02.04.2018 Views

kusva nisan 18

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

DENEME<br />

BURAK AK<br />

4<br />

Tarihimizi keşfetmeye kalktığımızda<br />

pek çok sefer ve nihayetinde<br />

bu seferlerden zaferle<br />

ayrılmış pek çok kumandanın<br />

karşımıza çıktığını görmekteyiz.<br />

Son zamanlarda muharebelerin<br />

sonuçlarını değil de sonuca<br />

neden olan sebepleri araştırmayı<br />

kendime görev bildim.<br />

Asker sayısı, teknoloji, jeopolitik<br />

üstünlük, coğrafyayı tanıma<br />

gibi pek çok sebebin savaş<br />

sonucunu etkileyen önemli<br />

faktörlerden olduğuna değiniliyor.<br />

Ulaşılan sebeplerin etkileri<br />

muhakkak ki büyüktür ama<br />

atladıkları önemli bir şey vardı.<br />

“Kelimeler”. Kusva Dergisinin<br />

kuruluş döneminde kendimize bir<br />

slogan belirlemiştik;<br />

“SÖZCÜKLÜLER VE FiKiRLER<br />

DÜNYA’YI DEĞiŞTiREBiLiR”.<br />

Bu sözü düşündüm ve eskiler<br />

geldi aklıma ne demiştiler ;<br />

“Söz ola kese başı, söz ola bitire<br />

savaşı” sözün kudretine ya da<br />

yaratabileceği tehlikelere dikkat<br />

çekmek için söylenmişti bu söz.<br />

Tarihin uzak ve yakın koridorlarında<br />

yankılanan önemli<br />

konuşmalara kulak verdiğimizde<br />

kimi sözlerin estirdiği fırtınayla<br />

rejimleri değiştirip, saltanatları<br />

yıktığına; kimilerininse kitleleri<br />

önüne katıp radikal değişiklere<br />

kapı açtığına şahit oluyoruz.<br />

Küçük bir kelimenin çıkarttığı<br />

kıvılcımla dünyaları tutuşturabilmek<br />

mümkün.<br />

Tarihimizin en önemli dönemlerinden<br />

biri olan bizlere Anadolu’nun<br />

kapısını açan Selçuklu<br />

hükümdarı Sultan Alparslan’a<br />

değinelim. Alparslan’ın Mısır<br />

seferine çıkmasını fırsat bilen Bizans<br />

İmparatoru Diyojen, Türkleri<br />

Anadolu’ya yerleştirmeme kararı<br />

verir. Yol boyunca da katliamlar<br />

yaparak Malazgirt’e kadar gelir.<br />

Alparslan ise Mısır seferinden<br />

vazgeçip Malazgirt’te savaşma<br />

kararı alır. Bizans ordusuna karşı<br />

büyük bir zafer kazanır.<br />

Kaynaklara göre savaşa başlamadan<br />

önce Alparslan ordusuna<br />

bir nutuk vermiştir. Alparslan<br />

nutukta kumandanlarını savaşa<br />

katılıp katılmama konusunda<br />

serbest bırakmış. Savaşın yalnız<br />

askeri, siyasi veya milli bir savaş<br />

olmadığını aynı zamanda dini bir<br />

savaş olduğunu belirtmiş. Aynı<br />

zamanda düşmanın sayıca kat<br />

kat üstün olmasının altını çizmiş.<br />

Maddi üstünlük unsuruna karşı<br />

o anda zaferleri için dua eden<br />

Müslümanların manevi desteğini<br />

belirtmiştir. Alparslan’ın yaptığı<br />

bu konuşma sonucu ve ordunun<br />

motivasyonuyla savaş kazanılmıştır.<br />

Bu durum Alparslan’ın<br />

emrindekilere iyi hitap etmesini<br />

bilen iyi bir baş kumandan olduğunu<br />

açıkça ortaya koyar.<br />

Tarihin gidişatını değiştiren<br />

konuşma ise şöyledir;<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


“YA RABBi!<br />

Seni kendime vekil yapıyor,<br />

azametin karşısında yüzümü yere<br />

sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum.<br />

Ya Rabbi! Niyetim halistir, bana<br />

yardım et, sözlerimde hilaf varsa<br />

beni kahret.<br />

Ey Askerlerim! Eğer şehit olursam<br />

bu beyaz elbise kefenim olsun. O<br />

zaman ruhum göklere çıkacaktır.<br />

Benden sonra Melik Şah’ı tahta çıkarınız<br />

ve ona bağlı kalınız. Zaferi<br />

kazanırsak istikbal bizimdir.<br />

Biz ne kadar az olursak olalım, onlar<br />

ne kadar çok olurlarsa olsunlar,<br />

bütün Müslümanların minberlerde<br />

bizim için dua ettikleri şu saatte<br />

kendimi düşman üzerine atmak<br />

istiyorum.<br />

Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım;<br />

ya şehit olarak cennete giderim.<br />

Sizlerden beni takip etmeyi tercih<br />

edenler takip etsin. Ayrılmayı<br />

tercih edenler gitsinler.<br />

Burada emreden sultan ve emredilen<br />

asker yoktur. Zira bugün ancak<br />

ben de sizlerden biriyim, sizlerle<br />

birlikte savaşan gazıyım.<br />

Beni takip edenler ve<br />

nefislerini Ulu Tanrı’ya<br />

adayanlardan şehit olanlar<br />

cennete, sağ kalanlar ise<br />

ganimete kavuşacaklardır.”<br />

,,<br />

26 Ağustos 1071<br />

Sözün ve fikrin gücüne inanan insanlar olarak. Karşımıza çıkacak her zorluğa rağmen fikirlerimizi beyan<br />

etmeye doğruları konuşmaya devam edeceğiz. Değiştireceğimiz bir Dünya, ulaşmamız gereken pek çok<br />

gönül var.<br />

BURAK AK<br />

5<br />

<strong>kusva</strong>.org


6<br />

DENEME<br />

HÜSEYİN CAN COŞKUN<br />

Her canlı gibi o da uyandığında<br />

ilk olarak gözlerini<br />

açtı. Fakat normal olmayan<br />

şey tavandan gözlerinin<br />

neredeyse her noktasına<br />

santimetrenin elli de biri<br />

kadar hacme sahip paketlerce<br />

renkli simin dökülmesi<br />

hissiydi. Geceden uyuşmuş<br />

kollarıyla bu sorunu çözmeye<br />

kalkıştığında ise geçeceğini<br />

sandığı hissin en az<br />

iki katına çıkmasıyla olduğu<br />

yerden fırlamak zorunda<br />

kaldı. Biraz önce hissettiği<br />

acı bir nebze hafiflemiş olsa<br />

da tam olarak bittiği söylenemezdi.<br />

Çünkü olması<br />

gerekenden az uyumuştu.<br />

Olağan günlerin hemen<br />

hemen hepsinde yattığı<br />

yerin aşağısında bir şişe<br />

su bulunurdu. Bilinçsizce<br />

elini kolunu sallayarak suya<br />

ulaşmaya çalıştı ama bugün<br />

o su orada değildi.<br />

Bu sabahın diğer sabahlardan<br />

farklı olduğu hissini<br />

çok kısa bir süreliğine tekrar<br />

hissetmişti. Kısmen de olsa<br />

bunun farkındaydı artık.<br />

Gece uyurken sabah uyandığı<br />

gibi yalnız olmadığını<br />

biliyordu. Rem uykusuna<br />

henüz geçmeden sabah tek<br />

başına uyanabileceğini düşünmemişti<br />

bile. Biran önce<br />

uyku halinden çıkıp, gerçekdünyanın<br />

kalın sütunlarlabelirlenmiş<br />

sınırları içerisine<br />

girmesi gerekiyordu. Bunun<br />

için ağzına kadar dolu kırık<br />

bir kova suyun herhangi biri<br />

tarafından suratına beton<br />

hissi uyandıracak şekilde fırlatılması<br />

gerekiyordu. Ya da<br />

uykunun verdiği yarı-insan<br />

haliyle o sınırların içerisine<br />

adımını atmak zorundaydı.<br />

Zor ama mantıklı olan<br />

yolşok etkisi yaratacak tıka<br />

basa dolu kırık bir kovasuyun<br />

suratına çarpılmasıyken,<br />

kolay ve mantıksız olanı<br />

seçerek tembellik hükümlü<br />

yolu seçti. Ayaklarını<br />

gecenin serinliğiyle silinmiş<br />

zemine değdirdiğinde 10<br />

saatlik bir beyin ameliyatından<br />

çıkmış, hala narkozun<br />

etkisinde olan uyku hastaları<br />

gibiydi. Her 15 saniye de<br />

bir narkozun etkisi geçiyor,<br />

vücudu tedaviye cevap veriyordu.<br />

Yavaş yavaşta olsa<br />

normal yaşam belirtilerini<br />

göstermeye başlamıştı.<br />

Elleriyle yüzünü ovuşturduğunda,<br />

gece boyunca kulaklarının<br />

her ikisini de taciz<br />

eden şeyin hiç kapatılmayan<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


televizyonun sesi olduğu fark etti. Tedavinin 8.<br />

Aşamasına gelinmişti ve artık daha fazla oksijen<br />

tüketmeye başladı.<br />

Daha garip olan ise bu saatte televizyonda sosyo-kültürel<br />

bir programın olmasıydı. Defalarca kez<br />

bu tür programları sunmuş rahatlığa sahip olan bir<br />

moderatör ile zekâsı sadece takmış olduğu gözlükten<br />

ibaret olmayan genç bir akademisyen Time<br />

dergisinin “gelecekte aileler” başlıklı bir makalesi<br />

üzerine sohbet ediyorlardı.Tedavinin de etkisiyle,<br />

böyle bir programın bu saatte yayında olma ihtimalini<br />

çoban salatasından et çıkması ihtimaliyle aynı<br />

değerde gördüğünden programı izlemeye başladı.<br />

Zekası sadece takmış olduğu gözlükten ibaret<br />

olmayan adammakalede ki radikal öngörülerden<br />

bahsediyordu.Makalede; gelecekte aile kavramının<br />

ne tür değişikliklere uğrayacağını sormak yerine,<br />

gelecekte bir ailenin olup olmayacağını sormanın<br />

daha mantıklı olacağını ileri sürerek, en azından<br />

Amerikan toplumunun gelecekte, “ devlet destekli<br />

bebek yetiştirme çiftliklerine benzeyen kurumlarda”<br />

çocuklarını yapabileceklerine değiniyor. Bu senaryoya<br />

göre çocukların hayatları da büyük ölçüde<br />

değişecek, zira bazı çocuklar normal olarak bir<br />

baba ve bir anneye sahip olabilecekleri gibi, bazıları<br />

birçok üvey anne ve babalara diğer bazıları da aynı<br />

cins anne babalara sahip olabileceğinden ve yaygın<br />

boşanmaların sonucu olarak aile kavramın ortadan<br />

kalkabileceği öngörülüyordu.<br />

Akademisyen makaleyi kendi çalışmalarıyla yorumlamadan<br />

evvel içeceği kahveyi eline aldığında<br />

gerçek hayatın kalın sütunlarından biri zank diye<br />

kafasına düştü. Artık kalkıp bir şeyler yapmalıydı.<br />

Dünden sandalyenin üzerine üst üste dizmiş<br />

olduğu kıyafetlerini alıp giydi. Alman disipliniyle<br />

istiflediği eşyalarını sırasıyla ceplerine doldurmaya<br />

başladı. İlk önce saatini taktı, daha sonra cüzdanını<br />

montunun sağ iç cebine koyup telefonuyla paralarını<br />

pantolonunun farklı ceplerine koydu.<br />

Çıkmak için ilk hamlesini yaptığında anahtarını<br />

unuttuğu fark etti alelacele onu da alıp montunun<br />

sol cebine iliştirdi. Bir türlü içinden çıkamadığı<br />

salon kapısının iskeleti arasındayken bir şey unuttuğunu<br />

fark etti. Hem bu kapının iskeletiyle hem<br />

de önünde duran koridorla ciddi problemleri vardı.<br />

Koridorun ilk kaleboduruyla son kalebodurusun<br />

arasında ki mesafe evde yaşayan bir canlının her 7<br />

<strong>kusva</strong>.org


8<br />

GÜNEŞ’İN SAĞ KROŞESİ<br />

hangi bir eylemi gerçekleştirmemesi<br />

için yeterli uzunluktaydı.<br />

Kapının iskeleti<br />

ise ona göre santim santim<br />

gereksizliklerle işlenmişti.<br />

Bu kapıdan her geçişinde<br />

kapı için harcanan kerestelere<br />

üzülürdü.<br />

Bir şey unutmuştu. Tekrar<br />

o kapının arasından geçmek<br />

istemediği için geriye<br />

dönmeden evin dış kapısına<br />

yöneldi. Ayakkabılarını<br />

giymek için yere eğildiğinde<br />

sol omzuna sımsıcak bir<br />

el değerek onu binlerce<br />

seyircinin izlediği bir boks<br />

maçının içerisine attı. Kendini<br />

birden bire ringin içerisinde<br />

bulduğunda o elin<br />

sahibi sürekli konuşuyordu.<br />

Konuştuğu her şey usta bir<br />

boksörün ton çeken yumruklarından<br />

farksızdı. Bu<br />

yumruklar unutkanlıklardan,<br />

sorumsuzluklardan ve hatalardan<br />

ibaretti. Ayakkabısının<br />

bağcıklarını bağlamaya<br />

çalışırken, neye uğradığının<br />

farkında bile değildi. Cevap<br />

vermek için yaptığı her hamlede<br />

yumruklar daha sertleşiyor<br />

ve canını gerçekten<br />

yakıyordu. Bir an soluklanıp<br />

tüm gücüyle karşı atağa<br />

geçmeye çalıştı fakat başaramadı.<br />

Karşısında ki boksör<br />

oldukça tecrübeli ve acımasızdı.<br />

Boksörün amacı onu<br />

nakavt etmek değil, sadece<br />

canını acıtmaktı. Yumrukları<br />

neredeyse tamamı boyun<br />

bölgesine atılıyordu. Gırtlağına<br />

aldığı sayısız yumruk<br />

darbelerinin sonucunda<br />

nefes alamayacak kıvama<br />

geldi. Artık iki problemi vardı.<br />

Hem konuşulanları cevaplayamıyor<br />

hem de nefes alamıyordu.<br />

En sonunda gard<br />

almadığı eliyle yerden güç<br />

alarak zorda olsa kendini<br />

ringin dışına atmayı başardı.<br />

Artık evden çıkmıştı. Televizyon<br />

açık kalmış, diğer<br />

unuttuğu şeyler gibi sigarasını<br />

da masasının üzerine<br />

unutmuş ve şampiyonu<br />

içeride bırakmıştı. Asansörün<br />

gelmesini beklemeden<br />

binanın merdivenlerinden<br />

aşağı doğru inmeye başladı.<br />

Merdivenlerden inerken<br />

neden bu saldırıya maruz<br />

kaldığını düşündü. Hak etmiş<br />

miydi? Ya da gerçekten<br />

kabahati var mıydı? Yoksa<br />

sebebi sadece kıskançlık<br />

mıydı? Bunların hepsinin sorumsuzluklarından<br />

kaynaklanabileceğini<br />

de düşündü.<br />

Aralarında en makul olanı<br />

kıskançlıktı. Kıskançlığın<br />

insanların yemek yeme<br />

alışkanlıları gibi bir davranış<br />

olduğunu biliyordu. Mesela<br />

bir kadının üzerinde pofuduk<br />

battaniyesi örtülüyken, elinde<br />

ayıcıklı pembe bardağıyla<br />

kahvesini içerekher hangi<br />

bir sebepten ötürü bir kişiyi<br />

çatır çatır kıskanabileceğini<br />

biliyordu. Ya da aynı kadının<br />

dizleri karnına kadar çekiliyken<br />

kıskançlıktan dolayı<br />

tırnaklarını hiç edebileceğini<br />

de biliyordu. Ve bu kadının<br />

hiç ettiği tırnaklarınınhepsi<br />

teker teker dizlerinin arasında<br />

ki kitabın açık sayfalarına<br />

düştüğünü de.<br />

Binanın kapısını açtığında<br />

hemen sağ tarafta yerden<br />

yüksekliği hemen hemen<br />

50cm olan taburede yaşlı<br />

bir adam oturuyordu. Yaşlı<br />

adam elindeki tesbihine<br />

bakarak yanında duran<br />

torunu yaşında ki çocuğa bir<br />

şeyler anlatıyordu. Onlara<br />

biraz daha yaklaştığında<br />

iyice duymaya başladı fakat<br />

çocuğun sorduğu<br />

soruyu çoktan kaçırmıştı.<br />

Yaşlı adam çocuğa tesbih<br />

kelimesinin kökeninin sebe-ha<br />

fiili olduğunu bunun<br />

da arapçada yüzmek, su<br />

üzerinde durmak anlamında<br />

kullanıldığını, islamda ise<br />

tesbih çekmenin manasının<br />

kulun Allaha olan teslimiyetini,<br />

ona güvenini ve onun<br />

yaratıcısının yüceliğini ifade<br />

ettiğinianlatıyordu.<br />

Bak çocuk dedi yaşlı<br />

adam;<br />

-İnsan kendini su üzerine<br />

nasıl koşulsuz ve güvenle<br />

bırakabiliyorsa, Allah’a da<br />

aynı güvenle kendini teslim<br />

etmelidir tesbih böyle<br />

manalarla doludur. Yaşlı<br />

adam tesbihini hırkasının cebine<br />

koyup, çocuğun başını<br />

okşadı. Hafif bir tebessümle<br />

eğilerek dilediklerini mumlara<br />

üfleyip isteyen insanlar<br />

bunlarıanlayamazlar dedi.<br />

Yaşlı adam çocuğun yüzünü<br />

ellerinin arasına aldığında o<br />

da arabaların geçici işgalinin<br />

duraksamasından faydalanıp<br />

yolun karşısına geçerek<br />

markete girdi. Marketin<br />

içerisinde bilinçsizce rafları<br />

dolaşmaya başladı. Neden<br />

buraya geldiğine dair ufacık<br />

bir fikri bile yoktu. Tekrar<br />

ringi anımsadı. Neden bu<br />

saldırıya maruz kalmıştı?<br />

Vücudunun neredeyse her<br />

yerine isabet eden darbeleri<br />

hak etmiş miydi? Ortada bir<br />

veya birden fazla sahipsiz<br />

yanlışın olduğunun farkındaydı.<br />

Marketin içerisinde ki dergi<br />

reyonun önünden geçerken<br />

durdu. Dergilerden daha<br />

çok dergilerin raflarda ki<br />

dizilişi ilgisini çekmişti. Çünkü<br />

bu dizilişin içerik, konu ve<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


önemden arınmış bir şekilde<br />

dizildiğini kör bir adam<br />

bile fark edebilirdi. Oradan<br />

uzaklaşırken o saçmalığın<br />

içerisinde bir derginin kapağında<br />

ki söz dikkatini çekti.<br />

Kapakta “Hayaller hayat<br />

değiştirir.”yazıyordu. Daha<br />

dün gece başını yastığının<br />

yerine hayallerine koymuştu.<br />

Üstelik uyurken sabah<br />

uyandığı gibi yalnız da değildi.<br />

Hayallerle uyumuştu<br />

fakat gerçeklerle uyanmıştı<br />

ve hayallerin kırıldıklarında<br />

gerçeklere dönüştüğünü bu<br />

sabah tekrar fark etmişti.<br />

Dergi reyonunun hemen yanındaki<br />

reyondan birkaç bir<br />

şey aldıktan sonra kasaya<br />

doğru ilerledi. Elindekilerin<br />

ücretini ödedikten sonra<br />

marketten dışarı çıktı. Şansına<br />

bu defa yol işgale maruz<br />

kalmamıştı. Hızlı bir şekilde<br />

karşıya geçerek apartmandan<br />

içeri girdi. Apartmanda<br />

ki asansör eski püsküydü.<br />

Buna da alışmıştı. Apartmanınher<br />

hali yeniyle savaşır<br />

durumdaydı. Asansöre binip<br />

tuşa bastı. Bir anlığına tekrar<br />

ringe gireceği aklına geldi<br />

fakat aradaki mesafenin<br />

uzunluğu buna müsaade<br />

etmeyecek kadar kısaydı.<br />

Asansörden inip<br />

kapıyı çaldı.<br />

Sadece gard<br />

alabilecek<br />

vakti<br />

olduğundan<br />

bununl<br />

yetindi.<br />

Kapı açıldığında<br />

o boksör gitmiş,<br />

bir asırdır<br />

güneşsiz<br />

kalan<br />

memleketin<br />

iç ısıtan güneşi<br />

kapıyı açmıştı.<br />

İçeri adımını attığında<br />

kaçarak çıktığı o ring çavdar<br />

tarlasına dönüşmüştü. Huzuru<br />

genzinde hissediyordu.<br />

Güneş elindeki poşetleri<br />

aldığında gülümseyerek<br />

bunları keşke dün getirseydin<br />

dedi. Çavdar tarlasında<br />

ki çocukların topu aniden<br />

sağ yanağının tam ortasına<br />

oturdu.Duraksadı.<br />

Vücudunun tüm fonksiyonları<br />

yerine geldi. Kafasında<br />

ki tüm sorular aniden<br />

cevaplandı.<br />

GÜNEŞ DÜN GECE<br />

ONDAN ISTEDIKLERINI<br />

UNUTTUĞU IÇIN SABAH<br />

UYANDIĞINDA ONUNLA<br />

BERABER DOĞMAMIŞTI.<br />

HÜSEYİN CAN COŞKUN<br />

9<br />

<strong>kusva</strong>.org


DENEME<br />

HASAN AYIK<br />

10<br />

Her zaman söylediğimiz, adeta<br />

dilimizden düşürmediğimiz bir<br />

söz vardır: “Hz. Adem’den beri<br />

Hak- Batıl mücadelesi devam<br />

etmektedir”. Söylediğimiz bu<br />

sözün tarihte işaret ettiği ilk olay,<br />

Hz. Adem’in oğlu Habil il Kabil<br />

arasındaki, bilinen mücadeledir.<br />

Bilindiği gibi, bir deneme amacıyla<br />

Hz. Adem’in iki oğlu Habil<br />

ile Kabil’den Allah için kurban<br />

sunmaları istenmiştir. Bencil,<br />

çıkarcı ve cimri olan Kabil cılız bir<br />

buğday başağını, Habil ise semiz<br />

bir hayvanı kurban etmiş; Kabil’in<br />

kurbanı kabul olmamış, Habil’in<br />

kurbanı kabul olmuştur. Kurbanı<br />

kabul edilmeyen Kabil, kardeşi<br />

Habil’e “yemin ederim ki, seni<br />

öldüreceğim” demiştir. Bu çıkışıyla<br />

Allah’a isyan eden, kardeşi<br />

Habil’e de haksızlık ve zulüm<br />

yapmaya kalkışan Kabil, Batılın<br />

ilk temsilcisi olmuştur. Habil ise<br />

kardeşi Kabil’e şöyle demiştir:<br />

“Beni öldürmek üzere elini bana<br />

uzatırsan, ben seni öldürmek<br />

için elimi uzatmam, çünkü ben,<br />

Alemlerin Rabbi olan Allah’tan<br />

korkarım. Ben, hem benim hem<br />

de kendinin günahını yüklenip<br />

cehennemliklerden olmanı isterim,<br />

zulmedenlerin cezası budur”.<br />

Bunun üzerine Kabil, nefsine<br />

uyarak kardeşini öldürdü ve<br />

zarara uğrayanlardan oldu. Allah,<br />

kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini<br />

göstermek üzere, Kabil’e<br />

yeri eşeleyen bir karga gönderdi.<br />

Karganın yaptıklarını görerek ne<br />

yapması gerektiğini anlayan Kabil,<br />

“BANA YAZIKLAR OLSUN!<br />

KARDEŞIMIN ÖLÜSÜNÜ ÖRT-<br />

MEK IÇIN BU KARGA KADAR<br />

BILE OLAMADIM “ DEDI VE<br />

VICDAN AZABI ILE KIVRANDI.<br />

(MAIDE SURESI, 27- 31)<br />

İşte bu olay hakkı temsil<br />

eden Habil ile Batılı temsil eden<br />

Kabil arasındaki ilk mücadeledir.<br />

Habil, Hakkı temsil eden birisi<br />

olarak, Allah’a karşı sorumluluk<br />

bilinci ile davranmış, hakkına<br />

razı olmuş, bir yanlışlık yaparak<br />

nefsine uyan kardeşinin günahını<br />

yüklenmemiş ve kardeşine elini<br />

kaldırmamıştır. Buna karşılık Kabil,<br />

hakkına razı olmamış, insan<br />

olma sorumluluğunu unutmuş,<br />

kardeşini öldürmüş ve yaptığı iş<br />

karşısında aciz kalarak vicdan<br />

azabı çekmiştir.<br />

İnsanlık tarihindeki bütün peygamberlerin<br />

Batılla olan mücadeleleri<br />

bizim için bir örnektir. Her<br />

peygamber, içerisinde bulunduğu<br />

şartlarda, Hak adına mücadele<br />

etmenin Hakka uygun yolunu<br />

bulmuştur. Bu anlamda Habil’le<br />

Kabil’in mücadelesi yanında Hz.<br />

İbrahim’in, Hz. Yusuf’un, Hz. Eyyub’un,<br />

Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın<br />

ve nihayet Hz. Muhammet’in mücadeleleri,<br />

bulundukları şartlar<br />

çerçevesinde ortaya konulmuş<br />

Hak mücadelesidir. Hakkı temsil<br />

edenlerin “bulundukları şartlara<br />

göre geliştirdikleri” mücadele<br />

modelleriyle, Batılın “bulundukları<br />

şartlara göre geliştirdikleri”<br />

mücadeleler arasındaki fark,<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


“evrensel ahlaki tavırdır”. Hakkın<br />

temsilcileri içerisine bulundukları<br />

şartlar çerçevesinde, insandan<br />

hayvana, bitki ve cansız varlıklara<br />

kadar, ne varsa hepsinin<br />

hakkını koruyacak bir mücadele<br />

modeli ortaya koyarken, Batılın<br />

temsilcileri sadece kendi çıkarlarını<br />

koruyacak mücadele yöntemleri<br />

geliştirmişlerdir. Çünkü<br />

Batılın ahlakı yoktur; olsa bile<br />

evrensel değil, kendi çıkarlarıyla<br />

sınırlı bir ahlak anlayışıdır.<br />

Hak ile Batıl arasındaki farkı<br />

iyice anlamak için bu kelimelerin<br />

sözlük anlamlarına bir göz<br />

atalım. Sözlükte Hak, gerçek<br />

doğruluk, sağlamlık, mülkiyet,<br />

münasip durum, aslına uygun,<br />

makul ve doğru anlamlarına<br />

gelmektedir. Batıl ise geçersiz<br />

olmak, eskimek, hükmü kalmamak,<br />

durmak ve yarıda kesilmek<br />

anlamlarına gelmektedir. O halde<br />

hak üzere olanlar ahlaki zeminde<br />

doğru söyleyen, sağlam ve sahih<br />

bir duruş sergileyen, her şeyde<br />

işin aslına uygun davranan, makul<br />

insanlar olmak durumundalar.<br />

Batıl üzere olanlar ise hak üzere<br />

hükmü olmayan, yani yargıları<br />

batıl olan, insanlığın yararına<br />

işlevi kalmamış geçersiz işler<br />

yapan, varlığın, eşya ve olayların<br />

doğruluk/hak üzere akışını kesen<br />

ve böylece hayatın mecrasındaki<br />

akışını durdurmaya kalkışarak<br />

fesat çıkaran kimselerdir.<br />

Bu tanımdan hareketle diyebiliriz<br />

ki, Hakkı temsi edenler düşünce,<br />

söz ve davranış olarak doğru<br />

olmak durumundadır. Düşüncede<br />

doğruluk hak üzere düşünmeyi,<br />

sözde doğruluk yalan söylememeyi,<br />

davranışta doğruluk halk<br />

deyimiyle yamuk davranmamayı,<br />

olaylar karşısında sağlam bir<br />

duruş sergilemeyi gerektirmektedir.<br />

Batılı temsil edenlerse ise<br />

ahlakı paranteze aldıkları için ne<br />

düşüncede ne sözde ne de davranışta<br />

doğru olmak durumunda<br />

değildir. Çünkü değerleri paranteze<br />

alarak ahlak zeminini tahrip<br />

edenlerin hiçbir Batılın ahlaki<br />

ilkesi olmaz. Böyleleri her şeyi<br />

çıkarları doğrultusunda yapar, bu<br />

uğurda yalan söyler, karşı çıkanı<br />

ezer ve hedefe ulaşmak için her<br />

yolu denerler.<br />

İnsanlığın başlangıcında<br />

meydana gelen Habil- Kabil mücadelesinde,<br />

Hakkı temsil eden<br />

Habil’in özünde ve davranışında<br />

doğru ve haklı, Batılı temsil eden<br />

Kabil’in ise bencil, cimri ve haksız<br />

olduğu ortaya çıkınca, haksız<br />

olan Kabil, haklı olan Habil’i<br />

hemen fiziki çatışma ortamına<br />

çekmek istemiştir. Çünkü<br />

söyleyecek hak sözü olmayanlar<br />

için tek seçenek şiddete başvurmaktır.<br />

Batılı temsil eden Kabil,<br />

fiziki çatışma ortamında Hakkı<br />

temsil eden Habil’i yeneceğini ve<br />

böylece istediğini elde edeceğini<br />

zannetmektedir. Bu anlamda<br />

fiziki çatışma, Batılın hakka<br />

kurduğu ilk tuzaktır. Batılın temsilcileri,<br />

Hakkı temsil edenlerin<br />

duygularına kapılarak hemen bu<br />

tuzağa düşeceklerini zannederler.<br />

Halbuki, Hakkı temsil edenler<br />

derslerini Batılı temsil edenlerden<br />

değil bizzat Hak’tan alırlar. Batılı<br />

temsil edenler ayrıca, her zaman<br />

fiziki güçlerine güvenir; “GÜCÜN<br />

ONU EBEDILEŞTIRECEĞINI<br />

ZANNEDERLER.” (HÜMEZE, 3)<br />

İslam’da Allah hakkı insan<br />

hakkı demektir. Allah’ın hakkını<br />

veren insanların hakkını verebilendir.<br />

Hakkı temsil edenler, önce<br />

başkaları için değerli şeylerini<br />

feda edebilmelidir. Bunu yapamayanlar,<br />

insanlık için mücadele<br />

edemez; insanlık adına konuşamaz.<br />

Batıl temsil eden Kabil ise<br />

Allah’a en değersiz şeyi sunduğu<br />

için cimri ve bencildir. Allah’a<br />

karşı bencil olan insanlara karşı<br />

da bencildir. Sadece kendi çıkarlarını<br />

düşünen benciller, insanlık<br />

adına konuşamaz, mücadele<br />

edemezler. Eğer yaptıklarının<br />

insanlık adına olduğunu söylüyorlarsa<br />

bilmeliyiz ki, yalan<br />

söylüyor ve insanlığı aldatıyorlar.<br />

Dikkat edelim, tarih boyunca her<br />

ideoloji insanlığı kurtarma adına<br />

ortaya çıkmış, ancak iktidara<br />

geldiklerinde kendi ideologlarını<br />

putlaştırmış, onları doyurmuş ve<br />

onları memnun etmiştir. Çünkü<br />

onlar insanlığa en ufak bir şey<br />

dahi veremeyecek kadar cimri<br />

ve bencildirler. Kur’an’ın ifadesiyle,<br />

Batılın yolunda yürüyenler<br />

“BELKI KENDILERINE YARDI-<br />

MI DOKUNUR DIYE ALLAH’I<br />

BIRAKIP BIR TAKIM PUTLARI<br />

ILAH EDINDILER. FAKAT TAP-<br />

TIKLARI PUTLARIN ONLARA<br />

BIR FAYDASI OLMADIĞI GIBI,<br />

ONLAR TAPTIKLARI ILAH-<br />

LARIN HAZIR ASKERLERI<br />

OLDULAR. ÇÜNKÜ ILAHLAR<br />

YARDIM EDEMEZLER. (YASIN,<br />

74, 75)<br />

Batılı temsil eden Kabil’in bir<br />

özelliği de hakkına razı olmamasıdır.<br />

Kabiller, ben merkezli düşündükleri<br />

için her şeyin kendilerine<br />

ait olduğunu vehmederler.<br />

Batlı temsil edenler, kendilerinin<br />

efendi diğerlerinin köle olduğunu<br />

zannederler. Bu nedenle hiçbir<br />

zaman haklarına razı olmaz, yenilgiyi<br />

kabul etmezler. Yenilgileri<br />

sonucunda kaybettiklerini zorla<br />

almaya kalkışırlar. Bu nedenle<br />

Batılı temsil eden Kabil Allah’a<br />

karşı verdiği sınavı kaybedince<br />

hakkına razı olmamış, kardeşi<br />

Habil’in elde ettiği üstünlüğü<br />

fiziki kuvvetle elde etmeye kalkışmıştır.<br />

Kabilin zorba tutumu, tarihteki<br />

bütün Kabillerin tutumudur.<br />

Günümüz Kabilleri bu tutumu,<br />

biyolojik canlı cinsine hakim bir<br />

ilke haline getirmiş “büyük balık<br />

küçük balığı yutar” diyerek zorbalığı<br />

meşrulaştırmışlardır.<br />

Hakkı temsil eden Habil’in bir<br />

özelliği de Allah’tan korkması ve<br />

O’na karşı derin bir sorumluluk<br />

bilinci taşımasıdır. Habil’in bu<br />

durumuna karşılık Batılı temsil<br />

eden Kabil ise Allah’tan korkamamakta<br />

ve O’na karşı herhangi<br />

bir sorumluluk duygusu da<br />

taşımamaktadır. Şunu bilmeliyiz<br />

ki, Allah’tan korkmak, herhangi<br />

bir zorba otoriteden korkmak gibi<br />

değildir. Allah’tan korkmak O’nun<br />

sevgisini kaybetme ve O’na karşı<br />

yanlışlık yapma korkusudur. Bu<br />

korku, zalim bir hükümdar karşısında<br />

korkudan titreyen zavallıların<br />

korkusuna benzemez. Allah<br />

korkusu, varlığı engin merhametiyle<br />

var eden, ayrım yapmadan<br />

varlık adına ne varsa her şeyin<br />

varlığını sürdüren, bütün eşyaya<br />

merhametiyle muamele eden,<br />

kendisine bir adım gelene on<br />

adım giden, gerçek ilaha karşı<br />

hürmet ve muhabbetten kaynaklanan<br />

derin bir sevginin ifadesidir.<br />

Bu korku, evrensel sorumluluk<br />

bilincini de doğurmakta, insan Allah’ın<br />

var ettiği her şeye rahmet<br />

HASAN AYIK<br />

11<br />

<strong>kusva</strong>.org


EJDER OKUMUŞ<br />

12<br />

DENEME<br />

Toplumsal hayat, hak ve<br />

fedakârlıklar üzerine kuruludur.<br />

Hak ve fedakârlıkların dengeli<br />

olarak karşılığını bulmadığı ve<br />

işlemediği bir toplumda zamanla<br />

haksızlık temelli bir ilişki biçimi<br />

hâkim olur. Haklara dayalı, ama<br />

özverinin olmadığı veya önemsenmediği<br />

bir sosyal hayat sağlıklı<br />

yürüyemeyeceği gibi hakların<br />

engellendiği veya kısıtlandığı,<br />

yani ihlal edildiği, ama toplumun<br />

belli kesimlerinin özverisiyle<br />

işlerin yapıldığı bir sosyal hayat<br />

da sağlıklı devam etmez.<br />

Toplumda dayanışmanın ve<br />

huzurun egemen olmasında<br />

fedakârlık şarttır; ancak hakların<br />

tesis edilmediği, insanların haklarının<br />

ihmal ve ihlal edildiği, kul<br />

hakkının gözetilmediği, hakların<br />

kötüye kullanılıp sömürüldüğü<br />

bir toplumda fedakârlığın yürümesi<br />

sosyolojik anlamda mümkün<br />

değildir. O hâlde hak, dinî<br />

geleneğimizdeki karşılığıyla kul<br />

hakkı konusu, toplumsal hayatın<br />

ikame ve idamesinde hayatidir.<br />

Hak, Allah’ın isimlerindendir. (Yunus,<br />

10/30, 32.) O sebeple hak,<br />

İslam’ın en çok yücelttiği kavramlardandır.<br />

Kur’an’da birçok<br />

ayet ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in<br />

bazı hadisleri; Allah’ın hak ve<br />

hukuku, kul hakkı, hakkı hak bilip<br />

hakka uymak ve batılı batıl bilip<br />

batıldan sakınmak, hakkı teslim<br />

etmek, Allah’a hakkıyla iman ve<br />

kulluk etmek, Kur’an’a hakkıyla<br />

uymak, Peygambere hakkıyla<br />

iman edip tabi olmak, İslam’a<br />

hakkını vermek, onu hak din<br />

kabul etmek, ana-baba hakları,<br />

yoksul hakları, kadın hakkı,<br />

çocuk hakkı, tüketici hakkı,<br />

bireysel haklar, sosyal haklar,<br />

insan hakları gibi temel hak ve<br />

hukuk konularından bahseder.<br />

Hakk’ı ikame, inşa ve idameyi<br />

emreder. Tersine hak ihlalini,<br />

hakka riayetsizliği olumsuzlar<br />

ve reddeder. Ancak günümüzde,<br />

kişinin haklarını engelleme veya<br />

kısıtlama anlamına gelen hak<br />

ihlali maalesef toplumsal hayatta<br />

sıklıkla karşılaştığımız olgulardandır.<br />

TOPLUMSAL HAYATTA<br />

HAK iHLALi<br />

Toplumsal yaşamda hak<br />

ihlali, çok çeşitli biçim ve alanlarda<br />

kendini gösterebilmektedir.<br />

Hayat hakkı ihlal ve ihmali,<br />

insan hakları ihlali, çocuk ihmal<br />

ve istismarı, çocuk hakkı ihlali,<br />

engelli hakları ihlali ve istismarı,<br />

akademik hak ihlalleri, kadın<br />

hak ihlalleri, dinî hak ihlali ve<br />

istismarı, internette hak ihlalleri,<br />

askerlikte hak ihlalleri, sağlıkta<br />

hak ihlalleri, ekonomide hak ihlal<br />

ve istismarı, siyasette hak ihlal<br />

ve istismarı, cezaevi hak ihlalleri,<br />

esir hak ihlali ve istismarı,<br />

tüketici hak ihlalleri, üretici hak<br />

ihlalleri, öğrenci hak ihlalleri, öğretmen<br />

hak ihlalleri, düşünce ve<br />

ifade hak ihlalleri, yaşlı istismarı<br />

ve ihmali, düşünce, vicdan ve din<br />

hakkı ihlali bu çerçevede örnek<br />

olarak zikredilebilir.<br />

Modern zamanlarda insanlık,<br />

teorik ve yasal düzlemde insan<br />

hakları konusunda oldukça<br />

önemli gelişmeler kaydetmişse<br />

de, pratikte ne yazık ki bütün<br />

dünyada yoğun ve şiddetli<br />

hak ihlal, ihmal ve istismarları<br />

yaşanmaktadır. Bundan dolayı<br />

da neredeyse bütün ülkelerde<br />

hak ihlali, en çok gündeme gelen<br />

konular arasında yer almaktadır.<br />

Bunun için farklı uluslararası<br />

sözleşmeler, insan hakları<br />

organizasyonları, resmi ve sivil<br />

kuruluşlar, sivil toplum örgütleri,<br />

çeşitli biçim ve alanlarda ortaya<br />

çıkan hak ihlalleri üzerinde<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


durmakta, hak ihlalleri istatistikleri<br />

tutup yayınlamakta ve hak<br />

ihlallerini önlemek için stratejiler<br />

geliştirip mücadeleler yapmaktadırlar.<br />

Nitekim BM hak ihlallerinin<br />

önüne geçmek için çeşitli<br />

sözleşmeler düzenlemiş ve üye<br />

ülkeler bu sözleşmeleri imzalamıştır.<br />

Bu sözleşmelere örnek<br />

olarak 25 Kasım 1985 tarihli “Din<br />

veya İnanca Dayanan Her Türlü<br />

Hoşgörüsüzlüğün ve Ayrımcılığın<br />

Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri”,<br />

20 Kasım 1989 tarihli “Çocuk<br />

Haklarına Dair Sözleşme”, ünlü<br />

1948 “İnsan Hakları Evrensel<br />

Beyannamesi”, 20 Aralık 1993<br />

tarihli “Kadınlara Karşı Şiddetin<br />

Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri”<br />

gösterilebilir. Birleşmiş Milletlerin<br />

dışında bazı kuruluş ve organizasyonlar<br />

da insan haklarıyla<br />

yakından ilgili olmuş ve olmaktadırlar.<br />

Bu çerçevede Uluslararası<br />

Af Örgütü, Uluslararası Hukukçular<br />

Komisyonu, Uluslararası<br />

Kızılhaç Komitesi gibi birlikler<br />

sayılabilir. Gerek BM, gerekse<br />

adı geçen organizasyonlar ve burada<br />

zikredilmeyen başka insan<br />

hakları örgütleri, her yıl dünya<br />

çapında yaşanan hak ihlallerini<br />

istatistiklerle rapor etmekte, yayınlamakta<br />

ve insanlığın dikkatini<br />

bu konuya çekmekte, hak ihlali<br />

yapan veya ona göz yumanları<br />

uyarmaktadırlar. Fakat bütün<br />

uyarılara, bazı ulusal ve uluslararası<br />

yaptırımlara rağmen hak ihlal<br />

ve istismarlarının devam ettiği<br />

de bir gerçektir.<br />

Dünyadaki bütün toplumların<br />

sosyolojilerine yakından bakıldığında,<br />

güçlülerin, zayıfların<br />

haklarını ihlal, ihmal ve istismar<br />

ettiği, sömürdüğü, kötüye kullandığı,<br />

hasılıkelam kısıtladığı veya<br />

engellediği açıkça göz<br />

lemlenebilmektedir. Bazı kişiler,<br />

gruplar, güçler, siyasal yapılar,<br />

örgütler, âdeta zulmü meslek<br />

edinmişçesine insanlara zulmetmekte,<br />

haksızlık yapmakta, insan<br />

hakları ihlallerinde bulunmaktadırlar.<br />

Yapılan hak ihlalleri, aile,<br />

din, düşünce, eğitim, siyaset,<br />

ekonomi, hukuk gibi hayatın en<br />

temel alanlarında, en temel insan<br />

haklarında, çocuk, kadın, işçi,<br />

fakir, yaşlı haklarında kendini<br />

gösterebilmektedir.<br />

TOPLUMSAL<br />

MÜNASEBETLERDE HAK<br />

IHLALI ÖRNEKLERI<br />

Günümüz toplumlarında çalışma,<br />

inanç, düşünce, ifade, eğitim,<br />

sağlık, ulaşım, çevre, barınma,<br />

alış-veriş, dil, ırk, cinsiyet vs.<br />

alanlarında toplumsal ilişkilerde;<br />

aile bireyleri arasındaki ilişkilerden<br />

işçi-işveren ilişkilerine,<br />

okul veya üniversite yönetimi ile<br />

öğrenci münasebetlerinden doktor-hasta<br />

ilişkilerine, kadın-erkek<br />

ilişkilerinden çocuk-yetişkin<br />

ilişkilerine, zengin-yoksul ilişkilerinden<br />

amir-memur ilişkilerine<br />

ve oradan yöneten-yönetilen ilişkilerine<br />

vs. kadar birçok noktada,<br />

hemen hemen bütün toplumsal<br />

ilişki boyutlarında hak ihlalleri<br />

yaşanmaktadır. Bütün bu alanlarda<br />

ve ilişki boyutlarında hak<br />

ihlallerine birkaç örnek vermek<br />

gerekirse; sağlık alanında, bir<br />

hastanın inancı, düşüncesi, ırkı,<br />

cinsiyeti veya kılık kıyafeti dolayısıyla<br />

sağlık haklarından kısmen<br />

veya tamamen mahrum edilmesi;<br />

eğitim alanında bir öğrencinin<br />

aynı veya farklı gerekçeler öne<br />

sürülerek eğitim hakkından yoksun<br />

bırakılması, sözgelimi okuma<br />

hakkı kazandığı üniversitenin<br />

kapısından içeriye<br />

alınmaması; ekonomi alanında<br />

bir çalışanın hak ettiği ücretten<br />

tamamen veya kısmen yoksun<br />

bırakılması ya da dinî inançlarının<br />

gereğini yerine getirmekten<br />

alıkonulması; ailede bir çocuğun<br />

sağlıklı ortamda yetişme, okuma<br />

gibi çocuk haklarının kısıtlanması<br />

veya engellenmesi zikredilebilir.<br />

Bu ve benzeri örnekler, bir sosyal<br />

aktör olarak hepimizin gündelik<br />

hayatta bir şekilde yaşadığı, muhatap<br />

olduğu veya gözlemlediği<br />

hak ihlallerini anlamak ve izah<br />

etmek için yeterli görülebilir.<br />

Hak ihlallerinin yıkıcı ve yakıcı<br />

sonucu<br />

Sonuç olarak hak ihlali,<br />

günümüz toplumlarında sosyal<br />

hayatın neredeyse bütün alan ve<br />

boyutlarında kendini göstermektedir.<br />

Hak ihlal ve istismarları,<br />

gerek bireyler arası ilişkilerde,<br />

gerek gruplar arası münasebetlerde,<br />

gerek devlet-vatandaş<br />

ilişkilerinde ve gerekse uluslararası<br />

ilişkilerde yaşanmakta; aile,<br />

eğitim, din, ekonomi ve siyasette<br />

bireysel ve grupsal planda özellikle<br />

güçlülerden zayıflara doğru<br />

yönelmektedir. Bütün bu alan ve<br />

boyutlarda yaşanan hak ihlal,<br />

ihmal ve istismarları, insanlarda<br />

adalet duygusunu zedelemekte,<br />

bu da toplumsal hayatta güvene<br />

dayalı ilişkilerin yerine güvensiz<br />

ilişkileri getirmektedir. Güvensiz<br />

ilişkiler ise, toplumsal barışın en<br />

büyük düşmanı olup çatışmaya,<br />

ayrışmaya, parçalanmaya yol<br />

açar. Toplumda barışı hâkim<br />

kılmak için güveni, güveni hâkim<br />

kılmak için adaleti, adaleti hâkim<br />

kılmak için hakkı ikame etmek,<br />

hak ihlaline meyletmemek, hak<br />

ihlal, ihmal ve istismarlarının<br />

önüne set çekmek, kul hakkı<br />

yememek şarttır.<br />

EJDER OKUMUŞ<br />

13<br />

<strong>kusva</strong>.org


HABIL’IN KABIL’E KARŞI TAVRI VE BIZ<br />

nazarıyla bakmakta, onlara karşı<br />

sorumluluk duygusu hissetmektedir.<br />

Batılı temsil eden Kabiller, Allah’tan<br />

korkmadıkları için böylesi<br />

bir evrensel sorumluluk bilincinden<br />

de mahrumdurlar. Kabillerin<br />

sorumluluğu kendi çıkarlarının<br />

sınırlarıyla örtüşmektedir. Hakkı<br />

temsil eden Habillerin sorumluluğu<br />

ise bütün varlığı kuşatmaktadır.<br />

Bu nedenle Habillerin<br />

mücadelesi yıkıcı değil yapıcıdır.<br />

Habiller de savaşır, ancak onlar,<br />

savaş esnasında sadece insanların<br />

değil yeni filizlenmiş ottan<br />

yuvasında yatan hayvana kadar<br />

her şeyin hakkını ve hukukunu<br />

korumak durumundadırlar.<br />

Kabiller ise sadece kendi çıkarlarının<br />

olduğu alandan sorumlu<br />

oldukları için savaşları acımasız,<br />

vahşi ve yıkıcıdır. Dikkat edelim,<br />

modern Kabiller, Ortadoğu’da yer<br />

altı kaynaklarını korurken sürekli<br />

insan öldürmektedirler. Onlar,<br />

kendilerine para kazandırdığı için<br />

petrole insandan çok daha fazla<br />

değer vermektedirler.<br />

Batılı temsil eden Kabil’in<br />

bir özelliği de zillet içerisinde<br />

olmasıdır. Acizlik anlamına da<br />

gelen zillet, izzetli olmanın zıddıdır.<br />

Zillette olan ahlaki açıdan<br />

düşük, davranışları ham, olaylar<br />

karşısında acizdir. İzzetli olan<br />

ise ahlaki açıdan yüce, davranışları<br />

olgun, olaylar karşısında<br />

metindir. İzzet sahibi olan Habil,<br />

zillet içerisinde olan Kabil’e karşı<br />

ahlaki tavrını ortaya koymuş,<br />

onun ham davranışı karşısında<br />

elini kaldırmamış, kendisine yapılan<br />

haksızlık karşısında metin/<br />

sağlam bir duruş sergilemiştir.<br />

Kabil sabırsızdır; yaramaz<br />

bir çocuk gibi her şeyin acil bir<br />

şekilde elinde olmasını ister.<br />

İstediğini alamadığı zaman ortalığı<br />

birbirine karıştırır. Habil ise<br />

sabırlıdır. Mücadelede karşılaştığı<br />

her türlü yalan, hile ve zorbalık<br />

karşısında sabreder. Sabır Habil’i<br />

olgunlaştırıp izzetini artırırken,<br />

sabırsızlık Kabil’i iyice basitleştirir.<br />

Çünkü sabırsızlığın ortaya<br />

çıkardığı acelecilik, ham davranışları<br />

tetikler. Ham davranışlar<br />

ise sahibini giderek bayağılaştırır.<br />

Bu nedenle Habil’in mücadelesi<br />

onu olgunlaştırıp, noksanlıklarını<br />

giderirken Kabil’in mücadelesi<br />

onu giderek hırçın, saldırgan ve<br />

zalim yapmaktadır.<br />

Hak ile Batıl arasındaki<br />

mücadelede Hakkın temsilcisi<br />

olan Habil’i örnek almanın<br />

gerekliliğini Peygamberimiz,<br />

Sa’d İbn-i Ebi Vakkas ve Ebu<br />

Zer’in şahsında bütün Müslümanlar<br />

şu şekilde bildirmiştir:<br />

“Fitne ortalığı kapladığı zaman,<br />

Adem’in oğlu Habil gibi olun”.<br />

Yaşadığımız dünyada, “öldürmekten<br />

daha kötü olan fitne”<br />

bütün evreni sarmış, insan<br />

bozulmuş, ruhlar kirletilmiş,<br />

zihinler bulandırılmış, sevgi ve<br />

merhametin dili susmuş, şiddet<br />

azmanlaşmış, insan sadece insanın<br />

değil içerisinde yuvalandığı<br />

evrenin bile kurdu olmuştur.<br />

Bu fitnenin oluşturduğu<br />

betonlaşmış kalpleri eritecek<br />

tek tavır, Habil’in tavrıdır.<br />

HASAN AYIK<br />

14<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


DENEME<br />

16<br />

Kafamızın karıştığı, çıkmaza<br />

girdiğimiz anlarda doğru<br />

karar verebilmek için sıkça<br />

kullandığımız bir yöntemdir<br />

empati. Toplumlara,inanışlara,<br />

coğrafyalara göre değişen<br />

iyi ,kötü,doğru,yanlış<br />

gibi göreceli kavramlarının<br />

ortak bir dili olsaydı, bunu<br />

çözmenin yolunun ancak<br />

empati sayesinde mümkün<br />

olabileceğini düşünüyorum.<br />

Günümüzde yaşanan<br />

ego savaşlarında ise kabullenmek<br />

istemediğimiz<br />

sonuçlarla yüzleşmek istemediğimizden<br />

bu yöntemini<br />

zamanla rafa kaldırdığımızı<br />

söyleyebiliriz.<br />

Bazen en yakınımızda<br />

olan dostlarımızı bile anlamakta<br />

güçlük çekiyor,anlayamadığımız<br />

için kırılabiliyor<br />

veya kırıcı olabiliyoruz.<br />

Birlik,beraberlik,doğruluk,<br />

iyilik güzellik gibi olumlu<br />

kavramların çevremizdekilerce<br />

desteklenip savunulduğunu<br />

bildiğimiz<br />

halde,gündelik hayatta<br />

sürekli kötü niyetli insanlarla<br />

muhatap olduğumuzu dile<br />

getiriyoruz.<br />

Peki doğruluğu,dürüstlüğü,iyiliği<br />

desteklediğini<br />

bildiğimiz insanlarca istemediğimiz<br />

davranışlara maruz<br />

kalmak,bizi kandırdıkları anlamına<br />

mı geliyor, gerçekten<br />

de kötü insanlar olduklarına<br />

mı ,yoksa onların iyi niyetlerini<br />

bizim kötü yorumladığımıza<br />

mı ?<br />

Açıkçası kimsenin gerçekten<br />

kötü niyetli düşüncelere<br />

sahip olduğunu bilinçli<br />

olarak kabul edeceğini sanmıyorum.En<br />

son çocukluğumuzda<br />

çizgi filmlerde vardı<br />

kötü karakterler ,gerçekten<br />

kötülükleriyle övünenler.<br />

Varsa birde bugünkü düşük<br />

kaliteli film ve dizilerde...<br />

Pencereyi biraz genişlettiğimizde<br />

dünyanın bugün<br />

çok güzel, adil, aydınlık<br />

bir yer olmadığını hepimiz<br />

acıkça görebiliyoruz.Maalesef<br />

ki hepimiz kötülüklerin<br />

egemen olduğu bir dünyada<br />

yaşadığımızın farkındayız.<br />

Peki nerede bu kötüler ?<br />

veya nerede açlıktan sekiz<br />

saniyede bir çocuğun öldüğü<br />

dünyada mutlu mesut<br />

yaşayan iyiler ?<br />

Aslında sorunun cevabı<br />

çok ama çok içeriden bize<br />

el sallıyor. Bazen dostlarımız,ailemiz,<br />

sevdiklerimiz<br />

,bazen en çok güvendiklerimiz,hatta<br />

çoğunlukla kendimiz.<br />

İsteklerimize, arzularımı<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


za, düşüncelerimize aşık oldukça körleşen<br />

, körleştikçe kendimizi sorgulayamayacak<br />

kadar kötüleşen,kötüleştikçe de vicdanımızı<br />

rahatlatmak için bizimle aynı düşünen<br />

insanlarla ortak hareket edip, toplu halde<br />

kendimizi müdafaa etme ihtiyacı duyan<br />

canlılarız.<br />

Birliğimiz,çoğu zaman suç ortaklarımız;<br />

doğrularımız ise çoğu zaman toplu avutma<br />

seanslarımızdan başka bir şey değil.<br />

Sonuçta bu duygularımızı körükleyen ,<br />

ve bu konuda ciddi mesai harcayan bir nefsimiz<br />

,bu zaafımızı da çoğu zaman bizden<br />

daha iyi tanıyan, bununla ilgili yaratıcımız<br />

ile pazarlığa oturabilecek kadar da kendine<br />

güvenen bir meleğin varlığına inanıyoruz.<br />

Evet ,kendini iyi sananların kirlettiği dünyada<br />

henüz tanışamadıkları yakın dostlarından<br />

bahsediyoruz.<br />

Farkında olup doğrudan mücadele<br />

edene ne ala, ama mücadelesinde kaybetmiş,rüzgar<br />

estikçe savrulan ,size ve<br />

sevdiklerinize zarar verecek, ama bunun<br />

farkında bile olmayacak acziyettekilere<br />

karşı önceden reaksiyon gösterebilmek,en<br />

az mücadele etmek kadar önemli.<br />

Bunu sezmek için gün içerisinde canımızı<br />

sıkan insanlarla veya dünyayı bataklığa<br />

çeviren tasarruf sahipleriyle değil,bizzat<br />

bunları kukla gibi oynatan nefislerle empati<br />

kurmayı deneyelim. Yani tabiri caizse bu<br />

seferlik Şeytan olalım.<br />

Şeytanlık düşünelim.<br />

Göreceğiz ki eğer bu dünyada amacınız<br />

gerçekten insanları saptırmak ve kötülükse,<br />

bunu başarılı kılacak en büyük ölçü<br />

yoldan çıkardığın insan sayısı olacak,bu<br />

da ancak toplumlara ve kitlelere<br />

ulaşmakla mümkün olacaktır.<br />

Düşünmek gerekir , bir otobüs yolcuyu<br />

istikametten saptırmak için,yolcuları<br />

teker teker ikna etmek yerine , şöförü ikna<br />

etmek daha kolay olmaz mı? İşte toplum<br />

ve kitlelerin şöförleri de tam olarak ortak<br />

değerlerden meydana gelir.Bizler de bu<br />

değerlerimizin kontrolünü farkına varamadan<br />

kötü niyetlilere teslim ettiğimiz anda,<br />

içinde olduğumuz bozuk düzenin temellerini<br />

atmış oluruz.<br />

Biz değerlerimizin sarhoşluğunda ne kadar<br />

iyi birer insan olduğumuza iddia etsek<br />

de,ne bizi birleştiren değerlerin muhasebesini<br />

yapabilir,ne nerede kullanıldığımızın<br />

farkına varabilir , ne de yolcularla uğraşmaktan<br />

şöförleri görebiliriz.<br />

Mustafa Kemal,İslam, Ezilmişlik, Kürtlük<br />

,Türklük, Komünizm, fikir önderleri, alevilik<br />

,sunnilik,sanat,futbol takımı taraftarlığına<br />

kadar sayabildiğimiz her değerden söz ettiğimiz<br />

anda ,anında kötü örnekler belirmeye<br />

başlar zihnimizde.<br />

Kürt’e zulüm eden Kürtçü, islamı kullanarak<br />

ülkesine darbe yapan Müslüman,-<br />

Mustafa Kemal’in kurduğu devlete savaş<br />

açan Atatürkçü, tek işi Müslüman kellesi<br />

kesmek olan İslamcı gibi mantığa uzak<br />

güruhlar örneklerimizden bazıları.<br />

Şeytan olsam bu fırsatı kaçırmam;-<br />

Bugün birçok kitle ve toplumu peşinden<br />

sürükleyen cumhurbaşkanının ismini<br />

de,kendisinden hemen sonra kullanacak<br />

leş kargalarının sesini şimdiden duyar<br />

gibiyim.İlerde “Dünya 5 den büyük olmasa<br />

da olur” diyen Reis’cilerle karşılaşırsanız<br />

sakın şaşırmayın.<br />

Kısacası değerlerimiz her ne olursa<br />

olsun , kimselere kullandırtmadığımızdan<br />

emin olmak, şeytana pabucunu giydirmenin<br />

en büyük şartı.Yoksa iyi birer birey<br />

olduğumuza inanarak birilerine hizmet<br />

etmekten kendimizi kurtaramayacak,fikir<br />

ve düşünceleri sahiplenmek yerine somut<br />

değerlerin peşinde menzillerden sapacağız.<br />

Kolay olmayacağı kesin .Şeytanın iddiasını<br />

tutturduğu inkarcılarla uğraştığı yok<br />

(batı) . Bütün güçlerini mücadelenin olduğu<br />

bölgelere kaydırmış olacak ki (doğu), maalesef<br />

dedikodu, fitne ,yalan, iftira en çok<br />

bizde zuhur ediyor.<br />

Eğer şeytan olsam bu mücadeleden<br />

vazgeçmemizi bekler,çevremizde “Sen<br />

kim , onlarla yarışmak kim” diyen umutsuzlardan<br />

türetirdim. çevrenizde fazlasıyla<br />

var ,değil mi ?<br />

MEHMET POYRAZ<br />

Sorun değil ,Güneş’in doğudan batmasına<br />

engel olamasak da , batıdan doğacağı<br />

günü müjdeler,yine mücadeleden<br />

vazgecmeyiz. 17<br />

<strong>kusva</strong>.org


DENEME<br />

BÜYÜYÜNCE sümüklü böceklerin hepsine selpak alırım diye düşünürdüm. Çocuktum<br />

mis, hayata olumlu baktığın zamanlar! Biz büyüdük ve kirlendi dünya diyenler yanılıyor<br />

dostum emin ol. Hayat her daim kötüydü. Hem yeterince iyi olsa neden insanlar ondan<br />

uzaklaşmak(!) için oyunlara, uyuşturuculara yönelsin ki değil mi? Veyahut neden uykudan<br />

uyanınca mutsuz oluyorlar dersin? İyi olsa sevinmeleri gerekmez miydi? biz büyüdük ve<br />

kirlendi dünya??!! Yanlış, insan yaratıldı ve kirlendi dünya, evet makul!!<br />

MODERN hayat dedikleri bireysel çıkar. Çelişkiler yumağı, herkes dürüstlüğü met edip,<br />

‘’en kötü huyum iyi kalpli olmak’’ dedikten sonra ilk fırsatta kuyu kazıyor ise ‘’hoş geldin’’<br />

modern zamanlar demek gerekir. herkesin birbirine rakip olduğu, bireysel amaçlar için<br />

genelin ezildiği hayata bak! unun var mı var, şekerin var mı var ‘’ne duruyorsun depresyona<br />

girsene…’’ şarkısını mırıldanmaya devam et! en yakın arkadaşın atanmamalı ki sen atanasın.<br />

Diğer arkadaşın işe girmemeli ki sen giresin. o düşük not alırsa çan düşer kolay geçersin.<br />

Tahterevallide sen yükseldikten sonra gerisi önemsiz, varsın diğerleri senin yükselmen<br />

için alçalsın, sürünsün, mubahtır. işte modern dünya ahlaki yapısı, mis.<br />

İNSAN kelimesinin olumlu anlamlar içermesi ne ilginç değil mi sence de? ‘’hiç insani değil’’<br />

deyince bu yapılan hoş değil demek istiyoruz. Hâlbuki tersi olmalıydı bence. iyi olan bir<br />

şeye bakınca ‘’hiç insani değil’’ demeliydik. yada çelişkilerle dolu bir olaya bakıp ‘’ne kadar<br />

insani bi tavır’’ filan dememiz gerekirdi. bütün dünya nimetlerini red edip nirvanaya ulaşan,<br />

mutluluğu istememekte bulan Buda’nın heykelleri obez, neden??? Neden insan bu kadar<br />

çelişkili? Efendim toplum iyi mi?<br />

BAKMA topluma. iyiliği, dürüstlüğü met eder hepsi ama bi çocuğu ilerde çok canlar yakacak<br />

diye överler. Kötülüğü eleştirir lakin içten içe saygı duyarlar, kabaya güler, kötülüğe<br />

reverans verirler, boş ver.<br />

HZ. İSA ve şeytan bir boks maçına çıkar. Hz. İsa çelimsiz, cılızdır şeytan ise heybetli.<br />

Lakin bütün stat Hz. İsa’yı destekler. Gonk sesi ile dövüş başlar. Hz. İsa sağ yapar, sol yapar<br />

şeytana cılız bir yumruk indirir, şeytan yerde bütün statta sessizlik hüküm sürer bir süre.<br />

Hakem gelir sayar ona kadar ve Hz. İsa’nın eli kalkar havaya. kazanır Hz. İsa hala sessizdir<br />

stat, o sırada şeytan kalkar yerden ‘’hepiniz İsa’ya destek veriyordunuz ama bahislerde<br />

bana oynamıştınız değil mi?? koca statta İsa’ya oynayan tek kişi bendim hahaha, sayenizde<br />

paralarınızı ben kazandım’’ der.<br />

<strong>18</strong><br />

İNSAN böyledir işte iyiyi herkes met eder ama gerçek iyi??? çıkarına ters düştüğünde<br />

bile iyiden dönmeyecek insan var mı??<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


19


DENEME<br />

FURKAN GÜR<br />

10 Aralık 1948’de Patiste<br />

Birleşmiş Milletler Genel<br />

Kurulunun toplanarak, İnsan<br />

Hakları Evrensel Bildirgesini<br />

oy çoğunluğuyla<br />

Kabul ettiler. Bu bildirge’de<br />

“Tüm insanlar özgür ve eşit<br />

değerler, herkesin dil, din,<br />

irk, renk, cinsiyet, siyasal<br />

veya farklı bir ayrım gözetmeksizin,<br />

bu bildirge ile ilan<br />

olunan tüm haklardan ve<br />

özgürlüklerden yararlanabileceği”<br />

maddesi bildiride ilk<br />

sırada yer alıyordu.<br />

Bildirgeyi okuyan Eleanor<br />

Roosevelt, “Tüm insanlık<br />

için bir Magna Carta Libertatum<br />

(Bucuk Özgürlükler<br />

Sözleşmesi) devrinin başladığını<br />

soyluyordu. Aradan<br />

tam 70 yıl geçti, peki İnsan<br />

Hakları gerçekten Evrenselleşti<br />

mi? Bütün herkes ayrım<br />

yapılmadan hak ve özgürlüklerden<br />

yararlanabiliyor<br />

mu? Tüm insanlar özgür ve<br />

eşit doğuyor mu? ve dahası..<br />

Bu bildirgede hiçbir şekilde<br />

Din ayrımı yapılmayacağını<br />

soyluyorlardı, lakin buğun<br />

“Çağdaş uygarlığın ve Özgürlüklerin<br />

beşiği” olmakla<br />

övünen Bati, inançlarından<br />

dolayı birçok insani ayırıyor<br />

ve dini terör propagandası<br />

haline getiriyor.<br />

Bu tarz ülkeler, uluslararası<br />

sistemin savaş ve diğer<br />

cebri müdahalelerin önüne<br />

koyduğu engellere karşı<br />

yürüttüğü ideolojik mücadele<br />

çerçevesinde<br />

önce “terörizmle<br />

mücadele”<br />

sloganına<br />

sarıl-<br />

makta, bunun yanında, “terörist<br />

devletler”, “başarısız<br />

devletler” gibi kavramlar icat<br />

ederek, askeri müdahalelerini<br />

bunlarla meşrulaştırmaya<br />

çalışmaktadır. Hegemon<br />

devletin bu tür müdahaleler<br />

için ürettiği ve İsrail gibi<br />

insan hakları ihlalleri bakımından<br />

çok kötü bir sicili<br />

olan devletlerin de<br />

bölgesel çapta<br />

başvurduğu<br />

“önleyici<br />

savaş”<br />

kav<br />

20


amada da, saldırganlık için yeni bahane<br />

ve meşrulaştırma araçları işlevi görmektedir.<br />

Bir yandan da başta kendi halkı olmak<br />

üzere dünya kamuoyunun rızasını almak<br />

için savaş stratejilerini ve yayılma planlarını<br />

“demokrasi”, “insan hakları”, “insancıllık”,<br />

“hayırseverlik” gibi itibarı yüksek kavramlar<br />

üzerine inşa edilmiş bir retorikle sunmakta;<br />

böylece ülkeler yanında, insanlığın onurlu<br />

bir yaşam için uğrunda önemli bedeller<br />

ödediği kavramları da işgal etmeye çalışmaktadır.<br />

Asıl amacının tutsak halklara<br />

özgürlük, kendini yönetemeyen toplumlara<br />

yardım götürmek olduğunu iddia eden bu<br />

retorik, “ilkel halka uygarlık götürme”yle<br />

meşrulaştırılmak istenen klasik sömürgeciliğin<br />

kadim ideolojik tezinin yeniden parlatılmış<br />

halinden<br />

başka bir şey değildir.<br />

“Batılı değerleri kabul etmeyenler teröristtir<br />

ve düşmandır” varsayımıyla her<br />

kültür ve medeniyet kıpırdamasını kendi<br />

hegemonyalarını sarsacak bir tehdit olarak<br />

görüyor ve bu tehdidi bertaraf etmek için<br />

ellerinden gelen her şeyi yapmayı meşru<br />

kabul ediyorlar. Eğer insanlık adına onların<br />

bu emellerine karşı çıkmak isteyenler<br />

olursa, kestirmeden onları işgal etmek için<br />

bin bir türlü yalan ve dalavere ile işgallerini<br />

meşru göstermeye çalışıyorlar.<br />

Bu bağlamda özellikle “insani müdahale”<br />

kavramı etrafında kafa karışıklıklarına<br />

yol açan tartışmalar yaşandığı görülmektedir<br />

ve “insani müdahale” kavramının, esas<br />

olarak, dünyayı yönetme stratejilerinin ideolojik<br />

aracı işlevi gördüğü söylenebilir. Nitekim<br />

bu kavramın yeniden tedavüle girmesi<br />

ve bu ad altında operasyonlar düzenlenmesi<br />

“soğuk savaş”ın sonuyla kesişmektedir<br />

ki, bunun sadece bir tesadüf olduğunu<br />

söyleyemeyiz. Devletlerin kendi ülkelerinde<br />

veya komşu topraklarda yaşayanlara<br />

yönelik zulüm ve kıyım uygulamalarına<br />

karşı bir müdahalenin gerçekten “insani”<br />

çerçevede kalabilmesi, ancak halkların eşit<br />

temsiline ve katılımına dayalı evrensel bir<br />

örgütlenme çatısı altında mümkün olabilir.<br />

Günümüz uluslararası sisteminde; yani<br />

hangi ülkeye hangi şartlarda ne zaman ve<br />

kim tarafından “insani” amaçla müdahale<br />

edileceğini belirleme gücü ve bunu uygulama<br />

imkanı dünya sisteminin egemen<br />

devletlerinde olduğu sürece, “insani müdahale”<br />

kavramı, bu<br />

devletlerin küresel egemenlik stratejilerine<br />

alet olmaktan kurtulamaz. Bu durumda,<br />

baskıcı rejimlerin zulüm ve kıyım politikalarına<br />

karşı başta insan hakları hareketleri<br />

olmak üzere diğer uluslar arası güçler<br />

tarafından yürütülecek sivil bir kuşatma<br />

mücadelesi en “insani” yöntem olarak<br />

görünüyor.<br />

Konuyu biraz daha açacak olursak, Tarihimizden<br />

bir örnek ile devam edelim. Avrupalılar<br />

1492’de Endülüs’ü işgal ettiklerinde<br />

Müslümanların tümünü kılıçtan geçirdiler.<br />

Oysa Osmanlı Endülüs’ün düşmesinden<br />

yarım asır önce Bizans’ı teslim almıştı, ama<br />

Bizans’taki Hıristiyanların kılına bile dokunmamıştı.<br />

Tersine Bizans kilisesi Osmanlı<br />

idaresine girmekten mutlu olmuştu. İşte bu<br />

bahsettiğimiz önemli tarihi olayda Batılıları<br />

hâlâ ürküten iki gerçek vardır. Birincisi,<br />

Türkiye’nin yeniden Osmanlı misyonunu<br />

üstlenmesi ve bunun uzun vadede Batı<br />

hegemonyasını sarsacak gelişmeleri tetiklemesi.<br />

İkincisi ise, dün olduğu gibi yarın da<br />

bu coğrafyanın ve dünyanın ancak İslam’a<br />

dayalı bir uygarlık tasavvuru ile gerçek<br />

anlamda huzur ve barış yüzü görebileceğinden<br />

batılılar tedirgin olmaktadırlar. Bu<br />

yüzden Batılılar, İslam’ın yeniden tarih sahnesine<br />

çıkmasından endişe duyuyorlar. BM<br />

Güvenlik konseyine söz sahibi olan devletlerin,<br />

kendi ülkelerinde insan hak ve özgürlükleri<br />

alanında sağladıkları ilerlemeleri<br />

üçüncü dünya ülkeleri ve özellikle İslam<br />

ülkeleri için neden yapmayı düşünmediklerini<br />

sanırım anlamak mümkündür. Her<br />

şeyden önce Batılılara göre insan haklarının<br />

önündeki en büyük engel İslam dinidir.<br />

Onlara göre Müslümanlar ancak İslam<br />

dinini yozlaştırdıkları takdirde birer uygar<br />

insan olabileceklerdir. Bu yüzden Batı’nın<br />

yeni stratejisi İslam’ı tehdit kaynağı olarak<br />

algılama, Müslümanları da terörist kabul<br />

etme tezi üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla,<br />

özellikle Türkiye’yi kuşatan bir coğrafyayı<br />

etki alanlarında tutmak için var güçleriyle<br />

çalışıyorlar.<br />

FURKAN GÜR<br />

Tarihimizden ve günümüzde yaşananlardan<br />

anlaşıldığı gibi bati zulüm ile, çıkarları<br />

doğrultusunda hareket etmiştir ve etmeye<br />

devam etmektedir. Ayrıca, Birleşmiş Milletler<br />

gibi kuruluşlar sessiz kalarak sınıfta<br />

kalmıştır.En nihayetinde bizlere düsen bu<br />

oyunları görerek ve yaşananları iyi analiz<br />

ederek ilerleyişimizi sürdürmek olacaktır. 21<br />

<strong>kusva</strong>.org


22<br />

DENEME<br />

MİHRIBAN CEYLAN<br />

Bir bilinmezi nasıl bilebiliriz<br />

ki? ama durum öyle<br />

değil işte geleceği okuyabilmeliyiz.<br />

Eğer amaçlarımız;<br />

ileriye sağlam adım atabilen<br />

bir millet olabilmek ise, kalıcı<br />

başarıları yakalayabilen<br />

kişiler olmak ise geleceği<br />

okumalı ve anlamalıyız.<br />

Çevremizdeki dünyaya<br />

ilham kaynağı olmak için<br />

yapmalıyız bunu tıpkı gece<br />

karanlığındaki ateş böceğinin<br />

yaptığı gibi. Nasıl mı?<br />

Örneğin bilim dediğimiz<br />

zincirin halkalarını iyi anlamakla<br />

yola ilk adımımızı<br />

atabiliriz çünkü çağımızda<br />

bilimi bilmekten çok bildiğini<br />

düşünmek favori etkinliktir.<br />

Oysa ki çevremize baktığımızda,<br />

bilimi gerçekten<br />

anlayanların nasıl bir bilgiyi<br />

gerçek bir ürün haline getirdiklerini<br />

görürüz. En basit<br />

eşyadan uzaya fırlatılan<br />

füzeye kadar hep bu zincirin<br />

bir parçasını oluşturuyorlar,<br />

bu minvalde asıl soru şu: sen<br />

bu zincirin yeni halkasının<br />

ne olacağını tahmin edebilir<br />

misin? İşte bu noktada eğer<br />

tahmin işlerini kahve telvesine<br />

bırakılıp oradaki şekle<br />

göre füzenin uzun bir yolu<br />

var, sana çıkan birçok tablet<br />

var denilirse sadece komik<br />

duruma düşülür, sonuçta ise<br />

fincanın yıkanması ile nasıl<br />

ki tüm şekiller akar gider<br />

bizim de gelecek beklentimiz,<br />

ileriye adım çabamız da<br />

uçup fezaya o füze ile gider.<br />

Amacımız istikbal ise<br />

sağlam bir bilim, ilim ve irfan<br />

temeline sahip olup günü<br />

okumalıyız, bilim nakışını<br />

ilk önce kendi beyinlerimize<br />

işlemeliyiz, bunu yaparsak<br />

her yaşadığımız kaliteli gün<br />

kazandığımız sağlam bir<br />

tuğla olur. Bu bağlamda<br />

bilgiyi, teknolojiyi ve gelişmeleri<br />

sırayla; okumalı,<br />

anlamalı, irdelemeli ve<br />

öğretmeliyiz. Bu edindiğimiz<br />

bilgiyi süzgeçten geçirip<br />

işimize yarayan noktaları<br />

almalıyız. Önceki yazımızdaki<br />

gibi su kabı delik olan<br />

kişiye benzememek için<br />

su kabımız sağlam olsun ki<br />

bilim, ilim ve irfan bahçemizi<br />

sulamak istediğimizde<br />

kaliteli su ile sulayabilelim.<br />

Ancak bu bir sabır, ısrar ve<br />

gönül işidir tıpkı başarıyı<br />

anlatan buz dağı metaforu<br />

gibi, kilit nokta ise sevgiyle<br />

yaptığımız işlerdir ki onlar<br />

bizleri geleceğe taşıyacak<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


ve gelecekte söz sahibi olmamızı sağlayacaklardır. Unutmayalım ki büyük hedefler<br />

bugünlerimizde kazandığımız küçük başarılarımızın eseridir. Bunun için sevdası gelecek<br />

olanlar, yollarında huzurla, azimle ve yılmadan yürürler, çünkü vuslata ermek bir sevda<br />

işidir ve yorulmak nedir bilmez. Onun için; “çalışmaya köle olan başarıya efendi olur.”<br />

denilmiştir. Geleceği kazanmak isteyenler unutmamalıdır ki kazananlar, kaybedenlerin<br />

yapmak istemediklerini yaptıkları için kazanmışlardır. Yolunuzda yapma diyenler olacak,<br />

yolunu değiştir diyenler olacak, bunu yapamazsın diyenler olacak, işte bu noktada<br />

sen, yılma, yorulma, durma ve geleceğe koş.<br />

Size sunu belirtmek isterim ki manayı görmek istediğinizde pencerenizde görünen<br />

tek şeyin ufak bir çam ağacı olması bile yeterli, sığ baktığınızda ise pencereniz tüm ufku<br />

ayaklarınızın altına serse de nafiledir tek göreceğiniz baktığınız cam olacaktır. Bunun<br />

için genç arkadaşlar istikbale bakarken yapamadıklarına değil de elinde olup yapabildiklerine<br />

bakmaları gerekir zira siz onları bir tuğla gibi üst üste dizerek istikbal duvarınızı<br />

inşa edeceksiniz ve yükselteceksiniz. Burada önemli olan detay ise; nasıl ki doğa yeniden<br />

doğuyor, tomurcuklar körelmiş dallardan adeta bir bahar enerjisi ile nasıl fışkırıyorsa<br />

sizlerde bahar enerjinizle hep yenilenmeli, hep yenilenmelisiniz.<br />

Peygamber efendimiz’ in (sav) şu sözü hem kulağımıza küpe hem de ilim peşinde<br />

koşmamıza rehber olmalıdır; “IKI GÜNÜ AYNI OLAN ZIYANDADIR.” Bizlerin iki günümüzün<br />

aynı olması diye bir imkânımız yoktur. Hele hayatın dört nala etrafımızda aktığı,<br />

bilimde baş döndürücü gelişmelerin olduğu şu devirde hiç te öyle rahat olma lüksümüz<br />

yoktur, olmaması gerekir. Bazıların “Bunlardan kime ne? Ben istediğim gibi yaşarım.<br />

Başkası beni ne ilgilendirir.” dediklerini duyuyor gibiyim. Lakin, büyük bir yanılgı var bu<br />

düşüncede çünkü insan tek yaşasa bile bulunduğu ortamı değiştirebilen bir varlıktır ve<br />

vurgulamak istediğim değişim: “Neden iyi yönde olmasın?”. İlk önce Platon’un dediği<br />

gibi “insanın kendini yenmesi zaferin en büyüdür.” diyerek kendimizdeki tembellik,<br />

araştırmama ve sığ bakma gibi yönlerimizi yenmeliyiz, eğer geleceğimiz kendi avuçlarımızın<br />

içine almak istiyorsak. Kaldı ki topluluk içinde yaşayan insan çevresine azmini,<br />

başarısını ve ahlakını söyleyerek değil de yaparak ve yaşayarak gösterirse yaşadığı<br />

değişimin sadece kendine değil, aynı zamanda çevresine de pozitif olarak yansıdığını<br />

görebilir. Unutmayalım ki geleceği bugünden çalışanlar inşa edecektir. Gençlerimizin<br />

bahar enerjilerini hiç kaybetmemeleri ümidiyle…<br />

Yazımı bir şiirimle tamamlamak isterim:<br />

Bir sevdadır vuslata ermek<br />

Adım adım ilerlersin<br />

Ufuk noktasıdır hedefin<br />

Yolda ki çakıl, diken önemli mi?<br />

Değil,<br />

Senin sevdan o yoldur<br />

Sonunda hedefine varacağın<br />

İşte onun için<br />

Vuslata ermek bir sevda işi olmuştur hep…<br />

MİHRİBAN CEYLAN<br />

23<br />

<strong>kusva</strong>.org


“bazı seslerin ait olduğu bir<br />

zaman yoktur.”<br />

kendine doğru bir yol aramaya<br />

çalışırken aklından<br />

geçen tam olarak buydu<br />

mesela kahve fincanını<br />

masaya bırakırken çıkardığı<br />

ses<br />

kaybedeceğini bile bile<br />

atılan zarın dönerken,<br />

açıklama yapması gerektiğinde<br />

boğazından çıkardığı<br />

ses gibi...<br />

pencereyi açtı.<br />

-yine o ses kapattı.<br />

-yine o sessizlik<br />

24<br />

her geçen gün<br />

babasının ona çizdiği hayatın<br />

halterlerini kaldırıyordu.<br />

her geçen gün , daha sıkı bir<br />

idmanla. masaya bıraktığı<br />

kahvesinin son soğumuş<br />

yudumlarını içip içmemek<br />

arasında kararsız kaldı.<br />

duşunu aldıktan sonra pahalı<br />

parfümlerinden birini<br />

sıkacak, takım elbisesini giyecek,<br />

gıravatını bağlarken<br />

merdi garibliklerinden eser<br />

kalmadığı için gururlanacaktı.<br />

tek düğmesini iliklediğinde<br />

basenlerine takılmamak<br />

için boy anası yerine<br />

tuvalet aynasına bakacaktı.<br />

biten kahve fincanını yıkamadı.<br />

geldiğinde belki oda,<br />

atmosferi kirlettiğini düşündüğü<br />

oyuncak şişeler yerine<br />

guzel kahvesinden kokardı.<br />

zaten ona kalsaydı belki hafız<br />

olurdu. kalan vaktinin en<br />

kıymetlisinde güzel besteler<br />

ve kremalı yemekler, aşçı<br />

dostuyla çikolatadan tatlılar<br />

yapardı. tatil günlerinde çiçekler<br />

ve meyveler toplardı.<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


güzel insanlar biriktirirdi.<br />

zaten ona kalsaydı...<br />

pencereyi açtı<br />

-yine o ses kapattı<br />

-yine o sessizlik<br />

bu sabah önemli bir toplantı vardı<br />

orada olmak zorundaydı<br />

evin en büyüğü olmanın gerekleri,<br />

bir de koca Istanbul’un insan yemişleri.<br />

dünyayı adil bir yere dönüştürmeyi rolleyip<br />

cüzdanını update yapmakta master degree troller...<br />

virüslü elleri sıkıp onlara maharetini gösteredururken<br />

tüm mermi bakışlara gardını almıştı çoktan<br />

yabancı lisan konuşup iş ayarlamaya çalıştığı kara sakallı adamlar dışında<br />

ülkeden kaçmak diyordu, Kaçmak. Sahi, neresiydi ki onun kalbinin ülkesi?<br />

üç beş sene evveliydi. ilkbahara girmezken, çilli yanaklarından<br />

hislerini süzerken onun günahı neydi.?<br />

hala farkında değillerdi. Memleket? Sevgi? Çırpınmak?...<br />

bu kelimelere yeniden anlam verilmeliydi.<br />

taşeron fikirlerden kaçmaya çalışırken kendi elleriyle,<br />

kendini içlerine atan bir çift göz rast gelmişti<br />

humretinin ahenginden parıldayan iri kara gözlerine.<br />

Bin kat daha zırh çekti üzerine.<br />

ZEYNEP HANDE BURAKÇI<br />

Eve geldiğinde küçük erkek kardeşi ağlıyordu.<br />

üst kattaki odasına geçti.<br />

yarım bıraktığı kahvesine uzandı.<br />

acılığını yutkunurken yine aynı sesi işitiyordu.<br />

ağlayan çocuk sesine herkesten<br />

fazla tahammül edemiyordu.<br />

çiğnemekten yorulduğu rengi solmuş<br />

sakızını üzerinde ne yazdığını okumadığı<br />

bir kağıda sardı.<br />

kardeşi sustu, evin beş odasının da<br />

yanan ışıkları söndü. pembe elleriyle<br />

uzamış saçlarından damlayan terini sildi.<br />

çikolatadan bir parça daha aldı<br />

ve ağzında eritmeye başladı.<br />

kararsızdı.. sıcağa ve sese<br />

tahammül edemiyordu.<br />

pencereyi açtı.<br />

-yine o ses kapattı.<br />

-yine o sessizlik.<br />

hangi zamana ait olduğuna<br />

hala karar vermemişti. 25<br />

<strong>kusva</strong>.org


YAŞIYORUZ<br />

ŞIIR<br />

HASBELKADER<br />

TUBA ERKAN<br />

Martın tam ortasındayız,<br />

Papatyaların zincirlerini kırdığı ve indirdiği güneşin peçesini.<br />

Cemre düşeli de hayli olmuş zaten,<br />

Hayli olmuş gönlümü eğleyeli.<br />

Üç nefeste bir,<br />

Bilemedin beş,<br />

Tüyleri ürperten bir rüzgar salınıyor sonu Nisana çıkan bu yolda.<br />

Nisan ki,<br />

Bahar diye adını müjdeler kulağımda.<br />

Oturup baharı anlatacak değilim.<br />

Çiçekleri, böcekleri<br />

Bir kelebeğin bir yaprağa konuşu mutlu adamların işi.<br />

Bizimse sükut varımız yoğumuz,<br />

Biraz da umut.<br />

Gölgemin ve sevmelerimin boyumdan büyük olduğu vakitlerdeyim,<br />

Kırılmışlığım şu yana dursun, güneşi sindiriyorum içimde.<br />

Üsküdardan Balata uzanan yaşanmışlıklar kentindeyim.<br />

Şimdi bir otomobilde şehrin göbeğinde,<br />

Alışılagelmiş,<br />

Dilden dile tezatsız gezmiş İstanbul trafiği.<br />

Tezatsız sevmiş bir ben seni,<br />

Hala<br />

Ve daha.<br />

Zaman geçmiyor.<br />

Ben bugün hem varım hem yokum bir kuş yamacında.<br />

Kalemim kız kulesi,<br />

Çarşafım mavilik.<br />

Size ışıklı şiirler yazmak isterdim, bu bahar akşamında.<br />

26<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


Bilmem düşmüş müdür Beyazıta yolunuz,<br />

Geçmiş misinizdir onca hanın, onca yüzün arasından.<br />

Her yüzde bir hayat,<br />

Her yüzde bir acı.<br />

Her yüzde kaderden kurdelelerle saklı bir keder bohçası.<br />

Mimoza çiçekçisi önünde bi kaldırım,<br />

Bir buket ucunda ağlamışlığım.<br />

Çiçek taze, elem taze;<br />

Size ışıklı şiirler yazamadım.<br />

Üstelik benim yazım çirkindir, şiirlerim de keza öyle.<br />

Nasıl bulunmazsa yazıma güzel diyen,<br />

Anlayanda bulunmaz beni.<br />

Ben ayrıksı ot,<br />

Avuç içinizde adım.<br />

Ben ayrıksı ot,<br />

Başka yüzyıldanım.<br />

Olurda bir akşam üstü, bir otobüs durağında rastlaşırsa yolunuz ayrık kaderimle,<br />

Tutacak olursanız omuzlarından sıkı sıkı, küskünlüğümden bahsedin.<br />

Bahsedin ki değişsin.<br />

Gözyaşlarımı silsin ipek mendillerle,<br />

Ahlarımı gönlümün raflarına dizsin.<br />

Böyle yaşanmıyor.<br />

Fakat yaşamak denen bu haksız eylemin keyfimize kahyalık ettiği de yok,<br />

İşte bak yine sabah oluyor.<br />

Uyanıyorum uyanmak için,<br />

Gülüyorum gülmek denirse adına, ağlamak fıtratımın özü.<br />

Ne mutluyuz bugünden,<br />

Ne yarından umutlu.<br />

Yaşıyoruz hasbelkader!<br />

Yaşıyoruz hasbelkader!<br />

TUBA ERKAN<br />

27<br />

<strong>kusva</strong>.org


DENEME<br />

EMRE METİN<br />

GELIN DÜNYADA ILK MOTORLU UÇAĞI YAPAN<br />

ÜNLÜ KARDEŞLERI ANLAMAYA DOĞRU<br />

BIR YOLCULUĞA ÇIKALIM..<br />

Evet hepimizin bildiği<br />

Wright Kardeşlere,<br />

Ama onlara gelmeden<br />

önce bir soru soralım “Samuel<br />

Pierpont Langley “ yi<br />

tanıyan var mı aramızda ?<br />

Muhtemelen kimse tanımayacaktır..<br />

Yirminci yüzyıl başlarında,<br />

mızla, başarının tam tarifine<br />

sahipti.<br />

Samuel Pierpont Langly’e<br />

Savaş bakanlığınca uçan<br />

makineleri, anlaması için<br />

50.000 dolar verildi.<br />

Harvard’ta bir makam<br />

sahibiydi en iyi yerlerde<br />

çalışan, en zeki kişiler ile bir<br />

çok kişiyle bağlantısı vardı.<br />

O halde nasıl olurda Samuel<br />

Pierpont Langley hakkında<br />

hiçbir şey duymadınız ?<br />

Ama Orville ve Wilbur<br />

yani wright kardeşleri duydunuz<br />

?<br />

Bizim başarının tarifi için<br />

değerlendirdiklerimizden<br />

hiç birine sahip değillerdi,<br />

paraları yoktu.<br />

30<br />

İnsan gücü uçuş arayışları<br />

bugünün en popüler olaylarındandı,<br />

Tüm mucitler bunun arayışındaydı.<br />

Ve Samuel Pierpont<br />

Langley bizim varsayımları-<br />

Oda bu güç ile Paranın<br />

bulabileceği, en iyi beyinleri<br />

işe aldı ve piyasa koşulları<br />

harikaydı..<br />

Newyork Times onu her<br />

yerde takip ediyor, ve herkes<br />

langley’in tarafını tutuyordu.<br />

Wright kardeşlerinin takımında<br />

bir tek kişinin bile lise,<br />

üniversite eğitimi yoktu,<br />

Hatta Orville ve Wilbur’un<br />

bile..<br />

Ve New York Times ‘da<br />

onları hiç bir yerde takip<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


etmedi.<br />

Farklılıkları,<br />

Orville ve Wilbur’un sebepleri tarafından sürüklenmeleriydi.<br />

Bir amaçlar, bir inanışla…<br />

İnsandılar ki, eğer bu uçan makineyi çözebilirlerse,<br />

dünyanın gidişatını değiştireceklerdi,<br />

Samuel Pierpont Langley amacı farklıydı,<br />

O zengin ve meşhur olmak istiyordu.<br />

O sonucu elde etmeye çalışıyordu, O zenginliği yakalamaya çalışıyordu..<br />

EMRE METİN<br />

Ama Samuel bir şeyi kaçırıyordu eğer dünyayı değiştirecek bir şey yapıyorsan, bu<br />

para ile değil inanç ile olacağıydı.<br />

Wright kardeşler ve takımı hayallerine inanarak kan, ter ve gözyaşları içinde çalıştılar,<br />

diğerleri ise sadece maaş bordrosu için çalıştılar.<br />

Ve nihayetinde 17 aralık 1903’te Wright kardeşler uçtular,<br />

Ve orada bunu gözlemleyecek kimse yoktu, Bir kaç gün sonra neler olduğunu öğrendik.<br />

Langley’in yanlış motivasyona sahip olmasının bir başka kanıtı da, Wright kardeşlerin<br />

uçtuğu gün, oda işinden ayrıldı,<br />

Diyebilirdi ki ;<br />

Arkadaşlar Bu mükemmel bir çalışma ve sizin teknolojiniz<br />

üzerinden bunu geliştireceğim..<br />

Fakat o bunu da yapmadı.<br />

O ilk değildi, zengin olamadı meşhur olamadı, sonuçta işten ayrıldı..<br />

İnsanlar ne yaptığınızı satın almazlar, yapma nedeniniz için satın alırlar.<br />

Eğer insanları sadece işi yapabildikleri için işe alırsanız, sizin paranız için çalışırlar.<br />

Ama eğer sizin inandığınız hedeflere onlarda inanırlarsa<br />

Kan, ter ve gözyaşı içinde sizin için çalışacaklardır.”<br />

31<br />

<strong>kusva</strong>.org


DENEME<br />

HALIT TURGUT<br />

Doğu Karadeniz bölgesinde yeraltı su kaynaklarına erişim rahatlığından ve coğrafi yapının dik<br />

ve zorlu yamaçlardan oluşmasından dolayı Karadeniz insanı evlerini birbirlerine uzak şekilde<br />

konumlandırmıştır. Bu uzaklığın altında biraz da konumlandığı bölgeye hakim olma isteği Karadeniz<br />

insanın yaşayış profilini oluşturmuştur.<br />

Ülkemizde bölgesel olarak baktığımızda yöresel evlerin tahribinin arttığı ve modern mimariye<br />

yönelişin geçmişi bize unutturmaya başladığı bir gerçektir. Son zamanlarda yöresel ahşap<br />

mimarisine duyulan hasret günümüz teknolojisi ile tekrar gün yüzüne çıkmak için bir fırsat<br />

bulmuştur. Özellikle yakın tarihte başlanılan dış cephe mimari uygulamalarında yöresel<br />

Rize evlerinin kendine has malzeme ve işçiliği Karadeniz insanının ellerinde<br />

tekrardan canlandırılmaya başlandı. Rize de öncelikle kamu binalarında<br />

kullanılmaya başlanılan yöresel mimarinin modern hali çok beğenilerek<br />

bireysel ve toplu konutlarda da kullanılmaya başlanmıştır.<br />

Bu yazımda yöresel Rize evlerinin geçmişten<br />

bugüne uygulama tekniklerinden bahsetmeye<br />

çalışacağım.<br />

Yöresel Rize evlerinde yapı malzemesi<br />

olarak ahşap kullanımı<br />

tercih edilmiştir. Bunun<br />

sebebi Rize yöresinin<br />

ağaç türleri<br />

ve ihtivası<br />

bakımından<br />

oldukça<br />

zengin<br />

bir bitki örtüsüne<br />

sahip<br />

32


olmasıdır. Genellikle çam, ladin ve kayın türü ağaçlar bulunması ve işlenmesi bakımından kolay<br />

olduğu için evlerin ahşap mimarisinin tamamında farklı farklı formlarda kullanım alanı bulmuşlardır.<br />

Bunların yanı sıra daha az bulunan ve işlenmesi zor olan ceviz, meşe ve karaağaç türleri de<br />

ahşap mimarisinde kullanılmıştır. Ahşap nazaran yörede daha az bulunan ve ahşap ile sentezlenerek<br />

kullanılan doğal taş türleri de yöresel mimarinin temellerini oluşturmuşlardır.<br />

Rize evlerinin mimarisine bakacak olursak, evlerin giriş bölümünde yer alan kat yığma taş<br />

olarak birbiri üzerine şaşırtmalı gelecek şekilde yapılır. Bu kat yoğun yağış alan Rize bölgesi için<br />

ahşabı su ve nemden uzak tutmak içindir. Aynı şekilde pencere kenarında yer alan sövelerde<br />

ahşap yerine taş olarak yapılır. Giriş kat haricinde diğer tüm katlarda ahşap pencere sövesi göze<br />

çarpmaktadır. Bu katın üzerindeki diğer katlar ise ahşap göz dolgu diye tabir edilen, çerçeve<br />

şeklinde yapılmış ahşabın arasına taşın sıkıştırılması ve etrafının harç ile doldurulması marifetiyle<br />

yapılmaktadır. Katlar arasındaki geçişi belirginleştirmek için genişçe ve oymalı yatay ahşap<br />

söveler yer alır. Aynı şekilde bina dış hatlarını belirgin hale getiren dikey söveler ahşap mimarisinde<br />

kendine yer bulur. Evlerin çatı kısmında ise yağmurdan olabildiğince az etkilenmek için<br />

geniş ahşap saçaklar yer alır. Çatıda ahşap karkas yapının üzerine sac ve kiremit kaplaması Rize<br />

evlerinin çatılarını süslemektedir.<br />

Rize de son zamanlarda ahşap ve taş mimarisi ile yapılan evler aslında eskiden beri rizenin<br />

yöresel mimarisini günümüzde yansıtmaya çalışan bir çeşit imitasyon görünüm gibidir. Giriş katında<br />

taşıyıcı olarak kullanılan yığma taş günümüzde duvar süslemesi olarak karşımıza çıkmaktadır.<br />

Ahşap göz dolgu içerisinde kullanılan taşlar tuğla üzerine yapıştırma, vidalama veya lamba<br />

zıvana (mekanik sistem) tekniği ile kullanılmaktadır. Bina cephesine çeşitlilik katması açısından<br />

birbiri üzerine geçmeli olarak monte edilen ahşap yalı<br />

baskı da günümüzde kullanılmaktadır.<br />

HALIT TURGUT<br />

33


“Bir gün<br />

bir kitap<br />

okudum ve<br />

bütün hayatım<br />

değişti”<br />

diye başlar<br />

Orhan Pamuk’un<br />

Yeni<br />

Hayat’ı.<br />

Peki ya<br />

sizin hayatınız?<br />

Bir hayale<br />

inanmakla<br />

başladı mı<br />

hiç?<br />

34<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


Her hayal, hayat duvarında gelecek adına bir tuğla<br />

koymaktır aslında. Korkmadan, kısıtlamadan, büyük<br />

büyük mutlu ve özgürce düşleyebilmektir. Özgür<br />

olmaya önce hayallerinde başlamalısın. Kurduğun<br />

hayale inanmalı ve sımsıkı sarılmalısın. Uğruna<br />

bedel veya bedeller ödemeyi göze almalı, her şeyini<br />

gözünü kırpmadan ortaya koyabilecek cesarete sahip<br />

olmalısın. Çünkü bilmelisin ki “Hayalin başladığı<br />

yerde zafer içinde geri sayım başlamıştır.” Geçmişte<br />

de başaranlar, hep hayal edenler olmuştur.<br />

<strong>kusva</strong>.org<br />

Süleymaniye...<br />

Mimar Sinan’ın önce hayallerini süsledi ardından<br />

İstanbul’un incisi oldu. Çil çil kubbelerin, kütüphanelerin<br />

ardında hep hayal vardır.<br />

Fatih Sultan Mehmet...<br />

Hayal kurdu, gemileri karadan yürüttü, karanlık<br />

bir çağı kapattı ve aydınlık çağın kapılarını ardına<br />

kadar açtı.<br />

Osman Gazi...<br />

Bir düş gördü ve cihan devleti Osmanlı imparatorluğunun<br />

tohumlarını attı.<br />

Mustafa Kemal Atatürk...<br />

Bugünkü devleti kurdu.<br />

Amerika’nın keşfi...<br />

Cristopher Colombus, Amerigo Vespuchi veya<br />

Çinli general... Yola çıkış kararları tamamen hayale<br />

dayalı.<br />

Ayın keşfi...<br />

Aya gitme projesini ilk kez ortaya atan hayalperestin<br />

neler düşündüğünü tahmin bile edemeyiz.<br />

Sonuçta bugün insanlık Mars’a koloniler kurmayı<br />

tasarlıyor.<br />

Britanya imparatorluğu...<br />

Dünyayı ele geçirmeye azmetmiş birkaç hayalperestin<br />

ürünü değil mi?<br />

Firavunlar...<br />

Piramitleri ne amaçla kullanacaklarsa, bunun<br />

hayali içinde yanıp kavruldular. Bu o kadar büyük<br />

bir arzuydu ki yüz binlerce kişi o hayale inandı ve<br />

eserlerini yaptılar.<br />

Ve başaranlar, hayaline inanların hepsi<br />

Bu yolun cefasına gönülden razı oldular.<br />

SENDE OL, SEN OL Ki;<br />

O, OL DESiN VE OLSUN...<br />

MERİÇ PINARCI<br />

35


DENEME<br />

Türkiye’de kadın olmak ya da kadın gibi yaşamak zor iş. Hele de Karadeniz’de kadın olmak<br />

başlı başına zor bir iş. Yörenin kendine özgü özelliklerinden midir bilinmez, bütün işler kadınların<br />

elinden geçer, son sözü hep onlar söyler, iş bitirici ve karar verici hep onlardır. Yazın çay<br />

bahçelerinde canını dişine takarak çalışan, bin bir zorluklar kestiği çayı satmak için saatlerce<br />

uğraşan, ahırda ineğine, evde çocuklarına bakan, mısırını, lahanasını, fasulyesini bahçesinden<br />

hiç eksik etmeyen ve bütün bunları karşılıksız olarak ailesinin mutluluğu için yapan tek<br />

kadındır o. Çalışkanlığı, sadakati, bağlılığı ve güler yüzüyle ün yapmış, hayata karşı dirençli<br />

duruşuyla Türkiye’de güçlü kadının sembolü olmuştur. Onun için zorluk yoktur, çalışmak ve<br />

ayakta kalmak vardır. Ne Karadeniz’in hırçın dalgaları onu işinden eder, ne kışın soğuğu, ne<br />

de heyelanın korkusu. Yılın her vakti hayatın yükünü sırtında taşır, bu yük yazın 100 kiloluk<br />

çay bezi olur, kışın ısınacak odun, baharda ineğin otu... Belinde orağı, elinde sebileri hiç eksik<br />

olmaz. O kaç yaşına gelirse gelsinler, çalışmak en büyük aşkıdır, bu yüzden de hep başarılı<br />

ve mutludur. Mutluluğu yörenin renkleri, mavi yeşil gözlerinden okunur. Neşesini hiç kaybetmezler,<br />

en yaşlısının bile hayatın acı izlerini yüzündeki çizgilerde taşımasına rağmen gözleri<br />

ışıl ışıldır. Asilikleri, hırçınlıkları ve inatçılığıyla yörenin bütün özellerini taşıyan, kararlılığıyla<br />

dik başlılığın önde gelen temsilcisi olan, içine Karadeniz işlemiş kadındır o. Güzelliğin hası da<br />

ondadır, inatçılığın hası da. Yörede doğal olan ve doğal kalmak için çabalayan en içten kişidir<br />

o kadın.<br />

Her başarılı erkeğin arkasında güçlü bir kadın vardır denir ya hep, bence o kadının en<br />

güzel temsilcisi Karadeniz kadınıdır. Erkeğine duyduğu bağlılık, onu her daim yüceltmesi ve<br />

yükseltmesi erkeklerde güçlü bir öz güven oluşturmuş, bu özgüvenle de erkekler toplumsal<br />

hayatta ön plana çıkmayı bilmişler ve başarılı olmuşlardır.<br />

Öyle ki kadınların bu bağlılığını en çok da aile ilişkilerinde görmekteyiz. Hayatlarında<br />

önem verdikleri en kutsal kurum olan ailenin yaşaması ve dağılmaması için ellerinden geleni<br />

yaparlar. Bunun yüzden çoğu zaman eşinin ve çocuklarının mutluluklarını kendi mutluluklarına<br />

tercih ederler. Sırf bunun için ihanetin acısını yıllarca içinde yaşamış, görmezden gelmiş,<br />

sessizliğini ve sükunetini korumuştur. Bizim yöreye hastır kadının bu güçlü duruşu ya da siz<br />

deyin aileye bağlılığı…<br />

36<br />

Zor iklim koşullarına, ekonomik ve sosyal kaygılara, ailesel sorunlara ve bence en kötüsü<br />

ihanete rağmen ayrı bir hayat neşesi ve gelecek hayali vardır, hep mutlu ve güler yüzlüdür.<br />

Bu neşeli hallerini ben, inandıklarını yapacak olmanın verdiği mutluluğa bağlıyorum ki, biliyorum<br />

çoğu zaman onun için kurulan hayaller hep gerçekleşecek olanlardır. Bir nevi onun için<br />

hayal yoktur, yapacaklarına olan inanç ve çalışma vardır. Bu yolda öyle canı gönülden çalışır<br />

ki adeta yaptıklarıyla kendi kaderini çizer. Bu yüzden bir gün geleceğine inandığı, hayalini<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


37


DENEME<br />

FIKRET ASLANYÜREK<br />

38<br />

MALUM iş ya da özel hayatımızda<br />

e-postanın önemli bir yeri var.<br />

Bazılarımıza gün içerisinde onlarca<br />

e-posta geliyordur. Gelen e-postalarımızın<br />

simgesi olarak bir zarf görülür.<br />

Dolayısıyla yazılanlar da bir nevi<br />

zarfın içindeki mektubu simgeler.<br />

Peki tarihte yazının bulunmasıyla<br />

birlikte en önemli iletişimin aracı olan<br />

mektubun hikâyesini hiç düşündünüz<br />

mü?<br />

MEKTUP’TAN e-posta’ya<br />

yazışmanın bir hayli ilginç hatta bir o<br />

kadar da keyifli serüvenine yolculuk<br />

etmeye ne dersiniz?<br />

ÖNCE neden böyle bir serüveni<br />

anlatma ihtiyacı duydum onu<br />

belirteyim. İnsanlığın bilgi birikimleri<br />

benzerlik gösterir. Bugün kullandığımız<br />

birçok simge, ürün yada<br />

tasarım geçmişten bir iz taşır. Aynı<br />

bu yazımın konusu olan mektup<br />

ve e-posta hikâyesinde olduğu<br />

gibi. Geleceğe dair söz söylemek<br />

istiyorsak; geçmişe dair bir yolculuğa<br />

çıkmamız gerekir. Geçmişle olan<br />

bağı koparmadan geleceğe çıkılacak<br />

bir yolculuğun çiçekleri daima daha<br />

gür açar, meyveleri daha bereketli<br />

olur. “Köklerden Göklere” uzanan bir<br />

yolculuktur bu…<br />

DÜNYA bir zamanlar mektup iletişimiyle<br />

dönüyordu. Yazının bulunmasıyla<br />

beraber haberleşmeyle ilgili<br />

ilk bulgular Sümerlerde görülmüştür.<br />

“Mektup” kelimesinden Sümer yazıtlarında<br />

sıkça bahsedilmektedir. O<br />

dönemlerde haberleşmeyi atlı yada<br />

yaya haberciler sağlıyordu. Gerçek<br />

anlamda düzenli bir posta ve haberleşme<br />

teşkilatının başlangıcı ise<br />

İran’da kurulan Pers İmparatorluğu<br />

zamanında olmuştur. Bu dönemde<br />

geniş bir yol sistemi kurulmuştur. Bu<br />

yol sistemi üzerinde belirli mesafe<br />

aralıklarla “Çarphane” adı verilen<br />

konaklama tesisleri imal edilerek, her<br />

bir konaklama tesisinden diğerine<br />

haber ulaştırmak için de atlı ve yaya<br />

postacılardan faydalanılmıştır. Bu<br />

düzenli posta teşkilatı Yunanlılarca<br />

da benimsenerek, Büyük İskender<br />

ve Roma İmparatorluğu Dönemi’ne<br />

kadar devam etmiştir. Büyük İskender<br />

Dönemi’nde haberleşmede hızlı<br />

koşuculardan da yararlanılmıştır.<br />

TÜRK Tarihi incelendiğinde,<br />

Türk Ulakları hızla giden atlarıyla<br />

Kağanların mektuplarını komşu<br />

devlet hükümdarlarına götürürken<br />

kurultay davetlerini de Türk Beylerine<br />

iletmişlerdir. Hun imparatorluğunda<br />

haberleşme görevini yürüten atlı<br />

ulak ve elçiler, Kağan’a ait güvenirlik<br />

nişanesini taşırlardı. Bu nişaneleri<br />

göstererek yollarının üzerindeki<br />

bütün kabilelerden ücretsiz koruma<br />

ve yiyecek temin ederlerdi, böylece<br />

mektupların ve haberlerin hızla yerine<br />

ulaşması sağlanırdı. Mektuplar,<br />

ülke sınırları içerisinde atlı ulaklar,<br />

ülke sınırları dışında ise elçiler vasıtasıyla<br />

taşınırdı.<br />

MEKTUPLARDA ŞIFRELEME<br />

MEKTUPLARIN tarih sahnesindeki<br />

göz ardı edilemez etkisine bağlı<br />

olarak zaman içerisinde özellikle<br />

politik sebeplerde sahte mektuplar<br />

da ortaya çıkmıştır. Mektup yazarları<br />

bu casusluk oyunları yüzünden yazma<br />

sanatının inceliklerinin yanında<br />

“gizleme sanıtını” da öğrenmek zorundaydı.<br />

İyi bir şifre için gereken üç<br />

özellik vardı; “Yazması ve okuması<br />

kolay olmalı, deşifre edilmesi imkansız<br />

olmalı ve şüphe uyandırmamalı.”<br />

Özellikle şüphe uyandırmaması için<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


ir yöntem geliştirilmişti; “İki harfli şifre.”<br />

Bu uygulama sayesinde mektup dışarıdan<br />

bakıldığında normal görünecek, gerçek<br />

anlamı sadece mektubun alıcısı tarafından<br />

fark edilebilecekti. Bunun içinde birbirine<br />

paralel iki alfabe kullanılması gerekiyordu.<br />

Alfabelerden biri hileyi oluşturacak, öteki de<br />

anlatılmak istenen gizli mesajı verecekti.<br />

BU hileler bir süre sonra sadece yazı<br />

dünyasının bir parçası olmaktan çıkacak<br />

sihirbazların illüzyonlarına ve beraberinde<br />

salonlara taşınacaktı. Johann Wecker’in<br />

1660 yılında yayınlanan “Eighteen Books of<br />

the Secrets of Art and Nature” adlı eserinde;<br />

“Yumurta Kabuğunun içine Yazı Yazmanın<br />

Yolları”, “Küllü Suyun Gizlediği Harfler Nasıl<br />

Ortaya Çıkarılır?” ve “Görünen Harfler Nasıl<br />

Gizlenir?” gibi başlıklar yer alıyordu.<br />

GÖRÜNMEZ MÜREKKEBIN SIRRI<br />

DOĞU ve İslâm Kültüründe büyük şahsiyetler<br />

bilgiyi, hikmeti, dini ve ahlâki konuları<br />

kendilerinden sonra geleceklere mektuplarla<br />

aktarmışlardır. Hz. İmam-ı Rabbani bu yolla<br />

Mektubât adlı zengin eserini bırakmıştır.<br />

Türk Edebiyatı’nda da mektup türünde<br />

yazılmış birçok esere rastlarız. Divan<br />

Edebiyatı’nda; Fuzuli’nin Şikâyetnamesi bu<br />

türün ilk örneğidir. Tanzimat sonrası; Namık<br />

Kemal’in “Hususi Mektuplar”ı, Abdülhak<br />

Hamit Tarhan’ın “Ziya’ya Mektuplar”ı<br />

kitap haline getirilmiş örneklerdir. Hüseyin<br />

Rahmi Gürpınar’ın ‘Mutallaka’sı, Halide Edip<br />

Adıvar’ın “Handan”ı, Reşat Nuri Güntekin’in<br />

“Bir Kadın Düşmanı”da Türk edebiyatında<br />

mektup şeklinde yazılmış romanlar olarak<br />

karşımıza çıkar. Nazım Hikmet ve Piraye<br />

Hanım ile Bedri Rahmi ve Eren Eyüboğlu<br />

çifti gibi tanıdığımız isimlerin bugüne ulaşan<br />

aşk mektuplarıyla da en mahrem ve en<br />

samimi hallerine şahit oluyoruz.<br />

işlemiyordu. Bu sıkıntıyla ilgili şikayetler artmaya<br />

başlayınca Posta Merkezi’nin müdürü<br />

Sir Francis Freeling endişelenmeye başladı.<br />

Bu sıkıntılar daha yeni baş göstermişken bir<br />

de Freeling’in parlemento’daki rakibi Robert<br />

Wallace tarafından posta ücretlerinden<br />

elde edilmesi beklenen hasılatlarda düşüşe<br />

sebep olduğunu gösteren sistemdeki yolsuzluklarla<br />

ilgili bir kitapçık yayınladı.<br />

POSTA ücretini ödenmesine ilişkin başka<br />

bir yol bulunmalıydı. Ve çözüm “Pul”undu.<br />

Başlarda “etiket” olarak ta adlandırılan “pul”<br />

için tasarı yarışması bile yapıldı. 1 Mayıs<br />

<strong>18</strong>40 tarihinde iki peniye satılmaya başlanan<br />

dünya’nın ilk pulu” Penny Black” satışa<br />

çıktı. Pul denen kavram ortaya çıkar çıkmaz<br />

herkes bir anda pul biriktirmeye başladı.<br />

Daha ilk andan itibaren insanlara ilginç<br />

gelen bu hobi günümüze kadar gelmeyi de<br />

başaracaktı.<br />

ÖZELLIKLE savaş dönemlerinde<br />

haberleşme pek güvenli değildi. Mektuplar<br />

okunabilir, şifreler zor da olsa çözülebiliyordu.<br />

Bu yüzden gizli bilgi aktarmak isteyenler<br />

görünmez mürekkeplere başvurmuşlardır.<br />

Süt, soğan ve özellikle de narenciye suyu<br />

kullanılarak yapılan görünmez mürekkepler,<br />

gizli bilgilerin alıcısına ulaşmasında tarihte<br />

başvurulan yöntemlerden biri olmuştur.<br />

Merak edenleriniz internetten biraz araştırırsa,<br />

okul yıllarınızdaki deneylerde olduğu<br />

gibi evinizde kolayca yapabileceğiniz bir<br />

yöntemle görünmez mürekkep elde edebilir.<br />

EDEBI TÜR OLARAK “MEKTUP”<br />

ÖZELLIKLE hikâye ve roman türlerinde<br />

kahramanların hayatlarını, ruh hâllerini,<br />

duygularını, düşüncelerini daha etkili<br />

anlatmak için de zaman zaman mektuplar<br />

araç olarak kullanılmıştır. Hatta kahramanların<br />

birbirlerine yazdıkları mektuplardan<br />

oluşan romanlar da vardır. Batı edebiyatında<br />

mektubun ilk örneklerini Eski Yunan<br />

edebiyatında görüyoruz. Edebi tür olarak ise<br />

Latin edebiyatında yaygınlaşmıştır. Burada<br />

karşımıza ilk çıkacak isim Cicero. Rönesans<br />

sonrası Avrupa ülkelerinde de mektup yaygındır.<br />

Fransız edebiyatında bu türün önemli<br />

yazarlarından bazıları; Voltaire, Rousseau,<br />

Mme de Sevigne… Goethe ‘Genç Werther’in<br />

Acıları’nı, Balzac ‘Vadideki Zambak’ı mektup<br />

türünde kaleme almıştır.<br />

TIYATRO oyunlarında mektupların yer<br />

alması da antik çağlara kadar dayanır. Bunu<br />

en güçlü örneklerini Shakespeare’in oyunlarında<br />

görüyoruz. Mektupların hepsi kendi<br />

başına birer otorite, hepsinde kimlikler gizli.<br />

Nitekim hem Hamlet’ inde, hem de Romeo<br />

ve Juliet’ inde mektuplar sadece haber aracı<br />

olmaktan çıkarak adeta kendi başlarına birer<br />

karaktere de bürünüyor.<br />

SATILIK MEKTUPLAR<br />

SÖYLENECEKLER kağıda dökülürken<br />

anlamı daha da derinleştiren mektup; hayatları<br />

değiştirir, tarihi yeniden şekillendirir. Adeta<br />

birer kanıt niteliğindedir. Devlet adamlarından<br />

tutun da, düşünür ve sanatçıların tarihî<br />

belge niteliğindeki yazışmalarına, âşıkların<br />

sevda hallerinden, kavuşma hayaliyle yazılmış<br />

hasret satırlarına kadar birçok sebeple<br />

kaleme alınmış mektuplar var.<br />

ALBIN Schram adındaki Praglı bir<br />

tarihçinin eline 1970’lerin başında İsviçre’de<br />

yaşarken ailesi tarafından gönderilmiş son<br />

derece ilginç bir hediye geçti. Bu hediyeyi<br />

ilginç kılan Napolyon tarafından yazılmış bir<br />

mektup olmasıydı. Schram bir tarihçi olarak<br />

o güne kadar Napolyon’a karşı özel bir ilgi<br />

duymamıştı. Fakat bu mektup onda bir şeyleri<br />

tetikledi ve bir anda müzayede evlerinde<br />

cepleri dolacak bir mektup koleksiyoncusuna<br />

dönüştü. Napolyon’un evliliklerinden<br />

önce Josephine’e yazdığı bu mektubun<br />

1973 yılında Londra’daki bir müzayede’de<br />

ortalama ederi 30.000 ile 50.000 pound<br />

arasındayken daha sonralarında 276.000<br />

pound’a kadar alıcı buldu.<br />

ALBIN Schram 2005 yılında öldüğünde<br />

geriye; Aleksandr Puşkin’den, Churchill ve<br />

Gandhi’ye, Beethoven ve Tchaikovsky’den,<br />

Newton ve Einsten’a, Charlotte Bronte’den<br />

pek tabii ki Napolyon’a kadar birçok farklı<br />

alanda tanınmış kişiye ait mektupların yer<br />

aldığı bir koleksiyonu bırakmıştı.<br />

POSTA ÜCRETINE ÇÖZÜM<br />

“PUL”UNDU<br />

<strong>18</strong>40 İngiltere’sinde Posta Merkezi, teslimatlarını<br />

son derece hızlı gerçekleştirmeyi<br />

başardı. Fakat o döneme kadar uygulanan<br />

ödemeyi alıcıdan alma işlemi o denli hızlı<br />

ÖLÜ MEKTUP OFISI<br />

POSTA reformlarıyla birlikte birçok<br />

coğrafi noktaya sorunsuz teslimat yapılması<br />

sağlanırken adrese gittiğinde alıcısını<br />

bulamayan mektuplara ne olacaktı?<br />

1170’lerde Washington DC’dekurulan bir yer<br />

karşımıza çıkıyordu: “Ölü Mektup Ofisi”n.<br />

Buranın amacı sahipsiz postaları alacak biri<br />

çıkana kadar muhafaza etmekti. Fakat aynı<br />

zamanda belirsizliklerin ve belki de birilerinin<br />

hislerini yaralayacak şeylerin yaşandığı bir<br />

yerdi. Sahibiçıkmayan mektuplar burada üç<br />

ay saklanır, bu süreden sonra sahibi çıkmayan<br />

mektuplar en kötü son olarak Washington’a<br />

gönderilirdi.<br />

NEW York Times’ın Eylül <strong>18</strong>52’deki raporun’da<br />

bu hazin sona ilişkin şöyle diyordu:<br />

“Şehirsiz bir mekana doğru son yolculuklarına<br />

doğru çıkıp, resmi işlemlerin ardından burada<br />

yakılıp imha ediliyorlar. Yazarın dışında<br />

başka kimsenin bilmediği onca emek, onca<br />

acı, mektuplarla beraber yanarak kül oluyor,<br />

dumana karışıp son nefesini veriyor.”<br />

MEKTUBUMA SON VERIRKEN…<br />

İŞTE dünya bir zamanlar bütün halleriyle<br />

mektuplarda yaşıyordu. Devlet adamlarından<br />

dehalara, edebiyatçılardan askerlere,<br />

öğrencilerden sevgililere herkesin duyurmak<br />

istediklerini, hislerini barındırıyordu satırlarında.<br />

Bazen hiddet kokan sözlerini, bazen<br />

en kara sevdalı hallerini. Bazense çocukluk<br />

anılarını ya da vatan hasretini…<br />

BIZLER tarihe mektuplarda tanıklık<br />

ediyoruz. Mektubun hikâyesine doğru<br />

çıktığımız bu yolculuktan sonra e-postalarımızı<br />

yazarken artık biraz daha fazla düşünür,<br />

gönderi zarfımızı açarken belki biraz daha<br />

heyecanlanırız ne dersiniz?<br />

39<br />

<strong>kusva</strong>.org


DENEME<br />

Yokluk varlığın aynasıdır.<br />

Nasreddin Hoca’ya sormuşlar: “Kimsin?”<br />

“Hiç” demiş Hoca, “hiç kimseyim.”<br />

Dudak bükülüp önemsenmediğini görünce,<br />

sormuş Hoca: “Sen kimsin?”<br />

“Mutasarrıf”ım demiş adam kabara kabara.<br />

“Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasreddin Hoca.<br />

“Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam...<br />

“Daha sonra?..” diye üstelemiş Hoca.<br />

“Vezir” demiş adam.<br />

“Daha sonra ne olacaksın?”<br />

“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”<br />

“Peki ondan sonra?”<br />

Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp “Hiiiç.” Demiş<br />

“Daha niye kabarıyorsun be adam, demiş Hoca..<br />

ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım:<br />

‘’Hiçlik makamında’’<br />

40<br />

Sizlere paylaşmış olduğum bu hikayede Nasreddin Hoca<br />

nede güzel anlatmış bizlere ‘’Hiçliği’’.<br />

<strong>nisan</strong> ‘<strong>18</strong>


‘’Hiçlik’’ başka bir ifade ile de yokluk anlamına gelmektedir<br />

de. Osmanlıcada ‘’Adem’’ kelimesi karşılığını bulan ‘’Hiçlik’’<br />

için tanımlar araştırılırsa bir şeyin var olmayışı, boşluk,<br />

yokluk anlamları ortaya çıkmaktadır. Biz insanlar ki yoktan<br />

var edilen ‘’Adem’’ in çocuklarıyız buna rağmen günden<br />

güne artan kibrimiz niye? Kendimizi her kaybettiğimizde şu<br />

ayetleri aklımıza getirmeliyiz;<br />

Allah: Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten<br />

seni meneden nedir? Kibirlendin mi, yoksa yücelerden mi<br />

oldun? dedi. İblis, “Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten<br />

yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi. (Sad 75-76)<br />

Böylece Allah şeytanı huzurundan kovdu.<br />

Allah, “Şimdi in aşağı oradan. Çünkü orada büyüklük taslamak<br />

senin haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın”<br />

dedi. (Araf 13)<br />

Böyle küçümsenemez bir vakanın<br />

üzerine yenemediğimiz kibrimiz.<br />

Yaptığımız işler için göğüs kabartıp ‘’ben yaptım’’ deyip<br />

kibirlenmek yerine ‘’vesile’’ oldum demek; benlik makamından,<br />

hiçlik makamına giden zor bir süreçtir. Artık hayatımızda<br />

öyle bir yer edinmiş ki farkında olmadan günlük<br />

hayatımızda kibirli sözler edebiliyoruz. Buradan birçok<br />

konuya kapı açmış oluyoruz. Mesela Edep gibi, mesela<br />

Mütevazilik gibi, mesela Adem olabilmek gibi. Önümüzde<br />

engel olmuş kibrimizi yenebildiğimizde işte biz de o zaman<br />

birer Adem olabiliriz. Peygamber Efendimiz de kibrin kötü<br />

bir ahlak olduğunu belirtip, bu büyük tehlikeye karşı bizleri<br />

uyarmıştır.<br />

Görmüş olduğumuz her şey Rabbimizin ‘’ol’’ emriyle<br />

oluştu ve bu kelamda bir hiçliktir. ‘’ol’’ emri bir başlangıçsa<br />

‘’öl’’ emrinde bu başlangıcın bir sonudur. Yoktan var olduysak<br />

ve tekrar yok olacaksak yokluktur yani hiçliktir gerçek<br />

olan. Öyleyse şuna varabiliyoruz; izlediğimiz filmler, diziler,<br />

oyunlar gibi yaşamımız da birer filmdir.<br />

O halde ‘Hiç’ tasavvufun ideolojisinin sembolü ve sloganıdır.<br />

‘Hiç’ tasavvufta derin anlamlı bir kelimedir bununla<br />

beraber öz ve açık anlamada sahiptir. Öz ve açık anlamı ile<br />

‘Hiç’, kişinin kendi nefsinin ve varlık âleminin yok olduğunu,<br />

asıl var olanın yalnız Allah olduğunu anlatır. Eskiden<br />

tekke ve dergâhların girişlerinde çoğunlukla ‘Hiç’ yazısı bir<br />

tablolara ve levhalara yazılır buradan pek çok mülahazalar<br />

amaçlanırdı. ‘Hiç’ olduğunu günde birkaç dakika tefekkür<br />

eden kişi başka bir kimseye kibir, küçük görme, haset gibi<br />

olumsuz duyguları duyamaz.<br />

Tam da bunun için Mevlana’nın söylediği o muhteşem<br />

öğüt geliyor akla; ‘’Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken<br />

sen ‘’Hiç’’ ol.’’<br />

41

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!