You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
NAZAN BİLEN YOLCULUK ÖYKÜ <strong>ODA</strong>SI<br />
Mustafa bir yıldır içinde yaşadığı, ama hiçbir zaman görmediği bu köyde nereye, nasıl gideceğini<br />
bilemiyordu. Sokakta birine sorarım diye yola çıktı. Yokuş aşağı koşmaya başladı.<br />
Ne yolculuk esnasında, ne de vardığı<br />
yerlerde gözüne uyku girmezdi. Kâbusa<br />
dönüşen ilk geceleri bir uyku hapıyla<br />
başından savmaya çalışırdı. Bu sefer<br />
aniden yola çıkmaya karar verince uyku<br />
hapını bir arkadaşından almıştı. Hap ovaldi<br />
ve uçuk eflatun rengindeydi. Tam<br />
ortasında kolayca ikiye bölünebilsin diye<br />
derin bir çizik vardı. Annesinden aldıklarına<br />
hiç benzemiyordu.<br />
Tren neredeyse bütün şehirlerde en<br />
kuytu köşeleri seçerek ilerlemekteydi. Artık<br />
kullanılmayan boyası dökülmüş, pas, küf,<br />
sessizlik dolu küçük istasyonlardan<br />
geçerken içinde açıklayamadığı bir duygu,<br />
çantasının fermuvarlı gözünde de uyku<br />
dolu minik bir hap gidiyorlardı. Gördüğü<br />
her kullanılmayan istasyonda inip biraz<br />
beklemek geliyordu içinden. Sanki böyle<br />
bir şeye kalkışırsa kahve-sepya tonlarında<br />
bir filmin ortasında buluverecekti kendini. Bu eski istasyonlar tren geçtikten sonra teker teker silinecekmiş<br />
izlenimi veriyorlardı. İnsansızlık bir mekânı çok farklı algılatabilmekteydi.<br />
***<br />
Bavulunu açıp yanında getirdiği bitki çaylarını, kitaplarını, kremini masanın üzerine koydu. Pencereden iki<br />
dakikalık yürüme mesafesindeki pembeye boyalı hapishaneyi görebiliyordu. Daha önce ne yaşadığı şehirde ne<br />
de televizyonda pembe bir hapishane görmemişti. Önündeki kocaman duvarlar olmasa, gidip, ben geldim,<br />
Mustafa’yı görecektim, çağırın gelsin diyecekti nerdeyse. Kim bilir hangi odada kalıyor?Penceresi hangi tarafa<br />
bakıyor? Bağırsam, adını çağırsam duyar mı acaba? diye düşündü.<br />
Daha trendeyken içi daralmaya başlamıştı. Zaten bu ziyaretlerden bir hafta önce sıkıntı başlar, onu görüp<br />
döndükten iki hafta sonrasına kadar gerginliği ve melankolikliği inanılmaz boyutlara ulaşır, yere göğe sığmazdı.<br />
Uzun yürüyüşlerde taze oksijen avına çıkar, anılarla kirlenmemiş sokaklar arardı. Mevsim kışsa sık sık üşütüp<br />
hasta olurdu. Son zamanlarda o kadar çok C vitamini içmişti ki artık vitaminlerden nefret etmekteydi. Sanki<br />
kendisi suda çözülen bir C vitamininden farklı mıydı? Sabah uyandığında 24 saatlik bir güne atlıyor, eriyip,<br />
tükeniyordu.<br />
Saat akşamın altısıydı. Öğlen onikide yola çıkmış, altı saatte dört ülke kat etmişti. Trende her iki saatte bir<br />
konuşulan diller değişip durmuştu. Burada zaman ne kadar yavaş geçmekteydi. Onu görene kadar, yani<br />
sabahın dokuzuna dek yatak yorgan işkencesi çekecek, uyandığında büyük bir ihtimalle gözleri kırmızı, sırtı<br />
ağrıyor olacaktı. Duşa girdi. Su otuz saniye soğuk otuz saniye sıcak akmaktaydı.<br />
“Tamam, bu iyiye alamet değil.”dedi. “Aksilikler şimdiden başladı.”<br />
Elinden geldiğince çabuk kurulandı. Anlaşılan dönene kadar bir daha yıkanmayacaktı. Hastalanırsa dönüş<br />
yolcuğunda resmen rezil olurdu.<br />
Kocaman fönünü, saç düzeltme makinasını yanında getirmişti, ama makyaj malzemelerinin hepsini evde<br />
unuttuğunu farketti. Yola çıkmadan önce annesi saçlarının uçları iyice ölmüş diyerek biraz kısaltmıştı. Üç ay<br />
önce gördüğü Mustafacığına güzel görünmek istiyordu, ama rimeli ve göz kalemi bile yanında olmadan bunu<br />
nasıl başaracaktı ki. Üstelik kıştı, teni soluktu. Bir allığı bile yoktu. Giydiğinde kendisini görünmez hissettiği,<br />
çirkin siyah paltosunu alıp otelin lobisine indi. Bu palto ona küçükken izlediği bir çizgi filmdeki siyah şemsiyeli<br />
adamı hatırlatmaktaydı. Adını bile unutmadığı Boris şemsiyeyi açıp, elinde döndürüyor, sonra da arkasına geçip<br />
kayboluveriyordu.<br />
Ortalıkta kimseyi göremeyince zile bastı. Otel sahibi, karısı ve iki çocuğuyla zemin katta yaşamaktaydılar.<br />
Eşinin kıskançlık gazabından elinden geldiğince sakınan göbekli, bıyıklı Fransızla geçen sefer sadece formalite<br />
icabı bir iki laf etmişlerdi. Adam kendisini Rus sanmıştı. Belki ikinci defa geldiğim için biraz sohbet eder diye<br />
umut etti. Fransız arka kapılardan birini aralayıp, içeriye bir spor programının sözcükleriyle birlikte girdi.<br />
Kendiliğinden kapanan kapı, programı sözcüklerinden tutup tekrar içeri sürükledi. Lobi köye uyan sessizliğine<br />
kavuşmuştu yeniden.<br />
“Bir çay içecektim.” dedi paltosunu saldalyenin üzerine yerleştirirken.<br />
“Aa, tabii, tabii. “ dedi adam. Masaya bir kül tablası getirdi. Demek sigara içtiğini unutmamıştı.<br />
Fransızcasını böyle buhranlı zamanlarda kullanacağı hiç aklına gelmezdi, ama hayattı işte. Biraz havadan<br />
konuştular. Adam isterse her ihtimale karşı bir şemsiye verebileceğini söyleyerek parmağıyla kapının yanındaki<br />
portmantoda asılı siyah şemsiyeleri gösterdi.<br />
3