17.04.2014 Views

Ben Öğretmenim Çocuklar Odunpazarı Belediyesi

Ben Öğretmenim Çocuklar Odunpazarı Belediyesi

Ben Öğretmenim Çocuklar Odunpazarı Belediyesi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR<br />

Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Mustafa ÖZÇELİK<br />

ODUNPAZARI BELEDİYESİ<br />

KASIM 2007<br />

1


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR<br />

Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Proje danışmanı:<br />

İsmail Köse<br />

Editör<br />

Mustafa Özçelik<br />

Yayın Koordinatörü<br />

Tayyib Atmaca<br />

Sayfa & Kapak Tasarım<br />

M.Sinan ÜNALDI<br />

Yapım<br />

Faktör | faktoryayincilik@hotmail.com<br />

Baskı<br />

Olgun - Çelik<br />

ISBN<br />

978-975-6881-09-5<br />

Odunpazarı <strong>Belediyesi</strong> yayınları- 15<br />

Kültür dizisi-11<br />

2


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

İÇİNDEKİLER<br />

Sevgili Öğretmenlerimize/Burhan Sakallı<br />

v<br />

Sunu/Mustafa Özçelik<br />

vi<br />

ÖĞRETMEN HİKÂYELERİ 9<br />

Hüseyin Cahit YALÇIN/Muallim 11<br />

Ömer SEYFETTİN/And 19<br />

Reşat Nuri GÜNTEKİN/Bir İstifa 26<br />

Necip Fazıl KISAKÜREK/Öğretmen Bey 30<br />

Sait Faik ABASIYANIK/Zemberek 33<br />

Samet AĞAOĞLU/Öğretmen Gafur 38<br />

Tarık BUĞRA/Gün Akşamlıdır 47<br />

H. Latif SARIYÜCE/Çocuk ve Ekmek 54<br />

Gülten DAYIOĞLU/Yalan Üç Ayaklıdır 58<br />

Şevket BULUT/Eğitmen Bal Hasan 62<br />

Sevinç ÇOKUM/Asmalı Köyün Öğretmeni 73<br />

Sadettin KAPLAN/Aydın Öğretmen 86<br />

Taki AKKUŞ/Küçük Nur Ali 91<br />

Necati KANTER/Kent Okulunda İlk Gün 97<br />

Ümit Fehmi SORGUNLU/Acılar Sevgiyle Biter 103<br />

Reşat GÜREL/Öğretmenliğin Ölümü 109<br />

Osman ÇEVİKSOY/Bekleyiş 112<br />

Naci GÜMÜŞ/Öğretmenin Hikâyesi 116<br />

A. Vahap AKBAŞ/Bu, O mu? 124<br />

3


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Necdet EKİCİ/Gül Olacaksın 129<br />

Zafer ALTUNKOZAOĞLU/ Korkut Hoca 139<br />

Bestami YAZGAN/Yunus Emre Olmasaydı 146<br />

Hüzeyme Yeşim KOÇAK/Alfabe 149<br />

İbrahim ERYİĞİT/Ardında Kalsın Acılar 156<br />

Celaledin KURT/Hocaların Hocası 160<br />

Tacettin ŞİMŞEK/ Kavak Yellerimiz Oyy! 164<br />

Sırrı ER/Gurbet Kuşu 181<br />

Nevzat CANAN/Pasta 187<br />

Ethem BARAN/Berhudar Olasın 194<br />

Sadık YALSIZUÇANLAR/Tahakküm 199<br />

Fatma PEKŞEN/Peri Kızları da Sevinir 207<br />

Duran ÇETİN/Kiralık Ev 211<br />

Mustafa OĞUZ/Kır Çiçeği Hüznü 219<br />

M.Nihat MALKOÇ/Gümüş İşlemeli Çaydanlığın Buğusu 223<br />

Recep Şükrü GÜNGÖR/Okul 230<br />

Murat SOYAK/Bir Umut 234<br />

Mehmet HARMANCI/Döne Çiçeği 240<br />

Himmet KARATAŞ/Yayla Çiçeği 242<br />

Abdullah HARMANCI/<strong>Ben</strong>i Almaya Gelen Bulut 246<br />

Osman KOCA/Hasret 249<br />

Çağrı GÜREL/Yaka 252<br />

Yazarlar Sözlüğü 256<br />

4


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

SEVGİLİ ÖĞRETMENLERİMİZE;<br />

Eğitim ve öğretim sistemimizin temel taşı olan öğretmenlerimiz, birey<br />

ve toplum olarak her zaman değerlerini bilmemiz, hak ettikleri önemi vermemiz<br />

gereken saygın kişilerdir. Eğer bir toplum, öğretmenlerine bu gözle<br />

bakmazsa o toplumun bugünü sorunlu; yarını ise bütünüyle karanlık demektir.<br />

Onlar ki yeni neslin mimarıdırlar. Fedakârlık anıtıdırlar. Bilge insanlardır.<br />

Namsız, nişansız gönüllü hizmet erleridir. Hepimiz, onların bilgi ve<br />

irfanıyla yetiştik ve bugünlere geldik. Bireysel ve toplumsal aydınlanma<br />

onların sayesinde gerçekleşti. Dolayısıyla onlara karşı derin sevgi, saygı ve<br />

minnet borcumuzun yanında değerlerini bilmek ve bu bilmenin gereğini<br />

yapmak şeklinde bir görevimiz de var.<br />

Biz de Odunpazarı <strong>Belediyesi</strong> olarak, görev, yetki ve sorumluluklarımız<br />

çerçevesinde eğitim ve öğretim meselelerine karşı duyarlı davranmaya ve bu<br />

mesleği büyük bir özveriyle yürüten öğretmenlerimiz için elimizden geleni<br />

yapmaya çalışıyoruz. Bu amaçla geçen son dört yılın 24 Kasım’ında öğretmenlerimiz<br />

için yararlı olabileceğini düşündüğümüz eserler yayımladık ve<br />

bunları öğretmenlerimize armağan ettik.<br />

Bu yıl da yine 24 Kasım Öğretmenler Günü’ne bir katkı niyetiyle “Öğretmen”<br />

konulu hikayelerin yer aldığı bu antolojiyi öğretmenlerimize mütevazı<br />

bir armağan olarak sunmak istiyoruz. Şüphesiz ki, öğretmenlerimize karşı<br />

borcumuzu ödemek için bu tür çalışmalar yeterli değil. Millet olarak, devlet<br />

olarak onlar için çok kapsamlı çalışmalar yapmak durumundayız. Çünkü<br />

onlar için ne yapsak azdır.<br />

Bu vesileyle bütün öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü<br />

içtenlikle kutluyor, çalışma hayatlarında başarı ve esenlikler diliyorum.<br />

En içten sevgi ve saygılarımla…<br />

Burhan SAKALLI<br />

ODUNPAZARI Belediye Başkanı<br />

5


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

SUNU<br />

<strong>Ben</strong> öğretmenim çocuklar<br />

Unuttuğunuz yüzleriniz bende<br />

Gülüşleriniz, gözleriniz<br />

Dolaştığınız bahçelerde kalan<br />

İzleriniz bende<br />

6<br />

Coşkun ERTEPINAR<br />

Söze bir şiirle, Coşkun Ertepınar’ın mısralarıyla başladık ama bu çalışmamız<br />

bir öykü antolojisi...Kuşkusuz, kitabın içeriğini de öyküler oluşturuyor…Kahramanları,<br />

öğretmenler, öğrenciler, veliler…kısacası eğitimin bütün<br />

unsurları olan öyküler…Ama asıl kahramanlar ise her zaman öğretmenler...<br />

Biliyoruz ki, bu öyküleri hangi yazar yazarsa yazsın, onların asıl oluşturucusu<br />

bizzat öğretmenlerdir. Bu yüzden her öğretmeni binlerce öykünün-onları<br />

hangi yazar kaleme alırsa alsın- gerçek yazarları olarak görmek gerekir.<br />

Edebiyatımızda öğretmen…<br />

Türk Edebiyatında öğretmen teması/konusu en çok şiirlerde işlenmiştir.<br />

Fakat roman ve hikâyelerde de bu konuya oldukça geniş bir biçimde<br />

yer verilmiştir. Bilhassa Cumhuriyet döneminde öğretmen tipi pek çok<br />

eserin ana konusudur. Çünkü yeni bir devlet kurulmuş, bu devletin temel<br />

felsefesinin yeni kuşaklara öğretilmesi ve benimsetilmesi meselesi en<br />

önemli konu olarak görülmüştür. Mesela konu ile ilgili fazla hikâyesi<br />

olmasa bile romanlarıyla öğretmen karakterini sıkça işleyen bir yazar<br />

olarak Reşat Nuri bu konuda aklımıza gelen ilk isimdir. Onun özellikle<br />

Çalıkuşu romanı öğretmen konulu eserler arasında tam anlamıyla bir<br />

klasik olmuştur. Reşat Nuri, başlıca kahramanları öğretmenler olan<br />

Çalıkuşu, Yeşil Gece, Kan Davası ve Acımak isimli dört roman yazmış ve<br />

kimi hikâyelerinde de bu konuya değinmiştir. Reşat Nuri gibi daha pek çok<br />

yazarımız da öğretmen konusunu işleyen roman ve hikâyeler yazmışlardır.<br />

Reşat Nuri, konu ile alakalı eserlerinde öğretmen tipinin nasıl anlatılması<br />

konusunda da bir örneklik de teşkil etmiştir. Buna göre sonraki zaman-


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

larda yazılan eserlerde de öğretmenler, Reşat Nuri’nin eserlerinde olduğu<br />

gibi hep idealist, fedakâr ve mücadeleci kişilikleri canlandırmışlardır. Dolayısıyla<br />

öğretmen tipi, idealize edilmiş bir tiptir. Ve bunlar genellikle de ilkokul<br />

öğretmenleridir. Durumun böyle olmasında az önce belirttiğimiz hususun yani<br />

yeni devletin felsefesinin genç kuşaklara benimsetilmesi amacı ön plandadır.<br />

Fakat sonraki dönemlerde branş öğretmenleri de hikaye kahramanları arasına<br />

girmiştir.<br />

Bu eserlere genel olarak baktığımızda öğretmeni genellikle köyde görürüz.<br />

Köyler, bilhassa cumhuriyetin ilk yıllarında bilgisizliğin, geri kalmışlığın<br />

sorunlarını yaşayan merkezlerdir. Öğretmen köye gelir ve buraya bilgi<br />

adına, uygarlık adına yeni değerler aşılamaya çalışır. Bu uğurda karşısına<br />

sorunlar çıkar. Öğretmen bunlarla yılmadan mücadele eder ve genellikle<br />

başarılı olur. Şehirdeki öğretmenler de aşağı yukarı bu kapsam içerisinde ele<br />

alınır. Fakat, burada daha gerçekçi anlatımlar da yer alır. Öğretmen salt<br />

değerler aşılamakla kalmaz, ülkenin başta eğitim olmak üzere her türlü<br />

sorunuyla ilgilenen bir tipe dönüşür. Yine öğretmenin kişisel hayatı, ailevi<br />

sorunları, geçim zorlukları gibi meseleler de şehirli öğretmen tipinin anlatıldığı<br />

metinlerde ana konulara dönüşür. Ayrıca idealist tasvirler yanında<br />

öğretmen insan yönüyle de ele alınır. Çıkmazları, bunalımları da işlenir.<br />

Biz bu çalışmada işte bu gerçek kahramanların gerçek hikâyelerinden<br />

bir bölümü sunuyoruz. Amacımız, 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde öğretmenlerimize<br />

kendi hikâyelerini anlatan bir kitap sunabilmektir. Bunu yaparken<br />

bilhassa şu hususa belirtmeden geçemeyeceğiz. Öğretmen, biraz önce söylediğimiz<br />

sebeplerden dolayı bizde haklı olarak hep idealist, vefakâr ve fedakâr<br />

bir karakter olarak algılanmıştır. Bu algılama tabi ki yanlış değildir; ama<br />

öğretmen de sonuçta bir insandır. Onun da sorunları vardır. Her insan gibi o<br />

da hayatı boyunca geçim sıkıntısı çeker, idealleriyle gerçekler arasındaki<br />

çelişkileri yaşamak zorunda kalır. Sever, sevilir. Yaşadığı şartlardan bunalır.<br />

Biz, işte bu sebeple, seçtiğimiz hikâyelerde öğretmen kavramını sadece<br />

idealist boyutuyla değil bütün yönleriyle vermek istedik. Bu yüzden hikâyelerde<br />

yer alan kimi öğretmen tiplemelerinin –mesela Gafur öğretmen hikâyesin-<br />

7


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

de olduğu gibi-yadırganmaması gerektiğini düşünüyoruz. Biliyoruz ki, öğretmenlerimiz<br />

günümüzde çok zor şartlarda hizmet veriyorlar... Öyleyse onlara<br />

ilişkin her olayı bütün gerçekliğiyle sunmak objektif yaklaşımın bir gereği<br />

sayılmalıdır.<br />

Öğretmen yazarlar…<br />

Öğretmen hikâyelerini kimler yazar? Doğrusu bu hikâyeleri derlerken<br />

dikkatimizi bu husus da çekti ve gördük ki bu tür hikâyelerin gerçek kahramanları<br />

nasıl öğretmenler ise yazarlarının çoğu da bizzat öğretmenlerdir. Bu<br />

yüzden edebiyatımızda öğretmen kökenli çokça yazar yetişmiştir. Bu durumun<br />

edebiyatımız açısından bir kazanç olduğunu da burada vurgulamak gerekiyor.<br />

Bu antolojide otuz beşi öğretmen olan kırk bir yazarımıza ait kırk bir<br />

hikâye yer alıyor. Bunlardan bir kısmı aramızdan ayrılan yazarlara ait<br />

metinler… Diğerleri, yaşayan yazarlarından bizzat talep edildi. Onlar da bu<br />

talebimizi kırmayarak bu çalışmaya katkı sağladılar. Onların bu katkıları<br />

olmasaydı böyle bir çalışma ortaya çıkmayacaktı. Kendilerine çok teşekkür<br />

ediyoruz. Bir teşekkür borcumuz da Odunpazarı Belediye başkanı sayın<br />

Burhan Sakallı Bey’e..Göreve geldiği günden bu yana eğitim sorunlarına<br />

karşı duyarlı davranan başkanımız her 24 Kasım’da bu özel günün anısına<br />

tüm öğretmenlerimize armağan edilmek üzere kitaplar hazırlattı. Bu kitap da<br />

bu projenin bir parçası olarak sunulmaktadır.<br />

Bu çalışmaya hikâyeciliğimizin önemli isimlerinden 1874 doğumlu<br />

Hüseyin Cahit Yalçın’la başladık. 1976 doğumlu Çağrı Gürel’le bitirdik.<br />

Böylece öğretmen karakterinin bir buçuk asrı bulan serüvenine ışık tutmaya<br />

çalıştık. Çalışmamızın faydalı sonuçlara yol açmasını dilerken, tüm öğretmenlerimizin<br />

“Öğretmenler Günü”nü içtenlikle kutluyor, kendilerine başarılarla<br />

dolu nice hizmet yılları temenni ediyoruz.<br />

Mustafa ÖZÇELİK<br />

Kasım, 2007, Eskişehir<br />

8


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR<br />

Öğretmen Hikâyeleri<br />

9


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

10


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Hüseyin Cahit YALÇIN<br />

d.1874-Balıkesir<br />

MUALLİM<br />

Bir taraftan kendisi tahsilini tamamlamak ile meşgul iken, ihtiyaç onu<br />

diğer bir tarafta çalışmaya mecbur kılıyordu. Orta halli bir aileye mensup<br />

idi. Lise tahsilini bitirip de yüksek okula başladığı zaman, çocukluğundan<br />

beri babasının omuzlarında gittikçe ağırlaşan bir yük halinde devam eden<br />

hayatını hiç olmazsa kısmen kazanmayı bir mecburiyet olarak hissetmişti.<br />

Devam ettiği derslerin, okuduğu kitapların kalbine, düşüncesine verdiği<br />

terbiye onu, pederinin parası ile olsa bile, kendisi çalışmayarak<br />

meydana gelen bir ekmeği yerken ruhunda acı bir küçülme hissi duyacak<br />

kadar utanma duygusuna sevk etmişti. Kendi gayretinin ötesinde, bağışlanmış<br />

bir yardımı elde etme neticesi olarak vücuda geldiğini gördüğü<br />

başarılar, refahlar ona kendisine derin bir tiksinme ile beraber ani bir<br />

öfkelenme, şiddetli bir düşmanlık verirdi. Hayatın gerçekleri de henüz<br />

genç kalbinin, vicdanının doğruya olan meyli ile uyuşmak isteyen muhakemesi<br />

bu garipliklerin varlığını kabul edemiyordu. Bunlar hep himayeye<br />

muhtaç bir takım yasallığın olağan dışı bir surette uğradığı sektelerden<br />

ibaret idi ki bunları, ah, hep ortadan kaldırmak isterdi. O vakit derin bir<br />

özlemle içini çekerek, gelecek günlerin düşüncesiyle ümidini okşayan<br />

hayaller içinde batar gider, düşünceden düşünceye geçerdi.<br />

Bir gün, çalışabilmek, ailesine, kendi kendisine faydalı olmak için iyi bir<br />

fırsat doğmuştu. Vilâyetlerin birinde çiftlikleri bulunan bir kişi, adada geçirmeye<br />

başladığı muhteşem hayatın hiç şüphesiz gereğinden sayıldığı, konuşma<br />

11


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

arasında övünmeye benzer bir vesile teşkil edeceği için çocuklarına bir muallim<br />

istiyordu. Namuslu bir şekilde çalışarak ihtiyaçlarının temini için ortaya<br />

çıkan bu vesileyi ihmal edemezdi; sevinçle kabul etmişti.<br />

İşte iki aydan beri haftada üç gün muntazaman adaya gidip geliyordu.<br />

Muallimlik etmeğe karar verdiği zaman, bunu yerine getirirken bir zorlukla<br />

karşılaşacağını aklına getirmemişti. Fakat daha ilk günden kalbi, iki<br />

yüzlü bir düşman gibi gizli gizli gösterdiği etkiden, hafif bir yara almıştı.<br />

Adada gideceği köşkü kendisine ta'rif etmişlerdi. Gidip, "İstenilen muallim<br />

benim" demekte hiç sıkılacak bir şey görmüyordu. Sıkıntılı, sıcak bir<br />

havada ada iskelesine çıkmıştı. Bu andan itibaren yüreğinde bir eziklik<br />

hissetmeğe başlamıştı. Yürüdükçe daha ziyade utanılacak bir harekette<br />

bulunuyor gibi sıkılıyordu. Helecan içinde çıngırağı çekerken kapının hiç<br />

açılmamasını istiyor, kaçıp dönmek arzularına kapılmamak için kendini<br />

zorluyordu.<br />

Kendisini kâhya gibi bir adam ilgisiz bir şekilde kabul etmişti.<br />

Muallim olduğunu bir iki defa tekrar edilen sual neticesinde anladıktan<br />

sonra bir oda göstererek:<br />

— Peki, demişti, şuraya buyurunuz.<br />

Bir kabahatli gibi utanarak, bütün arzularının, doğal olan gururunun<br />

keskin iğneleri üzerinde vakit geçiriyormuş gibi bu odada yalnızca beklediği<br />

saati unutamazdı. Öncelikle, soğuk bir çekinme ile bir iskemlenin<br />

köşesine ilişerek etrafına bakmadan bir hayli kalmıştı. Her geçen saniye<br />

nefsinin gururunu yaralıyor, burada bir yabancı odada ne beklediğini,<br />

buraya niçin geldiğini düşünmek kendisine pek alçaltıcı, pek haysiyet<br />

kırıcı bir işi kabul etmiş olmak acısını hissettiriyordu. Hâlbuki o bunda,<br />

hiç sıkılacak, utanılacak bir şey görmemiş, vazifeyi büyük bir memnuniyet<br />

ile kabul edebileceğini daha sonra para alacağını ve dünyada bu paradan<br />

daha başka vicdanını rahatlatacak hiç bir parayı harcayamayacağını düşünmüştü.<br />

12


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Gerçekler bundan ibaret iken şimdi budalaca, aldatıcı bir nefis kibirlenmesine<br />

kapılmak kendisi gibi hayatını hiç kimseye, hiç bir bayağılaşmaya<br />

düşmeden namusuyla kazanmak emelinde bulunan bir gence yakışır<br />

mı idi? İşte bunları düşünerek, bu muhakemeleri tekrar ede ede hissiyatını<br />

mağlup etmek, kendine cesaret vermek isteyerek üzerindeki ağır yükü bir<br />

dereceye kadar atabilmiş, etrafına bakmıştı.<br />

Oda oldukça kıymetli eşya ile döşenmişti. Fakat her şey, asil bir zevkin<br />

yokluğuna, yalnız servetin çokluğuna delalet edecek surette seçilmişti.<br />

Hiç şüphesiz kendisi de buraya böyle rastgele alınan şu iskemle gibi<br />

rastgele getirilmişti; kendisi de bu odada bir süs idi. Canları sıkıldığı vakit<br />

şu levhayı buradan kaldırıp atıvermek onlarca nasıl önemsiz ise kendisine:<br />

— Haydi, al hakkını, artık git! demek de o kadar önemsiz, o kadar kolay<br />

idi. Ve hakikaten o da bu davranışa boynunu ezik bir şekilde bükerek<br />

gidecekti. Niçin başka bir adam kendisine böyle bir muamele edebilecekti?<br />

O adam bu ayrıcalığı, bu üstünlüğü ne ile kazanıyor, bu hakka nasıl,<br />

niçin sahip oluyordu? Bir güzelliğin, inceliğin mevcut olmaması ile<br />

uzlaşan bu üstünlük şimdi onun kalbini sıkıyor, kabarma arzusu, ne olduğunu<br />

belirli bir surette bilmediği bir şeyi yıkma, yok etme hırsı veriyordu.<br />

Bir aralık odaya bir uşak girmiş, yemek isteyip istemediğini sormuştu.<br />

Zaten eve girerken bir odadan çatal bıçak seslerini işitmişti. Kendisini<br />

burada unutmuşlar da şimdi hatırlıyorlardı, merhameten önüne bir kaç<br />

türlü yemek atacaklardı, değil mi? Kısık bir sesle:<br />

— İstemem, dedi, yemiştim...<br />

O gün ilk dersi böyle aç bir halde verdi. Okutacağı talebeleri on üç, on<br />

dört yaşlarında iki erkek çocuk idi. Bunlardan hoşlanmamak için hiç bir<br />

sebep yoktu. Çocuklar ilk defa gördükleri hocalarına karşı uyumlu davranıyorlar,<br />

zekâlarını ispat edecek surette sözler söylüyorlardı. Okuyacakları<br />

derslerin programını yaptılar, ilk günü boş geçirmemiş olmak için biraz<br />

imlâ yazdılar.<br />

13


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

İlk dersi verip çıktığı zaman ezici bir azaptan kurtulmuş gibi derin bir<br />

nefes almıştı. İlk aldığı darbenin etkisini yavaş yavaş kaybediyor, üzerine<br />

sebebi belirsiz hüzünlü bir düşünce çöküyordu. Vapurda kendi derslerinin<br />

sınavına çalışmak için yanına almış olduğu kitabını okuyamadı. Kolunu<br />

vapurun kenarına dayayarak boynu bükük bir şekilde suları yarıp ilerlemeğe<br />

çalışan eski vapurun etrafında sıçraşan, oynaşan, dalgalanan denize<br />

bakarak, sonsuz, sebepsiz ve belirsiz düşünceler içinde iken geri dönmüş,<br />

hayatın gerçekleri ile ilk defa böyle yüz yüze gelişi onun tecrübesiz hayatını<br />

derinden sarsmıştı.<br />

Bununla birlikte bütün gücünü toplayarak muallimlik hayatını devam<br />

ettirmekten vazgeçmedi. Sabahleyin erkence kalkar, kendi sınavı için<br />

biraz çalıştıktan sonra not defterlerini alarak vapura yetişirdi. Burada, iki<br />

saate yakın bir yolculuk esnasında derslerine çalışmak isteyerek, bazen<br />

bunda da başarılı olamayarak güzel bir vakit geçirirdi. Artık bu düzenli<br />

seyahate alışmış, yolcular içinde bazı çehreleri ezberlemişti. Bunların<br />

arasında soluk çehresiyle, nazik, sevimli, genç bir musiki muallimesi<br />

vardır ki her defasında mutlaka onu da vapurda görür, akşam vapurunda<br />

da ona tesadüf ederdi. Daha böyle hayatlarını daimi bir çalışma ile kazanmağa<br />

mecbur olan bir kaç çehre vardı. Onlarla da uzaktan bir münasebet<br />

kurmuş, kendisine benzeyen bu hayat mahkûmlarına karşı uzaktan, kalbinde<br />

bir merhamet duygusu ve muhabbet ayırmıştı. Fakat bunların içinde<br />

bilhassa soluk çehresiyle, yüzündeki ince sızlatıcı çizgileriyle dikkat çeken<br />

ve zarif bir güzellik arz eden musiki muallimesine merhamet dolu bir ilgi<br />

besliyordu. Onun arkasında her vakit lacivert bir etek ile açık renk bir ceket<br />

görünce bazan tesadüf ettiği özenle yapılmış tuvaletleri hatırlar, eğer bir<br />

üstünlük noktası aramak lâzım gelirse bu narin, nazik bir çiçek gibi gençliğinin<br />

bütün tazeliği ile ruhları ışıklandıran musiki muallimesi en üstün<br />

olması lâzım gelirken o böyle eski bir etek ile gezdiği halde öte tarafta bir<br />

çok kadınların ne bu güzelliğe, ne böyle bir musiki yeteneğine, ne bu kadar<br />

ağırbaşlılık ve dürüstlüğe sahip olmadıkları halde refah ve servet içinde<br />

14


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

boğulmalarını bir türlü kabul edemezdi. Burada düzeltilmeye muhtaç bir<br />

haksızlık noktası ve hakkı elinden alınmış bir kişi söz konusu idi.<br />

Sonra bu düşünceler onu kendi hayatını göz önüne getirmeye sevk e-<br />

derdi. Daha bir ay olmadan bıkmış, ümitsiz olmağa başlamıştı. İlk derslerde<br />

çocuklara mümkün olduğu kadar çok ayrıntı vermek, birçok şeyler<br />

öğretmek isteğinde idi. Fakat bir iki defada, ne esaslı, ne güçlü tembeller<br />

karşısında bulunduğunu anlamıştı. İşte böyle düzeltilmesi mümkün olmayan,<br />

şiddetli bir sarsılış gibi bütün dehşetiyle duran iki tembellik ile<br />

boğuşmağa mecburiyet onu yoruyor, ümidini kırıyordu. O sıcak havalarda,<br />

rüzgâr almayan odada, yüksek, geçim sıkıntısından uzak bulunan herkesin,<br />

uyku ile, istirahat ile vakit geçirdikleri bir saatte zihnine çöken yorgunluğu<br />

silkerek iki tembelin fikrine gramer kurallarını, tarihi olayları, memleketlerin<br />

bulundukları yerleri sokmağa uğraşmak, buna mecbur olmak ona<br />

ıstırap veriyor ve bunun mecburiyetini hissetmek ruhunda yaralar açıyordu.<br />

Bir aralık, öğrencilerinin tembelliğini yenmek için ilmin, fennin<br />

lüzumundan, hayat için ne kadar gerekli olduğundan bahsetmek istemişti.<br />

Fakat babalarının serveti karşısında her türlü ihtiyacın doymuşluğunu belli<br />

eden çocukların öyle dinleyişleri vardı ki yüzlerine karşı, adanın bütün o<br />

süslü, muhteşem köşklerine karşı bağırmak hırsının kalbinde kabardığını<br />

hissederek kendisini tutmak için susmağa mecbur olmuştu.<br />

Düşündüğünü, hissettiğini söyleyememeğe böyle mecbur olmak da<br />

onun için ayrı bir ıstırap kaynağı idi. Bu durumdan dolayı karamsar<br />

olduğu zaman; ben gereğinden fazla önemsiyorum düşüncesiyle kendisini<br />

haklı çıkarmaya, avutmaya çalışırdı. Fakat ufak bir şey, hiç yoktan kendisinin<br />

şüpheye düşürdüğü bir bencilliğin, sevdiği bir hal olduğu, gerçek<br />

duygularını şiddetle ikaz eder, onu yeniden acılara, elemlere düşürürdü.<br />

Nefsine bu acı gelen haller arasında aylık almayı en fena dereceye düşmüş<br />

olarak görüyordu. İlk ay bittiği zaman o derse kalbinin çırpınışı ile gitmiş,<br />

odada yalnız bulunduğu vakit kâhyanın masa üzerine:<br />

15


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

—Size lâyık değilse de... Kusura bakmayınız, önsözüyle ve nezaketiyle<br />

bıraktığı liralara dokunmağa cesaret edemeden bir müddet uzaktan<br />

bakmıştı. Çalışarak, yorularak, birçok defa vicdanının reddedişini yenerek<br />

hak ettiği bu paralara dokunursa eli yanacak gibi bir ürküntü hissine<br />

kapılıyordu. Fakat o küçük sarılar uzaktan bile gözlerini, ruhunu yakıyordu.<br />

Niçin bu adamlar kendisine bu parayı verebiliyorlardı? Niçin kendisi<br />

bu adamlardan -bu adamlardan ki kendisinden üstün olmalarını gerçekten<br />

gösterecek ne fazla bir ilme, ne fazla bir erdeme, ne daha soylu bir zevke<br />

sahip idiler- işte bu adamlardan, böyle bir kâhya elinden bu parayı almağa<br />

mecbur bulunuyordu?<br />

Bu ürküntüler, bu düşünceler kendisi ile öğrencileri arasında dolmaz<br />

bir mesafe bırakıyordu. Daima çekingen durur, derslerini verir, ilişkiyi<br />

kuvvetlendirmeye yol açmayacak, istediğini gösterecek şekilde öteden<br />

beriden pek az bahseder, vakti gelince ayrılırdı. Fakat çocuklar bir akşam<br />

kendisini zorlayarak alıkoymak istediler. Mehtap da vardı, gece gezerlerdi.<br />

O kadar ısrar ettiler ki bu teklifi kabul etmemek için hiç geçerli bir sebep<br />

göremeyerek, gerçekte hiç bir kabahati bulunmayan çocukları kırmak<br />

istemeyerek onlara eşlik eyledi. Akşamüzeri birlikte sokağa çıktılar.<br />

Şimdiye kadar hiç beraber gezmemişlerdi. Biraz yürüyünce o gece onlarla<br />

kalmayı uygun gördüğü için çok pişman oldu. Onların yanında, sıkı bir<br />

dostluk bağıyla bağlı olmadan, samimi bir hava estirmeden bir muallim<br />

sıfatıyla gezmeği sığıntılık sayıyor, feryat etmek isteyen haysiyeti, gururu<br />

üzerinde yürüyor gibi her adım attıkça bir azap duyuyordu. Çocukların<br />

kendisine karşı gösterdikleri saygıda bile bu acı duyguyu şiddetlendirecek<br />

bir koruma, güya bir üstün gelme kokusu fark ediyordu.<br />

Çocuklar araba tutup tur yapmak istiyorlardı. O mümkün olduğu kadar<br />

az minnet altında kalmış olmak için:<br />

— Yayan dolaşalım, dedi, daha iyi eğleniriz.<br />

Bu teklifine çifte bir hayret nidası geldi:<br />

— Arabasız, dediler, hiç gezilir mi?<br />

16


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Şu kötü niyetle söylemediklerine emin olduğu sözlerinin ezici işaretini<br />

fark etmeyen öğrencilerine gamlı ve anlamlı bir nazarla baktı. Evet çocuklar,<br />

arabasız da gezilirdi. Hem hayatta araba ile gezebilenler bundan<br />

mahrum olanlara oranla pek az idi. Ah, bu sizin arabalarınızın camlarında<br />

nasıl bir aldatılmışlık büyüsü vardı ki pencereden baktığınız zaman size,<br />

geçerken savurduğunuz tozlar arasında yuvarlanan, beygirlerinize sarf<br />

ettiğiniz paraları bile bulamayan bir bir kesim muhtaç sınıfı hiç göstermiyordu;<br />

hayatta yalnız kendinizi görüyor, yalnız kendinizi düşünüyorsunuz!<br />

Bu acı düşüncelere dalarak hiç itiraz etmeden arabaya bindi. Rahat bir<br />

şosenin üzerinde süratle gidiyorlardı. Her tarafta arabalar, zengin tuvaletler,<br />

şenlik eserleri görülüyordu. Zevklerin gafleti içinde, gurubun aldatıcı<br />

güzelliği altında, ufkun karanlık bir tarafında ağlar gibi duran kanlı lekeleri<br />

fark etmeden hep eğleniyorlardı. Akşamın hafif serinliği, çamların<br />

keskin kokuları herkesi okşuyor, arabaların gürültüsü düşünceyi uyuşturuyordu.<br />

Yemek için köşke dönecekleri zaman, ne düşündüğünü bilmeyecek bir<br />

halde derin bir bezginliğin, hüznün derinliğinde belirsiz düşüncelere<br />

dalmıştı. Öğrencileri yemek için kadınlara için ayrılan yere gittiler. Kendisi<br />

odada yalnız kaldı. Daha gazı yakmamışlardı; karanlıktı. Panjuru iterek<br />

pencerenin önüne oturdu. Akşamın gamlı sessizliği altında bütün varlık,<br />

derin bir yorgunluk geçiriyor gibi güçsüz bir düşüncede idi. Deniz koyu<br />

bir örtü gibi yayılarak Heybeli'nin eteklerinde sahilin karanlık rengiyle<br />

birbirine karışıyordu.<br />

Bu pencere önünde yapayalnız vakit geçirdikçe bütün etrafındaki karanlıktan<br />

damla damla siyah bir yağmurun bütün benliğine dolduğunu<br />

hissediyordu. Ve burada bu yabancı çevre içinde kendi yabancılığını,<br />

kendi kısmetsizliğini düşünüyordu. Şimdi ona da yemek getirmişlerdi.<br />

Fakat içeride neşeli seslere karışık çatal bıçak gürültülerini işite işite o<br />

yemeğini burada yapayalnız yemeğe, lokmalarını yutarken boğulmamak<br />

için büyük çaba göstermeğe mecbur idi. Ve sanki her şey, karşısında bir<br />

17


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

karşı konum ile duruyor zannettiği uşaktan, bu odanın ilgisiz duvarlarına,<br />

bu yalnızlığa, bu muhteşem hayatlara dönüp dolaşılan yollara, çamlara,<br />

denizlere varıncaya kadar her şey onun yoksul hayatını, nasipsiz yaşantısını<br />

bir kusur, bir utanılacak şey gibi yüzüne çarpıyordu.<br />

O gece iskele başındaki gazinoda akıp giden zamanı, sonra mehtapta<br />

araba ile yaptıkları gezintiyi bir rüya içinde gibi geçirmişti. O gece bir<br />

türlü uyuyamadı. Meçhul bir rahatsızlık kendisini boğuyor gibiydi. Nihayet<br />

kalkmağa mecbur oldu; odada sıcaktan bunalıyordu. Bahçeye çıkarak<br />

ay ışığı altında parlayan denize karşı oturdu. Burada saatlerce kaldı.<br />

Düşünceleri arasında bir an oldu ki yorgunluğun, uykusuzluğun etkisiyle<br />

kendisini kaybetmiş gibi oldu. Akşamki, geceki gezinti şimdi zihninde<br />

garip akisler uyandırarak canlanıyordu. Bütün ada bir garip renge boyanıyor,<br />

yollardan özenle yapılmış, görkemli arabalar içinde kıymetli madenler,<br />

taşlar akıyordu. Bütün çamlar, köşkler benlik satan bir heykel halinde<br />

gökyüzüne doğru yükseliyor, bu altın, bu servet suyunun ortasında birçok<br />

insanlar kaynaşıp duruyorlardı. Nihayet ufkun, şu karanlık gibi duran<br />

noktasından kırmızı bir duman kalkarak gittikçe büyüyor, yayılarak<br />

bunların üzerini örtüyordu. O vakit bu süslü âlem ve zevke düşkünlük bu<br />

kanlı rengin altında örtülü kalarak boğuk haykırışlar işitiliyor, derin bir<br />

deprem etrafı sarsarak her şeyi birbirine çarparken cehennemi bir kaynayış<br />

içinde boğuk sesler meydana geliyor, sonra her şey siyah bir yok oluş<br />

perdesi altında tükenip ve perişan inlerken, yavaş yavaş bu büyük âlemin<br />

pislik ve vefasızlığı altından yeni bir âlem meydana gelmeğe başlıyordu.<br />

Ve şimdi bu yeni âlemin bir mutluluk müjdesi gibi gülümseyen güneşi,<br />

doğu tarafının yaldızlı, renk renk bulutların altından bütün cihana sonsuz<br />

bir ışık ve ümit yayıyordu.<br />

18


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Ömer SEYFETTİN<br />

d.1884-Gönen<br />

AND<br />

<strong>Ben</strong> Gönen’de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde<br />

artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan eski, uzak bir rüya gibi<br />

oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her vakit önünden geçtiğimiz<br />

Çarşı Camii’ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce<br />

kestane tomurcuğu yüzen nehirciği, bizim yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu<br />

hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışırım. Fakat beyaz bir<br />

unutulmuşluk dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder…<br />

Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin<br />

ufkunu koyu bir sis altında bulup da sevdiği şeyleri uzaktan bir an evvel<br />

göremediği için nasıl üzüntülü olursa, ben de tıpkı böyle bir meraka,<br />

sabırsızlığa benzer bir elem duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların,<br />

ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar,<br />

yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük ahşap köprüler, nihayetsiz<br />

tarlalar, alçak çitler hep duman içinde erir…Yalnız evimizle okulu gözümün<br />

önüne getirebilirim.<br />

*<br />

Büyük bir bahçe… Ortasında köşk tarzında yapılmış bembeyaz bir<br />

ev… Sağ köşesinde her vakit oturduğumuz beyaz perdeli oda… Sabahları<br />

annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarını oturtur, dersimi tekrar<br />

19


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

ettirir, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür tarafındaki<br />

büyük toprak rengindeki binanın camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı.<br />

Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı<br />

yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine<br />

bakan hizmetçimiz Abil Ana’nın her gece anlattığı korkunç hikâyelerdeki<br />

ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu korku ile rüya dinlemek,<br />

tabir etmek merakında olan zavallı anneme, her sabah ayılı rüyalar<br />

uydurur, iri kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki<br />

inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini<br />

sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona<br />

birçok:<br />

— Hayırdır inşallah… Dedirtirdim…<br />

O, rüyalarımı tabir ederek benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük<br />

bir paşa olacağımı, bana kimsenin fenalık yapamayacağını garanti<br />

ettikçe, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim!<br />

*<br />

Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum… Okul, bir katlı,<br />

duvarları badanasız idi. Kapıdan girince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha<br />

ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe… Bahçenin sonunda ayakyolu, gayet<br />

kocaman abdest fıçısı… Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar,<br />

beraber okur, beraber oynarlardı. “Büyük Hoca” dediğimiz kınalı, az saçlı,<br />

kambur, uzun boylu ihtiyar, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert<br />

parlar, gaga gibi eğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş, hain, hasta bir<br />

çaylağa benzerdi. Küçük Hoca erkekti. Büyük Hoca’nın oğlu idi. Çocuklar<br />

ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptalca idi. <strong>Ben</strong> arkadaki rahlelerde<br />

Büyük Hoca’nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum.<br />

Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından bana hep “Ak Bey” derlerdi.<br />

Erkek çocukların büyücekleri ya ismimi söyler yahut “Yüzbaşı oğlu” diye<br />

çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan “geldi-gitti”<br />

levhası yassı, cansız bir yüz gibi bizlere bakar, kalın duvarların tavana<br />

20


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık durmadan bağıran,<br />

haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha çok<br />

ağırlaşır, bulanırdı…<br />

Okulda yalnız bir çeşit ceza vardı: Dayak… Büyük kabahatliler, hatta<br />

kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu.<br />

Küçük kabahatlilerin cezası ise ölçüsüz tartısız idi. Küçük Hoca’nın ağır<br />

tokadı… Büyük Hoca’nın uzun sopası… Ki rast geldiği kafayı mutlaka<br />

şişirirdi. <strong>Ben</strong> hiç dayak yememiştim. Belki iltimas ediyorlardı. Yalnız bir<br />

defa Büyük Hoca kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol<br />

kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki ertesi gün bile yanıyordu.<br />

Kıpkırmızı idi. Hâlbuki kabahatim yoktu.<br />

Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı.<br />

Büyük Hoca bu kabahati yapanı arıyordu. Bu mavi cepkenli, kırmızı<br />

kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr<br />

etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun kabahati olmadığını<br />

söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O vakit Büyük Hoca:<br />

— Niçin yalan söylüyorsun, bu zavallıya iftira ediyorsun? diye kulağıma<br />

yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.<br />

*<br />

Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken<br />

gözümle görmüştüm.<br />

Akşam tatilinde dayağı yiyen çocuğu tuttum:<br />

— Niçin beni yalancı çıkardın, dedim, musluğu sen koparmamıştın.<br />

— <strong>Ben</strong> koparmıştım.<br />

—Hayır, sen koparmamıştın. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle<br />

gördüm.<br />

Israr edemedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya söylemeyeceğime<br />

yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. <strong>Ben</strong> hemen<br />

yemin ettim. Merak ediyordum.<br />

21


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

— Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf,<br />

hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan<br />

yeni kalktı.<br />

— Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?<br />

— Niçin olacak. Biz onunla and içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim.<br />

Onu kurtardım işte.<br />

Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:<br />

— And ne?<br />

— Bilmiyor musun?<br />

— Bilmiyorum.<br />

O vakit güldü. <strong>Ben</strong>den uzaklaşarak cevap verdi:<br />

— Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna “and içmek” derler. And i-<br />

çenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler,<br />

imdada koşarlar.<br />

Sonra dikkat ettim, okulda birçok çocuklar birbirleriyle and içmişlerdi.<br />

Kan kardeşi idiler. Hatta bazı kızlar bile kendi aralarında and içmişlerdi.<br />

Bir gün bu yeni öğrendiğim âdetin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka<br />

rahlelerde idi. Küçük Hoca abdest almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca<br />

arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş bir sümüklü böcek kadar ağır, namazını<br />

kılıyordu. İki çocuk tahta sapı bir çakı ile kollarını çizdiler. Çıkan<br />

büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını<br />

karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. And içerek kan kardeşi<br />

olmak… Bu, beni düşündürmeye başladı. Şayet benim de kan kardeşim<br />

olsa idi hocaya kulağımı çektirmeyecek, ihtimal falakaya yatacağım<br />

zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız,<br />

sahipsiz zannediyordum. Anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle<br />

and içmek istediğimi söyledim. Andı tarif ettim. Razı olmadı:<br />

— Öyle münasebetsizler istemem. Sakın yapma ha… diye tembih<br />

etti.<br />

Fakat ben dinlemedim. Aklıma and içmeyi koymuştum. Fakat kiminle?<br />

Bir tesadüf, beklenilmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı.<br />

22


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Cuma günleri bizim evin bahçesine bütün komşu çocukları toplandırdı.<br />

Akşama kadar beraber oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budaklar’ın<br />

benim kadar bir çocukları vardı ki en çok adı hoşuma giderdi.<br />

Mıstık… Bu kelimeyi söylerken çok hoşlanır, hep tekrarlardım. O kadar<br />

ahenkli idi. Kızlar, bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık’ı bahçede<br />

sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi. Hâlâ hatırımda:<br />

Mustafa Mıstık,<br />

Arabaya kıstık,<br />

Üç mum yaktık,<br />

Seyrine baktık!<br />

Diye bağrışırlar, yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı.<br />

Gülerdi. Biz de bazı bu beyitleri bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.<br />

Bu iki minimini beyit benim hayalimi bile etkilemişti. Rüyamda, birçok<br />

arsız kızın onu büyük bir muhacir arabasına sıkıştırarak, etrafına üç<br />

mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu<br />

dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara tokat atmaz, sıkıştığı katran<br />

kokulu arabadan kurtulamazdı. Hepimizden kuvvetli o idi. Sanki adı gibi<br />

her tarafı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, vücudu… Hatta elleri…<br />

Bütün çocukları güreşte yenerdi… Yazın, her cuma sabahı, büyük bir<br />

deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar,<br />

yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık.<br />

İşte yine böyle bir cuma günü, Mıstık, söğüt dallarıyla geldi. <strong>Ben</strong> en<br />

uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakı ile bu<br />

dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir<br />

at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.<br />

Kendi atımı yapıyordum. Mıstık ve diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı.<br />

Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı.<br />

Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir<br />

kan akmaya başladı. O saatle aklıma bir şey geldi: And içmek…<br />

Parmağımın acısını unuttum, Mıstık’a:<br />

23


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

— Haydi, dedim, hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes…<br />

Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük, yuvarlak başını salladı:<br />

— Olur mu ya?… And için kol kesmek lazım…<br />

— Canım ne zararı var? diye ısrar ettim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha<br />

koldan, ha parmaktan… Haydi, haydi…<br />

Razı oldu. Elimden aldığı çakı ile kolunu, hatta biraz derince kesti.<br />

Kanı o kadar koyu idi ki akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu.<br />

Parmağımın kanı ile karıştırdık. Evvela ben emdim. Bu, tuzlu, sıcak<br />

bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.<br />

Bilmiyorum. Aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay… Belki bir<br />

yıl… Mıstık’la kan kardeşi olduğumuzu âdeta unutmuştum. Yine beraber<br />

oynuyor, mektepten eve beraber dönüyorduk. Bir gün hava pek sıcaktı.<br />

Büyük Hoca bizi yarım gün tatil etti. Tıpkı perşembe günü gibi…<br />

Mıstık’la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. <strong>Ben</strong> fesimin<br />

altına mendilimi koymuştum. Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklam<br />

idi. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yıkılmış bir duvarın<br />

telleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu.<br />

Arkasından, birkaç adam, kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize:<br />

- Kaçınız, kaçınız, ısıracak!… Diye bağırdılar.<br />

Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Evvela ben kendimi toplayarak:<br />

—Aman, kaçalım… dedim.<br />

Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O vakit Mıstık:<br />

— Sen arkama saklan! diye haykırdı, önüme geçti.<br />

Köpek onun üzerine hücum etti. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra<br />

tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı. Biraz<br />

böyle savaştıktan sonra ikisi de yuvarlandılar. Mıstık’ın küçük fesi, mavi<br />

yemenisi düştü. Bu boğuşma bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı<br />

amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün kuvvetiyle birkaç tane<br />

indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyor-<br />

24


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

du. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala<br />

kaçtı. Mıstık:<br />

— Bir şey yok… Acımıyor… Biraz çizildi… diyordu.<br />

Evine götürdüler. <strong>Ben</strong> de hemen evimizi koştum. Anneme başımıza<br />

geleni anlattım. Abil Ana beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma,<br />

korku damarlarını bastı. Öyle bir dua okuyarak yüzüme üfledi ki sarımsak<br />

kokusundan aksırdım.<br />

Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi gün yine gelmedi…<br />

Anneme, Hacı Budaklar’a gidip Mıstık’ı görmemizi söyledim.<br />

— Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi<br />

rahatsız etmek ayıptır.<br />

Ondan sonra ben her sabah Mıstık’ı iyileşmiş bulacağım ümidiyle o-<br />

kula gittim.<br />

Fakat ne yazık ki… O hiç gelmedi… Köpek kuduzmuş… Baktırmak i-<br />

çin Mıstık’ı Bandırma’ya götürdüler… Oradan İstanbul’a göndereceklerdi.<br />

Nihayet bir gün işittik ki; Mıstık ölmüş…<br />

*<br />

Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar herkes gibi bana da, çocukluğumu<br />

hatırlatır. Doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim ve<br />

daima, farkında olmayarak, sol elimin şahadet parmağına bakarım. Birinci<br />

boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bu küçük yara izi bence<br />

pek mukaddestir. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin<br />

sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak<br />

için o kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen<br />

aslan hayalini görürüm.<br />

Milletimizden, Türklükten uzaklaştıkça, bu ahlaksızlık ve bozukluk,<br />

vefasızlık ve miskinlik cehennemin dibinde üzüntülü kıvranırken, saf ve<br />

nurlu geçmiş, kaybolmuş bir cennetin uzak bir hayali halinde karşımda<br />

açılır... <strong>Ben</strong>i teselli ve mesut eder. Saatlerce Mıstık’ın hatırasıyla, bu saygı<br />

değer ve kıymetli matemin, eskiyip unutuldukça daha çok kıymeti artan<br />

mahzun acısıyla tatlı bir haz duyarım.<br />

25


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Reşat Nuri GÜNTEKİN<br />

d.1889-İstanbul<br />

BİR İSTİFA<br />

(Vak’a bir mektepte cereyan eder. Henüz askerden terhis edilmiş bir<br />

öğretmenin ilk dersi.)<br />

Öğretmen- (Sözüne devam ederek) Deminden beri verdiğim izahatı şu<br />

noktada hülasa edebiliriz: İyi yazmak için en mühim şart: Mevzuunu iyi<br />

düşünmek, iyi anlayıp duymaktır... Gelecek ders için size Mevzu veriyorum…<br />

Serlevha “En Mesut Günüm” olacak… Tabiî birçok mesut günleriniz<br />

olmuştur. Bunlardan birisini intihap edip yazarsınız.<br />

Öğrencilerden Biri- Efendim, hayalî bir saadet yazsak olur mu?<br />

Öğretmen- Ne lüzum var oğlum? Yaşanılmış, hissedilmiş birçok şeyler<br />

dururken niye hayali yormalı?... Hem hayalî bir vak’a görülmüş,<br />

duyulmuş bir vaka kadar samimî olamaz. Dersin bitmesine biraz vakit<br />

var… Mevzuu nasıl tertip ve tevsi etmek lâzım geldiğini birkaç misal ile<br />

görelim… Siz kalkınız efendim… Üçüncü sıranın sonundaki efendi (Uçuk<br />

benizli, zayıf bir öğrenci ayağa kalkar) En bahtiyar gününüzü bildiğiniz<br />

gibi anlatın.<br />

Öğrenci- (Biraz düşündükten sonra müteredditane) birçok defalar oldu<br />

öğretmenim… Fakat en bahtiyar günüm (sesi hafifçe titreyip alçalarak):<br />

Babamı hapse götürdükleri gün oldu.<br />

26


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Öğretmen- (Mütehayyir) Suali galiba yanlış anladınız… En bedbaht<br />

gününüzü sormadım.<br />

Öğrenci- (Mahcubane gözlerini indirerek) Samimi olunuz dediniz<br />

de…<br />

Öğretmen- Peki, peki… Devam et çocuğum.<br />

Öğrenci- Babam fakir bir arabacı… Sert, ama pek sert bir adam, efendim.<br />

Fazla olarak da çok içer… Aldığını bulduğunu meyhaneye götürür…<br />

Gece yarısı gelir… Gündüz kime kızmışsa gece onun hıncını annemden<br />

çıkarır, benden çıkarır. Dört yaşında bir kız kardeşim var… Gece oldu mu<br />

yatağını yükün içine sürükler… Tıpkı kedi yavruları gibi, efendim…<br />

Onlar da bizi kimse çiğnemesin diye köşelere saklanırlar ya… Babam, bir<br />

gün arkadaşının başını yarmış… On gün hapsettiler… Ekmeğimiz yoktu<br />

efendim ama, gönlümüz rahattı… Güzel güzel oturuyorduk… Ara sıra<br />

komşuya misafirliğe gidiyorduk… Kardeşim artık annemin koynunda<br />

uyumaktan korkmuyordu. Geceleri yüreğimiz titreyerek kapıların vurulduğunu<br />

beklemiyorduk. Hülasa, bu an içinde çok mesut olduk öğretmenim…<br />

Öğretmen- (Kaşları çatılmış) Oturunuz oğlum… Galiba sınıfın en<br />

dertlisine tesadüf ettim… Siz söyleyiniz küçük efendi.<br />

Sarışın bir çocuk- Efendim, ben Gureba Hastanesinde yattığım günü<br />

yazacağım.<br />

Öğretmen- Amma yaptınız ha! Daha iyi gününüz yok mu?<br />

Öğrenci- Olmaz mı efendim. Daha ne iyi günler gördüm … Ama bu<br />

başka… <strong>Ben</strong> küçükken fıtık oldum efendim… Komşumuz doktor bey,<br />

bana hastanede ameliyat yaptırdı. Ameliyat bana çok güç geldi, efendim…<br />

Aman, ne kadar acıyor. İlk günlerde insan acıdan ölmek istiyor… Ama<br />

sonu öyle rahat ki efendim… Beyaz yatak, beyaz entari… Temiz temiz<br />

hastabakıcı hanımlar insana çorba, et, süt her şey getiriyorlar. Bana orada<br />

yatak arkadaşım kestane şekerlemeleri bile verdi. Başka bir yerde bu kadar<br />

mesut olduğumu hatırlayamıyorum.<br />

27


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Öğretmen- (Hafifçe sararmış) Sen de otur evladım. Siz anlatınız gözlüklü<br />

efendi.<br />

(Mahcup ve yorgun çehreli, kasîrülbasar sarışın bir çocuk ayağa kalkar)<br />

— <strong>Ben</strong>im en güzel günüm ile en fena günüm bir arada geldi öğretmenim.<br />

Babam, Anadolu’da askerdi. Yıllarca ondan para, mektup değil, hatta<br />

sağ haberini bile alamadık. Elimizdeki beş on para bitmiş bütün eşyamız<br />

satılmıştı. Vaktiyle iyi gün gördüğümüz için kimseye derdimizi söylemiyorduk.<br />

Nihayet üç gün bir kuru ekmek parçasıyla yaşadık. Dördüncü gün<br />

açlıktan yüreğim ezilmiş, gözleri kararmış olduğu halde eve dönmüştüm.<br />

Annemi hasta buldum. Başına bir çatkı çatmıştı. Gözleri ağlamaktan<br />

şişmişti. “Babandan para geldi çocuğum. Sana yemek hazırladım,” dedi.<br />

Önüme sıcak bir çorba koydu. “Babam nasılmış?” diye sormaya cesaret<br />

edemiyor, aç bir kurt gibi çorbayı içiyordum. Bir aralık gözüm hücrede<br />

babamın kılıcına, saatine yüzüğüne ilişti. O vakit, annemin niçin ağladığını<br />

anladım. <strong>Ben</strong> de ağlamak istiyordum. Fakat o kadar açtım ki… Arkamı<br />

anneme çevirdim, gözlerimi sıkarak yemeğimi yemeye devam ettim. Üç<br />

gün aç kaldıktan sonra sıcak bir yemek yediğim saate ömrümün en mesut<br />

zamanı diyecektim, ama çorbama gözyaşlarımın acılığı karıştı.<br />

Öğretmen- Yetişir çocuğum… Oturunuz… (Bir başkasına) Siz de söyleyin<br />

çocuğum.<br />

Kibar kıyafetli bir çocuk- <strong>Ben</strong>im en iyi günüm, annemin babamdan<br />

ayrıldığı gün oldu. Ama geçimsizlikten değil öğretmenim… O kadar iyi<br />

geçinirlerdi ki… Sadece beybabamı işinden çıkarmışlardı. O vakit zaten<br />

aylıklar da çıkmıyordu ya… Beybabam bir çare düşündü, anneme: “Seni<br />

bari terk edeyim de paşa babandan maaş bağlasınlar!” dedi.<br />

Öğretmen- (Elleri cebinde, gözleri dalgın, sınıfın içinde boydan boya<br />

gezinerek) Kâfi… Bir sükût)<br />

Öğrencilerden biri arsız arsız gülerek- Efendim bakın Vehbi E-<br />

fendi ne diyor? “<strong>Ben</strong> büyükannemin öldüğü geceyi yazacağım” di-<br />

28


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

yor…”Büyükannemin çekmecesinde kavurma vardı. Onları mideye<br />

indirdim. Sonra onun boş yatağında rahat yattım.!” diyor. Adam büyükannesinin<br />

öldüğüne sevinir mi?<br />

Öğretmen- (Asabî bir hiddetle) İzin almadan söz söylemeyiniz.<br />

Eğer bir daha… (Teneffüs zilinin çınlaması öğretmenin sözünü keser.)<br />

Öğrencilerden biri- Efendim, görev kaç sayfa olsun?<br />

Öğretmen- (Selâm vermeden dalgın dalgın kapıdan çıkarken) kaç sayfa<br />

olursa olsun.<br />

***<br />

(Birkaç dakika sonra müdür odasında)<br />

Müdür- (Öğretmenin uzattığı kâğıdı alarak) Nedir efendim?<br />

Öğretmen- İstifam.<br />

Müdür- (Şaşırmış) Ne söylüyorsunuz? Sebep?..<br />

Öğretmen- Öğretmenliği bırakıyorum. Jandarmada bir hizmete talip<br />

olacağım.<br />

Müdür- Ne söylüyorsunuz azizim? Buna sebep?<br />

Öğretmen- Biraz daha silah taşımaya, kan görmeye ihtiyacım var. Öğretmenlik<br />

için lâzım gelen metaneti ve kalp katılığını belki bu sayede<br />

kazanırım.<br />

29


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Necip Fazıl KISAKÜREK<br />

d.1905-İstanbul<br />

ÖĞRETMEN BEY<br />

Bu köy, Anadolu'dan değil, cennetten bir köşe.. Baklava biçiminde<br />

taşların örgüleştirdiği muntazam kaldırımları ve ağaçları arasında kuş<br />

kafesine benzeyen şirin evleriyle eşi bulunmaz bir bucak... Eğer içinde<br />

Türkçe konuşulmasa, kendinizi, dünya ötesi bir kemal beldesinin örneklik<br />

köyünde farz edebilirsiniz.<br />

Topu topu 57 hane ve 341 nüfus... Köy kadrosundan birinin not defterinde<br />

köyün nüfusuna ait şöyle bir döküm var:<br />

15 yaşına kadar 91<br />

15 — 30 arası 88<br />

30 — 45 arası 79<br />

45'den yukarı + 83<br />

Toplam 341<br />

Bu not defterinin sahibi, İmam-Hatip mezunu 29 yaşlarında bir gençtir;<br />

ve bu köy, renk renk ve çizgi çizgi, eliyle işlediği bir halı gibi, topyekûn<br />

onun eseridir. Köyde de ismi Öğretmen Bey...<br />

Öğretmen Bey, 9 yıl önce bir çöplükten farksız olan bu köyün çocuğu<br />

ve 20 yaşında döndüğü köyüne kendisini vakfetmiş bir insan... Köyün ruh<br />

doktoru (İmamı ve öğretmeni) o, madde doktoru o, inzibat memuru o,<br />

iktisat nâzımı o, sandık emini o, tek kelimeyle her iş yönünden güdücüsü<br />

30


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

ve akıl hocası o... Dokuz yıl içinde bu köyü, vatan toprağında bütün<br />

benzerlerinden uzak, hattâ onlara taban tabana zıt, sessiz sedasız istiklâlini<br />

ilân etmiş apayrı bir vâhid haline getiren işte bu öğretmendir; ve 57 hane,<br />

341 nüfustan ibaret köyün olanca madde ve ruh yapısı onun elinden<br />

çıkmadır.<br />

İlk işi, ziraî ve sınaî temellerden hangisi üzerine oturulacağı kestirilemeyen<br />

bir vatanda, kasabaların yalancı iş sahalarına göç edici köylü<br />

akınını kendi küçük kadrosu içinde durdurmak olmuş, kendi küçük kadrosunda<br />

toprakla köylüyü barıştırmıştır. Birkaç bin dönümü geçmeyen köy<br />

sahasında ekim yerleri, itina ile taranmış saçlar gibidir. Orada, meyve<br />

ağaçlarının yemyeşil ve kıpkırmızı kandillerle donatılmış neş'esi yanında<br />

akan sular ve zıplayan hayvanların şevkini görenler, sükût içinde işlerine<br />

dalmış insanlardaki huzur payını kestirebilirler. Bu insanlar arasında tek<br />

derbeder, kılıksız, ne yapacağını bilmez olanı yoktur. Her evin kadrosu bir<br />

bölük nizamiyle Öğretmen Bey’in emrinde ve herkese düşen iş, yine öğretmen<br />

Bey’in plânına göre herkesçe bilinmekte... Köyde kahvehane kaldırılmış<br />

ve tek bakkal ve aktar dükkânının vitrinlerinde hiçbir kötülük maddesi<br />

bırakılmamıştır. Hemen her evin kız çocuğu ile erkek çocuğundan kimlerin<br />

kimlere ait olacağı, aşağı yukarı şimdiden belli... Genç kızlar arasında<br />

nişanlı ve sözlü olmayanı yok; ve bunlar öbür köy delikanlılarının gözünde<br />

birer hemşire... Adam öldüren değil, birbirine yumruk kaldıran, hattâ<br />

öfkelenen bile yok... Hâsılı, bu köyün maddî ve mânevi iş nizamındaki<br />

ahengi, en ince yapılı bir saatin çarklarında bile bulamazsınız! Ve bu saatin<br />

yapıcı ve kurucusu, tek başına Öğretmen Bey... O, ideal, ruh ve ahlâk ile<br />

maddeyi feth ve teshir etme gayesinin, daracık bir kadro içinde köy tipini<br />

kurmak dâvasındadır ve bu dâvada muvaffaktır.<br />

*<br />

Odasına bir genç kız girdi:<br />

— Affedersiniz Öğretmen Bey, sizi rahatsız edeceğim!<br />

Öğretmen Bey, nazarlarında yılan şeklinde bir korku gölgesi, cevap verdi:<br />

31


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

— Buyurunuz!<br />

— Bana seçtiğiniz delikanlı ile evlenemeyeceğimi söylemeye geldim.<br />

— Neden?<br />

— Bir başkasını seviyorum da ondan!<br />

— Kim olduğunu söylemek ister misin?<br />

— Hayır!<br />

— Sevdiğin bu köyden mi, değil mi? Kız, bir vekar heykeli:<br />

— Hem bu köyden, hem değil!<br />

— O da ne demek?<br />

— Bu köyden ama, büyük şehirde piştikten sonra buraya dönen biri...<br />

Onun da gözü bende.. Ama gidişi başka yolda...<br />

*<br />

Öğretmen Bey, köyün iman ve fikir merkezi camide köylülere hitap<br />

ediyor:<br />

— Hemşehrilerim! Artık köyünüzden ayrılıyorum! Köyle arama nefsim<br />

girdi. Gayeme sadık olduğumu ispat etmek için nefsimi yenmek<br />

zorundayım. Çilemi büyük şehirde tamamlayacağım. Köyde tohumlaşan<br />

bu dâvanın ağacını büyük şehirde yetiştirmeye çalışacağım! Köy, yolunda<br />

devam etsin ve kimi kime ve hangi işe seçtimse onun üzerinde kalsın!<br />

Bundan böyle ayağım buraya uğrayamasa da tabutum gelecek ve bedenim<br />

kabristanınızda yer alacak... Ruhumsa sağlığımda ve ölümümde sizden hiç<br />

ayrılmayacak... Bana her ay halinize ait bir rapor göndereceksiniz!...<br />

Bu sözlerinden hiçbir şey anlamayan ve Öğretmen Bey’e itaatten başka<br />

bir şeye akıl erdiremeyen köylüler, onun ayrılışından bir ay sonra<br />

gönderdikleri raporda, mahsule, toprağa, havaya, insana ait kayıtlardan<br />

sonra şu değersiz haberi veriyorlardı:<br />

— Köyün güzel kızı anlaşılmaz bir hastalıktan kabristanı boyladı. Ondan<br />

başka hepimiz sağ, salimiz ve ömrünüze duacıyız!<br />

Sularda bir köpüğün belirip silinivermesi kadar basit bu vak'ayı, Öğretmen<br />

Bey’den başkası bilmeyecektir.<br />

32


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sait Faik ABASIYANIK<br />

d.1906-Adapazarı<br />

Dedim:<br />

— Kaç dakika var?<br />

ZEMBEREK<br />

Birdenbire anlayamamış olmalı ki sordu:<br />

— Neye kaç dakika var? Yüzüne şaşkın şaşkın baktım:<br />

— Dersten çıkmaya canım! dedim.<br />

— Haa! dedi.<br />

Cebinden kocamanca bir gümüş saat çıkardı. Gözlerini tahtadan istemeye<br />

istemeye ayırarak, sakin, fakat korkak baktı:<br />

— On yedi dakika...<br />

Sınıfın içine sonbahar öğlesi dalga dalga birikiyor; sinekler, nebatat<br />

hocasının etrafında ve büyük pencerelerin üzerinde mesut ve kayıtsız<br />

çiftleşiyorlar, hocanın bahsettiği nebatat tohumları, etrafımızı saran bol ve<br />

beyaz ışıkların içinde dönüp dolaşıyor sanki.<br />

Bu esnada arka sıradan hızla dürtüldüm. Hiddetle dönünce:<br />

— Ne kadar var? Sorsana, dedi birisi.<br />

— Sen sorsana, ben şimdi sordum. Arkamdaki ses bana:<br />

— Hayvan, dedi.<br />

Sonra yanımdaki dalgın çocuğa:<br />

— Celil efendi kardeşim, dedi, kaç dakika var acaba?<br />

33


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Arkadaşım, gene, neye kaç dakika var, diye sormak istediyse de gözlerimden<br />

aldığı bir tedaiyle hatırlayarak: büyükçe saatini çıkarıp isteksiz:<br />

— İki dakika var, dedi.<br />

Bu, her derste böylece devam etti: Sınıfın bir tek saatlisi olduğu için<br />

onu, yeleğinin cebinden her derste birkaç defa çıkarıyor, kalın ve ağır<br />

sesiyle:<br />

— On dakika... Beş dakika, yirmi dakika, tamam... diyordu.<br />

Dersler o zamanlar elli dakika sürerdi. Bir gün onun sabırsız ve mahcup<br />

"kırk beş dakika..." diye arkaya seslendiğini işittim.<br />

Bu garip ve yorucu vazifeyi, derslerini ve müzakerelerini yaptığı gibi<br />

muntazaman başardı. Onun yalnız uzun teneffüslerde kendisi için saatine<br />

baktığını hatırlıyorum. Bazen da son mütalâada ince ve güzel kafası<br />

bulanıp, mahzun gözlerine uyku dolduğu zaman saate bakardı.<br />

<strong>Ben</strong> ilk günden sonra kendisine saati "kaç dakika var..." diye sormadım,<br />

o bana, kendisi söylerdi.<br />

Sınıfı geçme ümitlerimin birer birer kırıldığı, içime inkisar ve dert<br />

çöktüğü, hiç anlamadığım hendese derslerinde bile ona saati, ötekiler gibi,<br />

sormadım. Tembellerin bile bu derste kafaları işler ve saati soranlar<br />

azalırdı. Sınıfta hemen hemen yalnız ben, buharlaşan, ağdalaşan kafamla<br />

uyuklardım.<br />

Gene bir hendese dersindeydik. Uzun zaman, dâvaları teşkil eden unsurlardan<br />

hangisinin hangisinden ve ne yüzden davacı olduğunu düşündüm!<br />

Nihayet bulamayınca yavaşça arkadaşıma sokuldum.<br />

Güneş yanığı yüzünde zekâ ve süratli bir şey vardı. Omuzumla, âdeta<br />

kazara gibi, kendisine dokundum. Döndü. Yüzüme tebessümle baktı. Gözlerinde<br />

tahtadaki davanın zaviyelerinin birbirine müsavatı:<br />

— İşte, dedi, şu müsellesin hariçteki zaviyesi, öteki müsellesin iki zaviyesine<br />

müsavi... Çünkü, dedi ve durakladı.<br />

34


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sonra beni hiç kırmayan ve mütalaalarda bana zorla hendese öğreten<br />

bu çocuk:<br />

— Sana bunu sonra anlatırım; şimdi bakalım saate, dedi.<br />

Kalın ve uzun parmaklan yeleğinin cebinden saati garip bir alışkanlıkla<br />

çıkardı. Mahzun gözleri, mahzun edici ve aynı zamanda güldürücü bir<br />

şevki tabiî ile saatin kadranı üzerine düştü. Oraya uzun müddet yapışıp<br />

kaldılar. Hâlâ davayı halletmeğe çalıştığı anlaşılıyordu.<br />

<strong>Ben</strong> sabırsızlanıyordum. Hoca ona ve bana bakıyordu. İçleri mazlum<br />

renklerle dolu gözlerini benden yana birdenbire çevirdi:<br />

— Kurmamışım galiba, dedi, saat işlemiyor. Kurmaya çalıştı. Fakat<br />

zemberek o kurdukça boşanıyordu. Mahzun mahzun;<br />

— Zembereği kırılmış, dedi.<br />

<strong>Ben</strong> aldırış etmedim ve o gün ilk defa olarak bir hendese dersini hocadan<br />

dinledim. Hoşuma gitti.<br />

Hendeseden sonraki ruhiyat dersiydi. Hoca bize heyecanları heyecansız<br />

bir lisanla anlatıyordu. Ruhiyat hocamız ihtiyar bir adamdı. Sesi<br />

kendisinden daha çok ihtiyarlamış, bahsettiği heyecanlar ise onda çoktan<br />

sönmüş gitmişti. Ruhiyat dersi gibi hakikaten tatlı bir ders, bu monoton ve<br />

heyecansız sesten dinlenemezdi. Misalleri kötü, bulduğu ve yaptığı teşbihlerin<br />

mevzu ile alâkası ya hiç yok, yahut pek uzaktandı.<br />

Arkadaşıma saati soranlar çoğalmış, yakından ve uzaktan fısıltılar geliyordu.<br />

O, işitilir işitilmez bir sesle: "Zembereği kırıldı..." diyordu.<br />

Tâ en arka sırada, derslerde nadiren gözüken bir neharî talebe yalnız<br />

başına otururdu. Belki bizimle aynı yaşta olan bu çocuk, insana şimdiden<br />

kocaman bir adam tesiri veriyordu. Cigara içişi, konuşuşu bir mahalle<br />

kahvesinin bize yabancı insanlarını hatırlatıyor; üzerinde sokak, bir kötü<br />

sokak hevesi esiyordu. Birdenbire gür, sevimsiz, heyecanını zaptedememiş<br />

bir sesle haykırdı. Sanki zavallı muallime bir heyecan numunesi<br />

gösteriyordu:<br />

35


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

— Yahu Celil! Kaç dakika var, Allah aşkına?...<br />

Arkadaşım kıpkırmızı olmuştu. İstikrah, hiddet ve teessür dolu bir<br />

yüzle arkaya döndü. Hiç bir şey söylemeden dik dik baktı. Eminim ki,<br />

hoca bıraksa, bu karıncaya dokunmayan çocuk, o koca adamın oracıkta<br />

pestilini çıkaracaktı. Muallim daha fazla dayanamadı. Yüzü sapsarı, fakat<br />

nazik:<br />

— Celil efendi, yavrum, lütfen saate bakar mısınız? <strong>Ben</strong> de bu sınıftan<br />

çıkıp gitmeme ne kadar kaldığını öğrenmek istiyorum, dedi.<br />

Celil mahcup ayağa kalktı:<br />

— Efendim, dedi. Saatimin zembereği kırılmış. Arka taraftan bir<br />

müddet ses çıkmadı. Sonra mühim bir şey bulmuş bir insan sesi:<br />

— Yuuu... Zembereği kırılmış... Vay zemberek Celil vay... Zemberek!<br />

Zemberek!<br />

Arkadan ve önden birkaç kişi:<br />

— Zemberek! Zemberek!... diye bağrıştılar.<br />

Bu zemberek isminin dersten çıktıktan sonra bu kadar yayılacağını ne<br />

ben, ne de arkadaşım tahmin edememiştik. Fakat Celil, daha derste bu<br />

isim telâffuz edilirken garip bir kablelvuku hisle ürpermişti.<br />

Celil ismi birkaç gün içinde unutuluvermişti. <strong>Ben</strong>se bu mahzun gözlü<br />

arkadaşımı ne zemberek, ne de Celil diye çağırabiliyordum.<br />

Celil diyemiyordum; çünkü bütün sınıf zemberek diyordu. Gene aynı<br />

sebepten zemberek diye de çağıramıyordum.<br />

Başkaları onu bu isimle çağırırken o hiç kızmış görünmeden başını e-<br />

ğiyor, birinci çağrılışta kasten bakmıyor, fakat ikinci ve üçüncü çağırılışında<br />

öfkesiz, fakat istikrahla dolu dönüyor, cevap vermiyordu.<br />

*<br />

Son mütalaadaydık, o bir aralık yanımdan kalkmış, bir arkadaşına ders<br />

anlatmaya gitmişti. Sıranın önünde bu mütalaanın başından beri yazıp<br />

çizdiği, nihayet temize çekilmiş, mektup duruyordu. Ayıp bir şey yaptığı-<br />

36


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

mı bile bile mektubu, sanki arkadaşım yerindeymiş gibi mektuba el sürmeden<br />

yan gözle okudum:<br />

"Muhterem babacığım,<br />

Göndermiş olduğunuz 8 tarihli mektubu aldım. Ne kadar memnun oldum,<br />

tahmin edemezsiniz. Burada havalar çok iyi gidiyordu. Fakat dün<br />

birdenbire gökyüzü bulutlarla kaplandı. Bardaktan boşanırcasına yağmur<br />

yağıyor. Bu yağmurdan sonra "Nilüfer" ovası çok güzelleşirmiş. Penceremden<br />

bütün ova gözüküyor. Sabahleyin bir deniz gibi üstünü sis<br />

kaplıyan bu manzara, bana her zaman Gemliği hatırlatıyor -arkadaşım<br />

Gemlikliydi- sizleri çok göreceğim geldi. Derslerime dediğiniz gibi muntazaman<br />

çalışmaktayım. Sonra babacığım, darılmazsanız size bir şey daha<br />

söyleyeceğim: Bana mektebe gelirken vermiş olduğunuz saat kırıldı. Hani<br />

içindeki demirden şey... Nasıl derler hani, o içindeki kıvır kıvır çelik şey...<br />

İşte o kırıldı. Bu hafta oraya giden olursa göndereceğim. Mektepte saat<br />

dolu babacığım. Saatin bana ne lüzumu var? Siz yaptırır, kullanırsınız.<br />

Annemin ve sizin ellerinizden öper, hayır dualarınızı beklerim, babacığım.<br />

Oğlunuz: Celil<br />

37


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Samet AĞAOĞLU<br />

d.1909-Bakü<br />

ÖĞRETMEN GAFUR<br />

Akşamdan beri odamı dolduran bu gürültüyü dinliyorum. Arada bir<br />

pencereden bakıyorum. Denizin olduğu tarafta beyaz gölgeler birbiri<br />

üstünden sıçrıyorlar, kayboluyorlar, yine gözüküyorlar! Bütün gürültü<br />

bunlardan mı geliyor? Bunlar benim aşina olduğum gölgeler! Hepsini<br />

birer birer tanıyorum. Neden penceremin altında feryatlarla, çığlıklarla<br />

koşuşuyorlar? Yapayalnız kalmak için kapandığım bu otel odasında beni<br />

nasıl buldular? Hayatımın şu veya bu gününde karşıma çıkmış olan insanların<br />

hepsi, bazısı dost, bazısı düşman, bir kısmı ölmüş, bir kısmı diri<br />

hepsi burada! Saf, küçük, acemi tahayyüllerimin çocuk yüzleri, kavuşamadığım<br />

emellerin ihtiyarlamış, buruşmuş simaları, kinlerim, saadetlerim<br />

hepsi burada! <strong>Ben</strong>i bırakmayacaksınız, anlıyorum, beni bırakmayacaksınız.<br />

Birazdan şafak ağaracağı sırada size geleceğim. Hepiniz beni kucaklayarak<br />

uzaklara, çok uzaklara götüreceksiniz!"<br />

Karadeniz’in küçük bir sahil kasabasında, bir otel odasının dolabında<br />

bulduğum bir kâğıt parçasındaki bu satırları acaba kim yazmıştı? Otelciden<br />

benden evvel bu odada kalanları sordum. Defterini getirdi. Birçok<br />

gelip geçenler arasında şu isim gözüme çarptı:<br />

"Öğretmen Gafur"<br />

Bir ay önce gelmiş, yalnız bir gece kalmış!<br />

38


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Otelci, iyi hatırlıyorum dedi, "perişan bir kıyafet; saç sakal birbirine<br />

karışmış; insanın yüzüne dik dik bakıyor. Yalnız yumuşak, sakin bir sesi<br />

vardı. Parasını akşamdan verdi; ertesi sabah kendisini görmedim."<br />

Otelcinin tarif ettiği bizim Gafur’du, çok iyi bildiğim Gafur!<br />

Gece bulduğum kâğıdı ancak o yazmış olabilirdi.<br />

Gafur’u on beş sene evvel Ankara’da tanıdım. Bazısı memur, bir kısmı<br />

lisede, orta mektepte öğretmen olan birkaç arkadaşla yaptığımız toplantılara<br />

günün birinde o da karışmıştı. Zayıf, ortadan biraz uzun esmer bir<br />

insandı. İri siyah gözlerinde, zaman zaman parlayan heyecan ışıkları<br />

müstesna, hemen hemen devamlı bir melal okunuyordu.<br />

O sene liseye edebiyat öğretmen yardımcısı olarak tayin edilmişti.<br />

Toplantılarımızda, edebiyat, felsefe, sanat, siyaset mevzularında hararetli<br />

münakaşalar yapıyorduk. Gafur bu konuşmalara pek az karışıyor, fakat<br />

söze başladığı zaman da, bilhassa insan ruhu üzerinde bize garip gelen<br />

fikirler ortaya atıyor, tahliller yapıyordu. Bu bahiste bilgisinin derinliği<br />

bizi şaşırtıyordu. Kendi kendine öğrendiği Rusça ve Fransızca sayesinde<br />

bilmediğimiz kitaplardan bize parçalar anlatıyor, Dostoyevski, Tolstoy<br />

gibi Rus romancılarından sahifeler okuyup tercüme ediyordu.<br />

Gafur’un insan ruhunu tahlil ederken söylediği orijinal sözlerden birini<br />

şimdi çok iyi hatırlıyorum:<br />

"İnsan ruhu, herkesin kolaylıkla söylediği gibi karanlık bir kuyuya<br />

benzemez. Aksine olarak içi ışık dolu bir kuyudur. Sizi gözlerinizi kamaştırarak<br />

çeken bir ışık içinde iner, inersiniz! Işıklar durmadan renk değiştirirler,<br />

her renk sizi biraz daha derine götürür. Böyle olmasaydı meselâ<br />

Stendhal'in, Tolstoy'un, Dostoyevski'nin kahramanlarındaki ruh haletlerini,<br />

bunların yaptıkları hareketlerin manalarını anlayabilir miydik? Böyle<br />

olmasaydı bir Raskolnikof, bir Karamazof, bir Anna Karenina, bir Goriot<br />

Baba bizim için bu kadar cazip olur muydu?"<br />

Sonra Dostoyevski'nin Aptal'ından şu satırları Rusçasından ezbere o-<br />

kuyordu:<br />

39


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

"Acaba hakikaten bedbaht olunabilir mi? Bahtiyar olabilecek bir halde<br />

isem benim kederim nedir. Bir insanla konuşup ta onu severek bahtiyar<br />

olunamaz mı? Her adımda en dalgın adamın bile gözüne güzellikler<br />

çarpar. Bir çocuğa bakınız, gurubu seyrediniz, yerde biten bir nebata<br />

bakınız, hayran kalan, sizi seven gözlere bakınız!"<br />

O senelerde ihtiyar babam Ankara’da, Keçiören bağlarındaki evimizi<br />

satmış, kitaplarının bir kısmını yerleşmeğe karar verdiği İstanbul’a daha<br />

sonra taşımak için evin yeni sahibine bırakmıştı.<br />

Bir gün evimizin bu yeni sahibi bana, binayı tamir ettireceğim, gelip<br />

kitapları alsın diye haber gönderdi.<br />

Kitapları almaya Gafur’la beraber gittik. Bulutlu bir sonbahar günü i-<br />

di. Çocukluğumu, ilk gençlik senelerimi içinde geçirdiğim bu bağlarla<br />

artık bütün maddî alâkamı kesmek üzereydim. Bu düşüncenin verdiği<br />

hüzün kitapların halini gördüğüm zaman büsbütün arttı. Babamın üzerine<br />

titrediği, her birinin tozlarını kendi eliyle temizlediği kitaplar karma<br />

karışık, bir samanlığın içine atılmıştı!<br />

Bu harabenin karşısında durduk. Gafur kitaplara dalgın dalgın bakıyordu.<br />

Bir aralık elimden tuttu. "Bu bir kaderdir, dedi, mel'un bir kader!<br />

Bu samanlık köşesine hoyratça atılmış olan hakikatte bu kitaplar değil,<br />

insanî fikir, his, san'at, düşüncedir, iyi ki baban bu manzarayı görmedi!"<br />

Bu hadiseden birkaç ay sonra Gafur bana: "Bir roman yazıyorum dedi,<br />

cemiyetimizin bütün hastalıklarını bu romanda meydana koyacağım!"<br />

Biraz tereddütle ilâve etti:<br />

"Ve kendi fikirlerimi!"<br />

Yüzüne baktım. Gözleri hiddet dolu ışıklar saçıyordu.<br />

"Evet, kendi fikirlerimi diye devam etti, kafamın içinde yıllardan beri<br />

herkesten sakladığım düşünceler var. Bu düşünceler aynı zamanda bana,<br />

huzur ve sükûnumu yok eden hisler veriyor. Daha fenası etrafımda herke-<br />

40


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

sin fikirlerimi, hislerimi öğrenmek için gözlerini bana çevirdiklerini<br />

kulaklarını bana diktiklerini görüyorum. Herkes ağzımdan çıkacak tek bir<br />

kelimeyi kapmağa, bu kelimeden kafamdaki âleme yol açmağa çalışıyor!"<br />

Gafur bu sözleri söyledikten sonra birden elimi yakaladı, yüzünü yüzüme<br />

yaklaştırarak fısıldar gibi bir sesle "senden rica ediyorum, bu romanı<br />

yazdığımı kimseye söyleme. Hele...'nın duymasını hiç istemiyorum." dedi.<br />

İsmini söylediği, ara sıra toplantılarımıza gelen bir kadın öğretmendi.<br />

Evli idi, kocası da Gafur’un arkadaşlarındandı.<br />

Acaba neden Gafur romanının bilhassa bu kadın tarafından bilinmesini<br />

istemiyordu?<br />

Gafur’un kadına karşı nasıl hisler duyduğunu bilmiyorum. Bu bir aşk<br />

mı idi? Yoksa yalnız bir aşk vehmi mi?<br />

Bir kış günü Gafur çalıştığım vekâletteki büroya geldi. Sırtında paltosu,<br />

başında şapkası yoktu; yüzü sararmıştı; titriyordu.<br />

Oturur oturmaz "Alçaklar, diye başladı, alçaklar, nihayet bana çoktan<br />

beri beklediğim hıyaneti yaptılar!"<br />

"Ne oldu Gafur?"<br />

"İstifa ettim. Her şeyi göze aldım. Aç kalacağım; sefil olacağım; fakat<br />

bunlarla beraber olmayacağım!"<br />

Tekrar sordum:<br />

"Neden istifa ettin? Sana ne yaptılar?<br />

Gafur gözlerini yüzüme dikti:<br />

"Ne yapacaklar? Fikirlerimi çalmağa kalkıştılar. O kadın vasıtasıyla!<br />

Onu karşıma çıkardılar.<br />

O bir cadıdır! Dinle sana hepsini anlatacağım. Bir aydan beri, dikkat<br />

ediyordum, mektepte bütün diğer öğretmenler, hatta talebeler yüzüme<br />

tuhaf tuhaf bakıyorlar, benimle konuşmaktan çekiniyorlar, rastladıkları<br />

zaman yollarını değiştiriyorlardı. Kendi kendime neden böyle yapıyorlar,<br />

diye düşündüm. Evet, kafamın içinde bu adamların hiçliğini ispat eden<br />

41


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

fikirler besliyordum. Bunlar birer hiçtir, birer et parçası! Bunu ispat<br />

edecek bütün delillerimi hazırladım. Bunları birbiri arkasından çıkacak<br />

kitaplarımda, romanlarımda birer birer anlatacağım. Bu kuklaların, insana<br />

benzeyen kuklaların mahiyetlerini meydana çıkaracağım.<br />

Fakat işte o kadın bir ay evvel bana geldi. Gafur bey dedi, sizinle görüşmek<br />

istiyorum! Buyurun dedim, ne istiyorsanız görüşelim! (Gafur<br />

burada kadının sesinin ve yüzünün taklidini yaptı). Siz birkaç lisan biliyorsunuz.<br />

Bana yardım eder misiniz? Beğendiğiniz kitaplardan, sizin<br />

fikirlerinize uygun kitaplardan numuneler almak istiyorum. Sonra soracağım<br />

bazı meseleler üzerine düşüncelerinizi söyler misiniz? Toplantılarınızda<br />

birkaç defa bulundum. Dikkate şayan gördüğüm fikirleriniz var!<br />

Kadının benden neyi koparmağa çalıştığını hissettim. Ancak bunu anladığımı<br />

belli etmedim. Peki dedim, ne zaman isterseniz konuşalım.<br />

Kendi kendime karar verdim. Ona düşüncelerimin tam aksini söyleyecektim.<br />

Öyle de yaptım. Evinde, kocasının yanında buluştuğumuz günler<br />

ona inandığım fikirlerin tam zıddını anlattım. Meselâ, bence insan cemiyetin<br />

âletinden başka bir şey değildir. O yalnız bir makinedir. Kendisine<br />

verilen vazifeyi yapar işte o kadar dedim. Siz evvelce böyle düşünmüyordunuz<br />

diye itiraz etti, insan ruhunu içi aydınlık dolu bir kuyuya benzetmiştiniz!<br />

Cevap verdim: Bu benim hakikî fikrim değildi, yalan söylemiştim.<br />

Bir başka gün daha ileriye gittim, kadınların insanla hayvan arasında<br />

bir mahlûk olduğunu iddia ettim. Bu sözüme şiddetle isyan etti. Ne kızıyorsunuz<br />

dedim, işte bu kızmanız dahi fikrimin doğruluğunu gösterir!<br />

Nihayet son görüşmemizde kadınların fikir ve düşünce meselelerine<br />

karışmaması lâzım geldiğini, onların birer çocuk yapma vasıtasından<br />

ibaret olduklarını haykırarak söyledim. Sonra, bir vazifeleri daha var diye<br />

ilâve ettim, şeytanın fenalık yapmak için yeryüzündeki yardımcıları<br />

kadınlardır. İşte siz benim fikirlerimi çalmak, bana bu suretle fenalık<br />

yapmak istiyorsunuz. Maksadınızı çok iyi anladım!<br />

42


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Kadın da, kocası da bu sözlerimi duyunca ayağa kalktılar, hayretle a-<br />

çılmış gözleriyle yüzüme bakarak "Ne oluyorsunuz?" diye sordular.<br />

Kapıya doğru yürüdüm, dışarı çıkarken bağırdım: "Ahmaklar! Asıl fikirlerimi<br />

öğrendiğiniz zaman yerin dibine geçeceksiniz!"<br />

Gafur burada durdu. Bir eliyle alnını oğuşturmağa başladı. Sonra çok<br />

yorgun bir sesle, "Başım ağrıyor, durmadan ağrıyor.” diye mırıldandı.<br />

“Bunun ne müziç bir ağrı olduğunu bilmezsin. Sanki birisi parmaklarıyla<br />

başımın içini karıştırmakta, arada bir beynimin üzerinde bazı noktalara<br />

parmağı ile basmaktadır!”<br />

İkimiz de bir zaman sustuk. Konuşmağa yine o başladı:<br />

"Kadının evinden çıktıktan sonra düşündüm; bana düşman olduklarını<br />

göstermiş bulunan, fikirlerimi çalmağa kalkışan bu insanlardan uzaklaşmalıyım.<br />

Aralarında bulunmak benim için en ağır bir haysiyetsizlik olur!<br />

Bu düşünce ile istifaya karar verdim. Dün de istifamı vekâlete yolladım!"<br />

"Peki Gafur, simdi ne yapacaksın? Paran var mı?"<br />

Gafur bana çok garip gelen bir şekilde güldü:<br />

"Param yok. Paltomla şapkamı sattım; birkaç hafta geçinirim. Ötesine<br />

Allah kerim!"<br />

Bir iki gün sonra sokakta o öğretmen kadına rastladım. Gafur’un neden<br />

istifa ettiğini sordum. "Vallahi dedi, galiba Gafur’da asabî bir hastalık<br />

başlıyor. Kendisini kocam da, ben de büyük bir sevgi ile evimize kabul<br />

ettik. Onun yalnız geçen hayatına bu suretle bir canlılık vermeği düşünmüştük.<br />

Hoşumuza giden fikirleri vardı. Fakat Gafur hatta zaman zaman<br />

saçmaya benzeyen sözler söyledi, asabileşti, kendisinin fikirlerini çalmakla<br />

bizi itham etti. Tekrar ediyorum, galiba hastalanıyor!"<br />

Gafur’u aylarca görmedim. Sorduğum kimseler kendisinden hiç bir<br />

haber vermediler. Hemen her unutulmak üzere olduğu bir sırada bir sabah<br />

birden bire karşı karşıya geldik. Eskisinden birkaç defa daha zayıflamıştı.<br />

43


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Kravatsız gömleğinin açık yakasından göğsü görünüyordu. Üstü başı<br />

perişandı. Ayaklarında terlikler vardı. Sapsarı yüzünde ateş gibi parlayan<br />

gözleriyle yüzüme baktı. Sonra emreder gibi sert bir sesle: “Gel dedi, bana<br />

bir kahvaltı ısmarla!”<br />

Bir pastaneye girdik. Yumurtasından çeşitli pastalarına kadar ısmarladığı<br />

kahvaltıyı konuşmadan büyük bir iştahla yemeğe koyuldu. Sanki<br />

haftalarda beri aç kalmıştı. Lokmaları hemen hemen çiğnemedi. Yutuyor,<br />

uzamış bıyık ve sakalına takılan parçaları yalıyordu.<br />

Son yudum sütünü de içtikten sonra birdenbire konuşmağa başladı:<br />

"Şimdiye kadar nerede olduğumu sormadın. <strong>Ben</strong>i hastaneye götürdüler.<br />

Daha doğrusu tımarhaneye. Sözde deli olmuşum! Sefiller! Onları<br />

mahvedecek fikirlerimi neşretmeyeyim diye bunu bana yaptılar. Hâlbuki<br />

hiç bir şeyim yok. Görüyorsun arslan gibiyim. Bunun acısını elbette<br />

onlardan alacağım!"<br />

"Seni ne zaman hastaneye götürdüler? Hiç haberim berim yok."<br />

Dişlerini gıcırdatarak cevap verdi:<br />

"Herkesten gizli olarak kaldırdılar. Seninle o son konuşmamızdan birkaç<br />

hafta sonra, sana söylemeğe vakit bulamamıştım, fikirlerimi çalmak<br />

isteyenlere, o kadına karşı mahkemeye başvurdum. "Bu fikir hırsızlarını<br />

mahkûm ediniz." dedim. İstidamı kabul etmek istemediler. "Siz de onlarla<br />

berabersiniz! Siz Allah’ın adaletini değil, şeytanın mel'ânetini temsil<br />

ediyorsunuz" diye bağırdım. <strong>Ben</strong>i yakalamak istediler. Birkaç kişiyi<br />

yumruklayarak adliyeden çıktım, eve geldim. O gece beni alıp götürdüler!"<br />

Gafur bunları anlatırken sesi gittikçe yükseliyor, etrafımızdaki masalarda<br />

oturanlar bize bakıyorlardı. Teskin etmeğe çalışarak “Üzülme her<br />

şey düzelir, kalk gidelim.” dedim.<br />

44


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

"Hayır, hayır, ben burada kalacağım. Sen git. Dur sana bir şey soracağım.<br />

Bana harfleri Türkçe olmayan, hangi dilde olursa olsun, tek Türkçe<br />

olmasın, bir daktilo bulabilir misin?"<br />

"Ne yapacaksın?<br />

"Yazılarımı onunla yazacağım. Türkçe yazarsam çalacaklar diye korkuyorum!"<br />

Gafur’u o günden sonra her defasında biraz daha perişan biraz daha<br />

sefil gördüm. Saçları omuzlarına kadar uzadı. Sakal ve bıyıkları bütün<br />

yüzünü sardı. O zaman başı muhip bir manzara aldı. Bir arslan başına<br />

benziyordu. Sokaklarda terliklerini sürükleyerek avare avare dolaşıyor,<br />

kendisine para vermek isteyenlere dikkatle bakarak uzaklaşıp gidiyordu.<br />

Ahçılar ona parasız yemek yediriyorlar, kahveciler çay ve kahve ısmarlıyorlardı.<br />

Karşılaştığımız zamanlar beni bir köşeye çekiyor, uzun uzun konuşmak<br />

istiyordu. Fakat artık fikirlerinden, onları çalmak istediklerinden hiç<br />

bahsetmiyordu. Bir gün: "Gafur, yazıyor musun?" diye sordum. Sakalını<br />

okşayarak tatlı bir sesle "Hepsini yazdım, hepsini. Şimdi rahatım. Bak<br />

herkes bana nasıl saygı gösteriyor" dedi.<br />

Bir sonbahar akşamı yine karşılaştık. Elimden tutarak: "Seni arıyordum;<br />

konuşacaklarım var, gel biraz kırlara doğru açılalım" dedi. Yürüdük.<br />

Şehrin sayfiyelerine giden asfalttan ayrılarak küçük bir derenin kenarında<br />

oturduk.<br />

"Su ne sakin akıyor, diye başladı, şimdi ben de onun kadar sükûnet i-<br />

çindeyim. Hasta olduğumu biliyorum. Elini alnına götürerek - şuradaki<br />

ağrı hiç geçmedi. Bu ağrı aklımdaki fikirleri durmadan yedi bitirdi. Bazen<br />

kendimi toplamağa çalışıyorum. O zaman ağrı korkunç bir hal alıyor.<br />

Dindirmenin tek çaresini hiç düşünmemekte buldum. Beynimin içinde bir<br />

harabe var. Bu harabenin her taşı ayrı bir hatırayı, geçmişte yaşadığım<br />

günlerde tattığım ayrı bir zevki canlandırıyor. Beynimdeki harabenin<br />

içinde dolaşmaktan sonsuz bir haz duyuyorum. Bazen o harabede kendimi,<br />

45


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Öğretmen Gafur’u buluyorum. Bana, sen neden böyle oldun diye soruyor,<br />

neden böyle oldun? Ona, kardeşim diyorum. Böyle olmak mukaddermiş.<br />

Hem ne oldum ki! Sen hâlâ beyhude fikirlerin esirisin. <strong>Ben</strong>se bütün<br />

fikirlerin sultanı oldum!"<br />

Gafur batmak üzere olan güneşe bakarak devam etti:<br />

"Birazdan karanlık çökecek. Bu sizlerin uykuya dalmanız için bir işarettir.<br />

<strong>Ben</strong>im için ise ruhumun bütün ışıklarının yanacağı an geldi. Artık<br />

hepsi benim olan Çin’den Türkistan’a, Türkistan’dan Efgan’a kadar olan<br />

ülkelerde dolaşabilirim!"<br />

Kalkmak istedim. Kolumdan tutarak "yanımda kal" dedi. "işittim ki<br />

sen bir kitap yazmışsın. Orada hayatla ölümü karşılaştırarak konuşturuyormuşsun.<br />

Bu kitaptan bana ver. Onu çok uzaklara giderek, hiç kimsenin<br />

bulunmadığı bir yerde okuyacağım. Ölümü anlamak için ölü sükûnetine<br />

ihtiyaç vardır."<br />

"<strong>Ben</strong> böyle bir kitap yazmadım, Gafur".<br />

"Yazdın, iyi biliyorum. Bütün kütüphanelerde satılıyor. Yoksa fikirlerini<br />

çalacağımdan mı korkuyorsun?"<br />

Bu Gafur’la son konuşmam oldu.<br />

46


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Tarık BUĞRA<br />

d.1918-Akşehir<br />

“GÜN AKŞAMLIDIR”<br />

Evliya Çelebi Seyahatnamesi kurşun gibi ağırlaşmış; bırak beni der gibi.<br />

«Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk bugün ölürüz.» diyen gene<br />

Murad Hasekidir, ama artık sayfaların üzerinde sâdece kelimeler var; arka<br />

plân bomboş. Hoca ısrarın işe yaramayacağını iyi bilir, fakat bir daha<br />

deniyor:<br />

«Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk bugün ölürüz.»<br />

Gün'e teselli olan büyü nerede? Bir kez yola çıkıldı mı, artık ölüm<br />

karşısında bile benliğinden zerre bırakmayan, bütün sonuçları, sonuçların<br />

her çeşidini gönül dengesi bozulmadan karşılayan, dün'ünü inkârdan<br />

tiksinen yiğit nerede? Yenilmiş, fakat hâlâ başı dik, hâlâ güleç, fakat hâlâ<br />

dimdik ve güleç, hâlâ efendi adam nerede? O dimdik ve güleç baş ki, az<br />

sonra pala ile uçacağını bilir de, aman dileyecek yerde: «Gün akşamlıdır<br />

devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz» der, dâvasını bırakmaz.<br />

Ama artık ne o değerler, ne de o ruh. Şimdi artık arka plân bomboş,<br />

şimdi artık her şey kelimelerden, üreyişlerini, beslenişlerini bilmediğimiz<br />

böcekleri andıran kelimelerden ibaret. Evliya Çelebi'ye insan her zaman<br />

lâyık değildir: «Hoca» pekâlâ der gibi gülümsüyor ve kitabı masaya<br />

bırakıyor.<br />

Gönül genişleten bir eylül ikindisiydi. Bin iki yüz metre yüksekliğin<br />

insanda iyiliğe, sükûna ve dostluğa.. hattâ..cesursanız aşka karşı daya-<br />

47


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

nılmaz bir özleyiş uyandıran serin rüzgârı esmeye başlamıştı. «Hoca»<br />

okulun doğuya bakan bu odasına bayılırdı: Öndeki ağaçsız bayır birkaç<br />

yüz adım ötedeki yola kadar uzardı. Yolun karşı yakası göz alabildiğine<br />

tarlaydı; eylül başlangıcının bu altın dalgalı denizi bu saatlerde, bu serin<br />

rüzgârla, gelecek kış aylarına güven dolu ninnisini söylerdi.<br />

Bu saatler her şeyin güzelleştiği, sevginin, dostluğun, hattâ aşkın<br />

mümkündür, mümkündür ve olmalıdır sanıldığı, geçen gelecek günlerin<br />

çırılçıplak tekziplerine rağmen mümkündür ve olmalıdır sanıldığı saatlerdi.<br />

Fakat artık işte Evliya Çelebi bile bu güzel saatlerle bağdaşamaz olmuştu.<br />

«Hoca» biraz önceki gülümseyişi için şimdi özür dilemek istiyordu.<br />

O kadar istediği halde, göz göze gelmek korkusundan, Nesrin'e bakamadı<br />

ve; «İnsan gün akşamlıdır demesini bilmeli» diye düşündü. Nerede<br />

ise kendini kapkara bir üzüntüye kaptırıp gidecekti. Kelime dudaklarından<br />

kaçıverdi.<br />

— «Yenildik.»<br />

— «Efendim?»<br />

Nesrin örgüsünü dizlerine indirmişti. Soru açık elâ gözlerinde, ona<br />

bakıyordu. «Hoca» sarışın aydınlıklarının bütün gürlüğü ile pencereyi<br />

dolduran tarlaları gösterdi:<br />

— «Ne güzel.»<br />

Bu sözü Nesrin'e geçen iki yılın eylüllerinde de, nisan veya şubatlarında<br />

da, böyle sarışın ikindilerde veya ovanın kül rengi bir duman ardında<br />

ve karların lapa lapa yağışı ile sonsuzlaştığı sabahlarda da söylemiş, belki<br />

yüzlerce defa söylemişti. Ama çok eskidendi; çünkü o zamanlar, bu sözün<br />

her söylenişinde görünüş yenileşir, an yenileşir, Doğanbeyli bucağı yenileşir,<br />

hayat, duygular yenileşirdi. Onlar çok eskidendi, bir ömür öncesi-<br />

48


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

nindi ve Nesrin, şimdi, bu söz ile, şu dar, şu değişmez görünüşe zincirlenişini<br />

düşünebilir, sinirlenebilirdi: Büyü bozulmuştu bir kere.<br />

«Hoca» böyle sanıyordu.<br />

Otuz yedinci yaşın metelik etmeyen üzgünlüğünü silkip atmak için deli<br />

bir hırs duyuyor, fakat hangi çareye başvurursa vursun bayağılaşacağından<br />

korkuyordu: Kaderi, güzel bir şeylerin umulabileceği o günlerde değil,<br />

işte şimdi Nesrin'e bağlıydı.<br />

Nesrin ise bu tatil günlerinin öğle sonlarında okula -şüphesiz gene<br />

«hoca» orada olduğu için- gene hep o aydınlık yüzüyle geliyor, fakat artık<br />

işte bu saatlerde, ötekinin bayırın altından, mindere çıkan bir başpehlivan<br />

gibi görüneceği sıralarda kapanıyor veya hırçın, hattâ alaycı bir hâl alıyordu.<br />

Neden?<br />

«Hoca» hayır, geçen günleri düşünmek, hesap defterlerini didiklemek<br />

istemiyordu. «Gün akşamlıdır devletlim; dün doğduk, bugün ölürüz»<br />

diyebilmeliydi.<br />

İnadına hantal bir yürüyüşle iskemlesine döndü ve zoraki bir esneyişle<br />

Evliya Çelebi'yi aldı. Sayfanın üstünde artık kelimeler de yoktu, sayfanın<br />

üstünde artık öteki vardı:<br />

Öteki, her zaman olduğu gibi, sayfanın üstünde de ya kahkaha ile gülüyor,<br />

ya da kaşlarını gazapla çatıyordu; böööh der gibi. Ölçü ve gülümseyiş<br />

nerede? Halbuki bu ona ne kadar yakışacaktı, yakışacak ve o zaman<br />

zafer onun kaderi, belki de mizacının bir ikinci adı olacaktı. Fakat o, işte<br />

sayfanın üstünde de ya kızıyor, ya da öfkeden de savaşçı kahkahalar<br />

atıyordu. Yazık. Sonra, kuvvet gösterilerine ne kadar da düşkündü öyle.<br />

«Hoca» beyhude gençlik diye düşündü ve aynı anda aczin küçültücü avuntusuna<br />

kapılıvermiş gibi ürperdi.<br />

Ama kendine karşı da haksızlaşmamalıydı: Mesele yalnız bu çatık<br />

kaşlı ve hırslı soluyuşlar, yalnız bu soluyuşlardan da öfkeli kahkahalardan,<br />

bu vahşi kuvvet gösterilerinden ibaret değildi ki... Onu Eğitim Enstitüsünden<br />

bütün uzlaşmalara yabancı, yardım gücünden yoksun olarak, kafasına<br />

49


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

sekiz on savaş cümlesi çakılmış, yirmi iki yaşıyla salıvermişlerdi bucağa.<br />

Doğanbeyli'nin altı yıllık başöğretmeni Süleyman'a, yâni kendisine; sen<br />

çekil «hoca» demişler. Türkiye'nin özleyegeldiğini işte bu yapacak demişlerdi.<br />

Ne ile? Sekiz on cümle ile.<br />

«Hoca»nın içi sızlardı bunu her düşünüşünde: Muhtara düşman, i-<br />

mama düşman, muhtarla imamı sevenlere, hattâ sadece beş vaktini<br />

kaçırmayanlara düşman ve öğretmen okullarından gelenlere düşman,<br />

sonra da Türkiye'nin özleye geldiklerini gerçekleştirmek! Bu iddia, bu<br />

tutumla olsa olsa bir işgal devletine yaraşırdı. «Hoca» böyle sanıyordu.<br />

«Hoca» sevginin, uzlaşmanın, uyarma çabasının olmadığı yerde her iddiayı<br />

böyle sanmadan yapamazdı. Ve ötekini, sevme, uzlaşma, uyarma gücünden<br />

yoksun olarak, sekiz on savaş cümlesi ile salıvermişlerdi kafesinden işte. O<br />

da ilk savaşı, gelir gelmez, daha ilk karşılaşmalarında «Hoca» ya karşı<br />

vermişti. Nesrin'e daha sonra. Çünkü Nesrin güzeldi, çok güzeldi ve neden<br />

«Hocam»dan yana olduğunun anlaşılması öteki için çok güçtü.<br />

Nesrin, «Hoca»nın anlamını anlamamak için dişlerini kenetlediği bir<br />

sesle:<br />

— «Geliyor» dedi.<br />

Nesrin «Hoca»ya, muhakkak ki, geçen iki yılımızı ne yaptın? demek<br />

isterdi; öde demek isterdi. Ve bu, aylardan beri öyleydi. Yâni geçen iki<br />

yıldan işte yalnız bu kalmıştı.<br />

Öteki, güneşten bronzlaşmış yüzüne pırıltıları düşen inci gibi dişler,<br />

kumral saçlar ve geniş omuzlarla pencerenin önünde ufkun maviliğini<br />

belirtti. Kocaman bir taşı başının bir karış üstünde tutuyordu. Demirci<br />

körüğünden gelirmiş gibi bir nefes boşalttıktan sonra taşı yere attı:<br />

— «Her gün bir taş at, bahçen kurtulur.»<br />

«Hoca» bu sekizinci cümle diye düşündü. Öteki bir kaplan yumuşaklığı<br />

ile pencereyi açmış, içerde yaylanıyordu: .<br />

— «Günaydın, dedi; hâlâ Cevdet Paşa Tarihi mi hocam?»<br />

50


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

«Hoca» ona şöyle bir baktı: Başöğretmen gülüyordu; fakat bu gülüş de<br />

her zaman olduğu gibi, önceden verilmiş bir didişme kararını maskelemek<br />

içindi ve işini, her zaman olduğu gibi, iyi beceremiyordu. Hoca elinden<br />

geldiği kadar yumuşak bir sesle cevap verdi:<br />

— «Hayır, Evliya Çelebi Seyahatnamesi.» Yirmi ikinci yaş bütün<br />

umursamazlığı ile gülüşünü tazeledi:<br />

— «Yani gene tarih, öyle mi hocam?» «Hoca» hoş gör işte be çocuk<br />

der gibi gülümsedi. Ama yirmi ikinci yaş -otoriteyi keyfinde arayan öfketanzim<br />

atışına başlamıştı:<br />

— «Dinden sonra iki numaralı afyon: Tarih.» «Hoca» bir yandan, bu<br />

birinci cümle diye düşünürken, öte yandan da her zamanki gibi, tatlı bir<br />

gülümseyişle:<br />

— «Yok canım?» dedi. Başöğretmen:<br />

— «Bu milleti din ve tarihin uyuşturucu...» diye başlamıştı.<br />

«Hoca» alnını kırıştırarak; bırak bu milleti der gibi baktı.<br />

— «Haksız mıyım hocam?»<br />

Bir yay gibi gerilmişti, kısık gözleri cevap için ısrar ediyordu. Beride<br />

Nesrin’in, kendinden haşin bir karşılık beklediğini bile bile, deminki gibi<br />

inadına hantal, hattâ miskin bir yürüyüşle kapıya doğru giderken:<br />

— «Dünyanın bütün hakları senin olsun» dedi.<br />

Başöğretmen ardından, nereye? diye gürledi ve «hoca» o zaman yumruğunu<br />

önleyemedi:<br />

— «İkindiyi kılmaya.»<br />

Ve her zamanki gibi aynı anda duyduğu pişmanlıkla, bir uzlaşma u-<br />

muduyla nüktenin adiliğine razı oldu:<br />

— «Nerede ise iş inada binecek ve ben tam bir softa olacağım.»<br />

Fakat «hoca» odadan eli boş çıktı; Başöğretmen ya ezmeli, ya ezilmeli idi.<br />

Nesrin'e gelince, o, keşke gitse, keşke ikindiyi kılmaya gitse diye düşünüyordu.<br />

Başöğretmen hızını alamamıştı, bir nutuk çekmeliydi o. Önce<br />

koskoca dosya dolabını bulunduğu köşenin öte ucuna taşıdıktan sonra:<br />

— «Üçümüz el ele verip taassuba ve gericiliğe karşı savaşacak yerde,<br />

o, görüyorsunuz işte öğretmenim bize...»<br />

51


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Nesrin cümleyi, beklemediği bir soğuklukla kesti:<br />

— «Gayet iyi görüyorum başefendi. Hem bir daha biz demeyin lütfen»<br />

dedi.<br />

Okulu hemen bırakıp gitmek istemiyordu; yol ortasında ağlamaktan<br />

korkar gibiydi.<br />

Göz pınarları daha şimdiden dolu doluydu.<br />

Yandaki sınıfa girerek ilk sıraya kapandı: Hayır, hayır; artık okula<br />

gelmeyecekti. Dersler başlayınca da evden sınıfa, sınıftan eve, işte o kadar.<br />

Fakat eylül beş, eylül on beş, sonra ekim, sonra dinmeyecekmiş gibi<br />

yağan yağmurlar, yağmurlar. Ve biri kırk kilometre doğuda, öteki aynı<br />

uzaklıkla kuzeydeki iki ilçeyle eş kenarlı bir üçgen kuran yollar bu yağmurlarla<br />

nadas tarlalarından farksızlaşacak, Doğanbeyli bucağı dünyadan<br />

kopmuş bir nokta gibi kalacaktı. Dünya sağnakların ardında, çamurun,<br />

tipinin ve ayazın ardında, Memurîn Kanunu'nun ardında kaybolup gidecekti.<br />

Deliçay bütün kış boyunca bahçe duvarlarına kadar yükselir, boz<br />

bulanık, uğultulu, devrile devrile akar, dallar, kütükler sürükler getirir,<br />

vadinin vahşiliği bütün bütün artardı. Ufku büsbütün daraltan tepeler,<br />

toprak damlı evlerin üzerine iki yandan abanıverecekmiş gibidir. Bütün<br />

kış her şey, kül rengi bir gökyüzünün altında, her şey, toprak damlar,<br />

kerpiç duvarlar ve ebedî melankolileri ile çırılçıplak kavaklar birbirlerini<br />

eritmek, yok etmek içindir. Bu yokluğun içinde Nesrin, bu on dokuz yaşı<br />

ile ne yapsın? Ne yapabilir?<br />

Yirmi yaşını bulmamış bu başöğretmen gelip de onun yerine geçince,<br />

Nesrin, Süleyman'ın, hiç olmazsa bir parça sinirlenmesini, üzülmesini,<br />

hattâ kıskanmasını ne kadar istemişti. Bu olsaydı herşey ne kadar tatlı<br />

olacaktı? Fakat «hoca», bir ikinciyi asla aratmayan o soğuk faziletlerinin<br />

arkasında her zamanki gibi sakindi; ne biraz fazla, ne daha az. Nesrin'e<br />

yakınlığı da her zamanki gibi idi. Her zamanki gibi ve dışardan gelecek<br />

yardımcı kuvvetleri iterek. Beriki budala ona «haksız mıyım?» diye soruyordu.<br />

Budala, budala işte: Haklı olan daima Süleyman idi; çünkü<br />

52


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

kendini bulan, kendini kurtaran, kendini sevgide, hoşgörürlükte ve anlayışta<br />

bulan, kurtaran Süleyman idi:<br />

Başöğretmenin istekleri, iddiaları vardı; fakat ne yapmak istediklerini,<br />

ne de iddialarını biliyordu. Süleyman'ın dediği gibi, onu, dudaklarına sekiz<br />

on cümle iliştirdikten sonra köyün binbir kördüğümü içine salıvermişlerdi.<br />

Başöğretmen birçok şeye savaş ilân etmişti, ama düşmanlarının yalnız<br />

adını biliyor, bu yüzden de kendi kuvvetlerinin çoğunu, hattâ en değerlilerini<br />

karşıdan sanıyordu; sonunda, kurtaracağım dediği düşmanının ta<br />

kendisi olup çıkmıştı. Süleyman’ın dediği gibi «doldurma tüfek.» Süleyman,<br />

Süleyman, Süleyman.. Nesrin işte daima Süleyman demişti. Ama<br />

Süleyman nerede, nerelerde idi?<br />

Dışarıda bir kapı açıldı. Bu hatır incitmemek ister gibi basan adımlar<br />

başöğretmenin olamazdı. Nesrin, gözleri ıslak, fakat anlamını artık bulmuş<br />

bir enerji ile dışarı fırladı. Süleyman'ın gölgesi esmer bir aydınlık içinde<br />

ona doğru yaklaştı. Öylece, göz göze saniyelerce durdular: İkisi de isim<br />

takamadıkları bir kuvvete kaderlerini devralması için dua eder gibiydiler.<br />

Sonra Nesrin onun elini tuttu ve:<br />

— «Nereye? diye sordu. Süleyman:<br />

— «İçeri; Evliya Çelebi'yi kurtarmaya» dedi. Nesrin yalvaran bir<br />

sesle:<br />

— «Bırak, nükteyi bırak. Sen nükteye katlanacak adam mısın? İnme<br />

nükteye, diyeceğini düpedüz söyle. Asıl o zaman kurtarıcı olursun. Hadi<br />

gidelim» dedi.<br />

— «Peki gidelim. Fakat alayım Çelebi’mi» Nesrin gülümsedi:<br />

— «Kalsa ne çıkar? Cevdet Paşa evde değil mi?»<br />

«Hocam» da gülümsedi. Çıktılar. Şimdi Nesrin'in eli Süleyman'ın e-<br />

linde idi ve bunu Doğanbeyliler pek güzel buldular. Nesrin'e gelince,<br />

Nesrin; mutluluğa ancak bir noktadan ulaşılabileceğini daima biliyordum<br />

demek isterdi: Gün daima ve herkes için akşamlıdır, dün doğan bir gün<br />

ölür. Ama ölüme giden yollar ve gidişler hep aynı değildir, ölümün ötesi<br />

herkes için aynı değildir ki...<br />

53


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Hasan Lâtif SARIYÜCE<br />

d.1929- Sungurlu<br />

ÇOCUK ve EKMEK<br />

Öğretmenlik ettiğim köy, daracık bir derenin ağzında kurulmuştu. Dere<br />

içinden yaz kış dupduru ince bir su akardı. Köyün bayırlara doğru<br />

tırmanan düz toprak damlı evlerinin arasında küçük küçük bahçeler vardı.<br />

Mart sonlarında esen ılık batı yeli, ilk önce bu bahçelere ilkbaharı getirirdi.<br />

Çelimsiz ağaçlarda tomurcuklar patlar, uzun kavaklar ışıltılı gümüş<br />

yapraklarla donanırdı. <strong>Ben</strong> en çok kavak ağaçlarının salınışlarını severdim.<br />

Hışır hışır diye sesler çıkarırlardı durmadan.<br />

Öğrencilerim otuz kırk kadardı. Her sabah yırtık pırtık giysiler içinde<br />

gelirlerdi okula. Tek öğretmendim. Okulun kuş yuvası gibi küçük bir<br />

odasında kalıyordum. Burası aynı zamanda müdür odasıydı da. <strong>Ben</strong> de<br />

hem müdür hem de öğretmendim. Hadememiz falan yoktu. Ortalığı<br />

çocuklarla ortaklaşa temizlerdik.<br />

Birinci sınıfta on, on beş kadar öğrenci vardı. Onlara sokulmak, yakın<br />

olmak beni mutlu eden uğraşılarımdan biriydi. Çoğu zaman el ele oyunlar<br />

oynar, kendilerinden öğrendiğim şarkıları birlikte söylerdik. Bu şarkılardan<br />

bir tanesi vardı ki, söylerken el çırpa çırpa ve yerimizde döne döne<br />

oynardık.<br />

Bu güzel şarkının şimdi yalnız iki dizesi kalmış aklımda:<br />

54


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Tepeler tepeler yüksek tepeler,<br />

Orda yağmur yağar burda sepeler.<br />

Bu iki dizeyi de unutmayışım, "Tepeler... Tepeler..." şarkısını döne<br />

döne ve el çırpa çırpa söylerken çocuklardan birinin birden yere düşmesi<br />

olmuştur. Koşup kucakladım. Baygındı, odama taşıdım. Sedirin üzerine<br />

uzattım. Sınıfta hiç konuşmayan kara kuru bir çocuktu. Adı Hüseyin'di.<br />

Kışın en soğuk günlerinde bile yamalı siyah bir fanila ile gelirdi okula.<br />

Hep tir titrerdi. Ayakları çıplak, hep çıplaktı.<br />

Şakaklarına kolonya sürdüm. Öbür çocuklarla başında bir süre bekledik.<br />

Yavaş yavaş gözlerini açtı. Anlamsız anlamsız bizlere baktı. Onu<br />

sedirde yatar bıraktım. Çocuklarla dershaneye geçtik. Ders bitişi odama<br />

döndüğümde Hüseyin'i masa üstünde duran yarım köy somununu iki<br />

eliyle kavramış, yerken buldum.<br />

<strong>Ben</strong>i görünce başı önüne düştü. Ağzındaki lokmayı zorlukla yuttu.<br />

Somunu yavaşça sedirin üstüne bıraktı.<br />

Ekmeği dilim dilim kestim. Üstlerine reçel sürdüm. "Haydi," dedim,<br />

"birlikte yiyeceğiz bunları." Gözü hep yerde, uzattığım dilimleri aldı,<br />

güçsüz güçsüz yemeye koyuldu. Arka arkaya üç dilim yedi.<br />

"Karnın aç mı geldin okula Hüseyin?" diye sordum.<br />

"He," diye karşılık verdi.<br />

"Neden? Anne sabahleyin önüne yemek çıkarmadı mı?"<br />

"Anam, sabahleyin ekmek aramaya gitti, bulamadı."<br />

"Ekmeğiniz bitti mi?"<br />

"He, bitti... Unumuz da bitti."<br />

"Peki şimdiye kadar nereden un–ekmek alıyordunuz?"<br />

"Komşulardan," dedi. Sonra küçücük kara gözleri ümitsizlik içinde<br />

yumulup gitti.<br />

"Ama artık kimse ekmek vermiyor. Un da vermiyor."<br />

55


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Donup kalmıştım. Göğsümde bir şeyler düğümlenivermişti. O bunu<br />

hissetmedi.<br />

"Anam," dedi, "yarın ninemin köyüne gidecek. Oradan un getirecek.<br />

Ninemin köyünde un çoktur."<br />

"Elbette," dedim, "insanın ninesinin köyünde un çok olur."<br />

Sonra sordum:<br />

"Ninenin köyü neresi Hüseyin?"<br />

"Kabapelit," diye karşılık verdi.<br />

"Kabapelit... Kabapelit..." hatırladım. Bir iki saat uzaklıkta bir dağ köyüydü.<br />

Bütün dağ köyleri gibi una ve ekmeğe özlem çeken yoksul bir<br />

köycük. Hüseyin'in annesi bu köye, un bulacağı için değil, umudunu<br />

yitirmemek için gidecekti herhalde. Her zorda kalan insanın annesine<br />

babasına koşması gibi. Kadıncağız da Kabapelit'te yaşlı annesine, babasına<br />

varıp dert yanacak, ağlayıp sızlayacaktı.<br />

"Baban yok mu Hüseyin?" dedim.<br />

"Var," dedi.<br />

"Peki, ne iş yapıyor?"<br />

"Hapiste..."<br />

Okul paydos olunca Hüseyin'in elinden tuttum. Evlerine gittik. Köyün<br />

üst tarafında, en kıyıda, tek odalı toprak damlı bir kulübenin kapısı önünde<br />

durduk. Hüseyin kapıyı çalmadan itip içeri girdi. <strong>Ben</strong>i de eliyle içeri çekti.<br />

İlk gördüğüm şey dipte, yanan kocaman ağızlı bir ocak oldu. Yanan çalı<br />

çırpılar ölgün ışıklar saçıyordu. Ocak önünde genç fakat zayıf bir kadıncağız,<br />

tahta tekne içinde hamur yoğuruyordu. Gözlerim odanın karanlığına<br />

alışınca içerde üç tane çocuk gördüm. Yarı çıplaktılar. Bir köşeye büzülüp<br />

kalmışlardı.<br />

Kadıncağız böyle beni ansızın karşısında görünce şaşırdı. Elleri hamur<br />

içindeydi.<br />

"Öğretmen hanım," dedi, "buyurun."<br />

56


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Yerde bir kilim parçası gördüm. Üzerine oturdum. Kadın utanç içinde.<br />

İşine devam etsin mi, etmesin mi, bocalıyor.<br />

"İşini bitir," dedim, "hamuru yoğur. İşin yarım kalmasın."<br />

Kadın gene teknenin başına oturdu. Bir süre konuşmadık. Sonra söz<br />

sözü açtı. Önce tek tek kelimelerle başlayan konuşmamız, biz farkında<br />

olmadan saatlerce sürdü.<br />

Ağzından kopuk kopuk öğrendiğim hayat serüveni, içinde bulunduğumuz<br />

oda kadar basitti. Kocasıyla yedi yıl önce evlenmişler. Dört çocukları<br />

olmuş. Adamın tarlası tapanı yokmuş. Yazları Ankara'ya gider, inşaatlarda<br />

işçilik yaparmış. Giden yaz inşaatta bir kazma kaybolmuş. Polis<br />

arama yapmış. Kazmayı kocasının yatağı altında bulmuşlar. Sekiz ay ceza<br />

vermişler.<br />

Evi terk edip dışarı çıktığımda karanlık gecede yıldızların göz kırptıkların<br />

gördüm. O gece hiç uyuyamadım. Yatağımda döndüm durdum.<br />

Sabah olunca muhtara gidecektim. Köyden ve çevre köylerden bu aileye<br />

yardım toplamayı teklif edecektim. Komşusunun acısını kendi yüreğinde<br />

duyan ve onu paylaşmakta bir eşi bulunmayan Anadolu köylüsünün bu<br />

çağrımızı karşılıksız bırakmayacağından emindim.<br />

57


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Gülten DAYIOĞLU<br />

d.1935-Emet<br />

YALAN ÜÇ AYAKLIDIR<br />

Öğrenciler son derse girmişlerdi. Öğretmen tahtaya ertesi günün ödevini<br />

yazıyordu. Birden kümelerden birinde gürültülü bir tartışma başladı.<br />

Öğretmen, çocuklara döndü.<br />

«N'oluyor orada?»<br />

Öğrenciler hemen sustular. Tahtadaki yazıları defterlerine geçirmeye<br />

giriştiler.<br />

Bu sessizlik kısa sürdü. Çocuklar yeniden fısıldaşmaya başladılar. Bunun<br />

üzerine öğretmen tebeşirle silgiyi tahtanın kenarına bıraktı. Yavaş<br />

yavaş gürültücü kümeye yaklaştı.<br />

«Bu kümede bir şeyler dönüyor. Hepiniz tedirginsiniz. Ders sırasında<br />

böylesine konuşup tartışmak, okul kurallarına aykırıdır. Bunu hepiniz<br />

bilirsiniz. Tartışmanın nedenini öğrenmek istiyorum.»<br />

Küme başkanı, «Özür dilerim, öğretmenim,» diyerek söze başladı.<br />

«Ergun matematik kitabını yitirmiş, 'Siz aldınız,' diyerek küme arkadaşlarını<br />

suçluyor. Bizde almadığını söyledik, çantalarımıza bakmak istedi.<br />

Tartışma o yüzden çıktı.»<br />

Öğretmen kaşlarını çattı.<br />

«Ders sırasında olacak şey mi bunlar? Kümenizi çok kınadım...»<br />

Ergun ağlamaya başladı.<br />

«Öğretmenim, o kitaptan yarın için ödev verdiniz. Kitabım arkadaşlarıma<br />

karışmıştır diye düşündüm... ve...»<br />

58


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Öğretmen, Ergun'un sözünü kesti.<br />

«Kitabının kaybolduğunu bana söyleseydin daha iyi olurdu. Çocuklar,<br />

lütfen çantalarınıza bakıverin, yanlışlıkla size karışmış olabilir.»<br />

Öğrenciler hemen çantalarını açtılar. Kitaplarını, defterlerini birer birer<br />

sıranın üstüne çıkarıp gözden geçirdiler. Sonra art arda, «Yok, öğretmenim,»<br />

dediler.<br />

«<strong>Ben</strong>de de yok...»<br />

«Yok...»<br />

Öğretmen, Ergun'a döndü.<br />

«Kitabını başka bir yerde yitirmiş olmalısın. Belki de evde bıraktın.<br />

Bundan sonra daha dikkatli ve düzenli ol. Haydi, çabuk ödevlerinizi<br />

yazın...» dedi.<br />

Ödev yazma işi sona erince, öğrenciler resim yapmaya koyuldular.<br />

Dersin sonuna doğru Ergun'ların kümesinde yeniden kıpırtılar, fısıltılar<br />

başladı. Bu kez biri ağlıyordu.<br />

Öğretmen, «Yine ne oldu? Niçin kıpırdaşıp duruyorsunuz?» diyerek<br />

çocukların yanına geldi. Eyüp'ün ağladığını görünce şaşırdı.<br />

«Neden ağlıyorsun, oğlum? Bir yerin mi ağrıyor?»<br />

Eyüp ağırbaşlı ve çalışkan bir öğrenciydi. Gözyaşlarını silerek başını<br />

önüne eğdi.<br />

Öğretmen üsteledi.<br />

«N'oldu sana? Söyle, oğlum.»<br />

«Matematik kitabım kayboldu, öğretmenim.»<br />

«Allah Allah, n'oluyor bu kitaplara? Ne zaman kayboldu?»<br />

«Biraz önce Ergun'un kitabını aramak için çantamdakileri sıranın üstüne<br />

çıkarmıştım. Yerleştirirken matematik kitabının eksik olduğunu<br />

gördüm. Eve gidince yarının ödevini yapamayacağım, onun için ağlıyorum,»<br />

diyerek içini çekti Eyüp.<br />

59


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

O sırada zil çaldı. Öğretmen kümedeki çocuklara, «Siz durun lütfen, bir<br />

kez daha bakın çantalarınıza. Eyüp'ün kitabı sizinkilere karışmış olabilir...»<br />

dedi. Ama kitap bulunamadı. Eyüp ağlaya ağlaya evlerinin yolunu tuttu.<br />

Ertesi gün ilk derste öğretmen ödevlere bakıyordu. Sıra Ergun'a gelince<br />

durdu.<br />

«Kitabını bulabildin mi?»<br />

«Evet, öğretmenim, evdeymiş. Ödevimi yaptım.»<br />

«Dün bizi boş yere tedirgin ettin. Bir daha böyle bir şey yapma. Davranışlarında<br />

ölçülü ol...»<br />

Öğretmen, Ergun'la konuşurken Eyüp başını önüne eğmiş, kara kara<br />

düşünüyordu. Çünkü ödevini yapmamıştı.<br />

Öğretmen ona döndü.<br />

«Üzgün görünüyorsun. Kitabını bulamadın anlaşılan.»<br />

«Bulamadım, öğretmenim. Kitabımı bulunca, eksik kalan ödevlerimi<br />

tamamlar, size gösteririm. Bulamazsam, cumartesiye harçlıklarımı biriktirip<br />

yeni bir kitap alacağım,» dedi Eyüp.<br />

Öğretmen öteki kümeye geçmişti. Birden Eyüp, «Öğretmenim,» diye<br />

bağırdı. Öğretmen dönüp baktığında, Eyüp'le Ergun'un ellerindeki matematik<br />

kitabını çekiştirmekte olduklarını gördü.<br />

Eyüp, «Bu benim kitabım,» diyor, Ergun, «Hayır, benim o,» diye diretiyordu...<br />

Öğretmen yeniden onların kümesine döndü, kitabı eline aldı. Ergun telâşla<br />

atıldı.<br />

«Öğretmenim, benim kitabım o. inanmazsanız içine bakın, kapağın<br />

arkasında adım yazılı.»<br />

Öğretmen kitabın kapağını çevirdi.<br />

«Evet,» dedi. «Ergun'un adı yazılı burada.»<br />

60


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Eyüp kesinlikle, «Olamaz,» dedi. «Adını yeni yazmıştır. O kitap benim.<br />

Tanırım kitabımı."<br />

Öğretmen, «Boşuna konuşuyorsun. Adını yazmış mıydın kitabına, belli<br />

bir işareti var mıydı?» diye sordu.<br />

«Yok,» dedi Eyüp. «Adımı yazmamıştım, belli bir işaret olup olmadığını<br />

da bilemiyorum. Ama tanırım kitabımı. Yapraklarının uçlarındaki<br />

kıvrımlarından bile tanırım.»<br />

Öğretmen, «Olmaz öyle şey,» diyerek Eyüp'ü susturdu. Eyüp başını<br />

önüne eğip yerine oturdu.<br />

Öğretmen, «Kitap konusu burada kapansın. Usandım artık... iki gündür<br />

bu yüzden derslerimiz aksıyor...» diye sert bir sesle konuşmayı kesti.<br />

Ödevlere bakmak için başka bir kümeye geçti.<br />

Dördüncü dersin sonlarına doğru kapı vuruldu. Öğretmen, «Giriniz!»<br />

diye seslendi.<br />

Küçük bir kız öğrenci çekine çekine sınıfa girdi, öğretmeni selâmladı.«Adım<br />

Nuray. Dün öğleden sonra köşedeki sıranın altında bu kitabı<br />

buldum. Öğretmenim, 'Sabahçı öğrencilerden birinindir,' dedi. Sonra okula<br />

biraz erken gelip bu kitabı size vermemi istedi...»<br />

Öğretmen ilgiyle ayağa kalktı. Çocuğun elindeki kitabı aldı. Kapağını<br />

açtı. İlk sayfada Ergun'un adını ve soyadını görünce irkildi:<br />

«Ergun, bu matematik kitabı senin mi?»<br />

Ergun bir an sustu, sonra kekeleyerek öğretmeni cevapladı.<br />

«Evet, öğretmenim, benim.»<br />

«Peki, biraz önce gösterdiğin kitap kimindi?»<br />

Ergun kıpkırmızı oldu. Eyüp sevinçle söze karıştı.<br />

«<strong>Ben</strong>im, öğretmenim. O benimdi. Tanımıştım kitabımı...»<br />

Öğretmen elindeki kitabı Ergun'a uzattı.<br />

«Al kitabını. Eyüp'ünkini vermeden önce adını soyadını sil ve Eyüp'-<br />

ten özür dile. Ders bitince yanıma gel, seninle yalnız görüşmek istiyorum,»<br />

dedi.<br />

61


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Şevket BULUT<br />

d. 1936-Kilis<br />

EĞİTMEN BAL HASAN<br />

Topal Derviş eşeğin yularını eline dolamış, ilçenin tozlu yollarında a-<br />

ğır ağır ilerliyordu. Eşeğin üzerinde, yaşlı ve hasta karısı uyukluyordu...<br />

Mevsim sonbahardı... Gün dönmüş, gölgeler iyice uzamıştı... Eşek, her<br />

adım atışta duraklıyor; gitmemek için âdeta direniyordu.<br />

On dakika sonra, Eğitmen Bal Hasan'ı buldular... Eğitmen, oğlunun<br />

yazıhanesinde oturuyordu... Oğlu, ilçenin tanınmış avukatlarındandı... İki<br />

eski arkadaş boyun boyuna sarıldılar... Uzun uzun koklaştılar... Hasta<br />

kadın eşeğin üzerinde uyukluyordu ..<br />

- Ne oldu Havva Bacı’ya? Geçmiş olsun...<br />

- Kötü hasta. Bal Hasan... Akşamları terliyor... Kötü kötü öksürüyor. .<br />

Yelpik mi oldu, n'oldu? Altı saattir eşşek sırtında... Canı burnundan<br />

çıkacak... Hayrına, bizi doktora götür... Eğitmen, oğlunun yazıhanesini<br />

kapattı... Birlikte doktorun muayenehanesine doğru yürüdüler...<br />

- Sizin oğlan nasıl, Derviş Ağa? Hâlâ Kadirli'de mi çalışıyor?<br />

- He ya! Kadirli'den evlendi... Bıldır yanına gettim. Üç gün kalamadım.<br />

Doğrusu, bizim Ali hayırsız çıktı... Avrat esiri... Ne sılasına gelir,<br />

ne üç-beş kuruş harçlık gönderir... Okuttuk, adam ettik... Koskoca öğretmen<br />

oldu.. Ama bize faydası yok! "Bu çocuk, çok zeki Derviş Ağa."<br />

derdin... "Sınıfın en çalışkan öğrencisi... Malını-mülkünü sat, bu çocuğu<br />

okut..." Ahacık sözünü tuttuk; elde-avuçta ne varsa satıp savdık... Öğretmen<br />

oldu... Beş yıldır köye adımını atmadı... Torunlarımı doya doya<br />

62


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

sevemem.. Gelinimin elinden bir fincan kahve içemem. Bacıları ağlar,<br />

anası saçını yolar... Hısım-akrabalarımız hâlimize güler. Yanılmışık Bal<br />

Hasan... Oğlumuz gayri bizim değil... Naklini köye yaptır," derim... Köyü<br />

hor görür... "<strong>Ben</strong>i dağlara mahkûm edemezsin..." deyi zavırlar...<br />

Eğitmen Hasan başını önüne eğdi... Göğsünün ortasına bir bıçak saplanmış<br />

gibi oldu... Hızlı hızlı nefes almaya çalıştı... İçinden: "Al benden de<br />

o kadar Topal Derviş!" diye geçirdi... "<strong>Ben</strong>imkisi, iyi bir kumaş mı ki?<br />

Baba demeye tenezzül etmez... Devlete otuz üç yıl hizmet eden Eğitmen<br />

Bal Hasan'ı hor görür... Elimden en az iki bin öğrenci geçti... <strong>Ben</strong>i beğenmez...<br />

Yazıhanesini süpürürüm... Çocuklarını hopuma bindirip gezdiririm...<br />

Hanımının çarşı-pazar işlerini görürüm... Gene de yaranamam... Hey<br />

gidi Eğitmen Bal Hasan... Sen, bu hallere düşecek adam mıydın? Oğlunun<br />

evinde, istenmeyen bir sığıntı mı olacaktın?"<br />

— Köylü arkadaşlar nasıl? Leylim Ali, Çapar Duran, Fındık Nuri, E-<br />

nişte Recep?<br />

—Leylim Ali, bir ay önce sana ömür... Fındık Nuri, İstanbul'daki oğlunun<br />

yanma getti... Köyün eski samimi havası yok... Yarısından çoğu,<br />

büyük şehirlere göç etti... Toprak millete yetmiyor... Mer'alar hep sürüldü...<br />

Koruluklar sökülüp tarla açıldı... Hayvancılık iyicene köreldi...<br />

Köylünün çoğu, Çukurova'ya pamuk çapasına gidiyor... Gençler Almanya'ya<br />

kaçmak için, sıra bekliyor... Bu millet, nasıl oldu da kendi topraklarından<br />

böyle soğudu? Eskiden jandarma gücüyle şehre gönderemediğin<br />

köylüyü, şimdi jandarma gücüyle köyde tutamıyorsun... O köy düğünleri,<br />

o keklik avları, o kış eğlenceleri gayri tarihe karıştı... Sen bizim köyün<br />

eğitmeniyken, uzun kış gecelerinde sinsin oynardık... Güreş tutardık... köy<br />

odasına toplanır; hikâyeler, destanlar anlatırdık... O Köroğlu, Battal Gazi<br />

destanları nerede kaldı, Bal Hasan?<br />

Bal Hasan iyice hüzünlendi... Uzun gençlik yılları gözünün önüne<br />

geldi. O köyde evlenmişti... O köyde çoluk-çocuk sahibi olmuştu... Derin<br />

bir of çekti...<br />

63


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Ahacık hana geldik, dedi... Hancı Yemliha'ya merkebi teslim edelim...<br />

Doktora öyle gidelim...<br />

Geniş hanın bir köşesine yorgun eşeği bağladılar... Başına yem torbasını<br />

geçirdiler... Zaman kaybetmeden doktorun muayenehanesine doğru<br />

yürüdüler. Bal Hasan, arkadaşıyla hasta hanımını aşağıda bıraktı... Yorgun<br />

adımlarla, merdiveni çıktı... Kalbi sık sık daralıyordu .. İnce-uzun yüzü<br />

kararıyor, nefes almakta çok güçlük çekiyordu... "Zavallı Havva! Herhalde,<br />

inceağrı'ya yakalanmış... Kesik kesik öksürüyor... Beti-benzi sapsarı..."<br />

diye düşündü... "N’olacak, köylük yerin baş yemeği bulgur aşıynan<br />

duru ayran... Bayramdan bayrama et yüzü görmezler... Sebze-meyve hak<br />

getire... Üstelik, çağımız geçti... Merdiveni çoktaaan yarıladık... Bina<br />

eskidi, duvarlar çatlıyor... Gayri, kara toprak gel gel ediyor..."<br />

Doktorun bekleme salonunda müşteri yoktu... Sekreter kız, örgü örüyordu.<br />

- Doktor bey yerinde mi kızım?<br />

- Evet efendim... Fakat çıkmak üzere... Sanmam ki hasta kabul etsin...<br />

Mesai saati doldu... Şehir kulübünde davet varmış; oraya gidecek...<br />

- "Eğitmen Hasan Efendi geldi" dersin... Oğlumun yakın arkadaşıdır...<br />

Hele şuraya biraz çökeyim.. Dizlerimde derman kalmamış... Hey gidi<br />

kocalık... Nurhak Dağı'na, geyik avına çıktığım günleri düşünüyorum da...<br />

Genç doktor. Eğitmen Hasan Efendi'nin sesini duyunca, hemen yanına<br />

koştu... Koluna girip onu muayene odasına aldı:<br />

- Hayrola Hasan Emmi, yoksa gene mi rahatsızlandın?<br />

- <strong>Ben</strong>im rahatsızlığımın önemi yok! Aşağıda, eğitmenlik yaptığım köyden<br />

gelen çok samimi bir arkadaşım var... Karısı hastalanmış... Gitmeden,<br />

bir zahmet bakıver... Kadının hali perişan... Çok uzak yoldan geldiler...<br />

- Olur, Hasan Emmi, hemen bakalım...<br />

Bal Hasan, elini koynuna attı... İki yüzlük çıkardı... Doktora doğru u-<br />

zattı.<br />

64


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Şu parayı da al, dedi... Yanlarında verirsem, belki razı olmazlar...<br />

Arkadaşım para teklif edince de kabul etme! <strong>Ben</strong>im hatırım için, ücretsiz<br />

muayene etmiş ol...<br />

Genç doktor gülümsedi: "Hey gidi eski insanlar... Şu inceliğe bak!"<br />

diye düşündü...<br />

- Peki, parayı gerçekten almasam, daha iyi olmaz mı? Senin konuğun,<br />

benim konuğum sayılır...<br />

- Olmaz, oğlum... Zaten sık sık muayene için, seni rahatsız ediyorum...<br />

Çoğu zaman para da almıyorsun... Ondan para alma, bundan para alma;<br />

neyle geçineceksin? Kazanın nüfusu ne kadar ki? Günde üç hasta gelmiyor...<br />

Doktor kızararak iki yüz lirayı aldı..." Senin, aşağıya inmene gerek<br />

yok" dedi. "Sekreter, onları pencereden çağırsın..." Zile basıp sekretere<br />

emir verdi. İki dakika sonra, Topal Derviş'le karısı odaya girdiler...<br />

Doktor, kadını iyice muayene etti... Ciğerlerini dinledi... Tansiyonunu<br />

ölçtü... Ağzını açtırıp baktı... Gelmişini-geçmişini sordu... "Hasan Efendi<br />

kalsın, sizler salona çıkın..." dedi... İlçenin biricik doktoruydu... Güleç<br />

yüzlü, esmer, karayağız bir gençti... Fakülteden yeni mezun olduğu için,<br />

daha gözünü para hırsı bürümemişti... Dağ köylerinden gelen birçok<br />

yoksul hastadan para bile almazdı...<br />

- Hasan Emmi, dedi... Bu kadın verem... Hem de hastalık epeyce ilerlemiş...<br />

Lenf bezleri bile şişmiş... <strong>Ben</strong>ce, vilâyete gidip film çektirmeli...<br />

Belki sanatoryuma gönderirler... Bir an önce, sağlam insanlardan tecrit<br />

edilmeli... Biliyorsun, verem çok tehlikeli bir hastalıktır...<br />

- Kurtulma umudu yok mu, oğlum?<br />

- Kesin birşey söyleyemem... Ciğerlerinin filmi çekildikten sonra belli<br />

olur... Sonra, balgam tahlili yapılmalı... Verem tedavisi ücretsizdir... Kısa<br />

zamanda iyileşebilir... Yarından tezi yok, hemen vilâyete gitmeli... Verem<br />

Savaş dispanserinde gerekli müdahaleyi yaparlar... Şimdilik, bir reçete<br />

yazayım.. Bari rahat etsin...<br />

65


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Sağol oğlum... Kocasını çağırayım mı?<br />

Zile bastı... Sekreter girince, "Adam gelsin..." dedi. Topal Derviş ürkek<br />

adımlarla odaya girdi...<br />

- Gel bakayım dayı... Hanımının hastalığı önemli... Yarın vilâyete<br />

gitmeniz gerekecek... Ciğerlerinin filmini çektireceksin... Hasan Efendi'ye<br />

anlattım... Sana, durumu açıklayacak...<br />

Topal Derviş boyun büktü:<br />

- Pekey doktor beyim, dedi... Elini koynuna soktu... Kopçalı cüzdanını<br />

çıkardı,..<br />

- Borcumuz ne kadar, doktor bey oğlum?<br />

Doktor, Hasan Efendiden aldığı parayı utana utana çıkarıp köylüye<br />

uzattı:<br />

- Al, dedi... Şu iki yüz lirayı da yol parası yaparsın... Yazdığım şu ilaçlan<br />

da hemen eczaneden alın... Öksürüğü kesilir... Yol boyunca rahat<br />

eder...<br />

- Çok sağol oğlum... Bu iyiliğini hiç unutmayacağım... Odadan çıktılar...<br />

Bal Hasan, evlerinin dış kapısını korkuyla çaldı... Topal Derviş, handa<br />

yatmak istemişti... Fakat Bal Hasan buna razı olmamıştı... "Köylü milleti<br />

için en ayıp şey, şehirde tanıdığı varken, handa-otelde yatmaktır.. Hele<br />

yanında kadın olursa..."<br />

Topal Derviş, utanarak: "Size zahmet olacak... Gelininin de huyunu<br />

bilmiyoruz:.. Üstümüz-başımız pasaklı... Eve girecek halimiz yok..."<br />

demişti... Bal Hasan: "Hiçbir şey önemli değil.. Seninle yıllarca komşuluk<br />

yaptık... Komşu hakkının ne demek olduğunu bilirsin... Üstelik, Tanrı<br />

misafirisin... Hiç keşüm etme; oğlum da misafiri sever..."<br />

Kapıyı küçük torunu Selçuk açtı. Bal Hasan'ın üç torunu vardı... İkisi<br />

kız, biri erkek...<br />

- Annen evde mi, Selçuk?<br />

66


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Yok, dedeciğim,.. Gülseren Ablamla gezmeye gittiler... Selma Ablam<br />

evde... Annem, nenemgile de uğrayacak... Herhalde biraz geç gelir...<br />

Topal Derviş ile karısı eve çekinerek girdiler... Bütün odalar dayalıdöşeliydi...<br />

Oturma odasına geçtiler... Havva yorgundu... Kendini divanın<br />

üzerine attı. Topal Derviş, bir köşeye büzüldü... Çevresine ürkek ürkek<br />

bakmaya başladı... Ev, tek katlı ve bahçeliydi... Öndeki bahçede bir şadırvan<br />

havuzla çeşit çeşit ağaçlar vardı... Pencereleri, koyu yeşil sarmaşıklar<br />

kaplamıştı. Selma, iki konuğun da ellerini öptü... "Hoş geldiniz..." dedi.<br />

Yeniden çalışma masasına geçti...<br />

Bal Hasan, hep gelininin nasıl davranacağını düşünüyordu... Konuktan<br />

hiç hoşlanmazdı... Gözü-gönlü dar bir şehirli kızıydı... Elinden süpürgeyi<br />

hiç bırakmazdı... İşi-gücü ev temizlemek, avlu yıkamaktı... Gününün<br />

yarısı mutfakta geçerdi... Hizmetçinin yıkadığı bulaşıkları beğenmez,<br />

yeniden yıkardı... Bal Hasan'ın öksürüp-aksırmasına kızar; zavallı ihtiyarı<br />

fırsat buldukça hırpalardı... Bal Hasan: "Bu işin sonunda ölüm yok ya!" diye<br />

düşündü..."Kırk yıllık arkadaşım köyden gelmiş... Handa yatarsa, ayıp<br />

olmaz mı? Biraz sokranır, biraz surat asar; sonunda, sesini çıkarmaz..."<br />

Bal Hasan, torunu Selma’ya seslendi:<br />

- Yiyecek ne var, kızım?<br />

- Bizim de karnımız aç, dede… Annem öğle üzeri yemek pişirmedi.<br />

Peynir, ekmek yedik... Dolapta dünden kalma patlıcan musakkası var...<br />

Isıtayım mı?<br />

- Çok mu, bize yeter mi?<br />

- Hayır, sadece bir tabak...<br />

- Peki, baban nerede?<br />

- Az önce, şehir kulübünden telefon etti: Biraz geç gelecekmiş...<br />

Kaymakamı yolcu ediyorlarmış... Kulüpte yemekli davet varmış...<br />

Bal Hasan cebinden para çıkardı:<br />

- Oğlum Selçuk, kasaptan bir kilo kuşbaşı et al... Beş-on tane de sıcak<br />

pide... Konuklarımıza, şöyle avcarlı bir kebap yapalım...<br />

67


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Olur dede...<br />

- Sen de kömürü mangala koy Selma... Bu Derviş Amcan, benim çok<br />

eski bir ahbabımdır... Yıllarca aynı köyde komşuluk yaptık... Bu amcanın<br />

oğluyla senin baban aynı sınıfta okudular... Baban avukat oldu, bu amcanın<br />

oğlu öğretmen...<br />

Kız, dedesini merakla dinliyordu... "Allah vere de, annem dedemin<br />

konuk getirdiğine kızmasa..." diye düşündü.<br />

Bu amcanın oğlunun adı Ali'ydi... "Sakar Ali" derlerdi... Vurucu-kırıcı<br />

bir çocuktu... Babanın çoook başını yardı... Çok güzel sapan kullanırdı...<br />

- <strong>Ben</strong>i, o köye götürsene dede...<br />

- Olur yavrum... Babanı razı et; hep birlikte gidelim...<br />

- Köy güzel mi, dede?<br />

- Güzel ya... Ortasından Ceyhan ırmağı akar... Bir keresinde, Derviş<br />

Amcan babanın hayatını kurtarmıştı...<br />

- Nasıl oldu dede? Hele anlat...<br />

- Baban beşinci sınıfta okurken, bir ilkbahar günü, balık avına gitmişler...<br />

Irmağa dinamit atmışlar... Suyun yüzü göbelek gibi balık dolunca,<br />

baban dayanamayıp cuuup suya atlamış... Ceyhan çok coşkun akıyormuş...<br />

Derken, akıntıya kapılmış... Çevresindeki çocuklar bağırıp çağırmışlar...<br />

Derviş Efendi, tarlada çalışıyormuş... Koşup babanın hayatını kurtarmış...<br />

Suda çırpınan, bulk bulk eden babanı çekip kıyıya çıkarmış... Ya, işte<br />

böyleee... Baban bu olayı her hatırlamasında, soğuk terler döker: "Ölüm<br />

burnumun dibinde soludu. Derviş Emmi olmasaydı, şimdiye kemiklerim<br />

bile çürürdü..." der.<br />

- İyi ki babamı kurtarmış... Yoksa, bizim babamız başkası olurdu...<br />

- Tabiî ya.. Bu Derviş Deden, iyi bir insan... Karısı Havva da konuksever<br />

bir kadındır... Bana, çook bazlama pişirdi... Köy insanının gözügönlü<br />

bol olur.. <strong>Ben</strong>i, yağla-balla beslediler... Nenenin mezarı da köydedir...<br />

Gitseydim, mezarı başında bir Fatiha okurdum...<br />

68


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Yarım saat sonra, Selçuk kasaptan döndü... Evin içine mis gibi bir<br />

ekmek kokusu yayıldı... Kebap yapıp karınlarını doyurdular... Hava<br />

kararırken, evin hanımı eve girdi... Uzun boylu, sarışın, yeşil gözlü bir<br />

Çerkez güzeliydi... Evde, iki yabancıyı görünce, hemen surat astı:<br />

— Bunlar da kim, baba?<br />

Yaşlı adam. gelinini yandaki odaya çağırdı... Kadın konuşmasına fırsat<br />

vermeden bağırdı:<br />

- Senin bu pis konuklarından usandım... Gün yok ki, kapımız çalınmasın...<br />

Canım, burası dağbaşı değil ki! Han var, otel var... Her insan eve<br />

alınır mı? Geçen hafta gelen köylü kadın, helanın ortasına pislemişti...<br />

Temizleyinceye kadar saatlerce uğraştık...<br />

- Sus gelin hanım. Biraz yavaş konuş..: Bu gelenler yabancı değil.. <strong>Ben</strong>im,<br />

çok yakınlarım... Eğitmenlik yaptığım köyde, kapı komşumuz-du...<br />

Derviş Efendi, hani oğlumun hayatını kurtarmıştı ya... Hep anlatırdık...<br />

- Her gelene bir bahane... Kimisi hısımın, kimisi yakın ahbabın...Burayı<br />

yol kesen hanına çevirdiler...<br />

- Hanım kızım, biraz yavaş konuş... Duyarlarsa ayıp olur. Bu Topal<br />

Derviş, çok değerli bir insandır... Hanımı hastalanmış; doktora getirmiş...<br />

Bir saat önce, birlikte doktora gittik... Kadıncağız verem olmuş...<br />

- Neee, verem mi? Aman Allah'ım! Bu körpe çocuklarıma da bulaşırsa?<br />

Elin veremli karısını ağırlamak bize mi kaldı? Vallahi deli olacağım.<br />

Sokakta kimi bulsan, tutup eve getiriyorsun... Rica ederim, şunlara<br />

kibarca kapıyı göster... Yoksa, ben bu evi terk ederim...<br />

- Ama çok ayıp ediyorsun, gelin hanım...<br />

- Rica ederim, münakaşa etmeyelim baba... Otel paralarını oğlun versin<br />

.. Bu mikroplu havayı nasıl teneffüs ederiz? Aman Allah'ım... Deli<br />

olacağım... Oğluna telefon edeyim.. Gelsin de, bu rezalete bir son versin...<br />

69


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- N’olur bağırma gelin... Karınlarını doyurdular... Hava karardı... Sabahleyin<br />

erkenden kalkıp giderler... <strong>Ben</strong>i rezil etme! Eve getirmeye mecbur<br />

oldum.<br />

Kadın telefonun bulunduğu odaya geçti... Yüksek sesle şehir kulübünden<br />

kocasını aradı... Telefonda uzun uzun münakaşa ettiler... Misafirler<br />

de kadının konuşmasını duymuşlardı... Derviş Efendinin canı<br />

sıkıldı: "Keşke gelmeseydik..." diye düşündü... "Bizim yüzümüzden Bal<br />

Hasan'ın huzuru kaçtı..." '.<br />

Avukat Kemal Bey, hanımından çok korkardı,.. Kılıbık olduğunu ilçenin<br />

bütün insanları bilirdi... Yemekli daveti yarım bırakıp eve döndü...<br />

Kendisini dış kapıda hanımı karşıladı:<br />

- Senin düşüncesiz baban, eve iki çingene bozuntusu getirmiş... Karı<br />

veremli... Çocuklara et aldırıp kebap yapmışlar... Her yan pis pis kokuyor...<br />

Eğer karı helaya girdiyse, taşı sana söktürürüm. İğreniyorum<br />

Kemal... Vallahi başımı alıp bu evden gideceğim...<br />

-Dur karıcığım. Hemen sinirlenme! Şimdi babamla konuşurum... Gerekirse,<br />

onları otele götürürüm... Babamı bilirsin, çok konukseverdir...<br />

Yarım ekmeği, üç kişiyle bölüşmek ister... Eski bir alışkanlık! Ömrünün<br />

çoğu köyde geçmiş. Köyün gelenek-göreneklerine göre hareket ediyor...<br />

Ne yapalım... Atamız... Kapının önüne koyamayız ya...<br />

- Ama canım, bir değil, beş değil... Burası lokanta mı, otel mi?<br />

- Sakin ol karıcığım... Tatlı canını üzme! <strong>Ben</strong> onları sepetlerim...<br />

Kemal Bey odaya girince, Topal Derviş uyuklayan karısının böğrüne<br />

dürttü. İkisi de ayağa kalktılar. . Kemal Bey oldukça göbekli, kaim enseli,<br />

tombulca bir insandı... Soğuk bir tavırla "Hoş gelmişsiniz..." dedi. Bal<br />

Hasan, ezim ezim eziliyordu... Kırgın bir sesle:<br />

- Derviş Emmini tanıdın mı Kemal? dedi... Oğlu, zoraki bir gülümsemeyle:<br />

70


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Tamdım, dedi.. Tanımaz olur muyum? İlkokuldayken, hayatımı kurtarmıştı.<br />

Nasılsın Derviş Emmi?<br />

- Sağolasın oğlum Kemal... Seni gördük, daha iyi olduk...<br />

- Sen nasılsın Havva Ana? Geçmiş olsun, hastalanmışsın...<br />

- Sağolasın kadasını aldığım... Heç halim yok... Gayri, toprak gel gel<br />

etmede... Kocadım... Derviş Emmin dedi ki...<br />

- Neyse, canını sıkma. İnşallah iyi olursun...<br />

Kemal Bey babasına: "Az biraz dışarıya gelir misin?" dedi... Birlikte<br />

odadan çıktılar... Bal Hasan kesin kararını vermişti: "Geline uyup da, şu<br />

fukaraları kapı önüne atarsa, dinim hakkı için, ben de bu evi terk ederim..."<br />

Kemal Bey, kızgınlığım gizlemeye çalışarak:<br />

- Bu veremli kadını eve nasıl getirirsin baba? dedi. Üstelik, biliyorsun<br />

ki, gelinin kalabalığı sevmiyor,.. Şehirli kızı.. Konuğa alışmamış... Kendi<br />

çocuklarını bile eve sığdırmıyor..<br />

- Peki, sen soğan erkeği misin bre oğul? Senin hanımın elden ayrıksıysa,<br />

onun için, kırk yıllık töremizi mi bozalım?<br />

- Hanımım hakkında böyle konuşma baba... Töre, töre, töre... Töre<br />

sözcüğünü diline pelesenk etmişsin... Gayri devir değişti... Herkes kendi<br />

geçiminden aciz... Otel hangi güne duruyor? Eğer paralan yoksa, handa<br />

yatsınlar...<br />

-Ev varken, onları otele götüremedim Kemal... Yıllarca arkadaşlık ettiğim<br />

iki insanı, sokak ortasında nasıl bırakırdım? Oldu bir kere... Eğer<br />

istemiyorsan...<br />

- Dur kızma! Kalbin rahatsız.. Heyecanlanmak sana gelmez... Tıpkı<br />

çocuk gibisin... Şu parayı al, onları otele götür... "Eve başka konuk gelecek",<br />

dersin... Tüberküloz tehlikeli bir hastalıktır... Derviş Dayı, bizi hoş<br />

görür... Anlayışlı bir insandır... Hadi aslan babacığım.. Huzurumuzu<br />

kaçırma!<br />

71


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Bana bak, Kemal... Bu saatte, o iki zavallıyı otele götüremem. Eğer<br />

ısrar edersen, ben de evi terk ederim.:. Bir daha da hiç dönmem...<br />

- İnadı bırak baba... Çocuk değilsin... Aile huzurumuzu düşün... Torunlarını<br />

düşün... El için bozuşmaya değer mi?<br />

- Senin için, herkes el bre oğlum... <strong>Ben</strong> bile elim... Öldüğüm gün. için<br />

için sevineceğini biliyorum... Gözünü dünya hırsı bürümüş... Karından,<br />

Allah'dan korktuğundan daha fazla korkuyorsun... Sen de Topal Derviş'in<br />

oğlu gibisin... Avrat esirisin... Hatır-gönül tanımıyorsun...<br />

- Baba, çok ileri gidiyorsun...<br />

- Gel iki tokat vur da, beni sustur... Şunu bil ki, bir daha bu eve ayak<br />

basmam... <strong>Ben</strong>im Kemal adında oğlum yok.<br />

Sesi oldukça gür çıkıyordu... Titrek adımlarla konukların bulunduğu<br />

odaya doğru yürüdü... Gözleri ıslanmıştı... Boynunu büktü... Kahredici bir<br />

sesle:<br />

- Kalk Derviş Ağa, dedi... Otele gidiyoruz...<br />

Sözünün gerisini tamamlayamadı... İki elini göğsünün üzerine bastırdı...<br />

Güçlükle nefes almaya çalıştı... Dizlerinin üzerine çöktü... Kekeleyerek<br />

Kelime-î Şahadet getirdi... Yan üstü düştü... Ruhunu oracıkta<br />

teslim etti...<br />

72


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sevinç ÇOKUM<br />

d. 1943-İstanbul<br />

ASMALI KÖYÜN ÖĞRETMENİ<br />

Burası dağlarla çevrili, kibrit kutularından evleriyle gözden uzak, akla<br />

gelmez bir köydü. Yalnızca sonbaharda senede bir kez üzümlerin şahlandığı,<br />

parıldadığı zamanlarda üzüm bayramıyla dirilirdi buralar... Ondan<br />

sonra kar kümeleriyle kapanan yolların ötesinde alabildiğine öksüz kalır,<br />

tarihe karışırdı. Bu terkedilmişlik bahara kadar sürer, baharda sular yürür,<br />

yollar, açılır, insan sesleri duyulur, bağlara gidilir sonra yaz tozları gelir,<br />

yeşilin rengini sıvayıp kapatır, çöken sıcaklıklar insanları öteye beriye<br />

sindirir, bahçelerden yalnızca saatleri şaşırmış yalancı yağmur haberleri<br />

veren horozların sesi duyulurdu.<br />

Öğretmen son mektubu da zarflayıp öteki zarfların üstüne bıraktı...<br />

Hışırtılı bağ rüzgârı sonbahar ferahlıklarıyla pencereden içeriye sızıp<br />

portatif masanın üzerindeki birkaç müsvedde kağıdının yerlerini değiştirdi,<br />

birini uçurup yere düşürdü... Öğretmen kalktı gerindi, hiç uykusu<br />

olmadığını düşündü.. Durulmamış yatışmamış bir heyecan dolaşıyordu<br />

gövdesinde. İçerde altını ıslatan veya kötü bir düş gören oğlu ağlıyor,<br />

anasının küçük şamarlarla sırtına vuruşu pışpışları duyuluyordu. Evet evet<br />

aklına gelen fikir, fikirlerin en güzeliydi. Kara, eski moda daktilosunda<br />

yazıp çoğalttığı mektupları yarın postaya verecekti... Kâğıt, zarf ve posta<br />

parası bir köy öğretmeni için göze görünür masraflardan sayılırdı, ama<br />

sonucu güzel olacağından bu sıkıntıya değerdi doğrusu... Elinin altında<br />

73


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

zarflanmış yirmi beş mektup. Bu yirmi beşten onuna cevap gelse sevinci<br />

yeterdi öğretmene. Zarflar ak güvercin güzelliğinde üstüste sıralanmıştı.<br />

Gözleri onların kapalı kanatlarına takıldıkça bu gece uyuyamayacağını<br />

düşünüyordu.<br />

Kalkıp ayak sesi etmeden yaprak sessizliğince dışarıya kapı önüne indi.<br />

Gecenin usulca nemini yüklenmiş bir mindere çöktü. İşte yıldızlar...<br />

İbrahim Ağa'nın bağı üstünde dinlenen yıldızlar iri iri parlıyor, kıpırdanıyorlardı.<br />

Uzak şehirlerin ışıklarınca...<br />

Yarın olsun bir, evet yarın. Yarın şu dağların ardında siyah kadifeden<br />

örtüsü altında uyuyor. Sabaha oradan nazla sarışın başını doğrultacak.<br />

Yarın o mektupları o beyaz güvercinleri salıverecek uzaktaki şehre...<br />

Yarın olsun da yarın. Böylece köy yeni bir soluğa, taze kana kavuşacak ve<br />

öksüzlüğünden kurtulacak.<br />

Karısının ayak sesi eşiğe gelip yeniden geri döndüğüne göre onun bir<br />

hayalin peşinden sürüklendiğini anlamıştı... Kadın, kocasının uykularının<br />

kaçtığı gecelerde içerlere sızan bir ışığın veya yadırgadığı sessizliğin<br />

peşine düşer, öğretmeni o küçük odada bir şeyler okurken ya da kapı<br />

önünde yıldızlara, gece böceklerine, ot kokularına karışmış bulurdu.<br />

Bazen de yanına sokulup başına küçük kelebeklerce konmuş oyalarını<br />

sallayıp, kendi basit dünyasının içinde öğretmenin düşüncelerini, tasarılarını<br />

pek de anlayamadan oturur, sonra bir kuşun kanadından düşmüş tüy<br />

hafifliğince kalkıp giderdi. Ama onun da bir kadın olarak bu dağ başı<br />

köyünde değil, şehrin merkezinde birkaç katlı apartmanlardan birinde<br />

oturmak, yani şehir kadınlarının yaptıkları gibi çarşı pazar gezmek istediğini<br />

biliyordu. Kahveye ve evlere giren televizyon, ister istemez bu dağ<br />

başı köylerine alışılmadık renkli dünyalar sunuyordu değil mi? Deterjanın,<br />

çelik mutfakların, beyaz eşyanın, karoların, muslukların, çocuk bezlerinin<br />

romantizmiydi yaşanan. Fakat bir raflık kitabı olmayan bir köydü hâlâ.<br />

Seçimlerden önce kalkınma vaadlerinde bulunan adaylar meydanlarda<br />

kükreyip dururlardı. Ama bu garip ilçelere ve köylere kitaplık kurmak<br />

74


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

kimsenin aklına gelmezdi. Köylerde kasabalarda pişmiş, insan sarrafı<br />

olmuş devletliler her yerde olduğu gibi burada da birbirine benziyordu...<br />

Değişik partilerin temsilcileri arasında bile uygulamaya bakıldığında çoğu<br />

zaman hiçbir fark yoktu. Bunun için öğretmen bazen savaşı kaybetmiş<br />

birinin umutsuzluğunu duyuyordu... Ama sabahın buğusu tüterken karşısında<br />

gözleri mahmur nergislerce sıralanmış çocukları görmek, onların<br />

yarınlarını düşünmek, her şeyi unutturuyordu öğretmene.<br />

"Çocuklar kâğıdın hikâyesini biliyor musunuz?"<br />

Öğrencilerin arasında o kirpiklerine kadar yeni bitmiş mısır sarısı oğlancık,<br />

Ufuk,<br />

"<strong>Ben</strong> anlatayım mı öğretmenim?" diyor. Ve anlatıyor.<br />

"<strong>Ben</strong> kâğıdı çok severim. Hımmmm, ben kâğıdı yirim..."<br />

"Yer misin? Nasıl yersin peki?"<br />

"Şöyle... <strong>Ben</strong>im babam her bayramda eve helva alır... Helvayı getirdi<br />

mi anam misafirlere üleştirir. Üleştirdiğinden, biz kardeşimle o kâğıdı<br />

önce yalarız. <strong>Ben</strong>im anam 'Şunlara bakın, koyunun tuz yalaması gibi neler<br />

ediyorlar,.' der. Biz o kâğıdı yalayıp ondan sonra yir yutarız öğretmenim."<br />

Öğretmen kendini tutamayıp, kara saçlı başını eğip sarsıla sarsıla gülmüştü.<br />

Şimdi İbrahim Ağa'nın bağı üzerinde çakmaklarını yakmış yıldızlara<br />

bakarken de gülüyor. Sonra kaymakam beyin güneş gözlükleriyle<br />

mikrofonun çığlığının müdahele ettiği konuşmasını işitiyor bir yerlerden.<br />

O konuşurken adamın yumuşak kumaştan iki yanı yırtmaçlı ceketinin rüzgârda<br />

soluklana soluklana üreyişini hatırlıyor.<br />

" Aziz çocuklarımız! Yarının milletvekilleri, bakanları, başbakanları<br />

olacaklar, yarının ilim adamları, araştırmacıları olacaklar... İşte bir de bakarsınız<br />

bu dağ köyünden bir çoban çocuğu yarınların umudu oluvermiş...."<br />

Evet ama nasıl? Kitaplığı olmayan bir köyde bu çoban çocuklarının<br />

yarınları nasıl hazırlanacak? Renkli televizyonların, deterjanların çağdaş<br />

bir hızla evlere süzüldüğü doğru. İki üç günde bir birilerinin getirdiği<br />

75


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

bulunmuş nimet gibi elden ele dolaşan gazetelerin kış günleri Ufuk'un<br />

sırtını ve göğsünü çamaşırının altından korumaya da yaradığını kim<br />

bilecek? Karlı günlerde bu dağ eteğinde bir at arabasının bile geçmediği<br />

yollara kahveden evlerden yansıyan televizyon sesleri, insana iç içe yaşanan<br />

farklı zamanları düşündürüyor.<br />

Doğrusu kahveci Demir dükkâna televizyon koyarken sağa sola danışmış...<br />

Demiş ki, "Bu televizyonu kahveye koyacağım kazancım artacak<br />

emme, milletin de kanına gireceğim." "Ya peki dünyada olup bitenlerden<br />

nasıl haberleri olacak? Açık film olursa kanal değiştiririz canım.." deyip<br />

masalara çay götürüp getiren bir gözü görmez Nuri Dayı'yı kanalcıbaşı<br />

yapmıştı.. Ne var ki Nuri Dayı ekranı tek gözüyle seçinceye, kumanda<br />

âletine yetişinceye kadar iş işten geçerdi. Şimdi kahveci Demir yine<br />

diyesiymiş ki, "iyi mi ettik kötü mü? Baksana şimdi herbiri Riçırd oldular,<br />

Tom oldular, Mariya oldular... Bak şalvarınnan koşuyor dizi başlayacak<br />

diye tarladan eve... Bağlarda o filimlerden başka birşey konuşulmaz oldu.<br />

Eee, Kaymakam Bey ne diyordu? "Çağa ayak uyduracağız. Dursun varsın<br />

şu alet..." Geceleri o kadınlar ekranlardan çıkıp çıkıp rüyasına giriyor,<br />

tevbe estağfurullah, adamlar yarı aralık ağızlar ve puslu gözlerle ekranı<br />

seyredip, önlerindeki çayları soğutuyor, küçülmüş sigaraları parmaklarını<br />

yaktığında kendilerine gelebiliyorlardı.<br />

İbrahim Ağa'nın bağı üstünde dinlenen yıldızlardan biri kaydı... Gidip<br />

köyü dört bir yerden sarmış dağlardan birinin ardına düşüp söndü. Öğretmen<br />

gömlek cebindeki, ancak önemli anlarda yaktığı paketinden bir sigara<br />

çekti... Mektep önlerinde orda burda rastladığı eğri büğrü altı parmaklı<br />

Beyaz Ana' nın iç çekişi gibi bir esinti dolaştı bağda... Birkaç gece böceği<br />

soluklandı soluklandı sustu. Beyaz Ana sanki beş yüz senedir burada<br />

yaşayan bir efsane kişiydi. Bilgece konuşurdu...<br />

"İnsanlar artık özleri gibi değil öğretmen efendi."<br />

"İnsanoğlu ne zaman özü gibi olmuştur Beyaz Ana?"<br />

"Yok öyle deme... İnsanların özü gibi olduğu zamanları ben bilirim."<br />

76


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sır verirmişcesine ıslıklı sesiyle üst yanı bütünüyle dökülmüş boş damağı<br />

görünerek,<br />

"Öyle deme, diyordu. Vaktin zamanında böyle değildi insanlar. Şöyle<br />

bir ortalığa bak bakalım. Ne pehlivanlar pehlivana benziyor, ne okumuşlar<br />

okumuşa... Yakası paçası herkesin bir yana gitti. Bir vakitler buralarda<br />

savaşlar oldu, nineler bilir, anlatırlardı. İnsanlarımız kıyıla kıyıla o nesiller<br />

tükendi de geriye eğrice bir dal kaldı. Biz de o eğri daldan türedik ve o<br />

yüzdendir ki doğrulup bir yola koyamıyoruz kendimizi."<br />

Beyaz Ana'nın bu dediklerinden sonra düşünmeğe başlamıştı. Sahi ne<br />

kadar da sağlıksızdı bu insanlar... Kimini tavuk gagalamış, kimini at<br />

tepmiş, kimi bayır otundan zehirlenip bu hale gelmiş, kimi kemik dönmesi,<br />

kimi zemheri veremi, kimi başka birşey. Öğretmen bu köyün bağlı<br />

olduğu ilçeye ilk gelişinde otobüsten indiği zaman gözleri dükkânların<br />

arasına sıkışmış bir tabelaya ilişmişti. Yurtsev Gençlik Derneği. Bu tabela<br />

onun kafasındaki dünyaya bir seslenişti sanki. Köye yerleşmesinden kısa<br />

bir süre sonra oraya uğramıştı. Bu tozlu yaz gününde ortalıkta yalnızca<br />

sinekler vızıldarken, uykusundan olmuşcasına sersemlemiş, eli sineklikli,<br />

küt kambur bir genç açmıştı kapıyı... Öğretmen kendisini tanıtınca bu<br />

yeknesak günlerin gevşekliğini taşıyan genç birden dirilmiş, "Arkadaşlara<br />

haber vereyim" deyip sağa sola seğirtmişti.<br />

Su dökülmemiş helâ kokusunun ortalıkta kol gezdiği iki katlı yapıda<br />

Yurtsev Derneği terzi berber arasında tek bir göz odadan ibaretti tabii. Bir<br />

kıçı kırık masanın bulunduğu odada eğri zeminde oynayan bir iskemleye<br />

ilişmiş beklemeğe koyulmuştu. Parmaklarını birbirine dolayıp evirip<br />

çevirirken, kapı ince bir feryatla açılarak içeriye bir genç girmişti. Şaman<br />

benizli, çökük yanaklı bu çocuk seksen yıl yaşamışcasma bezgin ve<br />

yorgun, kurumuş kemiklerini çatırdatarak bir eli böğründe yaklaşıp<br />

"Hoşgeldin Öğretmen Bey Abicim.." demişti... Öğretmen hani nerdeyse<br />

"Geçmiş olsun, nerde düştünüz?" gibisinden bir soru sormağa hazırlanırken,<br />

kapı ikinci bir iniltiyle açılıp gözleri termometreden akmış cıva gibi<br />

77


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

yerinde durmaz bir genç girmiş "Ööööööğretmen siz siz miydididiniz? Ho<br />

ho hoş geldidiniz...." demişti. Böylece on beş yirmi Yurtsev'li genç<br />

peşpeşe içeriye girdiklerinde öğretmen kiminin altı parmaklı, kiminin çolak,<br />

kiminin tikli olduğunu görmüş derin derin göğüs geçirip Âl-i Osman'-<br />

dan arta kalanlar bunlar mı?" diye düşünmüştü. O fütuhata çıkan, koca<br />

denizler aşan, Akdeniz'i fetheden, Rumeli'ye yürüyen, dünyada girmedik,<br />

ayak atmadık yer bırakmayan atalarından geriye bu bir avuç gıdasız, et<br />

yüzü görmez, doktor kulağı sırtına eğilmemiş, benzi soluk, ciğeri kelebekli<br />

çocuklar kalmış ha?" diye doğrusu gece uykuları kaçmış sabaha kadar<br />

bu insanlar rüyasında, iniltili kapıları açıp açıp o sinekli odaya girip durmuşlardı.<br />

Öğretmen az çok eli kalem tutar, âmir memur kime "Buranın bir kitaplığı<br />

var mı?" diye sorsa "Nerde efendim, nerde?" diyorlardı. "İlçede bile<br />

yok, değil ki köyümüzde..." "Buraya gazete gelir mi, diye sorsanız daha<br />

iyi olur.."<br />

Kitap ve dergi türünden birkaç şeye Yurtsev Derneği'ndeki rafta rastlamıştı.<br />

Onlar da üzerinde helva ve portakal yenmiş birkaç dergi, bir<br />

öğretmenden yadigâr kalan şiir antolojisi, şifalı bitkiler kitabı ve birkaç<br />

romandı...<br />

Ama artık kararlıydı ve umutluydu da... Sabah ilçeye inen biriyle zarfları<br />

postaya yolladı mı, ciğerleri taze dağ havasıyla dolmuşcasına huzurlu<br />

bir gün başlayacaktı. Kimi yazarlara ve yayınevlerine yolladığı bu mektuplar<br />

şöyle başlıyordu:<br />

"Saygıdeğer efendim. <strong>Ben</strong> Asmalı Köy'ün öğretmeniyim... Buraya geleli<br />

iki yıl oldu. Kitaplığı bulunmayan bir köyün öğretmeni olarak yüzüm<br />

eğik dolaştığımı söylersem şaşmazsınız herhalde... Evet bu çocuklar da<br />

ülkemizin çocukları, bu köy de yurdumuzun bir parçası ama kitaplığı yok.<br />

İnanın çocuklarımız bakkaldan aldıkları leblebilerin bir dergi sayfasından<br />

koparılmış külahını okuyacak kadar okumağa iştahlı ve aç... Yazık ki, bir<br />

yere kitaplık kurmak on tane otel kurmaktan daha zor oluyor... İnsanları-<br />

78


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

mız, kendi köylerinde kendi şehirlerinde ellerinin altındaki kitaplarla<br />

bilmediklerini öğrenseler daha iyi olmaz mıydı? Bunları düşünüp uykularım<br />

kaçtığından burada kendi çabamla bir kitaplık kurmağa karar verdim...<br />

Tabii bu da sizin yardımlarınızla gerçekleşecek. Ne olur, kapağı yırtılmış,<br />

sayfaları aşınmış da olsa kitaplığımıza kitap gönderin.. Dağların ardında<br />

kitaplarınızı özlemle bekliyoruz. Eğer birgün yolunuz düşerse sizin de<br />

çabanızla gerçekleşecek olan kitaplığı görmeğe gelin. Köyümüze misafir<br />

olun. Ağırlaması bizden... Sağlıcakla kalın. Kitaplarınızı dört gözle bekliyoruz.."<br />

Böyle yazmıştı. Bundan sonra sadece beklemek düşüyordu ona... Sigarasını<br />

kayan bir yıldızın peşinden fırlattı.<br />

* *<br />

Ne kadar olmuştu mektupları yollayalı? Galiba ağaçların dalları yapraklıydı,<br />

şimdi ise o yapraklar gözle sayılacak azlıktaydı. Ayazla başlayan<br />

sabahlarda çocukların gözlerinde buğusundan sıyrılmış bir bekleyiş görüyordu.<br />

Ufuk, sık sık parmağım kaldırıp, "Öğretmenim kitaplarımız geldi<br />

mi?" diye daha gelmeden sahiplendiği kitapları sorup duruyordu. Zayıf<br />

bilekli ellerini şakaklarına dayayıp dalıp gidiyordu. Belinden düşen uzun<br />

pantolonuyla ikide bir, güzün çekilmiş güneşiyle tenhalaşmış yola gölgesi<br />

ekleniyor, sorusunu tekrarlıyordu. Çocuk, kitapları uzaklardaki bir yakınını<br />

bekler gibi bekliyordu.<br />

- Öğretmenim kitaplar nasıl gelecek?<br />

- Basbayağı... Paket kâğıdı gelecek... <strong>Ben</strong> de ilçeye inip postaneden<br />

alacağım.<br />

- Kaç kitap gönderirler?<br />

- Belli olmaz ki? Bakarsın bir mukavva kutu dolusu. Bakarsın üç tane...<br />

Ama herbiri ilgilenip onar tane gönderse epeyce kitabımız olur.<br />

- Eğer gelmezse., o zaman ne yaparız?<br />

- Ne mi yaparız? Tabii yine mektup yazarız.<br />

79


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Ama bu son cümleyi kırık dökük bezgince söylemişti öğretmen...<br />

Şimdi bu kitapları Ufuk için istiyor, Ufuk'un sevinmesi için tek bir kitaba<br />

razı oluyordu....<br />

- Ufuk kâğıt nedir? Anlat...<br />

- Şey öğretmenim, kâğıt mı? Kâğıt kitap demektir, yani kitap kâğıtlara<br />

yazılır, kâğıtlara basılır... Biz kitap okumalıyız. Kitaplar okunmak<br />

içindir.<br />

İşte sonbaharın son otları da kış alacalarına büründü. Bulutlar kalın gri<br />

kürk mantolarını sırtlarına aldılar... Öğretmenle Ufuk'un gözleri aynı<br />

yolda birleşiyor. Sanki kitaplarla yüklü bir eski zaman atlı arabası ilçeden<br />

buraya ulaşan toprak yolun şu ulu çınarla gölgelenen yerinde beliriverecek...<br />

Nal sesi tozları kaldırıp yaklaşacak... Bir düş gibi çıkıp geliverecek<br />

kitaplar...<br />

Artık Kahveci Demir'in yeri, kapalı kısma dolan köylülerle buğulu sıcak<br />

bir kış kahvesidir.... Televizyonun sesi içerde boğulmuş fakat çevrenin<br />

tenhalığında yine de varlığım duyuruyor.... Kış gelince yüzlerindeki<br />

kandırıcı pembelikleri silindi çocukların. Soldular güz yapraklarınca...<br />

Kara önlüklerinin altında inceldiler, saydamlaştılar... Sümükleri hiç önlenemez<br />

inatçı akışlarıyla üst dudaklarında donup kaldı. Gözleri çipilleşti,<br />

elleri keçeleşti. Üşüdüklerinden, kâğıt hışırtılarıyla sallandılar oturdukları<br />

yerde. Öğretmen de soldu... Yüzü daha da ciddileşti, gerildi. Köşeli çerçeveli<br />

gözlükleri ardında gözleri bulandı, kayboldu.. Yüzü kemik görüntüsüyle<br />

yaşlı birininkine döndü.<br />

Kışın en kötü acımasız yelleri esmeğe koyulduğunda kar üstündeki izler<br />

yalnızca kahvede düğümlenip birleşti. Bunun dışında köy<br />

terkedilmişcesine toprağın altında kalmış gibi kıpırtısızdı... Ufuk soruyordu<br />

yine:<br />

- Kitaplardan haber yok mu öğretmenim?<br />

-Henüz bir haber yok, Ufuk... Dur bakalım...<br />

80


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Kolay mıdır tanınmış kimselerin yüzlerce binlerce mektup arasından<br />

bizimkini cevaplaması? Okuyacaklar, edecekler, ondan sonra ne yapılması<br />

lâzım geldiğini düşünecekler, sonra kitaplar paketlenecek, postalanacak...<br />

- Kaç ayda gelir öğretmenim?<br />

- Mektupları yollayalı 4 ay olmuş.....Bugün yarın gelir desem yalan olur.<br />

Çünkü yollar kardan kapalıdır. Öyle olunca karların erimesi beklenmeli..<br />

- Kitaplar gelince onları nereye koyacağız?<br />

- Bir yer bulacağız elbette..<br />

- Kapısına kitaplık diye yazar mıyız öğretmenim?<br />

-Yazarız elbet..<br />

Karlar inadına erimeyip saçaklarda, kuru kış dikenlerinde buzlaşıp<br />

kristalleşmişti. Öğrenciler üçer beşer hastalanıyor, okul yolunun çocuk<br />

kalabalığı giderek azalıyordu... Evlerin ışıkları geceleri kör kandil gibi<br />

yanıyor, buzlar çatırdıyor, ayak sesleri, tekerlek sesleri buzlu buzlu ses<br />

çıkarıyordu.... İbrahim Ağa'nın bağı üstündeki göğün yıldızları çoktandır<br />

silinip gitmişlerdi. Bağa kış karanlığı sinmişti. İşte o günlerde Ufuk'un<br />

ufak tefek yamrı yumru rençber babası, öğretmenin kapısına dayandı.<br />

- Öğretmen bey sen bu çocuğa ne dedin ki hastalandı?<br />

- Hayrola nesi var?<br />

- Nesi olduğunu bilsem kapına gelir miydim? Bir akşam ateşleniverdi...<br />

Ateşlendiğinnen ne dediğini bilmez oldu. "İlle beni ilçeye götürün<br />

kitaplar gelmiş mi bakayım," diyor da başka bir şey demiyor.... Dünkü gün<br />

sağlıkçı İbrahim uğradıydı. Bir tertip ilâçlar verdi. Neyse ateşi düştü, gel<br />

lâkin dilinden kitap sözü düşmedi. Yoksa bu oğlanın aklına bir dert mi<br />

geldi? Demek ki sayıklaması ateşten değilmiş. Oğlan kitap derdine tutuldu...<br />

Bu toprak yüzlü içi dışı toprak kokan kavruk adam sabah ayazında ağzından<br />

dumanlar çıkarıp bütün derdini o dumanlara verip öğretmeni<br />

mahmurluktan sıyırmadaydı,<br />

- Dur hele telâş etme dayı... Buyur bir çayımızı iç....<br />

81


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Ne çayı öğretmen bey ne çayı? Sen benim oğlumu eski haline döndürebiliyor<br />

musun, ondan haber ver.<br />

- Tasalanma dayı, önemli bir hastalığı yoktur. Şimdi geliyorum..<br />

Öğretmen giyinip adamın peşine düşmüş o sessiz, sadece soluklarla<br />

belli yürüyüşten sonra öteden dumanı tüten hafiften bir yana kaykılmış<br />

dededen kalma bir eve varmışlardı. Ufuk'un anası işitilmez adımlarla varla<br />

yok arası bir esinti gibi esti dolandı, çocuğun yattığı çivit boyalı bir odanın<br />

kapısını açtı..<br />

- Buyrun buyrun öğretmen bey... Ufuk kanaviçe işli yastıktan belli belirsiz,<br />

dalgın, bulanık baktı. Beyaz Ana da oradaydı. Çocuğun yanında bir<br />

mindere ilişmiş okuyup duruyor, arada var gücüyle üf üf diyor. Sonra yine<br />

soluklarını içine çekip, hafiften şapırtılı bir okumaya devam ediyordu..<br />

Öğretmen çocuğun alnını tuttu. Gerçekten ateşi düşmüştü. Nabzını<br />

saydı sonra. Odadakiler öğretmenin bir köy için her şey demek olduğunu<br />

düşündüler o an. Öğretmen yine doktor tavrıyla ilâçlara göz attı.<br />

- Öteki bazı çocuklar gibi grip geçiriyor olmalı... Üzülmeyin.<br />

Ufuk'un ak bir çizgi halinde uzanan kapalı kilitli ağzı kıpırdandı.<br />

- Öğretmenim kitaplar geldi mi?<br />

Geldi dese miydi? Bu altından kalkamayacağı koca yalanı sonra nasıl<br />

düzeltecekti?<br />

- Gelmedi ama, galiba gelecek..<br />

Üzüntüden gözleri mercimek gibi küçülmüş baba :<br />

- Bu kitap işi de neyin nesi öğretmen bey?<br />

-Hiç, dedi öğretmen... Bir kitaplık kuracaktık... Büyük şehirlerden kitap<br />

istedik... işte o kitapları sorup duruyor..<br />

Adamın iki kaşı arasına bir elif dikildi, mercimek gözleri nohutlaştı.<br />

- Yoo! <strong>Ben</strong> bunu okutmayacağım gayrı. Bu yıl beşi bitirdi mi alacağım<br />

mektepten..<br />

- Aman böyle konuşmayın yanında...<br />

82


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Konuşayım da bilsin olacakları. Şehirde amcasıgilin yanına göndereceğim.<br />

Amcasıgil atöyle sahibi. Eh onu da koyar işe, aradan çıkar işte...<br />

- Ufuk okumağa hevesli, yazık etmeyin.<br />

- Yok yok, diyordu adam. Alacağım okuldan... Zati ilersini okutamam...<br />

Başbakan olacak değil ya? Mühendis, doktur olması için de hem<br />

kafa, hem mesarif, hem de şehir mekteplerinde okumuş olmak lâzım gelir...<br />

Öğretmen adamın kızgınlıktan böyle konuştuğunu düşünüp konuyu<br />

başka zaman tartışmaya karar verdi.<br />

- Öğretmenim kitaplar gelecek mi sahi?<br />

- Yollar açılınca Ufuk.... Karlar eridi mi gönderecekler kitapları...<br />

-Sahi mi?<br />

- Elbette sahi...<br />

Ufuk marazlı solgunluğu ile okula dönmüştü. Gözleri pencerenin dışında<br />

toprağa, dağ yamaçlarına yapışmış inatçı beyazlıklarda. Ne zaman<br />

eriyecek? Ne zaman, ne zaman.. ne zaman? Tek bir bahar müjdecisi kuş<br />

görse ince boynunu uzatıveriyordu pencereden. Derken yamaçların ak<br />

lekeleri bir sabah eriyip birbirine katılarak yola koyuldular. İbrahim Ağa'<br />

nın bağı inceden yeşermeğe yüz tuttu. Solgun göğün rengi bahar aydınlığıyla<br />

yıkandı. Yollara insan sesleri düştü. Şehrin kokuları geldi ötelerden...<br />

- Öğretmenim yollar açıldığında kitaplar gelecek demiştiniz?<br />

- Demiştim demesine de, adreslerde belki değişiklik olmuştur, oturup<br />

yeniden mektup yazdım. Hem canım belki işleri olduğundan cevap yazamadılar...<br />

Vakit bulup da paket edememişlerdir kitapları. Neyse., bekleyelim<br />

bakalım.<br />

Sonra sıcak yaz günlerinin sessizliği çöktü yollara... Yalancı horozlar<br />

vakitli vakitsiz öterek, insanları yağmur haberleriyle yanılttılar. İbrahim<br />

Ağa'nın üzümleri olgunlaşıncaya, üzüm bayramı yaklaşıncaya kadar köy<br />

kendi kabuğunda tozlandı, unutuldu, yitti. Bir sabah öğretmen yol üstünde<br />

İbrahim Ağa'nın traktörünü gördü.. Traktörün arkasında Ufuk'la babasını<br />

ve bir kara bavulu hemen farketmişti. İbrahim Ağa traktörü durdurmuş,<br />

83


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

"İlçeye ineceksen atıverelim öğretmen bey!" diye seslenmişti. Ufuk'un,<br />

ufak tefek yamrı yumru babası düşüncelerini saklamak istercesine kasketini<br />

yüzüne eğmişti.<br />

- İlçeye inmeyeceğim, dedi öğretmen. Sağol İbrahim Ağa. Yalnız U-<br />

fuk'u merak ettim... Nereye böyle Ufuk?<br />

- Şeyy amcamın yanına gidiyorum öğretmenim.... Hem babam ortaokula<br />

göndermeyecekti beni. Amcamın atölyesi var. Söylemiş miydim?<br />

Orda çalışacağım herhal.<br />

- Bunu gerçekten istiyor musun? Sahi istiyor musun?<br />

Çocuğun saman kirpikleri bükülüp yere indi. Onun yerine babası cevap<br />

verdi.<br />

- Dünyanın kaç bucak olduğunu görsün öğretmen efendi. Bizim gibi<br />

bu dağ başlarına sıkışıp kalmasın... ,<br />

Öğretmen birşeyler söylemeğe çalışmış, İbrahim Ağa traktörü sürdüğünden<br />

sözleri rüzgâra ve motor gürültüsüne karışmıştı. Traktörün kaldırdığı<br />

toz çabucak sildi onları. Gittiler.<br />

O yazın sonunda birgün öğretmenin mektuplarından birine cevap geldi.<br />

Bir yayınevi, aşınmış, berelenmiş kitaplarından yirmi beşini gönderiyormuş.<br />

Yirmi beş kitap ne demek... Öğretmen hayalinde okulun bu iş için<br />

ayırdığı bölmesine raflar yaptırıyor, kitapları sıralıyor bir güzel. Kapının<br />

üzerine yağlı boyayla "Asmalı Köy Kitaplığı" diye yazıyordu. Geliyormuş!<br />

Kitaplar geliyormuş... Keşke Ufuk da bileydi. Keşke onun da haberi<br />

olaydı... Ama neye yarar?<br />

Asmalı Köy'ün öğretmeni sonunda küçük kitaplığını kurmuştu. Bunun<br />

için üç yıl boyunca yılmadan istek mektupları yazmış, umutsuzluğa<br />

kapılmadan bekleyip durmuştu. Ne var ki bu çabası ilçe yöneticilerinin<br />

nutuklarında onların başarısı olarak yer alacak, öğretmen bu nutukları<br />

şaşkınlıkla, öfkeyle ama ses çıkartmaksızın dinleyecekti.<br />

"Aziz vatandaşlar! Okulsuz kitapsız kalkınma olamaz! Biz ilk iş olarak<br />

köylerimize kitaplıklar kurmayı plânladık. Bunun en güzel örneği<br />

84


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Asmalı Köyü’ndedir... Gidin ve görün! Çocuklar geleceğimizdir... Onlar<br />

yarının milletvekilleridir, bakanlarıdır, başbakanlarıdır..."<br />

Sonra bir sabah yanma uzun boylu, iri kemikli bir gencin gölgesi düştü...<br />

- <strong>Ben</strong>i tanıdınız mı? <strong>Ben</strong> Ufuk...<br />

- Ufuk mu? Koca adam olmuşsun Ufuk...<br />

Öteden kahvedeki televizyonun sesi yankılana yankılana kulaklarına<br />

geliyordu. Yürüdüler. O sarı solgun çocuk gitmiş, büyük şehri az çok<br />

tanımış, üç yıl o çarklar içersinde az çok pişmiş biri gelmişti yerine...<br />

- Amcamın konfeksiyon atölyesinde çalışıyorum. Aslında şoförlükte<br />

hevesim var. Taksicilikte yani... Özlemiştim bizimkinleri. Amcam bir<br />

hafta izin verdi... Geldim işte..<br />

Öğretmen suskundu. O Ufuk'la bu Ufuk'u yan yana getirmeğe çalışıyordu.<br />

- Ufuk... Kitaplığı görmek ister misin?<br />

- Hangi kitaplığı?<br />

-Hani seninle... Hani yollara bakıp duruyorduk..<br />

Ufuk eski ve ona çok acı çektirmiş bir hastalığı hatırlamışcasına, yüzü<br />

çizgilenerek,<br />

- Evet hatırladım öğretmenim, dedi.<br />

- Sonunda kitaplar geldi, az da olsa... Kitaplığı kurdum... Görmek ister<br />

misin?<br />

Ufuk bir taşı tekmeledikten sonra,<br />

- Boş verin öğretmenim, dedi. <strong>Ben</strong>imkisi bi hevesti. Amma da takmıştım<br />

kafaya. Neyse... Hayırlı olsun kitaplık. Eh ben gideyim artık. İşinizden<br />

olmayın...<br />

Çocuk bir ıslık tutturup gene öyle bir şeyleri tekmeleyerek, tozlu yoldan<br />

kahveye yöneldi... Orda tanıdık birilerinin masasına yanaşıp bir<br />

iskemle çekti ve gerideki çınarın dallarından inen gölgelere boğdu yüzünü.<br />

Bir daha bakmadı öğretmene...<br />

85


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sadettin KAPLAN<br />

d.1944-Ağrı<br />

AYDIN ÖĞRETMEN<br />

Adı Aydın’dı ama soyadı öğretmen değildi. Değildi de, herkes ona<br />

Aydın Öğretmen diyordu. Okulda, evinde, sokakta…O herkes için Aydın<br />

Öğretmen idi.<br />

Yaşı kırk bile değildi. Fakat ellisinde gösteriyordu. Çileli yıllar, dikenli<br />

yollar onu zamanından önce ihtiyarlatmıştı…Ama ihtiyarlayan sâdece<br />

bedeniydi. Gönlü ve ruhu hep gençti Aydın Öğretmen’in…O, hiç büyümeyen<br />

bir çocuktu. Çocuk yüreğinde herkese, her şeye yer vardı. Onu<br />

anlamak ve anlatmak öylesine zor ki…<br />

Sokakta bir kedi yavrusu görse, yüreği burkulur; topallayan bir köpek,<br />

onu can evinden yaralardı…Belediye otobüsünde iyice kırlaşmış saçlarını,<br />

bitkin bedenini unutur; ruhunda esen gençlik meltemiyle kanatlanır, bazen<br />

kendinden daha genç birine bile yerini verirdi…<br />

Asık yüzlü, dalgın yürüyen birine rastlasa; tanıdık olsun olmasın, hemen<br />

ilgilenir, varsa derdine derman olmaya çalışırdı. Bu yüzden yadırgandığı<br />

da olurdu…<br />

İşte böyle bir adamdı Aydın Öğretmen…Kır saçları, çehresine çileli<br />

bir ömrü nakışlayan çizgileri, mahzun çocuk yüzü, dudaklarında sürekli<br />

açan buruk gülümsemesiyle tanınırdı Aydın Öğretmen…<br />

86


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Uzun zamandan beri rahatsızdı. Göğsünün sol yanında kimi zaman<br />

dayanılmaz acılar duyar; çok az uyuduğu gecelerin sabahına bu acılarla<br />

uğunarak uyanırdı… Kimi zaman alnında tomurcuklanan ter damlacıklarıyla<br />

yüzü morarırken, yine de dersini gülümseyerek anlatırdı…Bir gün<br />

olsun dersi aksattığı olmamıştı. Gönlünde, hep yarınlara hazırladığı “çocukları”<br />

vardı…<br />

O gün de göğsünde ve sırtındaki acı kasılmalarla uyanmış, fakat eşinin<br />

tüm uyarılarına rağmen umursamadan okula gelmişti…Kimse bunun<br />

farkında değildi. Çevre konusunda, yardımlaşma ve sevgi konusunda çok<br />

güzel şeyler anlattı. Zaten anlattığı her şey çok güzeldi. Onun anlattıklarını<br />

anlamamak için aptal olmak bile yetmezdi…<br />

Teneffüs zili çalınca, dudağının kenarına taktığı eğreti bir gülücükle;<br />

“Çocuklar” dedi. “Önümüzdeki derste size bir konu verip, bunu bir<br />

kompozisyonda işlemenizi isteyecektim, ama vazgeçtim…Konuyu şimdiden<br />

veriyorum. Teneffüste üzerinde düşünün. Derste sözlü olarak soracağım.<br />

En güzel cevabı da çerçeveletip sınıfa asacağım…”<br />

Tam çıkmak üzereyken geri döndü:<br />

“Soruyu sormayı unuttum. Affedersiniz çocuklar…Soru şu: Öğretmen<br />

nedir?..Tamam mı?..Bu sorunun cevabını çok kısa bir cümle olarak vereceksiniz.<br />

En güzel olanı, o arkadaşın vecizesi olarak duvara asacağız…Haydi<br />

artık kolay gelsin…”<br />

Çocuklar, bu heyecanla öğretmenlerinin dalgınlığını anlayamamışlardı…Teneffüs<br />

boyunca düşünüp, en güzel cümleyi bulmaya çalıştılar...<br />

Herkes, birbirine göstermemeye çalışarak, öğretmeni en güzel şekilde<br />

anlatacağını umdukları cümleleri defterlerine yazdılar…<br />

Öğretmenler odasında önüne konan çayı dalgın gözlerle seyreden Aydın<br />

Öğretmen’in durumu hiç de iyi görünmüyordu. Rengi uçuk, dudakları<br />

mosmordu. İkide bir yüzünü buruşturuyor, kendisine bakıldığını fark<br />

edince de, hemen toparlanıp gülümsemeye çalışıyordu…<br />

87


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Öğretmen arkadaşları, Aydın Öğretmen’in rahatsızlığını elbette<br />

anlamışlardı. Hemen çevresini sarıp ilgilendiler.<br />

Hasan Öğretmen;<br />

“Neyiniz var Aydın Bey?” diye sordu. “Rahatsız gibisiniz…”<br />

Aylâ Öğretmen, daha bir telaşlı;<br />

“Yoksa yine göğsünüz mü?” diye atıldı.<br />

Bu ilgi Aydın Öğretmeni daha çok rahatsız etti…<br />

“Yok bir şeyciğim arkadaşlar” diye inledi. “İnanın iyiyim. Lütfen rahat<br />

olun…”<br />

Nasıl rahat olabilirlerdi. Öğretmenler odası çok sıcak olmadığı, hatta<br />

soğuk bile sayılabileceği hâlde, Aydın Öğretmen ter içinde kalmıştı…Israrla<br />

onu doktora götürmeyi ya da bir doktor alıp gelmeyi öneriyorlardı.<br />

Fakat O, sürekli karşı çıkıyor, bir şeyi olmadığını söylüyordu. Neyse<br />

ki, bir süre sonra Aydın Öğretmen azıcık rahatladı. Yüzünün rengi normale<br />

döndü…Derin bir sessizlikten sonra, Hasan Öğretmen yeniden söze<br />

başladı:<br />

“Böyle yapmamalısınız Aydın Bey…Hastalık ihmale gelir mi? Ne var<br />

yani? Bakın şimdi biraz daha iyicesiniz. Birlikte gidelim hastaneye.<br />

Güzelce bir muayene olursunuz. Doktora gitmek için mutlaka çok hasta<br />

mı olmak gerekir?..”<br />

Diğer öğretmen arkadaşları da benzeri cümlelerle onu ikna ettiler.<br />

“Tamam” dedi. “Söz veriyorum. Hastaneye gidip, bir güzel muayene<br />

olacağım. Ama bir sonraki teneffüste…”<br />

Aylâ Öğretmen;<br />

“Neden?” diye kızdı. “Neden ağabey?.. Neden şimdi değil de, önümüzdeki<br />

teneffüste?..Sürekli bunu erteleyip duruyorsunuz?..”<br />

Aydın Öğretmen, utangaç bakışlarını arkadaşlarının ısrarlı bakışlarından<br />

kaçırırken;<br />

88


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

“Çocuklara bir konu vermiştim.” Dedi. “ Emekleri boşa mı gitsin?<br />

Hevesleri kırılır,öğretmenlerinin sözüne güvenleri sarsılır. Söz veriyorum,<br />

teneffüste gideceğim…”<br />

Hasan Öğretmen, diğerlerini yatıştırdı;<br />

“Tamam” dedi. “Artık kurtuluşu yok elimden. Önümüzdeki teneffüste<br />

kendi arabamla ben götürecek ve baştan ayağa kontrolden geçirteceğim…”<br />

Tam o sırada ders zili de çaldı…Herkes, Aydın Öğretmen’e geçmiş<br />

olsun dileğinde bulunup, mutlaka ders çıkışı doktora gitmesi konusunda<br />

uyardıktan sonra kendi sınıflarına gittiler. Onlar da öğretmen idiler ve<br />

öğretmenliğin nasıl bir feragat mesleği olduğunu elbette biliyor, arkadaşlarını<br />

anlıyorlardı…<br />

Aydın Öğretmen sınıfa girer girmez sevinçle ayağa kalkan çocukların<br />

gözlerinde heyecan vardı. Daha O;<br />

“Hazır mısınız çocuklar?” der demez parmaklar havaya kalktı…Masasına<br />

geçen öğretmen, kalemini çıkarıp önündeki kâğıda bir şeyler<br />

yazdı ve onu ters çevirip masanın üzerine bıraktı.<br />

Sonra da sırayla çocuklara söz verdi…<br />

O kadar güzel cümleler söylüyorlardı ki, Aydın Öğretmen hastalığına<br />

rağmen büyük bir mutluluk duyuyordu…<br />

“Öğretmen; karanlığı aydınlatan bir mumdur.”<br />

“Öğretmen; sevgi peteği, ışık çiçeğidir.”<br />

“Öğretmen; hem anne, hem baba, hem de yarınlara hazırlayan bir rehberdir…”<br />

Ve daha neler-neler…Öğretmen, ancak böyle anlatılabilirdi…<br />

Birden Aydın Öğretmen fenalaştı…Çocuklar farkında değillerdi. Onlar,<br />

kendilerini bu cevaplara kaptırmış, acaba kimin cümlesi sınıfın duvarına<br />

asılacak diye merak ediyorlardı…<br />

89


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sâdece sınıf başkanı Hande bir şeyler sezer gibi oldu. Ağır-ağır masaya<br />

yaklaştı. Aydın Öğretmen, masaya abanmış, başını ellerinin üzerine<br />

koymuş, öylece duruyordu…<br />

Hande, önce seslendi, sonra dokundu. Ve arkadaşlarına susmalarını<br />

işaret ederek;<br />

“Susun arkadaşlar” diye fısıldadı. “Öğretmenimiz uyudu galiba…”<br />

Çocuklar sustular. Aydın Öğretmen’i hiç bu hâlde görmemişlerdi…Süleyman<br />

ve Orhan, yerlerinden kalkıp öğretmen masasına geldiler.<br />

Seslendiler, dokundular…Ama Aydın Öğretmen’de ne kımıldama, ne ses,<br />

ne de nefes vardı…<br />

Hande, öğretmeninin elinin altında buruşan kâğıdı çekip aldı. Az önce<br />

yazıp da ters çevirdiği kâğıtta şu cümle yazılıydı:<br />

“Öğretmen; kendini insanlığa adayan, aydınlık yarınlar için karanlığın<br />

ölümcül oklarına göğsünü siper eden silahsız savaşçıdır…”<br />

90


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Taki AKKUŞ<br />

d. 1947-Sivas<br />

KÜÇÜK NUR ALİ<br />

Eriyen kar suları havanın yeniden soğuması üzerine donmuş, okuldan<br />

giden asfalt geçen o kadar TIR’a rağmen buz bağlamıştı. Batmaya bir<br />

adam boyu kalan güneş, okulun karşısındaki tarlaları örten karların üzerindeki<br />

buzlara vurunca parlaklığı artıyordu.<br />

Ayaklarındaki naylon ayakkabıların patlaklarından karlar doluyordu.<br />

İran transit yolundaki arabaların çokluğundan korkuyor, yolun kıyısındaki<br />

karların üzerinde yürüyordu küçük Nur Ali. Naylonların arkası tamamen<br />

parçalanmıştı. Ayaklarında ayakkabı varmış gibi görünüyordu ama tabanları<br />

doğrudan kara basıyordu.<br />

İmranlı'ya yaz kış bu yoldan gelinip gidilirdi. Geriye döndü. Okulun<br />

tüm bölümleri gözlerinin önündeydi. Yemekhane, yatakhane, lojmanlar ve<br />

idare binası... Öğrenciler siyah önlükleri içinde, bahçedeki karların üzerinde<br />

hareket edip duran kara benekleri andırıyorlardı.. Küçük Nur Ali,<br />

yıllardan beri gördüğü şeylere olanak dışı şeylermiş gibi bakıyordu. Ta<br />

yukarılardan, Kızıl Dağ’dan çıkan Kızılırmak, yer yer buzların altında<br />

kıvrıla kıvrıla akıyor, bazı kentlerde olduğu gibi, İmranlı'nın da içerisinden<br />

geçerek, Karadeniz’e doğru akıp gidiyordu.<br />

Küçük Nur Ali, görebildiği kadarıyla gözledi. İmranlı'ya yaklaştığı<br />

yerde, önce bir ağaç köprünün altından geçiyordu Kızılırmak… Ray<br />

91


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

demirleri üzerine yapılan bu daracık köprünün eski olduğu her haliyle<br />

göze çarpıyordu. Şimdi sadece yayalar geçiyordu. Şehir çıkışında, kocaman<br />

beton köprünün altındaki pislikleri de alan Kızılırmak, Zara'ya doğru<br />

uzanırdı.<br />

İleride yolun kıvrımından biraz aşağıda, değirmenin suambarları göze<br />

çarpıyordu. Ambarların çevresini ve içini karlar doldurmuştu..<br />

Değirmenin yukarısında, küçük bir sırta dayanarak, İmranlı'yı seyreden<br />

köy sessiz ve sakindi. Buradaki köylere kış geldi mi araba işlemez<br />

artık. Yalnız, bazı köylüler, TIR’ların geçtiği yolun kıyısına ev yapmışlardı,<br />

öteki köylülerse daracık patikalardan yaya olarak gelir giderler ilçeye...<br />

Acil hastası veya ağır yükü olanlar, ya kızak kiralar ya da çarnaçar, hastalarını<br />

sedyelerle ana yola dek indirirler... Kimi zaman da zorunlu olarak<br />

geri dönülürdü...<br />

Küçük Nur Ali, hiç bir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne okuldaki arkadaşları,<br />

ne de yakalandıktan sonra öğretmenlerin ve idarecilerden yediği<br />

dayak aklında değildi.<br />

Dövülüp dövülmeyeceğini de düşünmüyordu. Usunda yalnız bir şey<br />

vardı. Bu yolu yeniden yürümek ve geri dönmek zorunda oluşu...<br />

Uzun uzun, bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Gözlerini ileriye<br />

çevirince, değirmene yaklaştığını gördü. Değirmenin yanından geçip<br />

giden bu upuzun yol yer yer buz tabakalarından ve badallardan meydana<br />

gelmişti sanki. Yukarılardan inen patikalar asfalt yolla birleşiyordu. Tıpkı<br />

bir ırmağın kolları gibi…<br />

Küçük Nur Ali, değirmene giden patikanın hizasına gelince durdu...<br />

Güneş battı batacaktı; soğuk da alabildiğine bastırıyordu. Önce değirmene<br />

gitmeyi düşündü. Sonra vazgeçti. Küçükken hep anlatır dururlardı. Değirmenlerde<br />

kışın cinler, periler olurmuş, onların olduğu yere gidenleri<br />

çarparlarmış. Hatta bir defasında, bir adam, böyle bir kış gününde fırtınaya<br />

tutulunca, yola yakın olan bir değirmene sığınmıştı da., değirmene girmesiyle<br />

çarpılması bir olmuştu. Anlattıklarına göre, adam tam değirmene<br />

92


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

girdiği sırada, cinler yer sofrasının başına oturmuş; yemeklerini yiyorlarmış.<br />

Adamdan kaçmamışlar... Adamı sofraya davet etmişler:<br />

"Aklındakini demezsen gel misafirimizsin, yok aklındakini dersen, seni<br />

öldürürüz," demişler.<br />

Soğuktan ve açlıktan takadı kesilen adam, sofraya otururken: "Bismillah,"der<br />

demez, cinler çarpıyor adamı. Ölüsü uzun süre değirmende<br />

kalıyor.<br />

Küçük Nur Ali, korkan gözlerle değirmene baktı. Hızlandı asfalt yolda<br />

"olmazsa ilerdeki değirmende kalırım" diye düşündü. Koşmaya başladı.<br />

Duyduğu gürültüyle geri döndü. Yolun şarampolünde bir TIR devrilmişti.<br />

Tekerlekleri boşlukta dönüyordu. Korktu, gerisin geri okula dönmek<br />

istedi. Yiyeceği dayak aklına gelince, ister istemez yoluna devam etti.<br />

Küçük Nur Ali’nin gözleri delecekmiş gibi, dağa doğru uzayıp giden<br />

yola dikiliyor... Yolun sonundaki köyde, onu kucaklayıp bağrına basacak,<br />

sıcak bir ana ve baba kucağı olan köy... Ayakları üşümesin diye hızlı hızlı<br />

koşmaya başladı. Ama ayaklarında can yoktu sanki. Akşamın ayazı ile<br />

birlikte kar da adamakıllı serpiştiriyordu.<br />

Küçük Nur Ali, köyüne biran önce varmak için kendisini zorluyordu.<br />

Soğuktan sızlayan ellerini ovuşturmaya başladı. Yağan karla birlikte<br />

yeğnil bir rüzgar esiyordu. Esen rüzgarla gözleri yaşarıyor, mavi gözlerini<br />

saran kirpikleri çapaklanıyordu. İçinde duyduğu bir eziklikle, annesini<br />

düşündü. Annesinin ağlamaklı hali geldi gözlerinin önüne. Okula ilk<br />

yazıldığı gün, annesi bağrına basarak doyuncaya değin ağlamıştı. Ama<br />

babası annesine kızmış, azarlamıştı. Günlerce annesinin o hali gözlerinin<br />

önünden gitmemişti.<br />

Henüz karanlığa alışmamış gözkapaklarına, kar taneleri çarpıyordu.<br />

Ağır ağır sırtından içeriye doğru işleyen ıslaklık, Küçük Nur Ali’yi titretmeye<br />

başlatmıştı.<br />

Okula ilk başladığı zaman sevmişti öğretmenlerini. Birinci sınıfta<br />

Nermin adında bir öğretmen okutmuştu onu. Sonrara bir şeyler olmuştu<br />

93


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

ama anlayamamıştı pek. Okula gelip gidenler Derken Nermin öğretmenleri<br />

çekip gitmişti bir gün. Bir daha da dönmemişti. Zamanla öğrendi olanları.<br />

Dördüncü sınıftayken, okula ilgisi azalmaya başladı. Arasıra okuldan<br />

kaçtı. Okuldan kaçıyor diye, öğretmenler kızmaya başladılar gelen çekip,<br />

giden çekip, itekledi... Öğretmenlerin bazılarına kızıyordu, ama elinden bir<br />

şey gelmiyordu. Sevdiği öğretmenler de vardı. Ama onlarda ötekileri gibi<br />

davranıyordu kimi zaman.<br />

Ufak tefek bir şeydi. Yaşıtları arasında en küçüğüydü.Yatakhanede olsun,<br />

yemekhanede olsun, nöbetçi öğretmen gider gelir, çubuğunu onun<br />

başında şaklatırdı. Nöbetçi öğretmenlere görünmemek için okulun tenha<br />

yerlerine gizlenir, uzun uzun düşlere dalardı. Sonunda da zorlu bir dayak<br />

ve azar işitirdi. Müdür yardımcısı haftada birkaç kez odasına çağırır, bir<br />

güzel paylardı:<br />

"Yine mi sen ulan it herif!.. Sana kaç kez adam olacaksın, dedim. Ama<br />

sen yine aynı itliği yapmaktan geri kalmıyorsun," diyerek, zorlu bir dayak<br />

atardı. Küçük Nur Ali dayaktan sonra bir köşeye çekilir, sessiz sessiz<br />

ağlardı.<br />

Alacakaranlıkta yüzüne çarpan kar ve rüzgarın etkisiyle sıyrıldı düşlerinden.<br />

Giderek kararan gecenin dondurucu ayazından korkuyordu. İçine<br />

işleyen soğuktan, zangır zangır titremeye başladı. Ayaklarını daha da hızlı<br />

atmaya çalışıyordu... Ama ayakları birbirine dolaşıyor, zaman zaman<br />

karların üstüne düşüp kalkıyordu. Açlık ve yorgunluğu unutmuş gibiydi.<br />

Bir an önce köye varmak, sobaya iki tezek parçasını atarak bir iyice<br />

ısınmak, sonra da annesine doyasıya sarılmak, onu doya doya öpmek<br />

istiyordu. Babası kızarsa kızsın, annesi vardı. Dişleri birbirine çarpmaya<br />

başladı. Bir korku kelepçe oldu yüreğine. Uzaklardan hayvan sesleri<br />

geliyordu kulağına. Geçen TIR'ların gürültüsü kesilir gibi olduğunda bu<br />

sesler daha da net duyuluyordu. TIR’ların sesi başlayınca bu garip sesler<br />

duyulmaz oluyordu ama biraz sonra daha da yaklaşmış olarak yeniden<br />

duyuluyordu.. Arabaların gürültüsüyle korkusu azalıyor. Bu gürültüler<br />

94


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

kesilince korkusu çığlaşarak devam ediyordu. Olduğu yerde durup korku<br />

dolu gözlerle çevresine baktı. Birden dişleri bir daha takırdayamadı ve<br />

gövdesini bir titremedir aldı.<br />

Çapaklanan gözlerini çevirip karşıya baktı. Bir şey göremiyordu...<br />

Rüzgarla birlikte yağan kar gözlerinin içine doluyordu sanki. Bir korku<br />

duydu kendi kendine, bir yere sıkıştırılmış vahşi bir korku. Koşmayı<br />

denedi yeniden. Bacaklarına tonlarca ağırlık bağlanmış gibi, sendeleyip<br />

düştü. Bağırmayı denedi ama başaramadı. Gırtlağından acayip acayip<br />

sesler geliyordu. Döndü, tek iz olan patikadan ikinci değirmene doğru<br />

yürüdü. Değirmene yaklaştıkça hayvan sesleri daha da yakınlaştı. Karşıda,<br />

Karaçayır köyündeki evlerin ışıkları bir bir sönüyordu artık. Yürüdüğü,<br />

patika yolun biraz ilerisindeki ahlat ağacının orada bazı karaltılar ilişti<br />

gözüne, sonra da kayboldu. Sırtındaki nemli ıslaklık bir hançer gibi saplanıyordu<br />

ciğerine derinden derinden. Boğazına bir şeyler takılıyordu sanki.<br />

Daha da hızlı yürümeye zorladı kendini... Göz kapaklarındaki karları<br />

silmeye çalışırken yuvarlandı. Kalktı. Birkaç adım sonra, yeniden düştü.<br />

"Demem aklımdakini, demem ne olacak sanki!.. Onlar şimdi yemek<br />

yiyorlardır. Bir iyice de ateşleri vardır. Isınır, yemeği de yerim. Onlar da<br />

bana dokunmazlar " diye, söyleniyordu kendi kendine. Çevresinde bazı<br />

karaltıların dolaştığını sezinleyebiliyordu. Birde uykusu geliyordu ki, göz<br />

kapaklarına tonlarca ağırlık çökmüştü sanki. Donmakta olan parmaklarıyla,<br />

gözkapaklarını yukarı yukarı kaldırdı birkaç kez. Sonra konuşmasına<br />

kaldığı yerde seslice devam etti. Birilerine anlatıyordu sanki:<br />

"İnanın ki hiç suçum yoktu. Kimseye de karşı gelmedim. Ama onlar<br />

beni sevmiyorlardı. Neden sevmediklerini de anlamış değilim. Belki<br />

küçüktüm, belki de başka bir şeyden, “bir hasret çekti derinden derinden.”<br />

Nedense bizi dövmek, bize eziyet etmek hoşlarına gidiyor. Müdür ara sıra<br />

bize el atsa da bir işe yaramıyor. Oysa, ben okulu ne kadar çok severim.<br />

Okuyup bir şey olacaktım. Kendi çocuklarına el bebek gül bebek... Bize<br />

de pat küt..."<br />

95


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Birkaç kez olduğu yerde sendeleyip düştü. Patikanın karları üzerinde,<br />

kara bir leke gibiydi. Zorla kalktı olduğu yerden, değirmene birkaç adım<br />

bir şey kalmıştı... Tipi çevresini bir duman gibi sarıp sarmaladı. Yüzüne<br />

çarpan karlarla nefesi daralıyor, çevresini göremiyordu. Küçük Nur Ali,<br />

ellerini ileriye uzatınca, elleri yumuşak yumuşak tüylere dokunuyordu<br />

sanki. Değirmenin kapısına yaslanarak zorladı. Bir süre uğraşmasına<br />

karşın kapıyı açamadı.<br />

"İnanın ki aklımdakini demem; açın kapıyı, yalvarırım açın. Açlık ve<br />

soğuk öldürecek beni," dedi, küçük Nur Ali. Sonra ağır ağır yığıldı kapının<br />

önüne. Boz tüylü bir şeyi karşısında görünce titredi. Yalvararak sürdürdü<br />

konuşmasını. Sözcükler dudakları arasında parça parça dökülüyordu;<br />

"İnan ki dayı!.. Demem aklımdakiniiii!.. Vallahi demem!.. İnankiii!.. "<br />

düştü, kalktı kapının önünde birkaç kez daha. Bir kez daha doğrulmaya<br />

çalıştı, ama başaramadı. Bir yontu gibi yığıldı karların üstüne yeniden.<br />

Birinin kendisini sürüklediğini, bazılarının da bırakmamak için öteki<br />

yana çektiklerini sezinliyordu, Küçük Nur Ali...<br />

96


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Necati KANTER<br />

d.1949-Elazığ<br />

KENT OKULUNDA İLK GÜN<br />

Sabah töreninden sonra öğrenciler sınıflarına girerken o ayaklarındaki<br />

çamurlu Ankara lâstiklerine baktı, köyünü, yüksek kayaların üstüne<br />

oturtulmuş evlerini ve ağaç dalları üzerinde cıvıldaşan kuşların şarkılarını<br />

düşledi. Sonra hastaneyi… Babası için, doktorların kanser bu adam! Alın<br />

götürün! Sürünmesin buralarda! Size de paranıza da yazıktır dediklerini,<br />

annesi gibi amcasının da hıçkırıklara boğulduğu günü anımsadı...<br />

O gün tanımıştı şehri… İlk kez o gün gitmişti lokantaya... Daha çok<br />

sevmişti o günden sonra amcasını… Ezogelin çorbası içmiş, acılı Adana<br />

kebap yemiş, Antep baklavasını o gün tatmıştı. Ama nedense şimdi anasının<br />

tarhana çorbası tütüyordu burnunda.<br />

Gürültülü bir kamyon sesi ile irkildi.<br />

Zift kokan geniş asfalta, renkli parke taşlarıyla yapılmış kaldırımlara,<br />

sonra sekiz on katlı apartmanların balkonlarında saksılara dikilmiş rengârenk<br />

çiçeklere baktı... Henüz isimlerini bilmediği okul arkadaşları geldi<br />

aklına… Bir korku sardı körpe bedenini. Başını indirdi, gözlerini toprağa<br />

yıktı, buruk bir sözcük döküldü uçuk dudakları arasında. ‘Baba!..’ dedi,<br />

kulaklarına kadar kızardı. Bir duyan oldu mu kaygısıyla ürkek bakışlarla<br />

etrafını taradı.<br />

“Niçin sınıfına girmiyorsun evlâdım?”<br />

97


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Vıraklayan kart bir kurbağa sesiydi sanki!.. Ya da ona öyle geldi.<br />

Gözleri karardı, yıldızlar uçuştu başı etrafında İsmail’in.<br />

“Şey” diyebildi, büktü boynunu. Vahşi bir bakış fırlattı, sonra koşarak<br />

girdi okulun kapısından içeri. Yüreği çarpıyor, soluğu tıkanıyor, bacakları<br />

titriyordu. 6/A yazılı küçük bej tabelâdaki kırmızı yazıya doğru yanaştı,<br />

tam sınıfın kapısını çalmaya hazırlanmıştı ki, ani bir kararla fırlayıp çıktı.<br />

Cadde kenarındaki geniş kaldırımın az ötesinde yaprakları sararmış bir<br />

akasya gölgesine sokuldu… Orta yaşlı, pamuk şekeri satan kasketli bir<br />

adamla kendi yaşlarında bir simitçi çocuğun şakalaşmalarını izledi…<br />

Gülümsedi… Utanmasa kahkaha atacaktı. Zor tutabilmişti kendini. Sonra<br />

daldı… Mahzundu; sanki yakın bir geleceğin daha acı günlerinin derinliklerine<br />

bakıyordu… Siyah saçlarını okşayan ılık bir meltem köyüne götürdü<br />

onu.<br />

Güneşin bir daha doğmazcasına battığı o günü düşledi…<br />

Çitlerle çevrili tek katlı ahşap evlerinin bahçesinde kara kazanların kurulduğu,<br />

teneşir tahtası üzerine konup son yolculuğuna hazırlamak için<br />

yıkanmayı ve beyaz, yakasız gömleği giyinmeyi bekleyen babasının soluk<br />

yüzünü daha dünmüş gibi anımsadı… Annesinin “evim yıkıldı oyy!..<br />

Evim yıkıldı!..” acı feryadıyla başlayan ağıtlarını, halasının saçlarını yolup<br />

başındaki yazmasını yırttığını, “Allah rahmet eylesin… İyi adamdı…<br />

Daha çok gençti!” seslerini yeniden duyuyor, yeniden yaşıyordu !..<br />

Hafız Kâmil’in yakıcı sesiyle okuduğu salâ dalga dalga köyün yüksek<br />

tepelerinde yankılanırken ağlayanların bir gün susacağını; fakat kendisinin<br />

bu sesi, bu acıyı hayatının sonuna kadar duyacağını, gözyaşlarının hiç<br />

kurumayacağını biliyordu.<br />

Aradan bir yıl bile geçmeden:<br />

“Anan gelin oluyor!...”<br />

Arkadaşlarının bu kahredici, aşağılayıcı seslerini duymaktansa yer o-<br />

lup yedi kat yerin dibine girmeyi istiyor, ne gidecek bir yer, ne kaçacak bir<br />

98


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

delik bulabiliyordu. Okula da gitmiyordu artık. Köyün büyüklerinin<br />

acıyarak bakışlarından anlamlar çıkarıyor, öğretmenin kendisiyle daha çok<br />

ilgilenişi bile rahatsız ediyordu onu.<br />

Anan gelin oluyor!..<br />

Unutamıyordu bu sesi.<br />

İnsanların, hayvanların, kurtların, kuşların, dağların, taşların, bütün<br />

börtü böceğin Koro halinde söyledikleri bir yergiydi bu. Bir zulümdü, bir<br />

ölümdü bu ses!..<br />

Nasıl unutabilirdi bu sesi?<br />

“Hey!.. İsmail!..”<br />

“Oğlum İsot!..”<br />

“Bu gün anan gelin oluyor!”<br />

Halasının oğlu Bekir bile:<br />

“Yalan mı oğlum! İnanmazsan git anana sor” demişti.<br />

Kaçıyordu İsmail… Ama duyuyordu… Sanki dünyada tek bir cümle<br />

tek bir ses vardı…<br />

“Anan gelin oluyor!..”<br />

Kimseye belli etmeden köşe bucak kaçıyor, sessiz hıçkırıklarla saatlerce<br />

ağlıyordu.<br />

“Anan gelin!...” “Anan!...” “Anan!...”<br />

İsmail dişlerini gıcırdattı, sıktı yumruklarını,<br />

“Vay senin o anan!..”<br />

“Tövbe tövbe!...”<br />

Lanetler yağdırıyordu… Şeytana da anasına da tüm insanlara da...<br />

Diken diken oldu tüyleri !..<br />

Çok büyük bir günah işlemiş gibi ettiği küfürlerden ve düşündüğü tüm<br />

kötülüklerden dolayı pişmanlık duyuyor, Allah’tan af diliyor, tövbe<br />

ediyor, o sesi duyunca yeniden başlıyordu küfürler savurmaya.<br />

99


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Evden kaçıp dağlara sığınmıştı anasının gelin olacağı o acı günün şafağında.<br />

Rüzgâr ipek saçlarını savururken yağmur damlaları yüzüne, oradan da<br />

yüreğine iniyordu. Sellerin köpürdüğü derelerden geçip yüksek kayalara<br />

tırmandı. Girdaplaşan boz bulanık çağlayanlara baktı... Böğürtlenler<br />

kanattı bebek yüzünü. Ellerini dikenler parçaladı, ayaklarını çalılar…<br />

Biryandan deliler gibi koşuyor, biryandan da küfürler savuruyordu…<br />

Kendisi de bilmiyordu kime küfür ettiğini… Sövüyordu işte!..<br />

Saatler sonra olduğu yerde yığılıp kaldı… Bir kayanın üzerinde oturdu…<br />

Başını dizlerine dayadı, yaşları incileşti gözlerinde. Rüyadaymış<br />

gibi, “baba!..” dedi, suyun şırıltısını dinledi uzun uzun… Kalktı, ağır ve<br />

kararsız adımlarla yürüdü… Birkaç dakika sonra etrafı salkım söğütlerle<br />

süslü küçük bir dere kenarına gelip oturdu. Yosun tutmuş bir kaya üzerinde<br />

patlak gözlerini ayırmış kendisine bön bön bakan çirkin bir kurbağaya<br />

dikti gözlerini. Kurbağa baktı, İsmail baktı !.. Büyüdü kurbağanın gözleri…<br />

Büyüdü, büyüdü, beyaz bir balon gibi şişti boğazı. Bir canavar olup<br />

anasını almaya gelen adamla bu çirkin kurbağa aynı kişi oldu… Alev<br />

saçıyordu İsmail’in gözleri öfkeden. Avucunu dolduracak büyüklükte bir<br />

taş aldı eline, kendisine alayla bakıp pis pis sırıtan bu çirkin adamı bir<br />

anda yok etmek, kafasını ezmek için kaldırdı kolunu.<br />

Bakıştılar!...<br />

“Vırak !..”<br />

İsmail dişlerini gıcırdattı…<br />

“Vırak !..”<br />

Küfür mü alay mı ettiği belli değildi kurbağanın.<br />

Bir şimşek gibi parladı gözleri İsmail’in!.. Soluğunu tuttu, alnının ortasını<br />

hedefledi…<br />

“Vırak !..” dedi kurbağa.<br />

Bir daha geldiler göz göze.<br />

“Vırak!.. vırak!.. vırak!..”<br />

100


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sıktı avucunun içindeki taşı.<br />

“vırak!.. vırak!.. vırak!..”<br />

Olanca gücüyle fırlattı elindeki taşı patlak gözlü kurbağaya.<br />

Iskaladı!..<br />

“Cup” dedi, göle daldı kurbağa.<br />

Üzüldü!.. Hayıflandı!..<br />

Bir yandan küfürler savuruyor, diğer yandan vıraklayan kurbağaların<br />

kökünü kazımak için yemin ediyordu. Özel bir sopa yapmıştı İsmail. O<br />

günden sonra onun işi köyde ne kadar kurbağa varsa kökünü kurutmak<br />

olacaktı. Kurbağa avcısına çıkmıştı adı...<br />

Ellerinin üzeri siğillerle dolu olduğu için “Siğilli İsmail” diyorlardı<br />

köydeki arkadaşları ona. Umurunda değildi. Yeter ki anasını elinden alıp<br />

götüren patlak gözlü çirkin kurbağa ile özdeşleştirdiği o adamdan intikam<br />

almış olsun… Ne kadar çok kurbağa öldürdüğünün kanıtıydı bu siğiller.<br />

Kente gönderilmeye karar verildiği gün, şafağın alaca karanlığında gökyüzünü<br />

kaplayan kuş sürülerinin gurbete uçuşlarını izlemişti odasının küçük<br />

penceresinden. Daha o gün bile gurbetin acısını duymuştu yüreğinde.<br />

Amcası Çocuk Esirgeme Kurumuna başvurmuş öğretmenin ve muhtarın da<br />

yardımlarıyla kabul edilmişti. Heyecanlıydı İsmail. Görüntüler netleşiyor,<br />

renkler ve olaylar canlanıyordu gözlerinde. Hafız kâmilin verdiği salâ hala<br />

kulaklarında yankılanırken yaşlar akıyordu gözlerinden. Köyünden, arkadaşlarından<br />

ve çok sevdiği Munise öğretmeninden ayrılacağı için hem<br />

seviniyor, hem de üzülüyordu. Ne de olsa anasının çirkin bir kurbağa ile<br />

evlendiğini kimse bilmeyecekti gideceği yerde. Bu da bir şeydi onun için.<br />

Anasının kendisini ne kadar çok sevdiğini, babası öldükten sonra bağrına<br />

basıp, “oğlum, yavrum senden başka kimim var” deyip koyun koyuna<br />

yattıkları geceleri tekrar tekrar yaşıyor, ama birden filmin şeridi kopuyor,<br />

yine o kurbağa suratlı adam giriyor araya. O güzel anasının da yosun<br />

101


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

renkli, ürkek, yapış yapış, tiksindirici patlak gözlü pis dişi bir kurbağaya<br />

dönüştüğünü kendi gözleriyle görebiliyordu. İşte o zaman cinleri tepesine<br />

çıkıyor, önüne ne gelirse yakıp yıkıyor, kırıp döküyordu.<br />

Vurdular, dövdüler, sövdüler olmadı… Yatırlara götürdüler, olmadı…<br />

Hocalara götürdüler yine olmadı. Hırçın mıydı, deli miydi, manyak mıydı,<br />

inat mıydı? Kimse akıl erdirememişti.<br />

Gömleği ile dövüşüyordu sanki.<br />

İllallah dedirtmişti!<br />

Ama yalnızdı İsmail… Yapayalnız!..<br />

Ve o gece!..<br />

Oda kapısının gıcırtısı ile irkildi. Bakışları bir çığlıktan daha acıydı<br />

İsmail’in. Hıçkırıklar içinde “yavrum!..” diyen anasının sesini duyunca<br />

diken diken oldu tüyleri... Sesi okşayıcı bir buse kadar tatlı, bakışları sabit<br />

ve anlamlı... Yüzü soluktu. Hüzünlü bir ayrılık şarkısı söylüyordu gece<br />

rüzgârı.<br />

“Kınalı koçum!..” dedi, eğildi. Saçlarını, yüzünü, yanaklarını kokladı<br />

uzun uzun...<br />

Sırılsıklamdı ikisi de.<br />

Hüzün damla damla düşüyordu yere…<br />

Sarmaş dolaştı ana oğul!..<br />

Ağlıyorlardı.<br />

Gür bir zil sesiyle irkildi İsmail!.. İri iri baktı etrafına; yalnızca ölüme<br />

yüz tutmuş akasya ağacını gördü… Bir de arı kovanından uğuldayarak<br />

dışarı fırlayan balarılarına benzettiği öğrencileri...<br />

Ve bir rüya gibi kayboldu kentli öğrenciler arasında.<br />

102


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Ümit Fehmi SORGUNLU<br />

d.1949-Kayseri<br />

ACILAR SEVGİYLE BİTER<br />

Onunla okulun öğretmenler odasında tanıştık. Berrak, temiz bir eylül<br />

güneşi, pencerelerden içeri giriyor, duvarda asılı Türkiye haritasını parlak<br />

ışınlarıyla yer yer aydınlatıyordu. <strong>Ben</strong>se oturduğum deri koltukta, sıkıntıyla<br />

büzüldükçe büzülüyor, alnımda beliren ter tomurcukları ikide bir mendilimle<br />

silmeye çalışıyordum. Okula yeni tayin edilişimle çektiğim acemiliği<br />

belirtmemeğe gayret etmeme rağmen, diğer öğretmenlerin küçümseyen,<br />

alaycı bakışlarından kurtulamıyordum. O, cana yakın, gülümseyen<br />

gözleriyle yaklaşmış; “Hoş geldiniz tayininiz hayırlı olsun” demişti.<br />

Nedense ilk kez o sesle birlikte derin bir huzura kavuşur gibi rahatlamış,<br />

koltuğumda biraz olsun gevşemiştim. Soluk bir eylül yaprağı renginde,<br />

uzun sarı saçların çevrelediği beyaz yüzün ortasında, yukarı doğru çıkan<br />

küçük burnun hemen bitiminde, sağlı sollu ayrılıp hilal gibi kavis çizerek<br />

uzayan ince kaşların altındaki, ilk bakışta mavi mi, yeşil mi olduğu anlaşılmayan<br />

bir çift güzel göz, insanı büyüler gibiydi.<br />

Gülkurusu tayyörün içinde diriliğini her fırsatta belirten körpe vücudunu<br />

yanındaki koltuklardan birine bıraktığı zaman, hâlâ üzerimdeki<br />

garip acemiliği atamamıştım. Oysa ilk öğretmenliğim de değildi bu.<br />

Yıllarca köy ve kazalarda görev yaptıktan sonra gerçi ilk defa bir merkez<br />

ilkokuluna atanmıştım, ama ne de olsa bozkırın verdiği çekingenlik kolay<br />

kolay atılmıyordu. Hangi okuldan geliyorsunuz, nereden mezunsunuz?<br />

Gibi alışıla gelmiş soruları sıralarken, ben ona sıkılgan, mahcup tek tek<br />

103


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

cevap vermeye çalışıyordum. On dakikalık teneffüs boyunca onunla<br />

konuşup rahatlamış, gözlerimi onun lekesiz beyaz yüzünden ayıramaz<br />

olmuştum. O ise, gözlerini benden mütemadiyen kaçırıyordu. Telâşlı,<br />

kaçamak, masum bakışları ve yüzüne yer yer gelen kızarıklık, bakışlarımdan<br />

etkilenmesinin utancını simgeliyordu. Neşeli gözükmeye çalışan<br />

mizacın altında, bir ruh burkuntusu içinde olduğunu anlamıştım.<br />

Zil çaldığı zaman, ilk bakışta mavi mi, yeşil mi olduğu anlaşılmayan<br />

derin manayı yüreğime terk ederek, içimde beliren tuhaf duyguları koridorda<br />

ardı sıra sürükleyip, uzaklaşarak, sınıflardan birine girdiğinde ben<br />

yine ürkek, tedirgin yalnızlığımla baş başa kalmıştım.<br />

O, sabahçıydı. <strong>Ben</strong>se bir türlü ısınamadığım, donuk bakışlı, asık yüzlü<br />

müdüre rica etmeme rağmen öğleci olmuştum. İçimde bilmediğim, şimdiye<br />

kadar hiç tanışmadığım bir his beni ona doğru itiyor, hemen her gün<br />

ders saatim gelmeden okula koşuyordum. Çoğu kere yalnız gezen, ağır<br />

başlı, uysal ve gülecen bir kızdı. Her teneffüs boyunca bana bir dost gibi,<br />

zaman zaman, parça parça, kırık dökük kendinden bahsediyordu. Adı<br />

selinmiş, küçük yaşta babasını kaybetmiş. Annesi, babası öldükten sonra<br />

yatılı öğretmen okuluna vermiş. Diğer akrabaları babasından sonra onlarla<br />

hiç ilgilenmez olmuşlar. Şimdi ise hayatta hasta annesinden başka kimsesi<br />

yokmuş. İki odalı küçük bir evde kalıyorlarmış. Bütün bunları, alelâde, her<br />

gün dinlediğimiz bir olay gibi anlatmaya çalışırken, kendine acınmasını<br />

istemeyen, mağrur bir ifade takınıyordu. Ama içindeki ruh fırtınasını<br />

dindirmeyi beceremiyor, arada bir dalıp giden gözleri, duygularını ele<br />

veriyordu. Hoşuna giden küçük bir şey olunca bazen aşırı bir sevinç<br />

gösteriyor, olmadık şeylerle kendini mutlu etmeye çalışıyor; bazen gerçekten<br />

olumlu hadiseler bile onu etkilemiyor, yüzünü bir hüzün bulutu kaplıyordu.<br />

0 an onunla konuşmayı, tartışmayı ve düşündüklerimi yüzüne<br />

söylemeyi öylesine çok istiyordum ki...<br />

Onunla çok ilgilenmem, onunla ilgili her şeye aşırı hassasiyet göstermem,<br />

diğer öğretmenler tarafından fark edilir hale gelmişti. Bu ilgi onu da<br />

104


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

sıkmaya başlamış olmalıydı ki, ben olduğum zamanlar öğretmenler odasına<br />

girmemeye, bahçede sessiz, yalnız dolaşmaya başlamıştı.<br />

Bir buçuk ay Selin’i hiç görmemek için kendi kendime söz verdim,<br />

Okula tam saatinde gitmeye, böylece mümkün olduğu kadar onunla<br />

karşılaşmamaya çalışıyordum. Onu sömestri tatilinin sonuna kadar hiç<br />

görmedim. Bu süre bana öylesine uzun gelmişti ki, hiç bir şeyden zevk<br />

duymaz olmuştum. Eşim, çocuklarım ve arkadaşlarım bana birer yabancıymış<br />

gibi geliyor, ruhumu saran sinsi bir hüznü hiç bir şey gideremiyordu.<br />

Akşamları dışarı çıkmak hiç adetim olmadığı halde, bazen çıkıyor, ara<br />

sokaklarda tek başıma saatlerce geziyordum. Bu saatler boyunca bana<br />

yalnız, bir türlü içimden atamadığım, atıp da kurtulamadığım ve sebebini<br />

günlerce çözemediğim, arada bir kaçamak bakışlarla yüreğimi delen, o ilk<br />

bakışta mavi mi, yeşil mi olduğu anlaşılmayan, bir çift göz refakat ediyordu.<br />

<strong>Ben</strong>deki bu değişikliğe, bu sebepsiz, devamlı sessizliği arayışıma bir<br />

mana veremiyordum. Bir tarafta çekici, büyüleyici bir çift gözün verdiği<br />

tatlı düşünceler, diğer tarafta utanç duyduğum kupkuru duygular ve ardında<br />

gizlenen bir eş, iki çocuk... Sömestri tatili sonunda kendimi yenemeyip<br />

okula yine erken gittim. İçimde tuhaf şeyler kıpırdıyor, sebepsiz bir sıkıntı<br />

gelip boğazıma düğümleniyordu. Nihayet teneffüs zili çaldı ve kapıda o<br />

göründü. Kalbimin ona doğru emekleyip, koşmak ister gibi çarptığını<br />

hissettim. Üzerinden hiç çıkmayan gülkurusu bir tayyör, elinde bir kaç<br />

defterle beni görünce kızardı. Bir an gözlerimiz birleşti.<br />

—Merhaba, dedi.<br />

— Merhaba, diyebildim sessizce.<br />

“Nerelerdesiniz, çoktandır gözükmüyorsunuz?” demesini bekledim<br />

demedi. Yavaşça koltuklardan birine oturdu. Bir müddet hiç konuşmadan<br />

bekledi. Sonra birden:<br />

—Size haberlerim var, dedi. Gözlerini benden kaçırmaya çalışıyor,<br />

yerde bir şeyler arar gibi amaçsız gezdiriyordu.<br />

— Nedir? diye sordum mu bilmiyorum. Ama o ilave etti.<br />

— Söz kestik, evleniyorum.<br />

105


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Birden yüreğimden bir şeyin koptuğunu, içimden bir yerlere doğru<br />

sinsi sinsi aktığını hisseder gibi oldum.<br />

—Yaa! Dedim, Sesim yılgın, korkak ve boğuktu.<br />

— Kimle, diye ürkek, çekingen sordum.<br />

İstanbul’da bir inşaat mühendisiymiş. Müteahhitlik yapıyormuş. Evlenince<br />

buradan İstanbul’a gideceklermiş. Annesini de alacakmış yanına.<br />

Hayat, nihayet ona da gülüyormuş, mutluymuş. Dilimin döndüğünce<br />

evlilik üzerine bir şeyler söyledim, Güldü. Gülünce dudaklarının arasında<br />

sanki güneş açar gibiydi. Zil çaldı ve alelâcele kalkıp koridorda kayboldu.<br />

O günden sonra, onu seyrek görmeye başlamıştım. Belki de böyle olması<br />

benim için daha iyi olacaktı. Aradan aylar geçti. Bu zaman zarfı içinde<br />

onu iki kere de nişanlısıyla gördüm. Kısa boylu, çelimsiz esmer bir genç.<br />

İkisi bir okuldan çıkarken arkalarından uzun uzun bakar, Selin için dua<br />

ederdim. Selin... Bu ismi telaffuz ederken dahi yüreğimde bir şeylerin<br />

burkulduğunu hissediyordum. Yaz gelip okullar tatil olduğu zaman da<br />

görmemiştim onu. Görmemek için de bucak bucak kaçmıştım, Keşke son<br />

bir kez daha görsem, büyüleyici gözlerini saatlerce seyredebilseydim. Bir<br />

yaz boyunca ruhumda fırtınalar esti durdu. Dakikalarca olduğum yerde<br />

dalıyor, düşünceden düşünceye geçiyor, hayaller kuruyordum. Yüreği<br />

iyilikle dolu, sevgiye muhtaç, öksüz, yoksul ve gururlu kızın öyle yüce bir<br />

manası vardı ki bende... 0 büyüleyici gözlerinden ruhuma inen gizli bir<br />

geçit açılıyordu. Evet evet, bunu saatlerce düşünüp bulmuştum. O kızda<br />

beni ilgilendiren sadece dış güzellik değildi. Fiziki güzelliğinin ardında beni<br />

ona doğru çeken, maddeden öte bir mana, bir ruh vardı... Ve ben o ruhun<br />

peşindeydim. Eylül dönüşü onu okulda görememiştim. Gözlerim Selin’i ve<br />

o gülen gözlerini beyhude aradı durdu. Önce evlenip gittiğini sandım.<br />

Yanılmışım. Nişanın bozulduğunu, Selin’in alelâcele tayin isteyip, annesiyle<br />

birlikte Anadolu’nun bir kasabasına gittiğini, muavin arkadaştan öğrendim.<br />

—Ama neden ille de tayin?diye sorunca arkadaşım yüzüme kuşkuyla baktı.<br />

— Bilmiyorum, artık buralarda kalamam, kimsenin yüzüne bakamam, diyordu.<br />

106


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Galiba oğlanda aradığını mı bulamamış, yok ilgisiz miymiş ne? Zaten biliyorsun<br />

çok hassas bir kızdı. <strong>Ben</strong>im sormama bile gerek duymadan gittiği<br />

kazayı ve adresini verdi, Öyle tuhaf, öyle garip olmuştum ki, sanki okul tamamen<br />

boşalmış da, o olmadan kimselerle konuşamaz, arkadaşlık edemezmişim<br />

gibi bir hisse kapılmıştım. Ona yazıp yazmama konusunda kendimle günlerce<br />

mücadele ettim. Nihayet onun mıknatıs gibi çekiciliği kilometrelerce uzaktan<br />

da olsa tesirini göstermiş, içimdeki bene bir kez daha yenilmiştim. Bir bayram<br />

gününü bahane ederek kart attım. On gün sonra cevap geldi. Satırları hayatın<br />

çilelerinden bıkmış, acıyla kıvranan birinin ruh aynası gibiydi. Ama beni yine<br />

de hatırlamasına öylesine sevinmiş, öylesine mutlu olmuştum ki, oturup<br />

mektup yazdım.<br />

“...Kartınız beni ne kadar mutlu etti bilemezsiniz. Karanlık bedbaht dünyamdan<br />

beni çekip, yeniden gün ışığına kavuşturdunuz. Sanki yaşamam, soluk<br />

almam bu satırlarınıza bağlıymış gibi bana yeniden can verdiniz. Lütfen beni<br />

yanlış anlamayınız. Bu satırlarım bir hastanın doktoruna duyduğu minnet<br />

hissinden başka ne olabilir ki... Sizin yaşadığınız havayı teneffüs ettikten sonra<br />

bu okulun, hatta bu çevrenin ne manası kaldı artık, diyorum. Sizi bu tayine<br />

zorlayan sebeplere üzülüyor, üzülmekle de kalmıyor lanet ediyorum. Ama<br />

anlıyorum ki siz benden çok daha bedbaht ve teselliye muhtaçsınız. Şimdi bu<br />

egomdan dolayı kendimden utanıyorum. Ne olur, affediniz beni. Sakın üzülerek<br />

kendi kendinizi bitirmeyiniz. Attığınız adım yanlış değildi. Kim olsa<br />

evlenme vaadinde bulunan birine sempati duyardı. Bundan dolayı kendinizi<br />

suçlamanız yersiz ve manasızdır. Hayatı ve bütün insanları seviniz. Sevgi nedir<br />

diye sormayın bana. Sevgi iyiliktir, sevgi bayramdır, dostluktur. Sevgi şefkattir,<br />

yüreklerde burcu burcu açan çiçektir... Ve bütün acılar sevgide eriyip biter.<br />

Lütfen kendinize geliniz ve nefsinize ağır gelen, hakkınızda hayırlı olanıdır,<br />

yüce buyruğunu hatırlayarak teselli bulunuz. Mektuplarla birbirimize dert<br />

ortağı olalım, acıları ve hüzünleri birlikte satır satıra yenelim...”<br />

Yazdığım mektuba cevap geldi.<br />

“...Satırlarınız bana değil, ruhuma hitap ediyordu. Biliyorum ki ben size<br />

yazmasam buna önce ruhum karşı koyacaktı. Kim bilir belki böylesi<br />

107


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

daha hayırlıdır...” Böylece her şeyimizi satırlarda unutup, hayatın acı<br />

gerçeklerini görmeden bir ümit kapısı haline getireceğimiz sırada, biz<br />

onları ne kadar görmezlikten gelsek de her an bizimle birlikte var olduklarını<br />

ortaya koyan mektubu geldi.<br />

“...hayır, boşa çabalıyoruz. Biz ne kadar acılardan kaçsak da onlar bir<br />

kara bulut gibi peşimizi bırakmıyor. Dün gece annemi kaybettim. Bu gün<br />

cenazesi kalkacak. Bu satırları komşular cenazeyle uğraşırken, çekilmiş<br />

odamda büyük bir ruh sarsıntısı geçirerek yazıyorum. Artık yapayalnızım.<br />

Korkuyorum ve ölümü düşünüyorum. Çaresizim, ne yapacağımı bilemiyorum.<br />

Bana hayatı sevdirmeye çalışan, acıların sevgiyle biteceğini sık sık<br />

hatırlatan mektuplarınız da beni avutamaz gibi geliyor. Bilemiyorum,<br />

belki de o yüce sevgiyi hâlâ bulamayışımdan kaynaklanıyor. Bu...”<br />

Son mektubu beni o gece uykusuz bıraktı. Bir şeyler yapmak, içine<br />

düştüğüm çaresizlikleri yırtıp atmak, duvarları yıkmak ona ulaşmak<br />

istiyordum. Sonunda oturup bir şeyler karaladım. “..Ne diye hayatın<br />

olumsuz gerçeklerini kendine dert ediyorsun. Bazen insan istemese de gün<br />

ortasında, masmavi gökyüzünü bir bulut kaplar ve yağmur yağar. Güzelim<br />

günüm mahvoldu, diye düşünürsün. Oysa yağmur rahmet getirir, bereket<br />

getirir, sevgi getirir ve ardından berrak, tertemiz bir güneş açar. Ölüm<br />

insan için yeniden doğmaktır...” diyerek teselli vermeye çalıştım. Gönderdiğim<br />

mektuba cevap gelmedi. Haftalarca, aylarca usanmadan tekrar<br />

tekrar yazdım. Nafile, bir tek satır bile yazmadı. Başka bir yere mi tayin<br />

oldu, başına bir iş mi geldi? Bir türlü çözüp aydınlığa çıkaramadım.<br />

Kaldığı kasabaya gitmek istedimse de yapamadım. Film kopmuştu artık.<br />

Onu yeniden takmaya ne cesaretim, ne de kudretim vardı. Okula gidip<br />

gelirken halsiz, mecalsiz ve neşesizdim, Bir yıl boyunca ektiğim umutlarım,<br />

daha fide vermeden sararıp solmuştu. Şimdi her biri ruhuma bir<br />

mızrak gibi saplanıyor, beni içten içe yaralıyordu. Onu meçhul bir boşluğa<br />

fırlatan kader, beni de anlamsız, silik bir hedefe doğru sürüklüyordu.<br />

108


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Reşat GÜREL<br />

d.1950-Osmaniye<br />

ÖĞRETMENLİĞİN ÖLÜMÜ<br />

“- Valla hocam senin de her şeyin terstir. Bütün öğretmenler zil çalınca<br />

çıkıverir dışarı, sense bütün öğrencilerden sonra çıkıyon. Kapında<br />

çakıldım kaldı. Neyse benim boynuma borç değil. Müdür bey, seni istiyor."<br />

Müstahdemin yarı bilmiş, yarı saf sözlerini gülümseyerek dinledi, gülümseyerek<br />

teşekkür etti. Müdür odasına doğru ilerlerken kalabalık koridorlarda<br />

ince bir saygı yolu açılıyordu. Bu yolun nasıl kendiliğinden<br />

açılmakta olduğunu anlayamıyordu Müstahdem Ahmet Efendi. Nasıl<br />

oluyor da bu haylaz öğrenciler; dövmeyen, kızmayan ama hep gülümseyen<br />

öğretmenlerini bu kadar çok seviyor ve sayıyorlardı. Biraz sesli<br />

düşündüğünün farkına varmadan; “Tuh, benim aptal kafam” diye seslendi.<br />

“Çorumlu gel.. Çorumlu git.. Çorumlu...” Bir tek oydu kendisiyle Ahmet<br />

Efendi diye konuşan, çocuklarından, evinden haber soran, en küçük<br />

hizmetinde binlerce teşekkür eden... Kapıyı çalıp içeri giren öğretmenin<br />

arkasından saygıyla biraz da onun tavrıyla gülümsedi.<br />

Müdür, her zamanki ciddiyetiyle önemli bir yazı okuyordu, belki de<br />

incelediği o yazı kendisine söyleyeceği konuyla ilgiliydi. Öğrencilerle<br />

ilgili bir yarışma veya kutlama programı olabilirdi, onu fark edince önündeki<br />

takvim yaprağına yazılı notu uzattı.<br />

109


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

“Eşiniz aradı. Dersinizi bölmek istemedim. Çocuğunuz hastalanmış,<br />

hasta sevk kâğıdı...”<br />

Müdürün son sözlerini anlayamadı. Teşekkür ederek çıktı. Son dersinin<br />

olduğu 6 Fen B sınıfına doğru yürüdü. Derste ilk defa masasına oturarak<br />

öylece kaldı. İlk defa bir öğrenciyi kaldırarak dersin anlatımını tamamen<br />

ona bıraktı. Bütün öğrenciler, öğretmenlerindeki ilklerin sebebini<br />

çözmek istercesine sessizce onu izliyorlardı. O, bütün bu bakışlardan<br />

habersiz eşini ve oğlunu düşünüyordu. Önemli olmasaydı aramazdı eşi.<br />

Telefon için hem ev sahiplerini hem okul idaresini rahatsız etmezdi Yusuf'un<br />

hastalığı önemli olmasa. Doktor parasının hatta taksi parasının bile<br />

olmadığını bildiği karısının çaresizliğini düşündü. Her ay başında böyle<br />

günler için biraz para ayırmayı hatırlatan oydu. İşte ayın sonlarındaydılar<br />

ve son paralarını paylaşarak ayrılmışlardı bu sabah. Ekmek, Yusuf'a süt ve<br />

belki bir kilo da sebze. Yine de “Sen elin günün içindesin...”<br />

Öğleden sonra gidip Yusuf'u muayene ettirmek mümkün değildi. Sevk<br />

kağıdını yarın için alıp ertesi sabah erkenden sıraya girmeleri gerekecekti.<br />

Dolmuşta kuyruk, hastanede kuyruk!.. Farkında olmadan programlarına<br />

göz attı. Yarınki bütün saatleri doluydu. Ertesi güne kalsa nöbetçiydi.<br />

Belli belirsiz tebessüm siliniverdi yüzünden. Yarın, ertesi gün?.. Oysa<br />

eşi ve çocuğu ne hâldeydi şu an kim bilir? Bir an derste olduğunu hatırladı.<br />

Çok ağır bir suç işlemiş gibi masadan kalktı, tahtadaki öğrenciye<br />

teşekkür ederek yerine oturttu. Tebeşiri alıp yazmaya başladı. Beyni, eli ve<br />

dili arasında ahenk kuramıyordu. Hiçbir şey anlatamadan tekrar oturdu<br />

yerine. Ne akıp gitmez şeydi şu zaman. Belki de ilk defa çıkış zilinin<br />

geciktiğini hissediyordu. Yusufçuğunu, eşini silemiyordu gözlerinin<br />

önünden. Bütün gayretine rağmen derse dönemiyordu. Yusuf'un yerine<br />

zaman zaman Ayça'nın hayali beliriyordu. Daha, “baba” bile diyemeden<br />

toprağa verdikleri Ayça'nın hayali. Allah'ım ne kadar tatlı, ne kadar güzeldi<br />

onun bakışları. Sanki her şeyi anlıyormuş gibi bakan, yalvaran gözleri...<br />

110


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Hacettepe Hastanesi'ne getirdikleri gün doktorlar, “neden bu kadar geciktiniz?”<br />

diye söylenmişlerdi. Ya Yusufları da..<br />

Düşünmedi, bekleyemedi daha fazla. Koşar adım fırladı dışarı. Yağmur<br />

çiseliyordu. Kurtuluş Lisesi'nde bir sınıf öğretmensizdi o an.<br />

Seyranbağları dolmuş durağına doğru yürüdü, bir an önce evine ulaşmak,<br />

eşiyle göz göze gelmek ve Yusuf'unu bağrına basmak istiyordu. Kucaklamak,<br />

koklamak ve gözyaşları dökmek... Oysa Ayça'yı hiçbiri geri getirememişti.<br />

Hastaneye gitseler, doktorların gönlünü yapıp muayene ettirseler.<br />

İlaçların ödenecek yüzdesini tahmin etmeye çalıştı. Zihninde Ayça ve<br />

Yusuf ikilemesi. Bir an durdu... Kararlı adımlarla Cebeci'ye doğru yürüdü.<br />

Bir emlak bürosunun önünde durdu. Nefesini topladı ve içeri girdi.<br />

Emlakçı, yer gösterdi, çay söyledi hemen. Oturmadı. Bir çırpıda söylemeliydi<br />

söyleyeceklerini. Düşünmeye, pişman olmaya fırsat bulamadan<br />

söylemeliydi.<br />

- Kızınıza özel ders vermeyi kabul ediyorum beyefendi. Haftaya yazılı<br />

imtihanları var. Hemen yarın başlamalıyız. Yarın bu saatlerde, burada<br />

hazır bulunsun.<br />

Söylemişti ama rahatlamıştı. Gözleri yerdeydi.<br />

Emlakçı, şaşkın ve daha çok memnun bir şekilde kasadan bir deste para<br />

çıkarıp uzattı.<br />

- Teşekkür ederim hocam, beni kırmayacağınızı biliyordum. Bunlar<br />

avans olsun. Daha sonra hesaplaşırız. Siz ders saatine ne isterseniz kabul<br />

edebilirim.<br />

111


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Osman ÇEVİKSOY<br />

d.1951-Çorum<br />

BEKLEYİŞ<br />

Otobüsten inmeden gördüm. Çantasını duvarın dibine koymuş, okul<br />

bahçesinde bir başına dolaşıyordu. <strong>Ben</strong>i görünce koşmaya başladı. Ama<br />

nasıl koşuyor; felâketten sığınağa koşar gibi, doludizgin, delice... Bahçe<br />

girişinde karşıladı beni. Soluk soluğaydı. Yanakları, burnu soğuktan<br />

kızarmıştı. Gözleri sevinçle gülüyordu. Mutluydu.<br />

- Hoş geldin öğretmenim, deyip elimi öptü. Dayanamadı, sarıldı bana.<br />

Uzun süre bırakmadı. Uzun sürmüş ayrılıklardan sonra iki oğlumun sarılıp<br />

“Babacığım, canım babacığım!” deyişleri gibi “Öğretmenim, canım öğretmenim!”<br />

diyordu. “Seni ne kadar aradım, ne kadar özledim bilemezsin...” diyordu.<br />

Sonra hesap soruyordu benden: “Niye gelmedin geçen salı?...”<br />

Saçlarını sıvazladım. Çantamı yere bırakıp eğildim, üşümüş, kızarmış<br />

yanaklarını avuçlarımın içine aldım. Sevinç dolu gözleri ıslaktı. Ağlıyordu.<br />

- Niye gelmedin, diye sordu tekrar.<br />

- Stuttgart’ta toplantımız vardı, dedim. O gün, bu eyaletteki bütün<br />

Türk Okulları kapalıydı...<br />

Bir eline çantamı aldı, ötekiyle elimi tuttu, yürümeye başladık.<br />

- Yine erken gelmişsin, dedim.<br />

- Geçen Salı da erken geldim, dedi. Hep durağa baktım. Oyun oynamadım,<br />

içeri girmedim, hep durağa baktım. Türk okuluna gelen arkadaşla-<br />

112


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

rım biraz bekleyince evlerine gittiler. <strong>Ben</strong> gitmedim. Karanlık oluncaya<br />

kadar durağa baktım. Gelmedin diye ağlamadım. Çünkü erkekler ağlamaz.<br />

Çünkü Türkler ağlamaz değil mi öğretmenim? Ama çok üzüldüm. Hastasın<br />

sandım. Hastasın da onun için gelmedin sandım. Karanlıkta evimize<br />

dönerken “Öğretmenimiz hastaysa iyileşsin!” diye Allah’a dua ettim.<br />

Ötekilerden farklıydı. Ötekiler olur olmaz her şeye güldükleri hâlde bu<br />

gülmüyordu. Ötekilerin çoğu yapılmış ödev yerine uydurulmuş bahanelerle<br />

gelirlerken bu hazırlıklı geliyordu. Yalnızdı. Ötekilerle oynamıyordu. Ötekilerin<br />

oyuna dalıp dünyayı unuttuğu zamanlar bu ya sınıfta kitap karıştırıyor, ya<br />

bir köşede derin derin düşünüyordu. Türkiye’den yeni gelmiş, bencileyin<br />

henüz alışamamıştı. Bana karşı duyduğu olağanüstü yakınlığı yeni gelmiş<br />

olmasına, yeterince Almanca bilmeyişine bağlıyordum.<br />

- Peki, dedim. <strong>Ben</strong>i o kadar beklemene annen kızmadı mı?<br />

Yere baktı. Belki kızmıştı annesi. “Niye arkadaşlarınla dönmedin?”<br />

diye belki azarlamış, belki cezalandırmıştı bile.<br />

Başını yerden kaldırmıyordu. Annesinin kızdığını, azarladığını hesaba<br />

katarak:<br />

- Haklı, dedim. İnsan hava kararıncaya kadar zamanında gelmeyen öğretmeni<br />

bekler mi? Merak etmiştir kadıncağız... Büyüyünce senin de<br />

çocuğun olacak. Çocuğun arkadaşlarıyla beraber dönmezse kızmaz mısın?<br />

<strong>Ben</strong>i dinlemiyordu. Farkında olmadan elimi bıraktı. Böyle konuştuğum<br />

için bana darılmış mıydı, anlayamadım.<br />

Her zamanki yerimize varıp çiçekliğin demirine yaslandık. Çantamı çantasının<br />

yanına yavaşça bıraktı. Konuyu değiştirmek istediği anlaşılıyordu.<br />

- Daha kimse gelmedi, diye söylendi.<br />

- Doğru söyle, kızdı mı annen, diye üsteledim.<br />

Yüzünün şekli yine değişti. Yutkundu. Yalan söyleme alışkanlığı olmadığı<br />

için bu soruyu cevaplamak zor geliyordu. Olan olmuştur bir kere.<br />

Annesinin kızıp kızmadığını öğrenmiş olmam neyi değiştirirdi? Boşuna<br />

113


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

sıkıştırıyordum çocuğu. Bu sefer konuyu değiştirmeye ben karar verdim.<br />

“Ee!... Anlat bakalım. Türkiye’yi özledin mi?” diyeceğim sıra:<br />

- Annem yok öğretmenim, dedi.<br />

Sesi ağlamaklıydı. Yüzüne baktım, gözleri dolu doluydu. Üzgündü.<br />

Yine “erkekler ağlamaz” diye diye sessiz ve içten ağlayacaktı. Hatta<br />

ağlıyordu. Keşke hiç sormasaydım. Önceki haftalarda olduğu gibi hep o<br />

konuşsa ben dinleseydim.<br />

İkimiz de sustuk.<br />

“Öldü mü?” demeye dilim varmıyordu. Yedi yaşındaki bir çocuk “annem<br />

yok” diyorsa daha fazla üstüne varmak doğru değildi. Yedi yaşındaki<br />

bir çocuğu ancak ölüm ayırabilirdi annesinden.<br />

Başını benden yana çevirdi.<br />

- Buraları sevmedim öğretmenim, dedi.<br />

Sonra ne düşündüğümü anlamak ister gibi yüzüme baktı.<br />

- Muti’yi sevmiyorum, babamı sevmiyorum, onlar da beni sevmiyorlar,<br />

dedi. Burada kimse kimseyi sevmiyor. Muti kendi çocuklarını bile<br />

sevmiyor, öğretmenim...<br />

Meseleyi az çok anlamış olmama rağmen:<br />

- Muti kim, babanı niçin sevmiyorsun, diye sordum.<br />

Yutkundu.<br />

Anlatsam mı anlatmasam mı diye bir an bocaladı. Sonra anlatmaya karar<br />

verdi, ta gerilerden başladı:<br />

- Babam Almanya’ya geldiğinde ben dünyada yokmuşum, öğretmenim.<br />

Büyük ablam dört, küçük ablam iki yaş iki aylıkmış. <strong>Ben</strong>im doğmam<br />

yakınmış. “Çocuk doğsun, bir iki aylık olsun, sizi de isteyeceğim.” diye<br />

yazmış babam. Allah’ın her günü anama mektup yazmış, her mektubunda<br />

da aynı sözü tekrarlamış. <strong>Ben</strong> doğmuşum, birden bire babamdan mektup<br />

gelmez olmuş. Bir ay, iki ay, bir yıl, iki yıl, ne babam gelmiş, ne mektubu<br />

gelmiş. Arada bir para geliyormuş, o kadar, kendisinden ses yokmuş.<br />

Annem hep ağlardı öğretmenim. Biz görmeyelim diye geceleri ağlardı.<br />

114


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Dört yaşıma girince babamdan bir mektup geldi. Kısacık bir mektuptu.<br />

“İzine geliyoruz.” diye yazmıştı. Kendisi gelinceye kadar annem her<br />

gece bu mektubu okudu, beddua etti, ağladı.<br />

Öğretmenim, babam Almanya’ya gelmeden önce namazını kılar, orucunu<br />

tutarmış. İyi adammış. Herkes severmiş. Almanya’ya gelince namazı<br />

orucu bırakmış, azmış, kötü kadınlarla arkadaş olmuş. Annem böyle<br />

anlatırdı...<br />

Dört yaşımdayken ilk izine gelişinde altında araba, yanında iki sarı<br />

çocuk, bir sarı kadın vardı. Bu yaz geldiğinde sarı kadın ve sarı çocuklar<br />

yine yanındaydı. <strong>Ben</strong>i zorla getirdi. Kâğıtlarımı gizliden yaptırmış. Annem<br />

görmeden bindirdi arabaya, aldı, getirdi. Sarı çocuklarla, sarı kadınla<br />

konuşabilmem için bana Almanca öğretmeye çalışıyor. “Anneme gideceğim.”<br />

dediğim zaman dövüyor beni. Babam beni dövünce sarı çocuklar<br />

gülüyor. İnat ediyorum onların yanında ağlamıyorum. Annem gibi geceleri,<br />

kimseye göstermeden ağlıyorum öğretmenim. Aslında erkekler ağlamaz<br />

öğretmenim. Ama daha ben erkek değilim ki, çocuğum. Annem “Az kaldı<br />

erkek olmana.” derdi. Erkek olunca anneme ben bakacağım. Babamın<br />

yolladığı paraları geri göndereceğiz. Annemi çok özledim öğretmenim. O<br />

da beni özlemiştir. <strong>Ben</strong> yokum diye her gece ablalarımdan, dedemden<br />

saklı ağlıyordur. Okuma yazmayı öğrenince her gün mektup yazacağım.<br />

“Anneciğim!” diyeceğim. “Sana gelmek için para biriktiriyorum. Babamın<br />

verdiği paraları hiç harcamıyorum. Sarı çocuklar çikolata alıp yiyorlar.<br />

Sarı kadın bile çocuk gibi çikolata yiyor. <strong>Ben</strong> paramı yatağımın altına<br />

saklıyorum. Çok param olunca uçak biletimi alıp sana geleceğim anneciğim...”<br />

diye yazacağım. Daha neler neler yazacağım öğretmenim. Sarı<br />

kadına “anne” demediğimi, yalnızca “Muti” dediğimi de yazacağım. Fakat<br />

babamın beni dövdüğünü, geceleri ağladığımı yazmam öğretmenim.<br />

Yazarsam annem üzülür...<br />

Ders zili çalıncaya kadar hep o anlattı ben dinledim.<br />

115


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Naci GÜMÜŞ<br />

d.1951-Ergani<br />

ÖĞRETMEN’İN HİKÂYESİ<br />

Öğretmenlik mesleğinde on yedinci yılımı da tamamladım. Her şey<br />

yeni gibi gözlerimin önünde parlak, canlı olarak duruyor. Sonbahar’ın son<br />

günleriydi. Esen rüzgârda düşen sarı yapraklarda bir hüzün havası olur<br />

derler ama ben aksine heyecanlı, umutlu ve mutluydum. Yıl 1970, ay<br />

Kasım, gün otuz; Hatay ili, Yayladağı ilçesi Sebenoba köyü... Ve Güneydoğu’nun<br />

şerha şerha yarılmış toprağının bağrında Diyarbakır güneşinin<br />

altın başak rengini almış ben, aydınlık ülkemin ay yıldızlı seherinde bir<br />

hazan günü, o engebeli arazide nar yanaklı çocuklarla bir gönül baharı<br />

yaşayacaktım.<br />

Dört sütun üzerinde tek oda bir eve eşyalarımı yerleştirdim. Köyde<br />

iki öğretmen arkadaşım daha vardı. Günümün çok zamanı onlarla<br />

geçerdi. Okulda öğrencilerle koşar, gülenlerle güler, ağlayanların çenesini<br />

baş parmağımla tutar, kaldırır; gözbebeklerinden niye ağladıklarını anlamaya<br />

çalışırdım. Şiir yazan öğrenci oldu mu mutlaka getirir bana gösterirdi.<br />

Okurdum, bazen de yazdıklarına mısra katardım. Portakal rengine nar<br />

renginin karıştığı tenlerde parlak günlerin pırıltısını görür, yasemin gibi<br />

nilüfer gibi onları koklardım. Ve bir güzel koku gibi geldi geçti dört yıl...<br />

116


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

İkinci görev yerim; Elazığ ili, Palu ilçesi, Bağgülü köyü...Uzun ve<br />

çetin süren kışlardan sonra en güzel baharı olan bir dağ köyü… Mircan<br />

Yaylası’nın en hoş kokularıyla yazları insanı sermest eden bir dikenli gül<br />

gibi. Köye gittiğimde okul ve lojmanı inşaat halinde idi. Bir tek odaya<br />

yerleştirdi beni muhtar. Yerleştiğim evin karşısında harman yeri olan bir<br />

düzlük, iki de söğüt ağacı vardı. Okul açılınca, okul inşaatı devam ettiğinden<br />

sallanan eski sıraları ve yazı tahtasını söğüt ağacının altına sıraladım.<br />

Resmi binaya taşınana kadar orda ders yaptım. Okul binası on beş hanelik<br />

Bülbül mezrası ile Bağgülü köyünün hemen hemen orta yerinde yapılıyordu.<br />

Oraya giden yanılmıyorsam sekizinci veya dokuzuncu öğretmendim<br />

ama resmi binada ilk kez uygulamaya geçilecekti. Bayrak, öğrenci kütük<br />

defteri ve mühür dışında teslim aldığım sallanan birkaç eski sıra idi.<br />

Lojmana taşındığımda kış iyice yaklaşmıştı. Okulu süratle düzenlemeye<br />

başladım. Köylü için ortaya çıkan bu muhteşem bina, lüks masa ve sıralar<br />

devlete karşı bir sempati uyandırıyordu.<br />

Kütüğü incelediğimde kız öğrenci kaydı yoktu. Birinci yılda bunu<br />

sağlayamadım. Kaymakam ve İlköğretim müdürünün girişimleri de netice<br />

vermemişti. Muhtarla münakaşalarımız oldu. İşin kanuni yönünü dinlemiyorlardı.”Burada<br />

ancak dağ kanunları geçer”diyen de oldu. Ama anlatmaktan<br />

bıkmadım, usanmadım. Kur’an ayetlerini, Hadis-i Şerifleri okuyarak<br />

“bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığını ”ilimin kadına da erkeğe de<br />

farz olduğunu anlattım. Okuma-yazma’nın, bilginin önemini anlattım.<br />

Köyde cami ve imam da olmadığından dini eğitimden de yoksun kalmışlardı.<br />

Nihayet ikinci yılda altı kız öğrencinin kaydını yaparak okula devam<br />

etmelerini sağlamanın sevinci ban nasip olmuştu.<br />

Okul tek derslikliydi. Hazırladığım en görkemli köşe; Atatürk fotoğrafı,<br />

Türk Bayrağı ve Türkiye Haritasının bulunduğu ön cepheydi.<br />

Nizamettin’den, Hayati’ye, Fehmi’den Resul’e kadar ışıl ışıl gözler...Ama<br />

haşin, sert tavırlar,disiplinsiz davranışlar, kimi zaman ürkeklik ve utangaçlık...Yerin<br />

mahrumiyeti, bina ve sıraların olmayışı eğitim öğretimin<br />

117


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

sağlıklı yürümesini engellediği içindir ki yirmi beş öğrenciden okumayazma<br />

bilen çok azdı.<strong>Ben</strong>i zor çalışmalar bekliyordu.Fakat mükemmel bir<br />

bina ve ders aracı bana,öğrencilerime velilere de şevk ve heyecan telkin<br />

ediyordu.<br />

Bir başka şeydi kış Bağgülü’nde. Geceler bitmek bilmezdi. Her<br />

gece bir evde toplanılır; eğlenceler, oyunlar tertiplenirmiş. Fakat yıllardır<br />

aynı oyunlar artık bir yerde köylüyü de bıktırmış. <strong>Ben</strong>im isteğim ve iki üç<br />

köylü vatandaşın teşvikiyle on iki yetişkinle okuma-yazma kursu açtım.Karlı<br />

gecelerde yaz lambasının ışığı altında kara tahta başında ders<br />

yaptık.Biri lambayı tahtaya doğru tutar ben sıra ile ikişer öğrenci ile<br />

çalışırdım.<br />

O kış çetin geçti ve uzun sürdü. Hayvanların yemi bitti. Evlerde<br />

un; gaz, yağ, çay şeker bitti, tüpler tükendi. Açlıktan ölen keçilerin bacağından<br />

tutularak atılıyordu. Açlıktan gözleri dönen kurtlar geceleri köy<br />

etrafında, okul ve lojman çevresinde fıldır fıldır dönüyorlardı. <strong>Ben</strong>im de<br />

ihtiyaçlarım bitmişti. Çareler arıyordum. Çaresi zor diyordum. Greyder<br />

veya dozerle iki metrelik kar altında kalmış bir yolun açılması hayal bile<br />

edilemezdi. Duymuştum, kar makineleri varmış. Araştırdım,Elazığ’a ilk<br />

defa yeni üç adet kar makinesi gelmiş. Bu kadar ilçe,yüzlerce köy bu<br />

makinelerden medet beklemektedir. Acaba bu makineleri verirler miydi?Yollarımızı<br />

açmaya gücü yeter miydi?Komşu köy öğretmenleriyle<br />

irtibata geçtim. Onlarında çare aramakla meşgul olduklarını gördüm.<br />

-Muhtarla beraber valiliğe çıkalım, dedim.<br />

-Olur dedi, öğretmen arkadaşlar.<br />

Beş köyün muhtarını ve en az bir İhtiyar Heyeti üyesini de biz üç<br />

müdür yetkilisi öğretmenle Elazığ yolunu tuttuk. Sabahın çok erken<br />

saatlerinde kar donmuş olduğundan batma olmaz. Onun için erkenden<br />

yola çıkarak kütür kütür yürümeye başladık.<br />

Kar makinelerinin çok güç alınabileceğini anladık. Bir dilekçe hazırlayarak<br />

yem ve yiyeceklerin tükendiğini, hayvanatın öldüğünü, bulaşıcı<br />

118


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

hastalığın baş gösterdiğini yazarak acil yardım talebinde bulunduk. Ertesi<br />

gün sabah saat 07.30’da yola çıkan kar makinesi akşam 19.30’da ancak<br />

benim köye varabilmişti ki ancak üç köyün yolu açılabilmişti. Kardan<br />

tipiden yolun tekrar kısa bir sürede kapanacağını tahmin eden köylülerden<br />

katırı, beygiri, atı alan Kovancılar ve Palu yolunu tuttular. İhtiyaçlar<br />

alındığı kadar alındı, kalanı kaldı. İki üç gün sonra tipi borandan yol yine<br />

aynı şekilde karla dümdüz oldu. Köylülerde feryat figan başladı.”Aman<br />

hocam,yaman hocam...”On beş gün sonra tekrar bir muhtarla,aynı öğretmen<br />

arkadaşlarla vilayete giderek,dilekçe ile yalvarıp yakarmayla tekrar<br />

kar makinesini Bağgülü, Bülbül,Yenidam ve Değirmentaş köyleri yoluna<br />

sokmayı başardık. Devlete,millete ve bize dua edenin haddi hesabı yoktu.<br />

Şubat tatilinde baba evine gitmiştim. Tatil dönüşünde karın daha<br />

fena yağmış olduğunu öğrenmiş bulundum. Yollar tamamıyla kapalıydı.<br />

Fakat ben mutlaka görevime dönmeliydim. Palu Kaymakamlığına çıktım.<br />

Kaymakam Bey’den jip istedim.<br />

-Oraya jip nasıl çıkar hocam, dedi.<br />

-Altıncı kilometrede Emirhan köyü var. Oraya kadar çıkabilirim<br />

efendim. Ötesini de yürüyerek gideriz.<br />

-Olmaz öğretmen bey mümkün değil. Zaten elimizde jip de yok.<br />

Biri tamirde, diğeri Karakoçan ilçesine gitti. Sen geri dön. Hava iyi olunca<br />

geri dönersin. Amirin benim, birkaç gün daha izin veriyorum.<br />

-Hayır efendim. Bir an evvel okulumu açmak ve öğrencilerime<br />

kavuşmak istiyorum, dedikten sonra Kovancı’lara geldim. Orada bir iki<br />

köylü vatandaşı görüp, köye gidip gitmeyeceklerini sordum.<br />

-Hocam sen delirdin mi, bu havada gidilmez. Kar çok var. Şimdi<br />

hava açık ama güvenilmez. Tipi borana tutulursak boğuluruz, donar<br />

ölürüz, dediler.<br />

Fakat ben kim ne derse desin bir elimde tüfek, bir elimde file yanımda<br />

hamile eşim gidecektim. Kar, tipi boran dinmezse de ben gidecektim.<br />

Kararımın kesin olduğunu gören iki köylü vatandaş:<br />

119


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

-Hocam seni böyle yalnız bırakmayız. Mecburi geleceğiz. Yoksa<br />

kurda yem olursunuz, ya da bir yerde donar kalırsınız dediler.<br />

Yola koyulduğumuzda hava parçalı bulutluydu. Tahminen kırk<br />

beş dakika yürüdükten sonra kar yağışı başladı. Rüzgar esiyordu. Biz<br />

yürüdükçe inadına sanki hava sertleşiyordu. Nihayet görüş mesafesi<br />

azaldıkça azaldı.<br />

-Hocam geri dönelim mi? Dediler.<br />

-Bunca yol alındıktan sonra geri mi dönülür? Emirhan veya Bilar<br />

köyüne kendimizi atalım, orda istirahat edelim. Hava düzelirse devam<br />

ederiz.<br />

-Emirhan köyüne gidemeyiz. Tipiden yolu çıkamayız, tehlikeye<br />

gireriz. Dere boyuna inersek, dere kuytudur ve yolumuzu da şaşırmadan<br />

dereyi takip ederek Bilar’a varırız, dedi birisi.<br />

-Peki diyerek dere boyuna indik ve ilerledik. Kış bütün şiddetiyle<br />

üzerimizdeydi. Çok iyi giyinmemize rağmen gitgide soğuktan âdeta<br />

donmak üzereydik. Ellerimde eldiven olduğu halde parmaklarımın rahat<br />

çalışmadığını, hatta çok zor kımıldadığını gördüm. Hanımım mosmor<br />

kesilmişti. Gayret ha gayret diyerek kolunu çekiyordum. Bir kurt çıkarsa<br />

acaba tüfeği doldurup ateş edebilir miyim diye düşündüm. Denemek<br />

istedim, maalesef ellerim, parmaklarım adeta donmuştu. Saatime baktım<br />

çalışmıyordu. Eşimin saatini sordum o da çalışmıyordu. Köylülere sordum,<br />

saatlerinin durduğunu söylediler. Demek ki saatler donmuştu. Eşim<br />

çok zor yürüyordu. Direnmek lazımdı. Yola girmiştim bir kere, okulum<br />

öğrencilerim beni bekliyorlardı. Hayatın anlamı; soğukta, tipide, karda<br />

rüzgarda düğümlenmiş,gayret,sabır,metanet geçerli tek şey olmuştu.<br />

Uzaktan köpek sesleri geliyordu. Kulak kabarttım. Yayan on,on<br />

beş dakikalık yoldan ancak geliyordu bu sesler. Demek köy yakındı.<br />

-Hele şükür dedi birisi.<br />

120


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sisin pusun ardında köy arkeolojik bir harabe gibi görünmeye<br />

başladı. Bir hayal dünyasına girer gibi oldum. Artık geçmişi düşünemiyordum.<br />

- Celal Ağa’nın konağına gidelim dedi yolcu arkadaşlardan biri. Celal<br />

ağa, ağa değildir. Gönlü gibi geniş bir konağı, üç tane oğlu ve gelini var.<br />

Tanısın tanımasın, bilsin bilmesin gelen her yolcu, her misafir onun<br />

konağına gider. Cömert, mert bir adamdır. Konağa çıktığımızda hemen<br />

bizi karşıladılar. İçeriye girmek isterken ayakkabılarımızın çıkmadığını,<br />

çoraplarla beraber donduğunu gördük.<br />

-Olsun, öylesine girin içeri, birazdan buzları erir, çıkar dediler.<br />

Kendimize geldikten sonra sobalı odaya aldılar. Arkasından da çörekli,<br />

börekli, yufka ekmekli, kavurmalı sofrayı önümüze koydular. Evi gibi<br />

gönlü de geniş bu adamın fevkalade bir zenginliği yokmuş ama gönlü<br />

zengin mi zengin ve de gözü tokmuş.<br />

Konağın bir tarafına o gece hanımlar, diğer tarafına beyler dolmuştu.<br />

Gelenekmiş, bir misafir geldi mi hoş geldine gelirler, o gece oyunlar,eğlenceler<br />

tertiplenir, menkıbeler anlatılırmış, yerine göre de misafirlerden<br />

yeni şeyler öğrenmek isterlermiş.<br />

Sabah erkenden Celal Ağa’ya çocuklarına ve Bilar’a nezaketlerinden,<br />

misafirperverliklerinden dolayı binbir teşekkürle ayrıldık.<br />

***<br />

Birdenbire telefonun zili çaldı. Anılarımdan, tipili, dağdağalı günlerimden<br />

beni uyandırdı.Bağgülü köyü şimdi çok uzaklardaydı.Yolları<br />

yeniden düzenleniyor,içme suyu halledilmek üzereydi.Taştan ve çamurdan<br />

bir cami de yapmışlardı.İmam da atanmıştı.Beraber kısa bir süre çalıştık.Yaptığımız<br />

en önemli ilk mücadele başlık davasıydı.<br />

Ahizeyi kaldırdım:<br />

-Efendim Merkez Uzundere İlkokulu...<br />

121


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Telefon santral ve hatlarının değişmesi münasebetiyle hat ekiplerince<br />

yeni telefon numaramız bildirilerek deneme yapıldığı söylendi.<br />

-Hayırlı olsun, dedim kapattım.<br />

Yine o dağların ve fırtınaların içine girdim. Telefon, elektrik televizyon<br />

hayal bile edilemeyen nimetlerdi. Teyp ve radyo en lüks aracımızdı.<br />

Fakat kitap okumaya geniş zamanımız vardı.<br />

Bağgülü’nden sonra eşim ve çocuklarımla İzmir Bornova ilçesi<br />

Eğridere Köyünde, duralitle bölünmüş, haşere ve farelerin cirit attığı bir<br />

tek odada geçireceğim iki yıllık daha çilem varmış.Orada da içilecek<br />

suyum,yapacak hizmetim varmış.<br />

Elimdeki evrakların kaydını bitirdim. Okulların açılmasına az<br />

kaldı. Sabırsızlıkla bekliyorum. Okul müdürlüğü görevim münasebetiyle<br />

bu yaz senelik izin kullanmadım. Çünkü okulu çok seviyorum. Daktilo<br />

başına geçerek öğrenci listelerini çıkarıyorum: Aslı Gül Kaya, Muharrem<br />

Demir, Yasemin Dal, Ahmet Okan...<br />

On yedi senem doldu. Bunun yedi senesi İzmir Merkez<br />

Küçükkaya köyünde geçti. Mukaddes yedi sene. Öğretmen,muhtar,imam<br />

üçlüsünün diyalog ve elbirliği ile hizmetlerin meyve verdiği yedi yıl. Köy<br />

yolu dokuz kilometre kısaltıldı. Mükemmel bir cami ve minaresi yapıldı.<br />

Okulun bahçesi müthiş bir güzellik kazandı. Rahmetli Ömer Ali amcayla<br />

aşısını yaptığımız dut ve kayısıların, çekirdekten diktiğim şeftalinin<br />

meyvesini yiyerek öyle ayrıldım. Doktor, mühendis, avukat talebem<br />

çıkmadı ama bayrağın al rengi gönüllere, Hilal ve yıldızı gözlere sevgi<br />

çiçeği gibi nakşoldu. Fakat ben köyden ayrıldıktan sonra taşımalı eğitime<br />

geçildi, köyün okulu kapatıldı. Köydeki mum söndü. Emeklerimiz bir<br />

bakıma yavaş yavaş kayboldu.<br />

1985-1986 öğretim yılında Buca Ahmet Kutsi Tecer İlkokulu<br />

Müdürlüğü görevinden sonra üç yılım Konak İlçesi Uzundere İlkokulunda<br />

geçti. Uzunderede öğretmenlik, Müdür Vekilliği ve Okul Müdürlüğü<br />

yaptığım yıllardan kalan yorgunluk, çektiğim sıkıntılar, geçen aylarda<br />

122


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

yurdun değişik yerlerinden aldığım öğretmen olan öğrencilerimin gözlerimi<br />

yaşartan mektuplarıyla önemli bir boyut, bir anlam kazandı. Hayatımın<br />

en büyük mânevi ödülünü aldım. Bu elektronik mektuplardan yüreğime<br />

bir serinlik, gönlüme bir ferahlık vereni, Yalova’da Türkçe Öğretmenliği<br />

yapan Aslı Gül Kaya’ya aitti. Teşekkür ederim Aslı.<br />

Konak Eşrefpaşa Zafer Müfredat ilköğretim Okulunda geçen 5<br />

yıl, 7 aylık asla unutulmayacak tatlı hatıralar, iftihar edilecek hizmetlerle<br />

dolu müdürlük görevinden bahsetmeyeceğim. Kitap olacak kadar ayrı bir<br />

yazı konusu çünkü. Şimdi görev yaptığım ve ikinci kez görev yaptığım<br />

Mimar Kemalettin İlköğretim okulu, evimin bulunduğu mahallede olmasına<br />

rağmen beni pasifize etmek isteyen art niyetlilerin ittiği bir yer oldu.<br />

Hikâyesi uzundur ve hazindir.<br />

Yıllarca ücra dağ köylerinde bayrağı dalgalandıran tek mektepli<br />

olmanın, devletin-milletin bir tek toplu iğnesini bir kâğıdını canımızdan<br />

kıymetli bilmenin onurunu hep yaşadım. Okullar açılacak diye Eylülleri<br />

çok sevdim. Daha nice Eylüllerde okullar açılacak, öğrenciler dolduracak<br />

bahçemizi... Dersliklerde Türkiye’yi soluyacaklar. Bilgiyle donanacak<br />

kafaları. Ve ben birçok seneler daha sevgili öğrencilerim, yavrularım<br />

diyeceğim. saçlarımda ak, alnımda kırışıklıklar ihtiyar bir bedenle elveda<br />

derken okul hayatına belki de ağlamaların en büyüğü tutacak beni...<br />

123


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

A.Vahap AKBAŞ<br />

d.1954-Batman<br />

BU, O MU?<br />

Gözlerime inanamıyorum: Bu, o mu? “Bırak sayıklamayı. Bu kim, o<br />

kim?” dediğinizi duyar gibiyim.<br />

Bu: Kızılay’da, entelliğe özenen üniversiteli öğrencilerin takıldığı bir<br />

kahvehanede nutuk çeken genç adam. Üzerinde, yakası kalkık, geniş,<br />

yerlerde sürünen siyah bir palto… Boynunda upuzun, gri bir atkı… Sağ<br />

elinde kanyak şişesi; sol elinde kitaplıktan çıkmış, rulo halinde<br />

Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ı. Teatral jestlerle okey masasındakilere<br />

sesleniyor: “Baylar ben şimdi size, ister dinlemek isteyin, ister<br />

istemeyin, neden bir böcek bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Tüm<br />

içtenliğimle söylüyorum, ben pek çok kez bir böcek olabilmek istedim.<br />

Ama bunu bile başaramadım...”<br />

Masadakilerden biri keyifle okeyi ortaya koyuyor. Bambaşka dünyalarda<br />

gezindiği anlaşılan gence göz kırparak gülümsüyor. Diğerleri “Kafa<br />

ütüleyip durma.” mealinde işaretler yapıyor. Masada önce bir uğultu,<br />

hemen sonra büyük bir şangırtı… Taşlar yeniden dizilirken, o, önce<br />

şişeden bir yudum alıyor, sonra elindeki yırtık pırtık sayfalardan bir yeri<br />

bulup okumaya başlıyor: “Baylar, yoksa sizi güldürmek istediğimi mi<br />

sanıyorsunuz? Ama yanıldınız bunda da. <strong>Ben</strong> hiç de sizin düşündüğünüz<br />

ya da düşünebileceğiniz gibi şen bir adam değilim. Ama gene de bütün bu<br />

gevezeliklerime sinirlenerek (sizin sinirlendiğinizi anlıyorum) benim ne<br />

tür bir insan olduğumu sormak istiyorsanız, cevap vereyim size…”<br />

124


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Nasıl bir insan olduğunu Dostoyevski’nin kahramanının hezeyanlarıyla<br />

uzun uzadıya anlattıktan sonra birden susuyor. Masadakileri, yeni fark<br />

etmiş gibi bir süre süzüyor. Gazaba geliyor birden. Beddualar savuruyor.<br />

Duruluyor sonra. En dokunaklı sesiyle okumaya devam ediyor: “Siz hiçbir<br />

zaman yıkılmayacak billur bir köşke yani gizlice de olsa dilinizi çıkaramayacağınız,<br />

nanik yapamayacağınız bir billur köşke inanmışsınız. İşte bu<br />

köşkten benim korkmamın asıl nedeni: Belki de billurdan oluşu, hiçbir<br />

zaman yıkılmayacağı ve karşısında gizlice de olsa dilimi çıkaramayışım…”<br />

Masadakilere dilini çıkarıyor. Abartılı bir nanik hareketi yaparak benim<br />

masama geliyor. Bir “Turist Ömer” selamı çakarak oturuyor. Deminden<br />

beri hissettiğim şaşkınlık, acımayla, burkulmayla, tuhaf bir heyecanla<br />

harmanlanıyor. Bütün gördüklerime, duyduklarıma rağmen beni tanımasını<br />

bekliyorum. “Hocam…” diyerek ellerime sarılmasını… Ama beni<br />

tanıdığına dair hiçbir işaret yok. Cildi dağılmış, sayfaları birbirine karışmış<br />

“Yeraltından Notlar”ı masaya koyuyor. Sayfaları karıştırıyor. Parmağını<br />

bir yere koyuyor ve orada yazılanları gözleri kapalı, okuyor: “Eninde<br />

sonunda bayım, şu sonuca varıyoruz: En iyisi hiçbir şey yapmamak! En<br />

iyisi bilinçli bir şekilde hiç kıpırdamamak! Evet, yaşasın yeraltı!” Ve<br />

karşımda kıpırdamadan durmaya başlıyor. Rol icabı sahnede donar vaziyette<br />

duran oyuncu gibi. Masanın üstündeki dağınık sayfalara bakıyorum,<br />

bir de gözlerine. Gözlerinin ta içine… Uçsuz bucaksız bir boşluğa düşüyorum.<br />

Hüngür hüngür ağlayacağım. Bu kitabı ona ben tavsiye etmiştim.<br />

Kaçar gibi çıkıyorum kahvehaneden.<br />

O: Kara gözlü, kara kaşlı, yağız liseli delikanlı. Onu okuttuğum üç yıl<br />

boyunca hep sınıfın ön sıralarında oturdu. Devamsızlık etmedi. Okula bir<br />

gün bile hazırlanmadan gelmedi. Sorulan hiçbir soruyu cevapsız bırakmadı.<br />

Övüldüğü zaman mahcubiyetten yanakları al al olurdu. “Ölçülü davranış<br />

nedir?” dense onu gösterirdim. Yüksek sesle konuştuğuna, güldüğüne<br />

tanık olmadım. Öfkelendiğine, abartılı bir hareket yaptığına da… Sınav<br />

125


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

kâğıtlarını cevap anahtarı olarak kullanırdım. Ne bir fazla yazardı, ne bir<br />

eksik. Kompozisyonlarını harfine dokunmadan okul dergisinde yayımlardım.<br />

İyi bir edebiyatçı olacağına inanıyordum.<br />

Her kurala uyan ender öğrencilerdendi. Bayrak törenlerinde, öğrenciler<br />

kılık kıyafet konusunda uyarıldığında, örnek olarak o gösterilirdi.<br />

Böyle durumlarda, başı önde, huzursuz bir şekilde dururdu. Belli ki böyle<br />

teşhir edilmekten hoşlanmıyordu.<br />

İyi bir kitap kurdu olmuştu. Hafif kitaplar kesmiyordu onu. Dünya<br />

klasiklerine başlamıştı. “Dostoyevski sardı beni” demişti bir defasında.<br />

Onu edebiyata yönlendiriyordum. Ama istikbali parlak bir genci edebiyat<br />

gibi gelecek vaat etmeyen bir yola sürüklediğim için herkes kızıyordu<br />

bana. En başta ailesi buna karşıydı. Babası, onun asker olmasını istiyordu.<br />

Bunun için Harp Okulu sınavlarına girmeye zorluyordu onu. O ise askerlikten<br />

nefret ediyordu. Sonunda Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni tercih etti.<br />

Zor girilen, mezunlarına hayatta ilerleme imkânları sağlayan bu okula<br />

kimse itiraz etmemişti. Liseyi iyi bir dereceyle bitirdi ve tercih ettiği<br />

fakülteye girmeyi başardı.<br />

O zeki, çalışkan, terbiyeli çocuğa hayrandım. “Bir oğlum olacaksa,<br />

böyle olsun” diye dua ediyordum.<br />

*<br />

Öyle bir genç nasıl bu hallere düşerdi; aklım almıyordu. Uykularım<br />

kaçtı. Kendimi de sorumlu tutuyordum. Ailesiyle konuşmaya karar verdim.<br />

Kırk yaşlarında, kederi yüzüne resmedilmiş bir kadın beni içeri buyur<br />

etti. Sade döşenmiş salona alındım. Evin erkeğinin benimle görüşmek<br />

istemediğini biliyordum. Telefonda, oğlunun öğretmenlerini suçlamış,<br />

gencecik dimağını zehirli fikirlerle iğfal ettiğimizi söylemişti. Muhtemelen<br />

evde değildi. On üç- on dört yaşlarındaki kızları, “Hoş geldiniz hocam”<br />

dedi gülümseyerek. “Ne içersiniz?” Bir şey içecek durumda değildim.<br />

Israr edilince “Çay” deyiverdim.<br />

126


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

“Oğlunuz nasıl?” diye sordum. Konuya girmek her halükârda zordu.<br />

Ve böyle bir soruyla girmekten başka çare gelememişti aklıma. Kadın,<br />

beklediğim gibi, ağlamaya başladı. Kocasının suçlamalarından bahsettim.<br />

“Belki de haklıdır…” dedim. Başını, “hayır” anlamında sert bir şekilde<br />

salladı. Kızı, elinde çay tepsisiyle salona girerken, kadın, duvardaki<br />

üniformalı resmi gösterdi. “Hiç kimseyi suçlamaya hakkımız yoktur. En<br />

büyük kabahat şundadır!” dedi.<br />

Şu: Resimdeki. Kıdemli başçavuşluktan emekli… Biri oğlan, biri kız<br />

iki çocuk babası. Hanımın anlattığına göre: Birçok meslektaşı gibi disiplin<br />

ve mutlak itaati hayat tarzı olarak benimsemiş. Evini kışladan ayıramamış,<br />

çocuklarını ve eşini asker sanmış, onlara asker gibi davranmış, sonuç<br />

alamayınca “kafayı yeme” kertesine gelmiş.<br />

“Günyüzü göstermedi bize” diyordu kadın. “Subay sınıfına geçmek için<br />

didindi durdu, olmadı. Bu defa, oğlumuz subay olsun, diye tutturdu. Hayallerini<br />

onda gerçekleştirmek istiyordu. Çocuk hep bir cenderede yaşadı. Kurallarla,<br />

programlarla yatıp kalktı. Başardıkça daha fazlasını istedi babası ondan.<br />

Kör bir başarma ihtirası sarmıştı ruhunu. Çocuğun mutsuzluğunu görmüyordu<br />

bile. Çocukcağızım bir defasında, ‘Okula bir kez olsun kravatsız gitmek<br />

istiyorum anne’ demişti. Arkadaşları gibi kabahat işlemeyi, azarlanmayı, hatta<br />

cezalandırılmayı arzuluyordu. Müdür onu örnek kılıklı öğrenci olarak arkadaşlarının<br />

karşısına diktiği gün, oğlum gelip evde ağlamıştı. ‘Anneciğim<br />

kendimi çok fena hissettim. Çok rezalet bir durumdu…’ diye yakındı. Babasının,<br />

okul idarecilerinin ondan hoşnut olması yetmiyordu ona. Arkadaşlarıyla<br />

kaynaşmak, onlar tarafından da sevilmek istiyordu. İnsanı fıtratının dışına<br />

sürüklemeye çalışırsanız böyle olur.”<br />

Kadının anlattıkları hem üzdü hem de rahatlattı beni. Ortada üzücü bir<br />

durum varken, sırf bundaki sorumluluğum azaldı diye rahatlamıştım. Oysa<br />

neydi beni buraya getiren? Çok geçmeden, bu rahatlık hissinin utanç verici<br />

olduğunu düşünmeye başladım. Kızdım kendime. Bu ruh haliyle kadına ve<br />

kızına teselli edici birkaç söz söylemek istedim. Pek başardığım söylene-<br />

127


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

mez. “Tedavi görmeli, profesyonel yardım almalı…” dedim en son.<br />

“Evet” dedi kadın, “Onun da babasının da tedaviye ihtiyaçları var. İkisi de<br />

yeraltında çünkü.”<br />

Kadın, beni uğurlarken dedi ki: “Hocam, siz çok okuyor ve öğreniyorsunuz.<br />

Öğrendiklerinizi başkalarına da öğretiyorsunuz. <strong>Ben</strong> çok kitap<br />

okumam; ama yaşayarak şunu öğrendim: Sevgi, anlayış, hoşgörü olmadan<br />

gerçek anlamda hiçbir şey öğretilemez ve hiçbir başarı elde edilemez.”<br />

<strong>Ben</strong> ki öğretmeyi meslek edinmişim, kapının eşiğinde, acılarla<br />

yoğrulmuş bu kadının huzurunda beceriksiz bir öğrenci gibi hissettim<br />

kendimi.<br />

128


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Necdet EKİCİ<br />

d.1955-K.Maraş<br />

"GÜL BİTİRMEK İÇİN TOPRAK<br />

OLMAK GEREK"<br />

Sen küçüktün yavrucuğum. Beyaz, narin parmakların kurşunkalem<br />

kavrayalı ve gözlerin, zihnin renkli-resimli kitaplarla tanışalı daha ne<br />

olmuştu ki!... Henüz ilkokul ikinci sınıftaydın. Kâğıtla, kalemle, okulla tâ<br />

o zaman dost olmuştun.<br />

Aslında akıllı çocuktun, uslu çocuktun. Evimize misafir geldiği günler<br />

hariç, fazla gürültücü, mızıkçı, kıskanç, yaramaz da sayılmazdın. Hepsi<br />

iyiydi, güzeldi de hani şu gereksiz ısrarların olmasa, kafana taktığın şeyi<br />

inatla sürdürmen olmasa, belki seni daha çok sevecektim.<br />

O kadar işimin arasında, daktilomun başına oturduğum en hassas, en<br />

duyarlı, belki de en sinirli olduğum bir anda beni bölüverirdin. Elinde bir<br />

kâğıt, bir kalemle ansızın yanıbaşımda bitiveren "yedi belâ" sendin.<br />

Halbuki daha önce kaç kez ikaz etmiş, "<strong>Ben</strong> çalışırken odama girme!"<br />

diye yasaklar koymuştum sana. Hatta bir defasında "tak tak" kapıyı vurmana<br />

çok kızmıştım da annen zor almıştı seni elimden. Bunu en iyi sen<br />

bilirdin. Bütün hafızamı topladığım, garip sancılar içinde kıvrandığım, kafamda<br />

olgunlaştırdığım ayrıntıları henüz montajlayamadığım böyle duygusal<br />

bir "doğum" atmosferinde davetsiz misafirliklerin beni çok kızdırır-<br />

129


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

dı. Bil ki o günüm ölürdü. Niçin böyle yakardın bilmiyorum? Bütün<br />

tembihlerime rağmen yine anneni atlatır, ürkek gözlerle, yüreksiz bir<br />

kelebek gibi usulca ilişirdin masamın öbür ucuna. Bakışlarımdan anlardın<br />

her şeyi. Ne de olsa artık anlaşmış, orta yolu bulmuştuk: Dikkatimi dağıtmayacak,<br />

ben sormadan cevap vermeyecektin. Emir tekrarını sanki gözlerinle<br />

yapardın; "Tamam babacığım; hiç konuşmayacağım, soru sormayacağım,<br />

seni rahatsız etmeyeceğim!" Gözlerimin arkasına sakladığım o can<br />

tebessüme inat, aramıza düşen buzdan bir sessizlik, "Tamam" derdim<br />

kupkuru. Soru sormamak şartıyla artık yanımda oturabilecektin. Bu bile<br />

yeterdi sana. Sevinirdin. Baba ile oğul arasına düşen bu gizemli sessizlik<br />

sonradan yine de içime batardı. Vicdan azabı çekerdim. Biliyorum seni<br />

kahreden belki de benim ilgisizliğimdi. Belki de bunu sırf yanımda olmak,<br />

yakınımda, bulunmak, beni çok özlediğin için yapardın!<br />

Haklı olan sendin aslında. Bir çocuğun gün boyu ayrı kaldığı babalıyla<br />

akşamları birlikte olmak, birlikte oynamak, konuşmak, soru sormak<br />

istemesinden daha tabii ne olabilirdi? "Veya babanın çocuğuna ayıracak<br />

vakti olmamalı mıydı? Annen bile bazen haklı olarak isyan ederdi. Yanında<br />

birşey okutmaz, elimdeki gazeteyi, kitabı zorla çekip almaz mıydı?<br />

"Hiç konuşmuyorsun, çok sessizsin!" diye sitemler etmez miydi? Yazmak<br />

baban için bir sevda idi yavrucuğum. Mecburdum yazmaya. Kolay mıydı<br />

devrilmiş; ihtiyar bir söğüt bedeninden yeşil bir sürgün yeşertmek. Bunu<br />

zamanla anlayacaktın...<br />

Bazen bakardım sana, dirseklerin masada, yanakların iki avucunda,<br />

daha bana sarılmadan, kuş tüyü öpücüklerimi vermeden, yaptığın resimlerini<br />

göstermeden, boynun yana bükük karşımda öylece uyuyakalmışsın.<br />

Düşmenden korkar, usulca kucaklar, yatak odana taşırdım seni. İçgüdüsel<br />

sarılırdın. Koklardım seni. Alnına kelebek dokunuşunda bıraktığım öpücükler,<br />

yavaşça çekerdim yorganı üzerine. Bazen de uyku vurgunu gözlerin<br />

dalgın, esneyerek beni seyrederken görürdüm seni karşımda. İçime<br />

batardın. Yine de aklından geçenleri sormaz, anlaşmamızı bozmazdın.<br />

130


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Yazımı bitirdiğimi, rahatladığımı yüz harlarımdan, bakışlarımdan anlardın.<br />

O zaman yüzünde güller açar, canlanırdın. Başlardın konuşmaya,<br />

dünyanın sorusunu sormaya! Sabırla dinlerdim seni. Artık Bremen Mızıkacıları<br />

da bizimdi, karakucak güreşleri de. Elimize çarpa çarpa peşrev<br />

yapardık daracık odaya serili çayır rengi halı üzerinde. Dayın ezberletmişti<br />

ya o sözleri, artık en büyük cazgır da sendin:<br />

"-Hani Ali, hani Veli?<br />

Hani Kurtdereli?<br />

Pirimiz üstadımız Hazret-i Hamza belli!<br />

Vur sarmayı künde at,<br />

Gönderelim Hazret-i Muhammed'e salâvat!<br />

Alta düştüm diye üzülme,<br />

Üste çıktım diye sevinme!<br />

Alta düşersen apış,<br />

Üste çıkarsan paça kasnaktan yapış!<br />

Korkma pehlivanım korkma!<br />

Şahin de küçüktür ama,<br />

Gökten indirir turnayı.<br />

Cenab-ı Allah vermesin kimseye illeti!<br />

Sizlere ihsan etti iman ile kuvveti!<br />

Varolsun yeryüzünde kahraman Türk Milleti!"<br />

Kahkahalarla gülerdik. En çok da dedenin hoşuna giderdi. Gözlerinde<br />

nemli bir ışıltı dimdik oturur, dudakları kımıl kımıl bir garip canlanırdı.<br />

Sayende hepimiz ezberlemiştik o uzun sözleri.<br />

Güzel olan seni okumaktı...<br />

131


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

İşte yine yazı odamda karşımda oturduğun bir andı. Saatleri sabırla e-<br />

ritmiştik. Bitirmiştim yazımı, toparlanıyordum. Baktım, gözlerinde tatlı bir<br />

menevişlenme.<br />

- Baba, demiştin. "Öğretmenler Günü"nde öğretmenime bil bakalım<br />

ne hediye edeceğim?<br />

- Bilmem... Ne hediye edeceksin?<br />

- Kitap!...<br />

İşte ne olduysa o anda oldu. Seni üzen bir çift söz dilimden kurtuluverdi:<br />

- Hayır, kitap olmaz! Başka birşey hediye et...<br />

Şaşırmıştın. "Aferin!" dememi beklerken, "Seni tebrik ederim oğlum!"<br />

dememi beklerken, bu ani, bu kesin reaksiyonum karşısında şaşırmıştın.<br />

Önce şaka yapıyorum sanmıştın. Şaka yapmadığımı, gülmediğimi, hatta<br />

gülümsemediğimi görünce de kaşların havada hayretle bakmıştın yüzüme.<br />

Bir anda gözlerin bulanık, yüzün karmakarışık olmuştu. Dudaklarında bir<br />

müjde gibi tomurcuklanan "kitap" coşkusunu daha doğmadan öldürmüş,<br />

ezmiştim. Kısa, isyanlı bir sükûttan sonra başını iki yana sallamış ve tiz<br />

bir sesle haykırmıştın:<br />

- Hayır! Hayır, ben kitap hediye edeceğim!...<br />

Seni çok üzdüğümü anlıyordum. Çok üzüldüğün kesindi. Gerçekten<br />

buna değer miydi? Öyle ya, kitaptan daha iyi bir hediye mi olurdu? Herkes<br />

öğretmenine "Öğretmenler Günü"nde kolonya, çorap, mendil, havlu<br />

götürürken; çiçek yaptırırken; hatta baklava, çikolata sardırırken; sen<br />

kitabı tercih etmiştin. Kalıcı olanı tercih etmiştin. Çocuk yaşma rağmen bu<br />

düşüncenden dolayı -dedim ya- kutlamalıydım seni. "Aferin oğlum!"<br />

demeliydim: "Her kitap, karanlık dağ başında bir ateş yakmaktır." Öyleyse<br />

niye? Söylesem, "Bak oğlum," desem ve tane tane anlatsam, gerçekten<br />

anlar mıydın? İnanır mıydın bana? Belki de hiç mi hiç anlamayacaktın<br />

beni. Şiddetle itiraz edecektin. Yoksa katı bir gerçekle seni biraz daha mı<br />

132


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

üzerdim? Oysa sen sırf bunu söylemek için bunca saat karşımda beklememiş<br />

miydin? Daktilomun "çat çat" seslerine katlanmamış mıydm?<br />

Düşünüyordun. Düşündükçe aklın daha da karışıyordu: "Nasıl olur da,<br />

kitaplarla, kâğıtlarla, yazmakla, çizmekle haşır-neşir olan; herkese (başta<br />

öğrencilerine) kitaplar tavsiye eden; "Kitapla dost olun" diyen bir baba, bir<br />

öğretmen "Kitaba gerek yok!" diyebilirdi?!" Ve haklı olarak isyan ediyordun:<br />

Bir yazarın oğlunun böyle bir günde öğretmenine kitap armağan<br />

etmek istemesinden daha tabii ne olabilirdi?<br />

Gözlerinde bin bir soru işareti, yüzün perde perde solarken, ağlamaklı<br />

bir sesle:<br />

- Ama benim öğretmenim kitap okumayı çok seviyoo! demiştin.<br />

- Mutlaka öyledir. Bunun tersini düşünmek bile istemem...<br />

- Ama öyleyse neden? .<br />

- ....................<br />

Sustum. Dilimi salladım yine söyleyemedim. Körpe yüreğinde belki<br />

yorumlayamazdın söyleyeceklerimi. Sırf seni şaşırtmak veya üzmek için<br />

ise asla olamazdı.<br />

Dudaklarımda yumuşak, ipeksi bir ses:<br />

- Kolonya veya mendil götürsen... Veya çiçek yaptırsak olmaz mı?<br />

Suratını asmış hiç cevap vermiyordun. Dokunsam ağlayacak gibiydin.<br />

- Bak herkes öyle yapmıyor mu?<br />

- Ama ben, senin yazdığın kitaplardan birini verecektim. "Bak öğretmenim<br />

babam yazdı bu kitabı. Sizin için imzalattım." diyecektim.<br />

Boynum yana bükük, suçlu gülümsedim. Sanki teslim olmama saniyeler<br />

kalmıştı.<br />

- Ama şimdi istemiyorum! Hiçbirşey de götürmüyorum.<br />

- Neden?<br />

- Götürmüyorum götürmüyorum işte!<br />

-Ama neden?<br />

133


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Sen...<br />

- Söyle söyle: "Sen..."<br />

- Sen aslında kitaplarına kıyamıyorsun!!!<br />

-Oo..!<br />

- Kıyamıyorsun işte!<br />

- Yapma... Evimiz kitap dolu. İster benimki, ister başka bir yazarınki<br />

olsun ne önemi var!?<br />

- Hayır, kıskanıyorsun! İstersen...<br />

-Evet...<br />

- Kızmayacaksın ama.<br />

- Tamam kızmayacağım.<br />

- Parasıyla sat bana.<br />

- Ah..hh...hu...<br />

Aynen böyle demiştin: "Parasıyla sat bana." Çok hoşuma gitmişti.<br />

Kahkahalarla gülmüştüm. Gürültüye annen içeriye girdiğinde "Bak oğlun<br />

ne diyor!" demiştim. Sen hariç beraberce gülüşmüştük. Farkediyordum,<br />

biz güldükçe senin suratın buruşuyor, gözlerin buğulanıyordu. Sonra<br />

annen de sana destek çıktı. Anne-oğul beni köşeye fena sıkıştırdınız.<br />

Dayanma gücümü kaybettim, teslim oldum:<br />

- Tamam, dedim. Getir ordan bir kitap, imzalıyorum. Ama parasını<br />

alırım haa! Veresiye filan da yok(!)...<br />

- Tamam...<br />

Kitaba doğru bir gidişin vardı ki görmeliydin. Gözlerin su altında gülümseyen<br />

çaytaşları gibi ışıl ışıldı.<br />

(Biliyor musun, şimdi lise son sınıftasın; bana olan borcunu hâlâ ödemedin.)<br />

Sevindin. Hikâye kitaplarımdan biri çoktan önüme konulmuştu bile. Dirseklerin<br />

masada, iki gül demeti yanakların avuçlarında, gözlerin kalemimin<br />

ucunda: "Oğlumun öğretmeni Filiz Hanıma sevgi ile..." Rahatladın. Gözlerin-<br />

134


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

de bulgur bulgur bir kaynama. Dünyalar senin olmuştu. "Keşke biraz daha<br />

fazla yazsaydın babacığım-"demiştin. Fakat "Kitaba gerek yok" sözüm, içinde<br />

bir ukde bir düğüm olarak kalmış, uzun bir süre de kalmaya devam edecekti.<br />

Bunu bir gün en iyi sen anlayacaktın. Beraberce anlayacaktık.<br />

Nihayet 24 Kasım...<br />

Öyle anlatmıştın: Herkes, renk renk jelatinlere sardırdığı hediye paketlerini<br />

sınıf başkanının okuduğu numara sırasına göre öğretmeninin elini<br />

öperek veriyormuş. Bir iki öğrencinin dışında hemen bütün sınıf o gün<br />

hediyelerle gelmiş. O iki öğrenci de çok fakirmiş. İsimleri okunduğunda<br />

kızarmışlar, ağlamaklı ağlamaklı olmuşlar da o gün hiç konuşmamışlar.<br />

Gelen hediyeler arasında neler yokmuş ki: Havlular, çoraplar, masa<br />

örtüleri, dantelalar, yazmalar, kolonyalar, parfümler, çiçekler, çikolatalar.<br />

Hatta kırmızı kurdelalı çeyrek altın bile getirenler varmış! O kadar çok<br />

hediye gelmiş ki öğretmeninizin masası vitrinler gibi dolup taşmış. Bazı<br />

paketleri öğretmeniniz de sizin gibi çok merak ediyor, heyecanlanıyormuş.<br />

Hemen serçe parmağının uzun tırnağını bıçak gibi kullanarak çıtır çıtır<br />

açıyor, "Ay camım!" diyerek teşekkür ediyor, bağrına basıyor ve yanaklarınızdan<br />

öpüyormuş. O gün herkes neşeliymiş. Ama en çok da<br />

öğretmeniniz!... Gözleri cıncık cıncık, herşeye kahkahalarla gülüyormuş.<br />

"Aferin çocuklar!" diyormuş 1 . "Diğer öğretmenlerinize karşı beni mahcup<br />

etmediniz. Sevginizi ispat ettiniz. Bu benim için bir onur meselesiydi."<br />

Giderken hediyeler öğretmeninizin kucağına sığmadığı için yardım<br />

etmişsiniz. İki siyah poşete doldurmuş da öyle götürmüş evine. O gün<br />

yürüyüşü bile bir başkaymış. Senden başka öğretmeninize kitap hediye<br />

eden yokmuş. Ama çok sevinmiş öğretmeniniz. Hatta "Aa... Bakın Çocuklar<br />

arkadaşınızın babası yazarmış! Ay ne kadar güzeel! Çok severim kitap<br />

okumasını. Daha önce niçin söylemedin babanın yazar olduğunu?! Teşekkürler!<br />

Babaya selâm!" diyerek seni taltif etmiş. O an çocuklar,"Keşke<br />

bizim de babamız yazar olsaydı!" diyerek sana gıpta ile bakmışlar. "Gör-<br />

135


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

meliydin baba beni" demiştin. "Seninle öyle bir gurur duydum ki! Şimdi<br />

sınıfta herkes seni merak ediyor. Öğretmenimiz bile!.."<br />

<strong>Ben</strong>im zamanımda henüz "Öğretmenler Günü" diye birşey yoktu oğlum.<br />

Ne öğretmenimize gül kesip götüreceğim çiçekli bahçemiz, ne de<br />

şimdiki gibi kitap dolu odamız vardı. Kolonya, çorap, mendil, havlu,<br />

çikolata gibi şeyler ise zâten adetten değildi.<br />

Yağmurda akmasın diye çatısına içten naylon çekilmiş kırmızı kiremitli,<br />

duvarları çamur sıvalı, bir odalı kutu gibi evlerde kitap mı olurdu?<br />

Dört mevsim küflü saman, sulanmış toprak kokan bu daracık evimizde<br />

birşe-yin hayali süslemişti içimi: Sabırla uç vermesini beklediğim bir<br />

şakayık... Tohumunu sarı bir "Vita" kutusuna özenle ekmiştim. Açınca<br />

onu verecektim öğretmenime. Onu vermenin hayalleriyle renklenmişti<br />

gönlüm. Nihayet bir sabah yeşil bir uç müjde gibi "Merhaba" dedi. Zamanla<br />

dallandı boylandı. Birgün tam tepesinde mercimek büyüklüğünde<br />

yeşil bir yoğunlaşma ve nokta nokta ışıklanın bir kızartı. Nihayet açmıştı<br />

şakayığım. Sanırdınız ki kırmızı küçük bir ampul... Annem her sabah o<br />

ışıklı, sessiz, yumuşak kızartıya bakar, "Bana memleketimizi hatırlatıyor"<br />

der, ardından derin bir "Of!" çekerdi. Anlardım ki o da çok seviyor.<br />

Bir gün ne oldu biliyor musun? Okuldan döndüğümde gördüm: O ışıltılı,<br />

sessiz kızartı yerinde yoktu. Yüreğim, yüreğimdeki cemre yoktu. Ta<br />

başından koparılmıştı. Bir tuhaf oldum. Hüngür hüngür ağladım. Sonradan<br />

annem anlattı: Kapı komşumuz Tahir Emmi'nin Remzi diye sümüklü,<br />

yaramaz, saçları çiğdem gibi sarı bir çocuğu vardı. <strong>Ben</strong> yokken annesiyle<br />

evimize gelmişler. Minder atıp eşiğe oturtmuş annem. Fakat Remzi ikide<br />

bir kaybolup duruyormuş. Bir hınzırlık düşündüğü belliymiş. Az sonra<br />

elleri arkasında hırsız kediler gibi diken diken bakarak içerden çıkmış.<br />

Hani aklına da gelmemiş değil annemin. Bir de ne görsün, arkasında<br />

sakladığı benim şakayığım değil mi? Kor gibi yanıyormuş avuçlarında.<br />

Parçalamadan elinden zor almış. Çok canı sıkılmış, çok öfkelenmiş annem<br />

ama, misafirdir diye de hiçbirşey diyememiş- Dedim ya çok ağladım. Sapı<br />

136


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

bile olmayan o güzelim şakayık ne yapılırdı?.. <strong>Ben</strong> de ona çöpten kalem<br />

gibi bir sap takmış, ertesi gün öyle götürmüştüm öğretmenime.<br />

Öğretmenimiz, koyu çimen yeşili gözlü, su gibi akan uzun siyah saçlı,<br />

Güler adında bir bayandı. Bekârdı. Sapı çöpten olan çiçeğimi utanarak<br />

sessizce uzatmıştım kendisine. Önce şaşkın şaşkın bir elimdeki çiçeğe, bir<br />

bana bakmış ve hafiften gülümsemişti. Yanaklarım ateş gibi yanıyordu.<br />

Galiba o an söyleyeceği tek kelime dahi beni darmadağın etmeye yetecekti.<br />

Dilim, ağzım kupkuru olmuştu. Ama söylemedi hiçbirşey. Sadece<br />

duygulu gülümsedi, hepsi o kadar. Eğer heyecanlanmasaydım: "Öğretmenim"<br />

diyecektim, "Bu çiçeğin tohumunu dayım ta memleketten gönderdi.<br />

Kutuda annemle senin için yetiştirmiştik. Ama kazaya uğradı,<br />

kırıldı. Ne olur kabul edin!" Söyleyemedim hiçbirşey. Öğretmenimiz sanki<br />

söylemek istediklerimi anlamış gibi çimen yeşili gözlerini gözlerime<br />

dikmiş, "Anlıyorum seni" demişti. O an bana sarılıp yanaklarımdan öpmüş,<br />

neden bilmiyorum, ama gözleri buğulanıvermişti. Sonra sınıfa dönüp<br />

demişti ki: Çocuklar, bu benim için hediyelerin en güzelidir. Bana değişik<br />

şeyler hatırlattı. Arkadaşınız aslında bir gül değil, gül kadar güzel yüreğini<br />

verdi. Sınıfınız adına kendine teşekkür ediyorum." Aynen böyle demişti.<br />

Tabii dünyalar benim olmuştu!<br />

Neyse, yine sana dönelim:<br />

24 Kasım'ın üzerinden onbeş gün kadar bir zaman geçmişti. Bir akşam<br />

eve omzunda askılı çantan, asık bir suratla döndün. Ne montunu vestiyere<br />

asmış, ne de ayakkabılarını çiftleyip ayakkabılığa koymuştun. Hani derler<br />

yüzünden düşen bin parçaydı. Dokunsam ağlayacak gibiydin. Birşeylerin<br />

olduğu kesindi. İçimden ya kavga etmiştir, ya zayıf almıştır; ya da öğretmeninden<br />

azar işitmiştir diye geçirmiştim. Başka ne olabilirdi? Oysa<br />

değilmiş... En iyisi senin anlatmandı.<br />

- Hani öpücük yok mu? dedi annen.<br />

O gün ne anneni, ne de beni öptün. Hiçbirşey söylemeden gözlerin dolu<br />

dolu önümüzde durdun. Diz çöküp çantanı açtın. Altını üstüne getirerek<br />

137


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

birşeyler aradın. Yüzündeki bozuk ifade hâlâ hükmünü koruyordu. Nihayet<br />

bulmuştun. Hiç konuşmadan, yorum yapmadan bana uzattın: Kapağı çıkmış,<br />

sayfa uçları buruşmuş, su değdiği için üzerindeki mürekkepli yazılar mavi<br />

mavi dağılmış biri kitap... Zor okudum: "Oğlumun öğretmeni Filiz Ha...<br />

İçimde bir kıvrılma, bir eziklik... Eserini, hele de imzalayarak verdiği eserini<br />

birgün bu halde görmek!.. <strong>Ben</strong>im için bir hicran yarası olmuştur. Bunu en<br />

iyi yazarlar anlar yavrucuğum. Kitaplar insanın çocukları gibidir. Hep<br />

söylerim: "Kıymetini bilenlere verilmelidir." diye. O an açmadım sana<br />

yüreğimi veya açamadım. Fakat kardeşlerinden biri kaza geçirmiş de kucağıma<br />

tutturmuşlar gibi bir his... Kitabım elimde.<br />

Kırık, boğuk bir sesle:<br />

- Gördüm, böyleydi, dedin.<br />

Baktım, gözlerinde lacivert-mor renklerin oynaştığı buğulu bir mahcubiyet,<br />

"Böyleydi işte!..." dedin. Sesin iyice titremişti. Sonra devam ettin:<br />

"Öğretmenimiz sınıftaki diğer kitaplarla birlikte bunu da naylon bir poşete<br />

çıkınlayıp dolabın üstüne koymuş. Bugün söyledi: "Tatilde herkes bir<br />

kitap okuyacak!" diye. Öğrencilerin istedikleri kitabı seçmeleri için poşetteki<br />

kitapları yere dökünce gördüm, böyleydi. Herkes kapış kapış kitap<br />

seçerken ben seninkini aldım. Hediye ettiğim kitabımı aldım!..."<br />

Baktım ağlayacaksın.<br />

- Aa... Üzüldüğün şeye bak! dedim. Ne önemi var, bak aynısından<br />

bizde bir sürü!...<br />

Ve yaşına rağmen en büyük lafını ettin:<br />

Babacığım biliyor musun, bundan sonra öğretmenler gününde ben de<br />

öğretmenimize çikolata götüreceğim!?<br />

! "Anlat" dedin, anlattım işte. Bütün teferruatıyla anlattım. Şimdi lise<br />

son sınıfa gidiyorsun. Yıllar sonra yine karşıma geçmiş: "Yarın yirmi dört<br />

kasım, öğretmenimize ne götüreyim?" diyorsun.<br />

138


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Zafer ALTUNKOZAOĞLU<br />

d. 1955-Artvin<br />

KORKUT HOCA<br />

Düşüncesizlik işte... Zararımıza olan şeylerle sevinmeyi âdet haline<br />

getirmiştik. Dersimiz boştu gene. Tebeşirler, silgiler havada uçuşuyordu.<br />

Ayıptır söylemesi, ahıra döndürmüştük sınıfımızı. Gürültü ve toz içindeydik.<br />

Üstelik bağırarak konuşmaktan da zevk alıyorduk. Kara tahtanın<br />

hemen her köşesi, tuhaf yazılarla dolmuştu. Hem de ne yazılar!.. Acele ve<br />

beceriksizce çizilmiş kalp resimleri, kalbi delen oklar; deli ve kural tanımaz<br />

duygularımızın ifadeleriydi. Kürsünün önünde, futbol topu görevini<br />

üstlenmiş eski bir ayakkabı duruyordu. Güreşenler mi, itişenler mi, boğuşanlar<br />

mı dersiniz? Sıraların üstünde zıplayanlar da cabası. Bulunduğumuz<br />

anı doyasıya yaşamak yeterli miydi bizim için. Dün ya da yarın umurumuzda<br />

değildi. Keskin bir ter kokusu kaplamıştı dersliğimizi.<br />

Dışarıda ise tipi vardı. Küçük kasabamızı avuçlarının arasına almış,<br />

boğmağa çalışıyordu. İçerisinin o muazzam kokusunu birazcık hafifleten<br />

de, pencere aralıklarından sızan esintilerdi. Macunlan dökülmüş camlarımızın<br />

tıkırtısı durulmuyordu bile.<br />

Bütün sınıf kayıtsızca kendi âlemini yaşarken, açılmayacağından emin<br />

olduğumuz, alt tarafı tekmelerimizle kapkara kesilmiş ve hatta kırılmış gri<br />

boyalı kapı, cırlayarak açılıverdi. Kendisini ilk defa gördüğümüz, bizlere<br />

yabancı, halim selim görünüşlü bir adam olup bitenlere aldırmadan kürsü-<br />

139


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

ye yöneldi. Curcuna sürüyordu. Bağrışmalar, çıkarılan acayip sesler,<br />

cızırtılar susmadı.<br />

O, bir tek kelime dahi söylemeden, her hangi bir müdahalede bulunmadan<br />

kürsüdeki yerine oturdu ve sükût etmemizi bekledi. Yüzünün<br />

çizgilerinde hiçbir değişiklik yoktu. Belli belirsiz bir tebessüm yayılmıştı<br />

çehresine. Gayet dikkatlice izliyordu bizleri.<br />

Sonunda, kürsüdeki yalnız adamın sabrı, biz şımarık yaramazların i-<br />

nadını yendi. Birbirimizle işaretleşerek susma konusunda anlaştık. Sessizlik<br />

sağlanınca, pencere tarafından başlayarak, her birimizi teker teker ve<br />

olağanüstü dikkatlice sözdü. Zeytin karası koca gözleri hangimizin üstüne<br />

dönüyorsa, o tedirgin oluyordu.<br />

İki kolunu da kürsüye koyduktan sonra:<br />

- Adım Korkut Canatar, dedi. Karslıyım. On beş yıllık öğretmenim.<br />

Edebiyat derslerini birlikte yürüteceğiz bundan böyle.<br />

Kısacık cümlelerini öylesine bir ses tonuyla bitirmişti ki, artık kendisiyle<br />

ilgili başkaca bilginin gelmeyeceğini anlamıştık. Sesinin rengi,<br />

samimiyeti, "hepi bu kadar" demişti sanki. Halbuki onun her şeyini merak<br />

etmeye başlamıştık. Evli mi? Çocukları var mı? Babası, annesi... Hasılı,<br />

oturup hiç olmazsa bu ders kendisinden bahsetmesini bekliyorduk. Öyle<br />

yapmadı. Çok sonraları, karısı ve oğlunu bir trafik kazasında kaybettiğini,<br />

kendisiyle birlikle kalan annesinin de, gelini söz konusu olduğunda "ceylan<br />

gibiydi" dediğini işitmiştik.<br />

Şimdi de sizleri tanıyalım, dedi giriş kapısının yanındaki arkadaşımızı<br />

göstererek.<br />

"Hayır tanışmayacağız" diyemezdik tabii. Bu adamın insanı büyüleyen<br />

bir yanı vardı galiba. Bizleri arzu ettiği yöne döndürmüştü hemencecik.<br />

Sınıf, kendi yörüngesinden çıkmış; onun yörüngesine girmişti.<br />

Doğrusu şaşılacak durumdu bizler için.<br />

140


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Tanışma işi ortalara kadar gelmişti. Bir kız arkadaşımızın dili tutulmuştu<br />

heyecandan.<br />

-Adım... diyor, gerisini getiremiyordu bir türlü.<br />

Toto Tahsin durmadı. Alaylı bir ifadeyle:<br />

- Hoca duymuştur adını canım, dedi. Hale'yi bilmeyen mi var. Arkadaş<br />

artizdir de hocam!..<br />

Ve tabii kahkahayı bastı sınıf. Tahsin, arkadaşlarına yön vermiş olmanın<br />

keyfini yaşıyordu. Beklentimiz, Korkut Bey'in ile bağırmaya başlayacağı,<br />

hatta Tahsin'e vurmaya kalkacağı, Tahsin'in de onun elini tutacağı,<br />

böylelikle amacımıza ulaşacağımız şeklindeydi. Gene tahmin ettiğimizi<br />

yapmayarak bizleri şaşırttı, Hayret ki ne hayret! Hiç istifini bozmadan<br />

kaldı kürsüde. Ve hâlâ (tuhaf bir şey) gülümseyebilmekteydi.<br />

- Sen devam et kızım, arkadaşın latife yaptı, dedi etkileyici sesiyle.<br />

Hâle, utana sıkıla bitirdi konuşmasını. Arkasından diğer arkadaşlar<br />

devam etti. Kendisinin tanıtımını birkaç cümleyle geçiştirmesine rağmen,<br />

bizleri en küçük ayrıntıya değin sorgu sual ediyordu. Babamızın ne iş<br />

yaptığı, evimizin kaç oda olduğu, kardeşlerimizin sayısı... Ve onu benzer<br />

bilgiler. Bu tanışmanın usulen yapılmış bir şey olmadığını sonraları çok<br />

iyi anladık.<br />

Zil çalınca, içeri girdiği gibi olgun, sabırlı, görmüş geçirmiş biri izlenimini<br />

bırakarak çıktı. Sınıf birbirine girdi arkasından. Hepimiz dersin ve<br />

Korkut Hoca’nın yorumunu yapıyorduk. Bazılarına göre "ilk derste hava<br />

bastı", bazılarına göre de "başımıza bela olacak"tı.<br />

Sonraki derslerimizde sürdü yaramazlıklarımız, fakat azalarak.<br />

Bir gün edebiyat dersimizin tam ortasındaydık. Fuzuli’nin "<strong>Ben</strong>i candan<br />

usandırdı, cefadan yâr usanmaz mı?" mısrası ile başlayan gazelini<br />

işliyorduk. Ağzından çıkan her kelimeyi yudum yudum içerken, arka<br />

sıralardan bir sakız patlatıldı. Sinek uçsa vızıltısı duyulacak kadar sessiz<br />

olan sınıfla bomba etkisi yapmıştı. Esasen eski numaralarımızdan biriydi<br />

141


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

bu. Yapan da Sülo idi. Yerinde bir kahraman edasıyla oturan Sülo, hocanın<br />

ağır ağır kendisine yaklaşmasıyla uygunsuz oturuşunu düzeltti, toparlandı.<br />

Sonra, kendisini yüreğinden vuran şu sözleri dinledi.<br />

- Senden beklemiyordum!.. Senin gibi yiğit bir delikanlıya yakıştıramadım!..<br />

Hep Hazreti Eyüp sabriyle yaklaştı bizlere. Ne yaptıysak yüzündeki<br />

gülücükleri attıramadık, somurtmadı, kızmadı bir türlü. Dersliğe her<br />

girdiğinde ışıkların gereksiz yere yanıyor olması da sinirlendiremedi onu.<br />

Girdi söndürdü, çıktı yaktık. Böylece sürdürdük direnişimizi. Okula hayli<br />

uzak bir evde kalıyordu. Her sabah alacakaranlıkla birlikte koltuğunda<br />

kitaplar, soğukları büzülmüş bir halde gelirdi. Paltosu yoktu önceleri. İki<br />

ay kadar sonra siyah, kalın bir palto alınca, bizler de ısındık onunla beraber.<br />

Lacivert ceketiyle gri pantalonu pek değişmiyordu. Annesi tarafından<br />

dokunduğu belli olan kazağı da pek çıkarmadı sırtından. En fazla üç adet<br />

gömleği vardı. Ancak elbisesini ütüsüz ve kirli, gömlekleri yıkanmamış,<br />

kunduraları boyanmamış görmedik onu.<br />

Evinde ve öğretmenler odasında zaman zaman saz çalıp türküler söylediğini<br />

duyuyorduk. En çok hoşlandığımız yanı da o idi. Güzel çaldığını,<br />

iyi söylediğini anlatıyorlardı.<br />

Bir başka hoş yanı da derse girer, yoklama yapıp sınıf defterini yazar,<br />

kalemini iç cebine koyar ve önümüze gelerek parmaklarını birbirine<br />

kenetler:<br />

— Bu gün nasılsınız bakayım? Der. Bu üç kelimeyi her gün yeniden<br />

ve içtenlikle tekrarladı. Ah o üç kelime!., Bizleri oracıkla mutlu ederdi.<br />

Güzel bir şarkının nağmeleri gibi gelirdi kulağımıza. Ne bileyim ferahlardık,<br />

hoş olurduk o sabah. Hepsinden en önemlisi kelimelerin kudretini<br />

öğrendik böylece. Belki de çoğumuzun düşünmeden söylediği o sözler<br />

nelere kadirmiş meğer. Türkçeyi mükemmel konuşuyordu. Okuma-yazma<br />

ve telaffuzu yeniden öğrendik âdeta. Dilimizin tadını ve inceliklerini<br />

gösterdi bizlere. Hasretle bekler olduk Edebiyat dersini. Lise ikinci sınıfa<br />

142


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

kadar yerini dahi bilmediğimiz kütüphane, uğrak yerimiz olmuştu, O<br />

gelinceye kadar yarı yarıya kapalı olan kitaplık açıldı; yeniden usulüne göre<br />

tasnif edildi, rafları düzenlendi. Dersi varsa sınıfta, yoksa kütüphanenin<br />

hemen girişindeki kalorifer peteğinin yanı başında kitap okumakta olurdu.<br />

Okumanın lezzetine geç vardığımıza hayıflanıyorduk.<br />

….<br />

Kış ortasındaydık, günlerimiz iyice kısalmıştı. Çıkış saatlerimiz karanlık<br />

oluyordu artık. Okulumuz paydos olmuş, sokaklar öğrenci çığlıklarıyla<br />

dolmuştu. Birbirlerini kovalarken buzda kayıp düşenler, ağlayanlar,<br />

çantasını kızak gibi kullananlar, alelacele boyunbağını çözüp ellerinde<br />

sallayanlar... Çocukça telaşlar hakimdi sokaklara.<br />

Caddenin tam ortasına geldiğimizde ortaokuldan bir çocuğun ağladığını<br />

gördük. Külahı, kitapları ve defterleri karların üstüne saçılmıştı.<br />

Sokak lambasının sarı ışıkları az buçuk ulaşıyordu bizlere kadar. Burnu,<br />

gözleri kızarmış, dudaktarı morarmıştı. Yerdeki eşyalarını gördükçe daha<br />

şiddetli ağlıyor, "herşeyim mahvoldu!" diyerek feryat ediyordu. Sanki<br />

yakınlarını ya da elinden ayağından birini kaybetmişti zavallı yavrucak.<br />

Yıkılmıştı bütün dünyası.<br />

Çok geçmeden öğretmenlerimiz geldiler. Beklediğimiz üzere Korkut<br />

Bey kaldırdı çocukcağızı yerden. Durumdan çok etkilendiği, dişlerini<br />

gıcırdatışından belli oluyordu. Ufaklığı okşadı. Dağılan eşyalarının toplanmasına<br />

yardım etti.<br />

- Ne oldu sana çocuğum? diye sordu sonra.<br />

Göz yaşlarını silmekten ve hıçkırmaktan ötürü cevap veremiyordu u-<br />

faklık. Üsteledi.<br />

- Hadi söyle!..<br />

O sırada kasabamızın kabadayısı, umursamaz bir tavırla Korkut Bey'in<br />

başına dikildi. Ağzında siyah kehribar ağızlık ve ona takılı sigara, sırlında<br />

uzun bir palto, boynunda beyaz bir atkı vardı. Bıyıklarını bürmekteydi<br />

143


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

sürekli. Bizler korkmaya başlamıştık. Düşündüğümüz olur da bu gözü<br />

kara, korkusuz adam öğretmenimize saldırırsa ne yapardık?<br />

- Bunlara terbiye verin hoca! dedi Dayı Hasan, hükmedici ve kendinden<br />

emin sesiyle.<br />

— Ne gibi bir terbiyesizlik yaptı bu yavrucak sana?<br />

Korkut Bey'in sesinden de meydan okumalar seziliyordu.<br />

— Bu velet sigaramı elimin üstüne yapıştırdı!<br />

- Yanlış yapmış!.. Ama karşılığı, çocuğu bu hale getirmek mi olmalıydı?<br />

Dayı Hasan diklendi.<br />

- Bana hak hoca efendi!.. <strong>Ben</strong> talebelerinden bir değilim, dikkat el!<br />

Kafamın tasını attırma, yıkarım asfalta!..<br />

Son cümlenin ardından gözleri döndü Korkut Hoca’nın. Yumruklarını<br />

sıktı. Alışık olmadığımız ifadeler belirdi yüzünde. Doğrusu hiç ummadığımız<br />

bir atiklikle Dayı Hasan'm suratına bir yumruk patlattı. Hasan yere<br />

yıkılmış, beklenmeyen bu olay karşısında şaşkına dönmüştü herkes.<br />

— Kalk sersem!., diyordu ağzından köpükler saçarak.<br />

Dayı Hasan kaç kere ayağa kalktıysa o kadar da uzandı yere. Ağzından<br />

burnundan kanlar akıyordu. Karşı koyacak gücü kalmamıştı.<br />

Vere bir tükürük fırlatarak ve küfürler savurarak çekip yitti.<br />

Bizi sormayın... keyiften dört köşe olmuştuk. Dayı Hasan'ın yaptığı<br />

densizlikler son bulacaktı. Bizlerin kötü adamı, kötü efsanesi bitiyordu<br />

artık. Dayı Hasan’ın yumrukla alt edildiğini, yere serildiğini bizzat görmüştük.<br />

Neden sonra Korkut Bey:<br />

— <strong>Ben</strong> ne yaptım?.. Aman Tanrım ben ne yaptım? dedi. Ardından yürüdü<br />

karanlığın içine doğru tek başına.<br />

144


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sonraki günler, yeni efsanemizi yaratmakla meşgul olduk. Korkut Hoca'nın<br />

o küçük öğrenciyi korumak maksadıyla yaptığı kavgayı konuşuyordu<br />

herkes. Attığı üç yumruğa beş, altı daha ilave edildiği gibi,<br />

Dayı Hasan’ın hastahaneye kaldırıldığı ve koma halinde yatmakta olduğu<br />

söyleniyordu.<br />

…<br />

Baharı bu efsaneyle bitirdik ve yazı bu efsaneyle getirdik.<br />

…<br />

Ve Anadolu'nun doğu damında, toprağın uyandığı bir haziran günü,<br />

tayininin çıktığını öğrendik. Bizler için yıkımdı bu, dayanılacak gibi<br />

değildi. Örnek insanımızı, daha da önemlisi kahramanımızı yitiriyorduk.<br />

Hayatın böyle bir yönünü (ayrılığı) da tanımış olduk.<br />

Küçük bir kamyona yükledik eşyalarını. Kendisi de annesiyle birlikle<br />

şoför mahalline bindi. Orta Anadolu'nun orta yerindeki bir vilayetin<br />

bilmem hangi ilçesine gitti.<br />

……<br />

Lise son sınıf daha farklıydı bizim için. En azından sınıfımızın lambalarını<br />

açık bırakmıyorduk güpegündüz.<br />

Hoş bir seda, ılık bir esinti kaldı bize Korkut Hoca'dan.<br />

145


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Bestami YAZGAN<br />

d.1957- Osmaniye<br />

YUNUS EMRE OLMASAYDI...<br />

Meslekte yedinci yılımı doldururken, mezun olduğum liseye edebiyat<br />

öğretmeni olarak tayin edildim. Bu benim için çok güzel bir durumdu. Altı<br />

yıl öğrenci olarak bulunduğum, her köşesinde bir hatıram olan okuluma<br />

öğretmen olarak gelmek beni çok sevindirmişti. Birinci sınıfı şu köşedeki<br />

dershanede okumuştum, şu bahçede altı yıl koşmuş, oynamış; çocukluğumun<br />

ve gençliğimin en güzel günlerini burada geçirmiştim. Sıcak yaz<br />

günlerinde karşıdaki çeşmelerden kana kana su içmiş, okulun bahçeye<br />

açılan kapısı önünde başım dik, gözüm bayrakta yüzlerce kez İstiklal<br />

Marşı söylemiştim. İşte yıllarca önünden saygı duyarak geçtiğim öğretmenler<br />

odası.<br />

Ve öğrencilerim... Her biri kır çiçeği saflığını ve güzelliğini taşıyan<br />

öğrencilerim. Onları seyretmeye doyamıyorum. Kendi öğrenciliğimi<br />

görüyorum onların her hâlinde.<br />

Nihayet bugün ilk derse girerken, okula başladığım ilk günün heyecanını<br />

duyuyorum. Karşılıklı olarak kısa bir tanışma ve edebiyat hakkında<br />

bazı ön bilgiler verdikten sonra, defterlerinin birinci sayfasına Yunus<br />

Emre’nin:<br />

146


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

“<strong>Ben</strong> gelmedim kavga için,<br />

<strong>Ben</strong>im davam sevi için,<br />

Gönüller dost evi için,<br />

Gönüller yapmaya geldim.”<br />

dörtlüğünü yazdırıyor ve ilave ediyorum:<br />

-Çocuklar, bu vatanın insanlarını seviniz! Güzel çirkin, iyi kötü, zengin<br />

fakir ayrımı yapmadan bu milletin fertlerini seviniz! Bu millete hizmet<br />

etmekten şeref duyunuz! Şunu iyi biliniz ki, sevdiğiniz kadar sevilecek,<br />

hizmet ettiğiniz kadar yüceleceksiniz!...<br />

İkinci ders, üçüncü ders derken günler, haftalar geçiyor. Zaman geçtikçe<br />

birbirimizi daha iyi tanıyoruz. Gün be gün samimiyetimiz artıyor.<br />

<strong>Ben</strong> onları seviyorum, onlar da beni...<br />

Günlerden salı, birinci dönem sonu yaklaştı. İlk dersim 4-G’ ye. Sınıfa<br />

girip selam verdim ve masaya oturdum. Not defterini çıkarıp üçüncü<br />

yazılıları okudum. Başarı durumu iyi. Arkasından birinci dönem ödevlerini<br />

dağıttım. Yanlışlarına bakmaları için on dakika zaman verdim. Bu arada<br />

ben de anlatacağım konuyu bir kez daha gözden geçirmeye başladım.<br />

Birkaç dakika geçmişti ki, bir kâğıt parçası uçarak geldi ve masanın önüne<br />

düştü. Gittim baktım; öğrencilerden biri kağıttan uçak yapmıştı.<br />

Kağıdı açtım. Biraz önce dağıttığım ödev kağıdıydı bu. Böyle bir hareket<br />

beklemediğim için kızmıştım. Ahmet’in yanına gittikten sonra:<br />

-Çocuklar, şimdiye kadar sizlere hiç tokat vurdum mu, dedim. Ses<br />

çıkmadı. Karar vermiştim Ahmet’i dövecektim; hem de tokatla. Vurmak<br />

için elimi kaldırdım. Tam o sırada İrfan, Yunus Emre’nin :<br />

“<strong>Ben</strong> gelmedim kavga için,<br />

<strong>Ben</strong>im davam sevi için,<br />

Gönüller dost evi için,<br />

Gönüller yapmaya geldim.”<br />

147


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

şiirini okumaya başladı. Şiirle beraber elim havada kaldı. Sanki gizli<br />

bir güç bileğime yapışmış, hareket ettirmiyordu. Şiir bitince elim kendiliğinden<br />

aşağıya düştü...<br />

Hatırlamıştım. Bu, öğrencilere ilk derste yazdırdığım dörtlüktü. Geriye<br />

döndüm, yavaş ve düşünceli adımlarla masaya oturdum... Evet, öfke ile<br />

kalkmıştım ve eğer Yunus Emre olmasaydı zararla oturacaktım.<br />

Ey gönüller sultanı Yunus! Sen ne büyük bir insansın ki, asırlar öncesinden<br />

uzattığın ışıklı el, nice karanlığı aydınlatıyor; nice yanlışları düzeltiyor...<br />

O gün akşama kadar Yunus’u düşündüm, Yunus’la yaşadım. Ne olur<br />

her zaman onunla olabilsek!..<br />

148


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Hüzeyme Yeşim KOÇAK<br />

d.1958-Tunçbilek<br />

ALFABE<br />

Orta yaşın dinginliği ve sükûnetinde şu ân hadiseleri daha iyi değerlendiriyor;<br />

şerhler koyup, sayfalar açıyor.<br />

Öğrenciler teneffüste. İlkler, annesinin elinden tutmuş gelen ürkekler,<br />

bir alfabeyi dolduran cümlelere belki destanlara yazılı özgün harfler,<br />

eserler..<br />

Severek gülerek gururla seyrediyor. Manzara cıvıltılı.<br />

İrkiliyor, dışarıda boy atmaya çalışan taze bir baharla gelen şarkıyla.<br />

“Baharın Gülleri Açtı.”<br />

Birden boy atmış, depreşmiş hüzün. Alışkın, ama güller dökülüveriyor<br />

gibi geliyor. Yeşermesi için biraz çabalayacak.<br />

Anıların ayak sesleri…daha dün gibi. Batıyor çıkıyor; girip dalıyor,<br />

kurcalıyor.<br />

Hatırlıyor, o meşum sabahı…<br />

“Dört köşe kutuların gönüllerine kurulmadığı, iletişimin kalpten olduğu,<br />

çağca teslim alınmadığımız zamanlardı” diye düşünüyor.<br />

Nergis ölmüştü ve artık annesizdi. İlaçlar göz önüne geliyor, nöbetler,<br />

pişmanlıklar, dokunaklı nasihatler, tartışmalar, insan ağırlıkları…<br />

149


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sevgi sözcükleri boynunu büktüler, içinde yığıldı kaldılar, haberi alınca.<br />

Kelimeler vurucu. Muhatabına dökülmedikten sonra neylesinler;<br />

kısı(t)lı sevdalarıyla büsbütün dilsizleştiler.<br />

(Ya hayatlar? Neden hep başında gibiyiz, daima eksik yaralı ve tamamlanmamış<br />

gideriz? Hangi konumda nerede olursak olalım, hayatı<br />

neden asla yeterince anlamlandıramayız; daima aç tutkulu, gizli bir suçlu<br />

gibi ölümcül günahlarımızla “hikâyemizin” koynunda yaşarız.)<br />

Sorular, sorular. Artık ne mânâsı vardı.<br />

Hiçbir şey yapamamıştı. Başında beklemeliydi. Refet izin vermemişti.<br />

Ama kaldığı akraba evinde sabaha kadar sıkıntıyla kıvranmıştı.<br />

Ruhu sızlıyordu. (Hep geç oldu Allah’ım. Neden?)<br />

İçine dolan bir şey… Keder, sevgi dalgası.. Yoğun, kaçınılmaz, kaçılmaz…<br />

Bir ölüye sevgisini nasıl duyurabilir? Tekrar başlayabilir, mümkünün<br />

güzelini, kararıp kalmayan geleceği gösterebilir, “Hep istediğin gibi<br />

olacak anne!” diye vaat edebilir?<br />

Babası gelip, Bahri Amca’nın evinden onu alıyor, Gülizar Teyze’yle<br />

beraberce hastahaneye gidiyorlar.<br />

Son ziyaret. Morgda… Bembeyaz yatıyor, dimdik, boylu boyunca.<br />

Bütün acıları dindi, huzurda. (Çok çekti! Niçin?)<br />

Ölüm sebebi: Son zamanlardaki mevcut hastalıklardan en meşumu.<br />

Ona karşı durumu hep örtbas etmişler, eğlenceli yeşil zamanlarını, a-<br />

cıya çalmasın diye alabildiğince uzatmaya yeltenmişlerdi.<br />

Nergis’in hastalığı sinsice ortaya çıkmış, sonra -çaresiz- kanserden söz<br />

eder olmuşlardı. Tedavi fasılları. Şifa masalları. Yılan kuyruğuna bağlı<br />

umutlar.<br />

Anlamaya toparla(n)maya çalışmıştı; bir de bakmışsınız, nereye gömüleceği<br />

konuşuluyor filan. Yani bunun gibi.<br />

150


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Ahmaklığı mazeret değildi halbuki. Düpedüz annesinin gittikçe yıkıldığını<br />

görmezden gelmişti; 2 kere 2’yi ekleyememişti.<br />

Malûm, varı yoğu Nedret’ti. (<strong>Ben</strong>i seviyor mu, aldatıyor mu, tekrar<br />

kazanabilir miyim, kafasını kırayım mı?)<br />

Kız, fingirdeğin tekiydi. Bunaltıdan Nergisten fazla, kendisi hayale(te)<br />

dönmüştü.<br />

Can çekilmiş.. Ölüye sarılıyor. Geç olduğunu bile bile. Saçmalasa da<br />

ses çıkarmayıp, göz yumuyorlar.<br />

19 yaşında artık büyümeli… Soğuk. Çok üşüyor. Babasının sesi, uzaktan:<br />

“Mütevekkil ol Nihat! Sabret!”<br />

(Güzel kadındı. Her şey bu kadar ucuz mu? Güzellik, sağlık, zeka..<br />

kolayca elden gidecek mi?)<br />

Boş bekleyişler, avuntular, sahte sahipliklerin tesellileriyle mi vakit<br />

geçirdik geçireceğiz?<br />

Babası kâh başını okşuyor, kâh sırtını sıvazlıyor. Konuşmaları insicamsız.<br />

Zavallı o da şaşırdı.<br />

Bir başka Nihat devrede… İleri geri bozuk, Tanrı’ya söyleniyor. Ne<br />

alıp veremediği var ailesiyle. Bellemiş işte, belâ hep evlerinde.<br />

Gene de.. (Nedret haberi duymuş mudur acaba, yeise kapılmış mıdır?)<br />

Bir film sarıldıkça, oynadıkça yüreğini kesiyor.<br />

Sigara tiryakiliği; Nedret yüzünden babasına alkollü yakalanışı; bazı<br />

kız ailelerinden şikâyetler; “Sen evvelâ oğlunu eğit!” işittirmeleri; ailecek<br />

baş eğmeleri.<br />

Annesi sanki sadece günlük ihtiyaçlarını karşılardı ve o.. deli dolu<br />

gençlik hızıyla yaşarken, kadını atlayıverdi, basıp geçti. Nasılsa, her ne<br />

yapsa affedileceğini zannederdi. Babaya ise zaten mesafeliydi.<br />

Ki annesi kolay taşmaz, üzüntüsünü belli etmezdi. Yorulurdu, ağrırdı,<br />

kanardı ama incitmez yükletmezdi.<br />

151


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

“Sırtın terli, gene üşüteceksin Nihatçığım. <strong>Ben</strong> azıcık keyifsizdim, ilgilenemedim<br />

kusura bakma oğulcuğum”<br />

“Nesiyle ilgileneceksin kazık kadar herifin!”. Refet fena kızardı.<br />

“Hassas çocuk. Akıllıdır zekidir, pek üstüne varma. Düzelecek, meraklanma.”<br />

Ata yadigârı, “evladiyelik” sözler resmi geçit yapardı.<br />

Hastahane yeniden gözlerine, burnunun dibine dayanıyor.…<br />

Sırtına almalı, bir lahza. Sevgisini belli etmeli. Mezara girmeden, gömülmeden<br />

duygularını akıtmalı. Aksi takdirde yükünü nasıl taşımalı.<br />

(Belki beni duyar. Seni seviyorum anne! Hep sevdim)<br />

Esasen ne yapacağını da bilmiyor, “annesiz Nihat’ı” mı gebertsin, eline<br />

silah alıp, dünyaya mı sıksın, kurşun mu döksün. Hayır, havanda su<br />

dövsün.<br />

İşte burada gülüyor; düzensiz dizginsiz düşünceler duygular. Her azası<br />

mânâsız ve yük.. kalbiyse yekten.<br />

Gülizar Teyze müdahale etmiyor, ağzı kıpır kıpır. Nihat’ın o zamanlar<br />

anlamadığı, ezberinden kendi alfabesinden okuyor.<br />

Davranıyor. Anneyi kaldırmaya çalışıyor. Ağır.. yapamayacak. Dirisini<br />

kaldırabildi mi de, ölüsünü kaldıracak.<br />

Yıkıla yıkıla ağlıyor. Adamlıktan çıkmış, insan ağlayışı değil.<br />

(Neden.. keşke…)<br />

Bazı lâflar söylemek istiyor, sesi uçmuş. Ölüm Alfabesini okuyamıyor,<br />

çok yabancı, hâlâ tıfıl. Bitkin, kör gözlerle geziniyor.<br />

(Annem olsaydı beni çoğaltırdı.)<br />

Görünmez bir el adeta onu durduruyor. Bakışları tek noktaya mıhlanıyor.<br />

Bebekler, küçük insan ölüleri… Şimdiye kadar hiç şahit olmadığı<br />

sahneler.<br />

Beter üzülmesi gerekirken, annesinin kaybından duyduğu amansız ıstırap<br />

hafifliyor.<br />

152


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Bebeklere, hayatları doğmadan bitmiş, hiçbir deneyimin malikiyetin<br />

sahibi olmamış, iki dünya arasında kalmış, herhalde “hayatları” hep<br />

sorgulanmış, asla “olgunlaşamayacak” “A(a)dem” uzantılarına odaklanıyor.<br />

(Yedek bile değiller.) Ve sağanak boşanıyor.<br />

“Biz hiç değilse güzel günler gördük.”<br />

Refet omzunu tutuyor. Teselli edici, dindarane sözler:<br />

“Hastaydı. İyileşme ümidi yoktu. Bu dünyada tam bir tutukluydu. Artık<br />

hür… Kazandı da gitti. Hastahanede ömür geçirmesini ister miydin.”<br />

Nergis’in bir defa daha yüzünü ezberliyor.<br />

“Allah’a ısmarladık öğretmenim! Tanrı’ya dua edeceğim; sana iyi<br />

bakması için.”<br />

Bütün sözler, söylenecekler, içinden yükselenler, aminler ve çerçeveli<br />

kimlikler karmakarışık oluyordu sonra.. Ezber bozan ölüm, oyunbaz kader.<br />

Önce ölüye ağlıyordu, bundan böyle özüne.. yaşama inançlarının yitmişliğine,<br />

fuzuli gelen cismine.<br />

Şimdi ne yapacaklar. Birbirlerinden başka kimseleri yok. Üstelik Nergis…..YOK.<br />

Ankara caddelerinde babası Refet’le birlikte yürüyor. Ertesi gün annesiyle<br />

son bir yolculuk yapacak, cenazeyi kasabalarına taşıyacak, gurbet<br />

elde bırakmayacaklar.<br />

Aslında yolların hepsi birdi. Mekân bir.. Önemsizdi cevhersizdi insanlar.<br />

İrinli tükenmiş zamanlar yaşardı. Hayat ölüm için vardı. Evrende her<br />

“rahim” cehennemin ağzına adam taşırdı.<br />

Bay Ölüm’den nefret ediyordu. Gamdan, tasadan, hüsrandan, keder<br />

ve gussadan. Çileden, ıstırabın diş(l)isinden.. Çünkü tazeliğini ve “hayatın<br />

cildini” bozuyordu.<br />

O zehirli bahar sabahını, “Baharın Gülleriyle” birlikte çizdiğinde, buna<br />

benzer duygular, izlenimler sökün ediyordu.<br />

153


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Babasına ziyadesiyle üzülüyordu. Annesiyle birlikte tükenmişti. Bazen<br />

birlikte ağlıyorlardı. Ne yapacaktı koca adam. İki insan.<br />

Böyle yalınayak, çıplak, kuru, bir başına… Başkent Ankara’da, kasabada,<br />

dünyada. En önemlisi yan yana. (Gömleğinde kirli, ah baba!)<br />

Hastahane çıkışı, hallerinde herhalde bir tuhaflık vardı. Gelip geçenler<br />

acayip acayip bakıyordu. Yahut Nihat, tüm varlığı çiziyor yadırgıyordu.<br />

Öfkeli, ters, acizdi. Muhtaç mutsuz ve terkedilmişti. Annesini tezden<br />

özlemişti. Artık yeterdi.<br />

(Öğrencilerini bile bahçe kapısına kadar geçirirdi. Dudaklarından hiç<br />

kötü söz duymadım. Yalnızken, hoşlandığı için “Gülbeşeker” diye çağırırdım,<br />

hemen koşup sarılır, başını göğsüme dayardı.... Fazlasıyla iyi bir<br />

eşti………… SEVGİLİ GÜLBEŞEKEEER!”<br />

Zaptedilmiş kesik bir hıçkırık sesi. Nihat kendine geldi.<br />

Yan yana yürürken, babası ona doğru dönüp, kendine çevirmiş ve ansızın<br />

alnından öpmüştü. “Baba!”<br />

Kimi teselli ettiği belli değil, başını sallayarak: “Atlatıcaz oğlum<br />

atlatıcaz!” dedi.<br />

Daima itidalli, metanetli görünen adam; ağladığını beceremese de göstermek<br />

istemiyor, merhamet davet eden bir gayretle nasılsa ayakta kalmış,<br />

“sıhhatli varlık kusurunu” örtmeye çalışıyordu.<br />

Zihninde yüreğinde oynamalar; gelgitler… Ölüm marşları, türlü ezgiler.<br />

Ömür oyuncakları, dekorlu şık düşler, dirim üzerine cafcaflı söylevler…<br />

Yanlarından üç tekerlekli arabasıyla, muz satıcısı geçti. Canı muz çekti.<br />

(Tanrım ne alâka ama? Hayret! Acıkıyordu susuyordu yoruluyordu;<br />

tercih bile yapıyordu. Meslekler ve Kızlar!)<br />

“Sana muz alayım Nihat”. Babaydı, sevdiğini bilirdi.<br />

Hayattan çook.. alacakları vardı. Ölümün “âli rehberliğine” karşılık…<br />

154


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Refet: “Daha başındasın oğlum, öğreneceğin çok şey var.” diye,<br />

yüzüncü kez yineledi.<br />

Haklıydı. Ne alfabeler söküp kitaplar devirecek, yaşamına harfler<br />

ekleyecek, çetrefil girift okuma yazmalar yapacak, ne devasa deryadil<br />

“hocalarla”.. kazanacaktı.<br />

Heceleyecek, belleyecek, öğrenecek ve öğretecekti. A’dan Z’ye…<br />

Elbette hummalı “yüksek gerilimler” de yaşayacaktı.<br />

Ama “Hayat Alfabesinin” neresindeydi, durduğu yeri kestirebilse.<br />

Neyse ki, “seçili sözcüklerle, gönül bilgisiyle” kendi dilini kurabilmişti.<br />

“Sevgi”…<br />

Gürültü artmıştı, pencereyi kapadı.<br />

Müzik usul usul içinde çalmaya başladı. Göğsündeki “yalnız talebenin”<br />

sesine; evrendeki tüm “baharlı” öğrenci nefeslerine karıştı.<br />

“Baharın Gülleri”… Nergis Öğretmenin en sevdiği şarkıydı.<br />

155


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

İbrahim ERYİĞİT<br />

d.1958-Ankara<br />

ARDINDA KALSIN ACILAR<br />

Mart ayının ortalarına doğru sınıfın kapısı çalındı. İçeriye giren müdür<br />

yardımcısıydı.<br />

“Öğretmenim, dersinizi böldüğüm için özür dilerim.” dedi ve yanında<br />

duran öğrenciyi göstererek,<br />

“ Size ve sınıftaki öğrencilerimize yeni öğrencimizi takdim etmek istiyorum:<br />

Gökhan, artık bu sınıfın öğrencisi. Velisinin tayini nedeniyle il<br />

dışından geldi. Hepinize iyi dersler diliyorum.”deyip, sınıftan çıktı. Kapının<br />

açılışından itibaren sınıftaki bütün öğrencilerin bakışları ister istemez<br />

Gökhan’a odaklanmıştı. Gökhan, sınıftaki öğrencilerden hem yaş, hem de<br />

fizik olarak daha büyük gösteriyordu. Metin öğretmen oturması için işaret<br />

edince, o hemen arka sıralara bakışını yöneltti ve en arkadaki boş sıraya<br />

oturdu. Metin öğretmen, konusuna kaldığı yerden devam etti ve zil çalmasına<br />

çok az bir zaman kala konuyu bitirerek masasına oturdu. Gökhan’ı<br />

yanına çağırdı, ona ders işleyiş tarzını kısaca anlattı, alması gereken<br />

kaynak kitapların adlarını verdi. Zil çaldığında, sınıftaki öğrencilere ‘iyi<br />

günler’ dileyerek sınıftan çıktı.<br />

Daha sonraki günlerde, Gökhan’ın konulara karşı ilgisizliğini fark e-<br />

den Metin öğretmen, diğer branşlardaki öğretmenlerle görüşerek sorunun<br />

156


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

ne olduğunu anlamaya çalıştı. Görüşmelerin sonucunda Gökhan’ın bütün<br />

derslerde aynı ilgisiz tavrının sürdürdüğünü öğrendi.<br />

İlkbahar yağmurlarının yoğunlaştığı nisan ayı, güzelliğine bürünerek<br />

tüm coşkusunu insanlara ve doğaya hissettirmeye başlamıştı. Yine bir<br />

nisan günü yağmur sonrası güneş, yeşillenmeye başlamış ağaçları ışıl ışıl<br />

parlatmaya koyulmuştu bile. Kuş sesleri sınıfın açık pencerelerinden<br />

süzülerek Metin öğretmene adeta eşlik edercesine şakıyordu. Bütün<br />

öğrenciler, konusunu şiir gibi anlatan Metin öğretmeni beyinlerini ve<br />

yüreklerini açmış durumda dinliyorlar, not almaları gerektiğinde defterlerine<br />

abanırcasına yazıyorlardı ama bir tek öğrenci hariç: Gökhan. Metin<br />

öğretmenin, Gökhan’a tanıdığı tolerans süresi neredeyse iki haftayı doldurmuştu.<br />

Tahtada dersini anlatan Metin öğretmen zaman zaman Gökhan’la<br />

göz göze gelmesine rağmen Gökhan hiç istifini bozmuyor, aksine<br />

sırasının üzerinde defter ve kitabı olmadan rahat bir oturuş sergiliyordu.<br />

Bir de bütün bu olumsuzluğun üzerine bacaklarını üst üste atıp sıraların<br />

arasındaki koridora çıkartınca, Metin öğretmenin bu duruma sessiz kalması<br />

mümkün değildi. Tebeşiri masasının üstüne atarcasına bıraktı ve hızla<br />

Gökhan’ın yanına gitti ve<br />

“ Oturuşunu düzeltir misin, Gökhancım? ” dedi.<br />

Cümlenin yavaş tonda başlayıp sonuna doğru yüksek tona<br />

evrilmesinin getirdiği olumsuzluk bile Gökhan’ın konumunu düzeltmesine<br />

yetmemişti. Sadece üstte duran ayağını yavaşça yere indirdi, hepsi o<br />

kadar; yüzündeki aldırmazlığı ve alaysı ifadeyi aynen korumuştu. Uzun<br />

bir sessizlik bürüdü sınıfı. Öğrenciler merak ve korku içinde izliyorlardı<br />

bu diyalogu. Metin öğretmen, sinirlerine hâkim olmaya çalışarak gözlerini<br />

Gökhan’dan ayırmadan:<br />

“ Pekâlâ, yarın baban gelsin, onunla görüşelim” dedi. Gökhan’ın yüzündeki<br />

alaysı ifade daha da çoğalarak,<br />

“ Hocam! Ne varsa bana söyleyin. O adamla beni muhatap etmeyin!”<br />

şeklinde söylediği cümleyi, sanki önce sınıfın bütün duvarlarında yankı-<br />

157


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

lanmışçasına algıladı Metin öğretmen, sonra cümlenin içeriğinde yatan<br />

olumsuzluğu yok sayarcasına;<br />

“ Tamam o zaman. Yarın okul çıkışında görüşelim!” dedi ve canının<br />

sıkıldığını öğrencilerine belli etmemeye çalışarak kaldığı yerden konusunu<br />

anlatmaya devam etti.<br />

Ertesi gün okulda dersler bittiğinde, Metin öğretmen okuldan çıktı.<br />

Bahçede duran arabasına doğru yöneldiğinde, arabanın yanında duran<br />

Gökhan’ı gördü. Bir an anlam veremedi orada bulunmasına, boş gözlerle,<br />

ne arıyorsun, dercesine Gökhan’a baktı. Gökhan:<br />

“ Bugün için görüşeceğimizi söylemiştiniz ya hocam” deyince dünkü<br />

olumsuz diyalogu hatırladı birden oysa dünkü yaşananları çoktan unutmuştu<br />

bile. Arabaya atla, dercesine eliyle işaret yaptı Gökhan’a, kendisi de<br />

seri bir şekilde bindi arabaya.<br />

“ Nereye gidelim, Gökhancım?”<br />

“ Nereye isterseniz, hocam.”<br />

Metin öğretmen, ana caddeye çıkıp biraz gittikten sonra arabayı bir<br />

kafenin önünde durdurdu. Birlikte arabadan çıkıp, bahar güneşinin ısıttığı<br />

ve ışıttığı oldukça bakımlı görünen bahçedeki bir masanın çevresindeki<br />

sandalyelere oturdular. Metin öğretmen gelen garsona iki çay söyledi.<br />

“ Anlat bakalım, Gökhancım. Sorun nedir? Derslere karşı hiç ilgili<br />

değilsin.”<br />

“ Hocam!” diye söze başladı Gökhan ve devam etti:<br />

“ Annemle babam yıllardır ayrı yaşıyorlar. Her ikisi de burada değiller.<br />

<strong>Ben</strong> genelde halamlarda kalıyorum, ama onların evi hayli kalabalık<br />

olduğu için orada çoğu zaman aç yatıyorum, o da yatacak yer bulursam. O<br />

yüzden arkadaşların evinde kalıyorum çoğu zaman. Bazen hastanelerin<br />

acil bölümlerinde, bazen de terminalde sabahlıyorum. Sizin anlayacağınız,<br />

düzenli bir hayatım yok. Dahası ne annem, ne de babam maddi anlamda<br />

hiçbir destek sağlamıyorlar. Çoğu zaman yürüyerek gidiyorum gideceğim<br />

158


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

yere. Önceki gün babama telefon etmiştim para istemek için, bana yapmadığı<br />

hakareti bırakmadı. Dün de siz bana, babanla görüşelim, deyince,<br />

kendimi tutamadım, size karşı o yüzden tepkili davrandım. Özür diliyorum<br />

hocam.”<br />

Anlatılanlar karşısında bir müddet konuşamadı Metin öğretmen. O sırada<br />

çaylar da gelmişti. Çayından bir yudum alarak:<br />

“ Seni anlıyorum. Tamamen haklısın. Keşke bunları daha önceden<br />

konuşsaydık. Ama bu koşullarda yaşamayı mazeret olarak kabul etmemen<br />

gerek, aksine bu koşullardan kurtulmak için daha çok çalışmalısın ki sen<br />

oldukça zeki birisin. Ayrıca ben nasihat vermeyi asla sevmem. Sadece<br />

sana güvendiğimi ve her zaman yanında olacağımı söylemek istiyorum<br />

ben.” dedi ve çayından bir yudum daha aldı ve kalktı, Gökhan’a sarıldı ve:<br />

“Gökhancım, seninle her hafta okul çıkışı görüşelim, tamam mı?” dedi.<br />

“ Tamam hocam!” dedi Gökhan, “Size minnettarım, iyi ki varsınız,<br />

teşekkür ederim.”<br />

Saatlerce konuştular. “Zaman nasıl geçmiş?” dedi bir ara Metin öğretmen,<br />

“Hava kapandı, birazdan yağmur yağar, kalkalım.” Kalktılar.<br />

Güneş, daha bir anlamlı ısıtıyordu artık Gökhan’ın yüreğini: Yüreğinin<br />

genişlediğini, ferahladığını duyumsadı o an. Arabaya binerken ilkbahar<br />

coşkusunu iliklerine dek hissetti ve ışıltılı gözlerle öğretmenine baktı<br />

Gökhan önce, sonra da uzun soluklu bir dostluğun temelinin atıldığına<br />

inandığı bahçeye.<br />

159


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Celaleddin KURT<br />

d.1960-Elbistan<br />

HOCALARIN HOCASI<br />

"Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik-Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu<br />

yendik" beytini okurken coşkuların en büyüğüne kapılıyor; heyecanlanıyor;<br />

kendisini adetâ Mohaç Meydan Muharebesinde hissediyordu...<br />

Aslında şiir okumuyordu! Dilinde kelâm bulan şiirin, ihtiva ettiği mânâya<br />

kendini kaptırıyor; Mohaç'ta bin atlıyla beraber akınlara çıkıyor; düşmanlarla<br />

kıran kırana çarpışıyordu. O, zamanki, okuduğu tarih kokan bir şiirin<br />

coğrafyasına girse, kahraman Türk askerlerinden birisi olup çıkıyor;<br />

İstanbul'un fethinde Ulubatlı Hasan, Çaldıran'da Hasan Paşa, Çanakkale'de<br />

265 kiloluk top mermisini tek başına kaldıran Mehmet Çavuş oluyordu...<br />

Derslerini bir ibadet hazzıyla işliyordu. Sık sık, Nurettin Topçu'dan<br />

okuduğu bir anekdotu aktarıyordu öğrencilerine... Nurettin Topçu'nun<br />

eserlerinin birinde geçen: "Tam kırk yıl boyunca, ibadet eder gibi sınıflara<br />

girip çıktım, çocuklara verdiğim eğitimi ibadet saydım" lafzını, eğitimcilik<br />

hayatında uygulamaya çalışıyor; kendisi de; eğitimciliği, eğitim hayatında<br />

gösterdiği hizmetleri ibadet sayıyordu...<br />

Eğitim hayatında hiçbir engel yıldırmıyordu O'nu... Elinden tuttuğu<br />

nesillerin, yarınlarını düşlüyor, hiçbir fedâkârlıktan kaçınmıyordu onlar<br />

adına. Öğrencilerinin sadece öğretmeni değil, aynı zamanda onların anası<br />

babası konumunda kalarak; attıkları her adımı takip ediyordu. Geceleri,<br />

160


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

bekar öğrenci evlerine denetime gidiyor; kahvehanelerde öğrenci kontrolleri<br />

yapıyor; sokakları bile denetim altında tutuyordu... Sırf öğrencilerinin<br />

yarınları aydınlık olsun, öğrencileri makam, mevkii sahibi olsunlar diye...<br />

Öğretmenlik yıllarının birkaç yılını vilayeti dışında çalışmış; bir<br />

vesileyle de ilçesine gelmişti. O zamanlar ilçesinde lise bulunmamasından<br />

dolayı da büyük üzüntülere bürünmüştü... Bu üzüntüyle, memleketine bir<br />

lise kazandırmanın heyecanına sarmıştı içini... Millî Eğitim Bakanlığı ile<br />

yaptığı yazışmalarının neticesinde; bakanlığın özel bir ödenek ayırtarak<br />

bina yapamayacağı, bina yapılsa bile öğretmen yetersizliğinden kadro<br />

verilmeyeceği söylenmişti.<br />

Yazışmalar ve şifahî görüşmelerin neticesi böyleydi... Ancak aynı yazışmalarda,<br />

özel bir lisenin kurulabileceği söylenmişti hocaya!. O da,<br />

yoğun bir gayretle özel lise kurma teşebbüsüne girmiş; bir seferberlik<br />

çağrısı başlatmıştı eğitim-öğretim adına...<br />

Ne yazık ki o dönemde öğrenciler, Elbistan'da lise bulunmadığından<br />

ya Antep'e, ya da yakın vilayetlerden birine gidip geliyorlardı. Gidip<br />

gelirlerken de, bin bir zorluk ve meşakkatlere katlanıyorlardı tabii... Bu da<br />

Hüsamettin Hoca'yı çok düşündürüyordu. İlçesine mutlaka bir lise kurulmalıydı;<br />

lise kurma fikri O'nda bir rüya olmuştu...<br />

Yıl 1958'di... Gaziantep Lisesinde okuyan iki öğrenci, bayram tatili<br />

sebebiyle araba bulamamışlar; bir tomruk kamyonunun üzerinde yola<br />

çıkmak durumunda kalmışlardı. Gayeleri sılayı rahim olan öğrenciler; bir<br />

gün sonraki otobüsü beklemek yerine; "Bir gün beklemeyelim, memlekete<br />

erken gidelim" düşüncesiyle böyle bir yolculuğa razı olmuşlardı. Bindikleri<br />

tomruk yüklü kamyon, Göksun'un Fındık Köyü civarında kaza yapmış;<br />

öğrenciler devrilen tomrukların altlarında kalarak ölmüşlerdi... Daha<br />

gençliklerinin baharında, yaşları yirmi bile olmadan ölen gençlerin dramları;<br />

Elbistan'ı yasa boğmuştu...<br />

Elbistanlı gençlerin trafik kazasında ölmelerinden, genç yaşta ahrete<br />

intikallerinden Hüsamettin Hoca çok etkilenmişti... Çünkü, lise kurma<br />

161


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

kaygısına; müessir trafik kazasından çok önceleri düşen hoca; bu ölümlerin<br />

ardından lise kurma konusunda biraz daha kamçılanmıştı. Daha memleketine<br />

geldiği ilk günlerde düşlediği lise kurma projesi; artık mutlaka<br />

hayata geçirilmeli, hele ki bu kazadan sonra, mutlaka ilçesine lise kurulmalıydı.<br />

İlçesi için belki de en önemli proje buydu. Yoldan, berkten daha<br />

önemliydi eğitim işi! Çünkü aydın nesillerin yetişmesi, ilçesinin ufuklarının<br />

aydın olması; eğitimin ayağa kalkmasıyla başarılırdı...<br />

İşte o günden sonra, Hüsamettin Hoca önderliğinde pür telaş başlanılan<br />

lise projesi, çeşitli yazışmalarla onay almış; toplanılan yardım ve<br />

himmetlerle lisenin ilk temel harcı atılmıştı. Önemli olan bir işe başlamaktı.<br />

Ne de olsa, başlanılan işin neticesi mutlaka alınırdı. Ayrıca da, gösterilen<br />

gayret ve çabalarla başlanılan işin neticesi, çok kısa zamanda alınacak<br />

gibi görülüyordu.<br />

Bir seferberlik başlatılmıştı eğitim-öğretim adına. Bütün ilçe halkı karınca<br />

kararınca bu eğitim projesine destek veriyor; niyet hâlis olunca da<br />

başlatılan yol, aydınlık ufuklara doğru yol alıyordu. Bir sevinç kaplamıştı<br />

ilçenin okuma meraklılarının yüreklerini. Bundan böyle lise eğitimi için<br />

kalkıp başka vilayetlere gidilmeyecek; hem öğrenciler, hem de ana babalar<br />

hasret yaşamayacaklardı. Kurtlar, Krallar trafik kazalarında ölmeyeceklerdi...<br />

"Bana bir harf öğretenin kulu, kölesi olurum" anlayışıyla, herkes emek<br />

veriyordu eğitim projesine... Kimi parasıyla bu hizmete katkı sağlıyor;<br />

kimi malasıyla okul duvarlarını örüyor; kimisi de omzunda harç taşıyordu<br />

okul inşaatına....<br />

Kısaca; halk, öğretmen, öğrenci bir bütün hâlinde eğitime yatırım yapıyordu...<br />

İlçe halkı çocuklarının yarınlarını, yapılacak lisenin harcında,<br />

taşında, betonunda görüyordu...<br />

Netice çok kısa zamanda alınmış; Elbistan'ın ilk lisesi, özel statüde<br />

kurulmuş; okulun dershaneleri öğrencilerini bekler hâle gelmişti... Elbistan<br />

dışına artık öğrenciler bin bir zorluk içinde gidip gelmeyecekler; trafik<br />

162


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

kazalarında ölmeyecekler; kendi okullarında eğitimlerini yapacaklardı.<br />

Hüsamettin Hoca mutluydu, sevinçliydi... Tabii ki, böyle bir eserin ortaya<br />

çıkmasındaki en büyük emek de O'nundu... Hüsamettin Hoca; düşündüğünü<br />

hayata geçirmiş; Elbistanlıların gayret ve yardımlarıyla müstakil lise<br />

binalarını kavuşmuşlardı. O zamanlar fakrı zaruret hâlinde yaşayan halk,<br />

eğitimin önemini iyi bildiğinden, fakir bütçelerinden karınca kararınca bile<br />

olsa, bir yardım payı ayırtmışlardı liselerine...<br />

Hüsamettin Hoca'ya Elbistan halkı, eğitim-öğretime gösterdiği fedakârlık<br />

ve azminden dolayı liseye adını vermek istemişler; O, bu işe razı<br />

olmayarak: "Eğer rızanız olursa, benim adım yerine Mükrimin Halil<br />

Yinanç'ın adını bırakalım" demişti. Mükrimin Halil Yinanç; Elbistan'ın<br />

yetiştirdiği, dünya çapında ünlü tarih âlimlerinden birisi olup, ayrıca da<br />

Hüsamettin Bey'in kabilesindendi. Hoca kendisinin adını mütevazılıkla<br />

reddediyordu ama; layığı veçhile birinin adını da gündeme getiriyordu... O<br />

gün, lise müteşebbis heyetinin aldığı ortak bir kararla, lisenin adı; "Mükrimin<br />

Halil Lisesi" olarak bırakılıyordu... Yine, bu lisenin sevk idare<br />

heyetinin başına, yani lisenin müdürlüğüne, Elbistanlıların ortak isteğiyle<br />

Hüsamettin Hoca getiriliyordu...<br />

Yıl 1959 idi...Yarınlara kapı ve pencereler aralayacak eğitim hizmeti;<br />

Türk bayrağının göndere çekilip, coşkuyla okunan İstiklâl Marşıyla başlıyordu...<br />

Yüreklerde nice nice umutlar, düşüncelerde; yarınlar adına taşınan<br />

coşkulu heyecanlar vardı...<br />

163


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Tacettin ŞİMŞEK<br />

d.1961-Gümüşhane<br />

KAVAK YELLERİMİZ OYY!<br />

1<br />

Ah melankoli!<br />

Sen yoktun.<br />

Bir dolu yüreğim vardı,<br />

olabildiğince dinç,<br />

serâzâd...<br />

Yok, hocam, yok. Eskidendi o. Bir asır önce belki. Toyduk ama<br />

güçlüydük. Yüreğimize tutunur, gözlerimiz acıyıncaya kadar ufka bakardık.<br />

Bütün uzaklar, uzaklıklar iki adım ötemizdeydi.<br />

Çelişkiler o zaman da vardı. Ve benim yalınkılıç kelimelerim.<br />

Kalemimin ucunu öfkeye banardım bazen. Yüksek sesle düşünebilir, iri ve<br />

diri cümlelerle konuşabilirdim. Bütün kurallara ve 'kuram'lara aykırı<br />

parantezler açardım. Gönlümce bir gökyüzü çizerdim, gönlümce bir ufuk,<br />

gönlümce bir deniz. Bu denizin bir köşesine martılar iliştirirdim. Martılar,<br />

yani kelimeler. Gönlümce çizdiğim gökyüzüne içimden devşirdiğim<br />

yıldızları serperdim. Sonra, o gönlümce çizdiğim gökyüzüne kendimi<br />

eklerdim.<br />

164


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

İnce bir yanım vardı. Çiçeklere kıyamazdım meselâ. Gül kurusunu<br />

sevmezdim. Hâlâ sevmem ya!<br />

*<br />

Ah melankoli.<br />

Niye böyle davetsiz gelirsin?<br />

Niye böyle davetsiz...<br />

Niye böyle...<br />

Niye...<br />

Niye çalışmadın Sıddık?<br />

*<br />

Evet, asırlar önceydi hocam. Sıddık yoktu, Sıddıklar yoktu. Sizin adınızı<br />

bile duymamıştım. Bayram Bey’i de tanımıyordum henüz. Bayram Bey’in<br />

savunmalarını da, dilekçelerini de, kınama ve tevbih cezalarını da...<br />

Mesleğiniz mesleğim değildi çünkü.<br />

Sizler yokken, Sıddıklar yokken biz vardık, hocam. <strong>Ben</strong> vardım. Döner<br />

bakardım kendime. Atımın terkisinde güneş vardı. Öyle bilirdim. Bilirdim ki,<br />

güneşin ikiz kardeşiyim ben.<br />

Toyduk dedim ya! Öyleydi işte.<br />

Ama doğruydu, hocam. İnce bir yanım vardı. Yüreğimin ötesinde bir<br />

yerden kırlangıçlar kanatlanırdı ben susunca. Ve nurtopu bir gelecek<br />

büyütürdüm konuşunca. İnanmazsınız hocam ama öyleydi. Aynen. Bir<br />

zamanlar tabiî. Asırlar önce yani.<br />

O zamanlar da içerdim böyle. İki paket içerdim hem de. Ama dumanında<br />

gelecek zamanları düşlerdim. Şimdiki gibi değil.<br />

*<br />

–Kalk Sıddık!<br />

Parmağı ağırdır Sıddık'ın. Hiçbir soruya kendini muhatap kabul etmez.<br />

Konuşmaz Sıddık.<br />

165


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Kulakları çınlasın, fakültede bir hocam vardı. "Vallahi biliyorsunuz<br />

çocuklar ama bildikleriniz parmaklarınızın ucunda değil." derdi. Sıddık da<br />

öyle.<br />

Şöyle biraz tutuk, biraz aksak yürür Sıddık.<br />

Gülümseme konusunda bir hayli cimridir.<br />

Sıddık'ın sağ gözü sürekli yaşarır.<br />

Ağırbaşlıdır Sıddık. Ciddî çocuktur. Fıkralarımın, esprilerimin katı<br />

yüzüne çarpıp tuzla buz olduğu çok görülmüştür.<br />

–Bu Sıddık sizde nasıl, hocam?<br />

*<br />

Kurallar, yönetmelikler, genelgeler, nöbet çizelgeleri, saygı duruşları,<br />

çelenkler, müfredat programları, cevap anahtarları, bordrolar, yalnızlıklar...<br />

Off!<br />

–Kolay değil be Kemâl Bey! Sahi hocam, sekiz yıllıksınız, öyle mi?<br />

*<br />

Haklısın Yakup Kadri. "Yalnızlık dinmeyen bir sızıdır."<br />

Issız yerlerde kendin için bir kâinat ol!<br />

Gözünü seveyim Tibullus. Nerden çıktı bu beylik laf Allahaşkına?<br />

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge<br />

Ne açar kimse kapım...<br />

Geç bunları bir kalem, geç!<br />

*<br />

–Anladın mı Sıddık?<br />

Sıddık'ın bakışları için tercüman gerek.<br />

–Anlamadın mı Sıddık?<br />

Sıddık yine öyle konuşmayan bakışlarıyla karşımdadır.<br />

Bak Sıddık! Gözlerin yoruluncaya kadar bak! Sağ gözün iyice<br />

yaşarıncaya kadar bak! Ama n’olur bana değil. Arkadaşına bak Sıddık.<br />

166


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Kitabına bak! Nereye istersen oraya bak! Hatta istersen dışarıyı seyret! Bana<br />

bakma Sıddık. Bakışlarının dilinden anlamıyorum. Ayıp değil ya!<br />

*<br />

–Üç beklemiyordum, hocam.<br />

–<strong>Ben</strong> de beklemiyordum, oğlum. Buralara düşmeyi, acı duymayı,<br />

yüreğimden harcamayı, güpegündüz ve gepegenç ölmeyi... Oldu bir kere.<br />

Üstelik sen kârlısın Sıddık. Üç almışsın. Ya benim yitirdiklerim?<br />

Kınama beni Sıddık. <strong>Ben</strong>im kahırlarım, hayıflanmalarım var.<br />

Seninle neyimi bölüşeyim, Sıddık? Bakışlarının boşluğuna eğilsem<br />

başım döner. Öylesine uzaksın ve öylesine tenha. <strong>Ben</strong> böyle donuk göz<br />

görmedim, Sıddık. Senin bir derdin var. Mutlaka var. Söyle Sıddık!<br />

Ahh, Sıddık! Sen bana öğrencisin, ben yönetmeliklere. Sen harf gelirsin<br />

bana, ben cümle olur gelirim. Hadi Sıddık! Bir soru sor!<br />

*<br />

Bu oda. Bu dikdörtgen oda. Uzun duvarlarından birinde çerçevesiz bir<br />

siyasî harita. Karşı duvarda sağ üst köşesi kırık bir ayna. Öteki duvarda<br />

boydan boya bir yağlı boya resim. Pencereyle yağlı boya resmin kesiştiği<br />

köşede dalları yer yer kurumuş bir Japon gülü. Ve ortada çiğ çimen yeşili<br />

kadife örtüsüyle uzun bir masa.<br />

Küllükler.<br />

Kâğıt tomarları.<br />

Bir paket sigara.<br />

İki bardak çay.<br />

Ve Kemâl Bey.<br />

Ve Kemâl Bey’in akik yüzüğü.<br />

–Dersiniz var mı Hocam?<br />

167


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Kemâl Bey otuz iki saat derse girer. Her ders çıkışı daha bir yoğunlaşan<br />

yorgunluğunu Şükrü'nün getireceği demli çayla dindirmek ister. Kemâl<br />

Bey’e üç sigara içimi teneffüsler gerekli.<br />

*<br />

–Davolocira değil, Sıddık!<br />

Sıddık'ın edebiyatı zayıftır. Sıddık "ayriyeten" kelimesini çok sever.<br />

Sıddık'ın kompozisyon kâğıtları "ayriyeten"le başlayan cümlelerden<br />

geçilmez. "Bazen" kelimesini yumuşak g'siz yazamaz Sıddık. "İleri" onun<br />

kaleminde "illeri"dir, "belli" de "beli". Yuvarlak ünlüleri de hep karıştırır<br />

Sıddık. “Kunu” der meselâ, “oyumak” der. Kırmızı kalemle dilediğin kadar<br />

çiz, düzelt, not düş, ünlem koy! Değişmez.<br />

Sıddık'ın sekiz kardeşi vardır.<br />

Sıddık lâstik ayakkabı giyer.<br />

Oysa gençtir Sıddık, delikanlıdır. Bu yüzden bir parça eziktir Sıddık.<br />

İzzet Altınmeşe'yi sever Sıddık. "Bitlis'te beş minare"yi dinler. İyi<br />

çocuktur aslında Sıddık. Dışındaki yoksulluktan yüreğinde eser yoktur.<br />

Ama Sıddık'ın bir derdi vardır.<br />

<strong>Ben</strong>... <strong>Ben</strong>, Sıddık'ın suskunluğundan şikâyetçiyim. Bir açılsa, bir<br />

konuşsa Sıddık...<br />

–Oku Sıddık!<br />

Sen olmasan... Seni bir lâhza görmesem yâhut<br />

–Fena değil, Sıddık. Devam et!<br />

Sen olmasan... Seni bulmak hayâli olsa muhâl.<br />

–Fena değil, hiç fena değil. Anlaşıldı kerata. Sen o kara kuru sıska kıza<br />

adamakıllı tutkunsun. Binnaz mıydı adı lan?<br />

<strong>Ben</strong>im adım da Sıddık mıydı bir zamanlar? Gerçekten Sıddık mıydı<br />

acaba? Neydi öyle? Kavak yellerim, türkülerim, şiirlerim, yürek<br />

çarpıntılarım...<br />

168


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Bir zamanlar...<br />

Yok yok.<br />

Hayır de Galla. Aşk azapla beslenir yalnız.<br />

Sen... Sen nerden çıktın Martialis?<br />

*<br />

Oyy kavak yellerim,<br />

Yediveren güllerim oyy!<br />

Kalemimle barışmıyor ellerim.<br />

*<br />

Hocam, Servetifünuncular, hocam, niye bu kadar karamsar, hocam.<br />

Bildiğim kadarıyla, hocam, hepsi varlıklı kimseler, hocam. Fikret'in âşiyanı<br />

filân, hocam. Öyleyse, hocam, bu adamların derdi ne, hocam?<br />

Bugüne, bu saate tarih düşün! Sıddık konuştu bugün. Aranan Sıddık<br />

bulundu.<br />

Sağ ol Sıddık! Senin için söylediğim bütün olumsuz sözleri geri<br />

alıyorum. Kırk beş dakikam sana feda olsun, Sıddık. Binnaz da sana feda<br />

olsun, Sıddık.<br />

Ahh Sıddık, bugüne kadar neredeydin?<br />

*<br />

Ramazan'dan bir çift hünkâr selâmı. Ve bir çift gümüş kanat yüreğimde.<br />

Yakup'tan bir haber. İçimde duru bir seher vakti.<br />

Nuri'den bir mektup. Burası İrem Bağı mı?<br />

Temel'den sesime ses. Yalnızlık diye bir şey yok.<br />

Sahi, abidesi dikilseydi vefanın, adı Ramazan mı olurdu, Yakup mu?<br />

Nuri mi, Temel mi?<br />

Hepsi.<br />

*<br />

Kapıda Arif Bey.<br />

169


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

–Ders zili çaldı arkadaşlar!<br />

Zil çalmış. Çalar hep. Yerli yersiz, olur olmaz vakitlerde çalar durur.<br />

Altmış yılda bir çiçek açan Puyalar sana, her dakika inatla çalan ziller<br />

bana.<br />

Sözcüklerine sağlık Zeki Ömer Defne.<br />

Zil çalacak... Sizler derslere gireceksiniz bir bir.<br />

Zil çalacak, ziller çalacak benimçin,<br />

Duyacağım evlerden, kırlardan, denizlerden;<br />

Tâ içimden birisi gidecek uça ese...<br />

Ama ben, ben artık gidemeyeceğim.<br />

Dert etme şair! Biz senin yerine de gideceğiz.<br />

Dinle Hemingway!<br />

Çanlar kimin için çalarsa çalsın, fark etmez, ama ziller benim için<br />

çalıyor.<br />

2<br />

Oyy kavak yellerim!<br />

Yediveren güllerim oyy!<br />

Kalemimle<br />

barışmıyor<br />

ellerim.<br />

Malabadi Köprüsü'nden öteye.<br />

Malabadi Köprüsü...<br />

Malabadi...<br />

Malabadi?<br />

Hani var ya!<br />

Artukoğullarından İlgazi Oğlu Timurtaş'ın 1147’de yaptırdığı. Uzunluğu<br />

150, genişliği 7 metre olan. Kırık çizgiler gibi uzayan. Batman çayına tek<br />

170


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

taşlı bir yüzük gibi takılmış. İşte o. sivri kemerli, yazıtlı, kabartmalı, taş<br />

köprü.<br />

İşte o köprüden öteye silik, ince bir yol gider. Asfaltı yer yer kabarmış,<br />

yer yer sökülmüş uzun kara bir yol. Yol kenarında pamuk ve karpuz tarlaları<br />

boylu boyunca. Seyrek evler. Yol kenarına rastgele serpiştirilmiş toprak<br />

damlı evler. Evlerin damlarına kurulmuş yataklar. Üç yanı korkuluklarla<br />

çevrili demirden yataklar. Köşelerinde dürülmüş döşekler.<br />

*<br />

Ok gibi hûblar beni yaydan yabana attılar<br />

Hayır, Şahin! Kimsenin kimseyi bir yere attığı yok. Biz ideal adamıyız.<br />

Her yer vatan. Nerde bayrak dalgalanıyorsa...<br />

*<br />

Malabadi köprüsünden öteye, daha öteye gidersiniz. Daha doğuya ve<br />

daha güneye. Bir fizikî haritanın ucunu, sınırını bulmak ister gibi. Erken<br />

saatlerinde Meram dolaylarından yola çıktığınız gün tükenmiştir artık. Gece<br />

de tükenmiştir. Sabahın eli kulağındadır.<br />

O uzun, o kara yolda sürüklenirsiniz. Kelimeler, türküler gitgide daha bir<br />

anlaşılmaz olur. Coğrafyanın sertleştirdiği karayağız yüzlerde aşinalık<br />

kırıntıları ararsınız. Yalnızlıkla ilk defa bu kadar yakından tanışırsınız.<br />

Tanışmazsınız aslında. Onunla canciğer dost olursunuz. Hatta ikiz kardeş<br />

olursunuz onunla. O artık içinizdedir. Yakın, vefalı bir dost kimliğiyle.<br />

(Yazar, bu yalnızlığı iyi tanır. Hilafsız yaşamıştır çünkü.)<br />

*<br />

Ok gibi hûblar beni yaydan yabana attılar<br />

Bilmediler kadrimi ucuz pahaya sattılar<br />

Etme eyleme Şahin. Say ki çay senin çeşme senin. Yaramı deşme benim.<br />

*<br />

Malabadi köprüsünden öteye çeyrek gün daha gidersiniz. Sonra elli bin<br />

nüfuslu bir şehrin tabelasından içeri ürkek bir gölge gibi süzülürsünüz. Öyle<br />

171


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

ya! Her yolun kördüğüm olduğu bir nokta vardır. Ve her tahammülün bir<br />

sınırı. Siz tahammülünüzün en uç noktasını zorlarken bakarsınız ki yolunuz<br />

bitmiş. Tükenmişsiniz. Otobüsten bitkin inersiniz. O herhangi bir şehrin<br />

kaldırımları sizi yadırgar gibidir. Kaldırım ızgaraları üzerinde gözünüze<br />

ilişen KON-DÖK-SAN yazısı size ne kadar sıcak ve yakın gelir.<br />

*<br />

Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime<br />

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime<br />

Yine mi sen Şahin? Sesine ve yüreğine sağlık! Ama düş yakamdan<br />

n'olur.<br />

*<br />

Arka bagajında bir koyun, üst bagajında havaleli bir yük taşıyan tıkış<br />

tıkış on sekiz kişinin bindiği bir dolmuşun orta koltuğunda kendinize bir yer<br />

bulursunuz. Adınız "hoca"ya çıkar. İlgi ve itibar da görürsünüz.<br />

Derken Hısta'ya 48, Hakkari'ye 238 km. kala bir köprüden daha<br />

geçersiniz. Botan Köprüsü. Bir yolcu size Botan Köprüsü'nün Mezopotamya<br />

ile bağlantısından söz eder. Kaşlarınızı kaldırıp dudaklarınızı hayretle büker,<br />

merakla dinlersiniz onu.<br />

Sonra Misifra Köprüsü. İki ucunda çalı çırpıdan örülmüş iki kulübede<br />

üzüm satan çocuklar. Canınız çeker. Ama çekinirsiniz.<br />

Derken Paris'e varırsınız. Mezopotamya uzmanı yolcu "Bura Paris’tir,<br />

hoca!" derken ihtimal ki sizi şaşırtmaktan haz duymuştur. Olsun. Paris küçük<br />

bir köydür aslında.<br />

*<br />

Dolmuş bir yokuşu tırmanır tıknefes. Bir meydanda durur. Dolmuştan<br />

yorgun inersiniz. Ve hükümet konağının önündeki meydanda bir an çakılı<br />

kalırsınız. O an, biri çıksa da "Hadi dönelim!" dese diye beklersiniz. "Ne<br />

arıyorum ben, neyin peşindeyim, benim burda işim ne?" soruları dolaşır<br />

beyninizin yörüngesinde.<br />

172


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

(Yazar, bu duyguyu tatmıştır. Öyle ki, kaçmak, yitmek, yok olmak<br />

istemiştir.)<br />

Anlık bir fırtınadır bu. Varlığınızı gereksiz bulursunuz. İki lokma<br />

ekmeği, diplomanızı, hayatınızı şöyle karşınıza oturtur, ayaküstü kendinizi<br />

sorgularsınız. Yüreğinizi yoklarsınız ki, bütün iyimserliklerinizin, bütün<br />

hülyalarınızın yerinde yeller esiyordur. Donuk bakışlarınız, bastığınız yeri,<br />

yürüdüğünüz taş döşeli yolu, girdiğiniz odayı, odadaki yüzleri seçemez. O<br />

bakışlar ki, Müdür Bey’e güven telkin etmemiş gibidir. "Kalıcı mısınız,<br />

gidici mi?" diye sorması bundandır. Oturursunuz. Oturmazsınız aslında,<br />

yığılıverirsiniz gösterilen koltuğa. Müdür Bey’in uzattığı pakete uzanırken<br />

gözleriniz kararır.<br />

Tanışma. Memleket? Ya, öyle mi? Kararnameniz... Mehil müddeti...<br />

Bekliyorduk... Bir hafta önce... Kadromuz... Boş geçiyor... Umarım...<br />

Alışmak... Anlaşmak...<br />

Ve sıkışan yüreğiniz. İçinizdeki boşluk sürekli büyümekte, başınız<br />

dönmektedir. Zaten sigaranızı da sehpada unutmuşsunuzdur.<br />

Önünüzde Müdür Bey, bir odadan çıkar, daha geniş bir başka odaya<br />

girersiniz.<br />

Yüzler, yüzler, yüzler...<br />

El sıkışmalar...<br />

Memnun oldum, memnun oldum.<br />

Gerçekten memnun olup olmadığınızın farkında değilsinizdir. Dışınızda<br />

bir bilinmez dünya, içinizde bir tanımsız kahır boy atmaktadır. Daha<br />

derinden sorarsınız kendinize: <strong>Ben</strong>im burda işim ne?<br />

*<br />

Senden bilirim yok bana bir faide ey gül<br />

Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül<br />

173


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Bırak yakamı Şahin! Allahaşkına bırak! Sırası mı şimdi Nevres’in, gül<br />

yağının, bülbülün? Bin parçayız işte, burdayız ve ayaktayız. Yetmez mi?<br />

*<br />

Gün akşam olur. Sizin içinizde çoktan akşam olmuştur. Ruhunuzun<br />

aynasında seyrettiğiniz yıldızsız bir gökyüzüdür. Hep gidecekmiş gibi, hep<br />

uyanıverecekmiş gibi birilerinin ardında takılır gidersiniz. Adınıza iliştirilmiş<br />

"Bey" kelimesini de peşinizden sürükleyerek. Sonra "Bey"likten sıyrılır,<br />

"hocam" olursunuz.<br />

Vardığınız evde Kemal Bey’le, İsmail Bey’le, Özer Bey’le tanışırsınız.<br />

Ve ötekilerle. Kimi Karamanlıdır bu insanların, kimi Zonguldaklı, kimi<br />

Malatyalı, kimi Gümüşhaneli. Bu listeye bir de siz eklenirsiniz. Ekmek,<br />

diploma ve talih bu insanları bir lojman katında buluşturmuştur.<br />

*<br />

Kendinizi onlara eklemeniz günler alır. Derken bir de bakarsınız ki<br />

kaderi benimsemişsiniz. Kaderi ve kendinizi. Bir rüyadan uyanmanın<br />

imkânsızlığını kavramış, kabullenmişsiniz. Günün yorgunluğunu sigaraya,<br />

demli çaya ve kahkahaya emzirmektesiniz.<br />

Gece ortası boşaltılan çaydanlıklar. Kemal Bey’in şakaları, Özer Bey’in<br />

fişleri, İsmail Bey’in çiçekleri. Bazı bazı tazelenen çocukluklar.<br />

Maraşlı Türkçeci Ökkeş Bey gelir bazen. Gece yarılarına kadar Bergama<br />

hatıraları dinlersiniz. Uykunuzu ürkütmek için defalarca yüzünüzü<br />

yıkarsınız.<br />

Sonra Biyolog Bayram Bey. Bayram Bey’in tenyaları. Kemal Bey’in<br />

ifadesiyle "Bismillah" demeyen obur tenyaları Bayram Bey’in. O yüzdendir<br />

belki, sizin bir günde yediğinizi bir öğünde yer Bayram Bey. Ama et üstüne<br />

dirhem et koyamaz yine de.<br />

Ve Erdal'ın sazı, sevdası, "İpek Mendil"i.<br />

174


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Gün boyu akşamın gelmesini beklersiniz. Çünkü ancak akşamları bütün<br />

karamsarlıklarınızı silkeleyip atabilirsiniz üzerinizden. Bir de otuz saat dersin<br />

o günki yorgunluğunu.<br />

Akşamları seversiniz. Hele iftar akşamlarını. Domates ve peynir ekmekle<br />

Bakkal Ömer'in dükkânı önünde, asmalı örtme altında açılan iftarları. Özer<br />

Bey’in çekingenliğini, Kemâl Bey’in kahkahalarını.<br />

Ve sahur yemeklerini. Konserve, pirinç pilâvı ve çaydanlıkta kaynatılmış<br />

kuru üzüm kompostosunu.<br />

Hepsi... Hepsi günlük hayatınızın saklanmaya değer parçaları hâlini<br />

almıştır.<br />

Gündüzleri kürsüdeki yalnızlığınız uzar gider. Ellerinizde tebeşir kokusu.<br />

Dilinizde bir şarkının nakarat kısmı. Aslında kürsüyü de, çocukları da çoktan<br />

sevmeye başlamışsınızdır. Nail’i, Nurettin’i, Vahap’ı, Behzat’ı, Hayriye’si,<br />

Hikmet’i ve Bülent’iyle... Selma’sı, Garip’i, Yüksel’i ve Fadime’siyle...<br />

Hatta onlarla kendi yazdığınız Başlık Parası adlı oyunun provalarına da<br />

başlamışsınızdır.<br />

Oğlunuz, kızınız yoktur. Henüz babalık zevkini tatmamışsınızdır.<br />

Oğluymuş gibi, kızıymış gibi sevmek nasıl bir duygudur, bilmezsiniz. Ama<br />

onları oğlunuz, kızınız gibi seversiniz. Onlara doğru bin adım atmak<br />

istersiniz. Onlar size bir adım gelseler, bin adım daha yürüyebilirsiniz.<br />

Mektuplar hasretleri körükler bazen. Bazen değil, her zaman.<br />

Duygusallığınız uyanır, depreşir de şiiri özlersiniz. Mektuplara "şiirsiz<br />

ellerde duyuşsuz ve deyişsiz kaldım. Nerdesiniz dostlar?" diye haşiyeler<br />

düşersiniz. Cevaplar gelir Ramazan'dan, Nuri'den, Yakup'tan, Temel'den.<br />

Kelimeleriniz yankısını bulmuştur. Kalbinize mukabil kalpler uzaklarda ve<br />

hep aynı sıcaklıktadır. Vefa bir semt adı değildir yalnızca.<br />

Hep gündüzün armağanıdır kırgınlıklar, hayıflanmalar. Geceye sarkar<br />

çoğu zaman. Siz eski günlere dönmek, mısralara tutunmak istersiniz.<br />

Yapamazsınız.<br />

175


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

(Yazar bu duyguyu çok yaşamıştır. Çünkü bir zamanlar, "öyle bir şiir<br />

yazmalıyım ki," derdi, "Aragon, Elsa'nın Gözleri'ni yazdığına pişman olmalı.<br />

Öyle bir şiir ki Poe'ya Annabel Lee'yi unutturmalı. Öyle bir şiir ki büsbütün<br />

Mehlika Sultan olmalı." Ve derdi ki: “Bana bir Adam Smith bulun,<br />

‘Milletlerin zenginliği şiirdir’ desin.”)<br />

Oysa gündüzleriniz işgal altındadır. Otuz saat girip çıktığınız dersler,<br />

tutanaklar, emirler, kurallar, yasaklar, imzalar, genelgeler... Ve sarı zarflar...<br />

Hele Bayram Bey’in eline tutuşturulan sarı zarflar.. Ve savunmalar...<br />

İçlenirsiniz. Gündüzünüzü siyaha boyamak, ama Kemâl Bey’in<br />

kahkahalarına tutunmak; unutmak, unutmak ve unutmak için akşam olsun<br />

istersiniz.<br />

Sonra yine bir gündüz vakti, izin isteğinize aldığınız cevap olumsuzdur.<br />

Meselâ Kemâl Bey’e haber gelmiştir. Kemal Bey baba olmuştur. Ama<br />

dilekçesi işlem görmemiştir Kemâl Bey’in. Ve Kemal Bey, çocuğunu ancak<br />

iki ay sonra bir bayram günü görebilmiştir.<br />

(Yazar bir fırsatını bulup bütün bunları kaleme almayı düşünmektedir.<br />

Ancak elleri kalemiyle bir türlü barışmamaktadır. İçinin köreldiğine dair bir<br />

korkudur yazarınki.)<br />

Hafıza aynasında Şahin Aktaş. Namıdiğer “Hafız Burhan”. Fakülteden.<br />

Şair. Bayburtlu.<br />

Titrerim mücrim gibi...<br />

3<br />

Kayıptır bir yanımız<br />

Bekler dururuz, niye<br />

Soğumuş bir yüreğin<br />

külleri arasında<br />

güller açacak diye<br />

176


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Belkiler.<br />

Uzak yankılar.<br />

Cılız çağrışımlar.<br />

Hışımlar.<br />

Ve ben.<br />

Selim Bey, hayata yeni bir parantez açmıştır. Hayata ve çağa. Ve<br />

kendine.<br />

Yine dalgındır Selim Bey. Yenilenmiş masa örtüsü üzerinde birleştirdiği<br />

elleriyle, sütlü kahverengi örtüye çakılı bakışlarıyla.<br />

Çayı soğumuştur yine. Sigarasının izmarite yaklaşan külü birazdan<br />

parmaklarını yakacaktır. Öylesine kayıptır Selim Bey.<br />

Uzak martılar, hafızasında bir yerlerde tok ama yorgun bir sesle çığlık<br />

çığlığadır. Martılar yani hatıralar. Yani kısa ama kocaman bir geçmiş.<br />

Bir zamanlar...<br />

(Hep böyle başlar.)<br />

Evet bir zamanlar, kavak yelleri, yediveren gülleri, ulaşılması gereken<br />

yıldızlar vardı. Bir dergi çıkarılacaktı. Şiirler, hikâyeler, oyunlar yazılacaktı.<br />

Bir zamanlar gök çadır, güneş bayraktı. Cehennem olsa gelen bağrında<br />

söndürürdü Selim Bey. Ateş kesilirdi geçse sabâ gülşeninden. Karşısına<br />

seng-i mezarı çıksa dönmezdi. "Zulmetin çâk edip ey şeb kılarım subha<br />

nazar" derdi Selim Bey.<br />

Derken dar bir geçitte hayatla yüzyüze geldi. Hayatla, yani gerçekle. Yer<br />

çekimine yenildi Selim Bey. Oysa gök çekimiydi düşlediği. Yıldızlardı.<br />

Azarlar, itilmeler, güvensizlikler, kararsızlıklar, sonra yılgınlıklar. Ölüp<br />

ölüp dirilmeler kısacası.<br />

Ayağa kalk! Önünü ilikle! Eğil! Bana uy! Üç adım arkamdan yürü!<br />

Her şey Selim Bey yaşarken oluyor. Ve her gün Selim Bey’in içinde bir<br />

şeyler ölüyor. Kıyametler kopuyor. İyimserlik çabaları sonuç vermiyor Selim<br />

Bey’in. Kahırlar vardır çünkü. Ve her zaman olacaktır. Hiçbir şey<br />

yapamazsınız. Elleriniz düşüverir yanlarınıza. Hani yıldızlara ulaşmak vardı.<br />

177


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Ateş kesilirdi geçse sabâ gülşenimizden. Hani, cehennem olsa gelen... Bırak<br />

bunları Selim Bey. Peki bıraktım. Bıraktım bırakmasına da yüreğimin el<br />

değmemiş bir köşesinde hâlâ bir tutam cennet duruyor. Onu kaybetmekten<br />

korkuyorum. Kork Selim Bey! Ecele faydası yok deseler de inanma, vardır..<br />

Korkulu kuşun ömrü uzun olur çünkü. Korku güzeldir aslında. Büyük<br />

hamleler yaptırmaz insana ama korur. Korkuyla büyük insan olunmaz;<br />

uyumlu insan olunur.<br />

Neyse. Konuşturma beni şimdi.<br />

Ha, ne diyorduk? Burası önemli. Keşke o korkunun içine biraz da sevgi<br />

sağabilseniz. Sevgi emzirebilseniz korkularınıza.<br />

Kime ve neye karşı? Haklısınız Selim Bey.<br />

Şu dilekçe var ya, şu tarihsiz ve talihsiz dilekçe. Tam üç aydır Selim<br />

Bey’in cebindedir. Bir gün lâzım olacak diye saklar onu. Bu dilekçe Selim<br />

Bey’in ıtıknâmesidir. Kurtuluş belgesidir yani. Bu kelimeyi de Şinasî’den<br />

ödünç almıştır; Şinasî’nin o ünlü kasidesinden. Nasıldı hani? “Bir<br />

ıtıknâmedir insana senin kanunun./Bildirir haddini sultana senin kanunun.”<br />

Selâmetlik Orhan Hoca, ne güzel okur ve yorumlardı.<br />

Burada, bu ufacık yerde acılara dair hasatlar, yitik ömürlerden kesitler<br />

vardır. İşte onlardan biridir Selim Bey.<br />

Bir başkası...<br />

Gençlerbirliği genç takımında top koşturmuştur Tevfik Bey. Vitrininde o<br />

günlere ait bir fotoğrafı özenle saklar. A takımına seçildiği ve çok istediği<br />

hâlde anlaşmaya imza atamamıştır. Babası "ya okul, ya futbol" demiştir<br />

çünkü. "Okul" demiştir Tevfik Bey. Ve yedi yıldır adresi okullardır.<br />

Bir gün tayin edildiği bu küçük ilçeye gelir Tevfik Bey. Eşyası kamyon<br />

üstünde üç gün bekler. Ev yoktur. Tevfik Bey’in oturması gereken lojmanda<br />

mesleğine yabancı biri oturmaktadır. Hoca Hanım hamiledir üstelik. Öfkeler,<br />

koşuşturmalar... Lojman zor şer boşaltılır. Tevfik Bey eşyalarını yeni evine<br />

taşır. Ve kırılan vitrinine esefle bakar.<br />

178


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Yırt dilekçeni Tevfik Bey. Oyunun kuralı bu. Geç kaldın. Çekip gitmek<br />

çözüm olmaktan çıkmıştır artık. Bölüşülecek yalnızlıklarımız var şimdi.<br />

*<br />

Arif Bey fakültedeyken Arşiv'e girmeyi düşünmüştür. İstanbul, eski ve<br />

vefalı bir sevgili gibi çağırmaktadır onu. İmtihana girmiştir Arif Bey.<br />

Kazanmıştır da. Ama gitmemiştir. Yaptığı yanlışlığın farkındadır.<br />

Müstahaksın Arif Bey. Yaşa bakalım, payına düşen yalnızlığı. Gücünün<br />

yettiğince.<br />

*<br />

Bayram Bey, hep fakültede kalma rüyası görmüştür. Araştırma<br />

görevliliği, yüksek lisans, doktora, yardımcı doçentlik, doçentlik,<br />

profesörlük... Ama bölüm başkanı, Bayram Bey için kapıları hep kapalı<br />

tutmuştur.<br />

Bayram Bey, bu bağa bizimle gül dermeye gelmiştir. Gül<br />

devşirememiştir belki ama savunmalar, cezalar devşirmiştir. Yönetmelik<br />

ezberlemiştir doyasıya.<br />

*<br />

Hurşit Bey, Hukuk'tan seneye mezun olacak kardeşiyle birlikte çalışmayı<br />

düşler. Oysa takdir koleksiyonu vardır Hurşit Bey’n. Ve dokuz yıllık meslek<br />

tecrübesi. Ancak Hurşit Bey’n izinleri, sevkleri ve raporları da vardır. Ve bu<br />

yönü meslek tecrübesinin hep üç adım önünde gider.<br />

*<br />

Kemâl Bey’in arabesk bir yanı vardır. Ve tarihî Gencebay tutkusu. Bir<br />

gün Osman amcanın karşısına dikilip "şarkıcı olacağım" demiştir liseli<br />

Kemâl. İzin alabilse gidip plâk ve kaset dünyasını o güzel sesiyle alt üst<br />

edecektir. Kararlıdır. İkinci bir Gencebay olacaktır. Bu arada sazı da bir hayli<br />

ilerletmiştir. Ancak Osman amcanın çatık kaşlarını bulur karşısında. Çaresiz,<br />

vazgeçer bu sevdadan. Ama Gencebay tarzını, Gencebay üslûbunu<br />

yüreğinden bir türlü söküp atamaz. Karaman ağzı arasına serpiştirdiği<br />

kahkahalarla hayıflanmalarına perde çekmektedir şimdi.<br />

179


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

*<br />

Bu bina, Resul'ün kahvesi ve Ömer'in dükkânı arasında salınır dururuz.<br />

Bir sarkaç gibi. Ömer'in dükkânı akşamüstleri adresimizdir. Ömer'in ortaokul<br />

terk kardeşi Mehmet, ya saçlarını taramaktadır şimdi, yahut henüz terlemiş<br />

bıyıklarıyla oynamaktadır. Biraz tutuk konuşur Mehmet.<br />

–<strong>Ben</strong> Pamukkale'yi gördüm hocam.<br />

–Bırak Mehmet. Sen orayı kartpostalda görürsün ancak.<br />

–Kartpostal mı? Ora ne tarafa düşüyor hocam?<br />

*<br />

Sen, ben ve onlar. Hep bir hayali sürükledik peşimizden. Gözü açık<br />

rüyalar gördük. Hayata yüreğimizin aydınlık tarafından baktık. Yanıldık ve<br />

yenildik. (Diyebilir miyiz sahi?) Duyuşsuz ve deyişsiz kaldık. (Denilebilir mi<br />

acaba?)<br />

Hayır! Şükür ki tutunacak bir kalbimiz var. Şükür ki sevmek, hâlâ en iyi<br />

bildiğimiz şey! Öyleyse haydi tiyatrocu Behzat’ım! Senin için en güzel<br />

rolleri biçsin hayat! Haydi filozof Bülent’im! Git ve kırk Bülent olarak geri<br />

dön! Haydi Ressam Suat’ım, gittiğin her yere bir ebemkuşağı götür! Haydi<br />

kürdan kızım Fadime’m, haydi Erkek Fatma’m Hayriye'm, gidin ve minyatür<br />

cennetler kurun!<br />

Bana müsaade. Küçük bir ağıt yakmalıyım şimdi. Hayatla yüzleşmek<br />

kolay mı?<br />

Kavak yellerimiz<br />

Yediveren güllerimiz<br />

Oyy!<br />

180


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sırrı ER<br />

d. 1961-Ankara<br />

GURBET KUŞU<br />

Öğretmen okulu sınavını kazanmam, beni, annemi ve babamı sevince<br />

boğmuştu. Her yeni haber gibi, bu haber de kısa zamanda köye yayılmıştı.<br />

<strong>Ben</strong>i görenler tebrik ediyor, bazıları da “hayırlı olsun” demek için evimize<br />

geliyorlardı. O kadar çok sevinçliydim ki tarifi zor duygular yaşıyordum.<br />

Okula kayıt zamanı gelince babam Ankara’ya gitti. Öyle merak ediyordum<br />

ki babamın gelmesini, dört gözle bekliyordum. Bakalım neler<br />

anlatacaktı.<br />

Evimizin balkonundan köyün girişi görünürdü. Sık sık balkona çıkıp<br />

köyün arabası geliyor mu diye yola bakıyordum. <strong>Ben</strong>im telaşlı hâlim,<br />

sonunda annemi kızdırdı:<br />

- Gezinip durma oğlum. Köy otobüsünün her gün geliş saati belli. Sen<br />

telâş edince erken mi gelecek sanıyorsun?<br />

- Biliyorum anne, elimde değil ne yapayım. Merak ediyorum. Babam<br />

bir gelseydi. Bir aksilik çıkar diye korkuyorum.<br />

- Gelir inşallah oğlum. İçini ferah tut. Hadi bu arada hayvanların yemini<br />

veriver. Baban gelirse kızar sonra...<br />

Haklıydı annem. Babam gelmeden hayvanların yemini vermeliydim.<br />

Giderken sıkı sıkı tembih etmişti. Bir yere giderken hep aynı sözler:<br />

181


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

“Onların da canı var oğlum. Biz nasıl açlığa dayanamıyorsak onlar da<br />

dayanamaz. Ağzı yok dili yok, acıktım diyemez ki...”<br />

Ahırdaki hayvanlara yemlerini verdim, su içtikleri leğenleri doldurdum<br />

ve tekrar eve çıktım. Balkondan bakmamla köyün otobüsünü görmem<br />

bir oldu. Köylüleri her gün şehre götürüp getiren bu küçük otobüs,<br />

mezarlığın yanından tozuta tozuta geliyordu.<br />

Ocağın başında yemek yapan anneme “araba geldi” diye bağırıp hızla<br />

aşağıya indim. Yolcuların ineceği meydana kadar koşarak gittim. Nefes<br />

nefese kalmıştım. Babam elinde birkaç poşetle indi. <strong>Ben</strong> elinden poşetleri<br />

alırken yavaş bir sesle, tane tane konuştu:<br />

- Yürüyerek gelsen olmuyor mu oğlum? Gören de önemli bir şey<br />

var sanacak.<br />

“<strong>Ben</strong>im için önemli” dedim, kısık bir sesle. Babam güldü:<br />

- Anladım. Senin aklın fikrin yeni okulunda, dedi.<br />

Babamla eve doğru yürüyorduk. <strong>Ben</strong> arka arkaya sorular yöneltiyordum<br />

babama. O, beni meraklandırmak için cevap vermiyor, “eve bir<br />

varalım, her şeyi konuşuruz, acele etme” diyordu.<br />

Akşam evde her şeyi anlattı babam. Okula kaydımı yaptırmıştı. O anlattıkça<br />

ben daha bir heyecanla dinliyordum. “Tamam mı küçük bey,<br />

başka sorun var mı?” dedi. Bakışları sevgi doluydu, o anda sarılıp öpmek<br />

geldi içimden. “Aslan babacığım” dedim. Sarıldım ve yüzüne kocaman bir<br />

öpücük kondurdum. O da karşılığını vermekte gecikmedi.<br />

Okulların açılma tarihi yaklaştıkça bende bir tedirginlik başladı. İlk<br />

zamanlardaki sevinç ve coşku, yerini başka duygulara bırakmıştı. Hüzün<br />

mü desem korku mu desem bilmiyorum. İlk defa ailemden ve köyümden<br />

ayrılacaktım. Türkülerde ve şiirlerde söyleyip durdukları gurbetle tanışacaktım.<br />

Dayanabilecek miydim? Ayrılık acısı şimdiden ince ince içimi<br />

sızlatmaya başlamıştı.<br />

182


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

<strong>Ben</strong> böyleydim ya, bir de annemin ve babamın halini görseydiniz a-<br />

cırdınız. Bir tanecik çocuklarını gurbete göndereceklerdi. Annem gözyaşlarına<br />

engel olamıyor, babam da ona kızıyordu, “çocuğun önünde ağlama,<br />

onu da üzeceksin” diye. Babamın da gözleri nemliydi, fakat duygularını<br />

belli etmek istemiyordu. Canım babacığım benim, ben yokken ne kadar<br />

gözyaşı döktüğünü bilmiyorum sanıyordu. Oysa annem her şeyi anlatıyordu<br />

bana.<br />

Köyden ayrılmamdan bir gün önce annem valizimi hazırlıyordu. Elinde<br />

bir mendil, sık sık burnunu siliyor, ağladığını belli etmemek için bazen<br />

dışarı çıkıyordu. Babam bir yandan çay içiyor, diğer yandan bana moral<br />

vermek için konuşuyordu. Tarihte önemli insanların hayatlarından örnekler<br />

veriyordu. “Onlar da zamanında çok sıkıntı çekmişler. Büyük adam<br />

olmak kolay mı?” diyordu.<br />

<strong>Ben</strong> ise boş gözlerle babama bakıyordum. Bazen dalıp gidiyordum u-<br />

zak diyarlara. Yarın benim için yeni bir hayat başlayacaktı.<br />

Ayrılık günü geldi çattı. Bir gün sonra okullar açılacağı için, pazar<br />

günü köyden ayrılmadan önce babamla birlikte son hazırlıkları yaptık.<br />

Annem gözyaşları içinde uğurladı bizi. Başarılı olmam için dualar etti,<br />

birçok tavsiyelerde bulundu. Yüzümü, gözlerimi, saçlarımı öptü kokladı,<br />

öptü kokladı. <strong>Ben</strong> de annemin elini ve yüzünü öptüm. İkimiz de hıçkıra<br />

hıçkıra ağlıyorduk. Babam bu manzaradan oldukça etkilenmişti. Ağladığını<br />

belli etmemek için sık sık arkasını dönüyor, gözyaşlarını mendille<br />

siliyordu.<br />

Nihayet köyün meydanına geldik. Orada bulunanlarla tek tek vedalaştım.<br />

Hepsi de benim başarılı olmam için dua ettiler. Babamla birlikte<br />

otobüse bindik. Bizi uğurlayanlara defalarca el salladım. Annem yemenisinin<br />

ucuyla gözyaşlarını siliyordu. Canım annem. Bir tanecik çocuğunu<br />

gurbete göndermek onu ne kadar üzmüştür kim bilir. Evden çıkarken bana<br />

sarılıyor, “kara gözlü Selim’im, gurbet kuşum benim, sen olmadan anan<br />

nasıl duracak buralarda” diyordu. “<strong>Ben</strong> bu eve köye sığmam gayrı yav-<br />

183


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

rum” diyordu. <strong>Ben</strong> de içimden “Ya ben ne yapayım anacığım? Şimdiye<br />

kadar hiç ayrıldım mı senden? Aylarca sürecek bu hasrete nasıl dayanacağım?”<br />

diyordum.<br />

Otobüs köyün toprak yollarında ağır ağır ilerliyor, uzun ince yollar bizi<br />

köyden uzaklaştırıyordu. Geriye dönüp baktığımda görebildiğim tek<br />

şey, caminin minaresi oldu. Oldukça zarifti, bir kurşunkalemi andırıyordu.<br />

Babamla yan yana oturmamıza rağmen konuşmuyorduk. Anlaşılan ikimiz<br />

de hâlâ ağlama faslının etkisini üzerimizden atamamıştık.<br />

Ankara’ya gelince vakit kaybetmeden öğretmen okuluna gittik. Şehrin<br />

dışında, oldukça ıssız bir yerdeydi. Çevrede kocaman boş tarlalar gözüme<br />

çarpmıştı. Araba okulun yakınında durdu. Bizimle beraber birkaç kişi daha<br />

indi. Babamın elinde bana ait iki valiz vardı. Okulun kapısında bir adamla<br />

karşılaştık. Okulun müdür yardımcısıymış. Babam beni kayıt ettirmek için<br />

geldiğinde kendisiyle tanışmış. Selamlaştılar. Bize “hoş geldiniz, delikanlı<br />

bu mu?” derken eliyle de saçlarımı okşadı.<br />

Bizi odasına götürdü. Babamla sohbete başladılar:<br />

- Hocam burası da sanki köy gibi. Her zaman böyle sakin mi olur?<br />

- Bugün tatil olduğu için böyle. Okul açılınca cıvıl cıvıl olur, o zaman<br />

da gürültüden rahatsız oluruz.<br />

- Bizim Selim alışabilir mi buraya hocam? İlk defa bizden ayrılıyor<br />

da...<br />

- Alışamayacak bir şey yok. Birkaç günde alışır, hiç merak etmeyin.<br />

Hepsi bunun gibi, birçok arkadaşı olacak.<br />

Müdür yardımcısı bizi yatakhaneye götürdü. Valizleri bir köşeye koyduk<br />

ve dışarı çıktık. Babam müdür yardımcısına veda etti:<br />

- <strong>Ben</strong> gidiyorum hocam, bugün köye dönmem lâzım. Selim önce Allah’a<br />

sonra sizlere emanet. Herhangi bir şey olursa bize telefon edersiniz.<br />

Bir emriniz var mı hocam?<br />

184


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Emrimiz olmaz ricamız olur, dedi müdür yardımcısı. Konuşmaya<br />

devam etti: “Siz Selim’i merak etmeyin. Bundan sonra bir annesi babası<br />

da biziz burada. Ona moral verin. Buradaki bütün öğrenciler aynı şartlarda.<br />

Göreceksiniz en kısa zamanda alışacak. O kadar çok arkadaşı olacak<br />

ki... Gözünüz arkada kalmasın. <strong>Ben</strong> sizi baş başa bırakayım, size hayırlı<br />

yolculuklar...<br />

Babamla beraber okul bahçesinin kenarına gittik. Kavak ağaçlarının<br />

altındaki kanepeye oturduk. Babam oldukça duygulu bir sesle konuşuyordu.<br />

Sesi titriyordu. Sanki ağlayacak gibiydi:<br />

- Köyün hâlini biliyorsun oğlum. Yoksulluk diz boyu. İş çok, para<br />

yok. Bizim çektiğimiz sıkıntıları bir de sen çekme. Biliyorum zor olacak<br />

ama dayanmak zorundayız. Zahmet olmadan rahmet olmaz derler. Senin<br />

istikbâlin için sen de biz de bu gurbetliğe, hasretliğe dayanacağız oğlum.<br />

Okulu bitirince elinde bir mesleğin olur. Kimseye muhtaç olmazsın.<br />

Maaşın olur, gül gibi geçinir gidersin. <strong>Ben</strong>i anlıyorsundur inşallah.<br />

Başımı sallayarak söylediklerini onayladığımı belli ettim. Fırsat buldukça<br />

beni ziyarete gelmesini söyledim. Bu arada gözlerimden ince ince<br />

yaşlar süzülüyordu.<br />

Babamla okulun bahçe kapısının önünde vedalaştık. Ağladığını belli<br />

etmemek için büyük çaba harcıyor, mendiline burnunu silermiş gibi<br />

yapıyor, ama aslında gözyaşlarını siliyordu. Onun bu halini görünce<br />

boğazıma bir şey düğümlendi sanki, konuşmakta zorlanıyordum.<br />

- <strong>Ben</strong> gidiyorum oğlum, dedi ağlamaklı bir sesle. “Kendine iyi bak.<br />

Sık sık mektup yaz bize. Bir ihtiyacın olursa haberimiz olsun. Valizin<br />

içindeki cüzdanda para var. Gereken yerlere harcarsın. Sakın bizi düşünüp<br />

de derslerini ihmal etme. <strong>Ben</strong> işlerden fırsat buldukça gelirim. Allah’a<br />

emanet ol akıllı Selim’im benim...”<br />

Babamın elini ve yüzünü öptüm. Ağlamaktan kısılmış sesimle zoraki<br />

konuşabildim:<br />

185


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Güle güle git babacığım. Anneme çok selâm söyle. Onu şimdiden<br />

özledim. <strong>Ben</strong>im için üzülüp hasta olmasın.<br />

Babam yüzümü ve gözlerimi öptü. Saçımı okşadı ve beni fazla üzmemek<br />

için hızla ayrıldı. Hem hızlı hızlı yürüyor hem de ara sıra arkasına<br />

dönerek bana el sallıyordu. Arkasından bakakaldım. Otobüs durağına<br />

giden babam, ilk gelen otobüse bindi ve çekti gitti.<br />

Hüzünlü duyguların etkisinde yatakhaneye gittim. Bir yatağın kenarına<br />

oturup uzun düşüncelere daldım. Annemin dediği gibi, ben artık bir<br />

gurbet kuşuydum.<br />

Okulun diğer öğrencileri birer ikişer gelmeye başlamışlardı. Yeni gelenlerle<br />

uzaktan birbirimize bakışıyorduk. Onlarda da bir tedirginlik ve<br />

hüzün göze çarpıyordu. Yatakhane oldukça genişti. Ranzalar yan yana<br />

dizilmişti. Beton duvarlar ve soğuk ranzalar içimdeki hüznü daha da<br />

arttırıyordu. O anda annem aklıma geldi. <strong>Ben</strong> ayrılınca ardımdan ne kadar<br />

ağladı kim bilir.<br />

İlk gece uzun süre uyuyamadım. Bir ara epeyce içlendim ve yorganı<br />

başıma çekip gizli gizli ağladım. Zaman zaman diğer ranzalardan da<br />

ağlama sesleri geliyordu. Anladım ki bu ilk gece ağlayan yalnızca ben<br />

değildim.<br />

<strong>Ben</strong>im için gurbet günleri başlamıştı. Anneme verdiğim sözler aklıma<br />

geldi. Bütün zorluklara sabretmeye karar verdim. Onların umutlarını boşa<br />

çıkarmamak için var gücümle çalışacaktım. Bütün bunlara alışmağa<br />

mecburdum. Babamın her zaman tekrarladığı atasözü aklıma geldi: “Zahmet<br />

olmadan rahmet olmaz.”<br />

186


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Nevzat CANAN<br />

d.1961-Kırklareli<br />

PASTA<br />

Güneşli, sıcak bir mayıs günü A.G. Lisesi’nde, öğleden sonraki ilk<br />

dersten çıkan, çoğu çay-sigara tiryakisi öğretmenler, 19 Mayıs törenlerinde<br />

il gençliğini temsil etmek üzere seçilen Bahar Çiğdem Özülkü’nün,<br />

öğretmenlerine bir teşekkür olarak, öğretmenler odasının orta yerindeki<br />

büyük masaya bıraktığı kocaman pasta sürpriziyle karşılaştılar.<br />

Ayın on beşiydi. Sıcak maaşlar ceplere yeni inmişti. Herkes keyifli bir<br />

hazım istirahatındaydı. Tatilin iyiden iyiye yaklaştığı şu güzel bahar<br />

gününde, fevkalade kaliteli el deseni bir çini tepside sunulmuş, kremalı,<br />

meyveli ve bol kakaolu kocaman pastayla ilk karşılaşanlar, Yunus Bey’le<br />

İsmet Bulut Bey oldu ve daha kıdemli bir öğretmen olan Yunus Bey’in<br />

“Ooo!”ları arasında, iki İngilizce öğretmeni, ikiz kardeşler kadar benzer<br />

tepkiler vererek birer çatal kaptılar ve pastaya oldukça etkili bir hava<br />

harekâtı düzenlediler.<br />

Ne yazık ki zamanları azdı ve rakipsiz kalmanın sadece bir hayâl olduğunu<br />

ikisi de biliyordu. Felsefeci Cemâl Celali, sanki o meş’um<br />

kaziyyeyi bir daha kanıtlamak için kapıda birdenbire belirmişti. Hoca,<br />

kültürlü bir ses tonuyla “Merhaba arkadaşlar,” dedikten sonra hemen<br />

masaya yanaşıp, gayet sakin bir ruhla eline bir çatal aldı ve söktüğü<br />

187


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

kaymaklı parçayı, sanki yiyip yememesi armağanı edenin kimliğine göre<br />

değişecekmiş gibi elinde bekleterek:<br />

— Nerden bu? Dedi.<br />

O günlerde, kamuoyu, nerden buldun yasasıyla meşguldü. Nükte<br />

yapmayı pek seven güler yüzlü ve daima neşeli bir insan olan İsmet Bulut<br />

Bey, bu fevkalade espri fırsatını, başka zaman olsa kaçırmazdı, fakat bu<br />

defa, aceleden, hiçbir şey söylemedi ve onun cevap vermediğini gören<br />

Yunus Bey, ‘boşuna konuşma,’ der gibi:<br />

— Ye, ye...Dedi.<br />

Belki de İsmet Bulut; felsefeci Cemal Celali, başka bir liseden geldiği<br />

için biraz mesafeli kalmayı tercih etmişti. Fakat bunu hiçkimsenin düşünmesine<br />

fırsat kalmadı, çünkü o esnada kapı bir daha açıldı. Dördüncü<br />

kişinin, pastanın tadını büyük ölçekte kaçıracağının üçü de farkındaydı.<br />

Onun için, kapının sesi duyulur duyulmaz, kamikaze yapan bir filo gibi,<br />

üçü bir olup, cesurca, aerobik bir saldırı tertip ettiler.<br />

Fakat içeriye, gire gire, havaların düzeldiğini düşünerek nisan başlarındaki<br />

bir hafta sonunda paklanmak için gittiği kaplıcadan çıkışta kendisini<br />

hava akımına kaptıran hizmetli Rüştü Muhtar Efendi girdi. Daha o<br />

gece boynunun nasıl tutulduğunu, bir aydan beri, kalorifercisinden memuruna,<br />

katlarda rastladığı nöbetçi öğretmenlere kadar okuldaki tüm personele,<br />

bütün detaylarıyla kim bilir kaçar defa anlatmıştı. Rüştü Muhtar Efendi,<br />

kaplıcada sinirlerini gevşettiği o günden beri, paletli vasıtalar gibi ilerliyor,<br />

ayaklarını kaldırmadan adım atıyordu. Zaten de biraz tembelceydi.<br />

Boynundaki boyunluğun herkesi ürkütmesinden cesaret bularak, okulun<br />

dümdüz koridorlarında, zifiri karanlıkta el yordamıyla ilerleyenlerden<br />

daha ağır gidiyordu. O an pasta hakkında bilgi verecekti. Tabiî, eğer pastanın<br />

yumuşak karnı, o mırıldamaya başlayana kadar dayanabilirse...<br />

Neyse ki pasta büyüktü, bu sayede, Rüştü Muhtar Efendi ikramın<br />

esbab-ı mucibesini arz eyleme fırsatı bulabildi. Rüştü Muhtar Efendi’nin,<br />

188


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

pastanın tarihçesi hakkında verdiği kısa malumatı dinlerken, yaş haddine<br />

epeyce yaklaşmış olan Yunus Bey, soğuk bir tebessümle:<br />

— Hıı, hıı, iyi, iyi...<br />

Dedikten sonra, içerisi kalabalıklaşmadan birkaç yudum daha kapabilmek<br />

için, daha ağzındaki yağlı lokmayı yutmadan çatalını, “ya Allah”<br />

dercesine, güçlü bir hamleyle yaş pastaya yeniden çaldı. Okul dışı kurslarla<br />

iyice yorulan İsmet Bulut Bey de, Rüştü Muhtar Efendi’nin mırıl mırıl<br />

verdiği haberi:<br />

— İyi valla...Sözleriyle yorumladı ve yutma maratonunda zümre arkadaşından<br />

geri kalmamak ve hiçbir yorum yapmadan malı sessizce götüren<br />

Celal Celali’ye de meydanın boş olmadığını hissettirmek için pastaya<br />

profesyonelce bir kesme attı.<br />

Kapı o esnada bir daha aralandı. Bu en sessiz açılış şekli olduğuna göre,<br />

içeri kimin gireceği belliydi, buna rağmen İsmet Bulut, göz ucuyla<br />

kapıya baktı ve sekiz-dokuz saniye içinde, en sevmediği meslektaşıyla yan<br />

yana geleceği için derince bir nefes aldı ve sonra içindeki sıkıntıyı burnundan<br />

boşalttı. Tarihçi Mehmet Sarper’den hiç hoşlanmıyordu. Ona göre,<br />

yirmi yıllık öğretmen olmasına rağmen, Mehmet Bey, çocuk gibiydi. Dünyada<br />

ne kadar boş iş varsa, hepsi onun ilgi sahasına girmekteydi. Hayâlci de<br />

değil, daha ötelerdeydi. Arabası bile yoktu ve konuştuğu şeylerin ipe sapa<br />

gelir tarafı olduğuna kaç yıldır bir defa olsun tanık olmamıştı.<br />

Tarihçiye göre ise, millete memlekete hiçbir faydası dokunmayacak ne<br />

kadar boş iş varsa onlarla mutlaka alâkadar olan şahısların birincisi İsmet<br />

Bulut’tur. Malın mülkün tarihe geçmeye yetmediğini düşünen Mehmet Bey;<br />

kirada iki dairesi, bir de dükkânı bulunan, ayrıca da iki kooperatife aidat<br />

ödeyen ve okuldan çıkar çıkmaz kurstan kursa koşan, çoğu zaman direksiyonu<br />

döndürecek kuvveti kalmayacak kadar çalışan İsmet Bey’i, nasıl<br />

olmaması gerektiği hususunda idol olarak benimsemiş gibiydi. Tarihçi<br />

Mehmet Sarper’in, tuttuğu yolda ne denli samimî ve istikrarlı olduğunu ise<br />

dost düşman takdir etmekteydi. Öğrencilerine, görevini seven, zili kurtuluş<br />

189


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

saymayan öğretmeniniz kimdir? Diye sorulsa, onlardan hep bir ağızdan<br />

Mehmet Sarper Bey cevabının işitileceği muhakkaktı. Fakat o, iyi adının<br />

faturasını hayli ağır ödemekteydi. Örneğin, kışın sık sık anjine yakalanırdı.<br />

Nitekim şu mevsimde bile, yeni bir bademcik iltihabı yüzünden, dün sabahtan<br />

beri oldukça keyifsizdi. Bununla birlikte, orta yerdeki ikramı o da es<br />

geçmedi. Masaya sokulup eline bir çatal aldı, fakat icraatten evvel:<br />

— Bu nerden, İlhami Bey’in pastası mı? Diye sordu. Yani, “Nihayet<br />

İlhami Bey nişanlanıyor mu?” demek istedi.<br />

Yunus beyin o günkü performansı cidden yüksekti. Mehmet Sarper’in<br />

sözünü de o karşıladı ve:<br />

— İlhami biraz daha pedal çevirmeye devam etsin, pasta Abdülaziz<br />

Bey’den, dedi ve sözden boşalan ağzını hemen bir dilim pastayla doldurdu,<br />

ancak, daha çenesini kapattığı an içeriye resim öğretmeni İlhami Bey<br />

girdi ve sessizlikte bir şaşkınlık, şaşkınlıkta bir komplo havası sezince,<br />

içeridekiler gülüştüler.<br />

İlhami Bey; gülüşlerle ve şaşkınlıkla ilgilenmek yerine, pastayla alâkadar<br />

olmayı yeğledi ve sayıları epeyce azalan çatallardan birini, ince<br />

parmaklarıyla, bir yağlı boya fırçasını tutar gibi son derece nazik bir<br />

biçimde eline alırken, içeriye, Türkçe öğretmeni Tevfik Bey’le, Almanca<br />

öğretmeni Mustafa Türen Bey, yüksek sesle konuşa konuşa daldılar.<br />

Gecikmelerinin nedeni olan vukuatla ilgili:<br />

— Olacak şey değil, kaç defa söyledik bunlara!<br />

Gibilerinden birşeyler söylüyorlardı. Pastayı derhal fark edememelerine<br />

bakılırsa, hadise, kafalarını haylice meşgul edecek kadar ciddiydi.<br />

Elbette bu gaflet sonsuza kadar sürmedi. Mustafa Türen Bey uzun<br />

boyluydu, hava sahasındaki hareketliliği fark etmekte gecikmedi. Derhâl<br />

çokluğun bulunduğu mahalle doğru seğirtti. A.G. Lisesi öğretmenleri<br />

içinde tavırları en rahat kişi oydu. Sözünü de sakınmazdı, bu dönem<br />

başındaki öğretmenler kurulu toplantısında, Müdür Yardımcısı Osman<br />

190


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Bey’e “Dersim bittiği zaman ben, öğretmen değilim, cevizciyim, var mı<br />

diyeceğin!” Dediğinde, okul müdürü dâhil, hiçkimse ağzını açamamıştı.<br />

Mustafa Türen Bey, yine o medenî cesaretli tutumuyla olay mahalline<br />

yaklaşınca, siper olmuş gövdelerden ötürü göremediği pastayı keşfettiği<br />

an, gür bir sesle:<br />

— Beyler, tatlı yiyip, tatlı susuyorsunuz, bakıyorum!<br />

Dedi ve suçüstü yakaladığı meslektaşlarına katıldı. Hiç olmazsa Tevfik<br />

Bey’i solladığı için kendisini bir nebze şanslı addederek, çini tabağın<br />

desenlerini açığa çıkarmaya yönelik kazı çalışmalarına yeni ve dinamik bir<br />

enerji olarak iştirak etti.<br />

Okulun en içten pazarlıklısı olan Tevfik Bey, beleşi sevmede ne Yunus<br />

Bey’den ne İsmet Bey’den ne de diğerlerinden aşağı kalır olmamakla<br />

birlikte, yine birtakım sosyo-ruhî oyunlara yöneldi. Yöntemlerinde hep<br />

rastlanan resmî tarz, bir bakıma şahsiyetiyle meczolmuştu. Muhterem,<br />

yine o yolu seçti ve çatalı eline alır almaz, önü ilikli mavi ceketinin içinde<br />

geniş göğsünü gerip günün anlam ve önemi üzerinde bir konuşma yapma<br />

ihtiyacı hissetti:<br />

— Bu ne güzel ikram, bu ne güzel sürpriz, nerden acaba?<br />

İlikli ceketi ve elindeki çatalı ile beleşçiler orkestrasının şefi gibi duran<br />

Tevfik Bey böyle bir girizgâhla kendisine yol açarken Mustafa Türen<br />

Bey, iki-üç lokmayı haklamıştı:<br />

— Boş ver arkadaş suali, üzümü ye, bağını sorma! Diyerek, hem Tevfik<br />

Bey’i yolunca yordamınca kınadı, hem de midesine kaymaklı bir<br />

lokmayı daha yolladı.<br />

Pastanın tadına bakmakla yetinen Mehmet Sarper ile İlhami Bey, o<br />

esnada kenara çekilmişlerdi. Ortalığın artık iyice kalabalıklaşacağını sezen<br />

İsmet Bulut Bey’le Yunus Bey, her gelenin sinek gibi üşüştüğü pastanın<br />

başından, tarihçi Mehmet Sarper ve resim öğretmeni İlhami Bey’den daha<br />

kibar bir tarzda uzaklaştılar. Lobileri hükmündeki sehpalı bölüme intikal<br />

191


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

ettiklerinde yüz ifadeleri son derece masum ve sevecendi. Pastanın yarısını<br />

götürdükleri hâlde, yüzlerinde, yarım yudum yiyip de kenara çekilmişlermiş<br />

gibi asaletli bir nezaket okunuyordu.<br />

Pastaya son yetişen ise, fizikçi Nevriye Hanım’la Coğrafyacı Filiz<br />

Hanım oldu. Nevriye Hanım, öylesine:<br />

— Aaa, bu nerden böyle? Soru tümcesiyle başlattığı usûlî tahkikatını<br />

hitama erdirmeden istihkakını haklamaya girişti. Çevreden, 19 Mayıs, gibi<br />

izahatlar yapılırken, Almancacı Mustafa Türen Bey,<br />

— Doğrusunu isterseniz, bu ikramda benim de payım vardır, diyerek<br />

söze başladı. Anlaşılan bayağı enerji toplamıştı. Hem tıkınıyor, hem<br />

konuşuyordu:<br />

— Çiğdem Özülkü’nün, babası Abdülaziz Bey, K. Lisesi’ne müdür<br />

tayin edildiğinde, bütünleme imtihanlarında ilk sınav çaysız geçti. Tabiî ki<br />

canımız sıkıldı ve ben, kendisine: ‘Bak arkadaş, dedim, ya kantini açtır, ya da<br />

önceki müdür gibi, evinden çay, pasta, börek, çörek getir veya bizi bir daha<br />

bütünleme mütünleme için buraya çağırtma!’ O günden sonra, Abdülaziz<br />

Bey’in de bu gibi işlere elinin alıştığının bir ispatı da işte meydanda...<br />

Ondan sonra öğretmenler odasında bir pasta sohbeti başladı. Din dersi<br />

öğretmeni Abdurrahman Çengel Bey vanilya kokan salona girdiğinde,<br />

herkes bir koltuğa, sandalyeye kurulmuş, çayını içiyor, henüz sigara<br />

kanunları çıkmamış olduğu için, bazısı keyifli keyifli sigarasını tellendiriyordu.<br />

Pastanın ise, sadece, ağızlarda tadı, dillerde sohbeti ve masada<br />

geniş, süslü, boş çini tabağı duruyordu.<br />

Abdurrahman Çengel Bey, artık bir tarih olan süslü tabağı göstererek:<br />

— Neydi bu böyle?Diye sorunca, karşıdan Mehmet Bulut Bey:<br />

— Geç kaldın hocam, pastaydı, bitti.Dedi.<br />

Abdurrahman Çengel Bey:<br />

192


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

— Afiyet olsun, afiyet olsun, ben şekerliyim, zaten yiyemezdim, diyerek<br />

mevzuu kapatmaya çalışırken, pencere tarafındaki büro tipi, kısa<br />

ayaklı dirsekliksiz koltuklardan birinde Kızılderili kabile reisleri gibi<br />

dumanlar savurarak oturan Türkçe öğretmeni Tevfik Bey’in sesi geldi:<br />

— Öyle deme hocam, ben böyle bedava pasta yüzünden rahmetlik o-<br />

lan kaç şekerli gördüm, sen iyi tam vaktinde geldin...<br />

Bu esprinin ardından, gülüşmelerle beraber zil çaldı ve günün en tatlı<br />

teneffüsü sona erdi.<br />

193


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Ethem BARAN<br />

d.1962-Yozgat<br />

BERHUDAR OLASIN<br />

Kuşluk vaktinin acemi aydınlığı çekilip gitmiş, sarısı bol bir ışık düşmüştü<br />

avluya. Çocuk, lokmalarını acele acele yutarken, yüzünde asma<br />

yapraklarının ürpertisi gezinen dedesinin en ufak bir hareketini bile kaçırmamaya<br />

çalışıyordu.<br />

“Oğlum yavaş ye, acelen ne?” dedi annesi.<br />

Çocuk, dedesine "hadi" der gibi bir kez daha baktı; sofra bezini dizlerinin<br />

üzerinden sıyırıp, elinde bir dilim yağlı ekmekle sofradan kalktı.<br />

“Dökme ortalığa, daha yeni süpürdüm.”<br />

“Dökmem anne.”<br />

Dış kapıya gidip durdu. Gıcırdatarak açtı kapıyı. Aşağı doğru inen sokağa<br />

baktı: Dedesiyle beraber yürüyorlarken gördü kendini… Bir kuş gibi<br />

çırpınan ama bir türlü uçup gitmeyen bir korku vardı yüreğinde. "Okula<br />

kaydettireceğim seni," demişti dedesi. Fotoğrafçıya giderlerken de aynı<br />

şeyi söylemişti. Taş basamaklardan inip, karanlık bir odaya girmişlerdi.<br />

İçerisi loş ve havasızdı. Duvarlardan birinde tozlanmış, bordo renkli<br />

kadife bir perde vardı; onun önüne oturtmuşlardı. Çocuğu en çok şaşırtan;<br />

kocaman, ayaklı fotoğraf makinesi ve göz kamaştıran ışıklardı. Daha önce<br />

fotoğraf makinesi görmüştü ama onun böyle ayağı da ışığı da yoktu; hem<br />

bu kadar büyük de değildi. Fotoğrafı çekilip tekrar karanlıkta kalınca,<br />

194


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

okulun da böyle bir yer olabileceğini düşünmüştü. Öğretmen de fotoğrafını<br />

çeken şu yaşlı amca gibi biri olmalıydı. Hiç konuşmayan, gülmeyen,<br />

iğne bakışlı bir adam…<br />

Yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe içindeydi okul. Merdivenlerden<br />

çıkıp, ağaçlıklı bir yoldan girmişlerdi içeri. Müdürün odasına girerken<br />

şapkasını çıkarıp eline almıştı dedesi. "Oğullarımı okutamadım ama bunu<br />

okutacağım müdür bey," demişti. Müdür şimdiye kadar gördüğü adamların<br />

hiçbirine benzemiyordu. İnsanın içindeki korkuyu alıp götüren bir<br />

adamdı. Çocuğun üç numara kesilmiş kısa saçlarını okşamıştı. Çocuk,<br />

kafasında o sıcak elle çıkmıştı okuldan ve o sıcak el günler boyunca<br />

durmadan okşamıştı saçlarını.<br />

Dün çarşıya inmişler, bayramlık giysiler almışlardı. Sabah da erkenden<br />

kalkıp bayram namazına gitmişlerdi babası ve dedesiyle. Döndüklerinde<br />

annesi avluyu sulayıp süpürmüş, asmanın altına yer sofrasını kuruyordu.<br />

Bayramlaştıktan sonra sofraya oturmuşlardı. Kaç gündür annesine<br />

ve ninesine söyleyip duruyordu. "Tamam," demişlerdi; "dedene söyleriz,<br />

götürür seni..."<br />

Tek başına gitmeye utanıyordu. Dedesiyle beraber giderlerse utanmazdı.<br />

Mahalledeki çocuklar içinde en sessizi oydu. Okulda da öyle... Arka<br />

sıralardan birinde oturuyordu. Öğretmen soru sormazsa, kendiliğinden<br />

konuşmazdı. Sınıfın yüksek tavanına; uzun, çift camlı pencerelerine,<br />

oradan doğru karşıdaki tepeyi çam yeşiline boyayan ormana bakardı. Çam<br />

kokusu, karatahtanın önünde, tebeşir tozları içerisinde gelip yakalardı onu.<br />

Sırtındaki, artık okula gitmeyen halasının oğlundan aldıkları bozarmış<br />

önlüğün içinde olduğundan daha küçük görünürdü. Müdürün o sıcak eli<br />

imdadına yetişir, saçlarını okşamaya başlardı kimseye göstermeden.<br />

Sıralar arasında dolaşan, dünyanın o en büyük, her şeyi en iyi bilen insanı,<br />

bir türlü elini uzatmazdı saçlarına.<br />

195


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Avluya, yükselen güneşin ılık bir suyu andıran alaca yeşili doluyordu.<br />

Evi sarıp sarmalayan er saatlere özgü görüntüler siliniyordu.<br />

Yüzünü bir serinlik yaladı. Ekmeğini bitirmişti. Kulaklarında, bardaklarda<br />

dönen kaşık sesleri, burnunda demli çay kokusuyla, avluyu ağır ağır<br />

dolduran, asmanın altında iyice belirginleşen o gizemli yeşilin içine doğru<br />

yürüdü.<br />

“Dede, çayın bitti mi?”<br />

Çelimsiz sesi, günün çoğalan kıpırtıları arasında bir yerlere çarparak<br />

kırıldı.<br />

İhtiyar adam ne yapacağını bilememenin sıkıntısını yaşıyordu. Yapraklar<br />

gezinmeyi bırakmış, yüzünün ışık düşmeyen öbür yarısına, kaygılı,<br />

birazdan kalkıp gitmeye hazırmış gibi iğreti oturmuşlardı. Bakışları,<br />

bayram sabahının sevinçli ışıltısını, çok gerilerde kalmış bir köyün tozlu<br />

sokaklarında, yeni dikilmiş çarıklarının ince toprak üzerinde bıraktığı<br />

izlere bakarak koşan çok eski bir çocuğun gözlerinde arar gibiydi.<br />

“Hatırını kırma çocuğun, al götür, ne var bunda?” dedi ninesi.<br />

Çocuk dedesinin bacakları arasına girdi, dizlerinden birine oturdu.<br />

“Gidelim dede, n'olur…”<br />

Akranlarının oyunlarını bir duvarın dibine oturup izleyen bu ince yapılı<br />

durgun çocuk; kimi günler içinde biriken coşkunun boşalıvermesiyle<br />

kendisinden beklenmeyen bir canlılığa kavuşur, oynanan oyunların başkişisi<br />

olurdu. Taş parçalarından, ağaç dallarından, ilk bakışta ne olduğu<br />

çıkarılamayan, hiçbir işe yaramaz sanılan ıvır zıvır eşyalardan öyle güzel<br />

oyuncaklar yapıp oyunlar geliştirirdi ki, bütün çocuklar onun bu büyülü<br />

hareketliliğine kapılıp giderlerdi.<br />

Çocuk o ender canlanışını şimdi bir kez daha yaşıyordu. İhtiyar adam<br />

kaybolmasını istemediği bu canlılığın içinde boğulmak üzereydi.<br />

- Rahatsız etmeyelim.. Ne düşünürler, ne derler sonra!..<br />

196


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Gün doğmadan işe gidip, yine gün ışığı görmeden işten dönen, bir iki<br />

gün de olsa evde bulunmanın huzuruyla tertemiz gülümseyen babası:<br />

“N'oluyor yahu, nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.<br />

Çocuk, dedesinin üç aydan üç aya emekli maaşını almaya giderken<br />

giydiği kalın, kahverengi takım elbisesinin ucundan çekiştirip duruyordu.<br />

“Hadi dede!”<br />

İhtiyar adam, çocuğun okula başladığı ilk günleri düşündü. Her teneffüs<br />

gidiyor; öğrenci giriş kapısının demir parmaklıkları arasından, hepsi de<br />

birbirine benzeyen ve gün vurmuş bir suyun dibinde kaynayan kum<br />

tanecikleri gibi oynaşan kalabalıkta torununu bulmaya çalışıyordu. Çoğunlukla<br />

çocuk fark ediyordu onu. Koşturarak kapıya geliyor, simit parasını<br />

aldıktan sonra simitçinin durduğu öbür köşeye doğru ağır adımlarla yürüyordu.<br />

Elinde simitle o kaynayan kalabalığa karışırken, attığı her adımda<br />

biraz daha büyüyor, buradan bir başka okula, oradan bir diğerine doğru<br />

uzaklaşıp gidiyordu. Tatlı bir ağıt zorluyordu ihtiyarın gözlerini; burnu<br />

sızlıyordu. Çoğu zaman okul çıkışlarında da bekliyor, eve birlikte dönüyorlardı.<br />

Sonraları bacaklarındaki ağrılar yüzünden pek gidemez olmuştu.<br />

“Tutturdu öğretmenimle bayramlaşmaya gideceğim diye... Oğlum, gelen<br />

giden olur, dedeni nereye götürüyorsun dediysek de dinletemedik,”<br />

dedi kadın, hâlâ sorusunun cevabını bekleyen kocasına.<br />

Adam çayından bir yudum daha aldı. Tekrarladığı gülümsemesinin<br />

yumuşattığı ses tonuyla:<br />

“İyi düşünmüş, aferin benim oğluma,” dedi.<br />

Sokağa çıkan çocukların sesleri artmıştı.<br />

“Kızım şekeri leblebiyi hazırladın mı? Çocuklar şimdi gelir; hem biz<br />

de içeri girelim artık,” dedi ihtiyar kadın.<br />

İki kadın sofrayı kaldırmaya başladılar.<br />

Küçük oğlan bundan önceki bayramı çok iyi hatırlıyordu. Annesi eline<br />

bir naylon torba tutuşturmuş; o da arkadaşlarıyla birlikte mahalledeki<br />

197


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

bütün evleri tek tek dolaşıp şeker ve leblebi toplamıştı. O zamana kadar<br />

girmediği sokakların, dar aralıkların sırrı bir anda çözülmüştü sanki. Fakat<br />

çarşı onun için hâlâ keşfedilmemiş sihirli bir ülkeydi. Dedesi her seferinde<br />

çarşının değişik bir yerine götürüyordu onu. Jilet kutularından yapılmış<br />

saat kulesini seyretmeye doyamadığı berber dükkânı, kunduracı, terzi,<br />

caminin karşısındaki kahve.. Kahveye oturdu mu kalkmak bilmiyordu<br />

dedesi. Selâm veren herkese çay ısmarlardı. Bazen faytonla dönerlerdi<br />

eve. Faytoncunun yanına oturur; atların ayaklarından çıkan nal seslerine<br />

kapılıp giderdi.<br />

Bugün öğretmeninin elini öpmeye gidecekti. Kim bilir belki öğretmeni<br />

de tıpkı müdür beyin yaptığı gibi okşardı saçlarını. Belki de yanaklarından<br />

öperdi. Artık öğretmen denilince korkmuyordu. Öğretmenin o hiç<br />

konuşmayan, gülmeyen, iğne bakışlı fotoğrafçıya benzemediğini daha<br />

sınıfa ilk girdiğinde anlamıştı.<br />

“Hadi bakalım, gidip de gelelim...”<br />

Hemen fırladı dedesinin dizlerinden. Ellerini yeşil kadife pantolonunun<br />

ceplerine soktu. Parlayan gözlerle annesinin, babasının ve ninesinin<br />

gülümseyen yüzlerine baktı. Üç beş çocuk bağrış çağrış, ellerinde naylon<br />

torbalarla avlu kapısından içeri daldılar.<br />

İçlerinden biri:<br />

“Nereye gidiyorsunuz lan?” diye bağırdı.<br />

Omuz silkti; büyük bir sır saklar gibiydi; çocuklara el öptüren dedesini<br />

beklemeden kapıya doğru yürüdü.<br />

198


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Sadık YALSIZUÇANLAR<br />

d.1962-Malatya<br />

TAHAKKÜM<br />

Gözlerimi deniz yeşilinden aldım. Babam bunu yıllar önce sezdi,<br />

‘Rengin’ dedi bana.<br />

Karadeniz’e yeşil bir şerit halinde kavuşan çay bahçelerinin kokusunu<br />

duya duya Çayeli Lisesi’ne gidiyorum. Bakanlık ‘kararname’ diye bir<br />

kağıt tutuşturdu elime ve ‘felsefe öğretmenisin’ dedi.<br />

Minibüste, yanımda Karadenizli olduğunu sandığım, yeşil gözleriyle<br />

arada bir beni süzen bir adam vardı. Sadece, ‘öğretmen’ olduğumu söyledim<br />

ona. Daha konuşmadım.<br />

Kalbim denizle orman yeşilinin kaynaştığı bir heyecanla küt küt çarpıyordu.<br />

Gördüğüm her çiçeğe çarpılacaktım. Yumuşacık, ipek kökler,<br />

kayalara keskin bir cazibeyle sarılmışlardı.<br />

Düşte gibiydim. Öğrencileri merak etmiyordum. Müdürün, öğretmenlerin<br />

bana karşı tutumları heyecanlandırmayacaktı beni.<br />

Kolejden sonra fakültede geçirdiğim dört yıl, zehirli bir zar çekti hayatıma.<br />

Babamın, güneyde inşa ettiği yazlık evlere bir kez olsun gitmemiştim.<br />

Annem, bütün gün fakültedeydi.<br />

Deniz ve orman bitmiyordu. Yeşilliğin arasına serpilmiş küçük, bakımsız<br />

evler, kimsenin senelerdir buralara uğramadığı veya terkedilmiş<br />

olduğu izlenimi veriyordu. Anılarım bırakmıyordu beni.<br />

199


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Tiyatro kürsüsündeki Zerrin’in ağız dolusu bir hakaret gibi yüzüme<br />

fırlattığı,‘annen, anlaşılan Fransa’dan getirdiği yeni psikoloji kuramlarını<br />

denemiş senin üzerinde’ sözü, geceleri balkonda dinlediğim Kocatepe<br />

müezzininin okuduğu ezan, Osman’ın birahaneler üzerine attığı nutuklar,<br />

Hacettepe Rehberlik Araştırma Servisi’nde çalışan Nilüfer’in evinde gece<br />

geç vakte kadar dinlediğimiz klasik müzik, Murad’ın Nietzsche artığı<br />

şiirleri, İsmail’in edebiyat dergisi çılgınlığı, sonra; büyük kentin damarıma<br />

şırınga edilen sevgi gösterileri, bitmeyen, tükenmeyen, seslenmeyen,<br />

aranmayan kış gecelerinde budala bir gebe kıvranıp durduğum varoluşçuluk<br />

saatleri, küçük bir çocuk gibi aradığım, sağılmış küçük şehir hülyaları,<br />

beynimin hayretine bağlanmış puslu gelecek rüyaları içinde çay işleyen<br />

fabrikalar, deniz; görkemli orman ağaçları, tekrar deniz, arada bir martı<br />

sesleri, asık suratlı felsefe satıcısı, beyaz zehir kusmuğu, ecnebi rüya<br />

terbiyecisi, bilimsel asalet düşkünü, teknokrat yığını görüntüsü ve tekrar<br />

deniz, hep deniz arasında gidiyorum.<br />

‘Gidiyorduk’ diyemiyorum.<br />

Minibüs sarsıldıkça ağırlaşan, başkalaşan; acılı, simsiyah keder büyümelerine<br />

gömülüyordum. Yanımdakiler rahat ve güvenliydiler.<br />

Biraz dedikoducu biraz obur biraz sevimliydiler. Onları sevecek miydim?<br />

Kederle ördüğüm karanlık dünya içinde gelişip serpilen düş sarsıntısı<br />

mı olacaktı? Bilemiyordum.<br />

Lise binasını göstermek için küçük oğlunu yanımda gönderen manifaturacıya<br />

teşekkür ettim. Çocukla neler konuştuğumu hatırlamıyorum.<br />

‘İşte’ dedi, ‘burası, şuradan gideceksiniz.’<br />

Gülümsedim. Saçlarını okşadım. Elimi öptü, koşarak uzaklaştı yanımdan,<br />

dönüp dönüp bakıyordu.<br />

Okula kış için odun getirdiğini sonradan öğrendiğim kamyon sürücüsüne<br />

müdür odasını sormuştum.<br />

Tek odalı bir ev buldular bana. Bir iki eşya aldım, yerleştim.<br />

200


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Dersler başladığında, antik yunan filozofların kuramlarını sakız gibi<br />

çiğneyip duruyordum sınıflarda. Öğrenciler her söylediğimi not ediyorlardı.<br />

Soruyordum, şaşkın bakıyorlardı; ezik, suçlu, başları eğik susuyorlardı.<br />

Müdür, yine Karadenizli, İbrahim adında, İlahiyat mezunu, kasabalıyla<br />

güçlü yakınlık bağı olan biriydi. Evli olduğunu küçük kızı okula gelene<br />

kadar bilmiyordum.<br />

Dersler devam ediyordu, müdürle evinde geç vakte kadar oturup konuşmamıştık<br />

henüz. Yalnızlık, kış akşamları denize sürüklüyordu beni.<br />

Evlilikten nefret ediyordum. Çayı sevmiyordum artık. Deniz, bir canavar<br />

gibi yutacaktı sanki. Kasabalıların zamanla beni alelade bir şeymiş gibi<br />

gördüklerini sanıyordum. Neyi seviyordum? Bunu, yalnızlığın keskin bir<br />

zehir gibi beni yok edeceğini sanmağa başladığımda sormuştum. Eve<br />

hapsedilmiş gibiydim. Kasabalı gençlerin bakışları üzerimde değildi. Hiç<br />

birini ilgilendirmiyordum. Almanca ve yeni mezun biyoloji öğretmeni<br />

önce yaklaştılar sonra kaçtılar. Biyoloğu çok ürkütmüş olmalıydım. <strong>Ben</strong>i<br />

hiç mi hiç anlamıyordu. Kasabalılar bana ev bulmak, alışverişe çıktığımda<br />

ürkek, çekingen ilgilenmekten başka bir şey yapmıyorlardı.<br />

Bir gün, müdürün çağırdığını söylediler. Akşam evine yemeğe gittim.<br />

Vücudum dağılmış, kalbim erimiş gibiydi. Fakat ev, deniz çeker gibi çekti<br />

kendine beni. Çocukları ilk kez seviyordum o akşam. Hanımıyla çok az<br />

konuştuk. Ağız ucuyla bir iki söyleşme. Sonra, felsefeden söz açmamı<br />

istedi müdür.<br />

Eve döndüğümde, kalbimin varlığını iyice anladım. Çıldırmamıştım.<br />

Aç değildim .Sevmiyordum. Yaşadığımı anlıyordum. Oturdum, yorgunluktan<br />

bitene tükene dek ağladım. Rüya başlıyordu.<br />

Deniz acz iptilası oluyordu ruhum için. Orman fakr. Kendimi heybetli<br />

kayalara sarılmış köklerle bir hissediyordum.<br />

Kasabalıların dışında seçilmiş, yüksek bir yerdi müdür oturuyordu.<br />

Bir gece korkuyla uyandım. Büyük bir çöldeyim. Kızgın ve geniş. Çölün<br />

yüzünü karanlıklı, boğucu, kahredici bir bulut kaplamıştı. Işık, rüzgar,<br />

201


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

hayat yoktu. Hayatsız bir çöldeydim. Geçmiş boğucu karanlıklı anılarla<br />

arkamda. Gelecek yoktu. Hayatsızdı gelecek. Sevmiyordum. Hiçbirisi<br />

bulunmuyor, hiçbirisi bulunmuyordu. Anılar kapamıştı her yeri. Ardını<br />

göremiyordum. Mavera yoktu. Ruhumun maverası. Açılım yoktu. Rüyada<br />

ağlıyorum sürekli. Her şey karanlıklıydı. Etrafımı korkunçluklar donatmıştı.<br />

Canavarlar çevrelemişti.<br />

Uyanamıyordum. Bu kasabayı terk edemiyordum. Allı-telli bir gelin,<br />

yaşmaklı bir güzel gibi kendine bağlıyordu beni. Otobüs nereye sürüklerse<br />

oraya gidecektim.<br />

Bir gün fındık torbalarını kamyonete taşıyan kadınlara rast geldim. Selam<br />

verdim. İlgiyle gülümsediler. Sevincime diyecek yoktu. Yanlarına<br />

gittim. Tanıştık. Söyleştik. Birisi, beni anlamadığını söyledi. Sonra,<br />

diğerleri katıldı buna.<br />

‘Seni anlamıyoruz’ dediler.<br />

Kendimi anlattım.<br />

‘Hayır!’ dedi birisi. ‘Gözlerini denizden almamışsın!’<br />

‘Kent çocukları ölüdür demek istiyorum’ dedim.<br />

‘Kent nedir?’ dediler, hep bir ağızdan.<br />

‘Size onu anlatmağa çalışıyorum’ dedim.<br />

‘Ecnebisin’ dediler.<br />

Duymadım. Bana duyurmadılar. Kahroldum. Paramparça, kendimi<br />

zeminin içine bıraktım. Ruhlarındaki inceliğe tutulmuştum.<br />

Yine bir gün, Rize’ye gidiyorum. Otobüste, yanımda duran gence karanlıktan<br />

söz ettim.<br />

‘Işığı bilmiyorsun’ dedi.<br />

Donakaldım.<br />

‘Karanlığı hiç bilmiyorsun!’<br />

Karanlığı ışığın bildirdiğini anlatıyordu.<br />

202


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Döndüm, yanımda değildi.<br />

Kasabanın cazibesinin farkına varıyordum. Kalbime, çölün arka tarafında<br />

ışıklı ve hayatlı bir dünyanın varlığı doldu. Oraya geçmeliydim.<br />

Paramparça varlığımla tünelvari bir mağaraya sürükleniyordum. Kasaba<br />

bomboştu. Komşu köyler boşalmıştı. Gençler yola işaretler bırakmıştı.<br />

Çöl derinleştikçe, benden önce geçenlerin boğulmuş cenazelerine rastlıyordum.<br />

Karanlık artıyor, vahşet derinleşiyordu. Yalnızlığım ve korkum<br />

şiddetleniyordu. Ayak izlerini izliyordum. Ayak izlerinin bittiği yerde bir<br />

zaman sesler işittim. Sonra sesler de kesiliyordu. Rüyanın ikinci yüzü<br />

açılmadan, uyandım ve okula koştum.<br />

Müdür, ruhumdaki şiddet nöbetlerinin farındaymış ve bunlar olağan<br />

şeylermiş gibi rahat davrandı. Konuşamıyordum. Görevlilere, öğretmen<br />

arkadaşlarıma, koridorda, bahçede gezinen çocuklara selam verip vermediğimi,<br />

sorularını cevaplandırıp cevaplandırmadığımı ayırt edemeden<br />

derse girmiştim. Çocukların hayretli bakışları yüzüme çivileniyordu.<br />

Dayanamadım fazla. Sabah, horoz sesleriyle uyandım. Gece ile gündüzün<br />

sınırına doğan horoz sesleri, eski anılarıma pencere oldular. Kasabanın<br />

yarısı uyanmıştı. Camie, bağa bahçeye, işe koşuyorlardı. Biliyordum.<br />

Başım zonkluyordu. Haftalardır tek satır okumamıştım. O gün nasıl<br />

geçti, başucumda kimler vardı, kasabalı ne düşündü? Bilemedim. Kurşun<br />

bir yük gibi yüklendiğim gece, rüyanın ikinci yüzü açıldı. Karanlıklı,<br />

boğucu, kahredici bulut her yeri kaplamıştı yine, deniz kayalarla çevriliydi.<br />

Tanrı maskları olduğunu sandığım şekiller ellerimde canlanıyorlardı.<br />

Canlanan her mask, karşıdaki mağarayı işaretliyordu. Girdim. Duvarlarda<br />

raflar, raflarda kavanozlar, kavanozlarda ceninler.<br />

‘Nedir bunlar?’ diyorum, takatim kesiliyor, yere yığılıyorum.<br />

‘Yeni bir gelecek’ diyorlar ceninler için.<br />

Tekrar yığılıyorum yere.<br />

203


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Kendime sahip değilim. Tecrübe ediyorlar beni.<br />

Sonra bir pencere açılıyor. Dayanılmaz bir ışık demeti karanlığı yok<br />

ediyor. Şiddetle sarsılıyorum.<br />

Ruhum isyan ediyor. Gözlerim, gözlerimi bulamıyorum. Işık her tarafı<br />

boğuyor. Keskin ve parlak bir dünya doluyor içime.<br />

Deniz hiddet ediyor bana. Fırtına beni tehdit ediyor. Her şey düşmanmış<br />

gibi. Görkemli bir ışık demetinin ortasında ne yapacağını bilmez bir<br />

halde, gözlerim kararmış, yarı karanlık bir araç görüyorum. Uzanıyorum,<br />

şeffaf, saydam ve canlı bir binek oluyor.<br />

Alıyor, paramparça ruhumu yükleniyor. Kasabanın yeşilliğine, denize<br />

çekiyor beni. Bana hiddet eden denize.<br />

‘Işığı anlıyorsun’<br />

‘Karanlığı anladın çünkü’<br />

‘Kenti anlatma, kasabayı anla!’ bir aşka doğuyorum.<br />

Deniz yeşili bir aşka. Kentin zavallılığına rastlıyorum. Aşkımı doğduğu<br />

noktanın arkasına gizlenmiş, uğru bir şey. Çocuklar, çocukları anlıyorum.<br />

Her tarafta cenazeler bulunuyor. Saray.<br />

Çekip alıyorlar ruhumu.<br />

Kendimi, mütevekkil ve asil bırakıyorum.<br />

Saray.<br />

Aşkımın doğduğu saraydan kalbime uzanan ince ve keskin bir yolda,<br />

seyyahlar görüyorum.<br />

‘Sonra bizi barındıran kasabanın şehre taşıdığı felsefe ölülerini defnedeceğiz!’<br />

‘<strong>Ben</strong>i anlıyorsunuz’<br />

Yaşlı bir kadın, mahalli şivesiyle,<br />

‘seni zaten anlıyorduk kızım’ diyor.<br />

Aşkımın bir ucu ihtiyara uzanmış.<br />

204


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Müdür yüksek bir yerden gülümsüyor.<br />

Çocuklar koşuyorlar. İncelikleri kahrediyor. Utanç taşıyorum.<br />

Onlarsa,<br />

‘siz, hocamızsınız bizim!’ diyorlar.<br />

Saray.<br />

Seyyahların cenazeleri ürpertiyor beni. Çocukların ve yaşlı kadının<br />

kasabalıların adına verdiği müjde, ruhumdan ürpermeyi kaldırıyor. Sarayın<br />

kapısından giriyoruz. Kalbim büyüyor büyüyor fakülte anılarıma,<br />

zehir artığı kürsü derslerinin felsefe telkinlerine, zavallı kentin coşkulu<br />

ölüm ağırlığına, şehri terk eden maria düşkünü verem sağnağı şair dostlarımın<br />

kurduğu yabancı kaldırımlara, annemle babam arasında güdük bir<br />

ömrü hazırlayan pazarlama nikah masasına, Nitzsche’ye adadığım münzevi<br />

gecelerime, kalbimi çiğ bir et gibi satılığa çıkaran kentsoylu gazetelere,<br />

amansız bir umum harplere çeken ecnebi gaddarların kalbime bağışlanan<br />

müjdeli dünyaya kurduğu tuzaklara, saltanat kötürümcülerine, Balkan,<br />

İtalyan harplerine, şerlerini; videolarla herkesin kafasına zehirli üfleyen<br />

saltanat düşkünlerine, yüce insan kaderinin ukdelerine telkin edilen gizli<br />

planlara, sonra; gizlenen, ağlayan hep ağlayan bin yıldır biriken çığlığını<br />

vahşiyane mahvların şerli vücutlarına fırlatan uygarlığıma sarılıyor.<br />

Kalbimin sarılmalarından sonra içim dışıma çevrilerek kasabaya bakıyorum.<br />

Kalbimin uzandığı umarsızlıklar arasında ecnebi muahedelerin<br />

icbarlarını görüyorum.<br />

‘Kasaba değişimlerinin arkasına gizlenmiş felsefe tahakkümleri mi?’<br />

diyor vicdanım.<br />

‘Evet’ diyorum.<br />

‘Sonra?’<br />

‘Dehşetli hasetler ve rekabetlerin çarpışmasıyla bir yeni umum harpler.’<br />

Hepsi birlikte vicdanlarını gökle birleştiriyor.<br />

205


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

‘Işığı anladın!’ diyorlar.<br />

Kasabaya ekmek sevinciyle koşan oyunsuzluk düşkünü çocuklar gibiyim.<br />

Kayboluyorum. Sarayın içice katlanmış alımlı bir yerinde ceninlerin<br />

ruhlarını görüyorum. Coşkuyla selamlıyorum onları.<br />

Rüya kapanmıyor. Başlangıcı belli olmayan bir gerilişle, kasabanın i-<br />

çini görüyorum. Şehrin puslu akşam vakitlerini gösteriyor iç.<br />

Saray, binlerce hayat içinden deniz yeşili birini seçiyor ve bana sunuyor.<br />

Duvağımla kayboluyorum.<br />

Sarayın sunduğu hayatı ömrüm oldukça saklıyorum.<br />

Büyüdükçe inceliyor, inceldikçe hayattar bir şehir bağışlıyor bana.<br />

Tahakkümden uzak bir site.<br />

Kasabanın şehirleştiğini gösteren akıl almaz değişimler, hayatın sunduğu<br />

en büyük armağan oluyor. Rüyanın ölümüyle şehrin hayatı başlıyor.<br />

<strong>Ben</strong>i karşılıyorlar. Şehrin meydanında, ellerinde birer kasaba hayatı<br />

ceninler.<br />

‘Hayatınızı hayatlandırdınız!’<br />

‘Şehrimize hoş geldiniz. Büyüyen gözleriniz ve ellerinizle.’<br />

206


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Fatma PEKŞEN<br />

d.1962-Divriği<br />

PERİ KIZLARI DA SEVİNİR<br />

Allah’tan ecir ve mükâfat mı istiyorsun?<br />

İyilik yap ve karşılık bekleme. Zira iyiliğin hakiki<br />

bedeli, yaptığın hayrın kendisidir. (Kenan Rifai)<br />

Boşuna adları ‘süpersınıf’a çıkmamıştı. Çocukların hepsinin gözünde<br />

ayrı şimşekler parlıyordu.<br />

Çoğunluğun hoşlandığı, Türkçe dersinin öğretmeni Ethem Bey, memnuniyetle<br />

gezdirdiği bakışlarını Melike’nin üstünde sabitledi birkaç dakika.<br />

Yüzü her ne kadar gamsız gibi görünse de, iri, parlak mavi gözlerinin<br />

arkasındaki hüzün kırıntıları kendini gizleyemiyordu. Bir derdi mi vardı,<br />

yoksa ilk gençlik bunalımlarını mı yaşıyordu?<br />

-Çocuklar yıl sonu müsameresi için on kişiye ihtiyacım var. Kimler<br />

katılmak ister?<br />

İştahla, şamatayla havaya kalktı parmaklar. Öğretmen, sınıftaki gönüllülere<br />

göz atarken, bakışları yeniden Melike’ye sabitlendi. Parmağını önce<br />

kaldırmış, sonra da geri sarkıtmıştı. İlk gençlik döneminin gel-git’ leri<br />

olmalıydı.<br />

Ethem bey, birşeyler daha söyleyerek gönüllüleri çoğaltmayı denedi:<br />

207


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

-Bu sefer ki oyunu ben yazdım. Harika oldu. Tam da sizin yaşınıza<br />

göre...<br />

Karmakarışık sesler yükseldi sıralardan. Herkes ayrı şey söylüyordu.<br />

Öğretmen elleriyle “sus” işareti yaptı ve tek tek konuşmalarını rica etti.<br />

Uzun, ince bir çocuk ayağa kalkıp ilk konuşmayı yaptı:<br />

-Buğra, Ahmet, Abdullah, İlker ve ben halkoyunlarındayız öğretmenim.<br />

Meşgulüz yani. Şu sıralar Silifke oyunlarını çalışıyoruz.<br />

Karşısındaki, tatmin olmuş bir vaziyette salladı başını. “Diğerlerinin<br />

ne engeli var?” gibisinden göz attı kalanlara. İnce sesli bir kızdı bu sefer<br />

konuşan:<br />

-Fatmanur, Ece ve bando takımındayız Müsamereye katılamayız.<br />

“Bu da âlâ” gibilerinden göz kırptı öğretmen.<br />

-Kalanlar? dedi sonra da.<br />

-Beş kişi oratoryoya seçildik öğretmenim.<br />

İçinden, “geriye onbeş kişi kalıyor zaten. Onunu piyese, üçünü şiire<br />

alsak iki kişi artar. O iki kişiye de bir rol verir gönüllerini alırız. Okulun<br />

en sosyali olan bu sınıfta, kalan o iki kişinin de mahzun duruma düşmemesi<br />

lazım... bir şeyler edip onları da onore etmeliyiz.” diye geçirdi.<br />

Gene de durumdan memnundu. Nerde kendi öğrencilik şartları, nerde<br />

şimdikiler?<br />

-Didem, bir kağıt al yanıma gel. Müsamereye katılacakları tespit edelim.<br />

Sınıfın çıtkırıldımlarından bir kız, nazlı hareketlerle denileni yaptı.<br />

Havaya yeniden kalkan parmaklara bakan öğretmen, yazılması için<br />

sesli sesli söyledi isimleri:<br />

-En başa kendi adını yaz Didem. İki Yakup, üç Kaan, dört Hikmet, beş<br />

Demet, altı Hümeyra, yedi Mehmet Akif... Yazdıysan revam et. Sekiz<br />

Banu, dokuz, Gülden ve on Köksal.<br />

208


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Kalan beş kişinin yüzünde gezdirdi bakışlarını. Melike’yle gözgöze<br />

geldiğinde, kızın bakışlarını kaçırarak, “aman hocam, beni bir yere seçme”<br />

mesajı verdiğini hissetti. Ya da kendisine öyle gelmişti. Bir şekilde öğrenmeliydi<br />

bu sorunu. Çünkü, sınıfın en iyilerinden olup, önceki yıllarda<br />

severek girdiği temsillerden kaytarmazdı. Üstelik rol kabiliyeti de yüksekti.<br />

-Ferda, Çağla, Melike, Süheyl ve Orçun... Sizden de üç kişi şiire seçiliyorsunuz,<br />

kalan iki kişi de sunuculuğu ve yardımcılığını paylaşıyor.<br />

Herkesin ne rol alacağını önümüzdeki ders açıklayacağım. Şimdi zil çaldı.<br />

Teneffüsten sonra görüşürüz, derken, Melike’nin endişeli halini yeniden<br />

yakalamıştı.<br />

Bir iki dakika sonra öğretmenden önce dışarı fırlayan öğrenciler itişe<br />

kakışa sınıfı terkederken, en son çıkanlardan birisi olan Melike’yi yanına<br />

çağırıp, bir sıkıntısı olup olmadığını öğrenmek istediyse de... yapamadı.<br />

Kimbilir, belki de bozulurdu; arkadaşlarının yanında konuşmak istemezdi.<br />

Belki yalnız da olsa konuşmazdı. Gençlik, camdan, narin bir vazoya<br />

benziyor, özen istiyordu. En ufak bir örselenmeyle kırılabilirdi.<br />

Masadaki listeyi, dikkatle klasörüne yerleştiren öğretmen, teneffüs<br />

arasında çay içip sohbet ederken, bir başka öğretmen arkadaşından,<br />

Melike’nin babasının borsada yüklü bir miktar para batırarak sıfıra indiğini<br />

tesadüf eseri öğrenecekti. Şimdi anlaşılmıştı mesele. Öyle ya; her<br />

temsil, her rol için ayrı kıyafet isteyeceklerdi okul idaresi olarak. Elbette<br />

bakışlar kaçar, endişeli çizgiler belirirdi çehrelerde.<br />

Pekâlâ, yirmisekiz kişilik sınıfın her bir ferdi ayrı dalda kendi yeteneğini<br />

sergileme ihtiyacı hissederken, Melike boynu bükük mü kalacaktı?<br />

Önceki yılları, aydınlık yüzüne yakıyan rolleri hatırlayıp iç mi geçirecekti?<br />

Kırmadan, kimseye sezdirmeden bir hal yolu bulmalıydı...<br />

*<br />

209


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

İkinci saatin ilk yarısında tiyatro ile ilgili ders yapan öğretmen, bir<br />

yandan da çözüm bulmanın yollarını arıyordu. Birden gözleri parladı.<br />

Bulduğu fikir hiç de fena değildi!<br />

-Arkadaşlar. Geçen derste oyunumuzda rol alacak on kişiyi saptamıştık<br />

ya. Kalan beş kişi için de şu teklifi getiriyorum: Şu anda müsvedde<br />

halinde defterimde duran bulunan oyunu, kim eksiksiz ve imlâsı düzgün<br />

olarak yazıp, bilgisayar çıktısı olarak elime teslim ederse, ona sunuculuk<br />

yaptıracağım. Üstelik de giyeceği kıyafeti benden!<br />

Beş kişinin içinden, Melike’nin bakışlarının şimşek gibi çaktığını yalnızca<br />

öğretmen farketti.<br />

Dün gece yarısına kadar bilgisayar başında oturup yazıları bitirdiğine<br />

hayıflanmıştı.<br />

*<br />

O yıl ki müsamerenin sunuculuğunu yapan Melike’in hem diksiyonu<br />

konuşuldu okulda, hem de peri kızı gibi süslü kıyafeti.<br />

Peri kızları da sevinirdi zaman zaman...<br />

210


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Duran ÇETİN<br />

d.1964-Konya<br />

KİRALIK EV<br />

Henüz üniversite ikinci sınıftı. Ailesinin durumu ve şartlar onu evlenmeye<br />

zorlamıştı. Evlenmeden önce bile, kendine zar zor bakıyordu. Sonra<br />

bir de eşinin sorumluluğu yüklenmişti boynuna. Bir yıl sonra doğan ilk<br />

çocuğu… Arkasından diğeri... Onu çok sıkıntıya sokmuştu çok.<br />

Öğretmen olmanın verdiği sevinç, mutlu olmasına yetti. Bugün içindi<br />

her şey. Yılların verdiği sıkıntı, bıkkınlık, üzüntü sona erdi.<br />

Lise yıllarında başlayan hem çalışıp hem okula gitme, bitti. Sıkıntılı<br />

bir dönem; sabahın köründe kalkıp, ekmek parası için çalıştığı günler,<br />

geride kaldı.<br />

Öğretmenliğe başlamasını sağlayacak belgeleri eline alıp “oh” demesi<br />

tüm maziye bir sünger çekti. Unutturdu çocuklarının yüzüne utanarak<br />

baktığı günleri…<br />

Hiç vakit geçirmeden görev yerine hareket etti. Okula başlayacak, ev<br />

tutacak ve ailesini yanına götürecekti.<br />

Gelişmiş bir kent görüntüsü veren bu şirin ilçede, ilk iş olarak bir otele<br />

yerleşti. Otel hizmetlileri ne kadar da nazikti?<br />

“Ne de olsa medeniyet görmenin hali başka” dedi kendi kendine. Otelin<br />

temizliği çok iyiydi; her taraf pırıl pırıl…<br />

211


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Elindeki küçük çantayla bir otel görevlisi eşliğinde, üçüncü kattaki<br />

yetmiş bir numaralı odaya çıktı. Tertemiz çarşaflı yatağa uzandı. Güzel<br />

günlerin yakın olduğunu düşünerek, kısa süre hayal yolcusu oldu. Yüzünde<br />

gülücükler oluştu. Kızının her istediğini alıp sevindireceği ve mutluluğu<br />

beraber paylaşacaklarını, düşündükçe gözleri parladı.<br />

Gözleri duvarda asılı reklâm saatine takıldı. “Saat bir hayli olmuş” diyerek<br />

lâvaboya gitti. Abdest alıp öğle namazını kıldı. Pencereye yöneldi.<br />

Gördükleri karşısında şaşırdı. “Ne kadar güzel bir bahçe” dedi. Kendi<br />

köylerinde de orman vardı. Ama şehrin ortasında bu kadarının da olacağını<br />

hiç düşünmemişti; balta girmemiş orman gibiydi.<br />

Otelin tam karşısında olan bu yere baktığında, kemerli bir kapının ü-<br />

zerinde “Zeki’nin Yeri” yazıyordu eğri büğrü yazılarla. Buranın bir çay<br />

bahçesi olduğunu anlamasıyla aşağı inmesi bir oldu. Resepsiyondakilerle<br />

başıyla selamlaştı. Personelin güler yüzü hiç eksik olmuyordu.<br />

Ortadan bölünmüş caddeyi karşıya geçti. Kemerli kapıdan içeri daldı.<br />

Her taraf temizdi. “Temiz tutalım”, “Temizlik imandandır” yazıları süslüyordu<br />

yolların kenarlarını. Bahçe çok geniş bir alana yayılıyordu. Bir ara<br />

“acaba bu ağaçlar kaç yıllık” diye aklından geçirdi.<br />

Az ilerdeki ağaçlardan yapılmış, bir dağ kulübesini hatırlatan yere<br />

doğru yürüdü. Çok güzel görünüyordu. Yetenekli, usta bir ressamın<br />

fırçasından çıkmış, çok canlı bir yağlı boya resmi gibiydi. Parlak vernikle<br />

iyi şekillenmişti. Oradaki ağaç masalardan birine oturdu. Yanına kadar<br />

gelen garsona çay söyledi. Çam kokulu bu ortamda ciğerlerini temiz<br />

havayla doldura doldura çayını yudumladı.<br />

Sigarayı bıraktığı günü hatırladı. “Bırakmasaydım, şimdi bir tane yakardım”<br />

diye aklından geçirdi. Tekrar çay içmek istedi. Ama kalkmalıydı.<br />

Bu gün göreve başlayacaktı. Nasıl olsa bundan sonra buraya gelmek için<br />

çok vakti olacaktı. Hatta uzun süre buranın devamlı müşterisi olacağını<br />

nerden bilebilirdi ki? İstemeyerek kalktı.<br />

212


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Okulun yerini sordu. Yol boyunca ilerledi. Gözleri hep “kiralık” yazılarını<br />

aradı. Anayol üzerindeki emlakçı vitrinlerine takıldı dakikalarca.<br />

Buraya göreve başlayıp ev tutmak için gelmişti. Bir an önce evi tutup geri<br />

dönecekti.<br />

Okula vardığında, müdür kapıda karşıladı. Gerekli resmi işlemlerin<br />

tamamlanmasından sonra artık resmen öğretmendi. Müdür Beyle ilçeden<br />

konuştular bir süre. Ev bulmada zorlanacağını duyunca üzüldü.<br />

Bulunur ümidiyle oradan ayrıldı. İki gün sonra derslere girmeye başlayacaktı.<br />

O zamana kadar evi bulursa iyi olacaktı. Yoksa hem derse girip,<br />

hem de ev araması zordu, çok zor. Akşama kadar “bulurum” ümidiyle o<br />

sokak senin, bu cadde benim dolaştı durdu. Yoktu, yoktu…<br />

Bu kadar büyük bir ilçede ev nasıl bulunmazdı? Akşam ezanlarıyla<br />

birlikte otele döndü. Yorgun bir halde merdivenleri tırmandı. İlk girişindeki<br />

duygularının hiç birisi kalmadı. Bitkin bir halde odasına girdi. Yatağının<br />

ucuna ilişiverdi. Ayakkabılarını çıkardı. Kendi kendine “çok yoruldum”<br />

dedi. Bitkindi; canı bir şey istemedi.<br />

Kendisini zorlayarak ayağa kalktı. Çantasından çıkardığı terliklerini<br />

giydi. Havluyu boynuna atıp lavabonun yolunu tuttu. Koridorda bitkin<br />

yüzler gördü. Solgun benizli, birilerinin yardımıyla yürüyen birisi dikkatini<br />

çekti. “Hasta galiba” dedi. Tabanları sızlayarak yürümesine devam etti.<br />

Ayaklarını defalarca yıkadı. Biraz rahatladığını hissetti.<br />

Odasına dönüp namazını kıldı. Küçüklüğünden beri namazını hep<br />

kılmıştı. Babasının sürekli öğüdü “Namazını kıl oğlum!” olmuştu. Babasını<br />

hatırladı. Onun için dua etti. Okumak için yanına aldığı kitabı çıkardı, okuyamadı.<br />

Geriye bıraktı. Uyuyamayacağını düşündü. Çünkü çok yorulduğu<br />

günlerde uyuyamazdı. Böyle durumlara alışması gerektiğini düşünürken,<br />

belki de uzun süre ev bulamayacağı aklına geldi. Morali bozuldu. Yatağına<br />

uzandı. Hayal bile kurmaya fırsat bulamadan kendinden geçti. Uyuyakaldı.<br />

Yattığı şekliyle uyandı sabahleyin. Hiç oyalanmadan kahvaltı için çıktı.<br />

Hemen arkasından ev aramaya koyuldu. Sabahın erken saatinde, perdesi<br />

olmayan boş olduğunu düşündüğü evleri araştırmaya başladı. İnsanlar<br />

213


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

pijamaları ile kapıya çıkıp, “bu saatte işin ne kardeşim!” der gibi bakıyorlardı.<br />

Buna mecbur olduğunu hissetti. Çaresiz akşama kadar yine adım<br />

adım dolaştı.<br />

Akşam olduğunda bıkkınlık içinde oteline döndü. İki gün önceki huzurlu<br />

yüzünde, sıkıntı, yılgınlık ve karamsarlık bulutlarının dolaştığını fark etti.<br />

“Ayaklarına kara su inmenin” ne demek olduğunu yaşayarak anladı.<br />

Eşi ve çocukları aklına geldi. “Onlar için katlanmalıyım” dedi belli belirsiz<br />

bir sesle. Üzerindekileri bile çıkarmaya vakit bulamadan uyudu.<br />

Sabah kalktığında rüya görüp görmediğini hatırlayamadı. Dışarı çıkıp<br />

ev arayacağı düşüncesi onu bunalttı. Bir gün sonra okula başlayacaktı. Bu<br />

durum sıkıntısını bir kat daha artırdı. Ne hayal etmişti, ne buldu?<br />

Ev bulma düşüncesiyle kenar mahallelere kadar gitti. Araştırdı; sordu…<br />

Gün akşam olmuş, yine ev bulamamıştı.<br />

Otelde kalmaya devam ediyor, okula gidiyor, okuldan çıktıktan sonra<br />

da ev arıyordu. Aradan bir aya yakın zaman geçti. Her yere haber bırakıyor,<br />

oturabileceği bir ev bulamıyordu. Gerçi birkaç tane ev vardı, ama<br />

oturmaya müsait olmadığını düşündüğü için tutmamıştı. Çocuklarına olan<br />

özlemini dindirmek için, hafta sonunda memleketinin yolunu tuttu.<br />

Otobüse bindi. Yanındaki adamla tanıştı. Sıkıntısını anlattı. Anlatılanları<br />

sabırla dinleyen adam, “komşusunun boş bir evi olduğunu, rahatlıkla<br />

kiralayabileceğini” söyledi. İki gün sonra dönüşte buluşmak üzere anlaştılar.<br />

Artık daha rahattı. Bir ev bulma ışığı rahatlamasına yetti. Yüzü azıcık<br />

da olsa güldü. Bayramlıklarına sevinen çocuklar gibi neşelendi.<br />

Yolun ne zaman geçtiğini anlamadan memleketine ulaştı. Ailesiyle<br />

hasret giderdi. Çocuklarını kucağına bastı; kokladı, kokladı. “Bir hafta<br />

sonra birlikte olabilecekleri” müjdesi çocuklarının kendilerine özgü sevinç<br />

naraları atmasına sebep oldu. Küçük kızının “ne olur baba, bizi bırakma!”<br />

yakarışına içi gitti, belli etmedi. “Tamam kızım! Bundan sonra hep beraber<br />

olacağız” sözleriyle teselli buldu. İki günün ne zaman geçtiğini anlamadan<br />

geri dönmüştü bile.<br />

214


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

İner inmez otobüste tanıştığı adamın yanına uğradı. Doğruca bahsedilen<br />

yere gittiler. Ev sahibinin oğlu ile konuştular uzunca bir süre:<br />

-Evin badanaya ihtiyacı olduğunu, söyledi utangaç bir tavırla.<br />

-Ne gerekiyorsa yapalım, dedi rahatlamış bir şekilde.<br />

Ev sahibi:<br />

-Hocam, birkaç ay oturup çıkacaksan; badana masrafına girmene de<br />

gerek yok. Şimdilik idare eder, sözüne cevap verdi:<br />

-Nasip olursa; tayinim çıkıncaya kadar burada oturacağım. Tabii ki<br />

sen benden, ben de senden memnun kalırsam. İnsanlık hali eğer benden<br />

memnun kalmazsan; söyleyeceksin. On gün içinde çıkarım. Hiç kimsenin<br />

benim yüzümden rahatsız olmasını istemem.<br />

Ev sahibi, öğretmenin konuşmalarından çok memnun kalmıştı. Biraz<br />

önceki badana işine sözü getirerek:<br />

-Hocam! Daha önce de söylemiştim, ben badanacıyım. Buranın badanasını<br />

ben yapacağım. <strong>Ben</strong>den olsun.<br />

Öğretmen çok sevindi:<br />

-Teşekkür etti içtenlikle. Anlaştıkları miktardan bir aylık kirayı çıkarıp<br />

verdi.<br />

-Hafta sonu gidip getireceğim eşyalarımı. Ona göre badana işini ayarlarsın.<br />

-Tamam hocam. Siz hiç merak etmeyin, diyerek gülümsedi.<br />

Öğretmen oteline huzurlu döndü. Hayata küskünlüğü bir anda yok oldu.<br />

Odasının penceresinden “Zeki’nin yerine” baktı. Unuttuğu güzelliğini<br />

şimşek hızıyla hatırladı. Ev aradığı günlerde yorgunluktan ve vakit bulamamaktan<br />

dolayı çok istemesine rağmen gidememişti. Pencereden bu<br />

doyumsuz güzelliği birazcık seyretti. Evi bulması bütün yol yorgunluğunu<br />

bir anda unutturdu. Gözleri bahçenin bir köşesine kaydı. “Şu köşede<br />

çocuklarla oturur, çay içeriz” diye aklından geçirdi. Beş gün boyunca<br />

onun hayaliyle bekledi.<br />

215


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Nihayet evini taşımak üzere hareket etmeden önce, tuttuğu eve uğradı.<br />

Her şeyin hazır olduğunu görünce, için için hislendi.<br />

-<strong>Ben</strong> eşyayı getirmeye gidiyorum, diyerek ev sahibine veda etti. Memleketine<br />

gitti.<br />

Hazırlanmış olan eşyayı, bir kamyona yükledi. Yola çıktığını ev sahibine<br />

telefonla haber verdi:<br />

-Tamam, bekliyoruz, cevabıyla iyice rahatladı. Yakınlarıyla vedalaştı.<br />

Sallanan eller eşliğinde yola koyuldu.<br />

Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte ilçeye girdi. Doğruca evin önüne gidip<br />

durdular. Çalan zille ev sahibinin oğlu aşağıya indi. Yüzünden düşenin bini<br />

bir para cinsinden; yüzü hiç gülmüyordu. Duygusuz ve donuk bir bakışla:<br />

-Hoş geldiniz, dedi.<br />

Öğretmen neye uğradığını şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi. Eşyaları taşımak<br />

için kamyona tırmanırken, ev sahibinin oğlunun:<br />

-Hocam! Bir dakika görüşebilir miyiz? sözüyle irkildi.<br />

Yanına kadar geldi:<br />

-Hayırdır, dedi.<br />

-Hocam! Başka bir ev bulsanız…<br />

Öğretmen, konuşulanın son kısmını hiç dinlemedi bile. Yüzü şiddetli<br />

kasırgalarla gelen kararmış bulutlar gibi oldu. Olduğu yerde donakaldı. Ne<br />

düşüneceğini, ne söyleyeceğini bilemedi.<br />

Sabahın serinliğinde titreşen çocuklarına baktı; içinde kopan fırtınanın<br />

dehşeti yüzünde belirdi. Adama dönüp dehşetle baktı. Ev sahibinin oğlu<br />

gözlerini yerden kaldırmadı. Yaptığı yanlışın sanki farkındaydı.<br />

Öğretmen ısrarla:<br />

-Neden? sorusunu sordu.<br />

-Öyle gerekiyor, dedi gizemli bir şekilde.<br />

Öğretmen yanlış yapmaktan endişeli bir tonda:<br />

-Bana makul bir gerekçe söylersen seni anlayabilirim, dedi.<br />

216


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Adamın cevap vermemedeki inadı öğretmeni kızdırdı.<br />

-Kusura bakma! <strong>Ben</strong> sana daha dün telefonla geleceğimi söyledim.<br />

Sen de gel dedin. Doğru mu?<br />

-Doğru, dedi işitilemeyen bir sesle, başıyla da onayladı.<br />

Öğretmen, gürlemeye hazır hava gibi konuşmasına devam etti:<br />

-<strong>Ben</strong> şimdi ne yapayım? Çoluk çocuk nerede kalacağım? Olmaz öyle<br />

şey. Eşyamı taşıyorum. Sana bir aylık kiramı verdim. Bir ay boyunca<br />

oturacağım; eğer benden memnun kalmazsan söylersin, çıkarım.<br />

Adam suçluluk duygusu içinde sessiz kaldı. Yüzü yine asık, yine şekilsizdi.<br />

Adam, evin sahibi yaşlı annesiyle ayaküstü cana yakın olmayan<br />

bir konuşma yaptı. Öğretmen bu konuşmadan huylandı. Evi vermeme<br />

düşüncesinin, adamın annesinden kaynaklandığını düşündü. Yaşlı kadına<br />

kendi kendine söylendi; kızdı için için. Yanından geçerken kadının sevecen<br />

bakışına karşılık vermedi. Yüzüne bakmadı, hatta ilgilenmedi bile.<br />

Kadın oralardan hiç ayrılmadı. Hep bir şeyler yapmanın peşindeydi.<br />

Ev sahibi kadının birkaç kez:<br />

-Oğlum! Şu divanı çıkarıver, sözüne aldırış bile etmedi. Bu olayın sorumlusu<br />

olarak onu gördü. Bir azarlamadığı kalmıştı yaşlı kadını.<br />

Kadın, öğretmenin eşyasının biraz fazla olduğunun görünce, kendisinin<br />

eski eşyalarını koyduğu girişteki tek odayı boşaltmaya çalışıyordu. Öğretmenin<br />

fazla eşyalarını koyması için yer açıyordu. Ama bunu bilmeyen öğretmen,<br />

karşılaştığı bu olumsuzluğun etkisiyle kızgınlığını önleyemiyordu.<br />

Eşyaların taşınma işi sona yaklaştı. Kadının oğlu hiç ortalıkta görünmedi.<br />

Kadın dayanamadı, tekrar seslendi:<br />

-Oğlum! Şunları dışarı çıkaralım da fazla eşyalarını buraya koy, dedi.<br />

Öğretmen duyduklarına inanamadı. Döndü saygıyla baktı yaşlı kadına.<br />

Biraz önce yaptıkları ve düşündükleri aklına geldi. Utandı; kadının yüzüne<br />

bakamadı. Kızardı; renkten renge girdi. Dünya kendisine dar geldi. Mahcubiyeti<br />

yüzünden döküldü. Ağlamamak için annesinin kızdığı bir çocuk<br />

gibi dudaklarını ısırdı. Yargısız infazla ne kadar yanlış yaptığını anladı.<br />

217


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Ezik bir şekilde yanına yaklaştı. Kendisini affettirmeyi; helalleşmeyi<br />

düşündü. Oracığa, tahta divanın üzerine oturdular. Konuştular, gülüştüler…<br />

Açık yüreklilikle düşündüklerini anlattı öğretmen. Kadının oğlunun<br />

sabahki tutumunun sebebini de öğrendi.<br />

Kadının büyük oğlu itiraz etmiş:<br />

-Bir annesine bakamadı da anneleri evini kiraya verdi, denmesinden<br />

korktuğunu söylemişti. Gece abisiyle konuşan kardeşi, sabahleyin evi<br />

vermek istememişti. Kadın anlattıklarıyla oradakileri oldukça rahatlattı:<br />

-<strong>Ben</strong> veriyorum yavrum, sen hiç dert etme, dedi.<br />

Öğretmen yaptığından utanmaya devam etti. Hep bunun altında ezildi.<br />

Bir daha hiç kimseye, böyle bir hatalı davranış yapmayacağına sayısız söz<br />

verdi.<br />

Kadının yanındaki oğlu mu? Onunla tam bir ay görüşmediler. Öğretmen<br />

görüşmek istedi. O yaptıklarının altında ezilip utandı ve karşılaşmak<br />

istemedi.<br />

Bir ay sonrasıydı. İş yerinde görüştüler. O gün olanları anlattı adam<br />

bir bir. Ev sahibi kadının oğlu, öğretmenden özür diledi:<br />

-Biz memnununuz hocam; istersen kira vermeden otur, sözüyle rahatladılar.<br />

Öğretmen, ilçede kaldığı süre içinde iyi bir komşu ve en yakın<br />

dostları olarak orada oturdu.<br />

218


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Mustafa OĞUZ<br />

d.1969-Erdemli<br />

KIR ÇİÇEĞİ HÜZNÜ<br />

O gün sabah yine neşe doluydu herkes. Sınıf, cıvıl cıvıldı. Kuşlar bahçedeki<br />

ağaçlara konuyor, ağaçtan ağaca uçuyor, ötüyor, etrafa sevgi<br />

saçıyordu. Güneş yine çok cömertti. Bahar, sınıfın penceresinden içeriye<br />

bütün güzellikleriyle giriyordu. Çocukları kendisine çağırıyordu hayat.<br />

Kendisine çağırıyordu kuşlar, kendisine çağırıyordu bahçe, ama ders zili<br />

çalmak üzereydi ve hepsi, baharı yeterince yudumlayarak gelmişti sınıfa.<br />

Her şey iyiydi, hoştu, ama sınıfta bir yer boştu. Zil çalmıştı, ama Hilâl<br />

henüz gelmemişti. Gerçi hiç geç kalmayan Âdem Öğretmenleri de gelmemişti.<br />

Bu iki olay ilk dakikalarda kendisini fazla hissettirmiyordu.<br />

Afra, yerinden kalkıp tahtanın önüne gelerek sınıfa:<br />

- Arkadaşlar, Âdem Öğretmen niye gelmedi acaba, diye sordu. Kimse<br />

bu soruya bir cevap veremedi. Bunun üzerine sınıf başkanı müdür yardımcısına<br />

sormaya gitti.<br />

Müdür yardımcısı da Âdem Öğretmen’in gecikmesini anlayamamıştı<br />

ve sınıfta ses yapmadan oturmalarını istiyordu.<br />

Onlar da öyle yaptılar ve sınıfa bir sessizlik çöktü. Aradan bir zaman<br />

geçtikten sonra Âdem Öğretmen geldi. Oldukça üzgün görünüyordu.<br />

Elinde bir demet kır çiçeği vardı. Hilâl, sık sık kır çiçeği toplar gelir ve<br />

bunu öğretmenine vermeyi çok severdi.<br />

Âdem Öğretmen içeriye girdiği anda sesler kesilivermişti. Âdem Öğretmen,<br />

hiçbir şey söylemeden doğruca Hilâl’in oturduğu yere gitti ve<br />

Hilâl’in boş olan masasına elindeki çiçek demetini bıraktı.<br />

219


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

- Arkadaşınız Hilâl artık aramızda olamayacak çocuklar, dedi ve gözlerinden<br />

yaşlar dökülmeye başladı.<br />

Sınıfta herkes şaşkındı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Herkes o-<br />

turmuş, öğretmenleri gibi sessizce gözyaşı döküyordu. Bahçedeki kuşların<br />

da cıvıltısı kesilmiş, pencere camına dizilmişler, içerideki çocuklara eşlik<br />

ediyorlardı sanki. Bu sessizlik, bu kalpten kalbe geçen acıların paylaşımı<br />

dakikalarca uzadı, uzadı. Derken zil çaldı, ama kimse yerinden kalkıp bu<br />

ortamı bozmuyordu. Sınıfın kapısı hâlâ kapalıydı ve gelen giden de yoktu.<br />

Derken Âdem Öğretmen usulca yerinden kalktı ve hiçbir şey söylemeden<br />

sınıftan çıkıp gitti.<br />

Teneffüs süresince sınıftaki sessizlik devam etti. Kır çiçeklerinin kokusu<br />

sınıfa yayılıyor, kalplerine kadar ulaşıyor ve acıtıyordu kalplerini.<br />

Acıtıyordu gözlerini. Hemen herkes Hilâl’le olan hatırasını yeniden<br />

canlandırıyor; bu acı habere inanmak istemiyordu. Daha dün yaptığı<br />

esprilerle bütün sınıfı neşelendiren Hilâl, bu gün aralarında yoktu demek!<br />

İkinci dersin zili çaldığı zaman yine herkes sınıftaydı ve kimse konuşmuyordu.<br />

Ölüm bir sessizlik olup çöküvermişti üstlerine.<br />

Âdem Öğretmen ikinci ders için sınıfa girince bütün gözler onun üzerine<br />

çevrildi. Bir açıklama, bir ayrıntı istiyorlardı ondan.<br />

Âdem Öğretmen titrek bir sesle:<br />

- Çocuklar, okul idaresinden izin aldım. <strong>Ben</strong> Hilâl’in evine gideceğim.<br />

İsteyen burada kalabilir, isteyen benimle gelebilir, dedi ve yine geldiği<br />

gibi sınıftan sessizce ayrılıp Hilâller’in evine doğru yola çıktı. Okul<br />

bahçesinin kapısından çıkarken bütün sınıfın arkasında olduğunu gördü<br />

Âdem Öğretmen.<br />

Yolda Hilâl’in nasıl öldüğü ile ilgili bildiklerini anlattı öğrencilerine.<br />

Akşam, ödevini yapmış, çantasını hazırlamış, dişlerini fırçalamış, büyüklerine<br />

“hayırlı geceler” diledikten sonra uyumak için odasına gitmişti.<br />

Sabah erken annesi uyandırmak için Hilâl’e seslenmiş, ama ondan cevap<br />

alamamıştı. Bunu birkaç defa tekrarlamıştı, ama ses gelmemişti. Odasına<br />

220


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

gidip uyandırmak için yatağına yaklaştığında görmüştü acı gerçeği. Yüzünde<br />

bir gülümseme öylece donup kalmıştı. Sanki rüya görüyordu ve<br />

rüyasında gülüyordu. O hâlde kalakalmış ve ruhunu teslim etmişti. Yüzündeki<br />

gülümsemeye bakılırsa ruhu, onu gülümseten bir bahçeye gitmişti.<br />

“Güzel bir ölüm” diyordu bu duruma Âdem Öğretmen. Güzel miydi<br />

bilemiyordu çocuklar. Ölüm vardı ortada ve soğuktu. Elleri, dilleri bağlayan<br />

bir şeydi ölüm ve arkadaşlarını yakalayıvermişti bu yaşta. Güzel ve<br />

ölüm sözcükleri ancak böyle bir durumda birbirine yakışıyordu. Yol<br />

boyunca Âdem Öğretmen bunları anlattı çocuklara ve Hilâller’in evine<br />

vardılar.<br />

Âdem Öğretmen ve çocuklar Hilâllerin evine vardıklarında evin bahçesine<br />

toplanmış insanların hepsinde bir suskunluk vardı. Ölüm soğuk bir<br />

yel olmuş, esmiş ve oradakilerin hepsinin kalbine, yüzüne yerleşmişti.<br />

Herkes susuyordu. Evde sessiz bir koşturmaca vardı. İçerilerden ağlama<br />

sesi duyuluyordu, ama bu da sessizliği bozmaya yetmiyordu.<br />

Âdem Öğretmen’e ve bütün öğrencilere de gelip yerleşti ölüm sessizliği.<br />

Hilâl’in babasının yanına gitti Âdem Öğretmen ve onunla kucaklaşıp<br />

öylece sessiz sessiz ağlamaya başladılar. Kalpten kopup gelen gözyaşları<br />

pıtır pıtır dökülüyordu gözlerden. Bu durumu gören öğrenciler de ağlamaya<br />

başladılar. Bu esnada Hilâl’in annesi gelip okul kıyafetiyle karşılarında<br />

duran Hilâl’in arkadaşlarına sarıldı. Hepsini yavrusu Hilâl olarak görüyordu.<br />

Tek tek hepsini bağrına bastı ve gözyaşlarını paylaştılar, acıyı paylaştılar.<br />

Hepsi kalplerinin bir yerlerinde eksiklik hissediyordu ve hepsi bu<br />

eksik yerde Hilâl’i görüyordu. Hilâl hepsinde derin izler bırakarak ayrılıp<br />

gitmişti aralarından. Bir müddet sonra Hilâl’in annesi ve babası, başkalarının<br />

yanına gitmek için onların yanından ayrıldı. Hep birlikte Hilallerden<br />

okula döndüler.<br />

Çocukları okula bırakan Âdem Öğretmen Hilâl’in cenazesine katılmak<br />

ve onu son yolculuğuna uğurlamak için geri döndü. Çocuklar okul çevresinden<br />

topladıkları çiçeklerden bir demet yaptılar ve Hilâl’in masasına,<br />

221


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

sırasına koydular. Sınıfa tekrar bir sessizlik gelip oturmuştu. Herkes<br />

Hilâl’le ilgili bir hatırasını tekrar yaşıyordu ve kendi dünyasındaydı.<br />

“Hilâl’le eve dönerken Hilâl elimden tutup:<br />

- Haydi Sevgi, kır çiçeği toplayıp annelerimize götürelim, demişti.<br />

-Ama onlar zaten her gün çiçeklerin içinde. Çiçek götürmenin anlamı<br />

yok ki, demiştim. Hilâl beni dinlememiş ve ısrarla elimden çeke çeke<br />

kırlara götürmüştü de çiçek toplamıştık. Gerçekten de annelerimiz bu<br />

sürprizi çok sevmiş, sevgiyle bizi kucaklamışlardı. Daha sonra bunu sık<br />

sık tekrarlamaya karar vermiştik. Sen bir çiçektin Hilâl ve hep öyle kalacaksın.”<br />

Bu hatırayı tekrar yaşıyordu Afra.<br />

Ünal da Hilâl’le yaşadığı bir hatırasına dalmıştı:<br />

“Bir gün mahalle arasında oynarken evimizin bahçesinde bir güvercin<br />

görmüştük. Bizim değildi, Hilâllerin de... Merak dolu bakışlarla kuşa<br />

yaklaşıyorduk. Kaçmaya yeltense de kaçmamış, kaçamamıştı ve tutmuştuk<br />

onu. Yalvaran gözlerle bakıyordu bize zavallı güvercin. Niçin<br />

uçamadığını da merak ediyorduk bu arada. Elimizde tuttuğumuz güvercinin<br />

bir kanadında ağır bir yara vardı ve bu yara, uçmasına mani oluyordu.<br />

- Haydi kuşun kanadını tedavi edelim, demişti ve güvercini alıp bu işten<br />

iyi anlayan Mahir Amcaya götürmüş, yarasını sardırmıştık. Kuşun<br />

kanadı iyileştikten sonra da güvercini serbest bırakmıştık. Güvercin uçup<br />

gitmişti, ama sık sık bahçemize gelir, penceremize konardı. Sen de bir kuş<br />

misali uçtun aramızdan. Sen de bir güvercindin Hilâl.”<br />

Herkesi daldıkları Hilâlli dakikalardan ders çıkış zili uyandırdı. Dersler<br />

bitmişti, ama sınıftan kalkıp eve gitmek istemiyordu hiçbirisi. Giderlerse<br />

de bir yerleri eksilmiş olarak gideceklerdi. Sessizce kalkıp gitmeye<br />

başladılar ve kısa bir süre sonra sınıf tamamen boşaldı. Hepsi üzerine<br />

yapışmış ölüm sessizliğini de beraberinde götürdü ve sınıftan ölüm sessizliği<br />

de çıkıp gitti. Biraz sonra aynı sınıfa gelen öğleci öğrenciler içeriyi<br />

cıvıl cıvıl sesleriyle dolduruverdiler.<br />

222


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

M.Nihat MALKOÇ<br />

d.1970-Trabzon<br />

GÜMÜŞ İŞLEMELİ ÇAYDANLIĞIN<br />

BUĞUSU<br />

Bahar bütün cömertliğiyle bağrını açmıştı kendisine umut bağlayan<br />

insanlara… Ağaçlar kışın kasvetini ve yorgunluğunu üzerlerinden atarak<br />

çiçeklerle bezenmiş yeni elbiselerini giyip düşmüşlerdi yollara… Gökyüzü<br />

sislerden ve bulutlardan arınmış, ak pak olmuştu. Güneş bir ateş topu<br />

halinde gök kubbede gülen yüzünü gösterse de sıcaklığı ısıtmıyordu kışın<br />

o soğuk günlerinde üşüyen ve büzülen tenleri…<br />

Aliye’nin yüzüne de baharla birlikte renk gelmişti. Artık sıkı sıkıya<br />

kapattığı pencereleri ve üzerlerindeki perdeleri açmakta bir mahsur görmüyordu.<br />

Basık bir sokak üzerinde inşa edilen binanın altıcı katında<br />

oturuyorlardı. Oysa o; dağları, bulutları ve denizi bir arada görebileceği<br />

bir tepe üzerinde yaşamayı hayal etmişti hep… Fakat bahtına böyle bir yer<br />

düşmüştü. Zaman zaman içi kararsa da, bu mahalleye alışmıştı doğrusu…<br />

Sonbaharda kaybettiği kocasının acısı henüz küllenmemişti içinde.<br />

Rahmetli kocasının, evlilik yıldönümlerinde aldığı gümüş işlemeli çaydanlık<br />

oturma odasının en görünen yerinde duruyor, ona baktıkça taptaze<br />

hatıraları gözlerinin önünde canlanıyordu. Çaydanlığın sağında burma<br />

bıyıklı kocasının, solunda ise kendisinin gençlik günlerinden kalma siyah<br />

beyaz fotoğrafları duruyordu. Gözü onlara kaydıkça gözlerinin ıslandığını<br />

223


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

hissediyor, iki küçük yavrusunu üzmemek için gözyaşlarını içine akıtıyordu.<br />

Aliye, çayı çok seven kocasına çelik çaydanlıkta koyu çaylar hazırlar,<br />

fakat bunu gümüş işlemeli yeşil çini çaydanlığa aktarır, onda demlenmesini<br />

beklerdi. Bu süslemeli demlik, evliliklerinin canlı bir hatırası olarak<br />

anılarını beslerdi. İlk evlilik yıldönümlerinde Aliye’ye alınmıştı. Maddi<br />

değeri çok fazla olmasa da evliliklerine dair sembol olmuştu. Ondan<br />

sonraki yıllarda alınan hediyeler daha pahalı cinsten olsa da bunun önüne<br />

geçememişti.<br />

Aliye Hanım ve kocası bu çaydanlıkta demlenen çaydan başka bir keyif<br />

alırlardı. Çocuklarını erken denebilecek bir saatte yatırır, kendileri baş<br />

başa sohbet ederlerdi. Hatta zaman zaman biri kitap okur, orada anlatılanları<br />

beraberce mütalaa ederlerdi. Nefislerini böylelikle dizginlerlerdi.<br />

İbadetlerinde berdevamdılar. Hatta herkesin uyuduğu saatlerde gece<br />

namazlarına kalkmayı da ihmal etmezlerdi. Öyle ki ibadetlerinin biriktirdiği<br />

nur, yüzlerine yansımıştı. Tavır ve davranışlarında sadakatin ve<br />

vefanın en güzel örnekleri görülürdü.<br />

Kim derdi ki bu güzellikler saman alevi gibi kısa sürecek… Masmavi<br />

gökyüzünü kapkara yağmur bulutları kaplayacak. Fakat mukadderat<br />

Allah’ın tasarrufundaydı. Bir saat ötesini bilmeyecek kadar acizdi insan.<br />

Lakin bu acziyetini göremeyecek kadar da kördü. Onun içindir ki insanoğlu<br />

gücün kendisinde olduğunu düşünürdü pervasızca. Oysa güç ve kudret<br />

hakikatte onu dünyaya gönderen ve nimetlendiren yüce Yaratan’ın katındaydı.<br />

Aliye’nin kocası Mümtaz, bir haftalık İstanbul seyahatinin hasret yüklü<br />

dönüşünde ecel arabasının içinde vermişti son nefesini. Vuslat hayalleri<br />

kurarken bir anda hicranın karanlığına gömülmüştü hatıralar… Acı haber<br />

eve düşünce yer gök gözyaşıyla dolup taşmıştı. İki körpe kuzu yetim<br />

kaldığının farkında bile değildi. Gelecekteki güzel günler camdan bir kâse<br />

misali yere düşmüş, bir anda tuz buz olmuştu. Aliye’nin sol yanı viran<br />

224


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

kalmıştı. Onu teselli edecek, acısını dindirecek ne olabilirdi ki… İki<br />

yavrudan başka dayanağı ve umudu yoktu. Onlar için direnmeli, güçlü<br />

olmasa da dosta düşmana karşı güçlü görünmeliydi.<br />

Artık uzun gecelerde yapayalnızdı. Eskisi gibi çocukları erken de yatırmıyordu.<br />

Çünkü yalnız kalmak, yüreğindeki hasret nöbetlerini iyice<br />

depreştiriyordu. Kapı zilinin hiç çalınmayacağını bilse de yine de cılız bir<br />

umut içerisinde kulağı oradaydı. Giden gelmez, kalan gülmezdi elbet…<br />

Fakat alışkanlıklar kolay kolay unutulamazdı.<br />

İlk evlilik yıldönümlerinin hatırası olan çini çaydanlık onun için daha<br />

bir anlamlı ve önemliydi. Gözünü hiç ayırmıyordu ondan. Fakat bir akşam,<br />

çayın demlenmesini beklerken çini çaydanlık gözlerinin önünde<br />

ortadan ikiye ayrılmıştı. Buna bir anlam veremiyordu. Ne olmuştu da<br />

çaydanlık bu hâle gelmişti. Üzüntüsünden lokmalar boğazında düğümleniyordu.<br />

Çaydanlığın kırılmasıyla onca hatıraları da yok olmuştu. Üzüntüsü<br />

ikiye katlanmıştı.<br />

Mümtaz’ın ölümünden sonra hayat bütün zorluklarıyla göstermişti o<br />

acı yüzünü. Yaşamak gitgide zorlaşıyordu onun için. Bahar gelmesine<br />

gelmişti de, onlar hazanı yaşıyorlardı hâlâ. Anlaşılan o ki onların en uzun<br />

mevsimi hazan, en sadık dostları hüzün olacaktı bundan sonra. Evlerinin<br />

direği yıkılmış, desteksiz ve bir başına kalmışlardı. Kolay mıydı iki kız<br />

çocuğunu hayata hazırlamak ve geleceklerini inşa etmek? Babalarının<br />

boşluğunu doldurmayı nasıl becerecekti Aliye Hanım… Küçük kızları<br />

Dilara hâlâ sofraya dört bardak koyuyordu. Bunu gören anne kahroluyor,<br />

içindeki acıları gizlemekte zorlanıyor, yüreğinde biriken hüznü gözlerinden<br />

boşaltıyordu. Fakat çocuklarının önünde metanetli ve güçlü durmaya<br />

gayret ediyordu. Yıkılmışlığını çocuklarına belli etmemeye çalışıyordu.<br />

Aliye Hanım, her sabah kocasını aynı saatlerde kaldırır, kahvaltısını<br />

hazırlar, okula uğurlardı. Öğretmen olan Mümtaz Bey, eşinin yanaklarından<br />

öper, sanki çok uzaklara gidiyormuş gibi hüzünlenirdi. Böyle bir<br />

sevgiydi içlerinde besleyip büyüttükleri. Aliye Hanım, sabahleyin kalka-<br />

225


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

rak eşini hazırlayıp uğurlamaya o kadar alışmıştı ki bu adeta bir davranış<br />

haline dönüşmüştü onda. Eşinin ölümünden sonra da sabah ezanıyla<br />

birlikte kalkıp namazını huzur ve huşu içerisinde kılıyor, mutfağa geçiyordu.<br />

Fakat eşinin yokluğunu hatırlıyor, bir yanı boş kalmış yatağına<br />

uzanarak gözlerini tavana dikiyordu. Sabit bir noktada yoğunlaşan bakışları<br />

onu geçmişin güzelliklerine götürüyor, bugünü düşününce içindeki<br />

yangınlar, hatıralarını kül ediyordu. Ruhunu döven hırçın dalgalar geçmişle<br />

bugün arasında sıkışıp kalan hayallerini ve yaşanmışlıklarını kum<br />

taneleriyle denizlerin ötesine sürüklüyordu.<br />

Mümtaz Bey’in hayatı pek çok öğretmende olduğu gibi evden ve o-<br />

kuldan ibaretti. Sabahleyin evden çıkar, okul paydosuna kadar minik<br />

yavrularını aydınlatmak, hayata hazırlamak için çırpınıp dururdu. Meslek<br />

hayatı boyunca bir kez olsun derste saate bakıp zilin vaktini hesap etmiş<br />

değildi. Derse girdiğinde zaman sular seller gibi akıp geçerdi. Zil sesleri<br />

onu huzursuz eder, konusu bölündüğü için rahatsız olurdu. Hele o akşam<br />

paydosu zili yok mu, işte ondan hiç hoşlanmazdı. Çünkü paydos ziliyle<br />

beraber canından çok sevdiği goncalarından ayrılır, sabah olana kadar<br />

onları özlerdi. Gerçi köyde yaşadığı için bir kısım öğrencilerine mahalle<br />

içinde rastlardı. Fakat okul dışındaki vakitlerinde evden pek çıkmaz,<br />

kitaplarıyla hemhal olur, yeni dünyalar keşfetmek için kitaplar âleminde<br />

dolaşırdı.<br />

Aliye’nin çocukları henüz okul çağına gelmemiş olsalar da gelecekteki<br />

mesleklerini bugünden belirlemişlerdi. Küçük kızı doktor olmaktan<br />

başka bir şey düşünmüyordu. Büyük kızı Gülşah mühendis olmak istiyordu.<br />

Fakat hiç hesapta yokken babasız kalmışlardı orta yerde. Bu onların<br />

aklının ucundan geçen bir durum değildi. Kolları kanatları kırılmıştı.<br />

Bundan sonra kime “baba” diyecekler, kimin boynuna sıkıca sarılacaklardı.<br />

Ölüm vardı ama bu kadar da yakın mıydı? Henüz kırkına bile gelmeyen<br />

bir babanın ölümü körpe beyinlerde nasıl olur da doğal karşılanabilirdi?<br />

Dünyaları başına yıkılmıştı bir anda. Kum ve çakıl dağları arasında<br />

226


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

sıkışmış, susuz balığa dönmüşlerdi. Bu hüzün sağanağına hazırlıklı değillerdi.<br />

Aliye Hanım canı sıkıldığı bir gün evleri düzeltip temizlerken gardırobun<br />

üstünde mavi kapaklı bir defter buldu. Herhalde eşinin plan defteriydi.<br />

Eline alıp sayfalarını çevirmeye başladı. Fakat bu bir günlüktü.<br />

Mümtaz Bey’in günlük yazdığını hiç görmemişti. Demek ki kendisinden<br />

gizli yazıyor, kimse görmesin diye dolabın görünmeyen bir yerinde saklıyordu.<br />

İlk günlüğün tarihi bundan altı ay evveline aitti. Aliye, temizliği<br />

unutup yatağına uzandı. Canından çok sevdiği eşiyle konuşuyormuşçasına<br />

günlüğü okuyor, gözyaşları sayfaları ıslatıyordu. Her satırında eşine,<br />

çocuklarına, öğrencilerine duyduğu sevgi ve muhabbetten bahsediyor,<br />

öğretmen olduğu için Allah’a hamd ediyordu. Sanki içine doğmuşçasına<br />

genç yaşında bu dünyadan göçüp, planlarının yarıda kalmasından endişe<br />

ediyordu. İlk günler defteri saklasa da çocuklar onu bulup çıkardılar. Satır<br />

satır okuyup babalarının duygu dünyasını yakından tanımış oldular.<br />

Defterde Gülşah’ın en çok ilgisini çeken bölümler babasının mesleğine ve<br />

minik öğrencilerine duyduğu derin sevgiydi. Bu satırları okuyan Gülşah’ın<br />

gönlü sanki mühendislikten öğretmenliğe doğru kayıyordu.<br />

Mümtaz Bey, öğretmenliği bir ideal olarak görüyordu. Gayesi para<br />

kazanmak olsaydı, mühendis, doktor veya işadamı olurdu. Zira üniversiteye<br />

giriş puanı, pek çok mühendislik bölümünü kazanmasını mümkün<br />

kılacak kadar yüksekti. Fakat o bir kere öğretmen olmayı koymuştu<br />

kafasına. Dünya nimetlerinde hiç mi hiç gözü yoktu. Anadolu’nun ücra<br />

köşelerine gidecek, kurutulmuş goncaları sulayacak, iri güller olmalarını<br />

sağlayacaktı. Nitekim öyle de yaptı. En ücra bir Anadolu köyünde on<br />

yılını feda etti. Gerçi yakın çevresindekiler “Senelerini heba ediyorsun”<br />

derlerdi ona. O da bunu kabul etmez; “Heba değil, feda ediyorum feda!…”<br />

diyerek ne kadar geniş ufuklu ve fedakâr bir insan olduğunu cümle âleme<br />

gösterirdi.<br />

227


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Büyük kızı Gülşah babasının hikâyesini en ince ayrıntısına kadar annesinden<br />

dinledikten sonra mühendis olmaktan vazgeçmiş, öğretmen<br />

olmaya karar vermişti. O da babasının yolundan gidecekti. Çünkü onun<br />

bıraktığı boşluğu doldurmalıydı. İnsanların daha çok kazanmak, daha lüks<br />

yaşamak için birbirleriyle yarıştığı bu kapitalist dünyada birileri bu gidişata<br />

‘dur’ diyebilmeliydi. Aksi takdirde hayat her geçen gün yaşanmaz hale<br />

gelecekti.<br />

Ölüm sevdiklerimizi alıp götürse de hayatın öte yanında kalanlar yaşamaya<br />

mecburdu. Aliye’nin acıları her geçen gün külleniyordu. O artık<br />

kendini çocuklarının eğitimine adamıştı. Pek çok taliplisi olmasına rağmen<br />

gencecik yaşında yeni bir yuva kurmayı aklının ucundan bile geçirmemişti.<br />

Yeniden evlenmeyi Mümtaz’ın hatırasına ihanet olarak görüyordu. O<br />

artık evinin hem annesi, hem de babasıydı. Eşinden kalan küçük bir maaş<br />

geçinmelerine yetiyordu. Dünya yiyip içme, keyif çatma yeri değildi onlar<br />

için… Doğumla ebedî hayat arasında bir duraktı dünya… Mühim olan hoş<br />

bir seda, iyi bir hatıra bırakmaktı. Onlar da bunun mücadelesini veriyorlardı<br />

zaten. Dünyada en zor iş, hayat denen zor süreci iyi bir şekilde<br />

nihayetlendirmekti. Mümtaz bu kısa süreçte arkasında güzel hatıralar ve<br />

dostlar bırakmıştı.<br />

Yağmakla yağmamak arasında tereddütte kalmış kararsız bir göğün altında<br />

balkonda kahvaltılarını yaparlarken geleceğe dair hesaplarını gözden<br />

geçirdiler. Tam o sırada bir yıldız kaydı semadan. Bunu bir fırsat bilen<br />

Gülşah dilek tutmuştu oracıkta. Bunu annesiyle paylaşmış, annesi de onun<br />

öğretmen olma arzusuna destek olmuştu. Seneler bir su gibi akmış, Gülşah<br />

için üniversite sınavı senesi gelip çatmıştı. Babalarının ölümünden bu<br />

yana on seneden fazla bir zaman geçmişti. Fakat bu uzun süre zarfında<br />

onun hatıralarını tüketememişlerdi.<br />

Geceleyin uykularında bile “<strong>Ben</strong> öğretmen olmalıyım” diye sayıklayıp<br />

duruyordu Gülşah… Hem de bir ilkokul öğretmeni... Çünkü çocuklara<br />

duyduğu sevgiyi tarif etmek imkânsızdı. Nerde bir küçük çocuk görse<br />

228


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

kucağına alır, başını okşar, yanağına öpücüğünü kondururdu. Nejat<br />

Sefercioğlu’nun “Öğretmen Olmak İstiyorum” adlı uzun şiirini kısa<br />

zamanda ezberlemiş, eş dost meclislerinde okur olmuştu: “<strong>Ben</strong> öğretmen<br />

olmak istiyorum./ <strong>Ben</strong>, şairimin mısralarında dil, / Genç kızımın gergefinde<br />

nakış nakış gül, / Âşığımın sazında tel, / öpülesi bir el olmak istiyorum:<br />

/ <strong>Ben</strong>, öğretmen olmak istiyorum...” diyor, bunun için emin adımlarla<br />

ilerliyordu. Sınavı başarılı geçmiş, hayırlı neticeyi beklemeye başlamıştı.<br />

Günler her zamanki gibi tabiî mecrasında akmış, bazılarına umut, bazılarına<br />

hayal kırıklığı, bazılarına da hasret getirmişti. Gülşah, hayaller<br />

kurup içinde yaşattığı öğretmenliği kazanmış, üniversiteyi büyük şehirde<br />

okumak üzere biricik annesinden ayrılmıştı. Aliye Hanım küçük kızıyla<br />

baş başa kalmış, başlanmamış dört yılı nasıl tüketeceğini düşünmeye<br />

koyulmuştu. Fakat zaman değirmeni günleri bir bir öğüterek acılı anneye,<br />

kızının öğretmen olmasını da göstermişti. Gülşah, gönüllü olarak uzak bir<br />

Anadolu köyünde göreve talip olmuştu. Fakat bu sefer annesini ve kardeşini<br />

de yanında götürmüştü. Babasının bıraktığı yerden kutsal emaneti<br />

devralmış, yeni ve iri güller yetiştirmek için bahçıvanlığa soyunmuştu.<br />

229


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Recep Şükrü GÜNGÖR<br />

d.1971-K.Maraş<br />

OKUL<br />

O gece şehre sis çöktü. Yağdı yağacaktı ama yağmadı.<br />

İlk önce temizlikçiler geldi. Sonra güvenlikçiler... Onların ardından<br />

kantinciler, nöbetçi öğretmenler…<br />

Okulun yerinde market, kuyumcu, giyimci, telefoncu, tuhafiyeci ve<br />

simitçi vardı.<br />

Temizlikçiler, kantinciler, nöbetçi öretmenler şaşırıp kaldılar.<br />

Müdür yardımcıları geldi, öğretmenler geldi. Bir gazaba mı uğradık,<br />

diye söyleniyordu edebiyat öğretmeni Muhsin. Daha akşam yerli yerindeydi,<br />

dedi süngüsü düşük tarihçi Tahsin, üstündeki rengi uçmuş cekete<br />

aldırmadan.<br />

Öğrenciler geldi birer birer. Arabalara tıka basa doluşup geldiler. Sebilhane<br />

bardağı gibi dizildiler. Selma da geldi. Fakat okul yerinde, yukarıda<br />

söylediklerimiz vardı.<br />

Selma, Muhsin Hoca’nın gözlerine baktı. Aşkla şevkle ders anlattığınız<br />

sınıflar nerede, diyordu. Nutku tutulmuş gibi susuyordu edebiyat<br />

hocası. Tarihin o gününün o saatine denk gelen dakikaları dondurulmuş<br />

gibi kalakalmışlardı.<br />

Kül kesilmişlerdi.<br />

Selma ağlamak istiyordu ama donukluğundan kurtulamıyordu. Leyleğin<br />

yuvadan attığı yavru gibi yapayalnız hissediyordu kendini.<br />

Bir iğneli beşikteydiler.<br />

230


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Öğrenciler dükkânlara dağıldılar. Arkadaşını alan simitçiye, telefoncuya,<br />

markete gitti. Nöbetçi öğretmen, o donan sahneden sıyrılıp çocukları<br />

toparlamaya çalıştı ama nafile; her biri bir deliğe girmişti. Yorgun argın<br />

meydana döndü. Meydanda toplanan öğretmenlerin şaşkınlığına, donukluğuna<br />

katıldı. İşte şurası her sabah toplanılan yerdi, şurası İstiklal Marşı<br />

söylenen yer. Şurada futbol oynuyorlardı. Hatta dün öğleyin de oynamışlardı.<br />

Şurada basket potası vardı. Şuradan taa oraya kadar ihata duvarı<br />

çevriliydi. Ama şimdi yerinde bir taş bile yoktu.<br />

Mahşer tilkisi gibi şaşalayıp kaldılar.<br />

Çarşı esnafı da şaşkındı. Bu kadar öğrenci ve bu kadar öğretmen sabah sabah<br />

buraya neden toplanmışlardı? Öğrenciler neden seyip seyip dağılıvermişti<br />

dükkânlara? Öğretmenlerin meydandaki şaşkınlıkları neydi? Senelerden beri<br />

dükkân işleten esnaflar böyle bir hadiseyi ilk kez yaşamaktaydı.<br />

Zaman kötü kötü şahitlik ediyordu.<br />

Mekân mübarekliğinden habersizlerin elindeydi.<br />

Eski çamlar bardak olmuştu.<br />

Meydanda Atatürk büstünün ön cephesinde: “Öğretmenler! Yeni nesil<br />

sizin eseriniz olacaktır!” yazıyordu. Ama yeni nesil öğretmenlerin eseri<br />

miydi?!<br />

Çocukların sevinç çığlıkları duyuldu.<br />

Öğretmenler çözülüp, konuyu anlatmaya başlayınca dükkân sahipleri<br />

bir kez daha şaşırdılar. Çünkü kimisi yirmi, kimisi on beş yıldır burada<br />

dükkân işletmekteydi.<br />

Okulun varlığı üzerine ihtimal hesapları yapmaya başladılar.<br />

Öğretmenler daha dün buranın okul olduğunu söylediler. Fizikçi sınav<br />

yaptığı ikinci kattaki dokuz b sınıfının yerini işaret etti. Muhsin öğretmen,<br />

Selma’nın meraklı sorularına cevap verdiği üçüncü katın koridorunu<br />

anlattı. Okul gazetesi bile vardı dedi. Hatta Selma’nın “Mevlâna’nın Sevgi<br />

Seli” başlıklı yazısından bahsetti.<br />

Şurada çay içmişlerdi… Şurada kartopu oynamışlardı. Şurada şiirler<br />

okumuşlardı.<br />

231


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Burayı kendi elleriyle süslemişti resim öğretmeni Bünyamin.<br />

Omurgayı besleyen unsurları anlatmıştı biyolojici. Avrupa Birliği’ne<br />

giremeyeceğimizi iddia etmişti milli güvenlik hocası, herkes de onu<br />

tasdiklemişti.<br />

Sokaklar doldu.<br />

Evlerden boşanan insan kitleleri dükkânlara, fabrikalara, okullara, sokaklara<br />

akıyordu.<br />

Bir büyük meçhulün içinde, yağsız kalmış kapı gıcırtısı gibi tatsız tatsız<br />

yürüyordu insanlar.<br />

Sönmüş bir yanar dağ gibi dağınıktı sokaklar.<br />

Düşmandan çeken, dosttan çeken bir millet akıyordu.<br />

Her şey çatallı geyik boynuzu gibiydi.<br />

Ne olacak, diyordu Cemil Hoca, ne yapacağız, buna bir çare bulalım.<br />

Tarihçiyle milli güvenlikçi şiddetli bir tartışmaya girmişti. Hizmetçiler,<br />

güvenlikçiler de söylenip duruyorlardı.<br />

Esnaf bu konuşulanlardan bir şey anlamadığı gibi ziyadesiyle sıkıldı.<br />

Nerden neşet ettiği belli olmayan bu kadar öğretmeni ne yapacaklarını<br />

düşündüler! Öğrenciler kısa sürede dükkânlara dağılıverdiklerinden o<br />

mesele hemen çözülüvermişti. Ya öğretmenler!<br />

Delirdiniz galiba, üstümüze iyilik sağlık, dedi biri. İyi saatte olsunlar<br />

mı bastı burayı ne oldu?<br />

Martaval okumayın be!<br />

Adamın biri söylenip durdu. Ama kimse esmayı üstüne sıçratmak,<br />

başkalarının hücumunu gerektirecek, sataşmaya sebep olacak bir davranışta<br />

bulunmak istemiyordu.<br />

Eve ekmek götürmek lazımdı. Ne yapacaklardı, neyle geçineceklerdi?<br />

Bir kaygı sarmıştı muallim efendileri.<br />

Esnaflar, öğretmenlerin neden böyle bu sabah burada toplandıklarını düşünürken,<br />

çarşının sözü sohbeti dinlenirlerinin önerisiyle onları çalıştırmaya<br />

karar verdiler. Öğretmenler birer ikişer dükkânlarda çalışmaya başladılar.<br />

Önemli olan çalışmaktı: Öğretmen öğretmenliğini yitirmişti.<br />

232


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Öğrenciler artık müşteriydi. Evvel ar idi, şimdi kâr oldu.<br />

His yoksulu bir nesil türemişti.<br />

Onlara bilgi dağıttıkları, irfan kazandırdıkları okul yerine, çay verdikleri,<br />

telefon sattıkları, kolye beğendirdikleri dükkânlar vardı. Ve onlar<br />

orada çalışıyordu. Müşteriler de çok memnundu hâllerinden.<br />

Alan memnun satan memnun. Ne diyelim, türediler türedi işte.<br />

Memnuniyetler değişti. Artık ders anlatan öğretmenden değil, iş üreten<br />

öğretmenden memnunuz.<br />

Eğitim mefluç bir acuze, olsa ne olur, olmasa ne olurdu.<br />

Bulutlar karardı.<br />

En son müdür geldi. Tarihçi, müdürden hoşlanmazdı. Mart içeri pire dışarı.<br />

Müdür gelince tarihçi ile matematikçi iş yerlerine doğru yürüdüler.<br />

Güney gözlü Selma’nın kudretten süslü, allı dudakları büzüldü. Muhsin’nin<br />

gözlerine baktı. Olan olacaktı. Olan olacaktı. Muhsin, işçiliği kabul<br />

etmemişti. Selma da, dükkânlara dalıp gitmemişti. Koca okuldan bir<br />

öğretmenle bir öğrenci kalmıştı.<br />

Okul yoktu. Öğrenciler dağılmış, öğretmenler dükkânlarda işe girmişlerdi.<br />

Kriz geçirecekti neredeyse. Sağa koştu, sola koştu. Önüne çıkan<br />

herkese okulu sordu ama nafile. Suya pala çalıyordu. Meydana bağdaş<br />

kurup oturdu. Kafasını iki elinin arasına aldı. Yo hayır, delirmemişti, ruh<br />

sağlığı iyiydi. Öyleyse bu öğretmenlere ne olmuştu? Öğrenciler nereye<br />

dağılmıştı? Tutarağı tutmuş gibi titriyordu.<br />

Din kültürü hocası, Muhsin hocaya, Nuh Nebi’den başlayarak anlatıyordu:<br />

“Tarih yağmalandı.<br />

Din kovuldu.<br />

Milli şuur talan edildi.”<br />

Müdür okulu aramaya çıktı.<br />

233


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Murat SOYAK<br />

(d.1971-Niğde)<br />

BİR UMUT<br />

-Yarın daha güzel olacak anne !..<br />

Anne başını kaldırıp kızına baktı bir süre. Yüzünde acının, hüznün izleri<br />

çizgi çizgi sıralanmıştı. Yıllar var ki anne hep kırgın, küskündü hayata.<br />

-Kızım…<br />

Sözün devamını getiremedi. Sustu. Söyleyecekleri vardı ama nedense<br />

kelimeler düğümleniverdi. Soba için için yanıyor. Küçük oda hemen<br />

ısınıvermiş. Odanın büyük penceresinden içeriye günün son ışıkları düşüyor.<br />

Radyo köşede sessiz. Hemen yanındaki televizyon açık. Ölüm haberleri<br />

dolduruyor odayı. Sanki her akşam ölüm boca ediliyor televizyondan.<br />

Haberler yine iç karartıcı. Bitmeyen bir tekerrür…<br />

Mutfakta durulacak gibi değil, buz gibi. Öğleden kalan yemek ısıtıldı.<br />

Salata hazırlandı. Bir tepsi üstünde iki tabak, iki çatal, iki kaşık, su bardağı,<br />

ekmek, bir kâse içinde yoğurt, tabak dolusu turşu… Akşam yemeği<br />

için sofra özenle serildi. Sofraya karşılıklı oturdular. Anne, kız birbirlerine<br />

destek olmanın çabasında iki dost gibi.<br />

“Şükürler olsun” dedi anne. Bir süre sonra kalan ne varsa tepsi üzerinde<br />

mutfağa taşındı. Sofra kaldırıldı.<br />

Masa üstünde imtihana hazırlık kitapları, defter, kalemler... Okumaya<br />

başlayıp da bir türlü bitiremediği kitabı masa üstünden aldı. Okumak bir<br />

sığınak gibiydi. “Okuyunca daha bir anlamlı hayat.” diye söylendi. Kitabın<br />

ismini heceler gibi okurken sesi birden yükseldi.<br />

234


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

-Ne oldu kızım ?<br />

-Elimdeki kitabın adı…<br />

-Eee… Ne oldu ki ?<br />

-Yok bir şey anne.<br />

Televizyonu kapattı. Anne başını öne eğmiş, düşünceli bir hali var.<br />

Yıllar önce gelmişti buraya. Yakınları şimdi çok uzakta. Kardeşleri ile küs<br />

değildi ama bir türlü görüşemiyordu işte. Arada aşılmaz dağlar var sanki.<br />

“Ah fakirlik, ah gariplik…” diye söylendi. Anılar kuşlar gibi uçuşup durur<br />

zihninde. Geçmiş günlere sığınırdı. Doğup büyüdüğü köy hiç aklından<br />

çıkmazdı ki…Nasıl unutur insan ana yurdunu ! Babasını hiç tanıyamamıştı.<br />

Küçük yaşta iken yetim kalmış. Birkaç yıl sonra da annesi ölmüş. Hep<br />

acılara tanık. Köyde ağabeylerinin evinde büyümüş. Yaşadığı zorlukları<br />

anlatırdı bazen. Kış günlerini hatırlardı en çok da. Sonra dilinden hiç<br />

düşürmediği birkaç türkü ve gizemli masallar… Masal anlatmayı çok<br />

severdi. Hemen her akşam bildiği birkaç masalı döne döne anlatırdı.<br />

Anlatmaktan hiç usanmazdı. Çocuklarını o masallarla büyütmüştü. Kendisi<br />

de masal anlatırken çocuklaşıverirdi. Rahmetli kocası bazen sesini<br />

yükseltirdi ama kim dinler. Çocukların ısrarı ile anlatmaya devam ederdi.<br />

-Hey gidi günler heyy...<br />

Sobanın üzerindeki demliği alıp masaya doğru yürüdü. Tepside iki<br />

bardak hazır zaten. Hemen çayları doldurdu. Çayların biri açık, diğeri<br />

demli. Şimdi iki can, iki yoldaş…<br />

-Anne yakında her şey daha güzel olacak !..<br />

-İnşâallah kızım.<br />

Dışarıda insanı ürperten bir tipi. Pencereye, kapıya hücum eden rüzgâr<br />

korkuyu çoğaltıyor. Anne çayını alıp pencereye doğru yürüdü. Perdeyi<br />

aralayıp dışarıya baktı. Savrulan karlar küçük küçük tepecikler oluşturmuş.<br />

Pencerenin kırık yerinden içeriye yürüyen soğuk hava bir ân titretti.<br />

Geriye çekildi.<br />

-Elif, bu sene kış iyi olacağa benzer.<br />

-Evet, kar dünden beri yağıyor.<br />

235


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

-Yağsın, aman yağsın da toprak suyunu alsın. Kışı iyi olan memleketin<br />

baharı da iyi olur derler.<br />

Elif elindeki kitabı bir kenara bırakıp annesinin yanına vardı. Perde<br />

aralığından dışarıya korku ile baktı. Annesinin varlığı ile içindeki o korkuyu<br />

bastırıyordu. Ya annesine bir şey olursa… Söylemek, hatırlamak bile<br />

istemiyordu. O kara düşünceyi başından hemen savmaya çalışıyordu.<br />

Karanlık içinde ağaran kara baktı bir süre. Çocukluğunda yağan kar hep<br />

sevinç duyguları uyandırırdı onda. Kardan adam yapacağım diye, kartopu<br />

oynayacağım diye sevinirdi. Şimdi ise korku ve tedirginlik hali vardı<br />

üzerinde. Yağan kar, hayatın zorluğunu hatırlatıyordu sanki. Uzakta şehrin<br />

ışıkları… Perdeyi çekip annesine yakın oturdu.<br />

-Anne, zaman ne de çabuk geçmiş. Okula başladığım yılı hatırladım<br />

şimdi. Bir kumaş parçasından diktiğin okul çantası hâlâ gözümün önünde.<br />

O çanta ile okula gitmek istemezdim. Ağlardım çanta alın diye, sızlanırdım.<br />

Bir de devamsızlığım her geçen gün artıyordu. Hiç unutmuyorum,<br />

soğuk günlerde beni okula göndermek istemezdin. Kızım hasta olacak<br />

diye mi korkardın ?<br />

-Ah kızım, fakirlik işte… Baban amele pazarına giderdi her gün; iş<br />

bulursa ne âlâ ama çoğu zaman eli boş dönerdi garibim. Kapıdan mahcup<br />

bir halde girerdi. O gün iş bulamadıysa hiç konuşmak istemezdi. Bir<br />

köşeye çekilip sessizce otururdu. İşte o günlerin zorluğu, sıkıntısı kızım.<br />

Hasta olmandan korkardım. Doktor parası, ilaç parası nerde !..<br />

-Anne o fakirliğimize rağmen okuduk işte. Bir de şu imtihanı geçip<br />

göreve başlarsam, işte o vakit daha bir sevineceğim.<br />

-Her zorluğun ardınca bir kolaylık vardır. Yeter ki sabret kızım, sabret<br />

bakalım.<br />

Varı yoğu bir annesi bir de kitapları… Annesinden kitaplara, kitaplardan<br />

annesine doğru sürekli bir yolculuk. Yıllar yılı bu böyle. Kitaplar<br />

yaşanan hayatın üstünde, ötesinde bir zenginliği sunuyordu. Annesi ise<br />

hayatın gerçeklerini duyuruyordu. Lise yıllarında okuduğu kitaplar ile<br />

236


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

kendi içinde bambaşka bir dünya kurmuştu. Edebiyat öğretmeni bir gün<br />

sınıfta diğer öğrencilere örnek göstermişti onu, övgüyle söz etmişti. Hiç<br />

unutmuyordu o günü.<br />

-Anne çayın soğudu. Neden içmiyorsun ?<br />

-Kızım bir ân için dalmışım.<br />

-Düşünme o kadar anne, bak sobamız yanıyor. Yakacağımız bu sene<br />

yeter. Allah’a şükür kimseye de muhtaç değiliz.<br />

-Öyle ama kızım, yine de düşünüyor insan, kaygılanıyor. Yarın ne o-<br />

lacak?<br />

-Allah kerim anne, hele ben şu imtihanı bir geçeyim.<br />

-Yıllarını verip çalıştın, çabaladın; nihayetinde fakülteden mezun oldun<br />

ama bir de imtihan çıktı şimdi.<br />

- Her geçen yıl yeni bir engel çıkarıyorlar anne, hayat ne de zormuş !<br />

- Hayırlısı …<br />

Gözleri iki kanepe arasındaki halının desenlerinde gezindi. Elif sanki<br />

yitik bir nesneyi arar gibi bakıyordu. Bu dalıp dalıp gitmeler sıkça yaşanırdı.<br />

Ev birden sessizliğe gömülürdü.<br />

Karın yağışı aralıklarla devam ediyor. Toprak damda biriken karı sabahleyin<br />

mutlaka kürümeli. Yoksa karlar eriyince dam akmaya başlar.<br />

Köpeklerin uzaktan uzağa havlaması duyuluyor. Karanlık iyice çökmüş.<br />

Sokak bir ölüm sessizliğinde.<br />

Elif kalkıp çayları tazeledi. Sobanın yaydığı sıcaklık insanda güven<br />

hissi uyandırıyor.<br />

-Anne, ağabeyim uzakta şimdi. Babam vefat edeli de on beş sene olmuş.<br />

Bir zamanlar şu evde dört kişiydik. Şimdi ise bir sen, bir de ben.<br />

-Böyle konuşup da hem kendini hem de beni üzme kızım. Ne yaparsın,<br />

yazgımız böyle imiş.<br />

-Tamam da neden sıkıntıyı hep bizler çekiyoruz ?<br />

-Kızım şükret haline, daha nice dertliler var.<br />

237


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

-Anne şikayet ediyor gibi konuşuyorum ama bazen kendimi tutamıyorum<br />

işte, dilime geleni söylemek istiyorum. Bunalıyorum. Bir çıkış arıyorum,<br />

bir ışık…Sanki bir boşluğa, karanlığa düşüyorum. Elimden tutan<br />

olmayacak diye korkuyorum. İnsanın halleri işte. Bazen umutluyum,<br />

bazen karamsar…<br />

-Sabret hele, sabret… Gün ola hayr ola !..<br />

Kitaba döndü. Elleri bir süre kitabın kapağında gezindi. Kapakta bir<br />

köprü resmi belirgin. “Mostar köprüsüne benziyor” diye söylendi. Nehrin<br />

iki yakasında ağaçların, çimenlerin yeşilliği hakim. Arka kapaktaki tanıtım<br />

yazısını tekrar okudu. Sonra kitabı kaldığı yerden okumaya devam etti.<br />

Anne, elinde çay bardağını sıkıca tutmuş bir halde kızını izledi bir<br />

müddet. Sobada yanan odunların çıtırtıları duyuluyor. Alevler arada bir<br />

yükselip çekiliyor. Oda kapısına yöneldi anne. Kapıyı açıp kapattı.<br />

-Şu kapı da bir türlü düzen almadı. Bak, yine tam kapanmıyor.<br />

-Ağabeyim gelsin de söyleyelim anne, baksın bir yol çaresine.<br />

Anne gün görmüş; hayatın acılarına, sevinçlerine tanık olmuş. Evinde<br />

dağ gibi duruyor şimdi. Varlığı bir kuvvet, varlığı sevinç işareti.<br />

Anne yatsı namazını kıldıktan sonra bir köşeye çekilip uyumağa çalışırdı.<br />

Artık dayanamazdı uykusuzluğa. Anne yorgun… Elif bazen şakalar<br />

yapar, güldürür; uyutmak istemezdi annesini. Kendisine yoldaş olanı<br />

kaybetmek korkusu belki de. Annesi uyuduğu zaman içinde bir korku<br />

başlardı. Yalnızlığın çoğaldığı zamanlar… Kimsesizlik derin bir sızı<br />

şimdi. Elif böyle zamanlarda daha çok okurdu. Kitaplardaki kişiler, duygular,<br />

düşünceler sarmalında kaybolmak isterdi adeta. Bir yanı çalışmanın,<br />

sabretmenin çabasında; bir yanı endişeli, korkulu. Sorular, yılan gibi<br />

sorular zihninde kıvrılıp duruyor. Uyumak, unutmak istiyor. Uyuyunca<br />

bütün dertlerden, sıkıntılardan uzaklaşıyor. Bu, yaşanan bir halden kaçış<br />

değil de nedir? Evet, bir süreliğine de olsa kaçmak istiyordu. Ya sonrası…<br />

Her gecenin sabahında aynı endişe ve korku ile uyanmanın getirdiği<br />

usanç, yılgınlık.<br />

238


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

“Ne zamana kadar bu çile? Mezuniyet sevincimi yaşatmadılar. Mezuniyet<br />

bir kapı açmadı bana. Oysa hayallerim vardı. Gerçekleşmedi. Bunca<br />

yıllık emeğim heba olup gidiyor.” diye öfkeyle söylendi.<br />

Demlik ve bardakları alıp mutfağa götürdü. Odaya kaçar gibi döndü.<br />

Soba neşesiz. Oda soğuk.<br />

Bir süre tavanda gezindi gözleri. Toprak dam yağmurlu günlerde a-<br />

kardı hep. Sızan yağmur suları tahtalarda iz bırakmış. Hezenlerde yer yer<br />

çatlaklar görülüyor. Lambanın olduğu yerde hezen hafiften eğik. Bu evde<br />

çocukluğu, ilk gençliği; bu evde iyi günleri, kötü günleri…<br />

Annesinin yatağını hazırladı.<br />

-Anne kalk artık , yatağın hazır. Burada böyle üşüyeceksin.<br />

Lambanın ışığı rahatsız etmişti. Elini gözlerine siper eder gibi tuttu.<br />

Yattığı yerden doğrulup cevap verdi:<br />

-Sen daha uyumadın mı? Bu vakte kadar niye durursun, bilmem. Yat<br />

da dinlen biraz.<br />

-Boş ver, düşünme beni anne. Senin yatağın hazır. Haydi bakalım<br />

kalk artık.<br />

Anne istemeye istemeye yerinden kalkıp yatağa yöneldi.<br />

-Sen de uyu artık kızım. Bu günlük çalıştığın yeter.<br />

Elif bir cevap veremedi. Elindeki kalemi çevirip duruyor. Bir alışkanlık<br />

hali bu; can sıkıntısı işte. Kitabı kaldığı yerden okumaya devam etti.<br />

-Kızım her gecenin bir sabahı var. Böyle kara kara düşünüp durma !..<br />

Elif perde aralığından dışarıya bakıyor. Komşu evlerin ışıkları sönmüş.<br />

Karanlık ve kar yığın yığın …<br />

-Bir gün ama mutlaka !..<br />

Anne başını çevirip şaşkınlıkla sordu:<br />

-Ne söyledin kızım ? Anlayamadım.<br />

Elif, perdeyi kapatıp tekrar çalışma masasına döndü. Kararlı bir ses<br />

evin içinde yankılandı:<br />

-Her gecenin bir sabahı var anne, her gecenin bir sabahı !..<br />

239


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Mehmet HARMANCI<br />

d.1972-Konya<br />

DÖNE ÇİÇEĞİ<br />

Kuşlar anlar ağaçların dilinden. Çiçeklerin dilinden börtü böcek…<br />

Köy yerinde bahar vakti ders işlemek güç olur. Tarlaya tapana gider<br />

çocuklar. Hayvan haşatla uğraşırlar. Bahar ilkin dağ eteklerinde teslim alır<br />

kışı. Karlar çekilir yükseklere. Karın kalktığı yerde binatlıdır kardelenler.<br />

Daha, daha diyerek baharın sancağını taşır yükseklere. Baharın sultanlığına<br />

ilk iltica leyleklerden... Onlardır "evvelûn". Onlar muhacirleri baharın.<br />

Onlar hacıdırlar: İlk muhacirlerin ülkesi Mekke'den gelmektedirler.<br />

Şimdi İlyaslar'a da gelmiştir bahar. Arkadaşlar ders işleyemez olmuşlardır.<br />

Okula gelen üç beş öğrenciyle ağaç gölgelerini serinletmekte, okul<br />

bahçesini mâmur etmektedirler. Okulun köşesinde koyu bir gölge olur.<br />

İncecik esen bir yel... Sıcaklar arttıkça oraya doğru sokulur, yaz gelince<br />

kendinizi tam köşede bulursunuz.<br />

Orta üçüncü sınıf kızları çay yapar, su dağıtırlar. Ellerine de iş yakışır<br />

hani. Birinci sınıflar çevrenizde sorulardan bir ağ örerler. Bunaltıncaya<br />

kadar da vazgeçmezler...<br />

Şimdi İlyaslarda okulun bahçesine diktiğimiz çiçekler açmış, tomurcuklar<br />

patlamıştır. "Eğitim öğretim normal seyrinde sürmektedir."<br />

240


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Umuttur öğrenciler! Onlarcasını önümüze katıp da başladınız mı derse...<br />

dünyanın merkezi oluverirsiniz. Gürültülerinde kafa dinler, dertlerini<br />

paylaşarak mutlu olabilirsiniz ancak.<br />

Bahar gelmiş neyime... Bu gürültüler baş ağrıtıyor sadece. Ambulans<br />

sirenleri... doktor anonsları... hasta ziyaretçileri... hepsi gittikçe anlamsızlaşan;<br />

anlamsızlaştıkça acı veren şu zalim gürültünün anneleri. Öğrencilerim<br />

de gelmiyor, gelemiyor artık! Burası İlyaslara çok uzak. Burası metropol.<br />

İnsanlığa uzak...<br />

Yalnızlığın kuyusu hastaneler... koğuşlar... demir sedir, kuru döşek...<br />

Ağrıyan azalarım, çürüyen etimle yatağa bağlıyken bile yaşamaya azm ü<br />

cezm ü kasdettiren şey: öğrencilerim. Onların düzeltilmeyi bekleyen<br />

bozuk Türkçeleri... Binlerce soruyla yollarımı gözleyen bakışları; paylaşılmayı<br />

bekleyen dertleriyle umudum öğrencilerim.<br />

Bir de şu yeniden yeşeren döne çiçeği. Döne çiçeği demişsem böyle<br />

bir çiçek türü olduğundan değil. Bitkibilime göre bu çiçeğin adı kim bilir<br />

nedir? Bana göre o, döne çiçeği. Onu bana Döne getirmişti, mezun olmadan<br />

önce. "Nedir bu çiçeğin ismi Döne?" dedim. "Ne bileyim, çiçek işte<br />

hocam." dedi. "Öyleyse, bu 'döne çiçeği' olsun." demiştim ben de.<br />

Bu metropol hastanesinde... bu yalnızlık kuyusunda... sabır yatağında<br />

bu acıyla savaşırken bu kadar söyleten, çocuklarımı özleten şey bu çiçek...<br />

Doktorlar, hızla iyileştiğimi söylüyorlar. Öbür döneme dönersin okuluna,<br />

diyorlar. Zaten sonbaharda ölü olarak getirdiğim döne çiçeğim de<br />

yeşermedi mi?<br />

Artık keder yok bana!<br />

241


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

YAYLA ÇİÇEĞİ<br />

Himmet KARATAŞ<br />

d.1972-Antalya<br />

I.<br />

Yağmurlu bir şubat günüydü.<br />

Uzun ve yorucu bir yolculuğun son basamağında İlçe Milli Eğitim<br />

Müdürlüğünü sordu, direksiyona tutunarak durabilen sürücüye. El kol<br />

hareketleriyle karışık bir şeyler söyledi. Söylediklerini anlamadı bile…<br />

Onun işaret ettiği yöne doğru yürüdü. Yüzüne vuran yağmur taneleri bir<br />

türlü yatışmak bilmeyen heyecanını okşuyordu. Onu , hiçbir sokağını<br />

bilmediği bu kasabaya –evet ilçeden çok bir kasabayı andırıyordu- bırakan<br />

köhnemiş yolcu otobüsü , yüzünde yağacak bulutlar taşıyan yolcuları ile<br />

gözden çoktan kaybolmuştu.<br />

Tedirgindi . İlk bakışta anlaşılabilirdi yabancı olduğu.<br />

Mahzun ve ağırdı devinimleri… Bir şeyler arayan –belki de tanıdık bir<br />

yüz - soran bakışlarının ardında dönüşü olmayan bir yolculuğun yorgunluğu<br />

vardı.<br />

Ürperdi merdivenleri çıkarken.<br />

Bu büyük ve ışıklı koridorda daha çok üşüyordu. Okulun bulunduğu<br />

köye gidemeyeceğini, gitse bile bugün dönemeyeceğini öğrendiğinde<br />

pardesünün içinde yok olup gitmişti adeta. “ Gidip de dönülemeyecek<br />

köyler de mi vardı? ” İnanmak istemedi buna… Bir gece boyu süren<br />

yolculuğunda neler hayal etmişti oysa…(Asfalt yolun ikiye böldüğü uzun<br />

242


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

serviler ardında kırmızı kiremitli evler…Az ötede şırıl şırıl akan bir dere…Ve<br />

okul…Ve ağaçlar,ağaçlar küçük köyün semaya uzanan elleri….)<br />

Merdivenlerde sadece saçları ıslaktı. Şimdiyse bütün düşleri… Yağmur,<br />

kumlara yazılan sevi sözcükleri gibi alıp götürmüştü hayallerini…Denizaşırı<br />

memleketlere.<br />

İlçeye gelişinden birkaç gün sonra gidebildi köye.<br />

Issız bir ovanın ortasında uzayıp giden yolda ilerliyorlardı. Çamurlu<br />

ve kaygandı yol. Ağaçları görmek istedi en çok. Çiçekleri ve güneşi…<br />

Yoksa umut hayallerinin sınırları içinde mi kalmıştı? Gün açmaz mıydı<br />

buralarda?<br />

Aralıksız Neşet Ertaş dinleyen bu sürücü nerelere götürüyordu onu?<br />

Bu yol cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle varolabilen bir bahçede mi bitecekti?..<br />

Bir an geriye dönse öğrenciliğini yakalayabilir miydi? Bir an bile olsa<br />

o birlikteliğin mutluluğunu tekrar yaşayabilir miydi?<br />

Artık hiçbir şey düşünemiyordu.<br />

Durdu birdenbire çarpan yüreği. Her şey durmuştu, yağmur dahil…<br />

Ovanın ıssızlığı çöktü yüzüne. Sarardı ve bir yağmura döndü gözleri.<br />

Binlerce çiçek birden açtı yüzünde… Şoföre baktı. Mavi bir önlük giymişti.<br />

Gülümsüyordu…Tebessümü çiçeklere bir teğet geçti.<br />

Sürücü görmedi yüzünde açan çiçekleri…<br />

“ Hoca, ” dedi, “ Buraların güzel yoğurdu olur. Bütün yayla köyüdür<br />

buralar. ”<br />

Sustu.<br />

İçeride rahatsızlık veren bir sessizlik büyüyordu. Aynaya baktı. Solgun<br />

bir resimdi gözüne çarpan . Geride kalanlar bu resimde çoğalıyordu.<br />

Şoför aynayı yerinde göremeyince ürperdi. Değişti birdenbire yüzündeki<br />

perde. Elini uzatıp bir gül aldı aynanın yerinden. Kaygılarına yeniliyordu.<br />

Çamurlu ve kaygandı yol. Çantasında çarpan bir yüreği taşıyordu.<br />

243


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Şoförden gizledi vuruşlarını. Yüzündeki çiçeklere dokunuyor. yollara da<br />

atıyordu onlardan…Yollara çiçek…Yolculara muştu…<br />

Her yer buz tutmuştu. Kuru bir dal kırılır gibi sesler çıkıyordu her a-<br />

dımında. Bütün kemikleri kırılıyor, tekrar toparlanıyor sonra tekrar dağılıyordu…<br />

Şoför çiçek tarlasında yolunu kaybetmişti. Hava iyice kararmış, gökyüzü<br />

yeryüzüne kavuşmuş gibiydi. Çantasındaki yüreğini verdi ona. Yolu<br />

o gösterecekti çünkü…<br />

Şoför, mavi önlüğünü çıkarıp uzattı ona…<br />

II.<br />

Sağır edercesine sesler çoğalıyordu kulağında. Başını ellerinin arasına<br />

almış dişlerini kenetlemişti. Nefes alamıyordu.<br />

Elini uzattı okul müdürü, “Hoş geldiniz! ” diyerek.<br />

“ Çiçekler..” dedi, ” Yolumuzu….” Konuşamıyordu. Müdür görmedi<br />

çiçekleri. Tuhaf bir mahzunluk vardı yüzünde öğretmenlerin.<br />

“ İlk atama mı? ”<br />

“ Memleket neresi? ”<br />

“ Hangi okulu bitirdiniz? ”<br />

“………………….”<br />

Müdür, elinde göreve başlama yazısına bakarken ilk yıllarını -<br />

Erzurum yaylalarını- hatırladı . Çocuklar ellerinde kardelenler oradan<br />

oraya koşuşturuyordu.<br />

“ Çay alcen mi hoca? ”dedi ihtiyar hizmetli.<br />

Çayından dem düşülmüştü biraz. Bir parça hüzün dalı atılmıştı içine<br />

belli ki… Uzun yoldan gelenlere köylülerin bir ikramıymış bu. Buruk bir<br />

tadı vardı çayın. Yayla çiçeği kokuyordu ama…Bu kokuya bayıldı.<br />

“ Sizi sınıfınıza götüreyim, ”dedi müdür. Erzurum ayazı kadar keskin<br />

sesiyle.<br />

244


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Hiçbir şey söyleyemedi çocuklara… Öylece kalakaldı yüzlerce soru<br />

yüklü bakışların karşısında. Evet bu ânı hiç unutmayacaktı. Korkulu,<br />

suskun ama soru yüklü bakışları da…<br />

“ Çocuklar”, dedi müdür: “Bundan sonra sizi yeni öğretmeniniz okutacak…”<br />

Tahtaya ismini yazarken tuhaf bir çocukluk dağıldı yüzüne. Tebeşir ne<br />

kadar da beyazdı öyle… Her yer bembeyaz kesilmişti. Çiçekler…. Çiçekler<br />

yoktu! Ha bire çocuk sesleri geliyordu dalgalanan beyazlar arasından.<br />

Çocukların ellerinde kardelenler, bir kurşun gibi sıyırdı yüreğini. <strong>Ben</strong>dini<br />

zorlayan bir ırmaktı heyecanı. Susturmak güçtü. Üstelik gurbete düşmüştü.<br />

Buradan yükselen feryat aks-i sedasız giderdi. O kadar uzaktı memleketi…<br />

Çayından dem düşülmüştü biraz. Biraz hüzün dalıydı rengi veren.<br />

“ Alışırsın, ” dedi müdür. “İlk gün olur böyle şeyler.” Erzurum yaylalarını<br />

hatırlamıştı. Öğretmenliğinin ilk günlerini…<br />

“ Müdür bey, ”dedi. “Buralarda hiç çiçek açmaz mı?<br />

III.<br />

Akşamdı.<br />

Güneş çok uzaklarda, bir tepenin ardında kaybolup gitmişti. Yüzünde<br />

yağmur yüklü yolcuları anımsadı. Gözleri ufukta öylece kalakaldı. Çocuklar<br />

koşuyordu ona doğru. Koşuyor koşuyor yetişemiyorlardı. Rüzgara tutunup<br />

saçlarına karıştı çocuklar… Kanına karıştı… Bütün hücrelerine.<br />

“ Güneşi yakalayalım! ” dedi çocuklara.. “Haydi, verin elinizi!”<br />

Öğrencileri el ele tutuşmuş, etrafında dönüyorlardı. Yer-gök çiçek<br />

yağmuruna tutulmuştu… Çiçek yağıyordu saçlarına, yüzüne…-Yağmuru<br />

severdi çünkü.-<br />

Bir resim düştü cebinden yere.<br />

Eğilip aldı onu birileri…<br />

Baktı. Kurşunkalemle çizilmiş bir yayla çiçeğiydi.<br />

Hiçbir şey anlamadı….<br />

245


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Abdullah HARMANCI<br />

d.1974-Konya<br />

BENİ ALMAYA GELEN BULUT<br />

Şair Ahmet Aka’ya<br />

Bir gün öğrencilerimden birini, caddelerden birinde gördüm. Simit satıyordu.<br />

Başında eprimiş bir kep. Üstünde renkleri birbirine karışmış ekose<br />

bir gömlek. Ayağında dedem zamanından kalma, sarısı iyice bozulmuş bir<br />

“mekap”. Dudağının ucunda izmaritine kadar içilmiş, dumanı bitmiş bir<br />

Samsun.<br />

<strong>Ben</strong>i görünce sigarasını, bir hürmet ifadesi olarak, sözümona belli<br />

etmeden, üç tekerli simit arabasının altına bırakıverdi. Yüzünde mahcup<br />

çizgiler.<br />

Sorulması gereken soruları sordum. Verilmesi gereken cevapları verdi.<br />

Aradan her zaman olduğu gibi, yıllar, teneffüsler, dersler, tatiller, yazılılar,<br />

karneler, “bak ödev yapmayanları ben ne yapıyorum alimallah”lar gelip<br />

geçmiş, “öğrencilerimden biri” büyümüş, aklı başında laflar eder olmuştu.<br />

Bizimki de iş değil ki hocam, diyordu, zamanında olacakmış ne olacaksa,<br />

diyordu, millet parayı “hamuduyla” götürüyordu. Hayat okuldaki gibi<br />

değildi. Askerlik yaklaşmıştı. Nişanlısının babası bir taraftan hık mık<br />

ediyor, nişanlısı bir yandan somurtuyordu. Bizimki de iş değilmiş, hocam,<br />

diyordu. Hata etmişiz hocam. Baştan bir sanata başlayacakmışız. Şimdi<br />

ben bu okulu bitirsem ne olacak? Bitirmesem ne olacak? Valla Allah<br />

sonumuzu hayreylesin amma…<br />

246


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Tavırlarında vaktinden evvel olgunlaşmış bir insanın ağır başlılığı.<br />

Sakinliği. İçimde bir yerlere dokundu bu çocuk. Sesinin kasveti gözlerime<br />

doldu, doldu… Ayrılacak oldum, elime davrandı. Estağfurullah dedim,<br />

hadi hayırlı işler Muratçığım…<br />

…..<br />

Bir gün öğrencilerimden birini, vitrinlerden birinin önünde gördüm.<br />

Bileğine bağladığı ince eşarp da, gerdanının üzerine bıraktığı fular da,<br />

halka küpelerinin ortasında sallanan elips küreler de, alt dudağının altına<br />

sapladığı pirsing de, baş parmağına taktığı yüzüğün oval taşı da, belindeki<br />

kemer, spor ayakkaplarını saran kalın şerit de… hepsi “mor”du. Yüzünü<br />

vitrin camının yansımasından görebiliyordum. Bir an, vitrinde gördüğü bir<br />

ayakkabının güzelliğine dikkat çekmek için, iki eliyle arkadaşının kolunu<br />

hızla asıldı. Arkadaşı sakız çiğniyordu. Boyu iki metre kadar vardı. Ellerini<br />

kotunun ceplerine sokmuştu. Kemerine taktığı küçük teypten fışkıran<br />

this is my life bana kadar ulaşıyordu. Arkadaşı onunla ilgilenmiyor, ayak<br />

parmaklarının üzerinde vücudunu esnetiyor, esnetiyordu. Az sonra tramplenden<br />

havuza dalış yapacak bir yüzücüyü andırıyordu.<br />

Zihnim, tam da bu “yüzücü benzetmesi”yle meşgulken, ummadığım,<br />

beklemediğim bir şey oldu. Öğrencilerimden biri, beni, vitrin camının<br />

yansıması içindeki beni, kendisini izleyen beni gördü! Hızla döndü. Birkaç<br />

kısa adım atıp iki kolunu birden sonuna kadar açıp Hocammmm!!! diye<br />

haykırır haykırmaz küçük gövdeme sarıldı. Oradan geçmekte olanlar bize<br />

baktı; bu mutlu genç kızı ve bu şanslı orta yaşlı adamı görmek için bir<br />

saniye başlarını çevirip yollarına devam ettiler. Bu sırada, iki metrelik<br />

arkadaşı, sakız çiğnemeyi, ayakları üzerinde esnemeyi ve this is my life’ı<br />

bir an için unutup döndü. “Kız”ının sarıldığı adam orta yaşlı görünüyordu,<br />

çelimsiz biriydi ve iddiasız giyinmişti; “tehlike” yoktu, işler yolundaydı;<br />

sol tarafındaki vitrine doğru adımladı.<br />

Bedenime sarılan mor “hale”yi büyük bir zorlukla sakinleştirip kendisiyle<br />

söyleşilebilecek bir insan haline getirdim. Sorulması gereken soruları<br />

sordum. Verilmesi gereken cevapları verdi.<br />

247


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Hocam en süper hocamız sizdiniz yeminle… Siz başkaydınız, siz…<br />

Hocam duydunuz mu, Necati “Popstar”a çıktı… Millet gülmekten yıkıldı…<br />

Okan’la tanıştırmadım sizi değil mi? Okan erkek arkadaşım hocam,<br />

bakmayın biraz odundur ama… Aaa hocam, bizim devreden Murat vardı,<br />

hani çilliydi, şu ilerde simit satıyor da, eğer yolunuz düşerse…<br />

…..<br />

Bir gün öğrencilerimden birini, televizyonlardan birinde gördüm. Şarkı<br />

söylemeye çalışıyordu. Askılı bir atlet giymiş, pazulu kollarını açığa çıkarmıştı.<br />

Söylediği şarkıyı hiç duymamıştım. Öğrencilerimden biri şarkısını<br />

söylerken, jüri üyelerinden biri kahkahalar atarak güldü. Öğrencilerimden<br />

biri, şarkısını yarım bırakıp ağlamaya başladı. Çocukla kimsenin ilgilendiği<br />

yoktu. Üyeler kendi aralarında konuşuyorlar, biri diğerini elindeki yelpazeyle<br />

serinletiyordu. Öğrencilerimden biri, kendine bir şans daha verilip verilemeyeceğini<br />

sordu. Bunun üzerine jüri üyeleri yeniden güldüler. Kanal değiştirdim.<br />

Birkaç saniye sonra yeniden aynı kanala döndüm. Hâlâ öğrencilerimden<br />

birini gösteriyordu. Ona bir hak daha tanımış olmalıydılar. Bu defa hareketli<br />

bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ya da bana öyle geldi. Jüri üyelerinden<br />

kadın olanı (saç uçları yandaki üyenin yelpazesiyle havalanıyordu), öğrencilerimden<br />

birine uzun uzun baktıktan sonra, olmadı Necati, dedi, üzgünüm,<br />

gidebilirsin… O zaman, Necati, ansızın dizleri üzerine yığılıp, lütfennnn,<br />

dedi, lütfennnn… Ama lütfennnn…<br />

Televizyonu kapatıp balkona çıktım. Karanlık göklerin ortasında bir<br />

bulut, kapkara bir bulut, devâsâ bir bulut gördüm. İçinde binlerce küçük<br />

helezon kaynaşan, kaynaşan, kaynaşan bir buluttu gökteki. <strong>Ben</strong>i almaya<br />

gelmiş bir gemi, dedim karıma, beni almaya gelmiş olmalılar, hadi karıcığım,<br />

başka bir zaman diliminde, yeni konuklar eşliğinde yeniden görüşmek<br />

dileğiyle! Her zamanki garipliklerimden birini yaptığımı düşünen karım,<br />

elindeki yemek dergisinin sayfaları arasında derinleşirken, ben bulutun<br />

yumuşacık kollarına bıraktım kendimi. Bıraktım, bıraktım, bıraktım…<br />

Belki Murat’la Selin’i de alırız yoldan. Necati’yi görürsek teselli ederiz.<br />

248


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

HASRET<br />

249<br />

Osman KOCA<br />

d.1975-İstanbul,<br />

Gelmedi...<br />

Ertesi gün gelmedi...<br />

Daha ertesi günler gelmedi...<br />

Meraklanmıştım. Okuldan çıktığımız gibi bir solukta vardığımız şirin<br />

tepeciğimiz, onsuz adeta teslim bayrağı göndere çekilmiş bir kale gibiydi.<br />

Tepeyi ellerine geçirmek için her türlü hileye ve kurnazlığa başvuran aşağı<br />

mahallenin çocukları karşısında, o olmadan hiçbir varlık gösteremiyorduk.<br />

Kalemizin her düşüşünde yaşadığımız ezikliği, kekremsi kokusuna<br />

rağmen acı bir hap gibi yutmak zorunda kalmanın çaresizliğiyle arkadaşlarla<br />

göz göze gelmekten kaçınıyorduk.<br />

Yenik ordular kadar sahipsiz, ekinler gibi çürümüş, çil yavruları misali<br />

dağınık haldeydik yani.<br />

Çok zaman imrenerek bakardık bir vakitler bizim olan, bizden biri<br />

saydığımız tepeciğimize. Sürgün havasıyla geçmek bilmeyen uzun saatlerde,<br />

hep onu ve dolayısıyla tepeciğimizin gönderine çekeceğimiz bayrağımızı<br />

hayal eder dururduk. Bayrak dediğimiz de Sevda’nın evinden<br />

aşırdığı kenarları oya işlemeli, ortası beyaz bir gül deseniyle bezeli iki<br />

metrelik masa örtüsü, bir bez parçası yani.<br />

Ama o denli kıymetli ve değerli mi değerli...<br />

Devrildi güneşler... Üstüne üstüne devrildi aylar...<br />

Ama gelmedi...<br />

Bir türlü gelemedi Oğuz...<br />

Yokluğuna akıl sır erdiremedik. Bir yanımız çocuktu çünkü. Saçlarımız<br />

üç numara, üstümüz başımız her ne kadar kirlenmiş olsa da fiyakalı ve


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

hedeflerimiz en az tepeciğimiz kadar yüksekti... Ya göğün asık suratı<br />

ağlıyor yahut yağmur yağıyordu şehre. Böylesi vakitlerde bir başına<br />

kalırdı tepeciğimiz.<br />

İstilasız, hücumsuz, savunmasız...<br />

Annemle mutfakta konuşurken duymuştum canım babamı. Oğuz’u,<br />

Siyami bilmem nereye yatırmışlar. Hastaymış. Göğüs kafesinde ve kalbinin<br />

çeperlerinde genişleme varmış. Bizim Minnoş’tan, kafesin ne demek<br />

olduğunu biliyordum ama çeper daha önce hiç duymadığım bir sözcüktü.<br />

Babacığıma sormaya cesaret edemedim. ‘Olsun sabah öğretmenime<br />

sorarım’ diye geçirdim içimden. Ne de olsa o, her şeyi bilir. Bir çırpıda<br />

deyiverir çeperin ne demek olduğunu... Sabah oldu, okula gittim, sordum<br />

çeperi. Duvar, bölme, zar dedi öğretmenim.<br />

Demek ki dedim içimden, kalp de bir ev gibi... Duvarı, bölmeleri var.<br />

Ama zar, iyi bir şey olmasa gerek diye düşündüm. Soğanın zarı vardı<br />

çünkü. Bir de sözlükten çok bizim sokağın kahvesinden öğrendiğim zar<br />

tutan insanlar kötüydü...<br />

Siyami kim, kimse nerede oturuyor? Açık adresi falan vardır kesin.<br />

Öğretmenim bilir. Her şeyi bilir o.<br />

Siyami’yi de, uzayı da, matematiği de, hayat bilgisini de, feni de...<br />

Yağmur yağmadı ertesi sabah. Açıldı göğün perdeli yüzü. Tepeciğimiz<br />

yine işgal altındaydı. Direnemedik. Yediğimiz çamurların, sövgülerin<br />

haddi hesabı yoktu.<br />

Çünkü havada bulut, yanımızda Oğuz yoktu...<br />

Nihayet Nisanın 25’inde geldi okula. Saçları kazılıydı. Ağzında mavimsi<br />

bir poşet. Ela gözleri çukurlaşmış, gözbebekleri yumrulaşmış, iri<br />

gövdesi bir deri bir kemik kalmış. Tepeciğimizi yitirdiğimiz anlarda<br />

olduğu gibi şaşakalmıştık Oğuz’u bu garip halde görünce. Sorduk. Konuşmaması<br />

gerekiyormuş. Bilmem ne ‘siyon’ kaparmış yoksa. Herhalde<br />

mikrop ve virüs gibi bir şey olsa diye düşünüp sormadım öğretmenime.<br />

Nuran, iki gün önce bayram için aldığı kıyafetlerini anlattı ballandıra<br />

250


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

ballandıra. Sevda, sunduğu mini gitar resitali, Yeşim açtığı sergiyi söyledi.<br />

Sınıfın züppe çocuğu Mıstık yeni aldığı cep telefonunu gösterdi.<br />

Ama hiçbir tepki göstermedi Oğuz. Tıpkı sinirleri çekilmiş bir diş gibi,<br />

bembeyazdı yüzü. Meğer vedalaşmaya gelmiş. Çıkarken hüzünle<br />

baktım donuk gözlerine.<br />

“Tepecik” dedim Oğuz’a, “Sen gittiğinden beri yalnız ve öksüz.”<br />

Biliyorum dercesine kırptı gözlerini. Sol yanağındaki gamze, bir gül<br />

gibi açılıverdi. Yahut bana öyle geldi.<br />

Hasretle baktım ardından. Genzim yandı. boğazım kurudu. Koridorda<br />

koştum ardı sıra. Yarısında yetiştim. Dokunsalar ağlayacak gibiydim.<br />

Yutkunarak son bir gayretle; “Nereye gidiyorsun?” diye sordum.<br />

Oğuzun kemikli, damarlı ellerinden tutan irikıyım adam, dingin gövdesinden<br />

beklenilmeyecek incelikteki kadınsı sesiyle cevap verdi:<br />

“Oğuz, Rize’ye gidecek bir süreliğine...”<br />

Yürüdüler birlikte. Ardını dönmeden ekledi gizemli adam:<br />

“Yeşille mavinin kavuştuğu yere, memleketine gidiyor Oğuz. Uzunca<br />

bir tatil için...”<br />

“Peki ya ne zaman dönecek?” diye sormak, daha doğrusu haykırmak<br />

istedim. Çıkmadı sesim.<br />

Ağır ağır, sanki salına salına, sanki düşecekmiş gibi yürüyordu Oğuz...<br />

Baktım ardından. Bakakaldım koridoru bitirip merdivenlerden inene<br />

kadar. Adam, Oğuz’u kucağına aldı. Bahçenin girişine bakan pencereye<br />

seğirttim ben bu arada. Onları gözledim. Oğuz, bir ambulansa bindirildi.<br />

Sirensiz, tepkisiz, gürültüsüz gidiverdi ambulans...<br />

Tepeciğimize koştum hemen. Bir daha asla bizim olamayacak tepeciğimize.<br />

Oturdum... ve... doyasıya ağladım...<br />

O günden sonra gelmedi bir daha Oğuz...<br />

O günün ertesi sonralarında da öyle...<br />

En ertesi sonlarda bile...<br />

Yoktu işte...<br />

251


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Çağrı GÜREL<br />

d.1976-Osmaniye<br />

YAKA<br />

Seni içine çeken toprak orada, bütün canlılığıyla duruyor. Sen gittikten<br />

sonra biraz bakım yapılmış o kadar. İlerideki ana caddeden araçlar<br />

aynı şekilde geçiyor. Aynı şekilde seyrediyoruz onları, renk yarışı yapıyoruz,<br />

bugün en çok mavi renkli araçlar geçti.<br />

Geliyorlar, geçiyorlar ve gidiyorlar. Bak, karşıdaki bayırda ağabeyin<br />

Barış koyunları güdüyor yine, ablan Hülya, ağabeyine, annenin<br />

hazırladığı azığı götürmüş eve dönüyor. Bilirsin “yaşı büyüdü” denip<br />

okulu bırakalı bir hayli oldu. Aynı sırada otururdunuz.<br />

Küçüğün Bayram’ı yaşı tutmasa da okula aldık. Senin okula ilk başladığın<br />

zamanlardaki gibi onunla da tarzanca konuşup anlaşıyoruz. Arkadaşlarına<br />

çabuk alıştı. ‘Ömer* Ağabeyin Cennet’te’ diyoruz ona… Merak<br />

etme, emanetindir.<br />

Annen, babanın acısına sabrettiği gibi senin de gidişine alışmaya çalışıyor.<br />

Bütün eşyalarını ceviz sandığına kaldırdığını söylüyor, 5’lerle dolu<br />

karneni bile. Önlüğünü, pantolonlarını, kazaklarını, sen göçüp gitmeden<br />

karne hediyesi olarak verdiğim mendili...<br />

Çeşme gibi akardı burnun, lakabın Çeşme’ydi, hatırlar mısın?<br />

Giderayak geldim yanına. Sana veda edeyim dedim. Kusura kalma, bir<br />

mezar taşı bile yaptıramadık sana. Söyledik, annen kabul etse de öyle<br />

252


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

havada kaldı sözümüz. İmam Seyda izin vermedi. ‘Hayır hasenat yapacaksan<br />

yardım et, durumları iyi değil, hem bizim kültürümüzde böyle şeye yer<br />

yok’ dedi. Doğru da der. Baksana, babanın da yeri seninki gibi. Hiçbir şey<br />

yapılmamış, etrafı çevrilmemiş bile…<br />

-Öretmenim, öretmenim!<br />

-Söyle Mehmet Ali.<br />

-Seni Eyüp Öretmen çağırıyo öretmenim.<br />

-Hayırdır, servis mi geldi yoksa?<br />

-Yok öretmenim, şey, imzalayacağın bir kaç kâğıt kalmış. Biraz çabuk<br />

olmanı söyledi.<br />

-Olur oğlum, geliyorum, sen git hemen geliyorum.<br />

-Tamam öretmenim.<br />

-Şey, Mehmet Ali, Mehmet Ali!<br />

-Buyur öretmenim.<br />

-Gel hele, oğlum, gel, şey… <strong>Ben</strong> gidiyorum ya bugün, asker öğretmenlik<br />

bitti artık. Eski okuluma dönüyorum. Diyorum ki, senden bir şey<br />

istesem.<br />

-Ne öretmenim, emredin?<br />

-Bak, diktiğimiz çiçeklerin yanına yenilerini diktim. Buraya şöyle ara<br />

sıra su taşıyıp arkadaşının mezarını sulasan.<br />

-Ne demek öretmenim, başım gözüm üstüne, isteyin her gün... Zaten<br />

bilirsiniz; Ömer benim de can ciğer arkadaşımdı.<br />

-Hah! Aferin, sana zahmet, iyi bakasın buraya.<br />

-Sen merak etme öretmenim.<br />

-Sağol, son isteğim de...<br />

-Buyur öretmenim.<br />

253


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

-Şuraya mezarın yanına yanaş da üç gulhu bir elham oku. O güzelim<br />

sesinle oku da Ömer’le birlikte dinleyelim. Nasıl olsa caminin şu yaşta<br />

müezzini sensin.<br />

Ve Ağrı Dağı’na doğru ünlenen güzel bir nağmenin yanına neler katılmıyor<br />

ki…<br />

Şimdi geride bir okul var, arkadaşların, evin, ailen ve küçücük bir<br />

dünya.<br />

Önümüzde uçsuz bucaksız çorak topraklar.<br />

Yanımızda Ağrı Dağı.<br />

İleride sen...<br />

...<br />

Bir büyük köy uzaklaşınca küçülüyor. Servisin peşinden koşa koşa<br />

yorulan öğrencilerimin elleri havada. Öğretmenler, üzgün olduğumu<br />

bildiklerinden minibüsün arka tarafını bana ayırmışlar. Ellerim havada.<br />

Birden yan camı açıp seğirtiveriyorum dışarıya. Ellerim, gövdem dışarıda.<br />

Hiç görmemiştim köyün bu şekilde bulutlarla kaplı olduğunu. Belki de<br />

geri dönüp hiç bakmamıştım.<br />

Rüzgâr doluyor içime. Köyün bütün nefesini kucaklıyorum.<br />

“Gitmesen olmaz mı öretmenim?”<br />

“Gitmesem olmaz (mı?)”<br />

Birazdan o köy kaybolacak. Yokuşu aşınca bir resim kalacak geriye.<br />

Bir tebessüm etmeyi unuttuğum çocuk kaldı mı Allahım?<br />

Şoseyi kıvrılıyoruz artık. Köy iyice gözden kaybolmaya başlıyor. Yol<br />

kenarında, kavak ağaçlarıyla çevrili, beyaz badanalı, tezek kokulu bacası<br />

ve birazdan başları önlerinde, yerden okul çantası olarak kullandıkları<br />

poşetleri alarak birbirlerine hiçbir şey demeden, diyemeden, şakalaşamadan<br />

evlerine doğru gerisin geriye gidecek öğrencileriyle yalnızlığına<br />

bürünecek iki sınıflı okul, bütün samimiyetiyle selamlıyor beni, Ömer<br />

254


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

selamlıyor. Köy selamlıyor; kapıların önüne çıkmış yaşlılar, camiden<br />

imam, yolun altında virana dönmüş evlerin altında kalanlar ve yine tarlalarda<br />

çalışan adamlar, kadınlar, koyun süren çobanlar, ırmak, mezarlık,<br />

Ömer, Virandağ, Ağrıdağı, hepsi… Ömer selamlıyor…<br />

Birazdan kaybolacak Allahım. Birden:<br />

-Dur!<br />

-Ne Hocam!<br />

-Nuri bir dakka.<br />

-Niye Hocam?<br />

-Ya dur, dursana!<br />

Ani bir fren.<br />

-Bir dakika. Kusura bakmayın, bekletiyorum hocalar.<br />

İniveriyorum minibüsten. Minibüsün durduğunu görünce çocuklar<br />

tekrar koşmaya başlıyorlar. Ellerimle durmalarını gerektiren bir işaret<br />

yapıyorum onlara. Anlıyor bir çoğu, sonra da geri kalanı...<br />

El sallıyorum, el sallıyorlar yine. Minibüstekilerin gülüştüklerini tahmin<br />

edebiliyorum. Öğrenciler vedalaşmak için okulun önünde sıra olduklarında,<br />

vedalaşmadan evvel tahtaya yazdığım kelimeler dökülüyor dudaklarımdan.<br />

Yarın görecekler ama, ben yine de, avazım çıktığı kadar haykırıyorum:<br />

Sizi seviyorum!.<br />

*( Ömer: Bir tatil günü tarlada çalışırken elektrik kablolarının toprakla<br />

teması sonucu hayatını kaybetti. İkinci sınıf öğrencisiydi.)<br />

255


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

YAZARLAR SÖZLÜĞÜ<br />

ABASIYANIK SAİT FAİK: (Adapazarı, 1906- İstanbul,1954) Bursa Erkek lisesi ni<br />

bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki öğrenimini yarıda bıraktı.<br />

İsviçre’de bir süre İktisat öğrenimi gördü. İstanbul’a dönünce kısa bir süre öğretmenlik<br />

yaptı. Ardından ticarete atıldı. Bu işte başarılı olamayınca geçimini yazarlıkla sağlamak<br />

amacıyla gazete muhabirliği yaptı. Nerdeyse bütün ömrünü annesiyle birlikte<br />

Burgaz adasındaki köşklerinde geçirdi. Hikaye ve şiir türlerinde eserler verdi. 1934’ten<br />

itibaren kendini bütünüyle öyküye veren yazar; denizi, emekçileri, çocukları, yoksulları,<br />

işsizleri, balıkçıları yalın ve şiirsel bir dille anlatarak Türk edebiyatına yeni bir öykü<br />

anlayışı getirdi. Semaver, Sarnıç, Şahmerdan, Lüzumsuz Adam, Mahalle Kahvesi,<br />

Havada Bulut en tanınmış kitaplarıdır.<br />

AĞAOĞLU, SAMET: (Bakü, 1909-İstanbul,1982) İstanbul Hukuk Fakültesini<br />

bitirdi. Ekonomi ve Ticaret bakanlıklarında avukatlık, milletvekilliliği ve bakanlık<br />

yaptı. Varlık ve Yücel dergilerinde yayımladığı hikâyelerle dikkat çekti. Psikolojik<br />

tahlillere önem verdiği hikâyelerinde Dostoyevski’nin tiplerine benzer bulunan suça<br />

eğilimli, kuruntulu tipleri işledi. Hikâye dışında anı, inceleme gezi türlerinde de<br />

eserler verdi. Öğretmen Gafur, Büyük Aile, Hücredeki Adam, Babamdan Hatıralar,<br />

Arkadaşım Menderes… en tanınmış eserleridir.<br />

AKBAŞ, A. VAHAP: (Batman, 1954-)Batman Lisesi ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk<br />

Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Milli eğitim kurumlarında öğretmenlik ve yöneticilik<br />

yaptı. Şiir ve yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı. Bir süre Yeni Devir<br />

gazetesinde kültür-sanat sayfasını yönetti. Şiir ve roman dallarında çeşitli ödüller aldı.<br />

Eserlerinden bazıları şunlardır: Efgân, Gül Kıyamı, Kuş Olsun Yüreğim, Dünyayı<br />

Kaplayan Ağaç, Mavi Sesli Şiirler, Hüzün Coğrafyası, Bir Şehre Vardım…<br />

AKKUŞ, TAKİ: (Sivas, 1947-)Sivas İlk öğretmen okulunu bitirdi. Uzun süre öğretmenlik<br />

yaptı. Edebiyatla ilişkisi öğrencilik yıllarında başladı. Ilgaz, Oluşum, Karşı<br />

Edebiyat, Edebiyat81, Öğretmen Dünyası, Yogoslav Çevrem, Temmuz, Dönemeç,<br />

Eylül, Öykü, 4 Eylül Ortak Kitap, Berfin Bahar, Dergibi, Birikinti, İzedebiyat,<br />

Edebiyat Dünyası, dersimiz forum, gibi dergilerde öyküleri yazıları yayınlandı.<br />

ALTUNKOZAOĞLU, ZAFER: (Artvin, 1955-) Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsü<br />

Sosyal Bilgiler Bölümünü bitirdi. Erzurum Pasinler Lisesi'nde, Tekirdağ Anadolu<br />

Lisesi'nde, Çorlu M. A. E. Anadolu Lisesi'nde, özel bir dershanede ve Çorlu Reşadiye<br />

İ. Okulunda yöneticilik ve öğretmenlik yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı'nın düzenlediği:<br />

1992 Çocuk Kitapları Yarışmasında üçüncülük, 1993 Öğretmenler Arası Ödüllü Kitap<br />

Yarışmasında mansiyon aldı. Kültür Bakanlığı'nın desteğiyle Türk Edebiyatı Vakfı'nın<br />

düzenlediği 1982 Çocuk Yayınları Yarışmasında birincilik, 1996 Ömer Seyfettin<br />

Hikâye Yarışmasında üçüncülük, 2001 Ömer Seyfettin Hikâye Yarışmasında birincilik<br />

256


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

ödülleri aldı. Geceler ve Gündüzler, Dağlar ve Atlar, The Scarlet Crane, Yolculuk<br />

Düşünceleri basılan diğer eserleridir.<br />

BARAN, ETHEM: (Yozgat, 1962-) Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi<br />

Eğitim Yönetimi ve Plânlaması bölümünden mezun oldu. İlk desen, resim ve öyküleri<br />

1978 yılında Hisar dergisinde yayımlanmaya başladı, daha sonra çeşitli dergilerde<br />

öykü, deneme, eleştiri ve desenlerine yer verildi. İlk öykü kitabı Sonrası Ayrılık 1991<br />

yılında yayımlandı. İkinci öykü kitabı Kurutulmuş Gül Mevsimi ile Türkiye Yazarlar<br />

Birliği 1994 Hikâye Ödülü’nü, Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı ile 2005 Yunus Nadi<br />

Öykü Ödülü’nü kazandı. Bozkırın Uzak Bahçeleri adlı son öykü kitabı 2006’da<br />

yayımlandı.<br />

BUĞRA, TARIK: (Akşehir,1918 –İstanbul, 1994)Lise öğreniminden sonra çeşitli<br />

aralıklarla İstanbul Üniversitesi'nin Tıp, Hukuk ve Edebiyat fakültelerinde ikişer üçer yıl<br />

okuyup vazgeçti. Akşehir'de çıkardığı Nasrettin Hoca gazetesi ile gazeteciliğe başladı.<br />

İstanbul'a gelince Milliyet, Yeni İstanbul, Haber ve Tercüman gazetelerinde fıkralar<br />

yazdı, sanat sayfaları düzenledi. Haftalık Yol dergisini çıkardı. Hikaye, roman, gezi<br />

türlerinde eserler verdi. Eserlerinden bazıları: Oğlumuz, Yarın Diye Bir Şey Yoktur,<br />

Düşman Kazanmak Sanatı, Küçük Ağa, İbişin Rüyası, Firavun İmanı, Osmancık…<br />

BULUT, ŞEVKET (Kilis, 1936-, K. Maraş, 1996) Erzurum Tekniker Okulunu bitirdi.<br />

Çeşitli kurumlarda inşaat teknikeri olarak çalıştı. Askerliğini yedek subay öğretmen<br />

olarak yaptı. Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket, Milil Kültür, Töre gibi dergilerde hikâyeleri<br />

yayımlandı. Hikayeleri Al Karısı, Sarı Arabalar, Dilek Çınarı, Kefensiz Ölüler, Sınırdaki<br />

Tarla, Yıkık Minare, Baharı Göremeyen Çocuklar isimli kitaplarında toplandı.<br />

CANAN, NEVZAT: (Kırklareli, 1961-) Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi<br />

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Halen öğretmenlik yapıyor. Ağırlıklı<br />

olarak hikaye ile ilgileniyor. Hikayeleri Ağlayan Çınarlar Parkı ve Sandal Sefası isimli<br />

kitaplarda toplandı.<br />

ÇETİN, DURAN: (Konya, 1964-) Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirdi.<br />

Halen Konya’da öğretmenlik yapmaktadır. Hayata, gerçeğe ilişkin olarak yalın bir<br />

dille yazdığı öyküleriyle tanındı. Roman türünde de eserler verdi. Bir Adım Ötesi,<br />

Yolun Sonu, Bir Kucak Sevgi, Gözlerdeki Mutluluk…yayımlanmış eserlerinden<br />

bazılarıdır.<br />

ÇEVİKSOY, OSMAN: Çorum,1951-) GEE Türkçe Bölümünü 1979’da bitirdi. 1982–<br />

1987 yılları arasında öğretmen olarak Almanya’da çalıştı. Daha sonra Gazi Üniversitesi<br />

Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. 1977’den beri çeşitli<br />

düşünce, sanat, edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlandı. 1981’de Kültür Bakanlığı<br />

“100. Yıl” yarışmalarında “Beyaz Yürüyüş” ile öykü dalında birinci oldu. Türkiye<br />

257


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

Yazarlar Birliği tarafından 1985’te “Duvarın Öte Yanı” ile “yılın hikâyecisi” seçildi.<br />

Eserleri: Beyaz Yürüyüş, Tutuklu Yürek, Ağlamak Yasak Duvarın Öte Yanı, Kar<br />

Yağar Gül Üstüne, Derdimi Gül Eyledim, Geriye Hüzün Kalır, Sana Seni Anlatmak …<br />

ÇOKUM, SEVİNÇ :(İstanbul, 1943-) İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı<br />

Bölümü'nü bitirdi. Bir süre edebiyat öğretmenliği yaptı. 1975'te öğretmenlikten<br />

ayrılarak kendisini edebî çalışmalara verdi. Türk Edebiyatı dergisinin yazı işleri<br />

müdürlüğünü yürüttü, Türkiye gazetesinde yazdı. Edebiyat dünyasına hikâye ile girdi.<br />

Hikâyeleri Hisar, Türk Edebiyatı, Töre dergilerinde çıktı. Sonra Romana yöneldi.<br />

Sosyal ve tarihî romanlar kaleme aldı. Bir Eski Sokak Sesi, Evlerinin Önü, Onlardan<br />

Kalan, Bizim Diyar, Hilâl Görününce Ağustos Başağı…eserlerinden bazılarıdır.<br />

DAYIOĞLU, GÜLTEN: (Emet, 1935-) İstanbul’da Atatürk Kız Lisesini bitirdi. Bir<br />

süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okudu. Dışardan sınavlara girerek<br />

ilkokul öğretmeni oldu. Uzun süre bu mesleği yaptı. İlkokul yıllarında n beri yazıyor.<br />

Çocuk edebiyatımızın ülkemizdeki en önemli yazarlarındandır. Çocuk edebiyatının<br />

yanı sıra yetişkinler ve gençlere yönelik eserler de yazdı. Yabancı yazarlardan uyarlamalar<br />

yaptı. Fadiş, Suna’nın Serçeleri, Ölümsüz Ece, Yeşil Kiraz, Kaf Dağına Yolculuk…eserlerinden<br />

bazılarıdır.<br />

EKİCİ, NECDET: (Kahramanmaraş, 1955-) Samsun Eğitim Enstitüsü Türkçe<br />

bölümünü bitirdi. Milli Eğitim kurumlarında öğretmen olarak görev yaptı. Türk<br />

Edebiyatı, Türk Yurdu, Güneysu, Kardelen gibi dergilerde hikâyeleri, deneme ve<br />

incelemeleri yayımlandı. Çalışmaları çeşitli kuruluşlarca ödüle layık görüldü.Eserlerinden<br />

bazıları şunlardır: Yüreğimi Sana Bıraktım, Yüreğimdeki Cemre,<br />

İdeoloji ve İnsan..<br />

ER, SIRRI: (Ankara, 1961-) Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi<br />

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. 1979 yılından beri birçok yayın organında<br />

yazı ve hikâyeleri yayımlanmıştır. Çalışmaları çeşitli kurumlarca ödüllendirildi.<br />

Yayımlanmış eserlerinden bazıları şunlardır: Canım Babam, Öykü Yumağı, Kırık<br />

Kolla Gelen Mutluluk, Efsane, Suç Ortağı, Kümesteki Tilki, Canım Öğretmenim,<br />

Okumayı Seviyorum…<br />

ERYİĞİT, İBRAHİM: (Ankara, 1958-) Gazi Eğitim Fakültesi Matematik Bölümünü<br />

bitirdi. Çeşitli lise ve dershanelerde öğretmenlik yaptı. Halen, bir dershanede öğretmenlik<br />

yapmaktadır. Şiir ve yazıları Aylık Dergi, Yönelişler, Dergâh, Yedi İklim,<br />

Kayıtlar, İkindi Yazıları, İktibas, Edebi Pankart, Kardelen, Kırağı, Ayane, Albatros,<br />

Düş Çınarı, Ünlem, Edebiyat Ortamı, Hece, Ardıç ve Yolcu dergilerinde yayımlandı.<br />

GÜMÜŞ, NACİ: (Ergani, 1951-) Anadolu Üniversitesi Türkçe Bölümü Lisans<br />

mezunu. Pek çok okulda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. Sanat ve edebiyat çalış-<br />

258


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

maları Türk Edebiyatı, Hisar, Fikir ve Sanatta Hareket, Mavera, Sızıntı, Kırkikindi,<br />

Yağmur, Yeniden inkişaf, İzmir İzmir, Yeni dergi, Yedi iklim, Ayvakti ve Millî Eğitim<br />

dergilerinde/ Ergani, Çiğli, Millî Hakimiyet (Yerel Gazeteler), Zaman, Yeni Şafak<br />

gazetelerinde yayınlandı. Şiirleri Bir Özge Mevsim isimli kitapta toplandı. Basıma<br />

hazır çok sayıda eseri vardır.<br />

GÜNGÖR, RECEP ŞÜKRÜ: (Kahraman Maraş, 1971-)Cumhuriyet Üniversitesi<br />

Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Güngör, Martı edebiyat seçkisi (1995-1998) ve<br />

Yitik Düşler (2001-2004) dergisini çıkaran kadro içinde yer aldı. Öyküleri; Martı,<br />

Okuntu, İnsan Saati, Yalnızardıç, Yitik Düşler, Sühan, Kaşgar, Edebiyat Yaprağı,<br />

Tasfiye, Yedi İklim, Hece Öykü, Sızıntı, Yağmur, Ardıç dergilerinde yayımlandı.<br />

Basılmış eserleri şunlardır: Yüreğimin Mevsimi, Kuruluş/Kurtuluş, Hüsn ile Aşk,<br />

Âdem ile Havva, Yas Ayini, Can Ağrısı<br />

GÜNTEKİN, REŞAT NURİ : (İstanbul, 1889- Londra, 1956) İstanbul Darülfünûn<br />

Edebiyat şubesini bitirdi. Yurdun çeşitli yerlerinde öğretmenlik, Milli Eğitim Bakanlında<br />

müfettişlik ve milletvekilliği yaptı. Eserlerini sade bir Türkçe ile yazdı. Hikayeden<br />

romana, gezi yazılarından oyun yazarlığına birçok türde eser verdi. Türk edebiyatında<br />

öğretmen ve eğitim meselelerini en çok işleyen yazarımızdır. Kahramanı bir<br />

öğretmen olan Çalıkuşu, onun en sevilen eseridir. Yine Dudaktan Kalbe, Acımak,<br />

Yaprak Dökümü, Bir Kadın Düşmanı çok ilgi gören eserleri arasındadır.<br />

GÜREL, ÇAĞRI: (Osmaniye, 1976-) 100. Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf<br />

Öğretmenliği Bölümünü bitirdi. Ihlamur, Hazan, Seyir, Kırağı dergilerinde çalıştı.<br />

Şiirleri ve yazıları birçok dergide yayımlandı. Şiir, hikaye ve deneme türlerinde eserler<br />

verdi. Şehrin ve Şarabın Adamları, Vakit Çıkmadan, Her Masal Yarım, Yüzyılın<br />

Maçı…yayımlanmış eserleridir.<br />

GÜREL, REŞAT: (Osmaniye, 1950-) İlk, orta ve liseyi Osmaniye’de bitirdi. Ankara<br />

Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi mezunu. “Rahime Hatun, Sadaktaki Üç Ok,<br />

Çelikten Damlayan Sular, Düşler Seninle Ulu, Her Dem Yeniden Doğarız, adlarında<br />

tiyatro, hikaye ve hatıra alanında yayınlanmış eserleri vardır. Osmaniye Zorkun<br />

Yaylası çocuk şenlikleri ve karaoğlanoğlu koşusunun ilk tertip ve düzenleyicisidir.<br />

HARMANCI, ABDULLAH: (Konya, 1974-) İlk öyküsü 1995 yılında Dergâh<br />

dergisinde yayınlandı. O tarihten itibaren başta Dergâh ve Hece Öykü olmak üzere<br />

çeşitli dergilerde öyküleri yayınlandı. Selçuk Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı bilim<br />

dalında doktora öğrencisi. Öykü kitapları : Muhteris , Ertesi Dünya, Yerlere Göklere….<br />

HARMANCI, MEHMET: (Konya, 1972-) Halen, Selçuk Üniversitesi İlahiyat<br />

Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü, İslam Felsefesi Ana Bilim Dalında araştırma<br />

görevlisi ve S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsünde İslam Felsefesi alanında doktora<br />

259


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

çalışmasını sürdürüyor. İlk öyküsü Kasım 1994'te Dergah'ta yayımlandı. O tarihten<br />

sonra, Gülyağmuru, Çerağ, Jurnal, Yürüyüş, Absürdistan, Hece ve Kökler’de öyküler<br />

yayımladı. Eserlerinden bazıları şunlardır: Güneş Ağlayınca, Davul Tozu Minare<br />

Gölgesi…<br />

KAPLAN, SADETTİN, (Ağrı, 1944-) Astsubay Okulunu bitirdi. Jandarma teşkilatında<br />

yurdun muhtelif il ve ilçelerinde 20 yıl hizmetten sonra, 1986 yılında emekli oldu.<br />

Hareket, Boğaziçi, Ece, Kültür ve Sanat, Edebiyatta Çığır, Size ve Türk Edebiyatı gibi<br />

dergilerde şiir ve hikâyeleri yayınlandı. Edebiyatın hemen her dalında eser veren<br />

Kaplan’ın, kitapları dışında tiyatro, senaryo ve radyo oyunları da bulunmaktadır.<br />

Yayınlanmış eserlerinden bazıları şunlardır: Kara Kasırga, Şahidim Kılıcımdır,<br />

Plevne’ye Saplanan Tuğ, Uçurumun Çağrısı, İğde Dalı, Yunus Meltemi, Sığ Sular,<br />

Camda Sinek Ezmek,Ferman, Sular Susadıkça, Gönül Cemresi, Gülendam, Esmâ’dan<br />

Esintiler..<br />

KANTER, NECATİ, (1949, Elazığ-)Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde<br />

tamamladı. Çeşitli okullarda öğretmenlik ve yöneticilik yaptı. Fırat Üniversitesi<br />

İlahiyat fakültesinde “Türk İslam Edebiyatı” uzmanı olarak görevini sürdürmekte olan<br />

yazar “Bizim Külliye” dergisi kurucuları arasında yer aldı. Öykü ve yazıları Günışığı<br />

gazetesi, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Muştu, Türk Edebiyatı, Berceste,<br />

Kültür Dünyası, Yedi İklim ve Bizim Külliye Dergilerinde yayınlandı. Hikâyeleri<br />

henüz kitaplaşmamıştır.<br />

KARATAŞ, HİMMET: (Antalya, 1972-) Lise son sınıftayken, yerel bir gazetenin<br />

düzenlendiği şiir yarışmasında üçüncü oldu (1989) . Burdur Eğitim Fakültesinde<br />

yüksek öğrenimine devam ederken bir grup arkadaşıyla İlkyaz adında bir kültür sanat<br />

dergisi çıkardı (1992). Evli ve iki çocuk babası olan Karataş, öğretmen olarak çalışma<br />

hayatını sürdürüyor. Şiir, öykü ve deneme yazıları: Hazan, Kırağı, Çerağ ,Yedi İklim,<br />

Seyir, Rayiha, Likâ, Taşra Edebiyat, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim dergilerinde<br />

yayımlandı.<br />

KISAKÜREK NECİP FAZIL, (İstanbul, 1905- 1983) İstanbul Edebiyat Fakültesi<br />

Felsefe Bölümü'nü bitirdi. Fransa'da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu.<br />

Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe<br />

müdürü olarak çalıştı. Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara<br />

Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde<br />

hocalık yaptı. Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul<br />

olmadı. Başka şiir olmak üzere edebiyatın hemen her türünde eserler verdi. Çile, Bir<br />

Adam Yaratmak, Reis Bey, Hikâyelerim, İdeolocya Örgüsü…eserlerinden bazılarıdır.<br />

KOCA, OSMAN: (İstanbul, 1975-) MEB bünyesinde öğretmenlik yaptı. Başta<br />

Dergah, Türk Edebiyatı ve Yedi İklim olmak üzere değişik edebiyat dergilerinde öykü<br />

ve incelemeler yayınladı. “Hayata Dair” isimli öyküsüyle 2003 yılı “Orhan Kemal”<br />

260


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

öykü ödülüne layık görüldü. Yine aynı yıl “Kral Suban” adlı eseriyle “Beyan Yayınları/Romancı/2003/<br />

İlk Romanlar” ödülünü kazandı. Doğu ve Türk klasikleri üzerine<br />

çeviri ve transkrip ürünleri hazırladı.<br />

KOÇAK, HÜZEYME YEŞİM: (Kütahya/Tunçbilek, 1958) İlk ve Ortaokulu Tavşanlı’da,<br />

liseyi İstanbul’da tamamladı. Türk Edebiyatı Dergisi’nin düzenlediği Ömer<br />

Seyfettin Hikâye Yarışması’nda; 1997, 2000, 2001 yılında ödül aldı.2002’de, Beyan<br />

Yayınları’nın açtığı “İlk Romanlar Yarışması’nda” “Sinderella’nın Pabucu” isimli<br />

romanıyla üçüncü oldu. Yedi İklim, Edebiyat Otağı, Berceste, Bilgi Yolu, Barem,<br />

Gözyaşı, Sarmaşık gibi dergilerde ve bazı gazetelerde öykü ve çeşitli yazıları yayınlandı.<br />

Yayımlanmış eserleri şunlardır: Saklı Değerler, Bırakın Güzel Konuşsun,<br />

Muhabbet Buyursun Gelsin, Bana Gönülden Çalıp Söyle, Bekleyen, Çoban Aşkın<br />

Çocuğuydu, Ey Ruh(um) Geldinse Masaya Vur.<br />

KURT, CELÂLETTİN: (Elbistan, 1960-) İstanbul Atatürk Eğitim Enstitü'sünü<br />

bitirdi. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde öğretmenlik görevini sürdürdü. Çalışmaları<br />

Dolunay, Türk Edebiyatı, Uzun Sokak, Erguvan, Konevi, Kar Çiçeği, Güneysu,<br />

Seviye, Gündönümü, Millî Eğitim, Tebeşir, Bizim Kalemler, Yeni Ufuk, Berceste,<br />

Türkiye Çocuk, Şafak Çocuk gibi yayın organlarında yayınlandı. Eserledinden bazıları:<br />

Gönlünüz Çiçek Tarlası, Üç Gül Düştü Gönlümüzden, Çiçekler Artık Solmasın,<br />

Gülnâre, Adın Kaldı Yüreğimde, Dibâce-i Aşk, Mavi Kuşun Rüyası….<br />

MALKOÇ, M.NİHAT: (Trabzon,1970-)KTÜ/Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve<br />

Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünü bitirdi. Gümüşhane Lisesi’nde başladığı öğretmenlik<br />

görevini halen Trabzon Anadolu Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni<br />

olarak görev yapmaktadır. Bugüne kadar, pekçok dergi ve gazetede fikrî, edebî, felsefî<br />

ve kültürel konularda yüzlerce yazı ve şiir yazdı. Karadeniz Yazarlar Birliği kurucularındandır.<br />

Halen bu birliğin üyesidir. Şiir, deneme ve araştırma yarışmalarında birincilik,<br />

ikincilik, üçüncülük ve mansiyon olmak üzere onlarca ödül kazandı.<br />

OĞUZ, MUSTAFA: Erdemli, 1969-) 9 Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi<br />

Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Yurtiçinde ve dışında eğitimci olarak görev yaptı.<br />

Yazı ve şiirleri Hece, Yedi iklim, Dergâh, Kayıtlar, Kırkikindi, İkindiyazıları, Kardelen,<br />

Lamure, Ardıç, Ayvakti, Dergibi, Martı, Bir Nokta, Kitap Postası, Yitik Düşler…<br />

dergilerinde yayınlandı. Yayınlanmış eserleri Gül Çağıran Çocuk, Şehrin Hâkimi,<br />

Ramazan Çiçeği, Cennetlik Anne, Aynalar ve Renkler, Hicret Resimleri yayımlanmış<br />

kitaplarından bazılarıdır.<br />

ÖMER SEYFETTİN:(Gönen, 1884- İstanbul,1920) Harbiye mektebini bitirdi.<br />

Anadolu ve Rumeli’de subay olarak görev yaptı. Daha sonra ordudan ayrıldı. Öğretmenliğe<br />

başladı. Ziya Gökalp ve A. Canip Yönetme’le Milli Edebiyatın öncülüğünü<br />

yaptı. Edebiyatımıza hikaye türünü yerleştiren ilk önemli yazarımızdır. Hikayelerinin<br />

261


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

konularını günlük hayattan, çocukluk ve askerlik hatıralarından, efsanelerden, halk<br />

fıkralarından ve tarihten aldı. Hikayelerinin yanı sıra roman ve şiirler de yazdı.İlk<br />

Düşen Ak, Yalnız Efe, Bomba, Falaka en çok tanınan eserleridir.<br />

PEKŞEN, FATMA: (Sivas/ Divriği, 1962-)İlkokul yıllarından beri haşır-neşir olduğu<br />

hikayelerini 80’li yıllardan sonra gün ışığına çıkardı. Hikaye, deneme, yemek ve<br />

folklor ağırlıklı yazıları Kardelen, Yemek Zevki, Motif, Erciyes, Derkenar gibi<br />

dergilerde, genel ve bir çok yerel gazetede, bazı TV ve radyolarda yayınlandı. Hikaye,<br />

deneme ve folklor araştırma çalışmalarını sürdüren yazarın basılmış eserlerinden<br />

bazıları şunlardır: İpek Hayâller, Mavi Hayal Pembe Düş, Kızlar Yurdu, Çılgın Kızlar<br />

Kantini, Menekşe Kokulu Bahar, Kavak Yelleri<br />

SARIYÜCE ,HASAN LÂTİF :(Sungurlu, 1929-) Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat<br />

bölümünü bitirdi. Çeşitli okullarda öğretmenlik ve yöneticilik yaptı. 1965 seçimlerinde<br />

bir dönem mellitevikilliği yaptı. Çocuklar için masallar başta olmak üzere roman,<br />

hikaye v eşir dallarında çok sayıda eser verdi. Ayrıca mesleki kitaplar, kaynak ve ders<br />

kitapları yazdı. Birçok dergide şiir, deneme ve hikayeleri yayımlandı. Eserlerinden<br />

bazıları şunlardır: Çocuk ve Şiir, Gökten Üç Elma Düştü, Anadolu Efsaneleri, Altın<br />

Öğütler, Keloğlan Masalları, Üç Ayaklı Oğlak…<br />

SORGUNLU, ÜMİT FEHMİ, (Kayseri, 1949-) Sümer Lisesini bitirdi. Çeşitli<br />

kurumlarda memur olarak çalıştı. Sanat hayatına 1969 yılında şiirle başladı.1976<br />

yılında “Doğuş” edebiyat dergisini çıkardı. 1995 yılında “Öncü” edebiyat, kültür ve<br />

sanat dergisinin genel sanat yönetmenliğini yaptı. Akın Günlük ve Hakimiyet gazetelerinde<br />

“Divit Sanat” adında bir kültür, sanat eki hazırladı. 1970 yılından beri Hisar,<br />

Eğitim ve Kültür, Bilim ve Düşünce, Doğuş (Ankara), Yağmur, Dergâh ve Türk<br />

Edebiyatı gibi birçok edebiyat dergisinde şiir ve hikâyeleri yayınlandı. Basılmış<br />

eserleri şunlarıdır: Acılar Nerede Başlar, Yağmur Yağmıyordu , Eylül Vurgunu, Gülün<br />

Müjdesi<br />

SOYAK, MURAT: (Niğde, 1971-) Marmara Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türk Dili<br />

ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Halen bir lisede Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni<br />

olarak görev yapıyor. Yedi İklim, Düş Çınarı, Çerağ, Yitik Düşler, Ay Vakti,<br />

Likâ, Taşra Edebiyat, Eğitim, Mavi Yeşil, Türk Dili, Yolcu, Yağmur, Ardıç, Değirmen,<br />

Akpınar, Genç Kardelen, Bir Nokta isimli sanat-edebiyat dergilerinde şiir, öykü<br />

ve deneme türünde yazıları yayımlandı. “Irmaklarca” isimli şiir kitabı 2006 senesinde<br />

yayınlandı.<br />

ŞİMŞEK, TACETTİN: (Gümüşhane, Torul- Altınpınar 1961). Atatürk Üniversitesi<br />

Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Halen, Kâzım<br />

Karabekir Eğitim Fakültesi’nde Türkçe Eğitimi Bölümünde öğretim üyesi olarak<br />

çalışmaktadır. Akademik araştırmaları ve bilimsel dergilerde yayımlanan makaleleri<br />

262


BEN ÖĞRETMENİM ÇOCUKLAR | Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi<br />

yanında hikâye ve şiir, deneme, tiyatro gibi türlerde çalışmalar yaptı. Şiir ve yazıları<br />

Köprü, Türk Edebiyatı, Doğuş Edebiyat, İlkyaz, Mina, Karçiçeği, Yedi İklim, Palandöken,<br />

Hece, Taşra, Sühan, Cümle, Türkçem gibi dergilerde yayımlandı. Eserlerinden<br />

bazıları: Türkçem Eyvah!, Çocuk Edebiyatı, İlköğretimde Drama, Okul Tiyatrosu,<br />

Eylülce…<br />

YALÇIN, HÜSEYİN CAHİT: (Balıkesir, 1874- İstanbul,1957) Yüksek öğrenimini<br />

Mekteb-i Mülkiye'de tamamladı. Vefa ve Mercan İdadilerinde Türkçe ve Fransızca<br />

öğretmenliği yaptı. 1900 yılında Servet-i Fünun Dergisi yönetimini üstlendi. II.<br />

Meşrutiyet'in ilanından sora memurluktan ayrıldı. Tanin'i çıkardı. Milletvekili seçildi.<br />

İstanbul'un işgal edilmesi üzerine İngilizlerce tutuklanıp Malta Adasına sürgüne<br />

yollandı. Dönüşünde yeniden Tanin'i çıkardı. Ulus Gazetesi'nde başyazarlık yaptı.<br />

Roman, hikaye, anı, biyografi, makale türlerinde eserler verdi. Nadise, Hayal İçinde,<br />

Hayat-ı Muhayyel, Hayat-ı Hakikiyye Sahneleri, Kavgalarım,Edebi Hatıralar en<br />

tanınmış eserleridir.<br />

YALSIZUÇANLAR, SADIK: (Malatya, 1962-) Hacettepe Üniversitesi Türkoloji<br />

Bölümü'nden mezun oldu. Bir süre öğretmenlik ve yayıncılık yaptı. TRT'de yapımcı<br />

olarak çalışıyor. Şiir, öykü, dreneme, masal, inceleme türlerinde eserler verdi. Eserlerinden<br />

bazıları şunlardır: Şehirleri Süsleyen Yolcu, Gerçeği İnciten Papağan, Kuş<br />

Uykusu, Güzeran, Yakaza, Rüya Sineması, Düş Gerçekleri ve Sinema, Korku ve Ümit<br />

ve Aşk, Düşkırığı, Geçen Gün Ömürdendir, Tarafsızlık Masalı, Televizyon ve Kutsal,<br />

Mavi Kanatlı Bir Kuş, Düş Bahçesi.<br />

YAZGAN, BESTAMİ: (Osmaniye, 1957) Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden<br />

mezun oldu. Halen edebiyat öğretmenliği yapan şair; Osmaniye’de on yedi yıl<br />

yayınlanan Güneysu Kültür Sanat ve Edebiyat dergisinin de genel yayın yönetmenliğini<br />

yaptı. On dördü şiir, otuz beşi masal ve bir tanesi hikaye kitabı olmak üzere, toplam<br />

elli basılmış eseri bulunan yazar; 1994 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından<br />

Çocuk Edebiyatı dalında “Yılın Yazarı”, 2003 yılında Çocuk Edebiyatçıları ve Yayıncıları<br />

Birliği tarafından “Yılın Şairi” seçildi. Eserlerinden bazıları şunlardır: Yıldızlara<br />

Astık Yüreğimizi, Uçtu Uçtu Şiir Uçtu, Güneşle Ay Duymasın, Hazinenin Şifresi..<br />

263

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!