11.05.2016 Views

Cinedergi 76

Binder76

Binder76

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Sinema savaşı kaybediyor<br />

n Çok dolu bir gündemi anlatan yazının<br />

başlığı belki bu olmamalıydı. Ama<br />

sinemanın gündemi ne kadar dolu<br />

olsa da televizyon dizileri aldı başını<br />

gidiyor. Eninde sonunda bir sıkışma<br />

olacak. Diziler de durulacak ama ondan<br />

sonra elimizde ne kalacak? Çünkü<br />

televizyonun bütün avantajına rağmen<br />

söz konusu sinema sanatı olduğunda<br />

yetersizliği ortada. Benim korkum bu<br />

diziler çöktüğünde ikinci plana itilmiş<br />

olan sinemanın üzerinde de kaldırılması<br />

çok zor bir ölü toprağı atılmış olması.<br />

Çünkü sinema yönetmeni, oyuncusu<br />

ve kendine has senaryolarıyla ayakta<br />

duran bir sektör. Bütün oyuncular<br />

televizyonda yetişirse, yönetmenler<br />

mesleğe dizilerde başlarlarsa,<br />

yapımcılar televizyonun getirisine<br />

sinemanın ulaşamayacağını görüp<br />

sadece ticari gözle bu işe bakarlarsa,<br />

işte o zaman yandı gülüm keten<br />

helva. Biz de bu fırtınaya direnmeye<br />

çalışıyoruz ama bu ay üç tane dizi<br />

röportajıyla ne kadar direnebiliyoruz<br />

tartışılır. Nergiz Karadaş, Urfalıyım<br />

Ezelden dizisinden Bülent İnal ile,<br />

Merve Kaboğlu, Beyaz Karanfil’den<br />

Seda Demir, Arka Sokaklar’dan Can<br />

Nergiz ile konuştu. Nergiz Karadaş ise<br />

Dizi Fun köşesinde Kaderimin Yazıldığı<br />

Gün dizisini odağına aldı. Yabancı dizileri<br />

inceleyen Şaney Tanrıvermiş Episode<br />

köşesinde Satisfaction dizisini gündeme<br />

getirmiş. Dönelim sinemaya, Bu ayın en<br />

önemli filmi Kutluğ Ataman’ın Kuzu filminin<br />

başrol oyuncusu Nesrin Cavadzade<br />

dergimize konuk oldu. Onunla keyifl bir<br />

sohbet yaptık. Türk sinemasında tarihi<br />

filmlerin azlığı düşünülürse Kırımlı filmi<br />

üzerinde durmamız gereken bir yapım.<br />

Üstelik 2000 sonrası çekilen en iyi dönem<br />

filmi olduğunu da söyleyebilirim. Filmin<br />

başrolünde oynayan Murat Yıldırım ile<br />

konuştuk. Herzamanki gibi doyalarımız<br />

yine dopdolu. Geçen ay Malatya Film<br />

Festivali’nde oynayan üç yabancı filmin<br />

peşinden adaleti araştıran bir inceleme,<br />

Randevu İstanbul’daki önemli filmler, Altın<br />

Portakal kazanan filmlerin bir toplaması,<br />

Terminatör’den sinemanın geneline robot<br />

düşman/dostlarımız, Whiplash filmi<br />

özelinde caz eşliğinde adrenalin, Oliver<br />

Assayas ve onun gerilimi, The Search’e<br />

yapılan haksızlığın peşinden giden<br />

dosyalarımız sizin okumanızı bekliyor.<br />

Vizyondakiler, Pekyakında, portreler, özel<br />

köşeler ve film kritikleri, daha neler neler...<br />

Yayın Sahibi<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürü<br />

Banu Bozdemir<br />

Teknik Müdür<br />

Ali Abakan<br />

YAZARLAR<br />

Alper Turgut<br />

Masis Üşenmez<br />

Egemen Tokatlıoğlu<br />

Didem Peker Başaran<br />

Nergiz Karadaş<br />

Tuğçe Madayanti Dizici<br />

Murat Soydan<br />

Fırat Sayıcı<br />

Melis Zararsız<br />

Murat Kızılca<br />

Utku Ögetürk<br />

Halil İbrahim Sağlam<br />

Şenay Tanrıvermiş<br />

Gizem Merve Kaboğlu


Yönetmen:<br />

Kornél Mundruczó<br />

Senaryo:<br />

Kornél Mundruczó<br />

Oyuncular: Sándor Zsótér,<br />

Lili Horváth, Szabolcs<br />

Thuróczy, Lili Monori,<br />

Gergely Bánki<br />

Konu: 13 yaşındaki Lili’nin çok sevdiği<br />

kırma köpeği Hagen, babası tarafından<br />

Lili’nin tüm karşı çıkmalarına rağmen<br />

sokağa salınır. Köpeğini geri getirebilmek<br />

için sokak sokak gezmeye<br />

başlayan Lili, bir anda patlak veren köpek<br />

isyanının ortasında bulur kendini.


Yönetmen: Rowan Joffe<br />

Senaryo: Rowan Joffe<br />

Oyuncular: Nicole Kidman, Colin<br />

Firth, Mark Strong, Anne-Marie<br />

Duff, Charlie Gardner<br />

Konu: Christine Lucas (Nicole<br />

Kidman) geçirdiği bir<br />

kaza nedeniyle uyandığı<br />

her sabah, geçmişine dair<br />

hiçbirşey hatırlamadan güne<br />

başlamaktadır. Bu durum, ancak<br />

Christine etrafındaki insanların<br />

davranışlarını sorgulamaya<br />

başladıktan sonra bir son bulacak,<br />

böylelikle korkunç gerçekler<br />

karanlıktan aydınlığa<br />

kavuşacaktır.<br />

Yönetmen:<br />

Abel Ferrara<br />

Senaryo: Maurizio Braucci<br />

Oyuncular: Willem Dafoe,<br />

Ninetto Davoli, Riccardo Scamarcio<br />

Konu: Film, 1975 yılında<br />

hayatını kaybeden usta yönetmen<br />

Pier Paolo Pasolini’nin<br />

son günlerini ve ardında<br />

şüphe yaratan ölümünü<br />

ele alıyor. Dünya prömiyerini<br />

Venedik Film Festivali<br />

kapsamında gerçekleştiren<br />

filmde Pasolini’ye hayat veren<br />

oyuncu Willem Dafoe. Oyuncu<br />

kadrosunda Dafoe’ye Maria<br />

de Medeiros, Riccardo Scamarcio<br />

ve Giada Colagrande<br />

gibi isimler eşlik ediyor.


Yönetmen:<br />

David Cronenberg<br />

Senaryo: Bruce Wagner<br />

Oyuncular: Julianne Moore, Mia<br />

Wasikowska, John Cusack, Robert<br />

Pattinson, Olivia Williams<br />

Yönetmen: Shawn Levy<br />

Senaryo: Thomas Lennon, Robert Ben Garant<br />

Oyuncular: Ben Stiller, Robin Williams, Owen<br />

Wilson<br />

Konu: Daha önce serinin birinci ve ikinci<br />

filmlerini yönetmiş olan Shawn Levy üçüncü<br />

filminde yönetmenliğini üstlenmiş . Komedi<br />

dünyası tarafından gayet iyi tanınan aktör Ben<br />

Stiller ise diğer iki filmde olduğu gibi bu filmde<br />

de müze gardiyanı Larry Daley’yi canlandırıyor<br />

. Gündüzleri müzenin sergi malzemelerini<br />

oluşturan fakat geceleri hayata dönen canlılarla<br />

başa çıkmaya çalışırken izleyeceğiz kendisini ...


Konu: Hollywood hayat stilini ve genel anlamda<br />

batı kültürünü yakın merceğe aldığı yeni filmi<br />

Maps to the Stars ile birlikte usta yönetmen,<br />

epistemolojik çıkarımlara da yeni filminde yer<br />

vermeyi planlıyor! Filmin kadrosunda Julianne<br />

Moore, Mia Wasikowska , Olivia Williams, John<br />

Cusack ve Robert Pattinson gibi birbirinden ünlü<br />

isimler yer alıyor.<br />

Yönetmen: Aytekin Birkon<br />

Senaryo: Fatih Usta<br />

Oyuncular: Fatih Usta, Nefise Karatay, Bahadır<br />

Sarı, Ceyda Tepeliler, Nezih Işıtan<br />

Konu: Yıllarca çizgi romanları sevilerek okunan<br />

ve daha önce sinema filmleri yapılan Kara<br />

Murat, yeni ve modern teknolojinin nimetlerinden<br />

yararlanılarak geri dönüyor. Rahmi Turan<br />

tarafından yaratılan tarihi bir kahraman olan<br />

Kara Murat, Fatih’in fedaisi Kara Murat olarak<br />

da anılmakta. Osmanlı İmparatoru Fatih Sultan<br />

Mehmet döneminde geçen maceralarında iyilerin<br />

yanında kötülerin karşısında yer alan Kara<br />

Murat, ilk olarak 1971 yılında Günaydın gazetesinde<br />

okuyucuyla buluşmuştu.


Yönetmen:<br />

Olivier Megaton<br />

Senaryo: Luc Besson<br />

Oyuncular: Liam Neeson,<br />

Maggie Grace, Famke<br />

Janssen, Forest Whitaker,<br />

Dougray Scott<br />

Konu: Devletteki görevinden<br />

ayrılan Bryan<br />

Mills (Liam Neeson)<br />

evine yakın bir yerde<br />

gerçekleşen bir cinayetin<br />

suçsuz yere zanlısı<br />

olarak gösterilir. Bu<br />

konuda oldukça inatçı bir<br />

dedektif de onun peşine<br />

düşer. Mills, bütün tecrübesini<br />

ve yeteneklerini<br />

kullanarak gerçek<br />

suçluyu bulmak ve kendi<br />

adaletini sağlamak durumunda<br />

kalacaktır.<br />

Yönetmen: Alexandre Aja<br />

Senaryo: Keith Bunin<br />

Oyuncular: Daniel Radcliffe, Juno<br />

Temple, Heather Graham, Kelli<br />

Garner, David Morse<br />

Konu: Kız arkadaşının sırlarla<br />

dolu ölümünün ardından zor<br />

zamanlardan geçen Ignatius<br />

Perrish (Daniel Radcliffe), bir<br />

sabah uyandığında şeytani<br />

boynuzlarının çıkmaya başladığını<br />

farkeder. Filmin 2014 Aralık ayında<br />

Türkiye’de gösterime girmesi<br />

planlanıyor.


n Türk sinemasının kendi tarihinin kırılma anlarını<br />

anlatmaktan aciz olduğunu hep söylerim. Bu<br />

açığımız da çoğunlukla kullanılır. Mesela yabancı<br />

filmlerde Türkler, deve üstünde, kara çarşaflı, eğri<br />

büğrü bir halk olarak resmedilir hep. Bunu daha<br />

öteye taşıyan Geceyarısı Ekspresi gibi filmler de<br />

vardır. Alan Parker Geceyarısı Ekspresi için yıllar<br />

sonra özür dilese de bu film bize zararını vermiştir.<br />

Bu hafta çok önemli bir film vizyona girdi. Fatih Akın<br />

Ermeni olaylarını anlatan bir filme imza attı. Yurt<br />

dışında da gösterilen film çeşitli tepkiler aldı. Fatih<br />

Akın sinemasını severim, onun için etki altında<br />

kalmadan kendim izlemek ve bir karara varmak<br />

istedim. Filmden çıktığımda büyük bir hayal kırıklığı<br />

yaşadım. Eğer bu filmi Ermeni diasporası çekse bu<br />

kadar taraflı olmazdı. Açılış sahnesinde bir alt yazı<br />

geçiyor. Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’na<br />

girdiğinde bütün azınlıkları düşman ilan etmiş. Yani<br />

filmde anlatılan bütün olaylar Osmanlı’nın savaşa<br />

girdikten sonra değişen konjonktürü ile ilgili. Bu gibi<br />

önemli konularda tarihi sakatlayıp oradan buradan<br />

eğip büküp anlatamazsınız. Hiç yorum yapmadan<br />

yaşananları yazalım.<br />

Osmanlı, Ruslarla savaştadır. Sarıkamış felaketi<br />

sonrası Doğu ordusu yok olmuştur. Bütün doğu<br />

Anadolu çökmüştür. Rusların etkisiyle Ermeni<br />

komitacıların eylemleri olmuştur. Birçok Türk köyü<br />

yok olmuş. Bunun üzerine Osmanlı bir hükümet<br />

politikası olarak Doğu Anadolu’daki Ermeni halkı<br />

sürmüştür. Bu olay sırasında yüz binlerce Ermeni<br />

ölmüştür. O taraftan bu taraftan yaşananlar<br />

bunlardır. Burada acı yok mudur, vardır elbet. Ama<br />

siz bu acımasız politik eylemin sebebini söylemezseniz<br />

ortada sadece şiddet ve katliam kalır.<br />

O zaman Yahudi soykırımıyla Ermeni tehcirini<br />

aynı kefeye koyarsınız. Bu da kötü niyettir. Filmin<br />

beni çok rahatsız eden bir dili var. Yapım demin<br />

söylediğim yazıyla başlarken bütün bu olayların<br />

sebebini görmezden geliyor ama sonra daha<br />

kötü birşey yapıyor, anlatmadığı Türk söylemlerine<br />

de küçük küçük cevaplar veriyor. Mesela evinden<br />

sürülen Nazarat’ın babası filmin başında durup<br />

dururken şöyle bir laf ediyor. “Halbuki biz hep sadık<br />

bir millet olduk”. Ne için bunu söylüyor o yaşlı adam?<br />

Yani bu yapılanların hiçbir sebebi yok. Bir başkaldırı<br />

ve aramızda bir çatışma olmadı demeye getiriyor.


oynadığı bir Türk var. Osmanlı askeri hapishanedeki<br />

mahkumları çıkarıyor ve Ermeni esirlerin boğazını<br />

kesmek için kullanıyor. Bartu’nun oynadığı karakterde<br />

istemeye istemeye filmin kahramanı Nazarat’ı<br />

boğazından yaralıyor. Sonra gizlice onu kurtarıyor.<br />

Ama aslında bir idam mangasının üyesi. Bütün<br />

Türkler Ermeni kızlarını kötü niyetle alıyor ve sonları<br />

genelevler oluyor.<br />

Hele bir sahne var. Osmanlı askeri trende koruma<br />

olarak dururken Nazarat trenden kaçıyor. Askerin<br />

bir küfür etmesi var gülsek mi ağlasak mı bilemedik.<br />

Bu küfürler o zaman varsa helal olsun Fatih<br />

Akın’a. Daha neler neler. Osmanlılar İngilizler<br />

tarafından Şam’dan çıkarılıyor. Sokağın ortasında<br />

Türk askerleri ve sivil Türkler, Ermeni, Arap ve diğer<br />

halk tarafından taşlanıp, küfürlerle gönderiliyor.<br />

Tam o sırada aklımıza İsrail ve Batı medeniyetleri<br />

tarafından sömürülen, öldürülen Arap halkları geliyor.<br />

Bu sahneden sonra Şam’da kalan insanların<br />

bir gece sinemasında Şarlo’yu büyük keyifle seyrettiklerini<br />

görüyoruz. Türkler sepetlenince Batı’nın<br />

gelişmişliğinin keyfini süren halk kahkahalar arasında<br />

film seyrediyor. Bu ince dokunuşlar filmin asıl dilini<br />

belli ediyor.<br />

Bu yetmiyor. En ucuz propoganda ve lekeleme<br />

yöntemlerini kullanıyor. Mesela bir sahnede üç<br />

atlı eşkiya gelip Ermeni bir aileye yol üstünde<br />

Osmanlı askerinin ve diğer Ermeni esirlerin gözü<br />

önünde tecavüz ediyorlar. Askerler de esirlere silah<br />

doğrultup olayı seyrettiriyorlar. Filmde bir tane<br />

iyi Türk göremezsiniz. Bartu Küçükçağlayan’ın<br />

Tabii bir de Nazarat ABD’ye gittiğinde Amerikalılar’ın<br />

ona sürekli Yahudi demesi var. Böylece yönetmen<br />

Amerikalılar’ın cahilliğinden dem vururken Ermeni<br />

olayları ile Yahudi soykırımının ilişkisini kuruyor bizim<br />

imgemizde. Bu filmin dürüst bir dil kullandığını söylemek<br />

kötü niyettir. Filmin sinemasal dengesine veya<br />

değerine gelince. Akın’ın en kötü filmi diyebilirim.<br />

Yapım ikiye ayrılabilir. İlk bölümde düzmece sahnelerde<br />

herhangi bir Fatih Akın sinemasının etkisinden<br />

bahsetmek mümkün değil. İkinci yarısında ise bir yol<br />

hikayesine dönen filmde yönetmen daha bildiği sularda<br />

yüzdüğü için sinemasal olarak da işi toparlıyor.<br />

Oyunculuklar bir iki sahne dışında yerlerde sürünüyor.<br />

Başrolde oynayan Cezayir asıllı Tahar Rahim<br />

en iyi performansı gösteren oyuncu ama yan roller<br />

felaket. Filmden çıktıktan sonra düşündüm. Ermeni<br />

olaylarının 100. yılına günler kalmışken bu filmi , bu<br />

dille Fatih Akın niye çekmiştir? Bunun cevabını ben<br />

bulamadım.


n “Dans edemeyeceksem bu benim devrimim<br />

değildir” demiş anarşist ablamız ‘Kızıl’ Emma<br />

Goldman, hani özgürlük olmadan, eşitlik olmadan,<br />

adalet olmadan, paylaşmak, bölüşmek<br />

olmadan, yaşamışız ne fayda, işte öylesine<br />

yedik, içtik, sıçtık, üredik, öldük, gittik. “Özgürlük<br />

Dansı” (Jimmy’s Hall), zalim zenginlerin ve kindar<br />

dindarların ezdiği, bezdirdiği gençleri dansa<br />

kaldıran, onlara umut olan ve bunun bedelini<br />

ödemeyi göze alan bir güzel komünist abiyi<br />

anlatıyor. Gerçek bir öykü bu, işte bu yüzden bu<br />

kadar içimizi burkuyor, yüreğimize sızı koyuyor,<br />

insan yanımızı incitiyor.<br />

Ken Loach Usta, artık 78 yaşında, umarım<br />

bu son filmi değildir, onun öykülerinde naiflik,<br />

zariflik, incelik var, büyük büyük söylemler,<br />

boş sloganlar, beylik laflar yok, öteki insanlık<br />

var, sokakta dönüp bakmadığınız fakirler var,<br />

düşkünler var, gözleri, neden ben diyen, dilenirken<br />

elleri titreyen en alttakiler var, entelektüel<br />

geçinen züppelerin, cahil dediği, öğrenmeye<br />

ve bilmeye aç emekçiler var, karın tokluğuna<br />

emeğini, gençliğini, bedenini ve hatta canını<br />

veren işçi sınıfı var.<br />

Evet, Özgürlük Dansı, Ken Usta’nın en iyi<br />

filmleri sıralamasında gerilere düşebilir, ancak<br />

her karesinde onun ve senarist dostu Paul<br />

Laverty’nin varlığı hissediliyor, kesinlikle…<br />

İrlanda’nın sürgün ettiği Jimmy Gralton’un<br />

yaşam hikayesinden esinlenen film, bağnaz<br />

din adamlarıyla, fakirlere musallat olan zenginlerin<br />

yarattığı soğuk, karanlık ve tek tip ülkede,<br />

düşünmeyi, öğrenmeyi, dans etmeyi<br />

isteyen gençlerle, aç ve evsiz bırakılmaya<br />

çalışılan yoksulları anlatıyor. Bizim Jimmy, 10<br />

yıl kaçak hayatı yaşar, 1932’de İrlanda’ya geri<br />

döndüğünde, sevdiği kadın evlenmiş, baskıcı<br />

düzen ise aynı kalmıştır. Geçmişte başını belaya<br />

sokan salonu, dostlarıyla imece usulüyle<br />

çalışarak tekrar açarlar. Tartışarak, kaynaşarak,<br />

çoğalırlar.<br />

Gezdiği dünyayı, çatı altına taşıyan Jimmy Yoldaş’ın<br />

mekânının adı Pearse-Connolly Salonu’dur. Padraig<br />

Pearse ve James Connolly, farklı davaların<br />

insanıydı, ancak bağımsız ve özgür İrlanda için<br />

birlikte savaştılar. Her ikisi de 1916’da, Paskalya<br />

Ayaklanması sonrasında, işgalci İngiliz güçleri<br />

tarafından katledildiler. Bağımsızlıkçı öğretmen<br />

Pearse; “Özgür olmayan bir İrlanda’nın ruhu


hiçbir zaman huzura kavuşmayacaktır” derken,<br />

yaralıyken, sandalye oturtulan ve kurşuna dizilen<br />

büyük devrimci ve sosyalist önder Connolly şunları<br />

söyler; “Benim, ülkemiz halkının ideal olarak<br />

karşılarına koymalarını dilediğim cumhuriyet öyle bir<br />

cumhuriyet olmalıdır ki, yalnızca adından söz edilmesi<br />

bile, her çağda, her ülkenin ezilenleri için bir<br />

işaret ateşi oluşturmalı, uğruna harcanan çabaların<br />

ödülü olarak her çağda özgürlük ve bereket vaat etmelidir.<br />

İngiliz Ordusunu yarın ülkeden çıkartıp yeşil<br />

bayrağı Dublin kalesine çekseniz bile, sosyalist<br />

cumhuriyetin kurulmasına yönelmiş değilseniz<br />

tüm çabalarınız boşa gidecektir.”<br />

İşgalci İngilizler defedilmiş, ancak özgürlük<br />

gelmemiştir. İşgalci toprak ağaları, zenginlerin<br />

oyuncağı politikacılar ve mülkiyetçi rahipler,<br />

İrlanda’yı cehenneme çevirmiştir. Kahramanımız,<br />

sanatla, boksla, şiirle, şarkıyla, dansla, gençlerin<br />

ufkunu açan, onları aydınlatan ve sorgulatan<br />

salon yaşasın diye, yeniliğin ve eşitliğin düşmanı<br />

peder ile görüşmeye gider. Ceberut peder; “Ben<br />

sizleri dinliyorum, günahlarınızı dinliyorum, affedilmenizi<br />

sağlıyorum” der. Jimmy, gericilikle<br />

asla uzlaşamayacağını anlar ve “Evet, sen bizi<br />

dinliyorsun, ama sadece diz çöktüğümüzde…”<br />

diye yanıt verir.<br />

Sonra savaş başlar, Jimmy Gralton’un ateşli<br />

sözleri, büyük tutkusu, baş eğmez ruhu ve yoksul<br />

kitleleri etkileme gücü, onları korkutmuştur. Eski<br />

tenekeden bir salon, neden bu kadar tehlikeliydi?<br />

Çünkü onu inşa edenler, burası bir bina değil,<br />

burası biziz demiştir. Salon, öyleyse gelecek ve<br />

umut demektir ve bu özgür yapının yok edilmesi<br />

gerekir. Jimmy’in yaşlı anası, gezici kütüphanesiyle<br />

çocuklara kitaplar taşıyan bir kadındır,<br />

oğlunun ikinci kez sürgün edilmesi, bir daha<br />

görüşememek demektir. Mahkemede, tarihe seslenir;<br />

“Bir adamı yargılamadan evinden alabiliyorsak<br />

ve düşüncelerinden dolayı sürgün edebiliyorsak.<br />

Ben sadece çocuğumu kaybederim, ancak<br />

İrlanda çok daha fazlasını kaybeder”<br />

Sürgünlere yolladıklarımızla, sanata ve<br />

hayata düşmanlığımızla, bağnazlığımızla,<br />

muhafazakârlığımızla, din adına yaşamı<br />

daraltmamızla, fakiri daha fakir, zengini daha<br />

zengin etmemizle, İrlanda’dan ne farkı var<br />

ülkemizin? Ken Usta, biraz da bizim memleketimizi<br />

anlatmış, seyretmek gerek. Yazıyı<br />

bitirirken gözüme bir mail ilişti, devlet, Caferağa<br />

Dayanışma Evi’ni tez boşaltın diyordu, sanat,<br />

paylaşma, öğrenme, sorgulama, sistemi, elbette<br />

rahatsız eder. Dün de böyleydi, bugün de<br />

böyle, yeni salonlar açılsın ki, yarınlar artık böyle<br />

olmasın.


n İki Gün Bir Gece’yi kimileri için fazla<br />

iddialı olabilir ama ilgiyle izledim. Dardenne<br />

Kardeşlerin filmlerinin misyonu olduğunu ve<br />

bunun da seyirciyi fazlasıyla tatmin ettiğini söylemek<br />

mümkün. Filmi izlerken kardeşlerin 1999<br />

yapımı Rosetta filmine aklımız gitti elbette, hatta<br />

Rosetta’nın daha güçlü ve sert bir anlatım<br />

dili olduğunu düşünebiliriz. (Hatta bir kez daha<br />

izledim yazıyı yazarken ve Sandra’nın kocasını<br />

oynayan Fabrizio Rongione’nun Rosetta’daki<br />

Riquet olduğunu fark ettim, oradan bile bağ<br />

kurmak istemiş yönetmenler. Rosetta’nın daha<br />

sakinleşmiş hali olarak ele alabiliriz Sandra’yı)<br />

) Orada da işini sahiplenen, korumaya odaklı<br />

bir kızın hayatı ekseninden bakmıştık refah<br />

toplumu ve onun karşılığına. Burada ise<br />

Sandra üzerinden kapitalizmin herkesi çaresiz<br />

bırakan akışkanlığına odaklanıyoruz.<br />

Karşımızda gayet somut, ayakları yere basan<br />

ve kıyasıya bir hale dönüşen iş çabası var.<br />

Çok içimizden çok gündelik. Bir film bu kadar<br />

içimizden, hatta bu kadar tekrarlı diye bence<br />

eleştirmek yerine bizi taşıdığı noktalara bakmak<br />

lazım.<br />

Sandra son aylardaki verimsizliğiyle acımasız<br />

iş koşullarının çarklarına arasına girmiş bir<br />

kadın. Şirketin kısıntıya gitme aşamasında<br />

gözden çıkaracağı en güçlü aday. Topun<br />

ağzında öğrendiği anda itibaren de tüm iş<br />

arkadaşlarını tek tek ikna etme yoluna gidiyor.<br />

Arkadaşlarının bu kadar kafasının karışık<br />

olmasının nedeni ise şirketin onlara yapacağı<br />

ödenek. Yani ya onlara ilaç gibi gelecek bir<br />

miktar parayı seçecek ya da arkadaşlarının<br />

işte ayrılmasına engel olacaklardır. Film<br />

zorluğun ortasına Sandra’yı yerleştirmiş gibi<br />

dursa da asıl zorluk iki arada bi derede kalan<br />

arkadaşlarında aslında. Film neredeyse<br />

sonuna kadar bu çatışma üzerinden gidiyor.<br />

Sandra tek tek telefonla ve yüz yüze iş arkadaşlarını ikna<br />

etmeye çalışıyor işte kalması için. Ama bu hiç kolay değil.<br />

İzleyiciye de değişik bir karar mekanizması yaşattırıyor<br />

bu anlamda film. Herkesin kararı üzerinden Sandra’nın<br />

durumunu, kapitalizmin kapsadığı çerçeveyi ve bir kez<br />

daha kendi kararınızı gözden geçiriyorsunuz. Kimseye<br />

kızmadan, yargılamadan ama bir yandan da tam tersini<br />

yapacak kıvama gelebilme ihtimalini bir köşede tutarak<br />

izlettiriyor film kendisini. Kapitalizm her kapının ardından<br />

daha vahşi ve eğlenerek el sallıyor adeta bize! Ve herkesin<br />

hikayesine ayrı bir kulp buluyor!<br />

Film buna rağmen çok yalın, kamera sadece bir takipçi<br />

gibi davranıyor. Fazla midahil olmadan vereceklerini vermeye<br />

çalışan biri gibi. Bu arada Sandra’nın arasının kötü<br />

olduğunu öğrendiğimiz sevgilisinin aslında destekmiş<br />

gibi duran baskı mekanizmasını da sorgulamak lazım.<br />

İşi kaybetmesinin duygusal değil de maddi boyutuyla<br />

ilgilenen tavrı gerçekten de iticiydi. Sandra’nın çabası ise<br />

takdire şayan. Daha çok erkek izleyicilerin yorumlarında<br />

gördüm. Marion Cotillard’ın bu çabalayan, yorgun ve<br />

bakımsız hali onları bir hayli üzmüşe benziyor. Karakterden<br />

çok Cotillard’ın hali onları üzmüş, tamam sevdiğiniz<br />

aktris, güzel bir kadın ama bu kadar duygusal yaklaşmak<br />

biraz ilginç geldi. Hakkını arayan, atletik, enerjik bir<br />

kadını hakkını vererek oynamış işte, daha çok sevmek<br />

lazım gelmez mi? Filmi bir hak arama çabası, modern<br />

dünyanın getirdiği yalnızlaştırma ve bencilleştirme<br />

aşamalarını çok iyi bir yerden veriyor, kafalarda soru<br />

işareti, yargılama, algılama hali bırakıyor ve o yüzden de<br />

başarılı bir film İki Gün Bir Gece…


n Öyle filmler vardır ki, içeriğinden, fragmanına,<br />

oyuncu kadrosundan dokusuna kadar umutlu<br />

beklentiler yaratır. Kimi zaman aradığını, hatta<br />

belki de fazlasını bulur seyirci. Ancak bazen<br />

de öylesine bir hayal kırıklığı sarar ki bünyeyi,<br />

izlediğinize pişman olursunuz. Böyle mi olacaktı<br />

dersiniz. Maalesef “Yağmur Kıyamet Çiçeği” ikinci<br />

kategoriye giriyor kanımca.<br />

Kazım, yirmi yaşında bir üniversite öğrencisidir.<br />

Gözaltına alınınca, okulu bırakır ve müzik yapmaya<br />

karar verir. Memleketi olan Hopa’ya<br />

gittiğinde çocukluk aşkı Seher’le karşılaşır.<br />

Şenol, Akçaabatspor’da oynayan bir futbolcudur.<br />

Trabzonspor’a transfer olmak üzeredir, yeni<br />

tanıştığı Elena’ya ilk görüşte aşık olur. Olaylar, bir<br />

noktada birbirine temas eder; farklı yaşamlar, ortak<br />

kader ve tek öyküde birleşir. Engin Hepileri, Elena<br />

Viunova, Erkan Kolçak Köstendil, Devrim Saltoğlu,<br />

Sevtap Özaltun, Settar Tanrıöğen, Altan Erkekli,<br />

Devrim Yakut, Sait Genay, Serap Aksoy, Rıza Sönmez,<br />

Hüseyin Avni Danyal, Ruhi Sarı gibi oldukça<br />

kaliteli ve geniş bir oyuncu kadrosuna sahip filmin<br />

senaryo ve yönetmenliği Onur Aydın’a ait.<br />

Kazım Koyuncu adı eminim ki birçok kişi için<br />

büyük anlamlar ifade ediyor. Genç yaşta ölümüyle<br />

Türkiye’nin her kesiminden insanını<br />

üzmüştü. Hayat görüşüyle etrafını derinlemesine<br />

aydınlatan bir deniz feneriydi o, büyük sanatçıydı.<br />

İlk başta Kazım Koyuncu’nun hayatını izleyeceğini<br />

zanneden seyirciye çalım atan “Yağmur Kıyamet<br />

Çiçeği” her şeyden yarımşar kilo, ortaya karışık<br />

bir meyve tabağı sunuyor bizlere. Ne yazık! Film<br />

öyle bir yapı üzerine inşa edilmiş ki, Çarşamba<br />

pazarından farksız. Çernobil faciasının Karadeniz<br />

üzerindeki etkilerinden futbol/siyaset/mafya üçgenine,<br />

Karadeniz bölgesinde fuhuş yapan Rus<br />

uyruklu kadınların içinde bulundukları dramdan<br />

imkansız aşklara, Kazım Koyuncu’nun hayatı ekseninde<br />

akan kör topal politik anlatımdan Trabzonspor<br />

taraftarlığının ayrıntılarına kadar bir çok malzeme<br />

aynı tencerede kaynamaya bırakılmış. İşin kötüsü bu<br />

çorba pek lezzetli değil!<br />

Senaryonun karışıklığı, malzeme bolluğunun ve mesaj<br />

kaygılarının eksi haneye yazıldığı yapım kurnazlık<br />

yaparak seyirci çalmak için her kesime hitap etmeye<br />

çalışıyor. Ama bu o kadar kör gözüm parmağına<br />

yapılıyor ki, sakil durmakta. İnandırıcılık ölmüş. Altın<br />

Koza film festivalinde görücüye çıkan ve hatta SİYAD<br />

ödülünü nasıl aldığına bir türlü akıl sır erdiremediğimiz<br />

filmin en büyük artısı elbette ki oyuncuları. Özellikle de<br />

Erkan Kolçak Köstendil ve Settar Tanrıöğen bir adım<br />

öne çıkıyorlar bu kalabalık kadrodan. Hatta şu yorumu<br />

da rahatlıkla yapabilirim. Keşke sadece Şenol ve<br />

Elena’nın aşkı anlatılsaymış ve Karadeniz dokusunda<br />

gerçekten damar ve hakkını veren bir aşk hikayesi<br />

izleseymişiz.<br />

Filmi izleyip de tepki verenlerin en çok Kazım Koyuncu<br />

hayranları olacağını tahmin etmek zor değil. İlk bakışta<br />

Kazım Koyuncu hayatı gibi duran filmi izleyenler<br />

Koyuncu’nun bir gişe filmine meze yapıldığını görünce<br />

isyan etmekte sonuna kadar haklı olacaklar. Çiçeklerin<br />

üzerine her zaman yağmur yağar mı bilmem ama,<br />

çiçeklere kıyamet yaşatıldığı aşikar bu filmde!


Kutluğ Ataman’ın Kuzu filminin başrol oyuncusu Nesrin Cavadzade filmin<br />

sağlam bir feminist hikayeye sahip olduğunu kadınlar arasındaki ilişkinin<br />

de yaşadıklarımız açısından belirleyici olduğunu söyledi…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Nesrin Cavadzade’nin ilk fliminde 7 yıl önce<br />

röportaj yapmıştık. Daha sonra da yıllar içinde<br />

her filminden sonra konuştuk. Çünkü Türk<br />

sinemasının önemli kadın oyuncularından<br />

olduğunu hep kanıtladı. Sadece güzel<br />

kadın olmanın büyüsüne dayanmadı. Hep<br />

rollerini başkalaştırdı, kendi içinde Türkiye<br />

gündemini tartıştı, bazen de muhalif<br />

duruşunu röportajlarına taşıdı. Kısacası<br />

onun röportajlarını okurken kendi içinizde<br />

tartışırsınız. Kutluğ Ataman’ın Kuzu filminde<br />

yine tartışma yaratacak bir rolde izliyoruz<br />

Nesrin’i. Geçen haftada Annemin Sesi’nde çok<br />

daha farklı bir rolle karşımıza çıkmıştı. İşte<br />

iki filmide konuştuk ve tabii filmden fazlasını<br />

tartıştığımızı göreceksiniz.<br />

Antalya Film Festivali’nde iki filminiz vardı.<br />

Daha önceki yıllarda da üç filmle festivale<br />

katıldığınız olmuştu. Bu size ne hissettiriyor?<br />

Tecrübe kazandıkça Türkiye’nin bütün parametreleriyle<br />

çok değişken bir ülke olduğunu<br />

öğrendim. Her an herşeyin olabildiği, her<br />

an rüzgarın başka bir yönden esmeye<br />

başlayabildiği bir ülke. Sanatsal anlamda<br />

da bu böyle. Herşeye hazırlıklı olmak gerekiyor.<br />

İlk sene çok heyecanlıydım, geceleri<br />

uyuyamıyordum, tamamen filmle nefes alıp<br />

veriyor gibiydim. Üzerinden yedi, sekiz yıl<br />

geçti “Sanat yapıtı orada, karakterler orada,<br />

ben buradayım, onlar benden bağımsız şeyler”<br />

gibi hissediyorum artık. Festivalle de, yaptığım<br />

işle de, yönetmenlerle de arama mesafe koyabiliyorum...<br />

Artık grift bir halde değilim. Ben<br />

filmmişim, o karaktermişim, sanki görücüye<br />

ben çıkıyormuşum hissi kayboldu yıllar içinde.<br />

Eskiden izlerken “Şurda böyle göründüm, burada<br />

böyle yaptım” diyordum. Şimdi “O yönetmenin<br />

dünyası, o kadın yönetmenin kadını ben değilim,<br />

karakterin o yüzü de var bu yüzü de var” diyorum.<br />

Yıllar içinde bunun yönetmenin dünyası<br />

olduğunu anladım, sen en iyi ihtimalle onun iyi bir<br />

hizmetkarı olabilirsin, bu onların işi, sakin olmak<br />

ve bir mesafe koymak gerekiyor. Bu beni bir çok<br />

anlamda çok rahatlattı. Yedi sene öncesine göre<br />

çok daha fazla rahatım.<br />

Siz bir şeyler söylemek isteyen bir oyuncusunuz,<br />

sinemanın aslında bir yönetmen sanatı olduğunu<br />

kabullenmekten de yola çıkarak, kamera arkasına<br />

yönelik bir düşünceniz, senaryo çalışmanız var<br />

mı?<br />

Sinema-Televizyon bölümü mezunu olmak, kamera<br />

arkasını biliyor olmak, kendi senaryo<br />

çalışmalarımın olması etkiliyor tabii. Ama oraya<br />

çok odaklı değilim, bir noktadan sonra “Ben oyuncu<br />

olmak istiyorum” kararı çok net bir şekilde çıktı<br />

benim için ve o yoldan da yürüdüm. Ama elbette<br />

ki bir tarafımla her zaman eleştirel, dışarıdan<br />

bakıp “Ben olsaydım ne yapardım, burasının altı<br />

yeterince çizildi mi” diye düşünüyorum. Hem<br />

eleştirel hem de çok onların yanında bir haldeyim.<br />

Mesela Kuzu’da neredeyse hiç konuşmadık<br />

Kutluğ’la (Ataman) sette. Bir yandan böyle bir<br />

rahatlık da var. Ama izledikten sonra yine de “Senaryoda<br />

şöyleydi ama bu sahne şöyle kotarılmış”<br />

diye düşünüyorum, benim ilk izlemelerim o<br />

yüzden çok sancılı geçiyor. İlk izleyişte söylediğim<br />

mesafe koyma hissi hemen gelmiyor. Mesela<br />

Kuzu’yu Berlin’den sonra burada ikinci kez izledim<br />

ve ne kadar harika bir film olduğunu burada<br />

anladım. Berlin’de anlamamıştım.


Kuzu’nun senaryosu size geldiğinde ne<br />

düşündünüz?<br />

Çok sancılı geçti başlangıçta. Kutluğ<br />

zor bir adam, çok hassas bir adam,<br />

hemen kavrayamayabilirsin onun<br />

senden ne beklediğini. Projeye<br />

başlayabilmemizin çok komik ve uzun<br />

bir hikayesi var. Kutluğ’un asistanı<br />

Tacım (Açık) beni aylarca haftada<br />

iki, üç kere arayıp “Merhaba Nesrin<br />

Hanım, ben Tacım Açık, Kutluğ<br />

Ataman’ın asistanıyım, sizin çok büyük<br />

hayranınızız, iki haftadır durmadan<br />

bütün filmlerinizi seyrediyoruz” diyor<br />

ben de “İki hafta sürmez benim filmlerim,<br />

topu topu altı, yedi tane filmim<br />

var. Maksimim üç gün sürer, nasıl iki<br />

haftadır izliyorsunuz” diyorum. O da<br />

“Sizi çok beğeniyoruz, sizi çok seviyoruz.<br />

Kutluğ Bey’in bir hikayesi var” diyor.<br />

O zaman çok güzel bir ismi vardı filmin<br />

Güneye Bakan Duvar’dı. Sonra Kutluğ<br />

onu “Bu çok sanatsal deyip Kuzu diye<br />

değiştirdi ama ben çok seviyordum o<br />

adı. “Kutluğ Bey sizinle görüşmek istiyor”<br />

diyor, ben çok heyecanlanıyorum<br />

“Lütfen bana treatment yollayın, senaryosunu<br />

yollayın” diyorum o da<br />

“Yollayacağız ama önce Kutluğ Bey<br />

sizi görmek istiyor, yüz yüze konuşmak<br />

istiyor” diyor, “Tamam ne zaman<br />

görüşelim” diyorum, “Haftaya müsait<br />

olur musunuz Kutluğ Bey sizi arayacak”<br />

diyor. Sekiz ay bu konuşmadan milyonlarca<br />

yaptık. Kutluğ beni aramıyor ama<br />

ben bu arada treatment’ı bulmuşum,<br />

synopsis’ini bulmuşum okumuşum.<br />

Hikayeyi çok beğendim. Merkezde<br />

kadının olduğu film yapılmıyor bu ülkede,<br />

çok az yapılıyor. Eminim şu anda<br />

Türkiye’de bütün kadın oyuncuların<br />

ortak derdidir bu. Kadın kahramanların<br />

sürüklediği hikaye yazılmıyor. Çünkü<br />

çok erkeksi bir yerden bakıyor yönetmenlerimiz.<br />

Kadın yönetmen zaten çok<br />

az. Yazan, yöneten adamlar da kadını<br />

çok kendi bakış açılarından görüyorlar.<br />

Son derece erkeksi hikayeler<br />

ortaya çıkıyor. Kadın kahraman<br />

sürüklese bile çok erkeksi hikayeler<br />

çıkıyor. Senaryoyu okudum<br />

bekliyorum, bir yandan da o kadar<br />

büyük istek var ki, odaklanmış<br />

haldeler bana. Böyle çok uzun ve<br />

bir türlü harman olamayan enerjimiz<br />

oldu. Sonunda bir araya<br />

geldik ve birbirimize aşık olduk gibi<br />

bir şey. Ben çok sevdim, Kutluğ<br />

da beni çok sevdi. O görüşme<br />

deneniyormuşum gibi olmadı,<br />

benimle yol almak istediğini çok<br />

net ifade etti. Ama gel gör ki ondan<br />

sonra bizim yollarımız yine ayrıldı.<br />

Yine bir araya gelemedik. Projenin<br />

hazırlıkları sürüyor haber alıyorum,<br />

hatta başka bir oyuncu var artık<br />

onun da haberini alıyorum. En son<br />

Ezgi Baltaş, Erol’un da (Mintaş)<br />

cast direktörlüğünü yapıyordu,<br />

Erol için görüşmeye gittiğimde bu<br />

konuyu konuştuk. Ezgi aracılık<br />

etti ve ben son anda projeye dahil<br />

oldum. Sete çıkmaya çok az kala<br />

Kutluğ yol aldığı oyuncusundan<br />

vazgeçti. Ayak kaydırma öyküsü<br />

gibi görünüyor ama öyle değil. Çok<br />

engeller aşılarak gerçekleşti. Sette<br />

de çok az konuştuk, garip bir sinerji<br />

oldu aramızda, gerçek hayatta<br />

yakalayamadığımız sinerjiyi set<br />

ortamında mükemmel bir şekilde<br />

yakaladık.<br />

Bazı rollere hazırlanmak gerekir,<br />

bazısında oyuncunun kendi içinde<br />

biriktirdiklerini kullanması yeterlidir.<br />

Bu rol hangisine daha yakındı?<br />

Bunun için bir şeyler okumak gibi<br />

bir hazırlığım hiç olmadı. Tamamen<br />

içgüdüsel bir yerden yürüdü.<br />

İlk defa galiba kendimi tamamen<br />

Kutluğ’a bıraktım. Hiç bir şekilde,<br />

hiç bir an direnişim olmadı. Onun<br />

kuracağı dünyaya bütün varlığımla<br />

inandım ve kendimi filmde dekor<br />

gibi hissettim. O beni çerçevenin<br />

gerekli yerine yerleştirecek diye


düşündüm. Kutluğ filme başlamadan<br />

önce bazı filmler izlememizi istedi. En<br />

çok Bresson’un, Aki Kaurismaki’nin<br />

filmlerini izlememi istedi. Factory Girl’ü<br />

özellikle izlememi istedi “Nesrin bak<br />

herşeyi gösteren oyunculuklar vardır.<br />

Şimdi üzülüyorum, şimdi kahroluyorum,<br />

şimdi çok mutluyum, şimdi intikam<br />

alıyorum gibi. Yani duyguları dışavuran<br />

oyunculuklar vardır” dedi, maalesef ki<br />

Türk sinemasında bunu çok sık görüyoruz.<br />

“Bir de böyle bir janr var, neredeyse<br />

satır okuyan oyuncular var. Ben sana<br />

buradaki gibi oyna demiyorum ama bunun<br />

bir ortasını bul. Biri sıfır diğeri onsa<br />

sen beşlerde ol” dedi. O filmleri izlemek<br />

bana çok büyük bir hazırlık oldu. Zaten<br />

izlemiştim o filmleri ama Kutluğ’un<br />

yaratmak istediği dünya ve beni görmek<br />

istediği biçim hakkında bir fikrim oldu.<br />

Şunu çok iyi kavradım, ben hiç bir anda<br />

öne çıkan bir unsur olmamalıyım filmde,<br />

sadece hizmet eden, temsil eden birisi<br />

olmalıyım. Dikkat ederseniz filmde<br />

hep ironi var, ne oynarsak oynayalım<br />

ağladığımızda da, güldüğümüzde<br />

de, çocuklar birbirlerine acıklı şeyler<br />

söylediğinde de hep bir mesafe var<br />

aslında.<br />

Din tabanlı hikayeler, efsaneler özünde<br />

erkek odaklıdır, bu hikaye de aslında<br />

erkek odaklı, kadın çocuklarını öldürüp<br />

erkeğe ders verir ve onun dininde bu<br />

kötüdür aslında. Bu hikayeyi dönüştürüp<br />

o kadına bir haklılık vermek, o efsaneyi<br />

belki kadınlar için tekrar yazmak konusunda<br />

ne düşünüyorsunuz? Senaryoyu<br />

okurken bunları bu şekilde<br />

algıladınız mı?<br />

Tabii tabii. Ben bunu çok sert bir feminist<br />

senaryo olarak okudum. Erkekler<br />

dünyasına sıkı bir ders veren çok<br />

güçlü bir kadın kahraman vardı ortada.<br />

Aile dediğimiz şey aslında çoğunlukla<br />

kadınların omuzlarının üzerine<br />

yüklenmiş, bütün sırtlayıcısı ve taşıyıcısı<br />

kadın, bu çok ikiyüzlü bir şey, böyle<br />

bir şey beklenemez, sorumluluk almayan<br />

hiç bir şekilde sorumluluğu<br />

paylaşamayan erkekler dünyasında<br />

herşeyi kadından beklemek bir<br />

noktada patlamaya sebep oluyor.<br />

Bir kadın ortaya çıkıyor ve diyor ki<br />

“Hayır sizin ikiyüzlülüğünüzü size<br />

göstereceğim, yedireceğim, sizin<br />

kuzunuzu size yedireceğim” diyor.<br />

Ben en başından beri bunu sıkı bir<br />

feminist hikaye olarak okudum ama<br />

bir yandan da filmde acıyorsun<br />

adama. Kuzu aslında İsmail, bence<br />

en kuzu kadının kocası. Tek tek<br />

kişiler ya da köy değil de ataerkil<br />

olan şeyin mağduru kadın da<br />

üretiyor bunu. Kadın düşmanlığı<br />

erkekleri çok aşan bir şey. Bunu<br />

çok güzel kuruyor bence. Kadın<br />

düşmanlığı her zaman erkeklerden<br />

gelmiyor.<br />

Profesyonel oyuncular biliyoruz ki<br />

filmlerden etkilenmezler ama bazı<br />

filmler oyuncuların kişisel hayatları<br />

ile çakışır ve ona bir şeyler bırakır.<br />

Bu filmden size ne kaldı, kişisel<br />

görüşlerinizi etkileyecek bir şeyler<br />

kaldı mı?<br />

Elbette çünkü ister istemez bir<br />

kadın oyuncu olarak Türkiye’nin<br />

kadına bakış açısı ile uğraşmak,<br />

kaşımak, sarsmak, karşı çıkmak,<br />

direnmek, reddetmek gibi bir<br />

içgüdüm var, çünkü çok rahatsız<br />

edici bir ülkede yaşıyorum. Çok<br />

normalleşti artık, kadınlar her gün<br />

öldürülüyor, her gün korkunç haberler<br />

okuyoruz. Ayrımcılık en ufak<br />

şakalarda, günlük hayatta her an<br />

kendini belli ediyor. Ben bugün bu<br />

şekilde giyiniyorsam çoğu zaman<br />

bu benim kişisel tercihim değil bu<br />

ülkenin bana dayattığı bir şey. Ben<br />

çok daha özgür olmak istiyorum,<br />

filmlerdeki tercihlerimi yaparken,<br />

rol tercihimi yaparken çok daha<br />

sınırsız ve özgür olmak istiyorum<br />

ama her zaman bir yargılanma korkum<br />

var, her zaman seyirci ne der,


en bundan sonraki kariyerimi nasıl yürütürüm, var<br />

olabilir miyim bu ülkede gibi endişeler var. Böyle<br />

filmlerde oynamak o mücadelenin bir parçası. Ufak<br />

ufak da olsa, karınca adımlarıyla da olsa o yolu<br />

ilerletmemin, seyirciye soru sormamın, bu ülkenin<br />

toplumuna soru sormamın araçları oluyor filmler.<br />

Çok kuvvetli kadın kahramanlar bunlar, kaderlerinin<br />

iplerini kendi ellerine almak için çaba sarfeden<br />

kadınlar ve ben de Nesrin olarak böyle olmak istiyorum.<br />

Hayatın içinde kendi kaderimi kendim tayin<br />

etmek, bu yolda korkmadan yürümek “Hayır ben<br />

bunu seçtim ve bu yüzden bunu yaptım” diyebilmek<br />

ve bunu yüzüm kızarmadan yapabilmek istiyorum.<br />

Dolayısıyla filmler çok önemli araçlar,<br />

elbette ki onlardan bana çok<br />

şeyler kalıyor. Cebimdeki taşlar<br />

gibi, yerimde ağırlaşıyorum. Bu<br />

karakter üzerinden bunları da<br />

sormuş oldum hayata, bu ülkenin<br />

erkeklerine, erkeksi zihniyetine<br />

diyebilmiş oluyorum. Çok ürkütücü<br />

bir şey bir yandan da; Medine<br />

için bir sürü eleştiri de gelebilirdi.<br />

Annemin Şarkısı filmine geçersek<br />

o filmdeki karakter duygusal ve<br />

mücadele anlamında bunun tam<br />

zıddı denilebilir. Bir oyuncu olarak<br />

oradaki pasifliği nasıl algıladınız?<br />

Ben yelpazemi genişletmeyi çok<br />

istiyorum. Zeynep de bir yandan<br />

“Sen istesen de istemesen de<br />

ben bu çocuğu doğuruyorum” gibi<br />

bir cümle ediyor ama bunu çok<br />

yumuşak bir şekilde erkeği de<br />

kollayarak ve onu da incitmemeye özen göstererek<br />

yol almak istiyor. Erol’un (Mintaş) bana tarif ettiği<br />

“Evet bu kadın kendi başına var olabilir ama bunu<br />

bağırıp çağırmadan yapmayı seçecek bir kadın”<br />

demesi beni etkilemişti. Kuzu’dan hemen sonraydı<br />

bu film arada televizyonda da çok sert bir kadını<br />

oynuyordum Görüş Günü Kadınları’nda, bu yüzden<br />

Zeynep’i çok istedim. Yelpazenin öteki ucuna gidip<br />

başka bir şey deneyimlemek, daha yumuşak bir ton<br />

tutturmak, daha yumuşak bir oyun bulmak istedim.<br />

Bir de Erol proje daha bir cümleyken bahsetmişti,<br />

Zeynep çok dönüştü, Erol senaryo ile çok uğraştı.<br />

Filmi izledim, benim için sürpriz oldu, bir sürü sahne<br />

de yok filmde. Şu an gördüğünüz kadarı üzerinden<br />

konuşmak zsorundayım halbuki benim okuduğum<br />

ve çekilen başka bir şeyler de var ama insanlar bu<br />

kadarını görecek. Oyuncu olarak ne kadar çok şey<br />

deneyimlersem, kendi içimde ne kadar zıt uçlara<br />

gidebilirsem o kadar iyi diye düşündüm.<br />

Bu filmdeki annenin özelinde baktığımız zaman<br />

kadının dili siyasetten uzak, o kendi hayatını,<br />

çocuğunu, ailesini, tarihini koruyor. Çok kadınsı,<br />

çok sahiplenen bakış açısı, O kadının bakış açısı<br />

bize başka bir şey öneriyor olabilir mi?<br />

Elbette. Bence özünde savaşmak ve savaşla<br />

ilgili herşey devletlerle, iktidarlarla, bir takım güç<br />

odaklarıyla ilgili ve erkeksidir ama onun dışında<br />

toprağın kokusunu bilmek,<br />

bir şey ekmek, oradan bir<br />

şey yeşermesini sağlamak,<br />

ağaçların isimlerini bilmek,<br />

bitkileri tanımak, bir şeyi korumaya<br />

çalışmak, yeşertmeye<br />

çalışmak, yaşamasını<br />

sağlamak kadınsıdır ve halktır.<br />

Halklar kadınsıdır, iktidarlar<br />

erkeksidir. Halklar kadındır,<br />

savaşlar erkektir. Bu film çok<br />

kadın bir şeyi anlatıyor anne<br />

karakteri üzerinden ama öteki<br />

kadını da, oğlu da bağlayan<br />

evrensel bir öykü anlatıyor.<br />

Neredeyse Çehovvari bir evrensellikle<br />

toprağına geri dönmek<br />

isteyen, toprağından zorla<br />

edilmiş, ait olmadığı yerde<br />

nefes alamayan, pencereden<br />

dışarı baktığında memleketinin<br />

düzlüklerini, atlarını, dengbejlerini duyan<br />

ama gerçekte sadece hiç bir yeşili olmayan ve<br />

nefes alacak hiç bir yer olmayan o korkunç siteleri<br />

gören sıkışmış bir annenin öyküsünü anlatıyor.<br />

Bu öyküler çoğaldıkça bunları konuşmaya<br />

başlayacağız ve barışı konuşmaya başlayacağız.<br />

Bu tek alternatif gibi geliyor bana. Formu ne olursa<br />

olsun öykü anlatıcılığı, sinema yapmak da olabilir,<br />

sözlü tarih de olabilir, resim yapmak, müzik yapmak<br />

ne tür olursa olsun harmanlanmak barışmanın ve<br />

birbirini dinleme pratiği edinmenin tek yolu.<br />

Yaşadığımız bütün problemlerin altında biliyoruz ki<br />

aslında kapitalizm var, Türk sinemasının en muhalif<br />

kanadı Kürt yönetmenler. Sinemadaki bu muhalif


kanadın kapitalizm problemine yeterli bir<br />

sınıfsal bakış açısıyla bakabildiğine inanıyor<br />

musunuz, etnik açıdan bakılınca aynı dertten<br />

muzdarip olanlar arasında başka bölünmeler<br />

yaratılmış olmuyor mu?<br />

Kürt sineması Türk sineması diye ayırmak<br />

bana çok acı geliyor. Türkiye sineması<br />

bugünkü haline, bu dertleri bu haliyle<br />

konuşabilme özgürlüğüne daha o kadar<br />

yeni geldi ki... Bunu sadece bir aşama,<br />

bir basamak gibi görüyorum. Bir dil var<br />

ortada milyonlarca insanın konuştuğu ve<br />

bu dil hala eğitim dili değil. Çok yakın zamana<br />

kadar insanlar evlerinde bu dilde<br />

kitap bulundurdukları için, dengbej kasetleri<br />

dinledikleri için, Ciwan Haco dinledikleri<br />

için gözaltına alınıp işkence görüyorlardı,<br />

öldürülüyorlardı. 30 bin ölümden bahsediyoruz,<br />

hapse girmiş çıkmış 500 bin insandan<br />

bahsediyoruz, 30 yıl süren canlı, sıcak<br />

savaştan bahsediyoruz. İnsanlar duygusal<br />

olarak bir boşalmalılar gibi bir his var<br />

içimde. Elbette ki herşeyin en üstünde ve<br />

en önünde sınıfsal mücadele ve sınıfların<br />

mağduriyeti var ve elbette ki evrensel olan<br />

ve konuşulması gereken ve dert edinilmesi<br />

gereken en acil mesele bu ama bir<br />

halk var ortada ve sadece dilinden dolayı,<br />

sadece etnik unsurundan dolayı çok uzun<br />

seneler, bütün cumhuriyet tarihi boyunca<br />

çok işkenceler gördü, çok acı çekti. Daha<br />

yeni yeni yasaklanmadan bir şeyler olmaya<br />

başladı. Bu sene bile Musa Anter’le<br />

ilgili bir belgesel film gösterilirken Toma<br />

bekledi kapıda. Biz sanatsal anlamda o<br />

kadar emekleyen bir bebeğiz ki, o kadar<br />

ayağa kalkmamış vazitteyiz ki elbette ki<br />

önce bizi kalbimizden çok yaralamış şeyleri<br />

konuşacağız ve onlara öncelik vereceğiz.<br />

Bunlardan sıyrıla sıyrıla gerçekten sinemayı<br />

konuşmaya başlayacağız. Meselelerimiz<br />

bizim ayak bağlarımız onlardan kurtula<br />

kurtula sanatı konuşmaya başlayacağız,<br />

sansürsüzlüğü konuşmaya başlayacağız,<br />

özgürleşeceğiz. Etnik kökenimiz bizim zincirimiz<br />

bu ülkede. Bu zincirleri kırmadan saf<br />

sinema üzerine konuşmak çok zor.


n Prömiyerini Cannes Film<br />

Festivali’nde yapan,<br />

ülkemizde de Filmekimi<br />

kapsamında<br />

gösterime giren<br />

The Search’ü<br />

nihayet<br />

Malatya Film<br />

Festivali’nde<br />

izleme şansı<br />

buldum. The<br />

Artist ile 2012<br />

yılında yapılan<br />

Oscar ödül törenine<br />

damgasını<br />

vuran Fransız<br />

yönetmen Michel<br />

Hazanavicius’un<br />

tarzından bir hayli<br />

uzaklaşarak yeni<br />

filmiyle bambaşka<br />

sulara girmesi ve<br />

Rus-Çeçen savaşına<br />

odaklanması pek<br />

çok kişiyi şaşırttı;<br />

bir o kadar da eleştiri<br />

yağmuruna tutuldu.<br />

Cannes’da eleştirmenlerce<br />

beğenilmeyen The Search,<br />

ülkemizde de gösterime girdikten<br />

sonra sinema üzerine<br />

yazıp çizen birçok insan<br />

tarafından sevilmedi. Peki,<br />

gerçekten The Search kötü bir<br />

film mi?<br />

Açıkçası bu yazıyı yazmadan<br />

önce, filmi beğenen küçük bir<br />

azınlığa mı dâhil olup olmadığımı<br />

merak ederek biraz araştırma<br />

yaptım. Genelde insanın okuduğu<br />

yazıdan ister istemez etkileneceği<br />

korkusuyla yazmadan önce<br />

başkalarının görüşlerini okumayı tercih<br />

etmem ama bu kez merakıma ye-


nik düştüm ve gerçekten<br />

okuduklarıma<br />

inanamadım. Kelimenin<br />

tam manasıyla<br />

saçma sapan temellere<br />

dayandırılan fikirlerle<br />

film yerden yere<br />

vurulmuştu. Hiçbir<br />

mantıksal gerekçe sunulmadan,<br />

filmin kötü<br />

olduğu söylenmiş ve<br />

Cannes’daki eleştirmenlerin<br />

de beğenmemiş olması,<br />

savlarını desteklemek<br />

için yeterli kabul edilmişti.<br />

Fransızlar beğenmeyince, biz<br />

de beğenmemiş sayılıyoruz<br />

sanırım; o hissiyat yerleşmiş<br />

bize...<br />

Hal böyle olunca, Çeçen meselesi<br />

gibi yakın tarihin önemli<br />

olaylarından birine odaklanan (ki<br />

bu meseleyi konu alan film çok<br />

azdır) ve insanların yaşadıkları<br />

dramı, uluslararası arenada gündeme<br />

getirmeye çalışan bir filmi<br />

yerden yere vurup, doğru düzgün bir<br />

hikayesi bile olmamasına rağmen sırf<br />

Kürt meselesini merkezine alan alelade<br />

bir filmi övgüye boğan eleştirmenlerin<br />

siyasi duruşlarının, algılarını ve bakış açılarını<br />

körelttiğini düşünüyorum. Milliyetçilik refleksiyle<br />

hareket edilerek ülkede yapılan her<br />

film her şartta övülmeli gibi bir yaklaşım da<br />

kabul görmeyeceğine göre duyarlılığımızı<br />

tüm insanlığa ait belli başlı konulara yönelterek<br />

samimiyetimizi kanıtlayabiliriz. Aksi<br />

taktirde yapılan samimiyetsizlikten, altı boş<br />

aktivistlikten öteye gitmez. Elbette, herkesin<br />

sinema zevki, filmden aldığı tat farklıdır.<br />

Bir filmin çıkış fikri samimi kimine göre samimidir,<br />

kimine değildir. Ancak ortada bir<br />

emek varsa bu çaba göz ardı edilmemeli ve<br />

yaşanan trajedilere propaganda aracı haline


gelmeden ışık tutmayı başarabilen bir sinema<br />

dili önemsenmeli, desteklenmelidir. Kürt ve<br />

Çeçen meseleleri birçok noktada benzer nitelikler<br />

taşıyan ortak paydaları olan acılardır.<br />

Bu sebeple ben, birini diline dolayıp diğer<br />

halklara duyarsızlaşma gafletini tarihçi refleksiyle,<br />

Çeçen meselesini yeterince bilmemeye<br />

bağlıyor ve konudan bihaber olunmasa The<br />

Search’ün daha iyi anlaşılacağına inanarak<br />

filme geri dönüyorum:<br />

Bu noktada Çeçen meselesinin özüne<br />

baktığımızda, Sovyetler döneminde ve bilhassa<br />

dağılma sürecinde Rus politikaları<br />

çerçevesinde Kafkas halklarına uygulanan<br />

göç zorunlulukları ile demografik yapının<br />

değiştirilmeye (Ruslaştırılmaya) çalışılması<br />

sonucunda yaşanan etnik çatışmaların<br />

savaşa sebebiyet vermesidir. 1991 yılında<br />

Sovyetlerin dağılmasıyla Çeçenistan’ın<br />

bağımsızlığını ilan etmesi durumu Rusya’nın<br />

birliği, petrol ve doğalgaz boru hatlarının<br />

bölgeden geçmesi, ayrılığın diğer halklara<br />

örnek olacağı korkusu, terörizmin yükselmesi,<br />

artan köktendincilik gibi durumlar<br />

yüzünden yeni kurulan Rus Federasyonu’nun<br />

politikaları için bir sorun teşkil ediyordu. Yeltsin<br />

döneminde, bağımsızlık yolunda ilerleyen<br />

Çeçenlere yapılan müdahaleden ekonomik<br />

istikrarsızlığın da etkisiyle istenilen sonucun<br />

elde edilememesi ve zoraki imzalanan<br />

antlaşmayla bağımsızlığın her iki tarafta çok<br />

yanlış anlaşılması Rusların ikinci müdahalesine<br />

ve filmde tanık olduğumuz trajedinin<br />

boyutlarının artmasına yol açtı. Yeltsin’in<br />

düşüşüne ve Putin’in iktidara gelişine yol<br />

açan İkinci Çeçenistan Savaşı’yla başlayan<br />

The Search, henüz açılış sekansıyla sizi yerle<br />

bir edecek bir film olduğunun sinyallerini<br />

veriyor. Bir Rus askerinin elindeki kamerayla,<br />

önce cehenneme dönen Çeçenistan’ı<br />

ardından da Çeçen aileyi sorguya çeken<br />

diğer Rus askerlerinin yaptıklarını çekmesiyle<br />

başlıyor. Yaşananları evinin penceresinden<br />

küçük kardeşiyle birlikte izleyen Hadji’nin<br />

(Abdul Khalim Mamutsiev) ailesini yitirmesinin<br />

ardından o cehennemden kaçışını izlemeye<br />

başlıyoruz. Sizi bilmem ama Hadji karakterini<br />

canlandıran Abdul Khalim Mamutsiev’i<br />

gördüğüm andan itibaren benim gözlerim dolmaya<br />

başladı. Bunu açıdan hem Mamutsiev’in<br />

müthiş performasını, hem de yönetmenin cast<br />

başarısını tebrik etmek gerekiyor.<br />

Hadji’nin İnsan Hakları Örgütü’nden Carole ile<br />

tanışması ve ona sığınmasına paralel olarak, Kolia<br />

(Maksim Emelyanov) isimli bir Rus gencinin,<br />

söz konusu dönemde Moskova hükümetinin<br />

ülke genelinde uyuşturucu kullanan ya da<br />

sabıkalı olanları askere alması sebebiyle kendisini<br />

bambaşka bir cehennemin içinde bulduğu<br />

hikâyeyi paralel olarak izlemeye başlıyoruz.<br />

Fred Zinnemann’ın 1948 tarihinde çektiği aynı<br />

adlı filmden esinlenilerek serbest bir biçimde<br />

uyarlanan The Search, ilk filmdeki gibi küçük bir<br />

çocuğun ailesini bulmasına yardımcı olunmasını,


hikâyelerinden biri olarak seçiyor ama milliyetlerde<br />

oynama yapmayı tercih ediyor.<br />

İlerleyen hikâyeler boyunca Hadji’nin göründüğü<br />

hemen her sahnede yüzündeki ifade seyirciyi duygusal<br />

olarak yerle bir etmeye yeterken, Kolia’nın<br />

günden güne Kubrick’in Full Metal Jacket’ta<br />

sinemalaştırdığına benzer bir biçimde sıradan<br />

bir insandan öldürme aracına dönüşmesi ise<br />

aslında yönetmenin bir yandan denge kurmaya da<br />

çalıştığını düşünmeme sebep oldu. Bu elbette ki<br />

Rus askerlerinin yaptıklarını meşrulaştırma çabası<br />

değildi zira Rus hükümetine ve izlediği politikalara<br />

ağır bir eleştiri getiriliyordu. Hazanavicius bu noktada<br />

insan davranışını anlama çabasıyla hareket<br />

ediyordu ki bu hem yaşanan trajediyi en sert<br />

haliyle ortaya koymak hem de savaşı ve savaşın<br />

insanı getirdiği durumu anlamaya çalışmak<br />

bağlamında bakıldığında oldukça önemli bir<br />

yaklaşıma dönüşüyordu.<br />

The Search’te dikkat çekici olan ise Carole’ün<br />

İnsan Hakları Örgütü’nün bir üyesi olarak<br />

BM’ye yaptığı sunumda uluslararası toplum<br />

üyelerinin yaşananlara kayıtsız kalmasına da<br />

değinilmesiydi çünkü Amerika ve Avrupa’nın<br />

önde gelen ülkeleri, 2001’deki terör olayına<br />

kadar Rusya’daki gelişmelerle ilgilenmediler.<br />

Ne zaman ki Dr. Frankenstein’ın akıbetine<br />

uğradılar o zaman Kafkaslar’ı hayati bir bölge<br />

olarak addetmeye başladılar. İlginç olan başka<br />

bir nokta da, Rusya’nın Kürt meselesine<br />

bakışıyla Türkiye’nin Çeçen meselesine bakışı<br />

epey benzerlik taşır. Bu yüzden halkların<br />

savunuculuğunu yaparken, diğer milletleri de<br />

okumakta fayda olduğunu düşünüyorum.<br />

Yazılanların aksine filmde Carole’ü canlandıran<br />

Bérénice Bejo’nun oyunculuğunu da kötü<br />

bulmadım. Evet, Abdul Khalim Mamutsiev ve<br />

Maksim Emelyanov’un yanında sönük kaldığı<br />

doğru ama çocukla Fransızca konuştuğuna<br />

dikkat çekilmesini zorlama buldum. Kadın<br />

Fransız, çocuk Çeçen ve Hadji başına gelenler<br />

yüzünden hiç konuşmuyor. Carole onunla<br />

bir şekilde her şeye rağmen iletişim kurmaya<br />

çalışıyor, bunu işaret diliyle yapamayacağına<br />

ve çocuk da zaten anlamayacağına göre ana<br />

dilini kullanmasından daha doğal bir şey yok.<br />

Sırf eleştirmek için de bu kadar zorlamanın<br />

manası yok açıkçası...<br />

Şu da var ki, filmde diyaloglarda ve bir takım<br />

noktalarda aksaklıklar vardı, mantık hataları<br />

görülüyordu ama kimse zaten The Search’ün<br />

kusursuz bir başyapıt olduğunu iddia etmiyor<br />

sadece hakkının teslim edilmesini gerektiğine<br />

inanıyorum. Çünkü o kadar kötü filmlerle<br />

karşılaşıyoruz ve o kadar saçma bir ödül<br />

sistemine tanıklık ediyoruz ki, Sezar’ın hakkını<br />

Sezar’a vermek çok zor değil…<br />

Özetle The Search, uzun süresine rağmen<br />

sıkılmadan izleyebileceğiniz, Çeçen sorunu<br />

gibi çok fazla değinilmeyen bir konuya ışık tutan<br />

ve bunu eli yüzü düzgün bir senaryo ve iyi<br />

oyunculuklarla yapan sarsıcı bir film. Kimin ne<br />

dediğine bakmayın, fırsat bulduğunuz ilk anda<br />

izleyin!


Damien Chazelle’in<br />

güçlü, etkileyici, gerilimi<br />

yüksek, harika oyuncu<br />

performanslarıyla dolu,<br />

çok iyi yönetilmiş<br />

“Whiplash” filmi tek<br />

kelimeyle mükemmel…<br />

n MDamien Chazelle’in 2014 Sundance Büyük<br />

Jüri Ödülü kazandıktan sonra Cannes’da da<br />

Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterilen<br />

son filmi “Whiplash” bir şeyi iyi yapmakla,<br />

bir şeyde en iyi olmak arasındaki büyük farkı<br />

çok etkileyici ve net bir biçimde ortaya koyuyor.<br />

Henüz 29 yaşında olan yönetmen Damien<br />

Chazelle Whiplash’in senaryosunu yazıp çok<br />

kişisel bulduğu için kimseyle paylaşmamış.<br />

Ardından The Black List’e giren film, burada<br />

yapımcılar tarafından keşfedilip çekilmeye karar<br />

verilmiş. The Black List henüz yapım aşamasına<br />

geçmemiş, senenin en beğenilen senaryolarının<br />

bulunduğu bir keşif sitesi. Bu listeden bulunarak<br />

çekilen, izlediğimiz çok sayıda başarılı film var.<br />

Örneğin “Whiplash”in 2012’de yer aldığı listeden<br />

seçilen be büyük prodüksiyonlarla çekilen filmlerden<br />

bazıları; “The Judge”, “The Equalizer”…<br />

“Whiplash” filmi yapı olarak spor filmlerini<br />

andırmakta ancak bu sefer yol aldığı alan<br />

jazz müziği. Genç ve hırslı Andrew Neiman<br />

(Miles Teller) jazz bateristi ve alanında efsane<br />

olmuş gaddar Fletcher da (J. K. Simmons)<br />

Manhattan’da bir konservatuarda jazz hocası.<br />

Bu ikilin arasında başlayan enteresan ilişki adım<br />

adım psikolojik bir gerilime dönüşüyor ve hızla<br />

tırmanıyor. Stres yumağı halinde ilerleyen bu


mükemmel filmde kusursuzluğa ulaşmak için<br />

neleri göze alabileceğimizi bize gösterirken, izleyicisini<br />

elektrik çarpmış bir halde baygın bırakıyor.<br />

Özellikle filmin kurgusunun jazz müziğinin ritmine<br />

uyumu ve hikaye ile kurgunun tonlarını<br />

tutturması çok iyi başarılı olmuş. Akademi benimle<br />

aynı fikirde olur mu bilemem ama başrollerdeki<br />

Miles Teller ve J. K. Simmons kesinlikle oscar<br />

adaylığı hakkettiklerini düşünüyorum. Özellikle<br />

J.K. Simmons Fletcher rolüne kendini adeta<br />

adamış ve karakterin kendisi olmuş.<br />

Filmi izlerken tırnaklarımı kemirdim ve koltuğun<br />

kenarında oturdum diyebilirim ki bu başıma<br />

normalde hiç gelmez. Sıklıkla filmin nereye<br />

gideceğini anladığınız anlar olur fakat bu<br />

filmde öylesine derin psikolojik ayrımlar ve yön<br />

değiştirmeler var ki duyguları allak bullak edebiliyor.<br />

Özellikle finalinde Fletcher, karakterinin<br />

gücüyle ve size de manipüle edebilecek kadar<br />

gerçek oyunculuğu ile filmin finalinin yorumunu<br />

arada bırakıyor. Kiminiz için bu final bir<br />

zafere işaret iken kiminiz için bir trajedi olarak<br />

yorumlanabilecek kadar göreceli. Herhangi bir<br />

alanda gerçekten çok iyi olmak için yetenekten<br />

fazlasının gerektiğini söyleyen filmin evrensel<br />

teması, Fletcher’ın öğrencisi Newman’dan talep<br />

ettikleri gibi, bu uğurda içten gelen gücün,<br />

dayanıklılığın, azmin motivasyonun, her birinin<br />

önemi çok büyük olduğunu sinemasal<br />

adrenalini yoğun bir şekilde gösteriyor. Film<br />

eleştirisinden ziyade filme bir övgü tadında<br />

kaleme aldığım bu yazı filmi izledikten sonra<br />

daha anlamlı gelecektir. Size kendinizi boks<br />

maçı izler gibi hissettiren bu jazz filminden<br />

sonra ortalamayla yetinen bünyenizi sorguya<br />

çekmeyi unutmayın...


n Sinema sanatının robotlarla tanışması daha<br />

ilk emekleme yıllarına denk gelir. 1927 yapımı<br />

Lang’ın Metropolis’inden beri beyaz perdeden<br />

yüzlerce robot gelip geçmiştir. Bunlardan bir<br />

çoğu sinema tarihine geçmiş olsa da silinip<br />

gidenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur.<br />

Biz hala adım atabilen robotlar yapmaya<br />

çalışalım, sinema robot teknolojisinde ışık hızı<br />

ile ilerliyor. Önce hantal demir yığınları olarak<br />

gördüğümüz robotlar artık yarı insan, android,<br />

atletik, bir çok yönden insandan çok ileride<br />

varlıklar. Hatta insanlığının sonunu da getirmek<br />

için çabalamaya devam ediyorlar. Tabi biz bu<br />

oyunu bozarız!! İnsanlığın sonunu getirmek mi?!<br />

Bu işe en çok kafa patlatan robot familyası, 30<br />

yıllık geçmiş ile Termiantör oldu. Sky Net adlı<br />

savaş simülasyonu, elindeki zamanda yolculuk<br />

teknolojisini de kullanarak yıllardır hain<br />

planlar peşinde. Ancak savaşın kaderini henüz<br />

değiştirebilmiş değiller.<br />

Milyon dolarlık Terminator “frenchize”ı son iki<br />

denemede kredisini oldukça tüketti. Özellikle<br />

Terminator: Salvation(2009) yeni bir üçlemenin<br />

habercisi iken, kendi bindiği dalı kesmekten<br />

çekinmedi. Daha da Sky Net iflah olmaz derken,<br />

efsanenin suyunun suyunu çıkarmak isteyen<br />

Hollywood boş durmadı ve yeniden Terminator’ü<br />

küllerinden yaratmaya çabalıyor.<br />

Yeni filmimiz Terminator: Genisys geçmişin<br />

de geçmişine gidiyor. Yok yanlış anlamayın<br />

Mısır Piramitlerine kadar gitmiyoruz. Ama<br />

Sarah Connor’un küçüklüğüne gidiyoruz.<br />

2029 yılında başlayacak olan film’de John<br />

Connor’ın önderliğindeki insanlık Sky<br />

Net’e son darbeyi indirmeye hazırlanırken,<br />

Sky Net yeniden Connor’ın annesini işin<br />

içine karıştırıyor. Oysa ki ana kutsaldır!!<br />

Ancak bu ahlaksız bilgisayar zekası bu sefer<br />

de geçmişte başaramadığını Sarah’ın<br />

çocukluğunda başarıp olayı kökten çözmek<br />

istiyor.<br />

Gelen bilgilere göre senaryoda Sarah Connor<br />

9 yaşında yeniden Arnold Schwarzenegger’ın<br />

oynayacağı T-800 tarafından evlat edinilip<br />

kaderini çizmesi için eğitime alınıyor. Yani<br />

bu demek oluyor ki en başta Sarah Connor<br />

her şeyin farkında idi. İlk iki Terminator’de ve<br />

Terminator: The Sarah Connor Chronicles’da<br />

kandırıldık.<br />

1984 yapımı ilk Terminator’ü hatırlayanlar bilir<br />

ki Sarah Connor tam bir seksenler ergeni idi.<br />

Şimdi o kızın eğitimli bir savaşçı olduğuna<br />

inanmamızı bekliyorlar. Bu senaryonun şu<br />

anki hali ile Terminator evreninde büyük<br />

boşluklar açacağı aşikar. Thor: Karanlik Dünya<br />

ile TV yönetmenliğinden gelip, büyük bütçeli<br />

filmlere geçen Alan Taylor’ın bu riskin altından<br />

nasıl kalkacağını merakla bekliyoruz.<br />

Fanlar arasında şimdiden büyük tartışmalara<br />

yol açan filmin oyuncuları da sil baştan<br />

seçilmiş. Eski serilerden Arnold’un yanında<br />

yeni Terminator T-800’ü Aaron V. Williamson<br />

oynuyor. Game of Thrones’un Ejderha anası<br />

Emilia Clarke’ı Sarah Connor, Jason Clarke’ı<br />

ise John Connor rolünde izleyeceğiz. Ayrıca<br />

çizdiği Doctor Who portresi ile gönüllerimizde<br />

ayrı bir yeri olan Matt Smith’in de henüz<br />

detayları çok da açıklanmayan bir rolü var.<br />

Tek umudumuz bu kadar değerli ismin içi


oş bir proje için bir araya gelmemiş olması.<br />

Bakalım yazın hitlerinden olması beklenen Terminator:<br />

Genisys yeni kuşağa Terminator’ü<br />

sevdirebilecek mi yoksa sonsuza kadar rafa<br />

kalkmasına mı neden olacak.<br />

Şimdi gelin konu açılmışken beyazperdenin<br />

damarında kan yerine veri akışı olan robotlarına<br />

bir bakalım:<br />

Terminator / Terminator, 1984 - 2015<br />

1984 yapımı filmin meşhur Robotu<br />

T-800 süper insan yapısı<br />

ile gelecekten gelip, insanların<br />

lideri John Connor’un annesini<br />

öldürerek doğumunu<br />

engellemek istedi. Daha sonra<br />

Connor’un eline geçen T-800<br />

yeniden programlanıp bu sefer<br />

de John Connor’un gençliğine<br />

gidip onu yeni geliştirilen sıvı<br />

metal T-1000’in elinden kurtarmaya çalıştı.<br />

Maria / Metropolis, 1927<br />

Sessiz sinemanın ilk<br />

robotu olarak kabul<br />

edebileceğimiz(bu konuda<br />

çeşitli tartışmalar olsa da) Maria, Fritz Lang’ın<br />

şaheseri Metropolis ile hayatımıza girdi. İlk<br />

önemli robot karakterin bir kadın olması ise<br />

ayrı bir güzelliktir. Bir yandan da kapitalizm<br />

karşıtı olan film, işçi sınıfının başkaldırışı üzerine<br />

bir yapımdı. Maria güzelliği ve büyüleyiciliği<br />

ile sistemi değiştirmeye çabaladı.<br />

C-3P0 ve R2-D2 / Star Wars I-VI, 1977 - 2005<br />

Star Wars’un ve belki de sinema aleminin en<br />

sevilen, en şirin robotları C-3P0 ve R2-D2, ufak<br />

robotların da büyük işler başarabileceğini göstermek<br />

adına önemli karakterlerdir. C-3P0 yıllar<br />

sonra ilk üçlemeyi gördüğümüzde aslında<br />

Anakin’in ellerinden çıktığını<br />

öğrendik ve gıcıklığını kimden<br />

aldığını da anlamış olduk. R2-D2<br />

ise hem Anakin’e hem de Luke’a<br />

ıslığı ile uzun yıllar yol gösterdi.<br />

Bazen kahraman oldu, bazen esir<br />

düştü ancak sahiplerinin gözünü<br />

hiç arkada bırakmadı.<br />

Ash / Alien, 1979<br />

Ian Holm’un oynadığı Ash<br />

karakteri başlarda şirkete<br />

çalışan bir bilim adamı gibi<br />

görünürken asıl amacının<br />

Alien yaşam formunu incelemek ve şirkete<br />

ulaştırmak olan ve bunun için de çalıştığı<br />

arkadaşlarını harcayan bir android olduğunu<br />

anlarız. Bu yüzden de uzun yıllar en sevilmeyen<br />

bilim kurgu karakterlerinden biri olur.<br />

Robocop / Robocop 1, 2 & 3, 1987 - 1993<br />

Son Robocop’u şekli şemali ile ayrı tutmak gerekirse<br />

ilk üçlemeyi temel alarak Robocop yarı<br />

insan yarı robot yapısı ile kanunları uygulamaya<br />

çalışan bir memur olarak ortaya çıkar. Peter<br />

Weller’ın oynadığı Robot şeklinin içindeki Alex<br />

Murphy karakteri tarihin en eğlenceli ve aksiyon<br />

dolu serisini yaratır.


WALL-E / WALL-E, 2008<br />

Dünyayı temizlemek ile<br />

yükümlü son robot Wall-E<br />

yalnız başına tüm Dünya’nın<br />

yükünü omuzlarına<br />

almıştır. Kirlilikten sonra<br />

kaçan dünyalılar ise uzay<br />

yolculukları sırasında iyice<br />

obez ve geri zekalı bir ırk<br />

haline gelmiştir. Ancak kendisinin<br />

sahip olduğu bir bitki dünyanın tekrar<br />

yaşanabilecek bir yer olduğunu kanıtlayacak<br />

ilk veridir.<br />

Data / Star Trek, The Next<br />

Generation series, 1994 -<br />

2002<br />

Mr. Spock’dan boşalan duygusuz,<br />

mizahtan anlamayan,<br />

mantığın sesini dinleyen<br />

ekip elemanı boşluğuna<br />

getirilen Data Atılgan’ın yeni<br />

görevlerinde Kaptan’ın sağ<br />

kolu olacaktır.<br />

Marvin the Paranoid Android<br />

/ The Hitchhiker’s Guide to<br />

the Galaxy, 2005<br />

Douglas Adams’ın yazdığı,<br />

tüm zamanların en mizahi bilim kurgu<br />

romanından uyarlanan aynı adlı yapımda Marvin<br />

depresifliği, umutsuzluğu ile göz yaşartır.<br />

Bir gezegen kadar büyük bir beyne sahip<br />

olduğunu söyleyen Marvin, süper beynini kullanacak<br />

bir mecra bulamamaktan yakınarak<br />

yaşamını sürdürmektedir.<br />

Johnny 5 / Short Circuit, 1986<br />

Video zamanlarının eğlenceli<br />

filmlerinden olan Short Circuit,<br />

Wall-E’nin de tasarım<br />

temellerini oluşturan Johnny<br />

5 ile bizleri tanıştırmıştır.<br />

Kısa devre sonrası kendinde<br />

insani duygular<br />

olduğunu anlayan askeri<br />

prototip Johnny 5 insanlığı<br />

tanımaya çalışırken yaratıcıları ise fişini çekme<br />

derdindedir.<br />

Roy Batty / Blade Runner, 1982<br />

Rutger Hauer’ın canlandırdığı<br />

Replicant lideri soğuk,<br />

acımasız bir karakterdir. Harrison Ford’un peşine<br />

düştüğü Roy replicant’lara biçilen ömürü uzatmak<br />

için uğraşmaktadır. Sinemanın unutulmazları<br />

arasına giren çatıdaki kovalama sahnesi ile<br />

hafızalarımızda yer edinir.<br />

Gigolo Joe /<br />

A.I. Artificial<br />

Intelligence,<br />

2007<br />

Kubrick’in<br />

beyninden<br />

çıkıp<br />

Spielberg’in<br />

hayata<br />

geçirdiği A.I.<br />

prjoesinin<br />

en güzel<br />

karakteri<br />

Jude Law’un<br />

canlandırdığı<br />

jigolo<br />

robot’tur. Yaratıcısını ve gerçek kendisini bulma<br />

yolundaki çocuk robot ile yolları kesişir ve ona<br />

arkadaşlık eder.


Sonny (NS-5) / I, Robot, 2004<br />

Chicago’da bir robotun<br />

cinayete karıştığı sanılmaktadır ve Will Smith’in<br />

oynadığı dedektif bir robot avı başlatır. Sonny<br />

insansı NS-5 modelinin modifiye edilmiş bir<br />

versiyonudur ve 3 robot kanununa karşı gelmeyi<br />

seçer. Ayrıca Sonny’nin gördüğü rüyalar onu<br />

tüm robotların geleceği için kritik bir noktaya<br />

taşıyacaktır.<br />

Optimus Prime / Transformers,<br />

2007<br />

Aslında uzaylı bir ırk olan<br />

devasa robot ırkının lideri Optimus<br />

Prime, Decepticonlarla<br />

savaşlarını dünyaya taşır ve<br />

insan ırkını korumaya kendisini<br />

adar.<br />

Robot Bill & Ted - Bill & Ted’s Bogus<br />

Journey, 1991<br />

Bill & Ted’in kötücül robot versiyonları<br />

olan bu ikili ana karakterleri öldürüp<br />

yerlerine geçmek isterler. Ve bu planda<br />

da başarılı olurlar. Kendilerini insanlardan<br />

çok üstün gören Bill & Ted<br />

robotları oldukça da eğlenceli varlıkları<br />

ile seriye renk katmıştır.<br />

GERTY - Moon, 2009<br />

Son yılların en iyi düşük bütçeli bilim kurgusunun<br />

robotu GERTY Sam Rockwell’in tek başına<br />

götürdüğü filmde rol çalmayı başarır.<br />

Kevin Spacey’nin seslendirdiği GERTY,<br />

üç yıldır ayda yalnız kalan Sam’in asistanı<br />

rolündedir. Asıl amacı kalite kontrol olan<br />

GERTY aynı zamanda insan odaklı hatalarla<br />

da devreye girmeye programlanmıştır.<br />

Ancak film ilerledikçe daha komplike bir<br />

varlık olduğu anlaşılmaya başlar.


n 21-27 Kasım 2014 tarihleri arasında beşincisi<br />

düzenlenen Malatya Uluslararası Film Festivali,<br />

geçtiğimiz Perşembe akşamı verilen ödüller<br />

ile sona erdi. Festival programında yer alan<br />

filmler arasında adalet/adaletsizlik temasını<br />

işleyenlerin çoğunluğu göze çarptı. Hoş bir<br />

tesadüf eseri art arda izlediğim, biri Müslüman,<br />

biri Katolik, diğeri ise Ortodoks çoğunluğun<br />

yaşadığı farklı coğrafyalara ait, birbirlerinden bir<br />

hayli farklı sistemlere sahip olmalarına rağmen<br />

her birinin adalet kavramını eleştirdiği üç filmden<br />

kısaca bahsetmek istiyorum: Uluslararası<br />

Uzun Metraj Film Yarışması bölümünde yer alan<br />

İran yapımı Hiss Dokhtarha Faryad Nemizanand<br />

(Hush! Girls Don’t Scream, 2013), Yeni Bakışlar<br />

başlığı altında gösterilen Belçika yapımı Het<br />

Vonnis (The Verdict, 2013) ve festivalin gözde<br />

bölümü Dünya Panoraması’nda kendine yer<br />

bulan Rusya yapımı Leviathan (2014).<br />

Hush! Girls Don’t Scream (2013)<br />

1951 doğumlu Pouran Derakhshandeh’in<br />

yönetmenliğini üstlendiği filmin senaryosunu<br />

Derakhshandeh ile Mitra Bahrami beraber<br />

yazmışlar. Hush! Girls Don’t Scream, evlenmesine<br />

kısa bir süre kala hiç tanımadığı bir adamı<br />

öldüren Şirin’in cinayeti neden işlediğinin<br />

öyküsünü anlatıyor.<br />

Polise teslim olan Şirin, ne ailesine, ne de<br />

nişanlısına cinayeti neden işlediğine dair tek<br />

bir kelime bile söylememektedir. Genç kadının<br />

ailesinin ısrarları sonucu Şirin’in savunmasını<br />

üstlenen kadın avukat, çocukluğunda<br />

yaşadığı bir travmanın etkisinden kurtulmayı<br />

başaramayan Şirin’i uzun uğraşlar sonucu<br />

konuşturmayı başarır. Şirin, cinayeti başka<br />

bir suçu önlemek için işlemiştir ama kurban<br />

pozisyonundaki aile ifade vermeye yanaşmaz.<br />

Şeriat hükümlerince asılmasına karar verilen<br />

Şirin’i kurtarmaya çalışan avukatın zamanı<br />

giderek daralmaktadır. Teknik açıdan STV<br />

yapımı televizyon filmlerinin kalitesine yakın<br />

bir çizgide seyreden Hush! Girls Don’t Scream,<br />

zayıf oyunculukların da devreye girmesiyle<br />

seyretmesi bir hayli sıkıntılı bir film. İçinde<br />

yaşadığımız coğrafyayı da yakından ilgilendiren<br />

çocuk istismarı, kadın hakları, namus ve adalet<br />

sisteminin yetersizliği gibi önemli konuları<br />

işlemesine rağmen, öyküyü ‘Hollywoodvari’<br />

bir aksiyon(!) içerisine yerleştirerek anlatma<br />

çabası ile güçlü bir film olmanın çok uzağında<br />

kalıyor. Ayrıca sistemi eleştirirmiş gibi<br />

görünürken, aslında asıl suçlunun suça maruz<br />

kalıp da susmayı tercih eden taraf olduğunu<br />

işaret ederek sistemi aklamaya çalışması da<br />

hoş görülemeyecek bir hedef saptırma olarak<br />

akıllarda kalıyor. Önemli mevzulara temas eden<br />

ama sinema adına her açıdan yetersiz kalarak<br />

tatmin edici olmanın uzağına düşen Hush! Girls<br />

Don’t Scream, çok da yabancısı olmadığımız<br />

kan parası, kısasa kısas gibi kavramların da<br />

üzerinden hafifçe geçen, nefesi tez vakitte<br />

tükenen, vasatın altında kalan bir İran ana akım<br />

(mainstream) sinema örneği.


The Verdict (2013)<br />

1963 doğumlu Jan Verheyen’in yazıp yönettiği<br />

The Verdict, birbirinden gece ile gündüz kadar<br />

farklı iki ayrı bölümün birleştirilmesiyle yekvücut<br />

olmuş, eleştirel bir tavırla yaklaştığı adalet sistemi<br />

hakkında sorular soran ve izleyeni de sorular<br />

sormaya (belki cevaplar vermeye) zorlayan güçlü<br />

bir film.<br />

The Verdict başta da söylediğim<br />

gibi iki ayrı bölüme ayrılabilir.<br />

İlk bölümde daha çok klişe bir<br />

‘vigilante’ olmaya soyunan film,<br />

tamamı bir mahkeme salonunda<br />

geçen (ve ilk bölüme nazaran<br />

filmin bütününde daha fazla yer<br />

kaplayan) ikinci bölümde klasik bir<br />

mahkeme filmi formatına bürünüyor.<br />

Pek yakında CEO olmaya<br />

hazırlanan Luc Segers isimli kahramanımız, iş<br />

arkadaşlarının sevdiği başarılı bir yöneticidir.<br />

Karısı Ella ve küçük kızı ile beraber mutlu bir aile<br />

hayatı vardır. Hayatı boyunca bir park cezası dahi<br />

almamış, yasalara saygılı, lafın kısası sistemin<br />

örnek olarak göstereceği vatandaşlardan biridir.<br />

Luc’un hayatı, benzin almak için durduğu<br />

benzin istasyonunda meydana gelen olaylar<br />

zinciri sonrasında bütünüyle alt üst olacaktır.<br />

Mahkeme filmleriyle aram pek iyi olmadığı için<br />

ikinci bölümü bir kenara koyacağım ama ilk<br />

bölüm ‘vigilante’ hastası bünyelere ilaç gibi<br />

geliyor. Özellikle otomat makinalarının<br />

bulunduğu dükkânda geçen şiddet<br />

dozu yüksek sekans, aşırı etkileyici bir<br />

biçimde verilmiş. Hiç tanımadıkları bir<br />

hırsız tarafından Luc ve Ella’ya uygulanan<br />

şiddet sebepsiz olabilir ama yönetmenin<br />

sekans boyunca görsel şiddet<br />

katsayısını yukarıda tutması sebepsiz<br />

yere değil elbette. Daha sonra Luc’un<br />

içine düştüğü çaresizliği tanımlamak (ya<br />

da anlayabilmek) adına önemli. Filmi izlemek<br />

isteyenlerin seyir zevkini bozmamak<br />

adına ‘spoiler’ vermek istemiyorum. O yüzden<br />

kısaca; adalet, hak ve hukuk sistemi gibi mevzular<br />

ilginizi çekiyorsa ve mahkeme filmleriyle<br />

de bir sorununuz yoksa The Verdict’in peşine<br />

düşün diyorum.


Leviathan (2014)<br />

The Return (2003) ve Elena (2011) gibi filmleriyle<br />

kalbimizi kısa sürede fetheden Andrey<br />

Zvyagintsev’in yeni filmi Leviathan, yönetmenin<br />

önceki işleri gibi geriye boşluk hissi<br />

bırakmadan su gibi akan tam bir sinema ziyafeti.<br />

Pagan ve semavi dinlere ait metinler ile<br />

Thomas Hobbes’un 1651’de kaleme aldığı aynı<br />

isimli kitap referans alınarak vücuda getirilen<br />

film, kabaca devlet, din, vatandaş ve bu üçü<br />

arasındaki erk mücadelesini anlatıyor denebilir.<br />

Açılış ve kapanış sekansları aslında bütün<br />

filmin anafikrini özetliyor gibidir: Film dalgalı<br />

deniz görüntüsü ile açılır; henüz devlet<br />

kavramı ortada yoktur, insanlık karmaşa ve<br />

kaos içerisindedir. Sonra deniz durulur; devlet<br />

kurulur, insanlar kendilerini yönetecek biri ya<br />

da birilerini seçer ve yaşam belli kurallar çerçevesinde<br />

düzene girer. Sahilde tek tük evler<br />

görürüz; devlet kavramı iyice yerleştikten sonra<br />

insanlık gelişmeye ve genişlemeye başlar.<br />

Birkaç yıkık yapı gözükür; devlet çürümeye ve<br />

yozlaşmaya yüz tutmuştur, insanlara yardımcı<br />

olacağına ona yeni külfetler getirmeye başlamış,<br />

bir kambur gibi sırtına binmiştir, artık eskisi gibi<br />

işlevsel değildir. Kapanış sekansında ise aynı<br />

görüntüleri bu kez tersten izleriz. Açılıştan farklı<br />

olarak sahilde boylu boyunca uzanan devasa<br />

bir deniz hayvanının iskeleti diğer görüntülerin<br />

arasına sızar; artık devlet iyice çürümüştür,<br />

doymak bilmeyen bir deniz hayvanına dönüşen<br />

devlet, sonunda kendini tüketmiş, geriye iskeleti<br />

kalmıştır. Film dalgalı deniz görüntüsü ile<br />

nihayete erer; devlet ismen ve cismen hala<br />

baştadır ama insanlık ilk günlerindeki karmaşa<br />

ve kaos ortamına geri dönmüştür.<br />

Christian Metz’in çok sevdiğim bir lafı vardır: “Bir<br />

filmin açıklanması çok zordur, çünkü onu anlamak<br />

çok kolaydır.” Nedense Leviathan’ı izledikten<br />

hemen sonra aklıma düşen bu cümle, filme<br />

çok yakışıyor. Hiç konusundan falan bahsetmeye<br />

gerek yok. Leviathan, nakış gibi işlenmiş<br />

senaryosu, görsel keyif açısından birbirinden<br />

leziz kareleri ve bilhassa günümüz Rusya’sını<br />

anlatmasına rağmen hemen hiçbir dünya<br />

vatandaşıyla ilişki kurmakta sıkıntı yaşamayacak<br />

öyküsü ile her sinemaseverin muhakkak izlemesi<br />

gereken harika bir sinema deneyimi.


Bu hafta vizyona giren<br />

Kırımlı: Korkunç Yıllar<br />

Türk sinemasında daha<br />

önce hiç işlenmemiş bir<br />

konuyu odağına almış.<br />

Filmin başrol<br />

oyuncusu Murat Yıldırım<br />

hem filmi, hem de çekim<br />

aşamasında başından<br />

geçenleri anlattı.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk insanının tarihi çok karmaşık ve<br />

dallanmış budaklanmış durumda. Bu bir<br />

kafa karışıklığı yaratsa da sinema gibi bir<br />

endüstri için bulunmaz bir ganimet. Peki<br />

biz ülke sineması olarak bundan yeterince<br />

yararlanıyormuyuz. Tabii ki hayır. Ama<br />

herşey de kötüye gitmiyor. Murat Yıldırım<br />

ve Selma Ergeç’in başrolünü oynadığı<br />

Kırımlı: Korkunç Yıllar filmi 2. Dünya<br />

Savaşı sırasında Kırım’da yaşanan gerçek<br />

bir hikayeden yola çıkıyor. Filmde<br />

başrolü oynayan Murat Yıldırım bir çok<br />

savaş sahnesi olan yapımdaki tecrübelerini<br />

bizle paylaştı.<br />

Senaryo size geldiğinde sizi bu senaryoda<br />

yer almaya ikna eden ne oldu?<br />

Türk sinemasında böyle bir konunun hiç<br />

işlenmemiş olması ve gerçek bir hikayeye<br />

dayanması beni heyecanlandırdı. O döneme<br />

ait Türki cumhuriyetlerinden böyle<br />

gerçek hikayeler var. Rusya ile beraber<br />

savaşmış sonrasında Almanlar’a esir<br />

düşmüş, sonrasında Almanlar’la beraber<br />

savaşmış insanlar var. Bunu okur okumaz<br />

hemen anlamadım ama biraz araştırmaya<br />

girdikten sonra hikayenin gerçekliği beni<br />

heyecanlandırdı.<br />

Üç sinema filminiz var, daha çok dizilerde<br />

oynuyorsunuz. Böyle filmler Hollywood’da<br />

çokça yapılıyor ama Türk sinemasında<br />

pek rastlamıyoruz. Bu filme nasıl<br />

hazırlandınız?<br />

Dizi oyunculuğu veya sinema oyunculuğu<br />

diye ayırmıyorum. Sadece sinemada<br />

biraz daha fazla vaktiniz oluyor. Bu<br />

filmde de bazen oldu bazen olmadı.<br />

Doğa şartlarıyla savaşıyorsunuz Bolu’da<br />

dağda. Zor bir film, savaş sahneleri var.<br />

Siz rolünüzü doğru yapsanız, at doğru<br />

yapmayabilir, arkadaki yardımcı oyuncu<br />

zamanında yapması gerekeni yapmayabilir.<br />

Senaryonun son hali elime<br />

geldikten bir hafta sonra sete çıktım.<br />

Oynayacağınız kişiyle empati kurmak<br />

gerekiyor çünkü gerçek bir hikaye. Cengiz<br />

Dağcı’nın romanından uyarlanmış. Birebir<br />

olmasa da böyle bir adam yaşamış ve<br />

onu okuyup onu anlamaya çalışmak,<br />

o döneme ait Türki cumhuriyetlerinde<br />

yaşayan insanların sıkıntılarını<br />

öğrenmek sizi zaten içeride bir<br />

yolculuğa götürüyor. Bunları düşünmek<br />

ve bunlarla beraber olmak içinizde bir<br />

duyguya götürüyor, bir adam oluşuyor.<br />

O yolculuk beni nereye götürüyorsa<br />

oraya giderim, sete gittiğimde çoğu zaman<br />

ne oynayacağımı bilemem, orada<br />

yönetmenle birlikte ortaya bir sonuç<br />

çıkar. Bir senaryo var tabii ki adamın iç<br />

duygularına, yaşadığı şeylere hakimsiniz<br />

ama set ortamı değişken bir ortam,<br />

sizin orada oynadığınız şeyi yönetmen<br />

takdir etmeyebilir, başka şeyler isteyebilir.<br />

Yönetmen de ilginç bir isim, Burak<br />

Arlıel. Bir önceki filmi ilk filmi ve Türk<br />

Pasaportu. O da çok önemli bir film.<br />

Yine tarihi ve çok önemli bir konu. Tarihi<br />

konulara hakim olduğu görülen bu<br />

yönetmenle ilişkiniz nasıldı?<br />

Filmi kabul ederken Türk Pasaportu<br />

filmini izledim. Dönem yine 40’lı<br />

yıllardı, işi çok iyi kotarmıştı. Film<br />

de bu renkte bir film. Dolayısıyla zaten<br />

antrenmanlıydı benim için yönetmen.<br />

Filmde zorlanmayacağını<br />

düşünüyordum. Film tabii ki zor bir film.<br />

Bir sürü sahneyi de kolaşlaştırarak<br />

çekmek zorunda kaldık. Kolay değil,<br />

Hitler dönemindeki o kamplar, savaşlar.<br />

Yabancılar böyle filmlere altı ay<br />

ayırıyor ama biz bu filmi dokuz haftada<br />

tamamladık.<br />

Türk sinema tarihine baktığımızda<br />

Yeşilçam döneminde bir kaç tane<br />

çekilmiş Kurtuluş Savaşı filmi vardır<br />

onlarda da savaş sahneleri belgeselden<br />

alınan görüntülerle geçiştirilir. Savaş ve<br />

çatışma sahnesi yoktur. Fakat bu filmde<br />

bayağı yer tutuyor. Türk sinemasında<br />

buradaki savaş sahnelerinden daha<br />

başarılı olan bir örnek yok. Bu savaş<br />

sahnelerinden edindiğiniz tecrübe ne<br />

oldu?


Filmin başlarında olan en önemli<br />

savaş sahnesi için iki gün prova<br />

yaptık, neredeyse bir sefer hakkımız<br />

vardı. Tabii ki daha sonra çekebilirdik<br />

ama patlamaların olması, timing’lerin<br />

tutması, kameranın tam o sırada<br />

gelmesi bunların en azından istenene<br />

yakın olması için provanın tekrar tekrar<br />

yapılması gerekiyordu. Orada bir şey<br />

patlamış gibi, vuruluyor gibi, tam o<br />

sırada birisi yanımızda yaralanmış<br />

gibi prova ettik. Tam ne olacağını da<br />

bilemiyorsunuz çünkü biraz da sürpriz<br />

var işin içerisinde. Orada o patlama<br />

olacak ama ne şiddetinde olacak<br />

hepsi aslında bir nevi oyun içerisinde<br />

belli olacaktı. Bombaların nereye<br />

konması gerektiği, silahların nerede<br />

olması gerektiği, askerlerin nereye<br />

konuşlanacağı, kameranın trafiği,<br />

hepsi için birbuçuk gün kadar prova<br />

yapıldı. Sonra bir seferde çekildi. Çok<br />

dublörlü sahnem olmadı. Atlı sahnelerim<br />

vardı. Çok sevdiğim bir at oldu<br />

sonunda. Bir tay kendileri. Başta ben<br />

“Bu at çok güzel görünüyor bu olsun”<br />

dedim. Yönetmen de çok beğendi atı.<br />

Sonra ata bindik ama at bizle çalışmak<br />

istemiyor bir türlü. “Bana ne filminizden,<br />

ben çocuğum daha, oynamak<br />

istiyorum” diyor. Korkuyor, ürküyor,<br />

gelmiyor, üstünden atmaya çalışıyor,<br />

sadece beni değil oradaki ustaları<br />

da. Bazı at sahnelerinde bir kaç kez<br />

dublör kullanıldı. Fakat dublör olarak<br />

kullanacağımız jokeyler dahi hiç bir<br />

şey yapamıyorlardı. Çok zorladı bizi.<br />

Sahneleri artık ona göre ayarlıyoruz<br />

ve korkutmuyor da değil yani. Sonra<br />

üçüncü gün bir arkadaşımla sohbet ettim<br />

çok doğruydu söylediği şeyler bana<br />

bütün tedirginliğimi üzerimden atarsam<br />

onun bunu mutlaka anlayacağını, ne<br />

yaparsa yapsın ona güvenirsem bir şey<br />

olmayacağını o kadar güzel söyledi<br />

ki, ben bunu o kadar içselleştirdim ki<br />

herkes korkarken ben korkmadım.<br />

Hatta bir seferinde üzerinden attı beni.<br />

O kadar iyi düştüm ki, at üzerime değil<br />

öbür tarafa düştü, ayağımdaki herşey<br />

koptu, herkes toplandı ben gittim ata<br />

“Farkındayım ayağın çamura battı o<br />

yüzden bunları yaptın biliyorum” dedim,<br />

sevdim, öptüm. O şekilde hissetmeseydim<br />

gerçekten hiç çekemeyecektik.<br />

Herşeyi son dakikasında yaptı ama.<br />

İkibuçuk saat uğraşmışız ara vermişiz<br />

gelmiyor, orada durmuyor, dublör<br />

kullanıyoruz yapamıyor, sudan korkuyor,<br />

insanlardan korkuyor, herşeyden<br />

korkuyor ama öyle bir anda öyle bir geliyor,<br />

öyle bir duruyor ki bütün set oyuna<br />

falan bakmıyoruz alkışlıyoruz. Sonra<br />

başka bir at seçmediğimize mutlu olduk,<br />

diğerleri biraz daha yaşlıydı, onun<br />

görüntüsü, enerjisi çok daha güzeldi.<br />

2009’da Güz Sancısı’nı çektiniz o da bir<br />

dönem filmiydi. Tarihe özel bir ilginiz mi<br />

var yoksa şans mı?<br />

Tamamıyla öyle denk geldi. Güz<br />

Sancısı’nda, başrolünü oynadığım<br />

ağırlıklı bir filmle yoğun bir diziyi beraber<br />

yapmama kararını aldım. Şimdi<br />

bunları konuşmak hiçbir şey ifade etmiyor.<br />

Beyazperdede izlerken o gün<br />

sete ambulans gelmişti, oyuncu şu<br />

kazayı geçirmişti, şu kadar uykusuz<br />

kalmıştı gibi şeylerin hiç bir anlam<br />

ifade etmediğini Güz Sancısı’nda<br />

gördüm ve artık bu film için bunları<br />

çok fazla konuşmama kararı aldım,<br />

ki bu enerji bana daha sonrasında<br />

en kötü şartlarda bile oyunumu oynaman<br />

gerektiğini hatırlattı. Yoksa öbür<br />

türlü istediğiniz kadar bahane üretin<br />

durun, bütün işler için geçerli bu. Dizi<br />

yaparken filmi yapmak istemediğimden<br />

çok kendimi göremediğim filmler oldu,<br />

iptal olan filmler oldu. Çok güzel gitmedi<br />

film yolculuğum ama bu sene<br />

artık boş zamanlarımda ne olursa olsun<br />

beni seçenlerin içerisinden ben<br />

de bir tane seçmeye karar verdim. Bu<br />

filmin gösterim zamanında çekimlerine<br />

başlayacağımız bir romantik komedi<br />

filmi var. Tarz olarak farklı. Ezgi Mola ile


eraber Kocan Kadar Konuş filmini<br />

yapacağız.<br />

Türk dizi endüstrisinin yurtdışında da<br />

etkisini görüyoruz. Arap coğrafyası,<br />

Balkanlar, Türki cumhuriyetler,<br />

Brezilya, Şili gibi ülkelerde. Bunlar<br />

beğenilerek seyrediliyor. Bu dizilerde<br />

aşk var, bir takım olaylar oluyor ama<br />

bunlar toplumla, hayatla, tarihle ilgili<br />

yeni bir bakış açısı sunmuyor. Oysa<br />

bu filmde anlatılanlar Rusya’yı da,<br />

Almanlar’ı da, Kırım’ı da, Azerbaycan’ı<br />

da ilgilendiriyor. Bir söz söyleniyor<br />

yurtdışına. Bunu siz nasıl yorumluyorsunuz<br />

ve bu tür filmlerin yapılması<br />

gerekliliğine nasıl bakıyorsunuz?<br />

Bu konuları ayrı ayrı değerlendirmek<br />

lazım Türk dizilerinin yurtdışındaki<br />

etkisi bence çok büyük. Ne anlamda?<br />

Ekonomik anlamda, Türkiye’nin<br />

reklamı anlamında, her anlamda.<br />

Amerika kendisini dünyaya nasıl<br />

tanıttı? Filmleri tanıttı. Her on senede<br />

bir bir şehrini tanıttı. Her zaman da<br />

kendi ideolojisini bir şekilde içerisine<br />

yerleştirdi. Şimdi diziye yönelme var<br />

orada da. Türk dizileri Amerikan dizilerini<br />

çıkarmış durumda çoğu ülkede.<br />

Avrupa’daki bazı ülkeler dışında hepsinde<br />

çıkarmış durumda ve dört katı<br />

fiyatına satılıyor Türk dizileri oralarda.<br />

Bunun kötü bir tarafını düşünmek<br />

bana saçma geliyor. Yunanistan’da<br />

Türkçe konuşuyor insanlar benimle,<br />

“Nereden öğrendiniz” diyorum, “Dizilerden<br />

öğreniyoruz” diyor. İngilizceyi<br />

de böyle öğrendi insanlar. Amerikan<br />

filmlerini izledi, hoşuna gitti o dil,<br />

öğrenmeye başladı. Altyazılı izliyorlar<br />

çoğu yerde. Bir insanı seviyor, bir<br />

ülkeyi seviyor insan bu kadar kolay<br />

aslında. Bir sahneyi sever, bir olayı<br />

sever, Türkler’i sever. Bu kadar basit.<br />

Bizi tam anlamıyla yansıtmıyor, şöyle<br />

oluyor, böyle oluyor meseleleri beş<br />

sene sonra unutulur, on sene sonra<br />

unutulur akılda Türkiye, Türkler kalır.<br />

Bunlar da topyekün beraberdir, ekonomiyi<br />

güçlendirir, ekonomi güçlenince<br />

sinema da güçlenir, sinema<br />

güçlenince başka şeyler de güçlenir.<br />

Herşeyi birlikte düşünmek lazım. Bir<br />

zaman Türk dizileri çok ön plana çıkar,<br />

sonra biraz geriler bunun sebebine<br />

bakar insanlar belki, çünkü iç pazarda<br />

başarılı olamazsa dış pazarda da<br />

başarılı olamaz. Neyi seviyorlar Türk<br />

dizilerinde buna da iyi bakmak lazım.<br />

Mesela aile olmayı, insan olmayı,<br />

samimi olmayı, gerçek olmayı çok<br />

seviyorlar. Çünkü her insan aslında<br />

gerçekte gerçektir. Kendine ait bir şeyi<br />

görünce insan bu Amerika’da da olsa,<br />

Afrika’da da olsa benimser. Bazen<br />

“Türk dizilerindeki hikaye ne ki insanlar<br />

bunu seviyor” diyorlar. Hikayeler<br />

belli zaten, her yerde aynı hikayeler.<br />

Asıl olan onu nasıl değerlendirdiğiniz,<br />

nasıl baktığınız olaya. Gerçek anlamda<br />

bir insan gördükleri zaman<br />

hoşlarına gidiyor. Kaliteyi konuşacak<br />

olursak tabii ki altı günde çekilmiş bir<br />

dizi ile bir ayda çekilmiş bölümün kalitesi<br />

aynı olmaz. Amerika’da 13 bölüm<br />

çekiliyor, onların dakikası ile hesaplarsak<br />

80 bölüme denk geliyor. Onlar<br />

45 dakika, biz 90 dakika. Ama bunlara<br />

çok takılmamak lazım. Biz sürekli<br />

çalışmak üretmek durumundayız, hem<br />

kendimiz hem ülke için. Zaten doğa<br />

kendi yolunu bulacak, bindiğimiz dalı<br />

bir yere kadar kesebiliriz. Sonra bu<br />

akış durunca herkes başka bir yol<br />

deneyecek zaten. Kendimiz olmaktan,<br />

kendi hikayelerimizden hiçbir zaman<br />

vazgeçmemek lazım. İnsan için<br />

de geçerli bu. Bakıyorsunuz herkes<br />

herkes gibi yaşamaya başlamış. Birbiri<br />

gibi yaşıyor herkes. Kendi olmanın<br />

farklı olmak olduğunu anlamıyor.<br />

Başkası olmanın farklı olmak<br />

olduğunu zannediyor. Halbuki başkası<br />

olduğu zaman sen aynı oluyorsun.<br />

Herkes bir kitap aslında ve o kadar<br />

büyük ve kalın bir kitap ki oku oku<br />

bitmez. O yolculuk asla bitmez.


Sinema anlamında beklentileriniz nelerdir? 2000<br />

sonrasında değişen bir yapımız var, giderek artan bir<br />

üretim seviyesi var. Kariyer planınızda nerede duruyor<br />

sinema?<br />

Çok kalın planlar yaparsa insan sanatı tamamen kendisi<br />

için yapmaya başlayıp dört yılda bir film çekip çok az seyirciye<br />

ulaşma yoluna gidebiliyor. Ben bir sahne dahi olsa<br />

o sahneyle bir sürü insanın etkilenebileceği kanısındayım.<br />

Bu bir dizide bir sahne olabilir, filmde bir sahne olabilir<br />

farketmez. Çünkü benden sonra bir şey kalmayacak. Ben<br />

hatırlanmayayım hiç önemli değil. Ben var olduğum anda<br />

kendi onurumu, kendi gururumu ayakta tutabilecek işimi<br />

layıkıyla yapabileyim. Bunu yaparken insanlığa faydası<br />

olacak zaten bunun, ülkenize faydası olacak. Dolayısıyla<br />

yaşarken çalışma anlamında görevinizi her anlamda<br />

yapmış oluyorsunuz. İki senedir biraz boş kaldım gibi<br />

görünse de iptal edilen işler oldu, bu arada iki film ve bir<br />

dizi oldu arayı kapatmış olduk. Yoksa durmak yok, durmak<br />

da iyi bir şey değil. Evren hareketli, herşey hareketli, duran<br />

herşeyin öldüğünü gösteriyor. Oyuncu olarak da devamlı<br />

çalışmayı isterim.<br />

Bu filmin ulusal ve uluslararası festivallere katılması<br />

gerektiğini düşünüyorum. Genelde festivallere bakışınız<br />

nedir?<br />

Başta film festivale gidecek mi, nasıl olur gibi<br />

düşüncelerim vardı ama elinizde olmayan şeyler için<br />

üzerinde düşünmek bana vakit kaybı gibi geliyor. Benim<br />

görevim rolümü oynamaktı. Set ortamında senaryonun<br />

gerektirdiği gibi yönetmenle beraber o rolü oynamak<br />

benim işim. Sonrası filmin PR’ı oluyor, röportajları oluyor,<br />

galası olacak katılacağım. Festivale davet edilirse festivale<br />

gideceğim. İnsan bütün festivallere gitsin, oralarda ödüller<br />

alsın, hatta bununla beraber çok seyircisi olsun ister.<br />

Hepsi bunların çok güzel şeyler. Ben görevimi yaptım mı,<br />

onu düşünmek bana daha çok keyif veriyor.<br />

Filmle ilgili benim size sormadığım sizin söylemek<br />

istediğiniz bir şey var mı?<br />

Selma Ergeç’le daha önce çalışmıştık, tanışıyoruz,<br />

arkadaşız. Onunla çalışmak çok keyifli oldu. Set çok<br />

profesyonel bir setti. Maddi olanaklarımız Türkiye’de o<br />

kadar büyük filmler çekmeye yetmeyebiliyor ama bizde<br />

fena da değildi. Ekibimiz çok iyiydi. Kamp birebir baştan<br />

yapıldı. Bu kadar profesyonel bir ekiple çalıştığım için çok<br />

mutluyum çünkü işiniz kolaylaşıyor o zaman. Şimdi artık<br />

seyircide söz. Onlar izleyecekler, inşallah beğenirler. Ama<br />

Türk sineması adına önemli bir adım bu film. Ben izleyici<br />

olarak fragmanından etkilendim. Filme de giderdim diye<br />

düşünüyorum.


n 2014 Cannes’da severek izlediğim filmlerden<br />

biri Clouds of Sils Maria idi. Film nihayet bu ay<br />

Türkiye’de de vizyon şansı buluyor. Yönetmenliğini<br />

ve senaristliğini Olivier Assayas’ın üstlendiği filmin<br />

başrolünde deneyimli oyuncu Juliette Binoche yer<br />

alırken, kendisine genç oyuncular Chloë Grace Moretz ve<br />

Kristen Stewart eşlik ediyor. Etkileyici oyuncu Binoche’nin<br />

büyük bir başarıyla canlandırdığı Maria karakteri filmde yaşça<br />

geçkin bir tiyatro oyuncusu. Yıllar önce oynadığı genç lezbiyen<br />

rolü çok konuşulmuş ve yıllar sonra bu kez aynı oyunda öbür<br />

partneri, olgun olan partneri canlandıracak. Chloë Grace Moretz’in<br />

canlandırdığ Jo-Ann ile ise yıldızları maalesef barışmıyor. Kariyeri,<br />

mahremiyeti, özel hayatı ile ilgili sorunları sorgularken ona<br />

yardımcı olan ise menajeri Valerie oluyor. Valerie karakteri ile Kristen<br />

Stewart’ta başarılı bir performans sergiliyor doğrusu, ona bu<br />

menajerlik rolü epey yakışıyor. Fonda ise harika bir İsviçre (Sils<br />

Maria bölgesi)…<br />

Fransız yönetmen Jacques Remy’nin oğlu olan Olivier Assayas,<br />

kısa film yönetmeni olarak genç yaşlarda başlıyor kariyerine,<br />

hatta şu meşhur Cahiers Du Cinema dergisinde film eleştirileri<br />

de yazıyor o dönemde. Babasıyla birlikte yazdıkları senaryolar da<br />

mevcut, özellikle TV için çekilen bazı film ve dizilere… 2006 yapımı<br />

Paris, Seni Seviyorum filmindeki kısa filmlerden biri de kendisine<br />

ait. (Quartier des Enfants Rouges)<br />

Yönetmenin filmografisinde öne çıkan filmlere şöyle bir bakalım.<br />

Irma Vep: Assayas’ın ilk uzun metraj filmi. 96 yapımı bu film, o<br />

sene Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilmiş. Başrolde<br />

Maggie Cheung, kendisini canlandırıyor. Hikayede Fransız bir<br />

yönetmen (Jean Pierre Leaud canlandırıyor), Les Vampires isimli


sessiz film serisini yeniden çekmek istiyor. Vampire<br />

kelimesinin anagramı olan Irma Vep karakterini<br />

canlandıracak olan Cheung filmde sürekli siyah<br />

deri lateks giysiler giymek durumunda. Bir seks<br />

objesi gibi görünmeye başlayan Cheung’a bir süre<br />

sonra yönetmen ve kostüm tasarımcısı aşık oluyor.<br />

Filmd Fransız film endüstrisine göndermeler var ve<br />

tematik olarak aslında Fransız sinemasının bugün<br />

durduğu yeri sorguluyor.<br />

Bu filmin fikir aşaması Assayas, Claire Denis ve<br />

Atom Egoyan’dan çıkmış. 1915 yapımı orijinal film<br />

serisinde Irma Vep’i Musidor isimli sessiz sinema<br />

oyuncusu canlandırmış. Filmin bazı bölümleri<br />

François Truffaut’un Day for Night filmine çok<br />

şey borçlu. Fakat Assayas Truffaut’un filmine<br />

çok saygı duysa da aslında bunun film yapmanın<br />

gerçekçiliğinden çok fantastiklğiyle ilgili olduğunu<br />

düşündüğünü söylüyor ve aslında ona soracak<br />

olursanız ilham kaynağının daha çok Rainer Werner<br />

Fassbinder’in 1971 yapımı filmi Beware of a Holy<br />

Whore olduğunu söylüyor.


Late August, Early September: 1998 yapımı<br />

dram türündeki filmin senayosu da Assayas’a<br />

ait. Farklı haftalarda ve aylarda geçen film bu<br />

şekilde altı bölüme ayrılmış durumda. 30’lu<br />

40’lı yaşlarında olan bir grup Paris’li arkadaşın<br />

arasındaki ilişkilere, bu ilişkilerin nasıl da zamanla<br />

deüğişebildiğine odaklanan filmde Francis Cluzet,<br />

Mathieu Amalric, Mia Hansen Love gibi isimler<br />

var. Görsel olarak Irma Vep’ten oldukça farklı<br />

bir sinametografiye sahip olan film, yönetmenin<br />

filmografisinde daha boyutlu bir anlatımla daha<br />

olgunlaşmış bir örnek olarak kendini gösteriyor.<br />

Filmde bol bol kamera hareketi var, gündelik<br />

hayata dair de çok fazla detay, yemek yapmalar,<br />

yemeler, gezmeler, taksilere binip inmeler… Sanki<br />

hiçbirşey olmuyormuş gibi hissettirip, hayata<br />

dair söyleyecekleri olan filmlerden, Assayas’ın iyi<br />

işlerinden biri…<br />

Sentimental Destinies (Duygusal Yazgılar):<br />

2000 yapımı film aynı yıl Cannes’da gösterildi.<br />

Film, 1900’lü yıllarda Jean adında Protestan<br />

bir papazın, bir baloda tanıştığı 20 yaşındaki<br />

Pauline’e âşık olmasını, duygusal yazgılarının<br />

birleşmesini, yaklaşık 30 seneyi konu ediyor. Filmi<br />

çevreleyen dönem ve durumlar ise, 1914 savaşı,<br />

dünya çapındaki değişim sancıları, protestan<br />

toplumun baskıları… Filmde başrolleri Charles<br />

Berling, Emmanuelle Béart, Isabelle Huppert<br />

ve Dominique Reymond paylaşmış. Jacques<br />

Chardonne’in romanından esinlenen uzun süreli<br />

film, aşırı duygusal soslu bir yasak aşk hikayesi<br />

neticede…Yönetmenin en iyilerinden olduğunu<br />

söyleyemeyiz.<br />

Demonlover: 2002 yapımı film, yönetmenin<br />

diğer işlerinden oldukça farklı. Neo-noir gerilim<br />

türünde bir film demek mümkün sanırım. Aynı yıl<br />

Cannes’da gösterim fırsatı buldu. İnteraktif 3D anime<br />

pornografinin finansal yönlerine,<br />

küreselleşmenin sonucu<br />

olarak şiddete tepkisizleşen<br />

toplum yapılarına değinen film<br />

şiddet, küfür ve seks içeren<br />

sahnelerden dolayı Amerika’da<br />

R almış. Demonlover filmde internet<br />

şirketinin adı. Film dünya<br />

çapında çok farklı görüşler aldı,<br />

çok seven de nefret eden de<br />

var, izlemesi kolay bir film olduğu<br />

söylenemez ve sistemsel eleştirel<br />

yönleri yerinde, fakat estetik<br />

yapısı açısından da üzerine olumlu<br />

olumsuz konuşulabilecek, farklı<br />

bir deneme…<br />

Boarding Gate (Kaçış Yolu):<br />

Yönetmenden yine bir Fransız<br />

gerilimi. Londra’da yaşayan Sandra<br />

eski bir para babasıyla ilişki<br />

yaşamaktadır. Diğer sevgilisi ise<br />

bu para babasını öldürecek olan<br />

bir tetikçidir. Tetikçinin karısı ise aslında herşeyi<br />

bilmekte ve kontrol etmektedir. Filmde Asia<br />

Argento, Michael Madsen gibi isimleri başrolde<br />

izliyoruz. Premiyerini 2007’de Cannes’da yapan<br />

film, Paris ve Hong Kong’da geçiyor. Filmde<br />

küreselleşmeyle gelen kapitalizmin eleştirisini<br />

görmek mümkün. Film yine yönetmenin en<br />

sevilen filmlerinden değil ama Asia Argento’nun<br />

performansı uzun süre konuşuldu.<br />

Something in The Air (Direniş Günlerinde Aşk):<br />

2013 sonunda ülkemizde de vizyon şansı bulan<br />

film, 1968 Mayıs’ını konu alıyor. Dönemin<br />

aktivist gençleri ve ufuktaki devrim… Devrime<br />

giden yolun heyecanı ve telaşını yaşayan üç<br />

genç, bu süreçte yaşadıklarını sanat üzerinden<br />

dışavurmaya çalışır. Üçü arasında yaşanan<br />

aşk üçgeni de dönemin kendisi kadar karışık<br />

bir hal alır. Yönetmen filmin yarı otobiyografik<br />

olduğunu, yani yaşadığı dönemden<br />

esinlendiğini ama senaryoyu yazarken hikayenin<br />

bambaşka bir hal aldığını söylüyor. Filmde<br />

devrimci sinemayla sanat sineması arasında<br />

süregiden bir tartışma da sözkonusu ve yönetmen<br />

bununla ilgili bu tartışmanın yüzyıllardır<br />

sürüp gittiğini, bu konuda kesin bir duruşu<br />

olmadığını, sadece durumu temsil etmeyi,<br />

betimlemeyi sevdiğini söylüyor sinemasıyla.<br />

Yönetmenin son projesi olduğu konuşulan<br />

Idol’s Eye ise son duyumlarımıza göre maalesef<br />

finansal sıkıntılar nedeniyle iptal edilmiş. Robert<br />

de Niro ve Robert Pattinson gibi isimlerin<br />

rol alacağı konuşulan film epey ses getireceğe<br />

benziyordu. Farklı denemeler yapmaktan çekinmeyen<br />

usta yönetmenin yeni işlerini merakla<br />

bekliyoruz.


İnsan ne ki temiz olsun -<br />

Kosmos (2010)<br />

n Yönetmen, yaptığı kağıttan evleri,<br />

Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümüne iki<br />

yıl devam edip sinemayı arta kalan diliminden<br />

çıkartarak, Paris’te alacağı Sinema-<br />

Plastik Sanatlar eğitimi ve Fransa’nın<br />

karanlık sinema salonları için kendisine 6<br />

yıllık bir alan ayırmasıyla uçurmaya başlar.<br />

1989’da İstanbul Hisar’da devam ettirdiği<br />

bu Fransa aydınlığı, ilk uzun metrajı ‘A<br />

ay’ filmi olarak seyirciye dönmüş ancak<br />

7.sanat algısına ithafen küçük bir hoş geldin<br />

hareketiyle çekiminden 7 yıl sonra seyircisiyle<br />

buluşabilmiştir. Uzun yıllar içinde<br />

yer aldığı reklamcılık döneminden, ortağı<br />

ve aynı zamanda yapımcısı Ömer Atay’ın<br />

dış ilişkileri tamamen üzerine almış olması<br />

kaynaklı sanatsal anlamda tozlanmamış bir<br />

süreç olarak bahseder. Hatta filmlerinde<br />

kullandığı montaj başta olmak üzere tüm<br />

teknik şahikalar, sektörün aydınlık kısmı<br />

olarak sayfasındadır. Yanı sıra Atlantik Film<br />

Sunar başlıklı, Açık Radyo’da yine Ömer<br />

Atay’la birlikte birkaç yıl sürdürdükleri<br />

programda, malzeme unsuru elektronik<br />

müzik alt yapısındaki ses bantları da<br />

sinemasındaki müzik algısına işler. Sınıfsal<br />

düzenin sahiplikle ölçülü ilişkisinde kendisini<br />

konumladığı yer, basittir… birçok filmini<br />

yazdığı Beş Vakit filmindeki köy, huzur<br />

bulduğu birincil alanıdır. Şu an hayatta olmayan<br />

köydeki taş ustası Recai Gürsel’nın dostluğunu,<br />

aralarındaki bağı aynı zamanda Kosmos filmini<br />

ithaf ederek seyircisiyle paylaşan yönetmenin<br />

doldurdukları, bu köyden dekorun içinden gelir.<br />

Hemen hemen her filminde, yönetmene dair otobiyografik<br />

parçalar, iç mesele rütbesine ulaşan<br />

tematik ortaklıklar gözlenir…eksik babalar, hiç<br />

olmayan anneler, sakat doğmuş ailelerin protezine<br />

tahammül edemediği çocukları, sosyal<br />

çevrenin insanın ne kadarını çerçeveleyebildiği,<br />

öğrenilmemişin öğretilemediği evler, insanların<br />

hayvanları acıtma kapasitesi her filmine girer.<br />

Aynı dünyada olduğumuzu, canlılığımızı ve<br />

yaratılıştaki ahengi bazen 120 dakikaya 150<br />

hayvan karesi sıralayarak hatırlatır. Tüm bu<br />

ortaklıklar, süregelen stilizasyon her seferinde<br />

başka bir gerçekte döndüğü için seyircide aynı<br />

denizi 2 yıl arayla izliyor etkisi bırakmaz. Her<br />

film kendi anlamında, kendi masalında, kendi<br />

yalanındadır, sadece filmde var olan bir tarihte<br />

, güneşle-ayla-karla gelen zamanda, yapay<br />

olandadır. Dünyayla kaynaşmamış kişilikler,<br />

inanç mekanizmasına çeyrek kala başlar, ilk<br />

dördünde gider. Bu takvimsiz figürlerden içeriye<br />

girerken dışarıya iyi bakılmasını ön gören<br />

yönetmen, o insanı bu insan yapan çevre ve<br />

dış etkenlerin toplu tomografilerini çeker, bireyi<br />

tek bir kişinin doğurmadığı sırrını yayar. Hikayenin<br />

sinemada çok önemli bir öğe olduğunu,<br />

sanatın üstüne basmadığı ölçüde yadsımaz.<br />

Türk Sineması’nda diyaloglara, hikayeye uygun<br />

düşebilecek mekanlar kullanılırken Reha Erdem<br />

sineması, seçtiği mekanlara uygun düşebilecek<br />

diyalogları yaratır. A ay’ın Hisar’daki o ev için,<br />

Beş Vakit’in o köye yazılmış olması gibi. Realist


sinemacılık anlayışının, natüralizmin<br />

sinemanın düşmanı olduğunu ve ‘en gerçeği’<br />

sunma çabasının düşünce, bir yaratım<br />

içermediğini düşünür. Gerçekçi sinemanın<br />

ve önceden belirlenmiş- cetvelle çizilmiş<br />

rotanın sinemadaki öldürücü etkisinde<br />

nettir. Kopukluğu, boşlukları olan , alanı<br />

sınırlandırılmamış anlayışta nefes alan yönetmende,<br />

en çok anlatamadığı filmler yaşar.<br />

Kendisini özgür bırakmaksızın, farklı algılama,<br />

farkı yakalama çabasıyla tüm cevapları<br />

bulma eğilimindeki seyir çabasını anlamsız<br />

bulur. Filmindeki bir hayvan görüntüsünün,<br />

otların arasından duyulan bir rüzgar sesinin<br />

arkasında binlerce anlam yüklü olmadığını,<br />

her noktada koşturulan anlam yoğunluğu<br />

arayışının an içindeki serbest giriş-çıkışları<br />

körelttiğini vurgular. Aynı boşluğu kendi<br />

filmlerinde yaratarak seyircinin özgürce<br />

dolaşabildiği teknikler kullanır. Sinemada<br />

anlamın yüklenicisi ve ayırt edici en önemli<br />

unsurun arka arkaya gelen , birbirini takip<br />

eden görüntüler; montaj olduğu yönündeki<br />

görüşü tüm filmlerindeki biçim ortaklığıdır.<br />

Hem filmin ritmini, hem de göstermek istediği<br />

durumun aşırılık boyutunu vurgulamak için<br />

sekans ve müzik tekrarlarına sıklıkla yer vererek<br />

montaj sinemasıyla seyirciyi istediği<br />

tarafa kolayca alır. Müziği fonda kullanmamayı<br />

tercih eden yönetmen, kendi içine aldığı<br />

müzisyenlerin hazır bantlarını gidilmesini<br />

istediği alana yükleyerek, takibi bırakmayan<br />

seyirciyi Arto Part’ın, Hildur Gudnadottir’in<br />

bahçesine sokarak ödüllendirir. Şiirde Ahmet<br />

Güntan’da kaldım diyerek edebiyata ayırdığı<br />

dilime hayıflansa da, tamamını kendi kaleme<br />

aldığı her senaryosuna sevdiği yazarları,<br />

bulaştığı şairleri parça parça değdirir.<br />

Kosmos’ta Dostoyevski’ye, Kaç Para Kaç’ta<br />

Simenon’un Venedik Treni’ne açıldığı gibi<br />

İsmet Özel, Sevim Burak, Ahmet Hamdi<br />

Tanpınar gibi geçmediği şair ve öykücüleri<br />

vardır. Karanlıkta başlayan filmlerini, mistik<br />

tozlarla bulanıklaştırıp iyimser bir anlayışla,<br />

inançla sonlandırır… kalkabildiğinde her şey<br />

aydınlıktadır. Birkaç filmine halka atıp hediyelerini<br />

dağıtabilmek engebelidir… tarifi zor,<br />

büyüleyiciliği seyirde saklanmış bir sinemadır<br />

Reha Erdem’in yürüdüğü.<br />

1988 Türkiye-Fransa ortak yapımı A ay, şiir yüzlü<br />

bir ilk filmdir. Tüm yükünü teatral diyaloglara<br />

dayamaksızın Edip Cansever’in Tragedyalar’ından<br />

William Blake’in Infant Sorrow’una , Vivaldi’den<br />

bir martının eski Mezopotamya ruhundaki cenazesine,<br />

çöküşün geleneksel -modernist aynaya<br />

gore değişmeyen farksızlığından Burgazada’ya<br />

en yakışan siyah beyaz donukluğuna meselesini<br />

ilk kattığı başyapıtıdır. Ayırt edilesi yerini , 2011<br />

yılında bir sinema dergisinin düzenlediği bütün<br />

zamanların en iyi 10 Türk filmi seçkisinde, 42<br />

sinema yazarından pek çoğunun listesinde yer<br />

alarak da belirginleştiren A ay, 12 yaşında halası<br />

ve dedesiyle yaşayan bir kızın, Yekta’nın (Yeşim<br />

Tozan) yaşadıkları yalıyı yıllar öncesinde terk eden<br />

annesinin ‘gittiği anı’gördüğü ,bu fotoğrafa kimseyi<br />

inandıramadığı ve annesini bekleyişi üzerine kurulu<br />

zemininde sinemasal değerini 26 yıldan fazla<br />

bir zamana uzatacaktır. Varoluş için gerekli malzeme<br />

listesi, usta yönetmenin sadık yaridir. Mistik


yapıda, ünlem işaretini kaybeden seyirciye tekrar<br />

sahnelerle korkusunun yersiz olduğunu hatırlatan<br />

‘Reha Erdem’e Giriş’ için, iki kişilik bilet şart olunur…tanıdık<br />

beden ve tamamı dolmamış ruh<br />

olmak üzere ikisi de oturabilsin.<br />

2004 yılında senaryosunu Nilüfer Güngörmüş’le<br />

birlikte yazdığı Korkuyorum Anne ile ciddiyetin<br />

başarısız kalabileceği çoklu bir trajedi, rengarenk<br />

bir büyüteçtedir.Kara mizah, kalıplaşmış bir<br />

formda ve filmin bütününe yayılarak seyirciyi<br />

yoracak ölçüde değil, aksine kahramanları imdat<br />

imlecindeyken devrini yaşar. Baskılanmış ve<br />

en altta kalan bir duygu olarak korku, her kişide<br />

farklılık gösterirken, bir apartman dolusu insanın<br />

kendi kafesinden çıkışı, başkaldırıyla gerçekleşir.<br />

Kadınların cesaretli ve üretici olduğu bu hikaye<br />

gelirken olabildiğince ezilmiş, korkularının altında<br />

kalmış, tüketimde çizgisi olmayan erkekleri<br />

yanında getirir. Bu becerikli kadınların yüksek dozda<br />

anne güdüsüyle yetiştirdikleri eksik erkekleri,<br />

mahalle kahvesinde sahip oldukları tek şey olan<br />

hastalıklarıyla varlıklarını anlamlı kılarak<br />

birbiriyle standart dışı yarışan bir kategoridedir.<br />

Küçük bir kaza sonucu büyük hafızası(!)<br />

kayıplarda yüzen Ali(Ali Düşenkalkar) ve akıl<br />

sağlığını yerine getirmeye çalışan Napoliten<br />

apartman komşuları, korku boy verirken<br />

reçeteyi perdeye iliştirir.Mizahi üslubun,<br />

ses ve ışık kullanmıyla bütünlendiği film,<br />

eski Yeşilçam masumiyeti ve neşesini veren<br />

müzikleriyle ironik bir vurgusunu pekiştirir.<br />

Vizyon tarihini takip eden yıl dahil, yönetmenlik<br />

işine meydan okurcasına toplanan 15 ödül,<br />

tüm sayıklayanların ruhuna gider.<br />

İki yıllık bir aradan Kozlu köyüne çıkan yol, 12-<br />

13 yaşlarındaki Ömer(Özkan Özen), Yakup(Ali<br />

Bey Kayalı) ve Yıldız(Elit İşcan)’ın büyümeye<br />

karşı durdurmaya çalıştıkları zamana, okuldayken<br />

alıp eve döndüklerinde geri verdikleri<br />

çocukluk haklarına ve her alışverişlerinde<br />

nefrete, öfkeye karşı verdikleri sınava kayalar,<br />

tepeler, zeytinlikler üzerinden bakar. Filmin<br />

büyükleri namaz saatlerine göre uyanan günlerini,<br />

12 hicri takvimin yan yana sıralandığı<br />

köy kahvesinde, tarlalarda, kapı önlerinde<br />

geçirirken bakışlarını geçirmedikleri çocukları,<br />

yaşadıkları her problemde bir yerde uyuyakalır.<br />

Kuşaklararası süregelen sevgisizliğe, zamana<br />

karşı savaşan bu çetenin, uyuyup da<br />

büyümesinler diye, hemen uyandıkları bir<br />

Reha Erdem meselidir Beş Vakit. 2006 yılında<br />

İstanbul Film Festivali, Adana Altın Koza ve<br />

Siyad Türk Sineması Ödülleri’nin her üçünden,<br />

en iyi film ortaklığı gelirken, çocuk oyuncuların<br />

performansı da atlanmamıştır.<br />

2008 yapımı, Yunanistan, Bulgaristan ve<br />

Türkiye ortak yapımı Hayat Var, boğazın<br />

aktığı dere kenarındaki bir evden, ergenlik<br />

dönemindeki Hayat(Elit İşcan)’ın, yasadışı<br />

işlerle geçimini sürdüren, varlığı tek duyuyla<br />

algılanan babası(Erdal Beşikçioğlu) ve yatalak<br />

dedesinin(Levend Yılmaz) üzerinden<br />

atladığı post-modern(!) yaşamına uzanır.<br />

Türk sinemasında örneğine rastlanmayan<br />

filmde, çevresindeki tüm yetişkinler<br />

tarafından istismar edilen küçük kahramanın,<br />

o yaşına dek öğrenebildiği tek şey savunma<br />

mekanizmalarına sarılarak ruhunu<br />

koruyabileceğidir. Her travmatik anında şarkı


söyler gibi çıkardığı mırıltısı, o sesle kendine<br />

ne söylediği hakkında seyircinin özgürce<br />

yazdığı bir replik olarak karşılıklı bir hal alır.<br />

Sokakta yürürken başının üstünden geçen ambulans<br />

sirenleri, trafik kazaları, patlayan camlar,<br />

düşen füzeler Hayat’ta en ufak bir kıpırtı<br />

yaratmazken eylemsizliğiyle, tepkisizliğiyle<br />

koruyabildiği ruhunu, inandığı tek insana,<br />

arkadaşına açan küçük kalbi, ruju en sonunda<br />

oyuncak boya olarak hak ettiği gibi sürecektir.<br />

Film, az diyalogla eksiksiz anlatımı ,müziğin<br />

kullanım biçimi, müthiş oyuncu yönetimiyle,<br />

Reha Erdem’in çıkmazında doğan insan<br />

tasvirinde ilk sıra için yarışır. 42.Siyad Türk<br />

Sineması Ödülleri’den en iyi yönetmen, en<br />

iyi film, en iyi kurgu tesciliyle ayrılan Hayat<br />

Var, 28.İstanbul Film Festivali’nde FIPRESCI<br />

Ödülü, 3.Yeşilçam Ödülleri’nden gelen en iyi<br />

yönetmen, 45.Altın Portakal Film Festivali’nde<br />

aldığı Sinema Yazarları Ödülü ile yaşamını<br />

uzun yıllar sürdürecek gibidir.<br />

Bir sonraki filmi Kosmos(2010) anlatımı güç,<br />

her aktarımda eksik kalacak bir çok detayı<br />

barındıran, seyircinin içinde hep açık kalan<br />

filmler listesindedir. Nereden geldiği, neden<br />

geldiği bilinmeyen,kendi gerçeğinden kopmuş<br />

Battal ya da diğer adıyla Kosmos’un insana<br />

eğilmeye, iyilik etmeye kurulu saati ağlayarak<br />

ayak bastığı Kars’ta ilerler. Boğulmak üzere olan<br />

bir çocuğu kurtarmasıyla şifa dağıttığı, metafizik<br />

güçleri olduğu ağızdan ağıza yayılarak çözümsüz<br />

olanda dünya yaratan Kosmos’un, kurtarılan<br />

çocuğun ablası Neptün’den birkaç dakika önce<br />

aşkı çağırmış olması nedir ki, uçmak için kuş<br />

çığlıkları atmak yeterlidir. O hiçbir şeyin sözünü,<br />

hiçkimseye vermemişken, insan ve hayvanın<br />

aynı candan olduğu temizliğindeyken kasabadaki<br />

şöhreti hızla ilerler ,ilerleyen nam hızla acıtır.<br />

Her karesinden ayırtedilebilecek bir görüntü<br />

yönetmeniyle, Florent Herry’la özellikle bu filmde<br />

yarattıkları etki, doğru ve birbirini çok iyi tamamlayan<br />

bütünlüğün göstergesidir. Tamamı özenle<br />

yerleştirilmiş ses, efekt ve müzik kullanımı yanı<br />

sıra a silver mt.zion’dan, stumble then rise on<br />

some morning awkward ile yapılan kapanışı büyüleyici<br />

görüntülerin, büyüleyici ağıtı gibidir. Gösterimini<br />

en iyi yönetmen, en iyi film ve kurgu kategorilerinde<br />

8 ödül takip ederken Sermet Yeşil’in<br />

ödül ekseninde yer almayışı, filmin hak tesliminde<br />

tamamlanmamış bir etki bırakır.<br />

Sekiz uzun metraj filmin, birkaçına atılan halkadan,<br />

seyirci de kendisine not bırakıldığı yalanını kursa<br />

çok mudur? Ahmet Güntan’ın kitabından düşmüş,<br />

Reha Erdem’de bulunmuş….gel, her şey herkese<br />

anlatılmıyor*<br />

*(Ahmet Güntan, İkili Tekrar, YKY 1999)


Holywood’un yeni yıldızı Shailene Woodley. Birçok güzel genç yıldızı bu<br />

sayfaya konuk ettik. Ama 23 yaşında bu kadar hayatı çözdüğüne inanan<br />

bir yıldızla ilk kez karşılaştık. Çevreci, feminist ve politik bir duruş<br />

geliştirmeye çalışan genç yıldızın dünyasına bir göz atalım dedik.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Shailene Diann Woodley, ABD’li aktris. Woodley,<br />

The Secret Life of the American Teenager<br />

dizisindeki Amy Juergens rolüyle ünlendi.<br />

1991’de Simi Valley, California’da dünyaya<br />

geldi. Woodley’nin anne ve babası eğitimciydi,<br />

15 yaşında anne-babasının ayrıldığı dönemde<br />

skolyoz (omurga eğriliği) teşhisi kondu ve<br />

uzun bir süre sırt desteği kullanmak zorunda<br />

kaldı. Sinema dünyasına adım atmadan önce iç<br />

mimarlık okuma hayalleri kuran Woodley, TV’de<br />

küçük rollerle oyunculuğa adım attı. İlk önemli<br />

rolünde, 2003’te The O.C. dizisinde Marissa<br />

Cooper’ın kardeşi Kaitlin rolünde izleyicilerle<br />

buluştu. Woodley çeşitli dizi ve filmlerde oynamaya<br />

devam ettikten sonra 2008’de The<br />

Secret Life of the American Teenager<br />

dizisinde oynamaya başladı. Tam<br />

5 sezon bu dizide oynayıp Amy<br />

Juergens karakterine hayat<br />

verdi. 2013’ten itibaren<br />

sinema kariyerine daha<br />

fazla odaklanan<br />

Woodley, The Spectacular Now, The Fault<br />

in Our Stars gibi filmlerde başrolde oynadı.<br />

2014 yılında gösterime giren Veronica Roth’un<br />

romanından uyarlanan Uyumsuz (Divergent)<br />

filminde ana karakter Tris’i canlandırdı. Woodley<br />

ayrıca 2014’te gösterime giren İnanılmaz<br />

Örümcek Adam 2 filminde Mary Jane Watson<br />

karakterini canlandırmak üzere seçilmişti,<br />

ancak yapımcıların filmin senaryosunu<br />

değiştirip Mary Jane yerine Gwen Stacy’nin<br />

yer almasına karar vermeleri üzerine bu projede<br />

yer alamadı. Sıkıştırılmış bir dönemde<br />

birçok filmde karşımıza çıkan yıldızın aslında<br />

birçok kaptırdığı rol de var. Bunlardan biri<br />

de Açlık Oyunları’nda Jennifer Lawrence’ın<br />

canlandırdığı Katniss rolü. Shailene izleyiciler<br />

tarafından Jennifer Lawrence’a benzetiliyor.<br />

Güzel yıldız ise buna tepki koyuyor. Bir<br />

röportajında Jennifer ile tek benzerliğimiz kısa<br />

saçlarımız ve vajinamız diyerek bu olaya ne kadar<br />

kafayı taktığını belli etmiş. Shailene’yi daha<br />

birçok filmde seyredeceğiz sanıyorum.


Russel Crowe Türkiye’de film çekecek hem de Cem Yılmaz ve<br />

Yılmaz Erdoğan’ı oynatacak deseler kimse inanmazdı. Ama bu da<br />

oldu ve 26 Aralık’ta Son Umut vizyona girecek. Bir zamanların<br />

öfkeli yıldızı artık büyük projelerin adamı. İşte Russel Crowe...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n ARussell Ira Crowe, Yeni Zelanda doğumlu<br />

aktör. LA Confidential, Gladyatör, Akıl<br />

Oyunları, Cinderella Man, Body of Lies ve<br />

Nuh Büyük Tufan gibi çok önemli filmlerde<br />

oynamıştır. 1964’te Yeni Zelanda’nın başkenti<br />

Wellington’da doğan Crowe’un annesi Jocelyn<br />

ve babası John Alexander yemek şirketi<br />

işindeydi. 4 yaşında ailesiyle Sydney’e göç<br />

etti. Oyunculuğa küçük yaşlarda küçük rollerle<br />

burada başladı. 90’lı yılların ortasında<br />

Hollywood’a transfer olduktan sonra irili ufaklı<br />

rollerde oynamaya başladı. 1995’te Sharon<br />

Stone ve Gene Hackman ile birlikte oynadığı<br />

‘The Quick and the Dead’ filmiyle birlikte starlar<br />

arasındaki yerini iyice sağlamlaştırmıştır.<br />

Ancak onu dünya çapında tanınan bir yıldız<br />

yapan ‘L.A. Confidential’ filmindeki sert,<br />

agresif ve tutkulu polis Bud White tiplemesiydi.<br />

Fiziği bu tür rollere uygun olsa da 1999 yapımı<br />

The Insider gibi birçok filmde birbirinden çok<br />

farklı rollerle seyircinin karşısına çıktı. The<br />

Insider’la ilk Oscar adaylığını kazandı. Ertesi<br />

yıl oynadığı Ridley Scott filmi Gladyatör, onu<br />

Hollywood süperstarları arasına soktu, Oscar<br />

ödülünün sahibi oldu. 2001 yapımı biyografik<br />

Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) ile bir kez daha<br />

eleştirmenlerin olumlu eleştirilerini toplayan<br />

Crowe bu sefer Altın Küre Ödülü’nü kazandı.<br />

Sonraki yıllarda Cinderella Man, American<br />

Gangster, Body of Lies, Robin Hood<br />

(2010), Sefiller ve Man of Steel gibi filmlerde<br />

oynadı. 2014 yılında ilk yönetmenlik<br />

denemesini The Water Diviner filmiyle<br />

yaşamak üzere çalışmalara başladı, filmin<br />

çekimlerinin büyük bir kısmı Türkiye’de<br />

yapıldı. 1990’lı yıllarda Avustralyalı şarkıcı<br />

Danielle Spencer ile inişli çıkışlı bir ilişkisi<br />

olan Crowe, 2003’te Spencer ile evlendi.<br />

Bu evlilikten Charles Spencer Crowe<br />

(d. 2003) ve Tennyson Spencer Crowe<br />

(d. 2006) adlı iki oğlu olmuştur. 2012’de<br />

çift ayrılmıştır. Crowe Avustralya’da<br />

yaşamaktadır. Rugby hayranı olan ve<br />

çocukluğunda bu sporla ilgilenen Oscarlı<br />

oyuncu, Yeni Zelanda Rugby takımını<br />

desteklediğini, diğer spor dallarında ise<br />

Avustralya’nın ulusal takımlarını tuttuğunu<br />

açıklamıştır. Çok çabuk öfkelenmesiyle<br />

de bilinen Crowe, birçok sefer evinde ve<br />

dışarıda tartışmalarla anılmış, zaman zaman<br />

polis tarafından göz altına alınmıştır.


n Ekim ayında Star TV ekranlarından izleyiciye<br />

merhaba diyen ve Arap-Türk ortaklığı ile<br />

yapımcılığını O3 Turkey Medya’nın üstlendiği<br />

dizinin merkezinde Antakyalı Yörükhan ailesi<br />

yer alıyor. Başrollerini Özcan Deniz (Kahraman<br />

Yörükhan), Begüm Kütük Yaşaroğlu<br />

(Defne Yörükhan), Hatice Şendil (Elif) ve<br />

Gürbey İleri’nin (Kerem) paylaştığı dizinin<br />

hikâyesini özetleyerek başlayalım. Yörükhan<br />

ailesi İstanbul’da yaşayan ama Antakya’dan<br />

kopmamış bir ailedir. Ailenin toprakla olan<br />

bu münasebeti ataerkil yapıya bağlılıklarının<br />

hem göstergesi hem de normalleştiricisidir.<br />

Ailenin iki erkek çocuğundan gözde olanı idealize<br />

edilmiş evlat Kahraman’dır. Bu nedenle<br />

Kahraman’ın erkek çocuğu olmalı ve ailenin<br />

soyadı bu bebekle yürümelidir. O kadarki ailenin<br />

büyük oğlu Yakup’un kızları birkaç sahne<br />

görünmelerinin dışında neredeyse o hikâyede<br />

ve dolayısıyla o evde yok sayılmaktadırlar.<br />

Yörükhan’ların kızı Meryem’in oğlu Kerem’in<br />

hikâyedeki varlığı ise daha çok Elif’e duyduğu<br />

aşk ile ilintilidir. Kerem’in aşkı onu çok sevdiği<br />

dayısıyla karşı karşıya getirecektir.<br />

Ailenin erkek torun beklentisine rağmen yıllar<br />

önce Kahraman’ın hatası sonucu hamile eşi<br />

Defne bebeğini kaybetmiştir ve bir daha anne<br />

olamayacaktır. Ailenin beklentileri ve özellikle<br />

kayınvalidesinin dayatmaları anne olmayı<br />

her şeyden çok isteyen Defne’nin çözümü sözde<br />

taşıyıcı annelikte bulmasına neden olur. Taşıyıcı<br />

anne Elif ise kendisini para karşılığı Maksut’la<br />

evlenmeye zorlayan babasını öldüren annesini ve<br />

kalp hastası kız kardeşini kurtarmak için Kıymet<br />

Hanım’ın bu teklifine boyun eğmiştir.<br />

Yoksa Bütün Anneler Melek Değil mi?<br />

Defne’ye bebek sahibi olma konusunda yardım<br />

edecek isim tabii ki ataerkil kültürün cinsiyetçi<br />

sisteminin neferi rolündeki Kıymet Hanım’dır.<br />

Kendi ailesinin devamlılığı için her yolu meşru<br />

gören Kıymet Hanım’da eşi<br />

gibi Kahraman’ı Yörükhan ailesinin<br />

yeni reisi görmekte, bu<br />

nedenle de Defne’nin bebek sahibi<br />

olamamasında Kahraman’ın<br />

rolünü görmezden gelerek gelinini<br />

acımasızca iğnelemektedir. Kıymet<br />

Hanım’ın gerek çocuklarına karşı<br />

üstü kapalı ya da direk ayrımcı<br />

tavrı. Gerek dayatmacı ve erkek<br />

torun uğruna herkese yalan<br />

söylemeyi göze alan bencilliği,<br />

gerekse de özelikle annesinin<br />

rahatsızlandığı anlarda Elif’e<br />

gösterdiği kuralcı duruşu iyilikle<br />

kutsanmış anneliğe ilişkin soru<br />

işaretlerini bir kez daha akıllara<br />

getiriyor.<br />

Bu noktada anne olmayı ve<br />

Kahraman’ı kaybetmemeyi isteyen<br />

Defne’nin Kıymet Hanım’la yaptığı<br />

işbirliği ise geçmişten günümüze<br />

duyulma/görülme sıklığı azalan<br />

ancak hala var olan erkek evlat<br />

için terk edilen, suçlanan ve/veya<br />

kumalığı kabul etmeye zorlanan<br />

kadınlara ilişkin hikâyelere olan<br />

benzerliği, modernize edilmiş<br />

haliyle çokta yabancı olmadığımız


ir durum maalesef. Normal şartlarda Kahraman<br />

gibi çocuk sahibi olamayacaklarını kabul<br />

edebilecekken baskı altında kalan Defne’nin,<br />

uğradığı psikolojik şiddetle kabul ettiği aslında<br />

sistem karşısında gönüllü/çağdaş kulluktur.<br />

Defne’nin kendi ayakları üzerinde durabilen<br />

bir kadın olmasına rağmen sahip olduklarını<br />

kaybetmemek için her şeyi yapacağının en<br />

güzel göstergesi bebeğin biyolojik annesinin<br />

Elif olduğunu öğrenmesi üzerine hem Kıymet<br />

Hanım’dan intikam almak, hem de Kahraman<br />

ile evliliklerinde tehlike yaratmaya<br />

başlayacak Elif’i ve bebeği<br />

hayatlarından çıkartmak için Elif’e<br />

bebeği düşürmesine neden olan<br />

karışımı içirdiğinde parmağında<br />

olan ve kendisine hamile olduğu<br />

için verilen aile yadigârı yüzüktür. Aslında<br />

dizinin ilk bölümünden (Elif’in Kahraman’a<br />

hayran bakışları) itibaren atılan tohumlar ilerleyen<br />

süreçte Kahraman ve Elif arasında yaşanacak<br />

olan ‘imkânsız’ aşkın işaretlerini taşıyor. Diğer bir<br />

ifade ile bu noktada Defne, kıskançlıklarında haklı<br />

çıkacak gözüküyor. Sosyal medyada yapılan yorumlarda<br />

da görüldüğü üzere Defne’nin boğucu<br />

kıskançlığı, saldırgan tavrı ve acımasızlığı<br />

Kahraman’ın masum, naif Elif’e âşık olmasını<br />

izleyici gözünde de meşrulaştıracak. Hatta<br />

muhtemelen bir süre sonra Kıymet Hanım’da bu<br />

konuda saf değiştirecek. Sular ısındıkça ısınacak,<br />

işler arap saçına dönecek. Yalnız bu noktada<br />

anlaşılmaz olan ideal bir aşk evliliği yaşayan<br />

Kahraman’ın dizinin en başından itibaren, yani<br />

daha Defne ile sorunlar yaşamaya başlamadan<br />

önce Elif’ten etkilendiğine dair çıkarımlara neden<br />

olacak sahneler. Bu durum çok eşliliğe yatkınlığa<br />

bir göstergemi yoksa ben mi önyargılıyım bilemedim.<br />

Aile Hikâyelerinin Kaçınılmaz Çatışması Habil-<br />

Kabil Göndermesi<br />

Birçok aile film ve dizisinde olduğu üzere bu<br />

dizide de birbirinden farklı karakter ve zihniyete<br />

sahip iki erkek kardeş yer alıyor ve aralarındaki<br />

çatışma dizinin tansiyonunu yükseltmede iş<br />

görüyor. Erkek egemen değerlerin hâkim olduğu<br />

ailede kız evlat Meryem ise etkisiz durumda.<br />

Şirketin yönetiminde iki erkek kardeş söz sahibi<br />

ancak Kahraman’ın ailenin kahramanı olabilmesi<br />

içinde kaçınılmaz olarak Kabil rolü Yakup’a<br />

kalıyor. Babasını gizli işlerini, sırlarını ortaya dökmekle<br />

tehdit eden Yakup yönetime ortak oluyor<br />

ve kardeşler arasında gerginlik gün yüzüne<br />

çıkıyor. Bu çatışma kardeşlerin eşleri arasında<br />

da gizli bir rekabete neden oluyor. Özellikle<br />

Yakup’un eşi gözde gelin olma yolunda sürekli<br />

bir çaba ve kıskançlık içerisinde. Buda sırların<br />

gizli kalmasını ve suların durulmasını zorlaştıran<br />

bir başka etken.


GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

n Yaprak Dökümü ile kitlelerce tanınan, İntikam<br />

ile izleyiciye ters köşe yapan Seda Demir,<br />

Beyaz Karanfil ile ekranlarda. Seda Demir<br />

ile gerçekleştirdiğimiz keyifli söyleşi Cine<br />

Dergi’de:<br />

Şunu önermeye katılır mısın: “Ekrandaki tüm<br />

diziler birbirinin aynı.” Sence ekranda fark<br />

yaratmak için ne tür riskler alınmalı?<br />

Fark yaratmak için<br />

öncelikli olarak kısa<br />

sürede kar elde etme<br />

amacının güdülmemesi<br />

gerekiyor bence. Bir<br />

iş tutunca onun reyting<br />

payından yararlanabilmek<br />

için<br />

benzer ama daha<br />

renklendirilmiş türevlerini<br />

görüyoruz mecburen.<br />

Bu da yeni projelerin<br />

üretiminin önünü<br />

kesiyor. Bana göre yeni<br />

fikirlerin ortaya çıkması<br />

için güven ortamının<br />

sağlanması gerekiyor<br />

sadece.<br />

Bu sorunda<br />

sorumluluğu kime<br />

yüklemek gerekiyor sence, Tv’ye basit işler<br />

yapılıyor çünkü izleyici bunu seviyor diyerek<br />

izleyici hedef gösteriliyor. Bu konuda ne<br />

düşünüyorsun?<br />

Bence izleyicinin bir suçu yok. Daha ileriye gitmek<br />

için ,dizi sektörünün gelişimini sağlamak<br />

için her işin basit olmasındansa, her işin biraz<br />

daha kaliteli olmasını tercih etmek gerekir<br />

ki; izleyen de kaliteli yapımların içinden<br />

izleyebileceği işi, seçsin :) biraz sanki kolaya<br />

kaçılıyor.<br />

Sence bir dizinin tutması için gerekli olan ne?<br />

Mesela Beyaz Karanfil’in şansı nedir?<br />

En yüksekte çalışan ile en alt kısımda çalışan<br />

arkadaşlarla birlikte herkesin benimsediği bir<br />

proje olması gerekiyor. Çalışan herkesin işi<br />

sevmesi ve görevini içten gelerek yapması lazım<br />

bence. Bunun da yolu o setteki insanlara ayrım<br />

yapılmaksızın değer veriliyor olmasından geçiyor<br />

çünkü işin sıcaklığı ekrana mutlaka yansır ve<br />

izleyiciyi içine çeker. Bu anlamda Beyaz Karanfil<br />

benim için bunların tamamını yakalamış bir iş.<br />

Herkes işini severek yapıyor. Sette huzur ortamı<br />

hakim . Oyuncular olarak işimize son derece<br />

profesyonel yaklaşıyoruz. Oyuncu kadrosu ve<br />

hikaye olarak son derece zenginiz bence Beyaz<br />

Karanfil’in şansı yüksek!<br />

Neden Beyaz Karanfil’de oynamayı kabul ettin?<br />

Karakter sana ne vadetti?<br />

Senaryosu çok kuvvetliydi. Diyaloglar sıcak gerçekçi<br />

ve zengin. Benim önceliğim tek düze ve<br />

benzer karakterleri oynamamaktır. Beyaz Karanfilde<br />

de bunu yakaladığımı düşünüyorum. Kendi<br />

içinde sürprizleri olan bir karakter oynuyorum.<br />

Yaprak Dökümü, İntikam ve Beyaz Karanfil…<br />

Şimdiye dek oynadığın roller birbirinden çok<br />

farklıydı hal böyleyken “güzel kadın” olarak


anılmayı haksızlık olarak görür müsün?<br />

Hem güzel hem de iyi bir oyuncu olarak<br />

anılmak daha iyi olabilir tabi. Güzel kadın iyi<br />

oynamaz ya da iyi oyuncu güzel ve çekici<br />

değildir gibi düz tanımlamaları yapamıyorum<br />

ben.<br />

Kendi yaşamının bir senaryo olduğunu<br />

düşünsen, şimdi o senaryonun neresindesin?<br />

Bence baş karakterin kendisini yeni yeni<br />

bulduğu ve olayların yeni gelişmeye başladığı<br />

bölümdeyim. Okuyucu, kızın kim olduğunu<br />

anladı ama film bakalım neler getirecek<br />

kızımızın başına:) Hangi türde yazacağıma<br />

karar vermem gerekiyor buradan sonrası için<br />

:)<br />

Peki bu senaryoyu izleyen biri olsan, bir izleyici<br />

olarak “Seda” hakkında ne düşünürdün?<br />

Yani gereksiz kendisine eziyet eden,<br />

idealist,iyilik felsefesini benimsemiş,ç ılgın,<br />

deli dolu bir kız; ,enerjisi yüksek, bazen çok<br />

akıllı bazen çok saf bir ama kızarsa eyvah<br />

eyvah:). Bu da başına gelecek olaylara gebe<br />

olmasını sağlıyor tabi…<br />

HAYDİ KISA KISA CEVAPLAYALIM<br />

Gecenin bir yarısı telefonun çalsa arayan kimdir?<br />

Reji koordinasyon :)<br />

Gerçekleşen en büyük dileğin neydi?<br />

Yani kendimi bildim bileli bir tane<br />

dileğim oldu. Hala da dilemekteyim .Daha<br />

gerçekleşmedi<br />

Asla giymem dediğin bir şey var mı?<br />

Nerede giydiğime bağlı değişir.<br />

Neler dinlersin, neler okursun?<br />

Bu aralar keşfedemediğim grupların<br />

arayışındayım. Yeni bir çok türe dalmış<br />

bulunmaktayım. Okuma olarak romandan<br />

uzaklaştım daha teknik bilgilerle ilgileniyorum<br />

bu aralar. Sinema ve senaryo üzerine<br />

çalışmaktayım<br />

Seda Demir’i insanların tek kelime ile<br />

tanımlaması gerekse onlardan hangi sıfatı<br />

duymak istersin?<br />

Değişik:)<br />

Sen kendini tek kelime ile nasıl tanımlarsın?<br />

Tek kelime olmaz, olağanüstü güçlerini<br />

kaybetmiş süper kahraman olabilir:)


n Aşkın ömrü kaç yıldır, evlilik aşkı öldürür mü,<br />

diriltmenin çaresi var mıdır, biten ilişkinin suçlusu<br />

kimdir, gecelik kaçamaklar aldatma mıdır, aldatma<br />

affedilebilir mi, çiftleri bir arada tutan nedir gibi<br />

sorular Neil ve Grace’in bol aşk çıkmazlı izleği<br />

üzerinden anlatılır. İlginç olan aldatanın kadın ve<br />

kendisini suçlu hissedenin erkek olmasıdır.<br />

Satisfaction dizisinin kahramanı Grace Truman<br />

evli, çocuklu ve mutlu olmasına karşın eskort<br />

genç bir erkekle ilişki yaşar. İş hayatı yoğun,<br />

başarılı ve yakışıklı kocası Neil Truman erken<br />

döndüğü iş seyahatinden sonra karısını yatakta<br />

yakalar ancak durumu açık etmez ve takibe başlar.<br />

Araştırdıkça karısının sevgilisinin aslında parayla<br />

seks yapan bir genç olduğunu öğrenir. Grace’e<br />

ve 16 yaşındaki kızı Anika’ya çaktırmadan<br />

yaşamının, evliliğinin ve kendisinin eksiklerinin<br />

ne olduğunu anlamaya çalışır. Zaten çoktandır<br />

anlamsız bulduğu yaşamı artık karısının kendisinde<br />

bulamadığını başkasında aramasıyla<br />

büyük bir boşluğa düşer. Neil tükenen aşkları<br />

ve biten romantizmi yeniden alevlendirmek<br />

için bambaşka bir hayata savrulur ve yeni<br />

yaşamında kadın erkek ilişkilerine ve kendine<br />

dair pek çok şeyle yüzleşir. Takibin getirdiği<br />

olaylar zincirlemesi Neil’i, Grace’in eskort sevgilisinin<br />

hayatını önüne sunar ve bir ilişkinin<br />

neden, nasıl ve nerelerde tükendiğini sorgulamak<br />

için eskort olarak çalışmaya başlar. Kendisine<br />

birkaç saatlik tatmin satın alan kadınların


ne istediğini öğrenmeye çalıştıkça sert ve kabullenmesi<br />

güç gerçekleriyle karşılaşır.<br />

Kahramanının kadın olarak arzuyu üreten,<br />

arzularının peşinden koşan ve eksik doyumuna<br />

çare arayan bir karakter olması ve erkeğin kadını<br />

nesneleşmiş mülklerinden biri gibi görmeyerek<br />

kaybetme korkusuna düşmesi çok fazlaca işlenen<br />

bir konu değildir. Bu yüzden temsili özgür kadının<br />

bilinçli olarak yani tuzağa filan düşürüldüğü için<br />

değil, bile isteye bedensel ve ruhsal doyumun<br />

peşinde yalanlar söylemesi farklı ve az rastlanır<br />

bir durumdur. Çünkü ana akım işlerde bu türden<br />

aksiyonlar aldatma olarak tanımlanır ve aldatma<br />

eylemini yapan kadın da anlatının kötü karakteridir.<br />

Oysa Satisfaction’da Grace’i anlamaya<br />

davet eden bir üslup söz konusudur. Tüketim<br />

toplumunda sahip olunan statü ve materyallerin<br />

gerçek bir doyum sağlamadığı ilk bölümden<br />

itibaren tüm karakterlerin arayışları üzerinden<br />

yeniden gündeme oturur.<br />

Elde ettiklerini birlikte tüketecek zamanı ve ruhu<br />

kaybeden çift aldatma sonrası rutinden çıkmaya<br />

çalışırlar. Daha doğrusu karısının bir eskortta ne<br />

aradığını bulmak için tabakalaşmanın dayattığı<br />

zevkler ve monotonluktan evliliğini sıyırmaya<br />

çalışan Neil giderek tuhaflaşır, yakınlaşmak<br />

isterken yabancılaşır. Yabancılaşmaya neden<br />

olan aldatma artık çift taraflı ve düzenli bir<br />

trafiğe oturur. Çıkmaz büyür, arzular giderek<br />

doyumsuzlaşır, evliliklerine heyecan ve din-


dinamizm gelse de fertler yalanlar<br />

çıkmazında iyice birbirlerine benzerler.<br />

Freud ‘arzuyu üreten, nesnenin<br />

yarattığı hayal kırıklığıdır’ der.<br />

Buna göre zaten tam olmayan ve<br />

aradıklarını birbirinde bulamayan ya<br />

da kaybeden çiftin aldatılma sonrası<br />

hayal kırıklığı artar, hatta depreşir.<br />

Yine de Grace ve Neil ayrılmayı<br />

düşünemeyecek kadar karşılıklı<br />

bir sevgi içindedir ancak Grace’in<br />

yaşadığı ve yaşattığı hayal kırıklığı<br />

ihtiyaç duyulan doyumun eksikliğini<br />

büyütür, geliştirir, pekiştirir.<br />

Çift artık başkalarıyla cinsellik<br />

yaşamama kararı alsa da bedensel<br />

hazların tatminini aldatma gibi<br />

görmemeye de başlar. Ne de olsa<br />

günümüzde beden doğallığından<br />

sıyrılmış, üzerinde oynanan, çalışılan<br />

veya işlenebilen geliştirilebilir,<br />

değiştirilebilir mekanizmalar gibi<br />

değerlendirilmektedir. Grace biricik<br />

ömrünün farkında bir kadındır,<br />

biyolojik varlığının sesini duyar ve<br />

nesneleşmiş bedenine hizmet etmeye<br />

çalışır. Artık kendi doyumsuzluğunun<br />

içinde bunalan bedeninin nesnesi<br />

haline gelmiştir. Toplumun kabul<br />

ettiği formda uygun kalıplarda mutlu<br />

yuvasını korumaya çalışırken gizli<br />

gizli eskortuyla ilişkiye girmeye de<br />

devam eder. Disipline edici toplumsal<br />

kuralların işleyişine uygun hareket<br />

etmede sorun yaşamaz. Diğer yandan<br />

karısının aldatmaya devam ederken<br />

kendisini ve ailesini ihmal etmeyişi<br />

Neil’i büyük bir hayrete düşürür ve<br />

kurtulmaya çalıştığı yabancılaşmayı<br />

geliştirir.<br />

Birinci ağızdan Neil’in perspektifinden<br />

ilerleyen metin aslında huzursuz,<br />

obsesif, mükemmeliyetçi ve<br />

maceracı bir adamın evliliğinin iflas<br />

ettiğini bizzat gördüğü halde inkar<br />

edişini anlatıyor. İnkar sürecini haklı<br />

çıkartacak aksiyonlara girmesiyle<br />

evlilikleri ve ilişkileri yeni travmalarla<br />

tuhaflaşıyor. Uzakdoğu felsefesinden<br />

sekse uzanan arayışın en uzak<br />

sığınma noktası ise bahçesindeki<br />

havuz oluyor. Neil’in en dibe dalma<br />

takıntısı adeta anne karnına<br />

dönmeye çalışan çaresiz küçük<br />

erkek çocuğunun çıkış ve sığınma<br />

ihtiyacını sembolize ediyor.<br />

Satisfaction anlatının provoke eden<br />

dramatik yapısı nedeniyle kendisini<br />

fazlaca tekrar etse de sürükleyici<br />

ve seyircisini de evlilik kurumunun<br />

hapseden yapısına kilitli tutan<br />

güçlü ve güncel bir iştir denilebilir.<br />

Elbette bu coğrafyada Satisfaction<br />

gibi bir dizi ya da hafiften benzeri<br />

dahi söz konusu olmaz. Ne de<br />

olsa daha bu sezonun en iddialı<br />

yapımlarından ‘Benim Adım Gültepe’<br />

dizisinin kadın kahramanı evli<br />

olduğu halde yasak aşka düşünce<br />

ortalık karışmıştı. Kadın hemen<br />

sonraki bölümlerde öldüresiye<br />

dövüldü, sövüldü, dışlandı ve yetmeyince<br />

sevgilisini öldürdü ancak<br />

yine de affedilmedi ve dizi yayından<br />

kalktı. Dolayısıyla Satisfaction bizim<br />

için tüm bilim-kurgu uzay filmlerinden<br />

daha yabancı, iğreti edici<br />

ve kabullenemez bir dizidir. Kaldı<br />

ki son alınan bilgilere göre zaten<br />

kadın erkek eşit değildir ve kadının<br />

fıtratında annelikten ötesi yoktur.<br />

Oysa Satisfaction bir metin olarak<br />

aldatma eylemiyle başlayan kendini<br />

tanıma, arama ve adeta hasta<br />

ruhlarının tahlil ve tedavi sürecini<br />

anlatıyor. Yani kötü, yanlış, yasak<br />

ve ayıplı bir eylem doğruya giden<br />

kapıyı zorlayan bir yol haritası<br />

sunuyor. Tam bir aydınlanma ve<br />

temizlik için önce biraz karanlık ve<br />

kir gerekiyor galiba ve belki de en<br />

masum duygu ve düşünceler kirli<br />

ilan edilen bölgelerde yaşanıyor.


İlk hedefiniz meşhur olmak olmamalı, öncelikle oyunculuğun<br />

tadını çıkartmalısınız, keyfini almalısınız, onu yapmayı çok<br />

istemelisiniz ve onun için çok çalışmalısınız…<br />

NERGİZ KARADAŞ<br />

n Yayın hayatına Kanal D’de başlayan,<br />

şimdilerde ise Star TV ekranlarında cumartesi<br />

akşamları izleyici ile buluşan sevilen<br />

dizi Urfalıyam Ezelden’in fedakâr Cemal’i<br />

Bülent İnal ile sizler için keyifli bir sohbet<br />

gerçekleştirdik. Umarız sizlerde okurken keyif<br />

alırsınız.<br />

Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi<br />

Tiyatro Bölümü Oyunculuk Ana Sanat<br />

Dalından mezun oldunuz. Oyunculuk okuma<br />

kararınızda ne belirleyici oldu?<br />

Liseden sonra İzmir Bornova’da tiyatro kursları<br />

başladı diye bir afiş gördüm. Tamamen tesadüf.<br />

Bir arkadaşımla yürüyorduk, çokta canımız<br />

sıkılıyordu, yapacak bir şeyimizde yoktu. O<br />

kurslara başladım ve üç yıl kadar sürdü o kurs.<br />

Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesini kazanmama<br />

ve orda bir yıl okumama rağmen oyunculuk<br />

daha ağır bastı, bu mesleği yapmaya karar<br />

verdim. Ondan sonra Dokuz Eylül Üniversitesi<br />

Güzel Sanatlar Fakültesi’nin tiyatro bölümüne<br />

girdim. Böyle bir serüven oldu.<br />

Sonrasında süreç nasıl gelişti? İstanbul’la<br />

gelişiniz nasıl oldu?<br />

Aslında bizim İstanbul’a gelmek gibi bir niyetimiz<br />

yoktu. İzmir şehir tiyatroları kuruluyordu<br />

o yıllarda. Hazırlıklar vardı, çalışmalar<br />

yapıldı. Bizde o ekibin genç kadrosu olacaktık.<br />

Aslında İstanbul’daki karmaşanın içine gelmek<br />

istemedik. Herkes İstanbul’a gidiyordu. Biz<br />

İzmir’de kalıp şehir tiyatrosunu olgunlaştıralım,<br />

geliştirelim gibi bir fikrin peşindeydik. Fakat<br />

belediyenin şartları çok olumlu olmadı. Bir yıla<br />

yakın hazırlık sürecine rağmen belediye kaynak<br />

bulamadığı için şehir tiyatrosu kurulamadı. Bizimde<br />

bunun dışında İzmir’de yapacak çok bir<br />

şeyimiz yoktu. İstanbul’da Devlet Tiyatrosunda<br />

bir oyun başlıyordu ve İzmir’de hocamız olan<br />

Devlet Tiyatrosu sanatçısı Mahmut Gökgöz bizi<br />

davet etti. Yücel Erten’nin yönettiği bir oyunda<br />

İstanbul serüvenimiz başladı. Çok isteyerek gelmedim<br />

fakat hayat başka türlü gelişti İstanbul’da.<br />

Buradan bakınca küçük şehirlerde, taşrada<br />

yaşayıp oyuncu olma hayali olanlara oyuncu<br />

olma, tutunma ya da doğru yolda ilerleme<br />

noktasında ne önerirsiniz?<br />

Biz ne söylersek söyleyelim hem şans çok<br />

önemli bir faktör, hem sizin yaptıklarınız, doğru<br />

zamanda doğru yerde olmak. Yani birçok unsur<br />

var bunları bir araya getiren. Bazen çok<br />

iyi bir oyuncu olabilirsiniz ama o anda doğru<br />

zamanda doğru yerde değilsinizdir ve sizin<br />

farkınızda olamayabilirler. Ama en önemlisi<br />

tabii ki oyunculuğu gerçekten sevmek ve yapmak<br />

istemek. Birincisi oyunculuğun tadını<br />

çıkartmak, keyfini almak. İlk hedefiniz meşhur<br />

olmak olmamalı, öncelikle oyunculuğun<br />

tadını çıkartmalısınız, keyfini almalısınız,<br />

onu yapmayı çok istemelisiniz ve onun için<br />

çok çalışmalısınız. Zaten sizin yaptığınız<br />

şeyleri muhakkak bir gören, fark eden ve<br />

değerlendirmek isteyen olabilir. Size verilen<br />

şansları da iyi değerlendirmelisiniz. Ama şuan<br />

benim gördüğüm en büyük sıkıntı herkes hemen<br />

meşhur olmak istiyor. Tekrar söylüyorum<br />

öncelikle bence mesleğin keyfini çıkartmayı


deneseler çok daha iyi<br />

olur, oyunculuğu anlayıp<br />

hayatın her alanına<br />

yayarak yaşamaya<br />

çalışmak gerek.<br />

Tiyatro, sinema ve dizi<br />

oyunculuğu noktasında<br />

özel bir tercihiniz var mı?<br />

Dizi oyunculuğu toplumun bir kesiminde<br />

makbul görülmüyor. Bu konuda<br />

ne düşünüyorsunuz?<br />

Tabi herkesin fikrine saygı duyuyoruz,<br />

yapacak bir şey yok. Ama bu<br />

bizim mesleğimiz. Biz dizi oyunculuğu<br />

yaparken çok aşağılık bir şey<br />

yapmıyoruz. Oyunculuk yapıyoruz<br />

ve mümkün olduğu kadar da ahlaklı<br />

ve temiz yapmaya çalışıyoruz. Şuan<br />

sektörün çok büyük bir bölümü en<br />

azından ekmeğini buradan kazanıyor.<br />

Gönül ister ki bizde yılda bir sinema<br />

filmi çekelim. Ama böyle bir sektör,<br />

böyle bir gerçek yok. Şuan Türkiye’nin<br />

bu konuda ki en büyük gerçeği televizyon<br />

ve televizyon dizileri. Bu bir<br />

tercihtir aslında. Siz sinemayı da tercih<br />

edebilirsiniz, o yolda da ilerlemek<br />

isteyebilirsiniz. Sadece tiyatroyu<br />

tercih edip oradan da devam edebilirsiniz.<br />

Ama bazıları hepsini birden<br />

yapıyor. Bu noktada belirleyici olan<br />

vaktiniz neye kalıyor, neyi tercih<br />

ediyorsunuz. Benim hayatım öyle<br />

gelişti. Tiyatro diye yola çıktım şuan<br />

televizyonda daha çok vakit geçiriyorum.<br />

İyi senaryolar, iyi yönetmenler<br />

beni çağırdığında<br />

kaçırmıyorum. Bir<br />

sinema filminde oynamaktan<br />

keyifte


alıyorum. İlk yıllarda tiyatro yapmayı çok istesem<br />

de uzun süre sahnede olmayınca şimdi bir<br />

korku var tabi yapabilir miyim, becerebilir miyim<br />

korkusu. Biraz onu atlatıp tiyatroda yapmak<br />

istiyorum. Bu noktada kimin ne dediği çok umurumda<br />

olmuyor açıkçası, benim ne hissettiğim<br />

önemli. Ben yaptığım işi seviyorum, keyif<br />

alıyorum. Keyif almadığım bir şeyin içerisinde<br />

bulunmuyorum.<br />

Biz sizi Ihlamurlar Altında dizisi ile tanıdık. Bu<br />

dizi sizin kariyerinizde nerede duruyor? Bunun<br />

dışında oyunculuk kariyerinize damgasını vuran<br />

projeler neler?<br />

Şimdi tabi Ihlamurlar Altında’dan önce ATV’ye<br />

yaptığımız Kurşun Yarası vardı. Ama geniş<br />

kitlelerin tanıması Ihlamurlar Altında ile oldu.<br />

Hayatımda önemli bir proje. Ben hem karakteri<br />

çok severek oynuyordum hem de o dizi<br />

içerisinde bulunmaktan çok keyif alıyordum.<br />

Bir kere çok doğru kurulmuş, çok doğru<br />

yazılmış sektör açısından da ilk değilse bile<br />

bazı açılardan ilkleri başarmış bir projedir.<br />

Daha sonra onun taklitleri ya da uzantıları<br />

yapılmaya çalışıldı ama müziğiyle, senaryosuyla,<br />

oyuncularıyla, rejisiyle benim için çok<br />

özel bir projeydi. Hem tanınmamı sağladı, hem<br />

de diğer işlere bakış açımda bana yol gösterici<br />

oldu. Ondan sonra Karayılan gibi, Bu Kalp Seni<br />

Unutur mu? gibi, Tatar Ramazan gibi yapmaktan<br />

çok keyif aldığım işlerin peşinde koştum.<br />

Biraz farklı farklı işler yapmaya çalıştım. Çok<br />

başarılı oldu ya da olmadı tartışılır ama ben çok<br />

keyif aldım. Şimdi de Urfalıyam Ezel’den benim<br />

kendi oluşturduğum bir hikâyeydi. Hem yazılan<br />

karakterler, hem bu ekibinin içerisinde olmak,<br />

o karakterlerle birlikte oynamak beni çok mutlu<br />

ediyor.<br />

Farklı projelerde yer alan biri olarak ileride<br />

yönetmenlik koltuğunda karşımıza çıkar<br />

mısınız?<br />

Açıkçası zaman ne gösterir bilmiyorum<br />

ama yönetmenlik kısmı, özellikle de dizi<br />

yönetmenliği oldukça zor bir iş, beni yoran bir<br />

iş olur ve dolayısıyla yapmak istemem. Ben<br />

biraz şartlardan dolayı da haftanın yedi gününü<br />

sadece bir proje için gece-gündüz geçirmek istemem.<br />

Hayatımı, ailemi ve çevremi çok önemsiyorum<br />

dolayısıyla sadece iş değil, onlara vakit<br />

ayırarak hayatımda daha doğru ilerleyeceğimi<br />

düşünüyorum. Yani dizi yapmam ama sinemada<br />

ne çıkar karşıma onu şuan bilmiyorum.<br />

Ama ben hikâye yönetmeyi, yazma kısmını daha<br />

çok sevdiğimi fark ettim. Urfalıyam Ezelden’in<br />

hikâyesini Sinan Tuzcu ile beraber oluşturduk.<br />

Bu kısmı bana daha keyifli geliyor. Hem oynayıp<br />

hem farklı hikâyelerde yeni şeyler söylemeye<br />

çalışacağım.<br />

Yakın zamanda Derviş Zaim’in yönetmenliğini<br />

yaptığı Balık adlı filmde oynadınız. Bizlere sizin<br />

rolü kabul etme süreç ve nedenlerinizden bahseder<br />

misiniz?<br />

Derviş Zaim çok sevdiğim bir yönetmendir.<br />

Arkadaş olarak da çok severim, yönetmen olarak<br />

da. Senaryosunun matematiğini çok doğru bulurum.<br />

Çok yalın ve güzel bir dili vardır. Yarattığı


karakterler, hikâye sizi içine alır. Bu projeyi de<br />

okuduğum zaman ben bu karakteri oynamak,<br />

bu hikâyenin içerisinde olmak istiyorum dedim.<br />

Yani en önemli sebep Derviş Zaim olması<br />

ve senaryonun her anlamda beni tatmin etmesi.<br />

Urfalıyam Ezelden fikri nasıl ortaya çıktı? Urfa<br />

doğumlu olmanız etkili mi mesela?<br />

Benim sıra gecesi ailesi ve onların İstanbul’da<br />

tutunma hikâyesine dair bir fikrim vardı. Urfalı<br />

olmamın da tabi bunda etkisi var. Bu hikâyenin<br />

çok işlenmediğini biliyordum. Buradan da<br />

seyircinin seveceği güzel bir hikâye çıkacağını<br />

düşünüyordum. Birazda kendi doğduğum,<br />

yaşadığım yerler ve ailemizde şuanda<br />

yaşamayan insanlara bir vefa duygusundan<br />

yola çıkarak böyle bir proje fikrim vardı. Sinan<br />

Tuzcu ile 1,5 yıldır aynı sokakta oturmamıza<br />

rağmen pek görüşemiyorduk. Bir akşam biz<br />

1,5 yıldır aynı sokakta oturuyoruz. Neden<br />

görüşemiyoruz, dışarı çıkalım dediğimiz akşam<br />

Urfalıyam Ezelden ortaya çıktı. Biraz kısmet, şans<br />

diyebilirim. Çünkü Sinan senaryo yazmaya karar<br />

verdiğini söyledi. Bende böyle bir fikrim olduğunu<br />

söyledim. Birazda beni gaza getirerek gel bunu<br />

yapalım dedi ve bu hikâyeyi yazmaya başladık.<br />

Kısa sürede Faruk Bey (Turgut) sağ olsun bu projeyi<br />

yapmak istedi ve 3 ay içinde kendimizi sette<br />

bulduk. Şuan projenin senaryo grubuna ben dâhil<br />

değilim. Sinan o ekibin başında ve dört kişilik bir<br />

ekiple yazıyorlar. Şuanda sekizinci bölümü çekiyoruz.<br />

Bir hayalle başladı, böyle gerçekleşti. Bizim<br />

ilk işimiz bizde birçok şeyi öğreniyoruz. Yazmanın<br />

özelliklede 120-130 dakikalık bölümler yazmanın<br />

ne kadar zor olduğunu yeni yeni öğreniyoruz.<br />

Biraz yalpalıyoruz bazen ama ilk işimiz olmasına<br />

rağmen hem sektör hem izleyici anlamında iyi bir<br />

iş olduğunu düşünüyorum. Bu her ne kadar reytinglere<br />

yansımasa da biz ilk işimiz olması sebebiyle<br />

kendi adımıza çıkan sonuçtan memnunuz.<br />

Yeri gelmişken Türkiye’deki reyting olayına<br />

bakışınızı sormak istiyorum. Urfalıyam Ezelden’in<br />

reytingleri neden düşük?<br />

Ben sürekli sokakta olan bir oyuncu olarak şöyle<br />

bakıyorum; bu güne kadar yaptığımız birçok iş<br />

oldu. Ihlamurlar Altında döneminde ben sokağa<br />

çıktığımda ne tepki alıyorsam, bu diziyle de şuan<br />

sokakta aynı tepkiyi alıyorum. Ama o zaman 15<br />

reytingle birinci olurken şimdi 3-5 reyting arasında<br />

dolaşıp duruyoruz. Bunun sebebini bilemiyoruz.<br />

Tabi bilsekte çok dillendiremiyoruz sektör<br />

olarak. Bu reyting sistemiyle sürekli oynandıkça<br />

ve ne olduğunu bilmedikçe böyle sonuçlarla<br />

karşılaşıyoruz. Bir sistem var, hepimiz onun içerisine<br />

dâhil oluyoruz. Sektör çok beğense de, insanlar<br />

çok beğense de bazen o diziler iyi sonuç alamayabiliyorlar.<br />

Biz beş bölüm yayınlanmamıza ve<br />

dereceye girmemize rağmen sanki tutmamışız gibi<br />

bir algı oluştu. Ama öyle bir şey yok. Yani bu sene<br />

girip tutan ve şuana kadar devam eden bir iki işten<br />

biriyiz aslında. Fakat bilmiyorum belki yayınlandığı<br />

kanalın sistemine uymadı bizim dizi ya da maliyetleri.<br />

Kanal D ile yollarımızı ayırdık ama Star TV’de<br />

devam ediyoruz. Onlar haberi duyunca projeyi çok<br />

beğendiklerini ve almak istediklerini söylediler.


Bizde çok memnun olduk. Şimdi yolumuza<br />

oradan aynı keyifle işimizi yaparak devam<br />

ediyoruz. Seyircinin de çok beğendiğini<br />

düşünüyorum. Cumartesi günü yine çok zor<br />

bir gün. Artık her gün çok zor. Çok proje var<br />

ve sizin o aradan sıyrılıp yukarılara çıkmanız<br />

biraz zaman alıyor. Bu nedenle her işe zaman<br />

tanımak ve yardımcı olmak gerekiyor<br />

diye düşünüyorum. Bizde bunu başaracağız<br />

inşallah. Herkes<br />

birinci olmak istiyor<br />

ama maalesef her<br />

günün bir tane birincisi<br />

oluyor. Bizde<br />

onun için uğraşıyoruz,<br />

çalışıyoruz. Ama şuan<br />

herkesin tabi olduğu<br />

sistem bu. Nasıl<br />

işliyor, nasıl gidiyor<br />

onu da çok bilmiyoruz.<br />

Televizyoncular,<br />

reklamcılar, o sistemi<br />

işletenler biliyorlar.<br />

Sektörün kanayan<br />

yarası bu şuan. Bir<br />

hafta birinci olan bir<br />

dahaki hafta olamıyor<br />

beşinci oluyor, sonra<br />

tekrar birinci oluyor.<br />

Eskisi gibi sabit bir<br />

durum yok. Çok git<br />

gelli bir reyting sistemi<br />

var ve herkes aslında<br />

o sistemi çözmeye<br />

çalışıyor.<br />

Dizide ekibin enerjisi<br />

çok yüksek bence.<br />

Normalde dram özellikleri taşımasına rağmen<br />

çoğu noktada izleyiciyi keyiflendirende bir dizi.<br />

Konu nereye gidiyor, dizinin enerjisi de bu kadar<br />

yüksek devam edecek mi?<br />

Devam ettirmek için uğraşıyoruz. Sıra gecesinin<br />

bir özelliği vardır. Sizi bir gazelle ağlatır, sonra<br />

neşeli bir türkü ile oynatır. Bizde sıra gecesinin<br />

bu özelliğini diziye yansıtmayı düşündük. Yani<br />

dizi sizi on dakika eğlendirip, keyiflendirip<br />

sonra birden ağlatabiliyor. Böyle bir gücü, enerjisi<br />

var dizinin. Benimde en sevdiğim yanı bu.<br />

Zaten kurduğumuz ailede biraz öyle. İşleri neşeli<br />

olan ama hayatları o kadarda neşeli olmayan bir<br />

ailenin hikâyesi. Hem karakterler çok iyi oturdu.<br />

Senaryonun dili de çok lezzetli. Biz bir klişe<br />

anlatıyor gibi olsakta, klişeleri kullansak da onu<br />

lezzetli anlatmaya çabalıyoruz. Belki de seyirciye<br />

bu keyifli gelmiştir diye düşünüyorum.<br />

Dizinin kadrosu oldukça güçlü ve kalabalık bir<br />

ekip. Ekiple ilişkileriniz nasıl? Zor oluyor mu çok<br />

karakterli bir hikâye anlatmak?<br />

Bu dizide bir karakter<br />

diğerinden daha aşağıda<br />

ya da yukarıda değil. Bizim<br />

için önemli olan bu<br />

ailenin hikâyesi. O yüzden<br />

kalabalık ama hepsi başrol,<br />

hepsinin bir katkısı var.<br />

Biri olmadığı zaman bir<br />

tarafımız aksak kalıyor. O<br />

yüzden seyirci açısından da<br />

kıymetli ve önemli bir hikâye<br />

olduğunu düşünüyorum.<br />

Yani iki kişinin birbirine<br />

bakmasıyla, birbiriyle uzun<br />

uzun konuşmasıyla giden<br />

bir hikâye değil. Daha renkli,<br />

daha cazip, daha eğlenceli<br />

giden bir hikâye gibi geliyor,<br />

inşallah da böyle devam<br />

edecek. Ekibin enerjisi<br />

çok yüksek, sette en çok<br />

konuştuğumuz şey bir proje<br />

yaparsınız bol reyting alır<br />

birinci olursunuz ama bu<br />

kadar keyifli ve neşeli olamayabilirsiniz<br />

sette. Hem<br />

arkadaş ilişkileri çok güzel, hem senaryoyu alıp<br />

genel sahneleri okuduğumuzda aldığımız enerji,<br />

tat çok güzel ikisi beraber gidiyor. O yüzden çok<br />

keyifli ve önemli bir set bence. Sektör adına da<br />

bizim adımıza da. İnşallah böyle devam eder.<br />

Dizi dışında kesinleşmiş projeleriniz var mı?<br />

Şuan yok. Film teklifleri geldi ama şuan bu<br />

yoğunlukta, özellikle bu kış ayında mümkün<br />

değil. Ama inşallah yaza belki kendimizin<br />

yazacağı bir filmi yaparız diye projelerimiz var<br />

Sinan’la. Bakalım… İnşallah…


GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

n Arka Sokaklar’ın son gözdesi Can Nergis ile<br />

dizilerden Tv dünyasına pek çok konuyu Cine<br />

Dergi için konuştuk. Can Nergis’i biraz daha<br />

yakından tanımak isterseniz buyurunuz:<br />

Onca dizi bir sezon bile ekranda kalamazken<br />

Arka Sokaklar uzun yıllardır bizlerle. Bunun<br />

nedenini neye bağlıyorsun?<br />

İlk önce temposu çok yüksek bir dizi. Tecrübeli<br />

ve iyi oyuncuları kadrosunda bulundurması<br />

diziyi izlenebilir ve keyifli hale getiriyor ama<br />

bence en önemli etken; senaryonun ve hikâyenin<br />

günümüzde yaşanan konulardan esinlenerek<br />

oluşturulması. Bu güncellik insanlarda<br />

bitmeyen bir ilgi oluşmasını sağlıyor.<br />

Ekranda başarı kriterin nedir? Mesela Arka Sokaklar<br />

pek çok açıdan kimi izleyiciler ve profesyonellerce<br />

eleştirilerden nasiplenen bir proje,<br />

sadece izlendiği için bir diziyi başarılı sayabilir<br />

miyiz?<br />

Tabii ki bir dizinin veya işin çok izlenmesi onun<br />

iyi olduğu anlamına gelmez. Estetik ve entelektüel<br />

açıdan her dizi acımasızca eleştirilebilir.<br />

Yapıcı olduğu sürece eleştiriler zaten bizim<br />

yakıtımız. Hem profesyonellerden hem de izleyicilerden<br />

gelen eleştirileri çok dikkate alıyor<br />

ve çalışmalarımı bu yönde geliştirmek için<br />

çaba sarf ediyorum ancak önemli olan bir konu<br />

da insanlara ulaşabilmek. Entrika, sansasyon<br />

veya tuhaf ilişkileri bayağı bir şekilde işleyerek<br />

değil de konu güncelliğini koruyarak, tempo<br />

sağlayarak bu ilgiyi yakalayabilmek zaten bir<br />

başarıdır. Dışarıya çıkıp baktığınızda kahvehanelerde,<br />

kuaförlerde, duraklarda hep Arka<br />

Sokaklar izleniyor. Bu kadar geniş kitleye sahip<br />

bir işte vereceğiniz en ufak mesaj çok büyük<br />

değişiklikler yaratabilir ki bu zaten en büyük<br />

başarıdır. Sosyal medyada yapılan geri dönüşler<br />

ve yorumları dikkatle takip ediyorum. Kendime<br />

gelince sanırım en büyük kriter annemin ve ananemin<br />

beğenmesi.<br />

Uzun süredir ekranda olan bir işe sonradan dâhil<br />

olmak zor olsa gerek. Setin ilk günü desem…<br />

Dokuz yıldır devam eden bir projeye dâhil olmak<br />

benim için ilk defa yaşanan bir durumdu<br />

fakat genel karakterim itibariyle kolay<br />

uyum sağlayabilen biri olduğum için<br />

çok fazla kaygılanmadım. Setin ilk günü<br />

ilk sahne benimdi. Başlamadan yönetmenimiz<br />

kısa bir konuşma yaptı. Bu<br />

sette başrol ve starın hepimiz olduğunu,<br />

egoları bulunmadığını anlattı. Çalışma<br />

arkadaşlarımın hepsi bana çok güzel<br />

yaklaştılar ve hep yardımcı oldular.<br />

Bir ayrımcılık ya da devrecilik durumu<br />

yaşamadım. Örnek aldığım oyuncularla<br />

birlikte çalışabildiğim için çok mutluyum.<br />

Oyuncu kadrosu değişse de Arka Sokaklar<br />

yoluna devam edebiliyor… Diziye<br />

gelen ve giden pek çok kişi oldu. Dizinin oyuncusu,<br />

ekibi vb. dışında artık kendi yoluna devam<br />

eden organik bir varlığı olduğundan söz edebilir<br />

miyiz?<br />

Az önce söylediğim gibi dizinin temposu ve<br />

güncel konulara değinmesi yüksek izlenme<br />

oranlarına sahip olmasını sağlıyor. Evet dizinin<br />

konsepti zaten yurtdışında da oturmuş polisiye.<br />

Arka Sokaklar kendi başına bir marka olmuş<br />

durumda.<br />

Modellik oyunculuk için bir basamak olarak<br />

görülüyor sanki senin için de öyle miydi?<br />

Modellik bir yolculuk, o seyahatin içinde kendini<br />

oyunculuğa yakın hissediyorsan ya da yer


aldığın projelerdeki referans ve tepkiler seni<br />

oyunculuğa doğru itiyorsa, zaten bir şekilde<br />

kendini orada buluyorsun ama bu her modelin<br />

ileride oyuncu olabileceği anlamına gelmez.<br />

Tamamen yaptığın işte algının açık olmasıyla<br />

ve başarınla ilgili. Benim Türkiye’de dizi sektöründe<br />

yer almaya başlamam yurtdışında yer<br />

aldığım dizi, sinema ve reklam projelerinin<br />

referansları ve 2011’de Tomris Giritlioğlu’nun<br />

aracılığıyla Avşar Film’in dönem dizisiyle oldu.<br />

Proje çok kaliteliydi ve 8 yıldır Türkiye’den<br />

uzaktaydım ailemle yeterince bir arada<br />

olamıyordum, bu şansı değerlendirip kabul ettim.<br />

Dünyanın pek çok ülkesinde yaşamak bir oyuncuya<br />

neler katar ve sormadan edemiyorum<br />

dünyayı gören bir adam neden geri döner?<br />

Ben işe modellikle başladım. 22 yaşından<br />

sonra 23 ülkede modellik, reklam oyunculuğu<br />

yaptım, birçok dizi ve sinema projesinde yer<br />

aldım. Bu sırada birkaç dil öğrenme fırsatım<br />

oldu. Moda ve sinema sektörünün kalbinin<br />

attığı yerlerde çok yakın arkadaşlıklar kurdum.<br />

Çok değerli insanlarla tanıştım. Gittiğim<br />

ülkelerin, özellikle Uzakdoğu’nun kültürünü<br />

yakından tanıma şansına sahip oldum. Farklı<br />

inançlar, farklı yaşamlar, hepsi insanın algı ve<br />

düşünce dünyasını temelden değiştirebiliyor.<br />

Ailemle daha fazla birlikte olmak, eski dostları<br />

görmek, doğduğun büyüdüğün sokaklarda<br />

dolaşmak gibisi yok. Gezdiğim ve yaşadığım<br />

o kadar ülke arasında bence Türkiye özellikle<br />

de İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden<br />

birisi. Sadece yaşamasını ve tüm nimetlerinden<br />

faydalanmasını bildikçe.<br />

Peki, Arka Sokaklar ’da neler oluyor? Can<br />

Nergis’in gelecek projeleri ve hedefleri nelerdir?<br />

Birkaç reklam teklifi geldi ama çekimler<br />

yoğun olduğu için 1-2 günden fazla zaman<br />

ayıramıyorum. Bu yaz bir sinema filmi projemiz<br />

var. Ardından gelecek bana uygun projeleri<br />

de değerlendireceğim. Arka Sokaklarda yer<br />

almasaydım ABD ye gidiyordum. Son 1 hafta<br />

kala bu projeyi kabul ettiğim için biletimi açığa<br />

aldım. Hedefe gelince, Los Angeles ’da daha<br />

önce çalıştığım yönetmen arkadaşlarımla çeşitli<br />

projeleri değerlendirmek istiyorum.


n Geçtiğimiz Ekim ayında 51.si düzenlenen<br />

Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali<br />

kuşkusuz ülkemizin en büyük ve köklü<br />

film festivali. Güzel Günler Göreceğiz’in büyük<br />

ödülü kazandığı 2011 yılından günümüze kadar<br />

olan dönemde ise festival sürekli birtakım<br />

tartışmaların odak noktasında oldu. En iyi film<br />

ödüllerinin tartışmalı kararlarla vasat filmlere<br />

gitmesi, bazı jüri başkanlarının niteliklerinin<br />

tartışmaya açılması, jürinin kararlarının<br />

sorgulanması, sinema yazarlarının yarışma filmlerinin<br />

kalitesizliğini dile getirmesi, bazı filmlerin<br />

neredeyse diskalifiye edilmesinin gündeme gelmesi,<br />

patlama yapan ilk film sayısının çoğunluğu,<br />

buna bağlı olarak bu filmlerin çoğunun niteliksiz<br />

oluşu, festivalde yarışmasına hayret edilecek<br />

bazı filmlerin ön jüriden nasıl geçtiğine akıl sır<br />

erdirilememesi, ön jürinin her türlü ısrarlara<br />

rağmen bir türlü açıklanmaması, siyasi ve politik<br />

tartışmaların hem festivale hem törene damga<br />

vurması ve son olarak bu yıl çok konuşulan<br />

sansür tartışmaları gibi birçok sorunla festival<br />

neredeyse her yıl olaylı geçer hale geldi. Dileriz<br />

ki, Türkiye’nin en büyük ve köklü festivali bundan<br />

sonraki yıllarda bu tür sorunların hiçbirine maruz<br />

kalmadan güçlü ve kaliteli bir şekilde varlığını<br />

sürdürmeye devam eder.<br />

Kutluğ Ataman’ın yönettiği “Kuzu”, 51. Antalya<br />

Altın Portakal Film Festivali’nden en iyi film,<br />

en iyi kadın oyuncu (Nesrin Cavadzade), en iyi<br />

yardımcı kadın oyuncu (Nursel Köse), Behlül<br />

Dal jüri özel ödülü (Sıla Lara Cantürk – Mert<br />

Taşdan) ve SİYAD ödülü olmak üzere<br />

toplam 5 ödülle ayrılmıştı. Kuzu,<br />

19 Aralık’ta Türkiye’de vizyona<br />

girecek. Bu vesileyle<br />

son 10 yılda en iyi film<br />

dalında Altın Portakal<br />

ödülü kazanan filmleri<br />

hatırlamakta fayda<br />

var.<br />

Yazı Tura (2004)<br />

Uğur Yücel’in<br />

yönetmenlik yaptığı<br />

ilk film olan Yazı<br />

Tura, 1999 yılındaki<br />

büyük Marmara<br />

Depremi’nin,<br />

askerden gazi olarak<br />

dönen Hayalet Cevher<br />

ve Şeytan Rıdvan’ın<br />

üzerindeki psikolojik ve<br />

fiziksel etkilerini anlatıyor ve<br />

hikayeyi ikiye bölen, bazen iç içe


geçiren farklı bir kurgusal süreç izliyordu. Kesişen<br />

hayatlar temasını güçlü dramatik hikaye örgüsüyle<br />

birleştiren film, belgesel gerçekçiliği yaratan sinemasal<br />

dokusu ve hareketli kamera kullanımıyla<br />

öne çıkıyor ve Kenan İmirzalıoğlu – Olgun<br />

Şimşek ikilisinin etkileyici<br />

performanslarından güç<br />

alıyordu. Yazı Tura, film,<br />

yönetmen, senaryo,<br />

erkek oyuncu (Olgun<br />

Şimşek), yardımcı<br />

kadın oyuncu (Eli<br />

Mango), yardımcı<br />

erkek oyuncu<br />

(Bahri Beyat),<br />

müzik, kurgu,<br />

makyaj, kostüm<br />

tasarımı ve miksaj<br />

olmak üzere 11<br />

ödülle Altın Portakal<br />

tarihinin en çok ödül<br />

kazanan filmi oldu.<br />

Kız filmlerinin karşısında radikal bir kararla<br />

kazanması “Sinema bu değil” tartışmalarını<br />

beraberinde getirdi ve filmin senaryosunun,<br />

oyunculuklarının, özellikle kurgusunun<br />

başarısı bu tartışmaların gölgesi altında<br />

kaldı. Türev, en iyi film ödülünün haricinde<br />

en iyi kadın oyuncu (Beste Bereket) ödülü de<br />

kazandı.<br />

Türev (2005)<br />

Ulaş İnaç’ın ilk<br />

filmi olan Türev,<br />

Cervantes’in<br />

Don Kişot<br />

romanındaki<br />

“Münasebetsiz<br />

Meraklı” adlı kısa hikayeden yola çıkarak<br />

üç kişi arasında karmaşıklaşan bir hikayeyi<br />

ele alıyor ve “Gerçek yalanların türevidir” söylemine<br />

varıyordu. Türev, Altın Portakal tarihinin<br />

en tartışmalı filmlerinden biri oldu, zira Trier ve<br />

Vinterberg’in başlattığı “Dogme95” akımının bir<br />

nevi Türkiye’deki temsilcisiydi ve 10 bin dolar<br />

gibi oldukça düşük bütçeye sahip bir yapımdı.<br />

Gönül Yarası, Korkuyorum Anne ve İki Genç<br />

Kader (2006)<br />

Zeki Demirkubuz’un, 1997 tarihli başyapıtı<br />

Masumiyet’in başlangıç hikayesini anlatan filmi<br />

Kader, Türk sinema tarihinin efsane karakterleri<br />

Bekir ile Uğur’un gençlik yıllarına götürüyordu<br />

bizi. Sonunu bildiğimiz bu saplantılı aşk<br />

hikayesinin öncesini de daha iyi bir sinematografiyle<br />

ve dramatik akışla kavrarken, karakterlerin,<br />

diyalogların, mekanların “Demirkubuz etkisi”<br />

içeren sahiciliği ve arabeskliği zihnimizde<br />

derin izler bırakıyor, Vildan Atasever ve Ufuk<br />

Bayraktar’ın performansları da tıpkı Haluk Bilginer<br />

ve Derya Alabora gibi ölümsüzleşiyordu.<br />

Buna rağmen Kader’in “Genç Yetenek (Ufuk<br />

Bayraktar)” haricinde sadece “en iyi film”<br />

ödülü alması, Takva’nın ise 9 ödül alıp en<br />

iyi film ödülü alamaması epey tartışmalı bir<br />

karardı.


Yumurta (2007)<br />

Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf<br />

Üçlemesi”nin ilk filmi olan<br />

Yumurta, büyük ödülün sahibi<br />

olunca Nuri Bilge Ceylan’ın<br />

Uzak’ından sonra Türkiye’deki<br />

sanat filmi – ticari film<br />

tartışmalarını en çok körükleyen<br />

film olmayı başarmıştı.<br />

Kaplanoğlu, sahaflık ve şairlik<br />

yapan Yusuf’un yetişkinlik dönemine odaklanan<br />

filmiyle, Türk sinemasında sinematografik kaliteyi<br />

arttıran, açılış planı ve köpek – kuyu sahneleriyle<br />

Tarkovski sinemasının etkisini barındıran,<br />

“Yusuf” gibi derinlikli bir karakter portresini ve<br />

Saadet Işıl Aksoy gibi yetenekli bir oyuncuyu<br />

sinemaya kazandıran bir başyapıta imza atıyordu.<br />

Yumurta, en iyi film, senaryo, sinematografi,<br />

sanat yönetimi, kostüm tasarımı ve genç yetenek<br />

(Saadet Işıl Aksoy) ödüllerini kazandı.<br />

Pazar: Bir Ticaret Masalı (2008)<br />

İngiliz yönetmen Ben Hopkins’in yönettiği Pazar:<br />

Bir Ticaret Masalı, Doğu Anadolu’nun sınır köylerinden<br />

birinde yaşayan Mihram’ın hikayesine<br />

odaklanarak kapitalizmin evrensel döngüsünü<br />

Türk sinemasında farklı bir dille, işin içine türküleri<br />

ve mizahı koyarak anlatıyordu. Buna rağmen<br />

bu farklı anlatı türleri bir nevi<br />

doku uyuşmazlığı yaşıyor ve<br />

filmin etkisini arttırabilecek<br />

hamlelerden uzak kalmasına<br />

neden oluyordu. Pazar’ın en<br />

iyi film seçilmesi ise kuşkusuz<br />

Altın Portakal tarihinin en çok<br />

tartışılan ve hakkaniyetsiz<br />

kararlarının başında geliyordu,<br />

zira karşısında Hayat Var, Üç<br />

Maymun, Süt ve Nokta gibi Türk sinema tarihine<br />

geçen dört efsane film varken Pazar şimdiden<br />

unutuldu bile. Film ödülünün yanında senaryo,<br />

erkek oyuncu (Tayanç Ayaydın) ve kostüm<br />

tasarımı olmak üzere 4 ödül aldı.<br />

Bornova Bornova (2009)<br />

İnan Temelkuran’ın Made in<br />

Europe’tan sonraki ikinci<br />

filmi olan Bornova Bornova,<br />

erkeklerin dünyasını<br />

cinsellik, küfür, bilardo,<br />

futbol, işsizlik gibi kavramlar üzerinden ele<br />

alan ve gücünü büyük oranda gerçekçi diyalog<br />

yazımlarından, İnan Temelkuran’ın sokağın<br />

diline hakim yönetmenliğinden alıyor. 80<br />

sonrasında hem ekonomik hem sosyal açıdan<br />

bilinçli olarak yozlaştırılan kuşağın etkileyici bir<br />

portresini çıkaran film, Öner Erkan’ın masumiyet<br />

ve suç arasındaki başarılı karakter değişimi,<br />

Damla Sönmez’in ‘femme fatale’ performansı ve<br />

Kadir Çermik’in hafızalara kazınan ‘kötü adam’<br />

portresi ile ilerledikçe kara filme evrilen bir yapı<br />

kazanıyordu. En iyi film ödülünü Kosmos ile beraber<br />

paylaşan Bornova Bornova, erkek oyuncu<br />

(Öner Erkan), yardımcı kadın oyuncu (Damla<br />

Sönmez), kurgu ve SİYAD ödülü olmak üzere 5<br />

ödül aldı.


Kosmos (2009)<br />

Reha Erdem sinemasının en özel filmlerinden<br />

biri olan Kosmos, kimine göre deli, kimine göre<br />

derviş bir karakter olan Battal’ın mucizeleri ekseninde<br />

metaforlarla ilerleyen soyut bir atmosfer<br />

filmi olmayı başarıyordu. Görüntü yönetmeni<br />

Florent Herry, görsel açıdan Tarkovski filmlerinin<br />

yetkinliğini hatırlatan grimsi tonlardaki atmosferiyle<br />

benzersiz kareler yakalarken, film, felsefik<br />

yönü, soyutluğu ve mistisizmiyle Bruno Dumont<br />

filmlerinin yapıbozucu etkisini taşıyordu. Türk<br />

sinemasının 2000 sonrasındaki en önemli filmlerinden<br />

biri olan Kosmos, en iyi film ödülünü Bornova<br />

Bornova ile beraber paylaştı, ayrıca yönetmen,<br />

sinematografi ve Dr. Avni Tolunay Jüri Özel<br />

Ödülü’ne layık görüldü.<br />

Çoğunluk (2010)<br />

Seren Yüce’nin ilk filmi olan Çoğunluk, muhafazakar<br />

ve milliyetçi aile yapısının bireyleri nasıl tutsak<br />

ettiğini, çıkışsızlaştırdığını tokat gibi bir gerçekçilikle<br />

yüzümüze vuruyordu. Yakın plan kullanımının<br />

neredeyse hiç olmadığı, her görüntüyü orta ya da<br />

geniş ölçekte gözlemci konumunda izlediğimiz<br />

film, Türk toplumunun “öteki” algısı üzerine<br />

şekillendirdiği toplumsal<br />

– sınıfsal nefreti oldukça<br />

etkileyici sahnelerle gözler<br />

önüne seriyor, Bartu<br />

Küçükçağlayan ve Settar<br />

Tanrıöğen’in güçlü ve gerçekçi<br />

karakter profilleriyle<br />

hafızalara kazınıyordu.<br />

Çoğunluk, en iyi film<br />

haricinde yönetmen ve<br />

erkek oyuncu (Bartu<br />

Küçükçağlayan) ödüllerini<br />

de kazandı.<br />

Güzel Günler Göreceğiz (2011)<br />

“Gülümse” adlı kısa filmiyle<br />

tanınan Hasan Tolga Pulat’ın ilk<br />

filmi Güzel Günler Göreceğiz,<br />

büyük ölçüde Inarritu’nun<br />

yol açtığı “kesişen hayatlar”<br />

temasının izinden ilerliyordu<br />

fakat klişe karakterler,<br />

Yeşilçam’a öykünen dramatik<br />

şablon, tv filmi gibi durmasına<br />

yol açan görsel açıdan vizyonsuzluk ve kaçak<br />

göçmenlik, fuhuş, töre gibi farklı hikayelerin<br />

birbirine zekice bağlanamaması sorunlarını<br />

içeriyordu. Nar, Canavarlar Sofrası ve Geriye<br />

Kalan gibi daha iyi filmler olmasına rağmen<br />

Güzel Günler Göreceğiz, film, senaryo, kurgu<br />

ve yardımcı kadın oyuncu (Nesrin Cavadzade)<br />

ödüllerinin sahibi oldu.<br />

Güzelliğin On Par’Etmez (2012)<br />

Hüseyin Tabak’ın ilk filmi olan Güzelliğin On<br />

Par’Etmez’in tartışmalı bir isim olan Hülya<br />

Avşar başkanlığındaki jüriden en iyi film<br />

ödülüyle ayrılması yine tartışmalı olmuştu.<br />

Avusturya’da kimlik arayışı içindeki bir ailenin<br />

dramı etrafına şekillenen film, bir sinema dili<br />

oluşturamayan görsel yapısıyla ve hikaye<br />

kurgusundaki zaaflarıyla sorunlu ilk filmler<br />

arasındaydı. Küf ve Zerre gibi oldukça iyi ve<br />

uluslararası alanda da kendini kanıtlamış filmler<br />

dururken en iyi film ödülünü alması hakkaniyetsiz<br />

bir karardı ve Türkiye yapımı mı,<br />

yoksa Avusturya yapımı mı olduğu, bu yüzden<br />

yarışmada yer almasının doğru olup olmadığı<br />

konusunda tartışmalara gebe oldu. En iyi film<br />

haricinde senaryo, kurgu, erkek oyuncu (Abdülkadir<br />

Tuncer) ve yardımcı kadın oyuncu<br />

(Lale Yavaş) olmak üzere toplam 5 ödül aldı.


Cennetten Kovulmak (2013)<br />

Tufandan Önce ve Yusuf’un Rüyası gibi kısa<br />

filmleriyle tanıdığımız yönetmen Ferit Karahan’ın<br />

ilk uzun metrajlı filmi olan Cennetten Kovulmak,<br />

politik bir Inarritu sineması örneği gibi dursa da<br />

Türk – Kürt meselesini fazla<br />

derin sulara girmeden<br />

anlatmayı tercih ediyor. Gri<br />

tonlardaki renk skalası ekseninde<br />

belgesel – kurmaca<br />

karışımı bir sinematografi<br />

anlayışını tercih etmesi,<br />

sosyal gerçekçi tabanıyla<br />

uyum sağlasa da, ilk filmini<br />

çeken bir sinemacının amatörlük – profesyonellik<br />

arasında bir denge kuramaması sorunsalına<br />

takılıyor. En iyi film ödülünü Kusursuzlar ile<br />

paylaşan Cennetten Kovulmak, yardımcı kadın<br />

oyuncu (Gülistan Acet) ve jüri özel ödülü (Rojin<br />

Tekin) ile toplam 3 ödül aldı.<br />

Kusursuzlar (2013)<br />

İlk filmi Canavarlar Sofrası ile sağlam bir çıkış<br />

yapan yönetmen Ramin Matin, bu sefer Kusursuzlar<br />

ile iki kız kardeşin geçmişleriyle nasıl<br />

baş ettikleri üzerine sinemasal yönü çok kuvvetli<br />

bir filme imza atmış. Kalabalık ve hareketli<br />

bir tatil beldesi olan Çeşme’yi ıssız ve tedirgin<br />

edici bir fon olarak kullanma başarısı gösteren<br />

Matin, filme başka bir boyut kazandıran biçimsel<br />

tercihleriyle aldığı yönetmenlik ödüllerini<br />

ne kadar hak ettiğini kanıtlıyor. Yer yer Ingmar<br />

Bergman’ın Persona’sına ve David Lynch’in<br />

Mulholland Drive’ına göz kırpan Kusursuzlar,<br />

yönetmenliğiyle, yenilikçi ses tasarımı – kurgusuyla,<br />

sinematografisiyle ve kadın oyuncuların<br />

güçlü performanslarıyla öne çıkıyor. En iyi film<br />

ödülünü Cennetten Kovulmak ile paylaşan Kusursuzlar,<br />

en iyi yönetmen ve FİLM-YÖN en iyi<br />

yönetmen ödüllerinin de sahibi oldu.


n Haberde etik tartışmaları, İletişim Fakültelerinde<br />

en çok üzerinde durulan konulardan<br />

biridir. Eksikliğinden midir bilinmez, iletişim<br />

öğrencilerinin en sık duyduğu kavramlardan bir<br />

tanesidir haberde etik. Hocalar derslere girer<br />

ve uzun uzun etik nutukları çekerler. Hatta mezuniyet<br />

yeminine bile girmiştir bu ifade. Ancak<br />

sektöre çıkınca sektörün kendi doğal şartları<br />

ile daha fazla mücadele edemeyen mezunlar,<br />

bir yerden sonra “doğal şartlara” kendilerini<br />

uydurmak zorunda hissederler. Sektör de zaten<br />

yalnızca İletişim Fakültesi öğrencilerinin<br />

çalıştığı yer değildir, başkaca disiplinlerden<br />

gelenler de vardır. Bazen hiçbir disiplinden gelmenize<br />

bile gerek olmayabilir. Girişken, hırslı,<br />

bağlantıları olan, araştırmacı, risk alan biriyseniz<br />

iyi bir haberci olmanızın önünde hiçbir<br />

engel yoktur. Önemli olan bu vasıfları nasıl ve<br />

ne yönde kullandığınız.<br />

Yukarıdaki paragrafın sonunda söylediğimi<br />

görsel olarak tecrübe edeceğimiz, Nightcrawler<br />

(Gece Vurgunu) filmi, 28 Kasım’da vizyona girdi.<br />

Yönetmenliği Dan Gilroy’un yaptığı(senaryosu<br />

da kendisine ait), film, haberde etik tartışmasını<br />

yeniden alevlendirecek gibi duruyor. Film, 55<br />

yaşındaki yönetmen Dan Gilroy’un ilk uzun<br />

metrajlı filmi. Biz Dan Gilroy’u daha çok senaryosunu<br />

yazdığı Düşüş(2006), Çelik Yumruklar<br />

(2011), Bourne’un Mirası (2012) filmlerinden<br />

hatırlıyoruz. Filmin başrollerinde Jake Gyllenhall<br />

(Lou Bloom), Rene Russo (Nina Romina) ve<br />

Riz Ahmed (Rick) var.<br />

Filmde Lou Bloom, zaman zaman hırsızlık<br />

yaptığı eşyaları satarak geçinen tehlikeli bir<br />

ezik olarak karşımızda. İş görüşmesinde,<br />

kapılar “ahlaksız” olduğu için yüzüne kapanan<br />

Lou, artık ahlaklı kalarak iş sahibi<br />

olamayacağına kendini ikna etmiştir, zaten<br />

bunun için de çok yatkındır. Sanki birinin kendisine<br />

bunu söylemesini ister ve bu da olur.<br />

Peki, ne yapacaktır? Ahlaklı olmanın hiçbir<br />

karşılığının olmadığı iş nedir? Bunun için çok<br />

fazla zaman da kaybetmez kahramanımız.<br />

Arabasıyla eve dönerken bir kazaya şahit olur,<br />

kaza yerinde serbest çalışan bir habercinin<br />

çektiği görüntüleri satmak için yaptığı pazarlığa<br />

şahit olur. Bir tarafta canının kurtarılması için<br />

bekleyen biri bir taraftan ona yardım eden<br />

polisler diğer taraftansa, bu olayı paraya tahvil<br />

eden “haberci”. Habercinin daha filmin başında<br />

hiçbir ahlaki kuralı bulunmayan biri olarak<br />

kodlanması inanılmaz sarsıcı. Sizi hem bir izleyici<br />

olarak hem de sektöre iş gücü yetiştiren<br />

bir akademisyen olarak boşluğa düşürmeyi<br />

daha ilk baştan başarıyor. Ahlaksızlık bu işin<br />

fıtratında var gibi bir ön kabule zorluyor.<br />

Lou pazarlığa şahit olduktan sonra artık haberci<br />

olmaya karar verir. Çünkü hiçbir bağlayıcı


normu yok. İlk iş olarak kendine bir kamera<br />

alır. Basit bir handy cam’dir aldığı kamera.<br />

Bununla Los Angeles’ın sokaklarını, geceleri<br />

arşınlamaya başlar. Zaten temiz ve şeffaf bir<br />

iş olsa geceleri neden yapılsın? Diye sürekli<br />

izleyicinin kendi kendine sorular sormasını<br />

sağlar. Bu bir anlamda izleyiciyi de aktif kılan<br />

bir zorlamadır. Ancak aynı zamanda nasıl motive<br />

edeceğine de kendi karar veren bir zorlama.<br />

Bir ironi var gibi. Hem sizi aktif kılıyor<br />

ama aynı zamanda size kendi belirlediği<br />

sınırlar çerçevesinde hareket imkânı tanıyor.<br />

Siz izliyor ve sonunda filmin sordurmak<br />

istediği soruyu soruyorsunuz kendinize.<br />

İzleyici sorgulamalara devam ederken<br />

Lou da haber peşindedir, kendisine para<br />

kazandıracak haberin. İşte ilk fırsat,<br />

değerlendirirse eline iyi para geçebilir. Bir<br />

an polisin arkasından dolanıp yerde silahla<br />

vurulan kişinin kanlar içinde kalan boynunu<br />

yakın planda görüntüler. Habere konu olan<br />

kişiler genelde ya Asyalı ya da Meksikalıdır.<br />

Görüntüleri yine kendisi kadar hırslı olan,<br />

orta yaşın üzerinde ancak halen kendini<br />

ispata çalışan Nina’nın kanalına satar. Lou<br />

ve Nina arasındaki ilişki profesyonel bir<br />

ilişki olarak başlar ancak Lou’nun yaşlı<br />

kadınlara duyduğu zaaf, bununla yetinmesinin<br />

önüne geçecektir. Böyle de olur, Lou<br />

ve Nina arasındaki ilişki marazlı bir ilişkiye<br />

döner. Nina kariyerinin devamı için daha iyi<br />

haberleri ekrana çıkarmak zorundadır. İki<br />

yılda bir sözleşme imzalamaktadır ve iki yılın<br />

sonuna gelmek üzeredir. Sözleşmenin yenilenmesinin<br />

şiddetin, kanın, suçun, acının<br />

gösterilmesinden geçtiğine inanır. Denklemi<br />

kendi kafasında böyle kurmuştur ve buna<br />

uygun haberler peşindedir. Lou, Nina’nın<br />

bu zaafının farkındadır. Ona istediği türden<br />

haberler getirir ve karşılığında her seferinde<br />

daha fazla para alır. Ancak bir yerden sonra<br />

oyunun kurallarını da koymaya başlar Lou.<br />

Artık yalnızca para değil Nina’nın bedenine<br />

de sahip olmak ister. Bunun pazarlığını<br />

yapar. Pazarlık yaparken Nina’ya sunduğu<br />

şeyler, öyle inandırıcıdır ki artık Nina itiraz<br />

bile edemez. Nina, Lou’nun iki katı yaşına<br />

sahiptir. Ancak hırsı onu alt eder ve kanalda<br />

devam etmek için Lou’nun isteklerine göz<br />

yummak zorunda kalır.<br />

Lou ile Nina birbirlerinin tamamlayan değil<br />

birbirlerinin devamı şeklindedirler. Yani<br />

Lou yaşlandığında Nina gibi olacak ama<br />

arkasından yeni Lou’lar gelecek ve süreç<br />

sürekli böyle devam edecek. Şöyle bir denklem<br />

var filmde: Eğer haberci olmak istiyorsan<br />

hırslı olman gerekiyor. Bu varsa para<br />

da kazanırsın iyi işler de çıkarırsın. Ancak<br />

hırsın kontrolünün mümkün olmadığını her iki<br />

kahramanımız da görmüyorlar. Öyle ki daha<br />

fazla para kazanmak için Lou haberi bulan<br />

değil inşa eden kişi olmaya da başlıyor. Nina<br />

da kamunun sağlıklı haber almasını değil daha<br />

çok dikkat çeken haberleri ekrana çıkarıyor.<br />

Her ikisinin de bu hırsını dengeleyecek ve /<br />

veya önleyecek her hangi bir mekanizma bulunmuyor.<br />

Film bu anlamda kötümser kalıyor.<br />

İzleyicilere öğrenilmiş bir çaresizlik aşılıyor.<br />

Bir anlamda “yapacak bir şey yok keyif almaya<br />

bakın” der gibi. Eğer para kazanmak<br />

istiyorsanız ve yerinizi korumak istiyorsanız<br />

sıra dışı işler çıkarmak zorundasınız. Bunu<br />

yaparken her şey mübah, çekinmeye gerek<br />

yok, yeter ki çıkardığın iş dikkat çeksin. Bu<br />

bakımdan film gayet dünyevi, bir dayanak<br />

ve çözümden yoksun, “Zaten Tanrı da öldü,<br />

dolayısıyla tüm bunları cezalandıracak ve<br />

hesap soracak üst bir varlık yok” der gibi. O<br />

zaman düzeni yaratacak olan insanın kendisi:<br />

Hiç kimseye hesap vermeden ama herkese<br />

zarar vermeyi göze alarak.<br />

Tün bu söylenenleri özetleyecek olursak:<br />

Film haber yapım sürecine çok sert eleştiriler<br />

gönderen, izleyiciyi tedirgin eden ve medya<br />

içerikleri karşısında savunmasız olduğuna<br />

dair kanıyı güçlendirecek görüntülere ve<br />

diyaloglara sahip. Bir eleştirmen olarak filmi<br />

analiz edebilmek için görüntü aralarına ve<br />

diyalog aralarına bakmanıza bile gerek yok.<br />

Film doğrudan hem gösteriyor hem de söylüyor.<br />

Filmin haberciliği, habercileri, habere<br />

uluşmayı, haberin sunulduğu mecrayı zaman<br />

zaman karikatürleştirdiğini ifade etmek mümkün.<br />

Ancak bazı şeyler var ki medya tecrübesi<br />

olanların kolay kolay gülüp geçemeyecekleri<br />

türden.


n İnsan bazen kendine sorular soruyor,<br />

cevaplarını bildiği sorular… Daha yeni<br />

bir ‘uluslararası’ festivalden dönmüşken<br />

ben de kendime “ne olacak bu bizim<br />

uluslararası festivallerin hali”? diye sordum,<br />

cevaplarını da okurumla Susmayan<br />

Köşe’de paylaşmak istedim!<br />

İlk sorum şu;<br />

Türkiye’de gerçek anlamda uluslara arası<br />

bir festival var mı?<br />

Elbette yok ama diyelim ki var;<br />

yurtdışında yaşayan bir sinemaseverin<br />

Altın Koza ya da Altın Portakal<br />

sonuçlarından haberi var mı? Hiç sanmam!<br />

Gösteriş meraklısı bir toplumuz<br />

ve bu elbette yaptığımız festivallere de<br />

yansıyor. Kağıt üzerinde ‘uluslararası’<br />

olan bir sürü film festivalimiz var ancak<br />

sonuçlarının bizden başkasını<br />

heyecanlandırdığını düşünmüyorum.<br />

Bakın size neşeli bir örnek; eğer Altın Portakal<br />

uluslararası olmayı başarabilseydi,<br />

festival komitesindeki Fipresci başkanı<br />

sansür skandalı nedeniyle bu görevinden<br />

istifa etmek zorunda kalırdı!<br />

Altını çiziyorum; Türkiye’de yapılan<br />

hiçbir festivalin uluslararası saygınlığı<br />

yok. Biz önce ulusal film festivali olmayı<br />

başaralım, sonra uluslararası oluruz. Gökdelen<br />

inşa etmeden önce düzgün bir ev<br />

inşa edebilelim. Bu haliyle, Altın Aslan’ın,<br />

Altın Ayı’nın karşısına Altın Koza’yı, Altın<br />

Portakal’ı koyamayız. Acı ama gerçek<br />

bu…<br />

Bir festivalinin uluslararası olabilmesi<br />

için hangi özelliklere sahip olması gerekir?<br />

Uluslar arası film yarışmasına sahip<br />

olmak ve yabancı konuklar davet etmek<br />

yeterli midir?<br />

Sorunun cevabı çok açık değil mi? Eğer<br />

Uluslararası film yarışmasına sahip olmak<br />

ve yabancı konuklar davet etmek yeterli<br />

olsaydı o zaman Yurtdışına çıktığımda<br />

yabancı sinefillerin ağzında Golden Or-


ange lafı düşmezdi ama bu olmuyor maalesef.<br />

Bu saygınlığa ve öneme en çok yaklaşan film<br />

festivali İstanbul Film Festivali’dir ama o da<br />

kamyonla yabancı konuk getirmesine rağmen<br />

hakkettiği yerde değil.<br />

Türkiye’de film festivallerinin uluslararası formata<br />

sahip olmasının önündeki engeller neler?<br />

Sanırım, başka ülkelerde film yapanların, önemli<br />

yönetmenlerin bizim organizasyonlarımızı<br />

ciddiye alıp burayı filmlerini gerçekten<br />

yarıştırdıkları bir arenaya çevirmesi gerekiyor,<br />

o zaman medya ve sinema takipçileri de ciddiye<br />

alacaktır ancak bunun için bizim festivallerin<br />

belediye festivali olmaktan çıkması şart!<br />

Valinin, belediye başkanının, ticaret odası<br />

başkanının çıkıp konuşma yaptığı, ödül dağıttığı<br />

festivaller bu saygınlığa erişemez. İKSV’nin<br />

yaptığı gibi festivallerimiz olmalı. 51. Altın Portakal<br />

hala belediyenin yaptığı bir festivalse, bu<br />

sinema yapanların ve sinemaseverlerin ayıbıdır.<br />

Güya AKSAV yapıyordu Altın Portakal’ı, ancak<br />

arkasından CHP çekildiği anda patladı, ihale bu<br />

kez Ak Parti’li belediyeye kaldı yani yine belediye<br />

gazozu. Bu olmaz, olmamalı.<br />

Türkiye’de festivallerin<br />

uluslararası hale gelebilmesi<br />

için neler yapmaları gerekiyor?<br />

Nasıl bir strateji izlemeliler?<br />

Türkiye festivalleri için böyle<br />

umutlu bir gelecek göremiyorum.<br />

Biz elimizdekileri<br />

de kaybetmek üzereyiz. Yıl<br />

olmuş 2014 hala sansürü<br />

konuşuyoruz!<br />

Festival komitesinde yer<br />

alan biri kocasını jüri üyesi<br />

yapıyor, en iyi film ödülünü<br />

alan filmin jeneriğinde o<br />

isme teşekkür ediliyor vs.<br />

Her festivalde benzer dirsek<br />

temasları… Uluslararası<br />

festivaller bu skandalları<br />

kaldıramaz. Belediyelerin<br />

siyasi şovlarına kürsü olmaktan<br />

kurtulmuş, eli yüzü<br />

düzgün bir festivali 10 kez<br />

arka arkaya yapabilirsek sonra<br />

geri kalanını konuşuruz.


n “Yılın son film festivali” mottosuyla yola<br />

çıkan ve TÜRSAK Vakfı tarafından düzen-lenen<br />

Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali<br />

bu sene 5-11 Aralık tarihleri arasında on yedi<br />

senedir olduğu gibi yine yılın merakla beklenen<br />

birçok filmini sine-maseverlerle buluşturmaya<br />

hazırlanıyor.<br />

Festival filmleri geçen<br />

yıllarda olduğu gibi Gala<br />

İstanbul, Sinema Tarihi<br />

Yazıyor, Film Bağımlıları<br />

için Bağımsız Filmler,<br />

İlk Randevu, Pelikül Kabuslar,<br />

Haklarınız için<br />

Savaşın, belgesellerin<br />

gösterileceği Acı Gerçek<br />

başlıkları ve Pembe-Kara<br />

Ko-medi, Bizden gibi yeni<br />

eklenen başlıklar altında<br />

gösterilecek. Festival programında yer alan ellinin<br />

üzerinde film, Cinemaximum Kanyon Levent,<br />

Cinemaximum Zorlu Beşiktaş ve Beyoğlu<br />

Fransız Kültür Merkezi salonlarında gösterilecek.<br />

Fransız Kültür Merkezi’nde gösterilecek ve<br />

ücretsiz olarak izlenebilecek filmlerin yanı sıra<br />

festival bu sene de askıda bilet uygulamasına<br />

devam ediyor. Buna göre film gösteriminin<br />

yapılacağı salonlara gelen öğrenciler sınırlı<br />

sayıda bileti ücretsiz elde edebilecekler.<br />

Kaçırılmaması Gereken Beş Film Önerisi<br />

Camp X-Ray<br />

Bir gün düzenlediğim<br />

bir öneri listesinde<br />

Kristen Stewart’ın<br />

rol aldığı iki filmi<br />

önereceğim aklıma<br />

gelmezdi. Lakin, Peter<br />

Sattler’ın bu ilk<br />

uzun metraj denemesi;<br />

filmle ilgili bilgiler<br />

yayınlanmaya<br />

başladığı günden bu<br />

yana ilgimi çekiyor.<br />

Orduya katılan bir<br />

kadın askerin, katıldığı kampta tutuklu bulunan<br />

bir adamla olan arkadaşlığını konu alan filmde<br />

Stewart’a İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin<br />

Oscarlı filmi Bir Ayrılık (A Seperation)’ın başrol<br />

oyuncusu Peyman Moaadi eşlik ediyor.<br />

Far From Men<br />

Prömiyerini Venedik Film Festivali’nde<br />

yaptıktan sonra sırasıyla Toronto ve Londra’da<br />

gösterilen Far From Men’in yönetmen<br />

koltuğunda David Oelhoffen otururken filmin<br />

başrolünü başarılı oyuncu Viggo Mortensen<br />

üstleniyor. Fransız bir öğretmeninin Cezayir’in<br />

küçük bir kasabasında rejim karşıtı bir muhalif<br />

ile kurduğu dostluk ve akabinde gelişen


olayları konu alan film festivalin kesinlikle<br />

kaçırılmaması gereken filmlerinden biri olarak<br />

öne çıkıyor.<br />

The Woods Are Still<br />

Green<br />

Sloven yönetmen<br />

Marko Nabersnik’in<br />

I. Dünya Savaşı<br />

sırasında bir grup<br />

Avusturyalı ve Macar<br />

askerin hikayesini<br />

konu alan filmi The<br />

Woods Are Still<br />

Green festivalin gizli<br />

cevherlerinden biri<br />

olarak göze çarpıyor.<br />

Nabersnik’in hikayesini<br />

Robert Hof-ferer ile yazdığı filme bir şans<br />

verelim.<br />

After Life<br />

Macar yönetmen Virag Zombaracz’ın ilk uzun<br />

metraj denemesi dramatik komedi türündeki<br />

After Life prömiyerini Karlovy Vary Uluslararası<br />

Film Festivali’nde yaptı. Yakın zamanda<br />

babasını kaybeden genç bir adamın babasının<br />

ruhunu görmeye başlaması sonucu gelişen<br />

olayları konu alan film, yükselişte olan Macaristan<br />

sine-masının ürettiği alternatif filmlerle<br />

tanışmak açısından oldukça önem taşıyor.<br />

Clouds of Sils Maria<br />

Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın Cannes<br />

Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan<br />

son filmi Clouds of<br />

Sils Maria ülkemizde<br />

vizyona girmeden<br />

kısa süre önce ilk<br />

kez Randevu Film<br />

Festivali’nde gösterilecek.<br />

Juliette Binoche,<br />

Kristen Stewart ve<br />

Chloe Grace Moretz’in<br />

başrollerini paylaştığı<br />

film bir kadının kendisine<br />

olan içsel<br />

yolculuğunu konu<br />

alıyor.


Seni Seviyorum Adamım filminin başrol oyuncusu Gizem Karaca<br />

filmlerin sinemasal değerinden çok öpüşme sahnelerinin basında<br />

yer aldığını bunun sıkıntısını yaşadıklarını söyledi.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasının ve oyuncularının derdi bitmez.<br />

Üstelik bu yakınmaların çoğu da haklıdır. Sinema<br />

hayatın yansıması ise insan olmanın gereklerinin<br />

de perdede yer alması lazım. Özellikle genç<br />

oyuncuların filmlerde magazinsel dürtülerin kurbanı<br />

olduğunu biliyoruz. İşte Türkiye 2. Güzeli Gizem karaca<br />

da aynı sıkıntıları yaşayanlardan. Güzel oyuncu<br />

ile hem filmi Seni Seviyorum Adamım’ı konuştuk<br />

hem de girdiği çıkmazları...<br />

Bu ilk filminiz. Senaryoyu kabul etmenizde etkili<br />

olan şey neydi?<br />

Bütün gelen film projeleri çok heyecan verici geldi<br />

bana ilk başta. O süreçte beş senaryo arasından<br />

seçim yapmam gerekti. Bir şekilde bu senaryo<br />

onların arasından sıyrıldı. Kız cıvıl cıvıl, çok<br />

hareketli, çok mutlu. Ama bir yandan da içinde<br />

bastırdığı bir acısı olan ve bunu belli etmemeye<br />

çalışan, herkesten gizleyen bir hikayesi vardı.<br />

Karakter bana çok dolu geldi Bundan önce üç projede<br />

yer aldım hepsinde de mutsuz kızı oynadım.<br />

Bu senaryoda tekneden atlıyorum, motosikletlerle<br />

geziyorum, tam bir yaz kızı modeli. Bir elbise,<br />

saçlar dağınık, makyajsız olması, doğal aurası çok<br />

hoşuma gitti.<br />

Yeşilçam tarzı melodramlara benzeyen, romantik<br />

tarafı ağır basan bir film. Siz bu tür filmleri sever<br />

misiniz?<br />

Setten yorgun geldiğimde çoğu zaman oturup<br />

izliyorum Yeşilçam filmlerini. Tabii ki şu<br />

anda çektiğimiz gibi değil, çok farklı, oyunculuk<br />

bambaşka. Ama bir şekilde ekrana tutulup kalıyorum.<br />

Geçen gün oturdum baştan sona Devlerin Aşkı’nı<br />

izledim. Bizim filmimiz Yeşilçam filmlerine benziyor<br />

ama onların modernleştirilmiş, daha hüzünlü bir<br />

versiyonu. Görsellik açısından daha kaliteli bir iş var<br />

ortada. Biray Dalkıran’ın yönetmenliği ile sahneleri<br />

çok güzel yorumladık. Bütün oyuncular yazılanın<br />

dışına da çıktık. Klasik bir Yeşilçam hikayesi değil<br />

ama bakıldığında ana metin o hikayelerden biri.<br />

Hem karşınızda oynayan oyuncunun hem de sizin<br />

ilk sinema deneyiminiz. Televizyon oyunculuğu ile<br />

arasında ne fark gördünüz?<br />

Bariz bir şekilde ışık ve açı, gün olarak çekilen sahnelerin<br />

sayısı farklı. Dizide sürekli yetiştirme çaban<br />

vardır ve eğer iki bölüm stoklu değilsen yandın demektir,<br />

haftanın her günü çalışıyorsundur. Günde 20-21<br />

sayfa. Bir süre sonra gelen sahneye sette bakıyorsun<br />

ve giriyorsun. Belki de yapabileceğinin en iyisini<br />

yapmıyorsun orada. Çünkü uykusuzsun, yorgunsun,<br />

çok fazla çalışıyorsun. Geceler, gündüzler dengeli<br />

olmuyor, geceyi gündüzü kaçırıyorsun. Sinemada<br />

elinde bir tane senaryo var, 90 sayfalık senaryoyu<br />

çekmek için bir ya da iki ayın var. O yüzden günde üç<br />

sahne çekiyorsun ama o üç sahneye daha fazla vakit<br />

ayırıp daha güzel oyunculuk sergiliyorsun.<br />

Filmin senaryosu size geldiğinde bir hazırlık süreciniz<br />

oldu mu?<br />

Tabii oldu, okuma provaları, özel oyunculuk dersleri...<br />

Barış’la (Kılıç) ikimiz yeni tanışmıştık orada aşık olan<br />

iki karakteri canlandıracağımız için çok vakit geçirdik.<br />

Ümit Çırak’la beraber çalıştık, filmin şarkıları için<br />

stüdyolardan gece gündüz çıkmadık. Bir süre sonra


zaten hep yapım şirketindeydik.<br />

Öyle bir süreçte dört tane okuma<br />

provası yaptık. Bütün oyuncular<br />

tanıştık, kaynaştık ve sonra<br />

birden Kıbrıs’ta bulduk kendimizi.<br />

Film sadece aşk hikayesi<br />

değil. Bu kızın öyle bir şeyi var<br />

ki gizlediği, içine attığı... Çok<br />

güçlü, özgür bir karakter fakat bir<br />

durumu öğrenmesi sonucunda<br />

gerçekten hayatının elinden<br />

alınması gibi bir şey yaşıyor.<br />

Diğer karakter de kendiliğinden<br />

vazgeçmiş hayatından, ben<br />

çekilip bir köşeye yalnızlığımı<br />

yaşayayım demiş. Benim karakterim<br />

hayatı, insanları seven<br />

enerjik bir kız. Öyle bir durumda<br />

bu iki karakter karşılaşıyor.<br />

Türk sineması geçmişte yıldız<br />

sistemine dayanırdı, şimdi ise<br />

bunu görmüyoruz. Sizin Türk<br />

sinemasından etkilendiğiniz,<br />

örnek aldığınız bir isim oldu mu?<br />

İzleyip de onun gibi olmak<br />

istediğim bir insan yok. Ama<br />

sinemada izlemekten zevk<br />

aldığım isimler var.<br />

Türk sinemasında geçmişte<br />

90’ların ikinci yarısına kadar feminizmin<br />

etkisi görülüyordu. Müjde<br />

Ar ve Nur Sürer gibi bazı isimlerin<br />

bu dönemde öne çıktıkları<br />

ve daha sonraki dönemde bunun<br />

bedelini ödedikleri görüldü. Siz<br />

böyle bir misyonu üstlenir miydiniz<br />

ve sizin gelecekteki kariyer<br />

planınız nedir?<br />

Bu dönemde biz bize geleni<br />

oynuyoruz. Bizim çektiklerimizin<br />

kırpılmış halini görüyoruz ekranda.<br />

RTÜK ve rating sisteminin<br />

sürekli değişiyor olmasından biz<br />

de etkileniyoruz. Bir hafta birinci<br />

gelirken öbür hafta bir bakıyoruz<br />

altıncı olmuşuz. Artık dizilerde ve<br />

filmlerde bazı kelimeleri söyleyemiyoruz,<br />

bazı kıyafetleri giyemiyoruz.<br />

Yapacak, söyleyecek hiç<br />

bir şey yok. Sonuçta bizim işimiz<br />

bu. O bir dönemdi, Müjde Ar’ların<br />

ilk çıktığında o normaldi. Şimdi<br />

toplumumuzu öyle bir alıştırdılar ki<br />

geçen gün Barış’la röportaj verirken<br />

“Filmde öpüşme sahneniz var, nasıl<br />

çekiyorsunuz bunu?” diye bir soru<br />

soruldu. Niye hala bu soru soruluyor,<br />

siz bunu sorduğunuz için halk<br />

“Aa öpüşmüşler” durumuna geliyor.<br />

Aslında gazetecilerin, televizyonun<br />

elinde bunlar çünkü insanlar oradan<br />

besleniyor. Bir sürü yabancı<br />

dizi izliyorum, açık söyleyeyim Türk<br />

dizisi hiç izlemiyorum. Yabancı<br />

dizileri izlediğimde çıplaklık dahil<br />

bir yaşamı izliyorsunuz. Bu sahnelerin<br />

Türkiye’de olma imkanı sıfır bu<br />

saatten sonra. Ama bari daha da<br />

gerilemeyelim. Bari artık öpüşme<br />

konusu manşet olmasın. Geçen<br />

gün bizim filmimizle ilgili bir manşet<br />

çıktı, gerçekten çok üzgünüm,<br />

filmde verdiğimiz emeğe yazık.<br />

Bu tür şeyler geri adım atmanıza,<br />

mesleki hevesinizin kırılmasına<br />

neden oluyor mu?<br />

Tabii ki kırılıyor çünkü orada bir<br />

gerçekliği yansıtamıyorsun. O<br />

kadar cüretkar değilim, benim<br />

dördüncü senem bu, daha çok<br />

yeniyim, daha öğrenmeye çok<br />

vaktim var. Ama gözlemlediğim<br />

kadarıyla bazı şeylerin biraz<br />

durması lazım ki insanların da<br />

bakış açısı değişsin. İnsanların<br />

beyni çok yıkanıyor, çok üzülüyorum.<br />

Amerika’da eğitim almışsınız,<br />

bugüne kadar dört dizide, bir filmde<br />

yer aldınız. Türkiye’de oyunculuk<br />

yapabilmek için böyle bir eğitime<br />

gerek var mı?<br />

Var tabii. O sistemin burada<br />

oturtulması lazım. Okul olmasa bile<br />

en azından oyunculukla ilgili ders<br />

alıp ekrana çıkmak daha güzel olur.


n Son zamanların en cesur belgesellerinden<br />

birini anlatan Veysel<br />

Akşahin bu ayki Uzun Filmin<br />

Kısası bölümünde konuğum. Trans<br />

bir bireyin yalnız kaldıktan ve<br />

türlü zorluklardan geçtikten sonra<br />

kendi memleketine dönmesini ve<br />

yöre halkına kendini kabul ettirmesini<br />

konu alıyor. Güçlü bir anlatım<br />

tekniği ve belgeselin yapıtaşlarını<br />

doğru kullanımıyla hemen seyirciyi<br />

avcuna alan “Hala” birçok festivalde<br />

de ödül kazanmıştı.<br />

Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />

misin?<br />

Ben Adana’lıyım. Eğitim hayatım<br />

Kayseri’de geçti. İşçi bir ailenin<br />

çocuğuyum. Lise yıllarımda hep pilot<br />

olmak istemiştim ama matematik<br />

ağır gelince dedim ki kendi<br />

kendime bu iş sana göre değil.<br />

Sonra sinemayla olan bağım biranda<br />

artmaya başladı. Lisede bölümüm<br />

sosyal bilimler olunca fazla<br />

dersleri de önemsemedim açıkçası.<br />

Fotoğrafla, sinemayla yoğun bir<br />

şekilde uğraşmaya başladım.<br />

İnternet üzerinden Hollywood<br />

sinemasının kamera arkalarını bulup<br />

bulup izlemeye başladım. İlgimi<br />

çekiyordu yaptıkları şeyler. Sonra<br />

tabi üniversiteyi kazandım. Erciyes<br />

Üniversitesi İletişim Fakültesi<br />

Sinema ve Televizyon bölümünü.<br />

Orada sevdiğim işi yapmaya devam<br />

ettim. Bir yandan fakültenin<br />

kanalı Kampus Tv’de çalışırken<br />

bir yandan da üst sınıfların film<br />

projelerinde kameraman olarak<br />

yer aldım. İlerleyen zamanlarda<br />

kanalın kameraman ekip şefi<br />

oldum. Bir yandan da film izlemeyi<br />

epeyce artırdım. Çünkü<br />

sinemayı bilmeden çekilen bir<br />

film ne kadar sinemadır tartışılır.<br />

Dört yıl boyunca birçok kısa<br />

filmde kameraman ve görüntü<br />

yönetmenliği görevini üstlendim.<br />

Lisans eğitimim sırasında beş<br />

belgesel film çektim. Bu dört<br />

filmde de kameraman ve görüntü<br />

yönetmeniydim. Ardından senaryosunu<br />

yazdığım bir belgesel<br />

film daha çektim. Onun da<br />

adı “HALA” oldu. Yönetmenliğini<br />

yaptığım ilk film bu oldu. Filmi çektikten<br />

sonra 2012 yılında sinema<br />

ve televizyon alanında aynı üniversitede<br />

yüksek lisans yaptım. Hala<br />

uzatmalı bir master öğrencisiyim.<br />

Şuan tez yazmakla uğraşıyorum.<br />

DSLR makinalar hakkında uzmanlık<br />

derecesinde bilgim vardır. Ayrıca 6<br />

yıldır profesyonel anlamda jimmy jip<br />

operatörlüğü yapıyorum.<br />

Senin için belgeselin tanımı nedir?<br />

Şuanda master tezim de belgesel<br />

sinema üzerine. Bunun için bu<br />

konu üzerine çok şey söyleyebilirim<br />

aslında ama kuramsal çerçeve<br />

içerisinde yapılacak bir tanımlama<br />

sıkıcı olur diye düşünüyorum. Bir<br />

belgeselci olarak açıklayayım.<br />

Öncelikle buradaki tanımlamayı belgesel<br />

yerine belgesel sinema olarak


alırsak; belgesel sinema, sinemanın<br />

bir alt dalıdır. Yani bir sanattır.<br />

Gelişigüzel yapılmaması gereken, bir<br />

derdi olan, sanatsal anlatı öğelerini<br />

içerisinde barındıran, sadece gerçekle<br />

olan bağıyla dikkati çekmeyip, sinemasal<br />

anlatı öğelerini de barındırması<br />

gereken, belgesel film yönetmeninin;<br />

filmin içerisinde izlerini bulduğumuz,<br />

sinemasal anlatı biçimlerini kullanarak<br />

gerçeği aktaran sinemaya ben belgesel<br />

sinema diyorum.<br />

Belgesel sinema zor bir alan. İkna<br />

kabiliyetinizin kuvvetli olması sizi<br />

ön plana çıkartabiliyor. Tepeden bir<br />

bakışla yapacağınız bir belgesel film,<br />

havada kalan helyum balonu gibidir.<br />

Birazcık sıkışırsa patlaması muhtemeldir.<br />

Bunun için samimiyet çok önemli.<br />

Konunuzun içerisinde yer vereceğiniz<br />

karakterlere samimi yaklaşmanız<br />

gerekiyor, ben sanatçıyım ben yönetmenim<br />

havalarına girilirse<br />

emin olun bu iş hüsranla<br />

sonuçlanabiliyor. Karakterlerinizin<br />

hayatlarına girmeniz<br />

gerekiyor bunun da ancak<br />

ve ancak samimiyet ve<br />

şeffaflıkla çözülebileceğine<br />

inanıyorum. Bunlar karşı<br />

tarafa aktarılabildiği sürece<br />

filminizin niteliği de artabiliyor.<br />

Kısa filmi bir araç olarak<br />

mı görüyorsun? Yoksa söz<br />

gelişi bir 10 yıl sonra da,<br />

kısa filmler, belgeseller<br />

çekeceğim diyor musun?<br />

Şimdi bu konu, kısa film<br />

yapan çevreler arasında<br />

hep tartışıla gelen bir olgu.<br />

Genellikle yönetmenler<br />

neden öncelikle sinemayla<br />

olan başlangıcını kısa film<br />

ile yapıyor? Gibi bir soruyla<br />

yola çıkarsak konuyu<br />

daha iyi açıklayacağıma<br />

inanıyorum. Bunun aslında<br />

bana göre yanlış ama yinede<br />

saygı duyduğum bir cevabı<br />

var. İlk filmlerini çekecek<br />

yönetmen adayları kısa<br />

filmi bir deneme tahtası<br />

olarak görür. Orada kendini<br />

tanır. Sinemayı nasıl<br />

yapacağına dair rehberi kısa<br />

film çekerken ki tecrübeleri<br />

olur. Tabi burada kısa filmin<br />

tercih edilmesinin en büyük<br />

nedenlerinden biri de ekonomik<br />

nedenlerdir. Küçük<br />

rakamlarla yapabilirsiniz<br />

kısa filmi. Öyle dev prodüksiyonlar<br />

istemez kısa film,<br />

hatalarıyla da kabul görür<br />

bir yerde. Özellikle bizim<br />

ülkemizde. Genellikle zaten<br />

kısa film öğrenci projelerine<br />

verilen bir isim gibi durur<br />

Türkiye’de. Yurt dışında<br />

tabiî ki de kısa film bir sektördür<br />

ve saygı duyulan bir alandır.<br />

Oralarda profesyonel insanlarda<br />

yapmaktadır kısa filmi. Biraz<br />

bizim ülkemizde dikkate alınan<br />

bir alan değil onun için kısa film.<br />

Hatta sorulur; uzun metraja ne<br />

zaman geçeceksin diye kısa<br />

film yapan yönetmenlere. Kısa<br />

film yönetmenlerini şartlar zorluyor<br />

biraz uzun metraja. Bunu<br />

da hem sinema severler hem<br />

de sinema sektörü yapıyor.<br />

Düşünsenize filminizi festivallere<br />

gönderiyorsunuz finale kalıp<br />

gösterim elde ediyor. Filminiz,<br />

berbat bir projeksiyonda berbat<br />

bir ses sistemiyle izleyiciye<br />

gösteriliyor. Zaten kısıtlı imkanlarla<br />

çekilen bu filmlere ayıp<br />

edilmiyor mu sizce. Sonuçta<br />

ortada bir emek var ise biraz<br />

saygı duyulması gerektiğine<br />

inanıyorum. İşte uzun metrajın<br />

bunun gibi sorunları yok.


Gayet kaliteli sinema salonlarında gösteriliyorlar.<br />

Yönetmenleri ilgi alaka görüyor. Otellerin en<br />

iyisinde ağırlanıp bey diye hitap ediliyor. Bize<br />

ise dış kapının dış mandalı olmak kalıyor. Ancak<br />

sorunlar her ne kadar bol olsa da; sırf popülerlik<br />

uğruna, ego tatminleri için, uzun uzadıya,<br />

sündürüldükçe laçkası çıkan filmler yerine; kısa<br />

ve kendi içerisinde sinemasal anlatı dinamiklerini<br />

barındıran kısa filmler yapmaya ve yapanları elimden<br />

geldiğince desteklemeye çalışacağım. Ancak<br />

bir gün elime imkanlar geçer, bir uzun metraj<br />

film çekerim bu mümkün olabilir. Ama bu benim<br />

kısa film yapmayacağım anlamına gelmez. Uzun<br />

metraja saygı duyuluyor ise kısa filme ve kısa film<br />

yönetmenlerine de saygı duyulmalı. Kısa olması<br />

bir filmin değerini düşürmez, niteliğini artırır.<br />

Ben kesinlikle kısa filmi bir geçiş tahtası olarak<br />

görmüyorum. Kısa filmi, izlenmeye değer, ciddi<br />

sinema anlatıları olarak görüyorum. Uzun metraja<br />

geçiş bir tercih meselesidir. Profesyonelliğe<br />

geçişin, uzun metraj film çekmekle ile ilgili<br />

olduğunu düşünmüyorum.<br />

Hala’dan ve onu çekme nedenlerinden bahseder<br />

misin?<br />

“HALA” karakterine, internette haber portallarında<br />

gezinirken rastladım. Uzunca bir röportaj<br />

yapılmıştı HALA ile. Haber başlığının altında da<br />

kocaman bir fotoğraf kullanmışlardı. Şalvarıyla,<br />

eşarbıyla koltuğun üzerine uzanmış poz vermişti<br />

HALA. Mekanın bir köy olması ve ülkemizdeki<br />

trans bireylere bakışı düşününce anlatılması<br />

gereken bir hikaye olduğunu ve izleyicilerin dikkatini<br />

çekeceğini düşündüm. Ki öylede oldu. Filmin<br />

taslağını, çektiğimiz bütün filmlerin danışmanı<br />

olan Öğr. Gör. Özcan Gürbüz’e götürdüm.<br />

Üzerine tartıştık konuştuk ve ekibimle gidip<br />

“HALA” ile tanıştım ve sekiz günlük bir çalışma<br />

ile filmin çekimlerini tamamladık. Tabi bunun<br />

öncesi yaklaşık 2 aylık bir ön çalışma ve senaryo<br />

taslağı oluşturma süresi oldu. Nereden ve nasıl<br />

başlayacağım konusunda hep tereddütlerim<br />

vardı. Sonra tabi “HALA” ile tanışınca bu konuyu<br />

nasıl inceleyeceğim tam anlamıyla berraklaştı<br />

kafamda. Zaten önceden de bahsettiğim gibi<br />

samimiyet ve şeffaflık tam anlamıyla sağlandıysa<br />

gerisi kendiliğinden geliyor.<br />

HALA, köy hayatını fazlasıyla benimsemiş birisi.<br />

Kendisi bize hayatını anlatırken şöyle bir ifade<br />

kullanmıştı. Buradan şehir merkezine gidince hemen<br />

köyümü, evimi özlüyorum, ağlamak geliyor içimden<br />

demişti. Köyünü çok seven bir insan. Belki de<br />

sadece orada değer gördüğü içindir! Zorlukla kendini<br />

kabul ettirdiği köyde aslında kabulünün sebebinin<br />

en büyük nedeni o köyde doğmuş olmasıydı. O<br />

köyde doğmamış olsa idi kabul görüp görmeyeceği<br />

tartışılırdı. Ama yinede köylünün ona sahip çıkması<br />

bu konudaki önyargıların kırılması için bir neden olabilir.<br />

HALA, kendi geçimini kendi sağlayan bir trans<br />

birey. Köylüye yaptığı iyiliklerle, yardımlarla kendisini<br />

kabul ettirmiş birisi. Hayatından memnun gibi dursa<br />

da o her zaman farklılığı ile dikkatleri üzerine çekecektir.<br />

Bundan kaçış olmasa bile bir köyde kabul<br />

görmesi ve hoşgörü gösterilmesi en azından bir umut<br />

göstergesidir.<br />

Bir yandan eğlenceli bir film yaparken bir yandan da<br />

bir trans bireye nasıl izleyicinin kanının ısınacağını,<br />

onu toplumun bir bireyi olarak görmesi gerektiği<br />

üzerine nasıl bir yol izleyeceğimi düşündüm. Sonra,<br />

neşeli bir film yapmaya karar verdim. Genellikle trans


karakterler üzerine yapılan belgesellerde sorunlar<br />

silsilesi içerisinde boğuluruz. Ben bu filmde sorunlar<br />

yerine güzel şeyleri anlatmanın toplumsal<br />

terapi anlamında izleyiciye iyi geleceğine inandım.<br />

Translar hakkında çok sert tepkiler veren insanlar<br />

bile filmi izledikten sonra biraz bu düşüncelerini<br />

aşmaya başladılar. Tabi filmde neşelenirken biraz<br />

oturup izleyici olarak ve toplum olarak bazı<br />

şeyleri sorgulamamızda gerekliydi ve ben filmde<br />

onu da yapmaya çalıştım. Ne kadar başarılı oldum<br />

tartışılır ama iyi bir belgesel film olması için imkanlar<br />

dahilinde elimden geleni yapmaya çalıştım.<br />

Ben bu filmde sadece karakterin ilginçliğinden<br />

nemalanmadım, sadece ilginçlik üzerinden bunu<br />

anlatsaydım filmin değerini düşürürdüm. Böyle bir<br />

hataya düşmediğim için de kendi adıma seviniyorum.<br />

Hala, Türkiye’de trans bireylere aslında farklı bir<br />

gözle yaklaşılabildiğini de kanıtlıyor. Böylesine<br />

cesur bir konu ve karakterle yola çıkmak nasıl bir<br />

duygu?<br />

Kültürel ve politik yaklaşımlar trans bireylerin<br />

yaşam haklarını gasp eden bir insanlık suçunu<br />

yüzyıllardır devam ettiriyor. Toplumdan ötelendikçe<br />

kenara sıkışan trans bireyler kendilerini savunmak<br />

zorunda bırakılıp, yalnızlaştırılıyor. Yaşamları<br />

boyunca ötelenen, ötekileştirilen bu bireyler maalesef<br />

ki uçurumun kenarına kadar geliyor. Kimisi<br />

bunalımlarla hayatına son vermek zorunda kalıyor.<br />

Aslında herkes gibi trans bireylerde bu ülkenin<br />

vatandaşı ve her insan gibi onlarında yaşam hakkı<br />

var.<br />

Her insanın hayat ile olan bağı, insanın fıtratında<br />

olan toplumsal yaşam dürtüsüyle sıkı sıkıya<br />

bağlıdır. Kendisini toplumdan soyutlamak zorunda<br />

kalan insanlar ise bazı psikolojik bunalım, yalnızlık<br />

ve ötekileştirmenin verdiği derin yaralar ile özellikle<br />

trans bireyler üzerinde ciddi etki göstermektedir.<br />

Burada metropol şehirlerin büyük etkisi olduğunu<br />

düşünüyorum.<br />

Böylesi sorunlu bir toplumsal yaşam içerisinde,<br />

kendisine zorda olsa yer edinen “HALA” belki<br />

de bir umut kaynağı olarak görülebilir. Bir köyde<br />

görülemeyecek veya şöyle diyelim ihtimal verilemeyecek<br />

bir durum “HALA”nın durumu. Bazı<br />

çetrefilli yollardan geçip hakkettiği ve doğal olarak<br />

verilmesi gereken insanlık değerini görebilmiş<br />

ve karşısındaki insanlara bir yerde insanlık dersi<br />

vermiş biri HALA. İyi bir insan olmak cinsiyetçi<br />

bir bakış açısıyla kesinlikle değerlendirilemez.<br />

HALA ‘da köyünün insanlarını cinsiyetçi bir bakış<br />

açısından kurtarıp, karşısındakini sade ve sadece<br />

insan olarak görmeyi göstermiştir bence. Özelden<br />

genele gidersek bu hoşgörü ortamı ülkenin dört bir<br />

yanına dağılmasını herkes gibi bende umut ediyorum.<br />

Bu film de, belgesel sinemanın toplumsal<br />

fayda gütme amacına hizmet etti. Umarım bundan<br />

sonrada ülkemiz belgesel sinemasında sadece<br />

sorunları değil de çözüm önerileri de sunan, yol<br />

gösteren nice nitelikli filmler çekilir. Haddime<br />

düşerse belki ucundan kıyısında bunu bende<br />

yaparım, belki de belgesel sinemaya gönül vermiş<br />

nice yetenekli belgeselciler yapar.<br />

Sence hızla gelişen teknolojinin, belgesele ne gibi<br />

katkıları olabilir? Neler götürür?<br />

Belgesel sinema inanılmaz bir hızla gelişiyor.<br />

Özellikle sinema okullarında okuyan öğrenciler<br />

belgesel sinema üzerine çok kafa yorar oldular.<br />

Üretimde keza öyle. Tabiî ki akademisyenlerin


de büyük etkisi var bu konuda. Ancak belgesel<br />

sinema yapmak bana göre belli bir birikimi gerektiriyor.<br />

Eğer belgesel sinema, sinemanın bir alt dalı<br />

ise edebiyattan, şiirden, resimden, tarihten ve her<br />

türlü görsel sanat dalından yararlanmaz ise sanat<br />

anlamında tartışılır hale gelebilir. Belgesel sinema<br />

yapmak yönetmen açısından belli bir birikim özellikle<br />

entelektüel bir bilgi birikimine ihtiyaç duyar. Bu bahsettiklerim<br />

eksik olunca yapılan belgesel filmde eksik<br />

oluyor.<br />

Özellikle teknolojinin gelişmesi ile doğru orantılı olan<br />

sinema, zamanla küçük film kameraları ile nitelikli<br />

filmlerin çekimine de olanak sağladı. Tabi burada iyi<br />

olan şey teknolojinin gelişmesi, serbest piyasa ekonomisi<br />

ile ürünlerin ucuzlaması ve çeşitlenmesi ile<br />

film çekiminin kolaylaşması durumudur. Kötü olan şey<br />

ise her eline kamera alan film çekiyorum veya çektim<br />

diye ortaya çıkması. Umut kırıcı olmayayım ama<br />

yukarıda bahsettiğim şeylerle doğru orantılı olarak<br />

söylüyorum, nitelik açısından filmler kötü oluyor.<br />

Dolayısıyla kısa filme olan değer bir yandan eksilere<br />

düşüyor. Hatta bu konuda Abbas Kiarostami’nin bir<br />

sözü var: “Dijital kameralar çıktı çıkalı o kadar berbat<br />

filmler izledim ki nerdeyse şunu önereceğim” diyor:<br />

“Kameralar da aynı silah gibi ruhsatla verilsin”. Üstada<br />

bende katılıyorum. Tamam ben çok iyi bir yönetmen<br />

veya sinemacı değilim ama azıcık biliyorsam bu<br />

işi bu durumlar sinemamıza yarardan çok bence zarar<br />

veriyor. Filmler tabiî ki çekilsin ama önce biraz altyapı<br />

lazım. Biraz okumak iyi gelir, biraz izlemek ise çok iyi<br />

gelir.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı<br />

yönetmenler kimler? Hangi oyuncularla çalışmak<br />

isterdin?<br />

Belgesel anlamında; her ne kadar belgeselciliği<br />

tartışılsa da Michael Moore, James Marsh Peter<br />

Joseph, Türk yönetmenlerden Süha Arın, Ertuğrul<br />

Karslıoğlu. Kurmaca sinemada ise Roman Polanski,<br />

Theodoros Angelopoulos, Michelangelo Antonioni,<br />

James Cameron, Alfred Hitchcock, Abbas Kiarostami,<br />

Stanley Kubrick, David Lynch, Quentin Tarantino.<br />

Türk yönetmenlerden Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim,<br />

Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın.<br />

Oyunculuğunu beğendiğim Türk oyuncuların arasında<br />

Şener Şen, Haluk Bilginer, Tuncel Kurtiz var. Ayrıca<br />

son dönemde Engin Günaydın, Kıvanç Tatlıtuğ çok iyi<br />

oyuncular. Bunlarla çalışmak isterdim ama ben belgesel<br />

sinemacı olarak devam etme eğilimindeyim.


Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />

yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />

Türkiye’de festivaller epey çoğaldı. Bu durum,<br />

biz kısa filmciler için çok önemli ve bir o kadarda<br />

değerli. Kısa filmcilerin gösterim imkanları festivallerle<br />

sınırlı olmasından dolayı görünürlülük<br />

konusunda festivaller çok önemli bizler için. Ancak<br />

eleştiri yapmadan da geçemeyeceğim. Aslında<br />

biraz bahsettim ama yinede değinmekte fayda var.<br />

Kısa filmciler festivallerde dış kapının dış mandalı<br />

olarak görülmekten fazlasıyla sıkıldı! Kısa filmciler<br />

bu ülkenin değerleridir, gelecekte sinemamıza yön<br />

verecek nice nitelikli insanları içerisinde barındırır.<br />

Ancak çoğu festivalin kısa filmcileri dikkate aldığını<br />

hiç ama hiç düşünmüyorum. Örneğin; davet edilirsiniz<br />

festivale geldiğinizden kimsenin haberi bile<br />

olmaz, hatta ödül alırsınız iki dakikalık bir alkış<br />

savuşturmasıyla bir rüzgar gelip geçersiniz. Ödül<br />

alırsınız, bir küçücük teşekkür konuşmasını bile<br />

yaptırmazlar. Kaldığımız yerlere gelince genellikle<br />

pansiyondur, festival alanına epey uzaktır.<br />

Uzun metraj film yönetmenleri çok yıldızlı otellerde<br />

ağırlanır, basın mensupları hep onlarla konuşurlar,<br />

yemeklerini bizden ayrı yerler. Genellikle uzun<br />

metrajlı yönetmenlerle bir arada olmayız, oldurmazlar!<br />

Bazen bırakın konaklamayı yemeği içmeyi<br />

falan, otobüs paranızı karşılamazlar, ya da siz bize<br />

hesap numarası verin biz size yatırırız derler onu<br />

da yatırmazlar. Yani anlayacağınız problemler silsilesi<br />

içerisinde kendi çapımızda sinema yapmaya<br />

çalışıyoruz, onca emekle film çekip bir teşekkür<br />

konuşması bile yapamadan geçip gidiyoruz. Yinede<br />

olsun film yapmak güzel, belgesel yapmak ayrı bir<br />

güzel. Bir gün daha iyi koşullarda, kısa filmcilere<br />

saygı duyan festivallerle buluşur; bizlerde değer<br />

gördüğümüzü görüp daha nitelikli kısa filmler yapmak<br />

için uğraş veririz.<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />

Akademik olarak sinema alanında eğitim faaliyetinde<br />

bulunmak istiyorum. Ama bunun yanında kesinlikle<br />

film çekmeye devam edeceğim. İlerde inşallah<br />

daha nitelikli filmler çekerim ve ülke sinemasına<br />

bende küçük bir katkıda bulunurum. Bir Ahmet<br />

Uluçay olamam belki ama insan hayalleri kadar<br />

vardır…<br />

Bu arada sizlere de çok teşekkür ederim. İlginiz,<br />

desteğiniz ve bizleri görünür kıldığınız için…

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!