Oteli” filmini restore ederek sinemaya<br />
yeniden kazandırdı. Tüm toz ve çiziklerinden<br />
arıdındırılan filmin ömrüne de<br />
500 yıl eklenmiş oldu. Film geçtiğimiz<br />
aylarda festival kapsamında TİM Show<br />
Center’da düzenlenen gala gösteriminde<br />
izleyici ile buluştu. Ancak daha<br />
güzeli filmin 2 Haziran’da “Başka<br />
Sinema” öncülüğünde yeniden seyirciyle<br />
buluşacak olması haberi oldu.<br />
Böyle şizoid otel işletmecisi Zebercet’in<br />
ve gecikmiş Ankara treniyle gelen<br />
kadının gizemli hikayesi daha çok kişi<br />
tarafından izlenebilecek.<br />
Başrollerini Macit Koper, Serra Yılmaz,<br />
Orhan Çağman ve Şahika Tekand’ın<br />
paylaştığı; Osman Alyanak, Kemal<br />
İnci, Cengiz Sezici, Songül Ülkü, Ülkü<br />
Ülker, Yaşar Güner, Arslan Kaçar, Osman<br />
Çağlar ve Orhan Başaran’ın da rol<br />
aldığı, yapımcılığını Sadık Deveci’nin<br />
üstlendiği filmin müziklerini yakın<br />
zamanda kaybettiğimiz sanatçı Attila<br />
Özdemiroğlu besteledi. Zaten<br />
dönemin hafızalara kazınmış pek çok<br />
film müziğinde Özdemiroğlu imzasını<br />
görürüz. Onun gidişiyle film müziklerimiz<br />
öksüz kaldı diyebiliriz. “Anayurt Oteli”<br />
yalnızlıktan kurtulamayan otel müdürü<br />
Zebercet üzerine bir psikolojik gerilim<br />
öyküsü gibi görünse de özünde Ömer<br />
Kavur’un rüyalar, simgeler, nesneler ve<br />
eylemlerin gizli anlamları aracılığıyla,<br />
zamanın geçişini anlattığı bir film. Bu<br />
yüzdendir ki sinema okullarında en çok<br />
okuması yapılan filmlerin başında geliyor<br />
hala…<br />
Ömer Kavur’un baş eseri olarak anılan<br />
film, Türk sinemasının en güçlü edebiyat<br />
uyarlamalarından biri olarak kabul ediliyor.<br />
Filmin başrol oyuncusu Macit Koper<br />
bu filmdeki performansıyla Nantes Film<br />
Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülüne<br />
layık görüldü ve SİYAD tarafından<br />
Yılın En İyi Erkek Oyuncusu seçildi.<br />
2008 yılında Erden Kıral’ın “Bereketli<br />
Topraklar Üzerinde” (1979) filmiyle “Türk<br />
Klasikleri Yeniden” projesine başlayan<br />
ve bu yıl 10. Yılındaki Groupama, 2009<br />
yılında Ömer Lütfi Akad’ın “Vurun Kahpeye”<br />
(1949), 2010 yılında Atıf Yılmaz’ın<br />
“Selvi Boylum Al Yazmalım” (1978),<br />
2011 yılında Memduh Ün’ün Üç Arkadaş<br />
(1958), 2012 yılında Halit Refiğ’in “Gurbet<br />
Kuşları” (1964), 2013 yılında Lütfi Ö.<br />
Akad’ın “Vesikalı Yarim” (1968), 2014<br />
yılında Yavuz Turgul’un “Muhsin Bey”<br />
(1987), 2015 yılında Metin Erksan’ın<br />
“Yılanların Öcü” ve 2016 yılında<br />
Zeki Ökten’in “Sürü” (1978) filminin<br />
restorasyonlarını üstlenmişti.
DARIO ARGENTO<br />
KORKU SİNEMASININ<br />
EN BÜYÜK USTASI<br />
ONUR KIRŞAVOĞLU<br />
n Dario Argento, film<br />
yapımcısı ve yönetmeni<br />
Salvatore Argento<br />
ve Brezilyalı fotoğrafçı<br />
Elda Luxardo’nun<br />
oğlu olarak, birçok<br />
tanınmış İtalyan<br />
yönetmen gibi<br />
Roma’da dünyaya geldi. Her Romalı<br />
yönetmen gibi şehirden beslenen ve<br />
öncelikle çok film izleyen bir kişiliğe<br />
sahip olan Argento, daha sonra kariyerine<br />
eleştirmen olarak devam etti. Lise<br />
öğreniminde çeşitli dergilerde sinema<br />
yazıları yazan Argento, özellikle korku<br />
türüne o zmanlardan merak salmıştı. Kolej<br />
ve daha üst eğitimine devam etmeyen,<br />
bunun yerine sinema yazmayı seçen<br />
Argento, gazetelerde de yazmaya başladı<br />
ve kendini bu alanda geliştird. Elbette<br />
bu sektöre girmesini de kolaylaştırdı<br />
ve daha sonra birçok projede beraber<br />
çalışacağı ünlü sinemacılarla daha küçük<br />
yaşta tanışmasına sebep oldu. Gazetede<br />
çalışırken senaristlik yapmaya başlayan<br />
Argento, önce daha küçük çapta projelerde<br />
yer aldı ve daha sonra İtalyan<br />
sinemasının büyük filmlerinde de çalışma<br />
şansı elde etti. Kızı Asia Argento’yu<br />
Argento<br />
son<br />
yıllarda<br />
yaşının<br />
da etkisiyle<br />
bir yavaşlama<br />
döneminde girdi<br />
ve filmleri düşük kalibredeydi<br />
ama şu sıralar<br />
prodüksiyon aşamasında<br />
olduğu bir filmi bitirmek<br />
için uğraşıyor ve bundan<br />
dolayı biz çok ama çok<br />
heyecanlıyız.
da sinemaya kazandıran büyük yönetmen<br />
son yıllarda yaşının da etkisiyle<br />
bir yavaşlama döneminde girdi ve filmleri<br />
düşük kalibredeydi ama şu sıralar<br />
prodüksiyon aşamasında olduğu bir filmi<br />
bitirmek için uğraşıyor ve bundan dolayı<br />
biz çok ama çok heyecanlıyız.<br />
Rahatsız Edici Güzellikte: Dario Argento<br />
Sineması<br />
İtalyan suç filmlerinin –daha öncesinde de<br />
romanlarının- bir nevi alt türü olarak kabul<br />
edilen, grotesk bir tavır içeren ve şiddet<br />
öğesinin alabildiğince sınırsız kullanıldığı<br />
b-filmlerine denmektedir. Tabii görece<br />
bir üslupla biraz farklı betimleyenler<br />
olacaktır. Bu türün kendine has özellikleri<br />
Mario Bava ve Lucio Fulci’den başlar ve<br />
Dario Argento üstada kadar uzanır. Hatta<br />
Argento, tamamen b-film kategorisinde<br />
olan giallo türüne kalite kazandırmış ve<br />
korku külliyatı içerisinde sağlam bir yer<br />
kazandırmıştır. Sinemanın ve korkunun<br />
ruhunu taşıyan ama eksiği gediği çok<br />
olan bu tür Argento sayesinde artık çok<br />
daha fazla bilinir ve üzerine çok daha fazla<br />
tartışılır bir hale gelmiş, günümüze kadar<br />
da uzanmıştır. Hatta üstad Giallo adlı<br />
bir film çekmeye kadar işi götürmüştür.<br />
Peki Argento için sadece giallo türünden<br />
mi bahsetmeliyiz? Elbette hayır! Onun<br />
korku sinemasında açtığı yol ve belleklere<br />
kazıdığı tarz, sinemayı sinema yapan<br />
unsurların da ötesinde yer almaktadır.<br />
Öyle ki; türün hayranları bile dinamiklerin<br />
tersyüz edilişi karşısında çaresiz kalır ve<br />
hayatında unutamayacakları deneyimleri<br />
yaşamış olurlar.<br />
Argento’nun sinemasına yönetmenlik<br />
üzerinden biraz ara verelim ve<br />
senaristliğine bir göz atalım. Çoğumuza<br />
ve bana göre gelmiş geçmiş en iyi western<br />
filmi, spagetti alt türüne ait Once Upon<br />
a Time in the West filmidir. Leone ustanın<br />
bu başyapıtı boşuna başyapıt olmamış ve<br />
senaryosunda ustalar bir araya gelmiştir.<br />
Leone ve Donati’ye, Bertolucci ve Argento<br />
eşlik etmiş, ortaya da muhteşem bir se-
senaryo çıkmıştır. Argento’nun kattıkları<br />
sayesinde, özellikle anlatı olarak film epey<br />
güç kazanmış ve daha olgun olmasında<br />
Argento önemli yer sağlamıştır. Böylece<br />
sinema sanatına Argento’nun verdiği<br />
katkılara senaryo anlamında da en iyilerden<br />
biri eklenmiş, katkısı sayesinde<br />
gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri ortaya<br />
çıkmıştır. Tabii senaristlik katkısı sadece<br />
bu filmle sınırlı değil. Argento tamamen<br />
kendi filmlerine geçmeden ve kendi<br />
senaryolarını da yazmya başlamadan<br />
evvel özellikle western külliyatına senarist<br />
olarak önemli katkılarda bulunmuş<br />
bir isim. Mizahi yönünü korkularına pek<br />
fazla bulaştırmayan Argento, bu hakkını<br />
western filmlerinin bazılarında kullanmaya<br />
karar vermiş, çok da iyi yapmış. Bazı<br />
erotik filmlerin senaryolarında da imzası<br />
olan Argento, Un Esercito di 5 Uomini, Un<br />
Corde...Un Colt..., Commandos, Oggi a<br />
Me... Domani a Te... gibi filmlerde senarist<br />
olarak katkı vermiştir ve bunlar oldukça<br />
önemli yapımlardır.<br />
Argento’nun korku sinemasına dönecek<br />
olursak hayranlığımızı dile getiren sözlerle<br />
yazıya devam edebiliriz. Her<br />
şeyden evvel Argento’nun Bava’dan<br />
etkilenmiş olmasına rağmen kendine<br />
has bir sineması olduğunu ve kimseye<br />
benzemediğini vurgulamak gerekir. Filmin<br />
birkaç sanesini görünce Argento filmi<br />
olduğunu anlamak pek güç olmasa gerek.<br />
Zira; Argento estetik açıdan kusursuzdur<br />
ve mükemmeliyetçidir. Onun kadrajları<br />
ve renkleri adeta bir vals eşliğinde<br />
dans eder. Biçimsel olarak kendisiyle<br />
yarışabilecek bir korku sineması yönetmeni<br />
yoktur ve bu anlamda Hitchcock dahil<br />
olmak üzere herkesin üzerinde yer alır.<br />
Özenle kotarılmış ve sanat yönetmenliği<br />
eserleri olan atmosfer, set ve dekorlar<br />
muhteşemdir. Kurgu ve geçişler öylesine<br />
uyumludur ki gerçekliği en fantastik<br />
filminde bile hisseder, sinirlerimizin<br />
kontrolünü kaybederiz. Argento filmleri<br />
eşsiz bir keyif, rahatsız edici güzellikte
ir deneyimdir. Atmosferin güzelliği ve<br />
inandırıcılığı bizi hapseder ve korkmak kelimesini<br />
iliklerimize kadar yaşarız. Açılar<br />
öyle dehşettir ki kendimizi hikayenin<br />
içinde bulamamak gibi bir şansımız yoktur.<br />
Kısacası; Argento filmi izlerken hem<br />
korkunun sınırlarında dolaşır, hem de çok<br />
büyük bir sinema keyfi yaşarız...<br />
Ünlü sinema yazarı James Gracey, Argento<br />
sinemasını şu şekilde tanımlar: “40<br />
yılı aşkın bir süredir, Dario Argento’nun<br />
nefes kesici biçimde şiddetli ve asortik<br />
filmleri dünya etrafındaki izleyicileri şoke<br />
ediyor ve dehşete düşürüyor. Bir Argento<br />
filmi izlemek tamamen içsel bir tecrübenin<br />
keyfine varmaktır. Özenle hazırlanmış<br />
set bölümleri ve baş döndürücü sinema<br />
sanatçılığı kan ve gücün kakofonisinde<br />
çarpışır. Kamera, durmaksızın avının<br />
beşinde dolaşan bir silah gibi kullanılır.<br />
Şaşılası görüş açısı çekimleri izleyiciyi<br />
ölüm ve kargaşanın her şatafatlı tasvirinde<br />
içine alırken hem kovalanan hem<br />
kovalayan kılar.<br />
Çekici kadın kurbanlar soyut<br />
dehşetin içine akarken, hepsi kendi<br />
savunmasızlığının farkında, özlemle<br />
arkalarına bakarlar. Zaman zaman her<br />
cinayet neredeyse şehvetli bir şekilde,<br />
daha çok seks sahnelerini andırırcasına<br />
filme alınır: kanlı kaosların rahatsız edici<br />
bir orgazmında doruğa çıkan kan ve beden<br />
çılgınlığı.<br />
Dehşet ve gerilim sahneleriyle kendisi<br />
de bir isim yapmış olmakla birlikte, Argento<br />
sık sık ‘İtalyan Hitchcock’ diye<br />
anılır. Fakat Hitchcock’un çalışmaları<br />
sabit doğrusallık, odaklanmış akış,<br />
anlatı ve mantıkla özdeşleşirken, Dario<br />
Argento’nun filminde bunlar atmosfer,<br />
teknik yetenek ve provokatif betimlemelerle<br />
yer değiştirir<br />
36. Uluslararası İstanbul Film<br />
Festivali’nde Yenilenmiş Halini İzlediğimiz<br />
SUSPIRIA<br />
Korku türü son yıllarda epey değişim<br />
gösterdi. 90’lara damga vuran teen slash-
slasher akımından sonra nereye evrileceği<br />
merak konusuydu. Tıpkı bizim sinemamız<br />
gibi, dünya sineması da seri katillerden,<br />
arızalı karakterlerden biraz uzaklaştı ve<br />
doğaüstü olaylara yer vermeye başladı.<br />
Özellikle James Wan önderliğindeki yeni<br />
sinemacılar, bu anlamda oldukça başarılı<br />
ve etkileyici işlere imza attılar. Peki 70’ler<br />
sinemasının sonları ve 80’ler başında<br />
durum neydi? Myers, Freddy, Jason gibi<br />
psikopatların hüküm sürdüğü yıllarda<br />
doğaüstü konular işlenmiyor muydu? İşte<br />
bu soruların, isim üzerinden gidildiğinde,<br />
tek ve en orjinal cevabı şöyleydi; Dario<br />
Argento...<br />
Argento sinemasında biçimin çok önemli<br />
olduğu, hatta çoğu zaman hikayenin epey<br />
önüne geçtiğini söyleyebiliriz tekrar.<br />
Görsel açıdan doyurucu, oldukça sert<br />
ve stil ustası olduğunu kanıtlayan cinsten<br />
sahneler de Argento sinemasının<br />
olmazsa olmazları. Bu anlamda en özgür<br />
davrandığı, hikayeyi de çok boşlamadığı<br />
ve kült mertebesine ulaşmış filmi Suspiria,<br />
ustanın başyapıtlarından biri ve filmografisinin<br />
de kesinlikle en iyisi. Sadece bununla<br />
kalmayıp, korku külliyatının en iyilerinden<br />
biri olduğunu söylemek de sanırım abartı<br />
olmaz. 1980 yılında çektiği Inferno ve 2007<br />
yılında kotardığı La Terza Madre ile birlikte<br />
“Üç Ana” üçlemesini oluşturan Suspiria, en<br />
rahatsız edici ve herkes tarafından hazmı<br />
kolay olmayan bir klasik olarak sinema tarihinde<br />
yerini almış durumda.<br />
Suspiria Giallo romanları tadında başlıyor<br />
ki Argento’nun ustası kabul edilen Mario<br />
Bava bu anlamda öncü sinemacılardan.<br />
Ondan aldığı ilham ve Scorsese’ye kadar<br />
bulaşan kamera hareketleri sanırım<br />
sinemasının temelinin en güçlü yanları.<br />
Ucuz romanları ve b-film özelliklerini<br />
destekleyen pek çok öğe de gözümüze net<br />
olarak çarpmakta. Aşırı kan kullanımı, son<br />
derece rahatsızlık verecek cinayet sahneleri<br />
ve Argento’yu yıllarca kadın düşmanlığı<br />
ile suçlamaya yetecek kadar sert olan<br />
kadın kurbanların öldürülme şekilleri. Bu-
ada sanırım yanlış anlaşıldığı yerler, stil<br />
konusundaki takıntılarından dolayı, en<br />
ufak detayına kadar cinayetleri göstermek<br />
istemesi. Yani, cinayet olayını görsel<br />
açıdan şölene çevirip, belki de kendi içinde<br />
meşrulaştırması. Bunu da kadın karakterler<br />
üzerinden yapması farklı yorumlanabilmekte.<br />
Suspiria’da bu durum çok daha<br />
ön planda. Bir de Goblin grubunun epey<br />
rahatsız eden müzikleri ile birleşince seyirciyi<br />
yakalayıp, amacına fazlasıyla ulaşıyor<br />
Argento. Bu yöntemlerin kullanılması ile de<br />
film, ikinci yarıdan sonra bambaşka bir hal<br />
alıyor ve hala günümüzde korku sineması<br />
üzerinde etkilerini görebildiğimiz doğaüstü<br />
güçler, soyut kavramların somutlaştırılması<br />
gibi yöntemlerle tinsel konulara evriliyor.<br />
Efsaneleşen ve filmin doruk noktasına<br />
ulaştığı anlarda görülen cadı topluluğu ve<br />
benzeri sahneler ile de Argento tür içindeki<br />
her dinamikte usta olduğunu adeta tekrar<br />
tekrar kanıtlıyor.<br />
Suspiria, sanat yönetimi açısından da bir<br />
başyapıt. Giuseppe Bassan’ın bu anlamdaki<br />
başarısı dudak uçuklatan cinsten. Koridorlar,<br />
tavanlar, filmin atmosferine yardımcı<br />
olcak herşey ustaca kotarılmış. Yani, set<br />
ve dekorlar inanılmaz ayarında ve etkileyici<br />
durumda. Kabaca, bu filme daha iyisini<br />
bulmak neredeyse imkansız diyeceğimiz<br />
türden. Bunu, Luciano Tovoli’nin harika<br />
görüntüleri ve ışık kullanımı da destekleyince<br />
o bahsettiğimiz stil ustalığını yakalamak<br />
çokta zor olmuyor. Argento’nun<br />
yaratıcılığı ile birleşen bu özellikler, öylesine<br />
muazzam bir tad bırakıyor ki damakta,<br />
her izlendiğinde ve hal aynı tadı almak<br />
sürpriz olmuyor.<br />
Sonuç olarak, Suspiria elbette herkesi<br />
memnun edecek bir film değil. Nefret<br />
eden ya da izlerken tahammül sınırları<br />
zorlanıp tamamlayamayacak izleyici çok<br />
olacaktır. Ancak, hem Avrupa sineması<br />
dinamikleri taşıyan, hem anlattığımız üzere<br />
ucuz romanları referans alan Suspiria,<br />
hayatınızdaki en korkunç 100 dakika olmaya<br />
aday.
HOLLYWOOD YAZIN<br />
ALEV ALEV GELİYOR<br />
Yaz aylarını karşılamaya hazırlandığımız şu<br />
günlerde, mevsimin getirdiği hareketliliğin<br />
yanında içimizi kıpır kıpır eden bir diğer<br />
gelişme de film dünyasındaki hareketlilik oldu.<br />
BURAK YARKENT<br />
n Yaz aylarını karşılamaya<br />
hazırlandığımız şu günlerde,<br />
mevsimin getirdiği<br />
hareketliliğin yanında<br />
içimizi kıpır kıpır eden<br />
bir diğer gelişme de film<br />
dünyasındaki hareketlilik<br />
oldu.<br />
Yaratıcısı William Moulton<br />
Marston’u da sayacak olursak, senaryo<br />
yazarlığını Zack Snyder, Allan Heinberg,<br />
Jason Fuchs’un yaptığı ve Patty Jenkins’in<br />
yönettiği Wonder Woman’ın yanısıra, Christopher<br />
Nolan imzalı Dunkirk, 2017 yazı için<br />
sinemaseverlerin beklentilerini yukarıda tutmaya<br />
yetti.<br />
Bu yukarıda saydığım iki fimin yanına bir<br />
de Pirates of the Caribbean:<br />
Dead Men Tell No Tales ve Baywatch<br />
isimleri telaffuz edilmeye<br />
başlanınca, beklentiler iyice<br />
arttı. Fakat Amerika film endüstrisinin<br />
bir hayli önem verdiği,<br />
Şehitleri Anma Günü (Veteran’s<br />
Day) gişe hasılatları açıklanınca<br />
evdeki hesabın çarşıya uymadığı<br />
anlaşıldı.<br />
Öyle ki, bu sene 29 Mayıs’ta kutla-
nan Şehitleri Anma Günü<br />
(Normalde Mayıs ayının<br />
son Pazartesi günü) gişe<br />
hasılatı, $176 milyon ile<br />
son 18 yılın en düşük<br />
seviyesini gösterdi. Özelikle<br />
Pirates of the Caribbean:<br />
Dead Men Tell No<br />
Tales ve Baywatch filmlerinin<br />
ilk haftasında $100<br />
milyon barajını geçememeleri, yapımcılarını<br />
ve bu filmleri bekleyen izleyici kitlesini<br />
büyük hayalkırıklığına uğrattı.<br />
Bunun yanında Mayıs başlarında piyasaya<br />
çıkan King Arthur: Legend of the Sword<br />
ve Alien filmlerinin ikinci haftalarında ilk<br />
haftalarına nazaran %80 oranında izleyici<br />
kaybetmesi, belki de bu kötü gidişin<br />
başlangıcını işaret ediyordu.<br />
Bu kötü başlangıç ve gidiş bize, artık Pirates<br />
of the Caribbean ve Baywatch isimlerinin,<br />
sinemaseverler arasında eski anlamlarını<br />
ifade etmediklerini gösterdi.<br />
Fakat şu da bir gerçek ki, bu isimlerin<br />
göstermiş olduğu düşük performans ve<br />
hayalkırıklığını tüm yaz dönemi filmleri ile<br />
ilişkilendirmemiz hem hata hem de diğer<br />
yapımlara haksızlık olacaktır.<br />
Şunu unutmamakta fayda var, yaz sezonu<br />
Mayıs başında piyasaya giren Guardians<br />
of the Galaxy Vol. 2 ile müthiş bir başlagıç<br />
yaptı. Wonder Woman, Spider-Man: Homecoming<br />
ve War for the Planet of the Apes<br />
filmleri için de beklenti ve filmlerin en az<br />
Guardians of the Galaxy Vol. 2 kadar başarılı<br />
olacağına inanç bir hayli yüksek.<br />
Doğrudur, sezon iyi açılmadı, hatta çoğu<br />
sinemaseverde<br />
büyük<br />
hayalkırıklıkları<br />
yarattı, fakat<br />
bu ilersi için bir<br />
karamsarlık alameti<br />
olmamalı.<br />
Bekleyip<br />
hepbirlikte<br />
göreceğiz.
OLIVIER ASSAYAS’NIN<br />
FAVORİ FİLMLERİ<br />
16 Haziran’da gösterime girecek Personal<br />
Shopper’ın yönetmeni Olivier Assayas’nın favori<br />
filmlerine göz atmaya ne dersiniz?”<br />
MURAT KIZILCA<br />
n 1955 Paris doğumlu<br />
Fransız sinemacı Olivier<br />
Assayas’nın son<br />
filmi Personal Shopper<br />
(Hayalet Hikâyesi), 16<br />
Haziran’da gösterime<br />
giriyor. Assayas’nın<br />
filmografisine<br />
baktığımızda Demonlover<br />
(2002) gibi filmlerle daha önce de tür<br />
sinemasına yakınlaştığını gözlemleyebiliyoruz.<br />
Ancak Personal Shopper’daki hayalet<br />
öyküsü aracılığıyla korku türüyle ilk<br />
kez flört eden Assayas, türle çok samimi<br />
olmamaya özen gösteriyor ve başkarakteri<br />
üzerinden acı, yabancılaşma ve kimlik<br />
arayışı gibi başlıkları kurcalıyor.<br />
Olivier Assayas’dan muhteşem bir<br />
arşive sahip Criterion Collection’ın<br />
web sitesi için, koleksiyonda yer alan<br />
filmler arasından bir “en iyi on” listesi<br />
hazırlaması istenmiş ama Assayas minik<br />
hileler ile listeyi on filmin ötesine taşımış.<br />
Gelin hep beraber Assayas’nın favori<br />
filmlerine deneyimli yönetmenin yorumları<br />
eşliğinde göz atalım.<br />
The Leopard (1963, Luchino Visconti)<br />
Ölümünün üzerinden yaklaşık 40 sene<br />
geçmiş olmasına rağmen, hâlâ sinema<br />
tarihinin en rahatsız edici figürlerinden<br />
biri olan yönetmenin<br />
en iyi<br />
filmlerden biri.<br />
Visconti’nin filmleri;<br />
tutkuları,<br />
geçmişle<br />
geleceği<br />
birleştirmeleri,<br />
karakterleri, hem<br />
son derece insani,<br />
hem de her<br />
bakımdan üstün olmaları ile sinemanın<br />
sınırlarının ötesine taşıyorlar. The Leopard<br />
da onun zirve filmlerinden; iyi film<br />
yapmanın cisimleşmiş hali, gösterişli,<br />
eğlenceli, bıçak gibi keskin ve melodramatik.<br />
Sonsuza kadar sizinle kalıyor.<br />
Pickpocket (1959, Robert Bresson)<br />
Andrei Rublev (1966, Andrei Tarkovsky)<br />
Robert Bresson olmasaydı, burada<br />
bu cümleleri kuruyor olmayacaktım.<br />
Genç delikanlılık çağlarımda bana<br />
sinemanın ne olabileceğini ve diğer<br />
sanatların başyapıtlarıyla nasıl rekabet<br />
edebileceğini gösterdi. Sinemanın,<br />
birinin hayatını adamasına değer bir şey<br />
olduğunu da.<br />
Ingmar Bergman bir seferinde şöyle<br />
söylemişti: birçok sinemacının hayatları<br />
boyunca mücadele ederek ulaştıkları
yerlere Tarkovsky hiçbir çaba harcamadan<br />
gelmiştir. Ondan daha iyi ifade<br />
edebileceğimi düşünmüyorum.<br />
White Material (2009, Claire Denis)<br />
A Christmas Tale (2008, Arnaud Desplechin)<br />
Chungking Express (1994, Wong Kar-wai)<br />
Dazed and Confused (1993, Richard Linklater)<br />
Frances Ha (2012, Noah Baumbach)<br />
Moonrise Kingdom (2012, Wes Anderson)<br />
Yi Yi (2000, Edward Yang)<br />
Sinemacıların (kendim dahil) listelerini<br />
okuduğumda, çağdaşlarının adlarının<br />
anılmamış olmasına feci bozuluyorum.<br />
Günümüz her zaman okunması en zor<br />
olandır. Onun yerine geçmişin ustalarına<br />
odaklanırsan listen tartışmasız kabul<br />
görür. Burada başlangıçlarından beri<br />
takip etme şansına eriştiğim birkaç<br />
sinemacının ismini anmam lazım. Az ya<br />
da çok sıklıkta birçoğuyla yolumuz kesişti<br />
ama ben onlara daima hayranlık besledim.<br />
Ayrıca bana esin kaynağı oldukları için de<br />
minnettarım. Kendimi onlarla ya da onların<br />
filmleriyle diyaloga girmiş gibi hissediyorum<br />
ve bu kendi işlerime de yansıyor.<br />
Edward Yang öldü, onu çok özlüyorum,<br />
Hou Hsiao-hsien ile birlikte modern Çin<br />
sinemasının yaratıcısıydı, arkadaşımdı.<br />
Nashville (1975, Robert Altman)<br />
Robert Altman’ın 1971 ile 1975 yılları<br />
arasında hata yapması mümkün değildi ve<br />
Nashville de o sürecin zirvesidir. Ondan<br />
önce Hollywood’da özgürlük, bağımsızlık<br />
ya da özgün doğallık hissi çok nadir<br />
görülürdü. Plan sekanslar, kaydırmalı<br />
çekimler, oyunculara verdiği alan, onların<br />
ses bindirmelerine izin verme şekli, serbestlik<br />
ve anlatının derinliği. Bunaltıcı ve<br />
düşmanca bir ortamda bir yudum temiz<br />
hava gibiydi. Çok uzun sürmedi gerçi.<br />
Heaven’s Gate (1980, Michael Cimino)<br />
Bu filmin inanılmaz bir şekilde restore<br />
edilmiş yönetmen kurgusunu birkaç<br />
hafta önce izledim. Michael Cimino’ya<br />
her zaman hayranlık duymuşumdur ve
gösterime girdiğinde Heaven’s Gate’i de<br />
birkaç ufak detay hariç çok sevmiştim.<br />
Şimdi bu başyapıt hakkında herhangi bir<br />
itirazım olmuş olmasına inanamıyorum.<br />
Sadece güzel yaşlanmakla kalmamış. Her<br />
nasılsa üzerinden geçen zaman, bu filmin<br />
o zamanlar göremediğim olağanüstü ve<br />
üstün bir başarı olduğunu açığa çıkarmış.<br />
Videodrome (1983, David Cronenberg)<br />
Cronenberg bir dâhidir. Tür<br />
sinemacılığını yeniden keşfetmiş ve ona<br />
en iddialı kurgunun derinliğini vermiştir.<br />
Bu kelimenin tam anlamıyla öncü iş,<br />
onun başyapıtlarından biridir. Gösterime<br />
girdiğinde gözlerime inanamamıştım. Bir<br />
sinemacının sadece günümüzün ruhunu<br />
ya da onun gizli anlamını kıskıvrak yakalamakla<br />
kalmayıp, aynı zamanda onun<br />
şiirsel ve gizemli güzelliğini bulmasına<br />
inanamamıştım. 15 sene sonra çektiği<br />
ve çok başka bir dünyada geçen eXistenZ,<br />
bu filmin büyüleyici bir yankısı<br />
gibi. David Cronenberg’in en büyük<br />
modern sanatçılardan biri olduğunu<br />
düşünüyorum.<br />
Che (2008, Steven Soderbergh)<br />
Steven Soderbergh bir harika! Bugün<br />
ABD’deki en cesur, en zeki ve en özgün<br />
sinemacıdır. Bütün filmlerini sevmiyorum<br />
ama çoğuna –bırakın sevmeyi- hayranım.<br />
En küçük işinde bile başkalarının en<br />
başarılı işlerinden daha fazla sinema sevgisi<br />
ve sinema anlayışı var. Che, bugüne<br />
kadar çekilmiş filmler arasında, askeri<br />
strateji ile bu ciddiyette ilgilenen tek film.<br />
Carlos’u, başka türlü sunulsa gözümü<br />
korkutacak bir seviyede hayal etmeme<br />
yardım etti.<br />
La Dolce Vita (1960, Federico Fellini)<br />
Army of Shadows (1969, Jean-Pierre<br />
Melville)<br />
Asla bir Fellini tutkunu olmadım, benim<br />
için fazla barok. Ama La Dolce Vita insanı<br />
hayrete düşüren bir film; bir dönemi, bir<br />
kültürü, bir şehri özetleyen bir film; kendi<br />
tarzında bir tarihi önemi var. Belki de o<br />
dönemin en iyi İtalyan filmi, aynı Jean
Eustache’in, şimdi tamamen yok olmuş<br />
olan bir şehri, bir zamanı, bir kültürü<br />
bünyesinde barındıran ve on yıl sonra, o<br />
zamanki hareketin marjinal figürlerinden<br />
biri tarafından yapılmış, son yeni dalga<br />
filmi The Mother and the Whore gibi.<br />
Jean-Pierre Melville’e olan hayranlığım<br />
yıllar içinde büyüdü. O, Bresson gibi bir<br />
minimalist ama çerçeveyi boşaltmıyor,<br />
birçok görünenden kurtulup yerine görünmeyeni<br />
ekliyor. Çok fazla gangster filmi<br />
çekmedim ama onun, hayatları ihanet ve<br />
ölüm üzerine şekillenen polislere ve kanun<br />
kaçaklarına olan düşkünlüğünü anlayabiliyorum.<br />
Army of Shadows ile Joseph<br />
Kessel’ın yarı otobiyografik romanını<br />
uyarladı ve Fransız Direnişi’nin en iyi<br />
filmini yaptı. Army of Shadows sadece en<br />
önemli Fransız filmlerinden biri değil, aynı<br />
zamanda ulusal bir hazine.<br />
Fanny and Alexander-TV Versiyonu (1982,<br />
Ingmar Bergman)<br />
Topsy-Turvy (1999, Mike Leigh)<br />
Fanny and Alexander’ın televizyon versiyonu,<br />
tabii ki Bergman’ın onayladığı tek<br />
versiyon. Televizyon versiyonu deniyor<br />
çünkü bu şekilde finanse edildi ama beyazperdede,<br />
tek bir ara verilerek izlenmesi<br />
gerekiyor. Bergman’ın son başyapıtı.<br />
Önceleri bu film biraz gözden kaçtı çünkü<br />
sinema versiyonu denilen kısaltılmış<br />
halinde bazı zenginliklerini kaybetti. Yavaş<br />
yavaş, tam hali tekrar seyredildikçe kendini<br />
kabul ettirdi ve bütün çalışmaları<br />
göz önüne alındığında anahtar bir rol<br />
üstlendiği anlaşıldı. En azından bende<br />
öyle oldu.<br />
Topsy-Turvy’yi bu listeye almak<br />
zorundaydım. Bu anlaşılmamış ve gerçek<br />
değeri verilmemiş Gilbert ve Sullivan<br />
biyografisi, sanat ve ticaret arasında<br />
kalmış şov dünyasının en dokunaklı,<br />
en komik ve en acımasız tasvirlerinden<br />
biridir. Hem yaratım sancılarına, hem de<br />
gişe endişelerine tanık oluruz. Sadece<br />
Jean Renoir’nın French Cancan’ı ile<br />
karşılaştırabilirim.<br />
Desire (1937, Sacha Guitry)<br />
Judex (1963, Georges Franju)<br />
Sacha Guitry’nin dehasının Fransa<br />
sınırları dışında anlaşılmamasına<br />
inanamıyorum. Fransız sinemasının<br />
en önemli figürlerinden biridir, hatta<br />
en büyüklerinden biri. Biraz kenarda<br />
kalmasının sebebini, film yapmaya<br />
başladığında -ki sesli sinemaya yeni<br />
geçilmişti- orta yaşını çoktan geçmiş ve<br />
sahnelerin aşırı tanınmış ve aşırı başarılı<br />
simalarından biri olmasına bağlıyorum.
Sessiz dönemden hiçbir iz taşımayan<br />
bir stili vardı. Dile itibar eden ilk Fransız<br />
sinemacılardan biridir. Asla kendi<br />
oyunlarını basitçe kayda almakla yetinmedi;<br />
kafayı sinemanın özelliklerini kullanmaya<br />
takmıştı ve bu sayede yeni bir<br />
dilin öncülüğünü yaptı. Genelde başrolde<br />
yer alan önce Jacqueline Delubac, sonra<br />
Genevieve Guitry, daha sonra da Lana<br />
Marconi’den<br />
yani eşlerinden<br />
de ilham alan<br />
Guitry, ilk ve<br />
belki de en<br />
büyük Fransız<br />
senarist/yönetmendir.<br />
Desire,<br />
harikulade bir<br />
filmdir. Keşke<br />
Criterion,<br />
babası ünlü<br />
oyuncu Lucien<br />
Guitry’nin hayat hikâyesini anlatan<br />
ve benim de kişisel favorim olan Le<br />
Comedien’i de yayınlasa.<br />
Bir başka anlaşılamayan Fransız yönetmen<br />
de Georges Franju’dur. Daha çok<br />
Eyes Without a Face ile bilinir ama<br />
aslında çok istikrarlı bir filmografisi<br />
vardır.<br />
Rififi (1955, Jules Dassin)<br />
Thief (1981, Michael Mann)<br />
Tipik bir Fransız suç yazarı Auguste Le<br />
Breton’un romanından uyarlanan, kariyeri<br />
McCarthycilik nedeniyle tam da zirvedeyken<br />
sekteye uğrayan Amerikalı bir<br />
sinemacı tarafından yönetilen ve Paris’te<br />
Fransızca dışında bir dilde çekilen ilk film<br />
olan Rififi, garip bir hayvan gibidir. Jules<br />
Dassin’in, beş sene önce Londra’da<br />
çekilen bir önceki filmi Night and the<br />
City, başyapıtıdır. Çocukken bir Fransız<br />
kanalında keşfettiğim<br />
bu Fransız ve Amerikan<br />
kara filmlerinin<br />
kırması, beni daima<br />
şiddeti, umutsuzluğu,<br />
karanlığı ve güzelliği ile<br />
etkilemiştir. Sadece birçok<br />
filmi Rififi’den türeyen<br />
Melville değil, Fransız<br />
tür sinemasının birçok<br />
ikincil ismi üzerinde de<br />
etkili olmuştur.<br />
Michael Mann’a<br />
hayranım; günümüz<br />
Amerikan sinemasının<br />
en ilham veren<br />
sinemacılarından biri<br />
ama o zaten en başından beri oradaydı.<br />
İlk filmi Thief’te Melville’den izler vardır;<br />
gerçekçilik adına keskin bir göz, ama<br />
aynı zamanda ilişkileri kusursuzca<br />
çizilmiş derin karakterler ve müthiş oyunculuklar.<br />
Mann’ın, geometrik modernliğe<br />
düşkünlüğü, her zaman tür sinemasına<br />
hizmet etse bile Antonioni’yi hatırlatır.<br />
Bu etki, Heat’in son sahnelerinde bariz<br />
biçimde görülür.
Gal Gadot hakkında<br />
gerçekten çok bilgim<br />
yoktu fakat Wonder<br />
Woman sayesinde biraz<br />
bakınca ve twitter’daki<br />
paylaşımlarını görünce<br />
şaşırdım. Şimon Peres<br />
gibi bir katili destekleyen<br />
insan ancak soykırım<br />
meleği olur.
WONDER WOMAN DEĞiL<br />
SOYKIRIM MELEĞi<br />
GAL GADOT<br />
n İsrail doğumlu olan<br />
Gal Gadot, Hızlı ve Öfkeli<br />
filmiyle ismini duyurdu.<br />
Fakat gizli bir el artık<br />
ona dokunmuştu. DC’nin<br />
süper kahramanlarının<br />
oluşturduğu Adalet<br />
Takımı’nda Wonder<br />
Woman rolünü kaptı.<br />
Güzelliğine birşey<br />
diyemeyeceğimiz Gadot’nun oyunculuk<br />
kabiliyetinin çok üstünde bir kariyer çizgisine<br />
sahip olduğunu düşünüyoruz. Bunun sebebini<br />
biraz araştırınca anlıyoruz. Meğerse Gadot<br />
fanatik bir siyonistmiş. İsrail ordusunda iki<br />
yıl askerlik yapması önemli değil. Çünkü o<br />
ordunun içinde bir çok asker Müslümanlara<br />
uygulanan şiddete karşı çıkmış ve faturasını<br />
da ödemiştir. Ama Gadot bu yolu tercih etmeyip<br />
Şimon Peres gibi bir katile barış elçisi<br />
deme cüretini göstermiş. Klasik siyonist iki<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
yüzlülüğü twitter paylaşımlarında ortaya<br />
çıkıyor. Şimon Peres’in Gazze’de<br />
yapılan katliamları ve soykırım<br />
politikaları Gadot’yu etkilememiş olmalı<br />
ki bu paylaşımı yapıp daha sonra John<br />
Lennon’un resmini paylaşıp barış meleği<br />
pozuna bürünmüş. Yazımızın başında<br />
Gadot’ya sihirli bir el değdiğini ve kariyerinde<br />
büyük sıçrama yaptığını söylemiştik.<br />
Hepimiz biliyoruz ki Hollywood bir Yahudi<br />
propaganda makinesi gibi çalışmaktadır.<br />
İşte Gadot’un bu paylaşımları sanıyorum o<br />
kanlı makinenin Gadot lehine çalışmasına<br />
sebep olmuş. Nasıl Mel Gibson bu Yahudi<br />
çevreler tarafından yok edilmeye<br />
çalışılmışsa Gadot tam tersine yüceltilmiş.<br />
Wonder Woman’dan sonra Adalet Ligi<br />
filmlerinde seyredeceğiz Gadot’u. Bundan<br />
sonra Wonder Woman’daki gibi hoşgörülü<br />
olmayacağız. Çünkü aklımızda katledilen<br />
Gazzeli Müslümanlar olacak hep.
TEHLIKELi<br />
GÖREVLER<br />
CRUISE!<br />
n Tom Cruise 3 Temmuz 1962 de Syracuse, New<br />
York, ABD’de doğdu. 3 kız kardeşi vardır. Tam adı<br />
Thomas Cruise Mapother IV ‘dür. Annesi Mary<br />
Lee öğretmen, babası Thomas Cruise Mapother III<br />
ise elektrik mühendisi idi. Tom Cruise, öğrenim<br />
gördüğü Glen Ridge Lisesi öğrencilerinin oynadığı<br />
“Guys and Dolls” adlı oyunda sahneye adımını attı.<br />
1980 yılında 18 yaşında iken o liseden ayrıldı ve New<br />
York’ ta Manhattan’a yerleşti.1994’te Toronto’da pilotluk<br />
lisansı aldı.<br />
Sinemaya 1979 yılında Franco Zeffirelli’nin “Endless Love” “Sonsuz<br />
Aşk” adlı filmiyle başladı. Ardından 1981 yılında George C. Scott, Timothy<br />
Hutton veSean Penn ile birlikte rol aldığı Taps‘da oynadı. İlk kez Altın<br />
Küre ödülüne aday gösterildiği 1983 de “Risky Bussiness / Riskli İş”<br />
filminde, 1986 yılına gelindiğinde Top Gun adlı filmde oynadı. Ardından<br />
The Color of Money / Paranın Rengi, Rain Man / Yağmur Adam, ilk kez<br />
Oscar’a aday gösterildiği Born on the Fourth of July / Doğum Günü 4<br />
Temmuz ve Far and Away / Uzak Ufuklar adlı filmlerde başrol oynadı.<br />
1993 yılında oynadığı ve Teğmen J. G. Daniel Kaffee rolüyle kamera<br />
karşısına geçtiği A Few Good Man / Birkaç İyi Adam’daki performansıyla<br />
üçüncü kez Altın Küre’ye aday gösterildi. 1996’da oynadığı Jerry Maguire<br />
ise en iyi aktör dalında ikinci kez Oscar’a aday oldu.<br />
1999 yılında Stanley Kubrick’in Eyes Wide Shut / Gözleri Tamamen<br />
Kapalı adlı filmde karısı Nicole Kidman ile birlikte kamera karşısına geçti.<br />
Yönetmenliğini Paul Thomas Anderson’ın üstlendiği 2000 yapımı Magnolia<br />
/ Manolya adlı filmde ‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ dalında bir kez<br />
daha Altın Küre ödülüne layık görüldü.<br />
Brian De Palma‘ın Mission Impossible / Görevimiz Tehlike, John<br />
Woo‘nun yönettiği devamı Mission Impossible / Görevimiz Tehlike ,<br />
Cameron Crowe‘un yönettiği Vanilla Sky, Steven Spielberg‘in yönettiği<br />
Minority Report / Azınlık Raporu, Edward Zwick‘in yönettiği The Last<br />
Samurai / Son Samuray, Michael Mann‘in yönettiği Collateral ve Dünyalar<br />
Savaşı adlı filmlerde rol aldı. Görevimiz Tehlike’nin altıncısı 2018’de<br />
vizyonda olacak. Bu ay karşımıza Alex Kurtzman imzalı Mumya filmiyle,<br />
Nick Morton rolünde çıkacak…<br />
BANU BOZDEMİR
KISA FİLM<br />
AĞIZDAN ÇIKAN<br />
SON SÖZDÜR<br />
FIRAT SAYICI<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Bu ay köşemin konuğu<br />
yetenekli bir yaratıcı<br />
yönetmen, Onur Doğan...<br />
İyi okumalar.<br />
Bu ay köşemin konuğu yetenekli<br />
bir yaratıcı yönetmen, Onur<br />
Doğan... İyi okumalar.<br />
Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />
misin?<br />
1991 İstanbul doğumluyum. İstanbul<br />
Üniversitesi Radyo Sinema TV lisans<br />
mezunuyum, şu sıralar Marmara<br />
Üniversitesi’nde Sinema bölümünde<br />
yüksek lisansımı tamamlıyorum.<br />
Sinemanın hemen her alanını denedim<br />
diyebilirim. Lisede oyunculuk, sinema<br />
filminde kurgu, tv programında kamera,<br />
reklam prodüksiyonunda reji,<br />
kliplerde yönetmenlik. Bunu kendimi<br />
yönlendireceğim alanı seçmek için<br />
yapmadım aslında. Çocukluğumdan<br />
beri yönetmenlik ve oyunculuk tek<br />
hayalimdir. Özellikle kendi bağımsız<br />
sinemasını yapan, günümüz dijital film<br />
sektöründe ‘filmmaker’ denilen filmcilerin<br />
multidisipliner olması şart bana<br />
göre. Sektörde buna ihtiyaç kalmasa<br />
da, profesyonel bağımsız sinemacılıkta<br />
buna doğru gidiyor ve bir yönetmenin<br />
tüm bunları tamamen bilmesi gerekmese<br />
bile hepsinden biraz bilgisi olmalı.<br />
Halen deneyerek öğrenmeye devam<br />
ediyorum.<br />
Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />
Kısa film benim için ağızdan çıkan<br />
son sözdür. Son sözler gibi yalın,<br />
net ve tek bir anlam içerir. Asla uzun<br />
metraj filmin kısaltılmış hali ya da uzun<br />
metraja geçmek için sadece öğrencilik<br />
zamanlarında yapılan bir film türü<br />
değildir. Kısa filmde birden fazla mesaj<br />
verilmeye çalışılması ya da uzun film<br />
fikrinin kısaya uyarlanmaya çalışılması<br />
kısa film dili öğrenilmeden film üretilmesinin<br />
bir sonucu.<br />
Biraz C.O.D.’den ve onu çekme nedenlerinden<br />
bahseder misin?<br />
C.O.D. filmi aslında benim uzun süredir<br />
dert edindiğim bazı konuların, kendi<br />
hayatımdan ve çevremde gözlemlediklerimden<br />
yola çıkarak oluşturduğum<br />
bir hikayesi. Aslında bu filmde bir<br />
hikaye anlatmaktan da çok bir ayna
tutmaya, atmosfer yaratmaya, içimdeki hissi filmi<br />
izleyenlere geçirmeye çalıştım. Film bittiğinde<br />
ağızda o tadı bırakabildiysem derdimi tam olarak<br />
paylaşabilmişimdir diye düşünüyorum. Filmle ilgili<br />
beni en mutlu eden yorumlar filmin pesimist bir<br />
film olduğu görüşü. Karamsar bir film. Size bir mesaj<br />
veriyor ama bir çözüm sunmuyor. Tam da yapmak<br />
istediğim bunu hissettirmekti. Çünkü içinde<br />
yaşadığımız bu düzenin bir çözümü yok. Varsa<br />
da henüz bulunmadı ve sistemin çaresizliğinin<br />
içindeyiz. Toplumun büyük bir yüzdesi her gün işe<br />
giderken, ömürlerimizden zamanlarımızı şirketlere<br />
kiralarken filmdeki o adam<br />
oluyoruz. İçinde yaşadığımız<br />
sistem ( sadece kapitalizm<br />
çerçevesinden bakmak<br />
istemiyorum daha da genelinden<br />
bahsediyorum ) kesinlikle<br />
doğru değil. Sanayi devriminden<br />
sonra getirilen sistem<br />
tamamen yanlış ve çok yeni.<br />
Bir kere gelinen hayatta<br />
insanlar başka şirketler<br />
daha da büyüsün diye kendi<br />
hayatlarını yaşayamıyorlar.<br />
Gerçekten büyük bir<br />
distopyanın içinde yaşıyoruz.<br />
Matrix, 1984, Kafka, Orwell<br />
hikayeleri... yaşadıklarımızın<br />
hiçbirinden farkı yok gibi geliyor.<br />
Her metroya bindiğimde<br />
düşündüğüm bütün bu<br />
durumların bir toplamı bu<br />
film. Böyle bir durumu da en<br />
iyi sinemagraf tekniği ve renk<br />
kullanımı ile anlatabileceğimi<br />
düşündüm. Bu yüzden deneysel<br />
bir film oldu.<br />
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi<br />
katkıları olabilir? Neler götürür?<br />
Teknolojinin hızla gelişmesi film üretimine<br />
olağanüstü bir ivme kazandırdı ve bu harika bir<br />
şey. Bu, film yapmak isteyip ekonomik imkanı<br />
olmayan bir sürü beynin nasıl filmler tasarladığını<br />
gösterdi seyirciye. Bu demokratikleşme arttıkça<br />
kısa film festivalleri arttı, filmler arttı dolayısıyla<br />
seyirci de arttı. Kalite düştü mü diye soracak<br />
olursak evet dijitalleşme kalitesiz filmlerin daha<br />
kolay üretilmesine de neden oldu ama bu filmler<br />
kendi içlerinde kendi ekosistemlerinde kalıp<br />
eleniyorlar zaten, o nedenle bunun bir önemi<br />
olduğunu düşünmüyorum. Gelişen teknoloji film<br />
yapmayı kolaylaştırmadı. Film yapma imkanının<br />
artmasını sağladı. Bunlar bence çok farklı<br />
şeyler. Evet artık herkesin bir dijital kamerası<br />
var ama ışık,renk, komposizyon, oyuncu yönetimi,<br />
senaryo yazmak, bir filmin ön hazırlıklarını<br />
tam anlamıyla yapabilmek, color granding,<br />
kurgunun ve görüntünün temel ilkeleri bunlar<br />
hala olduğu yerde olan konular. Bu nedenle<br />
teknolojinin gelişmesi değil onu kullananların<br />
gelişmesi daha önemli bir<br />
konu. Yoksa iş sadece<br />
teknolojiyi kullanmaksa ,<br />
‘’Temel: Sümela’nın Şifresi’’<br />
de Türkiye’de ve Arri Alexa<br />
kamera ile çekildi, ‘’007:<br />
Skyfall’’ da.<br />
Örnek aldığın, sinemasını<br />
sevdiğin, yerli ve yabancı<br />
yönetmenler kimler?<br />
Örnek aldığım, idolüm<br />
olarak gördüğüm, kendisinden<br />
ders alma ve<br />
kendisiyle çalışma şansı<br />
yakaladığım, benim için<br />
en değerli yerli yönetmenimiz,<br />
hocam Ezel<br />
Akay. Filmlerinin Türk<br />
Sinema Tarihi’nde çok<br />
farklı bir yeri olduğuna<br />
ve bunun daha sonraları<br />
daha net anlaşılacağına<br />
inanıyorum. Yabancı<br />
yönetmenlerde örnek<br />
aldığım ve sinemasına<br />
hayran olduğum genellikle<br />
kendi türlerinde başarılı bulduğum birbiriyle çok<br />
alakasız en uç en aşırı yönetmenler diyebilirim.<br />
Fikir vermesi için onları da şöyle sıralayayım :<br />
Gaspar Noe, Alejandro Jodorowsky, Pierre Paulo<br />
Passolini, George A. Romero, John Waters,<br />
David Cronenberg, Lucio Fulci, Warner Herzog,<br />
Joe D’Amato, Robert Rodriguez, Quantin Tarantino,<br />
David Fincher, Edward Zwick, Martin<br />
Scorsese, Stanley Kubrick, Peter Jackson, Ridley<br />
Scott, Aronofsky, Tim Burton, David Lynch<br />
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere
yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />
Bu konuda bir şeyler söylemek için henüz erken.<br />
C.O.D. benim ilk kısa filmim. İlk kez festivallere<br />
katılıyorum. Şubat sonunda tamamladım filmi<br />
ve üç ayda 8 festival gezdik filmle. Hala filmin<br />
festival süreci devam ediyor. Katıldığımız festivallerin<br />
içinde organizasyonu çok özensiz yapılanlar<br />
da vardı hakkıyla yapılan da. Örneğin bir festivalde<br />
film gösterimlerinin yapıldığı salonda<br />
oranın festival olduğunu anlatan tek şey kapıya<br />
iğnelenmiş bir a4 çıktısı üzerine ‘paint terk’ bir<br />
afişti. Finalist filmleri de video<br />
oynatıcıdan biri bittiğinde<br />
birini açıyorlardı. Festivallerin<br />
bir görsel sunumu ve özeni<br />
hak eden organizasyonlar<br />
olduğunu düşünüyorum. En<br />
azından filmleri birbiri ardına<br />
10 ar saniye ara ile dizip<br />
seçki halinde göstermek,<br />
sunumda biraz daha titiz<br />
davranmak bunlar bir festivalin<br />
bütçesi düşükte olsa<br />
az biraz özen gösterilerek<br />
yapılabilecek şeyler. Şimdiye<br />
dek katıldığım her anlamda<br />
harika bir festival olan 6.Atıf<br />
Yılmaz Kısa Film Festivali<br />
vardı. Ödül gecesinden atölyelerine,<br />
sinemacıları birbiriyle<br />
ve seyirciyle buluşturması<br />
temas ettirmesi adına her<br />
ayrıntı düşünülmüştü ve<br />
biz kısacılara gerçekten<br />
değer verdiklerini hissettirdiler.<br />
Önceki yıllarda farklı illere davet edilip<br />
oralarda mağdur edilen kısacıların paylaşımlarını<br />
okumuştum. Bu tür durumlar da yaşanıyor<br />
olabilir. Bunlardan öte bir festivalin en önemli<br />
görevi bence filmi ve filmi üretenleri seyirci ile<br />
buluşturabilmek. Festivalin bütçesi çoktur, ünlü<br />
oyuncu yönetmen getirir, türlü imkanları vardır<br />
bu başka bir şey ama bir festival filminizi ne<br />
kadar fazla seyirci ile buluşturabiliyorsa benim<br />
için o kadar çok başarılıdır. Birincil görevinin<br />
bu olduğunu düşünüyorum. Tanıtmak. Diğer<br />
yandan festivallerin sayılarının artmasını yine<br />
olumlu buluyorum bundan on yıl önce bu kadar<br />
festival yoktu. Çocuktum ve hatırlıyorum<br />
Türkiye’de kısa film denince internette o<br />
zamanın benimsinemalarım.com’u vardı. Tan<br />
Tolga Demirci’lerin kısa film çektikleri zamanlar.<br />
Türkiye o kurak kısa film dönemlerinden<br />
buraya evirilerek geldi. Artık her yıl uluslararası<br />
standartlarda kısa filmlerimiz çıkıyor bunlar<br />
dünyadaki önemli festivalleri de dolaşıyor. Şu an<br />
dile getirebileceğim tek sorun festivallerin tema<br />
çeşitliliğinin olmaması. Bu da Türk sinemasının<br />
tema tür çeşitliliğinin olmamasıyla bağlantılı<br />
tabii. Dünyada da her konuya ait bir festival var.<br />
Yalnızca deneysel filmler<br />
festivali, korku filmleri festivali,<br />
yemek filmleri festivali,<br />
spor filmleri festivali<br />
vb. Bu türde bir artış ileride<br />
gözlenebilir. Son olarak da<br />
ödüllerde kategorizasyonun<br />
olmaması. Bunu yapan<br />
çok az festival var. Yüksek<br />
lisans yaptığım Marmara<br />
Üniversitesi’nin düzenlediği<br />
festivalde bu var. Kısa filmlerde<br />
en iyi oyuncu, en iyi<br />
görüntü yönetmeni, en iyi<br />
müzik, en iyi kurgu ödülleri<br />
var. Bu hem filmlerde hangi<br />
unsurların öne çıkacağı ile<br />
ilgili bir belirleyici hem de<br />
daha fazla ekibe daha adil<br />
bir motivasyon. Bir film en iyi<br />
kısa film seçiliyor ama en iyi<br />
oyuncu başka filmde ödülsüz<br />
kalıyor. Bu şekilde olunca<br />
bir kısa filme oyuncu ya da<br />
kurgucu çağırdığımızda o kişilerin katılmak için,<br />
kendi yeteneğini tanıtmak için bir motivasyonu<br />
olmayabiliyor.<br />
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />
Planlarım arasında sıraya koyduğum 3 kısa<br />
film var. Biri büyük bütçeli . Bir de uzun metraj<br />
senaryo taslağım var onun üzerinde zaman<br />
zaman çalışabiliyorum ancak yakın zamanda<br />
sıraya koyduğum kısa filmleri yapmaya<br />
çalışacağım. Gelecekte ne tür film yapmak<br />
istediğimi, örnek verdiğim yabancı yönetmen<br />
isimlerinin buluştuğu ortak payda özetliyor.<br />
Son olarak size ve <strong>Cinedergi</strong> ailesine teşekkür<br />
ederim.
TÜRK MALI<br />
2010 yılında<br />
yayımlanan Türk Malı<br />
dizisi bir kez daha<br />
Star TV ekranlarından<br />
izleyici ile buluşmaya<br />
başladı ve daha ilk<br />
bölümden oldukça<br />
fazla izlendi.<br />
NERGİZ KARADAŞ<br />
KUZU AİLESİ’NİN<br />
ALAMETİFARİKALARI<br />
DİZİFUN<br />
İlk olarak 2010 yılında yayımlanan Türk Malı adlı<br />
dizi bir kez daha Star TV ekranlarından Pazar<br />
akşamları izleyici ile buluşmaya başladı ve birazda<br />
yayın gününün etkisiyle daha ilk bölümden oldukça<br />
fazla izlendi. Yedi yıl önce ile kıyasladığımızda kadrodan<br />
ayrılan isimlerin yanı sıra yeni eklenen isimlerin<br />
olduğu dizinin başrollerinde Şafak Sezer (Erman-Eymen),<br />
Mehmet Ali Erbil (Bahattin), Hasibe Eren (Bakiye),<br />
Nergis Kumbasar (Şaduman), Anıl İlter (Onur),<br />
Burcu Binici (Deren), Buse Narcı (Selin), İlke Korkmaz<br />
(Atom) ve daha birçok isim yer alıyor.<br />
İlk halinde Erman ve Abiye Kuzu çiftinin çocukları ve<br />
komşuları ile ilişkileri çerçevesinde gelişen bir durum<br />
komedisi olan dizi yeni haliyle yine benzer bir formda<br />
nevi şahsına münhasır karakterlerden oluşan komşu<br />
üç ailenin kendi içlerinde ve birbirleriyle ilişkilerini konu
ediniyor. İzleyicisini güldürme amacı taşıyan<br />
dizide karakterlerin aşırılıkları, kelime oyunları ile<br />
ailelerin arasındaki farklar birbirleriyle temasları<br />
sürecinde komedi unsuru olarak işleniyor.<br />
Ailelerden bir tanesi Erman Kuzu’nun amcasının<br />
oğlu Eymen Kuzu, iki çocuğu ve onların kendisini<br />
çok bilgili sanan dadıları Bakiye’den oluşuyor.<br />
Eski versiyonunda ki Erman Kuzu, eşi Abiye ve<br />
çocukları tarafından terkedilmiş, postacılıktan<br />
emekli olup halk otobüsü şoförlüğüne başlamış,<br />
ödediği nafaka yüzünden maddi zorluklar<br />
yaşayan bir karakter olarak yeni Türk Malı’nda<br />
da yer alıyor. Kalacak yeri ve parası olmadığı için<br />
zengin kuzeni Eymen Kuzu’nun evine gidiyor.<br />
Şafak Sezer’in Erman ve Eymen Kuzu’yu aynı<br />
anda canlandırdığı dizide başı derde giren Eymen<br />
çocuklarını ve evi Erman’a emanet ederek<br />
ortadan kayboluyor. Aralarındaki benzerlik<br />
yüzünden ilk bölümde çevredeki<br />
herkes Erman’ı, Eymen<br />
zannediyor. Bu<br />
karışıklığın<br />
yanı sıra<br />
Erman’ın<br />
daha ilk<br />
görüşte<br />
evin dadısı<br />
Bakiye’den<br />
hoşlanması<br />
ilerleyen bölümlerde<br />
hikâyenin bir<br />
yanının bu ikili üzerinden<br />
ilerleyeceğinin<br />
işaretlerini veriyor. Bakiye<br />
ise yanlış bilgileri<br />
ve dili yanlış kullanımı<br />
ile izleyiciyi güldürme<br />
rolünü sırtlanıyor ama<br />
komedi için bu yolu kullanmak<br />
başkasını bilmem ama<br />
bana oldukça yanlış geliyor.<br />
Eymen’in kızı Selin sosyal<br />
medya<br />
bağımlısı, sanal dünyadaki yorumları hayati<br />
gören takıntılı biri olarak karakterize edilmiş.<br />
Saçının kısa kesildiğini düşünerek ağlayan<br />
Selin’in elinden telefonu düşmez, sürekli herkesten<br />
nefret ettiğini tekrarlar ve ağlar. Aşırı<br />
tepkileri Selin karakterini oldukça itici kılsa da bu<br />
durumun elinden telefon düşmeyen, sanal dünyada<br />
yaşayan ve insan ilişkileri dönüşüm geçiren<br />
kişilerin sayısının azımsanamayacak kadar<br />
fazla olduğu günümüz toplumuna bir gönderme<br />
olduğunu düşünmek istiyorum.<br />
Türk Malı, yıllar önce boşanan ancak arkadaş<br />
kalmayı başaran Mehmet Ali Erbil ve Nergis<br />
Kumbasar’ı Kuzu ailesinin komşuları Bahattin<br />
ile Şaduman çifti olarak tekrar bir araya getiriyor.<br />
Sosyetik çift Şaduman’ın şarkıcı olma<br />
hayalleri ve Bahattin’in çapkınlık çabaları ile ilk<br />
bölümde izleyiciye karakterlerin dizideki<br />
işlevlerinin ipuçları veriliyor.<br />
Özellikle Bahattin’in<br />
abartıya kaçan<br />
davranışları<br />
komedi unsuru olarak<br />
kullanılsa da yapaylığı arttırıyor.<br />
Dizinin bir diğer ailesi Deren ve Onur<br />
çiftçi. Yeni evliler nezih olduklarını düşündükleri<br />
siteden tutukları evlerine büyük hayallerle<br />
taşınıyorlar ancak komşuları kendi enerji odaklı<br />
dünyalarını kâbusa çeviriyor. Dizinin çiçeği<br />
burnunda evlileri diğer komşularına uzun süre<br />
ısınamayacak görünüyorlar.<br />
Belki kesin yargı için erken ama kendi<br />
adıma bu kıvamda giderse diziyi izlemeye<br />
fazla dayanamayacağımı söylemeden<br />
edemeyeceğim.
BUGÜN CAN MANAY GİBİ S<br />
Fi dizisi kısa<br />
sürede sosyal<br />
medya etkileşimleri<br />
ile gündem oldu.<br />
Serenay Sarıkaya,<br />
Mehmet Günsur,<br />
Ozan Güven, Berrak<br />
Tüzünataç gibi<br />
isimleri buluşturan<br />
proje geçtiğimiz<br />
yılların en çok satan<br />
serilerinden.<br />
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
TVMANIA<br />
Fi<br />
dizisi kısa sürede edindiği “tıklanma”<br />
oranlarının yanı sıra, sosyal medya<br />
etkileşimleri ile de gündem oldu. Serenay<br />
Sarıkaya, Mehmet Günsur, Ozan Güven, Berrak<br />
Tüzünataç gibi isimleri buluşturan proje geçtiğimiz<br />
yılların en çok satan serilerinden Fi, Pi ve Çi’den uyarlanarak<br />
Doğuş grubunun online platformu Puhutv.<br />
com’da gösterilmeye başlandı. Ay Yapım tarafından<br />
projelendirilen dizi, senarist Nükhet Bıçakçı’nın kaleminden,<br />
yönetmek Mert Baykal’ın gözünden izleyicilerle<br />
buluşmaya başladı.<br />
Fi’nin Farkı Ne?<br />
Tahminimce orta ve orta üst sınıf izleyicinin ilgisine<br />
mahir olan Fi hakkında konuşulanlara özellikle kulak<br />
kesilerek, izleyicilerini, hedef kitlesini soru yağmuruna<br />
tutarak dizinin izleyiciye ne verdiğini, izleyicinin ne<br />
bulduğunu düşünüyorum uzun zamandır. Fark ettiklerimi<br />
de notlar halinde sizlerle paylaşmak istiyorum.<br />
Öncelikle internetin özgür dünyasından kaynaklanan
U İÇTİN Mİ SAYIN İZLEYİCİ?<br />
Fİ<br />
“sansürsüzlük” Fi’nin cezbedici temel noktasını<br />
oluşturuyor. O sansürsüzlüğün bile otosansür<br />
içinde gerçekleştiği dizinin göreceli cesaretinden<br />
belli oluyor o ayrı. Dizinin henüz ilk bölüm,<br />
ilk sahnesinde sigara içerek kadraja giren Can<br />
Manay son yıllarda bastırılan, meşru görülmeyen<br />
alışkanlıkların, yaşam tarzlarının izleyiciye<br />
vadedildiğinin sinyallerini veriyor. Ekran önce<br />
sevişmenin, ardından öpüşmenin, şimdilerde<br />
neredeyse el ele tutuşmanın yasaklandığı bir<br />
mecra haline gelirken, Fi’yi “aranan kan bulundu”<br />
çığlıklarının karşılığı olarak görüyorum. Sevişerek<br />
üreyen insan oğlunun dizilerde neredeyse mitoz<br />
bölünmeyi keşfetmesi istenirken şehirli, orta sınıf,<br />
beyaz yaka izleyiciye iyi bir alternatif sunan dizi,<br />
“umut” vaadiyle rakiplerinden ayrılıyor.<br />
Fi İlk İnternet Dizisi Değil Ama…<br />
Amatör ve yarı profesyonel çalışmaları bir kenara<br />
koysak bile, online platformların profesyonel<br />
yatırımla ekrana sürdüğü ilk iş Fi değildi.<br />
“Masum” her ne kadar ilgi uyandırsa da Fi<br />
kadar popülerleşmemiş, magazinleşmemişti.<br />
Elbette hikayenin aşk temasının etkisi bu<br />
popülerleşmede birincil önem taşıyor ancak<br />
bence önemli bir nokta daha var. Fi ne zamandır<br />
yerli dizilerde aidiyet arayan bir kesime çatı<br />
sundu. Özgürce ilişki yaşayan, alkol içen, sigara<br />
kullanan, çalışma hayatına entegre kesimin<br />
aidiyet bulacağı ve en önemlisi “yargılanmadığı”<br />
bir hikaye olan Fi bu nedenle diğer TV ve internet<br />
projelerinden çok daha popüler olarak fark<br />
yarattı.<br />
Sadece Belgesel İzleyen “O” İzleyici, Fi İle<br />
Yerli Dizilerle Barıştı<br />
Şehirli insanların ilişkilerindeki en büyük sorun<br />
malumunuz bağlanma problemi, tek gecelik<br />
birliktelikler, ilişkiye dönmeyen seksler veya<br />
seksin unutulduğu ilişkiler. Aldatmak, aldatılmak
herkesin hayatının gündemi, ölümsüz aşk<br />
masalları tarih oldu, daha iyiyi bulabilir miyim sorusu<br />
tüm ilişkilerin azraili. Hal böyleyken hala unutulmaz<br />
aşk hikayelerinin ekranda pazarlanıyor<br />
oluşu konjonktür gereği, muhafazakar nüanslarla<br />
sunulan aşk soslu dramalar sektörün el mahkumiyeti.<br />
Uzayan sürelerden, değişen reyting<br />
ölçümlerinden, panelin özelliklerinden bahsetmiyorum<br />
bile. Tüm bu sebeplerle ekrana küsen<br />
ve “ben Türk<br />
dizisi asla izlemem<br />
yalnızca belgesel”<br />
diyen bir kesim<br />
online dizilerle<br />
beraber yerli TV<br />
yapımları ile barış<br />
imzaladı. İzleyicinin<br />
önüne getirileni<br />
izlemediği, seçim<br />
yaptığı ve edilgen<br />
konumdan daha<br />
etken konuma<br />
evrildiği bu yeni<br />
izleme alışkanlığı<br />
bir yandan da “öteki<br />
yerli dizi izleyicileri”<br />
ile ayrışmanın<br />
sembolü oldu. Türk<br />
dizisi izlediğini söylemeye<br />
“utanan”<br />
pek çok kişi, Fi<br />
izlediğini gururla<br />
haykırıyor. Sebebi<br />
bence tam olarak<br />
yeni statü sembolleri<br />
arayışları.<br />
“Fi’den başka<br />
yerli dizi izlemiyorum”<br />
demek<br />
aslında dizinin<br />
vadettiği o şehirli<br />
yaşam tarzına ait olduğunun da ifşası oluyor.<br />
Ötekileştirilen “sigara içenler”, arkadaşlarıyla<br />
birer kadeh içtiği zaman genel algıda “sarhoş”<br />
muamelesi görenler, seks hayatına dair seçimler<br />
nedeniyle “orospu” olarak yaftalananlar,<br />
ilişkisini evlilikle meşrulaştırmaya gerek görmeyenler<br />
işte bu popüler seçimleri ile de kendilerini<br />
tanımlıyorlar. Bu yüzden Fi, Masum’dan ayrılıyor.<br />
Çok ayrı türlerde işler olmalarının yanı sıra Fi’nin<br />
baskılanan yaşam tarzını ekrana getirmesi bu<br />
nedenle diğer internet işlerinden farklılaşmasının<br />
sebebi oluyor.<br />
Instagram’da Araba Anahtarı Paylaşmak Out,<br />
Can Manay In!<br />
Can Manay TV tarihinin en özel karakteri değil,<br />
Duru ve Deniz aşkı yeni bir fenomen doğurmuyor<br />
tam aksine hayatımızın içinde olan gelgitli<br />
aşkları, sorunlu<br />
erkek ve kadınları<br />
resmediyor. Cinsiyet<br />
rollerini<br />
yeniden üreten,<br />
cinsel yönelimdeki<br />
çeşitliliği<br />
görmezden gelen,<br />
aşkı idealize edip<br />
masallaştıran<br />
aslında<br />
“gerçekdışı” olan<br />
dizilerin yanında<br />
Fi, bizlere,<br />
şehirli insanlara<br />
baskılanan yaşam<br />
tarzımızı aynalıyor.<br />
Başarı da işte bu<br />
yalınlıktan ve gerçeklikten<br />
geliyor.<br />
Dizinin başarısını<br />
tartışırken<br />
çatışmasından,<br />
oyunculuklardan,<br />
yönetmenlik<br />
veya casttan<br />
önce vadettiği<br />
yaşam tarzına<br />
bakmanın daha<br />
doğru olduğuna<br />
inanıyorum.<br />
Yalnız bu hayatı<br />
yaşayanlar için değil yaşamak isteyenler için de<br />
cazibe sunan Fi, insanlara kendini “o sınıftan,<br />
yaşam tarzından” hissetmek için bir ev almak,<br />
ünlü olmak veya yakışıklı bir sevgili bulmaktan<br />
çok daha basit bir yol sunuyor. Artık instagramda<br />
araba anahtarıyla poz vermek out, #CanManaygibisuiçmek<br />
etiketine su içerken selfie koydun<br />
mu ondan haber ver sayın izleyici?
ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />
EPISODE<br />
YENİ BİR ŞEY SÖ<br />
ESKİ HAKSIZLIK<br />
“Hayata bakışımız, artık hayat<br />
olmadığı gerçeğini gizleyen bir<br />
ideolojiye dönüşmüştür.” Adorno<br />
Big Little Lies güzel kadınlar, yakışıklı<br />
erkekler ve muhteşem evleriyle verdiği seyir<br />
zevki kadar içeriğiyle kadının toplumsal<br />
konumunu tartışan özgün bir yapım. Belki<br />
yeni bir şey söylemiyor ancak eski kabul edilen<br />
çoğu geleneksel değerin devam ettiğini<br />
göstermesi çok değerli ve yeterlidir elbette.<br />
Gösteri toplumunun sakatlanmış bireyleri<br />
sonsuz lüks ve kusursuz donanıma karşın<br />
alabildiğine eksik, yalnız ve mutsuzdur<br />
metinde. Sosyal normların ve modern toplumun<br />
ahlak ve incelik olarak adlandırdığı<br />
ifade biçimleri aslında yalanı mecburi, gerekli<br />
hatta faydalı görür. Dizinin birbirinden<br />
muhteşem kadın ve erkeklerinin en azından<br />
görsel olarak kusursuz bir yaşam sürebilmelerinin<br />
yegane yolu usturuplu, dengeli<br />
ve yerinde doğru yalan söyleyebilmekten<br />
geçer. Kaldı ki hakikatle ilgili her durum sorun<br />
yaratacağından yalanın değil gerçeğin<br />
ve doğrunun sorun teşkil ettiği ve edeceği<br />
görülür. Kısacası dünyalar güzeli yalanları<br />
ve yalancılarıyla Little Big Lies hem göze<br />
hem de akla hitap ediyor.<br />
Modern dünyanın ve kapitalist sistemin en<br />
fazla onayladığı, yüceltmelere doyamadığı,<br />
ahlaki ve dini kurumlar aracılığıyla sürekli<br />
kutsallaştırdığı ‘aile’ kurumu incelenirken<br />
kadının bu kurumu ayakta tutmak için kendinden<br />
nasıl vazgeçmek zorunda kaldığı<br />
örneklendiriliyor. Her ne kadar merkezde<br />
kadınlık ve annelik olsa da aslında<br />
‘koca’ ve ‘baba’ tanımlamaları eşliğinde<br />
erkeğin de varoluşuna dair ciddi sorunlar<br />
sorgulanıyor. Dört kadının annelik rolleri<br />
gereği okul bahçesinde kesişen hayatları ve<br />
gelişen arkadaşlıkları farklı sınıflardan ailelerin<br />
yaşantısına seyirciyi tanık ediyor. Her<br />
birinin farklı iç ve dış dinamikler nedeniyle<br />
mutlu olmadıkları ve korumaya çalıştıkları<br />
‘aile’ değerlerine sürekli ihanet etmelerine<br />
karşın kurumu yaşatma inançları ve inatları<br />
çelişkilerle dolu doğruları zarifçe yalanlıyor<br />
aslında. Adorno’nun “yanlış yaşam doğru<br />
yaşanmaz“ sözü her karakterin korumaya<br />
çalıştığı sistem ve birey çatışmasına detaylı<br />
örnekler sunuyor. Karakterler adeta çocuk<br />
kandırır gibi kendilerini oyalıyor ve bir şekilde<br />
günlerini en renkli şekilde doldurmaya<br />
çalışıyorlar. Örneğin mutlu eş ve mükemmel<br />
anne Celeste’in arkadaşları arasında<br />
temsil ettiği kusursuz yaşam imajı kaçamak,<br />
endişeli ve korkak bakışlarla daha en baştan<br />
güçlü ve mutlu imgesini gölgeliyor. Üstelik<br />
bu mutsuzluğu Celeste kendisinden bile<br />
saklamaya çalışıyor. İlerleyen bölümlerde<br />
sürekli bir şeyleri saklar gibi tekleyerek ve<br />
yutkunarak konuşması ise yaşadığı şiddetin<br />
kendisi üzerindeki yıkıcı etkisini sözler yerine<br />
beden diliyle anlattığı için çok güçlü<br />
bir etki yaratıyor. Diğer karakterlerin de bir<br />
şekilde en çok kendilerinden kaçtıkları ve<br />
kendi iç dünyaları ve duygusal boşluklarıyla<br />
yüzleşmenin zorluğunda kederli ancak renkli<br />
çıkışsızlıklar yaşadıkları görülüyor.<br />
Özneye dair kamusal ve özel alandaki göz
YLEMİYOR AMA<br />
LAR YETMEZ Mİ?<br />
kamaştırıcı konforun hiçbir şekilde ruhsal<br />
boşlukları doldurmaya yetmediği ve<br />
mükemmel hayatın yaşanılan sistem içinde<br />
imkansızlığı büyük cümlelerle değil küçük<br />
ayrıntılar ve genele yedirilmiş kederli tonla<br />
pekişiyor. Ayrıca her ailenin küçük bir reprodüksiyonu<br />
sayılabilecek çocuklar sistemin<br />
ürünleri olarak bir kez daha Adorno’yu<br />
haklı çıkartıyor ve yanlış sistemden doğru<br />
sonuç doğmayacağını ispatlıyorlar. Aslında<br />
BIG<br />
LITTLE<br />
LIES<br />
doğru ya da yanlıştan çok görünenle gerçek<br />
arasındaki uçurumdan kaynaklanan yaralı<br />
çocukların kederlerini saklamayı bilmeleri<br />
geleceklerini ve geçmiş kuşakları özetliyor.<br />
Kısacası sarhoş eden sinematografisi, genel<br />
dokuya hizmet eden şahane müzikleri,<br />
starlardan oluşan oyuncu kadrosu ve şiirsel<br />
gerçekçi kurgusuyla Big Little Lies dizi<br />
dünyasında sürprizli bir hediye gibi seyircisini<br />
mest ediyor.
UYUM CESUR<br />
HİSSETTİRİYOR<br />
Fazilet Hanım ve Kızları’nda<br />
Sinan karakteriyle dikkatleri<br />
çeken yakışıklı ve aynı zamanda<br />
yetenekli oyumcu Alp Navruz<br />
ile konuştuk.<br />
BANU<br />
BOZDEMİR<br />
Fazilet Hanım ve Kızları’nda<br />
Sinan karakteriyle dikkatleri<br />
çeken yakılıklı ve aynı zamanda<br />
yetenekli oyumcu Alp Navruz ile<br />
konuştuk. Oyunculuğunu sinema filmleri<br />
ile taçlandırmayı isteyen Navruz<br />
ileride senaryo yazmayı hedeflediğini<br />
de söylüyor. Kendisine bol şans diliyor<br />
ve kolay gelsin diyoruz.<br />
Oyuncu olmaya nasıl karar verdiniz<br />
ve o yolda neler yaptınız?<br />
Çocuk yaşlardan itibaren başladı<br />
bu sevgi bende. Üniversiteye kadar<br />
bütün tiyatro kollarında rol aldım.<br />
Hikaye kitapları okumayı çok seven bir<br />
çocuktum. Kendimi bir galaksinin yerine<br />
koyardım farklı bir dünya farklı bir<br />
bakış açısından görmek isterdim. Tiyatro<br />
oyunları ve çok fazla film izledim. Benim<br />
mutlu olabileceğim iş bu dedim ve oyunculukta<br />
karar kıldım.<br />
Sanki kamera arkası dediğimiz<br />
yazarlık, yaratıcılık kısmıyla da ilginiz<br />
varmış gibi geldi bana…<br />
Yazı alanını düşünüyorum zaten. Ortaokul<br />
yıllarımdan beri şiir yazıyorum ve<br />
ileriki zamanlarda senaryo yazmayı da<br />
düşünüyorum.<br />
Dizi oyunculuğunuzla başlayan bir<br />
kariyeriniz var.<br />
ALP NAVRUZ
Arkadaşlar İyidir kısa soluklu da olsa<br />
bana iyi gelen ve Fazilet Hanım ve<br />
Kızları’na kapı açan bir projedir.<br />
Evet Fazilet Hanım ve Kızları yoğun<br />
bir dizi. Sizin öne çıkmanız, bir anda<br />
gündeme gelmeniz dizi sayesinde mi<br />
yoksa sizin rolünüzün gücü sayesinde<br />
mi oldu?<br />
Başarı için takım oyunu olmazsa olmaz.<br />
Filmdeki deneyimli ve genç oyuncular<br />
olarak bir devam eden bir uyum<br />
yakaladık ve o uyumla birlikte kendimi<br />
ben de cesur hissettim. Karakterim kendini<br />
göstermeye müsait bir karakter.<br />
Bir yandan zengin bir ailenin oğlu<br />
ama etrafında gelişen olaylardan farklı<br />
arayışların içerisinde biri diyebilir<br />
miyiz?<br />
Biraz imkansızı, ulaşılmazı ya da ona<br />
yakın duran duyguları seviyoruz. Zengin,<br />
zengin büyümüş ve her şeyi elde edebilir<br />
biri. Hem parası var hem de görsel olarak<br />
ilgi çeken biri. Bir süre sonra monotonluktan<br />
sıkılıp farklı bir şeyler ararsınız ya…<br />
Onda da o var farklı bir şey arıyor. Gerçek<br />
bir şey diyebiliriz. Birçok repliğinde<br />
de o var.<br />
Senaryo size bölüm bölüm ulaştırılıyor<br />
değil mi?<br />
Evet bizler de bir sonraki hamleyi merak<br />
ederek oynuyoruz, o yüzden sonunu<br />
bilmiyorum.<br />
Oyunculukta kalıcı olmak için neler<br />
yapıyorsunuz, bu role hazırlanırken<br />
özel bir şeyler yaptınız mı?<br />
Oyunculuk üzerine temel eğitimleri aldım.<br />
Bu işe başlarken iki aylık bir sürecim<br />
oldu. O zaman bir oyuncu koçuyla<br />
anlaştım. Herhangi bir eksikliğim olabilir<br />
diye, çünkü sıfırdan başladığım ilk<br />
iş olduğu için çok önemsedim. Bu işin<br />
her aralığında eğitim almaya devam<br />
edeceğim. Başarılı olan her oyuncu da<br />
hala öğrendiğini söylemeye devam ediyor,<br />
ben oldum diyeni görmedim daha.<br />
Sizin tecrübeli oyuncularla olan<br />
deneyiminiz sizi ne yönde etkiliyor?<br />
Samimiyetine inandığım her tecrübeli<br />
oyuncu benim için bir şans. Dizimizde
de öyle oluyor, onlar sizi seviyorsa ve yetenek<br />
görüyorsa yardım etmeye başlıyorlar. Şu an<br />
iletişimimiz o yönde, herhangi bir hatamızı<br />
görürlerse uyarıyorlar ya da zorlandığım noktalarda<br />
ben sorup yardım alıyorum.<br />
Yakışıklı bir oyuncusunuz ama yorumlara<br />
baktığımda da oyunculuğunuzu ön planda<br />
da tutuyorlar insanlar.<br />
Yakışıklılık bir avantaj evet çünkü görsel bir<br />
iş yapıyoruz. Ama bu ilk intiba olarak kalıyor.<br />
Sonrasında daha içsel bir şey arıyor insanlar.<br />
Önemli olan onu verebilmek. Yorumlarda<br />
yakılıklısınız yorumlarına gülümsüyorum ama<br />
oyunculuğunuz iyi dediklerinde gururlanıyorum.<br />
Fazilet Hanım ve Kızları biraz ağır bir dram<br />
içeriyor, sizin bu dizi içerisinde gösterdiğiniz<br />
oyunculuk performansını etkiliyor mu?<br />
Tiyatrodan gelen insanlar biraz daha büyük<br />
oynar. Büyüklerimiz de biraz daha bu var, biz<br />
daha minimal eğitimler aldık. Duyguları yüzle<br />
ve gözle ifade etme konusunda biraz daha<br />
tecrübelendim. minimal oynayıp gerçekten de<br />
oynamaya başladığımı hissettim. Benim karakterim<br />
komik, sempatik bir karakter.<br />
Sizin bir ayrımınız ya da istediğiniz bir durum<br />
var mı oyunculukta. Komedi, dram vs..<br />
gibi.<br />
Herkes gibi öyle bir sinema filmi istiyorum ben<br />
de. Çok yaygın olmasa da aksiyon yanı yüksek<br />
filmlerde oynamak isterim. Benim için ön planda<br />
olan her zaman sinema filminde oynamak.<br />
Çünkü oradaki karakteri hissediyorsunuz ve<br />
belli bir zaman harcıyorsunuz. Dizilerde karakter<br />
başladığı gibi devam etmeyebiliyor. Sinan<br />
başta çok zengin, cool bi adamdı şimdi aşık<br />
bir adama dönüştü. Sinemada daha nettir diye<br />
düşünüyorum.<br />
Canladırmak istediğiniz bir karakter ya da<br />
bürünmek istediğiniz bir rol var mı?<br />
Aslında bir engelliyi oynamak isterim. Belki<br />
hissetmediğim, hissetmeyeceğim ama empati<br />
kurabileceğim bir durum. Bu benim için şu an<br />
zirvem olabilir diye düşünüyorum.<br />
Oyunculuk dışında neler yapıyorsunuz?<br />
Şu an ben Türk Dili alanında yüksek lisans<br />
yapıyorum. Bir ara kendimi geiştirmek için<br />
müzik eğitimi aldım. Spor yapıyorum sıkça.<br />
Yüzmeyi çok severim. Okçuluk eğitimi almıştım.<br />
Sporda her branşta bir bilgim var diyebilirim.<br />
Bir oyuncu olarak kendinizi izlemekten<br />
hoşlanır mısınız?<br />
Dışardan gelen tepkiler kameranın beni sevdiği<br />
yönünde. O açıdan hoşuma gidiyor ama ben<br />
güzel oynadım mı diye değil de hatalarım ne<br />
diye izlediğim için çok zevk aldığım söylenemez.<br />
Daha iyi nasıl yapabilirimin derdine düşüyorum<br />
daha çok. Oyunculuk her zaman daha iyisi<br />
olmaktır ya o yüzden.<br />
Sosyal medyayla aranız nasıl?<br />
Diziye kadar çok ilgilenmek istediğim bir alan<br />
değildi. Ama artık çevremdeki baskılar nedeniyle<br />
kullanmaya başladım. Mesleğimizin bir parçası<br />
olarak da görüyorum artık. Oradan aldığım tepkiler<br />
beni motive diyor, o yüzden kullanıyorum.<br />
İnstagram ve twitter hesabım var.<br />
Son olarak neler söylersiniz, önümüzdeki<br />
yıllar için hayaller neler?<br />
İlk olarak sinema filminde oynamak isterim. Zaten<br />
görüştüğümüz projeler var. Ama dizi bittikten,<br />
kafam daha rahatladıktan sonra değerlendirmek<br />
daha uygun olur diye düşünüyorum.