23.02.2017 Views

LETİŞİM KURAMLARI

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2803<br />

AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1761<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> <strong>KURAMLARI</strong><br />

Yazarlar<br />

Prof.Dr. Erkan YÜKSEL (Ünite 1)<br />

Doç.Dr. İncilay CANGÖZ (Ünite 2)<br />

Doç.Dr. Ömer ÖZER (Ünite 3)<br />

Doç.Dr. Ruhdan UZUN (Ünite 4, 5, 7)<br />

Doç.Dr. Banu DAĞTAŞ (Ünite 6)<br />

Prof.Dr. İrfan ERDOĞAN (Ünite 8)<br />

Editör<br />

Prof.Dr. Erkan YÜKSEL<br />

<br />

ANADOLU ÜNİVERSİTESİ<br />

<br />

i


Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir.<br />

“Uzaktan Öğretim” tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır.<br />

İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt<br />

veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz.<br />

Copyright © 2013 by Anadolu University<br />

All rights reserved<br />

No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted<br />

in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic tape or otherwise, without<br />

permission in writing from the University.<br />

UZAKTAN ÖĞRETİM TASARIM BİRİMİ<br />

Genel Koordinatör<br />

Doç.Dr. Müjgan Bozkaya<br />

Genel Koordinatör Yardımcısı<br />

Doç.Dr. Hasan Çalışkan<br />

Öğretim Tasarımcıları<br />

Yrd.Doç.Dr. Seçil Banar<br />

Öğr.Gör.Dr. Mediha Tezcan<br />

Grafik Tasarım Yönetmenleri<br />

Prof. Tevfik Fikret Uçar<br />

Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız<br />

Öğr.Gör. Nilgün Salur<br />

Kitap Koordinasyon Birimi<br />

Uzm. Nermin Özgür<br />

Kapak Düzeni<br />

Prof. Tevfik Fikret Uçar<br />

Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız<br />

Grafikerler<br />

Gülşah Karabulut<br />

Özlem Ceylan<br />

Kenan Çetinkaya<br />

Dizgi<br />

Açıköğretim Fakültesi Dizgi Ekibi<br />

İletişim Kuramları<br />

ISBN<br />

978-975-06-1464-4<br />

1. Baskı<br />

Bu kitap ANADOLU ÜNİVERSİTESİ Web-Ofset Tesislerinde 6.000 adet basılmıştır.<br />

ESKİŞEHİR, Ocak 2013<br />

<br />

ii


İçindekiler<br />

Önsöz ....<br />

iv<br />

1. İletişim Kuramlarına Giriş 2<br />

2. Çizgisel ve Sosyo-Psikolojik Yaklaşımlar.. 34<br />

3. Medyanın Etkilerine Yönelik Yaklaşımlar 60<br />

4. İzleyici Merkezli Yaklaşımlar.. 84<br />

5. Teknoloji Merkezli Yaklaşımlar.. 106<br />

6. Dilbilimsel ve Göstergebilimsel Yaklaşımlar. 132<br />

7. Eleştirel Yaklaşımlar 156<br />

8. Türkiye’de İletişim Araştırmaları.. 184<br />

<br />

iii


Önsöz<br />

Bir akademisyen olarak vermeyi en çok sevdiğim ders “araştırma yöntemleri”. Anadolu Üniversitesi’nde<br />

kesintilere uğramış olmakla birlikte yaklaşık 10 yıldır bu konuda dersler veriyorum. Yüksek lisans<br />

seviyesinde ise “İletişim Kuramları ve Araştırmaları I ve II” derslerini de iki ayrı dönemde işliyoruz.<br />

Bu kitapta söz konusu derslerde anlatılan pek çok konu özet bir şekilde ele alınıyor. Kitabı değerli kılan<br />

en önemli unsur, iletişim biliminin birbirinden farklı yaklaşımlarını bütünsel bir yapıda ele alarak<br />

sistematik bir şekilde okuyucuya anlatması. Kitabı değerli kılan bir başka unsur, kitabın farklı<br />

ünitelerinin, bu alanda farklı üniversitelerde dersler veren ve araştırmalar yapan farklı akademisyenler<br />

tarafından kaleme alınmış olması. İletişim biliminde Türkçe yayımlanmış bu konudaki birkaç kitap<br />

arasında bu kitabın bir başka özelliği dil ve anlatımının oldukça sade ve anlaşılır olması. Açıköğretim<br />

Fakültesi’nin uzaktan eğitim sistemine uygun formatta hazırlanan kitap, yüz yüze eğitimin öğrenciye<br />

sunduğu imkanları, formatı gereği, uzaktan eğitim öğrencilerine de sunmaya imkan tanıyor. Kitapta pek<br />

çok konuda görsel anlatımlar, şekil ve tablolar, hikayeleştirilmiş açıklamalar, faydalanılabilecek yararlı<br />

kitap ve internet sayfası önerileri ve ek bilgiler dikkat çekiyor. Konuyu daha anlaşılır kılıyor ve meraklı<br />

okuru daha çok araştırmaya, incelemeye yöneltiyor.<br />

Kitabın ilk ünitesinde öncelikle bilim, bilimsel araştırma, araştırma yöntemleri, kuram ve iletişim<br />

kuramları açıklanarak, bu alt yapı üzerine iletişim kavramı ve anlamı, iletişim tarihi, iletişim araştırmaları<br />

tarihi ve iletişim araştırmalarına yönelik sınıflandırma çabaları konu ediliyor. Ardından kitapta iletişim<br />

çalışmaları etki-süreç odaklı çalışmalar ve anlam-niyet odaklı çalışmalar çerçevesinde ikiye ayrılarak bu<br />

iki yaklaşımın iletişim olgusuna bakışı ve bu bakış çerçevesinde kullandığı temel kavramlar tanımlanıyor.<br />

İkinci ünitede iletişim biliminin ilk çalışmaları olan çizgisel ve sosyo-psikolojik yaklaşımlar, üçüncü<br />

ünitede etki araştırmaları arasında öne çıkan yaklaşımlar, dördüncü ünitede izleyici merkezli yaklaşımlar,<br />

beşinci ünitede de teknoloji merkezli yaklaşımlar ele alınıyor.<br />

Anlam odaklı çalışmalar bağlamında kitapta altıncı ünitede ayrıntılı olarak dilbilimsel ve göstergebilimsel<br />

yaklaşımlar üzerinde duruluyor. Yedinci ünitede ise oldukça geniş kapsamlı olan eleştirel yaklaşımlar<br />

özetlenmeye çalışılıyor. Bu bağlamda siyasal ekonomi yaklaşımı, kültürel emperyalizm, kültürel<br />

bağımlılık, medya emperyalizmi, Frankfurt Okulu, kültür endüstrisi, propaganda modeli ve İngiliz<br />

Kültürel Okulu konularına değiniliyor.<br />

Kitabın son ünitesi olan sekizinci ünitede de iletişimin temel unsurlarına ilişkin genel çerçeve özetlenerek<br />

bunun içinde Türkiye’deki iletişim araştırmalarının yeri irdeleniyor. Bu ünitede öne çıkan, özellikle<br />

Türkiye’de iletişim araştırmalarının oluşumunun temel doğası, gelişim ve koşulları konularını yalnızca<br />

iletişim özelinde değil, belki de genel anlamda diğer bilim dalları için de yorumlamak gerekiyor. Bu<br />

değerli değerlendirmelerin ardından ünitede; araştırma türleri, alanları, konuları ve yönelimler ayrı ayrı<br />

irdeleniyor ve son olarak günümüzdeki duruma değiniliyor. Dolayısıyla son ünitede bir anlamda da<br />

kitabın iletişim kuramları ve araştırmaları anlamındaki bir özeti ve Türkiye’nin bu özet içerisindeki yeri<br />

yorumlanmaya çalışılıyor.<br />

Kitabın yalnızca uzaktan eğitim öğrencileri için değil, örgün eğitimde iletişim fakültelerindeki öğrenciler<br />

ve bu alanda lisansüstü eğitim yapan araştırmacılar için de önemli bir başvuru kaynağı olarak<br />

yararlanılabilecek nitelikte olduğunu düşünüyorum.<br />

Kitapla ilgili her türlü görüş ve önerilerinizi de bana yazabilirsiniz. Kitabın “geribildirimi” için e-posta<br />

adresim şöyle: eyuksel@anadolu.edu.tr<br />

Tüm öğrencilerimize keyifli okumalar, derslerinde başarılar dilerim.<br />

Editör<br />

Prof.Dr. Erkan YÜKSEL<br />

iv


1<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

Bilimsel araştırma ve iletişim kuramlarını açıklayabilecek,<br />

İletişim kavramı ve anlamını tanımlayabilecek,<br />

İletişim tarihini özetleyebilecek,<br />

İletişim araştırmalarını sınıflandırabilecek,<br />

Etki-süreç odaklı çalışmaların temellerini açıklayabilecek,<br />

Anlam-niyet odaklı çalışmaların temellerini açıklayabilecek,<br />

Yakın dönemde dikkati çeken gelişmeleri tanımlayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Bilim ve Bilimsel Araştırma<br />

İletişim ve Kitle İletişimi<br />

İletişim Tarihi<br />

İletişim Araştırmaları<br />

Etki<br />

Süreç<br />

Anlam<br />

Niyet<br />

Kültür<br />

İdeoloji<br />

İçindekiler<br />

Bilimsel Araştırma ve İletişim Kuramları<br />

İletişim Kavramı ve Anlamı<br />

İletişim Tarihi<br />

İletişim Araştırmaları Tarihi<br />

İletişim Araştırmalarının Sınıflandırılması<br />

Yakın Dönemde Dikkati Çeken Gelişmeler<br />

2


İletişim Kuramlarına<br />

Giriş<br />

BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE İ<strong>LETİŞİM</strong> <strong>KURAMLARI</strong><br />

İlk insandan bu yana bilimsel araştırmanın temel nedeni insan ile doğa arasındaki ilişkiyi insan lehine<br />

değiştirebilme çabasıdır. İzafiyet teorisinin babası Albert Einstein “bilim denilen şey, günlük düşüncenin<br />

berraklaştırılmasından başka bir şey değildir” demektedir. Bilim, evrendeki olguları çeşitli yollarla<br />

inceleyen ve onları açıklayan, kabul edilen, sağlamlığı olan, geçerliliğe sahip, o an aksi ispat edilememiş<br />

sistemli bilgiler bütünüdür. Bilim olgusaldır, herkesçe gözlenebilir. Sistemlidir, belli bir bütünlük içinde<br />

açıklar. Akılcıdır, açıklamaları akla uygundur. Genelleyicidir, tek tek olayları değil, geneli açıklar.<br />

Evrenseldir, yer ve zamana göre değişmez. Birikimlidir, belli bir birikimin sonucudur. Kayıtlıdır, kaydı<br />

bulunur. Sağlam fakat görelidir, mutlak doğruluk ve yanılmazlık yerine gerçeğe geçici doğrlarla<br />

yaklaşmayı kabul eder. Bilimin sonuçları geçerlilik olasılığı yüksek genellemelerdir.<br />

Bilimin amacı anlamak, açıklamak, ilişkiler ve nedenler bulmak, geleceği tahmin etmek, gelişme ve<br />

ilerleme için önerilerde bulunmak ve kontroldür. Anlama “nedir” sorusunun yanıtını içerir. Açıklama ise<br />

“neden-niçin” sorusunu sormakla başlar. Öngörme, herhangi bir olguyla ilgili bilinenlerden yola çıkarak<br />

henüz bilinmeyenlerin bulunmaya çalışılmasıdır. Kontrol ise açıklamalar ve kestirimlerin ardından<br />

olguları başlatma, durdurma, devam ettirme ya da değiştirme gücüne erişmeyle birlikte üretilen bilgilerin<br />

uygulamaya aktarılmasıdır. Örneğin bulutlu bir havada yıldırım gözlemlenir, yıldırımı oluşturan unsurlar<br />

belirlenir, bu unsurlar arasındaki ilişkiler incelenir, nedensellik bağları araştırılarak yıldırımın neden<br />

olduğu açıklanır; unsurlar ve nedenlerden hareket ederek yıldırımın hangi koşullarda olacağı önceden<br />

tahmin edilebilir. Bir adım ötesine gidilerek, nedenler manipüle edilerek kontrol mekanizmaları<br />

kurulabilir. Hatta yapay yıldırım bile yaratılabilir. Kontrol aşaması, bilimin olgunluk safhası olarak<br />

yorumlanır ve bütün bilim dallarının bu bebeklik (anlama), çocukluk (açıklama), gençlik (öngörü) ve<br />

olgunluk (kontrol) aşamalarını geçerek geliştiği kabul edilir (Saruhan ve Özdemirci, 2011).<br />

Bilim, yeni kuramlar üretmeye ve var olan kuramları sınamaya yarayan sistematik veri toplama ve<br />

analiz etme süreci olarak da tanımlanır. Kuram en genel anlamda şeylerin nasıl çalıştığı hakkındaki<br />

kavrayıştır; bir olguyu açıklamaya, kestirmeye, kontrol etmeye yarayan ilişkiler bütünüdür. Başka bir<br />

deyişle; belirli bir konuda ortaya konulan geçerliliği ve güvenilirliği bilimsel yöntemlerle saptanmış genel<br />

açıklama düzlemidir. Hipotez; eş deyişle denence ise araştırmacının incelediği sorunla ilgili olarak<br />

araştırmasının başında öne sürdüğü, doğruluğu ya da yanlışlığı henüz test edilmemiş “denemelik” geçici<br />

önerme ya da genellemedir. Yapılan araştırmayla tersi kanıtlanmaz ise hipotez, bilimsel bir bilgi niteliği<br />

kazanır; aksi halde terk edilir. Kuramın hipotezden farkı, araştırma yapılan alanda ortaya koyduğu<br />

açıklamaların çalışılan alanın tamamını içine alması ya da o alanla ilgili kapsamlı ve köklü açıklamalar<br />

getirmesidir. Hipotezler de kuramsal gerekçelendirmelerden üretilir ve kuramdaki varsayımlara<br />

bağlıdırlar. Kuram geçmişe, şimdiye ve geleceğe ait bir açıklamadır. Ancak hiçbir zaman yanılmaz<br />

değillerdir. Kuramlar bilimsel kanıtlarla yeterince doğrulanır ve kimse tarafından doğruluğuna karşı<br />

konulamazsa artık “bilimsel yasa” ya da “bilimsel kanun” adını alırlar. Örneğin Newton’un yerçekimi<br />

kanunu gibi.<br />

3


Bilimsel yöntemin gelişiminden önce insanların gerçeğe ulaşma yöntemleri sezgi, otoriteye güvenme<br />

ve inandığı şeyde direnmeyi içermiştir. Hata ve yanlılık payı yüksek de olsa bu yöntemler bugün de<br />

kullanılabilmektedir. Bilimsel yöntem ise olgusal nitelikli problem çözmenin, bilim üretmenin bilinen ve<br />

belli süreçleri olan en güvenilir yoludur. Bilim adamı, gerçeğin doğası hakkında genellemeler yapmaya<br />

çabalar.<br />

Bilimsel yöntem; Bacon’ın “tümevarım” ve Aristo’nun “tümdengelim” yaklaşımlarının sentezidir.<br />

Tümdengelim, genel önermelerden daha az genel önermeleri çıkarma yöntemidir. Eş deyişle bütünden<br />

parçalara gidilir. A=B ise, B=C ise, A=C formülüne dayanır. Tümevarım ise deneyler ve gözlemler<br />

yoluyla elde edilmiş olgularla bilgileri genel ilkeler ve yasalar altında toplamaya çalışır. Tek tek<br />

olgulardan hareketle genel bir önermeye gider. Bilimin ve bilimsel yöntemin temeli kabul edilir. Bugün<br />

tümevarım ve tümdengelimin aynı anda kullanılması anlamına gelen tez ve antitez kavramları, birbirinin<br />

rakibi değildir ve birbirlerinden bağımsız düşünülemez.<br />

Toplumsal olayları ve insanların toplumsal özelliklerini inceleyen bilim dallarına genel olarak “sosyal<br />

bilimler” adı verilir. Doğa bilimlerinde kanunların değişmesi ya da kökünden yıkılması doğanın<br />

değişiminden değil, kanunların yetersizliğinden kaynaklanırken; sosyal bilimlerdeki kanunlar, olguları<br />

açıklamakta ne kadar başarılı olsalar da insan davranışı ve toplum yaşamıyla birlikte değişmek<br />

zorundadırlar. Sosyal bilimlerde yaygın olarak kullanılan iki ayrı araştırma yaklaşımı vardır: Niteliksel<br />

(qualitative) ve Niceliksel (quantitative) Yaklaşım.<br />

Tümdengelime dayanan “niteliksel yaklaşım” ya da “nitel araştırma”, sosyal bilimlerin uğraştığı<br />

sosyal gerçeklik ile fen bilimlerinin uğraştığı fiziksel gerçekliğin birbirinden farklı nitelikte olduğunu<br />

kabul eder. Nitel araştırmanın unsurları ve genel çerçevesi hakkında literatürde uzlaşılan bir tanımlama<br />

yoktur. Ancak yine de bir tanım vermek gerekirse, insan ve grup davranışlarının neden ve nasıl sorularını<br />

yanıtlamaya yönelik araştırmalardır denilebilir. Bu çalışmalarda kişilerin kanaatleri, tecrübeleri, algıları<br />

ve duyguları gibi öznel verilerle meşgul olunur; toplumsal olaylar doğal ortamı ve doğal oluşumu içinde<br />

tanımlanır. Araştırma sürecinde davranışlar doğal ortamında gözlemlenir, kaydedilir ve yorumlanır.<br />

Olayları yaşayan insanlar için o olayların anlamını keşfetmeyi amaçlanır. Nitel araştırmalar, birikmiş bilgi<br />

ve gözlemleri yorumlamaya dayanır. Daha çok disiplinlerarası yapıdadır. Standartlaşma yerine<br />

araştırmacının gücünü ön planda tutar. Herhangi bir istatistiksel test ya da hipotez testi kullanılmaz.<br />

Ancak konuyu desteklemek için istatistiksel verilerden yararlanabilir. Daha çok saha çalışması, doğal<br />

çalışma ya da etnografi gibi veri toplama tekniklerini kullanır. Başlıca yöntemler görüşme, gözlem, arşiv<br />

taraması / iz sürme çalışmaları, paydaş analizi, örnek olay/ vaka analizi yöntemi ve odak grup<br />

yöntemleridir. Veri kayıt teknikleri not alma, fotoğraf, ses ve video kayıtlarıdır.<br />

Tümevarıma dayanan “niceliksel yaklaşım”; görgül, deneysel, amprik, sayısal yaklaşım adlarıyla da<br />

bilinir. Bilim ile bilim dışını kesin sınırlarla ayırmayı; bilimin nesnel (objektif) gerçeklikle, bilim dışının<br />

ise öznel (kişisel) gerçeklikle uğraştığını savunan pozitivist felsefeden kaynaklanmıştır. Pozitivizm<br />

(olguculuk), yalnızca bilimsel yolla edinilen bilgileri kabul eder ve yine yalnızca bu bilgileri “üzerinde<br />

konuşmaya değer” bulur. Sosyolojinin de kurucusu sayılan Auguste Comte’un sistematik bir şekilde<br />

ortaya koyduğu pozitivizm akımına göre sadece duyumlar ve algılar güvenilir verilerdir ve bilimsel<br />

alanda yalnızca bunları incelemekle yetinilmelidir. Deneysel araştırma, en yüksek seviyedeki biçimiyle<br />

nedensellik sorusunun üstesinden gelinmesiyle ilgili klasik yöntemdir. Nedensellik tasarımına dayanan<br />

gerçek deney, araştırmacı tarafından bir değişkenin kontrolü ya da yönlendirmesini ve sonuçların nesnel<br />

ve sistematik bir biçimde gözlenmesini ya da ölçülmesini içerir. Dolayısıyla niceliksel yaklaşım; nesnel<br />

gerçekliğin, değer yargılarından ve yorumlardan bağımsız yapılabilen gözlemlerle elde edilen verilerden<br />

oluştuğunu kabul eder. Nicel araştırmada gözlemlenebilen, işlevsel tanımı yapılarak ölçülebilir hale<br />

getirilen her şey bilimin konusu olarak kabul edilir. Araştırmacı, veri toplama ve analizi süreçlerini kendi<br />

değer yargılarından ve yorumlarından arındırma çabası içindedir. Yanıtını aradığı sorulara ilişkin<br />

hipotezler kurar, hipotezleri test eder, aldığı sonuçları yorumlar. Niceliksel incelemede sorun yorumu,<br />

tartışmalar ve öneriler niceliksel bulgular ve kuramsal çerçeve üzerinde niteliksel değerlendirmeleri<br />

gerektirir.<br />

4


Günümüzde ise farklı yaklaşımları bir araya getiren “çoklu yöntem” ya da “disiplinler arası”<br />

çalışmalarının ilgi çekmeye başladığı söylenebilir. Bu çalışmalarda nitel ve nicel veri toplama yöntemleri<br />

birlikte kullanılarak bilimsel çalışmalar yürütülmektedir.<br />

Araştırma yöntemleri kitaplarında yukarıda özetlenen konu ve<br />

kavramlara ilişkin ayrıntılara erişebilirsiniz. Şu kitaplara bakabilirsiniz: Saruhan, Ş.C. ve<br />

Özdemirci, A. (2005), Bilim, Felsefe ve Metodoloji, İstanbul: Beta; Erdoğan, İ. (2012).<br />

Pozitivist Metodoloji ve Ötesi. Ankara: Erk; Karasar, N. (2010). Bilimsel Araştırma<br />

Yöntemi. 21. Baskı. İstanbul: Nobel; Geray, H. (2004). Toplumsal Araştırmalarda Nicel ve<br />

Nitel Yöntemlere Giriş. Ankara: Siyasal.<br />

Bu kitabın da konusunu oluşturan “iletişim kuramları” kavramı, iletişimi anlamak ve açıklamak için<br />

kullanılan şemsiye bir tanımlamadır. Gerek niteliksel ve gerekse niceliksel yaklaşımla ortaya konulmuş<br />

çalışmaların bütününü içine alır. Ayrıntıda ise bu çalışmaların ilgilendikleri konu ya da soruna, ulaştıkları<br />

bulgu ve getirdikleri yoruma göre de çalışmaları alt başlıklara ayırmak mümkündür. Konuyu daha iyi<br />

anlamak için işe öncelikle “iletişim” kavramına ilişkin farklı yaklaşımlara ve bu yaklaşımlara bağlı olarak<br />

geliştirilen tanımlara değinmek yerinde olacaktır.<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> KAVRAMI VE ANLAMI<br />

İletişimle ilgili temel kavramları bir hikayenin üzerinden anlatmaya çalışalım. Aşağıdaki metinde Adem<br />

ve Ewa’yı tanıyacak ve aralarında geçen diyaloğa şahit olacaksınız.<br />

Adem ile Ewa’nın hikayesi…<br />

Adem, Karadeniz’in küçük bir sahil kasabasında, lise 1. sınıf öğrencisiydi. Dersleri pek başarılı<br />

sayılmazdı. Ailesi, yaz tatilinde boş durmaması ve arkadaşlarından gördüğü ve beğendiği elektro gitarı<br />

satın alması için çalışması ve para biriktirmesi gerektiğini söylemişti. O da sahil yolunda, belediyenin<br />

çay bahçesini işleten bir tanıdıklarının yanında garsonluğa başlamıştı. Daha bar kaç gün olmuş ve işi<br />

yeni öğrenmeye çalışıyordu. Aslında işler yoğun sayılmazdı ama akşamları şehir halkı limanda yürümek,<br />

hava almak, dolaşmak ya da serinlemek gibi nedenlerle sahile akın ediyor ve çay bahçesi de doluyordu.<br />

O akşam Sümela Manastırı’na uzanan Karadeniz Turu düzenleyen şirketlerden birinin otobüsü parkın<br />

önünde durmuştu. Turistler de birşeyler içmek üzere çay bahçesine gelmişlerdi.<br />

Adem, ne içmek ya da yemek istediklerini sormak üzere turistlerin masasına yaklaşırken “şimdi ne<br />

konuşacağım, nasıl anlaşacağım” diye de içinden geçiriyordu. Sonra aklına geldi: “Tea (ti-çay), kola,<br />

ayran?” deyiverdi. Ewa, dört gündür uçak, otobüs, Avrupa gezisi derken yorgun düşmüştü. Kuzey<br />

Amerika’dan geliyordu. Aslında en çok buzlu çay içmeyi severdi ve şimdi iyi gider diye düşünmüştü ama<br />

olup olmadığından emin olamadı. Çay istediğinde de “siyah sıcak çay” geliyordu. Arkadaşları arasında<br />

kimin ne istediğine baktı ve kestirmeden gitti: “Coke (kok)” dedi.<br />

Adem bir yandan siparişleri almaya çalışırken, uzak masalardan birinden bir işaret gördü. Ona<br />

doğru bakan bir adam, elini havaya kaldırarak parmaklarıyla çay kaşığını tutar ve çayını karıştırır gibi<br />

bir hareket yaptı. Sonra da aynı parmaklarıyla “iki” işareti yaptı. Adem iki çay istendiğini anlamıştı ve<br />

başını yukarı aşağı salladı, elini “tamam” demek üzere havaya kaldırdı.<br />

Bu sırada Ewa, masanın üzerindeki gazetelere göz atıyordu. Yazılanları okuyamıyordu ama<br />

fotoğraflar ilgisini çekmişti. Fotoğrafta yangın yerine dönmüş görüntülerin kendi ülkesindeki binalara ait<br />

olduğunu anladı. Ülkesinin önemli ticaret merkezlerinden biri terörist bir saldırıya uğramıştı. Ancak bu<br />

anladıklarının ne kadar doğru olup olmadığından emin olamadı. Arkadaşına sorma ihtiyacı hissetti.<br />

Adem, turistlerin gazeteye bakarak kendi aralarında konuştuğunu gördü. Onlara olup biteni anlatmak<br />

istedi ama o kadar yabancı dil bilgisi yoktu. Sonra televizyonu açmaya ve haberleri göstermeye karar<br />

verdi. Turistler ülkelerinde yaşanan saldırının görüntülerini televizyonda gördüklerinde Adem onların<br />

yüzüne bakıyor ve şaşkınlıklarını anlamaya çalışıyordu.<br />

5


Ewa, elindeki cep telefonuyla internete bağlandı ve ülkesindeki son haberleri almaya koyulu. Neler<br />

olup bittiğini öğrenmeye çalışıyordu… Aslında buradan yapabilecekleri bir şey yoktu. Bir anda<br />

konuştukları konular, gündemleri değişmişti. Herkes olup biteni konuşuyordu.<br />

Ewa, bu yeşillikler içindeki tertemiz ve oldukça güzel sayılabilecek sahil kasabasının parkında kimi<br />

fotoğraflar çekmek üzere yerinden kalktı. Parkta gezinen birkaç kişinin ve özellikle de küçük çocukların<br />

fotoğraflarını çekti. İki çocuk, aileleriyle birlikte “dilek feneri” diye satın aldıkları fenerin fitilini<br />

yakmaya çalışıyordu. Ewa “Çin feneri ve burada…” diye düşündü. Bir yandan da bu geziye başlamadan<br />

önce Türkiye hakkında sahip olduğu düşünceler geldi aklına. Arkadaşları “Türkiye gezisi” dediklerinde<br />

fesli adamlar, uzaylı yaratıklar gibi her yerleri örtülü kadınlar, sokaklarda toprak yollar ve develer<br />

gözünün önünde canlanmıştı. Ancak havaalanından beri gördükleri kendi ülkesinden pek de farklı<br />

değildi. Şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyordu. Zihnindeki imajın ne kadar da gerçek dışı olduğunu bir kez<br />

daha anlamıştı. Sonra “acaba ben neden böyle düşünüyordum” diye kendi kendine sordu. Gülümsedi,<br />

“bilmem” dedi. Gözleri yeniden arkadaşlarının izlemekte olduğu televizyona kaymıştı.<br />

O sırada seyahat acentasının yetkilisi herkesin görebileceği şekilde, elindeki kendi şirketinin<br />

bayrağını havaya kaldırdı. Bunun anlamı “haydi yola çıkıyoruz” demekti. Bu kez Sümela Manastırı’na<br />

doğru uzanan yolda konuşacak çok şey vardı…<br />

Adem ve Ewa’nın hikayesinde bu kitapta bulabileceğiniz pek çok açıklamanın ip uçlarını yaklamak ve<br />

ilişkilendirmek mümkündür. Kitabınızın ilerleyen bölümlerinde öğrendikleriniz çerçevesinde bu hikayeye<br />

yeniden göz atabilirseniz söz konusu bağlantıları kurmak daha kolay olabilir.<br />

Canlılar dünyasında yeni bir günün anlamı yalnızca “güneşin doğuşu” demek değildir. Her yeni gün<br />

nefes almak, beslenmek, dinlenmek, uyumak ve bir şeylerle uğraşmak gibi doğal bir takım süreçleri de<br />

beraberinde getirir. Yaşamak iletişim etkinliklerini sürdürebilmekle eş değerdir. Dünyaya geldiği andan<br />

itibaren çevreyle iletişim içine giren birey; bilmeden çevresini etkilemeye, değiştirmeye, yine bilinçli ya<br />

da bilinçsizce etkilenmeye, çevresine uyarlanmaya ya da çevresini kendi kurallarına uydurmaya çaba<br />

gösterir. Bireyleşme süreci içerisinde oluşturulan kişilik, iletişim alışkanlık ve çabalarıyla ortaya konur.<br />

Bilinen, duyulan, yapılanlar iletişim tavrıyla belirlenir. Bireyler arası ilişkilerin aracı da iletişimdir.<br />

Anlamak, öğrenmek, anlatmak, başkalarına ulaşmak için iletişim kullanılır (Usluata, 1995). Gündelik<br />

yaşamda iletişim bize nesneleri, insanları tanımlar; iş bölümü içinde değişik toplumsal roller yüklenmiş<br />

insanlara bu rolleri yerine getirirken, bu rol dağılımından oluşan toplumun o tarihi dönemindeki hayat<br />

tarzını öğretir, olumlatır, yeniden üretimi için gereken değerlendirme biçimlerini aşılar. Toplumsal<br />

sistemin sürmesini, kendini yeniden üretmesini sağlar. İletişimde bulunmak için mutlaka bir sözel<br />

eylemde bulunmak da gerekmez. İnsan ile insanın karşılaştığı ya da ilişki kurduğu her yerde, her<br />

durumda, her mekanda ayrı bir dil biçimi içinde kodlanmış iletişim süreci yaşanır (Oskay, 1994). Kimi<br />

zaman yazılı, kimi zaman sözlü ya da sözsüz, yalnızca jest ve mimik hareketlerimizle iletişimde<br />

bulunuruz. Susmak bile konuşmak demektir ve bu yüzden “iletişimsizlik mümkün değildir” ifadesi<br />

iletişimin temel kuralı haline gelmiştir (Demiray, 1994).<br />

“İletişim” sözcüğünün kökenine bakılacak olursa; Fransızca ve İngilizce’de yazılışı aynı, söylenişi<br />

ayrı “communication” kavramı Latince’deki “Communicatio” sözcüğüyle karşılaşılır. Sözcüğün 14.<br />

yüzyıl Fransızca’sında ticaretin (merkantilizmin) geliştiği dönemde ticaret ve ilişkiler karşılığında<br />

kullanılması belli bir dönemdeki etkinliklerin sözcüklere yükledikleri anlamlar açısından ilginç bir<br />

örnektir. “Communication”ın kökeninde yine Latince’deki “communis” kavramı bulunur. Birçok kişiye<br />

ya da nesneye ait olan ve ortaklaşa yapılan anlamlarındaki bu kavramdan hareketle iletişim sözcüğünün<br />

özünde yalın bir ileti alışverişinden çok toplumsal nitelikli bir etkileşim, değiş tokuş ve paylaşım anlamı<br />

bulunur. Kavram, benzeşenlerin oluşturduğu ortaklık ya da topluluk anlamına gelen sözcükten<br />

kaynaklanmaktadır. Bu açısıyla iletişim, belirli bir coğrafya parçasında aynı doğa koşulları içinde<br />

varlıklarını sürdürmek için araç ve gereç bulan, bu konuda çeşitli bilgiler üretmiş bulunan, bunları belirli<br />

iş bölümü yöntemlerine göre kullanan, kendi aralarındaki bu iş bölümünden kaynaklanan farklılaşmaları<br />

haklılaştırmak için değerler ve inançlar üreterek toplumun farklı kesimlerini ortak üst kimlikler içinde<br />

kaynaştırmayı amaçlayan insanların etkinliği olarak tanımlanır. Bu doğrultuda iletişim; psikologları,<br />

6


sosyologları, siyasal bilimcileri, dilbilimcileri, zoologları, antropologları, felsefecileri, yöneticileri,<br />

pazarlamacıları, reklamcıları da ilgilendiren bir yapıda görülür (Zıllıoğlu, 1993; Oskay, 1994).<br />

Ülkemizde uzun yıllar batı dillerindeki “communication” sözcüğünün karşılığı yerine “haberleşme”<br />

sözcüğü kullanılmıştır. Kimi zaman da “information” sözcüğü aynı manada çevrilmiştir. Daha sonra<br />

“communication” sözcüğü “iletişim” sözcüğüyle Türkçeleşirken, “information” sözcüğü “enformasyon”<br />

sözcüğüyle dilimize geçmiştir.<br />

“Enformasyon”, bilgi sözcüğüyle de karıştırılmamalıdır. Çünkü “bilgi”, doğruluğu verili nesnel ve<br />

öznel koşullarda gerekli ve yeterli sayılan kanıtlarla temellendirilmiş önermeler biçiminde dile<br />

getirilebilen bir bilinç içeriği olarak tanımlanır. Bilgi ne denli yüksek ise onu iletmek de o denli güç<br />

görülür. Bilgi elde etmek için araştırma yapmak gerekir. Enformasyon ise ihtiyacımız olmadan gelir.<br />

Bilgi ayırdında olma ve bilme edimini yaratır. Enformasyon ise daha çok karmaşa yaratır. Bilgi, süreci<br />

verir. Enformasyon ise hükmü bildirir. Bilgi, neden ve niçin sorularını sorgular. Enformasyon ise kim ve<br />

ne sorularını yanıtlar. Bilgi net ve yalındır. Enformasyon ise aşırı derecede tekrar içerir. Enformasyon,<br />

beyinsel etkinin yerini duygusal etkiye bıraktığı veridir ve daha geniş kitlelere pazarlanabilir nitelik taşır.<br />

O nedenle medya içeriklerindeki bilginin enformasyon olarak tanımlanması daha anlamlıdır. Çünkü<br />

enformasyon, az bilgilendiren ama kolay iletilebilen, bilginin medyatik dile dönüştürülmüş halidir (Rigel,<br />

1991).<br />

Yaşamın bütün alanlarını sardığı belirtilen iletişim olgusu pek çok bilim dalının ilgi alanına girmekle<br />

birlikte zengin bir anlam hazinesine de kavuşmuştur. Bu nedenle iletişimle ilgilenenlerin sayısını bir kaç<br />

kalemde toparlamak ve iletişim kavramının tanımını sınırlandırmak güçtür. Sistematik bir açıklamayla<br />

Merten’e göre iletişimin 160’ın üzerinde tanımlanma şekli mevcuttur (Gökçe, 1993). Yazılı kaynakların<br />

taranması yöntemiyle yapılan bir başka araştırmada, sözcüğün 4560 kullanımı derlenmiş ve daha sonra 15<br />

ayrı anlam üzerinde uzlaşma sağlanmıştır. Bu anlamlar şöyle sıralanabilir (Oskay, 1993; Yumlu, 1994):<br />

1. Simge, konuşma dili: Düşüncenin sözel olarak (konuşma ile) karşılıklı alışverişi<br />

2. Anlama, mesajın alınması: Bireyde benlikle ilgili olarak belirsizliğin azaltılması<br />

3. Karşılıklı etkileşim, ilişki: İki kişinin birbirini anlaması, insanın karşısındakine kendisini<br />

anlatabilmesi<br />

4. Belirsizliğin aza indirilmesi: Organizma düzeyinde bile olsa ortak davranışa olanak veren<br />

etkileşim<br />

5. Süreç: Duyguların, düşüncelerin, bilgi ve becerilerin aktarılma süreci<br />

6. Aktarım, değişim: Bir kişi ya da bir şeyin başka bir kişiye/bir şeye içinden aktarımla, alışverişle<br />

dönüşme değişme süreci<br />

7. Bağlama, birleştirme: Yaşayan bir evrenin parçalarının ilintilenmesi, bağlantılarının kurulması<br />

süreci<br />

8. Ortaklık: Bir kişinin tekelinde olanın başkalarıyla paylaştırılması, başkalarına da aktarılması<br />

süreci<br />

9. Kanal: Askeri dilde iletinin (komutun) gönderilmesi ile ilgili araç, usul ve teknikler<br />

10. Bellek, depolama: İletiyi alanın belleğinin, iletiyi gönderenin beklentisine uygun yanıt verecek<br />

biçimde uyarılması<br />

11. Ayırımcı tepki: Organizmanın ortamdaki uyarıya verdiği farkedilir yanıt, ortamdaki değişme<br />

uyarlanma yanıtı, bu yanıtla diğerini etkileme<br />

12. Uyarıcı: Kaynaktan çıktıktan sonra iletiyi alan için bir uyaran olan davranış<br />

13. Amaç: Kaynağın karşı tarafı etkilemeyi amaçlayan davranışı<br />

14. Zaman ve durum: Belli bir konumdan, yapıdan bir diğerine geçiş süreci<br />

15. Güç: İktidar kaynağı olarak kullanılan mekanizma.<br />

7


Adem ile Ewa’nın hikayesini gözden geçirerek yukarıdaki iletişim<br />

tanımlarından hangilerinin geçerli olduğunu bulmaya çalışınız. Kaç tanesini bulabildiniz?<br />

Başta anlatılan hikayeye geri dönülecek olursa, toplumsal yaşam içinde iletişimin kullanım biçimlerini<br />

bu hikayenin içinde görmek mümkündür. Örneğin iletişimi (1) kişinin içsel iletişimi (kendiyle iletişim),<br />

(2) bireyler (kişiler) arası iletişim, (3) grup iletişimi, (4) örgüt iletişimi, (5) kitle iletişimi, (6) reklamcılık,<br />

(7) halkla ilişkiler, (8) ulusal iletişim, (9) uluslararası iletişim, (10) kişi dışı iletişim, (11) bilgisayar ve<br />

internet iletişimi gibi toplumsal kullanım biçimlerine göre çeşitlendirebiliriz.<br />

Kişinin içsel iletişimi kişiyi güdüleyen, motive eden, gereksinimleriyle kişinin kafasındaki kendisini<br />

kavramasına yardımcı olan bir iletişim biçimidir. Bireyler arası iletişim, kişiler arasındaki her türlü<br />

iletişime karşılık gelir. Grup iletişimi grup içindeki kişilerin yapıcı ve engelleyici iletişimlerini,<br />

üstlendikleri rolleri, etkileri kapsar. Örgüt iletişimi örgüt içindeki iletişimi, iç ve dış çevresiyle iletişimi<br />

konu alır. Kitle iletişimi ise kitle iletişim araçlarıyla ilgilenir ve bu araçlar sayesinde kurulan iletişime<br />

denir. İletilerin kitlelere ulaştırılmasını sağlayan teknolojilerin bulunuşu ile kitlesel kullanım alanlarına<br />

kavuşan kitle iletişimine, kaynağın kitleler halindeki hedefine ulaşma amacı nedeniyle bu ad verilmiş ve<br />

iletişimin gerçekleşmesini sağlayan teknolojik araçlara da “kitle iletişim araçları (KİA)” denilmiştir. Eş<br />

deyişle yazılı, sesli ya da görsel yapıtların dağıtımını ya da yayımını sağlayan her türlü teknik iletişim<br />

aracı “kitle iletişim aracı” olarak ifade edilmektedir. Kişi dışı iletişim, bir başka kişinin dışında herhangi<br />

bir şeyle, örneğin makinelerle ya da hayvanlarla kurulan doğrudan iletişim anlamında kullanılır. Bunlar<br />

dışında reklamcılık, halkla ilişkiler faaliyetleri de ayrı bir iletişim türünü oluşturur. Ulusal ve uluslararası<br />

iletişimin yapısı da farklı nitelikler taşır. Bilgisayar teknolojileriyle birlikte son yıllarda ise iletişimin daha<br />

farklı boyutlarına şahit olunmaktadır. Özellikle sosyal medyada yeni bir iletişim dili ve yapısının geliştiği<br />

söylenebilir.<br />

İletişim ve kullanım biçimleri konusunda “İletişim Bilgisi” ders<br />

kitabınızı gözden geçirebilirsiniz. Ayrıca şu kaynaklara da başvurabilirsiniz: Tekinalp, Ş.<br />

ve Uzun, R. (2006). İletişim Araştırma ve Kuramları, İstanbul: Beta; Erdoğan, İ. (2002),<br />

İletişimi Anlamak, Ankara: Erk; Gökçe, O. (2002). İletişim Bilimine Giriş, 4. Baskı, Ankara:<br />

Turhan; Usluata, A. (1995). İletişim. İstanbul: İletişim.<br />

Adem ile Ewa’nın hikayesinde iletişimin kaç farklı kullanım biçimi<br />

kullanılmıştır, hikayeyi inceleyerek bulmaya çalışınız.<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> TARİHİ<br />

İnsanlık tarihi gibi iletişimin de somut bir tarihi yoktur. Ancak iletişimin insanın kendisini tanımasıyla<br />

başladığı söylenebilir. İletişimin tarihi aşan niteliği, insanın ayrılmaz bir özelliği olan simge üretme ve<br />

kullanma yetisinden kaynaklanır. İnsan bu yeti sayesinde doğal olarak birbiriyle bağlantılı, içiçe<br />

nesneleri ayırır, sınıflandırır ve bu sınıflandırmalar aracılığıyla çevresini anlamlandırır. Daha ilk insanlar<br />

döneminde hırıltılar ve vücut hareketleri iletişimin tek anlamıyken; binlerce yıl sonra insanlık tarihinde<br />

ilk iletişim yeniliğinin geliştirilmesi, konuşmanın gücü ve sembolize etme olarak kendisini göstermiştir.<br />

Bu da insanlığın gruplar halinde birarada toplanmasına yani toplumların oluşmasına fırsat vermiştir. En<br />

eski görsel iletişim kalıntısı M.Ö. 45,000’lere ve eski duvara kazılmış hayvan resmi M.Ö. 30,000’lere<br />

aittir (Erdoğan, 2002).<br />

Bir sonraki önemli iletişim buluşu fonetik alfabenin geliştirilmesidir. Böylece bilgiler biriktirilip<br />

saklanır olmuştur. Bilginin “güç” anlamı kavranmış ve yazı dilini kontrol altında tutan, bilgiye ve böylece<br />

de güce sahip olmuştur. Tarih olarak ise bulgulara göre Sümer’lerde kil tabletlere resimlerle yazılı olaylar<br />

M.Ö. 3500’lere dayanır. Papirüs üzerine yazılı olarak bulunan en eski doküman M.Ö. 2200’lere aittir.<br />

Fenike alfabesinin M.Ö. 1000 yıllarına karşılık geldiği bilinir. T’sai Lun’un kağıdı bulması M.S. 105<br />

yılıdır. 1000 yılında Çin’de hareketle kil baskı yaratılmış, 1049’da Pi Sheng kil kullanarak hareketli baskı<br />

tipini geliştirmiştir (Erdoğan, 2002).<br />

8


Tarihte insanlar önce avcı-toplayıcı kabilelerden yerleşik hayata<br />

geçmiş, tarım ve hayvancılık ilerlemiş, ticaret gelişmiş, feodal (derebeylik) devletler<br />

kurulmuş, sanayi devrimiyle birlikte ulus devletler ortaya çıkmış ve son olarak da bilgi ve<br />

iletişim dönemi başlamıştır. Kitle iletişim tarihi, bu gelişim süreci içerisinde yalnızca son<br />

dönemi kapsamaktadır.<br />

Avrupa’da hareketli tip (harflerin dizilmesiyle) baskı yapılmasına Gutenberg tarafından 1446’dan<br />

sonra geçilmiştir. Böylece iletişimin üçüncü önemli buluşu olan matbaa ortaya çıkmıştır. Ardından<br />

1452’de baskıda metal tabakalar kullanılmaya başlanmıştır. Matbanın icadı, yazı dilinin gücünün de etkisi<br />

ile bilginin tekelden çıkmasına ve Batı’daki “Rönesans” hareketine ön ayak olmuştur. Türkiye’de ilk<br />

matbaa ise İbrahim Müteferrika tarafından 1626’da kurulmuştur. Türkiye’de ilk kitabın (Vankulu<br />

Lügatı) yayınlandığı tarih ise 1729’dur. Bu arada Avrupa’da ilk gazetelerin 1600’lü yılların başında<br />

görülmeye başlandığını, Türkiye’de ilk gazetenin ise (Takvim-i Vekayi) 1831’de yayınlanmaya<br />

başladığını eklemek yerinde olabilir.<br />

1844’te Washington ile Baltimore arasındaki 65 kilometrelik mesafede Morse’un telgrafla iletişim<br />

kurmasıyla birlikte elektronik dil devreye girmiş ve ilerlemelerin günlük olarak yaşandığı bir dönem<br />

başlamıştır. 1876’da Alexander Graham Bell, insanın konuşmasını elektrikle iletebilmesini sağlayan<br />

telefonu icat etmiştir. 1895 ise Lumiere kardeşlerin Paris’te ilk hareketli resim kamerasını yaparak ilk<br />

sinema salonunu açtığı ve ilk filmi gösterdiği tarihtir.<br />

1920’de ilk radyo istasyonu Pittsburgh’da (KDKA) kurulmuştur. 1923’te ise Rus asıllı Amerikalı<br />

Vladimir Komsa Zworykin görüntüleri elektrik işaretlerine dönüştüren ikonoskop lambasını bularak<br />

televizyonun gelişiminde en önemli adımlardan birini atmıştır. 1925’de hereket eden imaj, yel<br />

değirmeninin kolları yayınlanmıştır. Farnsworth Elektronik’in kurduğu ilk televizyon sistemi 1927 yılına<br />

rastlar. Berlin Olimpiyatları 1936’da kapalı devre televizyon sistemiyle yayınlanır. 1939’da New York<br />

Dünya Fuarı’nda halka televizyon gösterilmiştir. Düzenli televizyon yayınlarına ise ABD’de 1939’da<br />

başlanmıştır. 1954’de de ilk renkli televizyon yayınına geçilmiştir. Türkiye’de ise siyah beyaz ilk<br />

televizyon yayını 1952’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nde gerçekleştirilmiştir. Türkiye Radyo ve<br />

Televizyon Kurumu’nun yayına başladığında ise tarih 1966’yı göstermektedir.<br />

Dolayısıyla 1900’lerin başında radyo, 1930’ların başında televizyon elektronik eşya olarak satılmaya<br />

ve yaygınlaşmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) radyonun, İkinci Dünya Savaşı (1939-<br />

1945) televizyonun popülerliğini artırmıştır. İletişim biliminin doğumu da bu yıllara; 1900’lerin başlarına<br />

rastlar. Ardından başlayan Doğu Bloku (Sovyet Bloku, Demir Perde) ülkeleri ile Batı İttifakı (NATO)<br />

arasındaki Soğuk Savaş dönemi ise 1947’den 1991’e dek kendisini uluslararası siyasi ve askeri gerginlik<br />

olarak her alanda hissettirmiştir.<br />

Bu arada ilk bilgisayar ABD’li Vannevar Bush’un yönetiminde 1930’lu yıllarda Cambridge’de<br />

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde geliştirilmiştir. İlk elektronik bilgisayar ise 1945 yılında<br />

tamamlanmıştır. Yarı iletken teknolojisi sayesinde transistör kullanan ilk bilgisayar 1950 yılında ABD<br />

Standartlar Bürosu tarafından yapılmıştır. Öte yandan elektrik sinyallerinin yükseltilmesini,<br />

denetlenmesini ya da üretilmesini sağlayan yarı iletken ilk aygıt; yani transistör, ABD’deki Bell<br />

Laboratuvarları’nda John Bardeen, Walter Houser Brittain ve William Bradford Shockley tarafından 1948<br />

yılında icat edilmiştir. Bu iletişim teknolojilerinin dönüm noktalarından birini oluşturur.<br />

IBM, 1911’de kurulmasının ardından Model 650 isimli ilk bilgisayarını 1953’te çıkartmıştır. 1960’ler<br />

ilk bilgisayar oyunlarının görüldüğü yıllardır. İnternetin başlangıç noktası sayılacak ARPANET<br />

(Advanced Research Projects Agency Network), Amerikan Savunma Bakanlığı bilgisayar şebekesi<br />

1969’da kurulmuştur. İlk kişisel bilgisayarın IBM tarafından çıkarıldığı tarih ise 1975’tir. Grafik tabanlı<br />

Apple Macintosh bilgiyarlar da 1984’te piyasaya girer. Dünya genelinde bilgisayarların birbirine<br />

bağlanmasını sağlayan elektronik iletişim ağı, internetin yaygınlaşması ise 1990’lı yıllara rastlar.<br />

İnternetin Türkiye’ye gelişi ise 1994 yılında olmuştur.<br />

Yakın dönemde oldukça hızlı sayılabilecek gelişim, iletişim teknolojilerini bugünkü noktasına<br />

ulaştırmıştır. Bu hızı tanımlamak için şöyle bir bilgiye de yer verilebilir: Dünya genelinde 50 milyon<br />

9


kullanıcıya ulaşabilmek için radyo tarihinde 38 yıl, televizyon tarihinde 13 yıl ve internet tarihinde<br />

yalnızca 5 yıl geçmesi gerekmiştir.<br />

İletişim teknolojilerindeki gelişmenin itici gücünün ne olduğu sorgulandığında ise en başta askeri<br />

amaçların izine rastlanır. İnternetin başlangıçta askeri bir proje olarak gerçeklik kazanmasının gösterdiği<br />

gibi iletişim teknolojilerinin gelişmesindeki araştırma ve geliştirme harcamalarının finansmanı büyük<br />

ölçüde askeri ve dolayısıyla da kamu bütçesinden sağlanmıştır. 1990’ların sonlarına ilişkin bir veriye<br />

göre, ABD’de bilgisayarla ilgili akademik çalışmaların yaklaşık %71’i Savunma Bakanlığı desteklidir ve<br />

iletişim için belirlenmiş radyo frekanslarının yaklaşık yarısı askeri amaçlar için ayrılmıştır.<br />

İletişim tarihi konusunda daha fazla bilgi için şu kaynaklara<br />

başvurabilirsiniz: Ümit Atabek (2001), İletişim ve Teknoloji, Ankara: Seçkin Yayınevi;<br />

David Crowley ve Paul Heyer (2010), İletişim Tarihi, Çev. B. Ersöz, İstanbul: Phonix<br />

Yayınevi; Nurdoğan Rigel (1991), Elektronik Rönesans, İstanbul: Der.<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAŞTIRMALARI TARİHİ<br />

İletişim biliminin temellerini atan araştırmaların tarihi de iletişim teknolojilerinin tarihi gibi çok eskilere<br />

dayanmaz. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920’lere ve o yıllarda da Amerika Birleşik Devletleri’nde<br />

gerçekleştirilen çalışmalara uzanır. O yıllarda henüz adı konulmamış bir alanda yürütülen çalışmalar daha<br />

çok disiplinler arası bir yapıdadır. İlk çalışmalar çoğunlukla fizik, matematik, siyaset bilimi, sosyoloji,<br />

psikoloji, kültürel antropoloji, dil bilimi ve örgüt yönetimi gibi alanlardan gelen akademisyenler<br />

tarafından yürütülmüştür. Araştırmalarda genel olarak içinde bulunduğu dönem itibarıyle dikkati çeken<br />

radyo ve gazeteler aracılığıyla gerçekleştirilen propaganda faaliyetleri ve bu faaliyetlerin toplum<br />

üzerindeki etkileri konu alınmıştır.<br />

1900’lerin başında özellikle sosyologlar ve kültürel antropologların çalışmaları, 1920-30’lu yıllarda<br />

ise propaganda çalışmaları ön plana çıkmıştır. Gönderici, mesaj, alıcı modeline dayanan ve iletişimi bir<br />

“süreç” olarak tanımlayan modellerle birlikte insan ilişkilerinin adet edinilmiş karakterine eğilen simgesel<br />

etkileşim yaklaşımı; iletişimin gerçeğin üretildiği, tutulduğu, tamir edildiği ve dönüştürüldüğü sembolsel<br />

süreci konu almıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle insanların savaşı destekleyemeye yönelik<br />

olarak nasıl bilgilendirileceğinin ve etki altında bırakılacağının araştırılması anlamında sosyolog,<br />

psikolog, siyaset bilimci ve gazeteciler film, radyo ve televizyona yönelik iletişim araştırmasına<br />

girişmişler ya da yönlendirilmişlerdir.<br />

Model; yaşanan dünyanın kuramsal ve basitleştirilmiş bir sunumu<br />

dur. Model ne genelleyici ne de açıklama getirici bir araç değildir. Gerçeğin ya da umulan<br />

gerçeğin eşbiçimli bir yapılanmasıdır. Doğasında ilişkiyi ortaya koymak yatar.<br />

Bu noktada ABD’de iletişim çalışmalarının başlangıcında 1910-1940’lı yıllara damgasını vuran<br />

Chicago Okulu’ndan ayrıca söz edilmelidir. Bu çerçevede de öncelikle Charles Cooley, Herbert Mead ve<br />

John Dewey’in Amerikan sosyal bilimlerine yaptıkları katkılar unutulmamalıdır. Chicago Okulu’nun<br />

temel kavramlarından biri olan “simgesel etkileşimcilik” aynı zamanda okulun adı olarak da<br />

kullanılmıştır. Simgesel etkileşimcilik, insanların simgeler; yani dil ve diğer sistemler yoluyla birbirlerini<br />

etkilemesi ve bireylerin ortak bir anlayışa ulaşması sürecini ifade eder. Onlara göre iletişim, sürekliliği<br />

olan ve içinde kültürün inşa edildiği simgesel bir süreçtir. 1930’lardan sonra ise Amerikan kitle iletişim<br />

çalışmaları içerisinde sayısal araştırma teknikleri ağırlık kazanmış ve etki araştırmaları ön plana çıkmıştır.<br />

Stanford İletişim Araştırmaları Enstitüsü yöneticisi Wilbur Schramm, 1963’te yayımlanan “The<br />

Science of Human Communication (İnsan İletişiminin Bilimi)” adlı kitabında iletişim araştırmalarının<br />

“kurucu babalarından” söz eder. Bu dört kişiden ilki siyaset bilimci ve Nazi popagandasının insanlar<br />

üzerinde nasıl etkili olduğunu analiz eden Harold Lasswell’dir. Lasswell’in ikinci ünitede ayrıntılarıyla<br />

açıklanacak olan ve daha sonra da etkileri hissedilecek olan “kim, kime, hangi kanaldan, hangi etkiyle,<br />

ne der” şeklinde özetlenebilecek çizgisel iletişim modeli 1940’lara damgasını vurmuştur. Hitler’in<br />

10


soykırımından kurtulan sosyal psikolojist Kurt Lewin, grup içerisindeki bireyin davranışlarını<br />

araştırmıştır. Sosyolog, Colombia Üniversitesi Uygulamalı Sosyal Araştırmalar Bürosunun kurucusu<br />

Paul Lazarsfeld, radyo araştırması projesiyle anket ve “fokus” (odak) grup tekniklerini kullanarak<br />

yayınların duygusal etkilerini incelemiştir. Deneysel psikolojist Carl Howland, mesajın iknaya yönelik<br />

etkisinde kaynağın güvenilirliğini (söyleyen kişinin inanılırlığını) sorgulamıştır. Schramm, çok yönlü bir<br />

kişilik olarak 1960’larda kitle iletişimi üzerine ilk doktora programını Iowa Üniversitesi’nde açmış,<br />

İletişim Araştırmaları Enstitüsü’nü (İllinois Üniversitesi) kurmuş ve özel üniversitelerin (Stanford<br />

Üniversitesi) benzer programlar açmalarını sağlamıştır. Schramm, daha sonraları, pek çok iletişim bilimci<br />

açısından alanın kurucuları arasında gösterilmiştir.<br />

İletişim biliminin “kurucu babaları” olarak sayılan dört isim Harold<br />

Lasswell, Kurt Lewin, Paul F. Lazarsfeld ve Carl Howland’dır. Schramm’ı da daha sonra<br />

bu isimler arasına eklemek gerekir.<br />

1950-1970 dönemi ayrıca bir sanat olarak değerlendirilen retorik açısından geçerli kabul edilen ve<br />

kökenleri Aristo’ya kadar uzanan kimi düşüncelerin doğruluğunun test edilmeye başlandığı, kanıtlarının<br />

arandığı deneysel çalışmaların öne çıktığı bir zaman dilimidir. Ancak bulgular pek de umulduğu gibi<br />

sonuçlar doğurmamıştır. Bu yüzden iletişimin etkilerinin sanıldığı kadar güçlü olmadığına dair görüşler<br />

ön plana çıkmıştır.<br />

1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında Amerikan yayılmacılığına yönelik eleştirileri de kapsayan<br />

“eleştirel görüşler” gelişmeye başlamıştır. Amerika için bu yıllar sivil haklar hareketlerinin öne çıktığı,<br />

Vietnam Savaşı, hippi hareketi, cinsiyet devrimi, Başkan Kennedy’nin suikaste uğraması, ırkçılık karşıtı<br />

olarak Martin Luter King ve Malcolm X’in önderlik ettiği protest hareketlerle dolu bir dönemdir. Diğer<br />

yandan da Soğuk Savaş’ın izlerinden söz etmek gereklidir.<br />

Teknolojik gelişmelere yönelik ilgiyle de birlikte bu dönemde ilgi çeken önemli bir isim İngiliz<br />

Profesör Marshall McLuhan’dır. “Araç mesajdır” sözüyle McLuhan söylemde asıl önemli olanın<br />

kullanılan aracın kendisi olduğuna vurgu yapmıştır.<br />

1970’lerin sonlarına kadar Amerikalılar için Avrupa’daki iletişim ve kültür arasındaki ilişkiyi kuran<br />

görüşler dikkati çekmemiştir. Oysaki bu dönemde İngiliz, Fransız, İtalyan ve Alman bilim insanları<br />

detaylarda farklılaşan, çoğunlukla da toplumsal değerlerin şekillendirilmesinde medyanın rolüne vurgu<br />

yapan Marksist analiz üzerinde durmuşlardır.<br />

Eleştirel kuramcılar, sosyal bilim felsefecileri ve sosyologlar, özellikle nesnel bilim iddiasındaki<br />

Amerikan deneysel araştırmacıları eleştirmişlerdir. Bu çalışmaların siyasal ve ekonomik güce hizmet<br />

ettiklerini söylemişlerdir. Dönemin sonunda da bu görüşler Amerika’da seslendirilmeye başlanmıştır.<br />

1970-1980 döneminde bilim insanları daha çok ilgi alanlarına dönük olarak birbirlerinden ayrı bir<br />

şekilde iletişim sürecinin farklı yönlerine yönelik çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. 1970’ler boyunca<br />

iletişimi şekille anlatmaya çalışan iletişim süreci modelleri geliştirilmiştir. Bu arada grup dinamiklerini<br />

inceleyenler liderlik üzerine odaklanmış, ikna çalışanlar kaynak güvenilirliğine odaklanmış, kişilerarası<br />

iletişim çalışanlar sözsüz iletişim unsurları, güven, çatışma, kişisel güven, kişisel saygı ve benzeri<br />

konularla ilgilenmiş ve böylece disiplinler içinde disiplinler ortaya çıkmıştır.<br />

1980’lerden günümüze ise iletişim bilimindeki farklı yaklaşımların birbirine daha çok yaklaşmaya ve<br />

bir araya gelmeye başladığı söylenebilir. Sayısı giderek artan iletişim bilimciler farklı yaklaşım ve<br />

yöntemlerle iletişimi anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışmakta çoklu yöntem çalışmalarıyla arayışlarını<br />

sürdürmektedirler. Son zamanlarda daha çok eleştirel çalışmalara olan ilgi artmakta; özellikle kültürel<br />

çalışmalara ve feminist çalışmalara ilgi yoğunlaşmaktadır. Etnografi yöntemini kullanan daha fazla<br />

çalışma dikkati çekmektedir. Zihinsel yapıyı ve bilişsel süreci incelemeye yönelik, arkadaşlık ve aile<br />

ilişkilerini anlamaya yönelik, farklı disiplinlerin zenginliklerini de içine alan çalışmalar geliştirilmektedir.<br />

11


Şekil 1.1: İletişim Kuramları ve Araştırmalarının Tarihi Akışı (Griffin, 1997’den uyarlanmıştır).<br />

Şekil 1.1’de iletişim kuramları ve araştırmalarına yönelik tarihi gelişim bir nehrin (ırmağın) akışı gibi<br />

yorumlanmıştır. Em Griffin’in bu çizimi; retorik çalışmalarıyla bağlantılı olarak iletişim araştırmalarının<br />

gelişimini ortaya koymakta ve iletişim araştırmaları nehrinin nasıl geliştiğini tanımlamaktadır. Şekilde<br />

erken dönem retorik çalışmalarının tarihi 1900’lere dayanır. 1960-1970’li yıllar toplumsal hareketlerin<br />

yoğun yaşandığı yıllardır ve bu eleştirel hareketlerin ardından yeni retorik çalışmaları başlar. Aynı yönde<br />

eleştirel iletişim kuramlarının geliştiği görülür. Nehrin diğer yanında ise 1930’lardan başlatılan iletişim<br />

çalışmalarının ardından kurucu babaların çalışmaları dikkati çeker. Daha sonra deneysel çalışmalar ve<br />

model geliştirme çalışmaları öne çıkar. Bu görsel anlatımın dışında iletişim alanındaki çalışmaları farklı<br />

biçimlerde sınıflandıran farklı açıklamalardan da ayrıca söz edilebilir.<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAŞTIRMALARININ SINIFLANDIRILMASI<br />

Yukarıda oldukça özet nitelikte sayılabilecek iletişim çalışmaları tarihçesi içerisinde gerçekleştirilmiş<br />

olan çalışmaları birkaç farklı biçimde sınıflandırmak mümkündür. Çalışmaların odaklandığı etki, mesaj,<br />

araç, niyet, anlam, ideoloji gibi temel sorun, konu ya da özneye göre, ilgilendiği iletişim türüne ya da<br />

biçimine göre, araştırma yöntem ya da yaklaşımlarına göre, çalışmacıların bakış açılarına göre, sonuçta<br />

ortaya koydukları bulgu ve yorumlara göre bu ayrımlar farklılaşabilmektedir.<br />

Örneğin Berelson ilk baskısı 1959’da yapılan eserinde, iletişim araştırmasının 1930’ların ortasında<br />

Rockefeller Vakfı’nın semineriyle koordine edilen akademik ve radyonun dinleyicilerini kanıtlama<br />

gereksinimine yanıt olarak gelişen tecimsel ilgiden doğduğunu belirtmekte ve 25 yıl içinde 4<br />

büyük/birincil, 6 küçük/ikincil yaklaşım geliştiğini kaydetmektedir. Dört büyük yaklaşımdan ilki<br />

1930’ların başlarında Lasswell’in temsil ettiği siyasal yaklaşım, ikincisi 1930’ların sonlarında<br />

Lazarsfeld’in temsil ettiği alan araştırması yaklaşımı, üçüncüsü 1930’ların sonlarında Lewin’in<br />

temsil ettiği küçük grup yaklaşımı ve dördüncüsü de 1940’ların başlarında Hovland’ın temsil ettiği<br />

deney yaklaşımıdır.<br />

White ise 1964 tarihli eserinde iletişim üzerine araştırma yapanları üniversitedeki bölümlerine göre<br />

sınıflandırmıştır. White, o dönemde iletişim konusunda çalışma yapan 60 araştırmacı olduğunu belirtir ve<br />

12


unları (1) psikologlar, (2) sosyologlar, (3) siyaset bilimciler, (4) uluslararası ilişkiler çalışanlar, (5)<br />

antropolog, tarihçi ve edebiyatçılar, (6) gazetecilik ve iletişim okullarındaki araştırmacılar diye sıralar.<br />

1977’de Dennis McQuail iletişim araştırmaları tarihini “etki” unsurunu dikkate alarak sınıflandırır.<br />

Araştırmaların iletişimin etkisine ilişkin ortaya koydukları bulgulardan hareketle üç dönemde (özetle çok<br />

etkili, sınırlı düzeyde etkili, uzun vadede etkili gibi etki ölçeğinde) tanımlanabileceğini belirtir. Daha<br />

sonra ayrıntılarıyla ve sonradan eklenen dördüncü dönem (güçlü etki görüşüne geri dönüş) de açıklanarak<br />

üzerinde durulacak olan bu dönemler iletişimin etkisinin yoğunluğuna bağlı olarak yapılan çalışmaların<br />

dönemlere ayrılmasını konu almaktadır. Etki odaklı çalışmalar bağlamında McQuail’ın bu sınıflandırması<br />

üzerinde daha sonra ayrıca durulacaktır.<br />

Ancak bir yandan da yeni bir bilim dalı olarak farklı bakış açısı arayışları devam eden iletişim<br />

biliminde bu tür sınıflamaların dışında kalan çalışmalar dikkat çekmeye başlamıştır. Kitle iletişiminin<br />

sanıldığı kadar etkili olmadığını ileri süren araştırmalar davranışçı, işlevselci, liberal-çoğulcu olarak<br />

değerlendirilmiş ve “başat ya da hakim paradigma” olarak tanımlanmıştır. Bu paradigmanın karşı<br />

çıkışına ise “eleştirel paradigma” adı verilmiştir. Hall’ın 1982’de “anadamar” ve “eleştirel” araştırma<br />

ayrımı bu tanımların ortaya konulması anlamında önemlidir (Kejanlıoğlu, 2000).<br />

Paradigma, belirli bir bilimsel ekolün temsilcilerinde görülen düşün<br />

sel ve davranışsal ortaklıktır. Bir resmi, bir durumu görme tarzıdır. Ekol ise genel<br />

anlamıyla çevresinde toplanan ve izinde yürünen düşünce sistemi, okul olarak<br />

tanımlanır. Paradigma, belirli bir olguya nasıl bir gözlükle bakıldığıyla ilgiliyken, ekolde o<br />

olguya nereden bakıldığı öne çıkar.<br />

Paralel bir doğrultuda Lazarsfeld’in sınıflandırması da dikkat çekicidir. Lazarsfeld “yönetsel<br />

araştırma” ve “eleştirel araştırma” ayrımında bulunur. Ona göre yönetsel araştırma, özel ya da kamusal<br />

belli kurumların hizmetinde yürütülen çalışmadır. Eleştirel araştırma ise toplumsal sistem içinde<br />

medyanın genel rolünü belirlemeye çalışan araştırmadır. Ancak bu tanım da sorunlu bulunmuştur.<br />

Curran’a göre “amprik (deneysel) / yönetsel” ile “eleştirel araştırma” ayrımı, daha adlandırmadan<br />

başlayarak teori, yöntem ve kapsamı birbiriyle karıştırmaktadır. Biri amprik araştırmalara ve özellikle<br />

niceliksel tekniklere ağırlık veren, işlevselci ve etkiye odaklanan çalışmalar öbeği olarak görülürken,<br />

diğeri, felsefi vurguya ağırlık veren, Marksist, yapısal bağlamda kontrol meselesine odaklanan çalışmalar<br />

öbeği olarak sunulmaktadır (Kejanlıoğlu, 2000).<br />

Bu bağlamda Fiske’nin (1996) açıklamasına da değinilebilir. Ona göre literatürdeki iletişim<br />

çalışmaları Lazarsfeld’in görüşüne paralel biçimde iki ayrı şekilde tanımlanabilir. Bunlardan ilki<br />

“süreç/etki çalışmaları” adıyla anılır ve iletişimi “iletilerin aktarılması” olarak niteler. Kaynak<br />

(gönderici) ve alıcıların (hedef) nasıl kodlama yaptığı ve kod açtığı, aktarıcıların iletişim kanallarını ve<br />

araçlarını nasıl kullandığı soruları üzerinde durur. Bu bakış açısına göre iletişim “bir insanın diğerinin<br />

davranışına veya düşüncelerine etki etmede kullandığı bir süreç” olarak tanımlanır. Eğer etki istenenden<br />

değişik ya da daha azsa, ortada iletişimsel bir hatanın olduğu kabul edilerek hatanın nerede meydana<br />

geldiğini saptayabilmek için iletişim sürecinin işleyiş aşamaları tek tek incelenir. İletişimi “anlamların<br />

üretimi ve değişimi” olarak gören ve “kültürel çalışmalar” adıyla tanımlanan ikinci ekol ise anlamların<br />

üretilmesinde metinlerin insanlarla nasıl etkileştiği sorusu üzerinde durarak yanlış anlamların gönderici<br />

ile alıcı arasındaki kültürel farklılıklardan kaynaklanabildiği düşüncesini savunur. İnsanın ürettiği her şey<br />

anlamına gelen kültür üzerine eğilir. Daha çok semiotik (simgeler ve anlamlar bilimi, göstergebilim)<br />

yöntemlerini izler.<br />

Tekinalp ve Uzun (2006) da “pozitif yaklaşım”, “yorumsal yaklaşım” ve “eleştirel gerçekçi<br />

yaklaşım” olmak üzere üçlü bir ayrıma gider. Pozitif yaklaşım, pozitivizme karşılık gelir. Yorumsal<br />

yaklaşım, pozitif yaklaşımın önermelerini reddeder ve örneğin etnografi yöntemini öne çıkarır.<br />

Yapısalcılığı içine alır. Yapısalcılığa göre insanlar ancak dil yoluyla düşünebilirler. Bu nedenle insanların<br />

bilişleri dilin yapısı tarafından çerçevelenir ve saptanır. Anlam, anlamlandırma sistemindeki işaretler<br />

arasındaki fark tarafından çıkarılır. Yapısalcı analiz ikili zıtlıkların incelenmesini içerir. Anlamı üreten<br />

bireyin kendisi değil, yapıdır. Bireyin kimliği bir dilsel sistemin ürünüdür. Yapısalcılık metnin<br />

13


okunmasını ve kültürün okunmasını sağlar. Yorumsal yaklaşım, pozitif yaklaşımın nicel verilerinin<br />

insanın yapısını ve karmaşık kültürel etkileri basite indirgemek olduğunu savunurken, büyük ölçüde ve<br />

çeşitli nitel verilerden yararlanır. Yorumcu araştırmacıları pozitif araştırmacılardan ayıran özellik sayılara<br />

başvurulup başvurulmaması değil, sayıların kullanılış biçimidir. Pozitif araştırmacı araştırma sorularını<br />

yanıtlamak için sayılara başvurur, buna karşın yorumcu araştırmacı sayıları soruların kaynağı, daha<br />

doğrusu ileri düzeyde bir soruşturma ve inceleme için sıçrama tahtası olarak görür. Eleştirel gerçekçi<br />

yaklaşım çalışmaları ise genel olarak iktidarın devamlılığı için kullanılan araç ve yöntemler ile ideolojinin<br />

oluşumu ve baskısını konu ettikleri için ideoloji ve medya ilişkisine odaklanmışlardır. Bu yaklaşım,<br />

Frankfurt Okulu eleştirel kuramlarını, yapısalcı medya çalışmalarını, klasik Marksizmin ekonomipolitik<br />

yaklaşımını ve eleştirel kültürel çalışmaları içeren geniş bir araştırma alanını kapsar.<br />

Frankfurt Okulu, Almanya’da 1923 yılında kurulan Toplumsal Araştırma<br />

Enstitüsü üyelerince temsil edilen düşünce akımına verilen addır. “Eleştirel teori”<br />

olarak da tanımlanan bu görüşler ve temsilcileri hakkında kitabınızın yedinci ünitesinde<br />

ayrıntıları ile durulacaktır.<br />

Erdoğan’a (2012) göre ise iletişim çalışmaları idealist felsefeye, tarihsel materyalist felsefeye ve ikisi<br />

arasında bir yere düşen; ikisinden de çeşitli ölçüde etkilenmiş yaklaşımlara dayanan çok çeşitli<br />

tasarımlardan oluşur. Her yaklaşımın tasarımı doğru yapıldı ve kullanıldıysa kendi içinde içsel-geçerliliğe<br />

sahiptir. Açıklamak isteneni ne ölçüde geçerli açıkladıkları ise ciddi farklılıklar gösterir.<br />

Sonuç olarak en başa dönersek; iletişimi tanımlamanın güçlüğü hatırlanacak olursa, iletişim<br />

çalışmalarını sınıflandırmanın da bir o kadar zor olduğu söylenebilir. Ancak yine de konuyu özetlemek,<br />

daha anlaşılır hale getirmek ve genel bir bakış açısı kazandırmak adına Griffin’in iletişim kuramları<br />

kitabındaki oldukça basit sayılabilecek tanımlamaya dikkat çekilebilir. Mühendis Claude Shannon’un<br />

dediği gibi iletişimi “bilginin iletilmesi ve alınması” şeklinde tanımlamak mümkündür. İnsancıl bakış<br />

açısıyla Felsefeci I. A. Richards ise iletişimi “anlamın üretilmesi” şeklinde yorumlamak da mümkündür.<br />

Griffin ise iki yaklaşımı da bir araya getirmeye çalışan ve son dönemde gündeme gelmiş olan Lawrence,<br />

Frey, Carl Botan, Paul Friedman ve Gary Kreps’in tanımına dikkati çeker: “İletişim, anlam yaratmak<br />

için mesajların yönetimidir.”<br />

Bu ünitede de en genelleyici ve basit yapısıyla iletişim olgusuna yönelik farklı yaklaşımların<br />

bilinirliğini sağlamak ve belli başlı bakış açısı ve bu bakış açılarına ait temel kavramları tanımlamak<br />

adına ikili bir ayrıma gidilecektir:<br />

1. Bilgilerin iletilmesi ve alınması tanımına giren etki-süreç odaklı yaklaşımlar.<br />

2. Anlamın üretilmesi tanımına giren anlam-niyet odaklı yaklaşımlar.<br />

Bu ayrımlar çerçevesinde yaklaşımlar arasındaki farklılıkların en temelde nehrin iki ayrı yanındaki<br />

çalışmalar gibi görülmesi sağlanacaktır. Kitabın ilerleyen ünitelerinde ise nehri besleyen ayrı kolların ya<br />

da iletişim bilimine farklı yaklaşımların kendilerine özgü kavram ve bakış açıları ayrıntılı olarak<br />

açıklanacaktır.<br />

Bilginin İletilmesi ve Alınması Tanımına Giren Etki-Süreç Odaklı<br />

Çalışmaların Temelleri<br />

Ana akım, ana damar, ana yön, tutucu, yönetimsel, pozitivist, amprik, geleneksel, davranışçı,<br />

çoğulcu ya da daha sonraları liberal kuramlar gibi adlarla yapılan sınıflandırmalara giren çalışmalar, bu<br />

ünitede “bilgilerin iletilmesi ve alınması tanımına giren, etki-süreç odaklı çalışmalar” başlığı altında bir<br />

araya getirilmiştir. Söz konusu çalışmalar genel olarak iletişim araştırmalarının tarihiyle birlikte Amerika<br />

Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Doğal olarak da ABD’nin siyasal ve toplumsal<br />

özelliklerini bünyesinde barındıran bu çalışmalar aynı zamanda kitle iletişim araştırmaları tarihinin de<br />

oldukça önemli bir bölümünü oluşturur.<br />

14


Kitabınızın ikinci ünitesinde çizgisel ve sosyo-psikolojik yaklaşımlar,<br />

üçüncü ünitesinde medyanın etkilerine yönelik yaklaşımları, dördüncü ünitesinde izleyici<br />

merkezli yaklaşımlar, beşinci ünitesinde de teknoloji merkezli yaklaşımlar ayrıntılı olarak<br />

işlenecektir.<br />

Psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi gibi alanlardan ve bu disiplinlerin davranışçı düşüncelerinden<br />

yararlanan araştırmacıların başlıca sorunsalı medyanın etkileridir. Çeşitli biçimlerde kamu ve özel<br />

kurumlarca da desteklenen bu çalışmalarda genellikle insan doğasının ve toplumun davranışçı yorumları<br />

bazında etki konusu formülleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşımda iletişimin bir süreç halinde işlediği,<br />

kaynak tarafından kodlanan mesajların belirli bir kanal üzerinden hedef kitleye iletildiği ve bu kişilerin de<br />

şu ya da bu şekilde etkilendiği kabul edilir. Bu doğrultuda iletişim, bir kişinin diğerinin davranış ya da<br />

zihinsel durumunu etkileme süreci olarak da tanımlanır. Alıcının şu ya da bu şekilde geribildirimde<br />

bulunduğu ve bu şekilde sürecin devam ettiği düşünülür. Bu amaçla da çoğunlukla iletişimin “sonucu”<br />

olan “etkisi” üzerine; etkiyi anlamak, ölçmek ve değerlendirmek ve bir sorun (etkinin niyet edilenden<br />

daha farklı ya da az olması durumu) varsa da bu başarısızlığın ortaya çıktığı aşamaları arayıp bulmak için<br />

araştırmalar yapılır. Bir anlamda da “etki (uyarı) -tepki” şeklindeki yapısıyla bu araştırmalar “güç”<br />

araştırmaları olarak da yorumlanır.<br />

Liberal yaklaşıma bağlı olarak geliştirilen kuramların temelde birleştikleri üç önemli nokta vardır: (1)<br />

İnsanın yaşadığı çevreye uyması, gerektiğinde uydurulması görüşü, (2) varolan toplumsal yapıyı ve<br />

kurumları koruma ve geliştirme isteği, (3) sanayileşmiş ülkelerin seçecekleri en iyi yolun kapitalist<br />

ekonomik ve siyasal sistem olduğu görüşü.<br />

“Etki-tepki” kavramının kökeni psikolojiyi bir bilim dalı haline<br />

getirme çabasındaki “davranışçılık” akımına karşılık gelir. “Gerçek olduğu kanıtlanmayan<br />

hiçbirşeyin doğru ya da gerçek olmadığını” savunan pozitivist felsefe içinde, 1925 yılında<br />

J.B. Watson’ın “Davranışçılık” kitabıyla birlikte hızla gelişen davranışçı düşünce biçimi,<br />

toplumsal bilimlerde kullanılan araştırma yöntemlerini yakından etkilemiştir. Amprik<br />

çalışmalarda araştırmanın bilimsel olması için deney yöntemine dayandırılması koşulu<br />

aranmıştır. Güvenilir gözlemlere ulaşmak üzere değişkenleri ölçme, değerlerini sayısal<br />

olarak ifade etme ve bu nedenle istatistiksel tekniklerden yararlanma, niteliksel verileri<br />

göz ardı etme ve işlemselleştirme; yani kavramların gözlemlendikleri işlemlerle<br />

açıklanmaları gereği amprik geleneğin temel özellikleridir (Yumlu, 1994).<br />

Şekil 1.2: Etki ve Anlam Odaklı Çalışmaların Belli Başlı Kavramları<br />

15


Yukarıda dile getirilen kavramları Şekil 1.2’de sunulan iletişim modeli içerisinde görmek<br />

mümkündür. Şekilde bu ünitede ikiye ayrılarak açıklanan iletişim araştırmalarında kullanılan belli başlı<br />

kavramlar beyaz ve gri zeminler içerisinde gösterilmiştir. Beyaz zemin içindeki kavramlar “iletişim<br />

sürecini”, gri zemin içindeki kavramlar ise “anlam üretimini ve değişimini” konu almaktadır. Aşağıda<br />

etki-süreç odaklı çalışmaların temel kavramları ayrıntılı olarak açıklanmaktadır.<br />

Etki-Süreç Odaklı Çalışmaların Temel Kavramları<br />

Süreç, bir olayın düzenli olarak ve birbirini izleyen değişmelerle gelişmesi, başka bir olaya dönüşmesidir.<br />

Doğal süreçler organizmanın büyüyüp değişip gelişmesinde, kültürel süreçler kültürün süreklilik içinde<br />

değişip gelişmesinde rol oynarlar. Böylece sürecin hem sürekliliği hem de değişim ve gelişmeyi içeren bir<br />

kavram olduğu söylenebilir: Örneğin tarih, sürekli değişme ve gelişmelerden oluşan bir süreçtir. Herhangi<br />

bir gelişme ve değişme ise birçok işlemlerin ve koşulların sonucunda gerçekleşir. Bu nedenle süreç<br />

deyimi aynı zamanda süreçte yer alan tüm işlemleri ve koşulları (zihinsel tasarımlar, düşünsel<br />

planlamalar, bedensel çabalar gibi) da kapsar. Bu noktada önemli olan bir konu da süreç içinde yer alan<br />

öğelerin karşılıklı olarak etkileşim içinde değişime uğramalarıdır (Zıllıoğlu, 1993; Hançerlioğlu, 1982).<br />

İletişimi bir model çerçevesinde formüle etmeyi amaçlayan ilk çabaların sonucu ortaya atılan<br />

fikirlerde iletişim sürecinin kaynak, ileti, kanal ve alıcıdan oluşan dört temel öğesi yer almıştır. Ancak<br />

1950’li yıllarda hız kazanan iletişim araştırmaları, doğrusal olmayan iletişim sürecini ortaya çıkarmış ve<br />

iletişim sürecinin öğeleri arasına geribildirim ya da geri beslemeyi de eklemiştir. Alıcının seçici<br />

davranması, iletiyi yorumlaması ve ileti çıkarımlarda bulunması sürecinin sağlıklı çalışabilmesini<br />

engelleyen gürültü öğesi yine aynı yıllarda hız kazanan iletişim araştırmaları sonucunda iletişim süreci<br />

öğeleri arasına katılmıştır. Daha sonraları iletişim sürecini etkilediği belirtilen ve çeşitli kaynaklarda<br />

farklı farklı tanımlar getirilen pek çok öğe daha iletişim modeline eklenmiştir. Ayrıca bu sürecin çevresel<br />

ya da dış unsurlardan da etkilendiği ifade edilmiştir. Bunun için gürültü, toplayıcı yankı, ortam, seçici<br />

algı, zaman unsuru ya da iletişim stüasyonu gibi kavramlarla sürece etkide bulunan çeşitli unsurlar<br />

açıklanmıştır. Şekil 1.3’de iletişim sürecinin temel modeli sunulmaktadır.<br />

Şekil 1.3: İletişim Sürecinin Temel Öğeleri<br />

İletişim sürecinde kaynak (gönderici/ iletici), iletiyi gönderen iletisim ögesidir ve iletisimi<br />

baslatandır. İletiyi tasarlayıp, formüle ederek alıcıya ulastıran kişi, grup, kurum ya da organizasyondur.<br />

Bireyler arası iletişimde iletişim sürecinin başlayabilmesi için ilk önce bireyin bir düşünceyi ifade etme<br />

isteğinin olması gerekir. Kişinin zihnindeki düşünceler söze dönüştürülmeyen duygulardır; başka bir<br />

deyişle zihindeki imgelerdir. Bir sonraki aşamada imgeler sembollere (örneğin kelimelere) dökülür. Bu<br />

aşamaya “kodlama” adı verilir. Kodlama bir bilgi, düsünce, duygu ya da kanının iletilmeye uygun, hazır<br />

bir ileti biçimine dönüştürülmesidir. Alıcıda gerçeklesmesi gereken amaçlanmıs düşüncenin oluşması ve<br />

yüklendiği aktarım aracına uygun olması için iletinin “dil” ve “kod”a dönüştürülmesidir. Kod, insanlara<br />

16


anlamlı gelebilen bir biçimde düzenlenen herhangi bir semboller grubudur. İleti ise kaynaktan alıcıya<br />

gönderilen bir uyarı, düşünce, duygu, kanı ya da bilginin kaynak tarafından kodlanmış halidir. Kanal<br />

tarafından iletilen mesaj’dır. Ileti isaretlerden kuruludur ve bir işaret ise kazanılmış deneyim ve<br />

bilgilerden herhangi birisi yerine konulmuş bir belirticidir.<br />

Şekil 3’deki iletişim sürecini Adem ve Ewa’nın hikayesi bağlamında<br />

değerlendirerek her bir öğenin karşılığının ne olduğunu bulmaya çalışınız.<br />

İletiyi taşıyan sinyaller kaynaktan hedef kişi ya da kitleye kanal (oluk, araç) aracılığıyla iletilir.<br />

Örneğin telefonu kullandığımızda kanal telefonun telidir. Bunları fiziksel (ses, hava vb.) teknik (telefon,<br />

telgraf) ya da sosyal (okul, televizyon vb.) araçlar şeklinde sınıflandırabiliriz. Ayrıca araçları hitap<br />

ettikleri duyu organlarına göre de tanımlamak mümkündür (görsel, işitsel vb.) İletişim aracının iletişim<br />

sürecinin en önemli öğesi olduğunu söyleyen McLuhan’ın “araç iletidir” şeklindeki ünlü sözünü de<br />

burada not düşmekte yarar vardır. İletinin sunulduğu kanal, kitle iletişiminde kitle iletişim aracı ya da<br />

medya olarak tanımlanan kitlesel iletişime olanak sağlayan ortamlardır. Bunlar genel olarak gazeteler,<br />

dergiler, radyo ve televizyon kanalları, internet sayfaları, sinema filmleri, kitaplar vs. gibi çoğaltılabilir ve<br />

kitlelere mesaj taşıyabilir niteliklere sahip araçlardır. Yüz yüze iletişimde kanal, çıkardığımız ses ya da<br />

takındığımız tavırdır.<br />

Sinyal, kullanılan iletişim sistemine bağlı olarak farklı biçimlerde olabilir. Örneğin konuşmada sinyal,<br />

havada (kanal) ilerleyen ses basıncıdır. Radyo ve televizyonda elektromanyetik dalgalardır. Gazete, dergi<br />

ve kitapta ise sayfa (kanal) üzerindeki basılı kelime ya da görsel malzemelerdir. Bu anlamda kanal,<br />

sinyali kaynaktan alıcıya iletmek için kullanılan araçtır. Kanal kapasitesi ise bir bilgi kaynağınca üretilen<br />

şeyi kanalın iletebilme yeteneğidir.<br />

Her iletişimsel eylemin genellikle bir amacı ya da niyeti olduğu söylenebilir. Bu amaç kimi zaman<br />

açık ve seçik olsa da kimi zaman belirsiz olabilir. Karşılıklı iki kişinin konuşmasında kaynak kişi<br />

düşüncelerini sözcüklere dökerek doğrudan karşısındaki kişinin yüzüne söyleyebileceği gibi kimi zaman<br />

telefon ya da telgraf gibi kimi araçlar kullanarak da bir kanal aracılığıyla mesajını (iletisini) karşısındaki<br />

kişiye iletir. İletişim sürecinde alıcı (hedef) kaynağın gönderdiği iletiye hedef olan şey, kişi ya da<br />

kişilerdir; iletişimin ulaştığı yerdir. Iletişim sürecinde kaynak, çevresinden aldığı bir olayı, veriyi, iletiyi,<br />

içinde bulunduğu duygusal durumu işin içine katarak oluşturduğu mesajını kodlayıp sinyallere<br />

dönüştürmekte; alıcı da bu iletiyi duyarak, okuyarak ya da izleyerek aldığı, kendisine ulaştırılan bu<br />

sinyallerin kodunu açarak yorumlamaktadır. Başka bir deyişle alıcı kendisine mesaj olarak gönderilen<br />

sembollerden bir anlam çıkartır; yani mesajı çözümler. Eğer kaynak ve alıcının imgeleri birbirine<br />

uygunluk gösteriyorsa başarılı bir iletişim gerçekleşir. Eğer uygun değilse anlam paylaşımı gerçekleşmez<br />

ve iletişimin başarısı sekteye uğrar. Bu bağlamda “kod açma” kavramı, algılanan kodun (sinyalin)<br />

çözümlenmesi; iletinin yorumlanarak anlamlı bir biçime sokulması anlamına gelmektedir. İletişim<br />

sürecinde iletiler ancak kodaçma yoluyla bir takım ses, görüntü ya da anlamsız çizgiler- işaretler<br />

olmaktan çıkıp anlam kazanırlar.<br />

Şekilde sunulan iletişim modelinde iletişimin belirli bir ortam, koşul ve kimi unsurların etkisi altında<br />

bulunduğu da görülmektedir. Hiçbirşey diğerinden bağımsız değildir ve dışsal unsurların etkisi ile<br />

çepeçevre sarılıdır. Gürültü kimi zaman bir telefon görüşmesinde duyulan parazit sesi, kimi zaman<br />

gürültülü bir mekândaki kulakları sağır eden bir ses, kimi zaman gözlerimizle birşeyleri görmemizi<br />

engelleyen perdedir. Kaynağın isteği dışında sinyale eklenen herhangi bir şeye gürültü adı verilir. Daha<br />

geniş anlamda ise çevresel unsurlar (ortam), aslında iletişimi doğrudan etkileyen bu unsurlardan daha da<br />

fazlası olarak ortak paylaştığımız kültür, inanç, değer, dil ve diğer tüm kişisel, kurumsal ve toplumsal<br />

unsurların etkilerini de kapsar. İletişim, içinde bulunduğu ve parçası olduğu ortamla birlikte anlam<br />

kazanır. Ortam el verdiği sürece iletişim eylemi gerçekleşir ya da başarılı olur.<br />

İletişim sürecinde iletiyi gönderenin alıcıda oluşturmak istediği amacın ne düzeyde gerçekleştiğini<br />

öğrenmek üzere geliştirilen bilgi alma sürecine de geribildirim, geribesleme ya da yansıma adı verilir.<br />

Alıcının gönderilen mesajı anlayıp anlamadığı alınan geribildirim mesajı sayesinde anlaşılır.<br />

17


İletişim sürecindeki her bir öğe, kitle iletişiminde daha karmaşık bir yapıdadır. Bu karmaşıklığı bir<br />

parça olsun giderebilmek için aşağıda beş ayrı aşamada sözü edilen unsurlar üzerinde durulabilir. Bu basit<br />

anlatıma göre kitle iletişim süreci şöyle işler:<br />

1. Profesyonel iletişimcilerin hazırladıkları değişik içerikli iletiler,<br />

2. Mekanik araçlar aracılığıyla hızlı ve sürekli bir şekilde dağıtılır ya da yayınlanır.<br />

3. Söz konusu ileti çok sayıda, değişik ve çeşitli izleyici kitleye ulaşır.<br />

4. Kitle içindeki bireyler, iletiyi kendi deneyimlerindeki anlamlara göre yorumlarlar ve<br />

5. Sonuçta da bireyler şu ya da bu biçimde etkilenirler (Usluata, 1995).<br />

Kitle iletişiminin işleyişi üzerinde ileri sürülen pek çok yaklaşımı içine alan bu model; profesyonel<br />

iletişimcilerin, kalabalık ve homojen bir yapı göstermeyen izleyicileri çeşitli yollardan etkilemek ve<br />

amaçlanan anlamları yaratmak üzere ileti oluşturmalarını ve bu iletileri kitle iletişim araçlarını kullanarak<br />

ulaştırmalarını tanımlar.<br />

Adem ve Ewa’nın hikayesinde tanımlanan kitle iletişimini farkedebildiniz<br />

mi? Hikayede hangi kitle iletişim araçlarına başvuruluyordu?<br />

Kitle iletişiminde temel amaç iletinin uzak mesafelerdeki geniş kitlelere ulaşmasıdır. Özelde ise<br />

duruma yönelik amaçlar, içeriğe yönelik amacı belirlemektedir. Belli başlı olarak bu amaçlar “bilginin<br />

fikir, kültür ve bilgi formunda üretilmesi ve dağıtılmasına karışmak, gönderenlerden alıcılara, bir izleyici<br />

kitlesinden diğerine, toplumdaki herkese ve toplumun kurumlarını oluşturan kanaat önderlerine, diğer<br />

insanlara nakletmek ve onları etkilemek için kanallar hazırlamak, hemen hemen yalnızca halk sahasına<br />

etki etmeyi istemek, sosyal yükümlülük ve zorlama olmaksızın kuruluşa dinleyici ya da izleyici olarak<br />

gönüllü katılım sağlamak” şeklinde sıralanabilir (McQuail, 1994).<br />

Kitle iletişiminde kaynak genellikle bir kurum, kuruluş ya da bir organizasyondur. Buna “kurumsal<br />

kişilik” denilmesi aydınlatıcı olacaktır. Bu kişilik kitle iletişim aracının muhabirleri, editörleri, sermaye<br />

sahipleri ve onların sağladığı toplumun belirli kesimleri ile olan bağlar ve yakınlıklar, kullanılan<br />

teknolojinin düzeyi, kurumun kendi içindeki meslek etiğinin ve ticarileşmenin derecesi ile oluşur (Oskay,<br />

1994).<br />

Kitle iletişim araçları; eş deyişle medya, kaynaktan uzakta bulunan, birbirlerinden ayrı konumlanmış<br />

çok sayıda insanla aynı anda ilişki kurabilen teknolojik ortamlardır. Türdeş olmayan kitlelere mekansal<br />

bağ olmaksızın seslenebilen kitle iletişim araçları; istenilen her yerde, aynı zamanda bulunabilme ve olayı<br />

anında aktarabilme özelliğine sahiptirler. Halkın çoğu için kolayca elde edilebilir, ucuz, sürekli ve<br />

düzenlidirler.<br />

Günümüzde “medya” sözcüğü “kitle iletişim araçları” sözcüğüyle eş<br />

anlamda kullanılmaktadır. Medya; radyo, televizyon, gazete, dergi, internet gibi kitlesel<br />

iletişime olanak sağlayan her türlü ortam için kullanılan genel bir kavramdır.<br />

Kitle iletişiminde ileti; örneğin gazetede yazan yazı, televizyondaki ya da radyodaki programdır.<br />

İleti, gönderen kurumsal kişilik tarafından belirli amaçlara yönelik biçimde, kitlesel olarak, genel ilgi<br />

formatında üretilir ve kitlesel iletişime olanak sağlayan ortamlarla kitlelere ulaştırılır.<br />

Kitle iletişiminde alıcı, farklı toplumsal kümelerden gelen farklı niteliklere sahip insanlardan oluşan<br />

heterojen bir yapı sergileyen, kimliksiz bir topluluktur. Alıcı çoğu zaman kaynak tarafından hedeflenen<br />

belirli bir grup insandır. Bu nedenle alıcılar için “hedef kitle” de denir. Kaynak ve alıcı, kişisel olarak<br />

birbirlerini tanımaz. Kitle iletişim araçlarının herkes tarafından erişilebilir niteliği nedeniyle hedeflenen<br />

kişilerin dışındaki halk kitlelerinin de bu mesajı almalarının önünde de bir engel yoktur. Dolayısıyla<br />

medya mesajları halkın ya da kamuoyunun geneline yönelik olarak gönderilen mesajlardır. Örneğin<br />

18


televizyondaki herhangi bir reklam filmi yalnızca belli gruptaki kişilere yönelik olarak hazırlanır; ancak<br />

filmi, o anda ekran başında olan herkes izler.<br />

Bu arada “kitle” kavramını da ayrıca açıklamakta yarar vardır. Kitle kavramı toplumsal düşüncede<br />

olumlu ve olumsuz anlamda anılabilmektedir. Olumsuz anlamda “kanunsuzların, kültür, akıl ve mantıktan<br />

yoksun insanlar ve cahillerin oluşturduğu kitle”; olumlu anlamda ise “çalışan insanların dayanışması ve<br />

gücü” karşılığına gelir. Kitle iletişim araçlarının izleyicisi olarak ise “kitle”; grup, kalabalık ya da<br />

kamudan ayırt edilen nitelikler taşır.<br />

McQuail bu nitelikleri şöyle sıralar:<br />

1. Kitle, kalabalık ve kamu’dan büyüktür.<br />

2. Kitle, fazlasıyla dağınıktır; üyeler birbirini tanımaz, aynı zamanda izleyicileri bir araya getiren<br />

kişi de üyeleri tanımaz.<br />

3. Kitle, belirli amaçlar için bir araya gelip birlikte eylemde bulunabilme yeteneğinden yoksundur.<br />

4. Değişen sınırlar içinde kitleyi oluşturan birimler değişik yapılar gösterir.<br />

5. Kitle, kendi başına eylemde bulunamaz, aksine kitle üzerinde eylemde bulunulur (Yumlu, 1994).<br />

Yüz yüze iletişime oranla kitle iletişiminin geribildirim mekanizmaları çok daha zayıftır. Büyük<br />

kitlelere iletinin gönderilmesinden sonra, hemen ya da kısa sürede tepki alınması söz konusu değildir.<br />

Gecikmeli olarak işleyen bu geribildirim mekanizması sonuçlarının genelleştirilmesi hatalı<br />

olabilmektedir. Bu açıdan kitle iletişimi, çoğunlukla geri dönüştürülemezcesine tek yönlüdür. Alıcının<br />

aynı anda cevap verme olanağı fiilen yoktur ve bu yüzden iletişim sisteminde göndericiyle alıcı arasında<br />

keskin bir kutuplaşma söz konusudur.<br />

Peki, her iletişim eyleminin bir sonucu var mıdır? Kuşkusuz olmadığını ileri sürmek daha zordur. İleti<br />

ya da mesajla karşılaşan herkes şu ya da bu şekilde bir etki ile karşı karşıyadır. Her etki güçlü bir tepki<br />

doğurmayabilir. Ancak mesajın bir kişi tarafından şu ya da bu şekilde alınmış olması bile bir tür iletişim<br />

sonucu olarak yorumlanabilir. İletişim, bir anda olup biten bir olgu olarak değil, zaman içinde belki de<br />

kimi zaman insan algısından daha hızlı bir şekilde süregiden ve kimi zaman birikimci etkilere sahip bir<br />

eylem olarak düşünülürse etkilerini anlamak biraz daha kolay olabilir.<br />

Etki Kavramı ve Kitle İletişiminin Etkileri<br />

Etki kavramının en temel tanımı Piätilä’nın “İletişim sürecinin bir önemliliği olarak iletişim etkisi,<br />

bireyin zihninde daha önce olan ya da olmayan bir şeyin; iletişim olmasaydı olması ya da olmaması ile<br />

söz konusudur” ifadesinde anlam bulur (Windahl, Signitzer ve Olson, 1992). Eş deyişle iletişimden önce<br />

zihinde olmayan şeyin iletişimden sonra artık olması haline en genel anlamıyla “etki” adı verilmektedir.<br />

İletişimin sonuçları anlamındaki “uyarı-yanıt” formülünde karşılığını bulan ilkeye göre ise etkiler özel<br />

uyarılara karşılık gelen özel yanıtlar, eş deyişle tepkiler biçiminde nitelenmektedir. Bu anlamıyla kitle<br />

iletişim araçlarının iletileri ile izleyenlerin tepkileri arasında yakın bir bağlantı olması beklenir.<br />

Adem ile Ewa’nın hikayesinde kitle iletişiminin etkileri nasıl tanımlanıyor,<br />

hangi etkilerden söz ediliyor, bulabildiniz mi?<br />

19


Şekil 1.4: İletişimin Etkilerinin Hiyerarşik Modeli<br />

Ancak herkes aynı şeyden aynı şekilde etkilenmez. Her gazete okuyan ya da televizyon izleyen aynı<br />

şeyi düşünmez ve aynı şekilde davranmaz. Buna göre iletişimin etkileri en yaygın şekilde “farkında<br />

olma” düzeyinde, daha az olarak “bilgilenme” düzeyinde, daha az olarak tutumlarda ve daha da az<br />

düzeyde davranışlarda görülür. Bu ifadeyi Şekil 1.4’de görsel olarak daha anlaşılır hale getirebiliriz. Şekli<br />

açıklamak üzere bir örnek verilecek olursa; Etiyopya’da yaşanan açlık konusunda bir haber<br />

yayınlandığında pek çok insanın dikkati orada yaşanan açlık konusuna çekilmiş olur. Artık insanlar bu<br />

konudan haberdar hale gelir. Bir kısım insanlar bu konuda daha fazla bilgi talebinde bulunur ve duyarlı<br />

bir şekilde bilgi sahibi olurlar. Daha sonra bu konuya karşı insanların belli bir kısmının tutum geliştirdiği<br />

görülür. Ancak bu tutumların her zaman davranışa dönüşmediği de gözlemlenir. Etiyopya’daki açlık için<br />

gerçekleştirilen yardım faaliyetlerine katılım çeşitli biçimlerde farklılık gösterir. Pek çok insan<br />

Etiyopya’daki açlığı gözleriyle görmediği halde okuduğu, dinlediği ya da izlediği haberlerle bilir ama<br />

oradaki dram karşısında harekete geçen kişi sayısı “bilen” insan sayısı kadar değildir. Dolayısıyla<br />

davranış değişikliği en son aşamada ve çoğunlukla daha az bir kesim üzerinde kendisini gösterir. Aynen<br />

akşam televizyonda reklamı izlenen her ürünün ertesi sabah bütün izleyenler tarafından satın alınmadığı<br />

gibi...<br />

Televizyonda yeni çıkan bir ürünün reklamını izleyen herkes o ürünü<br />

satın alır mı? Ürünü satın alanlar reklamdan ikna olmu ve olumlu tutum gelitirmi<br />

kiiler midir?<br />

Etki kavramı ve kitle iletişiminin etkilerine yönelik özellikler bu şekilde özetlendikten sonra, artık etki<br />

araştırmaları ve tarihsel gelişimi üzerinde durulabilir.<br />

Etki Araştırmalarının Tarihsel Gelişimi<br />

İletişim araştırmalarının tarihi büyük ölçüde etki araştırmalarının tarihi olarak görülür. Bu da etki<br />

araştırmalarının iletişim çalışmalarındaki önemini yansıtır. Kitle iletişim sürecinin bütün boyutları<br />

arasında etkiler, üzerinde en çok çalışılan ve tartışılan boyutu oluşturur. Medyanın önemini de ortaya<br />

koyan bu araştırmalarda; insanları yeni siyasi ideolojilere inanmaya zorlama, belirli bir partiye oy verme,<br />

daha fazla mal satın alma, kültürel beğenileri değiştirme ya da bırakma, önyargıları azaltma ya da<br />

arttırma, kusur ya da suç işleme, cinsel ahlak standartlarını değiştirme gibi değişik açılardan, medyanın<br />

nasıl kullanıldığı ve insanları nasıl etkilediği sorularının yanıtları aranmıştır. Medyanın “esas gücü”<br />

anlamında da değerlendirilen bu çalışmalar; insanların dünya görüşünü şekillendirmede, düşünce ve<br />

kanaatlerin temel kaynağını oluşturmada ve de davranışlarını etkilemede medyanın gördüğü işlevleri<br />

konu almaktadır.<br />

İletişimin etkilerine ilişkin ilk çalışmalar İkinci Dünya Savaşı öncesinde ABD’de başlamıştır.<br />

Janowith ve Schulze, ilk ampirik (deneysel) çalışmaların temellerini atan isimlerdir. Ancak iletişim<br />

araştırmalarının ilk temsilcileri Paul F. Lazarsfeld, Harrold D. Laswell, Carl I. Howland ve Kurt Lewin<br />

olarak bilinir.<br />

Medya etkilerinin farklı dönemlerde farklı biçimlerde tanımlandığı görülür. Bu konuda Şekil 5’te<br />

sunulan McQuail (1983)’ın sınıflandırması yol göstericidir. Genel olarak 1930’ların sonuna kadar kitle<br />

20


iletişim araçlarının inanç ve düşünceleri şekillendirme, yaşam alışkanlıklarını, aktif olarak davranışları<br />

değiştirme ve politik sistemi etkilemede karşı konulmasına karşın güçlü etkilere sahip olduğu kabul<br />

edilmiştir. 1940’lardan 1960’ların başlarına dek uzanan ikinci dönemde, deneysel yöntemlerin ağırlık<br />

kazanmasıyla birlikte kitle iletişim araçlarının etkilerinin sınırlı kaldığı tezi ön plana çıkmıştır.<br />

1960’lardan sonra ise yeniden kitle iletişiminin etkilerinin fazlalığı yönündeki görüşler ağırlık kazanarak<br />

günümüze dek varlığını sürdürmüştür.<br />

<br />

i. Medya etkilerinin güçlü olduğunun savunulduğu dönem: Kitle iletişimi konusundaki ilk<br />

çalışmalar sinema ve radyonun yaygınlaşmasıyla popüler ürünlerin ortaya çıktığı 19. yüzyılda<br />

Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde ortaya konulmuştur. Kitle iletişiminin etkilerine<br />

yönelik bu çalışmalarda daha çok bu araçların güçlü etkilere sahip olduğuna yönelik düşünceler<br />

ön plana çıkmıştır. Bilim insanlarına göre kır yaşamından kent yaşamına geçen ve bu geçiş<br />

sürecinde toplumsal ve psikolojik zorluklarla karşılaşan dönemin insanları, karşılarında kitle<br />

iletişim araçlarını bulmuşlar ve bu buluşma, dönemin toplumsal hareketlerinde kitle iletişim<br />

araçlarının rolü üzerinde yorumlar yapılmasına neden olmuştur. Oluşan imajlar, kitle iletişim<br />

araçlarının insanların düşüncelerini, inançlarını ve yaşam biçimlerini değiştirebilecek kadar<br />

güçlü olduğunu zihinlerde canlandırmıştır. 1930’lara dek süren bu dönemde kitle iletişim<br />

araçlarının güçlü etkilerini açıklamak amacıyla Şırınga (İğne) Kuramı ya da Gümüş (Sihirli)<br />

Mermi Kuramı gibi görüşler ileri sürülmüştür. Kitle iletişim sürecini açıklayan ilk; ancak<br />

oldukça etkili modeller olan bu kuramlarla, kitle iletişim araçlarının bir “iğne” ya da “mermi”<br />

gibi izleyenlere hemen etki ettiği ve onları istediği yöne yöneltebildiği ileri sürülmüştür<br />

(McQuail, 1983).<br />

ii. Medya etkilerinin sınırlı olduğunun savunulduğu dönem: Genel görüşlerin ötesinde,<br />

araştırmalar yapılmaya başlandığında etkilerin sanıldığı kadar da güçlü ve çabuk olmadığı iddia<br />

edilmeye başlanmıştır. 1930’lu yıllarla birlikte deneysel araştırma yöntemlerinin gelişmesi,<br />

istatistiksel tekniklerdeki ilerlemeler sayesinde, kitle iletişiminin etkilerine yönelik<br />

araştırmalarda kitle iletişiminin sınırlı etkileri olduğuna ilişkin bulgular ortaya konulmuştur.<br />

Dönem içerisinde yapılan en önemli çalışmalar; 1940 ve 1948’deki ABD Başkanlık seçimleri ve<br />

1949’da Hovland’ın filmler üzerine yaptığı Amerikan Değerleri Araştırması’dır.<br />

<br />

Şekil 1.5: Kitle İletişim Araçlarının Etkilerinin Büyüklüğüne Yönelik Başlıca Araştırmalar ve Araştırma Yaklaşımları<br />

Kaynak: Severin ve Tankard, 1994; Yüksel, 2001’den uyarlanmıştır.<br />

21


Seçim kampanyaları ve seçmenlerin oy verme davranışları üzerinde yapılan çalışmalardan ilki,<br />

1940’da Ohio eyaletinin Erie kentinde gerçekleştirilmiştir. Seçmenlerin oy verme tercihlerini etkilemede,<br />

kitle iletişim araçlarının gücünü ortaya koymayı hedef alan bu ilk araştırmada Lazarsfeld, Berelson ve<br />

Gaudet, bireysel ilişkilerin oy verme kararını etkilemede, kitle iletişim araçlarına göre daha etkili olduğu<br />

sonucuna varmışlardır. Araştırma sonucunda İki Aşamalı Akış Kuramı geliştirilmiştir. İletilerin iki<br />

aşamada yayıldığını savunan kuram, kitle iletişim araçlarında iletilen iletilerin toplumda ilk önce kanaat<br />

önderlerine (muhtar, imam, öğretmen gibi toplumda saygı gören ve sözü dinlenen kişilere) ulaştığını,<br />

daha sonra da bu kişiler aracılığıyla daha az aktif olan yakın çevrelerindeki insanlara ve takipçilerine<br />

aktarıldığını ileri sürmüştür. Bu boyutuyla araştırma medya etkisinin az olduğunu ve modelin alıcı<br />

kitlenin sosyal gerçekliğini, politik bilgilenme ve düşünce oluşumu sürecini iyi yansıtmadığını<br />

göstermiştir.<br />

1948 tarihli ABD Başkanlık seçimleri üzerine yapılan ikinci araştırma ise New York’un Elmira<br />

kentinde gerçekleştirilmiştir. Aynı amaçlı araştırma sonucunda Berelson, Lazarsfeld ve Mc Phee,<br />

insanların kendi fikirlerine yakın buldukları haberleri izlediklerini ve dolayısıyla kitle iletişim araçlarının<br />

seçmenlerin önceden sahip oldukları fikirleri güçlendirici yönde bir etkide bulunduğunu ortaya koyarak<br />

seçmenlerin bakış açılarını değiştirmede kitle iletişim araçlarının tek başına başarılı olamadıklarını ileri<br />

sürmüşlerdir.<br />

Howland’ın İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan askerlerinin ideolojik eğitimi için kullanılan filmler<br />

hakkında yaptığı 1949 tarihli incelemelerini yayınladığı “Experiments on Mass Communication (Kitle<br />

İletişiminde Deneyler)” adlı eseri de kitle iletişim araçlarının tek başına bireylerin kuvvetle sahip<br />

oldukları tutumları değiştirmesinde etkili olamayacağını ispatlayan bir çalışma olarak döneme damgasını<br />

vurmuştur.<br />

Dönem boyunca yapılan daha pek çok araştırmada kullanılan yöntemler geliştikçe elde edilen bulgular<br />

ve ortaya konulan kuramlar kişisel farklılıklardan ve sosyal çevreden kaynaklanan yeni değişkenlerin<br />

hesaba katılmasını da beraberinde getirmiştir. Bu doğrultudaki çalışmalar arasında DeFleur’un üç kuramı<br />

dikkat çekicidir. Bireysel Farklılıklar Kuramı ile DeFleur, aynı iletinin kişisel özelliklerinden dolayı<br />

izleyicilerde farklı etkiler yaratacağını ileri sürmüştür. İzleyenlerin yaş, cinsiyet, eğitim, dini inanış, gelir<br />

düzeyi vb. bakımdan farklı sosyal kategorilere ayrıldığını ve kitle iletişim araçlarından gelecek iletiler<br />

karşısında bu kategorilerde yer alan izleyenlerin az çok benzer tepkiler gösterdiğini savunduğu Sosyal<br />

Kategoriler Kuramı’nda ise izleyenlerin içinde bulundukları resmi olmayan sosyal ilişkilerin, kitle<br />

iletişim araçlarından gelen iletilerin etkisini değiştirebileceğini söylemiştir. Kültürel Normlar<br />

Kuramı’nda da kitle iletişim araçlarının bazı konuları seçerek ve vurgulanarak toplumda bir ölçüye kadar<br />

da olsa belirli düşüncelerin yayılmasına katkı sağlandığı, ancak bu etkinin de bireylerin sahip olduğu<br />

kültürel normlar çerçevesinde gerçekleşebildiği ileri sürülmüştür.<br />

Kitle iletişiminin etkileri üzerine en etkili eleştirileri yazan Klapper’ın “Kitle iletişimi genellikle<br />

gerekli ve yeterli izleyen etkilerine yol açmaz, bunun yerine arabulucu faktörlerin bir parçası olarak işlev<br />

görür” şeklindeki sözü ise dönemi özetler niteliktedir (McQuail, 1983).<br />

iii. Medya etkilerinin güçlü olduğunun yeniden savunulduğu dönem: 1960’larla birlikte daha<br />

karmaşık hale gelen kitle iletişim kuramları ve istatistiksel yöntemlerin araştırmalara<br />

kazandırdığı yenilikler, kitle iletişim araçlarının sınırlı etkilerinden fazlasını ortaya koymaya<br />

başlamıştır. Dönem içerisinde teknolojinin yaşamın her alanına girmesi, özellikle televizyonun<br />

evlerin başköşe konuğu olması ve gelişen düşünce akımları ile birlikte, kitle iletişim araçlarının<br />

etkilerinin farklı boyutlarına bakılır olmuştur. Bir anlamda güçlü etkilere geri dönüş sayılan son<br />

dönemde “kitle iletişim araçlarının ekonomik, sosyal ve siyasal güç sahibi olabilmek için etkili<br />

birer araç olarak kullanılabileceğine” olan inanç giderek yaygınlaşmıştır.<br />

Bu dönemde genel olarak “ölçülebilen etkiler” düşüncesi bir mit haline gelmiştir. Sosyal psikolojiden<br />

etkilenerek ölçülebilen etkileri “tutum” kavramıyla ilişkilendiren liberal kuramcılar, tutum kavramıyla<br />

bireysel davranışı toplumsal analizden soyutlamış ve analitik bir çerçeveye oturtmuşlardır. Ölçme üzerine<br />

odaklanan çalışmalar pozitivist gelenekten hareketle nesnelliği ön plana çıkarmışlardır. Anket araştırması,<br />

içerik analizi, deneysel araştırma gibi niceliksel (sayısal) yöntemler yoğun olarak kullanılarak kuramlar<br />

test edilmeye çalışılmıştır.<br />

22


Etki odaklı yaklaşımlar arasında Katz’ın “Kullanımlar ve Doyumlar Kuramı” ile “Medya insanlarla<br />

ne yapıyor?” sorusu yerine, konuya tersten bakarak “İnsanlar medya ile ne yapıyor?” sorusunun gündeme<br />

gelmesi “yeni bir dönem” olarak nitelendirilir. Böylece çalışmaların odak noktası, iletişim sürecinin bir<br />

başka yönüne yönelmiştir.<br />

Etki odaklı çalışmalar anlamında son dönemde, kitle iletişiminin aynı zamanda kültürü, bilgi<br />

birikimini, normları ve toplumsal değerleri yakından etkilediği üzerinde durulmuştur. Bu türdeki<br />

araştırmalar ayrı bir biçimde “dolaylı ve uzun dönemli etki araştırmaları” tanımı çerçevesinde bir<br />

araya getirilebilir. Bu çalışmalar, kitle iletişimi sayesinde bireylerin dolaylı ve uzun dönemli olarak,<br />

zaman içinde kendi davranış kalıplarına uygun seçimleri çerçevesinde imaj, düşünce ve değer yargıları<br />

üzerinde değişiklikler olduğu düşüncesinden hareket ederler. Gündem Belirleme, Bilgi Açığı ve<br />

Suskunluk (Sessizlik) Sarmalı yaklaşımları söz konusu araştırmalar arasında ön plana çıkar. Gerbner’in<br />

Kültürel Göstergeler Projesini de unutmamak gerekir. Televizyonda şiddet gösterimini konu alan proje<br />

daha sonra farklı konularla devam etmiştir. Bulgular televizyonun düşsel dünyasına bağımlı kalmanın<br />

uzun dönemde birikimci bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir. Bu kuramlara kitabınızın ilerleyen<br />

ünitelerinde ayrıntılarıyla yer verilecektir.<br />

Ayrıca medyanın etkilerini sorgulayan 1973’de Mendelsonn’un yürüttüğü “Ulusal Sürücü Testi” ve<br />

“Bir Kadeh İçkinin Tarihi” adlı projeleri, 1975’te Maccoby ve Farguhar’ın “Kalp Hastalığını Azaltmak<br />

İçin Kitle İletişim Araçlarının Kullanılması” adlı çalışması ve 1984’te Ball-Rokeach ve Grube’nin<br />

“Büyük Amerikan Değerleri Araştırması” diğer önemli çalışmalar olarak sıralanabilir.<br />

Adem ile Ewa’nın hikayesinde yukarıda tanımlanan iletişim kuramlarından<br />

hangilerini görebiliyoruz?<br />

Anlamın Üretilmesi Tanımına Giren Anlam-Niyet Odaklı Çalışmaların<br />

Temelleri<br />

Medyanın etkilerine dönük çalışmalar bir yandan sürerken diğer yandan kökenleri Marksist toplum<br />

eleştirisine dayanan ve Frankfurt Okulu ile birlikte ekonomi-politik yaklaşımı da içine alan ve özellikle de<br />

medyanın toplumdaki rolüne işaret eden eleştirel eğilimler gelişmeye ve ilgi çekmeye başlamıştır.<br />

Kapitalist ekonomik düzene ve liberal sisteme yönelik eleştiriler getiren ve her biri var olan toplumsal ve<br />

iletişimsel yapının radikal ve dönüşümcü bir eleştirisinden yola çıkan bu görüşler “eleştirel”,<br />

“kuramsal”, “kültürel”, “toplumbilimsel” ya da “değişimci yaklaşımlar” gibi adlarla tanımlanmıştır.<br />

İngiltere ve Batı Avrupa’daki araştırmacılarca geliştirilen bu yaklaşımların niteliklerini etki odaklı<br />

çalışmalardaki gibi kesin çizgilerle ayırt etmek zor olsa da genel olarak endüstrileşmiş kapitalist<br />

toplumların Marksist eleştirisine dayanan daha geniş bir geleneğin içine konumlandıkları söylenebilir.<br />

Çıkış noktasını Karl Marx’ın görüşlerinin oluşturduğu ve onun toplum ve değişimi, tarih ve insan, fikirler<br />

ve ideoloji anlayışını çıkış noktası olarak kabul eden eleştirel yaklaşımların temelinde medyanın üretim<br />

faktörleriyle, kapitalist endüstriyel oluşumun genel tiplerine benzeyen üretime sahip olduğu düşüncesi<br />

yatar. Marksizmde var olan ve geçmişte var olmuş toplumlara ilişkin bir analiz yapılarak kapitalist<br />

topluma eleştiri getirilir. Daha sonra ise Marksizmle bağını çeşitli ölçülerde koparan dil bilimsel,<br />

göstergebilimsel ve edebiyat kökenli “kültürel incelemeler” de bu ünitede, anlam-niyet odaklı çalışmalar<br />

başlığı içinde değerlendirilmiştir.<br />

Kitabınızın altıncı ünitesinde dilbilimsel ve göstergebilimsel çalışmalara,<br />

yedinci ünitesinde de eleştirel çalışmalara ayrıntılarıyla yer verilmektedir.<br />

Sosyoloji, ekonomi, göstergebilim, siyasal felsefe, edebiyat çalışmaları, psikoloji ve tarih gibi farklı<br />

disiplinlerden gelen eleştirel kuramcılar, Batılı kapitalist dünyanın sınıfsal olarak katmanlaşmış<br />

toplumların ayakta kalmalarında medyanın oynadığı rolü sorgularlar. Davranışçı Amerikan<br />

araştırmacılarının nesnellik iddialarını reddederler. Genel olarak iletişimin “anlam” ve “anlamın üretimi”<br />

boyutuna odaklanan bu yaklaşımlar şu konuları ele alırlar (Sever, 1998; Yumlu, 1994; Erdoğan ve<br />

Alemdar, 2005):<br />

23


1. İletişimi toplumsal bir konu olarak çok boyutlu (tarihsel, ekonomik, teknolojik, siyasal,<br />

kurumsal, mesleki ve kişisel vs.) bir şekilde ele alırlar, kültürel çalışmalar ve iletişim sosyolojisi<br />

alanlarında çalışma yürütürler<br />

2. Kitle iletişim kurumlarını tek başlarına değil kurumlar ile birlikte, ulusal ve hatta uluslararası<br />

bağlamı içinde değerlendirirler, geliştirilen yeni iletişim teknolojilerinin toplum üzerindeki<br />

etkilerini sorgularlar<br />

3. Mülkiyet, yapı, kurum, üretim ilişkileri gibi konular üzerinde dururlar<br />

4. Araştırmayı yapı, örgüt, toplumsallaştırma, uzmanlaştırma, katılım ve diğer unsurlarla<br />

tanımlarlar<br />

5. Temel önermeleri sorgular, alternatif düzenmeleri araştırırlar.<br />

Anlam odaklı yaklaşımlarda iletişim, mesajın insanlar üzerindeki etkileri bağlamında değil, toplumsal<br />

oluşumun gidişatındaki toplumsal rolü çerçevesinde tanımlanır. Dolayısıyla bu yaklaşımlarda “medya ve<br />

toplumsal iktidar arasındaki ilişkiye” odaklanılır. Bu çalışmalarda iletişim; bir süreç olarak değil,<br />

anlamın oluşturulması olarak tanımlanır. Önemli olan iletişimin nasıl işlediği ya da nasıl daha verimli<br />

hale getirileceği değil; iletişim sistemi içerisinde gerçekleştirilen eylemlerin niyetlerini sorgulamaktır.<br />

Çünkü iletişim süreci yalnızca iletilerin aktarılmasından ibaret değildir. Bu nedenle anlam-niyet odaklı<br />

yaklaşımlar iletişimi “anlamın üretilmesi ve değişimi” olarak görürler. İletilerin ya da metinlerin anlam<br />

oluşturmak için insanlarla nasıl etkileşimde bulunduğuna bakarlar. Dolayısıyla anlam odaklı çalışmalarda,<br />

etki odaklı çalışmalardaki gibi iletişim süreci ya da kitle iletişim aracının kendisi yani medya merkeze<br />

alınmaz. İletişim sürecine dışarıdan bir pencereden ve daha bütüncül bir bakış açısıyla bakılmaya çalışılır.<br />

Kapitalizm, liberalizm ve Marksizm konusunda bakınız: http://tr.wiki<br />

pedia.org/wiki/Kapitalizm; http://tr.wikipedia.org/wiki/Liberalizm; http://tr.wikipedia.org<br />

/wiki/Marksizm<br />

Anlam-Niyet Odaklı Çalışmaların Temel Kavramları<br />

Anlam odaklı yaklaşımlarda iletişim olgusuna yaklaşım, etki odaklı yaklaşımlardan farklıdır. Eleştirel<br />

açıklamalar, öncelikle, doğrusal iletişim modellerine benzemediğinden ileti akışını gösteren modelleri,<br />

işleyişin öğelerini ve onlar arasındaki okları içermezler. Yapısal modellerdir ve içerdikleri her türlü ok,<br />

anlamların yaratılmasında yer alan öğelerin arasındaki ilişkileri gösterir. Eleştirel yaklaşımlar iletinin bir<br />

dizi basamak ya da aşamayı geçerek oluştuğunu varsaymazlar. Daha çok iletinin bir şeyi<br />

anlamlandırmasını mümkün kılan yapılandırılmış bir ilişki dizisinin çözümlenmesi üzerinde yoğunlaşırlar<br />

(Sever, 1998). Bu çerçevede anlam odaklı eleştirel yaklaşımların iletişim olgusunu tanımlarken<br />

kullandıkları belli başlı kavramlar özetle şöyle sıralanabilir:<br />

Anlam odaklı yaklaşımlarda “iletişim” insan etkinliklerinin tamamlayıcı bir parçası olarak tanımlanır.<br />

Bu yüzden onu toplumsal, ekonomik, siyasal ve tarihsel koşullar içinde anlamaya çalışmak gerekir.<br />

“Etki” konusu ideolojik egemenlik ve mücadele, bilinç yönetimi ve sahte bilinç biçiminde ele alınır.<br />

Bu yaklaşımlarda “kaynak” kavramı pek ender kullanılır. Kullanıldığında da kaynak bir iletişim<br />

örgütünde çalışan profesyonellerden toplumsal, siyasal, ekonomik örgütlere ve sınıflara kadar geniş bir<br />

alanı kaplar.<br />

“Alıcı”, sınıf ve sınıflar arası ilişkiler açısından dikkate alınır. Alıcılar tüketim araçlarına sahip, üretim<br />

ve dağıtım araçlarına sahip olmayan, fakat üretim ve dağıtımda “işçi” olarak çalışan işçi sınıfı ya da<br />

egemenlik altındaki gruplar durumundadır. Kısacası paketlenmiş bir ürünün tüketicileridirler.<br />

Teknolojik iletişim araçları sadece televizyon, radyo, gazete ya da dergiler olarak dar bir çerçevede<br />

değil, geniş anlamda, bilgisayarları, stüdyoları, kağıdı, mürekkebi, video ve ses donanımlarını, binaları,<br />

iletişimle ilgili “sermaye” olarak alır ve bunları iletişimin maddi teknolojik araçları olarak görür. İletişim<br />

araçları; iletişimi üretmede, dağıtma ve tüketmedeki araç ve gereçleri, yapısal ve ilişkisel biçimleriyle<br />

kapsar.<br />

24


“İleti” yerine çoğunlukla “metin” kavramı kullanılır. Metin; iletiden farklı olarak, amaçlı ve önceden<br />

mevcut bir anlamı taşıyan tamamlanmış ürün anlamına gelir. “Anlam” ise bir metinde ne söylendiğidir.<br />

Anlam, metinin yazarı belliyse, yazarın niyetidir; belli değilse metindeki niyettir. Anlam, asla yazara<br />

özgü, yazarın yoktan var ettiği anlam olamaz, sosyaldir ve süregelen egemen ya da mücadele<br />

geleneklerine bağlıdır.<br />

Anlam odaklı çalışmalarda tarihsel ve toplumsal konumları içinde alıcıların medyayı nasıl<br />

kullandıklarını anlamlandırma ve yorumlama çabası ön plana çıkar. Çünkü anlamdan söz ediliyorsa; aynı<br />

zamanda kültür ve toplumsallıktan da söz ediliyor demektir. Anlamların bireysel kalıplar içine<br />

hapsedilmesi mümkün değildir. Anlamlar ortaklaşa yaratılır ve ortaklaşa faaliyetlerin ürünüdür. Anlam<br />

toplumsal olarak oluşturulduğu için, oluşturulduğu toplumun kültürel izlerini taşır. Dolayısıyla iletişimi<br />

anlamak ve anlamlandırabilmek için kültür üzerine de yoğunlaşmak gerekir. İletişim faaliyeti bir anlam<br />

yaratma faaliyetidir ve iletişim, aynı zamanda belli bir tarihsel ve toplumsal bağlam içerisinde<br />

gerçekleştirilir. Bu yüzden insanı, toplumu ve iletişimi doğru bir şekilde ele alıp incelemek için tarihsel<br />

bir bakış açısına da sahip olmak gerekir. İletişim ilişkisinde üretilen her türlü anlam, toplumsal olarak<br />

üretilir ve ancak diğer insanlarla kurulan üretim ilişkileri bağlamında gerçekleştirilir. Bu nedenle iletişim<br />

çalışmaları bir anlamda kültür ve metinler üzerinde çalışmak anlamını taşır. Metinler, insanların<br />

kültüründeki rolünü dile getirir. Yanlış anlamaların iletişim hatalarının delili olmadığı; bunların kaynak<br />

ve alıcının kültürel farklılıklarından doğduğu öne sürülür (Yumlu, 1994; Yaylagül, 2010).<br />

Marx’a göre toplum, altyapı ve üstyapı kurumlarıdan oluşur. En basit<br />

anlamıyla “altyapı”, toplumda üretim-tüketim güçlerini, biçimlerini ve ilişkilerini içeren<br />

dinamik ekonomik yapıdır (maddi ilişkiler). “Üstyapı” ise, altyapının oluşturduğu ve bu<br />

altyapıyı tutmak, geliştirmek ve değiştirmek için karşılık veren örgütlenmeler, düşünceler,<br />

ideolojiler ve ilişkilerdir (din, sanat, bilim, ahlak, kültür). Toplumsal gelişme ve değişme<br />

açıklanırken “ekonomi” temel belirleyen unsur olarak vurgulanır.<br />

Kitle iletişimi üzerine çalışmaların anlamlı olabilmesi için incelenmesi gereken toplumsal yapı<br />

sadece anlam üzerinde belirleyiciliği ile değil ekonomik dinamikleriyle de önemlidir. Çünkü anlamı<br />

üreten yine ekonomik dinamiklerdir. Dolayısıyla toplumsal yapının kültürel ögelerinin yanı sıra siyasal<br />

ve ekonomik ögeleri de çözümlenmelidir. Medya ve kültür endüstrileri kapitalist sistemin ayrılmaz bir<br />

parçasıdır ve ancak kapitalist gelişim dinamikleri içerisinde açıklanıp anlamlandırılabilir. Ayrıca kitle<br />

iletişiminin ürünleri sadece toplumsal yapıdan etkilenmezler aynı zamanda onun varlığını sürdürmek ve<br />

tahakkümünü kolaylaştırmak gibi görevleri de vardır. İletişimin araçları olan dil, söz, anlam ve bu<br />

anlamların aktarılmasını sağlayan çeşitli teknolojik araçlar, toplumun materyal ilişkilerini sürdürmek ve<br />

desteklemek için kullanılır. Kitle iletişim araçları, diğer toplumsal kurumlar gibi “kapitalist sınıfın<br />

egemen fikir ve görüşlerinin topluma aktarıldığı aygıtlar” olarak değerlendirilirler. Dolayısıyla kitle<br />

iletişimi ve kitle iletişim araçları bu ilişkinin sürdürülebilmesi için “güç sahibi olanların” tekelindedir.<br />

Kitle iletişimi, örgütsel bir yapı altında gerçekleştirilmektedir. (Yaylagül, 2010).<br />

Medyanın konuşma özgürlüğünü geliştirdiğini savunan yaklaşımların aksine eleştirel yaklaşımlar,<br />

kitle iletişim araçlarının statükonun yeniden üretilmesinde kullanıldığını belirtirler. En genel anlamda<br />

medya, kapitalist sınıfın tekelci sahiplerine aittir ve onlara hizmet eder. Egemen sınıfın dünya görüşlerini<br />

yaymak için değişime liderlik edebilecek alternatif fikirleri inkar ederek “hakim (egemen) sınıfla” ve<br />

devletle iç içe ve onların değerlerini, ideolojisini yeniden üreten kurumlar olarak tanımlanan medya,<br />

“özerk” bir yapıda görülmez. İdeolojik arenanın bir parçasıdır ve sınıf görüşlerinin su yüzüne çıktığı bu<br />

arenada, medyanın kontrolü “tekelci sermaye”nin elindedir.<br />

Eleştirel çalışmalarda üzerinde durulan bir başka önemli kavram, kültürdür. “Kültür”; insanın üretken<br />

ve tarihsel yaşamının her yeni dönemi için temel oluşturan ve toplumsal iş ile mükemmelleştirilen insan<br />

bilgisinin bir biçimidir. Eleştirel yaklaşım, kültürü anlam verme sistemleri içinde tarihsel olarak inşa<br />

edilen materyal bir üretim olarak görür. Kültürel incelemelerde kültür ürünleri metinler olarak okunur ve<br />

medya içerikleri “metin” olarak yorumlanır. Günlük hayatta bu metinlerin “nasıl üretildiği” ve “yeniden<br />

üretildiği” üzerinde durulur. Dolayısıyla “üretim biçimi” ve “üretim ilişkileri” konu alınır. Medya<br />

25


içeriklerinin üretim biçimi ve üretim ilişkileri bu bağlamda sorgulanır ve eleştirilir. “Üretim” kavramı ise<br />

ne tür bir üretim olduğu belirtilmedikçe, sadece maddi üretim değil; düşünce, bilinç, yasa, ahlak, din,<br />

siyaset ve bütün toplumsal, kültürel örgütlerin, kısaca toplumsal yaşamın bütün üretimi anlamına gelir.<br />

Göstergebilimciler tarafından dile getirilen “gösterge” kavramı; bir olayı, durumu ya da niteliğin<br />

varlığını öneren bir şey; bir fikir, arzu, enformasyon ya da emir iletmek için kullanılan jest ya da eylem;<br />

enformasyon, yön tayini ya da reklam için çevreye konan poster, levha ve benzerleri; bir kelime, aygıt ya<br />

da şekil; bir şeyin işareti, belirtisidir. Çıkar ve güç ilişkilerinin ve ideolojik biçimlendirmelerin bütünleşik<br />

parçalarıdır. Göstergeler ve çalışma biçimleri üzerinde duran “göstergebilim”; sözlü ve sözsüz<br />

göstergelerin anlamın kurulmasında ve yeniden kurulmasında nasıl bir rolü olduğunu sorgulamaktadır.<br />

Belli etkiler üretmek için belli insanlar arasında dil kullanımına da “söylem” adı verilir. Söylem<br />

analizi dilin ve diğer kodların anlamları ile uğraşır ve bu kodlarda güç ilişkileri üzerine odaklanır. Söylem<br />

üretimi her toplumda belli sayıdaki süreçlere göre kontrol edilir, seçilir, örütlenir ve dağıtılır.<br />

1950’li yıllarda Roland Barthes ve Levi Strauss tarafından geliştirilen “yapısalcılık”, görünen olay ve<br />

olguları anlamak için onların altında yatan yapıya bakmayı önerir. Farklı alanlar üzerinde etkili olan bu<br />

yaklaşım, dili ve kültürü yapısal sistemler olarak açıklamaya çalışır. Dilsel süreci bir şifreleme olarak<br />

görür ve bu şifrenin çözümü için dilin yapısının anlaşılması gerektiğini savunur.<br />

Anlam odaklı çalışmalar içinde “ideoloji” kavramı ayrıca açıklanmalıdır. İdeoloji; düşünceyi<br />

çevreleyen, bilgilendiren, yön veren, yönlendiren fikirler ağı ve bu yapının incelenmesi bilimi olarak<br />

tanımlanır. İdeoloji, siyasal ya da toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir partinin, bir toplumsal<br />

sınıfın davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel, moral, estetik düşünceler<br />

bütünü olarak da ifade edilir.<br />

İdeoloji Kavramı ve Anlamı<br />

İdeoloji kavramı ilk kez Napolyon’un kurduğu ve Fransız Devrimi’nin felsefesi yönünde bir eğitim<br />

sistemi oluşturmakla görevlendirdiği Ulusal Enstitü’nün üyesi ve devrim partizanlarından Antoine<br />

Destutt de Tracy kullanmıştır. İdeolojinin Öğeleri’nde (1801-1815) bir grup aydın ile birlikte bu düşünür,<br />

insanlığı derebeyci (feodal) toplumun yanlış inançlarından, düşüncelerinden, kutsallıklarından kurtarmak<br />

için yola çıkmış ve insanların inandıkları evrensel gerçekliklerin kökenlerini, doğalarını ve toplumsal<br />

işlevlerini incelemeye yönelmişlerdir. Amaçları, derebeyciliğe karşı yeni burjuva devriminin ideolojisini;<br />

dinin dünyayı açıklama biçimine karşı, yeni toplumun haklılaştırıcı açıklaması olan yeni ideolojiyi<br />

oluşturmaktır. Ancak daha sonra Napolyon bu kişileri kendi yönetimine zararlı bulmaya başlamış ve<br />

“hain metafizikçiler” diye suçlamıştır. 1789 Fransız Devrimi’nin vaatlerinden demokratik nitelikte<br />

olanların unutturulmasına büyük önem verilen bu dönemde Napolyon, “Fransa’yı kurtarmak için<br />

ideolojilerin değil, insan kalbinin bilinmesini ve tarihin öğrencilerinin (derslerinin) göz önünde<br />

tutulmasını” savunmaya başlamıştır (Oskay, 1980).<br />

Tarih sahnesinde 1830’lar, ekonomik alanda yeni ideolojilerin oluşumuna karşılık gelir. 1850’lerden<br />

1870’lere kadar ise toplumsal alanda (özel yaşam, aile yaşamı, eğitim, toplumsal yeni gruplar ve<br />

kurumların oluşumunda), kültürel alanda (değerler, din, sanat, bilim ve felsefe alanlarındaki oluşumlarda)<br />

ideolojik dönüşümler gerçekleşmeye başlamıştır. Kapitalist sınıfın, derebeyci toplumun yerine kendi<br />

toplumsal biçimini kurması öncelikle siyasal düzeyde başlamış ise de daha sonra ekonomik düzeydeki<br />

olanaklar çerçevesinde toplumsal ve kültürel alandaki değişim kendisini hissettirmiştir. İdeoloji<br />

kavramının anlaşılmasında en önemli dönüşüm, yine o yıllarda Marx ve Engels ile başlamıştır. Alman<br />

İdeolojisi’nde Marx ve Engels, o zamana kadarki başat (hakim) görüşe cepheden ve açık bir eleştiriye<br />

geçerek “yerden göğe doğru yükselen bir felsefe” oluşturmaya yönelmişler; insan’a erişmenin yolu,<br />

insanın söylediklerinden, düşünebildiklerinden, anlattıklarından ya da insana ilişkin olarak anlatılan<br />

şeylerden değil, gerçek, etkin insanlardan, insanların yaşam süreçlerinden geçer” anlayışı içinde yeni bir<br />

açıklama getirmeye başlamışlardır. Ahlak, din, metafizik ve ideolojiler kendi başlarına gelişebilen, kendi<br />

başlarına tarihleri olan şeyler sayılmasa da artık, insanların kendi özdeksel üretimlerini, özdeksel<br />

ilişkilerini ve gerçek var oluşlarını geliştirmeleriyle birlikte değişip gelişen şeyler olarak açıklanmaya<br />

başlanmıştır (Oskay, 1980).<br />

26


İdeoloji kavramının kullanılmasının asıl yaygınlaşması ve çeşitlenmesi ise Avrupa’daki devrimci<br />

hareketlerin yenilgisini izleyen 1920’li yıllarda olmuştur. Devrimci hareketin önderlerinin çoğu yenilgiyi<br />

kendi dışlarında aramışlar ve işçi sınıfının hareketinin dışarıdan, kentsoylu ideolojisi tarafından bloke<br />

edilmesi (beklemeye alınması) nedenini bulmuşlardır.<br />

Ardından İkinci Dünya Savaşı yaşanır. Hemen ardından ise Soğuk Savaş’la birlikte, 1960’da Daniel<br />

Bell, “ideolojinin sonu”nu ilanıyla dikkati çeker. Bu anlayışla bollukçu, çoğulcu, demokratik, “büyük<br />

Amerikan toplumunun” sınıf çatışmasının ertelenmesini ussallaştırdığını ve böylece Marksist kuramın<br />

geçerliliğini yitirdiğini, köktenci kuramların toplumsal gerçekliği yanlış gösterdiğini, yaşanan toplumda<br />

artık önemli çatışmaların sınıfsal nitelikte olmaktan çıkıp etnik, cinsel vb. farklılıklara dayanan “tabakalar<br />

arası çatışmalara” dönüştüğünü savunur. Bu çatışmalar ise sistemin giderebileceği çatışmalar sayıldığı<br />

için “ideolojiler çağı” sona ermiş sayılır. Artık “olanı iyi işletecek uzlaşmacı ve akılcı bir çağ”<br />

başlamıştır. Sanayi toplumu sona ermiş, sanayi sonrası “entelektüel teknoloji” toplumu çağına geçilmiştir<br />

(Oskay, 1980).<br />

Ancak 1960’larda başlayan Latin Amerika’ya açık müdahaleler, Vietnam Savaşı ve Refah Devleti<br />

uygulamaları gibi nedenler ve bunların doğurduğu sonuçlar çerçevesinde “ideolojinin sonu” düşüncesi<br />

bazı bağımsız toplum biliciler tarafından eleştirilmiştir. Ardından eleştirel görüşler, toplum bilim içinde<br />

tarih, ekonomi, siyaset ve kültür gibi alanları da kapsayarak genişlemiştir (Oskay, 1980).<br />

Eleştirel iletişim çalışmalarında ideoloji kavramı en geniş anlamda toplumda kontrol ve mücadele ile<br />

ilgili fikir kümesi olarak görülür. İdeoloji denildiğinde, değerlerden, kavramlardan, düşüncelerden ve<br />

sembol sistemlerinden geçerek düzeni meşrulaştırmak için egemen yapıların nasıl çalıştığı akla gelir.<br />

İdeoloji şeylerin nasıl olduğu, dünyanın gerçekte nasıl çalıştığı ve çalışması gerektiği hakkında fikirler<br />

verir. İdeoloji var olan şeyleri yapma yollarını, neyin doğal olduğunu ve toplumdaki rolleri kabul etmeye<br />

yönlendirir. Sosyal dünyamızın algısal ve duygusal yorumlarını biçimlendirme (sosyalizasyon süreci)<br />

Gramsci tarafından “hegemonya” olarak ifade edilir. Althusser devletin ideolojik araçlarından “okul,<br />

kilise, aile ve medya” olarak bahseder (Erdoğan ve Alemdar, 2005).<br />

Anlam-Niyet Odaklı Çalışmaların Sınıflandırılması<br />

Genel olarak anlam-niyet odaklı eleştirel yaklaşımlar, ideoloji sorununu ele alış ve tanımlayışlarıyla,<br />

izleyiciye getirdikleri yorum ve medya metinlerine olan yaklaşımları açısından farklılık gösterirler.<br />

1980’ler öncesinde kitle iletişimiyle ilgili Marksist yaklaşımlar temel olarak iki ayrı yönde gelişmiştir:<br />

1. İletişimin siyasal ekonomisi ile ilgili konulara eğilen yaklaşımlar: (a) İletişimin siyasal ekononin<br />

ulusal yanını inceleyen (kapitalist iletişim sistemini ve faaliyetlerini inceleyen) yaklaşımlar ile<br />

(b) uluslararası ekonomik düzene ve iletişimde emperyalizm sorusuna eğilen (yeni<br />

sömürgeciiğin ya da emperyalizmin genel iletişim yapısını inceleyen) yaklaşımlar.<br />

2. Üst yapıya (ideoloji, kültür ve kültürel örgütlere) eğilen yaklaşımlar: (a) Kültür ve ideoloji<br />

eleştirisiyle gelen Frankfurt Okulu’nun kitle kültürü eleştirisi, (b) Althusserci yapısalcılık ve<br />

Gramsci’nin anlayışından etkilenen kültürel incelemeler yaklaşımları ve (c) uluslararası iletişim<br />

kuramında, Marksist ve Neo-Marksist bağımlılık kurumından gelen kültürel emperyalizm tezi.<br />

Marks’ın düşünce, ideoloji, bilinç üretimi ve işlevleri üzerinde duran yaklaşım ve incelemeler başta<br />

ideoloji ile üretim ilişkileri arasında bağ kurmuşlar ve kültür endüstrilerinin yapılarıyla ideolojik<br />

egemenliği ilişkilendirmişlerdir. Bu yaklaşım ve incelemeler “eleştirel okul” ve “eleştirel incelemeler”<br />

olarak isimlendirilmiştir. Eleştirel okulun incelemeleri sonradan “kültürel incelemeler” olarak dönüşüme<br />

uğramıştır. Bu dönüşüm sırasında, özellikle 1980’lerde üretim biçimi ve üretim ilişkileri temelinden,<br />

bağımsızlık ve öncelik iddialarıyla koptartılmıştır. Eleştirel okul denince ilk akla gelen Frankfurt<br />

Okulu’dur. Kültürel incelemeler ise özellikle İngiltere’de 1960’larda kurulan merkezle başlamıştır.<br />

Kültürel incelemeler kendi içinde birbirini tamamlayıcı ve eleştirel olmak üzere farklı pozisyonlara<br />

sahiptir (Erdoğan ve Alemdar, 2005).<br />

Bir başka bakış açısı olarak Curan’ın sınıflandırmasına da değinilebilir. Curran, medyanın gücü<br />

konusunda farklı görüşler içeren, anlaşmazlık ve tartışma alanının tipini de tanımlayan “yapısalcı<br />

27


yaklaşım”, “ekonomi politik yaklaşım” ve “kültürel çalışmalar” adı altında üçlü bir ayrıma gider. Genel<br />

olarak medyayı ideolojik bir güç olarak tanımlayan “yapısalcı yaklaşım”ın öncelikli ilgisi, metin-ideoloji<br />

ilişkisi üzerinedir. Dilbilim, yapısalcı antropoloji, göstergebilim ve psikanaliz gibi farklı çalışma<br />

alanlarının katkılarıyla zenginleşen yapısalcı yaklaşım, psikanalizin iletişim çalışmalarına uyarlandığı ve<br />

metin-özne ilişkisinin yoğunlaştığı dönemle gelişim göstermiştir. “Ekonomi-politik yaklaşım” ise,<br />

medyanın ideolojik içeriğinden çok ekonomik yapısı üzerinde odaklanır ve kapitalist üretim dinamiklerini<br />

sorgular. Medyanın mülkiyet yapısını vurgulayarak, yine medyanın ekonomik tabanındaki ideolojik<br />

bağımlılığına dikkati çeken ekonomi-politik yaklaşım, ekonomik güçlerin etkisi üzerinde durur. Öte<br />

yandan ekonomik indirgemeciliğe karşı olarak güçlenen “kültürel çalışmalar”, medyayı toplumsal<br />

rızanın kazanıldığı ya da kaybedildiği bir mücadele alanı olarak tanımlar (Dursun, 2001).<br />

Bu kitapta da altıncı ünitede “dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımlar” açıklanmıştır. Yedinci<br />

ünitede ise “eleştirel yaklaşımlar” başlığı altında siyasal ekonomi yaklaşımı, kültürel emperyalizm,<br />

kültürel bağımlılık, medya emperyalizmi, Frankfurt Okulu, kültür endüstrisi, propaganda modeli ve<br />

İngiliz Kültürel Okulu konularına yer verilmiştir.<br />

Kitabınızın son ünitesinde ise Türkiye’deki iletişim çalışmaları konu edilecektir. Söz konusu ünitede<br />

“Araştırma Türleri, Alanları, Konuları ve Yönelimler” başlığı altında iletişim bilimindeki çalışmalara<br />

yönelik sınıflandırmaya gidilmektedir. Bu ayrımlara da ayrıca dikkat çekilmelidir.<br />

YAKIN DÖNEMDE DİKKATİ ÇEKEN GELİŞMELER<br />

İletişim kuramlarına ilişkin temellerin konu alındığı bu ünitede son olarak yakın dönemdeki gelişmeler<br />

üzerinde de kısaca durmak yerinde olacaktır.<br />

Erdoğan ve Alemdar’ın (2005) ifadesiyle 1990’lı ve 2000’li yıllarda bilgi teknolojilerindeki gelişime<br />

bağlı olarak bilgi toplumunun kurulduğu varsayımından hareketle; küreselleşme ile birlikte “ötesi” (post)<br />

ekiyle gelen (post-industrializm: sanayi ötesi, post-modernizm: modernizm ötesi gibi) yaklaşımlar öne<br />

çıkmıştır.<br />

Küreselleşme ve uluslararası ticaretin büyümesi, özelleştirme; yani kamu iktisadi kurumlarının özel<br />

sektöre devri ve buna paralel olarak serbest piyasa ekonomisinin uygulanmaya başlanması yakın dönemin<br />

temel belirleyicileri olmuştur. Bu bağlamda yeni toplumsal yapıyı anlatmak üzere “sanayi ötesi toplum”<br />

ve “bilgi toplumu” kavramları gündeme gelmiştir. Teknolojinin fetişleştirilmesi, yüceltilmesi ve “dertlere<br />

deva olduğu” görüşü de yeni dönemin bilgi toplumu görüşüne uygun düşmektedir.<br />

Bu yıllarda kitle iletişiminde yeni kuramlar ortaya atılmasa da Markiszm-ötesi, pozitivizm-ötesi,<br />

yapısalcılık-ötesi gibi “ötesi” eki alan yaklaşımlar “moda” haline gelmiştir. Marksist siyasal ekonomi ve<br />

tarihsel materyalizm kökenli yaklaşımlar çok daha marjinal bir duruma düşmüş, eleştirel okul ve<br />

Frankfurt Okulu geleneği ortadan kalkmıştır. Bunların yerini, onları reddeden ve Marksist kavramları<br />

kullanmayan ya da farklı bir biçimde kullanan sömürgecilik-ötesi, post-Althusserci, post-emperyalist<br />

“post-eleştirel” yaklaşımlar almıştır.<br />

Ayrıca 2000’li yıllar kültürel incelemlerin modasının geçtiği; ancak farklı yaklaşımlarıda içine alarak<br />

“kültürelcilik” bağlamında bu çalışmaların sürdürüldüğü söylenebilir. Kitle iletişiminde kuramsal<br />

yaklaşımlar disiplinler arası olmaya devam etse de, disiplinler arası sınırlar artık büyük ölçüde ortadan<br />

kalkmış ya da belirginliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Farklı yaklaşımlar arasındaki bölünmeler, kesin<br />

sınırlarla ayrılamayan bir duruma gelmiştir. Hangi kuramın hangi felsefi, epistemolojik ve metodolojik<br />

akıma ait olduğunu teşhis etmek oldukça güçleşmiştir.<br />

1990’lı ve 2000’li yıllar için ayrıca bakınız: Erdoğan, İ. ve Alemdar, K.<br />

(2005). Öteki Kuram. İkinci Baskı. Ankara: Erk.<br />

28


Özet<br />

Yaşamın bütün alanlarını sardığı belirtilen<br />

iletişim olgusu pek çok bilim dalının ilgi alanına<br />

girmekle birlikte zengin bir anlam hazinesine de<br />

kavuşmuştur. Bu nedenle iletişimle ilgilenenlerin<br />

sayısını bir kaç kalemde toparlamak ve iletişim<br />

kavramının tanımını sınırlandırmak güçtür.<br />

İnsanlık tarihi gibi iletişimin de somut bir tarihi<br />

yoktur. Ancak iletişimin insanın kendisini<br />

tanımasıyla başladığı söylenebilir.<br />

İletişim biliminin temellerini atan araştırmaların<br />

tarihi de iletişim teknolojilerinin tarihi gibi çok<br />

eskilere dayanmaz. Birinci Dünya Savaşı’nın<br />

ardından 1920’lere ve o yıllarda da Amerika<br />

Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen<br />

çalışmalara uzanır. ABD’de iletişim<br />

çalışmalarının başlangıcında 1910-1940’lı yıllara<br />

damgasını vuran Chicagio Okulu’ndan ayrıca söz<br />

edilmelidir. Bu çerçevede de öncelikle Charles<br />

Cooley, Herbert Mead ve John Dewey’in<br />

Amerikan sosyal bilimlerine yaptıkları katkılar<br />

unutulmamalıdır. Siyaset bilimci ve Nazi<br />

popagandasının insanlar üzerinde nasıl etkili<br />

olduğunu analiz eden Harold Lasswell’in “kim,<br />

kime, hangi kanaldan, hangi etkiyle, ne der”<br />

şeklinde özetlenebilecek çizgisel iletişim modeli<br />

1940’lara damgasını vurmuştur.<br />

1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında<br />

Amerikan yayılmacılığına yönelik eleştirileri de<br />

kapsayan “eleştirel görüşler” gelişmeye<br />

başlamıştır.<br />

İletişim araştırmaları tarihinde gerçekleştirilmiş<br />

olan çalışmaları birkaç farklı biçimde<br />

sınıflandırmak mümkündür. Geçmişteki iletişim<br />

çalışmalarına araştırmaların odak noktasına<br />

bakarak genel olarak iki ayrı biçimde tanımlamak<br />

mümkündür: Bunlardan ilki Claude Shannon’un<br />

dediği gibi iletişimi “bilgilerin iletilmesi ve<br />

alınması” şeklinde tanımlayan tümevarımcı<br />

yöntemi izleyen, daha çok niceliksel araştırma<br />

yöntemlerini kullanan, nesnel, pozitivist<br />

yaklaşımdır. Anadamar, liberel-çoğulcu, tutucu,<br />

yönetsel, süreç-etki çalışmaları gibi isimler<br />

verilen çalışmalar, bu bağlamda<br />

değerlendirilebilir. Bunlar daha çok etki-süreç<br />

odaklı çalışmalardır. İkinci yaklaşım daha çok<br />

eleştirel, kültürel, Marksist ya da değişimci gibi<br />

adlar altında görülen, I.A. Richards’ın da dediği<br />

gibi iletişimi “anlamın üretilmesi” şeklinde<br />

tanımlayan, tümdengelimci yöntemi izleyen, daha<br />

çok niteliksel araştırma yöntemlerini kullanan,<br />

öznel, yorumsal yaklaşımdır. Bu çalışmalar da<br />

daha çok anlam-niyet odaklı çalışmalardır.<br />

Etki-süreç odaklı çalışmalar, iletişim<br />

araştırmalarının tarihiyle birlikte Amerika<br />

Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkmış ve<br />

gelişmiştir. Doğal olarak da ABD’nin siyasal ve<br />

toplumsal özelliklerini bünyesinde barındıran bu<br />

çalışmalar aynı zamanda kitle iletişim<br />

araştırmaları tarihinin de oldukça önemli bir<br />

bölümünü oluşturur. Psikoloji, sosyoloji, siyaset<br />

bilimi gibi alanlardan ve bu disiplinlerin<br />

davranışçı düşüncelerinden yararlanan<br />

araştırmacıların başlıca sorunsalı medyanın<br />

etkileridir. Çeşitli biçimlerde kamu ve özel<br />

kurumlarca da desteklenen bu çalışmalarda<br />

genellikle insan doğasının ve toplumun<br />

davranışçı yorumları bazında etki konusu<br />

formülleştirilmeye çalışılmıştır.<br />

Anlam-niyet odaklı çalışmalar ise genel olarak<br />

kökenleri Karl Marx’a kadar uzanan ve Frankfurt<br />

Okulu’nun geliştirdiği eleştirel teoriyi de içine<br />

alan, daha da ötede radikal psikoterapi, feminist<br />

analiz, çatışmacı okul gibi tüm eleştirel görüşleri<br />

de içine alan yapısalcılık, sınıf analizi ve<br />

diyalektik materyalizm gibi yorumları kapsayan<br />

görüşleri ifade etmektedir.<br />

Anlam odaklı yaklaşımlarda iletişim olgusuna<br />

yaklaşım, etki odaklı yaklaşımlardan farklıdır. Bu<br />

bağlamda iletişim olgusunu tanımlarken<br />

kullanılan kavramlar da farklıdır. Eleştirel<br />

açıklamalar, öncelikle, doğrusal iletişim<br />

modellerine benzemediğinden ileti akışını<br />

gösteren modelleri, işleyişin öğelerini ve onlar<br />

arasındaki okları içermezler. Eleştirel yaklaşımlar<br />

iletinin bir dizi basamak ya da aşamayı geçerek<br />

oluştuğunu varsaymazlar. Daha çok iletinin bir<br />

şeyi anlamlandırmasını mümkün olan<br />

yapılandırılmış bir ilişki dizisinin çözümlenmesi<br />

üzerinde yoğunlaşırlar.<br />

29


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Aşağıdakilerden hangisi bilimin amaçlarından<br />

biri değildir?<br />

a. Anlamak<br />

b. Açıklamak<br />

c. İlişkiler bulmak<br />

d. Gelişme ve ilerleme için öneride bulunmak<br />

e. Gelecekte ne olacağını söylemek<br />

2. Aşağıdakilerden hangisi şeylerin nasıl çalıştığı<br />

hakkındaki kavrayış; bir olguyu açıklamaya,<br />

kestirmeye, kontrol etmeye yarayan ilişkiler<br />

bütünü karşılığına gelir?<br />

a. Kuram<br />

b. Hipotez<br />

c. Bilimsel kanun<br />

d. Paradigma<br />

e. Ekol<br />

3. İletişim sürecinde kaynağın kitleler halindeki<br />

hedefine ulaşmasını sağlayan teknolojik araçlara<br />

ne ad verilir?<br />

a. Radyo ve televizyon<br />

b. Teknolojik araçlar<br />

c. Kitle iletişim araçları<br />

d. Altyapı araçları<br />

e. Kitlesel ulaşım araçları<br />

4. Avrupa’da hareketli tip (harflerin dizilmesiyle)<br />

baskı yapılmasına ne zaman başlanmıştır?<br />

a. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra<br />

b. Marko Polo’nun Avrupa’ya dönüşünden sonra<br />

c. Gutenberk’le 1446’da sonra<br />

d. M.S. 105’te Papirüs’ün icadıyla birlikte<br />

e. 1600’lerde Rönesansla birlikte<br />

5. Televizyonun elektronik eşya olarak satılmaya<br />

ve yaygınlaşmaya başladığı yıllar aşağıdakilerden<br />

hangisine karşılık gelir?<br />

a. 1900’lü yılların başı<br />

b. Birinci Dünya Savaşı yılları<br />

c. 1930’lu yıllar<br />

d. İkinci Dünya Savaşı yılları<br />

e. 1950’li yıllar<br />

30<br />

6. Aşağıdakilerden hangisi Amerika Birleşik<br />

Devletleri’nde iletişim çalışmaları tarihinde öne<br />

çıkan ilk okuldur?<br />

a. Chicago Okulu<br />

b. Frankfurt Okulu<br />

c. Iowa Okulu<br />

d. Colombia Okulu<br />

e. Illinois Okulu<br />

7. Aşağıdakilerden hangisi iletişim biliminin<br />

kurucu babalarından biridir?<br />

a. Martin Luther King<br />

b. Karl Marx<br />

c. Roland Barthes<br />

d. Harold Lasswell<br />

e. Denis McQuail<br />

8. Aşağıdaki kavramlardan hangisi etki-süreç<br />

odaklı çalışmaların temel kavramlarından biri<br />

değildir?<br />

a. Hedef kitle<br />

b. Hegemonya<br />

c. Geribildirim<br />

d. Gürültü<br />

e. Kodlama<br />

9. İletişim sürecinde iletiyi gönderenin alıcıda<br />

oluşturmak istediği amacın ne düzeyde<br />

gerçekleştiğini öğrenmek üzere geliştirilen bilgi<br />

alma sürecine ne ad verilir?<br />

a. Etki ölçeği<br />

b. Niyet ölçeği<br />

c. Bilimsel araştırma<br />

d. Pozitivizm<br />

e. Geribildirim<br />

10. Aşağıdakilerden hangisi anlam-niyet odaklı<br />

çalışmaların temel kavramlarından biri değildir?<br />

a. İletişim süreci<br />

b. Üretim süreci<br />

c. Hegemonya<br />

d. İktidar<br />

e. İdeoloji


Kendimizi Sınayalım<br />

Yanıt Anahtarı<br />

1. e Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. a Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

3. c Yanıtınız yanlış ise “İletişim Kavramı ve<br />

Anlamı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

4. c Yanıtınız yanlış ise “İletişim Tarihi” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

5. c Yanıtınız yanlış ise “İletişim Tarihi” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

6. a Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları<br />

Tarihi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

7. d Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları<br />

Tarihi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

8. b Yanıtınız yanlış ise “Etki Odaklı<br />

Çalışmaların Temel Kavramları” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

9. e Yanıtınız yanlış ise “Etki Odaklı<br />

Çalışmaların Temel Kavramları” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

10. a Yanıtınız yanlış ise “Anlam Odaklı Çalışma<br />

ların Temel Kavramları” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

Neredeyse hepsinin bir şekilde geçerli olduğu<br />

söylenebilir.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Neredeyse hepsi kullanılmıştır. Adem’in kendi<br />

kendine kurduğu içsel iletişim, Ewa ile bireyler<br />

arası iletişimi, Ewa’nın tatile çıktığı grup içi<br />

iletişim, televizyon ve internetle kitle iletişimi bu<br />

bağlamda sıralanabilir.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Örneğin Adem’in Ewa’dan siparişini aldığı<br />

sahneyi düşünün. Adem ne içeceğini sormaya<br />

çalışmıştır. Ewa kendi geçmiş deneyimlerinden<br />

yararlanarak mesajın nasıl anlaşılacağı ve hangi<br />

sonuçları beraberinde getireceğini düşünerek<br />

“kola” istemiştir. Daha sonra aralarındaki iletişim<br />

gazetedeki ve televizyondaki haberle kesilmiştir.<br />

Gündem değişmiştir. Kültürel farklılık ve iletişim<br />

kurulan dilin farkı olması da aralarındaki<br />

iletişimin başarısını etkilemiştir. Hikayede daha<br />

başka iletişim süreci örnekleri de mevcuttur.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Hikayede gazete, televizyon ve internetten söz<br />

edilmektedir. Ewa “dünyanın diğer ucundan”<br />

ülkesinde olup bitenleri anında öğrenebilme<br />

şansına sahip olmuştur.<br />

Sıra Sizde 5<br />

Ewa’nın ülkesinde olup bitenleri fark etmesinin<br />

ardından televizyona ve internete yönelmesi<br />

önemli bir davranış değişikliği etkisine karşılık<br />

gelir. Gündem değişmiştir. Konuşulanlar<br />

değişmiştir. Artık medyanın söylediği “terör”<br />

konusu konuşulmaktadır. Ewa’nın Türkiye ve<br />

insanları hakkında daha önceden sahip olduğu<br />

bilgi ya da zihnindeki imajın da büyük ölçüde<br />

medya aracılığıyla oluşturulmuş bir görüntü<br />

olabileceği de göz ardı edilmemelidir.<br />

Sıra Sizde 6<br />

Elbette almaz. Ancak reklamda gördüğü ürünü<br />

fark eder, markete gittiğinde hatırlar, reklama ve<br />

kendi şartlarına bağlı olarak ürünü satın alabilir<br />

ya da almayabilir. Reklamı görerek ürünü satın<br />

alanlar büyük ölçüde ikna olmuş ve olumlu görüş<br />

edinmiş kişilerdir. Ancak ürünün ikinci kez satın<br />

alınmasında ise ürünün kullanılmasının ardından<br />

verilecek karar etkili olacaktır.<br />

Sıra Sizde 7<br />

En dikkat çekeni gündem belirlemedir.<br />

Haberlerin ardından konuşulan konu değişmiştir.<br />

Bilgi açığından söz edilebilir ama hikayede<br />

açıkça üzerinde durulmamaktadır. Ewa ve<br />

Adem’in bilgi durumları aynı düzeyde değildir.<br />

Sessizlik sarmalı için henüz erken denilebilir.<br />

Ancak Ewa’nın buzlu çay içmek istediğini<br />

söylememesi bir şekilde sesizlik sarmalı ile<br />

ilişkilendirilebilir. Ewa ortama bakarak buzlu çay<br />

isteğinden vazgeçmiştir. Belki terör konusunda<br />

söyleyebilecekleri başka şeyler de olmuştur ama<br />

hikayede bunlar yer almamaktadır. Bağımlılık<br />

modeli de hikayede anlamını bulmaktadır.<br />

Televizyon ve internet bağımlılığı buna örnektir.<br />

31


Yararlanılan Kaynaklar<br />

Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (1994). Popüler<br />

Kültür ve İletişim. Ankara: Ümit.<br />

Atabek, Ü. (2001). İletişim ve Teknoloji.<br />

Ankara: Seçkin Yayınevi.<br />

Aziz, A. (1982). Toplumsallaşma ve Kitlesel<br />

İletişim. Ankara: Ankara Üniversitesi Basın<br />

Yayın Yüksekokulu.<br />

Berberoğlu, G.N. (1991). Basın İşletmeciliği.<br />

İstanbul: Gazeteciler Cemiyeti Yayınları.<br />

Crowley, D. ve Heyer, P. (2010). İletişim Tarihi.<br />

Çev: B. Ersöz. İstanbul: Phonix Yayınevi<br />

Dağtaş, E. (2000). “İletişim Kavramının Gelişimi<br />

Üzerine Normatif Bir Bakış Açısı: Liberal Ve<br />

Eleştirel Paradigmanının Düşünsel Açılımı”,<br />

Kurgu 17, 249- 264.<br />

DeFleur, M. ve Ball-Rokeach, S. (1975).<br />

Theories of Mass Comunication. 3. Baskı.<br />

NewYork: David Mckay Company Inc.<br />

Demiray, U. (1994). İletişimötesi İletişim.<br />

Eskişehir: Turkuvaz Yayınları.<br />

Dursun, Ç. (2001). TV Haberlerinde İdeoloji.<br />

Ankara: İmge.<br />

Erdoğan, İ. (1995). Uluslararası İletişim.<br />

İstanbul: Kaynak Yayınları.<br />

Erdoğan, İ. (2002). İletişimi Anlamak. Ankara:<br />

Erk Yayınları.<br />

Erdoğan, İ. (2003). Pozitivist Metodoloji.<br />

Ankara: Erk<br />

Erdoğan, İ. (2012). Pozitivist Metodoloji ve<br />

Ötesi. Ankara: Erk<br />

Erdoğan, İ., Alemdar, K. (1990). İletişim ve<br />

Toplum. İstanbul: Bilgi Yayınları.<br />

Erdoğan, İ., Alemdar, K. (2005). Öteki Kuram.<br />

2. Baskı. Ankara: Erk Yayınları.<br />

Fiske, J. (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş.<br />

Çev: S. İrvan. Ankara: Ark Yayınları.<br />

Geray, H. (2004). Toplumsal Araştırmalarda<br />

Nicel ve Nitel Yöntemlere Giriş. Ankara:<br />

Siyasal.<br />

Gökçe, O. (2002). İletişim Bilimine Giriş. 4.<br />

Baskı. Ankara: Turhan.<br />

Griffin, E. (1997). A First Look at<br />

Communication Theory. 3. Baskı. New York:<br />

McGraw-Hill.<br />

Hançerlioğlu, O. (1982). Felsefe Sözlüğü. 6.<br />

Baskı. İstanbul: Remzi Kitabevi.<br />

İnal, A. (1996). Haberi Okumak. Ankara:<br />

Temuçin Yayınları.<br />

Karasar, N. (2010). Bilimsel Araştırma Yöntemi.<br />

21. Baskı. İstanbul: Nobel.<br />

Kaya, A.R. (1985). Kitle İletişim Sistemleri.<br />

Ankara: Teori Yayınları.<br />

Kejanlıoğlu, D. B. (2000). “Kitle İletişim<br />

Araştırmalarının Tarihyazımları Üzerine: Bir<br />

Alanın Tanımlanması”. Medya ve Kültür I.<br />

Ulusal İletişim Sempozyumu Bildirileri. Ankara:<br />

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları.<br />

Mattelart, A. ve Mattelart, M. (1998). Theories<br />

of Communication A Short Introduction.<br />

London: Sage.<br />

McCombs, M.E. ve Shaw, D.L. (1980). “The<br />

Agenda-Setting Function of the Press”, Media<br />

Power in Politics. Der: D.A. Graber. 2. Baskı.<br />

Washington: Cogressional Quarterly Press.<br />

McQuail, D. (1983). “The Influence and Effects<br />

of Mass Media”, Mass Communication and<br />

Society. Der: J. Curran, M. Gurevitch ve J.<br />

Woolacott. 2. Baskı. London: Erwards Arnold<br />

Ltd., Open University Press.<br />

McQuail, D. (1994). Kitle İletişim Kuramı.<br />

Çev: A. H. Yüksel. Eskişehir: Anadolu<br />

Üniversitesi Kibele Sanat Merkezi.<br />

McQuail, D. (2005). McQuail’s Mass<br />

Communication Theory. 5. Baskı. Londra:<br />

Sage.<br />

McQuail, D. ve Windahl, S. (1994). Kitle<br />

İletişim Çalışmaları İçin İletişim Modelleri.<br />

Çev: U. Demiray, B. Dağtaş. Eskişehir: Anadolu<br />

Üniversitesi ESBAV Yayınları.<br />

Mutlu, E. (1993). İletişim Sözlüğü. Ankara: Ark.<br />

Oskay, Ü. (1980). “Popüler Kültür Açısından<br />

‘İdeoloji’ Kavramına İlişkin Yeni Yaklaşımlar”,<br />

Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 35, 197-254.<br />

Oskay, Ü. (1993). Kitle İletişiminin Kültürel<br />

İşlevleri. İstanbul: Der Yayınları.<br />

Oskay, Ü. (1994). İletişimin ABC’si. 2. Baskı.<br />

İstanbul: Simavi Yayınları.<br />

Özkök, E. (1985). İletişim Kuramları<br />

Açısından Kitlelerin Çözülüşü. Ankara: Tan<br />

Yayınları.<br />

32


Rigel, N. (1991). Elektronik Rönesans. İstanbul:<br />

Der Yayınları.<br />

Rigel, N. E. (1991). Elektronik Rönesans.<br />

İstanbul: Der Yayınları.<br />

Saruhan, Ş.C. ve Özdemirci, A. (2005). Bilim,<br />

Felsefe ve Metodoloji. İstanbul: Beta.<br />

Sever, N. (1998). “Kitle İletişimin<br />

Araştırmalarında İki Yaklaşım: Liberal ve<br />

Eleştirel Kuramlar Farklılıklar ve<br />

Yakınlaşmalar” Kurgu 15, 44-53.<br />

Severin, W.J. ve Tankard, J.W. (1994). İletişim<br />

Kuramları. Çev: A.A. Bir ve N.S. Sever.<br />

Eskişehir: Kibele Sanat Merkezi.<br />

Slater, P. (1998). Frankfurt Okulu. Çev: A.<br />

Özden. İstanbul: Kabalcı.<br />

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2006). İletişim<br />

Araştırma ve Kuramları. İstanbul: Beta.<br />

Yazışma ve Görüşmeler<br />

Erdoğan, İ. (2012). Yazışma. Ağustos 2012.<br />

Özer, Ö. (2012). Yüzyüze görüşme. Ağustos<br />

2012.<br />

Uzun, R. (2012). Yazışma. Ağustos 2012.<br />

Usluata, A. (1995). İletişim. İstanbul: İletişim.<br />

Windahl, S., Signitzer, B.H., ve Olson, J.T.<br />

(1992). Using Communication Theory. London:<br />

Sage.<br />

Yaylagül, L. (2010). Kitle İletişim Kuramları.<br />

Ankara: Dipnot Yayınları.<br />

Yumlu, K. (1994). Kitle İletişim Araştırmaları.<br />

İzmir: Nam Basım.<br />

Yüksel, A.H. (1994). Bireylerarası İletişime<br />

Giriş. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi ESBAV<br />

Yayınları.<br />

Yüksel, E. (1996). Türk Basınının Gelişiminde<br />

Basında Ekonomi ve Ekonomi Basını.<br />

Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Eskişehir:<br />

Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.<br />

Yüksel, E. (1999). Türkiye’de Ekonomi Basını<br />

Gündemi ve Siyasal Gündem İlişkisi.<br />

Yayınlanmamış Doktora Tezi. Eskişehir:<br />

Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.<br />

Zıllıoğlu, M. (1993). İletişim Nedir. İstanbul:<br />

Cem.<br />

33


2<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

Kitle toplumu ile iletişim araçları etkileşimini tanımlayabilecek,<br />

İletişim araştırmalarının gündeme geliş koşullarını anlatabilecek,<br />

İlk dönem iletişim araştırmalarında kitle iletişim araçlarına yönelik bakışı betimleyebilecek,<br />

Propagandayı tanımlayabilecek, ilk propaganda ve iletişim çalışmalarını açıklayabilecek,<br />

II. Dünya Savaşı sonrasındaki iletişim araştırmalarını anlatabilecek,<br />

İknayı tanımlayabilecek ve ikna odaklı iletişim araştırmalarını açıklayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Etki<br />

Algı<br />

Tutum<br />

Uyaran-Tepki Modeli<br />

Sihirli Mermi Kuramı<br />

Kitle Toplumu<br />

İletişim Zinciri<br />

İki Aşamalı Akış Modeli<br />

Eşik Bekçileri<br />

Kanı Öndei<br />

Propaganda<br />

İkna<br />

İçindekiler<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Giriş<br />

Kitle Toplumunun Doğuşu ve İletişim Araçları<br />

İletişim Araştırmalarının Gündeme Geliş Koşulları<br />

Çizgisel ve Sosyo-Psikolojik Yaklaşımlar<br />

Propaganda Kavramı ve Propaganda Çalışmaları<br />

II. Dünya Savaşı Sonrasında İletişim Araştırmaları<br />

İkna Kavramı ve İkna Çalışmaları<br />

34


Çizgisel ve Sosyo-Psikolojik<br />

Yaklaşımlar<br />

GİRİŞ<br />

Kitle iletişim araçlarının ortaya çıkıp gelişim süreci Batılı toplumlardaki modernleşme serüvenine paralel<br />

bir seyir izler. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile kıta Avrupasındaki ülkeleri kapsayan Batı<br />

modernleşmesi, ekonomik alandan toplumsal yapıya pek çok radikal değişimleri içerir. Endüstri (sanayi)<br />

devrimi sonrasında genişleyen ve herkesin ortak kullanımına açık anlamına gelen kamusal alan, sayıları<br />

artan kentler ve kent kültürü; Amerikan ve Fransız Devrimleriyle birlikte anılan ve ivme kazanan siyasi<br />

temsil, eşitlik ve özgürlük olgularındaki dönüşümler ile devlet iktidarıyla merkezileşmenin güçlenmesi<br />

önemli yapısal dönüşümlerin başlıcalarıdır. Tüm bu köklü değişim dönüşüm sürecinde iletişim araçları,<br />

birer bilgi ve enformasyon yayma ve edinme araçları olarak hem değişimi hızlandırmış hem de bu<br />

değişimlerden doğrudan etkilenmiştir. Örneğin kara Avrupa’sından Amerika kıtasıyla haberleşme<br />

ihtiyacı, kabloların kullanımıyla aşılmıştır. Böylelikle kıtalar arasında hızlı, ucuz ve güncel haber, bilgi ve<br />

enformasyon paylaşma başlamıştır.<br />

Ondokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren medyanın insanları yönetme ve yönlendirmedeki gücü<br />

ekonomik, politik ve askeri seçkinler tarafından da fark edilmiş ve kendi politikalarını benimsetme<br />

amacıyla kullanılmaya başlamıştır. İletişim araştırmalarının 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılın başlarında<br />

ortaya çıkıp gelişme göstermesinin başlıca nedeni, medyanın gücünün fark edilmesidir.<br />

Başlangıcından günümüze iletişim araştırmaları, kitle iletişim araçlarının insanları nasıl etkilediği<br />

sorunsalına eğilmektedir. Araştırma sorusu ve kullanılan yöntemler farklılaşmakta, yararlanılan bilgi<br />

bilimsel kökenler ve yöntemsel yönelimler değişmektedir ama temelde hep bir “etki sorunsalı” var<br />

olmaktadır. Bu ünitede iletişim araştırmalarının ortaya çıkışından 1960’lı yıllara kadar olan çalışmalar ele<br />

alınacaktır.<br />

KİTLE TOPLUMUNUN DOĞUŞU VE İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAÇLARI<br />

Endüstri devrimi sonrasında artan kentleşme ve iletişim araçlarının yaygın kullanımı nedeniyle ulaşılan<br />

yeni toplum yapısı “kitle toplumu” diye adlandırılır. Kitle toplumu, kapitalizmin bir ürünüdür;<br />

sanayileşme, modernleşme ve kentleşme süreçlerinin bir sonucudur. Kitle toplumu; geniş ölçekli<br />

sanayileşmeyi, işbölümünde gelişkin uzmanlaşmayı ve bürokrasinin gelişimini, kentlerin ve kent<br />

nüfusunun hızlı artışını içerir. Bu süreçler sonucunda bireyler birbirlerinden yalıtılmıştır. Ancak kitle<br />

toplumu, yaşam tarzı itibariyle birbirlerine benzer insanların oluşturduğu bir toplumdur. Kitle toplumunda<br />

iletişim önemli oranda iletişim araçları aracılığıyla gerçekleştirilir. 20. yüzyılda yeni fikirlerin, imgelerin<br />

ve tüketim kalıplarının kendini göstermesiyle birlikte yerel ve bölgesel olan pek çok inanç, değer ve<br />

günlük yaşam alışkanlıkları ve uygulamaları da dayanaklarını yitirir. Kitle iletişim araçları da bu sürecin<br />

kaçınılmaz bir parçasıdır.<br />

Kablolar aracılığıyla, özellikle telefon ve telgraf sayesinde 19. yüzyılda uzak mesafelerle haber, bilgi<br />

ve enformasyon alma ve gönderme olanağı tüm dünyada iletişim alanını genişletir. Uzak mesafelerle,<br />

daha hızlı, daha güvenilir ve çok daha kısa zaman içinde bilgi ve haber paylaşımı mümkün hale gelir.<br />

Dolaşımdaki haber ve bilgiler ise güncel, ucuz ve güvenilir niteliktedir. Böylelikle haber üretimi ve<br />

dağıtımı yeni bir format kazanır; popüler eğlence türlerinde artış görülür ve yaygın bir tüketici kitlesi<br />

tarafından takip edilmeye başlanır. Tüm bu gelişmeler, endüstriyel ekonomiye geçiş ve sanayileşmenin<br />

35


ir sonucu olan kentleşmenin artışına paralel seyir izler ve kentlerin ekonomik canlanmasından doğrudan<br />

etkilenir. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başları; ulaşım araçları olarak bisiklet, otomobil ve uçağın<br />

önemli gelişme gösterdiği dönemdir. Bunların sağladığı mekân duygusu, demiryolu ve buharlı gemi<br />

yolculuklarının artan hızı zaman dilimleri aracılığıyla “Dünya Standart Zamanı”nın belirlenmesine yol<br />

açar.<br />

Bu dönem ayrıca köprüler, kanallar ve tüneller gibi büyük kamusal çalışmaların da dönemidir.<br />

Şehirlerin elektriklendirilmesi ile birlikte demiryolu ulaşımı devreye girer. Tramvay ve metro hatları da<br />

dünyanın başlıca şehirlerinde temel toplu taşıma sistemleri olarak kullanılmaya başlanır. Ulaşımdaki alt<br />

yapı iyileştirmeleri işçilerin çalıştıkları yerlerden daha uzak mesafelerde yaşamalarına olanak sağlar ve<br />

şehirleşmenin artmasını teşvik eder. Böylelikle hem bir tüketim toplumu hem de işten eve gidip gelen bir<br />

“kitle toplumu” ortaya çıkar. İşte bu yeni toplumda iletişim sistemleri ve insan ilişkileri de değişir ve<br />

yeni boyutlar kazanır.<br />

Şehirlerde toplu taşıma sistemlerinin gelişiminin gazetelerin yaygınlaşmasında ve okuma<br />

alışkanlığının yerleşmesinde olumlu etkileri olur. Tramvay ya da omnibüslere binmek yeni bir<br />

deneyimdir. Orta ve alt orta sınıftan insanlar ulaşım aracını kendileri kullanmak durumunda olmadıkları<br />

için gazeteleri rahatlıkla okuyabilir. Gazetelerin sayfa boyutlarını küçültmesi, uzun yazıları kısaltması;<br />

başlık, spot, fotoğraf ve manşet gibi rahat okunan kısımların eklenmesiyle de gazete okuma, şehir içi<br />

ulaşımda rağbet gören bir yaşam alışkanlığına dönüşür.<br />

Radyo yayınlarının 1920’lerde doğuşuyla birlikte kitle toplumuna geçiş daha da hızlanır. Savaşın sona<br />

ermesinin ardından bir grup amatör istasyon, canlı ve kayıtlı müzikle birlikte ses yayını yapmaya başlar.<br />

Bu yayınlar önceleri deneyim sahibi askerler, sivil ve denizcilik mesajlarını deşifre eden teknolojiye<br />

meraklı gençler tarafından dinlenir. Hobi olarak başlayan özel radyo yayıncılığı, hızla eğlenceye dönüşür<br />

ve aile bireyleri arasında radyo kulaklıklarını takanların sayısı da artar. Vakum tüplü radyoların ortaya<br />

çıkmasıyla profesyonel yayın yapan şirket istasyonlarının sayısında hızlı bir artış yaşanır. 1920’lerin<br />

sonları ve 1930’ların başlarında ekonomik bunalım yıllarına rağmen radyo sayısında ciddi bir artış<br />

kaydedilir. Radyo artık hanelerin oturma odasında yerini alır. İş yerlerinden ancak akşamın karanlığında,<br />

yorgun ve stresli olarak evlerine dönebilen insanlara, günün ve modern yaşamın sıkıntısından<br />

uzaklaştırmak için eğlence sunar. Evlerde “öykü anlatıcı”, eski günlerdeki gibi aile ya da cemaatin yaşlı<br />

bilgeleri değil; artık radyodur. Dünyada neler olup bittiğinin bilgisi; artık mitolojik öyküler ya da dinsel<br />

anlatılar aracılığıyla yapılmaz, gazete ve radyoların haberleri aracılığıyla verilir.<br />

dır?<br />

Kitle toplumu ile kitle iletişim araçları arasında nasıl bir etkileşim var<br />

İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAŞTIRMALARININ GÜNDEME GELİŞ KOŞULLARI<br />

Kitle iletişim araçlarının akademik bir ilgi konusu olması ve üniversitelerde araştırmaların yapılmaya<br />

başlaması; iki dünya savaşı arasındaki dönemde, bir savaş konjonktüründe (koşulları altında) başlar. İlk<br />

iletişim araştırmaları, 20. yüzyılın başlarında Amerika Birleşik Devletleri’nde daha sonraları da<br />

Kanada’da yapılır. Henüz ayrı bir “iletişim” alanı yoktur. Psikoloji, sosyoloji ve sosyal psikoloji<br />

disiplinleri içerisinde iletişime değinilir. Bu yıllar ayrıca son derece önemli ve çarpıcı olayların yaşandığı<br />

bir döneme karşılık gelir. Olayların siyasi boyutları bir yana; bu dönemde, geniş halk toplulukları ya<br />

doğrudan doğruya aktif bir biçimde siyasi, askeri ve toplumsal olaylar içinde yer almış ya da yine bu<br />

olayların yol açtığı siyasal çerçevede bilinçli bir şekilde denetim altında tutulmak, yönlendirilmek,<br />

biçimlendirilmek ve manipule edilmek istenmiştir.<br />

Sözkonusu askeri ve siyasi kaygıların kendi mantığı doğrultusunda “haklı nedenleri” de vardır. I.<br />

Dünya Savaşı daha önce olmadığı kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış; dolayısıyla da dört yıl boyunca<br />

geniş kitleleri kapsamıştır. Bu özelliğe bağlı olarak sadece aktif cephede çarpışanlar değil, cephe<br />

gerisinde fabrikalar, hastaneler gibi milyonlarca sivil insanı da seferber edebilmiştir. Çok geniş kitleleri<br />

hareket ettirmek ve bu hareketlerini de denetim altında tutmak zorunluluğu, yeni iletişim araçlarının<br />

geliştirilmesinde önemli bir dinamik olmuştur (Tüfekçioğlu, 1997). Tıpkı 20. yüzyılın sonunda ABD’nin<br />

36


Ortadoğu ve Afganistan’da savaşmakta olan ordusuyla daha hızlı ve güvenli haberleşmeyi sağlamak için<br />

okyanus altına kablo döşeyerek yeni bir haber ve enformasyon paylaşımı olanağı yaratması gibi. Askeri<br />

haberleşme amaçlı olarak başlayan Internet daha sonra sivillerin kullanımına da açılmış ve günümüzün<br />

sosyal medyasının alt yapısını oluşturur. Farklı bir anlatımla, iletişim teknolojileri ve araçlarının ortaya<br />

çıkışında dönemin askeri, siyasal ve toplumsal ihtiyaçları karşılama temel dinamiğini de göz ardı<br />

etmemek gerekir.<br />

Kitle iletişiminin bilimsel ilgi alanı olarak kabul gördüğü döneme ilişkin bir başka noktaya daha işaret<br />

etmek gerekir: 20. yüzyılın başında yaşanan bazı kitle hareketleri de geniş kitlelerin kolayca<br />

yönlendirilebileceği ve belli sonuçlar alınabileceği kanaatini artırmıştır. Hitler dönemi Almanyası’nın<br />

kuramcılarından Goebbels, bütünle olduğu kadar ayrıntılarla da ilgilenir. “Radyo sayesinde rejimin her<br />

türlü isyan düşüncesini ortadan kaldırdığını” belirterek, Hitler’in şu cümlesini tekrarlar: “Savaş zamanı,<br />

sözcükler birer silahtır” (Jeanneney, 2009). Goebbels’in radyoyu bir kitle iletişim aracı olarak bu kadar<br />

önemli görmesini sağlayan, Rusya’da yaşanan Sosyalist Devrim, Almanya ve Macaristan’da yaşanan<br />

büyük kitlesel hareketlerdir. Almanya, Spartaküs olaylarını yaşamıştır. Spartaküsler I. Dünya Savaşı<br />

boyunca Almanya’da etkinlik gösteren, savaş sonunda öncülük ettikleri başarısız ayaklanma girişimi<br />

sırasında dağıtılan devrimci bir topluluktur.<br />

Kitlesel hareketlerin en önemlisi Sosyalist Devrim’dir. Çünkü Sosyalist Devrim sadece ayaklanmayla<br />

kalmamış, kitlelerin yönlendirilmesiyle belli sonuçların alınabileceği ve toplumda radikal değişimlerin<br />

yapılabileceğini de göstermiştir. Sosyalist Devrim, I. Dünya Savaşı koşullarının bir ürünüdür. Sosyalist<br />

liderler, savaşın en kritik evresinde ayaklanma ile propaganda taktiklerini bütünleştirerek, savaş halinde<br />

bulunan Çarlık ordusunun cepheden çekilmesini sağlamışlardır. Başka bir deyişle, büyük savaşta<br />

Sosyalistlerin cephedeki etkili savaş karşıtı propaganda faaliyeti Çarlık rejiminin devrilmesinde ve I.<br />

Dünya Savaşı dengelerinin değişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Özellikle işçi ve askerlere yönelik<br />

propaganda faaliyetleri sosyalistlerce bir savaş ve mücadele yöntemi olarak tercih edilmiştir<br />

(Tüfekçioğlu, 1997). Konumuz açısından Sosyalist Devrim’in önemi, liderler öncülüğünde köylü ve<br />

işçilerin siyasal hâkimiyeti ele geçirme amaçlı sahneye çıkmasının yanında, halkın kitle iletişim araçları<br />

aracılığıyla sosyalist ilke ve hedefler doğrultusunda çok iyi motive edilmeleridir. Sosyalist Parti sadece<br />

yönetici, siyasal bir organ değil, aynı zamanda kitlelere dönük eğitim, propaganda ve denetim<br />

seferberliğinin de bir aracıdır. Sosyalistler yeni rejimi benimsetme ve halkı yeni sisteme motive etmede<br />

kitle iletişim araçlarına büyük önem vermişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nda da modernleşme<br />

hareketlerinde benzer bir tutum benimsenmiş; ilk Türkçe gazete olan Takvim-i Vekayi (1831) de<br />

hanedanlık tarafından modernleşme hareketinin halka anlatılması ve benimsetilmesi amacıyla yayın<br />

hayatına başlamıştır.<br />

Kitle toplumunun pek çok özelliği Sanayi Devrimini yapan öncü ülkelerden olduğu için ABD’de<br />

ortaya çıkar. Kitle kültürü, tüketim ve refah toplumu kavramları 1945 sonrasında kapitalist Amerika’nın<br />

tanımlanması ve analizinde sıklıkla başvurulan en yaygın ve çekici kavramlardır. İşte bu çabanın bir<br />

parçası olarak geniş kitlelere hitap edecek yeni iletişim araçlarından yararlandığı gibi bu yararlanmanın<br />

maksimum seviyede gerçekleşebilmesi için kitle iletişimi ile ilgili bilimsel çalışmaların öncülüğünü de<br />

ABD yapar.<br />

İLK ÇALIŞMALAR<br />

ABD’de ortaya çıkıp dünyanın her yerine yayılan “ana akım” iletişim kuramları, varolan sistemin; yani<br />

liberalizmin sorunlu işleyen yönlerinin uyarılması, tamir edilmesi ve devamlılığı genel felsefesine<br />

dayanır. Pozitivizmi ve amprizimi (deneycilik) temel alır. Bilgiyi ve sermaye birikimini yatırım, üretim<br />

toplumsal büyüme ve gelişme amaçlı olarak kullanır. Bu anlayışta toplum, canlı bir organizma olarak<br />

kabul edilir ve toplumdaki dengenin korunması, değişim ve iyileşme kanallarının açık tutulması,<br />

ayrımcılığın ve çatışmanın ortadan kalması ile önyargılarla mücadele hedeflenir (Tekinalp ve Uzun,<br />

2006). 1950’lerdeki anaakım iletişim araştırmalarının kökeninde tutucu sosyoloji kuramları vardır. Bu<br />

kuramların iletişime yaklaşımlarında birleştikleri üç nokta vardır:<br />

37


1. İnsanların çevreye uymaları gerektiğinde bu uyumun sağlanması gerektiği görüşü,<br />

2. Varolan toplumsal yapıyı ve kurumları koruma ve geliştirme isteği.<br />

3. Sanayileşmiş ülkelerin seçecekleri en iyi yolun kapitalist ekonomik ve siyasal sistem olduğu<br />

görüşüdür (Alemdar ve Erdoğan, 1990).<br />

İletişim alanında araştırma yapma isteğinin arka planında eğitim, propaganda, telekomünikasyon,<br />

reklam ve halkla ilişkiler alanlarında etkiyi artırma ve bunları da test edebilme arzusu yatar. Dolayısıyla<br />

iletişim araştırmaları toplumsal ve siyasal yaşama ilişkin pratik nedenlerle başlamış, sosyoloji ve psikoloji<br />

disiplinlerindeki gelişmelerden beslenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasına kadar da iletişim çalışmalarında<br />

önemli bir gelişme kaydedilemez. İlk amprik araştırmalar ABD’de yapılmış, ayrı bir “iletişim bilim dalı”<br />

olup olamayacağına dair ilk tartışmalar da yine bu ülkede yaşanmıştır. 1950’li yıllar model kurma<br />

çalışmalarının verimli olduğu ve bu modellerden hareketle de birlik sağlama ve büyüme arayışının olduğu<br />

yıllardır (Uzun ve Tekinalp, 2006). Kitle iletişim araçlarının etki gücü, propaganda, ikna teknikleri ve<br />

kamuoyu öncelikli çalışılan konular arasındadır. 19. yüzyılın sonlarından 1960’lara kadar olan süreci<br />

kapsayan, birinci ya da ilk dönem iletişim araştırmaları olarak kategorize edilen iletişim araştırmalarını<br />

daha yakından tanımaya çalışalım.<br />

Uyaran-Tepki Modeli<br />

İletişim alanında başlangıcı yapan ve 1940’ların sonlarına kadar egemen olan yaklaşım, psikoloji<br />

disiplininden gelen uyaran-tepki modelidir. Uyaran-tepki modeli bir uyarana yine bu uyaranın hedefi<br />

doğrultusunda cevap ya da bir tepki vermedir. Dolayısıyla sosyal bilimlerin değişik dalları içerisinde kitle<br />

iletişim araçlarına yönelik yapılan araştırmalara yön veren temel soru, iletişim araçlarının bireylerin<br />

tutumları ve davranışları üzerinde nasıl bir etki yaptığıdır. Buradaki etkinin anlamı ise “bireylerin tutum<br />

ve davranışları üzerinde kitle iletişim araçları vasıtasıyla değişiklik” yapmadır. Kuşkusuz burada<br />

arzulanan “değişiklik” ya da “etkileme” iletişim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar ile siyasal alandaki<br />

egemen olan siyasetçilerin istediği doğrultuda tutum ve davranış değişikliği yaratmadır. Kitle toplumunda<br />

bireylerin medya mesajları karşısında hayli savunmasız olacağı ön kabulüyle ilk iletişim araştırmalarına<br />

“Sihirli Mermi”, “Derialtı İğne” ya da “Hipodermik Şırınga” gibi “güçlü etki” yapma potansiyelini<br />

çağrıştıran metaforik (çağrışıma dayalı) adlar kullanılır. Bunlar daha çok sistemli bir kurama dönüşmeyen<br />

dağınık çalışmalardır (Erdoğan ve Korkmaz; 2002).<br />

Şekil 2.1: Uyaran-Tepki Modeli<br />

Kitle hareketleriyle anılan 19. yüzyılın ardından 20. yüzyılın ilk yarısı da iki büyük dünya savaşı, tüm<br />

dünyayı yok etme tehdidi taşıyan Soğuk Savaş’ın başlangıcı ve Sosyalist devrime tanıklık eder. Halkın<br />

savaşmaya motive edilmesi ve Sosyalist düzenin kabulünde propaganda teknikleri, siyasal iktidarların<br />

temel aracı haline gelir. 20. yüzyılın ilk yarısına “propaganda savaşları” damgasını vurduğu içindir ki<br />

bireylerin “algı” ve “tutum”larını incelemek önemli görülür.<br />

Tutum kavramı, özellikle psikoloji için merkezi bir öneme sahiptir. Ancak tutum kavramının böylesi<br />

merkezi bir konuma yerleşmesinde dönemin kitle iletişim araçları ile iletişim çalışmaları da önemli bir<br />

38


yere sahiptir. Özellikle de 1950’li yıllara değin yapılan pozitivist araştırma geleneği doğrultusunda<br />

iletişim alanında gerçekleştirilen amprik araştırmaların nerdeyse tamamı yöntem olarak tutum ölçme<br />

odaklıdır. Günümüzde reklamcılık alanında, imaj çalışmalarında ve propaganda araştırmalarında hala<br />

tutum ölçekleri kullanılmaktadır. Dolayısıyla sözkonusu çalışmalar günümüzde yapılan ikna ve tutum<br />

çalışmalarının kuramsal ve yöntemsel bilgi birikiminde temel basamağı kurmuştur. Bugünkü reklamcılık<br />

alanında güdüleme (motivasyon) araştırmaları olarak adlandırılan çalışmalara da önemli katkıları<br />

olmuştur.<br />

Algı ve Tutumlar<br />

Algı, “insanların çevresindeki uyaranların ya da olayların ayrımında olması ve onları yorumlama süreci”<br />

ya da “insanın yakınındaki dünyadan etkin bir şekilde malzeme seçimi yapması ve bu malzemeyi<br />

anlamlandırması” olarak tanımlanır (Mutlu, 1995). İnsan sahip olduğu beş duyu organı aracılıyla dış<br />

dünyadan bilgi edinir. Ancak algılama kavramıyla anlatılmak istenen insanın sadece duyu organları<br />

aracılığıyla dış dünyayla kurduğu bağ değildir. Psikolojik ve sosyal olarak, içinde yaşadığı ekonomik,<br />

politik ve toplumsal ortamla nasıl bir etkileşime sahip olduğu ve bu özelliği nedeniyle de dış müdahaleler<br />

aracılığıyla örneğin propaganda çalışmaları, kontrol edilme çabalarıdır.<br />

İletişim sürecinde etkilenmek istenen bireylerin algılamaları, algının nasıl oluştuğu ve tüm bunlara<br />

bağlı olarak bireyi harekete geçiren “motiv”in (güdü) uyarılması, tutumların değişimi ya da pekiştirilmesi<br />

ve savunulması gibi konular üzerinde araştırma yapmaya değer bulunan önemli noktalardır. Modern<br />

dönemde her türden etkilerle karşı karşıya bulunan toplumdaki insanlarda, yeni bir “değer”in<br />

oluşturulması ya da var olanın pekiştirilmesi için ne tür bir iletişim strateji gerektiği; bireyin grup<br />

dinamiği içerisindeki etkileşimi ve kendi içsel algılama işlemlerinin bilinmesi önemli görülür. Çünkü<br />

bireylerin dış dünyayla ve nesnelerle ilişki kurması ya da bunlara ilişkin sahip olduğu yargılar, davranış<br />

şekilleri vb. hep bu nesneleri algılamasıyla başlar. İşte bu aşamada algının, dışsal müdahalelerle<br />

örgütlenmesi (motivasyon), bireyin algılama eşiği, algılamaya ilişkin duyum enerjisi gibi pek çok etken,<br />

özellikle iletişim alanında çalışanlar için araştırılması ve ölçülmesi gereken konular olarak görülür<br />

(İnceoğlu, 2011). Örneğin süt içme alışkanlığı olmayan bir toplumda sütün her yaşta içilmesi gereken bir<br />

besin olduğunun halka nasıl anlatılacağı ve süt içme davranışının nasıl benimsetileceği halkın<br />

çoğunluğunun algı alanına girecek iletişim stratejisinin bilinmesi ile mümkün olacaktır.<br />

Üç tip algılama türü vardır (İnceoğlu, 2011):<br />

i. Görsel algılama: İnsanlar dış çevreye ilişkin izlenimlerini önemli oranda göz organı aracılığıyla<br />

yaparlar. Görsel algılama biyolojik bir süreç olmakla birlikte psikolojik etkenler de etkilidir.<br />

İnsanlar renkler, şekiller ve cisimlerden oluşan bir dünya ile çevrelenmiş şekilde yaşarlar. Görsel<br />

algılamanın gerçekleşmesi için psikolojik hatta duygusal yönden de görmeye hazır olması<br />

gerekir. İnsanlar çevresini kuşatmış halde pek çok renk, cisim ve şekille iç içe yaşar ancak onları<br />

algısal anlamda görebilmesi için onlara bakması da gereklidir. Bakmak ile görmek arasında sözü<br />

edilen ayrım buradan kaynaklanır.<br />

ii. Duygusal algı: İnsanlar olay ya da nesneleri algılarken aynı zamanda onu sevme ya da<br />

sevmeme, hoşlanma ya da hoşlanmama gibi duygusal bazı izlenimlerin etkisine de sahiptirler.<br />

Algılama sürecine duygusal tavırlar ve eğilimler de karışmaktadır. Dolayısıyla insanlardaki<br />

algılama, evrenin uyarıcı yanı ile bireyin kendi öz bilgi birikimi, yaşam deneyimleri ve duygusal<br />

tavırları ile tutumları arasındaki işlevsel ilişkiden kaynaklanmaktadır. Dünya görüşünün ve<br />

yaşam tarzlarının birer dışa vurumu olarak simge, sembol, inanç ve ideolojiler yaşam<br />

deneyimlerinin derin izlerini taşır.<br />

iii. Seçimleyici algı: Algılama içinde yaşanan dünyanın sübjektif bir görüntüsüdür. Bireyin<br />

algılamasında o zamana değin almış olduğu eğitim, toplumsallaştığı sosyal ortamlar ve onların<br />

kültür yapısı, inançlar, gelenek ve görenekler hep yönlendirici etkilere sahiptir. Bireysel tavır ve<br />

tutumlar gerçekte bireyin kendine özgü yapısının değil; içinde doğup büyüdüğü yapının birer<br />

dışavurumudur. İnsanın yüklendiği tüm bu etkenler diğer insanlarla ilişkilerinde ve etkileşiminde<br />

önemlidir.<br />

39


Her insan olayları, nesneleri ve durumları içine doğup büyüdüğü kültürel ortamın ve içinde yer aldığı<br />

ilişkilerin etkileşimi doğrultusunda algılar. Bireylerin çevrelerinde olup-bitenleri kendilerine özgü<br />

algılama eğilimleri “seçici algılama” olarak adlandırılır. İnsanların trafiğin akışı içerisinde pek çok araba<br />

modeli olmasına rağmen sevdiği ya da almak istediği modelde arabaları hemen algılaması ve ne kadar<br />

çok oldukları hissine kapılması gibi.<br />

Algılama bilincin ilk öğesidir. Bilinçli yaşam, dış dünyadaki nesnelerin, insanda var olan açık ya da<br />

gizli ön algılara sunulması yani algılanarak ön algılar kitlesine katılması olarak tanımlanır. İnsanların<br />

dünya ile ilişkileri duyular aracılığıyla gerçekleşmekte; “iyi” ya da “kötü” gibi değerlendirmeler hep<br />

duyular aracılığıyla edinilen mesajlarla yapılmaktadır. Dolayısıyla iletişim çalışmaları açısından da algı<br />

ve tutumların bilinmesi önemlidir.<br />

Tutum; bireyin kendine ya da çevresindeki herhangi bir nesne, toplumsal konu ya da olaya yönelik<br />

deneyim, bilgi, duygu ve güdülerine dayanarak örgütlediği zihinsel, duyusal ve davranışsal bir tepkinin<br />

ön eğilimidir. Burada sözkonusu olan toplumsal bir konu, bir birey, bir nesne ya da bireyin yarattığı<br />

herhangi bir şey de olabilir. Konumuz açısından önem taşıyan nokta; bireyin sahip olduğu deneyimlerini,<br />

bilgi birikimini, duygularını ve güdülerini nasıl bir örgütlenme içerisinde birbiriyle ilişkilendirdiğidir.<br />

Bireysel olarak konulara, olaylara ya da nesnelere yaklaşırken, bireylerin o güne kadar sahip oldukları<br />

tüm deneyim, bilgi birikimi ve güdülerini harmanlayarak bir değerlendirme işlemi sonucunda dışa vurma<br />

ya da davranışlarına yansıtma tarzıdır. Tutumların üç temel kurucu öğesi vardır ve bu öğeler arasında bir<br />

iç tutarlılık olduğu kabul edilir:<br />

i. Duygusal Öğe: İnsanın içinde yaşadığı çevre ile ilgili bilgi, duyum ve deneyimlerinin<br />

sınıflandırılmasıdır. Ayrıca olayların olumlu ve olumsuz gibi değerlendirmeler de duygusal<br />

boyutla ilgilidir; duygusal öğeler bireyin değer sistemiyle yakından ilgilidir.<br />

ii. Zihinsel (Bilişsel) Öğe: Bireyin düşünsel işleyiş süreciyle ilgilidir. Düşünsel ve zihinsel<br />

işleyişin sistemleştirilmesi ve sınıflandırılmasıyla ilgilidir.<br />

iii. Davranışsal Öğe: Bireyin belli bir uyarıcı grubundaki tutum konusuna karşılık davranış<br />

eğilimini yansıtır.<br />

İlk iletişim araştırmalarında uyaran-tepki modelinin etkileri rahatlıkla görülür. Medya mesajlarını<br />

insanların algılama şekilleri, tutum ve davranış değişiklikleri pekçok iletişim araştırmasının temel sorusu<br />

olur.<br />

Sihirli Mermi<br />

Medyanın insanlar üzerindeki etkilerine kafa yoran ilk iletişim araştırmaları, medya mesajlarının<br />

insanların tutumlarını istendik yönde etkileme ve yönlendirmede hayli güçlü etkilere sahip olduğu<br />

şeklinde abartılı bir ön kabule sahiptir. Bu yaklaşım medyanın etki gücünden de bir korku duyulması ya<br />

da tedirgin olunması gerektiğine işaret eder.<br />

Günümüzde nasıl ki Internet ve yeni iletişim teknolojileri taşıdıkları riskler açısından tehlikeli<br />

bulunmakta, bazı yasaklama ve sansür girişimleri yapılmakta ise gazete, radyo, sinema ve daha sonraları<br />

televizyon da ilk ortaya çıkıp yaygın kullanıma eriştiklerinde benzer bir kuşkuyla karşılanmıştır. Topluma<br />

özellikle çocuklar ve ergenler üzerinde olumsuz etkileri bazen kötümser bir abartıyla ele alınmıştır.<br />

Medyanın sınırsız derecede etkileme gücünden kuşku duymayan Sihirli Mermi Kuramına göre,<br />

medyanın bu kadar güçlü bir etkileme ve yönlendirme potansiyeline sahip olması, onu tüketenlerin yeni<br />

ekonomik ilişkiler içerisinde, şehir ortamında bir kitle toplumunda yaşamaları ve medya mesajlarının<br />

tüketiminde hayli savunmasız kalmasıyla açıklanır. Batı toplumlarının Fransız ihtilali ve sanayi devrimi<br />

sonrasında yaşadıkları radikal değişimlerin sonucunda sosyal bilimciler yeni kentlilerin ve göçmenlerin<br />

irrasyonel ve medya mesajları karşısında savunmasız kaldıklarına inanmışlardır. Uyaran-tepki<br />

Modelinden hareketle öne sürülen bu görüşler, tıpkı sihirli bir merminin insanlar arasında dolaşarak doğru<br />

hedefi bulması ve etkilemesi gibi tanımlanır. Dolayısıyla yapılan propaganda karşısında da halkın direnç<br />

gösteremeyeceği ve siyasal iktidarlar ya da medya sahipleri tarafından istendik yönde tutum<br />

değişikliğinin rahatlıkla yaptırılabileceği kabul görür. Bu yaklaşımı şekil 2’de görebiliriz.<br />

40


Şekil 2.2: Kitle İletişimi ve Uyaran-Tepki Modeli<br />

Düz, çizgisel ve tek yönlü bir enformasyon akışını anlatan bu modele göre, uyarıcı bireylerin duyacağı<br />

ya da göreceği herhangi bir ses, söz, uzun bir konuşma olabileceği gibi bir şekil, simge ya da sembol<br />

şeklinde bir etkendir. Bireyler bu mesajları algılar, içsel dünyasında değerlendirir ve bu uyarandan<br />

hareketle bir tepki gösterirler. Bu tepkiler süreğenlik (devamlılık) kazanırsa, bundan bir davranış ortaya<br />

çıkar. Dolayısıyla kitle iletişim araçlarının kısa süre içerisinde ve doğrudan etkileme potansiyelinin<br />

varlığı kabul edilir. Propaganda ve ikna çalışmalarında belirli uyarıcıyı tekrarlayarak belirli bir tepki<br />

yaratılabileceği ve bunun da bir davranış olarak pekiştirilebileceği düşünülür. Bu doğrultuda I. Dünya<br />

Savaşı sonrasında egemen olan propaganda yoğun ortamında, insanların siyasi liderlerin uzun<br />

konuşmalarının yanı sıra belirli sembollerle donatılmış afişlerle, el ilanlarıyla “ülke çıkarları” için<br />

savaşmaya olumlu bakmaları sağlanmaya çalışılır. Bireylerin tutumlarında değişiklik yaratılmaya<br />

çalışılarak; bizzat savaşma ya da oğlunu, eşini, kardeşini savaşa mutlu gönderme ve onlar için savaşma,<br />

motivasyonla uğurlama tutumları geliştirilmek istenmiştir.<br />

Uyaran-tepki modelinden hareketle düşünüldüğünde ise propaganda çalışmalarının vazgeçilmezi<br />

olarak politikacıların halk konuşmaları, afişler, ilan ve broşürler birer uyaran olarak alınmakta ve<br />

insanların bu mesajları sorgulamaksızın ya da eleştirel bir duruş sergilemeksizin aynen içselleştirdiği öne<br />

sürülmektedir. Bu yaklaşıma bugünkü koşullar altında bakıldığında ise hayli naif ve toplumları homojen,<br />

düşünme ve sorgulama yetisi olmayan bireylerden oluşan büyük bir küme olarak görme yanılgısı<br />

rahatlıkla görülmektedir. Ancak bu düşünce yapısının da dönemin ekonomik yapı, politik düzen ve<br />

kültürel iklimiyle yakından bağlantılı nedenleri olduğunun altını çizmek gerekir. Söz konusu nedenler<br />

şöyle sıralanabilir:<br />

1. Kitle toplumunda yaşayan insanlar sosyal olarak izole olmuşlardır ve hayli sınırlı bir toplumsal<br />

kontrol altındadır; çünkü her biri farklı bir kökene sahiptir ve ortak değerler, normlar ve<br />

inançlara sahip değildir.<br />

2. Tıpkı hayvanlar gibi insan varlıkları da doğuştan içinde yaşadıkları dünyada tepki vermelerini<br />

sağlayan bir dizi içgüdüye sahiptir.<br />

3. İnsanların yapıp-etmeleri toplumsal bağlar tarafından etkilenmediğinden ve benzer içgüdüler<br />

tarafından şekillendirildiğinden bireyler olaylar karşısında benzer şekillerde davranır ve tepki<br />

gösterirler.<br />

4. İnsanların kalıtsal özellikleri ve izole olmuş sosyal koşulları, medya mesajlarını benzer/aynı<br />

şekilde alma ve yorumlamalarına yol açar.<br />

5. Böylelikle medya mesajları sembolik bir mermi gibi her göze ve kulağa çarpar, düşünceleri ve<br />

davranışları doğrudan, anında, aynı tarzda ve hayli güçlü şekilde etkiler.<br />

Sonuç olarak bu görüşler sistemli bir kurama dönüştürülmemiş; ancak 20. yüzyılın başında kitle<br />

iletişim araçlarına ilişkin araştırmacıların kavrayışını yansıtması açısından önemli bulunmuştur.<br />

İlk iletişim araştırmalarının medya etkilerine bakışı nasıldır?<br />

Şermin Tekinalp ve Ruhdan Uzun (2006), İletişim Araştırma ve<br />

Kuramları, İstanbul: Beta Yayıncılık.<br />

41


Sessiz Sinema ve Çocuklar Üzerinde Etkisi<br />

1920’li yıllarda sessiz sinema Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük bir ilgiyle karşılanır. Örneğin 1922<br />

yılında her hafta 40 milyon bilet satılırken, 1929 yılına gelindiğinde bu rakam; iki katından fazlasına, 90<br />

milyona ulaşır. Sessiz sinemanın izleyicileri arasında çocuklar da vardır ve 14 yaşın altında 17 milyon<br />

çocuk sinemaya gitmektedir. Sinemaların içeriği ise günümüz filmlerinden farklı değildir; özellikle aşk,<br />

seks ve suç önde gelen temalardandır. Dolayısıyla Amerikalıların yeni tutkusu olan sessiz filmlerin<br />

çocukları nasıl etkileyeceği ya da onların ahlaki değerlerinde nasıl bir değişime yol açacağı daha o<br />

yıllarda kaygıyla karşılanmaya başlar. Eğitimciler, köşe yazarları, din insanları, psikologlar tarafından<br />

gündeme getirilen ve tartışmaya açılan bu konu, özel bir kuruluş olan Payne Fund tarafından<br />

araştırmacılara verilen ekonomik destekle çalışılır. 1929-1932 arasında filmlerin içerikleri, sinema<br />

izleyicilerinin özellikleri ve filmlerin etkilerini konu alan toplam 13 araştırma yapılır. Psikolog ve<br />

sosyologların öncülüğünde yapılan araştırmalarda araştırma sorusuna bağlı olarak birden fazla araştırma<br />

yöntemi kullanılır. Filmlerin içeriklerini analiz için nitel teknikler kullanılırken izleyicilerin özelliklerini<br />

ve sayısını tespit için anket yapılır. Sinema filmlerinin etkilerini ölçmek için de deneysel yöntemlere<br />

başvurulur; bireylerle görüşmeler yapılır, örnek olay çalışmaları ve anket uygulanır. 1920 ile 1930 yılları<br />

arasında gösterime giren 1500 filmin içeriği araştırıldığında on kategoride toplandığı görülür: suç, seks,<br />

aşk, gizem, savaş, çocuklar, tarih, gezi, komedi ve sosyal propaganda.<br />

Araştırma sonuçları sessiz filmlerin çocukların bilgi edinmesi, tutum değişikliği, duygu dünyaları, ruh<br />

sağlıkları ve davranışları üzerinde etkili olduğunu ortaya koyar. Etnik gruplar, ırkçılık ve toplumsal<br />

konularda çocukların fikirlerinin şekillenmesinde filmler önemli bir yere sahiptir. Irkçılık ya da farklı<br />

etnik gruplara ilişkin fikir ve tutumları, filmlerde yer alan kalıp yargıların etkisiyle oluşur. Savaş, aile<br />

hayatı, iş yaşamı, seks, romantizm, dini olgular, kadın ve erkek rolleri, aile-çocuk ilişkileri ile okul hayatı<br />

gibi gündelik yaşama ilişkin pek çok önemli davranış kalıbı ve tutumlarda sessiz filmlerin “rol modeli”<br />

olduğu ve çocuklar ile ergenlerin davranışlarında yönlendirici etkisinin olduğu görülür. Filmler çocuklara<br />

yeni fikirler vermekte, onların tutumlarını ve duygularını etkilemekte, yetişkinlerden farklı ahlaki<br />

değerler göstermelerine neden olmaktadır. Ayrıca sessiz filmleri çok izleyen çocuklarda, sağlık<br />

sorunlarına yol açtığı, uyku bozukluğu ve tedirginliğe yol açtığı tespit edilir. Dışsal dünyanın algılanması<br />

ve gündelik hayatlarının yönetilmesinde, hayalleri ve ideallerinin şekillenmesinde önemli bir aktör olarak<br />

onların hayatlarında yer almaktadır. Payne Fund tarafından desteklenerek hayata geçirilen bu araştırma,<br />

daha sonraki iletişim araştırmaları için hem kuramsal hem de yöntemsel açıdan önemli bir yere sahiptir.<br />

Çünkü medyanın etkilerini uzun vadeli çalışmanın önemi bu araştırmayla ortaya çıkmıştır. Soru formları<br />

yetersiz olmakla ve kontrol grubunun kullanılmayışı yöntemsel eksiklik olarak eleştirilse de bulguların<br />

analizindeki başarısı nedeniyle iletişim araştırmaları tarihinde bu çalışma, önemli bir yere sahiptir<br />

(Lowery and DeFleur, 1995).<br />

“Dünyalar Savaşı” ve New York’ta Panik<br />

ABD’nin New York kentindeki CBS radyo kanalında Orson Welles tarafından gerçekleştirilen “Yayında<br />

Mercury Tiyatrosu” adlı programda, 30 Ekim 1938 günü Welles, “Dünyalar Savaşı” adlı bir bilim kurgu<br />

romanından radyoya uyarlanmış bir bölümü okur ve programı şu anonsla başlatır: “Marslılar dünyaya<br />

indi ve Amerika Birleşik Devletleri topraklarını istila ediyor.”<br />

Programı dinlemekte olan milyonlarca Amerikalı, bu anonsu duyar duymaz hemen arabalarına koşar<br />

ya da buldukları ilk araçla bilinçsizce ülkeden kaçmaya yönelir. Pek çok insan da panik halinde sokaklara<br />

dökülmüş; kimileri dua etmekte, kimileri ağlamakta, kimileri de Marslılardan saklanmaya çalışmaktadır.<br />

Panik öyle büyümüştür ki, programın kapanış anonsu; yani “H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı adlı<br />

romanından uyarlanan radyo oyununu dinlediniz” cümlesi duyulmamıştır bile. New Yorklular’a bunun<br />

gerçek olmadığını, sadece bir radyo tiyatrosu olduğunu anlatmak pek de kolay olmaz. CBS kanalı bunun<br />

bir radyo oyunu olduğu defalarca anons eder ve halktan özür diler; polis halkı evlerine dönmeye zor ikna<br />

eder. Bir bilim kurgu romanından etkileyici bir tarzda okunan bu anons, binlerce insana gerçek olmayan<br />

bir olayın paniğini yaşatır. Wells’in oyun anonsuyla insanların sokaklara dökülmesi, medyanın insanları<br />

etkileme gücünü kanıtlayan bir örnek olarak kabul görür.<br />

42


Bu olaydan kısa süre sonra Hadley Cantril adlı araştırmacı, ekibiyle birlikte, olayı gerçek sanarak<br />

paniğe kapılan 135 kişiyle görüşme yapar. Cantril, görüşmelerden hareketle şu sonuçlara ulaşır:<br />

1. Radyo, önemli anonslar için en önemli araç olarak kabul görmektedir.<br />

2. Anonsta adı geçen (4 profesör, kaptanlar, generaller ve iç işleri bakanlığı genel sekreteri) kişiler<br />

itibar sahibidirler. Dolayısıyla yorumun etkisi daha güçlü olmuştur.<br />

3. Bütün konuşmacılar kendi alanlarındaki uzmanlıklarına rağmen olay hakkında şaşkındır.<br />

4. Bazı özel olaylar gerçek yer isimleri (örneğin Times Meydanı’nda yangın ya da 23. Yolu<br />

kullanmayın gibi) kullanılarak anlatılması olayın gerçek olduğu duygusu uyandırmıştır.<br />

5. Yayın boyunca yüksek bir gerilim bağlamının olması dinleyicilerde gerçeklik hissi yaratmıştır.<br />

Bir uyaran olarak radyo programının “gerçek” gibi algılanması tepkinin bir panik olarak dışa<br />

vurulmasına neden olur. Ancak bu sonuç yine de bazı insanlar paniğe kapılırken diğerlerinin neden<br />

paniğe kapılmadığını açıklamada yetersizdir. Cantril, panik yaşamayanları dört kategoriye ayırır: Birinci<br />

gruptakiler içsel olarak kontrolü iyi yapabilmiş, yayın boyunca bunun bir kurgu olduğunu<br />

düşünmüşlerdir. İkinci gruptakiler dışsal bir kontrol yapmış, farklı görüşlerle kıyaslamış ve bunun bir<br />

oyun olduğunu öğrenerek dışsal bir kontrol yapmıştır. Üçüncü gruptakiler anonsun doğruluğunu farklı<br />

kaynaklarla kıyaslamış, yayının gerçek olmadığı bilgisine ulaşmış ama yine de bunun yerel bir haber<br />

olduğuna inanmaya devam etmiştir. Dördüncü gruptakiler ise bilgiyi kontrol etme yoluna gitmemiş,<br />

paniğe kapılarak yayını dinlemeyi de bırakmıştır.<br />

İnsanların böylesi farklı davranmasının değişik sosyolojik ve psikolojik nedenleri vardır. Eğitimli<br />

insanlar yayını farklı yollarda kontrol etmiş ve eleştirel yaklaşabilmiştir. Eğitim seviyesi düştükçe radyo<br />

tiyatrosunun gerçek gibi kabul edilmesi de artmıştır. Daha dindar olanlar, Marslıların dünyayı işgal<br />

etmesini Tanrı’nın bir edimi (işi) olarak düşünmüş ve dünyanın sonuna yaklaşıldığı duygusuna<br />

kapılmıştır. Ayrıca kendini güvende hissetmeyenler, fobisi olanlar, özgüveni düşük insanlar ve kaderci<br />

olanlar daha fazla yayının gerçek olduğuna inanmıştır.<br />

Cantril’in çalışması daha sonraki iletişim araştırmaları için de önemlidir. Çalışma, “Sihirli Mermi”<br />

yaklaşımıyla sembolleşen 20. yüzyılın başındaki medyaya ilişkin güçlü etkiler ön kabulünün değişmesine<br />

de yol açmıştır. Çalışma, daha sonraki kuramsal çalışmalarda “seçici etki” yaklaşımının gelişmesine<br />

neden olur; çünkü bazı insanlar paniğe kapılırken bazıları bu paniğe kapılmamıştır. Dinleyiciler uyarana<br />

farklı tepkiler vermiştir; çünkü farklı demografik ve karakter özelliklerine sahiptirler. Böylelikle sosyal<br />

bilimciler tarafından üzerinde bilimsel çalışma yapmaya değer bulunan medya, insanları etkilemede güçlü<br />

bir araç olduğunu ispatlamasına rağmen; toplumu oluşturan bireylerin hepsinin birbirinin aynı tepkiyi<br />

veren, aynı norm ve değerlere sahip homojen bir topluluk olmadığı da görülür (Lowery and DeFleur,<br />

1995).<br />

II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI<br />

Yıkıcı II. Dünya Savaşı (1939-1945) her alanda olduğu gibi iletişim araştırmalarını da sekteye uğratır<br />

bilimsel çalışmalarda bir duraklama dönemi yaşanır. II. Dünya Savaşı sonrasında ise ABD’de iletişim<br />

alanındaki araştırmalarda önemli bir artış dikkati çeker. 1940 yılı ABD için önemli bir tarihtir; yeni<br />

politikaların hayata geçirildiği bir dönemin başlangıcıdır. Avrupa’da süren savaşa karışmama kararı terk<br />

edilir, ABD’nin dünyada daha aktif rol alma politikası benimsenir. Roosevelt’in rakipleri çoktur ve<br />

seçimler yoğun siyasal kampanyalarla geçer. Kampanyada radyo yoğun bir şekilde kullanılır.<br />

ABD’nin II. Dünya savaşı sonrası dinamik ve dışa dönük politik ikliminde iletişim araştırmaları<br />

açısından da dinamik ve yeni bir dönemdir. İlk dönemde yapılan CBS’in Radyo Tiyatrosu’nun yarattığı<br />

panik ya da sessiz sinemanın çocuklar üzerindeki etkileri medyanın doğrudan, anında ve güçlü etkileri<br />

olduğu varsayımını destekleyen bulgulara sahip değildir. Özellikle 1930’lu yıllarda yapılan iletişim<br />

araştırmalarının birikimine bakıldığında sonuçlar, medyanın sanıldığı kadar dramatik ve sınırsız etkilere<br />

sahip olmadığını gösterir. Kitle iletişim araçlarının insanların tutum ve davranışlarını nasıl etkilediği<br />

konusunda yeni bir perspektife ihtiyaç vardır ve iletişim çalışmalarında yeni açılımlara ihtiyaç duyulur.<br />

43


İlk dönem araştırmaları ise medyayı ve insanları toplumsal bağlamında soyutlayarak ele alan sınırlı bir<br />

bakışa sahip olmakla eleştirilir. Uyaran-tepki gibi basit bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde medya etkilerini<br />

ele almanın yanlış olduğu ve bu tür araştırmalarda kullanılan araştırma yöntem ve tekniklerinin yetersiz<br />

olduğu öne sürülür. İletişim sürecinin nasıl işlediğini anlama ve yeni model geliştirme çabaları devam<br />

eder.<br />

İletişim sürecini anlamaya çalışanlar sadece sosyal bilimciler değildir. Politikacılar, Amerikan ordusu<br />

ve sermaye sahipleri de II. Dünya Savaşı sonrasında sayısı artan günlük gazeteler ve radyo istasyonlarını<br />

daha yakından tanımak üzere konuya ilgi gösterirler. Kimi zaman doğrudan kullanmak ve kimi zaman da<br />

karşı strateji geliştirmek amacıyla propaganda ve iknanın nasıl çalıştığı, politikacılar ve sermayedarlar<br />

tarafından sahip olunmak istenen bilgilerin başındadır. Bu ilgi nedeniyle de tüketici davranışları,<br />

seçmenlerin oy kullanmada siyasal parti tercihleri ya da medya programlarının tüketimi konusundaki<br />

araştırmalar ivme kazanır. Bu çalışmalar çoğunlukla ordu, hükümetler ya da özel şirketler tarafından<br />

finanse edilir. Sosyal psikolog Carl Hovland ve Paul Lazarsfeld bu bağlamda araştırma yaparlar.<br />

Askerlerle yapılan deneysel çalışmalar ve seçmenlerin oy verme davranışı konusundaki araştırmalar,<br />

iletişim çalışmalarında ilk dönemin devamı gibi görünse de gerçekte iletişim çalışmaları açısından bir<br />

kopuştur. 1940’lardan sonra özellikle Lazarsfeld’in öncü çalışmasının da katkılarıyla kitle iletişim<br />

araçlarında “etki” konusu, istatistiktik biliminden de yararlanarak, bireylerin içinde bulunduğu toplumsal<br />

koşulları da göz ardı etmeyerek ve daha fazla değişkeni içeren yöntemlerle irdelenmeye başlanır. Önce II.<br />

Dünya Savaşı sonrasında iletişim sürecini açıklamaya çalışan model ve araştırmalara ardından da ikna ve<br />

propaganda çalışmalarına bakalım.<br />

Harold Lasswell ve İletişim Zinciri Modeli<br />

Harold Lasswell, “Lasswell formülü” ya da “iletişim zinciri” olarak adlandırılan modelini 1948 yılında<br />

geliştirir. Lasswell modelinde iletişim sürecinin öğelerini şöyle belirtir: “Kim, neyi, hangi kanalla, kime<br />

ve hangi etkiyle” söyler. Lasswell’e göre ister yüz-yüze isterse de dolaylı olsun her iletişim eylemi bu<br />

formüldeki öğelerin tümünü ya da bir kısmını kaçınılmaz bir şekilde içerir. Siyasetbilimci olan<br />

Lasswell’in modeli, 1936 yılında siyaset biliminin temel sorusu olarak öne sürdüğü “Kim, neyi, ne zaman<br />

ve nasıl elde eder” formülünün iletişim alanına uyarlanmasıdır.<br />

Şekil 2.3: Lasswell’in İletişim Zinciri<br />

Modelde vurgu alan nokta, her iletişim ediminde kaçınılmaz olarak bir “etki”nin olduğudur. İnsanlar<br />

iletişim sarmalı içerisinde yaşamlarını sürdürürken, muhtelif tarzlarda güdülenirler (motive edilirler) ve<br />

etkiye maruz kalırlar. Ona göre, medya teknolojileri çağında iletişimin toplumsal düzenin sağlaması ve<br />

kaynak ile aracı arasında etkili iletişim kurulmasında hayati bir işlevi vardır. Toplumsal uyum ve<br />

uzlaşının korunmasında iletişim zinciri, gerek hayvanlar âleminde gerekse de insana özgü herhangi bir<br />

toplumsal yapılanmada üç önemli işlevi yerine getirir:<br />

1. Çevreye egemen olmak: Ulus-devletler özel olarak egemenlik kurmakla ilgilenir; diplomatlar,<br />

askerler, casuslar gibi pek çok meslek grubundan insan bu işle görevlendirilir.<br />

2. Çevreyle etkileşimde verilen tepkinin bir parçası olarak topluma ilgi: Politikacılar, basın<br />

danışmanları ya da gazeteciler gibi uzman kişiler kitle iletişim araçları aracılığıyla halkla iletişim<br />

kurarlar.<br />

3. Toplumsal tarihi bir nesilden bir başka nesile aktarmak: Bu ise diğer kişilerin yanı sıra<br />

eğitim kurumlarındaki öğretmenler ile üniversitelerdeki akademisyenlerin görevidir.<br />

Lasswell modelinde, mesajın çok kültürlü bir toplumda farklı kültürlere sahip izleyiciler ile dolaşıma<br />

girdiğini belirtir. Mesaj tek bir kanaldan değil, farklı kanallardan izleyiciye ulaşır. Bununla birlikte<br />

model; geri bildirim içermeyen tek yönlü, düz ve çizgisel bir modeldir. Ona göre alıcılar pasif<br />

44


konumdadır. Lasswell’in ortaya koyduğu iletişim araştırmalarında izleyicilerin pasif olduğu savı<br />

1970’lere kadar devam eden bir yargı olur. Lasswell’in iletişime bakışı bir ikna sürecidir. Lasswell’e göre<br />

etki izleyicide iletişim sürecinde öğeler tarafından oluşturulan gözlenebilir ve ölçülebilir değişim<br />

yaratmadır. İletişim zincirindeki öğelerden bir tanesinde yapılacak bir değişim etkide de değişiklik<br />

olmasına yol açar (Erdoğan ve Alemdar, 2002).<br />

Lasswell, iletişim araştırmalarında önemli bir yere sahiptir. 1940’lı ve 50’li yılların propaganda<br />

çalışmalarında Lasswell’in formülü kullanılır. Fransa’da da 1960’lara kadar sorgulanmadan kabul gören<br />

bir model olur. Daha sonra ki iletişim araştırmalarında ise formülün parçalanarak, her bir soru tek başına<br />

ele alınarak iletişim sürecinin bir boyutunu analiz etmeye yönelik araştırmalar yapılır. Bu modelde “Kim”<br />

araştırma alanı olarak “Kontrol Analizi”ne karşılık gelir. “Ne söylendiği” mesajın içeriğidir ve daha<br />

sonraları “içerik analizi” olarak araştırmalar yapılır. “Hangi kanal” ile söylendiği ise medya<br />

kuruluşlarının çalışıldığı “medya analizi”dir. “Hangi etki” ile ise “etki araştırması”dır.<br />

Shannon ve Weaver’ın Matematiksel Modeli<br />

Claude Elwood Shannon ve Warren Weaver “İletişimin Matematiksel Teorisi” (1948) adlı makalelerinde<br />

iletişim sürecine teknik bir bakışla yeni bir model geliştirirler. Bilgi (Enformasyon) Teorisi’ni temel alan<br />

bu model, kaynaktan hedefe mesajın taşınması esnasında herhangi bir nedenle veri kaybı olmaması;<br />

dolayısıyla yüzde yüzlük bir mesaj aktarımının imkanlarını araştırır. Hayli teknik bir bakışa sahip olan bu<br />

model, makineler arasında veri akışını insan iletişimine uyarlama amacı taşır.<br />

Bu modelde gürültü kaynağı yani iletişim sürecini bozan her çeşit faktör vurgu alır. İletişim ne<br />

söyleneceğini seçen bir kaynak tarafından başlatılır, sinyal formunda taşıyabilen ve dönüştürebilen bir<br />

oluktan/kanaldan iletilir ve teknik cihaz olan alıcı tarafından hedefe ulaştırılır. Sinyal gürültüden<br />

etkilenerek azalmış ya da bozulmuş olabilir. Gönderilen mesaj ile alınan mesaj farklılaşabilir. Kaynak<br />

tarafında üretilen ve hedefe ulaşan mesaj aynı anlamı taşımıyor olabilir ve bu veri kaybı da iletişimde<br />

aksamalara yol açabilir. Shannon ve Weaver’ın yapmaya çalıştıkları da kaynak ile hedef arasındaki veri<br />

kaybını önleme ve başarılı iletişimi sağlamadır. Dönemin teknik alt yapı sorunları düşünüldüğünde bu<br />

anlamlı bir çaba olarak yorumlanabilir.<br />

Matematiksel model daha sonraki iletişim araştırmalarında, daha çok bireyler arası iletişimde<br />

kullanılmıştır. Her ne kadar doğrudan kitle iletişiminin içeriğiyle ilgili gibi görünmese de gerçekte ana<br />

akım iletişim çalışmalarında insan iletişiminin nasıl işlediğinin açıklamasında bir model olarak uzun süre<br />

kullanılır. Daha sonraki iletişim modellerinin düz, doğrusal tek yönlü bir çizgide kurulmasında ve<br />

bireylerin davranışlarındaki değişikliği ölçmeyi amaçlayan “etki” odaklı bir çalışma geleneğinin<br />

oluşmasında da hayli etkili olmuştur (McQuail, 2003).<br />

Şekil 2.4: Shannon ve Weaver’ın Matematiksel Modeli<br />

Wilbur Schramm ve İletişim Modelleri<br />

Wilbur Lang Schramm, iletişim sürecini anlatan modelinde (1954) üç temel bileşene veya öğeye ihtiyaç<br />

olduğunu belirtir. Bunlar “kaynak”, “mesaj (ileti)” ve “hedef (alıcı)” şeklinde sıralanır. Schramm<br />

modelini geliştirirken M.Ö. 300 yılında sözlü iletişim konusunda kafa yoran Aristo’nun görüşlerinden<br />

etkilenir. Aristo, retorik (rhetoric) de üç bileşen olduğunu söyler: Konuşmayı yapan “konuşmacı”, “konu”<br />

ve hedeflenen “dinleyici”dir. Aristo’nun modelinde dinleyici çok önemli bir yere sahiptir; çünkü etkili bir<br />

45


iletişimin gerçekleşip-gerçekleşmemesi tamamen ona bağlıdır. Eğer alıcı veya dinleyici de gerekli etki ya<br />

da ikna gerçekleştirilemediyse iletişim başarılı değildir.<br />

Şekil 2.5: Wilbur Schramm’ın İletişim Modeli<br />

Schramm’a göre her sağlıklı iletişimin işleyişi şöyledir: Kaynak tarafından mesaj kodlanır (anlamlı<br />

iletilere dönüştürür), hedefe belirli kanallar kullanılarak iletilir. Hedef (alıcı) ise aldığı mesajları kod<br />

açımına uğratır (anlamlandırır ve yorumlar).<br />

Schramm’ın Aristo’yu takip eden modeli aynı zamanda Shannon ve Weaver’ın matemetiksel<br />

modelinin de takipçisidir. Shannon ve Weaver’ın modelini teknik boyutundan çıkararak bireylerarası<br />

iletişimi daha iyi anlatabilmek için geliştirilmiş bir modeldir. Dolayısıyla Schramm, sosyolojik bir bakışla<br />

iletişim sürecinde olumlu ve sağlıklı bir etkileşimin olabilmesi için kaynak ile hedef arasında bazı ortak<br />

şeylerin olma zorunluluğuna dikkat çeker. Örneğin, kaynak ile hedef arasında ortak bir dil, benzer<br />

deneyimler ve kültürel birikim varsa bir iletişim gerçekleşir. Eğer kaynak ile hedefin referans<br />

çerçevelerinde ortaklık yoksa ya da çok az bir benzeşme varsa bir paylaşım sürecinin yaşanması; kaynak<br />

ile hedef arasında bir anlaşmanın gerçekleşmesi çok güçtür. Dolayısıyla iletişimin sağlıklı ilerlemesi için<br />

hedef ya da alıcı daha fazla öneme sahip değildir; iletişime geçen tarafların ortak yönlerinin olması daha<br />

önemlidir. Schramm’ın modelinde dikkat çeken bir başka nokta hem alıcı hem de hedefin aynı süreç<br />

içerisinde hem kodlayıcı hem de alıcı olmasıdır. Dolayısıyla bireylerin “yorumlama” süreci önemlidir.<br />

Scrahramm’ın görüşleri bireylerarası iletişimin yanısıra kitle iletişim araçlarının işleyişini de anlatır.<br />

Schramm, iletişim araçları ya da medyanın bireylere doğrudan etki etmediğini, öncelikle bireylerin içinde<br />

bulundukları grupları etkilediği ve medya mesajlarının grup dinamiği içerisinden süzülerek bireylere<br />

nüfuz ettiğini söyler. Kitle iletişiminin etkisi, doğrudan bireylere değil gruplardan bireylere ulaşan bir<br />

yansıma şeklindedir (Şekil 6).<br />

Şekil 2.6: Wilbur Schramm’ın Kitle İletişim Modeli<br />

Modele göre medya kuruluşlarına her gün binlerce olay ve gelişmenin bilgisi ulaşır. Medya<br />

profeyonelleri, tüm bu bilgileri okur ve tartışırlar. Kendi içlerindeki bu değerlendirme işlemi sonrasında,<br />

hangi haber ve bilgilerin halka duyurulacağı hangilerinin ise eleneceğine karar verirler. Bu seçme ve<br />

eleme işlemi sonucunda önemli gördükleri olaylara ilişkin yeni metinler yazar yani günün/haftanın<br />

haberlerini yaparlar. Mesleki normları gereği önemli görmediklerini ise hiç gündeme almazlar. Böylelikle<br />

medya örgütü aslında dış dünyada olan-bitene ilişkin bilgi ve haber verirken “kodlayıcı, yorumlayıcı ve<br />

46


kod açıcı” olmak üzere üç farklı işlevi yerine getirir. Hangilerinden halkın haberdar olması gerektiğini;<br />

yani bilgiyi seçen, nasıl verileceğine karar veren, yorumlayan ve iletişim aracının teknik özelliklerine<br />

göre bilgiyi yazarak ya da okuyarak, yeniden kodlayarak duyurumunu ya da yayınlama işini de yaparlar.<br />

Schramm’a göre bireyler kitle toplumunda yalnız yaşamamakta, aidiyet bağları kurdukları muhtelif<br />

gruplar içerisinde sosyal yaşamlarını sürdürmektedir. Aile gibi birincil gruplar ile dernek, vakıf vb. ikincil<br />

gruplara medyadan alınan mesajlar iletilmekte ve burada ayrı bir yorumlama süreci yaşanmakta, ardından<br />

da medyaya dolaylı da olsa tekrar bir geri bildirim yapılmaktadır. Tıpkı iletişim kuruluşları gibi toplumda<br />

medyadan aldığı bilgileri kod açımlama (alınan bilgileri anlama), ardından bir değerlendirme ya da<br />

yorumlama sürecine tabi tutma ve daha sonra da bu yorumlarını dışa vurma süreci yaşanır. Dolayısıyla<br />

Schramm’a göre toplum ile kitle ileşim araçları arasında gerçekleşen iletişim etkileşime dayalı bir<br />

süreçtir.<br />

PROPAGANDA KAVRAMI VE PROPAGANDA ÇALIŞMALARI<br />

Yirminci yüzyılın başlarında kamuoyu, siyaset biliminin temel çalışma konusu iken I. Dünya Savaşı<br />

yıllarında sıcak savaşın yanı sıra psikolojik savaşın da aktif uygulanması ve iletişim araçlarının artışıyla<br />

propaganda çalışmaları artış gösterir. Gazetenin yanı sıra toplumu etkilemek için sinema, radyo ve<br />

televizyonun da icadıyla fikir aşılama (telkin, beyin yıkama, ideoloji aşılama) süreçleri olağanüstü bir<br />

önem kazanır. İletişim araçlarının desteğiyle milyonlarca insanın dikkati tek bir noktaya çekilebilmekte,<br />

savunulan bir görüş için milyonların desteği sağlanabilmektedir. Dolayısıyla toplumsal çatışmaların<br />

özünü kavrayabilme, propagandacıları tanıma, onların tekniklerini anlayabilme ve değerlendirme,<br />

davranışlarının ardındaki gerçek güdüleri saptayabilme, mesajları çağdaş toplumun ihtiyaçları ve kişsel<br />

çıkarlar açısından irdelemek için bir demokrasideki siyasal süreçlerde propagandanın yerini anlama<br />

önemli ve gereklidir (Bektaş, 2000).<br />

İletişim Sözlüğü’nde (1995) propaganda “Örgütlü inandırma etkinliği; çeşitli inandırıcı araçlarla<br />

fikirlerin ve değerlerin yayılması” olarak tanımlanır. Belli çıkarları olan bireylerin ya da grupların,<br />

başkalarının kanılarını ve davranışlarını etkileme amacıyla önceden tasarlanmış, ikna ve telkin<br />

tekniklerini kullanarak yaptıkları eylem/ler propaganda olarak değerlendirilir. Propagandanın temel işlevi,<br />

insan davranışlarını belirli bir fikir etrafında güdüleme ve yönlendirmedir.<br />

Uzun bir tarihe sahip olan propaganda, başlangıçta herhangi bir fikir ya da ideolojiyi yayma amaçlı<br />

kullanılır. Daha sonraları fikirlerin bizatihi kendilerini anlatmada kullanılırken, güncel anlamı fikirleri<br />

yaymada kullanılan teknikleri ifade eder. Propaganda günümüzdeki önemini yöneticilerin, kitlelerin<br />

gönüllü desteğini kazanma ihtiyacından alır. Fransız ihtilalinden sonra genel olaya ya da halkın genel<br />

kanaatine olan inancın artması, yönetilenlerin de siyasal bilincinin artması da yönetenlerin kamuoyunun<br />

sürekli desteğini sağlamaya yöneltir (Tekinalp ve Uzun, 2006).<br />

Ortaçağdan günümüze uzanan tarihi serüveninde propagandayı planlamada strateji ve taktikler<br />

önemlidir. Propaganda stratejisi amaca uygun olarak planlanır. Strateji, kısa vadeli ve güncel gelişmeleri<br />

kullanabileceği gibi uzun vadeli olarak da planlanabilir. Propaganda stratejisi bir tarafın (bir ülke, siyasi<br />

parti ya da bir çıkar grubu olabilir) görünümünü (imajını) olumlu gösterme amacı taşır. Bu nedenle de<br />

kendi tarafı olumlu değerler ve sembollerle anlatılırken diğerleri olumsuzlanır. Kamuoyu önünde diğer<br />

taraflar kötülenir. Siyasi partinin temel simgelerini topluma kabul ettime en önemli propaganda<br />

stratejisidir. İnsanların gönüllü olarak parti rozetini takmaları veya parti liderinin kongre veya açık hava<br />

konuşmasında parti mensuplarının duygu yoğunluğuyla gözyaşı dökmesi propagandanın başarısıdır.<br />

Propagandanın Tarihçesi<br />

Propaganda kavramı ilk kez 1622 yılında Roma Katolik Kilisesi tarafından oluşturulan İtikatı Yayma<br />

Cemaati tarafından kullanılır. Bu dönem aslında Protestan kilisesinin ortaya çıkmasıyla sonuçlanan dinsel<br />

devrim dönemidir ve bu cemaat Roma Katolik Kilisesi’nin karşı-devriminin bir parçasıdır. Bu tarihten<br />

çok önceleri, Antik Yunan ve Roma’da da propaganda etkinlikleri vardır. Özgür bireylerin giyim-kuşam<br />

tarzları, bedenlerini temiz ve sağlıklı tutmada özenleri, şiir ve felsefe gibi uğraşları, özgür Aristokrat<br />

47


sınıfının farklılığını ve ayrıcalıklı konumunu ve bu konumun meşruluğunu kendilerine ve diğer sınıflara<br />

anlatma amacı taşır.<br />

Roma’da lejyonların Galya’ya ya da illirya’ya isyanları bastırmak için giderlerken törenlerle<br />

uğurlanmaları ve aynı lejyonların Roma’ya dönüşlerinde zafer alaylarıyla karşılanmaları da günümüzün<br />

propaganda sözcüğü ile açıklanması da aynı amaca; yani egemenlerin iktidarlarını elde tutmalarına ve bu<br />

iktidarı halka göstermelerine hizmet eder.<br />

Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olan Roma Katolik Kilisesi de tarihte ilk kez eylemini propaganda<br />

olarak adlandırır. Kilisenin ayinlerde cemaate kutsal metinleri öğretirken heyecanı artırmak için müzikten<br />

yararlanması da bir propaganda tekniğinin kullanılmasıdır. Ayin sırasında iletişimin yalnızca sözlerle<br />

değil, inanan insanların aynı yerde birbirleriyle karşılaşması, dekor ve ayinlerin biçimsel özellikleriyle<br />

ibadet eden insanların ruh hali ve gözyaşlarının dökülmesi hep birer propagandadır. Böylelikle<br />

Ortaçağ’da zümreler arasında mesafenin sıkı sıkıya korunduğu bir ortamda insanlar gündelik hayatta<br />

aldatıcı ve geçici de olsa eşitlik hissini yaşar (Bektaş, 2000).<br />

Propaganda kavramı 18. yüzyılda genel kullanıma girene kadar kilise tarafından kullanılır. Fransız<br />

İhtilali’nin ardından siyasal propaganda başlar. İlk propaganda konuşmaları ve ilk propaganda görevlileri<br />

Fransız İhtilali döneminde ortaya çıkar. İlk propaganda savaşları da yine aynı dönemde özgürlük, eşitlik<br />

ve kardeşlik kavramlarıyla sembolleşen burjuvazi öncülüğündeki topluluklar ile aristokratlar ile<br />

dayanışma içerisindeki din adamları arasında yaşanır.<br />

Birinci Dünya Savaşı dönemi propaganda tekniklerinin o zamana kadar ki en gelişkin şekilde<br />

kullanıldığı yıllara karşılık gelir. Savaşan ülkelerin yaralı ve sargılı askerleri mitinglerde konuşturulmuş,<br />

ABD’deki sinemalarda dört dakikalık insanlar tarafından yapılan konuşmalarda “düşman” ilan edilen<br />

ülkelerin uydurma şiddet öyküleri anlatılmıştır. Bu konuşmalar sonucunda, müttefik ülkelerde “düşman”<br />

ilan edilen, Almanya’ya karşı kin ve nefret duygularının uyandırılmasında başarılı da olunmuştur.<br />

Böylece propaganda konusu araştırmacıların ilgisini çeken bir alan haline gelmiş ve aynı zamanda bu<br />

alandaki gelişmelerden kuşku duyulmaya da başlanmıştır.<br />

Propaganda eğitimi ve tekniklerinin geliştirilmesi II. Dünya Savaşı öncesinde hız kazanır. ABD’de bir<br />

“Propaganda Analiz Enstitüsü” kurulur ve ikna edici iletişim konusunda çalışan araştırmacılar<br />

danışmanlık görevlerini üstlenir. Almanya’da da Adolf Hitler ve propaganda bakanı Dr. Joseph Goebels,<br />

Nazi propagandası konusunda önemli başarılar elde ederler.<br />

Propagandanın böylesi önem kazanmasında kitle iletişim araçlarının icadının ve yaygın kullanımın<br />

payı da büyüktür. II. Dünya Savaşı ilan edildiğinde, Fransa’da 5 milyon radyo alıcısına karşılık,<br />

Almanya’da kayıtlı 9.5 milyon radyo alıcısı vardır. Goebbels, en iyi Nazi militanlarını radyolarının ses<br />

ayarını yükseltmeye ve propaganda yayınları yapılırken simgesel anlamıyla “pencerelerini açık<br />

bırakmaya” teşvik etmiştir (Jeanneney, 2009). Böylelikle hopörlerlerden yapılan yayınlar ya da<br />

propagandalar evlerin içlerine kadar ulaşabilmiştir.<br />

Sinemada iki büyük savaş arası dönemde ve özellikle 1945 sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ile<br />

Sovyetler arasındaki rekabette “ideolojik bir araç” rolü üstlenmiştir. Böylece yalnızca toplumdaki ya da<br />

ülkenin kendi içindeki gelişmeleri değil, uluslararası gelişmeleri de yönlendirme araçlarında biri olarak<br />

kabul görmüştür.<br />

Propaganda Strateji ve Teknikleri<br />

Strateji ve taktik, propagandanın tekniğini oluşturur. Propaganda stratejisi, propagandanın amaçları<br />

doğrultusunda belirlenir. Örneğin bir siyasi parti kampanyasında temel strateji, diğer partiler<br />

olumsuzlanırken ilgili partinin olumlu bir görünümü (imajını) yaratmadır. Bu amaçla da diğer partilerin<br />

kamuoyu önündeki görünümleri olabildiğince kötülenir. Propaganda planlamasında, siyasi parti programı<br />

ile propaganda stratejisinin uyumlu olması gerekir. Stratejiyi oluşturacak ilkeler çoğunlukla parti<br />

programından alınır. Partinin temel siyasi sembolleri ve simgelerini halka kabul ettirmek temel bir<br />

propaganda stratejisidir.<br />

48


Genel strateji çerçevesinde güncel propaganda taktikleri belirlenir. Parti liderlerinin karizması<br />

yaratılır. Çevrelerinde olumlu bir efsane oluşturulur. Propaganda da kullanılacak simgeler, sloganlar,<br />

kalıplaşmış tutumlar saptanır. Alay, gülmece veya karşı parti yöneticilerini gülünç gösterecek olaylar<br />

birer “silah” olarak kullanılır. Karşı propaganda kaynakları hakkında güvensizlik yaygınlaştırılır. Bununla<br />

birlikte, karşı tarafın ne denli eleştirileceği önemli bir taktik sorun ve dozu iyi ayarlanması gereken bir<br />

tekniktir. Kendilerini haklı, diğer tarafı haksız gösterme yaygın kullanılan bir taktiktir. İktidar partisi<br />

büyümeden, ilerlemeden ve ülkede artan refah gibi başarılı yönlerden söz ederken muhalefet partileri<br />

pahalılık, sosyal politikalarda azalma, işsizlik gibi sorunlu ve başarısızlık içeren noktalara vurgu yapar.<br />

Başbakan ile muhalefet partisi liderlerinin, ülkenin geleceğini planlamaktansa karşılıklı eleştiri<br />

geliştirmeleri birer propaganda stratejisidir. Ayrıca, iş dünyası, kültür-sanat gibi alanların ünlü isimlerinin<br />

parti yönünde tavırlarını açıklamaları; uzmanların partiyi savunan konuşmaları etkili taktiklerdir.<br />

Propaganda kaynağının güvenilir olması etkiyi artırır.<br />

Uzun vadeli propaganda da bilimsel yayınlar, kitaplar, dergiler, milli eğitim müfredatı etkili olur.<br />

Partiye taraftar geniş bir kitle yaratılmaya çalışılır. Kısa vadeli propaganda da ise en çok kitleye en kısa<br />

sürede ulaşılmaya çalışılır. Bunun içinde radyo, televizyon, gazete, telefon ve sosyal medya temel iletişim<br />

araçlarıdır.<br />

En çok yararlanılan yedi propaganda tekniği ise şöyle açıklanabilir:<br />

• Ad takma: Bir düşünce ya da gruba kötü nitelendirici bir isim takma olarak da bilinir.<br />

Böylelikle söz konusu düşünce ya da grup hiç dinlenmeksizin reddedilir. Reklamcılık alanında<br />

rakip firmanın adı telaffuz edilmek istenmediği için pek kullanılan bir yöntem değildir. Ad<br />

takma daha çok siyasal kampanyalarda görülür. Örneğin bir taraf için “özgürlük savaşçısı” olan<br />

bir grup bir başka taraf için “asiler” ya da “direnişçiler” şeklinde nitelenebilir.<br />

• Gösterişli genelleme: Bir şeyi etkin bir sözcükle “iyi” kabul edilen bir deyimle ilişkilendirmek<br />

demektir. Böylelikle söz konusu şeyi kanıtları gözden geçirmeksizin kabullendirme amacı taşır.<br />

Reklamcılık alanında yoğun olarak kullanılır. Örneğin “Kola hayat katar” gibi bir ifade bu<br />

şekilde yorumlanabilir.<br />

• Transfer: Bir şeyi saygı duyulan ya da olumlu kabul edilen sembol, simge ya da sözcük gibi bir<br />

başka şeye transfer ederek anlatma anlamına gelir. Transfer tekniği çağrışım yoluyla işler.<br />

Transfer bazen iki insanın birlikte fotoğraf çetirmesi yoluyla da işler; ünlü bir kişiyle bir resim,<br />

film, beste aracılığıyla geniş kitlelere ulaşılabilir ve olumlu çağrışımlar yoluyla propaganda<br />

başarıya ulaşabilir.<br />

• Tanıklık: Toplumda itibarlı kişilerin desteğini kullanmadır. Tanıklık hem reklamcılık hem de<br />

siyasi kampanyalarda sıklıkla kullanılan bir tekniktir.<br />

• Halktan biri: İzleyicilerle aynı gruptan olan bir bireyin ortalama insanlara yakınlığını ve benzer<br />

özelliklerini vurgulamak şeklinde tanımlanır. Özellikle siyasi kampanyalarda parti liderinin<br />

toplumu yeterince tanıdığını anlatmak için yararlanılır.<br />

• Kağıt derme: Bir düşünce ya da tezin doğruluğunu anlatmak için onu destekleyen görüş ve<br />

uygulamalara yer verme şeklinde açıklanabilir. Örneğin bir kitabın tanıtımını yaparken o esere<br />

ait eleştirmenlerin söylediği sadece olumlu şeylerden söz etme ve olumsuz eleştirileri hiç<br />

kullanmama ya da daha az kullanma bu yönde bir propaganda tekniğidir.<br />

• Herkes yapıyor: Evrensel destek temasının desteklenmesi anlamına gelir. Örneğin savaş<br />

zamanlarında bütün ülkelerde insanların fedakarlık yaptığı ve devlete destek verdiğinin altının<br />

çizilmesi bu tür bir propagandadır. “Herkes bu ürünü alıyor, sen de al” demek de aynı teknik<br />

içine girer.<br />

Bugünlede medyada karşılaştığınız mesajları düşünerek bunlarda<br />

hangi propaganda tekniklerinin kullanıldığını anlamaya çalışın. Örneğin sizce reklamlarda<br />

hangi teknikler uygulanıyor?<br />

49


İki Aşamalı Akış<br />

Amerika Birleşik Devletleri’ne Almanya’dan göç eden Paul Lazarsfeld, Viyana’da matematik dalında<br />

doktora eğitimi almış dolayısıyla iyi istatistik bilen bir araştırmacıdır. Lazarsfeld Viyana çevrelerinin<br />

kuramsal tartışma geleneğinin aksine kurgusal teorik bir tartışmanın yerine bilgi toplamaya ve<br />

davranışların çözümlenmesine öncelik verir. Ona göre bilimsel etkinlik, bilgi edinme olasılıklarının<br />

hesaplanması değil, deney gerçeklerini düzenlemeye dayanmalıdır. Her soru kavramlarla<br />

biçimlendirilebilir, bunlar sınıflandırma dizgeleridir, her kavram da matematiksel göstergelere çevrilerek<br />

kodlanabilir. Sonuçlar çok boyutlu ve yalnızca olasılık düzeyindedir (Maigret, 2011). Böylelikle deneysel<br />

araştırma geleneğinin öncü çalışmaları Avrupa’dan Amerika’ya göç eden araştırmacı Paul Lazarsfeld ve<br />

ekibinin tarafından hayata geçirilir. “İnsanların Seçimi (The People’s Choice)” adlı çalışması (1944), 20.<br />

yüzyıl sosyal bilim çalışmaları içerisinde o zaman değin yapılmış en yaratıcı araştırma tasarımı olarak<br />

kabul edilir. Bu yöntem daha sonraki kamuoyu yoklamaları, pazar ve tüketici araştırmalarına temel<br />

oluşturur.<br />

Lazarsfeld’in yaptığı araştırmalar sonucunda, medyanın seçim kampanyalarının insanların oy verme<br />

davranışı üzerinde doğrudan etkisinin olmadığı ve aynı şekilde seçmenlerin edilgen şekilde tesadüfi<br />

olarak oy kullanmadığını gösterir. Seçmenlerin siyasi parti tercihi ve oy kullanma davranışının üç<br />

değişkenden hareketle açıklanabileceği görülür: Sınıf, coğrafi aidiyet ve din. Araştırmada dernekler ya da<br />

kiliseye üyelik, önceki politik tercihler, ikamet edilen mahalle ya da bölge, aile ve arkadaş gruplarına<br />

ilişkin yöneltilen sorular doğrultusunda ulaşılan demografik ve sosyo-ekonomik göstergeler<br />

doğrultusunda politik kararlar analiz edilir. Çalışmaların önemli bir sonucu olarak bireylerin içinde<br />

bulunduğu sosyal ağların kent yaşamında da devam ettiği dolayısıyla iletişim araştırmalarında ihmal<br />

edilmemesi gereken bir boyut olduğudur. Her ne kadar geleneksel toplumlarda olduğu gibi güçlü olmasa<br />

da yüz yüze iletişimin ya da bireyler arasındaki etkileşimin önemini koruduğu görülür. Aile, yakın dost ve<br />

arkadaşlar arasındaki konuşma ve tartışmalar politik tercihleri belirlemektedir. Özellikle kararsızlar<br />

seçimlerde oy verme tercihlerini aile ve arkadaş grupları arasındaki konuşmalarda hatta onların baskıları<br />

sonucunda netleştiğini belirtirler.<br />

Lazarsfeld ve ekibi, medya mesajlarının kendi başlarına etkili olmadıklarını, kanı önderi ya da<br />

kamuoyu lideri olarak adlandırılan insanların diğer insanların moda, oy kullanma gibi konularda etkileme<br />

gücüne sahip olduklarını belirtir. Onlara göre medyadan seçmenlere/izler kitleye doğrudan ulaşan bir<br />

mesaj akışı değil; medyadan kanı (kanaat) önderlerine ulaşan ve onlardan da kendi süzgeçlerinden<br />

geçirilmiş olarak grubun diğer üyelerine aktarılan bir mesaj akışı vardır. Bu nedenle kuramlarına “İki<br />

Aşamalı Akış” adı verilmiştir.<br />

Kamuoyu liderleri ya da kanı (kanaat) önderleri denilen kişiler, ortalama insanlara göre medyayı ve<br />

siyasal gelişmeleri daha çok takip eden, halk arasında eğitimi ve yaşam deneyimi fazla olan, kuvvetli<br />

öngörüye sahip, saygınlığı olan kişilerdir. Bunlar her zaman yüksek eğitim, zengin olmak gibi özelliklere<br />

sahip olmayabilirler. Ancak bu kişiler medyadan aldıkları bilgileri kendi bilgi, deneyim ve görüşleri<br />

doğrultusunda değerlendirip kendi yorumlarını da katarak çevrelerindeki insanlara aktarırlar. İki Aşamalı<br />

Akış Kuramı’na göre medya, tutum ve davranışları yönlendirmede yalnız başına etkili değildir; kanı<br />

önderlerinin yönlendirmeleri bu etkide daha üstün gelmektedir. İnsanlara ne yapmaları ya da nasıl<br />

davranmaları gerektiğini medyadan ziyade kendi cemaat ya da grup içinde saygınlığı olan kişiler telkin<br />

etmekte ve bu kişilerin etkisi medyadan daha fazla olmaktadır (Baran ve Davis, 2003).<br />

Örneğin özellikle seçim dönemlerinde cemaat ya da grup içi bağların kuvvetli olduğu ortamlarda<br />

insanlar, belirli kanı önderlerinin telkinleri doğrultusunda oy verebilmektedir. Kanı önderleri; din<br />

adamları, öğretmenler, muhtarlar, köyün en yaşlısı gibi eğitim, bilgi ya da yaşam deneyimine sahip<br />

insanlardan oluşmaktadır. Böylelikle ilk kez olmasa da Lazarfeld’in çalışmasıyla birincil gruplar, yeniden<br />

iletişim çalışmalarının ilgi alanına girer.<br />

Gerçekleştirilen araştırma sonucunda Lazarsfeld ve ekibi medya etkileri konusunda üç farklı ve<br />

önemli etki tespiti yapar:<br />

i. Aktifleme: Siyasal kampanyalar insanların var olan yönelimlerini aktifler. Çünkü insanlar zaten<br />

medyadan kendi yönelimlerine uygun olan içerikleri seçerler ve bu onlar için etkili tartışmaları<br />

50


takip ederler. Bu içerikler insanların toplumsal konumlarından kaynaklanan tercihlerini<br />

gerçekleştirmeleri için teşvik eder; bu aktifleme durumu doğrudan bireylerin davranışlarına<br />

yansır. Örneğin seçim günü geldiğinde zaten beğendiği siyasi parti liderine oyunu verir.<br />

ii. Güçlendirme: Lazarsfeld’in araştırmasında daha seçim için siyasal kampanyalar ya da<br />

propaganda çalışmaları başlamadan önce seçmenlerin yarısından çoğu bilinçli şekilde kime oy<br />

vereceğinin kararını almış durumdadır. Bu tür seçmenler için propagandanın anlamı farklıdır.<br />

Kampanyayı tasarlayanlar için de bu nokta önemlidir; kararlı seçmenler kendi adaylarının<br />

propagandasını seçerek takip etmekte; çünkü onlar da aslında doğru yerde olduklarından ve<br />

doğru siyasetçiye oy verdiklerinden emin olmak istemektedirler. Onların da kendi tutumları<br />

medyadan seçerek aldıkları içerikle pekiştirmektedir. Dolayısıyla medya, insanların sahip<br />

oldukları tutum ve fikirlerin daha da güçlenmesini ya da kuvvetlenmesini sağlamaktadır.<br />

iii. Değiştirme: Çok başarılı ve sözcüklerin yaratıcı ve etkin kullanımıyla insanların düşüncelerinin<br />

etkilenebileceği görüşü yaygın olsa da Lazarsfeld’in çalışmaları bu bakışı onaylamamaktadır.<br />

Siyasal kampanyalar, bireylerin adaylara ilişkin var olan tutum ve görüşlerini değiştirmede<br />

başarılı olamamaktadır. Medyanın en zor yapabildiği etki, bireylerin görüşlerinin<br />

değiştirilmesidir. Örneğin bireyler, kendi görüşleri ve yaşam tarzlarına uygun olmayan bir<br />

siyasal partinin seçim kampanyasından etkilenmemekte ve o partiye oy vermeleri nadiren<br />

gerçekleşmektedir.<br />

İKNA KAVRAMI VE İKNA ÇALIŞMALARI<br />

İkna iletişim çalışmalarında hayli ilgi çeken bir konudur. Bir ürünün satılması, siyasi bir lidere oy<br />

verilmesi, sigarayı bırakma ya da kan davasını sürdürmenin anlamsızlığına insanları ikna etmek<br />

gereklidir. İkna, akılcı ya da sembolik yollarla insanları yeni bir eyleme yöneltme, bir fikri ya da ürünü<br />

benimsetmede klavuzluk etmedir. İknada baskı ve zorlayıcı teknikler değil; fikri çekici kılma esastır.<br />

Ancak ikna, her zaman akılcı ve insanların yararına olmayabilir. İkna, bir davranış ya da tutum değişikliği<br />

gerçekleştirmedir. Siyasal alandan dini söylemelere kadar kamu spotları, büyük afişler, el ilanları ve<br />

broşürler, kısa ya da uzun metrajlı filmler gibi pek çok yöntem kitle iletişim araçları aracılığıyla insanları<br />

ikna etmede hep kullanılmıştır.<br />

İkna insan yaşamında her zaman var olmuştur. Çünkü insanlar kendi anne, baba, eş, arkadaş gibi özel<br />

çevrelerinden tutun da seçmenler ya da tüketiciler gibi daha geniş çevreleri ikna etmeye çalışırlar.<br />

Yüzyıllardır insanlar ikna etmede sağduyu ve içgüdülerini kullanmışlardır. Aristo, “ikna sanatı”<br />

anlamında kullanılan “rhetorik (retorik)” konusunda çalışan ilk düşünürlerdendir. Yıllar sonra kitle<br />

iletişiminin yaygınlık kazanmasının ardından ikna konusunda sistemli ve bilimsel çalışmalar yapılmaya<br />

başlanır. ABD’de 1937 yılında kurulan Propaganda Analizi Enstitüsü, “propagandanın yedi tekniği”<br />

sınıflandırması ile öncü ve detaylı çalışmasını 1938 yılında yayınlamıştır. İkna çalışmalarının arka<br />

planında kitle iletişim araçlarından korku vardır; çünkü iki dünya savaşının ardından propagandanın<br />

kitleleri nasıl peşinden sürükleyebildiği ve kalpleri fethedebildiği görülmüştür.<br />

Hovland’ın Askerlerle Laboratuvar Çalışmaları<br />

ABD’nin deniz üssü olan Pearl Harbor limanı 7 Aralık 1941 tarihinde Japonya tarafından bombalanır.<br />

Ardından da Japonlar, Amerika için önem taşıyan Filipinler’e saldırır. Bu gelişmeler üzerine dönemin<br />

ABD Başkanı Franklin D. Roosvelt, Japonya’ya savaş açtıklarını duyurur. Böylelikle II. Dünya Savaşı,<br />

ABD ve Japonya’yı da içine alarak Pasifik ülkelerini de kapsayacak şekilde geniş bir alana yayılır.<br />

ABD’de ülke çapında seferberliğin ilan edilmesinin ardından 15 milyon; çoğunluğu erkek olsa da<br />

kadınların aralarında da bulunduğu gönüllü siviller, orduya katılarak asker olmak için kayıt yaptırır. İşte<br />

bu ortamda ABD ordu komutanı Hollywood’dan destek ister ve yönetmen Frank Capra, 50’şer dakikadan<br />

oluşan yedi belgesel hazırlar. Belgeseller “neden savaşmalıyız” konusunu ele almakta ve Nazi<br />

askerlerinin başarılarını anlatmaktadır. ABD ordusu bu belgesellere, insanları savaşa hazırlamada ve ikna<br />

etmede birer eğitim materyali gözüyle bakar.<br />

Amerikalı araştırmacı Carl Hovland, askerlere propaganda içerikli filmler izlettirerek hem onları<br />

savaşma konusunda eğitmeye hem de medya aracılığıyla yapılan propagandanın askerler üzerindeki<br />

etkilerini ölçmeye çalışır. Hovland’ın çoğunluğu psikologlardan oluşan kalabalık bir araştırma ekibi<br />

51


vardır. Askerleri deney ve araştırma grubu olmak üzere ikiye ayırır. Capra’nın belgesellerini izlettikten<br />

sonra onlara anket verir ve anket sonuçları istatistik kullanılarak analiz eder.<br />

Çalışmanın amaçlarından biri askerleri neden savaşmaları konusunda bilgilendirmektir. Belgeseller<br />

hava savaşıyla ilgili askerlerin bilgilenmesinde işe yaramaktadır ve bilgilenmelerini sağlamakta etkilidir.<br />

Eğitim seviyesi yüksek olan askerlerin, eğitimi daha az olanlara göre daha fazla bilgilendiği ortaya<br />

çıkmıştır.<br />

Bununla birlikte, filmlerin yapılmasının temel amaçlarından olan “savaşmaya motive etme”<br />

konusunda belgeseller başarılı bulunmamıştır. Deney grubunda bulunan askerlere yoğun propaganda<br />

içeren filmler izlettirilmesine rağmen bu grupta bulunan askerlerin savaşma motivasyonunda önemli bir<br />

artış yaratılamamıştır. Deney grubu ile kontrol grubu arasında savaşmaya ikna olma ve motivasyonun<br />

yükselmesinde anlamlı farklılıkların bulunmaması; ilk dönemin uyaran-tepki modelinden hareketle<br />

doğrudan, “güçlü ve ölçüsüz etkileme” görüşünün terk edilmesine yol açar. Çünkü bu araştırmaların<br />

bulguları ilk dönemde olduğu gibi medyanın, insanların tutumlarını değiştirmede ve ikna etmede sanıldığı<br />

kadar güçlü olmadığını ortaya koyar.<br />

Hovland ikna konusundaki araştırmalarına Yale Üniversitesi’nde kurduğu iletişim araştırmaları<br />

programında devam eder. “İletişim ve İkna”, “İknada Sunuş Sırası”, “Kişilik ve İkna Edilebilirlik”,<br />

“Tutum Örgütlenmesi ve Değişim” ve “Sosyal Yargı” bu programda yapılan araştırmalardan hareketle<br />

kaleme alınan kitaplardır. “İletişim ve İkna” daha sonraki çalışmalarda sıklıkla kullanılmıştır. Kaynak<br />

güvenirliği ve korku çekiciliği pek çok çalışmaya öncülük etmiştir. Bu iki konu ayrıca açıklanabilir<br />

(Severin ve Tankard, 1994).<br />

Kaynak Güvenirliği: İletişim etkinliklerinde iletişimcinin üzerinde kontrol kurabildiği<br />

değişkenlerden biri kaynağın seçimidir. Doğru kaynağın mesajın etkisini artırabileceğine ilişkin yaygın<br />

bir inanç vardır ve hem Hovland hem de takipçileri bu konuda pek çok çalışma yapmışlardır. Düşünce ya<br />

da ürünle ilgili konuşacak etkili kaynağın seçimi, temel olarak tanıklık adı verilen propaganda tekniğiyle<br />

ilgilidir. Kaynak, samimi ve güvenilir olarak algılandığında mesajın ikna gücü de artar. Ayrıca kaynağın<br />

inanılırlığı ve kaynağın sevilmesi iknanın kabulünü ve inanılırlığını etkileyen önemli etkenlerdir.<br />

Hovland ve Weiss kaynağın güvenirliğinde iki önemli faktöre dikkat çekerler: Uzmanlık ve güvene<br />

değerlik. Örneğin reklamlarda uzman kullanılması, ürüne olan güveni artırmaktadır. Bu nedenle de diş<br />

macunu reklamlarında marka önerisi sıklıkla diş hekimleri tarafıdan yapılmaktadır.<br />

Korku Çekiciliği: Kitle iletişiminde kullanılan tekniklerinden bir diğeri de izleyicide korku yaratmak<br />

ya da onu tehdit etmektir. Bu durum, ileri sürülen tavsiyelere uymadıklarında başlarına gelebilecek<br />

olumsuzluklara dikkat çekerek izleyicilerin korku aracılığıyla ikna edilmeye çalışılması şeklinde<br />

açıklanabilir. Trafik kazalarında emniyet kemeri takmayı özendirmek için “bağımlı olamamak için<br />

bağlanın”, sigara karşıtı kampanyada da “sigara sizi bırakmadan sizi onu bırakın” mesajlarının verilmesi<br />

bu yöndeki örnekler arasındadır.<br />

Siz de yakın dönemde gerçekleştirilen sosyal amaçlı kampanyaları<br />

düşününüz ve kaynak güvenirliğine ilişkin örneklerin yer aldığı kampanyaları bulmaya<br />

çalışınız. Örneğin Türkan Şoray’ın rol aldığı bir sosyal kampanyayı hatırlıyor musunuz?<br />

Riley ve Riley’in Sosyolojik Modeli<br />

Hovland’ın öncülüğünde pozitivist perspektiften, laboratuvar ortamında ve bireylerin tutumlarının<br />

psikolojik açıdan ölçmeye çalışan yaklaşımın ötesine geçilir. 1950’lerde toplumda kitle iletişiminin<br />

işleyişinin ve etkilerinin sosyolojik analizi yapılmaya başlanır. Sosyolog Talcott Parsons iletişimin<br />

sistemdeki anlamı ve sistemi bir arada tutmada rolünü irdeler. Riler ve Riley ise iletişimin sosyolojik bir<br />

modelini konusunda kafa yorar. L. Pye ve disiplinler arası araştırma ekibi ise geleneksel toplumdan<br />

modern topluma geçmede iletişim ve sorunlarını ele alır. 1960’larda, psikoloji disiplininden yararlanan<br />

çalışmaların yanısıra sosyoloji alanındaki gelişmelerden yararlanan iletişim araştırmalarında da artış<br />

görülür. Her ikisi de sosyolog olan John W. Riley ve Matilda W. Riley 1959 yılında bir iletişim modeli<br />

geliştirirler. Literatürde Riley ve Riley olarak anılan araştırmacıların modeli iletişime şu yenilikleri<br />

getirir:<br />

52


i. Lasswell’i takip eden araştırmacıların çalışmaları, kitle iletişiminde referans gruplarının önemini<br />

açığa çıkarır. Gönderici ya da kaynak, mesajın ya da iletinin kendisi ve alıcı arasındaki<br />

etkileşimde, alıcıların tutumlarını ve inançlarını oluştururken ya da eylemde bulunurken<br />

kendilerini karşılaştırdıkları veya özdeşleştirdikleri referans gruplarının etkili olduğu öne sürülür<br />

ve iletişim modeline dâhil edilir.<br />

ii. Araştırmaların devamında grubun yapısı, diğer gruplarla olan ilişkisi ve toplumsal yapı içindeki<br />

yeri gibi konularda çalışılır. Toplumdaki resmi kurum ve kuruluşlar, birinci ve ikinci referans<br />

grupları ve tüm bu grupların ilişkide bulunduğu daha geniş toplumsal yapı, modelde kitle<br />

iletişim sürecinin alıcı tarafına yerleştirilir. Böylelikle her çeşit grup üyelikleri ve aidiyetlerinin<br />

birbirinden bağımsız olmadığı ve gerçekte her birisinin bir etkileşim içerisinde olduğu<br />

vurgulanır.<br />

Şekil 2.7: Riley ve Riley Modeli I<br />

iii. Tıpkı alıcı (A) gibi kaynak (G) da toplumsal bir yapının içerisinde farklı referans gruplarıyla<br />

ilişki halindedir. Kaynağın içinde bulunduğu ilişkiler daha farklı bir nitelik sergiler. Ekonomik<br />

gruplar tarafından bir tekelden söz edilebilir ve bu tekel durumu alıcının geri bildiriminde daha<br />

da belirginleşir. Riley ve Riley’e göre kaynak mesajını aynı sistem içerisindeki öteki kişilerin ve<br />

grupların etkinlikleri ve beklentilerine uygun şekilde gönderir. Böylelikle modelin ikinci<br />

basamağı da kurulmuş olur.<br />

Şekil 2.8: Riley ve Riley Modeli II<br />

iv.<br />

Riley ve Riley son aşamada sosyolojik bir model geliştirirler ve onlara göre kitle iletişimi hem<br />

etki ettiği hem de etkilendiği daha geniş bir toplumsal sürecin parçasıdır. Bu model kitle<br />

iletişimini toplumsal yapıdan izole ele almaması açısından başarılıdır. Bununla birlikte yanıt<br />

veremediği pek çok soru vardır. Bu soruların bazıları şunlardır: Kitle iletişimi toplumun<br />

işleyişiyle nasıl bir ilişkiye sahiptir? Kitle iletişiminin toplumdaki rolü nedir?<br />

53


Şekil 2.9: Riley ve Riley’in Kitle İletişim Modeli<br />

Model incelendiğinde kaynak ile alıcı arasında karşılıklı bir mesaj alışverişi görülür. Dolayısıyla bu<br />

model, ilk iletişim araştırmalarının düz, doğrusal ve tek yönlü bir iletişim algılayışından farklıdır. Kaynak<br />

ile alıcı arasında basit bir mesaj alışverinden daha çok bir etkileşim söz konusudur. Bu etkileşim süreci<br />

ise bireylerin toplumsal bağlamlarından yalıtılmış ve onların bireysel yaşantıları üzerine kurulu bir<br />

paylaşım değil, her iki tarafında içinde bulunduğu toplumsal bağları dikkate alan bir yaklaşımdır.<br />

Doğrudan bir mesaj alışverişi değil içinde bulundukları referans gruplarının etkisinde ve bireylerin<br />

toplumdaki rollerinden süzülerek gerçekleşen bir iletişim edimidir. Gruplar önemlidir; bireyler medya<br />

mesajlarını gruplara taşırlar ve grup içerisinde değerlendirmeler sonucunda medya mesajları yorumlanır.<br />

İrfan Erdoğan ve Korkmaz Alemdar (2002), Öteki Kuram Kitle İletişimine<br />

Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi, Ankara: Erk Yayınevi.<br />

Sonuç olarak yüz yıllık iletişim araştırmaları tarihine bakıldığında temeli atan iletişim çalışmalarının<br />

dönemin iletişim araçlarından belli bir korkuya sahip olduğu görülür. Çünkü medya aracılığıyla insanları<br />

rahatlıkla manipüle ettiği (yönlendirdiği) düşüncesi hâkimdir. Bu nedenle de medyanın insanları etkileme<br />

kapasitesinin yüksek olduğu öne sürülür. Psikoloji ve sosyal psikoloji disiplinleri içerisinden yapılan ilk<br />

araştırmalar, Sihirli Mermi ya da Gümüş İğne kuramları medya mesajlarını birer uyaran olarak görürken<br />

insanların tepki olarak tutum ve davranış değişikliği göstereceğini belirtir. Şiddet içerikli sessiz sinemanın<br />

çocukları şiddet yatkını yapacağı ön kabulüyle çalışmalar yapılır. Çünkü medyanın kısa vadede, doğrudan<br />

ve istendik şekilde etkileyebileceği düşüncesi egemendir. Medyaya böylesi karamsar bakışın nedeni de<br />

19. yüzyılın kitle hareketleri sonucunda ulaşılan kitle toplumudur.<br />

1940’lı yıllardan 1960’lara uzanan zaman diliminde yani iletişim araştırmalarının ikinci döneminde<br />

medyanın öne sürüldüğü gibi çok güçlü bir etkileme potansiyeline sahip araçlar olduğu görüşünden<br />

uzaklaşılır. Çünkü laboratuvarda ve sahada yapılan bilimsel araştırmalar bu görüşleri desteklemez. Kitle<br />

iletişim araçlarının kültürel tüketicileri, edilgen izleyiciler olarak değil medyadan aldıkları mesajlar içinde<br />

bulundukları toplumsal gruplar, yerleşim alanı ve kültürel iklim gibi farklı toplumsallıklar bağlamında<br />

yorumlayan topluluklardır. Kitle iletişim araçları ise “sınırlı ya da zayıf etkilere” sahiptir. Dolayısıyla bu<br />

dönemin kuramları, süreç açısından ilk dönemin takipçisi gibi görünse de etki meselesine yaklaşımı,<br />

tanımlaması ile araştırma tasarlama ve verileri yorumlama bakımından farklı bir dönemdir.<br />

İletişim sürecini analiz etmeye çalışan modeller ise tek yönlü ve çizgiseldir. Başarılı ve olumlu bir<br />

iletişim için kafa yoran matematikçiler Shannon ve Weaver çizgisel modellerine gürültü öğesini dâhil<br />

ederek mesajın nasıl mükemmel taşınacağına kafa yorarlar. Lasswell’in çizgisel modeli de Shannon ve<br />

Weaver’la benzerliklere sahiptir; ancak teknik değil bireyler arası ve kitle iletişimini analiz amacı taşır.<br />

Kaynaktan hedefe uzanan her iletişim eyleminde “etki”nin kaçınılmaz olduğunu söyler. Schramm ise<br />

modelinde başarılı bir iletişimin kaynak ile alıcı arasındaki benzerlikle kurulabileceğini öne sürer.<br />

Dolayısıyla toplumdaki gruplar iletişim sürecinde önemli dinamikler olarak görülür. Riley ve Riley<br />

Modeli’nde ise sosyoloji disiplininin çerçeveyi çizer. Hem kaynak hem de alıcı mesajı kodlayan olduğu<br />

kadar yorumlayandır da. Tüm bu kodlama ve kod açma işlemlerinde etkili olan ise insanların içinde<br />

yaşadıkları gruplardır.<br />

54


Özet<br />

İletişim araştırmaları yaklaşık yüzyıllık bir tarihe<br />

sahiptir. İletişimin, bilimsel alanın gündemine<br />

girdiği yıllar dünya tarihi açısından da önemli ve<br />

geniş kitleleri ilgilendiren önemli olayların<br />

yaşandığı yıllardır. Bunların bir kısmı kitle<br />

iletişim araçlarıyla ilgilidir; gazete, radyo ve<br />

sessiz sinemanın yaygın üretim, dağıtım ve<br />

tüketimine geçilmiştir. Diğer kısmı ise askeri ve<br />

siyasi olaylardır: Sanayileşme ve Fransız<br />

devriminin ardından ulaşılan yeni toplum<br />

yapıları, büyük göçler ve Dünya savaşları ve<br />

ayrıca Rusya, Almanya, İtalya gibi Avrupa<br />

ülkelerinde görülen totaliter rejimler. Siyasal<br />

iktidarlar tarafından halkı ikna ve motive etmede<br />

özellikle radyo, gazete, afiş ve ilanların<br />

kullanılması ve bu araçlarla propagandaya<br />

başvurulması bu döneme rastlar.<br />

Uyaran-tepki olarak da adlandırılan ilk dönemin<br />

iletişim araştırmaları, sistemli bir kurama<br />

dönüşmemekle birlikte medyayı geniş halk<br />

topluluklarını etkileme, onların zihinlerini<br />

yönlendirme ve istendik yönde davranışlar<br />

sergilemede çok güçlü araçlar olduğunu öne<br />

sürer. Bu nedenle de modelleri düz, çizgisel ve<br />

tek yönlüdür. İzleyiciler, “kitle toplumu” olarak<br />

tanımlandığından medya karşısında savunmasız,<br />

eleştirel bakışı olmayan edilgen kişiler olarak<br />

kabul edilir. Bu nedenle, ilk dönemin çalışmaları<br />

“güçlü etkiler dönemi” olarak da adlandırılır.<br />

1940’lı yıllara kadar yapılan iletişim<br />

çalışmalarında medyaya sınırsız bir güç atfedilir.<br />

Propaganda ve ikna iletişim araştırmalarında<br />

başlangıcından itibaren önemli bir yere sahiptir.<br />

Propaganda, insan davranışlarını belirli bir fikir<br />

etrafında güdüleme (motive etme) ve<br />

yönlendirme olarak tanımlanır. Buradaki<br />

yönlendirme, belli çıkarları olan bir tarafın<br />

başkalarının kanılarını ve davranışlarını etkileme<br />

amacıyla planlanlı şekilde yapılan ikna teknik ve<br />

stratejilerinin kullanıldığı kampanyalardır.<br />

Propaganda çalışmalarında kendi tarafı<br />

olumlanırken karşı taraf olumsuzlanır.<br />

II. Dünya Savaşı sonrasında yapılan iletişim<br />

araştırmaları ilk dönemden bir kopuşu gerçekleştirir.<br />

Anket çalışmaları ve askerlerle laboratuvar<br />

ortamında yapılan çalışmalar, gelişen<br />

istatistiksel yöntemlerle çözümlenir ve bulgular<br />

“güçlü etkiler” varsayımını desteklemez. Lazarsfeld<br />

ve Hovland’ın çalışmaları, medyanın insanların<br />

tutumlarını değiştirmede ve ikna etmede<br />

sanıldığı kadar güçlü olmadığını ortaya koyar.<br />

İkinci dönemin çalışmaları da medyanın önemli<br />

bir araç olduğunu ancak düşünüldüğü gibi sınırsız<br />

etkilere sahip olmadığını; bireysel ve toplumsal<br />

değişkenler bağlı olarak sınırlı ya da zayıf<br />

etkilere sahip olduğunu öne sürer.<br />

1950’li yıllarda insanların içinde bulundukları<br />

gruplar ve medya tüketim ilişkisini ele alan<br />

kuramlar geliştirilir. İki Aşamalı Akış kuramı,<br />

grup liderine yani kanaat önderinin rolüne dikkat<br />

çeker. Riley ve Riley ise bireylerin medya<br />

mesajlarını gruplara taşıdığını ve grup içerisinde<br />

değerlendirmeler sonucunda medya mesajlarının<br />

anlamlandırıldığını belirtir.<br />

İkna, iletişim çalışmalarınıın başlangıcından<br />

itibaren önemli bir yere sahip olmuştur. İkna,<br />

toplumsal etkileme biçimidir. Sosyal<br />

kampanyalarda olduğu gibi her zaman akılcı ve<br />

insanların yararına olmayabilir. Sembolik yollarla<br />

insanları yeni bir eyleme yöneltme, bir fikri ya da<br />

ürünü benimsetmede klavuzluk etmedir.<br />

İnsanlarda davranış ya da tutum değişikliği<br />

gerçekleştirme amacı taşır. Politik liderlerden<br />

dinle ilgili konulara kadar ikna teknikleri<br />

kullanılır ve kitleleri ikna etme her zaman liderler<br />

tarafından arzu edilir. İknada iletişim araçları<br />

önemli bir yere sahiptir ve yüz yüze iletişim<br />

olanaklarının sınırlı olduğu günümüzde<br />

kampanyalar iletişim araçlarıyla yapılmaktadır.<br />

55


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Kitle iletişimi ilk kez hangi yüzyılda ve hangi<br />

ülkede bilimsel çalışma konusu olmuştur?<br />

a. 20. yüzyılda Fransa’da<br />

b. 20. yüzyıl başlarında İngiltere’de<br />

c. 20. yüzyıl başlarında Amerika’da<br />

d. 19. yüzyılda Rusya’da<br />

e. 20. yüzyıl sonlarında Amerika’da<br />

2. Kitle iletişim araçları 1920-1960 yılları arasında<br />

aşağıdaki amaçlardan hangisi için<br />

kullanılmamıştır?<br />

a. Kitleleri ikna etmek<br />

b. Savaşta motivasyon sağlamak<br />

c. Bir ideolojiyi yaymak<br />

d. Ticaret yapmak<br />

e. Ortak algı oluşturmak<br />

3. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1930’lu yıllar<br />

da sessiz sinemaların araştırma konusu edilmesinin<br />

nedeni aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Çocukları şiddeti özendirmesi<br />

b. Sinemanın yaygınlaşması<br />

c. Radyoya rakip olması<br />

d. Gazetelere rakip olması<br />

e. Tesadüf olması<br />

4. Medya mesajları karşısında halkı pasif kabul<br />

eden ve halkın tutum ve davranışlarını<br />

değiştirebileceğini öne süren model<br />

aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Propaganda modeli<br />

b. Etki modeli<br />

c. İki aşamalı kuramı<br />

d. Aktifleme kuramı<br />

e. Uyaran-Tepki modeli<br />

5. Bireylerin çevresindeki herhangi bir nesne,<br />

toplumsal konu ya da olaya yönelik deneyim,<br />

bilgi, duygu ve güdülerine dayanarak örgütlediği<br />

zihinsel, duyusal ve davranışsal bir tepkinin ön<br />

eğilimine ne ad verilir?<br />

a. Tutum<br />

b. Algı<br />

c. İçgüdü<br />

d. Davranış<br />

e. Tepki<br />

6. Aşağıdakilerden hangisi bir propaganda tekniği<br />

değildir?<br />

a. Ad koyma<br />

b. Gösterişli genelleme<br />

c. Transfer<br />

d. Tanıklık<br />

e. Sessiz sinema<br />

7. Aşağıdakilerden hangisi modeline gürültü öğesini<br />

dahil etmiştir?<br />

a. H. Lasswell<br />

b. P. Lazarsfeld<br />

c. Shannon ve Weaver<br />

d. Riley ve Riley<br />

e. C. Hovland<br />

8. Lasswell’e göre aşağıdakilerden hangisi iletişim<br />

zincirinin işlevlerinden biri değildir?<br />

a. Çevreye egemen olmak<br />

b. Toplumsal tarihi bir nesilden nesle aktarmak<br />

c. Kitle iletişim araçlarıyla halkla iletişim<br />

kurmak<br />

d. Meslekler arasında dayanışmayı geliştirmek<br />

e. Farklı eğilimlere destek vermek<br />

9. Aşağıdakilerden hangisi iletişim araştırmalarına<br />

sosyolojik bir bakış getirmiştir?<br />

a. Harold Lasswell<br />

b. Riley ve Riley<br />

c. Shannon ve Weaver<br />

d. Paul Lazarfeld<br />

e. Carl Hovland<br />

10. Kendi dışımızdaki insanları çekici bir öğe ile<br />

etkilemeye ne ad verilir?<br />

a. Propaganda<br />

b. İkna<br />

c. Kamuoyu<br />

d. Seçim<br />

e. Kanaat önderliği<br />

56


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. c Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. d Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları<br />

nın Gündeme Geliş Koşulları” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

3. a Yanıtınız yanlış ise “Sessiz Sinema ve<br />

Çocuklar Üzerine Etkisi” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

4. e Yanıtınız yanlış ise “Uyaran-Tepki Modeli”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

5. a Yanıtınız yanlış ise “Uyaran-Tepki Modeli”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

6. e Yanıtınız yanlış ise “Propaganda Kavramı ve<br />

Propaganda Çalışmaları” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

7. c Yanıtınız yanlış ise “İkinci Dünya Savaşı<br />

Sonrası” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

8. d Yanıtınız yanlış ise “Propaganda Kavramı ve<br />

Propaganda Çalışmaları” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

9. b Yanıtınız yanlış ise “İletişim Çalışmalarına<br />

Sosyolojik Bakmak” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

10. b Yanıtınız yanlış ise “İkna Kavramı ve İkna<br />

Çalışmaları” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

57<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

Kitle toplumu, kapitalizmle ulaşılan bir toplum<br />

yapısıdır. Sanayileşme, modernleşme ve<br />

kentleşme süreçlerinin bir sonucudur. Kitle<br />

toplumu geniş ölçekli sanayileşmeyi,<br />

işbölümünde gelişkin uzmanlaşmayı ve<br />

bürokrasiyi ifade eder. Toprağa bağımlı yaşam<br />

tarzlarından ziyade kent nüfusunun hızlı artışını<br />

ve kent kültürünü anlatır. Bu süreçler sonucunda<br />

bireylerin birbirlerinden yalıtılmış; ancak yaşam<br />

tarzı itibariyle birbirlerine benzer insanların<br />

oluşturduğu bir toplumdur. Kitle toplumunda yüz<br />

yüze iletişim olanakları sınırlıdır ve iletişim<br />

önemi oranda iletişim araçları aracılığıyla<br />

gerçekleştirilir. 20. yüzyılda yeni fikirlerin,<br />

imgelerin ve tüketim kalıplarının kendini<br />

göstermesiyle birlikte yerel ve bölgesel olan pek<br />

çok inanç, değer ve günlük yaşam alışkanlıkları<br />

değişiklik gösterir. Kitle toplumunda kitle<br />

iletişim araçları, insanların gündelik yaşamında<br />

vazgeçilmez araçlar olarak yerini alır. İletişim<br />

araçları, kitle toplumunu ortaya çıkaran<br />

sanayileşme, modernleşme ve kentleşme<br />

oluşumlarının bir sonucudur. Ancak kitle<br />

toplumunun işleyişi de kitle iletişim araçlarının<br />

varlığına bağlıdır.<br />

Sıra Sizde 2<br />

İlk dönemin iletİşim araştırmaları düz, çizgisel ve<br />

tek yönlü bir bilgi, haber ve enformasyon akışını<br />

anlatan modellere dayanır. Araştırmaların temel<br />

amacı kitle iletişim araçlarının insanları nasıl<br />

etkilediğinin açığa çıkarılmasıdır. İlk iletişim<br />

araştırmaları, medya mesajlarının insanların<br />

tutumlarını istendik yönde etkileme ve<br />

yönlendirmede hayli güçlü etkilere sahip olduğu<br />

şeklinde abartılı bir ön kabule sahiptir. Bu<br />

yaklaşım medyanın etki gücünden de bir korku<br />

duyulması ya da tedirgin olunması gerektiğine de<br />

işaret eder ve bu nedenle de ilk dönem güçlü<br />

etkiler olarak da adlandırılır.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Son yıllarda sağlıklı yaşamı özendirmek için kitle<br />

iletişim araçlarından sıklıkla sigarayı bırakma<br />

kampanyaları yayınlanmaktadır. Bu<br />

kampanyalarda geçmiş yıllarda çok sigara içmiş<br />

ve kalp ve ciğer hastalığına sahip ortalama<br />

insanlar kullanılmaktadır. Bu hastalar sigara<br />

kaynaklı yaşadıkları sağlık sorunlarını anlatmakta<br />

ve sigara içmenin insan sağlığı için zararlarını<br />

telkin etmektedir. Buradaki teknik “halktan


iri”dir. Burada uygulanan teknik seçkin birisinin<br />

halka yaklaştırılması değildir. İkna gücünün<br />

artırılması için zaten halktan birisinin sesi ve<br />

sözü aracılığıyla korku faktörü kullanılmaktadır.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Örneğin UNICEF tüm dünyada olduğu gibi<br />

ülkemizde de çocukların durumlarını iyileştirmek<br />

için çalışmalar yapmaktadır. Çocukların<br />

sorunlarına dikkat çekmek ve farkındalık<br />

yaratmak için de sıklıkla kampanyalar<br />

düzenlemektedir. Kampanya sürecinde ve diğer<br />

zamanlarda mesajlarını vermek için ilgili ülkenin<br />

sevilen ve itibarlı ünlülerini “İyi Niyet Elçisi”<br />

olarak kabul eder. “Türk Sineması’nın Sultanı”<br />

lakaplı Türkan Şoray, Türkiye’de uzun yıllar<br />

sevilen bir sinema sanatçısıdır. Halk nezdinde<br />

saygınlığı, popüler bir yüz olması ve uzun yıllar<br />

sinemaya emek veren bir sanatçı olması<br />

nedeniyle UNICEF’in “İyi Niyet Elçisi” olarak<br />

seçilmiştir. Kız çocuklarının okullaşma oranını<br />

artırma kampanyalarında anne-babalara<br />

UNICEF’in kampanya mesajını iletmiştir. Annebabaların<br />

kız çocuklarını okula göndermeye ikna<br />

etmek için Türkan Şoray gibi hayran kitlesi geniş<br />

bir sanatçıdan güvenilir kaynak olarak destek<br />

alınmıştır.<br />

Yararlanılan Kaynaklar<br />

Baran, S. J. ve Davis, D.K. (2003). Mass<br />

Communication Theory. 3. Baskı. Toranto:<br />

Thomson Wodswoth.<br />

Bektaş, A. (2000). Kamuoyu, İletişim ve<br />

Demokrasi. İstanbul: Bağlam.<br />

David C. ve Heyer, P. (2011). İletişim Tarihi<br />

Teknoloji Kültür Toplum. 2. Baskı. Çev: B.<br />

Ersöz. Ankara: Siyasal Kitabevi.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki Kuram<br />

Kitle İletişim Yaklaşımların Tarihsel ve<br />

Eleştirel Bir Değerlendirmesi. Ankara: Erk.<br />

Dan, L. (2010). Medya Çalışmaları Teoriler ve<br />

Yaklaşımlar. İstanbul: Kalkedon.<br />

Dan, L. (2007). Key Themes in Media Media<br />

Theory. London: Open University Press.<br />

İnceoğlu, M. (2011). Tutum Algı İletişim. 6.<br />

Baskı. Ankara: Siyasal Kitabevi.<br />

Lowery, S. A. ve DeFleur, M. L. (1995).<br />

Milestones in Mass Communication Research<br />

Media Effects. 3. Baskı. New York: Longman<br />

Maigret, E. (2011). Medya ve İletişim<br />

Sosyolojisi. Çev: H. Yücel. İstanbul: İletişim.<br />

Mutlu, E. (1995). İletişim Sözlüğü. 2. Baskı.<br />

Ankara: Ark.<br />

Severin, W.J. ve Tankard, J. (1994). İletişim<br />

Kuramları Kökenleri, Yöntemleri ve Kitle<br />

İletişim Araçlarında Kullanımları. Çev: A.A.<br />

Bir ve N. S. Sever. Eskişehir: Anadolu<br />

Üniversitesi.<br />

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2006). İletişim<br />

Araştırma ve Kuramları. İstanbul: Beta<br />

Tüfekçioğlu, H. (1997). İletişim Sosyolojisine<br />

Başlangıç. Der Yayınları.<br />

58


3<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

Kamuoyunun oluşumunu tanımlayabilecek,<br />

Suskunluk sarmalı kuramını açıklayabilecek,<br />

Gündem belirleme kuramını tanımlayabilecek,<br />

Yetiştirme kuramını açıklayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Kamuoyu<br />

Suskunluk Sarmalı Kuramı<br />

Gündem Belirleme Kuramı<br />

Önceleme ve Çerçeveleme<br />

Kültürel Göstergeler Projesi<br />

Yetiştirme Kuramı<br />

İkinci Aşama Gündem Belirleme<br />

İçindekiler<br />

Giriş<br />

Kamuoyu Oluşturma<br />

Suskunluk Sarmalı Kuramı<br />

Gündem Belirleme Kuramı<br />

Önceleme ve Çerçeveleme<br />

İkinci Düzey Gündem Belirleme<br />

Yetiştirme Kuramı<br />

60


GİRİŞ<br />

Denis Mc Quail iletişim araştırmalarını üç ayrı dönem halinde sınıflandırır: Birinci dönem 19. yüzyıl<br />

sonları-1930’lar arasını, ikinci dönem 1940-60 arasını ve üçüncü dönem de 1960’lar sonrasını kapsar.<br />

1940’a kadarki ilk dönem iletişim araştırmalarında medyanın oldukça etkili bir şekilde insanları<br />

yönlendirme gücünün varlığına inanılmıştır. Bu dönemdeki anlayışa göre medya; insanların düşünce,<br />

inanç ve yaşam biçimlerini değiştirmekte, davranış ve tutumlarını etkilemektedir. Bunun nedenleri<br />

arasında; iletişim teknolojisindeki gelişmeler, şehirleşme ve endüstrileşmenin etkisi, atomize olmuş insan<br />

ve Birinci Dünya Savaşı’nda medyanın insanların beynini yıkadığına ve İkinci Dünya Savaşı öncesi<br />

faşizmin yükselişini sağlamasına olan inanç yer almaktadır. Bu doğrultuda da medyanın kamuoyuna<br />

yönelik sözcük mermileri fırlattığı ya da sihirli bir iğne yaptığı ve bunların da oldukça güçlü bir şekilde<br />

etkide bulunduğu savunulmuştur. “Sihirli mermi/hipodermik iğne” kuramları bu dönemde medyanın<br />

etkilerini açıklayan ilk çalışmalar olarak tarihteki yerini almıştır.<br />

1940’lardan başlayarak 1960’ların başına kadar olan dönemde medyanın etkilerine yönelik farklı<br />

bakış açıları geliştirilerek tutumların oluşumu ve değişimine odaklanılmıştır. İki aşamalı akış ve birincil<br />

grup etkisi gibi çalışmalar, medyanın etkilerinin hiç de sanıldığı gibi olmadığını, medyanın sınırlı etkilere<br />

sahip olduğunu ortaya koymuştur. Hâlâ da değerliliğini sürdüren bu yöndeki çalışmalarla birlikte seçici<br />

izleyici davranışına yönelik saha araştırmaları, “yararlar ve doyumlar” yaklaşımının çalışmalarınca<br />

desteklenmiştir. Joseph T. Klapper, bu dönem araştırmalarını “sınırlı etkiler” kavramıyla tanımlamıştır.<br />

1960’lardan sonra ise “sınırlı etkiler” anlayışına karşılık ortaya konulan araştırmalarda medyanın kimi<br />

düzeylerdeki etkilerine dönük anlamlı sonuçlar alınmıştır. Bu bağlamda gündem belirleme ve suskunluk<br />

sarmalı gibi kuramlar geliştirilerek “güçlü etkilere dönüş” anlamında etki araştırmaları etkisini<br />

göstermeye başlamıştır. Halen de bu yöndeki çalışmalar, sınırlı etkilere yönelik araştırmalarla birlikte<br />

devam etmektedir.<br />

Bu ünitede söz konusu süreç içerisinde önemli bir yere sahip olan suskunluk sarmalı, gündem<br />

belirleme ve yetiştirme kuramları üzerinde açıklamalarda bulunulacaktır. Ancak bu kuramların ortak<br />

noktasında yer alan kamuoyu kavramını öncelikle tanımlamak, kuramların anlaşılmasını<br />

kolaylaştıracaktır.<br />

KAMUOYU OLUŞTURMA<br />

Medyanın Etkilerine<br />

Yönelik Yaklaşımlar<br />

Üzerinde pek çok araştırma yapılmasına ve pek çok yerde sözü geçmesine karşın, kamuoyu kavramının<br />

anlamı konusunda ortak bir uzlaşı mevcut değildir. Bunun temel nedeni farklı bilim alanlarından düşünür<br />

ve araştırmacıların kavrama kendi bakış açılarından yaklaşmalarıdır.<br />

Kamuoyu kavramı Latince’deki “publicus” ve “opinion” sözcüklerinden türetilerek Batı dillerine<br />

girmiştir. Kavram, Fransızca’da “opinion publique”, İngilizce’de “puclic opinion” ve Almanca’da<br />

“offentliche meinung” şeklinde kullanılmaktadır. Dilimize Batı dillerinden geçen kavrama karşılık olarak<br />

ilk zamanlarda “efkâr-ı umumiye, umumi efkârı, amme efkârı, halk efkârı, kamu efkârı“ gibi ifadeler<br />

kulanılmıştır. Günümüzde ise kavram, kamu ve oy sözcüklerinin birleştirilmesiyle kamuoyu şeklinde<br />

kullanılmaktadır. Kamu sözcüğü şu anlama sahiptir: “Topluluk oluşturucu ortak çıkarlar çevresinde<br />

oluşan ve üyeleri bu ortak çıkarlar konusunda karar birliğine ulaşmak için etkileşimde bulunan toplumsal<br />

kesim.” Oy sözcüğünün anlamı da şu şekildedir: “Bir toplantıya katılanların, bir sorunla ilgili birkaç<br />

seçenekten birini tercih etmesi, rey.” Bu doğrultuda kamuoyu ise şu anlama gelmektedir: “Bir konuyla<br />

ilgili halkın genel düşüncesi, halkoyu.”<br />

61


Kavramın tarihçesine bakıldığında ise 18. yüzyıla uzanmak mümkündür. Kavramın ilk kez, 1741’de<br />

halkın düşüncesi, kamunun düşüncesi şeklinde İngilizler tarafından kullanıldığı belirtilmektedir.<br />

Fransızlar da kavramı 1744’te Rousseau’yla birlikte kullanmaya başlamışlardır. Ancak başka kaynaklarda<br />

kamuoyu kavramından, Montaigne tarafından 1588’de Fransızca olarak “I’opinion publique” şeklinde söz<br />

edildiği de yazılmaktadır. Bu anlamda, kavramı ilk kullanan düşünürün Montaigne olduğu kabul<br />

edilebilir (Atabek ve Dağtaş, 1998).<br />

18 ve 19. yüzyıllarda bazı ülkelerde şehirleşme, endüstrileşme, demoktarikleşme, medyanın<br />

yaygınlaşması ve okur yazarlık oranında görece bir artış yaşanmıştır. Bu da kamuoyu olgusunu<br />

beraberinde getirmiştir. Ancak kavram 20. yüzyılda sosyal bilimcilerin ilgisiyle birlikte, yoğun olarak ve<br />

bugünkü anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bazı bilim adamları kamuoyunun ölçüm tekniklerini<br />

incelemiş, geliştirmiş ve yaygınlaştırmıştır. Bazıları da kamuoyunun oluştuğu sosyal, siyasal ve<br />

psikolojik süreçleri incelemişlerdir.<br />

20. yüzyılda kamuoyu konusundaki çalışmalar üç temel yönde gelişmiştir (Atabek ve Dağtaş, 1998).<br />

Bunlar (1) Lowell’in etkili çoğunluk kuramı, (2) Lasswell’in siyaset biliminde psikolojiyi esas tutan<br />

iktidar kuramı, (3) Albig’in öncülüğünü yaptığı grup kavramı üzerine dayanan sosyolojik kuramdır.<br />

Lawrence A. Lowell’e göre belli bir konuda belirli bir kamuoyundan söz edilebilir. Ancak bunun bir<br />

koşulu vardır. Hem çoğunluğun hem de azınlığın kanaatlerinin açıklanması gerekir. Herkesi içeren<br />

kamuoyu olamaz. Dolayısıyla bir görüş kamuoyu olarak kabul edilebilir ama bu görüşün yurttaşların<br />

büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmesi zorunludur. Elbette, kamuoyundan söz edilebilmesi için<br />

azınlıkta kalanların baskı altında kalmadan, çoğunluğun görüşlerini paylaşmaları gerekmektedir. Ayrıca,<br />

kamuoyunun demokratik bir rejimde herkese açık olması gerekmektedir.<br />

Harold D. Lasswell’e göre ise siyasal güç ile bireylerin değer yargıları arasında bir ilişki<br />

bulunmaktadır. Lasswell, kamuoyu ile kamuoyunu oluşturan bireylerin kişisel kanaatleri arasında yakın<br />

bir ilişki görmüştür. Buna bağlı olarak, kamuoyunu yaratan düşüncelerin temellerini kişilerin<br />

psikolojilerinde aramaktadır. Siyasal iktidar, azınlık olan seçkinlerin elindedir. Bu seçkinler toplum<br />

üzerinde etkili olmayı denemektedirler. Bu nedenle kamuoyunu aktif ve pasif olarak iki başlıkta toplamak<br />

yararlı olacaktır. Düşünüre göre kamuoyu, üç toplumsal işleve sahiptir. Kamuoyu; kanaatlerin uyumuna,<br />

kanaatlerin gevşemesine ve kanaatlerin şiddet yoluna dökülmesine neden olabilir.<br />

Albig ise kamuoyunu sosyolojik açıdan açıklamıştır. Ona göre kamuoyu, bir grubun bireylerinin<br />

tartışmalı bir konuda birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileşimleri sonucu ortaya çıkan kanaatlerdir. Söz<br />

konusu grup içinde egemen bir kanaat bulunabilir. Ancak, farklı kanaatler de ortaya konulabilir.<br />

Günümüzde ise kamuoyunun ne olduğu ve nasıl öğrenilebileceği konusunda iki hâkim görüşün<br />

varlığından söz edilebilir. İlkine göre kamuoyu, bireysel düşüncelerin bir yığınıdır ya da kamuoyu<br />

araştırmacılarının ölçmeye çalıştığı şeydir. İkincisine göre ise çeşitli sorunlar hakkında kamuoyunun<br />

görüşü anket yöntemiyle tam olarak ortaya konulamaz. Bunun yerine birey kanaatlerinin biçimlendiği ve<br />

açıklandığı kolektif süreçlerin incelenmesi gereklidir. Çünkü kamuoyu, karşılıklı etkileşimin ve iletişimin<br />

bir ürünüdür.<br />

20. yüzyıla kadar kamuoyuna yönelik araştırmalar Avrupa’daki bilim insanları tarafından<br />

gerçekleştirilmiştir. Ardından özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki<br />

araştırmalar ön plana çıkmıştır. Medyanın propaganda ile kitleleri yönlendirmedeki etkisinin fark<br />

edilmesi, farklı düşünce akımlarının bu dönemde gelişme şansı yakalaması gibi unsurlarla birlikte halkın<br />

sesi, halkın vicdanı gibi nitelemelere sahip olan kavram, daha farklı anlamlar da kazanmaya başlamıştır.<br />

“Kamuoyu oluşturma” kavramı ise daha çok iletişim ve siyaset bilimi alanlarında medyanın rolü<br />

sorgulanırken kullanılmaya başlamıştır. Kamuoyu oluşturma, bir konu hakkında oluşan düşüncelerden<br />

hareketle, iletişim yoluyla karar vermeye kadar uzanan sürece karşılık gelmektedir. Kamuoyu oluşturmak<br />

ya da yaratmak, bir düşünceyi yaygınlaştırmak ve halkın dikkatini o düşünce etrafında toplamak ve<br />

yoğunlaştırmak anlamlarına gelmektedir.<br />

Literatürde kamuoyunu oluşturan araçlar denildiğinde dolaylı olarak aile, eğitim, kültür, toplumsal<br />

kontrol mekanizmaları gibi kurumsal sosyolojik araçlar ve kanaat, motivasyon, algı, tutum gibi bireysel<br />

psikolojik araçlarla; doğrudan siyasal grup ve partiler, baskı grup ya da örgütleri gibi siyasal araçlar ve<br />

medyanın etkilerine işaret edilir (Anık, 1994).<br />

62


Şekil 3.1: Kamuoyu Oluşturan Araçlar<br />

Kaynak: Anık, 1994’den uyarlanmıştır.<br />

Medya aracılığıyla “kamuoyunun oluşturulması”, aslında özgür ve demokratik toplumlarda<br />

kanaatlerin yönlendirilmesine karşılık gelen eleştirilere konu olmuştur. Demokratik rejimlerde kamuoyu,<br />

serbestçe oluşmaktadır. Demokratik olmayan rejimlerde ise kamuoyu oluşturulmaktadır. Serbest bir<br />

kamuoyunda haber ve düşünceler özgürce yayılabilir ve tartışılabilir. Ancak bunun için, tüm temel hak ve<br />

özgürlüklerin sağlandığı bir hukuk düzenine gereksinim bulunmaktadır. Böyle bir ortamda, başta<br />

haberleşme ve ifade özgürlüklerinin de aynı hukuk düzeni içerisinde garantiye alınması gerekli<br />

görülmüştür. Bu doğrultuda sağlıklı kamuoyu oluşumunun üç koşulu şöyle sıralanmıştır: İlk koşul<br />

bireylerin doğru haber almalarıdır. Bu da özgür iletişim ortamına bağlıdır. Diğer ikisi ise aldıkları bilgileri<br />

duygularından uzak, akıllarıyla değerlendirmeleri ve çıkar sağlama umuduyla kamu işlerine yakın bir ilgi<br />

göstermeleridir.<br />

Medya etkilerine dönük araştırmalar arasında kamuoyu kavramına en çok vurguda bulunan<br />

yaklaşımlar gündem belirleme ve suskunluk sarmalı olarak gösterilebilir.<br />

Kamuoyunun sağlıklı oluşabilmesinin üç koşulu nelerdir?<br />

SUSKUNLUK SARMALI KURAMI<br />

Suskunluk sarmalı kuramı (spiral of silence), Alman sosyolog Elisabeth Noelle-Neumann tarafından<br />

geliştirilmiştir. Kuram özünde, insanların azınlıkta olduklarını hissettiklerinde neden düşüncelerini<br />

açıklamaktan çekindiklerini açıklamaktadır. Noelle-Neumann suskunluk sarmalı kuramını, medya ve<br />

kamuoyu ilişkisini tanımlamak için geliştirmiştir. 1974 yılında geliştirilen kuram, 1980’li yıllarda medya<br />

araştırmalarında güçlü etkilere dünüşün öncülüğünü yapan kuramlardan biri olmuştur.<br />

Noelle-Neumann’ın “kamuoyu araştırmalarınca saptanan bireysel fikirlerin toplamı, kamuoyu olarak<br />

bilinen korkunç bir siyasal güce nasıl dönüşüyor?” sorusuna yanıt ararken geliştirdiği kuram; güçlü<br />

etkilere dönüşü temsil etmesinin yanında, Amerika dışında geliştirilmesi ve liberal-çoğulcu gelenek içine<br />

dahil edilmesi açısından da önemlidir.<br />

Noelle-Neumann kuramın nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatır: “Hipotezi her şeyden önce 1960’ların<br />

sonu 1970’lerin başındaki öğrenci olaylarına borçluyum; belki özellikle bir kız öğrencime. Ona bir gün<br />

amfinin önünde rastladım. Yakasında Hristiyan Demokrat Parti’nin bir rozeti vardı. ‘Sizin Hristiyan<br />

Demokrat Partili olduğunuzu bilmiyordum’ dedim. ‘Değilim zaten’ dedi. ‘Rozeti, Hristiyan Demokratik<br />

Partili olmanın nasıl olduğunu merak ettiğim için taktım’ dedi. Öğleleyin yeniden karşılaştığımızda<br />

yakasında rozet yoktu. Nedenini sordum. ‘Rozeti çıkarmak zorunda kaldım; öyle korkunçtu ki’ dedi”.<br />

Noelle-Neumann, suskunluk sarmalı kuramının önermelerine tarihte bazı düşünürlerin de değindiğini<br />

belirtir: “Suskunluk sarmalı gibi bir süreç hipotez olarak karşımıza çıktığında, bu sürecin gerçekliğini,<br />

geçerliliğini kontrol etmek için önümüzde iki seçenek vardı. Eğer böyle bir süreç varsa ve kanaatlerin<br />

63


oluşmasında ya da yok olmasında rol oynuyorsa, bu durumun önceki yüzyıllarda da bir yazar tarafından<br />

fark edilmiş olması gerekir. Böyle bir sürecin, duyarlı gözlemciler olarak dünya ve insanlık tarihi üzerine<br />

yazan filozofların, tarihçilerin ve hukukçuların gözünden kaçmış olması düşünülemez. Be nedenle<br />

geçmişte arama tarama yapmak üzere yola çıktığımda, Alexis de Tocqueville’in 1856 yılında yayımlanan<br />

Fransız Devriminin Tarihi adlı eserinde, suskunluk sarmalı dinamiğinin tasvirine rastlamam benim için<br />

bir umut işareti oldu. Tocqueville 18. yüzyılın ortalarında Fransız kilisesinin çöküşünden ve dini<br />

küçümsemenin Fransızlar arasında nasıl yaygın bir tutku haline geldiğinden söz eder. Kilisenin<br />

suskunluğunu ya da dilsizleşmesini bu durumun önemli bir nedeni olarak görür: Eski dini inançlarına<br />

bağlı kalanlar, yalnızca kendilerinin böyle düşünmesinden ürktüler ve bir yanılgıya düşmekten çok<br />

toplum dışı kalmaktan korktukları için, durum hiç de öyle olmadığı halde çoğunluk gibi düşünüyormuş<br />

gibi yapmaya başladılar. Böylece, toplumun yalnızca bir kısmının görüşü, herkesin görüşüymüş gibi<br />

algılandı ve bu aldatıcı görüntüyü verenler için bile karşı konulamaz hale geldi”.<br />

Tocqueville’nin düşüncelerinin yanında, suskunluk sarmalı kuramının önermeleri, Jean-Jacques<br />

Rousseau, David Hume, John Locke, Martin Luther, Machieavelli ve Johannes Hus’un düşüncelerinde de<br />

yer almaktadır.<br />

Temel olarak suskunluk sarmalı kuramı şu görüşe dayanır: İnsanlar belli bir görüşü benimsemede<br />

yalnız olduklarını düşünüyorlarsa bunu açık olarak dile getirmekten kaçınırlar; ancak bu görüşlerinin<br />

paylaşıldığını ya da destek göreceğini düşünüyorlarsa çevrelerindeki diğer insanlarla bu görüşleri<br />

hakkında konuşurlar. Birey belli bir görüşün toplumda ne kadar geçerli olduğunu saptamada kitle iletişim<br />

araçlarını bir ölçüt olarak kullanabilir. Benimsediği görüş bu araçlarda yeteri düzeyde yer almıyor, dile<br />

getirilmiyorsa, bunun yeterince kabul gören bir görüş olmadığı sonucuna varır. İletişim araçlarının hemen<br />

hepsi az ya da çok tekelci bir şekilde aynı kanıları dile getirme eğiliminde olup insanları toplumdaki kanı<br />

iklimine ilişkin çoğu kez yanlış bir görüntüyle başbaşa bırakmaktadırlar. Buradan hareketle belli bir<br />

görüşe sahip birçok insan, toplumdan, bulunduğu çevreden dışlanma korkusuyla görüşünü<br />

savunamayacaktır. Suskun kalındıkça bu görüş olduğundan daha az yaygın ve geçerli sayılacak ve bu<br />

durum ise bir suskunluk sarmalının oluşmasına neden olacaktır. Genel-geçer görüşlerden farklı görüşleri<br />

olan insanlar giderek seslerini duyurmada daha az istekli olacak ve iletişim araçlarının görüşü giderek<br />

baskın ve doğru olarak algılanacaktır.<br />

Şekil 3.2: Suskunluk Sarmalı Modeli<br />

Kaynak: Severin ve Tankard, 1994: 445.<br />

Noelle-Neumann, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, eşi Erich Peter Neumann ile birlikte,<br />

Allensbash Instütüt für Demoskopie isimli bir kamuoyu araştırma enstitüsü kurmuştur. O dönemden<br />

başlayarak da Hristiyan Demokrat Parti adına birçok seçim araştırması gerçekleştirmiştir. Tanınması ise<br />

suskunluk sarmalı kuramını geliştirmesiyle olmuştur. 1974 yılında Journal of Communication isimli<br />

dergide “Suskunluk Sarmalı: Bir Kamuoyu Kuramı” isimli makalesi yayımlanmıştır.<br />

Noelle-Neumann, suskunluk sarmalı kuramına nasıl ulaştığını şu şekilde anlatmaktadır: “1965 yılının<br />

sonbaharında, Allensbach kamuoyu araştırma kurumunun başkanı olarak Almanya federal seçimleri<br />

64


üzerinde araştırmalar yapıyordum. Araştırmam sırasında süpriz bir bulgu elde ettim. Altı ay süresince iki<br />

büyük partinin oy desteği birbirine çok yakındı. Ancak seçimleri kimin kazanacağına ilişkin beklentilerde<br />

dramatik sayılabilecek bir değişim söz konusuydu. İlk anketler yapıldığında beklentiler hemen hemen eşit<br />

düzeydeydi. Ancak altı ay sonra eşdeyişle seçime iki ay kala Hristiyan Demokratların seçimleri<br />

kazanacağı yönündeki beklentilerde büyük artış oldu. Seçimlerin hemen öncesinde başa baş giden yarış<br />

çözüldü ve oy eğilimleri beklentiler yönünde değişti. Seçime iki hafta kala Hristiyan Demokratlar dört<br />

puan kazanırken, Sosyal Demokratlar beş puan geriledi. Seçimleri Hristiyan Demokratlar dokuz puan<br />

farkla kazandı.”<br />

Suskunluk sarmalı kuramında kamuoyu kavramına özel bir anlam yüklenmiştir. Kuram, toplumsal<br />

kolektiflik içinde uyumun, amaçlar ve değerler üzerinde elverişli bir katılım seviyesi tarafından<br />

sağlandığını varsayar. Bu katılım da kamuoyu olarak ifade edilir. Her bireyin üyesi olduğu kamuoyu,<br />

toplum içindeki bir ahlaki ve estetik yönelim olarak, kimsenin geri çekilemeyeceği kamu gözünden insan<br />

davranışlarının yönetilmesini sağlar.<br />

Araştırmacı, kamuoyu konusundaki yaklaşımları ise iki temel gruba ayırır: Ussallık ve toplumsal<br />

denetim. Ona göre kamuoyu toplumsal bir denetim aracıdır. Dışlanma tehditi ve korkusu, suskunluk<br />

sarmalının yaşamsal kavramlarındandır. Kamuoyu baskısına yalnızca hükümetler değil, toplumun bütün<br />

üyeleri uğrar. Bu kabuller uyarınca kavramı şu şekilde tanımlanır: “Kamuoyu, dışlanma riski<br />

tanımaksızın kamu önünde açıklanan kanaatler ya da dışlanmaktan kaçınmayı arzulayan birisinin<br />

açıklamak zorunda olduğu kanaatlerdir.”<br />

Kuram, yalnızca üyelerinin birbirlerini tanıdıkları grupların değil, toplumun da oydaşmadan<br />

(uzlaşmadan) sapan bireyleri tehdit ettiği varsayımına dayanır: Kişi, kendi görüşünün azınlıkta kaldığına<br />

inanırsa, dışlanma korkusuyla onu açıklamaktan çekinir. Çoğunluğun görüşünü oydaşma olarak kabul<br />

eder. Bu süreç içinde medya, temel bilgi kaynağı olarak aktif rol oynar. Medyanın önemli bir rol<br />

oynamasının nedeni ise insanların kamuoyunun dağılımı için baktıkları kaynak olmasıdır. Medya<br />

suskunluk sarmalını üç şekilde etkiler:<br />

• Medya hangi düşüncelerin toplumda baskın olduğuyla ilgili izlenimleri şekillendirir<br />

• Hangi düşüncelerin çoğalmakta olduğuyla ilgili izlenimleri şekillendirir<br />

• Hangi düşüncelerin bir kimse tarafından toplum önünde, soyutlanmadan söylenebileceğiyle ilgili<br />

izlenimleri şekillendirir.<br />

Baskın düşünce ortamının; eş deyişle toplumda egemen olan çoğunluğun görüşünün bireysel olarak<br />

nasıl algılandığını belirleyen iki önemli unsurdan biri medya, diğeri de kişiler arası iletişimdir. Noelle-<br />

Neumann bu durumu şöyle açıklar: “Düşünce ortamının belirlenmesi iki kaynaktan çıkar: Bireylerin<br />

kendi yaşam alanlarında anında gözlemde bulunması ve kitle iletişim araçlarının gözüyle dolaylı gözlemi.<br />

Eğer belirli bir görüş kitle iletişim araçlarını sürekli meşgul ediyorsa, bu durum, medyanın bakış açısının<br />

fazlasıyla onaylanması ile sonuçlanmaktadır.”<br />

Suskunluk sarmalı açısından “dışlanma tehdidi” önemli bir unsurdur. Noelle-Neumann bu düşünceyi,<br />

grup dinamikleri konusunda yapılan araştırmalardan elde etmiştir. Örneğin Cartwright ve Zander’e göre<br />

grup, grup normlarına aykırı davranan bireyleri önce ikna etmeye çalışır. İkinci aşamada, dışlamakla<br />

tehdit eder. Son aşamada ise gruptan dışlar. Sigara içme konusunda yapılan bir araştırma, dışlanma<br />

tehditinin varolduğunu ortaya koymuştur. Ancak suskunluk sarmalı yaklaşımına bir eleştiri olarak, aynı<br />

araştırmada tam beklenilen sonuçlara ulaşılamadığının da altı çizilmelidir. Çünkü sigara içmeyenlerin<br />

yanında sigara içme hakkını savunanlar, sözlü tehditten sonra, bu konuda konuşmaya istekli<br />

olmamışlardır. Deneysel araştırmalar da farklı sonuçlara ulaşılmıştır. Moscovici’ye göre grup içerisinde<br />

bir çatışma olduğunda, grup bu çatışmayı tartışmayla gidermeye çalışmaktadır. Tartışma sonunda<br />

oydaşma sağlanmakta ya da yeni oydaşma yaratılmaktadır. Dikkat edilirse uzlaşı, tehditle değil<br />

tartışmayla sağlanmaktadır (İrvan, 1997).<br />

Suskunluk sarmalı açısından önemli bir diğer kavram da “dışlanma korkusu”dur. Noelle-Neumann’a<br />

göre televizyon sesi ve görüntüyü birlikte verdiği için daha güçlü bir araçtır. Olaylara ve sorunlara ilişkin<br />

yayınlarında büyük oranda bir türdeşlik söz konusudur. İnsanlar dışlanma korkusu nedeniyle sürekli<br />

65


olarak düşünce iklimini gözlemlerler. Diğer insanların ne düşündüklerini anlamak için medyanın<br />

yayınlarını takip ederler. Böylece medya, insanların düşüncelerinin oluşmasında oldukça güçlü etkilere<br />

sahiptir.<br />

Suskunluk sarmalı kuramı açısından önemli iki kavram hangisidir?<br />

GÜNDEM BELİRLEME KURAMI<br />

Medyanın sınırlı etkilere sahip olduğu görüşünün hâkim olduğu dönemde geliştirilen gündem belirleme<br />

kuramı (agenda-setting theory), bu görüşe bir karşı çıkış anlamına gelmektedir. Kuram, medyanın<br />

etkilerinin en azından farkındalık yaratma anlamında bilişsel düzeyde geçerli olduğunu vurgulamaktadır.<br />

Gündem belirleme kuramının isim babaları Maxwell McCombs ve Donald Shaw, düşüncenin<br />

temellerinin ilk iletişim araştırmacılarından, siyaset bilimci Walter Lippmann’ın 1922’de yayımlanan<br />

Kamuoyu (Public Opinion) adlı eserine dayandırırlar. Lippmann bu çalışmasında iki kavram kullanmıştır:<br />

“Dışımızdaki dünya” ve “kafamızdaki resimler”.<br />

Eserde Lippmann şu olayı aktarır: Olay, Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında bir adada yaşanmıştır.<br />

1914’de bu adada çok az sayıda İngiliz, Fransız ve Alman yaşamaktadır. Adada telefon ve telgraf hatları<br />

bulunmamaktadır. Adanın dünya ile bağlantısını altı günde bir gelen buharlı posta gemisi sağlamaktadır.<br />

Dolayısıyla adanın gündemi, bu geminin getirdiği İngiliz gazetelerindeki haberler üzerinden<br />

belirlenmektedir. Eylül 1914’de ada halkı, bir konuda konuşmakta ve sonucunu merak etmektedir. Bu<br />

konu bir cinayeti içermektedir. Halk, Gaston Calmette’yi vuran Madame Caillaux’u konuşmaktadır. Ada<br />

halkı jürinin verdiği kararı öğrenmek için rıhtıma iner. Ancak posta gemisi o hafta gelmez. Gemi bir süre<br />

daha gelmez. En son gelen posta gemisinin üzerinden altı hafta geçer. Gemi geldiğinde ada halkı çok<br />

farklı bir gerçekle karşılaşır. Bu gerçek Almanya ile Fransa ve İngiltere’nin savaş halinde olmasıdır. Ada<br />

halkı ise savaştan haberdar olmadığı için dostça yaşamaktadır. Dolayısıyla Lippmann’a göre ada halkının<br />

zihnindeki dünya tahayyülü ile Avrupa’da yaşananlar arasında fark bulunmaktadır. Ona göre bu olaya<br />

baktığımızda çevremiz hakkında bildiklerimizin ne kadar dolaylı olduğunu görürüz. Yavaş ya da hızlı,<br />

bize gelen haberleri görürüz. Ama haber ne olursa olsun inanırız ve gerçekmiş gibi davranırız (Yaşin,<br />

2008).<br />

Lippmann, zihnimizde resmettiğimiz dünya tablosunun iki kaynaktan beslendiğini belirtir. Bunlardan<br />

ilki yaşam pratikleridir; eş deyişle kendi yaşadığımız ve deneyimlediğimiz olaylar. İkincisi ise kitle<br />

iletişim araçlarının bizlere aktardığı bilgilerdir. Lippmann şöyle kaydeder: “İçinde yaşadığımız çevre ile<br />

ilgili bildiklerimizin çoğunun bize doğrudan deneyimlerimizle değil de; dolaylı yollarla, örneğin kitle<br />

iletişim araçları aracılığıyla gelir ve bunlar yalnızca bir görüntüden ya da anlam haritasından ibarettir…<br />

Başımızdan geçmemiş bir olay hakkında sahip olabileceğimiz tek duygu, söz konusu olayın zihnimizdeki<br />

imajının yarattığı duygudur… Zihnimizdeki resimler bireysel olarak, doğrudan kişisel<br />

deneyimlerimizden, kitaplarda, dergilerde ve gazetelerde ne okuduğumuzdan, televizyon ve sinemada ne<br />

seyrettikse onlardan inşa edilir. Kitle iletişim araçları, kafamızdaki resimlerin inşasında baskın rol oynar<br />

(Aktaran: Yüksel, 2001)”<br />

Bu noktada Bernard Cohen’in 1963’de yayımlanan “The Press and Foreign Policy (Basın ve Dış<br />

Siyaset)” adlı eserindeki sözlerine atıfta bulunulabilir. Cohen “Basın, çoğu zaman insanlara ne<br />

düşüneceklerini söylemede başarılı olmayabilir, fakat okurlara ne hakkında düşüneceklerini söylemede<br />

fevkalade başarılıdır... Dünya farklı insanlara; kendilerine okudukları (gazete) sayfaların yazarları,<br />

editörleri ve yayıncıları tarafından çizilen haritaya bağlı olarak, farklı görülecektir” demiştir. Cohen bu<br />

sözüyle medyanın tutumlar yönünde değil belki ama farkındalık yaratma anlamında başarılı etkilere sahip<br />

olduğunu söylemeye çalışmıştır.<br />

Öncü Çalışmalar<br />

1968 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen Başkanlık seçimi sürecinde medya işlenen<br />

konuların önemlilik derecesi ile kamuoyundaki aynı konulara yönelik önemlilik derecesi arasındaki<br />

ilişkiyi sorgulayan McCombs ve Shaw, pozitif bir ilişkinin varlığını kanıtlamışlardır. 1972’de Journalism<br />

66


Quarterly adlı dergide yayımlanan araştırma şu şekilde özetlenebilir: Araştırma North Carolina’nın<br />

Chapel Hill şehrinde gerçekleştirilmiştir. Kararsız 100 seçmene “bugünlerde ülkeyi ilgilendirdiğini<br />

düşündüğünüz en önemli sorun sizce nedir?” diye sorulmuştur. Beş ana kampanya konusu (dış politika,<br />

yasa ve düzen, mali politika, halkın refahı ve sivil haklar) en çok belirtilen konular olarak kamu<br />

gündemini oluşturmuştur. Araştırma kapsamında medya içerikleri beş gazete, iki dergi ve iki televizyon<br />

kanalının akşam haberlerine uygulanan içerik analizi çalışmasıyla tanımlanmıştır. Haberleri televizyonda<br />

veriliş süresi ve öncelik sırasıyla, gazete ve dergilerde kapladığı alan ve bulunduğu sayfa gibi özelliklerle<br />

değerlendirerek bir önemlilik sıralaması oluşturan bilim insanları, seçim kampanyasıyla ilgili haberlerin<br />

büyük bir kısmının önemli siyasal konuları tartışmaya değil de, seçim kampanyasının kendini analiz<br />

etmeye yönelik olduğunu fark etmişlerdir. Seçime katılan üç aday ise bu konulara farklı oranda vurguda<br />

bulunmuştur. Daha sonra kamu ve medya gündemi karşılaştırıldığında bunlar arasında güçlü bir ilişki<br />

(+.976) olduğu görülmüştür. Seçim döneminde kamudaki en önemli konuya medyada da en çok ilginin<br />

gösterildiği belirlenmiştir. Bu doğrultuda, medyanın gündeminin kamu gündemini belirlediği sonucuna<br />

ulaşılmıştır. Bilim insanları, bu durumu, “medyanın gündem belirleme rolü” olarak tanımlamışlardır<br />

(Yüksel, 2001).<br />

Chapel Hill çalışmasının ardından bilim insanları, ilişkinin yönünü belirlemek üzere 1977’de bir<br />

başka araştırmayı ortaya koymuşlardır. Charlotte çalışmasında medya ve kamu gündemleri arasındaki<br />

ilişkide medyanın mı, yoksa kamu gündeminin mi öncü rolde olduğunu sorgulamışlardır. Başka bir<br />

deyişle medya gündemi mi kamu gündemini etkilemekte; kamu gündemi mi medya gündemini<br />

etkilemektedir sorusunu yanıt aramışlardır. Üç farklı zaman aralığında (haziran, ekim ve kasım aylarında)<br />

medya ve kamu gündemindeki konular ayrı ayrı ölçülmüş, sonra da hangi gündeminin diğerini takip ettiği<br />

sorgulanmıştır. Bulgular, medya gündeminin kamu gündemine öncülük ettiğini ortaya koymuştur. Bu<br />

durum da medyanın kamu gündemini belirlediği şeklinde yorumlanmıştır.<br />

McCombs ve Shaw, kitle iletişim araçlarının bir konuya verdiği önemle kamuoyunun aynı konuya<br />

verdikleri önem arasında bir paralellik olduğunu şekil 1’de yer alan modelle açıklamışlardır. Modele göre<br />

kitle iletişim araçlarının belirli bir konuya ayırdığı (dergi ve gazete için) yer ya da (televizyon ve radyo<br />

için) zaman miktarının ölçülmesi ile elde edilecek veriler, izleyenlerin (kamunun) aynı konuya gösterdiği<br />

ilgi miktarıyla ya da onların bu konunun önemliliğine ilişkin yargılarıyla yakından ilişkilidir. Medyada<br />

büyük yer tutan konular, kamu gündeminde de önemli konulardır.<br />

Gündem belirleme yaklaşımının temel hipotezi, medyanın insanların ne hakkında düşüneceklerini<br />

belirlediği düşüncesine dayanır. Buna göre medya, haberleri sunuş yoluyla kamuoyunun düşündüğü ve<br />

konuştuğu konuları, eş deyişle kamu gündemini belirlemektedir. Geleneksel gündem belirleme<br />

yaklaşımına göre medyanın belirli bir konuya ayırdığı (gazete ve dergi için) yer ya da (radyo ve<br />

televizyon için) zaman miktarının ölçülmesi ile elde edilecek veriler, izleyenlerin (kamuoyunun) aynı<br />

konuya gösterdiği ilgi miktarıyla ya da onların bu konunun önemliliğine ilişkin yargılarıyla yakından<br />

ilişkilidir. Medyada büyük yer tutan konular, kamu gündeminde de önemli konulardır. Başka bir deyişle<br />

gazetelerde manşete çıkarılan, televizyon kanallarında ilk haber olarak verilen konular bir süre sonra<br />

kamunun zihninde de “önemli konular” olarak yer etmektedir.<br />

Şekil 3.3: McCombs ve Shaw’ın Gündem Belirleme Modeli<br />

Kaynak: McQuail ve Windahl, 1994: 96.<br />

<br />

67


Gündem, zamanın belli bir noktasında önem sırasına dizilmiş olaylar<br />

ya da konulara yönelik sıralama anlamına gelir. Gündemde, her birine gündem maddesi<br />

adı verilen konuların bir sıralaması yapılır. Gündem belirleme süreci medya, kamu ve<br />

siyaset gündemleri ile süreci etkileyen diğer unsurları kapsar.<br />

Gündem Belirleme Süreci<br />

Gündem belirleme alanındaki çalışmaları sistematik bir şekilde bir araya getiren Rogers ve Dearing;<br />

medya gündeminin kamu gündemini belirlediğini, bu süreçten de bir şekilde siyasal gündemin<br />

etkilendiğini bir model çerçevesinde ortaya koymuştur. Buradaki siyasal gündem ya da siyaset gündemi<br />

siyaset adamlarının, hükümetlerin, meclislerin gündemi şeklinde tanımlanmıştır. Rogers ve Dearing,<br />

gündem belirleme süreci modellerinde ayrıca sürece etkide bulunan unsurları da tanımlamışlardır. Tüm<br />

süreci etkilediği belirtilen unsurlardan ilki kişisel deneyimler, elitler ve diğer bireyler arasındaki kişisel<br />

iletişim, ikincisi ise gündemdeki konulara ilişkin gerçek yaşam göstergeleri; eş deyişle olayların gerçek<br />

yaşam ortamındaki büyüklükleridir. Modelde ayrıca medya gündeminin belirleyicileri olarak da<br />

eşikbekçilerine; eş deyişle hangi haberlerin ya da konuların nasıl yayınlanacağına karar veren medya<br />

yöneticilerine de ayrı bir yer verilmektedir.<br />

Gündem belirleme süreci bir konunun medya gündeminde yer almasıyla başlar. Konuya medya<br />

gündeminde verilen önem derecesine bağlı olarak, kamu gündeminde de konunun önemine ilişkin algı<br />

şekillenir. Bir gazetenin ilk sayfasında işlenen konular, ilk sayfada da manşette ya da sür manşette işlenen<br />

konular en önemli konulardır. Radyo ve televizyon haber bültenlerinde ise ilk haber, en önemli haberdir.<br />

Bir konu medyada ne kadar sık yayımlanırsa, ne kadar çok haber yapılırsa o kadar önemli görülür. Kamu<br />

gündemini ölçmek için genellikle anket uygulanır. Tek soruluk bu ankette şu soru sorulur: “Bugün<br />

ülkenin karşı karşıya bulunduğu en önemli problem nedir?” Bu soruyla hangi konunun kaç kişi tarafından<br />

dile getirildiği noktasından hareketle kamu gündemindeki konuların önemlilik sıralaması elde edilir.<br />

Siyasal gündem ise daha karmaşık bir yapıdadır. Gündem belirleme sürecinde siyasal gündem, seçim<br />

gündemi, yasama gündemi ve yürütme olarak sisteme göre başkan veya hükümet gündemi gibi farklı<br />

siyasal süreçlerle ilgili konu önceliklerini içermektedir. Siyasal gündemin göstergesi olarak da pek çok<br />

araştırmada bir konu için hükümetlerin ayırdığı bütçe, o konuda açılan ofis, mecliste yapılan<br />

konuşmaların süresi gibi birbirinden farklı ölçütler değerlendirmeye alınmıştır. Siyaset bilimciler gündem<br />

belirlemeyi, hükümet, parlemento, siyasi parti gibi politik aktörlerin önceliklerini nasıl belirledikleri, nasıl<br />

bir konunun göz ardı edildiği veya dikkatin verildiği bir başlıkla ilgili duruş veya kararın nasıl alındığı ile<br />

açıklamışlardır. Siyasal gündem araştırmalarında şu varsayım da dikkati çeker: Medyada önemli bulunan<br />

konular, bir şekilde kamuoyu tarafından da önemli konular olarak algılanmaktadır. Kamuoyu, oy vererek<br />

yetki verdiği siyaset adamlarından önemli sorunları çözmesini beklemektedir. Seçmenlerine karşı hesap<br />

vermek durumundaki siyaset adamları en fazla bütçeyi, en fazla mesaiyi ve en fazla çalışmayı önemli<br />

konulara ayırmak durumundadır. Seçmenlerin her gün anket yapıp kamuoyunun hangi konuları önemli<br />

olarak tanımladığını araştırmak gibi bir seçenekleri çoğunlukla bulunmamaktadır. Bunun yerine medya<br />

her gün hangi konuların önemli olduğunu hem kamuoyuna hem de siyaset adamlarına duyurmaktadır.<br />

Medyanın bu rolü karşısında siyaset adamlarının da kayıtsız kalması beklenmemektedir. Medyada önemli<br />

bulunan konuları savunan siyasal adaylar, kamuoyunun da önemli gördüğü siyaset adamları olacak ve bu<br />

nedenle, yapılacak seçimlerde daha fazla oy alacaklardır. Bu durum da medyanın siyaset üzerindeki gücü<br />

şeklinde yorumlara karşılık gelmektedir. Ancak süreç her zaman bu kadar tek düze ve tek yönlü olarak<br />

işlememektedir. Araya giren başka unsurlar da süreci bir şekilde etkileyebilmektedir.<br />

<br />

68


Ne Kadar Zaman Alır?<br />

Şekil 3.4: Gündem Belirleme Sürecinin Başlıca Unsurları<br />

Kaynak: Rogers ve Dearing, 1987’den aktaran: Yüksel, 2001: 29.<br />

Bir konu ya da sorun medya gündeminde yer alır almaz kamu gündemini etkilemekte midir; yoksa bunun<br />

için belli bir zamanın geçmesi mi gereklidir? Bu süre ne kadardır? Bir hafta mı, altı hafta mı, yoksa bir ay<br />

mı? İşte bu sorular, medya gündeminin incelendiği ve kamuoyu araştırmasının yapıldığı zaman<br />

dilimlerini sorgulamaktadır.<br />

Gündem belirleme çalışmalarında incelenecek zaman dilimlerinin belirlenmesi, ölçümlerin nasıl<br />

yapıldığı kadar hayati bir önem taşımaktadır. Bir konunun medya gündeminden kamu gündemine<br />

geçmesinin ne kadar zaman aldığı ve hangi dönemler arasında yapılan araştırmaların daha sağlıklı<br />

sonuçlar verdiği soruları, gündem belirleme araştırmalarının en temel soruları arasındadır. Araştırma<br />

geçmişlerine bakıldığında bu yönde kimi çalışmalarda zamanın belirli bir noktasının ele alındığı, kimi<br />

çalışmalarda da daha uzun dönemli araştırmaların yapılandırıldığı ortaya çıkmaktadır.<br />

Gündem belirleme çalışmalarında zaman unsurunu görebilmek için öncelikle McCombs’un<br />

sınıflandırmasına dikkat etmek gereklidir. Bunlar gündem belirleme sürecinin unsurlarıyla da ilişkili<br />

biçimde, medya gündeminin ölçümünü ortaya koymak için medya içeriğinin ne kadar zamanlık bir<br />

bölümünün analiz edileceği, kamu gündeminin ölçülmesi için uygulanacak anketin ne zaman<br />

uygulanacağı ve ne kadar zaman alacağı, incelenen medya içeriğinin son günü ile kamudan toplanan<br />

verilerin ilk günü arasında kaç günün geçtiğine yönelik zaman aralığı unsurlarını içine almaktadır. Bu<br />

sorularla birlikte kamu gündemini ölçmek için hangi sorunun nasıl bir ifade tarzıyla sorulduğu ve medya<br />

gündeminin ölçümü için hangi kitle iletişim araçlarının nasıl bir içerik analizi uygulaması ve hangi<br />

kategorilerle gerçekleştirildiği de önemlidir.<br />

Stone ve McCombs, gündem belirlemenin ne kadar zaman aldığına yönelik olarak değişik veri<br />

grupları üzerine yaptıkları medya ve kamu gündemlerini karşılaştıran araştırmalarında, bir konunun<br />

medya gündeminden halkın gündemine geçmesi için iki aydan altı aya kadar bir sürenin gerekli olduğu<br />

sonucuna ulaşmışlardır. Winter ve Eyal ise bir tek konu üzerinde odaklanarak gündem belirleme için<br />

gerekli zamanı uzun dönemli bir çalışma ile araştırmışlardır. Bilim insanları, insan hakları konusunda<br />

medya gündemi ve toplum gündemi arasındaki en güçlü ilişkilerin dört ile altı haftalık süre içinde<br />

olduğunu elde ederek bu devrenin diğer konular için değişik olabileceğini belirtmiş ve buna “en uygun<br />

etki süresi” adını vermişlerdir. Salwen de bu etkinin beş ile yedi hafta arasında olduğunu belirtmektedir.<br />

Shoemaker, Wanta ve Leggett ise uyuşturucu sorunuyla ilgili çalışmalarında sözü edilen her iki zaman<br />

aralıklarının da doğru olduğunu bulmuşlardır. Bunlarla birlikte Gandy ise en uygun zaman aralığının tam<br />

olarak ne olması gerektiğini söylemede yapılan araştırmaların yetersiz olduğunu ileri sürmektedir.<br />

69


Zaman aralığı konusundaki tartışmalardan çıkan sonuç, değişik konuların kamuoyunun dikkatini<br />

çekmek için “yeterli gürültü uyandırmada” değişik miktarda zamana ihtiyaç duyduklarını göstermektedir.<br />

Ancak genellikle bu süre birkaç aylık bir dönem şeklinde belirlenmektedir.<br />

Medya Gündemini Belirleyen Unsurlar<br />

Medya gündemini ne ya da kim belirler sorusu gündem belirleme araştırmacılarının üzerine eğildikleri<br />

sorulardan biridir. Burada bir parantez açarak literatürdeki medya içeriklerine etkileyen unsurlara yönelik<br />

çalışmalara ayrıca değinilebilir.<br />

Medya içeriklerini etkileyen unsurlara yönelik pek çok tanımlama mevcutsa da bunlar arasında<br />

Shoemaker ve Reese’nin sınıflandırması oldukça kapsayıcıdır. Etki kaynağına göre medya içerikleri<br />

üzerindeki etkileri bilim insanları, birbirinin üzerine sıralanan beş ayrı düzeyde (katmanda) tanımlarlar:<br />

• Medya çalışanlarından kaynaklanan etkiler: Bireysel etkiler düzeyi de denilen bu düzeydeki<br />

etkiler; medya çalışanlarının kişisel özellikleri, tutumları, değerleri, inançları, etnik kökenleri,<br />

mesleki birikimleri ve rollerini kapsar.<br />

• Çalışma düzeninden kaynaklanan etkiler: Medya rutinleri düzeyi de denilen bu düzeyde daha<br />

çok sosyolojik yaklaşım çerçevesinde incelenen ve yayın periyodu, zaman kısıtlılığı, yer<br />

sınırlılığı, haber yazım kuralları, haber değeri, objektiflik ve haber kaynağına olan bağlılıktan<br />

doğan etkiler tanımlanır.<br />

• Kurumsal amaçlardan kaynaklanan etkiler: Kitle iletişim araçlarını sahip oldukları amaçlara<br />

yönelik etkilerdir. Genel olarak kurumsal ve ekonomi politik yaklaşım olmak üzere iki temel<br />

grupta ifade edilmektedir. Kurumsal yaklaşım, liberal çoğulcu gelenek içinde geliştirilen ve<br />

medya kurumlarını analiz birimi olarak ele alan çalışmalardan oluşmaktadır. Örgüt kuramından<br />

hareket eden bu çalışmalar medya kurumlarının da diğer kurumlar gibi hiyerarşi yapılarının<br />

bulunduğunu, kurum içi işbölümünün gerçekleştirildiğini, kurumların ekonomik amaçları<br />

doğrultusunda faaliyette bulunduklarını içermektedir. Ekonomi politik yaklaşım ise medya<br />

kurumlarının gücü üzerinde durmaktadır. Buna göre medya içeriğini asıl belirleyen unsur,<br />

ekonomik çıkarlar ve medya kurumlarının mülkiyet yapılarıdır. Bu çalışmalarda da medyadaki<br />

yoğunlaşmalar ve tekelleşme eğilimleri üzerinde durularak medya sahiplerinin ve medyayı<br />

denetleyenlerin sözcülüğü rolü nedeniyle medyanın güç aracı haline getirildiğine işaret<br />

edilmektedir.<br />

• Kurum dışından gelen etkiler: Daha çok haber kaynakları anlamında baskı gruplarının belirli<br />

bir içerik için yürüttükleri lobi faaliyetlerinin medyada yer alabilmek için olaylar yaratmalarının<br />

ve yasal anlamda hükümetin baskılarının doğurduğu türdeki etkiler bu grupta toplanmaktadır.<br />

• İdeolojik eğilimlerin etkileri: İdeolojik eğilimler ya da kitle iletişim aracının herhangi bir<br />

ideolojiye olan yakınlığının doğurduğu etkiler tüm diğer unsurların üzerinde yer alır. Eş deyişle<br />

medya içerikleri üzerindeki temel belirleyici olarak ideoloji en tepeye konulmaktadır.<br />

• Medya çalışanları anlamında görülebilecek “mikro” düzeyle, ideolojinin yarattığı “makro”<br />

düzey arasında değişen bu beş kategori “etkiler hiyerarşisi” diye adlandırılmaktadır. Bu<br />

hiyerarşide ideoloji en tepede görülerek diğer tüm seviyelere doğru bir süzgeç işlevinin<br />

varolduğu ileri sürülmektedir. Bir olayın haber olabilmesi için öncelikle bu süzgeçten geçmesi<br />

gerektiği düşünülmektedir. Eş deyişle, en üstteki düzey olan ideolojik düzey en önemli<br />

belirleyici niteliği taşımaktadır.<br />

• Bu noktada medya gündemini etkileyen özel bazı unsurlardan söz etmek yerinde olacaktır.<br />

Gündem belirleme araştırmalarında ortaya konulan bulgular daha çok ABD Başkanı, konu<br />

teklifçiliği, medya savunuculuğu, ateşleyici olaylar, halkla ilişkiler faaliyetleri, kitle iletişim<br />

araçları arası etkileşim, gerçek yaşam göstergeleri ve gündem yanlılığının rolü gibi unsurları<br />

konu almaktadır (Yüksel, 2001).<br />

• ABD Başkanı: Medya gündemi alanında Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan yoğun<br />

araştırmalarda, Başkan’ın ulusal konularda medya gündemini belirlemede önemli bir rolü olduğu<br />

kanıtlanmıştır. Buna karşın Kongrenin daha az derecede medya gündemine girebildiği ve gerçek<br />

yaşam göstergelerinin genellikle önemli görülmediği ortaya konulmuştur. Beyaz Saray’da ABD<br />

Başkanı’nın yaptığı konuşmalarda seçtiği konular, bir konunun ulusal gündeme yerleşmesinde<br />

etkili bulunmaktadır. Başkan tarafından yapılan konuşmalarda herhangi bir konuya verilen<br />

70


politik önem, o konunun ulusal gündeme yerleşmesini sağlamaktadır. Eş deyişle ABD medya<br />

gündemi belirlenmesinde Başkan’ın önemli bir belirleyici rolü bulunmaktadır.<br />

• Konu Teklifçiliği: Bir soruna işaret etmek amacıyla habercilere haber yapılması için önerilerde<br />

bulunan konu teklifçilerinin de önemli bir rolü bulunmaktadır. Konu teklifçileri, bir konu<br />

hakkında medyanın dikkatini çeken, bir konuya önem veren, ilgi gösteren bireyler ya da bir grup<br />

insandır. Çünkü onlar olmasa belki bu konular gündeme girmeyebilecektir. Örneğin Türkiye’de<br />

TEMA Vakfı’nın başlattığı erozyonla mücadele kampanyası bu tür bir konu teklifçiliği rolüne<br />

işaret etmektedir.<br />

• Medya Savunuculuğu: Medya kuruluşları bazı konularda o konunun belirli bir yönünü<br />

savunarak kamuoyunu ve siyaseti etkilemeye çalışmaktadırlar. Medya kuruluşunun yaptığı bu<br />

konu savunuculuğu gündem belirleme çalışmalarında etkili görülerek literatürde “medya<br />

savunuculuğu” adını almıştır. Örneğin sigara karşıtı yayınlarla ABD medyası bir konu<br />

savunuculuğu rolü üstlenmiş ve başarılı olmuştur.<br />

• Ateşleyici Olaylar: Ateşleyici ya da ani gelişen olayların bir konuyu gündeme yerleştirmedeki<br />

rolü oldukça fazladır. Örneğin Susurluk yakınlarında meydana gelen bir trafik kazası, devletmafya<br />

ve siyaset üçgeni anlamındaki ilişkileri gündeme getirmiştir. 11 Eylül’de New York’ta<br />

Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı terörizm konusunun gündeme gelmesine neden<br />

olmuştur. Marmara depremi, Türkiye’nin deprem gerçeği konusunu gündeme getirmiş ve bu<br />

konu uzun süre gündemde kalmıştır.<br />

• Halkla İlişkiler Faaliyetleri: Birer konu teklifçisi olarak da değerlendirilebilecek halkla ilişkiler<br />

uzmanları, konu yönetimleriyle medya içeriklerine etki eden diğer dışsal faktörler arasında<br />

önemli bir paya sahiptirler. Medya kuruluşları üzerinde halkla ilişkiler uzmanlarının yoğun bir<br />

baskısı söz konusudur. Bu ilişki ABD’de daha da dikkati çeker boyuttadır. Çünkü orada 130 bin<br />

muhabire karşı 150 bin halkla ilişkilerci bulunmaktadır ve haber merkezlerine akan haberlerin<br />

yüzde 40’ı halkla ilişkiler şirketlerince gönderilmektedir.<br />

• Kitle İletişim Araçları Arası Etkileşim ve New York Times’ın Gücü: Bir kitle iletişim aracında<br />

bir konunun nasıl işlendiğine bakılırsa, aynı konuda başka araçların da benzer içerikte ve<br />

miktarda o konuya yer verdikleri görülür. ABD’de yapılan araştırmalar; eğer bir konu New York<br />

Times’da ele alınırsa, diğer haber kurumları tarafından bu konunun haber değerliliği olan bir<br />

konu olarak görülüp, işlenmeye başladığını ortaya koymuştur. Times’ın o günkü kapağı, ertesi<br />

günkü gazetelerin gündemini oluşturmaktadır. Dolayısıyla ABD basınının en etkili gazetesi New<br />

York Times olarak kabul edilir ve bir konuyu gündeme getirmede bu gazete oldukça etkili<br />

bulunur.<br />

• Gerçek Yaşam Göstergeleri: Bir sosyal sorunun riskinin ya da şiddetinin derecesini çok ya da az<br />

nesnel bir şekilde ölçen değişken ya da değişkenlere gerçek yaşam göstergesi adı verilmektedir.<br />

Medyanın özgül sorunlara ilgisinin ne ölçüde gerçek yaşam olaylarını yansıttığı sorusuna<br />

dayanan bu göstergeler, genellikle tek bir değişken göstergesi şeklinde çerçevelenmektedir.<br />

Örneğin, yıllar içerisinde uyuşturucu kullanımı nedeniyle meydana gelen ölümlerin sayısı,<br />

işsizlik oranı ya da enflasyon rakamları gibi değerler bir sosyal problemin gerçek şiddetinin bir<br />

ifadesi olarak kabul edilerek, bu konulardaki gerçek yaşam göstergeleri biçiminde<br />

tanımlanmaktadır. Ancak yapılan araştırmalar büyük ölçüde medya içerikleriyle olayların gerçek<br />

yaşamdaki büyüklükleri arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığını ortaya koymaktadır.<br />

• Gündem Yanlılığı: Shoemaker ve Reese’nin hiyerarşi sıralamasında en tepede görülen ideolojik<br />

eğilimler, gündem belirleme çalışmaları içerisinde “gündem yanlılığı” kavramıyla ifade<br />

edilmektedir. Bu yöndeki çalışmalarda medya kuruluşlarının haber olarak seçtiği konular belirli<br />

ideolojiler “lehine” ya da “aleyhine” yorumlanabilmektedir.<br />

Kamu Gündemini Belirleyen Unsurlar<br />

Kamu gündemi araştırmalarının pek çoğunda medya ve kamu gündemi ilişkisini etkileyen farklı<br />

değişkenler hesaba katılarak, farklı yöntemlerle değerlendirmelerde bulunulmuştur. Aşağıda bu<br />

unsurlardan belli başlıları sıralanmaktadır.<br />

71


• Bireysel Nitelikler ve Deneyimler: Medyayı takip edenlerin yaş, cinsiyet, eğitim, gelir ve meslek<br />

grupları gibi bireysel nitelikleri yansıtan sosyo-ekonomik yapıları, medya içeriklerine yönelik<br />

olarak daha fazla ilgi duyulan konuların farklılaşmasını beraberinde getirmektedir. Gençlerle<br />

yaşlıların, erkeklerle kadınların ya da öğrencilerle çalışanların ilgi duydukları özel konular<br />

olduğu açıktır. Örneğin eğitim durumu medyanın gündem belirleme etkisini azaltan bir unsur<br />

olarak dikkati çekmektedir. Eğitim düzeyi yükseldikçe bireylerin alternatif enformasyon<br />

kaynaklarına başvurma oranı da yükselmektedir. Bireylerin siyasal tutumları da medya<br />

seçimlerini ve dolayısıyla medya etkilerini belirlemektedir. Bir diğer unsur da deneyimdir. Bir<br />

kişinin bir konuya olan yakınlığı; örneğin işsiz olması ya da yakın bir arkadaşını bir hastalık<br />

nedeniyle yitirmesi, o konu hakkında deneyim kazanma yollarından birisidir. Bu türde kişisel<br />

deneyimler, medyanın neyin önemli olduğuna ilişkin belirleyiciliğini hükümsüz bırakmakta ve o<br />

konuya karşı bireyi duyarlılaştırabilmektedir.<br />

• Medya Etkilerine Maruz Kalma Derecesi: Medyanın gündem belirleme etkisinin<br />

gerçekleşebilmesinin önkoşulu izleyenlerin medya içeriğine açık olmasıdır. Ancak medyayı<br />

takip etmeyenlerin de diğer medya takipçileri ile yaptıkları bireyler arası iletişimle bu açıklarını<br />

kapattıkları söylenebilir. İnsanlar, düzenli olarak medyayı takip etmeseler de medya<br />

içeriklerinden haberdar olmaktadırlar.<br />

• Mesajın Tekrarlanması: Kamu gündemi çalışmalarında sorulan önemli sorulardan birisi<br />

medyanın bir konunun önemliliğini kamuya nasıl ilettiğidir. Bu soruya verilen en temel yanıt,<br />

konunun sürekli tekrarlanmasıyla söz konusu iletimin gerçekleştiğidir. Tekrarlama sayesinde<br />

kamuya herhangi bir konunun önemliliğinin işaretleri verilerek bu konuda medyada sürekli<br />

yinelenen mesajın biriken etkisi aracılığıyla kamu gündemi etkilenmektedir.<br />

• Yönelim Gereksinimi: McCombs ve Shaw, 1972 Amerikan Başkanlık Seçimlerine ilişkin<br />

çalışmalarında ele aldıkları kişisel niteliklerin gündem belirleme etkisi üzerindeki rolü<br />

konusunda medyaya maruz kalmada üç önemli unsurdan söz etmektedirler: Birincisi, seçmenin<br />

ilgi düzeyi, eş deyişle seçmenlerin medyada dile getirilen sorunun kendileri için önemli<br />

olduklarını düşündüklerine bu soruna daha fazla ilgi göstermeleri; ikincisi, seçmenlerin sahip<br />

oldukları bilgilerdeki belirsizlik derecesi, eş deyişle bilgi edinme gereksinimleri ve üçüncüsü de<br />

gerekli bilgileri edinmede gösterilecek çabanın miktarıdır. Bilim insanları ilk iki unsuru<br />

yönlendirme gereksinimi olarak nitelemişlerdir. Bu gereksinimin büyüklüğü medyaya gösterilen<br />

dikkati ve dolayısıyla medyanın gündem belirleme etkisini artırmaktadır. Müdahaleci<br />

değişkenlerin gerekçeleri konusunda Weaver ise izleyenlerin bilgisel çevrelerini anlamak ve<br />

kontrol etmek için uyum gereksinimi içinde bulunmalarına işaret etmiştir. Birey; eğer bir konu<br />

hakkında yüksek belirsizliğe sahipse, o konu hakkında uyum sağlayabilmek için yüksek iletişim<br />

gereksinmesi duyacak ve bu da bireylerin belirsizliklerini karşılayabilecek olan medyanın<br />

bilgilerini daha çok araması anlamına gelecektir. Sonuçta medyaya maruz kalma etkisi; eş<br />

deyişle gazete okuma, televizyon izleme, radyo dinleme süresi artacak ve daha fazla gündem<br />

belirleme etkisi görülecektir.<br />

• Kaynağın Güvenilirliği: Milburn ve diğerleri çalışmalarında, medyada verilen haberlerin<br />

doğruluğuna inanılması durumunda haberlerin, izleyicinin siyasal düşüncelerinin karmaşıklık<br />

düzeyi üzerinde oldukça etkili olduğunu belirlemişlerdir. Bu türdeki çalışmalarda anahtar soru<br />

medyanın gerçeği yansıttığına halkın ne ölçüde inandığıdır. Ancak bu noktada “güvenilirlik ve<br />

inanılırlık” arasında önemli bir çizgi çekilmektedir. Medyayı güvenilir bulanlar medya<br />

içeriklerine de bağımlı olma eğilimindedirler. Güvenilirliğin derecesi bireylerin medyayı bilgi<br />

kaynağı olarak kullanma oranlarını etkilemektedir. Dolayısıyla medyayı güvenilir bulanlar daha<br />

fazla medya içeriklerine maruz kalmaktadırlar.<br />

• Bireylerarası İletişim: En çok üzerinde durulan noktalardan birisi de bir konu hakkında yapılan<br />

bireyler arası tartışmalardır. Örneğin Illinois seçimleri üzerine Ekim 1990’da yaptıkları<br />

çalışmada Wanta ve Hu, medyanın kamu gündemini oluşturması etkisinin bireyler, medyanın<br />

daha önceden belirttiği konular üzerinde sohbet ettiklerinde kuvvetlenmekte olduğunu<br />

belirlemişlerdir. Ayrıca bireyler arası iletişimin, medyanın gündem belirleme etkisini diğer<br />

konular hakkında konuşulduğunda kestiği de kanıtlanmıştır.<br />

• Haber Eleyiciler: Hedef kitlenin beklentileri doğrultusunda, haber eleyicilerin seçtiği belirli<br />

haberlerle, medya gündeminin oluşturulması, bilim insanlarına göre çok yavaş ve uzun dönemli<br />

bir süreci gerektirmektedir. Buna karşın medya gündeminin kamu gündemi üzerinde belirli<br />

72


haber konularına ilişkin etkisi doğrudan ve ani bir şekilde gerçekleşmektedir. İzleyenler,<br />

herhangi bir haber hakkında kişisel deneyimleri nedeniyle bilgi sahibi değillerse ya da aynı<br />

haberi farklı bakış açılarından veren alternatif haber kaynaklarından mahrumsalar, medya<br />

gündeminin kamu gündemini belirleme etkisi daha doğrudan ve hızlı olmaktadır.<br />

• Gündemin Sıfır Toplam Oyunu: Kamuoyunun belirli bir şekilde, belirli bir konu üzerinde uzun<br />

süre odaklanması için o konunun toplum için sürekli bir önemliliğinin sağlanması gereklidir.<br />

Ancak bu zor bir iştir. Kamuoyu araştırmalarında bireylerin en fazla dört ya da beş konu ile<br />

ilgilendikleri doğrultusunda elde edilen bulgular gündeme girebilecek konular arasında yoğun<br />

bir rekabetin yaşanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu kısıtlılık baskı gruplarının gündemi, medya<br />

gündemi, izleyici kitlenin gündemi, siyasilerin gündemi ve siyasal gündem için de söz<br />

konusudur. Gündemler, teorik olarak sıfır-toplam oyunu gibi sınırlı sayıda konuyu ancak<br />

taşıyabilmektedir. Konular aynen köşe kapmaca oynar gibi gündemde yer değiştirmektedir. O<br />

halde bir konunun gündeminde tırmanması, mutlaka üstündeki konuların gündemden aşağıya<br />

inmesi ve sonuçta gündemde daha önce var olan bir konuyu aşağıya itmesi anlamına<br />

gelmektedir. Böylece konular arasında gündeme girebilmek için bir rekabet yaşanmaktadır.<br />

• Konuların Niteliği: Gündem belirleme çalışmalarında üzerinde önemle durulan konulardan<br />

birisi de ele alınan konuların niteliğidir. Örneğin hayat pahalılığı kamuoyunun kendi<br />

deneyimiyle öğrenebileceği bir konu iken, küresel ısınma sorunu aynı biçimde farkına<br />

varılabilecek bir konu değildir. Doğal özellikleri nedeniyle kimi konuların kişisel deneyimle<br />

farkına varılması zor ya da olanaksızdır. 1984’te Etiyopya’daki açlık ve 1992-1993’te ABD<br />

askerlerinin Somali çıkarması bu tür konulara örnek gösterilebilir. Bu konular hakkındaki<br />

bilgiler doğrudan medya aracılığıyla elde edilebilmektedir. Ancak daha az oranda olmak üzere<br />

bireyler arası iletişimle; örneğin söz konusu olayların yaşandığı yerlere giden bir arkadaş ya da<br />

akraba gibi diğer bireylerle kurulan iletişimle bu tür bilgilere ulaşılabilmektedir. Dolayısıyla, söz<br />

sahibinin kaçınılmaz bir şekilde medya olduğu birtakım konuların varlığı ortaya çıkmaktadır. Bu<br />

da medyaya bağımlılık anlamına gelmektedir. Böylece konuların niteliğine bağlı olarak, her bir<br />

konu için gündem belirleme süreci aynı biçimde işlememektedir. Gündem belirleme<br />

çalışmalarında ele alınan konuları iki ayrı biçimde gören yaklaşım ise insanların doğrudan<br />

deneyimleriyle öğrendikleri konulara “doğrudan öğrenilen”; insanların ilgilendiği fakat asıl olarak<br />

medya aracılığıyla öğrenebildiği uzaktaki konulara da “dolaylı öğrenilen” konular tanımını<br />

getirmektedir.<br />

Gündem belirleme süreci, unsurları ve müdahaleci unsurlara ilişkin<br />

olarak şu kitaba başvurulabilir: Erkan Yüksel (2001). Medyanın Gündem Belirleme Gücü,<br />

Konya: Çizgi Kitabevi.<br />

Gündem Belirleme Araştırmalarının Sonuçları<br />

Gündem belirleme süreci ve sürecin farklı boyutları ve unsurları üzerine bugüne dek dünyanın farklı<br />

coğrafyalarında, farklı kültürlerinde, farklı zaman aralıklarında, saha ve laboratuvar ortamlarında yüzlerce<br />

araştırma gerçekleştirilmiştir. Elde edilen bulgular genel olarak medya ve kamu gündemleri arasındaki<br />

ilişkinin varlığını desteklemiştir. Araştırmalardan ortaya çıkan sonuçları özetle şu şekilde genelleştirmek<br />

mümküdür:<br />

• Belirli bir zaman aralığı içinde ya da zamanın herhangi bir noktasında farklı medya kurumları<br />

benzer konulara ilgi gösterir ya da önemlilik atfederler.<br />

• Konu ya da olayların gerçek yaşamdaki durum ya da göstergeleri medya gündemini belirlemede<br />

nispeten önemsizdir. Kuru istatistiklere dayalı gerçek yaşam göstergelerinin medya gündeminde<br />

yer alma olasılığı düşüktür.<br />

• Bilimsel araştırma sonuçları gündem belirleme sürecinde önemli bir rol oynamaz.<br />

• Gündem belirleme bazen ateşleyici ya da anidan ortaya çıkan, içinde kimi zaman trajedi de<br />

barındırabilen ve sosyal olay olarak adlandırılabilecek nitelikteki konulara karşı gösterilen<br />

duygusal bir tepkidir. Bu yüzden bu tür olaylar medya gündeminde daha ön plandadır.<br />

73


• Amerika Birleşik Devletleri’nde Beyaz Saray, New York Times ve ateşleyici olaylar bir konuyu<br />

medya gündemine yerleştirmede baskın bir rol oynar.<br />

• Bir konunun medya gündemindeki konumu önemli derecede bu konunun kamu gündemindeki<br />

önemliliğini belirler.<br />

ÖNCELEME VE ÇERÇEVELEME<br />

Medya gündemindeki konu ya da kişilerin niteliklerinin kamu gündemindeki etkilerini konu alan ikinci<br />

düzey gündem belirleme araştırmalarıyla yakın ilişkide bulunan iki kavram, önceleme (öne çıkarma,<br />

önemlileştirme) ve çerçevelemedir. Aslında bu iki kavram, gündem belirleme araştırmalarından ayrı<br />

araştırma alanlarına karşılık gelir.<br />

Önceleme, öne çıkarma ya da önemli hale getirme, gündem belirleme kuramının bir uzantısı olarak<br />

kullanılmaktadır. Iyengar ve Kinder’e göre medya, bazı sorunları görmezden gelir ama bazı sorunlara<br />

dikkatimizi çeker. Böylece bizim siyasal partileri, başbakanları, politikaları değerlendirdiğimiz ölçütleri<br />

belirler. Bir sorunun gündeme gelişiyle birlikte bu sorunun siyasal kararları etkilemedeki ağırlığı da artar.<br />

Medyanın bazı sorunlara kamuoyunun dikkatini çekmesi ve bazılarını görmezden gelmesi, eş deyişle<br />

bazı konularda bol bol haberler yayınlayarak bu konuları önemli ve öncelikli hale getirmesi hükümetlerin,<br />

mevcut politikaların ve siyasal adayların değerlendirileceği ölçütlerin belirlenmesi anlamına gelmektedir.<br />

Bu bakış açısıyla ele alındığında medyanın değerlendirme ölçütlerini belirleyici rolü ortaya çıkmaktadır.<br />

Dolayısıyla medya, siyasal güç aktörlerine yönelik değerlendirme ölçütlerinin belirleyicisi olarak önemli<br />

bir güce sahip bulunmaktadır. Medya önem verdiği konularla hangi siyasal yargıların ve tercihlerin<br />

yapılacağını belirlemektedir. Bu da medyanın izleyenlerin zihninde nelerin canlanacağını belirleyen en<br />

güçlü araç olarak görülmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden, bir konunun sunumuyla izleyenler<br />

üzerinde o konuya yakın olan siyasal lideri destekleme eğilimi yaratılabilmektedir.<br />

Bir haberde ele alınan konunun genellikle kamuoyunun istendik yönde dikkatini çekebilecek şekilde<br />

bazı yönlerinin seçilerek kimi zaman belirli çağrışımlarla birlikte sunulduğu da söylenebilir. Çerçeveleme<br />

ele alınan bir sorunun bazı boyutlarını seçerek metin içerisinde daha görünür hale getirmektir. Örneğin<br />

haber çerçeveleri, ele alınan sorunun ne olduğunu belirli bir bakış açısından tanımlar. Soruna kimlerin ve<br />

nelerin neden olduğunu vurgular. Ahlaki yargılarda bulunur ve sorunun nasıl çözüleceğini belirtir. Medya<br />

içeriklerinde kimi kavram, kurum ve kişilere yönelik sıklıkla tekrarlanan bazı kalıp ifadeler en çok dikkat<br />

çeken haber çerçevelerini oluşturur. Çerçeveleme ile konuların istendik yönde kamuoyunun dikkatini<br />

çekebilmek üzere bazı yönlerin seçilerek belli çağrışımlarla birlikte sunulması konu alınır. Tıpkı bir resmi<br />

duvardaki diğer nesnelerden ayıran resim çerçevesi gibi haberlerde de ele alınan konulara ilişkin durum<br />

tanımlarının yapıldığı ve bu sayede o sorunun nasıl tartışılacağının da söylendiği ifade edilir. Çünkü<br />

medyanın sorunları sunum biçimi, kamuoyunun herhangi bir olaya ya da resme nasıl bakacağını, eş<br />

deyişle konuyu nasıl görüp, değerlendirip, düşüneceğine yönelik mesaj ve bakış açılarını içeren<br />

çerçevelerden oluşmaktadır (İrvan, 2001; Mutlu, 1994; Yüksel, 2001).<br />

Önceleme ve çerçeveleme kavramlarını kullanarak gerçekleştirilen araştırmalar, medyanın kamuoyu<br />

üzerindeki etkisinin sadece gündemi belirlemekle sınırlı olmadığını, dahası, belirlediği bu gündem<br />

çerçevesinde insanların siyasal liderleri değerlendirme ölçütlerini etkilediğini ve sorunlara getirilen<br />

çözüm önerilerini önemli ölçüde dayattığını göstermektedir.<br />

Çarpıcı bir örnek olarak, açlık konusunda birbirine yakın durumdaki Brezilya ve Etiyopya’daki<br />

duruma yönelik haberler ele alınabilir. Bu iki ülke arasındaki ilişki bağlamında yapılan çerçeveleme ve<br />

öne çıkarma sonucu medya, Etiyopya’ya daha çok ilgi göstermiş ve kamuoyunun dikkatleri bu ülkeye yöneltilmiştir.<br />

Etiyopya’da yaşanan kıtlık konusu 1984’te uluslararası gündeme yerleşirken, Brezilya’daki<br />

kuraklık objektif ölçümlemelere göre daha ciddi boyutlarda olmasına karşın gündemde yer<br />

edinememiştir. Etiyopya’da altı milyondan fazla insan devletin besleme istasyonlarına giderken,<br />

Brezilya’da da 24 milyon insan kuraklık felaketi ile karşılaşmıştır. Buna karşın Etiyopya’daki açlık<br />

gündeme gelmiş ve yardım elleri bu ülkeye uzanmıştır. Bunun nedenleri arasında Etiyopya’daki beslenme<br />

istasyonlarından elde edilebilen dramatik görüntüler ilk sırayı almaktadır. Bu konu üzerine yaptığı<br />

çalışmada Boot, Etiyopya’da her ay 7000 kişi ölürken olaylara duyarsız kalındığı ama Kameraman<br />

74


Mohammed Amin ve BBC muhabiri Michael Buerk’ın birlikte hazırladıkları Korem’deki göçmen kampı<br />

haberinde üç yaşındaki bir çocuğun ölümü ve yetişkinlerin Auschwitz cezaevini andıran izdihamı<br />

görüntüleri üzerine medya ilgisinin birden arttığını kaydetmektedir. Bu muhabirlerin etkili haber<br />

sunumuyla gerçekleştirdikleri konu teklifçiliği ve kitle iletişim araçları arası etkileşim sonucu uluslararası<br />

bir konu haline gelen Etiyopya’daki açlık 3.5 dakikalık görüntülerle sunulurken, Başkanlık seçimleriyle<br />

ilişkilendirilmiştir. Ardından yardım kampanyaları ve milyarlarca dolarlık organizasyonlar birbirini<br />

izlemiştir. Ancak bütün bunlar olurken ne yazık ki aynı dönemde Etiyopya ile aynı konumdaki Brezil’de<br />

ölümler devam etmiştir. 10 ay sonra ise Etiyopya konusu da ABD medya gündeminden neredeyse<br />

tamamen düşmüştür ve orada da ölümler devam etmiştir (Dearing ve Rogers, 1996).<br />

Günümüzde ise çerçeveleme kavramı gündem belirleme çalışmalarında daha çok ikinci aşama<br />

çalışmalarla birlikte anılır olmuştur. Haber çerçeveleri konulara yönelik tutumları da içinde barındırmakta<br />

ve medyanın tutumlar yönündeki etkilerine dönük çalışmaların odak noktasını oluşturmaktadır.<br />

İKİNCİ DÜZEY GÜNDEM BELİRLEME<br />

Cohen’in medyanın “ne hakkında” ya da “hangi konuda” düşüneceğimizi belirlediğine ilişkin sözlerinden<br />

hareketle, ikinci düzey gündem belirleme araştırmalarında “ne düşüneceğini”; eş deyişle “nasıl<br />

düşüneceğini” de belirleme yönündeki etkisinin varlığı araştırılmaktadır. Bu sayede şu hipotez test<br />

edilmektedir: “Bir konunun medyadaki sunulan niteliği, o konunun kamuoyunun zihnindeki niteliğini<br />

belirler.”<br />

İkinci düzey araştırmada medya gündemine ilişkin olarak yine içerik analizi uygulanır. Ancak bu kez<br />

olay ya da kişilere ilişkin medya içeriklerinde tanımlanan nitelikler kategorileştirilir. Olay ya da kişilere<br />

ilişkin kamuoyunun nasıl bir nitelik tanımlamasında bulunduğu da yine bir anket uygulamasıyla ortaya<br />

konur. Bu kez ankete katılanlara konu alınan olay ya da kişinin niteliklerini tanımlamak üzere bir soru<br />

sorulur. Örneğin “yakınlarda yapılacak şeçimlerde ilk kez oy kullanılacak bir yakınınız olsa, seçimler<br />

öncesinde adayları tanımak için size sorsa, X adayı hakkında ona ne söylerdiniz?” diye sorulur. Alınan<br />

yanıtlar medya gündemindeki gibi kategorileştirilir. Daha sonra da medya ve kamu gündeminden elde<br />

edilen kategoriler birbiriyle karşılaştırılır.<br />

İlk kez McCombs ve diğerlerince İspanyol seçmenler üzerine gerçekleştirilen ve 1997’de yayınlanan<br />

çalışmada, seçmenlerin adaylara yönelik imajları ile medya haberleri ve reklamları arasında tutum<br />

transferini gösteren sıkı bir ilişki bulunmuş ve bilim insanları medyanın insanların nasıl düşüneceklerini<br />

de belirleme gücünün olduğunu ileri sürerek bu duruma “İkinci Aşama Gündem Belirleme Çalışması”<br />

adını vermişlerdir.<br />

Aslında, 1990’ların sonlarında yaygınlaşmaya başlayan bu yöndeki çalışmaların kökenlerinin daha<br />

eskilere dayandığını da söylemek mümkündür. 1976 ABD Başkanlık seçimleri dönemini inceleyen iki<br />

çalışma, ilk ikinci aşama gündem belirleme düşüncesinin basit bir yansımasını ortaya koymaktadır.<br />

Weaver ve diğerlerinin panel çalışması, seçimler döneminde Chicago Tribune ve Illinois seçmenlerinin<br />

Başkan adayları Jimmy Carter ve Jerry Ford’a yönelik tutumları arasında yüksek oranda bir ilişki<br />

olduğunu belirlemiştir. Aynı seçim dönemine yönelik Becker ve McCombs’un çalışmasında ise,<br />

Newsweek dergisiyle ve New York demokratlarının tutumları arasındaki ilişkinin aylar içerisinde daha da<br />

arttığını ortaya koymuştur.<br />

McCombs ve arkadaşları bugüne dek gerçekleştirdikleri pek çok çalışmada olay ve kişilere ilişkin<br />

medyada sunulan niteliklerle kamuoyunun o konudaki görüşlerinin paralel olduğu sonucuna<br />

ulaşmışlardır. Bu çerçevede de şu görüşü dile getirmişlerdir: “Cohen’in klasik açıklamasını yeniden ifade<br />

etmek gerekirse; medya sadece ne hakkında düşünmemiz gerektiğini değil, aynı zamanda nasıl ve ne<br />

hakkında düşünmemiz gerektiğini ve dahası, bununla ilgili ne yapmamız gerektiğini de<br />

söyleyebilmektedir.”<br />

Söz konusu çalışmaların esin kaynaklığını daha çok “yetiştirme” ve “suskunluk sarmalı” yaklaşımları<br />

oluşturmuş ve gündem belirleme araştırması çerçevesinde bilim insanları bunu “çerçeveleme” kavramı ile<br />

ilişkilendirmişlerdir. Bu da olay ya da konuların belirli bir yönünün, belirli bakış açılarıyla ile ele alınıp<br />

önemliliklerinin bu bakış açısıyla vurgulandığı; eş deyişle çerçevelenerek sunulduğu düşüncesine<br />

dayanmaktadır.<br />

75


YETİŞTİRME KURAMI<br />

Yetiştirme kuramı (Cultivation Theory), Amerika Birleşik Devletleri’nde 1960’ların sonu ve 1970’li<br />

yılların başında Gerorge Gerbner tarafından Kültürel Göstergeler Projesi adı altında geliştirilmiştir. Bu<br />

yüzden Gerbner ve arkadaşlarına kültürel göstergeler grubu denilmektedir. Proje, şiddet örneği açısından<br />

geliştirilmiş; ancak sonraki yıllarda farklı konular açısından araştırmalar yapılmıştır. Kültürel göstergeler<br />

projesi; kurumsal süreç çözümlemesi, mesaj sistem çözümlemesi ve yetiştirme çözümlemesi<br />

bileşenlerinden oluşmaktadır.<br />

Kültürel göstergeler kavramı, ekonomik ve sosyal göstergeleri tanımlamak ve onların bütünlüğünü<br />

sağlamak için geliştirilmiştir. Kavram, önemli kültürel sorunların bir barometresini sağlamaktadır. Ancak<br />

artık, kültürel göstergelerin, ekonomik ve sosyal göstergelerden daha önemli olduğu ve onların önüne<br />

geçtiği kabul edilmektedir. Kültürel göstergeler grubunun önemli bir bulgusuna göre televizonun<br />

yansıttığı dünya, gerçek dünyadan farklılaşmaktadır. Televizyon, çok seyredenlerin inançlarını içeriğe<br />

uygun bir şekilde homojenleştirmektedir.<br />

Temel Bakış Açısı<br />

Kültürel göstergeler projesinin iletişim ve kültüre bakışı diğer kuramlardan farklı nitelikler taşır. Gerbner,<br />

iletişimi iki dönemde ele alır: Bunlar doğrudan deneyimli iletişim ve dolaylı deneyimli iletişim<br />

dönemleridir. Ona göre iletişim, mesajlar aracılığıyla etkileşimdir. Kitle iletişimi ise sembolik çevrenin<br />

kitlesel üretimidir. İletişim; en geniş insancıl anlamında, insanoğlu tarafından ne, neyin önemli ve doğru<br />

olduğu konularını içeren mesajların üretimi, elde edilmesi ve algılanmasıdır. Bu tanım, yetiştirme<br />

kuramının temelini oluşturur. Nitekim mesajların üetilmesi kurumsal süreci, elde edilmesi mesaj sistemini<br />

ve algılanması da yetiştirme boyutunu karşılar.<br />

Yetiştirme kuramı açısından hikâye anlatma oldukça önem taşımaktadır. Gerbner, medyada anlatılan<br />

hikâyeleri üç kategoride ele alır. Bunlardan birincisi, şeylerin nasıl işlediğiyle ilgilidir. Bu hikâyelerde<br />

insan yaşamının görünmeyen dinamikleri aydınlatılmaktadır. Bu hikâyeler hayâl ürünü olarak<br />

adlandırılmaktadır. Söz konusu hikâyeler, insanların gerçeklik olarak nitelendirdiği bir kurmacayı<br />

sağlamaktadır. İkinci tür hikâyeler, şeylerin ne olduğuyla ilgilidir. Bunlar ise haber olarak<br />

adlandırılmaktadır. Bunlar geleceğe yönelik görüşleri, kuralları ve belli bir toplumun amaçlarını<br />

onaylatmaya yöneliktir. Ne yapılması gerektiğiyle ilgili hikâyeler ise, üçüncü tür hikâyeleri<br />

oluşturmaktadır. Bu tür hikâyeler, tercihler ve değerlerle ilgilidir. Bunlar söylevler, eğitim ve yasalar<br />

olarak adlandırılmaktadır. Günümüzde ise reklam olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu üç tür hikâye,<br />

birbiriyle organik olarak ilişkilendirilmiş biçimde kültürü oluşturmaktadır. Bu hikâyeler mitoloji, din,<br />

destan, eğitim, sanat, bilim, yasalar, peri masalları ve politikadan elde edilmektedir. Üçü de büyük ölçüde<br />

paketlenmiş olarak televizyondan yayılmaktadır.<br />

Yetiştirme kuramına göre, televizyon kültürde yaşanılanları ekmektedir. Bu, basit bir neden-sonuç<br />

ilişkisi değildir. Kültür, içinde insanların yaşadığı ve öğrendiği temel bir araçtır. Yetiştirme ise kültürel<br />

çevre içerisinde bir deniz değişimini işaret etmektedir. Yetiştirmenin, kültürleme ve sosyalleştirmeye<br />

katkısı yaşamsaldır. Ancak bu katkının, ne yönde olduğu bilinmelidir ve sonuçları olumlu değildir.<br />

İnsanlar, yakın çevrenin tehdit ve ödüllerinden daha geniş bir dünyada yaşamaktadırlar. Bu dünya<br />

anlattığımız hikâyelerden gelmektedir. Bu hikâyeler, örneğin sanat, bilim, din gibi alanlardan elde<br />

edilmekte ve televizyondan yansıtılmaktadır. Bu anlamda şarkılar, türküler, imgeler vb. insanların<br />

çevrelerinin tekdüze düzenlenişinde işlevseldir. Nitekim bütün hayvanlar davranır ama sadece insanlar<br />

sembolik çevrenin oluşumlarının dünyasında hareket eder.<br />

Kültürel Göstergeler Projesinin Bileşenleri<br />

Yetiştirme kuramının üç bileşeni bulunmaktadır: Bunlar kurumsal süreç çözümlemesi, mesaj sistem<br />

çözümlemesi ve yetiştirme çözümlemesidir. Bunlara ek olarak, yapılan eleştiriler de dikkate alınarak<br />

yaygın görüş haline getirme de geliştirilmiştir.<br />

Kültürel göstergeler projesinin birinci sırasında yer alan kurumsal süreç çözümlemesi bileşeniyle;<br />

kitle iletişiminin diğer kurumlarla nasıl ilişkili olduğu, nasıl karar alındığı, mesaj sistemlerinin nasıl<br />

76


oluşturulduğu ve bir toplumda işlevlerini nasıl yerine getirdiği gibi konular çözümlenmektedir. Bu<br />

bileşenin önemi, kitle iletişim politikalarının, yalnızca sosyal ilişkilerin genel yapısını ve endüstriyel<br />

gelişmede bir aşamayı değil, aynı zamanda belli tür kurumsal ve endüstriyel güçleri ve bunların<br />

baskılarını yansıtmasından da kaynaklanmaktadır.<br />

Mesaj sistem çözümlemesi, yetiştirme çözümlemesine temel oluşturmaktadır. Kültürel göstergeler<br />

projesinin ikinci aşamasıdır. Mesaj sistem çözümlemesi, önemini yetiştirme çözümlemesine temel<br />

oluşturan sorulara kaynaklık etmesinden almaktadır. Yetiştirme çözümlemesinde kullanılan sorular<br />

televizyon dünyasının tanımlanmasından sonra hazırlanmaktadır. Sorular, televizyon mesaj sisteminde<br />

yer alan içerik görünümlerinden yansımaktadır. Mesaj sistem çözümlemesinde yapılacak bir yanlış<br />

çözümeleme, saha araştırmasında kullanılan soruların yanlış hazırlanmasına ve araştırmanın yanlış<br />

sonuçlar vermesine neden olabilecektir. Bu nedenle mesaj sistem çözümlemesinin son derece dikkatli<br />

yapılması gerekmektedir. Nitekim mesaj sistem çözümlemesiyle televizyonda en çok yinelenen ve sabit<br />

unsurlar elde edilmektedir. Bu görüntüler çoğu program türlerinde yer almaktadır. Örneğin şiddet unsuru<br />

haberlerde, dizilerde, filmlerde ve hatta reklamlarda bile gösterilmektedir. Televizyonu çok seyredenlerin<br />

bu görüntülerden kaçınması mümkün değildir.<br />

Yetiştirme kuramı bağlamında başlangıçta yetiştirme deliline yönelik bir araştırma yapılmamıştır.<br />

Yetiştirme delili televizyonun insanların sosyal gerçeklik ve dünya algılaması üzerinde rolü olduğuna<br />

ilişkin bulgudur. Bunun yerine televizyon dünyası çözümlenmiştir. Gerbner ve arkadaşlarına göre,<br />

televizyonun kendine özgü bir dünyası vardır ve bu dünya gerçek dünyadan ayrılmaktadır. Bu<br />

farklılıklara mesaj sistem çözümlemesi yapılarak ulaşılır. Mesaj sistem çözümlemesi, televizyon içeriği<br />

hakkında sistematik, güvenilir ve toplam gözlemler için bir aygıttır. Mesaj sistem çözümlemesiyle<br />

bireysel ya da bir izleyici grubunun gördükleri çözümlenmez. Aksine en çok yinelenen, temsil edilen,<br />

durağan toplam mesaj örnekleri ortaya konulur. Nitekim tüm topluluklar uzun zaman boyunca bu mesaj<br />

örneklerini izlemektedirler. Mesaj sistem çözümlemesiyle ilgili bazı kavramlar şunlardır: Program, şiddet<br />

eylemi, karakterler, program örnekleri, kodlayıcı eğitimi ve güvenilirliği.<br />

Yetiştirme çözümlemesi, kültürel göstergeler projesinin üçüncü bileşeni ve aşamasıdır. Yetiştirme<br />

kavramı televizyonun insanların sosyal gerçeklik kavramlaştırması ve dünya algılaması üzeuindeki rolünü<br />

tanımlamak için kullanılmaktadır. İzleyicinin sosyal gerçeklik kavramlaştırmasıyla, televizyon<br />

içeriğindeki en çok yinelenen ve yayılmacı imge ve ideolojiler arasındaki ilişkiyi incelemektedir.<br />

Yetiştirmenin anlamı şudur: Kültürel üretimin egemen tarzları, mesajları ve temsilleri oluşturmaya<br />

eğilimlidir. Bu mesaj ve temsiller kültürel bağlamları, kurumların pratiklerini, yönelimlerini, dünya<br />

görüşlerini ve ideolojilerini beslemektedir. Söz konusu mesaj ve temsiller de zaten bu kültürel bağlam ve<br />

kurumlardan kaynaklanmaktadır. Televizyon izleyicisi bilinçsizce, televizyon dünyasının demografik<br />

gerçeklerini edinir, rastlantısal ve kasıtlı olmaksızın bu dünyanın gerçeklerini öğrenir. Bu ise<br />

yetiştirmedir.<br />

Yetiştirme kuramına göre bazı insanlar, televizyon başında fazla zaman geçirmektedirler. Televizyon<br />

da bazı ortak ve yinelenen mesajlara sahiptir. Söz konusu insanlar televizyonun en ortak ve yinelenen<br />

mesaj ve derslerinden yansıyan bir dünya görüşüne sahip olacaktırlar. Kuram televizyonun düşsel<br />

dünyasına bağımlı kalmanın uzun dönemli toplam rolünü sorgulamaktadır. Yetiştirme araştırmaları<br />

televizyonun kültürlemedeki uzun dönemli, yavaş değiştirme rolünü anlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla<br />

birkaç program izlemenin izleyicinin davranışında ne yönde bir değişiklik yaptığıyla ilgilenmemektedir.<br />

Yetiştirme çözümlemesi, kültürel medyayı toplam izlemenin genel ve kapsayıcı sonuçlarıyla<br />

ilgilenmektedir. Bu yönüyle diğer etki kuramlarından ayrılmaktadır. Ayrıca özel televizyon<br />

programlarıyla, seçici izlemeyle ve kullanımlar ve doyumlar kuramının televizyon izlemeyle ilgili<br />

kabulleriyle ilgilenmemektedir. Yetiştirme kuramı televizyon temsillerinin kapsayıcı ve yinelenen<br />

örnekleri ve derslerine odaklanan bir proje olarak kurgulanmıştır. Yetiştirme çözümlemesi, televizyonla<br />

büyümenin ve yaşamanın toplam sonuçlarıyla ilgilenmektedir.<br />

Yetiştirme çözümlemesi genellikle, televizyon içeriğindeki sabit ve en çok yinelenen örneklerin<br />

seçilmesi ve değerlendirmesiyle başlamaktadır. Bu işlemde çoğu program türünde yer alan değerler,<br />

görüntüler ve imgelere vurgu yapılmaktadır. En basit haliyle söylendiğinde yetiştirme çözümlemesi,<br />

televizyonu çok seyredenlerin, en çok ortak ve yinelenen mesajlardan oluşan televizyon dünyasının<br />

mesajlarını, gerçek dünya olarak algıladığını ortaya koymaya çalışır. Televizyonu çok seyredenlerle az<br />

seyredenlerin yanıtlarını, demografik değişkenleri de dikkate alarak karşılaştırır. Televizyon dünyasıyla<br />

77


gerçek dünya arasında farklılık bulunmaktadır ve televizyon dünyası seyrek olarak objektif gerçekliği<br />

yansıtmaktadır. Bunun yerine egemen ideoloji ve değerleri dikte etmektedir.<br />

İlk yetiştirme araştırmasının yayımlanması ile 1980’li yılların başları arasında kalan dönemde bazı<br />

bilim insanları, yetiştirme kuramına kimi eleştiriler getirmişlerdir. Bu eleştiriler yetiştirme kuramı<br />

açısından yaygın görüş haline getirme (mainstreaming) kavramını ve çözümlemesini doğurmuştur. Bir<br />

süreç olarak yaygın görüş haline getirme, televizyonun ortak yönelimleri yetiştirdiği iddiasının, kuramsal<br />

sunumunu ve deneysel kanıtını temsil etmektedir. Yaygın görüş haline getirme, görece bir<br />

homojenleşmeyi, farklı görüşlerin emilmesini ve farklı izleyicilerin bir araya getirilmesini ifade<br />

etmektedir. Bir ölçüde basılı kültür tarafından geliştirilen ve geçmişten gelen geleneksel farklılıklar,<br />

televizyon dünyası içinde kültürlenen ve birbirini izleyen gruplar ve kuşaklar düzeyinde<br />

bulanıklaşmaktadır. Yaygın görüş haline getirme, çok seyredenlerin, televizyon dünyasını öteki etken ve<br />

etkilerden kaynaklanan davranış ve yönelimlerdeki farklılıkları yok ederek algılaması anlamına<br />

gelmektedir. Başka bir deyişle farklı izleyici gruplarının yanıtlarındaki farklılıklar, bu grupların farklı<br />

kültürel, sosyal ve politik özellikleriyle uyumlu duruma getirilmiş farklılıklar, anılan grupların çok<br />

seyredenlerinin yanıtlarında azalmakta ya da yok olmaktadır.<br />

Kültürel Göstergeler Projesinin bileşenleri nelerdir?<br />

Yetiştirme Kuramı Bakımından Televizyon ve Şiddet<br />

Yetiştirme kuramının önermeleri aslında tüm kitle iletişim araçları için geçerlidir ama televizyonun önemi<br />

daha büyüktür. Yetiştirme araştırmaları hep televizyon özelinde yapılmıştır. Ayrıca yetiştirme kuramı<br />

şiddet özelinde başlamış ve diğer alanlara da kaymıştır. Bu nedenle yetiştirme kuramı bakımından<br />

televizyon ve şiddet konusuna ayrı bir biçimde değinmek yararlı olacaktır.<br />

Televizyon dünyası diğer kitle iletişim araçlarının içeriğinden farklı bir içeriğe sahiptir. Bunun en<br />

önemli nedeni televizyonun merkezileşmiş kitlesel üretim yapmasıdır. Toplam nüfus için yapılan bu<br />

üretimle gelen uyumlu bir mesaj grubu seçmeden izlenmektedir. Televizyon merkezileşmiş hikâye<br />

anlatıcı konumundadır. Hikâye anlatma ve günümüzde televizyon aracılığıyla yapıldığı düşüncesi<br />

yetiştirme kuramının temel önermelerinden birisidir. Gerbner’a göre insanlarla diğer canlılar arsındaki<br />

temel farklılık, insanların kendi anlattıkları hikâyelerin dünyasında yaşıyor olmalarıdır. Yalnızca insanlar,<br />

karmaşık sembollerin güdümü altında iletişim kurmaktadırlar. Böylece sadece insanlar, hikâye<br />

anlatmanın bazı formları ve tarzları aracılığıyla oluşturulmuş ve deneyimlenmiş bir dünyada yaşarlar.<br />

İnsanlar, bildiklerini ve düşündüklerini ne kişisel ne de doğrudan deneyimle elde etmektedirler. Ne<br />

biliyorlarsa bunları, anlatıkları ve duydukları hikâyelerden edinmektedirler. Dolayısıyla günümüzde<br />

hikâye anlatma işlevini televizyon yerine getirmektedir.<br />

Gerbner ve arkadaşlarına göre televizyonun en önemli işlevlerinden biri sosyalleşmenin bir aracı<br />

olmasıdır. Televizyon dünyasında yer alan sosyal hiyerarşi, sosyalleşmenin diğer güçlü özneleri<br />

tarafından ortaya konulanlardan kolayca ayırt edilemez. Televizyonu tek yapan; standartlaştırma,<br />

doğrusal bir akış haline getirme ve genişletme kapasitesidir. Daha da önemlisi neredeyse toplumun tüm<br />

üyelerine ortak kültürel normları paylaştırmasıdır. İnsanlar televizyonun sembolik çevresi içine<br />

doğmaktadırlar. Çocuklar okumaya başlamadan yıllar önce hatta konuşmayı öğrenmeden televizyon<br />

izlemeye başlamaktadırlar. Televizyon ise gerçekliğin sosyal olarak kurulmuş çeşidini aynı zamanda aynı<br />

yönelimde tüm sınıflar, gruplar ve yaşlara yağdırmaktadır. İzleyici, televizyonu programa göre<br />

izlememektedir. Seçerek de izlememektedir. Rastlantısal olarak seçmeden izlemektedir. Açık olan<br />

televizyon insanları etkileyebilmektedir. Televizyon sinsidir, yavaş yavaş etkiler. En sert ve kalıcı etkiyi<br />

bırakan kitle iletişim aracı televizyondur. Televizyon, okuma yazmanın tarihsel sınırlarını kırmış,<br />

insanların bilgi kaynağı olmuştur. Televizyon belirtilen işlevleriyle artık, kültürle doğrudan etkileşim<br />

içerisindedir. Televizyonun etkisi ani değişiklikte ya da benzerlikte bulunamaz. Fark televizyonu az<br />

izleyenlerle çok izleyenlerin sosyal gerçekliği kavramlaştırmalarında yatar. Televizyon kapitalist<br />

endüstriyel düzenin kültürel koludur.<br />

Öte yandan televizyon, izleyenlerde korku duygusu yaratır. Berbat bir dünya algılamasına neden olur.<br />

Yetiştirme kuramına göre şiddet, fiziksel bir gücün silahlı ya da silah kullanmadan, kişinin kendisine ya<br />

da başkasına karşı, kurbanın kendi rızası dışında, acı verecek biçimde incitilmesi, öldürülmesi ya da<br />

olayın bir parçası olarak kurban olacak derecede tehdit edilmesi unsurlarının açık bir ifadesidir. Boş<br />

tehditler, sözlü saldırılar, inandırıcı şiddet sonuçları doğurmayan jestler şiddet olarak kodlanmamaktadır.<br />

78


Ancak kaza ve doğal şiddet, daima belli karakterleri kurban eden amaçlı dramatik eylemler olarak kabul<br />

edildiğinden şiddet kapsamına girmektedir.<br />

Gerbner’a göre bugüne kadar insanlık çok fazla kan akışına tanık olmuştur ama günümüzdeki gibi bir<br />

kan akışına tanık olmamıştır. 1974’te şiddet içerikli program sayısı 58 iken, bu sayı 1984’te 73, 1994’te<br />

de 75’e çıkmıştır. En çok izlenen zamanda, saat başı 5 şiddet sahmesi yer almaktadır. Ortalama her<br />

geceye 2 ya da 3 cinayet düşmektedir. 4 ya da 5 haber şiddet içerikli olmaktadır. Çocuk programları<br />

şiddet sahneleriyle doludur. Medya ve özellikle televizyon, günümüzde her evi istila eden şiddet<br />

kültürünün yaratanıdır. Şiddet dikkat çekici bir kamu sorunudur. Televizyonda dikkate değer ölçüde<br />

sunulmaktadır. Dramalardaki ve haberlerdeki şiddet iktidara işaret etrmektedir. Nitekim kurban edenler<br />

gibi kurban olanları da sunmaktadır. Şiddeti tetiklediği gibi yıldırmaktadır da... Silahlı eylem de sakat<br />

bırakma da olabilmektedir. Açıkça sosyal kıdem sırasını göstermektedir. Azınlıklar, kadınlar, yaşlılar gibi<br />

bazı gruplar daha çok kurban olmaktadır. Dolayısıyla televizyonda sunulan şiddetin taklitten daha önemli<br />

sonuçları da vardır denilebilir. Nitekim televizyon korku, endişe ve güvensizlik hissi yerleştirerek<br />

güvenlik isteklerinin, sivil haklar ihlalleri ve baskıya daha ağır basan bir iklim yaratmaktadır.<br />

Televizyonda sunulan şiddet, beyaz ve erkek iktidarının yansıtıcısıdır. Global pazara bağlıdır. Para için<br />

şiddet satılmaktadır. Dünyadaki toplumlara en uygun filmler, şiddet içerikli filmlerdir. Şiddetin dili<br />

yoktur. Her topluma uymaktadır. Korku, evrensel bir duygudur ve patlamaya hazırdır. Sembolik şiddet,<br />

etkili biçimde yetiştirilmek için en ucuz yoldur.<br />

Yetiştirme kuramının şiddet tanımlaması nasıldır?<br />

79


Özet<br />

Bu bölümde suskunluk sarmalı, gündem<br />

belirleme ve yetiştirme kuramları açıklanmıştır.<br />

Bunlardan önce kamuoyu oluşturmaya ilişkin<br />

bilgi verilmiştir. Nitekim kamuoyu kavramı,<br />

suskunluk sarmalı kuramı açısından önem<br />

taşımaktadır. Daha da önemlisi kamuoyu<br />

oluşturma ile gündem belirleme arasına ince bir<br />

çizgi çekilmektedir.<br />

Günümüzde, kamuoyunun ne olduğu ve nasıl<br />

öğrenilebileceği konusunda iki hâkim görüşün<br />

varlığından söz edilebilir. İlkine göre kamuoyu,<br />

bireysel düşüncelerin bir yığınıdır ya da kamuoyu<br />

araştırmacılarının ölçmeye çalıştığı şeydir.<br />

İkincisine göre ise çeşitli sorunlar hakkında<br />

kamuoyunun görüşü anket yöntemiyle tam olarak<br />

ortaya konulamaz. Bunun yerine birey<br />

kanaatlerinin biçimlendiği ve açıklandığı kolektif<br />

süreçlerin incelenmesi gereklidir. Nitekim<br />

kamuoyu, karşılıklı etkileşimin ve iletişimin bir<br />

ürünüdür.<br />

Suskunluk sarmalı kuramıyla Elisabeth Noelle-<br />

Neumann, çağdaş toplumlarda medyanın<br />

konumunun özel önemine dikkat çekmiştir.<br />

Noelle-Neumann’ın “kamuoyu araştırmalarınca<br />

saptanan bireysel fikirlerin toplamı, kamuoyu<br />

olarak bilinen korkunç bir siyasal güce nasıl<br />

dönüşüyor?” sorusuna karşılık bulmaya çalışırken<br />

geliştirdiği kuram, güçlü etkilere dönüşü temsil<br />

etmesinin yanında, Amerika dışında geliştirilmesi<br />

ve liberal-çoğulcu gelenek (etki kuramı) içine<br />

dahil edilmesi açısından da önemlidir. Kuram,<br />

yalnızca üyelerinin birbirlerini tanıdıkları<br />

grupların değil, toplumun da oydaşmadan sapan<br />

bireyleri tehdit ettiği varsayımına dayanır: Kişi,<br />

kendi görüşünün azınlıkta kaldığına inanırsa,<br />

dışlanma korkusuyla onu açıklamaktan çekinir.<br />

Çoğunluğun görüşünü oydaşma olarak kabul<br />

eder. Bunda medya temel bilgi kaynağı olarak<br />

aktif rol oynar. Medyanın önemli bir rol<br />

oynamasının nedeni ise insanların kamuoyunun<br />

dağılımı için baktıkları kaynak olmasıdır.<br />

McComs ve Shaw’ın isim babası oldukları<br />

gündem belirleme kuramına göre medyanın<br />

gündemine alarak önemli olduğunu belirttiği<br />

konularla kamu gündemindeki bu konulara ilişkin<br />

algının ilişkili olduğu ortaya konulmuştur. Başka<br />

bir deyişle bir konunun medya gündemindeki<br />

önemlilik derecesi, aynı konunun kamu<br />

gündeminde de benzer şekilde önemli olarak<br />

kabulünü beraberinde getirmektedir.<br />

Yetiştirme kuramı, Amerika Birleşik<br />

Devletleri’nde 1960’ların sonu ve 1970’li yılların<br />

başında Gerorge Gerbner tarafından Kültürel<br />

Göstergeler Projesi adı altında geliştirilmiştir.<br />

Proje, televizyondaki şiddet gösterimi üzerine<br />

geliştirilmiş, ancak sonradan farklı konular<br />

açısından da araştırmalar devam etmiştir.<br />

Kültürel göstergeler projesi, kurumsal süreç<br />

çözümlemesi, mesaj sistem çözümlemesi ve<br />

yetiştirme çözümlemesi bileşenlerinden<br />

oluşmaktadır. Yetiştirme kuramına göre bazı<br />

insanlar televizyon başında fazla zaman<br />

geçirmektedirler. Televizyon da, bazı ortak ve<br />

yinelenen mesajlara sahiptir. Sözkonusu insanlar,<br />

televizyonun en ortak ve yinelenen mesaj ve<br />

derslerinden yansıyan bir dünya görüşüne sahip<br />

olacaktırlar. Kuram televizyonun düşsel<br />

dünyasına bağımlı kalmanın uzun dönemli<br />

toplam rolünü sorgulamaktadır.<br />

80


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Aşağıdaki ifadelerden hangisi dilimizde kamuoyu<br />

kavramına karşılık olarak kullanılmaz?<br />

a. Efkar-ı umumiye<br />

b. Amme efkarı<br />

c. Halk efkarı<br />

d. Kamu efkarı<br />

e. Efkar-ı beşer<br />

2. Aşağıdakilerden hangisi kamuoyunu oluşturan<br />

unsurlardan biri değildir?<br />

a. Medya<br />

b. Okul<br />

c. Aile<br />

d. Siyaset bilimi<br />

e. Siyasal partiler<br />

3. Aşağıdakilerden hangisi kamuoyu kavramını<br />

ilk kullanan düşünür olarak gösterilebilir?<br />

a. Machiavelli<br />

b. Yaşar Kemal<br />

c. Montaigne<br />

d. Dostoyevski<br />

e. Tolstoy<br />

4. Aşağıdakilerden hangisi suskunluk sarmalı<br />

kuramını geliştiren isim olarak bilinir?<br />

a. Elisabeth Noelle-Neumann<br />

b. McCombs ve Shaw<br />

c. George Gerbner<br />

d. Michael Morgan<br />

e. Dennis McQuail<br />

5. Suskunluk sarmalı kuramı açısından en önemli<br />

iki kavram aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Gündem belirleme<br />

b. Yetiştirme çözümlemesi ve mesaj sistem<br />

çözümlemesi<br />

c. Yaygın görüş haline getirme<br />

d. Yetiştirme kuramı<br />

e. Dışlanma korkusu ve dışlanma tehditi<br />

6. Aşağıdakilerdan hangisi gündem belirleme kuramının<br />

ortaya konulduğu ilk çalışmaya karşılık<br />

gelir?<br />

a. Chapell Hill çalışması<br />

b. Charlotte çalışması<br />

c. North Carolina çalışması<br />

d. Spiral of silence çalışması<br />

e. Agenda setting çalışması<br />

7. Gündem belirleme araştırmalarında birbiriyle<br />

ilişkili kaç farklı gündemden söz edilmektedir?<br />

a. 1<br />

b. 2<br />

c. 3<br />

d. 4<br />

e. 5<br />

8. Kültürel göstergeler projesinin kaç bileşeni<br />

bulunmaktadır?<br />

a. 2<br />

b. 3<br />

c. 4<br />

d. 5<br />

e. 6<br />

9. Aşağıdakilerden hangisi yetiştirme kuramını<br />

geliştiren bilim insanıdır?<br />

a. Michael Morgan<br />

b. George Gerbner<br />

c. Nancy Signorielli<br />

d. Lary Gross<br />

e. James Shanahan<br />

10. Mesaj sistem çözümlemesi, hangi kuramın<br />

bir bileşenidir?<br />

a. Gündem belirleme<br />

b. Kamuoyu oluşturma<br />

c. Gündem kurma<br />

d. Yetiştirme kuramı<br />

e. Suskunluk sarmalı<br />

81


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. a Yanıtınız yanlış ise “Kamuoyu Oluşturma”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. d Yanıtınız yanlış ise “Kamuoyu Oluşturma”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

3. c Yanıtınız yanlış ise “Kamuoyu Oluşturma”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

4. a Yanıtınız yanlış ise “Suskunluk Sarmalı<br />

Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

5. e Yanıtınız yanlış ise “Suskunluk Sarmalı<br />

Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

6. a Yanıtınız yanlış ise “Gündem Belirleme<br />

Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

7. c Yanıtınız yanlış ise “Gündem Belirleme<br />

Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

8. b Yanıtınız yanlış ise “Yetiştirme Kuramı”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

9. b Yanıtınız yanlış ise “Yetiştirme Kuramı”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

10. d Yanıtınız yanlış ise “Yetiştirme Kuramı”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

Bunlardan biri bireylerin doğru haber almalarıdır.<br />

Bu da, özgür iletişim ortamına bağlıdır. Diğer<br />

ikisi ise, aldıkları bilgileri duygularından uzak,<br />

akıllarıyla değerlendirmeleri ve çıkar sağlama<br />

umuduyla kamu işlerine yakın bir ilgi<br />

göstermeleridir.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Dışlanma tehditi ve dışlanma korkusudur.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Kurumsal süreç çözümlemesi, mesaj sistem<br />

çözümlemesi ve yetiştirme çözümlemesi.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Yetiştirme kuramına göre şiddet, fiziksel bir<br />

gücün silahlı ya da silah kullanmadan, kişinin<br />

kendisine ya da başkasına karşı, kurbanın kendi<br />

rızası dışında, acı verecek biçimde incitilmesi,<br />

öldürülmesi ya da olayın bir parçası olarak<br />

kurban olacak derecede tehdit edilmesi<br />

unsurlarının açık bir ifadesidir. Boş tehditler,<br />

sözlü saldırılar, inandırıcı şiddet sonuçları<br />

doğurmayan jestler şiddet olarak<br />

kodlanmamaktadır. Ancak kaza ve doğal şiddet,<br />

daima belli karakterleri kurban eden amaçlı<br />

dramatik eylemler olarak kabul edildiğinden<br />

şiddet kapsamına girmektedir..<br />

82


Yararlanılan Kaynaklar<br />

Anık, C. (1994). “Kamuoyunu Oluşturan<br />

Araçlar”, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi<br />

Dergisi İletişim 1-2, 83-110.<br />

Atabek, N. ve Dağtaş, E. (1998). Kamuoyu ve<br />

İletişim. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.<br />

Bektaş, A. (1996). Kamuoyu, İletişim ve<br />

Demokrasi. İstanbul: Bağlam.<br />

Dearing, J.W. ve Rogers, E.M. (1996).<br />

Communication Concepts 6: Agenda-Setting.<br />

Thousand Oaks: Sage.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki<br />

Kuram Kitle İletişimine Yaklaşımların<br />

Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi.<br />

Ankara: Erk.<br />

Gökçe, O. (1996). “Kamuoyu Kavramının Anlam<br />

ve Kapsamı”, Anadolu Üniversitesi İletişim<br />

Bilimleri Fakültesi Dergisi Kurgu 14, 211-227.<br />

İrvan, S. (1997). “Suskunluk Sarmalı Kuramı ve<br />

Elisabeth Noelle-Neumann’ın Özgeçmişi”,<br />

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi<br />

6, 421-450.<br />

İrvan, S. (2008). “Gündem Belirleme Yaklaşı<br />

mının Genel Bir Değerlendirmesi”, Gündem<br />

Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C.<br />

Yaşin. Ankara: Yargı.<br />

McCombs, M. E. ve Shaw, D. (2008). “Kitle<br />

İletişiminin Gündem Belirleyici İşlevi”, Gündem<br />

Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C.<br />

Yaşin, Çev: A. L. Türer. Ankara: Yargı.<br />

McQuail, D. ve Windahl, S. (2005).İletişim<br />

Modelleri. Çev: K. Yumlu. Ankara: İmge<br />

Kitabevi.<br />

Noelle-Neumann, E. (1998). Kamuoyu Sus<br />

kunluk Sarmalının Keşfi. Çev: M. Özkök.<br />

Ankara: Dost Kitabevi.<br />

Özer, Ö. (2004). Yetiştirme Kuramı: Televizyo<br />

nun Kültürel İşlevlerinin İncelenmesi.<br />

Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.<br />

Severin, W. J. ve Tankard, J. W. (1994). İletişim<br />

Kuramları: Kökenleri, Yöntemleri ve Kitle<br />

İletişim Araçlarında Kullanımları. Çev: A. A.<br />

Bir ve N. S. Sever. Eskişehir: Kibele Sanat<br />

Merkezi.<br />

Severin, W. J. ve Tankard, J. W.<br />

(2001).Communication Theories Origions,<br />

Methods, and Uses in the Media, New York:<br />

Longman.<br />

Yaşin, C. (2008). “Gündem Belirleme Kuram ve<br />

Araştırmalarının Tarihsel Gelişimi”, Gündem<br />

Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C.<br />

Yaşin. Ankara: Yargı.<br />

Yüksel, E. (2001). Medyanın Gündem Belirle<br />

me Gücü. Konya: Çizgi Kitabevi.<br />

Yüksel, E. (2008). “Kamuoyu Oluşturma ve<br />

Gündem Belirleme Kavramları Nerede<br />

Kesişmekte, Nerede Ayrılmaktadır?”, Gündem<br />

Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C.<br />

Yaşin. Ankara: Yargı.<br />

<br />

83


4<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

İletişim alanındaki izleyici merkezli yaklaşımları açıklayabilecek,<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını tanımlayabilecek,<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımıyla diğer izleyici merkezli yaklaşımlar arasındaki farkları<br />

açıklayabilecek,<br />

İzleyici merkezli araştırma tasarımlarında kuramsal çerçeveyi betimleyebilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

İzleyici<br />

Gereksinim<br />

Kullanım<br />

Doyum<br />

Etki<br />

Bağımlılık<br />

Aktif İzleyici<br />

Beklenti-Değer<br />

İçindekiler<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Giriş<br />

İzleyicinin Aktifliği Tezi<br />

Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı<br />

Kullanımlar ve Etkiler Modeli<br />

Bağımlılık Modeli<br />

Kullanımlar ve Bağımlılık Modeli<br />

Beklenti-Değer Yaklaşımı<br />

84


İzleyici Merkezli<br />

Yaklaşımlar<br />

GİRİŞ<br />

Pasif izleyici; yani kitle iletişim araçlarının etkisine maruz kalan izleyici merkezli araştırmalar, 1970’li<br />

yıllara kadar iletişim alanında büyük bir egemenlik kurmuştur. Tek yönlü iletişim modelini izleyen ve<br />

insanların kitle iletişim araçlarının pasif tüketicileri olduğu fikrini taşıyan bu yaklaşımların izleyiciyi geri<br />

planda bırakması, daha sonra izleyiciyi merkez alan modellerin doğmasına neden olmuştur. Ardından<br />

izleyici merkezli yaklaşımlar önem kazanmaya başlamıştır. Bu çalışmalarda araştırmacılar, kitle iletişim<br />

araçlarının izleyicilere neler yaptığını değil, izleyicilerin kitle iletişim araçlarıyla neler yaptığını sorgular<br />

hale gelmişlerdir. İzleyici merkezli çalışmalarda izleyiciler, iletişim araçlarının etkilerine maruz kalan<br />

pasif nesneler değil, çok çeşitli gereksinimlerini karşılamak için iletişim araçlarını arayan, seçen, hangi<br />

mesajdan nasıl etkileneceğine kendisi karar veren aktif özneler olarak tanımlanmıştır. Böylece iletişim<br />

araştırmalarında odak; mesajın içeriği, etkisi ve mesajı gönderen kaynak olmaktan çıkıp bu mesajı alan<br />

izleyiciye doğru kaymıştır.<br />

İzleyici merkezli yaklaşımların günümüzde hala kullanılan önemli araştırma yaklaşımlarından biri<br />

kullanımlar ve doyumlar kuramı adıyla anılır. Bu yaklaşım, kişilerin ihtiyaçlarını ya da gereksinimlerini<br />

gidermek ve haz ya da doyum sağlamak amacıyla kitle iletişim araçlarını ve bu araçların içeriklerinin<br />

kullandıkları düşüncesi üzerine odaklanır. İzleyici merkezli yaklaşımlar arasında en çok dikkati çeken<br />

kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kitle iletişim sürecinde toplumsal boyutu bir kenara bırakarak daha<br />

çok bireysel düzeyde psikolojik unsurlar üzerine yoğunlaşması ise eleştiri konusu olmuştur. Söz konusu<br />

eleştiriler, “aktif izleyici” tezinden vazgeçmeden yaklaşımın sorunlu yanlarını gidermeye çalışan<br />

“kullanımlar ve bağımlılık”, “kullanımlar ve etkiler”, “beklenti-değeri” gibi çeşitli modellerin ortaya<br />

atılmasına neden olmuştur.<br />

İZLEYİCİNİN AKTİFLİĞİ TEZİ<br />

İletişim araçlarının etkisine maruz kalan pasif izleyiciyi odak alan araştırmalar, 1970’li yıllara kadar<br />

iletişim alanında egemen olmuştur. Genel olarak bu araştırmalarda kitle iletişiminin hedefi konumundaki<br />

izleyicilerin, iletişim süreci içinde aktif olarak herhangi bir role sahip olmadıkları ve iletişim mesajları<br />

karşısında savunmasız ve pasif konumda kaldıkları görüşü hâkim olmuştur. Ancak 1970’lerden sonra<br />

kitle iletişiminin alıcısı konumundaki kişilerin pasif durumda olmadıklarına ilişkin araştırmalar öne<br />

çıkmaya başlamıştır. Bu araştırmalarda dilbilim, göstergebilim, kodlama, kodaçımlama, okuma gibi<br />

açılımlarla izleyicinin bir mesajı anlamlandırma yeteneği ön plana çıkarılmıştır. Aslında izleyici odaklı bu<br />

araştırmaları tetikleyen şeyin pazar araştırmaları kapsamında ele alınması gereken kullanımlar ve<br />

doyumlar yaklaşımı olduğunu belirtmek gerekir.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, toplum bilimlerindeki anaakım araştırma geleneğinden çıkmıştır.<br />

İnsanların medyayı neden kullandığıyla ilgilenmektedir. Bu yaklaşım okuyucu, dinleyici ya da<br />

izleyicilerin hangi iletişim araçlarını ya da içeriklerini hangi gereksinimlerle kullandıklarını ve ne gibi<br />

doyumlar sağladıklarını açıklamaya çalışır. İzleyici odaklı diğer araştırmalarda da izleyicinin bir mesajı<br />

nasıl okuduğu ve anlamlandırdığı açıklanır. Burada ortaya konulmak istenen fikir, izleyicilerin her<br />

verileni sünger gibi emen pasif alıcılar olmadığı, mesajları kendilerine uygun bir şekilde<br />

yorumladıklarıdır.<br />

85


Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, iletişim araştırmalarına “aktif izleyici” tezini getirmiştir. Aktif<br />

izleyici tezinde, izleyicilerin kendi gereksinimlerine göre iletişim araçlarını ve içeriklerini seçtikleri ve<br />

kendi etkilerini kendilerinin aradığı görüşü savunulur. Buna göre insanlar basit bir biçimde davranmak<br />

yerine, çevrelerine etkide bulunan aktif özneler olarak kabul edilir. Bu özneler, etkinlikleri seçme yolları<br />

arasından amaçlarına uygun tercihler yapma gücüne sahiptirler. İletişim alanında, kişi kendi<br />

enformasyonunun yaratıcısıdır. “Enformasyon” burada kişinin zaman ve mekânda hareket ederken<br />

yaşamdan çıkardığı anlam olarak nitelenir. Kitle iletişim araçları da dünyanın seyredildiği mercekler<br />

olarak görülür. Bu merceklerle kişiler, dünyanın kendilerine özgü anlamlarını oluştururlar.<br />

“Aktif izleyici” düşüncesiyle yürütülen araştırmalar bilimsel amaçlarla gerçekleştirildiği gibi kültür<br />

ürünlerini ticari olarak kar amaçlarıyla pazarlayan kurumları, kapitalist sistemin eleştirisini yapan<br />

değişimci ya da eleştirel düşünceye sahip yaklaşımlara karşı savunmak amacıyla da yürütülmüştür. Daha<br />

açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, bu araştırmalarla dolaylı olarak kitle iletişiminin etkilerine yönelik<br />

eleştirilerine karşı şöyle bir savunma söz konusudur: Siz izleyiciyi aptal mı sanıyorsunuz? O kendi<br />

seçimini yapacak olgunluktadır, kendine uygun bir biçimde mesajları yorumlar, bir başka deyişle kitle<br />

iletişim araçlarının sundukları şeyler sizin abarttığınız gibi insanları tek taraflı etkileyecek biçimde<br />

tehlikeli değildir, korkmanıza gerek yok.<br />

İzleyici merkezli yaklaşımlar konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için<br />

Erdoğan ve Alemdar’ın “Öteki Kuram” (2010) adlı kitabını okuyabilirsiniz.<br />

KULLANIMLAR VE DOYUMLAR YAKLAŞIMI<br />

Kullanımlar ve doyumlar, medya araştırmalarındaki etkili geleneklerden biridir. Kullanımlar ve doyumlar<br />

yaklaşımı, genel olarak Gerbner’in yetiştirme modelinin bir bakıma alternatifi olarak değerlendirilebilir.<br />

Bu yaklaşım, neden insanların gereksinimlerini doyurmak amacıyla aktif olarak belli iletişim araçlarını ve<br />

belli içerikleri aradığını anlamaya çalışır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre insanların çeşitli gereksinimleri vardır ve bu<br />

gereksinimlerini doyuma ulaştırmaya çalışırlar. İnsanların gereksinimlerini doyuma ulaştırmak için<br />

kullandıkları araçlardan bazıları da kitle iletişim araçlarıdır. İnsanlar bu araçlar ve araçların ürünleri<br />

arasında gereksinimlerini karşılamak için seçme yaparlar. Bu amaçlı etkinlikler sonucu gereksinimler<br />

giderilir ve gerginlikler azaltılır.<br />

Katz, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının üç hedefi olduğunu belirtir ve bu hedefleri şöyle sıralar:<br />

• Kitle iletişim araçlarının, bireyler tarafından gereksinimlerini gidermek amacıyla nasıl<br />

kullanıldığını açıklamak<br />

• Medya davranışının güdülerini anlamak<br />

• İletişim davranışını, güdüleri ve gereksinimleri izleyen işlevleri ve sonuçları belirlemek.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, iletişim araçlarının etkilerini medya tüketimi açısından inceler.<br />

Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları, medya tüketicilerinin çeşitli medya içeriklerini tüketmenin<br />

nedenlerinin farkında olduklarını ve bunu açıkça söyleyebileceklerini varsayarlar. Fiske, kullanımlar ve<br />

doyumlar araştırmalarının temellendiği varsayımları şöyle belirtir:<br />

1. İzleyici aktiftir. Medyanın yayımladığı her şeyin pasif bir alıcısı değildir. Program içeriğini seçer<br />

ve kullanır.<br />

2. İzleyiciler kendi gereksinimlerine en iyi doyumu sağlayacak medyayı ve programları özgürce<br />

seçerler. Medya yapımcısı programın kullanım biçimlerinin farkında olmayabilir ve farklı<br />

izleyiciler aynı programı farklı gereksinimleri gidermek amacıyla kullanabilirler.<br />

3. Medya doyumun tek kaynağı değildir. Tatile gitmek, spor yapmak, dans etmek de medyanın<br />

kullanıldığı gibi kullanılır.<br />

86


4. İnsanlar belirli durumlarda kendi çıkarlarının ve güdülerinin farkındadırlar ya da farkında<br />

olmaları sağlanabilir.<br />

5. Medyanın kültürel önemi konusundaki değer yargıları göz ardı edilmek zorundadır. Örneğin<br />

belli bir dizinin saçma sapan bir dizi olduğunu söylemek gereksizdir. Eğer bu dizi çok sayıda<br />

kişi tarafından izleniyor ve çok sayıda kişinin gereksinimlerine yanıt veriyorsa yararlıdır.<br />

Belli bir televizyon programının yararlı olup olmadığını yalnızca<br />

izlenme oranlarına bakarak değerlendirmek doğru mudur?<br />

Rosengren’in Genel Modeli<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında açıklanan temel düşünceyi Karl Eric Rosengren, model haline<br />

getirmiştir.<br />

Şekil 4.1: Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımının Genel Bir Modeli<br />

Kaynak: Rosengren, 1974: 271.<br />

Modelin başlangıç noktasını bireyin gereksinimleri (1) oluşturur. Ancak bu gereksinimlerin uygun bir<br />

eyleme dönüşebilmesi için, ilk başta bunların sorun (4) olarak algılanması gerekir. Ayrıca bu sorunlara<br />

olası çözüm (5) yollarının da algılanması gerekmektedir. Modelde gereksinimlerin deneyimi (3) gelişme<br />

düzeyi ve siyasal sistemin biçimi gibi toplumsal yapının özellikleri tarafından (11) ve ayrıca kişilik,<br />

toplumsal konum veya yaşam öyküsü gibi bireysel özellikler (2) tarafından biçimlendirilir veya etkilenir.<br />

Sorunların algılanması ve olası çözümler, kitle iletişim araçlarını (7) ya da diğer davranış (8) biçimlerini<br />

kullanmak üzere güdülerin (6) oluşmasına yol açar. Sonuçta, başlangıçta var olan gereksinimler tatmin<br />

edilerek birey doyuma (9) ulaşır. Rosengren’e göre güdülerin ampirik olarak gereksinim ve sorunlardan<br />

ayırt edilmesi zordur, ancak bunlar analitik olarak farklıdırlar. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre<br />

içerik, algılanan sorunların çözümüne yardım edecek biçimde seçilir ve kullanılır. Alternatif, yani kitle<br />

iletişim araçlarına alternatif davranış da (8) örneğin arkadaşımızı ziyaret ederek sağlanabilir. Böylece<br />

toplumsal ilişki gereksinimimizi daha doğrudan ve doğal olarak sağlayabiliriz. Modelin son aşaması ise<br />

başlangıçta var olan gereksinimlerin giderilmesi deneyimidir ya da deneyimsizliğidir. Doyumun tekrar<br />

toplumsal yapı (10) ve bireysel özelliklerle (11) birleştirilmesi, güdülenmiş kitle iletişim araçları<br />

kullanımının bireyler ve toplum üzerinde birtakım bağımsız etkileri olabileceğini anımsatmak içindir.<br />

87


Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımının Temelleri<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kökleri aslında 1940’lı yıllara kadar gider. Bu dönemde<br />

araştırmacılar insanların neden radyo dinleme ya da gazete okuma gibi farklı medya davranış biçimleri<br />

gösterdikleri sorusunun yanıtıyla ilgilenmeye başlamışlardır. Bu ilk araştırmalar, aslında izleyici<br />

tepkilerini anlamlı kategoriler içinde sınıflandırmaya çalışan betimleyici çalışmalardan oluşmaktadır.<br />

Örneğin Herzog, “radyo soap operalarını” dinlemeyle ilgili üç tip doyum belirlemiştir. Bunlar duygusal<br />

rahatlama, hüsnükuruntu ve tavsiye almadır.<br />

Soap opera, radyo ya da televizyon programı olarak dizi biçiminde<br />

yayınlanan dramatik kurmacalardır. Radyo tiyatrosu olarak yayınlandıkları dönemlerde<br />

sponsorluklarının sabun (soap) üreten firmalar tarafından yapılması nedeniyle bu<br />

kurmaca türüne “soap opera” adı verilmiştir. Bu tür, Türkiye’de daha çok “pembe dizi”<br />

adıyla anılmaktadır.<br />

Berelson ise insanlara neden gazete okuduklarını sormak için bir New York gazetesinin grevinden<br />

yararlanmıştır. Yanıtlar beş ana kategoride toplanmıştır. Bu kategorilere göre insanların gazete okuma<br />

nedenleri şunlardır:<br />

1. Enformasyon edinmek için okuma,<br />

2. Toplumsal saygınlık kazanmak için okuma,<br />

3. Kaçış amaçlı okuma,<br />

4. Günlük yaşam için bir araç olarak okuma<br />

5. Toplumsal bir bağlam için okuma.<br />

Bu ilk çalışmaların kuramsal tutarlılığı çok azdır. Gerçekte çoğu, gazete yayımcıları ve radyo<br />

yayıncılarının pratikte daha etkili hizmet sunabilmek için izleyicilerinin motivasyonlarını bilme<br />

gereksinimlerinden esinlenmişlerdir.<br />

Araştırma yaklaşımının gelişiminde, bir sonraki aşama, 1950’lerin sonunda başlamıştır ve 1960’larda<br />

da devam etmiştir. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının temelleri ilk kez Elihu Katz tarafından<br />

1959’da yazılan bir makalede açıklanmıştır. Katz, bu makalesinde, iletişim araştırmalarının hep ikna<br />

konusuyla ilgilendiğini ve “medya insanlara ne yapıyor?” sorusuna yanıt aradıklarını, asıl sorulması<br />

gereken sorunun ise “insanlar medya ile ne yapıyor?” sorusu olduğunu ileri sürmüştür. Katz yaptığı<br />

çalışmalarda, izleyicilerin iletişim araçlarını kullanma nedenlerini ortaya koymaya çalışarak her<br />

kullanımın bir gereksinimi giderme amacı taşıdığını savunmuştur.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı ile 1960’lı yıllarda yapılan araştırmalar farklı tüketim ve doyum<br />

kalıplarının öncülleri olduğu varsayılan çok sayıda toplumsal ve psikolojik değişkeni tanımlamaya ve<br />

işlemselleştirmeye yönelmiştir. Örneğin Schramm, Lyle ve Parker çalışmalarında, çocukların televizyonu<br />

kullanımlarının başka şeyler yanında bireysel zihin yetenekleri ile anne-baba ve akranlarla ilişkileri<br />

tarafından etkilendiğini ortaya koymuşlardır. Gerson ise ergenlerin medyayı nasıl kullandığını öngörmede<br />

ırkın önemli olduğu sonucuna varmıştır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı 1970’ler ve ardından 1980’lerde yeniden canlanmıştır. Toplum<br />

bilimlerindeki işlevselci paradigmadan kaynaklanan araştırmalar, medya kullanımını bireyin toplumsal ya<br />

da psikolojik doyumları açısından irdelemişlerdir. Buna göre kitle iletişim araçları diğer doyum<br />

kaynaklarıyla yarışma halindedir. Kitle iletişim araçlarından sağlanan doyumlar ise bir iletişim aracının<br />

içeriğinden elde edilebilir. Örneğin seyirci belli bir programı izleyerek doyum sağlayabilir ya da izleyicin<br />

doyumu iletişim araçlarındaki belli bir program türünü bilmekten kaynaklanabilir. Örneğin seyirci pembe<br />

dizileri izleyerek doyum elde edebilir. Doyum, genel olarak kitle iletişim aracına maruz kalmaktan;<br />

örneğin televizyon izlemekten ya da belli bir iletişim aracının kullanıldığı toplumsal bağlamdan; örneğin<br />

aile ile birlikte izlemekten de elde edilebilir.<br />

Blumler ve Katz, hem gereksinimlerin doyurulması hem de genellikle istenmeyen başka sonuçlara yol<br />

açan farklı maruz kalma kalıplarından söz etmişlerdir. Bilim insanları izleyicilerin gereksinimlerinin kitle<br />

iletişim araçları konusunda belli beklentiler oluşturan toplumsal ve psikolojik kaynaklara sahip olduğunu<br />

öne sürmüşlerdir. Buna karşılık McQuail, bu gelenekteki araştırmaların egemen duruşunu şöyle açıklar:<br />

88


“Kişisel toplumsal koşullar ve psikolojik eğilimler hem genel olarak iletişim araçlarını kullanma<br />

alışkanlıklarını hem de iletişim araçlarının sunduğu yararlara ilişkin inanç ve beklentileri etkiler.<br />

Deneyimlerin değerlendirilmesi ise izleyicilerin iletişim aracı seçimlerini ve bu araçları tüketim<br />

eylemlerini biçimlendirir”.<br />

İletişim Araçlarını Kullanım Nedenleri ve Doyumlar<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, her ne kadar kişisel gereksinimlerimizi ve isteklerimizi gidermek<br />

için toplumsal ilişkileri kullandığımızı öne süren yüz yüze iletişim kuramlarıyla uyumluysa da kitle<br />

iletişim sürecini açıklamak için geliştirilmiş bir kuramdır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında iletişim araçlarının kullanım nedenleri, kişilerin<br />

gereksinimleriyle açıklanır. Kişilerin bireysel ve toplumsal gereksinimleri vardır ve bu gereksinimleri<br />

giderip, gerginlikten kurtulmaya çalışırlar. Bu gerginliği gidermenin yollarından biri de iletişim araçlarını<br />

aktif olarak kullanmaktır. Elbette gereksinimleri gidermek için tatile çıkmak, spor yapmak, çeşitli<br />

hobilerle uğraşmak ve çalışmak gibi başka yollar da vardır. Ancak gereksinimleri karşılamakta kullanılan<br />

kişisel ve çevresel olanaklar yetersiz kaldığında, izleyici iletişim araçları ve bunların içeriği arasından<br />

seçimler yapar. Böylelikle gereksinimlerini doyuma ulaştırıp gerginlikten kurtulmaya çalışır. Bu açıdan,<br />

kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, işlevselciliğin denge görüşüne dayanır.<br />

Gereksinimler ve Güdüler<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını benimseyen araştırmacılar, başlangıç noktası olarak temel bir<br />

psikolojik kavram olan “gereksinim”den hareket ederler. Bireylerin yaşamlarını devam ettirebilmek için<br />

karşılamaları gereken bazı gereksinimleri; yani ihtiyaçları vardır. Gündelik yaşamda herhangi bir<br />

gerginlik yaşanmaması için bu gereksinimlerin doyuma ulaştırılması gerekmektedir.<br />

Maslow’un gereksinimler hiyerarşisi modeli bu doyumlarla ilgilidir. Maslow, insan güdülerini bir<br />

piramit biçiminde değerlendirerek gereksinimlerin aşamaları olduğunu belirtmiştir (Şekil 4.2). Buna göre<br />

açlık, susuzluk ve cinselliğin fizyolojik doyumu, gereksinimler piramidinin en alt basamağını<br />

oluşturmaktadır. Bu basamaktaki gereksinimler giderilmeden bir üst basamağa geçmek oldukça zordur.<br />

Gereksinimlerin tatmin edilmesi bireyin kendisini iyi hissetmesini sağlar, ancak bir gereksinimin tatmin<br />

edilmesiyle birey bir sonraki aşamaya geçer ve bu sefer de bir üst aşamadaki gereksinimlerini gidermeye<br />

çalışır. Açlık, susuzluk ve cinsellik gereksiniminin fizyolojik doyumu aşamasından sonra piramitte<br />

sırasıyla şu aşamalar yer almaktadır: Emniyet, güven, düzen ve değişmezlik; ait olma ve sevgi; değer,<br />

başarı, kendine saygı; kendini gerçekleştirme.<br />

Şekil 4.2: Maslow’un gereksinimler hiyerarşisi modeli<br />

Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Maslow%27s_hierarchy_of_needs’den uyarlanmıştır.<br />

Daha yüksek düzeyli gereksinimler; biyolojik gereksinimler ve güvenlik gereksinimi gibi daha<br />

zorunlu gereksinimlerin karşılanmasının ardından ortaya çıkar. Psikologların çoğu, insanların biyolojik<br />

gereksinimleri yanında keşfetme, yükselme, statü edinme, paylaşma, eğlenme gibi istek ve gereksinimler<br />

içinde olduğuna inanırlar.<br />

89


Güdü (motiv) ise insanın davranışını bir hedefin gerçekleşmesine ya da bir nesneyi elde etmeye doğru<br />

yönelten ya da uyaran içsel bir güçtür. Bireyin bu gücün etkesiyle harekete geçmesine de güdülenme<br />

(motivasyon) denir. Güdüler, doğrudan doğruya idare ve kontrol edilemezler, doğrudan doğruya<br />

gözlemlenemezler; ancak davranışların gözlenmesi yoluyla anlaşılırlar. Örneğin bir kişi yiyecek<br />

gereksinimini karşılamak için güdülenebilir ve yiyeceğe doğru yönelir ya da takdir edilme gereksinimini<br />

karşılamak için güdülenebilir. Bu amaçla farklı davranışlara yönelebilir; örneğin resim yapabilir, belli bir<br />

alanda uzmanlık geliştirebilir ya da iyi futbol oynayabilir.<br />

Güdü, insanların davranışını bir hedefin gerçekleşmesine ya da bir<br />

nesneyi elde etmeye doğru yönelten ya da uyaran içsel bir güçtür. Bireyin bu gücün<br />

etkesiyle harekete geçmesine de güdülenme (motivasyon) denir.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kuramsal kaynağını psikolojideki gereksinim ve güdü<br />

kavramları oluşturur. Kişilerin biyolojik gereksinimleri yanında toplumsal ve bireysel gereksinimleri de<br />

vardır. Kişiler, içinde yaşadıkları kişisel çevre ve içinde bulundukları olanaklar gereksinimlerini<br />

karşılamakta yetersiz kaldığında, bu gereksinimlerini kitle iletişim araçlarını kullanarak gidermeye<br />

çalışırlar. Bu bağlamda kitle iletişim araçları arasından ve bu araçların sunduğu ürünler arasından bir<br />

seçim yaparlar ve böylece gereksinim giderilerek gerginlik ortadan kaldırılır ya da azaltılır.<br />

Bireyin emniyet ve güven aşamasında doyuma ulaştırması gereken gereksinimlerden biri de<br />

“haberleşme” gereksinimidir. Birey yakın ve uzak çevresinde olup bitenlerle ilgili haber alabilmek için<br />

kitle iletişim araçlarını kullanır. Kitle iletişim araçları, haberdar etmenin yanında bireyin ürün ve<br />

hizmetlere ilişkin bilgi edinme, oyalanma/zaman geçirme ve eğlenme gibi gereksinimlerinin<br />

karşılanmasında da işlev görür. Dolayısıyla bireyin günlük yaşamının sürdürülmesinde kitle iletişim<br />

araçlarının önemli bir yeri vardır. Bireyler kitle iletişim araçlarını kullanarak birtakım gereksinimlerini<br />

karşılamakta ve bu araçlardan elde ettikleri doyumlarla psikolojik olarak rahatlamakta ve gerginliklerini<br />

azaltmaktadırlar.<br />

Bireylerin kişisel özellikleri ve toplumla kurdukları ilişkiler birbirinden farklıdır. Dolayısıyla her<br />

bireyin sorunları ve gereksinimleri de farklıdır. Bu farklılık kişilerin doyum ararken farklı güdülerle<br />

davranmalarına neden olur. Sonuç olarak bireyler, iletişim araçlarını farklı nedenlerle ve farklı biçimde<br />

kullanırlar. Kullanımlar ve doyumlar araştırmaları da kitle iletişim araçları ve bu araçların içeriği ile<br />

insanları bu araçları kullanmaya yönelten gereksinimler, güdüler, kullanımlar sonucunda elde edilen<br />

doyumlar arasındaki ilişkileri araştırırlar.<br />

Kullanım ve Doyumlar<br />

Araştırmalarda ortaya konulan bulgular çerçevesinde, kitle iletişim araçlarının kullanım nedenlerine bağlı<br />

olarak elde edilen kişisel doyumlar genel olarak şu şekilde sıralanabilir:<br />

• Günlük yaşamın baskılarından kurtulmak<br />

• Dünyada ne olup bittiği hakkında bilgi edinmek<br />

• Zaman öldürmek/vakit geçirmek<br />

• Yiyecek, giyecek ve eşyalar hakkında bilgi almak,<br />

• Dinlenmek<br />

• Kişisel ilişki ve arkadaşlık gereksinimini karşılamak<br />

• İçinde yaşadığımız zamandan geri kalmamak (zamana ayak uydurmak).<br />

Farklı araştırmacılar, kitle iletişim araçlarından sağlanan doyumları farklı biçimlerde sınıflandırmakta<br />

ve farklı doyum kategorileri oluşturmaktadırlar. Bu bilim insanları arasında McQuail, kitle iletişim<br />

araçlarının kullanımının genel nedenlerini enformasyon, kişisel kimlik, eğlence, bütünleşme ve sosyal<br />

etkileşim başlıkları altında toplamaktadır. Bu başlıklar ise şöyle açıklanabilir:<br />

90


Enformasyon<br />

• Yakın çevredeki, toplumdaki ve dünyadaki olaylarla ve koşullarla ilgili enformasyon bulmak<br />

• Pratik konularda tavsiye ya da fikir ve karar seçenekleri araştırmak<br />

• Merak ve genel ilgiyi tatmin etmek<br />

• Öğrenme, kendi kendine eğitim<br />

• Bilgi sayesinde bir güvenlik duygusu kazanmak<br />

Kişisel kimlik<br />

• Kişisel değerlere destek bulmak<br />

• Davranış modelleri bulmak<br />

• (Kitle iletişim araçlarındaki) değerli öteki ile özdeşleşmek<br />

• Kendine ilişkin içgörü kazanmak<br />

Bütünleşme ve sosyal etkileşim<br />

• Başkalarının koşullarına ilişkin içgörü kazanmak; sosyal empati<br />

• Başkalarıyla özdeşleşmek ve bir aidiyet duygusu kazanmak<br />

• Sohbet ve sosyal etkileşim için bir temel bulmak<br />

• Gerçek yaşamdaki arkadaşlığın yerini tutacak bir şey bulmak<br />

• Sosyal rollerin yürütülmesine yardımcı olmak<br />

• Kişinin aileye, arkadaşlara ya da toplumla bağlantı kurmasını sağlamak<br />

Eğlence<br />

• Sorunlardan kaçmak ya da uzaklaşmak<br />

• Rahatlamak, gevşemek<br />

• İçsel kültürel ya da estetik zevk almak<br />

• Zaman geçirmek, zaman öldürmek<br />

• Duygusal rahatlama/boşalma<br />

• Cinsel uyarılma<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre insanların neden televizyon<br />

izlediği açıklanabilir mi?<br />

Doyum Sağlayan İçerik<br />

Kişiler, gereksinimlerini gidermek için iletişim araçlarının içerikleri arasında da seçim yaparlar. Erdoğan,<br />

kişilerin doyum sağlamak için kullandıkları kitle iletişim araçlarının içeriğini üç sınıfa ayırmaktadır:<br />

1. Gerçek enformasyon veren içerik: Çevresel, ulusal ve uluslararası haberler, belgesel sunuşlar,<br />

yorumlar.<br />

2. Gerçek-duygusal içerik: Tiyatro ve oyun gibi estetik bir biçimde sunulan ve aynı zamanda<br />

hayali olmayan içerik. Gerçeğe dayanmasına karşın bu tür içerik kaçış, çevreden uzaklaşma ve<br />

hayali ilişkilere girmek için kullanılabilir. Bu içeriğe örnek olarak canlı spor yayınlarını,<br />

konuşma programlarını, yarışma programlarını ve reklamları verebiliriz.<br />

3. Hayali-duygusal içerik: Romanlar, hikâyeler, melodramik, komedi ya da polisiye filmler ve<br />

televizyon eğlence oyunları, çocuk dergileri. Bu tür içerik kişileri toplumsal ilişkilerde daha çok<br />

yalnızlığa götürür ve çoğunlukla kişiye sorunlarını çözme yerine sorunlardan kaçma olanağını<br />

verir.<br />

91


Kullanılan İletişim Aracına Göre Sağlanan Doyumlar<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını temel alan araştırmalarda incelenen konulardan biri de farklı<br />

iletişim araçlarının farklı gereksinimlerle farklı doyumlar elde etmek için kullanılmasıyla ilgilidir. Bu<br />

türdeki araştırmaların en çok bilinenleri ve bulguları aşağıda açıklanmaktadır.<br />

Schramm, Lyle ve Parker, çocukların televizyonla ne yaptıklarını incelemişlerdir. Buldukları<br />

sonuçlara göre çocuklar genellikle büyüklerin seyrettiği programları seyretmektedirler ve seyrettiklerinin<br />

çoğu fantezi ve eğlence programlarıdır. Okul öncesi yıllarında fantezi programlarından öğrenirler,<br />

büyüdükçe basılı iletişim araçlarını gerçeği deneme ve ciddi öğrenme için kullanmaya başlarlar, çocuğun<br />

toplumsal ilişkileri kötüleştikçe, televizyon kullanımı ve fantastik içerik arayışı artar.<br />

Johnson, gençler arasında iletişim araçlarının kullanımı ve toplumsal bütünleşmeyi incelemiş ve<br />

yoğun televizyon izleme ile statü düş kırıklığı arasında doğrudan bir ilişki bulmuştur. Buna göre,<br />

toplumsal bütünleşmede başarısızlık hissi kişileri, yetersizlik duyguları veren bir durumdan kaçmak<br />

amacıyla bir “duygusal onarma” aracı olarak televizyonu kullanmaya yöneltmiştir.<br />

Katz ve Peled savaş gibi özel bir durumda televizyonun iki önemli görevi olduğuna işaret etmişlerdir:<br />

Bilmek gereksinimi ve gerginlikten kurtulma. Gazetelerin ek bir bilgi kaynağı olduğunu ve radyo ile<br />

televizyonun verdiği materyallerin yorumu için kullanıldığı ortaya çıkmıştır.<br />

Diğer yandan Katz, Gurevitch ve Haas, çeşitli araçları kullanma ve elde edilen doyumlarla ilgili<br />

araştırmalarında televizyonun daha çok “zaman öldürmek”, “aile ile vakit geçirmek”, “eğlenmek”,<br />

“sıkıntıları atmak” ve gazetelerin “dünya olaylarını anlamak”, özellikle kendi ülkeleri İsrail hakkında<br />

haber almak için kullanıldığını ortaya koymuşlardır.<br />

Kullanımlar Doyumlar Araştırmalarında Televizyon<br />

Etkili sunumu nedeniyle televizyon, gereksinimlerin doyurulmasında sıkça kullanılan sosyo-kültürel bir<br />

kaynaktır. Televizyonun toplumsal olarak kullanımının çeşitli biçimlerini keşfetmek için yıllardır<br />

etnografik araştırma teknikleri verimli bir biçimde kullanılmaktadır. Genel olarak izleyiciler televizyonu,<br />

çevrelerini düzenlemek ve inşa etmek, kişilerarası iletişimi kolaylaştırmak, çok sayıda insana ulaşmak,<br />

toplumsal davranışları ve rolleri öğrenmek, kişisel beceri göstermek ve bazen de diğerlerine egemen<br />

olmak amacıyla kullanmaktadırlar.<br />

İnsanların televizyonu kullanma amaçları ve biçimleri kültürden kültüre önemli farklılıklar<br />

göstermektedir. Lull, Tablo 1’de açıklandığı gibi televizyonun sosyal kullanımının sağladığı yararlarını<br />

yapısal ve ilişkisel olarak ikiye ayırmaktadır.<br />

Tablo 4.1: Televizyonun sosyal kullanımı<br />

YAPISAL<br />

Ortamsal: Arkaplan ses; arkadaşlık, eğlence<br />

Düzenleyici: Zaman ve etkinlik ayarlama;<br />

konuşma kalıpları<br />

İLİŞKİSEL<br />

İletişimi kolaylaştırma: Deneyim örnekleme;<br />

ortak zemin; sohbete giriş; endişe azaltma;<br />

konuşma gündemi; değer açıklama.<br />

Bağlanma/kaçınma: Fiziksel, sözel temas/ihmal;<br />

aile dayanışması, aile rahatlığı; çatışma<br />

azaltma; ilişki sürdürme<br />

Toplumsal öğrenme: Karar verme; davranış<br />

modelleme; sorun çözme; değer aktarma;<br />

meşrulaştırma; enformasyon yayma; eğitimin<br />

yerine geçme<br />

Yeterlik/baskınlık: Rol oynama; rol pekiştirme;<br />

rol tanımlamanın yerine koyma; entelektüel<br />

geçerlik; otorite uygulama; eşik bekçiliği;<br />

tartışma olanağı.<br />

92


Yarışma Programlarının Kullanımı<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımıyla yapılan araştırmaların soruşturduğu konulardan biri de<br />

izleyicilerin belli tür bir programı izleme nedenleridir. McQuail, Blumler and Brown yaptıkları bir<br />

çalışmada izleyicilerin televizyonlardaki yarışma programlarını neden izlediklerini araştırmışlardır.<br />

Araştırmanın bulgularına göre izleyiciler yarışma programlarını dört temel doyum için kullanmaktadırlar.<br />

Bunlar aşağıda açıklandığı gibi kendini takdir etme, sosyal etkileşim, heyecan ve eğitimdir.<br />

Kendini takdir etme çekiciliği<br />

• Kendimi uzmanlarla karşılaştırabiliyorum<br />

• Programa katıldığımı ve başarılı olabileceğimi hayal etmeyi seviyorum<br />

• Desteklediğim taraf kazanırsa memnun oluyorum<br />

• Okul yıllarımı anımsıyorum<br />

• Yarışmacıların hatalarına gülüyorum<br />

Toplumsal etkileşim için temel<br />

• Yarışmalar hakkında başkalarıyla konuşmak için sabırsızlanırım<br />

• Benimle birlikte yarışmaları izleyen insanlarla yarışmaktan hoşlanırım<br />

• Ailemle yanıtları aramayı severim<br />

• Çocuklar yarışmalardan çok şey öğrenirler<br />

• Aynı ilgileri paylaşan aile üyelerini bir araya getirir<br />

• Daha sonrası için bir sohbet konusu oluşturur<br />

Heyecan çekiciliği<br />

• Birbirine yakın bir sonucun heyecanlandırmasından hoşlanıyorum<br />

• Endişelerimi bir süre unutmak hoşuma gidiyor<br />

• Kazananı tahmin etmeye çalışmak hoşuma gidiyor<br />

• Doğru cevabı bildiğimde kendimi iyi hissediyorum<br />

• Yarışmaya dahil oluyorum<br />

Eğitimsel çekicilik<br />

• Sandığımdan daha fazlasını bildiğimi keşfediyorum<br />

• Kendimi geliştirdiğimi keşfediyorum<br />

• Programa katılanlara saygı duyuyorum<br />

• Daha sonra bazı sorular üzerinde tekrar düşünüyorum<br />

• Yarışmaları eğitici buluyorum.<br />

Araştırmada sosyal sınıfın da doyumlarla ilgili olduğu ortaya çıkmıştır. Araştırmacılar kendini takdir<br />

etmek için yarışma programlarını seyredenlerin çoğunun sosyal konutlarda oturduklarını ve işçi<br />

sınıfından olduklarını keşfetmişlerdir. Bu insanların kendilerine, toplumsal yaşamın vermediği bir kişisel<br />

statü vermek amacıyla kitle iletişim araçlarını kullandıkları düşünülmüştür. Bu, kitle iletişim araçlarının<br />

toplumsal yaşamın karşılayamadığı gereksinimleri gidermede telafi edici kullanımının bir örneğini<br />

oluşturmaktadır. Yarışma programlarını heyecan için izlediklerini belirtenler, çoğunlukla pek de sosyal<br />

olmayan işçi sınıfı kökenli izleyicilerdir. En önemli doyum olarak eğitimsel çekiciliği gösterenler ise<br />

okulu erken bırakanlardır. Programları toplumsal etkileşime temel olarak kullananlar komşuları arasında<br />

birçok arkadaşı olduğunu belirten sosyal kişilerdir. Bunlar kitle iletişim araçlarının içeriğini başka<br />

insanlarla etkileşime girmede sohbet konuları sağlaması için kullanmaktadırlar.<br />

93


TV’deki Pembe Dizilerin Kullanımı<br />

İnsanların neden ve nasıl televizyon izlediklerine ilişkin araştırmaların seçtikleri türlerden biri de soap<br />

operalar; yani pembe diziler olmuştur. Richard Kilborn kullanımlar ve doyumlar bakış açısını kullanarak,<br />

bu dizileri seyretmenin genel nedenlerini şöyle özetlemektedir:<br />

• Ev içi rutinin gündelik bir parçası ve ev işi için eğlenceli bir ödül<br />

• Toplumsal ve kişisel etkileşim için başlama noktası<br />

• Bireysel gereksinimleri karşılamak: yalnız kalmayı seçmenin ya da dayatılmış yalnızlığı<br />

sürdürmenin bir yolu<br />

• Karakterlerle özdeşleşme ve ilişkide olma<br />

• Gerçek yaşamdan kaçmaya izin veren fantezi dünyası<br />

• Güncel konularla ilgili tartışma konusu<br />

• Türün kurallarının ve geleneklerinin bilgisini içeren bir çeşit eleştirel oyun.<br />

Cinayet Dizilerinin Kullanımı<br />

Yapılan araştırmalarda insanların cinayet dizilerini de değişik amaçlarla kullandıkları ortaya çıkmıştır.<br />

İzleyiciler bu dizileri heyecan ve kaçış için kullanmaktadırlar. Bazı izleyiciler cinayet dizilerini kent<br />

yaşamına ilişkin bilgi edinmek için kullanırken, bazıları da güven tazeleme amaçlı kullanmaktadır. Yasa<br />

ve düzenin sonunda galip gelmesini görmek seyircilerin hoşuna gitmektedir.<br />

Cinayet dizilerinin kullanımında yaş faktörünün önemli olduğu da ortaya çıkmıştır. 18-30 yaş arası<br />

insanlar, bu dizileri heyecan/kaçış amacıyla izlerken 50 yaşın üstündekiler bilgi ve güven tazelemek için<br />

bu dizileri izlemektedirler.<br />

Yeni Medyada Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, 1990’lı yıllardan itibaren yeni teknolojilerin izleyiciler üzerindeki<br />

etkisini keşfetmek için kullanılmaya başlanmıştır. Örneğin Lin; kablo, video kaydedicileri ve uzaktan<br />

kumanda ile geliştirilen izleme seçenekleri nedeniyle izleyici etkinliğinin (izleme planlaması, içerik<br />

tartışması, programın hatırlanması) doyum arama sürecinde önemli bir değişken olduğunu öne sürmüştür.<br />

Araştırmacının bulgularına göre en aktif olan izleyiciler, daha yüksek doyum beklentisine sahip olanlardır<br />

ve aynı zamanda daha çok tatmin elde ettiklerini belirtmişlerdir.<br />

Albarran ve Dimmick, video eğlence endüstrisinin yararlarına ilişkin çalışmalarında kullanımlar ve<br />

doyumlar yaklaşımını kullanmışlardır. Araştırmacılar, kablolu televizyon ve video kaydedicilerin duygu<br />

ve duygusal durumlarla ilgili gereksinimlerin karşılanmasında en etkili araçlar olduğunu, karasal yayın<br />

yapan televizyonların ise izleyicilerin bilişsel doyumlarına hizmet etmede çeşitlilik sağladığını<br />

bulmuşlardır.<br />

İnternetin ortaya çıkması ise kullanımlar ve doyumlar araştırmasında önemli bir dönüm noktası<br />

olmuştur. İnternetin geleneksel iletişim araçlarından farklı olarak etkileşime olanak vermesi nedeniyle<br />

izleyicinin aktifliğini temel kavram olarak alan kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, bu aracın<br />

incelenmesinde en etkili kavramsal temellerden biri olarak kullanılmaya başlanmıştır. Birçok araştırmacı<br />

insanların interneti neden kullandıklarını, bu kullanımdan elde ettikleri doyumların neler olduğunu,<br />

internet kullanıcılarının psikolojik ve davranışsal eğilimlerini araştırmaya koyulmuştur. Araştırmacılar,<br />

ayrıca yeni medya konusundaki araştırmalar ile geleneksel medya araştırmalarının sonuçlarını<br />

karşılaştırarak da aradaki farkı anlamaya çalışmışlardır.<br />

Yeni medya; yeni ortamlar, yeni araçlar kavramları daha çok<br />

1980’lerle birlikte gelişen elektronik ya da bilgisayar teknolojisine dayalı bilgisayar<br />

oyunları, sanal gerçeklik ortamları, internet, multimedia, interaktif televizyon, mobil<br />

medya, podcast, hypertext, blog, e-posta gibi uygulamalarla birlikte anılmaktadır.<br />

Geleneksel medya kavramıyla ise kökenleri daha önceki yıllara uzanan gazete, dergi,<br />

radyo, televizyon ve sinema gibi kitle iletişim araçları konu edilmektedir.<br />

94


Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları, yeni medya ile ilgili olarak genellikle şu konularda<br />

çalışmalar yapmaktadırlar:<br />

• YouTube’u izleme güdüleri (motivleri)<br />

• Kullanıcı kaynaklı (user-generated) medyanın sağladığı doyumlar<br />

• Sosyal medyanın kullanımları ve doyumları<br />

• E-posta, cep telefonları ve anında mesajlarla ilgili doyumlar<br />

İnternet kullanımları ve doyumları üzerine yapılmış araştırmaların sonuçları incelendiğinde, insanların<br />

pek çok etken doğrultusunda internete yöneldikleri ortaya çıkmaktadır. Araştırmacılar, farklı kullanım<br />

kategorileri kullansalar da bütün araştırma sonuçlarında ortak olan iki motivasyon; enformasyon ve<br />

eğlence aramadır. İnternetle ilgili kullanımlar ve doyumlar araştırmalarında ortaya çıkan kullanım ve<br />

doyumlar genel olarak şöyle özetlenebilir:<br />

• Bilgilenme (enformasyon arama, araştırma, sosyal gözetim, yenilikleri takip etme)<br />

• Eğlenme (Boş zamanları değerlendirme, vakit geçirme, sosyal kaçış, günlük gerilimden kaçma,<br />

rahatlama, fantezi arama, cinsellik, oyun, müzik, video)<br />

• Toplumsal etkileşim (sohbet etme, arkadaşlık, kişisel iletişim, ilişki sürdürme, yalnızlıktan kaçış,<br />

statü kazanma, rehberlik)<br />

• Ekonomik yarar (mesleki iş arama, tüketici bilgi işlemi, alışveriş seyahat)<br />

• Online işlemler<br />

• Yükleme (download)<br />

Kullanımlar ve Doyumlar Araştırmalarında Kullanılan Yöntemler<br />

Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları verilerini büyük oranda gözleme dayalı olarak elde etmekte ve<br />

istatistiksel analize dayanan ampirik (deneysel) alan araştırması tekniklerine başvurmaktadılar.<br />

İlk adım olarak, araştırmacılar odak grupları yönetirler ya da deneklerden kitle iletişim araçlarını<br />

neden tükettikleri hakkında kompozisyon yazmalarını isterler. Daha sonraki aşamada, odak gruplarda<br />

söylenenler ya da kompozisyonlarda yazılanlarla ilgili olarak kapalı uçlu Likert tipi ölçekler oluşturulur.<br />

Kapalı uçlu ölçümler genel olarak doyumların değişik boyutlarını ortaya çıkaran faktör analizi gibi çok<br />

değişkenli istatistiksel tekniklere tabi tutulur.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını esas alarak yapılan araştırmalara bir örnek olarak Rubin ve<br />

Bantz’ın araştırması verilebilir. Video kaydedicilerin kullanımları ve doyumlarıyla ilgili çalışmalarında<br />

araştırmacılar, önce seçilmiş denek grubundan video kaydedicilerini kullanma biçimlerini 10 madde<br />

halinde listelemelerini ve bu kullanımların nedenlerini belirtmelerini istemişlerdir. Bu işlem sonucunda,<br />

video kaydedici kullanımını betimleyen bir kategoriler ve ifadeler listesi ortaya çıkmıştır. Daha sonra bu<br />

temel listeden bir anket formu geliştirilmiş ve deneklere yöneltilmiştir. Deneklerden video kaydedicilerini<br />

listedeki amaçlar için hangi sıklıkta kullandıklarını işaretlemeleri ve kullanım nedenlerini ayrıntılı olarak<br />

belirten ifadelerin her birinin önem derecesini puanlamaları istenmiştir. Bu işlemin sonucunda, nihai bir<br />

anket formu geliştirilmiştir. Formda video kaydedicisi kullanımındaki güdüleri belirten 95 ifade yer<br />

almıştır. Daha sonra bu anket formu, 424 video kaydedici sahibine yöneltilmiştir. Faktör analizi<br />

aracılığıyla 95 ifade 8 ana güdü kategorisine indirilmiştir. Örneğin: “Programın kalıcı bir kopyasını<br />

saklamak istiyorum” (Arşiv); “Partiler için müzik videoları kullanıyorum” (Müzik videoları); “Bir<br />

egzersiz sınıfına katılmak zorunda değilim” (Egzersiz kasetleri). Araştırmacılar bu faktörleri demografik<br />

değişkenler ve medyaya maruz kalma değişkenleriyle ilişkilendirmişlerdir.<br />

Söz konusu teknik, izleyicilerin belli bir programı izleme nedenlerinin farkında olduklarını ve<br />

kendilerine sorulduğunda bu nedenleri açık seçik söyleyebileceklerini varsaymaktadır. Kullanılan yöntem<br />

aynı zamanda anketin güvenilir ve geçerli bir ölçüm skalası olduğunu varsayamaktadır. Diğer<br />

95


varsayımlar, amacına yönelen aktif bir izleyiciyi; bireysel eğilimler, sosyal etkileşim ve çevresel<br />

faktörlerden kaynaklanan kitle iletişim araçlarını kullanım beklentilerini ve birey tarafından yapılan<br />

iletişim aracı seçimini içermektedir.<br />

Deneysel yöntem, kullanımlar ve doyumlar araştırmalarında yaygın biçimde kullanılmamaktadır. Bu<br />

yöntemi kullanan araştırmacılar, deneye katılan kişilerin motivasyonlarını yönlendirir ve onların kitle<br />

iletişim araçlarını tüketimlerindeki farklılıkları ölçerler. Örneğin Bryant ve Zillmann, araştırmalarında<br />

deneklerini bir sıkıntı ya da gerginlik durumuna sokmuşlar ve sonra da onlardan rahatlatıcı ve uyarıcı<br />

televizyon programları arasında bir seçim yapmalarını istemişlerdir. Gergin denekler daha yatıştırıcı<br />

programları, sıkılan denekler ise heyecanlandırıcı olanları izlemeyi seçmişlerdir.<br />

Bir başka araştırmada ise denekler, güncel konularla ilgili dergilerin bulunduğu bir salona<br />

oturtulmuşlardır. Bir grup özneye bir süre sonra Pakistan’daki durum konusunda kendilerine test<br />

uygulanacağı; ikinci bir gruba ise Pakistan’a ABD askeri yardımı hakkında bir kompozisyon<br />

yazmalarının isteneceği söylenmiştir. Kontrol grubuna ise hiçbir özel yönerge verilmemiştir. Tahmin<br />

edilebileceği gibi test ve kompozisyon koşullarındaki özneler dergilerin kullanımını kontrol<br />

grubundakilerden daha fazla artırmışlardır. Bu gruplardaki deneklerin dergilerden hatırladıkları<br />

enformasyon tipi de birbirinden farklı olmuştur. Benzer deneyler, farklı bilişsel ve duygusal durumların<br />

çeşitli gereksinimleri gidermek için medya kullanımını kolaylaştırdığını ortaya çıkarmıştır.<br />

Kullanımlar ve Doyumlar’ın Sorunlu Yanları<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, iletişim alanında çok ilgi gören ve yaygın olarak kullanılan bir<br />

kuramsal çerçeve sunmasına karşın ciddi eleştirilere de maruz kalmıştır. Bu eleştiriler yaklaşımın içerdiği<br />

ideolojik imalar yanında araştırma tasarımındaki sorunlarla ilgilidir.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında izleyicinin iletişim süreci içinde aktif olarak<br />

konumlandırılması bir anlamda eleştirel medya kuramlarına karşı savunma platformu oluşturmaktadır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında, medyadan çok izleyici performansı masaya yatırılarak medyanın<br />

yarattığı toplumsal olumsuzluklar hafifletilmeye çalışılmaktadır. İzleyici kendi etkisini kendi seçtiği<br />

zaman, bu seçimin sonuçlarından kendisi sorumludur. Başka bir deyişle, kitle iletişimcileri<br />

gönderdiklerinin içeriği ve etkisi nedenleriyle eleştirmek haksızlık olacaktır. Dolayısıyla kitle iletişim<br />

örgütleri ve çalışanları hiçbir şeyden sorumlu tutulamaz. Çünkü izleyici izlememek, başka kanalı ya da<br />

kaynağı seçmek özgürlüğüne sahiptir.<br />

Kuramcılar, kendilerini sorumluluktan kurtaran bu yaklaşımı, iletişim politikalarının merkezine<br />

alırlar. Bu politika “halka istediği verme” olarak özetlenebilir.<br />

Kullanımlar ve doyumlar kuramcıları aktif ve bilinçli seçimi abartma eğilimindedirler. Oysa medya<br />

tüketimi çoğu zaman özgür seçimin ürünü değildir; çoğu zaman dayatılmıştır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı “kaba hazcılıkla” da eleştirilmektedir. Sosyo-kültürel bağlamı<br />

ihmal etmekte, bireyci ve psikolojiyi ön plana koyan bir duruş sergilemektedir. Bireysel psikolojik ve<br />

kişilik etkenlerini ön plana çıkarmış, toplumsal yorumları arka plana itmiştir. Yaklaşım, bu yönüyle<br />

kişilerin var olan toplumsal yapı içinde biçimlendiğini göz ardı ederek statükoyu korumaya yaramaktadır.<br />

Kullanımlar ve doyumların işlevselci vurguları siyasi olarak tutucudur: Eğer insanların herhangi bir<br />

medya kullanımından her zaman bazı doyumlar sağlayacağı düşüncesinde ısrar edersek, kitle iletişim<br />

araçlarının sürekli güncel olarak ne sunduğunu umursamayan, halinden memnun ve eleştirel olmayan bir<br />

duruşu benimseyebiliriz.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında enformasyonla doyumun amacı arasında da çelişki vardır.<br />

Yaklaşım, kişinin önceden bilmediği bir şey ile nasıl doyuma ulaşabileceğini açıklayamaz. Ayrıca,<br />

kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı izleyicinin ne dereceye kadar aktif olduğunu açıklayamaz. Bunun<br />

yanında, iletişim sürecindeki diğer ögelerin (gönderici/kaynak, iletişim örgütleri) önemini de görmezden<br />

gelir.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına yöneltilen bir başka eleştiri, toplumsal ögeleri göz ardı<br />

etmesidir. Bu yaklaşım, kişilerin kitle iletişim araçlarını diğer olanaklara tercih edip kullanmalarının<br />

96


toplumsal sonuçlarını açıklayamaz. Toplumsal yapıyı görmezden geldiği ve kitle iletişimini toplumsal<br />

yapıdan soyutlayarak incelemeye çalıştığı için yaklaşım, ciddi biçimde sınırlı ve basit kalmaktadır. Kitle<br />

iletişimine konu olan ürünlerin üretim sürecini görmezden gelmesi de eleştirilen noktalar arasındadır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar araştırmalarına yöneltilen eleştirilerin bazıları da kullanılan yöntemle<br />

ilgilidir. Gereksinimler, güdüler, amaçlar ve doyumlar kuramsal ve yöntemsel bakımdan yeterince<br />

açıklanamamıştır.<br />

KULLANIMLAR VE ETKİLER MODELİ<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı ile etki modelinin birleşmesiyle kullanımlar ve etkiler modeli ortaya<br />

atılmıştır. Kullanımlar ve etkiler, Sven Windahl’ın iletişim araçlarının farklı kullanım türlerinin farklı<br />

sonuçlar ürettiği hipotezine dayanan bir iletişim modelidir. Windahl’a göre (1981), geleneksel etki<br />

yaklaşımları ile kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı arasındaki esas farklılık, bir medya etkisi<br />

araştırmacısının kitle iletişimini genellikle iletişimcinin bakış açısından araştırırken, kullanımlar ve<br />

doyumlar araştırmacısının izleyiciyi kalkış noktası olarak görmesinden kaynaklanır. Windahl, farklılıkları<br />

vurgulamanın benzerlikleri vurgulamaktan daha yararlı olduğuna inanarak iki yaklaşımın bir sentezini<br />

savunur.<br />

Kullanımlar ve etkiler modeline göre tüketilen kitle iletişim içeriğinin türü, ne miktarda kullanıldığı<br />

ve nasıl tüketildiği bu içerik tüketiminin sonuçlarını kestirmede önemli rol oynar. Belli tür içerikler belli<br />

tür etkiler yaratma eğilimi gösterirler. Bunun yanı sıra bizzat iletişim araçlarını kullanma biçimleri de<br />

bazı etkiler yaratır.<br />

Kullanımlar ve etkiler modeli, aynı zamanda iletişim araçları kullanımlarının uzantılarının kökenlerini<br />

aydınlatmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle esas olarak iletişimin içeriğinden kaynaklanan sonuçlarla<br />

iletişim araçlarını kullanma biçimlerinin uzantıları birbirinden ayrılır. İletişim araştırmacıları ileti ile<br />

sonucu arasındaki ilişkiye etki adını verirler. Belli tür iletişim içerikleri belli tür etkiler yaratma eğilimi<br />

gösterir. İletişim araçlarını kullanım ve doyum süreci iletinin etkilerini güçlendirir ya da zayıflatır.<br />

Bunun yanında bazı iletişim araçlarını kullanma biçimlerinin de belli uzantıları olmaktadır. Bir başka<br />

deyişle birçok durumda etkiler, içeriğin özelliğinden çok iletişim araçlarının kullanımından kaynaklanır.<br />

Medya kullanımı diğer etkinlikleri önleyebilir, kısıtlayabilir ya da onların önüne geçebilir. Aynı zamanda<br />

belli bir medyaya bağımlılık gibi psikolojik sonuçlara da yol açabilir. Salt iletişim aracının kullanımıyla<br />

ortaya çıkan duruma sonuç denilebilir.<br />

Bazen de iletişim araçlarının kullanımı ile içerik; Windahl’ın “uzantı etkiler” (conseffects) diye<br />

adlandırdığı şeyi ortaya çıkaracak biçimde, birbirleriyle etkileşmektedir. Windahl, kısmen kendinde içerik<br />

kullanımının sonucu olan (etki araştırmacıları tarafından yaygın olarak benimsenen bir görüş) kısmen de<br />

kullanım tarafından dolayımlanan içeriğin sonucu olan (çoğu kullanımlar ve doyumlar araştırmacısının<br />

benimsediği bir görüş) gözlemleri kategorize etmek için medya içeriği ve kullanıma ilişkin uzantı etkiler<br />

terimini kullanır. Bir başka deyişle kullanımın sonucunun bir bölümü içeriğin yönlendirmesi,<br />

öğrenmeyle; bir bölümü de iletişim araçlarını kullanmanın otomatik olarak neden olduğu bilgiyi elde<br />

etme ve depolama süreci sonucu oluşur. Bu sonuçlar bireysel ve toplumsal düzlemlerde gözlenebilir.<br />

Windahl’ın kullanımlar ve etkiler modeline uygun olarak yapılan araştırmalar, geleneksel etki<br />

yaklaşımı ile doyumlar bakış açısı arasındaki boşluğu doldurmayı amaçlamıştır.<br />

BAĞIMLILIK MODELİ<br />

Bağımlılık modeli, kitle iletişim araçlarına bağımlılık kuramı olarak da adlandırılan bir yaklaşımdır.<br />

DeFleur ve Ball-Rokeach tarafından geliştirilen bu model, sınırlı etkiler ile güçlü etkiler modellerini<br />

uzlaştırmaya çalışır. Bağımlılık modeli, kitle iletişim kuramlarının mikro düzeyde çözümlemelerle kısıtlı<br />

kalması ve insanların kitle iletişim araçlarına makro düzeydeki bağlılıkları üzerinde durmamasına<br />

seçenek olarak geliştirilmiştir. Bu model, kitle iletişiminin niçin kimi zaman çok güçlü ve dolaysız, kimi<br />

zaman da dolaylı ve oldukça zayıf etkide bulunduğu sorusunu yanıtlamaya çalışır.<br />

97


Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı dar bir biçimde bireyin psikolojik gereksinimleri üzerinde<br />

odaklanır. Bağımlılık modeli ise iletişim araçlarına bağımlılıkların belirleyicisi olarak toplum, iletişim<br />

araçları ve izleyici kitlesi arasındaki üçlü ilişkiyi vurgular. Modele göre kitle iletişim araçlarının etkisi<br />

toplumsal sistem, kitle iletişim araçlarının bu sistemdeki rolü ve izleyicilerin bu araçlarla ilişkileri ile<br />

belirlenir.<br />

Bu model, sanayileşmiş toplumlarda kitle iletişim araçlarının çok önemli olduğunu ve belli toplumsal<br />

işlevler için insanların iletişim araçlarına çeşitli bağımlılıkları olduğunu öne sürer. Bağımlılık, bir tarafın<br />

gereksinimlerini doyurma ya da amaçlarını elde etmede bir başka tarafın kaynaklarına bağlı olduğu bir<br />

ilişkidir. Modern toplumlarda kitle iletişim araçlarına maruz kalan bireyler, içinde yaşadıkları toplumda<br />

olan bitenle ilgili olarak bilgi sahibi olabilmeleri ve buna göre kendi duygusal ve düşünsel yapılarını<br />

yönlendirebilmeleri için bu araçlara bağımlı hale gelmişlerdir.<br />

Bağımlılığın çeşitli türlerinden söz edilebilir. Bağımlılığın bir türü, kişinin toplumsal dünyasını<br />

anlama gereksinimine dayanır. Başka bir türü, dünyada etkili ve anlamlı bir biçimde davranma<br />

gereksiniminden kaynaklanır. Bir diğer bağımlılık türü ise günlük sorunlar ve gerginliklerden kaçma<br />

gereksiniminden doğar. Kitle iletişim araçlarına bağımlılıklar kişiden kişiye, gruptan gruba ve kültürden<br />

kültüre değişir.<br />

Burada sözü edilen bağımlılık modeli neo-Marksist bağımlılık<br />

kuramlarıyla karıştırılmamalıdır. Burada işlevsel bir bağımlılık söz konusu iken; neo-<br />

Marksist bağımlılık kuramları kültürel emperyalizm tezlerine kaynaklık eden ve<br />

modernleşme kuramlarına tepki olarak yapılan çalışmaları içermektedir.<br />

İzleyicinin kitle iletişim araçlarına bağımlılığı arttıkça verilen enformasyonun izleyicinin algı, duygu<br />

ve davranış biçimlerini değiştirme olasılığı ortaya çıkar. Bu modelde bağımlılık işlevsel olarak<br />

sunulmaktadır.<br />

Bağımlılık modeli toplumsal yapıyı ve tarihi ön plana çıkarması nedeniyle olumlu bulunurken,<br />

toplumsal sistem dışındaki etkenlere, özellikle kitle iletişim araçları sistemine toplumsal sistemden<br />

abartılı bir ölçüde bağımsızlık atfetmesi nedeniyle de eleştirilmektedir. Kitle iletişim araçları sisteminin<br />

toplumun baskın gelen kurumlarıyla yakından ilişkili olduğu unutulmamalıdır.<br />

Bağımlılık modeli, aslında kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını meşrulaştıran ve kitle iletişim<br />

araçlarını işlevsel bağımlılıkla yücelten bir yaklaşıma sahiptir. Kitle iletişim araçlarının etkilerini,<br />

izleyicilerin gereksinimlerini gideren yararlı sonuçlar olarak görür.<br />

KULLANIMLAR VE BAĞIMLILIK MODELİ<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına yöneltilen eleştirilerden biri de toplumsal etkenleri bir yana bırakıp<br />

yalnızca bireysel etkenlere eğilmesidir. Rubin ve Windahl kullanımlar ve doyumları toplumsal yapısal<br />

koşulları da ekleyerek bağımlılık modeliyle birleştirmişler ve kullanımlar ve bağımlılık modelini<br />

geliştirmişlerdir. Bu modele göre, kişi gereksinimlerini gidermek için medyaya daha çok bağlandıkça,<br />

medyanın o kişi için önemi de o kadar artacaktır.<br />

Bağımlılık modeli, kitle iletişimini sosyal sisteme bağlar. Bu modele göre çağdaş toplumlar gelişip<br />

karmaşıklaştıkça halk, toplumsal örgütlerle ilişkilerinde kitle iletişimine daha çok dayanmaya başlar.<br />

İletişim araçlarının etkisi sosyal sistem, iletişim sistemi ve izleyici arasındaki ilişkilere dayanır.<br />

İlk ilişki, sosyal sistemle kitle iletişimi sistemi arasında olandır. Bu ilişki iletişim araçlarının<br />

kullanılmaya hazır ve elde edilir olmalarına etki eder. Araçların hazır olması araçların fiziksel varlığının<br />

olması demektir. Örneğin bulunduğunuz yerde bilgisayar satan bir mağaza ve internet bağlantısı vardır.<br />

Araçların elde edilir olması ise kullanabilme olanağıdır. Bilgisayar mağazası ve internet bağlantısı var,<br />

fakat paranız yoksa bunları elde edemezsiniz.<br />

İkinci ilişki, iletişim aracı ile izleyiciler arasındadır. Serbest girişim toplumlarında iletişim araçları<br />

varlıklarını sürdürebilmek için geniş sayıda izleyiciye sahip olmak zorundadır. İzleyicilerin enformasyon<br />

98


gereksinimleri arttıkça iletişim araçlarına bağımlılıkları da artar. Bunun sonucu olarak da iletişim<br />

araçlarının izleyicilerin algı, tutum ve davranışlarını etkileme olasılığı artar.<br />

Üçüncü ilişki ise toplumla izleyiciler arasındadır. Burada, siyasal sistem izleyicilere oy vericiler,<br />

ekonomik sistem ise tüketiciler oldukları için bağımlıdır. İletişim araçları bu ilişkilerde önemli bir aracı<br />

rolü oynar.<br />

Şekil 4.3: Kullanımlar ve Bağımlılık Modeli<br />

Kaynak: Erdoğan ve Alemdar, 2002: 240<br />

Kullanımlar ve bağımlılık modeli kişisel gereksinimlerle güdülerin sosyal ve psikolojik kaynağını,<br />

bireysel ve araçlı iletişim kanallarını, enformasyon arama stratejilerini ayrıntılı olarak inceler. Model aynı<br />

zamanda kitle iletişiminin etkisi konusunda “deneyci” bir çerçeve de getirir. Bir iletişim aracının bizim<br />

toplumsal konuları algılamamıza etkisi, aynı zamanda, bizim bu aracın sunduğu içeriği nasıl<br />

kullanacağımızdan etkilenir. Bir başka deyişle Rubin ve Windahl, kitle iletişim sürecinde “etki” konusunu<br />

izleyiciye yükleme yerine, diğer iletişim ögelerini de ekleyerek bir denge kurmaya çalışmışlardır.<br />

Kişinin enformasyon arama stratejisi darsa ve alternatif kaynaklar arama ve kullanma güdüsü zayıfsa<br />

bu kişinin bir kaynağa bağımlılığı daha yüksektir. Benzer biçimde, bu kaynaktan sunulan görüşü kabul<br />

etme ve bu görüşle aynı çizgide olma olasılığı da daha yüksek olacaktır. Buna karşılık, eğer kişinin<br />

enformasyon arama stratejisi daha geniş, var olan kaynakların nicelik ve nitelikleri yüksek, kişinin<br />

işlevsel alternatif arama isteği daha güçlü ise belli bir iletişim kaynağına bağlılık daha azdır. Dolayısıyla<br />

bu kaynağın algıları, tutumları ve davranışları etkileme olasılığı da daha az olur.<br />

İletişim araçlarının bağımlılığı sistemin siyasal, ekonomik ve kültürel özelliklerine göre değişir.<br />

İletişim aracı siyasal sisteme adli, idari ve yasal koruma, sınırlama, kolaylaştırma, siyasal enformasyonu<br />

elde etme gibi yollardan bağımlıdır. Siyasal sistemler ise iletişim araçlarına siyasal değerlerin<br />

benimsenmesi, düzenin ve toplumsal bütünlüğün korunması gibi yönlerden bağımlıdır.<br />

99


BEKLENTİ-DEĞER YAKLAŞIMI<br />

Beklenti-değer yaklaşımları, İnsan davranışını önceden kestirmeyi amaçlayan ve insanların davranışsal<br />

tercihler yapmalarına yol açan bilişsel süreçleri tanımlayan çeşitli kuramsal yaklaşımlardır. Bu<br />

yaklaşımların ortak önermesi; bir kişinin davranışının, o kişinin olası davranışlarının sonuçları ve<br />

bunların kişi için taşıdığı değere ilişkin algısıyla belirlendiğidir.<br />

Beklenti-değer yaklaşımları, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında izleyicinin iletişim davranışını<br />

kestirme mekanizmalarını saptamak amacıyla kullanılmaktadır. Bu yaklaşıma göre davranış, sahip olunan<br />

beklentilerin bir işlevi ve ulaşılmak istenilen amacın değeridir. Birden çok davranış olasılığı olduğunda,<br />

hangi davranışın seçileceği geniş bir beklenen başarı ve değer birleşimi içinden belirlenir.<br />

Bu yaklaşım, insanları amaçlı davranışlara sahip bireyler olarak görür. İnsanların kendilerini<br />

beklentileri ve gelişimleri doğrultusunda yönlendirdiklerini varsayar. İnsanların inançlarına ve değerlerine<br />

bağlı olarak gerçekleşen davranışlar, başarılı bir sona ulaşması için yapılan davranışlardır. Davranışların<br />

gerçekleşmesi için motivasyonu arttıran gereksinimlerin toplumsal ve psikolojik kökenlerini, medya<br />

tüketimini ve medya dışı davranışlardaki çeşitli doyumların toplumsal koşullarını araştırmak; beklentideğer<br />

modelinin, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı ile kesişen noktalarıdır.<br />

Palmgreen ve Rayburn beklenti modelini geliştirerek kullanımlar ve doyumlarla ilişkilendirmişlerdir.<br />

İzleyicilerin iletişim araçlarından sağladıkları doyumlar genellikle bu araçları kullanım nedenleri ile yakın<br />

ilişkidedir. Kişiler iletişim araçlarını belli gereksinimlerini gidermek için kullanırlar. Bu, belli doyumlar<br />

aradıklarını gösterir. Kişiler, iletişim araçlarını kullandıktan sonra da belli bir şey elde ederler. Aranan<br />

doyumlar gereksinim ya da güdüden çıkar ve araç kullanma davranışından önce gelir. Elde edilen<br />

doyumlar ise bu kullanma sonu kazanılan hazlardır. Bu çerçevede, kişilerin kitle iletişim araçlarından<br />

bekledikleri doyum ve elde ettikleri doyumlarla ilgili araştırmalar yapılmıştır.<br />

Modeldeki ögeler şu şekilde birbiriyle ilintilidir:<br />

ADi =İi Di<br />

X: iletişim aracı, program veya içerik biçimi<br />

Şekil 4.4: Beklenti-Değer Modeli<br />

Kaynak: McQuail ve Windahl, 2005:171<br />

ADi: Herhangi bir kitle iletişim aracından (x) aranan i’ninci doyum<br />

İi: X’in herhangi bir sıfata sahip olduğu ya da X ile ilgili bir davranışın belirli bir sonucu olacağına<br />

ilişkin inanç (öznel olasılık)<br />

Di: Sonucun duygusal değerlendirmesi<br />

Beklenti-değer modeli, kitle iletişim araçlarını kullanma davranışında zaman içinde potansiyel bir<br />

artış olacağını ifade eder. Örneğin modelde elde edilen doyumun beklenilen (veya aranan) doyumdan<br />

gözle görülür biçimde daha fazla olduğu durumlarda yüksek düzeyde izleyici tatmini sağlandığı görülür.<br />

Böylelikle yüksek oranlarda beğeni ve ilgi oluşacağı tahmin edilir ya da tam tersi olabilir. Elde edilen<br />

doyum, beklenen doyumdan çok az olduğunda izleyici tatmini sağlanamaz ve söz konusu araç, program<br />

ya da içerik biçiminden kaçma eğilimi oluşur.<br />

100


Beklenti-değer yaklaşımı kitle iletişim araçlarının benimsenmesi, kullanılması ve tüketilmesi<br />

konusunda bir bakış açısı sunar. İletişim aracı tarafından sunulan yararların algısı ile bu yararlara bağlı<br />

olarak farklılaşan değerlerin bir birleşimini çözümleyerek medya kullanımını açıklamaya çalışır. Medya<br />

tüketiminin bireyin kontrolünde olduğu ve potansiyel sonuçların olasılığı ve değerine ilişkin algılarıyla<br />

yönlendirildiği varsayılır. Bir başka deyişle, davranış ya da davranışın niyetleri ve tutumları değer<br />

beklentisi ya da inançların bir işlevidir.<br />

İnsanlar, bir eylemin belirli bir sonucu olacağı olasılığına dayanarak davranışta bulunur ve bu sonucu<br />

farklı derecelerde değerlendirirler. Genel olarak bu model, kitle iletişim araçlarını kullanmanın hem araç<br />

tarafından sunulan yararların algılanmasıyla hem de bu algılanan yararların farklı değerlendirilmeleri ile<br />

dikkate alınmasını önerir. Bu önerme, kitle iletişim araçlarını kullanmanın olumlu seçim ve beklenilen<br />

farklı derecelerdeki olumlu doyum kadar bu araçlardan kaçma ile de biçimleneceği gerçeğini göz önünde<br />

tutmaya yarar. Kullanım ve doyumlarla ilgili ilk araştırmalar geçmişte elde edilen doyumlar ile gelecekte<br />

ümit edilen doyumlar arasında ayrım yapma eğiliminde değildir. Beklenti-değer modeli, kullanımlar ve<br />

doyumlara inanç ve değerlendirme boyutlarını da katmıştır.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı hangi noktalarda eleştirilmiş ve bu<br />

eleştiriler doğrultusunda hangi yaklaşımlar geliştirilmiştir?<br />

101


Özet<br />

İletişim araçlarının etkisini soruşturan<br />

araştırmalarda genel olarak okuyucu, dinleyici ya<br />

da izleyiciler araçtan ulaştırılan mesajı alan ve<br />

bunun sonucunda düşüncesini tercihini veya<br />

tutumunu değiştiren pasif kişiler olarak<br />

görülmektedir. Tek yönlü iletişim modelini<br />

izleyen ve insanların kitle iletişim araçlarının<br />

etkisine maruz kalan pasif tüketiciler olduğu<br />

fikrini taşıyan bu yaklaşımların izleyiciyi geri<br />

planda bırakması, daha sonra izleyiciyi merkez<br />

alan modellerin doğmasına neden olmuştur.<br />

İzleyici merkezli araştırmalarda en çok kullanılan<br />

yaklaşım, kullanımlar ve doyumlar olmuştur. Bu<br />

yaklaşımla iletişim araştırmalarında odak,<br />

mesajın içeriği, etkisi ve mesajı gönderen<br />

kaynaktan bu mesajı alan izleyiciye doğru<br />

kaymıştır. Araştırmacılar kitle iletişim araçlarının<br />

izleyicilere neler yaptığını değil, izleyicilerin<br />

kitle iletişim araçlarıyla neler yaptığını<br />

soruşturmaya başlamışlardır. Bu araştırmalarda<br />

izleyiciler, iletişim araçlarının etkilerine maruz<br />

kalan pasif nesneler değil, çok çeşitli<br />

gereksinimlerini karşılamak için iletişim<br />

araçlarını arayan, seçen, hangi mesajdan nasıl<br />

etkileneceğine kendisi karar veren aktif özneler<br />

olarak konumlandırılmıştır. Kitle iletişim<br />

araçlarının kullananlar üzerindeki etkileri yerine<br />

kullananlara ne gibi yararlar sağlayacağı üzerinde<br />

durulmuştur.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, kitle iletişim<br />

araçlarının bireyler tarafından gereksinimlerini<br />

gidermek amacıyla nasıl kullanıldığını<br />

açıklamayı ve bu kullanımların sonuçlarını<br />

belirlemeyi amaçlar. Bu yaklaşım, insanların<br />

medyayı çok çeşitli amaçlar için kullandığını ve<br />

kitle iletişiminin kullanıcısının denetiminde<br />

olduğunu öne sürer.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre<br />

insanların çeşitli gereksinimleri vardır ve bu<br />

gereksinimlerini doyuma ulaştırmaya çalışırlar.<br />

İnsanlar kitle iletişim araçları ve bu araçların<br />

ürünleri arasında gereksinimlerini karşılamak için<br />

seçme yaparlar. Böylece gereksinimler giderilir<br />

ve gerginlikler azaltılır.<br />

Farklı araştırmacılar, kitle iletişim araçlarından<br />

sağlanan doyumları farklı biçimlerde<br />

sınıflandırmakta ve farklı doyum kategorileri<br />

oluşturmaktadırlar. İletişim araçlarının kullanım<br />

nedenleri ve doyumlar genellikle şu konular<br />

etrafında toplanmaktadır:<br />

• Dünyada ne olup bittiği hakkında bilgi<br />

edinmek<br />

• Kişisel ilişki ve arkadaşlık gereksinimini<br />

karşılamak<br />

• Eğlenmek, hoşça vakit geçirmek<br />

• Günlük yaşamın baskılarından kurtulmak<br />

• Yiyecek, giyecek ve eşyalar hakkında bilgi<br />

almak.<br />

Bu araştırmalar izleyicileri arayan, seçen ve<br />

kendi etkilerini kendileri yaratan kişiler olarak<br />

konumlandırır. İzleyici kendi etkisini kendi<br />

seçtiği zaman, bu seçimin sonuçlarından da<br />

kendisi sorumludur.<br />

Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları<br />

izleyicilerin farklı medya içeriklerini tüketmenin<br />

sonuçlarının farkında olduklarını ve bunu dile<br />

getirebildiklerini varsayar. Bireyin bir kitle<br />

iletişim aracına ilgi ve gereksinim duymaması<br />

halinde söz konusu kitle iletişim aracından<br />

etkilenmesinin de mümkün olmayacağı ileri<br />

sürülür.<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının toplumsal<br />

yanı bir kenara bırakarak daha çok psikolojik<br />

ögelerde yoğunlaşması eleştirilere neden<br />

olmuştur. Yaklaşım aynı zamanda araştırma<br />

yöntemleri açısından da eleştirilmiştir. Söz<br />

konusu eleştiriler, aktif izleyici tezinden<br />

vazgeçmeden yaklaşımın sorunlu yanlarını<br />

gidermeye çalışan kullanımlar ve bağımlılık,<br />

kullanımlar ve etkiler, beklenti-değeri gibi çeşitli<br />

modellerin ortaya atılmasına neden olmuştur.<br />

102


Kendimizi Sınayalım<br />

1. İzleyici odaklı araştırmalar hangi yıllardan itibaren<br />

yaygınlık kazanmıştır?<br />

a. 1950’ler<br />

b. 1960’lar<br />

c. 1970’ler<br />

d. 1980’ler<br />

e. 1990’lar<br />

2. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı için aşağıdaki<br />

ifadelerden hangisi yanlıştır?<br />

a. Medya araştırmalarındaki etkili geleneklerden<br />

biridir.<br />

b. Medya davranışının güdülerini anlamaya<br />

çalışır.<br />

c. İletişim araçlarının etkilerini medya tüketimi<br />

açısından inceler.<br />

d. Neden insanların gereksinimlerini doyurmak<br />

amacıyla aktif olarak belli iletişim araçlarını<br />

ve belli içerikleri aradığını anlamaya çalışır.<br />

e. İletişim sürecinde toplumsal ögelere ağırlık<br />

verir.<br />

3. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında açıklanan<br />

temel düşünceyi, aşağıdakilerden hangisi<br />

model haline getirmiştir?<br />

a. Elihu Katz<br />

b. Karl Eric Rosengren<br />

c. Denis McQuail<br />

d. Sven Windahl<br />

e. John Fiske<br />

4. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını benimseyen<br />

araştırmacılar, başlangıç noktası olarak<br />

hangi temel psikolojik kavramdan yola çıkarlar?<br />

a. Benlik<br />

b. Gereksinim<br />

c. Algı<br />

d. Bellek<br />

e. Çağrışım<br />

5. Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları verilerini<br />

toplamak için en çok hangi teknikten<br />

yararlanmışlardır?<br />

a. Anket<br />

b. Laboratuar deneyi<br />

c. Katılımcı gözlem<br />

d. İçerik analizi<br />

e. Söylem analizi<br />

103<br />

6. Aşağıdakilerden hangisi kullanımlar ve doyumlar<br />

yaklaşımına getirilen eleştirilerden biri<br />

değildir?<br />

a. Medyanın yarattığı toplumsal olumsuzlukları<br />

hafifletmeye çalışır.<br />

b. Toplumsal ögeleri göz ardı eder.<br />

c. Var olan yapıyı korumaya yöneliktir.<br />

d. Hazcı bir yaklaşıma sahiptir.<br />

e. Medyanın siyasal yapıdaki yerini ön plana<br />

çıkarır.<br />

7. Kullanımlar ve etkiler modeli hangi araştırmacı<br />

tarafından geliştirilmiştir?<br />

a. Elihu Katz<br />

b. Karl Eric Rosengren<br />

c. Denis McQuail<br />

d. Sven Windahl<br />

e. John Fiske<br />

8. Bağımlılık modeli hangi araştırmacılar tarafından<br />

ortaya atılmıştır?<br />

a. DeFleur ve Ball-Rokeach<br />

b. Katz ve Blumler<br />

c. Blumler ve Gurevitch<br />

d. McQuail ve Windahl<br />

e. Katz ve Klapper<br />

9. Kişinin gereksinimlerini gidermek için medyaya<br />

daha çok bağlandıkça, medyanın o kişi için<br />

öneminin o kadar artacağını öne süren model<br />

aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Kullanımlar ve doyumlar modeli<br />

b. Kullanımlar ve etkiler modeli<br />

c. Bağımlılık modeli<br />

d. Kullanımlar ve bağımlılık modeli<br />

e. Beklenti-değer modeli<br />

10. Kullanımlar ve doyumlar araştırmalarına<br />

inanç ve değerlendirme boyutlarını da katan<br />

model aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Kullanımlar ve doyumlar modeli<br />

b Kullanımlar ve etkiler modeli<br />

c. Beklenti-değer modeli<br />

d. Bağımlılık modeli<br />

e. Kullanımlar ve bağımlılık modeli


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. c Yanıtınız yanlış ise “İzleyicinin Aktifliği<br />

Tezi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. e Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve Doyum<br />

lar Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

3. b Yanıtınız yanlış ise “Rosengren’in Genel<br />

Modeli” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

4. b Yanıtınız yanlış ise “Gereksinimler ve Güdüler”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

5. a Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve<br />

Doyumlar Araştırmalarında Kullanılan<br />

Yöntemler” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

6. e Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve Doyumlar<br />

Yaklaşımının Sorunlu Yanları” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

7. d Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve Etkiler<br />

Modeli” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

8. a Yanıtınız yanlış ise “Bağımlılık Modeli”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

9. d Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve<br />

Bağımlılık Modeli” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

10. c Yanıtınız yanlış ise “Beklenti-Değer Yaklaşımı”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

İzlenme oranı, rating sistemi ile ilgili bir<br />

kavramdır. Bir program diliminde veya zaman<br />

diliminde her dakikaya düşen ortalama izleyici<br />

yüzdesini gösterir. Aslında 2500 kadar<br />

izleyiciden alınan ölçmeler yoluyla reklam<br />

fiyatlarının belirlenmesi aracıdır. Bir programın<br />

yararlı ya da zararlı olması ise o programın<br />

izleyici üzerindeki etkilerinin olumlu ya da<br />

olumsuz olması ile ilgilidir. Programın izlenmiş<br />

olması, söz konusu programın izleyiciye yarar ya<br />

da doyum sağladığı anlamına gelmez. Rating<br />

sistemi ile yapılan ölçme ve değerlendirme<br />

kişilerin isteklerini, arzularını, gereksinimlerini,<br />

beklentilerini, zevklerini ya da tercihlerini temsil<br />

etmez. Dolayısıyla bir programın izlenmiş<br />

olması, söz konusu programın izleyiciye doyum<br />

ya da yarar sağladığını öne sürmenin bilimsel bir<br />

gerekçesi olamaz.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre<br />

insanların neden televizyon izlediği açıklanabilir.<br />

Bu konuda yapılan araştırmalar enformasyon,<br />

kişisel kimlik, bütünleşme ve sosyal etkileşim ve<br />

eğlence gibi kimi kategorilerde açıklanabilecek<br />

nedenleri ortaya koymuştur.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının toplumsal<br />

yanı bir kenara bırakarak daha çok psikolojik<br />

ögelerde yoğunlaşması eleştirilere neden<br />

olmuştur. Yaklaşım aynı zamanda araştırma<br />

yöntemleri açısından da eleştirilmiştir. Söz<br />

konusu eleştiriler, aktif izleyici tezinden<br />

vazgeçmeden yaklaşımın sorunlu yanlarını<br />

gidermeye çalışan kullanımlar ve bağımlılık,<br />

kullanımlar ve etkiler, beklenti-değeri gibi çeşitli<br />

modellerin ortaya atılmasına neden olmuştur.<br />

104


Yararlanılan Kaynaklar<br />

Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (1990). İletişim ve<br />

Toplum. Ankara:Bilgi.<br />

Chomsky, N. (2008). Medya Denetimi. 2. Baskı.<br />

İstanbul: Everest.<br />

Elliott, P. (1974). “Uses and Gratifications<br />

Research: A Critique and a Sociological<br />

Alternative”, The Uses of Mass<br />

Communications. Ed: Blumler, J., G. ve Katz, E.<br />

ABD: Sage.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki<br />

Kuram. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki<br />

Kuram. 3. Baskı. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (2011). İletişimi Anlamak. 4. Baskı.<br />

Ankara: Erk.<br />

Fiske, J. (2003). İletişim Çalışmalarına Giriş.<br />

Çev: S. İrvan. 2. Baskı. Ankara:Bilim ve Sanat.<br />

Günbulut, Ş. (1983). Küçük Felsefe Tarihi.<br />

Ankara: Maya Matbaacılık.<br />

Güngör, N. (2011). İletişim: Kuramlar<br />

Yaklaşımlar. Ankara: Siyasal Kitabevi.<br />

Katz, E., Blumler, J. G. ve Gurevitch, M. (1974).<br />

“Utilization of Mass Communication by the<br />

Individual”, The Uses of Mass<br />

Communications. Ed: Blumler, J., G. ve Katz, E.<br />

ABD: Sage.<br />

Lull, J. (2001). Medya İletişim Kültür. Çev: N.<br />

Güngör. Ankara: Vadi Yayınları.<br />

McQuail, D. ve Gurevitch, M. (1974).<br />

“Explaining Audience Behavior: Three<br />

Approaches Considered”, The Uses of Mass<br />

Communications. Ed: Blumler, J., G. ve Katz, E.<br />

ABD: Sage.<br />

McQuail, D. ve Windahl, S. (2005). İletişim<br />

Modelleri. Çev: K. Yumlu. 2. Baskı. Ankara:<br />

İmge.<br />

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. 3. Baskı.<br />

Ankara: Ark<br />

Ogan, C. L. ve Cagiltay, K. (2006). “Confession<br />

Revelation and Storytelling: Patterns of Use on a<br />

Popular Turkish Website”, New Media Society<br />

2006, 8: 801.<br />

Özcan, Y.Z. ve Koçak, A. (2003) “Research<br />

Note: A Need or a Status Symbol? Use of<br />

Cellular Telephones in Turkey”, European<br />

Journal of Communication 18(2): 241–54.<br />

Rosengren, K.E. (1974). “Uses and<br />

Gratifications: A Paradigm Outlined”, The Uses<br />

of Mass Communications. Ed: Blumler, J., G.<br />

ve Katz, E. ABD: Sage.<br />

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2009). İletişim<br />

Araştırmaları ve Kuramları. 3. Baskı. İstanbul:<br />

Beta.<br />

Wimmer, R. D. ve Dominick, J. R. (2006). Mass<br />

Media Research: An Introduction. 8. Baskı.<br />

ABD: Thomson Wadsworth.<br />

İnternet Kaynakları<br />

Chandler, D. (t.y). “Why the People Watch<br />

Television”,<br />

http://www.aber.ac.uk/media/Documents/short/us<br />

egrat.html<br />

105


5<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

İletişim alanındaki teknoloji merkezli yaklaşımları tanımlayabilecek,<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımını açıklayabilecek,<br />

Modernleşmede kitle iletişimini ele alan yaklaşımları açıklayabilecek,<br />

Yeniliklerin yayılımı araştırmalarında kullanılan kuramsal çerçeveyi ve yöntemi açıklayabilecek,<br />

Enformasyon toplumu, bilgi açığı hipotezi ve sayısal eşitsizlik kavramlarını tanımlayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Teknolojik Belirleyicilik<br />

Marshall McLuhan<br />

Küresel Köy<br />

Sıcak ve Soğuk Araçlar<br />

Gutenberg Galaksisi<br />

Enformasyon<br />

Yöndeşme<br />

Enformasyon Toplumu<br />

Bilgi Açığı<br />

Sayısal Eşitsizlik<br />

İçindekiler<br />

Giriş<br />

Teknolojik Belirleyicilik Yaklaşımı<br />

Modernleşmede Kitle İletişimi Teknolojisi<br />

Yeniliklerin Yayılımı<br />

Yeniliklerin Yayılımında Yeni Yaklaşımlar<br />

Enformasyon Toplumu ve İletişim Teknolojileri<br />

Bilgi Açığı Yaklaşımı<br />

Sayısal Eşitsizlik<br />

106


Teknoloji Merkezli<br />

Yaklaşımlar<br />

GİRİŞ<br />

İletişim teknolojileri, iletişim araştırma ve kuramlarında önemli yer tutan konulardan biridir. Kitle iletişim<br />

araçlarının gelişmesi ve bu araçların günümüzde bilgisayar ve ağ teknolojileriyle bütünleşmesi, iletişim<br />

alanında teknolojinin belirleyici olduğu bir yaklaşımı ortaya çıkarmıştır.<br />

İletişim ya da medya teknolojileri tarihini araştıranlar arasında teknoloji ve edebiyat tarihçileri,<br />

toplumbilimciler, iktisatçılar, siyasal bilimciler, antropologlar ve bilişimciler gibi çok çeşitli bilim<br />

insanları vardır. Bu bilim insanları arasındaki merkezi tartışma, teknolojinin toplumsal değişmeyi nasıl ve<br />

ne kadar biçimlendirdiğidir. Her yorumcu, kendi uzmanlık alanına göre teknolojik değişmedeki farklı<br />

faktörleri vurgular. Ancak, bu konuda yeterli ve sağlam kanıtlara dayanan bir açıklama olanaksız değilse<br />

de çok zordur.<br />

Bu tür alanlarda, fazla geniş genellemelerden kaçınmak gerekir. Çünkü genişletilen genellemeler,<br />

teknolojik belirleyicilik olarak bilinen oldukça ikna edici bir yaklaşımın doğasını gözden kaçırmaya<br />

neden olur.<br />

Teknolojik belirleyicilik, hâlâ teknoloji ve toplum arasındaki ilişki konusundaki en popüler ve etkili<br />

kuramdır, ancak giderek artan eleştirilere maruz kalmaktadır. “Belirleyicilik” teriminin birçok<br />

toplumbilimci için olumsuz çağrışımlar yaptığının ve özellikle modern toplumbilimcilerin sözcüğü<br />

genellikle istismar ettiklerinin farkında olunması gerekir.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımının iletişim alanındaki en çok bilinen temsilcisi Marshall<br />

McLuhan’dır. McLuhan, iletişim araçlarının etkisinin mesajın içeriğinde değil, kullanılan aracın<br />

kendisinde olduğunu öne sürerek bu görüşünü “araç iletidir” savıyla özetlemiştir. Ona göre, bir iletişim<br />

aracının asıl etkisi, duyularımız arasındaki oranları değiştirerek algılama kalıplarımızı etkilemesindedir.<br />

McLuhan elektronik medyanın da dünyayı küresel bir köye dönüştürdüğünü öne sürmüştür.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, modernleşme ve yeniliklerin yayılımı araştırmalarında da önemli<br />

bir rol oynamıştır. Modernleşme kuramcıları, kitle iletişiminin modernleşme ve kalkınmada önemli rol<br />

oynadığını savunmuş, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasını modernleşmenin ölçütü olarak<br />

görmüşlerdir.<br />

Bir toplumsal değişme durumu olan kalkınma, yeniliklerin toplumsal sisteme yayılması ile<br />

gerçekleşir. Dolayısıyla yeniliklerin yayılımı araştırmaları da yeniliklerin bir topluma nasıl sokulduğunu<br />

ve insanların bu yenilikleri nasıl benimsediklerini ya da reddettiklerini açıklamaya çalışan bir iletişim<br />

araştırmaları alanı olarak ortaya çıkmıştır. Yeniliklerin yayılımı modeli, kitlesel ve kişilerarası iletişim<br />

arasında bir etkileşimi içermektedir.<br />

İletişim ile modernleşme ve kalkınma arasında ilişki kuran ve teknolojinin yayılmasına hizmet eden<br />

bu yaklaşımlar günümüzde geçerliliklerini yitirseler de söz konusu yaklaşımların temelindeki teknolojik<br />

belirleyicilik görüşü benzer yaklaşımlarla sürmektedir. Bunlardan biri enformasyon toplumu<br />

kavramlaştırmasıdır. 1980’lerden itibaren, iletişim araçları, bilgisayarlar ve ağ iletişimi teknolojilerinin<br />

egemen olduğu toplumlara genel olarak “enformasyon toplumu” adı verilmiştir.<br />

107


Enformasyon toplumu kuramcıları, enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmeleri, yeni bir çağa<br />

devrimci bir geçişi sağlayacak çarpıcı gelişmeler olarak yorumlamışlardır. Bu kuramcılar endüstri<br />

toplumunun geride bırakılıp enformasyon toplumuna geçildiğini ve böylelikle önceki dönemlerde<br />

yaşanan bütün toplumsal aksaklıkların, sorunların, dengesizliklerin kendiliğinden giderileceğini öne<br />

sürmüşlerdir.<br />

Bu süreçte, toplumda bilginin eşit olarak dağıtılmadığını öne süren bilgi açığı hipotezinden yola çıkan<br />

araştırmalar hız kazanmıştır. Bilgi açığı kuramı bir yandan yeni teknolojilerin toplumsal kesimler<br />

arasındaki bilgi uçurumunu artırdığını ortaya koyarken, diğer yandan çözüm olarak da teknolojilerin<br />

yaygınlaşmasını önermiştir.<br />

Bilgi açığı kuramı, sayısal teknolojilerin gelişmesiyle önem kazanmıştır. 1980 sonrası dönemde<br />

iletişim ve bilişim teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, sayısal eşitsizlik kavramı kullanılmaya<br />

başlanmıştır. Bilginin üretilmesi, işlenmesi ve paylaşılması sürecindeki dengesizlikleri anlatan sayısal<br />

eşitsizlik, hem gelişmekte olan hem de gelişmiş ülkelerde önemli bir sorun olarak değerlendirilmiş ve bu<br />

eşitsizliğin giderilmesi yönünde politikalar geliştirilmeye başlanmıştır. Sayısal eşitsizlik, günümüz<br />

toplumlarında önemli bir sorun olmasına karşın, ekonomik ve toplumsal dengesizliklerin iletişim<br />

teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla çözülebileceği önermesi, teknolojik belirleyicilik yaklaşımının hâlâ<br />

etkili olduğunu göstermektedir.<br />

TEKNOLOJİK BELİRLEYİCİLİK YAKLAŞIMI<br />

“Belirleyicilik” doğa bilimlerinde, evrende bütün olup bitenlerin nedensellik bağlantısı içinde<br />

belirlendiğini öne süren görüştür. Toplum bilimleri kuramlarında belirleyiciliğin çeşitli türleri vardır.<br />

Örneğin biyolojik (ya da genetik) belirleyicilik toplumsal ya da psikolojik olayları biyolojik ya da genetik<br />

özelliklerle açıklamaya çalışır. Bu yaklaşım, kadınlar “özünde” dünyevi, doğal ve kendiliğindendir<br />

(“özcülük” olarak bilinen bir argüman) gibi fikirlerin arkasında yatar.<br />

Gelişim psikolojisindeki “çevreye karşı doğa” üzerindeki tartışma ise bireyin gelişiminde ve anormal<br />

davranışın kökeninde kalıtsal ve yapısal etkenlerle (doğa) ortama ilişkin etkenlerin (çevre) görece etkileri<br />

konusunda sürüp gitmektedir. Doğalcılar kalıtımın rolünü vurgularken; çevreciler aile içi tutumlar, çocuk<br />

yetiştirme uygulamaları, sosyoekonomik statü gibi toplumsal ve kültürel etkenlerin belirleyici olduğunu<br />

savunmaktadır.<br />

Bir başka belirleyicilik türü, dilsel belirleyiciliktir. Dilsel belirleyicilik, dilin dünyayı yorumlama<br />

biçimimizi belirlediğini, böylelikle düşüncenin dile bağlı olduğunu, kısacası dilimizin varlığımızı<br />

belirlediğini öne süren bir görüştür.<br />

Bütün bu belirleyici kuramlar gibi teknolojik belirleyicilik de toplumsal ve tarihsel olayları bir ilkeye<br />

ya da belirleyici bir faktöre göre açıklamaya çalışır. Tarihsel ya da nedensel önceliğe ilişkin bir öğretidir.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımında teknoloji, tarihteki “temel hareket ettirici” olarak görülür.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımını benimseyenlere göre belli teknik gelişmeler, iletişim teknolojileri ya<br />

da medya veya daha geniş olarak genelde teknoloji toplumdaki değişimlerin tek ya da temel önce gelen<br />

nedenidir ve teknoloji toplumsal örgütlenme kalıplarının altında yatan temel koşul olarak görülebilir.<br />

Teknolojik belirleyicilik terimi, Amerikalı toplumbilimci ve iktisatçı Thorstein Veblen (1857-1929)<br />

tarafından icat edilmiştir.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımını benimseyenler, genelde teknolojiyi ve özelde iletişim<br />

teknolojilerini geçmişte, şimdi ve gelecekte toplumun temeli olarak değerlendirirler. Yazı, baskı,<br />

televizyon ya da bilgisayar gibi teknolojilerin toplumu değiştirdiğini söylerler. Bu yaklaşımın en aşırı<br />

ucunda, bütün toplumsal biçim teknoloji tarafından belirlenmiş olarak görülür: Yeni teknolojiler<br />

kurumları, toplumsal etkileşimi ve bireyleri de içine alacak biçimde toplumu her düzeyde dönüştürürler.<br />

En azından geniş bir dizi toplumsal ve kültürel olaylar teknoloji tarafından belirlenmiş olarak görülür.<br />

İnsani faktör ve toplumsal düzenleme ise ikincil olarak görülür. Teknoloji toplumsal olandan ayrılırsa,<br />

teknoloji ile toplumsal öğeler arasındaki ilişkiler, birbirinden ayrı alanların etkileşimleriymiş gibi<br />

kavranır. Böylece teknoloji kendisine ait bir dünyadaymış gibi görünür. Ayrıca, teknoloji insanlara veya<br />

108


canlılara ait özellikler atfedilen bir özne gibi görünür. Bir başka deyişle belirleyici yaklaşıma göre<br />

teknoloji, toplumdan bağımsız olarak toplumu biçimlendirmektedir.<br />

20. yüzyılda yeni iletişim teknolojilerinin kullanımının yaygınlaşmasıyla iletişim teknolojisinin<br />

belirleyiciliği görüşü ön plana çıkmıştır. İletişim kuramlarında teknolojik belirleyiciliğin önde gelen<br />

temsilcileri Harold Innis ve Marshall McLuhan’dır.<br />

Innis, toplumsal örgütlenmenin değişiminin kaynağının teknolojik yenilikler olduğunu savunur.<br />

Innis’e göre, insan kendi teknolojisi ile birlikte vardır. Aile ve örgütler gibi toplumsal biçimlerdeki<br />

değişiklikler iletişim teknolojisindeki değişikliklerin bir sonucudur. Teknolojik araçların çoğu, insanın<br />

fiziksel yeteneklerini geliştirir. İletişim teknolojisi ise düşüncenin, bilincin, insanın kavramsal<br />

yeteneklerinin bir uzantısıdır.<br />

Innis, iletişim teknolojilerinin imparatorlukların yapıları ve değişimleri üzerinde etkileri olduğunu<br />

belirtir. İletişim araçlarının maddi biçimi, toplumsal biçimlerin kendilerini belli coğrafi alanlarda yönetim<br />

ve ideoloji temelinde yeniden-üretme becerisiyle yakından ilişkilidir.<br />

Innis’e göre yeni iletişim araçlarını elde etmek için oluşan rekabet, toplumdaki rekabetçi uğraşın<br />

temel eksenidir. Var olan iletişim araçları toplumsal örgütlenme biçimini çok güçlü bir biçimde etkiler.<br />

Yeni teknolojik yapılar eski düzenlerin ortadan kalkmasına neden olur. Egemenlik iletişim araçlarının<br />

denetimi ile oluşur ve yeni iletişim araçlarının bulunması ve bu araçların yeni örgütlenmelere yol açması<br />

ile toplumsal değişim meydana gelir.<br />

McLuhan’ın Temel Varsayımları<br />

Marshall McLuhan, kendi çalışmalarını Innis’in çalışmalarının bir uzantısı olarak görür. Her iki düşünür<br />

de iletişim teknolojisini uygarlık tarihinin merkezi olarak alırlar. Onlara göre uygarlık tarihini yapan ve<br />

değiştiren iletişim teknolojisidir. Ancak Innis ve McLuhan etki konusunda ayrılırlar. Innis’te teknoloji<br />

toplumsal örgütlenmeye ve kültüre etki eder, değiştirir ve biçimlendirir. McLuhan ise teknolojinin ana<br />

etkisinin duyu organları ve düşünce üzerinde olduğunu savunur; dolayısıyla tartışması tamamıyla algı<br />

psikolojisinin dar temellerine dayanır. McLuhan’ın görüşleri aşağıda başlıklar halinde özetlenmektedir.<br />

Araç Egemen Değişim Gücüdür<br />

McLuhan’a göre iletilerin üretimi ve alımı için biçimlerin biyolojik var oluşu gereklidir. Bu biçimler bir<br />

başka deyişle görme, dokunma, tatma, duyma ve koklama birbirine bağlıdır. Dolayısıyla bir biçimin<br />

kapasitesinin değişmesi duyular arasındaki toplam ilişkileri değiştirir. Bunun sonucu olarak da kişinin<br />

deneyimlerini ve algılarını düzenleme yolları değişir. Örneğin körlük koklama, sağırlık da görme gücüne<br />

daha çok dayanmayı gerektirir.<br />

İletişim araçları kişilere duyularla ilgili belli ilişkileri yerleştirir, pekiştirir ve böylece toplumun dünya<br />

görüşünü belirlerler. Sonuç olarak iletişim araçları bizi yalnızca dünyaya yöneltmez, aynı zamanda<br />

kullandığımız duyular arasındaki oranı değiştirerek karakterimizi de değiştirir. İletişim teknolojisi,<br />

yalnızca kişilerin ne düşüneceğini değil, nasıl düşüneceğini de belirler. Örneğin, konuşmaya dayanan<br />

kültürde kulak (=dinleme), basına dayanan kültürde ise göz (=görme) önem kazanır.<br />

Araç İnsanın Uzantısıdır<br />

McLuhan’a göre bir birey ya da toplum, insan bedeninin ve zihninin alanını yeni bir tarzda genişletecek<br />

bir biçimde bir şeyleri yaptığı ya da kullandığı zaman bir uzantı meydana gelir. Bu uzantı akla gelen her<br />

şeyi kapsar: Sözcük, giysi, ev, para, saat, basın, yol, araba, tekerlek, uçak, fotoğraf, telgraf, daktilo,<br />

telefon, sinema, radyo, televizyon, silah…<br />

Araç insanların uzantısıdır. Örneğin çukur kazmak için kullandığımız kürek, ellerin ya da ayakların<br />

bir uzantısıdır. Kepçe çanak gibi açılmış ellere benzer, fakat daha güçlüdür, daha az aşınır ve molozları<br />

elden daha uzak bir alana taşıma kapasitesi vardır. Bir mikroskop ya da teleskop ise görmenin farklı bir<br />

biçimidir ve gözün bir uzantısıdır.<br />

109


Daha karmaşık uzantılara bakıldığında; örneğin otomobil, ayakların bir uzantısı olarak düşünülebilir.<br />

Otomobil, insanın ayaklarıyla olduğu gibi her yeri gezebilmesini sağlar; fakat bunu daha hızlı ve daha az<br />

çabayla yapar. Ayrıca, bu uzantı zorlu hava koşullarında göreceli bir konforla seyahat etmeyi de sağlar.<br />

McLuhan’a göre giysiler derimizin uzantısıdır. Ev, sığınak olarak, vücut açısından ısı kontrol<br />

mekanizmasıdır. Kentler, vücut organlarının, geniş grupların gereksinimlerini sağlamada daha da ileri<br />

uzantılarıdır. Küresel elektronik ağı ise bizim sinir sistemimizin bir uzantısıdır.<br />

McLuhan’ın ampütasyon (bir organı kesme) diye adlandırdığı kavram ise uzantıların bir benzeridir.<br />

İnsanoğlunun her uzantısı; özellikle teknolojik uzantıları, diğer uzantılarda bir ampütasyon ya da<br />

değiştirme etkisine sahiptir. Ampütasyona bir örnek olarak, barut ve ateşli silahların gelişmesiyle birlikte<br />

okçuluk becerilerinin yok oluşu verilebilir. Yeni silah teknolojileri, hata yapmamayı gerektiren okçuluk<br />

pratiğini işe yaramaz hale getirmiştir. Otomobil gibi bir teknolojinin uzantısı ise kentlerin ve ülkelerin<br />

farklı biçimlerde gelişmesine yol açarak gelişkin bir yürüme kültürü gereksinimini “kesip atar”. Telefon<br />

sesi genişletir, fakat aynı zamanda düzenli mektuplaşma ile kazanılan yazı yazma sanatını kesip atar.<br />

Bunlar birkaç örnektir ve aklımıza gelebilecek hemen her şey benzer gözlemlere konu olabilir.<br />

McLuhan’a göre, insanoğlu bu uzantılarla her zaman büyülenmiş ve zihnini yormuştur, fakat<br />

çoğunlukla ampütasyonları görmezden gelmeyi ya da en aza indirmeyi seçeriz. Örneğin otomobilin<br />

sağladığı yüksek hızda kişisel seyahatin üstünlüklerini överiz; fakat otonomilin neden olduğu hava<br />

kirliliğinin anımsatılmasını gerçekten istemeyiz. Ayrıca otomobillerimizde diğer insanlardan yalıtılmış<br />

olarak tek başına geçirdiğimiz zamanı düşünmek istemeyiz ya da otomobil kullanımının sonucu olan<br />

ampütasyonların bizi daha şişman ve genellikle daha sağlıksız hale getirdiğini de anımsamak istemeyiz.<br />

McLuhan’a göre bizler, giderek bütün uzantıları düzenli olarak öven ve bütün ampütasyonları en aza<br />

indiren insanlar haline geliyoruz ve kendi zararımıza da olsa bu şekilde davranmayı sürdürüyoruz.<br />

Araç İletidir<br />

McLuhan, her kültür çağında bilginin kaydedilip aktarıldığı “medium”un (ortam, araç) o kültürün<br />

karakterinin belirlenmesinde kesin bir rol oynadığını öne sürmüş ve bu görüşünü “araç iletidir (medium is<br />

the message)” deyişiyle özetlemiştir.<br />

McLuhan’a göre sözcüğün yazıldığı şeyler sözcüklerden daha önemlidir. Bunu açıklamak için elektrik<br />

ışığını örnek olarak veren McLuhan’a göre elektrik ışığı saf enformasyondur. Bir markayı veya sözlü bir<br />

reklamı bir araçla hecelemese bile kendi başına iletisiz bir iletişim aracı olduğu söylenebilir. Her aracın<br />

belirgin niteliği olan bu gerçek, herhangi bir aracın içeriğinin daima bir başka araç olması demektir.<br />

Örneğin yazılı kelime nasıl basılının ve basılı olan nasıl telgrafın içeriği ise yazının içeriği sözdür. Eğer<br />

“Sözün içeriği nedir?” diye sorulursa “Kendinde sözlü olmayan güncel bir düşünce sürecidir” yanıtının<br />

verilmesi gerekir.<br />

McLuhan’a göre aslında bir iletişim aracının ya da teknolojinin iletisi insani işlerde yarattığı ölçek,<br />

ritim ya da model değişikliğidir. Araçlar içeriği ne olursa olsun, doğalarında var olan özellikleri nedeniyle<br />

etkilere sahiptir, içerik önemsizdir. Örneğin elektrik ışığının beyin cerrahisinde ya da gece oynanan bir<br />

beyzbol maçını aydınlatmak için kullanılmasının hiç bir önemi yoktur. Bu işler elektrik ışığı olmaksızın<br />

gerçekleşemeyeceği için bir bakıma onun içeriği oldukları söylenebilir. Bu olgu tek başına “ileti iletişim<br />

aracının kendisidir” düşüncesini vurgular; çünkü insan birliklerinin ve eylemlerinin biçim ve ölçeğini<br />

şekillendiren ve denetleyen iletişim aracıdır.<br />

McLuhan, iletişim araçları karşısında “önemli olan nasıl kullanıldıklarıdır” diyen geleneksel tutumu<br />

“teknolojik mankafalılık” olarak nitelendirerek, iletişim aracının içeriğini şöyle tanımlar:<br />

“Bir iletişim aracının içeriği, köpeğin dikkatini dağıtmak için hırsızın ona verdiği nefis bifteğe benzer.<br />

İletişim aracının etkisi güçlü ve yoğundur, çünkü başka bir araç ona içerik olarak verilir. Bir filmin içeriği<br />

bir roman, bir piyes ya da bir operadır. Film türünün etkileri onun program içeriği ile ilgili değildir.<br />

Yazının ya da basılı olanın içeriği sözdür; oysa okuyucu basılı olana ya da söze hemen hiç dikkat etmez.”<br />

Reklamdan bıkılan bir ortamda, çok kültürlü insanların “ben reklamlara hiç dikkat etmem” diye<br />

övünmesinin işe yaramayacağını anımsatan McLuhan’a göre teknolojinin etkileri düşün ve kavramlar<br />

düzeyinde değildir, o duyu ilişkileri ve algılama modellerini dirençle karşılaşmadan yavaş yavaş<br />

değiştirir.<br />

110


Gazeteyi sadece gazete olduğu için mi; yoksa okumak için mi<br />

alıyorsunuz? Eğer içerik önemli değilse neden herkes aynı gazeteleri okumuyor?<br />

Sıcak ve Soğuk Araçlar<br />

McLuhan, araçları sıcak ve soğuk olmak üzere ikiye ayırmıştır. Sıcak araçlar, tek duyuyu uzatan ve<br />

izleyiciye tamamlaması için çok şey bırakmayan araçlardır. Bu bağlamda radyo, sinema ve fotoğraf sıcak<br />

araçlardır. Soğuk araçlar ise az şey veren ve izleyici tarafından çok şey eklenen araçlardır. Televizyon<br />

ve telefon gibi. Televizyon soğuk araçtır, çünkü enformasyon bakımından verdiği azdır. Dolayısıyla<br />

iletiyi tamamlamak için izleyici tarafından aktif katılmayı gerektirir. Bu da televizyon ekranındaki<br />

noktaları ve çizgileri birleştirerek yapılır. Telefon da soğuk araçtır. Sözgelişi alıcı, bir telefon<br />

konuşmasında atlanan bir bilgiyi sağlamak zorundadır. Oysa sıcak araçlar, gerekli tüm verileri<br />

sağladıkları için alıcının iletiyi algılarken etkin bir rol oynaması gerekmez.<br />

McLuhan bu sıcak ve soğuk kavramını insanlara, kültürlere, danslara, giysilere, arabalara, sporlara da<br />

uygular.<br />

McLuhan’a göre, sıcak iletişim araçlarının egemenliğindeki çağ “mekanik çağ”dır. Mekanik çağın<br />

karakteristik aracı olan kitabın, anti-demokratik, tek yönlü, baskıcı ve güdümleyici olduğu görüşündedir.<br />

Fakat artık “elektronik iletişim çağı”ndayızdır ve bu çağın iletişim teknolojisinin yarattığı iletişim araçları<br />

da alfabe öncesi toplumlarda olduğu gibi, soğuk iletişim araçlarıdır.<br />

McLuhan’ın görüşleriyle ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek için<br />

McLuhan’ın “Yaradanımız Medya” (2005) adıyla Türkçeye çevrilen kitabını okuyabilirsiniz.<br />

Gutenberg Galaksisi<br />

McLuhan, basının görmeye ağırlık verdiğini söyler. Bu nedenle basına dayanan kültürde insanlar<br />

duyduklarına inanmakta ve konuşmayı hatırlamakta zorluk çekerler. Basın gerçeği; tekdüze, uyumlu,<br />

nedenselliği olan ve farklı ilişkiler içinde düzenler. Toplumsal düzeyde basın, millet olma olasılığına ve<br />

milliyetçiliğin doğuşuna yol açmıştır. “Çünkü matbaa aracılığıyla bir halk kendisini ilk kez olarak görür.<br />

Yüksek görsel tanımı haliyle anadil, kendi sınırlarıyla toplumsal birliğin bir görünüşünü sunar. Ve<br />

insanlar kendi dillerinin bu görsel birliğini kitaptan çok gazete aracılığıyla yaşamıştır.”<br />

McLuhan, Gutenberg Galaksisi adlı eserinde “alfabe ve tipografi aracılığıyla görsel duyunun<br />

yalıtılması ile bilginin parçalara ayrılması yanılsamasının nasıl yaratılmış olduğunu” açıklamaya çalışır.<br />

McLuhan’a göre matbaa ulusal birörnekliği, devlet merkeziyetçiliğini yaratmış, aynı zamanda bireysel<br />

hakların coşkuyla savunmasına yol açmış ve devlete karşı muhalefeti de doğurmuştur.<br />

Küresel Köy<br />

McLuhan, televizyonun ise duyuların çoğuna ağırlık veren görsel, işitsel ve dokunsal bir araç olduğunu,<br />

dünyayı milliyetçilikten “küresel köy” olmaya yönelttiğini ileri sürer. McLuhan’a göre “Telgraf ve<br />

radyodan bu yana, yerküre uzaysal olarak büzüşerek tek bir küçük köye dönüşmüştür.” Tıpkı bir köyde<br />

yaşayan insanın köyde olan biten her şeyi kolayca öğrenebilmesi gibi insanlar dünyanın her yanında olup<br />

biten her şeyi kolayca öğrenebilmektedir.<br />

McLuhan’a göre yazı bulunana kadar insanlar sınırlanmayan, yönü olmayan, işitsel bir uzamda<br />

yaşamıştır. Bu nedenle alfabe öncesi toplumlar zamanı ve mekanı bütünleşmiş tek bir şey olarak<br />

algılamışlardır. Mekanik çağda bu algı parçalanmıştır. Ancak şimdi elektrik devresi bizde tekrar çok<br />

boyutlu uzam kavrayışına geçişe yol açmaktadır. Günümüzün elektronik teknolojisi her şeyin birbiri ile<br />

karşılıklı ilintilenmesine neden olmaktadır. Günümüz elektroniği, dünyamızı yeniden küresel bir köy<br />

olarak biçimlendirmektedir. Bugün, okur-yazarlıkla geçirdiğimiz birkaç yüzyıldan sonra yitirdiğimiz<br />

kabile duygusunu, insanın başlangıçtaki duyumsamalarını yeniden yaşıyoruz. Elektronik enformasyon<br />

ortamında herkes, herkes hakkında gereğinden çok şey biliyor.<br />

111


Elektronik iletişim çağının başat medyası McLuhan için televizyondur. Televizyon sayesinde bütün<br />

duyularımızın işin içinde yer aldığı aktif ve keşfedici bir duyumsama yetisi kazandığımızı öne süren<br />

McLuhan, televizyonun, insanlığı bugüne dek süren parçalanmış, farklılaşmış ve bölünmüş hayatından<br />

kurtarıp yeniden alfabe öncesi çağın köy topluluğu yaşamına kavuşturacağı inancındadır. McLuhan<br />

elektronik medya sayesinde, sözel geleneğin yeniden oluştuğunu ve insanların bütün duyuları yeniden eşit<br />

oranda kullanmaya başladığını savunur. Küresel bir köyde yaşadığımızı ve bu köyde her şeyin aynı anda<br />

olduğunu ve zaman ile yer kavramının yok olduğunu söyler. McLuhan’a göre dünya, modern uydu<br />

iletişimi ve kapitalist üretim biçimindeki gelişmelerle bütünleşik bir dünya olmuştur.<br />

Tetrad (Dörtlü)<br />

Marshall McLuhan, medyaya ilişkin gözlemlerini bilimsel bir temele oturtmadığı için eleştirilmiştir. Son<br />

yıllarında ve kısmen eleştirilere yanıt olarak, McLuhan düşüncesine “tetrad” diye adlandırdığı bir temel<br />

geliştirmiştir. Ölümünden sonra yayınlanan Medya Yasaları kitabında McLuhan, medya konusundaki<br />

görüşlerini ortaya koyarken, bir aracın toplum üzerindeki etkilerini dört kategoriye ayırarak incelemiştir.<br />

McLuhan araç kelimesini insanın oluşturduğu her şey için kullanır. Ona göre insanın oluşturdukları<br />

insanın bir uzantısıdır. Bütün teknolojiler de dâhil olmak üzere insan gücünün dâhil olduğu bütün<br />

faaliyetler ve ürünler, her toplumda ve bütün zamanlarda dört yasaya bağlıdır.<br />

Tetrad, McLuhan’ın sorularla çerçevelediği dört yasayı insanoğlunun çevresindeki geniş bir alana<br />

uygulamasına olanak sağlar ve böylece kültüre bakmada yeni bir araç ortaya koyar.<br />

McLuhan bir aracın etkilerini anlamak için dört soru sorulabileceği görüşündedir. Bu sorulardan ilki,<br />

“araç ya da teknoloji neyi genişletiyor ya da uzatıyor?” sorusudur. McLuhan’a göre her araç, bir insan<br />

organının uzantısı olarak onu desteklemek amacıyla gündeme gelir. Dolayısıyla söz konusu sorunun<br />

yanıtı, bir otomobil söz konusu olduğunda “ayak” olacaktır; bir telefon söz konusu olduğunda ise “ses”<br />

olacaktır.<br />

İkinci soru “Araç, medya ya da teknoloji neyi yerinden ediyor, neye önemini kaybettiriyor?”<br />

sorusudur. Çünkü her yeni teknoloji eski teknolojilerin egemenliklerini sarsıp onların egemen<br />

konumlarını devralır. Yine, otomobilin yürümeyi yerinden ettiği ve telefonun da duman sinyallerini ve<br />

güvercin beslemeyi gereksiz kıldığı söylenebilir.<br />

McLuhan’ın yaşamı, eserleri ve görüşleriyle ilgili dokümanlara ulaşmak<br />

için http://www.marshallmcluhan.com sitesini gezebilirsiniz.<br />

Üçüncü soru “Medya ya da teknoloji neyi telafi ediyor ya da geri kazandırıyor?” sorusudur.<br />

McLuhan’a göre her yeni teknoloji modası geçmiş teknolojilerin ya da doğanın bazı işlevlerini<br />

sürdürmeye devam etmekte ve yeni teknolojiler eski teknolojileri kendi içerikleri haline getirmektedir. Bu<br />

bağlamda otomobil ile macera ya da araştırma eğilimi telafi edilir ve telefon hizmetinin yaygınlaşması ile<br />

de topluluk anlayışı geri gelir. Yurt içi tatilin yaygınlaşmasıyla otomobil sahipliğindeki artışın birlikte<br />

gittiği görülebilir.<br />

Dördüncü soru “Sınırlarına ulaştığında teknoloji neyi tersine çeviriyor ya da geri döndürüyor?”<br />

sorusudur. Aşırı genişlemiş, sınırlarına ulaşmış bir otomobil kültürü, yaya yaşam biçimine özlem<br />

duyulmasına neden olur ve aşırı uzatılmış bir telefon kültürü de yalnız kalma gereksinimine yol açar.<br />

McLuhan, kendisine aşırı yüklenilen her teknolojinin işlevsiz kalacağını belirtmektedir. Buna hızlı<br />

seyahati olanaklı kılan kişisel otomobillerin beraberinde getirdikleri trafik tıkanıklığı dolayısıyla seyahat<br />

olanağını ortadan kaldırmasını örnek gösterebiliriz.<br />

McLuhan’a göre radyo ve televizyonla birlikte tüm dünyadaki olaylara eşzamanlı olarak<br />

erişebilmekteyiz. Bununla birlikte televizyon kültürü sözlü iletişime dayanan aile yaşamının sıkı bağlarını<br />

gevşetir ya da kesip atar. Basit bir televizyon açma eylemi bir odadaki insanların sessizliğini azaltabilir.<br />

Telafi edilen kabile ya da birbirleriyle ilişkisi olan insanların görünümüdür. Olan ya da geri dönen,<br />

insanların sahnedeki aktörler olduğu küresel tiyatrodur. Burada bir kimse, uçak kazası ya da doğal<br />

felakete tanık olma gereksinimi duyabilir.<br />

112


Tetrad sürecinde sorulan sorular, dört etki dizisi ile sonuçlanır. Bunlar genişletme, yerinden etme, geri<br />

döndürme ve telafi etmedir. Bu dört öge birbirleri ile tamamlayıcı bir ilişki içindedir. Etkilerin kesişen<br />

doğasını anlatmak için oluşturulan tetrad, değişim ya da süreklilik noktaları olarak dört ögeyle birlikte<br />

genellikle grafik biçiminde gösterilir.<br />

Tablo 5.1: Tetradın ögeleri arasındaki ilişkiler<br />

GENİŞLETME<br />

Yeni medya neyi geliştiriyor, genişletiyor,<br />

uzatıyor, mümkün kılıyor ya da hızlandırıyor.<br />

GERİ DÖNDÜRME<br />

Yeni biçim, potansiyelinin sınırlarına<br />

ulaştığında, ilk halindeki özelliklerini ters<br />

çevirecektir. Yeni biçimin potansiyel zıtlıkları<br />

nelerdir?<br />

TELAFİ ETME<br />

Yeni biçimin oyuna geri getirdiği daha önceki<br />

eylem ya da hizmet nedir? Geri getirilen<br />

daha eski, önceden önemini kaybetmiş ve<br />

yeni biçimin temel bir parçası olan zemin<br />

hangisidir?<br />

YERİNDEN ETME<br />

Yeni medya tarafından bir kenara itilen,<br />

yerinden edilen, önemi kaybettirilen nedir?<br />

<br />

McLuhan bu dört yasanın (genişletme, geri döndürme, telafi etme ve yerinden etme) yalnızca iletişim<br />

teknolojileri için değil insan emeğinin olduğu her şey için; örneğin “bütün işlemler, üsluplar, nesneler,<br />

bütün şiirler, şarkılar, resimler, hileler, küçük aletler, teoriler, teknolojiler” söz konusu olduğunda da<br />

geçerli olduğunu öne sürer.<br />

McLuhan’ın yasalarını cep telefonlarına uygulayabilir misiniz?<br />

McLuhan bu dört yasanın kaçınılmaz ve evrensel yasalar olduğunu savunmuştur. Teknolojinin bazı<br />

sonuçlarının toplumda gözlenebilmesi yıllar alırken; McLuhan bu değişimlerin tamamen eşzamanlı olarak<br />

oluştuğu konusunda ısrar etmiştir.<br />

Tetrad ile nedenselliğe dayanan bir model kullanmak yerine teknolojinin toplam etkisini tartışmak için<br />

geçmişi, şimdiyi ve geleceği bir araya getiren bir model önermiştir. McLuhan’ın kitapları da mozaik<br />

gibidir. Yan yana birçok düşünceyi içerir ancak bu düşünceler birbirini izlemez.<br />

McLuhan’ın Eleştirisi<br />

McLuhan’ın görüşlerine getirilen en büyük eleştiri “teknolojik belirleyici” olmasıdır. McLuhan’ın kuramı<br />

ontolojik anlamda insanlara çok az özgür irade şansı verir. Onun yerine toplumu biçimlendirenin<br />

teknoloji olduğunu belirtir. McLuhan’ın yaklaşımında insanın kaderini belirleyen insanın kendisi değil,<br />

uzantısı olan teknolojidir. Bu görüş var olan teknolojik düzenin sorgusuz savunuculuğunu yapmaktadır.<br />

McLuhan, teknolojiyi kimin, hangi amaçla ürettiğini ve denetlediğini göz önüne almaz. Dolayısıyla, çoğu<br />

zaman, görüşleriyle büyük şirketlere, özellikle enformasyon ve iletişim teknolojilerini üretenlere hizmet<br />

veren bir kapitalizm savunucusu olmakla eleştirilmiştir.<br />

Teknolojik Belirleyicilik Yaklaşımının Eleştirisi<br />

Teknolojik belirleyicilik, karmaşık toplumsal olguları, düzenleri ve ilişkileri yalnızca teknoloji etkenine<br />

bağlı olarak açıklamaya çalıştığı için indirgemecilikle eleştirilmektedir. Bu yaklaşıma göre teknoloji,<br />

113


insanların hayatını değiştiren en önemli güçtür. Buradaki değişim ise neredeyse gelişmeyle eşanlamlı<br />

olarak hemen her zaman olumlu olarak görülür. Oysa kapitalist üretim koşullarında ortaya çıkacak her<br />

yeni teknolojinin ya da teknolojik gelişme isteğinin öncelikle kâr ekonomisinin çıkarları için çalışacağı<br />

açıktır.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, teknolojinin kullanımını yöneten toplumsal süreçleri ve seçimleri<br />

göz ardı ettiği için eleştirilir. Yaklaşım, bu kusurunun yanı sıra farklı tür teknolojilerle birlikte var olan<br />

olası toplumsal düzenlemeler çeşitliliğini de göz önüne almaz.<br />

Günümüz dünyasında iletişim ve bilgi teknolojileri baş döndürücü bir hızla gelişmesini sürdürdüğü<br />

için teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, tüm indirgemeciliğine karşın hâlâ güncelliğini korumaktadır.<br />

Ancak tüm bu teknolojik belirleyicilik türlerinin ortak özelliği; teknolojiyi, gelişimini, uygulamasını ve<br />

etkilerini parçası oldukları toplumsal ilişkilerden çıkarması ve dolayısıyla toplumsal ilişkileri<br />

marjinalleştirmesi ya da analiz dışı bırakması ve teknolojiye nesnelerin doğasından kaynaklanan<br />

özellikler yerine insanlar arası toplumsal ilişkilerden kaynaklanan güç ve nitelikler atfetmesidir.<br />

MODERNLEŞMEDE KİTLE İ<strong>LETİŞİM</strong>İ TEKNOLOJİSİ<br />

Modernleşme ve yeniliklerin yayılımı yaklaşımları, iletişim alanında teknolojik belirleyiciliğin izlerini<br />

taşıyan yaklaşımlardır. Modernleşme kuramcıları az gelişmiş, geleneksel ve geri kalmış olarak nitelenen<br />

ülkelerde toplumsal, siyasal ve ekonomik kurumlara ve teknoloji-insan ilişkisine yönelik sorunları ve<br />

çözümlerini insanı modernleştirme çerçevesi içinde değerlendirirler. Bu kuramcılar kitle iletişiminin de<br />

modernleşme ve kalkınmada önemli rol oynadığını savunurlar. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasının<br />

modernleşme ve kalkınmanın hem ölçüsü hem de itici gücü olduğunu öne sürerler.<br />

Modernleşme kuramcılarına göre, kitle iletişimi modernleşme süresinde şu görevleri yerine<br />

getirmektedir:<br />

• Kitle iletişimi, modernleşme yönünde davranış biçimleri, yeni değerler ve tutumları yayarak<br />

toplumda bir değişim atmosferi yaratabilir.<br />

• Kitle iletişimi kalkınma ve modernleşme yolunda eğitim, tarım, endüstri, tarım ve sağlık<br />

alanlarında yeni beceriler yaratabilir.<br />

• Kitle iletişim araçları bilgi kaynaklarının çoğaltıcısı olarak işlev görebilir.<br />

• Kitle iletişimi, televizyon izleyerek ya da radyo dinleyerek öğrenme sağlamak yoluyla eğitim<br />

maliyetini azaltabilir.<br />

• İletişim, kişinin beklenti düzeyini yükseltebilir ve böylece etkinliğe teşvik eder.<br />

• İletişim, halkın kendi önemini anlamasını sağlayarak siyasal etkinlikleri artırabilir.<br />

• Kitle iletişim araçları, ulus duygusu yaratmada etkilidir.<br />

• İletişim kalkınma planlarının hazırlanmasını ve uygulamaya geçirilmesini kolaylaştırır.<br />

• İletişim ekonomik, toplumsal ve siyasal kalkınmayı kendi kendini sürdüren bir süreç haline<br />

getirebilir.<br />

Bu çerçevede 1958’de Daniel Lerner’in Geleneksel Toplumun Çöküşü adlı araştırması yayınlanmıştır.<br />

Söz konusu araştırma Ortadoğu’nun geleneksel toplumdan modern topluma geçişini ve modern iletişimin<br />

rolünü incelemektedir. Lerner’e göre Batı ülkelerinin geçirdiği bazı süreçler evrenseldir. Buna göre:<br />

1. Kentleşmenin artması okuma yazma oranının artmasına yol açar,<br />

2. Okuma yazma oranının artması kitle iletişim araçlarına açık olmayı artırır,<br />

3. İletişim araçlarına açık olmak daha geniş ekonomik katılma ve siyasal katılmaya neden olur.<br />

Lerner’e göre endüstrileşmiş Batı ülkelerinin geçirdiği bu modernleşme sürecinin benzeri Ortadoğu<br />

ülkelerinde de yaşanmaktadır. Sürecin merkezinde ise düşünce ve tutumların iletilme biçimindeki<br />

değişiklik vardır. Bu değişiklik sözel iletişimden kitle iletişimine geçiştir.<br />

114


Bu gelişmenin belirleyicisi ise “hareketli kişilik” olacaktır. “Hareketlilik artırıcı” araçlar olan kitle<br />

iletişim araçlarının yayılması da modernleşmiş kişiliğin yayılmasına neden olacaktır. Lerner hareketli<br />

kişilik ile kitle iletişim araçları arasındaki bağı “empati” kavramı ile kurmuştur. Empati, kişinin kendini<br />

başkasının yerine koyması ya da başkalarıyla özdeşleştirmesi sonucu geleneksel kişilikten modern<br />

kişiliğe geçiş olarak tanımlanır. Empati, kentleşme ve okuryazarlığın yaygınlaşmasıyla üretilen yeni<br />

deneyimleri kitle iletişim araçlarına katılma yoluyla siyasal ve ekonomik katılmaya dönüştürür.<br />

Lerner, geleneksel kişilik tipinden modern kişilik tipine doğru gidildikçe, kitle iletişimine açık olma<br />

düzeyinin yükseldiğini belirtir. Lerner’e göre sözlü iletişim nüfusun önemli bir bölümünün uzak bir<br />

merkeze bağımlılığını yansıtır. Modern iletişim sistemi ise aydınlanmış bir kamuoyu yaratır. İletişim,<br />

toplumsallaşmanın temel aracıdır. Toplumsallaşma da toplumsal değişimin temel aracısıdır.<br />

Bir başka modernleşme kuramcısı Frederick W. Frey ise 1960’larda Türkiye’deki siyasal<br />

modernleşme, güç ve iletişimi incelemiştir. Frey, kitle iletişim araçlarının Türkiye’de köylülerin birçok<br />

tutum ve davranışlarına geniş etkide bulunduğunu belirtmiştir. Frey çalışmasında, Türkiye’nin yeni<br />

kurulan birçok ülkeden çok daha fazla geliştiğini ileri sürer.<br />

Modernleşme Kuramlarına Yöneltilen Eleştiriler<br />

Modernleşme kuramcılarına kalkınmada kitle iletişimine verdikleri önemli rol ve bu rolün anlamı<br />

konusunda çeşitli eleştiriler yöneltilmiştir.<br />

Kitle iletişim teknolojilerinin kalkınmadaki rolü üzerinde durulmasının çeşitli nedenleri vardır.<br />

Bunlardan biri ekonomiktir. Kitle iletişim teknolojisinin (radyo, televizyon, gazete, dergi, vb.) diğer<br />

ülkelerde yayılması, bu teknolojileri üreten Batılı ülkeler için kâr anlamına gelir. Kitle iletişim<br />

teknolojileri ne kadar çok yayılırsa, bu teknolojileri üreten Batılı şirketler, o kadar fazla kâr ederler.<br />

Kitle iletişimin kalkınmadaki rolünün vurgulanmasının bir başka nedeni kültürel ve siyasaldır. Medya<br />

teknolojilerinin yaygınlaşması, Batının tüketim ve siyasal kültürünün de benimsenmesi, yayılması ve<br />

egemen olmasına yol açar.<br />

YENİLİKLERİN YAYILIMI<br />

Yeniliklerin yayılımı, teknolojik belirleyiciliğin izlerini taşıyan bir yaklaşımdır. Yeniliklerin yayılımı,<br />

yeniliklerin bir topluma nasıl sokulduğunu ve insanların bu yenilikleri nasıl benimsediklerini ya da<br />

reddettiklerini açıklamaya çalışan bir iletişim araştırmaları alanıdır.<br />

Yayılım araştırmalarında bugün en fazla tanınan kişi Everett M. Rogers’dir. Diğer yeniliklerin<br />

yayılımı kuramları gibi Rogers’in kuramı da kitlesel ve kişilerarası iletişim arasında bir etkileşimi<br />

içermektedir.<br />

Rogers’a göre kalkınma, kişi başına daha yüksek gelir ve yaşama düzeyine ulaşabilmek amacıyla, bir<br />

toplumsal sisteme yeni fikirlerin sokularak daha modern üretim yöntemlerine ve toplumsal örgütlenmeye<br />

geçilmesidir. Bu süreç toplumsal boyutta ise modernleşmedir. Bir toplumsal değişme durumu olan<br />

kalkınma, yeniliklerin toplumsal sisteme yayılması ile gerçekleşir. Yenilikler toplumsal sisteme iletilerek<br />

yayıldığı için yeniliklerin yayılması araştırmaları aslında iletişim araştırmalarıdır.<br />

Yeniliklerin Yayılımındaki Ögeler<br />

Rogers, Yeniliklerin Yayılımı adlı kitabında yayılımı, bir yeniliğin belli kanallar aracılığıyla zaman içinde<br />

iletildiği bir süreç olarak tanımlar. Rogers’a göre yeniliklerin yayılımındaki dört temel öge yenilik,<br />

iletişim kanalları, zaman ve toplumsal sistemdir. Bu ögeler her yayılım araştırmasında ve her yayılım<br />

kampanyasında ya da programında belirlenebilir.<br />

Yenilik<br />

Rogers yeniliği “bir birey ya da başka bir kabullenme birimi tarafından yeni olarak algılanan düşünce,<br />

uygulama veya nesne” olarak tanımlar. Bir fikrin birey tarafından algılanan yeniliği onun bu fikre karşı<br />

115


tepkisini belirler. Eğer fikir bireye yeni gibi geliyorsa, bu bir yeniliktir. Bu kitapta sözü edilen yeni<br />

fikirlerin çoğu teknolojik yeniliklerdir. Bir teknoloji, istenen bir sonuca ulaşmayla ilgili olan neden-sonuç<br />

ilişkilerindeki belirsizliği azaltan araçsal bir eylem için oluşturulan bir tasarımdır. Çoğu teknolojinin iki<br />

bileşeni vardır:<br />

1. Donanım, maddi ya da fiziksel bir nesne olarak teknolojiyi somutlaştıran aracı oluşturur.<br />

2. Yazılım, aracın bilgi temelini oluşturur.<br />

Bir yeniliğin özellikleri, bir toplumsal sistemin üyeleri tarafından algılandığı gibi benimsenme oranını<br />

belirler.<br />

Rogers, yeniliğin benimsenme süresini etkileyen özellikleri ise şöyle sıralamaktadır:<br />

1. Göreli üstünlük: Yeniliğin yerine geçtiği düşüncelerden, daha iyi olarak algılanmasının derecesi<br />

2. Uyumluluk: Yeniliğin mevcut değerler, geçmiş deneyimler ve olası kabullenicilerin<br />

gereksinimleri ile uyumlu olarak algılanma derecesi<br />

3. Karmaşıklık: Yeniliğin anlaşılması ve kullanılmasının karmaşık olarak algılanma derecesi<br />

4. Denenebilirlik: Yeniliğin sınırlı olarak denenebilme derecesi<br />

5. Gözlenebilirlik: Yeniliğin sonuçlarının diğerleri tarafından gözlenebilirlik derecesi.<br />

Yeniden icat etme ise bir yeniliğin değişme ya da bir kullanıcı tarafından benimsenme ve uygulama<br />

sürecinde değiştirilme derecesidir.<br />

Rogers “genelde alıcılar tarafından daha büyük göreli üstünlüğe, uyumluluğa, denenebilirliğe,<br />

gözlenebilirliğe ve daha az karmaşıklığa sahip olduğu görülen yeniliklerin diğerlerinden daha çabuk<br />

benimsenebileceğini” belirtir.<br />

İletişim Kanalları<br />

Bir iletişim kanalı mesajların bir bireyden diğerine geçtiği araçtır. Kişiler arası kanallar yeni bir fikre<br />

karşı tutumların biçimlendirilmesinde ve değiştirilmesinde ve böylece yeni bir fikrin benimsenme ya da<br />

reddedilme kararını etkilemede daha etkili iken kitle iletişim araçları kanalları yenilik bilgisinin<br />

yaratılmasında daha etkilidir. Çoğu birey yeniliği uzmanların yaptığı bilimsel bir araştırma temelinde<br />

değil de söz konusu yeniliği benimseyen yakın akranlarının öznel değerlendirmeleri temelinde<br />

değerlendirir. Bu yakın akranlar, böylelikle rol modelleri olarak hizmet ederler.<br />

Rogers, yeniliklerin yayılmasını bir iletişim modeli olarak incelemiştir. İletişim kanalları kitle<br />

iletişimi ya da yüz yüze iletişim kanalları olabilir. Rogers, yeniliklerin yayılımı araştırmalarında en az<br />

araştırılan konulardan birinin iletişim kanalları olduğunu belirtir. Bunun nedeni bu araştırma geleneğinin<br />

daha çok bireyler üzerinde yoğunlaşması ve açık davranış değişiklikleri üzerinde durmasıdır.<br />

Zaman<br />

Zaman, yeniliklerin yayılımında üç öge ile ilişkilidir:<br />

1. Yenilik yayılım süreci,<br />

2. Yenilikçilik,<br />

3. Bir yeniliğin benimsenme oranı.<br />

Rogers’a göre yenilik-karar süreci bir bireyin (ya da bir başka karar verme biriminin) bir yeniliğe<br />

ilişkin ilk bilgiden yola çıkarak yeniliğe ilişkin bir tutum biçimlendirmeye, bir benimseme ya da reddetme<br />

kararına, yeni bir fikri uygulamaya ve bu kararı doğrulamaya geçme sürecidir.<br />

Rogers yeniliğin benimsenmesi sürecini; bilgi, ikna etme, karar, uygulama ve sağlamlaştırma<br />

evrelerinden oluşan beş aşamada kavramlaştırır.<br />

116


• Bilgi: Bilgi evresi, bireylerin yeniliğin farkında oldukları, yeniliğe ve bu yeniliğin işlevine maruz<br />

kaldıkları aşamadır.<br />

• İkna: İkna etme evresinde bireyler yeniliğe ilişkin olumlu ya da olumsuz bir kanı ya da tutum<br />

oluştururlar.<br />

• Karar: Karar evresinde birey için iki seçenek bulunmaktadır: Yeniliği ya benimseyecek ya da<br />

reddedecektir.<br />

• Uygulama: Uygulama evresinde bireyler yeniliği kullanmaya başlarlar.<br />

• Sağlamlaştırma: Sağlamlaştırma evresinde ise insanların bir karar aldıktan sonra çoğunlukla<br />

kararlarına neden olan bilgiyi pekiştirmek istedikleri göz önüne alındığından, yenilikle ilgili<br />

olumlu bilgi akışı devam eder. İnsanlar bu aşamada, kararlarının doğru olduğunu güçlendirecek<br />

türde bilgileri ararlar. Kişiler yenilik konusunda karşıt mesajlara maruz kalırlarsa önceki<br />

kararlarını değiştirebilirler.<br />

Bir birey yenilik-karar sürecinin farklı aşamalarında, bir yeniliğin beklenen sonuçları hakkındaki<br />

belirsizliği azaltmak için enformasyon arar. Bu karar aşaması<br />

a. Benimsemeye,<br />

b. En iyi mevcut eylem yolu olarak bir yenilikten tam olarak yararlanma kararına ya da<br />

c. Reddetmeye, bir yeniliği benimsememe yönünde bir karara götürür.<br />

Karar verme süreci içinde, kitle iletişim araçları bilgi aşamasında görece olarak daha çok önem taşır.<br />

Yüz yüze iletişim kanalları ise ikna olma aşamasında önem kazanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde<br />

yüz yüze iletişim kanalları gelişmiş ülkelerde kitle iletişim araçlarının oynadığı rolü üstlenmektedirler.<br />

Yenilikçilik ise bir birey ya da başka bir benimseme biriminin yeni fikri bir toplumsal sistemin diğer<br />

üyelerinden göreceli olarak daha erken benimseme derecesidir. Rogers, bir toplumsal sistemin üyelerini<br />

yenilikçilikleri temelinde beş benimseyici kategorisine ayırmaktadır. Bunlar:<br />

1. Mucit (yenilikçi)<br />

2. İlk benimseyiciler<br />

3. Erken çoğunluk<br />

4. Geç çoğunluk ve<br />

5. Yavaş davrananlardır.<br />

Benimseme oranı ise bir yeniliğin bir toplumsal sistemin üyeleri tarafından benimsenmesine ilişkin<br />

hızdır.<br />

Toplumsal Sistem<br />

Bir toplumsal sistem, ortak bir amacı gerçekleştirmek için sorun çözümüne katılan ilgili birimler setidir.<br />

Sistemdeki düzenlemeler bireysel davranışa istikrar ve düzenlilik veren bir yapıya sahiptir.<br />

Rogers bir toplumsal sistemde üç yenilik-karar tipi belirlemiştir:<br />

1. İsteğe bağlı yenilik-kararı: Sistemin diğer üyelerinin kararlarından bağımsız olarak bir birey<br />

tarafından yapılan bir yeniliği benimsemeye ya da reddetmeye ilişkin seçimdir.<br />

2. Kolektif yenilik-kararı: Bir yeniliğe ilişkin olarak bir sistemin bütün üyelerinin ortaklaşa aldığı<br />

reddetme ya da benimseme seçimidir.<br />

3. Otoritenin yenilik kararı: Bir sistem içinde iktidar, statü ya da teknik uzmanlığa sahip ilgili<br />

birkaç birey tarafından bir yeniliğin benimsenmesi ya da reddedilmesine ilişkin seçimdir.<br />

117


Ayrıca bu üç yenilik karar verme tipinin iki ya da daha fazlasının ardışık bir birleşiminden oluşan<br />

dördüncü bir kategoriden söz edilebilir: Rastlantısal yenilik-kararı. Bu yalnızca önceki yenilikkararından<br />

sonra yapılan benimseme ya da reddetme seçimleridir.<br />

Bir sosyal sistem içindeki yayılımı etkileyen nihai biçim, sonuçlardır. Sonuçlar bir yeniliğin<br />

benimsenmesi ya da reddedilmesi sonucunda bir bireyde ya da bir toplumsal sistemde meydana gelen<br />

değişikliklerdir. Sonuçlar üç kategoride toplanabilir:<br />

1. İstenenlere karşı istenmeyen sonuçlar, bir yeniliğin bir toplumsal sistemdeki etkisinin<br />

fonksiyonel ya da disfonksiyonel olmasına bağlıdır.<br />

2. Dolaysıza karşı dolaylı sonuçlar, bir birey ya da toplumsal sistemdeki değişikliklerin bir yeniliğe<br />

hemen tepki verilmesiyle mi; yoksa bir yeniliğin dolaysız sonuçlarının ikincil sonucu olarak mı<br />

meydana geldiğine bağlıdır.<br />

3. Öngörülmüş olanlara karşı öngörülmemiş sonuçlar, tepkilerin bir toplumsal sistemin üyeleri<br />

tarafından onaylanan ve amaçlanan tepkiler olup olmadığına bağlıdır.<br />

Şekil 5.1: Rogers ve Shoemaker’ın bilgi, ikna, karar ve onaylama olmak üzere dört basamaktan oluşan “yenilik yayılımı”<br />

sürecinin kuramsal çerçevesi.<br />

Kaynak: McQuail ve Windahl (2005)<br />

Rogers’a göre, gelişmekte olan ülkelerde kitle iletişim araçlarının daha az etkili olması şu etkenlere<br />

bağlı olabilir:<br />

• Kitle iletişim kanallarının yaygınlığının düşük olması nedeniyle kişilerin bunlara daha az açık<br />

kalması.<br />

• Düşük okuryazarlık düzeyi.<br />

• Kitle iletişim kanallarında yeniliklerle ilgili uygun mesajların yer almaması.<br />

Rogers da Lerner gibi iletişim teknolojilerinin gelişmekte olan ülkelerdeki varlıklarını veri olarak<br />

almıştır. Teknolojilerin yaygınlaşmamasından söz etmiş; ancak bunun nedenlerini ve teknolojinin<br />

donanım ögesinin etkilerini incelememiştir. İletişim araçlarının içeriği, uygun olmayan mesajlar<br />

yaratmaktan sorumlu tutulmuş, ancak bunun nedeni üzerinde durulmamıştır.<br />

118


1980’lerden sonra yeniliklerin yayılımı araştırmaları bilgisayar,<br />

internet, cep telefonu gibi iletişim teknolojilerinin yayılımına uygulanmaya başlanmıştır.<br />

Yeniliklerin yayılması farklı iletişim kaynaklarını içerir. Bu kaynaklar kitle iletişim araçları,<br />

reklamcılık veya promosyon ürünleri, resmi değişim kurumları, resmi olmayan toplumsal ilişkiler<br />

olabilir. Bu modele göre farklı kaynaklar yeniliklerin benimsenmesinin farklı evrelerinde ve farklı işlevler<br />

için önemli olabilirler. Böylece kitle iletişim araçları ve reklamcılık bilgi ve duyarlılık üretebilir; yerel<br />

kamu kurumları ikna edebilir; kişisel etki, kararı kabul etmek ya da etmemek açısından önemli olabilir;<br />

kullanma deneyimi en önemli onaylama kaynağı haline gelebilir ya da gelmeyebilir.<br />

Rogers, 1980’lerde yeniliklerin yayılımı modelini kişisel bilgisayarlar ya da videotekst gibi yeni<br />

iletişim teknolojilerine de uygulamış ve bazı farklı özelliklere dikkat çekmiştir. Bu farklılıklar şöyle<br />

özetlenebilir:<br />

1. Etkileşimci iletişim teknolojisini benimseyen eleştirel kitleye ulaşma sorunu vardır.<br />

2. Yeni iletişim araçları kendi başlarına sonuç değil araç teknolojileridir. Uyarlama ve uygulama<br />

belirli gereksinimlere uygun düşecek yeniden yaratmaya dayanır.<br />

3. Böylesi bir uyarlama sürekli uygulama ve kullanmaya göre daha az önemlidir. Bu durum aynı<br />

zamanda farklı yenilik biçimlerinin farklı tür ve dizilerde yenilik süreçleri içerebileceğini<br />

anımsatmaktadır.<br />

İletişim kuramları açısından yayılım konusundaki araştırmaların en önemli özelliklerinden biri, kitle<br />

iletişim araçları dışındaki kaynaklara; örneğin komşulara, uzmanlara, vb. önem verilmesidir. Bu<br />

araştırmaların bir başka özelliği ise enformasyon verme yoluyla güdü ve tutumları etkilemeye çalışarak<br />

davranış değişiklikleri yaratmayı amaçlayan bir kampanya ortamının varlığıdır.<br />

Kalkınma kuram ve yaklaşımlarında önemli bir yer tutan yeniliklerin yayılması, hem gelişmiş hem de<br />

azgelişmiş ülkeleri ilgilendiren bir araştırma konusu olmuştur. 1920’li ve 30’lu yıllarda ABD’de çiftçiler<br />

üzerinde tarım alanındaki yeniliklerin benimsetilmesiyle ilgili araştırmalar yapılmıştır. Aynı biçimde,<br />

üçüncü dünya ülkelerinde sağlık, tarım alanlarının yanı sıra, sosyal ve politik alanlarda da yeniliklerin<br />

benimsetilmesi çalışmaları yürütülmüştür.<br />

Yeniliklerin yayılmasıyla ilgili Türkiye’deki ilk kapsamlı araştırma Aysel Aziz tarafından Ankara’nın<br />

Çubuk yöresinde yapılmıştır. Aziz, 1982’de yayınlanan Toplumsallaşma ve Kitlesel İletişim adlı<br />

çalışmasında tarım, hayvancılık, kooperatifçilik ve doğum kontrolü ile ilgili yeniliklerin kırsal kesimde<br />

yayılımını incelemiştir. Araştırma sonucunda, kitle iletişim araçlarının kullanımı ile yeniliklerin yayılması<br />

arasında açık bir ilişki olduğu sonucuna varmıştır. Aziz, araştırmasında çok radikal bazı yenilikler dışında<br />

kalan yeniliklerin benimsenmesinde ve uygulanmasında kitle iletişim araçlarının özellikle yeniliklerin<br />

duyurulması aşamasında etkili olduğunu belirlemiştir. Araştırmanın bir başka bulgusu ise katı geleneksel<br />

değerlerin ve dinin egemen olduğu toplum kesimlerinde kitle iletişim araçlarının etkilerinin sınırlı<br />

olmasıdır. Buna karşın araştırmada ulaşılan genel sonuç, kitle iletişim araçlarının yeniliklerle ilgili<br />

iletilerinin etkili olduğu, Türk toplumunun yeniliklere açık olduğu ve insanların özellikle kendi<br />

değerlerine uygun olan iletilerden çok daha fazla yararlandıklarıdır.<br />

Yeniliklerin yayılımı araştırmaları, iletişim sürecindeki hangi tür<br />

mesajları konu edinirler?<br />

Yeniliklerin Yayılımı Yaklaşımının Eleştirisi<br />

Yeniliklerin yayılımı, kitle iletişim araçları ve diğer öğelerin planlı değişim amacına yönelik<br />

uygulamalarından ortaya çıkan çok sayıda deneyimin ve önceki araştırmaların bir sonucu olarak ortaya<br />

atılmıştır. Bu model, iletişim ile kalkınma arasındaki ilişkide artık geçerliliğini yitirmiş temel bir<br />

kuramsal çerçeveyi temsil eder.<br />

119


Yeniliklerin yayılımı, teknolojilerin ve ideolojilerin yayılmasına hizmet etmektedir. Bu alandaki<br />

araştırmacılar, kapitalist kültürü ve pratikleri modern olarak tanımlarken, bu ülkelerdeki geleneksel<br />

kültürün gelişmeye engel olduğunu, modernleşmenin, kendi geleneklerini bırakıp kapitalist batının<br />

geleneklerini kabul etmek olduğunu öne sürmüşlerdir.<br />

Bu yaklaşım, değişimin dışarıdan yönlendirildiğini varsaydığı için yenilik hareketinin ve değişimin<br />

tabandan ya da değişime gereksinim duyan kesimlerden de başlayabileceğini göz önüne almaz.<br />

Dolayısıyla, tabanın ortaya çıkardığı değişimi açıklayamaz.<br />

Yeniliklerin yayılımı yaklaşımına yönelik diğer eleştiriler şöyle özetlenebilir:<br />

• Gerçek yaşamda karar oluşturmakta rastlantısallık ve birçok şans ögesi rol oynar. Bir yenilik,<br />

bilgi azlığı nedeniyle ya da prestij için veya bir başkasını taklit etme, ona benzeme amacıyla<br />

uygulanabilir.<br />

• Yaklaşım, yayılma sürecinin daha önceden planlanmış, bir dizi düz çizgisel rasyonel olay<br />

olduğunu varsayar. Böylelikle farklı yenilik türlerinin farklı yayılma süreçleri içerebileceğini<br />

göz ardı eder.<br />

• Modelde sonraki basamaklardan öncekilere doğru bir etkileşim, bir başka deyişle geri beslemeye<br />

yer verilmemiştir.<br />

• Bu yaklaşımı benimseyen araştırmacılar, dikkatlerini mesaj sisteminin tüketici tarafı üzerinde<br />

toplamışlardır. Toplumdaki güç merkezlerinin yaydığı mesajları iletişim araçlarının nasıl bir<br />

etkinlik içinde hedef izleyicisine ulaştırdığını araştırırken var olan toplum yapısını ve özellikle<br />

mesaj oluşturma ve yaymada kullanılan araçları verili olarak almışlar ve hiç sorgulamadan kabul<br />

etmişlerdir.<br />

• Modelde ikna ve tutum değişimi bilgi ve karar arasına yerleştirilmiştir. Oysa tutum değişiminin<br />

genellikle ilgili davranış değişikliğinden önce geldiği oldukça tartışmalı bir konudur. Çoğu kez<br />

davranış değişikliği tutum değişiminin başlıca nedeni olabilir. Ayrıca karar oluşturmanın da<br />

karar verici tutumun oluşmasından başka dayanakları vardır.<br />

YENİLİKLERİN YAYILIMINDA YENİ YAKLAŞIMLAR<br />

Yeniliklerin yayılımı araştırmalarında empati aracılığıyla otomatik olarak gerçekleşeceği varsayılan<br />

modern kişilik sonucu ortaya çıkacak kalkınmanın gerçekleşmemesi “yanlış iletişim stratejileri”ne<br />

bağlanmıştır. Lerner ve Schramm, 1975’te yayınlanan Gelişmekte Olan Ülkelerde İletişim ve Değişim adlı<br />

derleme kitaplarında yeni bir paradigma ortaya koymuşlardır. Modernleşme araştırmalarında eski<br />

modelin yanlışlığının anlaşılması sonucu ortaya çıkmaya başlayan yeni eğilime bağlı olarak iletişime<br />

yüklenen görevlerde de değişiklik meydana gelmiştir. Geçerli kalkınma modelini eleştirilmesiyle birlikte<br />

iletişim geniş iletişim ve örgütlenme sisteminin bir parçası olarak kabul edilmeye başlanmıştır.<br />

Yeni kalkınma modelinde emek-yoğun bir kalkınma stratejisi benimsendiğinden daha çok sayıda ve<br />

uzak yörelerde yaşayan az eğitimli kişilere ulaşılması gerekliliği kitle iletişiminin rolünü daha da önemli<br />

hale getirmiştir. Köylere verilen öneme bağlı olarak dünya genelinde kalkınma çabalarının temel hedef<br />

kitlesi kırsal alanda, yani “dördüncü dünyada” yaşayan kırsal nüfus olarak görülmüştür. Bunlara kent<br />

yoksulları da eklenmiştir. Yaklaşımda iletişim, iki yönlü olarak tanımlanmış, ileri teknoloji gerektiren<br />

araçlar yanında teknolojik olarak küçük ölçekli ve az karmaşık araçlar da dikkate alınmıştır. Ayrıca yerel<br />

ve yatay iletişim sistemlerinin kullanılması gerektiği vurgulanmıştır. Bu yeni yaklaşımla beraber teknoloji<br />

ögesi üzerinde daha çok durulmaya, ileri teknoloji ve basit teknoloji ayrımı yapılarak, iletişim<br />

teknolojilerinin olanakları, özellikleri ve sınırlamaları sorgulanmaya başlanmıştır. Ancak bu<br />

araştırmalarda da teknolojinin varlığı ya da yokluğu bir veri olarak alınmıştır. Teknoloji girişi<br />

sorgulanmamış, teknolojiye ilişkin sorular sistemli ve ayrıntılı bir biçimde ele alınmamıştır. İki yönlü<br />

iletişim önerisi ise yalnızca geri besleme düzeyinde kalmıştır. Ampirik (deneysel) ve davranışçı araştırma<br />

geleneğini kalkınma ve yeniliklerin yayılımı bağlamında sürdüren araştırmacılar, iletişimi etkililik<br />

açısından ele almışlardır. Dolayısıyla araştırmalar, hem kalkınma ve toplum hem de iletişim sürecinin<br />

anlaşılmasında yetersiz kalmıştır.<br />

120


Ürün Yaşam Devresi Yaklaşımı<br />

Küreselleşme sürecinin hız kazanmasıyla birlikte teknolojik yeniliklerin yalnızca ülke içinde değil,<br />

uluslararasında da yayılımı araştırmalara konu olmuştur. Bazı toplumbilimciler iletişim teknolojilerinin<br />

uluslar arası ölçekteki yaygınlaşmasını iktisatçı Raymond Vernon’un geliştirdiği “uluslararası ürün yaşam<br />

devreleri” modelinden hareketle incelemişlerdir. Vernon’un modeline göre her ürünün dört aşamalı bir<br />

yaşam devresi vardır. Bunlar şöyle sıralanmaktadır:<br />

1. Doğuş aşaması: Ürün ABD’de ortaya çıkar. Vernon’a göre malların bu ülkede doğması; kişi<br />

başına gelirin yüksekliği, iç pazarın büyüklüğü, askeri satışların etkisi ve iletişim araçlarının<br />

yaygınlığı nedeniyledir.<br />

2. Yaygınlaşma: Ürünün yaygınlaşması ve ihraç edilmesiyle büyüme dönemine geçilir. Diğer<br />

firmaların araştırma ve geliştirme çalışmaları sonucu, ürünü ilk piyasaya süren firmanın tekel<br />

durumu sarsılmaya başlayınca, şirketler başka ülkelerin görece refah içinde yaşayan kesimlerine<br />

ihracat yaparak kârlarını artırma yoluna giderler.<br />

3. Olgunluk dönemi: Dış pazarlardaki genişlemenin yavaşlamasıyla olgunluk dönemine girilir.<br />

İthalatçı ülkeler, teknoloji transferi yoluyla aynı malı üretmeye başlar ve Amerikan firmalarına<br />

rakip olurlar. Buna karşılık Amerikan firmaları da üretim sürecinin bir bölümünü maliyeti<br />

azaltmak için denizaşırı ülkelere kaydırarak üstünlüklerini korumak isterler.<br />

4. Düşüş devresi: Amerikan firmaları düşük maliyet avantajlarını yavaş yavaş yitirirken denizaşırı<br />

işletmeleri de rekabet üstünlükleri yitirmeye başlarlar. Bu durumda firma ya malın üretimini<br />

durduracak ya da maliyetleri azaltmak için gelişmekte olan ülkelere yatırım yapacaktır. Bir<br />

başka seçenek ise satışlarını artırmak için büyük reklam kampanyaları düzenlemek ve üründe<br />

farklılık yaratmaya çalışmaktır.<br />

Ürün yaşam devresi, bazı gelişmiş ülkelerin Amerika’da doğan bir ürünü Amerika’ya ihraç edebilecek<br />

yeteneğe ulaşmalarıyla tamamlanır. Bazı araştırmacılar bu modele dayanarak iletişim teknolojilerinin<br />

uluslararası hareketliliğini ve yayılımını donanım ve yazılım açısından incelemişlerdir.<br />

ENFORMASYON TOPLUMU VE İ<strong>LETİŞİM</strong> TEKNOLOJİLERİ<br />

Enformasyon toplumu kuramcıları, enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmeleri yeni bir çağa<br />

devrimci bir geçişi sağlayacak çarpıcı gelişmeler olarak yorumlamışlardır. İletişim ve bilgisayar<br />

teknolojilerindeki gelişmeler, endüstri toplumunun taşıdığı tüm eksikliklerin giderileceği yeni bir<br />

toplumsal yapının kurucu ögeleri olarak tanımlanmıştır. Çünkü bu gelişmeler, enformasyon toplumundaki<br />

tüm süreçlerin asıl kaynağı olan enformasyonun üretilmesi, işlenmesi ve dağıtılması için gereken<br />

altyapıyı sağlamakta ve herkesin enformasyona erişebilmesinin olanaklarını yaratmaktadır.<br />

“Enformasyon toplumu” bilginin en değerli kaynak, üretim aracı, aynı zamanda temel ürün olduğu bir<br />

toplumdur.<br />

Enformasyon toplumu kuramcılarının hemen hepsi birbirinin tamamlayıcısı iki sav (tez) öne sürerler.<br />

Bunlardan ilki endüstri toplumunun geride bırakılıp enformasyon toplumuna geçildiğidir. İkincisi ise bu<br />

geçişle birlikte önceki dönemlerde yaşanan bütün toplumsal aksaklıkların, sorunların, dengesizliklerin<br />

kendiliğinden giderileceği yolundadır. Hem toplum içi dengesizliklerin hem de ülkeler arası<br />

dengesizliklerin çözümü, iletişim ve enformasyon teknolojilerinde aranmaktadır.<br />

“Enformasyon” terimi (kavramı) yerine “bilgi” sözcüğünü kullanmak<br />

yanıltıcıdır. Enformasyon veriden daha üst, bilgiden daha alt bir konumu temsil eder. Veri<br />

işlenmemiş, ham bilgidir. Enformasyon, düzenlenmiş veridir. Bilgi ise düşünme,<br />

yargılama, akıl yürütme gibi düşünsel işlemler sonucunda elde edilen, özel bir amaca<br />

yönelik olarak çözümlenen, sınıflanan, gruplanan ve düzenlenen enformasyondur.<br />

1980’lerden itibaren iletişim araçları, bilgisayarların ve ağ iletişiminin gelişip yaygınlaşmasıyla<br />

birlikte bilişim teknolojileri ile birleşerek enformasyon ve iletişim teknolojileri terimi kullanılmaya<br />

başlanmıştır. Bu teknolojilerin egemen olduğu toplumlara da genel olarak “enformasyon toplumu” adı<br />

121


verilmiştir. Bu yeni toplumsal evrede, artık kitle iletişim araçlarından çok “yeni medya”dan söz<br />

edilmektedir. Medya konusundaki eski ayrımları olanaklı kılan sınırlar ortadan kalkmaya başlamıştır.<br />

Çünkü 1980’li yıllar, iletişim alanında köklü bir dönüşüme sahne olmuştur. Birbirinden kesin çizgilerle<br />

ayrılan iletişim sistemlerinin aralarındaki sınırlar geçerliklerini yitirmektedir. Yakın zamanlara değin;<br />

örneğin telefon ile televizyon iki farklı iletişim aracı olarak görülmüştür. Bilgisayar ise tamamen farklı bir<br />

alanın konusu olarak değerlendirilmiştir. Ancak günümüzde telefon, televizyon ve bilgisayar aynı araç<br />

içinde birleşmiştir. Farklı iletişim araçlarının birbirlerine entegre olmasıyla (iç içe geçmesiyle) ortaya<br />

çıkan yeni sistemler iletişim alanına egemen olmuştur. Yüz yüze iletişim dışında kalan bütün iletişim<br />

süreçleri elektronik hale gelmiştir. Bu süreç doğrultusunda eskiden birbirinden farklı olarak<br />

değerlendirilen üç ortam ve bu ortamlara ilişkin iletişim iç içe geçmiştir. Bunlar kitle iletişim araçları,<br />

telekomünikasyon ve bilgisayar sistemleridir. Ses, veri, metin ve görüntü tek bir altyapı üzerinden<br />

iletilebilmekte ve aynı ortamda işlenmektedir.<br />

İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ses, video ve veri iletişiminin tek bir kaynakta, tek bir vericide<br />

ve tek bir alıcıda birleşmesine “yöndeşme” denmektedir. Bu yöndeşme olgusunu olanaklı kılan ise<br />

sayısallaşma ilkesidir. Günümüzde hem telefon, hem radyo ve televizyon yayınları hem de basım<br />

işlemleri giderek daha fazla oranda sayısal hale gelmektedir.<br />

İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ses, video ve veri iletişiminin tek<br />

bir kaynakta, tek bir vericide ve tek bir alıcıda birleşmesine “yöndeşme” denmektedir.<br />

Yöndeşmenin sağladığı bir diğer olanak ise karşılıklı etkileşimdir. Genellikle bir kaynaktan alıcıya<br />

mesaj iletme biçiminde işleyen geleneksel tek yönlü iletişim sistemleri yerini hızla iki yönlü etkileşime<br />

olanak veren sistemlere bırakmaktadır.<br />

Enformasyon Toplumunun Özellikleri<br />

Enformasyon toplumunun tanımlanmasında kullanılan temel özellikler şunlardır:<br />

• Enformasyon ekonomisinin gelişmesi (Enformasyonun ekonomik bir değer haline gelmesi).<br />

• Enformasyon teknolojilerinin yaygınlaşması<br />

• Mesaj ve bu mesajları taşıyan kanal sayısındaki artış<br />

• Karşılıklı bağımlılık<br />

• Enformasyon alanında çalışan işgücünün artışı<br />

• Bilimsel bilginin özel konumu<br />

Gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasındaki farkı kapatacak ögenin iletişim teknolojileri olduğu<br />

düşüncesi tüm enformasyon toplumu düşünürlerinin paylaştıkları bir görüştür. Yalnızca ülkeler arası<br />

eşitlik için değil, bireyler arasındaki eşitliğin sağlanması için de enformasyon ve dolayısıyla iletişim<br />

teknolojileri en önemli gereksinimdir.<br />

Enformasyon toplumu kuramcıları tüm ağırlığı teknolojik faktörlere vererek evrimci bir yaklaşım<br />

benimseme eğilimindedirler. Bu yaklaşımda, sanayi devrimiyle nasıl sanayi toplumuna geçiş sağlandıysa<br />

elektronik devrimiyle de enformasyon toplumuna geçilmekte olduğu belirtilir. Bu değişimle toplumun ve<br />

insanın değiştiği, bilgisayarların yaşama yoğun bir şekilde girdiği, iletişimin ve dolaşan enformasyonun<br />

arttığı, dünyanın her tarafından bilgi alma olanağının insana sağlandığı vurgulanır. Buna göre<br />

enformasyon devrimi ile biçimlenen toplum (enformasyon toplumu) değişim sürecinin en son halkasını<br />

oluşturur. Daha önce tarım ve sanayi devrimleri gibi enformasyon devrimimin temelinde de yeni teknikler<br />

ve enerji türleri, yeni üretim biçimleri ve güçleri vardır. Bilginin belirleyici rolünü vurgulamak açısından<br />

bazen bilgi, bazen enformasyon toplumu tanımları kullanılmaktadır.<br />

Enformasyon toplumunu karakterize eden özellikler şöyle özetlenebilir: Enformasyon toplumunda<br />

hizmetler sektöründe çalışanların oranı, tarım ve sanayi sektörlerindeki istihdama göre çok fazladır. Bilgi<br />

122


irikimi, özellikle gelişme ve kalkınmanın temelinde bulunan teknolojik bilgi, kuramsal bilginin<br />

kodlanması ile daha da gelişmektedir. Enformasyon toplumlarında üretim faktörlerinde göreli bir değişme<br />

gözlenmektedir. Endüstrileşme sürecinde son derece gerekli olan hammaddeye sahip olmak, enformasyon<br />

toplumlarında önemli değildir. Ülkeler, daha çok enerji kullanımı isteyen ve kitle üretimine dayanan<br />

sanayileri büyük ölçüde terk etmekte, yüksek teknolojiye dayanan mikro elektronik ve nanoteknoloji gibi<br />

sektörlere yönelmektedirler. Bu yeni endüstriler ise hammadde ve emeğin üretim sürecindeki ağırlığını<br />

azaltarak bilginin önemini ön plana çıkartmışlardır.<br />

Enformasyon toplumunu önceki dönemlerden ayıran özellikler ise şöyle sıralanabilir:<br />

• Enformasyon toplumunda işletmeler bilgi teknolojilerine dayalı olarak etkinlik gösterirler.<br />

• Enformasyon toplumunda iş süreçleri verimlilik artışına dönüşmektedir.<br />

• Enformasyon toplumunun başarısı bilgi teknolojilerinin kullanımında etkinlik ile ölçülmektedir.<br />

• Enformasyon toplumunda pek çok ürün ve hizmet bilgi teknolojileri ile iç içe geçmiş<br />

durumdadır.<br />

Teknolojiyi toplumsal gelişme ve değişmenin merkezine koyan kuramcılar, enformasyon ve iletişim<br />

teknolojilerinin yol açtığı toplumsal yapıyı anlatmak için değişik isimler kullanmışlardır. Bunlar şöyle<br />

özetlenebilir:<br />

Endüstri sonrası toplum: Daniel Bell, ABD ve Avrupa toplumları gibi modern toplumların giderek<br />

enformasyon toplumları olarak görülmeleri gerektiğini belirtmiştir. Bell’e göre bu toplumlar büyük bir<br />

gelişme düzeyine ulaşarak endüstri sonrası toplum aşamasına geçmişlerdir. Endüstri sonrası toplumlarda<br />

bilgi yeniliğin anahtarı ve toplumsal örgütlenmenin temeli haline gelmektedir. Bu toplumlarda sermaye<br />

birikimi, yatırım ve üretim geri plana düşer. Bilginin elde edilmesi, örgütlenmesi, denetimi ve kullanımı<br />

endüstri sonrası toplumun temelini oluşturur. Endüstri sonrası toplum ile enformasyon toplumu bazı<br />

farklılaşmalara karşın aynı toplumsal yapıyı anlatmaktadır.<br />

Küresel kent: Siyaset bilimci Zbigniew Brzezinski, İki Çağ Arasında: Teknetronik Çağda<br />

Amerika’nın Rolü adlı kitabında enformasyonun özellikle Amerika’da yeni bir toplum yarattığını öne<br />

sürmektedir. Brzezinski endüstri sonrası toplumun bir “teknetronik” topluma dönüştüğünü belirtmektedir.<br />

Bu toplum kültürel, psikolojik, toplumsal ve ekonomik olarak bilgisayar ve iletişim teknolojileri<br />

tarafından biçimlenmektedir. Endüstriyel süreç artık toplumsal değişimin temel belirleyicisi değildir.<br />

Endüstriyel toplumda teknik bilgi üretim tekniklerini geliştirmek için kullanılmıştır. Teknetronik<br />

toplumda ise bilimsel ve teknik bilgi üretim kapasitesini artırmanın yanı sıra, hızla yayılarak doğrudan<br />

yaşamın tüm yönlerini etkiler. Brzezinski’ye göre, teknetronik çağda yeni gerçeklik “küresel köy” değil,<br />

“küresel kent” olacaktır. McLuhan bir köydeki kişisel istikrar, kişilerarası yakınlık, örtük olarak<br />

paylaşılan değerler ve köy gelenekleri gibi ögeleri görmezden gelir. Oysa teknetronik çağa “küresel kent”<br />

deyimi daha uygundur. Küresel kentte elektronik beyin, televizyon cihazı ve telekomünikasyonların<br />

buluşmasının ürünü ağlar örgüsü, dünyayı “birbirine bağımlı, sinirli, taşkın ve gergin ilişkiler ağına”<br />

dönüştürmektedir. Brzezinski dünyadaki iletişim aygıtlarının yüzde 65’ine sahip olduğu için teknetronik<br />

devrimin merkezi durumuna geldiğini savunduğu Amerika’nın tarihin ilk küresel toplumu olduğunu ifade<br />

eder.<br />

Ağ toplumu: Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi adlı çalışmasında, içinde bulunduğumuz yeni<br />

toplumsal evreyi ele almak amacıyla bir dizi yeni tanım getirmektedir. Castells’e göre bir önceki gelişme<br />

biçimi “endüstriyalizm”dir ve günümüzde damgasını vuran gelişme biçimi ise “enformasyonalizm”<br />

olarak tanımlanmalıdır. Endüstriyel gelişme biçimlerinde verimliliğin temel kaynağı yeni enerji<br />

kaynaklarının devreye sokulmasıdır. Yeni enformasyonel gelişme biçiminde verimlilik kaynağını<br />

enformasyon yaratma teknolojisi ve bilgi-işlem becerisi ile simge iletişimi oluşturmaktadır. Enformasyon<br />

artık sadece üretimi ve hizmetleri destekleyici bir öge olmaktan çıkarak, kendisi en geniş etkinlik ve<br />

istihdam alanını oluşturmaya başlamıştır. Ortaya çıkan yeni topluma ise Castells “ağ toplumu” demeyi<br />

yeğlemektedir. Yerküreyi kucaklayan bu toplumda “akışların oluşturduğu mekan” ile “yerlerin<br />

oluşturduğu mekan” arasında bir karşıtlık ortaya çıkmakta ve yeni enformasyon teknolojilerinin sağladığı<br />

olanaklar üzerine kurulan “yersiz iktidarlar” ile “iktidarsız yerler” arasındaki çelişkilerin temelini<br />

123


oluşturmaktadır. Castells ağ tabanlı girişimlerin küresel ve bilgiye dayalı bir ekonomiye en uygun<br />

örgütlenme biçimi olduğunu ileri sürer. Örgütlerin bir ağın parçası olmadan varlıklarını sürdürebilmeleri<br />

giderek olanaksız hale gelmektedir. Ağların işler hale gelmesine izin veren ise enformasyon<br />

teknolojileridir. İnternet bireyler için yeni iş ve serbest çalışma bileşimlerini, bireysel ifade, işbirliği ve<br />

sosyalliği olanaklı kılmakta; siyasi eylemcilere ise birleşme, eşgüdüm ve iletilerini dünya çapında yayma<br />

fırsatı vermektedir. McLuhan’ın “araç mesajdır” düşüncesini kullanarak Castells “ağ mesajdır” görüşünü<br />

savunmaktadır. Castells’in çözümlemesi teknolojiyi toplumsal olandan bağımsız bir değişken gibi<br />

değerlendirmekte ama onun dönüp toplumdaki ilişkilere biçim verebildiğini görmeye de olanak<br />

sağlamaktadır.<br />

Kompütopya (computopia): Yoneji Masuda yeni oluşan toplumsal biçimi anlatmak için<br />

“kompütopya” terimini kullanmaktadır. Masuda’ya göre enformasyon toplumu bilgisayar ve iletişim<br />

teknolojilerine yatırım yapan ve pek çok özelliğiyle endüstri toplumundan farklılıklar gösteren bir<br />

toplumdur. Endüstri toplumunda temel itici güç, maddi değerin üretilmesi olduğu halde, enformasyon<br />

toplumunun itici gücü enformatik değerlerin üretilmesidir. Endüstri toplumunda itici rol oynayan<br />

teknoloji buhar makinesidir. Enformasyon toplumunda itici rol oynayan teknoloji ise bilgisayar<br />

teknolojisidir. Bu toplumda bilgisayarlar, enformatik üretim gücünü olağanüstü artırmakta,<br />

enformasyonun kitle halinde üretilmesine, işlenmesine, dağıtılmasına, saklanmasına ve tüketilmesine<br />

olanak sağlayan bir enformasyon devrimine yol açmaktadır. Artık ilerlemenin ve modernleşmenin<br />

simgesi fabrikalar değil, bu bilgisayar merkezleridir.<br />

Enformasyon Toplumu Kuramlarının Eleştirisi<br />

Enformasyon toplumu kuramları, her şeyden önce teknolojik belirleyiciliğin indirgemeciliğinin<br />

sınırlılıklarına sahiptir. Bunun yanında toplumun içsel ilişkilerini ve toplumlar arası ilişkileri<br />

temellendiren eşitsizlik kaynaklarını göz ardı ederek neo-liberal politikaların meşrulaştırılmasında işlev<br />

görür. Bu politikalar kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, kamu harcamalarının kısılması, ekonomide<br />

düzenlemelere son verilmesi, küresel finans akışları önündeki engellerin kaldırılması gibi ilkelerle çok<br />

uluslu şirketlerin egemenlik alanlarını artırmayı amaçlar. Küresel pazarın birimleri arasında bilgi<br />

alışverişinin gerekliliği, üretim ve tüketimin eşgüdümlenmesi zorunluluğu, çok uluslu şirketlerin kendi<br />

içlerinde anında ve karşılıklı bilgi iletişimine gereksinim duymaları iletişim alanında bu gerekliliklere<br />

yanıt verecek gelişmeleri dayatmıştır. Bu süreçte iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması toplumun geniş<br />

kesimlerinin bilgi gereksinimlerini karşılamaktan çok küresel düzeyde iş gören çok uluslu şirketlerin<br />

gereksinimlerini karşılamaya yönelmiştir. Dolayısıyla enformasyon toplumu kuramları, teknolojiyi<br />

toplumdaki eşitsizlikler karşısında tarafsız bir konuma yerleştirdiği için ideolojik yönlendirmede de<br />

işlevseldir.<br />

Enformasyon toplumu düşüncesi, kapitalizmin sonuçları olarak karşımıza çıkan kitlesel işsizlik,<br />

yoksulluk, artan otomasyon, doğal çevrenin yıkımı gibi sorunların çözümünü kapitalizmin temel<br />

dinamiklerinde aramaktadır.<br />

Ek olarak, enformasyon toplumunun gerçekten bilgili bir toplum olup olmadığı konusu da yaygın bir<br />

biçimde tartışılmaktadır. Gelişmiş toplumlarda enformasyon arzı giderek artmakta, buna karşılık bu<br />

enformasyonun bilgiye dönüştürülmesi, bu bilginin talep edilmesi ve kullanımı aynı hızla artmamakta;<br />

ikisi arasındaki uçurum giderek genişlemektedir.<br />

BİLGİ AÇIĞI YAKLAŞIMI<br />

“Bilgi açığı” (knowledge gap), Türkçe’de “bilgi uçurumu”, “bilgi gediği” ya da “bilgi farkı” olarak da<br />

adlandırılır. Bu yaklaşıma göre bilgi toplumda eşit olarak dağıtılmamıştır. Servette olduğu gibi bilgide de<br />

sahiplik vardır. Kitle iletişim araçlarıyla aktarılan bilgi, bu bilgiye daha fazla erişme olanağı olan bazı<br />

toplumsal kesimlerin diğerlerine oranla daha fazla bilgi sahibi olmasını sağlar. Bunun sonucu olarak<br />

toplumdaki bilgi artışı yüksek statü kesimlerinde alt kesimlere göre daha fazladır.<br />

Özellikle üzerinde durulmasa da bilgi açığı yaklaşımı, kitle iletişiminin etkilerine ilişkin<br />

araştırmalarda örtük olarak yer almıştır. Bu görüşün temeli eğitimin kamu meseleleri ve bilim konusunda<br />

124


kitle iletişim araçlarından bilgi edinme ile güçlü bir biçimde ilgili olduğu yönündeki genel bulgudur.<br />

Giderek artan örgün eğitim, daha çok sayıdaki referans grubu, bilim ve diğer kamusal sorunlarla daha<br />

ilgili olmanın ve bu konularda daha çok birikmiş bilgiyi içeren genişletilmiş ve daha farklılaştırılmış<br />

yaşam alanlarının göstergesidir.<br />

Bilgi açığı yaklaşımı, ilk kez 1970 yılında Tichenor, Dnohue ve Olien imzalı bir makalede ileri<br />

sürülmüştür. Kitle İletişim Araçları Akışı ve Bilgide Farklı Büyüme adlı makalede yazarlar, bilgi açığını<br />

şöyle tanımladılar:<br />

“Kitle iletişim araçları yoluyla sosyal sistem içinde bilgi verişi arttıkça, yüksek sosyo-ekonomik statü<br />

katmanları, düşük sosyo-ekonomik statüdeki katmanlara oranla, verilen bilgiyi daha hızlı alma eğilimi<br />

gösterirler. Böylece bu katmanlar arasındaki bilgi açığı azalma değil çoğalma gösterir”.<br />

Bilgi açığı, enformasyon kaynaklarının dengesiz dağılımı ile ilgilidir ve özellikle yeni teknolojilerin<br />

gelişmesi sonucu görülür. Fakat herkes teknolojiyi kullanma olanağına sahip olursa, aradaki açık daha az<br />

olur. Teknolojideki her yenilik toplum içinde yayıldığında demokratikleşmeyi ve açığı ortadan kaldırmayı<br />

sağlar. Ancak birbiri ardından çıkan yeni teknolojiler, avantajsız kişileri sürekli daha geride bırakır.<br />

Örneğin televizyon ilk çıktığında toplumun ona sahip olan kesimlerinin bilgisini artırarak, bilgi açığını<br />

büyütür ama topluma yayıldığında, bilgi açığı azalır. Daha sonra yeni bir teknoloji örneğin, internet<br />

çıktığında herkes bilgisayara ve internet bağlantısına sahip olmadığından bilgi açığı yine artacaktır.<br />

gelir?<br />

Bilgi açığı yaklaşımına göre, bilgi açığının kapatılması ne anlama<br />

Bilgi açığı yaklaşımına göre, toplumda bilgide daha büyük farklılıklar yaratılmasının kendisi derin bir<br />

toplumsal etkiye sahiptir ve bu gelecekteki toplumsal değişimde merkezi bir etken olabilir. Daha yüksek<br />

eğitimli kişilerin toplumsal ve teknolojik değişimin öncüsü oldukları ölçüde, aracılı bilginin hızlıca<br />

edinilmesi toplumsal olarak işlevsel olabilir. Aynı zamanda bilgide farklılaşmalar, toplumsal sistemde<br />

gerginliğe neden olabilir. Örneğin siyah ve beyazlar arasındaki var olan eşitsizliklerden biri, yeni<br />

enformasyona ilişkin farkındalık kazanılmasındaki görece farklılıktır. Tanımı gereği bir bilgi açığı,<br />

aslında bir iletişim açığı ve toplumsal sorunların çözümünde özel bir zorluk anlamına gelir.<br />

Bilgi açığı yaklaşımına birçok eleştiri de yöneltilmiştir. Bunlardan biri kuramın, insanların toplumsal<br />

konularda bilgilenme için sadece kitle iletişimine bağımlı olmadığı, kişisel deneyim ve kişiler arası<br />

iletişimin de önemli rol oynadığını göz ardı etmesidir. Ayrıca yaklaşımın alıcı-yönelimli olması da<br />

eleştirilere neden olmuştur. Standart olarak mutlak ve nesnel bir bilgi kavramına dayanan bu yaklaşım,<br />

insanların kendi anlamlarını ve bilgilerini yaratmasını da göz ardı etmektedir.<br />

Bilgi açığı yaklaşımına yöneltilen eleştirilerden bir diğeri de açığa neden olan bilginin niteliğiyle<br />

ilgilidir. İnsanlar yaşantılarını sürdürmede ve çevrelerini denetlemede yararlı bilgilere sahip oldukları<br />

sürece, onların kendilerini pek de ilgilendirmeyen başka bilgilerden yoksun olmaları ne denli önemlidir?<br />

Ancak kıt kaynakları olan bazı kesimlerin, ekonomi, meslek, sağlık, vb. bakımından değerli ve<br />

kendilerine yararlı olacak bilgileri elde etmelerinin hâlâ sorun olduğu da unutulmamalıdır.<br />

Bilgi açığı yaklaşımı, sayısal teknolojilerin gelişmesiyle önem kazanmıştır. Günümüzde bilgi açığına<br />

işaret eden sayısal eşitsizlik (digital divide) konusundaki araştırmalar giderek artmaktadır.<br />

SAYISAL EŞİTSİZLİK<br />

Türkçede “sayısal bölünme” ya da “sayısal uçurum” adlarıyla da bilinen “sayısal eşitsizlik”; bilginin<br />

üretilmesi, işlenmesi, paylaşılması ve değer yaratması sürecinin dışında kalan büyük çoğunluk ile bu<br />

sürece etkin olarak katılan küçük azınlık arasındaki eşitsizliği anlatan bir kavramdır. Sayısal eşitsizlik<br />

ülkeler arasında olabileceği gibi aynı ülkenin farklı toplumsal kesimleri ve bireyleri arasında da olabilir.<br />

Sayısal eşitsizlik yalnızca gelişmekte olan ülkeler açısından değil, gelişmiş ülkeler açısından da giderek<br />

önem kazanmaktadır. Gelir ve eğitim düzeyi, cinsiyet, kullanılan dil, kültürel farklılıklar gibi etkenler<br />

sayısal eşitsizlikte etkilidir. Sayısal eşitsizlikle ilişkilendirilen çok sayıda değişken bulunmaktadır. Bu<br />

125


değişkenlerden bazıları bilgi, ekonomi, yaş, cinsiyet, eğitim, demokrasi, iletişim, ağ, yenilik, erişim,<br />

katılım, kullanılabilirlik, okuryazarlık, kültür, sosyal sermaye, yaşam boyu öğrenim olarak sıralanabilir.<br />

Sayısal eşitsizlikle ilgili olarak genellikle üç göstergeden söz edilir: Erişim, kullanım ve enformasyon<br />

okuryazarlığıdır. Enformasyon okuryazarlığı, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin etkin biçimde<br />

kullanılma miktarını anlatır.<br />

Enformasyon ve iletişim teknolojileri, toplumların ve ekonomilerin temeli haline geldikçe sayısal<br />

eşitsizlik, enformasyona sahip olmayanların yeni teknolojiye dayanan işlere, e-devlete, enformasyon<br />

teknolojisi kullanan sağlık ve eğitim hizmetlerine katılımdan yoksun kalmasına neden olmaktadır.<br />

Dolayısıyla enformasyon/bilgi toplumunun önündeki en büyük engeldir. Enformasyon çağının<br />

kaynaklarını kullanabilen bireyler ve topluluklar ile kullanamayanlar arasındaki bu açığın kapatılabilmesi<br />

için maddi ve toplumsal kaynakları adil ve eşitlikçi bir temelde değerlendirmek, herkesin bilgi ve<br />

enformasyon teknolojine ve içeriğine eşit erişimini sağlamak, enformasyon okuryazarlığını geliştirmek<br />

gerekmektedir.<br />

Enformasyon ve iletişim teknolojileri, toplumların ve ekonomilerin<br />

temeli haline geldikçe, sayısal eşitsizlik, enformasyona sahip olmayanların yeni<br />

teknolojiye dayanan işlere, e-devlete, enformasyon teknolojisi kullanan sağlık ve eğitim<br />

hizmetlerine katılımdan yoksun kalmasına neden olmaktadır.<br />

Sayısal eşitsizlik konusu, son dönemlerde uluslararası toplantılarda tartışılmakta, ülkeler bu konuda<br />

kendi politikalarını oluşturmaya çalışmaktadır. UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür<br />

Kurumu) 2000 yılında, enformasyonu kalkınmanın temeli olarak gören “Herkes İçin Enformasyon” adlı<br />

hükümetler arası bir program başlatmıştır. Sayısal eşitsizlik, buna karşı alınacak önlemler ve işbirliği<br />

olanakları, Birleşmiş Milletler (BM) yanında Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve G-8<br />

(ABD, Almanya, Birleşik Krallık -İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Kanada ve Rusya) toplantılarında da<br />

ele alınmaktadır.<br />

Sayısal veriler, enformasyon zenginleri ve enformasyon yoksulları arasındaki uçurumun hızla<br />

açıldığını göstermektedir. Ancak bu iki kesim arasındaki enformasyon eşitsizliğinin sosyo-ekonomik<br />

eşitsizlikle koşut gittiği de gözden uzak tutulmamalıdır.<br />

126


Özet<br />

Belirleyicilik, doğa bilimlerinde evrende bütün<br />

olup bitenlerin nedensellik bağlantısı içinde<br />

belirlendiğini öne süren görüştür. Belirleyici<br />

kuramlardan biri olan teknolojik belirleyicilik de<br />

toplumsal ve tarihsel olayları, genelde teknolojiyi<br />

özelde ise iletişim teknolojilerini merkeze alarak<br />

açıklamaya çalışır. Bu yaklaşıma göre teknoloji,<br />

toplumdan bağımsız olarak toplumu<br />

biçimlendirmektedir.<br />

20. yüzyılda yeni iletişim teknolojilerinin<br />

kullanımının yaygınlaşmasıyla iletişim<br />

teknolojisinin belirleyiciliği görüşü ön plana<br />

çıkmıştır. İletişim kuramlarında teknolojik<br />

belirleyiciliğin önde gelen temsilcileri Harold<br />

Innis ve Marshall McLuhan’dır. Onlara göre<br />

uygarlık tarihini yapan ve değiştiren iletişim<br />

teknolojisidir.<br />

McLuhan’a göre, araç insanların uzantısıdır ve<br />

her kültür çağında bilginin kaydedilip aktarıldığı<br />

araçlar kültürün karakterinin belirlenmesinde<br />

kesin bir rol oynamıştır. “Araç iletidir” savını öne<br />

süren McLuhan’a göre, araçlar içeriği ne olursa<br />

olsun, doğalarında var olan özellikleri nedeniyle<br />

etkilere sahiptir, içerik önemsizdir. Elektronik<br />

iletişim araçlarının kültürü yaygınlaştırarak<br />

dünyayı “küresel bir köye” dönüştüreceklerini<br />

öne sürmüştür.<br />

Modernleşme ve yeniliklerin yayılımı<br />

yaklaşımları da iletişim alanında teknolojik<br />

belirleyiciliğin izlerini taşırlar. Modernleşme<br />

kuramcıları, kitle iletişiminin modernleşme ve<br />

kalkınmada önemli rol oynadığını savunurlar. Bu<br />

kuramcılar, kitle iletişim araçlarının<br />

yaygınlaşmasının modernleşme ve kalkınmanın<br />

hem ölçüsü hem de itici gücü olduğunu öne<br />

sürerler.<br />

Yeniliklerin yayılımı ise yeniliklerin bir topluma<br />

nasıl sokulduğunu ve insanların bu yenilikleri<br />

nasıl benimsediklerini ya da reddettiklerini<br />

açıklamaya çalışan bir iletişim araştırmaları<br />

alanıdır. Yayılım araştırmalarında en fazla<br />

tanınan kişi Everett M. Rogers’dir. Rogers’a göre<br />

kalkınma, kişi başına daha yüksek gelir ve<br />

yaşama düzeyine ulaşabilmek amacıyla, bir<br />

toplumsal sisteme yeni fikirlerin sokularak daha<br />

modern üretim yöntemlerine ve toplumsal<br />

örgütlenmeye geçilmesidir.<br />

Küreselleşme sürecinin hız kazanmasıyla birlikte,<br />

teknolojik yeniliklerin yalnızca ülke içinde değil,<br />

uluslararasında da yayılımı araştırmalara konu<br />

olmuştur. Bazı toplumbilimciler, iletişim<br />

teknolojilerinin uluslararası ölçekteki<br />

yaygınlaşmasını iktisatçı Raymond Vernon’un<br />

geliştirdiği “uluslararası ürün yaşam devreleri”<br />

modelinden hareketle incelemişlerdir.<br />

1980’lerden itibaren iletişim araçları,<br />

bilgisayarların ve ağ iletişiminin gelişip<br />

yaygınlaşmasıyla birlikte bilişim teknolojileri ile<br />

birleşerek enformasyon ve iletişim teknolojileri<br />

terimi kullanılmaya başlanmıştır. Bu<br />

teknolojilerin egemen olduğu toplumlara da genel<br />

olarak enformasyon toplumu adı verilmiştir.<br />

Enformasyon toplumu kuramcıları, enformasyon<br />

teknolojilerinde yaşanan gelişmeleri, yeni bir<br />

çağa devrimci bir geçişi sağlayacak çarpıcı<br />

gelişmeler olarak yorumlamışlardır. Gelişmiş<br />

ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasındaki farkı<br />

kapatacak ögenin iletişim teknolojileri olduğu<br />

düşüncesi tüm enformasyon toplumu<br />

düşünürlerinin paylaştıkları bir görüştür.<br />

Teknolojiyi toplumsal gelişme ve değişmenin<br />

merkezine koyan kuramcılar, enformasyon ve<br />

iletişim teknolojilerinin yol açtığı toplumsal<br />

yapıyı anlatmak için değişik isimler<br />

kullanmışlardır. “Endüstri sonrası toplum”,<br />

“küresel köy”, “küresel kent”, “ağ toplumu”,<br />

“kompütopya” bunlar arasındadır.<br />

Bilgi açığı yaklaşımı ise iletişim teknolojileri ile<br />

çeşitli toplum kesimlerinin bilgisi arasında<br />

bağlantı kurmakta, enformasyon kaynaklarının<br />

dengesiz dağılımına işaret etmektedir. Bu<br />

yaklaşım, sayısal teknolojilerin gelişmesiyle<br />

önem kazanmıştır. Günümüzde, bilgi açığına<br />

işaret eden sayısal eşitsizlik konusundaki<br />

araştırmalar giderek artmaktadır. Sayısal veriler,<br />

enformasyon zenginleri ve enformasyon<br />

yoksulları arasındaki uçurumun hızla açıldığını<br />

göstermektedir.<br />

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, karmaşık<br />

toplumsal olguları, düzenleri ve ilişkileri yalnızca<br />

teknoloji etkenine bağlı olarak açıklamaya<br />

çalıştığı; teknolojinin kullanımını yöneten<br />

toplumsal süreçleri ve seçimleri göz ardı ettiği<br />

için eleştirilir. Ancak günümüz dünyasında<br />

iletişim ve bilgi teknolojileri baş döndürücü bir<br />

hızla gelişmesini sürdürdüğü için bu yaklaşım,<br />

tüm indirgemeciliğine karşın hâlâ güncelliğini<br />

korumaktadır.<br />

127


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Teknolojik belirleyicilik yaklaşımında teknoloji<br />

nasıl görülür?<br />

a. Tarihteki temel hareket ettirici<br />

b. Toplumsal gelişmenin engelleyicisi<br />

c. Toplumun belirlediği bir biçim<br />

d. Siyasi bir karar<br />

e. Kültür karşıtı<br />

2. McLuhan’a göre aşağıdaki ifadelerden hangisi<br />

yanlıştır?<br />

a. Araç iletidir<br />

b. Araç insanın uzantısıdır.<br />

c. Araç egemen değişim gücüdür.<br />

d. Matbaa dünyayı küresel köy olmaya<br />

yöneltmiştir.<br />

e. Sinema sıcak araçtır.<br />

3. “Araç insanın uzantısıdır” görüşü kime aittir?<br />

a. Harold Innis<br />

b. Marshall McLuhan<br />

c. Everett Rogers<br />

d. Manuel Castells<br />

e. Daniel Lerner<br />

4. McLuhan’a göre aşağıdakilerden hangisi soğuk<br />

araçtır?<br />

a. Radyo<br />

b. Televizyon<br />

c. Sinema<br />

d. Fotoğraf<br />

e. Kitap<br />

5. Daniel Lerner’ın Ortadoğunun modern<br />

topluma geçişini ve bu süreçte modern kitle<br />

iletişimin rolünü incelediği araştırması<br />

aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Geleneksel Toplumun Çöküşü<br />

b. Gutenberg Galaksisi<br />

c. Yeniliklerin Yayılımı<br />

d. Gelişmekte Olan Ülkelerde İletişim ve<br />

Değişim<br />

e. Ağ Toplumunun Yükselişi<br />

128<br />

6. Aşağıdakilerden hangisi yeniliğin benimsenme<br />

süresini etkileyen özelliklerden biri değildir?<br />

a. Göreli üstünlük<br />

b. Uyumluluk<br />

c. Çabukluk<br />

d. Karmaşıklık<br />

e. Denenebilirlik<br />

7. İletişim teknolojilerinin uluslararası ölçekteki<br />

yaygınlaşmasını açıklayan yaklaşım hangisidir?<br />

a. Çevresel belirleyicilik<br />

b. Ulusal belirleyicilik<br />

c. Küresel yayılım<br />

d. Göreli üstünlük<br />

e. Ürün-yaşam devresi<br />

8. İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ses,<br />

görüntü ve veri iletişiminin tek bir kaynakta, tek<br />

bir vericide ve tek bir alıcıda birleşmesine ne ad<br />

verilmektedir?<br />

a. Küreselleşme<br />

b. Belirleyicilik<br />

c. Entegrasyon<br />

d. Ampütasyon<br />

e. Yöndeşme<br />

9. “Ağ toplumu” kavramı kime aittir?<br />

a. Marshall McLuhan<br />

b. Daniel Lerner<br />

c. Everett Rogers<br />

d. Manuel Castells<br />

e. Harold Innis<br />

10. Aşağıdaki kavramlardan hangisi bilginin<br />

üretilmesi, işlenmesi, paylaşılması ve değer<br />

yaratması sürecinin dışında kalan büyük<br />

çoğunluk ile bu sürece etkin olarak katılan küçük<br />

azınlık arasındaki eşitsizliğini ifade etmektedir?<br />

a. Teknolojik belirleyicilik<br />

b. Bilgi belirleyiciliği<br />

c. Sayısal eşitsizlik<br />

d. Sözel eşitsizlik<br />

e. Teknetronik çağ


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. a Yanıtınız yanlış ise “Teknolojik<br />

Belirleyicilik Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

2. d Yanıtınız yanlış ise “McLuhan’ın Temel<br />

Varsayımları” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

3. b Yanıtınız yanlış ise “McLuhan’ın Temel<br />

Varsayımları” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

4. b Yanıtınız yanlış ise “Sıcak ve Soğuk<br />

Araçlar” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

5. a Yanıtınız yanlış ise “Modernleşmede Kitle<br />

İletişim Teknolojileri” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

6. c Yanıtınız yanlış ise “Yeniliklerin<br />

Yayılımının Ögeleri” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

7. e Yanıtınız yanlış ise “Ürün Yaşam Devresi<br />

Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

8. e Yanıtınız yanlış ise “Enformasyon Toplumu<br />

ve İletişim Teknolojileri” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

9. d Yanıtınız yanlış ise “Enformasyon<br />

Toplumunun Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

10. c Yanıtınız yanlış ise “Sayısal Eşitsizlik”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

İletişim sürecinde yalnızca iletiye bakarak her<br />

şeyi anlayamayız. Aynı şekilde, iletişim aracını<br />

her şey sanarak da toplumsal gerçekliği<br />

kavrayamayız. Amaçlar, araçlar, içerikler ve<br />

sonuçlar birbiriyle ilişkilidir. Bütün bu ögeleri<br />

birlikte ve birbirleriyle ilişkileri içinde<br />

değerlendirmek gerekir.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Cep telefonları kişiler arası iletişimi, kişilerin<br />

erişilebilirliklerini artırmakta, bir iletiye yanıt<br />

verme sürelerini hızlandırmaktadır. Bu<br />

“genişletme” örneğidir.<br />

Cep telefonlarının yaygınlaşması arttıkça, telefon<br />

kabinlerine gereksinim kalmamaktadır. Cep<br />

telefonları kişilerin mahremiyetlerinin önemini<br />

azaltmakta, kişilerin yalnızlıklarını<br />

gidermektedir. Bunlar da “yerinden etme”<br />

etkisine örnektir.<br />

Cep telefonları kabile kültürünü ve işitsel uzayı<br />

yeniden canlandırmakta, kişiler arasında coğrafi<br />

yakınlık duygusu yaratmakta, kameraların<br />

önemini tekrar artırmaktadır. Bunlar da cep<br />

telefonlarının “telafi etme” etkisine örnektir.<br />

Cep telefonlarının “geri döndürme” etkisine ise<br />

harfler ve mektuplar örnek verilebilir. Sabit<br />

telefonlardan farklı olarak, cep telefonlarının<br />

mesaj gönderme işlevi harflerin iletişim sürecine<br />

geri gelmesine ve mektup yazmanın tekrar önem<br />

kazanmasına neden olmuştur.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Yeniliklerin yayılımı araştırmaları, diğer iletişim<br />

araştırmalarında olduğu gibi, tüm mesajları değil,<br />

yalnızca yenilikçi mesajları konu edinirler.<br />

Ayrıca diğer iletişim araştırmaları, bilme ve<br />

tutumlardaki değişiklikleri ele alırken, yayılım<br />

araştırmaları bireylerdeki açık davranış<br />

değişiklikleri üzerinde odaklanır. Davranış<br />

değişiklikleri yenilikleri kabul ederek olabileceği<br />

gibi reddederek de olabilir. Doğum kontrolünü<br />

reddetmenin nüfus artışına yol açması gibi.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Bilgi açığı hipotezine göre, bilgi açığının<br />

kapatılabilmesi için toplumdaki herkesin bilgiye,<br />

dolayısıyla bu bilgiyi edinebileceği teknolojik<br />

araçlara erişebilmesi gerekmektedir. Bu da<br />

çoğunlukla, yeni iletişim teknolojilerini satın<br />

almakla gerçekleşmektedir.<br />

129


Yararlanılan Kaynaklar<br />

Aziz, A. (1982). Toplumsallaşma ve Kitlesel<br />

İletişim. Ankara: Ankara Üniversitesi Basın<br />

Yayın Yüksek Okulu Yayınları.<br />

Bilgi Toplumuna Geçiş. (2005). 2. Baskı.<br />

Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları.<br />

Brzezinski, Z. (1970). Between Two Ages:<br />

America’s Role in the Technetronic Era. New<br />

York: The Viking Press.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki<br />

Kuram. 3. Baskı. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (2000). Kapitalizm Kalkınma<br />

Modernizm ve İletişim. Ankara: Erk.<br />

Geray, H. (1994). Yeni İletişim Teknolojileri:<br />

Toplumsal Bir Yaklaşım. Ankara: Kılıçaslan<br />

Matbaacılık.<br />

Göngör, N. (2011). İletişim: Kuramlar ve<br />

Yaklaşımlar. Ankara: Siyasal Kitabevi.<br />

McLuhan, M. (2005). Yaradanımız Medya.<br />

Çev: Ü. Oskay. İstanbul: Merkez Kitaplar.<br />

McLuhan, M. (1983). “İleti İletişim Aracının<br />

Kendisidir”, Kitle İletişiminde Temel<br />

Yaklaşımlar. Ed: K. Alemdar ve R. Kaya.<br />

Ankara: Savaş.<br />

McLuhan, M. (2001). Gutenberg Galaksisi.<br />

Çev: G.Ç. Güven. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.<br />

McQuail, D. ve Windahl, S. (2005). İletişim<br />

Modelleri. Çev: K. Yumlu. 2. Baskı. Ankara:<br />

İmge.<br />

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. 3. Baskı.<br />

Ankara: Ark<br />

Rogers, E. M. (2003). Diffusion of Innovation.<br />

5. Baskı. New York: Free Press.<br />

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2009). İletişim<br />

Araştırmaları ve Kuramları. 3. Baskı. İstanbul:<br />

Beta.<br />

Tichenor, P.J., Donohue, G.A. ve C.N. Olien.<br />

(1970). “Mass Media Flow and Diffential Growth<br />

in Knowledge”, The Public Opinion Quarterly<br />

34 (2), 159-170.<br />

Wayne, M. (2009). Marksizm ve Medya<br />

Araştırmaları. İstanbul: Yordam Kitap.<br />

İnternet Kaynakları<br />

Chandler, D. (t.y). Technological or Media<br />

Determinism,<br />

http://www.aber.ac.uk/media/Documents/tecdet/t<br />

ecdet.html<br />

130


6<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

İletişim kuramlarında yapısalcı dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımları tanımlayabilecek,<br />

Postyapısalcılık ve metin ilişkisini açıklayabilecek,<br />

İzleyiciyi etken gören yaklaşımları değerlendirebilecek,<br />

Baudrillard’ın hipergerçeklik, simülasyon ve simülakra kavramlarını tanımlayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Gösterge/Gösteren/Gösterilen<br />

Düzanlam/Yananlam<br />

Okurcul Metin/Yazarsıl Metin<br />

İkon/İndeks/Simge<br />

Eğretileme/Düzdeğişmece<br />

Hakim/Tartışmalı/Karşıt okuma<br />

Metinlerarasılık<br />

Hipergerçeklik<br />

Simülasyon<br />

Simülakra<br />

İçindekiler<br />

Giriş<br />

Yapısalcı Dilbilimsel ve Göstergebilimsel Yaklaşımlar<br />

Postyapısalcılık ve Medya Metinleri<br />

Baudrillard ve Göstergeler<br />

132


Dilbilimsel ve<br />

Göstergebilimsel Yaklaşımlar<br />

GİRİŞ<br />

Göstergebilimin temel konusu iletişim bilimlerinin de konularından olan dilsel ve dil dışı göstergelerdir.<br />

Özellikle son yıllarda popüler kültür ve görsel kültürün gündelik yaşamda artan rolüyle birlikte, dil dışı<br />

göstergeler üzerinde yapılan çalışmalar da artmıştır. Göstergebilimsel açıdan toplumsal olan her şey aynı<br />

zamanda bir gösterge unsurudur. Toplumsal olan her şey var olmaya başladığı andan itibaren kendisinin<br />

bir göstergesine dönüşür.<br />

Gösterge (işaret) herhangi bir somut nesne, durum ya da kavramın yerine geçen ve onu işaret eden<br />

resim, yazı ya da görüntüdür. Göstergebilim de göstergelerin ve çalışma biçimlerinin araştırıldığı<br />

disiplindir. Göstergebilimin üç temel çalışma alanı söz konusudur:<br />

1. Göstergenin kendisi: Bu alan gösterge çeşitlerinin, bunların çeşitli anlam iletme yollarının ve<br />

göstergeleri kullanan insanlarla ilişkilendirilme biçiminin araştırılmasını içerir. Göstergeler<br />

insanlar tarafından inşa edildiği için, yine insanların onları kullanma biçimi ile anlaşılır hale<br />

gelir.<br />

2. İçinde göstergelerin düzenlendiği kodlar ya da sistemler: Bu çalışmalar içinde, toplumun ya<br />

da kültürün gereksinimlerini karşılamak için geliştirilen kodları ya da bu kodların iletilmesi için<br />

varolan iletişim kanallarının incelenmesi yer alır.<br />

3. Kodlar ve göstergelerin içinde işlediği kültür: Kültürün kendi varoluşu ve biçimi de bu<br />

kodların ve göstergelerin kullanımına bağlıdır (Fiske, 1996).<br />

Göstergebilim iletişim bilimindeki doğrusal modellerden farklı olarak dikkatini öncelikle metinlere<br />

(text) yöneltir. Göstergebilimin doğrusal modellerden diğer bir farkı, alıcının konumuyla ilgilidir.<br />

Öncelikle göstergebilim “alıcı” terimi yerine “okuyucu” terimini tercih eder. Göstergebilim, alıcı ya da<br />

okuyucunun birçok süreç modelinin iddia ettiğinden çok daha aktif bir rol oynadığını kabul eder.<br />

Dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımlar hakkında daha fazla bilgi<br />

için şu kitaba başvurulabilir: Rıfat, Mehmet (1990). Dilbilim ve Göstergebilimin Çağdaş<br />

Kuramları, İstanbul: Düzlem Yayınları.<br />

YAPISALCI DİLBİLİMSEL VE GÖSTERGEBİLİMSEL<br />

YAKLAŞIMLAR<br />

Yapısalcılık insan eylemlerinin tüm sorumluluğunu özgür bireye bırakan Hümanizmin tersine, bireyin<br />

eylemlerinin toplumsal yapı tarafından belirlendiğini savunan ve özellikle 1960’lı yıllara damgasını vuran<br />

düşünce akımıdır. Akım, Fransa’dan yükselmiştir; ancak tüm dünyada takipçileri olmuştur. Önde gelen<br />

yapısalcı düşünürler dilbilimci Saussure ve Jakobson, antropolog Levi-Strauss, göstergebilimci Barthes,<br />

felsefeci Althusser ve Foucault ve psikiyatri alanında Lacan’dır. Bu bölümde iletişim çalışmalarını<br />

etkileyen ve yapısalcı dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımlar ele alınacaktır. Bu bağlamda dilbilimci<br />

Saussure Peirce ve Jakobson, antropolog Levi-Srauss ve göstergebilimci Barthes’ın düşünceleri ve<br />

çalışmaları özetlenecektir.<br />

133


Saussure<br />

İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure modern dilbilimin tartışmasız kurucusu olarak kabul<br />

edilmektedir. Saussure’ün modern dilbilimi oluşturan tezleri, 1907-1911 yılları arasında Cenevre<br />

Üniversitesi’nde verdiği derslerde ortaya çıkmıştır. 1913’te ölümünden sonra öğrencileri ve iş arkadaşları<br />

tarafından düzenlenen ders notları “Genel Dilbilim Dersleri” adıyla kitap olarak basılmıştır. Saussure’ün<br />

dil kuramının temel ilkeleri yapısalcılığın ve göstergebilimin gelişmesini etkilemiştir.<br />

Saussure dilin düşünceleri ifade eden bir göstergeler sistemi olduğunu ve diğer gösterge sistemleri<br />

(alfabe, yazı gibi) içinde en önemlisi olduğunu vurgulamıştır. Dili incelerken üç önemli ayrıma işaret<br />

etmiştir:<br />

• Dil (la langue) ve söz (parole) ayrımı,<br />

• Gösterge (işaret) kavramının ikili bir yapıya (gösteren/gösterilen) sahip olması,<br />

• Eş-süremli (synchronic) ve art süremli (diachronic) dil analizidir.<br />

Saussure’ün birinci ayrımı dil (la langue) ve söz (parole) üzerinedir. Saussure’de dil olgusu toplumsal<br />

bir yapıya işaret eder. Söz ise bireyin söylediklerinin toplamıdır. Sasussure düşüncesinde dilbilimin temel<br />

araştırma konusu dilin yapısı; yani langue’dir. Dil üstündeki ortak kodlar toplumsal uzlaşma ile oluşur.<br />

Diğer bir deyişle bizim masaya masa, koltuğa koltuk dememiz için mantıksal bir neden yoktur. Bu<br />

tercihlerimiz keyfi (arbitraray)’dir. Ancak bu keyfilik, mantıksal bir neden sonuç ilişkisi olmaması ve<br />

toplumsal uzlaşmaya dayalı olması anlamına gelmektedir. Ellis ve Coward (1985) Saussure düşüncesinde<br />

dilin toplumsal uzlaşmaya dayalı olmasını şöyle açıklar: “Doğadaki hiçbir şey belli bir gösterenin belli bir<br />

gösterileni telaffuz etmesini gerektirmez. Belirli bir sesle onun kavramı arasında hiçbir doğal bağ yoktur;<br />

çünkü gösterilenleri fiziksel olarak taklit etmesi gereken sesler bile dilden dile farlılık gösterir. Gösterge,<br />

gösterenle gösterilen arasındaki eşdeğerlik ilişkisinin toplumsal olarak yerleşmesinde,<br />

kurumsallaşmasında meydana gelir”.<br />

Gösterge kavramı işaret olarak da isimlendirilir. Saussure’de gösterge, ses imgesi ve bir kavramı<br />

işaret eden sözcükten oluşur. Saussure, göstergeyi gösteren (signifier) ve gösterilen (signified) olarak<br />

ikiye ayırır. Gösteren, bir kavramı işaret eden ses imgesidir. Örneğin kedi göstergesindeki k–e-d–i<br />

harflerinden oluşan ses gibi. Gösterilen ise zihnimizde kediyle ilgili toplum tarafından üzerinde uzlaşılmış<br />

imajdır. Toplumsal uzlaşıya göre kedi isimli hayvan tüylü ve yumuşaktır ve bizim toplumumuzda<br />

“nankör” olarak da bir imaja sahiptir.<br />

Saussure’ün kullandığı ancak geliştirmediği bir kavram da gönderge (referent) kavramıdır. Gönderge,<br />

kedi örneğindeki tüylü, yumuşak hayvan yerine daha farklı anlamların oluşmasıdır: kötü bakışlı hayvan,<br />

tiksinç hayvan, muhteşem güzel hayvan, vefalı hayvan gibi… Burada gönderge kavramıyla, bireylerde<br />

oluşan farklı anlamlar ifade edilmektedir. Gönderge kavramı daha yakın zamanlarda postyapısalcı<br />

çalışmalar tarafından geliştirilmiştir ve farklı okumalara işaret etmektedir.<br />

Saussure “gösterge”, “gösteren”, “gösterilen” ve “gönderge” kavramlarını<br />

nasıl tanımlamıştır?<br />

Saussure’de bir gösterge aynı zamanda diğer bir göstergeyle olan ilişkisiyle anlam kazanır. Bir erkek<br />

göstergesinin anlamı kadın, insan, çocuk, gibi diğer göstergelerden nasıl ayırt edildiği ile belirlenir. Ya da<br />

bazı parfüm ve kremlerin ünlü bir yüzü vardır ve bu yüz o ürünün göstergesidir. Örneğin ünlü Fransız<br />

aktris Catherine Deneuve, Channel markasının bir göstergesidir: geleneksel Fransız şıklığı. Catherine<br />

Deneuve’un anlamını belirleyen, toplumda birer gösterge olan diğer yıldızlardır. Bir Susan Hampshire<br />

fazla İngiliz tipidir, bir Twiggy ise fazla genç ve benimsediği modayı çabuk değiştiren bir imajdır.<br />

Brigdot Bardot ise aptal sarışındır (Fiske, 1996).<br />

Saussure’ün yapısalcı dilbiliminde üçüncü ayrım, eşsüremli (synchronic) ve art süremli (diachronic)<br />

dil analizi ayrımıdır. Eşsüremli dil analizi, dilin herhangi bir dilsel bir topluluk tarafından kullanılan<br />

dilin, herhangi bir zaman dilimindeki durumunun analizidir. Art süremli dil analizi ise, dilsel sistemde<br />

134


zaman içinde ortaya çıkan değişimlerin analiz edilmesidir. Dildeki yenilikler dilin bireysel kullanımıyla;<br />

yani “söz”de ortaya çıkar ve bu değişikler dilin yapısını (langue) dönüştürür. Bu durum da dilin<br />

tarihselliğini ve gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin toplumsal uzlaşımsal olduğunun kanıtıdır. Eğer<br />

gösteren ile gösterilen arasındaki ilişki uzlaşımsal olmayıp doğal olsaydı, zaman içinde dilde bazı<br />

değişiklikler de olmazdı. Ancak Saussure’ün yoğunlaştığı analiz dilin yapısını gösteren eşsüremli<br />

analizdir.<br />

Saussure’ün dilin yapısı üstüne yoğunlaşması, yapısalcı düşüncedeki<br />

“yapı” kavramının temelini oluşturur. Yapısalcılık bireyin eylemlerinin toplumsal yapı<br />

tarafından belirlendiğini savunur.<br />

Saussure’ün dil analizinin iletişim kuramları açısından önemi, dil dışı göstergelerin çalışılmasına yol<br />

açmasıdır. Dil dışı göstergeler, toplumsal göstergelerdir ve bu göstergelerle medya ürünlerinde sık sık<br />

karşılaşırız. Bir sinema filminde, bir reklam filminde, bir haber fotoğrafında, bir haber metninde, bir<br />

televizyon dizisinde ve yaşamın içinde toplumsal göstergelere rastlarız. Örneğin Türkiye’de eskiden<br />

Mercedes marka bir otomobil bir zenginlik göstergesiyken, günümüzde lüks spor arabalar ve lüks jipler<br />

bir zenginlik göstergesidir. Eski Yeşilçam filmlerinde apartman dairesi zenginlik göstergesi iken, bugün<br />

televizyon dizilerinde havuzlu süper lüks villalar bir zenginlik göstergesidir. Yine eski Yeşilçam<br />

filmlerinde uçakla Avrupa seyahatine çıkmak, kadınların manikür pedikür yaptırması zenginlik<br />

göstergesiyken, bugün bunlar orta sınıfların da sahip olabildiği yaşam tarzı göstergeleridir.<br />

İşte Saussure’ün açtığı yolda dil dışı göstergelerin, diğer bir değişle toplumsal göstergelerin<br />

çalışılması göstergebilimi ortaya çıkarmıştır. Saussure bir bilim dalı olarak göstergebilimin tanımını,<br />

toplumdaki göstergelerin yaşamını araştıracak bir bilim dalı olarak yapar. Göstergebilim, 1960’ların<br />

yapısalcılığı ile birlikte, Saussure’ün dilbilim kavramları temel alınarak geliştirilmiş ve çalışılmıştır.<br />

Göstergebilime önemli katkılardan biri de yapısalcı çalışmalarıyla ünlü Fransız antropolog Claude Levi-<br />

Strauss’tan gelmiştir.<br />

Levi-Strauss<br />

Antropolog Levi-Strauss Saussure’ün dilbiliminden etkilenerek, farklı kültürler arasındaki benzerlikleri<br />

dilin yapısı gibi incelemiş ve yapısalcı antropolojisini oluşturmuştur. Levi-Strauss’un en bilinen<br />

çalışmaları; Yapısal Antropoloji (Structural Antropology) (1963), Yaban Düşünce (Savage Mind) (1966),<br />

Mitin ve Totemizmin Yapısal Çalışılması (The Structural Study of Myth and Totemism) (1967), Çiğ ve<br />

Pişmiş (The Raw and Cooked) (1970) ve Baldan Küle (From Honey to Ashes) (1972)’dir. Levi-<br />

Strauss’un “Yapısal Antropoloji” çalışması, 20. yüzyılın en etkileyici 10 çalışmasının arasında kabul<br />

edilmektedir.<br />

Levi-Strauss için, “Saussure’ün dilbilim kuramını yemek pişirme, giyim, akrabalık sistemleri ve<br />

özellikle de mitler ve masallar gibi tüm kültürel süreçleri içerecek şekilde genişleten yapısalcı<br />

antropolog” tanımlaması yapılmaktadır. Levi-Strauss farklı kültürlerin evrensel kanunlarını, Saussure’ün<br />

dil-söz ayrımındaki “dil”e benzetir. Çeşitli toplumların dilleri farklı olabilir ancak evrensellik taşıyan<br />

ortak gramer ve sentaks kuralları vardır. İşte Levi-Strauss da farklı toplumlardaki farklı kültürlere ait<br />

ortaklıkları “yapı” kavramından hareketle incelemiştir. Levi-Strauss’a göre her kültür dil, evlenme<br />

yasaları, sanat, bilim, ekonomik ilişkiler ve din gibi simgesel sistemler bütünüdür.<br />

Levi-Strauss yapısal antropolojide “aile içi cinsel ilişki tabusunun” tüm toplumlar için geçerli<br />

olduğunu ve kadınların erkek kardeşleri tarafından saklanmaları yerine, aileler arasında değiştirilmesinin<br />

ortak ve evrensel bir tavır olduğunu ortaya koymuştur. Bu evrensel ortaklığı da toplumların akrabalık<br />

sistemleri olarak görür. Levi-Strauss’un dil gibi incelediği ve yapı olarak kavramsallaştırdığı bir diğer<br />

ortaklık, farklı toplumlara ait olan mitlerdir. Levi-Staruss farklı toplumların mitlerini inceler ve bu<br />

mitlerin yapısındaki ikili karşıtlıkların ortak bir kullanım olduğunu görür: iyi-kötü, güzel-çirkin, zenginyoksul,<br />

açlık-tokluk gibi. Levi-Strauss’a göre farklı toplumların mitlerinde ortak olan bu ikili karşıtlığın<br />

nedeni; insan türünün evreni A ya da B kategorisi olarak, ikili karşıtlıkla algılamasıdır. A kategorisi tek<br />

135


aşına olamaz; karşıtı olan B kategorisi ile anlam kazanır. Bu anlamlandırma Levi-Staruss düşüncesinde<br />

insan türüne özgüdür. Yapısalcılık açısından “Yaratılış (Genesis) öyküsü” dünyanın yaratılması olarak<br />

değil, onu anlamlandırmaya yarayan kültürel kategorilerin yaratımı olarak okunabilir. Dünya kara ve su<br />

kategorilerine ayrılır; sular deniz sularına (verimsiz) ve gök kubbe sularına yani yağmura (verimli) ayrılır.<br />

Burada doğal kategoriler olan deniz suyu ve yağmur suyu arasındaki karşıtlık, daha soyut ve kültüre özgü<br />

olan verimli ve verimsiz kategorilerini açıklamak ve doğallaştırmak için kullanılmaktadır.<br />

Gündelik dilde mit “masal, efsane, temeli olmayan olağanüstü öykü”<br />

anlamında kullanılır. Mitlerin toplumların değerlerini onaylayan ve bunların<br />

sorgulanmasını engelleyen anlatılar, hikâyeler oldukları genel kabul gören bir görüştür.<br />

Levi-Strauss’a göre tüm toplumların mitlerinde ortak olan ikili karşıtlıklar evrenseldir. Çünkü insan<br />

beyninde hücreler gönderilen iletiler açık/kapalı biçimindeki basit karşıtlıklardır. İnsan beyni sonsuz<br />

sayıda ikili karşıtlık üretmeye elverişlidir. Ancak doğada aydınlık ve karanlığı birbirinden ayıran kesin<br />

çizgiler yoktur ve saf ikili karşıtlıklara karşı koyan “kural dışı kategoriler” vardır. Kural dışı kategoriler<br />

niteliklerini birbirine karşıt olanların her ikisinden de alır. Bu nedenle çok fazla anlam yüklü ve<br />

kavramsal olarak çok güçlüdürler. Bu özellikleriyle bir kültürün temel anlamlandırma sistemlerine<br />

meydan okuduğu için kural dışı kategoriler kontrol altına alınırlar ve “tabular” ya da “kutsal” kategoriler<br />

olarak düzenlenirler. Örneğin doğada bulunan yılan hayvanı ne sadece toprakta yaşayan bir sürüngen ne<br />

de sadece suda yaşayan bir balıktır. Yılan her iki niteliği de taşır. Bu nedenle yılanın, Yahudi ve Hristiyan<br />

kültürlerinde sayısız anlamı vardır ve göstergebilimsel açıdan çok güçlüdür (Fiske, 1996). Levi-Strauss<br />

doğada bulunan bu kural dışı kategorilerden hareketle, farklı kültürlerin, sınırların çok katı olduğu, çok<br />

ürkütücü göründüğü iki karşıt kategori arasında aracılar oluşturduğunu belirtir. İnsanlar ve hayvanlar<br />

arasında aracılık eden sayısız mitolojik ve dinsel figür oluşturulmuştur (kurt adam, insan başlı at gibi).<br />

Yine ölüler ve canlılar arasında oluşturulmuş figürler vardır (vampir, hayalet, hortlak gibi).<br />

Farklı toplumların mitlerinin ortak bir yapı göstermesinin diğer bir nedeni de insan türünün farklı<br />

topluluklarda yaşarken kültürle-doğa, insanlarla-tanrılar, ölümle-yaşam arasındaki ilişkilerde ortak endişe<br />

duymalarıdır. Bu ortak endişeler, farklı topluluklarda ortak ikili karşıtlıklar üretirler. Bu nedenle de farklı<br />

toplumların mitleri arasındaki farklar yüzeyseldir, ancak yapı ortaktır. Levi-Strauss’a göre tüm<br />

toplumların en temel çelişkisi, doğa-kültür karşıtlığıdır. Toplumlar önce kendilerini doğadan<br />

farklılaştırarak bir kültür oluştururlar. Fakat daha sonra oluşturdukları bu kültürü doğayla karşılaştırır ve<br />

kültürel olanı doğallaştırmaya çalışırlar. İşte Levi-Strauss’ta mitlerin temel işlevi, kültürel olanı<br />

doğallaştırmak ve çelişki gidermektir. Örneğin bizim Keloğlan Masalları’nda, bir yanda yaşlı ve yoksul<br />

annesiyle yaşayan Keloğlan, diğer yanda ise zengin padişahın kızı vardır. Keloğlan yoksul, padişahın kızı<br />

zengindir. Keloğlan kel, padişahın kızı güzeldir. Masalda Levi-Strauss’un analizinde olduğu gibi ikili<br />

karşıtlıklar ve çelişkiler vardır. Ama masalın sonunda Keloğlan padişahın güzel kızıyla evlenir ve mutlu<br />

sona kavuşulur ve topluma dair bir çelişki bu masalda giderilmiş olur.<br />

Levi-Strauss “Çiğ ve Pişmiş” ve “Baldan Küle” çalışmalarında ise farklı toplulukların ortak yemek<br />

pişirme yöntemlerini inceler. İnsanlar için yiyecek tüketmek tıpkı hayvanlar gibi doğal bir süreçtir, ancak<br />

yiyeceği tüketme biçimi kültüreldir. Levi-Strauss farklı topluluklarda misafirlere sunulan etin kızartılarak<br />

tüketildiğini, yine farklı topluluklarda hasta yemeği olarak haşlama etin tüketildiğini bulgulamıştır.<br />

Yiyecek tüketme biçimlerindeki bu ortaklık, kültür ve anlamlandırma sistemlerindeki ortaklıktır, yapıdır.<br />

Levi-Strauss’un farklı toplulukların gösterge sistemi üstüne yaptığı çalışmalarla ortaya koyduğu temel<br />

tez, farklı kültürlerin anlamlandırma biçimlerinin dil gibi örgütlendiğidir.<br />

Levi-Strauss’un mit analizinden özellikle reklamcılık alanındaki çalışmalarda yararlanılmıştır.<br />

Langholz Leymore, Chapman ve Egger ve Valentine, Levi-Strauss’un mit analizinden reklamcılık<br />

alanında yararlanan araştırmacılardır. Langholz Leymore, reklam metinlerinde insanlıkla ilgili temel<br />

çelişkilerin ortaya konup, bunların giderildiğini ve reklamcılığın endişe giderici mekanizma gibi hareket<br />

ettiğini ileri sürer. Chapman (1986), Avustralya’daki sigara reklamları metinlerinin analizinde Levi-<br />

Strauss’un mit analizinden ve Langholz Leymore’un çalışmasından yararlanarak bir analiz modeli<br />

geliştirir ve şu analitik öğeleri kullanır: Gösterenler, Gösterge Sistemleri, Derin Yapısal Karşıtlıklar, Vaat<br />

Edilenler, Problemler, Mitler, Analiz.<br />

136


Yine Chapman ve Egger (1983), reklamcılığın modern mitolojiyi incelemek için çok zengin bir<br />

kaynak olduğunu savunur. Williamson (1978) da reklam metinlerinin, ürünler arasında farklılık yaratmak<br />

için toplumsal mitlerdeki farklılıkları kullandığını söylemektedir. Bazı ürünlerin reklam imajları mitolojik<br />

kahramanlarla oluşturulur. Levi-Staruss’un mit analizinin karşımıza çıkabileceği bir diğer medya ürünü<br />

televizyon dizileridir. Türkiye’de büyük televizyon kanallarının ana yayın kuşağında yayınlanan yerli<br />

dizilerdeki mitsel anlatımlarda, hep ikili karşıtlıklar ve çelişkiler kurulur ve bu çelişkiler dizinin olay<br />

örgüsü içinde hep çözüme kavuşturulur ve çelişkiler giderilir. Bazı dizilerde, örneğin Kapodokya’da<br />

çekilen “Asmalı Konak” dizisinde olduğu gibi tamamen “mitsel” (masalsı) bir ortam da yaratılmaktadır.<br />

Barthes<br />

Levi-Strauss ilkel mitlerin ortak yapılarıyla ilgilenirken, aynı yıllarda Roland Barthes, “çağdaş mitler”<br />

olarak adlandırdığı popüler kültüre ait göstergeleri, yapısalcı bir düşünür olarak incelemiştir. Barthes’a<br />

göre çağdaş mitler ideolojiktir, sınıfsaldır ve kapitalist sistemi meşrulaştırıcı olarak işlev görür. “Mitler”<br />

(Mythologies) (1952) çalışmasında Barthes, Fransız toplumundaki yeme içme alışkanlıkları, tatil<br />

ritüelleri, reklam metinleri gibi popüler kültür ürünlerini; burjuva sınıfının değerlerini gündelik hayatta<br />

temsil eden ve doğallaştıran mitler ve gösterge sistemleri olarak çalışmıştır.<br />

Barthes 1963 yılında “Göstergebilimin İlkeleri” ve 1967 yılında “Modanın Sistemi” çalışmalarını<br />

yayınlamış ve modayı göstergebilimsel yöntemle incelemiştir. Bu çalışmasında Barthes, insanların giyim<br />

kuşamlarının, moda sistemi içinde nasıl iletişimsel özellikler gösterdiğini tartışmıştır. Barthes’ın 1970<br />

yılında yayınlanan “S/Z” çalışması ve 1973 yılında yayınlanan “Metnin Verdiği Haz” çalışmaları da<br />

metinlerin postyapısalcı okumalarının başlangıcı olarak kabul edilmektedir. 1950’li ve 1960’lı yıllara<br />

“yapısalcı düşünür” olarak damgasını vuran Barthes 1970’li yıllarda “postyapısalcılığa” (yapısalcılık<br />

sonrası anlamına gelen ve yapısalcılığın tam tersi tezleri olan yaklaşım) yaklaşmıştır.<br />

Barthes’ın Fransız toplumunun popüler kültür göstergelerini incelediği<br />

“Mitler” çalışması, “dil dışı göstergelerin” ve dolayısıyla toplumsal göstergelerin ve<br />

görsel imajların, göstergebilimsel analizi açısından alanda çok önemli bir çalışmadır.<br />

İletişim alanındaki göstergebilimsel çalışmalarda bir başvuru kaynağı olan “Mitler” çalışmasında<br />

Barthes, mit, ideoloji, düzanlam, yananlam kavramlarını kullanmıştır. Barthes’ın bu kavramlarını kendi<br />

verdiği bir örnek üstünden anlamaya çalışalım. Barthes berberdeyken, Fransa’da popüler bir dergi olan<br />

Paris Match’in bir sayısının kapağını görür. Derginin kapağında Fransız üniforması giymiş genç bir<br />

siyahi erkek, gözleri yukarıda Fransız bayrağını selamlamaktadır. Barthes bu fotoğrafta büyük bir<br />

göstergebilimsel sistemle karşı karşıya olduğumuzu söyler. Fotoğraftaki düzanlam bir siyahi askerin<br />

Fransız bayrağını selamlamasıdır. Barthes’a göre fotoğrafın yananlamı şöyledir: “Fransa büyük bir<br />

imparatorluktur, bütün oğulları, herhangi bir renk ayrımı olmaksızın onun bayrağı altında bağlılıkla<br />

hizmet eden ve sözde sömürgecilik suçlayıcılarına bu fotoğraftan daha iyi bir cevap olamaz” (Barthes,<br />

1990). Fransa’da yaşayan siyahiler, Fransa’nın eski sömürgesi olan Cezayir kökenlidir. Fransa’da<br />

yaşayan bir Cezayir kökenli, Fransız bayrağını üniformasıyla selamlıyorsa, artık sömürgecilik geçmişte<br />

kalmış ve bu Cezayir kökenli Fransız asker artık kendini Fransa bayrağına ve Fransa’ya bağlı<br />

hissetmektedir.<br />

Göstergebilim açısından Barthes’ın bu çalışmada ortaya koyduğu düzanlam, metnin birincil<br />

göstergesidir. Bu birincil gösterge başka bir şeyin, mitsel anlamın da göstereni haline gelir. Burada mitsel<br />

olan ve yukarıda Cezayirli asker örneğinde tartışılan anlam, metnin yananlamıdır. Barthes’ın “Mitler”<br />

çalışmasında, yananlam ideolojiye ve mitsel olana eşittir. Barthes’ın buradaki ideoloji anlayışı, hakim<br />

burjuva değerlerini meşrulaştıran, mitsel işleyiştir ve Marks’ın yanlış bilinç kavramına eşdeğerdir. Marks<br />

“Alman İdeolojisi” isimli eserinde emekçi kitlelerin (o dönem için işçi sınıfının), burjuva sınıfının<br />

(sermayeye sahip olan sınıf) değerlerini sahiplenmesini ve içselleştirmesini “yanlış bilinç” olarak<br />

tanımlamıştır.<br />

137


“Burjuvazi kendi temel statüsüne sahip olmayan ve hayalin dışında da bu statüyü yaşayamayacak<br />

olan tüm insanlığı sürekli olarak kendi ideolojisinin içine çeker, bunun insanlık için maliyeti bilincin<br />

fakirleşmesi ve donuklaşmasıdır. Burjuvazi temsil etme biçimlerini, küçük burjuva imgelerinin bütün<br />

kurumlarına yayarak, toplumsal sınıflar arasındaki hayali eşitliği onaylar (Barthes, 1973).”<br />

Barthes bir diğer örneği yine Fransa’da popüler olan Elle ve Express dergilerinden verir. Elle geniş<br />

halk kitlelerine, Express ise üst sınıfa hitap eden dergilerdir. Barthes’ın tespitine göre Elle dergisinde<br />

geniş halk kitleleri için ulaşılması çok güç olan, altın renkli keklik palazı ya da istakoz yemeği tarifi<br />

verilmektedir. Express dergisinde ise kolayca hayata geçirilebilecek Nice Salatası tarifi verilmektedir.<br />

Barthes burada geniş halk kitlelerine hitap eden Elle dergisinin büyülü, masalsı ve mitsel bir mutfak<br />

sunduğunu; burjuvalara hitap eden Express dergisinin ise gerçeği sunduğu tespitini yapar. Burada Elle<br />

dergisindeki altın renkli keklik palazının yananlamı; bunlara ulaşamayacak insanlara bir düş sunması,<br />

diğer bir deyişle, çağdaş bir mit yaratarak “altın renkli keklik palazına ulaşamayanlara”, kendilerini<br />

ulaşanlarla eşitmiş gibi hissetmelerini sağlayan bir ideolojik meşrulaştırmadır. Türkiye’de yerli dizilerde<br />

de yeni zenginlik göstergesi olan havuzlu lüks villaların sürekli olarak yer verilmesi gibi. Türkiye’deki<br />

yerli dizilerde de geniş halk kitlelere “asla ulaşamayacakları lüks yaşam tarzları” sunulmaktadır. Yine bu<br />

dizilerde zengin ve yoksul insanların, çatışma ve sınıf farkı olmaksızın bir arada yaşadıkları bir dünyanın<br />

temsili sunularak, mitsel ve ideolojik bir işlev yerine getirilmektedir. Bu dizilerin tamamına yakınında,<br />

dizi ilerledikçe yoksul olan insanlar da zenginleşerek, masal mutlu sonla bitirilmektedir.<br />

Barthes’ın göstergebilimsel kavramlarına sinema, reklam ve haber metinlerinin analizinde<br />

başvurulmaktadır. Barthes’ın, Balzac’ın “Sarrazine” adlı öyküsünü incelediği “S/Z” (1970) isimli<br />

çalışmasında ise postyapısalcılığın izleri görülmektedir. Bu çalışmasında Barthes, her metnin okunmasını<br />

bir üretim etkinliği olarak görür ve okurcul metinler ve yazarsıl metinler ayrımını yapar. Okurcul<br />

metinler daha pasif alımlanan, metnin kodlayıcının niyeti doğrultusunda anlamlandırıdığı, görece kapalı<br />

metinlerdir. Yazarsıl metinler ise, okurun metni tekrardan yazdığı, kodlanan niyetin dışında da<br />

anlamlandırabildiği, metne katılabildiği açık metinlerdir. Barthes, Balzac’ın özgün metninden yola<br />

çıkarak Sarrazine öyküsünü yeniden yorumlamış ve tipik bir yazarsıl metin üretimi yapmıştır. Barthes S/Z<br />

çalışmasında, okurun metni yeniden oluşturarak okuması gündeme geldiği için, bu çalışmanın, izleyiciyi<br />

etken kabul eden postyapısalcılığın izlerini taşıdığı kabul gören bir tespittir.<br />

Barthes’ın okurcul metin/yazarsıl metin kavramları iletişim çalışmalarını<br />

nasıl etkilemiştir?<br />

Pierce<br />

Amerikan göstergebiliminin kurucusu kabul edilen felsefeci ve mantıkçı Charles Saunders Pierce de<br />

göstergelerle ilgilenmiştir. Pierce gösterge kavramıyla birlikte, nesne ve yorumlayıcı kavramlarını<br />

kullanmıştır. Peirce’ın göstergebiliminde, bir gösterge, bir dış gerçekliğe, nesneye göndermede bulunur<br />

ve yorumlayıcının zihninde bir etki yaratır. Diğer bir deyişle yorumlayıcı, gösterge ile nesne arasındaki<br />

ilişkiyi üreten zihinsel bir süreç yaşar. Örneğin kütüphane göstergesinin, herhangi bir yorumlayıcısı için<br />

anlamı, bu göstergenin işaret ettiği nesneye (raflardan ve kitaplardan oluşan mekan) ilişkin deneyiminin<br />

bir sonucu olacaktır. Dolayısıyla göstergeye yüklenen anlam, yorumlayıcının deneyimine paralel olarak<br />

belli sınırlar içinde değişebilir. Yine bir örnekle açıklamak gerekirse, örneğin öğrenciyken benim için<br />

kütüphane daha çok sınavlara hazırlandığım bir yerdi ve kasvetli bir anlam taşıyordu. Oysa akademisyen<br />

olduktan sonra kütüphanenin benim için anlamı; yeni makaleler, yeni kitaplar ve eski gazete ve dergileri<br />

taradığım, heyecan ve zevk verici bir mekan haline geldi. Kütüphane göstergesiyle yaşadığım mekan<br />

(nesne) deneyimlerime göre, bir yorumlayıcı olarak oluşturduğum anlam sınırlı olarak değişti. Sınırlı<br />

olmasının nedeni şudur: Kütüphane göstergesi geçmişte de şimdiki deneyimimde de, bol raf ve kitap<br />

anlamını taşımaktadır.<br />

Pierce düşüncesinde göstergeden daha çok, bu anlam oluşumu üstüne yoğunlaşılmıştır. Peirce’deki<br />

yorumlayıcı kavramı ile Peirce’den çok sonraları ortaya çıkan kodaçma kavramı arasında paralellik<br />

vardır. Peirce’in göstergebiliminin diğer bir özelliği de, göstergelerin üç çeşide ayrılmasıdır: Görüntüsel<br />

gösterge (ikon), belirtisel gösterge (indeks) ve simge.<br />

Görüntüsel göstergenin (ikon) en temel özelliği, işaret ettiği nesnesiyle benzerlik taşımasıdır.<br />

Örneğin herhangi birinin fotoğrafı görüntüsel göstergesidir, çünkü kişinin kendisine benzer. Bir ülkenin<br />

138


haritası da görüntüsel göstergedir, çünkü o ülkenin gerçek coğrafi konumunu temsil eder. Tuvalet<br />

kapılarına konan kadın ve erkek figürleri, kadın ve erkeği işaret ettiği için görüntüsel göstergelerdir.<br />

Beethoven’ın “Pastoral Senfonisi” doğal seslerin müzikteki görüntüsel göstergeleri olarak kabul edilir.<br />

Yine yoga ve meditasyon merkezlerinde, gerçek doğa seslerine benzer müziklerle terapiler yapılmaktadır.<br />

Bu müzikler de doğadaki seslerin görüntüsel göstergeleridir.<br />

Belirtisel göstergede (indeks), göstergenin nesnesiyle doğrudan varoluşsal ve neden-sonuç ilişkisine<br />

dayalı bağlantısı vardır. Örneğin duman ateşin, hapşırma refleksi de soğuk algınlığının belirtisel<br />

göstergelerinden birisidir.<br />

Simge’de ise, gösterge ve nesne arasında ne bağlantı ne de benzerlik vardır. Simgenin anlaşılmasını<br />

sağlayan tek neden, simgenin yerine geçtiği nesne ya da canlıyı nitelemesi konusunda, toplumların<br />

üstünde anlaşmış olmalarıdır. En çok bilinen simge, sözcüklerdir. Kullandığımız tüm sözcükler belli bir<br />

anlaşmaya dayalıdır. Pierce’deki anlaşma kavramı ile Saussure’ün uzlaşma kavramı arasında benzerlik<br />

vardır. Rakamlar da çok bilinen simgelerdendir. Beyaz güvercin ve zeytin dalı da evrensel ve çok bilinen<br />

simgelerdendir ve bilindiği gibi barışı simgelerler. Zafer işareti, sıkılmış yumruk yine çok bilinen<br />

simgeler arasındadır.<br />

Peirce’ın göstergebiliminde bir gösterge her üç gruba da ait olabilir. Diğer bir deyişle, bir gösterge<br />

hem görüntüsel gösterge, hem belirtisel gösterge, hem de simge olabilir. Örneğin hastane koridorlarında<br />

asılı olan ve işaret parmağını dudaklarına doğru tutarak, hastanede sessiz olmamızı hatırlatan hemşire<br />

fotoğrafını ele alalım. Bu fotoğraf, hastanede sessiz olunması gerektiği kuralının bir simgesidir. Bu<br />

gösterge aynı zamanda görüntüsel bir göstergedir, çünkü hastanede sessiz olunması gerektiğini hatırlatan<br />

bir hemşirenin fotoğrafıdır, onun benzeridir. Bu gösterge bir belirtisel göstergedir, çünkü bu fotoğraf,<br />

hastanede olduğumuzu belirtmektedir. Diğer bir deyişle neden sonuç ilişkisi mevcuttur.<br />

nelerdir?<br />

Peirce’e göre kaç çeşit gösterge vardır? Bunların temel özellikleri<br />

Jakobson<br />

Yapısalcı dilbilimin önemli temsilcilerinden olan Roman Jakobson, Rus kökenli olup çok çeşitli dilbilim<br />

çevrelerinde bulunmuş ve 1940’lardan sonra akademisyenliğe A.B.D.’de devam etmiştir. Göstergebilimin<br />

en çok kullanılan (iletişim alanında da) analitik kavramları olan eğretileme (metafor) ve düzdeğişmece<br />

(metanomi), Jakobson’ın alana kazandırdığı kavramlardır. Eğretileme ve düzdeğişmece, günümüzde<br />

sinema metinlerinden haber metinlerine; fotoğraf metinlerinden reklam metinlerine, tüm medya<br />

ürünlerinin analizinde kullanılmaktadır.<br />

Jakobson 1. Dünya Savaşı yıllarında, Moskova Üniversitesi’nde dilbilim, Slav dilleri, ve halkbilim<br />

alanında öğrenim görmüştür. Bu yıllarda arkadaşlarıyla birlikte “Moskova Dilbilim Çevresi”ni<br />

kurmuştur. Bu dilbilim çevresi etkinliklerini yazınsal inceleme, lehçebilim, halkbilim ve dilbilimsel<br />

coğrafya konusunda araştırmalar yapmıştır. Jakobson 1920 yılında gittiği Çekoslavakya’da “Prag<br />

Dilbilim Çevresi” nin kurucuları arasında yer almış ve 1938 yılına kadar bu çevrenin çalışmalarını<br />

yönetmiştir. Prag Dilbilim Çevresi’nin çalışmalarının odak noktası da dilbilim ve yeni yapısal yöntemler<br />

olmuştur. Birkaç yıl çalıştığı İskandinav ülkelerinden ise 1941 yılında ayrılarak A.B.D.’ye geçmiş ve<br />

orada Levi-Strauss ile olan çalışmaları başlamıştır. 1967 yılına kadar A.B.D.’nin en saygın okullarında<br />

(Colombia, Harvard, MIT gibi) akademisyenlik yapan Jakobson, emekli olduğundan ölümüne kadar da<br />

çeşitli ülkelerde konferanslar vermiştir. Jakobson’un dört dilde yazdığı eserleri (Rusça, İngilizce,<br />

Almanca, Fransızca), çeşitli dillere çevrilmiştir.<br />

Jakobson A.B.D.’de yaptığı araştırmalarda sesbilim kuramını geliştirmiş ve çocukların dil<br />

bozuklukları üstüne çalışmıştır. Amerikan dilbiliminin uzun süre dışladığı anlam sorunlarına yönelmiş ve<br />

dilde parça ve bütün ilişkilerini irdelemiştir. Yine dil ile gösterge sistemleri ve dilbilim ile diğer bilim<br />

dalları arasındaki ilişkiler üstüne kafa yormuştur. Jakobson’un dilbilimin çok farklı alanlarında yazdığı<br />

makalelerinin dışında, A.B.D.’de yazdığı eserleri ortak çalışmalardır: “Söz İncelemesine Giriş”<br />

139


(Preliminaries to Speech Analysis, 1952; G. Fant ve M. Halle ile birlikte); “Dilin Temelleri”<br />

(Fundamentials of Language, 1956; M. Halle ile birlikte); “Dilin Ses Biçimi” (The Sound Shape of<br />

Language, 1979; L. Waugh ile birlikte). Bilimsel ve sanatsal bakış açılarını kaynaştırdığı ve dört dilde<br />

yazdığı tüm eserlerini orijinal dilleriyle, “Seçme Yazılar” (Selected Writings) başlığı altında, her biri 800<br />

sayfalık yedi büyük ciltte toplamıştır.<br />

Jakobson iletişim sürecini öne çıkaran, doğrusal iletişim modeline karşı bir modelleme geliştirmiştir.<br />

Jakobson, “gönderen-ileti-alıcı” şeklindeki doğrusal modele, göstergebilimsel kavramlar eklemiştir.<br />

Jakobson’un doğrusal iletişim modeline eklediği kavramlar; bağlam, temas ve kod’dur.<br />

Gönderen<br />

Bağlam<br />

İleti<br />

Temas<br />

Kod<br />

Alıcı<br />

Şekil 6.1: İletişimin Oluşturucu Unsurları<br />

Kaynak: Fiske, 1996<br />

Bağlam, iletinin nitelendirdiği, diğer bir deyişle gösterdiği, işaret ettiği şeydir. Jakobson’ göre bir ileti,<br />

kendisinden başka bir şeyi nitelemelidir. Temas, gönderen ve alıcı arasındaki fiziksel ve psikolojik<br />

bağlantılardır. Kod, ise iletinin içinde anlam kazandığı ortak anlam sistemidir. Jakobson, iletişimin<br />

oluşturucu etmenlerinden oluşan bu modelini, iletişim işlevlerini ekleyerek geliştirir.<br />

Duygulandırıcı işlev<br />

Göndergesel işlev<br />

Şiirsel işlev<br />

İlişki amaçlı işlev<br />

Üstdilsel işlev<br />

Çağrı işlevi<br />

Şekil 6.2: İletişimin İşlevleri<br />

Kaynak: Fiske, 1996<br />

Şekil 6.1’deki oluşturucu unsurların her biri dilin farklı bir işlevini belirler ve her iletişim eyleminde<br />

işlevlerin hiyerarşisi bulunur. Duygulandırıcı işlev, iletinin gönderenle ilişkisini betimler. Gönderenin<br />

duyguları, tutumları, statüsü ve sınıfı bu işlev tarafından açığa çıkartılır. Tüm bu öğeler, iletinin<br />

gönderene ait olmasını sağlar. Duygulandırıcı işlev, aşk mektubu ya da kalabalığa hitap gibi iletişim<br />

edimlerinde, bir gazete haberine göre daha üst konumdadır. Sürecin diğer ucunda çağrı işlevi vardır. Bu<br />

işlev iletinin alıcı üzerindeki etkisini nitelemektedir. Komut verirken ya da propaganda yaparken, işlevler<br />

hiyerarşisi açısından bu işlev daha üst konumdadır. Göndergesel işlev, iletişimin gerçekliği yansıtması ile<br />

ilgili işlevdir. İlişki amaçlı işlev, gönderen ve alıcı arasındaki ilişkinin sürdürülebilir olmasıdır ve<br />

gönderen ve alıcı arasındaki fiziksel ve psikolojik temas etmeye yöneliktir. Gönderen ve alıcı arasındaki<br />

ilişkinin sürdürülebilir olması, iletilerin tekrar edilmesiyle sağlanır. Üstdilsel işlev, iletişim sürecinde<br />

kullanılan kodun tanımlanmasını sağlar. Fiske (1996), üstdilsel işlevle ilgili şöyle bir pop sanatı örneği<br />

verir: Eski bir gazete parçası içinde atılan boş bir sigara paketi çöptür. Ancak eğer paket gazeteye<br />

yapıştırılıp, çerçevelenip, bir sanat galerisinin duvarına asılmışsa (pop art), bir sanat yapıtı haline gelir.<br />

Diğer bir deyişle çerçeve “bu sigara paketini güzel sanatlar koduyla yorumlayın” demenin üstdilsel<br />

işlevini yerine getirir. Şiirsel işlev de iletiyle ilgilidir. Bu işlev, estetik iletişimde hiyerarşinin en üstünde<br />

yer alır. Jakobson, siyasal sloganların bile şiirsel işlevi yüksek, kulağa hoş gelen bir şekilde<br />

kodlandığında kalıcı olduğunu söylemektedir.<br />

Jakobson’un dilbilimsel çalışmalarında alana kattığı ve göstergebilimsel analizlerde, özellikle de<br />

görsel imajların analizlerinde yoğun olarak kullanılan analitik araçlar, eğretileme (metafor) ve<br />

düzdeğişmece (metanomi)’dir. Jakobson şiirin tarzının eğretileme, gerçekçi romanın tarzının ise<br />

düzdeğişmece olduğunu savunur. Jakobson’a göre eğretileme, imgesel ya da gerçeküstü etki yaratırken<br />

düzdeğişmece gerçeklik etkisi yaratmak üzere kullanılır.<br />

140


Eğretileme (metafor); bir olguyu, bir olayı, bir nesneyi yine başka bir olay, olgu ve nesneyle<br />

açıklamaktır. Örneğin, “Gemi su içinde hareket etti” ifadesi yerine; “Gemi suyu yarıp geçti”, “Gemi suyu<br />

kesip geçti”, “Gemi suyu ayırıp geçti” ifadelerini kullandığımızda eğretileme yapıyoruz. İletişim<br />

dünyasında görsel dili eğretilemesel olarak en çok reklamcılar kullanmaktadır. Reklam metinlerinde bir<br />

olay ya da nesne, sıklıkla bir ürünün eğretilemesi olarak kullanılmaktadır. Banka reklamlarında kullanılan<br />

bir dürbün, bankanın “uzak görüşlülüğünün” eğretilemesi; bir izci çocuk bankanın “dürüstlüğünün”<br />

eğretilemesi; sıkılmış bir yumruk bankanın “gücünün” eğretilemesi olabilmektedir. Türkçe atasözlerinde<br />

de eğretilemelere çok sık rastlanabilmektedir: “Damlaya damlaya göl olur” atasözündeki göl, maddi bir<br />

birikimin eğretilemesi; “Cep delik cepken delik” atasözündeki cep ve cepkenin delik olması ifadesi de<br />

maddi yokluğun eğretilemesidir.<br />

Reklam metinlerindeki eğretileme ve düzdeğişmece örneklerini görmek<br />

için şu kitaba başvurulabilir: Dağtaş, Banu (2003). Reklamı Okumak, Ankara: Ütopya<br />

Yayınevi.<br />

Düzdeğişmece (metanomi) ise, bir parçanın bütünü temsil etmesidir. Jakobson’a göre gerçeklik<br />

temsilleri her zaman için düzdeğişmece kullanılmasını gerektirmektedir. Bizler dili kullanırken, her<br />

zaman gerçekliğin bir parçasını bütünü temsil etmesi için seçeriz. Bu nedenle de düzdeğişmeceler güçlü<br />

göstergelerdir. Örneğin Türkiye’de majör televizyon kanallarının ana yayın kuşağında yayınlanan yerli<br />

dizilerde, son on yıldır “havuzlu süper lüks villalar” konut mekanı olarak seçilmektedir. Havuzlu süper<br />

lüks villalar, Türkiye’de “yeni zenginliğin” düzdeğişmecesidir. Diğer bir deyişle, yeni zenginliği temsil<br />

eder. Barthes’ın meşhur örneği, Paris Match dergisinin kapağındaki siyahi asker, Cezayir kökenli Fransız<br />

vatandaşlarının düzdeğişmecesidir. Düzdeğişmeceler, Peirce’ın belirtisel göstergelerine benzerler: temsil<br />

ettiği gerçekliğe benzerler.<br />

Fiske’ye göre (1996) mitler, düzdeğişmeceli olarak işlerler. Çünkü bir gösterge, miti oluşturan<br />

kavramlar zincirinin geri kalanını inşa etmemiz için bizi uyarır. Tıpkı bir düzdeğişmeceli göstergenin,<br />

parçası olduğu bütünü inşa etmemiz için bizi uyarması gibi. Bu bağlamda Fiske, haber görsellerinin de<br />

düzdeğişmeceler dikkate alınarak okunmasını önerir. Çünkü haber görselleri de gerçekliğin bir parçasını<br />

sunarlar ve biz sunulan parça ile bütüne ulaşırız. Haberlerle ilgili yazılı ve görsel metinler öncelikle<br />

hakim haber değerleri açısından inşa edilirler: haberin seçkin kişilerle ilgili olması, olumsuz olması,<br />

güncel olması ve şaşırtıcı olması gibi. Haber metinlerinin ikinci ölçüt dizgesi; kültürel değerler,<br />

ideolojiler ve mitlerdir. Bu dizgede seçilen parçalar (temsiller), tercih edilmiş bir gerçekliğin parçalarıdır<br />

(düzdeğişmeceleridir).<br />

Mitler ve düzdeğişmeceler arasında nasıl bir ilişki vardır?<br />

POSTYAPISALCILIK VE MEDYA METİNLERİ<br />

Anlamın metnin kendisinde oluştuğunu savunan yapısalcı dilbilimden farklı olarak, anlamın özne-metin<br />

ilişkisi ile kurulabileceğini savunan postyapısalcı dilbilim çalışmaları, “etken izleyici” kavramının<br />

oluşması için bir temel hazırlamıştır. Barthes’ın S/Z çalışması, “okurcul metinler” ve “yazarsıl metinler”<br />

ayrımıyla bu yoldaki diğer bir kilometre taşıdır. İletişim çalışmalarında etken izleyici yaklaşımıyla çalışan<br />

önemli isimler; kültürel çalışmalardan Hall, Morley, Fiske ve Ang ve Radway gibi bazı feminist<br />

araştırmacılardır.<br />

İzleyicinin yorumlayıcı etkinliğine yönelik olan postyapısalcı yaklaşımlarda, genellikle Frankfurt<br />

Okulu’nun medya izleyicisini kültür endüstrilerinin ‘pasif kurbanları’ olarak gören kültürel<br />

kötümserliğine yönelik güçlü bir eleştiri vardır. Yine medya metinlerini postyapısalcı yaklaşımla<br />

inceleyen çalışmaların, “medyanın izleyiciye ne yaptığını” sorgulayan etki çalışmalarından farklı olarak,<br />

“izleyicinin medyayla ne yaptığını” sorgulayan kullanımlar ve doyumlar yaklaşımından ilham aldıkları<br />

söylenebilir.<br />

<br />

141


Hall ve Çoklu Okuma<br />

“Etken izleyici” ve “çoklu okuma” kavramları iletişim alanında, “Kültürel Çalışmalar” yaklaşımının<br />

ortaya attığı kavramlardır. Özellikle çoklu okuma kavramı Kültürel Çalışmalar’ın yaşayan en önemli<br />

temsilcisi Stuart Hall’a aittir. Etken izleyici ve çoklu okuma kavramları medya metinlerinin tüketimiyle<br />

ilgilidir. Kültürel Çalışmalar başlangıçta “İngiliz Kültürel Çalışmaları”, olarak Birmingham Çağdaş<br />

Kültürel Çalışmalar Merkezi’yle birlikte tanınmıştır.<br />

Stuart Hall ilk kez 1980’de yayınlanan “Kodlama Kodaçma” (Encoding Decoding) isimli<br />

makalesinde, iletişimde daha çok anadamar ilk çalışmalarda öne sürülen, iletişimin gönderenden alıcıya<br />

doğru olan doğrusal boyutuna yeni yorum getirmiştir. Hall bu çalışmasında iletişim sürecinin döngüsel<br />

(dairesel) olup, gönderenden alıcıya olduğu kadar, alıcıdan da gönderene doğru olduğunu ortaya<br />

koymuştur. Yine “Kodlama Kodaçma” makalesinde Hall, anlamın gönderen tarafından kodlandığı<br />

biçimde açılabileceği gibi, kodlandığından daha farklı anlam oluşumlarıyla açılabileceğini öne sürmüştür.<br />

Hall, çoklu okuma üst başlığında kavramsallaştırdığı üç çeşit okuma şeklinin varlığından söz eder: Hakim<br />

okuma, tartışmalı okuma ve karşıt okuma.<br />

Hakim okuma, medya metinlerinin izleyici tarafından metinleri üretenlerin kodladığı niyetle kod<br />

açımını yapmasıdır. Tartışmalı okuma, kodlanan niyetlerin bir kısmının kodlandığı niyetle, bir kısmının<br />

ise tartışmalı olarak okunmasıdır. Karşıt okumada ise, metni üretenlerin kodladıkları niyetlerin karşıt bir<br />

bakış açısıyla kod açımı yapılır. Etken izleyici ise, medya metinleri üstünde tartışmalı ve karşıt okuma<br />

yapabilen ve kendi anlamını üretebilen izleyicidir. Zaten Hall düşüncesinde anlam üretimi bir göstergeler<br />

ve mücadele alanıdır. Anlamlar izleyiciye verilmez, anlamı izleyici kendisi üretir.<br />

Hall medya iletilerinin güç/iktidar sahiplerince kodlanması ve karşıt olarak kodlanmasının ideolojik<br />

önemi üzerinde durur. Bu bağlamda medya profesyonellerini, güç/iktidar sahiplerinin (birincil<br />

tanımlayıcılar) tanımlarına başvuran ikincil tanımlayıcılar olarak kavramsallaştır. Hall’a göre medya<br />

hakim toplumsal güç/iktidarı ve eşitsiz ilişkileri yeniden üreten bir kurumdur. Hall’un medyayı böyle<br />

tanımlaması neo-marksist düşünür Louis Althusser’in düşüncelerine dayanmaktadır.<br />

Althusser medyayı kapitalizmin yeniden üretimini sağlayan ideolojik bir kurum olarak görür. Ancak<br />

Hall’un medya analizi aynı zamanda Gramsci’nin hegemonya/karşı- hegemonya, rıza ve direnç<br />

kavramlarına dayanır. Gramsci kapitalizmin 20. yüzyıldaki gücünü zora dayalı bir sistem olmaktan ziyade<br />

toplumun rızasını sağlayan bir hakim ideoloji üreterek (hakim hegemonyayı inşa ederek), kendini yeniden<br />

ürettiğini öne sürmüştür. Ancak Avrupalı bir sosyalist olarak kapitalizmin kendini hakim bir hegemonya<br />

olarak kurmasına karşın, sosyalist mücadelenin karşı hegemonya üretmesi gerektiğini savunmuştur.<br />

Gramsci’nin sınıf merkezli yaptığı hegemonya/karşı-hegemonya kavramsallaştırması, Kültürel Çalışmalar<br />

ve Hall tarafından sınıf, etnisite, toplumsal cinsiyet, ırk gibi eşitsiz güç ilişkilerini içerecek şekilde<br />

genişletilmiştir. Medya ve kültür endüstrileri hakim hegemonyanın kurulmasında ve karşı-hegemonyanın<br />

inşasında çok önemli kurumlardır.<br />

Hall’un tartışmalı ve karşıt okuma yapabilen etken izleyici kavramları, karşı-hegemonya ve iktidara<br />

karşı gösterilebilecek direnç kavramlarından hareketle oluşturulmuştur. Hall’a göre toplumun hakim<br />

değerlerinden hareketle kodlanan metinlerin, toplumun çoğunluğu tarafından hakim okumayla, yani<br />

kodlayıcıların niyetleri doğrultusunda okuyacağını fakat bu alanın hegemonya ve karşı-hegemonyanın ve<br />

dolayısıyla mücadelenin alanıdır. Hall’un kavramsallaştırdığı bu okuma biçimleri izleyicinin etken<br />

okumalarıdır. Hall’un medya metinlerinin çoklu okunması kavramı, izleyici merkezli odak grup ve<br />

etnografik çalışmalar için de bir başlangıç noktası olmuştur.<br />

Morley ve Etken İzleyici<br />

David Morley’in etken izleyici yaklaşımı Stuart Hall’un “kodlama-kodaçma” çalışmasına dayanır.<br />

Morley özellikle televizyon izleyicisinin yorumlama kapasitesi ve yorumlama bağlamlarına<br />

yoğunlaşmıştır. Morley’e göre izleyici kendi aralarında farklılığı olmayan bireylerden oluşan bir<br />

homojen kitle değil, herbiri kendine özgü tarihsel ve kültürel geleneği olan, birbirine geçmiş pek çok alt<br />

kültür gruplarının toplamıdır.<br />

142


Morley’in çalışmalarıyla birlikte, iletişim çalışmalarında etnografik yöntem, katılımlı gözlem ve<br />

derinlemesine görüşme teknikleri kullanılmaya başlanmıştır. Etnografik yöntem ve katılımcı gözlem<br />

tekniği ile izleyicinin ortamı (medya ürünlerini tükettiği) ve ortamdaki diğer insanlarla etkileşimi<br />

gündeme gelmiştir. Diğer yandan Morley’in izleyici araştırmaları, medya metinlerinin sadece tüketim<br />

aşamasına yoğunlaşıp, bu tüketimin üretimle ilişkisini kurmadığı için eleştirilmiştir.<br />

Morley’in ses getiren ilk çalışması “Nationwide” (1980)’dır. Bu çalışmada Morley, güncel olaylarla<br />

ilgili popüler bir televizyon programı olan Nationwide üstüne çalışmıştır. Morley önce bu programın<br />

içerik analizi yapmıştır. Morley’in yaptığı içerik analizinin sonucuna göre, program ulusal birlik mesajları<br />

vermektedir ve sınıf çelişkilerinin üstünü örten bir söyleme sahiptir. Ardından Morley farklı eğitim, yaş,<br />

cinsiyet ve meslek gruplarına dahil 29 odak grup oluşturmuştur. Bu gruplar arasında hakim okuma<br />

yapanlar; orta sınıf banka ve yayıncılık yöneticileri ve işçi sınıfından lise öğrencileri ve çıraklardır.<br />

Tartışmalı okuma yapanlar; orta sınıf öğretmen okulu öğrencileri, sanat eğitimi öğrencileri, fotoğraf<br />

eğitimi öğrencileri ve işçi sınıfından sendika çalışanlarıdır. Karşıt okuma yapanlar; işçi sınıfından siyahi<br />

öğrenciler ve mağazalarda çalışan sendika temsilcileridir. Morley bu çalışmasında işçi sınıfı okumalarının<br />

hakim, tartışmalı ve karşıt olabileceğini bulgulamıştır. Diğer bir deyişle, sınıf çelişkilerinin üstünü örten<br />

bir içeriğe sahip olan Nationwide televizyon programı, işçi sınıfına ait olan grupların tümü tarafından<br />

karşıt ve tartışmalı okunmamıştır. Morley’e göre tartışmalı ve karşıt okuma yapan sendika üyelerinin<br />

Nationwide televizyon programını okuması, sendikanın söylemine paraleldir ve bu okumalar sınıf<br />

konumlarıyla açıklanamaz.<br />

Morley’in “Aile Televizyonu: Kültürel Güç ve Eviçi Boş Zaman” (Family Television: Cultural Power<br />

and Domestic Leissure) (1986) çalışması, “Nationwide” çalışmasından daha gelişkin bulunmaktadır.<br />

Morley “Aile Televizyonu” çalışmasında seçtiği gruplarla evlerde etnografik yöntemle görüşmeler<br />

yapmıştır. Morley bu çalışmasında şöyle bir hipotez kurmuştur: “Nationwide çalışmasında tartışmalı ve<br />

karşıt okuma yapan sendika üyelerinin muhalifliği, daha ailevi bir ortamda yoğunluğunu kaybedecektir”.<br />

“Aile Televizyonu” çalışması 1985 yılında İngiltere’de, işsiz, işçi sınıfı ve orta sınıf 18 beyaz aile ile<br />

gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmada Morley, televizyon izleme etkinliği ile toplumsal cinsiyet arasında bir<br />

ilişki saptar. Erkekler televizyonu daha kendilerini vererek izlemekte; ancak kadınlar ev içi<br />

sorumluluklarından dolayı dağınık duygular ve suçluluk hisleriyle izlemektedir. Diğer bir deyişle kadınlar<br />

televizyon izlediklerinde, ev işlerini ertelemekten ya da yapmamaktan dolayı suçluluk hissetmekteler.<br />

Morley bu nedenle kadınların ev işi yaparken televizyon seyretmeyi tercih ettiklerini saptamıştır.<br />

Morley’in diğer bir bulgusu ise, görüşülen ailelerin çoğunda evin yetişkin erkeklerinin, diğer aile<br />

bireylerinin televizyon izleme pratikleri üzerinde denetim sahibi olmasıdır.<br />

Morley, Nationwide ve Aile Televizyonu çalışmalarıyla, iletişim alanında<br />

ne tür veri toplama tekniklerinin ve yöntemlerinin gelişmesine katkıda bulunmuştur?<br />

Fiske ve Etken İzleyici<br />

Morley’in çalışmalarından etkilenen John Fiske’nin önde gelen çalışmaları “Televizyon Kültürü”<br />

(Television Culture) (1987), “Popüler Kültürü Okumak” (Reading the Popular) (1989) ve “İktidar<br />

Oyunları ve İktidarın İşleyişi” (Power Plays Power Works) (1993)’dir. Fiske’nin çalışmaları izleyicinin<br />

medya metinleri karşısında “etken” olduğu varsayımına dayanır. Fiske düşüncesinde anlamın inşa<br />

edilmesinde ne metin ne de izleyici öncelikli bir öneme sahiptir. Fiske’ye göre “bir medya metni<br />

okunduğu anda bir metin olur”.<br />

Fiske’nin metin-izleyici ilişkisiyle ilgili geliştirdiği kavramların bazıları televizyon metinleri ile<br />

ilgilidir. Bu kavramlardan bir tanesi açık metin/kapalı metin ikiliğidir. Açık metin izleyicinin farklı<br />

anlamlandırma ve müzakerelere açık olması, kapalı metin ise potansiyel anlamların hakim okuma lehine<br />

kapanmasıdır. Fiske’ye göre televizyon yayınları sadece bir program değil, aynı zamanda<br />

göstergebilimsel bir deneyimdir.<br />

143


Fiske’nin diğer bir kavramı Barthes’ın yazarsıl ve okurcul metin ayrımından geliştirdiği, yapımcıl<br />

metin (producerly text) kavramıdır. Fiske’ye göre televizyon programları açık metinlerdir ve çok<br />

anlamlıdır. Yapımcıl metin, izleyicinin televizyon metinlerinden ürettiği anlamları işaret eder.<br />

Fiske’nin metin-izleyici ilişkisi üstüne kullandığı diğer bir kavram da, “Hall ve Çoklu Okuma”<br />

bölümünde değinilen dilbilimci Kristeva’nın metinlerarasılık (intertextuality) kavramıdır.<br />

Metinlerarasılık metnin hem yazılırken hem de okunurken, anlamın diğer metinlere başvurularak<br />

biçimlendirilmesidir. Metni yazan kişi başka metinlerden alıntı yaparken, metni okuyan izleyici de metni<br />

anlamdırırken başka başka metinlere başvurur. Böylelikle bir metin kendi başına bir anlam taşımaktan<br />

ziyade, diğer metinlerle olan ilişkileriyle anlam kazanır.<br />

Metinlerarasılık yatay ve dikey olarak kavramsallaştırılmaktadır. Yatay metinlerarasılık, aynı tür<br />

metinler (örneğin televizyon dizileri gibi) arasında cinsiyet, karakter ve içerik olarak birbirine<br />

göndermede bulunulmasıdır. Dikey metinlerarasılık ise, anlam oluşumunda farklı türden metinlerle<br />

kurulan ilişkidir. Örneğin televizyon dizisi ile gazete yazısı ya da bir sinema filmi arasında kurulan ilişki<br />

gibi.<br />

Medya metinlerinin izleyici tarafından okunması ve metinlerarasılık kavramıyla ilgili şöyle örnekler<br />

verilebilir: Bir reklam filminin tanınmış bir filme, örneğin Baba filmine göndermede bulunulması.<br />

Örneğin bir reklam filminde 68 kuşağına gönderme yapılması. Böyle yapıldığında reklamı yapılan ürünün<br />

imajı, ancak 68 kuşağının imajıyla birlikte ancak okunabilir.<br />

Yine bir sinema filminde edebi metinlere ya da daha önce çekilmiş başka filmlere göndermede<br />

bulunabilir. Örneğin bir filmde Goethe’nin Faust ya da Shakespeare’in Romeo ve Juliet eserine gönderme<br />

yapılabilir. İzleyici bu filmi izlerken bu göndermenin farkına varır ve göndermede bulunulan eserin de<br />

anlamını bilirse, yapacağı okuma daha farklı olacaktır. İzleyici burada Romeo ve Juliet eserine yapılan<br />

göndermeyle ilgili, bu filmin senaristi ya da yönetmeni ile aynı anlamı paylaşmak zorunda değildir.<br />

Filmin senaristi bu esere gönderme yaparken bir anlam oluşturur. Ancak izleyici filmi izlerken aynı esere<br />

göndermede bulunarak kendi anlamını inşa ederken, senaristle aynı anlamı oluşturabilir de<br />

oluşturmayabilir de. Çünkü metinler aynı referans noktalarından hareket edilse de farklı farklı<br />

anlamlandırılabilir.<br />

Fiske düşüncesinde izleyici tarafından anlam oluşturulması, aynı zamanda medya metinleri ya da<br />

popüler metinler karşısında bir direnme olasılığıdır. Fiske özellikle popüler kültür metinlerinin tartışmalı<br />

ve karşıt okumasının, hakim kültüre karşı bir direnme oluşturacağını ileri sürmektedir. Fiske popüler<br />

kültür ürünlerinin çoklu okunmasıyla, hakim kültüre karşı direnç oluşacağı tezini “İktidar Oyunları<br />

İktidarın İşleyişi” (1993) çalışmasında ortaya koymuştur. Morley’de izleyicilerin medya metinlerini<br />

çoklu okuyarak etken olması, güç/iktidar anlamına gelmezken, Fiske bu konuda çok iyimserdir ve en çok<br />

bu iyimser tavrı eleştirilmiştir. Fiske bu iyimserliğini De Certeau’nun “gerilla taktikleri” kavramına<br />

dayandırmaktadır.<br />

De Certeau’ya göre egemenlere karşı gündelik hayatta işletilebilecek bazı gerilla taktikleri vardır.<br />

Örneğin işyerinde çalışırken iş zamanı içinde aşk mektubu yazmak için zaman ayırmak gibi. Burada zayıf<br />

güçlünün alanını işgal etmekte ve araçsal bir zamanı aşk mektubu yazarak yaratıcı bir zamana<br />

dönüştürmektedir. Fiske, De Certeau’dan hareketle, güçlünün egemenliğindeki kültür endüstrilerinden<br />

çıkan ürünlerin, zayıf tarafından işgal edilip, dönüştürülebileceğini savunmaktadır. Fiske popüler kültür<br />

ürünleriyle ilgili o çok bilinen “kot yırtma” etkinliğini örnek olarak verir: Fiske’nin düşüncesinde yırtık<br />

kot giyme egemen Amerikan değerleri karşısında bir direniştir.<br />

Fiske ve De Certeau’ya göre medeniyetin temel çelişkilerinden birisi, sistemin ürettiği enformasyon<br />

oranı arttıkça, iktidarların bu enformasyonun nasıl tüketildiği ve yorumlandığı konusunu<br />

denetleyememeleridir. Buradan hareketle Fiske’ye göre popüler kültür, zayıf olanın simgesel taktikleri ile<br />

gerçekleşen açık, akışkan ve değişken bir kültürdür. Diğer bir deyişle de medya metinlerinin içinde<br />

ağırlıklı olarak yer aldığı popüler kültür metinleri bir mücadele alanıdır. Buradan hareketle popüler kültür<br />

metinleri hem hakim güç/iktidarın kurulabileceği metinlerdir, hem de bağımlı konumdaki öznelerin<br />

hakim güç/iktidara karşı koyabileceği ve direneceği metinlerdir.<br />

144


Fiske’nin bu görüşlerini örnekleyelim: Popüler kültür ikonu Madonna’nın yeni bir CD’sini satın<br />

aldığımız anda, o ürün kapitalist değerlerden sıyrılmış olur. Böyle yorumlandığında Madonna’nın müziği<br />

yalnızca kapitalist kültür endüstrileri tarafından üretilmiş standartlaşmış bir ürün değil, aynı zamanda<br />

gündelik hayatın kültürel bir kaynağıdır.<br />

Fiske anlamın oluşumu için üç metinsellik düzeyinin irdelenmesi gerektiğini savunur ve üç<br />

metinsellik düzeyini popüler kültür ikonu Madonna örneği ile açıklar. İlk düzeyde bir medya olayı olarak<br />

Madonna’nın yeni çıkan bir albümüyle birlikte üretilen kültürel biçimler vardır. Bunlar Madonna’nın yeni<br />

albümüyle ilgili konserler, kitaplar, posterler ve kliplerdir. Bir sonraki düzeyde Madonna’nın yeni<br />

albümüyle ilgili çeşitli yorumlar sunan popüler dergi ve gazetelerde çıkan yazılar, televizyon ve radyoda<br />

yayınlanan pop müzik programlarında yapılan konuşmalar yer alır. Fiske’nin en dikkate değer bulduğu<br />

son metinsellik düzeyinde ise, Madonna’nın nasıl gündelik hayatımızın bir parçası haline geldiğinin<br />

analizi yer alır.<br />

Fiske’nin gazete metinleri konusunda da düşünceleri vardır. Fiske’ye göre popüler basın, tıpkı<br />

Madonna örneğindeki popüler kültür metinleri gibi akışkan, değişken ve zayıf olanın taktiklerine açıktır.<br />

Popüler basın skandal haberleriyle okuyucuların katılımlarını teşvik ederek, onların yazarsıl bir metin<br />

üretmelerini sağlar. Fiske’ye göre daha ciddi bulunan fikir basını inanç üretirken, popüler basın katılım<br />

üretir (fikir basını tasarım olarak renksiz ve içerik olarak da hem haberleri arka planıyla verir hem de<br />

magazinel ve sansasyonel haberlerden uzak durur. Popüler basın ise tasarım olarak renklidir. İçerik olarak<br />

ise haberleri fikir basınına göre daha yüzeyseldir ve magazin ve sansasyonel haberlere daha fazla ağırlık<br />

verir). Fiske’ye göre popüler basın haber ile eğlence arasındaki karşıtlığı yıkar ve haber okumayı daha<br />

eğlenceli ve üretken bir etkinlik haline getirir. Böylece okuyucu/izleyici de daha etken hale gelmiş olur.<br />

Fiske’nin izleyicinin etkenliği ve hakim sisteme popüler kültürle direnme konusundaki iyimserliği<br />

tartışılan ve eleştirilen yönlerini oluşturmaktadır.<br />

İletişim çalışmalarında “etken izleyici” kavramından ne anlıyorsunuz?<br />

Bu konuda çalışan önemli isimler kimlerdir?<br />

Feminist İzleyici Çalışmaları<br />

Feminist izleyici çalışmalarının öne çıkan isimleri Ang’in (1985) “Dallas” dizisine ilişkin araştırması,<br />

Radway’in (1994) popüler aşk romanları üstüne yaptığı izleyici çalışması ve Hobson’un “Crossroads”<br />

(1980) çalışmasıdır.<br />

Ang’in Amerikan dizisi Dallas’la ilgili çalışması “Dallas’ı İzlemek” (1985)’tir. Ang, Hollanda’da bir<br />

kadın dergisine ilan vererek, kendisinin diziyi izlemekten zevk aldığını ve diziyi izleyen diğer<br />

izleyicilerin görüşlerini kendisine iletmesini duyurur. Ang bu çalışmada temel olarak izleyicinin diziden<br />

aldığı hazzı yorumlar ve kendi aldığı hazla birlikte dizinin popülerliğini açıklamaya çalışır. Ang’e göre de<br />

bir metin (text) dünyayı yansıtmaz, onu üretir.<br />

Ang’in Dallas’la ilgili temel bulgularından birisi, izleyicide katılım duygusu yaratmasıdır. İzleyicinin<br />

dizinin kahramanları J. R., Sue Ellen, Pamela ve Bobby’nin dünyalarına kapılması, “kavga, entrika,<br />

sorunlar, mutluluk ve ızdırap” gibi yaşam deneyimleriyle özdeşleşmesinin sonucudur. Bazı izleyiciler,<br />

Dallas’ın dünyasını duygusal açıdan gerçekçi buldukları için izlediklerini belirtmişlerdir.<br />

Ang bu çalışma ile izleyicinin, bir Amerikan dizisinin Hollanda’da özellikle kadın izleyiciler<br />

tarafından neden beğenildiğini ve izlendiğini araştırırken, kültürel emperyalizm tezini de sorgulamış ve<br />

izleyicilerin medya metinleriyle kurdukları katılımcı ve anlam üreten okumalarını ortaya koymuştur.<br />

Ang’e göre diziyi kültürel emperyalizm (gelişmiş kapitalist devletlerin kendi kültürel ürünlerini,<br />

gelişmemiş ülkelere doğru yayması, hakim kılması anlamına gelen Markist yorum) açısından eleştirenler,<br />

izleyicilerin diziden aldıkları haz ile ve dolayısıyla da dizinin neden popüler olduğu sorusuyla<br />

ilgilenmemiştir.<br />

Kültürel Çalışmalar’dan Hobson, hem metinler hem de izleyiciler üstüne yoğunlaşmıştır. Hobson,<br />

“Crossroads” (1982) isimli çalışmasında bir İngiliz dizisini incelemiştir. Hobson bu diziyle ilgili olarak<br />

145


yaptığı metin analizlerine ek olarak, metnin üreticileri olan metin yazarı ve yapımcılarla ve metni tüketen<br />

izleyiciler ile derinlemesine görüşmeler yapmıştır. Hobson “Ev Kadınları ve Medya” (1980) isimli<br />

çalışmasında ise, ev kadınlarının medya kullanımıyla ilgili görüşmeler yapmıştır. Hobson yaptığı bu<br />

çalışmada, ev kadınlarının radyo ve televizyon metinlerini ev işi yaparken ve çocuklarıyla ilgilenirken<br />

tükettiklerini bulgulamıştır. Bu çalışmada Hobson ayrıca radyo metinlerini de incelemiş ve radyodaki<br />

diskjokeyin ev kadınları için “destekleyici bir arkadaş” gibi hissedildiğini ve radyo metinlerinin ev içi<br />

kadınlık rollerini pekiştirici bir içeriğe sahip olduğunu tespit etmiştir.<br />

Radway de popüler aşk romanları metinlerini, kadın okuyucuların nasıl anlamlandırdığını araştırmış<br />

ve onlarla derinlemesine görüşmeler yapmıştır. Radway’in yaptığı derinlemesine görüşmelerden çıkardığı<br />

sonuç şöyledir: Kadın okuyucular romantik aşk romanlarını simgesel bir ‘kadın zaferi’ olarak<br />

yorumlamaktadır. Çünkü aşk romanlarının başlangıcındaki soğuk, mesafeli ve yalnız adamlar, romanların<br />

sonunda şefkatli, koruyucu ve ‘kadınsı’ hale gelmektedir. Zaten bu anlatıya sahip olmayan romanları<br />

kadın okuyucular yarım bırakmakta ya da arkadaşlarına tavsiye etmemektedir. Yine Radway’in yaptığı<br />

derinlemesine görüşmelerde; aşk romanı okuyan kadınların, kendilerini disiplin altına almaya çalışan<br />

ataerkil düzen içinde, bu romanlarda kendilerine duygusal destek bulduklarını belirttiği görülmektedir.<br />

Radway’in görüştüğü kadınlar, “aşk romanı okumayı” ataerkil düzen içinde tanımlanmış ev içi<br />

sorumluluklarına karşı bir tür ‘bağımsızlık’ olarak yorumlamışlardır.<br />

BAUDRİLLARD VE GÖSTERGELER<br />

Fransız düşünür Jean Baudrillard postmodern olarak adlandırılan 1970 sonrası Batılı toplumlardaki<br />

değişimleri hipergerçeklik, simülasyon ve simülark gibi bazı metaforlarla açıklamaya çalışmıştır.<br />

“Sanayi ötesi toplum” olarak da adlandırılan postmodern dönem, Baudrillard için göstergeler çağıdır.<br />

Baudrillard 1970’li yıllarda hocası Roland Barthes’ın izinde tüketim toplumu, moda ve medya<br />

göstergeleri üstüne yoğunlaşmıştır. Bu döneme ait çalışmaları “Nesnelerin Sistemi” (1968) ve “Tüketim<br />

Toplumu” (1970)’dur. Bu çalışmalarda gündelik hayatın metalaşması konusu, göstergebilime dayalı<br />

olarak çalışılmıştır.<br />

Baudrillard ve Postmodernizm<br />

Baudrillard’ın 1980 sonrası çalışma konuları olan hipergerçeklik, simülasyon ve simülark kavramları, onu<br />

“postmodern düşünürler” arasına yerleştirmiştir. Postmodernizm kavramı, kültürel kuram alanında<br />

modernist sanat biçimleri ve pratiklerinden koptuğu iddia edilen bir dizi kültürel eseri tanımlayan mimari,<br />

edebiyat, resim, sinema vb. alanlarda yeni biçimleri işaret etmek için kullanılmaktadır. Ancak<br />

postmodernizm üzerinde uzlaşılmış bir kavram değildir.<br />

Toplumsal kuram alanında da postmodernizm kavramı kullanılmaktadır. Toplumsal kuram alanında<br />

postmodernizm; Aydınlanma Felsefesi, pozivitizm ve Marksizmin evrensel değerlerine ve ilerleme<br />

anlayışına bir karşı çıkış olarak tanımlanmaktadır. Yani toplumsal kuramda postmodernizm, hem<br />

Aydınlanma Felsefesi’nin, hem de Marksist kuramın bütüncül ve evrensel yaklaşımlarını eleştirmektedir.<br />

Diğer yandan toplumsal kuramda postmodernizm, 20. yüzyılda araçsal aklın (sistemin amaçlarına hizmet<br />

eden akıl), eleştirel aklın (varolan sistemi ve değerlerini sorgulayan akıl) önüne geçtiğini ve atom<br />

bombası örneğinde olduğu gibi tahripkâr bir şekilde çalıştığını öne sürmektedir.<br />

Postmodernizm kelimesindeki “post” ön eki, “sonra” anlamına<br />

gelmektedir. Bu bağlamda postmodernizm kavramı, “modernizm sonrası” anlamına<br />

gelmektedir. Bazı sosyal bilimciler ve sanatçılar, “modernizm sonrası” anlamına gelen<br />

postmodernizm kavramını kabul etmemekte; modernizmin sürdüğünü düşünmektedir.<br />

Postmodernizm kavramsallaştırmasına katılmayan araştırmacıların, bir kısmı kavramı<br />

post-modern (tire kullanarak) şeklinde kullanmaktadır.<br />

Baudrillard’ın da ilgilendiği sosyal bilimlerle ilgili olarak postmodernizmin öngörüleri şöyledir:<br />

Sosyal bilimler Batı’da hem hükümetlere ve iş çevrelerine projeler hazırlayıp, hem de bilginin<br />

evrenselliğini savunarak ikiyüzlülük etmektedir. Batı merkezli sosyal bilimler iki ilkeye dayanmaktadır:<br />

(1) Sosyal bilimler kanunlara sahip olmalıdır, (2) Sosyal bilim toplumsal gelişmeye ve ilerlemeye hizmet<br />

etmelidir. Bu iki ilke, iki karşıt kamp olan pozitivizm ve Marksizm için de geçerlidir. Postmodernizm<br />

insana ilişkin bilginin, genel yasalara bağlanmasına ve araçsallaşarak “sözde” toplumsal ilerleme için<br />

146


hizmet vermesine karşı çıkar. Postmodernizm, pozitivizmin yasalara bağlanmış bilgi ile toplumsal<br />

ilerlemenin gerçekleşmesi fikrine katılmamaktadır.<br />

Aydınlanma Felsefesi Ortaçağ Avrupası’nda kilise kurumunun günlük<br />

hayatı dinsel kurallara göre belirlenmesine karşın, bireyin bu dünyadaki mutluluğunu ve<br />

aklını ön plana çıkaran düşünce sistemidir. Pozivitizm ise toplumların da doğa gibi<br />

yasaları olduğunu ve sistematik olarak çalışılmasını öne süren ve kapitalizmi bir sistem<br />

olarak onaylayan bilim felsefesidir. Marksizim de kapitalist sistemin emekçilerin ürettiği<br />

artık değere el koyan bir sömürü sistemi olduğunu öne süren bilim felsefesi ve<br />

ideolojinin adıdır.<br />

Postmodernizm Marksizmi ise, fazla “ekonomik temelli” olmasından dolayı eleştirir. Postmodernizm,<br />

Marksizmi toplum bilimi olarak ekonomik temelli sınıf çıkarlarından yola çıktığı için ve ırk, yaş,<br />

toplumsal cinsiyet, etnik köken ve hetereoseksüel olmayan cinsel kimlikler ayrımına dayanan toplumsal<br />

ve politik dinamikleri yok saydığı için de eleştirmektedir.<br />

Baudrillard’a göre de modernitenin sınıf ve sınıf çatışmasını öne çıkaran kuramları, postmodernite<br />

çağında içe doğru patlayarak (implosion) anlamlarını yitirmektedir. Çünkü artık kitleler sınıf eylemliliği<br />

içinde değil, “olağanüstü uyumluluk” (hyperconformity) aşamasında yaşamaktadırlar. Baudrillard’a göre<br />

kitleleri böylesine uyumlu bir “sessiz çoğunluk” haline getiren temel motivasyon; medya devrimi sonucu<br />

oluşan enformasyon ve göstergelerin aşırılığıdır. Postmodern çağda gerçeklik medya tarafından kodlanan<br />

göstergeler aracılığı ile oluşturulur. Göstergeler aracılığı ile oluşturulan hipergerçekliktir.<br />

Bazı yaklaşımlar postmodernizmi, özellikle kültürel bir hareket olarak görmektedir. Örneğin<br />

reklamların son dönemde hedeflediği tüketicinin yaşam tarzı gibi unsurlar, postmodern süreçle de yakın<br />

ilişki içinde değerlendirilmektedir. Tüketim sürecinde bireyin karşı karşıya olduğu her tüketim nesnesi,<br />

aynı zamanda onun yaşam tarzında potansiyel olarak sembolik düzeyde bir etkileşim unsuru olarak<br />

değerlendirilir. Bu anlamda tüketim kültürü postmodern bir kültür olarak da tanımlanmaktadır. Bu kültür<br />

içerisinde tüketici bireyin sadece üzerine giydiği elbiseleri ile değil, oturduğu evi, bindiği otomobili,<br />

mobilyaları ve bunları kullanımı ile birlikte ortaya çıkan farklılık kanısı söz konusudur. Bu farklılığa<br />

anlam kazandıran ise sadece bireyin kendisi olmaktan ziyade, aynı zamanda içinde yaşamakta olduğu<br />

tüketim toplumunun göstergesel karakteridir.<br />

Postmodernizm hakkında ayrıntılı bilgi için şu kitaba başvurulabilir:<br />

Şaylan, Gencay (2002). Postmodernizm (2. Baskı), Ankara: İmge Yayınevi.<br />

Göstergeler ve Tüketim Toplumu<br />

Baudrillard, “Tüketim Toplumu” çalışmasında mal ve hizmetlerin değişim değerlerinin, bir “göstergeler<br />

hiyerarşisi” tarafından belirlendiğini savunur. Diğer bir deyişle, tüketim toplumunda mal ve hizmetler,<br />

simgesel değerleriyle alınıp satılırlar. Baudrillard’a göre mal ve hizmetlerin tüketilebilmesi için, gösterge<br />

haline gelmesi gerekir. Tüketim toplumunda ihtiyaç bir nesneye değil, nesneler arasındaki simgesel<br />

farklılıklara duyulur.<br />

Baudrillard metaya, toplumsal değerlerin bir aracı ve kamusal söylemin bir modeli olarak yaklaşır.<br />

Buna göre nesnenin metaya dönüşümü; onun bir değişim değeri olarak ölçülebilen ve diğer değişim<br />

değerleri ile mübadele edilebilen bir nitelik göstermesinden çok, onun bir gösterge oluşundan<br />

kaynaklanmaktadır. Başka deyişle ona göre nesne, kendi varlığından dolayı değil, bir gösterge olduğu için<br />

meta özelliği göstermektedir. Baudrillard burada metanın ya da nesnelerin belirli gerçeklikleri<br />

gösterdikleri bir sistemden söz etmez. Tam tersine burada modern anlamda metaların aslında belirli bir<br />

gerçekliği “temsil etmesi” bile söz konusu değildir. Bir gösterge olarak meta, sürekli olarak toplumsal<br />

alanı tüketmektedir. Baudrillard, boş zamanın tüketim eylemi ve medya yoluyla manipüle edilmesi<br />

konusu üzerinde durur. Burada metaların klasik ekonomik değişim değerinin ötesinde, göstergesel<br />

değişim değeri ile dayattıkları ya da ikna yoluyla dolaylı toplumsal koşullanma yarattıkları, yeni bir<br />

düzen söz konusudur. Baudrillard bu konuda ilkel toplumlar örneğine kadar giderek, onlarda bile yöneten<br />

sınıfların sırf lüks ve israf yoluyla bile nesnelere belirli anlamlar yüklendiğini vurgulamaktadır.<br />

147


Hipergerçeklik, Simülasyon ve Simülakra<br />

Baudrillard postmodern dönemdeki bireyin medya ile ve özellikle de televizyon ile kapsanmış yaşamını<br />

ve bu yaşamın “gerçekliğini” sorgular. Postmodern dönemde birey artık o kadar yoğun bir şekilde medya<br />

göstergeleri, taklitler ve temsil süreçleriyle çevrilmiştir ki, Baudrillard’a göre medya tarafından<br />

oluşturulan bu kod düzeni bireyin yeni gerçekliğidir. Medya tarafından oluşturulan bu kod düzeninin adı<br />

hipergerçekliktir. Bu kod düzeni içindeki göstergelerin bir göndergesi yoktur. Diğer bir deyişle,<br />

Baudrillard’ın düşüncesinde medyanın kendi gerçekliği vardır, yani hipergerçeklik ve hipergerçekliğin<br />

reel yaşamdaki gerçekliği temsil etmesi söz konusu olmamaktadır.<br />

Türkçe’de “benzeşim” olarak da tanımlanan simülasyon, Baudrillard’da gösteren konumundaki<br />

görüntünün, gösterilen konumundaki nesnel gerçeği yansıtma niteliklerinin kaybolması ile ilgilidir. Artık<br />

bireyler gerçeğe bakarak modeli değil, kendilerine sunulan modele bakarak hipergerçekliği inşa<br />

etmektedir. Örneğin her insan için özlemi duyulan ev, yuva mekanları, gerçeklikten hareketle<br />

modellenmemekte; dergilerden, reklamlardan yani medya dünyasından alınan modellerle inşa<br />

edilmektedir. Hipergerçeklik medya uzamında oluşturulmuş bir kurgudur, ancak birey tarafından gerçek<br />

olarak yaşanmaktadır. Medya ya da televizyon tarafından kodlanan bu hipergerçeklik, insan ya da toplum<br />

yaşamıyla ilgili olguların taklididir. Bu taklit, Baudrillard tarafından simülasyon olarak adlandırılır.<br />

Burada reel yaşama dair gerçeğin simüle edilmesi söz konusudur. Bu simülasyonları bireyler “aşırılaşmış<br />

imajlar” olarak yaşarlar. İmajların ve enformasyonun çoğalması ile beraber kitleler “sessiz çoğunluk”<br />

haline gelirler ve bu da Baudrillard’a göre “toplumsalın sonu”dur. Bireylerin reel yaşama dair<br />

gerçekliklerinin, simülasyonlarla temsil edilen bir evrene dönüşmesini, Baudrillard simülakra olarak<br />

adlandırır. Bu evrende artık birey gerçeklikten izole şekilde hapsolmuş şekilde yaşar. Bunu sağlayan,<br />

bireye hipergerçeklik sunan medya ve özellikle televizyondur. Medyanın ve özellikle televizyonun<br />

görevi, bireyin tepki göstermesini, karılaştığı sorulara cevap aramasını önlemektir.<br />

Baudrillard’ın hipergerçeklik, simülasyon ve simülakra kavramları 1990 Körfez Savaşı örneği ile<br />

daha iyi anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi 1990 Körfez Savaşı tüm dünyaya, ABD kökenli CNN<br />

International televizyon kanalı tarafından aşırı örtük bir şekilde ve bir video oyuna benzer bir temsille<br />

sunulmuştu. Televizyonda savaş sürekli olarak karanlığı delen ışıklar ve teknoloji harikası bir oyun olarak<br />

aktarılmıştı. Bu video oyun gibi sunulan savaş görüntüleri arasında ölen ya da yaralanan insanlar yoktu.<br />

Oysa çok sonraları ortaya yanarak ölen insan fotoğrafları çıkmıştı. Savaş görsel bir imaj (simülasyon)<br />

olarak televizyondan evlerimize ulaştığı için, “çayımız, kahvemiz, kolamız ve cipsimiz eşliğinde<br />

izlediğimiz bir “hipergerçeklik” haline gelmişti. Savaşın ‘gerçekliği’ bir simülakra ağı (video oyun<br />

şeklindeki imajlar çokluğu) içinde bize ulaştığı için, bir hipergerçektir. Baudrillard’ın düşüncesini temsil<br />

eden diğer olgular Disneyland ve Amerika’nın kendisidir. Baudrillard düşüncesinde Disneyland ve<br />

Amerika, bir simülakralar ağından oluşan hipergerçekliktir. Baudrillard’ın kavramlarına haber<br />

bağlamında bakılacak olduğunda, haber metinlerinde bir temsil olduğu görülmektedir. Baudrillard<br />

düşüncesinde bu temsil, toplumsalın bir yansıması yerine, toplumsala ilişkin bir taklit, bir simülasyondur<br />

(Fiske’nin “haber metinleri gerçekliğin bir parçasını temsil ettiği için düzdeğişmeceseldir” önermesini<br />

burada hatırlamak faydalı olacaktır).<br />

Baudrillard’a göre 1990 Körfez Savaşı’nı, neden ve nasıl bir<br />

“simülasyon” olarak izledik?<br />

Baudrillard gerçeklik ve onun simülakrası açısından tarihsel bir dönemleme yapar. Birinci Simülakra<br />

Çağı Rönesans’la başlar. Rönesans’tan önce feodal dönemde katı hiyerarşik bir toplumsal düzen vardı.<br />

Bu toplumdaki grupların statü göstergeleri şeffaf ve belirgindir. Yani Ortaçağ’da bir kişinin giysilerine<br />

bakarak, onun toplumsal statüsünü kestirmek kolaylıkla yapılabilmektedir. Büyük toplumsal dönüşüm ve<br />

Rönesans’la birlikte tiyatro, moda, barok sanat gibi değişimler ve yenilikler aynı zamanda birer gösterge<br />

ağıdır ve bunlar feodalitenin göstergelerinin yerini almıştır. Birinci Simülakra Çağı ile birlikte<br />

simülasyonlar da başlamıştır. Örneğin feodal lordların sarayındaki mermer sütunlar taklit edilerek, yeni<br />

zenginlerin konaklarına mermer gibi gözüken alçı sütunlar yapılmıştır ve bunlar eski mermer sütunların<br />

simülasyonudur.<br />

148


İkinci Simülakra Çağı ise Sanayi Devrimi ile ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte nesneler,<br />

metalar sonsuz sayıda yeniden üretilebilmiştir. İkinci Simulakra Çağı’nda sanat eseri de mekanik olarak<br />

üretilebilmiş ve çoğaltılmıştır. Bu dönemde sonsuz sayıda nesneler, metalar ve reprodüksiyon sanat<br />

ürünleri simulark evrenini oluşturmuştur.<br />

Üçüncü Simülakra Çağı’nda (postendüstriyel/postmodern dönem), bilişim teknolojileri ortaya<br />

çıkmış, hizmet sektörü genişlemiş ve imajlar çoğalmıştır. Artık bir meta, nesne, olgu gösterge olarak<br />

karşımıza çıkmakta ve simule edilmektedir. Yeni bilişim teknolojileri ve medyayla artık her şeyin gerçeği<br />

bize birer gösterge ve imaj olarak kodlanarak ulaşmaktadır. Baudrillard düşüncesinde bu göstergeler ve<br />

imajlar kitlelere daha somut olarak televizyon ile ulaşmaktadır. Gündelik yaşamın gerçekliğini<br />

tanımlayan aynı gereklilikler, bugün hipergerçekliğin de alanına girmektedir. Hipergerçekliğin, bugün<br />

artık gündelik hayat gerçekliği ile rekabet eden bir seviyeye ulaşmakta olduğunu söylenebilir.<br />

149


Özet<br />

İletişim kuramlarında yapısalcı dilbilimsel ve<br />

göstergebilimsel yaklaşımlar; dilbilimci Saussure<br />

ve Jakobson, yapısalcı antropolog Levi-Strauss<br />

ve göstergebilimci Barthes ve Peirce’in<br />

çalışmalarına dayanır. Saussure, dil-söz ayrımı<br />

yapar. Dil, tüm toplumlarda ortaklıklar taşıyan bir<br />

yapı olarak kavramsallaştırılmıştır. Söz ise,<br />

konuşulan dildir. Saussure’e göre dildeki ortak<br />

kodlar, mantıka dayalı olarak değil, toplumsal<br />

uzlaşımlara dayalı olarak oluşturulmuştur.<br />

Saussure göstergebilime, gösteren ve gösterilen<br />

olarak ikiye ayırdığı gösterge ve gönderge<br />

kavramlarını kazandırmıştır.<br />

Levi-Strauss da çeşitli toplumların mitlerini,<br />

akrabalık ilişkilerini, yeme içme alışkanlıklarını,<br />

Saussure’ün dil kuramını temel alarak incelemiş<br />

ve “ortak yapıları” ortaya koymuştur. Levi-<br />

Strauss’un mit analizi, özellikle mitlerin ikili<br />

karşıtlıklıklara dayalı yapısı; medya metinlerinin,<br />

özellikle de reklam metinlerinin analizinde<br />

kullanılmıştır.<br />

Barthes, popüler kültüre ait yazılı ve görsel<br />

metinleri, göstergebilimsel analizle incelemiştir.<br />

Barthes, popüler kültürdeki çağdaş mitleri,<br />

özellikle ideolojik bulduğu için incelemiştir.<br />

Barthes’ın yapısalcı dönemine ait önemli<br />

kavramları düzanlam ve yananlam; S/Z<br />

çalışmasıyla da ortaya koyduğu önemli kavramlar<br />

okurcul metinler ve yazarsıl metinlerdir.<br />

Düzanlam metnin görünen anlamı, yananlam ise<br />

mitsel ve ideolojik anlamıdır. Okurcul metinler,<br />

daha pasif alımlanan, metnin kodlayıcının<br />

niyetiyle anlamlandırıldığı, görece kapalı<br />

metinlerdir. Yazarsıl metinler ise, okurun metni<br />

tekrar yazdığı, kodlayanın niyetinin dışında da<br />

anlamlandırılabildiği, metne katılabildiği, açık<br />

metinlerdir.<br />

Pierce’in göstergebilime kazandırdığı kavramlar<br />

ise; görüntüsel gösterge (ikon), belirtisel gösterge<br />

(indeks) ve simge’dir. Görüntüsel göstergenin en<br />

temel özelliği, işaret ettiği nesneyle benzerlik<br />

taşımasıdır. Belirtisel göstergede, göstergenin<br />

nesnesiyle doğrudan varoluşsal ve neden-sonuç<br />

ilişkisine dayalı bağlantısı vardır. Simge’de ise<br />

gösterge ve nesne arasında ne bağlantı ne de<br />

benzerli vardır. Simgenin anlaşılması, toplumsal<br />

uzlaşmaya dayalı olarak gerçekleşir.<br />

Jakobson’un eğretileme (metaphor) ve<br />

düzdeğişmece (metanomi) kavramları, özellikle<br />

görsel metinlerin analizinde kullanılmaktadır.<br />

Eğretileme, bir nesne, bir olay ya da bir olgunun;<br />

başka bir olay ya da olguyla yer değiştirmesidir<br />

ve imge yoğunlukludur. Düzdeğişmece ise, bir<br />

parçanın bütünü temsil etmesidir ve gerçeklik<br />

temsillerinde önemlidir.<br />

Postyapısalcılık, bireyin eylemlerini toplumsal<br />

yapının belirlediğini savunan yapısalcılığa karşı,<br />

bireyin etken eylemliliğini savunur.<br />

Postyapısalcılıktan etkilenen dilbilimsel iletişim<br />

çalışmaları; anlamın metinde olmadığını ve<br />

öznenin metne anlam verdiğini savunur.<br />

Postyapısalcı iletişim çalışmaları, bu bağlamda<br />

“etken izleyici” kavramını geliştirmiştir. Etken<br />

izleyici; medya metinlerini kodlandığı haliyle<br />

okuyabileceği gibi, kodlandığından farklı farklı<br />

kod açımını yapabilen izleyicidir.<br />

Postyapısalcı yaklaşımları iletişim çalışmalarına<br />

taşıyan araştırmacıların önde gelen isimleri Hall,<br />

Morley, Fiske ve bazı feminist araştırmacılardır.<br />

Kültürel Çalışmalar’dan Hall’un “Kodlama<br />

Kodaçma” makalesi, medya metinlerinin<br />

kodlandıkları niyetlerden daha farklı<br />

açımlanabileceğini savunmuştur. Hall, medya<br />

metinlerinin hakim, tartışmalı ve karşıt<br />

okunabileceğini öne sürmüştür. Hakim okuma,<br />

medya metinlerinin kodlandığı niyetle; tartışmalı<br />

okuma, kodlanan niyetlerin bir kısmının kodlanan<br />

niyetle, bir kısmının ise tartışmalı olarak; karşıt<br />

okuma ise kodlanan niyetin karşıtı olarak<br />

okunmasıdır.<br />

Morley’in etken izleyici yaklaşımı, Hall’un<br />

“kodlama kodaçma” çalışmasına dayanır.<br />

Morley’e göre izleyici homojen bir kitle değil,<br />

herbiri kendine özgü tarihsel ve kültürel geleneği<br />

olan, birbirine geçmiş pekçok alt kültür<br />

gruplarının toplamıdır. Morley’in Nationwide ve<br />

Family Television çalışmalarıyla, iletişim<br />

çalışmalarında etnografik yöntem, katılımlı<br />

gözlem ve derinlemesine görüşme teknikleri<br />

kullanılmaya başlanmıştır.<br />

150


Fiske’nin çalışmalarında da izleyicinin medya<br />

metinleri karşısında etken olduğu varsayılır.<br />

Fiske, etken izleyicinin hakim kültüre karşı<br />

“direnç” direnç göstereceği konusunda çok<br />

iyimserdir. Fiske’nin başvurduğu kavramlar;<br />

açık/kapalı metin, yapımcıl metin ve Kristeva’nın<br />

metinlerarasılık kavramıdır. Açık metin,<br />

izleyicinin medya metinlerine karşı farklı<br />

anlamlandırma ve müzakerelere açık olması;<br />

kapalı metin ise, potansiyel anlamların hakim<br />

okuma lehine kapanmasıdır. Yapımcıl metin,<br />

izleyicinin televizyon metinlerinden ürettiği farklı<br />

anlamları işaret eder. Metinlerarasılık kavramı<br />

da; bir metnin hem yazılırken hem de okunurken,<br />

anlamın diğer metinlere başvurularak<br />

oluşturulmasıdır. Aynı tür metinlere<br />

başvurulması yatay metinlerarasılık, farklı tür<br />

metinlere başvurulması ise dikey<br />

metinlerarasılıktır.<br />

Baudrillard postmodern olarak adlandırılan, 1980<br />

sonrası Batı’lı toplumlardaki değişimleri<br />

hipergerçeklik, simülasyon ve simulakra<br />

kavramlarıyla açıklar. Baudrillard’a göre<br />

postmodern dönem, göstergeler çağıdır. Medya<br />

göstergeleri, taklitler ve temsillerle oluşturulan<br />

kod düzeninin adı hipergerçekliktir ve<br />

postmodern dönemde yaşadığımız tek<br />

gerçekliktir. Baudrillard insan ve toplumla ilgili<br />

gerçeklerin, medya uzamı içindeki taklitlerine<br />

simülasyon ve bu simülasyon evrenini de<br />

simulakra olarak kavramsalllaştırır.<br />

151


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Aşağıdakilerden hangisi göstergenin Türkçedeki<br />

bir diğer adıdır?<br />

a. Gösteren<br />

b. Gösterilen<br />

c. Göstergebilim<br />

d. Gönderge<br />

e. İşaret<br />

2. Aşağıdakilerden hangisi göstergebilimde<br />

gösteren ve gösterilen olarak ikiye ayrılan<br />

kavramdır?<br />

a. Gösterge<br />

b. Gönderge<br />

c. Dil<br />

d. Söz<br />

e. Metinlerarasılık<br />

3. Aşağıdakilerden hangisi Levi-Strauss’un ikili<br />

karşıtlığına örnek değildir?<br />

a. Güzel-Çirkin<br />

b. İyi-Kötü<br />

c. Çok-Çokluk<br />

d. Zengin-Yoksul<br />

e. Açlık-Tokluk<br />

4. Aşağıdakilerden hangisi Barthes’ın Fransız<br />

popüler kültürünü, göstergebilimsel yaklaşımla<br />

incelediği çalışmasının adıdır?<br />

a. Göstergebilimin İlkeleri<br />

b. Modanın Sistemi<br />

c. S/Z<br />

d. Metnin Verdiği Haz<br />

e. Mitler<br />

5. Aşağıdakilerden hangisi Barthes’ın göstergebiliminde,<br />

metnin “ideolojik ve mitsel”<br />

anlamıdır?<br />

a. Düzanlam<br />

b. Yananlam<br />

c. Dil dışı gösterge<br />

d. Yazarsıl metin<br />

e. Okurcul metin<br />

152<br />

6. Aşağıdakilerden hangisi Peirce düşüncesinde,<br />

nesnesiyle doğrudan varoluşsal ve neden-sonuç<br />

ilişkisine dayalı bağlantısı olan göstergedir?<br />

a. Görüntüsel gösterge<br />

b. Belirtisel gösterge<br />

c. Dilsel gösterge<br />

d. Dil dışı gösterge<br />

e. Simge<br />

7. Aşağıdakilerden hangisi anlamın özne-metin<br />

ilişkisiyle oluştuğunu ve izleyicinin etkenliğini<br />

savunan, dilbilimsel yaklaşımdır?<br />

a. Feminist Çalışmalar<br />

b. Yapısalcı Dilbilim<br />

c. Postyapısalcı Dilbilim<br />

d. Postmodernizm<br />

e. Frankfurt Okulu<br />

8. Aşağıdaki kavramlardan hangisi Stuart Hall’a<br />

ait bir kavramdır?<br />

a. Düzanlam<br />

b. Yananlam<br />

c. İkon<br />

d. Simge<br />

e. Karşıt okuma<br />

9. Aşağıdaki çalışmalardan hangisi, David<br />

Morley’in iletişim çalışmalarını etnografik<br />

yöntemle tanıştırdığı çalışmasıdır?<br />

a. Family Television (Aile Televizyonu)<br />

b. Simülasyon ve Simülakralar<br />

c. Kodlama Kodaçma<br />

d. Popüler Kültürü Okumak<br />

e. Televizyon Kültürü<br />

10. Aşağıdakilerden hangisi Baudrillard’a göre<br />

kitleleri uyumlu ve “sessiz bir çoğunluk” haline<br />

getiren temel nedenler arasında değildir?<br />

a. Hipergerçeklik<br />

b. Simülasyon<br />

c. Simülakra ağı<br />

d. Ekonomik krizler<br />

e. Medyanın aşırı enformasyon üretmesi


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. e Yanıtınız yanlış ise “Saussure” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. a Yanıtınız yanlış ise “Saussure” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

3. c Yanıtınız yanlış ise “Levi-Strauss” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

4. e Yanıtınız yanlış ise “Barthes” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

5. b Yanıtınız yanlış ise “Barthes” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

6. b Yanıtınız yanlış ise “Peirce” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

7. c Yanıtınız yanlış ise “Postyapısalcılık ve<br />

Medya Metinleri” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

8. e Yanıtınız yanlış ise “Hall ve Çoklu Okuma”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

9. a Yanıtınız yanlış ise “Morley ve Etken<br />

İzleyici” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

10. d Yanıtınız yanlış ise “Baudrillard ve Göstergeler”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

153<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

Gösterge kavramı işaret olarak da isimlendirilir.<br />

Saussure’de gösterge, ses imgesi ve bir kavramı<br />

işaret eden sözcükten oluşur. Saussure,<br />

göstergeyi gösteren (signifier) ve gösterilen<br />

(signified) olarak ikiye ayırır. Gösteren, bir<br />

kavramı işaret eden ses imgesidir. Örneğin kedi<br />

göstergesindeki k–e-d–i harflerinden oluşan ses<br />

gibi. Gösterilen ise, zihnimizde kediyle ilgili<br />

toplum tarafından üzerinde uzlaşılmış imajdır.<br />

Toplumsal uzlaşıya göre kedi isimli hayvan tüylü<br />

ve yumuşaktır ve bizim toplumumuzda “nankör”<br />

olarak da bir imaja sahiptir. Saussure’ün<br />

kullandığı ancak geliştirmediği bir kavram da<br />

gönderge (referent) kavramıdır. Gönderge, kedi<br />

örneğindeki tüylü, yumuşak hayvan yerine daha<br />

farklı anlamların oluşmasıdır: kötü bakışlı<br />

hayvan, tiksinç hayvan, muhteşem güzel hayvan,<br />

vefalı hayvan gibi… Burada gönderge<br />

kavramıyla, bireylerde oluşan farklı anlamlar<br />

ifade edilmektedir. Gönderge kavramı daha yakın<br />

zamanlarda postyapısalcı çalışmalar tarafından<br />

geliştirilmiştir ve farklı okumalara işaret<br />

etmektedir.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Barthes, Balzac’ın “Sarrazine” adlı öyküsünü<br />

incelediği “S/Z” (1970) isimli çalışmasında, her<br />

metnin okunmasını bir üretim etkinliği olarak<br />

görür ve okurcul metinler ve yazarsıl metinler<br />

ayrımını yapar. Okurcul metinler daha pasif<br />

alımlanan, metnin kodlayıcının niyeti<br />

doğrultusunda anlamlandırıdığı, görece kapalı<br />

metinlerdir. Yazarsıl metinler ise, okurun metni<br />

tekrardan yazdığı, kodlanan niyetin dışında da<br />

anlamlandırabildiği, metne katılabildiği açık<br />

metinlerdir. Barthes, Balzac’ın özgün metninden<br />

yola çıkarak Sarrazine öyküsünü yeniden<br />

yorumlamış ve tipik bir yazarsıl metin üretimi<br />

yapmıştır. Barthes S/Z çalışmasında, okurun<br />

metni yeniden oluşturarak okuması gündeme<br />

geldiği için, bu çalışmanın, izleyiciyi etken kabul<br />

eden postyapısalcılığın izlerini taşıdığı kabul<br />

gören bir tespittir.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Peirce’e göre üç çeşit gösterge vardır. Bunlar:<br />

Görüntüsel gösterge (ikon), belirtisel gösterge<br />

(indeks) ve simgedir. Görüntüsel gösterge, işaret<br />

ettiği nesnesiyle benzerlik taşır. Belirtisel<br />

göstergede, göstergenin nesnesiyle doğrudan<br />

varoluşsal ve neden-sonuç ilişkisine dayalı


ağlantısı vardır. Simge’de ise, gösterge ve nesne<br />

arasında ne bağlantı ne de benzerlik vardır.<br />

Simgenin anlaşılmasını sağlayan tek neden,<br />

simgenin yerine geçtiği nesne ya da canlıyı<br />

nitelemesi konusunda, toplumların üstünde<br />

anlaşmış olmalarıdır.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Fiske’ye göre (1996) mitler, düzdeğişmeceli<br />

olarak işlerler. Çünkü bir gösterge, miti oluşturan<br />

kavramlar zincirinin geri kalanını inşa etmemiz<br />

için bizi uyarır. Tıpkı bir düzdeğişmeceli<br />

göstergenin, parçası olduğu bütünü inşa etmemiz<br />

için bizi uyarması gibi. Bu bağlamda Fiske, haber<br />

görsellerinin de düzdeğişmeceler dikkate alınarak<br />

okunmasını önerir. Çünkü haber görselleri de<br />

gerçekliğin bir parçasını sunarlar ve biz sunulan<br />

parça ile bütüne ulaşırız. Haberlerle ilgili yazılı<br />

ve görsel metinler öncelikle hakim haber<br />

değerleri açısından inşa edilirler: haberin seçkin<br />

kişilerle ilgili olması, olumsuz olması, güncel<br />

olması ve şaşırtıcı olması gibi. Haber<br />

metinlerinin ikinci ölçüt dizgesi; kültürel<br />

değerler, ideolojiler ve mitlerdir. Bu dizgede<br />

seçilen parçalar (temsiller), tercih edilmiş bir<br />

gerçekliğin parçalarıdır (düzdeğişmeceleridir).<br />

Sıra Sizde 5<br />

Morley’in Nationwide ve Family Television<br />

çalışmalarıyla, iletişim çalışmalarında etnografik<br />

yöntem, katılımlı gözlem ve derinlemesine<br />

görüşme teknikleri kullanılmaya başlanmıştır.<br />

Etnografik yöntem ve katılımcı gözlem tekniği ile<br />

izleyicinin ortamı (medya ürünlerini tükettiği) ve<br />

ortamdaki diğer insanlarla etkileşimi gündeme<br />

gelmiştir. Diğer yandan Morley’in izleyici<br />

araştırmaları, medya metinlerinin sadece tüketim<br />

aşamasına yoğunlaşıp, bu tüketimin üretimle<br />

ilişkisini kurmadığı için eleştirilmiştir.<br />

Sıra Sizde 6<br />

Anlamın metnin kendisinde oluştuğunu savunan<br />

yapısalcı dilbilimden farklı olarak, anlamın öznemetin<br />

ilişkisi ile kurulabileceğini savunan<br />

postyapısalcı dilbilim çalışmaları, “etken<br />

izleyici” kavramının oluşması için bir temel<br />

hazırlamıştır. Önceki bölümde değinildiği gibi<br />

Barthes’ın S/Z çalışması, “okurcul metinler” ve<br />

“yazarsıl metinler” ayrımıyla bu yoldaki diğer bir<br />

kilometre taşıdır. İletişim çalışmalarında etken<br />

izleyici konusunda, önde gelen isimler; Hall,<br />

Morley ve Fiske’dir<br />

Sıra Sizde 7<br />

Baudrillard’ın hipergerçeklik, simülasyon ve<br />

simülakra kavramları 1990 Körfez Savaşı örneği<br />

ile daha iyi anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi 1990<br />

Körfez Savaşı tüm dünyaya, ABD kökenli CNN<br />

International televizyon kanalı tarafından aşırı<br />

örtük bir şekilde ve bir video oyuna benzer bir<br />

temsille sunulmuştu. Televizyonda savaş sürekli<br />

olarak karanlığı delen ışıklar ve teknoloji harikası<br />

bir oyun olarak aktarılmıştı. Bu video oyun gibi<br />

sunulan savaş görüntüleri arasında ölen ya da<br />

yaralanan insanlar yoktu (oysa çok sonraları<br />

ortaya yanarak ölen insan fotoğrafları çıkmıştı).<br />

Savaş görsel bir imaj (simülasyon) olarak<br />

televizyondan evlerimize ulaştığı için, “çayımız,<br />

kahvemiz, kolamız ve cipsimiz eşliğinde<br />

izlediğimiz bir “hipergerçeklik” haline gelmişti.<br />

Savaşın ‘gerçekliği’ bir simülakra ağı (video<br />

oyun şeklindeki imajlar çokluğu) içinde bize<br />

ulaştığı için, bir hipergerçektir.<br />

Yararlanılan Kaynaklar<br />

Barthes, R. (1990). Çağdaş Söylenler. Çev: T.<br />

Yücel. İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.<br />

Barthes, R. (1979). Göstergebilim İlkeleri. Çev:<br />

B. Vardar ve M. Rifat. Ankara: Kültür Bakanlığı<br />

Yayınları.<br />

Baudrillard, J. (1997). Tüketim Toplumu. Çev:<br />

H. Deliceçaylı ve F. Keskin. İstanbul: Ayrıntı<br />

Yayınları.<br />

Baudrillard, J. (1998). Simülakralar ve<br />

Simülasyon. Çev: O Adanır. İzmir: Dokuz Eylül<br />

Yayınlaru.<br />

Bauman, Z. (2000). Postmodernlik ve<br />

Hoşnutsuzlukları. Çev: İ. Türkmen. İstanbul:<br />

Ayrıntı.<br />

Cangöz, İ. (2000). “Bir İzleyici Araştırması<br />

Uygulama Çabası Örnek Olay: Arena”, İletişim<br />

(8), 53-92.<br />

Chapman, S. (1986). Great Expectorations:<br />

Advertising and the Tobacco Industry.<br />

London: Comedia.<br />

Chapman, S. ve Egger, G. (1983). “Myth in<br />

Cigarette Advertising and Health Promotion”,<br />

Language, Image, Media. Der: H. Davis ve P.<br />

Walton. London: Basil Blackwell.<br />

Coward, R. ve Ellis, J. (1985). Dil ve<br />

Maddecilik: Semiyolojideki Gelişmeler ve<br />

Özne Teorisi. Çev: E. Tarım, İstanbul: İletişim.<br />

154


Culler, J. (1985). Saussure. Çev: N. Akbulut.<br />

İstanbul: Afa Yayınları.<br />

Dağtaş, B. (2003). Reklamı Okumak. Ankara:<br />

Ütopya Yayınları.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki<br />

Kuram. Ankara: Erk Yayınevi.<br />

Fiske, J. (1996). İletişim Araştırmalarına Giriş.<br />

Çev: S. İrvan. Ankara: Ark Yayınevi.<br />

Hall, S. (1980). “Encoding/Decoding”, Culture,<br />

Media and Language: Working Papers in<br />

Cultural Studies 1972-79, London: Hutchinson,<br />

ss. 128-138.<br />

İnal, A. (1996). Haberi Okumak. İstanbul:<br />

Temuçin.<br />

Rifat, M. (1990). Dilbilim ve Göstergebilimin<br />

Çağdaş Kuramları. İstanbul: Düzlem Yayınları.<br />

Stevenson, N. (2008). Medya Kültürleri Sosyal<br />

Teori ve Kitle İletişimi. Çev: G. Orhon ve B.E.<br />

Aksoy. Ankara: Ütopya.<br />

Şaylan, G. (2002). Postmodernizm. 2. Baskı.<br />

Ankara: İmge Yayınevi.<br />

Özbek, M. (2006). Popüler Kültür ve Orhan<br />

Gencebay Arabeski. 7. Baskı. İstanbul: İletişim<br />

Yayınları.<br />

Özer, Ö. ve Dağtaş, E. (2011). Popüler<br />

Kültürün Hakimiyeti. Konya: Literatürk<br />

Yayınları.<br />

Yaylagül, L. (2006). Kitle İletişim Kuramları.<br />

Ankara: Dipnot Yayınları.<br />

155


7<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

İletişim alanındaki eleştirel yaklaşımları tanımlayabilecek,<br />

Siyasal ekonomi yaklaşımını açıklayabilecek,<br />

Frankfurt Okulu’nu ve eleştirel kuramı açıklayabilecek,<br />

Medya, propaganda ve kültürel emperyalizm arasındaki ilişkileri betimleyebilecek,<br />

Medya alanındaki eşitsizlik, sahiplik ve yoğunlaşma konularını açıklayabilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Siyasal Ekonomi<br />

Frankfurt Okulu<br />

Eleştirel Kuram<br />

Kültür Endüstrisi<br />

Bilinç Endüstrisi<br />

Kültürel Emperyalizm<br />

Propaganda Modeli<br />

Medyada Sahiplik Yapısı<br />

İngiliz Kültürel Okulu<br />

Elektronik Sömürgecilik<br />

İçindekiler<br />

Giriş<br />

Siyasal Ekonomi Yaklaşımı<br />

Kültürel Emperyalizm<br />

Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi<br />

Diğer Eleştirel Yaklaşımlar<br />

156


Eleştirel Yaklaşımlar<br />

GİRİŞ<br />

Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişimini anlama ve incelemede anaakım yaklaşımlardan farklı seçenekler<br />

sunan çok sayıda çalışmayı içerir. Kitle iletişimiyle ilgili araştırmalarda; pozitivist, deneysel, davranışçı,<br />

yapısal-işlevselci yönelimlerle belirlenen anaakım iletişim çalışmalarının toplumsal olguları soyutlayan,<br />

var olan sistemin dengesini sürdürme yollarını araştıran mantığına ve hipotezlerine karşı gelişen<br />

araştırmaların bütününe “eleştirel yaklaşımlar” adı verilmektedir.<br />

Eleştirel araştırmalar deyimi, iletişim alanında ilk kez Paul F. Lazarsfeld tarafından 1941’de iletişim<br />

kurumlarının taleplerini ön plana alan “yönetsel çalışmalar”dan farklı bir yaklaşımı, çalışmalarını<br />

ABD’de sürdürmek zorunda Frankfurt Okulu üyelerinin araştırmalarını tanımlamak için kullanılmıştır.<br />

İletişim alanındaki eleştirel yaklaşımların ortak noktası, tüm toplumsal ilişkilerin ve iletişim<br />

ilişkilerinin aynı zamanda iktidar ilişkileri olduğu; bu iktidar ilişkilerinin de karmaşık bir toplumsal<br />

sistemde tahakküm (baskı, zorbalık, hükmetme) biçimini aldığı varsayımıdır. Eleştirel yaklaşımlar<br />

“toplumsal bütünleşme”yi “toplumsal denetim” olarak yeniden tanımlarlar. Ancak toplumsal denetimin<br />

aldığı biçimler ve tahakküm ilişkileri konusunda birbirinden farklı açıklamaları benimserler.<br />

Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişiminin ulusal ve uluslararası bağlamlardaki siyasal ekonomisinden<br />

egemen ideolojiler ve bilinç yönetimi ilişkisine kadar çeşitlenen geniş bir araştırma alanını kapsar.<br />

Pozitivist-deneyci yaklaşımlarla belirlenen anaakım kuramlarını eleştiren bu yaklaşımların çıkış noktası,<br />

büyük oranda Karl H. Marx’ın görüşleridir.<br />

1818-1883 yılları arasında yaşamış olan Karl Heinrich Marx,<br />

komünizmin kuramsal kurucusu olarak bilinir. Yahudi bir ailenin oğlu olarak Almanya’da<br />

doğmuş, Fransa ve Belçika yıllarının ardından iltica ettiği İngiltere’de ölmüştür. En<br />

önemli eseri “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” alt başlığını taşıyan “Das Kapital” olarak<br />

gösterilebilir.<br />

Marksist ekol (okul), iletişim olgusunu “kaynak-ileti-alıcı” çizgisel modelinden farklı olarak ele alır.<br />

Anaakım kuramlar için büyük önem taşıyan etki konusu, eleştirel yaklaşımlarda ideolojik egemenlik ve<br />

mücadele, bilinç yönetimi ve sahte-bilinç biçiminde incelenir. İletişim, insan etkinliklerinin ayrılmaz bir<br />

parçası olarak; insanın kendini ve toplumunu üretmesinin zorunlu bir koşulu olarak görülür.<br />

Marx’a göre her toplumda “ekonomik temel ya da altyapı” ve “üstyapı” ayırt edilir. Altyapı, üretim<br />

güçleri ve üretim ilişkilerinden oluştur. Üstyapıda ise yasal ve siyasal kurumlar, düşünme biçimi,<br />

ideolojiler ve felsefeler birlikte yer alır. Tarihsel hareketin gücü, evrimin belirli anlarında üretim güçleri<br />

ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Marx’a göre, toplumsal yaşamın temelini üretim süreci<br />

oluşturur. Üretim sürecinin temel ögesi işgücüdür. İşgücünün temel amacı ise doğal kaynakları ya da<br />

hammaddeleri işleyerek yaşamın temel gereksinmelerini üretmektir. Üretim sürecinde kullanılan<br />

hammadde ve doğal kaynaklarla araç ve gereçler de üretim araçlarını oluştururlar. İşgücü ve üretim<br />

araçları da toplumun üretim güçlerini oluştururlar. Üretim güçleri, üretim sürecinin yalnızca bir yanıdır.<br />

Öteki yanı da üretim ilişkileridir. Üretim ilişkileri, üretim süreci sırasında, toplumun bireyleri arasında,<br />

mülkiyet ilişkileri çerçevesinde gelişen toplumsal ilişkileri kapsar. Çünkü üretim, şu ya da bu biçimde bir<br />

157


mülkiyet ilişkisine dayalı olarak yürütülür. Üretim araçları mülkiyetinin de toplum bireyleri arasındaki<br />

dağılımı, toplumda üretilen mal ve hizmetlere el konuluş biçimini, bir başka deyişle, üretilen mal ve<br />

hizmetlerin bölüşümünü belirler. Böylelikle, sınıflar ve sınıf ilişkileri oluşur. Üretim ilişkileri ve üretim<br />

güçleri bir bütün olarak toplumdaki üretim biçimini belirlerler. Üretim tarzı da bir altyapı kurumu olarak,<br />

topulumun siyasal ve ideolojik üstyapılarıyla, söz konusu üstyapıların kurumsal düzeydeki<br />

örgütlenmelerini belirler. Üretim biçimi ile belirlediği üstyapı kurumu sosyo-ekonomik oluşumu meydana<br />

getirir. Kapitalist sosyo-ekonomik oluşumda proletarya işgücünü oluşturur. Burjuvazi de üretim<br />

araçlarının mülkiyetine sahiptir. Üretim sürecinde çalıştırdığı proletaryanın ürettiği mal ve hizmetlerin<br />

büyük bir bölümüne el koyar, bir kısmını da emeği karşılığında, ancak işçilerin yalnızca temel<br />

gereksinimlerini karşılayacak ve yaşamlarını sürdürmeye yetecek miktarda, ücret olarak proletaryaya<br />

öder. Artı değerin burjuvazinin el koyduğu bölümü de sermaye birikiminin, burjuvazinin tüketiminin ve<br />

yatırımının kaynağıdır.<br />

Marx, kapitalizme işin zorunlu, yabancılaşmış, anlamsızlaştırılmış hale getirilmesi nedeniyle<br />

eleştiriler yöneltir. Genel olarak “yabancılaşma” kavramıyla anlatılmak istenen; insanların birbirinden ya<br />

da içinde bulunduğu ortam ya da zamandan uzaklaşmalarıdır. Ona göre yabancılaşmış bir insan hayatı,<br />

insanın özüne aykırı, doğasına uygun düşmeyen bir yaşam biçimidir. “Yabancılaşma” maddi alanda ya da<br />

duygu ve düşünce alanında olabilir. Örneğin iş ve emek yabancılaşmıştır; çünkü insanlar köleleşmiştir,<br />

sömürülmektedir. Ücret artışı kölelerin ödüllendirilmesinden başka bir şey değildir. İnsanlar (burjuvazi,<br />

üst sınıf, seçkinler, alt sınıf, işçi sınıfı, köylüler, köleler gibi) toplumsal sınıfların varlığı nedeniyle;<br />

rekabet olgusu nedeniyle yabancılaşmıştır. Öte yandan insan emeğinin doğanın üstündeki etkisiyle oluşan<br />

ürünler de insana yabancılaşmıştır. Para üreticilerin yaşamına egemendir. Kapital (sermaye), üretim<br />

araçlarını gerçek yaratıcılardan ayırıp, onlara yabancılaştırarak topluma kendi yasalarını zorla kabul<br />

ettirir. Toplumsal yabancılaşmanın bir başka görünümü ise her türden fetişizmdir. Modern kapitalist<br />

toplum, teknolojiye çok değer verir ve teknolojinin ürünlerine tapar. Saygı ve değer, teknolojinin ürettiği<br />

nesnelere sunulur. İnsanlar birbirlerini değeri olmayan makine ya da araçlar gibi görürken makineler<br />

adeta putlaştırılır, tanrılaştırılır.<br />

Marx’a göre egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir. Başka bir deyişle her<br />

tarihsel dönemde toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi<br />

üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretimin araçlarını da elinde<br />

bulundurur. Bu araçlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki; zihinsel üretim araçlarına sahip<br />

olmayanların düşünceleri de bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler ise egemen maddi<br />

ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir. Marx’a göre maddi üretime sahip olan veya üretimi<br />

denetleyen sınıf, aynı zamanda düşünsel üretimi de denetler. Örneğin herkes düşüncesini açıklama<br />

özgürlüğüne sahiptir; fakat bunu ancak dağıtım araçlarına ve olanaklarına sahip olanlar kullanabilir. Bu<br />

nedenle Marx, düşünceyi açıklama özgürlüğünü; özellikle basın özgürlüğünü “mülkiyet özgürlüğü”<br />

olarak niteler. Üretim araçlarına sahip egemen sınıfın düşünceleri o dönemin egemen düşünceleri olur ve<br />

düşünsel üretim araçlarından yoksun olanlar bu egemenliğin altına girerler.<br />

Marx’a göre eski egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amaçlarına ulaşmak için kendi çıkarlarını<br />

toplumdaki herkesin çıkarları olarak sunmak zorundadır. Bu nedenle çıkarlarını düşünceler halinde<br />

açıklarken bu düşünceleri tek akılcı ve geçerli olan düşünceler olarak gösterir. Devlet de kendini<br />

toplumsal çatışmaların ötesinde bağımsız bir varlık gibi sunar. Oysa devlet, toplumun zenginliğini<br />

denetim altında bulunduran egemen sınıf tarafından kullanılan bir araçtır. Devletin tüm öğe ve birimleri<br />

de egemen sınıfın iktidarını sürdürebilmesi için ayarlanmıştır.<br />

Yukarıda özetlenen görüşler altında biçimlenen eleştirel yaklaşımların kitle iletişimine bakışı temel<br />

olarak iki yönde gelişmiştir. Birincisi, siyasal ekonomi yaklaşımıdır. İletişim araştırmalarında temel<br />

eleştirel yaklaşımlardan biri olan bu yaklaşım, maddi üretim ve ilişkilere ağırlık vererek kitle iletişiminin<br />

kapitalist ülkelerde gelişmesini iletişimin üretimi bağlamında ele alır. Siyasal ekonomi yaklaşımı,<br />

toplumdaki iletişim olgusunu üretim biçimi ve üretim ilişkileri bağlamında anlamaya çalışır. İletişim<br />

süreci, kitle iletişim araçları ve örgütleri ile bu araçların içerikleri siyasal ekonomik bakımdan tanımlanır.<br />

Kitle iletişim araçları endüstrilerinde görülen sahiplikteki yoğunlaşma ve tekelleşmeler, bu yaklaşımı<br />

benimseyen çalışmaların ana konularını oluşturur.<br />

158


İkincisi, kültürel ve ideolojik alana ağırlık veren yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar Marx’ın düşünce,<br />

ideoloji ve bilincin üretimi konusundaki düşüncelerinden kaynaklanır. Söz konusu yaklaşımlar, başlarda<br />

ideoloji ile üretim ilişkileri arasında bağ kurarak kültür endüstrilerinin yapılarıyla ideolojik egemenliği<br />

ilişkilendirmişlerdir. Bu yaklaşımlar literatürde genel olarak “eleştirel okul” adıyla bilinmektedir.<br />

“Eleştirel okul” denince ilk akla gelen ise Frankfurt Okulu’dur. Frankfurt Okulu düşünürleri daha çok<br />

kültür ve modernizm sorunlarına yoğunlaşmışlar ve Marksist toplum kuramını varoluşçuluk ve<br />

psikanalizle tamamlamaya çalışmışlardır.<br />

Eleştirel gelenek içinde otoritenin doğası gereği tehlikeli ve baskıcı olduğuna inanan ve proletarya<br />

diktatörlüğünün otoriter yönlerine karşı oldukları için Marksistlerden ayrılan düşünür ve araştırmacılar da<br />

yer almaktadır. Kapitalist sistem eleştirilerini daha çok otoriterlik karşıtlığına dayandıran çok sayıdaki<br />

farklı eleştirel yaklaşımlar bu ünitede “diğer eleştirel yaklaşımlar” başlığı altında ele alınabilir. Bu başlık<br />

altında toplanabilecek kültürel çalışmalar, eleştirel yapısalcılık, çatışma kuramı, sembolik etkileşimcilik,<br />

post-Marksizm, anarko-liberteryenizm, araçsalcılık, vb. yaklaşımların ortak noktası, tüm toplumsal<br />

ilişkilerin ve iletişim ilişkilerinin iktidar (erk) ilişkileri olduğu, otoritenin olduğu yerde özgürlüğün<br />

olmadığıdır. Bu yaklaşımlar daha çok düşünsel üretim, dil, ideoloji, hegemonya gibi konular üzerinde<br />

yoğunlaşırlar.<br />

İletişim alanındaki eleştirel yaklaşımlar konusunda ayrıntılı bilgi<br />

edinmek için İrfan Erdoğan ve Korkmaz Alemdar’ın “Öteki Kuram” (2010) adlı kitabını<br />

okuyabilirsiniz.<br />

SİYASAL EKONOMİ YAKLAŞIMI<br />

“Ekonomi politik” olarak da anılan “siyasal ekonomi”, “ekonomi” disiplininin 19. yüzyılın sonunda<br />

çıkmasından önce ekonomiyi inceleyen disiplindir. Siyasal ekonomi en geniş anlamıyla insan<br />

toplumlarında temel maddi gereksinimlerin üretim ve değiş tokuşunu yöneten yasaları inceleyen bir bilim<br />

dalıdır. Bu yasalar evrensel bir değişmezliğe sahip değildir, tam tersine ülkelere ve tarihin dönemlerine<br />

göre değişir. Siyasal ekonomi, kaynakların tahsisinde, üretiminde ve dağıtımında örgütlenmiş iktidarın<br />

nasıl baskın çıktığını; sivil toplumun örgütlenmesini ve toplumsal eşitsizliklerin yönetimini inceler.<br />

“Siyasal ekonomi” kavramının ilk kez 1611’de Louis de Mayerne-Turquet’nin çalışmasında “egemen<br />

devletin yurttaşları karşısındaki görevleriyle ilişkili” olarak kullanıldığı bilinmektedir. 18. yüzyılın ikinci<br />

yarısından sonra ise “devlet-sivil toplum” ayrımı ortaya çıkmış ve ekonomi “sivil topluma özgü bir iş”<br />

olarak görülmeye başlanmıştır.<br />

Siyasal ekonominin bir bilim olarak daha kesin ifadelerine ise fizyokratlarda rastlanır. 18. Yüzyıldaki<br />

fizyokratlar, tarım emeğinin üretici emek olduğunu ve yalnızca bu emeğin değeri yarattığını ileri<br />

sürmüşlerdir. Onların görüşleriyle birlikte siyasal ekonomi kitaplarının temel ilgi alanı üretim ve bölüşüm<br />

konusuna kaymıştır.<br />

Siyasal ekonomi bir bilim dalı olarak Adam Smith ile birlikte yerleşmiştir. Kavram, 1700’lü yılların<br />

ikinci yarısında hem bir “ekonomi kuramı”nı hem de “ekonomi politikası”nı ifade etmeye başlamıştır.<br />

Adam Smith ve David Ricardo ile birlikte temellendirici bir ilke olan değer sorunsalı yanında üretim ve<br />

bölüşüm siyasal ekonominin içeriğine egemen olmuştur.<br />

1723-1790 yılları arasında yaşamış olan İskoç filozof Adam Smith,<br />

ahlak felsefesi profesörü olarak ekonomik açıklamalarda bulunmuştur. Fiyat, rant ve<br />

emek teorileriyle bilinen, liberal / kapitalist ekonominin babası sayılan Smith’in en çok<br />

tanınan eseri “Ulusların Zenginliği” adını taşır.<br />

Bugün bir toplumsal bilim dalı olarak adlandırılan “ekonomi” 19. yüzyılın ortalarına kadar kullanılan<br />

bir kavram olmamıştır. Ancak o yıllarda kullanılan “siyasal ekonomi” kavramı rahatsız edici gelmeye<br />

başlayınca onun yerine ekonomi kavramı kullanılmaya başlamıştır. Siyasal ekonomi kavramının rahatsız<br />

159


edici hale gelmesinin başlıca nedeni “siyasal” sözcüğünden kaynaklanmıştır; çünkü siyasal çıkarlar<br />

genellikle bir ulusun bir kısmının ya da belli kısımlarının çıkarları anlamına gelmektedir. Bu nedenle bir<br />

bilimin adı olarak “siyasal ekonomi” deyimi ulusun bütününün çıkarlarını ima ve telkin etmediği<br />

gerekçesiyle ve zamanla ekonomi kavramıyla yer değiştirmiştir. 1920’lere gelindiğinde yaygın olarak<br />

“ekonomi” kavramı kullanılır hale gelmiştir.<br />

Karl Marx ve Friedrich Engels’in “siyasal ekonomi” kavramlaştırması ise hem Smith ve Ricardo gibi<br />

klasik iktisatçılardan hem de sonraki kavramlaştırmalardan farklıdır. Klasik siyasal ekonomi yaklaşımı,<br />

emeği ekonomik değerin kaynağı olarak düşünen bir kurama dayanır. Marksist düşüncedeki siyasal<br />

ekonomistler ise kapitalist sistemde üretilen ekonomik değerin temelinin; bir başka deyişle “kâr”ın<br />

kaynağının emeğin sömürüsüne dayandığını belirtirler. Marx’ın temel eseri Kapital’in alt başlığı<br />

“Ekonomi Politiğin Eleştirisi” adını taşır. Marx, kitabının önsözünde amacının “modern toplumun<br />

ekonomik hareket yasasını ortaya çıkarmak” olduğu belirtir. Engels de bu kitap için yazmış olduğu bir<br />

tanıtım yazısında siyasal ekonominin “çağdaş burjuva toplumunun kuramsal çözümlemesi” olduğunu<br />

ifade eder.<br />

Ekonomik temel/üstyapı modelini kullanan siyasal ekonomi yaklaşımının ana hatları Marx’ın Alman<br />

İdeolojisi’ndeki ekonomi ve zihinsel üretim arasındaki temel ve üstyapı arasındaki karmaşık bağların,<br />

maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf ile zihinsel üretim ve dağıtım arasındaki ilişkinin araştırılmasına<br />

dayanır. Marx’ın bu görüşlerinden çıkan bir ideoloji kavramına dayanan siyasal ekonomi yaklaşımı, kitle<br />

iletişim araçlarının kendilerini denetleyen ve sahipliğini elinde bulunduran sınıfların çıkarlarını<br />

meşrulaştıran bir yanlış bilinç ürettiğini ve bunu yaydığını ileri sürer.<br />

İletişim alanındaki siyasal ekonomik yaklaşımlar, genel olarak ulusal ve uluslararası olmak üzere iki<br />

alt bölümde de sınıflandırılabilir: (1) Ulusal siyasal ekonomi konularına eğilen yaklaşımlar, kapitalist<br />

iletişim sistemini ve etkinliklerini incelerler. Bu yaklaşımlar iletişim konusunda sosyo-ekonomik yapıya<br />

öncelik verirler. Bu bağlamda iletişim kurumlarının ekonomik yapısı, pazar ilişkileri, pazarın denetimi,<br />

tekelleşme, iletişim ürünlerinin üretimi ve dağıtımındaki ilişkiler, üretim biçiminin yapısı, iletişim<br />

alanında çalışanların örgütsel yapı içindeki yerleri, medya kuruluşlarının sahiplik yapısı gibi konuları<br />

araştırırlar. (2) Uluslararası ekonomik düzeni temel alan siyasal ekonomi yaklaşımları ise emperyalizm ya<br />

da yeni sömürgeciliğin genel iletişim yapısını incelerler. Bu yaklaşımla yapılan araştırmalar, iletişimle<br />

ilgili kurumsal ve teknolojik yapılarla ürünlerin ve ideolojilerin uluslar arasındaki transferi gibi konulara<br />

eğilirler.<br />

1960’lardan sonra dünyadaki siyasal atmosferde solun önem kazanmasıyla birlikte iletişim<br />

araştırmalarında da siyasal ekonomi yaklaşımı ağırlık kazanmıştır. Belli tarihsel üretim biçimlerine eğilen<br />

ve farklı üretim örgütlenmelerinin farklı dağıtım/bölüşüm kalıpları üreteceğini vurgulayan bu çalışmalar,<br />

daha çok kitle iletişim araçlarının örgütleri içindeki denetim yapılarını, denetimin dinamiğini, pazar<br />

baskısını, kültürün endüstrileşmesini ve kültürel egemenliği incelemişlerdir.<br />

1970’li yıllar ise haber üretimini yöneten endüstriyel mekanizmalar, kitle kültürü, uluslararası akış ve<br />

iletişim dengesizlikleri açısından tarihsel bir dönüm noktasıdır. 1960’lardan itibaren uluslararası arenada<br />

bağımsızlıklarına kavuşan eski sömürge devletleri, daha önceki sömürgeci ülkelerin kurdukları sömürgeci<br />

iletişim düzenine karşı savaş açmışlardır. Dolayısıyla iletişim araştırmaları 1970’lerden itibaren iletişimin<br />

uluslararası boyutuna değinmeye başlamıştır.<br />

Bu çerçevede anaakım iletişim kuramları, eski sömürge devletleriyle sömürgeci devletler arasındaki<br />

uluslararası ilişkileri, kalkınma, modernleşme kuramlarıyla değerlendirirken, Marksist yönelimli<br />

yaklaşımlar bu süreci kültürel bağımlılık, yeni sömürgecilik, kültürel emperyalizm gibi kavramlarla<br />

anlamlandırmışlardır. Bu araştırmalar, sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçiş ve bu geçişteki siyasal<br />

ve ekonomik yapı transferi ile teknoloji ve ürün transferinin bilinç üzerindeki etkilerine eğilmişlerdir. Bu<br />

arada ülkeler arasındaki ekonomik ve siyasal eşitsizlikler de kapitalizmi hedef alan kültürel emperyalizm<br />

söylemlerini güçlendirici bir etki yaratmıştır.<br />

Daha sonraları ise Murdock, Golding, Elliot ve Curran gibi araştırmacılar, ekonomik oluşumları ve<br />

süreçleri, sahiplik ve denetim konularına eğilerek incelediler. Murdock ve Golding, kapitalist<br />

ekonomilerde kitle iletişimi denetiminin iki düzeyde, kaynaklar ve işlemler düzeyinde olduğunu<br />

160


elirttiler. Kaynak denetimi genel politika ve stratejinin belirlenmesini, genişleme kararlarını, yatırım<br />

parçalarının nasıl ve ne zaman satılacağı veya işçilerin işlerine son verme kararlarını, temel finans<br />

politikasının geliştirilmesini ve kârların dağıtımı üzerindeki denetimi içerir. İşlem denetimi ise sağlanan<br />

kaynakların etkili kullanılması hakkındaki kararları ve belirlenmiş politikaların uygulanmasını kapsar.<br />

Murdock, şirketlerde ekonomik sahipliğin yalnızca en çok payı olan grubun büyüklüğüne değil, aynı<br />

zamanda, öteki oy veren pay sahiplerinin dağılımına ve birlikte davranma güçlerine de bağlı olduğunu<br />

belirtir. Dolayısıyla denetimin çözümlenmesi pay sahipleri arasında değişen güç dengesini de göz önüne<br />

alan dinamik bir bakış açısını gerektirir.<br />

Medya kuruluşları üzerindeki sahiplik denetiminin çözümlenmesi için<br />

hangi unsurların göz önünde tutulması gerekir?<br />

Sonuç olarak siyasal ekonomik yaklaşımda, küresel kapitalist piyasa ekonomisinin oluşturduğu dünya<br />

sistemi içinde Batı’nın insani ve doğal kaynakları egemenliği altına alması sonucunda üçüncü dünya<br />

ülkelerinin siyasal ekonomik gelişmelerinin engellenmesi, çok uluslu şirketlerin ekonomik ve siyasi<br />

üstünlükleri, medya kurumlarının sahiplik ve denetim mekanizmaları, dünya ticaret sisteminin bir uzantısı<br />

olan medya emperyalizmi konu edilir. Bir üst yapı kurumu olan siyasetin kapitalist yapılanma içinde güç<br />

odaklarına ve özellikle en önemli güç merkezi haline gelen medyaya eklemlenmesi ve bunun yarattığı<br />

etki ve yönelimler, siyasal-ekonomik eleştirel yaklaşımın en yoğun eleştiri alanıdır.<br />

Siyasal ekonomi yaklaşımı, kitle iletişim araçlarının hem “meta üretimi” ve değiş tokuşunda “artıdeğer”<br />

yaratıcıları olarak doğrudan bir rolü olduğunu hem de reklamcılık yoluyla meta üretiminin diğer<br />

kesimlerinde artı-değer üreterek dolaylı bir rol oynadığını gösterir. Bir mal yalnızca kullanım amacıyla<br />

değil de başka bir ürünle değiştirme ya da satma amacıyla üretiliyorsa “meta” olur. Kapitalizm bir meta<br />

üretimi sistemidir ve doğası gereği her şeyi metalaştırır. Üretilen malın fiyatı ile bu malın üretimi için<br />

ödenen ücret arasındaki fark ise artı-değerdir. Kitle iletişim araçları da doğrudan meta üretirler ve bu<br />

üretim sırasında artı-değer yaratırlar. Kitle iletişim araçları metaların reklamını yaparak da dolaylı olarak<br />

başka alanlardaki meta üretiminde artı-değer yaratırlar.<br />

Klasik siyasal ekonomi yaklaşımı ile eleştirel siyasal ekonomi yakla<br />

şımının birbirine karıştırılmaması gerekir. Klasik siyasal ekonomi tekelci yapıyı<br />

küreselleşme olgusu ile doğallaştırırken, eleştirel siyasal ekonomi pazar yapısının<br />

işleyişindeki bozuklukları ve eşitsizlikleri temel alarak, bunların nasıl değiştirileceği<br />

konusuyla ilgilenir.<br />

Eleştirel Siyasal Ekonomi<br />

İletişimi ele alan siyasal ekonomi yaklaşımlarına bakıldığında tek bir araştırma çizgisi olmadığı görülür.<br />

Bu çalışmalardan bazıları, ekonomik ilişkilerin ve yapılanmaların somut çözümlemelerinden başlayarak,<br />

bu ilişkilerin ve dinamiklerin kültürel üretim sürecini ve sonuçlarını belirleme yollarına uzanan bir çizgiyi<br />

izler. Bazıları ise kültürel yapıların biçim ve içeriğini incelemekle başlar ve bunların ekonomik temelini<br />

soruşturmakla sonuçlanarak temele doğru gider. Peter Golding ve Graham Murdock’un çalışmalarında<br />

özetlenen eleştirel siyasal ekonomi yaklaşımı ise eleştirel gelenek içerisinde iki farklı yaklaşım olan<br />

“siyasal ekonomi” ve “kültürel çalışmalar” arasındaki bir birleştirme çabası olarak görülür.<br />

Eleştirel siyasal ekonomi, incelediği konulara ilişkin gerçekçi bir kavrayışı varsayar. Bir başka deyişle<br />

çalışırken kullandığı kuramsal yapılar, olayları, iç yüzünü ve temelindeki nedenleri düşünmeksizin<br />

yalnızca dış görünümleri ile incelemez. Eleştirel çözümleme, gerçek dünyadaki gerçek aktörlerin<br />

yaşantılarını ve fırsatlarını biçimlendiren gerçek sınırlamaları açığa çıkarmak üzere asıl olarak eylem ve<br />

yapı sorunlarıyla ilgilenir. İnsanların maddi çevreleriyle etkileşimine odaklandığı ve maddi kaynakları<br />

üzerindeki eşit olmayan denetimi ve eşitsizliğin simgesel çevrenin doğası üzerindeki sonuçlarıyla<br />

ilgilendiği için maddeci bir anlayışı yansıtır.<br />

161


Eleştirel siyasal ekonomi, anaakım ekonomi biliminden dört özellik açısından farklılaşır. Golding ve<br />

Murdock, bu özellikleri şöyle sıralamaktadırlar:<br />

a. Eleştirel siyasal ekonomi bütüncüldür. Ekonomiyi ayrı ve uzmanlaşmış bir alan olarak ele almak<br />

yerine, ekonomik örgütlenme ile siyasal, toplumsal ve kültürel yaşam arasındaki etkileşimle<br />

ilgilenir. Kültür konusunda, özellikle ekonomik dinamiklerin kamusal kültürel anlatımın yayılım<br />

alanı ve çeşitliliği ile bunlardan farklı toplumsal grupların yararlanabilirliği üzerindeki etkiyi<br />

araştırırlar.<br />

b. Eleştirel siyasal ekonomi tarihseldir. Hem dinamik hem de sorunlu olarak tanımladığı geç<br />

kapitalizmin incelenmesi ve betimlenmesiyle ilgilenir. Eleştirel siyasal ekonomi, bu tarihsel<br />

konumlanışı nedeniyle zaman ve mekanın tarihsel özelliklerini dikkate almayan yaklaşımlardan<br />

farklıdır.<br />

c. Merkezi olarak kapitalist girişim ile devlet müdahalesi arasındaki dengeyle ilgilenir.<br />

d. Adalet, eşitlik, kamu yararı gibi temel ahlaki sorunlarla ilgilenebilmek için verimlilik gibi teknik<br />

konuların ötesine gider.<br />

Eleştirel siyasal ekonomi yaklaşımına göre ekonomik dinamikler, içinde iletişim etkinliklerinin<br />

gerçekleştiği genel çevrenin temel özelliklerini belirler.<br />

Eleştirel siyasal ekonomi, dünyayı çözümlediği ölçüde onu değiştirmekle de ilgilenir. Klasik siyasal<br />

ekonomiciler ve onların günümüzdeki destekçileri, devlet müdahalesinin en aza indirilmesi ve pazar<br />

güçlerine olası en geniş işleme serbestisinin verilmesi gerektiği varsayımından çözümlemeye başlarlar.<br />

Öte yandan eleştirel siyasal ekonomiciler, pazar sistemlerinin bozukluklarına ve eşitsizliklerine işaret<br />

ederler ve pazar sisteminin kusurlarının ancak devlet müdahalesi tarafından düzeltilebileceğini<br />

savunurlar.<br />

Kültürel Bağımlılık<br />

Kültürel bağımlılık yaklaşımı, özellikle Latin Amerika ülkelerine ilişkin araştırmalarla geliştirilmiştir. Bu<br />

yaklaşım, merkez (endüstrileşmiş) ülkeler ile periferi (yan/üçüncü dünya ülkeleri) arasında bir tarafın<br />

egemenliğine dayanan dengesiz ekonomik ilişki varsayımına dayanır. Ülkeler arasındaki ekonomik<br />

bağımlılığın beraberinde kültürel bağımlılık getirdiği üzerinde durulur.<br />

İdeolojik egemenlik kavramını temel alan kültürel bağımlılık yaklaşımı, bağımlılık ilişkilerinin<br />

pekiştirildiği her yerde ideolojik egemenlik sürecinin var olduğunu belirtir. Bu sürecin bir aracı olarak<br />

kitle iletişim araçlarının görevi, kapitalizme özgü değerleri yaymak ve temel nitelikleriyle ulusal<br />

bağlamın dışında olan davranışlara özendirmektir. Bu değerler kapitalizmin hegemonyacı merkezlerinde<br />

yaratılmakta, bu nedenle de dış çıkarlar tarafından yönetilmekte ve ulusal çıkarlara karşıt olmaktadır.<br />

Kültürel bağımlılık yaklaşımına göre ideolojik egemenliğin işleyiş biçimlerinin yanında ideolojik<br />

egemenliğin içeriği de bağımlılığın sürdürülmesinden sorumludur. Örneğin uluslararası şirketlerin özel<br />

pazarlama yöntemleri, reklam teknikleri ve tüketici kredileri politikalarıyla oluşturdukları tüketim<br />

ideolojisi gelişmekte olan ülkelerde halkın gelir düzeyi düşük olan çoğunluğu için ulaşılması güç<br />

beklentiler yaratarak bağımlılığı pekiştirmektedir.<br />

İletişim kuramcıları, kültürel bağımlılığın temel bir ilkesi olarak az gelişmiş ve gelişmekte olan<br />

ülkelerin gerçek kültürüne karşıt, yabancılaşmış değerlerin bu toplumlara zorla dayatılması üzerinde<br />

dururlar. Onlara göre haberlerin ve reklamların dıştan denetlenmekte oluşu bağımlılığın sürdürülmesinin<br />

önemli araçlarıdır. Kitle iletişim araçları üretiminde ve ileti dağıtımında yer alan kurumların nitelikleri<br />

kapitalist dünyadaki güç dengesizliğinin bir göstergesidir. Bu sürecin sonucu olarak, gelişmekte olan<br />

toplumların bireyleri “yalnızca alıcı” ya da “eleştiri yeteneği olmayan pasif ögeler” olarak sunulmaktadır.<br />

Kültürel bağımlılık kuramcılarına göre insanların yaşamları kendi tercihlerinin bir sonucu olarak<br />

değil, uluslararası kapitalist sistemle bütünleşme modelinin bir parçası olarak dıştan biçimlenir. Bütün<br />

insanlar uzakta bir yerlerde belirlenen tercihlere bağımlı hale getirilir. Aslında bağımlılık, uluslararası<br />

yayılma aşamasına geldiğinde kapitalist üretim biçiminin çevre ülkelere yönelen siyasal yayılmasından<br />

başka bir şey değildir.<br />

162


Kültürel bağımlılık yaklaşımı, egemenlik sürecini açıklamasıyla ve egemenliğin yalnızca baskıcı<br />

yöntemlerle sağlanamayacağını, aynı zamanda karmaşık ideolojik yapıları da içerdiğini göstermektedir.<br />

Bağımlılık yaklaşımının bir türevi olan kültürel bağımlılık, kendisini Marksist emperyalizm kuramının bir<br />

tamamlayıcısı olarak sunar. Kültürel bağımlılık yaklaşımları, basit merkez ve yan ülke ilişkisinden<br />

gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki daha karmaşık ekonomik, siyasal ve kültürel bağımlılığı<br />

inceleme yönünde gelişmiştir. Bu kültürel bağımlılık, kültürel emperyalizm olarak betimlenmiştir.<br />

Kültürel Bağımlılık Yaklaşımının Eleştirisi<br />

Kültürel bağımlılık yaklaşımlarıyla yapılan araştırmaların çoğunun genelleme düzeyinde kalması,<br />

ideolojik sürecin özgün dinamiklerini ve bu dinamiklerin gelişmekte olan ülkelerin bireyleri üzerindeki<br />

etkilerini açıkça ortaya koyamamaktadır.<br />

Önemli bir nokta da bağımsızlık yaklaşımı içinde baskın olanın toplumsal sınıflar değil, ulus kavramı<br />

olduğudur. Benzer biçimde, kültürel bağımlılık yaklaşımı da ideoloji çözümlemesinde sınıf çelişkileriyle<br />

ilgilenmez. Böylelikle Marksist ideoloji ve emperyalizm kavramlarını gözden kaçırır. Pek çok yazar,<br />

kültür sorunuyla ilgili çözümlemelerini öne sürerken kalkınmacı bakış açısından daha ileri<br />

gidememişlerdir.<br />

Ayrıca kimi kültürel bağımlılık kuramcıları, sermayelerin uluslararası yayılma süreci gerçeğinin çevre<br />

ülkelerin egemen sınıflarının uluslar arası sermaye ile birleşmelerine yol açtığını görmezden gelerek<br />

egemen sınıfların emperyalist çıkarlara karşı birleşebileceğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle de antiemperyalizm,<br />

sınıf mücadelesinin değişik biçimlerini ve bunların farklı toplumlarda belirtilerini bir<br />

kenarda bırakarak temel konu haline gelmektedir.<br />

Kültürel bağımlılık, yönetici-egemen sınıfın, halkın tüm bilincine egemen olan, gücün sınırsız, tek<br />

parça bir blok olmayıp, aslında kendi içsel çelişkileri de bulunan bir sınıf olduğunu görmezden gelir.<br />

Ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde gelir dağılımı piramidinin farklı basamaklarında yer alan tüm<br />

insanların bir iletiyi aynı biçimde algılayacağını beklemek de gerçekçi değildir.<br />

Bu yaklaşım çerçevesinde iletişime kapitalist ilişkilerin üretilmesinde çok güçlü, neredeyse özerk bir<br />

rol verilmektedir. Oysa kitle iletişim araçlarını kapitalist üretim ilişkilerinin küresel bir bakış açısında<br />

yerleştiren bir çözümleme, bu araçların çok uluslu şirketlerin egemenliğinin belirgin olduğu bir üretim<br />

sürecinin bir parçası olduklarını ortaya çıkaracaktır.<br />

KÜLTÜREL EMPERYALİZM<br />

Marksist görüşte emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Kapitalizmin temel özelliklerinin<br />

gelişmesi ve kendi içinde oluşan zıtlara dönmesi ile meydana gelir. Emperyalizmde firmaların büyümesi<br />

ve çeşitli şekillerde birleşmesiyle tekeller ortaya çıkmıştır. Böylece ekonomik bakımdan serbest rekabetin<br />

yerini tekel pazarı almıştır. Küçük sanayi yerini büyük sanayie bırakmış, banka sermayesi de sanayi<br />

sermayesi ile birleşerek finans sermayesini ve finans oligarşisini oluşturmuştur. Tekeller, uluslararası<br />

kapitalist tekelleri kurmuşlardır. Güçlü kapitalistler tarafından dünyanın paylaşılması tamamlanmıştır ve<br />

ilerideki çatışmalar yeniden paylaşım için olacaktır.<br />

Emperyalizm, eşitsiz bir ilişkinin ürünüdür ve bu eşitsizlik, zayıf tarafın yararına çalışmamaktadır.<br />

Emperyalist ilişkide merkez ülkenin egemen güçleri, çevre ülkenin egemen güçlerine nüfuz ederler.<br />

Böylece her ikisinin egemen güçlerinin yararına işleyen bir süreç yaratılır. Merkez ve çevre ülkelerin<br />

egemen güçleri arasında bir ittifak kurulurken her iki ülkenin çalışan sınıfları arasında bir ittifakın<br />

doğması ise önlenmeye çalışılır.<br />

Emperyalizm olgusunun kültürel boyutunu tanımlamak için “kültürel emperyalizm” kavramı<br />

kullanılmaktadır. Emperyalizm, burada ülkeler arasındaki eşitsiz ilişkilerin daha güçlü ülke lehinde<br />

oluşturulması ve sürdürülmesini anlatır. Kültürel emperyalizm de ekonomik sömürü ya da askeri kuvvetin<br />

ötesine geçen bir sürecin boyutlarını ayırt eder. İletişim alanının yanı sıra uluslararası ilişkiler,<br />

antropoloji, eğitim, bilim, tarih, edebiyat ve spor alanlarındaki olayları açıklamak için de bir çerçeve<br />

olarak kullanılan kültürel emperyalizm kavramı, 1960’larda ortaya çıkmış ve 1970’lerden beri bir<br />

araştırma odağı olmuştur.<br />

163


Kültürel emperyalizm kavramını, gelişmekte olan ülkeleri egemenliği altına alan gelişmiş ülkelerin<br />

medyayı da içeren çokuluslu şirketlerini açıklamak ve betimlemek için kullanmayı öneren Herbert<br />

Schiller (1919-2000), kapitalist sistemin yayılması, korunması ve daha iyiye gitmesi için çalışan bir aracı<br />

olarak medya teknolojisi ve iletişim üzerinde durur. Schiller’e göre kültürel emperyalizm, “Bir toplumun<br />

modern dünya sistemi içine çekilmesi amacıyla onun hakim toplumsal katmanının, dünya sisteminin<br />

tahakküm merkezinde geçerli değer ve yapılara uygun hale getirilmek, hatta bunlara güç katmak üzere<br />

kendi toplumsal kurumlarını şekillendirmesi için cezbedildiği, baskı altına alındığı, zorlandığı, bazen<br />

rüşvetle elde edildiği bir süreçler toplamıdır.”<br />

Schiller’in kültürel emperyalizm tezine göre, iletişimde kültürel emperyalizm, genel emperyalist<br />

sistemin bir alt setidir. Kültürel ve ekonomik alanlar birbirinden ayırt edilemeyecek biçimde beraberdir.<br />

Kültürel üretim, otomobil üretiminden aşağı kalmayacak kadar, kendi siyasal ekonomisine sahiptir.<br />

Schiller’e göre, sonuçta kültürel ürün olarak nitelenen her şey aynı zamanda ideolojiktir ve geniş ölçüde<br />

sistemin çıkarına hizmet eder.<br />

Kültür emperyalizmi konusunda en çok siyasal ekonomik yorumlar ve kurum incelemelerinde<br />

bulunulmuştur. Schiller, medyanın dünya kapitalizmi içindeki yerini işaret ederek modern dünya<br />

sisteminin ideolojik bilişimsel altyapısı olan “çok uluslu şirketleri (ÇUŞ)” merkeze alarak, bu şirketler<br />

aracılığıyla modern dünya sisteminin nasıl reklamının yapıldığını, korunup yayıldığını anlatır.<br />

Nordenstreng ve Schiller’in 1979’da yayınladığı National Soverignty and International Communication<br />

(Ulusal Egemenlik ve Uluslararası İletişim) eseri de dünya sisteminin kurumsal ve politik incelemelerini<br />

içerir.<br />

Schiller, haberleşme özgürlüğü görüşünün dayandığı varsayımların maskesini indirerek iletişimde<br />

kullanılan araçların çözümlenmesini, sermayenin uluslararası yayılması bağlamına yerleştirmiştir.<br />

Schiller’e göre bireysel ifade özgürlüklerinin korunması gibi ifadelerin ardında; hem ekonomik (kendi<br />

ürünlerinin dağıtımı) hem de (kapitalizmle tutarlı değerlerin korunması yoluyla) ideolojik olarak içeriğin<br />

belirlenmesinde merkezi yeri emperyalist çıkarlara veren, uluslararası şirketler bulunmaktadır.<br />

Diğer önemli bir siyasal-ekonomik medya eleştirmeni Armand Mattelart’ın da uluslararası ticari<br />

sistemle ilgili olarak benzer görüşleri vardır. Armand Mattelart ve Ariel Dorfman, ABD emperyalizminin<br />

siyasi, ekonomik ve kültürel olarak medya metinlerine nasıl yansıdığını gösteren How to Read Donald<br />

Duck: Imperialist Ideology in The Disney Comic (Vak Vak Amca Nasıl Okunmalı: Disney Çizgi<br />

Romanlarında Emperyalist İdeoloji) adlı incelemelerinde Disney dünyasının masum görüntüsünün<br />

altındaki emperyalist ideolojiyi tartışırlar. Onlara göre bu okumada, Amerikan yaşam biçiminin<br />

üstünlüğü, tahakküm altındaki insanların geriliği, tüketicilik, paranın üstünlüğü, basmakalıp çocuklaşmış<br />

üçüncü dünya, kapitalizmin doğallığı ve anti-devrimci propaganda vurgulanır. Amerika’nın ticari ve<br />

teknolojik üstünlüğü ile bütün dünyaya dağıttığı emperyalist ideoloji taşıyan medya ürünleri eleştirilir.<br />

Nordenstreng ve Varis’in birlikte ve tek başlarına yaptıkları çalışmalar da “serbest haber akışı”<br />

kavramının tek yönlü haber akışı gerçeğini gizlediğini deneysel olarak göstermiştir. ABD’de ortaya çıkan<br />

bu akış, uluslararası iletişim pazarında egemendir. Varis ve Nordenstreng aynı zamanda hem eğlence<br />

programları sunulurken hem de haberler aktarılırken kitle iletişim araçlarının içeriklerinin taşıdığı belirli<br />

bir ideolojik yönü de önemle belirtmişlerdir. Bu tür araçların içerikleri, sınıf çatışmalarının görünümünü<br />

küçültürken kapitalizme herhangi bir somut alternatifi de meşruluğu olmayan bir yapı olarak sunarlar.<br />

Kültürel Emperyalizm Yaklaşımının Eleştirisi<br />

Kültürel emperyalizm görüşüne yöneltilen eleştirilerden biri; iletişim sürecinde izleyicilerin pasif<br />

olmadıkları, kendilerine değişik yollardan ulaşan iletilerden kendi anlamlarını yaratabildikleri,<br />

hegemonyacı anlamlara karşı direniş noktaları oluşturabildikleri yönündedir. “Aktif izleyici” varsayımına<br />

dayanan bu tür araştırmalar, aynı sonuca varmasalar da etki araştırmaları geleneğine dayanır. Aktif<br />

izleyici ve alımlama kuramının eleştirileri ise izleyicinin küresel medya holdingleri ya da kültürel politika<br />

üzerinde çok az etkisi olduğu yönündedir. Medya holdingleri izleyiciye, farklı haklar ve tercihlere sahip<br />

vatandaşlar olmaktan çok ürünlerinin farklılaştırılmamış tüketicileri gözüyle bakarlar. Schiller’e göre ise<br />

aktif izleyici fikri, birinin bir ileti akışına direndiğini söylemekten başka bir şey değildir.<br />

164


Ulusal kültür söylemiyle bütünleşen kültürel emperyalizm görüşüne yöneltilen bir başka eleştiri de<br />

ulusal kültürler ve kimliklerin de etnik, dinsel, cinsel ve sınıfsal farklılıklar temelinde çatışma halinde<br />

oldukları, ulus-devlet kavramına dayanan kültürel emperyalizm görüşlerinin ideoloji çözümlemesinde<br />

sınıf çelişkileriyle ilgilenmedikleri yönündedir.<br />

1960’lı yıllarda üçüncü dünya ülkelerinin savunduğu kültürel emperyalizm tezleri, 1990’lı yıllarda<br />

iletişim teknolojisindeki, özellikle de uydu teknolojisindeki gelişmelerle yeniden gündeme gelmiştir.<br />

Ancak bu sefer üçüncü dünya ülkeleri ile gelişmiş ülkeler arasındaki çatışmadan çok, Avrupa-ABD kültür<br />

çatışması, iletişim alanındaki tartışmalara egemen olmuştur.<br />

Medya Emperyalizmi<br />

Oliver Boyd-Barrett tarafından 1977’de ortaya atılan medya emperyalizmi tezi, güç dengesizlikleri ve<br />

medya akışını ele almaktadır. Boyd-Barrett’e göre medya emperyalizmi, herhangi bir ülkedeki medya<br />

sahipliği, yapısı, dağıtım veya içeriğinin tek başına veya birlikte, diğer ülke veya ülkelerin medya<br />

çıkarlarının önemli miktarda dış baskısına maruz kalması sürecidir. Buna göre, medya emperyalizminin<br />

dört biçimi vardır:<br />

a. İletişim medyasının şekli: Alıcının kullandığı teknoloji<br />

b. Endüstriyel yapı setleri<br />

c. Medya firmalarındaki ideal pratikle ilgili neyin nasıl yapılacağını içeren değerler<br />

d. Belli kitle iletişim araçları içeriklerinin (ürünlerin) ithali.<br />

Medya emperyalizmi genellikle ABD ve Batı Avrupa’nın medya ürünlerinin çoğunu ürettikleri, ilk<br />

kârlarını yurt içinde yaptıkları ve daha sonra üçüncü dünya ülkelerinin aynı ürünleri topraklarında<br />

üretmeyi göze alabileceklerinden çok daha düşük bir maliyetle bu ülkelere pazarladıkları bir süreç olarak<br />

betimlenmektedir.<br />

Medya emperyalizmi genel güç kaynaklarının dengesiz bir şekilde bölüşüldüğü bir dünya düzeninin<br />

sonucudur. Medya emperyalizmi ilişkisinde egemenlik altında kalan taraf, bu durumu iki şekilde<br />

benimser: (1) Ticari ve sayasal strateji olarak kalkınma, modernleşme adı altında bilinçli olarak ithal eder<br />

ya da (2) İlişki sonucunda üzerindeki bu egemenlik etkenliğini yansıtmasız benimser.<br />

Medya emperyalizmi ve kültür emperyalizmi birbirine sıkıca eklemlenmiş iki tezdir. Her ikisi de<br />

birbirinin nedeni ve sonucudur. Bu nedenle birlikte incelenmesi gerekir. Her ikisinde de sistem eleştirisi<br />

(siyasal ekonomi) ve kurumsal analiz vardır; ancak kültürel incelemelerin belirsizliği, yüzeyselliği,<br />

esneklikten uzak ve maddeci oluşu eleştiri almaktadır.<br />

Medya emperyalizminin deneysel olarak incelenebilen göstergeleri ve düzeyleri belirlenebilir; örneğin<br />

medyanın akışı, yabancı yatırımlar, yabancı modellerin benimsenmesi ve kültür üzerindeki etkileri.<br />

Meta Olarak İzleyici<br />

Kanadalı ekonomist Dallas Smythe’e göre kitle iletişim araçları tekelci kapitalist sistemin bir buluşudur.<br />

Bu araçlar, izleyicileri kitle halinde üretirler ve reklamcılara satarlar. Smythe, kitle iletişim araçlarının<br />

içeriğini; yani haber, eğlence, müzik, spor, film, tartışma gibi her türlü programı, “bedava öğle yemeği”<br />

olarak niteler. Kapitalist ilişkilerde birinin yemeğe götürülmesi, herhangi bir esas amaç için bir vesileden<br />

başka bir şey değildir. Yemek yenirken alışveriş, iş tartışması yapılır. Kitle iletişiminin içeriği de bedava<br />

öğle yemeği olarak “balığı oltaya çekmek” için sunulan yemdir.<br />

Smythe dikkatleri, medyanın ideolojik aygıt olmasından, kapitalizmdeki ekonomik görevine çeker.<br />

“Görünmez üçgen” adını verdiği yayıncılar, reklamcılar ve izleyiciler arasındaki ilişkileri araştırır. Smthe,<br />

İletişim: Batı Marksizminin Kör Noktası adlı eserinde, tekelci kapitalizmin bir bireyin işçi ve müşteri<br />

rolleri arasındaki sınırları ortadan kaldırdığını savunur. Bütün uyku dışı zamanın çalışma zamanı<br />

olduğunu belirten Smythe, çalışma zamanının malların üretimine, işgücünün üretimine ve yeniden<br />

üretimine ayrıldığını anlatır. İşten arta kalan ancak uyanık geçen zaman, bir mal olarak reklamcılara<br />

satılmaktadır.<br />

165


Chomsky’nin deyişiyle medyanın önemli bir özleyici kitlesine ulaşabilen kesimleri büyük<br />

kuruluşlardır ve kendilerinden daha büyük holdinglerle sıkı sıkıya bütünleşmişlerdir. Diğer işyerleri gibi<br />

medya kuruluşları da alıcılara bir ürün satar. Onların piyasası reklamcılar, “ürün” ise izleyicilerdir ve<br />

gözler reklam oranlarını büyüten daha zengin izleyicilere dikilmiş durumdadır. Kısacası, büyük medyalar,<br />

ayrıcalıklı izleyicilerini diğer işyerlerine “satan” kuruluşlardan oluşur.<br />

Zihin Yönlendirenler<br />

Herbert Schiller’e göre Amerika’da medya yöneticileri imajların ve haberlerin yaratılması işlenmesi,<br />

inceltilmesi ve bunlara uyulması; dolayısıyla inançlarımızı ve tutumlarımızı, sonuç olarak da<br />

davranışlarımızı belirlemeyi kendilerine iş edinmişlerdir. Shchiller 1974’te yayınlanan The Mind<br />

Managers (Zihin Yönlendirenler) adlı kitabında, küresel ekonominin işleyiş mantığını betimler. Schiller’e<br />

göre medya yöneticileri, toplumsal varlığın gerçeklerine uymayan iletileri kasıtlı olarak ürettiklerinde<br />

zihin yöneticileri haline gelirler. Gerçekliğin kusurlu olarak algılanmasına, yaşamın gerçeklerini kavrama<br />

gücünden yoksun bırakılmış bir bilincin oluşmasına neden olan iletiler, zihin yönlendiricileri tarafından<br />

kasıtlı olarak üretilmiş manipülasyon (yönlendirme) amaçlı iletilerdir. Manipülasyon, en önemli<br />

toplumsal denetim aracıdır.<br />

Schiller’e göre, manipüle edenler varlığın egemen koşullarını açıklayan, meşruiyet kazandıran, hatta<br />

zaman zaman öven mitleri kullanarak, çoğunluğun çıkarları doğrultusunda oluşturulmamış bir düzenin<br />

devamını sağlamak için çoğunluğun desteğini kazanırlar. Manipülasyonun başarılı olması ise alternatif<br />

toplumsal düzenlemelerin gündem dışına itilmesini sağlar.<br />

Shchiller, manipülasyonun pek çok yolu olduğunu belirtir. Haber akışını denetim altında tutmak,<br />

beyinleri amaca uygun ideallerle doldurmak, bu yollardan en etkin olanları arasındadır. Pazar<br />

ekonomisinin ilkeleri bu alanda çok işe yarar. Medyaya egemen olmak, para ile olanaklıdır. Televizyon<br />

istasyonları, gazeteler, radyo istasyonları, yayınevleri, vb. ait oldukları holdinglere bağlı olarak çalışırlar.<br />

Amerika’da medya yöneticileri hem ülke içinde hem de ülke dışında istedikleri etkiyi yaratabilmek<br />

için yoğun ve bilinçli bir çaba içinde çalışmaktadır. Amerikan kültür endüstrisi Amerikan kültürünü<br />

dünyaya pazarlayarak, hem ticari kazanç sağlamakta hem de kendi ideolojisinin propagandasını<br />

yapmaktadır. Çıkar uyuşmazlığı olan durumlarda ise ihtilaflı olunan ülkedeki farklılıklar öne çıkartılarak<br />

taraflar kışkırtılmaktadır. Bunun sonucunda ortaya çıkan çatışmaya demokrasi adına müdahale edilerek<br />

denetim ele geçilmektedir. Böylece ABD ekonomisi, hükümeti ve ordusu işbirliği içinde dünya<br />

egemenliğini sürdürmeye çalışır.<br />

Elektronik Sömürgecilik<br />

Elektronik sömürgecilik kavramı ilk olarak Thomas McPhail’in 1981’de yayınlanan “Electronic<br />

Colonialism: The Future of International Broadcasting and Communication (Elektronik Sömürgecilik:<br />

Uluslar arası Yayıncılık ve İletişimin Geleceği)” adlı kitabında kullanılmıştır. McPhail elektronik<br />

sömürgeciliği mühendisler, teknisyenler ve ilgili enformasyon protokolleri ile birlikte iletişim<br />

donanımının, dışarıda üretilen yazılımın ithali yoluyla kurumlaşan bağımlılık ilişkisi olarak tanımlar. Bu<br />

ilişki, farklılaşan derecelerde yerli kültürleri ve toplumsallaşma süreçlerini değiştirebilecek bir dizi<br />

yabancı norm, değer ve beklentiyi dolaylı yoldan kurumlaştırır.<br />

McPhall’a göre elektronik sömürgeciliğin işleyişi şöyle gerçekleşir: İletişim teknolojileri ithal<br />

edilmekte, ithal edilen bu teknolojiyi kurmak için yabancı mühendisler ve teknik elemanlar görev almakta<br />

ve bunun için resmi protokoller yapılmaktadır. Bu süreçte yalnızca teknoloji değil, iletişim ürünleri de<br />

ithal edilmekte ve yabancıların değerleri, yaşam biçimleri ve beklentileri bu ürünler aracılığıyla egemen<br />

kullanmaktadır.<br />

Elektronik sömürgecilik yaklaşımına göre kitle iletişim araçları, ülkeleri bağımlılık ilişkileri içine<br />

çeken araçlardır. Yaklaşım, kitle iletişim araçlarının reklamlar da dahil olmak üzere tekrarlanan<br />

iletilerinin dünya çapındaki izleyicilerin zihinleri üzerindeki etkileriyle ilgilidir. Kitle iletişim araçları,<br />

yerli filmler ve yapımlar yüksek kaliteli ve kitlesel olarak üretilen medya iletileri ve sistemlerinin<br />

166


yarattığı kültürel bir tsunami tarafından önemsizleştirildiği için esas olarak İngilizceyi kullanarak zaman<br />

içinde giderek daha fazla bireyi daha benzer hale gelmeleri için etkileyecektir.<br />

Elektronik sömürgecilik, kitle iletişim araçlarının nasıl yeni bir imparatorluk kavramına neden<br />

olduğunu açıklar. Bu imparatorluk, askeri güce ya da toprak kazanımına dayanmayacak fakat zihinlerin<br />

denetlenmesine dayanacaktır. Bu, küresel olarak gelişen psikolojik ve zihinsel bir imparatorluktur.<br />

Küresel medya, tüm dünyadaki bireylerin zihinlerini, tutumlarını, değerlerini ve dilleri ortaklaşa<br />

etkilemektedir. Bu, zamanla çok uluslu iletişim şirketlerinin sınırlarını genişletecek biçimde elektronik<br />

kitle iletişim araçları merkezli bir olgudur.<br />

Medyada Yoğunlaşma ve Tekelleşme<br />

Dünya çapında özellikle son bir kaç on yılda giderek yaygınlaşan liberal ekonomi politikaları, belirli<br />

alanlarda ticari işletmelerin yoğunlaşmalarına ve tekelleşmelerine neden olmuştur. Bu durum medya<br />

açısından “çok seslilik” ortamının bozulması ve potansiyel zararlı etkileri nedeniyle liberal-çoğulcu<br />

yaklaşımlar tarafından eleştirilirken, eleştirel yaklaşımlar tekelleşmenin siyasal ekonomisi üzerinde<br />

durmaktadır.<br />

Çok seslilik, liberal-çoğulcu kuramda önemli bir yer tutar. Farklı düşüncelere sahip kişilerin bu<br />

düşüncelerini toplumsal yaşamda açıkça dile getirebilmeleri anlamına gelen çok seslilik çağdaş<br />

demokrasilerin temelidir. Çok seslilik, düşünceyi açıklama ve ifade özgürlüğü ile yakından bağlantılıdır<br />

ve demokratik toplumlarda serbest pazarda iş gören kitle iletişim araçları çok sesliliğin sağlanmasının<br />

güvencesi olarak görülür. Ancak serbest pazar, doğası gereği tekelleşmeyi beraberinde getirir ve medya<br />

alanındaki tekelleşme farklı düşüncelerin ifade edilmesine engel olacağı için “tek sesliliğe” neden olur.<br />

Bu da çoğulcu demokrasiye tehdit oluşturduğu için liberal-çoğulcular tarafından endişeyle karşılanır.<br />

Liberal politikaların tekelleşmeye karşı önlemleri ise etkili anti-tröst (tröst karşıtı) yasalarının<br />

çıkarılmasıdır. Tröst, aynı alanda iş yapan çeşitli ortaklıkların hisse senetlerinin bir denetim<br />

örgütlenmesine teslim edilmesi ve yönetimin bu örgütlenmeyi yöneten gruba aktarılmasıyla oluşan tekelci<br />

kapitalizme dayalı bir ortaklıklar birliğidir. Tekelciliğin gelişmiş bir biçimi olan tröstleri engellemek ve<br />

firmalar arası serbest rekabet koşullarını korumak için bir çok devlet anti-tröst yasalar çıkarmıştır. Buna<br />

karşılık, eleştirel ekonomi politik yaklaşımlar, tekelleşmeyi serbest pazar ekonomisinin bir sonucu olarak<br />

ele alır ve çözümlerler. Bu bağlamda 1980’li yıllarda, kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinde iletişim<br />

alanındaki değişimler de siyasal ekonomik yaklaşımların inceleme konusu olmuştur.<br />

Çok seslilik, farklı düşüncelere sahip kişilerin bu düşüncelerini<br />

toplumsal hayatta açıkça dile getirebilmeleri anlamına gelir. Bu da çağdaş<br />

demokrasilerde düşünceyi açıklama ve ifade özgürlüğü ile bağlantılı görülür. Tekelleşme<br />

ise “tek seslilik” kavramıyla ilişkilidir. Belirli bir alanda tek olma, başkasının ol(a)maması<br />

anlamına gelir.<br />

1980’li yıllardan itibaren tüm dünyada özelleştirme ve deregülasyon politikaları kitle iletişimin<br />

görünümünü değiştirmiştir. Özelleştirme, kamu mülkiyetinde bulunan işletmelerin özel sektöre<br />

aktarılmasıdır. Örneğin daha önce devlet eliyle yürütülen posta, telefon, telekomünikasyon hizmetleri<br />

özelleştirilerek özel sektöre devredilmiştir. Deregülasyon ise yasal düzenlemelerin ortadan kaldırılarak<br />

kamu mallarının özel sektöre devredilmesidir. Kavram olarak “kuralsızlaştırma” ya da “serbestleştirme”<br />

gibi karşılıkları olan deregülasyon, kitle iletişiminin kamu gücünün denetiminden çıkmasını ifade eder.<br />

Bir başka deyişle kamu hizmeti sunması için devletler tarafından yönetilen ya da korunan medyalarla<br />

ilgili yasal düzenlemelerin kaldırılarak bu medyaların işletmesinin özel sektöre açılmasını anlatır.<br />

Örneğin televizyon yayınları kamu tekeli biçiminde düzenlenirken, deregülasyon politikalarıyla pazara<br />

girişteki bu tekel kaldırılmış ve yayıncılık alanı özel sektöre açılmıştır.<br />

Deregülasyon, yasal düzenlemelerin ortadan kaldırılarak kamu<br />

mallarının özel kesime devredilmesidir. Kavram olarak “kuralsızlaştırma” ya da<br />

“serbestleştirme” gibi karşılıkları olan deregülasyon, kitle iletişiminin kamu gücünün<br />

denetiminden çıkmasını ifade eder.<br />

167


Deregülasyon politikaları, medya sisteminin metalaşmasını hızlandırmıştır. Bu politikalar birçok<br />

Avrupa ülkesinin yayın sistemlerinde olduğu gibi daha önce rekabete kapalı olan pazarları özel<br />

girişimcilere açmıştır. Yine düzenleme rejimleri, şirket sahipleri ile reklamcıların hareket serbestisi lehine<br />

değiştirilmiştir. Deregülasyon sürecinde kamusal yayıncılığın önemi azalmış, yayın içerikleri kâr ve<br />

rekabete dayanan pazarın işleyişine bırakılmıştır.<br />

Özelleştirme ve deregülasyon politikalarının bir sonucu da iletişim alanındaki yoğunlaşmanın<br />

artmasıdır. Medya sektöründeki yoğunlaşma hareketlerine ilişkin kapsamlı bir çalışma ABD’de Ben<br />

Bagdikian tarafından yapılmıştır. Bagdikian The Media Monopoly (Medya Tekeli) adlı kitabında, 2004’te<br />

medya sektöründe egemen olan şirket sayısının beşe düştüğünü belirtmektedir. Bu şirketler Time Warner,<br />

Disney, Murdoch’s News Corporation, Bertelsmann of Germany ve Viacom’dur (eski CBS).<br />

Özelleştirme, tekelleşme ve deregülasyon tartışmaları özellikle 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında<br />

Türkiye’de de uzun süre gündemi işgal etmiştir. Ancak daha sonra konuya olan ilgi düzeyi düşmüştür.<br />

olmuştur?<br />

Deregülasyon politikalarının medya alanındaki sonuçları ne<br />

Medya alanındaki yoğunlaşma ve tekelleşme eğilimlerinin artmasıyla yakından ilgili bir kavram<br />

“küreselleşme”dir. Çok yönlü bir kavram olarak küreselleşme, insanların ilgi alanına göre iktisadi,<br />

siyasal ve kültürel yönleriyle gündeme gelir. Küreselleşme kavramı 1980’lere doğru Harvard, Stanford,<br />

Columbia gibi saygın Amerikan işletme okullarında kullanılmaya başlanmış ve yine bu çevrelerden<br />

çıkmış bazı iktisatçılar tarafından yaygınlaştırılmıştır. Hemen aynı yıllarda uluslararası iktisadi<br />

kuruluşların yayınlarında ve raporlarında da yer almaya başlamıştır.<br />

Küreselleşme sözcüğü, dünya ekonomisinin örgütlenmesine ilişkin işletmeci bir anlayıştan<br />

doğmuştur. Bu sözcüğün benimsenmesi, iletişim ağlarının serbestleşmesi (deregülasyon) ve<br />

özelleştirilmesi süreciyle aynı zamana rastlar. Mattelart’a göre bu süreç 1970’li yıllarda Amerika Birleşik<br />

Devletleri’nde bankacılık etkinliklerinden düzenlemenin kaldırılmasıyla başlamış, ancak 1984’te<br />

telekomünikasyonda hemen hemen tek özel tekel olan ATT (American Telegraph and Telephone)<br />

şirketinin yıkılışından itibaren yayılmış ve o zamandan beri en değişik ekonomik etkinlik kesimleriyle<br />

ilişkili olarak “gezegensel” bir boyut kazanmayı sürdürmüştür.<br />

Düzenlemenin kaldırılması; toplumun ağırlık merkezinin pazara kaydırılması, özel işletmeye ve çıkara<br />

ilişkin değerlerin giderek egemen konuma gelmesi anlamına gelir. Mattelart, küreselleşmenin “yeni<br />

dünya düzeninin düzensizliklerini gizleyen hazır bir ideoloji” oluşturduğunu savunur.<br />

Küreselleşme sürecinin hız kazanmasıyla birlikte, özellikle 1980’li yıllardan itibaren iletişim<br />

holdinglerinin yükselişi, mülkiyet sahibinin gücünün potansiyel olarak kötüye kullanılmasıyla ilgili eski<br />

tartışmaya yeni bir öge eklemiştir. Artık söz konusu olan, yalnızca şirket sahiplerinin yazı işlerinin<br />

kararlarına müdahale etmeleri ya da siyasal görüşleri farklı olan kilit noktalardaki personeli işten<br />

çıkarmaları gibi basit bir durum değildir. Kültürel üretim, şirketin farklı medya çıkarları arasındaki<br />

kesişmeleri kullanan ortak istekler çevresinde inşa edilen ticari stratejilerce de güçlü bir biçimde<br />

etkilenmektedir. Şirketin gazeteleri, kendi televizyon istasyonlarına bedava reklam olanağı verebilir ya da<br />

müzik ve kitap bölümleri film bölümünün pazara sürdüğü yeni bir filmle bağlantılı ürünler çıkartabilir.<br />

Bunun etkisi, dolaşımdaki kültürel malların çeşitliliğini azaltmak biçiminde ortaya çıkmaktadır. Basit<br />

nicel anlamda, dolaşımda daha fazla meta olmasına karşın, bunların aynı temel temaların ve imgelerin<br />

değişkeleri olmaları daha olasıdır.<br />

Medya holdinglerinin, pazarlarında etkinlik gösteren ya da pazarlara girmeye çalışan daha küçük<br />

gruplar üzerinde de önemli ölçüde dolaylı iktidarları vardır. Bunlar, büyük mali güçlerini yüksek<br />

maliyetli promosyon kampanyaları başlatarak reklamcılara indirimler önererek ya da kilit noktalardaki<br />

yaratıcı personeli satın alarak pazara yeni giren şirketleri yok etmek için kullanırlar.<br />

Diğer yandan büyük medya kuruluşları, önemli ölçüde medya dışından gelen iş ve siyaset<br />

dünyasından kişilerce yönetilmektedir. Medya sektöründeki holdingler, bir alanda birbirleriyle rekabet<br />

168


ederken, bir başka alanda da ortak iş yapmaktadırlar. Birbirleriyle rakip-ortak değişen rollerinin<br />

bulunduğu bir ortamda ilişkilerini sürdürdükleri için de hiçbir grup diğeriyle arasının bozulmasını göze<br />

almamaktadır. Dolayısıyla aralarındaki rekabet çok sınırlıdır.<br />

Medyada tekelleşme olgusu, eleştirel yaklaşımlar yanında liberal yaklaşımlar tarafından da<br />

eleştirilmektedir. Çünkü haber ve bilgi tekelleri, bu tekelleri oluşturanlara haksız bir güç kazandıracağı<br />

gibi aynı zamanda liberalizmin yadsıdığı toplumsal gerçeğin tek bir kaynak tarafından belirlenmesi<br />

durumuna neden olur. Liberal kurama göre demokrasinin temel ilkelerinden biri olan düşünce ve bilgide<br />

çoğulculuk, serbest pazarda karşıtların çatışması yoluyla güvenceye alınır. Tekelciliğe, tekelleşmeye<br />

yönelecek her türlü oluşum ise tek sesliliğe neden olurken, gerçeğe uzanan yolu da tıkamaktadır.<br />

Medya sektöründeki yoğunlaşma ve tekelleşme eğilimleri, düşünce<br />

ve ifade özgürlüğünü nasıl etkilemektedir?<br />

Kültürel Maddecilik<br />

Nicholas Garnham kültürel etken ile ekonomik yapı arasında ilişki kurulması gerektiğini vurgulayarak bu<br />

ilişkinin "kültürel maddecilik” ile kurulabileceğini belirtir. Garnham'a göre toplumsal ve tarihsel olmayan<br />

kuramların tuzağından kaçınmak için kitle iletişim araçları incelemeleri toplum bilimleriyle ve tarihsel<br />

maddecilik geleneğiyle bağlarını yeniden kurmalıdır. Bu gelenekte, kapitalist üretimle gelen üç ana soru<br />

vardır:<br />

1. Bunalım sorusu: Maddi üretim sisteminin kendini sürdürme yolu.<br />

2. Devrim sorusu: Artı ürünün eşitsiz dağıtımını meşrulaştırma yolu.<br />

3. Belirleyicilik sorusu: Ekonomik ve ideolojik düzey arasındaki bağ ve eğer varsa belirleyiciliğin<br />

doğası.<br />

Garnham'a göre ideolojik biçimlerin toplumsal koşulları anlamak ve böylece ideolojinin üreticileri ve<br />

tüketicilerinin konumlarını açıklamak için ideolojinin kendisine değil, yaşamın maddi koşullarına bakmak<br />

gerekir. Garnham’ın belirttiği gibi kültürel maddecilik simgesel ilişki süreçlerinin indirgenemez maddi<br />

belirleyicileri üzerine eğilmeyi ve kapitalist üretim biçiminin genel gelişmesi içinde tarihsel olarak bu<br />

süreçlerin mal üretimi ve değişimi alanı içine getirilme ve bu alanları etkileme biçimlerine odaklanmayı<br />

gerektirir. Üretim ve tüketim diyalektik bir ilişki içindedir. Üretimin doğası ve yapısı ile tüketimin doğası<br />

ve yapısı karşılıklı olarak birbirini belirler. Belirleme dengesi (hangisinin daha çok rol oynadığı) ise<br />

tarihsel olarak değişebilir. Pazar yaratma zorunludur ve kullanım değerlerinin yaratılması, bu değerlerin<br />

alışveriş değerine dönüşümü mücadele ve çelişkiyi içeren bir süreçtir. Dolayısıyla hem teknik hem de<br />

ekonomik belirleyicilik reddedilmelidir.<br />

Garnham’a göre pazarın maddi olarak sınıfsal anlamda yapılanma biçimi nedeniyle tüketicilerin<br />

enformasyon zengini ve enformasyon yoksulu olarak ikiye ayrıldığı iki katmanlı gelişimi giderek daha<br />

çok gözlenebilir olmaktadır. Bu pazarda kültür işçilerinin rolünü ve konumlarını çözümlemek için üç<br />

etken dikkate alınmalıdır:<br />

1. Entelektüellerin durumunun kapitalist sistemdeki diğer kültür işçileri ile hangi bakımlardan<br />

benzeştiği<br />

2. İşbölümü temelindeki toplumsal farklılaşma süreci nedeniyle entelektüellerin durumlarının özel<br />

nitelikler gösterme biçimleri<br />

3. Bu özel niteliklerin kültür işçilerinin kendileri tarafından yanlış tanınmış olması ve yanlış temsil<br />

edilme biçimleri.<br />

Enformasyonun Siyasal Ekonomisi ve Ödemeli Toplum<br />

İletişimin siyasal ekonomisiyle ilgili çalışmalar yapan Vincent Mosco, enformasyon toplumu, endüstri<br />

sonrası toplum, üçüncü dalga, mikroelektronik çağ, bilgisayar çağı, ağ pazarı, beşinci kuşak gibi adlar<br />

verilen toplumsal değişimi anlatmak için enformasyonun siyasal ekonomisi kavramını kullanır. Çünkü<br />

günümüzdeki toplumsal değişimi anlamak için iktidarın bir meta olarak enformasyonun üretimini,<br />

dağıtımını ve kullanımını nasıl düzenlediğini incelemek gerekir.<br />

169


Mosco, günümüzde bilgisayar ağları ve iletişimin değişikliğe uğrattığı toplumu, “ödemeli toplum”<br />

(pay-per society) olarak adlandırır. Ödemeli telefon araması, ödemeli televizyon izleme ve ödemeli<br />

internet bağlantısı bu toplumun göstergeleridir.<br />

Mosco, sayısal teknolojinin gelişmesi, telefon hizmetlerinin deregülasyonu ve özelleştirilmesi ile<br />

birlikte Amerika ve Avrupa’daki telefon şirketlerinin konuşulan saniye başına ödeme tarifeleri<br />

uygulamaya başladıklarını belirtir. Bu ödemeli arama yönteminin kullanılması telefon hizmeti veren<br />

şirketlerin iş yaptıkları müşterilerine cazip ödeme seçenekleri sunmalarına, kârlarını ise bireysel<br />

müşterilerden sağlamalarına olanak vermiştir. Bu yolla şirketler, ödemeli arama hizmetine geçemeyen<br />

şirketlere karşı rekabet avantajı yakalamışlardır. Ödemeli televizyon izleme hizmeti ile birlikte de artık<br />

aylık kablolu televizyon ödemesi yerine bireysel, etkileşimli televizyon hizmetlerine geçilmiştir. Bilişim<br />

teknolojilerinin yapılan her işlemi ölçme ve izlemeye olanak vermesiyle de enformasyon, bit (bilişimde<br />

en küçük bilgi birimi) ya da telefon hattı süresi başına ödeme yapılmaya başlanmıştır. Böylece her türden<br />

enformasyon paketlenerek ve yeniden paketlenerek piyasaya sunulabilir bir biçime sokulmuş;<br />

enformasyonlar ve veri tabanları özel şirketler tarafından pazarda satılmaya başlanmıştır.<br />

Mosco, ödemeli toplumlarda şirketlerin yeni teknolojiyi, denetimlerini uluslararası ölçekte<br />

genişletebilmek için kullandıklarını belirtir. Bu teknoloji firmaların önemli finansal, pazarlama, araştırma<br />

ve planlama kararlarını, küresel bilişim ve iletişim ağları aracılığıyla düzenli bir güncel enformasyon akışı<br />

sayesinde şirketin genel merkezinde alabilmelerini sağlar. Böylelikle, şirketler dünyayı ürünler ve emek<br />

gücü için, düşük ücretli bölgeler, sendika karşıtı politikalar ve direniş gösteren siyasal koşullar açısından<br />

üstünlük sağlayabilecekleri bir pazar olarak kullanabilmektedir. Yeni teknoloji iş gücünün de uluslararası<br />

olarak bölünmesine olanak sağlar. Şirketler bu esneklik sayesinde değişen siyasal ya da ekonomik<br />

koşullara göre daha ucuz ve istikrarlı bölgelere taşınabilmektedir.<br />

Mosco’ya göre ödemeli toplum, söz konusu ödemeli hizmetlere erişebilenlerle erişemeyenler<br />

arasındaki eşitsizlikleri derinleştirmenin yanında temel mahremiyet haklarını da tehdit eder ve<br />

yaşamlarımızın yönlendirilmesinin yolunu açar. Ödemeli toplumda satın alma işlemi gerçekleştirmek,<br />

internetten alışveriş yapmak ya da film izlemekten daha başka anlamlara gelir. Satın alma yoluyla,<br />

yaşamımızı sürdürme biçimimize ilişkin çok büyük miktarlarda enformasyonu özel şirketlere ve devlet<br />

kuruluşlarına sunmuş oluruz. Yeni teknolojilerin bankacılık, alışveriş ve başka hizmet alanlarındaki<br />

kullanımı arttıkça, insanlar giderek artan biçimde mahremiyetlerinden vazgeçmek zorunda kalmaktadır.<br />

FRANKFURT OKULU VE KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ<br />

“Frankfurt Okulu” kavramı, 1923’te Almanya’nın Frankfurt kentinde kurulan “Toplumsal Araştırmalar<br />

Enstitüsü” düşünürlerinin ortak görüşlerini ifade etmek için kullanılır. Frankfurt Okulu düşünürlerinin<br />

genel yaklaşımı “eleştirel kuram” olarak adlandırılmakta, okula “eleştirel okul” da denmektedir.<br />

Frankfurt Okulu’nun ortaya çıkışında, Batı Avrupa’daki işçi sınıfı hareketlerinin I. Dünya Savaşı’nı<br />

izleyen yıllardaki ağır yenilgisi, Rus Devriminin Stalinizme dönüşmesi, Faşizm ve Nazizmin yükselişi<br />

etkili olmuştur. Okul, 1933’te Adolf Hitler’in egemenliği tamamıyla ele geçirmesinden sonra New York’a<br />

taşınmış; ancak 1950’lerin başında Frankfurt’ta yeniden kurulmuştur.<br />

Frankfurt Okulu’nun en önemli üyeleri Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Herbert Marcuse, Leo<br />

Lowenthal ve Franz Neumann’dır. Bu düşünürler, kültür ve modernizmle ilgili sorunlar üzerine<br />

yoğunlaşmışlar, Marksist toplum teorisini varoluşçuluk ve psikanalizle tamamlamaya çalışmışlardır.<br />

Horkheimer’ın Geleneksel Kuram ve Eleştirel Kuram adlı makalesi, eleştirel okulun başlangıcını ve<br />

oluşum temelini belirler. Horkheimer bu makalesinde, modern bilimin yapısını Marksist çizgide inceler.<br />

Yabancılaşma, fetişizm, sahte-bilinç gibi kavramlar üzerinde durur. Horkheimer’a göre günümüzde<br />

insanlar hâlâ bireysel kararlarıyla hareket ettiklerini sansalar da aslında davranışları toplumsal<br />

mekanizmalar tarafından biçimlendirilmiştir. Dolayısıyla gelecekleri, bağımsız bireylerin rekabetiyle<br />

değil; yöneticiler ve ekonomik sistem arasındaki ulusal ve uluslararası çatışmalarla belirlenir. İnsanlığın<br />

günümüzdeki durumu, kâr/çıkar üretimine dayanan bir toplumun temel yapısının sonucu olarak ortaya<br />

çıkar.<br />

170


Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde, amaçlarının “insanlığın gerçekten<br />

insani bir düzeye çıkmak yerine niçin yeni türden bir barbarlığa düştüğünü anlamak” olduğunu ifade<br />

ederler. Düşünürlere göre ekonomik üretkenliğin artışı bir yandan adil bir dünya için gereken koşulları<br />

yaratırken, diğer yandan da teknik aygıta ve bunu elinde tutan toplumsal gruplara halkın geri kalan kısmı<br />

üzerinde hadsiz hesapsız bir üstünlük kurmalarını sağlamaktadır. Ekonomik güçler karşısında birey<br />

tamamen hükümsüz bırakılmakta ve bu güçler toplumun doğa üzerindeki egemenliğini akla hayale<br />

gelmez bir düzeye çıkarmaktadır. Birey kullandığı aygıtın önünde görünmez hale gelirken geçimi yine bu<br />

aygıt tarafından çok daha iyi bir biçimde sağlanmaktadır. Kendilerine dağıtılan metaların niceliğiyle<br />

birlikte kitlenin acizliği ve güdülme olasılığı da adaletsiz bir biçimde artmaktadır.<br />

Genel anlamda ise eleştirel okulun düşünürleri arasında tam bir görüş birliğinden söz edilemez. Bazı<br />

düşünürlerin birbirine benzer çalışmaları olsa da aralarında temel görüş ayrılıkları vardır. Gerçekte tüm<br />

karşı duruş ve direnişleri bir araya getiren Frankfurt Okulu düşünürlerinin ortak noktası, eleştirel bir<br />

duruşu benimsemeleridir. Bu düşünürler öncelikle özeleştiri biçiminde kendi duruşlarını sorgulamayı,<br />

ardından da insanı köleleştiren tüm baskıcı sistemleri sorgulamayı hedeflemişlerdir. Frankfurt Okulu<br />

düşünürlerinin aydınlanma düşüncesi ve pozitivist bilim anlayışıyla hesaplaşmakla başlayan toplum<br />

eleştirileri, zamanla eleştirel toplum kuramına dönüşmüştür. Geleneksel kuram, toplumu yalnızca<br />

anlamayı ve açıklamayı amaçlarken; eleştirel kuram, toplumu ve insanı tutsak eden tüm kurumları<br />

eleştirerek değiştirmeyi amaçlamıştır.<br />

Frankfurt Okulu’na göre kitle iletişim araçları, kültürel yaşamı piyasada elde edilebilir asgari ortak<br />

noktaya indirgeyerek tek biçim ve sıradan bir kitle kültürü yaratmıştır. Dinamik, yenilikçi veya yaratıcı<br />

olan her şey kitlesel pazara uygun görülmeyerek yerini düpedüz üstünkörülüğün bitmek bilmeyen<br />

yinelenişine bırakmıştır.<br />

Frankfurt Okulu düşünürlerine göre insanlar, dilin yorumlayıcı (hermeneutic) dairesi içinde bağımlı<br />

kültürün tutsağıdır. Kitle iletişim araçlarının kullandığı dil kavramsal düşünceyi engeller. “Kültür<br />

endüstrisi” olarak adlandırılan kitle iletişim araçları ve kitle eğlencesi, endüstrileşmiş bireylerin bilincini<br />

artık direnmeyi bile düşünemez hale getirmiştir.<br />

Adorno ve Horkheimer’in ölümü ve 1970’lerin başındaki radikal öğrenci hareketlerinin çöküşüyle<br />

birlikte Frankfurt Okulu’nun tarihinde önemli bir dönem sona ermiştir. Bir anlamda kesinlikle Marksist<br />

düşüncenin bir biçimi olarak Okul’un varlığı bitmiştir; çünkü Marksizmle ilişkisi giderek azalmaya ve<br />

artık siyasal hareketlerle bağı kalmamaya başlamıştır. Ancak başka bir anlamda Okul; eleştirel kuramın<br />

merkezi düşüncelerinden bazıları toplumsal düşünceyi etkilemeye devam ettiğinden, yaşamayı<br />

sürdürmüştür.<br />

Frankfurt Okulunun Eleştirisi<br />

Genel olarak Frankfurt Okulu düşünürleri kitle iletişim araçları konusunda kötümserdirler. Okulun<br />

çalışmaları kitle iletişim araçlarına ve kültür endüstrisine hem burjuva bireyciliğini hem de işçi sınıfının<br />

devrimci potansiyelini yıkan ideolojik baskınlık rolü verir.<br />

Frankfurt Okulu düşüncesine getirilen eleştirilerden biri, kuramsal çerçevesinin yapısal bütünlüğünün<br />

olmayışıdır. Eleştirel kuram, ayrıntılı çözümlemelerden çok genellemelerden oluşmuştur.<br />

Frankfurt Okulu düşünürleri daha çok ideoloji konusu üzerinde odaklanırlar. Bu nedenle<br />

indirgemecilikle, seçkincilikle ve “Hegelci idealizmle” eleştirilirler. Frankfurt Okulu’nun öğretisi, siyasal<br />

bir güç olarak işçi sınıfının ortadan kayboluşu ya da çöküşü kavramı nedeniyle “proletaryasız (emekçi<br />

sınıfsız) Marksizm” olarak betimlenir. Okul, sınıf hakkındaki yargılarını sınıfların tarihsel gelişimi veya<br />

sınıf yapısı hakkında herhangi bir çözümlemeyle desteklemediği ve yalnızca sağduyusal bilgiye<br />

dayandığı için eleştirilmiştir.<br />

Frankfurt Okulu’nun yetersiz olarak işaret edilen yönlerinden biri de ilgilerinin gerçekte son derece<br />

sınırlı olmasıdır. Disiplinler arası çalışmayı gerçekleştirme amacına karşın Okul’un etkinliklerine katılan<br />

bir tarihçinin bulunmayışı nedeniyle Adorno ve Horkheimer’in etkisiyle şimdiki zamanın eleştirisiyle<br />

yetinilmiştir. Frankfurt Okulu Marx’ın tarih kuramını bir bütün olarak yeniden kurmaya girişmemiş, basit<br />

bir biçimde görmezden gelmiştir.<br />

171


Kültür Endüstrisi<br />

Adorno ve Horkheimer, 1940’lı yılların ortalarında okulun genel yaklaşımını ifade eden “kültür<br />

endüstrisi” kavramını geliştirmişlerdir. Kültür endüstrisi düşüncesi Adorno ve Horkheimer tarafından<br />

Kültür Endüstrisi: Kitle Aldanımı Olarak Aydınlanma denemesinde açıklanmıştır. Burada tekellerin<br />

egemenliği altındaki bütün kitle kültürünün özdeş olduğu savunulmuş, aynı zamanda kültür ve eğlencenin<br />

karışımının bir sonucu olarak bu kültürün kargaşa olduğu belirtilmiştir.<br />

Adorno ve Horkheimer’a göre rasyonalite insanı mistik düşünceden kurtarmayı amaç edinirken, kendi<br />

kendisinin tutsağı olup çıkmıştır. Onlara göre parçalarına ayrılmış bir toplumsal yapı, kaçınılmaz olarak<br />

totaliterliğe yol açmaktadır. Kapitalist uygarlıktaki merkezi olgu, elverişli bir toplumsallaştırıcı toplumsal<br />

kurum olarak ailenin giderek yıkılması ve aracı işlevinin “barbarca anlamsızlık”, benzerlik ve can<br />

sıkıntısı üreten kültür endüstrisine devredilmesidir.<br />

Kültür varlıklarının endüstriyel üretimini, kültürün meta gibi toptan üretildiği bir hareket olarak<br />

inceleyen Adorno ve Horkheimer’e göre kültürel ürünler; bir başka deyişle filmler, radyo programları,<br />

dergiler de arabaların ya da kentleşme projelerinin seri olarak yapımındaki örgütlenme ve planlama<br />

şemasına ait teknik mantığın aynısını yansıtırlar. Çağdaş uygarlık her şeye bir benzerlik havası verir.<br />

Kültürün kendisi bir endüstri haline gelmiş ve kültür ürünleri de metalaşmıştır. Kültür endüstrisi çok<br />

sayıda isteği karşılamak üzere her yerde standart mallar sunar. Endüstriyel bir üretim biçimi içinde kültür<br />

endüstrisinin serileştirme, standartlaştırma, işbölümü izini taşıyan bir dizi üründen oluşan kitle kültürü<br />

elde edilir. Bu durum teknolojinin evrimiyle ilgili bir yasanın kendiliğinden sonucu değildir, onun güncel<br />

ekonominin içindeki işlevinin sonucudur. Günümüzde teknolojik mantık, egemenlik mantığının ta<br />

kendisidir. Tekniğin toplum üzerinde güç kazandığı alan, ona ekonomik olarak egemen olanların alanıdır.<br />

Kültür endüstrisi, kültürün çöküşünü, ticari bir mala indirgenmesini kesinleştirir. Kültürel eylemin ticari<br />

değere dönüştürülmesi ise onun eleştirel gücünü ortadan kaldırır ve ondaki özgün yaşantının izlerini siler.<br />

Kültür endüstrisi, bilinçli bir biçimde kendi çıkarlarını savunacak özerk ve bağımsız bireylerin<br />

gelişmesine engel olmaktadır.<br />

Adorno’nun kültür endüstrisine yönelttiği en önemli eleştirilerden biri de bu endüstrinin gerçekliği<br />

mistifiye etme işlevini yüklenmiş oluşudur. Kültür endüstrisinin ürünleri, yaşamdaki olumsuz ögelerin<br />

doğal nedenlere ya da tesadüflere bağlı olduğunu düşündürür.<br />

Adorno’ya göre kültür endüstrisinin ürünleri metaya dönüşen sanat ürünleri değil; zaten daha en<br />

baştan, pazarda satılabilmek için imal edilmiş uydurma şeylerdir. Sanat ile reklam arasındaki farklılık,<br />

artık ortadan kalkmış gibidir. Kültürel ürünler gerçek bir gereksinmenin karşılanmasından çok, pazarda<br />

paraya dönüşmesi için üretilmektedir.<br />

Kültür endüstrisi kavramına göre, kültürel ürünler de diğer mallar gibi<br />

seri olarak üretilmekte, dağıtılmakta ve tüketilmektedir. Kültür ürünlerinin metalaşması<br />

ise boyun eğmeyi, tektipleşmeyi ve totaliterliği beraberinde getirmektedir.<br />

Kültür endüstrisi kavramı, kapitalist sistemin ve endüstri toplumunun kendini altyapıda ve üstyapıda,<br />

her düzeyde nasıl yeniden ürettiğini ve meşrulaştırdığını açıklamada kullanılmaktadır. Bu kavramla,<br />

kültür ile endüstrinin birleşiminden doğan yeni bir ekonomik, toplumsal ve siyasal gerçekliğin eleştirel<br />

değerlendirilmesi yapılır.<br />

Adorno ve Horkheimer’a göre kültür endüstrisinde “memnuniyet” hiç bir şey hakkında düşünmeme,<br />

çekilen acıyı çekildiği yerde unutma ve “evet” deme anlamındadır. “Bu bir kaçıştır, harap olmuş<br />

gerçekten ve en son kalan direnme düşüncesinden kaçıştır”. Amacı gündelik yaşamın sıkıcılığına karşı<br />

geçici bir kaçış olanağı sunmak olan kültür endüstrisi, insanların oyalanmasını ve gerçeklikten zihinsel<br />

uzaklaşmasını sağlayarak sistemin sürekliliğine katkıda bulunur. Ancak kaçış geçicidir ve gerçek değildir;<br />

insanların yaşamlarındaki temel gerçeklikleri, karşılaştıkları baskıları ve yoksunluklarını unutmaları ve<br />

“çalışma azimlerini yeniden bulmaları” amacını taşır.<br />

172


Boş zamanın; bir başka deyişle iş dışındaki zamanların, nasıl denetlendiği ve yönlendirildiği de kültür<br />

endüstrisi anlayışının araştırma konusudur. Buna göre boş zaman, aynı çalışma gibi “zorunlu bir etkinlik”<br />

ve “bir eğlencedir”; yabancılaşmış işçinin işe yeniden başlayabilmesi için psikolojik ve fiziksel olarak<br />

gücünü toplamasını sağlayarak çalışma zamanının uzatılması anlamına gelir. Birey hem üretim hem de<br />

tüketim alanlarında belirlenmiş ve yönlendirilmiştir. Bireylerin boş zamanlarında ürünlerini tükettikleri<br />

araçlardan biri de kitle iletişim araçlarıdır. Adorno ve Horkheimer’a göre kitle iletişim araçları baskıcıdır.<br />

Bu araçların ürünlerinde kapitalizme yönelik eleştiriler boğulur; mutluluk itaatle ve bireyin var olan<br />

toplumsal ve siyasal düzene tamamen eklemlenmesiyle sağlanır.<br />

Kitle Bilincinin Koşullandırılması<br />

Frankfurt Okulu, tutucu “kitle toplumu” kavramından etkilenmiştir. Frankfurt Okulu’nun 1960’lı<br />

yıllardaki en parlak düşünürü olan Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan adlı eserinde medyayı kötümser<br />

biçimde karşı konulmaz bir güç olarak sunar. Marcuse’ye göre kitle iletişim araçları dünya hakkında<br />

düşüneceğimiz “kavramları” belirler. Siyasal egemenliğin yeni biçimlerinin iç yüzünü açığa çıkarmak<br />

isteyen Marcuse’ye göre, dünya giderek teknoloji ve bilim tarafından biçimlenmektedir. Ancak bu<br />

dünyada ussallık (akılcılık) görünümlerinin altında, bireyi özgürleştirmek yerine onu köleleştiren bir<br />

toplumsal örgütlenme modelinin us dışılığı görünür. Teknik ussallık ve araçsal us söylem ve düşünceyi,<br />

nesne ile görevini, gerçek ile görünüşü, öz ile var oluşu birbirlerine uyduran bir tek boyuta<br />

indirgemişlerdir. Bu “tek boyutlu toplum” eleştirel düşünce alanını ortadan kaldırmıştır.<br />

Marcuse’ye göre reklamlarla uyum içinde dinlenme, eğlenme, davranma ve tüketme, başkalarının<br />

sevdiklerini sevme ve nefret ettiklerinden nefret etme gibi yürürlükteki gereksinimlerin çoğu “yanlış<br />

gereksinimler”dir. Böyle gereksinimlerin toplumsal içerik ve işlevleri vardır ve bunlar, üzerlerinde<br />

bireyin hiçbir denetiminin olmadığı dışsal güçler tarafından belirlenirler. Bu yanlış gereksinimler refah<br />

toplumunun baskıcı işlevini sürdürmesine yarar. Baskıcı bir bütünün yönetimi altında, özgürlük güçlü bir<br />

egemenlik aracına dönüştürülebilir. Geniş bir mallar ve hizmetler çeşitliliği içinde özgür seçim, özgürlüğü<br />

anlatmaz. Eğer bu mal ve hizmetler bir zahmet ve korku yaşamı üzerindeki toplumsal denetimleri<br />

destekliyorsa; bir başka deyişle yabancılaşmayı destekliyorsa, yukarıdan dayatılan gereksinimlerin birey<br />

tarafından kendiliğinden yeniden-üretimi, özerklik anlamına gelmez, yalnızca denetimlerin etkili<br />

olduğunu gösterir. Bireyler bu yanlış gereksinimlere koşullandırılmışlardır.<br />

Ön-koşullandırma radyo ve televizyonun kitlesel üretimleri ile ve denetimlerinin merkezileşmesi ile<br />

başlamaz. İnsanlar bu evreye uzun bir süre boyunca ön-koşullandırılmış alıcılar olarak girer; belirleyici<br />

ayrım verili ve olanaklı, doyurulmuş ve doyurulmamış gereksinimler arasındaki zıtlığın<br />

düzleştirilmesidir. Burada “sınıf ayrımlarının eşitlenmesi” denilen şeyin ideolojik işlevi ortaya çıkar. Eğer<br />

işçi ve patronu, aynı televizyon programından zevk alıyor ve aynı dinlence yerlerine gidiyorlarsa; eğer<br />

sekreter işvereninin kızı kadar çekici bir makyaj yapabiliyorsa; eğer bir zenginlik göstergesi olarak siyah<br />

ırktan biri bir Cadillac otomobil alabiliyorsa ve tümü de aynı gazeteyi okuyorlarsa, o zaman bu benzeşme<br />

sınıfların yitişini değil ama zengin sınıfın korunmasına hizmet eden gereksinim ve doyumların altta yatan<br />

nüfus tarafından paylaşıldığı düzeyi belirtir. Bu çerçevede haber alma ve eğlence araçları olan kitle<br />

iletişim araçları, aynı zamanda kitle bilincini ayarlama ve koşullandırma araçları olarak tanımlanır.<br />

Bilinç Endüstrisi<br />

Bilinç endüstrisi kavramı, Frankfurt Okulu’nun önerdiği “kültür endüstrisi” fikrinin bir benzeridir. Hans<br />

Magnus Enzensberger, 1974’te yayınlanan The Consciousness Industry: On Literature, Politics and the<br />

Media (Bilinç Endüstrisi: Edebiyat, Siyaset ve Medya) adlı eserinde insan aklının toplumsal bir ürün<br />

olarak yeniden üretilmesine yarayan mekanizmaları tanımlamıştır. Bu mekanizmalar arasında kitle<br />

iletişim araçları ve eğitim kurumları vardır.<br />

Kültür endüstrisi çok geniş ve kapsamlı bir kavramlaştırmayı anlatmasına karşın, Enzensberger’in<br />

önerdiği “bilinç endüstrisi” kavramı, düşüncenin endüstrileşmesini özendiren, en son ürünü anlam olan<br />

büyük ölçekli kuruluşları, örgütleri, pratikleri, en genel biçimiyle çağdaş iletişim araçlarını anlatır.<br />

İletişim araçları; eğitim, din, vb. kurumlarla birlikte bireylerin yerleşik bilinç yapılarını ve anlamlarını<br />

173


yeniden üretir. Enzensberger’e göre bilinç endüstrisi özgün hiçbir şey üretmez; onun yerine, onun asıl işi<br />

insanın insan üzerindeki egemenliğinin mevcut düzenini sürdürür.<br />

Enzensberger, kitle kültürünün kitlelere sahte bilinç ve sahte gereksinimler dayattığı iddiasında<br />

yanıldığını öne sürer. Ona göre, kitle kültürünün stratejileri insanların gerçek gereksinimlerine ve<br />

arzularına seslendikleri ölçüde başarılı olabilir, her ne kadar bu gereksinimler ve arzular kaçınılmaz<br />

olarak bilinç endüstrisi tarafından çarpıtılmış olsa da.<br />

DİĞER ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR<br />

Bu ünitede “Diğer eleştirel yaklaşımlar” başlığı, eleştirel gelenek içerisinde proletarya diktatörlüğünün<br />

otoriter yönlerine karşı oldukları için Marksistlerden ayrılan Pierre Joseph Proudhon, Michael Bakunin,<br />

Peter Kropotkin gibi sosyalistlerden etkilenen otorite karşıtı birbirinden çok farklı siyasal hareket ve<br />

kuramcıları anlatmak için kullanılmıştır. Bu yaklaşımlar, tüm toplumsal ilişkilerin iktidar ilişkisi<br />

olduğunu ve bu ilişkilerin karmaşık bir toplumsal sistem bağlamında tahakküm biçimini aldığını<br />

vurgularlar.<br />

Sol yapısalcılık, toplumsal tahakkümün niteliğini açıklayan daha durağan, işlevselci bir yaklaşımı<br />

benimser. Siyasal ekonomik çözümlemenin tarihsel vurgusunun tersine yapısalcı çözümleme, toplumsal<br />

eylem için gereken ekonomik, siyasal ve ideolojik yapıları araştırır. Buna göre iktidar, bireylerin<br />

kendilerini bir toplumsal yapı içinde tanımlayan ve konumlandıran ideolojiye gönüllü boyun eğlemeleri<br />

yoluyla gerçekleşir.<br />

Louis Althusser’den ve sonra Antonio Gramsci’den etkilenen “kültürel çalışmalar”, iletişim alanını<br />

toplumsal tahakküm ve iktidar için çeşitli sınıfların bir söylem savaşı verdiği yerlerden biri olarak<br />

tanımlar. Post-yapısalcılar ise gözle görülür toplumsal uygulama biçimlerinin eleştirisini onları ortaya<br />

çıkaran temel yapıların çözümlenmesine tercih ederek farklı bir yol çizerler. Örneğin Michel Foucault<br />

hastane ve hapishane gibi kurumların ayrıcalıklı söylemsel uygulamalarını ve bu söylemleri dile<br />

getirenleri eleştirirken iktidar ve bilgi arasındaki ilişki üzerinde durur. Temelinde haberdar olmak bilmek<br />

kaygısı ve görme isteği yatan gözetimin, toplumsal denetimin bir aracı olduğunu belirten Foucault,<br />

iktidarın bilgiye, bilginin de iktidara sürekli eklemlendiğini öne sürer.<br />

Jean Baudrillard ise gerçek, görünüm ve yanılmasa üstüne düşünceleriyle tanınır. Ona göre işaretler<br />

giderek kendileri dışında gerçek bir dünyaya değil, bizzat kendi gerçekliklerine gönderme yaparak<br />

kendilerine ait bir yaşam sürdürmeye başlamıştır. Baudrillard’a göre kitlelerin yabancılaşması kırılganlık<br />

ve edilginlik ile değil toplumsal düzeni reddetme ile sonuçlanır. Kitleler için tek direnç anlamın<br />

reddedilişidir.<br />

Kitabınızın 6. Ünitesine konu olan dilbilimsel ve göstergebilimsel<br />

yaklaşımları gözden geçiriniz.<br />

Medya ve Propaganda Modeli<br />

Amerikan dilbilimci Noam Chomsky’ye göre medyanın temel görevleri arasında en önemlisi<br />

propagandadır. Medya içte egemenliği, dışta ise emperyalizmi desteklemektedir. Sınıf çıkarlarının<br />

çatıştığı ve zenginliğin belli ellerde toplandığı dünyada, medyanın üstlendiği rolü gerçekleştirmesi<br />

sistemli propagandayı gerektirir.<br />

Propaganda modeli, Chomsky’nin 1988’de Edward Herman’la birlikte geliştirdiği bir modeldir.<br />

Demokrasilerde, yönetenlerle medyanın nasıl el ele verip halkı yönettiklerinin anlatıldığı bu modele göre;<br />

kitle iletişim araçları, ileti ve simgeleri halka yayarak bir sisteme hizmet eder. Onların işlevleri bireyleri<br />

daha geniş bir toplumun kurumsal yapılarıyla birleştirecek değerler, inançlar ve davranış kodları ile onları<br />

eğlendirmek, güldürmek, oyalamak, avutmak, bilgilendirmek ve eğitmektir. Sınıf çıkarları çatışması ve<br />

zenginliğin belli ellerde toplandığı dünyada, medyanın üstlendiği rolü gerçekleştirmesi sistemli<br />

propagandayı gerektirir.<br />

174


Propaganda modeline göre “medya, haberlerin ve çözümlemelerin çatısını yerleşik ayrıcalıkları<br />

destekleyen bir çerçevede kurarak ve bu doğrultuda her türlü tartışmayı sınırlayarak, birbiriyle sıkı sıkıya<br />

kaynaşmış olan devletin ve şirketlerin çıkarlarına hizmet etmektedir”. Bu modelde haberler, firmaların<br />

kâr amacı, reklamcıların etkisi, gazetecilerin enformasyon kaynağı olarak hükümete, iş çevrelerine ve<br />

uzmanlara dayanması gibi çeşitli süzgeçlerden geçerek biçimlenmekte ve uygun olanlar<br />

yayınlanmaktadır.<br />

Herman ve Chomsky, güçlülerin söylemin öncüllerini saptama, halkın neyi göreceğine, duyacağına ve<br />

düşüneceğine karar verme ve düzenli propaganda kampanyalarıyla kamuoyunu yönetme yetisine sahip<br />

olduklarını savunurlar. Çünkü hükümetin ve iş dünyasının seçkinlerinin haberlere ayrıcalıklı erişimi söz<br />

konusudur. Büyük reklamcılar da seçmeci biçimde bazı gazeteleri ve televizyon programlarını<br />

destekleyerek ertesi günün ruhsat verme otoritesi gibi işlerler; medya sahipleri ise sahip oldukları<br />

gazetelerin ve yayın istasyonlarının yorum çizgisini ve kültürel duşunu belirleyebilirler.<br />

Propaganda modeli, zenginliğin ve iktidarın eşitsizliği ve onun kitle medyasının ilgileri ve seçimleri<br />

üzerindeki çeşitli düzeylerdeki etkileri üzerinde odaklanır. Pazar ve iktidarın basılmaya uygun haberleri<br />

süzgeçten geçirebildiği, muhalefetin önemini azaltabildiği ve hükümet ve baskın özel çıkarların iletilerini<br />

kamuya yaymalarına olanak sağlayabildiği yolları izler.<br />

Propaganda Süzgeçleri<br />

Chomsky’nin propaganda modelinin süzgeçleri şöyle sıralanır:<br />

• Birinci süzgeç, egemen medya şirketlerinin büyüklüğü, sahiplik yapısındaki yoğunlaşma,<br />

sahibinin serveti ve kâr yönelimidir.<br />

• İkinci süzgeç, kitle iletişim araçlarının özel gelir kaynağı olarak reklamcılıktır.<br />

• Üçüncü süzgeç, medyanın hükümet, iş dünyası ve finanse edilen“uzmanlar” tarafından sağlanan<br />

ve bu birincil kaynaklar ve iktidar temsilcileri tarafından onaylanan enformasyonu esas<br />

almasıdır.<br />

• Dördüncü süzgeç, medyayı disiplin altına alma yoluyla “sert eleştiri”dir.<br />

• Beşinci süzgeç, bir ulusal din ve denetim mekanizması olarak “antikomünizm” yani komünizm<br />

karşıtlığıdır.<br />

Bu ögeler birbirleriyle etkileşir ve birbirlerini güçlendirirler. Haber hammaddesi, yalnızca basılmaya<br />

uygun temizlenmiş kalıntıları bırakarak ardışık süzgeçlerden geçmelidir. Bu süzgeçler söylemin, yorumun<br />

ve birinci sırada haber değeri olanın tanımının öncüllerini belirlerler ve propaganda kampanyalarıyla aynı<br />

anlama gelen ilke ve işlemleri açıklarlar.<br />

Chomsky’ye göre, bu süzgeçlerin işlemesinin sonucu olan medyadaki seçkin egemenliği ve<br />

muhalefetin önemsizleştirilmesi öyle doğal bir biçimde meydana gelir ki genellikle tam bir doğruluk ve<br />

iyi niyetle iş gören medya haber çalışanları, haberleri “objektif olarak” ve profesyonel haber değerleri<br />

temelinde seçtikleri ve yorumladıklarına kendilerini inandırabilirler. Haber çalışanları, süzgeç<br />

kısıtlamalarının sınırları içinde genellikle nesneldirler. Kısıtlamalar öyle güçlüdür ki ve sistem içine o<br />

kadar köktenci bir biçimde yerleşmiştir ki alternatif haber seçme ilkeleri neredeyse düşünülemez bile.<br />

Propaganda modeline göre haberciler, iyi niyetle ve etik değerlere<br />

bağlı kalarak nesnel bir biçimde haber vermeye çalışsalar da süzgeçlerden kaynaklanan<br />

kısıtlı bir alan içinde çalıştıklarından medyanın genel propaganda işlevinin çizdiği<br />

çerçeve dışına çıkamazlar.<br />

İktidar araçlarının bir devlet bürokrasisinin elinde bulunduğu, medya üzerinde tekelci denetim<br />

uygulanan, genellikle resmi sansür uygulanan ülkelerde, medyanın egemen seçkinlerin amaçlarına hizmet<br />

ettiği açıkça bellidir. Özel ve resmi sansürün olmadığı yerde iş başında olan bir propaganda sistemini<br />

görmek daha zordur. Bu, özellikle medyanın etkin olarak rekabet ettiği, düzenli olarak saldırdığı ve şirket<br />

175


ve hükümet suistimalini gösterdiği ve saldırgan biçimde kendini özgür ifadenin ve genel topluluk<br />

yararının sözcüsü olarak betimlediği yerde doğrudur. Açık olmayan ve medyada tartışılmayan şey,<br />

kaynakların denetimindeki büyük eşitsizlik ve bunun hem özel bir medya sistemine erişim hem de onun<br />

tutum ve işleyişi üzerindeki etkisi kadar bu eleştirilerin sınırlı doğasıdır.<br />

Propaganda modelini medyanın dilbilimsel ve içeriksel çözümlemesini yaparak örneklerle ortaya<br />

koyan Chomsky, entelektüel kültürün medya ve ona bağlı öğeler aracılığı ile yarattığı düşünce denetimi<br />

ve demokratik toplumlarda kendilerini bu denetimden korumak ve daha ılımlı bir demokrasinin temelini<br />

atmak üzere geliştirilmesi gereken öz-savunma üzerinde durur.<br />

Rıza’nın İmalatı<br />

Propaganda modeline göre medya-yönetici ikilisinin temel amacı “rızanın imalatı” dır. Bunu da<br />

Chomsky’nin “gerekli yanılsamalar” adını verdiği tekniklerle sağlarlar. “Gerekli yanılsamalar”, insanları<br />

ilgisiz düşüncelere yönlendirerek asıl gündemden ve asıl bilgiden uzaklaştırmaya yarar. Türkçeye Medya<br />

Gerçeği olarak çevrilen kitabında (Necessary Illusions: Thought Control in Democratic Societies)<br />

Chomsky, Amerika’nın ilişki içinde olduğu uysal ülkelerle kafa tutan ülkelerin ya da grupların medyaya<br />

nasıl yansıdığını inceler ve medyanın Amerikan yanlısı açık propaganda işlevini gözler önüne serer.<br />

Kitap, medyanın “rıza oluşturma”, “cezalandırma”, “çarpıtma”, “otosansür”, “marjinalleştirme”, “temel<br />

sorunlardan uzaklaştırma”, “kasıtlı göz yumma”, “unutulmaya terk etme” gibi yöntemlerle Amerika’yı<br />

gücün temsilcisi simgesel bir yıldıza nasıl dönüştürdüğünü açıklar. Kitapta, Amerikan halkının medya<br />

demokrasisi kandırmacası altında nasıl aldatıldığı, mevcut durumun nasıl daha iyi gösterildiği ve halkın<br />

sistemin parlak başarılarını yansıtan partiyi nasıl seçtikleri anlatılır. Halkın medya aracılığıyla tutarlı,<br />

bilgili, dürüst bir başkan adayının değil, ABD’nin gücünü temsil eden bir yıldızın arkasından nasıl<br />

koştuğu ortaya konulur.<br />

Noam Chomsky’ye göre medya ABD’yi hangi yöntemlerle gücü temsil<br />

eden simgesel bir yıldıza dönüştürmektedir?<br />

Chomsky’ye göre, ABD ve onun destekçisi ülkelerde üst ve orta sınıflar fikir pazarına egemen olmuş<br />

ve tüm toplumun siyasal ve sosyal gerçeğini biçimlendirmektedirler. “Piyasanın gizli yumruğu” da<br />

devletin güçlü yumruğu kadar etkili bir denetim aracıdır. Medya bu piyasanın yarattığı bir kurumdur ve<br />

kendi sınıf çıkarlarını savunan bir propaganda aracıdır.<br />

Chomsky’ye göre gazeteciler; propaganda modelinin öngörülerine yakından bağlı kalan medyaya<br />

haber getirenlerin pek çoğu dâhil olmak üzere, genelde çalışmalarında cesaret, erdemlilik ve atılganlık<br />

sergileyerek ileri derecede bir profesyonellik tuttururlar. Bunda hiçbir çelişki yoktur. Sorun yaratan şey,<br />

ifade edilen düşüncelerin dürüstlüğü ya da gerçekleri arayanların erdemliliği değil; daha çok, konuların<br />

seçimi ve sorunlara ışık tutulması, dile getirilmesine izin verilen düşünceler yelpazesi, haberciliğe ve<br />

yorumlara kılavuzluk eden tartışılmaz öncüller ile belirli bir dünya görüşünün sunulmasında zorunlu<br />

tutulan genel çerçevedir.<br />

Kapitalistlerin kamusal enformasyon akışının kendi çıkarlarıyla uyumlu olmasını garantilemek için<br />

ticari pazar sistemi içinde ekonomik güçlerini kullanma biçimleri üzerine odaklanan Comsky, araçsalcı<br />

olmakla eleştirilir. Propaganda modelinin stratejik müdahalelere odaklanarak sistemdeki çelişkileri<br />

gözden kaçırdığı eleştirisi getirilir.<br />

İngiliz Kültürel Okulu<br />

İngiliz kültürel çalışmaları ya da Birmingham Okulu, İkinci Dünya Savaşı sonrası İngilteresinde kültür,<br />

endüstri, demokrasi ve sınıf arasındaki ilişkileri, medya içerikleri, popüler kültür ürünleri ve edebi<br />

metinleri inceleyerek ortaya koyan bir okul olarak tanımlanabilir. 1960'larda İngiltere'de ortaya çıkan bir<br />

araştırma akımı olan “kültürel incelemeler”, adını 1964'te Richard Hoggart tarafından Birmingham'da<br />

kurulan CCCS'ten (Centre for Contemporary Culturel Studies-Çağdaş Kültürel İncelemeler Merkezi) alır.<br />

Yaklaşım, kültürel üretimin ve simgesel biçimlerin toplumsal koşullanması; kültürel deneyim ve bu<br />

176


deneyimin sınıf, yaş, cinsiyet ve etnik ilişkilerce biçimlenmesi, ekonomik ve siyasal kurumlar ve<br />

süreçlerle kültürel biçimler arasındaki ilişkiler üzerinde durur.<br />

İngiliz Kültürel Okulu, Frankfurt Okulu’na benzer şekilde kitle kültürüne eleştirel bir bakış açısı<br />

sunmuştur. Kültürel çalışmaların biçimlenmesinde Richard Hoggart, Raymond Willams ve Edward<br />

Palmer Thompson’ın çalışmaları önemli olmuştur.<br />

Hoggart ve Williams, 1950’lerin sonlarında kitle iletişimini toplumda egemen ideolojilerin üretimi ve<br />

yeniden üretimi işlevini ele alıp incelemişlerdir. Hoggart ilk çalışmalarında kültürün yönlendirici olduğu<br />

ve halkın tümüyle edilgenliğini savunan yaklaşıma karşı çıkmış, örnek olarak da çağdaş işçi sınıfının<br />

yaşamının yaratıcılığını ve yapay olmayan yönlerini ele almıştır. Williams ise toplumsal etkinliğe önem<br />

vermiş ve kültürü “yaşam biçiminin tümü” olarak tanımlamıştır.<br />

Başlangıçta kültürel incelemeler, medya metinlerinin yapısını çözümlemek ve bunların tahakküm<br />

sistemlerini sürdürmedeki rolünü ortaya koymakla ilgilenmiştir. Kültürel incelemeleri 1950’lerde<br />

başlatanlar, Marx, Malınowski ve Lukacs’dan etkilenmiştir. Daha sonraları, kültürel incelemelerde iki<br />

temel yaklaşım biçimi egemen olmuştur. Bunlar, kültürelcilik ve yapısalcılıktır. Sınıf çözümlemesi yapan<br />

ilk kültürelcilerin ve Althusserci yapısalcılığın yerini önce Gramsci’ye dayanan kültür ve hegemonya<br />

anlayışı ve sonra da post-modern ve post-yapısalcı yaklaşımlar almıştır. 1960’lardan sonra ise kültürel<br />

incelemeler, eleştirel ve Marksist niteliğini hemen hemen tümüyle yitirmiş ve liberal-çoğulcu kültürel<br />

incelemelere dönüşmüştür.<br />

Eleştirel okulun kültürel çalışmaları da liberal okulun kültürelci çalışmaları gibi aktif özne anlayışını<br />

içerir. Ancak bu aktif özne metne meydan okuyan değil, boyun eğişini aktif olarak yaşayan öznedir.<br />

Kültürel çalışmaların temelinde toplumsal koşulların ortaya çıkardığı sorunlar ve bu sorunların<br />

irdelenmesi yatar.<br />

Günümüzdeki kültürel çalışmalar, kültürel endüstrilerin işleme biçimlerinin analizi ve bunların<br />

endüstri olarak fiilen nasıl işledikleri ve ekonomik örgütlenmelerinin anlamın üretimi ve dolaşımına nasıl<br />

nüfuz ettiği konusunda pek bir şey söylemez. Kültürel çalışmalar insanların tüketim tercihlerinin daha<br />

geniş ekonomik oluşum içindeki konumları tarafından yapılandırılma biçimlerini de incelemez.<br />

Son dönemlerde kültür çalışmalarını tekrar maddeci hale getirme çabalarından biri, kültürün<br />

incelenmesinin kültürel çalışmalara “altyapı” sağlamak için siyasal ekonomi (esas olarak ekonomik ve<br />

kurumsal analiz) geleneklerinden yararlanması gerektiği iddiasıdır. Örneğin Garnham, kültür<br />

çalışmalarının nasıl maddi etmenleri büyük ölçüde bir kenara iterek simgesel metinler dünyasına<br />

odaklandığına dikkat çeker. Dolayısıyla bilinç dünyasının veya medya açısından simgesel malların maddi<br />

dünya ile nasıl ilişkilendirileceği sorusu, kültürel çalışmalara yöneltilen önemli bir eleştiridir.<br />

Eleştirel siyasal ekonomik yaklaşımın temsilcilerinden Golding ve Murdock’ın çalışmaları da siyasal<br />

ekonomik yaklaşımla kültürel yaklaşımı birleştirme çabalarını içerir. Golding ve Murdock, egemenliğin<br />

kitle iletişim personelinin etkinliklerinden ve tüketicinin yorumlama işlemlerinden geçerek nasıl yeniden<br />

üretildiğini göstermek için, üretimin ve alımlamanın ekonomik ve toplumsal koşullarının da<br />

çözümlenmesine gereksinim olduğunu belirtirler.<br />

Alımlama (reception) çözümlemesi, izleyicilerin mesajları/metinleri nasıl “okudukları” veya<br />

yorumladıkları (şifre çözme, anlam verme) üzerine eğilir. Alımlama çalışmaları, “aktif izleyici” savının<br />

ve anaakım “kullanımlar ve doyumlar” yaklaşımının günümüzdeki liberal-çoğulcu biçimlerinden biridir.<br />

Kültürel çalışmaların izleyiciye yönelen anlayışı, medya mesajlarının kodlanması ve bu kodların çeşitli<br />

biçimlerde kodaçımına tabi tutulabilir olması düşüncesine dayanır. Bu çalışmalarda incelenen, medyanın<br />

egemen ideolojik tanımların ve temsillerin dolaşımında ve sağlamlaştırılmasında oynadığı roldür. İngiliz<br />

kültür araştırmalarının Amerika’dakilerden temel farkı, iletişimi parçası olduğu tarihsel süreçlerle birlikte<br />

anlamaya çalışmasıdır. Amerika’daki araştırma geleneği ise daha çok, medya, içerikler ve izleyiciler<br />

üzerindeki etkiler konusunda ampirik araştırmalarla yetinmektedir.<br />

177


Özet<br />

İletişimi anlama ve incelemede anaakım<br />

yaklaşımları eleştiren ve bu yaklaşımlardan farklı<br />

bir bakış açısı geliştiren yaklaşımlara genel<br />

olarak “eleştirel yaklaşımlar” adı verilmektedir.<br />

Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişim araçlarını daha<br />

çok kapitalizm, sınıf çatışması, toplumsal iktidar<br />

ilişkileri, ideoloji gibi kavramlar üzerinden<br />

tartışır. Pozitivist-deneyci yaklaşımlarla<br />

belirlenen anaakım kuramlarını eleştiren bu<br />

yaklaşımların çıkış noktası, büyük oranda Karl H.<br />

Marx’ın görüşleridir<br />

Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişiminin ulusal ve<br />

uluslararası bağlamlardaki siyasal ekonomisinden<br />

egemen ideolojiler ve bilinç yönetimi ilişkisine<br />

kadar çeşitlenen geniş bir araştırma alanını<br />

kapsar. Çok sayıdaki eleştirel yaklaşımın ortak<br />

noktası, tüm toplumsal ilişkilerin ve dolayısıyla<br />

iletişim ilişkilerinin aynı zamanda iktidar<br />

ilişkileri olduğunu vurgulamasıdır. Bu<br />

yaklaşımlar, kitle iletişiminin ulusal ve<br />

uluslararası bağlamlardaki siyasal ekonomisinden<br />

egemen ideolojiler ve bilinç yönetimine kadar<br />

çeşitlenen geniş bir alanda çalışmalarını yürütür.<br />

Eleştirel yaklaşımlar temel olarak iki yönde<br />

gelişmiştir. Birincisi, toplumdaki iletişim<br />

olgusunu üretim biçimi ve üretim ilişkileri<br />

bağlamında inceleyen “siyasal ekonomi”<br />

yaklaşımıdır. Kitle iletişim araçları<br />

endüstrilerinde görülen sahiplikteki yoğunlaşma<br />

ve tekelleşmeler, bu yaklaşımı benimseyen<br />

çalışmaların ana konularını oluşturmaktadır. Bu<br />

bağlamda, medya emperyalizmi, elektronik<br />

sömürgecilik, izleyicinin metalaştırılması gibi<br />

olgular iletişim alanında tartışılmaya<br />

başlanmıştır.<br />

İkincisi kültürel ve ideolojik alana ağırlık veren<br />

yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar Marx’ın düşünce,<br />

ideoloji ve bilincin üretimi konusundaki<br />

düşüncelerinden kaynaklanır. Bunların en<br />

önemlilerinden biri, “eleştirel okul” olarak da<br />

adlandırılan Frankfurt Okulu’nun çalışmalarıdır.<br />

Frankfurt Okulu düşünürleri, kültür ve<br />

modernizmle ilgili sorunlar üzerine<br />

yoğunlaşmışlar, Marksist toplum teorisini<br />

varoluşçuluk ve psikanalizle tamamlamaya<br />

çalışmışlardır.<br />

“Kültür endüstrisi” kavramını geliştiren Frankfurt<br />

Okulu düşünürleri Adorno ve Horkheimer, kültür<br />

varlıklarının endüstriyel üretimini, kültürün meta<br />

gibi toptan üretildiği bir hareket olarak<br />

incelemişlerdir. Kültürün endüstri haline<br />

geldiğini belirten düşünürlere göre kültür<br />

endüstrisi, bilinçli bir biçimde kendi çıkarlarını<br />

savunacak özerk ve bağımsız bireylerin<br />

gelişmesine engel olmaktadır. Marcuse ise haber<br />

alma ve eğlence araçları olan kitle iletişim<br />

araçlarının, aynı zamanda kitle bilincini ayarlama<br />

ve koşullandırma araçları olduklarını ve bireyleri<br />

yanlış-gereksinimlere koşullandırdıklarını savunur.<br />

Eleştirel iletişim çalışmaları arasında proletarya<br />

diktatörlüğünün otoriter yönlerine karşı oldukları<br />

için Marksistlerden ayrılan düşünür ve<br />

araştırmacılar da yer almaktadır. Kapitalist sistem<br />

eleştirilerini daha çok otoriterlik karşıtlığına<br />

dayandıran çok sayıdaki farklı eleştirel yaklaşım<br />

arasında kültürel çalışmalar, eleştirel yapısalcılık,<br />

çatışma kuramı, sembolik etkileşimcilik, post-<br />

Marksizm, anarko-liberteryenizm, araçsalcılık,<br />

vb. bulunmaktadır. Bu yaklaşımların ortak<br />

noktası, tüm toplumsal ilişkilerin ve iletişim<br />

ilişkilerinin iktidar ilişkileri olduğu görüşüdür.<br />

Kapitalist sisteme radikal eleştireler getiren<br />

Noam Chomsky’nin Propaganda Modeline göre<br />

medyanın ana görevlerinin en önemlisi<br />

propagandadır. Propaganda modeline göre,<br />

medya ileti ve simgeleri halka yayarak içte<br />

egemenliği, dışta ise emperyalizmi<br />

desteklemektedir. Medya-yönetici ikilisinin temel<br />

amacı rızanın imalatıdır.<br />

Diğer yandan İngiliz Kültürel Okulu da kitle<br />

kültürüne eleştirel bir bakış açısı sunmuştur.<br />

Başlangıçta kültürel incelemeler, medya<br />

metinlerinin yapısını çözümlemek ve bunların<br />

tahakküm sistemlerini sürdürmedeki rolünü<br />

ortaya koymakla ilgilenmiştir. 1960’lardan sonra<br />

ise eleştirel niteliğini yitirerek liberal-çoğulcu<br />

kültürel incelemelere dönüşmüştür.<br />

178


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Eleştirel yaklaşımlar için aşağıdaki nitelemelerden<br />

hangisi kullanılabilir?<br />

a. Pozitivist<br />

b. Deneyci<br />

c. Davranışçı<br />

d. Yapısal-işlevselci<br />

e. Marksist<br />

2. Aşağıdakilerden hangisi eleştirel siyasal ekonomi<br />

yaklaşımının özelliklerinden biri değildir?<br />

a. Bütüncüldür.<br />

b. Tarihseldir.<br />

c. Maddecidir.<br />

d. Statükocudur.<br />

e. Gerçekçidir.<br />

3. Aşağıdakilerden hangisi kültürel bağımlılık<br />

yaklaşımlarında baskın bir ögedir?<br />

a. Toplumsal sınıflar<br />

b. Toplumsal gruplar<br />

c. Bireyler<br />

d. Aile<br />

e. Ulus<br />

4. Kültürel emperyalizm kavramını gelişmekte<br />

olan ülkeleri egemenliği altına alan gelişmiş<br />

ülkelerin medyayı da içeren çokuluslu şirketlerini<br />

açıklamak ve betimlemek için kullanmayı öneren<br />

kimdir?<br />

a. Hans Magnus Enzensberger<br />

b. Theodor W. Adorno<br />

c. Sean MacBride<br />

d. Herbert Schiller<br />

e. Noam Chomsky<br />

5. Kitle iletişim araçlarının izleyicileri kitle<br />

halinde ürettiklerini ve reklamcılara sattıklarını<br />

belirten ekonomist hangisidir?<br />

a. Leo Lowenthal<br />

b. McPhail<br />

c. Dallas Smythe<br />

d. Franz Neumann<br />

e. Max Horkheimer<br />

6. Nicholas Garnham kültürel etken ile ekonomik<br />

yapı arasındaki ilişkinin hangi yöntemle<br />

kurulabileceğini belirtir?<br />

a. Kültürel maddecilik<br />

b. Tarihsel maddecilik<br />

c. Kültürel emperyalizm<br />

d. Kültürel bağımlılık<br />

e. Kültürel çalışmalar<br />

7. Vincent Mosco, günümüzde bilgisayar ağları<br />

ve iletişimin değişikliğe uğrattığı toplumu nasıl<br />

adlandırmaktadır?<br />

a. Enformasyon Toplumu<br />

b. Ödemeli Toplum<br />

c. Üçüncü Dalga<br />

d. Endüstri Sonrası Toplum<br />

e. Bilgi Toplumu<br />

8. Aşağıdaki isimlerden hangisi Frankfurt Okulu<br />

düşünürlerindendir?<br />

a. Hans Magnus Enzensberger<br />

b. Theodor W. Adorno<br />

c. Sean MacBride<br />

d. Herbert Schiller<br />

e. Noam Chomsky<br />

9. Tek Boyutlu İnsan adlı yapıtında kitlelerin<br />

bilincinin koşullandırılmasını anlatan düşünür<br />

hangisidir?<br />

a. Herbert Marcuse<br />

b. Sean MacBride<br />

c. Theodor W. Adorno<br />

d. Max Horkheimer<br />

e. Leo Lowenthal<br />

10. Propaganda Modeline göre medya-yönetici<br />

ikilisinin asıl amacı nedir?<br />

a. İzleyicinin metalaşması<br />

b. Kültür endüstrisi<br />

c. Rızanın imalatı<br />

d. Bilinç endüstrisi<br />

e. Kârı artırmak<br />

179


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. e Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

2. d Yanıtınız yanlış ise “Eleştirel Siyasal<br />

Ekonomi” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

3. e Yanıtınız yanlış ise “Kültürel Bağımlılık<br />

Yaklaşımının Eleştirisi” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

4. d Yanıtınız yanlış ise “Kültürel Emperyalizm”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

5. c Yanıtınız yanlış ise “Meta Olarak İzleyici”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

6. a Yanıtınız yanlış ise “Kültürel Maddecilik”<br />

başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

7. b Yanıtınız yanlış ise “Enformasyonun Siyasal<br />

Ekonomisi ve Ödemeli Toplum” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

8. b Yanıtınız yanlış ise “Frankfurt Okulu ve<br />

Kültür Endüstrisi” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

9. a Yanıtınız yanlış ise “Kitle Bilincinin<br />

Koşullandırılması” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

10. c Yanıtınız yanlış ise “Rızanın İmalatı” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

19. yüzyılın ikinci yarısında, endüstri<br />

kuruluşlarında önemli değişiklikler olmuştur.<br />

Şirketler, tek sahiplikten ortaklıklara, sahip<br />

denetiminden yöneticilerin denetimine doğru<br />

gelişti. Yöneticiler, en önde gelen denetimciler<br />

olarak şirket sahiplerinin yerini aldılar.<br />

Dolayısıyla günümüzde yöneticilerin denetim<br />

uygulama gücü göz önünde tutulmalıdır. Bununla<br />

birlikte sahiplikte en çok payı olan grup yanında,<br />

diğer pay sahiplerinin ortak hareket etme güçleri<br />

ve pay sahipleri arasında değişen güç dengesi de<br />

dikkate alınmalıdır.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Deregülasyon politikaları birçok Avrupa<br />

ülkesinin yayın sistemlerinde olduğu gibi, daha<br />

önce rekabete kapalı olan pazarları özel<br />

girişimcilere açmıştır. Yine düzenleme rejimleri,<br />

şirket sahipleri ile reklamcıların hareket serbestisi<br />

lehine değiştirilmiştir. Deregülasyon sürecinde<br />

Kamusal yayıncılığın önemi azalmış, yayın<br />

içerikleri kâr ve rekabete dayanan pazarın<br />

işleyişine bırakılmıştır.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Haber ve bilgi tekelleri, bu tekelleri oluşturanlara<br />

haksız bir güç kazandıracağı gibi, aynı zamanda<br />

liberalizmin yadsıdığı toplumsal gerçeğin tek bir<br />

kaynak tarafından belirlenmesi durumuna neden<br />

olur. Demokrasinin temel ilkelerinden biri olan<br />

düşünce ve bilgide çoğulculuk, serbest pazarda<br />

karşıtların çatışması yoluyla güvenceye alınır.<br />

Tekelciliğe, tekelleşmeye yönelecek her türlü<br />

oluşum ise tek sesliliğe neden olurken, gerçeğe<br />

uzanan yolu da tıkamaktadır.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Noam Chomsky, Türkçeye Medya Gerçeği olarak<br />

çevrilen kitabında Amerika’nın ilişki içinde<br />

olduğu uysal ülkelerle kafa tutan ülkelerin ya da<br />

grupların medyaya nasıl yansıdığını inceler ve<br />

medyanın Amerikan yanlısı açık propaganda<br />

işlevini gösterir. Kitap, medyanın “rıza<br />

oluşturma”, “cezalandırma”, “çarpıtma”,<br />

“otosansür”, “marjinalleştirme”, “temel<br />

sorunlardan uzaklaştırma”, “kasıtlı göz yumma”,<br />

“unutulmaya terk etme” gibi yöntemlerle<br />

Amerika’yı gücün temsilcisi simgesel bir yıldıza<br />

nasıl dönüştürdüğünü açıklar.<br />

180


Yararlanılan Kaynaklar<br />

Adorno, T. ve Horkheimer, M. (2006). “The<br />

Culture Industry: Enlightenment as Mass<br />

Deception”, Media and Cultural Studies:<br />

KeyWorks. Ed: Durham ve Kellner. USA ve<br />

UK: Blackwell.<br />

Aron, R. (2006). Sosyolojik Düşüncenin<br />

Evreleri. Çev: K. Alemdar. İstanbul:Kırmızı<br />

Yayınları<br />

Bagdikian, B. H. (2004). The New Media<br />

Monopoly. Boston: Beacon Press.<br />

Bottomore, T. (1997). Frankfurt Okulu. Çev: A.<br />

Çiğdem. 2. Baskı. Ankara: Vadi Yayınları.<br />

Chomsky, N. (1999). Medya Gerçeği. Çev: A.<br />

Yılmaz. 2. Baskı. İstanbul:Tüm Zamanlar.<br />

Congdon, T. ve Graham, A., Green, D. ve<br />

Robinson, B. (1995). The Cross Media<br />

Revolution: Ownership and Control. Great<br />

Britain: John Libbey.<br />

Drazen, A. (2001). Political Economy in<br />

Macroeconomics. Princeton University Press.<br />

Dursun, Ç. (2001). Televizyon Haberlerinde<br />

İdeoloji. Ankara: İmge Yayınevi.<br />

Elteren, M. V. (1999). “Amerikan Popüler<br />

Kültürünün Etkisinin Global Bir Yaklaşım İçinde<br />

Değerlendirilmesi”, Popüler Kültür ve İktidar.<br />

Der: N. Güngör. Ankara: Vadi.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki<br />

Kuram. 3. Baskı. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (1995). Dünyanın Çarpık Düzeni:<br />

Uluslararası İletişim. İstanbul: Kaynak<br />

Yayınları.<br />

Erdoğan, İ. (2007). “Siyasal Ekonomi ve Kültürel<br />

İncelemeler Çatışması”, İletişim Kuram ve<br />

Araştırma Dergisi 25.<br />

Erdoğan, İ. (2012). “Missing Marx: The Place of<br />

Marx in Current Communication Research and<br />

the Place of Communication in Marx’s Work”,<br />

tripleC 10(2): 349-391.<br />

Fejes, F. (1981). “Media Imperialism: An<br />

Assesment”, Media Culture and Society 3, 281-<br />

289.<br />

Gandy Jr, Oscar H. (1992). “The Political<br />

Economy Approach: A critical challenge”,<br />

Journal of Media Economics 5:2, 23-42<br />

Garnham, N. (1979). “Contribution to Political<br />

Economy of Mass Communication”, Media,<br />

Culture and Society 1(2):123-146.<br />

181<br />

Garnham, N. (1983). “Toward A Theory of<br />

Cultural Materialism”, Journal of<br />

Communication 33 (3): 314-329.<br />

Giddens, A. (2008). Sosyoloji. İstanbul: Kırmızı<br />

Yayınları.<br />

Golding, P. ve Murdock, G. (1997). “Kültür,<br />

İletişim ve Ekonomi Politik”, Medya Kültür<br />

Siyaset. Der: S. İrvan. Ankara: Ark.<br />

Graber, D., McQuail, D. ve Norris, P. (1998).<br />

The Politics of News The News of Politics.<br />

Washinton D.C.: Congressional Quarterly.<br />

Grossberg, L. (1984). “Strategies Marxist<br />

Cultural Interpretation”, Cultural Studies in<br />

Mass Communication 1, 392-421.<br />

Hardt, H. (1992). Critical Communication<br />

Studies: Communication, History and Theory<br />

in America. USA and Canada: Routledge.<br />

Hardt, H. (1994) “Eleştirelin Geri Dönüşü ve<br />

Radikal Muhalefetin Meydan Okuyuşu: Eleştirel<br />

Teori, Kültürel Çalışmalar ve Amerikan Kitle<br />

Araştırması”, Medya İktidar İdeoloji. Der: M.<br />

Küçük. Ankara: Ark.<br />

Herman, E. S. ve Chomsky, N. (1988).<br />

Manufacturing Consent. New York: Pantheon<br />

Books.<br />

Horkheimer, M. ve Adorno, T.W. (1995).<br />

Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi<br />

Fragmanlar I. Çev: O. Özügül. İstanbul: Kabalcı<br />

Yayınevi.<br />

Jay, M. (2001). Adorno. Çev: Ü. Oskay.<br />

İstanbul: Der Yayınları.<br />

Kaya, R. (2009). İktidar Yumağı: Medya<br />

Sermaye Devlet. Ankara: İmge.<br />

Keane, J. (1993). Medya ve Demokrasi. Çev: H.<br />

Şahin. 2. Baskı. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.<br />

Marcuse (1997). Tek Boyutlu İnsan. Çev: A.<br />

Yardımlı. 3. Baskı. İstanbul: İdea.<br />

Marks, K. ve Engels, F. (1976). Alman<br />

İdeolojisi. Sol Yayınları<br />

Mattelart, A. (2001). İletişimin<br />

Dünyasallaşması. İstanbul: İletişim<br />

Mattelart, A. ve Mattelart, M. (1998). İletişim<br />

Kuramları Tarihi. Çev: M. Zıllıoğlu. İstanbul:<br />

İletişim


Modleski, T. (1998). Eğlence İncelemeleri:<br />

Kitle Kültürüne Eleştirel Yaklaşımlar.<br />

İstanbul: Metis Yayınları.<br />

Mosco, V. (2012). “Marx is Back, But Which<br />

One? On Knowledge Labour and Media<br />

Practise”, tripleC 10(2): 570-576.<br />

Mosco, V. (1988). “Introduction: Information in<br />

the Pay-per Society”, The Political Economy of<br />

Information. Ed: V. Mosco ve J. Wasko.<br />

London: The University of Wisconsin Press.<br />

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. 3. Baskı.<br />

Ankara: Ark.<br />

Salwen, M. B. (1991). “Cultural Imperialism: A<br />

Media Effects Approach”, Cultural Studies in<br />

Mass Communication 8(1991), 29-38.<br />

Sarti, I. (1983). “İletişim ve Kültürel Bağımlılık:<br />

Yanlış Bir Kavram”, Kitle İletişiminde Temel<br />

Yaklaşımlar. Der: K. Alemdar ve R. Kaya,<br />

Ankara: Savaş Yayınları.<br />

Saybaşılı, K. (1985). Siyaset Biliminde Temel<br />

Yaklaşımlar. Ankara: Birey ve Toplum<br />

Yayınları.<br />

Schiller, D. (2006). How to Think About<br />

Information. Urbana ve Chicago: Universtiy of<br />

Illinois Press.<br />

Schiller, H.(1991). “Not Yet the Post-Imperialist<br />

Era”, Critical Studies in Mass Communication<br />

8(1991), 13-28.<br />

Schiller, H. (1993). Zihin Yönlendirenler. Çev:<br />

C. Cerit. İstanbul: Pınar Yayınları.<br />

Schiller, H. (1994). “Media, Technology and the<br />

Market: The Interacting Dynamic”, Culture on<br />

the Brink: Ideologies of Technology. Ed: G.<br />

Bender ve T. Druckrey. Seattle: Bay Press.<br />

Straubhaar, J. D. (1991). “Beyond Media<br />

Imperialism: Assymetrical Interdependence and<br />

Cultural Proximity”, Cultural Studies in Mass<br />

Communication 8, 39-59.<br />

Swingewood, A. (1996). Kitle Kültürü<br />

Efsanesi. Çev: A.Kansu. Ankara:Bilim ve Sanat<br />

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2009). İletişim<br />

Araştırmaları ve Kuramları. 3. Baskı. İstanbul:<br />

Beta.<br />

Timur, T. (2000). Küreselleşme ve Demokrasi<br />

Krizi. 2. Baskı. Ankara:İmge<br />

Tomlinson, J. (1999). Kültürel Emperyalizm.<br />

Çev: Ç. Zeybekoğlu. İstanbul: Ayrıntı.<br />

Üşür, İ. (2003) “Ekonomi Politik: Zarif Mezar<br />

Taşları”, Praksis 10.<br />

Wasko, J. (2004). The Political Economy of<br />

Communications, in The SAGE Handbook of<br />

Media Studies, Ed: J. D.H. Downing. ABD:<br />

Sage.<br />

Wayne, M. (2009). Marksizm ve Medya<br />

Araştırmaları. Çev: B.Cezar. İstanbul: Yordam<br />

Kitap.<br />

Williams, R. (2003) Televizyon, Teknoloji ve<br />

Kültürel Biçim. Çev: A. U. Türkbağ. Ankara:<br />

Dost<br />

182


8<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Amaçlarımız<br />

<br />

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;<br />

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının doğasını tanımlayabilecek,<br />

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının gelişimini irdeleyebilecek,<br />

Araştırmaların türleri, alanları, konuları ve yönelimlerini açıklayabilecek,<br />

Araştırmaların son durumunu betimleyebilecek<br />

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.<br />

Anahtar Kavramlar<br />

Türkiye’de İletişim Araştırmaları<br />

Araştırmaların Gelişimi<br />

İletişim Araştırma Türleri<br />

Oluşum Koşulları<br />

Araştırma Yönelimleri<br />

Ampirik (Deneysel) Araştırmalar<br />

Alan Araştırmaları<br />

Araştırma Konuları<br />

Araştırma Amaçları<br />

Araştırma Nedenleri<br />

İçindekiler<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Giriş<br />

Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Oluşumun Temel Doğası<br />

Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Gelişim ve Koşulları<br />

Araştırma Türleri, Alanları, Konular ve Yönelimler<br />

Türkiye’de Günümüzdeki Durum<br />

184


Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları<br />

GİRİŞ<br />

Her alanda olduğu gibi iletişim alanında da bilme, bilme gereksiniminin olması ve bu gereksinime bağlı<br />

olarak araştırma tasarımı yapılması, uygulanması, toplanan bulguların/bilgilerin değerlendirilmesi,<br />

sonuçların çıkarılması ve böylece gereksinimin ya da gereksinimlerin karşılanması ile ilgili insan<br />

faaliyetlerini içerir. İletişim araştırmaları, iletişim ile ilgili gereksinimleri belirsizlikleri mümkün olduğu<br />

kadar ortadan kaldırarak karşılama, bilme ve karar verme ile ilgilidir. İletişimde araştırma gereksinimini<br />

hissetme, faaliyette bulunma ve bu gereksinimi giderme; yaşanan toplumun bilgi, teknoloji, örgütlenme,<br />

araştırmaya ilgi ve bilmeye karşı tutumu, uluslararası koşuldaki yeri gibi koşullara bağlıdır. Bu nedenlerle<br />

bazı insan topluluklarında iletişimle ilgili araştırmalara hiç gereksinim duyulmazken bazılarında çok az,<br />

bazılarında ise çok fazla gereksinim duyulur. Bazılarında en küçük bir gereksinim karşılanırken,<br />

bazılarında gereksinim ne denli ciddi ve hayati olursa olsun var olan güç yapısı ve ilişkilerinin doğası<br />

nedeniyle bastırılır, engellenir ve hatta mahkûm edilir.<br />

Bu bölümde Türkiye’deki iletişim araştırmaları konusu ilişkili olduğu temel belirleyici koşullar ve<br />

öğelerle bağlar kurularak irdelenmiştir. Ünitede, kronolojik bir öyküleme yerine iletişimin temel unsurları<br />

değerlendirilerek belirleyici ulusal ve uluslararası unsurlarla ilişkiler ortaya konulmuştur.<br />

TÜRKİYE’DE İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAŞTIRMALARI: OLUŞUMUN TEMEL<br />

DOĞASI<br />

Araştırmaya Gereksinim ve Belirleyici Etkenler<br />

Bir ülkede her alanda olduğu gibi iletişim alanında da araştırmaların başlaması ve gelişmesi için önce<br />

“araştırmaya gereksinim duyulması” gerekir. Bu gereksinim örgüt yapıları içindeki ya da dışındaki<br />

bireyler tarafından hissedilebilir. Fakat gereksinimin hissedilmesi yeterli değildir. Bu gereksinimden<br />

başlayarak gereksinim ile ilgili faaliyetlerin oluşması, yapılması ve gereksinimin giderilmesine ve bu<br />

giderilmeyle başlayan gelişme olasılığına uygun ve onu destekleyen bir toplumsal yapının var olması<br />

gerekir.<br />

Araştırmaya gereksinim: Gereksinimler günlük yaşam pratikleri içinde hissedilir ya da dış etkenler<br />

veya güçler tarafından hissettirilir. Türkiye örneğinde kimlerin, ne zaman, nerede ve neden bir araştırma<br />

gereksinimi hissettiği ve gereksinimin neden bastırıldığı ya da teşvik edildiği bilinemez; ancak iletişimle<br />

ilgili var olan ilk araştırmaya bakarak çıkarımlar yapılabilir. Bu bağlamda ilk araştırma 1914 yılında<br />

Amerika’da eğitim yapan bir Türk öğrencinin (Ahmet Emin Yalman) akademik derece alma<br />

gereksiniminden kaynaklanmıştır. Bu gereksinimi gidermek için gerekli destek ve teşvik yazarın çalıştığı<br />

üniversite tarafından sağlanmış ve yazar da Türkiye’de iletişim konusu ile ilgili ilk eseri hazırlamıştır.<br />

185


Şekil 8.1: Gereksinimden araştırmaya giden akış<br />

<br />

Gereksinim üzerinde düşünme: İnsan hangi konuda olursa olsun ortaya çıkan gereksinimler<br />

üzerinde düşünür. Bu düşünme ile gereksinimle ilişkili araştırma yapıp yapmayacağı, araştırmanın yapılıp<br />

yapılamayacağı, herhangi bir engel olup olmadığı olanaklar, engeller ve riskler üzerinde düşünerek karar<br />

verir.<br />

Tercihler ve faaliyetler: Eğer yapısal koşullar araştırma gereksinimini engellemiyorsa ve teşvik<br />

ediyorsa, o zaman araştırma yapma olasılığı ortaya çıkar ve ilgili faaliyetler başlar. Bu faaliyetler<br />

araştırma tasarımına götürürse, o zaman tasarım hazırlanır, uygulanır, analizler ve sentezler yapılır,<br />

bulgular sunulur, sonuçlar çıkarılır ve gerekiyorsa çözüm önerileri sunulur.<br />

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının oluşumunun geç olmasının nedeni hem gereksinimi hisseden<br />

insan faktörü hem de insanların örgütlü yapılar içinde oluşturdukları bilmeye ve bilimsel araştırmaya<br />

karşı olan kültürel, siyasal ve ekonomik koşullardır. Tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de araştırma<br />

yapma, koşullar, tercihler ve faaliyetler yapısıyla ilişkilidir.<br />

Gereksinim giderme ve yeni gereksinimlerin çıkması: Araştırmayla ilgili her safhada insan<br />

düşüncesini gereksinimler, alternatifler/seçenekler, düşünceler ya da faaliyetler üzerine yansıtarak,<br />

açıklamalar getirir, nedensellik bağları kurar ve sonuçlar çıkartır. Bu sonuçlara dayanarak “kendini içinde<br />

bulduğu koşulları” sürdürme ve daha iyiye dönüştürme üzerinde düşünür ve hatta çaba harcar.<br />

Dolayısıyla, her araştırma ile gereksinim giderme, yetersiz giderme veya giderememe sonucunda, yeni<br />

araştırma gereksinimleri olasılığı ortaya çıkar.<br />

<br />

İletişim Araştırmasına Götüren İlgi ve Bilgi Üretimi<br />

Türkiye’de diğer alanlarda olduğu gibi iletişim alanında da araştırmaya ilgi ve bilgi üretimi ülkenin kendi<br />

iç dinamiklerinden kaynaklanan bir gereksinim ve destekleme olarak başlamamıştır. İlk kapsamlı<br />

araştırmayı yapanlar, tek bir örnek dışında, Amerikalı akademisyenler olmuştur. Dolayısıyla Türkiye’deki<br />

akademisyenlerin araştırma girişimleri bağlamında ilgi ve bilgi üretiminde gecikme olmuştur. Osmanlıda<br />

ve ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde (a) iletişim alanında teknolojik bilgi birikimiyle üretilen<br />

iletişim araçlarının ve örgütlenmesinin olmaması, (b) dış güçlerin ürettiklerine ve bu ürettikleriyle elde<br />

ettikleri kontrolü sürdürme politikalarına bağlı kalması, (c) araçların ve örgütlenmelerin Batı’dan ithal<br />

edilmesi ve (d) bilgiden geçerek kontrol gereksiniminin araştırmaya dayanma yerine baskılara ve<br />

yasaklara dayanması gibi bir yapıya sahip olması bu gecikmenin başlıca nedenleridir. İlgiyle ilgili olarak<br />

günümüzde de yaygın olan çok önemli bir yan ise, Atatürk’ün 1923’de Konya Gençleriyle Konuşmasında<br />

belirttiğidir: “Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genellikle şu hatamız vardır ki,<br />

araştırma ve çalışmamıza zemin olarak çok vakit kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi<br />

geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı almalıyız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün<br />

diğer milletleri tanır, ama kendimizi bilmeyiz”.<br />

186


Her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de -geç de olsa- oluşuma giden yola bakıldığında temel olarak<br />

aşağıdaki koşulların belirleyici rol oynadığı görülür (Şekil 2):<br />

Şekil 8.2: İletişim araştırmasının oluşum ve gelişmesi için en temel koşullar<br />

a. Şirketlerin ve kurumların ekonomik ve siyasal üstünlük, kontrol ve gelişme için bilgiye<br />

gereksinim duymaları: Ekonomik, kültürel ve siyasal yönetim için faydalı bilgi daima en<br />

değerli ve çoğu kez gizlenmesi gereken bilgidir. Bu tür bilgi üretimi örgütlü düzenin<br />

sürdürülebilirliğinin zorunlu koşuludur. Türkiye’de iletişim alanında bu tür bilgiye gereksinim<br />

devlet kurumlarında çok eskilerden beri hissedilmiş olabilir; fakat kurumların bu alanda<br />

bilimsel araştırma yapmaları çok yakın zamanda başlamıştır. Ülkenin genel siyasal kültür ve<br />

ilişkilerinin, düşüneni ve soruşturanı destekleme yerine çoğunlukla engelleme ve cezalandırma<br />

geleneği, üniversitelerden üretken ve soruşturan insanların uzaklaştırılması, atılması,<br />

küstürülmesi, akademik üretimden çok başka işlerle meşgul olan ve üretme kaygısı olmayan<br />

kadroların üniversitelerde giderek artması, bilimin dilini bilmeyenlerin üniversiteleri doldurması<br />

da bu geç başlamayı tetiklemiştir. Ne yazık ki “zorunlu kalmadıkça üretmeyen bir akademik<br />

ortam” hala devam etmektedir: Üretim yapma için en olgun zaman olan profesörlükte üretme<br />

(zorunluluk olmadığı için ve egemen üretmeme kültürü nedeniyle) büyük çoğunlukla<br />

durmaktadır. Örneğin 17 iletişim fakültesinin 55 profesörü arasında yapılan bir pilot inceleme<br />

sonucuna göre profesörlerin % 67.3’ü doçentlikten sonra hiçbir hakemli ulusal veya uluslararası<br />

dergide makale yazmamıştır. Son beş yılda dört profesör dört makale yazmıştır; iki profesör üç,<br />

üç profesör iki ve 11 profesör bir makale yazmıştır ve 36 profesör yazmamıştır. Pilot<br />

incelemedeki profesörlerin % 18.2’sinin 20 yılı aşan zamandan beri hiçbir hakemli dergide<br />

makalesi bulunmamaktadır. Umut verici olan ise şudur: Makale yazanların çoğu (genellikle<br />

dışarıda eğitim görmüş veya herhangi bir nedenle araştırma yapmaya devam eden) yeniprofesörler<br />

olmaktadır ki bu da bize olumlu bir değişimi işaret etmektedir.<br />

Bu duruma ek olarak, Türkiye’deki şirketlerin de örgüt iletişimi gibi iletişimle ilgili kendileri için<br />

araştırma yapmaları ya da yaptırmaları çok daha yavaş oluşmuştur; fakat özellikle pazarlama, müşteri<br />

ilişkiler ve reklamcılık gibi alanlardaki araştırmaların önemini büyük şirketlerin son yıllarda anlamasıyla<br />

bir gelişme seyrine girilmiştir.<br />

b. Bilgi üretiminin örgütlenmesi ve örgütlü yapılar içine taşınması koşullarının ve<br />

gereksiniminin çıkması: Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde acil kaygı, özellikle ekonomi<br />

alanında en temel bilgi birikimini ve kullanımını sağlamak olmuştur. İletişim alanında bilgi<br />

üretiminin örgütlenmesi de Kurtuluş Savaşı sırasında ve hemen sonrasında ciddi bir gereksinim<br />

olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle telgraf ağı yanında, ülkenin davasını acil olarak anlatma<br />

amacıyla Anadolu Ajansı ve Radyo kurulmuştur. Ancak “etkili kullanım” gibi gereksinimlere<br />

bağlı olarak gelen bilimsel araştırma yapılmamıştır. Amerikalıların Birinci Dünya Savaşı’nda ve<br />

ardından 1930’larda yaptıklarının aksine, Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında sosyal<br />

bilimciler araştırmayı toplum yönetimi amaçlı örgütleme, yönlendirme ve bilgi toplamak için<br />

kullanma gibi bir yol izlenmemiştir. Çünkü ülkede böyle bir yönetsel gelenek, akademik işgücü<br />

ve örgütlü çıkar yapısı yoktu. Gereksinimi hissedenler elbette olmuştur ama araştırma yapacak<br />

akademik veya profesyonel kadro, örgütlenme ve diğer gerekli olanaklar mevcut değildi. Bu<br />

koşullar hem bilginin kontrolünü hem de yönetimsel bilgi (= insanları yönetmek için üretilen<br />

bilgi) için gerekli araştırma faaliyetlerin yapılmasına olanak vermemiştir. Buna karşın, Osmanlı<br />

imparatorluğunun duraklama devrinden beri “hazır” yol seçilmiş ve bilgi gereksinimini<br />

187


karşılamak için fen ve sosyal bilimler alanlarında (özellikle savaş ve savaş iletişimi araçları ve<br />

örgütlenmesi bağlamında) Batı’dan “paketlenmiş bilgi” ve profesyonellik transferi<br />

geliştirilmiştir. İletişim alanında bilgi üretiminin örgütlenmesi ve örgütlü yapılar içine taşınarak<br />

sistemli ve kapsamlı üretim haline getirilmesi ancak son zamanlarda gerçekleşmeye başlamıştır.<br />

c. Endüstriyel yapının çıkarlarına uygun bilişlerin, duyguların, duyarlılıkların ve<br />

davranışların kitleler halinde biçimlendirilmesi gereksiniminin zorunlu hale gelmesi:<br />

İletişim alanında da önemli araştırma gereksinimi çıkaran bu gelişme, Batı’da 20. Yüzyılın<br />

başından itibaren hızla artan bir şekilde kitle üretimi yapılmasıyla ivme kazanmıştır. Kitleler<br />

için üretim yapan endüstriyel yapı, tüketimi, kullanımı, rızayla katılmayı ve oy vermeyi de<br />

üretmek zorunda kalmıştır. Bu zorunluluk da bilgi üretiminin özellikle endüstriyel yapılar<br />

çıkarına uygun bir şekilde örgütlenerek üretim yapmasını, özellikle iletişim odaklı araştırma<br />

yapmasını gerekli kılmıştır.<br />

Türkiye açısından yukarıda sıralanan gereksinimlerin eksikliği, oluşmaması ve olanın da gelişmeye<br />

yönelik olmaması ya da destek bulamaması, iletişimde araştırmaya giden bilgi üretiminin oluşumunun<br />

geç ve yavaş olmasını beraberinde getirmiştir. Türkiye ve benzeri ülkelerde oluşumun hızlanması ve<br />

gelişmelerin ivme kazanması, ancak kapitalizmin küresel pazar serüveninin 1980’lerde ivme kazanması<br />

ve bunu destekleyen yeni-liberal siyasi ve ekonomik politikaların uygulatılması ile gerçekleşmiştir. Bu<br />

oluşum ve gelişme de kaçınılmaz olarak küresel pazarın “damgasını” taşımaktadır (Tezcek, 2007; Malott,<br />

2009; Reppy, 1998; Drahos ve Braithwaite, 2003; McNeely ve Wolverton, 2008; Cunningham, 1998).<br />

Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Temel Amaç ve Sonuçlar<br />

İnsanın fiziksel ve toplumsal varoluşunun zorunlu koşulu olan iletişimin doğası ve iletişim<br />

araştırmalarının karakteri, insanın kendini maddi ve düşünsel olarak nasıl ürettiğine ve ilişkilerini nasıl<br />

kurup yürüttüğüne bağlıdır.<br />

20. Yüzyılın başında “Fordist seri üretimle” başlayan ve gelişen kitle üretimi, kitlelerin ekonomik<br />

pazar için “üretilmesi” gereksinimi ortaya çıkarmıştır. Bu da kaçınılmaz olarak reklamların etkisi, tüketici<br />

ve izleyici tercihleri ile ilgili araştırmaların çıkışını ve desteklenmesini getirmiştir. Türkiye’deki<br />

ekonomik koşullar ve üretim yapısı bu tür karaktere ve gereksinime o zamanlar sahip olmamıştır. Bu<br />

nedenle böyle bir gereksinim ve amaç, ancak 20. Yüzyılın sonlarında çıkıp hızla gelişmiştir.<br />

Amerika’da ve Avrupa’da 20. Yüzyılın başlarında, yarım asırdan beri artan kitlelerden korkuyla<br />

oluşan “yönlendirerek yönetme” gereksinimine, Birinci Dünya Savaşı’nda, kitleleri savaşa hazırlama ve<br />

bu hazırlığın sürekli olarak yapılması gereği eklenmiştir. Kitlelerin kendilerini ve ilişkilerini düşünsel<br />

olarak yeniden-üretmeyi egemen siyasal ve ekonomik amaçlar doğrultusunda biçimlendirme<br />

gereksiniminden propaganda, ikna, retorik, kamuoyu ve halkla ilişkiler oluşmuş ve örgütlü etkileme/ikna<br />

faaliyetleri ve araştırmaları gelişmiştir. Osmanlı’nın son anlarını yaşadığı ve ardından da Kurtuluş<br />

Savaşı’yla bir Cumhuriyet kuran Türkiye’deki koşullarda bu tür araştırma gereksinimi de ortaya<br />

çıkmamıştır. Bunun yerine tarih boyu insanlara işlenmiş duyguları, düşmanlığı ve dini inançları sömüren<br />

siyasal anlayışların getirilmesi, yönetici siyasal güç yapıları arası yoğun çekişmelerin egemen olması, bu<br />

çekişmelerin medya ve üniversite ortamlarına yansıtılması, üniversitelerde çoğulcu ve üretken düşünce<br />

ortamının oluşmasının engellenmesi, buna uluslararası soğuk savaşın gerçeği saptıran ve düşmanlıkları<br />

körükleyen propagandasının eklenmesi ve 1990’lardan sonra bu propagandanın terörizm öcüsünü yaratma<br />

ve “böl, birbirine düşür ve ekonomik ve siyasal amaçları gerçekleştirmek için yönet” amaçlı kimlik<br />

politikaları biçimine dönüştürülmesi gibi sağlıklı oluşumu ve gelişimi köstekleyen olumsuz gelişmeler<br />

olmuştur. Öykünülen Batı tipi demokrasinin sağlıklı gelişmesinin önü çeşitli şekillerde kesilmiştir. Bu<br />

koşullar içinde toplumsal yarara yönelik sağlıklı iletişim araştırmaları ortamının ve amaçlarının oluşması<br />

da beklenemez. Bu olumsuzluklara ek olarak, günümüzde daha çok “kadro almak” ve “para kazanmak<br />

için yaşamak” temeline dayanan, dolayısıyla araştırmayı bir amaç değil de araç olarak gören bir yapının<br />

yaygınlaşmaya başladığını görürüz. Bu yapıda iletişim araştırmaları özellikle iki amaç etrafında<br />

yoğunlaşır:<br />

188


1. Şirket merkezli ekonomik kontrole ve kurum merkezli enformasyon toplamaya katkıda<br />

bulunarak para kazanmak;<br />

2. Klasik etki arayan araştırmalar yanında, küresel pazar politikalarının popülerleştirdiği günlük<br />

yaşamda mikro-seviyedeki ifadeler, temsiller/metinler, mekanlar, çoğul kimlikler ve mikrokimlik<br />

politikaları gibi konular ve yaklaşımlarla çalışmalar yaparak kadroda yükselmek, egemen<br />

çevrelerden birine dahil olmak, öznel çıkarları gerçekleştirebilmek için çevre yapmak ve statü<br />

elde etmek.<br />

Normal olarak iletişim alanında araştırma, sistemli ve tutarlı tasarım ve uygulama yoluyla<br />

belirsizlikleri azaltma ya da ortadan kaldırma ve böylece anlama, açıklama ve kontrol mekanizmaları<br />

kurma ve sürdürme arayışına ve amacına dayanır. Ancak iletişim araştırmalarının her zaman ve her<br />

koşulda belirsizlikleri ortadan kaldırdığı ve tutarlı sonuç ve öneriler getirdiği söylenemez (Erdoğan,<br />

2012). Araştırmayla bilimin genel amacı olan “fenomendeki (şeydeki, olaydaki, görüngüdeki) düzeni,<br />

tekrarlanan kalıpları, oluşum ve değişim nedenlerini” bulmaya katkı amaçlanır. Ancak Türkiye’de<br />

işletme, reklam, halkla ilişkiler, televizyon ve sinema gibi alanlarda anket çalışmalarıyla yapılan<br />

araştırmalarda genellikle bu amaç güdülmez. Çünkü bu tür iletişim araştırmalarının amacı; endüstriyel<br />

yapının verimlilik, pazarlama, iletişim, etki ve meşrulaştırma sorunlarını çözme temeli üzerine inşa<br />

edilmiştir. Bu doğrultuda, örneğin “aktif izleyici” tezi vardır; izleyicinin tercihleri ve izleyicinin<br />

özelliklerini bilmeye yönelik araştırma ve ölçme yöntemleri geliştirilmiştir. Pozitivizmin bu tür<br />

biçimlendirilmesine dayanan bu araştırma yönelimi yanında, “dışarıda bilinebilir bir gerçek yoktur,<br />

gerçek görecedir, çoğuldur, sürekli değişim vardır ve tekrarlanan kalıplar yoktur, post-modernlik<br />

modernizmin bir devamı değildir” gibi açıklamalar (örneğin post-pozitivist, post-yapısalcı ve postmodern<br />

açıklamalar) popülerleştirilmiştir.<br />

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının amacı ve araştırmalarda aranan sonuçlar, dünyada yaygın<br />

olandan farklı değildir:<br />

• Güvenilir, geçerli ve faydalı verilere dayanarak tanımlamak, betimlemek, nedensellik<br />

bağlarıyla tahminlerde bulunmak, dolayısıyla tutarlı bir biçimde bilmek ve anlamak ve kontrol<br />

mekanizmaları kurmak ve geliştirmek, çareler bulmak ve önlemler almak.<br />

• Sürdürme ve gelişme planları tasarlayıp uygulamak.<br />

• İletişim araştırması, aynı zamanda, iletişim alanının kendi var oluş nedenleriyle gelen koşulları<br />

yeniden-üreterek kendini ve kendini var eden koşulları sürdürme ve geliştirme faaliyetidir: Bu<br />

faaliyet iletişim araştırmacısına para kazandırır ve statü sağlar.<br />

• Özel şirkette çalışan araştırmacı için iletişim araştırması yapmak, pazarda şirketin ve<br />

kendisinin ilerlemesini sağlamaktır; işsiz kalmamak için kendini işinde garantiye almaktır.<br />

• İletişim araştırmaları, firma için, ürün geliştirme, arz ve talebi kontrol ederek pazarda üstünlük<br />

yolunu açar.<br />

Araştırma yapma, öğretme ve öğrenme, aynı zamanda, bilimsel politikanın doğasını büyük ölçüde<br />

biçimlendiren sosyal politika konusudur. En yanlış ya da en anlamsızından en anlamlısına kadar tüm<br />

aştırmalar bu politikanın kaçınılmaz parçalarıdır. Araştırmayla ilgili sosyal (ekonomik, siyasal ve<br />

bilimsel) politikalarını sistemli bir şekilde hazırlayan ve yürüten güçler ve ülkeler diğerleri üzerinde<br />

egemen olur. Bu tür planlı ve kontrollü yapılarda, iletişim araştırmaları öncelikle siyasal ve ekonomik<br />

pazarın içte ve uluslararasında kontrol gereksinimlerini karşılamak için geliştirilir, desteklenir ve<br />

kullanılır. Bu amaca “eleştirel, radikal veya alternatif ” olarak nitelenen yaklaşımlarla gelen araştırmaların<br />

büyük çoğunluğu da dâhildir; çünkü onlar itici güç ve kontrollü alternatif olarak işlev görürler.<br />

Elbette her yapıda, “sosyal faydaya dayanan” ya da sosyal fayda ile endüstriyel çıkar bağını birlikte<br />

taşıyan araştırmalar da vardır. Bu tür iletişim araştırmaları çoğunlukla sağlık ve yaşam koşullarını<br />

iyileştirme gibi alanlarda yapılır. Örneğin işitme ve konuşma terapisi ile ilgili araştırmalar böyledir.<br />

Ancak Türkiye’de işitme ve konuşma terapisini geliştirme araştırmaları henüz yoktur ve Batı’da tıp<br />

fakültelerinde yapılan türde, hastanın kendi kendisiyle iletişimiyle gelen terapiyle ve hastanın yaşamını<br />

düzenlemesiyle ilgili araştırmalar da henüz mevcut değildir.<br />

189


İletişim Araştırmalarında Üretilen Bilginin Doğası<br />

Araştırmalarda üretilen bilginin bilimsel bir karaktere sahip olması gerekir. Bunun olabilmesi; bilmek<br />

isteyenin amacına, araştırma tasarımının birikmiş bilgiye dayanarak belirsizlikleri azaltan ve mümkünse<br />

ortadan kaldıran bir karaktere sahip olmasına, üretilen bilginin kullanılıp kullanılmadığına ve<br />

kullanılıyorsa, kullanımın karakterine bağlıdır. Yukarıda belirtilen gereksinimler ve değişimler<br />

sonucunda, üniversitelerden kitle iletişim araçlarına kadar tüm örgütlü yapılarda milyonlarca profesyonel<br />

insanın katılımıyla birkaç tür bilgi üretimi yapılmaya başlanmıştır. Bu üretilen bilginin doğası, özellikle<br />

iletişim alanında, aşağıdaki temel özelliklere sahiptir (Şekil 3):<br />

Birinci Tür Bilgi: Teknolojik Bilgi<br />

Şekil 8.3: Araştırılan bilginin genel doğası<br />

Bu tür bilgi, bilim ve teknolojinin üretimi için zorunlu olan bilginin üretimini ve bu üretim için yapılan<br />

araştırmaları içerir. Bu tür bilgi ve araştırmalar günümüzde dünyadaki teknolojik seviyeyi ve teknolojik<br />

biçimi ve yapıyı belirleyen bilgi ve araştırmalardır. Bu tür işlevsel bilgi üretimi, toplumlar içi ve<br />

toplumlar arası yarışın bütünleşik bir parçasıdır. Bu bilgi üretimi, kapitalizmde özel şirketlerin ve devletin<br />

özellikle ordu, polis ve istihbarat teşkilatları gibi meşrulaştırılmış baskı ve ikna kurumlarının kendi<br />

bünyelerinde açtıkları bölümlerde kiraladıkları bilim insanlarıyla planlanır ve yürütülür; bu amaçla<br />

araştırma merkezleri kurulur. Bu tür bilgi değerlidir; dolayısıyla gizlidir, pazara sürülen emtia değildir,<br />

“herkes aydınlansın” diye internete de konmaz, televizyonlarda tartışılmaz, üniversite kitaplarında yer<br />

almaz. Bu gizli bilgi, ancak kullanabilme olanaklarına sahip olanların elinde güçtür; sahip olmayanlar<br />

bilse bile, olanaklara sahip ol(a)madıkları için kullanamazlar. Bu tür üretimle ve bilgiyle ilgili bir diğer<br />

önemli yan da şudur: Eğer birileri iletişimle ilgili olarak egemen üretim güçlerinin çıkarına aykırı olan<br />

bilgi üretirse; (a) bu kişi ve “aykırı bilgisi” herhangi bir nedenle “işe yarar, değerli” bulunursa desteklenir,<br />

ücretle/maaşla işe alınır; (b) bu kişi ve ürettiği “işe yaramaz” olarak nitelenirse, desteklenmez ve marjinal<br />

duruma itilir; (c) bu kişi ve ürettiği “tehlikeli” olarak nitelenirse, tehlikenin kapsamına göre engelleme<br />

yöntemleri kullanılır. (d) Eğer gücün çıkarına aykırı bilgi üreten ve kullanmaya çalışan herhangi bir<br />

ülkeyse, o ülke çeşitli yollarla yönlendirilir ya da “dünya barışını tehlikeye soktuğu” için özgürlük,<br />

demokrasi ve insan hakları gibi kimi gerekçelerle o ülkeye ambargolar uygulanır, işgalle tehdit edilir ve<br />

kimi zaman işgal edilir. Çünkü güç yapılarını yönetenler, sadece kendilerine işlevsel olan bilgiyi<br />

üretmekle kalmazlar, rakiplerinin üretimini durdurma mekanizmalarını kurar, geliştirir ve uygularlar.<br />

Endüstriyel bilgi “ürün üreten teknolojiyi” üreten bilgidir. Bu bilgiyle teknoloji üretimi yönetilir. İletişim<br />

alanında, iletişim teknolojileriyle ilgili araştırmalardan geçerek üretilen bu birinci tür bilgi iletişim<br />

fakültelerinde üretilmez. İletişimle ilgili bu tür bilgi fizik, matematik, iletişim mühendisliği, elektrik ve<br />

elektronik mühendislik gibi dallarda yapılan ve hemen hepsi “deneysel tasarım” karakterinde olan<br />

araştırmalarla üretilir. Teknolojik/endüstriyel bilgiyle üretilen teknolojik ürünler/araçlar (örneğin cep<br />

telefonları, tabletler) pazara satış için sunulur, fakat ürünleri üreten bilgi, gerekli görülmedikçe, asla<br />

pazara sunulmaz.<br />

190


İkinci Tür Bilgi: Yönetme/Yönetim Bilgisi<br />

Bu tür bilgi özellikle pazarlama, işletme ve kamu yönetimi, propaganda ve siyasal kampanyalar için<br />

gerekli olan ve insanları yönetmenin nasıl yapılacağıyla ve yapıldığıyla ilgili bilmeyi içerir. Bu tür bilgi<br />

üretimi toplumsal yönetim politikaları ve uygulamalarıyla ilgili araştırmalarla üretilir: Bu türdeki bilgi de<br />

gerekli görülmedikçe paylaşılmaz, çünkü yönetmek için kullanılır. İletişim alanındaki bu tür araştırmalar<br />

psikologların ve sosyal-psikologların kullandığı deneysel laboratuar araştırmalarından, sosyal bilimcilerin<br />

kullandığı “deneyselimsi tasarım” türlerine kadar değişir. ABD’de 20. yüzyılda başlayan ve 1950’lerde<br />

uluslararası alana taşınan bu tür araştırmalar, kamu kurumlarından üniversitelere kadar birçok yapılar<br />

yoluyla açıktan ve gizli olarak yapılır. Bu araştırmalar ve bu araştırmalarla desteklenen ulus içi ve<br />

uluslararası politika ve uygulama bilgileri de gizlidir. Bu bilgileri açığa vuranların hayatları tehlikeye<br />

girer. Örneğin Wikileak ile yapılan açıklamaları nedeniyle Julian Assange ve Bradley Manning uzun<br />

yıllar hapis tehlikesiyle karşı karşıyadır.<br />

Üçüncü Tür Bilgi: Kitlelerin Kullanımı İçin Üretilen Bilgi<br />

Bu tür bilgi üretimi kitlelere belli bilmeleri, bilişleri ve davranış kalıplarını işlemek için yapılır. Bu<br />

bağlamda en az iki tür üretim görürüz: Birincisi, araştırma yapanların, uygulayanların, üzerinde<br />

uygulananların, öğrencilerin ve diğer eğitimli kitlelerin bilişlerini biçimlendirmeyle ilgilidir; ikincisi de<br />

genel halka yönelik olanlardır. Birinci türdeki araştırmalarla üretilen ve yayılan “bilme üretiminin” (bilinç<br />

işlemenin) çoğu kez araştırmayı yapanlar bile farkında değildir. Bu türde, araştırmacılar belli işlevsel<br />

kalıplar içinde araştırma tasarımı ve uygulaması yaparlar; araştırmayı uygulayanlara, araştırmanın<br />

üzerinde uygulandığı insanlara ve araştırmayı veya araştırmayla ilgili yapıtları okuyanlara da<br />

araştırmacıya işlenen bilişler ekilir. Dikkat edilirse bu bağlamda yapılan iletişim araştırmasında birincil<br />

amaç “belli tarzda bilmeyi ekmedir”. Bu nedenle milyonlarca iletişim araştırmalarının bu türde olanlarını<br />

endüstriyel ve siyasal yapılar kendi karar verme ve uygulama süreçlerinde kullanmazlar; çünkü bu<br />

araştırmalar böyle bir faydaya ve değere sahip değildirler. Bu tür bir faydaya sahip iletişim araştırmaları<br />

farklı araştırmalardır. İkinci türdeki üretim, iletişim araştırmalarının da çeşitli şekillerde parçası olduğu ve<br />

desteklediği halkın cahilleştirilmesi ve cehalete-bilgiçlik taslatma üzerine inşa edilen bilmedir (bilinç<br />

işlemedir).<br />

Bu tür “bilgi/bilme üretimi” tarih boyu birbirine bağlı birkaç temel üzerine kurulmuştur:<br />

a. İnsanların inancının ve inanç sistemini kötüye kullanan örgütlenmiş din (Bunun anlamı: sorun<br />

dinde ve inançta değil; sorun birilerinin çıkar için dini kötüye kullanmasındadır): Bu örgütlenme<br />

resmi olabileceği gibi din adına hurafeyle çıkar sağlayan bir yapı da olabilir; aslında tarihte her<br />

ikisi de birlikte var olmuştur.<br />

b. Cinsel ilişkiye ve alkollü içki gibi madde kullanımına indirgenen örgütlenmiş ahlak.<br />

c. Bizi her an yutmak, yok etmek isteyen; en az bir öcü/düşman: Kötü ve tehlikeli ötekiler.<br />

d. Kendini toplumdan geçerek değil de, toplumu kullanarak gerçekleştirmeye dayanan bireysel<br />

çıkar bilişi/bilinci: Kendini toplumdan geçerek tanımlayan bireysel çıkar bilincinde bireycilik<br />

sosyal içinde sosyalle birlikte algılanır ve benimsenir. Toplumu kullanarak kendini<br />

gerçekleştiren bireysel çıkar bilincinde, birey topumla değil, toplumdan faydalanarak bireydir.<br />

Birincisinde genel faydayla oluşan bir bireycilik vardır; diğerinde genel faydayı sömüren ve<br />

kendi çıkarı için kullanan veya ortadan kaldıran bireycilik vardır.<br />

Kitleler için bilgi üretimi, toplumlarda tarihsel olarak çeşitli biçimlerde ve yoğunlukta<br />

süregelmektedir. Günümüzde çeşitli örgütlü yapılar yanında özellikle kitle iletişim araçları ve belli ölçüde<br />

resmi eğitim yoluyla yapılır. Bu biliş yönetiminde ahlak, inanç ve bireyin kendini düşünsel ve duygusal<br />

olarak üretmesi dahil her şeyi, örgütlü yapılarda biçimlendirilir ve ona “satılır ya da hediye” edilir.<br />

Örneğin (a) kitle iletişiminde eğitim, kültür, haber, enformasyon, eğlence ve spor gibi çeşitli isimlerde<br />

gelen bilgiler ve (b) tüketicinin, izleyicinin ya da oy verenin, satılan ürünle, verilen hizmetle, tüketimle,<br />

izlemeyle ve oy vermeyle ilgili olarak bilmesi gereken bilgiler.<br />

Kitlelerin kullanımı için üretilen bilgi, faydasız ya da geçersiz gibi görünür. Fakat aslında, bunlar<br />

teknolojik bilgi kadar değerlidir, çünkü tarih boyu toplumlar bu tür bilişlerle, duyarlılıklarla, düşüncelerle,<br />

191


inançlarla ve beklentilerle yönetilmektedir. Yani bu tür işlevsel bilgilerin (örneğin dizilerde ve filmlerde<br />

sunulan bilmelerin, duyarlılıkların ve ilgilerin), “egemen güçlerin kendilerini ve teknolojiyi üretmek için<br />

kullanması” bağlamında faydası yoktur ama kitlelerin hayatı ve yaşamlarını doğru anlama ve düzenleme<br />

bağlamında, yönetenler için hayati değere sahiptir. Çünkü yönetenler için işlevsel olan madde/ürün<br />

promosyonu ve satışı yanında yanlış yönlendirme işini görürler. Bu tür bilme, duyarlılık, duygu ve ilgi<br />

yaratma işinin doğasını irdeleyen araştırmalar oldukça azdır. Onun yerine araştırmalar tüketiciyi,<br />

izleyiciyi, dinleyiciyi, çalışanı ve seçmeni “anlama” ve bu anlamadan geçerek onlar üzerinde yaygın<br />

kontrol mekanizmaları kurma ve onları yönlendirme çabalarına katkıda bulunmak amacını taşır.<br />

Hangi tür bilgi üretimi üzerinde durursa dursun ya da hangi tür bilgiyi üretirse üretsin, araştırma<br />

yoluyla sosyal bilimlerde “bilmekten” geçerek ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, psikolojik ve fiziksel<br />

kontrol mekanizmaları kurulur, uygulanır, test edilir; gerekirse bu mekanizmalarda değişiklikler yapılır;<br />

yeni kontrol mekanizmaları kurulur. Aksi takdirde ne bugünkü teknolojik seviyeye ne de toplumsal<br />

yönetim seviyesine gelinebilir. Dolayısıyla kontrol yaşam için kaçınılmaz ve olması gerekenler<br />

arasındadır. Kontrol olumsuz ise nedeni, amacı ve sonucuyla ilişkilidir.<br />

Türkiye’de iletişim araştırmalarının oluşumuna giden bilgi üretiminin<br />

temel karakterini belirtiniz.<br />

TÜRKİYEDE İ<strong>LETİŞİM</strong> ARAŞTIRMALARI: GELİŞİM VE<br />

KOŞULLARI<br />

Türkiye’de iletişim üzerinde düşünme ve araştırma yapma ülkenin kendi içinden çıkan<br />

gereksinimlerinden doğup gelmemiştir. Bunun en önde gelen iki nedeni vardır. Birincisi kendi tarihsel<br />

koşullarının karakteri ve ikincisi ise birinci nedenle ve uluslararası bilgi üretimindeki pozisyonu<br />

nedeniyle dışa bağımlılığın gelişmesidir. Her durumda Türkiye’de ya da herhangi bir ülkede iletişim<br />

araştırmalarının gelişmesi ve gelişmenin doğası dünyadaki ve o ülkedeki üretim tarzı ve ilişkilerinin<br />

karakterine bağlıdır.<br />

Şekil 8.4: İletişim araştırmalarının gelişme durum göstergeleri<br />

Teknolojik Bilgi ve Teknolojik Üretim<br />

Teknolojik bilgi teknolojinin üretimi ve gelişmesi için zorunludur; çünkü ancak bu bilgi varsa teknolojik<br />

araç üretimi yapılabilir. Türkiye’de iletişim teknolojilerinin üretimiyle ilgili “mühendislik alanındaki”<br />

bilgi ve araştırmaların varlığı 1900’lerin başlarında yoktur ve sonradan gelişmesi de güçlü uluslararası<br />

yapılar tarafından kontrol edilmiş ve engellenmiştir. Bu yeni bir şey değildir; tarih boyu gelişerek<br />

günümüzdeki biçime gelmiştir. Günümüzdeki biçimde, her alanda olduğu gibi iletişim alanında da hem<br />

teknolojik araç üretimi hem de bilgi üretimi üzerinde küreselleşen pazar güçlerinin kontrol mekanizmaları<br />

ve süreçleri egemendir. Yerel üretimin doğası, marjinalleştirilmiş gelenekselliğin ve montaj bilgisinin ve<br />

pratiğinin ötesine geçemez ve geçme olanakları da kısıtlanır. Türkiye bağlamında da, ülke çağdaş iletişim<br />

teknolojilerinin üretim sürecinin dışında kalmış/bırakılmış, şimdiye kadar kullanıcısı olmuştur. Bu sırada,<br />

parça toplama ve birleştirme ve montaj yapma bilgisi geliştirilmiştir ki bu tür bilgi “üretme bilgisi”<br />

değildir.<br />

192


Osmanlı İmparatorluğu Batı'daki teknolojik gelişmelerin dışında kalmıştır. Bu yapıda seçkin bir<br />

yönetici elitin iktidarını sürdürmesi için gerekli olanların dışında hiç bir iletişim olanağından<br />

yararlanılmamıştır. Matbaa 1727'da kurulmuş ama hiç bir zaman bilginin yayılma aracı olamamıştır. İlk<br />

gazeteler 1795’den itibaren Fransızlar tarafından Fransızca olarak yayınlanmış ve gelişmeye başlaması<br />

19. Yüzyılın ortalarında olmuştur. Osmanlı aydınlarının halka ulaşmada büyük umut bağladıkları<br />

gazetecilik, devlet kurumlarının denetim politikası ve profesyonelliğin Türkiye’ye özgü “melezleşmiş”<br />

doğası nedeniyle gelişememiştir. Cumhuriyet yönetimi başlangıçtan itibaren iletişim alanına önem<br />

vermiş; Anadolu Ajansı ve radyo ilk kitle iletişimi araçları olarak 1920’lerde örgütlenmiştir. Fakat<br />

matbaa, gazete, telefon, telgraf, ajans ve radyo ile ilgili bir araştırma gereksinimi, siyasal kültürün<br />

getirdiği engellemeler ve bilimsel araştırmaya ve soruşturmaya ilgi azlığı gibi nedenlerle olmamıştır.<br />

İlgisi olanlar ya engellenmiş ve yerlerinden edilmiş ya da çok sınırlı çerçeveler içinde kalmıştır. Son<br />

zamanlardaki gelişmeler daha çok teknolojik ürün/araç kullanımı çerçevesinde olmaktadır. Elbette,<br />

iletişim teknolojileriyle ilgili araştırmalar Türkiye’de de günümüzde olmaktadır, fakat gelişme olanakları<br />

ve olasılıkları ilgi ve motivasyon çok olsa bile, iletişim fakültelerinde teknolojiyle ilgili araştırmalar;<br />

örneğin internet konusunda olduğu gibi, teknolojik bilgi üretimi üzerine inşa edilememektedir, çünkü<br />

iletişim fakültelerinin eğitim ve öğretim yapısı bu şekilde biçimlendirilmemiştir.<br />

Örgütsel Yapılar, Yönetimsel Kültür ve Akademik İlgi<br />

Araştırma yapılması örgütlü yapıların varlığını ve desteğini gerektirir. Bu varlık ve destek araştırmaya<br />

gereksinim duymayan ve araştırmaya ilgisi olmayan yapılarda oluşmadığı için her alanda olduğu gibi<br />

iletişim alanında da araştırma girişimlerinin çıkıp gelişmesi olasılığı azalır. Araştırmaların yapılması için<br />

radyo ve televizyon gibi inceleme araçlarının ve faaliyetlerinin olması yeterli değildir; iletişim alanında<br />

eğitim ve araştırma kurumlarının kurulması gerekir. Bu bağlamda da Türkiye’de sadece iletişim alanında<br />

değil, aynı zamanda iletişim alanının gelişmesini belirleyen sosyal bilimlerde araştırmayı teşviki<br />

beraberinde getiren örgütsel yapıların oluşması ve gelişmesi de geç ve yavaş olmuştur (Payaslıoğlu,<br />

1970). Siyasal ve kurumsal iş kültürünün yapısı da araştırma yapacak kalitede, bilgide ve ilgide olan<br />

insanların artmasını destekleyecek bir karakterde olmamıştır. Bu gecikme ve yavaşlık iletişim<br />

incelemelerinin çıkışını da çok sonralara ertelemiştir. Örneğin araştırma enstitülerine, araştırma<br />

kurumlarına ve araştırmayı destekleyen derneklere 1970’lere kadar rastlanmaz. Dört yıllık eğitim veren<br />

okul 1965 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) bünyesinde Basın Yayın Yüksek Okulu (BYYO)<br />

adıyla kurulmuştur. Nicel olarak öğretim üyesi yeterlidir; fakat daha ilk başında Tahir Çağatay, Nermin<br />

Abadan-Unat, İlhan Öztrak, Ünsal Oskay ve Feyyaz Gölcüklü gibi belli sayıdaki kişilerin önemli katkıları<br />

dışında, okul iletişimdeki birikimin gelişimine katkıda bulunacak ilgiden ve destekten yoksun başlamıştır.<br />

Osmanlı İmparatorluğundan da hiçbir araştırma geleneği mirası almayan Cumhuriyet Türkiye’sinde<br />

tarih, sosyoloji, siyaset bilimi, hukuk, felsefe, dilbilim, antropoloji, sosyal psikoloji, sanat ve arkeoloji<br />

çalışmalarının da iletişim alanındaki bilgi birikimine katkısı, 1960’ların ortasına kadar çok az olmuştur.<br />

İletişim alanı tüm bu alanların içinde ve kesişme noktasında yer aldığı için, bu katkı azlığı iletişim<br />

alanının zayıf kalmasına ve yeterince gelişmemesine neden olmuştur.<br />

Bu nicel azlığa rağmen elbette bazı olumlu ve olumsuz karakterdeki “ilk ilgiler” ortaya çıkmıştır.<br />

Cumhuriyetle birlikte özellikle gazeteciliğin, radyo ve sinemanın topluma yapabileceği olumlu ve<br />

olumsuz etkiler üzerinde tartışmalar da başlamıştır. Atatürk’ün medya ile ilgili düşünceleri yanında;<br />

örneğin Öztürk’ün belirttiği (2008) Adnan Hilmi Malik, Burhan Cahit ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi<br />

bazı aydınlar dışarıdan gelen filmlerin ekonomik ve toplumsal sonuçları ve yerli film üretiminin<br />

engellenmesi (kitle iletişiminin etkisi ve kültürel boyutu) gibi konularda 1920’lerde ve 1930’larda<br />

görüşler sunmuşlardır. 1929’da Yeni Resimli Ay dergisinin ilk sayısındaki bir yazıda sinema filmlerinin<br />

yabancı propaganda aracı olduğu üzerinde durulmaktaydı. İkinci sayıda ise Bible House’un bastığı kitap<br />

ve mecmualar, misyonerler ve yabancı okulların gençler üzerine etkilerini ele alan yazı vardı. Baltacıoğlu<br />

(1937) Türkiye’de gösterilen filmleri “emperyalist filmler” olarak nitelemekte; topluma kötü etkileri<br />

olduğunu belirtmekte ve çözüm olarak da (1) dışarıdan gelen filmlerin denetlenmesi, (2) kilise, büyü,<br />

militarizm propagandası gibi içerikte olanların yasaklanması ve (3) rejimin ideallerine ve çağdaş kültür<br />

değerlerine uygun yerli filmlerin desteklenmesi gerektiğini öne sürmektedir. Gerçi, temel amaç iletişim<br />

alanında bir inceleme yapma olmasa da, Adnan Adıvar ve Niyazi Berkes gibi aydınların yaptığı<br />

193


çalışmalarda da iletişime yer verildiği görülür. Bu aydınlar Osmanlı toplumunda matbaanın yerini ve<br />

gecikme nedenlerini açıklamışlar ve iletişimi yakından ilgilendiren toplumsal süreçler konusunda da<br />

açıklama getirmişlerdir. Benzer biçimde Nermin Abadan-Unat ve Şerif Mardin siyaset bilimi, kamuoyu<br />

ve siyasal düşünce çalışmaları; Mübeccel Kıray, Behice Boran ve Emre Kongar sosyolojik ve siyasalsosyolojik<br />

çalışmaları ve Pertev Naili Boratav halkbilimi ve edebiyat alanındaki çalışmaları içinde<br />

iletişim alanındaki bilgi birikimine katkıda bulunmuştur.<br />

Toplumsal-yapısal incelemelerden medyanın örgütlü pratiğine ve profesyonel pratiklere kadar<br />

çeşitlenen sosyolojik araştırmalar da yavaş bir gelişme göstermiştir. Aynı yönelim kitle iletişiminin<br />

düşünsel/ideolojik ve kültürel üretim bağlamında incelenmesinde de dikkati çeker. Elbette demokrat,<br />

liberal-demokrat ve eleştirel incelemeler bağlamında, son zamanlarda, N. Erdoğan, Ç. Dursun, İ.<br />

Erdoğan, A. Girgin, A. İnal, R. Uzun, S. Adalı, E. Dağdaş, Ö. Özer, F. Başaran, S. Öztürk, S. Çelenk, S.<br />

R. Öztürk, N. T. Cheviron ve diğer birçoklarının eserleriyle bu alandaki çalışmalar artmaktadır. Fakat<br />

izleyici, dinleyici, alımlayıcı ve okuyucu olarak ele alınan bireyleri incelemeyle karşılaştırıldığında<br />

iletişim alanında örgüt yapılarını ve örgütsel ilişkileri inceleme sayı olarak çok geride kalmaktadır.<br />

İletişim araştırmalarının önemli bir ilgi alanı da iletişimin türleri içindeki gelişmeleri ele alan tarihsel<br />

temalardır. Uygur Kocabaşoğlu ve diğer araştırmacıların da belirttiği gibi Türkiye'de basın, radyo,<br />

Anadolu Ajansı, televizyon, dergi ve sinema tarihine ilişkin olarak yapılan çalışmalar yetersizdir; ilgi de<br />

yavaş gelişmiş, bir ara hızlanmış, fakat günümüzde azalmıştır. Bu bağlamda S. İskit, S. N. Gerçek, M. N.<br />

Özön, O. Koloğlu, U. Kocabaşoğlu, H. Topuz, N. Yazıcı, C. Koçak, K. Alemdar, O. Tokgöz aydınlatıcı<br />

eserler ortaya koymuşlardır; genç akademisyenler de günümüzde bu bağlamda araştırmalara devam<br />

etmektedir.<br />

Elbette siyasal iktidarın ve güç yapılarının yönetsel kültürü ve ilgisinin karakteri, bilimsel gelişmeyi<br />

olumlu veya olumsuz yönlerde etkiler. Ne yazık ki, Türkiye’de toplumsal gelişme sürecini anlamaya<br />

yardım eden araştırmalar siyasal iktidarların endişe kaynağı olmuş, alternatif düşüncelerden yararlanma<br />

yerine, bastırma ve engelleme politikaları güdülmüş, hatta zaman zaman bilim çevresini sindirmeye<br />

yönelik sert müdahaleler tercih edilmiştir. Bunun sonuçlarından biri de günümüzde çoğu kez akademik<br />

hayatta özgür üretimi engelleyen “aynı/benzer düşüncede olanların çıkar işbirliğiyle” desteklenen bir<br />

otokontrol yapısının oluşmasıdır. Bu tür koşullar doğal olarak bilimsel merakı ve bu merakın giderilmesi<br />

yollarını arama çabalarının gelişimini belli ölçüde engellemiş; soru sormayı ve yaratıcılığı önemli ölçüde<br />

kısıtlamış, bilimde de çeşitli türdeki olumsuz bağımlılıkları arttırmıştır. Bu durum elbette değişmektedir,<br />

fakat bu değişimin kısa zamanda olacağını bekleyemeyiz, çünkü köklü bir geçmişe ve yapılaşmış bir<br />

ilişkisel kültüre sahiptir. Bu tür koşulda, sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede düşünme ve yaratma<br />

yerine üretilmiş, paketlenmiş malların ve düşüncelerin satın alınarak tüketimi yaygınlaştırılmıştır. Bu tür<br />

yaygınlaştırmanın egemenliği, bizden farklı nedenlerle, Amerika ve Avrupa’da bile görülmeye<br />

başlanmıştır. Amerika”daki ve Avrupa’daki çalışmaların bilinmesine, izlenmesine hatta benzerlerinin<br />

yapılmasına karşı olmak anlamsızdır ve yanlıştır ama yukarıda belirtilen türdeki Batı kalıplarının<br />

izlenmesi, bir ülkenin her sorunu gibi iletişim sorunlarının ve konularının da doğru anlaşılması,<br />

açıklanması ve çözülmesi bağlamında olumsuzluklarla dolu olacaktır.<br />

Bilmeye ve Bilime Karşı Toplumsal İlgi ve Tutum<br />

Araştırmanın oluşması ve gelişmesi için toplumda genel olarak bilmeye ilgiyi destekleyen bir kültürün<br />

olması gerekir. Toplumsal ilgi yoksa ya da azsa, araştırma için diğer olanakların varlığının anlamı olmaz.<br />

Kütüphanelerin boş olduğu, öğrencilerin kütüphaneyi kitapçı sandığı, ancak ödev yapmak için zorunlu<br />

olarak kütüphaneye gittiği, internetin facebook ve chat için kullanıldığı, “kopyala ve yapıştır” yönteminin<br />

egemen olduğu, bilmenin para kazanmaya endekslendiği, becerikli ve yeteneklinin iş adamı olduğu ve<br />

yeteneksizin okula gönderildiği gibi görüşlerin dolaşımda olduğu, “ben yirmi yıldır bir şey yazmadım,<br />

ama sen yazdın da ne oldu” gibi sözlerle tembellik kültürünü yeniden üretenlerin yaygın olduğu<br />

ortamlarda bilgi ve bilime karşı ilgi zor yeşerir ve büyür. Hele bilme resmi ve işlevsel bilme yolları<br />

çerçevesi içine hapsedilirse ve onun dışındaki “anlamak için soruşturma” dışlanır ve bastırılırsa, bu<br />

durum daha da kötüleşir. Günümüzdeki değişim bu durumu giderek ortadan kaldırmaktadır, ama bu kez<br />

194


de tembellik kültürünün ve resmi olanın yerini “bireysel çıkarların öznel şirket ve kurum çıkarlarıyla<br />

birleştirildiği bir egemenlik” almaktadır.<br />

1900’lerde ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş dönemlerinde iletişimle ilgili bilmeye ve bilime ilgi;<br />

ancak toplum yönetimi seviyesinde gazetelerin, dergilerin, Anadolu Ajansı’nın ve radyonun kurulması<br />

gibi temel iletişim yapılarının oluşturulması biçiminde gelişmiştir. Halkın büyük çoğunluğunun okuma<br />

yazma bilmediği bir ortamda ve diğer önemli koşullardan yoksun ve yoksul bir koşulda, temel çaba ancak<br />

bu tür başlangıçlar olabilmiştir. Dolayısıyla iletişim alanında bilmeye ve bilime ilgi konularında araştırma<br />

yapma gereğinin hissedilmemesi olağandır. İlginin ve gelişmenin ancak bu başlangıçlardan sonra olma<br />

olasılığı vardır. Ne yazık ki, Türkiye önemli yapısal sorunları, özellikle sanayi devrimini<br />

gerçekleştirememesi ve Aydınlanma Çağı'nı yaşamaması gibi nedenlerle bilimin Batı'da sahip olduğu<br />

işlevleri yerine getirecek koşullardan yoksun kalmış ve insan ve toplumuyla ilgili olarak sorgulama ve<br />

sorulara bilimsel yanıt arama geleneğini geliştirip yaygın hale getirememiştir. Bu genel toplumsal<br />

karakterin, araştırma alışkanlığının ve geleneğinin sosyal bilimlerde gereği gibi gelişmesini sağlayacak<br />

teşviki ve desteği verebilmesi de zordur.<br />

Uluslararası Egemenlik ve Mücadele Koşulları<br />

Dünyada iletişim araştırmalarının en yoğun ilgi alanlarından biri de uluslararası yapılar ve ilişkilerdir.<br />

Uluslararası ilişkilerde örgütsel yapılar transfer edilirken; aynı zamanda, düşünsel ve profesyonel iş yapış<br />

biçimleri, profesyonel ideolojiler, profesyonel anlayışlar ve duyarlılıklar da transfer edilir. Bu transferin<br />

bir kısmı aynen korunurken bir kısmı da egemenliği destekleyen melez bir yapıya dönüştürülür. Bunun<br />

iletişim araştırmalarındaki yansıması, araştırma yöntemlerinden araştırma amaçları ve konularına kadar<br />

araştırma ile ilgili her şey üzerinde görülür. Her durumda, bu bağlamdaki araştırmalar, uluslararası<br />

iletişim örgütleri, örgüt yapıları, iletişim sistemleri, iletişim teknolojileri, tekelleşme, araç transferi,<br />

medya ürün ticareti, profesyonel pratikler ve ideolojiler gibi konular üzerinde dururlar. Bu tür<br />

araştırmalar günümüzde Türkiye’de de bulunmaktadır.<br />

Uluslararası egemenlik ilişkileri Türkiye gibi ülkelerde hem iletişimin örgütlenme biçimlerini ve<br />

iletişim eğitiminin kitle iletişimi türü içine sıkıştırılmasını getirmiştir hem de kuram, yöntem ve araştırma<br />

alanlarındaki yönelimleri de belirlemiştir: Amerikan sosyal-psikolojisi, psikolojisi, sosyolojisi, siyaset<br />

bilimi, dil/gösterge bilimi önde olmak üzere, Batı’nın ana akım kuramlarının ve araştırmalarının en<br />

egemen olanları Türkiye’de öne çıkarılmıştır. Batıdaki iletişim araştırmalarında Plato, Aristo ve Cicero<br />

gibi filozoflara dayanan tartışma ve retorik yan, (çok az da olsa) Marx’ın Alman İdeolojisi ve<br />

Grundrisse’de ele aldığı düşünsel ve materyal yan, Pavlov ve Freud ile zenginleşen psikolojik yan, dil<br />

bilimcilerle işlenen dilsel yan, Chicago Okuluyla oluşturulan ve özellikle Cooley ile işlenen sosyolojik<br />

yan ile iletişimin tutucu anlatılarından liberal ve eleştirel anlatılarına kadar çeşitlenen biçimleri dikkati<br />

çeker. Türkiye tüm bu yanları dışarıdan öğrenmiş ve transfer etmiştir; transfere de yoğun bir şekilde<br />

devam etmektedir.<br />

Uluslararası egemenlik ve mücadele koşulları aynı zamanda uluslararası kontrol mekanizmalarını<br />

kurmak ve geliştirmek isteyen güçlerin Türkiye gibi ülkelerde araştırma yapmaları ve araştırma<br />

yaptırmalarını da beraberinde getirmiştir. Bu araştırmaların önemli bir kısmı da iletişim alanındadır.<br />

İletişimle ilgili bu tür araştırmalar özellikle 1950’lerde modernleşme ve kalkınma adı altında kapitalist<br />

sistemin dünya görüşünün ve ürünlerinin dünyaya yayılmasını amaçlayan Amerikalılar tarafından<br />

yapılmasıyla başlanmış ve çeşitli fonlar ve desteklerle yerel kurumları ve araştırmacıları da katarak halen<br />

devam etmektedir.<br />

Araştırma Tasarım ve Yöntem Bilgisi<br />

Araştırma yöntemleriyle ilgili gelişmelerin dünyadaki çıkış yeri Batı ve özellikle ABD’dir. Yöntem ile<br />

ilgili gelişmeler araştırma tasarımında ve uygulamasında oluşturulacak gelişmelerle siyasal ve ekonomik<br />

çıkarları en etkili bir şekilde gerçekleştirme amaçlıdır. Bu doğrultuda yöntem konusunda ölçme ve<br />

değerlendirme ile ilgili gelişmeler iletişim alanında Lazarsfeld ve arkadaşlarının, siyaset bilimcilerinin ve<br />

sosyal psikologların çalışmalarıyla olmuştur. Batı’da geliştirilen tasarım ve yöntem bilgisini sosyal bilim<br />

araştırmalarında kullanmanın ilk örnekleri Türkiye’de 1940’larda ortaya çıkmış, fakat kullanımın nicel<br />

195


artışı ve doğru kullanım ile ilgili gelişim çok yavaş olmuştur (Kıray, 1970). Son zamanlarda Batı’dan<br />

transfer türü çalışmaların sayısı artsa da araştırma tasarım ve yöntem bilgisi henüz belirli bir seviyeye<br />

gelememiştir. Araştırmalardaki tasarım ve yöntem sorunları bu çalışmaların güvenilirlik ve geçerliliğini<br />

sorunlu kılmaktadır.<br />

Türkiye’deki nicel araştırmalarda sorunlar çoğunlukla (a) araştırmanın içeriğini yansıtmayan<br />

başlığında başlamakta, (b) giriş olmayan bir girişle ve yöntem olmayan bir yöntemle devam etmekte, (c)<br />

araştırma bulgu ve istatistiksel analizin yanlış ve geçersiz sunumuyla tümüyle geçersiz hale gelmektedir.<br />

Benzer sorunlar niteliksel tasarımlarda da yaygın bir şekilde görülmektedir: İçeriği yansıtmayan araştırma<br />

başlıkları, başlıklarda çekici ama yanlış kavramların kullanılması, araştırmanın ana metninin keyfi ve<br />

gereksiz bilgilerle doldurulması, keyfi ve alakasız alt-başlıkların kullanılması, kuramsal çelişkilerle dolu<br />

tutarsız nedensellik bağlarına dayanan açıklamaların sunulması, sistemli bir analiz yerine “önemli<br />

birilerinin” söylediklerinin ardı ardına sıralanması bu sorunların önde gelenleri arasındadır (Kıray, 1970;<br />

Erdoğan, 2001, 2008 ve 2012b).<br />

Yöntem bilgisi yöntembilimle ve bilgi kuramıyla ilişkilidir: Seçilen yöntem ve yöntemin kullanım<br />

biçimi; (a) belirsizlikleri ortadan kaldırma yerine artırabilir, (b) konuyu belli çıkarlar çerçevesine uygun<br />

bir şekilde analiz edebilir ve irdeleyebilir, (c) açıklamak istediğini gereği gibi açıklayabilir. Ne yazık ki<br />

iletişim araştırmalarındaki yaygın yönelim, kullanmayı yeterince ve doğru bilmeme yanında, araştırma<br />

tasarımlarının ve yöntemin daha çok öznel çıkarlar çerçevesinde kullanılması yönündedir. Bunun en<br />

belirgin göstergeleri iletişimde televizyon, halkla ilişkiler, pazarlama ve reklamcılık endüstrilerine hizmet<br />

merkezli araştırma tasarımı bolluğudur.<br />

Alternatifler ve Kontrolü<br />

Alternatif, işlevsel olduğu zaman kullanılır ve işlevsel olmadığı zaman ya ortadan kalkar ya direnir ya da<br />

işlevsel olmadığı, fakat varlığını sürdürdüğü için dışlama, dışarıda bırakma, kötüleme, yanlışlama, önünü<br />

tıkama gibi çeşitli mekanizmalar yoluyla “kontrol” edilmeye çalışılır.<br />

İletişim alanında alternatif araştırmalar egemen olan ve yaygın olarak dolaşıma sokulan<br />

araştırmalardan farklı kuramsal yaklaşım, konu, sorun, ilgi ve açıklamalarla gelen araştırmalardır. Bu<br />

araştırmalar egemen olanların konularını ele alabilir; fakat aynı konuyu inceleyerek farklı sonuçlar çıkarır<br />

ve farklı çözüm önerileriyle gelir. Egemen araştırmalarla aynı, benzer ya da çok farklı yöntemler<br />

kullanabilir. Kullandığı kuramsal çerçeveler farklı olabilir.<br />

Alternatif araştırma anlayışları insan, toplum, ilişkiler, değişim, sürdürme ve gelişme gibi birçok<br />

önemli konular üzerinde sistemli ve tutarlı düşünmeyle başlar. Dolayısıyla tarihi çok eskidir. Bu<br />

anlayışlar dünyayı düşünceden/akıldan geçerek anlamaya çalışan idealist ve akıl taşıyan insanın kendini<br />

ve toplumunu nasıl ürettiğinden geçerek anlamaya çalışan tarihsel materyalist felsefelere dayanır.<br />

Günümüzde alternatif araştırma ve açıklama olarak sunulan yaklaşımların başında post-yapısalcı, postmodern<br />

ve post-Marksist denenler gelir. Bu anlayışlarla birlikte araştırmalarda ve açıklamalarda dilin,<br />

düşüncenin, ideolojinin ve kültürün belirleyiciliği vurgulanmaya başlanmıştır; dilin, düşüncenin ve<br />

kültürün üretim tarzı ve ilişkileriyle olan bağı önce ihmal edilmiş ve ardından da reddedilmiştir.<br />

Araştırmaların bazıları eleştirmeden geçerek veya eleştiriyor duygusunu vererek egemen güç<br />

yapılarını ve ilişkilerini destekleyen karakter taşır ya da egemen yapının içindeki güç ve çıkar<br />

çekişmelerinin ifadeleridir. Bu tür “alternatif” araştırmalar “kontrollü alternatif” olarak nitelenirler.<br />

Çünkü egemen yapıya meşrulaştırılmış ve yaygın dolaşıma sokulmuş “işlevsel alternatif” olarak dururlar.<br />

Bu kontrollü alternatifler sadece ele aldıkları konular ve yönelimleriyle egemen yapıları eleştirerek<br />

desteklemezler, aynı zamanda gerçek/anlamlı alternatiflerin yerini alırlar, gerçek alternatif çalışmaların<br />

marjinalleştirilmesine yardım ederler. Eleştirel yaklaşım demek bir şeyi kötüleyen, eksiklerini bulan,<br />

aşağılayan, değersizleştiren” demek değildir; anlamlı bir şekilde soruşturan ve irdeleyen demektir. Bir<br />

şeyi eleştirmek (criticism) bireyi eleştirel okula ait yapmaz, çünkü eleştirel yaklaşım çok hassas, ciddi ve<br />

önemli konuları ele alan, sistemli bir analiz yapan veya bilginin geçerliliğini inceleyen demektir.<br />

İletişim alanında, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de alternatif çalışmalarda en yaygın olan ideolojik<br />

analizdir. Onun yerini, ideolojik analizi de içeren “kültürel incelemeler” denen ve oldukça çeşitli kültür<br />

196


ağlamındaki konular üzerinde duran araştırma yaklaşımı almıştır. Dil bilimi ve göstergebilim alanında<br />

kültürel incelemeler, göstergebilimsel ve söylem analizleri yapılmaya başlanmıştır.<br />

Türkiye’de de çağdaş psikolojik savaşın kontrollü alternatifler olarak dolaşıma soktuğu ve yaydığı<br />

medya ve (toplumsal) cinsiyet, etnik kimlikler, kültürel kimlikler, çoklu kültürellik, küresel kültür, mikroseviyeye<br />

indirgenen yorumsamacılık, post-yapısalcılık ve diğer “post” ekiyle gelen yaklaşımların işlediği<br />

konular üniversitelerden medyadaki günlük üretime kadar yaygınlaşmıştır. “Gündelik hayatta bireyin<br />

kendisini ifadesini” incelemeler artmıştır.<br />

Öte yandan neredeyse günlük hayatın diğer yönleri; örneğin diplomalı olup iş bulamama, işsizlik,<br />

asgari ücret politikası, sigortasız çalışma, iş güvenliği eksikliği, çalışma saatlerinin fazlalığı, fazla mesai<br />

ücreti alamama, kredi kartı mağduriyeti, açlık ve sefalet gibi şeyler “gündelik hayatın ifadeleri” dışında<br />

bırakılmıştır. Medya endüstrileri ve bu endüstrilerin metinleri nasıl ürettiği ve dolaşıma soktuğu da ilgi<br />

dışına itilmiştir. Kalıcılığı, düşünmeyi ve nedensellik bağları kurmayı gerektiren tarih, ekonomi, siyasal<br />

ekonomi, kuram gibi “eskinin kalıntıları” değersizleştirilmeye ve akademik bilişten silinmeye<br />

başlanmıştır. Bu yönelimde küresel pazar kendi ekonomik ve siyasal pazarına uygun bilişi ve kültürü<br />

yaratmayı sadece egemen yaklaşımlarla değil aynı zamanda yaygınlaştırılan “kontrollü alternatif”<br />

yaklaşımlarla yapmaktadır.<br />

Kontrollü alternatifler yoluyla yaratmada, yukarıda belirtilen türdeki konulara ilgiyle birlikte, “yerel<br />

ve anlık zevkler”, “hızlı ve kaliteli tüketim” ve “melez kimlikler” ile “bireyin kendini ve dünyasını inşası”<br />

gibi anlatılar popülerleştirilmekte ve yaygın dolaşıma sokulmaktadır. Öğrenciler, tez yazanlar ve<br />

araştırma yapanlar da bu popülerleştirilen yaklaşım, anlayış, konular ve açıklamalar üzerinde<br />

durmaktadır.<br />

Türkiyede iletişim araştırmalarının dışa bağımlı durumunun temel<br />

göstergelerinden önde gelen üçü hangileridir?<br />

ARAŞTIRMA TÜRLERİ, ALANLARI, KONULAR VE YÖNELİMLER<br />

Batıda olduğu gibi Türkiye’de de temel olarak iki araştırma türü ve bu türler içinde farklı alt-türler<br />

kullanılmaktadır: (1) Niteliksel araştırmalar ve (2) niceliksel araştırmalar. Araştırmaların iletişim içinde<br />

eğildiği alanlar kendi-kendine ve bireylerarası iletişimden başlayarak uluslararası iletişime kadar<br />

çeşitlenir. Araştırmaların ele aldığı konular ve yönelimler ise her alan içinde farklılıklar ve benzerlikler<br />

gösterir ve oldukça zengin çeşitliliğe sahiptir.<br />

Temel Araştırma Türleri İçindeki Çalışmalar<br />

Niteliksel Çalışmaların Gelişmesi<br />

Niteliksel çalışma, seçilen bir konuda veya sorunda gerekli olan verileri, enformasyonu ve bilgileri<br />

toplayan, bu toplananı mantıksal nedensellik süreçlerinden geçirerek analiz eden ve sonuçlar çıkaran<br />

araştırma biçimidir. Sosyal bilimler tarihinin en başından beri var olan en köklü araştırma türüdür.<br />

Batıdaki ve Türkiye’deki niteliksel iletişim araştırmalarında Amerikan yapısal işlevselci sosyolojisinin ve<br />

sosyal-psikolojisinin türleri egemen olmuştur.<br />

İletişim araştırmalarının siyasal alanda propaganda ve kamuyu biçimlendirme işi yönünde başlaması<br />

ve gelişmesi Türkiye dışında, özellikle kapitalist sistemin kitlelerin demokrasi taleplerini boğmak<br />

gereksinimiyle gelişmiştir. Faşizm, Nazizm ve Komünizm gibi kitleleri harekete geçiren akımlarla gelen<br />

durumla yaygınlaşmıştır.<br />

Niteliksel olan bu ilk yapıtların iletişimi de ele alan ilk kapsamlı örneklerini 20. yüzyılın başlarında<br />

Chicago Üniversitesi'nin önemli üç entelektüeli; John Dewey, George H. Mead, R. E. Park ve Michigan<br />

Üniversitesi’nden Charles Cooley iletişimde liberal-demokratik çalışmanın kurucuları olarak ortaya<br />

koymuşlardır. Bu aydınlar iletişimin demokrasinin reformuna hizmet edeceğini umut etmişlerdir; ancak<br />

197


u aydınların makro-seviyedeki niteliksel iletişim araştırmaları ve bu araştırmaların kuramsal<br />

yaklaşımları 1930’larda bir kenara itilmiştir.<br />

İkinci örnekleri ise 1910’larda ve 1920’lerde kamuoyu ve propagandayla ilgili çalışmalarda görülür.<br />

Kamuoyunu biçimlendirerek yönetme işinin önderlerinden olan Walter Lippmann 1914’de “Drift and<br />

Mastery” başlıklı yazdığı kitapta, İtalyan faşist entelektüeli Pareto ve benzerlerinden farklı olmayan bir<br />

görüş ortaya sürmüştür: Lippmann’a göre gerçeği halka açıklama ve reformlar kimsenin otoriteye saygı<br />

göstermediği bir toplumun yükselmesine neden olmuştur. Lippmann, bu duruma çözüm olarak ilericilerin<br />

işinin bu kaos içindeki dünya üzerinde kontrol kurmak ve “daha az bilgilendirilmiş halka” ve “daha çok<br />

sosyal kontrolü kurmaya” odaklanma olduğunu belirtmiştir. 1922’de yazdığı “Kamuoyu” (Public<br />

Opinion) kitabında şöyle demektedir: “Alelade halk yaşadıkları toplumu ve toplumun nereye gittiğini<br />

kavrayacak mental kapasiteye sahip değildir. Halkın dünya kavramı gerçekler temeline dayanmaz, onun<br />

yerine ‘kafalarındaki resimler’ tarafından yönlendirilerek oluşmuştur”. Lippmann’a göre eğer halka<br />

gerçeği/doğruyu sunarsan, işleri karıştırırsın. Çünkü onu tartışmak isteyeceklerdir. Halk tartışmaya<br />

başladığında ise problemle karşılaşırsın.<br />

Lippmann halkın mantıktan tümüyle yoksunluğunu belirtmemiş; fakat halkın mantığının liderliğin<br />

yolunun önüne köstek olarak çıkacağını ifade etmiştir. Lippmann demokrasiyi uygulamak arzusunda da<br />

değildir; demokrasi hayalini yaratmak istemiştir. İşte bu demokrasi hayalini yaratma isteği ve gerekçesi,<br />

kapitalizmin gerçekler hakkında imajlar (illüzyonlar) yaratma yoluyla dünyada başarılı bir şekilde<br />

yürüttüğü biliş ve davranış yönetimini çabalarının özünü oluşturur ve meşrulaştırır. Bu tür “kitleler<br />

üzerinde kontrolü gerçekleştirmeye ilgi” sosyal bilimlerin öncelikle sosyoloji, psikoloji, siyasal bilimler<br />

ve gazetecilik başta olmak üzere hemen hepsinden gelmiştir. Yeni iletişim teknolojileri (film, radyo ve<br />

gazeteler) insanları etkileme aracı olarak kullanılmaya ve bu kullanımın etkilemedeki başarısı ele alınıp<br />

incelenmeye başlanmıştır. Buna ABD’nin dünya egemenliği serüveniyle giriştiği yoğun soğuk savaş<br />

propagandası eklenmiştir. Aynı zamanda, siyasal kampanya iletişimi de hızla önem kazanmıştır. Tüm<br />

bunlar, iletişimle ilgili araştırmaların sayıca artmasını ve konu olarak çeşitlenmesini beraberinde<br />

getirmiştir.<br />

Osmanlı İmparatorluğu ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde ise bu gelişmeler yaşanmamıştır.<br />

Türkiye bu gelişmelerden uzak kalmıştır; çünkü ABD’de bunu ortaya çıkaran kontrol etme gereksinimi<br />

ve koşulları Türkiye’de oluşmamıştır.<br />

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının başlangıcı olarak sunulan araştırmalar da Türkiye’nin kendi<br />

yapısal dinamikleri içinde gelişmemiştir. Türkiye'deki modernleşmeyi basındaki gelişmeyle<br />

ilişkilendirerek imceleyen Ahmet Emin Yalman’ın araştırması, ABD'nin Colombia Üniversitesi Siyasal<br />

Bilgiler Fakültesinde yaptığı “The Development of Modern Turkey as Measured by Its Press, (1914)”<br />

başlıklı tez bir Türk’ün iletişim alanında Türkiye ile ilgili yaptığı ilk çalışma olarak bilinir.<br />

İkinci Dünya Savaşından sonra, Soğuk Savaş ile dünya egemenliği serüvenine başlayan ABD dışişleri<br />

politika yapıcıları, üçüncü dünya ülkelerini iknada psikolojinin anahtar olduğunu savunmuşlardır. Bu<br />

inanç, Amerikan istihbarat örgütü CIA’da da kitle iknasının “beyin kontrolü araştırmasının” önemli<br />

parçası olarak görülmesini sağlamıştır. Kitle iletişimi alanında Savunma Bakanlığı ve CIA destekli<br />

milyarlarca dolar harcanan psikolojik savaş araştırmaları geliştirilmiştir (Simpson, 1994; Summers,<br />

2008). Federal devletin parası (ordu, CIA, Devlet Bakanlığı ve bunların Rockefeller, Rand, Carnegie ve<br />

Ford Foundation gibi kuruluşlarla yakın işbirliğiyle), üniversitelerde açılmış araştırma merkezlerine<br />

yağdırılmıştır. Örneğin Lazarsfeld’in Columbia Üniversitesi’ndeki araştırma bürosu, Cantril’in<br />

Princeton’daki Institute for International Social Research ve Ithiel de Sola Pool’un MİT<br />

Üniversitesi’ndeki Center for International Studies gelirlerinin büyük kısmı bu şekilde elde edilmiştir. Bu<br />

tür merkezler ABD yönetiminin psikolojik savaş programlarına eklemlenmiş fiili (de facto) kuruluşlar<br />

olarak kurulmuş, kapanmış ve yenileri kurulmuştur ve bu tür faaliyetler sadece Amerika içinde değil tüm<br />

dünyada yapılmaktadır.<br />

Bu iletişim ve araştırma merkezleri ve komiteleri belirledikleri propaganda ve psikolojik savaş ve<br />

istihbarat alanlarında öğrenciler ve özellikle sosyal bilimciler yetiştirmişlerdir (Glander, 2000; Hardt,<br />

1992). 1950’lerden beri ülkelere yapılan müdahaleler, ülkelerde insanların (özellikle gençlerin)<br />

katledilmesi, bu araştırmalarda sunulan açıklamalara bağlı olarak gelen politika uygulamaları nedeniyle<br />

orkestra edilmiştir.<br />

198


Bu akademisyenler sorunu çözmek için propaganda kampanyaları, kontrgerilla operasyonları<br />

(gerillalara karşı operasyonlar) ve askeri cuntaları önermişlerdir. Bunların yanında elbette 1960 ve<br />

1970’lerde, “düşük yoğunluktaki dış savaş” (low-intensity warfare abroad) olarak isimlendirilen<br />

faaliyetler de “medyanın kalkınmadaki rolü,” “yeniliklerin yayılması” ve “modernleşme” gibi çerçevele<br />

içinde sunan Rogers, Frey, Pye, Apter, Almond, Lipset ve Lerner gibiler hem ülke içinde hem de diğer<br />

ülkelerde yaptıkları çalışmalar ve konuşmalarla yürütmüşlerdir (Erdoğan, 2000). Project Camelot ve Iron<br />

Mountain Debate gibi ABD kontrgerilla projeleri ve operasyonları, psikolojik savaş projeleriyle ve bu<br />

projeleri şekillendiren kalkınma teorisi ile büyümüş ve gelişmiş, akademik konferanslar, kitaplar ve<br />

makalelerle yayılmıştır. Örneğin Siebert ve diğerlerinin “Basının Dört Kuramı” (1954) ve Lerner'in<br />

“Geleneksel Toplumun Geçişi” (1958) yapıtı tüm dünyada yaygın dolaşıma sokulmuştur. Bu çalışmaları<br />

Pye ve grubunun İletişim ve Siyasal Gelişme (1963) kitabı izlemiştir. Buna Schramm, “Kitle İletişimi ve<br />

Ulusal Kalkınma” yaklaşımıyla katılmıştır (1964). O yıllarda, UNESCO yayınları ABD'nin propaganda<br />

etkinliklerinin aracı olarak çalışmaya başlanmıştır. Rostow'un kalkınma modeli adapte edilmeye<br />

çalışılmıştır. 1965'lerde kırsal alanlardaki modernleşmede Rogers'ın Yeniliklerin Yayılması (1962)<br />

araştırmalarıyla teknolojilerin ve ideolojilerinin yayılması meşrulaştırılmıştır. Bu kitaplar ve görüşler<br />

iletişim fakültelerinde de yoğun bir şekilde okutulmuştur.<br />

Bu yayılma, Cumhuriyetin kuruluşundan beri yavaş yavaş ivme kazanan sosyal bilimleri Batı’dan<br />

transfer etme ağırlıklı süregelen yönelim ile Türkiye’de yoğunluk kazanmaya başlamıştır. Sadece<br />

akademik yönelim değil, eğitim de bu yayılmanın parçası olmuştur. Türkiye’de ilk kurulan iletişim<br />

okulunda 1965’de derslere başladığında ilk öğretilenler Schramm, Lerner, Rogers, Osgood ve Huntington<br />

gibi Amerika’nın soğuk savaşçıları ve Amerikan sosyal-psikologlarına aittir. ABD egemenliğindeki bu<br />

dünya koşulunda, Türkiye’de 1960 sonları ve 1970 başlarında iletişim temeline dayanan nitel çalışmalar<br />

çıkmaya başlamıştır. Bu başlangıçlar, Oya Tokgöz‘ün haber ajansları ve radyo ve televizyon sistemleri ile<br />

ilgili çalışmaları, Nermin Abadan Unat’ın “Batı Avrupa ve Türkiye'de basın yayın öğretimi” (1972)<br />

çalışması ve Ünsal Oskay’ın Frankfurt Okulu çevirileri ve iletişimle ilgili nitel çalışmaları ile olmuştur.<br />

Tarih çalışmaları anlamında, Türkiye’de radyo yayıncılığını ele alan Uygur Kocabaşoğlu’nun (1978)<br />

çalışması ve Korkmaz Alemdar’ın (1981) Türkiye’deki iletişimin sosyolojik ve tarihsel kökenlerini<br />

inceleyen çalışması önemli kilometre taşlarıdır. Sinemada çok geç başlayan akademik araştırmalar<br />

Türkiye’nin Hollywood’u Yeşilçam’ın yeşermesi, gelişmesi, kaybolması ve 1990’ın ortalarından itibaren<br />

Yeşilçamsız sinemanın yeniden canlanmaya başlamasına paralel zikzaklı bir seyir izlemiştir (Abisel, 1982<br />

ve 2006; Kayalı, 2005; Erdoğan ve Solmaz, 2005; Öztürk, 2012).<br />

İlk çalışmaların bazıları, özgün olanlar yanında, çevirilerden, derleme bilgilerden oluşan kitaplardan<br />

oluşmuştur. Günümüzde Türkiye’de farklı kuramsal yapılara bağlı olarak gelen birçok çeviri, derleme,<br />

özgün çalışma, tez ve makaleler bulunmaktadır. Niteliksel çalışmaların çokluğu, aynı zamanda, postyapısalcı,<br />

post-modernist, post-pozitivist ve post-Marksist gibi niteliksel yöntemi kullanarak çalışma<br />

yapmayı gerektiren yaklaşımların günümüzde popüler olması nedeniyledir.<br />

Niceliksel Çalışmalar<br />

Niceliksel araştırma, verileri istatistik süreçlerden geçiren tasarıma dayanan araştırma türüdür. Bu tür<br />

tasarım Avrupa’da 1900 başlarında “Vienna Circle” denen grubun mantıksal pozitivizm (mantıksal<br />

ampirizm) anlayışıyla oluşmuş ve gelişmiştir. Ampirik araştırma yönelimi birbiriyle rekabet halinde olan<br />

iki grubun yoğun araştırmalar yapmasıyla yaygınlaşmıştır: Birinci grubu psikolojik ve sosyal psikolojik<br />

seviyede deneysel araştırmalar yapanlar oluşturmuştur. Bu tür araştırmayı teşvik için Rockefeller<br />

Foundation 1929’da Yale Üniversitesinde bir iletişim programı kurmuştur. Programın amacı kamu<br />

kampanyalarındaki, reklamlardaki ve propagandadaki ikna iletişimi üzerinde çalışmak ve bunun düşünce<br />

ve davranışlar üzerindeki etkilerini incelemektir. Tutum değişimi, iletişim ve eğitim (ve propaganda)<br />

araçlarıyla sunulanları öğrenme ile ilgili sosyal davranış araştırmaları böylece destek bulmaya başlamış<br />

ve İkinci Dünya Savaşı sırasındaki propaganda çalışmalarıyla hızlanmıştır. Bu tür araştırmalar ne o<br />

zamanlar Türkiye’de vardı ne de şimdi yapılmaktadır.<br />

İkinci grubu ise 1930’larda Paul Lazarsfeld’in New York’ta Columbia University’de kurduğu<br />

“Bureau of Applied Social Research” isimli araştırma merkeziyle ivme kazanmıştır. Bu gelenek kısa<br />

199


zamanda endüstrilerin çıkarlarına uygun yönetimsel karar verme ve pazarlama bilgileri sağlayan ve pazar<br />

için dağılım ve yönelim (trend) istatistikleri sunan bir yapıya dönüşmüştür. Ekonomik ve siyasal güçlerin<br />

desteklemesiyle kısa zamanda araştırmalarda egemenlik kurmuştur. Lazarsfeld ve arkadaşlarının<br />

çalışmaları iletişimde iletişimin klasikleri olarak bilinir.<br />

Gerçi Türkiye’de o zamanlar akademik denebilecek sistemli bir çalışma gelişmemişti; fakat “Son<br />

Posta” gazetesinde 1936 sonbaharında “Büyük sineme anketimiz” diye sunulan bir “dizi yazı” “doktor ve<br />

sinema” başlığı altında doktorlara açık uçlu sorulardan oluşan anket uygulamıştır. Fakat uygulama bir<br />

analiz sunmamaktadır; onun yerine soruları ve sorulara doktorların yanıtlarını vermektedir.<br />

İkinci Dünya Savaşı sonrası, bu iki yönelim Türkiye dahil dünyaya yayılmıştır. Uluslararası<br />

yayılmada, Schramm, Amerikan federal devlet kurumlarıyla verimli ilişkisine devam etmiştir; Pool<br />

Amerikan Savunma Bakanlığı'nın ateşli sözcülüğünü yapmıştır. Lerner ve benzerleri entelektüel<br />

akademik araştırmaları ve girişimleriyle bunlara katkıda bulunmuştur. İletişim, ABD dış politikasının<br />

gerçekleştirilmesi ve güçlendirilmesinde rol oynayan güdümlü akademik bir alan olmuştur.<br />

Kısa dalga radyo yayınlarıyla 1950'lerde “Uluslararası Radyo Savaşı” başlamıştır. Radyo ile Soğuk<br />

Savaş propagandası uluslararası iletişim kavramını ortaya çıkarmıştır. Okullarda uluslararası iletişim<br />

dersleri verilmeye başlanmıştır. Aynı zamanda hem nitel hem de nicel çalışmalardan oluşan kültürlerarası<br />

iletişim araştırmaları, kültürel ilişki ve kültürel temas yaklaşımlarıyla devreye sokulmuştur.<br />

Schramm, Lazarsfeld ve Klapper önderliğinde radyo propagandası, uluslararası izleyici ve etki<br />

araştırmaları yürütülmüştür (Mattelart, 1994). Bunlardan en sürekli olanlarından biri de Radio Free<br />

Europe ve Voice of America tarafından desteklen izleyici araştırmaları olmuştur ve bu araştırmalar hala<br />

yapılmaktadır. Bu araştırmaların önde gelen amacı araştırma bulgularına dayanarak etkili propaganda<br />

politikaları çizmektir. Araştırmalar kitle iletişimiyle ikna, biliş ve yönlendirmenin egemenliğine girdiği<br />

için alan araştırmaları (survey research) en egemen araştırma türü olmuştur.<br />

Alan araştırmaları nüfus kontrolü, modernleşme ve kalkınma çerçeveleri içinde ABD dışına Asya ve<br />

Afrika’ya taşınmıştır: Soğuk Savaş ve ideolojik egemenlik amaçlarıyla bilgi toplama ve değerlendirmede<br />

kullanılmaya başlanmıştır. Elbette bu tür amaç ve girişim ne o zaman ne de günümüzde, Türkiye’nin<br />

siyasal ve ekonomik güçlerinin önem verdiği bir şey oluştur. Genel anlamda Türkiye, Batı’da inşa edilen<br />

geleneklerin taşıyıcısı olmuştur. Gerçi BYYO 1965’de kurulduğunda, kitle iletişim alanında Lazarsfeld<br />

geleneği çerçevesinde iletişim araştırması, Nermin Abadan’ın 1961’deki “Cumhuriyet ve Ulus Gazeteleri<br />

Hakkında Muhteva Tahlili” başlıklı içerik analizi ve 1964’deki “Türkiye’nin Üç Büyük Şehrinde Radyo<br />

ile İlgili Halkoyu Yoklaması” yapıtı dışında görülmemiştir. Gelişme, 1990’lara kadar yavaş olmuştur:<br />

Nermin Abadan-Unat’ı 1960 sonları ve 1970’lerde Aysel Aziz (2006) ve Oya Tokgöz (2000 ve 2003)<br />

radyo ve televizyon izleme, reklamlar, kadın ve siyasal katılım gibi konuları içeren deneyselimsi ampirik<br />

temel dağılım araştırmalarıyla izlemiştir. Bu tür araştırma yönelimi 1990’lardan itibaren Türkiye’de hızla<br />

hem tezlerde (Tokgöz, 2003) hem de diğer çalışmalarda (Aziz, 2006; Türkoğlu, 2009) egemen olmaya<br />

başlamıştır. İletişim eğitiminin endüstriye endeksli olma yönelimindeki yaygınlaşan ilgisiyle, bu tür<br />

araştırmalar çok daha yaygınlaşacaktır.<br />

Niceliksel araştırmalar dünyaya 1970’lerde “Kullanımlar ve Doyumlar” araştırmalarıyla yayılmıştır.<br />

McLuhan’ın niteliksel teknolojik determinist (belirleyicilik) çalışmaları ve 1980’lerde de “Gündem<br />

Belirleme” araştırmaları eklenmiş ve ardından 1990larda “gündem birleştirme/kaynaştırma”<br />

araştırmalarıyla geliştirilmiştir. 1990’larda izleyici bireyin “bağımsızlığını” ve “inşa-yıkan ve kendine<br />

göre yeniden-inşa yapan egemenliğini” ilan eden post-yapısalcı, kültürelci ve post-modern anlatılar<br />

yaygınlaşmıştır.<br />

Post-modern durumu yaşadığı söylenen insan, artık her şeyin farkında olan ve kendi değişkenliği,<br />

tutarsızlığı ve çoğulculuğunda “işine gelen her türlü etkiyi kendisi kendi için çıkartan özne” olarak<br />

sunulup incelenmeye başlanmıştır. Böylece, aktif izleyici tezine dayanan etki araştırmalarıyla medya<br />

endüstrilerini sorumluluktan kurtarma ve hizmet işine post-modern araştırmalar da katılmışlardır.<br />

Baudrillard, Deleuze, Derrida, Foucault, Guattari, Lacan, Lyotard ve Virilio gibi önderleri izleyenlerin bir<br />

kısmı (örneğin Poster, 1990 ve 1995; Bogart, 1996; Kellner, 1995; Turkle, 1995) post-modern iletişim<br />

teorisi üzerinde durmuşlar ve bu bağlamda iletişim araştırmalarının yaygınlaştırılmasına katkıda<br />

bulunmuşlardır.<br />

200


Lasswell’in Formülüne ve İletişim Türüne Göre Araştırmalar<br />

Araştırmaların ilgisel yönelimi Lasswel’in formülüne veya iletişimin türüne göre değişiklikler gösterir<br />

(Şekil 5).<br />

Genel Alanlar, Konular ve Yönelimler<br />

Şekil 8.5: Lasswell’in formülüne ve iletişimin türüne göre araştırmalar<br />

Nitel tasarımlar dahil iletişimde laboratuar, klinik ve alan araştırmaları çoğunlukla Lasswell’in<br />

formülündeki dört temel öğe (unsur) üzerinde dururlar ve her öğedeki araştırmalar konuyu/sorunu etki<br />

bağlamında ele alırlar: İleten (kim), iletilen (ileti, mesaj), kanal/araç ve izleyici.<br />

Lasswell’in formülüne göre araştırmalar<br />

İleti gönderenle ilgili araştırmalar: Bu tür araştırmaların ampirik olanları (deneysel ve deneyselimsi<br />

olanları) en etkin etkiyi sağlama ile ilgili olarak kaynağın (gönderenin, şirketin, kurumun, konuşmacının)<br />

inanılırlığı, imajı, saygınlığı ve güvenirliği üzerine odaklanırlar. Ampirik olmayan araştırmalar ise<br />

göndericinin (radyonun, basının, televizyonun, reklamın, halkla ilişkilerin ve konuşmacının) örgütsel<br />

oluşumu ve gelişmesi, toplumsal rolü, şiddet ve etik gibi konular üzerinde dururlar.<br />

İletiyle ilgili araştırmalar: Bu araştırmaların önemli bir kısmı iletinin taşıdığı içeriğin "etkisi"<br />

(olumlu ya da olumsuz yöndeki teşvikleri) üzerinde durur. Başarılı mesaj hazırlama için içerikte korku<br />

dozu, güvenilir bilgi ve güvenilir kaynak gibi öğelerin etkilerini incelerler. Etkili mesaj hazırlama ve<br />

sunum biçiminin, yanlı veya yansız sunumun, savunan ve karşıt görüşün nasıl yapılırsa etkili olacağı,<br />

anti-propagandaya karşı direncin nasıl kurulacağı, olumlu ve olumsuz imajların nasıl inşa edileceği ve<br />

enformasyonun ve etkinin akış biçiminin karakteri gibi konular üzerinde dururlar.<br />

Kanal/araç ile ilgili araştırmalar: Bu tür araştırmalarda çoğunlukla araçların işlevleri üzerinde<br />

durulur; araçların birbiriyle karşılaştırılması yapılır; araçların topluma, demokrasiye, özgürlüğe, iletişime<br />

ve insan hayatına demokrasi, seçim özgürlüğü, enformasyon zenginliği, enformasyon toplumu ve bilgi<br />

toplumu gibi getirdiği şahane değişimler sunulur.<br />

İzleyiciyle ilgili araştırmalar: Bu araştırmalar izleyiciyi bilerek izleyici üzerinde bilişsel ve<br />

davranışsal kontrol mekanizmaları kurma amacını taşır. Bu amaçla izleyicinin akla gelebilecek tüm<br />

karakteri ve özellikleri incelenir. İzleyicinin aktifliği ve pasifliği, katılması, üçüncü şahısların ve<br />

toplumsal baskıların izleyicideki etkileri, grup üyeliği, aitlik duygusu, kimlik algısı, medya, program ve<br />

içerik tercihleri, izleme biçimleri ve mesajlara (örneğin kampanyalara, reklamlara) karşı tutumları,<br />

görüşleri ve algıları gibi konular üzerine eğilinir.<br />

İletişim türüne göre araştırmalar<br />

Bireyin kendisiyle (içsel) iletişimi doğumundan başlayarak egemenlik ve mücadele yapıları içinde<br />

biçimlenir ve bu biçimlenmeyle bu yapılara sosyalleşir. Bu bağlamdaki incelemeler, psikoloji ve sosyalpsikoloji<br />

temeline dayanan ve öncelikle kişinin kendini nasıl algıladığı (self perception) ve BEN’in<br />

(kişiliğin) nasıl oluştuğu ve geliştiği üzerinde dururlar. Bunu yaparken iletişimde, bireyin “anlam<br />

vermesi” gibi iletişim sürecinin kişinin algısına, düşüncesine, karar vermesine, tutumlarına ve inançlarına<br />

ait yanları üzerinde odaklanırlar. Psikolojik ve sosyal-psikolojik araştırmaların da geç başladığı<br />

201


Türkiye’de (Kağıtçıbaşı, 1970), iletişim fakültelerinde gerekli seviyede ilginin, bilginin ve araştırmanın<br />

olduğu asla söylenemez. Ayrıca bu tür araştırmayı yapmak hem ciddi psikoloji ve sosyal psikoloji bilgisi<br />

hem de araştırma tasarımı ve yöntem bilgisi gerektirir.<br />

Bireyler arası iletişimle insanlar çeşitli ilişkiler kurar, yürütür, geliştirir ve bitirir; sorun çözer,<br />

görevler yerine getirir, kendi gereksinimlerini ve diğer insanların gereksinimleri karşılar. Böylece insanlar<br />

kendi ve diğerlerinin fiziksel, psikolojik ve sosyal varlıklarının ve kurduğu yapıların yeniden-üretimini<br />

gerçekleştirirler. Her ilişki koşulunda “iletişimde bulunan insan” vardır ve insanın iletişiminde bireyler<br />

arasılık en egemen olandır. Bireyler arası iletişim araştırmaları ilişki kurma, kendini açma, bağlanma ve<br />

muhafaza etme, ilişki geliştirme, yakınlaşma ve belirsizlik azaltma, güven, hayal kırıklığı, kötüye gidiş,<br />

çatışma, kaçınma ve çözüm gibi konular üzerine eğilen geniş bir yelpazeye sahiptir. Türkiye’de ise bu<br />

alan da bireyin kendisiyle iletişiminde olduğu gibi reçete biçiminde çözümler sunan bazı popüler kitaplar<br />

ve kişisel gelişim kitapları hariç, çok kısır kalmıştır. Bireyin kendi kendisiyle iletişimi ve bireyler arası<br />

iletişim bağlamlarında var olan araştırmaların büyük çoğunluğu, iletişim fakülteleri dışında psikoloji,<br />

sosyal-psikoloji ve tıp alanlarında sürdürülmektedir.<br />

İnsanlar gününü bir veya birden fazla çeşitli yoğunlukta örgütlenmiş gruplar içinde geçirir: Grup<br />

iletişimi alanındaki araştırmalar grup performansı, beyin fırtınası, grup içi ve gruplar arası çatışma ve<br />

çatışma çözümü, liderlik ve grup bağlılığına eğilirler. Grup rollerini, rol türlerini ve rollerle ilgili sorunları<br />

araştırırlar. Grubun oluşması ve gelişmesi, karar süreçleri, etkili iletişimi etkileyen içsel ve dışsal faktörler<br />

üzerinde dururlar. Grupta teknolojiyle aracılanmış iletişim ve bunun etkilerine bakarlar. Türkiye’de grup<br />

iletişimi bağlamında da iletişim araştırmalarına rastlamak çok zordur.<br />

Örgütler, en geniş anlamıyla insanların belli örgütlü zaman ve örgütlü yerde birlikte olduğu, belli<br />

üretim tarzı ve ilişkileriyle üretim yapmak için oluşturulmuş amaçlı yapılardır. İletişim Yıllıkları’na<br />

bakıldığında, örgüt iletişimiyle ilgili bölümdeki makalelerde yönetici ve çalışan iletişimi (dikey iletişim),<br />

iletişim şebekeleri, çatışma, motivasyon, etki, iletişime engeller, örgütteki birimler arası iletişim sorunları<br />

ve çözümleri, örgütün dış çevresiyle iletişimi ve dış çevrede engel olan ve teşvik eden yapılar, iletişim<br />

atmosferi, iletişim çökmesi, vücut dili ve empati gibi konuların işlendiği görülür. Yeni araştırmalar aynı<br />

zamanda işyerinde koordinasyonu, iş akışı yönetimi, insan mühendisliği ve bilgisayarla aracılanmış<br />

iletişim sistemleri üzerine eğilmektedir. Bu tür ticari ve siyasi örgütlü yapıların çıkarını gerçekleştirme ve<br />

sorunlarını belirleme ve çözme ile ilgili çalışmalar Türkiye’de de oldukça çoktur. Fakat, örneğin en temel<br />

örgütsel yapılardan biri olan aile ile ilgili iletişim konularını ele alan araştırmalara ender rastlanır.<br />

Yönetimsel karakteri ve siyasal ve endüstriyel yapılar için önemi nedeniyle, kitle iletişimi dünyada<br />

araştırmaya en çok konu olan alandır. Siyasal iletişim araştırması alanının parlamento ve seçim<br />

süreçlerine indirgendiği gibi kitle iletişimi alanı da “etki” konusuna (reklamın, halkla ilişkilerin,<br />

propagandanın, biliş ve davranış yönetiminin başarısı konusuna) indirgenmiştir. Dolayısıyla “etki”<br />

dışında kalan; örneğin medya sahiplerinin tercihleri ve tutumları veya editörlerin ve dizi yapımcıların<br />

“yaptıklarını neden öyle yaptıkları” gibi konular/sorunlar, araştırmacıların ilgi ve gündemi dışındadır.<br />

Uluslararası iletişim de kitle iletişimi içine sıkıştırılmıştır. Diplomatik iletişim, turizmle olan iletişim<br />

ve uluslararasında şirketler arası iletişim gibi konularda, özellikle Türkiye’de anlamlı araştırma bulmak<br />

zordur. Bu tür araştırmalar, en iyi şekliyle kültür ve kültürlerarası iletişim içine sıkıştırılmıştır ve en kötü<br />

şekliyle de ekonomik veya siyasal aktörlerin vücut diline indirgenerek iletişim alanı entelektüel bağlamda<br />

en düşük seviyeye çekilmiştir.<br />

<br />

Çalışma Alanları, Konuları ve Yönelimlere Göre Araştırmalar<br />

Anlamlı bir bilimsel girişimde araştırma konusunu belirleyen temel faktörlerin başında toplumsal<br />

anlamlılık, toplumsal önem, toplumsal fayda, o alanda veya konuda yanıt verilmesi gereken bir<br />

belirsizliğin olması gelir (Kongar, 1970; Erdoğan, 2012). Ne yazık ki günümüze gelindiğinde, bu<br />

önceliklerin yerini bireysel ekonomik, siyasal, kültürel ve psikolojik çıkar ve güç elde etme temeline<br />

dayanan “özel çıkarlara hizmet” almıştır. Bu değişim de kaçınılmaz olarak araştırmalarda ele alınan<br />

konuların ve yönelimlerin neler olacağını beraberinde getirmiştir. Her durumda konusal ve yönelimsel<br />

bağlamlarda araştırmalar oldukça çok çeşitlilik gösterir (Şekil 6).<br />

202


Retorikle İkna Çalımaları<br />

Şekil 8.6: Önde gelen çalışma alanları, konuları ve yönelimi<br />

İletişimle doğrudan ilgilenen ilk niteliksel yapıtlar “retorik”; özellikle siyasal ikna alanında olmuştur.<br />

Ekonomik, siyasal ve onların ortağı olan teolojik güçler tarafından kitlelerin yönetiminde eski<br />

imparatorluklardan beri kullanılan retorik ile ilgili çalışmalar, feodaliteden ve aydınlanma çağından<br />

geçerek 21. yüzyıla kadar gelmiştir. Belagat (iyi konuşma, sözle ikna etme, retorik) ve siyasal söylev,<br />

Birinci Dünya Savaşı sonrası yükselen Nazizmin ve Faşizmin başarısından, kitlelerin kontrolü<br />

gereksiniminden ve sistemi ve ürünlerini satış çabasından kaynaklanan propaganda, kamuoyu,<br />

reklamcılık ve halkla ilişkiler önem kazanmış ve gelişmiştir.<br />

Retorik ve etkili iletişimle uğraşanlar, 1960’ların sistem karşıtı gösterilerle dolu atmosferinde iyi<br />

hazırlanmış konuşmaların ve mantıklı mesaj kurgularının başkaldıran insanların üzerinde hiçbir etkisi<br />

olmadığını görmüşlerdir. İletişimde, retorikle ilgili olarak “Zenci Gücü Retoriği”, “Çatışma Retoriği” ve<br />

benzeri çalışmalar başlamıştır. Günümüzde bu tür çalışmalar retorik dergileri ve araştırmalarıyla devam<br />

etmektedir.<br />

Türkiye’de iletişim fakültelerinde “retorik” konusunda araştırma geleneği yok denecek kadar azdır.<br />

Olanlar da ya ikna konusunu işleyen ve bir iletişimsel eylemi münazara ilmi (ilm-i münazara) sanan<br />

teolojik açıklama ya da günümüzde moda olan “söylem” temeline dayanır. İletişimde retorik alanından<br />

yetişmemiş bazıları “konuşma ve ikna” ile ilgili “etkili iletişim ve ikna için öneriler” gibi bilimsel değeri<br />

olmayan “bir şeyler” yazmaktadır. Bunların çoğu derleme, toplama ve kopyalayıp yapıştırma<br />

biçimindedir. Eleştirel retorik Türkiye’deki iletişim alanında yoktur. Orta çağın teolojik düşüncesinin<br />

yine o çağın teolojik yorumsamacılığı (hermeneutics) ile birleştirilerek günümüze uzatılmıştır ve bunun<br />

Türkiye’deki örneklerine rastlayabiliriz.<br />

Kültürü Ele Alan Aratırmalar<br />

Kültür ve kültürün yayılması ile ilgili araştırmaların tarihi, iletişim araştırmalarından çok önceye gider;<br />

oldukça eskidir. Bu bağlamdaki yaklaşımlar ve araştırmalar kültürel alışveriş ve kültürel karşılıklıbağımlılık<br />

anlayışından kültürel egemenlik ve kültür emperyalizmi anlayışına kadar çeşitlilik gösterir<br />

(Erdoğan ve Alemdar, 2012b).<br />

Bazı araştırmacılar basit ampirizmi hümanist gelenek ile birleştirerek, özellikle 1950’lerin sonlarından<br />

itibaren, İngiltere’de E. T. Hall ile başlatılan “kültürlerarası iletişim” araştırmasının gelişmesine öncülük<br />

ettiler. Bu öncülük günümüzde “kültürlerin birbirini anlamasını, barış içinde ve karşılıklı anlayış ve<br />

empati kurarak yaşamasını işleyen ‘süpermarket kültürünün’ de iletişimdeki ilk başlangıçları olmuştur.<br />

Bu başlangıç akademik alanda günümüzde kültürde kırılan kalıplarla, kültürlerarası diyalogla, çok<br />

kültürlülükle ve kültürel kimliklerle ilgili araştırmalara doğru gelişmiştir (Selçuk, 2005; Bilgili ve Uslu,<br />

2011; Soydaş, 2010). Bu başlangıcın bir kanadı da Amerikan siyasetçilerine ve iş adamlarına dünyayı<br />

nasıl yönetmesi gerektiğini ve yapılanı yanlışları sunarak anlatan, en popüler kitaplardan biri olan “Çirkin<br />

Amerikalı” (Lederer ve Burdick, 1958) ile yaygınlaştırılan “kültürleri anlayarak yönetme” merkezli<br />

<br />

203


incelemeler olmuştur. Bu incelemeler “yöneticilere faydalı öneriler sunan” ve özellikle “kurum ve şirket<br />

kültürünü” ele alan biçimde gelişip yaygınlaşmıştır.<br />

İletişimde kültür ile ilgi, çoğunlukla alt kültür/kimlik ve üst-kültür/kimlik, kültürler/kimlikler arası<br />

ilişki, kültürler arası alışveriş, örgüt kültürü, kültürel uçurum, kuşaklar arası kültür uyuşmazlığı, kültür<br />

bozulması ve kültürü koruma gibi temalar üzerinde durur. Günümüzde kültürler arası iletişim özellikle<br />

uluslararası firmaların diğer ülkelerde kurdukları iş yerlerinde kontrolü ve verimliliği artırmak için<br />

önemle üzerinde durduğu bir konudur. Dolayısıyla bu alanda araştırmalar giderek artmaktadır. Kültürün<br />

açıklaması ve hatta kültür eleştirisi çoğu kez bireyin (tercihleri) eleştirisine dönüşmektedir. Son<br />

zamanlarda, kültür “bireysel zevk, damak tadı, haz, gündelik deneyim” olarak ele alınmaktadır. Bu tür ele<br />

alışlar iletişim (ve pazarlama) araştırmacıları için zorunludur, çünkü amaçlanan “insan varlığının siyasal<br />

ve ekonomik ticarileştirilmesidir” ve bu ticarileştirmeyle, siyasal güçler “oy alır” ve ekonomik güçler de<br />

“tüketici” kazanır. Türkiye’de iletişim bağlamında kültürel yapı, ilişki ve ürün üzerine düşünme elbette<br />

var olmuştur; fakat bilimsel araştırma olarak iletişim alanında başlaması ve gelişmesi 1970’lere rastlar.<br />

Örneğin daha 1930’larda İsmail Hakkı Baltacıoğlu sinemayı kültürel bir ürün olarak ele almakta,<br />

“emperyalist filmler” olarak nitelediği filmlerin halkımıza “büyü, sır ve militarism” aşıladığını<br />

açıklamakta ve radyo ile sinemanın gücü ve tehlikesini bilmemiz gerektiğini belirtmektedir.<br />

<br />

Teknolojik Belirleyicilik Çalışmaları<br />

Teknolojik araçları “insanlara ve toplumlara bir şeyler yapan özne” olarak ele alan ve araçların doğası<br />

hakkında şahane mitler yaratan yaklaşımlara “teknolojik belirleyicilik / determinizm” denir. İletişim<br />

teknolojisinin belirleyiciliği görüşü 19. yüzyılda yeni iletişim teknolojilerinin, özellikle trenin<br />

kullanımının yaygınlaşmasıyla ön plana çıkmıştır. Sömürgelerdeki talanı ve denetimi perçinlemek için<br />

döşenen raylar gelişmenin, uygarlığın yayılmasının sembolü olarak sunulmuştur (Mattelart, 1994). 1950<br />

ve 60'larda bu belirleyicilik modernleşme kuramlarına eklemlenmiştir. Bu bağlamda siyasal ve ekonomik<br />

alanda kapitalist sistemi, materyal ve kültürel ürünlerini ve ideolojisini pazarlamak/satmak için<br />

“modernleşme, kalkınma, gelişme” teorileri kurgulanmış ve bu teoriler çerçevesinde “az gelişmiş,<br />

gelişmemiş, gelişmekte olan” ülkelerin durumları analiz edilmiş, gelişme potansiyelleri saptanmış ve<br />

gelişmeleri için “yeniliklerin yayılmasını” benimseyen modern insanın yaratılması, modern yapıların<br />

Batı’dan transfer edilmesi, Batı’nın teknolojik ürünlerinin yaygın kullanılması önerilmiştir. Bunları<br />

ölçmek ve değişimi sağlamak için incelemeler yapılmış ve programlar uygulanmıştır. Modernleşme ve<br />

kalkınma teorileriyle gelen araştırmalar, modernleşmeyi “modern teknolojik ürünlere” sahiplikle ve<br />

modern insanı da “bu ürünleri tüketmeyle/kullanmayla” tanımladılar. Bu tür etkiyle gelen ve iletişim<br />

araçlarının önemi üzerinde duran ilk çalışma Nermin Abadan Unat tarafından 1960’da “Kitle Haberleşme<br />

Vasıtaları” başlığı altında yapılmıştır.<br />

Teknolojinin insanı ve toplumu değiştirdiği anlayışı, 1970’lerde Mc Luhan ile “araç mesajdır”<br />

düşüncesiyle zenginleştirilmiştir. Asıl özne ve yüklenen içerik bir kenara itilmeye başlanmış ve aracın<br />

belirleyiciliği üzerine odaklanılmıştır. Televizyonun önce küresel köy yarattığı, ardından küresel kent<br />

oluşturduğu ve 1990 sonlarında ise “enformasyon toplumu” getirdiği müjdelenmiştir. Çoğunluğun<br />

demokrasisi propagandası yerine “katılımcı demokrasi” propagandasının getirilmesiyle ve İnternetin<br />

yaygınlaşmasıyla birlikte, internetin “bilgi toplumunu” getirdiği yaygın dolaşıma sokulmuş ve bunu<br />

destekleyen çoğu geçersiz şahane kavramlar ve mitler bilişlere işlenmeye başlanmıştır.<br />

Modernleşmenin göstergeleri olarak sunulan radyo ve televizyon sahipliğinin nicel yoğunluğu ve bir<br />

ülkedeki sinema koltuk sayısı ile insanın ve ülkenin modern olacağına inanmak oldukça güçtür.<br />

Günümüzde bu tür göstergelerin yerini internete sahiplik ve kullanımı ile “bilgi toplumunun” yaratıldığı<br />

düşüncesi almıştır. Bu yeni yönelimle birlikte internetin bilgi toplumu getireceği varsayımını test etme<br />

yerine, internete erişim ve internet kullanımıyla ilgili nitel ve nicel çalışmalar yaygınlaşmıştır. Aslında bu<br />

çalışmaların önce kullanımın ve internetteki popüler içeriklerin doğasını inceleyerek, bilgi toplumu<br />

varsayımının geçerliliğini test etmesi gerekir ki yaptıklarının bilimsel geçerliliği olsun.<br />

Teknolojik araç ve yapı transferi aynı zamanda örgütsel iş yapış biçimlerini, iş ve dünya görüşünü ve<br />

ideolojik/kültürel varsayımları da beraberinde getirir. Profesyonellik teknolojik araç ve ürün transferine<br />

paralel olarak ithal edilmiş bir ideolojidir. Kültürel bağımlılığın en önemli parçalarından biridir. Bu<br />

204


ideoloji yerel iş anlayışı üzerine oturtulur ve bu karışımdan melez bir yapı doğar. Bu melez yapı hem<br />

transfer edilenin hem de yerel olanın en bayağılaşmış ve etikten en yoksun biçimlerini ifade eder.<br />

Örgütlerdeki profesyonellik özellikle işletme ve iletişim alanlarındaki egemen kuramlar ve araştırmaları<br />

yapan benzer profesyoneller tarafından beslenir.<br />

<br />

Aktif İzleyici ve Alımlama Araştırmaları<br />

1960’larda ilan edilen “izleyicinin aktif olduğu”; dolayısıyla “kendi zehrini ve balını kendinin seçtiği” ve<br />

“medyanın insanlara bir şey yapamadığı” görüşü üzerine kurulan “aktif izleyici” anlayışı ve araştırmaları<br />

gelişmiş ve 1970’de egemenlik kazanmıştır. Ardından bu egemen anlayış tüm dünyaya yayılmıştır.<br />

1990’lara gelindiğinde bu anlayış, “alımlama araştırması” denen anlayışla desteklenmeye başlanmıştır.<br />

Alımlama incelemeleri, metinsel yorumlama teorilerinin kitle iletişimi izleyicilerinin gündelik<br />

faaliyetlerine uygulanmasıdır. Temel ilgi, izleyicilerin kitle iletişiminden çıkardıkları “anlam”<br />

üzerindedir. Metinlerin alımlanması ile ilgili incelemelerin anlamlı olabilmesi için “alımlama” ile<br />

“ideolojik pozisyonun” ya da “sınıfsal aitliğin” ilişkilendirilmesi gerekir. Bunun yerine, bu ilişkilendirme<br />

reddedilir ve cinsiyet, ırk, cinsel tercihler, etnik ve diğer kimlikler üzerinde durulur. Alımlama ile ilgili<br />

önemli araştırmacılar arasında Radway (1988), Ang (1996), Allor (1988), Fiske (1989), Grossberg (1993)<br />

ve Jenkins (1992) vardır.<br />

Alımlamacı açıklamalarda, izleyici bireyin bağımsızlığı/özgürlüğü, post-modern ve post-yapısalcı<br />

“inşa yıkma” (alınan mesajı parçalarına ayırıp yeniden kendine göre inşa etme) anlayışıyla ilan edilmiş;<br />

gerçeğin sürekli değiştiğini, çoğul karaktere sahip olduğu ve bireyin “anlam yıkma ve anlam inşasına”<br />

göre sayısız çeşitliliğe sahip olduğu öne sürülmüştür. Aynı zamanda öz ile ilgilenmenin yerini “bireyin<br />

nasıl hissettiği”, “haz” ve “gündelik hayatta bireyin kendini nasıl ifade ettiği” almıştır.<br />

Liberal-Çoğulcu Araştırmalar<br />

İletişim sorununu ve konusunu bireysel seviyeye indirgeyen liberal-çoğulcu anlayış ve bu anlayışa bağlı<br />

olan iletişim araştırmaları 1980’lerde görünür olmuş ve hızla destek bulup gelişmiştir. Bu görüşle birlikte<br />

1980’lerde hızla artan bir şekilde anayol (ana akım) kitle iletişim kuramları toplumu serbest rekabetteki<br />

gruplar ve karşılıklı çıkarlar karışımı olarak görmeye devam etmişlerdir. Medya örgütlerinin devletten,<br />

siyasal partilerden ve örgütlü baskı gruplarından özerklik kazanmış örgütsel sistemler olarak sunulması<br />

artmıştır. Medyanın kontrolü, medya profesyonellerine önemli ölçüde özgürlük veren özerk yönetici elitin<br />

elinde olduğu düşüncesi güçlenmiştir. “Aktif izleyici” kavramı yerini “televizyon önünde çoğulcu<br />

çözümleme yapan özgür ve bağımsız izleyici” teziyle gelen ve aktif izleyicili tezini yineleyen liberalçoğulcu<br />

görüş almıştır: Öz aynı kalırken öz hakkındaki imaj, yeni söylemlerle post-modern duruma<br />

uyarlanmıştır. Medya kuruluşlarıyla izleyiciler arasında simetrik bir ilişki olduğu varsayılmıştır:<br />

“İzleyiciler medyayı kendi arzu ve tutumlarına göre manipüle edebilirler; çünkü izleyiciler “toplumun<br />

çoğulcu değerlerine” sahiptirler; bu değerler onların “uyma, katılma veya reddetmesini” mümkün<br />

kılarlar”.<br />

Bu tür açıklamalar, özellikle 1990’dan beri Fiske ve Grossberg gibi liberal-çoğulcu kültürel<br />

incelemecilerin ve onları Türkiye gibi ülkelerde izleyenlerin egemenliği altına girmiştir. Günümüzde bu<br />

aydınların ilgilendiği (ve post-yapısalcıların da üzerinde durduğu) aynı konular işlenmeye devam<br />

etmektedir. Örneğin medyada temsil ve bu temsile karşı, örneğin televizyon önünde yapılan<br />

çözümlemeler yoluyla “direniş”, evde ve medyada kadına karşı şiddet, kadının medyada dengesiz temsili,<br />

alt-kimlikler ve bu kimliklerin temsili, medya ve özellikle internete erişim ve böylece katılımcı<br />

demokrasinin gerçekleşmesi, enformasyon toplumu ve bilgi toplumu, dijital uçurum ve bu uçurumun<br />

kapatılması araştırma ve tartışmaları bu araştırma konularından önde gelenleridir.<br />

Liberal-Demokrat Çalışmalar<br />

Chicago Okulunun oluşturduğu Liberal demokrat anlatı ve çalışmalar Amerika’da 1930’larda<br />

marjinalleştirilmiş ve 1960’lara kadar gözden uzak kalmıştır. Bu sırada sembolsel etkileşim bireysel<br />

seviyede açıklanmaya başlanmış ve ampirik araştırmanın etkisi gelmiştir. Bu tür değişimdeki liberal-<br />

205


demokrat gelenek 1960’ların sonunda Gerbner’in Yetiştirme (Ekme) Kuramına dayanan araştırmalarda<br />

temsilini bulmuştur. Günümüzde, Gerbner’in kültürün ekilmesiyle, medyanın etkisinin “eklenerek biriken<br />

ve yoğunlaşan bir karakter” taşıdığıyla ve medyada temsilin ideolojik olduğuyla ilgili “eleştirel yanlar”<br />

atılmış; medyada şiddet, sansür, nesnellik, medyanın yanlılığı ve etik anlayışına dayalı yanlar<br />

vurgulanmaya başlanmıştır. Gerbner geleneğini bu şekilde sürdürme Türkiye’de de son zamanlarda<br />

oluşmuş ve gelişmiştir.<br />

Gerbner’in ampirik araştırmayla desteklenen bu yaklaşımı yanında, Chicago Okulunun niteliksel<br />

tasarım kullanan liberal-demokrat eleştirel geleneği 20. yüzyılın ikinci yarısında devam ettirilmiştir.<br />

İletişim konusunu ve sorununu daha çok yapısal seviyede ele alan liberal-demokrat geleneğin niteliksel<br />

araştırma yapan bu tür yöneliminde, özellikle medya sahiplik/mülkiyet, tekelleşme, kontrol ve ideoloji<br />

üzerinde durulur. Bu bağlamda Erik Barnouw’un “The Sponsor” (1978/ 2003) ve “Conglomerates and<br />

the Media” (1998) eserleri, Gaye Tuchman’ın “The Tv Establishment” (1974), Ben Bagdikian’ın “Medya<br />

Monopoly” (1983) ve yenilenmiş baskısı “The New media Monopoly” (2004) eserleri, Compaine’in<br />

(1979/2000) “Who Owns the Media?” eseri, E. J. Epstein’in “The Big Picture: Money and Power in<br />

Hollywood” (2006) eseri örnek gösterilebilir.<br />

Ayrıca, Chicago Okulu’nun Cooley ve Dewey ve liberal demokratik geleneği 1970’lerde James Carey<br />

ile yeniden canlanmıştır. Carey’e göre Walter Lippman, Chicago Okulunu yerinden eden niceliksel ve<br />

bireyci “etkiler geleneğinin” büyükbabasıdır. Carey hem davranışçı okulun iletişimdeki egemenliğine<br />

karşı mücadele vermiş hem de iletişim alanındaki kültürel incelemeci ve siyasal-ekonomistler arasındaki<br />

derinleşen çatışmada arabulucu rol oynamaya çalışmıştır. Çalışmalarında davranışçı okulun ve egemen<br />

Amerikan medya sosyolojisinin eleştirisini sunmuş, kültürel incelemelerin Amerika’daki biçimini<br />

eleştirmiş, medyanın siyasal ekonomi bağlamında açıklanmasının değerini ve önemini vurgulamıştır.<br />

Carey’e göre sosyal bilimin görevi bazı-akılların (bireylerin) bağımsız gerçeği anlaması olmamalı, onun<br />

yerine, insanların kolektif olarak yaptığı anlamları sembollerden geçerek yeniden-inşa (anlama) olmalıdır.<br />

Carey, post-yapısalcılığın ve benzeri yorumsamacı yaklaşımların bireyi ve bireysel anlamlandırmayı<br />

merkeze koymasını doğru bulmamaktadır. Carey, Chicago Okulunun sembolsel etkileşimcileri gibi<br />

toplumun kalıcılığını süregiden sembolsel etkileşime bağlar. Günümüzde bu araştırma geleneği de<br />

iletişim alanında, Türkiye’de genellikle liberal-çoğulcu karakter taşıyan Bianet kitapları gibi sınırlı<br />

çevreler dışında pek görünmese de, dünyada önemli yer kaplamaya devam etmektedir.<br />

Karl Marx ve İletişimde İnsanı Merkeze Alan Çalışmalar<br />

İletişim alanında en anlamlı alternatiflerden önde geleni Marx’ın yaklaşımına dayanan araştırmalardır.<br />

Marksist araştırma bir şeyi kötüleyen veya yeren temele değil, maddi ve düşünsel üretim tarzı ve ilişkileri<br />

temeline dayanır.<br />

Marx’ın ilk iletişimle ilgili yazıları ve analizi 1840’lardaki gazete makalelerinde “sansür, basın<br />

özgürlüğü, ifade ve iletişim özgürlüğü” gibi liberal-demokrat açıklamalarla başlar ve 1848 ulaşıldığında<br />

Marksist olarak nitelenen biçime dönüşür. Marx sonraki araştırmalarında özellikle Kapital ve<br />

Grundrisse’de insan ve toplumla ilgili açıklamalarında iletişim önemli bir faktör olarak işlemiştir<br />

(Erdoğan, 2007b ve 2012). Bu analizlerinde Marx iletişim konusunu; malların üretimi ve dağıtımını ve<br />

bunlar için gerekli teknolojiyi ve iletişim araçlarını üretim, dağıtım, tüketim, devlet, sınıfların oluşması ve<br />

toplumların değişmesi ile ilişkileri ve bağları içinde ele almıştır. Diğer bir deyimle Marx, iletişimi insanın<br />

kendini ve toplumunu üretmesindeki sosyal faaliyetler (sosyal üretim faaliyetleri) içinde ele almış ve<br />

insanın nasıl olduğunu insanın kendini nasıl ürettiğinde ve insandaki değişimi üretim biçimindeki<br />

değişimle açıklamıştır.<br />

Marx’a göre kendi varlıklarının sosyal üretiminde, insanlar kaçınılmaz olarak kendi iradeleri dışında<br />

ilişkilere girerler. Bu ilişkiler insanların yaşamlarını üretim ilişkileridir. Bu üretim ilişkileri, üretimin<br />

materyal güçlerinin belli bir tarihsel gelişme safhasına uygundur. Kendini ve sosyali üreten insan, bu<br />

üretim biçimlerini ve ilişkilerini ancak iletişimle başlatabilir ve yürütebilir. Üretimi de sadece materyal<br />

hayatın üretimi (ekonomik üretim) değil, aynı zamanda emeğin, fikirlerin, duyguların, bireyin kendisinin,<br />

geleneklerin, adetlerin vb. üretimi olarak ele alır. Bu üretimin de insanlar arası ilişkiden/iletişimden<br />

geçerek geliştiğini belirtir: “Her bireyin üretimi bütün diğer bireylerin üretimine bağlıdır; ve bireyin<br />

206


ürününün kendi hayatının gereksinimlerine dönüştürmesi, benzer şekilde, tüm diğerlerinin tüketimine<br />

bağlıdır (Haye, 1980)”.<br />

Bireylerin karşılıklı ve her yönlü bağımlılığı bireylerin sosyal bağını şekillendirir. Bu sosyal bağ<br />

değişim değerinde ifade edilir. Değişim değeriyle her bireyin kendi faaliyeti (ilişkisi, iletişimi) ya da<br />

ürünü kendisi için bir faaliyet ve ürün olur. Birey genel bir ürün üretmelidir. Bu genel ürün parayla ifade<br />

edilen değişim değeridir. Her bireyin diğer bireylerin faaliyetleri üzerinde veya sosyal zenginlik üzerinde<br />

uyguladığı güç, kendinde değişim değerinin (paranın) sahibi olarak var olur. Birey sosyal gücünü ve<br />

topluma bağını cebinde taşır. Her birey bir “şey” şeklinde sosyal güce sahip olur. Bireysel ürünleri veya<br />

faaliyetleri değişim değerine, paraya, dönüştürme zorunluluğu ve böylece bu nesnel şekilde kendi sosyal<br />

güçlerine sahip olmaları ve sosyal güçlerini göstermeleri iki şeyi kanıtlar: Artık bireyler sadece toplum<br />

içinde toplum için üretirler. Üretim doğrudan bir şekilde sosyal değildir; birlikten doğan bir şey değildir.<br />

Bireyler sosyal üretim altında toplanmıştır. Sosyal üretim onların dışında onların kaderi olarak var<br />

olmaktadır. İnsanlar arasında üretim ve tüketimdeki genel bağ ve karşılıklı bağımlılık tüketiciler ve<br />

üreticilerin birbirine ilgisizliği ve bağımsızlığı ile birlikte artar. Bu çelişki krizlere götürür. Bu<br />

yabancılaşmanın gelişmesiyle birlikte, bunun üstesinden gelmek için çabalar da gelir: Bireylerin diğer<br />

bireylerin faaliyetleri hakkında enformasyon elde ettiği ve kendi faaliyetlerini ona göre ayarlamaya<br />

çalıştığı kurumlar çıkar. Aynı zamanda iletişim araçları/yolları da gelişir (Haye, 1980).<br />

Marx iletişimi, gelişmesini ve anlamını üretim, üretim araçları, üretim güçleri, iletişim araçlarına<br />

sahiplik, araçların gelişmesi ve bu gelişmenin toplum değişimindeki sonuçları, iletişim araçları ve dünya<br />

pazarının kontrolü, dolaşımda zaman ve maliyet konusunda iletişim araçlarının işlevleri, değer ve<br />

yabancılaşmada iletişim araçlarının yeri, dağıtım, bölüşüm, alışveriş ve tüketim ilişkilerinin karakteri<br />

içinde ve bu karaktere getirdiği sonuçlar bağlamında ele alıp irdelemektedir.<br />

Marx’ın yaklaşımını kullanarak araştırma yapanlar da bu çerçevede araştırmalarını tasarlarlar. Bunları<br />

yaparken; örneğin kitle iletişiminin örgütlenme biçimleri, bu biçimlenmelerin ulus içi ve uluslararası<br />

ekonomik ve siyasal yapılarla olan bağlarını, tarihsel gelişimini, belli bir zaman ve yerdeki durumunu,<br />

kitle iletişimi teknolojileriyle aracılanmış iletişimin üretimi ve üretim ilişkilerini, ilişkilerdeki karşılıklı<br />

bağları açıklamaya çalışırlar; sahiplik, pazar ilişkileri, tekelleşme, pazar kontrolü, kitle iletişimi<br />

örgütlerinde iş koşulları, çalışma politikaları ve pratikleri, toplu sözleşme gibi konulara eğilirler. İletişim<br />

ürünlerinin üretimi ve dağıtımındaki yapısal durum ve ilişkiler, üretim biçiminin ve teknolojisinin yapısı,<br />

iletişim profesyonelleri ve emekçilerinin iletişim örgütleri içindeki yeri, iletişimde mülkiyet ilişkileri,<br />

mülkiyet ilişkilerinin ürünün yapısını belirlemesini ele alırlar. Bu yaklaşım ve incelemeler, aynı zamanda,<br />

uluslararası iletişimde kurumsal ve teknolojik yapıların transferi, ürün transferi ve bu yapılarla birlikte<br />

gelen profesyonel pratiklerin transferi üzerine eğilirler. Böylece sistemin nasıl oluştuğu, çalıştığı, geliştiği<br />

ve sonuçlarını incelerler.<br />

Bu yaklaşımın iletişimde düşünsel üretimi incelemelerinde en önde gelen konular arasında ideolojinin<br />

açıklanması, maddi üretim ile düşünsel (ideolojik) üretim ilişkisi, profesyonel ideolojiler ve bunların<br />

transferi, kültür emperyalizmi, ürünlerin ideolojik içerikleri ve bilinç yönetimi, profesyonel ideolojiler ve<br />

medya pratikleri, yabancılaşma ve fetişleştirme (bir mala kendinde olmayan değerler yükleme) vardır.<br />

Bu tür araştırmalar üç ana grup içine yerleştirilebilir:<br />

1. İletişimin siyasal ekonomisini ulusal seviyede ele alan ve kapitalist iletişim sistemini ve<br />

faaliyetlerini inceleyenler;<br />

2. Uluslararası ekonomik düzene ve iletişimde emperyalizm konusuna eğilen yaklaşımlar (yenisömürgeciliğin<br />

veya emperyalizmin genel iletişim yapısını inceleyenler)<br />

3. Üretim tarzı ve ilişkileriyle bağlar kurarak yapılan ideoloji ve kültürel incelemeler.<br />

Türkiye’de bu bağlamlarda oldukça çok “çeviriler” bulunmaktadır; fakat Marksist yaklaşım<br />

çerçevesinde kitle iletişimini veya herhangi bir iletişim türünü gereğince ve doğru araştırıp açıklayan<br />

ürünler azdır.<br />

207


Marksist Kültürel İncelemelerden Anti-Marx Kültürelci İncelemelere<br />

1900’lerin başlarında Almanya’da Frankfurt’ta yaşayan liberal-sol sermayenin kendileri için faydalı bir<br />

araştırma yönelimi arayışı, Frankfurt Okulu ve Marx’ın yaklaşımından önemli ölçüde etkilenmiş olan<br />

kuram ve araştırma geleneğinin oluşturmasını getirmiştir. Adorno, Horkheimer, Mills, Benjamin,<br />

Marcuse ve Fromm gibi Frankfurt Okulu aydınları birbirinden önemli farklılıklar gösteren yaklaşımlarla<br />

toplum ve toplum değişimi, medya, kültür endüstrisi, ve biliş ve davranış yönetimi analizleri yaptılar.<br />

Türkiye’de Frankfurt Okulu geleneğine tercümeleriyle ve yapıtlarıyla, iletişim alanında öncülük eden<br />

Ünsal Oskay olmuştur.<br />

Frankfurt Okulu geleneğiyle gelişen eleştirel okula (Critical School), 1960’larda “kültürel<br />

incelemeler” yönelimi eklenmiştir. 1950 sonlarında Hoggart ve Williams’ın Arnold-Elliot-Leavis<br />

üçlüsünün düşüncelerine dayanan kültür anlayışına alternatif arayışlarında giderek Marx’ı keşfetmesiyle<br />

gelişen ve “kültürel incelemeler” adı verilen gelenek gelişmiştir. Bu yönelim Marksist etkiyle başlamış ve<br />

ardından Marksizmden uzaklaşan birkaç kola ayrılmıştır: 1970’lerde yapısalcı ve göstergebilimci<br />

Fransızlar ve bunları İngiltere’ye taşıyan Stuart Hall’ın da katkılarıyla dönüşüme uğratılmış; kültürel<br />

incelemelerde post-yapısalcılığın egemenliği getirilmiş; sonunda Marksist üretim tarzı ve ilişkilerine<br />

eğilmeyi reddeden ve Marksizm’den uzaklaşıp küresel pazarın kontrollü alternatif olarak “eleştirel<br />

sözcülüğünü” yapan kültürelci çalışmalara dönüştürülmüştür.<br />

Bu farklılaşmada Richard Johnson (1983) gibi kişilerin tarihsel, siyasal ve kurumsal analizle ele aldığı<br />

ve üretim ve dağıtımın önemini vurgulayan Marksist kültürel incelemelerin yaklaşım tarzı, diğer yapısalcı<br />

anlatılar ve Barthescilerin (1977) meşhur “yazarın ölümü” ve “okuyucunun doğumu” sözüyle özetlenen<br />

(aktif alımlama teziyle) iddiasıyla konu dışına itilmiştir. Onun yerine metinsel analiz ve alımlama üzerine<br />

odaklanılmış ve Screen dergisindeki örnekleriyle, mücadele ve sınıf konusu terk edilerek yerine dil, ırk,<br />

cinsiyet ve alt-kültürler getirilmiştir. Siyasal olan ve siyasal olanı savunan (ideolojik/kültür analizini<br />

örgütlü güç yapısına bağlayan) hızla “kapı dışarı” edilmiştir. Foucaultçular İngiltere ve Avrupa’da<br />

Amerikan liberal çoğulcu biçime benzeyen, fakat “metin” veya “semiyotik anlam” üzerindeki<br />

çoğulculuğu vurgulayan açıklamalar getirmişlerdir. Böylece, kapitalist pazar sisteminin egemen maddi<br />

üretim ve ilişki gerçeğini masallaştıran ideolojik yeni eleştirel çerçeveler kurulmuştur. Bu çerçevelerle<br />

kapitalist sistem “post-modern durumu” yaşatan, tarihin son bulduğu ve tüketimin metindeki<br />

diskorslarıyla (söylemleriyle) her gün yeniden tarihsiz bir tarihin üretildiği küresel süper sistem olarak<br />

sunulmaktadır. Bu sunuş, eskisinden farklı olarak, kapitalist sistemin övgüsüyle değil; “sonsuz türde<br />

anlam vermeler” içinde yüzdüğünü iddia edilen bireyin anlamlandırmadaki tercihsel özgürlüğü ve<br />

çoğulcu alımlama iddialarıyla ve izleyiciyi/tüketiciyi “belirleyici aktör/özne” konuma yerleştirmeyle<br />

yapılmıştır. Bunu yaparken çalışmalarda kapitalizmin getirdiği koşullar eleştirilse bile kapitalizm<br />

izleyiciye sunduğu çeşitlilik ve çoklukla sağladığı zengin metinsel olanaklardan (tüketim olanaklarından)<br />

dolayı kutlanmış ve yeniden-meşrulaştırılmıştır. Bu durum kültürel incelemeciler ile siyasal ekonomistler<br />

arasında ciddi tartışmaların çıkmasını beraberinde getirmiştir (Erdoğan, 2007c ve Erdoğan ve Alemdar,<br />

2010).<br />

İletişim alanında kültürel incelemeler temel olarak üç sorunsaldan biri ya da birden fazlası üzerinde<br />

durur:<br />

1. Medya kültürünün siyasal ekonomisi (Bu yönelimi çoğunluk terk etmiştir)<br />

2. Kültürel metin olarak medya metinleri (Metinsel analiz)<br />

3. Metinlerin izleyicilerce alınması ve kullanılması (Alımlama).<br />

Türkiye’de günümüzde kültürel çalışmalarla ilgili bölümler kurulması, yüksek lisans programları<br />

açılması, kültürle ilgili Türkiye koşullarından zengin denecek sayıda dergilerin olması, iletişim<br />

dergilerinde kültürel çalışmalara önemli yer verilmesi, kültürel çalışmaları yoğun bir şekilde teşvik edici<br />

niteliktedir. Fakat Tutal Chevron’un incelemesinde de belirttiği gibi (2005), Türkiye’de sosyal bilimlerde<br />

yaşanan “Avrupa ve Amerika menşeli kuramlara sadakat sorunuyla, popüler kültür incelemelerinde de<br />

karşılaşırız”.<br />

208


Yapısalcı, Post-Yapısalcı ve Baudrillardçı Analizler<br />

Althusser 1990’larda kaba Marksist fonksiyonalizmin (işlevselciliğin) savunucusu olarak nitelenmeye<br />

başlanmıştır. Post-Althussercilerin çoğu ekonomik belirleyiciliği, hatta zayıf ve indirgemeci olmayan<br />

biçimlerini bile reddettiler. Baudrillard’ı izleyenler “tahtından indirilen ekonominin yerini öznelliğin<br />

aldığını” belirterek buna katıldılar. 1970’de Marx ile başlayıp 1980’lerde simülasyonlar ve hipergerçeklerden<br />

oluşan post-modern toplum anlayışı ile noktalanan Baudrillardçı çalışmalarda “farklı dilde<br />

okunan dua gibi büyüleyici” kavramlarla dolu sefil bir medya açıklaması sunulur (Kellner, 1993; Sokal<br />

ve Bricmont, 1999). Araştırmalarını “kitlelerin ne geçmiş ne de gelecek için yazacak bir tarihi vardır”,<br />

“simülasyon, başlangıçsız ve gerçeksiz bir gerçeğin modellerle üretimidir” ve “hiper gerçek” gibi çarpıcı<br />

sözler, güzel edebiyat üzerine inşa eden ama açıklamak istediğini genellikle belirsizliği artıran anlatılarla<br />

sunan Buadrillardçı araştırmacılar, daha en baştan geçerliliği şüpheli bir araştırma inşasına başlarlar.<br />

Bazılarına göre Baudrillard “postmodern bir şakadır” ve karmaşıklığı ise “gösterişli anlamsız sözdür”.<br />

http://theoryandacademy.blogspot.com/2007/10/guest-lecture-kenru<br />

fo-on-baudrillard.html<br />

1980'lerde yaygın olarak dolaşıma sokulan çalışmalarda kalkınma ve modern ulus devlet kurma fikri<br />

kötülenmeye ve değersizleştirilmeye başlanmıştır. Post-modernist çalışmalarda modernizm<br />

geçersizleştirilmiş; post-pozitivizmle pozitivizm geçersiz ilan edilmiş; post-endüstriyalizm ile endüstri<br />

toplumunun bittiği müjdelenmiştir. Kalkınma ve modernizm yerine küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık<br />

anlayışına dayanan çalışmalar popüler yapılmıştır.<br />

eserleri verebiliriz?<br />

Türkiyede niceliksel araştırmanın öncüleri olarak kimleri ve hangi<br />

TÜRKİYE’DE GÜNÜMÜZDEKİ DURUM<br />

Türkiye’de 1990lardan beri iletişim araştırmalarının sayısı giderek artmıştır. Bu artış, daha önce<br />

gruplandırarak açıkladığımız oluşturucu, destekleyici ve teşvik edici koşullardaki değişimlerle gelmiştir:<br />

Yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin artması, yeni iletişim fakülteleri kurulması ve kurulmaya devam<br />

etmesi, iletişim dergilerinin sayısının artması, akademik kadro almak için araştırma ve bildiri yayınlama<br />

gibi araştırmaya yönlendiren kuralların sıkılaştırılması, Avrupa birliği, UNESCO ve UNICEF gibi<br />

bölgesel ve uluslar arası yapıların araştırma ve geliştirme projeleri için fon ayırması ve buna Türkiye’nin<br />

de katılması, ülke içinde Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK), Türkiye Sosyal<br />

Ekonomik Siyasal Araştırma Vakfı (TÜSES), Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV), Sosyal<br />

Araştırmalar Vakfı (SAV), Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA), İletişimliler Vakfı<br />

(İLEV) gibi birçok vakıfların ve Gazeteciler Cemiyeti gibi cemiyetlerin iletişim araştırmalarına destek<br />

vermesi, TRT ve RTÜK gibi kuruluşların araştırmalar yaptırması, iletişim araştırması derneklerinin ve<br />

üniversitelerde araştırma merkezlerinin kurulması, ve TELEKOM, TURKCELL ve diğer büyük kuruluş<br />

ve şirketlerinin araştırma gereği duyması gibi önde gelen nedenler araştırmaların çeşitlenmesini ve sayıca<br />

artmasını sağlamıştır. Fakat iletişim dergilerinin “iletişim çalışmaları alanında bilgi ve düşünce üretilen<br />

bilimsel etkileşim forumları” olmamaları (Sarı, 2005) yanında, genel olarak nicellik değil nitellik ölçü<br />

olarak alındığında, iletişim araştırmalarının durumu, A. İnal’ın (2005) da “bu durum gittikçe kötüye<br />

gidecek” diyen saptamasıyla ve en azından M. C. Öztürk’ün sosyal sorunluluğa ilgi azlığı açıklamasıyla<br />

özetlenebilecek bir takım olumsuzluklara sahiptir. Kısaca, bilimsel bilgi üretimi ve bu üretimin gelişmesi<br />

bağlamında umut verici bir gelişme olmaktadır, fakat bu gelişmenin toplum ve insanlık için çok daha<br />

anlamlı olabilmesi için araştırmalarla ilgili çözülmesi gereken önemli sorunlar bulunmaktadır.<br />

Öte yandan dünyada 2007’nin başı ile 2011’in ortalarına kadar Social Science Citation Index<br />

kapsamındaki iletişimle ilgili 77 dergide 10.104 makale yer almıştır. Makalelerin sadece yüzde 20 kadarı<br />

akademik karakter taşımaktadır ve çoğu endüstriyel ve kurumsal çıkarlara hizmet için tasarlanmıştır.<br />

Araştırmaların çoğunda (özellikle ampirik araştırmalarda) araştırmayı geçersiz yapacak ciddi tasarım<br />

209


sorunları vardır (Erdoğan, 2012b). Bu durumun Türkiye’de de farklı olacağı beklenemez. 2000 yılından<br />

beri Türkiye’de iletişim alanında 800’ün üzerinde kitap basılmıştır ve 2000’e yakın makale<br />

yayınlanmıştır. Ancak kitapların çoğunluğu “süpermarket kitapları” seviyesindedir; bir kısmı değerli ve<br />

değersiz derlemelerden oluşmaktadır. Geri kalan azınlık ise özgün çalışmalardır. Özgün çalışmalar,<br />

makaleler, tezler ve bildiriler arasında ele aldığı konuyla ve sistemli ve tutarlı analizle iletişim alanındaki<br />

bilgi birikimine katkıda bulunanların sayısı azdır. Eserlerin çoğunluğu ciddi ele aldıkları konular veya<br />

sorunlar, tasarım hataları ve yöntemi doğru kullanamama gibi nedenlerle akademik değerlerini<br />

yitirmektedir. Bu durumun farkına varılması ve kabullenilmesi ya da yapılanların konusal, amaçsal,<br />

sonuçsal ve yöntembilimsel bağlamlarda soruşturulması (özellikle araştırma yapanların kendilerini<br />

soruşturması) gerekir ki anlamlı bir gelişme olabilsin.<br />

Yöntembilimsel durum: Günümüzde Türkiye’de iletişim yapıtları kullanılan yöntem bağlamında<br />

özellikle iki yönde ilerlemektedir:<br />

Birincisi kitle iletişiminde pozitivist-deneyci yaklaşımla gelen deneyselimsi araştırmalar (gerçek<br />

deneysel olmayan, gözleme dayanan alan araştırmaları) çerçevesinde yapılanlardır. Bu araştırmaların<br />

büyük çoğunluğu iletişimde etki konusunun bir yanını ele almakta ve “üretilmiş iletişimi kullanan”<br />

(izleyici, alıcı, okuyucu, dinleyici, interneti kullanıcı, kampanyanın hedef kitlesi, oy veren, tüketici)<br />

üzerinde durmaktadır. Bu araştırmalarda genellikle ciddi yöntem sorunları bulunmaktadır. Bu bulgu<br />

benzer sonuçlarla gelen önceki araştırmaların bulgularını desteklemektedir. Tasarımda kuram ve<br />

yöntemle ilgili benzer sorunlara Türkiye’deki tezlerde ve makalelerde de yaygın olarak karşılaşırız<br />

(Erdoğan, 2001). Dolayısıyla, ampirik tasarımla yapılan araştırmaların geçerli ve sosyal bağlamda faydalı<br />

olabilmesinin birinci koşulunun sağlanması (doğru tasarımın yapılması ve istatistiksel analizlerin doğru<br />

yapılması) gerekmektedir.<br />

İkincisi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de en eski ve köklü araştırma geleneğiyle yapılan<br />

niteliksel araştırmalardır. İletişim alanında bu bağlamda da sayısı giderek artan kitaplar, tezler ve<br />

makaleler bulunmaktadır. Bu eserleri kabaca ikiye ayırabiliriz: (a) Avrupa kökenli klasik nitel<br />

değerlendirmeyi geçerli nedensellik bağları kurarak yapan eserler ve (b) geçerli nedensellik bağlarından<br />

çeşitli ölçüde yoksun, sistemli ve tutarlı analizden çeşitli ölçüde uzak, var olan bilgileri ardı ardına<br />

sıralayan ve derleyip toplayan yapıtlar. Her iki türdeki yapıtlara rastlamak giderek artmaktadır; fakat<br />

ikinci türün artışı çok daha fazla olmaktadır. Bu durumu post-yapısalcı, post-modernist, yorumsamacı,<br />

post-Marksist, post-oryantalist, göstergebilimsel analiz, söylem analizi gibi isimlerle gelen kötü-taklitçilik<br />

ve eleştirdiği için eleştirel sanılan kültürel incelemeler ve geçersiz öznel değerlendirmeler durumu daha<br />

da kötüleştirmektedir. Dolayısıyla nitel araştırma tasarımları yapanların da eksikliklerini ve yanlışlıklarını<br />

belirtenleri dışlama ve yaptıkları yanlışları yeniden-üretmeye devam etme yerine kendilerini ve<br />

kendilerini soruşturanları soruşturmaları ve böylece gelişme olasılıkları yaratmaları gerekir.<br />

Nicel kapsam ve artışın anlamları: Türkiye’de iletişimle ilgili araştırmalar, özellikle artan<br />

üniversiteler, dergiler, akademisyen olmak isteyenler, akademisyenler ve araştırmayı finansal olarak<br />

teşvik eden yapılanmalar ile birlikte, nicel bağlamlarda giderek artmaktadır. Bu artış yeni iletişim<br />

fakültelerine toplumsal gereksinim olması ve artan gereksinimlerden (örneğin medya endüstrisinde<br />

iletişim mezunlarına talebin patlamasından) dolayı bu fakültelerin kurulması ve sayısının 50’leri geçen bir<br />

“enflasyon” seviyesine ulaşması, akademik alanda bilgi üretimine susamış bir yapının olması ve<br />

akademisyenlerin ilgilerinin akademik araştırma üzerine yoğunlaşması gibi nitel dönüşümlerden çok az<br />

kaynaklanmaktadır. Bunun yerine sayısal artışın ve ilgi farklılaşmasının nedenlerinden önde gelenleri<br />

şöyle sıralanabilir:<br />

a. Türkiye’de var olan egemen kültürel yapı (süregelen iş yapış biçimi ve anlayışı) üzerine<br />

çökertilen ve küresel pazara entegre olma zorlamaları ve çabalarıyla oluşturulan zorlama<br />

koşulları: Küresel pazarın planlı olarak getirdiği ve kaçınılmaz olarak oluşturduğu koşullar<br />

altında sadece üniversiteler değil, aynı zamanda devlet kurumları ve özel sektör, kendileri için<br />

işlevsel olan ve amaçlarına ulaşmayı kolaylaştıran yönetimsel bilgi elde etme amacıyla<br />

kullanılan araştırmalar yapma/yaptırma zorunda kalmışlardır. Bu zorunluluk yönetim<br />

kadrolarına “araştırma yapma gereği ve faydası” düşüncesini de kaçınılmaz olarak işlemektedir.<br />

210


. Türkiye’de var olan egemen kültürel yapı (süregelen iş yapış biçimi ve anlayışı) üzerine<br />

çökertilen ve küresel pazara entegre olma zorlamaları ve çabalarıyla oluşturulan zorlama<br />

koşulları: Küresel pazarın planlı olarak getirdiği ve kaçınılmaz olarak oluşturduğu koşullar<br />

altında sadece üniversiteler değil, aynı zamanda devlet kurumları ve özel sektör, kendileri için<br />

işlevsel olan ve amaçlarına ulaşmayı kolaylaştıran yönetimsel bilgi elde etme amacıyla<br />

kullanılan araştırmalar yapma/yaptırma zorunda kalmışlardır. Bu zorunluluk yönetim<br />

kadrolarına “araştırma yapma gereği ve faydası” düşüncesini de kaçınılmaz olarak işlemektedir.<br />

c. Devlet kurumlarının araştırma yoluyla ulusal bütçeden ayrılan ve/veya uluslararası kuruluşlardan<br />

alınan fonları harcama gereği<br />

d. Çeşitli kuruluşların araştırma projelerine destek vermesi ve böylece akademisyenlere maaşları<br />

ötesinde para kazanma olasılığının çıkması<br />

e. Yardımcı doçent, doçent ve profesör olmak için gerekli koşullar arasında makale, kitap ve bildiri<br />

gibi eserlerin olması.<br />

Okul, dergi ve akademisyen sayısının artması gibi nicel artış nedenleriyle birlikte, yukarıda belirtilen<br />

ve benzeri nedenlerle araştırmalarda ciddi nicel artış olmaktadır. Dikkat edilirse, bu nedenler arasında en<br />

önde olması gereken neden çok daha gerilerden gelmektedir: “İnsan ve toplumuyla ilgili belirsizlikleri<br />

veya sorunları azaltarak ya da ortadan kaldırarak insanlığın ve toplumların daha iyiye doğru gelişmesini<br />

sağlamak”.<br />

Araştırma yapmada temel amaç: Araştırmaların hemen hepsinde “amaç” olarak “araştırmada ne<br />

yapıldığı” sunulmaktadır, dolayısıyla asıl amaç ya gizlenmekte ya da bilinmemektedir. Araştırmalarda<br />

amaçlar giderek bilimsel bilgiye katkı ve sosyal fayda temelinden uzaklaşmaktadır. Amaç kadro alma,<br />

kadroda yükselme, öznel çıkar ve baskı çevresi kurma, şirketler, kurumlar ve çeşitli kuruluşlardan<br />

araştırma projesi alarak para kazanma gibi bilimi ve araştırmayı amaç değil de araç olarak kullanma<br />

yönüne doğru kaymaktadır. İletişim alanında yazılan tezler ve akademik kadroda yükselme amacıyla<br />

yapılan araştırmaların doğası da yukarıdaki egemen gidişe bağlı olarak, çoğunlukla yönetimsel inceleme<br />

karakterini taşımaktadır; ama bu tür araştırmalar endüstriyel yönetimsel karar vermeye doğrudan<br />

yardımcı bir karaktere sahip değildir. Yönetimsel karar vermeye doğrudan yardımcı olacağı amacını<br />

belirten araştırmaların ne kadarının bu amacı gerçekleştirdiği de şüphelidir.<br />

Erdoğan’ın örnek araştırmasına (2008) göre, bu tür araştırmalardan faydalanması gerekenler<br />

faydalanmamaktadır; faydalanmak istese bile faydalanabileceği geçerli ve anlamlı analiz, sonuç ve<br />

öneriden yoksunlukla karşılaşacaktır; dolayısıyla, şirketlerin ve devlet kurumlarının bazılarının gizli<br />

olarak yaptırdığı veya açık olarak yaptırdığı ama bilgileri paylaşmadığı araştırmalar dışındaki yönetimsel<br />

araştırmaların muhtemelen büyük çoğunluğu kaynak israfı ve kaynakların birilerine aktarılmasından<br />

öteye en küçük bir yönetimsel karar vermeye yardımcı karaktere sahip değildir.<br />

Ele alınan konular ve sorunlar: İletişim araştırmalarının Türkiye’nin gündeminde olması gereken<br />

önemli sorunlarla ilgilenmesi, başlarda sayılı akademisyenler dışında, nicel azlık nedeniyle de azdır.<br />

Şimdi nicel bağlamda hızlanan artış olmaktadır, fakat bu nicel çokluk içinde önemli konular çok az yer<br />

almaktadır. Çünkü değişen akademik atmosfer, güç ilişkilerinin yapısı ve yukarıda belirtilen çeşitli<br />

nedenler araştırmalarda çoğu ilginin belli yönlere kaymasını sağlamaktadır. Bilimsel girişimin geleceği<br />

için kuşku duyulması gereken bu durumu, özellikle ele alan konuların ve sorunların yüzeyselliği,<br />

sudanlığı, ilgileri ve bilişleri yanlış yönlendiriciliği daha da kötüleştirmektedir. Bu tür ilgilere, ürünlere ve<br />

konulara örnekler oldukça çoktur: Konuşmak ve anlaşılmak, bedenin dili, vücudun konuşması, etkili ikna<br />

stratejileri, kültürde dirilme, kültürel farklılıklarla birlikte yaşama, iletişim odaklı reklam ve pazarlama,<br />

empati kurma becerisi ve sanatı, iletişim becerileri ve beceri geliştirme, doğru iletişim el kitabı, iletişim<br />

yönetiminde mükemmelliğin yolları, holistik iletişim ve faydaları, sağlıklı iletişim kurmanın yolları,<br />

iletişim becerisini kazanma, kolay iletişim kurma yolları, kaliteli iletişimin sihirli anahtarları, kişilerarası<br />

iletişimde dinleme ve etkileme becerisi, NLP teknikleriyle aile içi iletişimi sorunlarını çözme, iletişimin<br />

sırlarıyla etkileme ve başarma, iletişimin taosuyla Nirvanaya ulaşma, insan ilişkilerinde 4x4’lük iletişim<br />

kurma, etkili reklam yapma, başarılı kampanya hazırlama, iletişimsizliği çözme, mekanın dilini anlama,<br />

mekanın cinsiyeti, iş yerinde verimliliği artırma yolları, şirket yönetiminde simetrik iletişim, halkla<br />

ilişkilerin simetrik ilişki olması, demokratikleşme getiren internet mucizesi, yaşamın anlamının artık haz<br />

211


olduğu, nasıl hissedildiğinin neden’in yerini alması, faydasız düşünceyle değil tüketerek var olma,<br />

iletişimde göndericinin ölümü (gönderen, örneğin medya şirketidir) ve alıcının (alıcı, örneğin medya<br />

izleyicisidir) hükümranlığı (egemenliği).<br />

Günümüzde, iletişim araştırmalarında konusal ilgi bağlamında da olumlu gelişmeler olmaktadır, fakat<br />

ele alınan konuların ve sorunların önemli bir kısmı ciddi veya eleştirel makro sosyolojik, ekonomik,<br />

kültürel, ideolojik veya anlamlı siyasal karakterden büyük ölçüde yoksundur ve bu yoksunluk artarak<br />

devam etmektedir. Tezler, bildiriler ve makalelerdeki yaygın yönelim paketlenmiş iletişimin (programın,<br />

haberin, kampanyanın, mesajın) rolü ve etkisi üzerine odaklanmakta ve bu bağlamda izleyicinin konumu,<br />

özellikleri ve tercihleri, mecra pazar payı, tüketim davranışları, talep belirleme, segmentasyon, program<br />

değerlendirme, bireylerin/izleyicilerin memnuniyeti, imaj ve markalaşma, konsept testleri ve çeşitli<br />

iletişim ölçümleri ile ilgili konular işlenmektedir.<br />

Araştırmayı destekleyen örgütsel yapılar: Günümüzde yerel, bölgesel ve uluslararası kurumlar,<br />

şirketler, çeşitli kuruluşlar ve üniversiteler artan bir şekilde araştırma için fonlar ayırmakta ve araştırma<br />

girişimlerini desteklemektedir. Türkiye’de yabancı ve özel şirketlerin ve çeşitli kuruluşların ortak<br />

araştırma faaliyetleri artmaktadır, çünkü firmalar ve kuruluşlar siyasal, ekonomik ve kültürel kontrolü<br />

gerçekleştirmek için demografik karakterleri, tutumları, sevileri, tercihleri ve yönelimleri bilmek<br />

zorundadırlar. Bu gelişme doğal olarak araştırmacılara ve öğrencilere gereksinimi de artırmaktadır. Bu<br />

olumlu bir gelişmedir. Fakat araştırma gereksinimlerinin önemli bir kısmı, bilimsel amaç taşımamaktadır<br />

ya da toplumsal gelişmeye faydalı olacak doğaya sahip değildir; onun yerine bilimi araç olarak kullanarak<br />

öznel maddi çıkar gerçekleştirme amacını taşımaktadır.<br />

Araştırmada ilgi ve yönelimler: Günümüzde post-pozitivist ve post-modern yaklaşımların çoğulculuk<br />

iddialarına uygun olarak, çeşitli kimlikler üzerine eğilen niteliksel kültürel incelemeler, kadın<br />

incelemeleri, feminist incelemeler ve söylem üzerine kurulu araştırmalar yaygınlaşmıştır. Mesaj ve<br />

yorumlarını sunan kültürel ve kültürler arası etnografik incelemeler artmıştır. İletişim davranışlarını<br />

inceleyen ve bilişsel (cognitive) psikolojiye dayanan yaklaşımlar yenilenerek devam etmektedir. İletişim<br />

alanına işletme okullarının el atmasıyla, iletişim incelemeleri karar verme, reklam, halkla ilişkiler<br />

süreçlerinden geçerek pazarlamanın, pazarda pay kazanmanın, örgüt içi ve örgütler arasında etkili<br />

olmanın yollarını araştıran ve bu bağlamlarda sorunlara çözüm arayan bir işlevsellik kazanmaktadır.<br />

2010’ların Türkiye’sinde iletişim ve kuram konusuna ilgi, iletişimde post-modern, post-yapısalcı,<br />

post-sömürgeci (post-colonialist) ve popüler/moda kitap çevirileriyle “Batıyı transfer ve kopyalama”<br />

biçiminde devam etmektedir. Eleştirel gelenekle ilgili çeviriler yapılmakta, fakat özgün yapıtlar, görece<br />

olarak giderek artmasına rağmen, hala marjinal kalmaktadır.<br />

İletişimde araştırma, aynı zamanda, derleme kitaplar biçiminde olan yapıtlarda da sunulmaktadır. Son<br />

zamanlarda “derleme kitap basma salgını” dikkati çekmektedir. Değerli derleme çalışma “tanıdık<br />

birilerinden yazılar alıp bastırmakla” oluşturulmaz. Akademik “editörlük” sürecinden geçirmeksizin; yani<br />

yazıları o alanda otorite/uzman olan kimselere göndermeksizin yapılan “derleme” kitabın akademik<br />

değeri (içinde bir veya iki değerli parça olsa bile), şüphelidir: Sosyal bilim araştırması kimin ne dediğini<br />

toplayıp, birkaç başlık ve alt başlıklarla arka arkaya sıralayarak yapılan “dedikodu derlemesi” değildir.<br />

Araştırma, birikmiş bilgi ve deneyimleri temel alarak yapılan sistemli ve tutarlı bir tasarımla başlar.<br />

Benzer şekilde bir eserin basılmasında kullanılan ölçütün “satış potansiyeli” olduğu bir kitap yayınlama<br />

ortamında, basılan özgün yapıtların da bilimsel/akademik değeri şüphelidir; dolayısıyla tanımış ya da<br />

herhangi bir yayınevinde basılmış olması, akademik/bilimsel değer ölçüsü olamaz.<br />

Günümüzde iletişim araştırmaları Batı'nın entelektüel egemenliği altında devam etmektedir. Dayanak<br />

noktası Batı olunca, Batı'da en son çıkan ve gelişen yaklaşımlar ve yönelimler önemli hale gelmekte ve<br />

getirilmektedir. Bunların neden, hangi amaçla, nasıl geliştirildiği irdelemeden sadece yapıları, süreçleri ve<br />

görünür sonuçları aktarma ve taklitle kullanma Türkiye'deki akademik geleneğin kurtulması gereken<br />

önemli özelliklerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sorun, sadece Türkiye’nin sorunu değildir ve<br />

Gunaratne’nin araştırmasında belirttiği gibi (2010) diğer ülkelerin de sorunudur.<br />

İletişim araştırmaları konusunda tüm bu olumsuzluklara rağmen farklı birikimlere sahip araştırıcılar<br />

alana gösterdikleri ilgi ümit vericidir. Bu ilgiyle bazılarının küreselleşen dünya ve Türkiye koşullarında<br />

212


özgün ve bağımsız çalışma yapma gereğini hissetmeleri, iletişim araştırmalarının gelişmesine katkıda<br />

bulunacak önemli bir etken gibi görünmektedir. Kitabın kaynakçasında bu tür çalışanları bulabilirsiniz.<br />

Türkiyedeki iletişim araştırmalarının durumuyla ilgili olumsuz ve<br />

olumlu gelişmelerin başında gelenlerden birkaç tanesini belirtiniz.<br />

213


Özet<br />

İnsan hem gereksinimler, seçenekler, olanaklar<br />

ve olasılıklar, faaliyetler, ilişkiler hem de<br />

düşünceler üzerinde düşünen ve faaliyette<br />

bulunan bir araştırmacıdır. Fakat her insan<br />

bilimsel araştırmaya dayanan bilgi üretemez,<br />

çünkü bu tür bilgi üretimi; var olan bilgi<br />

birikimini bilmeyi, irdelemeyi, sistemli ve tutarlı<br />

araştırma tasarımı yapmayı, uygulamayı, analiz<br />

etmeyi ve sonuçlar çıkarmayı, tüm bunları<br />

yapabilmek için gerekli olanaklara sahipliği ve<br />

belli güce ve ilişkilere sahipliği gerektirir.<br />

İletişim araştırmaları, iletişim ile ilgili<br />

gereksinimleri ve belirsizlikleri mümkün olduğu<br />

kadar ortadan kaldırarak karşılama, bilme ve<br />

karar verme ile ilgilidir. Gereksinim<br />

yoksunluğunda ya da gereksinimlerin karşılanmasının<br />

desteklenmediği, güç ve baskılarla bastırıldığı<br />

yerlerde iletişim araştırmalarının da çıkıp<br />

gelişmesi olasılıkları yoktur ya da gelişme<br />

olasılıkları engellenir. Bunun aksine, gereksinimi<br />

karşılama düşüncesinin, ilgisinin ve çabasının<br />

desteklendiği yerlerde iletişim araştırmaları da<br />

doğar, büyür ve gelişir.<br />

Türkiye’de iletişim araştırmalarının oluşması,<br />

gelişmesi ve karakteri özellikle sosyoloji, siyaset<br />

bilimi ve sosyal-psikoloji alanları içinden geçerek<br />

olmuştur. Plato, Aristo ve Cicero gibi filozoflara<br />

dayanan tartışma ve retorik yan, Marx’ın Alman<br />

İdeolojisi ve Grundrisse’de ele aldığı düşünsel ve<br />

materyal yan, Pavlov ve Freud ile zenginleşen<br />

psikolojik yan, dil bilimcilerle işlenen dilsel yan,<br />

Chicago okuluyla oluşturulan ve özellikle Cooley<br />

ile işlenen sosyolojik yan ile iletişimin tutucu<br />

anlatılarından liberal ve eleştirel anlatılarına<br />

kadar çeşitlenen araştırma biçimlerini görürüz.<br />

Gerçi, iletişimin her türü ve öğesi üzerinde duran<br />

araştırmalar, dünyanın hemen her yerinde olduğu<br />

gibi Türkiye’de de çoğunlukla etki ile ilgili<br />

konuları ele almakta ve bireylerin (örneğin<br />

izleyicilerin) psikolojik, bilişsel, düşünsel,<br />

duygusal ve davranışsal karakterlerini ve<br />

yönelimlerini incelemektedirler.<br />

Kendi gelişmesini kendisi üretmediği gibi,<br />

Batıdaki oluşum ve gelişmeleri, ülkenin içsel<br />

koşularının doğası nedeniyle, çok geç takip eden<br />

Türkiye’de iletişim araştırmaları alanında her<br />

bakımdan önemli yetersizlikler ve sorunlar<br />

vardır: Türkiye çağdaş iletişim teknolojilerinin<br />

üretim ve araştırma sürecinin dışında kalmıştır;<br />

her zaman dış pazarların ürettiği iletişim<br />

araçlarının ve ürünlerin kullanıcısı olmuş, örgüt<br />

yapılarının ve profesyonel pratiklerini transfer ve<br />

taklit etmiştir. Cumhuriyet Türkiye’sinde tarih,<br />

sosyoloji, siyaset bilimi, hukuk, felsefe, dilbilim,<br />

antropoloji, sosyal psikoloji, sanat ve arkeoloji<br />

çalışmalarının iletişim alanındaki bilgi birikimine<br />

katkısı Batı’dakilerle karşılaştırıldığında, yok<br />

denecek kadar azdır. İletişim alanı tüm bu<br />

alanların içinde ve kesişme noktasında yer aldığı<br />

için bu katkı azlığı iletişim alanının zayıf<br />

kalmasına, gerektiği biçimde gelişmemesine de<br />

neden olmuştur.<br />

Gecikmeye, yavaş ve çarpık gelişmeye etki eden<br />

faktörlerden önde gelenleri arasında (a) tarihsel<br />

olarak oluşmuş koşullar, (b) bu koşullarda ulus<br />

içi ve uluslar arası güç ve çıkar ilişkileri yapısı,<br />

(c) Türkiye’deki örgütlenme biçiminin, (d) örgüt<br />

kültürünün, (e) yönetim anlayışının ve (f) iletişim<br />

alanında profesyonelleşmenin doğası, (g) bilmeye<br />

ve bilgiye ilginin azlığı, (h) dışarıyı (kötü) taklit,<br />

(i) araştırma tasarımı ve yöntem bilgisinden<br />

yoksunluk, (j) dışarıdan gelen popülerleri<br />

kopyalarken, motive edici alternatif görüşlere<br />

ilgisizlik veya düşmanlık, (k) egemen akademik<br />

atmosfer ve güç ilişkilerinin geliştirici olma<br />

yerine engelleyici ve yanlış yöne yönlendirici<br />

olması gibi faktörler vardır.<br />

İletişim araştırmaları konusunda tüm bu<br />

olumsuzluklara rağmen, giderek artan farklı ve<br />

anlamlı birikimlere sahip araştırmacıların alana<br />

gösterdikleri artan ilgi ümit vericidir. Bu ilgiyle<br />

bazılarının küreselleşen dünya ve Türkiye<br />

koşullarında özgün ve bağımsız çalışma yapma<br />

gereğini hissetmeleri, iletişim araştırmalarının<br />

gelişmesine katkıda bulunacak önemli bir etken<br />

gibi görünmektedir.<br />

214


Kendimizi Sınayalım<br />

1. Aşağıda Türkiye’de iletişim araştırmalarının<br />

oluşmasında ciddi gecikmelerin olmasına neden<br />

olarak sunulanların hangisi yanlıştır?<br />

a. Şirketlerin bilgiye gereksinim duymaması<br />

b. Bilgi üretimi örgütlenmeleri yoksunluğu<br />

c. Ekonomik gelişmemişlik<br />

d. Kurumsallaşmada geri kalmışlık<br />

e. Tüketiciye özgür tercih sunma<br />

2. Aşağıdakilerden hangisi iletişim araştırma<br />

larının durumunun göstergesi değildir?<br />

a. Teknolojik araç üretimi<br />

b. Akademik ilgi<br />

c. Yöntem bilgisi<br />

d. İzleyici ilgisizliği<br />

e. Ulusal ve uluslararası koşullar<br />

3. Lasswell’in formülünden hareket eden araştırma<br />

grupları aşağıdekilerden hangisini içermez?<br />

a. Gönderenle ilgili araştırmalar<br />

b. Mesajla/iletiyle ilgili araştırmalar<br />

c. Geribesleme ile ilgili araştırmalar<br />

d. Araçla ilgili araştırmalar<br />

e. Alıcıyla/izleyiciyle ilgili araştırmalar<br />

4. İletişim araştırmalarının oluşumunda rol almayan<br />

alan aşağıdakilerden hangisidir?<br />

a. Sosyoloji<br />

b. İnternet<br />

c. Psikoloji<br />

d. Siyaset bilimi<br />

e. Retorik<br />

5. İletişim araştırmalarıyla ilgili olarak aşağıdakilerden<br />

hangisi yanlıştır?<br />

a. Başlangıç deneysel araştırmalarla olmuştur<br />

b. En çok “etki” üzerinde durulmaktadır<br />

c. Daha çok izleyiciler incelenir<br />

d. Alımlama izleyicinin aktifliğe dayanır<br />

e. Çoğulculuk araştırmada bireye odaklanır<br />

6. Türkiye’de iletişim araştırmasının gecikmesine<br />

neden aşağıdakilerden hangisi değildir?<br />

a. Okur yazarlık koşulu<br />

b. İletişim eğitiminin geç başlaması<br />

c. Teknolojik üretimin doğası<br />

d. Siyasal iktidarın karakteri<br />

e. Bilimsel bilmeye ilginin azlığı<br />

7. Türkiye’deki iletişim araştırmalarının yaygın<br />

özelliklerini aşağıdakilerden hangisi içermez?<br />

a. Yöntemlerin batı merkezli olması<br />

b. Özgün kuramlara dayanması<br />

c. Kitle iletişimine odaklanması<br />

d. Tasarım sorunları<br />

e. Yöntem bilgisinin eksikliği<br />

8. Aşağıdakilerin hangisi Türkiyede alternatif<br />

görüşlerle gelen araştırmaların özelliği değildir?<br />

a. Yavaş gelişmesi<br />

b. Marjinal seviyede olması<br />

c. Genellikle kontrollü alternatif olması<br />

d. Hepsinin Marxist olması<br />

e. Yöntem sorunlarının olması<br />

9. Aşağıdakilerden hangisi araştırmalarda yeni<br />

yönelim olarak nitelenmez?<br />

a. Post-yapısalcı incelemeler<br />

b. Post-modern incelemeler<br />

c. Ampirik alan araştırmaları<br />

d. Kültürel incelemeler<br />

e. İnternet ve bilgi toplumu konusu<br />

10. Aşağıdakilerden hangisi Türkiye’de iletişim<br />

araştırmalarının günümüzdeki durumunu<br />

yansıtmaz?<br />

a. Pozitivist ampirik araştırmaların yaygınlığı.<br />

b. Post-yapısalcı taklitçilik<br />

c. Post-modern taklitçilik<br />

d. Derleme kitap azlığı<br />

e. Tezlerde tasarım ve yöntem sorunları<br />

215


Kendimizi Sınayalım Yanıt<br />

Anahtarı<br />

1. e Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmasına<br />

Giden Bilgi Üretimi” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

2. d Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları: Gelişmesi ve Doğası” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

3. c Yanıtınız yanlış ise “Çalışma Alanları,<br />

Konuları ve Yönelimleri” başlıklı konuyu<br />

yeniden gözden geçiriniz.<br />

4. b Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları:<br />

Gelişmesi ve Doğası” başlıklı konuyu yeniden<br />

gözden geçiriniz.<br />

5. a Yanıtınız yanlış ise “Araştırma Tasarım ve<br />

Yöntem Bilgisi” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

6. a Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları: Gelişmesi ve Doğası” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

7. b Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları: Gelişmesi ve Doğası” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

8. d Yanıtınız yanlış ise “Alternatifler ve<br />

Kontrolü” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

9. c Yanıtınız yanlış ise “Araştırma Türleri,<br />

Alanları, Konular ve Yönelimler.” başlıklı<br />

konuyu yeniden gözden geçiriniz.<br />

10. d Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de Günümüzdeki<br />

Durum” başlıklı konuyu yeniden gözden<br />

geçiriniz.<br />

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı<br />

Sıra Sizde 1<br />

Gerekli eğitim, ekonomik ve siyasal yapılarının<br />

ve bilgi birikiminin olmaması.<br />

Sıra Sizde 2<br />

Teknolojik bilgi ve araç üretimi; uluslararası<br />

yapıda Türkiye’nin konumu; örgütsel yapılar.<br />

Sıra Sizde 3<br />

Nermin Abadan’ın 1961’deki “Cumhuriyet ve<br />

Ulus Gazeteleri Hakkında Muhteva Tahlili” ve<br />

1964’deki “Türkiye’nin Üç Büyük Şehrinde<br />

Radyo ile İlgili Halkoyu Yoklaması” yapıtı; 1960<br />

sonları ve 1970’lerde Aysel Aziz ve Oya<br />

Tokgöz’ün radyo ve televizyon izleme,<br />

reklamlar, kadın ve siyasal katılım gibi konuları<br />

içeren çalışmaları.<br />

Sıra Sizde 4<br />

Bilgi, ilgi, örgütlenme ve yönetim ile gelen<br />

olumsuz etkiler. Örgütlenme ve ilginin artması.<br />

Yararlanılan Kaynaklar<br />

Abadan, N. (1960). “Kütle Haberleşme<br />

Vasıtaları”, SBF Dergisi 15(1), 132-156.<br />

Abadan, N. (1964). “Türkiye’nin Üç Büyük<br />

Şehrinde Radyo ile İlgili Halkoyu Yoklaması”,<br />

SBF Dergisi 19 (3-4), 71-102.<br />

Abisel, N. (1982). “1928-1983 Dönemi<br />

Türkiye’sinde Sinema Üzerine Düşünceler”,<br />

Yıllık 1981. Ankara: A.Ü. BYYO Yayınları.<br />

Abisel, N. (2006). Türk Sineması Üzerine<br />

Yazılar. 2. Baskı. Ankara:Phonix.<br />

Adaklı, G. (2006). Türkiye’de Medya<br />

Endüstrisi, Neoliberalizm Çağında Mülkiyet<br />

ve Kontrol İlişkileri. Ankara: Ütopya.<br />

Alemdar, K. (2001) İletişim ve Tarih. Ankara:<br />

Ümit.<br />

Alemdar, K. (1981). Türkiye’de Çağdaş<br />

Haberleşmenin Tarihsel Kökenleri. Ankara:<br />

AİTİA.<br />

Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (1998). “İletişim”,<br />

Cumhuriyet Döneminde Türkiye'de Bilim:<br />

Sosyal Bilimler II. Ankara: TÜBA, 1-10.<br />

216


Aziz, A. (2006). Dünyada ve Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları, Kültür ve İletişim, 9(1), 9-31.<br />

Baltacıoğlu. İ. H. (1937). Kiliseci, Büyücü ve<br />

Emperyalist Filmler. Yeni Adam, 1937, S. 198,<br />

G. 2.<br />

Başaran, F. (2000). İletişim ve Emperyalizm:<br />

Türkiye'de Telekomünikasyonun Ekonomi-<br />

Politikaları, Ankara: Utopya.<br />

Bilgili, C. ve Uslu, Z. K. (2011). Kültürlerarası<br />

İletişim, Çokkültürlülük. İstanbul: Beta.<br />

Bogard, W. (1996). The Simulation of<br />

Surveillance. Hypercontrol in Telematic<br />

Societies. Cambridge, England: Cambridge<br />

University Press.<br />

Childe, V. G. (1967/1974). What Happened in<br />

History. NY: Pelican Books.<br />

Dağdaş, E. ve Özer, Ö. (2011). Popüler<br />

Kültürün Hakimiyeti. İstanbul: Litera Türk.<br />

Drahos, P. ve Braithwaite, J. (2003).<br />

Information Feudalism: Who Owns the<br />

Knowledge Economy? London: Eartscan.<br />

Dursun, Ç. (2004). “Türkiye’de Haber ve<br />

Habercilik Çalışmalarının Genel Bir<br />

Değerlendirilmesi (1980-2003)”, Haber Hakikat<br />

ve İktidar İlişkisi. Der: Çiler Dursun. Ankara:<br />

Elips.<br />

Erdoğan, İ. (1995). Uluslararası İletişim.<br />

İstanbul: Kaynak.<br />

Erdoğan, İ. (1997). İletişim, Egemenlik ve<br />

Mücadeleye Giriş. Ankara: İmge.<br />

Erdoğan, İ. (2000) Kapitalizm, Kalkınma,<br />

Postmodernizm ve İletişim. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (2001). “Sosyal Bilimlerde Pozitivist-<br />

Ampirik Akademik Araştırmaların Tasarım ve<br />

Yöntem Sorunları”, Anatolia: Turizm<br />

Araştırmaları Dergisi 12, 17-34.<br />

Erdoğan, İ. (2001a). “Popüler Kültürde Gasp ve<br />

Popülerin Gayrimeşruluğu”. Doğu Batı 15(2),<br />

65-106.<br />

Erdoğan, İ. (2005/2011). İletişimi Anlamak.<br />

Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (2007). “Temel Bilgiler: Eleştirel<br />

Yaklaşımlarda İletişim Anlayışı”, İletişim<br />

Kuram ve Araştırma Dergisi 24, 153-198.<br />

Erdoğan, İ. (2007a). “Temel Bilgiler: Eleştirel<br />

Yaklaşımlarda İletişim Anlayışı”, İletişim<br />

Kuram ve Araştırma Dergisi, 25, 153-198.<br />

Erdoğan, İ. (2007b). “Karl Marx, İnsan, toplum<br />

ve iletişim”, İletişim Kuram ve Araştırma<br />

Dergisi 25, 199-228.<br />

Erdoğan, İ. (2007c). “Siyasal Ekonomi ve<br />

Kültürel İncelemeler Çatışması”, İletişim<br />

Kuram ve Araştırma Dergisi 25, 267-280.<br />

Erdoğan, İ. (2008). Ampirik Araştırmada<br />

Sorunlar: TRT ve RTÜK Kamuoyu<br />

Araştırmaları üzerine bir inceleme. Ankara:<br />

G.Ü.İ.F.<br />

Erdoğan, İ. (2012). Pozitivist Metodoloji ve<br />

Ötesi: Bilimsel Araştırma Tasarımı,<br />

İstatistiksel Yöntemler, Analiz ve Yorum.<br />

Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. (2012b). “Missing Marx: The Place<br />

of Marx in Current Communication Research and<br />

the Place of Communication in Marx’s Work”,<br />

TripleC 10(2), 349-391.<br />

Erdoğan, İ. ve P. B. Solmaz (2005). Sinema ve<br />

Müzik. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki<br />

Kuram. Ankara: Erk.<br />

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2012b). Kültür ve<br />

İletişim. Ankara: Erk.<br />

Frey, F. (1963). “Political Development, power,<br />

and communication in Turkey”, Communication<br />

and Political Development. Ed: L. Pye. NJ:<br />

Princeton University Press.<br />

Geray, H. (2003). İletişim ve Teknoloji: Uluslar<br />

arası Birikim Düzeninde Yeni Medya<br />

Politikaları. Ankara: Utopya.<br />

Girgin, A. (2007) Uluslararası İletişim.<br />

İstanbul: Der.<br />

Gunaratne, S. A. (2010) “De-Westernizing<br />

communication/social science research:<br />

opportunities and limitations”, Media Culture<br />

Society 32, 473-500.<br />

Hardt, H. (1997). “Beyond Cultural Studies -<br />

Recovering the 'Political' in Critical<br />

Communications Studies”, Journal of<br />

Communication Inquiry 21(2), 70-79.<br />

Haye, Yves de la (1980). Marx and Engels on<br />

The Means of Communication. Paris:<br />

International general.<br />

217


Kağıtçıbaşı, Ç. (1970). “Türkiye’de Sosyal-<br />

Psikolojik Araştırmaların Genel Görünümü,<br />

Gruplanması ve Bazı Problem Sahaları”,<br />

Türkiye’de Sosyal Araştırmaların Gelişmesi.<br />

Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Türk<br />

Sosyal bilimler Derneği Seminerinde sunulan<br />

bildiriler, 23-25Şubat 1970. Ankara: Hacettepe<br />

Üniversitesi Yayınları D-11.<br />

Kamhawi, R. and D. Weaver (2003). “Mass<br />

Communication Research Trends From 1980 to<br />

1999”, Journalism & Mass Communication<br />

Quarterly 80 (1), 7-27, 7.<br />

Kayalı, K. (2005). Türk Sineması<br />

Çalışmalarının Ulaştığı Düzey Konusunda<br />

Genel Bir Değerlendirme Denemesi. Türkiye'de<br />

İletişim Araştırmaları Sempozyumu, Ankara<br />

Üniversitesi İletişim Fakültesi, 20-21 Ekim 2005.<br />

Kellner, D. (1995) Media Culture. Cultural<br />

studies, identity and politics between the<br />

modern and the postmodern. London; New<br />

York: Routledge.<br />

Kıray, M. (1970). “Sosyal Değişme ve Sosyal<br />

Bilimler”, Türkiye’de Sosyal Araştırmaların<br />

Gelişmesi. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve<br />

Türk Sosyal bilimler Derneği Seminerinde<br />

sunulan bildiriler, 23-25 Şubat 1970. Ankara:<br />

Hacettepe Üniversitesi Yayınları D-11.<br />

Kongar, E. (1970). “Araştırılacak Konu ve<br />

Sorunlarda Öncelikler. İçinde: Türkiye’de Sosyal<br />

Araştırmaların Gelişmesi”, Hacettepe Nüfus<br />

Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal bilimler<br />

Derneği Seminerinde sunulan bildiriler, 23-25<br />

Şubat 1970. Ankara: Hacettepe Üniversitesi<br />

Yayınları D-11.<br />

McNeely, I. ve Wolverton, L. (2008). Reinven<br />

ting Knowledge: from Alexandrea to İnternet.<br />

New York: W.W.Norton &Company<br />

Mosco, V. (1996). The Political Economy of<br />

Communication: Rethinking & Renewal.<br />

Thousand Oaks, CA: Sage.<br />

Oskay, Ü. (1982) Müzik ve Yabancılaşma.<br />

Ankara: Dost.<br />

Oskay, Ü. (1968). “Azgelişmiş Ülkelerde Deği<br />

şim ve Haberleşme”, Ankara üniversitesi Siya<br />

sal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 238 (2), 239-284.<br />

Özbek, M. (2010). Popüler Kültür ve Orhan<br />

Gencebay Arabeski. 9. Baskı. İstanbul: İletişim<br />

Yayınları.<br />

Özer, Ö. (2011). Haber Söylem İdeoloji. İstan<br />

bul: Litera Türk.<br />

Özer, Ö. (2012). Haberi Eleştirmek. İstanbul:<br />

Litera Türk.<br />

Öztürk, S. (2008). Türkiye’de İletişim<br />

Düşüncesinin Kökenleri. Ankara: G. Ü. İletişim<br />

Fakültesi 40. Yıl Kitaplığı No:15.<br />

Öztürk, S. R (2012). “Türkiye'de Sinema”,<br />

1920'den Günümüze Türkiye'de Toplumsal<br />

Yapı ve Değişim. Der: F. Alpkaya ve B. Duru.<br />

Ankara: Phoenix.<br />

Payaslıoğlu, A. T. (1970). “Türkiye’de Sosyal<br />

Araştırma Sorunları ve Çözüm yolları üzerinde<br />

bazı Düşünceler”, Türkiye’de Sosyal<br />

Araştırmaların Gelişmesi. Hacettepe Nüfus<br />

Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal bilimler<br />

Derneği Seminerinde sunulan bildiriler, 23-25<br />

Şubat 1970. Ankara: Hacettepe Üniversitesi<br />

Yayınları D-11.<br />

Poster, M. (1990) The Mode of Information.<br />

Poststructuralism and Social Context.<br />

Chicago: The University of Chicago Press.<br />

Sarı, E. (2005). İletişim Çalışmaları Alanında<br />

Dergicilik: İletişim Fakültelerinde Çıkan<br />

Dergiler Üzerine Bir Değerlendirme.<br />

Türkiye'de İletişim Araştırmaları<br />

Sempozyumu, Ankara Üniversitesi İletişim<br />

Fakültesi, 20-21 Ekim 2005.<br />

Selçuk, A. (2005). Dil-Kültür Bağlamında<br />

Kültürlerarası İletişim. Konya: Çizgi Kitapevi.<br />

Shaw, D. L., Hamm, B. J. ve Knott, D. L. (2000).<br />

“Technological Change, Agenda Challenge and<br />

Social Melding: Mass Media Studies and the<br />

Four Ages of Place, Class, Mass and Space”,<br />

Journalism Studies 1 (1), 57–79.<br />

Siebert, F. et al. (1956). Four theories of the<br />

Press. Urbana, ILL: University of Illinois Press.<br />

Simpson, C. (1994). Science of Coercion:<br />

Communication Research and Psychological<br />

Warfare 1945-1960. New York: Oxford.<br />

Soydaş, A. U. (2010). Kültürlerarası İletişim.<br />

İstanbul: Parşömen Yayınları.<br />

Sungur, S. (2007). “Marksist Düşünce<br />

Sisteminde Kitle Kültürü ve Televizyonda<br />

Yayınlanan Çizgi Filmlerin İdeolojik İşlevlerine<br />

Bir Bakış”, İstanbul Üniversitesi İletişim<br />

Fakültesi Dergisi, 2007,(30),125-140.<br />

Tokgöz, O. (2006). “Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmalarında İletişim Eğitiminin Rolü ve<br />

Önemi”, Küresel İletişim Dergisi 1, 1-12.<br />

218


Tokgöz, O. (2000). “Türkiye’de İletişim<br />

Araştırmaları Nereden Nereye?”, Kültür ve<br />

İletişim, 3(2),12-30.<br />

Tokgöz, O. (1972). “Haber Toplayan ve Satan<br />

Kuruluşlar: Haber Ajansları”, Siyasal Bilgiler<br />

Fakültesi Dergisi, (17)2, 143-157.<br />

Tutal, N. (2006) Küreselleşme İletişim<br />

Kültürlerarasılık. İstanbul: Kırmızı.<br />

Tutal Chevron, N. (2005). Popüler Kültür<br />

Araştırmaları : Batı’nın Kavramları Yerelin<br />

Olguları. Türkiye'de İletişim Araştırmaları<br />

Sempozyumu, Ankara Üniversitesi İletişim<br />

Fakültesi, 20-21 Ekim 2005.<br />

Türkoğlu, N. (2009). “Medya ve İletişim<br />

Çalışmalarının İçerisi-Dışarısı”, Methodos:<br />

Kuram ve Yöntem Kenarından. Der: D.<br />

Hattatoğlu ve G. Ertuğrul. İstanbul: Anahtar.<br />

Turkle, S. (1995). Life on the Screen. Identity<br />

in the Age of the Internet. New York:<br />

Touchstone.<br />

Uluç, G. (2003). Küreselleşen Medya: İktidar<br />

ve Mücadele Alanı. Ankara: Anahtar.<br />

Uslu, Z. K. (2009). Bilinç Endüstrisinin İktidar<br />

ve Siyaset Pratikleri. İstanbul: Beta.<br />

Üşür, İ. (1997). Ma'lumat Toplumu Ya Da<br />

Buharlaşan Herşey Katılaşıyor. Türk-İş Yıllığı,<br />

293-320.<br />

Uzun, R. (2007). “İstihdam sorunu bağlamında<br />

Türkiye’de iletişim eğitimi ve öğrenci<br />

yerleştirme”, İletişim Kuram ve Araştırma<br />

Dergisi 25, 117-134.<br />

Williams, R. (1977). Marxism and Literature.<br />

Oxford: Oxford University Press.<br />

İnternet Kaynakları<br />

Cunningham, C. (1998). “Cultural Studies and<br />

the Politics of Knowledge Production”,<br />

http://lectures.eserver.org/1003<br />

İnal, A. (2005). http://ilef.ankara.edu.tr/goru<br />

num/2005/12/iletisim-arastirmalari-etkinplatform-arayisinda/<br />

Malott, C. (2009). “The Evolution of Knowledge<br />

Production in Capitalist Society”, http://radical<br />

notes.com/content/view/89/39/<br />

Tezcek, Ö. (2007). “1980 sonrasında Türkiye’de<br />

bilgi üretiminin kurumsal değişimi: tepav<br />

örneği”,<br />

http://www.kongrekaraburun.org/gecmis_kongrel<br />

er/2007/ozetler/C1_2.pdf<br />

219

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!