Cinedergi 103
Binder103
Binder103
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
CINEVİZYON<br />
5 MAYIS<br />
Eski Sevgili<br />
Gamba: Macera Çetesi / Gamba<br />
Saplantı / Unforgettable<br />
Baş Belası<br />
Gerçeğin İki Yüzü / The Last Face<br />
666 Cin Musallatı<br />
Çam Yarması<br />
T2 Trainspotting<br />
Umudun Kıyısında<br />
Çılgın Ziyaretçiler 3: İhtilal / Les Visiteurs: La<br />
Revolution<br />
Derinliklere Yolculuk / The Odyssey<br />
19 MAYIS<br />
Osmanlı Subayı / The Ottoman Lieutenant<br />
Her Şey Mümkün<br />
Bahtiyar Bahtıkara<br />
Genç Karl Marx / Le jeune Karl Marx<br />
Aşkın Çekimi / Their Finest<br />
Hayalet Hikayesi / Personal Shopper<br />
Kahramanlar Takımı / Monkey King: Hero Is Back<br />
Saftirik Greg’in Günlüğü: Bende Bu Şans Varken!<br />
/ Diary of a Wimpy Kid: The Long Haul<br />
Kanlı Oyun / Scare Campaign<br />
New York Masalı<br />
Hızlı ve Tüplü<br />
12 MAYIS<br />
Kaygı<br />
Tuz ve Ateş / Salt and Fire<br />
Yeni Başlayanlar İçin Hayatta Kalma Sanatı<br />
Ağustos Böcekleri ve Karıncalar<br />
Geri Döndü<br />
Yaratık: Covenant<br />
Nane ile Limon: Kayıp Zaman Yolcusu<br />
4N1K<br />
Kral Arthur: Kılıç Efsanesi / King Arthur: Legend<br />
of the Sword<br />
26 MAYIS<br />
Sinsiran: Yasak Aşk<br />
Aşk ve Savaş / On the Milky Road<br />
Karanlık Görev / The Age of Shadows<br />
Katre<br />
Deha / Gifted<br />
Bilal: Özgürlüğün Sesi<br />
Toz<br />
Yarının Adı Başka<br />
Karayip Korsanları: Salazar’ın İntikamı / Pirates<br />
of the Caribbean: Dead Men Tell No Tales
İÇİNDEKİLER<br />
18<br />
dosya<br />
OSMANLI SUBAYI<br />
Osmanlı Subayı dolayısıyla Türkiye’de<br />
geçen Hollywood filmleri dosyası.<br />
34<br />
BURÇİN ABDULLAH<br />
RÖPORTAJ<br />
28<br />
T2 TRAINSPOTTING<br />
Masis, Trainspotting’in<br />
devam filmini bizler için yazdı...<br />
38 ALIEN RESURRECTION<br />
Egemen, eski bir dostla buluşmanın hikayesinin<br />
peşinde...<br />
54 KING ARTHUR<br />
Onur kılıçlı filmlerin<br />
çetelesini tuttu.<br />
70 BU DEVAMLAR DA NE?<br />
Murat Kızılca ünlü serilerin sahte devam<br />
filmlerinin peşine düştü.<br />
80 EN İYİ TAKİP FİLMLERİ<br />
Başak gaza bastı ve en iyi takip<br />
filmlerinin dosyasını yaptı..<br />
24<br />
BENNU YILDIRIMLAR<br />
Ağustos Böcekleri ve Karıncalar filmini<br />
Bennu Yıldırımlar’la konuştuk.<br />
46<br />
74<br />
ALİHAN ARACI<br />
Nice Film Festivali’nin en iyi<br />
erkek adayı Alihan Aracı..<br />
YEŞİM ALİÇ<br />
Bir Arap’tan Laz olur mu?<br />
Aliç’e sorduk o cevapladı.
ÖZEL KÖŞE<br />
42 SUSMAYAN KÖŞE<br />
Festivaller hep aynı. Susmayan köşe<br />
bu monoton dünyaya bir bakış attı.<br />
50<br />
58<br />
84<br />
90<br />
94<br />
FESTİVALLER<br />
Fırat Sayıcı festivaller ayı Nisan’ı<br />
değerlendirdi.<br />
BELGESELCİ<br />
Semra Güzel Korver Malatya’dan<br />
eli kolu dolu geldi.<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Bataclan’ı çeken Güneş Güneş<br />
Fırat’ın konuğu oldu.<br />
DİZİDERGİ<br />
DİZİDOSYA<br />
İşte Benim Stilim<br />
Gizem’in odağında...<br />
TVMANIA<br />
Askeri diziler furyası geri döndü.<br />
Kaliteleri tartışılıyor...<br />
HER HAFTA ÜÇ,<br />
DÖRT TÜRK FİLMİ<br />
VİZYONDA<br />
EDITO<br />
Her hafta üç, dört Türk filmi vizyon<br />
alıyor. Nisan ayı da böyleydi, Mayıs<br />
daha da fazla. Eskiden bu bizim için<br />
bir övünç kaynağıydı. Şimdi biraz bu durum<br />
kanıksandı. Ama ekşi laflarla bu konuya<br />
başlamamızın sebebi bu değil tabii. Çünkü<br />
bu çokluk kalitesizliğin kendini göstermesine<br />
daha çok sebep oluyor. Benim anlamadığım<br />
korku sineması biraz toplanmıştı ama bu ay<br />
girenlere baktığımızda gerçekten yerlerde<br />
sürünüyorlar. Zaten komedi filmlerimiz kendi<br />
temellerine ihanet eden bir yolda yürüyor.<br />
Sanıyorlar ki birkaç yüzbin seyirciyle bu<br />
iş kotarılıyor. Zaten o kadar gişe yapan da<br />
yokta gelecekte bu kalitesizlikten bıkan izleyicinin<br />
sinemalardan kaçması çok yakındır.<br />
Bakın yabancı filmlerin göreceli olarak gişesi<br />
artmaya başladı. Bu yapımcılarımız için bir<br />
uyarıdır. Seyirci bir arayış içinde. Çünkü<br />
genel alışkanlığı olan Türk filmlerine gitme<br />
tutumu bu arayış sonrasında tükenebilir.<br />
Benden söylemesi. Bütün bu durum festival<br />
dünyamıza da yansıyor. Yarışma filmleri<br />
geçen yıllara göre gittikçe zayıflıyor. Eskiden<br />
her yıl aklımızda birkaç film kalırdı. Şimdi<br />
ancak eş dostun çektiği filmleri<br />
konuşur olduk. Bu bir<br />
ikaz hepimize.
PEK YAKINDA<br />
WONDER<br />
WOMAN<br />
Yönetmen: Patty Jenkins<br />
Oyuncular: Gal Gadot, Chris<br />
Pine, Robin Wright, Connie<br />
Nielsen, David Thewlis<br />
Konu: Sadece savaşçı amazon<br />
kadınların yaşadığı Themyscira<br />
adasında büyüyen,<br />
buranın dışına hiç çıkmamış<br />
ve hiçbir erkek görmemiş Diana<br />
müthiş savaş yeteneklerine<br />
sahip bir yarı tanrıdır.<br />
Günün birinde adaya bir<br />
Amerikan savaş uçağı düşer.<br />
Uçağın pilotu Steve Trevor,<br />
Diana tarafından kurtarılır.<br />
Dünyanın büyük bir savaş<br />
halinde olduğunu anlatan<br />
pilotun sözleriyle Diana,<br />
adasını terkederek uygar<br />
dünyaya doğru yola çıkar.
KIZLAR GECESI<br />
Yönetmen: Lucia Aniello<br />
Oyuncular: Scarlett Johansson,<br />
Kate McKinnon,<br />
Jillian Bell, Ilana Glazer<br />
Konu: Kısa bir zaman<br />
sonra evlenmeye<br />
hazırlanan Jess ve üniversite<br />
yıllarından 4 arkadaşı,<br />
bekarlığa veda partisi<br />
için mezuniyetlerinden 10<br />
yıl sonra tekrar bir araya<br />
gelirler. Vur patlasın çal<br />
oynasın bir gecenin sonunda<br />
eve bir erkek striptizci<br />
çağırırlar. Her şey<br />
yolunda giderken Alice,<br />
adamın yanlışlıkla ölümüne<br />
neden olur.<br />
DOKUZUNCU<br />
HAYAT<br />
Yönetmen: Alexandre<br />
Aja<br />
Oyuncular: Jamie<br />
Dornan, Sarah Gadon,<br />
Aiden Longworth,<br />
Oliver Platt<br />
Konu: 9 yaşındaki<br />
Louis Drax kısa<br />
ömrü boyunca birçok<br />
tehlikeli kazadan<br />
sağ çıkmayı<br />
başarmıştır. 9.<br />
doğum gününde<br />
ise bir uçurumdan<br />
düşerek ölür.<br />
Ancak morgda<br />
geçen birkaç saatin<br />
ardından küçük<br />
çocuğun ölmediği<br />
anlaşılır. Allan Pascal,<br />
çocuğun gizemlerle<br />
dolu hikayesini<br />
öğrendikçe normal<br />
tanımı değişecektir.<br />
HUNTER<br />
KILLER<br />
Yönetmen: Donovan<br />
Marsh<br />
Oyuncular: Gerard<br />
Butler, Billy Bob<br />
Thornton, Common<br />
Konu: Amerikan<br />
Donanma<br />
komandoları,<br />
henüz testleri<br />
tamamlanmamış<br />
bir denizaltı ve<br />
onun kaptanı ile<br />
işbirliği yaparak<br />
kaçırılan Rusya<br />
başkanını kurtarmak<br />
için yola koyulur.<br />
Yönetmenliğini Donovan<br />
Marsh ve Karina<br />
Kostadinova ikilisinin<br />
üstlendiği film, Don<br />
Keith’in romanından<br />
Peter Craig tarafından<br />
uyarlandı.
PEK YAKINDA<br />
TRANSFORMERS 5:<br />
SON SOVALYE<br />
Yönetmen: Michael<br />
Bay<br />
Oyuncular: Mark Wahlberg,<br />
Isabela Moner,<br />
Anthony Hopkins<br />
Konu: Son Şövalye,<br />
Transformers bu sefer<br />
serinin özündeki efsaneleri<br />
paramparça<br />
etme hedefini taşıyor.<br />
İnsanlar ve Transformerlar<br />
savaşta,<br />
Optimus Prime ise<br />
gitmiş. Geleceğimizi<br />
kurtarmanın yegane<br />
çıkar yolu<br />
geçmişin sırlarında<br />
ve Transformerların<br />
dünyadaki gizli<br />
geçmişinde yatıyor.
MUMYA<br />
Yönetmen: Alex Kurtzman<br />
Oyuncular: Tom Cruise,<br />
Sofia Boutella<br />
Konu: Sıkıca mühürlenmiş<br />
olan antik bir mezar<br />
yüzyıllardır unutulmuş bir<br />
çölde yatmaktadır. Ancak<br />
askeri bir operasyon sonucu<br />
keşfedilir ve açılır.<br />
Zamansız bir şekilde<br />
hayatı elinden alınan<br />
antik kraliçenin ruhu da<br />
uyanmış olur. Yüzyıllar<br />
boyunca büyüyen öfkesiyle<br />
günümüze uyanan<br />
kraliçe insanlığa boyun<br />
eğdirmeye ve kendisine<br />
yapılanları ödetmeye<br />
kararlıdır.<br />
THE WALL<br />
Yönetmen: Doug Liman<br />
Oyuncular: Aaron<br />
Taylor-Johnson,<br />
John Cena, Laith<br />
Nakli<br />
Konu: Film, Irak’taki<br />
bir keskin nişancı<br />
tarafından tespit<br />
edilen iki askerin<br />
aralarındaki dağılmış<br />
bir duvarla başlıyor.<br />
Onların kavgası,<br />
ölümcül derecede<br />
nişancılık olduğu<br />
kadar, irade ve zeka<br />
savaşı haline de gelecektir.<br />
KARA GÜN<br />
Yönetmen: Peter Berg<br />
Oyuncular: Mark<br />
Wahlberg, Kevin Bacon,<br />
John Goodman<br />
Konu: Gerçek bir<br />
hikayeden ilhamını<br />
alan film Boston Polis<br />
Komiseri Ed Davis<br />
üzerinden ilerliyor.<br />
Korkunç bir terör<br />
eyleminden hemen<br />
sonra komiser,<br />
hayatta kalanlar ile<br />
birlikte bir sonraki<br />
olası patlamayı önlemek<br />
için zamanla<br />
yarışacaktır. 2013<br />
yılından Boston<br />
Maratonu bombalı<br />
saldırısına giden süreci<br />
anlatan bir yapım.
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
SÖZDE ÖZGÜRLERiN CEHENNEMi<br />
n Bazen öyle filmler çıkıyor ki karşıma,<br />
bütün dünyanın çirkinliğine rağmen<br />
kendimi sakladığım sanal dünyamı yıkıp<br />
geçiyor. Sinemayla uyuşturduğum iç<br />
dünyamı acı gerçeklere çekip, elimdekinin<br />
çirkinliğini bana hatırlatıyor. İşte<br />
bu hafta vizyona giren Gerçeğin İki<br />
Yüzü o yapımlardan. Film uluslararası<br />
bir yardım organizasyonunun direktörü<br />
olan Dr. Wren Petersen ve bir gönüllü<br />
doktor olan Dr. Michaeluel arasındaki<br />
aşkı anlatıyor. Savaş yıkıntıları arasındaki<br />
Liberya’da, onları çevreleyen çatışmanın en<br />
iyi nasıl çözülebileceği üzerine ortak bir tutkuyla<br />
savaşan Miguel ve Wren, ilişkilerini<br />
olağanüstü zor koşullarda canlı tutmanın<br />
bir yolunu bulmalıdırlar. Sanki onların bu<br />
macerası bütün dramı yaratan Batı medeniyetinin<br />
günahlarını affettirecek veya bize unutturacak<br />
gibi. Tabii yok öyle bir şey. Benim asıl<br />
canımı sıkan Batı dünyasının muhalif isimlerinin<br />
bu ayıba ortak olması. Nasıl ABD veya<br />
Avrupa’daki insanlar Sean Penn veya bir kaç<br />
muhalif ismin üretimlerinin arkasına saklanıp<br />
vicdanlarını rahatlatıyorlarsa biz de farklı bir<br />
durumda değiliz. Yıllarca Sean Penn’in Susan<br />
Sarandon’un veya sonradan muhalif olan Clint<br />
Eastwood’un filmlerini seyredip “Vay be adamlar<br />
o ortamda böyle de muhalif olabiliyorlar”<br />
deyip kendimizi kandırdık. Açıkçası artık bu<br />
beni rahatsız ediyor. Batı medeniyetinin kendinden<br />
olmayanlara hatta kendinden olup zayıf<br />
düşenlere yaptığı eziyetlerden, katliamlardan<br />
bıktım. Söylediğim isimlerin üretimlerinin<br />
yüzünden belki de gözümü kapadım, vicdanımı<br />
kandırdım. Ama olanlar ortada. Artık geçmişi<br />
irdelemeyip gelecek için umut beslemek kendimize<br />
yapacağımız en büyük hainlik. Geçmiş<br />
ancak hesaplaşılırsa geride kalır, üstüne bir<br />
örtü örtüp hiç birşey olmamış gibi yola devam<br />
ederseniz, yeni sömürülerin, katliamların<br />
yolunu açarsınız. Bu haftanın filmi Gerçeğin<br />
İki Yüzü kesinlikle bizler için yazılması ve<br />
düşünülmesi gereken bir coğrafyada geçiyor.<br />
Batı Afrika ülkesi Liberya her zaman<br />
katliamlarıyla hatırladığımız, çocuk askerlerin<br />
bile insanlara tecavüz ettiği vahşetle anılan bir<br />
ülke. Afrika’nın neredeyse bütünü aynı halde<br />
ama Liberya’nın bir özelliği var. Bu ülke Amerikan<br />
emperyalizminin yaratıcılıkta kendi sınırlarını aşıp<br />
eski kölelerini geri gönderdiği ve kurdurduğu bir<br />
cumhuriyet. ABD’de ekonomi tarımdan sanayiye<br />
geçince tarlalarda çalışan milyonlarca siyahi köleyi<br />
ne yapacağını bilmeyen Amerikalı teorisyenler<br />
bunları Afrika’da satın aldıkları topraklar üzerinde<br />
kuracakları bir ülkeye göndermeye karar verirler.<br />
Hıristiyan kilisesi de bunu destekler çünkü o güne<br />
kadar Batı Afrika’daki Hıristiyan propagandası istenilen<br />
etkiyi yaratmamıştır. Böylece dönüştürülmüş
kölelerin çocukları sayesinde orada Hıristiyanlık<br />
sağlam bir kale bulacaktır. Bu ülkenin adına da<br />
Liberya derler yani özgürlük. Başkentine dönemin<br />
ABD başkanı olan Monroe’ya ithafen, Monrovia<br />
derler. Buraya gönderilen siyahi Amerikalılar yerlileri<br />
kendilerinden daha aşağı bir ırk olarak kabul<br />
eder, bu ülkenin vatandaşı bile saymazlar. Hatta<br />
köleliği Batı medeniyetinin yasaklandığı dönemde<br />
Amerikalı Liberyalılar yerlileri işçi olarak başka<br />
ülkelere kiralamaya başlarlar. Mesela İspanya’nın<br />
tarlalarında bu modern köleleri kullanırlar. Yani<br />
dedeleri köle olanlar renkleri siyah olsa da ruhları<br />
beyazlaşmış ve emperyalizmin en önde gelenleri<br />
olmuştur. Daha sonra kauçuk, kahve ve petrol gibi<br />
madenlerin önem kazanması Liberya ve komşuları<br />
olan Gine ve Sierra Leone’nin Batılı ülkeler<br />
tarafından tekrar karıştırılmasına sebep olur. Bundan<br />
sonra günümüze kadar süren bir iç savaşın<br />
her üç ülkeyi de mahvettiğini görürüz. Liberya,<br />
çocuk askerleri, toplu tecavüzleri, farklı kabilelerin<br />
yamyamlığıyla bugüne kadar gelir. Şimdi bütün bu<br />
gerçekler ortadayken ben nasıl Charlize Theron<br />
ile Javier Bardem’in aşkından etkileneyim? Filmi<br />
yöneten Sean Penn’in isyancı ve muhalif kişiliği<br />
ne kadar daha gözlerimi kapatmamı sağlayabilir?<br />
Filmin adı Gerçeğin İki Yüzü ama bu medeniyetin<br />
yüzsüzlüğü karşısında ne yazar bin yüz olsa?
CINEKRiTiK<br />
BANU BOZDEMİR<br />
HAYATIN ALIŞVERiŞi...<br />
n Mia Hansen-Love Berlin Film<br />
Festivali’nde kendisine en iyi yönetmen<br />
ödülü getiren beşinci filmi Gelecek<br />
Günler’de Isabelle Huppert’in müthiş<br />
performansından fazlaca ilham alarak bir<br />
kadının tersine ve biraz da sancılı özgürlük<br />
dünyasına geçişini anlatıyor. Film basit,<br />
sıradan olayların çevrimini bir kadının<br />
annesi, kocası, çocukları ve öğrencileri<br />
arasında kurduğu dengeli ama kapsayıcı detaylardan<br />
alıyor. Filmin olayı olağanüstü bir şey<br />
yapmadan o duyguyu bize sunmasıyla ortaya<br />
çıkıyor. Hayatın akışı içerisinde etrafımızı<br />
saran hayatı böleceğimiz<br />
insanlar vardır ve onlar<br />
hayatımızdan çıktıktan<br />
sonra bize ne olur<br />
kafasıyla yapıyor.<br />
Nathalie felsefe öğretmeni<br />
idealist bir kadın. Kocası<br />
da akademisyen. İkilinin<br />
arasında yıkılmaz gibi<br />
görülen, ince ince örülen<br />
bağlar kocasının başka bir<br />
kadın için kendisini terk<br />
etmesiyle devam edecek<br />
bir yıkımın başlangıcı<br />
olur. Oflayıp puflasa da<br />
yaşlı ve takıntılı annesinin<br />
yardımına koşan Nathalie<br />
onu kaybeder, kitabının<br />
bazılmayacağını öğrenir ve en sevdiği öğrencisi<br />
uzak bir yere ekolojik bir hayat için taşınır. Bir<br />
anda hayatını saran ağlardan kurtulan ama o<br />
ağlarla ayakta durduğunu farkeden Nathalie’nin<br />
değişim dünyasını o kadar içten anlatıyor ki<br />
yönetmen, zaman zaman savrulanın kendiniz<br />
olduğunu hissediyorsunuz. Ama ayakları<br />
yere basan bir savruluş bu. Saydam bir<br />
sınırla hayatın bu tarafına atlayan kadının<br />
kırgınlıklarını, bocalamalarını, özlemlerini ve<br />
buna rağmen yaşadığı özgürlük duygusunun<br />
şaşkınlığını yalın bir dille önümüze sürüyor<br />
yönetmen.<br />
Bol bol okuyan, sorgulayan, güçlü ve duyarlı bir<br />
kadının kayıplarla yaşadığı özgürlük keşfinin<br />
en orijinal tarafı annesinden kalan kediye bakmak<br />
zorunda kalması ve öğrencisinin kendisinden<br />
uzaklaşan dünyasını keşfe çıkması oluyor. Komün<br />
hayatın dinginliğinde kendi iç dünyasının devinimlerine<br />
sıkışıp kaldığını fark eden Nathalie için acı<br />
bir tecrübe olur bu. Öğrencisinin alternatif, herkesin<br />
etrafında olacağı duygusuyla yarattığı hayatı<br />
Nathalie’nin uzağında kalır, o an şehir insanı<br />
olduğunu anlar ve bunun çoğulcu yalnızlıkları<br />
doğurduğunu tecrübe eder.<br />
Orta yaş kadın dramı anlatan yönetmen en iyi<br />
yönetmen ödülü almasını basit senaryosunu etkili<br />
dille seyircinin kalbine yollayarak fazlasıyla hak<br />
ediyor. Kendisi de oyunculuktan gelen ve ilişkilerin<br />
kimyası üzerine kafa yormuşa benzeyen yönetmen<br />
Hansen-Love kadının dünyasını yalnızlaştıran<br />
düzeni iyi bildiğini de filmiyle aktarmış oluyor. Biraz<br />
feminist bir söylemle kadının bitme noktasına<br />
gelen hayatının karşısına dikilen ve her zaman<br />
kurulmaya yatkın erkek dünyasının sihri de kırıcı<br />
oluyor.<br />
Birkaç mevsimi yaşatan ve mevsimlerin ruh haline<br />
etkilerini de filmde iyi yansıtan yönetmen, kesin<br />
çizgiler kullanmadan orta yaşlı bir kadının değişen<br />
hayatını, akternatiflerini ve kırgınlıklarını gayet naif<br />
bir şekilde resmediyor. Buna karşın içe dokunan<br />
bir değişim öyküsü yaratmayı başarıyor. Huppert<br />
her zamanki gibi çok iyi...
CINEKRiTiK<br />
FIRAT SAYICI<br />
BİR TOPLUMUN SİLİNMEYE ÇALIŞAN BELLEĞİ<br />
n Sinema yazarı ve televizyon<br />
programcısı Ceylan Özgün Özçelik,<br />
uzun yıllardır üzerinde çalıştığı<br />
projesini beklentilerimizin ve tahminlerimizin<br />
üstünde bir şekilde hayata<br />
geçirdi. Katıldığı festivallerden ödüller<br />
ve en önemlisi övgülerle dönen “Kaygı”<br />
sinemamız için atılmış başarılı bir adım<br />
oldu kanımca…<br />
Haber kanalında çalışan Hasret, uzun süredir<br />
aynı kâbusu görmektedir. Tekrarlayan kâbuslarla<br />
aklına bir soru düşer: “Annesiyle babası<br />
trafik kazasında ölmemiş olabilir mi?” Yavaş<br />
yavaş işinden, arkadaşlarından ve günlük<br />
yaşamından uzaklaşan Hasret evine<br />
kapanarak geçmişiyle yüzleşmeye<br />
hazırlanır. Algı Eke, Özgür Çevik, Asiye<br />
Dinçsoy, Selen Uçer, İpek Türktan,<br />
Kadir Çermik, Nazan Kesal, Saygın<br />
Soysal ve Taner Birsel’in oynadığı<br />
filmin senaristi ve yönetmeni Ceylan<br />
Özgün Özçelik.<br />
Artık birçok yerde yazılıp çizildiği<br />
için rahatlıkla söyleyebileceğimi<br />
düşünüyorum ki, Madımak olaylarına<br />
dayanan sonuyla seyirciyi şaşırtan<br />
“Kaygı” toplumsal belleğimizin ne<br />
kadar zayıf olduğundan yola çıkılarak<br />
yapılmış bir film. Devletin ideolojik aygıtlarının<br />
başında gelen ‘MEDYA’nın, toplumsal<br />
belleği nasıl zayıflattığına ve yönlendirdiğine<br />
şahit oluyoruz. Ceylan, bu yergiyi başarıyla<br />
yapıyor çünkü uzun yıllar medyanın içinde ve<br />
tüm ‘şarlatanlıklara’ şahit olarak çalıştı. 16-17<br />
yıllık medya geçmişime dayanarak bu karakterlerin<br />
hepsini ben de çok iyi biliyorum. Ceylan,<br />
sektörün ciğerini okumuş bu anlamda… Yönetmen<br />
Özçelik, “Bu filmi iktidarı, medyayı, kentsel<br />
dönüşümü anlatmadan yapmak olmazdı.<br />
Çünkü bunlar yüzünden sürekli geçmişi kuruyor<br />
ve yeniden kurguluyoruz, unutuyoruz.” diyerek<br />
Kaygı’yı nasıl ve ne şekilde konumlandırdığını<br />
da belirtiyor.<br />
Filmin büyük bölümü Hasret’in evinde geçiyor.<br />
İlk bakışta bu durum dezavantaj gibi görünse<br />
de filmde muazzam bir atmosfer yakalıyor<br />
Özçelik. Sanat yönetiminin başarısı bir yana, bu<br />
tekinsiz ve dramatik atmosferde görüntü yönetmeni<br />
Radek Ladczuk’un büyük payı var. Ladczuk’u<br />
Karabasan (The Babadook) filmindeki nefis<br />
görüntülerle hatırlayabilirsiniz. Oldukça etkileyici bir<br />
korkuydu. Düşünüyorum da, Ladczuk’un haricinde<br />
çok az yerli görüntü yönetmenimiz bu işin altından<br />
kalkabilirdi. Bu seçim için de kutlamalı yönetmeni.<br />
Birçok kişiden filmin psikolojik gerilim olarak lanse<br />
edildiğini duyunca şaşırdım. Belki de filmi izlemeden<br />
bunu söylediler. Ancak film iyi bir psikolojik<br />
drama. Algı Eke’nin seyirciyi paranoyaya düşüren,<br />
inandırıcı, güçlü ve tekinsiz oyunculuğu yapımın<br />
amiral gemisi kesinlikle. Eke’nin bu tarz kaliteli<br />
yapımlarla daha fazla sinemada yer almasını istemek<br />
bir lüks olarak kalmaz umarım.<br />
Buna mecbur değil tabii ancak Kaygı’nın bence<br />
en ciddi sorunu, sorunu nasıl çözeceğimizle ilgili<br />
bir yanıt vermemesi. Çözümün sosyal medya<br />
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira sosyal<br />
medyanın eksik yanları olmasına rağmen<br />
toplum hafızasını ayakta tutmakta müthiş bir silah<br />
olduğunu göz ardı etmemek gerek. Teknoloji ve<br />
bilim çağında bunu yakalamak çok önemli.<br />
Kısa bir eleştiriden ziyade uzun film okumaları<br />
ve analizlerini hak ettiğini düşündüğüm “Kaygı”<br />
2017’nin en iyilerinden. Sinema yazarlarından iyi<br />
yönetmen çıkabileceğini bir kez daha kanıtlayan ve<br />
bu yolda bizim gibi film çekme hayalleri olan sinema<br />
yazarlarına umut verici yollar açan Ceylan’a bir<br />
kez daha teşekkürler… Bu filmi lütfen sinemada<br />
izleyin!
CINEKRiTiK<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
DALIDA, TRAJEDiNiN SESi<br />
n Biyografileri sever misiniz bilemem.<br />
Ben bu tür sinemanın tutkunuyum. Hele<br />
anlatılan öykü ucundan benim hayatıma da<br />
dokunmuşsa iyice etkileyici oluyor o filmi<br />
seyretmek. Bu hafta Dalida’nın hayatını anlatan<br />
Dalida adlı film vizyona giriyor. Filmin<br />
iyiliği kötülüğü daha sonra konuşulabilecek<br />
bir şey ama Dalida’nın hayatı o kadar etkileyici<br />
ve dramatik ki böyle bir malzemeden<br />
etkilenmemek imkansız. Üstelik biz yaşlarda<br />
olanlar çocukluk ve ilk ergenlik dönemini onun<br />
şarkılarıyla geçirdi. Çünkü sağolsun Türk<br />
Hafif Batı Müziği, Dalida ve o dönem yabancı<br />
sanatçıların şarkılarının uyarlamasıyla yaşadı<br />
bir dönem. Bunu eleştiriyorum ama günümüze<br />
baktığımda da o kadar kısır ve yaratıcılıktan<br />
uzak bir müzik endüstrisiyle karşı karşıyayız ki<br />
o günleri bile özlüyorum açıkçası. Dalida’nın<br />
şarkılarını kimler uyduruma sözlerle Türkçeye<br />
uyarlamış saymakla bitmez. Herşeyden önce<br />
Ajda Pekkan tabii ki, Alpay, Tanju Okan, Özdemir<br />
Erdoğan, Hümeyra, Selçuk Ural, Berkant, AyFeri,<br />
Zeki Müren, en son da Petek Dinçöz, Dalida’nın<br />
Flamenco oriental parçasını Kısmetsizim<br />
diye uyarladı. Bu uyarlamaların zamanında<br />
birçoğunu zevkle dinledim. Ama Dalida’nın<br />
hayatını seyrettiğinizde onun şarkılarının<br />
hayatının bir hikayesi olduğunu görüyorsunuz<br />
ve bu şarkıların içeriğinden kopartılıp bambaşka<br />
anlamlarla söylenmesi bütün değerlerini yok<br />
ediyor. Dalida’nın özelliği söylediği müzik<br />
türünün popüler olmasına rağmen neredeyse<br />
ozan şarkıcılardan olması. Şarkılarının hep<br />
bir hikayesi var. Kendi hayatındaki dramatik<br />
olayların tetiklediği ünlü parçalar olduğu gibi<br />
kendi kişiliğinin mutluluk veren yönlerini de bu<br />
parçalarda bulabiliyorsunuz. Mesela “Il venait<br />
d’avoir 18 ans” Dalida’nın genç sevgilisi Lucio<br />
için yazdığı bir parça. Ve yaş farkını hem espritüel<br />
hem de dokunaklı bir şekilde işleyebilmiş.<br />
Peki yazının başından beri dramatik hayat deyip<br />
duruyoruz. Ne olmuş Dalida’nın hayatında.<br />
Dalida (Lolanda Cristina Gigliotti) 1933 tarihinde<br />
Mısır’da doğdu. İtalyan olan babasının<br />
Kahire Opera Orkestrası’nda birinci kemancı<br />
olarak görevi nedeniyle oraya yerleşmişti.<br />
Fakat 2. Dünya Savaşı sonunda haksız yere<br />
Nazilere yataklık ettiği iddiasıyla tutuklanınca<br />
Dalida babasından uzak bir şekilde çocukluğunu<br />
geçirdi. Babası atıldığı kamptan çıktığı zaman<br />
ise işler iyice çirkinleşti. Çünkü baba akıl<br />
sağlığını kaybetmiş, Dalida ve ailesine zulmetmeye<br />
başlamıştı. Bu noktada babasına düşmanca<br />
hisler duyan Dalida babasının vefatı üzerine<br />
büyük bir suçluluk yaşadı. Daha sonra bir müzik<br />
yarışmasında birinci olunca bir yapımcının dikkatini<br />
çekti ve onun kontrolünde kariyerini inşa etti. Bu<br />
yapımcıyla evlendi ama kısa süren evliliği başka<br />
bir erkeğe aşık olması sebebiyle bozuldu. Daha
sonra bir bal arısı misali babasının onda yarattığı<br />
eksikliği kapatmak için hayatında başka ilişkiler<br />
yaşadı. Bunlardan birisi olan İtalyan şarkıcı Luigi<br />
Tenco intihar etti. Bu trajik olay sonrası Dalida<br />
da bir intihar girişiminde bulundu. Tedavi gören<br />
Dalida tam kendine gelecekken eski eşi yapımcı<br />
Lucien Morisse de işlerinin bozulması sebebiyle<br />
intihar ederek öldü. Güzel şarkıcının laneti bununla<br />
da bitmez. Son sevgilisi Richard Chanfray<br />
ile ayrıldığında bu sevgilisi de intihar eder. Zaten<br />
aşırı duyarlı bir kişiliğe sahip olan Dalida bu<br />
ölümlerden ve düştüğü yanlızlıktan kurtulamayıp<br />
kendisi de intihar etti. 1950’lerden 80’lerin sonuna<br />
kadar 150 milyon albüm satan, 55 kez altın plak<br />
alan Dalida uzun bir dönemin en parlak yıldızıydı.<br />
İtalyanca ve Fransızca ağırlıklı olmak üzere birçok<br />
dilde şarkılarını söyledi. Hatta Türkçe bir yorumu<br />
bile vardır. Büyük sanatçıların üzücü hikayeleri<br />
var. Düşünsenize hiç mutlu bir yazar, ressam<br />
veya müzisyen hatırlıyor musunuz? Özellikle<br />
üretimlerinin en üst düzeyde olduğu dönemlerde.<br />
Ne yazık ki gerçek sanatçının besini mutsuzluk.<br />
Belki günümüzün problemi de budur. Herşeye kısa<br />
yoldan ulaşmak isteyen, sadece başarıya endeksli<br />
müzisyenler, sinemacılar ve yazarlar... Bütün<br />
bunları düşündüğümde Ajda Pekkan’ın bir Dalida<br />
uyarlaması olan Palavra Palavra Palavra sözleri<br />
aklıma geliyor. İyi izlemeler.
HOLLYWOOD İÇİN<br />
TÜRKİYE AKSİYON<br />
DEMEK<br />
Türkiye, geçmişten günümüze birçok<br />
Hollywood yapımına ev sahipliği yaptı.<br />
James Bond’dan Jackie Chan filmlerine,<br />
Geceyarısı Ekspresi’nden Hayalet<br />
Sürücü’ye sinema tarihinin önemli<br />
yapımlarından örnekleri içeren listeye<br />
son olarak Osmanlı Subayı eklendi.<br />
PINAR KARAHAN<br />
n Sinema sektörü için<br />
doğal bir plato görevi<br />
gören Türkiye, farklı<br />
kültürleri bir arada<br />
bulundurması, tarihi<br />
yapıları, her mevsim<br />
güneş görmesi<br />
nedeniyle film ekiplerinin<br />
dikkatini çekmeyi başarıyor.<br />
Ne kadar sinema turizminde istenilen<br />
noktaya varamamış olsak da -ki bunun<br />
nedenleri apayrı haber konusu- geriye<br />
dönüp baktığımızda birçok önemli filmin<br />
yolunun Türkiye’den geçtiğini görebiliyoruz.<br />
Özellikle Hollywood’un aksiyon<br />
ağırlıklı filmleri Türkiye’nin havasından ve<br />
suyundan bolca faydalanmış. Buna son<br />
örnek, kadrosunda Michiel Huisman, Hera<br />
Hilmar, Josh Hartnett, Sir Ben Kingsley<br />
gibi dünyaca ünlü oyuncuların yanısıra<br />
Türkiye’nin usta oyuncularından Haluk
Bilginer (Komutan Halil Bey) ile Selçuk<br />
Yöntem’e (Melih Paşa) de yer vermesiyle<br />
merakla beklenen yapımlar arasında<br />
yer alan Osmanlı Subayı (The Ottoman<br />
Lieutenant). Türk izleyicisiyle 19 Mayıs’ta<br />
buluşacak yapım, şimdiden birçok<br />
tartışmaya da yol açtı. Amerikan Ulusal<br />
Ermeni Komitesi tarafından boykot<br />
edileceği açıklanan film, I. Dünya Savaşı<br />
sırasında Van’a giden hemşire Lillie’nin<br />
(Hera Hilmar), Türk subayı İsmail’e (Michiel<br />
Huisman) aşık olmasını ve yaşadığı<br />
zorlukları anlatıyor. Tarihi kurguyla<br />
anlatılan dram türündeki filmde, Lillie’nin<br />
yardım götürdüğü hastanenin başhekimi<br />
Woodruff (Sir Ben Kingsley) bulundukları<br />
bölgenin bir kadına uygun olmadığını<br />
düşünüp Lillie’yi evine göndermek<br />
istiyor ancak Lillie, ne olursa olsun<br />
kalıp yardım etmek konusunda ısrarcı<br />
davranıyor. Çekimleri İstanbul, Kapadokya,<br />
Aksaray, Kayseri, Van ve Niğde’de<br />
gerçekleştirilen Osmanlı Subayı’nın<br />
yönetmen koltuğunda Joseph Ruben var.<br />
Osman Subayı’nın hatırlatmalarıyla yolu<br />
bir şekilde Türkiye’den geçen yapımları<br />
inceledik:<br />
From Russia With Love (Rusya’dan<br />
Sevgilerle) - 1963<br />
Film, sinemanın efsaneleri arasında<br />
yer alan 007 James Bond serisinin<br />
ikinci yapımı. Ian Fleming’in aynı<br />
isimli romanından sinemaya uyarlanan<br />
yapımın Türkiye’de çekilmesi,<br />
yayınlandığı dönemde ülkenin tanıtımı<br />
açısından büyük katkı sağladı. Filmde,<br />
Sovyet istihbarat ordusunda görevli<br />
onbaşı Tatiana Romanova, İstanbul<br />
Büyükelçiliği’ne katip olarak gönderiliyor.<br />
Yaşanan birçok aksiyonlu olay<br />
sonrasında Bond, Romanova’ya yardım<br />
etmek için Türkiye’ye geliyor. İstanbul’un<br />
özellikle tarihi yarım adasında geçen<br />
sahneler, izleyenlerin o dönemde yaşama<br />
isteğini artırma özelliğine sahip. Ayrıca<br />
bu yapımın bir yerinde Hülya Koçyiğit’in<br />
de görüldüğü senelerdir süregelen bir<br />
tartışmanın konusu.
Topkapı - 1964<br />
Türkiye ve ABD ortak yapımı filmin büyük<br />
bir kısmı, adından da anlaşıldığı üzere<br />
Topkapı Sarayı’nda geçiyor. Üçkağıtçı<br />
Arthur Simpson (Peter Ustinov), para<br />
kazanabilmek için uluslararası çapta<br />
mücevher hırsızlığı yapan bir çetenin<br />
işini almak zorunda kalıyor. Çeteye ait<br />
bir otomobili Yunanistan’dan Türkiye’ye<br />
getirmeye çalışıyor. Çetenin amacı ise<br />
Topkapı Sarayı’ndaki değerli bir hançeri<br />
çalmak. Simpson, istemeden de olsa<br />
çeteye yardım ederken öteki yandan Türk<br />
istihbaratı tarafından da takip ediliyor.<br />
Peter Ustinov’a ‘En İyi Yardımcı Erkek<br />
Oyuncu’ dalında Oscar ödülü kazandıran<br />
film, birçok sahnesiyle kendinden sonraki<br />
soygun filmlerine esin kaynağı oldu. Hani<br />
o meşhur iple mücevhere doğru sarkma<br />
sahneleri işte bu filmden. Tavla, yağlı<br />
güreş ve türkülerimizin yer aldığı yapım<br />
Türkiye’de çekilip Türkleri memnun etmeyi<br />
başaran ender filmlerden.<br />
Murder on the Orient Express (Doğu<br />
Ekspresinde Cinayet) - 1974<br />
1930’lu yıllarda İstanbul ve Paris arasında<br />
sefer yapan ünlü Şark Ekspresi’nde<br />
Amerikalı bir milyonerin ölü bulunmasını<br />
konu edinen filmde, trendeki yolcular<br />
arasında bulunan Belçikalı dedektif<br />
Hercule Poirot, trenin kara saplanıp<br />
durmasından istifade ederek polisler<br />
gelene kadar cinayeti çözmeye çalışıyor.<br />
Türkleri yansıtma biçimiyle ağır eleştiriler<br />
alan yapım, ünlü polisiye yazarı Agatha<br />
Christie’nin başyapıtlarından sayılan aynı<br />
isimli romanından uyarlandı.<br />
Midnight Express (Geceyarısı Expresi) -<br />
1978<br />
İngiltere-ABD ortak yapımı film, 1970<br />
yılında Türkiye’de tutuklanıp hapse atılan<br />
Billy Hayes’in gerçek öyküsünden beyazperde<br />
uyarlandı. 52. Oscar Ödülleri’nde<br />
altı dalda adaylık alıp ‘En İyi Özgün Müzik’<br />
ve ‘En İyi Uyarlama Senaryo’ ödüllerini<br />
kazanan yapım, Türkiye’de gösterime<br />
girmeden protesto edildi. 2004 yılında<br />
kitaptan uyarlanan filmin senaryo yazarı
Oliver Stone, Türkiye’ye yaptığı bir ziyaret<br />
sırasında çekim aşamasında bazı<br />
sahneleri fazla dramatize ettiğini kabul<br />
ederek özür diledi.<br />
The World Is Not Enough (Dünya Yetmez)<br />
- 1999<br />
19. James Bond filmi Türkiye’de Dünya<br />
Yetmez’adıyla vizyona girdi. Filmde, Robert<br />
King adlı petrol milyarderinin suikasta<br />
kurban gitmesinin ardından macera<br />
Türkiye’ye kadar yol alıyor. Bond serisinin<br />
en zayıf halkalarından biri olmasına<br />
rağmen, İstanbul’da çekilen sahnelerinde<br />
Kız Kulesi’nin de görünmesi Türk izleyicileri<br />
ayrıca mutlu ediyor.<br />
The Accidental Spy (Altın Yumruk<br />
İstanbul’da) - 2001<br />
Bütün sakarlığına rağmen her işin<br />
altından kalkma yeteneğine sahip ve<br />
üstün dövüş sanatıyla gönlümüzde taht<br />
kuran Jackie Chan Türkiye’de film çeker<br />
de bu listede olmaz mı? Bei (Chan),<br />
Türkçe’ye Altın Yumruk İstanbul’da<br />
olarak çevrilen filmde, satış elemanı<br />
olarak çalışırken araştırmacı yönüne<br />
yenik düşüp iki adamı takip etmeye<br />
başlıyor. Casus babasının izini takip eden<br />
Bei, hem biraz para kazanmak hem de cesaretini<br />
göstermek için sonu Türkiye’ye<br />
uzanan bir maceranın içine atılıyor.<br />
Türkiye’de elbette rahat durmadığı için<br />
de polis ve uyuşturucu mafyasıyla başı<br />
belaya giriyor. Chan’in hamam sahneleri<br />
ve yarı çıplak çatılardaki kaçış anı görülmeye<br />
değer.<br />
Hitman - 2007<br />
Popüler video oyunundan beyazperdeye<br />
uyarlanan ve ‘tetikçi’ anlamına<br />
gelen Hitman, kafasının arkasında bir<br />
barkod taşıyan Ajan 47’nin maceralarını<br />
izleyiciyle buluşturuyor. 2007 yapımı<br />
filmin başrolünde Timothy Olyphant<br />
ve Dougray Scott yer alırken, yönetmen<br />
koltuğunda Xavier Gens oturuyor.<br />
Sofya, Londra, St. Petersburg, Cape<br />
Town ve İstanbul’da çekimleri tamamlanan<br />
yapımın İstanbul çekimleri Mısır<br />
Çarşısı’nda gerçekleştirildi.
The International (Uluslararası) - 2009<br />
Türkiye, ABD, Almanya ve İngiltere’nin<br />
gücünü birleştirdiği aksiyon, suç ve gizemin<br />
harmanlandığı yapım, Lois Sallinger<br />
(Clive Owen) adlı bir İnterpol ajanının,<br />
Manhattan Savcı Yardımcısı (Naomi Watts)<br />
ile birlikte bir bankanın kirli işlerinin<br />
peşine düşme hikayesini konu ediniyor.<br />
Kaçma-kovalamaca New York, Berlin ve<br />
Milan’dan sonra İstanbul’da devam ediyor.<br />
Haluk Bilginer’in de rol aldığı yapım,<br />
bir gelenek olarak Sultanahmet Camii ve<br />
Kapalıçarşı görüntüleri içeriyor.<br />
Ghost Rider: Spirit of Vengeance (Hayalet<br />
Sürücü 2: İntikam Ateşi) - 2011<br />
Marvel evreninin, aynı adını taşıyan çizgi<br />
romanlarından uyarlanan film, Nicolas<br />
Cage’i Türkiye’ye getiren yapım olarak<br />
tanınıyor. Johnny Blaze/Hayalet Sürücü<br />
rolünü canlandıran Cage’i Kapadokya ve<br />
Pamukkale manzarası eşliğinde izlemek<br />
ne kadar gururumuzu okşasa da film,<br />
görsel efektleri ve senaryosundaki hatalar<br />
nedeniyle beklentiyi karşılayamadı. Cage<br />
filmde bu sefer Doğu Avrupa’da kendisini<br />
insan formuna sokmaya çalışan şeytanla<br />
mücadele ediyor. Cage’in o dönem yaptığı<br />
“Ülkeniz çok güzel” açıklaması basında<br />
geniş yankı bulmuştu.<br />
Skyfall - 2012<br />
Aksiyon film serisi denince ilk akla<br />
gelenlerden olan 007 James Bond’un 23.<br />
filmi Skyfall’un çekimleri Türkiye, Çin ve<br />
İngiltere’de yapıldı. Judi Dench, Javier<br />
Bardem, Ralph Fiennes, Naomie Harris<br />
ve Bérénice Marlohe’ın rol aldığı yapımda<br />
Bond rolünde Daniel Craig var. Yönetmen<br />
koltuğunda ise Sam Mendes’in bulunduğu<br />
film, Adele’in seslendirdiği şarkısıyla ‘En<br />
İyi Özgün Şarkı’ Oscar ödülünü kucakladı,<br />
kucaklamasına ama filmin Türkiye sahnelerinde<br />
Kapalıçarşı’nın çatısına motor<br />
çıkarılması ve çatıya zarar verilmesi<br />
günlerce tartışıldı. Bir dublörün hızını<br />
alamayıp kuyumcu dükkanına motorla<br />
girmesi ise yabancı basında da uzun süre<br />
gündemde kaldı.
Taken 2 (Takip: İstanbul) - 2012<br />
Eski CIA ajanı Bryan Mills’ın (Liam Neeson)<br />
başının dertten kurtulmadığı bir film<br />
daha... İlk filmde kızı kaçırılan Mills’ın<br />
bu kez İstanbul’da tatil yapan karısı<br />
kaçırılıyor. Mills, intikam amacıyla bunu<br />
yapan çete üyelerinin peşine bu kez<br />
İstanbul’da düşüyor. Taken 2, İstanbul’da<br />
çekilip Kapalıçarşı üzerinde kaçma<br />
kovalamaca klişesini yaşatan yapımlar<br />
arasında.<br />
Argo - 2012<br />
Oscar ödüllü yönetmen, oyuncu ve<br />
yapımcı Ben Affleck’in yönetip başrolünü<br />
üstlendiği yapım, 1979 yılında Şah’ın<br />
devrildiği İran devriminde militanların<br />
Tahran’daki Amerikan Büyük Elçilik<br />
binasına girip 52 Amerikalıyı rehin alması<br />
ve sonrasında yaşananları anlatıyor.<br />
Rehinelikten kurtulan 6 Amerikalı ilginç<br />
bir yöntemle ülkeden çıkmaya çalışıyor.<br />
Havaalanı sahnelerinde gerim gerim geren<br />
film, ‘En İyi Film’ dahil 3 dalda Oscar<br />
ödülü kazandı. Filmin bazı sahneleri İran<br />
niyetine İstanbul’da çekildi.<br />
The Water Diviner (Son Umut) - 2014<br />
Türk izleyicilerin en sevdiği aktörlerden<br />
Russell Crowe’un yönetmenliğini<br />
üstlendiği, Crowe’un yanı sıra Cem<br />
Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan’ın rol aldığı<br />
filmle ilgili neredeyse her adım haber<br />
oldu. Avustralyalı bir çiftçi olan Connor’ın<br />
(Russell Crowe), 1919’da Çanakkale<br />
Savaşı’na katılan oğullarını arama sürecini<br />
anlatan film, tam olarak beklentileri<br />
karşılayamasa da Türk topraklarında Türk<br />
oyuncularla çekilmesi açısından büyük<br />
önem taşıyor. ABD, Avustralya ve Türkiye<br />
ortak yapımı filmde en çok akılda kalan<br />
ise bir Türk gazetecinin Crowe’a “Filmde<br />
rol verdiğiniz Türk oyunculardan birinin<br />
soyadı diğerinin adı. Dikkatinizi çekti mi?”<br />
sorusunu yöneltmesiydi.<br />
Inferno (Cehennem) - 2016<br />
ABD, Türkiye, Japonya ve Macaristan<br />
yapımı film, Dan Brown’ın Da Vinci’nin<br />
Şifresi, Melekler ve Şeytanlar’ kitabından<br />
sonra aynı adlı üçüncü kitabından beyazperdeye<br />
uyarlandı. Ünlü sembol<br />
uzmanı Robert Langdon (Tom Hanks),<br />
Floransa’da tanıştığı doktor Sienna<br />
Brooks (Felicity Jones) ile zorlu bir<br />
yolculuğa çıkıyor. Dünya nüfusunun<br />
büyük kısmını yok edecek virüsü yaymak<br />
isteyen bir adamı durdurmaya çalışan<br />
Langdon’ın yolu son olarak İstanbul’a<br />
düşüyor. Film boyunca beklenen İstanbul<br />
sahneleri Yerebatan Sarnıcı’nda geçiyor<br />
ancak üzülsek mi sevinsek mi<br />
bilemediğimiz bir şekilde; çünkü dış<br />
çekimler gerçek Yerebatan Sarnıcı’nda<br />
yapılırken, iç çekimler sarnıcın zarar<br />
görmemesi adına Budapeşte’de kurulan<br />
platoda tamamlandı. Ancak neyse ki bu<br />
olay filmden sonra Yerebatan Sarnıcı’na<br />
turist akınının yaşanmasına engel olmadı.
CENAZEM DE<br />
KiMLER<br />
ARKAMDAN<br />
NELER<br />
SÖYLEYECEK<br />
Ağustos Böceği ve Karıncalar filminin<br />
önemli oyuncusu Bennu Yıldırımlar filme<br />
hazırlanırken birçok cenazede yaptığı gözlemlerin<br />
etkili olduğunu söyledi. Belki<br />
de kendi cenazemde kimler neler diyecek<br />
bunu düşündüm hep diye ekledi...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bennu Yıldırımlar sinemamızın en<br />
kabiliyetli ve izlemekten zevk aldığım<br />
oyuncularından. Onun oynadığı Kaç Para<br />
Kaç ve Kars Öyküleri hala aklımda. Yine<br />
de sinemada onu daha çok görmek isterdik.<br />
Neyse ki bu ay vizyona giren Ağustos<br />
Böcekleri ve Karıncalar filminde kendini<br />
sevenleri tatmin edecek kadar perdede<br />
görünüyor. Film tam bir oyuncu filmi. Hani<br />
çoğunlukla yönetmen filmi denen birşey<br />
vardır ya. Bu oyuncuların performansıyla<br />
kendini kanıtlayan bir yapım. Bennu<br />
Yıldırımlar ile hem filmi hem de sinemamızı<br />
konuştuk.<br />
Senaryoyu okuduğunuzda sizi etkileyen<br />
şey ne oldu?<br />
Senaryoyu okuduğumda, dilinin<br />
akıcılığından, ele aldığı konunun yerel gibi<br />
görünse de ne kadar evrensel olduğundan
BENNU<br />
YILDIRIMLAR<br />
ve karakterlerinin inandırıcılığından dolayı<br />
etkilendiğimi söylemeliyim. Sonrasında, okuma<br />
provalarına başladığımızda, Erhan, Onat<br />
ve Dicle’nin liseden beri arkadaş olduklarını<br />
ve sinemanın onların ta o dönemlerinden<br />
beri yapmak istedikleri meslek olduğunu<br />
öğrendim. Bu üç yakın arkadaşın düşlerine<br />
destek vermemek olamazdı. Böylesine iyi<br />
düşünülmüş bir senaryo da orada dururken<br />
üstelik...<br />
Bazı karakterlere özel olarak hazırlanmak<br />
gerekir. Mesela tarihi bir şahsiyet veya özürlü<br />
birisi ama bazı roller için oyuncu biriktirdiklerinden<br />
yola çıkar? Bu rol hangisine<br />
yakın, nasıl hazırlandınız?<br />
Bu yazdıklarınıza tamamen katılıyorum. Bu<br />
rol için sanırım bugüne kadar biriktirdiklerim<br />
öne çıktı. Ölüme yakın ya da henüz ölmüş<br />
birinin yakınlarını gözlemleme fırsatımız<br />
olduğunda, ne kadar çelişkiler yaşandığını<br />
gözlemlemişizdir. Çelişkiler hem mizahı<br />
hem de gerçekliği barındırmasından dolayı<br />
ilgi çekicidir. Hemen her insanın başından<br />
geçmiştir sanırım cenaze sırasında camii<br />
avlusunda yaşananlar..vs. Ne kadar ikiyüzlü<br />
ya da ne kadar samimi olabilenler… Bu anlar<br />
hep aklımızda kalır nedense. Belki de kendi<br />
cenazemizin nasıl olacağı ve arkamızdan<br />
neler söyleneceği ile ilgili zaman zaman kafa<br />
yormamızdan ileri gelen düşüncelerdir bunlar.<br />
Ben de bu gözlemlerimden biriktirmişim<br />
epeyce sanırım...<br />
Ağustos Böcekleri ve Karıncalar için bir<br />
kara film diyebiliriz. Bu türde sinemamızda<br />
az örnek var. Bunun sebebi sizce nedir?<br />
İzleyicinin yaklaşımında mı problem var<br />
yoksa yapımcılar risk mi almak istemiyor?<br />
Sanırım hepsi birlikte birbirini etkiliyor.<br />
Soru işaretli eğitim sistemimiz, okumaya ve<br />
anlamaya yönelik insan yetiştirmede geri<br />
kalmamızın önemli etkenlerinden biri gibi<br />
geliyor. Kitap okuma oranları, sinema, tiyatro<br />
ve konserlere gitme oranlarımız da öyle.<br />
Sonuçta karakter izlemektense, tiplemelerin<br />
olduğu filmleri izlemek insanımıza daha<br />
kolay gibi geliyor. Fazla kafa yormamak ve<br />
anlık yaşamak, kültürün katmanlaşmasının
önündeki perde. Bir dönem TRT 2’de harika<br />
kültür programları, bizim ve dünyanın<br />
çeşitli ülkelerinde yetkin sinema örnekleri<br />
gösterilirdi. Bu kadar televizyona endeksli<br />
bir toplumu, belki de gösterebileceğiniz iyi<br />
örneklerle bir yere doğru çekmeniz mümkündür.<br />
İyi niyetimi korumaya kararlıyım.<br />
Türk sinemasında burjuva sınıfının veya<br />
başka değişle şehirli insanın hikayelerinin<br />
yeterince yer aldığına inanıyor musunuz?<br />
Yakın zamanda izlediğimiz Seren Yüce’nin<br />
‘’Rüzgarda Salınan Nilüfer’’i , Yeşim<br />
Ustaoğlu’nun ‘’Tereddüt’’ü ve tabii ki Nuri<br />
Bilge Ceylan’ın ‘’Kış Uykusu’’ filmleri bu<br />
anlamda ilk aklıma gelen işler. Ama birey<br />
bilinci yaratılmadan, burjuvazi işlenemez<br />
diye düşünüyorum. Biz kaderci bir toplumuz,<br />
giderek daha da o yöne çekilmeye<br />
çalışılıyoruz maalesef. Bu sinemamıza<br />
da yansıyor doğal olarak. Birey bilincine<br />
erişebilmek için de, Batı burjuvazisinin<br />
ekonomik gücüyle kaderciliğe son vermesi<br />
gibi, bizim de kendi yöntemlerimizi<br />
geliştirmemiz gerekiyor.<br />
Filmlerimizde ve toplumda kadınların rolleri<br />
çok belirli kocasına aşık, çocukları için<br />
herşeyi yapan insan tiplemesi. Ama hayatta<br />
aşk, duygu, nefret ve zayıflık gibi gerçekler<br />
de var. Bunların kadınlar üzerinden sinemada<br />
yeterince anlatıldığını düşünüyor<br />
musunuz?<br />
Yeterince anlatıldığının örnekleri<br />
çoğalmadıkça, böyle düşünemeyeceğim<br />
sanırım...<br />
Türk sinemasında etkilendiğiniz kadın<br />
oyuncular kimlerdir?<br />
Bu gibi sorular bende endişe yaratır. Birçok<br />
var, hangi birini sayayım?<br />
1980 ve 90’ların ikinci yarısına kadar<br />
sinemamızda feminizmin etkisi gözükür.<br />
Bunun faturasını ödeyen (Müjde Ar, Nur<br />
Sürer) oyuncularımız var. Fakat 2000<br />
sonrası bu anlamda sinemamızda bir geriye<br />
adım atıldığını düşünüyorum. Bir kadın<br />
oyuncu olarak buna katılıyor musunuz? Bu<br />
tür rolleri çok büyük baskı yaratıyor mu?<br />
O yıllar feminizm derneklerinin kurulduğu,
edebiyatta da başta Duygu Asena’nın<br />
‘’Kadının Adı Yok’’ adlı kitabı olmak üzere,<br />
kadın meselesine yakından bakılan bir<br />
dönemdi. Atıf Yılmaz, bu etkiyi yaratmış ve<br />
peş peşe filmler çekip, kadın meselesine<br />
gündem oluşturmuştu. Şimdiki konular, yine<br />
bugünün gündemiyle ilgili. Kadına bakış<br />
açısının nereden nereye geldiği, sosyolojik<br />
açıdan inceleniyordur mutlaka. Sanat sadece<br />
duygu yoğunluğuyla değil, bilimsel bakışla<br />
da beslenir. Sorunuza gelecek olursam,<br />
baskıları düşünüp otosansür uygulamak,<br />
gelişiminize engel koyar. Zaten bir oyuncu<br />
ancak içine sinen işlerde keyifle rol alır.<br />
Yeşilçam’da oyuncular magazin dergilerinin<br />
yarışmalarından ve tiyatrodan gelirdi,<br />
şimdiyse daha çok dizilerden geliyor. Bunun<br />
dezavantajları olduğunu düşünüyor musunuz?<br />
Devir değişiyor. Ben dezavantaj olarak görmüyorum.<br />
Bu oyuncuların birçoğunun zaten<br />
oyunculuk eğitimi almış olduğunu biliyoruz.<br />
Önemli olan bu sanırım...<br />
Kamera arkasına veya senaryo yazımına<br />
ilginiz var mı?<br />
Her ikisinde de iyi bir izleyiciyim diyeyim<br />
ben...<br />
Benim size sormadığım ama sizin söylemek<br />
istediğiniz birşey var mı?<br />
‘’Ağustos Böcekleri Ve Karıncalar ‘’ filmimizi<br />
izledikten sonra yazacaklarınızı merak ediyorum<br />
ben de:-))))
T2 TRAINSPORTING VE<br />
ESRARENGİZ FİLMLER<br />
Bir alt tür olarak görülen “stoner filmler” genellikle kara<br />
mizah ile uyuşturucu müptelalarının başından geçen komik<br />
ama tehlikeli maceraları anlatır. Bu tarzda görebileceğimiz<br />
filmleri listelemeden önce bu tehlikeli konuya girmemize<br />
neden olan T2 Trainspotting’e bir göz atalım.<br />
MASIS ÜŞENMEZ<br />
n 1970’lerden beri<br />
uyuşturucu ile mücadele<br />
devam ediyor.<br />
Özellikle Netflix’de<br />
bulacağınız 13th<br />
belgeselini ya da<br />
youtube’da Adam<br />
Ruins Everything’i<br />
izlerseniz aslında uyuşturucunun neden<br />
bir sağlık sorunu olarak değil de kriminal<br />
bir suç olarak ele alınıp milyonlarca<br />
insanın ufak çaplı uyuşturucular bulundurmaktan<br />
hapishanelere düştüğünü<br />
daha iyi anlarsınız. Yavaş yavaş tıbbi<br />
gerekçelerle Amerika’da ve Avrupa’da<br />
bu akımın tersine dönmüyor da değil.<br />
Bunda belki de filmlerdeki uyuşturucuya<br />
bakıştaki değişimin de bir rolü vardır.<br />
Özellikle bir alt tür olarak görülen<br />
“stoner filmler” genellikle kara mizah<br />
ile uyuşturucu müptelalarının başından<br />
geçen komik ama tehlikeli maceraları<br />
anlatır. Bu tarzda görebileceğimiz filmleri<br />
listelemeden önce bu tehlikeli konuya<br />
girmemize neden olan T2 Trainspotting’e<br />
bir göz atalım.<br />
Danny Boyle’un 1996 tarihli yapımı<br />
Trainspotting’i İngiliz bağımsız<br />
sinemasının doksanlardaki şahlanışına<br />
neden olan önemli yapımlardan biridir.<br />
Renton(Ewan McGregor) ve<br />
arkadaşlarının kaybedilmiş gençliklerini<br />
konu alan yapım bizim de gençliğimizin<br />
kültlerinden biri olmuştur. Edinburgh’lu<br />
Renton’un uyuşturucu ve çevresi ile olan<br />
problemleri kara mizah ve Boyle’un daha<br />
o zamandan kendini belli eden sinema<br />
diliyle anlatıldığı film Irvine Welsh’ın<br />
romanından uyarlanmıştır. Trainspotting<br />
uzun yıllar gençlerin favori filmlerinden<br />
biri olarak kalacaktır.<br />
O zamanların üzerinden 20 yıl geçer ve<br />
ekip tekrar toplanır. Neden şimdi? Neden<br />
yeni bir film? Boyle gibi her projesinde<br />
risk almayı seven ve türler arası çalışan<br />
bir yönetmenin yirmi yıl önce büyük bir<br />
başarı ile kotardığı işi tekrar çekmesi<br />
ilginç. Tabi hem Ewan McGregor, Ewen<br />
Bremner, Jonny Lee Miller gibi oyuncular<br />
hem de Danny Boyle için Trainspotting<br />
kariyerlerinde attıkları ilk büyük adım<br />
olarak görülebilir ve ekibin bir saygı<br />
duruşunda olduğunu söyleyebiliriz.<br />
Kısaca T2 Trainspotting ilk filmden yirmi<br />
yıl sonrasında geçiyor. Mark Renton İlk<br />
filmin unutulmaz açılış sahnesindeki gibi
koşuyor. Hatırlayanınız vardır, arkasında<br />
bir polis gücü, kulaklarda Iggy Pop’un<br />
müthiş şarkısı Lust for Life, üstünde<br />
“Choose Life” yazan tişörtü. Ancak<br />
Renton bu sefer bir spor salonunda<br />
koşuyor. Daha bu sahneden Renton’daki<br />
değişimi anlıyoruz. Renton kendisine iyi<br />
bir yaşam kurmuş, uyuşturucudan ve eski<br />
dostlarından uzak durmayı başarmıştır.<br />
Ancak Renton, İskoçya’ya geri dönerek<br />
eski ekibi Sick Boy, Spud ve Begbie’yi<br />
bulur. Ancak Edinburgh’u birbirine katan<br />
gençler artık orta yaşlarını geride<br />
bırakırken kaybeden olmaya devam etmektedirler.<br />
Renton’un eski dostlarını<br />
arayışı ve hayatını sorgulamasını konu<br />
alan ikinci film büyük abisi kadar vurucu<br />
bir film olmasa da gerek nostaljik tadı,<br />
gerekse sevdiğimiz ruhu tekrar gözler<br />
önüne sermesi ile ilk filmin gölgesinde<br />
kalmaktan kurtulmayı başarıyor. Ancak<br />
gene de sanki aynı filmin bir tekrarını ya<br />
da yeniden çevrimini seyrediyormuş gibi<br />
bir hisse kapılıyoruz. Bu duyguyu en son<br />
yeni Star Wars’larda da hissetmiştim. Ama<br />
tabi T2’e o kadar da haksızlık yapmak istemem.<br />
Bana daha çok eskiden gittiğimiz<br />
yazlığımız Kumburgaz’a on sene sonra<br />
gidip gezerken hissettiğim duyguyu verdi.<br />
Sokaklar aynı ama yıpranmış, sahil kirli<br />
ama hala çocukluğumdaki kadar güzel.<br />
Sonuçta eski seyircisinin zaten mutlaka<br />
seyredeceği, yeni gençliğin ise<br />
aile büyüklerinden duyup bildiği bu<br />
kült yapımın ikinci filmine kayıtsız<br />
kalmayacağını düşünürsek gişede de<br />
başarılı olacak bir film olacağını söyleyebiliriz.<br />
Şimdi gelin Stoner Filmler olarak<br />
listeleyebileceğimiz eğlenceli, güzel<br />
kafalı filmlere şöyle bir göz atalım.<br />
The Big Lebowski (1998)<br />
Jeff Bridges’ın kült karakteri Jeff<br />
Lebowski “The Dude,” Bowling<br />
ve marijuana dışında hayattan<br />
bir beklentisi olmayan kendi<br />
halinde bir adamdır. Hayatı bir isim
enzerliğinden dolayı değişir. Milyoner<br />
Jeffrey Lebowski (David Huddleston)<br />
kendisini kaçırılan karısını kurtarmak<br />
için tutar ve kara mizah bir anda gelişir.<br />
Coen Kardeşlerin en esrarlı işlerinden<br />
olan filmin özellikle The Dude’un bowling<br />
düşlerinde kaybolduğu sahneleri<br />
hafızalardan çıkmaz.<br />
Pulp Fiction (1994)<br />
Eroinin filmin ana oyuncularından<br />
biri olduğu Pulp Fiction sinemayı<br />
değiştiren aykırı yapımlardan<br />
biriydi. Quentin Tarantino’nun ilk<br />
büyük başarılarından biri olan<br />
Pulp Fiction’da Vincent Vega(John<br />
Travolta)’nın Mia Wallace(Uma<br />
Thurman) ile geçirdiği gece güzel<br />
bir ekilde geçerken torbacısından<br />
aldığı eroin Mia tarafından sömürülünce<br />
başı büyük bir belaya<br />
girer. Vega’nın Mia’yı kurtarmaya<br />
çalıştığı sahne klasikler arasında yerini<br />
almıştır.<br />
Dazed and Confused (1993)<br />
Richard Linklater’ın yazıp yönettiği<br />
gençlik filmi Dazed and Confused<br />
1976 yılında gençlerin okul bitimini<br />
sıkı bir parti ile kutlamasını anlatır.<br />
Matthew McConaughey’nin ilk büyük<br />
çıkışlarından olan yapım oynadığı kafası<br />
güzel David Wooderson<br />
rolündeki karizması ile büyük<br />
bir oyuncu olma yolunda<br />
emin adımlarla ilerlemesini<br />
sağlar.<br />
Fear and Loathing in Las Vegas<br />
(1998)<br />
Terry Gilliam’ın önemli filmlerinden<br />
Fear and Loathing<br />
in Las Vegas, Hunter<br />
S. Thompson’ın yarı otobiyografik<br />
romanından<br />
uyarlanmıştır. Raoul Duke (Johnny Depp)<br />
ve Dr. Gonzo (Benicio del Toro)’nun<br />
uyuşturucu kafası ile yaşadıklarını konu<br />
alan yapım doksan sonlarının son iyi<br />
filmlerinden biri olmayı başarır.
Clerks (1994)<br />
Kevin Smith’in yazıp yönettiği<br />
Clerks Dante Hicks (Brian<br />
O’Halloran) ve Randal Graves<br />
(Jeff Anderson)’ın tezgahtarlık<br />
yaptığı Quick Stop’da geçer.<br />
Smith’in kara mizahının ilk<br />
taşlarından biri olan Clerks,<br />
özellikle mağaza önündeki<br />
torbacılar Jay (Jason Mewes) ve Silent<br />
Bob (Smith)’u seyirciye tanıştırarak<br />
Smith’in sonraki filmlerine de bir bağ<br />
oluştururve kült bir ikili yaratır.<br />
Friday (1995)<br />
Friday 16 saatlik bir sürede<br />
geçerken Craig Jones (Ice<br />
Cube) ve Smokey (Chris Tucker)<br />
‘nin çevresinde gelişir ve<br />
ilerleyen yıllarda klasik bir seri<br />
olur. Smokey’nin uyuşturucu<br />
baronu Big Worm (Faizon<br />
Love)’a olan 200 dolar borcu<br />
ödeme çabasını anlatan film<br />
siyah komedileri arasında<br />
sarsılmaz bir yere oturur.<br />
Harold and Kumar Go to White<br />
Castle (2004)<br />
Her daim uyuşturucu<br />
kafasında yaşayan Harold ve<br />
Kumar (Kal Penn)’ın ilk filminde<br />
Neil Patrick Harris ile<br />
çıktıkları yolculuk konu edilmektedir.<br />
İlerleyen yıllarda<br />
bir üçleme olarak devam<br />
eden yapım klasik uyuşturucu<br />
kafası mizahını iyi kullanan<br />
yapımlardan biri olur.<br />
Super High Me (2007)<br />
Morgan Spurlock’ın<br />
Super-Size Me’sinden<br />
etkilenen belgeselde<br />
Doug Benson ot ile 30<br />
gün geçirerek vücudundaki<br />
etkilerini inceler.<br />
İşin ilginci(!!) kullandığı<br />
madde sağlığında bir<br />
değişime yol açmaz ve<br />
fast food’dan daha tehlikesiz bulunur.<br />
Pineapple Express (2008)<br />
Hollywood’un ünlü ot destekçilerinden<br />
Seth Rogen’ın dostu James Franco ile<br />
birlikte yol aldığı bu klasik komedide<br />
Dale Denton ve torbacısı Saul Silver<br />
yanlış zamanda yanlış yerde bulunarak<br />
bir uyuşturucu baronunun ölümüne<br />
şahit olurlar. Kaçarlarken arkalarında<br />
bıraktıkları iz kötü adamların onları<br />
bulmalarına yol açacaktır.<br />
Ted (2012)<br />
Seth MacFarlane’in yönettiği, John<br />
Bennett (Mark Wahlberg)’in çocukluk<br />
dostu, canlı bir oyuncak ayıyı konu<br />
alan yapımda Ted’i MacFarlane seslendirmektedir.<br />
Ted’in canlanması ülkede<br />
uzun süre haber olmuş olsa da zaman<br />
geçtikçe Ted’in ahlaksız tavırları ve<br />
uyuşturucuya düşkünlüğü can dostu<br />
John’la olan ilişkilerini etkileyecektir.<br />
Modern bir pinokyo hikayesi olarak Ted’i<br />
değerlendirebiliriz.
BURÇİN ABDULLAH<br />
İKİ DEDEMİ KANSERDE K
Umudun Kıyısında filminin<br />
güzel oyuncusu Burçin<br />
Abdullah filmin günümüzün<br />
vebası kanser illetinin üzerine<br />
bir farkındalık yaratmak<br />
amacında olduğunu söyledi...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Sinemamızın önemli oyuncularından Burçin<br />
Abdullah meslektaşlarından daha çok<br />
dizi yerine sinemayı tercih eden bir isim. Bu<br />
yıl iki filmle karşımıza gelen Abdullah, Umudun<br />
Kıyısında filminin kendisi için çok özel<br />
bir çalışma olduğunu söyledi. İki dedesini de<br />
kanserden kaybeden güzel yıldız filmde de<br />
kanserle ilgili farkındalık yaratan bir mesaj<br />
olduğunu, oynarken hep o üzüntülü günlere geri<br />
döndüğünü belirtti.<br />
Senaryo geldiğinde sizi etkileyen şey ne<br />
oldu?<br />
Hikayesi güzel bir projeydi, okuduğumda beni<br />
çok etkiledi. Ayrıca daha önce bir sosyal sorumluluk<br />
projesinde beraber çalıştığım ve çalışma<br />
disiplinini beğendiğim, Haydar Işık yöneteceği<br />
için bu işin içerisinde olmak istedim.<br />
Rolünüzü biraz anlatabilir misiniz?<br />
Hikaye kanser hastası olan bir adamın hayata<br />
tutunma mücadelesini konu alıyor. Benim<br />
canlandırdığım Esma karakteri ise Levent<br />
Sülünün rol aldığı Ufuk karekterine umut ışığı<br />
oluyor, enerjik, sıcak kanlı, yardımsever bir karakteri<br />
canlandırdım.<br />
Bazı rollere hazırlanırken (Tarihi karakterler<br />
veya kör bir kız) gözlem ve araştırma<br />
gerekir. Halbuki bazı roller sizin biriktirdiklerinizden<br />
ortaya çıkar. Bu rol biraz öyle<br />
sanıyorum. Bu role kendinizden ne gibi<br />
katkılar yaptınız? Nasıl hazırlandınız?<br />
AYBETTİM<br />
Daha önce bu tarz hastalıklara yakalanan<br />
insanların hayatını araştırdım. Genelde bir<br />
projede oynayacağım karakterle ilgili derin<br />
araştırmalar yapıyorum. Eğer canlandırıcağım<br />
karakter ile duygularım bütünleşiyor ise o<br />
karakteri seve seve oynamak istiyorum. Bu<br />
projede Esma karakteri yine inandığım ve<br />
oynamak istediğim karakterdi.<br />
Umudun Kıyısında günümüzün korkunç<br />
hastalığı kanser ve insanların bu hastalığa<br />
verdiği tepkiyle ilgili bir film. Zaten dramatik<br />
olan bir konuyu işlerken en çok neye<br />
dikkat etmek gerekir bir oyuncu olarak?<br />
Filmin konusu çok hassas ve kanser<br />
hastalarını özellikle daha derinden ilgilendiren<br />
bir konu olduğu için senaryoda bu hastalığı<br />
yaşayan insanlara umut ışığı olmak ve onların<br />
ne hissettiğini anlamak ve farkındalığını<br />
arttırmaya çalıştık.<br />
Kanser olan hastaların ve daha çok<br />
yakınlarının bu tecrübeden sonra hayata<br />
bakış açılarında değişimler oluyor. Siz bu<br />
filmden nasıl etkilendiniz?<br />
Ben de iki dedemi kanserden kaybettim. Senaryoyu<br />
okurken o yaşadığımız acı günlere<br />
geri döndüm. Konu ile ilgili araştırma yaptığım<br />
süre içersinde benle aynı duyguları yaşayan<br />
insanları gördüm. Bu yüzden de bu film beni<br />
gerçekten çok duygulandırdı.<br />
Ne zaman oyuncu olmaya karar verdiniz?<br />
Çocuk yaşlarda bu işe başladım. Hem okula<br />
gidiyordum hemde sette çalışıyordum. Bana<br />
oyun gibi geliyordu. Ailemin desteği ve kararı<br />
ile oyunculuk bana kısmet oldu .<br />
İzleyiciler için filmle ilgili benim size<br />
sormadığım ama sizin söylemek<br />
istediğiniz bir şey var mı?<br />
Bence mutlaka bu filmi gidip izlemeliler .<br />
Çünkü film insanlara hayatın farklı bir penceresini<br />
açıyor . Hayatta herşeyin başı sağlık<br />
bunu hepimiz biliriz . Film bu sözün altını bir<br />
kez daha çiziyor.<br />
Boş zamanlarınızı nasıl değerlendirirsiniz?<br />
Boş zamanlarımda içimde yer alan projelere<br />
katkısı da olduğu için binicilik ve dövüş dersleri<br />
alıyorum . En çok sevdiğim şeylerden<br />
biri spor yapmak ve yabancı dizilerle filmleri<br />
izlemek. Geri kalan vakitlerimde de resim<br />
yapıyorum. Tabii vakit kalırsa.<br />
Oy<br />
Se<br />
ben<br />
ver<br />
Ça<br />
Tü<br />
Be<br />
Bilg<br />
İnte<br />
İnte<br />
dah
Oynadığınız her projede farklı karakterleri<br />
canlandırdınız özellikle proje seçiminde<br />
nelere dikkat ediyorsunuz?<br />
Senaryonun gücü ve karakterimin yapısı çok<br />
önemli. Oynadığım projelerde canlandırdığım<br />
karakterlerin birbirine benzememesi için hassas<br />
seçimler yapıyorum. Menejerim Abdullah Bulut<br />
ile birlikte değerlendiriyoruz ve karar veriyoruz.<br />
Elimden geldiğince doğru projelerde yer almaya<br />
çalışıyorum.<br />
Çalışmak istediğiniz ve Türkiye’de<br />
beğendiğiniz yönetmenler kimler ?<br />
Türkiye de çok değerli ve kıymetli yönetmenlerimiz<br />
var. Yaptıkları projelerle Dünya ya<br />
seslerini duyurabiliyorlar. Benimde filmlerini<br />
severek izlediğim ve inşallah beraber çalışmak<br />
kısmet olur dediğim yönetmenlerin başında<br />
Nuri Bilge Ceylan, Zeki demirkubuz, Ferzan<br />
Özpetek, Reha Erdem, Derviş Zaim, Onur<br />
Ünlü geliyor.<br />
İnternette yayınlanan diziler ses getirmeye<br />
başladı. Sizin bu konuyla ilgili<br />
düşünceleriniz nelerdir ?<br />
İnternette yapılan işleri daha özgür buluyorum.<br />
Süre olarak daha kısa olması sebebiyle anlatmak<br />
istediği mesajı daha öz bir şekilde bize<br />
sunuyor. Bu yüzden izlemesi keyifli oluyor .<br />
İnternette yapılan işleri destekliyorum.
BULUŞMAYA HAZIR MISIN<br />
ESKİ BİR DOSTLA<br />
ALIEN COVENANT<br />
1979 yapımı kült korku/bilim kurgu filmi “Alien”ın öncesini anlatan<br />
2012 yapımı “Prometheus”un seyirci ile buluşmasından<br />
tam 5 yıl sonra devam filmi “Alien Covenant” yine bizzat<br />
serinin yaratıcısı Ridley Scott yönetmenliğinde vizyona giriyor.<br />
Yeni filme günler kala Alien’ın efsane serisini bir hatırlayalım.<br />
EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />
n 1979 yılında ufak tv dizilerinde<br />
kamera arkasına geçmiş<br />
olan yönetmen/yapımcı Ridley<br />
Scott’ın belki de nasıl kült bir<br />
seriye imza atacağından haberi<br />
yoktu. İşte o sene içinde<br />
doğan Alien miti, kendisini<br />
de aşarak her seride farklı<br />
okumalara açık evrensel bir<br />
boyuta taşındı. Senaristler Dan<br />
O’Bannon ve Ronald Shusett hayal gücü<br />
ve zekası ile Ridley Scott’ın vizyoner bakış<br />
açısıyla sinema tarihine tür açısından bir<br />
çentik atılmıştı. Korku ve bilim kurguyu<br />
başarılı bir şekilde harmanlayan ilk filmden<br />
sonra art arda devam filmleri çekildi.<br />
Her bir filmde birbirinden başarılı yönetmenler<br />
kamera arkasına geçti. Filmin<br />
başarılı olmasının ve bu denli geniş çaplı<br />
bir hayran kitlesi oluşturmasında elbette<br />
başrol oyuncusu Sigourney Weaver’in de<br />
etkisi büyük. Peşindeki yaratıktan kaçmaya<br />
çalışan Ripley karakterini başka bir aktris<br />
canlandırsaydı film bu başarıyı elde eder
IZ<br />
miydi bilinmez. Ancak bilinen bir gerçek<br />
var ki yap boz parçalarının birleşmesi gibi<br />
filmi kült haline getiren tüm parçalar adeta<br />
bir araya geldi ve günümüze kadar uzanan<br />
muazzam bir hikaye ortaya çıktı. Şimdi,<br />
1979 başlayan bu heyecan dolu serüvenin<br />
parçalarına göz atalım.<br />
Alien (1979)<br />
O sıralar televizyon dizilerinde kamera<br />
arkasına geçen 42 yaşındaki<br />
Ridley Scott’ın istediği çıkış bu filmle<br />
gerçekleşmiş oldu. Alien, uzayda keşif için<br />
yol alan bir grubun hayat mücadelesine<br />
odaklanıyordu. Ekipten birine bulaşan bir<br />
parazit ve akabinde bu parazitin büyüyerek<br />
yaratığa dönüşmesi ile başlayan ölüm<br />
kalım savaşı nefesleri kesiyordu. Tıpkı<br />
dönemin bilim kurgu filmlerinde olduğu<br />
gibi bu filmde de maket ağırlıklı çalışma<br />
yapılmış ancak bu maket çalışmaları oldukça<br />
başarılı bulunmuştu. Günümüzün<br />
CGI’ından oldukça uzak ama –ki bence- bu<br />
nedenle oldukça gerçekçi olan film uzayın<br />
soğukluğu ile yaratığın saldırganlığı ile<br />
ölümü ensemizde hissetmemize neden<br />
oluyordu. Sigourney Weaver’in gözü pek<br />
Ripley’i bu filmde doğmuş ve sinema<br />
dünyasının en ikonik kadın karakterlerinden<br />
birisi haline gelmişti.<br />
Aliens (1986)<br />
İlk filmin dünya çapında büyük bir<br />
başarı elde etmesi ile elbette devam<br />
filmi kaçınılmazdı. 7 yıllık bir aradan<br />
sonra “Yaratık” geri dönüyordu. Bu sefer<br />
uzaya giden ilk ekibin başına gelenleri<br />
araştırmak amacıyla bir diğer keşif ekibinin<br />
yollanması ve yine bu ekibin hayatta<br />
kalma mücadelesine tanık oluyorduk.<br />
Sigourney Weaver’in Ripley’i yine ekiple<br />
beraber görev başındaydı. Ancak bu sefer<br />
çok daha sert ve hazırlıklıydı. Üstelik ilk<br />
filmdeki toyluğunu üzerinden atan Ripley<br />
bu sefer pek çok yaratıkla baş etmek<br />
zorundaydı. Filmin yönetmen koltuğunda<br />
Terminator ile bilim kurguda rüştünü ispat<br />
etmiş olan James Cameron bulunuyordu.<br />
İlk filme göre daha hareketli sahneleri<br />
içeren film yüksek temposu ile dikkat
çekerken şüphesiz gelmiş geçmiş en iyi<br />
devam filmlerinden birisiydi.<br />
Alien 3 (1992)<br />
İkinci filmden tam 6 yıl sonra<br />
filmin üçüncü halkası seyirci<br />
ile buluştu. Bu sefer kamera<br />
arkasında Madonna, Billy Idol,<br />
Aerosmith, Iggy Pop gibi popüler<br />
sanatçıların video kliplerinde<br />
yönetmenlik yapmış David Fincher<br />
bulunuyordu. Film, ikinci filmden<br />
sağ kurtulan Ripley’in yüksek<br />
güvenlikli bir hapishanede sıkışıp<br />
kalması ve yaratığın burada da<br />
kendisini göstermesi ile giriştiği<br />
mücadeleye odaklanmıştı. Bu<br />
sefer ne silah vardı ne de kaçacak<br />
yer. Bir grup mahkum ile yaratıkla mücadele<br />
etmek zorunda kalan Ripley belki de<br />
en zorlu sınavını burada vermişti. Filmin<br />
genel manada ilk iki filmin altında kaldığı<br />
düşünülse de alt metin bazında oldukça<br />
dolu olduğundan ve özellikle varoluşçu<br />
temalarla tuğlalarını ördüğünden kaliteli bir<br />
film olarak öne çıkmıştı.<br />
Alien: Resurrection (1997)<br />
Serinin dördüncü halkası “Diriliş”, 5 yıllık<br />
bir aradan sonra seyircisi ile buluştu.<br />
Üçüncü filmde ölen Ripley’in bir klon olarak<br />
yeniden hayata döndürüldüğü film, Alien<br />
filmlerini bir felsefeye oturtma adına önemli<br />
bir yapı taşıydı. Yine uzayda bir grup keşif<br />
ekibi ve yine yaratık ile büyük mücadele.<br />
Bu film de tıpkı Aliens (1986)’ta olduğu<br />
gibi korkutucu sahnelerin<br />
yanı sıra hareketli sekanslarla<br />
dikkatleri çekiyordu.<br />
Yönetmen koltuğunda ise<br />
o zamana kadar tek önemli<br />
filmi The City of Lost Children<br />
(1995)’i çekmiş olan<br />
Jean-Pierre Jeunet oturuyordu.<br />
Sigourney Weaver’in<br />
yanı sıra filmde dönemin<br />
popüler yıldızlarından<br />
Winona Ryder ve daha<br />
sonra bir çizgi roman
uyarlaması olan “Hellboy” ile ününe ün<br />
katacak olan Ron Perlman bulunuyordu.<br />
Sigourney Weaver’i son kez Ripley rolünde<br />
izlediğimiz bu film ile Alien serisi uzun bir<br />
sessizliğe bürünecekti.<br />
Prometheus (2012)<br />
Alien efsanesinin köklerine<br />
inmek isteyen ve<br />
ilk filmin yönetmen<br />
koltuğunda oturmuş olan<br />
Ridley Scott yeniden<br />
kamera arkasına geçti ve<br />
“Prometheus”u hayata<br />
geçirdi. Film “Alien” mitinin<br />
başlangıç noktasına<br />
ışık tutmayı hedefliyordu.<br />
Alien hayranları uzun bir<br />
aradan sonra heyecan<br />
içerisinde filmi bekliyordu. Görsel efekt<br />
bazında sınırlarını bilen Scott ilk filmlerin<br />
çizgisinden çokta sapmak istemiyordu.<br />
Bunun için özverili bir çalışma sergilendi.<br />
Noomi Rapace, Michael Fassbender, Charlize<br />
Theron, Idris Elba, Guy Pearce ile film<br />
adeta bir yıldızlar geçidiydi. Film hayranları<br />
ikiye böldü. Bir kısmı filmin Alien çizgisinden<br />
çok farklı bir noktaya geldiğini<br />
savunurken bir kısmı da bu mitin perde<br />
arkasının başarılı bir şekilde yansıtıldığını<br />
savunuyordu. Özellikle dini temalar filmde<br />
belirgin olarak yer alıyordu ve bu da farklı<br />
düşünce ve tartışmaları beraberinde<br />
getirmişti. Her ne olursa olsun Ridley Scott<br />
yaptığı işten memnun kalmıştı ve<br />
bu mitin perde arkasını da seri<br />
haline getirmekte kararlıydı. Prometheus<br />
2’nin çalışmalarına hızlı<br />
bir şekilde başlayan Scott maalesef<br />
bazı aksaklıkların kurbanı<br />
oldu ve filmi sürekli ertelemek<br />
zorunda kaldı. Ta ki 2017’ye<br />
kadar. Prometheus sonrası neler<br />
oldu, Alien efsanesinin derinlerinde<br />
daha ne gibi sürprizler bizleri<br />
bekliyor, bunların hepsini 18<br />
Mayıs’ta vizyona girecek yeni film<br />
Alien: Covenant ile öğreneceğiz.
NEDEN<br />
BÜTÜN FİLM<br />
FESTİVALLERİ<br />
BİRBİRİNE<br />
BENZİYOR?<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
SUSMAYAN KÖŞE<br />
Türkiye’de yapılan film<br />
festivallerinin neredeyse<br />
tamamına katıldım. Basın<br />
davetlisi, jüri üyesi ya da<br />
panelist olarak görevler<br />
aldım. Memleketin<br />
festival yapılan her iline,<br />
ilçesine gittim ve gördüm<br />
ki, bunların hepsi<br />
birbirine benziyor!<br />
Türkiye’de yapılan film festivallerinin<br />
neredeyse tamamına<br />
katıldım. Basın davetlisi, jüri üyesi<br />
ya da panelist olarak görevler aldım.<br />
Memleketin festival yapılan her iline,<br />
ilçesine gittim ve gördüm ki, bunların<br />
hepsi birbirine benziyor!<br />
Aslında Türkiye’de şablonunu İstanbul<br />
Film Festivali’nin oluşturduğu tek bir<br />
“film festivali” var. Nerede yapıldığı<br />
önemli değil, kendi kimliğini kazanmış<br />
bir şehir festivaline henüz rastlamadım.<br />
Malatya’ya da gitseniz, Kütahya’ya da<br />
gitseniz değişmez; festivali aynı isimler<br />
takip ediyor, aynı filmler yarışıyor,<br />
aynı bilirkişiler sinema konuşuyor.<br />
Onur ödülü verilecek isimlere kitaplar<br />
hazırlanıyor. Açılışından kapanışına,<br />
hepsi İstanbul Film Festivali’nin bir<br />
varyasyonu… Başkalaşım çabaları<br />
da mevcut ama özenme hali tam gaz<br />
devam. Antalya, Türkiye’nin Cannes’ı<br />
olmaya çalışıyor mesela, başındaki<br />
yapımcılıktan gelen ekip sebebiyle<br />
tıpkı Cannes gibi bir “film marketi”<br />
olma çabasında. Suntadan da olsa bir<br />
gösterişi var ama “50 yıllık Portakal<br />
ağacını kesip yerine Palmiye dikmenin<br />
ne alemi var” diye soruyor insan…<br />
Kendi karakteri olan bir film festivali<br />
yapmak konusunda beni en çok<br />
heyecanlandıran çaba 2010 yılında<br />
Malatya’dan geldi. Malatya Film Festivali<br />
bir “komedi filmleri festivali” olarak<br />
başlamıştı. Bunu kim düşündüyse gidip<br />
alnından, büyüğümse elinden öpmek isterim<br />
zira hem bir Malatyalı olan Kemal<br />
Sunal’ın anısı yaşatılıyor hem de festivallerden<br />
kovularak gişenin erozyonuna<br />
terk edilmiş bir tür olan komedi filmleri<br />
takdir ediliyordu. Murat Şeker’in, Çakallarla<br />
Dans filmini ağzına kadar dolu bir<br />
salonda izlediğimizi hatırlıyorum, en<br />
neşeli festival anılarımdan biridir. Herkes<br />
perdede oynayan filme gülerken<br />
ben salondaki seyircilere hayran hayran<br />
bakıyordum. Uyumayan, sıkılmayan,<br />
sahte sanat takipçiliği tuzağına<br />
düşmemiş insanlar…
Sonraki yıl Malatya’nın festivali tamamen<br />
biçim değiştirdi ve prestij kazanmak uğruna bir<br />
İstanbul Film Festivali replikası olmaya karar<br />
verdi. Bizdeki festivallerin danışma kurulları ya<br />
da film seçicileri hep aynı 3-5 kişiden oluşur.<br />
Malatya’daki rantı görünce bala üşüşen arılar<br />
gibi üşüştüler festivale ve yine boş salonlar… Bir<br />
şehir festivali yaparken o şehrin kimliğini reddetmek,<br />
o şehrin sinema seyircisini görmezden<br />
gelmek ve sonra yine o seyirciye “filmlere gelmiyorlar”<br />
diye kızmak?<br />
Malatya Film Festivali, geçtiğimiz yıl ülkenin<br />
yaşadığı siyasi çalkantılar yüzünden iptal edildi.<br />
1 yıl aradan sonra bu sonbaharda yeniden<br />
yapılacak ama değişen hiçbir şey olmayacak.<br />
Henüz resmen açıklanmasa da festivalde görevlendirilen<br />
kimi isimleri öğrendikten sonra bu<br />
konudaki umudumu yitirdim. Suat Köçer ve ekibinin<br />
bu tuzağa düşmemesini isterdim ama olan<br />
olmuş görünüyor.<br />
Festivallerden bahsederken, 2016 yılında<br />
yapılan Edirne Film Festivali maceramı anlatmam<br />
şart. Edirne “festival” kelimesinin içini tam<br />
dolduracak bir etkinlik yapmak için müthiş bir<br />
potansiyel taşıyordu ama yine aynı şey, üstelik<br />
bu kez bir valinin “bu işi çok para harcamadan<br />
yapalım” demesi yüzünden iyice ucuzcu bir<br />
kafayla girişilmiş ve çökmüş bir festival deneyimi<br />
yaşattı. Festivalde çalışan insanların emeğinin<br />
üzerine yatıldı ki bu en fenası!<br />
Yarışan filmlere gelelim. Ülkemizde her yıl<br />
100’den fazla film üretiliyor artık ama film festivallerinde<br />
hep aynı 20 film yarışıyor. 2016’da<br />
Adana’da izlediğim Koca Dünya’yı daha kaç<br />
festivalde izleyeceğim diye merak ediyorum?<br />
Kültür bakanlığı desteğiyle çekilen filmler yine<br />
kültür bakanlığından gelen desteklerle kotarılan<br />
festivallerde gösteriliyor. Jüriler her yıl daha<br />
da saçma kararlara imza atıyor çünkü öyle dar<br />
bir elbise giyiyor ki bu ülkenin sinema sektörü;<br />
bakıyorsunuz İstanbul’da yarışan sinemacı 1<br />
hafta sonra Ankara’da jüri başkanı… Tarihe<br />
not düşmek gerek; dünyanın hiçbir ülkesinde<br />
filmografisi 3 filmden ibaret olan ve son filmini<br />
neredeyse 10 yıl önce çekip akabinde sinemaya<br />
sırt dönen ve yeteneklerini ucuz TV dizilerinde<br />
harcayan sinemacılara jüri başkanlığı emanet<br />
edilmez! Edilirse ne olur? Mecburen de olsa televizyon<br />
dünyasındaki “yandaş” ilişkileri gözeten<br />
bu “biraderler” Kaygı gibi son 1o yılın en cesur<br />
sinema örneği dururken festivalin en az izlenen<br />
filmine verirler büyük ödülü! Bir kez daha geçmiş
olsun Türk sineması…<br />
Uzun lafın kısası; başına istediğiniz şehrin ismini<br />
koyun, dönüp dolaşıp İstanbul Film Festivali’nin<br />
bir varyasyonuna sahip olacaksınız. Sinemayı bu<br />
kadar dar bir pencereden değerlendirenlerin hiç<br />
sorgulanamıyor olması da enteresan ama köşeler<br />
tutulmuş. Kendini sinema yazarı olarak tanıtan<br />
ama festival danışmanlığından başka bir şey yapmayanlar<br />
bir yolunu bulup nüfuz ediyor o festivalin<br />
bünyesine… Elbette önce festivalin bütçesini<br />
tartıyorlar, öyle her balığa olta atan tipler değil<br />
bunlar. Hepsi usta birer kılıç balığı avcısı…<br />
Tematik bazı küçük festivaller elbette mevcut<br />
ve sanırım biz sinema yazarları tarafından asıl<br />
desteklenmesi<br />
gerekenler onlar.<br />
Gençlerin yaptığı<br />
kısa film festivalleri<br />
var, onlardaki<br />
enerji bambaşka.<br />
Bu, biraz da bizim<br />
sırtımızdan<br />
önem kazanan<br />
suntadan festival<br />
organizasyonlarına<br />
prim vermek<br />
yerine, tamamen<br />
o frekansa<br />
sabitlenmek lazım.<br />
Protokole Türkan<br />
Şoray’ı oturtup<br />
ona hitap ederek<br />
“bakın ne kadar da<br />
sanata düşkünüz”<br />
diye hava atan<br />
taşranın belediye<br />
başkanlarına,<br />
anahtar teslim<br />
satılan festivaller<br />
sinemaya fayda<br />
sağlamıyor, çok<br />
şey götürdüğü<br />
de bir gerçek!<br />
İstanbul’dan festival<br />
fikri, panelist,<br />
basın konuğu<br />
getirmek, festivalin<br />
yapıldığı şehirden<br />
seyirci götürmekten<br />
daha kolaysa var orada bir yanlış!<br />
Bu konuda bir tek Adana Film Festivali’ni tenzih<br />
ederim. Altın Koza’nın seyircisi muhteşem!<br />
Yılmaz Güney’in ruhunu şad ettiler her festival<br />
sezonunda… O festival de şimdi bambaşka bir<br />
ekibe emanet edildi. Bakalım neler olacak?<br />
İşte adından başka her şeyi aynı olan, her yıl<br />
trilyonlarca lira harcayarak yapılan ama attığı taş<br />
ürküttüğü kurbağaya değmeyen festivallerimizin<br />
fotoğrafı. Yine kalemimden kan damladıysa<br />
kusura bakmayın. En sevdiğim filmlerden<br />
birinin Jeff Bridges’in muhteşem performansıyla<br />
şahlanan “Fearless” olduğunu hiç söylemiş miydim?
Suda balık filminin genç oyuncusu<br />
Alihan Aracı Uluslararası<br />
Nice Film Festivali’nde En İyi<br />
Erkek Oyuncu ödülüne aday<br />
oldu. İlk filmiyle bu başarıyı<br />
yakalayan Alihan Aracı ile<br />
duygularını konuştuk...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
ALİHAN<br />
ARACI<br />
n Türk sinemasında son<br />
zamanlarda bir duraklama<br />
dönemi yaşansa da mutluluk<br />
veren olaylar olmuyor<br />
da değil. Suda Balık filmi ile<br />
ilk uzun metraj filmini çeken<br />
genç oyuncu Alihan Aracı<br />
bu ilk tecrübesiyle Nice Film<br />
Festivali En İyi Erkek dalında<br />
adaylık kaptı. Bu aslında başlı<br />
başına bir başarı. Çünkü son<br />
zamanlarda yönetmenlerimizle<br />
ödüller alsak da oyuncularımız<br />
bu tür başarıların uzağında<br />
kaldı. Bakalım genç oyuncu<br />
ödülü alabilecek mi? Biz de<br />
Aracı ile hem adaylığın verdiği<br />
heyecanı hem de ilk filmi Suda<br />
Balık’ı konuştuk.<br />
Alihan Aracı nereden<br />
gelmiştir, kimdir? Bize biraz<br />
kendinizi tanıtır mısınız?<br />
27 yaşındayım. Genç, dinamik,<br />
yorulmak nedir bilmeyen;<br />
işine, kendisine,<br />
etrafına ve hayata karşı<br />
saygısı olan, eğitime çok<br />
değer veren biriyim. Lisans<br />
eğitimimi İstanbul Üniversitesi<br />
İnşaat Mühendisliği<br />
Bölümü’nde tamamladım.<br />
Yüksek lisansıma ise Yıldız<br />
Teknik Üniversitesi’nde devam<br />
etmekteyim. Hayvanseverim<br />
ve spor yapmayı severim.
FRANSA’YI FETHEDECEK<br />
Senaryo size geldiğinde sizi etkileyen şey ne<br />
oldu?<br />
Suda Balık filminin ismini söylerken bile<br />
heyecanlanırım. Senaryo ilk geldiğinde, hepsini<br />
bir solukta okudum ve ‘Sefa’yı benim oynamam<br />
lazım’ dedim kendime. Ustalıkla yazılmış,<br />
doğal, gereksiz bir kelime dahi olmayan, dopdolu<br />
bir senaryo vardı elimde. Deneme çekimlerinin<br />
ardından, sıra yapımcı ve yönetmenle<br />
tanışmaya gelmişti. Yönetmenim sevgili Tülay<br />
Kocatürk ve yapımcımız Alper Yanar ile tanıştım.<br />
Uzun bir sohbet gerçekleştirdik o gün. Ve<br />
normalde daha çok onların sorusu olması gerekirken<br />
benim sorularımla dolu bir görüşme geçti<br />
aramızda. Daha sonra anlaşma<br />
yapıldı, okuma provaları,<br />
kostüm provaları, yönetmenle<br />
görüşmeler derken İzmir’e sete<br />
çıkma vakti geldi. İnanılmaz<br />
keyifli, kafamdaki her sorunun<br />
yanıtını aldığım, çok iyi bir yönetmenle<br />
çalışmanın ayrıcalığını<br />
yaşadığım bir set oldu. Fakat bir<br />
o kadar da zor ve ağır bir roldü.<br />
Hem fiziksel hem de oyunculuk<br />
açısından çok zorlayıcıydı.<br />
Tüm ekibin ve özellikle Tülay<br />
Hoca’mın da yardımlarıyla güzel<br />
bir iş çıkarttık. Bu işin özelinde<br />
kendi adıma söyleyebileceğim şey, gerçekten<br />
yüreğimi koyarak oynadığım bir roldür.<br />
Rolünüzü biraz anlatabilir misiniz?<br />
Suda Balık, bir başarı hikayesi... Filmde,<br />
İzmir’in Bademli Köyü’nde yaşayan ve yüzmeye<br />
doğuştan yetenekli Sefa’nın keşfedilmesi,<br />
şehre gitmesi ve sonrasında yaşadığı zorluklarla<br />
mücadelesi anlatılıyor. Sefa, hayattan<br />
beklentileri olan, düzgün karakterli, sevdiği kız<br />
Ayşe’yle birlikte üniversite hayalleri kuran bir<br />
genç. Sevdikleri için her şeyi göze alabilen çok<br />
naif bir karakter. Gençlik hataları yapan fakat<br />
etrafındakilerin de yardımıyla başarıya ulaşan<br />
bir genç. Ben ise Sefa’dan “hiç vazgeçmemeyi”<br />
öğrendim. Hayatta her şeyin olabileceğini<br />
ama hiçbir zaman vazgeçmemek gerektiğini<br />
öğrendim. Çünkü bir gün mutlaka başarıya<br />
ulaşırsınız.<br />
Bazı rollere hazırlanırken (Tarihi karakterler<br />
veya kör bir insan) gözlem ve araştırma<br />
gerekir. Halbuki bazı roller sizin biriktirdiklerinizden<br />
ortaya çıkar. Bu rol biraz öyle<br />
sanıyorum. Bu role kendinizden ne gibi<br />
katkılar yaptınız?<br />
Senaryonun her sahnesini tek tek analiz ettim<br />
ve kendim için doğru olan matematiği<br />
oluşturdum. Sette de Tülay Hoca’mın inanılmaz<br />
yol göstericiliği sayesinde bu kadar iyi bir iş<br />
çıkardığımı düşünüyorum. Bunun dışında yüzme<br />
sahneleriyle alakalı, set öncesinde 3-4 hafta<br />
çalışmalar yaptım. Tekne<br />
kullanmam gereken sahneler<br />
için sette hocalar eşliğinde<br />
çalışmalarımız oldu. Su altı<br />
sahneleri için ise nefes tutma<br />
ve dalış dersleri aldım. Her<br />
anlamda zor ve yoğun bir<br />
süreçti.<br />
Türk sinemasında<br />
etkilendiğiniz oyuncular<br />
kimlerdir?<br />
Benim örnek aldığım oyuncu<br />
Kerem Atabeyoğlu’dur. Kendisinin<br />
Türkiye’nin en yetenekli<br />
oyuncularından birisi<br />
olduğunu düşünüyorum. Onun dışında Almila<br />
Uluer Atabeyoğlu, Haluk Bilginer, Tamer Levent<br />
de örnek aldığım isimler arasında.<br />
Yeşilçam’da erkekler için jön oyunculuk<br />
vardı. Günümüzde ise daha çok karakter<br />
oyunculuğuna bir dönüş var. Siz hangisine<br />
kendinizi yakın hissediyorsunuz?<br />
Ben karakter oyunculuğuna inananlardanım.<br />
Eğer oyuncuysanız, size uygun olan her rolün<br />
altından kalkmanız gerekir. Bana uygun olan,<br />
beni heyecanlandıran ve gelişmemi sağlayacak<br />
her rolü oynamak isterim.<br />
Cevabınız karakter oyunculuğu ise Kartal<br />
Tibet, Cüneyt Arkın, Ayhan Işık gibi yıldız<br />
sisteminin ürettiği isimlerin yerini doldurmak<br />
nasıl mümkün olacak günümüzde?
Saydığınız isimlerin yerini doldurmanın mümkün<br />
olmadığını düşünüyorum. Çok büyük isimler!<br />
Bir yandan da o günkü durumla bugünkü biraz<br />
farklı.<br />
Oyuncu olmaya ne zaman karar verdiniz?<br />
Ailenizin tepkisi ne oldu?<br />
İlkokul ve ortaokuldan itibaren oyunculuğa karşı<br />
yoğun bir ilgim vardı. O zamanlarda okulda<br />
amatörce devam eden bu ilgi, üniversiteye<br />
geçtiğim zaman tiyatro kulüplerinde devam etti.<br />
İstanbul Üniversitesi’nde okuduğum yıllarda<br />
da ajansa kayıt olmamla birlikte profesyonel<br />
oyunculuk hayatına başlamış oldum. Çok idealist<br />
bir aileye sahibim. İlk duyduklarında biraz<br />
şaşırmışlardı ama sonradan alıştılar. Bu konuyla<br />
alakalı sadece bir kez babamla konuştuğumuzu<br />
hatırlıyorum. “Eğitimini aksatmayacaksan<br />
istediğin gibi devam edebilirsin.” demişti. Ben de<br />
gerçekten aksatmadım ve bugün iki tane meslek<br />
sahibiyim.<br />
Sinemamızda son dönem oyuncuların daha<br />
çok dizilerden geldiğini görüyoruz. Bu<br />
anlamda sinema ve dizi oyunculuğunun<br />
farkları olduğunu kabul eder misiniz? Eğer<br />
teknik olarak farkları varsa şu an sinema<br />
oyunculuğu açısından bir dezavantaj<br />
yaşanıyor mu?<br />
Ben o oyuncuların dizilerden geldiğini<br />
düşünmüyorum aslında. Bir filmde gördüğümüz<br />
oyuncuyu, dizilerde popüler olduktan sonra<br />
tanıdığımız için öyle düşünüyoruz. Dizi<br />
oyunculuğu ya da sinema oyunculuğu diye de<br />
ayırmıyorum. Ama sinema filminde oynamanın<br />
daha avantajlı olduğuna inanıyorum. Çünkü<br />
elinizde başı sonu belli bir senaryo oluyor. Role<br />
hazırlanma süreniz daha fazla ve daha rahat bir<br />
set ortamında çalışıyorsunuz. Bu da oyunculuk<br />
performansına yansıyor. Dizilerde ise karakter<br />
devamlılığını sağlamak zor, bir haftada 120-130<br />
dakika dizi çekiyorsunuz. Çok hızlı ve uzun saatler<br />
çalışmak zorunda kalıyorsunuz. O yüzden<br />
sinemayı daha avantajlı ve keyifli görüyorum.<br />
İlk filminiz olan Suda Balık ile Nice<br />
Uluslararası Film Festivali’nde En İyi<br />
Erkek Oyuncu Ödülü’ne aday gösterildiniz.<br />
Duygularınız neler? Bu başarının altında<br />
yatan sebep nedir?<br />
Nice Uluslararası Film Festivali’nde aday<br />
olmamı filmde çok çalışarak ve yüreğimle<br />
oynamış olmama bağlıyorum. Aynı zamanda<br />
Tülay Kocatürk gibi bir yönetmen, harika bir<br />
senaryo ve çok başarılı bir ekiple çalışmış<br />
olmak da çok önemli. Çünkü bu iş, tam olarak<br />
bir ekip işi ve biz o sette harika bir ekiptik. Çok<br />
heyecanlıyım ve mutluyum! Orada olmayı, o<br />
heyecanı ve atmosferi yaşamayı sabırsızlıkla<br />
bekliyorum.<br />
İzleyiciler için filmle ilgili benim size<br />
sormadığım ama sizin söylemek istediğiniz<br />
bir şey var mı?<br />
Öncelikle güzel sorularınız için çok teşekkür<br />
ederim. Bu filmi herkesin, özellikle de gençlerin,<br />
iki saatlerini ayırıp izlemelerini rica ederim. Hem<br />
keyifli hem de ders verici bir film. Bir de Nice<br />
Uluslararası Film Festivali için herkesin duasına<br />
ihtiyacımız olacak. Umarım ödülleri de alır ve<br />
ülkemizi en iyi şekilde temsil ederiz.
DOSTLARLA BİRLİKTE FES<br />
Ülkemizde düzenlenen<br />
birbirinden önemli film<br />
festivalleri gerek biz<br />
sinema yazarları ve<br />
sektör emekçileri, gerekse<br />
de yerel halk ve öğrenciler<br />
için oldukça faydalı.<br />
FIRAT SAYICI<br />
n Ülkemizde düzenlenen birbirinden önemli film<br />
festivalleri gerek biz sinema yazarları ve sektör<br />
emekçileri, gerekse de yerel halk ve öğrenciler<br />
için oldukça faydalı. En büyük sorun ise çoğunun<br />
birbirinden habersiz belirlediği ve üst üste<br />
çakışan tarihleri. Genelde sonbahar ya da ilkbaharda<br />
art arda gelen festivallerimiz iki ayağımızı<br />
bir pabuca soksa da, keyifli, sanat ve sinema<br />
dolu günler yaşatıyor bizlere. Benimle birlikte<br />
Murat Tolga Şen, Banu Bozdemir, Murat Kızılca,<br />
Alper Turgut ve Serdar Akbıyık da dahil olmak<br />
üzere böylesine keyifli bir koşuşturmacayı Nisan<br />
sonuna doğru yaşadık. Ankara Uluslararası Film<br />
Festivali, Malatya İnönü Üniversitesi Kısa Film<br />
Festivali ve Uluslararası Antalya Sinema Günleri<br />
bizi ve sinemaseverleri ziyadesiyle doyurdu.<br />
28. Ankara Uluslararası Film Festivali<br />
Türkiye’nin en önemli ilk 5 film festivali arasında<br />
rahatlıkla sayabileceğimiz Ankara Uluslararası<br />
Film Festivali İrfan Demirkol ve İnci Demirkol’un<br />
özverili öncülüğünde bu yıl 28. kez Ankaralı<br />
sinemaseverlerle buluştu. 2016 ve 2017 yapımı<br />
önemli Türk filmlerinin yarıştığı festival 10<br />
gün sürdü. Biz, Alper Turgut, Murat Tolga Şen<br />
ve Banu Bozdemir’le festivalin ilk 3 gününde<br />
Ankara’daydık. Kötü talih bizi oldukça soğuk bir<br />
havayla ve hatta karla karşılaştırdı ama olsun.<br />
Güzel filmler, sıcak sinema sohbetleri eşliğinde<br />
dolu dolu üç gün geçirdik. Festivalin kendi adıma<br />
en güzel bölümü İspanyol sineması oldu. Tüm<br />
seçkiyi izleyecek kadar kalamadım Ankara’da<br />
ancak İstanbul Film Festivali’nde teknik sebeplerle<br />
izleyemediğim Carlos Saura ustanın<br />
“Jota”sı bile yetti büyük bir keyif almama.<br />
Yarışma sonuçlarının tartışılması her festival<br />
sonrası bir gelenek haline geldi. Malumunuz,<br />
Onur Ünlü önderliğinde ilginç bir jüriye sahipti<br />
festival. Bu ekip, çok tartışmalı bir birinci çıkardı;<br />
“Genco”... Hiç bir kategoride en iyi olamayıp<br />
en iyi film ödülü alması herkesi şaşırttı. Bu<br />
kararda Onur Ünlü’nün büyük etkisi olduğunu<br />
düşünüyorum. Festivalin kısa film bölümüne ise<br />
küçük bir eleştirim olacak. Bir festivalde 30’dan<br />
fazla kısa ve belgesel filmin yarıştırılması hiç<br />
sağlıklı bir durum değil. Jürilerin aklı o kadar çok<br />
karışır ki, doğru bir sonuca ulaşılamayabilinir.
TİVALLERİN ARDINDAN<br />
Önümüzdeki yıllarda ön jürinin yarışacak filmleri<br />
10-15 arasına çekmesi şart. Gerçi İstanbul Film<br />
Festivali’nde izlediğim “Kot Farkı” kısa filmin<br />
tanımına cuk oturan yetkin bir yapım ama diğer<br />
bazı filmlerin de gözden kaçmış olabileceğinden<br />
korkuyorum.<br />
10. Malatya İnönü Üniversitesi Kısa Film<br />
Festivali<br />
Türkiye’de kısa film festivallerini ayakta tutan<br />
kuşkusuz ki, üniversitelerin düzenlediği kısa film<br />
festivalleri ve yarışmaları. Onlardan en önemlisi<br />
de Malatya İnönü Üniversitesi Kısa Film<br />
Festivali, kanımca. Yıllardır önemli jüri üyeleri,<br />
akademisyenler, sinema sanatçıları ve basın<br />
mensuplarını ağırlayan başarılı festival bu yıl<br />
10. kez görevini yerine getirdi. Festivalin en<br />
önemli tarafı okulun sinema topluluğu tarafından<br />
gönüllü olarak yapılması. İletişim fakültesinin<br />
de destekleri etkinliklerin artısı tabii ki...<br />
Ankara’dan Murat Tolga Şen, Banu Bozdemir<br />
ve Alper Turgut’la birlikte geçtiğimiz Malatya’da<br />
Murat Kızılca da aramıza katıldı. Yine keyifli<br />
3-4 gün geçirdik. Şehre biraz uzak ancak enfes<br />
göl manzaralı bir otelde konakladık. Belgesel<br />
jürisinde yer aldığımdan dolayı zamanımın bir<br />
bölümünü yarışma filmlerini izleyerek geçirdim.<br />
Sinema yazarları olarak topluca, kısa film üzerine<br />
öğrencilere yararlı olduğunu düşündüğüm<br />
bir panele imza attık. Geçtiğimiz yıllarda kısa<br />
film ve belgesel konusunda daha yetkin jürilerin<br />
oluşturulduğuna şahittim. Bu yıl bu konuda<br />
biraz zayıf kalındığını gözlemledim. Umarım
u nokta önümüzdeki yıllarda atlanmaz. Bir de<br />
araç konusunun çözülmesi şart. 30-40 kişilik bir<br />
konuk ekibine iki araç oldukça yetersiz. Üstelik<br />
merkezden bir saat uzakta olan bir otelde<br />
konaklayınca... Bunun haricinde her şey yerli yerinde<br />
ve doyurucuydu. Bu noktada uzun yıllardır<br />
festivale büyük emek veren değerli arkadaşım<br />
Fatih Özdemir’e, festivalin olmazsa olmazı Ünal<br />
Güzel’e, Osman Bozdemir’e, bizi hiç yalnız<br />
bırakmayan festival mihmandarlarımızdan Seden<br />
Akel ve Sevilay Karakoç’a, öğrencilerin her türlü<br />
sorununu çözen İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi<br />
Mevlüt Akyol’a teşekkürlerimi sunar ve daha nice<br />
10 yıllar dilerim...<br />
2. Uluslararası Antalya Sinema Günleri<br />
Antalya’da sinema denince aklınıza ilk önce Altın<br />
Portakal Film Festivali geliyor elbette. Ancak<br />
bundan sonra Uluslararası Antalya Sinema Günleri<br />
de gelecek. Zira, gümbür gümbür bir festivalle<br />
her ilkbaharda yeniden şenlenecek Antalya!<br />
Antalya Büyük Şehir Belediyesi’nin katkılarıyla<br />
Antalya Sinema Derneği’nin Atatürk Kültür<br />
Merkezi’nde düzenlediği Sinema Günleri hem<br />
üniversite öğrencilerini hem de Antalyalı sinemaseverleri<br />
memnun etmeye devam ediyor. Malatya<br />
sonrası bizi sıcak yüzüyle karşılayan Antalya’da<br />
aramıza Marmaris’e yerleşen sinema yazarı<br />
arkadaşımız Serdar Akbıyık da katıldı. Böylece<br />
ekip tamamlanmış oldu. Kaleiçi’nde hoş bir butik<br />
otelde konakladık. Böylesi bir festivalde şehrin<br />
merkezinde olmak oldukça avantaj sağlıyor. Organizasyonun<br />
başında Antalya Sinema Derneği<br />
başkanı Sidar Serdar Karakaş yer alıyor. Kendisi<br />
sinema konusunda epey yetkin. Üstelik özveriyle<br />
hem Antalya için hem de sinema sektörümüz için<br />
elinden geleni yapıyor.<br />
3 gün boyunca kısa film gösterimlerinin yanı sıra<br />
“Ağustos Böcekleri ve Karıncalar” ile “Siyah<br />
Karga” filmlerinin de gösterimleri gerçekleşti.<br />
Ardından da filmlerin yönetmeni Erhan Tuncer<br />
ve Tayfur Aydın’la söyleşi yapıldı. Söyleşilerden<br />
diğerlerinin de faydalı olduğunu düşünüyorum.<br />
Alper Turgut ve Serdar Akbıyık, sinema<br />
gazeteciliği üzerine, Murat Tolga Şen ve Murat<br />
Kızılca fantastik sinemanın kısası üzerine, ben<br />
ve Banu Bozdemir ise kısa film üzerine söyleştik<br />
seyircilerle.<br />
Sinema günlerinde ödüllerin çoğunun doğru<br />
isimlere gittiğini düşünüyorum. En iyi kısa film<br />
ödülünü çok başarılı bir deneysel film (Her ne<br />
kadar yönetmeni filmini kurmaca sansa da)<br />
kazandı. “Babamdan Kalan” filminin yönetmeni<br />
Abdülmelik Öcal ödülünü görüntü yönetmeni<br />
ağabeyimiz Aytekin Çakmakçı’dan aldı. “En İyi<br />
Yönetmen” ödülü, “7 Santimetre” filmiyle Metehan<br />
Şereflioğlu ile “Kefaret” filmiyle Ali Kışlar’a,<br />
“En Çarpıcı Kısa<br />
Film” dalında ise<br />
Hasan Can Dağlı’nın<br />
yönettiği “Siyah Çember”<br />
ve Süleyman<br />
Demirel’in yönettiği<br />
“Asfalt” filmlerine<br />
verildi. “Festival Özel<br />
Ödülü”nün sahibi<br />
ise, Semih Ellialtı ve<br />
Ahmet Can Uzer’in<br />
birlikte çektiği “Kemik”<br />
ve Akın Ay imzalı “Kötü” filmleri oldu. Festivali<br />
takip eden sinemaseverlerin oylamasıyla<br />
belirlenen “Seyirci Ödülü”nü ise “Kırmızı” adlı<br />
filmiyle Özge Gül aldı.<br />
Bu tarz organizasyonları çok önemsiyorum.<br />
Kemikleşmiş, dinozorlaşmış ve katılaşmış<br />
festivallerin dezavantajlarını böyle festivaller<br />
yaşamıyor. Daha taze, daha genç fikirlerle<br />
sinemaseverleri ve sektörü kolayca yakalayabiliyorlar.<br />
Elbette ki, daha yolun başında<br />
oldukları için ufak tefek aksaklıklar olacaktır.<br />
Ancak güçlü sponsorlar ve yerel yönetimlerin<br />
güçlü desteğiyle bu tarz oluşumlar sinemamız<br />
için kanatlandırıcı dinamikler haline gelecektir.<br />
Uluslararası Antalya Sinema Günleri önümüzdeki<br />
yıllarda çok daha iyi noktalara gelecektir<br />
diye düşünüyorum. Bizden de tam destek, hep<br />
destek…
BİTMEYEN TÜR<br />
KILIÇ VE SANDALET<br />
Nereden gelirse gelsin, nasıl olursa olsun<br />
kaba tabirler “kılıçlı”, sinema terimi olarak<br />
“sandalet” filmleri hayatımızda büyük önem<br />
taşır ve çoğumuzun suçlu zevki bu filmlerdir.<br />
ONUR KIRŞAVOĞLU<br />
n İtalyan sinemasının<br />
eski Roma’yı anlatan<br />
ilk yükseliş yılları,<br />
Hollywood’un büyük<br />
bütçeli yapımları,<br />
ödüllerin literatüre<br />
girdiği ihtişamlı<br />
filmler ve başta Kurosawa<br />
olmak üzere Japonların çektiği<br />
samuray filmleri... Nereden gelirse gelsin,<br />
nasıl olursa olsun kaba tabirler “kılıçlı”,<br />
sinema terimi olarak “sandalet” filmleri<br />
hayatımızda büyük önem taşır ve<br />
çoğumuzun suçlu zevki bu filmlerdir. Hatta<br />
seviyesi, başarısı ne olursa olsun bu<br />
türün arşivini yapanımız, “bana kılıç sesi<br />
olsun yeter” diyenimiz bile mevcuttur. Bu<br />
tür, artık aynı zamanda bir alışkanlığa da<br />
dönüşmüş durumda.<br />
Elbette saydığımız çıkış noktaları sonrası<br />
da bu filmler hep var oldu ve hep gelişti.<br />
Artık bilim kurgu, fantastik ve bolca komediler<br />
bile yapılır oldu. Zombilerin olduğu<br />
kılıçlı/tarihi filmler bile görür olduk. Ülkemizde<br />
ise Kara Murat, Karaoğlan gibi<br />
örnekler bir dönem aldı yürüdü ama artık<br />
bu tarz bir filme rastalamak neredeyse<br />
mümkün değil. Olanlar ise yeterli seviyede<br />
değil. Neyse, umudumuzu fazla
köreltmeden konumuza dönelim. Bu<br />
gidişin son ürünü ise bu ay gösterime girecek<br />
olan King Arthur: Legend of Sword.<br />
Bu kez daha da başka bir tarz bizi bekliyor.<br />
Nedeni ise usta yönetmen Guy<br />
Ritchie. Lock, Stock and Two Smoking<br />
Barrels, Snatch, Rock’n Rolla, Sherlock<br />
Holmes ve The Man From U.N.C.L.E gibi<br />
filmlerle karşımıza çıkan yönetmenin kendine<br />
has bir tarzı var. Mizah sosu, aksiyona<br />
bakışı ve en önemlisi yarattığı atmosfer/kurgu<br />
tercihi ile bir Ritchie filmini<br />
ayırt etmek mümkün. Daha evvel Sherlock<br />
Holmes’ta bunu açıkça görmüştük<br />
ve Kral Arthur’un yeni versiyonunda da<br />
göreceğimizden hiç şüphem yok. Klip<br />
estetiği barındıran geçişler ve eğlenceli<br />
müzikler de sanırım önemli bonuslar<br />
olacak. Bir “sandalet” filmi hiç olmadığı<br />
kadar eğlenceli, sert ve bir o kadar komik<br />
olabilir. Bunu beklerden cok sevdiğimiz<br />
birkaç “kılıçlı” filmi hatırlayalım.<br />
BRAVEHEART - 1995<br />
Mel Gibson’in yönettiği, oynadığı ve her<br />
şeyini yatırdığı film 1995 yılının en büyük<br />
filmi oldu. Gelmiş geçmiş listelerine de<br />
girmekte zorlanmayan yapım, Ingiltere<br />
sömürgesi altındaki Iskoçya’nın William<br />
Wallace önderliğinde kurtuluş mücadelesini<br />
anlatıyor. Duygusuyla, aşkıyla ve<br />
güçlü dramasıyla Oscar Ödülleri’nde de<br />
ortalığı kasıp kavurmayı başardı ve övgülere<br />
boğuldu. Hakkında tartışmaların günümüzde<br />
bile bitmedigi Braveheart, modern<br />
tarihi filmlere de yol açmış, tekrar bir ivme<br />
kazandırmış oldu.<br />
BEN-HUR - 1959<br />
William Wyler’ın yönettiği film, Lewis<br />
Wallace’ın romanından uyarlama. O zamana<br />
kadarki en büyük, en görkemli<br />
filmlerden olan Ben-Hur bunun karşılığını<br />
da Oscar töreninden aldı. 11 dalda Oscar<br />
kazanan film 1997 yılına kadar bu<br />
alanda tekti, şimdi ise Titanic ve Lord<br />
of the Rings: The Return of the King ile<br />
zirveyi paylaşmakta. Ben-Hur ve çocukluk<br />
arkadaşı Messela artık zıt kutuplardadır
ve bu zıtlık kaçınılmaz bir savaşa doğru<br />
sürüklenmektedir. Charlton Heston’ın efsane<br />
performanslarıyla daha da güçlenen<br />
yapım hala bu türde en iyiler arasında yer<br />
almaktadır.<br />
GLADIATOR - 2000<br />
Ridley Scott imzalı<br />
ve yine Oscar Ödüllü<br />
bu yapım, general<br />
Maximus Decimus<br />
Meridius’un<br />
İmparatorluk<br />
tahtına oturan<br />
Commodus<br />
tarafından aforoz<br />
edilmesi hikayesine<br />
odaklanıyor ve<br />
Maximus’un intikam<br />
yolculuğuyla<br />
paralel bir şekilde<br />
ilerliyor. Russel Crowe ve Joaquin<br />
Phoenix’in Oscar perfromanslarıyla öne<br />
çıkan film, güçlü bir drama ve etkili bir<br />
savaş filmi olarak da anılmakta. Özellikle<br />
kurulan güçlü atmosfer ve müzikleriyle<br />
seyirciyi yakalamayı başaran film, 5 dalda<br />
Oscar kazandı.<br />
SEVEN SAMURAI -<br />
1954<br />
Büyük usta Kurosawa<br />
imzalı film,<br />
gelmiş geçmiş en<br />
iyi filmlerden biri<br />
ve samuray hikayelerinin<br />
de zirvesi.<br />
Usta oyuncu<br />
Toshiro Mifune’nin<br />
de yer aldığı yapım<br />
çok güçlü bir<br />
anlatımla hafızalara<br />
kaznmış durumda.<br />
Takımına dört yeni samurai daha ekleyerek<br />
köyü savunmaya girişen Kambei<br />
köylüler tarafından sevinçle karşılanır ve<br />
herkesin sevgisini kazanır; bir süre sonra<br />
onlara kendilerini savunmayı öğretmeye<br />
başlar.
Spartacus - 1960<br />
Çoğu sinemasevere<br />
göre en büyük<br />
yönetmen olan<br />
Stanley Kubrick,<br />
her türde film çeken<br />
ve hepsini başyapıt<br />
seviyesinde kotaran<br />
bir usta. Köleliğin<br />
egemen sınıfa karşı<br />
ilk ayaklanma sürecini<br />
anlatan film,<br />
Spartacus üzerinden<br />
hem muhteşem<br />
bir anlatı anlamına<br />
geliyordu hem de<br />
sert söylemler barındırıyordu. Kirk Douglas<br />
ve Kubrick’in daha evvel de tecrübe<br />
edilen harika enerjisiyle film en iyi tarihi<br />
filmlerden biri olarak tarihe geçiyordu.<br />
BONUS:<br />
Tarkan: Viking Kanı - 1971<br />
Viking Kanı isimli<br />
çizgi romandan<br />
uyarlanan<br />
film, Kartal Tibet<br />
ile özdeşleşen<br />
Tarkan karakterini<br />
anlatıyor.<br />
Serinin üçüncü<br />
ve birçok açıdan<br />
en çok bilinen/<br />
sevilen bölümü<br />
olan Viking Kanı,<br />
Yeşilçam’ın unutulmaz<br />
efsanelerinden<br />
Ahtapot karakterini de izleyiciyle<br />
buluşturmuştu. Tarkan’ın AVrupa Hun<br />
İmparatoru Attila ‘nın kızı Yonca Hatun’u<br />
kurtarma çabası üzerinden ilerleyen hikaye,<br />
zamanın şartlarının zorlanması ile<br />
de epey konuşulmuştu. Kısacası,dikkat<br />
edin! Altar’ın oğlu TArkan geliyor...
10. KEZ<br />
MALATYA’DA<br />
KISA FİLM<br />
UZUN ETKİ<br />
SEMRA GÜZEL KORVER<br />
BELGESELCİ<br />
Anadolu’daki<br />
üniversitelerin festival<br />
düzenlemesi ayrıca<br />
önemli.<br />
Zira hem gençlerin<br />
sanatsal duyarlılıkları<br />
gelişiyor hem de<br />
“sektörde biz de varız”<br />
diyorlar...<br />
10. yılında sinema severlerle<br />
buluşan Malatya İnönü Üniversitesi<br />
Uluslararası Kısa<br />
Film Festivali filmler, söyleşiler, sergiler<br />
ve atölyelerle seyircisiyle buluştu. Ulusal<br />
ve uluslararası kategorideki kurmaca ve<br />
belgesel kısa’lar bir kez daha uzun etki<br />
yaratmayı başardı diyebiliriz. Üniversite<br />
gençliğinin alakası kayda değerdi. Özellikle<br />
açık havada film izleme; yönetmen,<br />
oyuncu, senarist ve sinema yazarlarıyla<br />
buluşma zevki ayrı bir ilgi gördü.<br />
Üniversitelerin film festivali düzenlemesini<br />
önemsiyorum. Özellikle de<br />
Anadolu’daki üniversitelerin. Öğrencilerin<br />
sanatsal duyarlılıklarının geliştirilmesi için<br />
çok önemli bir zemin hazırlanıyor. Organizasyonu<br />
yürüten gönüllü öğrencilere de<br />
kendiliğinden bir pratik yapma olanağı,<br />
bir nevi staj imkanı doğuyor. Sadece<br />
büyük kentlerde erişilebilen atölye, sergi<br />
ve söyleşilerin buralara da taşınması<br />
ile yüzü yüze temasta sağlanmış oluyor
ki en çok önemsediğim bu. Zira günümüzde öyle<br />
veya böyle teknolojinin nimetleri sayesinde istenilen<br />
filmler er ya da geç erişilip izlenebiliyor. Ama<br />
bir filmi, o filmi gerçekleştirenlerle topluca adeta bir<br />
ayin şeklinde izlemek, ardından düşünmek, soru<br />
sormak, yorum yapmak, tartışmak… işte aslolan<br />
bu. Ayrıyeten Anadolu’da eğitim almış, sinema<br />
aşkını Anadolu’da yeşertmiş, büyütmüşlerin sektörde<br />
kendine yer bulmasının, sesini duyurmasının<br />
önemli fırsatlarından biri yaratılmış ve yakalanmış<br />
oluyor.<br />
Gelelim ödüllere:<br />
Her ne kadar benim için en büyük ödül seyirci<br />
ile buluşmak olsa da, oyunun kuralı, buluşmanın<br />
bahanesi bu ya, jüriler finale kalan belgeseller<br />
arasından beğenilerine, kriterlerine göre ödülleri<br />
dağıttı.<br />
Ulusal Kurmaca dalında, yönetmenliğini Ercan<br />
Selim Öngöz’ün yaptığı 12 Saat birinci, Süleyman<br />
Demirel’in yaptığı Asfalt ikinci, Ramazan Kılıç’ın<br />
yaptığı Penaber üçüncü olurken, Ulusal Belgesel<br />
dalında yönetmenliğini Peyami Sefa Altıntaş’ın<br />
Hayat Nöbeti birinci, Abdurrahman Demir’in<br />
yaptığı Kırmızı ikinci, Özer Kesemen’in Hayat<br />
Güzeldir’i ise üçüncü oldu.<br />
Uluslararası Kurmaca dalında ise yönetmenliğini<br />
İspanyol Alvaro Rodrigez Areny’nin yaptığı<br />
Wolves üçüncü, Fransız yönetmenler Maxime<br />
Malabard ve Anthony Taib’in filmleri<br />
Maree Haute ikinci, yönetmenliğini Giardano<br />
Torreggiani’nin yaptığı My Awesome Sonorous<br />
ise birinci olurken Uluslararası Belgesel dalında<br />
da Lisi Kieling’in yaptığı Vida Gomo Rimoza<br />
üçüncü, yönetmenliğini Emilio Marti Lopez’in<br />
yaptığı Marhaba-Hela ikinci, yönetmenliğini<br />
Pablo Radice’nin yaptığı Gemelos filmi de<br />
birinci oldu.<br />
Özellikle paylaşmak istediği bir şey de Güzel<br />
Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Dekanı Prof. Dr.<br />
Hasan Arapgirlioğlu’nun şefliğinde ödül töreni<br />
sırasında “Nazende Trio” grubu tarafından<br />
verilen Film Müzikleri Konseri. Gerçekten çok<br />
güzeldi. Hem kulaklarımıza hem ruhumuza iyi<br />
geldi doğrusu.<br />
Ödül alan belgesellerin konusu ve sinemasal<br />
anlatımına gelince hem ulusal hem uluslararası
kategoride de sadelik<br />
ve bireyi merkeze<br />
alan konular hakimdi.<br />
Dönemsel olarak moda<br />
ve / veya trend olan<br />
konuların dışındaki<br />
filmlere gitti ödüller.<br />
Benim de juri olduğum<br />
uluslararası bölümde<br />
Latin rüzgarı hakim<br />
oldu. Brezilya, Arjantin<br />
ve İspanya’dan<br />
belgeselciler ödülleri<br />
kucakladı. Birinci<br />
olan Gemelos filmi,<br />
aynı yumurta ikizi olan<br />
kardeşlerin birinin<br />
doğum, diğerinin ölüm<br />
ile ilgili mesleklerini<br />
felsefik ve karşılaştırmalı<br />
bir açıdan kameraya<br />
yansıtıyor. İkinci Merhaba, Selanik’teki mülteci<br />
kampında bir çocuğun oyun, oyuncak ve animasyon<br />
yolu ile hakiki evine duyduğu özlemi<br />
ve aidiyetini görüntülüyor. Üçüncü Vida Gomo<br />
Rimoza ise mutluluğun sırrını basitlik ve sadelikte<br />
bulup, az tüketip çok üretmekte aramanın<br />
sırrını keşfetmemize aracılık ediyor. Doğrusu<br />
başka coğrafyalarda başka kültürlerdeki<br />
yaşamların başkalığına rağmen, ruhların, insan<br />
olmanın aynılığını bir kez daha görmenin bilinci<br />
ve huzuruna da aracılık eden bu filmlerin; gençlerle<br />
buluşması gerek sanatsal gerek sosyopsikolojik<br />
anlamada çok önemli. Festivaller her<br />
türlü aksaklıklarına rağmen, sırf bunu başarması<br />
ile yıldızı göğsüne takmayı hak ediyor benim için.<br />
Bu topraklarda çekilen belgesellere<br />
baktığımızda:<br />
Ulusal belgesel dalında üçüncü olan Hayat<br />
Güzeldir İzmir’de topladığı atık unlu mamulleri<br />
yeme dönüştürerek hem sokak hayvanlarını<br />
besleyen hem de satıp ihtiyaç sahiplerine yardım<br />
eden 75 yaşındaki Zinnur Çelik’in hikayesini<br />
anlatıyor. Zinnur Bey ayda 30 bin TL kira geliri<br />
olmasına rağmen sade yaşayan ve kendini sokak<br />
hayvanlarına adamış bir karakter.<br />
İkinci olan Kırmızı ise severek evlendiği<br />
öğretmeni Ramazan ile çocukları olmadığı için<br />
boşanan ve eski eşinin kendisine yakıştırdığı<br />
kırmızı rengi üzerinden çıkartmayarak aşkını<br />
yaşatan ve kendini avutan Sultan Özcan’ın<br />
öyküsü.<br />
Birincilik ödülüne layık görülen Hayat Nöbeti, Ankara<br />
İtfaiyesi’nde çalışanların anlatımıyla yangın,<br />
terör ve kazalar sırasında yaşanan trajedileri ve<br />
mesleğin zorluklarını resmediyor.<br />
Filmlerin yönetmenleri ile yaptığım ayaküstü<br />
sohbette heyecanlı, desteğe ihtiyaç duyan, yeni<br />
filmler çekmek isteyen, nereye-kime gideceğini<br />
tam da bilemeyen gençler gördüm. Fakat<br />
tutkularının peşinden yürümeye karalılar...<br />
Aramaya, öğrenmeye, zorluklara mücadeleye<br />
açıklar, hazırlar, gönüllüler. Birinciliği alan Hayat<br />
Nöbeti’nin yönetmeni Peyami Altıntaş duygularını<br />
şöyle ifade etti: Emek vermek iyi hissettirdi. Zaten<br />
ödül odaklı çalışmadık. Biz kendimize bir dert<br />
edindik ve sadece derdimizi anlatmaya çalıştık.<br />
Amacımızı bu anlamda, yaşanan tüm sıkıntılara<br />
rağmen gerçekleştirdik. Ama çok severek<br />
okuduğumuz sinema bölümünde bu filmi çekene<br />
kadar yaşadığımız zor süreçleri anlatacak olsak,<br />
sanırız ki onun için ayrıca uzun metrajlı bir film<br />
çekmek gerekir.<br />
Malatya’da 10. kez kök salan bu üniversite festivalinin<br />
yarattığı aura 7. sanatla hemhal olmak<br />
bir yana, yeni filmlerin üretilmesi için de büyük bir<br />
motivasyon ve heyecan kaynağı oldu. Zaten ödül<br />
dediğin de bu değil midir?
LATiNLERiN<br />
HOLLYWOOD iSTiLASI<br />
n Sinemayı popüler<br />
bir sanat dalı yapan<br />
ve daha geniş<br />
kitlelere hitap etmesine<br />
vesile<br />
olan birçok detayı<br />
sayabiliriz. Ancak<br />
sinemayı bir endüstri haline getiren, aynı<br />
zamanda tüm yeryüzüne hitap etmesine<br />
aracı olan olayın ise Hollywood’un<br />
doğuşu olduğu açık bir şekilde ortadadır.<br />
Zaman zaman fazla piyasaya oynaması<br />
nedeniyle eleştirilere maruz kalan Amerikan<br />
sineması, tüm negatif yönlerine<br />
rağmen, dokunduğunu şöhret yapmayı<br />
da başarmaktadır.<br />
Hollywood’un artılarını eksilerini saymaya<br />
kalkmak, esasen başlı başına bir<br />
yazı konusu. Ancak herkesin üzerinde<br />
mutabık olacağı bir şey var ki; o da<br />
Hollywood’un dünyanın en gösterişli<br />
ve popüler filmlerini izleyenlerine<br />
sunmasıdır. Hangi sinema akımından<br />
hoşlanırsanız hoşlanın, muhakkak ki<br />
Hollywood her daim hayatınızın bir<br />
noktasında yer etmiştir, etmeye de devam<br />
edecektir. Bunun birincil sebebi,<br />
sinemaya bir endüstri gözüyle bakan<br />
ve “Nasıl daha fazla seyirciyi salonlara<br />
çekebilirim” sorusunu kendine<br />
sürekli olarak yönelten Hollywood’un<br />
filmlerine akıttığı devasa bütçelerdir.<br />
Bu durum, sinematografik anlamda<br />
bir haz doğururken, aynı zamanda<br />
yeryüzünün en popüler oyuncularının da<br />
Hollywood’un yolunu tutmasına olanak<br />
POLAT ÖZİŞ<br />
Özellikle son yıllarda Latin<br />
kökenli birçok başarılı<br />
oyuncuyu Hollywood<br />
filmlerinde görmeye<br />
başladık.<br />
sağlamaktadır.<br />
Özellikle son yıllarda Latin kökenli birçok<br />
başarılı oyuncuyu Hollywood filmlerinde<br />
görmeye başladık. Gerek kendi<br />
kültürlerini yansıtmaları hasebiyle gerekse<br />
beyazperdedeki çekici duruşlarıyla<br />
ilgi çekmeyi başaran ve Yeni Kıta’nın<br />
yolunu tutan bu oyuncular, deyim yerindeyse<br />
Hollywood’u istila etmiş durumdalar.<br />
Mayıs ayında vizyona girecek olan<br />
iki Hollywood yapımı filmin başrollerinin<br />
de Latin kökenli oyunculara emanet<br />
olması bu durumun açık bir göstergesi.<br />
Sean Penn’in yönetmenliğini yaptığı The<br />
Last Face’te Javier Bardem’i, Werner<br />
Herzog’un Salt and Fire’ında ise Gael<br />
García Bernal’i izleyeceğiz. Pekâlâ, kendi<br />
sınırlarının dışına çıkmayı başarmış<br />
ve Hollywood yapımı filmlerde de boy<br />
göstermiş Latin oyuncuları ve onların<br />
filmlerini hatırlamaya ne dersiniz?<br />
Hollywood’u istila eden Latin oyuncular<br />
huzurlarınızda.
EVA MENDES<br />
Her ne kadar Amerika<br />
doğumlu olsa da Küba asıllı<br />
olması nedeniyle Latin oyuncular<br />
sınıfına yerleştirdiğimiz<br />
Eva Mendes, esasen on<br />
parmağında on marifet olan<br />
biri. Şarkıcılık, modellik ve<br />
oyunculuk gibi farklı alanlardaki<br />
birçok işi aynı anda<br />
götüren ama en çok beyazperdeye<br />
yaptığı işlerle<br />
popüler olan Eva Mendes,<br />
görenin dönüp bir kez daha<br />
bakmak isteyeceği kadar<br />
güzel bir kadın. Nitekim<br />
onun Hollywood’da yer aldığı<br />
filmlere göz attığımızda ne<br />
denli ön planda olduğuna<br />
tanıklık ediyoruz. Will Smith<br />
ile başrolü paylaştığı Hitch<br />
yahut Fast and Furious serisinin<br />
ikinci halkasında tüm<br />
endamıyla arz-ı endam eden<br />
Eva Mendes, şüphesiz filmlerin<br />
popülaritesine de pozitif<br />
bir katkı sağlamaktadır.
SALMA HAYEK<br />
Listemize, yıllar yılı güzelliği ile büyüleyen<br />
bir aktris ile start verelim. Kariyerine Meksika<br />
yapımı filmlerle başlayan ve daha sonrasında<br />
Hollywood’un yolunu tutan Salma Hayek,<br />
şüphesiz Latin oyuncular arasındaki en<br />
şöhretlilerinden biri. Robert Rodriguez’in kült<br />
olmuş filmi Desperado’su ile adından söz ettiren<br />
ve ardından Hollywood’un kapılarını ardına<br />
kadar aralayan güzel oyuncu, özellikle Frida<br />
Kahlo’ya hayat verdiği Frida filminde, en iyi<br />
performanslarından birini sergilemiştir. Son<br />
yıllarda bir nebze de olsa popülist işlerden uzak<br />
durmayı tercih eden Salma Hayek, güzelliğinin<br />
yanı sıra, başarılı oyunculuğu ile de Latin dendi<br />
mi ilk akla gelecek isimlerden biri olarak öne<br />
çıkmaktadır.<br />
GAEL GARCIA BERNAL<br />
Meksika doğumlu olan ve birçok<br />
usta işi filmin başrolünde yer alarak,<br />
taraflı tarafsız herkesi kendisine<br />
hayran bırakan Gael Garcia Bernal’in<br />
en bilindik filmleri, Amores Perros,<br />
Y tu mamá también gibi Latin<br />
Amerika ruhunu fazlasıyla yansıtan<br />
filmler olsa da, kendisini sık sık Hollywood<br />
prodüksiyonlarının içinde<br />
görmek de mümkün. Tabii onu muadillerden<br />
ayıran en önemli faktör de<br />
üretkenliği. Nitekim başarılı oyuncuyu,<br />
mayıs ayında vizyona girecek,<br />
Salt and Fire isimli Hollywood<br />
yapımında izlemek de mümkün. Ne<br />
diyelim, Gael Garcia Bernal oynasın,<br />
biz izleyelim!
PENELOPE CRUZ<br />
Eğer ki, bir Latin oyuncular listesi<br />
yapıyorsak, Penélope Cruz’un adını<br />
anmadan geçmek olmazdı. Yalnızca<br />
güzelliği ile değil, aynı zamanda<br />
oyunculuğu ile de büyülemeyi başaran<br />
Cruz, kendi kökeninden yetişmiş<br />
en iyi ve en popüler oyunculardan<br />
biri olarak öne çıkmaktadır. İspanya<br />
doğumlu oyuncu, kariyerinin henüz<br />
başında yer aldığı Jamon Jamon ile<br />
genç yaşta büyük bir sükse yapmış ve<br />
Hollywood’ı hızlı bir geçiş yapmıştır.<br />
Nitekim güzel oyuncu yıllar boyunca,<br />
ülkesi ile Amerika arasında da<br />
sıkı bir mekik dokumuştur. Onu bir<br />
yıl Pedro Almadovar’ın Wolver’ında<br />
görebileceğimiz gibi bir yıl sonra<br />
da Woody Allen’ın Vicky Cristina<br />
Barcelona’sında görebilmekteyiz. Penelope<br />
Cruz için, inandığı projenin<br />
peşinden giden bir kadın yakıştırmasını<br />
rahatlıkla yapabiliriz. Ancak, Latinlerin<br />
Hollywood’u istilasındaki öncü isimlerden<br />
birinin de kendisi olduğu aşikâr.<br />
Keza onun başarılı ve güçlü adımları,<br />
arkasından gelecek birçok oyuncuya da<br />
cesaretlendirmiştir. Son olarak Zoolander<br />
2’de karşımıza çıkan ve bir kez daha<br />
endamı ile büyülemeyi başaran güzel<br />
oyuncu, Amerika-İspanya arasındaki<br />
yolları arşınlasın, biz de onun çekeceği<br />
filmleri merakla bekleyiverelim.<br />
JAVIER BARDEM<br />
Javier Bardem için, Latin kökenli oyuncuların<br />
Amerika’daki medarı iftiharı dersek hata etmiş olmayız.<br />
Nitekim o yalnızca delici bakışları ve endamı ile fark<br />
yaratmayan, aynı zamanda da başarılı oyunculuğu ile<br />
takdir toplayan bir isim olarak öne çıkmaktadır. İlk olarak<br />
İspanyol filmlerinden boy gösteren ve aynı eşi Penelope<br />
Cruz gibi Jamon Jamon filmiyle yıldızı parlayan Javier<br />
Bardem, Hollywood’a hızlı geçiş yapan isimlerden. Özellikle<br />
Coen kardeşlerin vurucu filmi No Country for Old<br />
Men’deki performansı ile hayranlık uyandıran Javier<br />
Bardem; Woody Allen, Alejandro González Iñárritu, Sam<br />
Mendes gibi usta isimlerle çalışma fırsatı yakalayarak da<br />
kendini oyunculuk anlamında fazlasıyla geliştirmiştir.
SOFIA VERGARA<br />
Malum, Latin kadınların güzelliği dünyaya nam<br />
salmış bir olaydır. Bu durumun en büyük pay<br />
sahiplerinden biri de şüphesiz Sofia Vergara. Nitekim<br />
bir gülüşü dünyalara bedel olan Sofia Vergara,<br />
aynı zamanda modellik de yaparak güzelliğini<br />
tescilleyenlerden. Ülkesi Kolombiya’da birkaç<br />
küçük projede yer aldıktan sonra Hollywood’un<br />
yolunu tutan ve deyim yerindeyse buranın gediklilerinden<br />
biri haline gelen güzel oyuncu,<br />
Smurf ve Jon Favreau’nun Chef’inde rol alarak<br />
endamıyla büyülemeyi başarmıştır. 1972 doğumlu<br />
olan ancak hala 20’sindeki gibi genç gözüken<br />
oyuncuyu, önümüzdeki yıllarda da Hollywood’un<br />
birçok projesinde görmek de mümkün olacak.<br />
EDGAR RAMIREZ<br />
Hollywood’da sık sık karşımıza çıkmaya<br />
başlayan isimlerden biri de Edgar<br />
Ramirez. Venezuela doğumlu oyuncu,<br />
ülkesinde birkaç televizyon projesinde<br />
yer aldıktan sonra şansı dönüp, soluğu<br />
Hollywood’da alanlardan. Tony Scott’ın<br />
yönetmenliğini yaptığı Domino’da<br />
karşımıza çıkan ve başarılı oyunculuğu<br />
ile ilgi odağı olmayı başaran Edgar<br />
Ramirez, sonrasında ise birçok Amerikan<br />
yapımı filmde gerek başrol gerekse<br />
tamamlayıcı bir karakter olarak kendine<br />
yer buldu. Özellikle Matt Damon ile<br />
birlikte rol aldığı The Bourne Ultimatum<br />
filmini başarılı kılan en önemli parçalardan<br />
biri olan Edgar Ramirez, son<br />
olarak ise Jennifer Lawrence, Robert<br />
De Niro ve Bradley Cooper gibi isimlerin<br />
başrolü paylaştığı Joy’da karşımıza<br />
çıkarak, Hollywood macerasını<br />
sürdürmeyi başarmıştır.
ZOE SALDANA<br />
Annesi Porto Riko’lu, babası<br />
Dominik’li olan Zoe Saldana, her<br />
ne kadar Amerika doğumlu olsa da<br />
Latin kanı taşıyan ve bunu filmlerine<br />
tüm cazibesiyle aktaran bir<br />
aktris olarak öne çıkmaktadır. Yeni<br />
Kıta doğumlu olmasından mütevelli,<br />
Hollywood dışına çıkması<br />
pek nasip olmayan Zoe Saldana,<br />
esasen kökenlerinin kanını taşıyan<br />
oyuncular arasında, en popüler<br />
olanlardan da biri. Avatar, Guardians<br />
of the Galaxy, Star Trek gibi<br />
Amerikan sinema endüstrisine<br />
taze kan getiren filmlerde rol alan<br />
ve şöhretini iyiden iyiye katlayan<br />
oyuncu, başarılı performansının<br />
yanı sıra, Latin oyuncuları<br />
başarıyla temsil etmesi hasebiyle<br />
de oldukça değerli bir noktada<br />
durmaktadır.<br />
PEDRO PASCAL<br />
Son dönemin en fazla<br />
yıldızı parlayan isimlerinden<br />
biri de hiç şüphe<br />
yok ki Pedro Pascal. Özellikle<br />
Pablo Escobar’ı ve<br />
o dönem ki Kolombiya’yı<br />
anlatan Narcos dizisinde<br />
hayat verdiği Ajan Pena<br />
rolüyle takdir toplayan<br />
başarılı oyuncu, Hollywood<br />
projelerinde de karşımıza<br />
çıkmaya başladı. Şili<br />
doğumlu olan ve öncesinde<br />
birçok televizyon dizisinde<br />
boy gösteren Pedro Pascal,<br />
başarısını beyazperdeye de<br />
taşıdı ve geçen yılın ilgi çekici<br />
filmlerinden The Great<br />
Wall’un başrollerinden<br />
biri olarak izleyenlerini<br />
selamladı.
ANA DE ARMAS<br />
Yeni neslin başaralı güzellerinden<br />
biri de Ana de Armas. 1988 Küba<br />
doğumlu olan oyuncu, genç yaşına<br />
rağmen, son yıllarda birçok Hollywood<br />
filminde boy göstermiş ve<br />
güzelliği ile izleyenlerini büyülemeyi<br />
başarmıştır. Keanu Reeves<br />
ile başrolü paylaştığı Knock Knock<br />
filmiyle ilk çıkışını yapan ve akabinde<br />
Hands of Stone ve War Dogs’ta<br />
arz-ı endam eden genç oyuncu,<br />
gösterdiği başarılı performansla<br />
Hollywood’un aranan simalarından<br />
biri olarak da belirmiştir. Nitekim<br />
bu yaz vizyona girmesi beklenen ve<br />
bir başyapıt kalibresindeki Blade<br />
Runner’ın devamı niteliği taşıyacak<br />
Blade Runner 2049’un kadrosunda<br />
da yer alan Ana De Armas, Latinlerin<br />
Hollywood’u istilasındaki en<br />
fazla sükse yapan isimlerden biri<br />
olarak da bilinmektedir.<br />
RODRIGO SANTORO<br />
Brezilya doğumlu ve kariyerine<br />
ülkesinde başlayan<br />
Rodriga Santoro, ilk yıllarda<br />
gösterdiği başarılı performansla<br />
Hollywood’un radarına girmiş<br />
ve Amerikan filmlerinde boy<br />
göstermeye başlamış Latin<br />
kökenli bir oyuncudur. Daha<br />
çok yardımcı rollerde karşımıza<br />
çıkan ancak her defasında<br />
rolünün hakkını fazlasıyla veren<br />
Rodrigo Santoro, son olarak<br />
geçtiğimiz yıl re-make versiyonu<br />
ile karşımıza gelen Ben-<br />
Hur’da boy göstermiş ve tam bir<br />
hayal kırıklığı olan projenin öne<br />
çıkan isimlerinden biri olmayı<br />
başarmıştır. Aynı zamanda<br />
geçtiğimiz yazın en çok ses getiren<br />
dizilerinden Westworld’de<br />
de izleyenlerini selamladı.
BÖYLE BİR DEVAM<br />
FİLMİ OLABİLİR Mİ?<br />
Jaws serisinin<br />
dördüncü filmde<br />
bitmediğini,<br />
beşinci bir filmin<br />
daha olduğunu<br />
biliyor<br />
muydunuz?<br />
Ya da meşhur<br />
Evil Dead<br />
serisinde 3 değil<br />
de tam 8 film<br />
olduğunu?”<br />
MURAT KIZILCA<br />
n 70’li ve 80’li yılların<br />
korku filmlerinin,<br />
özellikle İtalyan<br />
yapımlarının, izini<br />
sürmek sanıldığından<br />
çok daha fazla çaba<br />
gerektirir. İtalyan<br />
yapımı bir korku<br />
filmi, orijinal isminin<br />
tam tercümesi olmaktan uzak ticari bir<br />
İngilizce isimle Amerika pazarına açılır,<br />
başı sansürle veya başka bir sebepten<br />
ötürü derde girerse ya da hayal ettiği<br />
satış rakamlarına ulaşamazsa başka bir<br />
İngilizce isimle tekrar yayınlanır. Keza<br />
bir başka önemli pazar olan İngiltere’de<br />
de benzer süreçlerden geçer ve aynı film<br />
birbirleriyle alakasız birçok isim ile bilinir
olur. Her versiyonun ayrı bir posteri, ayrı<br />
bir VHS kapağı, hatta bazı durumlarda<br />
(uydurulmuş) ayrı yönetmen ve oyuncu<br />
isimleri olduğu da göz önüne alınırsa işler<br />
seyirci için iyice sarpa sarabilir. Hele ki<br />
internetin olmadığı ve bilgiye ulaşmak<br />
için arama motorlarından fazlasının<br />
gerektiği dönemlerde, böylesi tuzaklara<br />
düşerek aynı filmi farklı isimlerle defalarca<br />
kiralayıp ya da satın alıp izlemek işten bile<br />
değildir. Ama karmaşa sadece bununla<br />
sınırlı kalmaz. Bir de yine özellikle İtalyan<br />
yapımcıların sıkça başvurduğu “gayrı resmi<br />
devam filmleri” meselesi vardır ki orada<br />
işler iyice arapsaçına döner.<br />
Aslında olay özünde çok basittir. Gişe<br />
canavarı bir Amerikan filmi, İtalya’da<br />
gösterime girer ve önemli bir hâsılat elde<br />
eder. Bunu gören bazı uyanık yapımcılar,<br />
ellerindeki hazır filmi, Amerikan filminin<br />
İtalyanca isminin yanına “2” ekleyerek<br />
isimlendirir ve ilkiyle ilgili olup olmamasına<br />
aldırmadan gösterime sokar. Amaç gişede<br />
daha fazla iş yapmaktır. Ya ellerindeki filmin<br />
iş yapacağına inanmıyorlardır ya da biraz<br />
daha fazla kazanmanın ne zararı olabilir ki<br />
diye düşünürler.<br />
İtalyan korku sinemasının bir dönemine<br />
damgasını vurmuş “gayrı resmi devam<br />
filmleri”nin ilk meşhur örneklerden biri<br />
büyük usta Lucio Fulci’nin zombi klasiği<br />
Zombie Flesh Eaters’dır (Zombie, 1979).<br />
Zombi kültünü ateşleyen George A.<br />
Romero’nun meşhur “Dead Serisi”nin<br />
ikinci ayağı olan Dawn of the Dead (1978),<br />
Avrupa gösterimleri için Dario Argento<br />
tarafından yeniden kurgulanır,<br />
filme Argento ile özdeşleşen<br />
Goblin grubunun yaptığı<br />
müzikler eklenir ve İtalya’da<br />
“Zombi” ismiyle gösterime girer.<br />
Sağlam bir gişe hâsılatı elde<br />
eden filmin ticari başarısından<br />
nemalanmak isteyen yapımcılar,<br />
Fulci’nin hiçbir şeyin devamı<br />
olmayan yeni zombi filmini<br />
“Zombi 2” ismiyle gösterime<br />
sokar. Fulci, defalarca yaptığı
açıklamalarda, bu isim olayının kendi<br />
haberi ya da izni olmadan gerçekleştiğini<br />
beyan etmiştir. Sonrasında işler iyice<br />
karışır. Ticari kaygıyla devamlı değişen<br />
isimlendirmeler yüzünden farklı ülkelerde<br />
farklı “zombi” serileri oluşur. Hatta 90’lı<br />
yıllarda Amerika’daki bazı video şirketleri<br />
birbirleriyle alakasız (büyük çoğunluğu<br />
İtalyan) korku filmlerini Zombie 1-2-<br />
3 şeklinde sıralayarak satışa sunar ve<br />
İtalyanların ‘isimden nemalanma’ taktiğini<br />
bizzat kendileri uygular.<br />
“Gayrı resmi devam filmleri” dönemini<br />
biraz daha kurcaladığımızda, ortada senaryo<br />
dahi yokken, sadece ismi kullanarak<br />
filmini pazarlayan İtalyan yapımcılara<br />
bile rastlamak mümkündür. Ciro Ippolito,<br />
Ridley Scott şahikalarından Alien’ı (1979)<br />
izledikten sonra ‘Alien 2’ isminde bir<br />
filmi rahatlıkla pazarlayabileceğini fark<br />
eder ve daha tek bir kare bile çekmeden<br />
satışı gerçekleştirip 400 milyon lireti cebine<br />
koyar. Ancak gelen parayla kendine<br />
Jaguar marka bir araba, diğer yapımcı<br />
arkadaşına da bir Mercedes satın alır. İş<br />
filmi çekmeye gelince de Mario Bava’dan<br />
yardım ister. Ancak Bava, çok meşgul<br />
olduğunu söyleyerek reddeder. (Mario<br />
Bava’nın elinden çıkma bir Alien 2 nasıl<br />
olurdu acaba diye düşünmek bile heyecan<br />
verici.) Sonrasında iş başa düşer ve<br />
genelde yapımcılık ile iştigal eden Ippolito,<br />
yönetmenlik koltuğuna oturmak zorunda<br />
kalır ve ortaya çok ama çok ucuz Alien 2:<br />
Sulla Terra (Alien 2: On Earth, 1980) çıkar.<br />
Böylece İtalyanlar, James Cameron’ın<br />
Aliens’ından (1986) çok daha önce sahte<br />
bir devam filmi çekerek hiç de fena olmayan<br />
bir kazanç elde etmeyi başarırlar. Bir<br />
ara Bruno Mattei’nin yöneteceği bir Alien<br />
3 projesi de gündeme gelir ama sonradan<br />
rafa kalkar.<br />
Dönemin en kafa karıştırıcı serilerinden<br />
biri de La Casa serisidir. Korku severlerin<br />
başucu filmlerinden, Sam Raimi<br />
imzalı The Evil Dead (1981) ve Evil Dead<br />
II (1987), İtalya’da sırasıyla “La Casa” ve
“La Casa 2” isimleriyle gösterime girer.<br />
Her iki film de İtalya’da çok iyi gişe yaparlar.<br />
Hemen ertesi sene Joe d’Amato’nun<br />
yapımcılığında çekilen Ghosthouse (Umberto<br />
Lenzi, 1988), sanki Evil Dead serisinin<br />
devam filmiymiş gibi “La Casa 3”<br />
ismiyle gösterime girer ve iyi bir gişe<br />
başarısı elde eder. Joe d’Amato’nun<br />
açıklamalarına göre isim değişikliği<br />
yapımcı arkadaşı Achille Manzotti’nin fikridir<br />
ve gişe başarısının arkasındaki en<br />
önemli sebeptir. Joe d’Amato aynı taktiği<br />
yapımcılığını üstlendiği Witchery (Fabrizio<br />
Laurenti, 1988) ve Beyond Darkness<br />
(Claudio Fragasso, 1990) ile sürdürür ve<br />
filmleri “La Casa 4” ve “La Casa 5” isimleriyle<br />
gösterime sokar. Sonraki senelerde<br />
La Casa serisine iki film daha eklenir ama<br />
eklenen filmlerin daha eski tarihli olması<br />
kafaları iyice karıştırır. ABD yapımı House<br />
serisinin ikinci filmi House II: The Second<br />
Story (1987) “La Casa 6”, yine aynı serinin<br />
üçüncü filmi The Horror Show (1989) da<br />
“La Casa 7” ismini alır ve böylece Sam<br />
Raimi’nin iki Evil Dead filmine, birbirleriyle<br />
alakasız beş filmin eklenmesiyle oluşan<br />
sahte seri tamamlanmış olur. Alt başlıkta 8<br />
tane Evil Dead filmi olduğunu söylemiştik,<br />
burada 7 filmin bahsi geçiyor, sekizincisi<br />
nerede derseniz gayet resmi devam filmi<br />
Army of Darkness’ı (1992) unutmayın derim.<br />
Bu arada ilginçtir; etrafta o kadar sahte<br />
La Casa dolaşırken, Army of Darkness<br />
İtalya’da “L’armata delle tenebre” ismiyle<br />
gösterime girmiştir.<br />
La Casa serisinin sonuna ulanan son iki<br />
filmin de içinde olduğu House serisi de<br />
dönemin garipliklerinden payına düşeni<br />
alır. Bu sefer İtalyanların hiçbir günahı<br />
yoktur. Serinin ilk iki filmi House (1986)<br />
ve House II: The Second Story (1987) hem<br />
Amerika’da hem de Amerika dışında gayet<br />
iyi iş yapar. Ünlü yönetmen ve yapımcı<br />
Sean S. Cunningham’ın beyanatına göre;<br />
üçüncü filmin ön satışından gelen parayla<br />
seriyle ilintisiz yeni bir korku filmi çekilir.<br />
Dağıtımcı şirket, filmi Amerika’da The Horror<br />
Show (1989) ismiyle piyasaya sürerken,<br />
Amerika dışına “House III: The Horror<br />
Show” ismiyle pazarlar. Serinin üçüncü<br />
filmi daha sonra çekilir fakat karışıklığın<br />
üstesinden gelebilmek için House IV<br />
(1992) olarak isimlendirilir.<br />
İtalya’nın nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden<br />
Bruno Mattei, bir dönem<br />
insanların çekinerek denize girmelerine<br />
sebep olacak kadar etkili Jaws’a (1975)<br />
üç devam filminin yetmediğini düşünmüş<br />
olacak ki seriye gayri resmi bir devam<br />
filmiyle katkıda bulunur(!). Cruel Jaws<br />
(1995) ismini taşıyan film, serinin ilk filmleri<br />
de dahil olmak üzere birçok filmden<br />
arakladığı köpekbalığı görüntülerinin<br />
yanı sıra müziklerini de Star Wars’tan<br />
ödünç alır. Mattei’nin bir başka sabıkası<br />
da Shocking Dark adıyla da bilinen Terminator<br />
2’dur (1989). Serinin resmi devam<br />
filminden iki sene önce piyasaya sürülen<br />
filmde bir Terminator vardır ama senaryo<br />
bütünüyle üç sene önce sinemalarda<br />
gösterilen Aliens’tan araklanmıştır. Evet,<br />
Mattei’nin filmleri yazıda bahsi geçen diğer<br />
örneklerden farklıdır. Yalnızca iş yapan bir<br />
filmin ismini sömürmekle kalmamış, birçok<br />
filmden arakladığı parçalarla bir bütün<br />
oluşturmaya çalışarak ‘sinemada kolaj’<br />
konusunda ustalık rütbesini bileğinin<br />
hakkıyla kazanmıştır. İlk iki film hariç<br />
kalanı gayrı resmi devam filmlerinden<br />
oluş(turul)an Demons serisi ve ‘en kötü<br />
filmlerin en iyisi’ (best worst movie) olarak<br />
yaftalan Troll 2 da kafa karıştırıcılıkta hiç<br />
de aşağı kalmayan yapım öyküleriyle, en<br />
azından adını anmamız gereken örneklerdendir.<br />
Görüldüğü üzere dönemin uyanık<br />
yapımcıları, biraz daha fazla kazanabilmek<br />
uğruna sinemaseverlerin kafalarını<br />
bulandırmaktan imtina etmemişlerdir.<br />
Neyse ki 90’lı yılların sonunda<br />
artık ağzı yanan seyircinin<br />
bu tip filmlere fazla rağbet<br />
etmemesi ve internetin de<br />
devreye girmesiyle “gayrı<br />
resmi devam filmleri” dönemi<br />
sona ermiştir.
BIR ARAP’TAN LAZ OLU<br />
Sümela’nın Şifresi 3: Cünyor Temel filminin başarılı oyuncusu<br />
Yeşim Alıç Arap bir sekreteri canladırırken Karadenizli<br />
şivesiyle konuşmanın bir mucize olduğunu söyledi...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Sinemamızın oyunculuk bazında büyük<br />
problemler yaşadığı bir gerçek. Özellikle son<br />
dönemde revaçta olan komedi filmlerinde ki oyunculuklarda<br />
bu daha çok ortaya çıkıyor. Komedi<br />
gibi zor bir türü küçümseyen yapımcıların sadece<br />
güzel kadın kontenjanından oynattığı oyuncular<br />
senaryoda eklenti kalıyor, hatta komediye<br />
negatif bir komiklik katıyor. Neyse ki Yeşim Alıç<br />
gibi kökeni tiyatro menşeyli, bu işi ciddiye alan<br />
oyuncular var. Alıç ile hem Sümela’nın Şifresi 3:<br />
Cünyor Temel filmini hem de oyuncu erozyonunu<br />
konuştuk.<br />
Senaryo size geldiğinde sizi etkileyen şey ne<br />
oldu?<br />
Hikayenin akıcılığı ve güldürmek için zorlama<br />
sahnelerin olmayışı. Elbette senaryo bir kurgudur<br />
ancak adı üstünde “komedi” beklenti yaratıyor,<br />
beklentinin peşine takılıp sürüklenirseniz tadı<br />
kaçar<br />
Rolünüzü biraz anlatabilir misiniz?<br />
Trabzon’a tarihi Avni Aker Stadyumu’na gökdelen<br />
inşaatı yapmak üzere gelen Arap işadamının<br />
sekreterini oynuyorum. Adı Sayfiye , her işi,<br />
seyahati, toplantıyı, yemek saatini hatta yenilecek<br />
yemeği organize eden dikkatli, disiplinli, titiz,<br />
dakik ve sadık bir sereter. Cabir El Kurabiye ve<br />
zevcesi Nevriye’nin eli , ayağı, herşeyi.<br />
Bir serinin 3. devam filminde oynuyorsunuz. Bu<br />
serinin böyle ilgi görmesinin sizce sebebi nedir?<br />
Serinin 3. filmi eğer çekilmişse çok sevilmiş<br />
ve beklenti yaratmış demektir. Ancak beklenti<br />
yukarıda da söyledigim gibi hele komedide daha<br />
çok güldüreyim düşüncesiyle tad kaçırmaya<br />
sebep olabilir. Serinin başarısı ilk filmden itibaren<br />
çizgisini daha çok büyüsüne kapılmadan sürdürebilmesinde<br />
bence. Hatta daha komik yerine daha<br />
sadeyi aramış sanki. İnsanı , mizah anlayışı, pratik<br />
zekası, sadakati, doğası ile Karadeniz’i abart-<br />
madan ve eksiltmeden tüm sahiciligi ile anlatan<br />
dili seyirciyi sarıp sarmalıyor. Bu film ayrıca<br />
Trabzon için önemli bir mekan olan Avni Aker<br />
Stadyumu’na da saygı duruşu da. Futbola bu stadyumda<br />
başlamış ve efsane olmuş futbolcular<br />
da anılarak aslında tüm vatan toprağında tarihe<br />
sahip çıkılması gerektiginin , bizi biz yapanın<br />
geçmişimiz oldugunun altı çiziliyor. Komedi filminin<br />
içine bu öğeler de girince sahiciliği seyirciye<br />
ulaşıyor.<br />
Hollywood’ta komediyi üstünde taşıyan<br />
ve güzel kadın portresine de uyan isimler<br />
var. Mesela Meg Ryan, Goldie Hawn gibi.<br />
Türkiye’de özellikle komedide kadınların<br />
beyazperdede geri plana itildiğini düşünüyor<br />
musunuz?<br />
Yapımcıdan başlamak üzere senaryo ve komedi<br />
algısının kalıplaşmış olması kadının komedide<br />
öne çıkmasını engellemiş olmalı diye<br />
düşünüyorum. Bu algıyı besleyen “Komik olan<br />
erkektir ya da erkek cesaret eder. Güzel olan<br />
hele ki kadın komik degildir, komik olmak için<br />
kusurlu olmak gerekir” gibi alışkanlıklar var.<br />
Alışılmış olan kolaydır ve korunaklıdır. Klişenin<br />
dışına çıkıp denemek cesaret ister, inanmak ve<br />
üretmek ister. Hele gişe kaygısı işe karıştı mı<br />
gemiler hemen emniyetli limanlara yanaşır. Belki<br />
eskiden de vardı çok iyi komedi kadın oyuncusu<br />
beyazperde de arz-ı endam edecek ve seyirciyi<br />
mutlu edecek ama fırsat olmayınca… Komedinin<br />
komiklik olmadıgı keşfedildiğinde yeni<br />
arayışlar ve cesaretli kararlarla birlikte sinemada<br />
kadın komedi oyuncuları da yer almaya başladı.<br />
Aslında komedi oyuncusu demeyeyim, komedide<br />
de başarılı olan kadın oyuncular… Komedi<br />
zor iştir, temeliniz yoksa inşaat durur. Bakın<br />
şimdi komedide başarılı kadın oyuncuların hepsi<br />
güzel hem de çok güzel.<br />
Komedi aslında zor bir tür. Kendinizi komedyen<br />
olarak niteliyebilir misiniz? Bunun
RSA?<br />
YEŞİM ALİÇ
diğer türlerden oyunculuk olarak farkı nedir?<br />
Oyunculuga başladığım ilk yıllarda tiyatroda<br />
yönetmen ve yönetici olarak kabul görmüş bir<br />
büyüğüm bana sen komedi oyuncusu olamazsın<br />
dediğinde anlayamamıştım, yoksa ben iyi bir<br />
oyuncu degil miydim, korku dolu ve ağlamaklı<br />
gözlerle neden diye sormuştum. Çünkü sen<br />
güzelsin ve komedi güzel kadın istemez diye<br />
yanıt vermişti. Bu cümleyi duydugumda yıl 1992<br />
idi ve 2004 yılında Afife Tiyatro Ödüllerinde Yılın<br />
En Başarılı Komedi Oyuncusu ödülünü aldım.<br />
Ama komedyen değilim, komedyen daha çok<br />
güldürü sanatçısı olarak tanımlanıyor ve stand<br />
up performans yapanlar evet güldürmek için yola<br />
çıkıyor. Burada çizgiyi doğru çekmek gerekir.<br />
Komedi oyunculuğun bir türüdür ve hata affetmez.<br />
Komediyi yazmak da, çekmek de, oynamak<br />
da kıvraklık ve zeka ister. Komiklik yapmak<br />
dışarıdandır, yamadır ve göstermecidir ama<br />
komedi oynamak göstermeye ihtiyaç duymaz,<br />
vardır, sizindir ve seyirciye ulaşır. Komedi oynamak<br />
çok tehlikeli iştir yahu… Sizi vezir de eder<br />
rezil de… Zamanlama çok önemlidir mesela…<br />
Bir durum, bir bakış, nida, söz ya da espriyi<br />
tam yerinde, salisesinde ve dozunda yapmalı<br />
veya söylemelisiniz ki seyirciye ulaşsın, yoksa<br />
o en güzel espri bile sönmüş balon gibi yerlerde<br />
sürünür. Komedi oyunculgu temeli eğitim, tecrübe<br />
ve nabız tutma üzerine kurulu değilse kurmaya<br />
çalıştıgınız binanın altında kalırsınız. Komedi<br />
kışkırtır… Seyirciden gelen reaksiyon sizi daha<br />
çok yapmaya iter ki işte elmayı ısırdığınız an<br />
o andır, dozu kaçırırsınız ve pıııssssss - hani<br />
nerede gülme, daha demin gülüyordunuz ama …<br />
Seyirci affetmez. Tiyatroda bunu birebir anında<br />
yaşar ve belki “U” dönüşü yapabilirsiniz ama sinemada<br />
bir kez çekilmiş montaj masasından geçmiş<br />
ve sunulmuşsunuzdur. Zeka, değerlendirme,<br />
zamanlama ve tabiii çalışma… Velhasıl komedi<br />
yaman iştir, vezir de eder rezil de...<br />
Bazı rollere hazırlanırken (Tarihi karakterler<br />
veya kör bir kız) gözlem ve araştırma gerekir.<br />
Halbuki bazı roller sizin biriktirdiklerinizden<br />
ortaya çıkar. Bu rol biraz öyle sanıyorum. Bu<br />
role kendinizden ne gibi katkılar yaptınız?<br />
Oyunculuğun her hazırlığı ögrencilikten yeni bir<br />
karakter yaratmaya hep gözlemden başlar. Önce<br />
gözlemevinden başlarsınız gözlemeye. Gözlemevi,<br />
sizin kendi eviniz bedeniniz, davranış ve<br />
tepkileriniz, hayata bakışınız , başarılarınız ve<br />
hayal kırıklıklarınız… Ben kendimi tanımadan,<br />
duygu geçişlerimi bilmeden kör, sağır birinin<br />
davranışını nasıl gözlemlerim. Çünkü gözlem<br />
anlamaktır, değerlendirmek, işe yarayanı<br />
cebinde, yüreiğinde biriktirmektir. Bu role<br />
birilerini gözlemleyerek hazırlanmadım. Bu<br />
role daha çok aklımı kattım, biraz logaritma<br />
gibi düşündüm, formülledim sonra puzzle<br />
parçalarını birlerştirdim. Türkçe konuşan bir<br />
Arap tanımadığım gibi gözlemleyebileceğim biri<br />
de yoktu. Ancak konuşurken hançereyi nasıl<br />
kullandıklarını ve harf telaffuzlarını çözmek için
Arap televizyon kanallarını izledim. Bu rol tam bir<br />
kreasyon oldu.<br />
1980 ve 90’ların ikinci yarısına kadar<br />
sinemamızda feminizmin etkisi gözükür. Bunun<br />
faturasını ödeyen (Müjde Ar, Nur Sürer)<br />
oyuncularımız var. Fakat 2000 sonrası bu anlamda<br />
sinemamızda bir geriye adım atıldığını<br />
düşünüyorum. Bir kadın oyuncu olarak buna<br />
katılıyor musunuz?<br />
Zemin algıyı yaratır, algı da davranışı. Her dönem<br />
kendi ihtiyaçlarını doğurduğu gibi kendi çözümlerini<br />
de bulur. Önceleri kadın sinemada bedeni,<br />
dişiliği, ak ve kara gibi iki uçta temsil ettigi ahlak<br />
algısı ve 1980 - 1990’lı yıllarda birey olarak<br />
sinemada yer alması, cinsel tabuların yıkılma<br />
çabaları değişen toplum algısının gereğiydi.<br />
2000 sonrası toplumda ahlak, para ve insana<br />
bakış algısı, kadına şiddet yine kendi ihtiyaçları<br />
doğrultusunda çözümler arayıp yolunu çizmekte.<br />
Sinema mı geri adım atıyor yoksa toplumsal<br />
algılarımız mı?<br />
Sinemamızda son dönem oyuncuların daha<br />
çok dizilerden geldiğini görüyoruz. Bu<br />
anlamda sinema ve dizi oyunculuğunun<br />
farkları olduğunu kabul eder misiniz? Eğer<br />
teknik olarak farkları varsa şu an sinema<br />
oyunculuğu açısından bir dezavantaj<br />
yaşanıyor mu?<br />
Oyunculuk oyunculuktur, bunun dizisi, tiyatrosu,<br />
sineması olmaması gerekir. Teknik<br />
açıdan farkları tabii var ancak bu sizin karakter<br />
yorumunuzun temeline, hazırlık aşamasına<br />
etki etmez. Tiyatro da 1,5 ay prova yaparız,<br />
sinemada senaryo elinize geçtiği andan itibaren<br />
bazen 1 ay bazen 1 hafta, dizide bazen<br />
1 gün... Ancak seyirci “Vah vah hazırlanacak<br />
zamanı azmış bu sefer böyle kabul edelim”<br />
demez. Dizide karakteri bölümden bölüme<br />
işleyip gelen reaksiyona göre senaryoya bağlı<br />
kalarak dönüştürebilirsiniz ancak sinemada<br />
çekim başlamadan her sahneyi ve ayrıntıyı<br />
çalışmalı ve kurgulamalısınız. Çünkü bazen<br />
sinemada son sahneniz ilk iş günü çekilebilir<br />
ve hazırlığınız tam değilse karakter<br />
yolculuğunuzun bir ayağı çukura batmıştır<br />
bile… Tabi beyaz perdede daha yalın sade<br />
ve minimal oynamak gerekir aksi halde<br />
aktardığınız duygudan çok kaşlarınızın düzgün<br />
alınıp alınmadıgına, göz farınızın rengine çekersiniz<br />
seyircinin dikkatini...<br />
Sizin köken olarak tiyatroyu tercih ettiğinizi<br />
biliyoruz. Dikkat edilirse komedi türüne<br />
yatkın kadın oyuncuların neredeyse hepsinin<br />
kökeni tiyatro. Bunun sebebi sizce<br />
nedir?<br />
Hikmet sualde gizli… Soruyu tersten okuyalım:<br />
kökeni tiyatro olmayan oyuncular komediye<br />
yatkın değil. Dedim ya komedi tehlikeli iştir<br />
yetenek yetmez, alt metin değerlendirmesi. Zamanlama,<br />
kıvraklık ister. Tiyatro evet tiyatro…<br />
Her işte olduğu gibi eğitim. Seyirci beğendigi<br />
kadın komedi oyunculularını neden beğendigini
kendine sorsun “ve cevabı duyar<br />
gibiyim: çok sahici…” Sahici olmak<br />
için engebeli yollardan geçmek ve<br />
buna rağmen devam etmek gerekir.<br />
Kamera arkasına veya senaryo<br />
yazımına ilginiz var mı? Son<br />
dönemde Senaryoların 60 dakikadan<br />
fazla yazılmaması<br />
yönünde eylemler var. Siz buna<br />
katılıyormusunuz? Bir oyuncu<br />
olarak uzun süreli dizilerin size<br />
verdiği zarar nedir?<br />
Diziye ilk başladığım yıllarda her işin<br />
nasılına olan merakımla 13 bölüm<br />
reji asistanlığı yaptım görmek anlamak<br />
için. Senaryo yazımına değil<br />
ama eleştirisine didik didik etmesine<br />
bayılırım. Dizi bölüm yayınlarının 60<br />
dakikaya düşürülmesine katılıyorum.<br />
Hem set emekçileri hem reji hem<br />
oyuncular için her bölüm ayrı bir maraton<br />
ve çok yıpratıcı. İnsan beden ve<br />
zihninin verimli olabilmesi için dinlenmeye<br />
ihtiyacı var ve setler mevcut durumdan<br />
dolayı bunu imkansız kılıyor.<br />
Ne zaman oyuncu olmaya karar verdiniz?<br />
Türkiye’de oyunculuk sizce<br />
profesyonel bir şekilde yapılabiliyor<br />
mu?<br />
Lise son sınıftayken okulum İstanbul<br />
Kız Lisesi’nin liselerarası tiyatro<br />
yarışmasına katılmasıyla sahnede<br />
buldum kendimi, ardından eğitimsiz<br />
olmaz deyip İstanbul Üniversitesi Devlet<br />
Konservatuvarı Tiyatro Anasanat<br />
dalı yetenek sınavını kazanıp kendimin<br />
en iyisi olmak üzere yola çıktım.<br />
Kimi kısıtlı olanaklar sebebiyle profesyonellik<br />
kapıları bazen yarı kapalı<br />
kalabiliyor. çalışma saatleri örnegin.<br />
Daha alacak yolumuz oldugunu<br />
düşünüyorum.<br />
İzleyiciler için filmle ilgili benim size<br />
sormadığım ama sizin söylemek<br />
istediğiniz birşey var mı?<br />
Gidin ,izleyin ve neden beğendiginizi<br />
kendinize sorun. Sebebini bildiğimiz<br />
hersey daha kıymetli, daha bize ait<br />
olur. Keyifli seyirler dilerim.
NEFES KESEN<br />
EN İYİ TAKİP FİLMLERİ<br />
Geçtiğimiz ay<br />
vizyona giren Hızlı<br />
ve Öfkeli 8’den<br />
hareketle, sinema<br />
tarihinin takip<br />
sahneleriyle ünlü<br />
filmlerini derledim.<br />
BAŞAK BIÇAK<br />
Gone in 60<br />
Seconds<br />
(1974)<br />
Kırk dakikadan<br />
fazla<br />
süren takip sahnesiyle<br />
hafızalarımıza kazınan Gone<br />
in 60 Seconds, araba hırsızı<br />
iki kardeşin bir gecede çalmak<br />
zorunda oldukları 50 araba fikri<br />
üzerine kuruyor hikayesini. Maceranın<br />
devam filmi olduğu gibi, 2000 yılında<br />
çekilmiş Nicholas Cage ve Angelina<br />
Jolie’li bir yeniden çevirimi de var.<br />
The Blues Brothers (1980)<br />
John Landis’in yönettiği müzikal-komedi<br />
türündeki Blues Brothers, New York<br />
sokaklarında, polis ile kahramanlarımız<br />
Joliet ( John Belushi) ve Elwood Blues<br />
(Dan Aykroyd) arasında geçen soluk-
suz takip sahnesiyle de<br />
ünlüdür.<br />
Mad Max serisi<br />
George Miller’ın, 1979<br />
yılında başlattığı post<br />
apokaliptik bilim kurgu<br />
serisi Mad Max’in,<br />
kovalamaca sahnelerinde<br />
en iyisi The Road<br />
Warrior olarak kabul edilse<br />
de, yeni gelen Mad<br />
Max: Fury Road’un da<br />
zirveye ortak olduğunu<br />
söylemek yanlış olmaz. Miller, nefes<br />
kesici sahnelerle türün sevenlerine<br />
kült bir seri emanet etti.<br />
Bullitt (1968)<br />
Peter Yates’in<br />
yönettiği Bullitt,<br />
dedektif Franklin<br />
Bullitt’in (Steve Mc-<br />
Queen), San Francisco<br />
sokaklarında<br />
suçluların kaçırdığı bir<br />
treni takip ettiği enfes<br />
sahneleriyle hatırlanan<br />
ve Steve McQueen’in<br />
rolüyle efsaneleştiği<br />
filmlerden…<br />
Duel (1971)<br />
Steven Spielberg<br />
imzası taşıyan Duel,<br />
otoyolda tek başına<br />
araba kullanan bir<br />
adamın, bir kamyon<br />
tarafından tehdit edilmeye<br />
başlamasıyla<br />
yaşadığı gerilim dolu<br />
anlarına merkezine<br />
taşırken; seyircisini<br />
diken üzerinde tutan<br />
kaçış sahneleriyle de<br />
hatırlanıyor.<br />
The Getaway (1972)<br />
Sam Peckinpah’ın yönetmen<br />
koltuğunda oturduğu The Getaway,<br />
şartlı tahliye ile hapisten çıkan Doc
McCoy (Steve McQueen)<br />
isimli usta hırsızın kaçış<br />
sahneleri ve müzikleriyle<br />
kültleşen bir film.<br />
Death Proof (2007)<br />
Quentin Tarantino imzalı<br />
Death Proof, büyük bir<br />
bölümü kovalamaca ile<br />
geçen ve kadınları hedef<br />
alan hasta ruhlu bir katilin<br />
başına gelenleri<br />
hikayeleştirerek unutulmazlar<br />
arasına giriyor.<br />
Smokey and the Bandit<br />
(1977)<br />
Texas’tan Atlanta’ya<br />
28 saat gibi bir<br />
sürede gitmek zorunda<br />
olan bir grup<br />
insanın eğlenceli ve<br />
hız sınırlarını aşan<br />
macerası Smokey and<br />
the Bandit, aynı zamanda<br />
vizyona girdiği<br />
yılın en çok gişe yapan<br />
filmlerinden.<br />
Vanishing Point (1971)<br />
Düşük bütçeli bir takip<br />
filmi olmasına rağmen,<br />
dönemin ruhunu yansıtan<br />
müzikleri ve sosyal<br />
mesajlarıyla dikkat çeken<br />
Vanishing Point’in yönetmeni<br />
ise Richard C. Sarafian.<br />
The Italian Job (2003)<br />
1969 yapımı,<br />
Peter<br />
Collinson’un<br />
yönettiği aynı adlı filmin<br />
yeniden çevrimi olan The<br />
Italian Job, yapacakları<br />
soygun için trafiği birbirine<br />
katan ve böylece kaçış<br />
zamanı elde eden bir çetenin<br />
yürekleri ağza getiren<br />
macerasıyla listeye giriyor.
DÜNYADA<br />
ARTAN TERÖR<br />
BENİ BU FİLMİ<br />
YAPMAYA İTTİ<br />
FIRAT SAYICI<br />
UZUN FİLMİN KISASI<br />
Son yıllarda tüm dünyada<br />
hızla artan terör<br />
olaylarına dikkat çekmek<br />
için “Bataclan”ı çeken<br />
Güneş Güneş’le güzel bir<br />
röportaj gerçekleştirdik.<br />
İyi okumalar…<br />
Son yıllarda tüm dünyada hızla<br />
artan terör olaylarına dikkat<br />
çekmek için “Bataclan”ı çeken<br />
Güneş Güneş’le güzel bir röportaj<br />
gerçekleştirdik. İyi okumalar…<br />
Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />
misin?<br />
Bulgaristan, Sofya doğumluyum. İzmir<br />
Dokuz Eylül G.S.F. mezunuyum. Resim<br />
okudum. Güzel sanatlar lisesinde de<br />
resim okumuştum. Sonra<br />
Sofya G.S.F.’de Sinema-Tv<br />
bölümünde yüksek lisans<br />
yaptım. Oyunculuk alanında<br />
da bu esnada eğitim aldım.<br />
Babam da sanatçı, ressam<br />
ve heykeltraş. Sanatçı<br />
bir ailenin kızıyım. Sanat<br />
alanındaki haşır neşirliğimiz<br />
bundandır. 2006 yılında<br />
sinema sektörüne adım<br />
attım. Değerli ustam Semir<br />
Aslanyürek’in sinema<br />
filmi Eve Giden Yol ile reji<br />
asistanlığına başladım.<br />
Birkaç yıllık deneyimden<br />
sonra yardımcı yönetmenlik<br />
yaparak bugünlere kadar<br />
geldik. 10-11 yıldır sektördeyim.<br />
Senin için kısa filmin tanımı<br />
nedir?<br />
Küçücük bir sinema filmi.<br />
Aile/evlat ilişkisi gibi<br />
değerlendirebilirim. Uzun<br />
metraj aşk ise kısa metraj da<br />
bu aşkın meyvesi. Çok mu<br />
metaforik oldu?<br />
Biraz Bataclan’dan ve onu çekme<br />
nedenlerinden bahseder misin?<br />
Bataclan’ın çıkışı aslında yaşadığım<br />
mucizevi olaylar sonucunda oluştu ve<br />
de artan rahatsızlıklarım tabi ki. Sinema<br />
filmi çekimleri için gittiğim Brüksel’de<br />
ertesi gün aynı saatlerde birkaç yerde<br />
patlama meydana gelmişti. Bunlardan<br />
bir tanesi havaalanıydı. Ucuz atlattım.<br />
Brüksele gitmeden önceki 19 Mart Taksim<br />
patlamasında da son anda değişen
görüşme saati ile patlamayı yine ucuz atlattım.<br />
Bu durum tabi bir şeyi değiştirmiyordu çünkü<br />
insanlar ölüyordu. Dünyada artan terör olayları<br />
beni bu filmi yapmaya itti. Filmin çıkışında gereksiz<br />
masum insanların ölmesi ve gerçek sevginin<br />
sorgulanması var; insan sevgisi yani.<br />
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi<br />
katkıları olabilir? Neler götürür?<br />
Teknolojinin ilerlemesinin özellikle film sektörü<br />
açısından iyi bir gelişim olduğunu düşünüyorum.<br />
Tabi ki önemli olan<br />
fikirler ve uygulama.<br />
Avatar çekersin,<br />
kalbine ruhuna dokunmaz.<br />
Neyi nasıl<br />
anlattığın çok önemli.<br />
Yeşilçam zamanındaki<br />
teknolojiye bakın ve<br />
çekilen filmlere. Hala<br />
izleniyorlar. Neden?<br />
İnsanın kalbine, ruhuna<br />
dokunuyor, gerçeklik<br />
var, samimiyet<br />
var. Teknoloji insan<br />
yaşamını kolaylaştırdı<br />
evet ama duyguları<br />
da arka plana itmemizi<br />
sağladı, insanı<br />
duygusuzlaştırdı,<br />
mekanikleştirdi. Zaten<br />
hepimiz sistemin<br />
modern robotları<br />
gibi davranmıyor<br />
muyuz? Savaşların<br />
artmasını da teknolojiye<br />
bağlarsak çok<br />
da iyi bir şey değil.<br />
İstanbul Film Festivali’nin bu yılki sloganına<br />
bayıldım mesela; “Kaldır Kafanı”. Cep telefonunla<br />
oynamayı bırak, kaldır kafanı. Çok şey anlatıyor.<br />
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve<br />
yabancı yönetmenler kimler?<br />
Çok var. Fellini hastasıydım üniversite yıllarında.<br />
Bunuel ve Bergman sinemasını çok takip<br />
etmiştim. Yerli yönetmenlerden Çağan Irmak,<br />
Fatih Akın, Ferzan Özpetek idollerim arasında<br />
diyebilirim. Tabi ki özellikle şu yönetmeni seviyorum<br />
ve taklit etmek isterim dediğim bir yönetmen<br />
yok. Sonuçta bütün çalıştığım yönetmenlerden bir<br />
şeyler öğreniyorum<br />
ve esinleniyorum.<br />
Kendi sinema<br />
dilimi zamanla<br />
oluşturabileceğime<br />
inanıyorum.<br />
Türkiye’deki film festivalleri<br />
ve kısa filmcilere<br />
yaklaşımları<br />
konusunda neler<br />
söylemek istersin?<br />
Türkiye’deki festivaller<br />
aslında hep<br />
eleştirdiğim bir<br />
noktada. Bazı filmler<br />
hak ettiği değeri<br />
göremiyor ne yazık<br />
ki. Festivaller de<br />
bazen sürprizlerle<br />
dolu oluyor. Her<br />
juri üyesine göre<br />
secilen filmler,<br />
verilen ödüllerin<br />
değişiklik göstermesi<br />
normal aslında. Türkiye’de hiç ilgi görmeyen<br />
bakanlıktan veya değişik fonlardan bile destek<br />
alamayan filmlerin de yurt dışında ilgi görüp,<br />
ödül aldıkları gibi gerçeklikler de var. Bataclan<br />
da bunlardan bir tanesi mesala. Roma/Brüksel<br />
gibi film festivallerinin seçkilerine alınırken<br />
burda Antakya Film Festivali’nin dışında bir festivalde<br />
yarışamadık. Sağlık olsun. Festivallerde<br />
yarışmasından çok izleyici ile buluşması benim<br />
için daha önemli. Türkiyede kısa filmcilere ciddi<br />
anlamda bir destek var, etkinlikler var. Bu da<br />
sevindirici bir durum.<br />
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />
Şu an tek gelecek planım dünyaya, insanlığa<br />
sevgiyi aşılayacak filmler yapmak. Çok mu<br />
Polyanna’cılık oldu bilmiyorum ama, dünyanın<br />
buna ihtiyacı var. Yararlı olmak istiyorum<br />
insanlığa. İyi şeylerde insanın çorbada bir<br />
parça tuzu olması güzel bişey. Son olarak<br />
sinema benim için nefes gibi bir şey. Zaten<br />
filmdeki kadın kahramanın isminin anlamı<br />
da nefes. Nefes biterse herşey biter. Nefessiz<br />
yaşanmayacağına göre imkanlarım<br />
doğrultusunda filmler yapmaya devam<br />
edeceğim. Teşekkürler, sevgiyle…
KARANLIKLARIN<br />
KIZI KARANLIĞIN<br />
KOLLARINDA<br />
KRISTEN<br />
STEWART<br />
Hem bir yıldız hem de<br />
Hollywood’un o ışıltılı<br />
dünyasından nefret<br />
eden bir romantik Kristen<br />
Stewart. Bu ay<br />
Hayalet Hikayesi filmiyle<br />
izleyici karşısına<br />
çıkacak...
n Onu ilk kez Jodie<br />
Foster’ın kızı rolünde 2002<br />
yapımı Panic Room’da<br />
seyrettik. Filmin gerilimli<br />
havasına uygun bir vücut<br />
dili ve bakışları olan Kristen<br />
Stewart 12 yaşında<br />
oyunculuk gücüyle herkesi<br />
kendine hayran<br />
bıraktı. Hemen ardından<br />
korku filmi Cold Creek Manor’da inanılmaz<br />
bir kadroyla beraber kamera karşısına geçti.<br />
Dennis Quaid, Sharon Stone ve Juliette Levis<br />
gibi isimlerin altında ezilmeden kabiliyetini<br />
gösterdi izleyiciye. Fakat onun asıl değerini<br />
2004 yılında oynadığı Speak filminde gördük.<br />
13 yaşındayken çevirdiği bu film ne yazık<br />
ki Türkiye’de gösterime girmedi. Tecavüze<br />
uğrayan bir genç kızın ailesi ve okulunda<br />
yaşadığı problemleri anlatan film onun gelecekte<br />
ünlü yıldızlardan biri olacağının<br />
kanıtıydı. Çok farklı bir fiziğe sahip olan<br />
Steward’ın hüzünlü gözleri ve depresif havası<br />
bağımsız filmlerde rol almasını sağladı. Tabii<br />
küçüklükten beri kendi tercihlerinin de bu tür<br />
filmlerde oynamak olduğunu söylemeliyiz. Bir<br />
röportajında şunları söylüyor Stewart “Hikaye<br />
anlatmayı seviyorum. Hikayeleri güzel<br />
olan filimlerde oynamayı seviyorum. Bir Hollywood<br />
yıldızı olmayı umursamıyorum.” Bu<br />
açıklamalar doğrultusunda Sean Penn’in<br />
yönettiği Christopher Mccandless’ın gerçek<br />
hayat hikayesini anlatan Into the Wild’ta rol<br />
aldı. Bu film de yığınları peşinden sürükleyen<br />
aynı Stewart’ın tarzına uygun karanlık ve etkileyici<br />
bir yapımdı. Sonunda Twilight filminde<br />
bir vampirin vaz geçemediği sevgilisi rolüyle<br />
dünyaca ünlü bir yıldız oldu. Bütün yıldız<br />
bunalımları ve tartışmalı beraberliklerine<br />
rağmen hala oyunculuğunun ilk günlerindeki<br />
tercihlerinin izinden gittiğini söyleyebiliriz<br />
Stewart için. Cafe Society, Anestezi, Clouds<br />
of Sils Maria gibi göreceli bağımsız filmler<br />
oyuncunun hala tercihi. Bu ay ise Hayalet<br />
Hikayesi filmiyle karşımıza gelecek olan Kristen<br />
Stewart’ı benim gibi funları seyretmekten<br />
zevk alacaktır.<br />
SERDAR AKBIYIK
AUGUST<br />
DIEHL<br />
TARiHi<br />
KAHRAMAN!
n 1976 yılında Berlin’de<br />
doğan August Diehl<br />
daha çok polisiye türü<br />
filmlerde ve gerilim -<br />
dram türü filmlerde yer<br />
almıştır. Oyuncunun<br />
yer aldığı filmlere farklı<br />
ve gerilimli dokusu<br />
olan yüzüyle katkısı<br />
tartışılmaz. Salt ve Inglourious<br />
Basterds gibi başarılı yapımlarda<br />
rol alan oyuncu son olarak karşımıza Genç<br />
Karl Marx filmiyle çıkmış ve fillmde malum<br />
Karl Marx’ı canlandırmıştır. Filmin dönem<br />
BANU BOZDEMİR<br />
havası filmin ruhuna uygunluk taşırken<br />
konusunun aynı ölçüde başarılı olduğunu<br />
söyleyemeyiz. Zaren asıl çıkışını da Soysuzlar<br />
Çetesi’ndeki arızalı Gestapo rolüyle yapmıştır.<br />
Orada filmin başarısının yanında karakterlerin<br />
özellikleri de ön plana çıkmıştır. Bu da<br />
Diehl’in özelliğini yükselten özelliklerden<br />
biridir.<br />
Kalpazanlar, Soysuzlar Çetesi, Shores of<br />
Hope, lizbon’a Gece Treni, Müttefik gibi<br />
filmlerde rol alan oyuncu bu ay Genç Karl<br />
Marx filmiyle karşımıza çıkıyor. Karl Marx’ın<br />
hayatını izlemek isteyenlere önerilir...
BAHAR<br />
CANDAN<br />
Sezonlardır isim<br />
değiştirerek, formatta<br />
yenilemeler yaparak<br />
ekranda olan İşte Benim<br />
Stilim birbirinden<br />
ilginç yarışmacılarla<br />
ilgi odağı olmaya devam<br />
ediyor.<br />
HİPNOTİZE EDEN PROGRAM:<br />
İŞTE BENİM STİLİM<br />
DİZİDOSYA<br />
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
Sezonlardır isim değiştirerek, formatta yenilemeler<br />
yaparak ekranda olan İşte Benim Stilim<br />
birbirinden ilginç yarışmacılarla ilgi odağı olmaya<br />
devam ediyor. Programın bu sezon en gözde<br />
yarışmacısı şüphesiz Bahar Candan. Garip bakışları,<br />
taşan rujları, geriye doğru eğilerek yürümesi, ilginç iç<br />
çekişleri, gırtlaktan yüklendiği tiz ses tonu ile bir ekran<br />
tipi olan Bahar’ın hipnotize eden varlığı sosyal medyada<br />
da ilgi odağı olmasına neden oluyor.<br />
Konuk jüri üyesi Hakan Ural’ın konuk olduğunda<br />
Bahar ile tanıştıktan birkaç dakika sonra “bu gerçek<br />
mi” diye sorması veya “bundan sonra ne olacak”<br />
sorusu izlemeyenler için bile durumun vehametini<br />
anlatmaya yetecektir diye tahmin ediyorum. Program<br />
formatı gereği giyilen kıyafetle nereye gidildiği<br />
sorulduğunda verdiği cevaplarda bir o kadar ilginç…
Dondurma fabrikasına veya enerji santraline<br />
gidebilecek kadar ilginç seçimleri olan yarışmacı<br />
kollarını dümdüz uzatarak, bilekleri hareket ettirmek<br />
ve kafayı sallamak suretiyle yaptığı dansla<br />
da fenomenleşmiş durumda. Hukuk fakültesi<br />
öğrencisi olduğunu sürekli vurgulayan ve elitist<br />
tavrıyla dikkat çeken Candan ile tanışmam bir<br />
arkadaşımın paylaştığı 2 dakikalık video üzerinden<br />
oldu. Ardından kendimi youtube’da 2 saattir<br />
bu genç kadını izlerken buldum.<br />
İşte bu soruya cevap aradığımı fark ettim<br />
izlerken, “bir insan nasıl böyle olabilir?”. Programdaki<br />
tiplerin kurgu olup olmadığı tartışıladursun,<br />
bu genç kadının kendine bir tip yarattığından ve<br />
bu tipi giyindiğinden hiç şüphem yok. Zira<br />
kendisinin programa başladığı<br />
ilk videoyu da izledim ve<br />
şu anki tip ile ilgisi<br />
yok. Sıradan<br />
tiki bir<br />
kadın<br />
duruyor<br />
podyumda,<br />
konuşma<br />
tarzı da<br />
yürüyüşü<br />
de sıradan.<br />
Başlarda<br />
eleştirerek<br />
baktıktan sonra<br />
bu yaratıcılık ile<br />
kendisini takdir<br />
ettiğimi fark ediyorum.<br />
Banu Alkan’ın bir diğer versiyonu gibi…<br />
Şov yapıyor, yaptığı şov insanları eğlendirirken<br />
kendisi asıl onunla dalga geçenlerle eğleniyor.<br />
Trollük olarak adlandırabileceğiz duruşu ile programa<br />
renk katmaktan öte, programın önüne<br />
geçen bu “tip”, popüler kültür ikonlarından<br />
biri olarak nam salmış durumda. Programı<br />
izlediğinizde fark edeceksinizdir, herkes yalnızca<br />
nasıl giyindiğini değil nasıl biri gibi göründüğünü<br />
de pazarlıyor. Örneğin yarışmacılardan biri elinde<br />
bir kitap ile otururken “okur gibi yapıp entelektüel<br />
görünmeye çalıştığının” altını çiziyor. Ders<br />
çalışmaya gideceğini belirten bir diğeri, ellerine<br />
kahve alıp fotoğraf çekilmek için ders çalışıyor<br />
gibi yapacağının altını çiziyor. Instagram’a bu<br />
fotoğrafı atmak için ders çalışmaya gittiğini<br />
söylüyor. Program zaten başlı başına bir “-mış<br />
gibi” yapma kurgusu. Bu nedenle Bahar Candan<br />
gibi tiplerin de bu programdan türemesi<br />
olağan. Ağlamış gibi yapan yarışmacılar,<br />
bayılmış gibi poz kesen kadınlar, moda<br />
konuşuyormuş gibi yapıp komedi şova imza<br />
atan jüri üyeleri ile ekran yeni canlı yayın<br />
kahramanları kazanıyor. Meriç, Banu Alkan,<br />
Taner Tarlacı, Ajdar, Kaynana Semra, Cicişler<br />
gibi tipler bugüne kadar ekranda yer aldı,<br />
almaya<br />
da devam edecek. Bahar<br />
Candan da onlardan<br />
biri… Umarım Bahar<br />
adlı genç kız bu<br />
şöhret macerasından<br />
en az hasarla kurtulur.<br />
Zira izleyici en<br />
azından bir konuda<br />
istikrarlıdır,<br />
bugün tanısa<br />
bile yarın unutur.<br />
FAZİLET<br />
HANIM VE<br />
HIRSLARI<br />
Sezonun en iyi dizisi<br />
Fazilet Hanım ve Kızları değil<br />
belki ancak en iyi karakterlerinden biri<br />
kesinlikle Fazilet.<br />
O herkesin oyuncu olarak köşeyi dönme hayali<br />
kurduğu günümüzde çok çok gerçekçi bir karakter<br />
çiziyor.<br />
Kendini hem sevdirip hem de nefret ettirmesiyle<br />
O Hayat Benim’in Efsun’unu hatırlatan Fazilet,<br />
sinir krizleri, isyanları, atasözleri alıntıları,<br />
yalanları, vicdan azapları, acıları, hırsları ile tek<br />
tip ve iyi başrol karakterlerden sıkılmış izleyiciye<br />
iyi bir alternatif sunuyor.<br />
Hem ağlatan hem de güldüren özellikleri ile<br />
dikkat çeken Fazilet için elbette en büyük alkışı<br />
oyuncu Nazan Kesal, senarist Sırma Yanık<br />
ve yönetmen Murat Saraçoğlu hak ediyor. Bir<br />
İstanbul Masalı’na evrileceğini tahmin ettiği ana<br />
hikaye, eminim Fazilet’i de daha çok parlatacak<br />
ekranların unutulmazları arasına ekleyecektir.<br />
Özellikle 45+ izleyicinin, annelerin sevgilisi<br />
olacağına inandığım Fazilet, Cumartesi için iyi<br />
bir seyir alternatifi oluşturuyor. Bakın derim.
EVLİLİK PROGRAMLARI YASAKLANMADI<br />
AMA…<br />
Kanun Hükmünde Kararname ile evlilik<br />
programlarnın yasaklanacağı söylendi, sonra bu<br />
kararın evlilik programlarını kapsamadığı ortaya<br />
çıktı. Konu ile ilgili birkaç cümle etmek istiyorum.<br />
Yayından kaldırılması konuşulan programlar<br />
ile ilgili haberleri okurken aklıma o meşhur ve<br />
trajik Türk filminin “Ahlaksızlığı yayma cemiyeti”<br />
sahneleri geldi. Durum bence bu kadar trajik…<br />
Belki henüz yasak gelmedi ama yaptırımların<br />
ağırlaştırıldığı açıklandı. Yasaklamak çözüm<br />
değildir, TV aynadır. Rahatsızlık duyulan her<br />
neyse bu şekilde yasaklarla yok edilemeyecek<br />
ancak halı altına süpürülecek. Bu olmasa ekrana<br />
başka versiyonda bu tür programlar çıkaracak.<br />
90’larda flört programları vardı, 2000’lerin ilk<br />
yarısında gelin kaynana programları öne çıktı,<br />
devamında ise evlilik programları her kanala<br />
yayıldı. Evlilik programları kaldırılsın, yerine<br />
bir başkası gelir. Herkesin izlemediğini iddia<br />
ettiği, herkesin izlediği, elitist yorumcuların<br />
rahatsızlıklarını dile getirdiği, muhafazakarların<br />
ahlaksız ilan ettiği ve neticede yasaklanan TV<br />
ürünleri form değiştirecek var olmaya devam<br />
edecektir. TV panellerinin kurallarını değiştirmek<br />
çözüm olur ancak bu da eskisinden çok daha<br />
zor, zira sermayenin el değiştirmesi ile satın alma<br />
gücüne sahip olanların eğitim düzeyleri, tüketim<br />
alışkanlıkları geçmişe göre bir hayli değişti.<br />
Meseleyi uzatmanın alemi yok, yapılan yalnızca<br />
ahlak bekçiliğidir ve savunulacak bir yanı yoktur.
ASKERİ DİZİLER FURY<br />
Söz, Savaşçı ve<br />
İsimsizler art arda<br />
yayına girerek<br />
militarist dizi<br />
furyasını yeniden<br />
uyandırdı.<br />
Milliyetçi-militarist<br />
olarak<br />
sınıflanabilecek<br />
türün örnekleri<br />
daha önce de<br />
ekrana gelmişti.<br />
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
TVMANIA<br />
Söz, Savaşçı ve İsimsizler art arda yayına girerek<br />
militarist dizi furyasını yeniden uyandırdı. Milliyetçi-militarist<br />
olarak sınıflandırabileceğimiz türün<br />
örnekleri daha önce de ekrana gelmişti. (Şefkat Tepe,<br />
Sakarya Fırat, Tek Türkiye, Güneydoğu’dan Öyküler<br />
vb.) Söz, İsimsizler ve Savaşçı gibi diziler, bu bildik<br />
formu yeniden sunuyor. Yükseliş nedenleri politik, sosyal<br />
ve ticari olarak üçe ayrılabilir.<br />
Hatırlarsınız çözüm süreci döneminde akil insanlar<br />
heyetinin önerisiydi bu tür dizilerin yayından<br />
kaldırılması… Sonra hem iç hem dış politikada<br />
iklim değişti. 15 Temmuz’da bir darbe önlendi, Suriye<br />
operasyonları, patlamalar, tutuklamalar derken<br />
düşman safları belirginleşti, demeçler sertleşti. Şu an<br />
konjonktür gereği politik dilde milliyetçilik yükseliyor. TV<br />
de bu projelerle beklentiye yanıt veriyor. Genel anlamda<br />
bu projeler, kanalların referandum öncesi seçimini,<br />
sonrası politik duruşunu gösteren araçlar olarak
ASI GERİ DÖNDÜ<br />
SAVAŞÇI<br />
yorumlanabilir, zira medyanın ve politik göndermeler<br />
içeren projelerin propaganda gücü göz ardı<br />
edilemez. Sosyal olarak bakarsak, izleyici tüm bu<br />
olayların içinde gerilmiş bir yay gibi. Başına çuval<br />
geçirilen askerlerin intikamını Polat Alemdar’ın<br />
aldığını hatırlarsanız eğer, bu kahramanlık hikayelerinin<br />
de toplumda nabız yavaşlatma görevi<br />
gördüğünü, izleyicinin de bu hınç sebebiyle<br />
projeleri takip ettiğini söyleyebiliriz. İzleyici kahramanlarla<br />
özdeşim yaşıyor. Samanyolu TV’nin<br />
kapatılmasının ardından sahiplenilmeyen bir<br />
izleyici kitlesi var, bu kitlenin alışkanlığı bu tür<br />
diziler. Gündem gereği bu dizilerin sosyal medya<br />
etkileşimi de yüksek, Dağ filminin başarısını<br />
da dikkate alırsak, bu işler ticari olarak kanalları<br />
memnun edecek öngörüsüyle sete çıkıyor.<br />
Bu dizilerin reyting karnelerine baktığımızda rekorlar<br />
görmüyoruz, iyi ama ortalama düzeyde reytingleri…<br />
Her dizi, reyting açısından ayrı avantaj<br />
ve dezavantajlar taşıyor. Askeri işler oldukları<br />
için tuttu demek biraz indirgemek olacaktır. Gelin<br />
her diziye tek tek bakalım.<br />
Söz Dizisi Neden İzleniyor?<br />
Söz’deki dil daha duygusal ve hikayenin<br />
kahramanının kişisel bir intikamı da var.<br />
Yavuz’un duygusunu izleyicinin daha kolay<br />
içselleştirebileceğini düşünüyorum, kadın izleyiciyi<br />
daha çok çekecektir. Poyraz Karayel ve<br />
Sana Bir Sır Vereceğim gibi dizilerin de senaristi<br />
olan Ethem Özışık imzası izleyicinin dilinden anlayan<br />
bir senaristi işaret ediyor. İzleyiciye duygu<br />
geçirmekte bir hayli iyi olan Özışık’ın kaleminin<br />
farkı diğer askeri dizilerle kıyaslandığında<br />
fark ediliyor. Dizimim sorunu ise belirsiz bir<br />
terör örgütü ile savaşması. Eylem tarzı IŞİD’i,<br />
dizideki profili PKK’yı anımsatan örgüt gerçek
İSİMLER<br />
hayatta bir izdüşüm oluşturmadığından izleyici<br />
için kahramanlık “hayali” ve “kurgusal”<br />
olduğunu her sahnede ele veriyor. Ancak<br />
İsimsizler’e göre daha “merkezde” olan politik<br />
duruşu ile dizi daha çok izleyicinin ekranlarına<br />
konuk olabileceğe benziyor.<br />
İsimsizler Diğerlerine Göre Daha Net<br />
İsimsizler’in propaganda misyonu daha<br />
çok göze çarpıyor, İslami söylem, gerçek<br />
olaylara göndermeler, düşman temsili daha<br />
aşikar. Dizi, net duruşuyla avantaj elde ediyor.<br />
Söz’de görmediğimiz o net düşman safı<br />
bu kez belirgin, İsimsizler PKK ile savaşıyor,<br />
arada FETÖ göndermeleri de dizide yer<br />
alıyor. Milletvekili’nin polise tokat atması gibi<br />
olaylara değinen sahnelerle gerçekle bağ<br />
kuvvetlendiriliyor. Dizi bu anlamda “Biz silahı<br />
tutarız Allah hedefi vurur” gibi repliklerle hassasiyetleri<br />
direkt hedef aldığından, muhafazakar<br />
izleyiciyi adeta kalbinden vuruyor. Daha<br />
liberal görüşteki izleyici için bu dilin bir süre<br />
sonra sıkıcı geleceğini düşünsem de dizinin<br />
reytingleri şu an kanalını tatmin ediyor.<br />
Ulusalcı Kanat için Savaşçı<br />
Savaşçı, 15 Temmuz ile başlayan, Ergenekon<br />
ve Balyoz operasyonlarına isim vermeden<br />
değinen hikayesiyle daha ulusalcı bir bakış<br />
sergiliyor. İslami referanslardan azade bir anlatı<br />
olarak diğerlerinden ayrılıyor. Dizi daha önce<br />
Sakarya Fırat gibi askeri işler kaleme alan<br />
Süleyman Çobanoğlu’nun imzasını taşıyor.<br />
Çobanoğlu’nun askeri dizilerdeki deneyimi<br />
ve konudaki bilgisi dizinin akışında ciddi fark<br />
yaratıyor. Duygusal dramalar yerine olaylarla<br />
hareketlenen Söz’e göre daha erkek hikayesi<br />
odaklı, İsimsizler’e göre daha seküler olan diliyle<br />
Fox izleyicisinin beklentisini karşılıyor.<br />
Bu Diziler Uzun Ömürlü Olur mu?<br />
Sosyal ve siyasal olarak belirsizliğin arttığı<br />
dönemlerde kurgusal kahramanlıklara da ihtiyaç<br />
artıyor. Belirsizlik zamanla kayboldukça, siyasi<br />
politikaların sonuçları net sonuçlar verdikçe<br />
dizilerin de ekrandaki ömrü sona erecektir. Uzun<br />
vadede kalıcı olacaklarını düşünmüyorum ancak<br />
politikalara da bağlı olarak 1 sezon daha bu<br />
işleri ekranda göreceğiz gibi duruyor.