04.11.2016 Views

Cinedergi 97

Binder97B

Binder97B

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

CINEVİZYON<br />

4 KASIM<br />

Hacksaw Ridge<br />

Albüm<br />

O Kadın / Elle<br />

Geniş Aile 2: Her Türlü<br />

Doktor Strange<br />

Dağ 2<br />

Troller<br />

18 KASIM<br />

Mezuniyet / Bacalaureat<br />

Bir Şey Değilim<br />

Adam mısın!<br />

Ayı Kardeşler 2: Büyülü Kış / Boonie Bears: A<br />

Mystical Winter<br />

İkinci Şans<br />

Ölüm Alfabesi: Kötülüğün Başlangıcı / Ouija:<br />

Origin of Evil<br />

Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?<br />

/ Fantastic Beasts and Where to Find Them<br />

28 EKİM<br />

Bleed for This<br />

Kuyu<br />

Pastoral Amerika / American Pastoral<br />

Frantz<br />

Yarının Adı Başka<br />

AlexCamera10<br />

Kahramanlar Takımı / Monkey King: Hero Is Back<br />

Çakallarla Dans 4<br />

Bana Git De<br />

Lion<br />

11 KASIM<br />

Hasret Bitti<br />

Kaptan Fantastik<br />

Geliş / Arrival<br />

Benim Adım Feridun<br />

Rus’un Oyunu<br />

Canavarın Çağrısı / A Monster Calls


İÇİNDEKİLER<br />

28<br />

40<br />

46<br />

64<br />

dosya<br />

MİLİTARİST FİLMLER<br />

Türk sinemasındaki Militarist<br />

filmlerin bir özetini geçtik.<br />

ARRIVAL’IN PEŞİNDE<br />

Bilimkurgu sinemasında ilk temas<br />

sorunsalını inceledik.<br />

İLK FİLMLER DOSYASI<br />

2000 sonrası Türk sinemasındaki<br />

ilk filmler dosyasını hazırladık..<br />

JIM JARMUSH<br />

Jarmush’un son filmi<br />

Paterson bu dosyada...<br />

10<br />

ŞEYDA TERZİOĞLU<br />

RÖPORTAJ<br />

36<br />

60<br />

MÜFİT CAN SAÇINTI<br />

Saçıntı: Sinemada anlattıklarımı<br />

halk benden daha iyi biliyor.<br />

KIVANÇ SEZER<br />

Babamın Kanatları filminin yönetmeni<br />

Gizem ile konuştu.<br />

82<br />

FEDERICO FELLINI<br />

Federico Fellini’nin gizemli<br />

dünyası ve çarpıcı filmleri....<br />

70<br />

GENÇ PEHLİVANLAR<br />

Genç Pehlivanlar filminin üç küçük<br />

güreşçisi ile konuştuk...<br />

88<br />

ANTALYA DOSYASI<br />

Antalya Film Festivali sonrası<br />

yazarların görüşleri...


34<br />

52<br />

76<br />

86<br />

98<br />

100<br />

104<br />

ÖZEL KÖŞE<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Festival sinemacılarının<br />

göz yaşartan çocuk sevgisi...<br />

AYŞE TEYZE<br />

Can Dostum’dan<br />

Ayşe Teyze’ye gönderme<br />

BELGESELCİ<br />

Asghar Farhadi Semra<br />

Güzel Korver’in odağında...<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Metehan Şereflioğlu ödüllü filmi<br />

8 Saniye’yi anlattı...<br />

DİZİDERGİ<br />

DİZİFUN<br />

Star Tv’nin Anne dizisi<br />

Nergiz’in merceğinde...<br />

EPISODE<br />

Black Mirror’un<br />

sırları açığa çıkıyor...<br />

DİZİROP<br />

Sevinç Erbulak ile gündem<br />

hakkında konuştuk...<br />

108 ABD’DEN HABER AL<br />

Game Of Thrones’un 7. bölümünün<br />

sırlarını Burak araladı...<br />

KİMLİKSİZ<br />

SİNEMANIN ALGISI<br />

EDITO<br />

Öyle günler yaşıyoruz ki bizim<br />

sinemamızın neden gelişemediğinin<br />

bütün sebeplerini çıkan iki tartışmada<br />

görebiliriz. Birincisi Hz.Muhammed Allah’ın<br />

Elçisi filminin üzerine söylenenler. Anlıyoruz<br />

ki sinema aslında bahane. Derdi olan<br />

sinemayı kullanıyor sadece, eleştiri diye<br />

yazılan yazıların bazılarının sinemayla ilgisi<br />

yok. Mesela Yeni Şafak’tan Yusuf Kaplan’ın<br />

film üzerine eleştirisi. Bir okuyun bakalım<br />

sinemayla uzaktan yakından ilgisi var mı.<br />

Hadi geçtim sinemayı, bakış açısı o kadar<br />

keskin ki, kalem sahibi yazarken kendinden<br />

geçmiş bir ara “Bu İranlılar” diye bir ifadede<br />

bulunuyor. Dert Şii olmaları. Tamam<br />

sinema silahta sen silahşörmüsün sinema<br />

eleştirmeni mi? İkinci tartışma ise Dağ 2<br />

filmine verilen tepkiler... Basın gösterimine<br />

gelen sinema eleştirmenlerinin kimi filmi<br />

faşizanlıkla suçladı. Bu isimler benzer Hollywood<br />

yapımlarını seyrettiklerinde aynı<br />

tepkiyi göstermiyorlar. Çünkü kimliksiz bir<br />

entelektüel sınıfın uzantılarılar. Türk halkının<br />

anlayışını redetmek üzerine kurulu bütün<br />

algıları veya kendini tanımlamaları. Dağ 2<br />

filminin savaşı yücelten bir durumu yok ama<br />

bizim ordumuzu anlatması asıl<br />

suç bunlara göre.


PEK YAKINDA<br />

KARANLIKLAR ÜLKESI:<br />

KAN SAVAŞLARI<br />

Yönetmen: Anna Foerster<br />

Oyuncular:<br />

Kate Beckinsale, Theo<br />

James, Tobias Menzies<br />

Konu: Cory Goodman’ın<br />

yazdığı, 2016’da vizyona<br />

girecek filmin yönetmen<br />

koltuğuna Anna Foerster<br />

oturuyor. Underworld<br />

serisinin beşinci filmi;<br />

Awakening’in devamı<br />

niteliğinde olan filmde Kate<br />

Beckingsale Selene rolüyle<br />

tekrar karşımıza çıkacak.<br />

Dördüncü filmde David<br />

karakteriyle karşımıza çıkan<br />

Theo James bu kez Kate<br />

Beckingsale ile başrolü<br />

paylaşıyor. Tobias Menzies<br />

yeni Lycan lideri Marius’u<br />

canlandırırken Clementine<br />

Nicholson ise Vidar’ın kızı<br />

Lena rolünde.


BEN, DANIEL<br />

BLAKE<br />

Yönetmen: Ken Loach<br />

Oyuncular: Dave Johns, Hayley<br />

Squires, Dylan McKiernan<br />

Konu: Daniel Blake, New<br />

Castle’da yaşayan bir marangozdur.<br />

Fakat sağlık durumu<br />

nedeniyle çalışamamaktadır.<br />

Sistemin çarpıklığı nedeniyle<br />

devlet yardımı da alamaz ve iş<br />

aramak zorunda kalır. Daniel bu<br />

zorlu süreçte bir anne ve onun<br />

çocuklarıyla dostluk kurar.<br />

Kendisi gibi bozuk sistemle<br />

ve boğucu bürokrasiyle mücadele<br />

eden ve iki çocuğuna tek<br />

başına bakan genç Katie ile<br />

yoldaş olacaktır.<br />

DOG EAT DOG<br />

MÜTTEFIK<br />

Yönetmen: Robert<br />

Zemeckis<br />

Oynayanlar: Brad<br />

Pitt, Marion Cotillard,<br />

Lizzy Caplan<br />

Yönetmen: Paul Schrader<br />

Oyuncular: Phillip Shaun DeVone, Nicolas<br />

Cage, Willem Dafoe<br />

Konu: Temiz bir hayat sürmek isteyen<br />

ancak sistemin adaletsizliğine tahammül<br />

edemeyen lider ruhlu Troy, mafyaya<br />

çalışan ve banliyö hayatı ile dırdırcı<br />

karısından giderek uzaklaşan Diesel<br />

ve son olarak grubun zayıf halkası<br />

Mad Dog hapisten çıkmış 3 adamdır.<br />

Yeni sosyal hayatlarına adapte olmaya<br />

çalışan üçlü sistemin getirdiği dışlanma<br />

sebebiyle zor zamanlar geçirmektedir.<br />

Konu: Romantik<br />

savaş türü Müttefik<br />

filmi birbirine<br />

aşık olan iki apayrı<br />

insanı temel<br />

alıyor. İstihbarat<br />

subayı Max Vatan<br />

1942 yılında<br />

Kuzey Afrika’da<br />

düşman hattında<br />

savaşmaktayken,<br />

Fransız direniş<br />

savaşçısı Marianne<br />

Beausejour ile<br />

tanışır. İkili hemen<br />

birbirlerine aşık<br />

olurlar.


PEK YAKINDA<br />

ROGUE ONE: BIR STAR<br />

WARS HIKAYESI<br />

Yönetmen: Gareth Edwards<br />

Oyuncular: Felicity Jones,<br />

Diego Luna, Ben Mendelsohn<br />

Konu: Lucasfilm’in yeni<br />

“ara dönem filmlerinden<br />

ilki” olarak lanse edilen<br />

yapım bir grup beklenmedik<br />

kahramanın, imkansız<br />

görünen Ölüm Yıldızı<br />

planlarını çalma görevi için<br />

bir araya gelme hikayesini<br />

anlatacak. Film, Death<br />

Star’ın planlarını çalmak<br />

için bir araya gelen bir ekibin<br />

mücadelesini merkezine<br />

alıyor ve 1<strong>97</strong>7 tarihli Yıldız<br />

Savaşları: Bölüm IV’ten<br />

öncesini anlatacak.


Yönetmen: Tom Ford<br />

Oyuncular: Amy Adams,<br />

Jake Gyllenhaal, Michael<br />

Shannon<br />

GECE HAYVANLARI<br />

Konu: Austin Wright’ın<br />

1993 tarihli “Tony ve Susan”<br />

romanından uyarlanan<br />

film ayrılan iki karı kocanın<br />

hayatlarına odaklanıyor.<br />

İlk bölümde 20 yıl önce<br />

boşanmış eski kocasından<br />

kitap nüshaları almaya<br />

devam eden bir kadını<br />

izlediğimiz filmin ikinci bölümünde<br />

ise bir adamın aile ziyaretinin<br />

şiddete dönüştüğü<br />

anlara tanık oluyoruz.<br />

GIZLI<br />

GÜZELLIK<br />

ÇIN SEDDI<br />

Yönetmen: David Frankel<br />

Oyuncular: Will Smith, Kate Winslet,<br />

Keira Knightley<br />

Konu: Allan Loeb tarafından senaryosu<br />

yazılacak olan film Manhattanlı bir<br />

reklam yöneticisinin (Smith) trajik<br />

deneyimlerini anlatacak. Arkadaşları<br />

yaşadığı trajik deneyimin ardından<br />

depresyona giren arkadaşlarına yardım<br />

etmek için alışılmamış bir planla<br />

çıkageldiklerinde her şey beklenmedik<br />

bir yön kazanacak.<br />

Yönetmen: Zhang Yimou<br />

Oyuncular: Matt Damon, Pedro Pascal,<br />

Andy Lau<br />

Konu: Çin Seddi dünyanın en büyüleyen<br />

ve gizemli yapılarından biridir.<br />

Çin’in kuzeybatısı boyunca uzanan<br />

bu savunma hattının Moğol ve Türk<br />

boylarının saldırısına karşı savunma<br />

amacıyla kurulduğu düşünülmektedir.<br />

Ancak Yimou imzalı film seddin aslında<br />

çok daha güçlü fantastik yaratıklara<br />

karşı kurulduğunu iddia ediyor.


ŞEYDA TERZİOĞLU<br />

DAR ELBİSE GE


Dar Elbise’nin yıldızı,<br />

sinema ve tiyatro aşığı<br />

olan Şeyda Terzioğlu ile<br />

yeni projelerinin yanı sıra<br />

yazım deneyiminden de<br />

söyleştik.<br />

GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

n Dar Elbise ile beyazperdede boy gösteren<br />

Şeyda Terzioğlu ile Cine Dergi için konuştuk.<br />

Sinema ve tiyatro aşığı olan genç oyuncu ile<br />

yeni projelerinin yanı sıra yazım deneyiminden<br />

de söyleştik. Kalemi de oyunu kadar kuvvetli<br />

olan Terzioğlu’nun röportaj esnasındaki<br />

heyecanı satır aralarından okunabiliyor. İşini<br />

seven, anlatırken gözünün içi gülen genç oyuncuyla<br />

oyunculuğa, yazım tecrübesine, yeni proje<br />

ve hayallerine doğru keyifli bir söyleşiye sizleri<br />

davet ediyorum.<br />

Dar elbise vizyona hazırlanıyor. Heyecan var<br />

mı? Neler bekliyor izleyiciyi?<br />

Heyecanlıyım çünkü geçtiğimiz yıl çektik ve<br />

epeydir bekliyorum vizyona girmesini. Başarılı<br />

bir iş, iyi bir kadro, usta bir yönetmen. O nedenle<br />

mutluyum bu işin az da olsa içinde bulunmaktan…<br />

Film hakkında eleştirilerde “Türkiye böyle<br />

bir ülke değil” serzenişlerine rastladım. Bu<br />

yorumları nasıl karşılıyorsun?<br />

Neyi görmek istiyorsak onu görürüz, neye inanmak<br />

istiyorsak ona inanırız. Günümüzde hala<br />

18 yaş altı kızların evlendirildiği gerçeği ile<br />

yaşıyorsak, modellik yapmak isteyen kızlara da<br />

ailelerin baskısını yaşıyoruzdur. Film de böyle<br />

bir gerçeğe, belki de görmek istemediğimiz o<br />

gerçeğe ışık tutuyor.<br />

Dar elbise kadınların aileleri ve ataerkil<br />

düzen ile çatışmasını konu alıyor. Oyuncu<br />

olan bir kadın olarak sen ailen ile böyle bir<br />

çatışma yaşadın mı?<br />

Tabii ailem özellikle babam oyuncu olmamı<br />

istemedi. Hobi olarak yap dedi. İnsanlarda<br />

böyle bir algı var ne yazık ki hala oyunculuğu<br />

bir meslek olarak göremiyorlar tabii bunda TV<br />

sektörünün de bir payı var, oyunculuk eğitimi almayan<br />

insanlara ekranda yer verilince, ailelerde<br />

başka bir mesleğin eğitimini alıp hobi olarak da<br />

TV’ye çıkarsın deme şansı doğuyor. Ama bu<br />

benim işim bu işini eğitimini alıp çok çalıştım.<br />

Şimdi ailemle böyle bir sorunumuz yok bana<br />

inanıyorlar.<br />

Müjdat Gezen mezunu olduğunu biliyorum.<br />

Oyuncu olmaya nasıl karar verdin?<br />

Evet 2006/2010 mezunuyum. Sanatla ilgili bir<br />

çocuktum ben, çok roman okurdum, okuduğum<br />

romanlardaki kadınları canlandırmak isterdim.<br />

Evimizde özel günlerde kuzenlerimle skeçler<br />

hazırlardım derken bu büyüdü büyüdü yıllar<br />

sonra Halit Ergenç Mersin’de söyleşiye geldi<br />

orada 1.500 kişinin içinde söz aldım ve oyunculuk<br />

hayallerimden bahsettim. Halit Bey “Üstüne<br />

gitmelisin, aileni ikna etmelisin. Bu kadar insanın<br />

içinde çıkıp konuşabilmek zordur belli ki sende o<br />

yetenek var” dedi, derken şehir tiyatrosu müdürleri<br />

oradalarmış söz hakkı alıp beni konservatuara<br />

hazırlayacaklarını söylediler ve hikaye böyle<br />

başladı.11 yıl bile geçti üstünden… (Gülüyor)<br />

Eyvah eyvah, Recep İvedik gibi komediler de<br />

filmografinde yer alıyor. Av mevsimi ve Dar<br />

elbise gibi filmler de… Sen en çok hangi türü<br />

oynamaktan keyif alıyorsun?<br />

Seçtiğim öyle bir tür yok. İnandığım işlerde<br />

olmak istiyorum. Farklı farklı rolleri canlandırmak<br />

istiyorum. İnan her karakterden keyif alıyorum.<br />

İşime aşığım çünkü…<br />

Geçtiğimiz yıl Siccin 2’nin başrolü olarak<br />

karşımızdaydın, 3 tane korku filminde izledik.<br />

Galiba korku kuşağına ara verdin? Korku<br />

filmleri devam edecek mi?<br />

RÇEĞE IŞIK TUTUYOR


Devam etmeyi düşünmüyorum. Siccin 2<br />

başarılı bir işti. Çok iyi dönüşler aldık, güzel<br />

bir gişe yaptık. Ben rolüme inanılmaz inandım<br />

ve sahiplendim. Yönetmen bana inandı, rahat<br />

bıraktı… Eğer tekrar oynayacaksam, ki bir süre<br />

kesinlikle farklı tarzlarda oynamak istiyorum,<br />

farklı bir korku türü çıkmalı karşıma o zaman<br />

neden olmasın.<br />

Tiyatro demişken oyunlardan biraz bahsedelim<br />

mi? Seni oyunlar için heyecanlandıran<br />

şeyler nedir?<br />

Ben de ne zaman soracaksın diye bekliyordum<br />

(Gülüyor) Bu sezon birbirinde iddialı iki<br />

oyunla çıkacağım seyirci karşısına. Biri Yeni<br />

açılan tiyatro Sahne Uzay da oynayacağım Vala<br />

Thorsdottir’in ödüllü tek kişilik oyunu Çatıdaki<br />

Yarasa. Bipolar hastası bir kadının hayatını<br />

canlandıracağım zor bir tekst, uzun bir masa<br />

başı çalışması yaptık. Yönetmenimiz Aybüke<br />

Dereli ve dramaturgumuz Almira Seda İnce ile<br />

önce psikologla görüştük, bu hastalıkla ilgili<br />

kitaplar, tezler okuduk, tüm sahnelerdeki atak<br />

evrelerini oluşturduk ve sahnede prova almaya<br />

başladık. Çok önemli bir koreograf olan Alpaslan<br />

Karaduman’la çalışıyoruz çünkü bedensel<br />

hareketliliğin yoğunlukta olduğu deneysel bir<br />

oyun çıkacak ortaya. Diğer oyunumsa Asmalı<br />

Sahne’de olacak, seyircinin karşısına dört farklı<br />

karakterle çıkacağım sürpriz bir oyun.<br />

Ne zaman izleyiciyle buluşacak ve nerelerde<br />

izleyebileceğiz?<br />

Kasım ayının ikinci haftasından itibaren iki<br />

oyunumda seyirciyle buluşacak. Incognito<br />

Asmalı Sahne’de Taksim’de. Çatıdaki yarasa<br />

ise yeni kurulan bir tiyatro olan Sahne Uzay’da<br />

sahnelenecek.Kadıköy Yeldeğirmeni’nde.<br />

Günümüz genç oyuncuları dizilerde boy<br />

gösterirken seni daha çok sinema ve tiyatro<br />

ile anıyoruz. Bu bilinçli bir tercih mi?<br />

Kesinlikle bilinçli bir tercih çünkü ben bu yola<br />

adım attığımda hayalim sadece tiyatro sahnesi<br />

ve beyazperdede olmaktı. Ve şükür ki bu yolda<br />

gittim. Tabii TV’de reklamlarda oynuyorum o da<br />

ayakta durabilmek için şart<br />

Şeyda için hedef nedir, ünlü olmak, çok para<br />

kazanmak, iyi bir oyuncu olarak anılmak<br />

veya içine sinen işlere imza atmak?<br />

Hedef başarılı sanatçı olabilmek… İçime sinen<br />

işlerde yer almak, tabii yaşamak için para<br />

kazanıyor olmak şart ama hedefinden sapmadan.<br />

Kadın oyuncu olarak üzerinde güzellik<br />

baskısı hissediyor musun? Zayıf<br />

olacaksın, sürekli bakımlı olacaksın,<br />

yaşlanmayacaksın… Artık dizilerde 35


yaşında kadınları yetişkin çocukları olan<br />

anneler olarak izliyoruz malum… Bu baskıyı<br />

nasıl yorumluyorsun peki, her oyuncu güzel<br />

olmalı mıdır?<br />

Ben bile başladım anne rollerini oynamaya.<br />

(Gülüyor) şaka gibi… Doğallıktan çıkmadan<br />

kendine bakmakta yarar var. Sadece oyuncular<br />

için değil tüm kadınlar için… Ama rolünü<br />

canlandırman için güzel olman gerekmiyor, hissetmen<br />

gerekiyor. Sonra izliyoruz işte TV’de güzel<br />

kızları suratlarında donuk ifadelerle, vücutları<br />

kasılmış bir vaziyette oynamaya çalışıyorlar.<br />

Onları suçlamıyorum kesinlikle bu düzen böyle<br />

olmuş yapacak bir şey yok. Zayıflık hareket<br />

etmede zorlanmamak için önemli, kendini iyi<br />

hissetmeni de sağlar ama sağlıklı bir zayıflıktan<br />

bahsediyorum tabii kodlanmış olandan değil.<br />

Diğer soruna ise cevabım şöyle yaşı çok küçük<br />

kızlara genç kadın rolleri verdikleri için asıl ama<br />

o rolleri yansıtacak insanlara ise anne rolleri<br />

veriyorlar o nedenle böyle bir sıkıntı yaşanıyor.<br />

Senin de yazdığın bir oyun olduğunu biliyorum,<br />

bir dönem sahnelenmesi söz konusuydu<br />

ne oldu?<br />

Bu oyunlarım söz konusu olunca ve bu yoğun<br />

çalışmada ona zaman veremiyorum. Birkaç<br />

kişiye oyunlarımı gönderdim şu an güzel tepkiler<br />

alıyorum belki ben hiç dokunmadan sahnelenebilir.<br />

Ya da diğer sezonda yazdığım oyunda<br />

sadece oyuncu olarak çıkabilirim.<br />

Şiir kitabı yazdığını duydum. O proje ne<br />

aşamada?<br />

Evet dosya olarak tamamlandı fakat ne yazık<br />

ki şöyle bir gerçekle karşılaştım. Birçok yayın<br />

evi şiir kitaplarına talep olmadığını sadece<br />

romanları bastıklarını söyledi. Buna çok üzüldüm.<br />

Sadece istisna durumlarda şiir kitabı<br />

basıyorlarmış bunun içinde satacağına emin<br />

olmaları için Şairin tanınmış bir isim olması<br />

gerektiğini söylediler. İşte bunlar da günümüzün<br />

gerçekleri. Sanat yapmak için zor bir ülke. Her<br />

şey ticari…<br />

Hem yazan hem de oynayan bir sanatçı<br />

olarak bir idolün var mı?<br />

Olmaz mı etkilendiğim insanlar var yazarlıkta.<br />

Murathan Mungan’ı çok severim. Romanlarını<br />

da şiirlerini de. Virginia Woolf kafasına<br />

hayranım. Ben de onun gibi günlük tutuyorum<br />

yıllardır, kim bilir ben de öldükten sonra basılır<br />

günlüğün onun ki gibi… Oyunculukta özgün<br />

olmaya çalışıyorum. Ne kimsenin yolundan gitmek<br />

ne de kimseden etkilenmek gibi bir hissim<br />

yok. Hayran olduğum çok oyuncu var ve onların<br />

hepsi de tiyatroyu asla bırakmamış isimler.


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

HOLLYWOOD YAPINCA IYI DE BIZ YAP<br />

n Nefes filmi vizyona girdiğinde<br />

sinema otoritelerinin garip tepkisini<br />

gözlemlemiştim. Sadece Türk askerini<br />

anlattığı için bu filmi yazmama, fikir öne<br />

sürmeme adına filme gitmeyen sinema<br />

eleştirmenleri bilirim. Halbuki Nefes<br />

savaş filmi olarak Türk sinemasının en<br />

iyi örneğiydi. Daha sonra Alper Çağlar’ın<br />

Dağ filmi geldi. Nefes ile Dağ arasındaki<br />

en büyük fark Dağ filminin kendini daha net<br />

konumlamasıydı. Saf bir kahramanlık öyküsü<br />

anlatılıyordu Dağ filminde. Tabii bizim kimliksiz<br />

entelektüellerimiz bu filmi hiç görmediler.<br />

Bütün bu görmeme inadına rağmen sadece<br />

144 kopya ile 300 bin izleyiciyi geçti film. Bu<br />

demektir ki kimliksiz entelektüellerin borusu<br />

kendi çevrelerinde ötüyor. Halk eğer iyi birşey<br />

verirseniz onu tercih ediyor. Bizim izleyicimizin<br />

problemi ise önüne sürülen kalitesiz gişe<br />

filmleri. Bu kadar kalitesiz film öne sürerseniz<br />

insanlarda onların içinden tercih yapar. Sanat<br />

filmleri üretiyorsunuz ama bunların tüketimi<br />

zor. Peki acaba hiç biriniz kaliteli gişe filmi<br />

üretme derdine düştünüz mü? Kaliteli gişe filmi<br />

çektiniz de insanlar buna gitmeyip sulu zırtlak<br />

komedi filmlerine mi gitti? Hayır, yokluktan<br />

Türk izleyicisi kötü filmlere mahkum oldu. Ve<br />

bunun en büyük sorumlusu çıkarcı yapımcılar<br />

ile genel izleyiciden kopuk olmayı bir özellik<br />

olarak gören sinema entellektüelleri. Dağ<br />

filmi bu yüzden benim için önemliydi. Ayrıca<br />

Türk milletinin asker sevgisini anlamayan,<br />

bunu faşistlikle özdeşleştiren kimliksizlere de<br />

bir cevaptı. İşte Dağ 2 filmini bu düşüncelerle<br />

seyretmeye gittim. Alper Çağlar yine söylemek<br />

istediğini cesaretle söyleyen, kendi politik<br />

önermelerini “Beni yanlış anlarlar” korkusuyla<br />

geriye atmayan bir film yapmış. Irak’ta kaçırılan<br />

bir kadın gazeteciyi kurtarmakla görevli sekiz<br />

bordo berelinin hikayesini anlatmış. Herşeyden<br />

önce filmin tam anlamıyla Hollywood tarzı bir<br />

dili var. Yıllardır Rambo’ya, Chuck Norris’in<br />

filmlerine veya son yıllarda The Expendables<br />

serisine alkış tutanların beğenmesi gereken<br />

bir yapım. Ama demin söylediğim sebepten<br />

ötürü iki yüzlü bir değerlendirmeye tutuluyor Dağ<br />

2. Neyse biz gelelim filmin Hollywood tarzı diline<br />

ve oyuncularının performansına. Herşeyden önce<br />

Türkiye’de örneği çok olmayan böyle bir filmde<br />

karikatürize kalmayan oyuncuları kutluyorum.<br />

Özellikle Yarbay Dilaver rolünde Murat Serezli,<br />

Bekir Çavuşu büyük bir maharetle canlandıran<br />

Ufuk Bayraktar ve Teğmen Oğuz’u oynayan Çağlar<br />

Ertuğrul başarılılar. Kadın gazeteci Ceyda rolünde<br />

Ahu Türkpençe ise sırıtmıyor ve erkek filmine<br />

başarılı bir kadınsı dokunuşta bulunuyor. Filmin en<br />

büyük eksiği ise yönetmen Çağlar’ın filmin kurgusunu<br />

yaparken elini sıkı tutması. 120 dakikalik<br />

film biraz daha kısaltılıp aksiyonun aforizmalar


INCA MI KÖTÜ?<br />

arasında etkisinin azalmasını engelleyebilirdi.<br />

Halbuki çatışma sahneleri başarılı. Hele Türk<br />

filmleri içinde bir değerlendirmeye tutarsak en<br />

iyilerinden denilebilir. Bunun en büyük sebebi<br />

de bence filmin ordunun envanterinde bulunan<br />

gerçek silahlarla çekilmiş olmas. Çekimlerde<br />

oyuncular kadar kullanılan silahların da<br />

önemli bir yeri var. Gelelim demin bahsettiğimiz<br />

yönetmenin cesaretli politik göndermelerine,<br />

herşeyden önce beyazperdede Türkmenlerin<br />

bizim için ve bizim onlar için ne ifade ettiğimizi<br />

anlatan Dağ 2 dışında bir film bulunmamakta.<br />

Cumhuriyet döneminde Milli Misak dışında<br />

kalan soydaşlarımıza bu kadar sorumlulk alan<br />

bir bakış açısı da görmedik diğer filmlerde. Dağ<br />

2 bunu sözünü sakınmadan yapıyor. Osmanlıda<br />

Irak’ta yaşayan Türklerin Iraklı Türk olarak<br />

tanımlandığını, daha sonra Türkmen denilerek<br />

sanki bu ülkenin sorumluluğunun dışında<br />

bırakıldığını birkaç yerde gözümüze sokuyor<br />

yönetmen. Temelinde bir aksiyon, savaş, asker<br />

filmi olsa da Dağ 2 için asla savaşı yücelten bir<br />

film diyemeyiz. Savaşı yüceltmeyen ama bizim<br />

için hergün can veren askerlerimize bir saygı<br />

duruşu Dağ 2. Böyle olunca da bu filmi seyretmeye<br />

sizi çağırmak bizim görevimiz oluyor tabii.


CINEKRiTiK<br />

ALPER TURGUT<br />

ALBÜMÜN IÇINE BAK, KAPAĞINA DEĞ<br />

n İşte bir arkadaşımın başına gelmiş,<br />

hatta arkadaşımın arkadaşı (meseleden<br />

giderek uzaklaşma çabası)… Zaten benim<br />

başıma hiçbir şey gelmez, ne varsa<br />

arkadaşlar yaşar. Bizler düz insanız, ama<br />

arkadaşlar çok karışık, karmakarışık.<br />

Utandığı, sıkıldığı, bunaldığı, hani genelin<br />

boş boş böbürlendiği, bu sebeple kendinde<br />

eksik gördüğü her ne varsa, ondan<br />

uzaklaşma, konuyu saptırma, topu başkasına<br />

atma. Bu artık bir klasik… Hele çocuklar, onlar<br />

bizim biricik yarış atlarımız, besler, hazırlar,<br />

koşturur dururuz. Kazanırsa övünç senin,<br />

kaybederse arkadaş, komşu da olur, onların<br />

‘başarılı’ çocukları girer devreye. Sonra kendimiz<br />

gibi, affedersiniz ‘manyak’ yetiştirdiğimiz<br />

çocuktan, gelecekte ‘sayko’ çıkar. Sonra<br />

toplum niye bu halde? Elinin körü… Yahu ne<br />

anlatıyordum ben, hah! Yeni bir ‘Albüm’ çıkmış,<br />

gidin dinleyin, pardon izleyin.<br />

Festivallerde çeşitli ödüller kazanan Albüm’ü,<br />

Adana’da seyrettim. Sahnede vik vik konuşan<br />

sunuculara, hak ettikleri kısa yanıtları verdiği<br />

için tarafımdan en önce ‘ukala’ olarak nitelenen,<br />

lakin zaman geçince iyi yapmış genç adam<br />

dediğim Mehmet Can Mertoğlu, bu ilk filmi,<br />

hem yazmış, hem de yönetmiş. Romanya ‘Yeni<br />

Dalga’sından öykünmüş gibi, sürekli birileri laflar<br />

ediyor, ya bırakın şimdi dalga geçmeyi, eskiyi,<br />

yeniyi, mavraya gelin, insanımıza hislerinizi<br />

anlatın filme dair, bir avuç çokbilmişin hı hı<br />

diyerek kafa sallayacağı iliştirmeleri, itelemeleri<br />

terk edin. Albümün kapağına bakmayın, içine<br />

bakın, tereciye tere satmayın.<br />

Antalya’da yaşayan pek takıntılı memur çiftimiz,<br />

çocukları olmayınca erkek evlatlık peşine düşer,<br />

seneler geçer, nihayet muratlarına ererler.<br />

Gümbürtü sonra başlar, kaçma, dönüşme,<br />

geçmişi gömme… Ardından olaylar, olaylar…<br />

Memleket insanlarının çevirdiği geyikler, aile<br />

halleri, ötekileştirme belası ve yalanlar, yalanlar.<br />

Çevredeki insanları geç, evlatlığa, bak sen<br />

bizim ‘öz’ çocuğumuzsun demeyi, fotoğraflarla<br />

kanırtma, -yanlış oldu- kanıtlama çılgınlığı…<br />

Akılda kalıcı açılış sekansıyla birlikte film, seyir-<br />

ciyi içine alıyor, öyküsüne katıyor, şüphesiz. Lakin<br />

finale doğru, enerji düşüyor, neyse olur öyle, ilk<br />

denemede. Şimdi ne yalan söyleyeyim, hayatımı<br />

Antalya’dan, Kayseri’ye taşısam, benim de enerjim,<br />

yerlerde sürünür. Sıcaklık biter, her şey<br />

üşür. Her neyse… Diyalogların kimi komik, hayli<br />

gerçekçi ve iyi yazılmış. Gündelik hayatlarımızın<br />

klişelerini ağızlardan dökerek, kâh güldürüp, kâh<br />

düşündürerek, amacına hâsıl oluyor. Nice fecaat<br />

yapımın arasından, eksik ve gedikleriyle de olsa,


IL!<br />

ışıl ışıl parlıyor, hakkını yemeyelim.<br />

Başrolleri sırtlayan Şebnem Bozoklu ve Murat<br />

Kılıç, rollerinin hakkını ziyadesiyle veriyorlar. Onlara<br />

destek atan yan karakterlerin bir kısmı da cuk<br />

oturmuş filme, eee daha ne olsun? Memlekette<br />

memuriyet, gerçeklikten kopalı çok oluyor, hele<br />

günümüzde harbi fantastik. Büyülü gerçekçilik olsa,<br />

amenna, bu artık tam tekmil bir delilik… Yapıtın,<br />

esinlenme, hiciv, kara mizah, bu üçgende hiç olmazsa,<br />

edecek kelamı var. İnandırıcılık ekseni<br />

kaysa da salla, yüzeysellik memleketi burası,<br />

kandırıldık dersin. Boş ver kardeş, sen<br />

sinema yolculuğuna devam et, durma, hep<br />

anlat. Hem kendine verilmiş tek bir ömrü,<br />

başkalarına öykünerek geçirenler, seni<br />

eleştirse ne olur, özgünlük öyle kolay bir mecra<br />

değil! Sadece inci gibi dize dize geldiğin,<br />

ayrıntılarla süslediğin filmini, sona doğru,<br />

hızla paket etme, açılışa verdiğin özeni, finalinden<br />

esirgeme.


CINEKRiTiK<br />

MURAT KIZILCA<br />

NİYE BURADALAR?<br />

n Şimdi adım adım ilerleyelim ve beklentilerin<br />

yanlış şekillenmemesi için bazı<br />

kartları baştan açık oynayalım. Öncelikle<br />

evet, Arrival bir bilim kurgu ancak<br />

uzayda değil, dünyada ve dünyaya<br />

inen gizemli uzay gemilerinden birinin<br />

içinde geçiyor. Ayrıca bilim kurgu filmlerinin<br />

çoğundan aşina olduğumuz<br />

hareketli bir tempoya sahip değil, aksine<br />

olabildiğince ağır ilerleyen bir film. Hani bazen<br />

bir rüya görürüz de sabah uyandığımızda<br />

tamamını hatırlayamayız ya, hani üzerinden<br />

biraz zaman geçtikten sonra rüyanın farklı<br />

bölümleri aklımıza düşer ama yine de bütünü<br />

oluşturamayız ya, işte Arrival’ın anlatısı da<br />

biraz böyle. Yani o yüzden ağır ilerliyor, sindire<br />

sindire. Hatta Arrival’ın, belki de biraz abartarak,<br />

Christopher Nolan’ın Interstellar’ının (2014)<br />

uzayın derinliklerine doğru yol almadan önce<br />

geride (dünyada) bıraktığı küçük kardeşi olarak<br />

konumlanabileceğini bile söyleyebiliriz.<br />

Denis Villeneuve sevdiğim yönetmenlerden<br />

biri. Başta Enemy (2013) ve Incendies (2010)<br />

olmak üzere bugüne kadar izlediğim her filminden<br />

memnun ayrıldım. Senarist Eric Heisserer<br />

ile aramın pekiyi olduğunu söyleyemem ama<br />

Arrival, Ted Chiang’ın “Story of Your Life”<br />

isimli kısa öyküsünden uyarlama olduğu için<br />

Heisserer’ın hayal dünyasına mahkûm değiliz<br />

çok şükür. Chiang’ın kısa öyküsünü okudum ve<br />

işin ilginci uyarlamada yapılan değişikliklerden<br />

bazıları hoşuma gitti. Evet, değişikliklerin<br />

büyük bir kısmı filmin ticari şansını yükseltmek<br />

için yapılmış ama başka türlü böylesi<br />

kabarık bütçeli, çizgi üstü bilim kurgular izleme<br />

şansımız yok ne yazık ki. (Filmi senaryodan<br />

vurmaya çalışanlara çok aldırış etmeyin.)<br />

Filmde dünyanın farklı yerlerine inmiş 12 uzay<br />

gemisinden Montana’daki ön plana çıkıyor.<br />

Uzay gemisinin etrafına askeri birliklerin kontrol<br />

ettiği bir kamp kuruluyor. Uzman dilbilimci Louise<br />

Banks ile fizikçi Ian Donnelly önderliğindeki<br />

bir grup araştırmacı da uzaylılarla iletişime<br />

geçmeye çalışıyor. (Niyeyse öyküdeki Gary<br />

Donnelly ismi Ian olarak değiştirilmiş, bir de<br />

Louise’in kızının ismi öyküde belirtilmemesine<br />

rağmen filmde Hannah olmuş, diğer isimlerde bir<br />

değişiklik yapılmamış.) Öyküde ise uzay gemileri<br />

dünyaya inmiyor. Dünyanın yörüngesine giren<br />

uzay gemilerinden bahsediliyor ve dünyanın<br />

farklı yerlerinde, dokuz tanesi Amerika’da olmak<br />

üzere, 3 metreye 6 metre boyutlarında, tam 112<br />

tane ayna benzeri iletişim aracı beliriyor. Bu sebebi<br />

anlaşılabilir bir değişiklik; uzay gemilerinin<br />

dünyaya inmesi, uzay gemisinin içerisine girme<br />

ve uzaylılarla ilk temas, bilim kurgu filmlerinde her<br />

zaman çalışan ve seyirciden karşılık bulan unsurlar<br />

olagelmiştir ki Arrival’da da sağlıklı bir şekilde<br />

işliyor.<br />

Ayrıca uzay gemilerinin tasarımı, akla hemen<br />

Kubrick’in 2001: A Space Odyssey’sindeki (1968)<br />

siyah monoliti getiriyor. İnsanoğlunun dünya üzerinde<br />

geçirdiği süreçteki evrimini resmeden 2001 ile<br />

ucundan bağlantı kurmaya çalışan Arrival, belki<br />

de evrimin bir sonraki adımı üzerine öngörülerde


ulunuyor.<br />

Öyküde dilbilimciler ile fizikçilerin araştırmaları omuz<br />

omuza devam ederken, film daha çok Louise’in<br />

uzaylılarla iletişime geçme çabalarına odaklanıyor<br />

ve iletişim, algı ve yaşamı anlamlandırma gibi konu<br />

başlıklarını ön plana çıkarıyor. Aslında öykü de<br />

benzer başlıklar üzerine yoğunlaşıyor ama bunu<br />

yaparken bilimden de en üst düzeyde faydalanıyor.<br />

Bu kısımların filmden tamamen çıkartılmasının<br />

en mantıklı sebebi, izleyici için fazla yorucu<br />

olabileceğini ve kafa karışıklığına yola açabileceğini<br />

düşünmeleri olabilir.<br />

Arrival, uzaylılarla iletişim çabaları ile Louise<br />

Banks’in vefat eden kızıyla ilişkilerinden kesitlerin<br />

sunulduğu anı parçalarının, paralel kurgu ile<br />

verildiği bir yapı üzerine kurulu. Bu anılarda sadece<br />

Louise ile kızı Hannah’yı görüyoruz. Babanın (yani<br />

erkek figürünün) ortada hiç görünmemesi, Louise’i<br />

(yani kadın figürünü) biraz daha öne çıkartıyor ve<br />

“güçlü kadın” imajı, üzerine basa basa vurgulanıyor.<br />

Ayrıca öyküde hiç yer almayan ve filmin genelinde<br />

de abuk bir yerde duran basmakalıp<br />

bir bölüm var. ABD yapımı filmlerde kendine<br />

sıkça yer bulan ve artık iyice can sıkmaya<br />

başlayan bölümde; ABD’nin “düşman” olarak<br />

yaftalamaktan keyif aldığı Çin ve Rusya<br />

gibi ülkelerin başı çektiği birkaç ülke, uzay<br />

gemileriyle iletişimi kesip savaşmaya karar<br />

veriyor ve filmin ağır temposu bir nebze de<br />

olsa hareketleniyor. Kaçınılmaz gibi görünen<br />

savaşı tabii ki Louise’in insanüstü çabaları<br />

engelliyor. Böylece anılar aracılığıyla ufaktan<br />

zerk edilen “güçlü kadın” imajı, Louise’in<br />

savaşı engellemesiyle fiziksel bir gerçekliğe<br />

bürünüyor. Açıkçası yeterince güçlü olan<br />

öykü, filmdeki en gereksiz eklemelerden biri<br />

olan “olası savaş” detayına hiç ihtiyaç duymuyor<br />

ama gel de bunu Amerikalı yapımcılara<br />

anlat.<br />

Uzaylıların tasarımı ise öyküdekiyle hemen


CINEKRiTiK<br />

MURAT KIZILCA<br />

hemen aynı. Genel olarak devasa bir<br />

ahtapota benzetebileceğimiz uzaylıların,<br />

gövdeleri olarak konumlandırabileceğimiz<br />

simsiyah üst kısımlarından sarkan yedi<br />

adet kolu bulunuyor ve bu yüzden ‘heptapod’<br />

olarak isimlendiriliyorlar. Filmde<br />

heptapodların pürüzsüz bedenleri üzerinde<br />

göz, kulak veya ağız gibi bir girinti ya<br />

da çıkıntı bulunmuyor ama öyküde biri alt<br />

kısımda diğeri üst kısımda olmak üzere<br />

iki adet ağız gibi delikleri olduğundan<br />

bahsediliyor. Bu detayların eklenmemesi<br />

heptapodların biraz daha gizemli görünmelerine<br />

yardımcı olmuş. Ayrıca uzay gemisinin<br />

içerisinde uzaylılar ile temasa geçtikleri şeffaf<br />

duvar da öyküdeki aynaya benzeyen iletişim<br />

araçlarına benzetilmiş. Heptapodlar, şeklen<br />

birebir benzemese bile H.P. Lovecraft’ın hayal<br />

dünyasının en önemli figürlerinden Cthulhu’nun<br />

özellikle baş kısmını andırıyor. Tabii ki bunda<br />

her ikisinin de ahtapottan esinlenerek<br />

tasarlanmış olmasının etkisi büyük.<br />

Louise Banks’in çözmeye çalıştığı uzaylı<br />

alfabesi de filmde (ve öyküde) önemli bir yer<br />

kaplıyor. Uzaylılar, dünyadaki diller gibi fonetik<br />

bir alfabe kullanmıyorlar, konuştuklarını kavramlarla<br />

iç içe geçmiş semantik sembollerle<br />

ifade ediyorlar. Filmde, heptapodların kollarının<br />

uç kısmında bulunan denizyıldızı şeklindeki<br />

vantuzlardan gaz formunda, mürekkebe benzer<br />

bir şey fışkırtarak, şeffaf duvarın üzerinde<br />

oluşturdukları çemberler ile yazdıklarını<br />

görüyoruz. Kurdukları cümle ne kadar uzun<br />

olursa olsun, cümlenin yazılı ifadesi hep tek<br />

bir çemberden ibaret oluyor. Tabii ki çember<br />

her seferinde aynı değil, etrafındaki girinti ve<br />

çıkıntıların değişmesi ile cümlenin anlamı da<br />

değişiyor. Yani çember ile ifade edilen cümleyi<br />

(ya da cümleleri) dünya dillerinin kuralları ile<br />

okumamız mümkün değil. Ancak çemberin<br />

etrafındaki girinti ve çıkıntıların anlamlarını<br />

öğrenip, bir seferde bakıp ne söylendiğini<br />

algılayabilmek gerekiyor. Bunu kabaca “taşıt<br />

giremez” ya da “yaya yolu” gibi anlamlar<br />

içeren ve gördüğümüzde ne anlatıldığını<br />

hemen algıladığımız trafik işaretlerine benzetebiliriz.<br />

Arrival, alfabe mevzusu üzerinden<br />

insanoğlunun dünyayı, yaşamı, ilişkileri yani<br />

aslında çevresinde olan biten her şeyi algılayışına<br />

dikkat çekmeye çalışıyor ve fazlasıyla sonuç<br />

odaklı hale dönüşen yaşantılarımızı eleştiriyor.<br />

Bir de araştırma ekibinin uzay gemisinin içine<br />

girdiğini gördüğümüz ilk andan da bahsetmek<br />

gerek. Karanlık duvarlarla kaplı bir geçitten parlak<br />

şeffaf duvara doğru hareket eden ekibin<br />

görüntüsü, Platon’un mağara alegorisini akla<br />

getiriyor. “Alegoriye göre bazı insanlar karanlık<br />

bir mağaraya zincirlenmişlerdir ve bu insanlar<br />

başlarını sağa ve sola çeviremezler, sadece<br />

karşılarındakini görebilmektedirler. Doğdukları<br />

günden beri bu mağarada bulunan insanlar,<br />

mağaranın girişinden yansıyan nesnelerin gölgelerini<br />

görür ve bunları gerçeklikleri olarak algılarlar.<br />

Nihayet bir gün insanlardan biri zincirlerinden kurtulur<br />

ve mağarayı terk eder. Mağarayı terk eden<br />

bu insan mağaranın dışında yeni bir gerçeklik ile


tanışır ve duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin<br />

gerçek olmadığının farkına varır. Bunu mağaradaki<br />

arkadaşları ile paylaşmak üzere mağaraya geri<br />

döner. Mağaradaki arkadaşları ise mağaranın<br />

dışında farklı bir gerçeklik olduğuna inanmazlar. Ve<br />

bu insanlara mağaranın dışındaki gerçekliği aktarabilmek<br />

de imkânsızdır. Platon’a göre nesneler<br />

ve idealardan oluşan iki ayrı dünya vardır. İnsan<br />

bedensel olarak nesneler dünyasına aittir ve<br />

orada bulunmaktadır. Ancak ruhen bir zamanlar<br />

bulunduğu idealar dünyasından izleri kendisinde<br />

taşımaktadır. Alegoride temel olarak mağaranın<br />

toplumu, zincirin o toplumsal yapı içerisinde var olan<br />

kuralları, mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin<br />

de toplumda kabul edilen doğruları sembolize ettiği<br />

ileri sürülebilir. Buna göre zincirini kıran birey, gerçek<br />

hakikatin peşine düşen bir filozofu olduğu kadar<br />

sorgulayan insanı da temsil etmektedir.” Arrival’da<br />

şeffaf duvarın ardındaki uzaylıları anlamayı<br />

başarabilen ilk kişi Louise’dir. Askeriyenin<br />

giydirdiği koruyucu giysileri zincirlerinden<br />

kurtulurcasına çıkartan Louise, çıplak eliyle<br />

şeffaf duvara dokunarak bir nevi mağaradan<br />

dışarı çıkmış olur ve böylece yeni bir<br />

gerçekliğin farkına varır. Bunu etrafındakilere<br />

anlatmaya çalışır ama alegoride olduğu gibi<br />

pek başarılı olamaz.<br />

Denis Villeneuve’ün çizgi üstü rejisi, kusursuz<br />

teknik işçiliği ve doğru oyuncu seçimleri (Amy<br />

Adams ve Jeremy Renner öyküdeki karakterlere<br />

cuk oturmuş) ile cazibesini arttıran Arrival,<br />

Heisserer’ın kimi zaman tökezleyen senaryosuna<br />

rağmen ayakta durmayı başaran,<br />

izledikten sonra üzerine uzun uzun konuşup<br />

tartışmaya müsait, üst sınıf bir bilim kurgu.


CINEKRiTiK<br />

BANU BOZDEMİR<br />

DAYANIŞMA BAZEN IKI KADINLA BAŞLAR!<br />

n Yeşim Ustaoğlu imzalıTereddüt’ü izledikten<br />

sonra ülkenin gdişatından dolayı<br />

olsa gerek bayağı cesur buldum.İki farklı<br />

sosyal sınıftan kadının birbirinin içine<br />

geçmiş dertlerinin çözümünde el ele verişi<br />

iyi hissettirdi diyeyim ya da. Şehnaz ve<br />

Elmas’ın hayatlarının ortasına yumuşak<br />

iniş bir paraşütle düşüverdik hepimiz.<br />

Antalya’da ilk gösteriminde izlerken,<br />

Şehnaz ve Elmas arasında geçen en zorlu<br />

sahne yani seans sahnesinde hepimiz bir garip<br />

olduk. Deneysel, zorlayıcı, yeni, bir anlamda<br />

saçma ve etkili bir sahneyle bir kadının diğerine<br />

basamak olmasını izledik! Başka bir yanından<br />

bakarsak güzel bir<br />

dayanışma filmi bu!<br />

Filmde şöyle bir<br />

durum da var.<br />

Şehnaz’ın başlangıç<br />

hikayesi çok net değil.<br />

Elmas’ın ki daha net.<br />

Şehnaz’ın kasabada<br />

doktorluk yapması,<br />

hafta sonları evine ve<br />

kocasına kavuşması<br />

yavaş bir anlatımla<br />

bize sunuluyor. O<br />

yüzden kocasıyla<br />

sekse dayalı bir<br />

ilişkinin kodlarını kurmak<br />

da zorlanıyoruz<br />

ilkin. Bir de Şehnaz’ın<br />

kırılma noktalarını<br />

çok belirgin çizmemiş<br />

Ustaoğlu. Yani baktığımızda kocasıyla yolunda<br />

gitmeyen değil, saklanmış, gizlenmiş ama en<br />

ufak bir fiskede harekete geçen korkular ve<br />

sorunlar üzerinden anlatmayı yeğlemiş. Cem<br />

ve Şehnaz arasındaki kopukluk / yapaylık birçok<br />

modern ilişkide es geçilen, bastırılan, içine<br />

akıtılan bir durum olarak yaşamanın vehametini<br />

güzel kuşatıyor. Elmas’ın durumu ise daha açık<br />

ve bildik. Çocuk yaşta yaptığı evliliğin yükü<br />

sırtında, kaynanasının bakımı ve sevmediği<br />

kocasıyla yaşamanın en yaşanır halini yaratmaya<br />

çalışsa da yapamıyor. Kocası bu arada<br />

Elmas’a iyi davranan ama geceleri sevişme<br />

hakkını zorla alan bir adam!<br />

İki kadının hayatından kesitler, kesmeler,<br />

açmazlarla devam eden film feminist bir söylemle<br />

ik kadını brbirinin tesellisi yapıyor. Burada<br />

Sakarya’da geçen, sürekli rüzgarla, yağmur<br />

ve soğuk havayla sınanan filmin atmosferi<br />

de kadınların bu büyük patlamasına büyük<br />

dalgalarıyla katkıda bulunuyor. Hatta Şehnaz’ın<br />

iş arkadaşı doktorla sık sık deniz kenarına gidip<br />

doğanın büyük patlamasına tanıklık etmesi, kendi<br />

iç dünyasında bir karşı koyuş ivmesi yaratıyor. Yani<br />

iki kadın da doğanın ruhlarına kattığı başkaldırıya<br />

yenik düşüyor. Yani başkaldırıyor! Bu anlamda<br />

mekanın önemini de sorgulayan bir film.<br />

Funda Eryiğit ve Ecem Uzun flmde farklılıklarını<br />

beden ve ruh olarak yansıtan iki kadın olarak<br />

finalde çok iyi bütünleşiyorlar. Funda Eryiğit cesur<br />

bir oyunculukla karşımıza çıkarken Ecem Uzun<br />

daha psikolojik bir açılımla daha deneysel takılıyor.<br />

Ama ikisi de çok iyi ve ikisi de ödüllük. Antalya Film<br />

Festivali ulusal jürisi filmi görmeyi istemedi ama<br />

Ecem Uzun’a kayıtsız kalamadı. Kayıtsız kalınacak<br />

bir film değil, Ustağlu’nun dayanışma ruhuna<br />

teşekkürler!


CINEKRiTiK<br />

FIRAT SAYICI<br />

HANEKE USULÜ FARHADI FILMI!<br />

n 53. Antalya (Altın Portakal) Fim<br />

Festivali’nde bu yıl izlediğimiz Asghar<br />

Farhadi’nin son filmi “Satıcı”, festivalin<br />

yabancı film dalında ağır toplarındandı.<br />

Yeri gelmişken festivalin yabancı film<br />

seçkisinin oluşmasında büyük katkılar<br />

sağlayan Nesim Bencoya ağabeyimize<br />

de buradan teşekkürlerimizi bir kez<br />

daha iletelim. Onun elinin değdiği festivallerin<br />

yabancı film seçkileri hiç bir zaman ters köşe<br />

yapmıyor bizleri...<br />

İran’da günümüzde geçen “Satıcı”da Arthur<br />

Miller’ın ‘Satıcının Ölümü’ oyununu sahneye<br />

koyan tiyatrocu çift Rana ve Emad,<br />

yeni bir eve taşınır. Rana, burada<br />

tanımadığı bir adam tarafından<br />

saldırıya uğrar. Emad ise travmasını<br />

sessizce atlatmaya çalışan karısı<br />

Rana’nın aksine intikam alma yolunu<br />

seçer. Cannes’dan En İyi Senaryo ve<br />

En İyi Erkek Oyuncu ödülleriyle dönen<br />

filmin başrollerinde Shahab Hosseini,<br />

Taraneh Alidoosti, Babak Karimi, Farid<br />

Sajjadihosseini ve Mina Sadati gibi<br />

isimler var.<br />

Farhadi sinemasını çok genel<br />

anlamıyla tanımlayacak olursak; düşük<br />

bütçelerle derin hikayeler anlatan,<br />

insan ilişkilerine ve insani duygulara<br />

odaklanan bir sinema diyebiliriz. Son<br />

iki filmi “Bir Ayrılık” ve “Geçmiş” dünya festivallerinden<br />

ödüllerle dönmüş, yetkin örnekler<br />

olarak hafızalarımıza kazınmışken Farhadi’den<br />

yine bir sol kroşe geldi. Seyirciyi adeta koltuğa<br />

zımbalayan “Satıcı” seyirciye hem tarafını seç<br />

dedirten hem de bunun imkansızlığını naif bir<br />

şekilde gösteren nadir örneklerden. Film, 125<br />

dakikalık uzun süresine rağmen tek bir anın<br />

bile sarkmadığı, oyuncuların kendi sınırları<br />

içerisinde devleştikleri, basit bir konunun ne kadar<br />

çetrefilli hale sokulabileceğinin kanıtı oldu.<br />

“Satıcı”yı izlerken karısının başına ne geldiğini<br />

bir türlü çözemeyen, endişelenen, şüphe duyan<br />

Emad’la birlikte, olaya tanık olamayan bizler de,<br />

çaresiz kalıyoruz. Emad’ın içinde bulunduğu<br />

fırtınalı durum, onun karakter değişiminin de<br />

haklı/haksız yönlerini daha iyi kavramımıza fayda<br />

sağlıyor. Çevresi tarafından sevilen/sayılan bir<br />

öğretmen (aynı zamanda da tiyatro oyuncusu)<br />

olan Emad, karısı Rana’nın olaya karşı sessiz<br />

kalışına anlam veremeyerek içindeki öfke ve<br />

kıskançlığı arttırıyor. Toplumsal yadırgamalar ve<br />

baskıların da etkisiyle olayı çözmek için sınırlarını<br />

rahatça aşıyor. Filmin sonunda karşılaştığımız<br />

sürpriz karakter ve iç acıtan final sahnesiyle Farhadi<br />

seyircinin sinirlerini iyice geriyor. Seyircinin<br />

‘vicdan’ kelimesinin anlamı üstünde düşünmesini<br />

istiyor. Affetmek ve intikam duygularını aynı ipte<br />

gezdiriyor. Haneke’yi çok seven biri olarak, bu filmi<br />

sanki Haneke yazmış ve İranlı oyuncularla İran’da<br />

çekmiş gibi hissettim. Muhtemelen Haneke’nin<br />

kıskandığı bir film olmuştur “Satıcı”.<br />

Bilindiği üzere İran şeriat kurallarına göre yönetilen<br />

bir ülke. Hal böyle olunca toplumdaki bir çok<br />

suç/suçlama/iftira bireyler arasında çözülmeye<br />

çalışılıyor. Zira ötesi kırbaçlama, ağır cezalar ve<br />

hatta ölüme dek gidebiliyor. İşte usta yönetmen<br />

bir yandan da bu sistemdeki adalet eleştirisini de<br />

yapıyor olay üzerinden. Bu anlamda da oldukça<br />

yerici bir çalışma olduğunu da eklemeli.<br />

Filmin İran’da tüm zamanların en iyi açılışını<br />

yaptığını da belirterek, vizyona girer girmez izlemeniz<br />

dileğiyle...


CINEKRiTiK<br />

ONUR KIRVAŞOĞLU<br />

DİN REFERANSI İLE SERT BİR DİN ELE<br />

n Daha evvel Izmena ve Yurev Den<br />

filmleri ile dolaştığı festivallerden ödüller<br />

ile ayrılan ve 2000’li yıllarda önemli bir<br />

sıçrama gerçekleştiren Kirill Serebrennikov,<br />

(M)uchenik ile Cannes Film Festivali<br />

de dahil olmak üzere aldığı ödüller<br />

ve övgüler ile bu çıkışını en üst seviyeye<br />

taşıyor. Bir lise öğrencisi, onun zıttı bir<br />

öğretim üyesi ve toplumun diğer bireyleri<br />

üzerinden din konusuna derinlemesine giren<br />

yönetmen, eleştirisini ve derdini çok net ve<br />

oldukça sert bir şekilde ve hiç dolandırmadan,<br />

birincil muhatap kullanarak yapıyor. Din üzerinden,<br />

yanlış yaşanan bir düzeni yine din üzerinden<br />

eleştirerek en sağlam yerden yumruğu<br />

indiriyor. Bunu yaparken de daha önce pek<br />

izlemediğimiz bir anlatım sergileyerek konsantrasyonu<br />

da en üst seviyede tutmayı başarıyor.<br />

(M)uchenik, 2016 yılının, son yıllarda<br />

alıştığımız festival sürprizlerinin en değerlisi<br />

olarak da kayıtlara geçiyor.<br />

Filmin baş karakteri Venyamin, yönetmenin tercihi<br />

ile bu seviyeye nasıl geldiğini bilmediğimiz<br />

bir şekilde kız öğrencilerin bikini ile havuza<br />

girmesini kabul etmeyip, derse girmeyecek<br />

kadar kökten dinci tavırlar sergileyen bir<br />

lise öğrencisidir. Annesinin yaşantısına dahi<br />

karışacak, hatta dil uzatacak kadar kendini<br />

kaptırmış olan ve her konuşmasında kendi<br />

fikirlerini değil (zira kendi fikri neredeyse yok)<br />

İncil’den pasajları dile getiren bir hale gelmiştir.<br />

Bunu yaparken de oldukça provake edici ve<br />

karşısındakini neredeyse dinlemeyen bir tavır<br />

içindedir. Venyamin, cinsel eğitim dersini protesto<br />

eder, evrim teorisini kabul etmez ve dinlenmesini<br />

de engeller. Her an her yerde vaazlar<br />

vermeye çalışır ve okul ile birlikte çalışan<br />

rahibi bile suçlar, sistemin yanında olduğu için<br />

gerçek bir din adamı olmamakla suçlar. Burada<br />

fazlasıyla doğru şeyler de söyler ve adeta<br />

dar aıdan çok büyük bir sistem eleştirisi dile<br />

getirir. Kısacası Venyamin, “kendi bildiği” dine<br />

mahsup olan her şeyi onaylar, empoze etmeye<br />

çalışırken, karşı olan her şeye ama her şeye<br />

muhalif olur ve kışkırtarak derdini anlatmayı<br />

seçer. Bu hali, filmin de anlatımı ile birleşip bazı<br />

anlarda trajikomik bir hal alır ve izleyici komedi<br />

filmindeymişcesine kahkahayı patlatır. Burada<br />

filmin ve doğal olarak anlatımın bir küçük tuzağı<br />

da mevcut; Venyamin’in bazı söylemleri gayet aklı<br />

başında ve onaylanacak tutarlılıkta. Bu tuzağa<br />

düşüp, tehlikeli senaryo karşısından tuş olmak<br />

ve kendimizden şüphe etmek de haliyle mümkün.<br />

Özellikle, rahibe yönelik, sistem eleştirisine<br />

kadar çıkabilecek söylemler ve rahibin bilgi sahibi<br />

olmadan yetki sahibi olduğu betimlenen hali<br />

Venyamin’i neredeyse haklı çıkartıyor. Bir de biraz<br />

olsun muhafazakar görüş varsa rotamız değişiyor<br />

ve Venyamin ile aynı tarafta olma ihtimali beliriyor.<br />

Filmin bu tuzak karakteri ve diyalogları bir anlatım<br />

harikası ve kendimizi sorgulama fırsatı ama oldukça<br />

da tehlikeli. Zira, bütünden bakıldığında, bir<br />

şekilde Venyamin’e hak vermek ve onunla aynı<br />

tarafta olmak kabul edilebilir değil. Haklı olduğu<br />

yerlere rağmen tuzağa düşmek zor. Zira; Venyamin<br />

çok kapalı bir duruş sergiliyor ve fanatik tavrı hiçbir<br />

şekilde pozitif eksende ilerlemiyor. Doğal olarak da


ŞTİRİSİ<br />

filmin sonunda hayat görüşümüz ne olursa olsun<br />

karşısından yer alıyoruz.<br />

Venyamin’in bu baskıları ve provakasyonu<br />

önemli ölçüde işe yarıyor. Yönetmen, bu noktada<br />

bize toplumsal yaraları gösteriyor. Yaşayışına ve<br />

kararlarına bile karıştığı annesi, saygı duymadığı<br />

ve dışladığı arkadaşları, kendisine aşık olan en iyi<br />

ve tek arkadaşı hatta ve hatta okul yönetiminde<br />

bulunan eğitimci kimliği bulunan insanlar, konu da<br />

en hassas olunan olgulardan olan din olunca ister<br />

istemez bu yöne kayıyor ya da en kaba tabirle<br />

Venyamin’e torpil geçiyor. “Havuza öğrenciler bikini<br />

ile girmemeli zaten” gibi yumuşatmalar ile başlayan<br />

destek süreci “Evrim teorisi zaten koca bir yalan”<br />

gibi değerlendirmelere kadar gidiyor. Toplumun da<br />

en büyük sorunu belki de bu. Elbette inanç var,<br />

elbette din çok önemli ama bunu yaşayış ve körü<br />

körüne bağlanışın sonuçları çok acı olabiliyor. Bunu<br />

bilerek de din konusundan çekindiğimiz ya da yoğun<br />

hisler beslediğimiz zaman karşısında olmamız gereken<br />

yerde yeteri kadar set öremiyoruz. Venyamin<br />

karşısında da durum tam olarak bu. Buna karşılık<br />

da senaryonun, yani filmin yarattığı en büyük<br />

koz, Venyamin’in tam zıttı olan öğretmen<br />

karakteri. Bilimsel gerçekler ile yaşayan,<br />

öğretilerini bunun üzerinden yapan ve dinin<br />

“kişiye özgü” olmasını savunan bir eğitimci.<br />

Zıtlık harika kurulmuş ve hikayedeki çatışma<br />

son derece yerinde kurgulanmış. Filmin derdine<br />

de, ritmine de ve elbette dokunduğu<br />

her şeye de iyi gelen, dinamiğini artıran bir<br />

çatışma...<br />

Serebrennikov, zaten iyi kotardığı anlatıma<br />

ve senaryo matematiğine bir de daha evvel<br />

pek karşılaşmadığımız bir tarz ekliyor ve<br />

Venyamin’in İncil’den alıntılayarak konuştuğu<br />

her cümleyi ekranın bir köşesinden bize<br />

direkt ayet numarası ile veriyor. Yani dine bir<br />

eleştiride bulunurken, bunu kaynağı üzerinden<br />

yaptığını ve dini eleştirmek için en doğru yöntemin<br />

yine din olduğunu, belki de gerçek din<br />

olduğunu belirtiyor. Yani, usta bir manevra ile<br />

neredeyse hiç yorum katmadan, İncil’i refere<br />

ederek eleştirisini yapıyor ve bu anlamda olabilecek<br />

olumsuz yorumların da önünü kesmiş<br />

oluyor. Anlatımını tam olarak meselenin içinden,<br />

derdinin tam kalbinden yapıyor.<br />

Sonuç olarak, Venyamin üzerinden gelinen<br />

nokta, toplumsal baskının ve hassasiyetlere<br />

karşı objektif olamamamın sonuçlarını gösteriyor.<br />

Dikte ederek, provakasyon yaparak ama<br />

din üzerinden giderek yavaş yavaş herkesi<br />

yanına çekiyor. Başka herhangi bir konu olsa<br />

ciddiye alınmayacak tavırlar sergileyen, hatta<br />

hasta olduğu konusundan oy birliğine kesinlikle<br />

varılacak olan bir karakter, konu din<br />

olduğu, en çok korkulan konuların başında<br />

geldiği için tolere ediliyor ve yakın görülüyor.<br />

Toplumun en büyük çıkmazlarından olan<br />

bu tavır, ortaya bir yalan atılması ve herkesin<br />

dine karşı olmaktansa yalana inanıp<br />

öğretmenin karşısında olmasına kadar<br />

varıyor. Bu oldukça tanıdık bir durum ve film<br />

bizi belki de bu açıdan çok daha fazla etkiliyor.<br />

Serebrennikov bu harika filmden sonra<br />

beklentileri çok daha fazla artırdı ve umarım<br />

yolculuğu çok daha iyi filmlere sahne<br />

olacaktır. En zor konudan en cesur filmi<br />

çıkarabilen bir yönetmenden bu kadarını beklemeye<br />

de hakkımız olduğunu düşünüyorum.


CINEKRiTiK<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

KIRIK KALPLERDE YAŞAYAN PEYGAM<br />

n Majid Majidi ile 2012 yılında Mardin’de<br />

bir görüşme yapmıştık. O dönemde Hz.<br />

Muhammed: Allah’ın Elçisi filminin çekim<br />

hazırlıkları sürüyordu. Majidi projeyi<br />

anlatırken radikal bir söylemde bulunmuş<br />

“Peygamberimiz günümüzde yaşasaydı<br />

dinimizi anlatmak için mutlaka sinemayı<br />

kullanırdı” demişti. Gerçekten de sinema<br />

artık bu kadar önemli. Bu yüzden Hz. İsa<br />

ve diğer peygamberleri anlatan yüzlerce film<br />

varken bizim dinimizi ve yüce Peygamberimizi<br />

anlatan film sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.<br />

Eleştirilerimi sıralamadan önce sadece<br />

bu yüzden Majid Majidi’ye, Hz. Muhammed:<br />

Allah’ın Elçisi filmini çektiği için teşekkürlerimi<br />

sunuyorum. Gelelim filme, doğal olarak bu<br />

filmi karşılaştıracağımız tek bir yapım var,<br />

o da Mustafa Akkad’ın Çağrı-Messenger’ı.<br />

İki film arasında konu olarak en büyük fark<br />

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi filminin Peygamberimizin<br />

çocukluğuna odaklanması.<br />

Çağrı bilindiği gibi Müslümanlığın çıkışını ve<br />

yayılışını anlatır. Bu konu farklılığı filmin dilini<br />

de etkilemiş. Temelinde savaşlardan, acılardan<br />

çok Peygamberimizin doğuş döneminde onun<br />

gelişini müjdeleyen mucizelerle başlıyor film.<br />

Daha sonra ise dedesi Ebu Muttalip ve amcası<br />

Ebu Talip’in korumasında gelecekteki mucizelerinin<br />

izlerini görüyoruz. Filmin bir özelliği<br />

de Arap kabilelerinin o dönemdeki sosyal<br />

ilişkilerini ve aile bağlarını neredeyse belgesele<br />

yakın bir tarzda bize veriyor olması. Mesela<br />

Çağrı’da bu ilişkilere ait çok da gerçekçi bilgiler<br />

bulunmamaktaydı. Kuran’ı Kerim’deki bir<br />

çok ayetin burada nasıl çıktığını kendine göre<br />

yorumlamış Majidi. Özellikle dikkatimi çeken<br />

Peygamberimizin kadınlara verdiği değeri<br />

filmde birçok yerde görmemiz; emsela Peygamberimizin<br />

kız çocuğunu öldürmek üzere<br />

olan adamın kucağına bebeği vererek “Gözlerine<br />

bak aynı sen” demesi ve adamın o<br />

minik gözlere bakarken geçirdiği değişim. Film<br />

Müslümanlığın diğer dinlerden farklı olarak<br />

ezilen insanların, fakirlerin, mağdurların dini<br />

olduğunu bize bir kere daha hatırlatıyor. Bir<br />

papaz onun peygamberliğini sorgularken “Tanrıyı<br />

nerede bulursun” dediğinde Hz. Muhammed’in<br />

“Kırık kalplerde bulurum” diye cevap veriyor.<br />

Yazarken bile tüylerim diken diken oluyor... Ben<br />

bir filmden başka ne beklerim ki? Tabii bu filmin<br />

diğer bir önemli mesajı da günümüzün Müslüman<br />

coğrafyasına geliyor: “En kötü durumda bile umudunu<br />

ve inancını yitirme.” Gelelim bu muhteşem<br />

içeriğin sinemasal olarak nasıl verildiğine, zaten<br />

benim eleştirilerimde burada başlıyor. Film Hollywood<br />

tarzı dini filmlerin jargonunu kullanıyor. Hem<br />

kamera açıları hem resmedilen atmosfer daha<br />

çok Hz. İsa veya Musa’yı anlatan filmlerin sinematografisine<br />

benziyor. İşte bu noktada da Çağrı<br />

filminin farklılığı ortaya çıkıyor. Peygamberimizin<br />

doğumunda annesinin onu sarılıp mucizevi bir<br />

ışık altında resmedildiği sahne neredeyse bilindik


BER<br />

kilise gravürlerinden pek de farklı değil. Ayrıca<br />

Peygamberimizin en büyük mucizesi Kuranı<br />

Kerim’dir. Biz onu ölüleri diriltmesi veya denizi<br />

ortadan yarmasıyla bilmeyiz. Onu Allah’ın sözlerini<br />

bize taşımasıyla biliriz. Ve onun diğer bir<br />

özelliği ise beşeri olmasıdır, onun gücü buradan<br />

gelir. O mucizevi bir insandır ve Allah’ın peygamberidir.<br />

Majid Majidi’nin filminde kullanılan<br />

mucizelerin Peygamberimizin bu yönünü biraz<br />

geride bıraktığını düşünüyorum. Bu eksiklik ise<br />

filmde kullanılan müziklerin muhteşemliğiyle<br />

telafi ediliyor. Sanki Majidi’nin kamerayla<br />

yapamadığını filmin müziklerini yapan A. R.<br />

Rahman tınılarıyla başarabilmiş. O kadar etkileyici<br />

müzikler var ki filmi seyrederken gözlerimden<br />

çok kulaklarımla özümsedim. Filmin<br />

soundtrack’ını sabırsızlıkla bekliyorum. Gelelim<br />

Peygamberimizin filmde nasıl gösterildiğine; uzun<br />

zamandır filmde peygamberin cisminin gösterilmesi<br />

eleştiriliyor. Gerçekten de peygamberimizin<br />

çocukluğu ve gençlik hali yüzü gösterilmeden<br />

ama bir oyuncu tarafından canlandırılarak yer<br />

alıyor. Aynı zamanda sesi de filmde kullanılmıyor.<br />

Onun yerine Peygamberimiz konuştuğunda bir<br />

sessizlik var ve alt yazılarla onun söyledikleri veriliyor.<br />

Ben dini olarak bu duruma bir eleştiri getirmiyorum<br />

ama Çağrı filminin peygamberimizin<br />

ne cismini ne de söylediklerini alt yazı ile vermemesine<br />

rağmen etkileyiciliğinin daha fazla<br />

olduğunu düşünüyorum. Bunda Çağrı filmindeki<br />

oyunculukların Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi<br />

filmindeki oyuncu performanslarından daha iyi<br />

olmasının etkili olduğuna inanıyorum.


TÜRK SİNEMASINDA<br />

MİLİTARİST<br />

FİLMLER<br />

Kasım ayında vizyona girecek Alper<br />

Çağlar’ın yönetmenliğindeki “Dağ<br />

2” filmi ile sinemamızda militarizm<br />

konusu yeniden gündeme geldi.<br />

Amerikan sinemasında yıllardır<br />

gözümüze ısrarla sokulan militarist<br />

söyleme karşın ülkemizdeki durum<br />

ne? Bu vesile ile yakın dönemde<br />

sinemamızda militarizme vurgu yapan<br />

filmlere bir göz atalım.<br />

EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

n Genellikle Amerikan<br />

sinemasında sıklıkla<br />

karşımıza çıkan militarist<br />

filmler, yani milliyetçiliğin<br />

ağır bastığı, savaşı<br />

yücelten filmler yerli<br />

sinemamızda da karşımıza<br />

çıkıyor. Amerika’nın öve<br />

öve bitiremediği Vietnam<br />

Savaşı’ndan tutun da Rusya<br />

ile soğuk savaş dönemindeki pek<br />

çok “kahramanlık” hikayesini beyazperdede<br />

bol militarizm sosu ile<br />

izlemiştik. 2000’lerde ise Nicolas<br />

Cage’li Rüzgarla Konuşanlar (Windtalkers,<br />

2002) tutun da Mel Gibson’lı<br />

Bir Zamanlar Askerdik’e (We Were<br />

Soldiers) yakın dönemde Ölümcül


Tuzak’tan (The Hurt Locker, 2008),<br />

Keskin Nişancı’ya (American Sniper,<br />

2014) kadar militarist söylemle ortaya<br />

çıkan pek çok Amerikan yapımı film<br />

izledik. Amerikan milliyetçiliğini buram<br />

buram gözümüze sokan bu tip filmler<br />

askeri operasyonların gerekliliğini<br />

ancak bu gerekliliği sadece süper<br />

güç Amerika’nın gerçekleştirmesi<br />

gerektiğinin altını çiziyordu.<br />

Yerli sinemamıza dönersek yakın<br />

dönemde milliyetçiliğe vurgu yapan<br />

ve savaşı yücelten filmler seyirci ile<br />

buluşuyor. Özellikle 2000’li yılların<br />

başında bu tür söylemler içeren<br />

filmler seyirciyi salonlara çekmeyi<br />

başarıyordu. Militarist söylemin seyircide<br />

oluşturduğu “gaz” duygusundan<br />

olacak ki salonlar bu tarz filmleri<br />

misafir etmeye devam etti. Bu vesile<br />

ile ilki 2012 yılında çekilen ve Kasım<br />

ayında ikincisi vizyona girecek olan<br />

“Dağ 2” filmi sinemada militarizm<br />

konusunu yeniden açtı. Şimdi ise<br />

yakın zamanda yerli sinemamızda<br />

milliyetçiliği ve militarizmi yücelten<br />

filmlere şöyle bir göz atma zamanı.<br />

Deli Yürek: Bumerang Cehennemi<br />

(2001)<br />

Deli Yürek: Boomerang Cehennemi<br />

uzun soluklu bir televizyon serisinin<br />

beyazperde uyarlamasıydı. Osman<br />

Sınav yönetmenliğinde çekilen film<br />

gerçek bir olaydan yola çıkıyordu.<br />

Dönemin Diyarbakır Emniyet Müdürü<br />

Gaffar Okan’ın arkadaşı olan halk<br />

kahramanı Yusuf Miroğlu, Okan’ın<br />

terörist gruplarca katledilmesi sonucu<br />

bölgede halkın üzerine çökmüş<br />

bu zalim güce karşı savaş açar. 2001<br />

yılında çekilen ve yaklaşık 1 milyon<br />

seyirciyi çekmiş olan film “bu ülkeye<br />

ihanet edenler bu ülkede barınamazlar,<br />

dahası kurşunu yerler” söylemini<br />

arkasına alıyor. Bu bağlamda<br />

milliyetçiliğin altını en bariz şekilde<br />

çizen örneklerden birisi oluyordu.


Kurtlar Vadisi: Irak / Kurtlar Vadisi:<br />

Filistin (2006 – 2011)<br />

Bir mafya dizisi olarak başlayan<br />

ancak sonrasında derin devletten<br />

tutun da kendisini sadece ait<br />

olduğu ülkesi değil diğer ülkeleri<br />

de kurtaracak kapasiteye layık<br />

gören kahramanlar yaratmış olan<br />

seri Kurtlar Vadisi, milliyetçi söyleme<br />

en çok sahip yerli yapımlar<br />

arasında geliyor. Daha sonra Kurtlar<br />

Vadisi: Irak, Kurtlar Vadisi: Gladio,<br />

Kurtlar Vadisi: Filistin olarak beyazperdeye<br />

de seri olarak uyarlandı. Bunlardan<br />

hiç kuşku yok ki Kurtlar Vadisi:<br />

Irak ve Kurtlar Vadisi: Filistin, milliyetçi<br />

söylemle politik propagandayı en yüksek<br />

sesle dile getiren iki yapım oldu.<br />

Kurtlar Vadisi Irak’ta çuval hadisesini<br />

onuruna yediremeyen bir üst teğmenin<br />

intiharı sonucu Polat Alemdar’ın intikam<br />

için ekibi ile Irak’a gitmesi konu<br />

ediniliyordu. Kurtlar Vadisi Filistin<br />

ise İsrail-Filistin çatışmasını odağına<br />

almıştı. Her iki filmde de ateşi yükselten<br />

ve seyirciyi milliyetçi söylemle<br />

gaza getiren bir etken olduğu aşikar.<br />

Amerikan Rambo’suna karşın Türk<br />

Polat Alemdar’ı da kendisine verilen<br />

bu kutsal görevi layığı ile yerine getirmek<br />

için uçuşan kurşunlardan, patlamalardan<br />

kendisini geri çekmiyordu<br />

elbette. Savaşı körükleyen unsurları,<br />

kahramanlık söylemleri ile militarist<br />

filmlere bariz bir örnek teşkil ediyordu.<br />

4 milyondan fazla seyirciye ulaşan film<br />

ülkede yükselen milliyetçiliğin sinemada<br />

daha pek çok şekilde karşımıza<br />

çıkacağının da habercisi oluyordu.<br />

Amerikalılar Karadeniz’de 2 (2006)<br />

Kartal Tibet’in 2006 yılında<br />

çektiği Amerika’nın İran’a<br />

karşı gireceği olası savaştan<br />

kaynaklanan füze sorununu<br />

odağına alan film her ne kadar<br />

bir komedi örneği olsa<br />

da alt metninde geçen “Her


asker doğar” söylemi ile bu alanda<br />

dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor.<br />

Özellikle yine değinilen dış politika<br />

ve tehditler, bu dış politikaya karşı<br />

Türklerin tepkisi gibi komik ufak<br />

göndermeler filmi tematik anlamda<br />

esprili bir kahramanlık öyküsüne<br />

dönüştürebiliyor.<br />

Emret Komutanım: Şah Mat (2007)<br />

Milliyetçilik ve kahramanlık<br />

söylemleri elbette sadece<br />

dram üzerinden anlatılacak<br />

olgular değil. Komedi filmlerinde<br />

de bu gibi temalar<br />

sıklıkla kullanılmaya<br />

başlanmıştı. Bunlardan bir<br />

örneği de Taner Akvardar<br />

yönetmenliğinde çekilen<br />

Emret Komutanım: Şah<br />

Mat’tır. Filmde 7 tane ruhsal özürlü<br />

vatandaşın 1 günlüğüne askerlik<br />

yapmak için karargaha geldiğini<br />

görürüz. Oldukça neşeli ve eğlenceli<br />

olduğu görülen bu karakterler filmin<br />

komedi unsurunu oluştursa da<br />

filmde altı çizilen bir diğer nokta bir<br />

KGB ajanı ile üsteğmen arasındaki<br />

hesaplaşmadır. Filmde kahramanlık<br />

ve milliyetçilik olguları ise bu<br />

çatışma üzerinden veriliyor.<br />

Maskeli Beşler: Irak (2007)<br />

Tıpkı Emret Komutanım: Şah Mat<br />

gibi o dönemde çıkan ve komedi<br />

ile kahramanlık hikayesini birbirine<br />

geçiren filmlerden birisi de Maskeli<br />

Beşler: Irak’tır. 5 sakar ve komik<br />

tiplemenin Irak’ta bir petrol hattını<br />

ele geçirmesi ve o petrol hattında<br />

haklarının (haklarımızın) olduğunu<br />

iddia etmesi üzerine Amerika ile<br />

tırmanan gerilim komik olaylarla<br />

resmedilir. Film direkt olarak bir<br />

militarizm örneği sergilemese de<br />

alt metninde yatan tutum ile Irak’a<br />

girme, hak iddia etme gibi olgularla<br />

seyircide “istersek gireriz de, alırız<br />

da” algısını oluşturmayı başarıyor.


Son Osmanlı: Yandım Ali (2007)<br />

Suat Yalaz’ın çizgi romanından<br />

beyazperdeye uyarlanan Son<br />

Osmanlı: Yandım Ali İstanbul’un<br />

işgal olduğu yıllarda, Kurtuluş<br />

Savaşı zamanlarında geçen bir<br />

hikayeyi beyazperdeye taşıdı.<br />

Kenan İmirzalıoğlu’nun hayat<br />

verdiği Yandım Ali’nin Milli mücadeleye<br />

katılma macerasını resmederken<br />

milliyetçi olgulara sırtını<br />

dayayan yapım ülkeyi ele geçirmeye<br />

çalışan işgalcilerin yüzünde Ali’nin<br />

attığı Osmanlı tokadı misali patlıyor.<br />

Milliyetçilik unsurlarının buram buram<br />

hissedildiği yapım dönemin artan milli<br />

kahramanlık hikayelerine bir örnek<br />

teşkil ederken militarizmi tetikleyen<br />

sahneleri ile listenin tepelerinde olmayı<br />

hak ediyor.<br />

Nefes Vatan Sağolsun (2009)<br />

Senaryosunu Mehmet İlker’in yazdığı<br />

Levent Semerci’nin yönetmenliğini<br />

üstlendiği Nefes: Vatan Sağolsun’un<br />

tam olarak bir militarist film örneği<br />

olduğunu söylemek zor. Kuzey Irak’a<br />

yapılan sınır ötesi operasyon neticesinde<br />

2365 metre yükseklikteki<br />

Karabal Jandarma Karakolu stratejik<br />

bir öneme sahip olmuştur. Mete<br />

Yüzbaşı ve emrindeki bir grup asker<br />

operasyon sonuna kadar karakolu korumak<br />

zorundadır. Örgüt ise bu karakolu<br />

ve askerleri ele geçirmek istemektedir.<br />

Sert hava koşullarında örgüt ile<br />

amansız bir mücadele<br />

başlar. Filmde dağda<br />

parçalanmış ama yine<br />

de dalgalanan bayrak,<br />

Atatürk büstü, ve “vatan<br />

sağolsun” sloganları<br />

göze çarpsa da filmde<br />

askerlerin gözünden<br />

terör olgusu ve insani<br />

değerler yansıtılıyor. Mevcut durum<br />

karşısındaki korkuları, endişeleri,<br />

kızgınlıkları aktarılıyor. Yine de filmin


ağır militarist söylemler içerdiğini<br />

düşünen oldukça geniş bir kitle de<br />

mevcut.<br />

Dağ (2012)<br />

Farklı kesimlerden askerliğe gelmiş<br />

bir grup er bir görev esnasında<br />

teröristlerce pusuya düşürülür.<br />

Ekipten yalnızca Oğuz ve Bekir<br />

hayatta kalır. Hava koşullarının da<br />

olumsuz etkisi ile iki<br />

asker hayatta kalma<br />

mücadelesi verirler.<br />

Alper Çağlar’ın<br />

yönetmenliğini<br />

üstlendiği 2012 yapımı<br />

“Dağ” propagandasını<br />

daha en başından<br />

yapan ve ölüm kalım<br />

mücadelesini milliyetçi duygularla<br />

harmanlayarak seyirciyi gaza getirmeyi<br />

amaçlayan bir film olarak<br />

öne çıkıyor. Kasım ayında ikincisi<br />

seyirci ile buluşacak filmde Oğuz ve<br />

Bekir’in hikayesi devam edecek.<br />

Dağ 2 (2016)<br />

Devam filmi olmakla birlikte izleyicilerine<br />

bağımsız bir hikâyeyi konu<br />

eden Dağ 2’de sınır ötesi gizli operasyonlara<br />

gönderilen yedi kişilik<br />

bir timin, “Fırtına Getiren”in öyküsü<br />

anlatılıyor. İki can dostu Oğuz ve<br />

Bekir’in ilk saha<br />

görevine gittikleri<br />

Irak’ta 7 bordobereli<br />

ölümle dans<br />

ediyor. Türk Silahlı<br />

Kuvvetleri’nin<br />

destekleriyle,<br />

gerçek silahların<br />

yanı sıra ordunun<br />

helikopter ve<br />

uçaklarının da kullanıldığı Dağ 2,<br />

gerçek silah ve ordu ekipmanlarının<br />

kullanıldığı ilk ve tek Türk filmi oldu.<br />

Filmde ayrıca TSK’da görev yapan<br />

gerçek askerler de rol aldı..


FESTİVAL<br />

SİNEMACISININ<br />

GÖZ YAŞARTAN<br />

ÇOCUK SEVGİSİ<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

SUSMAYAN KÖŞE<br />

Her yıl daha fazla<br />

sinemacı çocuk<br />

gözünden politik<br />

hikâyeler anlatıyor.<br />

Peki, Türkiye’nin<br />

meseleleri çocuk<br />

gözünden bakılınca neye<br />

benziyor? Murat Tolga<br />

Şen yine susmuyor!<br />

Babam ve Oğlum yüzünden canımız<br />

sıkıldıkça Çağan Irmak dövmeye<br />

devam ediyoruz ancak aynı festival<br />

sinemacılarının da garantili reçeteye tav<br />

olduğu ortada. Sivas, Kuzu, Rauf, Mavi<br />

Bisiklet derken sanki festivallerde daha<br />

çok çocuk göreceğiz gibi geliyor. Genç<br />

Pehlivan’ları konusu itibariyle çocuksuz<br />

olamayacağı için bu eleştiriden muaf tutuyorum.<br />

İnsanlığın en can acıklı resimlerine bir<br />

çocuğun gözünden bakmak her zaman<br />

etkileyici bir izlek yaratma şansı verir.<br />

“Sinemayla ilgili yapılmış filmlerden en çok<br />

hangisini seviyorsun” diye sorduklarında<br />

benim de ilk cevabım Cinema Paradiso<br />

olur yani Cennet Sineması… Bir çocuğun<br />

cennetinde aslında neler olup bittiğini<br />

göstermeye çalışır sinemacı, masumiyetin<br />

kavrayamadığı acıyı süzüp seyircinin<br />

önüne koyar, hikâye iyice buruklaşır.<br />

Öte yandan bu onun bir yetişkin olarak<br />

meselenin kendisiyle yüzleşemediğinin<br />

işaretçisidir. Politik sinemada çocuk<br />

hikâyeleri artıyorsa orada ifadenin iyice<br />

yoksullaştığından, sinemacının cesaretini


hepten yitirmek üzere olduğundan bahsedilebilir.<br />

Ya da apaçık bir güdümleme vardır. Çocuğun<br />

gözleri masum bakar ama tıpkı masallardaki gibi<br />

iyi kötü ayrımı nettir. Oysa yaşadığımız şu yetişkin<br />

dünyada kimin ne zaman iyi ve neden kötü sorusuna<br />

verilecek cevap sürekli değişir.<br />

Ben açık bir eleştiriden çekiniyorum ancak festival<br />

sinemacılarımızın artan hızda çocuk kahramanlı<br />

filmler çekmesini bir tür kolaycılık olarak görüyorum.<br />

İran sinemasının bir tür karikatürü gibi…<br />

Ya batıya ya doğuya giden ama bir türlü kimliğini<br />

bulup kendi tarifini üretemeyen bir sinema yapma<br />

hali bizimkisi…<br />

Çocukları merkeze alarak çok güçlü bir politik<br />

mesaj da verilebilir pekâlâ, tıpkı Pan’ın Labirenti<br />

filminde olduğu gibi… Fakat bizim önümüze henüz<br />

öyle keskin bir eser sunulmuş değil, “çocuğun”<br />

sinemamızdaki kullanılma hali eserin kusurlarını<br />

örtüp o büyük gözler ve masum suratlarla festival<br />

izleyicisinden ve jüriden sempati toplamak.<br />

Antalya’nın skandalları bitmiyor!<br />

Antalya bu yıl neresinden tutsak elimizde kalacak<br />

bir festivale imza attı. Festivalin cilası yerindeydi<br />

ancak “itibar kazanmak istiyoruz” diye<br />

yırtınıp ulusal yarışmanın jüri başkanlığını Semih<br />

Kaplanoğlu’na teslim edince bir çuvaldan da<br />

fazla incir berbat edilmiş oldu. Festivalde<br />

filmleri izleyen tüm eleştirmenler Semih<br />

Kaplanoğlu başkanlığındaki jüriden Yeşim<br />

Ustaoğlu’nun cinsel yönden cesur filmine<br />

ödül çıkmayacağının farkındaydı ve beklenen<br />

oldu. Uluslararası yarışmada tulum<br />

çıkaran Tereddüt, ulusal yarışmadan sadece<br />

bir oyuncu ödülü ile ayrıldı ve başka iyi filmler<br />

de takdir edilmedi. Bir TRT ortak yapımı<br />

ve önemsiz bir film olan Mavi Bisiklet ise<br />

en büyük ödülleri (film-yönetmen-senaryo)<br />

topladı. Bu, ancak Semih Kaplanoğlu’nun<br />

jüri başkanlığında mümkün olabilecek bir ihtimal<br />

o yüzden filmin yönetmeni bile aldıkları<br />

ödüllere şaşırdı!<br />

Bir diğer skandal ise gösterim programından<br />

son anda çıkarılan bir Emir Kusturica filmi…<br />

Altın Portakal bu yetenekli sinemacıya<br />

ayıp etmek için özellikle fırsat arıyor gibi.<br />

Dünyanın en saçma şakasıydı bana göre…<br />

“Semih abi görmeden çıkarın şu filmi” falan<br />

dediler herhalde.<br />

İtibar kazanmak ışıkla lazerle ya da eskimiş<br />

B klasmanındaki Hollywood ünlülerini<br />

Antalya’ya doluşturmakla olsaydı keşke…


ANLATTIKLARIMI HALK<br />

BENDEN DAHA İYİ BİLİY<br />

Mandıra Filozofu’nda Mustafa Ali karakteriyle gönülleri<br />

fetheden, birçok insanın düşüncesine felsefi<br />

açıklamalarıyla derman olan Müfit Can Saçıntı’yla yeni<br />

filmi Yaşamak Güzel Şey minvalinde bir röportaj yaptık.<br />

BANU BOZDEMİR<br />

İki tane Mandıra Filozofu’nda oynadınız ve<br />

bayağı sevilen işler oldu. Ama devamını getirmek<br />

yerine Yaşamak Güzel Şey isimli yeni<br />

bir filme başlıyorsunuz, öncelikle bu değişin,<br />

yeni fikr nasıl oraya çıktı?<br />

Bazen devam etttirmek iyi gibi görünüyor<br />

ama tadında bırakmak da gerekiyor diye<br />

düşünüyorum. Önemli olan hikaye ve senaryo.<br />

Sırf çekmiş olmak için çekmemek lazım. O<br />

tür istekler geldi, geliyor da ama ben şöyle<br />

değerlendiriyorum. İki filmde de insanların<br />

farkında olduğu ama yüksek sesle dile getirilmeyen<br />

bazı problemler anlatıldı. Bir kısım seyircinin<br />

hislerine tercüman olduğunu düşünüyorum.<br />

İkinci film ilkine göre biraz daha fazla nutuk atan<br />

film olarak nitelendirildi. Ama ikincisi de öyle kolay<br />

kolay dile getirilmeyen sorunlara parmak bastı.<br />

Mesela’ hedef’ baskısını üzerlerinde hisseden<br />

çalışanlar çok büyük ilgi gösterdi. Çünkü o satış<br />

baskısıyla gelen patron baskısını dile getirdik.<br />

AVM çalışanları kendi sorunlarına da yer vermemi<br />

istediler. Mandıra Filozofu’nu eğer o yoksa beni<br />

hislerine tercman olarak gördüler. Bu tür siparişler<br />

alıyorum yani.<br />

Umut oluyorsunuz yani bir anlamda…<br />

Bu filmler neden bu kadar çok sevildi, ilgi gördü<br />

diye kafa yordum. Söylenmiş yeni bir laf yok<br />

burada. Ama yeni bir şey olmadığı için farkına<br />

vardılar ve etkilendiler diye düşündüm. Bildikleri,<br />

yaşadıkları ve belki de boyun eğdikleri koşulları<br />

sinemada gördüler. Hayat koşturmacası içinde<br />

durup düşünmeye fırsat bulamıyorlardı. Başka bir<br />

hayat mümkün mü diye sormaya bu sistem izin<br />

vermiyor aslında. Bildikleri bir şeyi hatırlattı.<br />

Senaryonun Birol Güven tarafından<br />

yazılması ilginç. Sizi düşünerek mi yazıldı,<br />

sizin söylemlerinizden mi etkilenildi?<br />

Karakterin ilk doneleri rahmetli senarist<br />

arkadaşımız Metin Açıkgöz yine Birol Güven’in<br />

bir işinde naturel metin diye bir şey yapmış.<br />

Doğadan örnekler kısmı orada var. Ama bir<br />

yandan da Çocuklar Duymasın için bir yenilik<br />

arıyordu Güven. Orada bir Gülfidan hala var<br />

onun entel oğlu dışardan gelsn ve diziye dahil<br />

olsun istiyordu. Ve ilk aklına gelen isim de<br />

Yüksel Aksu olmuştu. Sinema okumuş yönetmen<br />

olmuş ya da olmaya çalışan oğlu diye<br />

düşünmüştü. Aksu yoğunluktandı sanırım evet<br />

diyemeyince cast direktörüne anlatırken hep<br />

‘Müfit gibi işte’ diye anlatmaya başladı istediği<br />

tiplemeyi. Bulunamayınca rol bana döndü,<br />

sinemacı oğul oldu felsefeci oğul.<br />

Oyunculuğa ilk ne zaman başladınız peki?<br />

19<strong>97</strong>’de Ersin Pertan’ın Kuşatma Altında Aşk<br />

filminde oynadım. 96’da Aranana Adam diye<br />

enterasan bir programım vardı. Dizi olarak<br />

Çocuklar Duymasın’da başladım. Dizide<br />

neredeyse yüz bölüme yakın oynadım, bayağı<br />

uzun sürdü. Ben aslında 26 yıldır bu sektördeyim.<br />

Öncesinde kısa da olsa bir tiyatro dönemim<br />

var. Ama bana kapıları açan, birtakım şlerimi<br />

kolaylaştıran Mandıra Filozofu tabii ki.<br />

Karakter Mustafa Ali’yle inanılmaz özdeş duruyorsunuz<br />

ama bir yandan da. Var mı sizce<br />

benzer yanlarınız?<br />

Çocuklar Duymasın’ı üç kişi ve bazen sırayla


OR<br />

MÜFİT CAN<br />

SAÇINTI


yazıyorduk. Bir etkilenme oluyor ister istemez.<br />

Bende saat takmam mesela. En son kronometreli<br />

saatler yeni çıktığında heves edip takmıştım ve<br />

fotoğraf çektirmiştim. Liseden sonra kravat da<br />

saat de takmadım. O tür şeyleri yazarken benden<br />

ona geçti, ondan da bana geçenler olmuştur illa.<br />

Yüzde yüz sizin projenz değil mi? Birol<br />

Güven’le yolları ayırdığınız için öyle soruyorum…<br />

Ayrılıkları doğal görmek lazım. Yeri geliyor<br />

çocuklar yuvadan ayrılıyor bir problem olmadan.<br />

Otuz yıldır bu sektörde profesyonel olarak kültür<br />

sanatla ilgileniyorum. İster istemez hep birilerini<br />

ikna etmek ve uzlaşmak zorunda kalıyorsun.<br />

Kötü bir şey olarak söylemiyorum. Eşiyle de bazı<br />

konularda uzalaşmak zorunda insan. Biraz yaş<br />

psikolojisi de olabilir, yaşımın ilerlediğini ve kalan<br />

yaşımızın yapacak pek çok imkanı vermeyeceğini<br />

düşünüyorum. Bir ik tane dekimseyle fazla<br />

uzlaşmak zorunda kalmadan bir şeyler yapayım<br />

istedim.<br />

Gelelim filme, neler dersiniz, onun konusunu<br />

nasıl kurdunuz?<br />

Yaşamın, bu sistemin koşularına boyun eğmiş,<br />

sıradan hatta pısırık bir adam kötü bir olay yaşar<br />

ve bir nevi başkaldıran anti kahramana dönüşür.<br />

Süper kahramanlar aslında hep kötü bir olaydan<br />

sonra süperkahramana dönüşür. Ayakları yere<br />

sağlam basmaya başlayan bir kahramana hatta.<br />

Bu filmde hayatı sorgulamak üzerine o zaman?<br />

Sistemi, yapıklarımızı ve yapacaklarımızı…<br />

Evet var, sorgulama, tavır koyma, sistemle<br />

hesaplaşma. Şöyle formüle etmeye çalışıyorum.<br />

Kötü bir olayın sıradan bir insanın hayatına<br />

yapay güzellikler empoze etmesi yerine hayatın<br />

gerçek güzelliklerini keşfetmeye doğru bir<br />

yolculuğa çıkması diyebiliriz. Bu da aslında<br />

sanıldığı gibi çok uzakta olan şeyler değil. Kendi<br />

evinde ve çevresinde olan şeyler.<br />

Kapitalizmin yerine koyabilecek şey var mı?<br />

‘Kapitalizm bana göre bütün dünyada öldü.<br />

Eskiden kral ölünce yeni kral tahta oturana kadar<br />

öldüğünü gizlerlerdi. Bir psikolojik moral<br />

bozukluğu yaratmasın diye. Kapitalizmin öldüğü<br />

gizleniyor. Birtakım egemen güçler arıyorlar ama<br />

yerine koyacak şeyi bulamadılar hala. Hiçbir<br />

kriz yedi yıl sürmez, bugüne kadar hep bir yıllık<br />

krizler biliyoruz. Bu kapitalizmin ruhuna uymayan<br />

bir paylaşım krizi. Amerika’da 1930’larda<br />

yaşanan nakit kriziydi. Mallar satılamıyordu<br />

çünkü insanların parası yoktu. Devletin elinde<br />

belli oranda bir para vardı. Halkın bir kısmına<br />

para verme adına çukur açtırdı. Hepsine<br />

yevmiye verdi, para kazandırdı. Başkalarına<br />

da o çukurları kapattırdı. Böylece ekonomi<br />

canlandı ve krizden çıkıldı. Buna nakit krizi<br />

diyoruz. Enerji ve hammadde krizleri de var.<br />

Günümüzde her şey var ama alacak insan yok.<br />

Üretim yapılamıyor, yapamayınca kazanamıyor,<br />

kazanamayınca alamıyor vs… Devlet de değil<br />

kişilerde para var artık ve devletler bunu çözemiyor.’<br />

Film çekecek sermayeniz nereden geliyor?<br />

Kültür Bakanlığına’da başvurmadım film çekecek<br />

kadar kendi öz sermayem de yok. Bir yol<br />

bulduk, hayata geçirirsek belki başka genç<br />

arkadaşlara da yol olur. Çok da bilinmeyen,<br />

şahane bir yol değil. Ön satış yaptık, kanal D<br />

ile anlaştık. Onlardan aldığımız parayla bütçemizi<br />

denkleştirdik. Kasım ayında İstanbul’da<br />

çekeceğiz. Bir de İstanbul dışı bir çekimimiz<br />

olacak.<br />

Üçüncü filminizi çekeceksiniz ama bir yandan<br />

da kafanızda başka başka film projeleri


var mı? Olursa yine bu minvalde filmler<br />

mi çekeceksiniz, yoksa farklı tarzlarda mı<br />

olacak?<br />

Kartal Sanat İşliği Tiyatrosu’nda işçi tiyatrosu<br />

yapıyorduk. Orada işçilerle sosyal meselesi,<br />

derdi olan filmler yaptık. Olacak O kadar<br />

da Levent Kırca’yla çalıştım. Sonra Aranan<br />

Adam yaptım. Bunlara göre mesaj kaygısı<br />

olmayan, o da sınır ve kural tanımaz, yeni<br />

komedi kalıpları oluşturan ve muhalifliği daha<br />

ince bir programdı. Aslında 30 yıllık bir dünya<br />

görüşünden kaynaklanan bir çizgimiz var.<br />

Zaman zaman geçim derdiyle başka işler<br />

yapmışızdır ama bu çizgiye taban tabana zıt,<br />

dünya görüşümüze ihanet edecek hiçbir şey<br />

yapmadık. Şanslıyım. Çok reklam teklifleri<br />

geldi, ben reklam filmlerinde oynamadım,<br />

oynamam. Bir gün beni reklam filmlerinde<br />

görürseniz bana kızmayın üzülün. Hayati bir<br />

şey olmuştur, sağlıkla ilgilidir vs. Bu benim<br />

doğrum. Başka arkadaşlarım oynuyor, onların<br />

kendilerini kötü hissetmesini istemem. Sağlam<br />

sebepleri vardır mutlaka. Ben bugüne kadar<br />

çizgime çok ters olmayan şeyler yaparak<br />

bugüne kadar geldim. Bugüne kadar da olmaz<br />

diyelim. Ama büyük konuşmak istemem çünkü<br />

çok korkuyorum.<br />

Daha net olarak iki film fikri daha var. İşsizlik<br />

kavramı, aile, evlilik ve suç kavramıyla<br />

hesaplaşacağız. Banka soymak nedir ki banka<br />

kurmanın yanında der Brecht. Yaşamak Güzel<br />

Şey’de de patron baskısı, sınav belası,<br />

geçim derdi, tüketim toplumu gibi bir sistemle<br />

hesaplaşma var. Bir filmde sistemin her şeyiyle<br />

hesaplaşamayız. Hatta biz bir filme fazla şeyler<br />

yüklüyoruz, kabul ediyorum. Ondan sonraki filmlerde<br />

mecbur kalmadıkça sistemle hesaplaşmayı<br />

bırakıp alternatif göstermeyi istiyorum. Birinci<br />

Mandıra Filozofu bir alternatif gösteriyordu. İkincisi<br />

göstermeden sorguluyordu. Bu da yapay güzelliklerden<br />

vazgeçip gerçek güzelliklere yönelmeyi<br />

öneriyor. Benim anlattıklarımı bence halk benden<br />

daha iyi biliyor. Ben bir biliyorsam onlar on biliyor.<br />

Bir de çocuk filmi yapmak istiyorum iki tane.<br />

Bir tane senaryo 80 darbesiyle ilgili. Hatta<br />

Amerika’dan da ödül aldı ama çok duyuramadık.<br />

18. Bağımsızlar Buluşması diye bir festival var<br />

orada en iyi senaryo ödülü aldı. Belki bir de onu<br />

çekerim.<br />

Bayağı aktif bir süreç aslında baktığımızda…<br />

Yazıp, yönetip oynuyorsunuz… Bu aşamaların<br />

hepsine vakıf olmak yorucu olmuyor mu?<br />

Çok da abartmamak lazım. Mesela sinema<br />

senaryosu yazılırken camdan bakarken bile<br />

çalışılacak bir şey. Zaten çok yayılmış bir<br />

süreç. Çekim dediğimiz de Türkiye şartlarında<br />

bir ay hazırlık bir ay da çekim. Senede bir film<br />

çekeceğim için diğer aylar bana kalıyor. 193<br />

bölüm Seksenler çektik. Her hafta 120 dakikalık<br />

dizi çekiyoruz. Sinema çekimi bana yorgunluk gibi<br />

gelmiyor.<br />

Çocuk filmlerinin tarzı nasıl olacak peki? Sizin<br />

kattığınız şeyler olacak mı?<br />

Evet yine benim bakış açımla. Birisi daha evrensel<br />

ama sorgulayıcı. Birisi daha bizim kültürümüze<br />

uygun. Tabii çocuk kafasıyla sorgulayıcı olacak ikisi<br />

de. Sorgulayıcı oldu için çocuklar da rahatlıkla<br />

izleyebilecek. Çocuk filmi çok az yapılıyor bizim<br />

ülkemizde. Çocuk kafasıyla, onların dünyasıyla<br />

büyük kafasını sorgulamak hoşlarına bile gidecek<br />

diye düşünüyorum. Ben daha çok senaryo<br />

yazarlığı yaptım toplama bakıldığında. Çocuklar<br />

anlamaz dediğimiz pek çok şeyi anlıyorlar.<br />

Senaryoları da bu minvalde yazacağım.


BİLİMKURGU<br />

SİNEMASINDA<br />

İLK TEMAS<br />

Bilim kurgunun<br />

vazgeçemediği unsur<br />

‘ilk temas’ı öyküsünün<br />

merkezine yerleştiren<br />

Arrival, 11 Kasım’da<br />

vizyonda. Bu vesileyle<br />

bilim kurgudaki ‘ilk<br />

temas’ odaklı filmleri<br />

bir araya getirelim<br />

istedik.<br />

MURAT KIZILCA<br />

n İnsanlar ile dünya<br />

dışı canlıların ilk kez<br />

karşılaşmaları şeklinde<br />

tarif edebileceğimiz<br />

ilk temas, bilim kurgu<br />

eserlerinde sıkça<br />

karşılaştığımız bir<br />

temadır. İlk temas, eser<br />

sahibine; yabancı düşmanlığı ya da korkusu,<br />

insan bilgisinin niteliği ve ilkeleri,<br />

iletişim problemleri ve algılama farklılıkları<br />

gibi başlıkları inceleme fırsatı verir. Denis<br />

Villeneuve’ün yönetmenliğini üstlendiği<br />

Arrival da benzer bir temadan yola çıkarak<br />

insanoğlunun dünyayı, yaşamı, ilişkileri<br />

yani aslında çevresinde olan biten her<br />

şeyi algılayışına dikkat çekmeye çalışıyor<br />

ve fazlasıyla sonuç odaklı hale dönüşen<br />

yaşantılarımızı eleştiriyor. İlk kez 15.<br />

Filmekimi’nde gösterilen film, 11 Kasım’da<br />

genel gösterime girecek.<br />

İlk temas, bilim kurgu sinemasında hemen<br />

her zaman çalışan temaların başında gelir<br />

ve seyirciden de karşılık bulur. Aşağıdaki<br />

listede ‘ilk temas’ odaklı bilim<br />

kurgu filmleri arasından öne<br />

çıkanları bir araya getirdik.<br />

Close Encounters of the Third<br />

Kind (1<strong>97</strong>7)<br />

Aldığı ödüller arasında en iyi<br />

sinematografi Oscar’ı da bulunan<br />

Steven Spielberg imzalı<br />

Close Encounters of the Third Kind,<br />

eğer mevzu ‘ilk temas’ ise akla gelen ilk<br />

filmlerden biridir. “Uzaylılar var mı, yok<br />

mu” tartışmasının tam da bütün dünyayı<br />

meşgul ettiği yıllarda gösterime giren<br />

filmin, bir fenomene dönüşmesi gecikmedi.<br />

Contact (19<strong>97</strong>)<br />

Carl Sagan’ın aynı isimli<br />

romanından uyarlanan<br />

Contact, gönül rahatlığıyla<br />

Interstellar ve Arrival ile<br />

aynı sepete konulabilecek<br />

filmlerden biri. Dünya<br />

dışı canlılar ile kurulan<br />

‘ilk temas’ı merkezine<br />

yerleştiren film, insanlık<br />

böyle bir karşılaşmaya hazır mı sorusuna<br />

cevaplar arıyor.<br />

The Day the Earth Stood<br />

Still (1951)<br />

Robert Wise’ın yönettiği<br />

film, başta ABD ve Rusya<br />

olmak üzere dünyamızın<br />

süper(!) güçlerinin, rakiplerine<br />

karşı bir tehdit amacı<br />

olarak ürettikleri nükleer<br />

silahlar, dünya dışındaki<br />

diğer uygarlıkları da tehdit<br />

ettiği için dünyaya bir uyarı mesajı getiren<br />

Klaatu’nun başına gelenleri anlatıyor.<br />

“Klaatu barada nikto!”


Solaris (1<strong>97</strong>2)<br />

Andrei Tarkovksy’nin, Stanislaw<br />

Lem’in romanından sinemaya<br />

uyarladığı Solaris, dünya<br />

dışı canlıların tahayyülümüzün<br />

ötesinde formlarla karşımıza<br />

çıkabileceğinin ve niyetlerinin<br />

de kavrayabileceğimizin çok<br />

ötesinde olabileceğinin altını<br />

çiziyor. “We don’t need other worlds. We<br />

need a mirror.” (Başka dünyalara değil, bir<br />

aynaya ihtiyacımız var.)<br />

Xtro (1982)<br />

Seksenler video furyası döneminde,<br />

ülkemizde de kült statüsüne<br />

ulaşmış filmlerden biri olan<br />

Xtro için E.T.’nin kötücül versiyonu<br />

diyebiliriz sanırım. Yönetmen<br />

Harry Bromley Davenport<br />

tarafından bestelenmiş sinir<br />

bozucu elektronik müzikleri unutmak<br />

mümkün değil. Her izlendiğinde şok<br />

etkisi yaratmayı başaran doğum sekansı<br />

başta olmak üzere, birbirinden tuhaf birçok<br />

sekansa ev sahipliği yapan film, hala<br />

benzersiz bir seyir deneyimi vadediyor.<br />

The War of the Worlds (1953)<br />

H.G. Wells’in unutulmaz eserlerinden<br />

biri olan The War of<br />

the Worlds, Orson Welles’in<br />

radyo uyarlaması ile zamanında<br />

Amerika’yı dehşete düşürmeyi<br />

başarmıştı. Roman zaten bugüne<br />

kadar çevrilmiş neredeyse bütün<br />

uzaylı istilası filmlerine şablon<br />

olmuş, bilim kurgu hayranlarının başucu<br />

eserlerinden biri. Film ise II. Dünya Savaşı<br />

sonrasının bütün korkularını ortaya döken<br />

yapısıyla arşivlik bir belge niteliğinde.<br />

District 9 (2009)<br />

Sinemasını ilgiyle takip ettiğim<br />

Neill Blomkamp’ın Alive in Joburg<br />

(2005) isimli kısa filminin<br />

uzatılmış versiyonu olan District<br />

9, günümüzün en sıkıntılı<br />

sorunlarının belki de başında<br />

gelen göçmen sorunu ve yabancı


düşmanlığı gibi mühim mevzuları<br />

kurcalıyor. Uzay gemisinin Güney Afrika<br />

Cumhuriyeti’ne inmesi de tesadüf değil<br />

elbette.<br />

The Abyss (1989)<br />

Hemen her James Cameron<br />

filmi gibi çığır açan<br />

özel efektleri ile dikkat<br />

çeken film, yönetmenin<br />

açık deniz tutkusunu<br />

tatmin ettiği muazzam<br />

sualtı çekimlerinin<br />

yanı sıra, dünya dışı<br />

yaşam formlarının illa ki<br />

gökyüzünden gelmeyeceğinin de altını<br />

çiziyor.<br />

Invasion of the Body<br />

Snatchers (1<strong>97</strong>8)<br />

En iyi yeniden çevrimler<br />

(remake) listelerinin<br />

değişmez ikilisi The<br />

Thing ve The Fly’dan<br />

hemen sonra anılması<br />

elzem Invasion of the<br />

Body Snatchers, ifade<br />

özgürlüğü ile kişisel<br />

hak ve özgürlükler hakkında bugün de<br />

önemini koruyan mühim laflar ediyor.<br />

Philip Kaufman’ın yönettiği filmde önemli<br />

rolleri; Donald Sutherland, Brooke Adams,<br />

Jeff Goldblum ve Leonard Nimoy<br />

paylaşıyorlar.<br />

E.T.: The Extra-Terrestrial<br />

(1982)<br />

Listedeki Spielberg<br />

imzalı ikinci film olan<br />

E.T.’yi tanımayan, bilmeyen,<br />

sevmeyen<br />

yoktur herhalde. Ana<br />

hedef kitlesi çocuklar<br />

olmasına rağmen her yaş<br />

grubundaki izleyiciyi kolayca kavrayan<br />

masalsı film, dünyaya gelen dost canlısı<br />

bir uzaylının, eve dönüş (ya da başka<br />

bir tabirle dünyadan kaçış) öyküsünü<br />

anlatıyor.


Birinci Not: İnsan görünümüne<br />

bürünüp dünyaya inmiş uzaylının<br />

izlenimlerini merkezine alan ya<br />

da bol aksiyon içeren, böylece ilk<br />

teması biraz daha geri plana atan<br />

filmleri liste dışında bıraktım. Ama<br />

yine de The Thing (1982), Alien<br />

(1<strong>97</strong>9), Predator (1987), Attack<br />

the Block (2011), Under the Skin<br />

(2013), The Brother from Another<br />

Planet (1984) ve The Man Who Fell<br />

to Earth (1<strong>97</strong>6) gibi filmlerin adını<br />

anmış olalım. Ayrıca ilk onun dışında<br />

bırakmak zorunda kaldığım filmlerden;<br />

Communion (1989) ve Flight<br />

of the Navigator’ın (1986) isimlerini<br />

özellikle belirtmek isterim.<br />

İkinci Not: The X-Files’ın ilk<br />

bölümü ABD’de Eylül 1993’te<br />

yayınlanmıştır. Türkiye’de ise ilk<br />

olarak Gizli Dosyalar adıyla TGRT’de<br />

1998’te yayınlanmaya başlamıştır.<br />

Ekranda gördüğüm ilk andan itibaren<br />

bağımlısı olduğum diziye<br />

düşkünlüğüm hala devam eder;<br />

ara ara arşivimde yer alan dokuz<br />

sezonluk DVD setinden rastgele<br />

birini seçer, eski bölümleri tekrar<br />

seyrederim. Her sezonda yer alan<br />

ve bölüm içinde başlayıp biten ekstra<br />

bölümleri bir kenara koyarsak,<br />

Fox Mulder ve Dana Scully isimli<br />

FBI ajanlarının uzaylılarla ilgili komplo<br />

teorilerini açığa çıkartmaya<br />

çalıştıkları ana öyküye ait bölümleri<br />

(ve tabii ki uzaylılarla ilk temas anını)<br />

heyecanla beklediğimi hatırlıyorum.<br />

Bu liste vesilesiyle Mulder ve<br />

Scully’yi de anmadan geçmeyelim.<br />

Üçüncü ve Son Not: Belirtmeme<br />

gerek var mı bilmiyorum ama artık<br />

Arrival da bu listenin değişmez<br />

parçalarından biri oldu. (İşin kötüsü<br />

ilk ondan başka bir filmi çıkartmak<br />

zorundayım.)


TÜRK SİNEMASININ<br />

SON 10 YILININ<br />

EN İYİ İLK FİLMLERİ<br />

HALİL İBRAHİM SAĞLAM<br />

n Türk sinemasında ilk<br />

film üretimi özellikle son<br />

yıllarda büyük bir artış<br />

göstermeye başladı. Bu<br />

filmlerin büyük çoğunluğu<br />

ilk festival gösterimlerinin<br />

ardından ya da ilk vizyon<br />

deneyimlerinden sonra unutuldu. Çoğu<br />

yönetmen ilk filmlerinin başarısızlıklarının<br />

ardından ikinci filmlerini çekemedi. Bazı<br />

yönetmenler ise ilk filmleriyle büyük bir<br />

çıkış sergiledikten sonra kendi kariyerlerini<br />

oluşturdu. Özellikle Özcan Alper, Aslı<br />

Özge, Onur Ünlü, Emin Alper, Tolga Karaçelik,<br />

Pelin Esmer, Seren Yüce, Mahmut Fazıl<br />

Coşkun, Ramin Matin, İnan Temelkuran gibi<br />

yönetmenler 2000 sonrasında ilk filmlerini<br />

çekmelerinin ardından kendi filmografilerini<br />

inşa ederek “Yeni Türk Sineması” içinde Nuri<br />

Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem,<br />

Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, Yeşim<br />

Ustaoğlu ve Tayfun Pirselimoğlu isimlerinin<br />

yanına eklendi.


İlk filmiyle yurtiçi ya<br />

da yurtdışı başarıları<br />

kazandıktan sonra filmografisini<br />

daha güçlü<br />

şekilde inşa etmeye<br />

başlayan yeni yönetmenler<br />

bir nevi Türk<br />

sinemasının geleceğini<br />

inşa etmekte...<br />

İlk filmiyle yurtiçi ya da yurtdışı<br />

başarıları kazandıktan ya da<br />

eleştirmenler nezdinde kabul gördükten<br />

sonra filmografisini daha güçlü şekilde<br />

inşa etmeye başlayan yeni yönetmenler<br />

bir nevi Türk sinemasının geleceğini<br />

inşa etmekte. Yukarıda saydığım isimlerin<br />

yanı sıra henüz sadece tek film<br />

çekmiş olan Can Evrenol, Erdem Tepegöz,<br />

Ali Aydın, Deniz Akçay, Senem<br />

Tüzen, Kıvanç Sezer, Belmin Söylemez,<br />

Belma Baş, Çiğdem Sezgin, Emre Konuk<br />

gibi yönetmenler de ikinci filmlerine<br />

imza atmaları ve aynı başarıyı<br />

sürdürmeleri halinde bu halkanın bir<br />

parçası olacaklar.<br />

Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk filmi<br />

Albüm, Cannes Film Festivali’nde<br />

en özgün ve yaratıcı dile sahip filme<br />

verilen “France 4 Revelation” ödülünün,<br />

Saraybosna Film Festivali’nde<br />

“En İyi Film” ödülünün, Adana Film<br />

Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ve<br />

“En İyi Senaryo” ödülünün sahibi<br />

oldu. İlk filmiyle güçlü bir çıkış yapan<br />

Mertoğlu’nun filmi Albüm, 4 Kasım 2016<br />

itibariyle Türkiye’de vizyona girecek.<br />

Son 10 yılda (2006-2016) Türk yönetmenlerin<br />

çekmiş olduğu “ilk filmler”<br />

arasında kişisel olarak en iyi bulduğum<br />

ve kalıcı olacaklarına inandığım 15 filmi<br />

dosya kapsamında kaleme aldım.<br />

Takva (2006)<br />

Özer Kızıltan’ın insan nefsinin para<br />

ve makamla test edilmesini, dini<br />

tarikatların iç yapısını, bastırılmış cinsellik<br />

dürtüsünü gözler önüne serdiği<br />

Takva, ana karakteri Muharrem’in çok<br />

güvendiği şeyhinin isteğiyle kendi<br />

içindeki Allah korkusunun çelişmesi<br />

sonucu yaşadığı psikolojik gerilimi<br />

başarılı yansıtıyordu. Erkan Can’ın<br />

çok büyük bir oyunculukla Gemide’yle<br />

beraber en iyi performansına imza attığı<br />

Takva, zamanında zikir sahneleriyle de<br />

çok konuşulmuştu.


Sonbahar (2008)<br />

Özcan Alper’in yazıp yönettiği<br />

Sonbahar, melankolik atmosferi,<br />

etkileyici sinematografisi, politik<br />

bilinci, Angelopoulos etkileri<br />

,Karadeniz’in hüzünlü yanı, Onur<br />

Saylak’ın oyunculuğu, Oğuz<br />

Atay’dan Sabahattin Ali’ye, Van<br />

Gogh’dan Çehov’a varan göndermeleri<br />

ile bir “ilk film”den çok daha ötesi. Alper,<br />

Türk sinemasına kazınacak o kadar güçlü<br />

bir film çekti ki, sonraki filmleri Gelecek<br />

Uzun Sürer ve Rüzgarın Hatıraları hep<br />

Sonbahar’ın yarattığı beklentinin altında<br />

kaldı.<br />

11’e 10 Kala (2009)<br />

Pelin Esmer, 2005’te “Oyun” adlı<br />

belgesel filmini çekse de 11’e 10<br />

Kala ilk uzun metrajlı kurmaca<br />

filmi. Esmer, gazete, dergi, kitap,<br />

bilet, pul, saat, kaset demeden<br />

her şeyin koleksiyonunu yapan<br />

amcası Mithat Esmer’in hayatını<br />

Nejat İşler’in kapıcı karakteriyle<br />

birleştirerek en iyi “kurmacabelgesel”<br />

filmlerden birine imza atıyor.<br />

İstanbul’un değişmekte olan yazgısını<br />

kuşak çatışması üzerinden ele alan film, ismiyle<br />

tam uyuşan dramatik finali ve 2015’te<br />

kaybettiğimiz Mithat Esmer’in nevi şahsına<br />

münhasır karakteriyle hatırlanıyor.<br />

Köprüdekiler (2009)<br />

Köprüdekiler, İstanbul’un<br />

varoşlarında oturan ve her gün<br />

Boğaziçi Köprüsü’nde farkında<br />

olmadan hayatları kesişen çiçek<br />

satıcısı Fikret, dolmuş şoförü<br />

Umut ve trafik polisi Murat’ın<br />

hayallerine, umutlarına, maddi ve<br />

manevi çıkışsızlıklarına dair bir<br />

hikaye. Aslı Özge’nin hayatında ilk defa<br />

oyunculuk yapan kişilerden çıkardığı doğal<br />

ve gerçekçi oyuncu yönetimi, görüntü<br />

yönetmeni Emre Erkmen’in hayatın<br />

sıradanlığı içerisinde tüm detaylara hakim<br />

el kamerası gibi detaylarla benzerlerinden<br />

farklılaşan ve derinleşen bir yapıya sahip.<br />

Uzak İhtimal (2009)<br />

Mahmut Fazıl Coşkun’un<br />

genç bir müezzinle rahibe<br />

adayı bir Hıristiyan kadının<br />

imkansız aşkını konu alan<br />

filmi Uzak İhtimal, birbirine<br />

uç noktadaki iki insanın<br />

yakınlaşabileceğinin ve dinler<br />

arası hoşgörünün sinyallerini veren<br />

senaryosuyla, beyaz tonun ağırlıkta<br />

olduğu görsel yapısıyla önemli bir<br />

“arthouse” aşk filmi. Nadir Sarıbacak,<br />

seçmelerini zar zor kazandığı bu ilk<br />

oyunculuk deneyiminde ne kadar güçlü<br />

oyuncu olacağının sinyallerini verdi.<br />

Çoğunluk (2010)<br />

Seren Yüce’nin ilk filmi<br />

Çoğunluk, muhafazakar ve<br />

milliyetçi aile yapısının bireyleri<br />

nasıl tutsak ettiğini,<br />

çıkışsızlaştırdığını tokat gibi<br />

bir gerçekçilikle yüzümüze<br />

vuruyordu. Türk toplumunun<br />

“öteki” algısı üzerine<br />

şekillendirdiği toplumsal –<br />

sınıfsal nefreti oldukça etkileyici sahnelerle<br />

gözler önüne sererken, Bartu<br />

Küçükçağlayan ve Settar Tanrıöğen’in<br />

güçlü ve gerçekçi karakter profilleriyle<br />

hafızalara kazınıyordu.<br />

Tepenin Ardı (2011)<br />

Uçsuz bucaksız taşradaki<br />

bir ailenin tepenin ardında<br />

kendi yarattıkları yörüklerle<br />

amansız mücadelesini,<br />

western filmlerini andıran<br />

bir yapının doğa odaklı<br />

sinematografisinde alegorik<br />

olarak politik, askeri<br />

ve sosyal birçok konuya<br />

değinerek anlatan film, Emin Alper gibi<br />

bir sinemacıyla tanışmamızı sağlıyor ve<br />

“En büyük düşman, kendi içimizdedir”<br />

diyordu. 4 yıl sonra Abluka’yı çeken<br />

Alper, politik sinemasına yönetimi ve<br />

atmosferi daha olgunlaşmış bir yetkinlikle<br />

devam ediyordu.


Küf (2012)<br />

Ali Aydın’ın Venedik’ten<br />

“Geleceğin Aslanı” ödülüyle<br />

dönen filmi Küf, Cumartesi<br />

Anneleri’ni temel<br />

alan öyküsündeki erkek<br />

karakterler üzerinden 90’lardaki<br />

çürümüş, kokuşmuş,<br />

küfleşmiş sisteme, grenli sinematografisiyle<br />

çarpıcı bir bakış atıyor.<br />

Özellikle açılışındaki 15 dakika süren<br />

tek plan karşılıklı diyalog sahnesiyle<br />

hatırlanan film, Ercan Kesal, Muhammet<br />

Uzuner, Tansu Biçer’in güçlü<br />

performanslarıyla ve tokat gibi vurucu<br />

finaliyle hafızalara kazınıyordu.<br />

Zerre (2012)<br />

Aktüel kamerasıyla ve atmosferiyle<br />

“Dardenne Kardeşler<br />

gerçekçiliği”nden izler<br />

taşıyan Zerre, erkek egemen<br />

dünyada onurlu ve güçlü bir<br />

şekilde dimdik ayakta durmaya<br />

çalışan işçi sınıfından<br />

bir kadının öyküsünü belgesel<br />

gerçekçiliğiyle sade ama<br />

sarsıcı bir şekilde işliyor ve tüm yükü<br />

üzerine alarak oldukça yoğun bir<br />

performans sergileyen Jale Arıkan’ın<br />

performansıyla öne çıkıyor. Sanat<br />

yönetimi ve atmosferin birleşerek<br />

adeta distopik bir coğrafya yarattığını<br />

da söyleyebiliriz.<br />

Köksüz (2013)<br />

Daha önce senarist kimliğiyle<br />

tanınan Deniz Akçay<br />

Katıksız’ın filmi Köksüz,<br />

“aile kutsaldır” olgusunu<br />

deşerek anne-kız çatışmasını<br />

rekabet ve kıskançlık düzeyinde<br />

ele alıyor, anlatmaya<br />

pek cesaret edilemeyen bir<br />

konuyu çarpıcı şekilde dile getiriyordu.<br />

Yönetmenliği ve sinematografisi geri<br />

planda kalsa da senaryosuyla ve Ahu<br />

Türkpençe – Lale Başar ikilisinin güçlü<br />

oyunculuklarıyla öne çıkıyordu.


Ana Yurdu (2015)<br />

Senem Tüzen’in yönetmenlik<br />

kumaşını belli<br />

eden tercihlerle örülü olan<br />

Ana Yurdu, muhafazakar<br />

toplumsal baskılara dair<br />

eleştirilerini Esra Bezen Bilgin<br />

ve Nihal Koldaş’ın çok<br />

güçlü canlandırdığı anne<br />

– kız tahakkümü üzerinden<br />

sıralıyor. Vedat Özdemir’in<br />

minimal sinematografi çalışması<br />

dar alanda etkili sinemasal sonuçlar<br />

verirken, Tüzen’in oldukça aykırı ve<br />

sert bir final yaparak izleyiciyi ikiye<br />

bölen tartışmalı tercihi hafızalara<br />

kazınıyor.<br />

Baskın (2015)<br />

“Beş polis aldıkları bir telefon<br />

sonrası kendilerini Lovecraftvari<br />

bir cehennemde<br />

bulurlar.” Bu fikir üzerinden<br />

Can Evrenol’un aynı adlı<br />

kendi kısa filminden uzun<br />

metraja dönüştürdüğü<br />

Baskın, ucuz cin filmleri<br />

arasında kaybolan Türk<br />

sinemasında bir milat olarak<br />

karşımıza çıktı. Yönetmenliği, atmosferi<br />

ve müzikleri oldukça güçlü,<br />

bol kanlı bir cehennem senfonisi<br />

olan Baskın, Freudyen şemalara<br />

uyan karakter tahlilleriyle de dünya<br />

sinemasının güçlü korku örnekleriyle<br />

yarışabilecek tek Türk korku<br />

filmi olarak sinemamız adına bir<br />

kapı açtı.<br />

Kötü Kedi Şerafettin (2015)<br />

Uzun metraj animasyon konusunda<br />

Türkiye’de yapılan film<br />

sayısı iki elin parmakları<br />

kadar etmezken ve<br />

yapılanların hepsi de<br />

üçüncü sınıf başarısız işler<br />

olarak hatırlanırken Mehmet<br />

Kurtuluş ve Ayşe Ünal<br />

imzalı Kötü Kedi Şerafettin<br />

sinemamız adına bir mihenk<br />

taşıydı. Anima İstanbul ekibinin<br />

Taksim – Cihangir çevresi ağırlıklı<br />

olmak üzere oluşturduğu başarılı<br />

semt modellemeleri, birinci sınıf<br />

işçiliği, animasyon içindeki cesur<br />

tercihleri ve güçlü dublaj kadrosu<br />

gelecek için umut verdi.<br />

Albüm (2016)<br />

Aile kurumuna, bürokrasinin<br />

işleyişine ve muhafazakar orta<br />

sınıfa dair eleştirilerini Rumen Yeni<br />

Dalgası’nı ve Roy Andersson filmlerini<br />

anımsatan bir kara<br />

mizah anlayışıyla, uzun<br />

ve sabit planlarla, donuk<br />

yüz ifadeleriyle perdeye<br />

yansıtan Mertoğlu, üzerine<br />

okuma yapma olanağı<br />

sağlayan imgelerle örülü<br />

bir sanat komedisine imza<br />

atıyor. Sinematografik bilinci,<br />

absürt mizah anlayışı ve dünya<br />

sinemasının yeniliklerini takip ettiği<br />

her anında belli olan yönetmeninin<br />

sanatsal tercihleriyle öne çıkan<br />

Albüm, Mertoğlu’nun sonraki filmlerini<br />

merakla beklettirecek cinsten<br />

bir sinema.<br />

Babamın Kanatları (2016)<br />

İşçilerin maaşını ödemeyi sürekli<br />

erteleyen ama başı derde gireceği<br />

noktada daha büyük miktarları tıkır<br />

tıkır ödeyen düzenin adamlarının<br />

foyasını gerçekçi bir anlatımla<br />

gözler önüne seren Babamın<br />

Kanatları, politik sinemamız adına<br />

iyi bir ilk film. Yıllardır yardımcı<br />

erkek oyuncu rollerinde yer alan<br />

usta oyuncu Menderes Samancılar<br />

başta olmak üzere Musap<br />

Ekici, Kübra Kip ve Tansel<br />

Öngel’den güçlü performanslar<br />

alan Kıvanç Sezer,<br />

gelecek filmlerini merakla<br />

beklettirmeyi başardı.


ÖNCE


CAN SONRA DOST!<br />

En sevdiğim filmlerden biri var bu ay.<br />

Ayşe teyzenin de seveceğinden emin olmanın<br />

verdiği haklı gururla açtım Can Dostum’u<br />

BERİL ATEŞOĞLU<br />

n En sevdiğim filmlerden<br />

biri var bu<br />

ay. Ayşe teyzenin<br />

de seveceğinden<br />

emin olmanın verdiği<br />

haklı gururla açtım<br />

filmi. Orijinal adı<br />

“Intouchables”<br />

olmasına rağmen nasıl olduğunu bir<br />

türlü anlayamadığım bir çeviri ile “Can<br />

Dostum” olarak Türkçeleştirilmiş film ile<br />

karşınızdayız.<br />

A: Can Dostum hııı sevdim bak adını.<br />

İnsanın hayatında can dostları olmalı.<br />

Senin de var değil mi kızım?<br />

B: Var tabi olmaz mı! Onlar olmasa zor bir<br />

hayatım olurdu.<br />

Biraz duygusallık ve ardından filmimiz<br />

başladı. İşsizlik maaşını alabilmek<br />

için imzaya ihtiyacın olan siyahi<br />

kahramanımız Driss, boynundan aşağısı<br />

felçli olan Philippe için yardımcı aranan<br />

iş görüşmesine katılır. Tek derdi o<br />

görüşmeye gittiğine dair bir imza almaktır<br />

ama Philippe onun yaşam dolu enerjisinden,<br />

hayatla dalga geçen rahatlığından<br />

çok etkilenir.Yardımcısının o olmasını<br />

ister.Driss’in dünyası bir anda değişir.<br />

Kalabalık ve zor şartlarda dönen evinden<br />

çıkıp son derece lüks bir malikaneye<br />

taşınır.<br />

A: Bak işte her şey aynı anda olmuyor<br />

hayatta, adam milyonların içinde<br />

bir tek boynunu oynatabiliyor.<br />

Kendi hayalindeki hayatı seyretmek<br />

için Driss’i seçti aslında. Beril<br />

sen bazen bir şeyleri yapamasanda<br />

başka birilerinin yapabiliyor<br />

olduğunu bilmek iyi gelmiyor mu?<br />

B: Tabi iyi geliyor ama bazen<br />

çok kıskanadabilirim. Ben niye<br />

yapamıyorum diye.<br />

A: yapma kızım öyle şeyler.<br />

Başkalarının başarılarını kıskanma,<br />

feyz al feyz!<br />

Durduk yere yedik azarı. Dürüstlük<br />

bazen başa bela. Driss bu sırada<br />

Philippeyi engelli arabasına<br />

bindirmek istemiyor onun yerine<br />

bahçede duran ve kimsenin<br />

kullanamadığı son model arabaya<br />

taşıyor onu ve diyor ki “seni bir<br />

at gibi arabanın arkasına yükleyemem”.<br />

A: Ne duygusal çocuk, bak<br />

sırtlandı adamı bindirdi arabaya.<br />

Ama çok iri bu adam Beril vallaha<br />

bazen korkutuyor beni.<br />

Ayşe teyzenin milisaniyede<br />

değişen duygu durumları beni artık<br />

şaşırtmıyor. Siyahilerden hep bir<br />

çekinir.kendi ufak tefek diye eziverecekler<br />

falan zannediyor herhalde.<br />

Bu sırada harika ikilimiz resim sergisi<br />

geziyorlar. Driss bu resimlerin<br />

nasıl bu paralara satıldığını asla


anlayamıyor tıpkı Ayşe teyze gibi…<br />

A: Vallahi adam haklı Beril. Nedir yani<br />

bu şimdi kırmızı lekelere dünya para<br />

istemek. Resmen dolandırıcılık.<br />

Hah bir laf etmediğimiz sanat dalı<br />

kalmasın zaten. Anlamıyoruz işte<br />

resimden, bu gerçeği kabul mu etsek!!<br />

Bu sırada tabi Driss de başlar resim<br />

yapmaya. İzlerken bir korktum Ayşe<br />

teyze de gaza gelir başlar mı diye<br />

ama pek öyle bir hali yok. Philippe 6<br />

aydır bir kadınla mektuplaşıyormuş ve<br />

DSriss bunu öğrenince hemen onları<br />

buluşturmak ister ama Philippe tekerlekli<br />

sandalyede yaşayan bir zengin<br />

olduğu için cesaret edemez ve bir<br />

sürü oyunla kadınla buluşmayı erteler.<br />

A:hadi bizim zamanımızda olsa neyse<br />

de bu devirde mektup mu kaldı yahu?<br />

Bir çay içseler ne biliyim bir yerlere<br />

gidip gezinseler?<br />

B: adam sakat ya Ayşe teyze, çay içemez,<br />

yürüyemez.<br />

A: Ne var canım sakatsa sakat, ömür<br />

boyu mektuplaşamazlar ya. Kadın<br />

bir görsün istemeyecekse zaten<br />

konuşmanın ne anlamı var.<br />

Bence Driss ve Ayşe teyze baya iyi<br />

anlaşabilirler. İkisi de aynı kafada.<br />

Cesur ve dürüstler, her şey hemen<br />

belli olsun istiyorlar. Beraber çok tatlı<br />

olurlar bence sergi falan gezerler☺<br />

Philippe’nin doğum günü partisinde<br />

Driss dayanamaz ve ipleri eline alır.<br />

Parti birden canlanır ve herkes dans<br />

etmeye başlar. Philippe mutludur, oda<br />

boş durmaz ve Driss’in çizdiği tabloyu<br />

arkadaşına 11.000 euroya satar daha<br />

doğrusu kakalar diyelim. Ayşe teyze<br />

bu duruma gül gül öldü.<br />

A: aayy ilahi Filiz . Bak adama sattı o<br />

saçma sapan tabloyu. Al işte sanattan<br />

anlayanı da gördük nasıl yedi. En iyisi<br />

hiç bulaşmayacaksın Beril bak aman<br />

diyim birileri sana da satmaya çalışır<br />

sakın alayım deme.<br />

Şimdi ben buna nasıl cevap vereyim<br />

bilemedim ki?? Philippe diyememesinden<br />

mi başlasam yoksa<br />

benim sanatsal alışverişler yapılan<br />

ailelere ne kadar uzak olduğumdan<br />

mı yoksa zaten bunları alacak bir<br />

param olmadığından mı? En iyisi<br />

hiç birine değinmeyeyim.<br />

B: tabi tabi Ayşe teyze sen merak<br />

etme. Asla almam, o ortamdan hemen<br />

uzaklaşır bir daha da o insanlar<br />

ile konuşmam.<br />

A: abartma sende korkak gibi.<br />

Sağı solu belli olmuyor işte<br />

bizimkinin yapacak bir şey<br />

yok. Yine lafımı yiyip oturdum.<br />

Bu sırada Driss ve Philippe<br />

çok eğleniyorlardı. Yamaç<br />

paraşütü yaptılar daha yakın bir<br />

arkadaşlıkları olduğu her hallerinden<br />

belliydi. İkiliyi görünce insanın<br />

resmen yüzü gülüyor. Çok sıcak<br />

ve mutlu görünüyorlar. Bazen<br />

düşünüyorum kadınlar arasında<br />

niye böyle dostluklar olmuyor diye.<br />

Erkeklerin dostluğu daha samimi<br />

ve egodan uzak duruyor sanki.<br />

Bilemiyorum tabi içini. Belki Ayşe<br />

teyze bilir diyerek ona sordum.<br />

A: olmaz olur mu hiç. Onlar da<br />

birbirlerini kıskanıyorlar tabi, hatta<br />

kadınlardan daha fazla kıskanıyor<br />

olabilirler ama onlar bir şeyi çok<br />

iyi yapıyorlar. Durumu hemen<br />

kabullenip saygı duyuyorlar. Yani<br />

karşılarındaki erkeğin üstün ve<br />

zayıf yönlerini fark ettikten sonra<br />

saygı duyuyorlar ve aralarındaki<br />

savaş başlamadan bitiyor. Kadınlar<br />

ise bu gerçekleri görüp asla durumu<br />

kabul etmek istemiyorlar,<br />

en yakınları bile olsa bir gün onun<br />

yapabildiklerini yapma hırsıyla ya<br />

da onun daha fazla yapamaması<br />

umuduyla sürdürüyorlar ilişkilerini.<br />

Kadın milleti kıskanır, kıskandığını<br />

belli eder bu da yetmez, rahatsız<br />

eder. Kendini seven kadınlar bunu


yapmaz sadece.<br />

B: haklısın galiba. Bu yüzden erkek hikayeleri<br />

daha samimi duruyor. Onlar<br />

başkalarının başarılarını kıskansalar da,<br />

başarıyı asla yalanlamıyorlar. Kadınlar biraz<br />

daha acımasız galiba!<br />

A: Aynen öyle Beril hanım. Sen sen ol<br />

birini her kıskandığında kendini sevmeyi<br />

unuttuğunu hatırla.<br />

İçime kapandım bir an. Ne ağır bir cümleydi<br />

o öyle. Bütün kıskançlıklarımın altında kendimi<br />

sevmeyişim mi vardı? Yani Philippe<br />

her şeye rağmen kendini seviyordu ve<br />

Driss’i kıskanmak yerine ondan feyz almaya<br />

bakıyordu ben ise bu sağlıklı halimle yer<br />

yer kendimi sevmeyi unutuyor ve insanları<br />

kıskanabiliyordum. Çok acı bir gerçek. Bu<br />

hikayenin kahramanı Driss değil Philippe<br />

benim için. Kendine olan sevgisi ve hayata<br />

olan bağı hep karşılık buluyordu önce Driss<br />

çıktı karşısına sonra da mektup aşkı Elenore<br />

gerçek aşkı oldu. Mutlu son!<br />

A: kadınada helal olsun ama bak sakat<br />

falan dinlemedi geldi adama. Sen ne<br />

yapardın? Sakat bir adama aşık olabilir<br />

misin?<br />

Bunu hiç beklemiyorum ve gerçekten<br />

zor bir soruydu. Dürüst olmak gerekirse<br />

aklıma ilk gelen “ne kadar sakat?” sorusu<br />

oldu. Ona göre aşkımın tahammül<br />

seviyesini ölçecektim herhalde. Ay bir an<br />

kendimi çok bencil ve aşka uzak hissettim.<br />

Yaşayacağım aşkın ne kadar koşullara<br />

bağlı olduğunu gördüm ve üzüldüm. Dürüst<br />

olmalıydım.<br />

B: Kendimi yeteri kadar sevmeyi<br />

becerdiğim gün, bütün eksiklerim ve<br />

sakatlıklarımla, başkasını da koşullara bağlı<br />

olmadan sevebilmeyi dileyebilirim sadece.<br />

Diledim gitti…<br />

A: Aferin kız!<br />

Yüzünde gururlu bir ifade belirdi Ayşe<br />

teyzenin, gözleride doldu galiba☺ Ayşe<br />

teyze, kendimi sevmeyi unuttuğum her<br />

an aklıma geleceksin ve ben de kaldığım<br />

yerden sevmeye devam edeceğim.<br />

Ayşe teyzeee her filmimde varsın!!


ROONEY’E<br />

AŞIK OLMAK<br />

Bu ay vizyona girecek Lion<br />

filminde Dev Patel ile beraber<br />

rol alacak Rooney<br />

Mara yoluna son sürat devam<br />

ediyor. Ünlü yıldız 2017<br />

yılında da 3 filmle karşımıza<br />

gelecek.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n 1985 Amerika<br />

doğumlu Mara dikkatleri<br />

ilk defa 2005<br />

tarihli ‘Elm Sokağı Kâbusu’<br />

ve ardından 2010<br />

tarihli ‘Sosyal Ağ’daki<br />

rolleriyle çekmişti.<br />

Kökleri İrlanda’ya uzanan<br />

Rooney Mara’nın aile büyükleri Amerikan<br />

futbolu takımları The Pittsburgh Steelers<br />

ve New York Giants’ın kurucularından.<br />

Spor yerine oyunculuk yoluna sapan Mara,<br />

bu kararında ‘Rüzgâr Gibi Geçti’ ve ‘Rebecca’<br />

gibi filmlerin etkisinin olduğunu söylüyor.<br />

Seçmelerine bir arkadaşı sayesinde<br />

katıldığı Romeo ve Juliet’te oynadığı Juliet<br />

rolü, lisedeyken oynadığı ilk ve tek rol.<br />

Birkaç öğrenci filminde de rol alan Rooney<br />

Mara 19 yaşına geldiğinde oyunculuk<br />

kariyeri için sağlam girişimlerde bulundu.<br />

2005’ten itibaren farklı film ya da dizilerde<br />

boy göstermeye başlayan Mara ‘Ejderha<br />

Dövmeli Kız’daki oyunculuğuyla piyasaya


ROONEY MARA<br />

damgasını vurdu. 2006’da ‘Law&Order’<br />

dizisinde, 2008’deyse Friends (With<br />

Benefits)’te oynayan Mara’nın ‘Ejderha<br />

Dövmeli Kız’daki ‘Lisbeth’ karakterini<br />

canlandırmak için kestirdiği asimetrik<br />

ve kısa saçları, kaşına, kulağına ve<br />

meme ucuna taktığı piercing’ler de hayli<br />

konuşuldu. Bu filmdeki başarısından<br />

sonra yine önemli bir filmde rol aldı Mara,<br />

Side Effects-Acı Reçete onun kariyerinin<br />

ne kadar özenli seçimlerle yürüdüğünü<br />

bize gösterdi. Mara’nın aksiyonla<br />

başlayan kariyeri, güzel kadından karakter<br />

oyuncusuna doğru evrildi. Her, Trash<br />

ve Carol filmlerindeki performansları<br />

bunun kanıtı. Bu ay vizyona giren Dev<br />

Patel ile başrolü paylaştığı Lion filmi bir<br />

melodram sayılsa da gişe filmlerinden<br />

daha çok sanat filmleriyle devam ettiğini<br />

bize gösteriyor. Bu arada Rooney gittikçe<br />

artan bir performans içinde, 2017<br />

yılında The Discovery, Mary Magdalene ve<br />

Weightless filmlerinde yer alacak.


DEV


PATEL, DEV MILYONER!<br />

Slumdog Millionaire filmiyle<br />

dikkatleri üzerine çeken<br />

oyuncu Hollywood yapımlarında<br />

da iddialı adımlarla rol alıyor!<br />

n 1Dev Patel 23 Nisan 1990 yılında<br />

Londra’da doğmuş Hnt asıllı İngiliz<br />

aktör. Jamal Malik adında müslüman<br />

bir çocuğu oynadığı Slumdog<br />

Millionaire filmi Altın Küre ödülü<br />

ve en iyi film dalında Oscar aldı.<br />

Kara kuşak sahibi olan Patel aynı<br />

zamanda Dublin’de yapılan Dünya<br />

Taekwando şampiyonasında bronz<br />

madalya sahibidir.<br />

Oyunculuk kariyerine 2006 yılında, E4 kanalında<br />

yayınlanan drama serisi Skins ile başlayan Patel, dizide<br />

Pakistan asıllı İngiliz Müslüman’ı bir genç olan Anwar<br />

Kharral’ı canlandırdı. 2006–2008 yılları arasında rol aldığı<br />

Skins, iki BAFTA ödülü kazanırken, genç oyuncu da 2009<br />

yılında Critics’ Choice Ödülleri’nde En İyi Genç Performans<br />

ödülünü kazandı.<br />

2008 yılında vizyona giren ve 8 dalda Oscar, 7 dalda ise<br />

BAFTA ödüllerini kazanarak herkesi şok eden İngiliz-<br />

Hindistan ortak yapımı dram filmi Slumdog Millionaire,<br />

genç oyuncunun sinemaya geçiş yaptığı yapım oldu.<br />

Danny Boyle tarafından yönetilen ve Kim Milyoner Olmak<br />

İster yarışmasının Hindistan versiyonunda büyük<br />

ödülü kazanan bir gencin dramını anlatan Slumdog<br />

Millionaire’in ana karakteri Jamal Malik’i canlandıran<br />

Patel, bu film sayesinde aralarında Black Reel Award,<br />

SAG Award ve Chicago Film Critics Association’un<br />

da bulunduğu pek çok ödül kazandı ve de Satürn ve<br />

BAFTA’sterildi.<br />

Dev Patel M. Night Shyamalan’ın yönettiği Avatar; Son<br />

Hava Bükücü filminde Zuko karakterini canlandırdı.<br />

Ardından Chappie adlı bilimkurgu filminde rol alan oyuncu<br />

bu ay başrolleri Rooney Mara ve Nicole Kidman’la<br />

paylaştığı br anı kitabından uyarlanan Lion filmiyle<br />

karşımıza çıkacak.<br />

BANU BOZDEMİR


İNSANLARIN EZİLDİĞİ<br />

ÇARKLARIN HİKAYESİ<br />

Toplumsal gerçekçi akımın son yıllardaki en iyi örneği<br />

olarak karşımıza çıkan Babamın Kanatları filminin<br />

genç ve başarılı yönetmeni Kıvanç Sezer, sinemamızın<br />

geleceği adına umut veriyor.<br />

GİZEM ERTÜRK<br />

n Bir film düşünün ki, memleketin en çok can<br />

alan meselelerinin başında gelen işçi ölümleri gibi<br />

bıçak sırtı bir konuyu ajitasyona başvurmadan,<br />

provoke etmeden, kırıp dökmeden bu denli naif<br />

ama aynı zamanda da vurucu bir şekilde anlatabilsin.<br />

Son olarak katıldığı 53. Uluslararası<br />

Antalya Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünden<br />

En İyi İlk Film, En İyi Erkek Oyuncu ve<br />

İzleyici Ödülü başta olmak üzere 6 ödül kazanan<br />

Babamın Kanatları, 2 Aralık’ta vizyona giriyor.<br />

Toplumsal gerçekçi akımın son yıllardaki en iyi<br />

örneği olarak karşımıza çıkan filmin genç ve<br />

başarılı yönetmeni Kıvanç Sezer, sinemamızın<br />

geleceği adına umut veriyor.<br />

Birçok “deneyimli” yönetmenin hayal kırıklığı<br />

yaratan yapıtının bir hayli fazla olduğu şu<br />

günlerde bu kadar sahici, güçlü ve ayakları<br />

yere basan bir ilk filmle karşılaşmak umut<br />

verici. Öncelikle hem bunun için hem de<br />

aldığınız tüm ödüller için tebrik ederim.<br />

Çok teşekkür ederim. Bunu duymak benim<br />

açımdan mutluluk verici.<br />

Bu kadar başarılı bir “ilk film” çekmeden önce<br />

neler yapıyordunuz?<br />

Ben aslında mühendisim. Biyomühendislik<br />

okudum hatta ama hem üniversitede hem de<br />

sonrasında kısa film ile ilgileniyordum. Kendi<br />

imkanlarımızla filmler çekiyorduk, tiyatro ile<br />

ilgilendiğim bir iki yıl da var.<br />

Oyuncu mu olmak istiyordunuz?<br />

Hayır, bunların hepsi sinemayı daha yakından<br />

tanımak için bir araştırmaydı. Tiyatroya oyun-<br />

cu yönetiminin nasıl olduğunu görmek için<br />

girmiştim.<br />

Sonra?<br />

Tüm bunların sonucunda o dönemde aldığım bir<br />

burs ile İtalya’ya gittim. Orada sinema kurgusu<br />

üzerine iki yıl eğitimi aldım.<br />

Neden kurgu eğitimi almayı tercih ettiniz?<br />

Kurgu eğitimi almanın önemli bir kazanım<br />

olduğunu düşünüyorum.<br />

Türkiye’ye döndükten sonra kurgu üzerine<br />

mi yoğunlaştınız?<br />

3-4 yıl televizyon kanallarında kurgucu olarak<br />

çalıştım. Ancak bu dönemde üretmeye, kısa film<br />

ve belgesel çekmeye devam ettim. Kısa metraj<br />

ve belgeselin tıpkı uzun metraj gibi çok önemli<br />

bir ifade formu olduğunu düşünüyorum. Tüm<br />

bunlar bana çok şey kattı.<br />

Babamın Kanatları’nın hikayesi ilk ne zaman<br />

ortaya çıktı?<br />

2012 yılında “Babamın Kanatları”nı uzun<br />

metrajlı bir film olarak çekmeye karar verdim.<br />

Bir şey yapmak hatta bir şeyi becerememek bile<br />

insana çok şey öğretiyor. Her başarılı erkeğin<br />

arkasında başarısızlıkla geçen yıllar vardır.<br />

Kadın yok muydu o sözün orijinalinde?<br />

Kadın da vardır tabii. (gülüyor)<br />

Peki gelelim hikaye, İbrahim’in hikayesini<br />

neden anlatmak istediniz? Ya da şöyle<br />

sorayım size bu hikayeyi anlatmalıyım dedirten<br />

şey neydi?<br />

İlk başta yalnızca haberdi. 2010 yılında bir<br />

gazete haberi okumuştum. Ömer Çetin adında<br />

bir edebiyat öğrencisi harçlığını çıkartmak için<br />

çalıştığı okulun inşaatından düşerek ölüyor.


KIVANÇ SEZER


Mezun olabilseydi öğretmen olarak çalışacağı<br />

okulda inşaat işçisi olarak can vermesi büyük<br />

bir trajedi…<br />

Evet, bunu biraz okuyup araştırmaya başladım.<br />

Daha sonra Türkiye’de günde en az 3 işçinin<br />

öldüğünü, işçi ölümlerinde Avrupa’da birinci,<br />

dünyada üçüncü olduğumuzu öğrendim.<br />

Ve böylece konu sizin için bir haber olmanın<br />

ötesine mi geçti?<br />

Aynen öyle. Yani bu konu benim de sorunum<br />

olmaya başladı. O duygunun üzerine hikayeyi<br />

yazmaya başladım.<br />

Projenin danışmanı olan yönetmen Özcan<br />

Alper ile yolunuz nasıl kesişti?<br />

O dönemde Kadıköy’deki Nazım Hikmet<br />

Akademisi’nin sinema derslerini takip ediyordum.<br />

Orada Özcan Alper’in bir atölyesi vardı. Sinopsisi<br />

ilk okuduğunda ben yapımcı olsam, senaryonu<br />

yaz bu filme yapımcılık yapayım derdim, dedi.<br />

Böylece Nar Film ile çalışmaya başladınız…<br />

Evet, tüm bu süreç boyunca da Özcan Alper projenin<br />

danışmanı olarak hep bizimle oldu. Senaryonun<br />

oluşması ve sonrasında bütçenin bulunması<br />

3 yıl sürdü.<br />

Senaryoyu yazarken en çok nelere dikkat ettiniz,<br />

hassasiyet noktalarınız nelerdi?<br />

Senaryo üzerine titizlenmem gerektiğini biliyordum,<br />

demlenmesi uzun sürdü. Bu hikaye<br />

doğduran deneyimlediğim bir yaşam pratiği<br />

olmadığı için oradaki tüm detayları yakalamam,<br />

iyi çalışmam gerekiyordu. Yani o konteynırlarda<br />

işçilerle çay içip sohbet etmek gibi detaylardan<br />

söz ediyorum. Özcan abinin yanı sıra yurt<br />

dışından bir senaryo danışmanı ile de çalıştım.<br />

3-4 kere Almanya’ya gidip geldim. Senaryo bir<br />

filmin her şeyi… İyi bir senaryodan kötü film<br />

çıkabilir ama kötü senaryodan iyi film çıkmaz.<br />

Size göre insanların filmi izlediğinde kendilerine<br />

bu kadar yakın hissetme sebepleri ne?<br />

İnşaat işçileri normalde pek tanıyıp bilmediğimiz,<br />

içinde olmadığımız bir dünya gibi görülebilir. Ama<br />

bu anlatılan senin hikayendir diye bir laf vardır ya,<br />

o aslında bizim de hikayemiz.<br />

Bunu biraz açmanızı istesem…<br />

Örneğin sinema çalışanları ve inşaat işçilerinin<br />

çalışma şartları birbirine çok benziyor. Çalışma<br />

saatleri, riskleri, istihdam edilme şekilleri… O<br />

kadar aynıyız ki… Bunu fark ettikçe projeye daha<br />

da motive oldum.<br />

Daha en başından “sınıfsal” bir meseleyi ele<br />

alıyorsunuz ancak propaganda yapmadan…<br />

Bu kadar “insanca” ve “birleştirici” bir pencereden<br />

bakabilmek meseleye, arayıp da<br />

bulamadığımız bir şey…<br />

Bizi ayrıştıran değil birleştiren ortak acıların<br />

üzerine gitmek istedim. Orada birleşmemizi<br />

sağlamaya çalıştım. Ortada ağır, dramatik ve<br />

karamsar bir hikaye var. Ancak ajite etmemeye,<br />

seyirciyi hüngür hüngür ağlatmaya yönelik<br />

adımlardan kaçarak belirli bir denge gözeterek<br />

yapmaya çalıştım.<br />

Seyircinin çok ağlaması iyi bir film olduğunu


göstermiyor zaten…<br />

Evet, seyirci hüngür hüngür ağladığı zaman bir<br />

katarsis yaşıyor. Sadece o karakter ve kişiliği<br />

üzerinden bir empati kuruyor. Ağlıyor, boşalıyor<br />

ve parantezi kapatıyor. Film orada bitiyor onun<br />

için.<br />

Çok gülmek de aynı şekilde…<br />

Biri gelip sürekli bizi gıdıklarsa bir süre sonra<br />

rahatsız olursunuz. Güzel, düşündürücü bir söz<br />

söylerse bu sizin için daha iyi bir etki bırakır.<br />

Bizim filmimizde de hikayenin arka plandaki<br />

o büyük resim, insanların ezildiği çarkları<br />

düşündürtmeye bir kanal açıyor.<br />

Seyirci filminizden nasıl çıksın istersiniz?<br />

Boğazına bir yumruk oturmuş gibi…<br />

İbrahim rolü için Menderes Samancılar ismi<br />

başından beri var mıydı yoksa başka isimlerle de<br />

düşünmüş müydünüz o rol için?<br />

İbrahim karakteri ortaya çıktığından itibaren o<br />

rol benim için Menderes Samancılar’dı. Bu rolün<br />

altından kalksa kalksa Menderes Samancılar kalkar,<br />

diye düşündüm. Onun haricinde bildiğim bir isim<br />

yoktu. Senaryoyu gönderdim, deneme çekimi yapmadan<br />

rolü teklif ettim. O da okudu, beğendi ve kabul<br />

etti. Diğerlerinin çok daha uzun birer süreci var.<br />

Yusuf ve Nihal karakterlerini bulmanız uzun zaman<br />

aldı mı?<br />

Onları bulmak yaklaşık 6 ay sürdü. Çift olarak casting<br />

yapmayı tercih ettim. İkisinin uyumu çok önemliydi.<br />

Kimseyi bulamadık, rastgele iki kişi olsun gibi bir<br />

şey olmadı. Diğer tüm oyuncular için de aynı özenle<br />

çalıştık. Bazı sahnelerde gerçek inşaat işçileri de rol<br />

aldı. Tüm bu süreçte Songül Karaaslan ile çalıştık.<br />

Bana güzel şeyler sundu, sunduğu o güzel şeylerin<br />

üzerine iyi bir cast yapınca doğru rollere gitmek<br />

daha kolay oldu.<br />

Filminizde Ken Loach’un sinemasından esintiler<br />

var. Takip ettiğiniz, feyz aldığınız bir yönetmen<br />

mi?<br />

Evet, bazı yönetmenleri özellikle takip etmeye<br />

çalışıyorum. Kean Loach’un sinemasını çok önemsiyorum,<br />

biricik bir sineması var. İran sinemasından<br />

mümkün olan tüm filmleri izlemeye çalışıyorum.<br />

Asghar Farhadi’nin güçlü ve sade filmler yapmasını<br />

örnek alıyorum. Öyle filmler yapabilmeyi çok isterim.<br />

Mecid Mecidi, Abbas Kiarostami, Cafer<br />

Panahi, Dardenne kardeşler sevdiğim yönetmenlerin<br />

başında geliyor. Bunların dışında İtalyan Yeni<br />

Gerçekçiliği ve o eski 40’lı yılların filmlerini seviyorum.<br />

Bisiklet Hırsızları filmini örnek olarak verebilirim<br />

bu dönemden. Sosyal gerçekçi sinemanın dünyadaki<br />

farklı örneklerini ilham verici buluyorum.<br />

Bundan sonraki filmlerinizi hep bu sosyal<br />

kaygıyla çekeceğinizi söyleyebilir miyiz?<br />

Bu filmin şöyle bir özelliği var; karakterlerini ilk<br />

planda sınıfsal olarak ele alıyor. Bir sonraki filmimde<br />

bir aşk hikayesi anlatsam da işin sınıfsal boyutunu<br />

es geçmeden bir dünya kurmak isterim. Bir hikaye<br />

bana dokunuyorsa, onunla duygusal bir bağ kuruyorsam<br />

anlatmaya değer buluyorum. Babamın<br />

Kanatları üçlemenin ilk filmiydi. İkinci film o inşaatta<br />

ev bakan çiftin hikayesi olacak.


JARMUSCH’UN<br />

NEV-İ ŞAHSINA<br />

MÜNHASIR DÜNYASI<br />

Nev-i şahsına münhasır yönetmen Jim<br />

Jarmusch’un Amerikan bağımsız sinemasına<br />

kazandırdığı yapıtları şöyle bir gözden geçirelim.<br />

MELİS ZARARSIZ<br />

n 2013 yılında Altın<br />

Palmiye için yarışan<br />

Sadece Aşıklar<br />

Hayatta Kalır (Only<br />

Lovers Left Alive)<br />

adlı muhteşem filmi<br />

yerinde, Cannes’da<br />

izlemiş, şanslı bir<br />

kişiyim. Bağımsız filmlerin karizmatik<br />

yönetmeni Jarmusch’un <strong>97</strong>’de çektiği belgeseli<br />

saymazsak onbirinci uzun metraj<br />

filmiydi bu ve filmografisinin önemli<br />

yapıtaşlarından biri oldu bile şimdiden.<br />

Bu yıl ise son filmi Paterson’u bu kez de<br />

ülkemizin Cannes’ı olma yolunda ilerlemeye<br />

çalışan (?) festivalimizde, Antalya’da<br />

izleme fırsatı buldum. Sinematografik<br />

açıdan Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’a<br />

hiç benzemeyen, onun kadar da şaşalı<br />

olmayan bir film olmakla birlikte, yine<br />

bir Jarmusch harikası şüphesiz. O zaman<br />

bu nev-i şahsına münhasır yönetmenin<br />

Amerikan bağımsız sinemasına<br />

kazandırdığı yapıtları şöyle bir gözden<br />

geçirelim.<br />

Permanent Vacation (1980): Film,<br />

Jarmusch’un mezuniyet projesi olan ilk<br />

kısa filminin uzun versiyonu ve<br />

yönetmenin de zorluklarla çektiği<br />

ilk uzun metraj deneyimi, malum.<br />

Manhattan’da başlayan film, Charlie<br />

Parker hayranı, ailesinden<br />

kopuk, aidiyet duygusu olmayan<br />

Allie isimli bir gencin bir yolculuğa<br />

çıkışını, sinemasal iniş çıkışlar<br />

olmaksızın, hayatın gerçeği gibi<br />

yalın biçimde anlatıyor. Sinematografik<br />

anlamda bir ilk filmin bütün eksiklerini,<br />

bağımsız filmlerin bütün özelliklerini<br />

taşıyan, sıkılmadan izlemesi zor, anlatmak<br />

istediği konu derin olan, her halukarda kült<br />

sayılabilecek bir yapım. DVD arşivinize<br />

eklemek isteyebilirsiniz.<br />

Stranger Than Paradise (1984): Deadpan<br />

komedi adı verilen türde bir film<br />

olduğunu söylemek mümkün. Birbirlerini<br />

pek de tanımayan iki kuzen New<br />

York’da biraraya geliyorlar ve<br />

aslında tanıştıkça ne kadar farklı<br />

tipler olduğunu farkedip iyice<br />

uzaklaşıyorlar. Yine durağanlık ve<br />

iniş çıkışsızlık var bu siyah beyaz<br />

yapımda da. Jarmusch’un anlatım<br />

dili yavaş yavaş kendini belli etm-


etmeye başlıyor. Durumun kendisi trajikomiktir<br />

ya bazen hayatta, işte bu da<br />

öyle bir film. Özgün bir Jarmusch imzası.<br />

Jarmusch yine bir kısa filmini uzun metraj<br />

haline getirmeyi başarıyor. Bu başarıda<br />

Wim Wenders’in payı büyük. Geleneksel<br />

Hollywood yapımı filmlerin yapısını bozan<br />

bir film. Stranger Than Paradise, 1984’te<br />

Cannes’da ilk filmini çeken yönetmenler<br />

ödülü, yani Camera D’or ödülüne layık<br />

görüldü. Kült filmler listelerinin vazgeçilmezi.<br />

Down By Law (1986): Bir<br />

bağımsız siyah beyaz film<br />

daha! İlk iki filminde de yer<br />

alan John Lurie’nin yanısıra<br />

filmde Tom Waits ve Roberto<br />

Benigni’yi de görüyoruz. New<br />

Orleans hapishanesinde tanışan<br />

üç adam birlikte kaçış planı<br />

yapıyorlar. İtalyan asıllı Bob,<br />

diğer ikisini çileden çıkartıyor. Konu yine<br />

iletişim(sizlik). Film müzikleri şahane.<br />

Yönetmen her zamanki gibi yaşanan<br />

olayları sonuca bağlamak gibi bir derde<br />

düşmüyor.<br />

Mystery Train (1989): İşte<br />

Jarmusch’un ilk renkli uzun<br />

metrajı! Amerika Japonya ortak<br />

yapımı olan bağımsız film, bir<br />

kara komedi. Tom Waits ve John<br />

Lurie yönetmene yine destek<br />

olmuşlar şüphesiz. Film Memphis,<br />

Tennessee’de geçiyor ve<br />

üç hikayeyi kesiştiriyor. Adını Elvis<br />

Presley’nin şarkısından alan film, Presley<br />

efsanesine bir saygı duruşu adeta.<br />

Amerika!yı yabancıların gözünden anlatan<br />

bu kara komedi, tek bir gün ve gecede<br />

sona eren bir hikayeyi merkezine alıyor<br />

aslında. Müziğin hakim olduğu filmde 50’li<br />

yılların müzikleri yerel bir radyo istasyonunun<br />

yayınından çalıyor. Film ilk gösterimini,<br />

büyük ödül için yarıştığı Cannes’da<br />

yaptı ve yönetmen bu filmiyle o sene<br />

festivalden En İyi Sanatsal Katkı ödülüyle<br />

ayrıldı.


Dünyada Bir Gece (Night<br />

on Earth , 1990): Filmde<br />

beş şehirde, beş farklı taksi<br />

şoförü, müşterileriyle ilginç<br />

bir yolculuğa çıkıyorlar.<br />

Los Angeles, New York,<br />

Paris, Roma ve Helskinki<br />

gibi birbirinden epey farklı<br />

şehirleri ortak noktalarda birleştiriyor<br />

yönetmen. Winona Ryder, Roberto Benigni,<br />

Gena Rowlands gibi ağır toplar var<br />

yine filmde. Müzikler elbette ki yine Tom<br />

Waits’ten. Jarmusch’un klasik anlatım dili,<br />

iyice oturan sinematografisi ile yaratıcı,<br />

özgün ve keyifli bir yapım.<br />

Dead Man (1995): Yine bir siyah<br />

beyaz film yönetmenden.<br />

Filmografisinin en büyük<br />

prodüksiyon çalışmalarından<br />

ve diğerlerine benzemeyen<br />

bir yapım. Sanat yönetimi,<br />

mekanlar muhteşem! Bu kez<br />

müzikler Neil Young’dan.<br />

Fonda vahşi batı var. “Post<br />

western” de diyebiliriz. Kızılderililerin<br />

maruz kaldığı katliamlar, vahşi batının<br />

çirkin yüzü, ölümler esas konusu bu filminde<br />

yönetmenin. Başrolde Johnny Depp<br />

William Blake karakterini canlandırıyor.<br />

Blake, farklı bir deneyim yaşamak, hayatını<br />

değiştirmek için Cleveland’den kalkıp<br />

Amerika’nın batısına gidiyor, kovboyların<br />

arasına katılıyor ve medeniyetten çıkıp<br />

vahşileştiği bir ortamda buluyor kendini.<br />

Kendini sonuna kadar sıkmadan izleten,<br />

muhteşem bir kara komedi.<br />

Coffee and Cigarettes : Tam 17 yıl içinde<br />

(1986-2003) yapımı tamamlanmış olan,<br />

enteresan bir yapım. 11 siyah beyaz kısa<br />

filmin biraraya gelişinden oluşuyor film.<br />

Kahve ve sigara: bağımlılık<br />

yapan, sağlığa zararlı ama<br />

çok sevilen tüketim maddeleri<br />

malum. Yine insan<br />

ilişkilerini mercek altına<br />

yatıran yönetmen, kahve ve<br />

sigaranın eşliğinde izletiyor<br />

bize olan biteni. Kısa filmlerde Roberto<br />

Benigni, Iggy Pop, Tom Waits, Cate<br />

Blanchett ve Bill Murray gibi oyuncular<br />

yer alıyor ve bu oyuncular genelde kendilerini<br />

canlandırıyorlar. Filmi izlerken kendinize<br />

bir kahve yapıp bir sigara yakmanız<br />

mümkün.<br />

Ghost Dog: The Way of the<br />

Samurai (1999): Japon kültürüne<br />

hayranlığı malumdur yönetmenin.<br />

Bu da modern bir samuray hikayesi.<br />

Ghost Dog adlı tetikçiyi<br />

Forest Whitaker mükemmel bir<br />

ustalıkla canlandırırken yönetmen<br />

ise samuray felsefesini, mafya<br />

ve gangster dünyasına, kente,<br />

hatta müziğe ve çizgi filmlere öyle güzel<br />

harmanlıyor ki, ortaya nefis bir yapıt<br />

çıkıyor. Jarmusch filmografisinde bir klasik<br />

kabul edilen modern Amerika eleştirisi,<br />

yer yer sizi güldürecek.<br />

Broken Flowers (2005): Filmografisindeki<br />

diğer filmlerinden<br />

epey farklı olan, net diyaloglarıyla<br />

biraz ana akım sinemaya yaklaşan<br />

film yine de bir Jarmusch<br />

klasiği şüphesiz. Bill Murray’ın<br />

canlandırdığı Don Johnston karakteri<br />

sevgilisi tarafından terkedilir<br />

ve o gün aldığı bir mektupla<br />

hayatı bambaşka bir yöne doğru gitmeye<br />

başlar. Varlığından haberdar olmadığı<br />

oğlunu aramak için yollara düşer Don ve<br />

geçmişiyle hesaplaşır. Kamera tercihleri,<br />

mekanlar, caz müziği ve rüya tasvirleriyle<br />

yine özgün ve leziz bir filmle karşımızda<br />

Jarmusch. Film, 2005 Cannes Büyük Ödül<br />

(Grand Prix) sahibi olmuştu.<br />

Kontrol Limitleri (Limits of Control,<br />

2009): Ana karakter yalnız bir adam.<br />

Görüntü yönetmeni Christopher<br />

Doyle’un kusursuz kadrajlarının<br />

İspanya’da gezindiği bir hikayenin<br />

içinde bu adamın gizemli bir<br />

amacı var ve yolunda karşısına<br />

çıkan insanların da sayesinde<br />

hedefine ulaşıyor adamımız.


Sanata ve hayata dair bol bol diyaloga ve<br />

göndermelere sahip olan filmde Isaach de<br />

Bankolé, Tilda Swinton, John Hurt, Gael<br />

García Bernal gibi isimler var. İzleyiciyi<br />

zorlayıcı türden, farklı bir Jarmusch filmi.<br />

Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers<br />

Left Alive, 2013): Kişisel favori Jarmusch<br />

filmim. Bir post modern vampir<br />

aşkı hikayesi ama vampir filmi diye<br />

asla anlatılmamalı, kafalar karışmamalı.<br />

Müzik aşığı Adam ve edebiyat aşığı Eve<br />

yüzyıllardır birlikte olan iki vampir. Biri<br />

Detroit’te, biri Tanca’da. Adam<br />

yaşadıkları dönemden o kadar<br />

mutsuz ki, ölmek istiyor. İnsanlar<br />

artık zombileşmiştir ve dünyayı<br />

çekilmez bir hale getirmişlerdir.<br />

Böyle bir dünyada bu entelektüel<br />

birikimle daha fazla yaşayamaz<br />

Adam, tek mutluluğu ise Eve’in<br />

varlığıdır. Tilda Swinton ve Tom<br />

Hiddleston müthiş karizmatik bir çift<br />

olmuşlar. Filmin soundtrack’i ise fevkaladenin<br />

de fevkinde. Adam’ın evine gitmek ve<br />

o kadife kanepede oturup plak dinlemek<br />

isteyeceksiniz.<br />

Paterson (2016): Veee yönetmenin son<br />

filmi. Başrolde Paterson karakteri ile<br />

Adam Driver. New Jersey’de otobüs<br />

şoförü olan Paterson dünyanın en monoton<br />

hayatını yaşayan adamı.<br />

Laura ile evli. Şiirler yazan, ama<br />

iddiasız biri Paterson. Laura ise<br />

iddialı, sanata karşı aşırı ilgili ve<br />

kocasının iddialı bir şair olmasını<br />

istiyor. Paterson aslında çok<br />

duyarlı biri, çevresinde olup<br />

biteni takip eden, algıları açık<br />

bir adam, ama bir o kadar da<br />

tepkisiz, beklentisiz, donuk.<br />

Günlük hayatın içinde hepimizin<br />

yaşadığı detayları görüyoruz aslında,<br />

film yönetmenin ilk filmlerinden daha<br />

çok aşina olduğumuz, başlangıcı ve<br />

sonu, inişi, çıkışı olmayan, hayatın yalın<br />

kendiliğindenliğine ayna tutmak dışında<br />

bir hırs gütmeyen, sade bir yapım. Değerli<br />

mi, çok!


ÜÇ KÜÇÜK<br />

PEHLIVAN, ÜÇ<br />

KOCA YÜREK<br />

Genç Pehlivanlar filmi<br />

Antalya’da gösterildiğinde<br />

büyük alkış aldı. Amasya’da<br />

güreş merkezinde eğitim alan<br />

küçük pehlivanların hikayesi<br />

herkesin yüreğine dokundu.<br />

Biz de üç küçük pehlivan Muhammet<br />

Ceylan, Harun Kılıç<br />

ve Baran Kendirlioğlu ile<br />

hayatlarını konuştuk.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasında bazen kendine has filmler<br />

çıkıp bizi kendine aşık ediyor. Antalya Uulusal<br />

yarışmaya katılan Genç Pehlivanlar da işte<br />

böyle bir film. Genç Pehlivanlar, Antalya’da<br />

Behlül Dal Jüri Özel ödülünü ve En İyi Kurgu’yu<br />

aldı. Amasya’da güreş merkezinde eğitim<br />

alan ve yılın çogu vaktini ailelerinden uzakta<br />

hocaları ve arkadaşlarıyla geçiren bu yaşı<br />

küçük yüreği kocaman güreşçilerimizi tanıyalım<br />

istedik. Muhammet Ceylan, Harun Kılıç ve<br />

Baran Kendirlioğlu bizi kırmadı sorularımızı<br />

cevapladı. Arada da güreş tuttuk. İşte geleceğin<br />

şampiyonları...<br />

Muhammet, filmde çok fazla gördüm seni.<br />

Anladığım kadarıyla filmin dramatik yapısı<br />

senin üzerine kurulmuş. O kameralar<br />

geldiğinde rahatsızlık hissettin mi? Mesela<br />

ağladığın sahnelerde kamera varken rahatsız<br />

oldun mu?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Hayır zaten ka-<br />

BARAN<br />

KENDİRLİOĞLU<br />

mera yokmuş gibi, o bizim kendi hayatımız.<br />

Güreşirken de kamerayı unutuyoruz zaten<br />

direkt.<br />

Ne zaman başladın güreşe?<br />

MUHAMMET CEYLAN : 4 sene önce başladım.<br />

Nasıl başladın?<br />

Aslında şu anki Ramazan hocam beni<br />

çağırmıştı. O şekilde başladım ben.<br />

Nerden çağırmıştı?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Önceden aynı yerde<br />

oturuyorduk Suluova’da. Ramazan hoca da<br />

orada oturuyordu. Oradan gördü çağırdı.<br />

Kamplarınız nasıl oluyor? Yani anladığım<br />

kadarıyla sizi ailenizin yanından alıyorlar<br />

MUHAMMET CEYLAN : Okul zamanı ful<br />

ordayız. Bir ay, bir buçuk ay da eve gidiyoruz.


MUHAMMED<br />

CEYLAN<br />

HARUN<br />

KILIÇ<br />

Yazın bir ay evde duruyoruz, 15 gün kampa gidiyoruz,<br />

sonra yeniden bir ay evde durup yeniden<br />

15 gün kampa gidiyoruz. Zaten tatil bitiyor.<br />

Filmi seyrettin mi?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Hayır.<br />

Seyredecek misin?<br />

MUHAMMET CEYLAN : İnşallah.<br />

Hayatından beklentin nedir?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Şu anlık dünya<br />

şampiyonu olmak istiyorum.<br />

Okul ne durumda?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Takdirle geçtim.<br />

Aferin sana. Hocalar nasıl karşılıyorlar bu<br />

durumları?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Bizden çok onlar ilgileniyor<br />

zaten okulla. Hocalar ayarlıyorlar<br />

akşamları ders veriyorlar. Psikolog getiriyorlar.<br />

Psikologla konuşuyoruz annenizi babanızı özlediniz<br />

mi diyorlar.<br />

Sinemayı sever misin?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Güzel film oldukça gidiyorum.<br />

Amasya’dan çıkıp Türkiye’nin başka yerlerine<br />

gittin mi hiç?<br />

MUHAMMET CEYLAN : İstanbul’a gittim, Ankaraya<br />

gittim…<br />

Güreş yüzünden mi gittin?<br />

MUHAMMET CEYLAN ::Güreş yüzünden gittiğim<br />

yerler Artvin, Kayseri, Sivas, Çorum…<br />

Bütün Türkiye’yi dolaştınız yani.<br />

MUHAMMET CEYLAN : Sayılır.<br />

Harun güreşe nasıl başladın?


HARUN KILIÇ : İlk kez babam söyledi, antremanlar<br />

varmış gitmek ister misin diye. Ben<br />

de gittim. Sonra babam 1-2 haftaya bırakırım<br />

sanıyormuş ama bırakmadım. Daha sonrasında<br />

orada seçmeler vardı güreş eğitimine girmek<br />

için. Girdim, kazandım. Sonra da eğitime<br />

başladım işte.<br />

Peki, ailenden ayrılmak biraz zor olmadı mı?<br />

HARUN KILIÇ : Zaten ilk geldiğimizde o kadar<br />

fazla durmuyorduk eğitimde, 2 haftada bir ailemizin<br />

yanına gidiyorduk. Daha sonra da alıştık.<br />

Anladım, demin arkadaşına da sorduğum<br />

gibi, kameralar varken kendini rahatsız hissettin<br />

mi? O bütün anını kaydediyor.<br />

HARUN KILIÇ : Zaten kameralar varken bir tane<br />

güreşe gittik. Onda da yendim.<br />

Peki antreman zamanlarında?<br />

HARUN KILIÇ : Kamera ilk geldiğinde biraz<br />

sıkıntı yaşadık ama sonrasında kamera<br />

olduğunu unuttuk zaten. Pek sıkıntı olmadı.<br />

Peki hocaların size karşı davranışlarında<br />

değişiklik oldu mu?<br />

HARUN KILIÇ : Oldu. Yani biraz oldu.<br />

Daha mı iyi davrandılar kamera varken?<br />

HARUN KILIÇ : Yani biraz. Aslında normalde de<br />

çok iyi davranıyorlar ama. Kamera varken de iyi<br />

davrandılar. Tam öyle de değil işte.<br />

Peki senin amacın, hedefin ne?<br />

HARUN KILIÇ : İleride Avrupa Güreş Olimpiyat<br />

şampiyonu olmak. Taha Akgül şampiyon<br />

olmuştu ben de onun gibi bir şampiyon olmak<br />

istiyorum.<br />

Aferin sana. Peki hiç yurtdışında güreş<br />

attınız mı? Yurdişindaki çocuklarla falan?<br />

HARUN KILIÇ : Yurtdışında uluslararasına gittim<br />

ben geçen sene. Orada 17 tane ülke falan<br />

geldi. Doktor raporuyla girmiştim diğerlerine<br />

göre küçüktü yaşım. Orada Rus rakibime<br />

yenilmiştim.<br />

İlk maçın mıydı?<br />

HARUN KILIÇ : Aynen ilk maçımdı.<br />

Peki yenilince direkt elendin mi?<br />

HARUN KILIÇ : Evet. Zaten doktor raporuyla<br />

gittim normalde yaşım onlardan küçüktü.<br />

Yılmak yok.<br />

HARUN KILIÇ : Aynen.<br />

Sen de kendini tanıt bakalım.<br />

BARAN KENDİRLİOĞLU: Adım Baran, soyadım<br />

Kendirlioğlu.<br />

Aileni özledin mi buraya geldiğinde?<br />

BARAN KENDİRLİOĞLU: Yani tabii ki, kim<br />

özlemez ki. İlk başlarda kaçıyorduk eve gitmek<br />

için. Hocalar tutuyordu. Daha sonrasında buranın<br />

güzelliklerini görünce alıştık.<br />

Peki deden senin güreşlerini seyrediyor mu?<br />

BARAN KENDİRLİOĞLU: Mesela bizim bir<br />

güreşimiz olunca onlar da geliyorlar seyrediyorlar.<br />

Öyle yani.<br />

Peki heyecanlanıyor musun onlar gelip izlediklerinde?<br />

BARAN KENDİRLİOĞLU: Oluyor az bir şey. Kim<br />

heyecanlanmaz ki zaten.<br />

Peki kilolarınız nasıl? Sen mesela yaşına<br />

göre daha kilolusun. Kendinden büyüklerle<br />

güreşmek zor olmuyor mu?<br />

BARAN KENDİRLİOĞLU: Yani aslında olmaması<br />

lazım ama bazen yaş küçültenler oluyor. Gideyim<br />

derece yapayım ne olursa olsun diyenler oluyor.


Bundan sonrasında peki ne düşünüyorsun?<br />

BARAN KENDİRLİOĞLU: Çok çalışıp güzel bir<br />

yerlere gelmeyi, şampiyon olmayı istiyorum.<br />

Filmde seyrediyoruz sürekli antreman<br />

yapıyorsunuz. Sonuçta orada da<br />

güreşiyorsunuz. Rakiplerin de hep<br />

arkadaşların. Aranızda hiç kızgınlık oluyor<br />

mu?<br />

BARAN KENDİRLİOĞLU: Antremanlarda oluyor.<br />

Ama antreman bittikten sonra düzeliyor yine.<br />

MUHAMMET CEYLAN : Antremanlarda oluyor<br />

aynen. Sonuçta kendimiz için yapıyoruz bunu.<br />

Kendimizi zorluyoruz. Çalışıyoruz. Antremanlarda<br />

sıkıntı çıkıyor ama antremandan sonra yine<br />

kardeşiz.<br />

Peki üçünüze de sorsam, sinema mı? Güreş<br />

mi?<br />

HERKESİN CEVABI: Güreş.<br />

Niye?<br />

HARUN KILIÇ : Öyle başladım öyle bitireyim<br />

dedim.<br />

Peki ya sen? Sinemanın dünyası çok renklidir.<br />

Magazinler, kızlar mızlar.<br />

MUHAMMET CEYLAN : Öyle şeyler bize ters.<br />

Peki ya sen neden güreşi tercih ediyorsun?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Çünkü güreş bizim ata<br />

sporumuz. Sünnettir ayrıca. Ve de sinemayı<br />

sevmem.<br />

Neden sevmezsin?<br />

MUHAMMET CEYLAN : İzlerim ama sevmem.<br />

Neden bilmiyorum.<br />

Güreş kampında eksik olan yerler var mı sizin<br />

gördüğünüz?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Yani bizim çalışma<br />

alanımız tek minder. Siz de gördünüz. Biz bir<br />

tane daha minder istiyoruz.<br />

Peki hocalarınız?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Hocalarımızın biri<br />

zaten dünya şampiyonu. Diğeri Türkiye’nin en iyi<br />

klübünden çıkma. Diğerinin Türkiye içi çok büyük<br />

başarıları var.<br />

Peki senin eksik gördüğün şeyler neler?<br />

HARUN KILIÇ : Minderimiz çok küçük olduğu<br />

için bazen sakatlanmalar çıkıyor. Bir de<br />

antremanların sonlarına doğru minderler kayıyor.<br />

Aralarında boşluk oluşuyor. Bir de halatlarımız<br />

orta kısımlarından incelmeye başladı artık çeke<br />

çeke.<br />

Filmde görüyoruz sakatlanıyorsunuz. Mesela<br />

parmaklarınız şişiyor, dönüyor vesaire. Sağlık<br />

konusunda yeterli bir destek sağlanıyor mu?<br />

HARUN KILIÇ : Hocalarımız saolsunlar ilgileniyorlar<br />

bizimle.<br />

Hocalarınızı gördüm zaten orada her şeyi<br />

yapıyorlar size. Ama bir doktorunuz yok<br />

sanırım?<br />

HARUN KILIÇ : Yok, doktorumuz. Dokoru geçtik<br />

sağlık dolabımız bile yok.<br />

Sizden başka, Spor Bakanlığı’na bağlı başka<br />

güreş merkezleri var mı?<br />

HARUN KILIÇ : 33 tane olması lazım eğitim<br />

merkezi.<br />

Sen Amasyalısın ve Amasya’ya pehlivan<br />

diyarı denir.<br />

BARAN KENDİRLİOĞLU: Amasya’da güreş futboldan<br />

vesaire daha değerli görülür. Amasya’da<br />

ismin bir kere pehlivana çıktımı herkes seni tanır.<br />

Pehlivan, pehlivan, pehlivan diye çağırır herkes


seni.<br />

Peki sen Amasyalı eski pehlivanları biliyor musun?<br />

BARAN KENDİRLİOĞLU: Mahmut Demir var,<br />

Avrupa Dünya Olimpiyat şampiyonu. Ondan<br />

sonra Hamit Kaplan var.<br />

Kaç kardeşsin?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Benim 2 tane abim var.<br />

Özlüyor musun onları?<br />

MUHAMMET CEYLAN : Bazen özlemiyorum.<br />

Bazen annemle babamı da özlemiyorum. Yani<br />

özlüyorum da ağlayacak kadar değil. Ağlamayı<br />

da sevmiyorum zaten. Kaçmam da.<br />

Peki kardeşinin güreşle alakası var mı?<br />

MUHAMMET CEYLAN : O da yapacaktı da sonra<br />

bir gün gelip bıraktı. Kaleci o. Bir de defans.<br />

Peki sen kaç kardeşsin?<br />

HARUN KILIÇ : 3 kardeşiz. Bir abim bir de benden<br />

küçük erkek kardeşim var.<br />

Peki onlar ilgili mi güreşle?<br />

HARUN KILIÇ : Onlar güreşe gitmiyorlar ama<br />

küçük kardeşime hareketleri öğretiyorum ben.<br />

Senin peki kardeşin var mı?<br />

BARAN KENDİRLİOĞLU: Benden küçük erkek<br />

kardeşim var. Ama o daha iki buçuk yaşında.<br />

Yani şu an ailenin tek çocuğusun sayılır.<br />

BARAN KENDİRLİOĞLU: Ailemi özlemiyorum<br />

da, kardeşimi özlüyorum.


KAMERANIN<br />

YERİNE<br />

KALBİMLE<br />

KARAR VERİRİM<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

Asghar Farhadi,<br />

3. Antalya Film<br />

Formu<br />

kapsamındaki<br />

ustalık sınıfında<br />

kendi sinema<br />

yolunu anlattı.<br />

BELGESELCİ<br />

Ally Hakkında, Bir Ayrılık, Geçmiş<br />

filmleri ile tanıdığımız Oscar ödüllü<br />

Asghar Farhadi’ye 53. Antalya<br />

Film Festivali’nce “Yaşam Boyu Başarı<br />

Ödülü” verildi. 3. Antalya Film Forum<br />

kapsamındaki ustalık sınıfı ve son filmi<br />

“Satıcı” ile izleyenleriyle buluşan Farhadi,<br />

kendi sinema yolunu anlattı.<br />

Antalya Film Forumu katılımcıları<br />

olarak aynı otelde kaldığımızdan<br />

sabah kahvaltıları da ayrı bir buluşma<br />

noktasıydı. Ustalık sınıfının ardından<br />

kahvaltıda kısacık bir sohbet imkânı<br />

buldum usta yönetmenle ve sordum:<br />

“Senaristlik mi, yönetmenlik mi ağır<br />

basıyor?” Gülümsedi ve “önce senaristim<br />

sonra yönetmenim. Yazarken tek<br />

başımayım, anlatmak istediğim hikâyeyi,<br />

enerjimi kâğıda döküyorum” şeklinde<br />

yanıtladı. O’da bana, söyleşisindeki<br />

tercümenin nasıl olduğunu sordu. Benim<br />

için iyiydi. Çünkü ben Farsça’dan<br />

Türkçe’ye çevirisini dinlemiştim. Diğer<br />

konuklar içinse Farsça’dan İngilizce’ye<br />

çevri vardı. Konuşmasından sonra bazı<br />

gençlerin “bize çok önemli sırlar verdiniz”<br />

diyerek kendisini şaşırttığını belirtti ve<br />

kimseye herhangi bir ‘sır’ vermediğinin<br />

altını çizdi. “Sanırım verdiğiniz ipuçları<br />

İngilizce ‘secret’ yani ‘sır’ olarak<br />

çevrilmiş olabilir ya da gençler böyle<br />

anlamış ve ifade etmiş olabilir” dedim.<br />

Oysa konuşmasına: “Burada kişisel<br />

deneyimlerimi paylaşacağım. Bana göre<br />

her sinemacının kendi yolu vardır. Söylediklerim<br />

mutlak değildir. Bunları kabul<br />

etmek zorunda değilsiniz” sözleriyle<br />

başlamıştı.<br />

Ustalık sınıfından izlenimlerim ve<br />

notlarıma gelince:<br />

İngilizce bildiği, salonda spontane tercüme<br />

olduğu halde yanında çevirmeni ile<br />

sahneye çıkması ve cümle cümle çeviri<br />

tercih etmesi önemli bir duruş ve duyuş<br />

örneği bana göre. Böylece hem ana dilinde<br />

kendini daha iyi ifade etme şansını<br />

kullanmış hem de dinleyicileriyle bir<br />

başka dilin, tınısını, tonunu, zenginliğini<br />

paylaşmıştı. Farsça ve Türkçe arasında


pek çok benzer kelime olması benim açımdan<br />

takibi kolaylaştırıyordu. Bu arada empati olarak<br />

çevrilen “hemdert” kelimesi çok hoşuma gitti.<br />

Ben de kullanacağım sanırım. Belgeselci olarak<br />

Farhadi’nin filmlerinde gerçeklikle kurduğu ilişki ve<br />

gerçeklikten ne anladığı meselesi ilgimi çekti.<br />

Filmlerimdeki gerçeklik<br />

Bazılarınızı filmlerimdeki drama ve hikâye,<br />

bazılarınızı ise gerçeklik cezbediyor olabilir. Mesela<br />

Hitchcock filmleri sağlam bir drama üzerine kurulur.<br />

Ya da çok gerçekçi olan, belgesele yaklaşan<br />

filmler ilginizi çekiyordur, Kiarostami filmleri gibi.<br />

Benim için en çekici taraf şu: Ben drama üzerine<br />

anlatılan filmleri izlediğimde o karakterlerin gündelik<br />

hayatlarını merak etmeye başlarım. Tam<br />

tersine çok gerçekçi, belgesele yaklaşan filmler<br />

izlediğimde ise onların bir dramı olsun isterim.<br />

Yani ikisini birlikte görmek isterim. Aslında ben<br />

filmlerimde bu ikisini birleştirmeye çalıştım.<br />

Gerçekliğe neden önem veriyoruz? Gerçeklik<br />

nedir? Acaba bizim gündelik hayatımız mı?<br />

Gündelik hayat çekici mi? Bir sürü tekrardan<br />

oluşuyor bence hayat. Peki öyleyse biz neden<br />

gerçekliğe bu kadar önem veriyoruz. Size bir<br />

misal vereyim, gerçekliğin ne kadar katmanlı<br />

olduğuna dair.


Bir arkadaşınızla çay içmeye gidiyorsunuz. O<br />

daha erken gitmiş, siz gecikmişsiniz. Gelince<br />

size soruyor: “Susadın mı?” Birden diyor ki: “Gel<br />

yerimizi değiştirelim, güneş beni rahatsız ediyor.”<br />

Size yola çıkmaktan, başka yerlere gitmekten<br />

bahsediyor. Gündelik konuşmalar geçiyor<br />

aranızda. Bunlar bizim gündelik hayatlarımızın<br />

gerçekleri, sinemaya dönüşecek bir sahne<br />

değil gibi. Ama bir sonraki gün o arkadaşınızın<br />

öldüğünü düşünün. İşte o zaman, dersiniz ki, “bir<br />

gün önce hep yolculuktan, susuzluktan, güneşin<br />

kendi rahatsız etmesinden bahsediyordu.” Bütün<br />

algı değişir. İşte bu gerçekliktir. Gerçeklikte<br />

bir sürü böyle işaret var ve biz bunların önemi<br />

olmadığını düşünüyoruz. Ben bunları önemsiyorum.<br />

Karakterlerime öyle bir yaklaşıyorum ki<br />

insanlar gündelik ve geniş hayatlarını merak<br />

ediyorlar.<br />

Filmlerinde sıklıkla kullandığı semboller ve<br />

işaretler<br />

Bir sembol, bir de işaret kelimesi vardır. Sembolün<br />

arkasında bir anlam vardır. Örneğin beyaz<br />

güvercin pek çok kültürlerde “özgürlük” anlamını<br />

taşır. Semboller hep anlaşma ile yapılmıştır.<br />

Ayrı kültürlerde ayrı anlamlar taşır. Sarı rengi<br />

benim kültürümde “şüphe” anlamına gelir. Taziye<br />

adındaki oyunumuzda şüphe içindeki karakterler<br />

hep sarı giyer.Filmlerimde evlerin rengi genellikle<br />

sarıdır, içinde sarı çok vardır. Çin’de başka bir<br />

anlama gelir sarı. Bu sembol kullanımları aslında<br />

sınırlamalardan ve sansürden çıkıyor.<br />

İşarete gelince, filmin içinde bir işaret<br />

gördüğümüzde bu gerçeklikten kopuk değildir<br />

aslında. Bu işaretleri filmin bütününde yan yana<br />

koyduğumuzda bir bütün-anlam teşkil eder.<br />

Örneğin bizi bir şehirden başka bir şehre götüren<br />

yol işaretleri. Tek tek bizi bir yere götürmüyorlar.<br />

Şehir işaretlerinin bütününe bakarak yolumuzu<br />

buluyoruz.<br />

Buluştuğunuz arkadaşınızın sözleri tek tek bir<br />

işaret hissi vermeyebilir. Ama bir gün sonra<br />

öldüğünü öğrendiğinizde, bütün bu konuşmaları<br />

yan yana getirdiğinizde ölüme işaret gibidir.<br />

Ben de filmlerimde hayata ve gerçeklere böyle<br />

yaklaştım. Senaryolarımda bütün bu işaretlerin<br />

uyumlu bir şekilde ilerlemesine dikkat ederim.<br />

Yazdığım senaryoya önce sadece gerçeklik<br />

içinde bakıyorum. Sonra, bu gerçeklikleri<br />

birbirine bağlayacak işaretleri senaryonun<br />

içine yerleştiriyorum. Bu işaretleri koyarken, bu<br />

filmleri dünyanın neresinde, kim izler diye hiç<br />

düşünmüyorum. Yazarken tek düşündüğüm gerçeklikten<br />

uzak olmaması.<br />

Bir filmi yaparken, seyircinin yönetmenle aynı<br />

işaret yorumlamasına ulaşmasını bekleyemeyiz.<br />

Her seyirci farklı okuyabilir. Önemli olan seyircinin<br />

bu yola girmesi, bu işaretleri takip edip<br />

yorumlaması. Seyirciye ders veren, kendi bakış<br />

açısını empoze eden bir yönetmen değilim.<br />

Seyircinin beyazperdeyle kurduğu bağ<br />

Günümüzün sinema seyircisi, yönetmenle “göz<br />

seviyesinde” bir ilişki kuruyor. Zaten günümüzün<br />

yönetmeni, sinemanın başlangıç yıllarının tersine<br />

“ders vermek” amacıyla film yapmıyor.<br />

Farklı izleyiciler farklı perspektiflerden izlemek<br />

isteyebilir bir filmi. Kimi sosyolojik, kimi siyasal,<br />

kimi etik açıdan. Seyirci özgürdür istediği


gibi izler filmi. Bütün bakışların doğuş yeri<br />

hayattır. Kendi hayatımızda birkaç perspektifi<br />

bulundurursak o zaman hayatı anlamaya<br />

çalışabiliriz.<br />

Bir film bizi ya üzer, ya sevindirir, ya da her ikisini<br />

birden yapar. Ama eğer bu kadarla kalırsa<br />

filmi unutursunuz. Eğer bu üzüntü ve sevinç<br />

düşünceye dönüşürse film kalıcı olur. Benim<br />

bulduğum yol filmin sonunda soru işaretleri<br />

bırakmak. Soru işaretleri sizi düşünmeye iter.<br />

Günümüzde filmler farklı ortamlarda seyrediliyor.<br />

Benim isteğim, sinema perdesinde ve<br />

toplu bir şekilde izlenmesi. Bunun enerjisi<br />

başka. Sinemada izlemek bir toplu ayin gibidir.<br />

Ama teknolojik değişimin önüne geçemeyiz.<br />

Biz yaşadıkça sinema salonları kalır. Biz öldükten<br />

sonrasını bilemeyiz.<br />

Anadilinizde yaptığınız filmler kalptendir<br />

Kültürel olarak edebiyat ve şiirden geliyorum.<br />

Mevlana, Hafız, Sadi bunların söyledikleri çok<br />

katmanlıdır. Bir yönetmen kendi ülkesinde yaptığı<br />

filmleri bütün kalbiyle yapar. Ama başka bir ülkede<br />

film yapmaya başladığında zekâ da giriyor devreye.<br />

Başka kültürlerde film yapmanın farkıdır bu.<br />

Bazı izleyiciler daha çok duygu ister ama bazılar da<br />

mantığı arar daha çok. Ben her iki seyirci kitlesini<br />

de gördüm ve yaşadım. Peki, neden başka ülkelerde<br />

film yapıyorum? Daha global olmak için değil.<br />

Aslında global olmak için daha yerel olmak lazım.<br />

Ben sadece yeni tecrübeler olsun diye yapıyorum.<br />

Risk almak istiyorum.<br />

Hikâye ipten bir askıdır<br />

Bazıları filmlerimin açık bir sonu olduğunu düşünür.<br />

Benim filmlerimin iki başlangıcı ve bir sonu<br />

vardır. Son denilen şey, insanların kaderlerinin<br />

değişmesidir. İki başlangıç nedir? Biri filmin ilk<br />

dakikalarında gördüğümüz başlangıç. Diğeri de<br />

filmin sonunda gördüğümüz başlangıç. Bu açık bir<br />

son değildir. Filmin sonunda filmin yeniden zihninizde<br />

başladığı andır.<br />

Hikâye çizgisi ipten bir askıdır. Bu ipin bir ucunu<br />

bir duvara, diğer ucunu öbür duvara bağlar ve<br />

üstüne elbiseleri asarız. Bu ipin başı ve sonu bir<br />

noktaya tutturulmazsa elbiseleri asamayız. Hikâyenizi<br />

yazarken kafanızda bir son olsun ve o sona<br />

doğru ilerleyin. Belki bu gerçekten kullanacağınız<br />

son değildir. Belki değiştireceksiniz ama kalemi her<br />

elinize aldığınızda bu sonu düşünün. Son olmadan<br />

bir senaryo yazamayız, hikâyeyi bir yere doğru<br />

ilerletemeyiz.<br />

Yazmak isteyenlere bir önerim var. Anlatmak<br />

istediğiniz hikayeyi çevrenizdekilere üç satırda<br />

anlatabilin. Ve filmin başı-ortsı-sonu bu üç cümlede<br />

olsun. Yazmaya başlayıpta “sonu ne olacak bilmiyorum”<br />

diyemezsiniz.<br />

Filmlerimde olaylara/ durumlara ve karakterlere<br />

anlatıcı mesafesiyle yaklaşırım. Mezar taşıma bir<br />

şey yazılacaksa, karakterlerime mesafe konusunda<br />

yazılmalı. Bu mesafeyi hiç kaybetmedim. Peki<br />

nasıl? Ben bütün karakterlerime zaman veriyorum<br />

ve onların kendilerini müdafaa etmelerine alan<br />

tanıyorum. Bütün film boyunca yanlış davranmış<br />

bir karakterim olabilir. Ama yönetmen olarak ona<br />

zaman vermeniz gerekir. Bütün karakterlere eşit<br />

fırsat vermelisiniz. Benim eşit mesafe dediğim şey<br />

o fırsattır. Karakterlerimize, onlarla empati kuracak<br />

kadar zaman tanımalıyız.<br />

Benim yapmış olduğum bütün filmlerde bütün


karakterlerimle, hem dert olunur, empati kurulur.<br />

Bu benim ilkem. Eğer siz karakterleri iyi ve kötü<br />

diye ayırırsanız seyircinin zihnine güvenmemiş<br />

olursunuz. Yönetmen olarak seyirciyi<br />

sınırlayamazsanız,iyiyle kötü arasındaki savaştan<br />

ziyade bir nokta yaratırsınız. “İyi ile iyi arasındaki<br />

savaşı kim kazanacak?” der seyirci.<br />

Kameranın yeri<br />

Kameranın yeri provalarda ortaya çıkıyor. Hiç<br />

kamera düşünmeden provaları izliyorum. Yürüyorum,<br />

oturuyorum, yaklaşıyorum, uzaklaşıyorum<br />

farklı farklı yerlerden bakıyorum. Bu esnada<br />

ayaklarımın altına boya sürseniz, en fazla boya<br />

izi nerede kalıyorsa kamerayı koyacağım yer<br />

orası olurdu. Kendinize güvenin ve provayı<br />

nereden seyrettiğinize bakın ve kamerayı oraya<br />

koyun. Kameranın duracağı yere kalbimle karar<br />

veririm. Bu bir anlamda bilinçaltı, kameranın<br />

duracağı yeri kalbim belirliyor.<br />

Normal gözümüzle bakışımız o kadar hareketli<br />

değil. Biz hareket ederken ise dolly gibi hareket<br />

eden bir sistem var gözümüzde. Hareketli<br />

kameranın hayatımızdaki karşılığı önemli.<br />

Savaşları ve savaşları anlatan belgeselleri<br />

izlemeye başlamamızla, hareketli kameranın<br />

gerçekliğine inanmaya başladık. Kamera ne zaman<br />

titrese, onun gerçek olduğuna inanıyoruz.<br />

Oysa gerçeklikte gözümüz daha çok dolly<br />

hareketi gibi bir görüntü sunuyor bize.<br />

Bana göre seyirci kamera ve yönetmeni hissetmemeli.<br />

Filmle baş başa kalmalı. Batı<br />

sanatında sanatçı kendini göstermeye<br />

çalışır. Doğu sanatında ise sanatçı kaybolmaya<br />

çalışır, gizler kendini. Batı sanatındaki<br />

bir eseri değerlendirirken, yapan kişiden ayrı<br />

düşünemezsiniz. Sanatçı o eser ile aranıza girer.<br />

Doğu’da böyle değildir. Sanatçı aradan çıkar. Sizi<br />

eserle baş başa bırakır.<br />

Filmlerinde düşük dozda gerilim vererek seyirciyi<br />

bir çıkmaza sürükleyen, kimin masum, kimin<br />

suçlu olduğunu kişinin kendi vicdanına bırakan,<br />

karakterlerin her birini, kendilerini olayın merkezine<br />

koymadan en küçük detaylarına kadar<br />

işleyen usta yönetmen Asghar Farhadi hem<br />

ustalık sınıfındaki paylaşımları hem de son filmi<br />

Satıcı ile bir kez daha beni yüksek dozda etkiledi.


GERÇEK OLAMAYACAK<br />

KADAR GÜZEL<br />

FELLİNİ VE SİNEMASI


Fellini, müthiş bir<br />

öykücüdür. Kendi anılarını<br />

(ve tabii ki denk düşen<br />

bizlerinkini) muhteşem<br />

bir anlatımla beyaz<br />

perdeye aktarır...<br />

ONUR KIRŞAVOĞLU<br />

n Fellini, müthiş bir<br />

öykücüdür. Kendi<br />

anılarını (ve tabii ki<br />

denk düşen bizlerinkini)<br />

muhteşem<br />

bir anlatımla beyaz<br />

perdeye aktarır. Bu<br />

sebeple kişisel öykü<br />

anlatımı konusunda çığır açtığını ve<br />

ardından gelen birçok yönetmene yol<br />

gösterdiğini söyleyebiliriz. Bunu yaparken<br />

kullandığı düşsel, gerçeküstü üslup ise<br />

o kadar muhteşemdir ki, hiç bir şekilde<br />

göze batmaz ve gerçekliği de neredeyse<br />

hiç sarsmaz. Bazen, gördüğümüz rüyaları<br />

tamamen hatırlayıp filme çekebilmeyi<br />

isteriz ya, yapabilseydik eğer, kesinlikle<br />

Fellini filmleri tadında bir şeyler<br />

olurlardı. Zaten ustanın filmlerinin çoğu<br />

da kendi anılarından ve düşlerinden<br />

oluşuyor. Çocukluğundan başlayarak<br />

kendi hikayesini perdeye aktarır. Bütün<br />

bu fantezi ve düşlere rağmen o kadar<br />

gerçektir ki anlatılanlar, ustanın “anıların<br />

sinemacısı” olarak da anılmasını sağlar.<br />

Onun hayatı için özgürlüğü, baskıyı ve<br />

kurtuluşu simgeleyen, sirk, kilise ve<br />

deniz ise hemen her filminde karşımıza<br />

mutlaka çıkar. Bu kişisel sinemasının en<br />

büyük göstergelerinden biridir ve oldukça<br />

da “gerçek” tir. Bir gün bindiği bir<br />

taksinin şoförü ustaya; “ Neden bizim de<br />

anlayacağımız filmler çekmiyorsun?” der.<br />

Usta ise; “ Ben filmlerimde zaten gerçeği<br />

anlatıyorum ve gerçek, asla basit bir şey<br />

değildir” diye cevaplar.<br />

Fellini sinemasını fazla apolitik bulanlar<br />

mevcut. Faşizm dönemi ve sonrası<br />

gelişimini tamamladığı için, o zamanlarla<br />

igili en azından 1-2 kelam etmesi yönünde<br />

bir beklenti hep vardı izleyicide ama<br />

Fellini, kendi deyimiyle adeta kaçmayı<br />

tercih etti. Gerçeğin ve düşün, bu kadar<br />

muhteşem ve saf harmanlanmasının içine<br />

belki de politika denen pisliği katmak<br />

istememiştir. Tabi bütün bunlara rağmen,<br />

Amarcord gibi oldukça sosyo-politik ve<br />

faşistleri epey kızdıran bir başyapıta da<br />

imzasını atmıştır. Çocukluktaki ve üniversite<br />

yıllarındaki deneyimleri, ilkleri,<br />

Roma’ya olan aşkı ve tercihleri özellikle<br />

bu filmde muhteşem bir şekilde<br />

yansıtılmıştır.<br />

Fellini sineması ile tanışamayanlar için<br />

hem üzgün, hem de oldukça mutluyum.<br />

Hala bir Fellini filmi izlemeyen birisinin,<br />

bundan sonra da izlememe ihtimali kabul<br />

edilebilir bir şey değil. Bir insan<br />

belli bir yaşa gelmeden önce, kendi<br />

iyiliği için en az üç Fellini filmi izlemeli<br />

diye düşünüyorum. Düşleri, kurgusal<br />

bir yapıda ayağmıza kadar getiren bu<br />

büyük ustanın sinemasını herkes tadmalı.<br />

İlk defa izleyecekler ve zamanını çok<br />

kaçırmamış olanlar ise, muhteşem deneyimlerle<br />

karşı karşıyalar, ne mutlu onlara.<br />

EN İYİ 5 FELLINI FİLMİ<br />

Otto E Mezzo, 1963<br />

Büyük usta Fellini’nin kendi<br />

ifadesi ile 8 buçuk numaralı filmi,<br />

kariyerinin tam da ortasında kendini<br />

tamamen açığa vurduğu ve<br />

iç hesaplaşmalarını yansıttığı bir<br />

başyapıt. Film çekme sürecindeki<br />

bir yönetmenin kararsızlıkları,<br />

hayatını sorgulaması ve kadınlar<br />

ile olan imtihan gözler önüne seriliyor.<br />

Açık bir biçimde, hiç saklama gereği<br />

duymadan kendini ifşa eden Fellini,<br />

bunlara daha genel eril hezeyanları, dini<br />

bakış açılarını ve ahlaki yargıları da ekliyor<br />

ve ortaya muhteşem bir sanatsal bir


kriz çıkıyor. Bir başka ünlü yönetmen<br />

Spielberg’in “ Fellini’ye bu filmdeki Mastroianni<br />

karakterinin benim için ne kadar<br />

önemli bir model olduğunu, onunki gibi<br />

bir hayat yaşadığımı anlatmıştım” dediği,<br />

yani yaratıcı olan, ilham konusunda<br />

sıkıntı çekebilen her yönetmenden izler<br />

bulmanın kaçınılmaz olduğu bir sinema<br />

şöleni. Sinemayı sinema yapan en büyük<br />

unsur olan yönetmenleri daha iyi anlamak<br />

bu filmle birlikte artık çok daha kolay.<br />

Amarcord, 1<strong>97</strong>3<br />

Amarcord, Fellini’nin kendi<br />

çocukluk anılarından yola<br />

çıkarak, dehası ile birleştirip<br />

ortaya koyduğu bir otobiyografi.<br />

Hatta kendi deyimi ile yarı<br />

oto-biyografi. Doğup büyüdüğü<br />

yer olan Rimini’de hatırlıyorum<br />

anlamına gelen mi cordi/amacord<br />

kelimesinden esinlenerek,<br />

bütün kendini var eden anılarına gönderme<br />

yaparak ve geçmişini unutmayarak<br />

hikayesini oluşturur. Filmin ismini de<br />

tabii ki buradan hareketle Amarcord<br />

koyar. Titta silüetinde, kendi çocukluğuna<br />

yaptığı bu büyülü, bazen komik ve oldukça<br />

samimi yolculuk, izleyiciye de hem<br />

kendinden izler bulma hem de o atmosferi<br />

iliklerine kadar yaşama fırsatı verir.<br />

Fellini’nin bu en kişisel filmi, kesinlikle<br />

başyapıt seviyesinde ve hafızalardan asla<br />

kazınmayacak güzellikte.<br />

La Dolce Vita, 1960<br />

Büyük usta Fellini’nin en meşhur,<br />

en sükse yapan filmi La Dolce<br />

Vita’dır desek sanırım yanlış<br />

olmaz. Seveni kadar getirdiği<br />

eleştirilerden dolayı filme uzak<br />

duranı, hatta “skandal” olarak<br />

niteleyeni de epey mevcut. Bir<br />

dönem gazetecilik de yapan<br />

Fellini’nin kendi tecrübelerinden<br />

de esinlenerek ortaya çıkardığı bu<br />

başyapıt, her Fellini filminde olduğu<br />

gibi bol ihtişam, bol hiciv ve unutulmaz<br />

sahneler barındırıyor. Modern toplumun<br />

gösteriş merakı ve sıradanlaşması üzerine<br />

çok sert bir bakış açısına sahip olan La<br />

Dolce Vita, günümüzde çok daha anlamlı<br />

hale gelen karakter yaratımları ile de oldukça<br />

gerçekçi bir noktada duruyor. Fellini,<br />

insanoğluna yine tüm basitliğini, hiç lafı<br />

dolandırmadan anlatmayı başarıyor.<br />

Fellini’s Roma, 1<strong>97</strong>2<br />

Otobiyografi anlamına da gelen<br />

Fellini’s Roma, genç bir erkek<br />

olarak yoluluğuna Rimini’den<br />

başlayan Fellini ve din ile<br />

kadınlar ekseninden orta yaş<br />

hezeyanlarını yaşayan Fellini’ye<br />

kadar uzanan büyüleyici bir Roma<br />

portresi. Tabii tüm eleştirilerine<br />

devam ettiği, düşşsel anlar ile<br />

etkilemeyi başaran ve başka hiçbir yönetmenin<br />

yapamayacağı sahneler barındıran<br />

da bir şaheser. Toplumsal eleştirileri yine<br />

sert ortaya koyan ama kendini de işin<br />

içine dolaylı da olsa koyan büyük ustadan<br />

dönemin Roma şehrini daha iyi anlatabilen<br />

sanırım zor bulunur.<br />

Le Notti Di Cabiria, 1957<br />

Sinemanın gelmiş geçmiş en büyük<br />

ustalarından Fellini imzası taşıyan<br />

bir film Le Notti di Cabiria. Yeni<br />

Gerçekçilik akımına genelde<br />

uzak duran ve kendi gerçeküstü<br />

dünyasını yaratan Fellini’nin,<br />

başta La Strada olmak üzere yine<br />

de akıma dahil edilen birkaç filmi<br />

mevcut. İşte bu film onlardan biri<br />

konumunda. Fahişelik yapan,<br />

saf, oldukça insancıl ve hayatını<br />

değiştirecek gerçek aşkı arayan Cabiria’nın<br />

hayatına odaklanıyoruz hikayede. Onun<br />

umutları, hiçbir zaman bırakmadığı mücadelesi<br />

ve her olumsuzluğa karşı -bazen<br />

yıpransa bile- sonunda gülmeyi başardığı<br />

yüzü ile birlikte biz de bir melodram<br />

yolculuğuna çıkıyoruz. Akademi Ödülleri<br />

ve Cannes Film Festivali’nden de eli boş<br />

dönmeyen film, Fellini’nin en “gerçek”<br />

hikayelerinden biri olarak da sinema tarihindeki<br />

yerini alıyor.


KISA FİLME ARA<br />

VERMEYE HİÇ<br />

NIYETİM YOK!<br />

FIRAT SAYICI<br />

UZUN FİLMİN KISASI<br />

Metehan Şereflioğlu,<br />

2016 senesine<br />

damgasını vuran<br />

genç bir kısa filmci<br />

arkadaşımız. Çektiği<br />

“7 Santimetre” ile bir<br />

çok festivalden ödülle<br />

döndü.<br />

Metehan Şereflioğlu, 2016 senesine<br />

damgasını vuran genç bir<br />

kısa filmci arkadaşımız. Çektiği<br />

“7 Santimetre” ile bir çok festivalden<br />

ödülle döndü. Son olarak da Adana ve<br />

Antalya’dan en iyi kısa film ödülleriyle<br />

döndü. Bu sayıda sorularımı Metehan’a<br />

yönelttim...<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

1991 İstanbul doğumluyum. Dokuz Eylül<br />

Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi<br />

- Film Tasarım bölümü öğrencisiyim.<br />

Bugüne kadar birçok dizide reji<br />

asistanlığı yaptım. Çektiğim dört kısa<br />

filmim var.<br />

Senin için kısa filmin tanımı nedir?<br />

Sert bir tokat!<br />

Kısa filmi bir araç olarak mı görüyorsun?<br />

Yoksa söz gelişi bir 10 yıl<br />

sonra da, kısa filmler, belgeseller<br />

çekeceğim diyor musun?<br />

Araçtan kastın, uzun metraja giden bir<br />

basamaksa öyle düşünmüyorum. İkisi<br />

de çok ayrı bir yerde duruyor. Tabii ki<br />

de uzun metraj çekmek istiyorum ama<br />

kısa filme ara vermeye de hiç niyetim<br />

yok. 4 senede 4 kısa film çektim. Yeni<br />

kısanın çekimleri 2017 Şubat ayında<br />

başlayacak.<br />

“7 Santimetre”den ve onu çekme<br />

nedenlerinden bahseder misin?<br />

7 Santimetre, Türkiye’nin geleneksel<br />

ahlak yapısını eleştiren bir film... Lise<br />

yıllarımda muhafazakar bir semtteydim.<br />

Büyüdükçe ve yıllar geçtikçe yaşadığın<br />

toplumun zihniyetini daha iyi kavrayabiliyorsun.<br />

Beni rahatsız eden bir şeyler<br />

vardı ve sabırsızca bunu filmle anlatmak<br />

istedim. Eğer bu filmi çekmeseydim<br />

kendi içimde çelişecektim.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa<br />

filme ne gibi katkıları olabilir? Neler<br />

götürür?<br />

Teknolojinin hızla gelişimi, eskiye göre<br />

pahalı olanı ucuz ve ulaşılabilir yaptı.<br />

Kısa filmin teknik ve görsel gücüne<br />

katkısı büyük ama bu tehlikeli bir çizgi<br />

çünkü içi boş güzel görüntülerin hiçbir


anlamı yok. Teknolojiyi iyi kullanırsan hikayene<br />

muazzam bir güç katar ama iyi bir<br />

senaryon olmadan film çekmeye kalkışırsan<br />

teknoloji seni kurtaramaz. Her ne kadar bu<br />

tarz filmlerin sayısı artmış olsa da teknolojiyle<br />

paralel olarak iyi filmlerin de sayısı arttı.<br />

Çok güzel kısa filmler çekiliyor. Ben teknolojinin<br />

bu gelişiminden memnunum.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli<br />

ve yabancı yönetmenler kimler? Hangi<br />

oyuncularla çalışmak isterdin?<br />

Aklıma ilk gelenler, Türkiye’den Reha Erdem<br />

sineması benim için ayrı bir yer taşır. Emin<br />

Alper ve Tolga Karaçelik sineması da ilgimi<br />

çekiyor. Yabancı olarak Ingmar Bergman,<br />

Dardenne Brothers, Sofia Coppola, Coen<br />

Brothers ve Alejandro Gonzalez Innaritu’nun<br />

sinemasını severim. Aynı jenerasyon<br />

olduğum için Xavier Dolan<br />

sinemasını da hayranlık ve ilgiyle<br />

takip ediyorum. Özel olarak çalışmak<br />

istediğim bir oyuncu yok.<br />

Türkiye’deki film festivalleri ve<br />

kısa filmcilere yaklaşımları konusunda<br />

neler söylemek istersin?<br />

Birkaç festival dışında hayal<br />

kırıklığı... Her şeyden önce kısa<br />

metraj film çeken yönetmenle uzun<br />

metraj film çeken yönetmen arasında<br />

nasıl farklı bir değer yargısı olabilir?<br />

Festivalde filmi yarışan ve gösterilen<br />

her yönetmen sanatçıdır. Fakat<br />

bunu çoğu festivalde göremiyoruz.<br />

Konaklamasından, gösterimine,<br />

gösterim salonundan, seyircisine<br />

kadar bariz bir ayrımcılık var. Bütün<br />

kısacılara sorun. Hangisi çıkıp bütün<br />

festivallerin bize yaklaşımı harika<br />

diyecek? Artık bu ülkede kısa filme<br />

değer verilmeli.<br />

Gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Yeni projelerin neler?<br />

Büyük bir aksilik olmazsa, 2017<br />

Şubat’ında yeni kısa filmimin çekimlerine<br />

başlayacağım. Filmi bitirdikten<br />

sonra ilk uzun metraj için çalışmalara<br />

başlayacağız


BURASI ANTALYA,<br />

CANNES DEĞIL<br />

Antalya Film Festivali,<br />

ardında soru işaretleri<br />

bırakarak tamamlandı. Son<br />

festivalin konsepti Türk<br />

sineması açısından geleceğe<br />

dair kuşkuları da<br />

beraberinde getiriyor.<br />

n 53. Antalya Film Festivali sona erdi<br />

ama sinemamıza etkisi ne oldu, bunu biraz<br />

konuşmalıyız. Çünkü Antalya, Türk<br />

sinemasının genel durumunun en iyi analiz<br />

edilebileceği etkinliktir...<br />

Antalya’yı değerlendirmeden önce festivallerin<br />

Türk sineması için ne kadar önemli<br />

olduğunu belirtmeliyiz. Hatta hiç bir ülke<br />

sineması için festivaller bizdeki kadar<br />

önem arz etmez. Çünkü bizim sinemamızın<br />

2000 sonrasında yapılanması festivalsanat<br />

filmi üzerine yoğunlaşmıştır. Bu<br />

anlamda genel izleyicinin ilgisinin bu<br />

sinemaya yaklaşımı da ortadadır. Son<br />

dönemde bu tür sinemayla var olan<br />

ülke sinemasının tüketildiği asıl<br />

yer de festivaller olmakta. Kısacası<br />

sinemanın yeni damarı, festivaller<br />

olmasa kurur. Hiç bir ülke böyle bir<br />

darboğazda değil. Onun için festivalleri<br />

dikkatle değerlendirmeli ve nereye<br />

doğru evrildiğini belirlemeliyiz.<br />

Tarihi ve geleneği ile Uluslararası<br />

Antalya Film Festivali, İstanbul Film<br />

Festivali’nden sonra en önemli festivaldir.<br />

Antalya’nın attığı her geri adım<br />

sinemamıza yansıyacaktır. Antalya<br />

Belediye Başkanı Menderes Türel’in<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

ilk döneminde festival altın<br />

günlerini yaşamıştır. Dünyaca ünlü yıldızların<br />

gelmesi, Yeşilçam ünlülerinin festivalde konuk<br />

edilmesi, elit yönetmenlerimizin filmlerinin<br />

yurt içi prömiyerinin festivalde yapılması ve<br />

bu sacayağının hiç bir ayağının bir diğerinden<br />

kısa kalmaması festivalin dirilişinin sebebiydi.<br />

Daha sonra ise belediye seçimleri yüzünden<br />

yönetim değişti. CHP’li belediye başkanı<br />

Mustafa Akaydın ve komitesi festivali başka<br />

bir hale soktu. Antalya’nın sanki tek etkisi<br />

Antalyalı sinemaseverlere seslenmesiymiş gibi<br />

bir yanlış saptama yapıp festivali yerelleşme<br />

yoluna soktular. Ulusal sinemamızın merkezinde<br />

yer alan festival küçülüp ilk yönetmenlerin<br />

filmlerini sergilediği ikinci sınıf bir festivale<br />

dönüştü. Belediye seçimlerinde tekrar<br />

Menderes Türel seçilince vizyonuyla festivali<br />

tekrar ayağa kaldırmak için kolları sıvadı.<br />

Türel bir komiteyle yola çıktı. Ama ne olduysa<br />

bu komite ilk dönemin stratejisi yerine başka<br />

bir yol seçti. Bu sefer de festival Türkiye ile<br />

ilişkilerini zayıflatan bir strateji belirledi. Şimdi<br />

bu söylediğim cümle hem festival komitesi<br />

hem de bazı sinemacılar tarafından tepki-


yle karşılanacak. Onun için bunu biraz açmalıyız.<br />

Öncelikle ulusal yarışmada verilen para ödülü<br />

azaltıldı, yıllar içinde de kaldırılması planlanıyor.<br />

Halbuki biliyoruz ki festival filmlerini üretenler<br />

için bu ödüller çok önemli. Adana Film Festivali,<br />

Malatya, Edirne ve daha birçok festival ellerinden<br />

geldiği kadar bu ödülleri artırma çabasında. Doğal<br />

olarak birçok yönetmen başka festivalleri tercih<br />

etme aşamasına geldi. Yönetim prömiyer şartını<br />

kaldırarak başka festivallere de giren ve En İyi<br />

Film Ödülünü almamış bütün filmlere kapısını açtı.<br />

Böylece Antalya’nın Türk sineması için ifade ettiği<br />

bazı değerler törpülendi. Mesela daha önceleri<br />

Antalya’ya gittiğimizde 10-15 adet hiç bir yerde<br />

görmediğimiz filmi seyredip sinemamızın geneli<br />

için bir çıkarımda bulunabiliyorduk. Bu yıl ise daha<br />

önce bir festivale katılmamış üç film vardı. Diğer<br />

filmlerin yarısını İstanbul Film Festivali’nde geri<br />

kalanları ise Adana’da seyretmiştik. Hatta bir tanesi<br />

vizyona bile girmişti. Peki niye bir festival böyle<br />

kendine zarar veren bir uygulama yapar? Festivalin<br />

bir diğer dikkat çeken yönüyse ulusal yarışmada<br />

yer alan Toz ve Tereddüt filmlerinin aynı zamanda<br />

uluslararası yarışmaya da katılmalarıydı. Üstelik<br />

ödüller açıklandığında uluslararası yarışmada<br />

Tereddüt’ün bütün ödülleri topladığını gördük.<br />

Uluslararası yarışmada deyim yerindeyse tulum<br />

çıkartan film ulusal yarışmada neredeyse sadece bir<br />

ödülle dönüyor. Yani Tereddüt’ün yarıştığı yabancı<br />

filmler kalitesizdi de yerli filmler mi çok kaliteliydi?<br />

Neyse bütün bunları üstüste koyduğumda festivalin<br />

aynı Cannes gibi tek bir yarışma bölümü yapma<br />

hedefinde olduğunu düşünüyorum. Yani o yıla ait<br />

elit bir iki filmi uluslararası bölümde yarıştırıp geri<br />

kalanını Rengahenk gibi bir özel bölümde gösterip<br />

olayı kapatacaklar. Zaten festivalin odağında Türk<br />

sinema geleneğinin artık çok da yer almadığını<br />

görüyoruz. Ne eskisi gibi Yeşilçam ünlüleri<br />

vardı festivalde ne de biz basın mensuplarının<br />

koklayacağı böyle bir hava. Festival özellikle yeni<br />

kurulan Film Forum üzerine odaklanlanmıştı. Ben<br />

de bu yapılanmayı önemsiyorum. Hatta daha fazla<br />

kaynak aktarımı yapılsın istiyorum. Ama bunu festivalin<br />

yapısını tamamıyla değiştirip Türk sinemasını<br />

önemsizleştirerek yapılmasına karşıyım. Bu yapı<br />

Fransa’da işler. Çünkü Fransız sinemasının dünya<br />

sinemasıyla entegrasyonu bu yapılanmayı olanaklı<br />

kılıyor. Ama sözkonusu Türkiye ise yapılan şey Türk<br />

sinemasına darbe vurmaktır.


MAVİ EN RİSKSİZ<br />

RENKTİR!<br />

Antalya Film Festivali<br />

yine sonuçlarıyla çok<br />

konuşulacak bir festivale el<br />

attı ama… Ama’sı yazıda!<br />

n Antalya Film Festivali’nin 53.’sünü de<br />

hayretle geride bıraktık. Çünkü Semih<br />

Kaplanoğlu başkanlığındaki ulusal jüri<br />

‘mavi en risksiz, renksiz renktir’ diyerek,<br />

festivalin neredeyse en ‘söylemsiz’ filmine<br />

en iyi senaryo, en iyi film ve en iyi yönetmen<br />

ödüllerini yığmayı uygun gördüler.<br />

Mavi Bisiklet kötü bir film değil ama jürinin<br />

gözünde bu kadar öne çıkacak ne yaptı<br />

diye düşündürtüyor açıkçası! Hele de Tereddüt,<br />

Babamın Kanatları, Albüm, Rüya<br />

ve Rüzgarda Salınan Nilüfer gibi filmler<br />

varken! Tereddüt’ü izledikten sonra gittikçe<br />

muhafazakar çizgisini işaretlerle anlatmayı<br />

uygun gören Semih Kaplanoğlu’ndan<br />

o filme ödül gitmeyeceğini anladım<br />

ve bunu da ‘kayıtsız’ kalmakla anlatmaya<br />

çalıştım gerçekten de ve jüri<br />

kayıtsız kalmayı tercih etti. Aslında<br />

Mavi Bisiklet festivalin dolu dizgin<br />

gitmeye çalıştığı o dar çizgiye o kadar<br />

iyi bir işaret ki… Festival politik ve<br />

cinsel imgelerden uzak, bir nevi İran<br />

sineması misali çocuk dünyasının<br />

saflığında olan bitenden arınmaya /<br />

uzak durmaya çalışacak demek ki.<br />

Bir yandan da bugün Kerem Akça’yla<br />

konuştuğumuz gibi, bu sonuçlar üzerine<br />

aslında konuşacak, yazacak bir<br />

şey kalmıyor. Çünkü yazacak heves<br />

kalmıyor!<br />

Tabii bir yandan İran sineması ve<br />

çocuk imgesine sığınıyoruz ama İran<br />

BANU BOZDEMİR<br />

sineması (her seferinde) Ashgar Farhadi’nin<br />

filmi The Salesman / Satıcı yetkin bir sinema<br />

diliyle karşımıza çıkıyor. Kadın ve erkek<br />

arasındaki dolambaçlı, ezici ve sorunlu<br />

ilişkilere odaklı yönetmen bu kez karısının<br />

namusuna sahip çıkmaya çalışan bir adamın<br />

dönüşümüyle sınıyor bizleri! Yani her ne kadar<br />

İranla organik bağı kalmasa da İranlı bir yönetmen<br />

olarak daha açık kapılardan, daha dolaylı<br />

hikayelerden oluşturuyor sinema dilini. Bizdeki<br />

gibi bir bisikletim olsun, bir de seveceğim<br />

bir kız sıkışmışlığında değil en azından…<br />

Yeşim Ustaoğlu pek çok anlamda yeniliklerle<br />

karşımıza çıktı. Tabii ki işin cinsel kısmı kaybedip<br />

bulduğumuz bir gösterge olduğu için<br />

(ülkenin karma dengesi şaştığı için) pek sahiplenici<br />

davrandım kendi adıma. İki adının<br />

cinsel açmazları karşısında karşı karşıya<br />

gelip, bir dayanışma duygusu yaratması her<br />

şekilde iyi geliyor insana. Özelikle Ecem Uzun<br />

ve Funda Eryiğit arasındaki terapi sahnesi


hem sabır sınayıcı, hem yeni hem de deneysel<br />

yanıyla hepimizi şaşkınlığa uğrattı kabul edelim!<br />

Rüzgarda Salınan Nilüfer ise tam tersi, iki<br />

kadın arasındaki dostane görünen rekabete<br />

odaklanıyordu ve onun da gözlemleri gayet<br />

yerindeydi! Ama jüri göremedi!<br />

Tabii tereddüt Uluslararası yarışmanın açık<br />

ara şampiyonu oldu. En İyi yönetmen, En iyi<br />

kadın oyuncu ve en iyi film ödülleri Tereddüt’e<br />

verildi. Sanki ulusal jüri biz veremedik ama<br />

siz verin demiş gibiydi uluslararası jüriye. Bu<br />

da Ustaoğlu’nu daha memnun etmiş gibi geldi<br />

bana!<br />

Festivalden bazı detayları da buraya sıralamak<br />

gerekirse Mehmet Özgür’ün en iyi kadın<br />

oyuncu ödülünü açıklarken aynı filmin yani<br />

Tereddüt’ün iki kadın oyuncusu arasında<br />

saniyelik bir rekabet yaratmaya çalıştı. Kendisi<br />

de oyuncu olan Özgür’ün bu davranışı hoş<br />

değildi. Adana’da En iyi Erkek Oyuncu ödülünü<br />

işçi sınıfına adayan Menderes Samancılar<br />

bu kez Suriyeli çocuklara adamayı uygun<br />

gördü aynı ödülünü. Her ne kadar kötücül<br />

düşünmek istemesem de Adana ve Antalya<br />

arasındaki söylem farkı iki festivalin farkını<br />

ortaya koyarken aynı zamanda ödül alanları<br />

da başka söylemlere mi itiyor demeden<br />

duramadım!<br />

Festivalin Forum ve film TMR tarafının kısmını<br />

çok takip edemesem de yararlı bir platform<br />

olduğunu düşünüyorum.<br />

Hatta amacına ulaşamayan<br />

yarışmalardan daha iyi<br />

olduğunu söylemek bile<br />

mümkün! Ama Antalya<br />

Cannes Film Festivali<br />

modeli ya da en azından<br />

daha uluslararası filmlere<br />

öykünme suretiyle para<br />

ödülü değil de prestij üzerinden<br />

gitmeye çalıştığının<br />

altını sürekli çizse de Mavi<br />

Bisiklet’le prestij olmuyor<br />

işte. Ya da ülkenin şaftı<br />

kaymışken neyin prestiji!<br />

Bu parasızlıkta herkes bir<br />

çıkış yolu ararken üstelik!<br />

Ama Forum ve TMR devam<br />

etmeli duygusu uyandırıyor.


Ulusal ve uluslararası yarışmanın AKM’de<br />

yapılan gösterimleri ise festival direktörü<br />

Elif Dağdeviren’in tek kişilik şovuyla<br />

başladı her gün. Her seanstan önce<br />

neredeyse yirmi dakikayı bulan ve aynı<br />

cümlelerle aynı jüri üyelerine tekrarlanan<br />

övgüler gerçekten de bıktırdı diyebilirim.<br />

Bu yüzden bir sonraki seansları kaçırıp,<br />

rüzgarda salınan nilüfer gibi boşlukta<br />

kaldığımız da doğrudur. Bu kadar baskın<br />

olmaya, bu kadar bastırıcı olmaya ne gerek var<br />

bilemedim. Başka festivallerin de direktörleri<br />

var ama onları koca festival boyunca belki<br />

ancak bir kere görüyoruz. Bu sunuculuk gayet<br />

keyifli ya da egosantrik bir iş olmalı ki, Forum<br />

ödülleri gecesinde de sunucu olarak Elif<br />

Dağdeviren ve Zeynep Özbatur’u gördük yine!<br />

Yani kimseye muhtaç olmadan, kendi yağınla<br />

kavrulmanın festivalce adı bu olsa gerek!<br />

Bir yandan politik soru sormayın diye uyarı


alan gazetecilerden, Turkuvaz Grubu’nun ana<br />

basın sponsor olmasıyla her röportaja ‘benim’<br />

edasıyla yaklaşmasından ve ‘şu yönetmen<br />

sadece sabaha konuştu’ (konuşturmadınız)<br />

demeçlerinden sonra festival ve basın ilişkisi<br />

de sorgulanması gerekenler arasına girdi! Zaten<br />

girmişti ama çağırdıkları basına bile kota<br />

koymak ilginç! Ama ilginçtir 15 Temmuz’u bile<br />

konuşmak yasaktı, politikadan uzak düşelim<br />

kafası gerçekten de yorucu….<br />

Festivalin kısa film ve belgesel yarışmalarını<br />

kaldırıp, bütün yükü seyirciye atıp, izleyici<br />

ödülüyle işin içinden çıkmaya çalışması bu<br />

kadar köklü bir festivale gerçekten yakışmıyor.<br />

Yani sorunu aşmak yerine üzerine çizgi çizmek<br />

değil, daha yapıcı çözümler bekliyor bu ülkenin<br />

kısacıları ve belgeselcileri. Ve SİYAD<br />

ödüllü de yok tabi, birçok SİYADLI arkadaşım<br />

da yoktu. Bu konuda festivalin bir çalışması<br />

oluyor mu acaba? Kalan sağlar bizimdir bakış<br />

açısıyla ülke sineması / festivalleri adına karar<br />

vermek gerçekten de çok ilginç bir davranış!<br />

Malatya Festivali de valinin iki dudağı<br />

arasından uçup gitti mesela… Burada da iki<br />

dudaklar hakim maalesef!<br />

Tabii Gülten Taranç’tan bahsetmeden olmaz.<br />

Yağmurlar’da Yıkansam filmiyle festivalin Rengahenk<br />

seçkisinde seyirci ödülü kazanması<br />

ve ödülünü kadınlara adaması, şişman olduğu<br />

için iş bulamadığını ve filmini banka kredisiyle<br />

çektiğini söylemesi bir anda onu festivalin<br />

gündemine oturttu. 25 yaşındaki bu genç<br />

kadın enerjisiyle, azmi ve sempatisiyle dikkat<br />

çekti. Umarım diğer filmleri için önü açılır.<br />

Kendisi festivalin renkli yüzlerinden biri oldu<br />

diyebilirim!<br />

Ben yine dediğimi tekrar edeceğim, sinema<br />

yazarları ya da gazeteciler festivalle ilgili övgü<br />

ve yergi hakkını saklı tutar! Bir sene över,<br />

diğer yıl yerebilir! Benim ki biraz yergi dolu<br />

bir yazı oldu kabul ediyorum ama bu festivali<br />

yıllardır yerinde takip eden biri olarak, bu festivalin<br />

en iyi şekilde, demokrat, hakkaniyetli ve<br />

herkesi kucaklamaya çalışarak devam etmesini<br />

istiyorum. Festivaller bizim, bırakmaya da<br />

kıyamıyorum o yüzden… Bu sene gitmek için<br />

fazlaca dil ve çaba döktük yine… O çaba ve<br />

dili yine döküyorum ortaya diyelim…


FİLM FORUM<br />

ULUSLARARASI<br />

STANDARTTA BİR İŞ<br />

“Acaba önümüzdeki yıl Forum<br />

festivalden bağımsız<br />

mı düzenlense?” diye<br />

düşünmeden ve sormadan<br />

edemiyorum.<br />

n 53. Antalya Film Festivali kapsamında<br />

19-22 Ekim tarihlerinde 3. Antalya Film<br />

Forum Zeynep Atakan’ın dinektörlüğünde<br />

gerçekleşti. 4 gün boyunca takip ettim.<br />

Açıkçası geçen yıl ki Forumla ilgili<br />

pozitif yorumlar duymuş, bir iki yazı da<br />

okumuştum. Ama niyeyse bunun ulusal<br />

çapta başarılı bir çalışma olduğunu<br />

düşünmüştüm. Zira Berlin, Cenevre,<br />

Bürüksel, Hilversum, Doha ve İstanbul’da<br />

çeşitli organizasyonların pitching, proje<br />

geliştirme, ustalık sınıflarına katılmıştım.<br />

Bu işin sinema endüstrisi için ne denli<br />

önemli, zor ve doğru isimlerle olmasının<br />

gerekliliğini görmüştüm. Henüz<br />

3 yaşında olmasına rağmen, Antalya<br />

Film Forumunun daha önce<br />

katıldığım bu tür etkinliklerden hiç<br />

geri kalır yanı yokmuş doğrusu. Yani<br />

uluslararası standartlarda bir iş.<br />

Hatta Batı’nın o “business is business”<br />

mantığına Türk misafirperliği<br />

ve esnekliğini katarak profesyonellikten<br />

ödün vermeden ciddi, disiplinli,<br />

dakik, güler yüzlü, enerjik bir hava<br />

yaratmayı başarmış.<br />

Antalya Film Forum’da neler oluyor?<br />

Filmlerinin daha başında olan sinema<br />

SEMRA GÜZEL KORVER<br />

profesyonellerine önemli imkânlar sunuyor<br />

Forum. Kurmaca ve Belgesel Pitchingleri,<br />

Work in Progrees Platformları yeni projelerine<br />

destek arayan veya projeleri belli bir aşamaya<br />

gelmiş olanlar için çeşitli fırsatlarla dolu. Şöyle<br />

ki, pitchinglerde uluslararası jüriler tarafından<br />

seçilecek ikişer projenin her birine belgesel ve<br />

kurmaca ayrımı yapılmadan 30 bin TL veriliyor.<br />

Ayrımı yapılmadan diyorum çünkü genellikle<br />

belgesellere daha düşük meblağlar veriliyor<br />

bizim memlekette. Şu pitching kavramı da bir<br />

türlü çevrilemedi tam olarak Türkçe’ye. Biz<br />

Belgesel Sinemacılar Birliği olarak yaptığımız<br />

Pitching in İstanbul etkinliğimize, Belgesel<br />

Pişirme Atölyesi demiştik. Belki daha iyi bir<br />

karşılık buluruz hep birlikte kafa yorarsak. Her<br />

neyse. Work in Progress’de ise, yani yapımı<br />

henüz tamamlanmamış, üretim süreci devam<br />

eden filminize 100 bin TL ödül alabiliyorsunuz.<br />

Ayrıca TRT, Forum’da seçilen bir projeye 40<br />

bin TL geliştirme desteği veriyor. Digiflame<br />

Renklendirme ve Görel Efekt Ödülü ise, Work


in Progress kategorisindeki projeler için önemli<br />

bir dayanak sunuyor. Seçilen proje, 10 iş gününde<br />

tamamlanabilecek görsel efekt, renk düzeltme, bir<br />

adet Master DCP hazırlama hizmetlerini elde edebiliyor.<br />

Villa Kult Kültürel Rezidans Ödülü ile ise<br />

bir genç sinemacıya filmini geliştirmesine katkı<br />

sağlamak amacıyla hazırlanmış 5 günlük özel bir<br />

kültürel programı içeriyor.<br />

Pitchingler<br />

3. Antalya Film Forum kurmaca ve belgesel pitching<br />

platformu finalistlerinin jüri karşısındaki<br />

sunumları oldukça heyecanlı geçti. Finalistler 8<br />

dakikalık sunumlarının ardından 5 dakika süresince<br />

jürinin sorularını cevapladılar. Kurmacada 12, belgeselde<br />

9 proje sunum yaptı. Her süre dolumunda<br />

Antalya Film Forum cingılı salonda yükseldi.<br />

Pitchinglerde projenizin iyi olması kadar, projenizi<br />

nasıl aktardığınız daha doğrusu etkili aktarıp<br />

aktaramadığınız çok önemli. 8 dakikada filminizi<br />

çarpıcı bir şekilde jüriye anlatabilmeli onlara zihinlerinde<br />

bu filmi izletebilmelisiniz. Filminizin<br />

gerçekten özel bir film olacağına ve izleyiciye<br />

ulaşacağına ikna etmelisiniz. Bu, özellikle film sunum<br />

teknikleri üzerine çalışma, tecrübe ve zamanı<br />

iyi kullanmayı da beraberinde getirir. Spontane<br />

tercüme olanağı sunduğu halde, bazı katılımcıların<br />

neden İngilizce sunum yapmakta ısrar ettiğini<br />

anlayamadım. Jüriler neredeyse kulaklıklarını hiç<br />

kullanmadı. Hâlbuki insan kendini en iyi ana dilinde<br />

ifade eder üstelik Forum’un dili Türkçe ve İngilizce<br />

idi. Yani Türkçe konuşmakta bir beis yoktu. Derdini<br />

İngilizce anlatayım derken birçok yapımcı ve<br />

yönetmen filmini tam da anlatamadı ve süreyi de<br />

iyi kullanamadı. Elbette bu işin standardı İngilizce<br />

ama bu beceriyi tam elde edene kadar bu seferlik<br />

Türkçe konuşabilme şansı kullanılabilir ve tecrübe<br />

edinilebilirdi diye düşünüyorum. Birkaç projesinin<br />

hikayesinden etkilendim doğrusu. Zaten ödül alanlar<br />

‘favori’ listemde olanlar arasından çıktı.<br />

Belgesel Pitching Platformu Ödülü<br />

BEN DE BURADAYIM - Yapımcı: Aslıhan Altuğ -<br />

Yönetmen: Kıvılcım Akay Doğan<br />

KİM MİHRİ- Yapımcı: Berat İlk, Yonca Ertürk - Yönetmen:<br />

Berna Gençalp<br />

Kurmaca Pitching Platformu Ödülü<br />

GÜVEN - Yapımcı: Serkan Acar - Yönetmen: Sefa<br />

Öztürk Çolak<br />

KIZ KARDEŞLER - Yapımcı: Nadir Öperli - Yönetmen:<br />

Emin Alper


TRT Ödülü<br />

ŞAHMERDAN - Yapımcı: Zeynep Aşkın<br />

Korkmaz -Yönetmen: Mete Gümürhan<br />

Villa Kult Kültürel Rezidans Ödülü<br />

ANADOLU LEOPARI - Yapımcı: Olena Yershova<br />

Yıldız -Yönetmen: Emre Kayiş<br />

Work in progress<br />

Bu platforma 5 proje katıldı. Henüz yapım<br />

aşaması devam eden işler uluslararası<br />

jüri önünde filmlerini, geldikleri aşamayı<br />

anlatıyor ve filmlerinden bazı bölümleri<br />

gösteriyor.<br />

Work In Progress Platformu Ödülü<br />

MR. GAY SURİYE - Yapımcılar: Ekin Çalışır,<br />

Antoine Simkine, Christine Kiauk - Yönetmen:<br />

Ayşe Toprak<br />

Digiflame Renklendirme ve Görsel Efekt<br />

Ödülü<br />

DAHA - Yapımcı: Ziya Cemre Kutluay -<br />

Yönetmen: Onur Saylak<br />

Ustalık sınıfları<br />

The Artist Filmi ile 2011 yılında en iyi<br />

Müzik Oscar’ını alan müzisyen Ludovic<br />

Bource, Selim Atakan’ın moderatörlüğünde<br />

katılımcılara hem keyifli dakikalar yaşattı<br />

hem de müzik-film ilişkisi hakkındaki<br />

düşüncelerini ve çalışma tarzını paylaştı.<br />

Ludovic Bource’dan :<br />

- Usta ve uzman olmak istemiyorum. Müzik<br />

zaten hep vardır. Onun ustalığı yoktur.<br />

Müzik müziktir.<br />

- Müzik, seyircilerin ilgisini filme çeker.<br />

- Benim için her film müziği yeni bir deneyimdir.<br />

Farklı bir tarzdır.<br />

- Senaryo bana ilham veriyorsa hemen üretime<br />

geçebilirim.<br />

- Siz istediğinizi hissedebilirsiniz. Ama<br />

bu tam da sizin müziğiniz değil. Sizden<br />

beklentileri olan yönetmenin duygularını<br />

da yansıtıyor musunuz?<br />

EDN (Avrupa Belgesel Ağı) kurucusu ve<br />

başkanı olan Tue Steen Müller belgesel<br />

alanında 20 yılı aşan deneyimlerini<br />

paylaştı. Belgesel Sinemacılar Birliği<br />

başkanlığım döneminde İstanbul’da belgesel<br />

tutkunlarıyla buluşturmuştuk kendisini.<br />

O günden bu güne sunumunu ve paylaşımlarını<br />

zamanın ruhuyla güncellemiş. Eğlenceli üslubuyla<br />

yine keyif, bilgi ve tecrübe dolu dakikalar<br />

yaşattı bizlere.<br />

Tue Steen Müller’den:<br />

- Son dönemde belgeseller müziğe boğuluyor.<br />

Müzik harika bir şey, ama izleyiciye ne<br />

hissedeceğini dikte etmek için kullanılmamalı.<br />

- Filminizin ne anlattığını çok iyi biliyorsanız,<br />

yapmayın daha iyi! Eskilerin dediği gibi: “Mesaj<br />

gönderecekseniz postaneyi kullanın.”<br />

- Gözlemlemeyle ilgili izleyiciye katmanlar verin.<br />

Kendi filmlerini yapmalarına izin verin.<br />

- Her şeyi anlatmak zorunda değilsiniz, bazı<br />

şeyleri seyirciye bırakın.<br />

- Görüntülerdeki bilgi çok önemli, bırakın<br />

görüntüler konuşsun.<br />

İranlı senarist ve yönetmen Asghar Farhadi’nin<br />

3. Antalya Film Forum’da gerçekleştirdiği ustalık<br />

sınıfını detaylıca sayfa 77’de bulabilirsiniz.<br />

Yansımalar<br />

Endüstri profesyonellerinin özel bir konu<br />

üzerinden deneyimlerini paylaştığı oturumlardan<br />

oluşan yansımalar bölümü özellikle genç<br />

sinemacılar için çok verimli oldu. Kurgu yönetmeni<br />

Yorgos Mavropsaridis Sivas filminin kurgu<br />

süreci, yapım tasarımcı ve sanat yönetmeni Sıla<br />

Karakaya korku filmi Baskın, avukat Betal Özay<br />

ortak yapım sözleşmeleri, yönetmen Sahraa<br />

Karimi ise belgeseli “Afghan Women Behind<br />

The Wheel” hakkındaki bilgi ve deneyimlerini<br />

aktardılar.


Paneller<br />

TRT TV Filmleri Sonuçlar ve Gelecek Vizyonu, Senaryo<br />

Danışmanı ile Çalışmak, Yeni Modeller: İlk<br />

Yapımcılık Deneyimleri başlığı altında düzenlenen<br />

paneller bilgi vermenin yanı sıra zihinlerdeki sorulara<br />

cevap olmaya çalıştı.<br />

Kahvaltı buluşmaları, birebir görüşmeler, dinlenmemutluluk<br />

saatleri Forum boyunca hiçbir anınız boşa<br />

geçmeyebilir eğer siz değerlendirmeyi bilirseniz.<br />

Öyle ki kahvaltı, etkinlik aralarındaki çay-kahve<br />

molaları, happy hour olarak organize edilen keyifli<br />

saatler, akşam yemekleri hepsinde sinema sektörünün<br />

önemli isimleri ile tanışabilir, sohbet ve<br />

networking şansı bulabilirsiniz. Özel organize edilen<br />

kahvaltılarda fon ve festival temsilcileri ile interaktif<br />

bir paylaşım içerisinde olma imkânınız var.<br />

Özel olarak görüşmek istediğiniz bir isim var ise,<br />

size bu bire bir görüşmeyi de rezervasyon yoluyla<br />

organize ediliyor. Sevimli aksesuarlarla Antalya<br />

Film Forum hatırası fotoğrafınız da hediye. Ben<br />

hızımı alamdım her güne bir tane çektirdim.<br />

Sonuç<br />

Uluslararası önemli isimlerin yer aldığı sinema<br />

profesyonellerinin buluşma noktası olan 3.Antalya<br />

Film Forum’dan gördüğüm kadarıyla kimse eli boş<br />

dönmedi. Herkesin bavulunda dersler, deneyimler,<br />

bilgiler, yeni bir iletişim ağı, yeni arkadaşlıklar,<br />

yeni fikirler, yeni projelere yelken açma heyecanı,<br />

inanç ve tutku… en az bunlardan biri veya bir kaçı<br />

vardı. Umarım bu rüzgâr sadece Antalya’da kalmaz,<br />

diğer festivallere, organizasyonlara, kurum ve<br />

kuruluşlara, oluşumlara örnek ve basamak olur.<br />

Dileyen herkesin katılımına açık, ulaşılabilir olur.<br />

Özellikle Anadolu’daki sinemacılar da şehirlerinde<br />

böylesi bir etkinliği düzenleme, katılma, takip<br />

etme şansına erişir. Türkiye Sineması toplam kalite<br />

esasıyla bütüncül bir ivme kazanır. Türkiye ve<br />

Türkiye’ye yakın coğrafyalarda (Avrupa, Güneydoğu<br />

Avrupa, Ortadoğu, Akdeniz ve Orta Asya) ortak<br />

yapım olanaklarını arttırmayı, sinema sektörünün<br />

gelişimini desteklemeyi, yapımcı ve yönetmenlerin<br />

yeni filmler üretmesine maddi ve manevi katkı sunarak<br />

onları teşvik etmeyi ve projelerinin uluslararası<br />

platformlarda tanıtılmasını sağlamayı amaçladığını<br />

belirten Forum’un bir ortak yapım ve proje<br />

geliştirme olarak, etik ve estetik biçimde, kesintisiz<br />

yoluna devam etmesini diliyorum. “Acaba önümüzdeki<br />

yıl Forum festivalden bağımsız mı düzenlense?”<br />

diye de düşünmeden edemiyorum.


ANNE<br />

Anne dizisinin ilk<br />

bölümünü konu,<br />

karakterizasyon ve<br />

mizansen açısından<br />

başarılı bulduğumu<br />

söyleyebilirim. Bundan<br />

sonra ne olur<br />

izleyip göreceğiz.<br />

ANNE OLMAK… ANNE<br />

GÖRÜNMEK…<br />

DİZİFUN<br />

Star Tv ekranlarından yeni bir dizi daha<br />

girdi hayatımıza. MEDYapım-MF Yapım<br />

yapımcılığında çekilen Anne adlı dizinin<br />

başrollerinde Vahide Perçin (Gönül), Cansu Dere<br />

(Zeynep) ve minik oyuncu Beren Gökyıldız (Melek) yer<br />

alıyor. Oyunculara Gülenay Kalkan ( Cahide), Gonca<br />

Vuslateri (Şule), Berkay Ateş (Cengiz), Can Nergis<br />

(Ali), Alize Gördüm (Gamze Güneş) ve Ahsen Eroğlu<br />

eşlik ediyor.<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

İlk bölümüyle sosyal medya yorumlarına göre izleyicisini<br />

gözyaşlarına boğan dizinin konusu ise şöyle;<br />

Annesinin sevgilisi Cengiz’in etkisiyle annesinin<br />

hayatında yük olan Melek Cengiz ve annesinden


sürekli şiddet gören, aç bırakılan ama yine de<br />

annesi üzülmesin ya da zarar görmesin diye<br />

yaşadığı her şeyi örtbas edip hayata gülümsemeye<br />

çalışan küçük bir kızdır. Şule çalıştığı<br />

pavyondan elde ettiği bütün kazancı Cengiz’e<br />

verdiği için çoğu zaman kendisi aç uyumak zorunda<br />

olsa da tavşanı Sakız’ı aç bırakmamak için<br />

elinden geleni yapar Melek. Bir gazete haberinde<br />

gördüğü küçükken cami avlusuna bırakılan kızın<br />

mutlu aile resminin fotoğrafını keserek cebinde<br />

saklayan Melek mutlu ve güvenli bir yuvaya sahip<br />

olmak için her gün cami avlusunda saatlerce<br />

bekler.<br />

Zeynep ise evlatlık verildiği aile ile ilişkileri kopuk<br />

olan, hiç hatırlamadığı ama kendisini terk ettiği<br />

annesinin de etkisiyle<br />

anneliğe ve çocuklara uzak<br />

duran soğuk görünümlü<br />

bir karakterdir. Göçmen<br />

kuşlar üzerine çalışmalar<br />

yapan ve çektiği fotoğraflar<br />

dünya çapında ilgi gören<br />

Zeynep bir üniversitenin<br />

araştırma grubunda<br />

çalışmak için başvurmuş<br />

ve oradan haber beklediği<br />

süreç içerisinde geçici<br />

öğretmenliğe başlamıştır.<br />

Zeynep ve Melek’in<br />

yolları bu sayede kesişir.<br />

Zeynep kaza geçiren<br />

öğretmenlerinin yerine<br />

geçici olarak Melek’in<br />

sınıf öğretmeni olur. Bu<br />

tesadüf onların uzun<br />

süreli yol arkadaşlığının<br />

da tohumlarını atar. Zeynep, diğer çocuklardan<br />

farklı olan Melek’in hayatındaki zorlukları<br />

gördükçe ona biraz daha yakınlaşır. Araştırma<br />

projesine kabul edilmesiyle yolları ayrılmak<br />

üzereyken Zeynep, Melek’i kapının önüne çöp<br />

poşetinin içinde bırakılmış olarak bulur. Yarı<br />

baygın haldeki Melek’i kendi evine getirir. Açık<br />

açık konuştuklarını görmesek de Zeynep artık<br />

Melek’in hikâyesini bütün çirkinliğiyle görür.<br />

ZEYNEP Kızını, Melek Annesini Seçer<br />

Öğrendiklerinden sonra Zeynep, Melek’i<br />

bırakamaz ve birlikte bir plan yapıp kaçmaya<br />

karar verirler. Zeynep, Melek’i kurtarmak için<br />

onu kızı olarak yanında götürecek, Melek ise<br />

bir ömür boyu bu yalanı sürdürerek ona Anne<br />

diyecektir. Birlikte planladıkları gibi kırmızı<br />

paltolu ve bereli Melek en son fırtınalı havada<br />

deniz kenarında görülür. Kimseye fark etmeden<br />

beresini denize atar ve Melek’i arama kurtarma<br />

çalışmaları devam ederken İstanbul’a gitmek<br />

için Zeynep ile yola çıkarlar. Zeynep’in, Melek’in<br />

kimlik ve dolayısıyla okul sorununu nasıl<br />

çözeceği, onu kendi kızı gibi nasıl göstereceği<br />

soruları dizinin bundan sonraki kriz anlarında<br />

belirleyici olacağı kesin. Ancak itiraf etmeliyim<br />

bir izleyici olarak ben Melek’in çektiği eziyetlerin<br />

üzerimde bıraktığı etkiden midir bilmiyorum<br />

yakalanma ihtimallerini<br />

düşünmek<br />

istemediğimi fark<br />

ettim. Çünkü her<br />

ne kadar Cengiz’in<br />

Melek’i dövdüğünü<br />

görmesek de kemerini<br />

çıkardığı<br />

sahne ülkemizde<br />

ve dünyada bir türlü<br />

önüne geçilmeyen<br />

çocuk istismarını<br />

anımsattı bana ve<br />

parmak uçlarıma<br />

kadar ürperdim. Bu<br />

noktada küçük oyuncu<br />

Beren’in başarılı<br />

performansına<br />

değinmeden<br />

geçemeyeceğim. İlk<br />

bölümü neredeyse<br />

kendi başına sırtladı götürdü. Onun tansiyonu<br />

en yüksek sahnelerde bile oldukça başarılı<br />

bir oyunculuk sergilemesini alkışlarken izleme<br />

anının yaşattığı geriliminde etkisiyle çocuk<br />

oyuncuların ruhsal gelişimlerinde bu rollerin<br />

nasıl izler bıraktığını düşünmeden edemiyorum.<br />

Bu yazı yazıldığı esnada dizinin henüz ilk bölümü<br />

yayınlandığı için izlenirliğine ilişkin bir şey<br />

demek çok kolay olmasa da ilk bölümü konu,<br />

karakterizasyon ve mizansen açısından başarılı<br />

bulduğumu söyleyebilirim. Bundan sonra ne<br />

olur izleyip göreceğiz.


BLACK MIRROR<br />

EPISODE<br />

ŞENAY TANRIVERMİŞ<br />

Gerçekliğin katmanları içinde<br />

haklıyı, doğruyu ve ilüzyonun<br />

realitesini sorgulayan<br />

dahası insanoğlunun gerçekliğe<br />

ne kadar tahammülü, ihtiyacı ve/<br />

ya inancı olduğunu hatta ne kadar<br />

gerçeklik kaldığını farklı içeriklerde<br />

anlatan Black Mirror yine çok hak<br />

ederek revaçta! 3. Sezonun ilk<br />

bölümünde sosyal medyanın esas<br />

olduğu ve insanların birbirleriyle<br />

değil kendilerinin imajları üzerinden<br />

iletişim kurdukları bir gerçeklik<br />

söz konusu. Bireyler görüntüleriyle<br />

anlam kazandıkları ve çevrelerini<br />

de kişilerin görüntüleriyle<br />

değerlendirdikleri için kendilerinin<br />

hiçbir gücü ve gerçekliği kalmıyor.<br />

Ne ve kim olunduğundan çok nasıl<br />

görünüldüğüyle mana üreten sistem<br />

de kişiler kendilerinin yansımalarına<br />

dönüşüyor. Artık insanlar kendilerini<br />

yansıt/a/mıyorlar, görüntüleri kendilerini<br />

yansıtıyor. Dolayısıyla varlığını<br />

ispatlamak, değer kazanmak ve ne


yazık ki yaşayabilmek için daha fazla<br />

imaj geliştirmek ve görüntü üretmek gerekiyor.<br />

İmajın gerçek olduğuna ikna etmesi<br />

için süreklilik kazanması, tutarlılık<br />

içinde gelişmesi ve egemen olanın yani<br />

büyük resmin bir parçası olması gerekiyor.<br />

Gerçek ve doğal bir yaşam sürekli bir<br />

kayıt halinde olmamalıdır, öznenin<br />

kişisel alana ve zamana ihtiyacı zaruri<br />

bir ihtiyaçtır. Ancak sürekli izleyen, dikizleyen,<br />

gözleyen ve kendisi de medya<br />

haline gelen özneler aynı zamanda kendi<br />

yaşamlarının nesnelerine dönüşürler.<br />

Gösteri toplumunda göz alıcı ve seyir<br />

zevki üreten nesnelere dönüşen objeler<br />

başarılı özneler sayılırlar. Yani yaşam<br />

ne kadar albenili imaj üretebiliyorsa<br />

kişi o denli başarılıdır. Dolayısıyla var<br />

olabilmek için tamamen başarılı, renkli<br />

ve sofistike görsellere dönüşerek yok<br />

olmak şarttır. Sosyal medya için kendinden<br />

üretilen imajların her biri defalarca<br />

denenen intiharın ve henüz yoğun sosyal<br />

medya bakım ünitelerinde sürünen<br />

insanoğlunun yaşamadığının belgeleridir.<br />

Üstelik gösteri toplumu üyelerinin<br />

gözleri, yürekleri ve bedenleri kendilerinin<br />

değildir. Böylece sistemin kuklası,<br />

oyuncağı, piyonu ve basit birer temsilcisi<br />

olduklarına göre sorumlulukları<br />

sadece ve sadece çoktan zapt edilmiş<br />

beyinlerine empoze edileni ‘kendi<br />

istekleriyle’ aksiyona çevirmektir.<br />

Kendi kendinin kopyası, replikası,<br />

simülasyonu olma/ma/k veya insan<br />

tarafını (5. Bölüm) maskeleyip vicdani<br />

sorumluluklardan kurtulmak veya en<br />

özel ilişkide işine gelmeyince çevredekileri<br />

bloklayıp görünmez kılmak<br />

veya ‘ben’liğinden tamamen kopmak<br />

ve kendinle hiç tanışmamak illüzyonlar<br />

dünyasının gerçekleridir. Ne de olsa<br />

kayıtlara geçmeyen yaşam yaşanmış<br />

sayılmazken, hiç yaşanmadığı halde


görsel üreten hayatlar dikkat çeker ve<br />

saygınlık kazanır. Kendi kendinin simülasyonuna<br />

dönüşen bireylerin gücü ‘gerçek’ten<br />

çok daha hızlı, aşırı, mükemmel, renkli ve<br />

tatmin edicidir. Görsellerin ürettiği mesajlar<br />

‘gerçek’, ‘hipergerçek’ diyalektiğinde<br />

çırpınırken gederek saçmalığı artan içi boş<br />

halüsinasyonlar yalanın, yanlışın, sahtenin<br />

ispatı ve daha da gerçeği haline gelirler.<br />

Gerçekten daha gerçek ne olabilir ki? Elbette<br />

çok daha mükemmel ve kusursuz bir gerçek,<br />

sıradan gerçekten çok daha iyidir. İçeriğin<br />

önemini değerlendirmek yerine içeriği de baş<br />

döndürücü görsele dönüştürmek ve anlamı<br />

sömürmek başarı haline gelir şüphesiz.<br />

Gösteri toplumlarında gösterişli cümleler ve<br />

görseller egemene diz çökmeyi ve bunu albenili<br />

dışavurumlarla ispat etmeyi üretim sayar.<br />

Kısacası Black Mirror üçüncü sezonunda<br />

da temel eksende ‘gerçek’le olan meselesini<br />

didiklemeye devam ediyor ancak biraz<br />

zayıflamış metinleriyle hayal kırıklığına<br />

uğratsa da kesinlikle izlemeye değer<br />

mesajlarıyla değerli sorular ve saptamalara<br />

devam ediyor.


NO:309 SETİNDE<br />

KAVGA YOK,<br />

MUHABBET VAR<br />

No:309 ile ekranlara<br />

dönen Sevinç Erbulak<br />

ile yeni dizisinin<br />

başarısını, tiyatro projelerini,<br />

açığa alınmasına<br />

neden olan siyasi gündemi<br />

değerlendirdik.<br />

GİZEM MERVE<br />

KABOĞLU<br />

No:309 ile ekranlara<br />

dönen Sevinç Erbulak<br />

ile yeni dizisinin<br />

başarısını, tiyatro projelerini,<br />

açığa alınmasına<br />

neden olan siyasi gündemi<br />

değerlendirdik. Güler<br />

yüzü ile bizleri karşılayan<br />

oyuncu açık sözlü tavrı ile<br />

Cine Dergi’nin sorularını<br />

içtenlikle yanıtladı. Umut<br />

veren, gülümseyen, yazan,<br />

oynayan, enerjisiyle gülümseten<br />

oyuncu Sevinç<br />

Erbulak ile sizleri baş başa<br />

bırakıyoruz.<br />

NO:309 adlı diziyle<br />

ekrandasınız. Uzun süredir<br />

dizi ekranda görmüyorduk,<br />

bu projeyi tercih etmenizin<br />

sebebi ne oldu, sizi ne<br />

cezbetti?<br />

Yapım Şirketi. Gold Film<br />

daha önce de yüzlerce<br />

bölüm iş yaptığım bir<br />

şirketti. Onlarla çalışırken<br />

yine, sadece işimi<br />

SEVİNÇ<br />

ERBULAK


yapacağımı bildiğimden; görüşmeye<br />

gidip, Faruk beyden projeyi dinledim.<br />

Havalar sıcaktı, yazın başlayacaktı,<br />

olur mu olmaz mı derken yirmi hafta<br />

geçti. Bir projeyi değerlendirirken onlarca<br />

şey düşünüyorum elbette. Oyun<br />

arkadaşlarımın, yönetmenimin; yazarın<br />

kim olacağına kadar... Çünkü her yeni<br />

proje yeni bir seyahat. Bilirsiniz seyahat<br />

arkadaşlığı çok mühimdir. Gold Film bu<br />

seyahatin en önemli aracı, yolculuğu<br />

paylaştıklarım da böyle kıymetli olunca,<br />

insan eve dönmek istemiyor. Mutluyum<br />

yani. Sahnelerim bitince kahvemi söyleyip,<br />

ayaklarımı uzatıyorum ve “Sevinç<br />

hanım işiniz bitti” denmesini bekliyorum<br />

bir kez daha… (Gülüyor)<br />

No:309 romantik komediler için de<br />

ciddi bir eşikti bana göre… 13 bölüm<br />

öpüşemeyen diğer dizi karakterlerinin<br />

yanında tek gecelik ilişki sonucu bebek<br />

bekleyen bir çifti izliyoruz dizide…<br />

Ekranda bunun yadırganmaması<br />

muhafazakarlaştığımız görüşünün<br />

yanılgı olduğunu göstermiyor mu<br />

sizce?<br />

Yadırgandı, yadırgandı. Biz çok severiz<br />

yadırgamayı. İlk haftalarda oldu öyle bir<br />

şey. Evli değiller, nasıl olur yahu şeklinde<br />

oldu yani. Sonra Onur bebeğe ve Lale’ye<br />

sahip çıkınca yadırgayanların da mutlu<br />

olduğu bir zaman dilimi başladı. Artık bir<br />

an evvel aynı eve girmeleri ve mutlu mesut<br />

yaşamalarını istiyorlar da ben engel<br />

oluyorum duruma hala… (Gülüyor)<br />

No309 sezon projelerini bile geride<br />

bırakan reyting sonuçları alıyor. Bu<br />

başarının sırrı ne sizce?<br />

Evini seven insanların bir arada iş<br />

yapıyor olması. Herkes evinde de<br />

sette olduğu kadar mutlu olduğu için,<br />

hazırlığını yapıp gelen bütün birimler<br />

birleşince Voltran oluşuyor. Bence tabii.<br />

Herkes kendi işini yapıyor sette. Çok<br />

basit bir cümle gibi duruyor, biliyorum<br />

ama herkesin aslında bir başkasının<br />

işini yapmaya çok alıştığı bir sektörde,<br />

bizim sette; herkes kendinden sorumlu.<br />

Ha, evet bak; sorumluluk çok güzel bir


kelime. Herkes, elinden gelenin en iyisini yapıp<br />

sonra evine gidiyor. Kavga yok, hadi hadi çabuk<br />

olun biraz yok, acele etsenize yok, sohbet var;<br />

muhabbet var...<br />

OHAL ilanı ile çıkarılan 667 No’lu Kanun Hükmünde<br />

Kararname kapsamında görevden<br />

alındınız.<br />

Görevden alınmadım bu arada. Açığa alındım,<br />

meslektaşlarımla birlikte. Açıkta bir yerimiz,<br />

cevabını vermeyeceğimiz bir soru yok, açıkçası<br />

açıkta bekliyoruz. Havadar havadar.<br />

Süreç içinde çok değiştiğinize dair demeçlerinizi<br />

okudum. Bu süreç size neler<br />

öğretti?<br />

Dostumu düşmanımı. Hakikaten sadece bu<br />

kadar. Çok değişmedim aslında, az değiştim<br />

ama iyi değiştim. Kendime daha iyi geliyorum<br />

şimdi. Çevremdekilere de. Bazı taşları yanlış<br />

yerleştirmişim, onları düzelttim. Taşların yeri kolay<br />

değişmiyor. Zaman aldı biraz tabii. Daha gerçekçi<br />

biri oldum galiba. Geceleri hala kızına masal<br />

okuyan gerçekçi bir anne oldum (Gülüyor)<br />

Fox dışında bir kanalda yayınlanan, başka bir<br />

dizide oynasaydınız, politik gelişmeler sebebiyle<br />

işinize son verilebileceği endişesi taşır<br />

mıydınız? Zira Fox şu an diğer kanallardan<br />

biraz daha demokrat duruyor.<br />

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, gönlünü kaptırdığı<br />

mesleği yapabilecek kadar şanslı olan herkes, bir<br />

sabah uyandığında işsiz kalabilir. Ama bugünler<br />

geçecek. Dünya tarihine güvenmek gerek. Hep<br />

geçmiş, bazılarımızı delerek geçmiş; bazılarımıza<br />

değerek geçmiş ama sonunda geçmiş.<br />

İlk kez anne rolünde izliyoruz dizi bir dizide.<br />

Yetişkin bir çocuk annesi olmak için çok gençsiniz.<br />

Ekranda bu kadar genç anne rollerini<br />

görmemiz estetik kaygılar mı, bilinçli politikalar<br />

mı dersiniz? Yani erken anneliğe dair bir<br />

mesaj olarak yorumlanabilir mi oyuncu seçimleri?<br />

Erken anneliğe dair bir mesajımız olduğunu hissetseydim<br />

oynayamazdım bu kadar severek. E<br />

ben de 41 yaşıma geldim. Anne de oynayacağım<br />

artık elbette. Çok da keyif alıyorum bir yanıyla.<br />

Evin küçük kızı olmaktan da çok mutluydum ama<br />

böyle büyümek de iyi geldi. Yok bilinçli bir politika.<br />

Rolüm var. Onu sevdim ben ve oynamak istedim,<br />

hepsi bu.<br />

Son zamanlarda sıklıkla köşe yazıları,<br />

mektuplar ve iletilerinizle haber oluyorsunuz.<br />

Mesaj içerikleri politik elbette<br />

ancak kaleminizin gücünü de ortaya<br />

koyuyor. Sizin yazı denemeleriniz,<br />

çalışmalarınız olacak mı? Mesela Aslı<br />

Erdoğan’a yazdığınız mektuptaki dil çok<br />

gerçek, samimi ve şiirsel gelmişti bana.<br />

Yazıyorum ben. Kendime kaydediyorum<br />

belki de. Vurdumduymaz bir torunun elinde<br />

uzun yaşamayacak hiçbir yazım (Gülüyor)<br />

İyi ki de böyle olacak bu. Her şey kendi<br />

zamanında güzel. Onun için ben, şimdi<br />

yazıyorum. Kendi “şimdi” mi kendime notluyorum.<br />

Kelimeler insanı sarmalıyor bazen,<br />

kuştüyü montlar gibi. Seviyorum yazmayı.<br />

Hatırlamama vesile oluyor. Bir deneme<br />

kitabım var 2000 yılı basımlı. Belki onu<br />

yeniden basacağız. Ama çalışmam gerek<br />

üzerinde. Azıcık. Bir de yeni bir dosyam<br />

var. Ama yazalı çok oldu. Birbirinde ben-


zemeyen öyküler...Onlara da bakmam gerek. İsmi<br />

bile belli. Ama yazmayayım şimdi, biri kitabına isim<br />

arıyordur beğenir filan (Gülüyor) Geçen gün kapağını<br />

bile gördüm. Bir resim. Ressam benim kitabım için<br />

çizmiş. Her şey hazır aslında böyle yazınca şimdi...<br />

Mektuptan konu açılmışken kendinizi genelde<br />

dışarıda ama o gün içeride tarif etmişsiniz. Merak<br />

ediyorum içeride olmak nasıl bir şey? Siz nasıl<br />

tarif ediyorsunuz bunu?<br />

Kendi içinde sıkıntıyla oturuyor, kalkıyor; bir türlü<br />

kendi etine sığmıyor olmak demek. Bunu son zamanlarda<br />

sıklıkla hissediyorum. Öyle tuhaf bir<br />

şekilde gelip beni buluyor bu his. Ben ona içeride<br />

olmak diyorum. Bana tam da böyle hissettirdiği için<br />

sanırım.<br />

İzleyicilerin bir kısmı tasfiyelerin ardından Şehir<br />

Tiyatrolarını boykot ediyor, oyuna gitmeyeceklerini<br />

yazıyor. Bu tavrı nasıl karşılıyorsunuz?<br />

Sanat uzun, hayat kısa. Olur mu öyle hiç? Gitsinler.<br />

Ben gitmiyorum şimdilik. Canım isteseydi giderdim<br />

ama canım hiç istemiyor. Hastalandı benim evim<br />

diyorum, iyileşmesini bekliyorum. Önce<br />

yaşadığım ülke bir iyi olsun da. Zor ama<br />

imkansız değil hani. 102 yıllık bir kurumu<br />

niye boykot ediyorlar anlamadım? Boykot<br />

edilmesi gereken şey bir tür zihniyet. O da<br />

ancak sandıkta boykot edilebilir.<br />

Bugün yaşadıklarımız ileride oyun<br />

olacak diyorsunuz. Böyle bir oyun<br />

yazılsa sizce türü ne olurdu? Bugünü<br />

hangi türde sahnelemeyi tercih ederdiniz?<br />

Fantastik komedi elbette. Absürd komedi.<br />

Kara komedi. Komedi hep var yani türün<br />

tanımında.<br />

Yakında Ayrılık adlı oyunla tekrar seyirciyle<br />

buluşmaya hazırlanıyorsunuz.<br />

Semih Çelenk rejisini yapacak, Fırat<br />

Tanış ile beraber oynayacaksınız.<br />

Bildiklerimiz bunlar, peki bilmediğimiz<br />

neler olacak bu oyunda?<br />

Fırat’ın şahane partnerliği... Onun, beni<br />

dinlerken aynı zamanda da duyabilen<br />

hassas oyunculuğu ve bir sürü komik<br />

an bekliyor bizi. Semih Çelenk’in nasıl<br />

olacağını anlattığı bir sürü hayal bekliyor<br />

üçümüzü de. Bir sürü anı bekliyor hepimizi.<br />

Geçen gün Başak’ın anlattığı harika<br />

dekor bekliyor sonra... Bence 10 sene<br />

oynarız biz bu oyunu. 40-50 yaşlarımız<br />

arası aynı oyunu, değişe dönüşe oynarız<br />

umarım. Çok istiyorum böyle olmasını.<br />

Çok seviyorum, masa başında oyundan<br />

konuşmaya başlayıp ucunu kaçırdığımız<br />

sohbetleri. Gözü kalanın gözü çıksın valla<br />

Yeni başka projeler var mı? Sinema<br />

filmi vs?<br />

Bilmem. Öğrencilerimle yapmak istediğim<br />

bir milyon tane şey var. Zaman yetmez<br />

hepsine. Masallardan, efsanelerden<br />

bir oyun var aklımda. Oynamak<br />

için sabırsızlandığım bir oyun var uzun<br />

zamandır, belki o olur. Ama var tabii daha<br />

ona zaman. Sinema filmi olsun lütfen.<br />

Şanslıyım o konuda ben. Çok fena seviyorum<br />

sinema filmlerimi. Olacaksa yine<br />

öyle olsun. Yoksa çok iyi bir seyirciyim.<br />

Çok iyi demeyelim iddialı oldu yahu (Gülüyor)


GAME OF THRONES<br />

7. SEZONUN SIRLARI<br />

Kulağıma gelen duyumlara göre<br />

Game of Thrones’un en epik sezonu,<br />

2017 yazının sonunda izleyici ile<br />

buluşacak olan 7. sezonu olacakmış.<br />

BURAK YARKENT<br />

n Milyonları ekrana<br />

kilitleyen Game<br />

of Thrones dizisini<br />

duymayanınız yoktur herhalde.<br />

Kulağıma gelen duyumlara<br />

göre dizinin en epik<br />

sezonu, 2017 yazının<br />

sonunda izleyici ile<br />

buluşacak olan 7. sezonu olacakmış. Belki<br />

de bu yüzdendir ki dizinin 7. sezonunda kamera<br />

arkasında hangi isimlerin olacağı çok<br />

fazla önem taşır hale gelmiş durumda.<br />

Yetkililer film hakkında, deyim yerinde ise ser<br />

verip sır vermiyorlar. Hatta Game of Thrones<br />

2013-2014 sezonu yönetmenlerinden, yakın<br />

arkadaşım Alex Graves ile buluşmamdan<br />

bile dizi hakkında bir sonuç çıkartamamış<br />

olmam, yetkililerin bu konuya verdiği önemin<br />

bir parçası gibi duruyor.<br />

Uzun sözün kısası, sevilen dizinin 7. sezonu<br />

çok şeye gebe. Açıkta kalan birçok uç<br />

birleşip belki de bizi bambaşka yerlere çekecek,<br />

ama asıl önemli olan acaba önümüzdeki<br />

7. sezondaki 7 bölümü kimler yönetecek.<br />

Gelin bu isimlere birlikte bakalım;<br />

Jeremy Podeswa (1. ve 7. Bölümler)<br />

Game of Thrones dizisine yürekten bağlı


olanlar bu ismi yakından tanıyacaklardır<br />

aslında. Televizyon tarzını iyi bilen Podeswa,<br />

Six Feet Under, Dexter, True Blood, American<br />

Horror Story, ve Walking Dead dizilerinde<br />

de yönetmenlik görevi üstlendi.<br />

Aslen Kanada’lı olan yönetmen daha önce<br />

Game of Thrones dizisinin 5. sezonunda,<br />

deyim yerinde ise ekran başında izleyiciye<br />

tırnaklarını yedirten Unbent, Unbowed,<br />

Unbroken ve 6. sezonda The Red Woman<br />

bölümlerinin yönetmenliğini yaptı.<br />

aaa! unutmadan Jon Snow karakterini diziye<br />

tekrar getiren yönetmen de Podeswa’dır.<br />

Lord Commander Jon Snow’un dirilip tekrar<br />

hayata döndüğü bölümün yönetmenliğini<br />

yapan Podeswa, izleyici tarafından bunun<br />

olacağı bilinmesine ve beklenmesine<br />

rağmen, farklı üslubu ile görevini başarıyla<br />

yerine getirmişti.<br />

Podeswa, izleyiciyi şaşırtma kabiliyeti olan<br />

bir yönetmen. Dizinin 7. sezonunun açılışını<br />

ve aynı zamanda kapanışını yapacağını<br />

bilmemiz bile bu bölümlerde önemli işlerin<br />

olacağını kestirmemize yetiyor.<br />

Mark Mylod (2. ve 3. Bölümler)<br />

Mylod ismi de Yedi Krallığa yabancı olmayan<br />

isimler arasında. Dizinin 5. ve 6.<br />

sezonlarında görev alan başarılı yönetmen<br />

aynı zamanda High Sparrow bölümünde bizi<br />

High Sparrow ile tanıştıran kişi.<br />

5. sezonun 4. bölümü olan Sons of the<br />

Harpy’nin de yönetmeni olan Mylod aynı zamanda<br />

dizinin “kanlı” yönetmenlerinden. 6.<br />

sezon bölümlerinden No One isimli bölümde<br />

Arya’nın Waif’in yüzünün derisini yüzdüğü<br />

bölüme hayat veren yönetmen, sezona dam-


ga vuran sahnelerden birinin altına imzasını<br />

atmıştı.<br />

Mylod’un enteresan da bir yanı var...<br />

Britanya kökenli yönetmen aynı zamanda<br />

İngiliz televizyon kanallarına çektiği Shooting<br />

Stars ve The Fast Show komedileri ile 19<strong>97</strong>’de<br />

ve 1998’de BAFTA (British Academy Television<br />

Awards) ödülünü 2 defa kazanan bir isim.<br />

Matt Shakman (4. ve 5. Bölümler)<br />

Daha önce It’s Always Sunny in Philedelphia,<br />

Ugly Betty ve House dizileri ile birlikte bazı<br />

HBO dizilerini yöneten Shakman, Yedi Krallığa<br />

yabancı bir isim olarak öne çıkıyor. Komedi<br />

ve drama tarzı yapıtları yönetmeyi sevdiğini<br />

söyleyen yönetmenin CV’sinde Brothers and<br />

Sisters, Mad Men, Siz Feet Under, Fargo ve the<br />

Good Wife gibi tanınmış yapıtlar da var.<br />

7. sezonun 4. ve 5. bölümlerine hayat verecek<br />

olan isimden beklentim, fazla aksiyonun<br />

olmadığı, derin karakter analizlerinin fazla<br />

olduğu sahneler..<br />

Bekleyelim, hep birlikte göreceğiz.<br />

Alan Taylor (6. Bölüm)<br />

Taylor ismi ile birlikte aklınıza düşen ilk kelime<br />

grubunun Thor: The Dark World, ikincisinin<br />

ise Terminator: Genisys olduğunu çok iyi biliyorum.<br />

Hatta daha da ileri gideyim, bu iki yapıtın da<br />

hayal kırıklığı olduğunu söyleyip, Game of<br />

Thrones dizisinin 6. bölümden ümidini kesenleriniz<br />

bile olacaktır. Fakat film yönetmenliği<br />

ile dizi yönetmenliği arasında dağlar kadar<br />

fark olduğunu da unutmamak gerekiyor.<br />

Kaldı ki Taylor, Game of Thrones dizisinde<br />

daha önce görev alan ve bu görevi başarıyla<br />

yerine getiren isimlerden biri, belki de en etkilisi<br />

olarak göze çarpıyor.<br />

1. Sezonun 9. ve 10. bölümleri olan Baelor<br />

ve Fire and Blood isimli bölümlerinde imzası<br />

olan Taylor’un işini ne kadar iyi yaptığını<br />

bilmek için bu bölümleri anımsamanız yeterli<br />

olacaktır.<br />

Hemen anımsatayım; Ned Stark karakterinin<br />

başının vücudundan ayrıldığı bölümü bizlere<br />

yaşatmıştı Taylor ve bence bu diziyi farklı yapan<br />

detaylardan birinin, beklenmeyenin her an<br />

olabildiği gerçeğinin de yaratıcısı olmuştu.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!