31.08.2023 Views

Perspektif Psikoloji Dergisi 2.Sayı- TOBB ETÜ Psikolojik Bakış Topluluğu

Perspektif dergimizin ikinci sayısına hoş geldiniz. Dergimizin ikinci sayısını sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz! Perspektif dergimizin ikinci sayısında psikoterapi, deneysel ve bilişsel psikoloji, sinirbilimi başta olmak üzere pek çok farklı alandan, psikolojiye dair bakış açınızı genişletebilecek farklı türde birçok yazıya ulaşabilirsiniz. Hepinize keyifli okumalar dileriz!

Perspektif dergimizin ikinci sayısına hoş geldiniz. Dergimizin ikinci sayısını sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz!

Perspektif dergimizin ikinci sayısında psikoterapi, deneysel ve bilişsel psikoloji, sinirbilimi başta olmak üzere pek çok farklı alandan, psikolojiye dair bakış açınızı genişletebilecek farklı türde birçok yazıya ulaşabilirsiniz.

Hepinize keyifli okumalar dileriz!

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

1


KÜNYE<br />

İÇİNDEKİLER<br />

<strong>Psikoloji</strong>k <strong>Bakış</strong> <strong>Topluluğu</strong> Adına<br />

Yayın Koordinatörü<br />

Başak Yaren Güneş<br />

Yayın Danışmanı<br />

Dr. Öğr. Üyesi Gözde İkizer<br />

Yayın Şekli<br />

Yaygın Süreli<br />

İdare Adresi<br />

<strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong><br />

2022-2023 Yaz Dönemi<br />

Tasarım ve Görsel Ögeler<br />

Damla Kazar<br />

Yayın Ekibi<br />

Munise Tanrıkulu<br />

Suden Göz<br />

İletişim<br />

İnstagram/ Twitter: @etupbt<br />

Linkedin <strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong><br />

<strong>Psikoloji</strong>k <strong>Bakış</strong> <strong>Topluluğu</strong><br />

3 Yönetim Kurulumuzdan Sözler<br />

4 <strong>Psikoloji</strong>k <strong>Bakış</strong> <strong>Topluluğu</strong>: Biz Kimiz?<br />

6 Evrimi Taklit Eden Robotlar<br />

Kayra Kaan DÖNMEZ<br />

8 Ahmet Hamdi Tanpınar Eserlerinde<br />

Bireyin Yaşadığı Kültürel Çatışma<br />

Gökçe Nisa KAHVECİ<br />

10 <strong>Psikoloji</strong>k Çalışma Grubu ile Röportaj<br />

12 The Contribution of Creative Responses to the<br />

Experience of Shame in Couple Psychotherapy<br />

Sena Pişkin<br />

14 İz Bırakmak<br />

Suden ÖZ<br />

16 Biyolojinin Vazgeçilmez İşçileri<br />

Melisa GÜNSAN<br />

17 Yuvam Masallar<br />

Sebile AKIN<br />

18 Genie Wiley (Vahşi Çocuk) Vakası ile<br />

<strong>Psikoloji</strong>k Açıklaması<br />

Durcan Beyza OCAKLI<br />

20 Dr. Öğr. Üyesi Didem Kadıhasanoğlu ile Röportaj<br />

Başak Yaren GÜNEŞ & Munise TANRIKULU<br />

24 Lebowitz’in Ayakkabıları<br />

Fatma Albayrak<br />

26 Article Review: In Infancy The Timing of Emergence<br />

of The Other-race Effect is Dependent on Face<br />

Gender<br />

Tuğçe GÜRCAN<br />

28 Geçmiş Geçer mi?<br />

Munise Tanrıkulu<br />

30 Füruğ<br />

Sebile AKIN<br />

32 Gelişmiş Teknoloji ve Yalnızlık Hissi Bağlamında Aşk<br />

(Her) Filmine <strong>Bakış</strong><br />

Berru Ayşe YILMAZ<br />

36 Mahcubiyetin Tesellisi<br />

Övgü SERT<br />

38 Gökyüzü Sanatsal İyilik Vakfı ile Röportaj<br />

Beril ÖZBAY<br />

40 Kaynakça<br />

Değerli <strong>Perspektif</strong> Okuyucuları,<br />

<strong>Perspektif</strong> dergimizin ikinci sayısına hoş geldiniz. Dergimizin ikinci<br />

sayısını sizlerle buluşturmuş olmak bizim için hem heyecan verici<br />

hem de çok değerli.<br />

<strong>Psikoloji</strong>, hayatın her alanında ve her anında karşımıza çıkan çok<br />

kıymetli bir bölüm. Siz okurlarımıza-özellikle de başka alanlardan,<br />

bölümlerden ve mesleklerden okurlarımıza- psikoloji bilimini<br />

doğru bir şekilde tanıtabilmek ve sevdirebilmek ise en büyük<br />

amacımız. Bu amaç doğrultusunda çıktığımız bu yolculuğun tüm<br />

süreci ve anı zorlu ama bir o kadar da keyifliydi. Elbette ki dergimizi<br />

sizlerle buluşturduğumuz bu anlar sürecin en kıymetli kısmı.<br />

<strong>Perspektif</strong> dergimizin ikinci sayısında psikoterapi, deneysel ve<br />

bilişsel psikoloji, sinirbilimi başta olmak üzere pek çok farklı<br />

alandan, psikolojiye dair bakış açınızı genişletebilecek farklı türde<br />

birçok yazıya ulaşabilirsiniz.<br />

Bu süreçte başından sonuna bütün emeğini ortaya koyan<br />

yayın ekibime, tasarımlarıyla bizlere başka bir dünya yaratan<br />

tasarımcımız Damla Kazar’a teşekkürlerimi sunuyorum.<br />

Bir kelime bazen yeni bir kapı aralar dünyamıza. Kelimeler birleşir,<br />

ses olur, ışık olur, renk olur. Dilerim ki çevirdiğiniz her sayfa yeni bir<br />

kapı aralayabilir dünyanıza.<br />

Hepinize keyifli okumalar!<br />

Bir sonraki sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle…<br />

<strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong> <strong>Psikoloji</strong>k <strong>Bakış</strong> <strong>Topluluğu</strong> adına<br />

2022-2023 Yayın Koordinatörü<br />

Başak Yaren Güneş<br />

2<br />

3


PSİKOLOJİK BAKIŞ TOPLULUĞU<br />

zenginleştirmeyi amaçlamıştır. Özellikle <strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong> <strong>Psikoloji</strong> öğrencilerinin gelecek hakkındaki<br />

belirsizliklerini gidermek için 2020 yılında 10 haftadan oluşan ve her hafta bir <strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong> <strong>Psikoloji</strong><br />

bölümü mezununun yer aldığı Mezunlarla Söyleşi Serisi gerçekleştirmiştir.<br />

<strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong> <strong>Psikoloji</strong>k <strong>Bakış</strong> <strong>Topluluğu</strong> (<strong>ETÜ</strong> PBT), <strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong> Sağlık ve Spor Müdürlüğü bünyesinde,<br />

çalışma alanlarının çeşitliliği dolayısıyla birçok disiplinle örtüşen ve birleştirici nitelik taşıyan<br />

<strong>Psikoloji</strong> biliminin tanıtılması, paylaşılması bu gelişmelerin amacı ile <strong>TOBB</strong> Ekonomi Teknoloji<br />

Üniversitesi <strong>Psikoloji</strong> öğrencileri tarafından 2015 yılında kurulmuştur.<br />

<strong>ETÜ</strong> PBT, düzenlediği birçok akademik, kültürel ve sosyal organizasyonlar ile psikoloji öğrencilerinin<br />

ve psikolojiye ilgi duyan her kişinin akademik ve sosyal alanda yeniliklerle buluşmasına yardımcı<br />

olmayı, psikoloji öğrencilerinin hem sosyal hem akademik açıdan gelişimini en üst seviyede<br />

tamamlamış bir psikolog olarak yetişmesine katkıda bulunmayı ve psikoloji bilimindeki güncel<br />

çalışmaları ve yenilikleri takip ederek katılımcılarının bilgilendirilmesi ile psikoloji bilimine<br />

katkıda bulunmayı amaçlamıştır. Bu amaçları gerçekleştirmek için alanında yetkin birçok<br />

akademisyenleri üyeleri ile buluşturmuş ya da diğer topluluklarıyla iletişim kurmuştur.<br />

<strong>ETÜ</strong> PBT kurulduğu günden bu yana <strong>Psikoloji</strong> bilimini tanıtacak ve aynı zamanda diğer üniversite<br />

ve liselere <strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong>’yü duyuracak birçok etkinliklerde bulunmuştur. Her yıl tanışma etkinlikleri<br />

düzenleyerek yönetim kurulu ve üyeler arasında kurulacak ilişkilere adımlar atılır, ardından<br />

akademik ve sosyal etkinlik içeren çeşitli etkinlikler düzenlenir. <strong>ETÜ</strong> PBT birçok konferans<br />

düzenlemiş ve akademik olarak katılımcılarına faydalar sağlamıştır. Yrd.Doç.Dr Hande Kaynak<br />

tarafından gerçekleştirilen Nöropsikolojik Testler ve Hasta Değerlendirmesi, Şizofreni Derneği’nin<br />

yer aldığı Şizofrenide Damgalama ve Ayrımcılık, Prof.Dr. Öget Öktem Tanör’ün anlatımıyla<br />

Travma ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu, Prof. Dr. Ozanser Uğurlu ve Uzm. Psk. Beyhan Budak<br />

tarafından gerçekleştirilmiş Aşkın <strong>Psikoloji</strong>si, Psk. Dr. Elif Bengi Ünsal Özberk ile İçindeki Çocuğa<br />

Işık Tut: Ödülsüz Cezasız Ebeveynlik gibi akademik konferans ve söyleşiler düzenlenmiştir.<br />

2019 yılından beri gerçekleştirilen “<strong>Psikoloji</strong> Günleri” <strong>ETÜ</strong> <strong>Psikoloji</strong>k <strong>Bakış</strong> <strong>Topluluğu</strong>nun bir imzası<br />

haline gelmiştir. “Şiddete <strong>Bakış</strong>” temalı I. <strong>Psikoloji</strong> Günü’nde ‘Şiddet’ 5 farklı alanlarındaki yeri<br />

konuşulmuştur. Prof. Dr. Ferhunde Öktem, Prof. Dr. Orhan Aydın, Doç Dr. Ilgın Gökler Danışman,<br />

Doç Dr. Aslı Göncü Köse, Dr. Öğr. Üyesi Zuhal Yeniçeri Gökdemir ve Uzman Biyolog Kaan Kerman<br />

ile gerçekleştirilen Şiddete <strong>Bakış</strong> etkinliği üniversitelerde <strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong> adına büyük ses getirmiş ve<br />

ilk yılı olmasına rağmen 35 farklı üniversiteden 600’ü geçkin başvuru almıştır. “Duygulara <strong>Bakış</strong>”<br />

temalı II. <strong>Psikoloji</strong> Günü’nde Prof. Dr Ayşe Bilge Selçuk, Prof. Dr. Cem Şafak Çukur, Prof. Dr. Nuray<br />

Karancı, Doç. Dr. Sevginar Vatan ve Doç. Dr. Tuğba Uzer Yıldız, ‘Duygular’ın farklı boyutlarını<br />

ele almışlardır. “Duygulara <strong>Bakış</strong>” konferansı sadece Ankara’da duyurulmasına rağmen 30 farklı<br />

üniversiteden 700’ü aşkın başvuru almıştır ve tekrar bir beğeni toplamıştır. “Bağımlılığa <strong>Bakış</strong>”<br />

adlı III. <strong>Psikoloji</strong> Günü COVİD-19 Pandemisi nedeniyle çevrimiçi bir şekilde gerçekleşmiştir.<br />

“Bağlımlılık” kavramının farklı perspektifleri Prof. Dr. Nebi Sümer, Prof. Dr. Ceylan Daş, Doç. Dr.<br />

Sait Uluç, Dr. Ceylan Özdem ve Dr.İlker Dalgar ile ele alınmış ve çevrimiçi olunması sebebiyle<br />

Türkiye’nin her yanından başvuru alınmıştır.<br />

Pandemi döneminden sonra Midterm Şifresi, Şizofreni ve Yaşam, Kokteyl Workshop, 90’lar<br />

partisi, Tanışma kahvaltısı; Dr. Öğr. Üyesi Hüseyin Nergiz, Doç. Dr. Tuğba Görgülü ve Psk.<br />

Alper Küçükay’ın anlatımlarıyla Suç, Suçlu <strong>Psikoloji</strong>si ve Kriminoloji Etkinliği, Film inceleme ve<br />

yorumlama etkinliği, Prof. Dr. Ayşe Nuray Karancı’nın anlatımıyla Afet ve Travma <strong>Psikoloji</strong>si, Mavi<br />

At ile hayata tutunmak, Uzm. Klinik Psikolog Bilal Akyüz’ün anlatımıyla Varoluşçu Psikoterapi ve<br />

Ölüm başta olmak üzere akademik ve sosyal etkinliklerimize yüz yüze şekilde devam edilmiştir.<br />

Her yıl farklılığını yaptığı etkinliklerle ortaya koyan ve kendisinden söz ettiren <strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong> <strong>Psikoloji</strong>k<br />

<strong>Bakış</strong> <strong>Topluluğu</strong> karşınıza birbirinden güzel ve verimli etkinliklerle karşınıza çıkmaya devam<br />

etmektedir!<br />

Çevrimiçi dönemde <strong>Psikoloji</strong> biliminin bazı alt dallarının tanıtıldığı yeni bir akademik alt seri<br />

sine başlanılmış ve bu seride klinik, gelişim, adli ve endüstriyel psikoloji alanları tanıtılmıştır.<br />

Psikodrama, Minfulness, Yoga ve Suluboya gibi atölyelerin yanında Cermodern Göbeklitepe<br />

Sergisi, – Düşler, Oyunlar ve Okumalar Sergi Gezisi ve Split Film Analizi gibi sosyal etkinlikler<br />

düzenleyerek üyelerin akademik açıdan geliştirirken aynı zamanda sosyal olarak da<br />

4<br />

5


Evrimi Taklit Eden Robotlar<br />

Kayra Kaan Dönmez<br />

Günümüz akademik camiasında insan ve diğer canlıların gelişme, değişme ve çoğalma süreçlerini<br />

açıklamaya yönelik ortaya atılmış en temellendirici ve isabetli teori olarak kabul edilen teorinin<br />

evrim teorisi olduğu hepimizin bilincinde olduğu bir gerçektir.<br />

Evrim teorisinin yüzyılı aşkın bir süredir çürütülememesinde bazı deneysel yöntemler ile çeşitli<br />

konseptlerin doğrudan denenerek kanıtlanabilmesinin payı yadsınamazdır. Bu deneysel<br />

faaliyetler evrim karşıtlarının evrim teorisine getirdikleri en büyük eleştirilerinden biri olan “evrimin<br />

gözlemlenemez olması” veya “evrimin tekrarlanamaz, mikro düzeye indirgenemez olması” gibi<br />

düşüncelerin tamamen yanlış, basmakalıp düşünceler ve eskide kalmış söylemler olduğunu gözler<br />

önüne serer nitelikte. Evet, Amerikalı evrim biyoloğu Richard Lenski’nin meşhur E.coli bakterileri<br />

deneyinden ve bu deneyin değerli sonuçlarından bahsediyorum. Kısaca hatırlatmak gerekirse,<br />

Lenski ve ekibi tarafından 1988 yılından beri yürütülmekte olan ve Escherichia Coli bakterisinin<br />

başlangıçtaki 12 özdeş popülasyonu üzerinde çalışılan bir deneysel evrim araştırmasıdır. Bu<br />

çalışma kapsamında hedeflenen şey yıllar içinde bakteri kolonileri arasında hızlandırılmış bir<br />

evrimsel sürece bağlı olarak genetik farklılıklar, birbirinden farklı adaptasyonlar ve değişimler<br />

ortaya çıkacağına yönelik düşüncenin deneysel yolla incelenmesidir. Yıllardır süregelen bu<br />

çalışma, bakteriler arasında bir doğal seçilim sürecini gözlemlemeyi mümkün kılmıştır. En baştaki<br />

popülasyonlar arasında zamana bağlı olarak genetik farklılıkların ortaya çıkışının tespit edilmesi<br />

de evrimin gözlenemez veya denenemez olduğu yanılgısına sert bir kanıt ortaya koymuştur.<br />

Nitekim bu gelişmeler evrim ve biyoloji camiasında ortaya çıkmaktayken psikoloji çevrelerinde de<br />

evrimsel psikolojiye yönelik ilgi ve merak artmaya başlamıştır. Tıpkı fizyolojik ve genetik süreçlerin<br />

açıklanması için evrimden yararlanıldığı gibi psikolojik ve psikososyal bazı süreçlerin açıklanması<br />

için de evrimsel mekanizmaların kullanılabileceği düşüncesi yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu fikirler<br />

gelişirken Lenski’nin yaptığına benzer bir şekilde evrimin denenebileceği ve hatta taklit edilebileceği<br />

bir başka konsept de geçtiğimiz birkaç on yılda popüler olmaya başlamıştır. Bu konsept evrimsel<br />

robotiğin ta kendisidir.<br />

6<br />

Evrimsel Robotik, Gelecek Vadeden Bir Araştırma Alanı<br />

Esasında evrimsel robotik emekleme aşamasında olan bir bilim alanı olmakla beraber bu alanın<br />

ilk adımları doğrudan evrimsel konseptleri test etmek veya evrimsel süreçlere ilişkin kanıt bulmaya<br />

çalışmak değildi. Keza evrimsel robotik, evrimsel biyolojinin ortaya koyduğu doğa yasalarının<br />

robotların geliştirilmesinde kullanabileceğimiz fikrinden doğan bir bilim dalı olarak ortaya çıktı.<br />

Yani amaç, robotik alanında ilerleme kat edilebilmesi için adaptif, gelişebilen, içinde bulunduğu<br />

şartlara en iyi uyum sağlayan robotların elde edilmesiyle sağlayacak bir sistem kurmak üzerineydi.<br />

Bu sistem aslında somutlaştırılmış bir yapay zekâ denemesi olarak da görülebilir çünkü robotların<br />

evrimsel tabirle uyum başarılarını arttıracak doğrudan bir yazılımsal girdi olmadan içinde<br />

bulundukları popülasyonun evrim geçirme şekline bağlı olarak ihtiyaç duyulan uygun şekilde<br />

bazı özellikler kazanması söz konusuydu. Nitekim öyle de oldu ve bu alanın temel yapı taşlarını<br />

oluşturan bazı bulguların elde edildiği bir dizi klasik evrimsel robotik deneyleri gerçekleştirildi. Bu<br />

deneylerdeki faaliyetler rastgele davranış modellerine sahip robotlardan oluşan popülasyonların<br />

oluşturulup bu popülasyonların içinde çevreye ve çevre şartlarına uyumlu özelliklere sahip robotların<br />

çiftleştirilerek sonraki kuşak popülasyona aktarılması (yani uyumlu robotların yazılımsal modellerinin<br />

ve kodlarının birbirleri arasında çaprazlanması sonucu elde edilen modellerden yeni robotların<br />

üretilmesi) ve uyumlu özelliklere sahip olmayanların da öldürülmeleri yani popülasyondan atılması<br />

ile gerçekleştirildi. Bu döngü her tekrar edildiğinde yeni kuşaktaki robotların çevre gereksinimlerini<br />

bir önceki kuşağa göre daha iyi karşılayacak şekilde geliştiği -yani aslında evrimleştiği- görüldü.<br />

Görmekte olduğunuz gibi burada aslında küçük bir doğal seçilim simülasyonu gerçekleştirilmiş<br />

oldu fakat bilim insanları burada doğrudan başarılı robotları seçip birbiri ile çaprazlayarak yeni<br />

kuşaklar oluşturduğu için bu durum artık bir noktada yapay seçilim olarak karşımıza çıkmaya<br />

başladı. Bu deneylerin ortaya çıkmasına paralel olarak görüldü ki aslında robotlar arasında evrimsel<br />

metotların kullanımı sadece robotların iyileştirilmesinde kullanılmak zorunda değil. Doğrudan<br />

bazı evrimsel süreçlerin araştırılmasında robotlardan deneysel popülasyon olarak faydalanmak<br />

mümkün. Örneğin av- avcı ilişkisinin evrimsel süreçte ortaya çıkışı, yuva bulma, besin toplama,<br />

yaşam ortamını savunma ve benzeri pek çok konseptin araştırılmasının önü robotların evrim<br />

geçirebileceğine yönelik keşifler sayesinde açılmış oldu ve deneysel evrim bilimi de bu paralelde<br />

kendini geliştirebilecek bir yöntem kazanmış oldu.<br />

Evrimleşen Robotlar İnsan <strong>Psikoloji</strong>sine Dair Ne Söyleyebilir?<br />

Evrimsel psikoloji her ne kadar bilim camiası tarafından geç tespit edilmiş bir bilim dalı olsa da<br />

geçmişten günümüze hızla popülerleşmiş ve yeni yapılan çalışmalarla genişlemiş bir alandır.<br />

Halihazırda evrim teorisi ve evrim konseptleri üzerine çalışılan tek psikoloji alt alanı da evrimsel<br />

psikoloji değildir. Örneğin çoğunlukla algısal süreçlerin araştırıldığı bilişsel psikoloji araştırmalarının<br />

yürütüldüğü <strong>Psikoloji</strong>de Ekolojik Yaklaşım ekolü de evrim konseptleri ile yakından ilişkilidir. Keza bu<br />

ekolün öne sürdüğü üzere bir hayvan,yani insan, içinde bulunduğu çevre şartlarından bağımsız<br />

olarak incelenemez ve çevre etkisi hayvanın davranışları ve bilişsel süreçleri üzerinde önemli rol<br />

oynar. Özellikle ekolojik psikoloji araştırmacılarının aşina olduğu ve <strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong> Algı ve Davranış<br />

Dinamikleri Laboratuvarı bünyesinde de araştırılmakta olan “Affordance Perception” konseptine<br />

ilişkin bazı evrimsel dayandırmalar da mevcuttur. Bu bağlamda gerek bazı bilişsel bilimler ekolleri<br />

gerekse de evrimsel psikoloji başta olmak üzere evrim, psikoloji camiasında son derece önemli bir<br />

yer tutmaktadır. Evrimsel robotik konusuna dönecek olursak da halihazırda insan sosyal ilişkilerini<br />

evrimsel robotik yolu ile incelemek üzere birtakım çalışmalar yapılmış da olsa henüz psikolojinin<br />

araştırma konularının evrimsel robotik deneylerine sıklıkla malzeme olduğunu söyleyemeyiz fakat<br />

bu alanda gidilecek çok yol ve keşfedilecek çok şey olduğu gerçeği inkâr edilemez. Dolayısıyla<br />

henüz araştırma alanı çok geniş bir psikoloji-evrimsel robotik ilişkisi mevcut olmasa da gelecekte<br />

güçlü bir ilişki kurulmasının mümkün olacağını düşünme taraftarıyım.<br />

Kendimizi bir gün hem evrim hem de psikoloji alanlarının deneysel yönlerinin çok daha güçlü olacağı ve<br />

disiplinler arası çalışmalar ile sayısız yeni keşiflerin yapılacağı bir dünyada bulmak dileğiyle.<br />

7


Ahmet Hamdi Tanpınar Eserlerinde Bireyin<br />

Yaşadığı Kültürel Çatışma<br />

Gökçe Nisa Kahveci<br />

Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden olan Ahmet<br />

Hamdi Tanpınar; şair, romancı, edebiyat tarihçisi ve<br />

aynı zamanda siyasetçidir. Türkiye’nin çok kültürlü<br />

bir imparatorluktan Türk ulus kimliğinin daha ön<br />

planda olduğu cumhuriyet temelli devlete geçiş<br />

yıllarında yaşayan bir yazar olan Tanpınar Türk<br />

toplumunun değişimini açık bir şekilde gözlemleme<br />

ve analiz etme şansına sahip olmuştur. Bu<br />

anlamda toplumun mayasından anlayan bir<br />

sosyolog gözünün de olduğu söylenebilir.<br />

Yazarın Batılı kaynakları yakından takibi de eserlerinde<br />

göze çarpmaktadır. Örneğin Bergson’un<br />

“Zaman bir akıştır, kesintisiz bir ilerlemedir.<br />

”Felsefesini Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama<br />

Enstitüsü’nde “Zaman basit bir süreklilik değil<br />

çok katlı ve karmaşık bir akıştır.” diyerek yorumlaması,<br />

şiirlerinde rüya imgesini Freud’un psikanalizlerinden<br />

esinlenerek kullanması, estetik zevkinin<br />

farklı kültürlerle harmanlandığını göstermektedir.<br />

Aynı zamanda Tanpınar, dönemin şartlarına göre<br />

gelişmiş bir vizyonu kitaplarına da yansıtmıştır.<br />

Batıcılık fikrinin modernliğin anahtarı<br />

olarak görüldüğü dönemin sanatçısı olan<br />

Tanpınar, bu dönemde Batılı yaşam ile geleneksel<br />

kültür arasında bocalayan Türk toplumunu<br />

gözlemlemiş ve eserlerinde buluşturmuştur.<br />

Yaşadığım Gibi adlı derleme kitabında Oedipus<br />

kompleksi, bilmeyerek babasını öldürmüş olmanın<br />

kompleksi, içinde yaşayan bir toplumun varlığından<br />

söz etmek istediğini dillendirmiştir. Tanpınar, Şark<br />

ve Garp sentezinin buhranını toplumun mazisine<br />

ve şimdisine nasıl etkilediğini vurgulamıştır. Saatleri<br />

Ayarlama Enstitüsü’nde Hayri İrdal modernleşmeye<br />

çabalayan Türk toplumunun prototipidir. Toplumdaki<br />

bu hızlı değişim, aidiyet duygusuyla çelişmeler<br />

yaşayan bireyin buhranına sebep olur. “Semt<br />

adeta şenlenmiş! Bu gidişle birkaç seneye modern<br />

bir mahalle kurulacak. Ben artık modern adamı<br />

modern mimariyi modern konforu seviyorum.”<br />

(s.56) diyen Hayri İrdal, ilerleyen süreçte “En iyisi<br />

düşünmemekti.<br />

Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim<br />

var mıydı? Hatta ben var mıydım? Ben dediğim<br />

şey bir yığın ihtiyaç azap ve korku idi.” (s.176) der.<br />

Tanpınar toplumun değişiminden dolayı bireyin<br />

iç dünyasında yaşadığı çatışmayı gözlemleyerek<br />

bireyin yaşadığı sıkışmışlığa ve samimiyetsizliğe<br />

vurgu yapar. Birey olma sancısı ve topluma ait<br />

hissetme sancısının bütünleştiğini ve bir<br />

çıkmaza uğrattığını anlatmıştır. Saatleri Ayarlama<br />

Enstitüsü’nde “Belki de şahsiyet dediğimiz şey bu<br />

yani hafızanın ambarındaki maskelerin zenginliği ve<br />

tesadüfü onların birbirleriyle yaptığı terkiplerin bizi<br />

benimsemesidir.” (s.52) diyerek toplumun kültürel<br />

anlamda birbirine yabancılaşmasına alaycı bir<br />

dille yaklaşır. Tanpınar’ın ironik tutumu toplumun<br />

durumuna bir eleştiridir.<br />

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde saat ve zaman<br />

kavramlarını Huzur’da da musiki ve din gibi<br />

motifleri alegorik yönden ele alarak bireyin yaşadığı<br />

ikilemi işlemiştir. Huzur’da “Yüz binlerce ruh bir<br />

arafta ve onları bir araya toplayan şey musikidir.”<br />

der. Tanpınar kendi düşüncelerinin yansıması<br />

olarak gördüğü Huzur’da, toplumun ihtiyaç ve<br />

meziyetlerinden doğan modernleşme ile<br />

geçmişinden getirdiği kültürünün oluşturduğu<br />

karmaşaya da vurgu yaptığı görülmektedir.<br />

İhsan’ın “Biz bir taraftan bir medeniyet ve fikir<br />

buhranı içerisindeyiz: diğer taraftan bir iktisadi<br />

reforma ihtiyacımız var.” (s.223) demesi aslında<br />

Tanpınar’ın dönemi yorumlama şeklidir.<br />

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Hayri İrdal’a göre<br />

Nuri Efendi geleneksel kültürü, Halit Ayarcı’nın<br />

modern kültürü temsil etmesi bireyin çağdaşlaşma<br />

konusunda sahip olduğu değerlerini bırakıp<br />

kendini tamamıyla teslim etmesi veya sahip olduğu<br />

değerlerle değişmeye hazır olması arasındaki<br />

ikilemin örneğidir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde<br />

Hayri İrdal oğlu Ahmet ile tasarladığı bina modern<br />

şekilde inşaat edilmeye çalışılsa da binada katlar<br />

arası bağlantının kopukluğu mevcuttur. Aslında bu<br />

durum Türk toplumunun modernleşme uğraşındaki<br />

yanlış inşasının ve fertler arasındaki kopukluğun<br />

sembolize edilmiş şeklidir. Yine Huzur’da<br />

Mümtaz’ın kitap boyunca ruh bütünlüğünü<br />

araması kimlik krizinin en aşikâr örneklerindendir.<br />

Mahur Beste’de de Abdülhamid döneminde yaşayan toplumun gelişme arzusunun<br />

kimlik değişimine sebep olduğu söylenebilir. Toplumun o dönemde yaşadığı sosyo-politik<br />

koşulların halktaki etkisi, karakterlerin özellikle din, ahlak gibi unsurlarda yaşadığı kültür bocalamasına<br />

yansır. Tanpınar, Mahur Beste’de “Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflâsı nedir, bilir misin? ...<br />

İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet insanı yapan manevî kıymetler manzumesidir. Anlıyor<br />

musun şimdi derdin büyüklüğünü?” (sf.91) diyerek toplumun gelişimi ile insanların değişimine ve bu<br />

değişimin getirdiği kimlik arayışına değinmektedir. Yazar bu kimlik arayışının insanları eski samimiyetlerinden<br />

uzaklaştırdığını savunur.<br />

Tanpınar, estetik bir zevk ve ahenk ile yazdığı şiirlerinde de kültür değişiminin oluşturduğu boşluğu şehirle<br />

ve tarihle iletişim kurarak anlatmıştır. Bursa’da Zaman şiirinde “...Orhan zamanından kalma bir duvar.../Onunla<br />

bir yaşta ihtiyar çınar” (sf.52) dizeleri ile Türk medeniyetinin manevi uzantısına değinmiştir. Mazinin değerini<br />

detaylı bir şekilde inceleyerek bireylerin maziyle bağlantısına vurgu yapmıştır. Tanpınar, Beş Şehir’de de “En<br />

büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız,<br />

hepimiz Hamlet’ten daha keskin bir “olmak veya olmamak” davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe<br />

hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak<br />

kâfidir.” (s.206) diyerek kişinin geleneksel kültür ile çağdaşlaşmak için benimsemeye çalıştığı modern kültür<br />

arasındaki aidiyet çatışmasını bir olmak olmamak meselesi olarak görmüştür. Ayrıca bu sözünde toplumun<br />

kimlik arayışında şehirlerin taşıdığı ruhların kapısını çalmayı, çözüm olarak göstermiştir.<br />

Tanpınar, eserlerinde Batılı düşünürlerin fikirlerini kendince yorumlamış ve Batılıların çağdaşlaşma<br />

anlamında olan faaliyetlerini desteklemiştir. Fakat yaşadığı dönemde bulunan sosyo-politik ve<br />

sosyo-kültürel anlamdaki çatışmalar nedeniyle söz konusu olan kendi toplumunun geleneksel kültür ve<br />

modern kültür arasındaki sıkışmışlığını, kimlik arayışını ve toplumsal yapılanmada ki bozukluklarını görmüş,<br />

eserlerinde modern kültürün bireylerdeki yozlaştırıcı ve çelişkiye düşürücü etkilerini incelemiştir.<br />

Yazar, toplumun geleneksel kültür ve modern kültür arasındaki doğru sentezi yapamaması ve<br />

bu sebepten doğan kopukluğun sebebini sorgulamaktadır. Türk toplumunun dönem itibariyle<br />

gelişen politik, sosyal ve kültürel farklılaşmanın getirdiği gelenek ile yeni arasındaki denge arayışına<br />

değinen Tanpınar, bu durumun bireye ve iç dünyasına olan etkisini yorumlamıştır. Bu anlamda Tanpınar<br />

eserlerinde bireyin toplumsal reformlardan nasıl etkilendiğini ve bu çift yönlü etkileşimin sebeplerini<br />

inceleyerek Türk toplumunun sosyolojik bunalımlarını işlemiştir.<br />

Tanpınar her bir eserinde Freud’den esinlenerek rüya imgesini kullanmıştır. Huzur ve Sahnenin<br />

Dışındakiler romanlarında rüya imgesinin ve bilinçaltının varlığını karakterler arası konuşmalardan<br />

yorumlanabilir. Bergson’un saf zaman anlayışını yekpare zaman anlayışı olarak ele alan yazar<br />

zamanın ayarının insan olduğunu betimlemiştir ve Saatleri Ayarlama Ensitütüsü’nde Mübarek<br />

adlı saat ile zaman-insan ilişkisi sembolize edilmiştir. Alaturka bir Türk toplumunda alafranga ile<br />

tanışan bireylerin yaşadığı kültürel karmaşayı psikolojik bir kadrajla ele almıştır. Birey toplumsal<br />

hayatın değişimine adapte olamaz ve aidiyet duygusu sarsılır, bir ikileme sürüklenir. Bu durumu<br />

karakterize eden ise Saatleri Ayarlama Ensitütüsü’nde Hayri İrdal’dır. Huzur’da çevresel tesirlerin<br />

etkisi her bir karakterin iç huzurunu aramak ve bireysel sorunların da çözümüne çare bulunması<br />

üzerine karakterleri karmaşaya sürükler.<br />

8<br />

9


Röportaj Köşesi:<br />

<strong>Psikoloji</strong> Çalışma Grubu Yönetim Kurulu<br />

<strong>Psikoloji</strong> bilimi ve ruh sağlığı alanında faaliyet<br />

gösteren, yeni kurulmuş olmasına rağmen öne<br />

çıkan bir oluşum olan <strong>Psikoloji</strong> Çalışma Grubu’nu<br />

tanıyabilir miyiz? Amaçlarınız, yöntemleriniz ve<br />

ilkeleriniz nelerdir?<br />

<strong>Psikoloji</strong> Çalışma Grubu kimlerden oluşuyor aslında<br />

öncelikli olarak bundan bahsetmek sanıyoruz ki daha<br />

uygun olur. Klinik Psikolog Sahra Tekin önderliğinde<br />

kurulan grubumuzun Psikolog Cansu Yazıcı, Klinik<br />

Psikolog Asena Hatice Kılıç, Psikolog Aytül Yüksel<br />

Düdük, Uzman Doktor Deniz Oruç, Psikolog Hatice<br />

Kübra Tarak, Psikolog Seda Erdoğan, Psikolog Gülnihal<br />

Taşkan ve <strong>Psikoloji</strong> Öğrencisi Merve Sena Bal olmak<br />

üzere 8 tane de kurucu ortağı var. Grubumuz kurulma<br />

hikayesine değinecek olursak, yüksek lisans eğitimine<br />

devam ederken Sahra, Londra’da bazı çalışma grupları<br />

olduğunu fark ediyor ve bu çalışma gruplarına dahil<br />

oluyor. Aslında o çalışma grupları ile bizim şu anda<br />

yaptığımız işler biraz farklı ancak temelde bu grubu<br />

kurmamıza ilham oldu diyebiliriz. PÇG olarak öncelikli<br />

amacımız aslında psikoloji bilimi alanında eğitim gören<br />

öğrencileri ve bu alanda çalışan profesyonelleri bir<br />

araya getirmek. Bu amacımız doğrultusunda bir araya<br />

gelirken de önceliğimiz her zaman etik ilkelere duyarlı,<br />

birbirimize ve dünyaya saygılı bir kitle oluşturmaktı<br />

ve bu kitleyi oluşturabildik diye düşünüyoruz.<br />

Amaçlarımızdan bir diğeri de hiçbir ticari ya da<br />

maddi kaygı gütmeyen bir topluluk oluşturmaktı.<br />

Bu amacımızı da gerçekleştirdik. Hiçbir atölyemiz<br />

ya da etkinliğimiz ücretli değil. Bizim isteğimiz,<br />

kitlelerin doğru bilgiye ücretsiz olarak ulaşabilmesi<br />

ve/veya, özellikle öğrencilere doğru bilgiye nasıl<br />

ulaşabilecekleri ile ilgili ipuçları verebilmek. Bir diğer<br />

amacımız da daha çok kitleye hitap edebilmek için<br />

gönüllü diğer oluşumlarla birlikte etkinlikler organize<br />

etmek. Bizim amaçlarımıza uygun olarak faaliyet<br />

gösteren topluluklarla iş birliği yapmaya her zaman<br />

açığız.<br />

Öğrencileri profesyonellerle bir araya getiren,<br />

akademik ve sosyal alanlarda pek çok yönden<br />

destekleyen bir grup olduğunuzu görmekteyiz.<br />

Geçmiş dönemlerde yaptığınız çalışmalardan<br />

ve yakın zaman hedeflerinizden bahsedebilir<br />

misiniz?<br />

Biz düzenli olarak perşembe günleri saat 20.30’da<br />

seminerler gerçekleştirmeye çalışıyoruz.<br />

Bazen öğrencilerin sınav dönemlerine denk gelen<br />

zamanlarda ya da resmî tatillere denk gelen<br />

zamanlarda kişilerin yoğunluk durumlarını düşünerek<br />

kısa aralar versek de genel olarak oturmuş bir<br />

günümüz ve saatimiz var. Bu etkinliklerin konusu<br />

zaman zaman kendi tezlerimiz ya da üyelerimizin<br />

tezleri veyahut yürüttükleri bilimsel araştırmalar oldu.<br />

Zaman zaman kişilerin kariyer yolculuğu, bursiyerlik<br />

serüvenleri ya da deneyimlerini paylaştıkları<br />

oturumlar oldu. Ya da bazen başımızın tatlı belası<br />

diyebileceğimiz bilimsel araştırma teknikleri ve<br />

istatistik oldu. Bazen de birbirimizi tanıyıp eğlenceli<br />

vakit geçirmek için oyun gecelerinde buluştuk. Aslında<br />

sayılarla konuşacak olursak kurulduğumuz günden<br />

bu yana, ki çok kısa bir süredir faaliyet gösteriyoruz,<br />

49 farklı etkinlik düzenledik. Bu etkinlikler sayesinde<br />

sayısız kişiyle tanıştık ve onlara bildiklerimizi dilimiz<br />

döndüğünce anlatmaya çalıştık. Yakın zaman<br />

hedeflerimiz arasında atölyeler düzenlemek vardı<br />

ve bu hayalimizi de aslında gerçeğe döndürdük. İlk<br />

atölyemiz, kurucu üyelerimizden olan Uzman Klinik<br />

Psikolog Asena Hatice Kılıç tarafından düzenlenen<br />

“Klinik <strong>Psikoloji</strong> Süreci” isimli 2 oturumluk atölyemizdi.<br />

İkinci atölyemiz ise yine kurucu üyelerimizden olan<br />

Psikolog Aytül Yüksel Düdük tarafından düzenleniyor.<br />

“<strong>Psikoloji</strong> Bilimi ve İstatistik Uygulamaları” atölyesi uzun<br />

soluklu bir atölye ve hala devam ediyor. Etkinliklerden<br />

farklı olarak atölyeler sadece üyelerimize açık ve kısıtlı<br />

kontenjanlı. Bu sayede konuşmacımız ile katılımcılar<br />

arasında etkileşim daha yüksek oluyor ve paylaşıma<br />

açık bir ortam oluşuyor.<br />

Peki önümüzdeki aylarda düzenlemeyi<br />

hedeflediğiniz etkinliklerden okurlarımız için<br />

birkaç sürpriz isim verebilir misiniz?<br />

İsimler sürpriz olsun :) Ancak her ayın ilk günleri, o<br />

ay yapacağımız etkinliklerin duyurusunu Instagram<br />

hesabımızdan post olarak paylaşıyoruz.<br />

Etkinliklerimize dahil olmak isteyen herkese kapımız<br />

açık. Bizi @psikolojicalismagrubu isimli Instagram<br />

hesabımızda takip ederek etkinliklerimizden haberdar<br />

olabilir, hatta bizlere sunum yapabilirsiniz!<br />

<strong>Psikoloji</strong> alanına yönelmiş olan genç insanlara<br />

ne tavsiye edersiniz?<br />

<strong>Psikoloji</strong> kendi içinde çok fazla alt dalı olan ve farklı<br />

alanlar ile oldukça ilgi çekici konularda birleşen<br />

multidisipliner bir bilim.<br />

Ön yargılı durduğumuz birçok konu okudukça ve araştırdıkça daha da keyifli hale gelebiliyor. Bilimsel ve<br />

etik şartlar altında yapılmış çalışmaları yani doğru kaynakları fırsat buldukça okumalarını ve takip etmelerini<br />

tavsiye edebiliriz. Sık sık gözlem yapmak, düşünmek ve öğrenilen bilgilerin günlük hayata nasıl yansıdığını ya<br />

da yansıyabileceğini düşünmek de alana dair merakı dinç tutmak için etkili bir faktör. Ayrıca <strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong>’nün<br />

en büyük avantajlarından biri olan staj programlarının da verimli bir şekilde kullanılmasını tavsiye edebiliriz.<br />

Öğrenciler zorunlu stajlarını farklı alt dallarda tamamlayıp kendilerini daha iyi hissettikleri alanları keşfedebilirler<br />

ya da ilgi alanları dahilinde stajlarını düzenleyip o alanda daha çok tecrübe kazanabilirler. Bunun büyük bir şans<br />

olduğunu düşünüyoruz.<br />

Hem akademik hem sosyal alanlarda kendilerini geliştirmek isteyen öğrenciler nasıl bu grubun bir<br />

parçası olabilirler, sizlere nasıl ulaşabiliriz?<br />

Bize en kolay Instagram hesabımız (@psikolojicalismagrubu) üzerinden ulaşabilirsiniz. Instagram hesabımızın<br />

biyografi kısmında bulunan link üzerinden Whatsapp, Telegram ve e- mail gruplarımıza katılabilirsiniz. Bu<br />

gruplara katıldıktan sonra grupta bilgi alışverişinde bulunabilir, tartışmalara katılabilir, etkinliklere dair düzenli<br />

bilgilendirmeler alabilir ve bizimle iletişimde kalabilirsiniz. Eğer grupta aktif olarak görev almak isterseniz<br />

yönetim kurulundan bir kişiyle iletişime geçebilir ya da buna dair duyuruları Instagram hesabımız üzerinden<br />

takip edebilirsiniz.<br />

Sizleri ve düzenleyeceğiniz etkinlikleri nereden takip edebiliriz?<br />

Instagram hesabımızda her ayın başında etkinlik takvimlerimizi paylaşıyoruz<br />

ve hatırlatıcı hikayeler oluşturuyoruz. Instagram hesabımızın biyografi<br />

kısmında bulunan link ağacından ise üye olup mail, Whatsapp<br />

ya da Telegram gruplarımıza katılım sağlayabilirsiniz. Üye<br />

olduktan sonra mail üzerinden her hafta etkinlik bilgilerini<br />

paylaşıyoruz. Whatsapp gruplarımızda da etkinliklerimiz<br />

ile ilgili bilgi verdiğimiz gibi alandan arkadaşlarımız<br />

çeşitli konularda yardımlaşma ve fikir alışverişi yapıyor,<br />

grupların bu konuda oldukça yarar sağladığını fark<br />

edebiliyoruz.<br />

İlginiz için teşekkür ederiz.<br />

PSİKOLOJİ ÇALIŞMA GRUBU YÖNETİM<br />

KURULU<br />

10


The Contribution of<br />

Creative Responses to the<br />

Experience of Shame in<br />

Couple Psychotherapy<br />

Sena Pişkin<br />

Shame is a universal emotion felt in response to a feeling<br />

of being exposed and is associated with lowering selfesteem.<br />

It plays an important role in the regulation of social<br />

interactions. Shame can sometimes be unbearable, and<br />

feelings of humiliation and mortification can be so intense<br />

that they may even cause violence or suicide. According<br />

to Schore (1998), successful regulation of the shame<br />

affects the infant and has a major impact on the infant’s<br />

development of a capacity for reparation in relationships.<br />

Regulated shame also protects the developing infant<br />

from becoming trapped in an omnipotent narcissistic<br />

state by increasing awareness of the various realities<br />

that must be learned via the socialization process.<br />

Unregulated shame, on the other hand, can serve<br />

as the foundation for a narcissistic organization<br />

and may cause withdrawal into psychic retreats.<br />

It might also be a reason either for not sharing<br />

one’s experience with one’s partner or requesting<br />

therapeutic help (Sehgal, 2015).<br />

The different emotional states associated with<br />

shame are varied, as is the perception of these<br />

states. That is why, while psychotherapists<br />

are working with couples, they can face<br />

different interpretations from partners<br />

about the same shameful situation.<br />

The clinical situation becomes further<br />

complicated when the therapist’s<br />

personal relationship with shame is<br />

also considered.<br />

Because couples not only expose<br />

themselves to the other but also<br />

their relationships during couple<br />

therapy, disclosure of the existence<br />

of one’s partner can feel unfaithful<br />

no matter how problematic the<br />

relationship is. Fear of exposure,<br />

shame and humiliation, a<br />

subsequent conflict, and even<br />

separation can have traumatic<br />

consequences for partners.<br />

Therefore, it requires sensitive<br />

handling by the therapist<br />

throughout the therapy course.<br />

One of the most difficult aspects<br />

of couple therapy for couples<br />

is coping with being exposed.<br />

Leaving the safety of the retreatment<br />

comes with the anxiety of seeing<br />

one’s objects more clearly, as well as being seen by them.<br />

As a result, the concept of the gaze, particularly who<br />

is performing the staring that leads to exposure,<br />

becomes the main feature of clinical work.<br />

Nevertheless, couple psychotherapy enhances<br />

psychic development within the relational setting<br />

when it works well. Revealing one’s private thoughts<br />

and feelings, offering one’s innermost self to the other,<br />

enables the potential to develop greater intimacy.<br />

Frequently, partners who present themselves for<br />

therapy appear to be deeply engaged in conflict,<br />

perhaps driven by an intense need to shame and<br />

humiliate the other. In such relationships, it can<br />

be observed that shame and humiliation perform<br />

an unconsciously designed corrective function,<br />

controlling the object to disperse the anxiety of<br />

difference and separateness. At this point in the<br />

therapy, the therapist’s role is to regulate dysregulated<br />

shame, to free partners from being locked into<br />

one other in a gridlocked way by the shame they<br />

attempted to avoid experiencing through projection.<br />

One of the technical challenges of working with<br />

shame is that the couple encounters a desire to<br />

reduce awareness of the difference in the object<br />

relationship between them and the therapist. Couples<br />

may feel shamed and humiliated if they believe the<br />

therapist takes a superior position to their own by<br />

distinguishing themselves and their role.<br />

If the couple is unable to distinguish between the<br />

shame that one or both partners may have projected<br />

onto the therapist and the therapist’s own shame,<br />

the couple may withdraw emotionally or maybe even<br />

physically from the therapist by ending therapy. As<br />

a result, it is necessary that therapists have had the<br />

opportunity to understand their relationship with<br />

shame hence that they can work effectively in the<br />

clinical setting.<br />

The ability of the therapist to manage an empathic<br />

identification and a more differentiated observing<br />

attitude is critical so that they can model a normal<br />

developmental sequence between mother-infant in<br />

which the couple is not left too long in a dysregulated<br />

shame state. Moments of creativity on the part of<br />

both the therapist and the couples in therapy allow<br />

for the disruption of established thinking and habits<br />

of behavior, providing for something new to arise.<br />

In the article, Sehgal mentioned the definition of<br />

shame and humiliation and their effects on romantic<br />

relationships. She explained the developmental<br />

background of shame with its role in communication<br />

and attachment. While mentioning these, she<br />

referred to the articles and studies conducted in the<br />

past. Besides, Sehgal benefited from her therapy<br />

observations as a psychotherapist and cited them as<br />

examples of her point. The article also talked about<br />

the therapist’s role in shame regulation. Because her<br />

observations are subjective, this paper is not a result<br />

of scientific research. Nevertheless, for those working<br />

in the field of couple psychotherapy, the experiences<br />

and observations of other therapists would guide and<br />

help them.<br />

12 13


İz Bırakmak<br />

Suden Öz<br />

Fransa’da, Chauvet Mağarası’nda insanlık tarihinin<br />

en eski çizimleri bulunur. Bu çizimler genellikle<br />

tarih öncesi insanının çevresindeki hayvan<br />

topluluklarının resimleridir; fakat bu figürlerden<br />

birkaçı vardır ki, en dikkat çekenlerindendir:<br />

duvarın üzerine çizilmiş insan elleri. Adeta “Ben<br />

buradaydım!” diye feryat eden, insan dediğimiz<br />

varlığın belki de en temel içgüdüsünü ifade eden bir<br />

iz. İşe yaramış olacak, binlerce yıldır mesajını iletmeyi<br />

sabırla bekleyen bu el izini otuz yıldır biliyoruz ve<br />

insanoğluna içkin bu güdüyü daha iyi anlıyoruz:<br />

fani dünyaya meydan okuyarak ebediyete erişme.<br />

Her canlı varlık gibi insanın da belli bir yaşam<br />

süresi olduğunu kuşkusuz biliyoruz; fakat bu<br />

gerçekliği bir anlığına da olsa görmezden gelip<br />

ölümsüz olma fikrini en az bir kez düşlediğimizi<br />

veya sorguladığımızı anımsamamız gerektiğini<br />

düşünüyorum. Her türden fikrî ürünün, bir şekilde<br />

yaratıcılarının yaşam süresini aşıp insanlığa<br />

mâl olmuş olduğunu veya olma potansiyelini<br />

barındırdığını görmek mümkün. Sözgelişi, yüzyıllar<br />

önce yaşamış filozoflar veya edebiyatçılar halen<br />

varlıklarını sürdürürler, fikirleriyle yaşarlar.<br />

Ne yazık ki pek çok kişi kendine şefkatle<br />

davranmaktan yoksun: “Ben kimim ki de benim<br />

de eserim olacak.” benzeri düşünceler, üzgünlükle<br />

belirtmeliyim ki, oldukça yaygın. Pek çok insanın<br />

kendini hafife aldığını ve hatta bazen yok saydığını<br />

tespit ederiz, belki bu haksızlığı kendimize de<br />

yaptığımızı fark ettiğimizde şaşırır ve pişman<br />

oluruz. “Neden?” diye sorduğumuzda da mantıklı<br />

yanıt bulamaz ve karamsarlığa kapılırız.<br />

“Yaşanmaya değer hayat,<br />

kaydetmeye değerdir.”<br />

-Tony Robbins<br />

Tony Robbins bu sözüyle çok iyi ifade etmiş<br />

aslında. Bir şekilde hepimiz zamanda bir iz bırakma<br />

derdindeyiz. Kimimiz birbirinden güzel resimler çizip<br />

altına imzasını atıyor, kimimiz besteler besteliyor,<br />

kimimiz kitaplar yazıp bir şekilde ömrünün sınırlarını<br />

aşıyor. Daha pek çok örneğini vermek mümkün.<br />

Peki kim bu “kimimiz” diye bahsettiğimiz grup,<br />

ve neden biz de o grubun bir parçası olmayalım?<br />

Öncelikle “yaşanmaya değer hayat”tan başlayalım,<br />

başka bir söz alıntılayarak bunu izah etmek mantıklı<br />

olacaktır:<br />

“Sorgulanmamış bir hayat<br />

yaşanmaya değmez.”<br />

-Sokrates<br />

Sokrates’in bu sözünden yola çıkarak “yaşanmaya<br />

değer hayat” kavramına bir tanım getirebiliriz. Yani,<br />

hayatı yaşanmaya değer kılan, yaşadığımız o hayatı<br />

bir kez bile olsun sorgulayıp sorgulamamamızdır.<br />

İnsan, önce ruhuna önem göstermelidir ki<br />

çevresindekilerin ve kendinin farkına varabilsin.<br />

Neyi sorgulamalıyız öyleyse?<br />

Yaşadığımız hayatı, önem verdiklerimizi ve<br />

değerlerimizi sorgulayarak başlamalı, en sonunda<br />

da kendimizi tanıdığımız o mühim aşamaya<br />

erişebilmeliyiz. İşte bu aşamadan sonra kendimize<br />

değer verip ürünümüzün de değerli olduğunu<br />

anlayabiliriz.<br />

Ne yapabiliriz? İç dünyamız sonsuz bir okyanus.<br />

Bu okyanusta, küçük bir kayıkta elinde<br />

tamamlanmamış bir haritayla kaşif misali yol almaya<br />

çalışan da biz ve bilincimiz. O harita bize ne yapmak<br />

isteyip istemeyeceğimize dair bir rehber olacaktır.<br />

Kendimizi nasıl ifade ediyoruz, içimizdeki o yaratıcı<br />

kıvılcımı körükleyecek olan ne? İnsan, varoluşu<br />

gereği yaratıcıdır. Belki de ihtiyacımız olan tek şey<br />

hayattan kısa kısa videolarla alıntılama yaptığımız<br />

dijital bir video günlüğüdür. Belki bir düşünce<br />

defteridir, belki bir mimari eser, belki de bir tablo. O<br />

halde, doğru olanın hangisi olduğunu seçmek veya<br />

deneyimlenmemiş yeni bir biçim bulmak tamamen<br />

bizim hayal gücümüze kalmış.<br />

İlk paragraflarda da sözünü ettiğim “ebediyete<br />

erişme” aşaması, işe koyulup ürün vermeye<br />

başlamamızdan sonra gerçekleşiyor. Yaşanmaya<br />

değer hayatımızı kaydettikçe hayatın değeri artıyor<br />

ve geçen zaman hafızalarımızdan yitirilmemiş<br />

oluyor. Ebediyet bu değil ise nedir?<br />

Hikaye anlatma metodlarından hangisini seçersek<br />

seçelim, elbette zarardan çok faydası var: Eserimiz<br />

düşünme sürecimizi de barındıracağından düşünce<br />

şeklimizi de yakından tanıma fırsatımız olacaktır. En<br />

temel akıl yürütme metodlarını nasıl kullandığımız<br />

ya da hangilerini kullandığımız, eserlerimizin arka<br />

planında kullanacağımız (fakat zorunlu olmayan)<br />

bir düşünce ağacında ortaya çıkar. Özel hayatımızda<br />

kullanmamızın yanında neredeyse her duruma<br />

ayak uyduran bu bilgimizi profesyonel hayatımızda<br />

da kullanmamız olanaklı olacaktır. Bunun yanında,<br />

stresli, öfkeli veya mutsuz olduğumuz dönemlerde<br />

de çıkardığımız ürünler “büyük resmi” görmemizi<br />

sağlayarak bu olumsuz duygulardan bir nebze<br />

sıyrılmamızı olanaklı kılacaktır.<br />

Başlamanın doğru bir zamanı yoktur, zira doğru<br />

zaman hazır olduğumuz zamandır. Yarın, haftaya<br />

pazartesi, hatta şimdi bile bir şeylere başlamak için<br />

asla çok geç değildir. İnsanoğlu olarak kendimizin<br />

farkına varmalı ve bir kez gelmiş olduğumuz bu<br />

dünyadan bomboş ayrılmayı göze almamalıyız.<br />

Kitaplığımızdaki kitapların yazarlarının, dinlediğimiz<br />

müziğin bestecisinin de kendimiz gibi insan<br />

olduğunu unutmamalı; onlar ile aramızdaki farkın<br />

“yazmaya karar vermek” düşüncesi ile yaratıcılık<br />

kıvılcımını harlı bir ateşe döndürme fırsatının her<br />

zaman olduğunu unutmamalıyız. O halde haydi,<br />

geleceğe kendimizden bir iz bırakalım.<br />

14<br />

15


Biyolojinin Vazgeçilmez İşçileri:<br />

Drosophılamelanogaster<br />

Melisa Günsan<br />

Yuvam Masallar<br />

Sebile Akın<br />

Görsel: ResearchGate<br />

Nörobilim araştırmalarındaki değerli katılımcıların<br />

kimler olduğunu hiç düşünmüş müydünüz?<br />

İnsanlar mı yoksa bize sinirbilim, beyin ve daha<br />

pek çok konsepte dair bilgi vereceğini hiç<br />

düşünemeyeceğimiz bazı hayvan türleri mi?<br />

İnsanlarla çalışmanın pek çok sebepten dolayı<br />

mümkün olmayacağı durumlarda imdadımıza<br />

yetişen canlılar kimler olabilir? Esasında bu soruya<br />

net bir cevap vermek çok doğru olmayacak keza<br />

araştırmaların prosedürleri ve amacına göre<br />

nörobilim araştırmalarında pek çok farklı hayvan<br />

ile deney yapılabilir. Fakat bu canlılardan birisinin<br />

marifetleri gerçekten de boyunu aşmış vaziyette.<br />

Sinirbilim araştırmalarındaki eşsiz yeri ve bilime<br />

olan katkıları gerçekten de saymakla bitmeyen<br />

bir canlıdan bahsediyorum. Üstelik bahsettiğim<br />

bu canlı bir primat bile değil, sinek! Evet bildiğimiz<br />

sinek, hem de meyve sineği.<br />

Drosophila Melanogaster diğer bir adıyla meyve<br />

sinekleri yıllardır genetik başta olmak üzere birçok<br />

alanın vazgeçilmez modelleri. İnsanlarla çalışmanın<br />

mümkün olmadığı durumlarda ya da çalışılması<br />

zor olan canlıların biyolojik temelli süreçlerin<br />

açıklanmasında model organizma olarak rol oynar.<br />

Bunun belirli başlı sebepleri; tür çeşitliliğinin fazla<br />

olması, az maliyetle de olsa bilimsel çalışmaların<br />

yapılabilmesi, kısa sürede hızlıca üreyebilmeleri<br />

ve insan genomu ile kıyaslandığında daha basit<br />

kalması olarak sayılabilir. Bunlara ek olarak da<br />

anatomisi ve fizyolojisi yıllardır çalışıldığı için çok iyi<br />

biliniyor olması ve birçok genin tanımlanmasında<br />

kullanılmış olması da tercih sebeplerindendir.<br />

16<br />

Son olarak da drosophilada genomunun<br />

manipülasyonlarının kolaylığı bu canlılarla<br />

çalışmanın getirdiği avantajlardan biridir.<br />

Burada drosophilanın yaşam döngüsünü<br />

görmekteyiz. İlk gün, dişilerin yumurtayı bıraktığı<br />

gündür. İkinci gün embriyogenez yani yumurtadan<br />

çıkış olur. Üçüncü ve beşinci gün larva aşamaları<br />

devam eder ve yedinci günün sonunda larvalar<br />

dolaşım aşamasına geçer. On birinci günden<br />

sonra da pupadan çıkmaya başlarlar. Bahsedilen<br />

tüm bu süreç doğal olarak oda sıcaklığına bağlıdır<br />

ve 23 derece civarında oda sıcaklığı drosophila<br />

için idealdir. Bir pupanın içinden sinek çıkıp<br />

çıkmayacağı pupanın rengine göre anlaşılabilir.<br />

Örneğin pupalar başta çok açık renkteyken, pupa<br />

rengi koyulaşmaya başladıkça sineklerin içinden<br />

çıkma süresinin yaklaştığına işaret eder. Sinekler<br />

çıktıktan sonra dişi-erkek olarak ayrılabilir. Bunun<br />

ayrımını yaparken de bakılan belli başlı kriterler<br />

vardır. İlki dişi sineklerin vücudu daha tombul ve<br />

vücutları daha açık renklidir. Erkeklerin ise alt<br />

karnında üreme organı gözlemlenebilir ve dişilere<br />

göre alt karınları daha az sivridir.<br />

Bu canlıların bilime katkıda bulunma serüvenine<br />

bakacak olursak, Thomas Hunt Morgan’a<br />

bakmamız gerekir. Morgan genlerin kromozomlar<br />

içerisinde olduğunu tanımlamak için drosophila<br />

kullandı. 1993’te “kromozomun kalıtımdaki rolüne<br />

ilişkin keşifleri” gerekçesiyle Nobel Fizyoloji veya<br />

Tıp Ödülü aldı. 20. Yüzyılın başlarında Thomas Hunt<br />

Morgan tarafından başlatılmış olan drosophila<br />

modellemeleri yıllar üzerinde artarak çoğalmış<br />

ve nihayetinde 2001 senesinde drosophilanın gen<br />

dizilimi tamamlanmıştır. Bu gelişmelere paralel<br />

olarak da günümüze kadar insana dair birçok<br />

fenomenin anlaşılmasında meyve sinekleri rol<br />

oynamıştır. Yani anlayacağınız meyve sinekleri<br />

sinirbilim için dışarıdan göründüğünden çok daha<br />

fazla potansiyele sahip son derece önemli ve yeri<br />

doldurulamaz bir hayvandır.<br />

Bu kısa yazıda psikoloji ve sinirbilim dünyasına<br />

adımını atmak isteyen herkesin tanışması<br />

gereken bu canlıya kısa bir bakış attık. <strong>Psikoloji</strong>ye,<br />

sinirbilime ve bu alanların fedakâr hayvanlarına<br />

ilgi duyan herkesle bir sonraki sayıda görüşmek<br />

üzere!<br />

Bir varmış bir yokmuş diye başlayan masalların da öncesinde, hayat kapıyı zillerle değil hoyrat<br />

tekmelerle çalıyorken… Annem değil anneannem değil, daha da öncesinde kadınların dertlerine<br />

derman arıyorken; masallar çıkmış gelmiş acılarının eşiklerinden, kalplerinin derinliklerinden. Ve<br />

öyle bir yol etmiş ki o masallar; insana şifa, ruha gıda, derde derman, bana yuva olmuş.<br />

Yuvama hoş geldin Sevgili Okur. Bugün seninle<br />

başkahramanı olduğumuz masala bakacağız biraz.<br />

Ana konusu ne, amacı ne, karakterleri kimler? Bakacağız<br />

ki anlayacağız, anladıkça anlatacağız. Hazır mısın?<br />

“Derin bir yara iziniz varsa o bir kapıdır. Çok eski<br />

bir öykünüz varsa o da bir kapıdır.” diyor Clarissa<br />

P. Estes Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında.<br />

Hangi kapı nereye çıkıyor, yolum buradan nereye<br />

varıyor? Bu kapılar birbirinden farklı mı?<br />

“Anlatılan senin hikayendir.” diyor Horatius. Anlatılan<br />

da anlattığımız da bizim hikayemiz. Peki, biz ne<br />

anlatıyoruz ötekine kendimizle ilgili? Neye dikkat<br />

ediyoruz en çok? Ailemizi mi öne koyuyoruz,<br />

hobilerimizi mi? Arkadaşlar mı önce geliyor yoksa<br />

kariyerimiz mi? Sevdiğimiz insan mı var cümlelerimizde<br />

yoksa aynadaki mi? Benim için “gerçekten” önemli<br />

olan bunlar mı peki? Yoksa çok daha fazlası mı?<br />

Benim masalımın gerçek hali ne? Nasıl arındırırım<br />

her birinden ötekinin izlerini? İşte tam da bu<br />

soruya,<br />

“O halde yolumuza devam edelim !<br />

Bize verilmiş olan sahte elbiseleri çıkartıp atalım,<br />

Güçlü içgüdünün ve bilginin gerçek elbisesini<br />

giyelim.” (Clarissa P. Estes, 2020)<br />

Sende gizli kendi masalın. Eski hikayen genlerinde,<br />

zihninin derinliklerinde seni bekliyor. Seni büyüten<br />

kadınlardan ve onu büyütenlerden, sonra onu<br />

büyütenlerden ve ilk kadına kadar hepsi sende gizli.<br />

Acılarının ortaklığında, yaşlarının derinliğinde ve<br />

neşenin saflığında. Şu köşenin başında değil belki<br />

ama o tepenin ardında seni bekliyor. Emek gerekiyor.<br />

“Bir kadın, kendi gözünün içine bakmazsa başkaları<br />

onu görmüyor...<br />

Bir kadın, kendi yaşamını eline almazsa, kimse onun<br />

için yaşamıyor,<br />

Bir kadın, kalbine sorular sormazsa, o kalp sesini<br />

duyuramıyor.” (Damla Çeliktaban, 2021)<br />

Biraz kendiyle kalmalı insan, aynaya geçip kendi<br />

gözlerinin içine bakmalı. Bunca zaman o kadar<br />

insana anlattığı masalını bir de kendine anlatmalı.<br />

O zaman anlıyor çünkü eksiğini fazlasını. Kulaklarını<br />

tırmalayan, canını yakan ne var o cümlelerde bunu<br />

görüyor. Defalarca anlatmalı insan, konuşmalı<br />

kendiyle. Böyle anlıyor kime kendi suçluluğunu<br />

yansıtmış, kimden gizlemiş sevgisini. Ne beklemiş<br />

ötekinden de alamadı diye hırçınlaşmış? Hepsinin<br />

cevapları bir bir dökülüyor. Böylece alıyor hayatını<br />

elleri arasına. Böylece duyuyor kendini.<br />

Kendimi anlayıp masalımı baştan başa yazınca,<br />

geriye tekrar tekrar kendime ve ihtiyacım olduğunda<br />

da ötekine anlatmak kalıyor. “Okunmamış bir hikaye,<br />

hikaye değildir. Kağıt hamuru üzerindeki siyah<br />

izlerdir yalnızca. Okuyucu, onu okuyarak canlı kılar.<br />

Yaşayan bir şey, bir hikaye kılar.” diyor Ursula K. le<br />

Guin. Anlatılmayan masal da masal değildir, zihinde<br />

dönüp duran düşüncelerdir sadece. Anladıkça<br />

anlatmaya, anlattıkça yaşamaya başlıyoruz.<br />

Acıları ya da neşeleri, çocukları ya da büyükleri, güneşi<br />

ya da ayı neden sevdiğime; hangi aşkta neden yenik<br />

düştüğüme, düştüğüm yerde neden kalmadığıma<br />

eşlik ediyor masallar. Bunca zaman bana eşlik eden<br />

kadınların masalları gibi benim masalım da eşlikçi<br />

olacak, zamanı gelince seninki de Sevgili Okur.<br />

Masallarımızın önce kendimize sonra ötekine<br />

şifa ve yuva olmasını diliyorum.<br />

17


İstismarla Geçen Çocukluk: Genie Wiley Vakası<br />

Durcan Beyza Ocaklı<br />

<strong>Psikoloji</strong>k, Sosyal ve Biyolojik Engeller<br />

İnsan, sosyal bir varlıktır. Sosyalliğini, diğer insanlarla<br />

vakit geçirerek pekiştirir. Bu sayede doğuştan gelen<br />

yeteneklerini perçinler ve bahsettiğimiz bilişsel<br />

stimülasyon dil edinimi için gereklidir. Birçok dil<br />

bilimciye göre dil edinimi kritik dönem içerisinde<br />

gerçekleşmesi gereken bir süreçtir. Ünlü dilbilimci<br />

Lenneberg de bu görüşe destek vermiştir. Mesela<br />

normal ortamda büyütülen bir çocuk bir yaşından<br />

sonra bilişsel kapasitesinin artması sebebiyle iki<br />

kelimeli cümlelere sonrasındaysa üç kelimeli ve<br />

daha karmaşık cümlelere geçebilir. Hem insanlar<br />

hem de hayvanlar iletişim kurabilirler. Ancak ünlü<br />

dilbilimci Noam Chomsky, buradaki farklılığa parmak<br />

basmış ve Genie’nin hayvan iletişimini başardığını<br />

ancak konuşmaya geçemediğini vurgulamıştır.<br />

Neden olarak Genie’nin insan dilini öğrenme kritik<br />

dönemini aştığını savunmuştur (Türkan, 2019).<br />

İstismar nedir? İstismar sözlük tanımıyla bir kimsenin iyi niyetini kötüye kullanmadır (“İstismar”,<br />

2021). Çocuk istismarı ise bir çocuğa yetişkin tarafından fiziksel ve psikolojik olarak kötü<br />

davranılmasıdır (“İstismar”, 2021). Bugün maalesef dünyanın birçok yerinde görülen bu patolojiyi<br />

Genie vakasıyla açıklayacağım. Genie vakasında spesifikleştirerek Çocuk İstismarı terimini<br />

kullanabiliriz.<br />

Genie (gerçek adı güvenlik sebebiyle verilmediğinden bu lakap kullanılıyor), 1957 yılında Amerika<br />

Los Angeles Kaliforniya’da doğmuştur. Bebekliğinden itibaren ebeveynleri ve ağabeyi tarafından<br />

istismara uğrayarak sosyal izolasyona alınmış, zihinsel yetersizliği olduğu gerekçesiyle bir odaya<br />

kapatılmış, sadece yiyecek ve lazımlık verilerek on yıldan fazla yaşamıştır. Bu süreçte konuşmayı<br />

öğrenemediği için yalnızca havlama ve hırlama sesleri çıkarabilmiştir. Yaşadıkları, annesinin<br />

sosyal hizmetleri aramasından sonra bir sosyal hizmet uzmanının dikkatiyle keşfedilmiş ve kritik<br />

dönemin gelişimdeki etkisini araştırmak isteyen uzmanlar onun üzerinde yoğunlaşmışlardır.<br />

Kısa süre içerisinde bilim camiasına yayılan bu vakayı rehabilite etmek için bir grup psikolog<br />

devreye girmiş ve Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü (NIMH) fon ayırmıştır. Ekibin üyelerinden psikolog<br />

James Kent duygusal ve bilişsel becerilerini incelediği bu kızdan ‘gördüğüm en derin hasarlı<br />

çocuk’ olarak bahsetmiştir (Meşe, 2021). Buna rağmen aldığı eğitim sonucunda insanlarla basit<br />

düzeyde de olsa iletişim kurabilmeyi, tuvaleti kullanmayı ve giyinmeyi öğrenebilmiş ancak iki üç<br />

kelimeyle cümle kurarak konuşmanın ötesine geçememiştir.<br />

Ayrıca Freud tarafından ortaya atılan Psikoseksüel<br />

Gelişim Kurama göre Genie, gelişim dönemlerini<br />

verimli geçiremediği için kişilik oluşumundaki önemli<br />

aşamalardan id, ego ve süper egoda kalıcı sıkıntılar<br />

yaşamıştır. Yaşamının hiçbir döneminde yeterli<br />

hazzı alamamıştır. Ayrıca sürekli çevresindeki bakım<br />

verenler değiştiği için güven duygusu zedelenmiştir.<br />

Kendisinin her açıdan eksik olduğunu düşünüp terk<br />

edilmenin verdiği mutsuzlukla pasif agresif tepkiler<br />

verebilir.<br />

Neden insanlar eğitimine küçük yaşlarda başlar?<br />

Yukarıda bahsettiğimiz psikososyal gelişim evrelerini<br />

ortaya atan Erikson’a göre birey dönemleri olumlu<br />

atlatamazsa ileriki yıllarında başaramaz. Türkçemizde<br />

bu olguyla ilgili güzel atasözlerinden: ‘Ağaç yaşken<br />

eğilir’ in hiçbir zaman unutulmaması ve gelecek<br />

nesillere de patolojilerin yaşanmaması için aktarılması<br />

gerekir.<br />

Genie, araştırma merkezine ilk geldiğinde yalnızca 1 yaşında bir çocuk gibi davranışlar sergiliyordu.<br />

13 yaşındaki bu kızın Erik Erikson’un psikososyal gelişim evrelerinden beşincisi kimlik kazanımı<br />

karşısında kimlik karmaşası evresinde olması gerekirken yolun oldukça başındaydı.<br />

18


Röportaj Köşesi:<br />

Dr. Öğr. Üyesi Didem Kadıhasanoğlu ile Röportaj<br />

Bu röportaj Başak Yaren Güneş ve Munise Tanrıkulu tarafından Dr. Öğr. Üyesi Didem Hoca ile gerçekleştirilmiştir.<br />

Merhabalar Didem Hocam. Öncelikle bizimle bu<br />

röportajı yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür<br />

ederiz, bizim için büyük bir onur.<br />

Biz yaptığınız çalışmaların sıkı takipçisiyiz<br />

ancak bilmeyen arkadaşlarımız için<br />

kendinizden ve çalışma alanlarınızdan<br />

bahsedebilir misiniz?<br />

Lisans eğitimimi ODTÜ matematikten aldım.<br />

Sonrasında akademiye geçmeden önce yaklaşık<br />

üç yıllık özel sektör deneyimim var aslında.<br />

Türkiye’nin önde gelen e-öğrenme şirketlerinden<br />

birinde çalıştım. İçerik tasarımcısıydım. Sonrasında<br />

yüksek lisansa başladım. Aslında yüksek lisansa<br />

başlamamım sebebi işimde daha iyi olmaktı.<br />

ODTÜ bilişsel bilimler programında yüksek<br />

lisansa başladım. Yüksek lisansa başlayınca<br />

aslında beni heyecanlandıran ve mutlu eden<br />

şeyin araştırma olduğunu fark edince işimden<br />

istifa edip akademiye döndüm. Yüksek lisansımı<br />

tamamladım. Yüksek lisansımda renk algısı çalıştım.<br />

2012 yılında da Indiana Üniversitesi’nden bilişsel<br />

bilimler alanında doktoramı aldım. 2012 yılından<br />

beri de Türkiye’deyim. Ne çalışıyorum? Aslında<br />

disiplinlerarası bir yaklaşımım var. Araştırmalarım<br />

üç temel alanın kesişiminde kalıyor: matematik,<br />

bilgisayar bilimleri ve psikoloji. Matematik<br />

kullanarak davranış modelleri geliştiriyorum.<br />

Evrimsel robotik teknikleri kullanarak davranış<br />

modelleri geliştiriyorum. Bununla beraber temel<br />

araştırma alanım: Duyu organlarımız yoluyla<br />

çevreden elde ettiğimiz bilgileri kullanarak<br />

davranışlarımızı nasıl kontrol ediyoruz? Bu sorunun<br />

cevabını arıyorum aslında. Doktoradan beri ağırlıklı<br />

araştırma alanım ise hareketin görsel kontrolü<br />

üzerine. Yeni yeni, bölümümüzdeki Özlem hoca<br />

ile birlikte de araştırmalarımı hayvan modellerine<br />

doğru geliştirme aşamasındayız.<br />

20<br />

Dinlerken bile hayran kaldığımız bir akademik<br />

kariyere sahipsiniz. Peki tüm bu süreçte sizi<br />

zorlayan ve aynı zamanda motive eden<br />

kırılma anlarınız nelerdi?<br />

Kırılma anları değil de işi, zorluk, kolaylık olarak<br />

değerlendirmemek lazım. Sevip sevmemek<br />

açısından değerlendirmek lazım. Eğer sevdiğiniz bir<br />

şeyi yapıyorsanız zaten size zor gelmiyor. Yaptığınız<br />

bir şeyde isteksizlik duyuyorsanız esas problem o.<br />

Gerçekten istediğiniz zaman hiçbir şey zor gelmiyor.<br />

Mesela doktora eğitimim sırasında birçok şeyi aynı<br />

anda öğrenmem gerekti. Bilgisayar programlama<br />

öğrendim, dinamik sistemler teorisini öğrendim.<br />

Perception action literatürünü öğrendim. Görsel<br />

uyaranlar sunuyorum deneylerimde. Dolayısıyla<br />

o görsel uyaranları hazırlayabilmek için bilgisayar<br />

grafiği öğrendim. 45 kişilik yüksek lisans dersinde<br />

bilgisayar mühendisliği öğrencisi olmayan bir tek<br />

ben vardım; ama öğrenmek zorundaydım işimi<br />

yapabilmek için. Hiçbiri bana külfet gibi ya da zorluk<br />

gibi gelmedi çünkü hepsini severek yaptım.<br />

Lisansınızı matematik bölümünde yapmış<br />

olmanız bilişsel psikoloji ve psikofizik<br />

araştırmaları yaparken size nasıl bir avantaj<br />

sağlıyor?<br />

<strong>Psikoloji</strong>nin üstüne inşa edildiği temeller var.<br />

Bilişsel psikoloji özelinde bunu konuşursak bilişsel<br />

psikolojinin temelinde yatan iki kuram var. Bu<br />

iki kuram da matematiksel kuramlar. Dolayısıyla<br />

psikoloji zaten matematiğin üzerine inşa edilmiş bir<br />

alan. Bu sebeple de bilişsel psikoloji alanında çok<br />

fazla matematikçi görürsünüz. O yüzden de çok<br />

büyük bir avantaj. Matematik öğrenirken aslında<br />

doğru düşünmeyi öğreniyorsunuz. Matematik<br />

eğitimi bir düşünce sistemi. Aslında tam da bilimsel<br />

araştırma için gerekli bir bakış açısı. Dört sene<br />

boyunca böyle bir bakış açısı ile eğitim aldım.<br />

Bunun da çok faydasını görüyorum.<br />

Şu an yürüttüğünüz üç ayrı proje olduğunu<br />

biliyoruz. Bunlardan kısaca bahsedebilir<br />

misiniz?<br />

Algı eylem alanında hareketin görsel kontrolü<br />

üzerine yürüttüğümüz çalışmalar var. Hareketi<br />

de biraz daha özelleştirecek olursak, yaklaşma<br />

hızının görsel kontrolü üzerine çalışmalarımız var.<br />

Yaklaşma hızının görsel kontrolü derken aslında<br />

günlük hayatımızda hepimizin düşünmeden<br />

sıklıkla yaptığı davranışlar. Mesela masanın<br />

üzerindeki bardağa uzanıp onu devirmeden<br />

almak, bu bardağa elimin yaklaşma hızını doğru<br />

kontrol edebilmeme bağlı. Bunun üzerine<br />

yürüttüğümüz TÜBİTAK tarafından desteklenen<br />

bilimsel araştırma projelerimiz var.<br />

Bir taraftan da affordance (sağlarlık) dediğimiz bir<br />

şey var. Bunlar, nesnelerin rengi, şekli gibi nesnel<br />

özellikleri. İşte ikinci çalışma da sağlarlıkların algısı<br />

üzerine. Literatürdeki çalışmalar görsel sistemin<br />

metrik birimlerle çalışmadığını gösteriyor.<br />

Örneğin, karşımda ben 60 cm yüksekliğinde bir<br />

basamak görmüyorum. Bacak boyumun %60’na<br />

denk gelen uzunlukta bir basamak algılıyorum.<br />

Dolayısıyla bedenimizin ölçüleri dünyayı nasıl<br />

algıladığımızı etkiliyor hatta değiştiriyor. Mesela,<br />

özel prizmalar yardımıyla iki göz arasındaki<br />

mesafeyi artıran ya da azaltan etki yapabilirsiniz ve<br />

işte bu özel prizmalarla iki göz arasındaki mesafeyi<br />

değiştirdiğiniz zaman mesafe algısı bozuluyor.<br />

Bu da işte bedenin algısal sistemlerin bir parçası<br />

olduğunu gösteriyor. İkinci çalışmamızda bunun<br />

üzerine araştırmalar yürütüyoruz.<br />

Üçüncü olarak da biyolojik hareket algısı üzerine<br />

çalışmalar yürütüyoruz. Literatürdeki güncel<br />

çalışmalara baktığınız zaman algısal sistemlerin<br />

birbirinden bağımsız çalışmadığını gösteriyor.<br />

Yani mesela bir görsel uyarana ses uyaranı<br />

eşlik ettiği durumda algısal süreçler değişiyor.<br />

Dünya’yı nasıl algıladığımız değişiyor. Dolayısıyla<br />

buna işte çoklu duyu entegrasyonu dediğimiz<br />

durum. Yani görebilmek için sadece gözden gelen<br />

bilgileri kullanmıyoruz. Kulaktan gelen bilgiler<br />

de işin içine giriyor ya da dokunma yoluyla elde<br />

ettiğimiz bilgiler de işin içine giriyor. Biyolojik<br />

hareket algısında bu çoklu duyu entegrasyonu<br />

üzerine psikoloji öğrencileri ile yürüttüğümüz bir<br />

araştırma projemiz var.<br />

Dördüncü projemiz de Özlem hocayla yürüttüğümüz<br />

projemiz. Buradaki çalışmalarımız da yine çoklu duyu<br />

entegrasyonu ve karar verme süreçleri ile ilgili. Onları<br />

da meyve sineği larvalarında çalışacağız.<br />

Laboratuvardaki öğrencilerin öncesinde<br />

programlama öğrendiğini biliyoruz. Bir psikoloji<br />

öğrencisi için programlama öğrenmek bilişsel<br />

psikoloji özelinde ve bütün deneysel psikoloji<br />

araştırmalarında neden önemlidir?<br />

Programlama öğrenmek yapılan deneylerimiz için<br />

oldukça gerekli. Özellikle de bilişsel psikoloji alanında<br />

çoğu veriyi bilgisayarlar aracılığıyla topluyoruz,<br />

uyaranları bilgisayarlar aracılığıyla sunuyoruz<br />

ve tepkileri bilgisayarlar aracılığıyla topluyoruz.<br />

Dolayısıyla deneysel veya bilişsel psikoloji alanında<br />

deney yapmak için deneyin kodunun yazılması<br />

gerekiyor ve deneyin kodunu yazabilmek için psikoloji<br />

öğrencilerinin programlama bilmesi gerekiyor.<br />

Bu yüzden bilişsel psikoloji alanında ilerlemek<br />

isteyen öğrenciler lisans eğitiminde programlama<br />

öğrenmiyorlarsa bile yüksek lisansta öğrenmeleri<br />

gerekiyor. (Öğrencilere programlamayı öğretmek için<br />

de programlama dersi açıyorum.)<br />

Şu an yürütmekte olduğunuz projelerden<br />

bahsettiniz. Bunları <strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong>’de yapıyor<br />

olmanızın avantajları nelerdir?<br />

En büyük avantajı akademik iş birliklerinin olması.<br />

Örneğin <strong>Psikoloji</strong> bölümümüzdeki hocalarımızdan<br />

Münire Özlem Çevik Hoca sayesinde meyve sineği<br />

larvalarında aktif karar verme davranışıyla ilgili önemli<br />

bir proje yürütüyoruz. Diğer yandan Özlem Hocayla<br />

yaptığımız tartışmalar her projemin şekillenmesine<br />

çok büyük katkı sağlıyor. Bir araştırma yürütürken<br />

en önemli şey de aklınıza yeni fikirler getirebilecek<br />

ve göremediğiniz eksikleri görüp düzeltmenizi<br />

sağlayacak tartışmalardır aslında ve bu bulunması<br />

en zor şeydir. Bu noktada yurtdışı ile Türkiye’yi<br />

kıyaslayacak olursam bulmakta en zorlandığım<br />

şey akademik perspektiftir. Bunun için de buradan<br />

Özlem Hoca’ya teşekkürlerimi sunuyorum çünkü<br />

en çok beslendiğim tartışmalar onunla yaptığım<br />

tartışmalardır.<br />

21


Bilişsel <strong>Psikoloji</strong> alanında çalışmak isteyenlere<br />

neler önerirsiniz?<br />

Öncelikle bilgisayar programlama bilmeleri gerekli.<br />

Programlama dediğimiz şey de aslında matematik.<br />

Bu yüzden matematik öğrenmek de gerekiyor.<br />

Matematik aynı zamanda insanın zihnini de iyi eğiten<br />

bir şey. Dolayısıyla matematiği ve programlamayı<br />

sevmek ve bilmek gerekir. Çünkü bunlar bilişsel<br />

psikolojide sizin yardımcınız olacaktır. Ayrıca<br />

bilinmesi gereken önemli şeylerden biri, bilişsel<br />

psikoloji alanında çalışmak demek akademide<br />

kalmak ve ilerlemek demektir. Dolayısıyla bilişsel<br />

psikoloji alanında ilerlemek istiyorsanız araştırma<br />

projelerinde yer almanız gerekir. Diğer yandan iyi<br />

bir yüksek lisans/doktora programına girmenin<br />

koşulları iyi bir İngilizce’ye sahip olmak, matematiği<br />

ve bilgisayar programlamayı sevmek ve bilmek,<br />

laboratuvar deneyimine sahip olmaktır. Bu alanda<br />

ilerlemek istiyorsanız bilişsel alanda çalışan<br />

hocalarımızla bitirme projesi dersleri almanızı<br />

öneririm. Buna ek olarak artık bilişsel psikoloji<br />

disiplinler arası bir hâl aldı. Bu yüzden sinirbilim,<br />

bilgisayar bilimleri, bilişsel psikoloji ve matematik iç<br />

içe bir durumda.<br />

O yüzden eğer bilişsel psikoloji alanında bir kariyer<br />

düşünüyorsanız bu disiplinlerarası bakış açısını<br />

benimsemeniz gerekir. Sinirbilim alanındaki<br />

gelişmeleri takip ediyor olmanız gerekir. Kendinizi<br />

bu bahsettiğim alanlarda geliştirmeniz gerekli.<br />

Benim düşünceme göre psikoloji, sosyolojiden<br />

daha çok fen bilimlerine yakındır. Bu yüzden de fizik,<br />

biyoloji bilmek gerekir. Bu nedenle öğrencilerin<br />

fizik dersi almaları oldukça yararlı olacaktır.<br />

Peki bilişsel psikoloji alanına ilgi duyan biri<br />

için <strong>TOBB</strong> <strong>ETÜ</strong> ’nün sağladığı avantajlar<br />

nelerdir?<br />

Okulumuzun iyi bir bilişsel psikoloji kadrosu var.<br />

Tüm hocalarımız araştırma odaklı. Bölümüzde üç<br />

tane bilişsel psikoloji alanında çalışan hocalarımızın<br />

her birinin yürüttüğü TÜBİTAK projeleri<br />

bulunmakta. Bir projemiz bittiğinde diğer bir<br />

proje başlasın diye devamlılığın olmasına da<br />

özen gösteriyoruz. Hocalarımızın aktif olarak<br />

araştırmaların içinde olması öğrencilerin de bu<br />

araştırma projelerine dahil olup laboratuvar<br />

deneyimi elde etmeleri için bir fırsat aslında.<br />

Örneğin, ortak eğitim uygulaması kapsamında<br />

benim laboratuvarımda iki tane psikoloji öğrencisi<br />

bulunmakta. Bu durum okulumuzun sağladığı<br />

önemli bir avantaj. Üç buçuk aydır bu öğrencilerle<br />

araştırma projesinde beraber çalışıyoruz ve bunu<br />

ders döneminde yapmak daha zor olabilirdi ama<br />

ortak eğitim uygulaması sayesinde derslerin<br />

yoğunluğu yokken öğrenciler laboratuvar<br />

deneyimini yaşayabiliyorlar. Ayrıca zorlanmadığınız<br />

zaman gelişme de olmaz. Dolayısıyla bunun için biz<br />

öğrencilerimizi hep zorlarız. Bu durum öğrenciyken<br />

onlar için pek hoş olmayabilir ama gelecekte bunun<br />

önemini anlayacaklardır. Bu zorlanma sayesinde<br />

öğrencilerimiz iyi yerlerde yüksek lisans/doktora<br />

programlarına yerleşmişlerdir.<br />

<strong>Psikoloji</strong>de özellikle bilişsel alanda çalışmak<br />

isteyenlerin genelde hayali yurt dışına gitmek<br />

oluyor. Sizin de bir yurt dışı deneyiminiz<br />

olduğunu biliyoruz. Yurt dışı hayali olan<br />

öğrencilerin neler yapması gerekir ve onlara<br />

neler önerirsiniz?<br />

Yurt dışına gitmek istiyorsanız ne istediğinizi iyi<br />

bilmeniz gerekir. Sizi yurt dışında yüksek lisans/<br />

doktora programına kabul ettirecek iki temel şey<br />

vardır: Birincisi başvurularda yazacağınız niyet<br />

mektubu, ikincisi ise alacağınız referanslar. İyi<br />

bir niyet mektubu yazabilmeniz için ne yapmak<br />

istediğinizi biliyor olmanız gerekir. Aklınızı<br />

kurcalayan bir sorunuzun olması gerekir. İyi bir<br />

niyet mektubu yazmak da bilerek ve okuyarak<br />

olur. Lisans eğitiminiz sırasında bir araştırmanın<br />

da ucundan tutmuş olmanız gerekir. Diğer yandan<br />

hocalarınızın sizi anlatan bir referans yazabilmeleri<br />

için sizi tanımaları gerekir. Bir öğrenci de ancak<br />

laboratuvarda birlikte çalışınca tanınabiliyor.<br />

Son olarak bize yurt dışı sürecinizden biraz<br />

bahsedebilir misiniz?<br />

Yüksek lisansta iken “Computational Models<br />

of Mind” adında bir ders almıştım. Zihnin<br />

bilgisayar modellerini geliştirme üzerine bir<br />

dersti. Bu dersin son haftasında hocamız dinamik<br />

sistemler yaklaşımından bahsetmişti. Dinamik<br />

sistemler kuramı kullanılarak davranış modelleri<br />

geliştirildiğini söylemişti. Matematiği severek ve<br />

isteyerek okuduğum için davranışın matematiksel<br />

modelleri konusu ilgimi çekmişti. Hocamızın çok<br />

kısa bahsettiği bu alanı ilgi çekici bulduğum için<br />

araştırmalar yapmaya başladım. Okudukça bu<br />

alanın bana ne kadar uygun olduğunu ve yapmak<br />

istediğim şeylerin bu alanda olduğunu fark<br />

ettim ve eğitimini almam gerektiğini düşündüm.<br />

Sonrasında Amerika’da hangi üniversitelerin bu<br />

konuda araştırmalar yapan hocaları olduğunu<br />

öğrendim ve onlarla iletişime geçtim. Amerika’da<br />

dinamik sistemler yaklaşımı, genel olarak Indiana<br />

Üniversitesi psikoloji bölümünde ve bilişsel<br />

bilimler programlarında temel bir bakış açısıdır.<br />

Bu üniversitede farklı konularda çalışan hocalar da<br />

dinamik sistemler bakış açısını kullanmaktadırlar.<br />

Daha sonrasında bu konunun merkezlerinden biri<br />

olan Indiana Üniversitesindeki çalışmayı en çok<br />

istediğim bir hoca bana geri dönüş yaptı. O sene bir<br />

tane doktora öğrencisi alacağını ve jüri elemesinden<br />

geçersem benim de başvurumu değerlendireceğini<br />

söyledi. Jüri elemesinden geçtim ve o hocayla<br />

çalışmaya başladım. Sonuç olarak bir derste kısaca<br />

bahsedilen bir konu benim bir anlamda kariyerime<br />

dönüştü.<br />

Son olarak laboratuvarda Didem hocayla çalışan<br />

stajyer öğrencilerimize bir soru yöneltiyoruz.<br />

Şu an stajyer olarak çalıştığınız projeler size<br />

neler kattı ve süreç sonundaki beklentileriniz<br />

neler?<br />

Buğra: Şu an yaptığım staj sayesinde araştırma<br />

yöntemlerinin uygulamalı alanda gözlemleme<br />

fırsatım oldu ve bir deneysel metot kullanarak nasıl<br />

bir araştırma yapılacağına dair çok daha detaylı<br />

bilgiye sahip oldum.<br />

Bilişsel psikolojinin alt fenomenlerinden biri olan<br />

affordance projesinde çalışmak benim için ufuk<br />

açıcı oldu çünkü bu staja başlamadan önce böyle<br />

bir alanın varlığından haberdar değildim. En<br />

sonunda ise bu alanda yaptığımız proje sonucunda<br />

ortaya çıkacak ürünün tatmin edici başarılara vesile<br />

olması yönünde bir beklentim var.<br />

Kayra: Öncelikle çalıştığımız projelerin bize<br />

en büyük katkısının deneysel metodu pratik<br />

etme ve gerçek hayatta deneysel metodun nasıl<br />

uygulandığını görmemizi sağlaması olduğunu<br />

düşünüyorum. <strong>Psikoloji</strong> lisans programında<br />

aldığımız derslerde teorik olarak araştırma metotları<br />

ve deneysel yöntemin ne olduğunu öğreniyoruz<br />

fakat gerçekten deney ortamında bulunmak, o<br />

deney dizaynını oluşturmak, deney öncesindeki<br />

pek çok detay ve işlemle ilgilenmek ve sonrasındaki<br />

yapılacaklarla ilgili kafa yormak gibi süreçlerin<br />

tamamı teorik bilgiyi pratiğe dönmek anlamında<br />

son derece bilgi donanımı arttıracak düzeyde<br />

oluyor. Bunun yanı sıra, projelerde çalışmanın<br />

getirdiği bazı sorumluluklar var. Bir laboratuvarda<br />

bir deney üzerinde çalışmak yazılım öğrenme, bazı<br />

durumlara hızlı adapte olabilme, problem çözme<br />

gibi becerileri de geliştirmesi anlamında oldukça<br />

verimli. Özellikle bir deneyi hazırlarken, öncesinde<br />

ve sonrasında pek çok problem yaşanabiliyor.<br />

Bu problemleri ortadan kaldırıp o deneyde<br />

mükemmelliğe ulaşma süreci şu ana kadar problem<br />

çözme becerimizi oldukça geliştirdi. Didem<br />

hoca da öncellikle problem çözme becerimizi<br />

geliştirmemiz konusunda bizi teşvik ediyor. Sonuç<br />

olarak, deneysel metodun inceliklerini öğrenmiş<br />

olmanın, gelecekte kariyer planlaması konusunda<br />

fikir sahibi olmayı kolaylaştırma, problem çözme<br />

becerisini geliştirme ve yeni koşullara hızlı adapte<br />

olma becerisini geliştirme konusunda bizim için<br />

çok faydalı olduğunu düşünüyorum.<br />

22<br />

23


Lebowitz’in Ayakkabıları<br />

Fatma Albayrak<br />

Hayır, Schrödinger’in Kedisi yahut<br />

Burton’ın Çizgili Çorabı değil. New<br />

York sokaklarında omuzlarını öne<br />

çıkartıp duruşunu kamburlaştıran<br />

ve her an bir münakaşaya girecekmiş<br />

gibi tez ve agresif adımlar atan Fran<br />

Lebowitz’in Ayakkabıları…<br />

Daha spesifik olmak gerekirse<br />

kovboy çizmeleri…<br />

Gömleğinin üstüne geçirdiği kendine<br />

en az 2 beden büyük gelen blazer<br />

ceketi, bol ve paçası kıvrılmış kot<br />

pantolonu ile neredeyse ‘sıradan’<br />

diyebileceğimiz bir görüntü<br />

yakalarken bakışlarımızın deri<br />

kovboy çizmelerine kaymasıyla<br />

Lebowitz’in dik başlı imajı kendini<br />

ortaya koyuyor. Süregelen uyuma<br />

entelektüel bir başkaldırı…<br />

1978’de katıldığı bir programın<br />

sunucusu Lebowitz’e soruyor: “Neden<br />

herkesin keyif aldığı televizyon<br />

haberlerinden hoşlanmıyorsunuz?”<br />

Sanki o herkesin keyif aldığı bir<br />

şeyden keyif alabilirmiş gibi…<br />

“Bunun sadece televizyonla bir<br />

alakası yok, ben gazetelerden<br />

de hoşlanmıyorum. Genel olarak<br />

‘haberleri’ sevmiyorum. Yalnız<br />

televizyon haberlerini değil… Çünkü<br />

sana hiçbir zaman önemli şeylerden<br />

bahsetmezler.”<br />

“Bahsetmezler mi?”<br />

“Hayır, sahiden önemli bir durum<br />

olsaydı annem arardı zaten.”<br />

Seyircilerin kahkahaları yüzüne<br />

muzip bir tebessüm konduruyor<br />

ve devam ediyor: “Haberler asla<br />

insanların ilgilendiği olaylardan<br />

bahsetmezler. Benim teorime göre<br />

insanlar sadece kendi etrafında<br />

gerçekleşenleri önemser. Yani haber<br />

onlar hakkında olduğu sürece<br />

ilgilenirler…”<br />

Lebowitz teorisini açıklamayı<br />

sürdürüyor, nasıl her bir bireyin<br />

karşılaştığı her bir durumda<br />

kendilerinden bir parça bulma çabası<br />

içine girdiğinden söz ediyor.<br />

Illustration by Chloe Cushman<br />

Birkaç hafta önce, yabancı bir<br />

hocamla ‘En İyi Amerikan Romanı’<br />

unvanını hak edecek kitap üstüne<br />

tartışma fırsatı buldum. Konumuz<br />

Muhteşem Gatsby üzerinden<br />

ilerliyordu. Her ne kadar Jay<br />

Gatsby’nin takıntılı doğasına ve<br />

Daisy Buchanan’ın bir erkek yazarın<br />

elinden çıktığını ziyadesiyle belli<br />

edecek fantezi yüklü karakterine<br />

hayran olmasam da verimli bir<br />

tartışma içine girebilmek uğruna<br />

birkaç düşüncemi kenara bırakıp<br />

kendi sınırlarımı zorlamaya hazırdım.<br />

O, “Muhteşem Gatsby en iyi Amerikan<br />

romanı olamaz. Çünkü neden bir<br />

grup zenginin hayatını önemseyelim<br />

ki? Gerçek hayatın içinden, halkın<br />

içinden o kadar eser varken; yaşanılan<br />

zorlukları yansıtan şaheserler varken,<br />

neden Muhteşem Gatsby?” diyordu.<br />

Ben de başımı onaylar gibi bir aşağı<br />

bir yukarı sallayıp, “Ama bir de şu<br />

yönden bakın…” diyerek fikirlerimi<br />

izah etmeye çalışıyordum. Arada bir<br />

durup kendimi sorguladığım, ne diye<br />

bu kadar uğraştığımı merak ettiğim<br />

oluyordu. Fakat hocama verdiğim<br />

tutkulu cevapları bizzat yansımama<br />

veremiyordum.<br />

Argümanlarım zannettiğimden daha<br />

az tatmin ediciydi.<br />

İşte Fran Lebowitz telefonlardan<br />

yakınıyor. Bir kadın soru sorarken<br />

bir polis arabasının kendisine<br />

çarptığını ve bu yüzden koltuk<br />

değneği kullanmak zorunda kaldığını<br />

belirtince “Geçmiş olsun.” dahi<br />

demiyor. Seyirciyi hafifçe rencide<br />

ediyor. Metrodaki insanları inceliyor,<br />

gözlerini deviriyor.<br />

Aslına bakarsanız, ne Lebowitz ne de<br />

onun kovboy çizmeleri pek de benim<br />

tarzım değil.<br />

Bütün gece uyuyamadım. Çünkü<br />

bugün Lebowitz gibi giyineceğim.<br />

Babamın siyah gömleği ile oversize<br />

bir blazer ceketi üstüme geçiriyorum.<br />

Bol bir kot pantolon ve çizmeler…<br />

Hayır sanırım yapamayacağım.<br />

Öyle normal giyinen biri de değilim<br />

üstelik. Öyleyse neden bu kadar<br />

zorlanıyorum?<br />

Sanırım kabul edilmiş bir tuhaflığım<br />

var. Ve bu çizme kabul edilmiş<br />

tuhaflığımın sınırlarının dışında bir<br />

tuhaflığa sahip. Neden evimde hiç<br />

giyilmemiş bir kovboy çizmesi var?<br />

Lebowitz…<br />

Lebowitz’in ayakkabıları…<br />

Aynadaki yansımamı baştan aşağı<br />

süzerken Lebowitz’de kendime<br />

dair hiçbir şey görmediğimi fark<br />

ettim. Pek çok esprisi bana komik<br />

olmaktan ziyade incitici geliyordu.<br />

Teorilerinin temelinde de eleştiriden<br />

çok şikâyet yatıyormuş gibiydi. Paspal<br />

ve umursamaz görüntüsünde özenli<br />

bir süreklilik vardı. Ve ne kadar zeki<br />

olduğundan haberdar olması beni bir<br />

miktar huzursuz ediyordu.<br />

Öte yandan, katılmadığım fikirlerini<br />

dinlemekten keyif alıyordum.<br />

Mimiklerini incelemekten,cümlelerini<br />

vurguladığı noktaları yakalamaktan,<br />

kuru ve büyük ellerini önemli<br />

bir meseleyi açıklarken nerelere<br />

koyduğunu takip etmekten haz<br />

alıyordum.<br />

Benden hiçbir parça bulamadığım bu<br />

yap-bozu birleştirmekten yani…<br />

Belki, Muhteşem Gatsby de bu<br />

yüzden muhteşemdir; kimsenin<br />

tecrübelerini paylaşmadığı, acısına<br />

ortak olmadığı için. Sadece okunan<br />

ve okunduğu süre boyunca başka<br />

hiçbir konu üzerine kolaylıkla<br />

kafa yorulmayan bir eser olduğu<br />

için, Gazap Üzümleri ile benzer<br />

şekilde kendi ailenizden örnekler<br />

bulamadığınız için, karakterleri başka<br />

ülkelere yerleştirip aynı sonucu<br />

elde edemediğiniz için, Muhteşem<br />

Gatsby tam da bulunduğu noktada<br />

yeşil ışığı seyretmesi gerektiği için,<br />

ait olduğu yerde oynatılamaz bir<br />

durumda bulunduğu için, her bir<br />

insanda olduğu gibi, değiştirilemez<br />

bir karaktere sahip olduğu için<br />

ve tüm tanıdık eserlerin yanı<br />

sıra benzersizliği ile okuyucuya<br />

yaklaşabildiği için.<br />

Aynanın önünden<br />

ayrıldım. Lebowitz’in Ayakkabıları<br />

kaldırımı dövüyor. Tık, tık, tık-tık…<br />

Apartmanın kapısı<br />

arkamdan kapandığı gibi üstüme bir<br />

pişmanlık çöküyor. Sabah erkenden<br />

yağan yağmurun oluşturduğu su<br />

birikintilerine<br />

bakmaya çekiniyorum.<br />

Tık, tık, tık-tık… Üst katta oturan<br />

komşumuzla karşılaşıyorum,<br />

“Günaydın.” diyor.<br />

Ben de “Günaydın.” diyorum; ama<br />

mırıldanır gibi konuştuğum için<br />

sesimi duymadığından endişe<br />

ediyorum. Gözlerim biraz ufak<br />

olduğundan maskenin kapattığı<br />

tebessümümü yanaklarıma değen<br />

kirpiklerimden fark etmiştir diye<br />

umut ediyorum.<br />

Komşumu ardımda bırakınca siyah,<br />

süet topuklularının sesini işitiyorum.<br />

Lebowitz’in Ayakkabıları’na hiç<br />

benzemiyorlar. Tık, tık… duraksıyor.<br />

Beni baştan aşağı süzüyor. İçinden,<br />

“Üstü başı normal, peki o kovboy<br />

çizmeleri ne alaka?” diyor.<br />

Okul bugün daha kalabalık.<br />

Ayakkabılar öğrencilerin sayısını<br />

ikiye katlıyor. Üstelik daha dobra<br />

daha gevezeler. Ancak yaz gelince<br />

sakinleşip şiir/şarkı söyleyebilirler.<br />

İşte yanımdan kalıplı bir bot geçiyor,<br />

çılgın stilettolar sakız çiğniyor,<br />

çakma Oxford ayakkabılarında<br />

Oxbridge yazıyor. Virginia Woolf<br />

şimdi her neredeyse kıkırdamadan<br />

edemiyor. Yağmurdan ıslanmış<br />

spor ayakkabılarının boynu bükük,<br />

babetler ise kenarda eriyip gidiyor.<br />

Mevsime uysun, uymasın.<br />

Ayakkabıların her biri hoş karşılanıyor.<br />

Aralarında siyaset tartışıp dedikodu<br />

yapıyorlar.<br />

Okulun koridorları şüpheli adımlar<br />

attığımdan uzadıkça uzuyor. En yakın<br />

arkadaşım bana sarılmadan evvel<br />

şöyle bir duraksayıp Lebowitz’in<br />

Ayakkabıları’nı inceliyor. Feci bir<br />

vukuata tanık olmuş gibi dertli dertli<br />

yutkunduktan sonra, “Değişik.” diyor.<br />

Eğer tuhaf deseydi teşekkür ederdim.<br />

Ama insanlar değişik kelimesini hep<br />

biraz iğrenerek söylüyor.<br />

Sıramda oturduğum sürece her şey<br />

yolunda. Lebowitz’in Ayakkabıları’nı<br />

masanın ayağı kapatıyor. Ben de<br />

biraz siyaset tartışıp dedikodu<br />

yapıyorum. Ama ayağa kalktığım<br />

gibi botların, stilettoların, babetlerin<br />

yüzü düşüyor. Omuzlarımdaki yük<br />

kalkıyor. Tüm ayakkabılar gerçekle el<br />

sıkışmaya başlıyor.<br />

Illustration by Joana Avillez<br />

Gatsby’nin partisine giderken nasıl<br />

tüy ve simle kuşanmak gerekiyorsa,<br />

Lebowitz ile konuşmaya kalkmadan<br />

önce de değişik bir muhabbete<br />

hazır olmak gerekiyor. İğneleyici<br />

ifadelerine, ağdalı diline, verdiği<br />

her mesajın ardından masanın<br />

üstüne açtığı ellerine, belli belirsiz<br />

tebessümüne ve göstermediği<br />

sempatisine...<br />

Lebowitz’in Ayakkabıları, sohbetine<br />

doğru konuğu seçiyor. 5 kilometre<br />

öteden bile “Cesaret edebiliyorsanız<br />

yaklaşın.” diyor.<br />

Vücuduna sabitlenmiş kocaman bir<br />

tabela gibi… İnsanlar bir bir eleniyor.<br />

Ama içleri gidiyor değil mi? Bir<br />

kez olsun ceketlerine uymayan bir<br />

çorap giymeye, herkes tarafından<br />

dalga geçilen o müzik grubunu<br />

dinlediklerini söylemeye, Stefan<br />

Zweig’ın öyle ahım şahım bir yazar<br />

olmadığını belirtmeye içleri gidiyor.<br />

Herkes Lebowitz’in Ayakkabıları’nı<br />

giyseydi ne olurdu merak ediyorum.<br />

Ütopik bir dünya, düşüncesi bile<br />

Thomas More’un dilinin tutulmasına<br />

sebebiyet veriyor.<br />

Sunucu konuyu değiştiriyor: “Peki<br />

seni ne mutlu eder, dünya ile ilgili ne<br />

keyfini yerine getirir?”<br />

“Sigara içmek.” Muzip tebessüm…<br />

“Uyumak.”<br />

Gömleğinin üstüne geçirdiği kendine<br />

en az 2 beden büyük gelen blazer<br />

ceketi, bol ve paçası kıvrılmış kot<br />

pantolonu ile neredeyse ‘sıradan’<br />

diyebileceğimiz birgörüntü yakalarken<br />

bakışlarımızın deri kovboy çizmelerine<br />

kaymasıyla Lebowitz’in dik başlı imajı<br />

kendini ortaya koyuyor.<br />

Bizden olmayan, bizden uzakta<br />

olmayan.<br />

“Cesaret edebiliyorsanız yaklaşın!”


Article Review: In Infancy The Timing of Emergence of<br />

The Other-race Effect is Dependent onFace Gender<br />

Tugce Tuğçe GÜRCAN Gürcan<br />

In the article “Infancy the timing of emergence<br />

of the other-race effect is dependent on face<br />

gender” (2015) by Diana Su Yun Tham, J. Gavin<br />

Bremner, it is stated that the face recognition<br />

behavior of people of different races is observed in<br />

3-4-month-old infants. In this article, research on<br />

how and depending on which factors it changes<br />

between infants aged 6-9 months are mentioned.<br />

Infants are born with their own face detection<br />

systems. While this system was initially set up<br />

to pay attention to everything, it narrows over<br />

time as infants specialize in the face shape<br />

they experience most.<br />

There are different results from different studies<br />

on exactly when infants develop the other-race<br />

effect. The reason for these differences in findings<br />

is explained by the difference in the two stimuli<br />

used. Researchers argue that while infants develop<br />

a wider recognition ability in the third month, they<br />

enter the onset of another race effect between 6<br />

and 9 months, while the faces are presented with<br />

external information (Ferguson et al., 2009; Kelly<br />

et al., 2007b, 2009) at the third month. Studies that<br />

have found the reason for this effect have started<br />

26<br />

have presented faces that do not contain external<br />

information [Hayden et al. (2007) and Sangrigoli<br />

and de Schonen (2004)]. However, according<br />

to the article, the reason for the differences in<br />

this research may be due to the transition to<br />

configurational processing rather than the effect<br />

of other races. Or, to put it another way, Hayden et<br />

al. (2007) and Sangrigoli and de Schonen (2004),<br />

who found evidence of other racial influence at<br />

three months of age, presented only female faces,<br />

while Kelly et al. (2007b, 2009) used both male and<br />

female faces. This may be why women, who are<br />

the primary caregivers of infants, prefer their faces.<br />

As in these examples, two-stage experiments were<br />

carried out for the research made in the article<br />

mentioning different research and its results. In<br />

the first part, cropped photographs of Chinese,<br />

Malay and Caucasian-White faces were taken from<br />

both the front profile and the right-left profile and<br />

shown to the Caucasian-White infants in order<br />

to eliminate the distinctions of the faces due to<br />

external features. After a certain period of time,<br />

the photo shown after infants get used to it is a<br />

novel for infants. The aim of this present study is<br />

to investigate the interaction of facial gender and<br />

facial race in infants.<br />

Visual paired comparison (Kelly et al., 2007,<br />

2009) and visual preference (Quinn et al., 2002,<br />

2008) were used in previous studies to evaluate<br />

face recognition and preference in studies<br />

with Caucasian-White infants aged 3-4 months<br />

and 8-9 months methods have been used. In<br />

3-month-old infants, their attachment to their<br />

primary female caregiver was that women of<br />

their own race recognized faces from women of<br />

other races but did not recognize them in male<br />

faces, while 9-month-olds preferred faces of their<br />

own race to other races, both male and female,<br />

thanks to their cumulative facial recognition<br />

skills. It was based on looking at the new face for<br />

a longer period of time to detect face recognition.<br />

Between the familiarization and testing phases,<br />

they exchanged facial appearances, allowing face<br />

recognition to be tested.<br />

According to the information they obtained,<br />

they obtained two important results. First, facial<br />

recognition in 3-month-old infants is dependent<br />

on both gender and race. The second finding<br />

is that after 8-9 months, infants are better at<br />

recognizing their own race regardless of gender.<br />

Researchers combined different techniques by<br />

making use of previous research to find answers<br />

to their questions. This gave them the opportunity<br />

to reduce external factors as much as possible.<br />

They clearly explained the methods they used in<br />

their articles and presented their research results<br />

with evidence. However, the fact that they only<br />

used infants whose primary caregivers were<br />

mothers may cause some confusion.<br />

For example, in infants whose primary caregivers<br />

are male, does the condition result in better<br />

discrimination of male faces?<br />

Is this racial discrimination related to the habitual<br />

processes of infants, or will it have any impact<br />

on their future lives? Frankly, I want to do longterm<br />

research on these issues. For example, the<br />

inclusion of the question of what will be the<br />

racial segregation behavior of a baby growing up<br />

in a multicultural environment would have allowed<br />

us to see whether babies would be less sensitive to<br />

the different racial faces they saw. In some studies,<br />

different levels of contact of infants with their own<br />

and other races’ faces contribute to ORE, and low<br />

memory of other races’ faces may be due to a lack of<br />

expertise in distinguishing these faces (Brigham and<br />

Malpass, 1985; Hancock and Rhodes, 2008; Rhodes,<br />

Ewing, et al., 2009). Consistent with this contact<br />

hypothesis, continued contact with other racial faces<br />

can reduce or even reverse ORE (McKone, Brewer,<br />

MacPherson, Rhodes, & Hayward, 2007; Sangrigoli,<br />

Pallier, Argenti, Ventureyra, & de Schonen, 2005).<br />

Rhodes and colleagues (Hancock & Rhodes, 2008;<br />

Rhodes, Ewing, et al., 2009 )) also show that people<br />

with more frequent contact with other races tend to<br />

exhibit a smaller ORE. However, there is one thing to<br />

keep in mind simply passive contact with other racial<br />

faces without active discrimination may not improve<br />

their ability to recognize these faces (see also Yovel<br />

et al., 2012 ). That is, the quality, not the quantity,<br />

of contact with other racial faces modulates Ore<br />

(Bukach, Cottle, Ubiwa, & Miller, 2012 ).<br />

As a result, we can examine this issue from many<br />

different angles, but none of our hypotheses can<br />

claim that ORE is the result of just one process.<br />

Although there is no data that we can generalize<br />

about this multi-layered subject, it continues<br />

to be examined from many perspectives, and<br />

interesting findings are presented.<br />

27


Geçmiş Geçer mi?<br />

Munise Tanrıkulu<br />

Geçmiş geçer mi?<br />

Yaşadıklarımız, travmalarımız, bize acı veren olaylar öylece silinip gider mi? Geçmişten en büyük<br />

beklentimiz geçmesidir. Geçsin isteriz, yaşadığımız kötü şeyleri unutmak isteriz;ama geçerken bize<br />

öğrettiklerini de götürmesin isteriz. Ama bu sadece bir hayaldir, geçmiş geçmez aslında. Zaman<br />

olarak şimdide yaşasak da geçmişimiz içimizde bir yerlerde yaşamaya devam eder. Bir düşünün,<br />

özellikle de zihninizde dönüp durmaz mı geçmişte yaşadıklarınız? Peki o dönüp duran olayların<br />

artık umursamadığınız hatta tam olarak hatırlayamadığınız olaylardan farkı nedir? Çözülmemiş,<br />

konuşulmamış, kabul edilmemiş, yarım kalmış olması. Herkeste bu şekilde olmayabilir elbette.<br />

Bazıları çözülmemiş olaylarını zihnine bile getirmez. Yaşanmamış gibi davranmaya çalışır. Ama<br />

biz ne kadar görmezden gelmeye çalışırsak çalışalım onlar hayatımızı etkilemeye devam ederler.<br />

Yalnızca bizim hayatımızı da değil, çocuklarımızın hatta torunlarımızın hayatını bile etkileme<br />

gücüne sahiptirler.<br />

Diğer yandan bakacak olursak ailemizin çözülmemiş, yok sayılmış travmalarının etkileri bizim<br />

hayatımızda da görülebilir. Yapılan araştırmalara göre nesilden nesle travmaların, deneyimlerin,<br />

özellikle de üstü kapatılmış ve çözülmemiş olanların, aktarıldığı bilinmektedir. Buna kuşaklar arası<br />

travma aktarımı (transgenerational trauma) denir. Kuşaklar arası travma aktarımını anlayabilmek<br />

için öncelikle travma kavramına bakalım. Travma; kişinin başa çıkma kapasitesini aşan doğal<br />

afet, cinsel istismar, kaza, savaş, işkence, çocuklukta yaşanan istismar, ölümcül bir hastalık,<br />

yaşamını tehdit eden bir olay gibi beklenmedik bir duruma maruz kalmasıdır. Travmalar bireysel<br />

veya toplumsal olabilir. Kuşaklararası travma aktarımı konusunda yapılan araştırmalar genellikle<br />

toplumsal travmalara dayanmaktadır.<br />

Travmaların nesilden nesle aktarılması<br />

kavramını ilk olarak 1979’da H. Barocas ve C.<br />

Barocas Holokost’tan kurtulanların çocukları<br />

için kullanmıştır. Hem katliamlar, savaşlar<br />

gibi toplumsal travmalar hem de ailelerin<br />

bireysel travmaları nesiller boyu aktarılabilir.<br />

Travmaların türü, süresi ve oluş şekli hem<br />

travmayı yaşayanları hem de gelecek nesilleri<br />

etkiler. Travmalar çözümlenmediği sürece<br />

Öztürk’ün deyimiyle “zaman donar” ve o<br />

travmalar yaşanmaya devam eder (Sevinç<br />

Yalçın ve Öztürk, 2018).<br />

Çözülmemiş, yok sayılmış bireysel ve toplumsal<br />

travmaların gelecek nesillere genellikle sözel<br />

ve bedensel olarak aktarıldığı görülmüştür<br />

(Derin ve Öztürk, 2020). Travma sonrası stres<br />

bozukluğu (TSSB) alanında öncü olan Rachel<br />

Yehuda, soykırımdan kurtulanlarla ve onların<br />

çocuklarıyla kuşaklar arası travma aktarımı<br />

hakkında bir araştırma yapmıştır. Araştırmanın<br />

sonucunda travmatik olayı yaşayan kişilerde<br />

ve onların çocuklarında kortizol seviyesinin<br />

düşük olduğunu keşfetmiştir (Yehuda ve<br />

Seckl, 2011). Elbette yaşanan her travmanın<br />

etkileri gelecek nesillerde görülmek zorunda<br />

değildir. Bu etkilerin görülme ihtimali ailelerin<br />

çocuk yetiştirme tarzlarından, sorunlarla başa<br />

çıkma yollarından ve aile içi yaşamlarından<br />

oldukça etkilenmektedir. (Öztürk,2021). Ailelerin<br />

travmalarını çözümleyipçözümlemedikleri veya<br />

çocuk yetiştirirken kendi travmalarını yansıtıp<br />

yansıtmadıkları oldukça önemlidir.<br />

Mark Wolynn, Seninle Başlamadı (2016) adlı<br />

kitabında içimizde yaşayan ama bize ait<br />

olmayan travmaların bazı ipuçları bıraktığından<br />

bahseder. Bu ipuçları sayesinde geçmişte<br />

yaşanan ve çözülmemiş olan travmalar<br />

keşfedilebilir. Travmaların arkada bıraktığı<br />

bu izler için ‘çekirdek dil’ kavramını kullanır.<br />

Çekirdek dil, yalnızca sözel ipuçlarından<br />

oluşmayabilir. Bazen davranışlar, duygular,<br />

dürtüler ve fiziksel hastalıklar da travmanın<br />

bıraktığı ipuçları olabilir.<br />

Wolynn’in kitapta bahsettiğine göre ona<br />

gelen bir danışan yaşamak istemediğini ve<br />

kendini ‘buharlaştırarak, yanıp kül olarak’<br />

öldüreceğini söylüyordu. Wolynn danışanın<br />

aile hikayesini sorduğunda büyükannesinin<br />

ailesinin Yahudi soykırımında zehirli gazların<br />

bulunduğu Auschwitz’deki fırınlarda yanıp kül<br />

olduğunu öğrendi. Aile bu olayı konuşmaktan<br />

hep kaçınmıştı. Danışanın bu üstü örtülmeye<br />

çalışılmış travmayla kendi hissettikleri arasındaki<br />

bağlantıyı kurması tedavi sürecindeki ilk<br />

basamağı olmuştu. ‘Buharlaşıp’ ölmek istemesi,<br />

hissettiği çaresizlik ve yaşadığı depresyon onun<br />

çekirdek diliydi. Çekirdek dilin fark edilmesi<br />

kuşaklar arası travmanın tedavi sürecinde<br />

önemli bir adımdır. Çünkü duygularımızın,<br />

travmalarımızın kökenini bilmek onlarla baş<br />

etme yolculuğumuzda bize güç verebilir.<br />

Görüldüğü üzere geçmişi geçti sanırız fakat<br />

geçmiş içimizde bir yerlerde yaşamaya hep<br />

devam eder. Sadece bizim geçmişimiz de<br />

değil, ailemizin geçmişi de dahildir buna. Biz<br />

ölünce yaşadığımız olaylar da bizimle beraber<br />

gömülüyor diye düşünürüz, oysaki yaşadığımız<br />

travmalar gelecek nesillerimize aktarılır. Ne<br />

garip değil mi? Bizim deneyimlemediğimiz<br />

hatta belki olduğundan haberimizin dahi<br />

olmadığı olaylar bizi de etkileyebiliyor.<br />

Annemizin, anneannemizin, babaannemizin<br />

ve diğer aile üyelerimizin yaşadığı travmalar<br />

genlerle bize aktarılıyor ve onların konuşmayı<br />

reddettiği bu olayların etkilerini biz yaşamak<br />

zorunda kalabiliyoruz. Bizim yaşadığımız<br />

travmaların etkileri çocuklarımıza torunlarımıza<br />

aktarılabiliyor. Sonuç olarak geçmiş geçmiyor<br />

aslında. Hem bizim geçmişimiz hem de<br />

ailemizin geçmişi yaşamaya devam ediyor. Bu<br />

durumun etkilerini azaltmak ise yaşadığımız<br />

travmaları, kötü olayları önemsizleştirmek,<br />

yok saymak yerine duygularımızı yaşayıp<br />

gerektiğinde yardım almakla mümkün olabilir.<br />

Çünkü biz itiraz etsek de geçmiş orada durur<br />

ve bizimle birlikte nefes almaya devam eder.<br />

William Faulkner’ın da dediği gibi: Geçmiş<br />

hiçbir zaman unutulmuş değildir. Geçmiş,<br />

geçmiş bile değildir.<br />

28<br />

28 29


Füruğ<br />

Sebile Akın<br />

Görsel: by virtualenthusiast<br />

30<br />

“Gece mi gündüz mü?<br />

Hayır, dostum. Sonsuz bir gün batımı.”<br />

Furuğ, sonsuz gün batımının hisli kadını. 1935<br />

İran’ında doğmuş, albay bir baba ile büyümüş<br />

ve tüm hayatını yazarlık-editörlükle kazanmış<br />

Furuğ. Kimilerimize göre ilgi çekici kimilerimize<br />

göre ise acıklı hayatıyla edebiyat tarihinde yer<br />

etmiş. 16 yaşında evlilik, 17 yaşında annelik, 19<br />

yaşında boşanma; bazılarımızı perişan edecek<br />

olsa da Furuğ her birinin ardından kendini<br />

yeniden yeşertmeyi başarıyor ve bu hayat<br />

düzeni ile “zorlukların” ardında 1951, 1956,<br />

1958 ve 1964 yıllarında sırasıyla şiir kitapları<br />

yayınlayarak hayatımızın güneşli günlerine<br />

sonsuz bir gün batımı oluyor.<br />

“Ve bu benim,<br />

Yani bir yalnız kadın.<br />

Ve soğuk mevsimin eşiğinde,<br />

Belirsizliğini anlamanın başlangıcında,<br />

tüm yeryüzü varlığının.”<br />

Baskıcı rejim insanlarına şiirleriyle seslenen ve<br />

İran’ın ötesinde, kalplerde ve zihinlerde yer eden<br />

şair, sinemacı, anne, evlat… Kendini her şeyin<br />

ötesinde “bir yalnız kadın” olarak nitelendiriyor<br />

dizelerinde. Bir yalnız kadın olmak kolay mı zor<br />

mu bilmem ancak bildiğim tek şey varsa her<br />

bir dizesinin ardında yaşanmışlığının acılarına<br />

kucak açtığı. Kabulün getirdiği sıcaklığı kendi<br />

kendine verdiği ve her duyguyu doruklarda<br />

hissettiği. En çok da aşkı...<br />

“Senin alevinle yandığım için mutluyum.<br />

Senin hayalinle ağladığım için<br />

mutluyum.<br />

Sana kavuştuktan sonra yine böyle,<br />

Senin bitmeyen aşkınla ağladığım için<br />

mutluyum.”<br />

Acıyı mutluluğa çevirecek kadar, yaralarını<br />

sarmak yerine daha da kanatacak kadar ve<br />

iyileşmektense yazacak kadar doruklarda<br />

Furuğ. Sağlıklı, doğru, uygun olup olmadığını<br />

bilmiyorum. Ne olsa onun için daha iyi olurdu<br />

ya da kendini nasıl bu yaşanmışlıklardan çekip<br />

çıkarırdı bilmiyorum.<br />

31<br />

Belki de onun için ve her zaman beslemekten ve<br />

beslenmekten çok keyif duyduğu kalemi için en<br />

doğrusu tüm bunları yaşaması ve yazmasıydı.<br />

Her birinin ardından kalkacak, devam edecek,<br />

yeni bir sayfa açacak gücü yazarak buldu.<br />

Olayların içinde hayatıyla baş ederken, travma<br />

sonrası büyümesinde yeniden doğarken<br />

sanırım en güçlü kaynağı yazmaktı.<br />

“Pişman değilim,<br />

Düşünürken yenilgiyi, o acı yenilgiyi,<br />

Çünkü ölüm tepesinin doruğunda,<br />

Öptüm yazgımın çarmıhını.”<br />

İnsan yazgısının çarmıhını nasıl öper, ölüm<br />

tepesinin doruğuna nasıl çıkar; bunları ve<br />

bunların yansıttıklarını hiç yaşamamış birine<br />

tüm hissini nasıl geçirebilir? Kalem kılıçtan<br />

keskindir derler ya… Furuğ’un ifadesi kalemden<br />

bile keskin. Her satırı batmaya çalışan günü tam<br />

da o eşikte tutmaya ve belirsizliğin kollarında<br />

tüm duyguları yaşamaya itiyor.<br />

Ve ne olursa olsun bir kadın, neredeyse 100<br />

yıl sonra başka bir kadın tarafından büyük bir<br />

gurur ve hüzün ile anılıyor. “Sonsuz Gün batımı”<br />

Furuğ’un kitaplarından biri değil de ta kendi<br />

oluyor.<br />

“Ola ki,<br />

Ola ki… ama ne sonsuz boşluk…<br />

Güneş ölmüştü.<br />

Kim bilebilirdi artık,<br />

Yüreklerden kaçan o üzgün güvercinin,<br />

İnanç olduğunu…”<br />

Hayatımın sonsuz gün batımı olan Furuğ, bana<br />

inancı özgür bir güvercin gibi serbest bırakmak<br />

gerektiğini ve bir kadın olarak her zaman kendi<br />

kendime kaynak olabileceğimi gösterdi. Kadın<br />

olmak üzerine bu kadar düşünülen ve konuşulan<br />

bir coğrafyada, Furuğ’dan beslenebilmek ve<br />

ondan öğrenmek çok güzel. Siyah ya da beyaz<br />

olmaktansa hep aynı dizeleri aklıma getirmek:<br />

“Gece mi gündüz mü?<br />

Hayır, dostum. Sonsuz bir gün batımı.”<br />

31


Gelişmiş Teknoloji ve Yalnızlık Hissi<br />

Bağlamında Aşk (Her) Filmine <strong>Bakış</strong><br />

Berru Ayşe Yılmaz<br />

“Aşk” filmi (orijinal ismiyle “Her”) 2014’te vizyona<br />

giren, başrolünde Joaquin Phoenix (Theodore<br />

rolünde) ve seslendirmesiyle Scarlett Johansson’ın<br />

(Samantha rolünde) yer aldığı bir filmdir. Normal<br />

aşk filmlerinden farklı olarak ilerleyen bu film, ileri<br />

teknolojide bedene sahip olmayan bir yazılım ile bir<br />

insanın ilişkisini anlatır. Bu konu bağlamında içinde<br />

varoluşa, yalnızlığa, ilişkilere dair sorgulamaları<br />

barındıran bir filmdir. Bu yazıda daha çok Theodore<br />

ve Samantha ilişkisinden yola çıkarak yalnızlığı<br />

inceliyor olacağız.<br />

Film, teknolojinin oldukça geliştiği bir dönemde<br />

geçmektedir. Ana karakter Theodore başka kişilerin<br />

kişisel mektuplarını yazdığı bir işe sahiptir. Mutsuzdur<br />

ve melankolik şarkılar dinlemekte, yürüyüşler<br />

yapmaktadır. Bir gün yolda yürürken bir yapay zekâ<br />

uygulaması görür ve Samantha’nın kişiliğini bu<br />

şekilde oluşturur. Yalnızca ses olan Samantha işlerini<br />

düzenliyordur ve artık her şeyini onunla yapmaya<br />

başlar. Samantha’yla diğer kişilerle paylaşamadığını<br />

belirttiği bütün düşüncelerini paylaşır, birlikte<br />

eğlenir ve diğer insanlar hakkında konuşurlar. Filmde<br />

özellikle ilişkilere ve varoluşa dair derin konuşmalara<br />

şahit oluruz. Bir gün Samantha ile tartışırlar,<br />

güncellendiği için Samantha’ya ulaşamaz ve onsuz<br />

mutsuz olur. Ulaşınca rahatlasa da sonrasında<br />

Samantha’nın başka kişilerle de eş zamanlı olarak<br />

konuştuğunu öğrenir ve kendi eksikliğini hisseder.<br />

Dünya genelinde birçok kişi insanlar yerine Samantha<br />

gibi yazılımlarla konuşmaktadır. Film boyunca ileri<br />

bir teknoloji döneminde kişilerin yalnızlığını izleriz.<br />

Yalnızlık <strong>Psikoloji</strong>si:<br />

Yalnızlık insanlar için ortak bir deneyimdir ve birçok<br />

kişi yalnızlıkla yüzleşir. Kavram olarak yalnızlık, kişinin<br />

sosyal ilişkileri niceliksel ve niteliksel olarak düşük<br />

olduğunda ortaya çıkan eksiklik duygusudur. Özellik<br />

olarak ise yalnızlık, kişinin sosyal eksikliklerinden<br />

kaynaklanır. Özneldir, çoğu kişiye göre tatsız ve<br />

üzücüdür (Perlman, 1981). Theodore’un etrafında<br />

sohbet edebileceği birkaç arkadaşı vardır. Fakat genel<br />

olarak arkadaşlarıyla ve patronuyla buluşmaktan<br />

veya konuşmaktan filmin başlarında kaçınır. Bu<br />

karakteri genel olarak etrafı izlerken ve düşünürken<br />

görürüz. Yüzünde, yürüyüşünün yavaşlığında ve<br />

isteksizliğinde daima bir hüzün vardır. Filmde<br />

arka planda görülen karakterler de tek başlarına<br />

yürümekte ve telefonlarıyla ilgilenmektedirler.<br />

Yalnızlık kaygısı ve varoluşsal yalnızlık arasında<br />

farklar vardır. Yalnızlık kaygısı insanlar arasında<br />

temel bir yabancılaşmadan kaynaklıdır ve kaçınıcıdır.<br />

Samantha ile tanışmasının öncesinde Theodore<br />

kaçınıcı tavırlar içerisindeydi ve iletişim kurmak<br />

istemiyordu. Arkadaşlarıyla iletişiminde kısa<br />

konuşmalar gerçekleştiriyor, çağırdıkları zaman<br />

gitmiyordu ve daha umursamaz tutumlara sahipti.<br />

Varoluşsal yalnızlık ise insan deneyiminin bir<br />

parçası olarak kendi kendine çatışmayı oluşturur.<br />

Filmde Samantha’nın bir işletim sistemi olmasıyla<br />

bağlantılı olarak varoluşsal açıdan bir sürü nokta<br />

vardı. Samantha ölümsüzdü ve Theodore’un<br />

patronu, patronunun sevgilisiyle buluştuklarında<br />

belirttiği gibi bunun farkındaydı, ölümsüz olmayı<br />

seviyordu. Uyumadığı ve internette saniyelik<br />

erişimler gerçekleştirebildiği için istediği zaman<br />

konuşacak birilerini bulabiliyordu. Onun aksine<br />

ihtiyaç duysa da duymasa da Theodore’un her<br />

zaman konuşabileceği birisi yoktu. Her saat<br />

iletişimde olamıyordu, iletişimde olmak istediği<br />

kişilere ulaşması daha zordu ve bu durum yalnızlığını<br />

tamamlıyordu. Theodore, bunu Samantha’nın aynı<br />

anda birçok kişiyle konuştuğunu öğrenince fark<br />

etti ve yalnızlığıyla farklı bir yönden tekrar yüzleşti.<br />

Yapılan çalışmalara göre, yalnız öğrenciler ve<br />

yaşlılar kendilerini gergin, huzursuz ve endişeli<br />

olarak tanımlar. Diğer bulguları ise yalnız bireylerin<br />

temelde olumsuz bir bakış açısına sahip, daha<br />

az mutlu, daha az memnun ve daha kötümser<br />

olduklarıdır (Robert Kraut, 1998). Theodore filmin<br />

başında huzursuzdur ve mutlu olmaz. Eşiyle birlikte<br />

olduğu zamanlardaki gibi veya Samantha’yla<br />

olduğu zamanki gibi mutlu, neşeli, iyimser değildir.<br />

Tek başına olduğu zamanlarda yürürken daha<br />

huzursuz ve endişelidir. Yavaş ve mutsuz bir yüz<br />

ifadesiyle yürümesinden sakinliğinden gerçekten<br />

mutsuz ve yalnız olduğunu anlarız.<br />

Farklı çalışmalara göre ise yalnız insanlar sosyal etkileşim başlatmak için daha az motivasyona sahip olur.<br />

Ayrıca, yalnızlığın kişiler arası temas için motivasyonu uyandırarak diğer görevleriçin motivasyonu<br />

azaltabildiğini, görevleri tamamlamak için enerjiyi yönlendirmeyi olumsuz etkilediğini ve zamana göre<br />

bu motivasyonun seviyesinin değiştiğini gösteren çalışmalar da vardır. Aslında bu durumun her iki<br />

yönünün örneğini de Theodore’da görmemiz mümkün. Theodore, filmin başlarında arkadaşlarıyla ve iş<br />

arkadaşlarıyla iletişimini oldukça az derecede tutar. Yeni bir ilişkiye başlamak için motivasyona sahip değildir.<br />

Diğer yönden, aslında bu motivasyonların zamana göre değişebildiğini görüyoruz. Theodore’un işletim<br />

sistemi Samantha’yı almasının altında da yalnızlığının doğurduğu diğer kişilerle iletişim kurma isteği<br />

yatmaktadır.<br />

Yalnızken daha kötü, daha yavaş çalışıyorken yalnızlığı geçtiğinde işlerine daha sıkı sarılır. Mektuplarını<br />

Samantha ile konuştuğu zaman daha eğlenerek ve memnun şekilde yazar ve filmde bu sahnelerin farklılığı<br />

vurgulanır.<br />

Davranışsal olarak yalnızlığı belirten üç durum bulunmuştur: Yalnız bireyler kaygı ve depresyon seviyelerine<br />

göre karakteristik özellikleri göstermektedir, atılganlık eksikliğini ortaya çıkartır ve yalnızlıklarından<br />

başkalarına bahsetmekte zorlanabilirler (Perlman, 1981). Theodore’un kişisel özelliği olarak atılgan<br />

olmadığını görebiliyoruz. Mektup yazma mesleğinde oldukça başarılı olmasına rağmen mektupları kitap<br />

olarak bastırma fikrini Samantha düşünüyor ve gerçekleştiriyor. Bunun yanı sıra, filmin ilerleyen dakikalarında<br />

eski eşiyle yemek yerken bir yazılımla ilişkisi olmasını küçümsemesinden sonra Theodore da Samantha ile<br />

ilişkisinin gerçekliğini sorguluyor ve aslında Samantha’nın da onun yalnızlığını gidermek yerine daha da<br />

geniş çerçevede artırdığını düşünüyor. Bu nedenle diğer insanların onun yalnız olduğunu düşünmemeleri<br />

için Samantha’yla ilişkisinden çok uzun süre bahsetmiyor.<br />

Yalnızlık ve Teknoloji:<br />

Birçok bilim insanına göre teknolojik gelişmeler özellikle ekonomik ve sosyal yaşamı değiştirmiştir. İnternet<br />

insanların sosyal olarak izole olmalarına ve gerçek sosyal ilişkilerden kesilmesine neden olmaktadır.<br />

Yazının başında da bahsedildiği gibi film teknolojinin oldukça geliştiği bir zamanda geçiyor. Arka planda<br />

32<br />

32<br />

33


Diğer açıdan bakınca, internet coğrafi açıdan<br />

uzakta olan tanıdıklarla veya yabancılarla iletişimi<br />

kolaylaştırmıştır.<br />

Bu film her ne kadar ileriki zamanlarda geçse de<br />

günümüzde de kişiler yolda yürürken telefonlarını<br />

daha çok kullanmaktadırlar.<br />

gördüğümüz çoğu kişi kendi telefonlarına bakıyor,<br />

kendi haberlerini okuyorlar ve kulaklıklı olarak<br />

birbirleriyle konuşmadan devam ediyorlardı.<br />

İnternetin getirdiği sınırsız erişilebilirlikten ötürü<br />

kişiler gerçek sosyal ilişkilere sahip olamıyorlardı<br />

çünkü haberleşme, eğlenme ve iletişim konusunda<br />

internet yeterli geliyordu.<br />

Günümüzde olmayan bir iş kolu olarak Theodore<br />

yıllardır çiftlerin mektuplarını yazdığı bir işte<br />

çalışıyordu. Bireyler ilişkilerini kendi hislerine,<br />

duygularına göre yaşamayı dahi bırakmışlardı.<br />

Bunların yanı sıra, teknolojinin gelişmesiyle birlikte<br />

erişilemeyen bilgileri elde etmek, teknik becerileri<br />

arttırmak ve benzeri özellikler nedeniyle insanların<br />

bağımsız ve yalnız olmalarını kolaylaştıracak asosyal<br />

işlevler artmıştır.<br />

Tanışmalarından sonra Theodore’un hissettiği<br />

yalnızlığı Samantha ile azalmıştır fakat bu sefer de<br />

yalnızca Samantha mutlu edici vakit geçirmektedir.<br />

Bu yazılımın dünyadaki herkes için işlevi bu<br />

şekildedir. İnsanlar hem bu yazılımla hem de<br />

gelişmiş teknoloji sayesinde bütün paylaşımlarını<br />

buradan yapmaktadırlar, yolda hiçbir insan<br />

birbirleriyle konuşmamaktadır. Filmde Theodore,<br />

Samantha’nın başkalarıyla da konuştuğunu<br />

öğrendiği sahnede sayıları soruyor, etrafına bakıyor<br />

ve dünyada oldukça fazla sayıda insanın bu yazılımı<br />

kullandığını öğreniyor.<br />

Bu sahnede kendi kendine konuşuyormuş gibi<br />

görünen fakat kulaklığı aracılığıyla bu yazılımla<br />

iletişim kuran oldukça fazla yalnız insan görüyoruz.<br />

Araştırmalarda, interneti daha çok kullanan insanların<br />

streslerinin önemli ölçüde arttığı bulunmuştur.<br />

Ayrıca, depresyon ile internet kullanımı arasında da<br />

pozitif ilişki bulunmuştur. Filmde yalnızca arka fonda<br />

bir müziğin çaldığı ve Theodore’un etrafı izleyerek<br />

düşündüğünü gösteren birçok sahne bulunuyor.<br />

Bu sahnelerde şehir hayatının gri rengi ve gökdelenlerle<br />

doğal yaşamdan uzaklaşmanın oluşturduğu depresif<br />

hava da hissediliyor. Teknolojinin ve internetin her<br />

ne kadar iletişimi kolaylaştırmak gibi faydaları olsa da<br />

insanlarda depresyon seviyelerini ve stresi arttırdığı<br />

bir gerçektir. Samantha ile ilişkilerinde Theodore her<br />

zaman tam olarak eski eşiyle olduğu gibi olmamıştı<br />

ve bu iniş çıkışların farkındalardı. Yolda gördüğümüz<br />

kimse de tam anlamıyla mutlu görünmüyordu.<br />

Mutlu olan insanları sadece Theodore ve Samantha<br />

lunaparkta eğlenirken izleyebildik. Lunaparkta<br />

gördüğümüz kişiler ise birlikte olan aileler, çiftler veya<br />

kalabalık arkadaş gruplarıydı.<br />

İnsanların toplam sosyal temaslarının oranı aile<br />

ve yakın çevreden çıkarak genişlemiştir. Bunun<br />

örneğini de yine Samantha’da görebiliyoruz.<br />

Samantha aynı anda dünyanın birçok yerinden<br />

kişiyle iletişime geçebiliyor, kulüplere katılabiliyor<br />

ve kitaplar hakkında tartışabiliyordu. Artık hayatta<br />

olmayan kişilerle bile iletişim kurabiliyordu. Bu<br />

durum günümüzde de aynı şekildedir. İnternet<br />

sayesinde dünyanın her yerinden kişiyle iletişim<br />

kurabiliriz. İnsanlar daha fazla sosyal temasa sahip<br />

olduklarında yalnızlıkları azalır. Hem fiziksel hem<br />

de zihinsel olarak daha mutlu ve sağlıklı olurlar.<br />

İnsanların yalnızlığını teknoloji, kişisel özellikler,<br />

toplumsal normlar ve daha birçok durum<br />

etkileyebilir. Teknoloji farklı yerlerdeki insanların<br />

iletişimini kolaylaştırabilir, yeni iletişim ve<br />

paylaşma kanalları yaratabilir fakat bu kolaylıklar<br />

yapay ilişkileri, yalnızlığı ve depresifliği arttırır.<br />

Theodore’un gelişmiş teknoloji sayesinde başka<br />

ilişkilerin mektuplarını yazması insan ilişkilerinin<br />

yüzeyselliğinin ne kadar arttığını gösterdi.<br />

Telefondan iletişim kurabiliyor olmak, haberlere<br />

ulaşmak ve şarkıları dinleyebilmek artık insanlar<br />

arasındaki sohbetleri azaltmaya başladı. Kişiler<br />

arasındaki doğrudan iletişimlerin azalması yalnızlığın<br />

hem nedeni hem de sonucu oldu. Theodore’un<br />

yalnızlığını izlediğimiz zamanlarda arkadaşlarıyla,<br />

işiyle, etrafındaki herkesle iletişimi oldukça azdı.<br />

Samantha’yla yeni bir ilişki kurması onun yalnızlığını<br />

azalttı, insanlarla iletişimini arttırdı fakat yine de<br />

yazılım olmasından ve Theodore’un kişilik<br />

özelliklerinden ötürü ilişkileri tam olarak sağlıklı<br />

olamadı ve geniş çerçevede yalnızlığını varoluşsal<br />

açıdan ona tekrar gösterdi.<br />

Filmde Theodore’un yalnızlığını nasıl yaşadığını, ona<br />

nasıl kararlar aldırdığını, başa çıkabilmesini, yalnızlığı<br />

geçtiğinde nasıl tepkiler verdiğini izledik.<br />

34<br />

35


Mahcubiyetin Tesellisi<br />

Övgü Sert<br />

Gece miydi yalnızlık pelerinini çepeçevre üstüne seren,<br />

yoksa gri bulutlar mıydı hayalleri mehtaba esir eden?<br />

Ateşle oynamayı hep sevdim. Göğe doğru açılan<br />

tonları, nokta kadar bir sarının parmaklarımı<br />

uyuşturmasını nedense çok benimsedim. Belirli bir<br />

mesafeye kadar elimi yaklaştırır ardından duyduğum<br />

sıcaklığın etkisiyle elim ve nokta arasında bir çekim<br />

oluştuğunu hissederdim. Ölçülü bir yakınlık varsa her<br />

şey yolundaydı, ikimiz için de. Küçük alev beni ısıtır;<br />

ancak yakamaz, ben üflesem söndürecek denli etki<br />

edemezdi ona. Günlerin birinde bir mum yaktım.<br />

Sıcaklığın etkisiyle ısınan cam, dokunduğum anda elimi<br />

sersemletti. Serin havalarda içimi ve zihnimi yakan,<br />

aslında ılıman fakat fazla kuşkuyla çarpan bir sıcaklık.<br />

Camı tutmaya devam etmek isterken iç sesim “bırak”<br />

diye yalvarıyor, duruma tamamen yabancı duygularım<br />

merak edip devam etmemi söylüyordu.<br />

İç sesim -siz buna mantık da diyebilirsiniz- fazla<br />

korumacıydı. Hep böyleydi. “Annesinin eteğinin arkasına<br />

saklanan bir çocuk kadar korkak olduğum gerçeğini”<br />

kamçılar gibiydi. Ki son 18 yıldır verilen benlik savaşı,<br />

hücrenin belirli bir büyüklüğe erişip artık bölünmesini<br />

zaruri kılıyordu. Ama benim etik ne anlar bunlardan?<br />

Yanma riskini almadım. Kim alırdı ki? Ama camı<br />

tutmaya devam da etmedim. İşte bu biraz fazlaydı. Hiç<br />

yanmayacaktım belki. <strong>Bakış</strong>tık alev parçasıyla. Şunları<br />

söyledi:<br />

“Ben seni yarandan tanıdım.<br />

Sen beni hevesimden.<br />

Ben senin kırılganlığını gördüm.<br />

Sen benim dürüstlüğümü...”<br />

Kelimelerim boğazımda düğümlendi. Kendimi zorla<br />

geri çektim. Söylediğim her satır duyularımı harekete<br />

geçirip, merakımı az da olsa gidermeye çalışırken<br />

tutmaya devam etmeyi iç sesime bir türlü kabul<br />

ettiremedim. “Mazoşist”in anlamını tekrar sorgulamamı<br />

sağladı. Suçu annemin eteğine veya korumacı, etik,<br />

ahlakî, zihinsel her ne haltsa onlara atmamalıydım<br />

sanki. Evet, ateş dürüsttü. “Bencildi.” Mantıklı ve kabul<br />

etmese de tutarlıydı. Ateş sanattı. Ateş, sıradaki figürü<br />

belirsiz bir dans türüydü. Doğaçlama ve dengesiz.<br />

(Yanma tepkimesi gibi ıvır zıvırlar basit kimyasal<br />

denklemlerle açıklanabilir belki. Şu an bilimin ışığında<br />

somut, renksiz gerçeklerden bahsetmek istemiyorum.)<br />

Dengesiz… Sanatın tutarlılığı da çelişkilerden doğmaz<br />

mıydı peki? Ben bıraktım, camı da mumu da ateşi<br />

de.Tutmayı da… Soğuk günlerde ısınmayı da… Pek<br />

uzunca bir süre daha tutabilen bir insan olmayacağım,<br />

ateşe biraz daha yaklaşıp tanıma cesareti gösteren.<br />

Yine bir gün yanan bir mumun yanına gittim, bu sefer<br />

ateşe biraz daha yaklaşıp tanıma cesareti gösterdim.<br />

Güldü. “Daha da yaklaş.” dedi. Konuşmaya devam etti ve her<br />

dediğini yaptım, hepsini.<br />

Mantık süzgecinden o denli uzaktı ki o anlar, süzgeçle aynı<br />

cümlede geçmek yalnızca beynimin bir makarna olması ile<br />

mümkün olurdu. Bir bebeğin gözlerini açtığı anda yanında<br />

olan en güvendiği varlığa, annesine, koşulsuzca sonsuz ve<br />

tereddütten yoksun güveni gibi.<br />

Alevlerin yayılma hızı düşündüğümden de fazlaymış, öğrenmiş<br />

oldum. Saniyeler içerisinde yanmıştım. İs, kapkara bir zihin<br />

ve karmaşık duygular geriye kalanlardı. Ateşi özlüyordum.<br />

Isıtıp aydınlatmıştı bir zamanlar. Şimdi ise başka yerlerde<br />

alev saçıyordu. Benim ateşimin özelliği miydi bu? Henüz o<br />

da anlamamıştır belki ne yaptığını. Kendini eğlendiriyordur<br />

sadece. Üç beş vakte rayına oturur ya. Kusursuz bir yalancı<br />

olabilmenin koşulu nedir hiç düşündünüz mü? Söylediklerinize<br />

en başında kendinizi inandırmanız. Hatta bu öylesine bir<br />

hal almalı ki gerçeği unutmalısınız. Algılar, duygular, zihin...<br />

Son derece tehlikeli oyuncaklar. Bazılarının dillerine öyle<br />

bir pelesenk olmuştur ki birtakım sözler, kime veya hangi<br />

durumlara söylendiği düşünülmeden ok gibi çıkar ses tellerinin<br />

yayından. Kimini delip geçer kimini sıyırır. Mutlaka bir iz bırakır,<br />

ama iyi ama kötü. Kötü izler fazla yorar insanı. Bu noktada,<br />

pencereden dışarı adım atmak ile merdivene adım atmak<br />

arasında bir fark yoktur. Zihnin bedeni reddetmesi gibi bir<br />

durum var mıdır psikolojide? Yabancılaşmanın tam ortasında<br />

kendinden uzaklaşmak. İnsanın bu gibi ıstıraplarında; ortak<br />

yaşam alanınıpaylaştığı, düşünebilen memeli hayvanlar<br />

topluluğunun yani “toplum”un yüce yeri yadsınamaz.<br />

Bir zamanlar topluma fazla takılan bana ilham olmuştu ateş.<br />

Bulunduğum kitleden çekiniyor ve davranışlarımı kısıtlıyor<br />

muydum? Kendimi yargılamama mı neden oluyordu? “Kitlelerin<br />

her zaman her şeyi bilmelerine gerek yoktur ve yeterince<br />

bilgi ile mutlu olabilirler. Ütopik fikirler ve denemeler her<br />

zaman çağı değiştiren elementler olmuştur. Yıldızları hedef al,<br />

yenilsen de bulutların arasında olacaksın.” Hatırlatılması güzel<br />

oluyordu. Teşekkür etmiştim ona. Alevi küçüldü ve söndü. Bir<br />

yıldız gibi kaydı. Benim görüş açımdan çıktı ve başka bir yerde<br />

bir başkasına ilham olduğunu ummak ve buna inanmak harici<br />

herhangi bir düşüncem olmadı.<br />

Bazı anlar vardır. Aslında yoktur. İnsanla anlam kazanırlar.<br />

-Yeterli etimoloji bilgim yok, bu yüzden an ve anlam arasında<br />

havalı bir bağlantı kuramıyorum.- Uçsuz bucaksız bir gökyüzü<br />

altında anlam peşinde ufka doğru yol alan bizi etkileyen<br />

ve bilinçaltımıza işleyen, her bir kulaçta öğrenmemizi,<br />

gelişmemizi ve değişmemizi sağlayan anlarımız... Değiştikçe<br />

daha da derinlere inmeliyiz. Kimsenin bizi bulamayacağı<br />

kadar derine... Siyahın tüm renkleri esir ettiği, okyanusun<br />

küçük bir kan damlasına aldırış etmeyeceği kadar…Toprağın<br />

varlığımızı kucakladığı ve tüm benliğimizle ona karışacağımız<br />

kadar derine…<br />

Kim bilir daha kaç mum yanar insan ömründe, bizler toprağa karışana<br />

kadar. Her biri sonsuz evrenler kadar değerli olacaklar. Isıtsalar da,<br />

yaksalar bile...<br />

36 37


Röportaj Köşesi: Göksel Vakfı<br />

Beril Özbay<br />

Gökyüzü Sanatsal İyilik Vakfını daha iyi tanımak<br />

amacı ile yaptığımız röportaj teklifini kabul ettiğiniz<br />

için teşekkür ederiz. Sizi daha iyi tanıyabilmek adına<br />

biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?<br />

Ben Emrah İncili. ODTÜ Sosyoloji mezunuyum, Ankara<br />

Üniversitesinde de İnsan Kaynakları üzerine master<br />

yaptım. Okurken de kardeşim ile beraber kendi işimi<br />

kurdum, Canlar Boru Ltd. Şti. 20 yaşımdan 40 yaşıma<br />

kadar yaklaşık 200 kişilik bir grup ile bu şirketi büyüttük.<br />

Türkiye’de ulusal çapta plastik boru üreten bir firma<br />

haline geldik. Hayatımın 20 yılı Canlar Boru’ya hizmet<br />

ederek geçti. Canlar Boru’da çalıştığım süre zarfında,<br />

zaman geçtikçe bu işi yapmak istemediğimi fark etmeye<br />

başladım. Ticaret yapmak istemiyordum, her zaman<br />

daha manevi tatmini olan bir iş arayışındaydım ama<br />

Canlar Boru’nun da maddi açıdan getirisi yüksekti ve<br />

bir sonraki hayatımda yani hayatımın ikinci yarısında<br />

beni finanse edeceğinin farkındaydım. Bu yüzden çok<br />

çalışıp Canlar Boru’ya odaklanıp bu firmayı büyüttük.<br />

GökSev’i kurma fikrinin temelini oluşturan sizin için<br />

önemli bir durum/olay var mıdır?<br />

Belli bir olay üzerinden gitmedi ama her zaman tabii<br />

ki rol modellere bakıyoruz, yani Nazım Hikmet’ten<br />

Che Guevara’ya, Yaşar Kemal’den Livaneli’ye<br />

ya da dünyanın dört bir yandan ilerlemesine katkı<br />

sağlayan insanların hepsi benim rol modelimdi. 20’li<br />

yaşların ortasında ben varoluş amacımı sorgulamaya<br />

başlamıştım. Niçin dünyaya geldim, ne yapmak<br />

istiyorum, gayem ne? Emrah İncili olarak içimde<br />

derin bir boşluk her zaman vardı. Sonra dünyayı<br />

değiştirme arzusunun, süper kahraman olma isteğinin;<br />

dünyayı, insanları, hayvanları, doğayı dönüştürmeye,<br />

değiştirmeye çalışırken aldığım hazzın içimdeki boşluğu<br />

doldurduğunu keşfettim. 20’li yaşların ortasında iş<br />

hayatım devam ederken birçok vakıf ve dernekte de<br />

çalışmaya başladım. Bu süreçte birkaç vakfın da ciddi<br />

sponsorlarından biri haline geldik. O süreç içinde<br />

kendimi dünyanın olumlu yönde evrilmesine katkı<br />

sağlayacak araç ne olabilir diye düşünürken buldum.<br />

Beni tatmin eden, içimdeki boşluğu dolduran duyguyu<br />

buldum. Bir şeyin iyiden, güzelden yana evrilmesine<br />

katkı sağlamak benim içimdeki boşluğu doldurdu.<br />

Ama bunun metotları ne? Hangi araçlarla sen bunu<br />

gerçekleştirebilirsin? Otuzlu yaşların başında sanat<br />

okulu açmanın, sanatçı yetiştirmenin dünya çapında<br />

büyük sanatçılar yetiştirmenin bir yöntem olacağını<br />

düşündüm. Sanat okuluna çok odaklandım ve bu yönde<br />

de para biriktirmeye başladım. Bir yandan Canlar Boru<br />

devam ederken bir yandan hayallerim için finansal<br />

38<br />

GÖKYÜZÜ<br />

SANATSAL<br />

İYİLİK VAKFI<br />

altyapı hazırlıyordum. Ama 37-38’ime geldiğimde sanat<br />

okulu çok butik kalıyordu; daha mes, daha halka yayılan<br />

bir işi yapmak istediğimi anladım. Yani böyle halkın<br />

içinden en iyi sesleri, akılları seçip sanatçı yetiştirmenin<br />

belki bir sonraki kuşağın, belki çocuklarımın görevi<br />

olabileceğini düşündüm. Ben tarlayı ekmekten ziyade<br />

önce tarladaki taşların toplanması gerektiğini düşünerek<br />

bu vakfı kurdum. Vakıf binlerce, on binlerce insana<br />

ulaşıp onlarda bir değişim ve dönüşüm etki yaratacak<br />

işler yapmalıydı ki toplumsal bilincin ve toplumsal<br />

iyiliğin yükselmesine katkı sağlayabilsin. Önce tarladaki<br />

taşlar toplanmalı diye düşündüm ve o sanat okulu<br />

fikri sanatsal iyilik yapan bir vakıf fikrine dönüştü.<br />

Birçok alanda aktif olarak çalışan bu vakfın kuruluş<br />

amacı ve hedefleri nelerdir?<br />

Vakfın iki amacı var: farkındalıkları arttırmak ve<br />

eşitsizlikleri azaltmak. İnsanların çoğu yetişkinlik<br />

döneminde iş hayatına başladığında ailesini kurup çocuk<br />

sahibi olduğunda gençlik ve çocukluk duygularına,<br />

hayallerine sadık kalamıyorlar. Hayat, insanları bir<br />

şekilde törpülüyor ve bunlardan vazgeçmelerine sebep<br />

oluyor. Aslında hepimiz kahraman olmak istiyoruz,<br />

hepimiz dünyayı kurtarmak istiyoruz. Bütün çocuk<br />

filmlerinde, çizgi filmlerde, çocuk kitaplarında hep<br />

dünyayı kurtaranlar vardır. İnsan çocukken dünyayı<br />

kurtaran kahramanlardan olmak istiyor ama büyüyünce<br />

görüyor ki dünya çok büyük, senin yaptıkların hiçbir<br />

şeye yetmiyor. Senin sıradanlaşmanı bekliyor<br />

modern dünya. Vakfın ilk kuruluş amacı da kültürelsanatsal<br />

etkinliklerle, verilen seminerlerle, atölyelerle<br />

hem çocukların hem de yetişkinlerin farkındalığını ve<br />

toplumsal bilinci artırmak.<br />

GökSev’i yeni tanıyanlarımız için bize önceden yapmış<br />

olduğunuz ve hala yürüttüğünüz faaliyetlerden<br />

bahsedebilir misiniz?<br />

Vakfımız sayesinde bugüne kadar 15000 civarında<br />

insana dokunuldu, 17000 civarında insan buradaki<br />

ücretsiz etkinliklerden faydalandı. Çocuk ve yetişkin<br />

dezavantajlı gruplara eğitimler, atölyeler verildi. Kadın<br />

sığınma evlerindeki kadınlara, engelli çocuklara bunların<br />

haricinde kimsesiz sevgi evlerinde kalan çocuklara<br />

ve mahalle okullarındaki çocuklara robotik kodlama,<br />

satranç, yaratıcı drama ve el sanatları gibi çeşitli<br />

alanlarda birçok faaliyet düzenlendi. Yetişkinlere dönük<br />

ise eğitim ve atölyeler düzenlendi.Pandemiden önce<br />

haftada 500-600 kişiyi ağırlıyorduk, eğitimlerimizde<br />

elimizden geldiğince her şeyi yaptırıyorduk. Pandemi<br />

döneminde kültürel etkinlikler yasaklanınca maddi<br />

yardımlara yönelmeye başladık, ilk defa bu zamanda<br />

vakıf maddi yardımlar yapmaya başladı. Vakıf iki yıla<br />

yakın süredir kültürel ve sanatsal etkinlikler üzerinden<br />

farkındalığı artırarak toplumsal bilince katkı sağlamak<br />

amacı ile uğraşırken, artık yeni bir amaç daha<br />

ekledi kendisine. Gökyüzü’nde pandemi ile birlikte<br />

eşitsizliklerin azaltılması amacıyla eğitim bursu, yoksul<br />

bir ailenin tedavi masraflarına destek verilmesi, gıda<br />

yardımı, engelli vatandaşlarımıza; tekerlekli sandalye,<br />

hasta yatağı gibi medikal malzemelerin sağlanması<br />

gibi ekonomik destekler yapıldı. Öğrencilere test<br />

kitabı, okuma kitabı, tablet, bilgisayar ve kırtasiye<br />

yardımlarının yapılması amaçlandı. Aynı zamanda<br />

kışın yüze yakın öğrenciye, bot ve mont dağıtımları<br />

yapıldı. Kadın sığınma evlerinden ayrılıp normal eve<br />

çıkan kadınların beyaz eşya ve mobilyalarını dizmesine<br />

yardım edildi. Yani bir insanın doğumundan, vefatına<br />

kadarki süreçte ihtiyacı olan her türlü maddi desteği<br />

karşılar hale geldik.<br />

Bahsettikleriniz çok güzel, bu bahsedilen çeşitli<br />

faaliyetlere gönüllü olmak isteyenler ve bağış<br />

yapmak isteyenler vakfa nasıl dahil olabilirler?<br />

Farkındalıkları arttırmak için kültürel faaliyetler,<br />

eşitsizlikleri azaltmak için ise maddi yardımlar<br />

düzenliyoruz. Vakıfta gönüllü tanışma toplantısı<br />

yapıyoruz.<br />

Gönüllülerimiz öncelikle aylık yapılan gönüllü tanışma<br />

toplantılarına katılıyor. Toplantıya gelen katılımcılara<br />

gönüllülükle ilgili detayları anlatıyoruz, ayda bir<br />

defa toplantılara katılan gönüllülerimiz sunumdan<br />

sonra isterlerse gönüllü WhatsApp grubumuza<br />

katılabiliyorlar. İstedikleri yardım ve dağıtımlardan ise<br />

buradan haberdar olabiliyorlar.<br />

Eğer vatandaş çat kapı gelirse, bizim dağıtım günlerimizi<br />

ona söylüyoruz. Dağıtım günlerinden birine katılırsa onu<br />

yine aynı şekilde, WhatsApp gönüllü grubuna alıyoruz<br />

yani gönüllülerimizi bu şekilde vakıf ile buluşturuyoruz.<br />

Bağışçılarımız ise vakfın hesabına IBAN yoluyla sitemiz<br />

üzerinden kredi kartı ile veya isterlerse vakfa gelip makbuz<br />

karşılığında nakit ödeyerek bağış yapabiliyorlar. Bunlar nakdi<br />

bağış diye adlandırılıyor. Aynı zamanda bağışçılarımızın eşya<br />

bağışladığı ani bağışlar var. Beyaz eşya, mobilya, kıyafet, gıda<br />

kolisi ve kırtasiye malzemesi gibi eşyaları bağışlayabiliyorlar.<br />

Bu bağışları ise gönüllü dağıtımlar ile ihtiyaç sahibi insanlara<br />

ulaştırıyoruz.<br />

GökSev’i, burada gerçekleştirilenleri takip etmek ve<br />

buradaki gelişmelerden haberdar olmak adına sizler ile<br />

hangi platformlar üzerinden etkileşime geçebiliriz?<br />

İlgilenenler bizi “Gökyüzü Sanatsal İyilik Vakfı” Instagram<br />

adıyla bulabilirler. Onun haricinde vakfa gelip ziyaret<br />

edebilirler. Vakıfta 15 bin kitaplı kütüphane, spor salonu,<br />

el sanatları atölyesi, konser salonu, resim sergi salonu ve<br />

derslikler bulunmakta. Vakfımıza gönüllü, bağışçı, ziyaretçi<br />

olarak gelebilirsiniz, kapımız her zaman açık.<br />

39


KAYNAKÇA<br />

Geçmiş Geçer Mi?<br />

Öztürk, E. ve Derin, G. (2020). Kuşaklararası travma geçişi ve<br />

kuşaklararası travma aktarımı.<br />

Öztürk, E. (2021). Kuşaklararası travma geçişi, travmatik<br />

yaşantıların domino etkisi ve psikopatolojik izleri.<br />

Yalçın, Ç. P. S. ve Öztürk, E. (2018). Travma sonrası zamanın<br />

donması ve travmanın nesiller arası aktarımı. Bartın Üniversitesi<br />

Edebiyat Fakültesi <strong>Dergisi</strong>, 3(3), 21-28.<br />

Yehuda, R. ve Seckl, J. (2011). Minireview: stress-related<br />

psychiatric disorders with low cortisol levels: a metabolic<br />

hypothesis. Endocrinology, 152(12), 4496-4503.<br />

Wolynn, M. (2016). Seninle Başlamadı. Sola Unitas.<br />

The Contribution of Creative Responses to the Experience of<br />

Shame in Couple Psychotherapy<br />

Gilbert, P., ve McGuire, M. T. (1998). Shame, status, and social<br />

roles: Psychobiology and evolution.<br />

Sehgal, A. (2015). The contribution of creative responses to the<br />

experience of shame in couple psychotherapy. Couple and<br />

Family Psychoanalysis, 5(1), 41-56.<br />

Schore, A. N. (1998). Early shame experiences and infant brain<br />

development. Shame: Interpersonal behavior, psychopathology,<br />

and culture, 57-77.<br />

Winnicott, D. W. (1974). Fear of breakdown. International review<br />

of psychoanalysis, 1, 103 107.<br />

İstismarla Geçen Çocukluk: Genie Wiley Vakası<br />

İstismar. (30 Haziran 2021). Vikipedi. https://tr.wikipedia.org/<br />

wiki/%C4%B0stismar<br />

Meşe, K. (3 Mart 2021). <strong>Psikoloji</strong>k vakalar serisi / Genie Wiley-<br />

Vahşi çocuk. Blue and White <strong>Psikoloji</strong>k Danışmanlık. https://<br />

kubramese.com/genie-wiley-vakasi/<br />

Santrock, J.W. (2013). Yaşam boyu gelişim: Gelişim psikolojisi. (13.<br />

Baskı). Nobel Akademi.<br />

Türkan, F. (28 Ağustos 2019). Ya hiçbir şey öğrenmediysen?<br />

Medium. https://medium.com/@furkantrkn/ya-hi%C3%A7bir-<br />

%C5%9Fey-%C3%B6%C4%9Frenmediysen-147f12bc7a00<br />

İz Bırakmak<br />

Dimitroff, L. J., Sliwoski, L., O’Brien, S., & Nichols, L. W. (2017).<br />

Change your life through journaling–The benefits of journaling<br />

for registered nurses. Journal of Nursing Education and<br />

Practice, 7(2), 90-98.<br />

Phelan, H. (2018, October 25). What’s all this about journaling?<br />

The New York Times. Retrieved March 24, 2022, from https://www.<br />

nytimes.com/2018/10/25/style/journaling-benefits.html<br />

Biyolojinin Vazgeçilmez İşçileri: Drosophila Melanogaster<br />

Jennings, B. H. (2011). Drosophila–a versatile model in biology &<br />

medicine. Materials Today, 14(5), 190 195. https://doi.org/10.1016/<br />

S1369-7021(11)70113-4<br />

Özkan, F. G. (2020, 14 Ocak) Model organizma, meyve<br />

sineği drosophila melanogaster. Bezelye Dergi. https://<br />

www.bezelyedergi.net/post/model-organizmameyvesine%C4%9Fidrosophila-melanogaster<br />

Blogger (2012, 4 Aralık). Drosophila melanogaster.<br />

drosophilamelanogaster27.blogspot.com<br />

Gelişmiş Teknoloji ve Yalnızlık Hissi Bağlamında Aşk (Her)<br />

Filmine <strong>Bakış</strong><br />

Perlman, D. & Peplau L. A. (1981). Toward a Social Psychology<br />

of Loneliness. &. S. R. Gilmour içinde, Personal Relationships: 3.<br />

Relationships in Disorder (s. 31-56). Londra: Academic Press.<br />

Kraut, R., Patterson, M., Lundmark, M., Kiesler, S., Mukopadhyay<br />

T., & Scherlis W. (1998). Internet Paradox: A Social Technology<br />

That Reduces Social Involvement and Psychological Well-Being?<br />

American Psychologist, 1017-1031.<br />

Article Review: In infancy the timing of emergence of the<br />

other-race effect is dependent on face gender<br />

Brigham J. C. Malpass R. S. (1985). The role of experience and<br />

contact in the recognition of faces of own-race and other-race<br />

persons. Journal of Social Issues, 41, 139-155.<br />

Bukach C. M. Cottle J. Ubiwa J. Miller J. (2012). Individuation<br />

experience predicts other-race effects in holistic processing for<br />

both Caucasian and Black participants. Cognition, 123, 319–324<br />

Ferguson, K.T., Kulkofsky, S., Cashon, C.H., & Casasola, M. (2009).<br />

The development of specialized processing of own-race faces in<br />

infancy. Infancy: The Official Journal of the International Society<br />

on Infant Studies, 14 3, 263-284.<br />

Hancock K. J. Rhodes G. (2008). Contact, configural coding<br />

and the other-race effect in face recognition. British Journal of<br />

Psychology, 99, 45–56.<br />

Kelly, D.J., Liu, S., Lee, K., Quinn, P.C., Pascalis, O., Slater, A.M.,<br />

& Ge, L. (2009). Development of the other-race effect during<br />

infancy: evidence toward universality? Journal of Experimental<br />

Child Psychology, 104 1, 105-14.<br />

McKone, E., Brewer, J. L., MacPherson, S., Rhodes, G., & Hayward,<br />

W. G. (2007). Familiar other-race faces show normal holistic<br />

processing and are robust to perceptual stress. Perception, 36,<br />

224–248.<br />

Rhodes, G., Ewing, L., Hayward, W. G., Maurer, D., Mondloch,<br />

C. J., & Tanaka, J. W. (2009). Contact and other-race effects in<br />

configural and component processing of faces. British Journal of<br />

Psychology, 100, 717–728.<br />

Sangrigoli, S., Pallier, C., Argenti, A. M., Ventureyra, V. A. G., &<br />

de Schonen, S. (2005). Reversibility of the other-race effect in<br />

face recognition during childhood. Psychological Science, 16,<br />

440–444.<br />

Yovel, G., Halsband, K., Pelleg, M., Farkash, N., Gal, B., & Goshen-<br />

Gottstein, Y. (2012). Can massive but passive exposure to faces<br />

contribute to face recognition abilities? Journal of Experimental<br />

Psychology: Human Perception and Performance, 38, 285–289.<br />

Quinn, P.C., Balas, B., & Pascalis, O. (2021). Reorganization in the<br />

representation of face-race categories from 6 to 9 months of<br />

age: Behavioral and computational evidence. Vision Research,<br />

179, 34-41.<br />

40<br />

41

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!