07.05.2017 Views

Cinedergi 103

Binder103

Binder103

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

CINEVİZYON<br />

5 MAYIS<br />

Eski Sevgili<br />

Gamba: Macera Çetesi / Gamba<br />

Saplantı / Unforgettable<br />

Baş Belası<br />

Gerçeğin İki Yüzü / The Last Face<br />

666 Cin Musallatı<br />

Çam Yarması<br />

T2 Trainspotting<br />

Umudun Kıyısında<br />

Çılgın Ziyaretçiler 3: İhtilal / Les Visiteurs: La<br />

Revolution<br />

Derinliklere Yolculuk / The Odyssey<br />

19 MAYIS<br />

Osmanlı Subayı / The Ottoman Lieutenant<br />

Her Şey Mümkün<br />

Bahtiyar Bahtıkara<br />

Genç Karl Marx / Le jeune Karl Marx<br />

Aşkın Çekimi / Their Finest<br />

Hayalet Hikayesi / Personal Shopper<br />

Kahramanlar Takımı / Monkey King: Hero Is Back<br />

Saftirik Greg’in Günlüğü: Bende Bu Şans Varken!<br />

/ Diary of a Wimpy Kid: The Long Haul<br />

Kanlı Oyun / Scare Campaign<br />

New York Masalı<br />

Hızlı ve Tüplü<br />

12 MAYIS<br />

Kaygı<br />

Tuz ve Ateş / Salt and Fire<br />

Yeni Başlayanlar İçin Hayatta Kalma Sanatı<br />

Ağustos Böcekleri ve Karıncalar<br />

Geri Döndü<br />

Yaratık: Covenant<br />

Nane ile Limon: Kayıp Zaman Yolcusu<br />

4N1K<br />

Kral Arthur: Kılıç Efsanesi / King Arthur: Legend<br />

of the Sword<br />

26 MAYIS<br />

Sinsiran: Yasak Aşk<br />

Aşk ve Savaş / On the Milky Road<br />

Karanlık Görev / The Age of Shadows<br />

Katre<br />

Deha / Gifted<br />

Bilal: Özgürlüğün Sesi<br />

Toz<br />

Yarının Adı Başka<br />

Karayip Korsanları: Salazar’ın İntikamı / Pirates<br />

of the Caribbean: Dead Men Tell No Tales


İÇİNDEKİLER<br />

18<br />

dosya<br />

OSMANLI SUBAYI<br />

Osmanlı Subayı dolayısıyla Türkiye’de<br />

geçen Hollywood filmleri dosyası.<br />

34<br />

BURÇİN ABDULLAH<br />

RÖPORTAJ<br />

28<br />

T2 TRAINSPOTTING<br />

Masis, Trainspotting’in<br />

devam filmini bizler için yazdı...<br />

38 ALIEN RESURRECTION<br />

Egemen, eski bir dostla buluşmanın hikayesinin<br />

peşinde...<br />

54 KING ARTHUR<br />

Onur kılıçlı filmlerin<br />

çetelesini tuttu.<br />

70 BU DEVAMLAR DA NE?<br />

Murat Kızılca ünlü serilerin sahte devam<br />

filmlerinin peşine düştü.<br />

80 EN İYİ TAKİP FİLMLERİ<br />

Başak gaza bastı ve en iyi takip<br />

filmlerinin dosyasını yaptı..<br />

24<br />

BENNU YILDIRIMLAR<br />

Ağustos Böcekleri ve Karıncalar filmini<br />

Bennu Yıldırımlar’la konuştuk.<br />

46<br />

74<br />

ALİHAN ARACI<br />

Nice Film Festivali’nin en iyi<br />

erkek adayı Alihan Aracı..<br />

YEŞİM ALİÇ<br />

Bir Arap’tan Laz olur mu?<br />

Aliç’e sorduk o cevapladı.


ÖZEL KÖŞE<br />

42 SUSMAYAN KÖŞE<br />

Festivaller hep aynı. Susmayan köşe<br />

bu monoton dünyaya bir bakış attı.<br />

50<br />

58<br />

84<br />

90<br />

94<br />

FESTİVALLER<br />

Fırat Sayıcı festivaller ayı Nisan’ı<br />

değerlendirdi.<br />

BELGESELCİ<br />

Semra Güzel Korver Malatya’dan<br />

eli kolu dolu geldi.<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Bataclan’ı çeken Güneş Güneş<br />

Fırat’ın konuğu oldu.<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİDOSYA<br />

İşte Benim Stilim<br />

Gizem’in odağında...<br />

TVMANIA<br />

Askeri diziler furyası geri döndü.<br />

Kaliteleri tartışılıyor...<br />

HER HAFTA ÜÇ,<br />

DÖRT TÜRK FİLMİ<br />

VİZYONDA<br />

EDITO<br />

Her hafta üç, dört Türk filmi vizyon<br />

alıyor. Nisan ayı da böyleydi, Mayıs<br />

daha da fazla. Eskiden bu bizim için<br />

bir övünç kaynağıydı. Şimdi biraz bu durum<br />

kanıksandı. Ama ekşi laflarla bu konuya<br />

başlamamızın sebebi bu değil tabii. Çünkü<br />

bu çokluk kalitesizliğin kendini göstermesine<br />

daha çok sebep oluyor. Benim anlamadığım<br />

korku sineması biraz toplanmıştı ama bu ay<br />

girenlere baktığımızda gerçekten yerlerde<br />

sürünüyorlar. Zaten komedi filmlerimiz kendi<br />

temellerine ihanet eden bir yolda yürüyor.<br />

Sanıyorlar ki birkaç yüzbin seyirciyle bu<br />

iş kotarılıyor. Zaten o kadar gişe yapan da<br />

yokta gelecekte bu kalitesizlikten bıkan izleyicinin<br />

sinemalardan kaçması çok yakındır.<br />

Bakın yabancı filmlerin göreceli olarak gişesi<br />

artmaya başladı. Bu yapımcılarımız için bir<br />

uyarıdır. Seyirci bir arayış içinde. Çünkü<br />

genel alışkanlığı olan Türk filmlerine gitme<br />

tutumu bu arayış sonrasında tükenebilir.<br />

Benden söylemesi. Bütün bu durum festival<br />

dünyamıza da yansıyor. Yarışma filmleri<br />

geçen yıllara göre gittikçe zayıflıyor. Eskiden<br />

her yıl aklımızda birkaç film kalırdı. Şimdi<br />

ancak eş dostun çektiği filmleri<br />

konuşur olduk. Bu bir<br />

ikaz hepimize.


PEK YAKINDA<br />

WONDER<br />

WOMAN<br />

Yönetmen: Patty Jenkins<br />

Oyuncular: Gal Gadot, Chris<br />

Pine, Robin Wright, Connie<br />

Nielsen, David Thewlis<br />

Konu: Sadece savaşçı amazon<br />

kadınların yaşadığı Themyscira<br />

adasında büyüyen,<br />

buranın dışına hiç çıkmamış<br />

ve hiçbir erkek görmemiş Diana<br />

müthiş savaş yeteneklerine<br />

sahip bir yarı tanrıdır.<br />

Günün birinde adaya bir<br />

Amerikan savaş uçağı düşer.<br />

Uçağın pilotu Steve Trevor,<br />

Diana tarafından kurtarılır.<br />

Dünyanın büyük bir savaş<br />

halinde olduğunu anlatan<br />

pilotun sözleriyle Diana,<br />

adasını terkederek uygar<br />

dünyaya doğru yola çıkar.


KIZLAR GECESI<br />

Yönetmen: Lucia Aniello<br />

Oyuncular: Scarlett Johansson,<br />

Kate McKinnon,<br />

Jillian Bell, Ilana Glazer<br />

Konu: Kısa bir zaman<br />

sonra evlenmeye<br />

hazırlanan Jess ve üniversite<br />

yıllarından 4 arkadaşı,<br />

bekarlığa veda partisi<br />

için mezuniyetlerinden 10<br />

yıl sonra tekrar bir araya<br />

gelirler. Vur patlasın çal<br />

oynasın bir gecenin sonunda<br />

eve bir erkek striptizci<br />

çağırırlar. Her şey<br />

yolunda giderken Alice,<br />

adamın yanlışlıkla ölümüne<br />

neden olur.<br />

DOKUZUNCU<br />

HAYAT<br />

Yönetmen: Alexandre<br />

Aja<br />

Oyuncular: Jamie<br />

Dornan, Sarah Gadon,<br />

Aiden Longworth,<br />

Oliver Platt<br />

Konu: 9 yaşındaki<br />

Louis Drax kısa<br />

ömrü boyunca birçok<br />

tehlikeli kazadan<br />

sağ çıkmayı<br />

başarmıştır. 9.<br />

doğum gününde<br />

ise bir uçurumdan<br />

düşerek ölür.<br />

Ancak morgda<br />

geçen birkaç saatin<br />

ardından küçük<br />

çocuğun ölmediği<br />

anlaşılır. Allan Pascal,<br />

çocuğun gizemlerle<br />

dolu hikayesini<br />

öğrendikçe normal<br />

tanımı değişecektir.<br />

HUNTER<br />

KILLER<br />

Yönetmen: Donovan<br />

Marsh<br />

Oyuncular: Gerard<br />

Butler, Billy Bob<br />

Thornton, Common<br />

Konu: Amerikan<br />

Donanma<br />

komandoları,<br />

henüz testleri<br />

tamamlanmamış<br />

bir denizaltı ve<br />

onun kaptanı ile<br />

işbirliği yaparak<br />

kaçırılan Rusya<br />

başkanını kurtarmak<br />

için yola koyulur.<br />

Yönetmenliğini Donovan<br />

Marsh ve Karina<br />

Kostadinova ikilisinin<br />

üstlendiği film, Don<br />

Keith’in romanından<br />

Peter Craig tarafından<br />

uyarlandı.


PEK YAKINDA<br />

TRANSFORMERS 5:<br />

SON SOVALYE<br />

Yönetmen: Michael<br />

Bay<br />

Oyuncular: Mark Wahlberg,<br />

Isabela Moner,<br />

Anthony Hopkins<br />

Konu: Son Şövalye,<br />

Transformers bu sefer<br />

serinin özündeki efsaneleri<br />

paramparça<br />

etme hedefini taşıyor.<br />

İnsanlar ve Transformerlar<br />

savaşta,<br />

Optimus Prime ise<br />

gitmiş. Geleceğimizi<br />

kurtarmanın yegane<br />

çıkar yolu<br />

geçmişin sırlarında<br />

ve Transformerların<br />

dünyadaki gizli<br />

geçmişinde yatıyor.


MUMYA<br />

Yönetmen: Alex Kurtzman<br />

Oyuncular: Tom Cruise,<br />

Sofia Boutella<br />

Konu: Sıkıca mühürlenmiş<br />

olan antik bir mezar<br />

yüzyıllardır unutulmuş bir<br />

çölde yatmaktadır. Ancak<br />

askeri bir operasyon sonucu<br />

keşfedilir ve açılır.<br />

Zamansız bir şekilde<br />

hayatı elinden alınan<br />

antik kraliçenin ruhu da<br />

uyanmış olur. Yüzyıllar<br />

boyunca büyüyen öfkesiyle<br />

günümüze uyanan<br />

kraliçe insanlığa boyun<br />

eğdirmeye ve kendisine<br />

yapılanları ödetmeye<br />

kararlıdır.<br />

THE WALL<br />

Yönetmen: Doug Liman<br />

Oyuncular: Aaron<br />

Taylor-Johnson,<br />

John Cena, Laith<br />

Nakli<br />

Konu: Film, Irak’taki<br />

bir keskin nişancı<br />

tarafından tespit<br />

edilen iki askerin<br />

aralarındaki dağılmış<br />

bir duvarla başlıyor.<br />

Onların kavgası,<br />

ölümcül derecede<br />

nişancılık olduğu<br />

kadar, irade ve zeka<br />

savaşı haline de gelecektir.<br />

KARA GÜN<br />

Yönetmen: Peter Berg<br />

Oyuncular: Mark<br />

Wahlberg, Kevin Bacon,<br />

John Goodman<br />

Konu: Gerçek bir<br />

hikayeden ilhamını<br />

alan film Boston Polis<br />

Komiseri Ed Davis<br />

üzerinden ilerliyor.<br />

Korkunç bir terör<br />

eyleminden hemen<br />

sonra komiser,<br />

hayatta kalanlar ile<br />

birlikte bir sonraki<br />

olası patlamayı önlemek<br />

için zamanla<br />

yarışacaktır. 2013<br />

yılından Boston<br />

Maratonu bombalı<br />

saldırısına giden süreci<br />

anlatan bir yapım.


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

SÖZDE ÖZGÜRLERiN CEHENNEMi<br />

n Bazen öyle filmler çıkıyor ki karşıma,<br />

bütün dünyanın çirkinliğine rağmen<br />

kendimi sakladığım sanal dünyamı yıkıp<br />

geçiyor. Sinemayla uyuşturduğum iç<br />

dünyamı acı gerçeklere çekip, elimdekinin<br />

çirkinliğini bana hatırlatıyor. İşte<br />

bu hafta vizyona giren Gerçeğin İki<br />

Yüzü o yapımlardan. Film uluslararası<br />

bir yardım organizasyonunun direktörü<br />

olan Dr. Wren Petersen ve bir gönüllü<br />

doktor olan Dr. Michaeluel arasındaki<br />

aşkı anlatıyor. Savaş yıkıntıları arasındaki<br />

Liberya’da, onları çevreleyen çatışmanın en<br />

iyi nasıl çözülebileceği üzerine ortak bir tutkuyla<br />

savaşan Miguel ve Wren, ilişkilerini<br />

olağanüstü zor koşullarda canlı tutmanın<br />

bir yolunu bulmalıdırlar. Sanki onların bu<br />

macerası bütün dramı yaratan Batı medeniyetinin<br />

günahlarını affettirecek veya bize unutturacak<br />

gibi. Tabii yok öyle bir şey. Benim asıl<br />

canımı sıkan Batı dünyasının muhalif isimlerinin<br />

bu ayıba ortak olması. Nasıl ABD veya<br />

Avrupa’daki insanlar Sean Penn veya bir kaç<br />

muhalif ismin üretimlerinin arkasına saklanıp<br />

vicdanlarını rahatlatıyorlarsa biz de farklı bir<br />

durumda değiliz. Yıllarca Sean Penn’in Susan<br />

Sarandon’un veya sonradan muhalif olan Clint<br />

Eastwood’un filmlerini seyredip “Vay be adamlar<br />

o ortamda böyle de muhalif olabiliyorlar”<br />

deyip kendimizi kandırdık. Açıkçası artık bu<br />

beni rahatsız ediyor. Batı medeniyetinin kendinden<br />

olmayanlara hatta kendinden olup zayıf<br />

düşenlere yaptığı eziyetlerden, katliamlardan<br />

bıktım. Söylediğim isimlerin üretimlerinin<br />

yüzünden belki de gözümü kapadım, vicdanımı<br />

kandırdım. Ama olanlar ortada. Artık geçmişi<br />

irdelemeyip gelecek için umut beslemek kendimize<br />

yapacağımız en büyük hainlik. Geçmiş<br />

ancak hesaplaşılırsa geride kalır, üstüne bir<br />

örtü örtüp hiç birşey olmamış gibi yola devam<br />

ederseniz, yeni sömürülerin, katliamların<br />

yolunu açarsınız. Bu haftanın filmi Gerçeğin<br />

İki Yüzü kesinlikle bizler için yazılması ve<br />

düşünülmesi gereken bir coğrafyada geçiyor.<br />

Batı Afrika ülkesi Liberya her zaman<br />

katliamlarıyla hatırladığımız, çocuk askerlerin<br />

bile insanlara tecavüz ettiği vahşetle anılan bir<br />

ülke. Afrika’nın neredeyse bütünü aynı halde<br />

ama Liberya’nın bir özelliği var. Bu ülke Amerikan<br />

emperyalizminin yaratıcılıkta kendi sınırlarını aşıp<br />

eski kölelerini geri gönderdiği ve kurdurduğu bir<br />

cumhuriyet. ABD’de ekonomi tarımdan sanayiye<br />

geçince tarlalarda çalışan milyonlarca siyahi köleyi<br />

ne yapacağını bilmeyen Amerikalı teorisyenler<br />

bunları Afrika’da satın aldıkları topraklar üzerinde<br />

kuracakları bir ülkeye göndermeye karar verirler.<br />

Hıristiyan kilisesi de bunu destekler çünkü o güne<br />

kadar Batı Afrika’daki Hıristiyan propagandası istenilen<br />

etkiyi yaratmamıştır. Böylece dönüştürülmüş


kölelerin çocukları sayesinde orada Hıristiyanlık<br />

sağlam bir kale bulacaktır. Bu ülkenin adına da<br />

Liberya derler yani özgürlük. Başkentine dönemin<br />

ABD başkanı olan Monroe’ya ithafen, Monrovia<br />

derler. Buraya gönderilen siyahi Amerikalılar yerlileri<br />

kendilerinden daha aşağı bir ırk olarak kabul<br />

eder, bu ülkenin vatandaşı bile saymazlar. Hatta<br />

köleliği Batı medeniyetinin yasaklandığı dönemde<br />

Amerikalı Liberyalılar yerlileri işçi olarak başka<br />

ülkelere kiralamaya başlarlar. Mesela İspanya’nın<br />

tarlalarında bu modern köleleri kullanırlar. Yani<br />

dedeleri köle olanlar renkleri siyah olsa da ruhları<br />

beyazlaşmış ve emperyalizmin en önde gelenleri<br />

olmuştur. Daha sonra kauçuk, kahve ve petrol gibi<br />

madenlerin önem kazanması Liberya ve komşuları<br />

olan Gine ve Sierra Leone’nin Batılı ülkeler<br />

tarafından tekrar karıştırılmasına sebep olur. Bundan<br />

sonra günümüze kadar süren bir iç savaşın<br />

her üç ülkeyi de mahvettiğini görürüz. Liberya,<br />

çocuk askerleri, toplu tecavüzleri, farklı kabilelerin<br />

yamyamlığıyla bugüne kadar gelir. Şimdi bütün bu<br />

gerçekler ortadayken ben nasıl Charlize Theron<br />

ile Javier Bardem’in aşkından etkileneyim? Filmi<br />

yöneten Sean Penn’in isyancı ve muhalif kişiliği<br />

ne kadar daha gözlerimi kapatmamı sağlayabilir?<br />

Filmin adı Gerçeğin İki Yüzü ama bu medeniyetin<br />

yüzsüzlüğü karşısında ne yazar bin yüz olsa?


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

HAYATIN ALIŞVERiŞi...<br />

n Mia Hansen-Love Berlin Film<br />

Festivali’nde kendisine en iyi yönetmen<br />

ödülü getiren beşinci filmi Gelecek<br />

Günler’de Isabelle Huppert’in müthiş<br />

performansından fazlaca ilham alarak bir<br />

kadının tersine ve biraz da sancılı özgürlük<br />

dünyasına geçişini anlatıyor. Film basit,<br />

sıradan olayların çevrimini bir kadının<br />

annesi, kocası, çocukları ve öğrencileri<br />

arasında kurduğu dengeli ama kapsayıcı detaylardan<br />

alıyor. Filmin olayı olağanüstü bir şey<br />

yapmadan o duyguyu bize sunmasıyla ortaya<br />

çıkıyor. Hayatın akışı içerisinde etrafımızı<br />

saran hayatı böleceğimiz<br />

insanlar vardır ve onlar<br />

hayatımızdan çıktıktan<br />

sonra bize ne olur<br />

kafasıyla yapıyor.<br />

Nathalie felsefe öğretmeni<br />

idealist bir kadın. Kocası<br />

da akademisyen. İkilinin<br />

arasında yıkılmaz gibi<br />

görülen, ince ince örülen<br />

bağlar kocasının başka bir<br />

kadın için kendisini terk<br />

etmesiyle devam edecek<br />

bir yıkımın başlangıcı<br />

olur. Oflayıp puflasa da<br />

yaşlı ve takıntılı annesinin<br />

yardımına koşan Nathalie<br />

onu kaybeder, kitabının<br />

bazılmayacağını öğrenir ve en sevdiği öğrencisi<br />

uzak bir yere ekolojik bir hayat için taşınır. Bir<br />

anda hayatını saran ağlardan kurtulan ama o<br />

ağlarla ayakta durduğunu farkeden Nathalie’nin<br />

değişim dünyasını o kadar içten anlatıyor ki<br />

yönetmen, zaman zaman savrulanın kendiniz<br />

olduğunu hissediyorsunuz. Ama ayakları<br />

yere basan bir savruluş bu. Saydam bir<br />

sınırla hayatın bu tarafına atlayan kadının<br />

kırgınlıklarını, bocalamalarını, özlemlerini ve<br />

buna rağmen yaşadığı özgürlük duygusunun<br />

şaşkınlığını yalın bir dille önümüze sürüyor<br />

yönetmen.<br />

Bol bol okuyan, sorgulayan, güçlü ve duyarlı bir<br />

kadının kayıplarla yaşadığı özgürlük keşfinin<br />

en orijinal tarafı annesinden kalan kediye bakmak<br />

zorunda kalması ve öğrencisinin kendisinden<br />

uzaklaşan dünyasını keşfe çıkması oluyor. Komün<br />

hayatın dinginliğinde kendi iç dünyasının devinimlerine<br />

sıkışıp kaldığını fark eden Nathalie için acı<br />

bir tecrübe olur bu. Öğrencisinin alternatif, herkesin<br />

etrafında olacağı duygusuyla yarattığı hayatı<br />

Nathalie’nin uzağında kalır, o an şehir insanı<br />

olduğunu anlar ve bunun çoğulcu yalnızlıkları<br />

doğurduğunu tecrübe eder.<br />

Orta yaş kadın dramı anlatan yönetmen en iyi<br />

yönetmen ödülü almasını basit senaryosunu etkili<br />

dille seyircinin kalbine yollayarak fazlasıyla hak<br />

ediyor. Kendisi de oyunculuktan gelen ve ilişkilerin<br />

kimyası üzerine kafa yormuşa benzeyen yönetmen<br />

Hansen-Love kadının dünyasını yalnızlaştıran<br />

düzeni iyi bildiğini de filmiyle aktarmış oluyor. Biraz<br />

feminist bir söylemle kadının bitme noktasına<br />

gelen hayatının karşısına dikilen ve her zaman<br />

kurulmaya yatkın erkek dünyasının sihri de kırıcı<br />

oluyor.<br />

Birkaç mevsimi yaşatan ve mevsimlerin ruh haline<br />

etkilerini de filmde iyi yansıtan yönetmen, kesin<br />

çizgiler kullanmadan orta yaşlı bir kadının değişen<br />

hayatını, akternatiflerini ve kırgınlıklarını gayet naif<br />

bir şekilde resmediyor. Buna karşın içe dokunan<br />

bir değişim öyküsü yaratmayı başarıyor. Huppert<br />

her zamanki gibi çok iyi...


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

BİR TOPLUMUN SİLİNMEYE ÇALIŞAN BELLEĞİ<br />

n Sinema yazarı ve televizyon<br />

programcısı Ceylan Özgün Özçelik,<br />

uzun yıllardır üzerinde çalıştığı<br />

projesini beklentilerimizin ve tahminlerimizin<br />

üstünde bir şekilde hayata<br />

geçirdi. Katıldığı festivallerden ödüller<br />

ve en önemlisi övgülerle dönen “Kaygı”<br />

sinemamız için atılmış başarılı bir adım<br />

oldu kanımca…<br />

Haber kanalında çalışan Hasret, uzun süredir<br />

aynı kâbusu görmektedir. Tekrarlayan kâbuslarla<br />

aklına bir soru düşer: “Annesiyle babası<br />

trafik kazasında ölmemiş olabilir mi?” Yavaş<br />

yavaş işinden, arkadaşlarından ve günlük<br />

yaşamından uzaklaşan Hasret evine<br />

kapanarak geçmişiyle yüzleşmeye<br />

hazırlanır. Algı Eke, Özgür Çevik, Asiye<br />

Dinçsoy, Selen Uçer, İpek Türktan,<br />

Kadir Çermik, Nazan Kesal, Saygın<br />

Soysal ve Taner Birsel’in oynadığı<br />

filmin senaristi ve yönetmeni Ceylan<br />

Özgün Özçelik.<br />

Artık birçok yerde yazılıp çizildiği<br />

için rahatlıkla söyleyebileceğimi<br />

düşünüyorum ki, Madımak olaylarına<br />

dayanan sonuyla seyirciyi şaşırtan<br />

“Kaygı” toplumsal belleğimizin ne<br />

kadar zayıf olduğundan yola çıkılarak<br />

yapılmış bir film. Devletin ideolojik aygıtlarının<br />

başında gelen ‘MEDYA’nın, toplumsal<br />

belleği nasıl zayıflattığına ve yönlendirdiğine<br />

şahit oluyoruz. Ceylan, bu yergiyi başarıyla<br />

yapıyor çünkü uzun yıllar medyanın içinde ve<br />

tüm ‘şarlatanlıklara’ şahit olarak çalıştı. 16-17<br />

yıllık medya geçmişime dayanarak bu karakterlerin<br />

hepsini ben de çok iyi biliyorum. Ceylan,<br />

sektörün ciğerini okumuş bu anlamda… Yönetmen<br />

Özçelik, “Bu filmi iktidarı, medyayı, kentsel<br />

dönüşümü anlatmadan yapmak olmazdı.<br />

Çünkü bunlar yüzünden sürekli geçmişi kuruyor<br />

ve yeniden kurguluyoruz, unutuyoruz.” diyerek<br />

Kaygı’yı nasıl ve ne şekilde konumlandırdığını<br />

da belirtiyor.<br />

Filmin büyük bölümü Hasret’in evinde geçiyor.<br />

İlk bakışta bu durum dezavantaj gibi görünse<br />

de filmde muazzam bir atmosfer yakalıyor<br />

Özçelik. Sanat yönetiminin başarısı bir yana, bu<br />

tekinsiz ve dramatik atmosferde görüntü yönetmeni<br />

Radek Ladczuk’un büyük payı var. Ladczuk’u<br />

Karabasan (The Babadook) filmindeki nefis<br />

görüntülerle hatırlayabilirsiniz. Oldukça etkileyici bir<br />

korkuydu. Düşünüyorum da, Ladczuk’un haricinde<br />

çok az yerli görüntü yönetmenimiz bu işin altından<br />

kalkabilirdi. Bu seçim için de kutlamalı yönetmeni.<br />

Birçok kişiden filmin psikolojik gerilim olarak lanse<br />

edildiğini duyunca şaşırdım. Belki de filmi izlemeden<br />

bunu söylediler. Ancak film iyi bir psikolojik<br />

drama. Algı Eke’nin seyirciyi paranoyaya düşüren,<br />

inandırıcı, güçlü ve tekinsiz oyunculuğu yapımın<br />

amiral gemisi kesinlikle. Eke’nin bu tarz kaliteli<br />

yapımlarla daha fazla sinemada yer almasını istemek<br />

bir lüks olarak kalmaz umarım.<br />

Buna mecbur değil tabii ancak Kaygı’nın bence<br />

en ciddi sorunu, sorunu nasıl çözeceğimizle ilgili<br />

bir yanıt vermemesi. Çözümün sosyal medya<br />

olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira sosyal<br />

medyanın eksik yanları olmasına rağmen<br />

toplum hafızasını ayakta tutmakta müthiş bir silah<br />

olduğunu göz ardı etmemek gerek. Teknoloji ve<br />

bilim çağında bunu yakalamak çok önemli.<br />

Kısa bir eleştiriden ziyade uzun film okumaları<br />

ve analizlerini hak ettiğini düşündüğüm “Kaygı”<br />

2017’nin en iyilerinden. Sinema yazarlarından iyi<br />

yönetmen çıkabileceğini bir kez daha kanıtlayan ve<br />

bu yolda bizim gibi film çekme hayalleri olan sinema<br />

yazarlarına umut verici yollar açan Ceylan’a bir<br />

kez daha teşekkürler… Bu filmi lütfen sinemada<br />

izleyin!


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

DALIDA, TRAJEDiNiN SESi<br />

n Biyografileri sever misiniz bilemem.<br />

Ben bu tür sinemanın tutkunuyum. Hele<br />

anlatılan öykü ucundan benim hayatıma da<br />

dokunmuşsa iyice etkileyici oluyor o filmi<br />

seyretmek. Bu hafta Dalida’nın hayatını anlatan<br />

Dalida adlı film vizyona giriyor. Filmin<br />

iyiliği kötülüğü daha sonra konuşulabilecek<br />

bir şey ama Dalida’nın hayatı o kadar etkileyici<br />

ve dramatik ki böyle bir malzemeden<br />

etkilenmemek imkansız. Üstelik biz yaşlarda<br />

olanlar çocukluk ve ilk ergenlik dönemini onun<br />

şarkılarıyla geçirdi. Çünkü sağolsun Türk<br />

Hafif Batı Müziği, Dalida ve o dönem yabancı<br />

sanatçıların şarkılarının uyarlamasıyla yaşadı<br />

bir dönem. Bunu eleştiriyorum ama günümüze<br />

baktığımda da o kadar kısır ve yaratıcılıktan<br />

uzak bir müzik endüstrisiyle karşı karşıyayız ki<br />

o günleri bile özlüyorum açıkçası. Dalida’nın<br />

şarkılarını kimler uyduruma sözlerle Türkçeye<br />

uyarlamış saymakla bitmez. Herşeyden önce<br />

Ajda Pekkan tabii ki, Alpay, Tanju Okan, Özdemir<br />

Erdoğan, Hümeyra, Selçuk Ural, Berkant, AyFeri,<br />

Zeki Müren, en son da Petek Dinçöz, Dalida’nın<br />

Flamenco oriental parçasını Kısmetsizim<br />

diye uyarladı. Bu uyarlamaların zamanında<br />

birçoğunu zevkle dinledim. Ama Dalida’nın<br />

hayatını seyrettiğinizde onun şarkılarının<br />

hayatının bir hikayesi olduğunu görüyorsunuz<br />

ve bu şarkıların içeriğinden kopartılıp bambaşka<br />

anlamlarla söylenmesi bütün değerlerini yok<br />

ediyor. Dalida’nın özelliği söylediği müzik<br />

türünün popüler olmasına rağmen neredeyse<br />

ozan şarkıcılardan olması. Şarkılarının hep<br />

bir hikayesi var. Kendi hayatındaki dramatik<br />

olayların tetiklediği ünlü parçalar olduğu gibi<br />

kendi kişiliğinin mutluluk veren yönlerini de bu<br />

parçalarda bulabiliyorsunuz. Mesela “Il venait<br />

d’avoir 18 ans” Dalida’nın genç sevgilisi Lucio<br />

için yazdığı bir parça. Ve yaş farkını hem espritüel<br />

hem de dokunaklı bir şekilde işleyebilmiş.<br />

Peki yazının başından beri dramatik hayat deyip<br />

duruyoruz. Ne olmuş Dalida’nın hayatında.<br />

Dalida (Lolanda Cristina Gigliotti) 1933 tarihinde<br />

Mısır’da doğdu. İtalyan olan babasının<br />

Kahire Opera Orkestrası’nda birinci kemancı<br />

olarak görevi nedeniyle oraya yerleşmişti.<br />

Fakat 2. Dünya Savaşı sonunda haksız yere<br />

Nazilere yataklık ettiği iddiasıyla tutuklanınca<br />

Dalida babasından uzak bir şekilde çocukluğunu<br />

geçirdi. Babası atıldığı kamptan çıktığı zaman<br />

ise işler iyice çirkinleşti. Çünkü baba akıl<br />

sağlığını kaybetmiş, Dalida ve ailesine zulmetmeye<br />

başlamıştı. Bu noktada babasına düşmanca<br />

hisler duyan Dalida babasının vefatı üzerine<br />

büyük bir suçluluk yaşadı. Daha sonra bir müzik<br />

yarışmasında birinci olunca bir yapımcının dikkatini<br />

çekti ve onun kontrolünde kariyerini inşa etti. Bu<br />

yapımcıyla evlendi ama kısa süren evliliği başka<br />

bir erkeğe aşık olması sebebiyle bozuldu. Daha


sonra bir bal arısı misali babasının onda yarattığı<br />

eksikliği kapatmak için hayatında başka ilişkiler<br />

yaşadı. Bunlardan birisi olan İtalyan şarkıcı Luigi<br />

Tenco intihar etti. Bu trajik olay sonrası Dalida<br />

da bir intihar girişiminde bulundu. Tedavi gören<br />

Dalida tam kendine gelecekken eski eşi yapımcı<br />

Lucien Morisse de işlerinin bozulması sebebiyle<br />

intihar ederek öldü. Güzel şarkıcının laneti bununla<br />

da bitmez. Son sevgilisi Richard Chanfray<br />

ile ayrıldığında bu sevgilisi de intihar eder. Zaten<br />

aşırı duyarlı bir kişiliğe sahip olan Dalida bu<br />

ölümlerden ve düştüğü yanlızlıktan kurtulamayıp<br />

kendisi de intihar etti. 1950’lerden 80’lerin sonuna<br />

kadar 150 milyon albüm satan, 55 kez altın plak<br />

alan Dalida uzun bir dönemin en parlak yıldızıydı.<br />

İtalyanca ve Fransızca ağırlıklı olmak üzere birçok<br />

dilde şarkılarını söyledi. Hatta Türkçe bir yorumu<br />

bile vardır. Büyük sanatçıların üzücü hikayeleri<br />

var. Düşünsenize hiç mutlu bir yazar, ressam<br />

veya müzisyen hatırlıyor musunuz? Özellikle<br />

üretimlerinin en üst düzeyde olduğu dönemlerde.<br />

Ne yazık ki gerçek sanatçının besini mutsuzluk.<br />

Belki günümüzün problemi de budur. Herşeye kısa<br />

yoldan ulaşmak isteyen, sadece başarıya endeksli<br />

müzisyenler, sinemacılar ve yazarlar... Bütün<br />

bunları düşündüğümde Ajda Pekkan’ın bir Dalida<br />

uyarlaması olan Palavra Palavra Palavra sözleri<br />

aklıma geliyor. İyi izlemeler.


HOLLYWOOD İÇİN<br />

TÜRKİYE AKSİYON<br />

DEMEK<br />

Türkiye, geçmişten günümüze birçok<br />

Hollywood yapımına ev sahipliği yaptı.<br />

James Bond’dan Jackie Chan filmlerine,<br />

Geceyarısı Ekspresi’nden Hayalet<br />

Sürücü’ye sinema tarihinin önemli<br />

yapımlarından örnekleri içeren listeye<br />

son olarak Osmanlı Subayı eklendi.<br />

PINAR KARAHAN<br />

n Sinema sektörü için<br />

doğal bir plato görevi<br />

gören Türkiye, farklı<br />

kültürleri bir arada<br />

bulundurması, tarihi<br />

yapıları, her mevsim<br />

güneş görmesi<br />

nedeniyle film ekiplerinin<br />

dikkatini çekmeyi başarıyor.<br />

Ne kadar sinema turizminde istenilen<br />

noktaya varamamış olsak da -ki bunun<br />

nedenleri apayrı haber konusu- geriye<br />

dönüp baktığımızda birçok önemli filmin<br />

yolunun Türkiye’den geçtiğini görebiliyoruz.<br />

Özellikle Hollywood’un aksiyon<br />

ağırlıklı filmleri Türkiye’nin havasından ve<br />

suyundan bolca faydalanmış. Buna son<br />

örnek, kadrosunda Michiel Huisman, Hera<br />

Hilmar, Josh Hartnett, Sir Ben Kingsley<br />

gibi dünyaca ünlü oyuncuların yanısıra<br />

Türkiye’nin usta oyuncularından Haluk


Bilginer (Komutan Halil Bey) ile Selçuk<br />

Yöntem’e (Melih Paşa) de yer vermesiyle<br />

merakla beklenen yapımlar arasında<br />

yer alan Osmanlı Subayı (The Ottoman<br />

Lieutenant). Türk izleyicisiyle 19 Mayıs’ta<br />

buluşacak yapım, şimdiden birçok<br />

tartışmaya da yol açtı. Amerikan Ulusal<br />

Ermeni Komitesi tarafından boykot<br />

edileceği açıklanan film, I. Dünya Savaşı<br />

sırasında Van’a giden hemşire Lillie’nin<br />

(Hera Hilmar), Türk subayı İsmail’e (Michiel<br />

Huisman) aşık olmasını ve yaşadığı<br />

zorlukları anlatıyor. Tarihi kurguyla<br />

anlatılan dram türündeki filmde, Lillie’nin<br />

yardım götürdüğü hastanenin başhekimi<br />

Woodruff (Sir Ben Kingsley) bulundukları<br />

bölgenin bir kadına uygun olmadığını<br />

düşünüp Lillie’yi evine göndermek<br />

istiyor ancak Lillie, ne olursa olsun<br />

kalıp yardım etmek konusunda ısrarcı<br />

davranıyor. Çekimleri İstanbul, Kapadokya,<br />

Aksaray, Kayseri, Van ve Niğde’de<br />

gerçekleştirilen Osmanlı Subayı’nın<br />

yönetmen koltuğunda Joseph Ruben var.<br />

Osman Subayı’nın hatırlatmalarıyla yolu<br />

bir şekilde Türkiye’den geçen yapımları<br />

inceledik:<br />

From Russia With Love (Rusya’dan<br />

Sevgilerle) - 1963<br />

Film, sinemanın efsaneleri arasında<br />

yer alan 007 James Bond serisinin<br />

ikinci yapımı. Ian Fleming’in aynı<br />

isimli romanından sinemaya uyarlanan<br />

yapımın Türkiye’de çekilmesi,<br />

yayınlandığı dönemde ülkenin tanıtımı<br />

açısından büyük katkı sağladı. Filmde,<br />

Sovyet istihbarat ordusunda görevli<br />

onbaşı Tatiana Romanova, İstanbul<br />

Büyükelçiliği’ne katip olarak gönderiliyor.<br />

Yaşanan birçok aksiyonlu olay<br />

sonrasında Bond, Romanova’ya yardım<br />

etmek için Türkiye’ye geliyor. İstanbul’un<br />

özellikle tarihi yarım adasında geçen<br />

sahneler, izleyenlerin o dönemde yaşama<br />

isteğini artırma özelliğine sahip. Ayrıca<br />

bu yapımın bir yerinde Hülya Koçyiğit’in<br />

de görüldüğü senelerdir süregelen bir<br />

tartışmanın konusu.


Topkapı - 1964<br />

Türkiye ve ABD ortak yapımı filmin büyük<br />

bir kısmı, adından da anlaşıldığı üzere<br />

Topkapı Sarayı’nda geçiyor. Üçkağıtçı<br />

Arthur Simpson (Peter Ustinov), para<br />

kazanabilmek için uluslararası çapta<br />

mücevher hırsızlığı yapan bir çetenin<br />

işini almak zorunda kalıyor. Çeteye ait<br />

bir otomobili Yunanistan’dan Türkiye’ye<br />

getirmeye çalışıyor. Çetenin amacı ise<br />

Topkapı Sarayı’ndaki değerli bir hançeri<br />

çalmak. Simpson, istemeden de olsa<br />

çeteye yardım ederken öteki yandan Türk<br />

istihbaratı tarafından da takip ediliyor.<br />

Peter Ustinov’a ‘En İyi Yardımcı Erkek<br />

Oyuncu’ dalında Oscar ödülü kazandıran<br />

film, birçok sahnesiyle kendinden sonraki<br />

soygun filmlerine esin kaynağı oldu. Hani<br />

o meşhur iple mücevhere doğru sarkma<br />

sahneleri işte bu filmden. Tavla, yağlı<br />

güreş ve türkülerimizin yer aldığı yapım<br />

Türkiye’de çekilip Türkleri memnun etmeyi<br />

başaran ender filmlerden.<br />

Murder on the Orient Express (Doğu<br />

Ekspresinde Cinayet) - 1974<br />

1930’lu yıllarda İstanbul ve Paris arasında<br />

sefer yapan ünlü Şark Ekspresi’nde<br />

Amerikalı bir milyonerin ölü bulunmasını<br />

konu edinen filmde, trendeki yolcular<br />

arasında bulunan Belçikalı dedektif<br />

Hercule Poirot, trenin kara saplanıp<br />

durmasından istifade ederek polisler<br />

gelene kadar cinayeti çözmeye çalışıyor.<br />

Türkleri yansıtma biçimiyle ağır eleştiriler<br />

alan yapım, ünlü polisiye yazarı Agatha<br />

Christie’nin başyapıtlarından sayılan aynı<br />

isimli romanından uyarlandı.<br />

Midnight Express (Geceyarısı Expresi) -<br />

1978<br />

İngiltere-ABD ortak yapımı film, 1970<br />

yılında Türkiye’de tutuklanıp hapse atılan<br />

Billy Hayes’in gerçek öyküsünden beyazperde<br />

uyarlandı. 52. Oscar Ödülleri’nde<br />

altı dalda adaylık alıp ‘En İyi Özgün Müzik’<br />

ve ‘En İyi Uyarlama Senaryo’ ödüllerini<br />

kazanan yapım, Türkiye’de gösterime<br />

girmeden protesto edildi. 2004 yılında<br />

kitaptan uyarlanan filmin senaryo yazarı


Oliver Stone, Türkiye’ye yaptığı bir ziyaret<br />

sırasında çekim aşamasında bazı<br />

sahneleri fazla dramatize ettiğini kabul<br />

ederek özür diledi.<br />

The World Is Not Enough (Dünya Yetmez)<br />

- 1999<br />

19. James Bond filmi Türkiye’de Dünya<br />

Yetmez’adıyla vizyona girdi. Filmde, Robert<br />

King adlı petrol milyarderinin suikasta<br />

kurban gitmesinin ardından macera<br />

Türkiye’ye kadar yol alıyor. Bond serisinin<br />

en zayıf halkalarından biri olmasına<br />

rağmen, İstanbul’da çekilen sahnelerinde<br />

Kız Kulesi’nin de görünmesi Türk izleyicileri<br />

ayrıca mutlu ediyor.<br />

The Accidental Spy (Altın Yumruk<br />

İstanbul’da) - 2001<br />

Bütün sakarlığına rağmen her işin<br />

altından kalkma yeteneğine sahip ve<br />

üstün dövüş sanatıyla gönlümüzde taht<br />

kuran Jackie Chan Türkiye’de film çeker<br />

de bu listede olmaz mı? Bei (Chan),<br />

Türkçe’ye Altın Yumruk İstanbul’da<br />

olarak çevrilen filmde, satış elemanı<br />

olarak çalışırken araştırmacı yönüne<br />

yenik düşüp iki adamı takip etmeye<br />

başlıyor. Casus babasının izini takip eden<br />

Bei, hem biraz para kazanmak hem de cesaretini<br />

göstermek için sonu Türkiye’ye<br />

uzanan bir maceranın içine atılıyor.<br />

Türkiye’de elbette rahat durmadığı için<br />

de polis ve uyuşturucu mafyasıyla başı<br />

belaya giriyor. Chan’in hamam sahneleri<br />

ve yarı çıplak çatılardaki kaçış anı görülmeye<br />

değer.<br />

Hitman - 2007<br />

Popüler video oyunundan beyazperdeye<br />

uyarlanan ve ‘tetikçi’ anlamına<br />

gelen Hitman, kafasının arkasında bir<br />

barkod taşıyan Ajan 47’nin maceralarını<br />

izleyiciyle buluşturuyor. 2007 yapımı<br />

filmin başrolünde Timothy Olyphant<br />

ve Dougray Scott yer alırken, yönetmen<br />

koltuğunda Xavier Gens oturuyor.<br />

Sofya, Londra, St. Petersburg, Cape<br />

Town ve İstanbul’da çekimleri tamamlanan<br />

yapımın İstanbul çekimleri Mısır<br />

Çarşısı’nda gerçekleştirildi.


The International (Uluslararası) - 2009<br />

Türkiye, ABD, Almanya ve İngiltere’nin<br />

gücünü birleştirdiği aksiyon, suç ve gizemin<br />

harmanlandığı yapım, Lois Sallinger<br />

(Clive Owen) adlı bir İnterpol ajanının,<br />

Manhattan Savcı Yardımcısı (Naomi Watts)<br />

ile birlikte bir bankanın kirli işlerinin<br />

peşine düşme hikayesini konu ediniyor.<br />

Kaçma-kovalamaca New York, Berlin ve<br />

Milan’dan sonra İstanbul’da devam ediyor.<br />

Haluk Bilginer’in de rol aldığı yapım,<br />

bir gelenek olarak Sultanahmet Camii ve<br />

Kapalıçarşı görüntüleri içeriyor.<br />

Ghost Rider: Spirit of Vengeance (Hayalet<br />

Sürücü 2: İntikam Ateşi) - 2011<br />

Marvel evreninin, aynı adını taşıyan çizgi<br />

romanlarından uyarlanan film, Nicolas<br />

Cage’i Türkiye’ye getiren yapım olarak<br />

tanınıyor. Johnny Blaze/Hayalet Sürücü<br />

rolünü canlandıran Cage’i Kapadokya ve<br />

Pamukkale manzarası eşliğinde izlemek<br />

ne kadar gururumuzu okşasa da film,<br />

görsel efektleri ve senaryosundaki hatalar<br />

nedeniyle beklentiyi karşılayamadı. Cage<br />

filmde bu sefer Doğu Avrupa’da kendisini<br />

insan formuna sokmaya çalışan şeytanla<br />

mücadele ediyor. Cage’in o dönem yaptığı<br />

“Ülkeniz çok güzel” açıklaması basında<br />

geniş yankı bulmuştu.<br />

Skyfall - 2012<br />

Aksiyon film serisi denince ilk akla<br />

gelenlerden olan 007 James Bond’un 23.<br />

filmi Skyfall’un çekimleri Türkiye, Çin ve<br />

İngiltere’de yapıldı. Judi Dench, Javier<br />

Bardem, Ralph Fiennes, Naomie Harris<br />

ve Bérénice Marlohe’ın rol aldığı yapımda<br />

Bond rolünde Daniel Craig var. Yönetmen<br />

koltuğunda ise Sam Mendes’in bulunduğu<br />

film, Adele’in seslendirdiği şarkısıyla ‘En<br />

İyi Özgün Şarkı’ Oscar ödülünü kucakladı,<br />

kucaklamasına ama filmin Türkiye sahnelerinde<br />

Kapalıçarşı’nın çatısına motor<br />

çıkarılması ve çatıya zarar verilmesi<br />

günlerce tartışıldı. Bir dublörün hızını<br />

alamayıp kuyumcu dükkanına motorla<br />

girmesi ise yabancı basında da uzun süre<br />

gündemde kaldı.


Taken 2 (Takip: İstanbul) - 2012<br />

Eski CIA ajanı Bryan Mills’ın (Liam Neeson)<br />

başının dertten kurtulmadığı bir film<br />

daha... İlk filmde kızı kaçırılan Mills’ın<br />

bu kez İstanbul’da tatil yapan karısı<br />

kaçırılıyor. Mills, intikam amacıyla bunu<br />

yapan çete üyelerinin peşine bu kez<br />

İstanbul’da düşüyor. Taken 2, İstanbul’da<br />

çekilip Kapalıçarşı üzerinde kaçma<br />

kovalamaca klişesini yaşatan yapımlar<br />

arasında.<br />

Argo - 2012<br />

Oscar ödüllü yönetmen, oyuncu ve<br />

yapımcı Ben Affleck’in yönetip başrolünü<br />

üstlendiği yapım, 1979 yılında Şah’ın<br />

devrildiği İran devriminde militanların<br />

Tahran’daki Amerikan Büyük Elçilik<br />

binasına girip 52 Amerikalıyı rehin alması<br />

ve sonrasında yaşananları anlatıyor.<br />

Rehinelikten kurtulan 6 Amerikalı ilginç<br />

bir yöntemle ülkeden çıkmaya çalışıyor.<br />

Havaalanı sahnelerinde gerim gerim geren<br />

film, ‘En İyi Film’ dahil 3 dalda Oscar<br />

ödülü kazandı. Filmin bazı sahneleri İran<br />

niyetine İstanbul’da çekildi.<br />

The Water Diviner (Son Umut) - 2014<br />

Türk izleyicilerin en sevdiği aktörlerden<br />

Russell Crowe’un yönetmenliğini<br />

üstlendiği, Crowe’un yanı sıra Cem<br />

Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan’ın rol aldığı<br />

filmle ilgili neredeyse her adım haber<br />

oldu. Avustralyalı bir çiftçi olan Connor’ın<br />

(Russell Crowe), 1919’da Çanakkale<br />

Savaşı’na katılan oğullarını arama sürecini<br />

anlatan film, tam olarak beklentileri<br />

karşılayamasa da Türk topraklarında Türk<br />

oyuncularla çekilmesi açısından büyük<br />

önem taşıyor. ABD, Avustralya ve Türkiye<br />

ortak yapımı filmde en çok akılda kalan<br />

ise bir Türk gazetecinin Crowe’a “Filmde<br />

rol verdiğiniz Türk oyunculardan birinin<br />

soyadı diğerinin adı. Dikkatinizi çekti mi?”<br />

sorusunu yöneltmesiydi.<br />

Inferno (Cehennem) - 2016<br />

ABD, Türkiye, Japonya ve Macaristan<br />

yapımı film, Dan Brown’ın Da Vinci’nin<br />

Şifresi, Melekler ve Şeytanlar’ kitabından<br />

sonra aynı adlı üçüncü kitabından beyazperdeye<br />

uyarlandı. Ünlü sembol<br />

uzmanı Robert Langdon (Tom Hanks),<br />

Floransa’da tanıştığı doktor Sienna<br />

Brooks (Felicity Jones) ile zorlu bir<br />

yolculuğa çıkıyor. Dünya nüfusunun<br />

büyük kısmını yok edecek virüsü yaymak<br />

isteyen bir adamı durdurmaya çalışan<br />

Langdon’ın yolu son olarak İstanbul’a<br />

düşüyor. Film boyunca beklenen İstanbul<br />

sahneleri Yerebatan Sarnıcı’nda geçiyor<br />

ancak üzülsek mi sevinsek mi<br />

bilemediğimiz bir şekilde; çünkü dış<br />

çekimler gerçek Yerebatan Sarnıcı’nda<br />

yapılırken, iç çekimler sarnıcın zarar<br />

görmemesi adına Budapeşte’de kurulan<br />

platoda tamamlandı. Ancak neyse ki bu<br />

olay filmden sonra Yerebatan Sarnıcı’na<br />

turist akınının yaşanmasına engel olmadı.


CENAZEM DE<br />

KiMLER<br />

ARKAMDAN<br />

NELER<br />

SÖYLEYECEK<br />

Ağustos Böceği ve Karıncalar filminin<br />

önemli oyuncusu Bennu Yıldırımlar filme<br />

hazırlanırken birçok cenazede yaptığı gözlemlerin<br />

etkili olduğunu söyledi. Belki<br />

de kendi cenazemde kimler neler diyecek<br />

bunu düşündüm hep diye ekledi...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Bennu Yıldırımlar sinemamızın en<br />

kabiliyetli ve izlemekten zevk aldığım<br />

oyuncularından. Onun oynadığı Kaç Para<br />

Kaç ve Kars Öyküleri hala aklımda. Yine<br />

de sinemada onu daha çok görmek isterdik.<br />

Neyse ki bu ay vizyona giren Ağustos<br />

Böcekleri ve Karıncalar filminde kendini<br />

sevenleri tatmin edecek kadar perdede<br />

görünüyor. Film tam bir oyuncu filmi. Hani<br />

çoğunlukla yönetmen filmi denen birşey<br />

vardır ya. Bu oyuncuların performansıyla<br />

kendini kanıtlayan bir yapım. Bennu<br />

Yıldırımlar ile hem filmi hem de sinemamızı<br />

konuştuk.<br />

Senaryoyu okuduğunuzda sizi etkileyen<br />

şey ne oldu?<br />

Senaryoyu okuduğumda, dilinin<br />

akıcılığından, ele aldığı konunun yerel gibi<br />

görünse de ne kadar evrensel olduğundan


BENNU<br />

YILDIRIMLAR<br />

ve karakterlerinin inandırıcılığından dolayı<br />

etkilendiğimi söylemeliyim. Sonrasında, okuma<br />

provalarına başladığımızda, Erhan, Onat<br />

ve Dicle’nin liseden beri arkadaş olduklarını<br />

ve sinemanın onların ta o dönemlerinden<br />

beri yapmak istedikleri meslek olduğunu<br />

öğrendim. Bu üç yakın arkadaşın düşlerine<br />

destek vermemek olamazdı. Böylesine iyi<br />

düşünülmüş bir senaryo da orada dururken<br />

üstelik...<br />

Bazı karakterlere özel olarak hazırlanmak<br />

gerekir. Mesela tarihi bir şahsiyet veya özürlü<br />

birisi ama bazı roller için oyuncu biriktirdiklerinden<br />

yola çıkar? Bu rol hangisine<br />

yakın, nasıl hazırlandınız?<br />

Bu yazdıklarınıza tamamen katılıyorum. Bu<br />

rol için sanırım bugüne kadar biriktirdiklerim<br />

öne çıktı. Ölüme yakın ya da henüz ölmüş<br />

birinin yakınlarını gözlemleme fırsatımız<br />

olduğunda, ne kadar çelişkiler yaşandığını<br />

gözlemlemişizdir. Çelişkiler hem mizahı<br />

hem de gerçekliği barındırmasından dolayı<br />

ilgi çekicidir. Hemen her insanın başından<br />

geçmiştir sanırım cenaze sırasında camii<br />

avlusunda yaşananlar..vs. Ne kadar ikiyüzlü<br />

ya da ne kadar samimi olabilenler… Bu anlar<br />

hep aklımızda kalır nedense. Belki de kendi<br />

cenazemizin nasıl olacağı ve arkamızdan<br />

neler söyleneceği ile ilgili zaman zaman kafa<br />

yormamızdan ileri gelen düşüncelerdir bunlar.<br />

Ben de bu gözlemlerimden biriktirmişim<br />

epeyce sanırım...<br />

Ağustos Böcekleri ve Karıncalar için bir<br />

kara film diyebiliriz. Bu türde sinemamızda<br />

az örnek var. Bunun sebebi sizce nedir?<br />

İzleyicinin yaklaşımında mı problem var<br />

yoksa yapımcılar risk mi almak istemiyor?<br />

Sanırım hepsi birlikte birbirini etkiliyor.<br />

Soru işaretli eğitim sistemimiz, okumaya ve<br />

anlamaya yönelik insan yetiştirmede geri<br />

kalmamızın önemli etkenlerinden biri gibi<br />

geliyor. Kitap okuma oranları, sinema, tiyatro<br />

ve konserlere gitme oranlarımız da öyle.<br />

Sonuçta karakter izlemektense, tiplemelerin<br />

olduğu filmleri izlemek insanımıza daha<br />

kolay gibi geliyor. Fazla kafa yormamak ve<br />

anlık yaşamak, kültürün katmanlaşmasının


önündeki perde. Bir dönem TRT 2’de harika<br />

kültür programları, bizim ve dünyanın<br />

çeşitli ülkelerinde yetkin sinema örnekleri<br />

gösterilirdi. Bu kadar televizyona endeksli<br />

bir toplumu, belki de gösterebileceğiniz iyi<br />

örneklerle bir yere doğru çekmeniz mümkündür.<br />

İyi niyetimi korumaya kararlıyım.<br />

Türk sinemasında burjuva sınıfının veya<br />

başka değişle şehirli insanın hikayelerinin<br />

yeterince yer aldığına inanıyor musunuz?<br />

Yakın zamanda izlediğimiz Seren Yüce’nin<br />

‘’Rüzgarda Salınan Nilüfer’’i , Yeşim<br />

Ustaoğlu’nun ‘’Tereddüt’’ü ve tabii ki Nuri<br />

Bilge Ceylan’ın ‘’Kış Uykusu’’ filmleri bu<br />

anlamda ilk aklıma gelen işler. Ama birey<br />

bilinci yaratılmadan, burjuvazi işlenemez<br />

diye düşünüyorum. Biz kaderci bir toplumuz,<br />

giderek daha da o yöne çekilmeye<br />

çalışılıyoruz maalesef. Bu sinemamıza<br />

da yansıyor doğal olarak. Birey bilincine<br />

erişebilmek için de, Batı burjuvazisinin<br />

ekonomik gücüyle kaderciliğe son vermesi<br />

gibi, bizim de kendi yöntemlerimizi<br />

geliştirmemiz gerekiyor.<br />

Filmlerimizde ve toplumda kadınların rolleri<br />

çok belirli kocasına aşık, çocukları için<br />

herşeyi yapan insan tiplemesi. Ama hayatta<br />

aşk, duygu, nefret ve zayıflık gibi gerçekler<br />

de var. Bunların kadınlar üzerinden sinemada<br />

yeterince anlatıldığını düşünüyor<br />

musunuz?<br />

Yeterince anlatıldığının örnekleri<br />

çoğalmadıkça, böyle düşünemeyeceğim<br />

sanırım...<br />

Türk sinemasında etkilendiğiniz kadın<br />

oyuncular kimlerdir?<br />

Bu gibi sorular bende endişe yaratır. Birçok<br />

var, hangi birini sayayım?<br />

1980 ve 90’ların ikinci yarısına kadar<br />

sinemamızda feminizmin etkisi gözükür.<br />

Bunun faturasını ödeyen (Müjde Ar, Nur<br />

Sürer) oyuncularımız var. Fakat 2000<br />

sonrası bu anlamda sinemamızda bir geriye<br />

adım atıldığını düşünüyorum. Bir kadın<br />

oyuncu olarak buna katılıyor musunuz? Bu<br />

tür rolleri çok büyük baskı yaratıyor mu?<br />

O yıllar feminizm derneklerinin kurulduğu,


edebiyatta da başta Duygu Asena’nın<br />

‘’Kadının Adı Yok’’ adlı kitabı olmak üzere,<br />

kadın meselesine yakından bakılan bir<br />

dönemdi. Atıf Yılmaz, bu etkiyi yaratmış ve<br />

peş peşe filmler çekip, kadın meselesine<br />

gündem oluşturmuştu. Şimdiki konular, yine<br />

bugünün gündemiyle ilgili. Kadına bakış<br />

açısının nereden nereye geldiği, sosyolojik<br />

açıdan inceleniyordur mutlaka. Sanat sadece<br />

duygu yoğunluğuyla değil, bilimsel bakışla<br />

da beslenir. Sorunuza gelecek olursam,<br />

baskıları düşünüp otosansür uygulamak,<br />

gelişiminize engel koyar. Zaten bir oyuncu<br />

ancak içine sinen işlerde keyifle rol alır.<br />

Yeşilçam’da oyuncular magazin dergilerinin<br />

yarışmalarından ve tiyatrodan gelirdi,<br />

şimdiyse daha çok dizilerden geliyor. Bunun<br />

dezavantajları olduğunu düşünüyor musunuz?<br />

Devir değişiyor. Ben dezavantaj olarak görmüyorum.<br />

Bu oyuncuların birçoğunun zaten<br />

oyunculuk eğitimi almış olduğunu biliyoruz.<br />

Önemli olan bu sanırım...<br />

Kamera arkasına veya senaryo yazımına<br />

ilginiz var mı?<br />

Her ikisinde de iyi bir izleyiciyim diyeyim<br />

ben...<br />

Benim size sormadığım ama sizin söylemek<br />

istediğiniz birşey var mı?<br />

‘’Ağustos Böcekleri Ve Karıncalar ‘’ filmimizi<br />

izledikten sonra yazacaklarınızı merak ediyorum<br />

ben de:-))))


T2 TRAINSPORTING VE<br />

ESRARENGİZ FİLMLER<br />

Bir alt tür olarak görülen “stoner filmler” genellikle kara<br />

mizah ile uyuşturucu müptelalarının başından geçen komik<br />

ama tehlikeli maceraları anlatır. Bu tarzda görebileceğimiz<br />

filmleri listelemeden önce bu tehlikeli konuya girmemize<br />

neden olan T2 Trainspotting’e bir göz atalım.<br />

MASIS ÜŞENMEZ<br />

n 1970’lerden beri<br />

uyuşturucu ile mücadele<br />

devam ediyor.<br />

Özellikle Netflix’de<br />

bulacağınız 13th<br />

belgeselini ya da<br />

youtube’da Adam<br />

Ruins Everything’i<br />

izlerseniz aslında uyuşturucunun neden<br />

bir sağlık sorunu olarak değil de kriminal<br />

bir suç olarak ele alınıp milyonlarca<br />

insanın ufak çaplı uyuşturucular bulundurmaktan<br />

hapishanelere düştüğünü<br />

daha iyi anlarsınız. Yavaş yavaş tıbbi<br />

gerekçelerle Amerika’da ve Avrupa’da<br />

bu akımın tersine dönmüyor da değil.<br />

Bunda belki de filmlerdeki uyuşturucuya<br />

bakıştaki değişimin de bir rolü vardır.<br />

Özellikle bir alt tür olarak görülen<br />

“stoner filmler” genellikle kara mizah<br />

ile uyuşturucu müptelalarının başından<br />

geçen komik ama tehlikeli maceraları<br />

anlatır. Bu tarzda görebileceğimiz filmleri<br />

listelemeden önce bu tehlikeli konuya<br />

girmemize neden olan T2 Trainspotting’e<br />

bir göz atalım.<br />

Danny Boyle’un 1996 tarihli yapımı<br />

Trainspotting’i İngiliz bağımsız<br />

sinemasının doksanlardaki şahlanışına<br />

neden olan önemli yapımlardan biridir.<br />

Renton(Ewan McGregor) ve<br />

arkadaşlarının kaybedilmiş gençliklerini<br />

konu alan yapım bizim de gençliğimizin<br />

kültlerinden biri olmuştur. Edinburgh’lu<br />

Renton’un uyuşturucu ve çevresi ile olan<br />

problemleri kara mizah ve Boyle’un daha<br />

o zamandan kendini belli eden sinema<br />

diliyle anlatıldığı film Irvine Welsh’ın<br />

romanından uyarlanmıştır. Trainspotting<br />

uzun yıllar gençlerin favori filmlerinden<br />

biri olarak kalacaktır.<br />

O zamanların üzerinden 20 yıl geçer ve<br />

ekip tekrar toplanır. Neden şimdi? Neden<br />

yeni bir film? Boyle gibi her projesinde<br />

risk almayı seven ve türler arası çalışan<br />

bir yönetmenin yirmi yıl önce büyük bir<br />

başarı ile kotardığı işi tekrar çekmesi<br />

ilginç. Tabi hem Ewan McGregor, Ewen<br />

Bremner, Jonny Lee Miller gibi oyuncular<br />

hem de Danny Boyle için Trainspotting<br />

kariyerlerinde attıkları ilk büyük adım<br />

olarak görülebilir ve ekibin bir saygı<br />

duruşunda olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Kısaca T2 Trainspotting ilk filmden yirmi<br />

yıl sonrasında geçiyor. Mark Renton İlk<br />

filmin unutulmaz açılış sahnesindeki gibi


koşuyor. Hatırlayanınız vardır, arkasında<br />

bir polis gücü, kulaklarda Iggy Pop’un<br />

müthiş şarkısı Lust for Life, üstünde<br />

“Choose Life” yazan tişörtü. Ancak<br />

Renton bu sefer bir spor salonunda<br />

koşuyor. Daha bu sahneden Renton’daki<br />

değişimi anlıyoruz. Renton kendisine iyi<br />

bir yaşam kurmuş, uyuşturucudan ve eski<br />

dostlarından uzak durmayı başarmıştır.<br />

Ancak Renton, İskoçya’ya geri dönerek<br />

eski ekibi Sick Boy, Spud ve Begbie’yi<br />

bulur. Ancak Edinburgh’u birbirine katan<br />

gençler artık orta yaşlarını geride<br />

bırakırken kaybeden olmaya devam etmektedirler.<br />

Renton’un eski dostlarını<br />

arayışı ve hayatını sorgulamasını konu<br />

alan ikinci film büyük abisi kadar vurucu<br />

bir film olmasa da gerek nostaljik tadı,<br />

gerekse sevdiğimiz ruhu tekrar gözler<br />

önüne sermesi ile ilk filmin gölgesinde<br />

kalmaktan kurtulmayı başarıyor. Ancak<br />

gene de sanki aynı filmin bir tekrarını ya<br />

da yeniden çevrimini seyrediyormuş gibi<br />

bir hisse kapılıyoruz. Bu duyguyu en son<br />

yeni Star Wars’larda da hissetmiştim. Ama<br />

tabi T2’e o kadar da haksızlık yapmak istemem.<br />

Bana daha çok eskiden gittiğimiz<br />

yazlığımız Kumburgaz’a on sene sonra<br />

gidip gezerken hissettiğim duyguyu verdi.<br />

Sokaklar aynı ama yıpranmış, sahil kirli<br />

ama hala çocukluğumdaki kadar güzel.<br />

Sonuçta eski seyircisinin zaten mutlaka<br />

seyredeceği, yeni gençliğin ise<br />

aile büyüklerinden duyup bildiği bu<br />

kült yapımın ikinci filmine kayıtsız<br />

kalmayacağını düşünürsek gişede de<br />

başarılı olacak bir film olacağını söyleyebiliriz.<br />

Şimdi gelin Stoner Filmler olarak<br />

listeleyebileceğimiz eğlenceli, güzel<br />

kafalı filmlere şöyle bir göz atalım.<br />

The Big Lebowski (1998)<br />

Jeff Bridges’ın kült karakteri Jeff<br />

Lebowski “The Dude,” Bowling<br />

ve marijuana dışında hayattan<br />

bir beklentisi olmayan kendi<br />

halinde bir adamdır. Hayatı bir isim


enzerliğinden dolayı değişir. Milyoner<br />

Jeffrey Lebowski (David Huddleston)<br />

kendisini kaçırılan karısını kurtarmak<br />

için tutar ve kara mizah bir anda gelişir.<br />

Coen Kardeşlerin en esrarlı işlerinden<br />

olan filmin özellikle The Dude’un bowling<br />

düşlerinde kaybolduğu sahneleri<br />

hafızalardan çıkmaz.<br />

Pulp Fiction (1994)<br />

Eroinin filmin ana oyuncularından<br />

biri olduğu Pulp Fiction sinemayı<br />

değiştiren aykırı yapımlardan<br />

biriydi. Quentin Tarantino’nun ilk<br />

büyük başarılarından biri olan<br />

Pulp Fiction’da Vincent Vega(John<br />

Travolta)’nın Mia Wallace(Uma<br />

Thurman) ile geçirdiği gece güzel<br />

bir ekilde geçerken torbacısından<br />

aldığı eroin Mia tarafından sömürülünce<br />

başı büyük bir belaya<br />

girer. Vega’nın Mia’yı kurtarmaya<br />

çalıştığı sahne klasikler arasında yerini<br />

almıştır.<br />

Dazed and Confused (1993)<br />

Richard Linklater’ın yazıp yönettiği<br />

gençlik filmi Dazed and Confused<br />

1976 yılında gençlerin okul bitimini<br />

sıkı bir parti ile kutlamasını anlatır.<br />

Matthew McConaughey’nin ilk büyük<br />

çıkışlarından olan yapım oynadığı kafası<br />

güzel David Wooderson<br />

rolündeki karizması ile büyük<br />

bir oyuncu olma yolunda<br />

emin adımlarla ilerlemesini<br />

sağlar.<br />

Fear and Loathing in Las Vegas<br />

(1998)<br />

Terry Gilliam’ın önemli filmlerinden<br />

Fear and Loathing<br />

in Las Vegas, Hunter<br />

S. Thompson’ın yarı otobiyografik<br />

romanından<br />

uyarlanmıştır. Raoul Duke (Johnny Depp)<br />

ve Dr. Gonzo (Benicio del Toro)’nun<br />

uyuşturucu kafası ile yaşadıklarını konu<br />

alan yapım doksan sonlarının son iyi<br />

filmlerinden biri olmayı başarır.


Clerks (1994)<br />

Kevin Smith’in yazıp yönettiği<br />

Clerks Dante Hicks (Brian<br />

O’Halloran) ve Randal Graves<br />

(Jeff Anderson)’ın tezgahtarlık<br />

yaptığı Quick Stop’da geçer.<br />

Smith’in kara mizahının ilk<br />

taşlarından biri olan Clerks,<br />

özellikle mağaza önündeki<br />

torbacılar Jay (Jason Mewes) ve Silent<br />

Bob (Smith)’u seyirciye tanıştırarak<br />

Smith’in sonraki filmlerine de bir bağ<br />

oluştururve kült bir ikili yaratır.<br />

Friday (1995)<br />

Friday 16 saatlik bir sürede<br />

geçerken Craig Jones (Ice<br />

Cube) ve Smokey (Chris Tucker)<br />

‘nin çevresinde gelişir ve<br />

ilerleyen yıllarda klasik bir seri<br />

olur. Smokey’nin uyuşturucu<br />

baronu Big Worm (Faizon<br />

Love)’a olan 200 dolar borcu<br />

ödeme çabasını anlatan film<br />

siyah komedileri arasında<br />

sarsılmaz bir yere oturur.<br />

Harold and Kumar Go to White<br />

Castle (2004)<br />

Her daim uyuşturucu<br />

kafasında yaşayan Harold ve<br />

Kumar (Kal Penn)’ın ilk filminde<br />

Neil Patrick Harris ile<br />

çıktıkları yolculuk konu edilmektedir.<br />

İlerleyen yıllarda<br />

bir üçleme olarak devam<br />

eden yapım klasik uyuşturucu<br />

kafası mizahını iyi kullanan<br />

yapımlardan biri olur.<br />

Super High Me (2007)<br />

Morgan Spurlock’ın<br />

Super-Size Me’sinden<br />

etkilenen belgeselde<br />

Doug Benson ot ile 30<br />

gün geçirerek vücudundaki<br />

etkilerini inceler.<br />

İşin ilginci(!!) kullandığı<br />

madde sağlığında bir<br />

değişime yol açmaz ve<br />

fast food’dan daha tehlikesiz bulunur.<br />

Pineapple Express (2008)<br />

Hollywood’un ünlü ot destekçilerinden<br />

Seth Rogen’ın dostu James Franco ile<br />

birlikte yol aldığı bu klasik komedide<br />

Dale Denton ve torbacısı Saul Silver<br />

yanlış zamanda yanlış yerde bulunarak<br />

bir uyuşturucu baronunun ölümüne<br />

şahit olurlar. Kaçarlarken arkalarında<br />

bıraktıkları iz kötü adamların onları<br />

bulmalarına yol açacaktır.<br />

Ted (2012)<br />

Seth MacFarlane’in yönettiği, John<br />

Bennett (Mark Wahlberg)’in çocukluk<br />

dostu, canlı bir oyuncak ayıyı konu<br />

alan yapımda Ted’i MacFarlane seslendirmektedir.<br />

Ted’in canlanması ülkede<br />

uzun süre haber olmuş olsa da zaman<br />

geçtikçe Ted’in ahlaksız tavırları ve<br />

uyuşturucuya düşkünlüğü can dostu<br />

John’la olan ilişkilerini etkileyecektir.<br />

Modern bir pinokyo hikayesi olarak Ted’i<br />

değerlendirebiliriz.


BURÇİN ABDULLAH<br />

İKİ DEDEMİ KANSERDE K


Umudun Kıyısında filminin<br />

güzel oyuncusu Burçin<br />

Abdullah filmin günümüzün<br />

vebası kanser illetinin üzerine<br />

bir farkındalık yaratmak<br />

amacında olduğunu söyledi...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Sinemamızın önemli oyuncularından Burçin<br />

Abdullah meslektaşlarından daha çok<br />

dizi yerine sinemayı tercih eden bir isim. Bu<br />

yıl iki filmle karşımıza gelen Abdullah, Umudun<br />

Kıyısında filminin kendisi için çok özel<br />

bir çalışma olduğunu söyledi. İki dedesini de<br />

kanserden kaybeden güzel yıldız filmde de<br />

kanserle ilgili farkındalık yaratan bir mesaj<br />

olduğunu, oynarken hep o üzüntülü günlere geri<br />

döndüğünü belirtti.<br />

Senaryo geldiğinde sizi etkileyen şey ne<br />

oldu?<br />

Hikayesi güzel bir projeydi, okuduğumda beni<br />

çok etkiledi. Ayrıca daha önce bir sosyal sorumluluk<br />

projesinde beraber çalıştığım ve çalışma<br />

disiplinini beğendiğim, Haydar Işık yöneteceği<br />

için bu işin içerisinde olmak istedim.<br />

Rolünüzü biraz anlatabilir misiniz?<br />

Hikaye kanser hastası olan bir adamın hayata<br />

tutunma mücadelesini konu alıyor. Benim<br />

canlandırdığım Esma karakteri ise Levent<br />

Sülünün rol aldığı Ufuk karekterine umut ışığı<br />

oluyor, enerjik, sıcak kanlı, yardımsever bir karakteri<br />

canlandırdım.<br />

Bazı rollere hazırlanırken (Tarihi karakterler<br />

veya kör bir kız) gözlem ve araştırma<br />

gerekir. Halbuki bazı roller sizin biriktirdiklerinizden<br />

ortaya çıkar. Bu rol biraz öyle<br />

sanıyorum. Bu role kendinizden ne gibi<br />

katkılar yaptınız? Nasıl hazırlandınız?<br />

AYBETTİM<br />

Daha önce bu tarz hastalıklara yakalanan<br />

insanların hayatını araştırdım. Genelde bir<br />

projede oynayacağım karakterle ilgili derin<br />

araştırmalar yapıyorum. Eğer canlandırıcağım<br />

karakter ile duygularım bütünleşiyor ise o<br />

karakteri seve seve oynamak istiyorum. Bu<br />

projede Esma karakteri yine inandığım ve<br />

oynamak istediğim karakterdi.<br />

Umudun Kıyısında günümüzün korkunç<br />

hastalığı kanser ve insanların bu hastalığa<br />

verdiği tepkiyle ilgili bir film. Zaten dramatik<br />

olan bir konuyu işlerken en çok neye<br />

dikkat etmek gerekir bir oyuncu olarak?<br />

Filmin konusu çok hassas ve kanser<br />

hastalarını özellikle daha derinden ilgilendiren<br />

bir konu olduğu için senaryoda bu hastalığı<br />

yaşayan insanlara umut ışığı olmak ve onların<br />

ne hissettiğini anlamak ve farkındalığını<br />

arttırmaya çalıştık.<br />

Kanser olan hastaların ve daha çok<br />

yakınlarının bu tecrübeden sonra hayata<br />

bakış açılarında değişimler oluyor. Siz bu<br />

filmden nasıl etkilendiniz?<br />

Ben de iki dedemi kanserden kaybettim. Senaryoyu<br />

okurken o yaşadığımız acı günlere<br />

geri döndüm. Konu ile ilgili araştırma yaptığım<br />

süre içersinde benle aynı duyguları yaşayan<br />

insanları gördüm. Bu yüzden de bu film beni<br />

gerçekten çok duygulandırdı.<br />

Ne zaman oyuncu olmaya karar verdiniz?<br />

Çocuk yaşlarda bu işe başladım. Hem okula<br />

gidiyordum hemde sette çalışıyordum. Bana<br />

oyun gibi geliyordu. Ailemin desteği ve kararı<br />

ile oyunculuk bana kısmet oldu .<br />

İzleyiciler için filmle ilgili benim size<br />

sormadığım ama sizin söylemek<br />

istediğiniz bir şey var mı?<br />

Bence mutlaka bu filmi gidip izlemeliler .<br />

Çünkü film insanlara hayatın farklı bir penceresini<br />

açıyor . Hayatta herşeyin başı sağlık<br />

bunu hepimiz biliriz . Film bu sözün altını bir<br />

kez daha çiziyor.<br />

Boş zamanlarınızı nasıl değerlendirirsiniz?<br />

Boş zamanlarımda içimde yer alan projelere<br />

katkısı da olduğu için binicilik ve dövüş dersleri<br />

alıyorum . En çok sevdiğim şeylerden<br />

biri spor yapmak ve yabancı dizilerle filmleri<br />

izlemek. Geri kalan vakitlerimde de resim<br />

yapıyorum. Tabii vakit kalırsa.<br />

Oy<br />

Se<br />

ben<br />

ver<br />

Ça<br />

Tü<br />

Be<br />

Bilg<br />

İnte<br />

İnte<br />

dah


Oynadığınız her projede farklı karakterleri<br />

canlandırdınız özellikle proje seçiminde<br />

nelere dikkat ediyorsunuz?<br />

Senaryonun gücü ve karakterimin yapısı çok<br />

önemli. Oynadığım projelerde canlandırdığım<br />

karakterlerin birbirine benzememesi için hassas<br />

seçimler yapıyorum. Menejerim Abdullah Bulut<br />

ile birlikte değerlendiriyoruz ve karar veriyoruz.<br />

Elimden geldiğince doğru projelerde yer almaya<br />

çalışıyorum.<br />

Çalışmak istediğiniz ve Türkiye’de<br />

beğendiğiniz yönetmenler kimler ?<br />

Türkiye de çok değerli ve kıymetli yönetmenlerimiz<br />

var. Yaptıkları projelerle Dünya ya<br />

seslerini duyurabiliyorlar. Benimde filmlerini<br />

severek izlediğim ve inşallah beraber çalışmak<br />

kısmet olur dediğim yönetmenlerin başında<br />

Nuri Bilge Ceylan, Zeki demirkubuz, Ferzan<br />

Özpetek, Reha Erdem, Derviş Zaim, Onur<br />

Ünlü geliyor.<br />

İnternette yayınlanan diziler ses getirmeye<br />

başladı. Sizin bu konuyla ilgili<br />

düşünceleriniz nelerdir ?<br />

İnternette yapılan işleri daha özgür buluyorum.<br />

Süre olarak daha kısa olması sebebiyle anlatmak<br />

istediği mesajı daha öz bir şekilde bize<br />

sunuyor. Bu yüzden izlemesi keyifli oluyor .<br />

İnternette yapılan işleri destekliyorum.


BULUŞMAYA HAZIR MISIN<br />

ESKİ BİR DOSTLA<br />

ALIEN COVENANT<br />

1979 yapımı kült korku/bilim kurgu filmi “Alien”ın öncesini anlatan<br />

2012 yapımı “Prometheus”un seyirci ile buluşmasından<br />

tam 5 yıl sonra devam filmi “Alien Covenant” yine bizzat<br />

serinin yaratıcısı Ridley Scott yönetmenliğinde vizyona giriyor.<br />

Yeni filme günler kala Alien’ın efsane serisini bir hatırlayalım.<br />

EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

n 1979 yılında ufak tv dizilerinde<br />

kamera arkasına geçmiş<br />

olan yönetmen/yapımcı Ridley<br />

Scott’ın belki de nasıl kült bir<br />

seriye imza atacağından haberi<br />

yoktu. İşte o sene içinde<br />

doğan Alien miti, kendisini<br />

de aşarak her seride farklı<br />

okumalara açık evrensel bir<br />

boyuta taşındı. Senaristler Dan<br />

O’Bannon ve Ronald Shusett hayal gücü<br />

ve zekası ile Ridley Scott’ın vizyoner bakış<br />

açısıyla sinema tarihine tür açısından bir<br />

çentik atılmıştı. Korku ve bilim kurguyu<br />

başarılı bir şekilde harmanlayan ilk filmden<br />

sonra art arda devam filmleri çekildi.<br />

Her bir filmde birbirinden başarılı yönetmenler<br />

kamera arkasına geçti. Filmin<br />

başarılı olmasının ve bu denli geniş çaplı<br />

bir hayran kitlesi oluşturmasında elbette<br />

başrol oyuncusu Sigourney Weaver’in de<br />

etkisi büyük. Peşindeki yaratıktan kaçmaya<br />

çalışan Ripley karakterini başka bir aktris<br />

canlandırsaydı film bu başarıyı elde eder


IZ<br />

miydi bilinmez. Ancak bilinen bir gerçek<br />

var ki yap boz parçalarının birleşmesi gibi<br />

filmi kült haline getiren tüm parçalar adeta<br />

bir araya geldi ve günümüze kadar uzanan<br />

muazzam bir hikaye ortaya çıktı. Şimdi,<br />

1979 başlayan bu heyecan dolu serüvenin<br />

parçalarına göz atalım.<br />

Alien (1979)<br />

O sıralar televizyon dizilerinde kamera<br />

arkasına geçen 42 yaşındaki<br />

Ridley Scott’ın istediği çıkış bu filmle<br />

gerçekleşmiş oldu. Alien, uzayda keşif için<br />

yol alan bir grubun hayat mücadelesine<br />

odaklanıyordu. Ekipten birine bulaşan bir<br />

parazit ve akabinde bu parazitin büyüyerek<br />

yaratığa dönüşmesi ile başlayan ölüm<br />

kalım savaşı nefesleri kesiyordu. Tıpkı<br />

dönemin bilim kurgu filmlerinde olduğu<br />

gibi bu filmde de maket ağırlıklı çalışma<br />

yapılmış ancak bu maket çalışmaları oldukça<br />

başarılı bulunmuştu. Günümüzün<br />

CGI’ından oldukça uzak ama –ki bence- bu<br />

nedenle oldukça gerçekçi olan film uzayın<br />

soğukluğu ile yaratığın saldırganlığı ile<br />

ölümü ensemizde hissetmemize neden<br />

oluyordu. Sigourney Weaver’in gözü pek<br />

Ripley’i bu filmde doğmuş ve sinema<br />

dünyasının en ikonik kadın karakterlerinden<br />

birisi haline gelmişti.<br />

Aliens (1986)<br />

İlk filmin dünya çapında büyük bir<br />

başarı elde etmesi ile elbette devam<br />

filmi kaçınılmazdı. 7 yıllık bir aradan<br />

sonra “Yaratık” geri dönüyordu. Bu sefer<br />

uzaya giden ilk ekibin başına gelenleri<br />

araştırmak amacıyla bir diğer keşif ekibinin<br />

yollanması ve yine bu ekibin hayatta<br />

kalma mücadelesine tanık oluyorduk.<br />

Sigourney Weaver’in Ripley’i yine ekiple<br />

beraber görev başındaydı. Ancak bu sefer<br />

çok daha sert ve hazırlıklıydı. Üstelik ilk<br />

filmdeki toyluğunu üzerinden atan Ripley<br />

bu sefer pek çok yaratıkla baş etmek<br />

zorundaydı. Filmin yönetmen koltuğunda<br />

Terminator ile bilim kurguda rüştünü ispat<br />

etmiş olan James Cameron bulunuyordu.<br />

İlk filme göre daha hareketli sahneleri<br />

içeren film yüksek temposu ile dikkat


çekerken şüphesiz gelmiş geçmiş en iyi<br />

devam filmlerinden birisiydi.<br />

Alien 3 (1992)<br />

İkinci filmden tam 6 yıl sonra<br />

filmin üçüncü halkası seyirci<br />

ile buluştu. Bu sefer kamera<br />

arkasında Madonna, Billy Idol,<br />

Aerosmith, Iggy Pop gibi popüler<br />

sanatçıların video kliplerinde<br />

yönetmenlik yapmış David Fincher<br />

bulunuyordu. Film, ikinci filmden<br />

sağ kurtulan Ripley’in yüksek<br />

güvenlikli bir hapishanede sıkışıp<br />

kalması ve yaratığın burada da<br />

kendisini göstermesi ile giriştiği<br />

mücadeleye odaklanmıştı. Bu<br />

sefer ne silah vardı ne de kaçacak<br />

yer. Bir grup mahkum ile yaratıkla mücadele<br />

etmek zorunda kalan Ripley belki de<br />

en zorlu sınavını burada vermişti. Filmin<br />

genel manada ilk iki filmin altında kaldığı<br />

düşünülse de alt metin bazında oldukça<br />

dolu olduğundan ve özellikle varoluşçu<br />

temalarla tuğlalarını ördüğünden kaliteli bir<br />

film olarak öne çıkmıştı.<br />

Alien: Resurrection (1997)<br />

Serinin dördüncü halkası “Diriliş”, 5 yıllık<br />

bir aradan sonra seyircisi ile buluştu.<br />

Üçüncü filmde ölen Ripley’in bir klon olarak<br />

yeniden hayata döndürüldüğü film, Alien<br />

filmlerini bir felsefeye oturtma adına önemli<br />

bir yapı taşıydı. Yine uzayda bir grup keşif<br />

ekibi ve yine yaratık ile büyük mücadele.<br />

Bu film de tıpkı Aliens (1986)’ta olduğu<br />

gibi korkutucu sahnelerin<br />

yanı sıra hareketli sekanslarla<br />

dikkatleri çekiyordu.<br />

Yönetmen koltuğunda ise<br />

o zamana kadar tek önemli<br />

filmi The City of Lost Children<br />

(1995)’i çekmiş olan<br />

Jean-Pierre Jeunet oturuyordu.<br />

Sigourney Weaver’in<br />

yanı sıra filmde dönemin<br />

popüler yıldızlarından<br />

Winona Ryder ve daha<br />

sonra bir çizgi roman


uyarlaması olan “Hellboy” ile ününe ün<br />

katacak olan Ron Perlman bulunuyordu.<br />

Sigourney Weaver’i son kez Ripley rolünde<br />

izlediğimiz bu film ile Alien serisi uzun bir<br />

sessizliğe bürünecekti.<br />

Prometheus (2012)<br />

Alien efsanesinin köklerine<br />

inmek isteyen ve<br />

ilk filmin yönetmen<br />

koltuğunda oturmuş olan<br />

Ridley Scott yeniden<br />

kamera arkasına geçti ve<br />

“Prometheus”u hayata<br />

geçirdi. Film “Alien” mitinin<br />

başlangıç noktasına<br />

ışık tutmayı hedefliyordu.<br />

Alien hayranları uzun bir<br />

aradan sonra heyecan<br />

içerisinde filmi bekliyordu. Görsel efekt<br />

bazında sınırlarını bilen Scott ilk filmlerin<br />

çizgisinden çokta sapmak istemiyordu.<br />

Bunun için özverili bir çalışma sergilendi.<br />

Noomi Rapace, Michael Fassbender, Charlize<br />

Theron, Idris Elba, Guy Pearce ile film<br />

adeta bir yıldızlar geçidiydi. Film hayranları<br />

ikiye böldü. Bir kısmı filmin Alien çizgisinden<br />

çok farklı bir noktaya geldiğini<br />

savunurken bir kısmı da bu mitin perde<br />

arkasının başarılı bir şekilde yansıtıldığını<br />

savunuyordu. Özellikle dini temalar filmde<br />

belirgin olarak yer alıyordu ve bu da farklı<br />

düşünce ve tartışmaları beraberinde<br />

getirmişti. Her ne olursa olsun Ridley Scott<br />

yaptığı işten memnun kalmıştı ve<br />

bu mitin perde arkasını da seri<br />

haline getirmekte kararlıydı. Prometheus<br />

2’nin çalışmalarına hızlı<br />

bir şekilde başlayan Scott maalesef<br />

bazı aksaklıkların kurbanı<br />

oldu ve filmi sürekli ertelemek<br />

zorunda kaldı. Ta ki 2017’ye<br />

kadar. Prometheus sonrası neler<br />

oldu, Alien efsanesinin derinlerinde<br />

daha ne gibi sürprizler bizleri<br />

bekliyor, bunların hepsini 18<br />

Mayıs’ta vizyona girecek yeni film<br />

Alien: Covenant ile öğreneceğiz.


NEDEN<br />

BÜTÜN FİLM<br />

FESTİVALLERİ<br />

BİRBİRİNE<br />

BENZİYOR?<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Türkiye’de yapılan film<br />

festivallerinin neredeyse<br />

tamamına katıldım. Basın<br />

davetlisi, jüri üyesi ya da<br />

panelist olarak görevler<br />

aldım. Memleketin<br />

festival yapılan her iline,<br />

ilçesine gittim ve gördüm<br />

ki, bunların hepsi<br />

birbirine benziyor!<br />

Türkiye’de yapılan film festivallerinin<br />

neredeyse tamamına<br />

katıldım. Basın davetlisi, jüri üyesi<br />

ya da panelist olarak görevler aldım.<br />

Memleketin festival yapılan her iline,<br />

ilçesine gittim ve gördüm ki, bunların<br />

hepsi birbirine benziyor!<br />

Aslında Türkiye’de şablonunu İstanbul<br />

Film Festivali’nin oluşturduğu tek bir<br />

“film festivali” var. Nerede yapıldığı<br />

önemli değil, kendi kimliğini kazanmış<br />

bir şehir festivaline henüz rastlamadım.<br />

Malatya’ya da gitseniz, Kütahya’ya da<br />

gitseniz değişmez; festivali aynı isimler<br />

takip ediyor, aynı filmler yarışıyor,<br />

aynı bilirkişiler sinema konuşuyor.<br />

Onur ödülü verilecek isimlere kitaplar<br />

hazırlanıyor. Açılışından kapanışına,<br />

hepsi İstanbul Film Festivali’nin bir<br />

varyasyonu… Başkalaşım çabaları<br />

da mevcut ama özenme hali tam gaz<br />

devam. Antalya, Türkiye’nin Cannes’ı<br />

olmaya çalışıyor mesela, başındaki<br />

yapımcılıktan gelen ekip sebebiyle<br />

tıpkı Cannes gibi bir “film marketi”<br />

olma çabasında. Suntadan da olsa bir<br />

gösterişi var ama “50 yıllık Portakal<br />

ağacını kesip yerine Palmiye dikmenin<br />

ne alemi var” diye soruyor insan…<br />

Kendi karakteri olan bir film festivali<br />

yapmak konusunda beni en çok<br />

heyecanlandıran çaba 2010 yılında<br />

Malatya’dan geldi. Malatya Film Festivali<br />

bir “komedi filmleri festivali” olarak<br />

başlamıştı. Bunu kim düşündüyse gidip<br />

alnından, büyüğümse elinden öpmek isterim<br />

zira hem bir Malatyalı olan Kemal<br />

Sunal’ın anısı yaşatılıyor hem de festivallerden<br />

kovularak gişenin erozyonuna<br />

terk edilmiş bir tür olan komedi filmleri<br />

takdir ediliyordu. Murat Şeker’in, Çakallarla<br />

Dans filmini ağzına kadar dolu bir<br />

salonda izlediğimizi hatırlıyorum, en<br />

neşeli festival anılarımdan biridir. Herkes<br />

perdede oynayan filme gülerken<br />

ben salondaki seyircilere hayran hayran<br />

bakıyordum. Uyumayan, sıkılmayan,<br />

sahte sanat takipçiliği tuzağına<br />

düşmemiş insanlar…


Sonraki yıl Malatya’nın festivali tamamen<br />

biçim değiştirdi ve prestij kazanmak uğruna bir<br />

İstanbul Film Festivali replikası olmaya karar<br />

verdi. Bizdeki festivallerin danışma kurulları ya<br />

da film seçicileri hep aynı 3-5 kişiden oluşur.<br />

Malatya’daki rantı görünce bala üşüşen arılar<br />

gibi üşüştüler festivale ve yine boş salonlar… Bir<br />

şehir festivali yaparken o şehrin kimliğini reddetmek,<br />

o şehrin sinema seyircisini görmezden<br />

gelmek ve sonra yine o seyirciye “filmlere gelmiyorlar”<br />

diye kızmak?<br />

Malatya Film Festivali, geçtiğimiz yıl ülkenin<br />

yaşadığı siyasi çalkantılar yüzünden iptal edildi.<br />

1 yıl aradan sonra bu sonbaharda yeniden<br />

yapılacak ama değişen hiçbir şey olmayacak.<br />

Henüz resmen açıklanmasa da festivalde görevlendirilen<br />

kimi isimleri öğrendikten sonra bu<br />

konudaki umudumu yitirdim. Suat Köçer ve ekibinin<br />

bu tuzağa düşmemesini isterdim ama olan<br />

olmuş görünüyor.<br />

Festivallerden bahsederken, 2016 yılında<br />

yapılan Edirne Film Festivali maceramı anlatmam<br />

şart. Edirne “festival” kelimesinin içini tam<br />

dolduracak bir etkinlik yapmak için müthiş bir<br />

potansiyel taşıyordu ama yine aynı şey, üstelik<br />

bu kez bir valinin “bu işi çok para harcamadan<br />

yapalım” demesi yüzünden iyice ucuzcu bir<br />

kafayla girişilmiş ve çökmüş bir festival deneyimi<br />

yaşattı. Festivalde çalışan insanların emeğinin<br />

üzerine yatıldı ki bu en fenası!<br />

Yarışan filmlere gelelim. Ülkemizde her yıl<br />

100’den fazla film üretiliyor artık ama film festivallerinde<br />

hep aynı 20 film yarışıyor. 2016’da<br />

Adana’da izlediğim Koca Dünya’yı daha kaç<br />

festivalde izleyeceğim diye merak ediyorum?<br />

Kültür bakanlığı desteğiyle çekilen filmler yine<br />

kültür bakanlığından gelen desteklerle kotarılan<br />

festivallerde gösteriliyor. Jüriler her yıl daha<br />

da saçma kararlara imza atıyor çünkü öyle dar<br />

bir elbise giyiyor ki bu ülkenin sinema sektörü;<br />

bakıyorsunuz İstanbul’da yarışan sinemacı 1<br />

hafta sonra Ankara’da jüri başkanı… Tarihe<br />

not düşmek gerek; dünyanın hiçbir ülkesinde<br />

filmografisi 3 filmden ibaret olan ve son filmini<br />

neredeyse 10 yıl önce çekip akabinde sinemaya<br />

sırt dönen ve yeteneklerini ucuz TV dizilerinde<br />

harcayan sinemacılara jüri başkanlığı emanet<br />

edilmez! Edilirse ne olur? Mecburen de olsa televizyon<br />

dünyasındaki “yandaş” ilişkileri gözeten<br />

bu “biraderler” Kaygı gibi son 1o yılın en cesur<br />

sinema örneği dururken festivalin en az izlenen<br />

filmine verirler büyük ödülü! Bir kez daha geçmiş


olsun Türk sineması…<br />

Uzun lafın kısası; başına istediğiniz şehrin ismini<br />

koyun, dönüp dolaşıp İstanbul Film Festivali’nin<br />

bir varyasyonuna sahip olacaksınız. Sinemayı bu<br />

kadar dar bir pencereden değerlendirenlerin hiç<br />

sorgulanamıyor olması da enteresan ama köşeler<br />

tutulmuş. Kendini sinema yazarı olarak tanıtan<br />

ama festival danışmanlığından başka bir şey yapmayanlar<br />

bir yolunu bulup nüfuz ediyor o festivalin<br />

bünyesine… Elbette önce festivalin bütçesini<br />

tartıyorlar, öyle her balığa olta atan tipler değil<br />

bunlar. Hepsi usta birer kılıç balığı avcısı…<br />

Tematik bazı küçük festivaller elbette mevcut<br />

ve sanırım biz sinema yazarları tarafından asıl<br />

desteklenmesi<br />

gerekenler onlar.<br />

Gençlerin yaptığı<br />

kısa film festivalleri<br />

var, onlardaki<br />

enerji bambaşka.<br />

Bu, biraz da bizim<br />

sırtımızdan<br />

önem kazanan<br />

suntadan festival<br />

organizasyonlarına<br />

prim vermek<br />

yerine, tamamen<br />

o frekansa<br />

sabitlenmek lazım.<br />

Protokole Türkan<br />

Şoray’ı oturtup<br />

ona hitap ederek<br />

“bakın ne kadar da<br />

sanata düşkünüz”<br />

diye hava atan<br />

taşranın belediye<br />

başkanlarına,<br />

anahtar teslim<br />

satılan festivaller<br />

sinemaya fayda<br />

sağlamıyor, çok<br />

şey götürdüğü<br />

de bir gerçek!<br />

İstanbul’dan festival<br />

fikri, panelist,<br />

basın konuğu<br />

getirmek, festivalin<br />

yapıldığı şehirden<br />

seyirci götürmekten<br />

daha kolaysa var orada bir yanlış!<br />

Bu konuda bir tek Adana Film Festivali’ni tenzih<br />

ederim. Altın Koza’nın seyircisi muhteşem!<br />

Yılmaz Güney’in ruhunu şad ettiler her festival<br />

sezonunda… O festival de şimdi bambaşka bir<br />

ekibe emanet edildi. Bakalım neler olacak?<br />

İşte adından başka her şeyi aynı olan, her yıl<br />

trilyonlarca lira harcayarak yapılan ama attığı taş<br />

ürküttüğü kurbağaya değmeyen festivallerimizin<br />

fotoğrafı. Yine kalemimden kan damladıysa<br />

kusura bakmayın. En sevdiğim filmlerden<br />

birinin Jeff Bridges’in muhteşem performansıyla<br />

şahlanan “Fearless” olduğunu hiç söylemiş miydim?


Suda balık filminin genç oyuncusu<br />

Alihan Aracı Uluslararası<br />

Nice Film Festivali’nde En İyi<br />

Erkek Oyuncu ödülüne aday<br />

oldu. İlk filmiyle bu başarıyı<br />

yakalayan Alihan Aracı ile<br />

duygularını konuştuk...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

ALİHAN<br />

ARACI<br />

n Türk sinemasında son<br />

zamanlarda bir duraklama<br />

dönemi yaşansa da mutluluk<br />

veren olaylar olmuyor<br />

da değil. Suda Balık filmi ile<br />

ilk uzun metraj filmini çeken<br />

genç oyuncu Alihan Aracı<br />

bu ilk tecrübesiyle Nice Film<br />

Festivali En İyi Erkek dalında<br />

adaylık kaptı. Bu aslında başlı<br />

başına bir başarı. Çünkü son<br />

zamanlarda yönetmenlerimizle<br />

ödüller alsak da oyuncularımız<br />

bu tür başarıların uzağında<br />

kaldı. Bakalım genç oyuncu<br />

ödülü alabilecek mi? Biz de<br />

Aracı ile hem adaylığın verdiği<br />

heyecanı hem de ilk filmi Suda<br />

Balık’ı konuştuk.<br />

Alihan Aracı nereden<br />

gelmiştir, kimdir? Bize biraz<br />

kendinizi tanıtır mısınız?<br />

27 yaşındayım. Genç, dinamik,<br />

yorulmak nedir bilmeyen;<br />

işine, kendisine,<br />

etrafına ve hayata karşı<br />

saygısı olan, eğitime çok<br />

değer veren biriyim. Lisans<br />

eğitimimi İstanbul Üniversitesi<br />

İnşaat Mühendisliği<br />

Bölümü’nde tamamladım.<br />

Yüksek lisansıma ise Yıldız<br />

Teknik Üniversitesi’nde devam<br />

etmekteyim. Hayvanseverim<br />

ve spor yapmayı severim.


FRANSA’YI FETHEDECEK<br />

Senaryo size geldiğinde sizi etkileyen şey ne<br />

oldu?<br />

Suda Balık filminin ismini söylerken bile<br />

heyecanlanırım. Senaryo ilk geldiğinde, hepsini<br />

bir solukta okudum ve ‘Sefa’yı benim oynamam<br />

lazım’ dedim kendime. Ustalıkla yazılmış,<br />

doğal, gereksiz bir kelime dahi olmayan, dopdolu<br />

bir senaryo vardı elimde. Deneme çekimlerinin<br />

ardından, sıra yapımcı ve yönetmenle<br />

tanışmaya gelmişti. Yönetmenim sevgili Tülay<br />

Kocatürk ve yapımcımız Alper Yanar ile tanıştım.<br />

Uzun bir sohbet gerçekleştirdik o gün. Ve<br />

normalde daha çok onların sorusu olması gerekirken<br />

benim sorularımla dolu bir görüşme geçti<br />

aramızda. Daha sonra anlaşma<br />

yapıldı, okuma provaları,<br />

kostüm provaları, yönetmenle<br />

görüşmeler derken İzmir’e sete<br />

çıkma vakti geldi. İnanılmaz<br />

keyifli, kafamdaki her sorunun<br />

yanıtını aldığım, çok iyi bir yönetmenle<br />

çalışmanın ayrıcalığını<br />

yaşadığım bir set oldu. Fakat bir<br />

o kadar da zor ve ağır bir roldü.<br />

Hem fiziksel hem de oyunculuk<br />

açısından çok zorlayıcıydı.<br />

Tüm ekibin ve özellikle Tülay<br />

Hoca’mın da yardımlarıyla güzel<br />

bir iş çıkarttık. Bu işin özelinde<br />

kendi adıma söyleyebileceğim şey, gerçekten<br />

yüreğimi koyarak oynadığım bir roldür.<br />

Rolünüzü biraz anlatabilir misiniz?<br />

Suda Balık, bir başarı hikayesi... Filmde,<br />

İzmir’in Bademli Köyü’nde yaşayan ve yüzmeye<br />

doğuştan yetenekli Sefa’nın keşfedilmesi,<br />

şehre gitmesi ve sonrasında yaşadığı zorluklarla<br />

mücadelesi anlatılıyor. Sefa, hayattan<br />

beklentileri olan, düzgün karakterli, sevdiği kız<br />

Ayşe’yle birlikte üniversite hayalleri kuran bir<br />

genç. Sevdikleri için her şeyi göze alabilen çok<br />

naif bir karakter. Gençlik hataları yapan fakat<br />

etrafındakilerin de yardımıyla başarıya ulaşan<br />

bir genç. Ben ise Sefa’dan “hiç vazgeçmemeyi”<br />

öğrendim. Hayatta her şeyin olabileceğini<br />

ama hiçbir zaman vazgeçmemek gerektiğini<br />

öğrendim. Çünkü bir gün mutlaka başarıya<br />

ulaşırsınız.<br />

Bazı rollere hazırlanırken (Tarihi karakterler<br />

veya kör bir insan) gözlem ve araştırma<br />

gerekir. Halbuki bazı roller sizin biriktirdiklerinizden<br />

ortaya çıkar. Bu rol biraz öyle<br />

sanıyorum. Bu role kendinizden ne gibi<br />

katkılar yaptınız?<br />

Senaryonun her sahnesini tek tek analiz ettim<br />

ve kendim için doğru olan matematiği<br />

oluşturdum. Sette de Tülay Hoca’mın inanılmaz<br />

yol göstericiliği sayesinde bu kadar iyi bir iş<br />

çıkardığımı düşünüyorum. Bunun dışında yüzme<br />

sahneleriyle alakalı, set öncesinde 3-4 hafta<br />

çalışmalar yaptım. Tekne<br />

kullanmam gereken sahneler<br />

için sette hocalar eşliğinde<br />

çalışmalarımız oldu. Su altı<br />

sahneleri için ise nefes tutma<br />

ve dalış dersleri aldım. Her<br />

anlamda zor ve yoğun bir<br />

süreçti.<br />

Türk sinemasında<br />

etkilendiğiniz oyuncular<br />

kimlerdir?<br />

Benim örnek aldığım oyuncu<br />

Kerem Atabeyoğlu’dur. Kendisinin<br />

Türkiye’nin en yetenekli<br />

oyuncularından birisi<br />

olduğunu düşünüyorum. Onun dışında Almila<br />

Uluer Atabeyoğlu, Haluk Bilginer, Tamer Levent<br />

de örnek aldığım isimler arasında.<br />

Yeşilçam’da erkekler için jön oyunculuk<br />

vardı. Günümüzde ise daha çok karakter<br />

oyunculuğuna bir dönüş var. Siz hangisine<br />

kendinizi yakın hissediyorsunuz?<br />

Ben karakter oyunculuğuna inananlardanım.<br />

Eğer oyuncuysanız, size uygun olan her rolün<br />

altından kalkmanız gerekir. Bana uygun olan,<br />

beni heyecanlandıran ve gelişmemi sağlayacak<br />

her rolü oynamak isterim.<br />

Cevabınız karakter oyunculuğu ise Kartal<br />

Tibet, Cüneyt Arkın, Ayhan Işık gibi yıldız<br />

sisteminin ürettiği isimlerin yerini doldurmak<br />

nasıl mümkün olacak günümüzde?


Saydığınız isimlerin yerini doldurmanın mümkün<br />

olmadığını düşünüyorum. Çok büyük isimler!<br />

Bir yandan da o günkü durumla bugünkü biraz<br />

farklı.<br />

Oyuncu olmaya ne zaman karar verdiniz?<br />

Ailenizin tepkisi ne oldu?<br />

İlkokul ve ortaokuldan itibaren oyunculuğa karşı<br />

yoğun bir ilgim vardı. O zamanlarda okulda<br />

amatörce devam eden bu ilgi, üniversiteye<br />

geçtiğim zaman tiyatro kulüplerinde devam etti.<br />

İstanbul Üniversitesi’nde okuduğum yıllarda<br />

da ajansa kayıt olmamla birlikte profesyonel<br />

oyunculuk hayatına başlamış oldum. Çok idealist<br />

bir aileye sahibim. İlk duyduklarında biraz<br />

şaşırmışlardı ama sonradan alıştılar. Bu konuyla<br />

alakalı sadece bir kez babamla konuştuğumuzu<br />

hatırlıyorum. “Eğitimini aksatmayacaksan<br />

istediğin gibi devam edebilirsin.” demişti. Ben de<br />

gerçekten aksatmadım ve bugün iki tane meslek<br />

sahibiyim.<br />

Sinemamızda son dönem oyuncuların daha<br />

çok dizilerden geldiğini görüyoruz. Bu<br />

anlamda sinema ve dizi oyunculuğunun<br />

farkları olduğunu kabul eder misiniz? Eğer<br />

teknik olarak farkları varsa şu an sinema<br />

oyunculuğu açısından bir dezavantaj<br />

yaşanıyor mu?<br />

Ben o oyuncuların dizilerden geldiğini<br />

düşünmüyorum aslında. Bir filmde gördüğümüz<br />

oyuncuyu, dizilerde popüler olduktan sonra<br />

tanıdığımız için öyle düşünüyoruz. Dizi<br />

oyunculuğu ya da sinema oyunculuğu diye de<br />

ayırmıyorum. Ama sinema filminde oynamanın<br />

daha avantajlı olduğuna inanıyorum. Çünkü<br />

elinizde başı sonu belli bir senaryo oluyor. Role<br />

hazırlanma süreniz daha fazla ve daha rahat bir<br />

set ortamında çalışıyorsunuz. Bu da oyunculuk<br />

performansına yansıyor. Dizilerde ise karakter<br />

devamlılığını sağlamak zor, bir haftada 120-130<br />

dakika dizi çekiyorsunuz. Çok hızlı ve uzun saatler<br />

çalışmak zorunda kalıyorsunuz. O yüzden<br />

sinemayı daha avantajlı ve keyifli görüyorum.<br />

İlk filminiz olan Suda Balık ile Nice<br />

Uluslararası Film Festivali’nde En İyi<br />

Erkek Oyuncu Ödülü’ne aday gösterildiniz.<br />

Duygularınız neler? Bu başarının altında<br />

yatan sebep nedir?<br />

Nice Uluslararası Film Festivali’nde aday<br />

olmamı filmde çok çalışarak ve yüreğimle<br />

oynamış olmama bağlıyorum. Aynı zamanda<br />

Tülay Kocatürk gibi bir yönetmen, harika bir<br />

senaryo ve çok başarılı bir ekiple çalışmış<br />

olmak da çok önemli. Çünkü bu iş, tam olarak<br />

bir ekip işi ve biz o sette harika bir ekiptik. Çok<br />

heyecanlıyım ve mutluyum! Orada olmayı, o<br />

heyecanı ve atmosferi yaşamayı sabırsızlıkla<br />

bekliyorum.<br />

İzleyiciler için filmle ilgili benim size<br />

sormadığım ama sizin söylemek istediğiniz<br />

bir şey var mı?<br />

Öncelikle güzel sorularınız için çok teşekkür<br />

ederim. Bu filmi herkesin, özellikle de gençlerin,<br />

iki saatlerini ayırıp izlemelerini rica ederim. Hem<br />

keyifli hem de ders verici bir film. Bir de Nice<br />

Uluslararası Film Festivali için herkesin duasına<br />

ihtiyacımız olacak. Umarım ödülleri de alır ve<br />

ülkemizi en iyi şekilde temsil ederiz.


DOSTLARLA BİRLİKTE FES<br />

Ülkemizde düzenlenen<br />

birbirinden önemli film<br />

festivalleri gerek biz<br />

sinema yazarları ve<br />

sektör emekçileri, gerekse<br />

de yerel halk ve öğrenciler<br />

için oldukça faydalı.<br />

FIRAT SAYICI<br />

n Ülkemizde düzenlenen birbirinden önemli film<br />

festivalleri gerek biz sinema yazarları ve sektör<br />

emekçileri, gerekse de yerel halk ve öğrenciler<br />

için oldukça faydalı. En büyük sorun ise çoğunun<br />

birbirinden habersiz belirlediği ve üst üste<br />

çakışan tarihleri. Genelde sonbahar ya da ilkbaharda<br />

art arda gelen festivallerimiz iki ayağımızı<br />

bir pabuca soksa da, keyifli, sanat ve sinema<br />

dolu günler yaşatıyor bizlere. Benimle birlikte<br />

Murat Tolga Şen, Banu Bozdemir, Murat Kızılca,<br />

Alper Turgut ve Serdar Akbıyık da dahil olmak<br />

üzere böylesine keyifli bir koşuşturmacayı Nisan<br />

sonuna doğru yaşadık. Ankara Uluslararası Film<br />

Festivali, Malatya İnönü Üniversitesi Kısa Film<br />

Festivali ve Uluslararası Antalya Sinema Günleri<br />

bizi ve sinemaseverleri ziyadesiyle doyurdu.<br />

28. Ankara Uluslararası Film Festivali<br />

Türkiye’nin en önemli ilk 5 film festivali arasında<br />

rahatlıkla sayabileceğimiz Ankara Uluslararası<br />

Film Festivali İrfan Demirkol ve İnci Demirkol’un<br />

özverili öncülüğünde bu yıl 28. kez Ankaralı<br />

sinemaseverlerle buluştu. 2016 ve 2017 yapımı<br />

önemli Türk filmlerinin yarıştığı festival 10<br />

gün sürdü. Biz, Alper Turgut, Murat Tolga Şen<br />

ve Banu Bozdemir’le festivalin ilk 3 gününde<br />

Ankara’daydık. Kötü talih bizi oldukça soğuk bir<br />

havayla ve hatta karla karşılaştırdı ama olsun.<br />

Güzel filmler, sıcak sinema sohbetleri eşliğinde<br />

dolu dolu üç gün geçirdik. Festivalin kendi adıma<br />

en güzel bölümü İspanyol sineması oldu. Tüm<br />

seçkiyi izleyecek kadar kalamadım Ankara’da<br />

ancak İstanbul Film Festivali’nde teknik sebeplerle<br />

izleyemediğim Carlos Saura ustanın<br />

“Jota”sı bile yetti büyük bir keyif almama.<br />

Yarışma sonuçlarının tartışılması her festival<br />

sonrası bir gelenek haline geldi. Malumunuz,<br />

Onur Ünlü önderliğinde ilginç bir jüriye sahipti<br />

festival. Bu ekip, çok tartışmalı bir birinci çıkardı;<br />

“Genco”... Hiç bir kategoride en iyi olamayıp<br />

en iyi film ödülü alması herkesi şaşırttı. Bu<br />

kararda Onur Ünlü’nün büyük etkisi olduğunu<br />

düşünüyorum. Festivalin kısa film bölümüne ise<br />

küçük bir eleştirim olacak. Bir festivalde 30’dan<br />

fazla kısa ve belgesel filmin yarıştırılması hiç<br />

sağlıklı bir durum değil. Jürilerin aklı o kadar çok<br />

karışır ki, doğru bir sonuca ulaşılamayabilinir.


TİVALLERİN ARDINDAN<br />

Önümüzdeki yıllarda ön jürinin yarışacak filmleri<br />

10-15 arasına çekmesi şart. Gerçi İstanbul Film<br />

Festivali’nde izlediğim “Kot Farkı” kısa filmin<br />

tanımına cuk oturan yetkin bir yapım ama diğer<br />

bazı filmlerin de gözden kaçmış olabileceğinden<br />

korkuyorum.<br />

10. Malatya İnönü Üniversitesi Kısa Film<br />

Festivali<br />

Türkiye’de kısa film festivallerini ayakta tutan<br />

kuşkusuz ki, üniversitelerin düzenlediği kısa film<br />

festivalleri ve yarışmaları. Onlardan en önemlisi<br />

de Malatya İnönü Üniversitesi Kısa Film<br />

Festivali, kanımca. Yıllardır önemli jüri üyeleri,<br />

akademisyenler, sinema sanatçıları ve basın<br />

mensuplarını ağırlayan başarılı festival bu yıl<br />

10. kez görevini yerine getirdi. Festivalin en<br />

önemli tarafı okulun sinema topluluğu tarafından<br />

gönüllü olarak yapılması. İletişim fakültesinin<br />

de destekleri etkinliklerin artısı tabii ki...<br />

Ankara’dan Murat Tolga Şen, Banu Bozdemir<br />

ve Alper Turgut’la birlikte geçtiğimiz Malatya’da<br />

Murat Kızılca da aramıza katıldı. Yine keyifli<br />

3-4 gün geçirdik. Şehre biraz uzak ancak enfes<br />

göl manzaralı bir otelde konakladık. Belgesel<br />

jürisinde yer aldığımdan dolayı zamanımın bir<br />

bölümünü yarışma filmlerini izleyerek geçirdim.<br />

Sinema yazarları olarak topluca, kısa film üzerine<br />

öğrencilere yararlı olduğunu düşündüğüm<br />

bir panele imza attık. Geçtiğimiz yıllarda kısa<br />

film ve belgesel konusunda daha yetkin jürilerin<br />

oluşturulduğuna şahittim. Bu yıl bu konuda<br />

biraz zayıf kalındığını gözlemledim. Umarım


u nokta önümüzdeki yıllarda atlanmaz. Bir de<br />

araç konusunun çözülmesi şart. 30-40 kişilik bir<br />

konuk ekibine iki araç oldukça yetersiz. Üstelik<br />

merkezden bir saat uzakta olan bir otelde<br />

konaklayınca... Bunun haricinde her şey yerli yerinde<br />

ve doyurucuydu. Bu noktada uzun yıllardır<br />

festivale büyük emek veren değerli arkadaşım<br />

Fatih Özdemir’e, festivalin olmazsa olmazı Ünal<br />

Güzel’e, Osman Bozdemir’e, bizi hiç yalnız<br />

bırakmayan festival mihmandarlarımızdan Seden<br />

Akel ve Sevilay Karakoç’a, öğrencilerin her türlü<br />

sorununu çözen İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi<br />

Mevlüt Akyol’a teşekkürlerimi sunar ve daha nice<br />

10 yıllar dilerim...<br />

2. Uluslararası Antalya Sinema Günleri<br />

Antalya’da sinema denince aklınıza ilk önce Altın<br />

Portakal Film Festivali geliyor elbette. Ancak<br />

bundan sonra Uluslararası Antalya Sinema Günleri<br />

de gelecek. Zira, gümbür gümbür bir festivalle<br />

her ilkbaharda yeniden şenlenecek Antalya!<br />

Antalya Büyük Şehir Belediyesi’nin katkılarıyla<br />

Antalya Sinema Derneği’nin Atatürk Kültür<br />

Merkezi’nde düzenlediği Sinema Günleri hem<br />

üniversite öğrencilerini hem de Antalyalı sinemaseverleri<br />

memnun etmeye devam ediyor. Malatya<br />

sonrası bizi sıcak yüzüyle karşılayan Antalya’da<br />

aramıza Marmaris’e yerleşen sinema yazarı<br />

arkadaşımız Serdar Akbıyık da katıldı. Böylece<br />

ekip tamamlanmış oldu. Kaleiçi’nde hoş bir butik<br />

otelde konakladık. Böylesi bir festivalde şehrin<br />

merkezinde olmak oldukça avantaj sağlıyor. Organizasyonun<br />

başında Antalya Sinema Derneği<br />

başkanı Sidar Serdar Karakaş yer alıyor. Kendisi<br />

sinema konusunda epey yetkin. Üstelik özveriyle<br />

hem Antalya için hem de sinema sektörümüz için<br />

elinden geleni yapıyor.<br />

3 gün boyunca kısa film gösterimlerinin yanı sıra<br />

“Ağustos Böcekleri ve Karıncalar” ile “Siyah<br />

Karga” filmlerinin de gösterimleri gerçekleşti.<br />

Ardından da filmlerin yönetmeni Erhan Tuncer<br />

ve Tayfur Aydın’la söyleşi yapıldı. Söyleşilerden<br />

diğerlerinin de faydalı olduğunu düşünüyorum.<br />

Alper Turgut ve Serdar Akbıyık, sinema<br />

gazeteciliği üzerine, Murat Tolga Şen ve Murat<br />

Kızılca fantastik sinemanın kısası üzerine, ben<br />

ve Banu Bozdemir ise kısa film üzerine söyleştik<br />

seyircilerle.<br />

Sinema günlerinde ödüllerin çoğunun doğru<br />

isimlere gittiğini düşünüyorum. En iyi kısa film<br />

ödülünü çok başarılı bir deneysel film (Her ne<br />

kadar yönetmeni filmini kurmaca sansa da)<br />

kazandı. “Babamdan Kalan” filminin yönetmeni<br />

Abdülmelik Öcal ödülünü görüntü yönetmeni<br />

ağabeyimiz Aytekin Çakmakçı’dan aldı. “En İyi<br />

Yönetmen” ödülü, “7 Santimetre” filmiyle Metehan<br />

Şereflioğlu ile “Kefaret” filmiyle Ali Kışlar’a,<br />

“En Çarpıcı Kısa<br />

Film” dalında ise<br />

Hasan Can Dağlı’nın<br />

yönettiği “Siyah Çember”<br />

ve Süleyman<br />

Demirel’in yönettiği<br />

“Asfalt” filmlerine<br />

verildi. “Festival Özel<br />

Ödülü”nün sahibi<br />

ise, Semih Ellialtı ve<br />

Ahmet Can Uzer’in<br />

birlikte çektiği “Kemik”<br />

ve Akın Ay imzalı “Kötü” filmleri oldu. Festivali<br />

takip eden sinemaseverlerin oylamasıyla<br />

belirlenen “Seyirci Ödülü”nü ise “Kırmızı” adlı<br />

filmiyle Özge Gül aldı.<br />

Bu tarz organizasyonları çok önemsiyorum.<br />

Kemikleşmiş, dinozorlaşmış ve katılaşmış<br />

festivallerin dezavantajlarını böyle festivaller<br />

yaşamıyor. Daha taze, daha genç fikirlerle<br />

sinemaseverleri ve sektörü kolayca yakalayabiliyorlar.<br />

Elbette ki, daha yolun başında<br />

oldukları için ufak tefek aksaklıklar olacaktır.<br />

Ancak güçlü sponsorlar ve yerel yönetimlerin<br />

güçlü desteğiyle bu tarz oluşumlar sinemamız<br />

için kanatlandırıcı dinamikler haline gelecektir.<br />

Uluslararası Antalya Sinema Günleri önümüzdeki<br />

yıllarda çok daha iyi noktalara gelecektir<br />

diye düşünüyorum. Bizden de tam destek, hep<br />

destek…


BİTMEYEN TÜR<br />

KILIÇ VE SANDALET<br />

Nereden gelirse gelsin, nasıl olursa olsun<br />

kaba tabirler “kılıçlı”, sinema terimi olarak<br />

“sandalet” filmleri hayatımızda büyük önem<br />

taşır ve çoğumuzun suçlu zevki bu filmlerdir.<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

n İtalyan sinemasının<br />

eski Roma’yı anlatan<br />

ilk yükseliş yılları,<br />

Hollywood’un büyük<br />

bütçeli yapımları,<br />

ödüllerin literatüre<br />

girdiği ihtişamlı<br />

filmler ve başta Kurosawa<br />

olmak üzere Japonların çektiği<br />

samuray filmleri... Nereden gelirse gelsin,<br />

nasıl olursa olsun kaba tabirler “kılıçlı”,<br />

sinema terimi olarak “sandalet” filmleri<br />

hayatımızda büyük önem taşır ve<br />

çoğumuzun suçlu zevki bu filmlerdir. Hatta<br />

seviyesi, başarısı ne olursa olsun bu<br />

türün arşivini yapanımız, “bana kılıç sesi<br />

olsun yeter” diyenimiz bile mevcuttur. Bu<br />

tür, artık aynı zamanda bir alışkanlığa da<br />

dönüşmüş durumda.<br />

Elbette saydığımız çıkış noktaları sonrası<br />

da bu filmler hep var oldu ve hep gelişti.<br />

Artık bilim kurgu, fantastik ve bolca komediler<br />

bile yapılır oldu. Zombilerin olduğu<br />

kılıçlı/tarihi filmler bile görür olduk. Ülkemizde<br />

ise Kara Murat, Karaoğlan gibi<br />

örnekler bir dönem aldı yürüdü ama artık<br />

bu tarz bir filme rastalamak neredeyse<br />

mümkün değil. Olanlar ise yeterli seviyede<br />

değil. Neyse, umudumuzu fazla


köreltmeden konumuza dönelim. Bu<br />

gidişin son ürünü ise bu ay gösterime girecek<br />

olan King Arthur: Legend of Sword.<br />

Bu kez daha da başka bir tarz bizi bekliyor.<br />

Nedeni ise usta yönetmen Guy<br />

Ritchie. Lock, Stock and Two Smoking<br />

Barrels, Snatch, Rock’n Rolla, Sherlock<br />

Holmes ve The Man From U.N.C.L.E gibi<br />

filmlerle karşımıza çıkan yönetmenin kendine<br />

has bir tarzı var. Mizah sosu, aksiyona<br />

bakışı ve en önemlisi yarattığı atmosfer/kurgu<br />

tercihi ile bir Ritchie filmini<br />

ayırt etmek mümkün. Daha evvel Sherlock<br />

Holmes’ta bunu açıkça görmüştük<br />

ve Kral Arthur’un yeni versiyonunda da<br />

göreceğimizden hiç şüphem yok. Klip<br />

estetiği barındıran geçişler ve eğlenceli<br />

müzikler de sanırım önemli bonuslar<br />

olacak. Bir “sandalet” filmi hiç olmadığı<br />

kadar eğlenceli, sert ve bir o kadar komik<br />

olabilir. Bunu beklerden cok sevdiğimiz<br />

birkaç “kılıçlı” filmi hatırlayalım.<br />

BRAVEHEART - 1995<br />

Mel Gibson’in yönettiği, oynadığı ve her<br />

şeyini yatırdığı film 1995 yılının en büyük<br />

filmi oldu. Gelmiş geçmiş listelerine de<br />

girmekte zorlanmayan yapım, Ingiltere<br />

sömürgesi altındaki Iskoçya’nın William<br />

Wallace önderliğinde kurtuluş mücadelesini<br />

anlatıyor. Duygusuyla, aşkıyla ve<br />

güçlü dramasıyla Oscar Ödülleri’nde de<br />

ortalığı kasıp kavurmayı başardı ve övgülere<br />

boğuldu. Hakkında tartışmaların günümüzde<br />

bile bitmedigi Braveheart, modern<br />

tarihi filmlere de yol açmış, tekrar bir ivme<br />

kazandırmış oldu.<br />

BEN-HUR - 1959<br />

William Wyler’ın yönettiği film, Lewis<br />

Wallace’ın romanından uyarlama. O zamana<br />

kadarki en büyük, en görkemli<br />

filmlerden olan Ben-Hur bunun karşılığını<br />

da Oscar töreninden aldı. 11 dalda Oscar<br />

kazanan film 1997 yılına kadar bu<br />

alanda tekti, şimdi ise Titanic ve Lord<br />

of the Rings: The Return of the King ile<br />

zirveyi paylaşmakta. Ben-Hur ve çocukluk<br />

arkadaşı Messela artık zıt kutuplardadır


ve bu zıtlık kaçınılmaz bir savaşa doğru<br />

sürüklenmektedir. Charlton Heston’ın efsane<br />

performanslarıyla daha da güçlenen<br />

yapım hala bu türde en iyiler arasında yer<br />

almaktadır.<br />

GLADIATOR - 2000<br />

Ridley Scott imzalı<br />

ve yine Oscar Ödüllü<br />

bu yapım, general<br />

Maximus Decimus<br />

Meridius’un<br />

İmparatorluk<br />

tahtına oturan<br />

Commodus<br />

tarafından aforoz<br />

edilmesi hikayesine<br />

odaklanıyor ve<br />

Maximus’un intikam<br />

yolculuğuyla<br />

paralel bir şekilde<br />

ilerliyor. Russel Crowe ve Joaquin<br />

Phoenix’in Oscar perfromanslarıyla öne<br />

çıkan film, güçlü bir drama ve etkili bir<br />

savaş filmi olarak da anılmakta. Özellikle<br />

kurulan güçlü atmosfer ve müzikleriyle<br />

seyirciyi yakalamayı başaran film, 5 dalda<br />

Oscar kazandı.<br />

SEVEN SAMURAI -<br />

1954<br />

Büyük usta Kurosawa<br />

imzalı film,<br />

gelmiş geçmiş en<br />

iyi filmlerden biri<br />

ve samuray hikayelerinin<br />

de zirvesi.<br />

Usta oyuncu<br />

Toshiro Mifune’nin<br />

de yer aldığı yapım<br />

çok güçlü bir<br />

anlatımla hafızalara<br />

kaznmış durumda.<br />

Takımına dört yeni samurai daha ekleyerek<br />

köyü savunmaya girişen Kambei<br />

köylüler tarafından sevinçle karşılanır ve<br />

herkesin sevgisini kazanır; bir süre sonra<br />

onlara kendilerini savunmayı öğretmeye<br />

başlar.


Spartacus - 1960<br />

Çoğu sinemasevere<br />

göre en büyük<br />

yönetmen olan<br />

Stanley Kubrick,<br />

her türde film çeken<br />

ve hepsini başyapıt<br />

seviyesinde kotaran<br />

bir usta. Köleliğin<br />

egemen sınıfa karşı<br />

ilk ayaklanma sürecini<br />

anlatan film,<br />

Spartacus üzerinden<br />

hem muhteşem<br />

bir anlatı anlamına<br />

geliyordu hem de<br />

sert söylemler barındırıyordu. Kirk Douglas<br />

ve Kubrick’in daha evvel de tecrübe<br />

edilen harika enerjisiyle film en iyi tarihi<br />

filmlerden biri olarak tarihe geçiyordu.<br />

BONUS:<br />

Tarkan: Viking Kanı - 1971<br />

Viking Kanı isimli<br />

çizgi romandan<br />

uyarlanan<br />

film, Kartal Tibet<br />

ile özdeşleşen<br />

Tarkan karakterini<br />

anlatıyor.<br />

Serinin üçüncü<br />

ve birçok açıdan<br />

en çok bilinen/<br />

sevilen bölümü<br />

olan Viking Kanı,<br />

Yeşilçam’ın unutulmaz<br />

efsanelerinden<br />

Ahtapot karakterini de izleyiciyle<br />

buluşturmuştu. Tarkan’ın AVrupa Hun<br />

İmparatoru Attila ‘nın kızı Yonca Hatun’u<br />

kurtarma çabası üzerinden ilerleyen hikaye,<br />

zamanın şartlarının zorlanması ile<br />

de epey konuşulmuştu. Kısacası,dikkat<br />

edin! Altar’ın oğlu TArkan geliyor...


10. KEZ<br />

MALATYA’DA<br />

KISA FİLM<br />

UZUN ETKİ<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

BELGESELCİ<br />

Anadolu’daki<br />

üniversitelerin festival<br />

düzenlemesi ayrıca<br />

önemli.<br />

Zira hem gençlerin<br />

sanatsal duyarlılıkları<br />

gelişiyor hem de<br />

“sektörde biz de varız”<br />

diyorlar...<br />

10. yılında sinema severlerle<br />

buluşan Malatya İnönü Üniversitesi<br />

Uluslararası Kısa<br />

Film Festivali filmler, söyleşiler, sergiler<br />

ve atölyelerle seyircisiyle buluştu. Ulusal<br />

ve uluslararası kategorideki kurmaca ve<br />

belgesel kısa’lar bir kez daha uzun etki<br />

yaratmayı başardı diyebiliriz. Üniversite<br />

gençliğinin alakası kayda değerdi. Özellikle<br />

açık havada film izleme; yönetmen,<br />

oyuncu, senarist ve sinema yazarlarıyla<br />

buluşma zevki ayrı bir ilgi gördü.<br />

Üniversitelerin film festivali düzenlemesini<br />

önemsiyorum. Özellikle de<br />

Anadolu’daki üniversitelerin. Öğrencilerin<br />

sanatsal duyarlılıklarının geliştirilmesi için<br />

çok önemli bir zemin hazırlanıyor. Organizasyonu<br />

yürüten gönüllü öğrencilere de<br />

kendiliğinden bir pratik yapma olanağı,<br />

bir nevi staj imkanı doğuyor. Sadece<br />

büyük kentlerde erişilebilen atölye, sergi<br />

ve söyleşilerin buralara da taşınması<br />

ile yüzü yüze temasta sağlanmış oluyor


ki en çok önemsediğim bu. Zira günümüzde öyle<br />

veya böyle teknolojinin nimetleri sayesinde istenilen<br />

filmler er ya da geç erişilip izlenebiliyor. Ama<br />

bir filmi, o filmi gerçekleştirenlerle topluca adeta bir<br />

ayin şeklinde izlemek, ardından düşünmek, soru<br />

sormak, yorum yapmak, tartışmak… işte aslolan<br />

bu. Ayrıyeten Anadolu’da eğitim almış, sinema<br />

aşkını Anadolu’da yeşertmiş, büyütmüşlerin sektörde<br />

kendine yer bulmasının, sesini duyurmasının<br />

önemli fırsatlarından biri yaratılmış ve yakalanmış<br />

oluyor.<br />

Gelelim ödüllere:<br />

Her ne kadar benim için en büyük ödül seyirci<br />

ile buluşmak olsa da, oyunun kuralı, buluşmanın<br />

bahanesi bu ya, jüriler finale kalan belgeseller<br />

arasından beğenilerine, kriterlerine göre ödülleri<br />

dağıttı.<br />

Ulusal Kurmaca dalında, yönetmenliğini Ercan<br />

Selim Öngöz’ün yaptığı 12 Saat birinci, Süleyman<br />

Demirel’in yaptığı Asfalt ikinci, Ramazan Kılıç’ın<br />

yaptığı Penaber üçüncü olurken, Ulusal Belgesel<br />

dalında yönetmenliğini Peyami Sefa Altıntaş’ın<br />

Hayat Nöbeti birinci, Abdurrahman Demir’in<br />

yaptığı Kırmızı ikinci, Özer Kesemen’in Hayat<br />

Güzeldir’i ise üçüncü oldu.<br />

Uluslararası Kurmaca dalında ise yönetmenliğini<br />

İspanyol Alvaro Rodrigez Areny’nin yaptığı<br />

Wolves üçüncü, Fransız yönetmenler Maxime<br />

Malabard ve Anthony Taib’in filmleri<br />

Maree Haute ikinci, yönetmenliğini Giardano<br />

Torreggiani’nin yaptığı My Awesome Sonorous<br />

ise birinci olurken Uluslararası Belgesel dalında<br />

da Lisi Kieling’in yaptığı Vida Gomo Rimoza<br />

üçüncü, yönetmenliğini Emilio Marti Lopez’in<br />

yaptığı Marhaba-Hela ikinci, yönetmenliğini<br />

Pablo Radice’nin yaptığı Gemelos filmi de<br />

birinci oldu.<br />

Özellikle paylaşmak istediği bir şey de Güzel<br />

Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Dekanı Prof. Dr.<br />

Hasan Arapgirlioğlu’nun şefliğinde ödül töreni<br />

sırasında “Nazende Trio” grubu tarafından<br />

verilen Film Müzikleri Konseri. Gerçekten çok<br />

güzeldi. Hem kulaklarımıza hem ruhumuza iyi<br />

geldi doğrusu.<br />

Ödül alan belgesellerin konusu ve sinemasal<br />

anlatımına gelince hem ulusal hem uluslararası


kategoride de sadelik<br />

ve bireyi merkeze<br />

alan konular hakimdi.<br />

Dönemsel olarak moda<br />

ve / veya trend olan<br />

konuların dışındaki<br />

filmlere gitti ödüller.<br />

Benim de juri olduğum<br />

uluslararası bölümde<br />

Latin rüzgarı hakim<br />

oldu. Brezilya, Arjantin<br />

ve İspanya’dan<br />

belgeselciler ödülleri<br />

kucakladı. Birinci<br />

olan Gemelos filmi,<br />

aynı yumurta ikizi olan<br />

kardeşlerin birinin<br />

doğum, diğerinin ölüm<br />

ile ilgili mesleklerini<br />

felsefik ve karşılaştırmalı<br />

bir açıdan kameraya<br />

yansıtıyor. İkinci Merhaba, Selanik’teki mülteci<br />

kampında bir çocuğun oyun, oyuncak ve animasyon<br />

yolu ile hakiki evine duyduğu özlemi<br />

ve aidiyetini görüntülüyor. Üçüncü Vida Gomo<br />

Rimoza ise mutluluğun sırrını basitlik ve sadelikte<br />

bulup, az tüketip çok üretmekte aramanın<br />

sırrını keşfetmemize aracılık ediyor. Doğrusu<br />

başka coğrafyalarda başka kültürlerdeki<br />

yaşamların başkalığına rağmen, ruhların, insan<br />

olmanın aynılığını bir kez daha görmenin bilinci<br />

ve huzuruna da aracılık eden bu filmlerin; gençlerle<br />

buluşması gerek sanatsal gerek sosyopsikolojik<br />

anlamada çok önemli. Festivaller her<br />

türlü aksaklıklarına rağmen, sırf bunu başarması<br />

ile yıldızı göğsüne takmayı hak ediyor benim için.<br />

Bu topraklarda çekilen belgesellere<br />

baktığımızda:<br />

Ulusal belgesel dalında üçüncü olan Hayat<br />

Güzeldir İzmir’de topladığı atık unlu mamulleri<br />

yeme dönüştürerek hem sokak hayvanlarını<br />

besleyen hem de satıp ihtiyaç sahiplerine yardım<br />

eden 75 yaşındaki Zinnur Çelik’in hikayesini<br />

anlatıyor. Zinnur Bey ayda 30 bin TL kira geliri<br />

olmasına rağmen sade yaşayan ve kendini sokak<br />

hayvanlarına adamış bir karakter.<br />

İkinci olan Kırmızı ise severek evlendiği<br />

öğretmeni Ramazan ile çocukları olmadığı için<br />

boşanan ve eski eşinin kendisine yakıştırdığı<br />

kırmızı rengi üzerinden çıkartmayarak aşkını<br />

yaşatan ve kendini avutan Sultan Özcan’ın<br />

öyküsü.<br />

Birincilik ödülüne layık görülen Hayat Nöbeti, Ankara<br />

İtfaiyesi’nde çalışanların anlatımıyla yangın,<br />

terör ve kazalar sırasında yaşanan trajedileri ve<br />

mesleğin zorluklarını resmediyor.<br />

Filmlerin yönetmenleri ile yaptığım ayaküstü<br />

sohbette heyecanlı, desteğe ihtiyaç duyan, yeni<br />

filmler çekmek isteyen, nereye-kime gideceğini<br />

tam da bilemeyen gençler gördüm. Fakat<br />

tutkularının peşinden yürümeye karalılar...<br />

Aramaya, öğrenmeye, zorluklara mücadeleye<br />

açıklar, hazırlar, gönüllüler. Birinciliği alan Hayat<br />

Nöbeti’nin yönetmeni Peyami Altıntaş duygularını<br />

şöyle ifade etti: Emek vermek iyi hissettirdi. Zaten<br />

ödül odaklı çalışmadık. Biz kendimize bir dert<br />

edindik ve sadece derdimizi anlatmaya çalıştık.<br />

Amacımızı bu anlamda, yaşanan tüm sıkıntılara<br />

rağmen gerçekleştirdik. Ama çok severek<br />

okuduğumuz sinema bölümünde bu filmi çekene<br />

kadar yaşadığımız zor süreçleri anlatacak olsak,<br />

sanırız ki onun için ayrıca uzun metrajlı bir film<br />

çekmek gerekir.<br />

Malatya’da 10. kez kök salan bu üniversite festivalinin<br />

yarattığı aura 7. sanatla hemhal olmak<br />

bir yana, yeni filmlerin üretilmesi için de büyük bir<br />

motivasyon ve heyecan kaynağı oldu. Zaten ödül<br />

dediğin de bu değil midir?


LATiNLERiN<br />

HOLLYWOOD iSTiLASI<br />

n Sinemayı popüler<br />

bir sanat dalı yapan<br />

ve daha geniş<br />

kitlelere hitap etmesine<br />

vesile<br />

olan birçok detayı<br />

sayabiliriz. Ancak<br />

sinemayı bir endüstri haline getiren, aynı<br />

zamanda tüm yeryüzüne hitap etmesine<br />

aracı olan olayın ise Hollywood’un<br />

doğuşu olduğu açık bir şekilde ortadadır.<br />

Zaman zaman fazla piyasaya oynaması<br />

nedeniyle eleştirilere maruz kalan Amerikan<br />

sineması, tüm negatif yönlerine<br />

rağmen, dokunduğunu şöhret yapmayı<br />

da başarmaktadır.<br />

Hollywood’un artılarını eksilerini saymaya<br />

kalkmak, esasen başlı başına bir<br />

yazı konusu. Ancak herkesin üzerinde<br />

mutabık olacağı bir şey var ki; o da<br />

Hollywood’un dünyanın en gösterişli<br />

ve popüler filmlerini izleyenlerine<br />

sunmasıdır. Hangi sinema akımından<br />

hoşlanırsanız hoşlanın, muhakkak ki<br />

Hollywood her daim hayatınızın bir<br />

noktasında yer etmiştir, etmeye de devam<br />

edecektir. Bunun birincil sebebi,<br />

sinemaya bir endüstri gözüyle bakan<br />

ve “Nasıl daha fazla seyirciyi salonlara<br />

çekebilirim” sorusunu kendine<br />

sürekli olarak yönelten Hollywood’un<br />

filmlerine akıttığı devasa bütçelerdir.<br />

Bu durum, sinematografik anlamda<br />

bir haz doğururken, aynı zamanda<br />

yeryüzünün en popüler oyuncularının da<br />

Hollywood’un yolunu tutmasına olanak<br />

POLAT ÖZİŞ<br />

Özellikle son yıllarda Latin<br />

kökenli birçok başarılı<br />

oyuncuyu Hollywood<br />

filmlerinde görmeye<br />

başladık.<br />

sağlamaktadır.<br />

Özellikle son yıllarda Latin kökenli birçok<br />

başarılı oyuncuyu Hollywood filmlerinde<br />

görmeye başladık. Gerek kendi<br />

kültürlerini yansıtmaları hasebiyle gerekse<br />

beyazperdedeki çekici duruşlarıyla<br />

ilgi çekmeyi başaran ve Yeni Kıta’nın<br />

yolunu tutan bu oyuncular, deyim yerindeyse<br />

Hollywood’u istila etmiş durumdalar.<br />

Mayıs ayında vizyona girecek olan<br />

iki Hollywood yapımı filmin başrollerinin<br />

de Latin kökenli oyunculara emanet<br />

olması bu durumun açık bir göstergesi.<br />

Sean Penn’in yönetmenliğini yaptığı The<br />

Last Face’te Javier Bardem’i, Werner<br />

Herzog’un Salt and Fire’ında ise Gael<br />

García Bernal’i izleyeceğiz. Pekâlâ, kendi<br />

sınırlarının dışına çıkmayı başarmış<br />

ve Hollywood yapımı filmlerde de boy<br />

göstermiş Latin oyuncuları ve onların<br />

filmlerini hatırlamaya ne dersiniz?<br />

Hollywood’u istila eden Latin oyuncular<br />

huzurlarınızda.


EVA MENDES<br />

Her ne kadar Amerika<br />

doğumlu olsa da Küba asıllı<br />

olması nedeniyle Latin oyuncular<br />

sınıfına yerleştirdiğimiz<br />

Eva Mendes, esasen on<br />

parmağında on marifet olan<br />

biri. Şarkıcılık, modellik ve<br />

oyunculuk gibi farklı alanlardaki<br />

birçok işi aynı anda<br />

götüren ama en çok beyazperdeye<br />

yaptığı işlerle<br />

popüler olan Eva Mendes,<br />

görenin dönüp bir kez daha<br />

bakmak isteyeceği kadar<br />

güzel bir kadın. Nitekim<br />

onun Hollywood’da yer aldığı<br />

filmlere göz attığımızda ne<br />

denli ön planda olduğuna<br />

tanıklık ediyoruz. Will Smith<br />

ile başrolü paylaştığı Hitch<br />

yahut Fast and Furious serisinin<br />

ikinci halkasında tüm<br />

endamıyla arz-ı endam eden<br />

Eva Mendes, şüphesiz filmlerin<br />

popülaritesine de pozitif<br />

bir katkı sağlamaktadır.


SALMA HAYEK<br />

Listemize, yıllar yılı güzelliği ile büyüleyen<br />

bir aktris ile start verelim. Kariyerine Meksika<br />

yapımı filmlerle başlayan ve daha sonrasında<br />

Hollywood’un yolunu tutan Salma Hayek,<br />

şüphesiz Latin oyuncular arasındaki en<br />

şöhretlilerinden biri. Robert Rodriguez’in kült<br />

olmuş filmi Desperado’su ile adından söz ettiren<br />

ve ardından Hollywood’un kapılarını ardına<br />

kadar aralayan güzel oyuncu, özellikle Frida<br />

Kahlo’ya hayat verdiği Frida filminde, en iyi<br />

performanslarından birini sergilemiştir. Son<br />

yıllarda bir nebze de olsa popülist işlerden uzak<br />

durmayı tercih eden Salma Hayek, güzelliğinin<br />

yanı sıra, başarılı oyunculuğu ile de Latin dendi<br />

mi ilk akla gelecek isimlerden biri olarak öne<br />

çıkmaktadır.<br />

GAEL GARCIA BERNAL<br />

Meksika doğumlu olan ve birçok<br />

usta işi filmin başrolünde yer alarak,<br />

taraflı tarafsız herkesi kendisine<br />

hayran bırakan Gael Garcia Bernal’in<br />

en bilindik filmleri, Amores Perros,<br />

Y tu mamá también gibi Latin<br />

Amerika ruhunu fazlasıyla yansıtan<br />

filmler olsa da, kendisini sık sık Hollywood<br />

prodüksiyonlarının içinde<br />

görmek de mümkün. Tabii onu muadillerden<br />

ayıran en önemli faktör de<br />

üretkenliği. Nitekim başarılı oyuncuyu,<br />

mayıs ayında vizyona girecek,<br />

Salt and Fire isimli Hollywood<br />

yapımında izlemek de mümkün. Ne<br />

diyelim, Gael Garcia Bernal oynasın,<br />

biz izleyelim!


PENELOPE CRUZ<br />

Eğer ki, bir Latin oyuncular listesi<br />

yapıyorsak, Penélope Cruz’un adını<br />

anmadan geçmek olmazdı. Yalnızca<br />

güzelliği ile değil, aynı zamanda<br />

oyunculuğu ile de büyülemeyi başaran<br />

Cruz, kendi kökeninden yetişmiş<br />

en iyi ve en popüler oyunculardan<br />

biri olarak öne çıkmaktadır. İspanya<br />

doğumlu oyuncu, kariyerinin henüz<br />

başında yer aldığı Jamon Jamon ile<br />

genç yaşta büyük bir sükse yapmış ve<br />

Hollywood’ı hızlı bir geçiş yapmıştır.<br />

Nitekim güzel oyuncu yıllar boyunca,<br />

ülkesi ile Amerika arasında da<br />

sıkı bir mekik dokumuştur. Onu bir<br />

yıl Pedro Almadovar’ın Wolver’ında<br />

görebileceğimiz gibi bir yıl sonra<br />

da Woody Allen’ın Vicky Cristina<br />

Barcelona’sında görebilmekteyiz. Penelope<br />

Cruz için, inandığı projenin<br />

peşinden giden bir kadın yakıştırmasını<br />

rahatlıkla yapabiliriz. Ancak, Latinlerin<br />

Hollywood’u istilasındaki öncü isimlerden<br />

birinin de kendisi olduğu aşikâr.<br />

Keza onun başarılı ve güçlü adımları,<br />

arkasından gelecek birçok oyuncuya da<br />

cesaretlendirmiştir. Son olarak Zoolander<br />

2’de karşımıza çıkan ve bir kez daha<br />

endamı ile büyülemeyi başaran güzel<br />

oyuncu, Amerika-İspanya arasındaki<br />

yolları arşınlasın, biz de onun çekeceği<br />

filmleri merakla bekleyiverelim.<br />

JAVIER BARDEM<br />

Javier Bardem için, Latin kökenli oyuncuların<br />

Amerika’daki medarı iftiharı dersek hata etmiş olmayız.<br />

Nitekim o yalnızca delici bakışları ve endamı ile fark<br />

yaratmayan, aynı zamanda da başarılı oyunculuğu ile<br />

takdir toplayan bir isim olarak öne çıkmaktadır. İlk olarak<br />

İspanyol filmlerinden boy gösteren ve aynı eşi Penelope<br />

Cruz gibi Jamon Jamon filmiyle yıldızı parlayan Javier<br />

Bardem, Hollywood’a hızlı geçiş yapan isimlerden. Özellikle<br />

Coen kardeşlerin vurucu filmi No Country for Old<br />

Men’deki performansı ile hayranlık uyandıran Javier<br />

Bardem; Woody Allen, Alejandro González Iñárritu, Sam<br />

Mendes gibi usta isimlerle çalışma fırsatı yakalayarak da<br />

kendini oyunculuk anlamında fazlasıyla geliştirmiştir.


SOFIA VERGARA<br />

Malum, Latin kadınların güzelliği dünyaya nam<br />

salmış bir olaydır. Bu durumun en büyük pay<br />

sahiplerinden biri de şüphesiz Sofia Vergara. Nitekim<br />

bir gülüşü dünyalara bedel olan Sofia Vergara,<br />

aynı zamanda modellik de yaparak güzelliğini<br />

tescilleyenlerden. Ülkesi Kolombiya’da birkaç<br />

küçük projede yer aldıktan sonra Hollywood’un<br />

yolunu tutan ve deyim yerindeyse buranın gediklilerinden<br />

biri haline gelen güzel oyuncu,<br />

Smurf ve Jon Favreau’nun Chef’inde rol alarak<br />

endamıyla büyülemeyi başarmıştır. 1972 doğumlu<br />

olan ancak hala 20’sindeki gibi genç gözüken<br />

oyuncuyu, önümüzdeki yıllarda da Hollywood’un<br />

birçok projesinde görmek de mümkün olacak.<br />

EDGAR RAMIREZ<br />

Hollywood’da sık sık karşımıza çıkmaya<br />

başlayan isimlerden biri de Edgar<br />

Ramirez. Venezuela doğumlu oyuncu,<br />

ülkesinde birkaç televizyon projesinde<br />

yer aldıktan sonra şansı dönüp, soluğu<br />

Hollywood’da alanlardan. Tony Scott’ın<br />

yönetmenliğini yaptığı Domino’da<br />

karşımıza çıkan ve başarılı oyunculuğu<br />

ile ilgi odağı olmayı başaran Edgar<br />

Ramirez, sonrasında ise birçok Amerikan<br />

yapımı filmde gerek başrol gerekse<br />

tamamlayıcı bir karakter olarak kendine<br />

yer buldu. Özellikle Matt Damon ile<br />

birlikte rol aldığı The Bourne Ultimatum<br />

filmini başarılı kılan en önemli parçalardan<br />

biri olan Edgar Ramirez, son<br />

olarak ise Jennifer Lawrence, Robert<br />

De Niro ve Bradley Cooper gibi isimlerin<br />

başrolü paylaştığı Joy’da karşımıza<br />

çıkarak, Hollywood macerasını<br />

sürdürmeyi başarmıştır.


ZOE SALDANA<br />

Annesi Porto Riko’lu, babası<br />

Dominik’li olan Zoe Saldana, her<br />

ne kadar Amerika doğumlu olsa da<br />

Latin kanı taşıyan ve bunu filmlerine<br />

tüm cazibesiyle aktaran bir<br />

aktris olarak öne çıkmaktadır. Yeni<br />

Kıta doğumlu olmasından mütevelli,<br />

Hollywood dışına çıkması<br />

pek nasip olmayan Zoe Saldana,<br />

esasen kökenlerinin kanını taşıyan<br />

oyuncular arasında, en popüler<br />

olanlardan da biri. Avatar, Guardians<br />

of the Galaxy, Star Trek gibi<br />

Amerikan sinema endüstrisine<br />

taze kan getiren filmlerde rol alan<br />

ve şöhretini iyiden iyiye katlayan<br />

oyuncu, başarılı performansının<br />

yanı sıra, Latin oyuncuları<br />

başarıyla temsil etmesi hasebiyle<br />

de oldukça değerli bir noktada<br />

durmaktadır.<br />

PEDRO PASCAL<br />

Son dönemin en fazla<br />

yıldızı parlayan isimlerinden<br />

biri de hiç şüphe<br />

yok ki Pedro Pascal. Özellikle<br />

Pablo Escobar’ı ve<br />

o dönem ki Kolombiya’yı<br />

anlatan Narcos dizisinde<br />

hayat verdiği Ajan Pena<br />

rolüyle takdir toplayan<br />

başarılı oyuncu, Hollywood<br />

projelerinde de karşımıza<br />

çıkmaya başladı. Şili<br />

doğumlu olan ve öncesinde<br />

birçok televizyon dizisinde<br />

boy gösteren Pedro Pascal,<br />

başarısını beyazperdeye de<br />

taşıdı ve geçen yılın ilgi çekici<br />

filmlerinden The Great<br />

Wall’un başrollerinden<br />

biri olarak izleyenlerini<br />

selamladı.


ANA DE ARMAS<br />

Yeni neslin başaralı güzellerinden<br />

biri de Ana de Armas. 1988 Küba<br />

doğumlu olan oyuncu, genç yaşına<br />

rağmen, son yıllarda birçok Hollywood<br />

filminde boy göstermiş ve<br />

güzelliği ile izleyenlerini büyülemeyi<br />

başarmıştır. Keanu Reeves<br />

ile başrolü paylaştığı Knock Knock<br />

filmiyle ilk çıkışını yapan ve akabinde<br />

Hands of Stone ve War Dogs’ta<br />

arz-ı endam eden genç oyuncu,<br />

gösterdiği başarılı performansla<br />

Hollywood’un aranan simalarından<br />

biri olarak da belirmiştir. Nitekim<br />

bu yaz vizyona girmesi beklenen ve<br />

bir başyapıt kalibresindeki Blade<br />

Runner’ın devamı niteliği taşıyacak<br />

Blade Runner 2049’un kadrosunda<br />

da yer alan Ana De Armas, Latinlerin<br />

Hollywood’u istilasındaki en<br />

fazla sükse yapan isimlerden biri<br />

olarak da bilinmektedir.<br />

RODRIGO SANTORO<br />

Brezilya doğumlu ve kariyerine<br />

ülkesinde başlayan<br />

Rodriga Santoro, ilk yıllarda<br />

gösterdiği başarılı performansla<br />

Hollywood’un radarına girmiş<br />

ve Amerikan filmlerinde boy<br />

göstermeye başlamış Latin<br />

kökenli bir oyuncudur. Daha<br />

çok yardımcı rollerde karşımıza<br />

çıkan ancak her defasında<br />

rolünün hakkını fazlasıyla veren<br />

Rodrigo Santoro, son olarak<br />

geçtiğimiz yıl re-make versiyonu<br />

ile karşımıza gelen Ben-<br />

Hur’da boy göstermiş ve tam bir<br />

hayal kırıklığı olan projenin öne<br />

çıkan isimlerinden biri olmayı<br />

başarmıştır. Aynı zamanda<br />

geçtiğimiz yazın en çok ses getiren<br />

dizilerinden Westworld’de<br />

de izleyenlerini selamladı.


BÖYLE BİR DEVAM<br />

FİLMİ OLABİLİR Mİ?<br />

Jaws serisinin<br />

dördüncü filmde<br />

bitmediğini,<br />

beşinci bir filmin<br />

daha olduğunu<br />

biliyor<br />

muydunuz?<br />

Ya da meşhur<br />

Evil Dead<br />

serisinde 3 değil<br />

de tam 8 film<br />

olduğunu?”<br />

MURAT KIZILCA<br />

n 70’li ve 80’li yılların<br />

korku filmlerinin,<br />

özellikle İtalyan<br />

yapımlarının, izini<br />

sürmek sanıldığından<br />

çok daha fazla çaba<br />

gerektirir. İtalyan<br />

yapımı bir korku<br />

filmi, orijinal isminin<br />

tam tercümesi olmaktan uzak ticari bir<br />

İngilizce isimle Amerika pazarına açılır,<br />

başı sansürle veya başka bir sebepten<br />

ötürü derde girerse ya da hayal ettiği<br />

satış rakamlarına ulaşamazsa başka bir<br />

İngilizce isimle tekrar yayınlanır. Keza<br />

bir başka önemli pazar olan İngiltere’de<br />

de benzer süreçlerden geçer ve aynı film<br />

birbirleriyle alakasız birçok isim ile bilinir


olur. Her versiyonun ayrı bir posteri, ayrı<br />

bir VHS kapağı, hatta bazı durumlarda<br />

(uydurulmuş) ayrı yönetmen ve oyuncu<br />

isimleri olduğu da göz önüne alınırsa işler<br />

seyirci için iyice sarpa sarabilir. Hele ki<br />

internetin olmadığı ve bilgiye ulaşmak<br />

için arama motorlarından fazlasının<br />

gerektiği dönemlerde, böylesi tuzaklara<br />

düşerek aynı filmi farklı isimlerle defalarca<br />

kiralayıp ya da satın alıp izlemek işten bile<br />

değildir. Ama karmaşa sadece bununla<br />

sınırlı kalmaz. Bir de yine özellikle İtalyan<br />

yapımcıların sıkça başvurduğu “gayrı resmi<br />

devam filmleri” meselesi vardır ki orada<br />

işler iyice arapsaçına döner.<br />

Aslında olay özünde çok basittir. Gişe<br />

canavarı bir Amerikan filmi, İtalya’da<br />

gösterime girer ve önemli bir hâsılat elde<br />

eder. Bunu gören bazı uyanık yapımcılar,<br />

ellerindeki hazır filmi, Amerikan filminin<br />

İtalyanca isminin yanına “2” ekleyerek<br />

isimlendirir ve ilkiyle ilgili olup olmamasına<br />

aldırmadan gösterime sokar. Amaç gişede<br />

daha fazla iş yapmaktır. Ya ellerindeki filmin<br />

iş yapacağına inanmıyorlardır ya da biraz<br />

daha fazla kazanmanın ne zararı olabilir ki<br />

diye düşünürler.<br />

İtalyan korku sinemasının bir dönemine<br />

damgasını vurmuş “gayrı resmi devam<br />

filmleri”nin ilk meşhur örneklerden biri<br />

büyük usta Lucio Fulci’nin zombi klasiği<br />

Zombie Flesh Eaters’dır (Zombie, 1979).<br />

Zombi kültünü ateşleyen George A.<br />

Romero’nun meşhur “Dead Serisi”nin<br />

ikinci ayağı olan Dawn of the Dead (1978),<br />

Avrupa gösterimleri için Dario Argento<br />

tarafından yeniden kurgulanır,<br />

filme Argento ile özdeşleşen<br />

Goblin grubunun yaptığı<br />

müzikler eklenir ve İtalya’da<br />

“Zombi” ismiyle gösterime girer.<br />

Sağlam bir gişe hâsılatı elde<br />

eden filmin ticari başarısından<br />

nemalanmak isteyen yapımcılar,<br />

Fulci’nin hiçbir şeyin devamı<br />

olmayan yeni zombi filmini<br />

“Zombi 2” ismiyle gösterime<br />

sokar. Fulci, defalarca yaptığı


açıklamalarda, bu isim olayının kendi<br />

haberi ya da izni olmadan gerçekleştiğini<br />

beyan etmiştir. Sonrasında işler iyice<br />

karışır. Ticari kaygıyla devamlı değişen<br />

isimlendirmeler yüzünden farklı ülkelerde<br />

farklı “zombi” serileri oluşur. Hatta 90’lı<br />

yıllarda Amerika’daki bazı video şirketleri<br />

birbirleriyle alakasız (büyük çoğunluğu<br />

İtalyan) korku filmlerini Zombie 1-2-<br />

3 şeklinde sıralayarak satışa sunar ve<br />

İtalyanların ‘isimden nemalanma’ taktiğini<br />

bizzat kendileri uygular.<br />

“Gayrı resmi devam filmleri” dönemini<br />

biraz daha kurcaladığımızda, ortada senaryo<br />

dahi yokken, sadece ismi kullanarak<br />

filmini pazarlayan İtalyan yapımcılara<br />

bile rastlamak mümkündür. Ciro Ippolito,<br />

Ridley Scott şahikalarından Alien’ı (1979)<br />

izledikten sonra ‘Alien 2’ isminde bir<br />

filmi rahatlıkla pazarlayabileceğini fark<br />

eder ve daha tek bir kare bile çekmeden<br />

satışı gerçekleştirip 400 milyon lireti cebine<br />

koyar. Ancak gelen parayla kendine<br />

Jaguar marka bir araba, diğer yapımcı<br />

arkadaşına da bir Mercedes satın alır. İş<br />

filmi çekmeye gelince de Mario Bava’dan<br />

yardım ister. Ancak Bava, çok meşgul<br />

olduğunu söyleyerek reddeder. (Mario<br />

Bava’nın elinden çıkma bir Alien 2 nasıl<br />

olurdu acaba diye düşünmek bile heyecan<br />

verici.) Sonrasında iş başa düşer ve<br />

genelde yapımcılık ile iştigal eden Ippolito,<br />

yönetmenlik koltuğuna oturmak zorunda<br />

kalır ve ortaya çok ama çok ucuz Alien 2:<br />

Sulla Terra (Alien 2: On Earth, 1980) çıkar.<br />

Böylece İtalyanlar, James Cameron’ın<br />

Aliens’ından (1986) çok daha önce sahte<br />

bir devam filmi çekerek hiç de fena olmayan<br />

bir kazanç elde etmeyi başarırlar. Bir<br />

ara Bruno Mattei’nin yöneteceği bir Alien<br />

3 projesi de gündeme gelir ama sonradan<br />

rafa kalkar.<br />

Dönemin en kafa karıştırıcı serilerinden<br />

biri de La Casa serisidir. Korku severlerin<br />

başucu filmlerinden, Sam Raimi<br />

imzalı The Evil Dead (1981) ve Evil Dead<br />

II (1987), İtalya’da sırasıyla “La Casa” ve


“La Casa 2” isimleriyle gösterime girer.<br />

Her iki film de İtalya’da çok iyi gişe yaparlar.<br />

Hemen ertesi sene Joe d’Amato’nun<br />

yapımcılığında çekilen Ghosthouse (Umberto<br />

Lenzi, 1988), sanki Evil Dead serisinin<br />

devam filmiymiş gibi “La Casa 3”<br />

ismiyle gösterime girer ve iyi bir gişe<br />

başarısı elde eder. Joe d’Amato’nun<br />

açıklamalarına göre isim değişikliği<br />

yapımcı arkadaşı Achille Manzotti’nin fikridir<br />

ve gişe başarısının arkasındaki en<br />

önemli sebeptir. Joe d’Amato aynı taktiği<br />

yapımcılığını üstlendiği Witchery (Fabrizio<br />

Laurenti, 1988) ve Beyond Darkness<br />

(Claudio Fragasso, 1990) ile sürdürür ve<br />

filmleri “La Casa 4” ve “La Casa 5” isimleriyle<br />

gösterime sokar. Sonraki senelerde<br />

La Casa serisine iki film daha eklenir ama<br />

eklenen filmlerin daha eski tarihli olması<br />

kafaları iyice karıştırır. ABD yapımı House<br />

serisinin ikinci filmi House II: The Second<br />

Story (1987) “La Casa 6”, yine aynı serinin<br />

üçüncü filmi The Horror Show (1989) da<br />

“La Casa 7” ismini alır ve böylece Sam<br />

Raimi’nin iki Evil Dead filmine, birbirleriyle<br />

alakasız beş filmin eklenmesiyle oluşan<br />

sahte seri tamamlanmış olur. Alt başlıkta 8<br />

tane Evil Dead filmi olduğunu söylemiştik,<br />

burada 7 filmin bahsi geçiyor, sekizincisi<br />

nerede derseniz gayet resmi devam filmi<br />

Army of Darkness’ı (1992) unutmayın derim.<br />

Bu arada ilginçtir; etrafta o kadar sahte<br />

La Casa dolaşırken, Army of Darkness<br />

İtalya’da “L’armata delle tenebre” ismiyle<br />

gösterime girmiştir.<br />

La Casa serisinin sonuna ulanan son iki<br />

filmin de içinde olduğu House serisi de<br />

dönemin garipliklerinden payına düşeni<br />

alır. Bu sefer İtalyanların hiçbir günahı<br />

yoktur. Serinin ilk iki filmi House (1986)<br />

ve House II: The Second Story (1987) hem<br />

Amerika’da hem de Amerika dışında gayet<br />

iyi iş yapar. Ünlü yönetmen ve yapımcı<br />

Sean S. Cunningham’ın beyanatına göre;<br />

üçüncü filmin ön satışından gelen parayla<br />

seriyle ilintisiz yeni bir korku filmi çekilir.<br />

Dağıtımcı şirket, filmi Amerika’da The Horror<br />

Show (1989) ismiyle piyasaya sürerken,<br />

Amerika dışına “House III: The Horror<br />

Show” ismiyle pazarlar. Serinin üçüncü<br />

filmi daha sonra çekilir fakat karışıklığın<br />

üstesinden gelebilmek için House IV<br />

(1992) olarak isimlendirilir.<br />

İtalya’nın nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden<br />

Bruno Mattei, bir dönem<br />

insanların çekinerek denize girmelerine<br />

sebep olacak kadar etkili Jaws’a (1975)<br />

üç devam filminin yetmediğini düşünmüş<br />

olacak ki seriye gayri resmi bir devam<br />

filmiyle katkıda bulunur(!). Cruel Jaws<br />

(1995) ismini taşıyan film, serinin ilk filmleri<br />

de dahil olmak üzere birçok filmden<br />

arakladığı köpekbalığı görüntülerinin<br />

yanı sıra müziklerini de Star Wars’tan<br />

ödünç alır. Mattei’nin bir başka sabıkası<br />

da Shocking Dark adıyla da bilinen Terminator<br />

2’dur (1989). Serinin resmi devam<br />

filminden iki sene önce piyasaya sürülen<br />

filmde bir Terminator vardır ama senaryo<br />

bütünüyle üç sene önce sinemalarda<br />

gösterilen Aliens’tan araklanmıştır. Evet,<br />

Mattei’nin filmleri yazıda bahsi geçen diğer<br />

örneklerden farklıdır. Yalnızca iş yapan bir<br />

filmin ismini sömürmekle kalmamış, birçok<br />

filmden arakladığı parçalarla bir bütün<br />

oluşturmaya çalışarak ‘sinemada kolaj’<br />

konusunda ustalık rütbesini bileğinin<br />

hakkıyla kazanmıştır. İlk iki film hariç<br />

kalanı gayrı resmi devam filmlerinden<br />

oluş(turul)an Demons serisi ve ‘en kötü<br />

filmlerin en iyisi’ (best worst movie) olarak<br />

yaftalan Troll 2 da kafa karıştırıcılıkta hiç<br />

de aşağı kalmayan yapım öyküleriyle, en<br />

azından adını anmamız gereken örneklerdendir.<br />

Görüldüğü üzere dönemin uyanık<br />

yapımcıları, biraz daha fazla kazanabilmek<br />

uğruna sinemaseverlerin kafalarını<br />

bulandırmaktan imtina etmemişlerdir.<br />

Neyse ki 90’lı yılların sonunda<br />

artık ağzı yanan seyircinin<br />

bu tip filmlere fazla rağbet<br />

etmemesi ve internetin de<br />

devreye girmesiyle “gayrı<br />

resmi devam filmleri” dönemi<br />

sona ermiştir.


BIR ARAP’TAN LAZ OLU<br />

Sümela’nın Şifresi 3: Cünyor Temel filminin başarılı oyuncusu<br />

Yeşim Alıç Arap bir sekreteri canladırırken Karadenizli<br />

şivesiyle konuşmanın bir mucize olduğunu söyledi...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Sinemamızın oyunculuk bazında büyük<br />

problemler yaşadığı bir gerçek. Özellikle son<br />

dönemde revaçta olan komedi filmlerinde ki oyunculuklarda<br />

bu daha çok ortaya çıkıyor. Komedi<br />

gibi zor bir türü küçümseyen yapımcıların sadece<br />

güzel kadın kontenjanından oynattığı oyuncular<br />

senaryoda eklenti kalıyor, hatta komediye<br />

negatif bir komiklik katıyor. Neyse ki Yeşim Alıç<br />

gibi kökeni tiyatro menşeyli, bu işi ciddiye alan<br />

oyuncular var. Alıç ile hem Sümela’nın Şifresi 3:<br />

Cünyor Temel filmini hem de oyuncu erozyonunu<br />

konuştuk.<br />

Senaryo size geldiğinde sizi etkileyen şey ne<br />

oldu?<br />

Hikayenin akıcılığı ve güldürmek için zorlama<br />

sahnelerin olmayışı. Elbette senaryo bir kurgudur<br />

ancak adı üstünde “komedi” beklenti yaratıyor,<br />

beklentinin peşine takılıp sürüklenirseniz tadı<br />

kaçar<br />

Rolünüzü biraz anlatabilir misiniz?<br />

Trabzon’a tarihi Avni Aker Stadyumu’na gökdelen<br />

inşaatı yapmak üzere gelen Arap işadamının<br />

sekreterini oynuyorum. Adı Sayfiye , her işi,<br />

seyahati, toplantıyı, yemek saatini hatta yenilecek<br />

yemeği organize eden dikkatli, disiplinli, titiz,<br />

dakik ve sadık bir sereter. Cabir El Kurabiye ve<br />

zevcesi Nevriye’nin eli , ayağı, herşeyi.<br />

Bir serinin 3. devam filminde oynuyorsunuz. Bu<br />

serinin böyle ilgi görmesinin sizce sebebi nedir?<br />

Serinin 3. filmi eğer çekilmişse çok sevilmiş<br />

ve beklenti yaratmış demektir. Ancak beklenti<br />

yukarıda da söyledigim gibi hele komedide daha<br />

çok güldüreyim düşüncesiyle tad kaçırmaya<br />

sebep olabilir. Serinin başarısı ilk filmden itibaren<br />

çizgisini daha çok büyüsüne kapılmadan sürdürebilmesinde<br />

bence. Hatta daha komik yerine daha<br />

sadeyi aramış sanki. İnsanı , mizah anlayışı, pratik<br />

zekası, sadakati, doğası ile Karadeniz’i abart-<br />

madan ve eksiltmeden tüm sahiciligi ile anlatan<br />

dili seyirciyi sarıp sarmalıyor. Bu film ayrıca<br />

Trabzon için önemli bir mekan olan Avni Aker<br />

Stadyumu’na da saygı duruşu da. Futbola bu stadyumda<br />

başlamış ve efsane olmuş futbolcular<br />

da anılarak aslında tüm vatan toprağında tarihe<br />

sahip çıkılması gerektiginin , bizi biz yapanın<br />

geçmişimiz oldugunun altı çiziliyor. Komedi filminin<br />

içine bu öğeler de girince sahiciliği seyirciye<br />

ulaşıyor.<br />

Hollywood’ta komediyi üstünde taşıyan<br />

ve güzel kadın portresine de uyan isimler<br />

var. Mesela Meg Ryan, Goldie Hawn gibi.<br />

Türkiye’de özellikle komedide kadınların<br />

beyazperdede geri plana itildiğini düşünüyor<br />

musunuz?<br />

Yapımcıdan başlamak üzere senaryo ve komedi<br />

algısının kalıplaşmış olması kadının komedide<br />

öne çıkmasını engellemiş olmalı diye<br />

düşünüyorum. Bu algıyı besleyen “Komik olan<br />

erkektir ya da erkek cesaret eder. Güzel olan<br />

hele ki kadın komik degildir, komik olmak için<br />

kusurlu olmak gerekir” gibi alışkanlıklar var.<br />

Alışılmış olan kolaydır ve korunaklıdır. Klişenin<br />

dışına çıkıp denemek cesaret ister, inanmak ve<br />

üretmek ister. Hele gişe kaygısı işe karıştı mı<br />

gemiler hemen emniyetli limanlara yanaşır. Belki<br />

eskiden de vardı çok iyi komedi kadın oyuncusu<br />

beyazperde de arz-ı endam edecek ve seyirciyi<br />

mutlu edecek ama fırsat olmayınca… Komedinin<br />

komiklik olmadıgı keşfedildiğinde yeni<br />

arayışlar ve cesaretli kararlarla birlikte sinemada<br />

kadın komedi oyuncuları da yer almaya başladı.<br />

Aslında komedi oyuncusu demeyeyim, komedide<br />

de başarılı olan kadın oyuncular… Komedi<br />

zor iştir, temeliniz yoksa inşaat durur. Bakın<br />

şimdi komedide başarılı kadın oyuncuların hepsi<br />

güzel hem de çok güzel.<br />

Komedi aslında zor bir tür. Kendinizi komedyen<br />

olarak niteliyebilir misiniz? Bunun


RSA?<br />

YEŞİM ALİÇ


diğer türlerden oyunculuk olarak farkı nedir?<br />

Oyunculuga başladığım ilk yıllarda tiyatroda<br />

yönetmen ve yönetici olarak kabul görmüş bir<br />

büyüğüm bana sen komedi oyuncusu olamazsın<br />

dediğinde anlayamamıştım, yoksa ben iyi bir<br />

oyuncu degil miydim, korku dolu ve ağlamaklı<br />

gözlerle neden diye sormuştum. Çünkü sen<br />

güzelsin ve komedi güzel kadın istemez diye<br />

yanıt vermişti. Bu cümleyi duydugumda yıl 1992<br />

idi ve 2004 yılında Afife Tiyatro Ödüllerinde Yılın<br />

En Başarılı Komedi Oyuncusu ödülünü aldım.<br />

Ama komedyen değilim, komedyen daha çok<br />

güldürü sanatçısı olarak tanımlanıyor ve stand<br />

up performans yapanlar evet güldürmek için yola<br />

çıkıyor. Burada çizgiyi doğru çekmek gerekir.<br />

Komedi oyunculuğun bir türüdür ve hata affetmez.<br />

Komediyi yazmak da, çekmek de, oynamak<br />

da kıvraklık ve zeka ister. Komiklik yapmak<br />

dışarıdandır, yamadır ve göstermecidir ama<br />

komedi oynamak göstermeye ihtiyaç duymaz,<br />

vardır, sizindir ve seyirciye ulaşır. Komedi oynamak<br />

çok tehlikeli iştir yahu… Sizi vezir de eder<br />

rezil de… Zamanlama çok önemlidir mesela…<br />

Bir durum, bir bakış, nida, söz ya da espriyi<br />

tam yerinde, salisesinde ve dozunda yapmalı<br />

veya söylemelisiniz ki seyirciye ulaşsın, yoksa<br />

o en güzel espri bile sönmüş balon gibi yerlerde<br />

sürünür. Komedi oyunculgu temeli eğitim, tecrübe<br />

ve nabız tutma üzerine kurulu değilse kurmaya<br />

çalıştıgınız binanın altında kalırsınız. Komedi<br />

kışkırtır… Seyirciden gelen reaksiyon sizi daha<br />

çok yapmaya iter ki işte elmayı ısırdığınız an<br />

o andır, dozu kaçırırsınız ve pıııssssss - hani<br />

nerede gülme, daha demin gülüyordunuz ama …<br />

Seyirci affetmez. Tiyatroda bunu birebir anında<br />

yaşar ve belki “U” dönüşü yapabilirsiniz ama sinemada<br />

bir kez çekilmiş montaj masasından geçmiş<br />

ve sunulmuşsunuzdur. Zeka, değerlendirme,<br />

zamanlama ve tabiii çalışma… Velhasıl komedi<br />

yaman iştir, vezir de eder rezil de...<br />

Bazı rollere hazırlanırken (Tarihi karakterler<br />

veya kör bir kız) gözlem ve araştırma gerekir.<br />

Halbuki bazı roller sizin biriktirdiklerinizden<br />

ortaya çıkar. Bu rol biraz öyle sanıyorum. Bu<br />

role kendinizden ne gibi katkılar yaptınız?<br />

Oyunculuğun her hazırlığı ögrencilikten yeni bir<br />

karakter yaratmaya hep gözlemden başlar. Önce<br />

gözlemevinden başlarsınız gözlemeye. Gözlemevi,<br />

sizin kendi eviniz bedeniniz, davranış ve<br />

tepkileriniz, hayata bakışınız , başarılarınız ve<br />

hayal kırıklıklarınız… Ben kendimi tanımadan,<br />

duygu geçişlerimi bilmeden kör, sağır birinin<br />

davranışını nasıl gözlemlerim. Çünkü gözlem<br />

anlamaktır, değerlendirmek, işe yarayanı<br />

cebinde, yüreiğinde biriktirmektir. Bu role<br />

birilerini gözlemleyerek hazırlanmadım. Bu<br />

role daha çok aklımı kattım, biraz logaritma<br />

gibi düşündüm, formülledim sonra puzzle<br />

parçalarını birlerştirdim. Türkçe konuşan bir<br />

Arap tanımadığım gibi gözlemleyebileceğim biri<br />

de yoktu. Ancak konuşurken hançereyi nasıl<br />

kullandıklarını ve harf telaffuzlarını çözmek için


Arap televizyon kanallarını izledim. Bu rol tam bir<br />

kreasyon oldu.<br />

1980 ve 90’ların ikinci yarısına kadar<br />

sinemamızda feminizmin etkisi gözükür. Bunun<br />

faturasını ödeyen (Müjde Ar, Nur Sürer)<br />

oyuncularımız var. Fakat 2000 sonrası bu anlamda<br />

sinemamızda bir geriye adım atıldığını<br />

düşünüyorum. Bir kadın oyuncu olarak buna<br />

katılıyor musunuz?<br />

Zemin algıyı yaratır, algı da davranışı. Her dönem<br />

kendi ihtiyaçlarını doğurduğu gibi kendi çözümlerini<br />

de bulur. Önceleri kadın sinemada bedeni,<br />

dişiliği, ak ve kara gibi iki uçta temsil ettigi ahlak<br />

algısı ve 1980 - 1990’lı yıllarda birey olarak<br />

sinemada yer alması, cinsel tabuların yıkılma<br />

çabaları değişen toplum algısının gereğiydi.<br />

2000 sonrası toplumda ahlak, para ve insana<br />

bakış algısı, kadına şiddet yine kendi ihtiyaçları<br />

doğrultusunda çözümler arayıp yolunu çizmekte.<br />

Sinema mı geri adım atıyor yoksa toplumsal<br />

algılarımız mı?<br />

Sinemamızda son dönem oyuncuların daha<br />

çok dizilerden geldiğini görüyoruz. Bu<br />

anlamda sinema ve dizi oyunculuğunun<br />

farkları olduğunu kabul eder misiniz? Eğer<br />

teknik olarak farkları varsa şu an sinema<br />

oyunculuğu açısından bir dezavantaj<br />

yaşanıyor mu?<br />

Oyunculuk oyunculuktur, bunun dizisi, tiyatrosu,<br />

sineması olmaması gerekir. Teknik<br />

açıdan farkları tabii var ancak bu sizin karakter<br />

yorumunuzun temeline, hazırlık aşamasına<br />

etki etmez. Tiyatro da 1,5 ay prova yaparız,<br />

sinemada senaryo elinize geçtiği andan itibaren<br />

bazen 1 ay bazen 1 hafta, dizide bazen<br />

1 gün... Ancak seyirci “Vah vah hazırlanacak<br />

zamanı azmış bu sefer böyle kabul edelim”<br />

demez. Dizide karakteri bölümden bölüme<br />

işleyip gelen reaksiyona göre senaryoya bağlı<br />

kalarak dönüştürebilirsiniz ancak sinemada<br />

çekim başlamadan her sahneyi ve ayrıntıyı<br />

çalışmalı ve kurgulamalısınız. Çünkü bazen<br />

sinemada son sahneniz ilk iş günü çekilebilir<br />

ve hazırlığınız tam değilse karakter<br />

yolculuğunuzun bir ayağı çukura batmıştır<br />

bile… Tabi beyaz perdede daha yalın sade<br />

ve minimal oynamak gerekir aksi halde<br />

aktardığınız duygudan çok kaşlarınızın düzgün<br />

alınıp alınmadıgına, göz farınızın rengine çekersiniz<br />

seyircinin dikkatini...<br />

Sizin köken olarak tiyatroyu tercih ettiğinizi<br />

biliyoruz. Dikkat edilirse komedi türüne<br />

yatkın kadın oyuncuların neredeyse hepsinin<br />

kökeni tiyatro. Bunun sebebi sizce<br />

nedir?<br />

Hikmet sualde gizli… Soruyu tersten okuyalım:<br />

kökeni tiyatro olmayan oyuncular komediye<br />

yatkın değil. Dedim ya komedi tehlikeli iştir<br />

yetenek yetmez, alt metin değerlendirmesi. Zamanlama,<br />

kıvraklık ister. Tiyatro evet tiyatro…<br />

Her işte olduğu gibi eğitim. Seyirci beğendigi<br />

kadın komedi oyunculularını neden beğendigini


kendine sorsun “ve cevabı duyar<br />

gibiyim: çok sahici…” Sahici olmak<br />

için engebeli yollardan geçmek ve<br />

buna rağmen devam etmek gerekir.<br />

Kamera arkasına veya senaryo<br />

yazımına ilginiz var mı? Son<br />

dönemde Senaryoların 60 dakikadan<br />

fazla yazılmaması<br />

yönünde eylemler var. Siz buna<br />

katılıyormusunuz? Bir oyuncu<br />

olarak uzun süreli dizilerin size<br />

verdiği zarar nedir?<br />

Diziye ilk başladığım yıllarda her işin<br />

nasılına olan merakımla 13 bölüm<br />

reji asistanlığı yaptım görmek anlamak<br />

için. Senaryo yazımına değil<br />

ama eleştirisine didik didik etmesine<br />

bayılırım. Dizi bölüm yayınlarının 60<br />

dakikaya düşürülmesine katılıyorum.<br />

Hem set emekçileri hem reji hem<br />

oyuncular için her bölüm ayrı bir maraton<br />

ve çok yıpratıcı. İnsan beden ve<br />

zihninin verimli olabilmesi için dinlenmeye<br />

ihtiyacı var ve setler mevcut durumdan<br />

dolayı bunu imkansız kılıyor.<br />

Ne zaman oyuncu olmaya karar verdiniz?<br />

Türkiye’de oyunculuk sizce<br />

profesyonel bir şekilde yapılabiliyor<br />

mu?<br />

Lise son sınıftayken okulum İstanbul<br />

Kız Lisesi’nin liselerarası tiyatro<br />

yarışmasına katılmasıyla sahnede<br />

buldum kendimi, ardından eğitimsiz<br />

olmaz deyip İstanbul Üniversitesi Devlet<br />

Konservatuvarı Tiyatro Anasanat<br />

dalı yetenek sınavını kazanıp kendimin<br />

en iyisi olmak üzere yola çıktım.<br />

Kimi kısıtlı olanaklar sebebiyle profesyonellik<br />

kapıları bazen yarı kapalı<br />

kalabiliyor. çalışma saatleri örnegin.<br />

Daha alacak yolumuz oldugunu<br />

düşünüyorum.<br />

İzleyiciler için filmle ilgili benim size<br />

sormadığım ama sizin söylemek<br />

istediğiniz birşey var mı?<br />

Gidin ,izleyin ve neden beğendiginizi<br />

kendinize sorun. Sebebini bildiğimiz<br />

hersey daha kıymetli, daha bize ait<br />

olur. Keyifli seyirler dilerim.


NEFES KESEN<br />

EN İYİ TAKİP FİLMLERİ<br />

Geçtiğimiz ay<br />

vizyona giren Hızlı<br />

ve Öfkeli 8’den<br />

hareketle, sinema<br />

tarihinin takip<br />

sahneleriyle ünlü<br />

filmlerini derledim.<br />

BAŞAK BIÇAK<br />

Gone in 60<br />

Seconds<br />

(1974)<br />

Kırk dakikadan<br />

fazla<br />

süren takip sahnesiyle<br />

hafızalarımıza kazınan Gone<br />

in 60 Seconds, araba hırsızı<br />

iki kardeşin bir gecede çalmak<br />

zorunda oldukları 50 araba fikri<br />

üzerine kuruyor hikayesini. Maceranın<br />

devam filmi olduğu gibi, 2000 yılında<br />

çekilmiş Nicholas Cage ve Angelina<br />

Jolie’li bir yeniden çevirimi de var.<br />

The Blues Brothers (1980)<br />

John Landis’in yönettiği müzikal-komedi<br />

türündeki Blues Brothers, New York<br />

sokaklarında, polis ile kahramanlarımız<br />

Joliet ( John Belushi) ve Elwood Blues<br />

(Dan Aykroyd) arasında geçen soluk-


suz takip sahnesiyle de<br />

ünlüdür.<br />

Mad Max serisi<br />

George Miller’ın, 1979<br />

yılında başlattığı post<br />

apokaliptik bilim kurgu<br />

serisi Mad Max’in,<br />

kovalamaca sahnelerinde<br />

en iyisi The Road<br />

Warrior olarak kabul edilse<br />

de, yeni gelen Mad<br />

Max: Fury Road’un da<br />

zirveye ortak olduğunu<br />

söylemek yanlış olmaz. Miller, nefes<br />

kesici sahnelerle türün sevenlerine<br />

kült bir seri emanet etti.<br />

Bullitt (1968)<br />

Peter Yates’in<br />

yönettiği Bullitt,<br />

dedektif Franklin<br />

Bullitt’in (Steve Mc-<br />

Queen), San Francisco<br />

sokaklarında<br />

suçluların kaçırdığı bir<br />

treni takip ettiği enfes<br />

sahneleriyle hatırlanan<br />

ve Steve McQueen’in<br />

rolüyle efsaneleştiği<br />

filmlerden…<br />

Duel (1971)<br />

Steven Spielberg<br />

imzası taşıyan Duel,<br />

otoyolda tek başına<br />

araba kullanan bir<br />

adamın, bir kamyon<br />

tarafından tehdit edilmeye<br />

başlamasıyla<br />

yaşadığı gerilim dolu<br />

anlarına merkezine<br />

taşırken; seyircisini<br />

diken üzerinde tutan<br />

kaçış sahneleriyle de<br />

hatırlanıyor.<br />

The Getaway (1972)<br />

Sam Peckinpah’ın yönetmen<br />

koltuğunda oturduğu The Getaway,<br />

şartlı tahliye ile hapisten çıkan Doc


McCoy (Steve McQueen)<br />

isimli usta hırsızın kaçış<br />

sahneleri ve müzikleriyle<br />

kültleşen bir film.<br />

Death Proof (2007)<br />

Quentin Tarantino imzalı<br />

Death Proof, büyük bir<br />

bölümü kovalamaca ile<br />

geçen ve kadınları hedef<br />

alan hasta ruhlu bir katilin<br />

başına gelenleri<br />

hikayeleştirerek unutulmazlar<br />

arasına giriyor.<br />

Smokey and the Bandit<br />

(1977)<br />

Texas’tan Atlanta’ya<br />

28 saat gibi bir<br />

sürede gitmek zorunda<br />

olan bir grup<br />

insanın eğlenceli ve<br />

hız sınırlarını aşan<br />

macerası Smokey and<br />

the Bandit, aynı zamanda<br />

vizyona girdiği<br />

yılın en çok gişe yapan<br />

filmlerinden.<br />

Vanishing Point (1971)<br />

Düşük bütçeli bir takip<br />

filmi olmasına rağmen,<br />

dönemin ruhunu yansıtan<br />

müzikleri ve sosyal<br />

mesajlarıyla dikkat çeken<br />

Vanishing Point’in yönetmeni<br />

ise Richard C. Sarafian.<br />

The Italian Job (2003)<br />

1969 yapımı,<br />

Peter<br />

Collinson’un<br />

yönettiği aynı adlı filmin<br />

yeniden çevrimi olan The<br />

Italian Job, yapacakları<br />

soygun için trafiği birbirine<br />

katan ve böylece kaçış<br />

zamanı elde eden bir çetenin<br />

yürekleri ağza getiren<br />

macerasıyla listeye giriyor.


DÜNYADA<br />

ARTAN TERÖR<br />

BENİ BU FİLMİ<br />

YAPMAYA İTTİ<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Son yıllarda tüm dünyada<br />

hızla artan terör<br />

olaylarına dikkat çekmek<br />

için “Bataclan”ı çeken<br />

Güneş Güneş’le güzel bir<br />

röportaj gerçekleştirdik.<br />

İyi okumalar…<br />

Son yıllarda tüm dünyada hızla<br />

artan terör olaylarına dikkat<br />

çekmek için “Bataclan”ı çeken<br />

Güneş Güneş’le güzel bir röportaj<br />

gerçekleştirdik. İyi okumalar…<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

Bulgaristan, Sofya doğumluyum. İzmir<br />

Dokuz Eylül G.S.F. mezunuyum. Resim<br />

okudum. Güzel sanatlar lisesinde de<br />

resim okumuştum. Sonra<br />

Sofya G.S.F.’de Sinema-Tv<br />

bölümünde yüksek lisans<br />

yaptım. Oyunculuk alanında<br />

da bu esnada eğitim aldım.<br />

Babam da sanatçı, ressam<br />

ve heykeltraş. Sanatçı<br />

bir ailenin kızıyım. Sanat<br />

alanındaki haşır neşirliğimiz<br />

bundandır. 2006 yılında<br />

sinema sektörüne adım<br />

attım. Değerli ustam Semir<br />

Aslanyürek’in sinema<br />

filmi Eve Giden Yol ile reji<br />

asistanlığına başladım.<br />

Birkaç yıllık deneyimden<br />

sonra yardımcı yönetmenlik<br />

yaparak bugünlere kadar<br />

geldik. 10-11 yıldır sektördeyim.<br />

Senin için kısa filmin tanımı<br />

nedir?<br />

Küçücük bir sinema filmi.<br />

Aile/evlat ilişkisi gibi<br />

değerlendirebilirim. Uzun<br />

metraj aşk ise kısa metraj da<br />

bu aşkın meyvesi. Çok mu<br />

metaforik oldu?<br />

Biraz Bataclan’dan ve onu çekme<br />

nedenlerinden bahseder misin?<br />

Bataclan’ın çıkışı aslında yaşadığım<br />

mucizevi olaylar sonucunda oluştu ve<br />

de artan rahatsızlıklarım tabi ki. Sinema<br />

filmi çekimleri için gittiğim Brüksel’de<br />

ertesi gün aynı saatlerde birkaç yerde<br />

patlama meydana gelmişti. Bunlardan<br />

bir tanesi havaalanıydı. Ucuz atlattım.<br />

Brüksele gitmeden önceki 19 Mart Taksim<br />

patlamasında da son anda değişen


görüşme saati ile patlamayı yine ucuz atlattım.<br />

Bu durum tabi bir şeyi değiştirmiyordu çünkü<br />

insanlar ölüyordu. Dünyada artan terör olayları<br />

beni bu filmi yapmaya itti. Filmin çıkışında gereksiz<br />

masum insanların ölmesi ve gerçek sevginin<br />

sorgulanması var; insan sevgisi yani.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi<br />

katkıları olabilir? Neler götürür?<br />

Teknolojinin ilerlemesinin özellikle film sektörü<br />

açısından iyi bir gelişim olduğunu düşünüyorum.<br />

Tabi ki önemli olan<br />

fikirler ve uygulama.<br />

Avatar çekersin,<br />

kalbine ruhuna dokunmaz.<br />

Neyi nasıl<br />

anlattığın çok önemli.<br />

Yeşilçam zamanındaki<br />

teknolojiye bakın ve<br />

çekilen filmlere. Hala<br />

izleniyorlar. Neden?<br />

İnsanın kalbine, ruhuna<br />

dokunuyor, gerçeklik<br />

var, samimiyet<br />

var. Teknoloji insan<br />

yaşamını kolaylaştırdı<br />

evet ama duyguları<br />

da arka plana itmemizi<br />

sağladı, insanı<br />

duygusuzlaştırdı,<br />

mekanikleştirdi. Zaten<br />

hepimiz sistemin<br />

modern robotları<br />

gibi davranmıyor<br />

muyuz? Savaşların<br />

artmasını da teknolojiye<br />

bağlarsak çok<br />

da iyi bir şey değil.<br />

İstanbul Film Festivali’nin bu yılki sloganına<br />

bayıldım mesela; “Kaldır Kafanı”. Cep telefonunla<br />

oynamayı bırak, kaldır kafanı. Çok şey anlatıyor.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />

yabancı yönetmenler kimler?<br />

Çok var. Fellini hastasıydım üniversite yıllarında.<br />

Bunuel ve Bergman sinemasını çok takip<br />

etmiştim. Yerli yönetmenlerden Çağan Irmak,<br />

Fatih Akın, Ferzan Özpetek idollerim arasında<br />

diyebilirim. Tabi ki özellikle şu yönetmeni seviyorum<br />

ve taklit etmek isterim dediğim bir yönetmen<br />

yok. Sonuçta bütün çalıştığım yönetmenlerden bir<br />

şeyler öğreniyorum<br />

ve esinleniyorum.<br />

Kendi sinema<br />

dilimi zamanla<br />

oluşturabileceğime<br />

inanıyorum.<br />

Türkiye’deki film festivalleri<br />

ve kısa filmcilere<br />

yaklaşımları<br />

konusunda neler<br />

söylemek istersin?<br />

Türkiye’deki festivaller<br />

aslında hep<br />

eleştirdiğim bir<br />

noktada. Bazı filmler<br />

hak ettiği değeri<br />

göremiyor ne yazık<br />

ki. Festivaller de<br />

bazen sürprizlerle<br />

dolu oluyor. Her<br />

juri üyesine göre<br />

secilen filmler,<br />

verilen ödüllerin<br />

değişiklik göstermesi<br />

normal aslında. Türkiye’de hiç ilgi görmeyen<br />

bakanlıktan veya değişik fonlardan bile destek<br />

alamayan filmlerin de yurt dışında ilgi görüp,<br />

ödül aldıkları gibi gerçeklikler de var. Bataclan<br />

da bunlardan bir tanesi mesala. Roma/Brüksel<br />

gibi film festivallerinin seçkilerine alınırken<br />

burda Antakya Film Festivali’nin dışında bir festivalde<br />

yarışamadık. Sağlık olsun. Festivallerde<br />

yarışmasından çok izleyici ile buluşması benim<br />

için daha önemli. Türkiyede kısa filmcilere ciddi<br />

anlamda bir destek var, etkinlikler var. Bu da<br />

sevindirici bir durum.<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Şu an tek gelecek planım dünyaya, insanlığa<br />

sevgiyi aşılayacak filmler yapmak. Çok mu<br />

Polyanna’cılık oldu bilmiyorum ama, dünyanın<br />

buna ihtiyacı var. Yararlı olmak istiyorum<br />

insanlığa. İyi şeylerde insanın çorbada bir<br />

parça tuzu olması güzel bişey. Son olarak<br />

sinema benim için nefes gibi bir şey. Zaten<br />

filmdeki kadın kahramanın isminin anlamı<br />

da nefes. Nefes biterse herşey biter. Nefessiz<br />

yaşanmayacağına göre imkanlarım<br />

doğrultusunda filmler yapmaya devam<br />

edeceğim. Teşekkürler, sevgiyle…


KARANLIKLARIN<br />

KIZI KARANLIĞIN<br />

KOLLARINDA<br />

KRISTEN<br />

STEWART<br />

Hem bir yıldız hem de<br />

Hollywood’un o ışıltılı<br />

dünyasından nefret<br />

eden bir romantik Kristen<br />

Stewart. Bu ay<br />

Hayalet Hikayesi filmiyle<br />

izleyici karşısına<br />

çıkacak...


n Onu ilk kez Jodie<br />

Foster’ın kızı rolünde 2002<br />

yapımı Panic Room’da<br />

seyrettik. Filmin gerilimli<br />

havasına uygun bir vücut<br />

dili ve bakışları olan Kristen<br />

Stewart 12 yaşında<br />

oyunculuk gücüyle herkesi<br />

kendine hayran<br />

bıraktı. Hemen ardından<br />

korku filmi Cold Creek Manor’da inanılmaz<br />

bir kadroyla beraber kamera karşısına geçti.<br />

Dennis Quaid, Sharon Stone ve Juliette Levis<br />

gibi isimlerin altında ezilmeden kabiliyetini<br />

gösterdi izleyiciye. Fakat onun asıl değerini<br />

2004 yılında oynadığı Speak filminde gördük.<br />

13 yaşındayken çevirdiği bu film ne yazık<br />

ki Türkiye’de gösterime girmedi. Tecavüze<br />

uğrayan bir genç kızın ailesi ve okulunda<br />

yaşadığı problemleri anlatan film onun gelecekte<br />

ünlü yıldızlardan biri olacağının<br />

kanıtıydı. Çok farklı bir fiziğe sahip olan<br />

Steward’ın hüzünlü gözleri ve depresif havası<br />

bağımsız filmlerde rol almasını sağladı. Tabii<br />

küçüklükten beri kendi tercihlerinin de bu tür<br />

filmlerde oynamak olduğunu söylemeliyiz. Bir<br />

röportajında şunları söylüyor Stewart “Hikaye<br />

anlatmayı seviyorum. Hikayeleri güzel<br />

olan filimlerde oynamayı seviyorum. Bir Hollywood<br />

yıldızı olmayı umursamıyorum.” Bu<br />

açıklamalar doğrultusunda Sean Penn’in<br />

yönettiği Christopher Mccandless’ın gerçek<br />

hayat hikayesini anlatan Into the Wild’ta rol<br />

aldı. Bu film de yığınları peşinden sürükleyen<br />

aynı Stewart’ın tarzına uygun karanlık ve etkileyici<br />

bir yapımdı. Sonunda Twilight filminde<br />

bir vampirin vaz geçemediği sevgilisi rolüyle<br />

dünyaca ünlü bir yıldız oldu. Bütün yıldız<br />

bunalımları ve tartışmalı beraberliklerine<br />

rağmen hala oyunculuğunun ilk günlerindeki<br />

tercihlerinin izinden gittiğini söyleyebiliriz<br />

Stewart için. Cafe Society, Anestezi, Clouds<br />

of Sils Maria gibi göreceli bağımsız filmler<br />

oyuncunun hala tercihi. Bu ay ise Hayalet<br />

Hikayesi filmiyle karşımıza gelecek olan Kristen<br />

Stewart’ı benim gibi funları seyretmekten<br />

zevk alacaktır.<br />

SERDAR AKBIYIK


AUGUST<br />

DIEHL<br />

TARiHi<br />

KAHRAMAN!


n 1976 yılında Berlin’de<br />

doğan August Diehl<br />

daha çok polisiye türü<br />

filmlerde ve gerilim -<br />

dram türü filmlerde yer<br />

almıştır. Oyuncunun<br />

yer aldığı filmlere farklı<br />

ve gerilimli dokusu<br />

olan yüzüyle katkısı<br />

tartışılmaz. Salt ve Inglourious<br />

Basterds gibi başarılı yapımlarda<br />

rol alan oyuncu son olarak karşımıza Genç<br />

Karl Marx filmiyle çıkmış ve fillmde malum<br />

Karl Marx’ı canlandırmıştır. Filmin dönem<br />

BANU BOZDEMİR<br />

havası filmin ruhuna uygunluk taşırken<br />

konusunun aynı ölçüde başarılı olduğunu<br />

söyleyemeyiz. Zaren asıl çıkışını da Soysuzlar<br />

Çetesi’ndeki arızalı Gestapo rolüyle yapmıştır.<br />

Orada filmin başarısının yanında karakterlerin<br />

özellikleri de ön plana çıkmıştır. Bu da<br />

Diehl’in özelliğini yükselten özelliklerden<br />

biridir.<br />

Kalpazanlar, Soysuzlar Çetesi, Shores of<br />

Hope, lizbon’a Gece Treni, Müttefik gibi<br />

filmlerde rol alan oyuncu bu ay Genç Karl<br />

Marx filmiyle karşımıza çıkıyor. Karl Marx’ın<br />

hayatını izlemek isteyenlere önerilir...


BAHAR<br />

CANDAN<br />

Sezonlardır isim<br />

değiştirerek, formatta<br />

yenilemeler yaparak<br />

ekranda olan İşte Benim<br />

Stilim birbirinden<br />

ilginç yarışmacılarla<br />

ilgi odağı olmaya devam<br />

ediyor.<br />

HİPNOTİZE EDEN PROGRAM:<br />

İŞTE BENİM STİLİM<br />

DİZİDOSYA<br />

GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

Sezonlardır isim değiştirerek, formatta yenilemeler<br />

yaparak ekranda olan İşte Benim Stilim<br />

birbirinden ilginç yarışmacılarla ilgi odağı olmaya<br />

devam ediyor. Programın bu sezon en gözde<br />

yarışmacısı şüphesiz Bahar Candan. Garip bakışları,<br />

taşan rujları, geriye doğru eğilerek yürümesi, ilginç iç<br />

çekişleri, gırtlaktan yüklendiği tiz ses tonu ile bir ekran<br />

tipi olan Bahar’ın hipnotize eden varlığı sosyal medyada<br />

da ilgi odağı olmasına neden oluyor.<br />

Konuk jüri üyesi Hakan Ural’ın konuk olduğunda<br />

Bahar ile tanıştıktan birkaç dakika sonra “bu gerçek<br />

mi” diye sorması veya “bundan sonra ne olacak”<br />

sorusu izlemeyenler için bile durumun vehametini<br />

anlatmaya yetecektir diye tahmin ediyorum. Program<br />

formatı gereği giyilen kıyafetle nereye gidildiği<br />

sorulduğunda verdiği cevaplarda bir o kadar ilginç…


Dondurma fabrikasına veya enerji santraline<br />

gidebilecek kadar ilginç seçimleri olan yarışmacı<br />

kollarını dümdüz uzatarak, bilekleri hareket ettirmek<br />

ve kafayı sallamak suretiyle yaptığı dansla<br />

da fenomenleşmiş durumda. Hukuk fakültesi<br />

öğrencisi olduğunu sürekli vurgulayan ve elitist<br />

tavrıyla dikkat çeken Candan ile tanışmam bir<br />

arkadaşımın paylaştığı 2 dakikalık video üzerinden<br />

oldu. Ardından kendimi youtube’da 2 saattir<br />

bu genç kadını izlerken buldum.<br />

İşte bu soruya cevap aradığımı fark ettim<br />

izlerken, “bir insan nasıl böyle olabilir?”. Programdaki<br />

tiplerin kurgu olup olmadığı tartışıladursun,<br />

bu genç kadının kendine bir tip yarattığından ve<br />

bu tipi giyindiğinden hiç şüphem yok. Zira<br />

kendisinin programa başladığı<br />

ilk videoyu da izledim ve<br />

şu anki tip ile ilgisi<br />

yok. Sıradan<br />

tiki bir<br />

kadın<br />

duruyor<br />

podyumda,<br />

konuşma<br />

tarzı da<br />

yürüyüşü<br />

de sıradan.<br />

Başlarda<br />

eleştirerek<br />

baktıktan sonra<br />

bu yaratıcılık ile<br />

kendisini takdir<br />

ettiğimi fark ediyorum.<br />

Banu Alkan’ın bir diğer versiyonu gibi…<br />

Şov yapıyor, yaptığı şov insanları eğlendirirken<br />

kendisi asıl onunla dalga geçenlerle eğleniyor.<br />

Trollük olarak adlandırabileceğiz duruşu ile programa<br />

renk katmaktan öte, programın önüne<br />

geçen bu “tip”, popüler kültür ikonlarından<br />

biri olarak nam salmış durumda. Programı<br />

izlediğinizde fark edeceksinizdir, herkes yalnızca<br />

nasıl giyindiğini değil nasıl biri gibi göründüğünü<br />

de pazarlıyor. Örneğin yarışmacılardan biri elinde<br />

bir kitap ile otururken “okur gibi yapıp entelektüel<br />

görünmeye çalıştığının” altını çiziyor. Ders<br />

çalışmaya gideceğini belirten bir diğeri, ellerine<br />

kahve alıp fotoğraf çekilmek için ders çalışıyor<br />

gibi yapacağının altını çiziyor. Instagram’a bu<br />

fotoğrafı atmak için ders çalışmaya gittiğini<br />

söylüyor. Program zaten başlı başına bir “-mış<br />

gibi” yapma kurgusu. Bu nedenle Bahar Candan<br />

gibi tiplerin de bu programdan türemesi<br />

olağan. Ağlamış gibi yapan yarışmacılar,<br />

bayılmış gibi poz kesen kadınlar, moda<br />

konuşuyormuş gibi yapıp komedi şova imza<br />

atan jüri üyeleri ile ekran yeni canlı yayın<br />

kahramanları kazanıyor. Meriç, Banu Alkan,<br />

Taner Tarlacı, Ajdar, Kaynana Semra, Cicişler<br />

gibi tipler bugüne kadar ekranda yer aldı,<br />

almaya<br />

da devam edecek. Bahar<br />

Candan da onlardan<br />

biri… Umarım Bahar<br />

adlı genç kız bu<br />

şöhret macerasından<br />

en az hasarla kurtulur.<br />

Zira izleyici en<br />

azından bir konuda<br />

istikrarlıdır,<br />

bugün tanısa<br />

bile yarın unutur.<br />

FAZİLET<br />

HANIM VE<br />

HIRSLARI<br />

Sezonun en iyi dizisi<br />

Fazilet Hanım ve Kızları değil<br />

belki ancak en iyi karakterlerinden biri<br />

kesinlikle Fazilet.<br />

O herkesin oyuncu olarak köşeyi dönme hayali<br />

kurduğu günümüzde çok çok gerçekçi bir karakter<br />

çiziyor.<br />

Kendini hem sevdirip hem de nefret ettirmesiyle<br />

O Hayat Benim’in Efsun’unu hatırlatan Fazilet,<br />

sinir krizleri, isyanları, atasözleri alıntıları,<br />

yalanları, vicdan azapları, acıları, hırsları ile tek<br />

tip ve iyi başrol karakterlerden sıkılmış izleyiciye<br />

iyi bir alternatif sunuyor.<br />

Hem ağlatan hem de güldüren özellikleri ile<br />

dikkat çeken Fazilet için elbette en büyük alkışı<br />

oyuncu Nazan Kesal, senarist Sırma Yanık<br />

ve yönetmen Murat Saraçoğlu hak ediyor. Bir<br />

İstanbul Masalı’na evrileceğini tahmin ettiği ana<br />

hikaye, eminim Fazilet’i de daha çok parlatacak<br />

ekranların unutulmazları arasına ekleyecektir.<br />

Özellikle 45+ izleyicinin, annelerin sevgilisi<br />

olacağına inandığım Fazilet, Cumartesi için iyi<br />

bir seyir alternatifi oluşturuyor. Bakın derim.


EVLİLİK PROGRAMLARI YASAKLANMADI<br />

AMA…<br />

Kanun Hükmünde Kararname ile evlilik<br />

programlarnın yasaklanacağı söylendi, sonra bu<br />

kararın evlilik programlarını kapsamadığı ortaya<br />

çıktı. Konu ile ilgili birkaç cümle etmek istiyorum.<br />

Yayından kaldırılması konuşulan programlar<br />

ile ilgili haberleri okurken aklıma o meşhur ve<br />

trajik Türk filminin “Ahlaksızlığı yayma cemiyeti”<br />

sahneleri geldi. Durum bence bu kadar trajik…<br />

Belki henüz yasak gelmedi ama yaptırımların<br />

ağırlaştırıldığı açıklandı. Yasaklamak çözüm<br />

değildir, TV aynadır. Rahatsızlık duyulan her<br />

neyse bu şekilde yasaklarla yok edilemeyecek<br />

ancak halı altına süpürülecek. Bu olmasa ekrana<br />

başka versiyonda bu tür programlar çıkaracak.<br />

90’larda flört programları vardı, 2000’lerin ilk<br />

yarısında gelin kaynana programları öne çıktı,<br />

devamında ise evlilik programları her kanala<br />

yayıldı. Evlilik programları kaldırılsın, yerine<br />

bir başkası gelir. Herkesin izlemediğini iddia<br />

ettiği, herkesin izlediği, elitist yorumcuların<br />

rahatsızlıklarını dile getirdiği, muhafazakarların<br />

ahlaksız ilan ettiği ve neticede yasaklanan TV<br />

ürünleri form değiştirecek var olmaya devam<br />

edecektir. TV panellerinin kurallarını değiştirmek<br />

çözüm olur ancak bu da eskisinden çok daha<br />

zor, zira sermayenin el değiştirmesi ile satın alma<br />

gücüne sahip olanların eğitim düzeyleri, tüketim<br />

alışkanlıkları geçmişe göre bir hayli değişti.<br />

Meseleyi uzatmanın alemi yok, yapılan yalnızca<br />

ahlak bekçiliğidir ve savunulacak bir yanı yoktur.


ASKERİ DİZİLER FURY<br />

Söz, Savaşçı ve<br />

İsimsizler art arda<br />

yayına girerek<br />

militarist dizi<br />

furyasını yeniden<br />

uyandırdı.<br />

Milliyetçi-militarist<br />

olarak<br />

sınıflanabilecek<br />

türün örnekleri<br />

daha önce de<br />

ekrana gelmişti.<br />

GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

TVMANIA<br />

Söz, Savaşçı ve İsimsizler art arda yayına girerek<br />

militarist dizi furyasını yeniden uyandırdı. Milliyetçi-militarist<br />

olarak sınıflandırabileceğimiz türün<br />

örnekleri daha önce de ekrana gelmişti. (Şefkat Tepe,<br />

Sakarya Fırat, Tek Türkiye, Güneydoğu’dan Öyküler<br />

vb.) Söz, İsimsizler ve Savaşçı gibi diziler, bu bildik<br />

formu yeniden sunuyor. Yükseliş nedenleri politik, sosyal<br />

ve ticari olarak üçe ayrılabilir.<br />

Hatırlarsınız çözüm süreci döneminde akil insanlar<br />

heyetinin önerisiydi bu tür dizilerin yayından<br />

kaldırılması… Sonra hem iç hem dış politikada<br />

iklim değişti. 15 Temmuz’da bir darbe önlendi, Suriye<br />

operasyonları, patlamalar, tutuklamalar derken<br />

düşman safları belirginleşti, demeçler sertleşti. Şu an<br />

konjonktür gereği politik dilde milliyetçilik yükseliyor. TV<br />

de bu projelerle beklentiye yanıt veriyor. Genel anlamda<br />

bu projeler, kanalların referandum öncesi seçimini,<br />

sonrası politik duruşunu gösteren araçlar olarak


ASI GERİ DÖNDÜ<br />

SAVAŞÇI<br />

yorumlanabilir, zira medyanın ve politik göndermeler<br />

içeren projelerin propaganda gücü göz ardı<br />

edilemez. Sosyal olarak bakarsak, izleyici tüm bu<br />

olayların içinde gerilmiş bir yay gibi. Başına çuval<br />

geçirilen askerlerin intikamını Polat Alemdar’ın<br />

aldığını hatırlarsanız eğer, bu kahramanlık hikayelerinin<br />

de toplumda nabız yavaşlatma görevi<br />

gördüğünü, izleyicinin de bu hınç sebebiyle<br />

projeleri takip ettiğini söyleyebiliriz. İzleyici kahramanlarla<br />

özdeşim yaşıyor. Samanyolu TV’nin<br />

kapatılmasının ardından sahiplenilmeyen bir<br />

izleyici kitlesi var, bu kitlenin alışkanlığı bu tür<br />

diziler. Gündem gereği bu dizilerin sosyal medya<br />

etkileşimi de yüksek, Dağ filminin başarısını<br />

da dikkate alırsak, bu işler ticari olarak kanalları<br />

memnun edecek öngörüsüyle sete çıkıyor.<br />

Bu dizilerin reyting karnelerine baktığımızda rekorlar<br />

görmüyoruz, iyi ama ortalama düzeyde reytingleri…<br />

Her dizi, reyting açısından ayrı avantaj<br />

ve dezavantajlar taşıyor. Askeri işler oldukları<br />

için tuttu demek biraz indirgemek olacaktır. Gelin<br />

her diziye tek tek bakalım.<br />

Söz Dizisi Neden İzleniyor?<br />

Söz’deki dil daha duygusal ve hikayenin<br />

kahramanının kişisel bir intikamı da var.<br />

Yavuz’un duygusunu izleyicinin daha kolay<br />

içselleştirebileceğini düşünüyorum, kadın izleyiciyi<br />

daha çok çekecektir. Poyraz Karayel ve<br />

Sana Bir Sır Vereceğim gibi dizilerin de senaristi<br />

olan Ethem Özışık imzası izleyicinin dilinden anlayan<br />

bir senaristi işaret ediyor. İzleyiciye duygu<br />

geçirmekte bir hayli iyi olan Özışık’ın kaleminin<br />

farkı diğer askeri dizilerle kıyaslandığında<br />

fark ediliyor. Dizimim sorunu ise belirsiz bir<br />

terör örgütü ile savaşması. Eylem tarzı IŞİD’i,<br />

dizideki profili PKK’yı anımsatan örgüt gerçek


İSİMLER<br />

hayatta bir izdüşüm oluşturmadığından izleyici<br />

için kahramanlık “hayali” ve “kurgusal”<br />

olduğunu her sahnede ele veriyor. Ancak<br />

İsimsizler’e göre daha “merkezde” olan politik<br />

duruşu ile dizi daha çok izleyicinin ekranlarına<br />

konuk olabileceğe benziyor.<br />

İsimsizler Diğerlerine Göre Daha Net<br />

İsimsizler’in propaganda misyonu daha<br />

çok göze çarpıyor, İslami söylem, gerçek<br />

olaylara göndermeler, düşman temsili daha<br />

aşikar. Dizi, net duruşuyla avantaj elde ediyor.<br />

Söz’de görmediğimiz o net düşman safı<br />

bu kez belirgin, İsimsizler PKK ile savaşıyor,<br />

arada FETÖ göndermeleri de dizide yer<br />

alıyor. Milletvekili’nin polise tokat atması gibi<br />

olaylara değinen sahnelerle gerçekle bağ<br />

kuvvetlendiriliyor. Dizi bu anlamda “Biz silahı<br />

tutarız Allah hedefi vurur” gibi repliklerle hassasiyetleri<br />

direkt hedef aldığından, muhafazakar<br />

izleyiciyi adeta kalbinden vuruyor. Daha<br />

liberal görüşteki izleyici için bu dilin bir süre<br />

sonra sıkıcı geleceğini düşünsem de dizinin<br />

reytingleri şu an kanalını tatmin ediyor.<br />

Ulusalcı Kanat için Savaşçı<br />

Savaşçı, 15 Temmuz ile başlayan, Ergenekon<br />

ve Balyoz operasyonlarına isim vermeden<br />

değinen hikayesiyle daha ulusalcı bir bakış<br />

sergiliyor. İslami referanslardan azade bir anlatı<br />

olarak diğerlerinden ayrılıyor. Dizi daha önce<br />

Sakarya Fırat gibi askeri işler kaleme alan<br />

Süleyman Çobanoğlu’nun imzasını taşıyor.<br />

Çobanoğlu’nun askeri dizilerdeki deneyimi<br />

ve konudaki bilgisi dizinin akışında ciddi fark<br />

yaratıyor. Duygusal dramalar yerine olaylarla<br />

hareketlenen Söz’e göre daha erkek hikayesi<br />

odaklı, İsimsizler’e göre daha seküler olan diliyle<br />

Fox izleyicisinin beklentisini karşılıyor.<br />

Bu Diziler Uzun Ömürlü Olur mu?<br />

Sosyal ve siyasal olarak belirsizliğin arttığı<br />

dönemlerde kurgusal kahramanlıklara da ihtiyaç<br />

artıyor. Belirsizlik zamanla kayboldukça, siyasi<br />

politikaların sonuçları net sonuçlar verdikçe<br />

dizilerin de ekrandaki ömrü sona erecektir. Uzun<br />

vadede kalıcı olacaklarını düşünmüyorum ancak<br />

politikalara da bağlı olarak 1 sezon daha bu<br />

işleri ekranda göreceğiz gibi duruyor.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!