Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Sinema savaşı kaybediyor<br />
n Çok dolu bir gündemi anlatan yazının<br />
başlığı belki bu olmamalıydı. Ama<br />
sinemanın gündemi ne kadar dolu<br />
olsa da televizyon dizileri aldı başını<br />
gidiyor. Eninde sonunda bir sıkışma<br />
olacak. Diziler de durulacak ama ondan<br />
sonra elimizde ne kalacak? Çünkü<br />
televizyonun bütün avantajına rağmen<br />
söz konusu sinema sanatı olduğunda<br />
yetersizliği ortada. Benim korkum bu<br />
diziler çöktüğünde ikinci plana itilmiş<br />
olan sinemanın üzerinde de kaldırılması<br />
çok zor bir ölü toprağı atılmış olması.<br />
Çünkü sinema yönetmeni, oyuncusu<br />
ve kendine has senaryolarıyla ayakta<br />
duran bir sektör. Bütün oyuncular<br />
televizyonda yetişirse, yönetmenler<br />
mesleğe dizilerde başlarlarsa,<br />
yapımcılar televizyonun getirisine<br />
sinemanın ulaşamayacağını görüp<br />
sadece ticari gözle bu işe bakarlarsa,<br />
işte o zaman yandı gülüm keten<br />
helva. Biz de bu fırtınaya direnmeye<br />
çalışıyoruz ama bu ay üç tane dizi<br />
röportajıyla ne kadar direnebiliyoruz<br />
tartışılır. Nergiz Karadaş, Urfalıyım<br />
Ezelden dizisinden Bülent İnal ile,<br />
Merve Kaboğlu, Beyaz Karanfil’den<br />
Seda Demir, Arka Sokaklar’dan Can<br />
Nergiz ile konuştu. Nergiz Karadaş ise<br />
Dizi Fun köşesinde Kaderimin Yazıldığı<br />
Gün dizisini odağına aldı. Yabancı dizileri<br />
inceleyen Şaney Tanrıvermiş Episode<br />
köşesinde Satisfaction dizisini gündeme<br />
getirmiş. Dönelim sinemaya, Bu ayın en<br />
önemli filmi Kutluğ Ataman’ın Kuzu filminin<br />
başrol oyuncusu Nesrin Cavadzade<br />
dergimize konuk oldu. Onunla keyifl bir<br />
sohbet yaptık. Türk sinemasında tarihi<br />
filmlerin azlığı düşünülürse Kırımlı filmi<br />
üzerinde durmamız gereken bir yapım.<br />
Üstelik 2000 sonrası çekilen en iyi dönem<br />
filmi olduğunu da söyleyebilirim. Filmin<br />
başrolünde oynayan Murat Yıldırım ile<br />
konuştuk. Herzamanki gibi doyalarımız<br />
yine dopdolu. Geçen ay Malatya Film<br />
Festivali’nde oynayan üç yabancı filmin<br />
peşinden adaleti araştıran bir inceleme,<br />
Randevu İstanbul’daki önemli filmler, Altın<br />
Portakal kazanan filmlerin bir toplaması,<br />
Terminatör’den sinemanın geneline robot<br />
düşman/dostlarımız, Whiplash filmi<br />
özelinde caz eşliğinde adrenalin, Oliver<br />
Assayas ve onun gerilimi, The Search’e<br />
yapılan haksızlığın peşinden giden<br />
dosyalarımız sizin okumanızı bekliyor.<br />
Vizyondakiler, Pekyakında, portreler, özel<br />
köşeler ve film kritikleri, daha neler neler...<br />
Yayın Sahibi<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
Banu Bozdemir<br />
Teknik Müdür<br />
Ali Abakan<br />
YAZARLAR<br />
Alper Turgut<br />
Masis Üşenmez<br />
Egemen Tokatlıoğlu<br />
Didem Peker Başaran<br />
Nergiz Karadaş<br />
Tuğçe Madayanti Dizici<br />
Murat Soydan<br />
Fırat Sayıcı<br />
Melis Zararsız<br />
Murat Kızılca<br />
Utku Ögetürk<br />
Halil İbrahim Sağlam<br />
Şenay Tanrıvermiş<br />
Gizem Merve Kaboğlu
Yönetmen:<br />
Kornél Mundruczó<br />
Senaryo:<br />
Kornél Mundruczó<br />
Oyuncular: Sándor Zsótér,<br />
Lili Horváth, Szabolcs<br />
Thuróczy, Lili Monori,<br />
Gergely Bánki<br />
Konu: 13 yaşındaki Lili’nin çok sevdiği<br />
kırma köpeği Hagen, babası tarafından<br />
Lili’nin tüm karşı çıkmalarına rağmen<br />
sokağa salınır. Köpeğini geri getirebilmek<br />
için sokak sokak gezmeye<br />
başlayan Lili, bir anda patlak veren köpek<br />
isyanının ortasında bulur kendini.
Yönetmen: Rowan Joffe<br />
Senaryo: Rowan Joffe<br />
Oyuncular: Nicole Kidman, Colin<br />
Firth, Mark Strong, Anne-Marie<br />
Duff, Charlie Gardner<br />
Konu: Christine Lucas (Nicole<br />
Kidman) geçirdiği bir<br />
kaza nedeniyle uyandığı<br />
her sabah, geçmişine dair<br />
hiçbirşey hatırlamadan güne<br />
başlamaktadır. Bu durum, ancak<br />
Christine etrafındaki insanların<br />
davranışlarını sorgulamaya<br />
başladıktan sonra bir son bulacak,<br />
böylelikle korkunç gerçekler<br />
karanlıktan aydınlığa<br />
kavuşacaktır.<br />
Yönetmen:<br />
Abel Ferrara<br />
Senaryo: Maurizio Braucci<br />
Oyuncular: Willem Dafoe,<br />
Ninetto Davoli, Riccardo Scamarcio<br />
Konu: Film, 1975 yılında<br />
hayatını kaybeden usta yönetmen<br />
Pier Paolo Pasolini’nin<br />
son günlerini ve ardında<br />
şüphe yaratan ölümünü<br />
ele alıyor. Dünya prömiyerini<br />
Venedik Film Festivali<br />
kapsamında gerçekleştiren<br />
filmde Pasolini’ye hayat veren<br />
oyuncu Willem Dafoe. Oyuncu<br />
kadrosunda Dafoe’ye Maria<br />
de Medeiros, Riccardo Scamarcio<br />
ve Giada Colagrande<br />
gibi isimler eşlik ediyor.
Yönetmen:<br />
David Cronenberg<br />
Senaryo: Bruce Wagner<br />
Oyuncular: Julianne Moore, Mia<br />
Wasikowska, John Cusack, Robert<br />
Pattinson, Olivia Williams<br />
Yönetmen: Shawn Levy<br />
Senaryo: Thomas Lennon, Robert Ben Garant<br />
Oyuncular: Ben Stiller, Robin Williams, Owen<br />
Wilson<br />
Konu: Daha önce serinin birinci ve ikinci<br />
filmlerini yönetmiş olan Shawn Levy üçüncü<br />
filminde yönetmenliğini üstlenmiş . Komedi<br />
dünyası tarafından gayet iyi tanınan aktör Ben<br />
Stiller ise diğer iki filmde olduğu gibi bu filmde<br />
de müze gardiyanı Larry Daley’yi canlandırıyor<br />
. Gündüzleri müzenin sergi malzemelerini<br />
oluşturan fakat geceleri hayata dönen canlılarla<br />
başa çıkmaya çalışırken izleyeceğiz kendisini ...
Konu: Hollywood hayat stilini ve genel anlamda<br />
batı kültürünü yakın merceğe aldığı yeni filmi<br />
Maps to the Stars ile birlikte usta yönetmen,<br />
epistemolojik çıkarımlara da yeni filminde yer<br />
vermeyi planlıyor! Filmin kadrosunda Julianne<br />
Moore, Mia Wasikowska , Olivia Williams, John<br />
Cusack ve Robert Pattinson gibi birbirinden ünlü<br />
isimler yer alıyor.<br />
Yönetmen: Aytekin Birkon<br />
Senaryo: Fatih Usta<br />
Oyuncular: Fatih Usta, Nefise Karatay, Bahadır<br />
Sarı, Ceyda Tepeliler, Nezih Işıtan<br />
Konu: Yıllarca çizgi romanları sevilerek okunan<br />
ve daha önce sinema filmleri yapılan Kara<br />
Murat, yeni ve modern teknolojinin nimetlerinden<br />
yararlanılarak geri dönüyor. Rahmi Turan<br />
tarafından yaratılan tarihi bir kahraman olan<br />
Kara Murat, Fatih’in fedaisi Kara Murat olarak<br />
da anılmakta. Osmanlı İmparatoru Fatih Sultan<br />
Mehmet döneminde geçen maceralarında iyilerin<br />
yanında kötülerin karşısında yer alan Kara<br />
Murat, ilk olarak 1971 yılında Günaydın gazetesinde<br />
okuyucuyla buluşmuştu.
Yönetmen:<br />
Olivier Megaton<br />
Senaryo: Luc Besson<br />
Oyuncular: Liam Neeson,<br />
Maggie Grace, Famke<br />
Janssen, Forest Whitaker,<br />
Dougray Scott<br />
Konu: Devletteki görevinden<br />
ayrılan Bryan<br />
Mills (Liam Neeson)<br />
evine yakın bir yerde<br />
gerçekleşen bir cinayetin<br />
suçsuz yere zanlısı<br />
olarak gösterilir. Bu<br />
konuda oldukça inatçı bir<br />
dedektif de onun peşine<br />
düşer. Mills, bütün tecrübesini<br />
ve yeteneklerini<br />
kullanarak gerçek<br />
suçluyu bulmak ve kendi<br />
adaletini sağlamak durumunda<br />
kalacaktır.<br />
Yönetmen: Alexandre Aja<br />
Senaryo: Keith Bunin<br />
Oyuncular: Daniel Radcliffe, Juno<br />
Temple, Heather Graham, Kelli<br />
Garner, David Morse<br />
Konu: Kız arkadaşının sırlarla<br />
dolu ölümünün ardından zor<br />
zamanlardan geçen Ignatius<br />
Perrish (Daniel Radcliffe), bir<br />
sabah uyandığında şeytani<br />
boynuzlarının çıkmaya başladığını<br />
farkeder. Filmin 2014 Aralık ayında<br />
Türkiye’de gösterime girmesi<br />
planlanıyor.
n Türk sinemasının kendi tarihinin kırılma anlarını<br />
anlatmaktan aciz olduğunu hep söylerim. Bu<br />
açığımız da çoğunlukla kullanılır. Mesela yabancı<br />
filmlerde Türkler, deve üstünde, kara çarşaflı, eğri<br />
büğrü bir halk olarak resmedilir hep. Bunu daha<br />
öteye taşıyan Geceyarısı Ekspresi gibi filmler de<br />
vardır. Alan Parker Geceyarısı Ekspresi için yıllar<br />
sonra özür dilese de bu film bize zararını vermiştir.<br />
Bu hafta çok önemli bir film vizyona girdi. Fatih Akın<br />
Ermeni olaylarını anlatan bir filme imza attı. Yurt<br />
dışında da gösterilen film çeşitli tepkiler aldı. Fatih<br />
Akın sinemasını severim, onun için etki altında<br />
kalmadan kendim izlemek ve bir karara varmak<br />
istedim. Filmden çıktığımda büyük bir hayal kırıklığı<br />
yaşadım. Eğer bu filmi Ermeni diasporası çekse bu<br />
kadar taraflı olmazdı. Açılış sahnesinde bir alt yazı<br />
geçiyor. Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’na<br />
girdiğinde bütün azınlıkları düşman ilan etmiş. Yani<br />
filmde anlatılan bütün olaylar Osmanlı’nın savaşa<br />
girdikten sonra değişen konjonktürü ile ilgili. Bu gibi<br />
önemli konularda tarihi sakatlayıp oradan buradan<br />
eğip büküp anlatamazsınız. Hiç yorum yapmadan<br />
yaşananları yazalım.<br />
Osmanlı, Ruslarla savaştadır. Sarıkamış felaketi<br />
sonrası Doğu ordusu yok olmuştur. Bütün doğu<br />
Anadolu çökmüştür. Rusların etkisiyle Ermeni<br />
komitacıların eylemleri olmuştur. Birçok Türk köyü<br />
yok olmuş. Bunun üzerine Osmanlı bir hükümet<br />
politikası olarak Doğu Anadolu’daki Ermeni halkı<br />
sürmüştür. Bu olay sırasında yüz binlerce Ermeni<br />
ölmüştür. O taraftan bu taraftan yaşananlar<br />
bunlardır. Burada acı yok mudur, vardır elbet. Ama<br />
siz bu acımasız politik eylemin sebebini söylemezseniz<br />
ortada sadece şiddet ve katliam kalır.<br />
O zaman Yahudi soykırımıyla Ermeni tehcirini<br />
aynı kefeye koyarsınız. Bu da kötü niyettir. Filmin<br />
beni çok rahatsız eden bir dili var. Yapım demin<br />
söylediğim yazıyla başlarken bütün bu olayların<br />
sebebini görmezden geliyor ama sonra daha<br />
kötü birşey yapıyor, anlatmadığı Türk söylemlerine<br />
de küçük küçük cevaplar veriyor. Mesela evinden<br />
sürülen Nazarat’ın babası filmin başında durup<br />
dururken şöyle bir laf ediyor. “Halbuki biz hep sadık<br />
bir millet olduk”. Ne için bunu söylüyor o yaşlı adam?<br />
Yani bu yapılanların hiçbir sebebi yok. Bir başkaldırı<br />
ve aramızda bir çatışma olmadı demeye getiriyor.
oynadığı bir Türk var. Osmanlı askeri hapishanedeki<br />
mahkumları çıkarıyor ve Ermeni esirlerin boğazını<br />
kesmek için kullanıyor. Bartu’nun oynadığı karakterde<br />
istemeye istemeye filmin kahramanı Nazarat’ı<br />
boğazından yaralıyor. Sonra gizlice onu kurtarıyor.<br />
Ama aslında bir idam mangasının üyesi. Bütün<br />
Türkler Ermeni kızlarını kötü niyetle alıyor ve sonları<br />
genelevler oluyor.<br />
Hele bir sahne var. Osmanlı askeri trende koruma<br />
olarak dururken Nazarat trenden kaçıyor. Askerin<br />
bir küfür etmesi var gülsek mi ağlasak mı bilemedik.<br />
Bu küfürler o zaman varsa helal olsun Fatih<br />
Akın’a. Daha neler neler. Osmanlılar İngilizler<br />
tarafından Şam’dan çıkarılıyor. Sokağın ortasında<br />
Türk askerleri ve sivil Türkler, Ermeni, Arap ve diğer<br />
halk tarafından taşlanıp, küfürlerle gönderiliyor.<br />
Tam o sırada aklımıza İsrail ve Batı medeniyetleri<br />
tarafından sömürülen, öldürülen Arap halkları geliyor.<br />
Bu sahneden sonra Şam’da kalan insanların<br />
bir gece sinemasında Şarlo’yu büyük keyifle seyrettiklerini<br />
görüyoruz. Türkler sepetlenince Batı’nın<br />
gelişmişliğinin keyfini süren halk kahkahalar arasında<br />
film seyrediyor. Bu ince dokunuşlar filmin asıl dilini<br />
belli ediyor.<br />
Bu yetmiyor. En ucuz propoganda ve lekeleme<br />
yöntemlerini kullanıyor. Mesela bir sahnede üç<br />
atlı eşkiya gelip Ermeni bir aileye yol üstünde<br />
Osmanlı askerinin ve diğer Ermeni esirlerin gözü<br />
önünde tecavüz ediyorlar. Askerler de esirlere silah<br />
doğrultup olayı seyrettiriyorlar. Filmde bir tane<br />
iyi Türk göremezsiniz. Bartu Küçükçağlayan’ın<br />
Tabii bir de Nazarat ABD’ye gittiğinde Amerikalılar’ın<br />
ona sürekli Yahudi demesi var. Böylece yönetmen<br />
Amerikalılar’ın cahilliğinden dem vururken Ermeni<br />
olayları ile Yahudi soykırımının ilişkisini kuruyor bizim<br />
imgemizde. Bu filmin dürüst bir dil kullandığını söylemek<br />
kötü niyettir. Filmin sinemasal dengesine veya<br />
değerine gelince. Akın’ın en kötü filmi diyebilirim.<br />
Yapım ikiye ayrılabilir. İlk bölümde düzmece sahnelerde<br />
herhangi bir Fatih Akın sinemasının etkisinden<br />
bahsetmek mümkün değil. İkinci yarısında ise bir yol<br />
hikayesine dönen filmde yönetmen daha bildiği sularda<br />
yüzdüğü için sinemasal olarak da işi toparlıyor.<br />
Oyunculuklar bir iki sahne dışında yerlerde sürünüyor.<br />
Başrolde oynayan Cezayir asıllı Tahar Rahim<br />
en iyi performansı gösteren oyuncu ama yan roller<br />
felaket. Filmden çıktıktan sonra düşündüm. Ermeni<br />
olaylarının 100. yılına günler kalmışken bu filmi , bu<br />
dille Fatih Akın niye çekmiştir? Bunun cevabını ben<br />
bulamadım.
n “Dans edemeyeceksem bu benim devrimim<br />
değildir” demiş anarşist ablamız ‘Kızıl’ Emma<br />
Goldman, hani özgürlük olmadan, eşitlik olmadan,<br />
adalet olmadan, paylaşmak, bölüşmek<br />
olmadan, yaşamışız ne fayda, işte öylesine<br />
yedik, içtik, sıçtık, üredik, öldük, gittik. “Özgürlük<br />
Dansı” (Jimmy’s Hall), zalim zenginlerin ve kindar<br />
dindarların ezdiği, bezdirdiği gençleri dansa<br />
kaldıran, onlara umut olan ve bunun bedelini<br />
ödemeyi göze alan bir güzel komünist abiyi<br />
anlatıyor. Gerçek bir öykü bu, işte bu yüzden bu<br />
kadar içimizi burkuyor, yüreğimize sızı koyuyor,<br />
insan yanımızı incitiyor.<br />
Ken Loach Usta, artık 78 yaşında, umarım<br />
bu son filmi değildir, onun öykülerinde naiflik,<br />
zariflik, incelik var, büyük büyük söylemler,<br />
boş sloganlar, beylik laflar yok, öteki insanlık<br />
var, sokakta dönüp bakmadığınız fakirler var,<br />
düşkünler var, gözleri, neden ben diyen, dilenirken<br />
elleri titreyen en alttakiler var, entelektüel<br />
geçinen züppelerin, cahil dediği, öğrenmeye<br />
ve bilmeye aç emekçiler var, karın tokluğuna<br />
emeğini, gençliğini, bedenini ve hatta canını<br />
veren işçi sınıfı var.<br />
Evet, Özgürlük Dansı, Ken Usta’nın en iyi<br />
filmleri sıralamasında gerilere düşebilir, ancak<br />
her karesinde onun ve senarist dostu Paul<br />
Laverty’nin varlığı hissediliyor, kesinlikle…<br />
İrlanda’nın sürgün ettiği Jimmy Gralton’un<br />
yaşam hikayesinden esinlenen film, bağnaz<br />
din adamlarıyla, fakirlere musallat olan zenginlerin<br />
yarattığı soğuk, karanlık ve tek tip ülkede,<br />
düşünmeyi, öğrenmeyi, dans etmeyi<br />
isteyen gençlerle, aç ve evsiz bırakılmaya<br />
çalışılan yoksulları anlatıyor. Bizim Jimmy, 10<br />
yıl kaçak hayatı yaşar, 1932’de İrlanda’ya geri<br />
döndüğünde, sevdiği kadın evlenmiş, baskıcı<br />
düzen ise aynı kalmıştır. Geçmişte başını belaya<br />
sokan salonu, dostlarıyla imece usulüyle<br />
çalışarak tekrar açarlar. Tartışarak, kaynaşarak,<br />
çoğalırlar.<br />
Gezdiği dünyayı, çatı altına taşıyan Jimmy Yoldaş’ın<br />
mekânının adı Pearse-Connolly Salonu’dur. Padraig<br />
Pearse ve James Connolly, farklı davaların<br />
insanıydı, ancak bağımsız ve özgür İrlanda için<br />
birlikte savaştılar. Her ikisi de 1916’da, Paskalya<br />
Ayaklanması sonrasında, işgalci İngiliz güçleri<br />
tarafından katledildiler. Bağımsızlıkçı öğretmen<br />
Pearse; “Özgür olmayan bir İrlanda’nın ruhu
hiçbir zaman huzura kavuşmayacaktır” derken,<br />
yaralıyken, sandalye oturtulan ve kurşuna dizilen<br />
büyük devrimci ve sosyalist önder Connolly şunları<br />
söyler; “Benim, ülkemiz halkının ideal olarak<br />
karşılarına koymalarını dilediğim cumhuriyet öyle bir<br />
cumhuriyet olmalıdır ki, yalnızca adından söz edilmesi<br />
bile, her çağda, her ülkenin ezilenleri için bir<br />
işaret ateşi oluşturmalı, uğruna harcanan çabaların<br />
ödülü olarak her çağda özgürlük ve bereket vaat etmelidir.<br />
İngiliz Ordusunu yarın ülkeden çıkartıp yeşil<br />
bayrağı Dublin kalesine çekseniz bile, sosyalist<br />
cumhuriyetin kurulmasına yönelmiş değilseniz<br />
tüm çabalarınız boşa gidecektir.”<br />
İşgalci İngilizler defedilmiş, ancak özgürlük<br />
gelmemiştir. İşgalci toprak ağaları, zenginlerin<br />
oyuncağı politikacılar ve mülkiyetçi rahipler,<br />
İrlanda’yı cehenneme çevirmiştir. Kahramanımız,<br />
sanatla, boksla, şiirle, şarkıyla, dansla, gençlerin<br />
ufkunu açan, onları aydınlatan ve sorgulatan<br />
salon yaşasın diye, yeniliğin ve eşitliğin düşmanı<br />
peder ile görüşmeye gider. Ceberut peder; “Ben<br />
sizleri dinliyorum, günahlarınızı dinliyorum, affedilmenizi<br />
sağlıyorum” der. Jimmy, gericilikle<br />
asla uzlaşamayacağını anlar ve “Evet, sen bizi<br />
dinliyorsun, ama sadece diz çöktüğümüzde…”<br />
diye yanıt verir.<br />
Sonra savaş başlar, Jimmy Gralton’un ateşli<br />
sözleri, büyük tutkusu, baş eğmez ruhu ve yoksul<br />
kitleleri etkileme gücü, onları korkutmuştur. Eski<br />
tenekeden bir salon, neden bu kadar tehlikeliydi?<br />
Çünkü onu inşa edenler, burası bir bina değil,<br />
burası biziz demiştir. Salon, öyleyse gelecek ve<br />
umut demektir ve bu özgür yapının yok edilmesi<br />
gerekir. Jimmy’in yaşlı anası, gezici kütüphanesiyle<br />
çocuklara kitaplar taşıyan bir kadındır,<br />
oğlunun ikinci kez sürgün edilmesi, bir daha<br />
görüşememek demektir. Mahkemede, tarihe seslenir;<br />
“Bir adamı yargılamadan evinden alabiliyorsak<br />
ve düşüncelerinden dolayı sürgün edebiliyorsak.<br />
Ben sadece çocuğumu kaybederim, ancak<br />
İrlanda çok daha fazlasını kaybeder”<br />
Sürgünlere yolladıklarımızla, sanata ve<br />
hayata düşmanlığımızla, bağnazlığımızla,<br />
muhafazakârlığımızla, din adına yaşamı<br />
daraltmamızla, fakiri daha fakir, zengini daha<br />
zengin etmemizle, İrlanda’dan ne farkı var<br />
ülkemizin? Ken Usta, biraz da bizim memleketimizi<br />
anlatmış, seyretmek gerek. Yazıyı<br />
bitirirken gözüme bir mail ilişti, devlet, Caferağa<br />
Dayanışma Evi’ni tez boşaltın diyordu, sanat,<br />
paylaşma, öğrenme, sorgulama, sistemi, elbette<br />
rahatsız eder. Dün de böyleydi, bugün de<br />
böyle, yeni salonlar açılsın ki, yarınlar artık böyle<br />
olmasın.
n İki Gün Bir Gece’yi kimileri için fazla<br />
iddialı olabilir ama ilgiyle izledim. Dardenne<br />
Kardeşlerin filmlerinin misyonu olduğunu ve<br />
bunun da seyirciyi fazlasıyla tatmin ettiğini söylemek<br />
mümkün. Filmi izlerken kardeşlerin 1999<br />
yapımı Rosetta filmine aklımız gitti elbette, hatta<br />
Rosetta’nın daha güçlü ve sert bir anlatım<br />
dili olduğunu düşünebiliriz. (Hatta bir kez daha<br />
izledim yazıyı yazarken ve Sandra’nın kocasını<br />
oynayan Fabrizio Rongione’nun Rosetta’daki<br />
Riquet olduğunu fark ettim, oradan bile bağ<br />
kurmak istemiş yönetmenler. Rosetta’nın daha<br />
sakinleşmiş hali olarak ele alabiliriz Sandra’yı)<br />
) Orada da işini sahiplenen, korumaya odaklı<br />
bir kızın hayatı ekseninden bakmıştık refah<br />
toplumu ve onun karşılığına. Burada ise<br />
Sandra üzerinden kapitalizmin herkesi çaresiz<br />
bırakan akışkanlığına odaklanıyoruz.<br />
Karşımızda gayet somut, ayakları yere basan<br />
ve kıyasıya bir hale dönüşen iş çabası var.<br />
Çok içimizden çok gündelik. Bir film bu kadar<br />
içimizden, hatta bu kadar tekrarlı diye bence<br />
eleştirmek yerine bizi taşıdığı noktalara bakmak<br />
lazım.<br />
Sandra son aylardaki verimsizliğiyle acımasız<br />
iş koşullarının çarklarına arasına girmiş bir<br />
kadın. Şirketin kısıntıya gitme aşamasında<br />
gözden çıkaracağı en güçlü aday. Topun<br />
ağzında öğrendiği anda itibaren de tüm iş<br />
arkadaşlarını tek tek ikna etme yoluna gidiyor.<br />
Arkadaşlarının bu kadar kafasının karışık<br />
olmasının nedeni ise şirketin onlara yapacağı<br />
ödenek. Yani ya onlara ilaç gibi gelecek bir<br />
miktar parayı seçecek ya da arkadaşlarının<br />
işte ayrılmasına engel olacaklardır. Film<br />
zorluğun ortasına Sandra’yı yerleştirmiş gibi<br />
dursa da asıl zorluk iki arada bi derede kalan<br />
arkadaşlarında aslında. Film neredeyse<br />
sonuna kadar bu çatışma üzerinden gidiyor.<br />
Sandra tek tek telefonla ve yüz yüze iş arkadaşlarını ikna<br />
etmeye çalışıyor işte kalması için. Ama bu hiç kolay değil.<br />
İzleyiciye de değişik bir karar mekanizması yaşattırıyor<br />
bu anlamda film. Herkesin kararı üzerinden Sandra’nın<br />
durumunu, kapitalizmin kapsadığı çerçeveyi ve bir kez<br />
daha kendi kararınızı gözden geçiriyorsunuz. Kimseye<br />
kızmadan, yargılamadan ama bir yandan da tam tersini<br />
yapacak kıvama gelebilme ihtimalini bir köşede tutarak<br />
izlettiriyor film kendisini. Kapitalizm her kapının ardından<br />
daha vahşi ve eğlenerek el sallıyor adeta bize! Ve herkesin<br />
hikayesine ayrı bir kulp buluyor!<br />
Film buna rağmen çok yalın, kamera sadece bir takipçi<br />
gibi davranıyor. Fazla midahil olmadan vereceklerini vermeye<br />
çalışan biri gibi. Bu arada Sandra’nın arasının kötü<br />
olduğunu öğrendiğimiz sevgilisinin aslında destekmiş<br />
gibi duran baskı mekanizmasını da sorgulamak lazım.<br />
İşi kaybetmesinin duygusal değil de maddi boyutuyla<br />
ilgilenen tavrı gerçekten de iticiydi. Sandra’nın çabası ise<br />
takdire şayan. Daha çok erkek izleyicilerin yorumlarında<br />
gördüm. Marion Cotillard’ın bu çabalayan, yorgun ve<br />
bakımsız hali onları bir hayli üzmüşe benziyor. Karakterden<br />
çok Cotillard’ın hali onları üzmüş, tamam sevdiğiniz<br />
aktris, güzel bir kadın ama bu kadar duygusal yaklaşmak<br />
biraz ilginç geldi. Hakkını arayan, atletik, enerjik bir<br />
kadını hakkını vererek oynamış işte, daha çok sevmek<br />
lazım gelmez mi? Filmi bir hak arama çabası, modern<br />
dünyanın getirdiği yalnızlaştırma ve bencilleştirme<br />
aşamalarını çok iyi bir yerden veriyor, kafalarda soru<br />
işareti, yargılama, algılama hali bırakıyor ve o yüzden de<br />
başarılı bir film İki Gün Bir Gece…
n Öyle filmler vardır ki, içeriğinden, fragmanına,<br />
oyuncu kadrosundan dokusuna kadar umutlu<br />
beklentiler yaratır. Kimi zaman aradığını, hatta<br />
belki de fazlasını bulur seyirci. Ancak bazen<br />
de öylesine bir hayal kırıklığı sarar ki bünyeyi,<br />
izlediğinize pişman olursunuz. Böyle mi olacaktı<br />
dersiniz. Maalesef “Yağmur Kıyamet Çiçeği” ikinci<br />
kategoriye giriyor kanımca.<br />
Kazım, yirmi yaşında bir üniversite öğrencisidir.<br />
Gözaltına alınınca, okulu bırakır ve müzik yapmaya<br />
karar verir. Memleketi olan Hopa’ya<br />
gittiğinde çocukluk aşkı Seher’le karşılaşır.<br />
Şenol, Akçaabatspor’da oynayan bir futbolcudur.<br />
Trabzonspor’a transfer olmak üzeredir, yeni<br />
tanıştığı Elena’ya ilk görüşte aşık olur. Olaylar, bir<br />
noktada birbirine temas eder; farklı yaşamlar, ortak<br />
kader ve tek öyküde birleşir. Engin Hepileri, Elena<br />
Viunova, Erkan Kolçak Köstendil, Devrim Saltoğlu,<br />
Sevtap Özaltun, Settar Tanrıöğen, Altan Erkekli,<br />
Devrim Yakut, Sait Genay, Serap Aksoy, Rıza Sönmez,<br />
Hüseyin Avni Danyal, Ruhi Sarı gibi oldukça<br />
kaliteli ve geniş bir oyuncu kadrosuna sahip filmin<br />
senaryo ve yönetmenliği Onur Aydın’a ait.<br />
Kazım Koyuncu adı eminim ki birçok kişi için<br />
büyük anlamlar ifade ediyor. Genç yaşta ölümüyle<br />
Türkiye’nin her kesiminden insanını<br />
üzmüştü. Hayat görüşüyle etrafını derinlemesine<br />
aydınlatan bir deniz feneriydi o, büyük sanatçıydı.<br />
İlk başta Kazım Koyuncu’nun hayatını izleyeceğini<br />
zanneden seyirciye çalım atan “Yağmur Kıyamet<br />
Çiçeği” her şeyden yarımşar kilo, ortaya karışık<br />
bir meyve tabağı sunuyor bizlere. Ne yazık! Film<br />
öyle bir yapı üzerine inşa edilmiş ki, Çarşamba<br />
pazarından farksız. Çernobil faciasının Karadeniz<br />
üzerindeki etkilerinden futbol/siyaset/mafya üçgenine,<br />
Karadeniz bölgesinde fuhuş yapan Rus<br />
uyruklu kadınların içinde bulundukları dramdan<br />
imkansız aşklara, Kazım Koyuncu’nun hayatı ekseninde<br />
akan kör topal politik anlatımdan Trabzonspor<br />
taraftarlığının ayrıntılarına kadar bir çok malzeme<br />
aynı tencerede kaynamaya bırakılmış. İşin kötüsü bu<br />
çorba pek lezzetli değil!<br />
Senaryonun karışıklığı, malzeme bolluğunun ve mesaj<br />
kaygılarının eksi haneye yazıldığı yapım kurnazlık<br />
yaparak seyirci çalmak için her kesime hitap etmeye<br />
çalışıyor. Ama bu o kadar kör gözüm parmağına<br />
yapılıyor ki, sakil durmakta. İnandırıcılık ölmüş. Altın<br />
Koza film festivalinde görücüye çıkan ve hatta SİYAD<br />
ödülünü nasıl aldığına bir türlü akıl sır erdiremediğimiz<br />
filmin en büyük artısı elbette ki oyuncuları. Özellikle de<br />
Erkan Kolçak Köstendil ve Settar Tanrıöğen bir adım<br />
öne çıkıyorlar bu kalabalık kadrodan. Hatta şu yorumu<br />
da rahatlıkla yapabilirim. Keşke sadece Şenol ve<br />
Elena’nın aşkı anlatılsaymış ve Karadeniz dokusunda<br />
gerçekten damar ve hakkını veren bir aşk hikayesi<br />
izleseymişiz.<br />
Filmi izleyip de tepki verenlerin en çok Kazım Koyuncu<br />
hayranları olacağını tahmin etmek zor değil. İlk bakışta<br />
Kazım Koyuncu hayatı gibi duran filmi izleyenler<br />
Koyuncu’nun bir gişe filmine meze yapıldığını görünce<br />
isyan etmekte sonuna kadar haklı olacaklar. Çiçeklerin<br />
üzerine her zaman yağmur yağar mı bilmem ama,<br />
çiçeklere kıyamet yaşatıldığı aşikar bu filmde!
Kutluğ Ataman’ın Kuzu filminin başrol oyuncusu Nesrin Cavadzade filmin<br />
sağlam bir feminist hikayeye sahip olduğunu kadınlar arasındaki ilişkinin<br />
de yaşadıklarımız açısından belirleyici olduğunu söyledi…<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Nesrin Cavadzade’nin ilk fliminde 7 yıl önce<br />
röportaj yapmıştık. Daha sonra da yıllar içinde<br />
her filminden sonra konuştuk. Çünkü Türk<br />
sinemasının önemli kadın oyuncularından<br />
olduğunu hep kanıtladı. Sadece güzel<br />
kadın olmanın büyüsüne dayanmadı. Hep<br />
rollerini başkalaştırdı, kendi içinde Türkiye<br />
gündemini tartıştı, bazen de muhalif<br />
duruşunu röportajlarına taşıdı. Kısacası<br />
onun röportajlarını okurken kendi içinizde<br />
tartışırsınız. Kutluğ Ataman’ın Kuzu filminde<br />
yine tartışma yaratacak bir rolde izliyoruz<br />
Nesrin’i. Geçen haftada Annemin Sesi’nde çok<br />
daha farklı bir rolle karşımıza çıkmıştı. İşte<br />
iki filmide konuştuk ve tabii filmden fazlasını<br />
tartıştığımızı göreceksiniz.<br />
Antalya Film Festivali’nde iki filminiz vardı.<br />
Daha önceki yıllarda da üç filmle festivale<br />
katıldığınız olmuştu. Bu size ne hissettiriyor?<br />
Tecrübe kazandıkça Türkiye’nin bütün parametreleriyle<br />
çok değişken bir ülke olduğunu<br />
öğrendim. Her an herşeyin olabildiği, her<br />
an rüzgarın başka bir yönden esmeye<br />
başlayabildiği bir ülke. Sanatsal anlamda<br />
da bu böyle. Herşeye hazırlıklı olmak gerekiyor.<br />
İlk sene çok heyecanlıydım, geceleri<br />
uyuyamıyordum, tamamen filmle nefes alıp<br />
veriyor gibiydim. Üzerinden yedi, sekiz yıl<br />
geçti “Sanat yapıtı orada, karakterler orada,<br />
ben buradayım, onlar benden bağımsız şeyler”<br />
gibi hissediyorum artık. Festivalle de, yaptığım<br />
işle de, yönetmenlerle de arama mesafe koyabiliyorum...<br />
Artık grift bir halde değilim. Ben<br />
filmmişim, o karaktermişim, sanki görücüye<br />
ben çıkıyormuşum hissi kayboldu yıllar içinde.<br />
Eskiden izlerken “Şurda böyle göründüm, burada<br />
böyle yaptım” diyordum. Şimdi “O yönetmenin<br />
dünyası, o kadın yönetmenin kadını ben değilim,<br />
karakterin o yüzü de var bu yüzü de var” diyorum.<br />
Yıllar içinde bunun yönetmenin dünyası<br />
olduğunu anladım, sen en iyi ihtimalle onun iyi bir<br />
hizmetkarı olabilirsin, bu onların işi, sakin olmak<br />
ve bir mesafe koymak gerekiyor. Bu beni bir çok<br />
anlamda çok rahatlattı. Yedi sene öncesine göre<br />
çok daha fazla rahatım.<br />
Siz bir şeyler söylemek isteyen bir oyuncusunuz,<br />
sinemanın aslında bir yönetmen sanatı olduğunu<br />
kabullenmekten de yola çıkarak, kamera arkasına<br />
yönelik bir düşünceniz, senaryo çalışmanız var<br />
mı?<br />
Sinema-Televizyon bölümü mezunu olmak, kamera<br />
arkasını biliyor olmak, kendi senaryo<br />
çalışmalarımın olması etkiliyor tabii. Ama oraya<br />
çok odaklı değilim, bir noktadan sonra “Ben oyuncu<br />
olmak istiyorum” kararı çok net bir şekilde çıktı<br />
benim için ve o yoldan da yürüdüm. Ama elbette<br />
ki bir tarafımla her zaman eleştirel, dışarıdan<br />
bakıp “Ben olsaydım ne yapardım, burasının altı<br />
yeterince çizildi mi” diye düşünüyorum. Hem<br />
eleştirel hem de çok onların yanında bir haldeyim.<br />
Mesela Kuzu’da neredeyse hiç konuşmadık<br />
Kutluğ’la (Ataman) sette. Bir yandan böyle bir<br />
rahatlık da var. Ama izledikten sonra yine de “Senaryoda<br />
şöyleydi ama bu sahne şöyle kotarılmış”<br />
diye düşünüyorum, benim ilk izlemelerim o<br />
yüzden çok sancılı geçiyor. İlk izleyişte söylediğim<br />
mesafe koyma hissi hemen gelmiyor. Mesela<br />
Kuzu’yu Berlin’den sonra burada ikinci kez izledim<br />
ve ne kadar harika bir film olduğunu burada<br />
anladım. Berlin’de anlamamıştım.
Kuzu’nun senaryosu size geldiğinde ne<br />
düşündünüz?<br />
Çok sancılı geçti başlangıçta. Kutluğ<br />
zor bir adam, çok hassas bir adam,<br />
hemen kavrayamayabilirsin onun<br />
senden ne beklediğini. Projeye<br />
başlayabilmemizin çok komik ve uzun<br />
bir hikayesi var. Kutluğ’un asistanı<br />
Tacım (Açık) beni aylarca haftada<br />
iki, üç kere arayıp “Merhaba Nesrin<br />
Hanım, ben Tacım Açık, Kutluğ<br />
Ataman’ın asistanıyım, sizin çok büyük<br />
hayranınızız, iki haftadır durmadan<br />
bütün filmlerinizi seyrediyoruz” diyor<br />
ben de “İki hafta sürmez benim filmlerim,<br />
topu topu altı, yedi tane filmim<br />
var. Maksimim üç gün sürer, nasıl iki<br />
haftadır izliyorsunuz” diyorum. O da<br />
“Sizi çok beğeniyoruz, sizi çok seviyoruz.<br />
Kutluğ Bey’in bir hikayesi var” diyor.<br />
O zaman çok güzel bir ismi vardı filmin<br />
Güneye Bakan Duvar’dı. Sonra Kutluğ<br />
onu “Bu çok sanatsal deyip Kuzu diye<br />
değiştirdi ama ben çok seviyordum o<br />
adı. “Kutluğ Bey sizinle görüşmek istiyor”<br />
diyor, ben çok heyecanlanıyorum<br />
“Lütfen bana treatment yollayın, senaryosunu<br />
yollayın” diyorum o da<br />
“Yollayacağız ama önce Kutluğ Bey<br />
sizi görmek istiyor, yüz yüze konuşmak<br />
istiyor” diyor, “Tamam ne zaman<br />
görüşelim” diyorum, “Haftaya müsait<br />
olur musunuz Kutluğ Bey sizi arayacak”<br />
diyor. Sekiz ay bu konuşmadan milyonlarca<br />
yaptık. Kutluğ beni aramıyor ama<br />
ben bu arada treatment’ı bulmuşum,<br />
synopsis’ini bulmuşum okumuşum.<br />
Hikayeyi çok beğendim. Merkezde<br />
kadının olduğu film yapılmıyor bu ülkede,<br />
çok az yapılıyor. Eminim şu anda<br />
Türkiye’de bütün kadın oyuncuların<br />
ortak derdidir bu. Kadın kahramanların<br />
sürüklediği hikaye yazılmıyor. Çünkü<br />
çok erkeksi bir yerden bakıyor yönetmenlerimiz.<br />
Kadın yönetmen zaten çok<br />
az. Yazan, yöneten adamlar da kadını<br />
çok kendi bakış açılarından görüyorlar.<br />
Son derece erkeksi hikayeler<br />
ortaya çıkıyor. Kadın kahraman<br />
sürüklese bile çok erkeksi hikayeler<br />
çıkıyor. Senaryoyu okudum<br />
bekliyorum, bir yandan da o kadar<br />
büyük istek var ki, odaklanmış<br />
haldeler bana. Böyle çok uzun ve<br />
bir türlü harman olamayan enerjimiz<br />
oldu. Sonunda bir araya<br />
geldik ve birbirimize aşık olduk gibi<br />
bir şey. Ben çok sevdim, Kutluğ<br />
da beni çok sevdi. O görüşme<br />
deneniyormuşum gibi olmadı,<br />
benimle yol almak istediğini çok<br />
net ifade etti. Ama gel gör ki ondan<br />
sonra bizim yollarımız yine ayrıldı.<br />
Yine bir araya gelemedik. Projenin<br />
hazırlıkları sürüyor haber alıyorum,<br />
hatta başka bir oyuncu var artık<br />
onun da haberini alıyorum. En son<br />
Ezgi Baltaş, Erol’un da (Mintaş)<br />
cast direktörlüğünü yapıyordu,<br />
Erol için görüşmeye gittiğimde bu<br />
konuyu konuştuk. Ezgi aracılık<br />
etti ve ben son anda projeye dahil<br />
oldum. Sete çıkmaya çok az kala<br />
Kutluğ yol aldığı oyuncusundan<br />
vazgeçti. Ayak kaydırma öyküsü<br />
gibi görünüyor ama öyle değil. Çok<br />
engeller aşılarak gerçekleşti. Sette<br />
de çok az konuştuk, garip bir sinerji<br />
oldu aramızda, gerçek hayatta<br />
yakalayamadığımız sinerjiyi set<br />
ortamında mükemmel bir şekilde<br />
yakaladık.<br />
Bazı rollere hazırlanmak gerekir,<br />
bazısında oyuncunun kendi içinde<br />
biriktirdiklerini kullanması yeterlidir.<br />
Bu rol hangisine daha yakındı?<br />
Bunun için bir şeyler okumak gibi<br />
bir hazırlığım hiç olmadı. Tamamen<br />
içgüdüsel bir yerden yürüdü.<br />
İlk defa galiba kendimi tamamen<br />
Kutluğ’a bıraktım. Hiç bir şekilde,<br />
hiç bir an direnişim olmadı. Onun<br />
kuracağı dünyaya bütün varlığımla<br />
inandım ve kendimi filmde dekor<br />
gibi hissettim. O beni çerçevenin<br />
gerekli yerine yerleştirecek diye
düşündüm. Kutluğ filme başlamadan<br />
önce bazı filmler izlememizi istedi. En<br />
çok Bresson’un, Aki Kaurismaki’nin<br />
filmlerini izlememi istedi. Factory Girl’ü<br />
özellikle izlememi istedi “Nesrin bak<br />
herşeyi gösteren oyunculuklar vardır.<br />
Şimdi üzülüyorum, şimdi kahroluyorum,<br />
şimdi çok mutluyum, şimdi intikam<br />
alıyorum gibi. Yani duyguları dışavuran<br />
oyunculuklar vardır” dedi, maalesef ki<br />
Türk sinemasında bunu çok sık görüyoruz.<br />
“Bir de böyle bir janr var, neredeyse<br />
satır okuyan oyuncular var. Ben sana<br />
buradaki gibi oyna demiyorum ama bunun<br />
bir ortasını bul. Biri sıfır diğeri onsa<br />
sen beşlerde ol” dedi. O filmleri izlemek<br />
bana çok büyük bir hazırlık oldu. Zaten<br />
izlemiştim o filmleri ama Kutluğ’un<br />
yaratmak istediği dünya ve beni görmek<br />
istediği biçim hakkında bir fikrim oldu.<br />
Şunu çok iyi kavradım, ben hiç bir anda<br />
öne çıkan bir unsur olmamalıyım filmde,<br />
sadece hizmet eden, temsil eden birisi<br />
olmalıyım. Dikkat ederseniz filmde<br />
hep ironi var, ne oynarsak oynayalım<br />
ağladığımızda da, güldüğümüzde<br />
de, çocuklar birbirlerine acıklı şeyler<br />
söylediğinde de hep bir mesafe var<br />
aslında.<br />
Din tabanlı hikayeler, efsaneler özünde<br />
erkek odaklıdır, bu hikaye de aslında<br />
erkek odaklı, kadın çocuklarını öldürüp<br />
erkeğe ders verir ve onun dininde bu<br />
kötüdür aslında. Bu hikayeyi dönüştürüp<br />
o kadına bir haklılık vermek, o efsaneyi<br />
belki kadınlar için tekrar yazmak konusunda<br />
ne düşünüyorsunuz? Senaryoyu<br />
okurken bunları bu şekilde<br />
algıladınız mı?<br />
Tabii tabii. Ben bunu çok sert bir feminist<br />
senaryo olarak okudum. Erkekler<br />
dünyasına sıkı bir ders veren çok<br />
güçlü bir kadın kahraman vardı ortada.<br />
Aile dediğimiz şey aslında çoğunlukla<br />
kadınların omuzlarının üzerine<br />
yüklenmiş, bütün sırtlayıcısı ve taşıyıcısı<br />
kadın, bu çok ikiyüzlü bir şey, böyle<br />
bir şey beklenemez, sorumluluk almayan<br />
hiç bir şekilde sorumluluğu<br />
paylaşamayan erkekler dünyasında<br />
herşeyi kadından beklemek bir<br />
noktada patlamaya sebep oluyor.<br />
Bir kadın ortaya çıkıyor ve diyor ki<br />
“Hayır sizin ikiyüzlülüğünüzü size<br />
göstereceğim, yedireceğim, sizin<br />
kuzunuzu size yedireceğim” diyor.<br />
Ben en başından beri bunu sıkı bir<br />
feminist hikaye olarak okudum ama<br />
bir yandan da filmde acıyorsun<br />
adama. Kuzu aslında İsmail, bence<br />
en kuzu kadının kocası. Tek tek<br />
kişiler ya da köy değil de ataerkil<br />
olan şeyin mağduru kadın da<br />
üretiyor bunu. Kadın düşmanlığı<br />
erkekleri çok aşan bir şey. Bunu<br />
çok güzel kuruyor bence. Kadın<br />
düşmanlığı her zaman erkeklerden<br />
gelmiyor.<br />
Profesyonel oyuncular biliyoruz ki<br />
filmlerden etkilenmezler ama bazı<br />
filmler oyuncuların kişisel hayatları<br />
ile çakışır ve ona bir şeyler bırakır.<br />
Bu filmden size ne kaldı, kişisel<br />
görüşlerinizi etkileyecek bir şeyler<br />
kaldı mı?<br />
Elbette çünkü ister istemez bir<br />
kadın oyuncu olarak Türkiye’nin<br />
kadına bakış açısı ile uğraşmak,<br />
kaşımak, sarsmak, karşı çıkmak,<br />
direnmek, reddetmek gibi bir<br />
içgüdüm var, çünkü çok rahatsız<br />
edici bir ülkede yaşıyorum. Çok<br />
normalleşti artık, kadınlar her gün<br />
öldürülüyor, her gün korkunç haberler<br />
okuyoruz. Ayrımcılık en ufak<br />
şakalarda, günlük hayatta her an<br />
kendini belli ediyor. Ben bugün bu<br />
şekilde giyiniyorsam çoğu zaman<br />
bu benim kişisel tercihim değil bu<br />
ülkenin bana dayattığı bir şey. Ben<br />
çok daha özgür olmak istiyorum,<br />
filmlerdeki tercihlerimi yaparken,<br />
rol tercihimi yaparken çok daha<br />
sınırsız ve özgür olmak istiyorum<br />
ama her zaman bir yargılanma korkum<br />
var, her zaman seyirci ne der,
en bundan sonraki kariyerimi nasıl yürütürüm, var<br />
olabilir miyim bu ülkede gibi endişeler var. Böyle<br />
filmlerde oynamak o mücadelenin bir parçası. Ufak<br />
ufak da olsa, karınca adımlarıyla da olsa o yolu<br />
ilerletmemin, seyirciye soru sormamın, bu ülkenin<br />
toplumuna soru sormamın araçları oluyor filmler.<br />
Çok kuvvetli kadın kahramanlar bunlar, kaderlerinin<br />
iplerini kendi ellerine almak için çaba sarfeden<br />
kadınlar ve ben de Nesrin olarak böyle olmak istiyorum.<br />
Hayatın içinde kendi kaderimi kendim tayin<br />
etmek, bu yolda korkmadan yürümek “Hayır ben<br />
bunu seçtim ve bu yüzden bunu yaptım” diyebilmek<br />
ve bunu yüzüm kızarmadan yapabilmek istiyorum.<br />
Dolayısıyla filmler çok önemli araçlar,<br />
elbette ki onlardan bana çok<br />
şeyler kalıyor. Cebimdeki taşlar<br />
gibi, yerimde ağırlaşıyorum. Bu<br />
karakter üzerinden bunları da<br />
sormuş oldum hayata, bu ülkenin<br />
erkeklerine, erkeksi zihniyetine<br />
diyebilmiş oluyorum. Çok ürkütücü<br />
bir şey bir yandan da; Medine<br />
için bir sürü eleştiri de gelebilirdi.<br />
Annemin Şarkısı filmine geçersek<br />
o filmdeki karakter duygusal ve<br />
mücadele anlamında bunun tam<br />
zıddı denilebilir. Bir oyuncu olarak<br />
oradaki pasifliği nasıl algıladınız?<br />
Ben yelpazemi genişletmeyi çok<br />
istiyorum. Zeynep de bir yandan<br />
“Sen istesen de istemesen de<br />
ben bu çocuğu doğuruyorum” gibi<br />
bir cümle ediyor ama bunu çok<br />
yumuşak bir şekilde erkeği de<br />
kollayarak ve onu da incitmemeye özen göstererek<br />
yol almak istiyor. Erol’un (Mintaş) bana tarif ettiği<br />
“Evet bu kadın kendi başına var olabilir ama bunu<br />
bağırıp çağırmadan yapmayı seçecek bir kadın”<br />
demesi beni etkilemişti. Kuzu’dan hemen sonraydı<br />
bu film arada televizyonda da çok sert bir kadını<br />
oynuyordum Görüş Günü Kadınları’nda, bu yüzden<br />
Zeynep’i çok istedim. Yelpazenin öteki ucuna gidip<br />
başka bir şey deneyimlemek, daha yumuşak bir ton<br />
tutturmak, daha yumuşak bir oyun bulmak istedim.<br />
Bir de Erol proje daha bir cümleyken bahsetmişti,<br />
Zeynep çok dönüştü, Erol senaryo ile çok uğraştı.<br />
Filmi izledim, benim için sürpriz oldu, bir sürü sahne<br />
de yok filmde. Şu an gördüğünüz kadarı üzerinden<br />
konuşmak zsorundayım halbuki benim okuduğum<br />
ve çekilen başka bir şeyler de var ama insanlar bu<br />
kadarını görecek. Oyuncu olarak ne kadar çok şey<br />
deneyimlersem, kendi içimde ne kadar zıt uçlara<br />
gidebilirsem o kadar iyi diye düşündüm.<br />
Bu filmdeki annenin özelinde baktığımız zaman<br />
kadının dili siyasetten uzak, o kendi hayatını,<br />
çocuğunu, ailesini, tarihini koruyor. Çok kadınsı,<br />
çok sahiplenen bakış açısı, O kadının bakış açısı<br />
bize başka bir şey öneriyor olabilir mi?<br />
Elbette. Bence özünde savaşmak ve savaşla<br />
ilgili herşey devletlerle, iktidarlarla, bir takım güç<br />
odaklarıyla ilgili ve erkeksidir ama onun dışında<br />
toprağın kokusunu bilmek,<br />
bir şey ekmek, oradan bir<br />
şey yeşermesini sağlamak,<br />
ağaçların isimlerini bilmek,<br />
bitkileri tanımak, bir şeyi korumaya<br />
çalışmak, yeşertmeye<br />
çalışmak, yaşamasını<br />
sağlamak kadınsıdır ve halktır.<br />
Halklar kadınsıdır, iktidarlar<br />
erkeksidir. Halklar kadındır,<br />
savaşlar erkektir. Bu film çok<br />
kadın bir şeyi anlatıyor anne<br />
karakteri üzerinden ama öteki<br />
kadını da, oğlu da bağlayan<br />
evrensel bir öykü anlatıyor.<br />
Neredeyse Çehovvari bir evrensellikle<br />
toprağına geri dönmek<br />
isteyen, toprağından zorla<br />
edilmiş, ait olmadığı yerde<br />
nefes alamayan, pencereden<br />
dışarı baktığında memleketinin<br />
düzlüklerini, atlarını, dengbejlerini duyan<br />
ama gerçekte sadece hiç bir yeşili olmayan ve<br />
nefes alacak hiç bir yer olmayan o korkunç siteleri<br />
gören sıkışmış bir annenin öyküsünü anlatıyor.<br />
Bu öyküler çoğaldıkça bunları konuşmaya<br />
başlayacağız ve barışı konuşmaya başlayacağız.<br />
Bu tek alternatif gibi geliyor bana. Formu ne olursa<br />
olsun öykü anlatıcılığı, sinema yapmak da olabilir,<br />
sözlü tarih de olabilir, resim yapmak, müzik yapmak<br />
ne tür olursa olsun harmanlanmak barışmanın ve<br />
birbirini dinleme pratiği edinmenin tek yolu.<br />
Yaşadığımız bütün problemlerin altında biliyoruz ki<br />
aslında kapitalizm var, Türk sinemasının en muhalif<br />
kanadı Kürt yönetmenler. Sinemadaki bu muhalif
kanadın kapitalizm problemine yeterli bir<br />
sınıfsal bakış açısıyla bakabildiğine inanıyor<br />
musunuz, etnik açıdan bakılınca aynı dertten<br />
muzdarip olanlar arasında başka bölünmeler<br />
yaratılmış olmuyor mu?<br />
Kürt sineması Türk sineması diye ayırmak<br />
bana çok acı geliyor. Türkiye sineması<br />
bugünkü haline, bu dertleri bu haliyle<br />
konuşabilme özgürlüğüne daha o kadar<br />
yeni geldi ki... Bunu sadece bir aşama,<br />
bir basamak gibi görüyorum. Bir dil var<br />
ortada milyonlarca insanın konuştuğu ve<br />
bu dil hala eğitim dili değil. Çok yakın zamana<br />
kadar insanlar evlerinde bu dilde<br />
kitap bulundurdukları için, dengbej kasetleri<br />
dinledikleri için, Ciwan Haco dinledikleri<br />
için gözaltına alınıp işkence görüyorlardı,<br />
öldürülüyorlardı. 30 bin ölümden bahsediyoruz,<br />
hapse girmiş çıkmış 500 bin insandan<br />
bahsediyoruz, 30 yıl süren canlı, sıcak<br />
savaştan bahsediyoruz. İnsanlar duygusal<br />
olarak bir boşalmalılar gibi bir his var<br />
içimde. Elbette ki herşeyin en üstünde ve<br />
en önünde sınıfsal mücadele ve sınıfların<br />
mağduriyeti var ve elbette ki evrensel olan<br />
ve konuşulması gereken ve dert edinilmesi<br />
gereken en acil mesele bu ama bir<br />
halk var ortada ve sadece dilinden dolayı,<br />
sadece etnik unsurundan dolayı çok uzun<br />
seneler, bütün cumhuriyet tarihi boyunca<br />
çok işkenceler gördü, çok acı çekti. Daha<br />
yeni yeni yasaklanmadan bir şeyler olmaya<br />
başladı. Bu sene bile Musa Anter’le<br />
ilgili bir belgesel film gösterilirken Toma<br />
bekledi kapıda. Biz sanatsal anlamda o<br />
kadar emekleyen bir bebeğiz ki, o kadar<br />
ayağa kalkmamış vazitteyiz ki elbette ki<br />
önce bizi kalbimizden çok yaralamış şeyleri<br />
konuşacağız ve onlara öncelik vereceğiz.<br />
Bunlardan sıyrıla sıyrıla gerçekten sinemayı<br />
konuşmaya başlayacağız. Meselelerimiz<br />
bizim ayak bağlarımız onlardan kurtula<br />
kurtula sanatı konuşmaya başlayacağız,<br />
sansürsüzlüğü konuşmaya başlayacağız,<br />
özgürleşeceğiz. Etnik kökenimiz bizim zincirimiz<br />
bu ülkede. Bu zincirleri kırmadan saf<br />
sinema üzerine konuşmak çok zor.
n Prömiyerini Cannes Film<br />
Festivali’nde yapan,<br />
ülkemizde de Filmekimi<br />
kapsamında<br />
gösterime giren<br />
The Search’ü<br />
nihayet<br />
Malatya Film<br />
Festivali’nde<br />
izleme şansı<br />
buldum. The<br />
Artist ile 2012<br />
yılında yapılan<br />
Oscar ödül törenine<br />
damgasını<br />
vuran Fransız<br />
yönetmen Michel<br />
Hazanavicius’un<br />
tarzından bir hayli<br />
uzaklaşarak yeni<br />
filmiyle bambaşka<br />
sulara girmesi ve<br />
Rus-Çeçen savaşına<br />
odaklanması pek<br />
çok kişiyi şaşırttı;<br />
bir o kadar da eleştiri<br />
yağmuruna tutuldu.<br />
Cannes’da eleştirmenlerce<br />
beğenilmeyen The Search,<br />
ülkemizde de gösterime girdikten<br />
sonra sinema üzerine<br />
yazıp çizen birçok insan<br />
tarafından sevilmedi. Peki,<br />
gerçekten The Search kötü bir<br />
film mi?<br />
Açıkçası bu yazıyı yazmadan<br />
önce, filmi beğenen küçük bir<br />
azınlığa mı dâhil olup olmadığımı<br />
merak ederek biraz araştırma<br />
yaptım. Genelde insanın okuduğu<br />
yazıdan ister istemez etkileneceği<br />
korkusuyla yazmadan önce<br />
başkalarının görüşlerini okumayı tercih<br />
etmem ama bu kez merakıma ye-
nik düştüm ve gerçekten<br />
okuduklarıma<br />
inanamadım. Kelimenin<br />
tam manasıyla<br />
saçma sapan temellere<br />
dayandırılan fikirlerle<br />
film yerden yere<br />
vurulmuştu. Hiçbir<br />
mantıksal gerekçe sunulmadan,<br />
filmin kötü<br />
olduğu söylenmiş ve<br />
Cannes’daki eleştirmenlerin<br />
de beğenmemiş olması,<br />
savlarını desteklemek<br />
için yeterli kabul edilmişti.<br />
Fransızlar beğenmeyince, biz<br />
de beğenmemiş sayılıyoruz<br />
sanırım; o hissiyat yerleşmiş<br />
bize...<br />
Hal böyle olunca, Çeçen meselesi<br />
gibi yakın tarihin önemli<br />
olaylarından birine odaklanan (ki<br />
bu meseleyi konu alan film çok<br />
azdır) ve insanların yaşadıkları<br />
dramı, uluslararası arenada gündeme<br />
getirmeye çalışan bir filmi<br />
yerden yere vurup, doğru düzgün bir<br />
hikayesi bile olmamasına rağmen sırf<br />
Kürt meselesini merkezine alan alelade<br />
bir filmi övgüye boğan eleştirmenlerin<br />
siyasi duruşlarının, algılarını ve bakış açılarını<br />
körelttiğini düşünüyorum. Milliyetçilik refleksiyle<br />
hareket edilerek ülkede yapılan her<br />
film her şartta övülmeli gibi bir yaklaşım da<br />
kabul görmeyeceğine göre duyarlılığımızı<br />
tüm insanlığa ait belli başlı konulara yönelterek<br />
samimiyetimizi kanıtlayabiliriz. Aksi<br />
taktirde yapılan samimiyetsizlikten, altı boş<br />
aktivistlikten öteye gitmez. Elbette, herkesin<br />
sinema zevki, filmden aldığı tat farklıdır.<br />
Bir filmin çıkış fikri samimi kimine göre samimidir,<br />
kimine değildir. Ancak ortada bir<br />
emek varsa bu çaba göz ardı edilmemeli ve<br />
yaşanan trajedilere propaganda aracı haline
gelmeden ışık tutmayı başarabilen bir sinema<br />
dili önemsenmeli, desteklenmelidir. Kürt ve<br />
Çeçen meseleleri birçok noktada benzer nitelikler<br />
taşıyan ortak paydaları olan acılardır.<br />
Bu sebeple ben, birini diline dolayıp diğer<br />
halklara duyarsızlaşma gafletini tarihçi refleksiyle,<br />
Çeçen meselesini yeterince bilmemeye<br />
bağlıyor ve konudan bihaber olunmasa The<br />
Search’ün daha iyi anlaşılacağına inanarak<br />
filme geri dönüyorum:<br />
Bu noktada Çeçen meselesinin özüne<br />
baktığımızda, Sovyetler döneminde ve bilhassa<br />
dağılma sürecinde Rus politikaları<br />
çerçevesinde Kafkas halklarına uygulanan<br />
göç zorunlulukları ile demografik yapının<br />
değiştirilmeye (Ruslaştırılmaya) çalışılması<br />
sonucunda yaşanan etnik çatışmaların<br />
savaşa sebebiyet vermesidir. 1991 yılında<br />
Sovyetlerin dağılmasıyla Çeçenistan’ın<br />
bağımsızlığını ilan etmesi durumu Rusya’nın<br />
birliği, petrol ve doğalgaz boru hatlarının<br />
bölgeden geçmesi, ayrılığın diğer halklara<br />
örnek olacağı korkusu, terörizmin yükselmesi,<br />
artan köktendincilik gibi durumlar<br />
yüzünden yeni kurulan Rus Federasyonu’nun<br />
politikaları için bir sorun teşkil ediyordu. Yeltsin<br />
döneminde, bağımsızlık yolunda ilerleyen<br />
Çeçenlere yapılan müdahaleden ekonomik<br />
istikrarsızlığın da etkisiyle istenilen sonucun<br />
elde edilememesi ve zoraki imzalanan<br />
antlaşmayla bağımsızlığın her iki tarafta çok<br />
yanlış anlaşılması Rusların ikinci müdahalesine<br />
ve filmde tanık olduğumuz trajedinin<br />
boyutlarının artmasına yol açtı. Yeltsin’in<br />
düşüşüne ve Putin’in iktidara gelişine yol<br />
açan İkinci Çeçenistan Savaşı’yla başlayan<br />
The Search, henüz açılış sekansıyla sizi yerle<br />
bir edecek bir film olduğunun sinyallerini<br />
veriyor. Bir Rus askerinin elindeki kamerayla,<br />
önce cehenneme dönen Çeçenistan’ı<br />
ardından da Çeçen aileyi sorguya çeken<br />
diğer Rus askerlerinin yaptıklarını çekmesiyle<br />
başlıyor. Yaşananları evinin penceresinden<br />
küçük kardeşiyle birlikte izleyen Hadji’nin<br />
(Abdul Khalim Mamutsiev) ailesini yitirmesinin<br />
ardından o cehennemden kaçışını izlemeye<br />
başlıyoruz. Sizi bilmem ama Hadji karakterini<br />
canlandıran Abdul Khalim Mamutsiev’i<br />
gördüğüm andan itibaren benim gözlerim dolmaya<br />
başladı. Bunu açıdan hem Mamutsiev’in<br />
müthiş performasını, hem de yönetmenin cast<br />
başarısını tebrik etmek gerekiyor.<br />
Hadji’nin İnsan Hakları Örgütü’nden Carole ile<br />
tanışması ve ona sığınmasına paralel olarak, Kolia<br />
(Maksim Emelyanov) isimli bir Rus gencinin,<br />
söz konusu dönemde Moskova hükümetinin<br />
ülke genelinde uyuşturucu kullanan ya da<br />
sabıkalı olanları askere alması sebebiyle kendisini<br />
bambaşka bir cehennemin içinde bulduğu<br />
hikâyeyi paralel olarak izlemeye başlıyoruz.<br />
Fred Zinnemann’ın 1948 tarihinde çektiği aynı<br />
adlı filmden esinlenilerek serbest bir biçimde<br />
uyarlanan The Search, ilk filmdeki gibi küçük bir<br />
çocuğun ailesini bulmasına yardımcı olunmasını,
hikâyelerinden biri olarak seçiyor ama milliyetlerde<br />
oynama yapmayı tercih ediyor.<br />
İlerleyen hikâyeler boyunca Hadji’nin göründüğü<br />
hemen her sahnede yüzündeki ifade seyirciyi duygusal<br />
olarak yerle bir etmeye yeterken, Kolia’nın<br />
günden güne Kubrick’in Full Metal Jacket’ta<br />
sinemalaştırdığına benzer bir biçimde sıradan<br />
bir insandan öldürme aracına dönüşmesi ise<br />
aslında yönetmenin bir yandan denge kurmaya da<br />
çalıştığını düşünmeme sebep oldu. Bu elbette ki<br />
Rus askerlerinin yaptıklarını meşrulaştırma çabası<br />
değildi zira Rus hükümetine ve izlediği politikalara<br />
ağır bir eleştiri getiriliyordu. Hazanavicius bu noktada<br />
insan davranışını anlama çabasıyla hareket<br />
ediyordu ki bu hem yaşanan trajediyi en sert<br />
haliyle ortaya koymak hem de savaşı ve savaşın<br />
insanı getirdiği durumu anlamaya çalışmak<br />
bağlamında bakıldığında oldukça önemli bir<br />
yaklaşıma dönüşüyordu.<br />
The Search’te dikkat çekici olan ise Carole’ün<br />
İnsan Hakları Örgütü’nün bir üyesi olarak<br />
BM’ye yaptığı sunumda uluslararası toplum<br />
üyelerinin yaşananlara kayıtsız kalmasına da<br />
değinilmesiydi çünkü Amerika ve Avrupa’nın<br />
önde gelen ülkeleri, 2001’deki terör olayına<br />
kadar Rusya’daki gelişmelerle ilgilenmediler.<br />
Ne zaman ki Dr. Frankenstein’ın akıbetine<br />
uğradılar o zaman Kafkaslar’ı hayati bir bölge<br />
olarak addetmeye başladılar. İlginç olan başka<br />
bir nokta da, Rusya’nın Kürt meselesine<br />
bakışıyla Türkiye’nin Çeçen meselesine bakışı<br />
epey benzerlik taşır. Bu yüzden halkların<br />
savunuculuğunu yaparken, diğer milletleri de<br />
okumakta fayda olduğunu düşünüyorum.<br />
Yazılanların aksine filmde Carole’ü canlandıran<br />
Bérénice Bejo’nun oyunculuğunu da kötü<br />
bulmadım. Evet, Abdul Khalim Mamutsiev ve<br />
Maksim Emelyanov’un yanında sönük kaldığı<br />
doğru ama çocukla Fransızca konuştuğuna<br />
dikkat çekilmesini zorlama buldum. Kadın<br />
Fransız, çocuk Çeçen ve Hadji başına gelenler<br />
yüzünden hiç konuşmuyor. Carole onunla<br />
bir şekilde her şeye rağmen iletişim kurmaya<br />
çalışıyor, bunu işaret diliyle yapamayacağına<br />
ve çocuk da zaten anlamayacağına göre ana<br />
dilini kullanmasından daha doğal bir şey yok.<br />
Sırf eleştirmek için de bu kadar zorlamanın<br />
manası yok açıkçası...<br />
Şu da var ki, filmde diyaloglarda ve bir takım<br />
noktalarda aksaklıklar vardı, mantık hataları<br />
görülüyordu ama kimse zaten The Search’ün<br />
kusursuz bir başyapıt olduğunu iddia etmiyor<br />
sadece hakkının teslim edilmesini gerektiğine<br />
inanıyorum. Çünkü o kadar kötü filmlerle<br />
karşılaşıyoruz ve o kadar saçma bir ödül<br />
sistemine tanıklık ediyoruz ki, Sezar’ın hakkını<br />
Sezar’a vermek çok zor değil…<br />
Özetle The Search, uzun süresine rağmen<br />
sıkılmadan izleyebileceğiniz, Çeçen sorunu<br />
gibi çok fazla değinilmeyen bir konuya ışık tutan<br />
ve bunu eli yüzü düzgün bir senaryo ve iyi<br />
oyunculuklarla yapan sarsıcı bir film. Kimin ne<br />
dediğine bakmayın, fırsat bulduğunuz ilk anda<br />
izleyin!
Damien Chazelle’in<br />
güçlü, etkileyici, gerilimi<br />
yüksek, harika oyuncu<br />
performanslarıyla dolu,<br />
çok iyi yönetilmiş<br />
“Whiplash” filmi tek<br />
kelimeyle mükemmel…<br />
n MDamien Chazelle’in 2014 Sundance Büyük<br />
Jüri Ödülü kazandıktan sonra Cannes’da da<br />
Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterilen<br />
son filmi “Whiplash” bir şeyi iyi yapmakla,<br />
bir şeyde en iyi olmak arasındaki büyük farkı<br />
çok etkileyici ve net bir biçimde ortaya koyuyor.<br />
Henüz 29 yaşında olan yönetmen Damien<br />
Chazelle Whiplash’in senaryosunu yazıp çok<br />
kişisel bulduğu için kimseyle paylaşmamış.<br />
Ardından The Black List’e giren film, burada<br />
yapımcılar tarafından keşfedilip çekilmeye karar<br />
verilmiş. The Black List henüz yapım aşamasına<br />
geçmemiş, senenin en beğenilen senaryolarının<br />
bulunduğu bir keşif sitesi. Bu listeden bulunarak<br />
çekilen, izlediğimiz çok sayıda başarılı film var.<br />
Örneğin “Whiplash”in 2012’de yer aldığı listeden<br />
seçilen be büyük prodüksiyonlarla çekilen filmlerden<br />
bazıları; “The Judge”, “The Equalizer”…<br />
“Whiplash” filmi yapı olarak spor filmlerini<br />
andırmakta ancak bu sefer yol aldığı alan<br />
jazz müziği. Genç ve hırslı Andrew Neiman<br />
(Miles Teller) jazz bateristi ve alanında efsane<br />
olmuş gaddar Fletcher da (J. K. Simmons)<br />
Manhattan’da bir konservatuarda jazz hocası.<br />
Bu ikilin arasında başlayan enteresan ilişki adım<br />
adım psikolojik bir gerilime dönüşüyor ve hızla<br />
tırmanıyor. Stres yumağı halinde ilerleyen bu
mükemmel filmde kusursuzluğa ulaşmak için<br />
neleri göze alabileceğimizi bize gösterirken, izleyicisini<br />
elektrik çarpmış bir halde baygın bırakıyor.<br />
Özellikle filmin kurgusunun jazz müziğinin ritmine<br />
uyumu ve hikaye ile kurgunun tonlarını<br />
tutturması çok iyi başarılı olmuş. Akademi benimle<br />
aynı fikirde olur mu bilemem ama başrollerdeki<br />
Miles Teller ve J. K. Simmons kesinlikle oscar<br />
adaylığı hakkettiklerini düşünüyorum. Özellikle<br />
J.K. Simmons Fletcher rolüne kendini adeta<br />
adamış ve karakterin kendisi olmuş.<br />
Filmi izlerken tırnaklarımı kemirdim ve koltuğun<br />
kenarında oturdum diyebilirim ki bu başıma<br />
normalde hiç gelmez. Sıklıkla filmin nereye<br />
gideceğini anladığınız anlar olur fakat bu<br />
filmde öylesine derin psikolojik ayrımlar ve yön<br />
değiştirmeler var ki duyguları allak bullak edebiliyor.<br />
Özellikle finalinde Fletcher, karakterinin<br />
gücüyle ve size de manipüle edebilecek kadar<br />
gerçek oyunculuğu ile filmin finalinin yorumunu<br />
arada bırakıyor. Kiminiz için bu final bir<br />
zafere işaret iken kiminiz için bir trajedi olarak<br />
yorumlanabilecek kadar göreceli. Herhangi bir<br />
alanda gerçekten çok iyi olmak için yetenekten<br />
fazlasının gerektiğini söyleyen filmin evrensel<br />
teması, Fletcher’ın öğrencisi Newman’dan talep<br />
ettikleri gibi, bu uğurda içten gelen gücün,<br />
dayanıklılığın, azmin motivasyonun, her birinin<br />
önemi çok büyük olduğunu sinemasal<br />
adrenalini yoğun bir şekilde gösteriyor. Film<br />
eleştirisinden ziyade filme bir övgü tadında<br />
kaleme aldığım bu yazı filmi izledikten sonra<br />
daha anlamlı gelecektir. Size kendinizi boks<br />
maçı izler gibi hissettiren bu jazz filminden<br />
sonra ortalamayla yetinen bünyenizi sorguya<br />
çekmeyi unutmayın...
n Sinema sanatının robotlarla tanışması daha<br />
ilk emekleme yıllarına denk gelir. 1927 yapımı<br />
Lang’ın Metropolis’inden beri beyaz perdeden<br />
yüzlerce robot gelip geçmiştir. Bunlardan bir<br />
çoğu sinema tarihine geçmiş olsa da silinip<br />
gidenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur.<br />
Biz hala adım atabilen robotlar yapmaya<br />
çalışalım, sinema robot teknolojisinde ışık hızı<br />
ile ilerliyor. Önce hantal demir yığınları olarak<br />
gördüğümüz robotlar artık yarı insan, android,<br />
atletik, bir çok yönden insandan çok ileride<br />
varlıklar. Hatta insanlığının sonunu da getirmek<br />
için çabalamaya devam ediyorlar. Tabi biz bu<br />
oyunu bozarız!! İnsanlığın sonunu getirmek mi?!<br />
Bu işe en çok kafa patlatan robot familyası, 30<br />
yıllık geçmiş ile Termiantör oldu. Sky Net adlı<br />
savaş simülasyonu, elindeki zamanda yolculuk<br />
teknolojisini de kullanarak yıllardır hain<br />
planlar peşinde. Ancak savaşın kaderini henüz<br />
değiştirebilmiş değiller.<br />
Milyon dolarlık Terminator “frenchize”ı son iki<br />
denemede kredisini oldukça tüketti. Özellikle<br />
Terminator: Salvation(2009) yeni bir üçlemenin<br />
habercisi iken, kendi bindiği dalı kesmekten<br />
çekinmedi. Daha da Sky Net iflah olmaz derken,<br />
efsanenin suyunun suyunu çıkarmak isteyen<br />
Hollywood boş durmadı ve yeniden Terminator’ü<br />
küllerinden yaratmaya çabalıyor.<br />
Yeni filmimiz Terminator: Genisys geçmişin<br />
de geçmişine gidiyor. Yok yanlış anlamayın<br />
Mısır Piramitlerine kadar gitmiyoruz. Ama<br />
Sarah Connor’un küçüklüğüne gidiyoruz.<br />
2029 yılında başlayacak olan film’de John<br />
Connor’ın önderliğindeki insanlık Sky<br />
Net’e son darbeyi indirmeye hazırlanırken,<br />
Sky Net yeniden Connor’ın annesini işin<br />
içine karıştırıyor. Oysa ki ana kutsaldır!!<br />
Ancak bu ahlaksız bilgisayar zekası bu sefer<br />
de geçmişte başaramadığını Sarah’ın<br />
çocukluğunda başarıp olayı kökten çözmek<br />
istiyor.<br />
Gelen bilgilere göre senaryoda Sarah Connor<br />
9 yaşında yeniden Arnold Schwarzenegger’ın<br />
oynayacağı T-800 tarafından evlat edinilip<br />
kaderini çizmesi için eğitime alınıyor. Yani<br />
bu demek oluyor ki en başta Sarah Connor<br />
her şeyin farkında idi. İlk iki Terminator’de ve<br />
Terminator: The Sarah Connor Chronicles’da<br />
kandırıldık.<br />
1984 yapımı ilk Terminator’ü hatırlayanlar bilir<br />
ki Sarah Connor tam bir seksenler ergeni idi.<br />
Şimdi o kızın eğitimli bir savaşçı olduğuna<br />
inanmamızı bekliyorlar. Bu senaryonun şu<br />
anki hali ile Terminator evreninde büyük<br />
boşluklar açacağı aşikar. Thor: Karanlik Dünya<br />
ile TV yönetmenliğinden gelip, büyük bütçeli<br />
filmlere geçen Alan Taylor’ın bu riskin altından<br />
nasıl kalkacağını merakla bekliyoruz.<br />
Fanlar arasında şimdiden büyük tartışmalara<br />
yol açan filmin oyuncuları da sil baştan<br />
seçilmiş. Eski serilerden Arnold’un yanında<br />
yeni Terminator T-800’ü Aaron V. Williamson<br />
oynuyor. Game of Thrones’un Ejderha anası<br />
Emilia Clarke’ı Sarah Connor, Jason Clarke’ı<br />
ise John Connor rolünde izleyeceğiz. Ayrıca<br />
çizdiği Doctor Who portresi ile gönüllerimizde<br />
ayrı bir yeri olan Matt Smith’in de henüz<br />
detayları çok da açıklanmayan bir rolü var.<br />
Tek umudumuz bu kadar değerli ismin içi
oş bir proje için bir araya gelmemiş olması.<br />
Bakalım yazın hitlerinden olması beklenen Terminator:<br />
Genisys yeni kuşağa Terminator’ü<br />
sevdirebilecek mi yoksa sonsuza kadar rafa<br />
kalkmasına mı neden olacak.<br />
Şimdi gelin konu açılmışken beyazperdenin<br />
damarında kan yerine veri akışı olan robotlarına<br />
bir bakalım:<br />
Terminator / Terminator, 1984 - 2015<br />
1984 yapımı filmin meşhur Robotu<br />
T-800 süper insan yapısı<br />
ile gelecekten gelip, insanların<br />
lideri John Connor’un annesini<br />
öldürerek doğumunu<br />
engellemek istedi. Daha sonra<br />
Connor’un eline geçen T-800<br />
yeniden programlanıp bu sefer<br />
de John Connor’un gençliğine<br />
gidip onu yeni geliştirilen sıvı<br />
metal T-1000’in elinden kurtarmaya çalıştı.<br />
Maria / Metropolis, 1927<br />
Sessiz sinemanın ilk<br />
robotu olarak kabul<br />
edebileceğimiz(bu konuda<br />
çeşitli tartışmalar olsa da) Maria, Fritz Lang’ın<br />
şaheseri Metropolis ile hayatımıza girdi. İlk<br />
önemli robot karakterin bir kadın olması ise<br />
ayrı bir güzelliktir. Bir yandan da kapitalizm<br />
karşıtı olan film, işçi sınıfının başkaldırışı üzerine<br />
bir yapımdı. Maria güzelliği ve büyüleyiciliği<br />
ile sistemi değiştirmeye çabaladı.<br />
C-3P0 ve R2-D2 / Star Wars I-VI, 1977 - 2005<br />
Star Wars’un ve belki de sinema aleminin en<br />
sevilen, en şirin robotları C-3P0 ve R2-D2, ufak<br />
robotların da büyük işler başarabileceğini göstermek<br />
adına önemli karakterlerdir. C-3P0 yıllar<br />
sonra ilk üçlemeyi gördüğümüzde aslında<br />
Anakin’in ellerinden çıktığını<br />
öğrendik ve gıcıklığını kimden<br />
aldığını da anlamış olduk. R2-D2<br />
ise hem Anakin’e hem de Luke’a<br />
ıslığı ile uzun yıllar yol gösterdi.<br />
Bazen kahraman oldu, bazen esir<br />
düştü ancak sahiplerinin gözünü<br />
hiç arkada bırakmadı.<br />
Ash / Alien, 1979<br />
Ian Holm’un oynadığı Ash<br />
karakteri başlarda şirkete<br />
çalışan bir bilim adamı gibi<br />
görünürken asıl amacının<br />
Alien yaşam formunu incelemek ve şirkete<br />
ulaştırmak olan ve bunun için de çalıştığı<br />
arkadaşlarını harcayan bir android olduğunu<br />
anlarız. Bu yüzden de uzun yıllar en sevilmeyen<br />
bilim kurgu karakterlerinden biri olur.<br />
Robocop / Robocop 1, 2 & 3, 1987 - 1993<br />
Son Robocop’u şekli şemali ile ayrı tutmak gerekirse<br />
ilk üçlemeyi temel alarak Robocop yarı<br />
insan yarı robot yapısı ile kanunları uygulamaya<br />
çalışan bir memur olarak ortaya çıkar. Peter<br />
Weller’ın oynadığı Robot şeklinin içindeki Alex<br />
Murphy karakteri tarihin en eğlenceli ve aksiyon<br />
dolu serisini yaratır.
WALL-E / WALL-E, 2008<br />
Dünyayı temizlemek ile<br />
yükümlü son robot Wall-E<br />
yalnız başına tüm Dünya’nın<br />
yükünü omuzlarına<br />
almıştır. Kirlilikten sonra<br />
kaçan dünyalılar ise uzay<br />
yolculukları sırasında iyice<br />
obez ve geri zekalı bir ırk<br />
haline gelmiştir. Ancak kendisinin<br />
sahip olduğu bir bitki dünyanın tekrar<br />
yaşanabilecek bir yer olduğunu kanıtlayacak<br />
ilk veridir.<br />
Data / Star Trek, The Next<br />
Generation series, 1994 -<br />
2002<br />
Mr. Spock’dan boşalan duygusuz,<br />
mizahtan anlamayan,<br />
mantığın sesini dinleyen<br />
ekip elemanı boşluğuna<br />
getirilen Data Atılgan’ın yeni<br />
görevlerinde Kaptan’ın sağ<br />
kolu olacaktır.<br />
Marvin the Paranoid Android<br />
/ The Hitchhiker’s Guide to<br />
the Galaxy, 2005<br />
Douglas Adams’ın yazdığı,<br />
tüm zamanların en mizahi bilim kurgu<br />
romanından uyarlanan aynı adlı yapımda Marvin<br />
depresifliği, umutsuzluğu ile göz yaşartır.<br />
Bir gezegen kadar büyük bir beyne sahip<br />
olduğunu söyleyen Marvin, süper beynini kullanacak<br />
bir mecra bulamamaktan yakınarak<br />
yaşamını sürdürmektedir.<br />
Johnny 5 / Short Circuit, 1986<br />
Video zamanlarının eğlenceli<br />
filmlerinden olan Short Circuit,<br />
Wall-E’nin de tasarım<br />
temellerini oluşturan Johnny<br />
5 ile bizleri tanıştırmıştır.<br />
Kısa devre sonrası kendinde<br />
insani duygular<br />
olduğunu anlayan askeri<br />
prototip Johnny 5 insanlığı<br />
tanımaya çalışırken yaratıcıları ise fişini çekme<br />
derdindedir.<br />
Roy Batty / Blade Runner, 1982<br />
Rutger Hauer’ın canlandırdığı<br />
Replicant lideri soğuk,<br />
acımasız bir karakterdir. Harrison Ford’un peşine<br />
düştüğü Roy replicant’lara biçilen ömürü uzatmak<br />
için uğraşmaktadır. Sinemanın unutulmazları<br />
arasına giren çatıdaki kovalama sahnesi ile<br />
hafızalarımızda yer edinir.<br />
Gigolo Joe /<br />
A.I. Artificial<br />
Intelligence,<br />
2007<br />
Kubrick’in<br />
beyninden<br />
çıkıp<br />
Spielberg’in<br />
hayata<br />
geçirdiği A.I.<br />
prjoesinin<br />
en güzel<br />
karakteri<br />
Jude Law’un<br />
canlandırdığı<br />
jigolo<br />
robot’tur. Yaratıcısını ve gerçek kendisini bulma<br />
yolundaki çocuk robot ile yolları kesişir ve ona<br />
arkadaşlık eder.
Sonny (NS-5) / I, Robot, 2004<br />
Chicago’da bir robotun<br />
cinayete karıştığı sanılmaktadır ve Will Smith’in<br />
oynadığı dedektif bir robot avı başlatır. Sonny<br />
insansı NS-5 modelinin modifiye edilmiş bir<br />
versiyonudur ve 3 robot kanununa karşı gelmeyi<br />
seçer. Ayrıca Sonny’nin gördüğü rüyalar onu<br />
tüm robotların geleceği için kritik bir noktaya<br />
taşıyacaktır.<br />
Optimus Prime / Transformers,<br />
2007<br />
Aslında uzaylı bir ırk olan<br />
devasa robot ırkının lideri Optimus<br />
Prime, Decepticonlarla<br />
savaşlarını dünyaya taşır ve<br />
insan ırkını korumaya kendisini<br />
adar.<br />
Robot Bill & Ted - Bill & Ted’s Bogus<br />
Journey, 1991<br />
Bill & Ted’in kötücül robot versiyonları<br />
olan bu ikili ana karakterleri öldürüp<br />
yerlerine geçmek isterler. Ve bu planda<br />
da başarılı olurlar. Kendilerini insanlardan<br />
çok üstün gören Bill & Ted<br />
robotları oldukça da eğlenceli varlıkları<br />
ile seriye renk katmıştır.<br />
GERTY - Moon, 2009<br />
Son yılların en iyi düşük bütçeli bilim kurgusunun<br />
robotu GERTY Sam Rockwell’in tek başına<br />
götürdüğü filmde rol çalmayı başarır.<br />
Kevin Spacey’nin seslendirdiği GERTY,<br />
üç yıldır ayda yalnız kalan Sam’in asistanı<br />
rolündedir. Asıl amacı kalite kontrol olan<br />
GERTY aynı zamanda insan odaklı hatalarla<br />
da devreye girmeye programlanmıştır.<br />
Ancak film ilerledikçe daha komplike bir<br />
varlık olduğu anlaşılmaya başlar.
n 21-27 Kasım 2014 tarihleri arasında beşincisi<br />
düzenlenen Malatya Uluslararası Film Festivali,<br />
geçtiğimiz Perşembe akşamı verilen ödüller<br />
ile sona erdi. Festival programında yer alan<br />
filmler arasında adalet/adaletsizlik temasını<br />
işleyenlerin çoğunluğu göze çarptı. Hoş bir<br />
tesadüf eseri art arda izlediğim, biri Müslüman,<br />
biri Katolik, diğeri ise Ortodoks çoğunluğun<br />
yaşadığı farklı coğrafyalara ait, birbirlerinden bir<br />
hayli farklı sistemlere sahip olmalarına rağmen<br />
her birinin adalet kavramını eleştirdiği üç filmden<br />
kısaca bahsetmek istiyorum: Uluslararası<br />
Uzun Metraj Film Yarışması bölümünde yer alan<br />
İran yapımı Hiss Dokhtarha Faryad Nemizanand<br />
(Hush! Girls Don’t Scream, 2013), Yeni Bakışlar<br />
başlığı altında gösterilen Belçika yapımı Het<br />
Vonnis (The Verdict, 2013) ve festivalin gözde<br />
bölümü Dünya Panoraması’nda kendine yer<br />
bulan Rusya yapımı Leviathan (2014).<br />
Hush! Girls Don’t Scream (2013)<br />
1951 doğumlu Pouran Derakhshandeh’in<br />
yönetmenliğini üstlendiği filmin senaryosunu<br />
Derakhshandeh ile Mitra Bahrami beraber<br />
yazmışlar. Hush! Girls Don’t Scream, evlenmesine<br />
kısa bir süre kala hiç tanımadığı bir adamı<br />
öldüren Şirin’in cinayeti neden işlediğinin<br />
öyküsünü anlatıyor.<br />
Polise teslim olan Şirin, ne ailesine, ne de<br />
nişanlısına cinayeti neden işlediğine dair tek<br />
bir kelime bile söylememektedir. Genç kadının<br />
ailesinin ısrarları sonucu Şirin’in savunmasını<br />
üstlenen kadın avukat, çocukluğunda<br />
yaşadığı bir travmanın etkisinden kurtulmayı<br />
başaramayan Şirin’i uzun uğraşlar sonucu<br />
konuşturmayı başarır. Şirin, cinayeti başka<br />
bir suçu önlemek için işlemiştir ama kurban<br />
pozisyonundaki aile ifade vermeye yanaşmaz.<br />
Şeriat hükümlerince asılmasına karar verilen<br />
Şirin’i kurtarmaya çalışan avukatın zamanı<br />
giderek daralmaktadır. Teknik açıdan STV<br />
yapımı televizyon filmlerinin kalitesine yakın<br />
bir çizgide seyreden Hush! Girls Don’t Scream,<br />
zayıf oyunculukların da devreye girmesiyle<br />
seyretmesi bir hayli sıkıntılı bir film. İçinde<br />
yaşadığımız coğrafyayı da yakından ilgilendiren<br />
çocuk istismarı, kadın hakları, namus ve adalet<br />
sisteminin yetersizliği gibi önemli konuları<br />
işlemesine rağmen, öyküyü ‘Hollywoodvari’<br />
bir aksiyon(!) içerisine yerleştirerek anlatma<br />
çabası ile güçlü bir film olmanın çok uzağında<br />
kalıyor. Ayrıca sistemi eleştirirmiş gibi<br />
görünürken, aslında asıl suçlunun suça maruz<br />
kalıp da susmayı tercih eden taraf olduğunu<br />
işaret ederek sistemi aklamaya çalışması da<br />
hoş görülemeyecek bir hedef saptırma olarak<br />
akıllarda kalıyor. Önemli mevzulara temas eden<br />
ama sinema adına her açıdan yetersiz kalarak<br />
tatmin edici olmanın uzağına düşen Hush! Girls<br />
Don’t Scream, çok da yabancısı olmadığımız<br />
kan parası, kısasa kısas gibi kavramların da<br />
üzerinden hafifçe geçen, nefesi tez vakitte<br />
tükenen, vasatın altında kalan bir İran ana akım<br />
(mainstream) sinema örneği.
The Verdict (2013)<br />
1963 doğumlu Jan Verheyen’in yazıp yönettiği<br />
The Verdict, birbirinden gece ile gündüz kadar<br />
farklı iki ayrı bölümün birleştirilmesiyle yekvücut<br />
olmuş, eleştirel bir tavırla yaklaştığı adalet sistemi<br />
hakkında sorular soran ve izleyeni de sorular<br />
sormaya (belki cevaplar vermeye) zorlayan güçlü<br />
bir film.<br />
The Verdict başta da söylediğim<br />
gibi iki ayrı bölüme ayrılabilir.<br />
İlk bölümde daha çok klişe bir<br />
‘vigilante’ olmaya soyunan film,<br />
tamamı bir mahkeme salonunda<br />
geçen (ve ilk bölüme nazaran<br />
filmin bütününde daha fazla yer<br />
kaplayan) ikinci bölümde klasik bir<br />
mahkeme filmi formatına bürünüyor.<br />
Pek yakında CEO olmaya<br />
hazırlanan Luc Segers isimli kahramanımız, iş<br />
arkadaşlarının sevdiği başarılı bir yöneticidir.<br />
Karısı Ella ve küçük kızı ile beraber mutlu bir aile<br />
hayatı vardır. Hayatı boyunca bir park cezası dahi<br />
almamış, yasalara saygılı, lafın kısası sistemin<br />
örnek olarak göstereceği vatandaşlardan biridir.<br />
Luc’un hayatı, benzin almak için durduğu<br />
benzin istasyonunda meydana gelen olaylar<br />
zinciri sonrasında bütünüyle alt üst olacaktır.<br />
Mahkeme filmleriyle aram pek iyi olmadığı için<br />
ikinci bölümü bir kenara koyacağım ama ilk<br />
bölüm ‘vigilante’ hastası bünyelere ilaç gibi<br />
geliyor. Özellikle otomat makinalarının<br />
bulunduğu dükkânda geçen şiddet<br />
dozu yüksek sekans, aşırı etkileyici bir<br />
biçimde verilmiş. Hiç tanımadıkları bir<br />
hırsız tarafından Luc ve Ella’ya uygulanan<br />
şiddet sebepsiz olabilir ama yönetmenin<br />
sekans boyunca görsel şiddet<br />
katsayısını yukarıda tutması sebepsiz<br />
yere değil elbette. Daha sonra Luc’un<br />
içine düştüğü çaresizliği tanımlamak (ya<br />
da anlayabilmek) adına önemli. Filmi izlemek<br />
isteyenlerin seyir zevkini bozmamak<br />
adına ‘spoiler’ vermek istemiyorum. O yüzden<br />
kısaca; adalet, hak ve hukuk sistemi gibi mevzular<br />
ilginizi çekiyorsa ve mahkeme filmleriyle<br />
de bir sorununuz yoksa The Verdict’in peşine<br />
düşün diyorum.
Leviathan (2014)<br />
The Return (2003) ve Elena (2011) gibi filmleriyle<br />
kalbimizi kısa sürede fetheden Andrey<br />
Zvyagintsev’in yeni filmi Leviathan, yönetmenin<br />
önceki işleri gibi geriye boşluk hissi<br />
bırakmadan su gibi akan tam bir sinema ziyafeti.<br />
Pagan ve semavi dinlere ait metinler ile<br />
Thomas Hobbes’un 1651’de kaleme aldığı aynı<br />
isimli kitap referans alınarak vücuda getirilen<br />
film, kabaca devlet, din, vatandaş ve bu üçü<br />
arasındaki erk mücadelesini anlatıyor denebilir.<br />
Açılış ve kapanış sekansları aslında bütün<br />
filmin anafikrini özetliyor gibidir: Film dalgalı<br />
deniz görüntüsü ile açılır; henüz devlet<br />
kavramı ortada yoktur, insanlık karmaşa ve<br />
kaos içerisindedir. Sonra deniz durulur; devlet<br />
kurulur, insanlar kendilerini yönetecek biri ya<br />
da birilerini seçer ve yaşam belli kurallar çerçevesinde<br />
düzene girer. Sahilde tek tük evler<br />
görürüz; devlet kavramı iyice yerleştikten sonra<br />
insanlık gelişmeye ve genişlemeye başlar.<br />
Birkaç yıkık yapı gözükür; devlet çürümeye ve<br />
yozlaşmaya yüz tutmuştur, insanlara yardımcı<br />
olacağına ona yeni külfetler getirmeye başlamış,<br />
bir kambur gibi sırtına binmiştir, artık eskisi gibi<br />
işlevsel değildir. Kapanış sekansında ise aynı<br />
görüntüleri bu kez tersten izleriz. Açılıştan farklı<br />
olarak sahilde boylu boyunca uzanan devasa<br />
bir deniz hayvanının iskeleti diğer görüntülerin<br />
arasına sızar; artık devlet iyice çürümüştür,<br />
doymak bilmeyen bir deniz hayvanına dönüşen<br />
devlet, sonunda kendini tüketmiş, geriye iskeleti<br />
kalmıştır. Film dalgalı deniz görüntüsü ile<br />
nihayete erer; devlet ismen ve cismen hala<br />
baştadır ama insanlık ilk günlerindeki karmaşa<br />
ve kaos ortamına geri dönmüştür.<br />
Christian Metz’in çok sevdiğim bir lafı vardır: “Bir<br />
filmin açıklanması çok zordur, çünkü onu anlamak<br />
çok kolaydır.” Nedense Leviathan’ı izledikten<br />
hemen sonra aklıma düşen bu cümle, filme<br />
çok yakışıyor. Hiç konusundan falan bahsetmeye<br />
gerek yok. Leviathan, nakış gibi işlenmiş<br />
senaryosu, görsel keyif açısından birbirinden<br />
leziz kareleri ve bilhassa günümüz Rusya’sını<br />
anlatmasına rağmen hemen hiçbir dünya<br />
vatandaşıyla ilişki kurmakta sıkıntı yaşamayacak<br />
öyküsü ile her sinemaseverin muhakkak izlemesi<br />
gereken harika bir sinema deneyimi.
Bu hafta vizyona giren<br />
Kırımlı: Korkunç Yıllar<br />
Türk sinemasında daha<br />
önce hiç işlenmemiş bir<br />
konuyu odağına almış.<br />
Filmin başrol<br />
oyuncusu Murat Yıldırım<br />
hem filmi, hem de çekim<br />
aşamasında başından<br />
geçenleri anlattı.
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk insanının tarihi çok karmaşık ve<br />
dallanmış budaklanmış durumda. Bu bir<br />
kafa karışıklığı yaratsa da sinema gibi bir<br />
endüstri için bulunmaz bir ganimet. Peki<br />
biz ülke sineması olarak bundan yeterince<br />
yararlanıyormuyuz. Tabii ki hayır. Ama<br />
herşey de kötüye gitmiyor. Murat Yıldırım<br />
ve Selma Ergeç’in başrolünü oynadığı<br />
Kırımlı: Korkunç Yıllar filmi 2. Dünya<br />
Savaşı sırasında Kırım’da yaşanan gerçek<br />
bir hikayeden yola çıkıyor. Filmde<br />
başrolü oynayan Murat Yıldırım bir çok<br />
savaş sahnesi olan yapımdaki tecrübelerini<br />
bizle paylaştı.<br />
Senaryo size geldiğinde sizi bu senaryoda<br />
yer almaya ikna eden ne oldu?<br />
Türk sinemasında böyle bir konunun hiç<br />
işlenmemiş olması ve gerçek bir hikayeye<br />
dayanması beni heyecanlandırdı. O döneme<br />
ait Türki cumhuriyetlerinden böyle<br />
gerçek hikayeler var. Rusya ile beraber<br />
savaşmış sonrasında Almanlar’a esir<br />
düşmüş, sonrasında Almanlar’la beraber<br />
savaşmış insanlar var. Bunu okur okumaz<br />
hemen anlamadım ama biraz araştırmaya<br />
girdikten sonra hikayenin gerçekliği beni<br />
heyecanlandırdı.<br />
Üç sinema filminiz var, daha çok dizilerde<br />
oynuyorsunuz. Böyle filmler Hollywood’da<br />
çokça yapılıyor ama Türk sinemasında<br />
pek rastlamıyoruz. Bu filme nasıl<br />
hazırlandınız?<br />
Dizi oyunculuğu veya sinema oyunculuğu<br />
diye ayırmıyorum. Sadece sinemada<br />
biraz daha fazla vaktiniz oluyor. Bu<br />
filmde de bazen oldu bazen olmadı.<br />
Doğa şartlarıyla savaşıyorsunuz Bolu’da<br />
dağda. Zor bir film, savaş sahneleri var.<br />
Siz rolünüzü doğru yapsanız, at doğru<br />
yapmayabilir, arkadaki yardımcı oyuncu<br />
zamanında yapması gerekeni yapmayabilir.<br />
Senaryonun son hali elime<br />
geldikten bir hafta sonra sete çıktım.<br />
Oynayacağınız kişiyle empati kurmak<br />
gerekiyor çünkü gerçek bir hikaye. Cengiz<br />
Dağcı’nın romanından uyarlanmış. Birebir<br />
olmasa da böyle bir adam yaşamış ve<br />
onu okuyup onu anlamaya çalışmak,<br />
o döneme ait Türki cumhuriyetlerinde<br />
yaşayan insanların sıkıntılarını<br />
öğrenmek sizi zaten içeride bir<br />
yolculuğa götürüyor. Bunları düşünmek<br />
ve bunlarla beraber olmak içinizde bir<br />
duyguya götürüyor, bir adam oluşuyor.<br />
O yolculuk beni nereye götürüyorsa<br />
oraya giderim, sete gittiğimde çoğu zaman<br />
ne oynayacağımı bilemem, orada<br />
yönetmenle birlikte ortaya bir sonuç<br />
çıkar. Bir senaryo var tabii ki adamın iç<br />
duygularına, yaşadığı şeylere hakimsiniz<br />
ama set ortamı değişken bir ortam,<br />
sizin orada oynadığınız şeyi yönetmen<br />
takdir etmeyebilir, başka şeyler isteyebilir.<br />
Yönetmen de ilginç bir isim, Burak<br />
Arlıel. Bir önceki filmi ilk filmi ve Türk<br />
Pasaportu. O da çok önemli bir film.<br />
Yine tarihi ve çok önemli bir konu. Tarihi<br />
konulara hakim olduğu görülen bu<br />
yönetmenle ilişkiniz nasıldı?<br />
Filmi kabul ederken Türk Pasaportu<br />
filmini izledim. Dönem yine 40’lı<br />
yıllardı, işi çok iyi kotarmıştı. Film<br />
de bu renkte bir film. Dolayısıyla zaten<br />
antrenmanlıydı benim için yönetmen.<br />
Filmde zorlanmayacağını<br />
düşünüyordum. Film tabii ki zor bir film.<br />
Bir sürü sahneyi de kolaşlaştırarak<br />
çekmek zorunda kaldık. Kolay değil,<br />
Hitler dönemindeki o kamplar, savaşlar.<br />
Yabancılar böyle filmlere altı ay<br />
ayırıyor ama biz bu filmi dokuz haftada<br />
tamamladık.<br />
Türk sinema tarihine baktığımızda<br />
Yeşilçam döneminde bir kaç tane<br />
çekilmiş Kurtuluş Savaşı filmi vardır<br />
onlarda da savaş sahneleri belgeselden<br />
alınan görüntülerle geçiştirilir. Savaş ve<br />
çatışma sahnesi yoktur. Fakat bu filmde<br />
bayağı yer tutuyor. Türk sinemasında<br />
buradaki savaş sahnelerinden daha<br />
başarılı olan bir örnek yok. Bu savaş<br />
sahnelerinden edindiğiniz tecrübe ne<br />
oldu?
Filmin başlarında olan en önemli<br />
savaş sahnesi için iki gün prova<br />
yaptık, neredeyse bir sefer hakkımız<br />
vardı. Tabii ki daha sonra çekebilirdik<br />
ama patlamaların olması, timing’lerin<br />
tutması, kameranın tam o sırada<br />
gelmesi bunların en azından istenene<br />
yakın olması için provanın tekrar tekrar<br />
yapılması gerekiyordu. Orada bir şey<br />
patlamış gibi, vuruluyor gibi, tam o<br />
sırada birisi yanımızda yaralanmış<br />
gibi prova ettik. Tam ne olacağını da<br />
bilemiyorsunuz çünkü biraz da sürpriz<br />
var işin içerisinde. Orada o patlama<br />
olacak ama ne şiddetinde olacak<br />
hepsi aslında bir nevi oyun içerisinde<br />
belli olacaktı. Bombaların nereye<br />
konması gerektiği, silahların nerede<br />
olması gerektiği, askerlerin nereye<br />
konuşlanacağı, kameranın trafiği,<br />
hepsi için birbuçuk gün kadar prova<br />
yapıldı. Sonra bir seferde çekildi. Çok<br />
dublörlü sahnem olmadı. Atlı sahnelerim<br />
vardı. Çok sevdiğim bir at oldu<br />
sonunda. Bir tay kendileri. Başta ben<br />
“Bu at çok güzel görünüyor bu olsun”<br />
dedim. Yönetmen de çok beğendi atı.<br />
Sonra ata bindik ama at bizle çalışmak<br />
istemiyor bir türlü. “Bana ne filminizden,<br />
ben çocuğum daha, oynamak<br />
istiyorum” diyor. Korkuyor, ürküyor,<br />
gelmiyor, üstünden atmaya çalışıyor,<br />
sadece beni değil oradaki ustaları<br />
da. Bazı at sahnelerinde bir kaç kez<br />
dublör kullanıldı. Fakat dublör olarak<br />
kullanacağımız jokeyler dahi hiç bir<br />
şey yapamıyorlardı. Çok zorladı bizi.<br />
Sahneleri artık ona göre ayarlıyoruz<br />
ve korkutmuyor da değil yani. Sonra<br />
üçüncü gün bir arkadaşımla sohbet ettim<br />
çok doğruydu söylediği şeyler bana<br />
bütün tedirginliğimi üzerimden atarsam<br />
onun bunu mutlaka anlayacağını, ne<br />
yaparsa yapsın ona güvenirsem bir şey<br />
olmayacağını o kadar güzel söyledi<br />
ki, ben bunu o kadar içselleştirdim ki<br />
herkes korkarken ben korkmadım.<br />
Hatta bir seferinde üzerinden attı beni.<br />
O kadar iyi düştüm ki, at üzerime değil<br />
öbür tarafa düştü, ayağımdaki herşey<br />
koptu, herkes toplandı ben gittim ata<br />
“Farkındayım ayağın çamura battı o<br />
yüzden bunları yaptın biliyorum” dedim,<br />
sevdim, öptüm. O şekilde hissetmeseydim<br />
gerçekten hiç çekemeyecektik.<br />
Herşeyi son dakikasında yaptı ama.<br />
İkibuçuk saat uğraşmışız ara vermişiz<br />
gelmiyor, orada durmuyor, dublör<br />
kullanıyoruz yapamıyor, sudan korkuyor,<br />
insanlardan korkuyor, herşeyden<br />
korkuyor ama öyle bir anda öyle bir geliyor,<br />
öyle bir duruyor ki bütün set oyuna<br />
falan bakmıyoruz alkışlıyoruz. Sonra<br />
başka bir at seçmediğimize mutlu olduk,<br />
diğerleri biraz daha yaşlıydı, onun<br />
görüntüsü, enerjisi çok daha güzeldi.<br />
2009’da Güz Sancısı’nı çektiniz o da bir<br />
dönem filmiydi. Tarihe özel bir ilginiz mi<br />
var yoksa şans mı?<br />
Tamamıyla öyle denk geldi. Güz<br />
Sancısı’nda, başrolünü oynadığım<br />
ağırlıklı bir filmle yoğun bir diziyi beraber<br />
yapmama kararını aldım. Şimdi<br />
bunları konuşmak hiçbir şey ifade etmiyor.<br />
Beyazperdede izlerken o gün<br />
sete ambulans gelmişti, oyuncu şu<br />
kazayı geçirmişti, şu kadar uykusuz<br />
kalmıştı gibi şeylerin hiç bir anlam<br />
ifade etmediğini Güz Sancısı’nda<br />
gördüm ve artık bu film için bunları<br />
çok fazla konuşmama kararı aldım,<br />
ki bu enerji bana daha sonrasında<br />
en kötü şartlarda bile oyunumu oynaman<br />
gerektiğini hatırlattı. Yoksa öbür<br />
türlü istediğiniz kadar bahane üretin<br />
durun, bütün işler için geçerli bu. Dizi<br />
yaparken filmi yapmak istemediğimden<br />
çok kendimi göremediğim filmler oldu,<br />
iptal olan filmler oldu. Çok güzel gitmedi<br />
film yolculuğum ama bu sene<br />
artık boş zamanlarımda ne olursa olsun<br />
beni seçenlerin içerisinden ben<br />
de bir tane seçmeye karar verdim. Bu<br />
filmin gösterim zamanında çekimlerine<br />
başlayacağımız bir romantik komedi<br />
filmi var. Tarz olarak farklı. Ezgi Mola ile
eraber Kocan Kadar Konuş filmini<br />
yapacağız.<br />
Türk dizi endüstrisinin yurtdışında da<br />
etkisini görüyoruz. Arap coğrafyası,<br />
Balkanlar, Türki cumhuriyetler,<br />
Brezilya, Şili gibi ülkelerde. Bunlar<br />
beğenilerek seyrediliyor. Bu dizilerde<br />
aşk var, bir takım olaylar oluyor ama<br />
bunlar toplumla, hayatla, tarihle ilgili<br />
yeni bir bakış açısı sunmuyor. Oysa<br />
bu filmde anlatılanlar Rusya’yı da,<br />
Almanlar’ı da, Kırım’ı da, Azerbaycan’ı<br />
da ilgilendiriyor. Bir söz söyleniyor<br />
yurtdışına. Bunu siz nasıl yorumluyorsunuz<br />
ve bu tür filmlerin yapılması<br />
gerekliliğine nasıl bakıyorsunuz?<br />
Bu konuları ayrı ayrı değerlendirmek<br />
lazım Türk dizilerinin yurtdışındaki<br />
etkisi bence çok büyük. Ne anlamda?<br />
Ekonomik anlamda, Türkiye’nin<br />
reklamı anlamında, her anlamda.<br />
Amerika kendisini dünyaya nasıl<br />
tanıttı? Filmleri tanıttı. Her on senede<br />
bir bir şehrini tanıttı. Her zaman da<br />
kendi ideolojisini bir şekilde içerisine<br />
yerleştirdi. Şimdi diziye yönelme var<br />
orada da. Türk dizileri Amerikan dizilerini<br />
çıkarmış durumda çoğu ülkede.<br />
Avrupa’daki bazı ülkeler dışında hepsinde<br />
çıkarmış durumda ve dört katı<br />
fiyatına satılıyor Türk dizileri oralarda.<br />
Bunun kötü bir tarafını düşünmek<br />
bana saçma geliyor. Yunanistan’da<br />
Türkçe konuşuyor insanlar benimle,<br />
“Nereden öğrendiniz” diyorum, “Dizilerden<br />
öğreniyoruz” diyor. İngilizceyi<br />
de böyle öğrendi insanlar. Amerikan<br />
filmlerini izledi, hoşuna gitti o dil,<br />
öğrenmeye başladı. Altyazılı izliyorlar<br />
çoğu yerde. Bir insanı seviyor, bir<br />
ülkeyi seviyor insan bu kadar kolay<br />
aslında. Bir sahneyi sever, bir olayı<br />
sever, Türkler’i sever. Bu kadar basit.<br />
Bizi tam anlamıyla yansıtmıyor, şöyle<br />
oluyor, böyle oluyor meseleleri beş<br />
sene sonra unutulur, on sene sonra<br />
unutulur akılda Türkiye, Türkler kalır.<br />
Bunlar da topyekün beraberdir, ekonomiyi<br />
güçlendirir, ekonomi güçlenince<br />
sinema da güçlenir, sinema<br />
güçlenince başka şeyler de güçlenir.<br />
Herşeyi birlikte düşünmek lazım. Bir<br />
zaman Türk dizileri çok ön plana çıkar,<br />
sonra biraz geriler bunun sebebine<br />
bakar insanlar belki, çünkü iç pazarda<br />
başarılı olamazsa dış pazarda da<br />
başarılı olamaz. Neyi seviyorlar Türk<br />
dizilerinde buna da iyi bakmak lazım.<br />
Mesela aile olmayı, insan olmayı,<br />
samimi olmayı, gerçek olmayı çok<br />
seviyorlar. Çünkü her insan aslında<br />
gerçekte gerçektir. Kendine ait bir şeyi<br />
görünce insan bu Amerika’da da olsa,<br />
Afrika’da da olsa benimser. Bazen<br />
“Türk dizilerindeki hikaye ne ki insanlar<br />
bunu seviyor” diyorlar. Hikayeler<br />
belli zaten, her yerde aynı hikayeler.<br />
Asıl olan onu nasıl değerlendirdiğiniz,<br />
nasıl baktığınız olaya. Gerçek anlamda<br />
bir insan gördükleri zaman<br />
hoşlarına gidiyor. Kaliteyi konuşacak<br />
olursak tabii ki altı günde çekilmiş bir<br />
dizi ile bir ayda çekilmiş bölümün kalitesi<br />
aynı olmaz. Amerika’da 13 bölüm<br />
çekiliyor, onların dakikası ile hesaplarsak<br />
80 bölüme denk geliyor. Onlar<br />
45 dakika, biz 90 dakika. Ama bunlara<br />
çok takılmamak lazım. Biz sürekli<br />
çalışmak üretmek durumundayız, hem<br />
kendimiz hem ülke için. Zaten doğa<br />
kendi yolunu bulacak, bindiğimiz dalı<br />
bir yere kadar kesebiliriz. Sonra bu<br />
akış durunca herkes başka bir yol<br />
deneyecek zaten. Kendimiz olmaktan,<br />
kendi hikayelerimizden hiçbir zaman<br />
vazgeçmemek lazım. İnsan için<br />
de geçerli bu. Bakıyorsunuz herkes<br />
herkes gibi yaşamaya başlamış. Birbiri<br />
gibi yaşıyor herkes. Kendi olmanın<br />
farklı olmak olduğunu anlamıyor.<br />
Başkası olmanın farklı olmak<br />
olduğunu zannediyor. Halbuki başkası<br />
olduğu zaman sen aynı oluyorsun.<br />
Herkes bir kitap aslında ve o kadar<br />
büyük ve kalın bir kitap ki oku oku<br />
bitmez. O yolculuk asla bitmez.
Sinema anlamında beklentileriniz nelerdir? 2000<br />
sonrasında değişen bir yapımız var, giderek artan bir<br />
üretim seviyesi var. Kariyer planınızda nerede duruyor<br />
sinema?<br />
Çok kalın planlar yaparsa insan sanatı tamamen kendisi<br />
için yapmaya başlayıp dört yılda bir film çekip çok az seyirciye<br />
ulaşma yoluna gidebiliyor. Ben bir sahne dahi olsa<br />
o sahneyle bir sürü insanın etkilenebileceği kanısındayım.<br />
Bu bir dizide bir sahne olabilir, filmde bir sahne olabilir<br />
farketmez. Çünkü benden sonra bir şey kalmayacak. Ben<br />
hatırlanmayayım hiç önemli değil. Ben var olduğum anda<br />
kendi onurumu, kendi gururumu ayakta tutabilecek işimi<br />
layıkıyla yapabileyim. Bunu yaparken insanlığa faydası<br />
olacak zaten bunun, ülkenize faydası olacak. Dolayısıyla<br />
yaşarken çalışma anlamında görevinizi her anlamda<br />
yapmış oluyorsunuz. İki senedir biraz boş kaldım gibi<br />
görünse de iptal edilen işler oldu, bu arada iki film ve bir<br />
dizi oldu arayı kapatmış olduk. Yoksa durmak yok, durmak<br />
da iyi bir şey değil. Evren hareketli, herşey hareketli, duran<br />
herşeyin öldüğünü gösteriyor. Oyuncu olarak da devamlı<br />
çalışmayı isterim.<br />
Bu filmin ulusal ve uluslararası festivallere katılması<br />
gerektiğini düşünüyorum. Genelde festivallere bakışınız<br />
nedir?<br />
Başta film festivale gidecek mi, nasıl olur gibi<br />
düşüncelerim vardı ama elinizde olmayan şeyler için<br />
üzerinde düşünmek bana vakit kaybı gibi geliyor. Benim<br />
görevim rolümü oynamaktı. Set ortamında senaryonun<br />
gerektirdiği gibi yönetmenle beraber o rolü oynamak<br />
benim işim. Sonrası filmin PR’ı oluyor, röportajları oluyor,<br />
galası olacak katılacağım. Festivale davet edilirse festivale<br />
gideceğim. İnsan bütün festivallere gitsin, oralarda ödüller<br />
alsın, hatta bununla beraber çok seyircisi olsun ister.<br />
Hepsi bunların çok güzel şeyler. Ben görevimi yaptım mı,<br />
onu düşünmek bana daha çok keyif veriyor.<br />
Filmle ilgili benim size sormadığım sizin söylemek<br />
istediğiniz bir şey var mı?<br />
Selma Ergeç’le daha önce çalışmıştık, tanışıyoruz,<br />
arkadaşız. Onunla çalışmak çok keyifli oldu. Set çok<br />
profesyonel bir setti. Maddi olanaklarımız Türkiye’de o<br />
kadar büyük filmler çekmeye yetmeyebiliyor ama bizde<br />
fena da değildi. Ekibimiz çok iyiydi. Kamp birebir baştan<br />
yapıldı. Bu kadar profesyonel bir ekiple çalıştığım için çok<br />
mutluyum çünkü işiniz kolaylaşıyor o zaman. Şimdi artık<br />
seyircide söz. Onlar izleyecekler, inşallah beğenirler. Ama<br />
Türk sineması adına önemli bir adım bu film. Ben izleyici<br />
olarak fragmanından etkilendim. Filme de giderdim diye<br />
düşünüyorum.
n 2014 Cannes’da severek izlediğim filmlerden<br />
biri Clouds of Sils Maria idi. Film nihayet bu ay<br />
Türkiye’de de vizyon şansı buluyor. Yönetmenliğini<br />
ve senaristliğini Olivier Assayas’ın üstlendiği filmin<br />
başrolünde deneyimli oyuncu Juliette Binoche yer<br />
alırken, kendisine genç oyuncular Chloë Grace Moretz ve<br />
Kristen Stewart eşlik ediyor. Etkileyici oyuncu Binoche’nin<br />
büyük bir başarıyla canlandırdığı Maria karakteri filmde yaşça<br />
geçkin bir tiyatro oyuncusu. Yıllar önce oynadığı genç lezbiyen<br />
rolü çok konuşulmuş ve yıllar sonra bu kez aynı oyunda öbür<br />
partneri, olgun olan partneri canlandıracak. Chloë Grace Moretz’in<br />
canlandırdığ Jo-Ann ile ise yıldızları maalesef barışmıyor. Kariyeri,<br />
mahremiyeti, özel hayatı ile ilgili sorunları sorgularken ona<br />
yardımcı olan ise menajeri Valerie oluyor. Valerie karakteri ile Kristen<br />
Stewart’ta başarılı bir performans sergiliyor doğrusu, ona bu<br />
menajerlik rolü epey yakışıyor. Fonda ise harika bir İsviçre (Sils<br />
Maria bölgesi)…<br />
Fransız yönetmen Jacques Remy’nin oğlu olan Olivier Assayas,<br />
kısa film yönetmeni olarak genç yaşlarda başlıyor kariyerine,<br />
hatta şu meşhur Cahiers Du Cinema dergisinde film eleştirileri<br />
de yazıyor o dönemde. Babasıyla birlikte yazdıkları senaryolar da<br />
mevcut, özellikle TV için çekilen bazı film ve dizilere… 2006 yapımı<br />
Paris, Seni Seviyorum filmindeki kısa filmlerden biri de kendisine<br />
ait. (Quartier des Enfants Rouges)<br />
Yönetmenin filmografisinde öne çıkan filmlere şöyle bir bakalım.<br />
Irma Vep: Assayas’ın ilk uzun metraj filmi. 96 yapımı bu film, o<br />
sene Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilmiş. Başrolde<br />
Maggie Cheung, kendisini canlandırıyor. Hikayede Fransız bir<br />
yönetmen (Jean Pierre Leaud canlandırıyor), Les Vampires isimli
sessiz film serisini yeniden çekmek istiyor. Vampire<br />
kelimesinin anagramı olan Irma Vep karakterini<br />
canlandıracak olan Cheung filmde sürekli siyah<br />
deri lateks giysiler giymek durumunda. Bir seks<br />
objesi gibi görünmeye başlayan Cheung’a bir süre<br />
sonra yönetmen ve kostüm tasarımcısı aşık oluyor.<br />
Filmd Fransız film endüstrisine göndermeler var ve<br />
tematik olarak aslında Fransız sinemasının bugün<br />
durduğu yeri sorguluyor.<br />
Bu filmin fikir aşaması Assayas, Claire Denis ve<br />
Atom Egoyan’dan çıkmış. 1915 yapımı orijinal film<br />
serisinde Irma Vep’i Musidor isimli sessiz sinema<br />
oyuncusu canlandırmış. Filmin bazı bölümleri<br />
François Truffaut’un Day for Night filmine çok<br />
şey borçlu. Fakat Assayas Truffaut’un filmine<br />
çok saygı duysa da aslında bunun film yapmanın<br />
gerçekçiliğinden çok fantastiklğiyle ilgili olduğunu<br />
düşündüğünü söylüyor ve aslında ona soracak<br />
olursanız ilham kaynağının daha çok Rainer Werner<br />
Fassbinder’in 1971 yapımı filmi Beware of a Holy<br />
Whore olduğunu söylüyor.
Late August, Early September: 1998 yapımı<br />
dram türündeki filmin senayosu da Assayas’a<br />
ait. Farklı haftalarda ve aylarda geçen film bu<br />
şekilde altı bölüme ayrılmış durumda. 30’lu<br />
40’lı yaşlarında olan bir grup Paris’li arkadaşın<br />
arasındaki ilişkilere, bu ilişkilerin nasıl da zamanla<br />
deüğişebildiğine odaklanan filmde Francis Cluzet,<br />
Mathieu Amalric, Mia Hansen Love gibi isimler<br />
var. Görsel olarak Irma Vep’ten oldukça farklı<br />
bir sinametografiye sahip olan film, yönetmenin<br />
filmografisinde daha boyutlu bir anlatımla daha<br />
olgunlaşmış bir örnek olarak kendini gösteriyor.<br />
Filmde bol bol kamera hareketi var, gündelik<br />
hayata dair de çok fazla detay, yemek yapmalar,<br />
yemeler, gezmeler, taksilere binip inmeler… Sanki<br />
hiçbirşey olmuyormuş gibi hissettirip, hayata<br />
dair söyleyecekleri olan filmlerden, Assayas’ın iyi<br />
işlerinden biri…<br />
Sentimental Destinies (Duygusal Yazgılar):<br />
2000 yapımı film aynı yıl Cannes’da gösterildi.<br />
Film, 1900’lü yıllarda Jean adında Protestan<br />
bir papazın, bir baloda tanıştığı 20 yaşındaki<br />
Pauline’e âşık olmasını, duygusal yazgılarının<br />
birleşmesini, yaklaşık 30 seneyi konu ediyor. Filmi<br />
çevreleyen dönem ve durumlar ise, 1914 savaşı,<br />
dünya çapındaki değişim sancıları, protestan<br />
toplumun baskıları… Filmde başrolleri Charles<br />
Berling, Emmanuelle Béart, Isabelle Huppert<br />
ve Dominique Reymond paylaşmış. Jacques<br />
Chardonne’in romanından esinlenen uzun süreli<br />
film, aşırı duygusal soslu bir yasak aşk hikayesi<br />
neticede…Yönetmenin en iyilerinden olduğunu<br />
söyleyemeyiz.<br />
Demonlover: 2002 yapımı film, yönetmenin<br />
diğer işlerinden oldukça farklı. Neo-noir gerilim<br />
türünde bir film demek mümkün sanırım. Aynı yıl<br />
Cannes’da gösterim fırsatı buldu. İnteraktif 3D anime<br />
pornografinin finansal yönlerine,<br />
küreselleşmenin sonucu<br />
olarak şiddete tepkisizleşen<br />
toplum yapılarına değinen film<br />
şiddet, küfür ve seks içeren<br />
sahnelerden dolayı Amerika’da<br />
R almış. Demonlover filmde internet<br />
şirketinin adı. Film dünya<br />
çapında çok farklı görüşler aldı,<br />
çok seven de nefret eden de<br />
var, izlemesi kolay bir film olduğu<br />
söylenemez ve sistemsel eleştirel<br />
yönleri yerinde, fakat estetik<br />
yapısı açısından da üzerine olumlu<br />
olumsuz konuşulabilecek, farklı<br />
bir deneme…<br />
Boarding Gate (Kaçış Yolu):<br />
Yönetmenden yine bir Fransız<br />
gerilimi. Londra’da yaşayan Sandra<br />
eski bir para babasıyla ilişki<br />
yaşamaktadır. Diğer sevgilisi ise<br />
bu para babasını öldürecek olan<br />
bir tetikçidir. Tetikçinin karısı ise aslında herşeyi<br />
bilmekte ve kontrol etmektedir. Filmde Asia<br />
Argento, Michael Madsen gibi isimleri başrolde<br />
izliyoruz. Premiyerini 2007’de Cannes’da yapan<br />
film, Paris ve Hong Kong’da geçiyor. Filmde<br />
küreselleşmeyle gelen kapitalizmin eleştirisini<br />
görmek mümkün. Film yine yönetmenin en<br />
sevilen filmlerinden değil ama Asia Argento’nun<br />
performansı uzun süre konuşuldu.<br />
Something in The Air (Direniş Günlerinde Aşk):<br />
2013 sonunda ülkemizde de vizyon şansı bulan<br />
film, 1968 Mayıs’ını konu alıyor. Dönemin<br />
aktivist gençleri ve ufuktaki devrim… Devrime<br />
giden yolun heyecanı ve telaşını yaşayan üç<br />
genç, bu süreçte yaşadıklarını sanat üzerinden<br />
dışavurmaya çalışır. Üçü arasında yaşanan<br />
aşk üçgeni de dönemin kendisi kadar karışık<br />
bir hal alır. Yönetmen filmin yarı otobiyografik<br />
olduğunu, yani yaşadığı dönemden<br />
esinlendiğini ama senaryoyu yazarken hikayenin<br />
bambaşka bir hal aldığını söylüyor. Filmde<br />
devrimci sinemayla sanat sineması arasında<br />
süregiden bir tartışma da sözkonusu ve yönetmen<br />
bununla ilgili bu tartışmanın yüzyıllardır<br />
sürüp gittiğini, bu konuda kesin bir duruşu<br />
olmadığını, sadece durumu temsil etmeyi,<br />
betimlemeyi sevdiğini söylüyor sinemasıyla.<br />
Yönetmenin son projesi olduğu konuşulan<br />
Idol’s Eye ise son duyumlarımıza göre maalesef<br />
finansal sıkıntılar nedeniyle iptal edilmiş. Robert<br />
de Niro ve Robert Pattinson gibi isimlerin<br />
rol alacağı konuşulan film epey ses getireceğe<br />
benziyordu. Farklı denemeler yapmaktan çekinmeyen<br />
usta yönetmenin yeni işlerini merakla<br />
bekliyoruz.
İnsan ne ki temiz olsun -<br />
Kosmos (2010)<br />
n Yönetmen, yaptığı kağıttan evleri,<br />
Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümüne iki<br />
yıl devam edip sinemayı arta kalan diliminden<br />
çıkartarak, Paris’te alacağı Sinema-<br />
Plastik Sanatlar eğitimi ve Fransa’nın<br />
karanlık sinema salonları için kendisine 6<br />
yıllık bir alan ayırmasıyla uçurmaya başlar.<br />
1989’da İstanbul Hisar’da devam ettirdiği<br />
bu Fransa aydınlığı, ilk uzun metrajı ‘A<br />
ay’ filmi olarak seyirciye dönmüş ancak<br />
7.sanat algısına ithafen küçük bir hoş geldin<br />
hareketiyle çekiminden 7 yıl sonra seyircisiyle<br />
buluşabilmiştir. Uzun yıllar içinde<br />
yer aldığı reklamcılık döneminden, ortağı<br />
ve aynı zamanda yapımcısı Ömer Atay’ın<br />
dış ilişkileri tamamen üzerine almış olması<br />
kaynaklı sanatsal anlamda tozlanmamış bir<br />
süreç olarak bahseder. Hatta filmlerinde<br />
kullandığı montaj başta olmak üzere tüm<br />
teknik şahikalar, sektörün aydınlık kısmı<br />
olarak sayfasındadır. Yanı sıra Atlantik Film<br />
Sunar başlıklı, Açık Radyo’da yine Ömer<br />
Atay’la birlikte birkaç yıl sürdürdükleri<br />
programda, malzeme unsuru elektronik<br />
müzik alt yapısındaki ses bantları da<br />
sinemasındaki müzik algısına işler. Sınıfsal<br />
düzenin sahiplikle ölçülü ilişkisinde kendisini<br />
konumladığı yer, basittir… birçok filmini<br />
yazdığı Beş Vakit filmindeki köy, huzur<br />
bulduğu birincil alanıdır. Şu an hayatta olmayan<br />
köydeki taş ustası Recai Gürsel’nın dostluğunu,<br />
aralarındaki bağı aynı zamanda Kosmos filmini<br />
ithaf ederek seyircisiyle paylaşan yönetmenin<br />
doldurdukları, bu köyden dekorun içinden gelir.<br />
Hemen hemen her filminde, yönetmene dair otobiyografik<br />
parçalar, iç mesele rütbesine ulaşan<br />
tematik ortaklıklar gözlenir…eksik babalar, hiç<br />
olmayan anneler, sakat doğmuş ailelerin protezine<br />
tahammül edemediği çocukları, sosyal<br />
çevrenin insanın ne kadarını çerçeveleyebildiği,<br />
öğrenilmemişin öğretilemediği evler, insanların<br />
hayvanları acıtma kapasitesi her filmine girer.<br />
Aynı dünyada olduğumuzu, canlılığımızı ve<br />
yaratılıştaki ahengi bazen 120 dakikaya 150<br />
hayvan karesi sıralayarak hatırlatır. Tüm bu<br />
ortaklıklar, süregelen stilizasyon her seferinde<br />
başka bir gerçekte döndüğü için seyircide aynı<br />
denizi 2 yıl arayla izliyor etkisi bırakmaz. Her<br />
film kendi anlamında, kendi masalında, kendi<br />
yalanındadır, sadece filmde var olan bir tarihte<br />
, güneşle-ayla-karla gelen zamanda, yapay<br />
olandadır. Dünyayla kaynaşmamış kişilikler,<br />
inanç mekanizmasına çeyrek kala başlar, ilk<br />
dördünde gider. Bu takvimsiz figürlerden içeriye<br />
girerken dışarıya iyi bakılmasını ön gören<br />
yönetmen, o insanı bu insan yapan çevre ve<br />
dış etkenlerin toplu tomografilerini çeker, bireyi<br />
tek bir kişinin doğurmadığı sırrını yayar. Hikayenin<br />
sinemada çok önemli bir öğe olduğunu,<br />
sanatın üstüne basmadığı ölçüde yadsımaz.<br />
Türk Sineması’nda diyaloglara, hikayeye uygun<br />
düşebilecek mekanlar kullanılırken Reha Erdem<br />
sineması, seçtiği mekanlara uygun düşebilecek<br />
diyalogları yaratır. A ay’ın Hisar’daki o ev için,<br />
Beş Vakit’in o köye yazılmış olması gibi. Realist
sinemacılık anlayışının, natüralizmin<br />
sinemanın düşmanı olduğunu ve ‘en gerçeği’<br />
sunma çabasının düşünce, bir yaratım<br />
içermediğini düşünür. Gerçekçi sinemanın<br />
ve önceden belirlenmiş- cetvelle çizilmiş<br />
rotanın sinemadaki öldürücü etkisinde<br />
nettir. Kopukluğu, boşlukları olan , alanı<br />
sınırlandırılmamış anlayışta nefes alan yönetmende,<br />
en çok anlatamadığı filmler yaşar.<br />
Kendisini özgür bırakmaksızın, farklı algılama,<br />
farkı yakalama çabasıyla tüm cevapları<br />
bulma eğilimindeki seyir çabasını anlamsız<br />
bulur. Filmindeki bir hayvan görüntüsünün,<br />
otların arasından duyulan bir rüzgar sesinin<br />
arkasında binlerce anlam yüklü olmadığını,<br />
her noktada koşturulan anlam yoğunluğu<br />
arayışının an içindeki serbest giriş-çıkışları<br />
körelttiğini vurgular. Aynı boşluğu kendi<br />
filmlerinde yaratarak seyircinin özgürce<br />
dolaşabildiği teknikler kullanır. Sinemada<br />
anlamın yüklenicisi ve ayırt edici en önemli<br />
unsurun arka arkaya gelen , birbirini takip<br />
eden görüntüler; montaj olduğu yönündeki<br />
görüşü tüm filmlerindeki biçim ortaklığıdır.<br />
Hem filmin ritmini, hem de göstermek istediği<br />
durumun aşırılık boyutunu vurgulamak için<br />
sekans ve müzik tekrarlarına sıklıkla yer vererek<br />
montaj sinemasıyla seyirciyi istediği<br />
tarafa kolayca alır. Müziği fonda kullanmamayı<br />
tercih eden yönetmen, kendi içine aldığı<br />
müzisyenlerin hazır bantlarını gidilmesini<br />
istediği alana yükleyerek, takibi bırakmayan<br />
seyirciyi Arto Part’ın, Hildur Gudnadottir’in<br />
bahçesine sokarak ödüllendirir. Şiirde Ahmet<br />
Güntan’da kaldım diyerek edebiyata ayırdığı<br />
dilime hayıflansa da, tamamını kendi kaleme<br />
aldığı her senaryosuna sevdiği yazarları,<br />
bulaştığı şairleri parça parça değdirir.<br />
Kosmos’ta Dostoyevski’ye, Kaç Para Kaç’ta<br />
Simenon’un Venedik Treni’ne açıldığı gibi<br />
İsmet Özel, Sevim Burak, Ahmet Hamdi<br />
Tanpınar gibi geçmediği şair ve öykücüleri<br />
vardır. Karanlıkta başlayan filmlerini, mistik<br />
tozlarla bulanıklaştırıp iyimser bir anlayışla,<br />
inançla sonlandırır… kalkabildiğinde her şey<br />
aydınlıktadır. Birkaç filmine halka atıp hediyelerini<br />
dağıtabilmek engebelidir… tarifi zor,<br />
büyüleyiciliği seyirde saklanmış bir sinemadır<br />
Reha Erdem’in yürüdüğü.<br />
1988 Türkiye-Fransa ortak yapımı A ay, şiir yüzlü<br />
bir ilk filmdir. Tüm yükünü teatral diyaloglara<br />
dayamaksızın Edip Cansever’in Tragedyalar’ından<br />
William Blake’in Infant Sorrow’una , Vivaldi’den<br />
bir martının eski Mezopotamya ruhundaki cenazesine,<br />
çöküşün geleneksel -modernist aynaya<br />
gore değişmeyen farksızlığından Burgazada’ya<br />
en yakışan siyah beyaz donukluğuna meselesini<br />
ilk kattığı başyapıtıdır. Ayırt edilesi yerini , 2011<br />
yılında bir sinema dergisinin düzenlediği bütün<br />
zamanların en iyi 10 Türk filmi seçkisinde, 42<br />
sinema yazarından pek çoğunun listesinde yer<br />
alarak da belirginleştiren A ay, 12 yaşında halası<br />
ve dedesiyle yaşayan bir kızın, Yekta’nın (Yeşim<br />
Tozan) yaşadıkları yalıyı yıllar öncesinde terk eden<br />
annesinin ‘gittiği anı’gördüğü ,bu fotoğrafa kimseyi<br />
inandıramadığı ve annesini bekleyişi üzerine kurulu<br />
zemininde sinemasal değerini 26 yıldan fazla<br />
bir zamana uzatacaktır. Varoluş için gerekli malzeme<br />
listesi, usta yönetmenin sadık yaridir. Mistik
yapıda, ünlem işaretini kaybeden seyirciye tekrar<br />
sahnelerle korkusunun yersiz olduğunu hatırlatan<br />
‘Reha Erdem’e Giriş’ için, iki kişilik bilet şart olunur…tanıdık<br />
beden ve tamamı dolmamış ruh<br />
olmak üzere ikisi de oturabilsin.<br />
2004 yılında senaryosunu Nilüfer Güngörmüş’le<br />
birlikte yazdığı Korkuyorum Anne ile ciddiyetin<br />
başarısız kalabileceği çoklu bir trajedi, rengarenk<br />
bir büyüteçtedir.Kara mizah, kalıplaşmış bir<br />
formda ve filmin bütününe yayılarak seyirciyi<br />
yoracak ölçüde değil, aksine kahramanları imdat<br />
imlecindeyken devrini yaşar. Baskılanmış ve<br />
en altta kalan bir duygu olarak korku, her kişide<br />
farklılık gösterirken, bir apartman dolusu insanın<br />
kendi kafesinden çıkışı, başkaldırıyla gerçekleşir.<br />
Kadınların cesaretli ve üretici olduğu bu hikaye<br />
gelirken olabildiğince ezilmiş, korkularının altında<br />
kalmış, tüketimde çizgisi olmayan erkekleri<br />
yanında getirir. Bu becerikli kadınların yüksek dozda<br />
anne güdüsüyle yetiştirdikleri eksik erkekleri,<br />
mahalle kahvesinde sahip oldukları tek şey olan<br />
hastalıklarıyla varlıklarını anlamlı kılarak<br />
birbiriyle standart dışı yarışan bir kategoridedir.<br />
Küçük bir kaza sonucu büyük hafızası(!)<br />
kayıplarda yüzen Ali(Ali Düşenkalkar) ve akıl<br />
sağlığını yerine getirmeye çalışan Napoliten<br />
apartman komşuları, korku boy verirken<br />
reçeteyi perdeye iliştirir.Mizahi üslubun,<br />
ses ve ışık kullanmıyla bütünlendiği film,<br />
eski Yeşilçam masumiyeti ve neşesini veren<br />
müzikleriyle ironik bir vurgusunu pekiştirir.<br />
Vizyon tarihini takip eden yıl dahil, yönetmenlik<br />
işine meydan okurcasına toplanan 15 ödül,<br />
tüm sayıklayanların ruhuna gider.<br />
İki yıllık bir aradan Kozlu köyüne çıkan yol, 12-<br />
13 yaşlarındaki Ömer(Özkan Özen), Yakup(Ali<br />
Bey Kayalı) ve Yıldız(Elit İşcan)’ın büyümeye<br />
karşı durdurmaya çalıştıkları zamana, okuldayken<br />
alıp eve döndüklerinde geri verdikleri<br />
çocukluk haklarına ve her alışverişlerinde<br />
nefrete, öfkeye karşı verdikleri sınava kayalar,<br />
tepeler, zeytinlikler üzerinden bakar. Filmin<br />
büyükleri namaz saatlerine göre uyanan günlerini,<br />
12 hicri takvimin yan yana sıralandığı<br />
köy kahvesinde, tarlalarda, kapı önlerinde<br />
geçirirken bakışlarını geçirmedikleri çocukları,<br />
yaşadıkları her problemde bir yerde uyuyakalır.<br />
Kuşaklararası süregelen sevgisizliğe, zamana<br />
karşı savaşan bu çetenin, uyuyup da<br />
büyümesinler diye, hemen uyandıkları bir<br />
Reha Erdem meselidir Beş Vakit. 2006 yılında<br />
İstanbul Film Festivali, Adana Altın Koza ve<br />
Siyad Türk Sineması Ödülleri’nin her üçünden,<br />
en iyi film ortaklığı gelirken, çocuk oyuncuların<br />
performansı da atlanmamıştır.<br />
2008 yapımı, Yunanistan, Bulgaristan ve<br />
Türkiye ortak yapımı Hayat Var, boğazın<br />
aktığı dere kenarındaki bir evden, ergenlik<br />
dönemindeki Hayat(Elit İşcan)’ın, yasadışı<br />
işlerle geçimini sürdüren, varlığı tek duyuyla<br />
algılanan babası(Erdal Beşikçioğlu) ve yatalak<br />
dedesinin(Levend Yılmaz) üzerinden<br />
atladığı post-modern(!) yaşamına uzanır.<br />
Türk sinemasında örneğine rastlanmayan<br />
filmde, çevresindeki tüm yetişkinler<br />
tarafından istismar edilen küçük kahramanın,<br />
o yaşına dek öğrenebildiği tek şey savunma<br />
mekanizmalarına sarılarak ruhunu<br />
koruyabileceğidir. Her travmatik anında şarkı
söyler gibi çıkardığı mırıltısı, o sesle kendine<br />
ne söylediği hakkında seyircinin özgürce<br />
yazdığı bir replik olarak karşılıklı bir hal alır.<br />
Sokakta yürürken başının üstünden geçen ambulans<br />
sirenleri, trafik kazaları, patlayan camlar,<br />
düşen füzeler Hayat’ta en ufak bir kıpırtı<br />
yaratmazken eylemsizliğiyle, tepkisizliğiyle<br />
koruyabildiği ruhunu, inandığı tek insana,<br />
arkadaşına açan küçük kalbi, ruju en sonunda<br />
oyuncak boya olarak hak ettiği gibi sürecektir.<br />
Film, az diyalogla eksiksiz anlatımı ,müziğin<br />
kullanım biçimi, müthiş oyuncu yönetimiyle,<br />
Reha Erdem’in çıkmazında doğan insan<br />
tasvirinde ilk sıra için yarışır. 42.Siyad Türk<br />
Sineması Ödülleri’den en iyi yönetmen, en<br />
iyi film, en iyi kurgu tesciliyle ayrılan Hayat<br />
Var, 28.İstanbul Film Festivali’nde FIPRESCI<br />
Ödülü, 3.Yeşilçam Ödülleri’nden gelen en iyi<br />
yönetmen, 45.Altın Portakal Film Festivali’nde<br />
aldığı Sinema Yazarları Ödülü ile yaşamını<br />
uzun yıllar sürdürecek gibidir.<br />
Bir sonraki filmi Kosmos(2010) anlatımı güç,<br />
her aktarımda eksik kalacak bir çok detayı<br />
barındıran, seyircinin içinde hep açık kalan<br />
filmler listesindedir. Nereden geldiği, neden<br />
geldiği bilinmeyen,kendi gerçeğinden kopmuş<br />
Battal ya da diğer adıyla Kosmos’un insana<br />
eğilmeye, iyilik etmeye kurulu saati ağlayarak<br />
ayak bastığı Kars’ta ilerler. Boğulmak üzere olan<br />
bir çocuğu kurtarmasıyla şifa dağıttığı, metafizik<br />
güçleri olduğu ağızdan ağıza yayılarak çözümsüz<br />
olanda dünya yaratan Kosmos’un, kurtarılan<br />
çocuğun ablası Neptün’den birkaç dakika önce<br />
aşkı çağırmış olması nedir ki, uçmak için kuş<br />
çığlıkları atmak yeterlidir. O hiçbir şeyin sözünü,<br />
hiçkimseye vermemişken, insan ve hayvanın<br />
aynı candan olduğu temizliğindeyken kasabadaki<br />
şöhreti hızla ilerler ,ilerleyen nam hızla acıtır.<br />
Her karesinden ayırtedilebilecek bir görüntü<br />
yönetmeniyle, Florent Herry’la özellikle bu filmde<br />
yarattıkları etki, doğru ve birbirini çok iyi tamamlayan<br />
bütünlüğün göstergesidir. Tamamı özenle<br />
yerleştirilmiş ses, efekt ve müzik kullanımı yanı<br />
sıra a silver mt.zion’dan, stumble then rise on<br />
some morning awkward ile yapılan kapanışı büyüleyici<br />
görüntülerin, büyüleyici ağıtı gibidir. Gösterimini<br />
en iyi yönetmen, en iyi film ve kurgu kategorilerinde<br />
8 ödül takip ederken Sermet Yeşil’in<br />
ödül ekseninde yer almayışı, filmin hak tesliminde<br />
tamamlanmamış bir etki bırakır.<br />
Sekiz uzun metraj filmin, birkaçına atılan halkadan,<br />
seyirci de kendisine not bırakıldığı yalanını kursa<br />
çok mudur? Ahmet Güntan’ın kitabından düşmüş,<br />
Reha Erdem’de bulunmuş….gel, her şey herkese<br />
anlatılmıyor*<br />
*(Ahmet Güntan, İkili Tekrar, YKY 1999)
Holywood’un yeni yıldızı Shailene Woodley. Birçok güzel genç yıldızı bu<br />
sayfaya konuk ettik. Ama 23 yaşında bu kadar hayatı çözdüğüne inanan<br />
bir yıldızla ilk kez karşılaştık. Çevreci, feminist ve politik bir duruş<br />
geliştirmeye çalışan genç yıldızın dünyasına bir göz atalım dedik.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Shailene Diann Woodley, ABD’li aktris. Woodley,<br />
The Secret Life of the American Teenager<br />
dizisindeki Amy Juergens rolüyle ünlendi.<br />
1991’de Simi Valley, California’da dünyaya<br />
geldi. Woodley’nin anne ve babası eğitimciydi,<br />
15 yaşında anne-babasının ayrıldığı dönemde<br />
skolyoz (omurga eğriliği) teşhisi kondu ve<br />
uzun bir süre sırt desteği kullanmak zorunda<br />
kaldı. Sinema dünyasına adım atmadan önce iç<br />
mimarlık okuma hayalleri kuran Woodley, TV’de<br />
küçük rollerle oyunculuğa adım attı. İlk önemli<br />
rolünde, 2003’te The O.C. dizisinde Marissa<br />
Cooper’ın kardeşi Kaitlin rolünde izleyicilerle<br />
buluştu. Woodley çeşitli dizi ve filmlerde oynamaya<br />
devam ettikten sonra 2008’de The<br />
Secret Life of the American Teenager<br />
dizisinde oynamaya başladı. Tam<br />
5 sezon bu dizide oynayıp Amy<br />
Juergens karakterine hayat<br />
verdi. 2013’ten itibaren<br />
sinema kariyerine daha<br />
fazla odaklanan<br />
Woodley, The Spectacular Now, The Fault<br />
in Our Stars gibi filmlerde başrolde oynadı.<br />
2014 yılında gösterime giren Veronica Roth’un<br />
romanından uyarlanan Uyumsuz (Divergent)<br />
filminde ana karakter Tris’i canlandırdı. Woodley<br />
ayrıca 2014’te gösterime giren İnanılmaz<br />
Örümcek Adam 2 filminde Mary Jane Watson<br />
karakterini canlandırmak üzere seçilmişti,<br />
ancak yapımcıların filmin senaryosunu<br />
değiştirip Mary Jane yerine Gwen Stacy’nin<br />
yer almasına karar vermeleri üzerine bu projede<br />
yer alamadı. Sıkıştırılmış bir dönemde<br />
birçok filmde karşımıza çıkan yıldızın aslında<br />
birçok kaptırdığı rol de var. Bunlardan biri<br />
de Açlık Oyunları’nda Jennifer Lawrence’ın<br />
canlandırdığı Katniss rolü. Shailene izleyiciler<br />
tarafından Jennifer Lawrence’a benzetiliyor.<br />
Güzel yıldız ise buna tepki koyuyor. Bir<br />
röportajında Jennifer ile tek benzerliğimiz kısa<br />
saçlarımız ve vajinamız diyerek bu olaya ne kadar<br />
kafayı taktığını belli etmiş. Shailene’yi daha<br />
birçok filmde seyredeceğiz sanıyorum.
Russel Crowe Türkiye’de film çekecek hem de Cem Yılmaz ve<br />
Yılmaz Erdoğan’ı oynatacak deseler kimse inanmazdı. Ama bu da<br />
oldu ve 26 Aralık’ta Son Umut vizyona girecek. Bir zamanların<br />
öfkeli yıldızı artık büyük projelerin adamı. İşte Russel Crowe...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n ARussell Ira Crowe, Yeni Zelanda doğumlu<br />
aktör. LA Confidential, Gladyatör, Akıl<br />
Oyunları, Cinderella Man, Body of Lies ve<br />
Nuh Büyük Tufan gibi çok önemli filmlerde<br />
oynamıştır. 1964’te Yeni Zelanda’nın başkenti<br />
Wellington’da doğan Crowe’un annesi Jocelyn<br />
ve babası John Alexander yemek şirketi<br />
işindeydi. 4 yaşında ailesiyle Sydney’e göç<br />
etti. Oyunculuğa küçük yaşlarda küçük rollerle<br />
burada başladı. 90’lı yılların ortasında<br />
Hollywood’a transfer olduktan sonra irili ufaklı<br />
rollerde oynamaya başladı. 1995’te Sharon<br />
Stone ve Gene Hackman ile birlikte oynadığı<br />
‘The Quick and the Dead’ filmiyle birlikte starlar<br />
arasındaki yerini iyice sağlamlaştırmıştır.<br />
Ancak onu dünya çapında tanınan bir yıldız<br />
yapan ‘L.A. Confidential’ filmindeki sert,<br />
agresif ve tutkulu polis Bud White tiplemesiydi.<br />
Fiziği bu tür rollere uygun olsa da 1999 yapımı<br />
The Insider gibi birçok filmde birbirinden çok<br />
farklı rollerle seyircinin karşısına çıktı. The<br />
Insider’la ilk Oscar adaylığını kazandı. Ertesi<br />
yıl oynadığı Ridley Scott filmi Gladyatör, onu<br />
Hollywood süperstarları arasına soktu, Oscar<br />
ödülünün sahibi oldu. 2001 yapımı biyografik<br />
Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) ile bir kez daha<br />
eleştirmenlerin olumlu eleştirilerini toplayan<br />
Crowe bu sefer Altın Küre Ödülü’nü kazandı.<br />
Sonraki yıllarda Cinderella Man, American<br />
Gangster, Body of Lies, Robin Hood<br />
(2010), Sefiller ve Man of Steel gibi filmlerde<br />
oynadı. 2014 yılında ilk yönetmenlik<br />
denemesini The Water Diviner filmiyle<br />
yaşamak üzere çalışmalara başladı, filmin<br />
çekimlerinin büyük bir kısmı Türkiye’de<br />
yapıldı. 1990’lı yıllarda Avustralyalı şarkıcı<br />
Danielle Spencer ile inişli çıkışlı bir ilişkisi<br />
olan Crowe, 2003’te Spencer ile evlendi.<br />
Bu evlilikten Charles Spencer Crowe<br />
(d. 2003) ve Tennyson Spencer Crowe<br />
(d. 2006) adlı iki oğlu olmuştur. 2012’de<br />
çift ayrılmıştır. Crowe Avustralya’da<br />
yaşamaktadır. Rugby hayranı olan ve<br />
çocukluğunda bu sporla ilgilenen Oscarlı<br />
oyuncu, Yeni Zelanda Rugby takımını<br />
desteklediğini, diğer spor dallarında ise<br />
Avustralya’nın ulusal takımlarını tuttuğunu<br />
açıklamıştır. Çok çabuk öfkelenmesiyle<br />
de bilinen Crowe, birçok sefer evinde ve<br />
dışarıda tartışmalarla anılmış, zaman zaman<br />
polis tarafından göz altına alınmıştır.
n Ekim ayında Star TV ekranlarından izleyiciye<br />
merhaba diyen ve Arap-Türk ortaklığı ile<br />
yapımcılığını O3 Turkey Medya’nın üstlendiği<br />
dizinin merkezinde Antakyalı Yörükhan ailesi<br />
yer alıyor. Başrollerini Özcan Deniz (Kahraman<br />
Yörükhan), Begüm Kütük Yaşaroğlu<br />
(Defne Yörükhan), Hatice Şendil (Elif) ve<br />
Gürbey İleri’nin (Kerem) paylaştığı dizinin<br />
hikâyesini özetleyerek başlayalım. Yörükhan<br />
ailesi İstanbul’da yaşayan ama Antakya’dan<br />
kopmamış bir ailedir. Ailenin toprakla olan<br />
bu münasebeti ataerkil yapıya bağlılıklarının<br />
hem göstergesi hem de normalleştiricisidir.<br />
Ailenin iki erkek çocuğundan gözde olanı idealize<br />
edilmiş evlat Kahraman’dır. Bu nedenle<br />
Kahraman’ın erkek çocuğu olmalı ve ailenin<br />
soyadı bu bebekle yürümelidir. O kadarki ailenin<br />
büyük oğlu Yakup’un kızları birkaç sahne<br />
görünmelerinin dışında neredeyse o hikâyede<br />
ve dolayısıyla o evde yok sayılmaktadırlar.<br />
Yörükhan’ların kızı Meryem’in oğlu Kerem’in<br />
hikâyedeki varlığı ise daha çok Elif’e duyduğu<br />
aşk ile ilintilidir. Kerem’in aşkı onu çok sevdiği<br />
dayısıyla karşı karşıya getirecektir.<br />
Ailenin erkek torun beklentisine rağmen yıllar<br />
önce Kahraman’ın hatası sonucu hamile eşi<br />
Defne bebeğini kaybetmiştir ve bir daha anne<br />
olamayacaktır. Ailenin beklentileri ve özellikle<br />
kayınvalidesinin dayatmaları anne olmayı<br />
her şeyden çok isteyen Defne’nin çözümü sözde<br />
taşıyıcı annelikte bulmasına neden olur. Taşıyıcı<br />
anne Elif ise kendisini para karşılığı Maksut’la<br />
evlenmeye zorlayan babasını öldüren annesini ve<br />
kalp hastası kız kardeşini kurtarmak için Kıymet<br />
Hanım’ın bu teklifine boyun eğmiştir.<br />
Yoksa Bütün Anneler Melek Değil mi?<br />
Defne’ye bebek sahibi olma konusunda yardım<br />
edecek isim tabii ki ataerkil kültürün cinsiyetçi<br />
sisteminin neferi rolündeki Kıymet Hanım’dır.<br />
Kendi ailesinin devamlılığı için her yolu meşru<br />
gören Kıymet Hanım’da eşi<br />
gibi Kahraman’ı Yörükhan ailesinin<br />
yeni reisi görmekte, bu<br />
nedenle de Defne’nin bebek sahibi<br />
olamamasında Kahraman’ın<br />
rolünü görmezden gelerek gelinini<br />
acımasızca iğnelemektedir. Kıymet<br />
Hanım’ın gerek çocuklarına karşı<br />
üstü kapalı ya da direk ayrımcı<br />
tavrı. Gerek dayatmacı ve erkek<br />
torun uğruna herkese yalan<br />
söylemeyi göze alan bencilliği,<br />
gerekse de özelikle annesinin<br />
rahatsızlandığı anlarda Elif’e<br />
gösterdiği kuralcı duruşu iyilikle<br />
kutsanmış anneliğe ilişkin soru<br />
işaretlerini bir kez daha akıllara<br />
getiriyor.<br />
Bu noktada anne olmayı ve<br />
Kahraman’ı kaybetmemeyi isteyen<br />
Defne’nin Kıymet Hanım’la yaptığı<br />
işbirliği ise geçmişten günümüze<br />
duyulma/görülme sıklığı azalan<br />
ancak hala var olan erkek evlat<br />
için terk edilen, suçlanan ve/veya<br />
kumalığı kabul etmeye zorlanan<br />
kadınlara ilişkin hikâyelere olan<br />
benzerliği, modernize edilmiş<br />
haliyle çokta yabancı olmadığımız
ir durum maalesef. Normal şartlarda Kahraman<br />
gibi çocuk sahibi olamayacaklarını kabul<br />
edebilecekken baskı altında kalan Defne’nin,<br />
uğradığı psikolojik şiddetle kabul ettiği aslında<br />
sistem karşısında gönüllü/çağdaş kulluktur.<br />
Defne’nin kendi ayakları üzerinde durabilen<br />
bir kadın olmasına rağmen sahip olduklarını<br />
kaybetmemek için her şeyi yapacağının en<br />
güzel göstergesi bebeğin biyolojik annesinin<br />
Elif olduğunu öğrenmesi üzerine hem Kıymet<br />
Hanım’dan intikam almak, hem de Kahraman<br />
ile evliliklerinde tehlike yaratmaya<br />
başlayacak Elif’i ve bebeği<br />
hayatlarından çıkartmak için Elif’e<br />
bebeği düşürmesine neden olan<br />
karışımı içirdiğinde parmağında<br />
olan ve kendisine hamile olduğu<br />
için verilen aile yadigârı yüzüktür. Aslında<br />
dizinin ilk bölümünden (Elif’in Kahraman’a<br />
hayran bakışları) itibaren atılan tohumlar ilerleyen<br />
süreçte Kahraman ve Elif arasında yaşanacak<br />
olan ‘imkânsız’ aşkın işaretlerini taşıyor. Diğer bir<br />
ifade ile bu noktada Defne, kıskançlıklarında haklı<br />
çıkacak gözüküyor. Sosyal medyada yapılan yorumlarda<br />
da görüldüğü üzere Defne’nin boğucu<br />
kıskançlığı, saldırgan tavrı ve acımasızlığı<br />
Kahraman’ın masum, naif Elif’e âşık olmasını<br />
izleyici gözünde de meşrulaştıracak. Hatta<br />
muhtemelen bir süre sonra Kıymet Hanım’da bu<br />
konuda saf değiştirecek. Sular ısındıkça ısınacak,<br />
işler arap saçına dönecek. Yalnız bu noktada<br />
anlaşılmaz olan ideal bir aşk evliliği yaşayan<br />
Kahraman’ın dizinin en başından itibaren, yani<br />
daha Defne ile sorunlar yaşamaya başlamadan<br />
önce Elif’ten etkilendiğine dair çıkarımlara neden<br />
olacak sahneler. Bu durum çok eşliliğe yatkınlığa<br />
bir göstergemi yoksa ben mi önyargılıyım bilemedim.<br />
Aile Hikâyelerinin Kaçınılmaz Çatışması Habil-<br />
Kabil Göndermesi<br />
Birçok aile film ve dizisinde olduğu üzere bu<br />
dizide de birbirinden farklı karakter ve zihniyete<br />
sahip iki erkek kardeş yer alıyor ve aralarındaki<br />
çatışma dizinin tansiyonunu yükseltmede iş<br />
görüyor. Erkek egemen değerlerin hâkim olduğu<br />
ailede kız evlat Meryem ise etkisiz durumda.<br />
Şirketin yönetiminde iki erkek kardeş söz sahibi<br />
ancak Kahraman’ın ailenin kahramanı olabilmesi<br />
içinde kaçınılmaz olarak Kabil rolü Yakup’a<br />
kalıyor. Babasını gizli işlerini, sırlarını ortaya dökmekle<br />
tehdit eden Yakup yönetime ortak oluyor<br />
ve kardeşler arasında gerginlik gün yüzüne<br />
çıkıyor. Bu çatışma kardeşlerin eşleri arasında<br />
da gizli bir rekabete neden oluyor. Özellikle<br />
Yakup’un eşi gözde gelin olma yolunda sürekli<br />
bir çaba ve kıskançlık içerisinde. Buda sırların<br />
gizli kalmasını ve suların durulmasını zorlaştıran<br />
bir başka etken.
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
n Yaprak Dökümü ile kitlelerce tanınan, İntikam<br />
ile izleyiciye ters köşe yapan Seda Demir,<br />
Beyaz Karanfil ile ekranlarda. Seda Demir<br />
ile gerçekleştirdiğimiz keyifli söyleşi Cine<br />
Dergi’de:<br />
Şunu önermeye katılır mısın: “Ekrandaki tüm<br />
diziler birbirinin aynı.” Sence ekranda fark<br />
yaratmak için ne tür riskler alınmalı?<br />
Fark yaratmak için<br />
öncelikli olarak kısa<br />
sürede kar elde etme<br />
amacının güdülmemesi<br />
gerekiyor bence. Bir<br />
iş tutunca onun reyting<br />
payından yararlanabilmek<br />
için<br />
benzer ama daha<br />
renklendirilmiş türevlerini<br />
görüyoruz mecburen.<br />
Bu da yeni projelerin<br />
üretiminin önünü<br />
kesiyor. Bana göre yeni<br />
fikirlerin ortaya çıkması<br />
için güven ortamının<br />
sağlanması gerekiyor<br />
sadece.<br />
Bu sorunda<br />
sorumluluğu kime<br />
yüklemek gerekiyor sence, Tv’ye basit işler<br />
yapılıyor çünkü izleyici bunu seviyor diyerek<br />
izleyici hedef gösteriliyor. Bu konuda ne<br />
düşünüyorsun?<br />
Bence izleyicinin bir suçu yok. Daha ileriye gitmek<br />
için ,dizi sektörünün gelişimini sağlamak<br />
için her işin basit olmasındansa, her işin biraz<br />
daha kaliteli olmasını tercih etmek gerekir<br />
ki; izleyen de kaliteli yapımların içinden<br />
izleyebileceği işi, seçsin :) biraz sanki kolaya<br />
kaçılıyor.<br />
Sence bir dizinin tutması için gerekli olan ne?<br />
Mesela Beyaz Karanfil’in şansı nedir?<br />
En yüksekte çalışan ile en alt kısımda çalışan<br />
arkadaşlarla birlikte herkesin benimsediği bir<br />
proje olması gerekiyor. Çalışan herkesin işi<br />
sevmesi ve görevini içten gelerek yapması lazım<br />
bence. Bunun da yolu o setteki insanlara ayrım<br />
yapılmaksızın değer veriliyor olmasından geçiyor<br />
çünkü işin sıcaklığı ekrana mutlaka yansır ve<br />
izleyiciyi içine çeker. Bu anlamda Beyaz Karanfil<br />
benim için bunların tamamını yakalamış bir iş.<br />
Herkes işini severek yapıyor. Sette huzur ortamı<br />
hakim . Oyuncular olarak işimize son derece<br />
profesyonel yaklaşıyoruz. Oyuncu kadrosu ve<br />
hikaye olarak son derece zenginiz bence Beyaz<br />
Karanfil’in şansı yüksek!<br />
Neden Beyaz Karanfil’de oynamayı kabul ettin?<br />
Karakter sana ne vadetti?<br />
Senaryosu çok kuvvetliydi. Diyaloglar sıcak gerçekçi<br />
ve zengin. Benim önceliğim tek düze ve<br />
benzer karakterleri oynamamaktır. Beyaz Karanfilde<br />
de bunu yakaladığımı düşünüyorum. Kendi<br />
içinde sürprizleri olan bir karakter oynuyorum.<br />
Yaprak Dökümü, İntikam ve Beyaz Karanfil…<br />
Şimdiye dek oynadığın roller birbirinden çok<br />
farklıydı hal böyleyken “güzel kadın” olarak
anılmayı haksızlık olarak görür müsün?<br />
Hem güzel hem de iyi bir oyuncu olarak<br />
anılmak daha iyi olabilir tabi. Güzel kadın iyi<br />
oynamaz ya da iyi oyuncu güzel ve çekici<br />
değildir gibi düz tanımlamaları yapamıyorum<br />
ben.<br />
Kendi yaşamının bir senaryo olduğunu<br />
düşünsen, şimdi o senaryonun neresindesin?<br />
Bence baş karakterin kendisini yeni yeni<br />
bulduğu ve olayların yeni gelişmeye başladığı<br />
bölümdeyim. Okuyucu, kızın kim olduğunu<br />
anladı ama film bakalım neler getirecek<br />
kızımızın başına:) Hangi türde yazacağıma<br />
karar vermem gerekiyor buradan sonrası için<br />
:)<br />
Peki bu senaryoyu izleyen biri olsan, bir izleyici<br />
olarak “Seda” hakkında ne düşünürdün?<br />
Yani gereksiz kendisine eziyet eden,<br />
idealist,iyilik felsefesini benimsemiş,ç ılgın,<br />
deli dolu bir kız; ,enerjisi yüksek, bazen çok<br />
akıllı bazen çok saf bir ama kızarsa eyvah<br />
eyvah:). Bu da başına gelecek olaylara gebe<br />
olmasını sağlıyor tabi…<br />
HAYDİ KISA KISA CEVAPLAYALIM<br />
Gecenin bir yarısı telefonun çalsa arayan kimdir?<br />
Reji koordinasyon :)<br />
Gerçekleşen en büyük dileğin neydi?<br />
Yani kendimi bildim bileli bir tane<br />
dileğim oldu. Hala da dilemekteyim .Daha<br />
gerçekleşmedi<br />
Asla giymem dediğin bir şey var mı?<br />
Nerede giydiğime bağlı değişir.<br />
Neler dinlersin, neler okursun?<br />
Bu aralar keşfedemediğim grupların<br />
arayışındayım. Yeni bir çok türe dalmış<br />
bulunmaktayım. Okuma olarak romandan<br />
uzaklaştım daha teknik bilgilerle ilgileniyorum<br />
bu aralar. Sinema ve senaryo üzerine<br />
çalışmaktayım<br />
Seda Demir’i insanların tek kelime ile<br />
tanımlaması gerekse onlardan hangi sıfatı<br />
duymak istersin?<br />
Değişik:)<br />
Sen kendini tek kelime ile nasıl tanımlarsın?<br />
Tek kelime olmaz, olağanüstü güçlerini<br />
kaybetmiş süper kahraman olabilir:)
n Aşkın ömrü kaç yıldır, evlilik aşkı öldürür mü,<br />
diriltmenin çaresi var mıdır, biten ilişkinin suçlusu<br />
kimdir, gecelik kaçamaklar aldatma mıdır, aldatma<br />
affedilebilir mi, çiftleri bir arada tutan nedir gibi<br />
sorular Neil ve Grace’in bol aşk çıkmazlı izleği<br />
üzerinden anlatılır. İlginç olan aldatanın kadın ve<br />
kendisini suçlu hissedenin erkek olmasıdır.<br />
Satisfaction dizisinin kahramanı Grace Truman<br />
evli, çocuklu ve mutlu olmasına karşın eskort<br />
genç bir erkekle ilişki yaşar. İş hayatı yoğun,<br />
başarılı ve yakışıklı kocası Neil Truman erken<br />
döndüğü iş seyahatinden sonra karısını yatakta<br />
yakalar ancak durumu açık etmez ve takibe başlar.<br />
Araştırdıkça karısının sevgilisinin aslında parayla<br />
seks yapan bir genç olduğunu öğrenir. Grace’e<br />
ve 16 yaşındaki kızı Anika’ya çaktırmadan<br />
yaşamının, evliliğinin ve kendisinin eksiklerinin<br />
ne olduğunu anlamaya çalışır. Zaten çoktandır<br />
anlamsız bulduğu yaşamı artık karısının kendisinde<br />
bulamadığını başkasında aramasıyla<br />
büyük bir boşluğa düşer. Neil tükenen aşkları<br />
ve biten romantizmi yeniden alevlendirmek<br />
için bambaşka bir hayata savrulur ve yeni<br />
yaşamında kadın erkek ilişkilerine ve kendine<br />
dair pek çok şeyle yüzleşir. Takibin getirdiği<br />
olaylar zincirlemesi Neil’i, Grace’in eskort sevgilisinin<br />
hayatını önüne sunar ve bir ilişkinin<br />
neden, nasıl ve nerelerde tükendiğini sorgulamak<br />
için eskort olarak çalışmaya başlar. Kendisine<br />
birkaç saatlik tatmin satın alan kadınların
ne istediğini öğrenmeye çalıştıkça sert ve kabullenmesi<br />
güç gerçekleriyle karşılaşır.<br />
Kahramanının kadın olarak arzuyu üreten,<br />
arzularının peşinden koşan ve eksik doyumuna<br />
çare arayan bir karakter olması ve erkeğin kadını<br />
nesneleşmiş mülklerinden biri gibi görmeyerek<br />
kaybetme korkusuna düşmesi çok fazlaca işlenen<br />
bir konu değildir. Bu yüzden temsili özgür kadının<br />
bilinçli olarak yani tuzağa filan düşürüldüğü için<br />
değil, bile isteye bedensel ve ruhsal doyumun<br />
peşinde yalanlar söylemesi farklı ve az rastlanır<br />
bir durumdur. Çünkü ana akım işlerde bu türden<br />
aksiyonlar aldatma olarak tanımlanır ve aldatma<br />
eylemini yapan kadın da anlatının kötü karakteridir.<br />
Oysa Satisfaction’da Grace’i anlamaya<br />
davet eden bir üslup söz konusudur. Tüketim<br />
toplumunda sahip olunan statü ve materyallerin<br />
gerçek bir doyum sağlamadığı ilk bölümden<br />
itibaren tüm karakterlerin arayışları üzerinden<br />
yeniden gündeme oturur.<br />
Elde ettiklerini birlikte tüketecek zamanı ve ruhu<br />
kaybeden çift aldatma sonrası rutinden çıkmaya<br />
çalışırlar. Daha doğrusu karısının bir eskortta ne<br />
aradığını bulmak için tabakalaşmanın dayattığı<br />
zevkler ve monotonluktan evliliğini sıyırmaya<br />
çalışan Neil giderek tuhaflaşır, yakınlaşmak<br />
isterken yabancılaşır. Yabancılaşmaya neden<br />
olan aldatma artık çift taraflı ve düzenli bir<br />
trafiğe oturur. Çıkmaz büyür, arzular giderek<br />
doyumsuzlaşır, evliliklerine heyecan ve din-
dinamizm gelse de fertler yalanlar<br />
çıkmazında iyice birbirlerine benzerler.<br />
Freud ‘arzuyu üreten, nesnenin<br />
yarattığı hayal kırıklığıdır’ der.<br />
Buna göre zaten tam olmayan ve<br />
aradıklarını birbirinde bulamayan ya<br />
da kaybeden çiftin aldatılma sonrası<br />
hayal kırıklığı artar, hatta depreşir.<br />
Yine de Grace ve Neil ayrılmayı<br />
düşünemeyecek kadar karşılıklı<br />
bir sevgi içindedir ancak Grace’in<br />
yaşadığı ve yaşattığı hayal kırıklığı<br />
ihtiyaç duyulan doyumun eksikliğini<br />
büyütür, geliştirir, pekiştirir.<br />
Çift artık başkalarıyla cinsellik<br />
yaşamama kararı alsa da bedensel<br />
hazların tatminini aldatma gibi<br />
görmemeye de başlar. Ne de olsa<br />
günümüzde beden doğallığından<br />
sıyrılmış, üzerinde oynanan, çalışılan<br />
veya işlenebilen geliştirilebilir,<br />
değiştirilebilir mekanizmalar gibi<br />
değerlendirilmektedir. Grace biricik<br />
ömrünün farkında bir kadındır,<br />
biyolojik varlığının sesini duyar ve<br />
nesneleşmiş bedenine hizmet etmeye<br />
çalışır. Artık kendi doyumsuzluğunun<br />
içinde bunalan bedeninin nesnesi<br />
haline gelmiştir. Toplumun kabul<br />
ettiği formda uygun kalıplarda mutlu<br />
yuvasını korumaya çalışırken gizli<br />
gizli eskortuyla ilişkiye girmeye de<br />
devam eder. Disipline edici toplumsal<br />
kuralların işleyişine uygun hareket<br />
etmede sorun yaşamaz. Diğer yandan<br />
karısının aldatmaya devam ederken<br />
kendisini ve ailesini ihmal etmeyişi<br />
Neil’i büyük bir hayrete düşürür ve<br />
kurtulmaya çalıştığı yabancılaşmayı<br />
geliştirir.<br />
Birinci ağızdan Neil’in perspektifinden<br />
ilerleyen metin aslında huzursuz,<br />
obsesif, mükemmeliyetçi ve<br />
maceracı bir adamın evliliğinin iflas<br />
ettiğini bizzat gördüğü halde inkar<br />
edişini anlatıyor. İnkar sürecini haklı<br />
çıkartacak aksiyonlara girmesiyle<br />
evlilikleri ve ilişkileri yeni travmalarla<br />
tuhaflaşıyor. Uzakdoğu felsefesinden<br />
sekse uzanan arayışın en uzak<br />
sığınma noktası ise bahçesindeki<br />
havuz oluyor. Neil’in en dibe dalma<br />
takıntısı adeta anne karnına<br />
dönmeye çalışan çaresiz küçük<br />
erkek çocuğunun çıkış ve sığınma<br />
ihtiyacını sembolize ediyor.<br />
Satisfaction anlatının provoke eden<br />
dramatik yapısı nedeniyle kendisini<br />
fazlaca tekrar etse de sürükleyici<br />
ve seyircisini de evlilik kurumunun<br />
hapseden yapısına kilitli tutan<br />
güçlü ve güncel bir iştir denilebilir.<br />
Elbette bu coğrafyada Satisfaction<br />
gibi bir dizi ya da hafiften benzeri<br />
dahi söz konusu olmaz. Ne de<br />
olsa daha bu sezonun en iddialı<br />
yapımlarından ‘Benim Adım Gültepe’<br />
dizisinin kadın kahramanı evli<br />
olduğu halde yasak aşka düşünce<br />
ortalık karışmıştı. Kadın hemen<br />
sonraki bölümlerde öldüresiye<br />
dövüldü, sövüldü, dışlandı ve yetmeyince<br />
sevgilisini öldürdü ancak<br />
yine de affedilmedi ve dizi yayından<br />
kalktı. Dolayısıyla Satisfaction bizim<br />
için tüm bilim-kurgu uzay filmlerinden<br />
daha yabancı, iğreti edici<br />
ve kabullenemez bir dizidir. Kaldı<br />
ki son alınan bilgilere göre zaten<br />
kadın erkek eşit değildir ve kadının<br />
fıtratında annelikten ötesi yoktur.<br />
Oysa Satisfaction bir metin olarak<br />
aldatma eylemiyle başlayan kendini<br />
tanıma, arama ve adeta hasta<br />
ruhlarının tahlil ve tedavi sürecini<br />
anlatıyor. Yani kötü, yanlış, yasak<br />
ve ayıplı bir eylem doğruya giden<br />
kapıyı zorlayan bir yol haritası<br />
sunuyor. Tam bir aydınlanma ve<br />
temizlik için önce biraz karanlık ve<br />
kir gerekiyor galiba ve belki de en<br />
masum duygu ve düşünceler kirli<br />
ilan edilen bölgelerde yaşanıyor.
İlk hedefiniz meşhur olmak olmamalı, öncelikle oyunculuğun<br />
tadını çıkartmalısınız, keyfini almalısınız, onu yapmayı çok<br />
istemelisiniz ve onun için çok çalışmalısınız…<br />
NERGİZ KARADAŞ<br />
n Yayın hayatına Kanal D’de başlayan,<br />
şimdilerde ise Star TV ekranlarında cumartesi<br />
akşamları izleyici ile buluşan sevilen<br />
dizi Urfalıyam Ezelden’in fedakâr Cemal’i<br />
Bülent İnal ile sizler için keyifli bir sohbet<br />
gerçekleştirdik. Umarız sizlerde okurken keyif<br />
alırsınız.<br />
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi<br />
Tiyatro Bölümü Oyunculuk Ana Sanat<br />
Dalından mezun oldunuz. Oyunculuk okuma<br />
kararınızda ne belirleyici oldu?<br />
Liseden sonra İzmir Bornova’da tiyatro kursları<br />
başladı diye bir afiş gördüm. Tamamen tesadüf.<br />
Bir arkadaşımla yürüyorduk, çokta canımız<br />
sıkılıyordu, yapacak bir şeyimizde yoktu. O<br />
kurslara başladım ve üç yıl kadar sürdü o kurs.<br />
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesini kazanmama<br />
ve orda bir yıl okumama rağmen oyunculuk<br />
daha ağır bastı, bu mesleği yapmaya karar<br />
verdim. Ondan sonra Dokuz Eylül Üniversitesi<br />
Güzel Sanatlar Fakültesi’nin tiyatro bölümüne<br />
girdim. Böyle bir serüven oldu.<br />
Sonrasında süreç nasıl gelişti? İstanbul’la<br />
gelişiniz nasıl oldu?<br />
Aslında bizim İstanbul’a gelmek gibi bir niyetimiz<br />
yoktu. İzmir şehir tiyatroları kuruluyordu<br />
o yıllarda. Hazırlıklar vardı, çalışmalar<br />
yapıldı. Bizde o ekibin genç kadrosu olacaktık.<br />
Aslında İstanbul’daki karmaşanın içine gelmek<br />
istemedik. Herkes İstanbul’a gidiyordu. Biz<br />
İzmir’de kalıp şehir tiyatrosunu olgunlaştıralım,<br />
geliştirelim gibi bir fikrin peşindeydik. Fakat<br />
belediyenin şartları çok olumlu olmadı. Bir yıla<br />
yakın hazırlık sürecine rağmen belediye kaynak<br />
bulamadığı için şehir tiyatrosu kurulamadı. Bizimde<br />
bunun dışında İzmir’de yapacak çok bir<br />
şeyimiz yoktu. İstanbul’da Devlet Tiyatrosunda<br />
bir oyun başlıyordu ve İzmir’de hocamız olan<br />
Devlet Tiyatrosu sanatçısı Mahmut Gökgöz bizi<br />
davet etti. Yücel Erten’nin yönettiği bir oyunda<br />
İstanbul serüvenimiz başladı. Çok isteyerek gelmedim<br />
fakat hayat başka türlü gelişti İstanbul’da.<br />
Buradan bakınca küçük şehirlerde, taşrada<br />
yaşayıp oyuncu olma hayali olanlara oyuncu<br />
olma, tutunma ya da doğru yolda ilerleme<br />
noktasında ne önerirsiniz?<br />
Biz ne söylersek söyleyelim hem şans çok<br />
önemli bir faktör, hem sizin yaptıklarınız, doğru<br />
zamanda doğru yerde olmak. Yani birçok unsur<br />
var bunları bir araya getiren. Bazen çok<br />
iyi bir oyuncu olabilirsiniz ama o anda doğru<br />
zamanda doğru yerde değilsinizdir ve sizin<br />
farkınızda olamayabilirler. Ama en önemlisi<br />
tabii ki oyunculuğu gerçekten sevmek ve yapmak<br />
istemek. Birincisi oyunculuğun tadını<br />
çıkartmak, keyfini almak. İlk hedefiniz meşhur<br />
olmak olmamalı, öncelikle oyunculuğun<br />
tadını çıkartmalısınız, keyfini almalısınız,<br />
onu yapmayı çok istemelisiniz ve onun için<br />
çok çalışmalısınız. Zaten sizin yaptığınız<br />
şeyleri muhakkak bir gören, fark eden ve<br />
değerlendirmek isteyen olabilir. Size verilen<br />
şansları da iyi değerlendirmelisiniz. Ama şuan<br />
benim gördüğüm en büyük sıkıntı herkes hemen<br />
meşhur olmak istiyor. Tekrar söylüyorum<br />
öncelikle bence mesleğin keyfini çıkartmayı
deneseler çok daha iyi<br />
olur, oyunculuğu anlayıp<br />
hayatın her alanına<br />
yayarak yaşamaya<br />
çalışmak gerek.<br />
Tiyatro, sinema ve dizi<br />
oyunculuğu noktasında<br />
özel bir tercihiniz var mı?<br />
Dizi oyunculuğu toplumun bir kesiminde<br />
makbul görülmüyor. Bu konuda<br />
ne düşünüyorsunuz?<br />
Tabi herkesin fikrine saygı duyuyoruz,<br />
yapacak bir şey yok. Ama bu<br />
bizim mesleğimiz. Biz dizi oyunculuğu<br />
yaparken çok aşağılık bir şey<br />
yapmıyoruz. Oyunculuk yapıyoruz<br />
ve mümkün olduğu kadar da ahlaklı<br />
ve temiz yapmaya çalışıyoruz. Şuan<br />
sektörün çok büyük bir bölümü en<br />
azından ekmeğini buradan kazanıyor.<br />
Gönül ister ki bizde yılda bir sinema<br />
filmi çekelim. Ama böyle bir sektör,<br />
böyle bir gerçek yok. Şuan Türkiye’nin<br />
bu konuda ki en büyük gerçeği televizyon<br />
ve televizyon dizileri. Bu bir<br />
tercihtir aslında. Siz sinemayı da tercih<br />
edebilirsiniz, o yolda da ilerlemek<br />
isteyebilirsiniz. Sadece tiyatroyu<br />
tercih edip oradan da devam edebilirsiniz.<br />
Ama bazıları hepsini birden<br />
yapıyor. Bu noktada belirleyici olan<br />
vaktiniz neye kalıyor, neyi tercih<br />
ediyorsunuz. Benim hayatım öyle<br />
gelişti. Tiyatro diye yola çıktım şuan<br />
televizyonda daha çok vakit geçiriyorum.<br />
İyi senaryolar, iyi yönetmenler<br />
beni çağırdığında<br />
kaçırmıyorum. Bir<br />
sinema filminde oynamaktan<br />
keyifte
alıyorum. İlk yıllarda tiyatro yapmayı çok istesem<br />
de uzun süre sahnede olmayınca şimdi bir<br />
korku var tabi yapabilir miyim, becerebilir miyim<br />
korkusu. Biraz onu atlatıp tiyatroda yapmak<br />
istiyorum. Bu noktada kimin ne dediği çok umurumda<br />
olmuyor açıkçası, benim ne hissettiğim<br />
önemli. Ben yaptığım işi seviyorum, keyif<br />
alıyorum. Keyif almadığım bir şeyin içerisinde<br />
bulunmuyorum.<br />
Biz sizi Ihlamurlar Altında dizisi ile tanıdık. Bu<br />
dizi sizin kariyerinizde nerede duruyor? Bunun<br />
dışında oyunculuk kariyerinize damgasını vuran<br />
projeler neler?<br />
Şimdi tabi Ihlamurlar Altında’dan önce ATV’ye<br />
yaptığımız Kurşun Yarası vardı. Ama geniş<br />
kitlelerin tanıması Ihlamurlar Altında ile oldu.<br />
Hayatımda önemli bir proje. Ben hem karakteri<br />
çok severek oynuyordum hem de o dizi<br />
içerisinde bulunmaktan çok keyif alıyordum.<br />
Bir kere çok doğru kurulmuş, çok doğru<br />
yazılmış sektör açısından da ilk değilse bile<br />
bazı açılardan ilkleri başarmış bir projedir.<br />
Daha sonra onun taklitleri ya da uzantıları<br />
yapılmaya çalışıldı ama müziğiyle, senaryosuyla,<br />
oyuncularıyla, rejisiyle benim için çok<br />
özel bir projeydi. Hem tanınmamı sağladı, hem<br />
de diğer işlere bakış açımda bana yol gösterici<br />
oldu. Ondan sonra Karayılan gibi, Bu Kalp Seni<br />
Unutur mu? gibi, Tatar Ramazan gibi yapmaktan<br />
çok keyif aldığım işlerin peşinde koştum.<br />
Biraz farklı farklı işler yapmaya çalıştım. Çok<br />
başarılı oldu ya da olmadı tartışılır ama ben çok<br />
keyif aldım. Şimdi de Urfalıyam Ezel’den benim<br />
kendi oluşturduğum bir hikâyeydi. Hem yazılan<br />
karakterler, hem bu ekibinin içerisinde olmak,<br />
o karakterlerle birlikte oynamak beni çok mutlu<br />
ediyor.<br />
Farklı projelerde yer alan biri olarak ileride<br />
yönetmenlik koltuğunda karşımıza çıkar<br />
mısınız?<br />
Açıkçası zaman ne gösterir bilmiyorum<br />
ama yönetmenlik kısmı, özellikle de dizi<br />
yönetmenliği oldukça zor bir iş, beni yoran bir<br />
iş olur ve dolayısıyla yapmak istemem. Ben<br />
biraz şartlardan dolayı da haftanın yedi gününü<br />
sadece bir proje için gece-gündüz geçirmek istemem.<br />
Hayatımı, ailemi ve çevremi çok önemsiyorum<br />
dolayısıyla sadece iş değil, onlara vakit<br />
ayırarak hayatımda daha doğru ilerleyeceğimi<br />
düşünüyorum. Yani dizi yapmam ama sinemada<br />
ne çıkar karşıma onu şuan bilmiyorum.<br />
Ama ben hikâye yönetmeyi, yazma kısmını daha<br />
çok sevdiğimi fark ettim. Urfalıyam Ezelden’in<br />
hikâyesini Sinan Tuzcu ile beraber oluşturduk.<br />
Bu kısmı bana daha keyifli geliyor. Hem oynayıp<br />
hem farklı hikâyelerde yeni şeyler söylemeye<br />
çalışacağım.<br />
Yakın zamanda Derviş Zaim’in yönetmenliğini<br />
yaptığı Balık adlı filmde oynadınız. Bizlere sizin<br />
rolü kabul etme süreç ve nedenlerinizden bahseder<br />
misiniz?<br />
Derviş Zaim çok sevdiğim bir yönetmendir.<br />
Arkadaş olarak da çok severim, yönetmen olarak<br />
da. Senaryosunun matematiğini çok doğru bulurum.<br />
Çok yalın ve güzel bir dili vardır. Yarattığı
karakterler, hikâye sizi içine alır. Bu projeyi de<br />
okuduğum zaman ben bu karakteri oynamak,<br />
bu hikâyenin içerisinde olmak istiyorum dedim.<br />
Yani en önemli sebep Derviş Zaim olması<br />
ve senaryonun her anlamda beni tatmin etmesi.<br />
Urfalıyam Ezelden fikri nasıl ortaya çıktı? Urfa<br />
doğumlu olmanız etkili mi mesela?<br />
Benim sıra gecesi ailesi ve onların İstanbul’da<br />
tutunma hikâyesine dair bir fikrim vardı. Urfalı<br />
olmamın da tabi bunda etkisi var. Bu hikâyenin<br />
çok işlenmediğini biliyordum. Buradan da<br />
seyircinin seveceği güzel bir hikâye çıkacağını<br />
düşünüyordum. Birazda kendi doğduğum,<br />
yaşadığım yerler ve ailemizde şuanda<br />
yaşamayan insanlara bir vefa duygusundan<br />
yola çıkarak böyle bir proje fikrim vardı. Sinan<br />
Tuzcu ile 1,5 yıldır aynı sokakta oturmamıza<br />
rağmen pek görüşemiyorduk. Bir akşam biz<br />
1,5 yıldır aynı sokakta oturuyoruz. Neden<br />
görüşemiyoruz, dışarı çıkalım dediğimiz akşam<br />
Urfalıyam Ezelden ortaya çıktı. Biraz kısmet, şans<br />
diyebilirim. Çünkü Sinan senaryo yazmaya karar<br />
verdiğini söyledi. Bende böyle bir fikrim olduğunu<br />
söyledim. Birazda beni gaza getirerek gel bunu<br />
yapalım dedi ve bu hikâyeyi yazmaya başladık.<br />
Kısa sürede Faruk Bey (Turgut) sağ olsun bu projeyi<br />
yapmak istedi ve 3 ay içinde kendimizi sette<br />
bulduk. Şuan projenin senaryo grubuna ben dâhil<br />
değilim. Sinan o ekibin başında ve dört kişilik bir<br />
ekiple yazıyorlar. Şuanda sekizinci bölümü çekiyoruz.<br />
Bir hayalle başladı, böyle gerçekleşti. Bizim<br />
ilk işimiz bizde birçok şeyi öğreniyoruz. Yazmanın<br />
özelliklede 120-130 dakikalık bölümler yazmanın<br />
ne kadar zor olduğunu yeni yeni öğreniyoruz.<br />
Biraz yalpalıyoruz bazen ama ilk işimiz olmasına<br />
rağmen hem sektör hem izleyici anlamında iyi bir<br />
iş olduğunu düşünüyorum. Bu her ne kadar reytinglere<br />
yansımasa da biz ilk işimiz olması sebebiyle<br />
kendi adımıza çıkan sonuçtan memnunuz.<br />
Yeri gelmişken Türkiye’deki reyting olayına<br />
bakışınızı sormak istiyorum. Urfalıyam Ezelden’in<br />
reytingleri neden düşük?<br />
Ben sürekli sokakta olan bir oyuncu olarak şöyle<br />
bakıyorum; bu güne kadar yaptığımız birçok iş<br />
oldu. Ihlamurlar Altında döneminde ben sokağa<br />
çıktığımda ne tepki alıyorsam, bu diziyle de şuan<br />
sokakta aynı tepkiyi alıyorum. Ama o zaman 15<br />
reytingle birinci olurken şimdi 3-5 reyting arasında<br />
dolaşıp duruyoruz. Bunun sebebini bilemiyoruz.<br />
Tabi bilsekte çok dillendiremiyoruz sektör<br />
olarak. Bu reyting sistemiyle sürekli oynandıkça<br />
ve ne olduğunu bilmedikçe böyle sonuçlarla<br />
karşılaşıyoruz. Bir sistem var, hepimiz onun içerisine<br />
dâhil oluyoruz. Sektör çok beğense de, insanlar<br />
çok beğense de bazen o diziler iyi sonuç alamayabiliyorlar.<br />
Biz beş bölüm yayınlanmamıza ve<br />
dereceye girmemize rağmen sanki tutmamışız gibi<br />
bir algı oluştu. Ama öyle bir şey yok. Yani bu sene<br />
girip tutan ve şuana kadar devam eden bir iki işten<br />
biriyiz aslında. Fakat bilmiyorum belki yayınlandığı<br />
kanalın sistemine uymadı bizim dizi ya da maliyetleri.<br />
Kanal D ile yollarımızı ayırdık ama Star TV’de<br />
devam ediyoruz. Onlar haberi duyunca projeyi çok<br />
beğendiklerini ve almak istediklerini söylediler.
Bizde çok memnun olduk. Şimdi yolumuza<br />
oradan aynı keyifle işimizi yaparak devam<br />
ediyoruz. Seyircinin de çok beğendiğini<br />
düşünüyorum. Cumartesi günü yine çok zor<br />
bir gün. Artık her gün çok zor. Çok proje var<br />
ve sizin o aradan sıyrılıp yukarılara çıkmanız<br />
biraz zaman alıyor. Bu nedenle her işe zaman<br />
tanımak ve yardımcı olmak gerekiyor<br />
diye düşünüyorum. Bizde bunu başaracağız<br />
inşallah. Herkes<br />
birinci olmak istiyor<br />
ama maalesef her<br />
günün bir tane birincisi<br />
oluyor. Bizde<br />
onun için uğraşıyoruz,<br />
çalışıyoruz. Ama şuan<br />
herkesin tabi olduğu<br />
sistem bu. Nasıl<br />
işliyor, nasıl gidiyor<br />
onu da çok bilmiyoruz.<br />
Televizyoncular,<br />
reklamcılar, o sistemi<br />
işletenler biliyorlar.<br />
Sektörün kanayan<br />
yarası bu şuan. Bir<br />
hafta birinci olan bir<br />
dahaki hafta olamıyor<br />
beşinci oluyor, sonra<br />
tekrar birinci oluyor.<br />
Eskisi gibi sabit bir<br />
durum yok. Çok git<br />
gelli bir reyting sistemi<br />
var ve herkes aslında<br />
o sistemi çözmeye<br />
çalışıyor.<br />
Dizide ekibin enerjisi<br />
çok yüksek bence.<br />
Normalde dram özellikleri taşımasına rağmen<br />
çoğu noktada izleyiciyi keyiflendirende bir dizi.<br />
Konu nereye gidiyor, dizinin enerjisi de bu kadar<br />
yüksek devam edecek mi?<br />
Devam ettirmek için uğraşıyoruz. Sıra gecesinin<br />
bir özelliği vardır. Sizi bir gazelle ağlatır, sonra<br />
neşeli bir türkü ile oynatır. Bizde sıra gecesinin<br />
bu özelliğini diziye yansıtmayı düşündük. Yani<br />
dizi sizi on dakika eğlendirip, keyiflendirip<br />
sonra birden ağlatabiliyor. Böyle bir gücü, enerjisi<br />
var dizinin. Benimde en sevdiğim yanı bu.<br />
Zaten kurduğumuz ailede biraz öyle. İşleri neşeli<br />
olan ama hayatları o kadarda neşeli olmayan bir<br />
ailenin hikâyesi. Hem karakterler çok iyi oturdu.<br />
Senaryonun dili de çok lezzetli. Biz bir klişe<br />
anlatıyor gibi olsakta, klişeleri kullansak da onu<br />
lezzetli anlatmaya çabalıyoruz. Belki de seyirciye<br />
bu keyifli gelmiştir diye düşünüyorum.<br />
Dizinin kadrosu oldukça güçlü ve kalabalık bir<br />
ekip. Ekiple ilişkileriniz nasıl? Zor oluyor mu çok<br />
karakterli bir hikâye anlatmak?<br />
Bu dizide bir karakter<br />
diğerinden daha aşağıda<br />
ya da yukarıda değil. Bizim<br />
için önemli olan bu<br />
ailenin hikâyesi. O yüzden<br />
kalabalık ama hepsi başrol,<br />
hepsinin bir katkısı var.<br />
Biri olmadığı zaman bir<br />
tarafımız aksak kalıyor. O<br />
yüzden seyirci açısından da<br />
kıymetli ve önemli bir hikâye<br />
olduğunu düşünüyorum.<br />
Yani iki kişinin birbirine<br />
bakmasıyla, birbiriyle uzun<br />
uzun konuşmasıyla giden<br />
bir hikâye değil. Daha renkli,<br />
daha cazip, daha eğlenceli<br />
giden bir hikâye gibi geliyor,<br />
inşallah da böyle devam<br />
edecek. Ekibin enerjisi<br />
çok yüksek, sette en çok<br />
konuştuğumuz şey bir proje<br />
yaparsınız bol reyting alır<br />
birinci olursunuz ama bu<br />
kadar keyifli ve neşeli olamayabilirsiniz<br />
sette. Hem<br />
arkadaş ilişkileri çok güzel, hem senaryoyu alıp<br />
genel sahneleri okuduğumuzda aldığımız enerji,<br />
tat çok güzel ikisi beraber gidiyor. O yüzden çok<br />
keyifli ve önemli bir set bence. Sektör adına da<br />
bizim adımıza da. İnşallah böyle devam eder.<br />
Dizi dışında kesinleşmiş projeleriniz var mı?<br />
Şuan yok. Film teklifleri geldi ama şuan bu<br />
yoğunlukta, özellikle bu kış ayında mümkün<br />
değil. Ama inşallah yaza belki kendimizin<br />
yazacağı bir filmi yaparız diye projelerimiz var<br />
Sinan’la. Bakalım… İnşallah…
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
n Arka Sokaklar’ın son gözdesi Can Nergis ile<br />
dizilerden Tv dünyasına pek çok konuyu Cine<br />
Dergi için konuştuk. Can Nergis’i biraz daha<br />
yakından tanımak isterseniz buyurunuz:<br />
Onca dizi bir sezon bile ekranda kalamazken<br />
Arka Sokaklar uzun yıllardır bizlerle. Bunun<br />
nedenini neye bağlıyorsun?<br />
İlk önce temposu çok yüksek bir dizi. Tecrübeli<br />
ve iyi oyuncuları kadrosunda bulundurması<br />
diziyi izlenebilir ve keyifli hale getiriyor ama<br />
bence en önemli etken; senaryonun ve hikâyenin<br />
günümüzde yaşanan konulardan esinlenerek<br />
oluşturulması. Bu güncellik insanlarda<br />
bitmeyen bir ilgi oluşmasını sağlıyor.<br />
Ekranda başarı kriterin nedir? Mesela Arka Sokaklar<br />
pek çok açıdan kimi izleyiciler ve profesyonellerce<br />
eleştirilerden nasiplenen bir proje,<br />
sadece izlendiği için bir diziyi başarılı sayabilir<br />
miyiz?<br />
Tabii ki bir dizinin veya işin çok izlenmesi onun<br />
iyi olduğu anlamına gelmez. Estetik ve entelektüel<br />
açıdan her dizi acımasızca eleştirilebilir.<br />
Yapıcı olduğu sürece eleştiriler zaten bizim<br />
yakıtımız. Hem profesyonellerden hem de izleyicilerden<br />
gelen eleştirileri çok dikkate alıyor<br />
ve çalışmalarımı bu yönde geliştirmek için<br />
çaba sarf ediyorum ancak önemli olan bir konu<br />
da insanlara ulaşabilmek. Entrika, sansasyon<br />
veya tuhaf ilişkileri bayağı bir şekilde işleyerek<br />
değil de konu güncelliğini koruyarak, tempo<br />
sağlayarak bu ilgiyi yakalayabilmek zaten bir<br />
başarıdır. Dışarıya çıkıp baktığınızda kahvehanelerde,<br />
kuaförlerde, duraklarda hep Arka<br />
Sokaklar izleniyor. Bu kadar geniş kitleye sahip<br />
bir işte vereceğiniz en ufak mesaj çok büyük<br />
değişiklikler yaratabilir ki bu zaten en büyük<br />
başarıdır. Sosyal medyada yapılan geri dönüşler<br />
ve yorumları dikkatle takip ediyorum. Kendime<br />
gelince sanırım en büyük kriter annemin ve ananemin<br />
beğenmesi.<br />
Uzun süredir ekranda olan bir işe sonradan dâhil<br />
olmak zor olsa gerek. Setin ilk günü desem…<br />
Dokuz yıldır devam eden bir projeye dâhil olmak<br />
benim için ilk defa yaşanan bir durumdu<br />
fakat genel karakterim itibariyle kolay<br />
uyum sağlayabilen biri olduğum için<br />
çok fazla kaygılanmadım. Setin ilk günü<br />
ilk sahne benimdi. Başlamadan yönetmenimiz<br />
kısa bir konuşma yaptı. Bu<br />
sette başrol ve starın hepimiz olduğunu,<br />
egoları bulunmadığını anlattı. Çalışma<br />
arkadaşlarımın hepsi bana çok güzel<br />
yaklaştılar ve hep yardımcı oldular.<br />
Bir ayrımcılık ya da devrecilik durumu<br />
yaşamadım. Örnek aldığım oyuncularla<br />
birlikte çalışabildiğim için çok mutluyum.<br />
Oyuncu kadrosu değişse de Arka Sokaklar<br />
yoluna devam edebiliyor… Diziye<br />
gelen ve giden pek çok kişi oldu. Dizinin oyuncusu,<br />
ekibi vb. dışında artık kendi yoluna devam<br />
eden organik bir varlığı olduğundan söz edebilir<br />
miyiz?<br />
Az önce söylediğim gibi dizinin temposu ve<br />
güncel konulara değinmesi yüksek izlenme<br />
oranlarına sahip olmasını sağlıyor. Evet dizinin<br />
konsepti zaten yurtdışında da oturmuş polisiye.<br />
Arka Sokaklar kendi başına bir marka olmuş<br />
durumda.<br />
Modellik oyunculuk için bir basamak olarak<br />
görülüyor sanki senin için de öyle miydi?<br />
Modellik bir yolculuk, o seyahatin içinde kendini<br />
oyunculuğa yakın hissediyorsan ya da yer
aldığın projelerdeki referans ve tepkiler seni<br />
oyunculuğa doğru itiyorsa, zaten bir şekilde<br />
kendini orada buluyorsun ama bu her modelin<br />
ileride oyuncu olabileceği anlamına gelmez.<br />
Tamamen yaptığın işte algının açık olmasıyla<br />
ve başarınla ilgili. Benim Türkiye’de dizi sektöründe<br />
yer almaya başlamam yurtdışında yer<br />
aldığım dizi, sinema ve reklam projelerinin<br />
referansları ve 2011’de Tomris Giritlioğlu’nun<br />
aracılığıyla Avşar Film’in dönem dizisiyle oldu.<br />
Proje çok kaliteliydi ve 8 yıldır Türkiye’den<br />
uzaktaydım ailemle yeterince bir arada<br />
olamıyordum, bu şansı değerlendirip kabul ettim.<br />
Dünyanın pek çok ülkesinde yaşamak bir oyuncuya<br />
neler katar ve sormadan edemiyorum<br />
dünyayı gören bir adam neden geri döner?<br />
Ben işe modellikle başladım. 22 yaşından<br />
sonra 23 ülkede modellik, reklam oyunculuğu<br />
yaptım, birçok dizi ve sinema projesinde yer<br />
aldım. Bu sırada birkaç dil öğrenme fırsatım<br />
oldu. Moda ve sinema sektörünün kalbinin<br />
attığı yerlerde çok yakın arkadaşlıklar kurdum.<br />
Çok değerli insanlarla tanıştım. Gittiğim<br />
ülkelerin, özellikle Uzakdoğu’nun kültürünü<br />
yakından tanıma şansına sahip oldum. Farklı<br />
inançlar, farklı yaşamlar, hepsi insanın algı ve<br />
düşünce dünyasını temelden değiştirebiliyor.<br />
Ailemle daha fazla birlikte olmak, eski dostları<br />
görmek, doğduğun büyüdüğün sokaklarda<br />
dolaşmak gibisi yok. Gezdiğim ve yaşadığım<br />
o kadar ülke arasında bence Türkiye özellikle<br />
de İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden<br />
birisi. Sadece yaşamasını ve tüm nimetlerinden<br />
faydalanmasını bildikçe.<br />
Peki, Arka Sokaklar ’da neler oluyor? Can<br />
Nergis’in gelecek projeleri ve hedefleri nelerdir?<br />
Birkaç reklam teklifi geldi ama çekimler<br />
yoğun olduğu için 1-2 günden fazla zaman<br />
ayıramıyorum. Bu yaz bir sinema filmi projemiz<br />
var. Ardından gelecek bana uygun projeleri<br />
de değerlendireceğim. Arka Sokaklarda yer<br />
almasaydım ABD ye gidiyordum. Son 1 hafta<br />
kala bu projeyi kabul ettiğim için biletimi açığa<br />
aldım. Hedefe gelince, Los Angeles ’da daha<br />
önce çalıştığım yönetmen arkadaşlarımla çeşitli<br />
projeleri değerlendirmek istiyorum.
n Geçtiğimiz Ekim ayında 51.si düzenlenen<br />
Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali<br />
kuşkusuz ülkemizin en büyük ve köklü<br />
film festivali. Güzel Günler Göreceğiz’in büyük<br />
ödülü kazandığı 2011 yılından günümüze kadar<br />
olan dönemde ise festival sürekli birtakım<br />
tartışmaların odak noktasında oldu. En iyi film<br />
ödüllerinin tartışmalı kararlarla vasat filmlere<br />
gitmesi, bazı jüri başkanlarının niteliklerinin<br />
tartışmaya açılması, jürinin kararlarının<br />
sorgulanması, sinema yazarlarının yarışma filmlerinin<br />
kalitesizliğini dile getirmesi, bazı filmlerin<br />
neredeyse diskalifiye edilmesinin gündeme gelmesi,<br />
patlama yapan ilk film sayısının çoğunluğu,<br />
buna bağlı olarak bu filmlerin çoğunun niteliksiz<br />
oluşu, festivalde yarışmasına hayret edilecek<br />
bazı filmlerin ön jüriden nasıl geçtiğine akıl sır<br />
erdirilememesi, ön jürinin her türlü ısrarlara<br />
rağmen bir türlü açıklanmaması, siyasi ve politik<br />
tartışmaların hem festivale hem törene damga<br />
vurması ve son olarak bu yıl çok konuşulan<br />
sansür tartışmaları gibi birçok sorunla festival<br />
neredeyse her yıl olaylı geçer hale geldi. Dileriz<br />
ki, Türkiye’nin en büyük ve köklü festivali bundan<br />
sonraki yıllarda bu tür sorunların hiçbirine maruz<br />
kalmadan güçlü ve kaliteli bir şekilde varlığını<br />
sürdürmeye devam eder.<br />
Kutluğ Ataman’ın yönettiği “Kuzu”, 51. Antalya<br />
Altın Portakal Film Festivali’nden en iyi film,<br />
en iyi kadın oyuncu (Nesrin Cavadzade), en iyi<br />
yardımcı kadın oyuncu (Nursel Köse), Behlül<br />
Dal jüri özel ödülü (Sıla Lara Cantürk – Mert<br />
Taşdan) ve SİYAD ödülü olmak üzere<br />
toplam 5 ödülle ayrılmıştı. Kuzu,<br />
19 Aralık’ta Türkiye’de vizyona<br />
girecek. Bu vesileyle<br />
son 10 yılda en iyi film<br />
dalında Altın Portakal<br />
ödülü kazanan filmleri<br />
hatırlamakta fayda<br />
var.<br />
Yazı Tura (2004)<br />
Uğur Yücel’in<br />
yönetmenlik yaptığı<br />
ilk film olan Yazı<br />
Tura, 1999 yılındaki<br />
büyük Marmara<br />
Depremi’nin,<br />
askerden gazi olarak<br />
dönen Hayalet Cevher<br />
ve Şeytan Rıdvan’ın<br />
üzerindeki psikolojik ve<br />
fiziksel etkilerini anlatıyor ve<br />
hikayeyi ikiye bölen, bazen iç içe
geçiren farklı bir kurgusal süreç izliyordu. Kesişen<br />
hayatlar temasını güçlü dramatik hikaye örgüsüyle<br />
birleştiren film, belgesel gerçekçiliği yaratan sinemasal<br />
dokusu ve hareketli kamera kullanımıyla<br />
öne çıkıyor ve Kenan İmirzalıoğlu – Olgun<br />
Şimşek ikilisinin etkileyici<br />
performanslarından güç<br />
alıyordu. Yazı Tura, film,<br />
yönetmen, senaryo,<br />
erkek oyuncu (Olgun<br />
Şimşek), yardımcı<br />
kadın oyuncu (Eli<br />
Mango), yardımcı<br />
erkek oyuncu<br />
(Bahri Beyat),<br />
müzik, kurgu,<br />
makyaj, kostüm<br />
tasarımı ve miksaj<br />
olmak üzere 11<br />
ödülle Altın Portakal<br />
tarihinin en çok ödül<br />
kazanan filmi oldu.<br />
Kız filmlerinin karşısında radikal bir kararla<br />
kazanması “Sinema bu değil” tartışmalarını<br />
beraberinde getirdi ve filmin senaryosunun,<br />
oyunculuklarının, özellikle kurgusunun<br />
başarısı bu tartışmaların gölgesi altında<br />
kaldı. Türev, en iyi film ödülünün haricinde<br />
en iyi kadın oyuncu (Beste Bereket) ödülü de<br />
kazandı.<br />
Türev (2005)<br />
Ulaş İnaç’ın ilk<br />
filmi olan Türev,<br />
Cervantes’in<br />
Don Kişot<br />
romanındaki<br />
“Münasebetsiz<br />
Meraklı” adlı kısa hikayeden yola çıkarak<br />
üç kişi arasında karmaşıklaşan bir hikayeyi<br />
ele alıyor ve “Gerçek yalanların türevidir” söylemine<br />
varıyordu. Türev, Altın Portakal tarihinin<br />
en tartışmalı filmlerinden biri oldu, zira Trier ve<br />
Vinterberg’in başlattığı “Dogme95” akımının bir<br />
nevi Türkiye’deki temsilcisiydi ve 10 bin dolar<br />
gibi oldukça düşük bütçeye sahip bir yapımdı.<br />
Gönül Yarası, Korkuyorum Anne ve İki Genç<br />
Kader (2006)<br />
Zeki Demirkubuz’un, 1997 tarihli başyapıtı<br />
Masumiyet’in başlangıç hikayesini anlatan filmi<br />
Kader, Türk sinema tarihinin efsane karakterleri<br />
Bekir ile Uğur’un gençlik yıllarına götürüyordu<br />
bizi. Sonunu bildiğimiz bu saplantılı aşk<br />
hikayesinin öncesini de daha iyi bir sinematografiyle<br />
ve dramatik akışla kavrarken, karakterlerin,<br />
diyalogların, mekanların “Demirkubuz etkisi”<br />
içeren sahiciliği ve arabeskliği zihnimizde<br />
derin izler bırakıyor, Vildan Atasever ve Ufuk<br />
Bayraktar’ın performansları da tıpkı Haluk Bilginer<br />
ve Derya Alabora gibi ölümsüzleşiyordu.<br />
Buna rağmen Kader’in “Genç Yetenek (Ufuk<br />
Bayraktar)” haricinde sadece “en iyi film”<br />
ödülü alması, Takva’nın ise 9 ödül alıp en<br />
iyi film ödülü alamaması epey tartışmalı bir<br />
karardı.
Yumurta (2007)<br />
Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf<br />
Üçlemesi”nin ilk filmi olan<br />
Yumurta, büyük ödülün sahibi<br />
olunca Nuri Bilge Ceylan’ın<br />
Uzak’ından sonra Türkiye’deki<br />
sanat filmi – ticari film<br />
tartışmalarını en çok körükleyen<br />
film olmayı başarmıştı.<br />
Kaplanoğlu, sahaflık ve şairlik<br />
yapan Yusuf’un yetişkinlik dönemine odaklanan<br />
filmiyle, Türk sinemasında sinematografik kaliteyi<br />
arttıran, açılış planı ve köpek – kuyu sahneleriyle<br />
Tarkovski sinemasının etkisini barındıran,<br />
“Yusuf” gibi derinlikli bir karakter portresini ve<br />
Saadet Işıl Aksoy gibi yetenekli bir oyuncuyu<br />
sinemaya kazandıran bir başyapıta imza atıyordu.<br />
Yumurta, en iyi film, senaryo, sinematografi,<br />
sanat yönetimi, kostüm tasarımı ve genç yetenek<br />
(Saadet Işıl Aksoy) ödüllerini kazandı.<br />
Pazar: Bir Ticaret Masalı (2008)<br />
İngiliz yönetmen Ben Hopkins’in yönettiği Pazar:<br />
Bir Ticaret Masalı, Doğu Anadolu’nun sınır köylerinden<br />
birinde yaşayan Mihram’ın hikayesine<br />
odaklanarak kapitalizmin evrensel döngüsünü<br />
Türk sinemasında farklı bir dille, işin içine türküleri<br />
ve mizahı koyarak anlatıyordu. Buna rağmen<br />
bu farklı anlatı türleri bir nevi<br />
doku uyuşmazlığı yaşıyor ve<br />
filmin etkisini arttırabilecek<br />
hamlelerden uzak kalmasına<br />
neden oluyordu. Pazar’ın en<br />
iyi film seçilmesi ise kuşkusuz<br />
Altın Portakal tarihinin en çok<br />
tartışılan ve hakkaniyetsiz<br />
kararlarının başında geliyordu,<br />
zira karşısında Hayat Var, Üç<br />
Maymun, Süt ve Nokta gibi Türk sinema tarihine<br />
geçen dört efsane film varken Pazar şimdiden<br />
unutuldu bile. Film ödülünün yanında senaryo,<br />
erkek oyuncu (Tayanç Ayaydın) ve kostüm<br />
tasarımı olmak üzere 4 ödül aldı.<br />
Bornova Bornova (2009)<br />
İnan Temelkuran’ın Made in<br />
Europe’tan sonraki ikinci<br />
filmi olan Bornova Bornova,<br />
erkeklerin dünyasını<br />
cinsellik, küfür, bilardo,<br />
futbol, işsizlik gibi kavramlar üzerinden ele<br />
alan ve gücünü büyük oranda gerçekçi diyalog<br />
yazımlarından, İnan Temelkuran’ın sokağın<br />
diline hakim yönetmenliğinden alıyor. 80<br />
sonrasında hem ekonomik hem sosyal açıdan<br />
bilinçli olarak yozlaştırılan kuşağın etkileyici bir<br />
portresini çıkaran film, Öner Erkan’ın masumiyet<br />
ve suç arasındaki başarılı karakter değişimi,<br />
Damla Sönmez’in ‘femme fatale’ performansı ve<br />
Kadir Çermik’in hafızalara kazınan ‘kötü adam’<br />
portresi ile ilerledikçe kara filme evrilen bir yapı<br />
kazanıyordu. En iyi film ödülünü Kosmos ile beraber<br />
paylaşan Bornova Bornova, erkek oyuncu<br />
(Öner Erkan), yardımcı kadın oyuncu (Damla<br />
Sönmez), kurgu ve SİYAD ödülü olmak üzere 5<br />
ödül aldı.
Kosmos (2009)<br />
Reha Erdem sinemasının en özel filmlerinden<br />
biri olan Kosmos, kimine göre deli, kimine göre<br />
derviş bir karakter olan Battal’ın mucizeleri ekseninde<br />
metaforlarla ilerleyen soyut bir atmosfer<br />
filmi olmayı başarıyordu. Görüntü yönetmeni<br />
Florent Herry, görsel açıdan Tarkovski filmlerinin<br />
yetkinliğini hatırlatan grimsi tonlardaki atmosferiyle<br />
benzersiz kareler yakalarken, film, felsefik<br />
yönü, soyutluğu ve mistisizmiyle Bruno Dumont<br />
filmlerinin yapıbozucu etkisini taşıyordu. Türk<br />
sinemasının 2000 sonrasındaki en önemli filmlerinden<br />
biri olan Kosmos, en iyi film ödülünü Bornova<br />
Bornova ile beraber paylaştı, ayrıca yönetmen,<br />
sinematografi ve Dr. Avni Tolunay Jüri Özel<br />
Ödülü’ne layık görüldü.<br />
Çoğunluk (2010)<br />
Seren Yüce’nin ilk filmi olan Çoğunluk, muhafazakar<br />
ve milliyetçi aile yapısının bireyleri nasıl tutsak<br />
ettiğini, çıkışsızlaştırdığını tokat gibi bir gerçekçilikle<br />
yüzümüze vuruyordu. Yakın plan kullanımının<br />
neredeyse hiç olmadığı, her görüntüyü orta ya da<br />
geniş ölçekte gözlemci konumunda izlediğimiz<br />
film, Türk toplumunun “öteki” algısı üzerine<br />
şekillendirdiği toplumsal<br />
– sınıfsal nefreti oldukça<br />
etkileyici sahnelerle gözler<br />
önüne seriyor, Bartu<br />
Küçükçağlayan ve Settar<br />
Tanrıöğen’in güçlü ve gerçekçi<br />
karakter profilleriyle<br />
hafızalara kazınıyordu.<br />
Çoğunluk, en iyi film<br />
haricinde yönetmen ve<br />
erkek oyuncu (Bartu<br />
Küçükçağlayan) ödüllerini<br />
de kazandı.<br />
Güzel Günler Göreceğiz (2011)<br />
“Gülümse” adlı kısa filmiyle<br />
tanınan Hasan Tolga Pulat’ın ilk<br />
filmi Güzel Günler Göreceğiz,<br />
büyük ölçüde Inarritu’nun<br />
yol açtığı “kesişen hayatlar”<br />
temasının izinden ilerliyordu<br />
fakat klişe karakterler,<br />
Yeşilçam’a öykünen dramatik<br />
şablon, tv filmi gibi durmasına<br />
yol açan görsel açıdan vizyonsuzluk ve kaçak<br />
göçmenlik, fuhuş, töre gibi farklı hikayelerin<br />
birbirine zekice bağlanamaması sorunlarını<br />
içeriyordu. Nar, Canavarlar Sofrası ve Geriye<br />
Kalan gibi daha iyi filmler olmasına rağmen<br />
Güzel Günler Göreceğiz, film, senaryo, kurgu<br />
ve yardımcı kadın oyuncu (Nesrin Cavadzade)<br />
ödüllerinin sahibi oldu.<br />
Güzelliğin On Par’Etmez (2012)<br />
Hüseyin Tabak’ın ilk filmi olan Güzelliğin On<br />
Par’Etmez’in tartışmalı bir isim olan Hülya<br />
Avşar başkanlığındaki jüriden en iyi film<br />
ödülüyle ayrılması yine tartışmalı olmuştu.<br />
Avusturya’da kimlik arayışı içindeki bir ailenin<br />
dramı etrafına şekillenen film, bir sinema dili<br />
oluşturamayan görsel yapısıyla ve hikaye<br />
kurgusundaki zaaflarıyla sorunlu ilk filmler<br />
arasındaydı. Küf ve Zerre gibi oldukça iyi ve<br />
uluslararası alanda da kendini kanıtlamış filmler<br />
dururken en iyi film ödülünü alması hakkaniyetsiz<br />
bir karardı ve Türkiye yapımı mı,<br />
yoksa Avusturya yapımı mı olduğu, bu yüzden<br />
yarışmada yer almasının doğru olup olmadığı<br />
konusunda tartışmalara gebe oldu. En iyi film<br />
haricinde senaryo, kurgu, erkek oyuncu (Abdülkadir<br />
Tuncer) ve yardımcı kadın oyuncu<br />
(Lale Yavaş) olmak üzere toplam 5 ödül aldı.
Cennetten Kovulmak (2013)<br />
Tufandan Önce ve Yusuf’un Rüyası gibi kısa<br />
filmleriyle tanıdığımız yönetmen Ferit Karahan’ın<br />
ilk uzun metrajlı filmi olan Cennetten Kovulmak,<br />
politik bir Inarritu sineması örneği gibi dursa da<br />
Türk – Kürt meselesini fazla<br />
derin sulara girmeden<br />
anlatmayı tercih ediyor. Gri<br />
tonlardaki renk skalası ekseninde<br />
belgesel – kurmaca<br />
karışımı bir sinematografi<br />
anlayışını tercih etmesi,<br />
sosyal gerçekçi tabanıyla<br />
uyum sağlasa da, ilk filmini<br />
çeken bir sinemacının amatörlük – profesyonellik<br />
arasında bir denge kuramaması sorunsalına<br />
takılıyor. En iyi film ödülünü Kusursuzlar ile<br />
paylaşan Cennetten Kovulmak, yardımcı kadın<br />
oyuncu (Gülistan Acet) ve jüri özel ödülü (Rojin<br />
Tekin) ile toplam 3 ödül aldı.<br />
Kusursuzlar (2013)<br />
İlk filmi Canavarlar Sofrası ile sağlam bir çıkış<br />
yapan yönetmen Ramin Matin, bu sefer Kusursuzlar<br />
ile iki kız kardeşin geçmişleriyle nasıl<br />
baş ettikleri üzerine sinemasal yönü çok kuvvetli<br />
bir filme imza atmış. Kalabalık ve hareketli<br />
bir tatil beldesi olan Çeşme’yi ıssız ve tedirgin<br />
edici bir fon olarak kullanma başarısı gösteren<br />
Matin, filme başka bir boyut kazandıran biçimsel<br />
tercihleriyle aldığı yönetmenlik ödüllerini<br />
ne kadar hak ettiğini kanıtlıyor. Yer yer Ingmar<br />
Bergman’ın Persona’sına ve David Lynch’in<br />
Mulholland Drive’ına göz kırpan Kusursuzlar,<br />
yönetmenliğiyle, yenilikçi ses tasarımı – kurgusuyla,<br />
sinematografisiyle ve kadın oyuncuların<br />
güçlü performanslarıyla öne çıkıyor. En iyi film<br />
ödülünü Cennetten Kovulmak ile paylaşan Kusursuzlar,<br />
en iyi yönetmen ve FİLM-YÖN en iyi<br />
yönetmen ödüllerinin de sahibi oldu.
n Haberde etik tartışmaları, İletişim Fakültelerinde<br />
en çok üzerinde durulan konulardan<br />
biridir. Eksikliğinden midir bilinmez, iletişim<br />
öğrencilerinin en sık duyduğu kavramlardan bir<br />
tanesidir haberde etik. Hocalar derslere girer<br />
ve uzun uzun etik nutukları çekerler. Hatta mezuniyet<br />
yeminine bile girmiştir bu ifade. Ancak<br />
sektöre çıkınca sektörün kendi doğal şartları<br />
ile daha fazla mücadele edemeyen mezunlar,<br />
bir yerden sonra “doğal şartlara” kendilerini<br />
uydurmak zorunda hissederler. Sektör de zaten<br />
yalnızca İletişim Fakültesi öğrencilerinin<br />
çalıştığı yer değildir, başkaca disiplinlerden<br />
gelenler de vardır. Bazen hiçbir disiplinden gelmenize<br />
bile gerek olmayabilir. Girişken, hırslı,<br />
bağlantıları olan, araştırmacı, risk alan biriyseniz<br />
iyi bir haberci olmanızın önünde hiçbir<br />
engel yoktur. Önemli olan bu vasıfları nasıl ve<br />
ne yönde kullandığınız.<br />
Yukarıdaki paragrafın sonunda söylediğimi<br />
görsel olarak tecrübe edeceğimiz, Nightcrawler<br />
(Gece Vurgunu) filmi, 28 Kasım’da vizyona girdi.<br />
Yönetmenliği Dan Gilroy’un yaptığı(senaryosu<br />
da kendisine ait), film, haberde etik tartışmasını<br />
yeniden alevlendirecek gibi duruyor. Film, 55<br />
yaşındaki yönetmen Dan Gilroy’un ilk uzun<br />
metrajlı filmi. Biz Dan Gilroy’u daha çok senaryosunu<br />
yazdığı Düşüş(2006), Çelik Yumruklar<br />
(2011), Bourne’un Mirası (2012) filmlerinden<br />
hatırlıyoruz. Filmin başrollerinde Jake Gyllenhall<br />
(Lou Bloom), Rene Russo (Nina Romina) ve<br />
Riz Ahmed (Rick) var.<br />
Filmde Lou Bloom, zaman zaman hırsızlık<br />
yaptığı eşyaları satarak geçinen tehlikeli bir<br />
ezik olarak karşımızda. İş görüşmesinde,<br />
kapılar “ahlaksız” olduğu için yüzüne kapanan<br />
Lou, artık ahlaklı kalarak iş sahibi<br />
olamayacağına kendini ikna etmiştir, zaten<br />
bunun için de çok yatkındır. Sanki birinin kendisine<br />
bunu söylemesini ister ve bu da olur.<br />
Peki, ne yapacaktır? Ahlaklı olmanın hiçbir<br />
karşılığının olmadığı iş nedir? Bunun için çok<br />
fazla zaman da kaybetmez kahramanımız.<br />
Arabasıyla eve dönerken bir kazaya şahit olur,<br />
kaza yerinde serbest çalışan bir habercinin<br />
çektiği görüntüleri satmak için yaptığı pazarlığa<br />
şahit olur. Bir tarafta canının kurtarılması için<br />
bekleyen biri bir taraftan ona yardım eden<br />
polisler diğer taraftansa, bu olayı paraya tahvil<br />
eden “haberci”. Habercinin daha filmin başında<br />
hiçbir ahlaki kuralı bulunmayan biri olarak<br />
kodlanması inanılmaz sarsıcı. Sizi hem bir izleyici<br />
olarak hem de sektöre iş gücü yetiştiren<br />
bir akademisyen olarak boşluğa düşürmeyi<br />
daha ilk baştan başarıyor. Ahlaksızlık bu işin<br />
fıtratında var gibi bir ön kabule zorluyor.<br />
Lou pazarlığa şahit olduktan sonra artık haberci<br />
olmaya karar verir. Çünkü hiçbir bağlayıcı
normu yok. İlk iş olarak kendine bir kamera<br />
alır. Basit bir handy cam’dir aldığı kamera.<br />
Bununla Los Angeles’ın sokaklarını, geceleri<br />
arşınlamaya başlar. Zaten temiz ve şeffaf bir<br />
iş olsa geceleri neden yapılsın? Diye sürekli<br />
izleyicinin kendi kendine sorular sormasını<br />
sağlar. Bu bir anlamda izleyiciyi de aktif kılan<br />
bir zorlamadır. Ancak aynı zamanda nasıl motive<br />
edeceğine de kendi karar veren bir zorlama.<br />
Bir ironi var gibi. Hem sizi aktif kılıyor<br />
ama aynı zamanda size kendi belirlediği<br />
sınırlar çerçevesinde hareket imkânı tanıyor.<br />
Siz izliyor ve sonunda filmin sordurmak<br />
istediği soruyu soruyorsunuz kendinize.<br />
İzleyici sorgulamalara devam ederken<br />
Lou da haber peşindedir, kendisine para<br />
kazandıracak haberin. İşte ilk fırsat,<br />
değerlendirirse eline iyi para geçebilir. Bir<br />
an polisin arkasından dolanıp yerde silahla<br />
vurulan kişinin kanlar içinde kalan boynunu<br />
yakın planda görüntüler. Habere konu olan<br />
kişiler genelde ya Asyalı ya da Meksikalıdır.<br />
Görüntüleri yine kendisi kadar hırslı olan,<br />
orta yaşın üzerinde ancak halen kendini<br />
ispata çalışan Nina’nın kanalına satar. Lou<br />
ve Nina arasındaki ilişki profesyonel bir<br />
ilişki olarak başlar ancak Lou’nun yaşlı<br />
kadınlara duyduğu zaaf, bununla yetinmesinin<br />
önüne geçecektir. Böyle de olur, Lou<br />
ve Nina arasındaki ilişki marazlı bir ilişkiye<br />
döner. Nina kariyerinin devamı için daha iyi<br />
haberleri ekrana çıkarmak zorundadır. İki<br />
yılda bir sözleşme imzalamaktadır ve iki yılın<br />
sonuna gelmek üzeredir. Sözleşmenin yenilenmesinin<br />
şiddetin, kanın, suçun, acının<br />
gösterilmesinden geçtiğine inanır. Denklemi<br />
kendi kafasında böyle kurmuştur ve buna<br />
uygun haberler peşindedir. Lou, Nina’nın<br />
bu zaafının farkındadır. Ona istediği türden<br />
haberler getirir ve karşılığında her seferinde<br />
daha fazla para alır. Ancak bir yerden sonra<br />
oyunun kurallarını da koymaya başlar Lou.<br />
Artık yalnızca para değil Nina’nın bedenine<br />
de sahip olmak ister. Bunun pazarlığını<br />
yapar. Pazarlık yaparken Nina’ya sunduğu<br />
şeyler, öyle inandırıcıdır ki artık Nina itiraz<br />
bile edemez. Nina, Lou’nun iki katı yaşına<br />
sahiptir. Ancak hırsı onu alt eder ve kanalda<br />
devam etmek için Lou’nun isteklerine göz<br />
yummak zorunda kalır.<br />
Lou ile Nina birbirlerinin tamamlayan değil<br />
birbirlerinin devamı şeklindedirler. Yani<br />
Lou yaşlandığında Nina gibi olacak ama<br />
arkasından yeni Lou’lar gelecek ve süreç<br />
sürekli böyle devam edecek. Şöyle bir denklem<br />
var filmde: Eğer haberci olmak istiyorsan<br />
hırslı olman gerekiyor. Bu varsa para<br />
da kazanırsın iyi işler de çıkarırsın. Ancak<br />
hırsın kontrolünün mümkün olmadığını her iki<br />
kahramanımız da görmüyorlar. Öyle ki daha<br />
fazla para kazanmak için Lou haberi bulan<br />
değil inşa eden kişi olmaya da başlıyor. Nina<br />
da kamunun sağlıklı haber almasını değil daha<br />
çok dikkat çeken haberleri ekrana çıkarıyor.<br />
Her ikisinin de bu hırsını dengeleyecek ve /<br />
veya önleyecek her hangi bir mekanizma bulunmuyor.<br />
Film bu anlamda kötümser kalıyor.<br />
İzleyicilere öğrenilmiş bir çaresizlik aşılıyor.<br />
Bir anlamda “yapacak bir şey yok keyif almaya<br />
bakın” der gibi. Eğer para kazanmak<br />
istiyorsanız ve yerinizi korumak istiyorsanız<br />
sıra dışı işler çıkarmak zorundasınız. Bunu<br />
yaparken her şey mübah, çekinmeye gerek<br />
yok, yeter ki çıkardığın iş dikkat çeksin. Bu<br />
bakımdan film gayet dünyevi, bir dayanak<br />
ve çözümden yoksun, “Zaten Tanrı da öldü,<br />
dolayısıyla tüm bunları cezalandıracak ve<br />
hesap soracak üst bir varlık yok” der gibi. O<br />
zaman düzeni yaratacak olan insanın kendisi:<br />
Hiç kimseye hesap vermeden ama herkese<br />
zarar vermeyi göze alarak.<br />
Tün bu söylenenleri özetleyecek olursak:<br />
Film haber yapım sürecine çok sert eleştiriler<br />
gönderen, izleyiciyi tedirgin eden ve medya<br />
içerikleri karşısında savunmasız olduğuna<br />
dair kanıyı güçlendirecek görüntülere ve<br />
diyaloglara sahip. Bir eleştirmen olarak filmi<br />
analiz edebilmek için görüntü aralarına ve<br />
diyalog aralarına bakmanıza bile gerek yok.<br />
Film doğrudan hem gösteriyor hem de söylüyor.<br />
Filmin haberciliği, habercileri, habere<br />
uluşmayı, haberin sunulduğu mecrayı zaman<br />
zaman karikatürleştirdiğini ifade etmek mümkün.<br />
Ancak bazı şeyler var ki medya tecrübesi<br />
olanların kolay kolay gülüp geçemeyecekleri<br />
türden.
n İnsan bazen kendine sorular soruyor,<br />
cevaplarını bildiği sorular… Daha yeni<br />
bir ‘uluslararası’ festivalden dönmüşken<br />
ben de kendime “ne olacak bu bizim<br />
uluslararası festivallerin hali”? diye sordum,<br />
cevaplarını da okurumla Susmayan<br />
Köşe’de paylaşmak istedim!<br />
İlk sorum şu;<br />
Türkiye’de gerçek anlamda uluslara arası<br />
bir festival var mı?<br />
Elbette yok ama diyelim ki var;<br />
yurtdışında yaşayan bir sinemaseverin<br />
Altın Koza ya da Altın Portakal<br />
sonuçlarından haberi var mı? Hiç sanmam!<br />
Gösteriş meraklısı bir toplumuz<br />
ve bu elbette yaptığımız festivallere de<br />
yansıyor. Kağıt üzerinde ‘uluslararası’<br />
olan bir sürü film festivalimiz var ancak<br />
sonuçlarının bizden başkasını<br />
heyecanlandırdığını düşünmüyorum.<br />
Bakın size neşeli bir örnek; eğer Altın Portakal<br />
uluslararası olmayı başarabilseydi,<br />
festival komitesindeki Fipresci başkanı<br />
sansür skandalı nedeniyle bu görevinden<br />
istifa etmek zorunda kalırdı!<br />
Altını çiziyorum; Türkiye’de yapılan<br />
hiçbir festivalin uluslararası saygınlığı<br />
yok. Biz önce ulusal film festivali olmayı<br />
başaralım, sonra uluslararası oluruz. Gökdelen<br />
inşa etmeden önce düzgün bir ev<br />
inşa edebilelim. Bu haliyle, Altın Aslan’ın,<br />
Altın Ayı’nın karşısına Altın Koza’yı, Altın<br />
Portakal’ı koyamayız. Acı ama gerçek<br />
bu…<br />
Bir festivalinin uluslararası olabilmesi<br />
için hangi özelliklere sahip olması gerekir?<br />
Uluslar arası film yarışmasına sahip<br />
olmak ve yabancı konuklar davet etmek<br />
yeterli midir?<br />
Sorunun cevabı çok açık değil mi? Eğer<br />
Uluslararası film yarışmasına sahip olmak<br />
ve yabancı konuklar davet etmek yeterli<br />
olsaydı o zaman Yurtdışına çıktığımda<br />
yabancı sinefillerin ağzında Golden Or-
ange lafı düşmezdi ama bu olmuyor maalesef.<br />
Bu saygınlığa ve öneme en çok yaklaşan film<br />
festivali İstanbul Film Festivali’dir ama o da<br />
kamyonla yabancı konuk getirmesine rağmen<br />
hakkettiği yerde değil.<br />
Türkiye’de film festivallerinin uluslararası formata<br />
sahip olmasının önündeki engeller neler?<br />
Sanırım, başka ülkelerde film yapanların, önemli<br />
yönetmenlerin bizim organizasyonlarımızı<br />
ciddiye alıp burayı filmlerini gerçekten<br />
yarıştırdıkları bir arenaya çevirmesi gerekiyor,<br />
o zaman medya ve sinema takipçileri de ciddiye<br />
alacaktır ancak bunun için bizim festivallerin<br />
belediye festivali olmaktan çıkması şart!<br />
Valinin, belediye başkanının, ticaret odası<br />
başkanının çıkıp konuşma yaptığı, ödül dağıttığı<br />
festivaller bu saygınlığa erişemez. İKSV’nin<br />
yaptığı gibi festivallerimiz olmalı. 51. Altın Portakal<br />
hala belediyenin yaptığı bir festivalse, bu<br />
sinema yapanların ve sinemaseverlerin ayıbıdır.<br />
Güya AKSAV yapıyordu Altın Portakal’ı, ancak<br />
arkasından CHP çekildiği anda patladı, ihale bu<br />
kez Ak Parti’li belediyeye kaldı yani yine belediye<br />
gazozu. Bu olmaz, olmamalı.<br />
Türkiye’de festivallerin<br />
uluslararası hale gelebilmesi<br />
için neler yapmaları gerekiyor?<br />
Nasıl bir strateji izlemeliler?<br />
Türkiye festivalleri için böyle<br />
umutlu bir gelecek göremiyorum.<br />
Biz elimizdekileri<br />
de kaybetmek üzereyiz. Yıl<br />
olmuş 2014 hala sansürü<br />
konuşuyoruz!<br />
Festival komitesinde yer<br />
alan biri kocasını jüri üyesi<br />
yapıyor, en iyi film ödülünü<br />
alan filmin jeneriğinde o<br />
isme teşekkür ediliyor vs.<br />
Her festivalde benzer dirsek<br />
temasları… Uluslararası<br />
festivaller bu skandalları<br />
kaldıramaz. Belediyelerin<br />
siyasi şovlarına kürsü olmaktan<br />
kurtulmuş, eli yüzü<br />
düzgün bir festivali 10 kez<br />
arka arkaya yapabilirsek sonra<br />
geri kalanını konuşuruz.
n “Yılın son film festivali” mottosuyla yola<br />
çıkan ve TÜRSAK Vakfı tarafından düzen-lenen<br />
Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali<br />
bu sene 5-11 Aralık tarihleri arasında on yedi<br />
senedir olduğu gibi yine yılın merakla beklenen<br />
birçok filmini sine-maseverlerle buluşturmaya<br />
hazırlanıyor.<br />
Festival filmleri geçen<br />
yıllarda olduğu gibi Gala<br />
İstanbul, Sinema Tarihi<br />
Yazıyor, Film Bağımlıları<br />
için Bağımsız Filmler,<br />
İlk Randevu, Pelikül Kabuslar,<br />
Haklarınız için<br />
Savaşın, belgesellerin<br />
gösterileceği Acı Gerçek<br />
başlıkları ve Pembe-Kara<br />
Ko-medi, Bizden gibi yeni<br />
eklenen başlıklar altında<br />
gösterilecek. Festival programında yer alan ellinin<br />
üzerinde film, Cinemaximum Kanyon Levent,<br />
Cinemaximum Zorlu Beşiktaş ve Beyoğlu<br />
Fransız Kültür Merkezi salonlarında gösterilecek.<br />
Fransız Kültür Merkezi’nde gösterilecek ve<br />
ücretsiz olarak izlenebilecek filmlerin yanı sıra<br />
festival bu sene de askıda bilet uygulamasına<br />
devam ediyor. Buna göre film gösteriminin<br />
yapılacağı salonlara gelen öğrenciler sınırlı<br />
sayıda bileti ücretsiz elde edebilecekler.<br />
Kaçırılmaması Gereken Beş Film Önerisi<br />
Camp X-Ray<br />
Bir gün düzenlediğim<br />
bir öneri listesinde<br />
Kristen Stewart’ın<br />
rol aldığı iki filmi<br />
önereceğim aklıma<br />
gelmezdi. Lakin, Peter<br />
Sattler’ın bu ilk<br />
uzun metraj denemesi;<br />
filmle ilgili bilgiler<br />
yayınlanmaya<br />
başladığı günden bu<br />
yana ilgimi çekiyor.<br />
Orduya katılan bir<br />
kadın askerin, katıldığı kampta tutuklu bulunan<br />
bir adamla olan arkadaşlığını konu alan filmde<br />
Stewart’a İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin<br />
Oscarlı filmi Bir Ayrılık (A Seperation)’ın başrol<br />
oyuncusu Peyman Moaadi eşlik ediyor.<br />
Far From Men<br />
Prömiyerini Venedik Film Festivali’nde<br />
yaptıktan sonra sırasıyla Toronto ve Londra’da<br />
gösterilen Far From Men’in yönetmen<br />
koltuğunda David Oelhoffen otururken filmin<br />
başrolünü başarılı oyuncu Viggo Mortensen<br />
üstleniyor. Fransız bir öğretmeninin Cezayir’in<br />
küçük bir kasabasında rejim karşıtı bir muhalif<br />
ile kurduğu dostluk ve akabinde gelişen
olayları konu alan film festivalin kesinlikle<br />
kaçırılmaması gereken filmlerinden biri olarak<br />
öne çıkıyor.<br />
The Woods Are Still<br />
Green<br />
Sloven yönetmen<br />
Marko Nabersnik’in<br />
I. Dünya Savaşı<br />
sırasında bir grup<br />
Avusturyalı ve Macar<br />
askerin hikayesini<br />
konu alan filmi The<br />
Woods Are Still<br />
Green festivalin gizli<br />
cevherlerinden biri<br />
olarak göze çarpıyor.<br />
Nabersnik’in hikayesini<br />
Robert Hof-ferer ile yazdığı filme bir şans<br />
verelim.<br />
After Life<br />
Macar yönetmen Virag Zombaracz’ın ilk uzun<br />
metraj denemesi dramatik komedi türündeki<br />
After Life prömiyerini Karlovy Vary Uluslararası<br />
Film Festivali’nde yaptı. Yakın zamanda<br />
babasını kaybeden genç bir adamın babasının<br />
ruhunu görmeye başlaması sonucu gelişen<br />
olayları konu alan film, yükselişte olan Macaristan<br />
sine-masının ürettiği alternatif filmlerle<br />
tanışmak açısından oldukça önem taşıyor.<br />
Clouds of Sils Maria<br />
Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın Cannes<br />
Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan<br />
son filmi Clouds of<br />
Sils Maria ülkemizde<br />
vizyona girmeden<br />
kısa süre önce ilk<br />
kez Randevu Film<br />
Festivali’nde gösterilecek.<br />
Juliette Binoche,<br />
Kristen Stewart ve<br />
Chloe Grace Moretz’in<br />
başrollerini paylaştığı<br />
film bir kadının kendisine<br />
olan içsel<br />
yolculuğunu konu<br />
alıyor.
Seni Seviyorum Adamım filminin başrol oyuncusu Gizem Karaca<br />
filmlerin sinemasal değerinden çok öpüşme sahnelerinin basında<br />
yer aldığını bunun sıkıntısını yaşadıklarını söyledi.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sinemasının ve oyuncularının derdi bitmez.<br />
Üstelik bu yakınmaların çoğu da haklıdır. Sinema<br />
hayatın yansıması ise insan olmanın gereklerinin<br />
de perdede yer alması lazım. Özellikle genç<br />
oyuncuların filmlerde magazinsel dürtülerin kurbanı<br />
olduğunu biliyoruz. İşte Türkiye 2. Güzeli Gizem karaca<br />
da aynı sıkıntıları yaşayanlardan. Güzel oyuncu<br />
ile hem filmi Seni Seviyorum Adamım’ı konuştuk<br />
hem de girdiği çıkmazları...<br />
Bu ilk filminiz. Senaryoyu kabul etmenizde etkili<br />
olan şey neydi?<br />
Bütün gelen film projeleri çok heyecan verici geldi<br />
bana ilk başta. O süreçte beş senaryo arasından<br />
seçim yapmam gerekti. Bir şekilde bu senaryo<br />
onların arasından sıyrıldı. Kız cıvıl cıvıl, çok<br />
hareketli, çok mutlu. Ama bir yandan da içinde<br />
bastırdığı bir acısı olan ve bunu belli etmemeye<br />
çalışan, herkesten gizleyen bir hikayesi vardı.<br />
Karakter bana çok dolu geldi Bundan önce üç projede<br />
yer aldım hepsinde de mutsuz kızı oynadım.<br />
Bu senaryoda tekneden atlıyorum, motosikletlerle<br />
geziyorum, tam bir yaz kızı modeli. Bir elbise,<br />
saçlar dağınık, makyajsız olması, doğal aurası çok<br />
hoşuma gitti.<br />
Yeşilçam tarzı melodramlara benzeyen, romantik<br />
tarafı ağır basan bir film. Siz bu tür filmleri sever<br />
misiniz?<br />
Setten yorgun geldiğimde çoğu zaman oturup<br />
izliyorum Yeşilçam filmlerini. Tabii ki şu<br />
anda çektiğimiz gibi değil, çok farklı, oyunculuk<br />
bambaşka. Ama bir şekilde ekrana tutulup kalıyorum.<br />
Geçen gün oturdum baştan sona Devlerin Aşkı’nı<br />
izledim. Bizim filmimiz Yeşilçam filmlerine benziyor<br />
ama onların modernleştirilmiş, daha hüzünlü bir<br />
versiyonu. Görsellik açısından daha kaliteli bir iş var<br />
ortada. Biray Dalkıran’ın yönetmenliği ile sahneleri<br />
çok güzel yorumladık. Bütün oyuncular yazılanın<br />
dışına da çıktık. Klasik bir Yeşilçam hikayesi değil<br />
ama bakıldığında ana metin o hikayelerden biri.<br />
Hem karşınızda oynayan oyuncunun hem de sizin<br />
ilk sinema deneyiminiz. Televizyon oyunculuğu ile<br />
arasında ne fark gördünüz?<br />
Bariz bir şekilde ışık ve açı, gün olarak çekilen sahnelerin<br />
sayısı farklı. Dizide sürekli yetiştirme çaban<br />
vardır ve eğer iki bölüm stoklu değilsen yandın demektir,<br />
haftanın her günü çalışıyorsundur. Günde 20-21<br />
sayfa. Bir süre sonra gelen sahneye sette bakıyorsun<br />
ve giriyorsun. Belki de yapabileceğinin en iyisini<br />
yapmıyorsun orada. Çünkü uykusuzsun, yorgunsun,<br />
çok fazla çalışıyorsun. Geceler, gündüzler dengeli<br />
olmuyor, geceyi gündüzü kaçırıyorsun. Sinemada<br />
elinde bir tane senaryo var, 90 sayfalık senaryoyu<br />
çekmek için bir ya da iki ayın var. O yüzden günde üç<br />
sahne çekiyorsun ama o üç sahneye daha fazla vakit<br />
ayırıp daha güzel oyunculuk sergiliyorsun.<br />
Filmin senaryosu size geldiğinde bir hazırlık süreciniz<br />
oldu mu?<br />
Tabii oldu, okuma provaları, özel oyunculuk dersleri...<br />
Barış’la (Kılıç) ikimiz yeni tanışmıştık orada aşık olan<br />
iki karakteri canlandıracağımız için çok vakit geçirdik.<br />
Ümit Çırak’la beraber çalıştık, filmin şarkıları için<br />
stüdyolardan gece gündüz çıkmadık. Bir süre sonra
zaten hep yapım şirketindeydik.<br />
Öyle bir süreçte dört tane okuma<br />
provası yaptık. Bütün oyuncular<br />
tanıştık, kaynaştık ve sonra<br />
birden Kıbrıs’ta bulduk kendimizi.<br />
Film sadece aşk hikayesi<br />
değil. Bu kızın öyle bir şeyi var<br />
ki gizlediği, içine attığı... Çok<br />
güçlü, özgür bir karakter fakat bir<br />
durumu öğrenmesi sonucunda<br />
gerçekten hayatının elinden<br />
alınması gibi bir şey yaşıyor.<br />
Diğer karakter de kendiliğinden<br />
vazgeçmiş hayatından, ben<br />
çekilip bir köşeye yalnızlığımı<br />
yaşayayım demiş. Benim karakterim<br />
hayatı, insanları seven<br />
enerjik bir kız. Öyle bir durumda<br />
bu iki karakter karşılaşıyor.<br />
Türk sineması geçmişte yıldız<br />
sistemine dayanırdı, şimdi ise<br />
bunu görmüyoruz. Sizin Türk<br />
sinemasından etkilendiğiniz,<br />
örnek aldığınız bir isim oldu mu?<br />
İzleyip de onun gibi olmak<br />
istediğim bir insan yok. Ama<br />
sinemada izlemekten zevk<br />
aldığım isimler var.<br />
Türk sinemasında geçmişte<br />
90’ların ikinci yarısına kadar feminizmin<br />
etkisi görülüyordu. Müjde<br />
Ar ve Nur Sürer gibi bazı isimlerin<br />
bu dönemde öne çıktıkları<br />
ve daha sonraki dönemde bunun<br />
bedelini ödedikleri görüldü. Siz<br />
böyle bir misyonu üstlenir miydiniz<br />
ve sizin gelecekteki kariyer<br />
planınız nedir?<br />
Bu dönemde biz bize geleni<br />
oynuyoruz. Bizim çektiklerimizin<br />
kırpılmış halini görüyoruz ekranda.<br />
RTÜK ve rating sisteminin<br />
sürekli değişiyor olmasından biz<br />
de etkileniyoruz. Bir hafta birinci<br />
gelirken öbür hafta bir bakıyoruz<br />
altıncı olmuşuz. Artık dizilerde ve<br />
filmlerde bazı kelimeleri söyleyemiyoruz,<br />
bazı kıyafetleri giyemiyoruz.<br />
Yapacak, söyleyecek hiç<br />
bir şey yok. Sonuçta bizim işimiz<br />
bu. O bir dönemdi, Müjde Ar’ların<br />
ilk çıktığında o normaldi. Şimdi<br />
toplumumuzu öyle bir alıştırdılar ki<br />
geçen gün Barış’la röportaj verirken<br />
“Filmde öpüşme sahneniz var, nasıl<br />
çekiyorsunuz bunu?” diye bir soru<br />
soruldu. Niye hala bu soru soruluyor,<br />
siz bunu sorduğunuz için halk<br />
“Aa öpüşmüşler” durumuna geliyor.<br />
Aslında gazetecilerin, televizyonun<br />
elinde bunlar çünkü insanlar oradan<br />
besleniyor. Bir sürü yabancı<br />
dizi izliyorum, açık söyleyeyim Türk<br />
dizisi hiç izlemiyorum. Yabancı<br />
dizileri izlediğimde çıplaklık dahil<br />
bir yaşamı izliyorsunuz. Bu sahnelerin<br />
Türkiye’de olma imkanı sıfır bu<br />
saatten sonra. Ama bari daha da<br />
gerilemeyelim. Bari artık öpüşme<br />
konusu manşet olmasın. Geçen<br />
gün bizim filmimizle ilgili bir manşet<br />
çıktı, gerçekten çok üzgünüm,<br />
filmde verdiğimiz emeğe yazık.<br />
Bu tür şeyler geri adım atmanıza,<br />
mesleki hevesinizin kırılmasına<br />
neden oluyor mu?<br />
Tabii ki kırılıyor çünkü orada bir<br />
gerçekliği yansıtamıyorsun. O<br />
kadar cüretkar değilim, benim<br />
dördüncü senem bu, daha çok<br />
yeniyim, daha öğrenmeye çok<br />
vaktim var. Ama gözlemlediğim<br />
kadarıyla bazı şeylerin biraz<br />
durması lazım ki insanların da<br />
bakış açısı değişsin. İnsanların<br />
beyni çok yıkanıyor, çok üzülüyorum.<br />
Amerika’da eğitim almışsınız,<br />
bugüne kadar dört dizide, bir filmde<br />
yer aldınız. Türkiye’de oyunculuk<br />
yapabilmek için böyle bir eğitime<br />
gerek var mı?<br />
Var tabii. O sistemin burada<br />
oturtulması lazım. Okul olmasa bile<br />
en azından oyunculukla ilgili ders<br />
alıp ekrana çıkmak daha güzel olur.
n Son zamanların en cesur belgesellerinden<br />
birini anlatan Veysel<br />
Akşahin bu ayki Uzun Filmin<br />
Kısası bölümünde konuğum. Trans<br />
bir bireyin yalnız kaldıktan ve<br />
türlü zorluklardan geçtikten sonra<br />
kendi memleketine dönmesini ve<br />
yöre halkına kendini kabul ettirmesini<br />
konu alıyor. Güçlü bir anlatım<br />
tekniği ve belgeselin yapıtaşlarını<br />
doğru kullanımıyla hemen seyirciyi<br />
avcuna alan “Hala” birçok festivalde<br />
de ödül kazanmıştı.<br />
Öncelikle biraz kendinden bahseder<br />
misin?<br />
Ben Adana’lıyım. Eğitim hayatım<br />
Kayseri’de geçti. İşçi bir ailenin<br />
çocuğuyum. Lise yıllarımda hep pilot<br />
olmak istemiştim ama matematik<br />
ağır gelince dedim ki kendi<br />
kendime bu iş sana göre değil.<br />
Sonra sinemayla olan bağım biranda<br />
artmaya başladı. Lisede bölümüm<br />
sosyal bilimler olunca fazla<br />
dersleri de önemsemedim açıkçası.<br />
Fotoğrafla, sinemayla yoğun bir<br />
şekilde uğraşmaya başladım.<br />
İnternet üzerinden Hollywood<br />
sinemasının kamera arkalarını bulup<br />
bulup izlemeye başladım. İlgimi<br />
çekiyordu yaptıkları şeyler. Sonra<br />
tabi üniversiteyi kazandım. Erciyes<br />
Üniversitesi İletişim Fakültesi<br />
Sinema ve Televizyon bölümünü.<br />
Orada sevdiğim işi yapmaya devam<br />
ettim. Bir yandan fakültenin<br />
kanalı Kampus Tv’de çalışırken<br />
bir yandan da üst sınıfların film<br />
projelerinde kameraman olarak<br />
yer aldım. İlerleyen zamanlarda<br />
kanalın kameraman ekip şefi<br />
oldum. Bir yandan da film izlemeyi<br />
epeyce artırdım. Çünkü<br />
sinemayı bilmeden çekilen bir<br />
film ne kadar sinemadır tartışılır.<br />
Dört yıl boyunca birçok kısa<br />
filmde kameraman ve görüntü<br />
yönetmenliği görevini üstlendim.<br />
Lisans eğitimim sırasında beş<br />
belgesel film çektim. Bu dört<br />
filmde de kameraman ve görüntü<br />
yönetmeniydim. Ardından senaryosunu<br />
yazdığım bir belgesel<br />
film daha çektim. Onun da<br />
adı “HALA” oldu. Yönetmenliğini<br />
yaptığım ilk film bu oldu. Filmi çektikten<br />
sonra 2012 yılında sinema<br />
ve televizyon alanında aynı üniversitede<br />
yüksek lisans yaptım. Hala<br />
uzatmalı bir master öğrencisiyim.<br />
Şuan tez yazmakla uğraşıyorum.<br />
DSLR makinalar hakkında uzmanlık<br />
derecesinde bilgim vardır. Ayrıca 6<br />
yıldır profesyonel anlamda jimmy jip<br />
operatörlüğü yapıyorum.<br />
Senin için belgeselin tanımı nedir?<br />
Şuanda master tezim de belgesel<br />
sinema üzerine. Bunun için bu<br />
konu üzerine çok şey söyleyebilirim<br />
aslında ama kuramsal çerçeve<br />
içerisinde yapılacak bir tanımlama<br />
sıkıcı olur diye düşünüyorum. Bir<br />
belgeselci olarak açıklayayım.<br />
Öncelikle buradaki tanımlamayı belgesel<br />
yerine belgesel sinema olarak
alırsak; belgesel sinema, sinemanın<br />
bir alt dalıdır. Yani bir sanattır.<br />
Gelişigüzel yapılmaması gereken, bir<br />
derdi olan, sanatsal anlatı öğelerini<br />
içerisinde barındıran, sadece gerçekle<br />
olan bağıyla dikkati çekmeyip, sinemasal<br />
anlatı öğelerini de barındırması<br />
gereken, belgesel film yönetmeninin;<br />
filmin içerisinde izlerini bulduğumuz,<br />
sinemasal anlatı biçimlerini kullanarak<br />
gerçeği aktaran sinemaya ben belgesel<br />
sinema diyorum.<br />
Belgesel sinema zor bir alan. İkna<br />
kabiliyetinizin kuvvetli olması sizi<br />
ön plana çıkartabiliyor. Tepeden bir<br />
bakışla yapacağınız bir belgesel film,<br />
havada kalan helyum balonu gibidir.<br />
Birazcık sıkışırsa patlaması muhtemeldir.<br />
Bunun için samimiyet çok önemli.<br />
Konunuzun içerisinde yer vereceğiniz<br />
karakterlere samimi yaklaşmanız<br />
gerekiyor, ben sanatçıyım ben yönetmenim<br />
havalarına girilirse<br />
emin olun bu iş hüsranla<br />
sonuçlanabiliyor. Karakterlerinizin<br />
hayatlarına girmeniz<br />
gerekiyor bunun da ancak<br />
ve ancak samimiyet ve<br />
şeffaflıkla çözülebileceğine<br />
inanıyorum. Bunlar karşı<br />
tarafa aktarılabildiği sürece<br />
filminizin niteliği de artabiliyor.<br />
Kısa filmi bir araç olarak<br />
mı görüyorsun? Yoksa söz<br />
gelişi bir 10 yıl sonra da,<br />
kısa filmler, belgeseller<br />
çekeceğim diyor musun?<br />
Şimdi bu konu, kısa film<br />
yapan çevreler arasında<br />
hep tartışıla gelen bir olgu.<br />
Genellikle yönetmenler<br />
neden öncelikle sinemayla<br />
olan başlangıcını kısa film<br />
ile yapıyor? Gibi bir soruyla<br />
yola çıkarsak konuyu<br />
daha iyi açıklayacağıma<br />
inanıyorum. Bunun aslında<br />
bana göre yanlış ama yinede<br />
saygı duyduğum bir cevabı<br />
var. İlk filmlerini çekecek<br />
yönetmen adayları kısa<br />
filmi bir deneme tahtası<br />
olarak görür. Orada kendini<br />
tanır. Sinemayı nasıl<br />
yapacağına dair rehberi kısa<br />
film çekerken ki tecrübeleri<br />
olur. Tabi burada kısa filmin<br />
tercih edilmesinin en büyük<br />
nedenlerinden biri de ekonomik<br />
nedenlerdir. Küçük<br />
rakamlarla yapabilirsiniz<br />
kısa filmi. Öyle dev prodüksiyonlar<br />
istemez kısa film,<br />
hatalarıyla da kabul görür<br />
bir yerde. Özellikle bizim<br />
ülkemizde. Genellikle zaten<br />
kısa film öğrenci projelerine<br />
verilen bir isim gibi durur<br />
Türkiye’de. Yurt dışında<br />
tabiî ki de kısa film bir sektördür<br />
ve saygı duyulan bir alandır.<br />
Oralarda profesyonel insanlarda<br />
yapmaktadır kısa filmi. Biraz<br />
bizim ülkemizde dikkate alınan<br />
bir alan değil onun için kısa film.<br />
Hatta sorulur; uzun metraja ne<br />
zaman geçeceksin diye kısa<br />
film yapan yönetmenlere. Kısa<br />
film yönetmenlerini şartlar zorluyor<br />
biraz uzun metraja. Bunu<br />
da hem sinema severler hem<br />
de sinema sektörü yapıyor.<br />
Düşünsenize filminizi festivallere<br />
gönderiyorsunuz finale kalıp<br />
gösterim elde ediyor. Filminiz,<br />
berbat bir projeksiyonda berbat<br />
bir ses sistemiyle izleyiciye<br />
gösteriliyor. Zaten kısıtlı imkanlarla<br />
çekilen bu filmlere ayıp<br />
edilmiyor mu sizce. Sonuçta<br />
ortada bir emek var ise biraz<br />
saygı duyulması gerektiğine<br />
inanıyorum. İşte uzun metrajın<br />
bunun gibi sorunları yok.
Gayet kaliteli sinema salonlarında gösteriliyorlar.<br />
Yönetmenleri ilgi alaka görüyor. Otellerin en<br />
iyisinde ağırlanıp bey diye hitap ediliyor. Bize<br />
ise dış kapının dış mandalı olmak kalıyor. Ancak<br />
sorunlar her ne kadar bol olsa da; sırf popülerlik<br />
uğruna, ego tatminleri için, uzun uzadıya,<br />
sündürüldükçe laçkası çıkan filmler yerine; kısa<br />
ve kendi içerisinde sinemasal anlatı dinamiklerini<br />
barındıran kısa filmler yapmaya ve yapanları elimden<br />
geldiğince desteklemeye çalışacağım. Ancak<br />
bir gün elime imkanlar geçer, bir uzun metraj<br />
film çekerim bu mümkün olabilir. Ama bu benim<br />
kısa film yapmayacağım anlamına gelmez. Uzun<br />
metraja saygı duyuluyor ise kısa filme ve kısa film<br />
yönetmenlerine de saygı duyulmalı. Kısa olması<br />
bir filmin değerini düşürmez, niteliğini artırır.<br />
Ben kesinlikle kısa filmi bir geçiş tahtası olarak<br />
görmüyorum. Kısa filmi, izlenmeye değer, ciddi<br />
sinema anlatıları olarak görüyorum. Uzun metraja<br />
geçiş bir tercih meselesidir. Profesyonelliğe<br />
geçişin, uzun metraj film çekmekle ile ilgili<br />
olduğunu düşünmüyorum.<br />
Hala’dan ve onu çekme nedenlerinden bahseder<br />
misin?<br />
“HALA” karakterine, internette haber portallarında<br />
gezinirken rastladım. Uzunca bir röportaj<br />
yapılmıştı HALA ile. Haber başlığının altında da<br />
kocaman bir fotoğraf kullanmışlardı. Şalvarıyla,<br />
eşarbıyla koltuğun üzerine uzanmış poz vermişti<br />
HALA. Mekanın bir köy olması ve ülkemizdeki<br />
trans bireylere bakışı düşününce anlatılması<br />
gereken bir hikaye olduğunu ve izleyicilerin dikkatini<br />
çekeceğini düşündüm. Ki öylede oldu. Filmin<br />
taslağını, çektiğimiz bütün filmlerin danışmanı<br />
olan Öğr. Gör. Özcan Gürbüz’e götürdüm.<br />
Üzerine tartıştık konuştuk ve ekibimle gidip<br />
“HALA” ile tanıştım ve sekiz günlük bir çalışma<br />
ile filmin çekimlerini tamamladık. Tabi bunun<br />
öncesi yaklaşık 2 aylık bir ön çalışma ve senaryo<br />
taslağı oluşturma süresi oldu. Nereden ve nasıl<br />
başlayacağım konusunda hep tereddütlerim<br />
vardı. Sonra tabi “HALA” ile tanışınca bu konuyu<br />
nasıl inceleyeceğim tam anlamıyla berraklaştı<br />
kafamda. Zaten önceden de bahsettiğim gibi<br />
samimiyet ve şeffaflık tam anlamıyla sağlandıysa<br />
gerisi kendiliğinden geliyor.<br />
HALA, köy hayatını fazlasıyla benimsemiş birisi.<br />
Kendisi bize hayatını anlatırken şöyle bir ifade<br />
kullanmıştı. Buradan şehir merkezine gidince hemen<br />
köyümü, evimi özlüyorum, ağlamak geliyor içimden<br />
demişti. Köyünü çok seven bir insan. Belki de<br />
sadece orada değer gördüğü içindir! Zorlukla kendini<br />
kabul ettirdiği köyde aslında kabulünün sebebinin<br />
en büyük nedeni o köyde doğmuş olmasıydı. O<br />
köyde doğmamış olsa idi kabul görüp görmeyeceği<br />
tartışılırdı. Ama yinede köylünün ona sahip çıkması<br />
bu konudaki önyargıların kırılması için bir neden olabilir.<br />
HALA, kendi geçimini kendi sağlayan bir trans<br />
birey. Köylüye yaptığı iyiliklerle, yardımlarla kendisini<br />
kabul ettirmiş birisi. Hayatından memnun gibi dursa<br />
da o her zaman farklılığı ile dikkatleri üzerine çekecektir.<br />
Bundan kaçış olmasa bile bir köyde kabul<br />
görmesi ve hoşgörü gösterilmesi en azından bir umut<br />
göstergesidir.<br />
Bir yandan eğlenceli bir film yaparken bir yandan da<br />
bir trans bireye nasıl izleyicinin kanının ısınacağını,<br />
onu toplumun bir bireyi olarak görmesi gerektiği<br />
üzerine nasıl bir yol izleyeceğimi düşündüm. Sonra,<br />
neşeli bir film yapmaya karar verdim. Genellikle trans
karakterler üzerine yapılan belgesellerde sorunlar<br />
silsilesi içerisinde boğuluruz. Ben bu filmde sorunlar<br />
yerine güzel şeyleri anlatmanın toplumsal<br />
terapi anlamında izleyiciye iyi geleceğine inandım.<br />
Translar hakkında çok sert tepkiler veren insanlar<br />
bile filmi izledikten sonra biraz bu düşüncelerini<br />
aşmaya başladılar. Tabi filmde neşelenirken biraz<br />
oturup izleyici olarak ve toplum olarak bazı<br />
şeyleri sorgulamamızda gerekliydi ve ben filmde<br />
onu da yapmaya çalıştım. Ne kadar başarılı oldum<br />
tartışılır ama iyi bir belgesel film olması için imkanlar<br />
dahilinde elimden geleni yapmaya çalıştım.<br />
Ben bu filmde sadece karakterin ilginçliğinden<br />
nemalanmadım, sadece ilginçlik üzerinden bunu<br />
anlatsaydım filmin değerini düşürürdüm. Böyle bir<br />
hataya düşmediğim için de kendi adıma seviniyorum.<br />
Hala, Türkiye’de trans bireylere aslında farklı bir<br />
gözle yaklaşılabildiğini de kanıtlıyor. Böylesine<br />
cesur bir konu ve karakterle yola çıkmak nasıl bir<br />
duygu?<br />
Kültürel ve politik yaklaşımlar trans bireylerin<br />
yaşam haklarını gasp eden bir insanlık suçunu<br />
yüzyıllardır devam ettiriyor. Toplumdan ötelendikçe<br />
kenara sıkışan trans bireyler kendilerini savunmak<br />
zorunda bırakılıp, yalnızlaştırılıyor. Yaşamları<br />
boyunca ötelenen, ötekileştirilen bu bireyler maalesef<br />
ki uçurumun kenarına kadar geliyor. Kimisi<br />
bunalımlarla hayatına son vermek zorunda kalıyor.<br />
Aslında herkes gibi trans bireylerde bu ülkenin<br />
vatandaşı ve her insan gibi onlarında yaşam hakkı<br />
var.<br />
Her insanın hayat ile olan bağı, insanın fıtratında<br />
olan toplumsal yaşam dürtüsüyle sıkı sıkıya<br />
bağlıdır. Kendisini toplumdan soyutlamak zorunda<br />
kalan insanlar ise bazı psikolojik bunalım, yalnızlık<br />
ve ötekileştirmenin verdiği derin yaralar ile özellikle<br />
trans bireyler üzerinde ciddi etki göstermektedir.<br />
Burada metropol şehirlerin büyük etkisi olduğunu<br />
düşünüyorum.<br />
Böylesi sorunlu bir toplumsal yaşam içerisinde,<br />
kendisine zorda olsa yer edinen “HALA” belki<br />
de bir umut kaynağı olarak görülebilir. Bir köyde<br />
görülemeyecek veya şöyle diyelim ihtimal verilemeyecek<br />
bir durum “HALA”nın durumu. Bazı<br />
çetrefilli yollardan geçip hakkettiği ve doğal olarak<br />
verilmesi gereken insanlık değerini görebilmiş<br />
ve karşısındaki insanlara bir yerde insanlık dersi<br />
vermiş biri HALA. İyi bir insan olmak cinsiyetçi<br />
bir bakış açısıyla kesinlikle değerlendirilemez.<br />
HALA ‘da köyünün insanlarını cinsiyetçi bir bakış<br />
açısından kurtarıp, karşısındakini sade ve sadece<br />
insan olarak görmeyi göstermiştir bence. Özelden<br />
genele gidersek bu hoşgörü ortamı ülkenin dört bir<br />
yanına dağılmasını herkes gibi bende umut ediyorum.<br />
Bu film de, belgesel sinemanın toplumsal<br />
fayda gütme amacına hizmet etti. Umarım bundan<br />
sonrada ülkemiz belgesel sinemasında sadece<br />
sorunları değil de çözüm önerileri de sunan, yol<br />
gösteren nice nitelikli filmler çekilir. Haddime<br />
düşerse belki ucundan kıyısında bunu bende<br />
yaparım, belki de belgesel sinemaya gönül vermiş<br />
nice yetenekli belgeselciler yapar.<br />
Sence hızla gelişen teknolojinin, belgesele ne gibi<br />
katkıları olabilir? Neler götürür?<br />
Belgesel sinema inanılmaz bir hızla gelişiyor.<br />
Özellikle sinema okullarında okuyan öğrenciler<br />
belgesel sinema üzerine çok kafa yorar oldular.<br />
Üretimde keza öyle. Tabiî ki akademisyenlerin
de büyük etkisi var bu konuda. Ancak belgesel<br />
sinema yapmak bana göre belli bir birikimi gerektiriyor.<br />
Eğer belgesel sinema, sinemanın bir alt dalı<br />
ise edebiyattan, şiirden, resimden, tarihten ve her<br />
türlü görsel sanat dalından yararlanmaz ise sanat<br />
anlamında tartışılır hale gelebilir. Belgesel sinema<br />
yapmak yönetmen açısından belli bir birikim özellikle<br />
entelektüel bir bilgi birikimine ihtiyaç duyar. Bu bahsettiklerim<br />
eksik olunca yapılan belgesel filmde eksik<br />
oluyor.<br />
Özellikle teknolojinin gelişmesi ile doğru orantılı olan<br />
sinema, zamanla küçük film kameraları ile nitelikli<br />
filmlerin çekimine de olanak sağladı. Tabi burada iyi<br />
olan şey teknolojinin gelişmesi, serbest piyasa ekonomisi<br />
ile ürünlerin ucuzlaması ve çeşitlenmesi ile<br />
film çekiminin kolaylaşması durumudur. Kötü olan şey<br />
ise her eline kamera alan film çekiyorum veya çektim<br />
diye ortaya çıkması. Umut kırıcı olmayayım ama<br />
yukarıda bahsettiğim şeylerle doğru orantılı olarak<br />
söylüyorum, nitelik açısından filmler kötü oluyor.<br />
Dolayısıyla kısa filme olan değer bir yandan eksilere<br />
düşüyor. Hatta bu konuda Abbas Kiarostami’nin bir<br />
sözü var: “Dijital kameralar çıktı çıkalı o kadar berbat<br />
filmler izledim ki nerdeyse şunu önereceğim” diyor:<br />
“Kameralar da aynı silah gibi ruhsatla verilsin”. Üstada<br />
bende katılıyorum. Tamam ben çok iyi bir yönetmen<br />
veya sinemacı değilim ama azıcık biliyorsam bu<br />
işi bu durumlar sinemamıza yarardan çok bence zarar<br />
veriyor. Filmler tabiî ki çekilsin ama önce biraz altyapı<br />
lazım. Biraz okumak iyi gelir, biraz izlemek ise çok iyi<br />
gelir.<br />
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı<br />
yönetmenler kimler? Hangi oyuncularla çalışmak<br />
isterdin?<br />
Belgesel anlamında; her ne kadar belgeselciliği<br />
tartışılsa da Michael Moore, James Marsh Peter<br />
Joseph, Türk yönetmenlerden Süha Arın, Ertuğrul<br />
Karslıoğlu. Kurmaca sinemada ise Roman Polanski,<br />
Theodoros Angelopoulos, Michelangelo Antonioni,<br />
James Cameron, Alfred Hitchcock, Abbas Kiarostami,<br />
Stanley Kubrick, David Lynch, Quentin Tarantino.<br />
Türk yönetmenlerden Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim,<br />
Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın.<br />
Oyunculuğunu beğendiğim Türk oyuncuların arasında<br />
Şener Şen, Haluk Bilginer, Tuncel Kurtiz var. Ayrıca<br />
son dönemde Engin Günaydın, Kıvanç Tatlıtuğ çok iyi<br />
oyuncular. Bunlarla çalışmak isterdim ama ben belgesel<br />
sinemacı olarak devam etme eğilimindeyim.
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere<br />
yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />
Türkiye’de festivaller epey çoğaldı. Bu durum,<br />
biz kısa filmciler için çok önemli ve bir o kadarda<br />
değerli. Kısa filmcilerin gösterim imkanları festivallerle<br />
sınırlı olmasından dolayı görünürlülük<br />
konusunda festivaller çok önemli bizler için. Ancak<br />
eleştiri yapmadan da geçemeyeceğim. Aslında<br />
biraz bahsettim ama yinede değinmekte fayda var.<br />
Kısa filmciler festivallerde dış kapının dış mandalı<br />
olarak görülmekten fazlasıyla sıkıldı! Kısa filmciler<br />
bu ülkenin değerleridir, gelecekte sinemamıza yön<br />
verecek nice nitelikli insanları içerisinde barındırır.<br />
Ancak çoğu festivalin kısa filmcileri dikkate aldığını<br />
hiç ama hiç düşünmüyorum. Örneğin; davet edilirsiniz<br />
festivale geldiğinizden kimsenin haberi bile<br />
olmaz, hatta ödül alırsınız iki dakikalık bir alkış<br />
savuşturmasıyla bir rüzgar gelip geçersiniz. Ödül<br />
alırsınız, bir küçücük teşekkür konuşmasını bile<br />
yaptırmazlar. Kaldığımız yerlere gelince genellikle<br />
pansiyondur, festival alanına epey uzaktır.<br />
Uzun metraj film yönetmenleri çok yıldızlı otellerde<br />
ağırlanır, basın mensupları hep onlarla konuşurlar,<br />
yemeklerini bizden ayrı yerler. Genellikle uzun<br />
metrajlı yönetmenlerle bir arada olmayız, oldurmazlar!<br />
Bazen bırakın konaklamayı yemeği içmeyi<br />
falan, otobüs paranızı karşılamazlar, ya da siz bize<br />
hesap numarası verin biz size yatırırız derler onu<br />
da yatırmazlar. Yani anlayacağınız problemler silsilesi<br />
içerisinde kendi çapımızda sinema yapmaya<br />
çalışıyoruz, onca emekle film çekip bir teşekkür<br />
konuşması bile yapamadan geçip gidiyoruz. Yinede<br />
olsun film yapmak güzel, belgesel yapmak ayrı bir<br />
güzel. Bir gün daha iyi koşullarda, kısa filmcilere<br />
saygı duyan festivallerle buluşur; bizlerde değer<br />
gördüğümüzü görüp daha nitelikli kısa filmler yapmak<br />
için uğraş veririz.<br />
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…<br />
Akademik olarak sinema alanında eğitim faaliyetinde<br />
bulunmak istiyorum. Ama bunun yanında kesinlikle<br />
film çekmeye devam edeceğim. İlerde inşallah<br />
daha nitelikli filmler çekerim ve ülke sinemasına<br />
bende küçük bir katkıda bulunurum. Bir Ahmet<br />
Uluçay olamam belki ama insan hayalleri kadar<br />
vardır…<br />
Bu arada sizlere de çok teşekkür ederim. İlginiz,<br />
desteğiniz ve bizleri görünür kıldığınız için…