04.06.2017 Views

Cinedergi 104

Binder104

Binder104

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

CINEVİZYON<br />

2 HAZİRAN<br />

Wonder Woman<br />

Kaptan Düşükdon: Destansı İlk Film / Captain<br />

Underpants: The First Epic Movie<br />

Sahil Güvenlik / Baywatch<br />

Şeytanın Doğuşu / FirstBorn<br />

Nefrin<br />

Bir Damla Aşk<br />

Bambaşka<br />

Anayurt Oteli<br />

9 HAZİRAN<br />

Prenses ve Kurbağa / The Swan Princess: Royally<br />

Undercover<br />

Bir Nefes / One Breath<br />

Vampir Cehennemi: İstila / The Stakelander<br />

Dede Korkut Hikayeleri: Salur Kazan Zoraki Kahraman<br />

11<br />

Çünkü Onu Çok Sevdim<br />

Dokuzuncu Hayat / The 9th Life of Louis Drax<br />

Kedi<br />

Mumya / The Mummy<br />

16 HAZİRAN<br />

Sniper: Duvar / The Wall<br />

Gençlik Başımda Duman / Heartstone<br />

Hayalet Hikayesi / Personal Shopper<br />

Sinyalciler<br />

Fırıldak Kedi / Pettersson und Findus<br />

Arabalar 3 / Cars 3<br />

Deccal 2<br />

23 HAZİRAN<br />

Recep İvedik 5<br />

Berlin Sendromu / Berlin Syndrome<br />

93 Yazı / Estiu 1993<br />

Tatlı Şeyler<br />

Korkacak Bi’Şey Yok<br />

Kara Gün / Patriots Day<br />

Transformers 5: Son Şövalye / Transformers:<br />

The Last Knight<br />

Büyü 2<br />

30 HAZİRAN<br />

Inconceivable<br />

2:22<br />

Plan B: Scheiß auf Plan A<br />

Tavşan Okulu / Rabbit School<br />

Katliam Günü / The Windmill Massacre<br />

Tam Gaz / Baby Driver


İÇİNDEKİLER<br />

18<br />

dosya<br />

ŞEKER BAYRAMINA ÖZEL<br />

Pınar, Şeker Bayramı için<br />

çikolatalı filmleri yazdı.<br />

48<br />

22<br />

46<br />

YASEMİN ÇONKA<br />

RÖPORTAJ<br />

ÖZGÜR BAKAR<br />

Deccal 2 geliyor Özgür<br />

röportajda saydırıyor.<br />

ALP NAVRUZ<br />

Fazilet Hanım ve Kızları’ndan<br />

<strong>Cinedergi</strong> sayfalarına....<br />

28<br />

WONDER WOMAN<br />

Egemen sordu, kimdir<br />

bu Wonder Women.<br />

34 THE MUMMY<br />

İbrahim Tom Cruise’lu The Mummy’nin<br />

sırlarını açıkladı.<br />

44 TRANSFORMERS<br />

Masis son Transformers filmi The Last<br />

Night’ı benim zorlamam ile yazdı.<br />

52 KORSAN FİLMLERİ<br />

Barbaros Hayrettin Paşa’dan Kaptan<br />

Sparrow’a korsan filmleri.<br />

58 DEDE KORKUT HİKAYELERİ<br />

Burak Aksak’ı<br />

Polat anlattı.<br />

64 LADY MACBETH<br />

Duygu Kocabaylıoğlu dergiye hızlı bir<br />

giriş yaptı ve feminist söylemle başladı<br />

70 DARIO ARGENTO<br />

Onur bu sefer ağır takılmak istedi ve<br />

Suspiria’nın peşinden gitti.<br />

76 HOLLYWOOD YAZ BOMBALARI<br />

Burak ABD’den yaz<br />

bombalarını yazdı.<br />

78 PERSONAL SHOPPER<br />

Murat Olivier Assayas’ın<br />

peşinden gitti.


ÖZEL KÖŞE<br />

32 SUSMAYAN KÖŞE<br />

Elif Dağdeviren Portakal’ı da<br />

devirdi mi?<br />

38<br />

88<br />

92<br />

94<br />

100<br />

BELGESELCİ<br />

Yüzleşme belgeseliyle yüzleşmenin<br />

zorluğunu Güzel anlattı.<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Fırat, Onur Doğan ile kısa filmin uzun<br />

dünyasını konuştu.<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

Nergiz Türk Malı’nın malını ortaya<br />

çıkardı...<br />

DİZİMANİA<br />

Gizem Merve Fİ dizisi üzerinden izleyiciye<br />

yürüdü...<br />

DİZİ RÖPORTAJ<br />

Alp Nevruz Banu’nun<br />

sorularını yanıtladı...<br />

MEVSiMLER TERSE<br />

DÖNDÜ, CINEDERGi<br />

DOLDU TAŞTI<br />

EDITO<br />

Yaşı yetenler için herşeyin dönüşümünü<br />

takip etmek şaşırtıcı oluyor. 1990’ların<br />

sonunda hatta 2000’lerin başında yılda<br />

10 Türk filmi çıkınca alkış tutardık. Bundan<br />

beş yıl öncesine kadar yazın izleyecek film<br />

bulmak zordu. Sinema dergisi yapmak ise<br />

imkansızdı. O dönemde çıkan Popüler Sinema,<br />

Beyaz Perde ve birçok dergi tercüme<br />

haberlere yüklenirlerdi. Hatta yazın sinema<br />

dergisi çıkmaz birkaç ay tatil verirlerdi kendilerine.<br />

Hoş biz hala bu alışkanlığı devam<br />

ettiriyoruz. Ama günümüzde yazları, kış<br />

mevsimini sinema açısından geçti. Baksanıza<br />

Blockbuster dediğimiz bütün filmler bu aylarda<br />

giriyor. Sadece Haziran ayında Wonder<br />

Woman, Tranformers, Mummy, Karayip<br />

Korsanları, Temmuz’da Dunkirk, Örümcek<br />

Adam, Maymunlar Cehennemi hepsi vizyonda.<br />

Zaten Editör sayfasının dosya bölümüne<br />

baktığınızda, yani hemen yanda nasıl tıkş<br />

tıkış olduğunu göreceksiniz. Bir de bunlara<br />

her hafta fvizyona giren iki, üç Türk filmini<br />

ekleyin. Bu doluluk artık yaz mevsiminin<br />

kış mevsimiyle yarıştığının kanıtıdır. Biz<br />

yaz köleleri de size filmleri yetiştirmeye<br />

çalışıyoruz. Şaka şaka ben<br />

Marmaris’te<br />

keyif çatıyorum:)


PEK YAKINDA<br />

ÖRÜMCEK-ADAM: EVE DÖNÜS<br />

Yönetmen: Jon Watts<br />

Oyuncular: Tom Holland, Michael Keaton, Robert Downey Jr.<br />

Konu: Yenilmezler ile yaşadığı maceranın büyüsüne kapılan genç Peter<br />

kendini kanıtlama isteğiyle dolup taşan bir gençtir. Ancak yaşı gereği birçok<br />

farklı sorumluluğu vardır. May halası ile yaşayan genç Peter bir yandan da<br />

ona göz kulak olan Demir Adam ile arkadaşlığını ilerletmiştir. Okul hayatına<br />

alışmaya ve sıradan bir genç gibi yaşamaya çalışan Peter’ın aklında ise suçla<br />

savaşmak ve dünyayı daha güvenli bir hale getirmek vardır. Vulture yepyeni<br />

bir düşmanı yaşadığı şehre gönderdiğinde ise Peter’ın kendini gösterme<br />

fırsatı çıkacak, ancak en değerli gördüğü herkes tehdit altında olacaktır...


ROCK’N ROLL<br />

Yönetmen: Guillaume<br />

Canet<br />

Oyuncular: Guillaume<br />

Canet, Marion Cotillard,<br />

Gilles Lellouche<br />

Konu: Genç bir yardımcı<br />

yıldız Guillaume Canet’e<br />

artık havalı olmadığını ve<br />

filmlerinin satmayacağını<br />

söyler. Bunun sonucu<br />

olarak Canet hırslanır<br />

ve ona haksız olduğunu<br />

kanıtlama yoluna baş<br />

koyar. Bu noktada da<br />

kız arkadaşı Marion<br />

Cotillard’ın yardımına<br />

başvuracaktır.<br />

ZOMBI<br />

EKSPRESI<br />

Yönetmen: Sang-<br />

Ho Yeon<br />

Oyuncular: Gong<br />

Yoo, Yumi Jung,<br />

Dong-seok Ma<br />

Konu: Yıkıcı bir<br />

zombi virüsü<br />

Güney Kore’yi<br />

etkisi altına<br />

almıştır. Bu<br />

sırada Seul’den<br />

Busan’a gitmekte<br />

olan trendeki<br />

yolcular hayatta<br />

kalma mücadelesi<br />

verecektir. Senartisti<br />

ve yönetmeni<br />

Sang-ho Yeon<br />

olan film dünya<br />

prömiyerini 2016<br />

Cannes Film<br />

Festival’inde<br />

yaptı.<br />

DUNKIRK<br />

Yönetmen: Christopher<br />

Nolan<br />

Oyuncular: Tom Hardy,<br />

Cillian Murphy,<br />

Mark Rylance<br />

Konu: Christopher<br />

Nolan’ın 2.<br />

Dünya Savaşı’nın<br />

kaderini belirleyen<br />

olaylardan biri<br />

olan Dunkerque<br />

Tahliyesi ile ilgili<br />

olacak olan filminin<br />

başrollerinde Mark<br />

Rylance, Kenneth<br />

Branagh ve Tom<br />

Hardy yer alırken,<br />

filmin kadrosunda<br />

Jack Lowden, Aneurin<br />

Barnard ve ilk<br />

kez film deneyimini<br />

yaşacak olan Fionn<br />

Whitehead ile Harry<br />

Styles da yer alacak.


PEK YAKINDA<br />

MAYMUNLAR CEHENNEMI: SAVAS<br />

Yönetmen: Matt Reeves<br />

Oyuncular: Andy Serkis, Woody Harrelson, Judy<br />

Greer<br />

Konu: Gişe hiti serinin son halkası In War for the<br />

Planet of the Apes filminde Sezar ve onun takipçileri<br />

insanlarla acımasız bir savaşta karşı karşıya gelirler.<br />

Fakat tüm inancına ve hırsına rağmen Sezar’ın ordusu<br />

büyük kayıplar verir. Kendisini ordusuna ve<br />

halkına karşı sorumlu hisseden Sezar, Colonel ile<br />

birebirde yüzleşmek için yola koyulur. Şimdi iki ırkın<br />

da geleceğinin kaderi bu yüzleşmeye bağlıdır...


VALERIAN VE BiN GEZEGEN<br />

iMPARATORLUGU<br />

Yönetmen: Luc Besson<br />

Oyuncular: Dane DeHaan,<br />

Cara Delevingnen<br />

Konu: 28. yüzyılda Valerian<br />

ve Laureline,<br />

insanların yerleşim<br />

alanlarına uygulanacak<br />

emirleri taşıyan bir<br />

operasyon biriminde<br />

görevlidirler. Savunma<br />

Bakanlığı’nın emriyle ikili,<br />

etkileyici bir şehir olan<br />

Alpha’ya görevlendirilirler.<br />

Alpha, evrendeki<br />

pek çok farklı türün<br />

bilgi, deneyim ve kültürlerini<br />

paylaşmak için yüz<br />

yıllardır bir araya geldiği<br />

bir şehirdir.<br />

ATOMIC<br />

BLONDE<br />

Yönetmen: David<br />

Leitch<br />

Oyuncular:<br />

Charlize Theron,<br />

James McAvoy,<br />

Konu: Lorraine<br />

Broughton MI6’in<br />

en ölümcül<br />

suikastçısıdır.<br />

Kaçış ustalığı ve<br />

yakın dövüşteki<br />

yeteneğiyle bilinmektedir.<br />

Soğuk<br />

savaş sırasında<br />

bir ajanın öldürülmesini<br />

araştırmak<br />

ve eksik ajanlar<br />

listesini bulmak<br />

için Berlin’e<br />

gönderilir. Yeni<br />

görevi için Berlin<br />

istasyon şefi<br />

David Percival ile<br />

işbirliği yaparlar.<br />

THE BYE<br />

BYE MAN<br />

Yönetmen: Stacy Title<br />

Oyuncular: Douglas<br />

Smith, Lucien Laviscount,<br />

Doug Jones<br />

Konu: Wisconsin’de<br />

üç üniversite<br />

öğrencisinin eski<br />

bir eve yerleşir. Bu<br />

dakikadan sonra<br />

başlayan olaylar zinciri,<br />

akla hayale gelmeyen<br />

aksiyonların<br />

başlangıcıdır. Önemli<br />

olan bu korkunç olaylara<br />

sebep olan şeyin<br />

ne olduğundan ziyade,<br />

kim olduğudur.<br />

The Bye Bye Man’in<br />

varlığından bir kere<br />

haberdar olmak, onun<br />

lanetiyle baş başa kalmak<br />

için yeterlidir.


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

AŞKIN VE SAVAŞIN SÜT KIVAMI!<br />

n Emir Kusturica’nın filmlerinin efektsiz,<br />

olabildiğince doğal, fantastik filmlerden<br />

olduğunu düşünüyorum, öyle ki yıllar<br />

yıllar önce yönetmenlerin ve ekiplerin<br />

kendi el yordamlarıyla yaptıkları kadar<br />

sahici, ironik ve bir o kadar da fantastik.<br />

Hatta yıllar önce Kusturica filmleriyle<br />

tanıştığımda çocukluğumu onun filmlerine<br />

benzetmiş, Çocukluğumda havanlarla,<br />

doğa ve bitkilerle giriştiğim hayat oyunununda<br />

tıpkı onun filmlerinin tadını bulmuştum.<br />

Kusturica’nın on yıl aradan sonra çektiği Aşk<br />

ve Savaş o kadar güzel başlıyor ki... Sanki<br />

savaşın uğramadığı, kötü insanların silinip<br />

gittiği bir masal diyarındayız. Aynada kendine<br />

bakmaktan kafayı yemiş tavuktan, süt içmekten<br />

hoşlanan yılana kadar her şey aslında,<br />

arka plana bakınca hayatın ve savaşın içinde<br />

yer buluyor kendisine. Hikaye o kadar bildik ki..<br />

Üçlü bir aşk hikayesi. Sütçü ve gizemli İtalyan<br />

kadın arasında gayet masumane ve fantastik<br />

şekillenen aşk, dünyanın kötü düzenine direnmeye<br />

çalışıyor. Tabii gücü yettiğince...<br />

Kusturica savaşın ortasında, acıların içinde<br />

yaşama yolunu bulmuş ve bunu filme aktarmaya<br />

karar veren bir yönetmen. Ama acılı<br />

tarafın daha çok Bosna olduğunu düşünürsek,<br />

Kusturica’ya da işin ironisinin peşine takılmak<br />

kalıyor diyebiliriz. Ya da savaş pskilojisini<br />

dışarı taşırma isteğinin. Her Kusturica’yla<br />

ilgili laf açıldığında 2010 yılında Antalya Altın<br />

Portakal’da yapılan protesto aklıma geliyor.<br />

AKM’nin önünde konser veren, hatta o sene<br />

jüri üyesi olan Kusturica en çok da Semih<br />

Kağlanoğlu ve ekibinden protesto yemiş ve<br />

Antalya’yı terk etmişti. Yine bir şekilde Semih<br />

Kaplanoğlu’yla yolu buluşan Kısturica bu sene<br />

On the Milky Road / Aşk ve Savaş filmiyle festival<br />

kataloğunda yer aldı. Ama sonra gösterimler<br />

apar topar iptal edildi. Bunda Ulusal<br />

yarışma jüri başkanı Kaplanoğlu’nun parmağı<br />

var mı bilinmez ama Kusturica’ya bu ülkenin<br />

festivallerinin yolu kapanmış gözüküyor.<br />

Cuma günü vizyona girecek film başrolünü<br />

Monica Belluci’yle paylaştığı, kendisinin<br />

sütçülük yaparak geçimini sağladığı bir adamı<br />

canlandırdığı Kusturica, bir adamın farklı dönemlerini<br />

anlatıyor. Aşkı eksik etmeden, savaşın<br />

en büyük kaçış noktasının barıştan sonra aşk<br />

olduğunu sonuna kadar vurgulayarak. Tabii<br />

film detaylardan ilham alıyor, sütçünün eşekle<br />

ve yılanla dostluğu, bir kuyunun saklama gücü<br />

ve bir aşkın kaçırtan çılgınlığı. Bütün bunlar<br />

biraraya gelince şiir gibi, ince ince işlenmiş,<br />

detaylandırılmış bir film çıkıyor karşımıza. Taa<br />

sonuna kadar. Bir savaşın her yerine dokunan,<br />

toprağa yerleştirilmiş mayınlarla yaşamın ve ölümün<br />

anını sorgulayan yönetmen bir yerden sonra<br />

bambaşka bir yola sokuyor filmini. Es geçilen,<br />

kurşun vızıltıları arasında yaşanan bir hayatın


dökümü gibi ondan sonrası. Çimenlerin üstünü<br />

koyunlarla kaplayamıyorsanız, taşlarla kaplayın,<br />

doğayı yok edin kafası uzanıyor bir yerden. Bir<br />

yandan da o taşları taşımanın yolculuğu, sabrı<br />

ve sınanması karşısında gittikçe içine çekilen bir<br />

dünyanın adamı olmanın yalnızlığını anlatıyor.<br />

Savaş bir mücadele. Etrafınızda vızıldayan<br />

kurşunlara karşı kendi şarkınızı yaratmak<br />

zorunluluğu doluyor sanırım. Kusturica her zamanki<br />

gibi kendi ayrıksı şarkısını mırıldanıyor.<br />

Savaşın ortasında yeşertilen bir aşkın kaçısı da bir<br />

hayli absürd ve karanlık oluyor. Özellikle dediğim<br />

gibi koyunların mayınlarda patladığı sahne çok<br />

etkiliydi. Ve güzelller güzeli Belluci’nin bedenini<br />

savaşın kalıntılarına teslim ediş anı…<br />

Filmi izlerken ayrıntılara dikkat etmek önemli,<br />

zaten film yarattığı büyülü dünyanın detaylarında<br />

izleyici hipnotize ediyor diyebiliriz. Kızı Dunja ile<br />

kaleme aldığı kısa film Our Love’dan yola çıkan<br />

yönetmen savaşın ortasında kalmış insanların<br />

ruh halini sorguluyor ve kendisini tüm aşamalara<br />

vakfetmiş bir adamın etrafında düğümleniyor.<br />

Anlatım konusunda son derece düz ve sade<br />

davrandığını söylemiş yönetmen. Sonlara doğru<br />

öyle diyebiliriz ama usta yönetmen başlarda<br />

özellikle sanatını fazlasıyla konuşturuyor. Sonlra<br />

doğru ise yenilginin sessizliğinde kendi sorgu<br />

dünyasına çekiliyor. Gayet keyifle, bazı yerlerde<br />

içimiz acıyarak ama merakla izlenen bir film<br />

olmuş Aşk ve Savaş.


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

BU NEYiN SENDROMU?<br />

n Eskişehir Film Festivali’nde gece<br />

yarısı sineması etkinliğinde izleme şansı<br />

bulduğum ve bu ay vizyona girecek olan<br />

“Berlin Sendromu” maalesef ki türünün<br />

başarısız örneklerinden biri. Peki ama<br />

neden?<br />

Avusturyalı foto muhabiri olan Clare Andi,<br />

Berlin’de tatil yaparken oranın yerlisi olan<br />

karizmatik bir erkekle tanışır ve arlarında<br />

anlık bir çekim yaşanır. Tutkulu bir gecenin<br />

ardından romantik bir başlangıç yaşanmış<br />

gibi görünmesine rağmen, Clare uyandığında<br />

kendini Andi’nin apartman dairesinde kilitli<br />

bulur. Bunun bir unutkanlık sonucu olduğunu<br />

zanneden Clare’in bilmediği şey ise Andi’nin<br />

onu bırakmaya hiç niyeti yoktur. Cate<br />

Shortland’in yönettiği Teresa Palmer, Max<br />

Riemelt ve Matthias Habich’in oynadığı film<br />

Avustralya’nın son dönem göz bebeklerinden<br />

biri olarak gösterilse de gereksiz uzunluğu ve<br />

seyirciyi ikna edemeyen senaryosuyla bariz bir<br />

şekilde çuvallıyor.<br />

Filmin Avustralyalı yönetmeni Cate Shortland,<br />

Avustralya Film Televizyon ve Radyo<br />

Okulu’nda Yönetmenlik Bölümü’nü bitirdikten<br />

sonra birkaç tane kısa filmle sektöre giriş<br />

yapmış. İlk uzun metrajlı filmi “Somersault”<br />

2004 yılında Cannes Film Festivali’nde Belirli<br />

Bir Bakış bölümünde ilk kez gösterildi.<br />

Eleştirmenler tarafından hayli ilgi görmüştü bu<br />

film. Ancak Shortland kendisinden bekleyen<br />

ivme ve üretimi pek gösteremedi. 2012’de<br />

“Savaşın Gölgesinde” isimli dramdan sonra<br />

bambaşka bir alanda, gerilimde şansını denedi.<br />

Ancak iyi bir fikirden yola çıkan “Berlin Sendromu”<br />

yönetmenin önünü tıkayacağa benzer.<br />

Zira film dünya çapında da pek beğenilmedi.<br />

Kanımca bu filme uzun gelen 116 dakikalık<br />

süresiyle, parlak fikrini saçma sapan, çetrefilli<br />

yollara sokarak öldürmüş yönetmen. Melanie<br />

Joosten’ın aynı adlı romanından uyarlanan<br />

senaryonun o kadar çok çapağı var ki, seyirciyi<br />

filmin içine almamak için çok bahanesi var.<br />

Hastalıklı bir öğretmenin sıradan bir kadın turisti<br />

alıkoyup ona aşırı sevgi besleyerek kişisel<br />

hak ve özgürlüğünden mahrum bırakması fikri<br />

elbette bir gerilim filmi için kulağa hoş gelen fikir<br />

olarak gelebilir. Ancak filmin çetrefilli senaryosu,<br />

bunu mümkün kılmayarak gerilimin ve seyircide<br />

oluşabilecek kötü ruh halinin oluşmasına mani<br />

oluyor. Bir süre sonra da filmin hiçbir inandırıcılığı<br />

kalmıyor. Örneğin öğretmenin babası ile olan<br />

ilişkisi ve yaşadıkları belki romanda işlevseldi<br />

ancak bunun senaryoya hiç bir katkısı yok.<br />

Avustralyalı, sıradan, tek başına Avrupa’yı hem<br />

iş hem gezi için dolaşan bir turist kadını çok iyi<br />

canlandırmış Teresa Palmer. Yine, aynı şekilde,<br />

dışarıdan bakıldığında hiç bir ruhsal rahatsızlığı<br />

gözükmeyen, sürekli çevremizde gördüğümüz<br />

başarılı insan tiplemelerine layık ancak içinde<br />

titiz ve oldukça planlı bir sapığı yaşatan Berlinli<br />

öğretmeni canlandıran Max Riemelt filmin elle


tutulur değerlerinden. Film ne yazık ki bu iki<br />

performansı boşa çıkartmış. Stockholm sendromu<br />

deyişini duymuşsunuzdur; rehinenin kendisini<br />

rehin alan kişiyle olası diyalog sürecinde<br />

oluşan, duygusal anlamda sempati ve empati<br />

oluşması olarak özetlenebilecek psikolojik durumu<br />

anlatan bir terim... Film ismini ve içeriğini bu<br />

terime dayayarak seyirciyi başta koşullandırarak<br />

avantaj sağlamaya çalışsa da filmin sadece çok<br />

kısa bir bölümünde bu sendromun etkisini görebiliyoruz.<br />

Gerisi, tutsak olduğu evden kaçmaya<br />

çalışan ve bunun için her yolu deneyen çaresiz<br />

bir kadınla ilgili...<br />

Filmde sevdiğim ender ayrıntılardan biri ise<br />

ünlü ressam Gustav Klimt’e yapılan göndermelerdi.<br />

Turist Clare’in kitapçıda Klimt’in eserlerine<br />

hayranlıkla bakması ve Andi’nin de bir Klimt<br />

hayranı çıkması onların en büyük bağlantı ve<br />

hatta belki de tek ortak noktası. Zira, eserlerinde<br />

çoğu zaman zarif bir erotizm göze çarpan<br />

Klimt’in birincil resim konusu kadın bedenidir ve<br />

resimlerinde aşık olduğu bir kadını sık sık model<br />

olarak kullanmıştır. Filmimizin arızalı adamı Andi<br />

de, Klimt’e olan hayranlığını evinde tutsak aldığı<br />

kadınların polaroid fotoğraflarını çekerek belki<br />

de onun sanatını bir bakıma yeniden yaratmaya<br />

ya da taklit etmeye çalışıyor.<br />

Şurası kesin ki, seyirci bu tarz filmlerde daha<br />

fazla şiddet, sapkınlık ve de kan görmek istiyor.<br />

Buna bir şekilde alıştırıldı çünkü... “Berlin<br />

Sendromu” heyecan yaratabilecek fikri<br />

ve iyi oyunculukları dışında seyircisini tatmin<br />

edemeyeceğini düşündüğüm zayıf bir yapım<br />

olarak hafızamda kalacak. Hiç kalmayabilir de...


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

GÜNEY KORE KADAR OLAMADIK<br />

n Güney kore sineması son dönemlerde<br />

bir iniş trendine girdi. Bunun sebebi<br />

hem artık tanıdık ve bizi şaşırtmayan bir<br />

sinema olması hem de yönetmenlerinin<br />

Hollywood zehirini kana kana içmeleri.<br />

Öncelikle bütün G. Kore korku filmleri<br />

Hollywood tarafından uyarlandı. Bu<br />

yetmedi Koreli yönetmenler Hollywood’a<br />

devşirilip kendi filmleri Amerikan tarzında<br />

tekrar kendilerine çektirildi. Kısacası Güney<br />

Koreli yönetmenleri yönetmen yapan sinema<br />

anlayışı kendileri tarafından terkedildi. Bunun<br />

sonucunda sinemasal olgunlaşmasında<br />

çarpıklıklar olan, kendi kökeninden uzaklaşan<br />

bir yönetmenler grubu ortaya çıktı. Bu<br />

hafta vizyona giren Karanlık Görev-Age Of<br />

Shadows’un yönetmeni Jee Woon Kim bu tür<br />

yönetmenlere çok iyi bir örnek. Karanlık Sırlar,<br />

Acı Tatlı Hayat, İyi Kötü Tuhaf ve Şeytanı<br />

Gördüm gibi harika filmlerle tanıdığımız Jee<br />

Woon Kim 2012’de çektiği Kıyamet Kitabı ile<br />

bir miktar geriye adım attı. 2013’te ise Hollywood<br />

endüstrisine çıkartma yapan yönetmenin<br />

ünlü yıldızlarla çektiği Geçit Yok-The<br />

Last Stand kendi adına büyük bir bozgundu.<br />

Onun o tuhaf egzantrik, tedirgin edici filmlerinin<br />

yerine bol patlamalı, saçma Hollywood<br />

espirileriyle dolu taklit bir film çıktı karşımıza.<br />

Başrollerinde Arnold Schwarzenegger, Forest<br />

Whitaker, Johnny Knoxville gibi ünlülerin<br />

olması da birşey değiştirmedi. Bu yıkımın<br />

kendisi de farkında olmalı ki kendi topraklarına<br />

dönüp Güney Kore tarihinde önemli yer tutan<br />

Japon istilasına karşı verilen mücadelenin<br />

hikayesini çekti filme. Üstelik daha önce<br />

filmlerinde yer alan kült oyuncularıyla bunu<br />

yapmayı uygun gördü. Filmin başrolünde<br />

oynayan Kang-ho Song çok iyi bir aktör, her<br />

role girebiliyor ve kendine has bir tat bırakıyor.<br />

Bir diğer oyuncu Byung-hun Lee dünya<br />

sineması arenasında kendini kanıtlamış olsa<br />

da Kang Ho Song oynadığı filmlere daha<br />

büyük katkı yapıyor bence. Filmin hikayesine<br />

gelince bir zamanlar Kore’nin bağımsızlığı<br />

için mücadele veren Lee, artık Japon emniy-<br />

etinde komiser olarak hayatına devam ediyordur.<br />

Direnişe sızıp içeriden çökertme emri geldiğinde<br />

ise kendini hiç beklemediği bir kumpasın içinde<br />

bulur. Örgütün lideri Kim Woojin ile tanışır. Tarihin<br />

zıt taraflarında duran ve birbirlerinin gerçek kimliklerinin<br />

farkında olan bu iki adam, bilgi alabilmek<br />

adına yakınlaşarak çok tehlikeli bir denge kurar.<br />

Bu sırada örgüt, Şangay’dan patlayıcı temin<br />

ederek Seul’daki Japon tesislerini hedef almayı<br />

planlıyordur. Operasyon esnasında adeta bir kedifare<br />

kovalamacası başlar, kaçan da kovalayan<br />

da birbirini kullandığı için durum tüm tahminlerin


ötesinde bir çıkmaza girer. Lee, bu karmaşanın<br />

ortasında hızlı bir karar vermek zorundadır. Çünkü<br />

bomba dolu bir tren sınırı geçerek Seul’a doğru<br />

hızla yol alıyordur... Film yönetmen Jee Woon<br />

Kim’in kendi sinemasının bütün iyi yanlarını<br />

taşıyor. Üstelik yönetmen eski başarılı filmlerinden<br />

daha da iyi bir denge tutturmuş yapımda.<br />

Bu film ne kanlı sahnelere dayanıyor ne de ucuz<br />

vatansever söylemlere. Hem iyi casus filmlerinin<br />

durağanlığını taşıyor üstünde hem de işkence<br />

sahnelerinde tüylerimizi diken diken edecek kadar<br />

acıyı duyumsamamazı sağlıyor. Zaten bu yüzden<br />

de Karanlık Görev - Age Of Shadows Oscar adayı<br />

olabilmiş. Bu tür filmleri her yazdığımda geldiğim<br />

noktayı tekrar hatırlatacağım. Bizim gibi köklü<br />

bir tarihi olan koskoca bir imparatorluktan gelen,<br />

cumhuriyeti kurmak için Yunan’a ve ona destek<br />

olan yedi düvele karşı Kurtuluş Savaşını veren<br />

bir ülkenin sineması nasıl bu kadar suskun olabilir?<br />

Bu ayıptır. Bir Güney Kore kadar olamadık.<br />

Bu lafım sinemasal başarısına değil Kore’nin.<br />

Azıcık tarihinden çıkardığı vatanperver filmlerin<br />

çokluğundan söz ediyorum. Onların sinemacıları<br />

daha mı vatansever? Bunu sormalıyız kendimize.


AĞZIMIZ TATLANSIN<br />

Bu ay 24-27 Haziran tarihleri arasında kutlanacak Şeker<br />

Bayramı öncesi, çikolata ve şekerlemeleri konu alarak<br />

hem ağzımızı hem gönlümüzü tatlandıran filmleri ele aldık<br />

PINAR KARAHAN<br />

n Uzun uzun<br />

düşünüyorum ancak<br />

çikolata ve rengarenk<br />

şekerlemelerin yerine<br />

koyabilecek başka bir<br />

ürün bulamıyorum.<br />

İnsana resmen gizli<br />

bir mesaj yollayan<br />

kokuları, seçmemizi zorlaştıran renkleri,<br />

anlatmakta zorlanacağımız tatları... Her<br />

biri birer mucize gibi duruyor.<br />

Çikolata: Toplumsal mesaj nesnesi<br />

Neredeyse en özel anlarımızda çikolata ve<br />

şekerlemeler var. Doğum günlerimizde,<br />

kız isteme, nişan ve düğün gibi kutlamalarda,<br />

sevgililer gününde, misafirlikte...<br />

Birleştirici bir güce sahip. Ofise<br />

gelen bir kutu çikolata, anında herkesin<br />

işe ara verip etrafında toparlanmasını<br />

sağlayabiliyor. Tanışmak istediğin kişiye<br />

bir parça çikolata uzatıp iletişim kurabiliyorsun.<br />

Ancak öyle bir gün var ki çikolata ve<br />

şekerlemeler ile ilgili en güzel anılarımız<br />

o güne ait: Ramazan ya da diğer adıyla<br />

Şeker Bayramı. Bu yıl 24-27 Haziran tarihleri<br />

arasında kutlanacak olan Bayram’da


yine çocuklar kapı kapı dolaşıp<br />

şeker poşetlerini doldurmaya<br />

çalışacak. Uzatılan şeker ve çikolata<br />

kaselerinden kibarlık gereği<br />

bir tane alırken seçmekte zorlanıp<br />

utanacaklar.<br />

Peki, sinema, bu büyü etkisi olan<br />

ürünleri görmemezlikten gelmiş<br />

olabilir mi? Elbette hayır! Birçok<br />

sinema filmine konu olan<br />

şeker ve çikolatalar, filmlerin<br />

ilk dakikalarından itibaren ağız<br />

sulandırıcı etkisini gösteriyor.<br />

Willy Wonka ve Çikolata Fabrikası<br />

(1971)<br />

Filmin akıllı ve gözü tok kahramanı<br />

Charlie de her çocuk gibi çikolatayı<br />

çok sever ancak ailesi o kadar<br />

fakirdir ki sadece doğum günlerinde<br />

çikolata yiyebilir. Yaşadıkları<br />

şehirdeki çikolata fabrikasının<br />

sahibi Willy Wonka, fabrikada<br />

bir gezi vaadiyle yarışma düzenler.<br />

5 çocuk fabrikayı gezecektir.<br />

Wonka’nın asıl amacı yerine<br />

geçecek varisi seçmektir.<br />

Roald Dahl tarafından 1964<br />

yılında yayınlanan ‘Charlie<br />

and the Chocolate Factory’<br />

adlı çocuk romanının ilk<br />

sinema uyarlaması olan film,<br />

çikolatanın eşsiz dünyasına<br />

güzel bir yolculuk yaratıyor.<br />

Film, bugüne kadar yapılmış<br />

en iyi çocuk filmlerinden biri<br />

olarak kabul görüyor.<br />

Çikolata (2000)<br />

Sanırım çikolata ve sinema<br />

denildiğinde akla ilk olarak, Johnny<br />

Depp (Roux) ve Juliette<br />

Binoche’un<br />

(Vianne) başrolünü<br />

üstlendiği ‘Çikolata’<br />

filmi geliyor. Ufak<br />

bir Fransız köyüne<br />

taşınıp açtığı çikolata<br />

dükkanı ile tüm<br />

köy halkının hayatını<br />

değiştiren Vianne’in<br />

yaptığı çikolataların<br />

yanı sıra hiçbir zaman<br />

karizmasından ödün vermeyen<br />

Roux ile yakınlaşması izleyenleri<br />

etkisi altına almayı başarıyor.<br />

Ekranda pişen çikolatanın kokusu<br />

adeta burnunuza kadar geliyor.<br />

Binoche’un dediği gibi, “Bu çikolata<br />

hakkında bir film. Nasıl kötü<br />

olabilir ki?”<br />

Charlie’nin Çikolata<br />

Fabrikası (2005)<br />

Hiç şüphesiz ilk<br />

uyarlamanın ardından<br />

ikinci filmdeki en<br />

büyük artı Willy<br />

Wonka’yı Johnny<br />

Depp’in canlandırması.<br />

Fantastik yapımların<br />

usta ismi Tim Burton’ın<br />

yönettiği filmin konusu<br />

ilk filmle tamamen aynı olmasına<br />

karşın, Wonka’nın aile yapısına,


yaşadıklarına ve babasıyla ilişkisine<br />

odaklanmayı da ihmal etmiyor. Müthiş<br />

çikolata görüntüleri eşliğinde hem<br />

küçüklerin hem de büyüklerin favori filmleri<br />

arasında yer almayı başarıyor.<br />

Les Emotifs Anonymes (2010)<br />

Türkçe’ye ‘İsimsiz Romantik’ olarak çevrilen<br />

filmin başrollerini, ‘Ancak bu kadar<br />

birbirine uyumlu ikili olur’ dedirten Benoıt<br />

Poelvoorde (Jean-Rene) ve Isabelle Carre<br />

(Angelique) üstleniyor. Topluma karışmak<br />

ve iletişim kurmakta oldukça zorlanan,<br />

bu yüzden birbirlerine oldukça benzeyen<br />

ikilinin yolu Jean-Rene’nin çikolata<br />

dükkanında kesişiyor. Utangaçlığı nedeniyle<br />

yıllarca dillere destan olan çikolataları<br />

yapan kişi olduğunu saklayan Angelique,<br />

burada da durumu anlatamayınca satış<br />

görevlisi olarak işe başlıyor. Daha ilk<br />

görüşte birbirlerinden etkilenen ikiliyi<br />

birleştiren ise çikolatanın o dayanılmaz<br />

gücü oluyor.<br />

Bonus:<br />

Çukulata: Çikolatanın Yerli Tarihi<br />

Çikolatanın Osmanlı topraklarına nasıl<br />

geldiği, ne gibi işlevler yüklendiği, nasıl<br />

sunulduğu, nasıl algılandığı, Cumhuriyet<br />

dönemine nasıl devrolduğu, 1960’lara<br />

kadar nasıl bir yol izlediği ve bugünkü<br />

itibarlı konumuna nasıl kavuştuğunu anlatan<br />

kitabın belgeseli yayınlandı. Belgeseli<br />

izlerken, Avrupa’nın bile beş asırdır bildiği<br />

çikolatanın olmadığı dönemi düşünmek<br />

şaşırtıcı geliyor. Bugün bildiğimiz haliyle<br />

çikolatanın tarihi ise 150 seneyi geçmiyor.<br />

Böylesine hayatımızda yer etmiş bir ürün<br />

için ne kadar da kısa bir süre...


GERÇEK HAYATA<br />

GÖRE KORKU<br />

FiLMLERi NAiF<br />

KALIYOR...<br />

Deccal 2’nin yönetmeni Özgür<br />

Bakar, Türk korku sinemasının<br />

temel direklerinden. Yönetmenle<br />

hem sinemasını hem de endüstrinin<br />

çarpıklıklarını konştuk.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Azazil Düğüm, Helak Kayıp Köy, Ammar<br />

ve Deccal serisi, Özgür Bakar’ın üretiminin<br />

ne kadar sürekli olduğunun kanıtı. Komedi<br />

dizileri, filmleri ve korku yani türler arası<br />

da dolaşan bir kabiliyet. Başarılı yönetmenin<br />

daha çok filmini seyredeceğimizi<br />

düşünüyorum. Yaptığı korku filmlerinde<br />

yöresel olma dışında evrensel olmayı da<br />

önemseyen az yönetmenden biri Bakar. İşte<br />

onunla yaptığımız röportaj.<br />

İlk olarak senaryo ile başlayalım. Senaryo<br />

nasıl ortaya çıktı ve diğer filmlerin<br />

senaryoları ile ne farklılıklar var aralarında?<br />

İki tane cin temalı filmle başladığım kariyerime<br />

devam ederken bu temadan sıyrılıp<br />

farklı bir şeyler yapmak için Helak: Kayıp<br />

Köy filmini çektim. Yine islami bir korku<br />

öğesi olan kabir azabını metaforik bir kurguyla<br />

birleştirdim. Vizyon tarihi yüzünden<br />

güme gitse de film günün sonunda çok güzel<br />

bir yere oturdu ve demek ki oluyormuş<br />

Ö


ZGÜR BAKAR<br />

dedim. Bir sonrakinde islami dozu da azaltıp<br />

evrensel boyuttaki kadim bilgilere dayanacak<br />

ve gücünü sinemasından atmosferinden<br />

alacak bir film yapmak istedim. Alper’le<br />

kıyamet alametlerine yoğunlaştık ve üç<br />

dinde ortak rivayetleri barındıran bir kehanet<br />

yakaladık. Bilgileri toplayınca iyi bir<br />

hikaye için çok fazla detay olduğunu gördük.<br />

Doğması beklenen ve kötülüğün habercisi<br />

bir bebek üzerine düşünmeye başladığınızda<br />

gerisi kendiliğinden gelmeye başlıyor.<br />

Diğer filmlere oranla farkı içinde Türkiye’de<br />

çekilmiş korku filmleri arasında aksiyon<br />

sahnelerinin bu kadar fazla olduğu başka bir<br />

örnek yok diyebilirim.<br />

Geçen filminizde bilgisayar efektleri<br />

ağırlıktaydı. Bu filmde nasıl durum?<br />

Yine yoğun bir şekilde efekt kullandık. Filmin<br />

korku sahnelerinin hemen hepsinde digital<br />

bir müdahele var. 45 kişilik bir efekt ekibi<br />

çalıştı.<br />

Sizin sinematografinize bakınca, ilk başta<br />

kısa filmlerden başlamışsınız, ardından<br />

komedi ağırlıklı senaryolarınız var ve korku<br />

sineması. Komediden korkuya geçiş bir<br />

tezatmıdır yoksa aralarında görünenden<br />

daha sıkı bir ilişki mi var?<br />

Duyguların birbirine tezat olduğu gibi ürün<br />

ortaya koymanız için ikisi içinde çok yeterli<br />

birikime sahip olmanız gerekir İkisinin de<br />

dünyası birbirinden 180 derece farklı. Benim<br />

durumum Basketbol ve Futboldan eşit derecede<br />

hoşlanan bir sporseverin durumu gibi<br />

diyebiliriz. Daha geriye gidersek mizah dergilerinde<br />

çok zaman geçirip oradan komedi<br />

dizilerinde çalıştığımdan çevremde benden<br />

öyle bir beklenti vardı. Asıl bileziğim de<br />

komedidir. Çok iyi sit-com diyaloğu yazma<br />

antrenmanım vardır. Fakat şu an televizyonalrda<br />

hiç komedi dizisi kalmadığı gibi komedi<br />

türünde üretilen filmler de mutlu olacağım<br />

bir tarz değil. . Kısa film çekerken Korku denemelerim<br />

olmuştu. Yaptığım korku filmlerinde<br />

kontrolün tamamen bende olması çok<br />

hoşuma gidiyor. Oturmamış bir tür olduğu<br />

için çok iyi oyuncularla, ekiplerle çalışsanız<br />

bile herkes bir şekilde sizin istediğiniz şeyi


yakalamaya çabalıyor. Komedide yetenekli<br />

oyuncular veya yazmadığınız bir senaryoyu<br />

çekmeniz sizin yönetmenliğinizin önüne geçebiliyor.<br />

3 milyonun üstünde bilet satan komedi<br />

filmlerini izleyen seyircinin özel bir ilgisi yoksa<br />

hiç biri yönetmenini tanımıyor. Star üzerinden<br />

satılan bir ilişki var. Yaptığım komedi filmini bu<br />

yüzden kimse izlemedi. Espri düzeyi olarak bir<br />

eksiği olduğunu düşünmüyorum yoksa. Korkuda<br />

daha yönetmenine dönük bir beklenti var, butik<br />

alanımızı yarattık.<br />

Türkiye’de oyuncular idmanlarını hep yabancı<br />

korkulardan alırlar. Çünkü Türkiye’de korku<br />

sineması yönetmenlik ve sinema dili olarak<br />

oluşmaya başladı ancak oyunculuk açısından<br />

daha yeni. Bir yönetmen olarak bu dezavantajı<br />

nasıl çözüyorsunuz?<br />

Batının iyi yanlarını almalarında zarar görmüyorum.<br />

Özellikle dünyaca ünlü kadın starların bir<br />

çoğunun ilk deneyimi korku türünde. Oyuncum<br />

Merryl Streep’ten faydalanıyorsa bunda kötü<br />

bir şey yok. Önemli olan içselleştirip kendi<br />

kültüründe nasıl bir şeye çevirdiği. Ayrıca ekstrem<br />

örnekler de var. Musallat 2’nin finalindeki<br />

Başay Okay’ın performansı, Dabbe 4’deki gelin<br />

sahnesindeki kızın performansı, Ammar’da<br />

Duygu’nun finaldeki kriz sahnesi bence dünyadaki<br />

örneklerden çok uzak ve özgün.<br />

Korku filmlerinden korkar mısınız?<br />

Hayır. Mesleki deformasyon ya da şu an<br />

yaşadığımız çağın gerçeklerinin daha korkunç<br />

olması bu duygumu öldürdü. Korku filmleri daha<br />

naif geliyor.<br />

Şu lafa çok takılıyorum “Yine mi cin? Yine mi<br />

cin?” Gerçekten Cin konusu bıktıracak kadar<br />

işlendi mi?<br />

Bıktıran Cin konusu değil, kötü filmler. Hangi alanda<br />

ne tutarsa tutsun taklidini yapma uyanıklığı.<br />

Yani iyi ve farklı temalarla birleştirilerek üretilen<br />

emek verilmiş her cin filmi, iyi yapılmış “imkansız<br />

aşk” teması gibi bıktırmayacak bir konudur.<br />

Sinemacılar tarafından baktığımız zaman kafamdaki<br />

bir diğer soru şu, biliyoruz ki dünya korku<br />

sinemasında “Gerçek hikayeden alıntıdır” lafını<br />

duyarız hep. Şeytan çıkarma hikayelerinde de<br />

bu çok güzel kullanılmıştır tanıtım için. Fakat<br />

Türkiye’de bu çok ucuz kullanılıyor ve her film


nerdeyse gerçek hikayeden alıntı. Bu anlamda,<br />

bu tanıtım stratejisinin artık yanlış<br />

işlediğini düşünüyor musun?<br />

Haklısın. Ben de artık bizim filmlerimizde<br />

bir katkısı ya da inandırıcılığı olduğunu<br />

düşünmüyorum. Fakat yabancı, “şeytan”<br />

temalı filmlerde bile böyle bir ibare<br />

konduğunda birazcık araştırmayla spekülatif<br />

bile olsa bir yerde gerçekten cereyan<br />

etmiş ve basın arşivlerine yansımış bir olay<br />

olduğunu görüyorsunuz. Bizde tamamen<br />

palavra!<br />

Korku filmleri üretirken, Türkiye’de<br />

sinemanın, aslında yurtdışında olduğu gibi<br />

bir eğlence sanatı olduğunu düşünüyor<br />

musunuz? Türkiye cidden bunu bu şekilde<br />

algılıyor mu sizce? Yoksa gereğinden fazla<br />

mı sanat yönüne endeksleniyoruz camia<br />

olarak.<br />

Seyircinin algılama biçimi çeşitlilik gösterebilir<br />

ben kendi adıma konuşursam benim için<br />

tamamen eğlence sinemasının bir ürünü.<br />

Sinemayı kullanarak gülme, korkma, içlenme<br />

gibi duyguları harekete geçirip insanlara<br />

türüne gore bir şeyleri hatırlatmak, benimsetmek,<br />

güzel vakit geçirtmek birincil amacım.<br />

Yaptığımız filmlerin uzun yıllar sonra iyi<br />

hatırlanması için incelikli çalışmak da disiplinimin<br />

temel motivasyonu.<br />

Hasan Karacadağ’ın, Alper Mestçi’nin ve<br />

sizin hepinizin ortak bir tercihi var, filmlerinizde<br />

çok tanınmış insanlar kullanmıyorsunuz.<br />

Bu sizce avantaj mı, dezavantaj mı? Eğer<br />

söz konusu gişeyse, korku sinemasını<br />

güçlendirmekse, ismi olan oyunculardan<br />

yararlanmamak neden?<br />

Bunun çok geçerli sebepleri var. Bugün yine<br />

köy yerinde geçen cin temalı film çeksem<br />

çok yüzü eskimiş birini kullanmak istemem.<br />

Karakterle empati kurmayı hızlandıran bir<br />

strateji. Ayrıca tanınmamış iyi oyuncuları da<br />

insanlara tanıtmak adına iyi bir fırsat. Fakat<br />

Deccal serisinde daha şova yönelik, tamamen<br />

dışa dönük bir biçim tasarladığımız<br />

için tanınmış oyunculardan bir kadro kurduk.<br />

Yani her fimin ihtiyacına gore tercihler<br />

yapılıyor. Karacadağ ihtiyaç duyduğunda


Hollywood starı bile oynattı. Ben Aysan Sümercan,<br />

Sait Genay gibi ustalarla, Burak Sarımola,<br />

Ozan Akbaba, Murat Prosçiler, Öznur Serçeler,<br />

Halil Sezai gibi populer bir çok oyuncuyla<br />

çalıştım. Kastınız Şener Şen’se başka türü<br />

bırakın başka filmi de bırakın başka yönetmenle<br />

bile çalışmıyor.<br />

Deccal 2’nin konusunun The Omen serisiyle benzerlikleri<br />

var mı? Bir etkilenme söz konusu oldu<br />

mu?<br />

İkisi de Deccal’i anlatıyor ama anlattığımız<br />

dönemler farklı. Omen’de beklenen çocuk çoktan<br />

doğmuş 6 yaşında. Biz iki film çektik birinde<br />

çocuk yok ikincide hala bebek. Belki üçüncü<br />

filmde çocuk artık büyüyeceği için benzetenler<br />

olacaktır. Aynı sahneleri çekmesek bile atmosferi<br />

benzeten olacaktır. Sonuç olarak kehanet aynı<br />

kehanet ve sadece onlara ait değil. Biz daha çok<br />

Ortadoğu bakış açısına gore anlatıyoruz ve bu da<br />

aslıdna bizi baya farklı kılıyor. Yurtdışında izleyenlerin<br />

benzerlerlik bulamadığı iki filmde bizim<br />

burada benzerlik var dememiz zorlama olur.<br />

Güney Kore ve İspanya korku sineması<br />

Hollywood’un dikkatini çekti ve yıllardır bir tekrar<br />

çekim furyası devam ediyor. Türk korku sineması<br />

bu raddeye sizce niye gelemedi?<br />

Tekrar çekimlerin gündeme gelmesi için<br />

geçmişinizin olması lazım. Türkiye’de 3 senedir<br />

aktif korku filmi çekiliyor. Belki bir 30 sene<br />

sonra olursa olur. Fakat ilginçtir ki ilk yapmak<br />

istediğimiz korku filmi aslında bizde de bir<br />

yeniden çevrim olan 1963 yapımı “Kötü Tohum”<br />

filmiydi. Elimizde senaryoyla ilk para aradığımız<br />

projeydi. Hala çekmek gibi bir niyetimiz var. Orijinali<br />

“Bad taste” olan Lale Oraloğlu’lu bir film.<br />

Benim size sormadığım ama sizin eklemek<br />

istediğiniz bu filmle ilgili bir şey var mı?<br />

Deccal filmi eğer yanılmıyorsam Türkiye’de<br />

bir ilki gerçekleştirip açık kanalda star tv’de<br />

yayınlandı. O gece bütün korku sahnelerinin kesilmesine<br />

ve gece yarısı yayınlanmasına rağmen<br />

20.ci oldu. Twitter’da TT oldu. Çok fazla etkileşim<br />

oldu. Demek istediğim kanalların korku kuşağına<br />

yer vermesi ve sayısı artan korku filmlerimizi ev<br />

sineması izleyicisine ulaştırmasını diliyorum.<br />

Son olarak; yeni filmimiz Deccal 2 - 16 haziran’da<br />

vizyonda. Herkesi bekliyoruz.


PEKİ KİMDİR BU<br />

WONDER WOMAN<br />

DC’nin merakla beklenen yeni filmi Wonder<br />

Woman bu hafta vizyonda. Peki,<br />

ilk olarak Batman v Superman filminde<br />

tanıştığımız ve Gal Gadot’un canlandırdığı<br />

Wonder Woman kimdir? Şimdi bu güzeller<br />

güzeli amazon kadınının geçmişine bir<br />

ayna tutma zamanı.<br />

EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

n Bilindiği gibi Christopher<br />

Nolan’ın Dark Knight üçlemesi<br />

sonrasında DC evrenine<br />

farklı bir boyut getirme<br />

amaçlı ipler Zack Snyder’a<br />

verilmişti. Zack Snyder,<br />

arkasına Christopher Nolan’ı<br />

da alarak Superman’in çocukluk<br />

yıllarına ışık tuttuğu Man of Steel’i<br />

beyazperdeye taşımıştı. 2013 yılında<br />

vizyona giren halkanın ilk filmi karanlık<br />

yapısı ile eski Superman filmlerinden<br />

ayrılıyor, hatta daha çok Nolan’ın depresif<br />

tonunu yakalıyordu. Henry Cavill,<br />

Superman rolünün hakkını veriyordu. Bu<br />

ilk açılış filminden sonra Snyder (bana<br />

göre maalesef) aceleci davranarak Batman<br />

ve Superman’i karşı karşıya getirdiği<br />

Batman v Superman: Dawn of Justice’ı<br />

beyazperdeye taşımıştı. Ancak eleştiriler<br />

bu sefer Snyder’ın aleyhineydi. Alelacele<br />

çekilmiş hissiyatı uyandıran film Justice<br />

League karakterlerine hızlı bir giriş<br />

yapıyordu. Bilindiği gibi sonrasında Wonder<br />

Woman da dahil olmak üzere Aqua-


man, Cyborg ve Flash’ın da solo filmlerine<br />

yol açıyordu.<br />

Marvel’ın Avengers filmlerine yetişme<br />

hissiyatından mı bilinmez tökezleyen<br />

Batman v Superman sonrasında ilk solo<br />

film Wonder Woman olarak açıklandı.<br />

Yönetmen koltuğunda 2003 yapımı Oscar<br />

ödüllü “Monster” dışında elle tutulur<br />

pek işe imza atmamış olan Patty<br />

Jenkins var. Başrolde elbette Batman<br />

v Superman’den hatırlayacağınız üzere<br />

Gal Gadot, Wonder Woman olarak arz-ı<br />

endam etmekte. Batman v Superman’de<br />

büyük çoğunluğun özellikle ilgisini<br />

çeken bir karakter olan Wonder<br />

Woman’ın DC’nin düşmeye başlayan<br />

çıtası açısından kilit olacağı biliniyordu.<br />

Solo filmlerin ilki olan Wonder Woman<br />

arycaı DC sinematik evreninin gidişatını<br />

da belirleyecek film olması açısından<br />

önemliydi. Yurt dışından gelen ilk yorumlara<br />

baktığımızda büyük oradan övgüler<br />

alan filmi bu hafta biz de izleme fırsatı<br />

yakalayacağız. Ancak bundan önce Wonder<br />

Woman’ı daha iyi tanımak isteyenler<br />

için onun çizgi roman macerasına ve<br />

televizyon serüvenine bir göz atalım.<br />

Çizgi Roman Sayfalarından Televizyona<br />

Wonder Woman ile çizgi roman severler<br />

ilk olarak 1941 yılında All-Star Comics’in<br />

8. sayısı ile tanıştı. William Moulton<br />

Marston ve Harry G. Peter tarafından<br />

yaratılan karakter ölümsüz bir Amazon<br />

prensesiydi. Gerçek adı Diana olan Wonder<br />

Woman’ın annesi Amazon kraliçesi<br />

olan Hippolyte’dir. Bir kızı olmasını<br />

isteyen Hippolyte kilden bir heykel yapar<br />

ve bunun kendi kızı olarak hayat bulması<br />

için Olympos Dağı’ndaki tanrılara dua<br />

eder. Duaları kabul olan Hippolyte’ye<br />

tanrılar bu kız çocuğunu bahşeder. Çizgi<br />

roman serüveni böyle başlayan Wonder<br />

Woman DC evreninde hakim olan erkek<br />

egemen yapıyı da değiştirir. Böylelikle;<br />

Batman, Superman, Flash gibi erkek<br />

karakterlerin yanında güçlü bir kadın<br />

karakter de gelmiş oldu.<br />

Justice League’in bir üyesi olan Amazaon<br />

prensesin pek çok insanüstü özellikleri<br />

vardır. Bunlar arasında meydan<br />

okunamaz gücünün yanı sıra uçabilme,<br />

kurşunları püskürtebilme gibi özellikleri<br />

de bulunuyor. Donanımsal olarak<br />

“doğruluk kementi”, kalkanı ve meşhur<br />

çok işlevli bilezikleri bulunuyor. Kötülerle<br />

yaptığı amansız maceralar çizgi roman<br />

okurlarının oldukça ilgisini çekmiş<br />

ve Justice League üyesi olarak da<br />

arkadaşlarına sürekli destek çıkmıştır.<br />

Yoğun bir ilgi ile karşılaşan Wonder<br />

Woman’ın küçük ekranda uzun soluklu<br />

maceraları da hayranlarıyla buluşmuştu.<br />

İlk olarak bir televizyon filmi olarak 1975<br />

yılında hayranlarıyla buluşan Wonder<br />

Woman’ı bu ilk ekran macerasında Cathy<br />

Lee Crosby canlandırmıştı. Ama asıl<br />

karakter ile özdeşleşen Lynda Carter’ın<br />

başrolde olduğu 3 sezonluk dizisi büyük<br />

ses getirdi. Şu sıralar Supergirl’ün televizyon<br />

serisinde gördüğümüz Lynda Carter<br />

DC evreninin bir parçası desem pekte<br />

yalan sayılmaz herhalde.


Ve Nihayet Beyazperdede Wonder<br />

Woman<br />

70’li yıllarda Superman ve Batman’in<br />

de içinde olduğu pek çok animasyon<br />

serisi ile de Wonder Woman sevenleri<br />

ile buluştu. Ancak beyazperdede<br />

seyirci ile buluşması hayli geç oldu.<br />

Yıllardır çekilen DC filmlerinde hiçbir<br />

şekilde eyer bulamamış olan Wonder<br />

Woman, Zack Snyder’ın projesi ile beyazperdeye<br />

adımını atmış oldu. Bilindiği<br />

gibi DC sinematik evreni Marvel kadar<br />

tutarlı ilerleyemedi. Tim Burton’ın<br />

Batman’inden Jeol Schumacher’in<br />

Batman’ine, akabinde Nolan’ın üçlemesi<br />

ve Man Of Steel derken kahramanları<br />

orta noktada toplamak hayli zor<br />

olmuştu. Bunun için bir reset gerektiği<br />

aşikardı. Man of Steel ile yapılan bu<br />

reset, DC sinematik evrenini daha derli<br />

toplu bir hale getirmek için bir adımdı.<br />

Karakterleri ucundan tanıtan Batman v<br />

Superman’den sonra şimdi solo filmler<br />

ile her bir kahraman gerçek manada<br />

hayranları ile buluşmuş olacak. Justice<br />

League öncesi ilk solo film ile<br />

buluşacak olan hayranlar diğer karakterlerin<br />

solo filmlerini ancak Justice<br />

League sonrası izleyebilecek. Wonder<br />

Woman ile DC filmlerinin düşen çıtasını<br />

yukarılara taşımak isteyen Warner<br />

Bros bu konuda hayli temkinli davrandı<br />

diyebiliriz. Özellikle Batman v Superman<br />

sonrası gelen ağır eleştiriler ve<br />

memnuniyetsizlikler karşısında daha<br />

dikkatli davranan firmanın gelen ilk<br />

tepkilerle yüzü gülmüşe benziyor. Keza<br />

yurt dışında ilk gösterimlerden oldukça<br />

olumlu eleştiriler alan Wonder Woman,<br />

DC’nin bahtsızlığını da tersine çevirmek<br />

için, en azından şimdilik eldeki<br />

en büyük koz. Yönetmenliğini Patty<br />

Jenkins’in yaptığı başrollerinde Gal<br />

Gadot, Chris Pine, Connie Nielsen, Robin<br />

Wright gibi isimlerin olduğu merakla<br />

beklenen Wonder Woman 2 Haziran’da<br />

vizyonda. Bu macerayı ıskalamayın.


ALTIN PORTAKAL<br />

NİYET NEYDİ<br />

AKIBETİ NE<br />

OLACAK<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Ve Antalya’da 3 yıl süren<br />

Elif Dağdeviren dönemi<br />

sona erdi. Antalyalılar<br />

başta olmak üzere tüm<br />

sinemaseverler için<br />

soralım; peki, şimdi ne<br />

olacak?<br />

Elif Dağdeviren, toplantılar<br />

ve yeni işbirlikleri için gittiği<br />

Cannes Film Festivali’nde<br />

önemli açıklamalarda bulundu; “Bir<br />

tanesi devam eden, diğeri İstanbul’a<br />

döndüğümde başlayacak iki tane büyük<br />

bütçeli film ve diğer projeler nedeniyle<br />

arzu ettiğim vakti ayıramayacağım<br />

için Uluslararası Antalya Film Festivali<br />

Direktörlüğü görevimden ayrılmış bulunuyorum”<br />

dedi.<br />

Ve Antalya’da 3 yıl süren Elif<br />

Dağdeviren dönemi sona erdi. Ayrıldı<br />

mı, gönderildi mi sorusunu üretmek<br />

şık değil ama gelişmelerden az<br />

çok haberdardım. Bunu pas geçip,<br />

Antalyalılar başta olmak üzere tüm<br />

sinemaseverler için soralım; peki, şimdi<br />

ne olacak?<br />

Antalya’yı Türkiye’nin Cannes’ı yapmaya<br />

ant içmiş birinin gidip Cannes’da<br />

“ben artık yokum, çok işim çıktı”<br />

demesi manidar. Birileri gider birileri<br />

gelir, Antalya’nın festivali elbet yapılır<br />

ancak Elif Dağdeviren döneminde<br />

olumlu-olumsuz pek çok köklü değişiklik<br />

yapıldı. Bunlarla mı devam edilecek<br />

yoksa geçmişteki festival şablonuna mı<br />

dönülecek? Benim fikrim, Antalya’nın<br />

dünyanın başka hiçbir yerindeki festivallere<br />

benzemesine gerek yok. Kendi<br />

geleneğine uygun davransın yeter.<br />

Zaten yapılan aşı da tutmadı. Festivalin<br />

adı değiştirildi ama hepimiz hala Altın<br />

Portakal diyoruz. Para ödülünün her yıl<br />

azaltılarak sonunda sadece itibar ödülüne<br />

dönüştürülmesi alınan en talihsiz<br />

önlemdi. Türk sinemacıları için para, itibardan<br />

önce gelir. Geçtiğimiz yıl gördük,<br />

büyük lokmalar Adana’da prömiyer<br />

yaptı, Yeşim Ustaoğlu’nun Tereddüt’ü<br />

olmasa Antalya 2. gösterim festivaline<br />

dönüşecekti.<br />

Yine Cannes meselesine dönelim;<br />

Cannes her yıl ünlü akınına uğrar,<br />

mesela Slyvester Stallone yanına Expendables<br />

ekibini alıp tankla Cannes<br />

sokaklarında gezer. Biz de öyle şeyler<br />

arzuluyoruz ancak karşımızda en fa-


zla George Hamilton, Rutger Hauer, Armand<br />

Assante gibi kariyeri çoktan bitmiş Hollywood<br />

yaşlısı B filmcileri bulabiliyoruz. Antalya Cannes<br />

olacak dediler ama Hollywood huzurevi çıktı!<br />

Parasını verdiğin zaman dünyanın her yerine<br />

giden insanlar bunlar, gerek var mıydı?<br />

Elif Dağdeviren görevi devraldığından bu<br />

yana Antalya’da tarihin en pahalı festival<br />

organizasyonları düzenlendi. Yüzlerce konuk<br />

ama çok az basın mensubu. SİYAD tarafı<br />

2013 yılında yaşanan sansür skandalı yüzünden<br />

festivale tavır aldı. Bizim taraftan Altın<br />

Portakal’a giden kadar gidemeyen var. Mesela<br />

Portakal ısrarla Alper Turgut’u davet etmiyor,<br />

sanırsın adam eleştirmen değil sıhhi tesisatçı!<br />

Biz Antalya’dayken, Alper İstanbul’da Ferzan<br />

Özpetek söyleşisini yönetiyordu. Festival tarafı<br />

ise derdini anlatmak yerine festivalin SİYAD<br />

jürisini yok ederek küslüğü iki taraflı hale getirdi.<br />

Hani, “neden bu kadar az haber, röportaj çıktı”<br />

diye soruluyor ya, konukları Turkuvaz Medya’ya<br />

rezerv edip geri kalanını bıktırırsanız olacağı<br />

bu. Kurumsallığın fazlası ekosisteme zarar verir,<br />

burası Türkiye… Turkuvaz Medyanın röportajlara<br />

koyduğu ipotek yüzünden muhabir arkadaşların<br />

tadı tuzu yoktu. Sabah, Takvim, A Haber tayfası,<br />

festivali ele geçirmiş. Duyduğuma göre internet<br />

medyasından kimse gelmesin istiyormuş bu<br />

Turkuvazcılar.Bence şu 3 yıllık en büyük gelişimi<br />

Film Forum’dur, o kısmı “sinema yapanlar” için<br />

çok faydalı buluyorum. Film Forum’da, festival<br />

tarafını aşan bir coşku ve fayda üretildi.<br />

Uzun lafın kısası; Antalya’ya Elif Dağdeviren’le<br />

birlikte iyi şeyler gelebilirdi, aslında ortada iyi bir<br />

festival yapma çabası da vardı, belediye de bu<br />

iradeyi geniş bütçe olanaklarıyla destekledi ama<br />

proje yerelleştirilemedi ve uygulamada çöktü.<br />

Harcanan paraya değmeyen bir şey çıktı ortaya.<br />

Bunun en büyük sebebi başka hiçbir festivalde<br />

hissetmediğim kibirdi. Ben Antalya’ya defalarca<br />

geldim, Antalya harika bir şehir, yaşayanlar sıcak<br />

insanlar, orada film festivalinde olmak inanılmaz<br />

bir duygu ama organizasyondakiler, bilerek ya<br />

da bilmeyerek, prestijli olsun derken bunu tamamen<br />

ıskalayıp kibirli bir festival çıkardılar ortaya.<br />

Eleştiriye ve tavsiyeye kapalı, biz yaptık oldu<br />

kafasıyla yola çıkılan bir organizasyon izlenimi<br />

uyandırdı hepimizde. Festival yapanların organizasyonu<br />

sahiplenmesi güzel şeydir ancak kimler<br />

geldi, kimler geçti. Biz çok iyi biliyoruz ki Altın<br />

Portakal, Antalyalıların, keşke Elif Hanım da bunun<br />

farkına varabilseydi. Kendisine karşı şahsi bir<br />

olumsuzluk içinde değilim ama eleştiriyi üretmek<br />

gerek ki üzerine konuşulabilsin, doğru rota çizilebilsin.Ben<br />

Cannes gibi bir festival istemiyorum,<br />

onun için merak eden atlayıp Cannes’a gidiyor<br />

zaten, lütfen Antalya’nın festivali olan “Altın<br />

Portakal” geri gelsin. “Yeşilçamlıların gelip tatil<br />

yapmasını istemiyoruz” deyip Hollywood eskilerine<br />

yüz vermeyi marifet sanan anlayış Antalya’yı<br />

bir yere götüremezdi, götüremedi de. Boykotsuz,<br />

sansürsüz, AKM’nin bahçesinin yine sinemaseverlerle<br />

dolup taştığı bir festivalde hep birlikte<br />

oluruz umarım.


TOM CRUISE AKSİYONU<br />

VE KADIN MUMYA<br />

HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />

BİRLEŞİRSE<br />

n 1999’da karşımıza çıkan<br />

Stephen Sommers imzalı<br />

The Mummy, 90’lı yılların<br />

sonu milenyumun başında<br />

eğlence sineması için önemli<br />

bir filmdi. Mısır’da geçen<br />

ve egzotik diyarları fantastik<br />

canavarlarla buluşturan<br />

film, Brendan Fraser’i<br />

dönemi içerisinde bir aksiyon ikonu haline<br />

getiren, Rachel Weisz’i yıldızlaştıran, Imhotep<br />

rolünde Arnold Vosloo’yu unutulmaz kılan,<br />

televizyonlarda defalarca verilerek o zamanlar<br />

çocuk, şimdilerde genç olanlar için nostaljik<br />

hissiyatını artıran, günümüzde ise kült statüsü<br />

kazanan bir blockbuster’dı. 80 milyon dolar<br />

bütçeye çekilen ilk film, dünya çapında 415<br />

milyon dolar hasılat elde ederek serinin ikinci<br />

filmine de kapı araladı.<br />

2001’de gelen The Mummy Returns ile Fraser,<br />

Weisz ve Vosloo’dan oluşan ilk kadro korundu,<br />

aksiyonun dozu daha da arttı, “mumya” o<br />

dönem için oldukça korkutucu, etkili ve güncel<br />

bir figür halini aldı. Imhotep’in kültleşen kötü<br />

karakterini etkileyici kılan esas detay ise Anck-<br />

Su Namun ile beraber 3 bin yıla yayılan tutkulu<br />

aşk hikayesiydi. 98 milyon dolar bütçeli film<br />

toplamda 433 milyon dolar hasılat elde ederek<br />

serinin başarısını sürdürdü. İkinci filmin ilk<br />

filmden hikaye açısından temel farklarından<br />

biri ise Dwayne Johnson’ın canlandırdığı<br />

Yeni Mumya filminin<br />

başrolünün Tom<br />

Cruise olduğunun<br />

açıklanması şok edici<br />

olduğu kadar mantıklı<br />

da bir karardı. Cruise,<br />

yaşlanmasına rağmen<br />

aksiyon sinemasında<br />

güncelliğini, karizmasını<br />

hala yitirmeyen en etkili<br />

isimlerden biri.


“Akrep Kral” karakteri oldu. İkinci filmin görsel<br />

efektlerini ve aksiyon dozunu da yükselten<br />

Akrep Kral figürü çok geçmeden 2002’de solo<br />

film halini aldı. 60 milyon dolara kotarılan film<br />

165 milyon dolar gişe hasılatıyla Mumya’nın<br />

başarısını sağlayamadı, film olarak da vasat<br />

bulundu. Buna rağmen Scorpion King’e 2008,<br />

2012 ve 2015’te olmak üzere üç video filmi<br />

çekildi. Bu filmlerde Dwayne Johnson yer<br />

almadı, her yeni filmde başrol değişti ve ucuz<br />

bir seri halini alarak her 3-4 yılda bir B sınıfı<br />

video filmleri raflarının arasına konuldu.<br />

Mummy Returns’ten tam yedi yıl sonra seriye<br />

üçüncü bir halka eklenmesine karar verildi.<br />

Brendan Fraser yeniden başrol olmasına<br />

rağmen yıllar içerisinde iyice ucuz macera<br />

filmlerinin oyuncusu haline geldiğinden eski<br />

etkiyi yaratmaktan uzaktı ve ismi geçerliliğini<br />

yitirmeye başlamıştı. Rachel Weisz ve Arnold<br />

Vosloo’nun yeni filmde yer almaması,<br />

hikayenin Mısır’dan Çin’e taşınması ve baş<br />

kötü karaktere aksiyon yıldızı Jet Li’nin getirilmesi<br />

seriyi tuhaflaştırdı. Sadece kumu<br />

kontrol edebilen Imhotep’in yerine kumu,<br />

ateşi, rüzgarı, buzu kontrol edebilen ve üç<br />

başlı ejdere dönüşebilen bir mumyanın alması<br />

serinin abartı dozunu iyice yukarılara çıkardı.<br />

İlk iki filmin nostaljisi ve eğlencesi üçüncü<br />

filmde sıradan, uçuk bir aksiyon filmine<br />

dönüşmüştü. 145 milyon dolar bütçeli film<br />

dünya çapında 400 milyon dolar hasılat elde<br />

ederek ilk iki filme göre daha az gişe yaptı<br />

ve hem eleştirmenler hem izleyici nezdinde<br />

genel olarak başarısız bulundu.<br />

2008’den bu yana kuşkusuz eğlence<br />

sinemasının dinamikleri değişti, teknoloji<br />

oldukça gelişti, 2009’da Avatar ile 3D devrimi<br />

yaşandı, fantastik ve süper kahraman filmleri<br />

en azılı dönemine ulaştı. 9 yıl aradan<br />

sonra Mumya serisini yeniden bir gişe malzemesine<br />

dönüştürmek isteyen yapımcılar,<br />

türlü değişiklikler yapmaları gerektiğinin<br />

farkındaydılar. Dolayısıyla ismini ve güncelliği<br />

yıllar önce yitirmiş olan, şu sıralar ne yaptığı<br />

belirsiz Brendan Fraser’a tekrar başrol verilmedi.<br />

Yeni Mumya filminin başrolünün Tom<br />

Cruise olduğunun açıklanması şok edici


olduğu kadar mantıklı da bir<br />

karardı. Cruise, yaşlanmasına<br />

rağmen aksiyon sinemasında<br />

güncelliğini, karizmasını ve<br />

oyunculuğunu hala yitirmeyen<br />

en etkili isimlerden<br />

biri. İkinci devrimci hamle<br />

ise bu sefer mumyayı bir<br />

kadının (Sofia Boutella)<br />

canlandıracak olmasıydı.<br />

Günümüz dinamiklerinde<br />

erkek karakterlerle<br />

ikonlaşmış kişileri kadın<br />

oyunculara oynatmak<br />

ya da beyaz oyuncularla<br />

özdeşleşmiş karakterleri siyahi<br />

oyunculara vermek gibi<br />

kısmı bir akım başlamışken<br />

Mumya da bu sürece dahil<br />

oldu.<br />

Yeni Mumya filminin<br />

fragmanına baktığımızda ilk<br />

iki Mumya filminin atmosferi<br />

ya da karakterleriyle hiçbir<br />

alakası olmayan, günümüz<br />

teknolojisine ve aksiyon<br />

dinamiklerine uygun yepyeni<br />

bir Mumya filmi bizleri<br />

bekliyor gibi gözüküyor. Tom<br />

Cruise’un aksiyon filmlerinin<br />

matematiğiyle, yenilenmiş<br />

bir Mumya paketinin yer<br />

aldığı filmin yönetmenlik<br />

koltuğunda Fringe ve Alias<br />

gibi dizilerin, Transformers,<br />

Star Trek: Into Darkness,<br />

Mission Impossible:<br />

3, The Island gibi filmlerin<br />

senaristliğini yaparak blockbuster<br />

filmler arenasında<br />

yetkin isimlerden, yapımcı/<br />

senarist/yönetmen Alex<br />

Kurtzman oturuyor. 125 milyon<br />

dolar bütçeli yeni Mumya<br />

filmi 9 Haziran 2017’de<br />

Türkiye’de vizyona girecek.


BiR BELGESEL<br />

iKi YÜZLEŞME<br />

Belgesel Yapım<br />

Süreçleri ile<br />

Meme kanseri ile<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

Nejla Demirci’nin<br />

Yüzleşme belgeseli<br />

her gösterimde en çok<br />

seyircisi olan, salonları<br />

dolduran yapımdı. Seyircinin<br />

bu kadar ilgisini<br />

ve beğenisini kazanan<br />

film, profesyonel kategoride<br />

de en iyi film<br />

ödülünü kucakladı.<br />

9. TRT Belgesel Ödülleri 11-15<br />

Mayıs tarihlerinde öğrenci, profesyonel<br />

ve uluslararası olmak üzere üç<br />

kategoride sahiplerini buldu. Gösterimler<br />

boyunca her finalist iki kez meraklısı ile<br />

buluşma fırsatı buldu. Nejla Demirci’nin<br />

Yüzleşme belgeseli her gösterimde en<br />

çok seyircisi olan, salonları dolduran<br />

yapımdı. Seyircinin bu kadar ilgisini ve<br />

beğenisini kazanan film, profesyonel kategoride<br />

de en iyi film ödülünü kucakladı.<br />

İzleyicinin beğenisini kazanan filmler, her<br />

zaman jürinin takdiri ile uyumlu olmayabiliyor.<br />

Olması da beklenemez elbette.<br />

Ama bu kez jüri ve seyirci aynı düzlemde<br />

buluşmuş ya da denk gelmiş. Neyse...<br />

böyle bir filmin yapılması, seyircisinin bol<br />

olması, dahası seyircisi ile buluşması<br />

aslolan. Diğer en’lere baktığımızda,<br />

öğrenci kategorisinde Abdurrahman<br />

Demir’in Kırmızı’sı, uluslararasında ise<br />

Anna Zamecka’nın Communion belgeseli<br />

en iyi film ödüllerine layık görüldü.<br />

Yüzleşme’de meme kanseri teşhisi


konan ana karakter Ebru’nun ameliyat ve kimyasal<br />

tedavi süreçleri, değişik evrelerde yaşadığı<br />

iniş çıkışları, arayışları, mücadelesi gözler önüne<br />

seriliyor. Ebru bu zorlu yolculukta kendisi gibi<br />

meme kanseri olan Nurcan, Nuray, Mukadder,<br />

Filiz ve Sergun ile tanışıyor. Onların hastalığı<br />

yenme öyküleri, birlikte yaptıkları dans terapileri,<br />

yeşerttikleri dostluklar yaşama yeniden<br />

tutunmasına destek oluyor.<br />

Aslında filmin fikri, konusu, işleniş biçimi, sinema<br />

dili oldukça yalın. Kamara’nın karakterlerle<br />

kurduğu samimi ilişki bütün film boyunca seyirciye<br />

geçiyor. Film bağırmıyor, hoplamıyor, zıplamıyor<br />

gayet sade, sakin bir sinema ve hikâye diline<br />

sahip. Derdini anlatmayı, seyirciye geçirmeyi<br />

başarıyor.<br />

Filmin yapımcı ve yönetmeni Nejla Demirci’ye<br />

Yüzleşme üzerine birkaç soru sordum:<br />

Seni bu belgeseli çekmeye iten uyarıcı güç neydi?<br />

Medikal otoritelere göre her üç kadından biri<br />

hayatının belli bir anında meme kanserine yakalanma<br />

riski taşıyor. Bununla birlikte erken teşhiste<br />

yaşama oranı yüzde 96’lara varmış durumda.<br />

Bunda özellikle kadınların meme kanseri konusunda<br />

farkındalıklarının geliştirmesi, kişisel<br />

muayenelerin yanı sıra hastalık hakkında bilinçlenmesi<br />

son derece önemli.<br />

Birçok farkındalık çalışmaları yapılıyor bütün<br />

bu çalışmalar içerisinde Yüzleşme yeni bir<br />

düşünme yolu olsun istedim. Çünkü meme<br />

kanseri yaşayan kadınlar bu hastalığı hastalık<br />

olmasının ötesinde kadınlıklarına yapılmış<br />

saldırı gibi yaşıyor çoğu zaman, ki kadın olmaktan<br />

kaynaklanan bir çok yıkım da yaşanıyor bu<br />

süreçte. İşte partner tarafından terk edilme, iş<br />

hayatının sekteye uğraması, ev içi görünmez<br />

emeğinin açığa çıkması, yaşlı-çocuk bakımı<br />

gibi sorumlulukların sekteye uğraması ile ailede<br />

yaşanan kaos, bedende yaşanan kayıplar ve<br />

daha pek çok sorunla beraber onkolojinin uzun<br />

koridorlarında bitmek tükenmek bilmeyen tedavi<br />

aşamaları...<br />

Peki senin yakın çevrende, ailende meme kanseri<br />

olan var mıyıdı?<br />

Yapılan araştırmalar meme kanserinin genetik<br />

yatkınlığını yüzde 10 civarı olarak söylüyor. Ben<br />

de ön çalışmada genellikle ailesel olmadığını<br />

gözlemledim. Benim ailemde hiç kimse meme


kanseri yaşamadı ama, bir çok yakın arkadaşım<br />

bu hastalığı yaşadı, ben de bu travmanın içinden<br />

geçtim.<br />

Karakter araştırması ve analiz sürecini anlatır<br />

mısın biraz? Nereden buldun bu kişileri ve neden<br />

bu karakterleri seçtin?<br />

İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Onkoloji<br />

bölümünde uzun bir arayış dönemi geçirdim.<br />

Doktor, hemşire, hasta bakıcı, meme kanserini<br />

yaşayan ve hastalığı geride bırakmış kadınlar,<br />

onların yakınları gibi 400 kişi ile görüştüm.<br />

Bölüm çalışanlarına belgeselin hedeflerini<br />

çok iyi anlattım ve bunca işlerinin arasında<br />

çok iyi destek aldım. Hastalarını ve deneyimlerini<br />

paylaştılar benimle. Karakterlerden biri<br />

olan Nurcan’ın tedavisini tamamladıktan sonra<br />

mesleği olan futbola, sahalara dönüşünü ve<br />

başarısını öğrendiğimde çok büyülendim. Başlı<br />

başına sadece Nurcan’ın meydan okuma mücadelesi<br />

bile bir belgeselin konusuydu. Hamileliği<br />

esnasında meme kanseri mücadelesi veren<br />

sağlıklı ve muhteşem bir bebek dünyaya getirmiş<br />

Nuray,18 yıl önce bu hastalığı yaşamış ve<br />

memesinin bir tanesinin olmaması kadınlığından,<br />

güzelliğinden, özgüveninden hiç bir şey<br />

koparmamış Mukadder, Filiz, Emine ve kadına<br />

ait bir hastalığın travmasını yaşamış erkek karakter<br />

Sergun. Bu karakterler yan yana geldiğinde<br />

kocaman bir umut halkasına dönüştüler.<br />

Belgeselin prodüksiyon kaynakları nasıl oluştu?<br />

Bütçesi, sponsorları, kamera, müzik, montaj, mekanlar…?<br />

Ne kadar sürdü bütün bu aşamalar?<br />

Türkiye’de belgeselin içinde bulunduğu durumu<br />

biliyorsun. Ben de belgeselin ihtiyacı<br />

olan desteği bulamadım. Borçla bitirdik belgeseli.<br />

Fakat Yüzleşme’nin iki harika prodüksiyon<br />

desteği oldu. Biri Türk Tıbbi Onkoloji Enstitüsü<br />

Derneği. Doktor bileşenli ve öncü bir dernektir.<br />

Bu derneğe yaptığım kısa bir sunumdan sonra<br />

bu alanda çalışan doktorların “ hastalarımızın<br />

böyle bir desteğe ihtiyacı var” diyerek hemen<br />

destek vermeleri beni daha işin başında çok<br />

motive etti. Bir diğeri, belgeselin karakterlerinden<br />

biri olan Sergun oldu. Sergun’a belgeseli<br />

ilk anlattığımda “ bu belgeselin her şeyi olmaya<br />

hazırım” demişti. Bütün karakterlerim belgeselin<br />

ekonomik sıkıntısını fark ettiler ve tamamının<br />

destek arayışına girdiklerini söyleyebilirim. Bu<br />

beni mutlu etti tabi çünkü bu travmanın içinden<br />

geçmiş insanlar olarak böyle bir belgeseli<br />

gerekli gördükleri anlamına geliyordu. Aynı<br />

zamanda üzüldüm çünkü belgeselin içinde<br />

bulunduğu sıkıntıyı filmin karakterlerinin fark<br />

etmesi hiç hoş değil. Başka destekler de oldu.<br />

Film Sokağı’nda dans terapi bölümlerini çektik,<br />

bütün imkanlarını sundular. Hacıyatmaz<br />

Prodüksiyon kurgu masasını verdi. Sıra post’a<br />

geldiğinde bütün enerji bitmiş olur biliyorsun.<br />

Tam bu dönemimizde ABT sevgiyle sahiplendi<br />

“Yüzleşme”yi. Bunlar belgesele değer kattı ve<br />

başka üretimler için umut verici destekler oldu.<br />

Kamerada Koray Kesik ile çalıştık ve mekânların<br />

ön çalışmasını birlikte yaptık.Korayın mekan<br />

çalışmasına katılamadığı zamanlarda mutlaka<br />

fotoğrafladım ve üzerinde çalıştık. Çekim öncesi<br />

Michael Bardavit ile birlikte yaptığımız dans<br />

terapi seanslarından birini amatör bir kamera ile<br />

çekmiştim. Hep ön çalışma ile ilerledik. Zira hastane<br />

sirkülasyonu çok yoğun ve zor bir mekan…<br />

Çekimler esnasında öyle rahattım ki sanki Koray<br />

ile öncesinde 10 belgesel çekmişiz gibi çalıştık.<br />

2013 yılında başladım aslında bu projeye.<br />

Çalışmaya başladığım her ana karakter ile isten-


meyen sebeplerden sonlandırdık çalışmayı. İki<br />

karakter metastaz yaşayınca onların isteği ile<br />

çekimleri sonlandırmıştık. Bir diğer karakterimiz<br />

de özel hastaneye taşıdı tedavisini biz Çapa’da<br />

ısrarlıydık. Tekrar ana karakter arayışım<br />

başladı. Çapa çalışanları bu belgeselin bittiğine<br />

inanamadılar. Ocak 2015’te bu kez ana karakter<br />

olarak Ebru ile başladık yeniden çekimlere ve<br />

2017’de bitirdik.<br />

Kamera arkası da ayrı bir serüven olur hep. Tam<br />

bir imece usulü iş olmuş desene. İşte herkes<br />

yüreğini koyunca bir başka iş çıkıyor ortaya.<br />

Zaten belgeselin doğası da bunu gerektirmez<br />

mi? Gönlünü vermeden olmuyor. Nasıl bir film<br />

dili oluşturmak istedin ve bu seyirciye geçti mi<br />

sence, ne tür tepkiler aldın?<br />

Belgeselin karakterleri en mahrem olan<br />

meme hakkında deneyimlerini paylaşıyorlar.<br />

Hayatlarının en zor anında başka insanlara<br />

fayda sağlamayı düşünen insanlar bunlar ve<br />

daha çekim aşamasında birbirlerini iyileştirdiler.<br />

Bu duygu da seyirciye geçti tabii. Seyirciye<br />

de iyi geldi. Seyirci karakterler ile fotoğraf<br />

çektirmek için sıraya girdi, onlara film yıldızı<br />

gibi davrandılar. Kanser ölümcül imajı güçlü olan bir<br />

hastalık. Kanser hakkında bir belgesel yapma bunu<br />

seyirci karşısına çıkarma düşüncesi kaygılı bir süreç<br />

değildi diyemem. Bu sebeple çok defa durup durup<br />

teraziye koyduğum, çokça izleyicisini düşündüğüm bir<br />

çalışma oldu. Salona sığmayan seyirciyi gördüğümüzde<br />

çok sevindik. Seyircinin ilgisi muhteşemdi, çok mutlu<br />

olduk. Hastanelerde sağlık çalışanlarının, hastaların<br />

seyretmesi gerektiği teklifini gösterimde aldık ve<br />

planlanıyor şimdi. Hekim ve hemşirelerin yorumları,<br />

bu hastalığı yaşamış veya ailesel sebeplerden korkan<br />

kadınların yorumları çok pozitifti. Bir onkoloji<br />

hemşiresinin kısıtlı zamanlarda gördüğü hastaların “bu<br />

süreçle nasıl baş ettiklerini şimdi daha iyi biliyorum”<br />

demesi çok anlamlıydı. Pek çok hekim vardı izleyiciler<br />

arasında ve çoğu onkologtu. Bu çevrenin belgeseli<br />

sahiplenmesi bizim için harika bir duygu. Karakterleri<br />

söyleşi için sahneye davet ettiğimde, onlar sahneye<br />

çıkıncaya kadar alkışlar susmadı çok çok güzeldi.<br />

“Kanser hakkında böyle bir belgesel beklemiyordum”<br />

diyenlerin sayısı az değildi.<br />

Sanırım onlar daha çok bilimsel ve akademik bir film<br />

bekliyordu. Belirtiler ve tedavisi hakkında bilgi veren bir<br />

yapım.<br />

Evet, hayatın medikalleştiği bir sürecin anlatımı da<br />

fazlasıyla medikal bilgi ve çokça trajedik bir film beklentisi<br />

vardı sanırım. Ama biz daha çok hastalığın psikososyal<br />

etkilerini tartışmaya açmak istedik. Hastalık da<br />

hayat gibi işte, kederli zamanlar da mizahi zamanlar<br />

da barındırıyor içinde. Filmde Sergun’u gören herkes<br />

gülümsüyor mesela.<br />

Ben aslında en çok erkek seyircilerin tepkisini merak<br />

ediyorum? Gösterimlerde erkeklerin yorum ve tepkileri<br />

ne yöndeydi?<br />

Sergun ile Ebru’nun karşılaşmasından seyirci çok<br />

hoşlandı. Güldüler… ama Sergun’un mamografiye<br />

girdiği sahnede seyirci de Ebru’nun verdiği tepkiyi verdi.<br />

Şaşırdılar… Erkek meme kanserinin bilinirliliğinin az<br />

olduğunu fark ettik.<br />

Çekimler sırasında en çok zorlandığın durumlar neler<br />

oldu?<br />

Ebru ile tanıştığımızın ertesi günü kendisi ile çekimlere<br />

başladık. Bu çok zordu. Ameliyat, meme kaybı,<br />

kemoterapi, saç, kaş, kirpik kaybı… tedavinin her<br />

aşamasında doğal olarak yaşadığı psikolojik süreçler<br />

ve bizim onunla olan ilişkimiz bazen çok zordu. Saç<br />

kesim sahnesinde ilk saçı kesilen ben oldum. Ebru<br />

sessizce ağlamaya başladı. Saçlarım çok uzundu ve<br />

ben de saçımı kazıtacağım dediğimde şaka yaptığımı


sanmış. Biz ilk defa Ebru’nun<br />

ağladığını gördük bu sahnelerde.<br />

Yapım zorluklarından kısmen bahsettim<br />

ama ötesini artık konuşmak bile<br />

istemiyorum zira belgesel yapımı artık<br />

delilik olarak değerlendiriliyor zaten.<br />

Ama her zorluğa değecek anılar biriktirdik,<br />

dost olduk, dayanıştık…<br />

En önemlisi filminizi seyirci ile<br />

paylaştınız, tartıştınız, sordunuz,<br />

cevapladınız, sorguladınız, belgelediniz,<br />

fark ettiniz, fark ettirdiniz… Daha<br />

ne olsun. Belgesel yapmanın ve<br />

sunmanın en güzel ödüllerinden biri<br />

de bu.<br />

Evet, izleyici ilgisi bizim için, tüm ekip<br />

için tarif edilemez bir mutluluktu.<br />

Belgeselin bundan sonraki yolculuğu<br />

ne olacak? İzlemek isteyenler nasıl<br />

ulaşabilir? İnternete yüklemeyi<br />

düşünüyor musun?<br />

Şu anda festivallere gönderiyoruz.<br />

Bazı belediye ve sivil toplum örgütlerinden<br />

teklifler alıyoruz. Hastanelerde<br />

sağlık personeli ve hastalara<br />

gösterimler planlıyoruz. İzlemek<br />

isteyenler belgeselin sosyal medya<br />

hesaplarından gösterim programlarını<br />

takip edebilirler. Bu etkinlik süreçleri<br />

tamamlandıktan sonra daha çok<br />

izleyiciye ulaşmak için bir takım<br />

planlarımız var. En önemlisi meme<br />

kanseri tanısını yeni almış kadınlara<br />

belgeselin erişimini sağlamak bizim<br />

en büyük ihtiyacımız… İleriki zamanda<br />

internet neden olmasın.<br />

TRT kanallarında da yayınlanacak.<br />

Evet evet ödül gereği, TRT<br />

ekranlarında da seyircimizle<br />

buluşacağız.<br />

Peki en iyi film ödüllü 45 bin TL’yi<br />

nasıl değerlendirmeyi düşünüyorsun?<br />

Öncelikle ekip olarak birlikte yemek<br />

yiyeceğiz. Filmle ilgili borçlar var…<br />

Bu para ile başka bir belgesele<br />

başlayacağımı söylemek isterdim<br />

ama…


YAKARSA DÜNYAYI<br />

DECEPTICONLAR YAKAR<br />

1984 yılında bir oyuncak olarak çıkan Transformers’ın büyük<br />

bir franchise‘a dönüşebileceğini kim düşünebilirdi ki? Oyuncaktan<br />

çizgi filme, en sonunda da Hollywood’un en çok<br />

kazandıran sinema serilerine evrilen Transformers serisi The<br />

Last Knight ile tekrar beyaz perdede can buluyor.<br />

MASIS ÜŞENMEZ<br />

n 2007 yılında<br />

Michael Bay’in<br />

yönetmenliğinde<br />

başlayan ilk filmi<br />

Transformers - Yenilenlerin<br />

intikamı<br />

(2009), Transformers:<br />

Ay’in Karanlık Yüzü<br />

(2011) ve Transformers: Kayip Çağ (2014)<br />

takip etmişti. İlk üç film Shia LaBeouf’un<br />

oynadığı Sam Witwicky karakteri üzerinde<br />

şekillenirken son film Kayıp Çağ’da<br />

bayrağı Mark Wahlberg devralmıştı.<br />

Oyuncu değişimleri dışında aslında bütün<br />

filmler aynı formülü kullanıyordu büyük<br />

robotlar, daha büyük robotlar, patlamalar,<br />

ağır çekimde dönen robotlar, kulağı sağır<br />

eden ses efektleri ve daha çok patlama.<br />

Paramount Pictures’ın aksiyon bombası<br />

serisinin genişletilmiş evreninin ilk<br />

yapımı olan The Last Knight’ı 2018 yılında<br />

Bumblebee spinoff’u izleyecek. Böylece<br />

arabadan bozma robotlarımız Marvel gibi<br />

daha büyük bir dünyaya geçecek.<br />

İlk filmden sonra seriye giderek<br />

uzaklaştığımı söylememde yarar var.<br />

Hatta Ay’ın Karanlık Yüzü’nü sıkıntıdan<br />

üç günde bölüm bölüm bitirebilmiştim.


Ancak Transformers: Kayip Çağ<br />

(2014) ile Bay seriye yeni bir soluk<br />

getirmeyi bilmişti. Yapımcılar<br />

ceplerini doldururken seyirci de<br />

tekrar Transformers ile barışmıştı.<br />

The Last Knight ise fragmanı<br />

ile heyecan yaratan bir yapım<br />

oldu. Özellikle Transformers<br />

tarihine girilip, Kral Arthur’un<br />

Transformers’dan yardım alması<br />

ya da Autobot’ların Naziler ile<br />

çarpışması gibi hikayeler bir nebze<br />

de olsa merak uyandırmıyor değil.<br />

En azından kendini çok ciddiye<br />

almış olan bu oyuncak dünyasının<br />

böyle çılgın fikirlere yelken açması<br />

insanı umutlandırıyor.<br />

Film aslında Kayıp Çağ’ın kaldığı<br />

yerden devam ediyor. İnsanlık ile<br />

Transformers arasındaki savaş<br />

devam etmektedir. Optimus Prime<br />

kızgın bir şekilde Dünya’yı terk<br />

edip kendi gezegeni Cybertron’a<br />

dönmüştür. Ancak buranın yok<br />

olduğunu görür. Kurtulması için tek<br />

çare Dünya’da yatan geçmişlerine<br />

ait bir tarihi eserdir. İnsanlar ise<br />

savaşı umutsuzca sürdürmektedir.<br />

Cade Yeager (Mark Wahlberg),<br />

Bumblebee, İngiliz bir lord<br />

(Anthony Hopkins) ve Oxford’lu<br />

profesör (Laura Haddock) güçlerini<br />

birleştirerek bir sırrı açığa<br />

çıkarmaya çalışacaklardır. Transformers<br />

5: Son Şövalye’de avlananlar<br />

kahraman olacakdır. Kahramanlar<br />

kötüler olacak, yalnızca bir<br />

dünya ayakta kalacak: ya onlarınki<br />

ya da bizimki.<br />

Filmin yeni karakterlerinden biri<br />

de Isabela Moner’in oynadığı evsiz<br />

kız Izabella. Kendisi Chicago<br />

savaşlarında ailesini kaybetmiş.<br />

Moner karakterini şöyle anlatıyor<br />

“Evsiz, haşarı, cesur bir kız.<br />

Mark’ın ekibine Decepticons ile<br />

savaşmak için katılıyor. Ayrıca


yanında bir Vespa olan yardımcısı<br />

Autobot Squeeks var. Sadece<br />

Chihuahua diyebilen çok sevimli<br />

bir Autobot”. Squeeks tamamen<br />

CGI’dan yapılacakken Moner’in<br />

karakteri görme isteği ile gerçek<br />

bir model robot yapılmış ve sette<br />

manuel olarak hareket ettirilerek<br />

kontrol edilmiş.<br />

Sir Anthony Hopkins ise<br />

Transformers’ların hikayesini bilen<br />

gizemli bir adamı oynuyor. Kendisi<br />

Bay ile yaptığı bir kahvaltıda<br />

yönetmenin teknolojik zekasına<br />

hayran kalıp hemen oynamaya<br />

karar vermiş. Michael Bay için<br />

pek güzel de laflar ediyor. “ Oliver<br />

Stone, Spielberg ve Scorsese ile<br />

aynı kumaştan geliyor. Hepsi de<br />

birer dahi.” diyor ünlü oyuncu.<br />

Bilindiği üzere her Transformers<br />

filminden sonra aksiyon filmlerinin<br />

unutulmaz yönetmeni Michael Bay<br />

o filmin yönettiği son Transformers<br />

filmi olduğunu söyler. En son<br />

Kayıp Çağ’dan sonra da bunu<br />

kesin olarak açıklamıştı. Ancak<br />

gelişmeler sonucu tekrar yönetmen<br />

koltuğuna geçti. Dönüşü<br />

ile ilgili Bay “ Her seferinde artık<br />

Transformers ile işim bitti diye<br />

düşünüyorum, ancak 120 milyon<br />

izleyicisi, büyük tema parkları,<br />

çocukların seti ziyaret ettiklerindeki<br />

duygularım her seferinde beni<br />

geri getiriyor. Bu filmleri çekmek<br />

çok eğlenceli. Ancak artık The Last<br />

Knight ile noktayı koyma zamanı<br />

geldi.” diyor.<br />

Yapımcı Lornezo di Bonaventura<br />

bu filmin gelecekteki spinnoff’lara<br />

bir temel oluşturduğunun altını<br />

çiziyor. “Kendi başına bir film olsa<br />

da içindeki pek çok hikaye ileride


anlatacaklarımızın temelini<br />

oluşturuyor. Pek çok mitolojik<br />

öğe ekledik bunlar sayesinde<br />

Transformers’ın ne olduğunu,<br />

nereden geldiğini, bizimle ve<br />

birbirleri ile olan bağlarını zamanla<br />

öğrenebileceğiz.” diyor.<br />

Bay filmin 3D çekimlerine çok<br />

önem vermiş. Hatta çekilen ilk<br />

native IMAX 3D film olduğunu<br />

söylüyor. Bunun için iki kamera<br />

el yöntemleri ile birbirlerine<br />

bağlanarak çekim yapılmış.<br />

“Bunu asla kurgulayamazsınız.<br />

3D için ekstra 15 milyon usd<br />

gibi bir para harcandı. Tek<br />

derdimiz sinema izleyicisine<br />

daha temiz ve aydınlık 3D<br />

görüntüler sunabilmekti.” diyor<br />

Bay.<br />

“2 yıl önce 14 yazarımız vardı<br />

ve hepsini 1 ay boyunca bir<br />

odaya kitleyip taze fikirlerle<br />

çıkmalarını bekledik. Bir ayın<br />

sonunda elimizde Transformers<br />

evreninin nerelere gidebileceği<br />

ile ilgili bir yol haritası vardı.”<br />

Braveheart ve Saving Private<br />

Ryan’ı harmanlayarak<br />

başlayacak olan yeni Transformers<br />

üst düzey aksiyonu<br />

ile gene yaz gişelerinin yıldızı<br />

olmayı başaracaktır. Yeni filmde<br />

büyük orta çağ savaşlarından<br />

büyük Dünya savaşlarına oradan<br />

da şehir içindeki araba<br />

kovalamacalarına kadar her<br />

şeyi bulmak mümkün. Aksiyon<br />

tam gaz, çılgın bir şekilde<br />

devam ediyor. Gişede gelecek<br />

tepki spinoff’ların gidişatını<br />

belirleyecektir. Bakalım Transformers<br />

Dünyasını gelecekte<br />

neler bekliyor.


YASEMİN ÇONKA<br />

TOPLUMDA KADIN HAKLARI ZA<br />

GERiDE, SiNEMADA NiYE FARKL


Yasemin Çonka<br />

Yaşamak Güzel Şey<br />

filmiyle izleyenlerin<br />

beğenisini kazandı. Biz<br />

de yetenekli sanatçıya<br />

teybimizi uzattık...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Yasemin Çonka kökeni tiyatro olan sağlam<br />

bir oyuncumuz. 80’lerde dizisindeki başarısı<br />

bilinen Çonka’nın sağlam bir sinema kariyeri<br />

de var. Bayrampaşa Ben Fazla Kalmayacağım,<br />

Devrim Arabaları, Unutma Beni İstanbul, Araf,<br />

Benim Dünyam, Yapışık Kardeşler ve en son<br />

Yaşamak Güzel Şey filmiyle bir çok sanatçıyı<br />

kıskandıracak bir üretim gösterdi sinema adına.<br />

Çonka ile filmleri, tiyatroyu, dizileri konuştuk...<br />

Senaryo size geldiğinde sizi etkileyen şey ne<br />

oldu?<br />

İnsanlara ilham vermeye çalışmak oyunculuk<br />

yaparken güç aldığım sebeplerden biri olmuştur<br />

hep. Bu senaryonun da seyirci ile bağlantı<br />

kurabileceğim bir ruha sahip olması kabul etme<br />

sebeplerimden biridir. Kahramanımızın yaşamı<br />

herkesin kendini içinde bulacağı durumları ve<br />

anları taşıyor. Beni etkileyen senaryonun ruhuydu:)<br />

Rolünüzü biraz anlatabilir misiniz?<br />

Filmdeki başrol karakterimizin eşini oynuyorum.<br />

Rolümden bahsetmek yerine seyircinin<br />

izleyiciyle buluştuğu gün karşılaşmalarını tercih<br />

ederim:)<br />

Hollywood’ta komediyi üstünde taşıyan<br />

ve güzel kadın portresine de uyan isimler<br />

var. Mesela Meg Ryan, Goldie Hawn gibi.<br />

Türkiye’de özellikle komedide kadınların bey-<br />

TEN<br />

I OLSUN?<br />

azperdede geri plana itildiğini düşünüyor<br />

musunuz?<br />

Beyaz perdede özellikle komedide kadınların<br />

geri planda olduklarından daha çok, güzel<br />

kadınlar üzerine kurulan hikayeler ve erkek<br />

ağırlıklı karakterle donatılmış senaryolar<br />

çıkıyor, demek ki senaristlerimizin birikimlerinden<br />

ya da onlara siparişler bu şekilde veriliyor<br />

demeyi tercih ederim:) Daha iyimser bir<br />

alandan bakmak isteğimden belki de:(<br />

Komedi aslında zor bir tür. Komedinin<br />

diğer türlerden oyunculuk olarak farkı<br />

nedir?<br />

İyi bir drama oyuncusu olmanız aynı zamanda<br />

iyi bir komedi oyuncusu olduğunuz<br />

anlamına gelmez. Komedi oyuncusu olabilirsiniz<br />

belki ama iyi bir komedi oyuncusu olmak<br />

için daha çok çalışmalısınız. Hatta kimi zaman<br />

çalışmak da yetmeyebilir. Doğuştan bir<br />

komedi matematiği ile doğmanız gerekir. Her<br />

oyuncunun harcı bir durum değildir bence.<br />

Komedi üslup olarak daha hafif görünür ama<br />

uygulamada zorluğunu iliklerinizde hissedersiniz.<br />

Oyunculuk eğitimi sürecinde, Meyerhold<br />

ve Stanislavski gibi farklı oyunculuk metotları<br />

öğreniriz. Ancak bana sorarsanız oyuncu<br />

oynayacağı karakteri en sahici hale getirmeye<br />

çalışırken kendi yöntemini kendi bulur<br />

ya da bulmalı. Komedi, diğer türlere göre<br />

oyuncu için daha rahat bir beyine ihtiyaç<br />

duyar çünkü kimi zaman doğaçlamaya ihtiyaç<br />

duyacağı anları ancak rahat ve stressiz bir<br />

akış halinde ifade edebilir. Tabi bu cümleler<br />

“bence”cümleleri. Benim oyunculuğa baktığım<br />

pencereden “bence” cümleleri:)<br />

Yeşilçam komedisi trajikomiktir. Yani<br />

aslında draması güçlüdür. Son dönem<br />

Türk sinemasında ise absürt komedinin<br />

daha ağır bastığını düşünüyoruz. Siz hangisini<br />

kendinize yakın buluyorsunuz? Bu<br />

durum filmlerin özellikle mesaj içermeyen<br />

yapılarda çekilmeye çalışılmasının bir<br />

nedeni midir?<br />

Absürt komediden kastımız, gişe rekorları<br />

kıran, mesaj kaygısı içermemekle birlikte<br />

daha çok insanları aşağılamak ve komik olmayan<br />

ve yerinde kullanılmayan küfürlerden<br />

ibaret olan filmler ise kesinlikle Yeşilçam<br />

komedisine daha yatkınım diyebilirim. Fakat


absürtten kastımız Ertem Eğilmez’in Arabesk filmi ve<br />

diğer örnekleri gibi ise o zaman her iki türe de son<br />

derece yakınım diyebilirim.<br />

Bazı rollere hazırlanırken (Tarihi karakterler veya<br />

kör bir kız) gözlem ve araştırma gerekir. Halbuki<br />

bazı roller sizin biriktirdiklerinizden ortaya çıkar.<br />

Bu rol biraz öyle sanıyorum. Bu role kendinizden<br />

ne gibi katkılar yaptınız?<br />

Doğru. Bazı roller daha fazla araştırma ve gözlem<br />

çalışması gerektirir ama her role çalışırken gözlem<br />

mekanizmamıza başvururuz. Kendi cebimizde biriktirdiklerimizin<br />

gerekli bölümlerini beynimiz karaktere<br />

yükler. Oynadığımız rolü, kendi karakterimizin<br />

versiyonları olmaktan çıkartabilmek için cebimizde<br />

biriktirdiklerimizden daha fazlasına ihtiyaç vardır.<br />

Kısacası rolüme şunu kattım bunu ekledim diye bir<br />

cümlem yok. Bana anlatılan ve yazılan karakteri<br />

kendi yöntemlerimle çalışıp, yönetmenimizle de son<br />

halini almasıyla birlikte yaşayan bir karakter halini<br />

vermeye çalıştım diyebilirim.<br />

Türk sinemasında etkilendiğiniz kadın oyuncular<br />

kimlerdir?<br />

Türk sinemasında sevdiğim oyuncular elbette var<br />

ama örnek aldığım bir oyuncu yok.<br />

1980 ve 90’ların ikinci yarısına kadar sinemamızda<br />

feminizmin etkisi gözükür. Bunun faturasını ödeyen<br />

(Müjde Ar, Nur Sürer) oyuncularımız var. Fakat<br />

2000 sonrası bu anlamda sinemamızda bir geriye<br />

adım atıldığını düşünüyorum. Bir kadın oyuncu<br />

olarak buna katılıyor musunuz?<br />

Beyazperde de 80’li ve 90’lı yıllarda feminizm etkisini<br />

izlerken, günümüzde kadının şiddete maruz kalışının<br />

hikayelerini izliyoruz. Yeterli mi? Tabi ki hayır... Kadın<br />

hikayelerinin geriye gidişi sadece beyazperde de<br />

değil ne yazık ki:( Toplumumuzda kadının değeri,<br />

hakları zaten yeterince geride..)<br />

Sinemamızda son dönem oyuncuların daha çok<br />

dizilerden geldiğini görüyoruz. Bu anlamda sinema<br />

ve dizi oyunculuğunun farkları olduğunu kabul<br />

eder misiniz? Eğer teknik olarak farkları varsa<br />

şu an sinema oyunculuğu açısından bir dezavantaj<br />

yaşanıyor mu?<br />

İyi bir oyuncu olabilmek çok emek ister.Yeterince<br />

emek verdiğini düşünen herkes buyursun oyunculuk<br />

yapsın. Oyunculuğu televizyon, tiyatro, sinema<br />

oyunculuğu olarak ayrı ayrı düşünmüyorum. Oyunculuk<br />

oyunculuktur. Sadece ölçüleri farklıdır. Tiyatroda<br />

büyük jestler, mimikler ve duygular hakimken sinemada<br />

aynı ölçüde oynamamız mümkün değildir.


Sizin köken olarak tiyatrodan geldiğinizi biliyoruz.<br />

Dikkat edilirse komedi türüne yatkın kadın<br />

oyuncuların neredeyse hepsinin kökeni tiyatro.<br />

Bunun sebebi sizce nedir?<br />

Egzersiz alanı tiyatro sahnesi olan bir oyuncu, her<br />

oyunda küllerinden yeniden doğar, beslenir, eğitilir,<br />

yaratıcı mekanizması işler, çalışır. Sahnede olabilmek<br />

büyük emek ister. Bu yüzden iyi komedyen kadınların<br />

kökeni tiyatrodur.<br />

Sizin korku türünden drama, komediye, kısa filme,<br />

tiyatroya kadar çok farklı türlerde ve mecralarda<br />

görebiliyoruz. Bu kadar farklı performanslar<br />

sunmanızın sebebi nedir?<br />

Öncelikle çok teşekkür ederim. Umarım bu soru farklı<br />

performanslarımı beğendiğiniz anlamına geliyordur.<br />

Her karakter her tür benim için yepyeni bir yolculuk:)<br />

Sanırım sebebi bu:)<br />

Kamera arkasına veya senaryo yazımına ilginiz var<br />

mı?<br />

Kamera arkasına çok büyük hayranlığım var ama<br />

senaryo yazabilmek konusuna duyduğum heyecan<br />

sanırım daha büyük:) Hatta yazmaya başladım bile<br />

diyebilirim:))<br />

Son dönemde Senaryoların 60 dakikadan fazla<br />

yazılmaması yönünde eylemler var. Siz buna<br />

katılıyormusunuz? Bir oyuncu olarak uzun süreli<br />

dizilerin size verdiği zarar nedir?<br />

Diziler 60 dakikadan daha uzun olmamalı. Senaristler<br />

bu süreleri doldurmak için çırpınmamalı. Bütün ekip<br />

ve oyuncular 90, 120, 130 dakikaları doldurabilmek<br />

için saatlerce günlerce haftalarca can çekişmemeli ve<br />

en önemlisi can vermemeli... Çünkü bu durum insan<br />

haklarına aykırı. Hakkını vermeliyim ki bu konuda son<br />

derece duyarlı olan Birol Güven’in yapımcılığında 6<br />

yıldır 80’ler projesinde insanca çalışıyoruz evet bizim<br />

de teslim etmemiz gereken bölüm dakikası 100 küsurlarda<br />

ama sitcom olmamızın ve çok seri çalışabilen<br />

muhteşem bir kadro olabilmemizin güzelliğini<br />

yaşıyoruz.<br />

Ne zaman oyuncu olmaya karar verdiniz?<br />

Türkiye’de oyunculuk sizce profesyonel bir şekilde<br />

yapılabiliyor mu?<br />

Oyuncu olma kararım liseyi bitirdikten sonra netleşti.<br />

Türkiye’de oyunculuk profesyonel bir şekilde<br />

yapılabiliyor mu? HAYIR!<br />

İzleyiciler için filmle ilgili benim size sormadığım<br />

ama sizin söylemek istediğiniz birşey var mı?<br />

Yaşamak Güzel Şey filmi, size iyi gelecek...<br />

İyi seyirler:)


BARBAROS HA<br />

PAŞA’DAN KAPTA<br />

Bu ay vizyona giren Karayip<br />

Korsanları 5: Salazar’ın İntikamı’ndan<br />

yola çıkarak korsan filmlerinin durumuna<br />

bir bakalım dedik.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Korsan filmi deyince günümüzde<br />

akla Karayip Korsanları geliyor. 2003<br />

yılından beri en fazla iş yapan ve gelmiş<br />

geçmiş en ünlü korsan filmi olarak<br />

adlandırabileceğimiz Karayip Korsanları<br />

filmini bu kadar ünlü yapan hem fantastik<br />

öğelerinin mükemmel kullanması hem<br />

de başrolde oynayan Johnny Deep’in<br />

müthiş performansı. Zaten korsan imajı<br />

tam da beyazperdenin ruhuna uygun hikayeleri<br />

barındırıyor içinde. Hollywood’un<br />

tarihine baktığımızda birçok ünlü ismin<br />

bu rollerle dünya tarafından tanınmaya<br />

başlandığını görüyoruz. Mesela Errol<br />

Flynn ve Burt Lanchester’ı bunlara<br />

örnek verebiliriz. Tabii korsan<br />

deyince Barbaros Hayrettin<br />

Paşa’yı da es geçemeyiz. Söz<br />

konusu sinemamız olunca herşey<br />

es geçilebiliyor ama neyse ki<br />

Barbaros öyle olmamış. Türk<br />

sinemasının en iyi iki macera<br />

filmi diyebileceğimiz filmleri korsan<br />

hikayelerini anlatıyor. Birisi<br />

Barbaros Hayrettin Paşa 1951<br />

diğeri ise Kara Murat Denizler Hakimi 1977.<br />

İkisi de dönemine göre büyük prodüksiyonlar.<br />

Bütün bunları göz önüne alarak<br />

5 Türk, 5 yabancı en iyi korsan filmlerini<br />

sizin için topladık. Bakalım bu filmleri<br />

seyrettiniz mi?


YRETTİN<br />

N SPORROW’A<br />

Barbaros Hayrettin Paşa, 1951<br />

Başrolünü Cüneyt Gökçer’in oynadığı<br />

bu filmde Barbaros Hayrettin Paşa’nın<br />

Andre Dorya ve zamanın Batılı güçleriyle<br />

Osmanlı adına verdiği savaşlar anlatılmış.<br />

Özellikle Preveze Deniz Savaşı’nın filmin<br />

finalinde yer alması bu tür denizde<br />

geçen savaş filmleri içinde yapımı özellikli<br />

kılıyor. Andre Dorya yönetimindeki<br />

600 gemilik Hıristiyan donanması Barbaros<br />

Hayrettin Paşa’nın 200 gemilik<br />

gücüne karşı tarihi bir yenilgi almıştı.<br />

Filmin finalinde bu savaş sahnelerinin<br />

sonunda dönemin deniz kuvvetlerinin<br />

geçit törenine de yer verilmiştir. 1950<br />

yılında sinema hayatına adım atan 1925<br />

doğumlu Münir Özkul’un ilk filmlerinden.<br />

Münir Özkul, Selim Kalfa (Mimar) rolünde.<br />

Filmde aynı zamanda Turgut Reis rolünde<br />

Hulusi Kentmen, Salih Reis rolünde Kadir<br />

Savun yer almakta. 1951 yılında çekilen<br />

film bugüne kadar en yetkin deniz savaşı<br />

filmimizdir. Buna sevinmek mi gerekir<br />

üzülmek mi bilemedim.<br />

Malkoçoğlu Kara Korsan, 1968<br />

Şehzade Osman’ı kaçırmaya çalışan<br />

engizisyon şövalyesi Demir Bilek Lucio<br />

ile Yıldırım Beyazıt tarafından görevlendirilen<br />

akıncı Malkoçoğlu’nun mücadelesini<br />

anlatır film. Süreyya Duru ve Renzi<br />

Jöntürk’ün yönettiği filmin başrolünde<br />

Cüneyt Arkın, Nebahat Çehre yer alır.<br />

Demir Bilek Lucio rolünde ise Tanju<br />

Gürsu’yu görürüz. Filmin başlangıcında<br />

perdede akan yazılar ve bir dış ses<br />

15. yüzyılda İspanya Kralı Ferdinand<br />

ile Kraliçe İsabella’nın Müslümanlara<br />

açtıkları savaştaki gaddarlıkları anlatılır.<br />

Malkoçoğlu serisinin dördüncü filmidir.


Zagor Karakorsan’ın Hazineleri, 1971<br />

Özünde western olan film konusu itibariyle<br />

korsan filmlerine göz kırpar. Ünlü<br />

çizgi roman karakteri Zagor Tenay’ın<br />

maceralarının anlatıldığı bir seri filmin<br />

ikincisidir. Zagor Karabela ve Zagor Kara<br />

Korsan’ın Hazineleri, Nişan Hançer’in<br />

yönettiği, Levent Çakır’ın Zagor’u<br />

canlandırdığı yapımlardır. Günümüzde<br />

seyrederken Çiko’yu canlandıran Nevzat<br />

Açıkgöz’ün Kayserili şivesiyle konuşması<br />

filme hoşluk katıyor. Zagor Karakorsan’ın<br />

Hazineleri’nde suçsuz yere adam öldürmekle<br />

suçlanan birisinin hakkını arayan Zagor,<br />

maceradan maceraya koşarken bir<br />

hazine avcısıyla yol arkadaşlığı yapar. Bu<br />

hazine avcısı Kara Korsan’ın hazinelerini<br />

aramaktadır.<br />

Sabu Kahraman Korsan, 1972<br />

Tarık Tibet’in yönetip Sabu’yu<br />

canlandırdığı filmde, bir kralın küçük<br />

kızına büyü yapan bir büyücünün peşine<br />

düşen korsan Sabu’nun başından geçenleri<br />

konu ediniyor. Hırsızlar Prensi lakaplı<br />

kaptan Sabu ünlü bir korsandır. Bir gün bir<br />

keşiş Sabu’yu ziyaret eder. Keşiş, kaptana<br />

Torera adındaki bir ülkede uzun zaman<br />

önce yaşananlardan söz eder. Bu ülkede,<br />

çocuğu olmayan bir kral yaşamaktadır. Bir<br />

süre sonra kralın bir kızı olur. Çocuğun<br />

doğumu için kutlamalar yapan Kral, Mavi<br />

Sakal adındaki büyücüyü saraya davet<br />

etmez. Mavi Sakal, bunun üzerine kralın<br />

kızına bir büyü yapar ve kız on bir yaşına<br />

gelince bir daha uyanmamak üzere uykuya<br />

dalar.<br />

Kara Murat Denizler Hakimi, 1977<br />

Yapımcılığını Türker İnanoğlu’nun yaptığı<br />

filmin yönetmeni Natuk Baytan. Dönemin<br />

en büyük prodüksiyonlarından olan film<br />

İtalyan ortak yapımı. Cüneyt Arkın’ın Kara<br />

Murad’ı canlandırdığı 7 filmlik serinin en<br />

ses getirmiş bölümüdür. Fatih dönemi...<br />

Kaptan-ı Derya Yunus Paşa (Turgut<br />

Özatay) topladığı vergi ve ganimetlerle<br />

İstanbul’a dönerken Kara Korsan ve<br />

gemilerince çevrilir ve tüm varlığına el


konur. Fatih, Yunus Paşa ve gemisini<br />

kurtarması için Kara Muratı (Cüneyt<br />

Arkın) görevlendirir. Kara Korsan, Sakız<br />

adası prensi Nikolas (Kayhan Yıldızoğlu)<br />

tarafından himaye edilmektedir. Kara<br />

Korsan ve adamları sürekli Türk köylerine<br />

baskın yapıp halkı öldürmektedirler. Kara<br />

Murat suçlu gibi kendini zindana attırır ve<br />

Kara Korsan’ın esir dört adamının güvenini<br />

kazanır. Kaçmalarına yardımcı olur<br />

ve Kara Korsanın yerini öğrenir.<br />

Pirates of the Caribbean – Karayip<br />

Korsanları<br />

Karayip Korsanları, yapımcılığını Jerry<br />

Bruckheimer’ın, yönetmenliğini Gore<br />

Verbinski’nin, senaristliğini Ted Elliot ve<br />

Terry Rossio’nun yaptığı bir macera filmi<br />

serisi. Beş filmin sonuncusu olan Karayip<br />

Korsanları 5: Salazar’ın İntikamı’nın konusu<br />

şöyle: Kaptan Jack Sparrow (Johnny<br />

Depp), denizde yıllar boyu yaşadığı tehlikeli<br />

maceraların ardından bir kez daha<br />

zor duruma düşmüştür. Gaddar Kaptan<br />

Salazar (Javier Bardem) hayaletli gemisiyle<br />

birlikte sonunda şeytan üçgeninden<br />

kurtulmuş, karşısına çıkan tüm korsanları<br />

yok etmeye ant içmiştir. Jack Sparrow’un<br />

tek kurtuluş umudu, sahibine denizlerin<br />

mutlak kontrolünü veren Poseidon<br />

Asası’nı bulmaktır. Bu zorlu yolculukta<br />

ona güzel astronom Carina Smyth (Kaya<br />

Scodelario) ve dik kafalı denizci Henry<br />

(Brenton Thwaites) eşlik edecektir.<br />

Captain Blood - Kanlı Korsan - 1935<br />

Errol Flynn’ın başrolünü oynadığı film<br />

tam bir klasiktir. Monmouth İsyanı<br />

sırasında yakalanan ve haksız yere vatan<br />

hainliğiyle suçlanan Dr. Peter Blood<br />

Batı Hint Adaları’na sürgün edilir ve<br />

köle olarak satılır. Jamaika’daki Kraliyet<br />

Limanı’nda Vali’nin kızı Arabella Bishop<br />

büyük bir çiftliğe sahip olan amcasına<br />

rağmen onu satın alır. Hayat Blood için<br />

oldukça zordur. Tesadüf eseri, Vali’nin<br />

gut hastalığını tedavi eden Blood tıbbi<br />

hizmetlere katılır. Özgürlük hayalleri<br />

kurarken karşısına bir fırsat çıkar ve<br />

arkadaşlarıyla şehre saldıran İspanyol


gemisini ele geçirirler. Kısa süre içinde denizlerde<br />

hüküm süren ve dört bir yana korku<br />

salan korsanlar haline gelirler.<br />

The Crimson Pirate - Korsanlar Kralı - 1952<br />

Robert Siodmak’ın yönettiği “The Crimson<br />

Pirate” (Kahraman Korsan, 1952) Burt<br />

Lancaster’ın akrobasi yeteneklerini görmek<br />

için birebir. Lancaster bir korsanı oynuyor ve<br />

sirk yıllarından yakın arkadaşı Nick Cravat da<br />

“Ojo” rolünde. Lancaster filmde bir dublörün<br />

bile yapmakta zorlanacağı ne varsa yapıyor,<br />

izleyince bana hak vereceksiniz. Perdede,<br />

fiziksel anlamda o denli kusursuz bir görüntü<br />

sergiler ki, yönetmen John Frankenheimer<br />

bir seferinde şöyle demiş, “Hiç kimse fiziksel<br />

açıdan ‘The Crimson Pirate’daki Burt Lancaster<br />

gibi görünmemiştir”.<br />

Sandokan - 1976<br />

Namı diğer Bengal Kaplanı, Asya denizlerinde<br />

haksızlığa karşı savaşan Sandokan adlı<br />

korsanın maceralarıdır. İngiliz sömürgecilere<br />

karşı genç yerli bir prenstir. Hakkını aramak<br />

için korsan olmuştur. Filmi dışında daha çok<br />

TV dizisi ile ünlenmiştir. Başrolünde oynayan<br />

Kabir Bedi’nin kariyeri ülkemizde Cüneyt<br />

Tarkın’ın benzeri bir çizgiye sahiptir. İtalyan<br />

yazar Emilio Salgari’nin aynı adlı romanından<br />

uyarlanmıştır. 1970’lerin sonunda ve 80’lerde<br />

ülkemizde merakla izlenen bir yapımdı.<br />

Hook – Kanca – 1991<br />

Hook, Dustin Hoffman’ın tipsiz kanca karakterine<br />

bir hayli ruhunu katarak performans<br />

gösterdiği bir Peter Pan filmi... Yönetmenliğini<br />

sinemanın “uslu çocuğu” Steven Spielberg’in<br />

gerçekleştirdiği 1991 tarihli Kanca, Robin<br />

Williams, Julia Roberts, Gwyneth Paltrow gibi<br />

kalburüstü starlarla ayrı bir anlam kazanıyor.<br />

Peter Banning, işkolik bir avukattır. Karısı<br />

ve iki çocuğunu fazlasıyla ihmal etmektedir.<br />

Ailece İngiltere’deki büyükanne Wendy’i<br />

ziyarete gittiklerinde, çocukları Kaptan Hook<br />

tarafından kaçırılır. Peter, peri Tinkerbell’in<br />

yardımıyla “Olmayan Ülke”ye döner. Peter<br />

Banning, artık Peter Pan olmuştur ve Kayıp<br />

Çocuklar’ın da yardımıyla çocukluk anılarını<br />

ve uçmayı hatırlayacak ve Kaptan Hook ile<br />

savaşacaktır.


ABSÜRT KELİMESİNİN<br />

VÜCUT BULMUŞ HALİ<br />

BURAK AKSAK<br />

n Ekranların bir<br />

dönemki fenomen<br />

dizisi Leyla ile<br />

Mecnun’un senaristi<br />

olarak adını<br />

daha geniş kitlelere<br />

duyuran ve bu dakikadan<br />

itibaren kariyeri büyük bir ivme<br />

kazanan Burak Aksak, yeni filmiyle<br />

görücüye çıkmış durumda. Dede Korkut<br />

Hikâyeleri’nin başkahramanları Deli<br />

Dumrul, Salur Kazan ve Bamsı Beyrek’i<br />

odak noktasına alacak olan ve bir<br />

üçleme halinde izleyicisiyle buluşması<br />

planlanan serinin ilk halkası Salur Kazan:<br />

Zoraki Kahraman 9 Haziran itibariyle<br />

vizyonda. Biz de bu film vesilesiyle,<br />

komik adam Burak Aksak’ın kariyerine<br />

ve eğlenceli işlerine göz atalım istedik.<br />

Leyla ile Mecnun senaristinden çok<br />

daha fazlası olan adam, Burak Aksak<br />

huzurlarınızda…<br />

Burak Aksak’ın İlk Adını Duyuruşu<br />

Kendi adıma konuşmak gerekirse,<br />

Burak Aksak adını ilk olarak TRT’de<br />

yayınlanan Ramazan Güzeldir dizisiyle<br />

duymuştum. Kuzeni Selçuk Aydemir ile<br />

birlikte yazıp, yönettikleri dizi, adıyla<br />

müsemma bir şekilde 2009 Ramazan’ını<br />

güzelleştiren en özel detaylardan biri<br />

olarak belirmiştir. TRT’de iftardan önce<br />

yayınlan bir dizi olmasından dolayı,<br />

adını pek duyuramasa da, televizyon<br />

kurtlarının gözünden kaçmayan bu<br />

proje, esasen Burak Aksak ve Selçuk<br />

Aydemir’in gümbür gümbür gelen ayak<br />

POLAT ÖZİŞ<br />

Ekranların bir dönemki<br />

fenomen dizisi Leyla<br />

ile Mecnun’un senaristi<br />

olarak adını daha geniş<br />

kitlelere duyuran ve bu<br />

dakikadan itibaren kariyeri<br />

büyük bir ivme kazanan<br />

Burak Aksak, yeni<br />

filmiyle görücüye çıkmış<br />

durumda.


seslerinin de habercisi niteliğindeydi.<br />

Yaratılan karakterler ve senaryosuyla<br />

sıcak bir mahalle komedisi olarak beliren<br />

dizi, 30 dakikayı aşmayan süresi ile<br />

hem tatlı bir seyirlik olmayı başarmış,<br />

hem de eğlencesiyle insanların yüzünde<br />

güller açmasına vesile olmuştur. Tabii,<br />

yönetim anlamında bariz eksikleri olan<br />

ve ucuzluğunu anbean hissettiren dizi,<br />

buna rağmen Murat Cemcir’in hayat<br />

verdiği Dilenci Tankut önderliğinde dinamizminden<br />

de zerre ödün vermemeyi<br />

başarmıştır.<br />

Ramazan Güzeldir’in yönetmenlik<br />

anlamında ne kadar eksisi varsa, senaryosu<br />

da bir o kadar pozitif değerler<br />

taşımaktaydı. Keza diziyi ayakta tutan<br />

en önemli husus da buydu. Dönemin<br />

şartlarını gözeten, dini bir altyapıdan<br />

eğlence çıkarmayı başaran bu proje,<br />

her halükarda alkış hak etmekteydi.<br />

Hal böyle olunca da, kimdir bu Burak<br />

Aksak ve Selçuk Aydemir diye küçük<br />

bir araştırma yaptığımda, karşıma Altın<br />

Portakal ve Ankara Film Festivallerinde<br />

yarışmış olan kısa film Ayrılık çıkmıştı.<br />

Başrolünü Sadi Celil Cengiz’in oynadığı<br />

ve Burak Aksak ile Selçuk Aydemir’in<br />

birlikte yazıp, yönettiği Ayrılık isimli kısa<br />

film, esasen bu ikilinin beraber ürettikleri<br />

en popüler işlerinden de biri. Bir adamın,<br />

sevgilisinden ayrılamama sürecini ele<br />

alan ve dört dakika gibi kısa bir sürede<br />

izleyenlerini güldürmeyi başaran film,<br />

zekice mizahı ile farkını ortaya koysa<br />

da sinematografik anlamda yaşadığı<br />

zaaflarla amatörlüğünü bariz bir şekilde<br />

gün yüzüne çıkarmaktadır. Özellikle<br />

Burak Aksak-Selçuk Aydemir ikilisinin<br />

yakaladıkları popülariteden sonra, adını<br />

daha fazla duyurmayı başaran Ayrılık,<br />

parmakla gösterilecek derecede özenli<br />

bir çalışma olmasa dahi, şimdilerin göz<br />

önündeki sinemacılarının ilk projelerinden<br />

olması nedeniyle, zaman zaman<br />

dost meclislerine de konu olmaktadır.<br />

Leyla ile Mecnun Serüveni<br />

TRT’ye Ramazan Güzeldir dizisini yapan


ve sonrasında da burada yakın ilişkiler kurmayı<br />

başaran Burak Aksak için, o ana dek hep birlikte<br />

çalıştığı kuzeninden ayrılma vakti gelip çatmıştı.<br />

Selçuk Aydemir, Çalgı Çengi filmi için kamera<br />

arkasına geçmeye hazırlanırken, Burak Aksak<br />

ise Leyla ile Mecnun’un üzerine çalışmaktaydı.<br />

Tam da bu sırada kanal yetkililerine senaryosunu<br />

okutan uçarı senaristin yolu Onur Ünlü<br />

ile kesişmişti. Deyim yerindeyse şans, Burak<br />

Aksak’ın yüzüne gülmüştü. Nitekim Leyla ile<br />

Mecnun için şimdilerde efsane yakıştırmasını<br />

yapabiliyorsak bunun en önemli yapı taşlarından<br />

biri de hiç şüphesiz Onur Ünlü’dür. İki aykırı<br />

adamın, bu ezber bozan bu dizi için ortak noktada<br />

buluşması ise, ekranlarda daha önce eşine<br />

az rastlanan türden bir özgünlüğü huzurlarımıza<br />

getirmekteydi.<br />

Gelgelelim Leyla ile Mecnun’un Burak Aksak’ın<br />

hayatındaki önemine. Öncelikle şunu belirtmekte<br />

yarar var. Henüz 26 yaşındaki bir adamın, bir<br />

anda ülkenin en çok konuşulan dizisinin senaristi<br />

olması, başlı başına takdir edilmesi gereken bir<br />

husus. Nitekim o yalnızca yarattığı karakterlerle<br />

değil, aynı zamanda absürt çalışan kafasıyla<br />

da sıra dışı bir mizahşör olarak farkını ilk anda<br />

ortaya koymaktaydı.<br />

Tabii, Leyla ile Mecnun’u özel yapan tek husus<br />

izleyenlerine her daim attırdığı kahkahalar<br />

değildi. Dizi en başta odak noktasına aldığı<br />

mahalleden, harikulade bir samimiyet çıkarması<br />

ile ekran başındakilerin bam teline dokunmayı<br />

başarmaktaydı. Tüm bunlara ek olarak<br />

Mecnun’un mutlu olabilmesi için, herkesin ayrı<br />

ayrı çırpınması da diziyi kenetlenmenin vücut<br />

bulmuş hali olarak ön plana çıkarmaktaydı. Evet,<br />

Leyla ile Mecnun tam bir ekip işidir. Oyuncusundan,<br />

yönetmenine kadar… Ancak buradaki aslan<br />

payını da Burak Aksak’a vermek gerekir. Çünkü<br />

o, kötülükten arındırılmış, naif ve bir o kadar<br />

da içten bir şekilde yazdığı hikâye ile aslında<br />

Yeşilçam melodramlarını, kendi absürt ve fantastik<br />

kafasıyla birleştirmekteydi. Bu da Leyla ile<br />

Mecnun’u kült yapan en önemli detay olarak fark<br />

yaratmaktadır.<br />

Ne var ki, her güzel şey gibi Leyla ile Mecnun’un<br />

da bir sonu vardı. Hem de finali olmayan<br />

bir son! Malumunuz ekip, Büyük Haziran<br />

Direnişi’ne destek verince, kanal yönetimi diziyi<br />

sonlandırmış ve üç sezon süren bu efsanevi<br />

proje böylelikle tarihin tozlu sayfalarındaki yerini<br />

almıştı. Tabii ki, Onur Ünlü önderliğinde ilerleyen<br />

dizi ekibinin, durmaya hiç mi hiç niyeti yoktu.<br />

Tam da bu sırada ortaya çıkan Ben de Özledim<br />

projesi, ekibin Leyla ile Mecnun sonrası ne gibi<br />

hayatlar yaşadıklarını merkezine alacaktı. Bir kez<br />

daha senarist koltuğunda boy gösteren Burak<br />

Aksak, bu sefer kendisine de rol yazmayı ihmal<br />

etmemiş ve dizinin başrollerinden biri olarak arz-ı<br />

endam etmiştir.<br />

Ben de Özledim’i popüler yapan en önemli konu,<br />

ilk bölümde Burak Aksak tarafından anlatılan<br />

Leyla ile Mecnun’un finalidir. Nitekim bu küçücük<br />

sahne, üç sezon boyunca hayranlıkla izlediğimiz<br />

dizinin aslında Mecnun’un kafasından geçenleri<br />

yansıttığını ve çok sevilen Erdal Bakkal’ın ise bir<br />

tuzluktan ibaret olduğunu mantık çerçevesi içinde<br />

ortaya koymaktaydı. Tabii ki bu final, tartışmaya<br />

fazlasıyla açık. Ancak ne var ki, Burak Aksak’ın<br />

olay örgüsünü rayına oturtmadaki becerisine<br />

bir kez daha şapka çıkarmak gerekir. Nitekim o,<br />

artık bitmiş, başlama ümidi kalmamış bir projenin<br />

finalini, üç dakika gibi kısa bir sürede anlatarak,<br />

hem nasıl vurucu olunur dersi vermiş hem de<br />

yarım kalmış bir hikâyeyi sonuca bağlayarak dizi<br />

hayranlarına son kıyağını yapmıştır.<br />

Leyla ile Mecnun Sonrası Beyazperdeye Açılan<br />

Kapı ve Bana Masal Anlatma<br />

Dizi bitmiş, Burak Aksak Leyla ile Mecnun’un<br />

hatırasını da yanına alarak, yeni maceralara<br />

atılmak için yola çıkmıştır. Evet, o rüştünü ispatlayan<br />

bir senaristti artık ama kaptan köşkünde<br />

neler yapabileceğini görmek de bir hayli merak<br />

uyandırmaktaydı. Nitekim Burak Aksak,<br />

hayranlarını pek fazla bekletmemiş ve ilk uzun<br />

metrajı Bana Masal Anlatma için motor demişti.<br />

Başrollerini dönemin yükselmekte olan yıldızları<br />

Fatih Artman ve Hande Doğandemir’in paylaştığı<br />

film, aynı zamanda Leyla ile Mecnun’un Erdal<br />

Bakkal’ı Cengiz Bozkurt’u da bünyesine alarak,<br />

eğlence dozajını yükseklere çekeceğinin sinyallerini<br />

ilk anda vermiştir. Nitekim öyle de oldu.<br />

Bana Masal Anlatma, Burak Aksak’ın nevi<br />

şahsına münhasır yaratıcılığıyla gelişen fantastik,<br />

yer yer sürreal ama fazlasıyla da komik bir iş<br />

olarak izleyenlerini selamlamaktadır.<br />

Birbirine sıkı sıkıya kenetlenmiş olan bir mahalleyi<br />

odak noktasına alan ve masallardan<br />

fırlayarak gelen Ayperi sayesinde anlatısını


ilginç bir noktaya taşıyan Bana Masal Anlatma,<br />

esasen Leyla ile Mecnun ile birçok ortak özelliği<br />

de bünyesinde barındırmaktadır. Bir kez daha<br />

samimi bir mahalle kültürünü huzurlarımıza getiren<br />

Burak Aksak, bu sefer kahramanını dolmuş<br />

şoförü Rıza olarak belirlemiş ve bir nevi yeni<br />

Mecnun olarak onu atamıştır. Nitekim Rıza’da,<br />

Mecnun gibi aklı bir karış havada olan ancak<br />

en az onun kadar da saf ve iyi niyetli bir gençtir.<br />

Keza tüm mahallelinin de Rıza’nın üzerine titremesi<br />

ve ona kol kanat germesi, filmin Leyla ile<br />

Mecnun ile olan yakın ilişkisini de daha belirgin<br />

bir ruh haline sokmaktadır.<br />

Tabii, Burak Aksak’ın bu benzerliğe rağmen farklı<br />

ve lezzetli bir film ortaya koyduğunu da söylemekte<br />

yarar var. Özellikle senaryonun ince işçiliği,<br />

filmi hoş bir seyirlik olarak addetmemizin yegâne<br />

sebebi olarak öne çıkmaktadır. Buna ek olarak<br />

filmin ürettiği mizah, vizyonda hasret kaldığımız<br />

nitelikli komediyi bizlere sunması vesilesiyle de<br />

fazlaca değerli.<br />

Gelgelelim, Bana Masal Anlatma’yı eksiksiz<br />

bir iş olarak nitelendirmek de filmin kusurlarını<br />

görmezden gelmek olacaktır. Özellikle Burak<br />

Aksak’ın yönetmen koltuğunda yeni olmasından<br />

kaynaklı bazı tecrübesizlikler, filmin kurgusal anlamda<br />

eksikler doğurmasına neden olmaktadır.<br />

Yer yer konu bütünlüğünü kaybeden ve farklı<br />

hikâyecikleri filme monte etmekte zorlanan Burak<br />

Aksak, durumu eğlence unsuru ile kotarmaya<br />

çalışsa da tökezlemekten kurtulamamıştır.<br />

Eksiğine gediğine rağmen ortaya koyduğu<br />

mizahı ve fantastik duruşuyla damakta farklı<br />

bir tat bırakan Bana Masal Anlatma, yalnızca<br />

çekildiği yılın değil son zamanların en göze<br />

çarpan komedi filmlerinden biri olarak da öne<br />

çıkmaktadır. Özellikle çöplüğe dönen gişe komedilerini<br />

baz aldığımızda inci gibi parlayan film,<br />

Burak Aksak’ın özgün bakış açısıyla daha değerli<br />

bir hal almaktadır.<br />

Kara Bela<br />

İlk filminden olumlu eleştiriler alan Burak Aksak,<br />

hiç vakit kaybetmeden ikinci uzun metrajı için<br />

kolları sıvamıştı. Artık imzası haline gelen fantastik<br />

öğelere bir kez daha yer verdiği filmi Kara<br />

Bela, esasen eğlenceli bir yol hikâyesi iddiasıyla<br />

huzurlarımıza gelirken, senaryosal anlamda<br />

yaşadığı tıkanıklar filmi gözle görülür bir şekilde<br />

geriye götürmektedir.<br />

Bana Masal Anlatma’dan yalnızca sekiz ay sonra<br />

vizyona giren Kara Bela, Burak Aksak hayranları<br />

tarafından beklentiyle karşılansa da, özensiz<br />

senaryosu nedeniyle hayal kırıklığından öteye<br />

gidememiştir. Evet, belki Burak Aksak ilk filmine<br />

oranla daha işine hâkim bir yönetmen olarak belirmektedir<br />

ancak birbirine bağlanmakta zorlanan<br />

konular ve fazlaca karikatürize olan karakterler<br />

filmin seyir zevkine negatif bir şekilde etki etmektedir.<br />

Fantastik bir yol hikâyesi olan ve bir kez daha<br />

masallardan aldığı referanslarla izleyenlerini selamlayan<br />

Burak Aksak, her ne kadar beklentinin<br />

altında kalmış olsa da kaostan beslenen absürt<br />

mizahı ile yer yer güldürmeyi de başarmıştır.<br />

Dede Korkut Hikâyeleri ve Burak Aksak<br />

Sinemasının Geleceği<br />

2006 yılında girdiği Plato Film Okulu ile başlayan<br />

sinema macerasında onuncu yılını geride<br />

bırakan Burak Aksak, bu süre zarfı içerisinde<br />

birçok kısa film üretmiş, hayranı olduğumuz<br />

senaryoları kaleme almış ve iki de uzun metraj<br />

ile beyazperdede boy göstermiştir. Dede Korkut<br />

Hikayeleri vesilesiyle tekrardan buluşmaya<br />

hazırlandığımız uçarı kalem, televizyonda ortaya<br />

koyduklarının yanı sıra, vizyon menüsü için de<br />

sağlam bir alternatif oluşturmasıyla takdiri hak<br />

etmektedir.<br />

Özellikle iyiden iyiye rezil bir hal almaya başlayan<br />

gişe komedileri arasından, akılcı ve farklı mizahı<br />

ile sıyrılan Burak Aksak, her yaş grubundan<br />

insanın zevkle izleyebileceği filmler çekmeye<br />

çalışırken, masallar ve mitlerle bağını koparmayarak<br />

da geçmişten son sürat beslenmeye<br />

devam etmektedir. Bu nedenle onun Dede Korkut<br />

Hikâyeleri’ne getireceği modern yorum, şimdiden<br />

fazlasıyla merak uyandırmaktadır.<br />

İçi boş bir güldürüler yerine, eğlenceli ve zaman<br />

zaman da lafı gediğine oturtan göndermeleriyle<br />

muadillerinden ayrılan Burak Aksak, geçmişte<br />

yaptıkları ile fazlasıyla umut beslediğimiz bir<br />

sinemacı. Nitekim Kara Bela’da gelişmeye<br />

başlayan yönetmenlik becerisinin üzerine birkaç<br />

kat daha çıkmayı başarabilirse, sinemamız<br />

ayakları yere sağlam basan bir komedi üstadı<br />

kazanacaktır, bu aşikâr. Son söz olarak 9<br />

Haziran’da izleyicisiyle buluşacak olan Salur<br />

Kazan: Zoraki Kahraman filminin yolu açık olsun<br />

diyelim ve noktayı koyalım.


TAŞRADA BİR KATİL<br />

LADY MACHBETH VE ÖTE<br />

Lady Macbeth nisan ayında<br />

şanslı İstanbullu seyircilerle<br />

buluştuktan sonra<br />

şimdi de sanata gerçekten<br />

aç Anadolu şehir festivallerinin<br />

seçkisinde<br />

karşımıza çıkıyor.<br />

DUYGU KOCABAYLIOĞLU<br />

n İngiliz yönetmen<br />

William Oldroyd çok<br />

aşinası olduğumuz<br />

bir isim değil; zira<br />

birkaç kısa filminden sonra el attığı ilk<br />

uzun metrajlı işi olan Lady Macbeth<br />

nisan ayında şanslı İstanbullu seyircilerle<br />

buluştuktan sonra şimdi de sanata gerçekten<br />

aç Anadolu şehir festivallerinin<br />

seçkisinde karşımıza çıkıyor. Mayıs 2017<br />

itibariyle henüz ülkemiz vizyon takvimine<br />

girmeyen film, feminist cepheleri hararetlendirebilecek<br />

bir potansiyele de sahip!<br />

Film, 19 yy.’da yaşamış Rus yazar Nikolai<br />

Leskov’un Lady Macbeth of Mtsensk<br />

adlı novellasından yine ilk uzun metraj<br />

senaryosuna imza atan Alice Birch<br />

tarafından senaryolaştırılmış. Aslında<br />

Leskov’un 19 yy.’da yazdığı bu eserin


Sİ<br />

en azından bizim karşımıza hiç<br />

çıkmamış olan Rus yapımı başka<br />

uyarlamaları da mevcut. Aslında<br />

bu veriler ışığında film için kadro<br />

açısından tam bir ilkler filmi de diyebiliriz<br />

zira filmi sırtlayıp götüren<br />

Florence Pugh’un da sinemada ilk<br />

ciddi başrolü! Ve muhtemelen önümüzdeki<br />

işlerinde hep bu filmdeki<br />

performansıyla karşılaştırılacak.<br />

Henüz adıyla seyircide merak<br />

uyandıran Lady Macbeth aslında<br />

biletini de bu soru işaretli Sheakespeare<br />

göndermesi sayesinde<br />

aldırıyor. Akıllı seyirci ise zaten<br />

filmin bir Macbeth uyarlamasından<br />

ziyade Macbeth’in hırs dolu karısı<br />

Lady Macbeth’ten esinlenen bir<br />

karaktere gönderme yaptığını<br />

anlayacaktır.<br />

Filmin bizatihi kendisine gelirsek,<br />

genç ve ‘taze’ Katherine 19 yy’da<br />

yaygın olan bir anlayışla orta<br />

yaşlarını devirmek üzere olan,<br />

fiziksel ve ruhen çirkin, karakteri<br />

zayıf – ezik de diyebilirsiniz- Alexander<br />

için kayınpederi tarafından<br />

yanında bir miktar arsa ile devren<br />

satın alınır. Kocası Alexander’a<br />

‘karılık’ görevlerine yerine getirmesi<br />

emredilirken bir yandan da geldiği<br />

bu malikanede gerçek bir mahkum<br />

hayatı yaşar. Bırakın kasabaya inmeyi,<br />

hizmetçilerden başka herhangi<br />

bir insanı görmesi, malikanenin<br />

çevresindeki çayırlık alanda bile<br />

dolaşması yasaktır. Hayatı zindana<br />

çevrilen Katherine çareyi hiçbir<br />

şey yapmadan uyuduğu bilinçli bir<br />

depresyon kaçışında bulur. Filmin<br />

ilk 20 dakikasına denk gelen ve oldukça<br />

zor akan bu bölümde sabredip<br />

koltuğunda kalan seyirciler için<br />

hikayenin gerisinde oldukça lezzetli<br />

ödüller var. Zira karşısına çıkan bir<br />

fırsat ile kırılma noktası yaşayan ve<br />

de çevresine yaşatan Katherine için<br />

kelimenin tam anlamıyla artık hiçbir<br />

şey eskisi gibi olmayacaktır!<br />

Katherine’nin yaşadığı dönüşümü<br />

sürprizbozan –spoiler- vermeden<br />

anlatmak imkansız olsa da, filmin<br />

Sheakespeare’in Lady Macbeth’ine<br />

bağlanan bölümü tam da bu<br />

dönüşümle başlıyor diyebiliriz.<br />

Artık karşımızda hırslarını tanımış,<br />

yapabileceklerinin farkında ve de<br />

onu emri altında tutmak isteyenler<br />

açısından daha fenası, bir daha<br />

zincire vurulmayı ne pahasına olursa<br />

olsun kabul etmeyecek bir Lady<br />

Macbeth var! Kadının özgürlüğünü,<br />

kişisel iradesini freni boşalmış bir<br />

cinsel doyumla farkına vardıran bu<br />

senaryo akışı an geliyor, bu özgürlük<br />

ve beraberinde gelen haz duygusu<br />

ile baş karakteri Katherine’ni<br />

bu sefer en basit insani duygulardan<br />

yoksun bir hırs küpüne<br />

dönüştürüyor. İşte zannımca feminist<br />

eleştirinin oklarını fırlatacağı<br />

noktalar tam da bunlar. Belki 19<br />

yy. da yazılan ve o günün toplumunu<br />

yansıtan bir roman bu anlamda<br />

daha serbest uyarlanabilirdi.<br />

Kadının kendi hayatının iplerini<br />

eline alması cinselliğinin, kendi<br />

bedeninin ve hazzın keşfiyle verilirken,<br />

bu hazzın onu dönüştürdüğü<br />

en hafif tabire ‘cadı’ modeli – ki orijinal<br />

Lady Macbeth ile bu anlamda<br />

finalde oldukça örtüşüyor- , kadının<br />

sinema dilindeki sunumu açısından<br />

mazur görülemez bir yoruma sahip.<br />

Öte yandan karşımızda kostümleri<br />

ve oldukça sade taşra dekoruyla<br />

iyi kotarılmış bir dönem filmi var;<br />

görüntü yönetiminin sadeliği ve<br />

sanat ekibinin renk kullanımı tam da<br />

olması gereken ‘kahverengilerde’.<br />

İlk başrolünde filmi sırtladığını


elirttiğimiz Florence<br />

Pugh’un kan donduran<br />

performansının yanı sıra<br />

kendisinden rahatlıkla nefret<br />

edebileceğimiz kayınpeder<br />

Christopher Fairbank’in ve<br />

her devrin ezileni olan zenci<br />

hizmetçi Anna’ya hayat<br />

veren Naomi Ackie’nin<br />

performansları göz ardı edilemez.<br />

Kapanıştan evvel filmin ikincil<br />

bir boyutu olan sınıfsal<br />

çatışmalara da değinmek<br />

gerek. İpuçlarını verdiğimiz<br />

Victoryen kadın-erkek geriliminin<br />

yanı sıra filmin masaya<br />

yatırdığı ciddi bir iktidar<br />

erki sorunsalı var. Tıpkı<br />

en güçlü kadın edebiyat<br />

figürlerinden biri olan Virginia<br />

Wolf örneğinde olduğu<br />

gibi, gücü ele geçirdikten<br />

sonra kadın-erkek cinsiyet<br />

ayrımının işlevini yitirdiği<br />

ve anaç, kollayıcı, koruyucu<br />

olması beklenen klasik kadın<br />

figürünün iktidarını koruma<br />

uğruna erkekleştiği, 3 gün<br />

önce ezilen kendisiyken<br />

gücü eline aldıktan sonra<br />

kurbanlarının gözünün yaşına<br />

bakmadığı, acıma, empati<br />

gibi duygulardan çok rahat<br />

arındığını, arınabileceğini<br />

söylüyor Lady Macbeth.<br />

Sınıfsal çatışmanın adalet<br />

getirmesi hak getire; hepiniz<br />

ölün pis fakir köleler! Sen bile<br />

Sebastian!<br />

Uzun lafın kısası, karşınıza<br />

çıktığında seyredilmesi hararetle<br />

tavsiye olunan ama<br />

kadının perdedeki temsiline<br />

olumludan öte ‘cadısal’ bir<br />

katkı sağlayan bir film Lady<br />

Macbeth; iyi seyirler!


NE BEKLİYO<br />

BU KADINDA<br />

YA DA BİR<br />

KADINDAN<br />

Ömer Kavur<br />

yönetmenliğinde<br />

sinemaya uyarlanan<br />

Anayurt<br />

Oteli en az<br />

romanı kadar<br />

kasvetli, başarılı<br />

görüntü & sanat<br />

yönetimi ve<br />

Macit Koper’in<br />

leziz oyunculuğu<br />

ile şahlanan bir<br />

yapım…<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Kült mertebesine<br />

ulaşmış eserlerin beyazperdeye<br />

uyarlandığında<br />

çoğu zaman hayal<br />

kırıklığı yarattığı su götürmez<br />

bir gerçek… En az<br />

orijinali kadar iyi ya da<br />

uyarlandıkları kitapları<br />

başarıları ile gölgede<br />

bırakmış film sayısı oldukça az… Kendi<br />

adıma en az eserin kendisi kadar iyi roman<br />

uyarlamaları hangileri diye düşündüğümde<br />

listenin en tepesinde yer alan yerli yapımlardan<br />

biridir Yusuf Atılgan imzalı Anayurt Oteli… Bu<br />

ortalama 100 sayfalık, incecik kitap öyle güçlü<br />

ve katmanlıdır ki, sizi kısa sürede avucuna<br />

alır ve kolay kolay da bırakmaz. Ömer Kavur<br />

yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan aynı<br />

adlı film en az romanı kadar kasvetli, başarılı<br />

görüntü & sanat yönetimi ve Macit Koper’in<br />

leziz oyunculuğu ile şahlanan bir yapım…<br />

Groupama, İstanbul Film Festivali’nde devam<br />

eden “Türk Klasikleri Yeniden” projesinin<br />

10. yılında Ömer Kavur’un, Yusuf Atılgan’ın<br />

romanından uyarladığı 1987 yapımı “Anayurt


RDU<br />

N<br />

Oteli” filmini restore ederek sinemaya<br />

yeniden kazandırdı. Tüm toz ve çiziklerinden<br />

arıdındırılan filmin ömrüne de<br />

500 yıl eklenmiş oldu. Film geçtiğimiz<br />

aylarda festival kapsamında TİM Show<br />

Center’da düzenlenen gala gösteriminde<br />

izleyici ile buluştu. Ancak daha<br />

güzeli filmin 2 Haziran’da “Başka<br />

Sinema” öncülüğünde yeniden seyirciyle<br />

buluşacak olması haberi oldu.<br />

Böyle şizoid otel işletmecisi Zebercet’in<br />

ve gecikmiş Ankara treniyle gelen<br />

kadının gizemli hikayesi daha çok kişi<br />

tarafından izlenebilecek.<br />

Başrollerini Macit Koper, Serra Yılmaz,<br />

Orhan Çağman ve Şahika Tekand’ın<br />

paylaştığı; Osman Alyanak, Kemal<br />

İnci, Cengiz Sezici, Songül Ülkü, Ülkü<br />

Ülker, Yaşar Güner, Arslan Kaçar, Osman<br />

Çağlar ve Orhan Başaran’ın da rol<br />

aldığı, yapımcılığını Sadık Deveci’nin<br />

üstlendiği filmin müziklerini yakın<br />

zamanda kaybettiğimiz sanatçı Attila<br />

Özdemiroğlu besteledi. Zaten<br />

dönemin hafızalara kazınmış pek çok<br />

film müziğinde Özdemiroğlu imzasını<br />

görürüz. Onun gidişiyle film müziklerimiz<br />

öksüz kaldı diyebiliriz. “Anayurt Oteli”<br />

yalnızlıktan kurtulamayan otel müdürü<br />

Zebercet üzerine bir psikolojik gerilim<br />

öyküsü gibi görünse de özünde Ömer<br />

Kavur’un rüyalar, simgeler, nesneler ve<br />

eylemlerin gizli anlamları aracılığıyla,<br />

zamanın geçişini anlattığı bir film. Bu<br />

yüzdendir ki sinema okullarında en çok<br />

okuması yapılan filmlerin başında geliyor<br />

hala…<br />

Ömer Kavur’un baş eseri olarak anılan<br />

film, Türk sinemasının en güçlü edebiyat<br />

uyarlamalarından biri olarak kabul ediliyor.<br />

Filmin başrol oyuncusu Macit Koper<br />

bu filmdeki performansıyla Nantes Film<br />

Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülüne<br />

layık görüldü ve SİYAD tarafından<br />

Yılın En İyi Erkek Oyuncusu seçildi.<br />

2008 yılında Erden Kıral’ın “Bereketli<br />

Topraklar Üzerinde” (1979) filmiyle “Türk<br />

Klasikleri Yeniden” projesine başlayan<br />

ve bu yıl 10. Yılındaki Groupama, 2009<br />

yılında Ömer Lütfi Akad’ın “Vurun Kahpeye”<br />

(1949), 2010 yılında Atıf Yılmaz’ın<br />

“Selvi Boylum Al Yazmalım” (1978),<br />

2011 yılında Memduh Ün’ün Üç Arkadaş<br />

(1958), 2012 yılında Halit Refiğ’in “Gurbet<br />

Kuşları” (1964), 2013 yılında Lütfi Ö.<br />

Akad’ın “Vesikalı Yarim” (1968), 2014<br />

yılında Yavuz Turgul’un “Muhsin Bey”<br />

(1987), 2015 yılında Metin Erksan’ın<br />

“Yılanların Öcü” ve 2016 yılında<br />

Zeki Ökten’in “Sürü” (1978) filminin<br />

restorasyonlarını üstlenmişti.


DARIO ARGENTO<br />

KORKU SİNEMASININ<br />

EN BÜYÜK USTASI<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

n Dario Argento, film<br />

yapımcısı ve yönetmeni<br />

Salvatore Argento<br />

ve Brezilyalı fotoğrafçı<br />

Elda Luxardo’nun<br />

oğlu olarak, birçok<br />

tanınmış İtalyan<br />

yönetmen gibi<br />

Roma’da dünyaya geldi. Her Romalı<br />

yönetmen gibi şehirden beslenen ve<br />

öncelikle çok film izleyen bir kişiliğe<br />

sahip olan Argento, daha sonra kariyerine<br />

eleştirmen olarak devam etti. Lise<br />

öğreniminde çeşitli dergilerde sinema<br />

yazıları yazan Argento, özellikle korku<br />

türüne o zmanlardan merak salmıştı. Kolej<br />

ve daha üst eğitimine devam etmeyen,<br />

bunun yerine sinema yazmayı seçen<br />

Argento, gazetelerde de yazmaya başladı<br />

ve kendini bu alanda geliştird. Elbette<br />

bu sektöre girmesini de kolaylaştırdı<br />

ve daha sonra birçok projede beraber<br />

çalışacağı ünlü sinemacılarla daha küçük<br />

yaşta tanışmasına sebep oldu. Gazetede<br />

çalışırken senaristlik yapmaya başlayan<br />

Argento, önce daha küçük çapta projelerde<br />

yer aldı ve daha sonra İtalyan<br />

sinemasının büyük filmlerinde de çalışma<br />

şansı elde etti. Kızı Asia Argento’yu<br />

Argento<br />

son<br />

yıllarda<br />

yaşının<br />

da etkisiyle<br />

bir yavaşlama<br />

döneminde girdi<br />

ve filmleri düşük kalibredeydi<br />

ama şu sıralar<br />

prodüksiyon aşamasında<br />

olduğu bir filmi bitirmek<br />

için uğraşıyor ve bundan<br />

dolayı biz çok ama çok<br />

heyecanlıyız.


da sinemaya kazandıran büyük yönetmen<br />

son yıllarda yaşının da etkisiyle<br />

bir yavaşlama döneminde girdi ve filmleri<br />

düşük kalibredeydi ama şu sıralar<br />

prodüksiyon aşamasında olduğu bir filmi<br />

bitirmek için uğraşıyor ve bundan dolayı<br />

biz çok ama çok heyecanlıyız.<br />

Rahatsız Edici Güzellikte: Dario Argento<br />

Sineması<br />

İtalyan suç filmlerinin –daha öncesinde de<br />

romanlarının- bir nevi alt türü olarak kabul<br />

edilen, grotesk bir tavır içeren ve şiddet<br />

öğesinin alabildiğince sınırsız kullanıldığı<br />

b-filmlerine denmektedir. Tabii görece<br />

bir üslupla biraz farklı betimleyenler<br />

olacaktır. Bu türün kendine has özellikleri<br />

Mario Bava ve Lucio Fulci’den başlar ve<br />

Dario Argento üstada kadar uzanır. Hatta<br />

Argento, tamamen b-film kategorisinde<br />

olan giallo türüne kalite kazandırmış ve<br />

korku külliyatı içerisinde sağlam bir yer<br />

kazandırmıştır. Sinemanın ve korkunun<br />

ruhunu taşıyan ama eksiği gediği çok<br />

olan bu tür Argento sayesinde artık çok<br />

daha fazla bilinir ve üzerine çok daha fazla<br />

tartışılır bir hale gelmiş, günümüze kadar<br />

da uzanmıştır. Hatta üstad Giallo adlı<br />

bir film çekmeye kadar işi götürmüştür.<br />

Peki Argento için sadece giallo türünden<br />

mi bahsetmeliyiz? Elbette hayır! Onun<br />

korku sinemasında açtığı yol ve belleklere<br />

kazıdığı tarz, sinemayı sinema yapan<br />

unsurların da ötesinde yer almaktadır.<br />

Öyle ki; türün hayranları bile dinamiklerin<br />

tersyüz edilişi karşısında çaresiz kalır ve<br />

hayatında unutamayacakları deneyimleri<br />

yaşamış olurlar.<br />

Argento’nun sinemasına yönetmenlik<br />

üzerinden biraz ara verelim ve<br />

senaristliğine bir göz atalım. Çoğumuza<br />

ve bana göre gelmiş geçmiş en iyi western<br />

filmi, spagetti alt türüne ait Once Upon<br />

a Time in the West filmidir. Leone ustanın<br />

bu başyapıtı boşuna başyapıt olmamış ve<br />

senaryosunda ustalar bir araya gelmiştir.<br />

Leone ve Donati’ye, Bertolucci ve Argento<br />

eşlik etmiş, ortaya da muhteşem bir se-


senaryo çıkmıştır. Argento’nun kattıkları<br />

sayesinde, özellikle anlatı olarak film epey<br />

güç kazanmış ve daha olgun olmasında<br />

Argento önemli yer sağlamıştır. Böylece<br />

sinema sanatına Argento’nun verdiği<br />

katkılara senaryo anlamında da en iyilerden<br />

biri eklenmiş, katkısı sayesinde<br />

gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri ortaya<br />

çıkmıştır. Tabii senaristlik katkısı sadece<br />

bu filmle sınırlı değil. Argento tamamen<br />

kendi filmlerine geçmeden ve kendi<br />

senaryolarını da yazmya başlamadan<br />

evvel özellikle western külliyatına senarist<br />

olarak önemli katkılarda bulunmuş<br />

bir isim. Mizahi yönünü korkularına pek<br />

fazla bulaştırmayan Argento, bu hakkını<br />

western filmlerinin bazılarında kullanmaya<br />

karar vermiş, çok da iyi yapmış. Bazı<br />

erotik filmlerin senaryolarında da imzası<br />

olan Argento, Un Esercito di 5 Uomini, Un<br />

Corde...Un Colt..., Commandos, Oggi a<br />

Me... Domani a Te... gibi filmlerde senarist<br />

olarak katkı vermiştir ve bunlar oldukça<br />

önemli yapımlardır.<br />

Argento’nun korku sinemasına dönecek<br />

olursak hayranlığımızı dile getiren sözlerle<br />

yazıya devam edebiliriz. Her<br />

şeyden evvel Argento’nun Bava’dan<br />

etkilenmiş olmasına rağmen kendine<br />

has bir sineması olduğunu ve kimseye<br />

benzemediğini vurgulamak gerekir. Filmin<br />

birkaç sanesini görünce Argento filmi<br />

olduğunu anlamak pek güç olmasa gerek.<br />

Zira; Argento estetik açıdan kusursuzdur<br />

ve mükemmeliyetçidir. Onun kadrajları<br />

ve renkleri adeta bir vals eşliğinde<br />

dans eder. Biçimsel olarak kendisiyle<br />

yarışabilecek bir korku sineması yönetmeni<br />

yoktur ve bu anlamda Hitchcock dahil<br />

olmak üzere herkesin üzerinde yer alır.<br />

Özenle kotarılmış ve sanat yönetmenliği<br />

eserleri olan atmosfer, set ve dekorlar<br />

muhteşemdir. Kurgu ve geçişler öylesine<br />

uyumludur ki gerçekliği en fantastik<br />

filminde bile hisseder, sinirlerimizin<br />

kontrolünü kaybederiz. Argento filmleri<br />

eşsiz bir keyif, rahatsız edici güzellikte


ir deneyimdir. Atmosferin güzelliği ve<br />

inandırıcılığı bizi hapseder ve korkmak kelimesini<br />

iliklerimize kadar yaşarız. Açılar<br />

öyle dehşettir ki kendimizi hikayenin<br />

içinde bulamamak gibi bir şansımız yoktur.<br />

Kısacası; Argento filmi izlerken hem<br />

korkunun sınırlarında dolaşır, hem de çok<br />

büyük bir sinema keyfi yaşarız...<br />

Ünlü sinema yazarı James Gracey, Argento<br />

sinemasını şu şekilde tanımlar: “40<br />

yılı aşkın bir süredir, Dario Argento’nun<br />

nefes kesici biçimde şiddetli ve asortik<br />

filmleri dünya etrafındaki izleyicileri şoke<br />

ediyor ve dehşete düşürüyor. Bir Argento<br />

filmi izlemek tamamen içsel bir tecrübenin<br />

keyfine varmaktır. Özenle hazırlanmış<br />

set bölümleri ve baş döndürücü sinema<br />

sanatçılığı kan ve gücün kakofonisinde<br />

çarpışır. Kamera, durmaksızın avının<br />

beşinde dolaşan bir silah gibi kullanılır.<br />

Şaşılası görüş açısı çekimleri izleyiciyi<br />

ölüm ve kargaşanın her şatafatlı tasvirinde<br />

içine alırken hem kovalanan hem<br />

kovalayan kılar.<br />

Çekici kadın kurbanlar soyut<br />

dehşetin içine akarken, hepsi kendi<br />

savunmasızlığının farkında, özlemle<br />

arkalarına bakarlar. Zaman zaman her<br />

cinayet neredeyse şehvetli bir şekilde,<br />

daha çok seks sahnelerini andırırcasına<br />

filme alınır: kanlı kaosların rahatsız edici<br />

bir orgazmında doruğa çıkan kan ve beden<br />

çılgınlığı.<br />

Dehşet ve gerilim sahneleriyle kendisi<br />

de bir isim yapmış olmakla birlikte, Argento<br />

sık sık ‘İtalyan Hitchcock’ diye<br />

anılır. Fakat Hitchcock’un çalışmaları<br />

sabit doğrusallık, odaklanmış akış,<br />

anlatı ve mantıkla özdeşleşirken, Dario<br />

Argento’nun filminde bunlar atmosfer,<br />

teknik yetenek ve provokatif betimlemelerle<br />

yer değiştirir<br />

36. Uluslararası İstanbul Film<br />

Festivali’nde Yenilenmiş Halini İzlediğimiz<br />

SUSPIRIA<br />

Korku türü son yıllarda epey değişim<br />

gösterdi. 90’lara damga vuran teen slash-


slasher akımından sonra nereye evrileceği<br />

merak konusuydu. Tıpkı bizim sinemamız<br />

gibi, dünya sineması da seri katillerden,<br />

arızalı karakterlerden biraz uzaklaştı ve<br />

doğaüstü olaylara yer vermeye başladı.<br />

Özellikle James Wan önderliğindeki yeni<br />

sinemacılar, bu anlamda oldukça başarılı<br />

ve etkileyici işlere imza attılar. Peki 70’ler<br />

sinemasının sonları ve 80’ler başında<br />

durum neydi? Myers, Freddy, Jason gibi<br />

psikopatların hüküm sürdüğü yıllarda<br />

doğaüstü konular işlenmiyor muydu? İşte<br />

bu soruların, isim üzerinden gidildiğinde,<br />

tek ve en orjinal cevabı şöyleydi; Dario<br />

Argento...<br />

Argento sinemasında biçimin çok önemli<br />

olduğu, hatta çoğu zaman hikayenin epey<br />

önüne geçtiğini söyleyebiliriz tekrar.<br />

Görsel açıdan doyurucu, oldukça sert<br />

ve stil ustası olduğunu kanıtlayan cinsten<br />

sahneler de Argento sinemasının<br />

olmazsa olmazları. Bu anlamda en özgür<br />

davrandığı, hikayeyi de çok boşlamadığı<br />

ve kült mertebesine ulaşmış filmi Suspiria,<br />

ustanın başyapıtlarından biri ve filmografisinin<br />

de kesinlikle en iyisi. Sadece bununla<br />

kalmayıp, korku külliyatının en iyilerinden<br />

biri olduğunu söylemek de sanırım abartı<br />

olmaz. 1980 yılında çektiği Inferno ve 2007<br />

yılında kotardığı La Terza Madre ile birlikte<br />

“Üç Ana” üçlemesini oluşturan Suspiria, en<br />

rahatsız edici ve herkes tarafından hazmı<br />

kolay olmayan bir klasik olarak sinema tarihinde<br />

yerini almış durumda.<br />

Suspiria Giallo romanları tadında başlıyor<br />

ki Argento’nun ustası kabul edilen Mario<br />

Bava bu anlamda öncü sinemacılardan.<br />

Ondan aldığı ilham ve Scorsese’ye kadar<br />

bulaşan kamera hareketleri sanırım<br />

sinemasının temelinin en güçlü yanları.<br />

Ucuz romanları ve b-film özelliklerini<br />

destekleyen pek çok öğe de gözümüze net<br />

olarak çarpmakta. Aşırı kan kullanımı, son<br />

derece rahatsızlık verecek cinayet sahneleri<br />

ve Argento’yu yıllarca kadın düşmanlığı<br />

ile suçlamaya yetecek kadar sert olan<br />

kadın kurbanların öldürülme şekilleri. Bu-


ada sanırım yanlış anlaşıldığı yerler, stil<br />

konusundaki takıntılarından dolayı, en<br />

ufak detayına kadar cinayetleri göstermek<br />

istemesi. Yani, cinayet olayını görsel<br />

açıdan şölene çevirip, belki de kendi içinde<br />

meşrulaştırması. Bunu da kadın karakterler<br />

üzerinden yapması farklı yorumlanabilmekte.<br />

Suspiria’da bu durum çok daha<br />

ön planda. Bir de Goblin grubunun epey<br />

rahatsız eden müzikleri ile birleşince seyirciyi<br />

yakalayıp, amacına fazlasıyla ulaşıyor<br />

Argento. Bu yöntemlerin kullanılması ile de<br />

film, ikinci yarıdan sonra bambaşka bir hal<br />

alıyor ve hala günümüzde korku sineması<br />

üzerinde etkilerini görebildiğimiz doğaüstü<br />

güçler, soyut kavramların somutlaştırılması<br />

gibi yöntemlerle tinsel konulara evriliyor.<br />

Efsaneleşen ve filmin doruk noktasına<br />

ulaştığı anlarda görülen cadı topluluğu ve<br />

benzeri sahneler ile de Argento tür içindeki<br />

her dinamikte usta olduğunu adeta tekrar<br />

tekrar kanıtlıyor.<br />

Suspiria, sanat yönetimi açısından da bir<br />

başyapıt. Giuseppe Bassan’ın bu anlamdaki<br />

başarısı dudak uçuklatan cinsten. Koridorlar,<br />

tavanlar, filmin atmosferine yardımcı<br />

olcak herşey ustaca kotarılmış. Yani, set<br />

ve dekorlar inanılmaz ayarında ve etkileyici<br />

durumda. Kabaca, bu filme daha iyisini<br />

bulmak neredeyse imkansız diyeceğimiz<br />

türden. Bunu, Luciano Tovoli’nin harika<br />

görüntüleri ve ışık kullanımı da destekleyince<br />

o bahsettiğimiz stil ustalığını yakalamak<br />

çokta zor olmuyor. Argento’nun<br />

yaratıcılığı ile birleşen bu özellikler, öylesine<br />

muazzam bir tad bırakıyor ki damakta,<br />

her izlendiğinde ve hal aynı tadı almak<br />

sürpriz olmuyor.<br />

Sonuç olarak, Suspiria elbette herkesi<br />

memnun edecek bir film değil. Nefret<br />

eden ya da izlerken tahammül sınırları<br />

zorlanıp tamamlayamayacak izleyici çok<br />

olacaktır. Ancak, hem Avrupa sineması<br />

dinamikleri taşıyan, hem anlattığımız üzere<br />

ucuz romanları referans alan Suspiria,<br />

hayatınızdaki en korkunç 100 dakika olmaya<br />

aday.


HOLLYWOOD YAZIN<br />

ALEV ALEV GELİYOR<br />

Yaz aylarını karşılamaya hazırlandığımız şu<br />

günlerde, mevsimin getirdiği hareketliliğin<br />

yanında içimizi kıpır kıpır eden bir diğer<br />

gelişme de film dünyasındaki hareketlilik oldu.<br />

BURAK YARKENT<br />

n Yaz aylarını karşılamaya<br />

hazırlandığımız şu günlerde,<br />

mevsimin getirdiği<br />

hareketliliğin yanında<br />

içimizi kıpır kıpır eden<br />

bir diğer gelişme de film<br />

dünyasındaki hareketlilik<br />

oldu.<br />

Yaratıcısı William Moulton<br />

Marston’u da sayacak olursak, senaryo<br />

yazarlığını Zack Snyder, Allan Heinberg,<br />

Jason Fuchs’un yaptığı ve Patty Jenkins’in<br />

yönettiği Wonder Woman’ın yanısıra, Christopher<br />

Nolan imzalı Dunkirk, 2017 yazı için<br />

sinemaseverlerin beklentilerini yukarıda tutmaya<br />

yetti.<br />

Bu yukarıda saydığım iki fimin yanına bir<br />

de Pirates of the Caribbean:<br />

Dead Men Tell No Tales ve Baywatch<br />

isimleri telaffuz edilmeye<br />

başlanınca, beklentiler iyice<br />

arttı. Fakat Amerika film endüstrisinin<br />

bir hayli önem verdiği,<br />

Şehitleri Anma Günü (Veteran’s<br />

Day) gişe hasılatları açıklanınca<br />

evdeki hesabın çarşıya uymadığı<br />

anlaşıldı.<br />

Öyle ki, bu sene 29 Mayıs’ta kutla-


nan Şehitleri Anma Günü<br />

(Normalde Mayıs ayının<br />

son Pazartesi günü) gişe<br />

hasılatı, $176 milyon ile<br />

son 18 yılın en düşük<br />

seviyesini gösterdi. Özelikle<br />

Pirates of the Caribbean:<br />

Dead Men Tell No<br />

Tales ve Baywatch filmlerinin<br />

ilk haftasında $100<br />

milyon barajını geçememeleri, yapımcılarını<br />

ve bu filmleri bekleyen izleyici kitlesini<br />

büyük hayalkırıklığına uğrattı.<br />

Bunun yanında Mayıs başlarında piyasaya<br />

çıkan King Arthur: Legend of the Sword<br />

ve Alien filmlerinin ikinci haftalarında ilk<br />

haftalarına nazaran %80 oranında izleyici<br />

kaybetmesi, belki de bu kötü gidişin<br />

başlangıcını işaret ediyordu.<br />

Bu kötü başlangıç ve gidiş bize, artık Pirates<br />

of the Caribbean ve Baywatch isimlerinin,<br />

sinemaseverler arasında eski anlamlarını<br />

ifade etmediklerini gösterdi.<br />

Fakat şu da bir gerçek ki, bu isimlerin<br />

göstermiş olduğu düşük performans ve<br />

hayalkırıklığını tüm yaz dönemi filmleri ile<br />

ilişkilendirmemiz hem hata hem de diğer<br />

yapımlara haksızlık olacaktır.<br />

Şunu unutmamakta fayda var, yaz sezonu<br />

Mayıs başında piyasaya giren Guardians<br />

of the Galaxy Vol. 2 ile müthiş bir başlagıç<br />

yaptı. Wonder Woman, Spider-Man: Homecoming<br />

ve War for the Planet of the Apes<br />

filmleri için de beklenti ve filmlerin en az<br />

Guardians of the Galaxy Vol. 2 kadar başarılı<br />

olacağına inanç bir hayli yüksek.<br />

Doğrudur, sezon iyi açılmadı, hatta çoğu<br />

sinemaseverde<br />

büyük<br />

hayalkırıklıkları<br />

yarattı, fakat<br />

bu ilersi için bir<br />

karamsarlık alameti<br />

olmamalı.<br />

Bekleyip<br />

hepbirlikte<br />

göreceğiz.


OLIVIER ASSAYAS’NIN<br />

FAVORİ FİLMLERİ<br />

16 Haziran’da gösterime girecek Personal<br />

Shopper’ın yönetmeni Olivier Assayas’nın favori<br />

filmlerine göz atmaya ne dersiniz?”<br />

MURAT KIZILCA<br />

n 1955 Paris doğumlu<br />

Fransız sinemacı Olivier<br />

Assayas’nın son<br />

filmi Personal Shopper<br />

(Hayalet Hikâyesi), 16<br />

Haziran’da gösterime<br />

giriyor. Assayas’nın<br />

filmografisine<br />

baktığımızda Demonlover<br />

(2002) gibi filmlerle daha önce de tür<br />

sinemasına yakınlaştığını gözlemleyebiliyoruz.<br />

Ancak Personal Shopper’daki hayalet<br />

öyküsü aracılığıyla korku türüyle ilk<br />

kez flört eden Assayas, türle çok samimi<br />

olmamaya özen gösteriyor ve başkarakteri<br />

üzerinden acı, yabancılaşma ve kimlik<br />

arayışı gibi başlıkları kurcalıyor.<br />

Olivier Assayas’dan muhteşem bir<br />

arşive sahip Criterion Collection’ın<br />

web sitesi için, koleksiyonda yer alan<br />

filmler arasından bir “en iyi on” listesi<br />

hazırlaması istenmiş ama Assayas minik<br />

hileler ile listeyi on filmin ötesine taşımış.<br />

Gelin hep beraber Assayas’nın favori<br />

filmlerine deneyimli yönetmenin yorumları<br />

eşliğinde göz atalım.<br />

The Leopard (1963, Luchino Visconti)<br />

Ölümünün üzerinden yaklaşık 40 sene<br />

geçmiş olmasına rağmen, hâlâ sinema<br />

tarihinin en rahatsız edici figürlerinden<br />

biri olan yönetmenin<br />

en iyi<br />

filmlerden biri.<br />

Visconti’nin filmleri;<br />

tutkuları,<br />

geçmişle<br />

geleceği<br />

birleştirmeleri,<br />

karakterleri, hem<br />

son derece insani,<br />

hem de her<br />

bakımdan üstün olmaları ile sinemanın<br />

sınırlarının ötesine taşıyorlar. The Leopard<br />

da onun zirve filmlerinden; iyi film<br />

yapmanın cisimleşmiş hali, gösterişli,<br />

eğlenceli, bıçak gibi keskin ve melodramatik.<br />

Sonsuza kadar sizinle kalıyor.<br />

Pickpocket (1959, Robert Bresson)<br />

Andrei Rublev (1966, Andrei Tarkovsky)<br />

Robert Bresson olmasaydı, burada<br />

bu cümleleri kuruyor olmayacaktım.<br />

Genç delikanlılık çağlarımda bana<br />

sinemanın ne olabileceğini ve diğer<br />

sanatların başyapıtlarıyla nasıl rekabet<br />

edebileceğini gösterdi. Sinemanın,<br />

birinin hayatını adamasına değer bir şey<br />

olduğunu da.<br />

Ingmar Bergman bir seferinde şöyle<br />

söylemişti: birçok sinemacının hayatları<br />

boyunca mücadele ederek ulaştıkları


yerlere Tarkovsky hiçbir çaba harcamadan<br />

gelmiştir. Ondan daha iyi ifade<br />

edebileceğimi düşünmüyorum.<br />

White Material (2009, Claire Denis)<br />

A Christmas Tale (2008, Arnaud Desplechin)<br />

Chungking Express (1994, Wong Kar-wai)<br />

Dazed and Confused (1993, Richard Linklater)<br />

Frances Ha (2012, Noah Baumbach)<br />

Moonrise Kingdom (2012, Wes Anderson)<br />

Yi Yi (2000, Edward Yang)<br />

Sinemacıların (kendim dahil) listelerini<br />

okuduğumda, çağdaşlarının adlarının<br />

anılmamış olmasına feci bozuluyorum.<br />

Günümüz her zaman okunması en zor<br />

olandır. Onun yerine geçmişin ustalarına<br />

odaklanırsan listen tartışmasız kabul<br />

görür. Burada başlangıçlarından beri<br />

takip etme şansına eriştiğim birkaç<br />

sinemacının ismini anmam lazım. Az ya<br />

da çok sıklıkta birçoğuyla yolumuz kesişti<br />

ama ben onlara daima hayranlık besledim.<br />

Ayrıca bana esin kaynağı oldukları için de<br />

minnettarım. Kendimi onlarla ya da onların<br />

filmleriyle diyaloga girmiş gibi hissediyorum<br />

ve bu kendi işlerime de yansıyor.<br />

Edward Yang öldü, onu çok özlüyorum,<br />

Hou Hsiao-hsien ile birlikte modern Çin<br />

sinemasının yaratıcısıydı, arkadaşımdı.<br />

Nashville (1975, Robert Altman)<br />

Robert Altman’ın 1971 ile 1975 yılları<br />

arasında hata yapması mümkün değildi ve<br />

Nashville de o sürecin zirvesidir. Ondan<br />

önce Hollywood’da özgürlük, bağımsızlık<br />

ya da özgün doğallık hissi çok nadir<br />

görülürdü. Plan sekanslar, kaydırmalı<br />

çekimler, oyunculara verdiği alan, onların<br />

ses bindirmelerine izin verme şekli, serbestlik<br />

ve anlatının derinliği. Bunaltıcı ve<br />

düşmanca bir ortamda bir yudum temiz<br />

hava gibiydi. Çok uzun sürmedi gerçi.<br />

Heaven’s Gate (1980, Michael Cimino)<br />

Bu filmin inanılmaz bir şekilde restore<br />

edilmiş yönetmen kurgusunu birkaç<br />

hafta önce izledim. Michael Cimino’ya<br />

her zaman hayranlık duymuşumdur ve


gösterime girdiğinde Heaven’s Gate’i de<br />

birkaç ufak detay hariç çok sevmiştim.<br />

Şimdi bu başyapıt hakkında herhangi bir<br />

itirazım olmuş olmasına inanamıyorum.<br />

Sadece güzel yaşlanmakla kalmamış. Her<br />

nasılsa üzerinden geçen zaman, bu filmin<br />

o zamanlar göremediğim olağanüstü ve<br />

üstün bir başarı olduğunu açığa çıkarmış.<br />

Videodrome (1983, David Cronenberg)<br />

Cronenberg bir dâhidir. Tür<br />

sinemacılığını yeniden keşfetmiş ve ona<br />

en iddialı kurgunun derinliğini vermiştir.<br />

Bu kelimenin tam anlamıyla öncü iş,<br />

onun başyapıtlarından biridir. Gösterime<br />

girdiğinde gözlerime inanamamıştım. Bir<br />

sinemacının sadece günümüzün ruhunu<br />

ya da onun gizli anlamını kıskıvrak yakalamakla<br />

kalmayıp, aynı zamanda onun<br />

şiirsel ve gizemli güzelliğini bulmasına<br />

inanamamıştım. 15 sene sonra çektiği<br />

ve çok başka bir dünyada geçen eXistenZ,<br />

bu filmin büyüleyici bir yankısı<br />

gibi. David Cronenberg’in en büyük<br />

modern sanatçılardan biri olduğunu<br />

düşünüyorum.<br />

Che (2008, Steven Soderbergh)<br />

Steven Soderbergh bir harika! Bugün<br />

ABD’deki en cesur, en zeki ve en özgün<br />

sinemacıdır. Bütün filmlerini sevmiyorum<br />

ama çoğuna –bırakın sevmeyi- hayranım.<br />

En küçük işinde bile başkalarının en<br />

başarılı işlerinden daha fazla sinema sevgisi<br />

ve sinema anlayışı var. Che, bugüne<br />

kadar çekilmiş filmler arasında, askeri<br />

strateji ile bu ciddiyette ilgilenen tek film.<br />

Carlos’u, başka türlü sunulsa gözümü<br />

korkutacak bir seviyede hayal etmeme<br />

yardım etti.<br />

La Dolce Vita (1960, Federico Fellini)<br />

Army of Shadows (1969, Jean-Pierre<br />

Melville)<br />

Asla bir Fellini tutkunu olmadım, benim<br />

için fazla barok. Ama La Dolce Vita insanı<br />

hayrete düşüren bir film; bir dönemi, bir<br />

kültürü, bir şehri özetleyen bir film; kendi<br />

tarzında bir tarihi önemi var. Belki de o<br />

dönemin en iyi İtalyan filmi, aynı Jean


Eustache’in, şimdi tamamen yok olmuş<br />

olan bir şehri, bir zamanı, bir kültürü<br />

bünyesinde barındıran ve on yıl sonra, o<br />

zamanki hareketin marjinal figürlerinden<br />

biri tarafından yapılmış, son yeni dalga<br />

filmi The Mother and the Whore gibi.<br />

Jean-Pierre Melville’e olan hayranlığım<br />

yıllar içinde büyüdü. O, Bresson gibi bir<br />

minimalist ama çerçeveyi boşaltmıyor,<br />

birçok görünenden kurtulup yerine görünmeyeni<br />

ekliyor. Çok fazla gangster filmi<br />

çekmedim ama onun, hayatları ihanet ve<br />

ölüm üzerine şekillenen polislere ve kanun<br />

kaçaklarına olan düşkünlüğünü anlayabiliyorum.<br />

Army of Shadows ile Joseph<br />

Kessel’ın yarı otobiyografik romanını<br />

uyarladı ve Fransız Direnişi’nin en iyi<br />

filmini yaptı. Army of Shadows sadece en<br />

önemli Fransız filmlerinden biri değil, aynı<br />

zamanda ulusal bir hazine.<br />

Fanny and Alexander-TV Versiyonu (1982,<br />

Ingmar Bergman)<br />

Topsy-Turvy (1999, Mike Leigh)<br />

Fanny and Alexander’ın televizyon versiyonu,<br />

tabii ki Bergman’ın onayladığı tek<br />

versiyon. Televizyon versiyonu deniyor<br />

çünkü bu şekilde finanse edildi ama beyazperdede,<br />

tek bir ara verilerek izlenmesi<br />

gerekiyor. Bergman’ın son başyapıtı.<br />

Önceleri bu film biraz gözden kaçtı çünkü<br />

sinema versiyonu denilen kısaltılmış<br />

halinde bazı zenginliklerini kaybetti. Yavaş<br />

yavaş, tam hali tekrar seyredildikçe kendini<br />

kabul ettirdi ve bütün çalışmaları<br />

göz önüne alındığında anahtar bir rol<br />

üstlendiği anlaşıldı. En azından bende<br />

öyle oldu.<br />

Topsy-Turvy’yi bu listeye almak<br />

zorundaydım. Bu anlaşılmamış ve gerçek<br />

değeri verilmemiş Gilbert ve Sullivan<br />

biyografisi, sanat ve ticaret arasında<br />

kalmış şov dünyasının en dokunaklı,<br />

en komik ve en acımasız tasvirlerinden<br />

biridir. Hem yaratım sancılarına, hem de<br />

gişe endişelerine tanık oluruz. Sadece<br />

Jean Renoir’nın French Cancan’ı ile<br />

karşılaştırabilirim.<br />

Desire (1937, Sacha Guitry)<br />

Judex (1963, Georges Franju)<br />

Sacha Guitry’nin dehasının Fransa<br />

sınırları dışında anlaşılmamasına<br />

inanamıyorum. Fransız sinemasının<br />

en önemli figürlerinden biridir, hatta<br />

en büyüklerinden biri. Biraz kenarda<br />

kalmasının sebebini, film yapmaya<br />

başladığında -ki sesli sinemaya yeni<br />

geçilmişti- orta yaşını çoktan geçmiş ve<br />

sahnelerin aşırı tanınmış ve aşırı başarılı<br />

simalarından biri olmasına bağlıyorum.


Sessiz dönemden hiçbir iz taşımayan<br />

bir stili vardı. Dile itibar eden ilk Fransız<br />

sinemacılardan biridir. Asla kendi<br />

oyunlarını basitçe kayda almakla yetinmedi;<br />

kafayı sinemanın özelliklerini kullanmaya<br />

takmıştı ve bu sayede yeni bir<br />

dilin öncülüğünü yaptı. Genelde başrolde<br />

yer alan önce Jacqueline Delubac, sonra<br />

Genevieve Guitry, daha sonra da Lana<br />

Marconi’den<br />

yani eşlerinden<br />

de ilham alan<br />

Guitry, ilk ve<br />

belki de en<br />

büyük Fransız<br />

senarist/yönetmendir.<br />

Desire,<br />

harikulade bir<br />

filmdir. Keşke<br />

Criterion,<br />

babası ünlü<br />

oyuncu Lucien<br />

Guitry’nin hayat hikâyesini anlatan<br />

ve benim de kişisel favorim olan Le<br />

Comedien’i de yayınlasa.<br />

Bir başka anlaşılamayan Fransız yönetmen<br />

de Georges Franju’dur. Daha çok<br />

Eyes Without a Face ile bilinir ama<br />

aslında çok istikrarlı bir filmografisi<br />

vardır.<br />

Rififi (1955, Jules Dassin)<br />

Thief (1981, Michael Mann)<br />

Tipik bir Fransız suç yazarı Auguste Le<br />

Breton’un romanından uyarlanan, kariyeri<br />

McCarthycilik nedeniyle tam da zirvedeyken<br />

sekteye uğrayan Amerikalı bir<br />

sinemacı tarafından yönetilen ve Paris’te<br />

Fransızca dışında bir dilde çekilen ilk film<br />

olan Rififi, garip bir hayvan gibidir. Jules<br />

Dassin’in, beş sene önce Londra’da<br />

çekilen bir önceki filmi Night and the<br />

City, başyapıtıdır. Çocukken bir Fransız<br />

kanalında keşfettiğim<br />

bu Fransız ve Amerikan<br />

kara filmlerinin<br />

kırması, beni daima<br />

şiddeti, umutsuzluğu,<br />

karanlığı ve güzelliği ile<br />

etkilemiştir. Sadece birçok<br />

filmi Rififi’den türeyen<br />

Melville değil, Fransız<br />

tür sinemasının birçok<br />

ikincil ismi üzerinde de<br />

etkili olmuştur.<br />

Michael Mann’a<br />

hayranım; günümüz<br />

Amerikan sinemasının<br />

en ilham veren<br />

sinemacılarından biri<br />

ama o zaten en başından beri oradaydı.<br />

İlk filmi Thief’te Melville’den izler vardır;<br />

gerçekçilik adına keskin bir göz, ama<br />

aynı zamanda ilişkileri kusursuzca<br />

çizilmiş derin karakterler ve müthiş oyunculuklar.<br />

Mann’ın, geometrik modernliğe<br />

düşkünlüğü, her zaman tür sinemasına<br />

hizmet etse bile Antonioni’yi hatırlatır.<br />

Bu etki, Heat’in son sahnelerinde bariz<br />

biçimde görülür.


Gal Gadot hakkında<br />

gerçekten çok bilgim<br />

yoktu fakat Wonder<br />

Woman sayesinde biraz<br />

bakınca ve twitter’daki<br />

paylaşımlarını görünce<br />

şaşırdım. Şimon Peres<br />

gibi bir katili destekleyen<br />

insan ancak soykırım<br />

meleği olur.


WONDER WOMAN DEĞiL<br />

SOYKIRIM MELEĞi<br />

GAL GADOT<br />

n İsrail doğumlu olan<br />

Gal Gadot, Hızlı ve Öfkeli<br />

filmiyle ismini duyurdu.<br />

Fakat gizli bir el artık<br />

ona dokunmuştu. DC’nin<br />

süper kahramanlarının<br />

oluşturduğu Adalet<br />

Takımı’nda Wonder<br />

Woman rolünü kaptı.<br />

Güzelliğine birşey<br />

diyemeyeceğimiz Gadot’nun oyunculuk<br />

kabiliyetinin çok üstünde bir kariyer çizgisine<br />

sahip olduğunu düşünüyoruz. Bunun sebebini<br />

biraz araştırınca anlıyoruz. Meğerse Gadot<br />

fanatik bir siyonistmiş. İsrail ordusunda iki<br />

yıl askerlik yapması önemli değil. Çünkü o<br />

ordunun içinde bir çok asker Müslümanlara<br />

uygulanan şiddete karşı çıkmış ve faturasını<br />

da ödemiştir. Ama Gadot bu yolu tercih etmeyip<br />

Şimon Peres gibi bir katile barış elçisi<br />

deme cüretini göstermiş. Klasik siyonist iki<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

yüzlülüğü twitter paylaşımlarında ortaya<br />

çıkıyor. Şimon Peres’in Gazze’de<br />

yapılan katliamları ve soykırım<br />

politikaları Gadot’yu etkilememiş olmalı<br />

ki bu paylaşımı yapıp daha sonra John<br />

Lennon’un resmini paylaşıp barış meleği<br />

pozuna bürünmüş. Yazımızın başında<br />

Gadot’ya sihirli bir el değdiğini ve kariyerinde<br />

büyük sıçrama yaptığını söylemiştik.<br />

Hepimiz biliyoruz ki Hollywood bir Yahudi<br />

propaganda makinesi gibi çalışmaktadır.<br />

İşte Gadot’un bu paylaşımları sanıyorum o<br />

kanlı makinenin Gadot lehine çalışmasına<br />

sebep olmuş. Nasıl Mel Gibson bu Yahudi<br />

çevreler tarafından yok edilmeye<br />

çalışılmışsa Gadot tam tersine yüceltilmiş.<br />

Wonder Woman’dan sonra Adalet Ligi<br />

filmlerinde seyredeceğiz Gadot’u. Bundan<br />

sonra Wonder Woman’daki gibi hoşgörülü<br />

olmayacağız. Çünkü aklımızda katledilen<br />

Gazzeli Müslümanlar olacak hep.


TEHLIKELi<br />

GÖREVLER<br />

CRUISE!<br />

n Tom Cruise 3 Temmuz 1962 de Syracuse, New<br />

York, ABD’de doğdu. 3 kız kardeşi vardır. Tam adı<br />

Thomas Cruise Mapother IV ‘dür. Annesi Mary<br />

Lee öğretmen, babası Thomas Cruise Mapother III<br />

ise elektrik mühendisi idi. Tom Cruise, öğrenim<br />

gördüğü Glen Ridge Lisesi öğrencilerinin oynadığı<br />

“Guys and Dolls” adlı oyunda sahneye adımını attı.<br />

1980 yılında 18 yaşında iken o liseden ayrıldı ve New<br />

York’ ta Manhattan’a yerleşti.1994’te Toronto’da pilotluk<br />

lisansı aldı.<br />

Sinemaya 1979 yılında Franco Zeffirelli’nin “Endless Love” “Sonsuz<br />

Aşk” adlı filmiyle başladı. Ardından 1981 yılında George C. Scott, Timothy<br />

Hutton veSean Penn ile birlikte rol aldığı Taps‘da oynadı. İlk kez Altın<br />

Küre ödülüne aday gösterildiği 1983 de “Risky Bussiness / Riskli İş”<br />

filminde, 1986 yılına gelindiğinde Top Gun adlı filmde oynadı. Ardından<br />

The Color of Money / Paranın Rengi, Rain Man / Yağmur Adam, ilk kez<br />

Oscar’a aday gösterildiği Born on the Fourth of July / Doğum Günü 4<br />

Temmuz ve Far and Away / Uzak Ufuklar adlı filmlerde başrol oynadı.<br />

1993 yılında oynadığı ve Teğmen J. G. Daniel Kaffee rolüyle kamera<br />

karşısına geçtiği A Few Good Man / Birkaç İyi Adam’daki performansıyla<br />

üçüncü kez Altın Küre’ye aday gösterildi. 1996’da oynadığı Jerry Maguire<br />

ise en iyi aktör dalında ikinci kez Oscar’a aday oldu.<br />

1999 yılında Stanley Kubrick’in Eyes Wide Shut / Gözleri Tamamen<br />

Kapalı adlı filmde karısı Nicole Kidman ile birlikte kamera karşısına geçti.<br />

Yönetmenliğini Paul Thomas Anderson’ın üstlendiği 2000 yapımı Magnolia<br />

/ Manolya adlı filmde ‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ dalında bir kez<br />

daha Altın Küre ödülüne layık görüldü.<br />

Brian De Palma‘ın Mission Impossible / Görevimiz Tehlike, John<br />

Woo‘nun yönettiği devamı Mission Impossible / Görevimiz Tehlike ,<br />

Cameron Crowe‘un yönettiği Vanilla Sky, Steven Spielberg‘in yönettiği<br />

Minority Report / Azınlık Raporu, Edward Zwick‘in yönettiği The Last<br />

Samurai / Son Samuray, Michael Mann‘in yönettiği Collateral ve Dünyalar<br />

Savaşı adlı filmlerde rol aldı. Görevimiz Tehlike’nin altıncısı 2018’de<br />

vizyonda olacak. Bu ay karşımıza Alex Kurtzman imzalı Mumya filmiyle,<br />

Nick Morton rolünde çıkacak…<br />

BANU BOZDEMİR


KISA FİLM<br />

AĞIZDAN ÇIKAN<br />

SON SÖZDÜR<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Bu ay köşemin konuğu<br />

yetenekli bir yaratıcı<br />

yönetmen, Onur Doğan...<br />

İyi okumalar.<br />

Bu ay köşemin konuğu yetenekli<br />

bir yaratıcı yönetmen, Onur<br />

Doğan... İyi okumalar.<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

1991 İstanbul doğumluyum. İstanbul<br />

Üniversitesi Radyo Sinema TV lisans<br />

mezunuyum, şu sıralar Marmara<br />

Üniversitesi’nde Sinema bölümünde<br />

yüksek lisansımı tamamlıyorum.<br />

Sinemanın hemen her alanını denedim<br />

diyebilirim. Lisede oyunculuk, sinema<br />

filminde kurgu, tv programında kamera,<br />

reklam prodüksiyonunda reji,<br />

kliplerde yönetmenlik. Bunu kendimi<br />

yönlendireceğim alanı seçmek için<br />

yapmadım aslında. Çocukluğumdan<br />

beri yönetmenlik ve oyunculuk tek<br />

hayalimdir. Özellikle kendi bağımsız<br />

sinemasını yapan, günümüz dijital film<br />

sektöründe ‘filmmaker’ denilen filmcilerin<br />

multidisipliner olması şart bana<br />

göre. Sektörde buna ihtiyaç kalmasa<br />

da, profesyonel bağımsız sinemacılıkta<br />

buna doğru gidiyor ve bir yönetmenin<br />

tüm bunları tamamen bilmesi gerekmese<br />

bile hepsinden biraz bilgisi olmalı.<br />

Halen deneyerek öğrenmeye devam<br />

ediyorum.<br />

Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />

Kısa film benim için ağızdan çıkan<br />

son sözdür. Son sözler gibi yalın,<br />

net ve tek bir anlam içerir. Asla uzun<br />

metraj filmin kısaltılmış hali ya da uzun<br />

metraja geçmek için sadece öğrencilik<br />

zamanlarında yapılan bir film türü<br />

değildir. Kısa filmde birden fazla mesaj<br />

verilmeye çalışılması ya da uzun film<br />

fikrinin kısaya uyarlanmaya çalışılması<br />

kısa film dili öğrenilmeden film üretilmesinin<br />

bir sonucu.<br />

Biraz C.O.D.’den ve onu çekme nedenlerinden<br />

bahseder misin?<br />

C.O.D. filmi aslında benim uzun süredir<br />

dert edindiğim bazı konuların, kendi<br />

hayatımdan ve çevremde gözlemlediklerimden<br />

yola çıkarak oluşturduğum<br />

bir hikayesi. Aslında bu filmde bir<br />

hikaye anlatmaktan da çok bir ayna


tutmaya, atmosfer yaratmaya, içimdeki hissi filmi<br />

izleyenlere geçirmeye çalıştım. Film bittiğinde<br />

ağızda o tadı bırakabildiysem derdimi tam olarak<br />

paylaşabilmişimdir diye düşünüyorum. Filmle ilgili<br />

beni en mutlu eden yorumlar filmin pesimist bir<br />

film olduğu görüşü. Karamsar bir film. Size bir mesaj<br />

veriyor ama bir çözüm sunmuyor. Tam da yapmak<br />

istediğim bunu hissettirmekti. Çünkü içinde<br />

yaşadığımız bu düzenin bir çözümü yok. Varsa<br />

da henüz bulunmadı ve sistemin çaresizliğinin<br />

içindeyiz. Toplumun büyük bir yüzdesi her gün işe<br />

giderken, ömürlerimizden zamanlarımızı şirketlere<br />

kiralarken filmdeki o adam<br />

oluyoruz. İçinde yaşadığımız<br />

sistem ( sadece kapitalizm<br />

çerçevesinden bakmak<br />

istemiyorum daha da genelinden<br />

bahsediyorum ) kesinlikle<br />

doğru değil. Sanayi devriminden<br />

sonra getirilen sistem<br />

tamamen yanlış ve çok yeni.<br />

Bir kere gelinen hayatta<br />

insanlar başka şirketler<br />

daha da büyüsün diye kendi<br />

hayatlarını yaşayamıyorlar.<br />

Gerçekten büyük bir<br />

distopyanın içinde yaşıyoruz.<br />

Matrix, 1984, Kafka, Orwell<br />

hikayeleri... yaşadıklarımızın<br />

hiçbirinden farkı yok gibi geliyor.<br />

Her metroya bindiğimde<br />

düşündüğüm bütün bu<br />

durumların bir toplamı bu<br />

film. Böyle bir durumu da en<br />

iyi sinemagraf tekniği ve renk<br />

kullanımı ile anlatabileceğimi<br />

düşündüm. Bu yüzden deneysel<br />

bir film oldu.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi<br />

katkıları olabilir? Neler götürür?<br />

Teknolojinin hızla gelişmesi film üretimine<br />

olağanüstü bir ivme kazandırdı ve bu harika bir<br />

şey. Bu, film yapmak isteyip ekonomik imkanı<br />

olmayan bir sürü beynin nasıl filmler tasarladığını<br />

gösterdi seyirciye. Bu demokratikleşme arttıkça<br />

kısa film festivalleri arttı, filmler arttı dolayısıyla<br />

seyirci de arttı. Kalite düştü mü diye soracak<br />

olursak evet dijitalleşme kalitesiz filmlerin daha<br />

kolay üretilmesine de neden oldu ama bu filmler<br />

kendi içlerinde kendi ekosistemlerinde kalıp<br />

eleniyorlar zaten, o nedenle bunun bir önemi<br />

olduğunu düşünmüyorum. Gelişen teknoloji film<br />

yapmayı kolaylaştırmadı. Film yapma imkanının<br />

artmasını sağladı. Bunlar bence çok farklı<br />

şeyler. Evet artık herkesin bir dijital kamerası<br />

var ama ışık,renk, komposizyon, oyuncu yönetimi,<br />

senaryo yazmak, bir filmin ön hazırlıklarını<br />

tam anlamıyla yapabilmek, color granding,<br />

kurgunun ve görüntünün temel ilkeleri bunlar<br />

hala olduğu yerde olan konular. Bu nedenle<br />

teknolojinin gelişmesi değil onu kullananların<br />

gelişmesi daha önemli bir<br />

konu. Yoksa iş sadece<br />

teknolojiyi kullanmaksa ,<br />

‘’Temel: Sümela’nın Şifresi’’<br />

de Türkiye’de ve Arri Alexa<br />

kamera ile çekildi, ‘’007:<br />

Skyfall’’ da.<br />

Örnek aldığın, sinemasını<br />

sevdiğin, yerli ve yabancı<br />

yönetmenler kimler?<br />

Örnek aldığım, idolüm<br />

olarak gördüğüm, kendisinden<br />

ders alma ve<br />

kendisiyle çalışma şansı<br />

yakaladığım, benim için<br />

en değerli yerli yönetmenimiz,<br />

hocam Ezel<br />

Akay. Filmlerinin Türk<br />

Sinema Tarihi’nde çok<br />

farklı bir yeri olduğuna<br />

ve bunun daha sonraları<br />

daha net anlaşılacağına<br />

inanıyorum. Yabancı<br />

yönetmenlerde örnek<br />

aldığım ve sinemasına<br />

hayran olduğum genellikle<br />

kendi türlerinde başarılı bulduğum birbiriyle çok<br />

alakasız en uç en aşırı yönetmenler diyebilirim.<br />

Fikir vermesi için onları da şöyle sıralayayım :<br />

Gaspar Noe, Alejandro Jodorowsky, Pierre Paulo<br />

Passolini, George A. Romero, John Waters,<br />

David Cronenberg, Lucio Fulci, Warner Herzog,<br />

Joe D’Amato, Robert Rodriguez, Quantin Tarantino,<br />

David Fincher, Edward Zwick, Martin<br />

Scorsese, Stanley Kubrick, Peter Jackson, Ridley<br />

Scott, Aronofsky, Tim Burton, David Lynch<br />

Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere


yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />

Bu konuda bir şeyler söylemek için henüz erken.<br />

C.O.D. benim ilk kısa filmim. İlk kez festivallere<br />

katılıyorum. Şubat sonunda tamamladım filmi<br />

ve üç ayda 8 festival gezdik filmle. Hala filmin<br />

festival süreci devam ediyor. Katıldığımız festivallerin<br />

içinde organizasyonu çok özensiz yapılanlar<br />

da vardı hakkıyla yapılan da. Örneğin bir festivalde<br />

film gösterimlerinin yapıldığı salonda<br />

oranın festival olduğunu anlatan tek şey kapıya<br />

iğnelenmiş bir a4 çıktısı üzerine ‘paint terk’ bir<br />

afişti. Finalist filmleri de video<br />

oynatıcıdan biri bittiğinde<br />

birini açıyorlardı. Festivallerin<br />

bir görsel sunumu ve özeni<br />

hak eden organizasyonlar<br />

olduğunu düşünüyorum. En<br />

azından filmleri birbiri ardına<br />

10 ar saniye ara ile dizip<br />

seçki halinde göstermek,<br />

sunumda biraz daha titiz<br />

davranmak bunlar bir festivalin<br />

bütçesi düşükte olsa<br />

az biraz özen gösterilerek<br />

yapılabilecek şeyler. Şimdiye<br />

dek katıldığım her anlamda<br />

harika bir festival olan 6.Atıf<br />

Yılmaz Kısa Film Festivali<br />

vardı. Ödül gecesinden atölyelerine,<br />

sinemacıları birbiriyle<br />

ve seyirciyle buluşturması<br />

temas ettirmesi adına her<br />

ayrıntı düşünülmüştü ve<br />

biz kısacılara gerçekten<br />

değer verdiklerini hissettirdiler.<br />

Önceki yıllarda farklı illere davet edilip<br />

oralarda mağdur edilen kısacıların paylaşımlarını<br />

okumuştum. Bu tür durumlar da yaşanıyor<br />

olabilir. Bunlardan öte bir festivalin en önemli<br />

görevi bence filmi ve filmi üretenleri seyirci ile<br />

buluşturabilmek. Festivalin bütçesi çoktur, ünlü<br />

oyuncu yönetmen getirir, türlü imkanları vardır<br />

bu başka bir şey ama bir festival filminizi ne<br />

kadar fazla seyirci ile buluşturabiliyorsa benim<br />

için o kadar çok başarılıdır. Birincil görevinin<br />

bu olduğunu düşünüyorum. Tanıtmak. Diğer<br />

yandan festivallerin sayılarının artmasını yine<br />

olumlu buluyorum bundan on yıl önce bu kadar<br />

festival yoktu. Çocuktum ve hatırlıyorum<br />

Türkiye’de kısa film denince internette o<br />

zamanın benimsinemalarım.com’u vardı. Tan<br />

Tolga Demirci’lerin kısa film çektikleri zamanlar.<br />

Türkiye o kurak kısa film dönemlerinden<br />

buraya evirilerek geldi. Artık her yıl uluslararası<br />

standartlarda kısa filmlerimiz çıkıyor bunlar<br />

dünyadaki önemli festivalleri de dolaşıyor. Şu an<br />

dile getirebileceğim tek sorun festivallerin tema<br />

çeşitliliğinin olmaması. Bu da Türk sinemasının<br />

tema tür çeşitliliğinin olmamasıyla bağlantılı<br />

tabii. Dünyada da her konuya ait bir festival var.<br />

Yalnızca deneysel filmler<br />

festivali, korku filmleri festivali,<br />

yemek filmleri festivali,<br />

spor filmleri festivali<br />

vb. Bu türde bir artış ileride<br />

gözlenebilir. Son olarak da<br />

ödüllerde kategorizasyonun<br />

olmaması. Bunu yapan<br />

çok az festival var. Yüksek<br />

lisans yaptığım Marmara<br />

Üniversitesi’nin düzenlediği<br />

festivalde bu var. Kısa filmlerde<br />

en iyi oyuncu, en iyi<br />

görüntü yönetmeni, en iyi<br />

müzik, en iyi kurgu ödülleri<br />

var. Bu hem filmlerde hangi<br />

unsurların öne çıkacağı ile<br />

ilgili bir belirleyici hem de<br />

daha fazla ekibe daha adil<br />

bir motivasyon. Bir film en iyi<br />

kısa film seçiliyor ama en iyi<br />

oyuncu başka filmde ödülsüz<br />

kalıyor. Bu şekilde olunca<br />

bir kısa filme oyuncu ya da<br />

kurgucu çağırdığımızda o kişilerin katılmak için,<br />

kendi yeteneğini tanıtmak için bir motivasyonu<br />

olmayabiliyor.<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Planlarım arasında sıraya koyduğum 3 kısa<br />

film var. Biri büyük bütçeli . Bir de uzun metraj<br />

senaryo taslağım var onun üzerinde zaman<br />

zaman çalışabiliyorum ancak yakın zamanda<br />

sıraya koyduğum kısa filmleri yapmaya<br />

çalışacağım. Gelecekte ne tür film yapmak<br />

istediğimi, örnek verdiğim yabancı yönetmen<br />

isimlerinin buluştuğu ortak payda özetliyor.<br />

Son olarak size ve <strong>Cinedergi</strong> ailesine teşekkür<br />

ederim.


TÜRK MALI<br />

2010 yılında<br />

yayımlanan Türk Malı<br />

dizisi bir kez daha<br />

Star TV ekranlarından<br />

izleyici ile buluşmaya<br />

başladı ve daha ilk<br />

bölümden oldukça<br />

fazla izlendi.<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

KUZU AİLESİ’NİN<br />

ALAMETİFARİKALARI<br />

DİZİFUN<br />

İlk olarak 2010 yılında yayımlanan Türk Malı adlı<br />

dizi bir kez daha Star TV ekranlarından Pazar<br />

akşamları izleyici ile buluşmaya başladı ve birazda<br />

yayın gününün etkisiyle daha ilk bölümden oldukça<br />

fazla izlendi. Yedi yıl önce ile kıyasladığımızda kadrodan<br />

ayrılan isimlerin yanı sıra yeni eklenen isimlerin<br />

olduğu dizinin başrollerinde Şafak Sezer (Erman-Eymen),<br />

Mehmet Ali Erbil (Bahattin), Hasibe Eren (Bakiye),<br />

Nergis Kumbasar (Şaduman), Anıl İlter (Onur),<br />

Burcu Binici (Deren), Buse Narcı (Selin), İlke Korkmaz<br />

(Atom) ve daha birçok isim yer alıyor.<br />

İlk halinde Erman ve Abiye Kuzu çiftinin çocukları ve<br />

komşuları ile ilişkileri çerçevesinde gelişen bir durum<br />

komedisi olan dizi yeni haliyle yine benzer bir formda<br />

nevi şahsına münhasır karakterlerden oluşan komşu<br />

üç ailenin kendi içlerinde ve birbirleriyle ilişkilerini konu


ediniyor. İzleyicisini güldürme amacı taşıyan<br />

dizide karakterlerin aşırılıkları, kelime oyunları ile<br />

ailelerin arasındaki farklar birbirleriyle temasları<br />

sürecinde komedi unsuru olarak işleniyor.<br />

Ailelerden bir tanesi Erman Kuzu’nun amcasının<br />

oğlu Eymen Kuzu, iki çocuğu ve onların kendisini<br />

çok bilgili sanan dadıları Bakiye’den oluşuyor.<br />

Eski versiyonunda ki Erman Kuzu, eşi Abiye ve<br />

çocukları tarafından terkedilmiş, postacılıktan<br />

emekli olup halk otobüsü şoförlüğüne başlamış,<br />

ödediği nafaka yüzünden maddi zorluklar<br />

yaşayan bir karakter olarak yeni Türk Malı’nda<br />

da yer alıyor. Kalacak yeri ve parası olmadığı için<br />

zengin kuzeni Eymen Kuzu’nun evine gidiyor.<br />

Şafak Sezer’in Erman ve Eymen Kuzu’yu aynı<br />

anda canlandırdığı dizide başı derde giren Eymen<br />

çocuklarını ve evi Erman’a emanet ederek<br />

ortadan kayboluyor. Aralarındaki benzerlik<br />

yüzünden ilk bölümde çevredeki<br />

herkes Erman’ı, Eymen<br />

zannediyor. Bu<br />

karışıklığın<br />

yanı sıra<br />

Erman’ın<br />

daha ilk<br />

görüşte<br />

evin dadısı<br />

Bakiye’den<br />

hoşlanması<br />

ilerleyen bölümlerde<br />

hikâyenin bir<br />

yanının bu ikili üzerinden<br />

ilerleyeceğinin<br />

işaretlerini veriyor. Bakiye<br />

ise yanlış bilgileri<br />

ve dili yanlış kullanımı<br />

ile izleyiciyi güldürme<br />

rolünü sırtlanıyor ama<br />

komedi için bu yolu kullanmak<br />

başkasını bilmem ama<br />

bana oldukça yanlış geliyor.<br />

Eymen’in kızı Selin sosyal<br />

medya<br />

bağımlısı, sanal dünyadaki yorumları hayati<br />

gören takıntılı biri olarak karakterize edilmiş.<br />

Saçının kısa kesildiğini düşünerek ağlayan<br />

Selin’in elinden telefonu düşmez, sürekli herkesten<br />

nefret ettiğini tekrarlar ve ağlar. Aşırı<br />

tepkileri Selin karakterini oldukça itici kılsa da bu<br />

durumun elinden telefon düşmeyen, sanal dünyada<br />

yaşayan ve insan ilişkileri dönüşüm geçiren<br />

kişilerin sayısının azımsanamayacak kadar<br />

fazla olduğu günümüz toplumuna bir gönderme<br />

olduğunu düşünmek istiyorum.<br />

Türk Malı, yıllar önce boşanan ancak arkadaş<br />

kalmayı başaran Mehmet Ali Erbil ve Nergis<br />

Kumbasar’ı Kuzu ailesinin komşuları Bahattin<br />

ile Şaduman çifti olarak tekrar bir araya getiriyor.<br />

Sosyetik çift Şaduman’ın şarkıcı olma<br />

hayalleri ve Bahattin’in çapkınlık çabaları ile ilk<br />

bölümde izleyiciye karakterlerin dizideki<br />

işlevlerinin ipuçları veriliyor.<br />

Özellikle Bahattin’in<br />

abartıya kaçan<br />

davranışları<br />

komedi unsuru olarak<br />

kullanılsa da yapaylığı arttırıyor.<br />

Dizinin bir diğer ailesi Deren ve Onur<br />

çiftçi. Yeni evliler nezih olduklarını düşündükleri<br />

siteden tutukları evlerine büyük hayallerle<br />

taşınıyorlar ancak komşuları kendi enerji odaklı<br />

dünyalarını kâbusa çeviriyor. Dizinin çiçeği<br />

burnunda evlileri diğer komşularına uzun süre<br />

ısınamayacak görünüyorlar.<br />

Belki kesin yargı için erken ama kendi<br />

adıma bu kıvamda giderse diziyi izlemeye<br />

fazla dayanamayacağımı söylemeden<br />

edemeyeceğim.


BUGÜN CAN MANAY GİBİ S<br />

Fi dizisi kısa<br />

sürede sosyal<br />

medya etkileşimleri<br />

ile gündem oldu.<br />

Serenay Sarıkaya,<br />

Mehmet Günsur,<br />

Ozan Güven, Berrak<br />

Tüzünataç gibi<br />

isimleri buluşturan<br />

proje geçtiğimiz<br />

yılların en çok satan<br />

serilerinden.<br />

GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

TVMANIA<br />

Fi<br />

dizisi kısa sürede edindiği “tıklanma”<br />

oranlarının yanı sıra, sosyal medya<br />

etkileşimleri ile de gündem oldu. Serenay<br />

Sarıkaya, Mehmet Günsur, Ozan Güven, Berrak<br />

Tüzünataç gibi isimleri buluşturan proje geçtiğimiz<br />

yılların en çok satan serilerinden Fi, Pi ve Çi’den uyarlanarak<br />

Doğuş grubunun online platformu Puhutv.<br />

com’da gösterilmeye başlandı. Ay Yapım tarafından<br />

projelendirilen dizi, senarist Nükhet Bıçakçı’nın kaleminden,<br />

yönetmek Mert Baykal’ın gözünden izleyicilerle<br />

buluşmaya başladı.<br />

Fi’nin Farkı Ne?<br />

Tahminimce orta ve orta üst sınıf izleyicinin ilgisine<br />

mahir olan Fi hakkında konuşulanlara özellikle kulak<br />

kesilerek, izleyicilerini, hedef kitlesini soru yağmuruna<br />

tutarak dizinin izleyiciye ne verdiğini, izleyicinin ne<br />

bulduğunu düşünüyorum uzun zamandır. Fark ettiklerimi<br />

de notlar halinde sizlerle paylaşmak istiyorum.<br />

Öncelikle internetin özgür dünyasından kaynaklanan


U İÇTİN Mİ SAYIN İZLEYİCİ?<br />

Fİ<br />

“sansürsüzlük” Fi’nin cezbedici temel noktasını<br />

oluşturuyor. O sansürsüzlüğün bile otosansür<br />

içinde gerçekleştiği dizinin göreceli cesaretinden<br />

belli oluyor o ayrı. Dizinin henüz ilk bölüm,<br />

ilk sahnesinde sigara içerek kadraja giren Can<br />

Manay son yıllarda bastırılan, meşru görülmeyen<br />

alışkanlıkların, yaşam tarzlarının izleyiciye<br />

vadedildiğinin sinyallerini veriyor. Ekran önce<br />

sevişmenin, ardından öpüşmenin, şimdilerde<br />

neredeyse el ele tutuşmanın yasaklandığı bir<br />

mecra haline gelirken, Fi’yi “aranan kan bulundu”<br />

çığlıklarının karşılığı olarak görüyorum. Sevişerek<br />

üreyen insan oğlunun dizilerde neredeyse mitoz<br />

bölünmeyi keşfetmesi istenirken şehirli, orta sınıf,<br />

beyaz yaka izleyiciye iyi bir alternatif sunan dizi,<br />

“umut” vaadiyle rakiplerinden ayrılıyor.<br />

Fi İlk İnternet Dizisi Değil Ama…<br />

Amatör ve yarı profesyonel çalışmaları bir kenara<br />

koysak bile, online platformların profesyonel<br />

yatırımla ekrana sürdüğü ilk iş Fi değildi.<br />

“Masum” her ne kadar ilgi uyandırsa da Fi<br />

kadar popülerleşmemiş, magazinleşmemişti.<br />

Elbette hikayenin aşk temasının etkisi bu<br />

popülerleşmede birincil önem taşıyor ancak<br />

bence önemli bir nokta daha var. Fi ne zamandır<br />

yerli dizilerde aidiyet arayan bir kesime çatı<br />

sundu. Özgürce ilişki yaşayan, alkol içen, sigara<br />

kullanan, çalışma hayatına entegre kesimin<br />

aidiyet bulacağı ve en önemlisi “yargılanmadığı”<br />

bir hikaye olan Fi bu nedenle diğer TV ve internet<br />

projelerinden çok daha popüler olarak fark<br />

yarattı.<br />

Sadece Belgesel İzleyen “O” İzleyici, Fi İle<br />

Yerli Dizilerle Barıştı<br />

Şehirli insanların ilişkilerindeki en büyük sorun<br />

malumunuz bağlanma problemi, tek gecelik<br />

birliktelikler, ilişkiye dönmeyen seksler veya<br />

seksin unutulduğu ilişkiler. Aldatmak, aldatılmak


herkesin hayatının gündemi, ölümsüz aşk<br />

masalları tarih oldu, daha iyiyi bulabilir miyim sorusu<br />

tüm ilişkilerin azraili. Hal böyleyken hala unutulmaz<br />

aşk hikayelerinin ekranda pazarlanıyor<br />

oluşu konjonktür gereği, muhafazakar nüanslarla<br />

sunulan aşk soslu dramalar sektörün el mahkumiyeti.<br />

Uzayan sürelerden, değişen reyting<br />

ölçümlerinden, panelin özelliklerinden bahsetmiyorum<br />

bile. Tüm bu sebeplerle ekrana küsen<br />

ve “ben Türk<br />

dizisi asla izlemem<br />

yalnızca belgesel”<br />

diyen bir kesim<br />

online dizilerle<br />

beraber yerli TV<br />

yapımları ile barış<br />

imzaladı. İzleyicinin<br />

önüne getirileni<br />

izlemediği, seçim<br />

yaptığı ve edilgen<br />

konumdan daha<br />

etken konuma<br />

evrildiği bu yeni<br />

izleme alışkanlığı<br />

bir yandan da “öteki<br />

yerli dizi izleyicileri”<br />

ile ayrışmanın<br />

sembolü oldu. Türk<br />

dizisi izlediğini söylemeye<br />

“utanan”<br />

pek çok kişi, Fi<br />

izlediğini gururla<br />

haykırıyor. Sebebi<br />

bence tam olarak<br />

yeni statü sembolleri<br />

arayışları.<br />

“Fi’den başka<br />

yerli dizi izlemiyorum”<br />

demek<br />

aslında dizinin<br />

vadettiği o şehirli<br />

yaşam tarzına ait olduğunun da ifşası oluyor.<br />

Ötekileştirilen “sigara içenler”, arkadaşlarıyla<br />

birer kadeh içtiği zaman genel algıda “sarhoş”<br />

muamelesi görenler, seks hayatına dair seçimler<br />

nedeniyle “orospu” olarak yaftalananlar,<br />

ilişkisini evlilikle meşrulaştırmaya gerek görmeyenler<br />

işte bu popüler seçimleri ile de kendilerini<br />

tanımlıyorlar. Bu yüzden Fi, Masum’dan ayrılıyor.<br />

Çok ayrı türlerde işler olmalarının yanı sıra Fi’nin<br />

baskılanan yaşam tarzını ekrana getirmesi bu<br />

nedenle diğer internet işlerinden farklılaşmasının<br />

sebebi oluyor.<br />

Instagram’da Araba Anahtarı Paylaşmak Out,<br />

Can Manay In!<br />

Can Manay TV tarihinin en özel karakteri değil,<br />

Duru ve Deniz aşkı yeni bir fenomen doğurmuyor<br />

tam aksine hayatımızın içinde olan gelgitli<br />

aşkları, sorunlu<br />

erkek ve kadınları<br />

resmediyor. Cinsiyet<br />

rollerini<br />

yeniden üreten,<br />

cinsel yönelimdeki<br />

çeşitliliği<br />

görmezden gelen,<br />

aşkı idealize edip<br />

masallaştıran<br />

aslında<br />

“gerçekdışı” olan<br />

dizilerin yanında<br />

Fi, bizlere,<br />

şehirli insanlara<br />

baskılanan yaşam<br />

tarzımızı aynalıyor.<br />

Başarı da işte bu<br />

yalınlıktan ve gerçeklikten<br />

geliyor.<br />

Dizinin başarısını<br />

tartışırken<br />

çatışmasından,<br />

oyunculuklardan,<br />

yönetmenlik<br />

veya casttan<br />

önce vadettiği<br />

yaşam tarzına<br />

bakmanın daha<br />

doğru olduğuna<br />

inanıyorum.<br />

Yalnız bu hayatı<br />

yaşayanlar için değil yaşamak isteyenler için de<br />

cazibe sunan Fi, insanlara kendini “o sınıftan,<br />

yaşam tarzından” hissetmek için bir ev almak,<br />

ünlü olmak veya yakışıklı bir sevgili bulmaktan<br />

çok daha basit bir yol sunuyor. Artık instagramda<br />

araba anahtarıyla poz vermek out, #CanManaygibisuiçmek<br />

etiketine su içerken selfie koydun<br />

mu ondan haber ver sayın izleyici?


ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />

EPISODE<br />

YENİ BİR ŞEY SÖ<br />

ESKİ HAKSIZLIK<br />

“Hayata bakışımız, artık hayat<br />

olmadığı gerçeğini gizleyen bir<br />

ideolojiye dönüşmüştür.” Adorno<br />

Big Little Lies güzel kadınlar, yakışıklı<br />

erkekler ve muhteşem evleriyle verdiği seyir<br />

zevki kadar içeriğiyle kadının toplumsal<br />

konumunu tartışan özgün bir yapım. Belki<br />

yeni bir şey söylemiyor ancak eski kabul edilen<br />

çoğu geleneksel değerin devam ettiğini<br />

göstermesi çok değerli ve yeterlidir elbette.<br />

Gösteri toplumunun sakatlanmış bireyleri<br />

sonsuz lüks ve kusursuz donanıma karşın<br />

alabildiğine eksik, yalnız ve mutsuzdur<br />

metinde. Sosyal normların ve modern toplumun<br />

ahlak ve incelik olarak adlandırdığı<br />

ifade biçimleri aslında yalanı mecburi, gerekli<br />

hatta faydalı görür. Dizinin birbirinden<br />

muhteşem kadın ve erkeklerinin en azından<br />

görsel olarak kusursuz bir yaşam sürebilmelerinin<br />

yegane yolu usturuplu, dengeli<br />

ve yerinde doğru yalan söyleyebilmekten<br />

geçer. Kaldı ki hakikatle ilgili her durum sorun<br />

yaratacağından yalanın değil gerçeğin<br />

ve doğrunun sorun teşkil ettiği ve edeceği<br />

görülür. Kısacası dünyalar güzeli yalanları<br />

ve yalancılarıyla Little Big Lies hem göze<br />

hem de akla hitap ediyor.<br />

Modern dünyanın ve kapitalist sistemin en<br />

fazla onayladığı, yüceltmelere doyamadığı,<br />

ahlaki ve dini kurumlar aracılığıyla sürekli<br />

kutsallaştırdığı ‘aile’ kurumu incelenirken<br />

kadının bu kurumu ayakta tutmak için kendinden<br />

nasıl vazgeçmek zorunda kaldığı<br />

örneklendiriliyor. Her ne kadar merkezde<br />

kadınlık ve annelik olsa da aslında<br />

‘koca’ ve ‘baba’ tanımlamaları eşliğinde<br />

erkeğin de varoluşuna dair ciddi sorunlar<br />

sorgulanıyor. Dört kadının annelik rolleri<br />

gereği okul bahçesinde kesişen hayatları ve<br />

gelişen arkadaşlıkları farklı sınıflardan ailelerin<br />

yaşantısına seyirciyi tanık ediyor. Her<br />

birinin farklı iç ve dış dinamikler nedeniyle<br />

mutlu olmadıkları ve korumaya çalıştıkları<br />

‘aile’ değerlerine sürekli ihanet etmelerine<br />

karşın kurumu yaşatma inançları ve inatları<br />

çelişkilerle dolu doğruları zarifçe yalanlıyor<br />

aslında. Adorno’nun “yanlış yaşam doğru<br />

yaşanmaz“ sözü her karakterin korumaya<br />

çalıştığı sistem ve birey çatışmasına detaylı<br />

örnekler sunuyor. Karakterler adeta çocuk<br />

kandırır gibi kendilerini oyalıyor ve bir şekilde<br />

günlerini en renkli şekilde doldurmaya<br />

çalışıyorlar. Örneğin mutlu eş ve mükemmel<br />

anne Celeste’in arkadaşları arasında<br />

temsil ettiği kusursuz yaşam imajı kaçamak,<br />

endişeli ve korkak bakışlarla daha en baştan<br />

güçlü ve mutlu imgesini gölgeliyor. Üstelik<br />

bu mutsuzluğu Celeste kendisinden bile<br />

saklamaya çalışıyor. İlerleyen bölümlerde<br />

sürekli bir şeyleri saklar gibi tekleyerek ve<br />

yutkunarak konuşması ise yaşadığı şiddetin<br />

kendisi üzerindeki yıkıcı etkisini sözler yerine<br />

beden diliyle anlattığı için çok güçlü<br />

bir etki yaratıyor. Diğer karakterlerin de bir<br />

şekilde en çok kendilerinden kaçtıkları ve<br />

kendi iç dünyaları ve duygusal boşluklarıyla<br />

yüzleşmenin zorluğunda kederli ancak renkli<br />

çıkışsızlıklar yaşadıkları görülüyor.<br />

Özneye dair kamusal ve özel alandaki göz


YLEMİYOR AMA<br />

LAR YETMEZ Mİ?<br />

kamaştırıcı konforun hiçbir şekilde ruhsal<br />

boşlukları doldurmaya yetmediği ve<br />

mükemmel hayatın yaşanılan sistem içinde<br />

imkansızlığı büyük cümlelerle değil küçük<br />

ayrıntılar ve genele yedirilmiş kederli tonla<br />

pekişiyor. Ayrıca her ailenin küçük bir reprodüksiyonu<br />

sayılabilecek çocuklar sistemin<br />

ürünleri olarak bir kez daha Adorno’yu<br />

haklı çıkartıyor ve yanlış sistemden doğru<br />

sonuç doğmayacağını ispatlıyorlar. Aslında<br />

BIG<br />

LITTLE<br />

LIES<br />

doğru ya da yanlıştan çok görünenle gerçek<br />

arasındaki uçurumdan kaynaklanan yaralı<br />

çocukların kederlerini saklamayı bilmeleri<br />

geleceklerini ve geçmiş kuşakları özetliyor.<br />

Kısacası sarhoş eden sinematografisi, genel<br />

dokuya hizmet eden şahane müzikleri,<br />

starlardan oluşan oyuncu kadrosu ve şiirsel<br />

gerçekçi kurgusuyla Big Little Lies dizi<br />

dünyasında sürprizli bir hediye gibi seyircisini<br />

mest ediyor.


UYUM CESUR<br />

HİSSETTİRİYOR<br />

Fazilet Hanım ve Kızları’nda<br />

Sinan karakteriyle dikkatleri<br />

çeken yakışıklı ve aynı zamanda<br />

yetenekli oyumcu Alp Navruz<br />

ile konuştuk.<br />

BANU<br />

BOZDEMİR<br />

Fazilet Hanım ve Kızları’nda<br />

Sinan karakteriyle dikkatleri<br />

çeken yakılıklı ve aynı zamanda<br />

yetenekli oyumcu Alp Navruz ile<br />

konuştuk. Oyunculuğunu sinema filmleri<br />

ile taçlandırmayı isteyen Navruz<br />

ileride senaryo yazmayı hedeflediğini<br />

de söylüyor. Kendisine bol şans diliyor<br />

ve kolay gelsin diyoruz.<br />

Oyuncu olmaya nasıl karar verdiniz<br />

ve o yolda neler yaptınız?<br />

Çocuk yaşlardan itibaren başladı<br />

bu sevgi bende. Üniversiteye kadar<br />

bütün tiyatro kollarında rol aldım.<br />

Hikaye kitapları okumayı çok seven bir<br />

çocuktum. Kendimi bir galaksinin yerine<br />

koyardım farklı bir dünya farklı bir<br />

bakış açısından görmek isterdim. Tiyatro<br />

oyunları ve çok fazla film izledim. Benim<br />

mutlu olabileceğim iş bu dedim ve oyunculukta<br />

karar kıldım.<br />

Sanki kamera arkası dediğimiz<br />

yazarlık, yaratıcılık kısmıyla da ilginiz<br />

varmış gibi geldi bana…<br />

Yazı alanını düşünüyorum zaten. Ortaokul<br />

yıllarımdan beri şiir yazıyorum ve<br />

ileriki zamanlarda senaryo yazmayı da<br />

düşünüyorum.<br />

Dizi oyunculuğunuzla başlayan bir<br />

kariyeriniz var.<br />

ALP NAVRUZ


Arkadaşlar İyidir kısa soluklu da olsa<br />

bana iyi gelen ve Fazilet Hanım ve<br />

Kızları’na kapı açan bir projedir.<br />

Evet Fazilet Hanım ve Kızları yoğun<br />

bir dizi. Sizin öne çıkmanız, bir anda<br />

gündeme gelmeniz dizi sayesinde mi<br />

yoksa sizin rolünüzün gücü sayesinde<br />

mi oldu?<br />

Başarı için takım oyunu olmazsa olmaz.<br />

Filmdeki deneyimli ve genç oyuncular<br />

olarak bir devam eden bir uyum<br />

yakaladık ve o uyumla birlikte kendimi<br />

ben de cesur hissettim. Karakterim kendini<br />

göstermeye müsait bir karakter.<br />

Bir yandan zengin bir ailenin oğlu<br />

ama etrafında gelişen olaylardan farklı<br />

arayışların içerisinde biri diyebilir<br />

miyiz?<br />

Biraz imkansızı, ulaşılmazı ya da ona<br />

yakın duran duyguları seviyoruz. Zengin,<br />

zengin büyümüş ve her şeyi elde edebilir<br />

biri. Hem parası var hem de görsel olarak<br />

ilgi çeken biri. Bir süre sonra monotonluktan<br />

sıkılıp farklı bir şeyler ararsınız ya…<br />

Onda da o var farklı bir şey arıyor. Gerçek<br />

bir şey diyebiliriz. Birçok repliğinde<br />

de o var.<br />

Senaryo size bölüm bölüm ulaştırılıyor<br />

değil mi?<br />

Evet bizler de bir sonraki hamleyi merak<br />

ederek oynuyoruz, o yüzden sonunu<br />

bilmiyorum.<br />

Oyunculukta kalıcı olmak için neler<br />

yapıyorsunuz, bu role hazırlanırken<br />

özel bir şeyler yaptınız mı?<br />

Oyunculuk üzerine temel eğitimleri aldım.<br />

Bu işe başlarken iki aylık bir sürecim<br />

oldu. O zaman bir oyuncu koçuyla<br />

anlaştım. Herhangi bir eksikliğim olabilir<br />

diye, çünkü sıfırdan başladığım ilk<br />

iş olduğu için çok önemsedim. Bu işin<br />

her aralığında eğitim almaya devam<br />

edeceğim. Başarılı olan her oyuncu da<br />

hala öğrendiğini söylemeye devam ediyor,<br />

ben oldum diyeni görmedim daha.<br />

Sizin tecrübeli oyuncularla olan<br />

deneyiminiz sizi ne yönde etkiliyor?<br />

Samimiyetine inandığım her tecrübeli<br />

oyuncu benim için bir şans. Dizimizde


de öyle oluyor, onlar sizi seviyorsa ve yetenek<br />

görüyorsa yardım etmeye başlıyorlar. Şu an<br />

iletişimimiz o yönde, herhangi bir hatamızı<br />

görürlerse uyarıyorlar ya da zorlandığım noktalarda<br />

ben sorup yardım alıyorum.<br />

Yakışıklı bir oyuncusunuz ama yorumlara<br />

baktığımda da oyunculuğunuzu ön planda<br />

da tutuyorlar insanlar.<br />

Yakışıklılık bir avantaj evet çünkü görsel bir<br />

iş yapıyoruz. Ama bu ilk intiba olarak kalıyor.<br />

Sonrasında daha içsel bir şey arıyor insanlar.<br />

Önemli olan onu verebilmek. Yorumlarda<br />

yakılıklısınız yorumlarına gülümsüyorum ama<br />

oyunculuğunuz iyi dediklerinde gururlanıyorum.<br />

Fazilet Hanım ve Kızları biraz ağır bir dram<br />

içeriyor, sizin bu dizi içerisinde gösterdiğiniz<br />

oyunculuk performansını etkiliyor mu?<br />

Tiyatrodan gelen insanlar biraz daha büyük<br />

oynar. Büyüklerimiz de biraz daha bu var, biz<br />

daha minimal eğitimler aldık. Duyguları yüzle<br />

ve gözle ifade etme konusunda biraz daha<br />

tecrübelendim. minimal oynayıp gerçekten de<br />

oynamaya başladığımı hissettim. Benim karakterim<br />

komik, sempatik bir karakter.<br />

Sizin bir ayrımınız ya da istediğiniz bir durum<br />

var mı oyunculukta. Komedi, dram vs..<br />

gibi.<br />

Herkes gibi öyle bir sinema filmi istiyorum ben<br />

de. Çok yaygın olmasa da aksiyon yanı yüksek<br />

filmlerde oynamak isterim. Benim için ön planda<br />

olan her zaman sinema filminde oynamak.<br />

Çünkü oradaki karakteri hissediyorsunuz ve<br />

belli bir zaman harcıyorsunuz. Dizilerde karakter<br />

başladığı gibi devam etmeyebiliyor. Sinan<br />

başta çok zengin, cool bi adamdı şimdi aşık<br />

bir adama dönüştü. Sinemada daha nettir diye<br />

düşünüyorum.<br />

Canladırmak istediğiniz bir karakter ya da<br />

bürünmek istediğiniz bir rol var mı?<br />

Aslında bir engelliyi oynamak isterim. Belki<br />

hissetmediğim, hissetmeyeceğim ama empati<br />

kurabileceğim bir durum. Bu benim için şu an<br />

zirvem olabilir diye düşünüyorum.<br />

Oyunculuk dışında neler yapıyorsunuz?<br />

Şu an ben Türk Dili alanında yüksek lisans<br />

yapıyorum. Bir ara kendimi geiştirmek için<br />

müzik eğitimi aldım. Spor yapıyorum sıkça.<br />

Yüzmeyi çok severim. Okçuluk eğitimi almıştım.<br />

Sporda her branşta bir bilgim var diyebilirim.<br />

Bir oyuncu olarak kendinizi izlemekten<br />

hoşlanır mısınız?<br />

Dışardan gelen tepkiler kameranın beni sevdiği<br />

yönünde. O açıdan hoşuma gidiyor ama ben<br />

güzel oynadım mı diye değil de hatalarım ne<br />

diye izlediğim için çok zevk aldığım söylenemez.<br />

Daha iyi nasıl yapabilirimin derdine düşüyorum<br />

daha çok. Oyunculuk her zaman daha iyisi<br />

olmaktır ya o yüzden.<br />

Sosyal medyayla aranız nasıl?<br />

Diziye kadar çok ilgilenmek istediğim bir alan<br />

değildi. Ama artık çevremdeki baskılar nedeniyle<br />

kullanmaya başladım. Mesleğimizin bir parçası<br />

olarak da görüyorum artık. Oradan aldığım tepkiler<br />

beni motive diyor, o yüzden kullanıyorum.<br />

İnstagram ve twitter hesabım var.<br />

Son olarak neler söylersiniz, önümüzdeki<br />

yıllar için hayaller neler?<br />

İlk olarak sinema filminde oynamak isterim. Zaten<br />

görüştüğümüz projeler var. Ama dizi bittikten,<br />

kafam daha rahatladıktan sonra değerlendirmek<br />

daha uygun olur diye düşünüyorum.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!