You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Y I L 0 1 S A Y I 0 2 M A R T - N İ S A N 2 0 2 1
KÜPE
D ü ş ü n c e , K ü l t ü r v e M e d e n y e t D e r g s
Bu sayıda:
ZEYNEP DADAK İLE
BALIKESİR VE SİNEMA ÜZERİNE
BİR SÖYLEŞİ
SAYFA 23
BİR İHTİMAL DAHA VAR:
KUANTUM
SAYFA 19
STOACILIĞIN BEŞ SÜTUNU
MODERN ZAMANLARIN BUNALTISI:
SAYFA 11
İNSAN VE COĞRAFYA'YA DAİR
DÜŞÜNCELER
SAYFA 04
VAROLUŞÇULUK
SAYFA 15
Gözler m Kapat
Karanlığı Yazıyorum
Ahmet Serbay Erden
Fotoğraf: Johnson Tsang, ‘The W ndows'.
S I R R I Y I R C A L I A N A D O L U L İ S E S İ F E L S E F E K U L Ü B Ü Y A Y I N O R G A N I D I R . İ K İ A Y D A B İ R Ç I K A R .
K A N T A H L A K I
36
İ O A N N A
K U Ç U R A D İ
38
İ B N Ü ' L A R A B İ
43
F E L S E F İ
B U L M A C A
49
K A P L U M B A Ğ A
T E R B İ Y E C İ S İ N D E N
K Ü B İ Z M E S A N A T
46
İ Ş A R E T A T E Ş İ
50
Günlük hayatımızda hepimiz
ya yakın çevremizden ya
da bulunduğumuz sosyal mecralardan
en az bir kere “Varoluşsal
bir krizdeyim.” lafını
duymuşuzdur. Bu söz bize “entel
dantel bir laf” gibi gelse de
özellikle dünyanın geçirdiği
bu pandemi ve karantina sürecinde
“çok yoğun ve hareketli”
olan yaşantılarımızdan kopup
eve kapanmamız, bir bilinmezlik
içine doğru sürüklenmemiz
birçok insanın anlam arayışına
girmesine ve hayatlarındaki
konumlarını sorgulamalarına
neden oldu diyebiliriz. İşte bu
noktada bazılarımız için cevap,
bazılarımız içinse yeni sorular
oluşturacak nitelikte olan Varoluşçuluk
(Egzistanyalizm) akımı
ile birlikte Kierkegaard, Sartre
ve Camus gibi isimler devreye
giriyor.
Varoluşçuluk; insana
ve insanın varoluşu üzerine
eğilen, felsefe tarihinde birçok
kez tartışılmış öz, anlam ve
varlık problemlerini insanı
merkeze alarak açıklamaya
çalışan felsefe akımıdır. Anahtar
sözcüklerini ise bunaltı, absürt,
yabancılaşma şeklinde sıralayabiliriz.
Sartre ise Varoluşçuluğu
tanımlayamayacağımızı söyler
ve ekler: “Elbette bir şeyin
tanımlanamaması yok olduğunu
göstermez onun. Nitekim aşkı, şiiri,
elektriği de tanımlayamıyoruz, ama
yok da sayamıyoruz. Çünkü her
gün onların çeşitli belirtileriyle
karşılaşıyoruz. Tıpkı, sık sık
varoluşçu ürünlerle karşılaştığımız
gibi…”
Felsefi akımları oluştukları
zaman ve mekândan ayrı düşünmek
mümkün değildir. Bu yüzden
Varoluşçuluğu da aynı şekilde
düşünmeliyiz. Determinizm ve
pozitivizm gibi düşünce akımlarının
yaydığı akılcılığa rağmen 20. yy’da
iki dünya savaşı geçirmiş yaşlı
dünyamıza büyük bir sıkışmışlık
ve buhran hali hakimken ortaya
çıkan Varoluşçuluk, bireyin
giderek yalnızlaşmasını, anlam
arayışını ve bunaltısını anlatır.
Akılcılıkla beraber bir kenara
atılan insanın duyguları ve acıları,
parçalanmış benliği Varoluşçulukta
toparlanmaya çalışılır.
Yazımda Varoluşçuluğu
bir felsefe akımı olarak
değerlendireceğim ancak Varoluşçuluk
sanatta ve özellikle
edebiyatta karşımıza sıkça çıkan
bir akımdır. Çünkü bu akımı
benimsemiş çoğu düşünür bize
fikirlerini anlatmak için özellikle
edebiyatı kullanmışlardır. Franz
Kafka’nın “Şato”sunda, Albert
Camus’nün “Yabancı”sında ve
hatta Dostoyevski’nin eserlerinde
bile Varoluşçuluk akımından
izler görebilirsiniz. Resim
alanında ise Francis Gruber, Jean
Fautrier, Alberto Giacometti
ve Bram Van Velde gibi önemli
ressamların Varoluşçuluk akımından
etkilendiklerini söyleyebiliriz.
• Varoluşçuluk Ne Anlatır?
Etrafımızdaki her şey bir
amaç uğruna ve özü belirlendikten
sonra var olur. Mesela Sartre’ın
ünlü örneğindeki gibi bir zarf açma
bıçağı hayal edelim. Bu bıçağı
yapan zanaatkar onu var etmek için
hangi maddenin kullanılacağını,
şeklinin ne olacağını ve ne kadar
keskin olacağını iyi bilir ve bunlara
dikkat ederek bıçağı yapar. Hayal
ettiğimiz zarf açma bıçağını bir
testereden veya masadan ayıran
o bıçağın önceden zanaatkarı
tarafından belirlenmiş olan
özüdür. Zarf açma bıçağı için
konuşacak olursak bu bıçağın özü,
varoluşundan önce belirlenmiştir.
İnsanlar da zarf açma bıçağı gibi
mevcutturlar ancak bıçak gibi
belirli bir amaç için, önceden
belirlenmiş bir özle dünyaya
gelmezler. Ayrıca zanaatkarları
da yoktur. Kısaca varoluş, özden
önce gelir. Bir bakıma Descartes’ın
“Düşünüyorum, öyleyse varım.”
anlayışına karşı çıkılır. İnsan
düşünebildiği için var olmaz, var
olduğu için düşünür.
MART 2021 ● KÜPE | 15
İnsan, dünyaya kendisi
için önceden belirlenmiş etiketler
ve kalıplar içinde gelir. Ancak bu
kalıplar insanın özünü bulması
için bir şey ifade etmez. Aslında
hepimiz toplumsal maskelerimizin,
Foucalt’ın deyimiyle personalarımızın
alt ında bir şekilde kendi
özümüzü aramak durumundayız.
Belki çoğumuz şu an için taktığımız
maskenin farkında değiliz, belki de
gündelik hayatımıza ve yansımalara
kendimizi kaptırdık. Ancak bu
anlamsızlık duygusu peşimizi
asla bırakmaz ve kendi özünü
bulamamış insanı çıkmazlara,
bunaltıya ve hatta intihara
sürükler. Varoluşçuluğa dışarıdan
bakıldığında akıma katkı sağlayan
filozofların ve yazarların intiharı,
bunalımı yücelttiği düşünülebilir.
Bu aslında anlatılanların tam
tersidir, özünü bulan insan hayatına
özgürce ve kendi seçimlerinin
sorumluluğunu alarak devam
eder. Çünkü hayat intihar etmeye
değmeyecek kadar absürttür aynı
zamanda.
Varoluşçulara göre
insan kararlarında özgürdür ve
insanı insan yapan da verdiği
kararlar, yaptığı seçimlerdir.
Seçimlerinde özgür olmasını
özünün önceden belirlenmemiş
oluşuyla anlayabiliriz. İnsanın
seçimlerindeki özgürlük ona
sorumluluk da yükler. Yani
seçimleriniz sonucu oluşan
geleceğiniz veya benliğiniz sizin
sorumluluğunuzdadır. Mutluluğu
da seçebilirsiniz, bunalımı da.
• Kierkegaard ve Diğer Teist
Varoluşçular
Tanrıtanımaz varoluşçulara
ve kuramcılara nazaran fikirleri
daha az benimsenmiştir diyebiliriz.
Tanrı ve ahlak gibi kavramlar
üzerinde durmuşlardır ancak
felsefelerinde aynı tanrıtanımaz
varoluşçularda olduğu gibi bunaltı,
yabancılaşma, bireysellik ve
toplumdan soyutlanma etkilidir.
Varoluşçuluğun kurucusu
Danimarkalı düşünür Kierkegaard
olarak kabul edilir. Modern
anlamda Varoluşçuluk kavramını
da ilk kez o kullanmıştır.
Kierkegaard, Varoluşçuluğa teist
bir perspektiften yaklaşır. Ancak
devletin el attığı sistematik dinleri
benimsemek yerine bireyselliği
öne çıkarır. Ona göre sürünün bir
parçası olmak yerine “ben” olmak
daha kıymetlidir ve var olmak
da insan içindir. Seçimlerimiz ve
kararlarımız bizi var eder.
Kendisinin Varoluşçuluğa
dair fikirlerini Korku ve Titreme
adlı kitabında görebilmekteyiz.
Kierkegaard bu kitabında İbrahim
peygamberin çoğumuzun bildiği
oğlunu kurban etme hikayesini
ele alır. “Oğlunu kurban edecek
olması onu cani mi yoksa dini
için kendini adamış biri mi
yapar?” sorusundan yola çıkar ve
İbrahim’e hayranlık duyar çünkü
İbrahim bunu kendini tanrısına
adadığı için seçer. İnanç için etik
problemleri askıya alabileceğimizi
düşünür. Daha sonraları diğer
filozofların da söyleyeceği üzere
insan seçimlerinde özgürdür
ve Kierkegaard seçimlerimizin
Tanrı’yı mutlu edecek şekilde
olması gerektiğini savunur.
“Bu neden İbrahim, bende takdir
uyandırmakla birlikte beni dehşete
de düşürür. Kendini yok sayan
ve sorumluluk için feda eden,
sonsuzu kavrayabilmek uğruna
sonludan vazgeçer ve tamamen
güvendedir; trajik kahramansa
kesin ve eminden, daha kesin ve
emin uğruna vazgeçer, seyircinin
güvenen gözleri onun üzerindedir”
Alman asıllı filozof Karl
Jaspers bir diğer teist varoluşçudur.
“İnsan nedir?” sorusunun cevabının
farklı disiplinlerde değil
felsefede aranması gerektiğini
söyler. Bu probleme verdiği cevap
ise her insanın kendi dasein’ını
(var oluşunu) bulmasıdır.
Dasein’ı bulmak ise her insan
için zaman içinde gelişir ve
Tanrıya yönelmekten geçer.
İnsan varoluşunu bazı işaretler
aracılığıyla bulur. Karl Jaspers
bu işaretlerden birini “Varoluşsal
iletişim” yani Exitentielle
Kommunikation olarak adlandırır.
Bu kavramla bireylerin kendi
varoluşlarının başka bireylerin
varoluşları sayesinde bulmasını
anlatmaktadır. Yine bireyin kendi
özgürlüğünün de başkalarının özgür
olmasına bağlandığını söyler. Birey
başkaları da özgür değilse özgür
olamaz. İnsan kendi özgürlüğünü
sağlamalıdır ve bunu da iradesi
sayesinde yapar. İnsan eğer özgür
olursa kendi tanrısını da bulabilir
görüşündedir. Karl Jaspers’dan
daha sonra gelen ve Varoluşçuluğa
yine dinsel açıdan yaklaşan
Gabriel Marcel ise kendinden
önceki teist Varoluşçu düşünürlere
katılarak insanın varoluşunu
Tanrı’nın varlığını kabul etmesiyle
bulduğunu söyler.
“Ben, özgürlüğüm içinde yalnız
kendimle var değilim, bana kendi
varlığım özgürlüğümün içinde
verilmiştir. Çünkü ben; kendi dışıma
çıkabilirim, özgür oluşumu baskı
altına alamam. Gerçekten, nerede
kendi kendimsem, orada yalnız
kendi kendimle var olmadığımı,
kesinlikle biliyorum. En yüksek
özgürlük kendini, özgür zaman
içinde, dünyadan bağımsız ve aşkın
varlığa en derin bir bağlılık olarak
bilir.”
(Karl Jaspers, Felsefe Nedir?)
MART 2021 ● KÜPE | 16
• Tanrısız Varoluşçuluk
Nietzsche’nin deyimiyle
“Tanrı öldü.” ve biz tanrısız
bir evrende tek başımızayız.
Hayatımıza anlam katan bir din
öğretisinin olmayışı çoğu insanı
hiçliğe sürüklemekte ve aslında
Nietzsche’nin Nihilizm anlayışında
bizi uyardığı noktadayız. Peki
bu durumda varoluşumuzu nasıl
anlamlı hale getireceğiz?
Heidegger, Husserl
ve Kierkegaard’ın görüşlerini
toparlayarak Varoluşçulukta yeni
bir kapı açtığını görürüz. Husserl’in
fenomenolojik yöntemine göre
varlıkları o an içinde bulunduğumuz
ruhsal duruma, sosyal çevremize ve
yaşantımıza göre deneyimliyoruz.
Bu yöntemin asıl amacı da
nesneleri kavrarken bu nesnelerin
zihnimizce nasıl inşa edildiği
ve oluşturulduğu. Heidegger
ise Husserl’in oluşturduğu
fenomenolojik yöntemi varlıkbilimi
alanına taşıyan kişi. Ünlü kitabı
Varlık ve Zaman (Sein und Zeit)’da
“Varlıkbilim ancak fenomenoloji
olarak olanaklıdır. Fenomenolojik
kavramı var olanın varlığını,
onun anlamını, değişkenlerini ve
kökenini göstermeyi amaçlar.”
şeklinde düşüncelerini bize sunar.
Felsefenin çağlardan beri üzerine
yöneldiği Varlık Felsefesi alanında
çalışmalarını gerçekleştirir.
Heidegger varlığı varoluşta arar.
Yaşamlarımıza (birçok varoluşçu
filozofun da kullandığı biçimiyle)
fırlatıldık ve bu fırlatılmışlık
(Geworfenheit) sonucu belirli bir
sosyal çevreye, rutine, ön yargılara,
nesnel zorluklara hapsedildik. Bu
durumdan kendimizi kurtarmak
için varlığımızı bulmalı, psikolojik
ve sosyal eksikliklerimizi kavrayarak
kendi hayatımızın
üstünde, evrensel bir bakış
açısı geliştirmeliyiz. Ölümden
(Heidegger’in kullandığı biçimde
söyleyecek olursak “Yokluk”tan
yani Das Nichts’ten) bizi diğer
insanlar kurtaramayacağına göre
onlar için yaşamayı bırakıp kendimiz
için yaşamalıyız.
Varoluşçuluğun asıl
kuramcısı diyebileceğimiz düşünür
ise Jean Paul Sartre’dır. Sartre’ın
felsefesini anlayabilmek için önce
“kendinde varlık” ve “kendisi için
varlık” kavramlarını açıklamamız
gerekir. Kendinde varlık için öz,
varoluştan önce gelir ve Sartre’a
göre kendinde varlık açıklanamaz.
Çünkü kendinde varlığın var
olmasını ya aşkın bir varlığa yani
Tanrı’ya ya da diğer varlıklarla
açıklamamız gerekir. Bu yüzden
kendinde varlık tek başına tarifsiz
ve anlamsız olandır. Sartre
kendine varlıkları nesneler olarak
nitelendirir ve asıl önemli olanın
nesneler yani kendinde varlıklar
değil, kendisi için varlıklar
olduğunu söyler. Kendisi için varlık
ise bireydir ve bireyin varoluşu
özden önce gelir. Sartre bu şekilde
başlangıç noktası olarak bireyi
kabul eder. Tanrı’nın varlığını kabul
etmemesinin nedeni ise Tanrı’nın
Sartre’ın tanımladığı kendine ve
kendisi için varlıklardan ikisini
birden kapsamasıdır. Bir varlık ya
kendinde varlıktır ya da kendisi
için varlıktır. Tanrı hem tam olandır
hem de seçimler yapandır. İnsanın
Tanrı’nın varlığını kabul etmesiyse
özünü bulamamanın yarattığı
boşluğu Tanrı’nın varlığıyla
kapatmasıdır. Kendisi için varlık
(yani birey) kendinden varlıklar
dünyasına fırlatılır ve burada özünü
bulmaya çalışır. İnsanın varoluşu
tamamen anlamsız ve saçmadır.
Bunu fark eden insan bunalıma ve
yabancılık duygusuna sürüklenir.
Varoluşun özden önce
gelmesinin bir sonucu olarak insan
doğası diye bir şeyden söz edemeyiz.
Bizi yaratan ve bize kurallar koyan
bir Tanrı’nın ve özümüzün baştan
belli olmayışı bizi özgür kılar.
Özgür insan seçimlerinden sadece
kendisi sorumludur. Varoluşçuluk
adlı eserinde “Dostoyevski, Tanrı
olmasaydı her şey mubah olurdu,
diye yazmıştı. Gerçekten de, Tanrı
yoksa her şey mubahtır, hiçbir şey
yasak değildir. Bu demektir ki,
insan kendi başına bırakılmıştır.
Ne içinde dayanacak bir destek
vardır ne de dışında tutunacak bir
dal. Artık, hiçbir özür, dayanak
bulamayacaktır yaptıklarına.
Varoluş özden önce gelince,
verilmiş ve donmuş bir insandan
söz edilemez. Önceden belirlenmiş,
donmuş bir doğa açıklanamazdır.
Başka bir deyişle, gerekircilik,
kadercilik yoktur burada, kişioğlu
özgürdür, insan özgürlüktür”
şeklinde düşüncelerini açıklar.
Sartre’ın bireyi tüm dünyada
yalnızdır, özgürdür, kendine ve
toplumuna karşı sorumluluk sahibi
olmalıdır.
MART 2021 ● KÜPE | 17
• Camus ve Absürt Felsefesi
20. yy’da Varoluş
felsefesine yakın sayabileceğimiz
düşünürlerden biri de Albert
Camus’dür. Sisifos Söyleni’nin
ilk cümlesinde bize kafa yorduğu
asıl problemi şu şekilde açıklar:
“Gerçekten önemli olan bir tek
felsefe sorunu vardır, intihar.
Yaşamın yaşanmaya değip
değmediği konusunda bir yargıya
varmak, felsefenin temel sorusuna
yanıt vermektir.” Her insan kendi
yaşamında bir anlam arayışı
içindedir ve bu anlam arayışı
sonucu “saçma” kavramıyla
karşılaşır. Saçma kavramını
anlamsız, uyumsuz, akıldışı gibi
anlamlara yorabiliriz. Ancak Sartre
ve Heidegger gibi filozoflardan
farklı olarak varlığın kendisini
saçma olarak görmez. Örneğin,
bir kedinin veya bir ağacın bilinci
yoktur ve bulundukları çevreyle
uyumludurlar. Ancak insanın
uyumsuzluğu bilinçli olmasından
kaynaklanır. Akıl hayatı bir türlü
açıklayamaz ve saçma kavramını
ortaya çıkaran şey budur. Hayatın
ve ölümün saçmalığıyla yüzleşen
insan ya intihar eder ya da intiharın
felsefi bir yolunu kullanır: umut eder,
yani intiharın felsefi olan yolunu
kullanır; hayatının aslında o kadar
anlamsız olmadığını, ömrünün en
sonunda dünyada yaptıklarının
sonucunda belirlenecek bir
ahiret hayatının onu beklediğini
düşünür. Camus’ya göre bu iki
yol da yanlıştır. Asıl önemli olan
tüm uyumsuzluğumuza rağmen
yaşamaktır, saçma kavramına
başkaldırıp hayata sarılmaktır.
Sisifos Söyleni’de Yunan
mitolojisinden bir karakter olan
Sisifos’u düşünmemizi ister.
Sisifos, Tanrılar tarafından
yaptıklarının cezası olarak bir
kayayı bir tepeye çıkarmakla
görevlendirilmiştir. Kayayı tepenin
sonuna kadar çıkarır ancak kaya
geri yere yuvarlanır ve Sisifos tüm
yolu sürekli tekrar çıkmak zorunda
kalır. Sisifos sonunda ne olacağını
bildiği halde bunu yapmaktan
asla vazgeçmez. Sisifos’un cezası
elbette trajik ve saçmadır ancak
Camus, Sisifos’un mutlu olduğunu
hayal etmemiz gerektiğini
söyler. Sisifos yaptığı eylemin
bilincindedir ve her şeye rağmen
devam etmekte, başkaldırmaktadır.
Başkaldıran insan hayatın
kısalığını ve ölümün her an her
yerde geleceğini bildiği için hayatını
dolu dolu yaşayan insandır. Camus,
ölümü için belki saçma bir şekilde
bir trafik kazasında ölebilirsiniz
diyerek anlatır bunu ve kendisi de
trajikomik bir şekilde 1960’ta bir
trafik kazasında hayatını kaybeder.
İşte ölümün hep yakınımızda
olduğu ve saçma bir dünyada tek
yapılacak şey ölene kadar tadını
çıkararak yaşamaktır. Yazımı
Bulutsuzluk Özlemi’nin sevdiğim
bir şarkısının sözleriyle bitirmek
istiyorum: “Ne olursa olsun
yaşamaya mecbursun!”
Sarıoğlu, G. (2008). Tarih Felsefesi Alanında Bir İnceleme: Varoluş Felsefesi ve Tarih Anlayışı/A Researching in the Domain of Philosophy
of the History: The Existentialism and the History Conception. Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 5(9). http://
www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423909555.pdf
Raptis, B. K. (2020). Nietzsche’nin bakışından varoluşçuluk. Kaygı. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, 19(2),
500-517. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1271037
Sartre, J. P. (2005). Varoluşçuluk. Nostalji.
Kierkegaard, S. (2013). Korku ve titreme. BİLİM. TR.
Dindar, B. (1987). JP Sartre’ın Varoluşçuluğunda Hürriyet Anlayışı. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 2(1), 72-94.
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/188282
Dürre, M. (2020). Nietzsche’nin Nihilizm Söylemi. Felsefe Arkivi, (52), 83-96. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1207364
https://www.makaleler.com/egzistansiyalizmin-ozellikleri-ve-temsilcileri
Coşkun, S. (2015). Varoluşçuluk ve özgürlük problemi. Felsefe Düşünce Dergisi, 61, 80-105.
K. Jaspers, Felsefe Nedir?, (Çev. İ. Z. Eyuboğlu), Say Yayınları, İstanbul 1995, s. 71.
Schrag, C. O. (2006). Heidegger felsefesinde fenomenoloji, varlıkbilim ve tarih. Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 5(13), 205-
215. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/235713
Heidegger, M. (2014). Zaman ve varlık üzerine.
https://www.youtube.com/watch?v=Br1sGrA7XTU
MART 2021 ● KÜPE | 18
Halil Cibran
10/F
Lübnan asıllı ABD vatandaşı şair ve yazar, filozof,
ressam (D. 6 Ocak 1883, Bişşeri / Lübnan – Ö. 10 Nisan
1931, New York / ABD).
Osmanlı İmparatorluğu kontrolünde Kuzey Lübnan’ın
Bişerri semtinde Hristiyan Maruni mezhebine bağlı bir
ailede dünyaya geldi. Ailesinin yoksulluğu nedeniyle
resmi bir eğitim alamadı. Köy papazından Süryanice ve
Arapça dillerinin yanı sıra dinin temel esasları ve İncil
dersleri aldı. 1895’te annesi ve kardeşleriyle Amerika’-
ya göçerek Boston’a yerleşti. Burada göçmen çocuklarına
ayrılmış bir sınıfta okula başladı. Kara kalemle
yaptığı çizim ve resim çalışmaları öğretmenlerinin
dikkatini çekti. Yaratıcılığını fark eden öğretmeni
Cibran'ı fotoğrafçı ve yayıncı Fred Holland Day ile tanıştırdı.
Eğitimiyle ilgilenen fotoğraf sanatçısı Fred
Holland Day sayesinde Halil Cibran evrensel sanatla
tanıştı, yaptığı resimler kitap kapağı olarak yayımlandı.
1904 yılında El-Muhacir adlı gazetede deneme türündeki
ilk edebi ürünleri yayımlandı. İlk çalışmasında
kafesteki bir kuşu betimledi. Bu makale “Vizyon” adını
taşımaktadır. Halil Cibran genç şair olan Josephine
Preston ile tanıştıktan sonra onunla duygusal olarak
yakınlaştı. Genç şair yazarımıza “Genç ermişim benim”
diye hitap etmekteydi. Halil Cibran’a esin kaynağı olan
bu sözcükler Ermiş kitabının yazılmasında büyük rol
oynadı. Halil Cibran’ın “Ermiş” kitabı özellikle Avrupa ve
Amerika’da 68 kuşağının elinden düşürmediği kitaplar
arasında yer almaktadır. Ünlü Amerikalı şarkıcı Elvis
Presley, Halil Cibran’ın eserlerine hayranlığıyla bilinirdi.
Çoğu zaman onun kitaplarını ücretsiz dağıtmıştır.
Halil Cibran daha sonraki eserlerinde kadın hakları
konusunu ve ruhban sınıfına eleştirilerini kaleme
almıştır. Yazdığı bu eserler yüzünden gençleri zehirlemesi,
tehlikeli ve ihtilalci olması bahane gösterilerek
kilise tarafından aforoz edilmiştir.
olan Cibran aynı zamanda başarılı bir ressamdı.
Resimlerinin bazıları günümüzde dünyanın birçok şehrinde
sergilenmektedir. Yaşamının yaklaşık son yirmi
yılını ABD'de geçiren yazar, ölümüne kadar kaldığı bu
ülkede eserlerini İngilizce yazmıştır.
Halil Cibran'ın en ünlü eserlerinden biri olan ve ilk kez
1923 yılında basılan Nebi adlı eseri, toplam 26 adet
şiirden oluşan bir karma şiir denemeleri kitabıdır.
El-Mustafa adındaki bir kahinin 12 sene kaldığı Orphalese
şehrinden ayrılıp evine gitmek üzereyken halk
tarafından durdurulması, ana kahraman ile halk
arasında insanlık ve hayatın genel durumu hakkında
geçen konuşmalar kitabın kendisini oluşturmaktadır.
Cibran'ın bu kitapta El-Mustafa isimli şahsa verdiği bu
isimle peygamber Hz.Muhammed'i işaret ettiği ihtimali
büyüktür.
1931 yılında Amerika’da 48 yaşındayken siroz ve tüberkülozdan
hayata gözlerini yumdu. 1932’de Cibran’ın
cenazesi, doğum yeri olan Bişerri’ye gönderildi ve
küçük bir kilisenin bahçesine defnedildi.
Amerika’da birçok aşk serüvenleri yaşadı. 1923 yılında
Mısır’da yaşayan Arap yazarı Mey Ziyade ile mektup
yoluyla ilişki kurdu ve yaşamının sonuna kadar Mey
Ziyade ile mektuplaşmayı sürdürdü. Halil Cibran ile
Mey Ziyade birbirlerine karşı derin bir aşk beslemelerine,
bir araya gelme imkânına sahip olmalarına
rağmen ne birbirlerinin sesini duydular ne de bir kez
olsun bir araya geldiler. Mektuplar soylu sevdalarını
taşıdı. Aşkın en güzel halini yaşadılar. Kalp gözüyle
dokunabilmek, hissedebilmek, görebilmek...
Eserleri ve düşünceleri dünya üzerinde geniş yankı
uyandırdı. Şiirleri yirmiden fazla dile çevrilmiş
MART 2021 KÜPE | 29
Edebi Hayatı
Cibrân edebî kimliğinde kör taklitten uzak durmuş,
insanı toplumun kurbanı haline getiren Doğu gelenekleriyle,
özden çok kabuğa önem veren Batı uygarlığı ve
materyalizmine karşı çıkmıştır. Cahil erkekler, israfa
ve ahlâkî çözülmeye mâruz kalmış kadınlar, Makyavelist
politikacılar, bilimde ilerlemiş ancak insanlıkta geri
kalmış uygarlıklar karşısında ilkeli bir duruş ortaya
koymuştur. Cibran’da, sosyal sorunları belirleyip
çözüm önermeyen sosyal eleştiri, çözümsüzlükler ve
düzelmezlikler karşısında karamsarlığa kapılarak
doğaya kaçış eğilimi gibi nitelikler de gözlenmiştir.
Ayrıca, parantez içi anlatımlar (istitrat), tekrar, ıtnâb,
istiare, teşbih, tezat gibi sanat öğeleri, lafız ve terkiplerdeki
armoni, yalınlık, akıcılık ve sembolizmin
egemen olduğu nesirsel şiir üslûbuyla özdeşleşmiş, bu
üslûp Cibrân üslûbu olarak da anılmıştır.
Halil Cibran’ın Felsefesi
Halil Cibran’ın hayatına bakıldığında çocukluk döneminden
itibaren hayatın bütün ayrıntılarını sorgulayan,
duygu süzgecinden geçiren, küçük ayrıntılardan büyük
dünyalara geçen, sonuca kavuşmak için bütün sınırlarını
zorlayan bir kişilik olmuştur. Bu kaşif kişiliğinde
şüphesiz en büyük etken kalbinden şelale gibi akan,
onun var oluş sebebi, kaybolmuş ruhun beden arayışı
“sevgi”dir.
Cibran’ın eserlerinde sevgi kavramı çok geniş bir kavramdır.
Hangi konuya değinirse değinsin dönüp dolaşacağı
konulardan biri sevgidir. Aslına bakacak olursak
bizim için de öyle değil midir? Gözümüzü nereye çevirirsek
çevirelim, nereyi hissedersek hissedelim sevgiye
ulaşacağımız aşikardır. Tabiat sevgisi, sanat sevgisi,
vatan sevgisi... Cibran, en çok Tanrı ile buluşma noktası
olan evrensel sevgi üzerinde odaklanmaktadır.
Sevgilinin güzelliği, tebessümü onu bambaşka bir
manevi boyuta geçirir. Lakin sevgili dedim diye bireysel
algılamayın. Tüm sevgililerimizi kast ediyorum. Belki
bir anne, belki bir baba, belki bir dost, belki bir
öğretmen belki de bir masa...
Cibran’ın arayışlar içindeki çocuk yüreği, her çocuk
için olduğu gibi annesi için hızlı ve derin atıyordu. Sevgiyi
belki de ilk kez annesinde bu denli yoğun hissetti.
Cibran büyüdükçe arayışlar içindeki ruhu; o aradıkça
farkındalık sancılarıyla yalnızlık ve keder içinde kıvranıyordu.
Cibran’ın gençliğe adım attığı yıllardaki boşluğun
içinde kaybolan ruhu, ilk gençlik aşkı Selma
Karame vasıtasıyla günlerinin bir düş, gecelerinin de
bir bayram gibi geçtiği büyük bir sevgi bahçesine
girmiştir. O, Selma’yı hayatın anlamını kavramasına
neden olan, kendi hayatının Havva’sı olarak görür.
Ancak O’na göre kendi Havva’sının ilk Havva’dan bir
farkı vardır. Ve bunu: “Havva, arzusuyla Adem’i cennetten
çıkarttı. Oysa Selma tatlılığı ve sevgisiyle beni aşkın
ve saflığın cennetine soktu.” sözleriyle dile getirir.
İnsanlar arasındaki aşkın ruhsal bir uyumun meyvesi
olduğunu düşünen Cibran’a göre, başta yakalanamayan
bu ruhsal uyumun sonradan yakalanması güçtür. Ve bu
konuda şunları söyler: “İnsanların, bir süre devam
eden arkadaşlığın ve uzun kurların sonucunda aşkın
doğacağını zannetmeleri ne kadar da yanlıştır. Gerçek
aşk, ruhsal bir uyumun meyvesidir. Bu uyum ilk bakışta
kurulamamışsa değil bir yılda, bir asırda bile
kurulamaz.”
Cibran’ın hayatında, kadınların ruhlarında olan sevgi,
merhamet ve sefkat önemli yer tutar. Onun uzun soluklu
ve birbirlerini hiç görmeden gelişen bir aşkın ürünü
olarak Mey Ziyâde’ye yazdığı mektuplarda, kadınlarla
ilgili düşüncelerini bulmamız mümkündür.
Cibran için sevgiliye duyulan aşk, insan ruhunun yücelerle
buluşması için bir vesiledir. Cibran’a göre sevgi
hayatın bütün alanlarına yayılan sınırlandırılamaz bir
güç kaynağıdır.
Cibran ve En Önemli Sevgi Kaynağı:
Evrensel Sevgi
Cibrân, sevgiyi kendini tanımanın ve Tanrı’ya ulaşmanın
bir vesilesi kılmıştır. Ona göre sevgi, sabah akşam,
her zaman her mekanda kendisine eşlik eden, hoş ve
tatlı bir ruh zenginliğidir. Tabiatın büyüleyiciliğinin, ruh
dinginliğinin verdiği mutluluğun ve hayatın gizlerindeki
derinliğin altında yatan sevgidir. O, sevilenle bir bütün
olma ve onda yok olma olarak gördüğü sevgiye mistik
bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Cibran, bir günün evreleri
ile hayatın evrelerini eşleştirerek sembolize eder.
Şafak çocukluğun, öğlen vakti gençliğin, gün batımı
yaşlılığın, gece ölümün ve yok oluşun sembolüdür.
MART 2021 KÜPE | 30
Nebi’de şöyle geçer;
“Şafakta kanatlanmış bir kalple uyanmak ve bir
aşk gününe daha şükür görevini yerine getirmek,
Öğlen vakti dinlenmek ve aşkın coşkusunun
ruhunda yankı bulması,
Akşam eve dönmek şükrederek,
Ve sonra uyumak kalbinizde sevdiğiniz kişi için
dua ve dudaklarınızda şükür ve övgü ezgisiyle”
Burada günün her evresinde sevginin adını anan
Cibran, hayatın dönemlerine işaret etmiştir. Bu
düşünce, sevginin insanın bütün ömrüyle iç içe
olduğunu göstermektedir.
Bunun yanı sıra Cibran eserlerinde, bazen dolaylı
bazen de doğrudan kullandığı ifadelerle sevgiyi
yaşamla, sevgisizliği ise ölümle denk tuttuğunu
görmekteyiz.
Kısacası; Halil Cibran’ın şiirlerindeki felsefe, sevginin
her şeyin anahtarı olduğu, insanın kalbinde bir kez yer
bulduğunda sahibini isteklerden, açgözlülükten,
kötülüğe dair her türlü kirli duygulardan alıkoyduğu
düşüncesidir.
Sevgi, insanlık için büyük bir nimettir. Çaresizliğimiz
bizi derin bir çukura itse dahi elimizden tutan yine
sevgi olacaktır. Sevgisiz bir dünya düşünemeyiz değil
mi? Sevelim, sevilelim. Bir kalp kırmak ne kolay
halbuki. Sevmek, gerçekten sevmek de bu kadar kolay
mı?
Kaynakça
__
_
Nitekim bir şiirinde sevgiye şöyle seslenmektedir
Cibran:
“ Ve sen ey,
Tanrısal eliyle arzularımı dizginleyen, Açlığımı ve
susuzluğumu
Onura ve gurura dönüştüren sevgi…
İzin verme içimde güçlü ve değişmez olana
Ki zayıf benliğimi baştan çıkaran
Ekmeği yemesin, şarabı içmesin
Bırak, aç kalayım daha iyi
Ve bırak yüreğim kavrulsun susuzluktan,
Ve ölüp yok olayım;
Elimi uzatmadan önce
Senin doldurmadığın bir bardağa
Yahut kutsamadığın bir kaseye.”
Bu şiirine bakacak olursak; sevgi, insanlığın ruhunu
süsleyen, ondan kötülüğü çıkarıp atan ve asil duyguları
ona bahşeden bir kavramdır. Sevgi, evrensel kardeşliğe
doğru yol alan ve insanı ulviliklere yükselten
bir yoldur. Sevgi ve aşk insana yapmayacağı şeyleri
yaptırır, halden hale sokar ve sarsar.
MART 2021 KÜPE | 31
KANT AHLAKI
ÜMMAHAN KIZILÖZ 10/D
Immanuel Kant, 22 Nisan 1724
yılında Doğu Prusya’nın Königsberg Kasabasında
dünyaya gelmiş ve hayatını hep
burada sürdürmüş Alman bir filozoftur.
Başlangıçta fizik ve astronomi ile ilgilenen
Kant, çalıştığı üniversitede mantık ve
metafizik kürsüsüne atanmasıyla Hume ve
Rousseau gibi önemli filozoflardan etkilenmiş
ve eleştirel felsefeyi geliştirmiştir. 12
Şubat 1804 yılında ölen Kant ahlak felsefesi
ile bilinmektedir.
Kant’ın ahlak felsefesine göre bir
davranışın yapılmasından çok o davranışın
neden yapıldığı önemlidir, o davranışın
yapılış amacı yani niyeti değerlendirilmelidir.
Niyetler, ahlaka uygun olmalı ve sadece
iyiliği gerçekleştirmeyi amaçlamalıdır.
Eğer verilen kararlarla yapılan işler akla uygunsa
ve herkes için doğruluk geçerliliği varsa
iyidir. Bu nedenle Kant, iyiyi yapıldığında
herkesçe kabul gören doğrular olarak kabul
eder.
Örneğin; bir arkadaşınızın bir
düşmanı vardır, arkadaşınıza yaptığı bir hatadan
dolayı ona zarar vererek cezalandırmak
ister. Arkadaşınız düşmanının bu planlarını
öğrenir, sizin evinize saklanmak ister. Bu
isteğini sizinle de paylaşır, siz arkadaşınızı
evinizde saklamayı kabul edersiniz. Fakat
arkadaşınızın düşmanı bir gün sizin evinize
gelir, arkadaşınızın sizinle olup olmadığını
sorar. Bir cevap vermeniz gerekmektedir.
Düşman arkadaşınızı bulsa ona mutlaka
zarar verecektir. Fakat siz düşmana arkadaşınızın
sizle olmadığını söylerseniz
doğruyu söylemiş olmazsınız. Sonucu ne
olursa olsun doğru, arkadaşınızın sizinle
olduğudur.
Kant’ın ahlak felsefesinde eylemin altında
yatan niyet maksim olarak adlandırılır.
Siz doğruyu söylemediğinizde amacınız arkadaşınızı
düşmanından korumak olur. Fakat
bu felsefede esas alınan kaynak akıldır. Duyguların
ve öznel görüşlerin geçerliliği yoktur.
Çünkü duygular kişiden kişiye değişir. Doğruluk
ifade etmez. Yaşadığınız durumda sizin için
doğru olan arkadaşınızı korumaktır. Düşman
için ise arkadaşınızı bulup onu cezalandırmaktır
ve size sorulan sorunun cevabı tektir: Arkadaşınız
sizinle. Kant’ın ahlak felsefesine göre
siz doğruyu söylemelisiniz. Ancak aklınızla
verdiğiniz cevaplar doğrudur.
Kant ahlak felsefesinin diğer bir ilkesi
de şudur ki yapılan eylem ahlaken konuyla
bağlantılı değildir. Yani sonucunda düşmanın
yapacağı sizi ilgilendirmez. Sizin göreviniz size
sorulan soruya doğru cevap vermektir. Duygularınız,
görüşleriniz veya olayların ileride neler
doğuracağı sizi ilgilendirmez.
Eğer siz yalan söylerseniz arkadaşınızı
korumuş olursunuz. Yalan söylemekteki sebebiniz
yani maksiminiz arkadaşınıza yardım
etmektir. Böylelikle siz koşullu buyruklarda
hareket etmiş olursunuz. Koşullu buyruklar,
bir amaca ulaşmak için yapılması gerektiğini
belirten buyruklardır. Bu eylemlerde, sizin de
yaptığınız gibi, sonuç dikkate alınır, eylem
yapılırken belirli çıkarlar gözetilir. Ayrıca koşullu
buyruklarda hareket edildiğinde maksim ahlaken
doğru kabul edilmez. Kant’a göre insan
ahlaklı davranmak istiyorsa koşulsuz buyruklara
göre hareket etmelidir. Çünkü koşulsuz
buyruklar eylemi, sadece o eylemi yapmak için
uyguladığın buyruklardır. Ahlaken doğru olanlar
da bunlardır. Siz “İnsanlara yardım et.” buyruğu
ile hareket ederseniz doğru ahlaka göre hareket
edersiniz ve kapınıza gelen düşmana doğruyu
söyleyerek ona yardım etmiş olursunuz aslında.
MART 2021 • KÜPE | 36
Demek ki yapılan işin sonucunu düşünmekten fikren doğru olanı yapmak ve
fikren doğru olanı kendine ilke edinmek daha doğrudur. Aslında zaten her zaman doğru
söylemeli, doğru söylemek ahlaki bir davranıştır. Her zaman çalışılmalı, hileye başvurulmamalıdır.
İmkanlar dahilinde aç olan her zaman doyurulmalıdır. En başından
beri ahlaki olan budur. Yalnız bir noktadan sonra ahlaklılığın alışılagelmesi sonucu,
mağdur olana yardım etme isteği oluşması bir amaç için yapılan eylemlerin olduğunu
yansıtsa da doğrunun unutulması da bu duruma yol açmaktadır.
Ama belki de ahlaki doğruları
hesaplarken akıl ile birlikte
vicdan da bir kıstas olmalıdır.
Çünkü vicdan karar verme algımızı
etkilemektedir. Ve vicdan akıl kadar
gerçektir. Aslında verdiğimiz kararları
mantıksal ve vicdani açıdan
değerlendiririz. Elbette çoğu zaman
mantıksal açıdan değerlendirilen
karar herkesçe kabul gören ve
doğru olandır fakat bazen aklın kavrayamadığı
noktaları, ancak hislerimiz
kavrar.
O zaman da akıl değil vicdan
dinlenmelidir belki de çünkü akıl
da her zaman iyiye yönlendirmez
bizi. Eğer ortada bir iyi varsa ve o
iyi ahlak çerçevesinde değerlendiriliyorsa
vicdan da söz sahibi olmalıdır.
Kısacası insan aklıyla ve
vicdanıyla bütün bir varlık olur.
Bu konuda akıl doğru ahlakı oluşturmak için yeterli olmayabilir. Böylelikle vicdan
da ahlaki doğruluk konusunda akıl kadar söz sahibidir, tamamen soyutlanmamalıdır.
Yaptığınız işte o işi yapmaktan başka hiçbir amaç gütmemelisiniz , her zaman için
doğruyu söylemeli, aklı esas alarak hareket etmelisiniz. Bu kaideler genele bakıldığında
doğru görünse de bazen aksi fikirler ortaya çıkabilir. Bizim örneğimizde de olduğu gibi
yalan söylemek ahlaksızca bir davranıştır, çıkar gütmek de keza öyle ama insanlara zarar
vermek de doğru bir davranış değildir. Sız yalan söyleyerek hem arkadaşınızın hem de
arkadaşınızın düşmanının çıkarını gözetmiş olursunuz. Ya da sokaklarda gördüğünüz aç
bir hayvan dostunuzu beslersiniz çünkü ona merhamet etmişsinizdir. Onu beslemekteki
amacınız yine duygularınızdır.
Yıldırım,Ö. Immanuel Kant Atatürk Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye
Giriş” ,3. Sınıf “Çağdaş Felsefe Tarihi ” Ders
Notları, Açık Öğretim Ders Kitabı.
MART 2021 • KÜPE | 37
İBNÜ’L ARABİ Halit YILMAZ 10/C
İbnü’l Arabi ya da gerçek adıyla Muhyiddîn
Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Arabî et-
Tâî el-Hâtimî. İbnü’l Arabi; İslam felsefesi, İslam
kültürü, Doğu felsefesi ve gizem felsefesi adına
dünya tarihinde yer almış önemli isimlerden
biridir. Sadece bir filozof olmakla kalmamış ayrıca
mutasavvıflık, yazarlık ve şairlik de yapmıştır. İslam
coğrafyasında doğup büyümüş, yazdıklarıyla,
yaşadıklarıyla namı dünyaya yayılmış ünlü bir
düşünürdür.
İbnü’l Arabi 28 Temmuz 1165 tarihinde
Endülüs’ün güneydoğusundaki Tüdmîr (Teodomiro)
bölgesinin başşehri olan Mürsiye’de
(Murcia) doğmuştur. Hakkında sahip olduğumuz
bilgilerin büyük çoğunluğu; eserlerinde yeri
geldikçe ailesi, yakınları, hocaları, yaşadığı yerler
ve tanımış olduğu şahsiyetler hakkında verdiği
bilgilerden gelmektedir. İbnü’l-Arabî babasının
çok Kur’an okuyan, fıkıh ve hadis ilmiyle uğraşan
takvâ sahibi bir zat olduğunu, Nûr isimli annesinin
ise Ensar soyundan geldiğini söylemiştir.
Amcası ve dayıları da devrin önemli sûfî ve siyasi
şahsiyetleri içerisinde adları geçen kimselerdir.
İbnü’l-Arabî’nin gelişmesinde ve yetişmesinde
çevresinde yer alan bu önemli bilgin ve olgun
şahısların etkisi olduğu düşünülmektedir (el-
Fütûhât, I, 185).
İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini takdir edenler
onun tasavvufta otoriter oluşunu kendisine “Şeyhü’l-Ekber”,
dinî ilimlerde müceddid oluşunu
da “Muhyiddin” lakaplarını vererek ifade etmek
istemişlerdir. İbnü’l Arabi’nin, mâlikî kadısı ve
kelâm âlimi Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’den ayırt
edilebilmesi için bazı kaynaklarda adı İbn Arabî
şeklinde de yazılmıştır. Ancak kendi adını birçok
yerde (el-Fütûhât, s. 57) Muhammed İbnü’l Arabi
olarak kaydettiğinden, ondan İbnü’l Arabi olarak
bahsetmek daha doğru olacaktır.
İbnü’l Arabi sekiz yaşına kadar doğduğu yerde
-Mürsiye’de- yaşamıştır. Daha sonra ailesi ile o dönem
Endülüs’ün başkenti olan İşbîliye’ye (Sevilla) göç
etmişlerdir. İşbîliye emiri iyi bir devlet adamı ayrıca
felsefe, tıp, astroloji ve edebiyata ilgili olduğundan,
o dönemde meşhur olan ilim ve fikir erbabını etrafına
toplamıştı. Pek çok şair, müzisyen, âlim ve filozofu
da bir araya getirmişti. Dönemin imkanlarına göre
İşbîliye’de kurulan bu eğitim ortamı çok üst düzeydi.
İbnü’l Arabi de İşbîliye’de böyle bir kültür ortamında
yetişmişti (el-Fütûhât, I, 616).
Bir süre sonra İbnü’l Arabi manevi
işaretler aldığını düşünüp inzivaya çekildi.
Kendi iç aleminde hakikatlerin manasını
kavrayıp bilgi hazinesine ulaşmaya çalıştı.
Bu hallerin neticesinde marifetlenmiş, ilim
kapılarının kendisine yavaş yavaş açıldığını
hissettiğini belirtmiştir. Kendisi bir gün manevi
bir görüşmede Hz. Peygamber’den “Bana
sımsıkı tutun kurtulursun” şeklinde nasihat
aldığını belirtmiştir. Bu olaydan sonra İbnü’l
Arabi uzun bir süre hadis ilmiyle meşgul olmuştur.
Görünür ilimlerin çoğunda yeterli
eğitimi aldıktan sonra manevi ilimlerde derinleşmek
üzere yönelimini değiştirmiştir.
Başlangıçta rehber alabileceği hiçbir rehber
olmadığını düşünen İbnü’l Arabi, daha sonra
gerek maddi gerek manevi ilimlerin ehli birçok
üstattan istifade etmiştir. Eserlerinde faydalandığı
yaklaşık 300 alimin ismini saymıştır.
İbnü’l Arabi’nin öğrenim dönemindeki bilgilere
eserleri sayesinde ulaşmaktayız. İbnü’l
Arabi hocalarının isimlerini ve okuduğu kitapların
listesini el-İcaze adlı eserinin başında
saymıştır. (Kitâbü’l-Mübeşşirât, s. 23-32)
İşbîliye’de aldığı ilimlerle yetinmek
istemeyen İbnü’l Arabi, yeni ilimlere sahip
olmak için hayatı boyunca seyahat etmiştir.
İşbiliye’nin ardından Tunus’a gidip, buradaki
alimlerle görüşüp ilimlerinden faydalanmıştır.
İki yıl burada kalıp daha sonra İşbîliye’ye
döndü. Birkaç defa daha Fas’a gidip,
orda da geçici olarak yaşadı. Bu sürede birçok
alimle tanışmıştı ve eserlerinde onların
görüşlerine yer vermişti. Daha sonra tekrar
manevi işaret aldığını düşünüp doğuya yolculuk
etme kararı aldı.Bu yolculukla önce Mekke’ye,
oradan Kuzey Afrika’ya, oradan tekrar
Tunus’a, Tunus’tan Mısıra, Mısır’dan Medine’ye
birçok seyahat gerçekleştirmiştir. Daha
sonra ise Suriye, Filistin, Irak ve Anadolu’ya
seyahat etti. Anadolu’da Malatya ve Konya’da
uzun süre yaşamıştır. İbnü’l-Arabî bu yıllarda
Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykâvus ile yakın
dostluk ilişkisi kurmuştu. Selçuklu Devleti’nin
yapacağı cihatları rüyasında görüp şiirlerle
sultana bildirmişti.
MART 2021 • KÜPE | 43
İbnü’l Arabi, şüphesiz hem İslam kültürü
hem Doğu kültürü hem de tasavvuf kültürü
adına önemli alimlerdendir. İslam’ın altın çağı
olarak anılan bu yüzyıllarda İbnü’l Arabi de tarihin
tozlu sayfalarına adını yazdıran alimlerden
biri olmuştur. Hayatı boyunca beş yüze yakın
eser yazdığı düşünülmektedir. İbnü’l Arabi’nin
İslamî kimliğini İstanbul Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ekrem Demirli
bir söyleşisinde şöyle yorumlamıştır:
İbnü’l-Arabî İslam bilim ve düşünce
mirasına yeni bir bakış açısı kazandıran kişidir.
Bu mirası vahdet-i vücûd anlayışını merkeze
alan bir anlayışla yorumluyor. Bu bakış açısında
en merkezde tasavvuf ve ahlak var. Bu perspektifle
dinin temel konularını, Allah-insan ilişkilerini
yeni bir gözle yorumluyor. Yeni bir söylem,
yeni bir yorum ortaya koyuyor. Bu bakımdan İbnü’l-Arabî’ye
İslam düşüncesindeki son büyük
yorumcu olarak bakabiliriz. Zaten Şeyhü’l-Ekber,
yani ‘en büyük şeyh’ tabiri de buna işaret
eder.
İslam dünyasında gezmediği
yer kalmamış. Ama daha da önemlisi konuşmadığı
insan kalmamış. İbnü’l-Arabî herkesle
konuşmuş, herkesi dinlemiş, İslam dünyasının
birikiminin bir şahidi. Bir gün İbnü’l-Arabî üzerinde
daha derin çalışmalar yapılırsa, onun eserlerindeki
insan tiplemeleri üzerinde de durulacaktır.
O zaman İslam medeniyetinin bilgi
anlayışı, sıradan insan ile seçkinler arasındaki
ayrımın neredeyse ortadan kalktığı “erdem” esaslı
derecelenme fikri daha bariz olarak ortaya
konulacaktır. Bu kadar hareketlilik içinde de
pek çok eser yazmış. Bazı araştırmacılar beş yüz
civarında eseri olduğunu söylüyor. Bunların çok
önemli bir kısmı küçük risalelerden oluşmakta.
Eserlerinin en önemlileri Fusûsu’l-Hikem ve
Fütûhât-ı Mekkiyye. Bu eserler İslâm düşünce
geleneğinde zirveyi temsil ederler. Büyük bir
seyahat gerçekleştirmiş İbnü’l-Arabî. ‘İlim için
seyahat’ pek çok düşünürün hayatında görebileceğimiz
bir şey...
MART 2021 • KÜPE | 44
Peki İbnü’l Arabi’nin felsefeye ne gibi katkıları
olmuştur sorusuna gelirsek, İbnü’l Arabi mistisizmin
önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Mistisizm,
dinsel vecitler ile ilgili ideolojilerin, etiklerin,
ayinlerin ve efsanelerin uygulanmasının birlikte
yapıldığı fikir akımıdır. Aynı zamanda nihai veya gizli
gerçeklerdeki iç görüye, çeşitli uygulamalar ve deneyimlerle
desteklenen insan dönüşümüne de atıfta bulunabilen
bir akımdır. İbnü’l-Arabî aynı zamanda bir
metafizikçidir. İbnü’l-Arabî’nin metafizikçi olması
ona belirli bir zaman, mekân ve dil sınırı olmaksızın
bütün çağlarla ve medeniyetlerle iletişim kurabilme
imkânı kazandırmıştır. Onun bu vasfının İslam temelinden
geldiği düşünülebilir. İbnü’l Arabi’nin
düşüncesi şu ilkelerden hareket eder: Allah herkesin
Rabbi, İslam herkesin dini ve Hz. Peygamber herkesin
peygamberi… İslam evrenseldir ve yerellikle
bağdaşamaz. Ama İslam’ın bu özelliği ancak büyük
düşünürler vasıtasıyla ispat edilebilir. İbnü’l Arabi de
İslam’ın evrenselliğini en iyi özetleyen düşünürlerdendir.
Metafizik, insanın temel sorunlarına insanlık
dilini bilerek yaklaşır. İbnü’l-Arabi de bu yaklaşımda
bulunmuş sayılı insanlardan biri olmuştur.
İbnü’l Arabi’nin felsefi yaklaşımlarını kavrayabilmek
ve yorumlarını öğrenmek için eserlerini
okuyabilirsiniz. Ben de yazımda, beni en çok etkileyen
ve de İbnü’l Arabi’nin en meşhur yorumlarından
biri olan ‘’Ayna Metaforu’’ hakkında konuşacağım.
Bu metaforun analizi ile İbnü’l Arabi’nin ne kadar
derin bir filozof olduğunu gözler önüne sereceğimi
düşünüyorum.
Metafizikte sembol, mecaz ve simgelerin
sıkça kullanılması İslam ve Doğu felsefesinde
sıkça görülen temel özelliklerdendir. İbnü’l Arabi
de yorumlarında sembollerin üzerinde çok durmuştur.
Tüm bu mecaz, simge ve sembollerin bilinçsel
bir mantığı vardır. Rasyonel akılların kavrayamadığı
şeyleri kalpteki akılları ile kavramaya çalışırlar.
Bu semboller derin anlamlar ile doludur. Semboller,
insanı kavramlarla meşgul olmaktan kurtarıp bizzat
nesnenin kendisinin anlamlandırılmasında yardımcı
olurlar. Bu semboller, akıl üstü gerçeklikleri bünyelerinde
bulundururlar. Semboller insanın soyut olarak
düşünmelerini sağlarlar. Soyut düşünme belirli
bir olgunluk gerektirir. Böylece düşünmenin ham
maddesi olan kavramların sakladığı hakikatler de
anlaşılmış olur.
İbnü’l Arabi’ye göre simgeler içerisinde mistisizmin
özünü ifade etmeye en uygun ve aynı zamanda
temelinde irfani ve akli özelliklere sahip olan simgenin
‘’Ayna’’ simgesi olduğunu düşünmüştür. Ayna sembolü
bilen ile bilineni simgeler. Öznelerin manevi alemdeki
nesnelerinin yansımalarını gösterir. Özne olarak insanı
aldığımızda, insan hem bilen özne hem de bilgisinin
nesnesi yani bilinendir. Bu metaforda anlatılmak istenen
ayna ve aynaya bakanın bir olduğudur. Bu metafora
göre özne olan Tanrı’nın aynada yansıması yarattıklarında
zuhur bulmuştur.
Tanrı kendisinin zati olduğunu bilir. Fakat
hadi varlık aynasında kendisini bilmesi için yaratılışın
gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu konuda İbnü’l Arabi
ayrıca Tanrı’nın kendisini iki biçimde bildiğini
söylemektedir. Birincisi zatın kendi kendisini bilmesi
iken ikincisi ise zatın isim ve sıfatlar diye izah
edebileceğimiz alem aynasında kendisini bilmesidir.
(İbrâhim Beyyûmî Medkûr, s. 371)
Ayrıca İbnü’l Arabi metaforunda ayna ile ilgili
şu düşüncelere yer vermiştir: Büyük bir cisim küçük
bir aynada küçük görünür. Küçük bir cisim büyük bir
aynada büyük görünür. Duran bir cisim hareketli bir
aynada hareketli görünür. Hareketli bir cisim duran
bir aynada durağan görünür. Bazen ayna özel bir
açıdan aksini, bazen de cismin aynısını gösterir. Ayna
öznenin nesnesini yansıttığı halindeki yansımasını
gösterir. Özneler yansımalarda nesnenin mümkünlüğü
ne ise onun yansıması ile karşılaşmaktadırlar.
Fakat aynalarda yansıma ne öznenin tam olarak
kendisidir ne de tam olarak kendisi değildir. Aynalar
hakikati yansıtmaktadırlar fakat aynaların sahip olduğu
suretler yansıttıklarından fazladır. Ayna görünmez,
bilinmez, tanımlanamaz. Onu tanımlayan kişi
sadece ondan kendisine ait olan ve onun zati hallerinden
kendinde idrak ettiği şeyi haber verebilir. Her
aynanın kendine yansıyan şeyler karşısındaki durumu
budur. Ayrıca İbnü’l Arabi’ye göre tek gerçeklik
aynanın kendisidir. Aynanın parlak yüzeyi hiçbir
zaman gözükmezken aynanın mevcut olmasının şartı
olan arkasındaki karanlık alemin varlığını ifade eder.
İbnü’l Arabi’nin eşsiz ve derin olan ‘’Ayna Metaforu’’
bu şekildedir.
Yazımın sonuna gelmiş iken birkaç fikrimi
de sizlere yansıtmak istiyorum. Tarih boyunca
büyük bilim adamları bütün insanlığı ilgilendiren
düşünce yapıları ile insanlığın gelişmesinde büyük
rol oynamışlardır. İbnü’l Arabi de ilim ve bilim
konusunda ayrım yapmamış, eserlerinde evrensel
çalışmalar ortaya koymaya çalışmış bir filozof olmuştur
dünya adına. Gerçekten insanın hangi düşünce
ve görüş kimliğinde olursa olsun İbnü’l Arabi’nin
maneviyatından ve fikirlerinden yararlanması gerektiğini
düşünüyorum. İbnü’l Arabi’nin özellikle manevi
alemleri yansıttığı eserlerini zamanınız oldukça
okumanızı temenni ederim. Hayatta, ilmi merkezine
oturtmuş, bilinçli nesillerin yetişmesi dileğiyle…
MAHMUD EROL KILIÇ, “İBNÜ’l-ARABÎ, Muhyiddin”, TDV İslâm
Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibnul-arabi-muhyiddin.
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât, I, 253-361; II, 51-54, 206-210; III, 196-
224.
Abdülkādir Mahmûd, el-Felsefetü’l Sûfiyye fi’l-İslâm, Kahire
1946, s. 494-521.
MART 2021 • KÜPE | 45
Y I L 0 1 S A Y I 0 2 M A R T - N İ S A N 2 0 2 1
KÜPE
D ü ş ü n c e , K ü l t ü r v e M e d e n y e t D e r g s
Fotoğraf: Hande GÜÇLÜ
S I R R I Y I R C A L I A N A D O L U L İ S E S İ F E L S E F E K U L Ü B Ü Y A Y I N O R G A N I D I R . İ K İ A Y D A B İ R Ç I K A R .