21.01.2018 Views

Melul-Pasa-Sayi1-Orginal

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Çanakkale’den<br />

Cumhuriyet’e<br />

Mektup<br />

Stalin<br />

ve<br />

Milli Şef<br />

Abdülhamid<br />

ve<br />

2500 yıllık<br />

Üst Akıl<br />

Bir<br />

Adam<br />

...<br />

mel l pasa .<br />

kurbanlık dergi sayı: 1<br />

hangi çocukların<br />

torunlarıyız ?<br />

“ Dikkat edin,<br />

yüreğinize batmasın,<br />

her taraf düş kırıklığı. ”


İnsanoğlu, fıtratında var ne yapsın? Kendinden daha güçlü olana, kurban sunmak<br />

ister. Kurban sözü;<br />

Arapça bir kelime olup, (K-R-B) kökündendir. Lûgatta “Manen yaklaşmak, yakın olmak”<br />

anlamındadır.<br />

Her insan bu duygusunu içinden sökemez. H.z. İbrahim Aleyhisselam, oğlunu kurban<br />

etmekle sınandığında, Rabbimiz merhametinden ve rahmetinden bizleri nasiplendirip,<br />

yaradılışının gayesinin farkında bir teslimiyet halinde olan, toynağından kemiğine kadar<br />

insanoğluna faydalı, koyun hayvanının erkeği olan ‘koç’u göndermesinde nasıl bir manâ<br />

vardır?<br />

Peki, bu gün? Oğullarımızı, kızlarımızı, mallarımızı kime kurban ediyoruz?<br />

Farkında olmadan, gencecik yaşlarda, bırakıp dünya haline, kurban edilen çocuk<br />

ve genç nesilleri görmezden mi geleceğiz? Küffar zihniyetlerin egemenliklerine teslim<br />

ettiğimiz evlatlarımızın, nefeslerinin kesileceği günü bekliyoruz ve bu durumun farkında<br />

değiliz. Ta ki güçlenip, karşımıza dikilip, bizimle çatıştıkları ilk güne kadar.<br />

Önce yalnızlaştırdığımız sonra yalnızlıklarını hiç anlamadığımız nesillerimizle daha ne<br />

kadar çatışacağız?<br />

Kime kurban olduğumuzu bilmeden!<br />

mel l pasa .<br />

posta@melulpasa.com<br />

twitter.com/melulpasa<br />

www.facebook.com/pages/<strong>Melul</strong>pasa/1699707866922743 plus.google.com/103115760838237744381 www.youtube.com/channel/UCZZGmhjlDSuYYat6rBLxrPg<br />

www.melulpasa.com<br />

Fırat Tek<br />

Özhan Kürkçü


4<br />

5<br />

Bu sayımızda<br />

neler var ?<br />

9<br />

15<br />

23<br />

1933<br />

1928<br />

1884 - 1885<br />

hangi çocuklarin<br />

torunlariyiz ?...<br />

11<br />

12<br />

Berlin Batı Afrika<br />

Konfenransı<br />

Bir<br />

adam<br />

...<br />

21<br />

3<br />

Yorgun İnsana ithaf<br />

tavsiyeler ...<br />

“-mış”<br />

gibi yapmak<br />

ve<br />

yaşamak<br />

Bir<br />

bilinmez<br />

diyar 13<br />

“ Çanakkale ”<br />

6<br />

Kanun olmuş<br />

adama ithaf<br />

14<br />

Stalin<br />

ve<br />

değmesin yağlı foya<br />

Milli Şef<br />

16 “Cüneyt Özdemir”<br />

Abdülhamid<br />

ve<br />

2500 yıllık<br />

Üst Akıl<br />

20<br />

17<br />

Bolşevik Rusya<br />

Fotoğrafları<br />

18<br />

7<br />

1933<br />

Neriman<br />

Nerimanov<br />

ve Mektupları<br />

Soluk Benizli<br />

İnsana İthaf<br />

24<br />

Hele söyle hele<br />

Aslında sen kimsin<br />

Emenike !… 31<br />

33<br />

TÜRK FUTBOLU<br />

NE ZAMAN<br />

BAŞKA<br />

OLUR 32<br />

“Ergin ATAMAN”<br />

Sultanlar’dan Acem’e<br />

MEKTUP<br />

25<br />

KİTAP<br />

30<br />

Zerdüşt pers diyarından,<br />

Şii acem diyarına uzanan<br />

zaman…<br />

1890 - 1910 Zanzibar<br />

ALTYAPI<br />

DAYAK<br />

ve<br />

Futbolda<br />

Marka<br />

35<br />

26<br />

29<br />

1983 - 1931<br />

IRAN 27<br />

Bolşevik Yatağında<br />

HDP Siyaseti...<br />

Bir<br />

Zamanlar<br />

Ceddimiz ...<br />

37<br />

28<br />

www.melulpasa.com


kapak konusu<br />

hangi çocuklarin torunlariyiz ?...<br />

“10 yılda 4 büyük savaş geçirmiş bir milletin çocukları.”<br />

3<br />

Babalarını ilkinde kaybetmedilerse,<br />

diğer üçünden birinde kaybettiler.<br />

Öğretmenleri ve abileri Çanakkale’de,<br />

dedeleri Balkan Harbin’de değilse<br />

Kurtuluş Savaşında şehit oldu.<br />

Anneleri ya tarlada çalıştı ya da<br />

cepheye cephane taşıdı. Allah ve islam<br />

için cihad ediyorlardı. Onlar, Osmanlı<br />

tebasının sadık halkı, Cumhuriyetin<br />

öksüz ve yetim çocukları.<br />

Neden bunları yaşadığını hiç<br />

anlatmayacak, anlatamayacak<br />

çocuklar onlar. Küçük yaşlarında<br />

ihtiyarlamış, yapısal bozuklukların<br />

pençesine düşmüş. Günde bir<br />

öğünden, her gün aynı aşa talim,<br />

bazı geceler aç uykulara alışkın<br />

çocuklar.<br />

Torunları olduğumuz kahramanlar<br />

şehadet şerbetinden tatmaya<br />

nail olmuşlarsa da çocukları ve<br />

gelecekleri belirsizliğe mahküm<br />

olmuş ebeveynlerin çocukları onlar.<br />

Bildiniz mi?<br />

mel l pasa .


“-mış” gibi yapmak<br />

ve<br />

yaşamak<br />

Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum<br />

Görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta<br />

Siparişi yargıcılar tarafından verilmiş<br />

Bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya<br />

İsmet Özel<br />

Bizler malumunuz olduğu üzere, şekilcilik ve gösteriş üzerine<br />

kurulmuş hayatlarımızı idame ettirmeyi pek severiz. Öyleymiş gibi<br />

olmak ama hiç öyle olamamak. O kadar çok çeşitli “öyleymişiz<br />

gibi”, “kanka çek hadi haberim yokmuş gibi” hallerimiz vardır<br />

ki bazen gerçekten kim olduğumuzu unutup kimlik bunalımına<br />

girdiğimiz dahi olagelmiştir. Biliyormuş gibi, seviyormuş gibi,<br />

anlıyormuş gibi, dinliyormuş gibi, konuşuyormuşuz gibi, hayat<br />

okulundan sınıf atlayarak ufak yaşlarda birincilikle mezun olmuş gibi,<br />

zevk duyuyormuş gibi, idealist bir dava sahibiymiş gibi, inanıyormuş<br />

gibi ve bir şey başarmışız gibi…<br />

Anlayacağınız, “gibi oğlu gibi” bir hayatın tahakkümünde yuvarlanıp<br />

gidiyoruz. Çünkü “mış” gibi yapmak gerçekten o olabilmekten çok<br />

daha kolay bir davranış. İşte bu davranış; biz bireylerden toplumumuza,<br />

toplumdan tüzel ve özel kişiliklere, oradan her türlü beşeri organizasyona<br />

sirayet eden ve bizi biz olmaktan çıkaran bir davranıştır.<br />

“mış” gibi yapmak, kandırmaktır, yani basbayağı yalandır. Elbet her<br />

yalanın kurdu başkadır, bunun için çoban olmaya veya yatsıyı bile beklemeye<br />

gerek yoktur. Sonra gün gelir bir bakmışsınız birileri bize “mış” gibi davranmış<br />

ve apışıp kalmışızdır.<br />

Örneğin inanmış gibi görünmüşseniz görmek isterler, zevk almış<br />

görünüyorsanız karşılık beklerler, dava sahibi olduğunuza inandırmışsanız “hadi<br />

o zaman feda et” derler, hayat okulundan mezunsanız belge isterler. Kısaca<br />

olmadığımız bir çok kalıba girmek zorunda kalır, hem kendimizi hem karşımızdakileri<br />

derin mutsuzluklara iteriz. “mış” gibi yaptıkça tatlı bir batağa hissetmeden saplanır<br />

ve batmaya başlarız. Hakikatimizi kabul edilip eyleme geçmeden asla ayağa kalkıp<br />

doğrulamayız.<br />

Dergi olarak amaçlarımızdan bir tanesi, hayatlarımızın “-mış” gibi satıhlarına<br />

elimizden geldiği kadar beraberce projeksiyon tutmak olacaktır.<br />

mel l pasa .<br />

4


5<br />

Ah, Çanakkale...<br />

‘Tarihe sığmaz’ demiş ya şair<br />

Şair işte coşmuş yüreği dur otur dinler mi<br />

Tarih dediğinde yiğitlik mütevelli<br />

Ne evlad-ı vatanlar ne kınalı kuzular<br />

Cihad ettiler kafirin üstüne<br />

Yiğitlik az kalır onları tarifte<br />

Ne goncalar, ne ocaklar, ne mektepler<br />

söndü gitti<br />

Her birinin seneyi devriyesinde<br />

kahramanlığı ibretti<br />

Bir bilseydik tek dertleri namus ve iman<br />

O vakit anlardık kim hain, kim kahraman.<br />

Anlamaya yeter mi<br />

bir gün, bir ay, bir yıl<br />

Çanakkale’de olan biteni<br />

Anmalar, ağlamalar<br />

Bu işin gizli tertibi<br />

“Biz onların çiçeklerini kopardık” diyor ya o<br />

küffar zorba<br />

Yaramaz bir çocuk edasıyla dönmüş de<br />

yüzünü cihana<br />

İşte sen var buradan çık yola<br />

Sonra var Balkan’a, Acem’e, Doğu’ya<br />

Sonuncusu tam Anadolu’da...<br />

Unutma...!<br />

Nasıl bir Tarih’in torunusun, diyor ya şair<br />

“sakın”<br />

Unutma hangi oyunun kuzusu oldun<br />

Hangi koyunun kurdusun?<br />

Vatan sağ olsun!<br />

özhan


Çanakkale’den,<br />

Cumhuriyet’e<br />

Mektup<br />

Ey ağalar, kıymetli beyler ve paşalar! Bilir<br />

misiniz, niçin oluk oluk kan akıttık toprağa. Bilir<br />

misiniz, niçin dönüştürdük deryaların maviliğini<br />

kırmızılara. Bilir misiniz, niçin daha on beşimize<br />

gelmeden ve hatta bazılarımız çocukluğumuzu<br />

bile görmeden akın akın düştü toprağa. Ve bilir<br />

misiniz, tevhid ve tekbir sesleri niye yankılandı o<br />

karanlık semalarda. Sahi biz kimdik bilir misiniz?<br />

Biz, İslamiyet’in son ve en güçlü kalesi, hilafetin<br />

merkezi, dini Mübin topraklarda halifelik kaldırılsın<br />

diye mi şehadet şerbeti içtik sanırsınız.<br />

Biz, İslam’ın göz bebeği topraklarda ‘Bolşevikprotestan’<br />

bir rejim halkı tüketsin diye mi toprağa<br />

düştük sanırsınız.<br />

Biz, harf inkılabı yapılsın, Furkan ayaklar altına<br />

alınsın diye mi şehadet şerbeti içtik sanırsınız.<br />

Biz, “bu ezanlar ki dinin temeli, ebedi yurdumun<br />

üstünde inlemeli” boşa çıksın, minarelerde ‘Tanrı<br />

Uludur’ sesleri yankılansın diye mi toprağa düştük<br />

sanırsınız.<br />

Biz, türlü keferenin, mavzerin ve ihanetin<br />

deviremediği sinemizi altı ok delip geçsin diye mi<br />

şehadet şerbeti içtik sanırsınız.<br />

Biz, devletimiz dinsiz ve abdestsiz oturumlarla<br />

kendini çürütsün diye mi toprağa düştük sanırsınız.<br />

Biz, bize ve bizden önceki ecdadımıza küfürler<br />

savurasınız diye mi şehadet şerbeti içtik sanırsınız.<br />

Biz, kanlarımızla sularken şehit fışkıracak<br />

toprakları, yeşertmeye çalışırken kurumuş<br />

çınarımızı, o çınarın dallarında alimler ve halkımız<br />

asılsın diye mi toprağa düştük sanırsınız.<br />

Biz, bütün Müslüman Alemini ve diğer mazlum<br />

milletleri boynu bükük, kimsesiz, sahipsiz<br />

bırakasınız diye mi toprağı vatan yaptık sanırsınız.<br />

Sahi siz ne sanırsınız?<br />

mel l pasa .<br />

6


7


1933 Bursa’nın bir köyü. Öğrenciler<br />

jimnastik taliminde.<br />

Lubinski çiftinin çekmek üzere<br />

olduğu fotoğrafa poz veriyorlar.<br />

Kimi gözler meraklı, kimi gözler<br />

şaşkın bazısı hafif haylaz.<br />

Hem İmam hem öğretmen hem jimnastikçi. Milli Şef’in Türkiye’si nasıl bir<br />

yer ola ki?<br />

Öğretimde yaşanan tahrifatlar böylesi mesnetsiz uygulamalarla kapatılmaya<br />

çalışılıyor. Devir Milli Şefin at koşturduğu ama henüz şef olmadığı devirdir.<br />

O günlerden evvel katledilmiş alimlerin yokluğu, her yaştan Müslüman’ın<br />

yüreğinde kanayan bir yara. Öyle ki gelecek yıllarda sadece bununla<br />

yetinilmeyeceğinin bir habercisi gibi, fotoğraftaki bu eller havaya hali.<br />

Her şey bir tarafa, halkı sekülerleştirmeye çalışan ve adına laiklik diyen<br />

sistemin öğretmen tercihlerinde neden İmam’ları kullandığını sormadan<br />

edemiyor insan. Hani siz devlet işleri ile din işlerini ayırmıştınız? Bahaneler<br />

bitmez ama kadro yokluğuna mı itibar edelim? Kadron yoksa, hazırlığın<br />

tam değilse neden düştün yollara? Diye sormazlar mı? Sormamışlar belli.<br />

Yahut soranların akibeti belliki, hiç birinden tek bir haber yok.<br />

Hem imam hem öğretmen hem jimnastikçi. Ezan elden gideli 1 yıl, halifelik<br />

elden gideli neredeyse 10 yıl olmuş.<br />

Olsun... Ne de olsa 11 yıldır “Padişahım çok yaşa” demiyorlar... Ne kadar<br />

büyük bahtiyarlık (!). Peki artık ne diyorlar ?...<br />

Hurrraaaa! Hurrraaa! Gazi Paşa çok yaşa...! Gazi Paşa çok yaşa...!<br />

mel l pasa .<br />

8


9


10<br />

1944 Radyoda Jimnastik Saati<br />

Fotoğraf Maynard Owen Williams.<br />

Milli Şef’in Türkiyesi pek büyümüş ve gelişmiş.<br />

Artık jimnastik radyoda ama kimbilir hangi halka...<br />

Memlekette, orta çağ feodalite zamanlarını anımsatan varlık vergisi zamanları.<br />

Anadolu çığlıklarda.<br />

Şefimizin derdinden verem olmuş, kan kusan topraklar.<br />

46 dönemecinde şarampole yuvarlanmaya çeyrek var.<br />

mel<br />

l pasa .


11<br />

yorgun insana ithaf<br />

Bir adam vardı<br />

muğlak ve zalimdi zaman<br />

başka bakardı o adam<br />

başka bakardı dünyaya<br />

yetmedi kimsenin yüreği<br />

onu tarihle yargılamaya<br />

ülkesi hep sonradan anladı<br />

toprakları ağladıkça ağladı<br />

yumruğunu masaya vurmadan<br />

öyle sessiz elbet duramazdı<br />

mütemerrid bir gecede<br />

yine özgürlük diye haykırdı<br />

postal yalayıcıları<br />

bronz heykel tapıcıları<br />

ekseriyeti ne idiğü belirsiz sanatlar<br />

hemen üzerine atladı<br />

anıran<br />

uluyan<br />

homurdanan<br />

kim varsa hücum başlattı<br />

hepsi küflü vücudun tenyaları<br />

tabak çanak ve çatal bıçak<br />

her biri salyalı<br />

kaya gibi kaldı<br />

ayak takımının pusularına karşı<br />

“siper et gövdeni<br />

dursun bu hayasızca akın” diye<br />

akif olan usulca fısıldadı.<br />

yine yüreği daralmıştı adamın<br />

gözyaşlarını hatırladı<br />

felaketler geçirmiş anasının<br />

bir sabah ansızın başladı son sürgün<br />

sindi titrek köşelerine dost yürekler<br />

suhre marşlar söyler oynak diller<br />

çıkmadı gitme kal diyen<br />

gitme kal<br />

vakit henüz çok erken<br />

bu yeni topraklar<br />

bu yeni yüzler<br />

itikadınca hamd olsundu<br />

fakat yürek bir türlü durmuyordu<br />

Direşkendi<br />

kabul etmiyordu<br />

içine sindiremiyordu<br />

ezansız bu toprakları<br />

yine bir başınaydı<br />

bu sefer ki başka<br />

çok başkaydı<br />

ve an geldi<br />

durdu zaman<br />

durdu o direşken yürek<br />

ve düştü kefere topraklara<br />

hasretler içinde iç çekerek<br />

fırat


mel l pasa . 12<br />

Bir adam…<br />

Giderken bir ülke bırakmıştın ardında. Ardında<br />

enkaz, metruk mahal. Ardında kocaman meşum<br />

kafalar. O gece senin üstüne üstelik zevcenin<br />

gözü önünde, çullanan ve anıran kim varsa, şimdi<br />

hepsi zavallılar. Tasalanma yiyip tükettikleri artık<br />

sadece kendi fışkıları. Yine de anlayacağın kendi<br />

kendilerinin kurdu olsalar da hala varlar. Fakat<br />

hamdolsun dediğimiz gibi sadece kendi mütecaviz<br />

ruhlarına zararlar. Hem biliyor musun senden sonra<br />

ne oldu? Devlet uykusundan uyandı, abdestini aldı ve sokağa çıktı.<br />

Bir uzun adam vardı hani sen de bilirsin hani muhtar bile olamazdı.<br />

Muhtar olamadı ama devletin reisi oldu. Seni hep yad etti, sana<br />

ve halka saldıranları bir bir yerle yeknesak etti. O anıranlar kanıra<br />

kanıra gerçek devletle tanışırken görmeliydin. Paraleller, arkadan<br />

dolananlar ve türlü yardakçıları kim varsa, yani anlayacağın eski<br />

düzen asalakları, sindikleri sıcak sahillerinden yada okyanusun öte<br />

yakasından bakakaldılar. Kalem, cüppe ve postal, devlet hepsini<br />

terbiye etmeye başladı. Devletimiz yüzyıl sonra yavaş yavaş bile<br />

olsa halkının yanındaydı. Diğer kıtalarda mazlum kim varsa eskisi<br />

gibi gözümüzün içine bakmaya başladı. Zalimler tedirgin ama tahmin<br />

edersin ki bir o kadar oynaktı.<br />

Evet Ahmet Ağabey katarlar gelip geçerken<br />

gecelerden gündüzlere, dünyada eksen<br />

kayıyor, kartlar yeniden karılıyor. Acaba diyoruz<br />

kapanacak mı, dikiş tutacak mı yüzyıldır kanayan<br />

yaralar. Olsaydın sen ne derdin, bir şey söyler<br />

miydin çapulcu takımlarına. Ne anlatırdın solculuk<br />

oynayıp publarda devrim yapan arkadaşlara.<br />

Biliriz illaki bir şey söylerdin Ahmet Usta. Tarihin<br />

derinliklerinden ve de en dertlisinden bir şey…


Bir bilinmez diyar…<br />

Uyumak masal<br />

Masal dediğin bilyeli sapandır onlara<br />

Ninni gibi gelir masalların çığlıkları<br />

Sapmış ve şaşırmış halklara<br />

13<br />

Yuvası enkaz<br />

Okulları enkaz<br />

Hayalleri enkaz hanzala<br />

Mavzer soğukluğunda titrerken henüz kaç yıllık bedeni<br />

Her uyku ertesi<br />

Ne yönde şarapnel hiç bilebilir mi<br />

Bir sapan<br />

Bir taş<br />

Kendini siper etse hanzala<br />

Dönse sırtını iradesiz dünyaya<br />

Yüz yılların hücumuna karşı hiç durabilir mi<br />

Her uyku ertesi<br />

Şimdi hangi yana düşecek kendisi<br />

Feri kızıl karası bir çift göz<br />

Fakat sıcaklığı hala saklı<br />

Kaldırıyor her seferinde başını yerden<br />

Çeşm-i siyahıyla bakıyor dünyaya kendi bulunduğu<br />

yerden<br />

Söylüyor söyleyeceğini büyük küçük demeden<br />

“askercilik oynamasak”<br />

“ biz hep yeniliyoruz”<br />

“polisçilik te olmaz”<br />

“zindanlara hep biz düşüyoruz”<br />

“devletçilik de istemeyiz”<br />

“zaten devlet nedir bilmiyoruz”<br />

“evcilik hiç olmaz”<br />

“çünkü hep büyümeden ölüyoruz”<br />

“paylaştırılırken sömürülen hayatlarımız”<br />

“bize de bizden pay istiyoruz”<br />

Suskunluğuyla sağır eden sömürgenlere<br />

Son olarak iki soru soruyor hanzala<br />

Nerede yerle gök arasındaki ulak<br />

Nerede insan denen mahlukat<br />

Hain işbirlikçi dünya mütevelli heyeti<br />

Farkındalar mı<br />

Görüyorlar mı<br />

Ne gam<br />

Man kafadır bunların erdemi<br />

Yegane düşmanları dost bildikleri<br />

Her oturumlarıyla mideler kalkar<br />

Ne de yapmacıktır dertleri<br />

Güldürürler heyetlerine alemleri<br />

Ama tebessüm dahi etmez hanzala<br />

İnanmaz harici gazellerin safsatasına<br />

Dost bellenmiş düşman<br />

İkinci oğulu yoldan çıkaran<br />

Kardeşi hep kardeşe kıydıran<br />

Yaver edinilmiş düşman<br />

Adem’i gurbetlere salan<br />

Gezegene köşe bucak yasak meyveler satan<br />

Herkesle ihtilaf<br />

Herkesle ittifak<br />

Bu nasıl bir düşman<br />

Kimliği kendinden menkul<br />

Yeryüzünün kanını donduran<br />

Dönmeyesin yüzünü hanzala<br />

Daha vakit var<br />

Zaten dönersen yüzünü<br />

Anlaşılacak sırat ne kadar dar<br />

Susturulmuştur dünya<br />

Susturulmuştur insan<br />

Unutulan hatırlanmaz olmuş<br />

Neydi Davut’tan yadigar o malum sapan<br />

Hanzalanın ki hep<br />

Hüznü bitmez bir hazan<br />

fırat


kanun olmuş insana ithaf...<br />

İnilhukmu , illa lillah<br />

Yasa “O”nun<br />

Hüküm “O”nun...<br />

Duymadın mı<br />

Hiç İşitmedin mi<br />

Heyhat<br />

Hadi söyle<br />

Ey pek muhteşem zat<br />

Ey atası yavuz de bakalım<br />

Kimdir bu hain kılavuz<br />

Kime meftun acziyetin<br />

Hangi sestir ses verdiğin<br />

Müphem dolu<br />

Vesveseye tabi<br />

İddialı ve direşken<br />

Mütecaviz bir ruh ne demek<br />

Neden hükmünü kanun bellemek<br />

Neden tohumundan korkup<br />

Sahibinin emanetine ihanet etmek<br />

Ey sultan sanma ki her şey eskisi gibi<br />

olacak<br />

Güzellik dereceden derekeye yol alırken<br />

çaputlara sarılacak<br />

Çarşı pazar tezgahlar<br />

Canlar alınıp<br />

Canlar satılacak<br />

Ve herhangi bir vakte denk düşerken<br />

Dehşetli kırılma anı<br />

Hızla tekasüf edecek yüreklere<br />

Yüz yıllar boyu dinmeyecek o sızı<br />

Söyle be sultan<br />

Nasıl bıraktın kendi sinenden<br />

Toprağın sinesine o yiğit evladını<br />

İmparatorlar<br />

Krallar<br />

Paşalar<br />

Hepsi bilir elbet<br />

Dökülecek ortaya sinelerin sinesi<br />

Mizanlar devr-i ateşli<br />

Bekliyor her fendi münker ile nekiri<br />

Tokmaklar şedid<br />

Yaratılan şahid<br />

Yok bu kerte suçlanacak<br />

Ve tarih benzer mi sandın<br />

cellatlara<br />

O tarih ki<br />

Hiçbir vakit<br />

Ne sağır<br />

Ne de dilsiz olacak<br />

fırat<br />

14


Harfler değişeli çok olmamış. Ankara’da batı modeli mektepler açılmış ve talebeler hızla eğitilmeye<br />

başlanmış (!) Ders Türkçe ve güzel yazı yazmanın zoraki çabası gözlerden kaçmıyor.<br />

George Pickow zamanın bilinen Amerikalı fotoğrafçısı Türkiye’nin ‘değişen yüzü’nü (!) dünyaya<br />

göstermek istiyor. Bir seri fotografı albümleştirmek için Türkiye’yi ziyareti sırasında bu fotoğrafı çekiyor.<br />

Milli şef dönemi. Tahtada yazana bakınca ülkenin nereye sürüklendiğini az biraz anlarsınız.<br />

Ve daha nelere gebedir bu genç Cumhuriyet.<br />

15<br />

Her sayımızda, bu gebelikten doğanları dilimiz döndüğünce bilgimiz yettiğince anlatmaya yahut<br />

göstermeye çalışacağız.<br />

mel l pasa .


tavsiyeler ...<br />

değmesin yağlı foya<br />

Cüneyt Özdemir’e<br />

naçizane birinci tavsiye…<br />

Olur ya gün gelir yine değinmek isterseniz<br />

Sabahattin Ali meselesine artık şu kalıplarınızdan<br />

çıkın, cahiliye tabularınızı yıkın lütfen.<br />

Kendi cenahınızdan birisinin milli şef cuntasında<br />

başına gelenleri izah ederken önce milli şefin<br />

kimliğini bir belirleyin, sonra o meşhur 46<br />

dönemecinden hele bir bahsedin. Sonra Sabahattin<br />

Ali’nin bedeni katilleri olmasalar bile fikri katilleri<br />

olan Orhan Erkip ve onunla aynı yatakta olmasa<br />

da aynı dümen suyunda olan Aziz Nesin bey-<br />

’fendiyi’ o dönem ve sonrasında ne yapmışlar iyice<br />

irdeleyin. Solculuk oynamayan gazeteci bir yazarın<br />

arkasından nasıl dolanılır ve nasıl itibarsızlaştırılır<br />

varın öğrenin. Gerçi halkın arkasından dolanma<br />

ve sizden olmayanları itibarsızlaştırma konusunda<br />

taraf olduğunuz cenahın ustalığı takdire şayandır<br />

ve elbet o cenahın Sabahattin Ali’leri başkadır<br />

biliriz, ama olsun yine de o döneme başka gözle<br />

tekrar bakın.<br />

Mesela daha fazla okuyup “hizmetkar” sorular<br />

sormaktan yüksünün. Her daim baygın pub<br />

aydınlarımızın o dönemlerde ve şimdiki vakitlerde<br />

köhne bir rejimin değirmenine nasıl su taşıdığını<br />

kabul edin. Sabahattin Ali vakasından konu<br />

açarken Aziz Nesin bey-’fendiye’ kahramanlık<br />

ve bir idealistlik yüklemeye çalışmayın. Çünkü<br />

birisi öldürülmüş bir diğeri epey vakit yaşamış<br />

hatta elem dolu madımağın mezalim ateşini bile<br />

ilk o tutuşturmuş. Sakın ölüm ve yaşamın bizim<br />

elimizde olmadığını söyleyip bizi güldürmeyin,<br />

çünkü bu zaten bizim iman ettiğimiz bazılarının<br />

ise sadece söyleyeceği bir cümle olagelecektir.<br />

Elbette takdir Rabbimizindir. Ama ibret alıp ders<br />

çıkartmak biz ademlerin vazifesidir.<br />

Hadi yapmadığımız bir şeyi yapalım yani bir<br />

düşünelim bakalım; milli şef rejiminin belalısı olan,<br />

aynı yerde aynı işi yapan iki idealist insanın birisi<br />

öldürülüyor diğeri bırakılıyorsa ve ölen ortağın<br />

itibarı yerle bir edilirken yaşayacak olan kurucu<br />

ortak dava arkadaşının üstüne herkes gibi sadece<br />

toprak atıyorsa ne olur?<br />

“Sessizlik bir anda dilsiz şeytan olur.”<br />

Kim bilir belki de Sabahattin Ali katledilirken<br />

anlamıştır, durduğu yer itibariyle açtığı “sol”<br />

penceresinin yanlışlığını, o pencereden bakılınca<br />

asla dost bulunamayacağını. Çünkü “O” ndan<br />

başka dost yoktu ve olagelemezdi. “sol” denilen<br />

ancak zalim oyunların piyonu, ateşten ellerin<br />

maşası olabilirdi.<br />

Cüneyt Özdemir’e<br />

naçizane ikinci tavsiye…<br />

Bir daha ki sefere Tuğçe Kazaz’ı programınıza<br />

konuk ederseniz, öncelikle karşınızda bir kadın yani<br />

çok duygusal bir varlık olduğunu unutmayın olur<br />

mu? Karşınızdaki hanımefendi sizin istemediğiniz<br />

ve kulak tıkadığınız hakiki farkındalıklara vakıf<br />

olmaya başlamışsa, onu manipüle etmeden, araya<br />

girip meseleyi sulandırmadan önce bir dinleyin. Ve<br />

evet, her insan yine her insan gibi bir çok yanlış<br />

yollara sapıp ve dahi sıkıntılı kararlar almış olabilir.<br />

İnsanın öğrenmeye meyilli ve hayırlı heyecanlarını<br />

hafife almamak lazım gelir. Biçilen kısacık kıytırık<br />

vakitlerde, insanın içindeki coşkuyu haykırma isteği<br />

kendini ifade etmek noktasında sorun çıkartabilir.<br />

Fakat siz patronunuza karşı çıkartılmış bir diş<br />

görünce o dişi hemencecik sökmeye çalışmayın.<br />

Enver Aysever’i kendinize örnek seçmiş gibi de<br />

davranmayın.<br />

İçinde bulunduğu düşünce yobazlığından zerre<br />

rahatsızlık duymayıp, her soruya “hizmetkar”<br />

yanıtlar veren insanların, elbette türlü yollardan<br />

geçip en sonunda hakikati idrak etme çabasına<br />

giren insanları anlamasını bekleyerek, kimseye<br />

haksızlık etmek istemeyiz.<br />

Çünkü biliriz ki, Ulrike Meinhof’un dediği gibi;<br />

“ köleler, özgür olmak isteyen kölelerden nefret<br />

ederler. ”<br />

mel<br />

l pasa .<br />

16


Türkiye’nin Stalini milli şef<br />

Rusya’nın milli şefi Stalin<br />

Hem ne farkeder<br />

Stalin ya da Milli Şef<br />

Sonuçta ikisi de kendinden menkul<br />

Zalim gergef…<br />

Şimdi diyeceksiniz ki bu iki adam “ne alaka”, “buyur<br />

buradan yak”. Hem birisi koyu komünist diğeri<br />

görünürde azılı komünist düşmanı yani kominist<br />

hiç değil. Biz de diyeceğiz ki tasalanmayın,<br />

zaten ikisinin de derdi dillerine pelesenk ettikleri<br />

komünizm değil.<br />

Şöyle kısaca bakmak istedik iki devlet adamının<br />

ayrı diyarlarda olan, adı farklı ama benzer<br />

hikayelerine. Bundan sonraki sayılarımızda<br />

nasipse, ineceğiz herkesin inmekten korktuğu<br />

derinlere ve “in” neymiş, in’in önü nasıl bir şeymiş<br />

bakacağız en samimi yürekle.<br />

Her iki devlet adamı da ülkelerinde gerçekleşen<br />

devrimin ikinci adamları olarak göze çarpar.<br />

Her iki devlet adamı da ardından geldikleri birinci<br />

adamların cazibesinden faydalanmış ve üstelik<br />

onları silme gayesi güden tavırlar ve politikalar<br />

takınmışlardır.<br />

Her iki devlet adamı da uyguladıkları mezalimlere,<br />

hiç sevmedikleri birinci adamların doktrinlerinden<br />

kılıflar uydurmuşlardır.<br />

Her iki devlet adamından da, öncelerinde ki birinci<br />

adamlar hiç haz etmemişlerdir.<br />

Öncelerinde ki birinci adamlardan birisi suikast ile<br />

mezara, bir diğeri yalandan suikast teşebbüsleriyle<br />

köşke gömülmüşler.<br />

Her iki devlet adamından biri Komünizm, bir diğeri<br />

laiklik denen ne idiğü belirsiz yönetim anlayışıyla<br />

devletlerini dinsizleştirmişlerdir.<br />

Her iki devlet adamı da yol arkadaşlarını ve<br />

muhaliflerini zaman silsilesinde teker teker veya<br />

toplu, bir okadar ustaca derdest etmişlerdir.<br />

Her iki devlet adamı da inançlarından dolayı kendi<br />

halklarını sefalete ve uçurumlara sürüklemişler.<br />

Bununla yetinmeyip mütemadiyen katletmişlerdir.<br />

Birisi ikinci dünya savaşına girip Almanlara karşı<br />

durarak, bir diğeri savaşa girmeyip Almanlara<br />

taraf olmayarak meşruiyetini tesis etmiş, ikiside<br />

kazanmış gösterilmiş ama ne gariptir ki ülkeleri bu<br />

meşruiyetten ve bu meşruiyetin kazanımlarından<br />

nasibini hiç alamamıştır. Milletleri ne olduğu<br />

bilinmez kırklı yılların faturasını çok ağır ödemiştir.<br />

Lakin en vahimi, her iki devlet adamının<br />

döneminde sonsuza kadar kurulmaması<br />

gereken ateşten bir devlet kurulmuştur.<br />

Kısacası ateşten devletin kurulmasına<br />

engel iki büyük güç varmış o zamanlarda.<br />

Birincisi Müslüman Osmanlı, ikincisi<br />

Ortodoks Rusya… Müslümana hançeri<br />

milli şef, Ortodoks’a ise Stalin saplamış<br />

ve dünya yeniden 2500 yıl sonra yine bu<br />

malum üst akıl tarafından tasarlanmaya<br />

başlanmış.<br />

mel l pasa .<br />

17


Neriman Nerimanov<br />

ve<br />

mektupları…<br />

Bilenimizin çok az, bilmeyenimizin çok fazla<br />

olduğunu düşündüğümüz bir insandır Nerimanov.<br />

Belki solculuk oynamayan bazı milli<br />

koministlerimizin bilebileceği bir isim olagelir. Ki<br />

zaten biliyorlarsa da artık kominist olmamaları<br />

icap eder.<br />

Çünkü o çok sevdikleri Lenin ve Stalin<br />

kurbanlarından sadece bir tanesidir, Neriman<br />

Nerimanov. Rusya’da komünist sistemin<br />

kurulmasına, kanları ve canları ile katkıda bulunan<br />

ve daha sonra ırkçı, şovenist bir anlayışla kenara<br />

itilen, bir çoğu alçakça öldürülen ve Sovyet<br />

tarihinden isimleri silinen Türk Komünistlerin belki<br />

de en ileri gelenlerinden. Azerbaycan Sovyet<br />

Cumhuriyeti’nin ilk Devlet Başkanı, meşhur doğu<br />

halkları kurultayının ev sahibi ve açış konuşmasını<br />

yapan adam, Sovyet devletinin Yakındoğu işleri<br />

komisyonu Başkanı ve Merkez komitesi üyesi bir<br />

Türk…<br />

Rusya’ya ve Azerbeycan’a ve dahi diğer Türk<br />

Cumhuriyetleri’ne geçmişi çok yeni bir “izm”<br />

akımının neler ettiğini bir onlar, bir de Rabbimiz<br />

bilir. Ama bu şahsiyet geldiği ve yetiştiği Müslüman<br />

Azerbaycan Halkından yani genlerinden sebep<br />

komünistliği ile Lenin, Stalin ve diğer yoldaşlarına<br />

pek benzemeyen bir komünist. Değerlerini<br />

kaybedip paçavraya dönmemiş bir komünist.<br />

Nazım Hikmet’in daha az melankolik ve daha çok<br />

realist hali.<br />

Acaba ölürken, son nefesini sırtını dayadığı<br />

yoldaşlarının (!) hançeriyle arkadan yediği darbeyle<br />

verirken, o çok güvendiği sistemin ve yoldaşlarının<br />

(!) gerçekten kimin kucağında olduğunu görebilmiş<br />

midir? Aslında en başından beri kime hizmet edip<br />

kimin yatağında debelendiklerini idrak edebilmiş<br />

midir? Müslüman Halkını ve diğer itikatlı halkları<br />

nasıl bir uçuruma ve batağa sürüklediğini<br />

anlayabilmiş midir?<br />

Dergi olarak amacımız, Neriman Nerimanov’un<br />

içinde bulunduğu Bolşevik İhtilali’nden<br />

öldürülüşüne kadar olan kısa süreçte kendisi’nin<br />

görüşlerinden, yazışmalarından yola çıkarak,<br />

karanlık hem de her millet için (biri hariç) çok karanlık<br />

dönemlere, doğu cephesinden (kah Rusya’dan<br />

kah Azerbaycan’dan, kah Ermenilerden kah diğer<br />

Türk Cumhuriyetlerinden) dezenformasyona<br />

boğulmadan bakmaya çalışacağız. Ve yüzyılın<br />

başından itibaren bizim ve Rusyanın başına farklı<br />

renklerde olmasına rağmen aynı ölçülerde bir<br />

çorap aynı el tarafından nasıl örülürmüş görmeye,<br />

beraberce gayret göstereceğiz. Müslüman<br />

Türkiye’nin ve Ortodoks Rusya’nın varlığı kimin<br />

yoluna taş koyuyordu ki; bu “kimliksiz kadim kim” iki<br />

ülkeden birini Laiklik diğerini Komünizm belasıyla<br />

baş başa bırakarak ateşlere saldı.<br />

Bu sayımızda vereceğimiz iki telgraf bizzat<br />

Lenin’e (Vladamir iliç Ulyanov’a) gönderilmiş,<br />

Azerbaycan cumhuriyeti Siyasi Partiler ve Sosyal<br />

Hareketler Devlet Arşivi Fond 609, List 1, İş 9,<br />

Sayfa 42’de Kayıtlıdır.<br />

Nerimanov, bazı kominist yöneticilerin Türk<br />

Halklarına bakış açılarını hiç beğenmiyor, bunların<br />

Türk ellerinde yaptıklarını sıkça dile getiriyor,<br />

Lenine konu ile mektuplar yazıyor ve telgraflar<br />

çekiyordu. Anlaşılıyor ki Nerimanov’un amacı<br />

yanlış uygulamaların durdurulmasını ve verilen<br />

sözlerin tutulmasını sağlamaktı. Ayrıca Komünist<br />

ihtilalin ilk yıllarında özellikle Türk yurtlarında<br />

yapay bir kıtlık yaratılmış, Bakü’de, Kazan’da ve<br />

Almatı’da açlıktan binlerce insan ölmüştü.<br />

18


19<br />

Birinci telgraf…<br />

Aziz Yoldaşım Lenin;<br />

Ben Cenova konferansında iken Bakü’de<br />

olanlar malumunuzdur. Bakü’de Müslüman Halkın<br />

yas merasiminde, askerler, halkın üzerine ateş<br />

açmış, ölen ve yaralananlar olmuştur.<br />

Bu Kirov, herhalde aklını kaçırdı. Ateizmi<br />

kitlelere tebliğ etmek, propagandasını yapmak<br />

bir şeydir. Fakat yas tutan halkın üstüne süngülü<br />

asker göndermek ayrı bir şeydir. Halkı bu şekilde<br />

öfkelendirmenin Sovyet Devletine zarar vereceğini<br />

anlamıyorlar. Bu şekilde akılsızca yapılan<br />

hareketler, Kafkasya’da, özellikle Azerbaycan’da<br />

ciddi rahatsızlıklar yaratıyor.<br />

Eğer bu tür davranışların önü alınmazsa daha<br />

ciddi meselelerin ve rahatsızlıkların yaratılacağını<br />

bildirmek istiyorum.<br />

Komünist selamı ile<br />

Neriman Nerimanov<br />

İkinci Telgraf…<br />

Azizim Lenin Yoldaş;<br />

İşlerimiz iyi gidiyor, fakat erzak meselesi çok<br />

büyük zorluk çıkarıyor. Şu anda biz, doğru bir erzak<br />

politikası yürütemiyoruz. Kuzey Kafkasya’daki<br />

tahıl toplama alanlarından birisini bize tahsis edip<br />

edemeyeceğinizi öğrenmek istiyoruz. Eğer, tahsis<br />

edebilirseniz, o zaman her işimizi daha güzel bir<br />

şekilde yerine getirebileceğiz.<br />

Durum hakkında daha geniş bilgiler, özel bir<br />

adam ile tarafınıza gönderilmiştir.<br />

Komünist selamı ile.<br />

Bakmayın telgraflardaki politik ayara ve<br />

dilin hafifliğine. Bu böyle olmak zorundaydı.<br />

Karşısındaki yoldaşları halkları düşünüyormuş<br />

gibi yapıp, hak ve adalet nedir biliyorlarmış gibi<br />

davranıp solculuk oynayan adamlardı onlar.<br />

Durum öylesine vahimdi ki… Hem süngü ile<br />

hem kıtlık ile Müslüman halkın üzerine öyle bir<br />

hücum gerçekleşmişti ki…<br />

Ahmed Arif’in Vay Gurban şiirinin bir bölümünden<br />

alıntı yapmanın tam yeridir;<br />

Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.<br />

Hiç akıl edipte düşünen var mı?<br />

Gün kimin hesabına tutar akşamı,<br />

Rahmetinden kim demlenir bulutun,<br />

Hayırlı evlat makine<br />

Nasıl canavar kesilir.<br />

Kurdun karıncanın rızkını veren<br />

Toprak nasıl ayartılır,<br />

Yüz vermez topal öküze,<br />

Ve almaz koynuna kara sabanı<br />

…<br />

Dağlarının, dağlarının ardı,<br />

Nasıl anlatsam…<br />

Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.<br />

Çırılçıplak,<br />

Vay kurban…<br />

Neriman Nerimanov<br />

mel l pasa .


20<br />

20. yy da bolşevik devrimi ile<br />

Rus halkının üstüne çöken<br />

sefalet ve zulüm bu fotoğraflara<br />

sığmayacak kadar vahim ve<br />

bir o kadar gerçektir. 1000 yıllık<br />

bir intikama özgürlük masalıyla<br />

kurban edilmişlerdir.<br />

Devrim sadece çarlık Rusya’sıyla<br />

sınırlı kalmamış, güneyden doğuya<br />

hızla, batıda ise emperyalist güçlerin<br />

kucağında çökmüş halkların üstüne.<br />

Bolşevik zihniyetin etkisi altına<br />

alıp, tebasında olan halklara ettiği<br />

zulümleri hangi tarih görmezden<br />

gelebilir?


Abdulhamit<br />

ve<br />

2500 yıllık<br />

Üst Akıl<br />

21<br />

“Ey şanlı avcı, damını(tuzağını) beyhude kurmadın,<br />

Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın”<br />

“Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen deni(alçak),<br />

Bir lahza-i teahhura medyun(borçlu) bu keyfini”<br />

Bu dizeler Tevfik Fikret’in, Abdülhamid’e<br />

düzenlenen suikast girişiminin<br />

sonuçsuz kalmasından sonra “bir lahza<br />

teahhur(gecikme)” manzumesinde yer<br />

verdiği, başarısızlık neticesinde üzüntüsünü<br />

ve bu işe kalkışan ermeni komitacılarını<br />

alkışladığı, dillendirdiği dizeleridir. Bir Türk<br />

şairinin kendi devlet başkanını ortadan<br />

kaldırmak maksadı taşıyan bir suikastı ve<br />

onun faillerini alkışlaması , tebcil (ululama)<br />

etmesi ve aynı zamanda liderini alçak<br />

kelimesiyle tahkir etme münasebetsizliği<br />

gafletten öteye, son derece acayip bir<br />

durumdur.<br />

Yüz yılın en önemli şahsiyetlerinden, hatta bir çok doğu<br />

ve batı medeniyetlerinin kaynaklarına göre gerçek anlamda<br />

ve icraatlarıyla son imparator. O malum kavmin, cahil ve<br />

nankör ermenileri öne sürerek uyguladığı fitne ve ikiyüzlü<br />

politikaları çözmüş, üstüne çullanan Avrupa’nın kimin<br />

kucağında, hangi fısıldamalarla eylemde bulunduğunu<br />

anlamış ve maskeleri teker teker indirmiş bir imparator.<br />

O sebepten üst aklın borazanlığında, tebaasında bulunan<br />

çapulcu münevverlerin hücumuna uğramış ve türlü iftiralara<br />

maruz kalmış bir imparator. Ona bir bakmışsınız kızıl sultan<br />

ve meşrutiyet düşmanı denmiş, bir bakmışsınız cahil<br />

olagelmiş. Kah halkı cahil bıraktı denmiş kah sansürcü. Gün<br />

gelmiş denizciliğe düşman yaftası yapıştırılmış, gün gitmiş<br />

hafiye teşkilatı sanki niye varmış. Despot bir diktatörde<br />

denmiş, türlü sünepe hainden korktuğu bile dilegelmiş. Ve<br />

hatta 31 mart ayaklanmasını bile o tertip etmiş. Öyle ya o<br />

kadar cahilmiş ki(!) kendi kendini tahttan indirtmiş.<br />

Tarihin en zor döneminde, en zor coğrafyasında,<br />

adım başı düşman ve hain olmasına rağmen otuz üç yıl<br />

imparatorluk yapabilen bir adam için sizce de trajikomik<br />

yaftalar değil mi?<br />

Elimizden geldiğince bu sayımızda ve bundan sonra<br />

oluşturacağımız sayılarımızda çok kısaca icraatlarına<br />

göz atacağımız dünyada ki son imparatorun yaptıklarını<br />

görünce, inanıyoruz ki hakkında çıkan dedikoduların<br />

ve bizzat kendi tebaasının düşmanlığının, kimlerden<br />

kaynaklandığını düşünmeden edemeyeceksiniz. Bizim<br />

derdimiz klişe şoven yaklaşımlarla meseleyi bulandırmak<br />

değil. Bizim derdimiz; affınıza sığınarak yapacağımız<br />

yorumlarla, bu meseleye örtülü yerlerden<br />

bakmak ve çok daha derinlere dalmaya<br />

gayret göstermek olmalıdır.<br />

Fakat şimdilik iznininiz olursa biraz<br />

istatistik ve bilgi paylaşalım, Abdülhamit’e<br />

saldıranlar gibi güdümlü bir işkembeden<br />

konuşmayalım…<br />

Kendisine en çok atfedilen yakıştırma<br />

kızıl sultan lafzıydı. Bu iddia Müslüman<br />

köyleri, kasabaları, mahalleleri basıp<br />

yağmalayan ve yıllarca beraber yaşadıkları<br />

Müslüman halkın sırtına hançerler saplayan<br />

Ermenilere bir dur dediği için ortaya atılmıştı. Ne yapsaydı?<br />

Ermeni çetelerin Müslüman Halkın diri diri karnını yarıp,<br />

içlerine barut doldurarak ettikleri işkencelere eyvallah mı<br />

deseydi. Abarttığımızı düşünenler olacaktır. Veya milliyetçi<br />

duygularla rivayetlere kulak kabarttığımızı düşünenler de.<br />

Pek tabi bizde isterdik olmuş olan, olmamış olsundu. Ama<br />

olan olmuş kimse kusura bakmasın. İnanmak istemeyen<br />

ise günümüzde olan bitene baksın, dökülen Müslüman<br />

kanına kafasını kaldırsın, şayet kalp gözü kapanmamışsa<br />

illaki bir şeyler anlar.<br />

Ermeni çetelerin yaptıkları zulüm çeşitlemelerine fazla<br />

değinmek istemiyoruz. Çünkü infial uyandıracak kadar kötü<br />

şeyler yapmışlar. Ve üstelik Abdülhamit’in derdi anarşiye<br />

karışmayan Ermeni halkı hiç olmamış. O, savunmasız<br />

Müslüman Halkı silahlandırarak kendilerini savunmasını<br />

sağlamış. E bizim millet silahlandığı zaman bozguncu<br />

kefereye ne yapar anlatmamıza gerek yok. Onlarda<br />

gerekeni yapmışlar ve Avrupa’nın elini kolunu bağlamışlar.<br />

Çünkü Abdülhamit oynanan oyunu gördüğü için askeri<br />

ve polisi kullanmamış, siyaset ve politikayla kendisini<br />

köşeye sıkıştırmak isteyenlere ise “benim halkımın kendi<br />

topraklarında üç beş katile karşı mahremlerini koruması


en yüce hakkıdır” diyerek kapıyı göstermiş. İşte bu<br />

andan sonra mihrak dediğimiz Avrupa, içimizdeki çapulcu<br />

münevverler vasıtasıyla türlü iftiralarla payitahtı sarsmaya<br />

çalışmış.<br />

Bu bağlamda hayret edilecek asıl husus; Jön Türk<br />

denilen münevverler yani 1915’te yüzbinlerce Ermeni’yi<br />

tehcir ettirecek olanlar, bu tarihten yirmi beş sene önce<br />

Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca<br />

görmemiş olmalarıdır.<br />

Ve birkaç soru;<br />

Acaba Ortodoks Ermeni’yi, hoşgörü timsali<br />

Müslümanlar’ın aksine asıl kim istemezdi? Esasında Kim,<br />

hangi kavim, her daim ticaretini düşünerek hareket edip,<br />

ticarette rakip olarak gördükleri<br />

Ermenileri bu topraklardan<br />

uzaklaştırmak istemiş olabilirdi? Nasıl<br />

bir üst akıl önce bir topluluğun kanına<br />

girmek suretiyle onlara bozgunculuk<br />

yaptırıp akabinde ise onlardan<br />

kurtulabilirdi?<br />

Muhalifleri tarafından dile<br />

getirilen “meşrutiyet düşmanı”<br />

tanımlaması, devlet nedir bilmeyen<br />

cahil kafaların sarıldığı deli<br />

saçmasıydı. 93 harbinde Osmanlı<br />

topraklarının üçte biri kaybedilmişti.<br />

Bu çapta bir toprak kaybı karşısında<br />

birinci meşrutiyet meclisine mensup<br />

farklı milliyetlerden mebuslar kendi<br />

milletlerinin telaşına düşmüştü.<br />

Birleştirici olacağı ümidiyle kurulan<br />

meclis beklenildiği üzere, tam tersine<br />

bölücü bir meclis olmuştu. Kimin kime<br />

hizmet ettiği birbirine girmiş puslu meclisi dağıtmak ve<br />

olması gerektiği gibi otoriteyi tek elde toplamak kaçınılmaz<br />

devlet refleksiydi. Hem sorulmalıydı; Abdülhamit tahta<br />

çıkar çıkmaz kendisine dayatılan meşrutiyet denilen<br />

zımbırtı ne kadar meşruydu?<br />

Abdülhamit itikatlı bir adamdı. Amcasının öldürülmesi,<br />

biraderinin delirtilmesinden ibretler almış, bu üst akılla<br />

nasıl mücadele edebileceğini öngörmüştü. O da biliyordu<br />

meşrutiyet ile planlanan bozgunculuğun ne olduğunu.<br />

Ama tahta çıkarken politik davranmak zorundaydı, hele<br />

bir iktidarlığını sağlamlaştırsın Mithat Paşa başta olmak<br />

üzere hesaplaşacağı çok adam vardı. Üstelik kendisi<br />

ısrarla karşı durmasına rağmen devleti bilinmez bir<br />

dehlizde savaşa sokanlar, amcasını öldürenler hep aynı<br />

tayfaydı. Belki Abdülhamit’in en büyük hatası bu tayfaya<br />

fazlaca merhamet gösterecek olmasıydı. Bazen merhamet<br />

Rabbimize bırakılmalıydı. Bazen ihanet en ağırından karşılık<br />

bulmalıydı ki binlerce Müslüman ölmesindi.<br />

Gelelim, “çok cahildi ve milletini bu paralelde cahil<br />

bıraktı” komedyasına...<br />

Nasıl bir ironik durumdur ki bilinenin aksine Osmanlı<br />

Tarihinin en canlı eğitim hamlesi Abdülhamit dönemine<br />

rastlar. Tahta çıktığında 250 olan rüşdiye sayısı tahtan<br />

indiği tarihte 900’e ulaşmıştı. 6 olan idadi sayısı 109,<br />

200 tane modern ilkokul sayısı 9000’e çıkmıştı. Her yıl<br />

ortalama 400’e yakın ilkokul açmıştır ki, bu, cumhriyet<br />

döneminde bile ulaşılamamış bir rekordu. Dünyanın ilk<br />

dişçilik okulunu kuran dahi oydu. İlkokulu zorunlu tutan ve<br />

hatta karma eğitime ilk geçen yine kendisiydi. Ve inanın<br />

daha sayamayacağımız nice ilkler…<br />

Bizim dergi olarak hiç anlayamadığımız asıl mesele<br />

ise kendisinin istibdat döneminin arkasına sığınarak,<br />

despotizm ve diktatörlükten beslenen bir padişah olarak<br />

gösterilme gayretleridir. Sadece birkaç soru sorarak<br />

yanıtları ve takdirleri size bırakmak isteğindeyiz.<br />

Sizce, bu istibdat dönemini (olması<br />

kaçınılmaz olan istibdat dönemini) ve<br />

sansürü ağzına dolayanlar, istibdat<br />

ve sansür konusunda eline su<br />

dökülmez “takriri sükun” döneminde<br />

ki cellat uygulamalara en ufak bir<br />

atıfta bulunabilir mi?<br />

Sizce, yazımızın en başında<br />

bahsettiğimiz dizelerin şairi hala<br />

hayatta kalabiliyor ve yazabiliyorsa,<br />

kusura bakmayın ama dizelere<br />

mazhar olan “alçak” diktatör,<br />

sarayının bahçesinde bu şairin kellesi<br />

ile şov yapmıyorsa, bu nasıl bir<br />

despotizm ve dikta rejimi olabilirdi?<br />

Sizce, kendisine suikast<br />

girişiminde bulunulmuş bir<br />

diktatör ve üstelik onca insan ölüp<br />

yaralanmışken, girişimden kurtulduktan hemen sonra<br />

her diktatör örneğinde olduğu gibi, hani o menemende<br />

ki meşum suikast teşebbüsünün (hatta teşebbüs bile<br />

olamayan vakanın) hemen sonrasında milli şefimizin<br />

muhaliflerini silip süpürdüğü gibi, A’dan Z’ye muhalif<br />

kim varsa sallandırmaz mıydı? Üstelik korkak ve cahil bir<br />

despottan(!) bahsediyoruz ya hani öyle düşünün.<br />

Sizce, ekseriyeti ayak takımından ve kuru kalabalıktan<br />

oluşan hareket ordusunu çok rahatlıkla tarumar<br />

edebilecekken nasıl bir diktatör ola ki müslüman kanı<br />

dökülmesin diye tahttan insindi?<br />

İkinci sayımızı çıkarmaya ömrümüz vefa eder, aklımız<br />

yeterse, sizlere Abdülhamit’in özellikle son on yılından hatta<br />

belki daha kısa bir süreden bahsedip bir şeyler söylemek<br />

arzusundayız. Baş aktörümüz Herzl’in ziyaretlerinden<br />

sonrasına ve ittihat terakkinin manastır koluna değeceğiz.<br />

Olmuş olanı planlayan ve sonrasında terakkinin bab-ı ali<br />

kolunu sildiren, manastır koluna…<br />

mel l pasa .<br />

22


23<br />

Berlin Batı Afrika Konferansı<br />

15 Kasım 1884 - 26 Şubat 1885<br />

Katılımcılar:<br />

Osmanlı İmparatorluğu<br />

Almanya<br />

İngiltere<br />

Rusya<br />

Fransa<br />

Avusturya<br />

İtalya<br />

Portekiz<br />

İspanya<br />

ABD<br />

İsveç<br />

Norveç<br />

Danimarka<br />

Belçika<br />

Toplantı başkanlığını Almanya Yapıyor.<br />

O dönem Alman Şansolyesi,<br />

Otto von Bismarck<br />

İnsan bir garip oluyor. Osmanlı’nın, batı<br />

hayranı münevverlerinin sebep olduğu<br />

iç karışıklıktan dolayı düşürüldüğü<br />

çaresizlikten yararlanan garp, bu günkü<br />

Afrika’yı o zamandan planlıyor.<br />

Utancından yüzünü kapatan Osmanlı<br />

temsilcisi belki de omuzlanacağı bu ağır<br />

vebali düşünüyor.


soluk benizli insana ithaf<br />

hayal kurulamaz bu topraklarda<br />

umut var olmaya yok takat<br />

sağdan soldan<br />

önden arkadan<br />

tokat üstüne tokat<br />

gelecekten kaygı<br />

bir sonraki öğün için<br />

iki öğün arasına sıkışmak<br />

ve durmak<br />

öylece<br />

sessizce<br />

sadece durmak<br />

sonra bakmak<br />

başı ve ortası ve sonu seçilemeyen düzlüklerden<br />

düzmece hayatlara düz üstünden bakmak<br />

toprak ıslak<br />

cesetler ıslak<br />

yürekler ıslak<br />

ve kaçmak<br />

çoluk çocuk torun tombalak<br />

alabildiğine<br />

son nefesine değin kaçmak<br />

kara kıtadan<br />

simsiyah garba süzülürken<br />

pür-ü ak mazlum bakışlar<br />

bebe olsa neye yarar<br />

en olmadık uzuvlarıyla tutunmuştur hayata<br />

garp dediğimiz tek dişi kalmış medeniyet<br />

yürekler kaskatı<br />

yürekler esved<br />

kara kıta affet<br />

buğzlar bile geçmez olmuş boğazlardan<br />

bu kıta böyle işte<br />

tarihi duruşuyla katil<br />

tarihi susuşuyla nadan<br />

yadırganmaz asla sarsılmaz<br />

dibine kadar makbuldür bu beşeri devran<br />

harflerin sığınağında<br />

işte tam bu anda<br />

müsterih olma telaşıyla<br />

sözün merkepliğini yaparken ben<br />

sabah ve öğle ve akşam<br />

oralarda hep zifiridir zaman<br />

her zifir zaman<br />

toprak ıslak<br />

cesetler ıslak<br />

yürekler ıslak<br />

fırat<br />

24


25<br />

“Ben, Sultan Bayezid oğlu, Mehmed oğlu Murad oğlu Sultan Mehmed’im. Sen Acem ülkesinin başbuğu büyük han,<br />

Hasan Hansın. Bilesin ki, kişi devletine mağrur olup haddini aşarsa artık insafsızlar arasına katılmış ve bunun sonunda<br />

devletiyle ülkesini kaybetmiş demektir. Senin kafanın içi şeytanca vesveselerle kaplanmıştır. Aklını başını topla. Bil ki, bizim<br />

memleketimiz İslam yurdudur. Dedelerimizden beri devletimizin çerağı, küfür ehlinin yürek yağı ile aydınlanmıştır. Sen eğer<br />

Müslümanlara ve Din-i Mübin’e karşı kötü amaçlar besliyorsan, sen ve sana yardım edenler iman düşmanlarıdır.<br />

Bütün devlet şeriat düşmanlarını yok etmek için hazırdır, atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Bilmedim yahut gafil<br />

idim demeyesin. Senin bu taraflara gelmene lüzum yoktur. Şevval ayında muzaffer askerlerim Allah’ın izniyle benimle<br />

beraber senin üstüne yürüyeceklerdir. Allah (C.C), beni sebep kılarak senin zulmünü mazlumlar üzerinden götürecektir.<br />

Senin adını ve şanını yok edeceğim. Fazla söze lüzum yoktur. Benim mektubuma cevap gönderesin. Bana hayır dileyenlere<br />

selam olsun.”<br />

FATİH SULTAN MEHMET<br />

“ben ki, Osmanlıların hükümdarı, gazilerin başı,<br />

kahramanların efendisi, iman düşmanlarını yıkan , kibirli ve<br />

zalim krallara baş eğdiren, Sultan Mehmed Oğlu Bayezid<br />

Oğlu Selim. Sen İran Ordularının başbuğu şöhretli Emir<br />

İsmail’sin. Sana şöyle hitap ediyorum ki, insanlara tevdi<br />

edilen işler sebepsiz değillerdir. Bunlarda insan ruhunun<br />

nüfuz edilemez sırları vardır. İnsan ilahi emirlere bağlı olmalı<br />

ve din buyruğundan ayrılmamalıdır. Sultanların adalet üzere<br />

bulunmaları, zulümden sakınmaları gerekir.<br />

Sana gelince Emir İsmail, sen kötü yoldasın, İslam inançlarının<br />

saffetini bozmuş bulunuyorsun. İslam’a karşı saygısızlıkta<br />

ileri gitmektesin. Sen, Müslümanlara karşı tiranlık ve baskı<br />

kapılarını açtın. Türlü mezalimden sakınmadın. İki yüzlülük<br />

perdesi altında her tarafa karışıklık ve fesat tohumları ektin.<br />

İnsanları boğazlamaktan çekinmedin. Hem de onların en<br />

faziletli, en saygıya değer olanlarını ezdin.<br />

Ulema ve fakihler senin hakkında ölüm fetvası vermişlerdir.<br />

İslam dinini savunmak ve sapıklığı yıkmak için senin<br />

şahsında kötüleri ve kötülükleri yok etme vakti gelmiştir.<br />

Alınan karara göre, seninle savaşa girmiş bulunuyoruz. İmdi<br />

İstanbul’dan hareket edip sana doğru gelmekteyiz. Allah’ın<br />

İzniyle zulüm kollarını yok edeceğiz. Seni, geçtiğin yerlerde<br />

yükselttiğin yangınların altında boğacağız. Sana bu nameyi<br />

yollayışımızın sebebi seni gerçek inanca çağrışımızdır.<br />

Savaş başlamadan evvel sana Kur’an sözlerine uymayı<br />

teklif ediyoruz. İyilikle gerçek ve tek mezhebi kucakla.<br />

Gözlerini aç. Doğru yolu bul. Kendine dönmeni, hatalarından<br />

vazgeçmeni, dikkatli ve cesaretli adımlarla iyiliğe doğru<br />

yürümeni sana tavsiye ederiz. Gayrı meşru olarak bize bağlı<br />

ülkelerden zorla kopardığın toprakları bırakmanı da sana<br />

öğütleriz. Eğer güven içinde huzurlu yaşamak istiyorsan,<br />

söylediklerimizi vakit kaybetmeden hemen yapmalısın. Yok<br />

eğer eski hatalarında direnirsen eğer, hala kudretli olduğun<br />

görüşünde ve delice yiğitlik iddialarında ısrar edersen, az<br />

zaman içinde ovalarının çadırlarımızla kaplandığını ve<br />

askerlerimizle istila edildiğini göreceksin.<br />

Hidayet yolunda olanlara selam”<br />

YAVUZ SULTAN SELİM<br />

(birinci mektup)<br />

“İsmail, sen benim ülkemin sınırları üstünde görünerek bana<br />

meydan okudun. İşte ben geldim. Haftalarca yürümekte<br />

olduğum halde, ne senden ne de askerinden bir eser yoktur.<br />

Ölü müsün sağ mısın bilemem. Hile ve entrikadan başka<br />

bir şey bilmez misin? Eğer korkuyorsan bir doktor çağır<br />

ki seni tedavi etsin. Seni çok korkutmamış olmak içindir<br />

ki, seçkin askerlerimden kırkbinini Kayseri yakınlarında<br />

bıraktım. Düşman hakkında ancak bu kadar yüksek ruhluluk<br />

gösterilir. Fakat kendini gizlemekte devam edecek olursan<br />

erkek sayılmazsın. Öğütlerimi dinle. Miğfer yerine bir kadın<br />

başörtüsü, zırh yerine de fistan giyerek hükümet etmekten<br />

vazgeç.”<br />

YAVUZ SULTAN SELİM<br />

(son mektup)<br />

Zerdüşt pers diyarından,<br />

Şii acem diyarına uzanan zaman…<br />

Fatih ve Yavuz. Dede ile torunu. Mektuplardan da anlaşılacağı<br />

üzere acemin korkulu kabusu. Bizlere; gelmiş geçmiş<br />

insanlık tarihinde damga vurmuş on insan say denilse,<br />

sanıyoruz ki iki büyük şahsiyet ve iki müthiş kumandan olan<br />

dede ve torunu ilk akla gelecek isimler olacaktır. Çünkü<br />

biri aşılamaz denilen surları aşarak dünyanın başkentini<br />

devlete katmış, imparatorluk yolunu tastamam aça gelmiş.<br />

Namı değer fetihler aslanı. Diğeri ise geçilemez denilen çölü<br />

geçerek dünyanın merkezini devlete katmış, halifeliği alarak<br />

İslam Sancaktarlığını resmileştirmiş. Namı değer çöl aslanı.<br />

Peki neydi bu aslanların acem diyarıyla alıp veremedikleri.<br />

O diyarlar öyle yada böyle İslam çatısı altında anılan<br />

topraklardı. Her iki padişahın mektuplarının içeriğinden ve<br />

mektuplarını bitiriş şekillerinden anlamaktayız bu durumu.<br />

Kefere diyarlara gönderilen nameler gibi olmadığı aşikardı.<br />

Dede ile torununun her daim tek gayeleri İslamiyet’te birliği<br />

ve dirliği tesis etmek olmuştu. Onlara göre olacaksa bir<br />

mezhep, o zaten İslamiyet’in ta kendisiydi. Ne Sünnilik ne<br />

Şiilik herhangi bir bölünme asla kabul edilemezdi. Her devrin<br />

üst aklı olma heyulasında malum kavim geçmiş zamanın<br />

birinde bozguna başlamış, üçüncü halife zamanından<br />

itibaren mezhepsel tefrika ağacının köklerini ağır ağır<br />

sulamaya başlamıştı. Sonrasında sırf Şiilik mezhebinin bir<br />

anlamı olabilmesi için Müslümanları kandırmış, “eğer siz


Şiiliğe karşıysanız o zaman Sünni olmaktasınız” diyerek<br />

Müminleri irinli kalıplara sokmuştu. Halbuki İslamiyet<br />

ve Müslümanlık, ne başına ne önüne sıfat gelmeyecek<br />

kadar mükemmel kavramlardı. Her zaman ki gibi buraya<br />

leke çalan, bu kavramların içini boşaltan biz aciz kullar ola<br />

gelmişti. İşte bu bağlamda fetihlerin sultanı iki kumandanın<br />

asıl dertleri, Acem Diyarından daha çok oraları<br />

yöneten, rayından çıkmış zihniyetler olacaktı.<br />

Bu mesele çok başka kadim bir derinliğe ve<br />

karmaşıklığa sahip meseledir. Amacımız bu kocaman<br />

konuyu mümkün olduğunca kısa ve net anlatabilmektir.<br />

Öncelikle mektuplara gelmeden evvel ceddimiz<br />

açısından fitilin ateşlendiği tarihe kısa bir bakış<br />

atmak faydalı olur düşüncesindeyiz. Bu sayımızda<br />

bunu irdeledikten sonra bir dahaki sayılarımızda o<br />

bahsettiğimiz 2500 yıllık yolculuğun hikayesini ve bu<br />

hikayede üst aklın ve bizim topraklarımızın durduğu<br />

yerleri anlatmaya gayret göstereceğiz.<br />

Fakat dediğimiz gibi önce üst aklın bizim tarihimiz<br />

açısından fitili ilk ateşlediği zamana, mektuplardan biraz<br />

öncesine, yani Osmanlı’nın felaket devri olan meşum<br />

fetret devrine uzanalım.<br />

Selçuklu’nun çökmeye yakın, Anadolu’nun berzah<br />

zamanında Ertuğrul ve onun soylarını hesap edemeyecek<br />

olan üst akıl, Osmanlı Devleti’nin kurulmasına mani<br />

olamamıştı. Fakat mani olamamaları, hep yaptıkları<br />

ve usta oldukları fitne tohumlarını devlete ekmelerine<br />

engel değildi. Orhan gaziyi takip eden dönemlerde<br />

devlete yavaş yavaş sirayet edecekler, Yıldırım Bayezid’ın<br />

Timur’a yenilmesiyle devletin fetret dönemine girmesine<br />

sebep olacaklardı. Şehzadeler arasında taht kavgasından<br />

yol bulacaklar, Anadolu topraklarında Şii mezhebinin<br />

resmileşmesi için devlet kurma çabalarına girişeceklerdi.<br />

Ve bu yolda üç tane adam kullanılacaktı. Şeyh Bedrettin,<br />

Börklice Mustafa ve Torlak Kemal…<br />

Şeyh Bedrettin İslamiyet ile beslenen, ilmi yerinde ama<br />

beslendiği yere ihanet eden İrfansız bir ibahiyyeciydi.<br />

Kendisi; mezhep devletinin lideri olma hülyasında, Misyoner<br />

Börklice ve Yahudi Torlak ile beraber Osmanlı Devletinin<br />

berzah zamanında, Anadolu’yu sapkın isyanlarla ateşlere<br />

salarak Müslüman Osmanlı’nın balansı olacak bir yapı kurma<br />

telaşına tutulmuştu. Sermaye ve mülkiyet rejimine yalandan<br />

karşıymış gibi durarak, bir nevi “dini solculuk” oynayan bu<br />

üç adam, Çelebi Mehmet ve onun oğlu ikinci Murat’ı çok<br />

uğraştıracaklardı. Üç tane yoldan çıkmışın, din mefhumunu<br />

kullanarak yaptıkları bozgunculuk pek çok akılsız masumun<br />

da kanını zehirleyecekti.<br />

Börklice’nin vazifesi saliplerden kaynak sağlamak, Torlak’ın<br />

vazifesi ise mezhebin dervişlerini yanına katarak kafalarında<br />

oluşturdukları dini yapıyı sağlamlaştırmaktı. Bedrettin<br />

niyetini her ne kadar İslamiyet çatısı altında olduğunu<br />

söylemiş olsa bile, bir Müslüman kişinin sağında salip bir<br />

misyoner, solunda bir Yahudi varsa konuşmaya ne hacetti.<br />

O sebepten günümüzde bir kesimin Bedrettin’i kahraman<br />

gösterme emelleri ancak aynı bozgun zihniyetin tezahürüdür.<br />

Zaten kahraman sanılan Şeyh Bedrettin yakalanıp kadının<br />

huzuruna çıktığında, kadı efendinin ona “söyle bakalım<br />

şeyh efendi, sen ilim sahibi bir adamsın. Bu yaptığının<br />

Din-i Mübin’de karşılığı nedir? Ne ceza vermeli sana?”<br />

diye sorduğunda, kendisi “elbet idamdır” diye gelecekti.<br />

Yani kendisi yüz yıllar öncesinden, kendisini kutsallaştıran<br />

günümüz cahillerini tekzip edecekti. Börklice ve Torlak’a ise<br />

idam edilirken şeyhe gösterilen hoşgörü gösterilmeyecek,<br />

feci akıbetleri diyar diyar gezdirilerek teşhir edilecekti. Olur<br />

ya ibret alınır ve İslamiyet’in belası tefrika ağacına kimse<br />

bundan sonra su dökmez diye gelinecekti. Fakat ne gam.<br />

Bedrettin gidecek, Uzun Hasan gelecek, o gidecek Şah İsmail<br />

gelecek ve bu böyle sürüp gidecek, üst aklın kuklaları hiç<br />

bitmeyecekti. Fatih’in ve Yavuzun namelerinden anlaşılacağı<br />

üzere oradaki ateş bir el tarafından hep harlana gelecekti.<br />

Nedense persepolis zamanından günümüze değin, oralar ile<br />

üst aklın ilişkileri yüzlerce yıl boyunca anlaşılmaz ve bir o<br />

kadar zararlı ola gelecekti.<br />

Osmanlı, ilk büyük cüret ve deneme olan Bedrettin vakasını<br />

derdest edecek, devlete sulh gelerek Fatih ve Yavuzun önü<br />

açılacaktı. Şimdi ise Devletimiz geçtiğimiz asrın başında<br />

girdiği yüzyıllık berzah aleminden çıkmak üzereyken yine<br />

içimize sinmiş olan bu mezhebin mutasyon uzantılarından,<br />

farklı oluşumlarından kurtulmak zorundadır. Önce sözlü<br />

uyarı, sonra yazılı ve en nihayetinde yakılmalı artık bu tefrika<br />

ağacı. Ancak ve ancak böyle çıkar ortaya bu toprakların<br />

başka aslanları.<br />

Zerdüşt persepolisten günümüze uzanan 2500 yıllık<br />

yolculuğun son halkası 1979 İran Şii devrimidir. Sanmayın<br />

ki o yıllarda olan İslam Devrimiydi. Evet herkes bu zokayı<br />

yutmuştu, çünkü istenen buydu. Dünyayı yöneten, işgal<br />

ettiği topraklarda zulüm saçan üst aklın var olabilmesi ve o<br />

zehirli nefesini soluyabilmesinin yolu bundan geçmekteydi.<br />

Bize göre yeryüzünde İran, Türkiye ve Rusya’dan sonra gelen<br />

üçüncü ülkedir. Sakın aldanmayın ABD, İngiltere, Fransa,<br />

Almanya yada Çin ülkelerine. Onlar jeopolitik konumları ve<br />

tarihsel duruşlarıyla hep bir adım geride olacaklardır. Buna<br />

mahkumlardır. Hiçbiri üst aklın tam olarak ne olduğunu idrak<br />

edemez. Hiç biri dünyayı yönettiklerini zannederken, aslında<br />

kimin kucağında neye hizmet ettiğini bilemez. Bu konuda<br />

ancak ve ancak Müslümanlar idrak mertebesinde bir yerlere<br />

oturtulabilir.<br />

Maalesef idrak mertebesinde olması gerekenler, ikiyüz<br />

yıldan beri içlerine düştükleri ateşle yanmakta, düştükleri<br />

dipsiz kuyularda debelenip durmaktadır.<br />

Ülkemizin dikkat etmesi gereken husus, Acem diyarını tarih ve<br />

Din-i Mübin vasıtasıyla tanımlayarak doğru konumlandırmak<br />

ve bu konumlandırma ışığında birbirimizi yiyip tüketmeden<br />

ve garp ülkelerini denklemden çıkartarak, olması gereken<br />

ilişkiyi sağlamak olmalıdır.<br />

(not: Bir daha ki sayımızda nasipse “Zerdüşt ve Persepolis”<br />

ile başlayacak bir garip yolculuğumuz...)<br />

mel<br />

l pasa .<br />

26


1983<br />

Müslüman’ın Müslüman’ı kırdığı<br />

bir tarihsel dönemden anlamlı bir<br />

kare. Micheal Coyne 1983 yılında<br />

Iran - Irak Savaşı devam ederken Iran<br />

sokaklarında yakalamış bu kareyi. Bu<br />

fotografını ‘Iran’ın Savaş Kayıpları’<br />

olarak isimlendirmiş<br />

Başı kapalı minik bir kız, savaşta<br />

hayatını kaybetmiş babasının baş<br />

ucunda yürek burkan bir saflıkla<br />

elindeki çiçekleri koklatıyor.<br />

O esnada devrim sonrasında<br />

zorunlu sokak kıyafetleriyle başka bir<br />

kadın oradan geçiyor.<br />

Çoçuğun masumiyeti ve samimiyeti<br />

ne kadar görünüyorsa, devrimin<br />

temsilcisi o kadar belirsiz.<br />

mel l pasa .<br />

1931<br />

Iran’da okul bahçesinde 4 kız<br />

çocuğu.<br />

Şah zamanları. Devrime var bir 48<br />

yıl. Örtünmek islamiyetin gereği hep<br />

var. Hep olacak...<br />

Ve bizdeki sekülerlerin sandığı gibi<br />

devrim ne çarşaf ne de islam devrimi.<br />

Yani hiç birşey sizin bildiğiniz gibi<br />

değil.<br />

27<br />

mel l pasa .


Bolşevik yatağında HDP siyaseti…<br />

Bilir misiniz büyük kumandan Selahaddin<br />

Eyyubi’yi? Onun kim için ve ne uğruna<br />

savaştığını anlamaya bilginiz ve görgünüz kafi<br />

gelir mi?<br />

Sormak isteriz, unuttunuz mu? Daha düne<br />

kadar meclisten yaka paça çıkarılanları,<br />

Kürtçe’nin “K” sinin bile kullanılamadığını,<br />

Ahmet Kaya’nın nasıl hücuma uğradığını,<br />

kimliklerde kütükler doğu illerini yazdığında,<br />

yolda yürürken bile yüreklerde ki tedirginliği<br />

ve daha nicelerini… sahi unuttunuz mu?<br />

Sormak isteriz, İslamiyet’in neferi Kürtlerin<br />

sadece itikatları yüzünden nasıl da<br />

mezalimlere uğradığını, şimdi kucak kucağa<br />

olduklarınız tarafından Kürt Alimlerimizin<br />

nasıl katledildiğini anlayabilmeye, idrak ve<br />

yüreklerinizde yer var mı?<br />

Sormak isteriz, şimdi böyle şımarık ve<br />

mirasyedi çocuklar gibi devletin Reisi<br />

Cumhuruna saldırmakta bir beis görmüyor<br />

ve türlü saygısızlıklarla hakaretamiz<br />

olabiliyorsunuz. Eskiden polisle göz göze<br />

gelmeye bile korkarken, şimdi onlara tokat<br />

atma aymazlığında dahi buluna biliyorsanız,<br />

yani kısaca şimdi böyle “elitist-solcu evcilik”<br />

oyunu oynayabiliyorsanız kimdir bu rahatlığa<br />

vesile ve bu özgürlüğe siper.<br />

Anlamsızca saldırdığınız Reisi Cumhur ve ona<br />

inanan Kürt halkı olmasaydı şimdi kim bilir<br />

hangi deliklerde ne yapardınız?<br />

Sormak isteriz, dağdakilerin korku gölgesinde<br />

siyaset yaptığınızı zannederken, sırf silah<br />

korkusuna yoksul Kürt Halkından topladığınız<br />

oyları başarı mı sayarsanız?<br />

Sormak isteriz, Kürt Halkının haklarını tecavüz<br />

edenlere değil de, o hakları gasp edenlere<br />

dünyanın kaç bucak olduğunu gösterenlere,<br />

nereden geliyor bu kindarlığınız?<br />

Sormak isteriz, Kürt gençleri sokağa döküp<br />

ölümlerine sebebiyet verirken nasıl oluyor<br />

geceleri mışıl mışıl uymaklığınız?<br />

Sormak isteriz herkese, sahi siz Müslüman Kürt<br />

Halkını nasıl tanırsınız?<br />

Elbette daha sorulacak pek çok soru var zat-ı<br />

muhteremlere. Şimdilik bu kadarına cevap<br />

versinler hele.<br />

Ve lütfen yanlış anlaşılmasın, biz haklar<br />

bahşedilmiştir demiyoruz. HDP siyaseti gibi<br />

birilerini putlaştırıp kutsileştirmiyoruz. Soru<br />

olarak sıraladığımız üzere, sadece gerçekler<br />

üzerinden olmuş olanı anlamaya çalışıyoruz.<br />

Bizler de biliriz, Rabbimiz’in akıl ve irade<br />

lütfederek yeryüzünde tamamen hür bıraktığı<br />

insana kimse pranga takamaz. Zaten olması<br />

gereken yapılınca kimse kahraman sayılmaz.<br />

Fakat beklediğimiz kadirşinaslık, kıymet<br />

bilmek, nankör olmamak ve bunca zaman<br />

olmuş olandan ibret almaktır. Ve diyoruz ki artık<br />

insin birileri çıktığını sandığı o yükseltilerden,<br />

hani o ağızlarına yalandan doladıkları mazlum<br />

halkların yanına. O mazlum halk ki, ne Marks’ı<br />

bilmek ister, ne Lenini tercih eder, ne de<br />

Troçki’yi... O halk İslam’ın neferi, bu zaten en<br />

başından beri belli değil mi?...<br />

mel<br />

l pasa .<br />

28


29<br />

1890 - 1910<br />

Yer Zanzibar, hani o harita başında paylaşılan kıtanın ülkelerinden bir tanesi. 1900’lü yılların başından<br />

bu güne kadar fildişi ticaretinin merkezi. 1900’lerde 10 milyonu aşan Afrika Fili popülasyonu bu günlerde<br />

800 bin’in altına indi.<br />

1930’larda Sadece Amerika’nın yıllık Fildişi talebi 200 ton’u aşmış. Çin ve civarında ise bu rakam<br />

200 ton’un çok üzerinde. Fildişinden biblolar, heykeller, bilardo topları, el aynaları, fırçalar, taraklar ve<br />

piyano tuşları en bilindik ürünler. Yani kısaca bir hiç uğruna işlenmiş cinayetler ve katledilmiş hayvanlar,<br />

insalıktan çıkarılmış yerli halk.<br />

Katlin failleri beyaz, faillerin kisveleri beyaz, ganimetler beyaz,<br />

faillerin yürekleri ve köleleri siyah...<br />

mel l pasa .


30<br />

Thomas Hobbes (1588-1678) şöyle demiş,<br />

“kılıçla yapılmayan anlaşmalar sadece laftır”<br />

Çok daha önceleri ise M.Ö 500 yıllarında Heraclitus<br />

“savaş her şeyin atasıdır” demiştir.<br />

Ve kuşkusuz sava, modern Avrupa’nın atasıdır. Kabil<br />

zamanından bu zamanlara, sizlerin de müşahede<br />

edeceği üzere bu hep böyle olagelecektir. İnsan ve<br />

dünyanın tüm beldeleri, aynı paralelde, iç ve dış<br />

çekişmeleriyle kendini bayındırlayarak imar yoluna<br />

gidecektir.<br />

Hayat devamlılık kavramını gerektirir. Geçmişin penceresinden bakmadan bugünü göremeyiz. Geçmişe<br />

dair bir takım gerçek bilgilere sahip değilsek, bugün, anlaşılmaz ve olması gerektiğinden çok daha tehlikeli<br />

hale gelir. İnsanlar tarihe sadece sahip değillerdir, aynı zamanda tarihin bizzat kendisidir.<br />

Sizlere bu sayımızda ilk olarak bilgi darağacımız geliştirecek, modern<br />

dünyamızın son beş yüz yılını anlatan William Woodruff kaleminden<br />

çıkmış “Modern Dünya Tarihi” kitabını tavsiye etmek istiyoruz. Gayri<br />

Müslim bir kalem olmasına karşın olabildiğince objektif bir şekilde, tüm<br />

kıtalarda olan biten ve olmuş olan; siyasi, askeri ve sosyolojik açılardan,<br />

gelişim ve değişimleri biraz da muhakeme ederek izah etmeye çalışmış.<br />

Sıkıştırılmış ve faydalı bir Almanak denebilir.<br />

Gerçek bilgi önemlidir, çünkü sorgu ve muhakemeyi beraberinde getirir.<br />

Sorgu ve muhakeme önemlidir, çünkü hakikat arayışını geliştirir. Hakikat<br />

arayışı önemlidir, çünkü insanlığımızı kendine getirir…<br />

“ Musa Peygamberin ümmeti 71 fırkaya ayrıldı... Biri nur, 70’i ateş yolunda…<br />

İsa’nın ümmeti de 72 bölüm… Biri nur, 71’i ateş istikametinde…<br />

Benim ümmetim de 73 fırka olacak; biri nura, 72’si ateşe yönelecek ”<br />

Hadis-i Şerif<br />

“ bütün zaman ve mekan boyunca Yahudi budur ve hep böyle kalacaktır!<br />

(A) ve (B) çizgisi üzerinde, işine geldiği ve fırsatları değerlendirme imkanı bulduğu nispette, yolu, kah (A)’<br />

ya kah (B)’ye bağlı gösterecek ve insani zaafı o an için hangi yönde görürse, o yönden saldıracaktır.<br />

Onlar ki; nerede, hangi fikir etrafında birlik ve yekparelik görürse, onu fesada götürmeye ve bu rada kendi<br />

çıkarını sağlamaya memur bir (defatist-bozguncu)dur… Ve aslında hiçbir dünya görüşünün samimi bağlısı<br />

değillerdir. Onların fikrince dünya allak bullak gitmelidir ki, kendilerinin selamet ve menfaat muvazenesini<br />

koruyabilsinler.”<br />

Necip Fazıl Kısakürek<br />

Sizlere tavsiye edeceğimiz ikinci kitap;<br />

Üstad Necip Fazıl’ın “Doğru Yolun Sapık Kolları/ Arınma Çağında İslam” adlı eseri olacaktır.


31<br />

Hele söyle hele<br />

Aslında sen kimsin<br />

Emenike !…<br />

Attığımız bu başlığı hakaretamiz olarak<br />

algılamayın. Bir bilmeceye dönen, kimsenin<br />

akıl sır erdiremediği Emenike vakasını<br />

gerçekten anlayamadığımız ve futbol<br />

literatüründen bir karşılık bulmadığımız için<br />

böylesi bir başlıkla başlamış bulunduk.<br />

Bu sorumuzu belki de Nijeryalı’dan<br />

önce, sayın başkana ya da teknik direktöre<br />

veya futbolcu kardeşlerimize sormak<br />

daha mantıklı olsa gerek. Çünkü “sen ne<br />

ayaksın” diyerekten Emenike’ye sorsak<br />

hemen mızmızlanır, biraz bastırsak<br />

soyunarak kaçmaya başlar. Bu adem<br />

ejderhası kardeşimizin kırılganlığı o kadar<br />

saçma boyutlarda ki, sanırsınız abimiz<br />

cami inşaatında hayrına iş tutuyor.<br />

Arkadaş sen kamyon yüküyle parayı<br />

niye alıyorsun? Sakın bize ahkam kesme<br />

“futbolum ve yeteneğim için alıyorum”<br />

deme. O zaman bir zahmet dünyanın<br />

en kolay işini yapıver derler. Kimse seni<br />

sevmiyorsa şayet, artık bırak kimselere<br />

bakmayı birazcık dahi olsa kendine bir<br />

bakıver.<br />

Açık ve net söyleyelim, bu adamın<br />

aldığı paranın yarısını alıp hangimiz<br />

aynı seviyede edepli edepsiz eleştirilere<br />

göğüs germeyiz? Hele ki oynarmış gibi<br />

yapıp çocuk gibi davranıyorsak çıt bile<br />

çıkartmayız. Birde üstüne kolay para<br />

kazanmanın rahatlığını yaşamaz mıyız?<br />

Futbol oynamasak bile, insanların gazlarını<br />

alabilmek ve onları rahatlatmak gailesinde<br />

biraz olsun parayı hak ettiğimizi düşünürüz.<br />

Hem ay sonunu zor denkleştiren çoğu<br />

taraftar evine gittiğinde ailesine, çocuğuna,<br />

eşine patlayacağına bize patlasın deriz,<br />

azıcıkta olsa işe yaramış oluruz.<br />

Pek tabi burada ki mihenk noktası,<br />

aylardır performansı ve verdiği enerjisi<br />

yerlerde olan bir futbolcunun dünya<br />

futbol tarihinde görülmemiş bir biçimde<br />

arkasında duran başkanının ve teknik<br />

direktörünün değerlendirme kıstaslarının<br />

ne olabileceğidir.<br />

Sanki bizler hiç futbol bilmiyormuşuz<br />

gibi yapılan konuşmaların, maç içinde<br />

“bir lütüf ” gibi ortaya koyduğu saman<br />

alevi perfrmanslarından yol bularak onu<br />

aklamaya çalışmalarının mantığı ne ola.<br />

Takım geçen sene ligi forse ederken,<br />

şampiyon olmuş bir teknik direktörün<br />

Emenike’den sebep gönderilmesi ne<br />

biçim şey. Siz bakmayın Ersun hocanın<br />

fındık kabuğunu doldurmayacak sebepler<br />

sunularak gönderilmesine. Zaten kimse<br />

aptal değil. Egolardan ve bazı futbolculardan<br />

müsebbip fiş çekildiğini herkes bilmektedir.<br />

Velhasıl kelam… teknik söylemlerle ve<br />

futbol literatürüyle açıklana gelemez bir<br />

futbol meselesi nasıl anlatılır?<br />

Futbolumuzun içinde bulunduğu durumu<br />

çöle benzetecek olursak, emenike meselesi<br />

elbet bir kum tanesinden daha öte olamaz.<br />

Bu böyledir amma her meselenin olduğu<br />

gibi bunun da kırılmaya namzet bir şifresi<br />

vardır.<br />

Şifreleri şimdi verelim, bir daha ki<br />

sayımızda nasipse hep birlikte çözelim.<br />

İşte şifreler;<br />

12.06/<br />

11<br />

03.07/<br />

mel<br />

l pasa .


TÜRK FUTBOLU NE ZAMAN BAŞKA OLUR ?<br />

Futbolu yönetenlerin ticaretten değil de daha çok spor ve<br />

futbol olgusundan ne anladıklarını irdelediğimiz zaman,<br />

Hacicavcav gibi fosilleşmiş zihniyetlerin oluşturdukları<br />

tahakkümlerini başlarına çaldığımız ve her türlü fosil<br />

zihniyetleri yeşil sahalara gömdüğümüz zaman,<br />

Takım tutarken bir partizan gibi davranarak, hayatta<br />

daha önemli unusurlarımız yokmuşcasına kulüplerimizi<br />

desteklemeyi bıraktığımız zaman,<br />

Tanzimattan bu tarafa devam eden ecnebi sevdamızı<br />

hak edenle ve ölçüler dahilinde yaşamayı bildiğimiz zaman,<br />

Futbolun dil ile değil, top ile oynanan ve oynanma yerinin<br />

gri zeminler yerine, pürüzsüz yeşil zeminler olduğunu<br />

anladığımız zaman,<br />

Hem sportif başarı olarak hem de futbol bilgisi olarak<br />

yanına dahi yaklaşamadığımız ecnebilerin sadece bizim gibi<br />

insan olduğunu kabul ettiğimiz ve bizden tek farklılıklarının;<br />

yaptıkları işin ve rahat hayatlarının kıymetini bilip karakter<br />

sahibi olmalarından kaynaklandığını içselleştirdiğimiz<br />

zaman,<br />

Futbolcularımızın dünyanın en kolay işerinden birini<br />

eline yüzüne bulaştırdıktan sonra daha ilk fırsatta küçük<br />

kız çocukları gibi mızmızlanıp her daim ağlamalarından<br />

kurtulduğumuz zaman,<br />

Futbolcularımızın her türlü siyaseti bırakıp dondurma<br />

yalar gibi başkan yalamayı bıraktığı ve kadroya gerçekten<br />

hak ettiği için girmeyi şiar edindiği zaman,<br />

Yazar, yorumcu, yönetici ve teknik direktör taifesinin<br />

rotasyonunda ve oryantasyonunda kısır döngülerden<br />

kurtulduğumuz ve bu minvalde gerçekten çabası olan ilimbilim-irfan<br />

sahibi iş gücünü yetiştirebildiğimiz zaman,<br />

Futbol sülalesinde bulunan kim varsa hepimizin bu<br />

hususta bön ve berbatlığını kavradığı ve bu bağlamda<br />

hakemlerin bizlerden birileri olduğunu görüp, biz neysek<br />

onlarında aynısı olmaktan başka yapabilecekleri bir şey<br />

olmadığını hesap ettiğimiz zaman,<br />

Kendi başarısızlıklarını başkalarına yüklemeye<br />

çalışanların çokça bulunduğu bir ortamdan ancak ve ancak<br />

kaosun çıkabileceğini öngördüğümüz zaman,<br />

Özellikle büyük kulüpleri yönetenlerin üçüncü sayfa<br />

güzeli misali her yerde boy göstermeyi terk ettikleri zaman,<br />

Lüküs hayatlarıyla, malikaneleriyle ve milyonluk<br />

arabalarıyla zevcelerini memnun ve mutlu etmeyi iyi beceren<br />

futbolcu kardeşlerimizin aslında veli nimeti olan taraftarları<br />

için de ufak küçücük bir zuhurda bulunarak elinden geleni<br />

ardına koymama gerekliliğini yüreciklerine kazıdıkları<br />

zaman,<br />

Tekrar tekrar seyredebildiği bir pozisyon üstüne hakemleri<br />

yerden yere vurup, onları her bakımdan sömürenlere; “dur<br />

bakalım arkadaş, ne oluyoruz kafan mı iyi” diyebildiğimiz<br />

zaman,<br />

Futbol endüstrisinin iletişimiyle, psikolojisiyle,<br />

sosyolojisiyle, bahisiyle, şikesiyle, kara para aklama<br />

cennetliğiyle ve siyasetiyle nasıl kocaman bir sektör<br />

olduğunu belleyip, futbolun sadece topa iki tekmük atmaktan<br />

ibaret olmadığını kabul edebildiğimiz zaman,<br />

Mehmet Demirkol’ların, Metin Tekinler’in, Ali Eceler’in,<br />

Uğur Melekeler’in, Murat Kosovalar’ın, Mert Aydınlar’ın<br />

yani kısacası işine ve insana önem verenlerin kıymetlerini<br />

hakkıyla bildiğimiz zaman,<br />

-Not-<br />

Elbette futbolcusundan yöneticisine, medyasından teknik<br />

direktörüne bazıları işinin ehli ve karakterli, onlar her zaman<br />

istisna… fakat küçücük bir azınlık bunlar… ve belki bu çürümüşlük<br />

bugüne kadar kendini bir değer olarak taşımışsa bu arkadaşların<br />

ve kardeşlerimizin yüzü gözü hürmetinedir…<br />

mel l pasa .<br />

32


33<br />

Yiğidi öldür hakkını ver…<br />

Bir çoğumuzun sanırım tasvip etmediği ve hatta bazılarımızın ifrit olduğu<br />

bir spor şahsiyetidir, Ergin Ataman. Bazen magazin sayfalarına sıçrayan<br />

gönül ilişkilerinden, bazen oyuncularıyla arasında ki tokat derekesine varan<br />

sert ve haşin münasebetlerinden, bazen de rakip takımların idarecileri ve<br />

sempatizanlarıyla içine girdiği kavga hallerinden tanıdığımız bir basketbol<br />

dinamiğidir, Ergin Ataman. Mızmızlandığı dönemler olmamış değildir ve<br />

evet bir çok muhatabını bu şekilde kızdırır. Ama bu kızgınlık, genelde haksız<br />

olduğundan ziyade daha çok bazı takındığı yakışıksız üslup tarzından yol<br />

bulur. Realisttir. Realist olduğu kadar da duygusaldır. Oyuncusunu sonuna<br />

kadar koruduğu anlar da olur, sinirlerine hakim olamayıp medyanın önüne<br />

attığı da.<br />

En büyük kısmetsizliği; ivme yakalayıp parkeyi forse etmeye namzet<br />

iki büyük takımın maddi krize girerek batağa saplanması olmuştur. Maddi<br />

sorunları veya idarecilik sorunları olmayan, kurumsal bir kulüpte kullanabileceği<br />

bir bütçe verilerek yeteri kadar sabredilse kulübü nerelere getirebileceği<br />

maalesef şu ana kadar hep muğlak kalmıştır. A milli takımımızda Tanjeviç’e<br />

gösterilen ihtimamın ve sabrın yarısı kendisine gösterilirse, sanıyoruz ki çok<br />

başarılı olacaktır. Başarısız olma ihtimali var mıdır? Elbette vardır. Bütün<br />

dünya insanlarının aynı ihtimalde olduğu gibi. Her ihtimal<br />

hepimiz için kaçınılmazdır. Buradaki asıl mesele ihtimallerin<br />

risk eşikleri yada risk dereceleridir. Bu minvalde Ergin hoca<br />

başarısız olma ihtimali düşük, risk eşikleri öngörüle bilinir<br />

bir hocadır. Tıpkı Obrodoviç gibi. Sadece Obrodoviç gibi<br />

çok daha büyük olabilmesi için zamana ihtiyacı vardır.<br />

Anlayacağınız Ergin Atamanla ilgili müspet veya menfi<br />

çok şey dile getirip, bunu dedikodu safhasına taşıyarak<br />

saatlerce kelam edebiliriz. Zaten dedikodunun tatlı dilli<br />

öldürücü bir yılan olması, gereksiz lafızlardan ileri gelir.<br />

Üstelik millet olarak pek severiz birbirimizi çekiştirmeyi.<br />

Yaptığı işin kalitesine bakmadan, tanımaya gerek bile<br />

duymadan, bir insanın, aslında bizi hiç ilgilendirmeyen<br />

hayatında olabilmek çabası, memleketimizin çokça<br />

benimsediği bir durumdur. İnsanımızla ilgili öylesine<br />

gereksiz ayrıntıları takılıp duruyoruz ki, nice değerimizi<br />

yeterince verim alamadan yiyip tüketiyoruz. Öyle bir ironi ve<br />

çelişki demetidir ki bu, en yakınlarımızı bile heder etmekten<br />

kendimizi alamıyoruz.


Karakteri bizlere uysun veya uymasın, hoşumuza gitsin-gitmesin, gerçek şu<br />

ki; Ergin Ataman spor bilgisi ve öngörüsü yüksek, taktik bilgi ve disiplini gelişmiş,<br />

birkaç pürüz dışında oyuncu-koç ilişkileri ve iletişimi oldukça tatmin edici, takım<br />

kurup yönetmekte çok meziyetli ve Avrupa’nın ilk onunda kendine rahatlıkla<br />

yer bulabilecek bir koçtur. Tuhaf tuhaf ve hezimet dolu maçlar kariyerinde yok<br />

değildir. Fakat genellikle ilk merhalede kayıpların ve hezimetlerin baş müsebbibi<br />

kendinden gayrı, içinde olduğu organizasyonlarda önü alınamayan idari ve mali<br />

açmazlardır.<br />

Zaten yaptığı iş bağlamında bizlerin dalkavukluğuna ihtiyacı yoktur. Geride<br />

bıraktığımız son on yılına bakacak olursak istatistik bizlere ışık olabilecektir. İdari<br />

sıkıntılar ve ağır mali sorunlarla boğuşmasına rağmen, kendisi ve takımları her<br />

zaman, sportif anlamda kabul görmüş duruş ve başarılara imza atmıştır. Altı kişilik<br />

rotasyonla ve yerlerde sürünen morallerle, Avrupa Liginin bu sezon ki en iyi beş<br />

takımından biri olan ezeli ve ebedi rakibine diş geçirebilmesi başlı başına olaydır.<br />

Sadece Fenerbahçe maçı bile, bizlere taktik disiplin ve motivasyon konularında çok<br />

başarılı olduğunu göstermesi bakımından yeterli olmalıdır. Elbette Fenerbahçe<br />

maçında taraftarın itici gücü yadsınamaz amma velakin karşınızdaki takımın da<br />

size gelene kadar, Avrupa Liginde epey zorlu deplasmanlardan başı dik ayrılmış,<br />

rakip sahalarda üst üste sekiz maç almış bir takım olduğu<br />

unutulmamalıdır.<br />

Dergi olarak kamuoyundan istirhamımız şudur;<br />

Ülkemizin yetiştirdiği insanlarımızı önce icraatları ve<br />

potansiyelleri ışığında değerlendirelim. Olan biten vakaları<br />

şahsileştirmekten uzak değerlendirmemiz gerektiğini idrak<br />

edelim. Ülke olarak her satıhta muvaffakiyet beklentisi içine<br />

girmeden önceki yargılarımızla dünyaya açtığımız ve aynı<br />

zamanda küflenmiş pencerelerimizi kapatalım. Yepyeni,<br />

önyargısız ve hakkaniyetli pencereler açalım.<br />

Yoksa her alanda, her sektörde kendi kendimizin kurdu<br />

olup, gündelik kısır ve sığ çekişmelerle ne kadar değerimiz<br />

varsa yiyip tüketeceğiz. Özellikle A milli takımımızın Ergin<br />

Atamana çok ihtiyacı vardır. Ego yarıştıralım derken insanların<br />

alanlarını daraltmayalım, yeter ki ona nefes alabileceği alan<br />

ve kendi takımını kurup yönetmesi için imkan verelim. Sonrası<br />

nasip, kısmet…<br />

mel<br />

l pasa .<br />

34


35<br />

Altyapı<br />

dayak<br />

ve<br />

fubolda marka olmak<br />

Futbolda altyapı anlayışımızın bir paçavra olduğunu<br />

bilmeyeniniz yoktur. Markalaşma şöyle dursun hep<br />

dışa bağımlı olduğumuzu da bilmeyen yoktur. Bu işin<br />

sebeplerinden biri dayak dersek ne dersiniz? Dayaktan<br />

sadece fiziki darp anlaşılmasın. Küfür, sövgü, bağır çağır ve<br />

hakaret her türlü hiddeti bunun içine sokabiliriz.<br />

Ebeveynler çocuklarını futbola sevk ederken, tek<br />

düşündükleri kendilerinin ve çocuklarının içinde bulundukları<br />

hayatlarından, daha rahat hayat idame ettirebilmeleri. “Eti<br />

senin kemiği benim” ananesi günümüzde sadece satıh<br />

değiştirmiş durumda. Modern zamanlarda yeni zanaat futbol.<br />

Eskiden futbolla uğraşan çocuklar bela olarak görülürken<br />

şimdilerde ise umut olarak görünmekte. İşte böyle böyle<br />

altyapılara teslim edilen umut çocuklarının geleceklerinden<br />

duyulan kaygı, eğiticilerinin onlara yaptıkları her çeşit<br />

hiddet olaylarının hasır altı edilmesine<br />

yol açıyor. Yeter ki çocuğum başarılı<br />

ve kazanan bir futbolcu olsun, olur<br />

böyle şeyler hem sonuçta hocalarının<br />

vurdukları yerde gül biter denerek,<br />

gencecik yetenekler daha ilk etapta<br />

eşsiz bir sindirilmeyle karşı karşıya<br />

kalıyor.<br />

Ve ne yazıktır ki bu şiddet olayı<br />

gündelik hayatlarımızda hepimizin<br />

içinde olduğu ve şahitlik ettiği bir şey.<br />

Şaşırmak lüks olsa gerek. Özellikle<br />

Galatasaray camiasının yaşadığı<br />

tokat olayı en azından bizim, futbol altyapılarında bu dayak<br />

olayına biraz eğilmemize, kulak kabartmamıza ve gözlem<br />

yapmamıza vesile oldu. Tek tavsiyemiz istikrarlı bir biçimde<br />

gidin ve biraz takip edin. Miniğinden küçüğüne, küçüğünden<br />

büyüğüne altyapı cevherlerinin hem sözlü hem de fiziki<br />

ne badirelerden geçtiğini göreceksiniz. Daha sabilere ve<br />

yeni ergenlere bırakın vurmayı, küfürlerle ve sert sözlerle<br />

yaklaşmak onları nasıl tüketecektir bir bilenimiz var mı?<br />

Bunun var olduğu gerçeğini sizlere kanıtlamaya gerek yok,<br />

hepimiz aynı ülkede yaşamaktayız, biliriz birbirimizi.<br />

Peki dayak yada her türlü şiddet hali nasıl meydana çıkar.<br />

Bu iki olgu; herhangi bir beklentinin karşılanmaması üzerine<br />

beklenti sahibinin bu sonuçlara katlanamayacak ve bunu<br />

kaldıramayacak olmasından mütevelli, beklenti sahibinin,<br />

beklenti duyuluna besleyeceği bir tepki çeşidi olarak ortaya<br />

çıkar. Peki öyleyse altyapılarda eğitmen ve insan yetiştiren<br />

taife nasıl bir beklenti dahilinde güdülenir ki çocukları ve<br />

ergenleri, kazanmak ve gündelik başarı kalıbına sokup,<br />

hiddetle onların bu kalıplarda kalmasını umar. Evet üzülerek<br />

söylemeliyiz ki eğitim yuvaları altyapılarda, büyüklerde ve<br />

profesyonel arenalarda olması icap eden rekabet mantığı,<br />

kazanma hırsı ve gündelik başarılar odak noktası yapılmış.<br />

Doğal olarak bunun bir sebebi var.<br />

İşte tam burada büyük yöneticilerimizin “mış” gibi<br />

yapmaları ortaya çıkar. Her türlü branşın altyapısından tek<br />

bekledikleri gereksiz birincilikler ve kazanabilme hırsları<br />

olan, buralarda ki gündelik başarıları ambalajları yaparak<br />

kamu aleme “bakın efendim altyapılarda şunu şöyle yendik,<br />

şöyle şampiyon olduk, üstelik uluslar arası başarılarımız bile<br />

var, altyapıda muazzamız” diyen yöneticiler<br />

kimsenin hatırlamadığı ve gerekte olmayan<br />

başarıları kendilerine apolet yaparlar. Tarih<br />

hakiki başarıları ve başarısızlıkları hep<br />

sinesine kazımıştır. Ve tarihin kıstasları<br />

bizimkilerle hiç örtüşmez. Örneğin tarih için,<br />

altyapının tek kıstası, A takımlara kaliteli, kalıcı<br />

ve pazarlanabilir sporcular ve güzel insanlar<br />

çıkarmak olmalıyken, bunun yerine baz<br />

aldığımız kendi kısır kıstaslarımızla sadece<br />

kazanmaya programlanmış ve bunun için<br />

ne gerekiyorsa yapılmalı mantığıyla robotlar<br />

yetiştirmek nasıl bir düstur anlayanınız var<br />

mı. Ve üstelik aşırı baskıya dayanamayan<br />

kısacık ömürlü robotlar. Sen bir yönetici olarak başarı<br />

kıstasını sadece oyuncu kazanmaya odaklamazsan, altyapı<br />

hocalarının ödüllendirilmesini kimsenin hatırlamayacağı<br />

birinciliklere endekslersen, oyuncu yetiştirenleri hep<br />

görmezden gelip onlara kıymet vermezsen dayağın yanında<br />

daha neler olur neler. Siz şimdi birisinin yeterliliğini gündelik<br />

başarılara endekslerseniz, para kazanabilme yolunu bu<br />

çizgide belirlerseniz, o birisi de dediğini yapmayan veya<br />

yapamayan sabilere karşı “ne yapıyorsunuz lan, benim<br />

ekmeğimle mi oynuyorsunuz, yetişmenizden kime ne,<br />

sadece kazanın ve yetişmiş gibi yapın, böylelikle bu<br />

şekilci zihniyetlere bizim gibi kendinizi yutturur hayatınızı<br />

yaşarsınız.” diyerekten türlü baskı modelleri geliştirir. İşte o<br />

birileri gibi man kafa eğitim mantığıyla ne ümitler beslediğimiz<br />

gencecik şampiyon yetenekler hiddet ve baskı ile kendine


güvensiz ve insiyatif alabilmekten aciz bir şekilde yetişir,<br />

kapak attıkları ilk yerde kaybolup giderler. Ne yıldız adayları,<br />

ne şaşalar sayarız şaşarsınız. Zaten biraz hafızalarınızı<br />

zorlarsanız bizden çok daha fazlasını hatırlarsınız.<br />

Kimisi bir arabanın dumanına, kimisi kumarda, kimisi<br />

kadın kucaklarında veya başka başka zevk alanlarında…<br />

Üstelik gerçek anlamda eğitilmediklerinden aşılanan<br />

kazanma hırsını karşılayacak yeterlilikleri olmadığı içinde<br />

büyüdüklerinde sahalarda öfke nöbetleri geçirmeleri cabası.<br />

Elbet bir çocuğa belli bir yaşa kadar gücünüz nispetinde<br />

ite kaka, vura kıra, bağıra çağıra dediğinizi yaptırır bir<br />

şekilde kazanır ve kazandırırsınız. Onlara çok ufak yaşlarda<br />

kazanma hırsını verebilirsiniz. Fakat fıtrat işte, en az on<br />

sekizine kadar çok başka kazanımlar elde etmeliyken verilen<br />

bu hırs gerginlikle birleşince onları öyle bir tüketir ki gençleri,<br />

geriye ne et kalır ne de kemikler. Geride sadece “mış” gibi<br />

yapan cesetler ve hepinizin malumu futbol endüstrimizin<br />

çökmüş hali…<br />

Sıkça futbolda markalaşmaktan bahsedilir. Peki bunun<br />

tam olarak ne olduğu hakkında kafa yormuşluğumuz<br />

ve markalaşma yolunun başlangıcı neresidir diye<br />

sormuşluğumuz var mıdır?<br />

“mış” gibi yapmakla marka olunur mu?<br />

Şimdi zirai, sınai veya hizmet üretim sektörlerini<br />

düşünelim. Bu sektörler bulundukları endüstride var<br />

olabilmek ve buralara değer katarak farklılık gösterebilmek<br />

adına ilk etapta ne yapmalılar. Elbet değerli ve işe yarar bir<br />

ürün ortaya koymakla, yani önce üretmekle işe başlamalılar.<br />

Sonra ürününün kalitesine göre sektörde ki yerlerini alırlar.<br />

Bir domates üreticisi domates elde etmeden, sadece<br />

tarlasının iyi görünmesinden dolayı para kazanabilir mi veya<br />

kabzımala laf anlatabilir mi?<br />

Bir makine ya da teçhizat üreten fabrika öylece durup<br />

sadece fabrikasının mimarisi ve peysajı ile ömrünü<br />

sürdürebilir mi?<br />

Ya da bir danışman sadece kisvesiyle ve güzel<br />

konuşabilmesiyle yetinip kayda değer fikir üretmeden işinde<br />

var olabilir mi?<br />

Demek ki bizim yöneticilerimiz futbolla uğraşmaya<br />

bıraksalar ve bu sektörlere girseler diyecekler ki çalışanlarına;<br />

“boş ver, domates çürük çarık olsun fark etmez, sen<br />

tarlayı güzel göstert kafi”<br />

“aman canım ne olacak, teçhizatı odağında tutma,<br />

kullanım süresinin verimliliğini kafaya takma, fabrikamızı alla<br />

pulla yeter”<br />

Bulunduğu kurum, kulüp olsun federasyon olsun babasının<br />

malı mı, dimi ya. Nasılsa bugün varsın, yarın yoksun. Nev-i<br />

şahsını dava sahibi idealistmiş gibi görsünler yeter.<br />

Velhasıl kelam, altyapıda, gerek lafzi gerek akti olarak<br />

beklenen ve pazarlanan içi boş gündelik başarılar, erk<br />

sahiplerinin koltuklarına yapışmak için kendilerine çaktıkları<br />

bir çividen ibaret. O çiviyi oradan çıkartmak lazım. İnsan<br />

ve sporcu yetiştirmeye yüreği, ilmi ve irfanı olan spor<br />

adamlarının o koltuklara oturması lazım. Altyapılarımızda<br />

kendi aramızda ve bazen de dışarıda ki manasız başarıları<br />

işaret etmek ve buna tamam demek, katıksız bir “mış” gibi<br />

yapmak ve yaşamaktır. Mesele profesyonel arenalarda, elit<br />

turnuvalarda boy gösterip damga vurabilmektir. Siz neden<br />

sanıyorsunuz uluslararası platformlarda ki yitikliğimizi.<br />

Kaynağımız çok ama kaynakları mundar yapan daha çok.<br />

Futbolda markalaşmak altyapılardan gelen kendine<br />

güveni tam, hırsı ve azmi yolun başında, pazarlanabilir<br />

ürünlerle mümkündür. Bu ürünleri elde etmek; gencecik<br />

beyinlerden kazanabilme hırsını alıp, gündelik başarılara<br />

sırt çevirip, oyun değil insan kazanabilme azminin<br />

yerleşmesiyle vuku bulur. Bu azim ise “mış” gibi yapan<br />

futbol yönetici ve başkanlarının olmamasıyla bağlantılıdır.<br />

Hiddet ve şiddet, yöneticilerin taleplerinde barındırdıkları<br />

tahakkümle alakalıdır. Böyle yöneticilerimizin olması bizim<br />

cehaletimizden yol alır.<br />

Unutmayalım ne biz nezdinde, ne de tarih nezdinde,<br />

Ronaldo’nun veya Messi’nin kendi dönemlerindeki minik<br />

ya da genç takımlarının başarıları başka bir deyişle<br />

şampiyonlukları konuşulmaz, bizzat Ronaldo, Messi ve<br />

onların nasıl yetiştirildiği, nasıl işlendiği konuşulur. Bunlar<br />

gibi bir çok sporcunun hocaları konuşulur. Altyapıların işleri<br />

müzeye kupa veya değeri olmayan madalya doldurmak<br />

değil, kuşe kağıdı posterlere yıldız doldurmaktır. Umuyoruz<br />

bundan sonra biz talep edenler gözümüze sokulanlara değil,<br />

olması gerekenlere bakar, buna göre takdirlerimizi belirleriz.<br />

Talep edenin kalitesi ne ise arz edilenin kalitesi odur. Dayağın<br />

çıkışı ve altyapıların çökerek markalaşma önünde oluşan<br />

engellerin ana kaynağı biz talep edenlerin zihniyetleridir.<br />

Ülkemizin artık “mış” gibi yapan “ben merkezlerden” çıkıp,<br />

öze dönmesi gerekir.<br />

Sormuşlar hocaya “hocam dünyanın merkezi neresi”<br />

diye, o da “ahanda tam üstüne bastığım yer” demiş…<br />

mel l pasa .<br />

36<br />

“danışman bey siz güzel giyinin, bakımlı olun ve boş boş<br />

ama hatip gibi konuşun fikirlerinizi de kendinize saklayın”<br />

Bu kafada olurlarsa ne olurlar? Biz söyleyelim; katrana<br />

sokup tüylerle kaplarlar, ibret-i meczup diye belde belde<br />

dolaştırırlar. Ama futbolda işler kolay. Günü kurtarsın kafi.


37<br />

Bir zamanlar Ceddimiz ...<br />

1<br />

‘Kafirler’<br />

benim<br />

Alay’ıma giremez !<br />

17. yy. ortaları, Osmanlı durgunluk döneminde olsa bile<br />

hala dünyanın bir numaralı gücü konumunda. Osmanlı<br />

devlet geleneği olması hasebiyle o yıllarda da belli aralıklarla<br />

bazen dostane bazen kulak çekme bazen de her ikisi birden<br />

ve ayrıca vergi salıp toplamak adına, devletlere ve vs..<br />

elçiler göndermek suretiyle onlarla iletişim kanallarını açık<br />

tutarak, tebaası olarak gördüğü dünyanın halini ahvalini<br />

anlayabilmek için girişimlerde bulunulurmuş. Ve verilmeyen<br />

vergiler de tahsil olunurmuş.<br />

Osmanlı heyetlerinin en büyük sıkıntısı o zamanların<br />

saçma sapan ve anlaşılmaz diplomasi trafiğiymiş. Özellikle<br />

Osmanlı karşısında ezik ve yitik Avrupalı kralların; “er<br />

meydanında yenemiyorsak diplomaside diş geçirelim<br />

bari” gailesinde yürüttükleri kibirli diplomasi ritüelleri pek<br />

kızdırırmış giden elçi heyetlerini. Ama ne yaparsın devlet işleri<br />

işte hem sabredeceksin hem diplomasiyi İslam Sancağının<br />

şanına göre yürüteceksin hem de aman vermeyeceksin. Zor<br />

işti o yıllarda da hep olduğu gibi dış ziyaretler. Ama burası<br />

da Osmanlıydı arkadaş, küffara aman vermeyen ve gücünü<br />

imanından alan… Devlet-i Aliyede kim olursa olsun, oynak<br />

ve kaypak tavırlara pabuç bırakılır mıydı? Bırakılmazdı elbet<br />

bırakılmazdı fakat yine de sözün tükendiği yere kadar iletişimi<br />

sürdürmek İslam gereğiydi. Gerçi diplomasi en nihayetinde<br />

bizim genetiğimize uygun sonlandırılırmış lakin yine de<br />

mümkün olan yere kadar sopa göstermek marifetiyle değil<br />

de biraz lisan-ı hal ile biraz da konuşmak gailesinde çaba<br />

gösterilirmiş. Ama kefere işte her seferinde denemekten ve<br />

zorlamaktan, çılgınlar gibi korksa bile geri durmazmış.<br />

İşte yine zamanın birinde, 1663 yılında, ikinci Viyana<br />

Muhasarasından yirmi yıl evvel Kara Mehmed paşaya<br />

Rumeli beylerbeyi payesi verilip Alman İmparatoru’na elçi<br />

olarak gönderilmiş. Kara Mehmed Paşa pek debdebeli bir<br />

alay ve kalabalık bir maiyetle Viyana önlerine vardığı zaman,<br />

heyet şehrin dışında ki meşhur bir sayfiyede bir hafta kadar<br />

bekletilmiş diplomasi diliyle dinlendirilmiş. Artık şehre girme<br />

günü gelip çattığı zaman başlamış imparatorun kıvırtık<br />

diplomasi trafiği…<br />

Çasar yani imparator tarafından gönderilen baş tercüman<br />

Mikel ve baş komiser çıkagelmiş. Zaten bir hafta bekletilen<br />

paşa gıcık kapmış ve az biraz hiddetliymiş. Yine de onların<br />

barbar tanımlamalarını haklı çıkartıp fevri davranarak<br />

İslam’a leke atfedilsin istemezmiş. Gelenlerin titrekliğinden<br />

varmış bir karın ağrıları, paşanın gözünden kaçmamış ve<br />

hadi hayırlısı diyerek başlamış dinlemeye;<br />

“- çasar hazretleri sultanıma selamlar ettiler. Yarın sabah<br />

mübarek Pazar günümüzdür. Alay ile şehri teşrif buyursunlar<br />

dediler. Lakin ağırlık arabaları ve cümle ağırlıklar evvel<br />

gitsinler diye çasar hazretleri öyle buyurdular”<br />

dediklerinde Paşa tereddütsüz ve hemen ve sanki bunu<br />

bekliyormuşcasına<br />

“— bizim ağırlığımıza kimsenin hükmü yoktur ve ola<br />

gelemez. Hem padişahımızın içinde emanet hediyeleri<br />

vardır. Ağırlık bizden ayrılamaz”


38<br />

2 Bir zamanlar Ceddimiz ...<br />

Kefereler daha ilk adımda paşanın sert hatta kelleleri aldı<br />

alacak ahvalinden kala kalmışlar ve başlamışlar eğile büküle<br />

ikna çabalarına;<br />

“— sultanımın ağırlığı ileri gitsin demekten murad odur ki,<br />

çasar hazretlerinin konağı kaleden dışarıdadır. Sultanım siz<br />

saadetle alayınızla kale izdihamından geçersiniz. Onun için<br />

ağırlık evvel gitsin” dediklerinde<br />

Paşa içinden, neyse demiş büyüklük bizde kalsın<br />

uzlaşmaya gayret gösterelim, onların dediği olmaz olmasına<br />

orta yol bulmaya çalışalım veçhesinde;<br />

“— imdi araba ve develer dışarıdan, önden gitsin. Katar<br />

katırları cümle benimle gitsin” demiş.<br />

Kefere baş komiser yine söze başlamış;<br />

“— kıymetli sultanım istirham ediyoruz çasar hazretleri<br />

azametle buyurdular ki…”<br />

Daha lafzın başında anlamış paşa bunların avrat avrat<br />

kıvırmalarını ve bu minvalde korkutan bir höst nidasıyla baş<br />

komiserin lafını yutmasını<br />

sağlamış;<br />

“— bre melun dinsiz bre<br />

gafil, vallahi bir daha senin<br />

ağzından Çasar azametle<br />

şöyle buyurdu yok efendim<br />

böyle söyledi sözlerini<br />

işitmeyeyim. Yoksa seni<br />

hançer kabzasıyla tepelerim.<br />

Azamet, bir tek ve sadece<br />

Allah’a mahsustur.<br />

Bizim cihan padişahımız<br />

bile azametle diyemezken sen nasıl ikide bir de azametle<br />

dersin deyyus” deyince<br />

Kafirin söze mecali yetmemiş, hayret ve korku aleminde<br />

donakalmış. Sonuçta farkındalığı o ki, karşısında Müslüman<br />

bir kumandan ve Osmanlı Devleti var. İçinden bizim kellecik<br />

gidecek şimdi teker meker diye geçirmeye, soğuk soğuk<br />

terler dökmeye başlamış. Mikel tercüman komiserin ahvalini<br />

görünce İmparatorun isteklerini sıralamaya devam etmek<br />

istemiş. Söylemesem olmaz söylesem hiç olmaz çelişkisinde<br />

battı balık yan gider diyerekten;<br />

“— sultanım, çasarın size çok selamları odur ki;<br />

alaylarıyla kalemize girerken, sancak ve bayraklarını ve<br />

alemlerini açmasınlar ve sancak sırıklarını kaldırmasınlar<br />

ve omuzlarında götürmesinler. Zira kale kapısı alçaktır ve<br />

mehterhanelerini çalmasınlar ve paşanın önü sıra benim<br />

mehterhanım çalınsın ve bizim Sultanzadeler ve vüzerazadeler<br />

paşanın önü sıra gitsinler ve paşanın ardı sıra benim<br />

içoğlanların yürüsünler ve cümle sipahilerim ve graflar ve<br />

kaptanlar ve arşevekler ve beylerim paşanın önü sıra gitsin<br />

diye buyurdu…”<br />

Deyince artık paşanın bu saçmalıklara katlanacak sabrı<br />

kalmamış. Gülsem mi ağlasam mı, ölür müsün öldürür müsün<br />

çelişkileriyle ve gizleyemediği dudak altı tebessümünün<br />

üstüne zaten bir hafta bekletilmenin üstüne bu acayip haller<br />

eklenince, hiç bitmeyen “ve” bağlaçları esintisi onu ateş<br />

parçasına döndürmüş eli kılıcına giderken la havle deyip<br />

söze başlamış;<br />

“— baka kafirler… sizin beni burada bir hafta oturtmanızın<br />

aslı ve sonu buna mı çıktı? Bu sizin ettiğiniz kabul edilemez<br />

bir şeydir. Sizin amacınız ne. Yoksa bu tahkir için midir?<br />

Benimi sınamaktasınız yoksa kanınıza mı susadınız?<br />

Deyince iki kefere son anlarıymış edasıyla, aynı anda<br />

ve anlaşılmaz biçimde yalvar yakar söze atlayınca, bu<br />

acziyet paşanın daha da sinirini dokunmuş ve bir bakışıyla<br />

kendilerine getirip adam gibi birisinin söz almasını sağlamış.<br />

Mikel ha kuvvet ha gayret söz almış<br />

“— Haşa, sümme haşa ki bu konuştuklarımız ve<br />

ettiklerimiz sultanımıza<br />

tahkir ola. Lakin elçi paşa<br />

karındaşlarınıza hep<br />

böyle ederiz. Kanunumuz<br />

böyledir.”<br />

Denildiği vakit, anlamış<br />

ki paşa, bu iş böyle<br />

olmayacak. Bu ahvallerin<br />

erlikle alakası yok. Bu işi<br />

nihayetlendirmek üzere<br />

söyleyeceklerini söyleyip<br />

buna rağmen hala aynı<br />

yerdelerse bu kefereler,<br />

sonrasında gereğini yapmak üzere name gibi ve rakip<br />

sahada olmasına rağmen kudretli edayla söze başlamış;<br />

“— İmdi, sizin kanunuz öyle ise pek yazık, çünkü bu dinsiz<br />

kafirin kanunsuz batıl ayinleridir. Ama biz İslam padişahının<br />

vüzerasıyız. Bizim eskiden beri kanunumuz böyledir ki, ben<br />

Rumeli beylerbeyisiyim. Teşrifat kanunumuz odur ki Padişah<br />

tarafından size biçilen on iki yük akça yıllık gelirim vardır.<br />

Mazul da olsam , vazifede de bulunsam dava dinleyip suçluları<br />

katil ve siyaset ederek ve yedişer kat mehterhanemi çalarak<br />

alay ederim ve alayımın içini ecnebiden adam koymam.<br />

Eğer girerse vur ederim. Üstelik ben; Mekke ve Medine ve<br />

Kudüs ve Bağdat ve Şam ve Halep padişahının elçisi olayım<br />

da niçin Peygamber sancağını açmayayım ve niçin alayımın<br />

içine kafirleri koyup cümle ağalarımı darmadağınık ettireyim<br />

ve niçin alayımda kafirlerin borularını ve davullarını ve<br />

deccalların çaldırayım. Ey imdi, sizin meramınızı anladım.<br />

Anlamam o ki siz çokça kıvırtmaktasınız. Ben böyle avrat<br />

ahvalli krala varmam ve Osmanoğulları kanunumuzu<br />

bozmam. Üstelik beni karındaş dediğiniz diğer elçilerle


Bir zamanlar Ceddimiz ...<br />

3<br />

kıyas etmeyin. Onlar Kanije Eyaleti ve Temeşvar Eyaleti<br />

rütbesiyle gelirlerdi. Para hatırı için Osmanoğulları’nın ırzına<br />

leke getirip kral elinden şarap denilen haramı içelerdi. Beni<br />

o deyyuslarla hiç karıştırmayın. Bana ne para ve pul, ne de<br />

şarap lazım. Ancak İslam Sancağının ve padişahımızın ırzı<br />

lazımdır. İmdi, şu andan itibaren bana şunu da borçlusunuz.<br />

Siz burada bizi oyalayıp israf etmemize sebeb olmaktasınız.<br />

Bundan sonra ki bekleyişimiz, eğer kanunumuza göre beş<br />

yüz altmış adamıma birer okka ekmek, birer okka et ve beş<br />

yüz baş atlarıyla birer yem ve gayrı harçlarını verirseniz<br />

makbüldür. Lakin kanunumuza riayet etmeyip bize daha<br />

hakaret ederseniz ben burada on yıl cümle adamlarımla<br />

otursam yedirip ve giydirip otururum ve sizin bana iltifat<br />

etmediğinizi bir bir sadrazama arz ederim. Sizin dahi<br />

elçilerinizi İstanbul’da adam yerine koymayıp rağbet ve iltifat<br />

ve itibar etmeyip Galata limanlarında pavurya ve yengeç<br />

ve midye ve istiridye adlı müzahrefatı ve sümüklü böcekleri<br />

kaplumbağa ve ahtapot balıklarını yediredururum” dedikten<br />

sonra hışımla yaverine dönerek<br />

“— tiz divan efendisini çağırın. Sadrazama halimizi bildirip<br />

arz edelim. Cümle askeri ve tatar askerlerini dağıtmasınlar.<br />

Sadrazama gittikten sonra bu iş ne olacağı aşikar. Sonrası<br />

ne ala”<br />

diye buyurunca tercüman ve komiserin aklı başlarından<br />

çıkacak gibi olur. Bir sıkımlık canları çıktı çıkacak şekilde<br />

kendi krallarından bile daha heybetli, korkusuz ve geri adım<br />

atmaz gördükleri paşanın ayaklarına atılarak<br />

“— aman sultanım lütfeyleyin. Arzı yazmayın… varalım<br />

bir kere çasarımıza danışalım” diye yalvara gelince, paşa;<br />

“—bre hey melun dinsizler… Söze gelince çasar şöyle<br />

uludur, böyle şanlıdır filan ve falandır dersiniz. Bunda<br />

çasara danışacak ne var? Sizin çasardan başka iş bilir ve<br />

söz anlar adamlarınız yok mudur? Bizim Osmanlı vezirleri<br />

hatta beyleri işler görür, kaleler alır, bozar, bozulur, erdel<br />

krallarını ve eflak ve boğdan beylerini azledip Yanova ve<br />

Vara Kalelerini fethederler, Padişahın haberi olmayıp sonra<br />

fetihname gönderirler. Ama sizler bir elçiye bir ekmek ve bir<br />

okka et ziyade verelim mi diye hemen çasarımıza danışalım<br />

dersiniz. Sizin gibileri biz esir dahi almayız. He bu arada<br />

diğer hokkabaz merasimi ve şehre girişi danışmanıza gerek<br />

yok onun nasıl olacağı bizim hükmümüzdür.”<br />

Kefereler soluk soluğa çasarlarına yanına varıp anlatınca,<br />

ulu(!) çasar acı acı ulumamak için dudağını ısırıp planının<br />

suya düştüğü gerçeğini kabul ederek baş eğmek zorunda<br />

olduğunu anlamış. Anlamış anlamasına fıtrat işte yine de<br />

son bir varyete hevesiyle ;<br />

En azından bu biçimde de olsa dediği olsun ve paşanın<br />

maiyetinin gözünde ve sultanın gözünde itibarında zede<br />

olsun amacını güdedurmuş. Lakin Mehmed Paşa biraz<br />

kızgın biraz da hala sonuna kadar devam eden cüretkar ve<br />

denemekten bıkmayan durum karşısında şaşkın ve alaycı<br />

vaziyette;<br />

“— ben arabaya binmem. Maiyetimdeki kimse de<br />

binemez. Biz Osmanlıyız. Bizim adetimiz küheylan atlara<br />

binmek, cirit oynayıp gazalara gitmektir. Bizim İstanbul’da<br />

böyle arabalara avratlar biner. Bize layık değildir”<br />

Diyerekten arabayı göndere durmuş bu saçma sapan<br />

trafik karşısında dumur ve nedense yorgun vaziyette<br />

çelebiye dönmüş;<br />

“— çelebi de bakalım nasıl işler bunlar, ne acayip<br />

ademler bunlar. Ben kılıç sallayıp cenk ettiğimde bile böyle<br />

yorulmuyorum. Sonuçta bizim istediğimiz gibi olacak bu belli,<br />

bekleşmişiz üstüne ses etmemişiz bu da belli… peki bunlar<br />

pişkin mi, ahmak mı ya da hepsi eceline mi susamış. Böyle<br />

imparator olur mu, gönderdiği kefere böyle acz içindeyse,<br />

çasarları kim ola. Bizim paşalarımız, bizim beylerimiz ve<br />

cümle ümmetimiz bu kefere sultanlardan daha sultandır. De<br />

bakalım belde belde gezersin. Olur muymuş böyle adamlık ”<br />

Çelebi gevrek bir tebessümle paşayı dinleye dururken,<br />

not alıyor ve kahkaha patlatmamak için dişlerini sıkıyormuş.<br />

Ve o da dalmış söze;<br />

“— ne diyeyim paşam, söze ne hacet. Kendiniz müşahitlik<br />

ettiniz. Bir musibet bin nasihatten evladır derler. Elçidir bir<br />

imparatorun aynası. Bizim memleketler gibi değildir diğer bu<br />

beldeler. Cümle kral, sultan böyle kaprisli ve oynaktır. Bizim<br />

er meydanlarında bileğimizle aldığımız şanı ve şöhreti,<br />

bunlar dilleriyle ve hinlikleriyle elde etmeye çalışırlar. Diş<br />

görmezlerse geri durmazlar. Ben sizi uyarırdım uyarmasına<br />

lakin tecrübe etmenizi istedim. Ve ayrıca diplomasi nereye<br />

varacak görmek istedim. Hem maiyetiniz hem de cümle<br />

kefere Devletimizin kudretini anlasın istedim. İnanın<br />

paşam kahkahalarla gülmemek için kendimi zor tuttum.<br />

Elçilerin tavrı karşısında anlamsızlığınız ve engin sebatınız<br />

görülmeye değerdi. Hem fena da olmadı, bize de kelam çıktı<br />

yazacak. Üstelik yazalım ki soylarımız gün gelir de gaflet ve<br />

dalalete düşer ise, acz içindelerse ve unutmuş olmuşlarsa<br />

atalarını, baka görsünler de neymiş ataları, devletin beyleri<br />

ve paşaları bile nasıl krallara dahi diz çöktürmede muktedir<br />

olabilirlermiş anlasınlar hele ki. İmdi bana müsaade, bakalım<br />

keferenin şehri nasıl imarlanmış ve cümle ademi nasılmış<br />

görüp yazagelelim.”<br />

39<br />

“— safa geldin ve hoş geldin, yüzümüze basa geldin.<br />

Cümle muradınız üzere alay olsun”<br />

diye haber gönderip ve haberin yanında paşanın binmesi<br />

için sekiz at koşulu süslü bir kupa arabası da yollamış.<br />

mel<br />

l pasa .


4 Bir zamanlar Ceddimiz ...<br />

40


Faydalandıgımız ^ kaynaklar ...<br />

Sahte Marko Paşa / Bir Provokasyonun Öyküsü - Mehmet Ergün,<br />

Medeniyetler Çatışması - Samuel P. Huntington,<br />

Nerimanov Mektuplar - Hüseyin Adıgüzel,<br />

Modern Dünya Tarihi - William Woodruff,<br />

Osmanlı Tarihi - Atilla Şahiner,<br />

Tarihin Tartışmalı Padişahı Abdülhamid - M. Kemal Pekdemir,<br />

National Geographic fotoğraf albümleri,<br />

National Geographic Dünya Tarihi - Neil Kagan,<br />

Abdülhamidin Hatıra Defteri - Alter Yayıncılık,<br />

Doğru Yolun Sapık Kolları - Necip Fazıl Kısakürek,<br />

Abdurrahman Dilipak - Cumhuriyete Giden Yol,<br />

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi - J.Von Hammer<br />

Feyiz aldıgımız sairler ...<br />

^<br />

.<br />

Mehmet Akif Ersoy<br />

Ahmed Arif<br />

İsmet Özel

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!