16-BİMARHANELER
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
<strong>BİMARHANELER</strong>: OSMANLI DEVLETİ’NDE AKIL HASTANELERİ<br />
Uzm. Dr. Nedim Havle<br />
Bimarhane, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat’ta,<br />
“hastane”, “tımarhane, deliler yurdu” olarak tanımlanır.<br />
Uzun asırlar boyunca bugünkü hastane terimini<br />
karşılayan “bimarhane” kelimesinin zaman içerisinde<br />
anlam kayması sonucu “tımarhane” gibi sadece akıl<br />
hastalarının bulundurulduğu yer anlamını kazandığı<br />
kabul edilmektedir.<br />
İslam dünyasının en önemli hekimlerinden Haris b.<br />
Kelede’nin de tıp tahsilini yaptığı İran’daki Cündişapur<br />
hastane ve tıp okulunun “bimarhane “ adıyla anılmasını,<br />
bu deyimin erken dönemlerden itibaren Araplar arasında<br />
da benimsenmesine yol açtığı söylenebilir.<br />
İlk Bimarhane Tesisleri<br />
İlk İslam bimarhanesi Hendek savaşı sırasında<br />
seyyar savaş hastanesi olarak kurulmuştur. Savaşta<br />
yaralananların müdahalesinin yapıldığı bu<br />
bimarhanelerden sonra ilk tam teşekküllü hastane 707<br />
yılında Emevi Halifesi Velid b. Abdulmelik tarafından<br />
yaptırılmıştır. Buraya hekimler tayin edilmiş ve maaş<br />
bağlatılmış, cüzamlıların ve akıl hastalarının tecrit ve<br />
tedavi edildiği odalar yaptırılmıştır. İslam ülkelerinde ilk<br />
defa akıl ve beden hastalıklarının tedavisine özgü<br />
hastaneler bu dönemde gelişmiştir.<br />
847–861 yılları arasında Halife Mütevekkil Alellah<br />
döneminde Bağdat ile Vasıt arasındaki Deyrihizkıl’da<br />
akıl hastalarına özgü bimarhanelerin kurulduğundan söz<br />
edilir. Burasının sadece akıl hastalarının tedavisine<br />
tahsis edilmiş, döneminin en iyi hastanelerinden biri<br />
olduğu ve hatta 1400’lü yıllarda İspanya ve İngiltere’de<br />
kurulmuş olan psikiyatri hastanelerinden daha modern<br />
olduğu belirtilir.<br />
IX. yüzyılda bimarhanelerde diğer hastaların yanı<br />
sıra akıl hastalarının da tedavi edildiğini gösteren en<br />
güzel örnek olarak 872 yılında Ahmet b. Tolun’un<br />
Mısır’da kurduğu kendi adıyla anılan bimarhanesini<br />
belirtmek gerekir. Bugün hala ayakta duran<br />
bimarhanede, hastaların özel hastane elbiseleriyle<br />
yattıkları, hekimler tarafından tedavi edildikleri, ilaç ve<br />
yemeklerinin önlerine getirildiği ve teknik imkânlar bir<br />
tarafa bırakılırsa, hasta bakım ve hizmetleri yönünden<br />
bugünkü modern hastanelerin vasıflarını taşıdığı<br />
bilinmektedir.<br />
Selçuklular döneminde genel bimarhanelerden başka<br />
sadece akıl hastalarının tedavisiyle uğraşan birimler de<br />
kurulmuştur. Bunlardan en önemlileri Afyon dolaylarında<br />
Karacaahmet Tekkesi, Burdur yakınlarında Onacak’taki<br />
Melek Dede Türbesi’dir. Ayrıca Erzurum civarında<br />
şimdiki adı “Deli Baba” olan köyde akıl hastalarının<br />
tedavisiyle uğraşan tekkeler olduğu bilinmektedir.<br />
İspanya kralının elçisi Klavijo’nun günlüğünde,<br />
Semerkant’a giderken buradan geçtiği, buradaki<br />
dervişlerin hastalara telkin ve meşguliyet tedavisi ile şifa<br />
dağıttığını yazdığı görülmektedir.<br />
Osmanlı Dönemi’nde Bimarhaneler<br />
Bugüne kadar ulaşabilen İslam hastanelerinin çoğu<br />
Osmanlı’lara ait olanlardır. İmparatorluğun en parlak<br />
devrinde Mimar Sinan tarafından İstanbul’da inşa edilen,<br />
bugüne sağlam durumda ulaşan Haseki Hastanesi<br />
(1538–1550), Süleymaniye Külliyesi’ndeki şifahane ile<br />
tıp medresesi (1550–1557) ve Atik Valide Hastanesi<br />
(1583–1587) her türlü hastanın yanı sıra akıl<br />
hastalarının da tedavi edildiği ünlü Osmanlı<br />
hastaneleridir.<br />
Osmanlı hastanelerinin en bariz mimari özelliği cami,<br />
medrese, imaret, tabhane, kervansaray, hamam, çarşı,<br />
çeşme ve benzerlerinden meydana gelen külliyelerin bir<br />
parçası olarak planlanmalarıdır. Bu külliyeler şehir<br />
içinde birer küçük şehir oluşturacak bir sosyal merkez<br />
gibi halkın her türlü sosyokültürel ve sağlıkla ilgili<br />
ihtiyaçlarını da karşılamaktaydı.<br />
Osmanlı hastanelerinden Edirne’de bulunan II.<br />
Bayezid Darüşşifası yeni bir mimari eser olarak<br />
karşımıza çıkmaktadır. Bu hastanede diğer Selçuklu ve<br />
Osmanlı hastanelerinden farklı olarak mimari ağırlık
camiye değil de hastane ve onun bitişiğinde yer alan tıp<br />
öğrenimine ayrılmış medreseye verilmiştir. Bu<br />
hastanede merkezi sistem mevcuttur; ortadaki büyük,<br />
diğer on ikisi küçük, on üç kubbe ile örtülü altı köşeli ana<br />
bina, hemen onun yanındaki küçük iç avlu etrafında<br />
gruplanmış, poliklinik ve idare binası olarak kullanılan<br />
kısım ile büyük avlu etrafına sarılmış saldırgan akıl<br />
hastalarına özel altı odalık tımarhane bölümü, mutfak ve<br />
çamaşırhanelerden oluşmaktadır.<br />
Ana binada, ortası havuzlu ve üzeri büyük kubbe ile<br />
örtülü merkezi avlunun etrafında altısı kış, altısı yaz için<br />
tasarlanmış hasta mekânları sıralanmakta ve bunlardan<br />
girişin karşısındakinin müzik odası olarak kullanıldığı<br />
anlaşılmaktadır: Bina müzikle tedavi için kusursuz bir<br />
akustik yapıya sahiptir. 10 kişiden oluşan musiki<br />
topluluğunun haftada 3 gün verdiği musiki konserleri<br />
yankılanmadan binanın her tarafından rahatlıkla<br />
dinlenebilir.<br />
Tedavide musikinin yanı sıra su sesi ve güzel<br />
kokudan da yararlanılmaktaydı. Şadırvandan fışkıran<br />
suların çıkardığı ses, tedavinin önemli bir kısmını<br />
oluşturmakta, hastayı huzura kavuşturmaktaydı. Bu<br />
şifahanede tedavi parasızdı ve haftada 2 gün şehirdeki<br />
hastalara parasız ilaç dağıtılırdı. Bir merkez etrafında<br />
toplanmış bulunan hasta odaları az personeline hizmet<br />
verilmesini sağlardı. Personel tüm odaları kolayca<br />
gözleyebilir. Gerektiğinde acil olarak hastaların<br />
yardımına koşardı.<br />
Edirne II. Bayezid Bimarhanesi müzikle tedavi<br />
Avrupa’da akıl hastalarının yakıldığı bir devirde,<br />
ruhsal hastalıkları olan kişilerin müzik ile tedavisi ve akıl<br />
hastalarının tecridi dahil gerekli her şey düşünülerek<br />
planlanan Edirne’deki II. Bayezid Darüşşifası, gerek ilk<br />
defa az personelle yüksek randıman almayı amaçlayan<br />
merkezi sistemi ve gerekse o döneme göre çok ileri<br />
hatta XVIII-XIX. yüzyıllardaki hastane yapılarına ışık<br />
tutacak kadar mükemmel olan havalandırma sistemini<br />
getirmesi açısından çığır açmış nadide bir yapıdır.<br />
<strong>16</strong>52 yılında Edirne’ye gelen Evliya Çelebi, “Orada<br />
bir darüşşifa vardır ki, dil ile tarif edilmez ve kalem ile<br />
yazılmaz” diye bahseder II. Bayezid Bimarhanesi’nden.<br />
Evliya Çelebi anlatıyor: ”Böyle dikkat ve özenle yapılmış<br />
şifa yurdunun anlatılan odalarında çeşitli hastalıklara<br />
tutulmuş zengin ve fakir, ihtiyar ve genç doludur.Bazı<br />
odalarda ilkbaharda delilik mevsiminde Edirne'nin aşk<br />
denizi derinliğine düşmüş sevdalı aşıklar çoğalıp,<br />
hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilerek altun ve<br />
gümüş yaldızlı zincirlerle kerevetlerine takılıp, her biri<br />
aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar...Kimisi<br />
havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası kabilinden<br />
sözler eder, nicesi dahi o kemerli kubbenin etrafında<br />
olan gülistan ve bağ ve bostan içindeki binlerce kuşların<br />
cıvıltılarını dinleyip, delilerin perdesiz ve ölçüsüz<br />
sesleriyle feryada başlarlar.”<br />
Osmanlı Edebiyatında da akıl hastalarının müzikle<br />
tedavi edilmelerine yer verilmiştir: <strong>16</strong> yüzyıl şairlerinden<br />
Nev’i meşhur bir beyitinde; “Mihr ile dem-saz olup<br />
geçdik gurur-ı cahdan Hasta-i ışkuz bize kanun ile<br />
timar olur” demektedir.<br />
Nev’i burada bir tedavi yöntemine atıfta bulunuyor:<br />
Melankoli hastalarına, psikolojik rahatsızlıklar geçiren<br />
kişilere darüşşifalarda (mec. Tımarhane) uygulanan su<br />
sesi ve müzikle tedavi. Bu tedavi, ortasında renkli sular<br />
fışkıran salonlarda çeşitli enstrümanlarla müzik<br />
dinletilmesi yolu ile hastanın sıkıntılarını atlatmasını<br />
amaçlayan bir uygulama idi. Avrupa ülkelerinde akıl<br />
hastalarının, içlerindeki cinleri çıkartmak (!) için<br />
yakıldıkları bir çağda Osmanlının kültür ve sanat<br />
merkezlerinde asırlarca uygulanan bu tedavi yöntemi<br />
günümüzde bile hala geçerliliğini sürdürmektedir.