Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
37<br />
Bir zamanlar Ceddimiz ...<br />
1<br />
‘Kafirler’<br />
benim<br />
Alay’ıma giremez !<br />
17. yy. ortaları, Osmanlı durgunluk döneminde olsa bile<br />
hala dünyanın bir numaralı gücü konumunda. Osmanlı<br />
devlet geleneği olması hasebiyle o yıllarda da belli aralıklarla<br />
bazen dostane bazen kulak çekme bazen de her ikisi birden<br />
ve ayrıca vergi salıp toplamak adına, devletlere ve vs..<br />
elçiler göndermek suretiyle onlarla iletişim kanallarını açık<br />
tutarak, tebaası olarak gördüğü dünyanın halini ahvalini<br />
anlayabilmek için girişimlerde bulunulurmuş. Ve verilmeyen<br />
vergiler de tahsil olunurmuş.<br />
Osmanlı heyetlerinin en büyük sıkıntısı o zamanların<br />
saçma sapan ve anlaşılmaz diplomasi trafiğiymiş. Özellikle<br />
Osmanlı karşısında ezik ve yitik Avrupalı kralların; “er<br />
meydanında yenemiyorsak diplomaside diş geçirelim<br />
bari” gailesinde yürüttükleri kibirli diplomasi ritüelleri pek<br />
kızdırırmış giden elçi heyetlerini. Ama ne yaparsın devlet işleri<br />
işte hem sabredeceksin hem diplomasiyi İslam Sancağının<br />
şanına göre yürüteceksin hem de aman vermeyeceksin. Zor<br />
işti o yıllarda da hep olduğu gibi dış ziyaretler. Ama burası<br />
da Osmanlıydı arkadaş, küffara aman vermeyen ve gücünü<br />
imanından alan… Devlet-i Aliyede kim olursa olsun, oynak<br />
ve kaypak tavırlara pabuç bırakılır mıydı? Bırakılmazdı elbet<br />
bırakılmazdı fakat yine de sözün tükendiği yere kadar iletişimi<br />
sürdürmek İslam gereğiydi. Gerçi diplomasi en nihayetinde<br />
bizim genetiğimize uygun sonlandırılırmış lakin yine de<br />
mümkün olan yere kadar sopa göstermek marifetiyle değil<br />
de biraz lisan-ı hal ile biraz da konuşmak gailesinde çaba<br />
gösterilirmiş. Ama kefere işte her seferinde denemekten ve<br />
zorlamaktan, çılgınlar gibi korksa bile geri durmazmış.<br />
İşte yine zamanın birinde, 1663 yılında, ikinci Viyana<br />
Muhasarasından yirmi yıl evvel Kara Mehmed paşaya<br />
Rumeli beylerbeyi payesi verilip Alman İmparatoru’na elçi<br />
olarak gönderilmiş. Kara Mehmed Paşa pek debdebeli bir<br />
alay ve kalabalık bir maiyetle Viyana önlerine vardığı zaman,<br />
heyet şehrin dışında ki meşhur bir sayfiyede bir hafta kadar<br />
bekletilmiş diplomasi diliyle dinlendirilmiş. Artık şehre girme<br />
günü gelip çattığı zaman başlamış imparatorun kıvırtık<br />
diplomasi trafiği…<br />
Çasar yani imparator tarafından gönderilen baş tercüman<br />
Mikel ve baş komiser çıkagelmiş. Zaten bir hafta bekletilen<br />
paşa gıcık kapmış ve az biraz hiddetliymiş. Yine de onların<br />
barbar tanımlamalarını haklı çıkartıp fevri davranarak<br />
İslam’a leke atfedilsin istemezmiş. Gelenlerin titrekliğinden<br />
varmış bir karın ağrıları, paşanın gözünden kaçmamış ve<br />
hadi hayırlısı diyerek başlamış dinlemeye;<br />
“- çasar hazretleri sultanıma selamlar ettiler. Yarın sabah<br />
mübarek Pazar günümüzdür. Alay ile şehri teşrif buyursunlar<br />
dediler. Lakin ağırlık arabaları ve cümle ağırlıklar evvel<br />
gitsinler diye çasar hazretleri öyle buyurdular”<br />
dediklerinde Paşa tereddütsüz ve hemen ve sanki bunu<br />
bekliyormuşcasına<br />
“— bizim ağırlığımıza kimsenin hükmü yoktur ve ola<br />
gelemez. Hem padişahımızın içinde emanet hediyeleri<br />
vardır. Ağırlık bizden ayrılamaz”