ÃaÄrı 108'i pdf olarak indir - YDÄ° ÃaÄrı
ÃaÄrı 108'i pdf olarak indir - YDÄ° ÃaÄrı
ÃaÄrı 108'i pdf olarak indir - YDÄ° ÃaÄrı
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Karkerên jin û mêr!<br />
Ji xeynî zencîrên we tiştekî<br />
we yê wendakirinê tune!<br />
Hûn dikanin cîhanekê<br />
nu wergirin!<br />
Kadın ve erkek işçiler!<br />
Zincirlerinizden başka<br />
kaybedecek birşeyiniz yok!<br />
Kazanacağınız<br />
yeni bir dünya var!<br />
Şubat 2007/02 • FİYATI 2,50 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X108<br />
AYLIK<br />
SİYASİ<br />
GAZETE<br />
SAYI • HEJMAR
• editörden - içindekiler<br />
Editörden...<br />
Değerli Okuyucu,<br />
Hrant Dink... Önce yargılandı ve<br />
hedef gösterildi, ardından katledildi.<br />
Halkların kardeşliği için çarpan<br />
bir yürek daha ırkçılığın zehiriyle<br />
söndürüldü. Ardından onu hedef<br />
gösterenler, onun katledilmesinde<br />
esas sorumlu olanlar, hatta onun<br />
katledilmesini emredenler timsah<br />
gözyaşları döktüler. Hrant Dink’in<br />
kalleşçe katlinin ertesinde kısa bir<br />
süreliğine de olsa oluşan duygu<br />
seli, hemen ardından estirilen<br />
ırkçı havayla boğuldu ve mağdur<br />
<strong>olarak</strong> Türkiye gösterilmeye<br />
çalışıldı. Sanki mağdur olan<br />
düşüncelerinden dolayı, halkların<br />
kardeşliğini savunduğundan<br />
dolayı devlet tarafından hedef<br />
gösterilen ve ırkçı faşist tetikçiler<br />
tarafından katledilen Ermeni<br />
vatandaşı Hrant Dink değilmiş de<br />
Türkiye’nin prestijiymiş! Başbakan<br />
Erdoğan ilk tepkisinde yapanları<br />
yurtdışında arıyordu, şimdiyse<br />
“derin devlet”te arıyor. Her ikisi de<br />
hedef saptırmadır. “Derin devleti”<br />
de devletin içinde kendi başlarına<br />
gizlice faaliyet yürüten bir takım<br />
çeteler <strong>olarak</strong> tanımlıyor Başbakan<br />
Erdoğan. Suçluları, sorumluları<br />
öyle bilinmeyen yerlerde aramaya<br />
gerek yok. Derin devlet devletin ta<br />
kendisidir. Bu devlet yasalarıyla,<br />
301’leriyle, Terörle Mücadele<br />
Kanunları’yla, mahkemeleriyle,<br />
F Tipleriyle, işçilere, emekçilere<br />
ve halklara düşman yasalarıyla<br />
ve uygulamalarıyla gayet uyumlu<br />
çalışmaktadır. Derin devlet de<br />
devletin bütün diğer kurumları gibi,<br />
sermayenin çıkarlarını savunan,<br />
emekçilere ve ezilen halklara<br />
düşman olan bu devletin bekaası<br />
için çalışmaktadır.<br />
*<br />
Değerli okuyucular, bu sayımızın<br />
kapağını ve başyazısını Hrant<br />
Dink’e ayırdık. Hrant Dink’i ve<br />
onu katledenleri işçi sınıfına ve<br />
emekçilere tanıtmak önemlidir.<br />
Geçtiğimiz ay yaşanan bir<br />
diğer önemli gelişme ölüm orucu<br />
eyleminin sonlandırılmasıydı. Biz<br />
devrimci kararlılığını fazlasıyla<br />
ispatlamış olan daha fazla<br />
devrimcinin ölmesinin önlenmesi<br />
anlamına gelen bu kararı olumlu bir<br />
adım <strong>olarak</strong> değerlendirdik, kısa bir<br />
tavrı bu sayımızda yayınlıyoruz.<br />
Bu arada gazetemizin sahibi<br />
Aziz Özer de 301’inci maddeden<br />
yargılanan yazılar gerekçe<br />
gösterilerek ölüm tehdidinden<br />
nasibini almış bulunuyor. Dedik<br />
ya, devlet uyumlu çalışıyor. Önce<br />
hemen her sayımıza 301. Maddeden<br />
veya Terörle Mücadele yasasından<br />
davalar açılıyor, susturamıyorlar,<br />
ardından para ve hapis cezaları<br />
yağıyor, susturamıyorlar, sonra<br />
ölüm tehditleri geliyor. Bu da etkili<br />
olmayınca Hrant Dink örneğinde<br />
olduğu gibi öldürerek susturmayı<br />
da deneyebilirler. Fakat bunlar<br />
boşuna. Güneş balçıkla sıvanmaz,<br />
gerçeklerin üstü örtülemez. Biz<br />
de ne olursa olsun gerçekleri<br />
yazmaktan vazgeçmeyeceğiz.<br />
YDİ ÇAĞRI, 04 Şubat 2007 •<br />
İçindekiler<br />
GÜNDEM<br />
“Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz !”. 3<br />
Hedef gösterildi, katledildi.... 4<br />
Onbinler sel olup aktı... . 6<br />
PANORAMA<br />
Küçük bir ülkede ilginç bir darbe… . 7<br />
Barışın uğramadığı ülke… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />
YENİ KADIN DÜNYASI<br />
Kadın fabrika işçilerinin delegelerini ziyaret - Roland Holst -. . . . . . . 10<br />
YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />
Sendikal hak ve özgürlükler üzerine kısa bir tarihçe<br />
ve mevcut durum üzerine (1) .<br />
EK:1<br />
Trakya Sanayi işçileri ile dayanışma gecesi .<br />
EK:3<br />
Ditaş’ta mücadele sürecek!.<br />
EK:3<br />
Çakıcı Kalıp’ta işçiler işten atıldı ve sendikalaşma hakları gasp edildi . . EK:4<br />
Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi.<br />
EK:4<br />
Emek Platformu bileşenleri alanlardaydı….<br />
EK:4<br />
Dandy işçileri haklarını arıyor .<br />
EK:5<br />
Graniser işçilerinden tüm işçilere açık mektup .<br />
EK:5<br />
Tümtis Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı 13-14 Ocak 2007 .<br />
EK:6<br />
Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi.<br />
EK:6<br />
ITUC ilkeler bildirgesi sınıflar mücadelesini yok sayıyor.<br />
EK:7<br />
Sendikal hakları yok etmenin yeni adı: 4-b .<br />
EK:8<br />
Yakışır....<br />
EK:8<br />
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />
“Türkiye barışını arıyor” mu acaba?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11<br />
Nâzım Hikmet’e kim pislik sıçratıyor?. 13<br />
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ<br />
Nükleer enerjiden vaz mı geçiliyor?. 14<br />
Egemenlerin kar hırsı ve yok olan doğa! . 15<br />
Yenilenebilir, alternatif bir enerji kaynağı; . 16<br />
Güneş enerjisi!. 16<br />
YENİ GENÇLİK DÜNYASI<br />
Gençliğe düşen görev geleceği için<br />
enternasyonalist devrimci mücadeleye sarılmaktır . 17<br />
Kapitalizmde işçi olmak . 17<br />
GÜNCEL<br />
Basına ve Kamuoyuna . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18<br />
Yargıtay 9. Ceza dairesinin verdiği karar skandal bir karardır. . . . . . . 18<br />
Erol Zavar’a özgürlük! . 18<br />
Ölüm orucu eylemi sonlandırıldı Tecrite karşı mücadele sürecek! . 19<br />
Gündemde Kerkük var . 19<br />
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer<br />
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />
• Yönetim Yeri ve Adresi:<br />
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok., No: 8, Şişli - İstanbul<br />
• Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27<br />
• Banka Hesap:<br />
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />
• Sayı: 108 · Şubat 2007 • ISSN 1301-692X108<br />
• Fiyatı: Türkiye: 2,50 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro<br />
• Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)<br />
• Yayın Türü: Yaygın Süreli<br />
mail@ydicagri.com www.ydicagri.com
gündem<br />
“HEPİMİZ HRANT DİNK’İZ!<br />
HEPİMİZ ERMENİYİZ !”<br />
“Evet kendimi bir güvercinin<br />
ruh tedirginliği içinde görebilirim,<br />
ama biliyorum ki bu ülkede<br />
insanlar güvercinlere dokunmaz.<br />
Güvercinler kentin ta içlerinde insan<br />
kalabalıklarında dahi yaşamlarını<br />
sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama<br />
bir o kadar da özgürce.” diye yazdı<br />
son başmakalesinde…<br />
Ne yazık ki, bu öngörüsü doğru<br />
çıkmadı. Ne yazık ki, ülkelerimizin<br />
insanlarının büyük bir bölümü ırkçı,<br />
şoven milliyetçi ağuyla zehirlenmişti.<br />
Ne yazık ki, bu insanların bir bölümü<br />
kendinden olmayanı öldürmeye şartlandırılmıştı.<br />
Ne yazık ki, ülkelerimiz<br />
hâlâ güvercinlere hayat hakkı tanınmayan<br />
bir ülke idi, ülkedir!<br />
19 Ocak günü kalleşçe sıkılan faşist<br />
kurşunlar onu aramızdan çekip aldı.<br />
19 Ocak günü vurdular O’nu…<br />
Vurdular arkadan, “yaşadığı cehennemi<br />
cennete çevirmeyi” hedefleyenlerden<br />
birisini, Hrant Dink’i;<br />
“Güvercin”i…<br />
Vurdular Hrant Dink’i, bilinçli hayatı<br />
boyunca işçi ve emekçilerin millet/milliyet,<br />
din/ırk temelinde bölünmesini<br />
en büyük kötülük <strong>olarak</strong> gören,<br />
milliyetçilik, dincilik temelinde<br />
birbirlerine karşı kışkırtılan, kırdırılan<br />
halkların kardeşliğini savunduğu,<br />
bu ideal için uğraş verdiği için…<br />
Vurdular Hrant Dink’i, Ermeni<br />
ulusuna mensup olduğu için, Ermeni<br />
soykırımının olduğunu söylediği<br />
için, susmadığı için, kaçmadığı için;<br />
yasalarla dilini, kalemini susturmaya<br />
çalışanlara karşı direndiği için…<br />
Vurdular Hrant Dink’i… Onun<br />
şahsında bütün ilerici, devrimci, demokrat<br />
insanları, insan haklarını ve<br />
adaleti savunanları, yeni sömürüsüz<br />
bir dünya için savaşanları… korkutmak,<br />
s<strong>indir</strong>mek, gözdağı vermek için<br />
vurdular O’nu…<br />
Ancak bu sefer hesapları tutmadı.<br />
Hrant Dink’i susturdular belki ama<br />
Hrant Dinkleri susturamadılar.<br />
Hrant’ın naaşının arkasından yürüyenler,<br />
işte Türkiye’nin dört bir yanında<br />
tepkisini ortaya koyanlar, onbinler<br />
en güzel cevabı verdiler katillere:<br />
“Hepimiz Hrant Dink’iz!”,<br />
“Hepimiz Ermeniyiz!” dedi onbinler…<br />
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde<br />
ilk kez böylesine anlamlı, böylesine<br />
içten ve alanında böylesine bilinçli<br />
ve güçlü bir haykırış gerçekleşti…<br />
Türk’ü, Kürdü, Ermenisi, Lazı,<br />
Çerkezi, Pomağı, Yahudisi, Arabı,<br />
Roman’ı her milliyetten işçiler ve<br />
emekçiler Türkiye tarihinde ilk kez,<br />
ırkçı faşist kurşunlara hedef olan bir<br />
Ermeni kardeşlerine sahip çıktılar,<br />
ırkçıların-faşistlerin yüzüne haykırdılar:<br />
“Hepimiz Hrant Dink’iz!”,<br />
“Hepimiz Ermeniyiz!”<br />
Evet, Hrant’ın sesi olan onbinler<br />
haykırıyorlar…<br />
Hayır korkmuyorlar, sinmiyorlar,<br />
sessizliğe bürünmüyorlar. Tam tersine<br />
Hrant’ın görüşlerini açık ve net<br />
bir şekilde dillendiriyorlar.<br />
K o r k m u y o r l a r ,<br />
“ H e p i m i z<br />
Ermeniyiz!” diyerek<br />
bir tabuyu yıkıyor<br />
ve Hrant’ın<br />
k a t l e d i l m e -<br />
sine neden<br />
olan O’nun<br />
Ermeni kimliğini sahipleniyorlar.<br />
Irkçı-faşist kesimlerin halklara düşmanlığına<br />
en iyi cevabı veriyorlar:<br />
“Hepimiz Hrant Dink’iz!”, “Hepimiz<br />
Ermeniyiz!”<br />
Korkmuyorlar, Hrant’ın katledilmesine<br />
neden olan O’nun aydın düşüncelerini<br />
savunuyorlar, sahipleniyorlar:<br />
“Hepimiz Hrant Dink’iz!”,<br />
“Hepimiz Ermeniyiz!”<br />
Korkmuyorlar, Hrant’ın sağlığında<br />
savunduğu görüşleri bilmeyenler, tanımayanlar<br />
bugün O’nun neden öldürüldüğünü,<br />
O’nun neyi savunduğunu<br />
öğreniyor, o görüşlere sahip çıkıyor<br />
ve haykırıyor: “Hepimiz Hrant<br />
Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!”<br />
24 Ocak’ta insanlar bu slogan altında<br />
sel olup aktı. Onbinler üzgündü<br />
24 Ocak’ta Hrant’ı onun terketmediği<br />
“vatan”ında son yolculuğuna<br />
uğurlarken… Ve ama üzgün<br />
oldukları kadar vakur ve kararlıydılar…Çeşitli<br />
dillerde “Hepimiz Hrant<br />
Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” yazısı<br />
yetiyordu.<br />
Fa z la söz e<br />
gerek yoktu!<br />
S a d e c e<br />
İstanbu l ’ d a<br />
değil, bir çok şehirde<br />
gerçekleşen anmalarda<br />
binlerce insan<br />
Hrant’ın katillerini, onların şahsında<br />
bu katilleri yaratan, besleyip yaşatan,<br />
ilerici, demokrat, devrimci, komünist<br />
insanların üzerine, kendinden olmayan<br />
bütün insanların üzerine gönderen<br />
ırkçı-faşist sistemi de lanetledi.<br />
“Hepi m i z H r a nt Di n k ’ i z!”,<br />
“Hepimiz Ermeniyiz!”<br />
O kadar yetiyordu!<br />
KİMDİR HRANT DİNK?<br />
Bir güzel insanı, bir dost insanı, bir<br />
aydın insanı kaybetmenin acısını yaşıyoruz.<br />
Kaybımız büyük… Acımız<br />
büyük…<br />
Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />
insan “Yaşadığı cehennemi<br />
cennete çevirmeye talip olan”, bunun<br />
için çalışan, savaşan bir insandı.<br />
Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />
insan bütün aşağılanmalara,<br />
baskılara, tehditlere rağmen, “dışarıda”<br />
onu bekleyen rahat bir hayatı<br />
reddederek “kaynayan cehennemleri<br />
bırakıp, hazır cennetlere kaçma”yı<br />
“benim yapıma uygun değil” deyip<br />
geri çeviren bir insandı.<br />
Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />
insan doğruyu söylediği için<br />
“dokuz köyden kovulan”lardandı…<br />
Hrant Dink 1915’te Ermeni ulusunun<br />
soykırıma uğratıldığını ifade ettiği<br />
için ve tarihle yüzleşme gerekliliğini<br />
gündeme getirdiği için, Türkiye<br />
Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan<br />
ve bütün baskılara rağmen<br />
Ermeni kimliği ile Türkiye’de yaşamakta<br />
ısrarlı olduğu için Türk ırkçılarının-faşistlerinin,<br />
ama sadece onların<br />
değil, ordu başta olmak üzere<br />
Kemalist kesimlerin, hatta kendilerine<br />
“sol”, “sosyalist” diyen kimi azgın<br />
milliyetçilerin en kızdığı, en fazla<br />
düşman olduğu insanlardan biriydi.<br />
Irkçı faşistler kadar, dinci faşistler<br />
de Hrant Dink’e düşmandı: Bir<br />
Ermeni <strong>olarak</strong> Türkiye’de yaşadığı<br />
ve doğruları dile getirdiği için;
gündem<br />
Ermenilerin de diğer ulus ve milliyetler<br />
gibi din özgürlüğünü savunduğu<br />
için dinci faşistler düşmanıydı.<br />
Dini kişinin özel işi <strong>olarak</strong> gören<br />
Hrant Dink Türkiye’deki Ermeni cemaatinin<br />
sözcülüğünü kilisenin/patrikliğin<br />
değil, dünyevi bir yönetimin<br />
yapması gerektiğini savunduğu için<br />
bugünkü Ermeni patriği ile de kavgalıydı.<br />
Hrant Dink, soykırım gerçeğini bu<br />
kavramı fazla kullanmadan söyleyen,<br />
Ermenistan’ın yaşamasının önkoşullarından<br />
birisi <strong>olarak</strong> Türkiye ile<br />
Ermenistan arasında iyi ilişkiler geliştirilmesini<br />
isteyen; soykırım gerçeğinin<br />
vicdanlarda kabul görmesinin,<br />
uluslararası alanda kimi parlamentolarda<br />
kabul edilmesinden daha<br />
önemli olduğunu savunan tavırlarıyla<br />
yer yer hem Ermenistan’daki, hem de<br />
diasporadaki milliyetçi Ermenilerle<br />
de kavgalı idi.<br />
Hrant Dink sol–sosyalist maskeli<br />
Türk şovenistleri için O, “demokratikleşmenin”<br />
bir parçası <strong>olarak</strong> AB’yi<br />
savunduğundan dolayı bir AB ajanı<br />
idi. Bu kesim Hrant Dink’e ateş püskürüyordu.<br />
Hrant Dink, “demokratikleşmenin”<br />
bir parçası <strong>olarak</strong> AB’yi savunmasına<br />
rağmen onun emperyalist bir proje olduğunu<br />
görüyor, teşhir ediyordu. AB<br />
demokrasisinin gerçek demokrasi olmadığını<br />
söylüyordu. Bu tavırları nedeniyle<br />
AB’ciler, sıkı liberaller Hrant<br />
Dink’e tepki duyuyorlardı.<br />
Hrant Dink kendisini soykırım<br />
konusunda TC’ne karşı baş tanıklardan<br />
biri <strong>olarak</strong> dinlemek isteyen<br />
Avrupalılara öncelikle “kendi<br />
ülkeleri”nin soykırımları konusunda;<br />
kimilerinin Ermeni soykırımındaki<br />
doğrudan katkıları konusunda tavır<br />
takınmaları gereğini hatırlatıyordu.<br />
Bunlarla da kavgalıydı Hrant Dink.<br />
Evet, hemen herkesle kavgalıydı.<br />
Dokuz köyden kovulmuşlardandı.<br />
Ama kavgasını verirken kararlı olduğu<br />
kadar yumuşak, kazanıcı üslubuyla<br />
düşmanlarının küçümsenmeyecek<br />
bir bölümünün bile saygısını<br />
kazanabilen örnek bir insandı.<br />
Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />
insan ırkçılığı, şovenizmi,<br />
milliyetçiliği kökten reddediyor, milliyetçiliğin<br />
her türüne karşı proleter<br />
enternasyonalist tavır sergiliyordu.<br />
Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />
insan bir dönem örgütlü <strong>olarak</strong><br />
devrim, sosyalizm, komünizm<br />
mücadelesine katılan, sonraki süreçte<br />
ise kendi doğru bulduğu yol ve yöntemlerle<br />
“içinde yaşanılan cehennemi<br />
cennete dönüştürme” mücadelesinden<br />
hiç vazgeçmeyen bir insandı.<br />
Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />
insan geleceğin devrimle kazanılacağını<br />
savunan, bunun mücadelesini<br />
veren bir insandı. Halkların<br />
kardeşliğinin devrimle kazanılacağını<br />
bilen, bunu özleyen, bunun için<br />
çalışan bir insandı.<br />
Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />
insan enternasyonalist bir insandı.<br />
Demokrat olmadan sosyalist<br />
olunamayacağını söyleyen birisiydi.<br />
Devrim için, demokrasi için, insanlık<br />
için mücadelenin savaşçılarından<br />
birisiydi.<br />
Kaybımız büyük… Acımız büyük!<br />
Hrant’ın şahsında verdiğimiz bedel<br />
büyük!<br />
Ancak “Hepimiz Hrant Dink’iz!”,<br />
“Hepimiz Ermeniyiz!” sloganlarında<br />
dile gelen bir umudumuz var; onbinlerin,<br />
yüzbinlerin Hrant Dink’e sahip<br />
çıkması gibi bir tesellimiz var.<br />
Dileğimiz ve çabamız bunun gerçekten<br />
bir milat olması, gerisinin gelmesi,<br />
getirilmesi iç<strong>indir</strong>. Dileğimiz ve<br />
çabamız Hrant’ın, Hrant Dinklerin<br />
unutulmaması, unutturulmaması<br />
iç<strong>indir</strong>.<br />
Çağrımız “Güvercinlerin” tedirgin<br />
olmadan da, özgürce yaşayabilecekleri<br />
bir ortamın yaratılması iç<strong>indir</strong>…<br />
Ocak 2007 ✓<br />
Hedef gösterildi, katledildi...<br />
Hrant Dink 19 Ocak 2007 tarihinde<br />
saat 15.00 sularında<br />
Agos gazetesinin önünde öldürüldü.<br />
Haberin duyulması ile birlikte,<br />
tv kanalları canlı yayınlar ile<br />
haberi duyurmaya başladılar. Haberin<br />
duyulması ile birlikte üzüntülerini<br />
ifade eden demeçler ardı ardına gelmeye<br />
başladı. Sistem savunucuları,<br />
kemalistler, sağlığında ona saldıranlar<br />
timsah gözyaşı dökmeye başladılar.<br />
Hrant Dink’i hedef gösterenler,<br />
yargılayanlar, Türkiye’yi terk etmesini<br />
isteyenler güya üzüldüklerini söylüyorlardı.<br />
Onlar Hrant Dink’in ölümünden<br />
ziyade Türkiye’nin imajının<br />
zedelenmesinden endişe ediyorlardı.<br />
Basının ve sistem savunucularının<br />
timsah gözyaşlarını görünce aklıma<br />
imamın kıldığı cenaze namazı geldi.<br />
İmam efendi üç defa merhumu nasıl<br />
bilirdiniz diye cemaate sorar. Cemaat<br />
hep bir ağızdan iyi bilirdik diye cevap<br />
verir. Hrant’ın öldürülmesinin ardından<br />
yapılan haberleri okuyunca, verilen<br />
demeçleri ve yapılan yorumları<br />
dinleyince, cemaatin cami avlusunda<br />
söylediği iyi bilirdik sözü aklıma geliyor.<br />
Dink’e saldıranlar ve onu hedef<br />
gösterenler yeni senaryolar üretmeye<br />
başladılar. Bu senaryolar hep dile getirilen<br />
ve aşina olduğumuz senaryolardır.<br />
Onlara göre; bu olayı dış güçler,<br />
Türkiye’nin imajını zedelemek<br />
isteyen bazı karanlık güçler yapmıştır!<br />
Onlar böylelikle kendi sorumluluklarının<br />
üstünü örtüyorlar. Kimi<br />
<br />
SAHTEKARLAR…<br />
Hrant Dink’in hunharca<br />
katledilmesinin hemen<br />
ardından başta bütün hakim<br />
sınıf siyasetçileri, onların uşağı<br />
burjuva medya, Hrant Dink’in öldürülmesini<br />
“alçakça bir cinayet”<br />
<strong>olarak</strong> adlandırıp, güya cinayete<br />
karşı çıktılar: Güya “Üzüldüler!”…<br />
Güya “Kınadılar!”<br />
Sahtekârlık yaptılar…<br />
Sahtekârlık yaptılar, çünkü onların<br />
esas derdi Hrant Dink’in alçakça<br />
katledilmesi değil, bunun<br />
Türkiye’ye getireceği zarar idi.<br />
Cumhurbaşkanı yaptığı açıklamada<br />
saldırının “utanç verici” olduğunu<br />
söylüyor, “ulusa başsağlığı”<br />
diliyordu. Başbakan sıkılan<br />
kurşunların karanlık güçlerin ulusun<br />
birliğine, birlik ve beraberliğe<br />
sıkılmış olduğunu söylüyor ve ekliyordu:<br />
“Özellikle bazı ülkelerde<br />
sözde Ermeni soykırım iddialarının<br />
gündemde olduğu günlerde bu<br />
cinayetin işlenmiş olması manidardır!”<br />
TBMM Başkanı Arınç da saldırıyı<br />
“kasıtlı <strong>olarak</strong> ve direk Türkiye’nin<br />
geleceğini, mutluluğunu yok etmeye<br />
yönelik bir saldırı” <strong>olarak</strong> değerlendiriyordu.<br />
Anamuha lefetin başı Bayka l<br />
“Utanç verici bir olay. Kim yaptı ve<br />
yaptırdıysa Türkiye’ye en büyük zararı<br />
vermiştir. (...) Bu ya ilkel bir lumpenlik<br />
ya da Türkiyenin içini karıştırmak,<br />
Türkiye’yi dünyada güç duruma<br />
düşürmek isteyenlerin tertibidir.”<br />
diyordu.<br />
DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar<br />
“Türkiye’nin çok önemli dış sorunlarla<br />
karşı karşıya bulunduğu böylesine<br />
kritik bir aşamada, ülkenin ulusal<br />
çıkarlarına büyük darbe vuracak<br />
bir saldırı” <strong>olarak</strong> değerlendiriyordu<br />
saldırıyı.<br />
Hatta Hrant’a yönelik linç eylemlerinin<br />
örgütleyecisi ırkçı-faşist Avukat<br />
Kemal Kerinçsiz bile, “üzüntülerini”<br />
bildiriyordu”!<br />
Yani Hrant’ın katili, katilleri<br />
“Türkiye’ye zarar” bir iş yapmışlardı.<br />
Sahtekârlar…<br />
Hakim sınıf medyasının büyük bölümü<br />
kurşunların Türkiye’ye sıkılmış<br />
olduğu, eylemin Türkiye’nin çıkarlarına<br />
karşı bir eylem olduğu konusunda<br />
hemfikirdiler. Cinayeti işleyen<br />
kim olursa olsun, sonuçta Türkiye zarar<br />
görmüştü, görecekti! Sanki öldürülen<br />
Hrant Dink değildi de, Türkiye<br />
idi. Bunların Türkiye kavramı altında<br />
anladıkları ve sakladıkları ise<br />
gerçekte kendi çıkarlarıdır, hakim sınıfların<br />
çıkarlarıdır. Bunu gizlemeye<br />
çalıştıkları için sahtekârlar.<br />
Sahtekârlar…<br />
Çünkü dertleri Hrant Dink’in katledilmesi<br />
değil, kendi aralarındaki<br />
dalaştır. Cinayeti kimin işlediğinin<br />
bilinmediği saatlerde herkes siyasi<br />
hasmını altetmek için Hrant Dink cinayetini<br />
de kullanmaktan, bu yönde<br />
açıklamalar yapmaktan kaçınmadı.<br />
Dinci kesimler cinayeti milliyetçilere<br />
yüklemeye çalışırken, kemalistler<br />
de dincilere yüklemeye çalıştılar.<br />
Liberaller cinayeti Türkiye’nin<br />
AB üyeliği yolunda ilerlemesini istemeyen<br />
kesimlerin “Türkiye’ye<br />
karşı” “Türkiyenin AB üyeliğine<br />
karşı”bir eylemi <strong>olarak</strong> değerlendirdiler.<br />
Kemalist kanadın sözcüleri cinayeti<br />
“Türkiye’yi zayıf düşürmek ve<br />
bölmek isteyen yabancı güçlerin” işlemiş<br />
olabileceğinden dem vurdular;<br />
“Kerkük’e girme” sorununun tartışıldığı,<br />
Ermeni soykırımı tasarısının<br />
ABD Senatosu tarafından ele alınmasının<br />
gündemde olduğu bir ortamda<br />
bu cinayetin işlenmiş olmasının<br />
“Türkiyeye karşı” bir komplo<br />
olduğunu vs. söylediler. Bu kanattan<br />
kimileri cinayeti diasporadaki<br />
Ermenilere/Ermenistan’a vb. mal etmeye<br />
çalıştılar.
gündem<br />
Hra nt Di n k 15.9.195 4’te<br />
Malatya’da doğdu.<br />
Yedi yaşında ailesiyle birlikte<br />
İstanbul’a göçtü.<br />
Kısa süre geçmeden anne ve babasının<br />
boşanması nedeniyle iki kardeşiyle<br />
birlikte ortada kaldılar ve<br />
Gedikpaşa’daki Ermeni Protestan<br />
Kilisesi’nin çocuk yuvasına kondular.<br />
Üç kardeş ilkokulu bu Kiliseye bağlı<br />
İncirdibi İlkokulu’nda okuyup, yazları<br />
da okulun Tuzla’daki kampında<br />
barındılar.<br />
Hrant Dink Ortaokulu Becziyan,<br />
liseyi ise Üsküdar’daki Surp Haç<br />
Tıbrevank yatılı okulunda tamamladı.<br />
Lisenin ardından İstanbul Fen<br />
Fakültesi’nde Zooloji lisans okumaya<br />
başlayan Dink bu esnada ilkokuldaki<br />
yuvada tanıştığı Silopi doğumlu Ermeni<br />
Varto aşiretinden Rakel Yağbasan<br />
ile evlendi ve aynı zamanda Türkiye<br />
Ermenileri Patriği Şınorhk Kalustyan’ın<br />
yanında çalışmaya başladı.<br />
Hrant Dink’in kısa özgeçmişi<br />
Zooloji lisansını bitiren Dink bu<br />
kez İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe<br />
okudu ve bu esnada da üç çocuk sahibi<br />
oldu.<br />
Dink ve eşi bu tarihlerde Tuzla’daki<br />
Çocuk Kampı’nı yönetmeyi üstlendiler<br />
ve Tuzla Kampı’nın Devlet tarafından<br />
elden alınması sırasında mücadele<br />
ettiler.<br />
Dink bu dönemde siyasal görüşleri<br />
nedeniyle ve değişik vesilelerle üç kez<br />
gözaltına alındı ve tutuklandı.<br />
1980-1990 yılları arasında iş hayatıyla<br />
yetinen ve kardeşleriyle birlikte<br />
bir kitabevi işleten Dink 1990<br />
yıllarından itibaren tekrar Türkiye<br />
Ermeni Toplumu içindeki faal yaşantısına<br />
döndü.<br />
Bu yıllarda Marmara gazetesinde<br />
“Çutak” rumuzuyla Ermeni tarihiyle<br />
ilgili Türkiye’de çıkan kitaplara ilişkin<br />
kritikler yazdı.<br />
1996’da birkaç arkadaşıyla birlikte<br />
ve dönemin Patriğinin de teşviğiyle<br />
piyonların yakalanması ve hapse<br />
konulması gerçek suçluların yakalanması<br />
anlamına gelmiyor.Gerçek<br />
suçlular hiç bir zaman ortaya çıkarılmayacaktır.<br />
Çünkü gerçek suçlu<br />
sistemin ta kendisidir. 83 yıldır bu<br />
topraklarda Türk olmayan ulus ve<br />
azınlık milliyetler üzerinde baskı uygulanıyor.<br />
Azınlıkların malları ellerinden<br />
alındı. Azınlık vakıflarının<br />
mallarının elinden alınmasına yargıtay<br />
onay vermişti. Böylece yargının<br />
bağımsız olmadığı bir kez daha açığa<br />
çıkıyordu.<br />
Hrant Dink resmi ideolojiyi sorguladığı<br />
için adliye koridorlarından<br />
çıkamıyordu. İlk dava Urfa’da<br />
açıldı. Urfa’da bir toplantıda yaptığı<br />
konuşma üzerine, “Türklüğü alenen<br />
tahkir ve tezyif” etmekten üç yıl<br />
hapsi isteniyordu. Beş yıl süren yargılama<br />
sonunda beraat etti. Şubat 2004<br />
yılında AGOS gazetesi’nde “Ermeni<br />
Kimliği Üzerine” başlıklı yazı dizisini<br />
hazırladı. Şişli Cumhuriyet<br />
Savcılığı dizinin “Ermenistan’la<br />
Barışmak” başlıklı sekizinci bölümünde<br />
“Türklüğün neşren tahkir<br />
ve tezyif edildiği” gerekçesiyle dava<br />
açtı. Mahkemenin tayin ettiği bilirkişi<br />
mahkemeye sunduğu raporda,<br />
yazıda suç teşkil edecek bir unsurun<br />
olmadığını belirtti.Bilirkişi raporu ve<br />
Hrant Dink‘’n savunmasını dikkate<br />
almayan mahkeme 6 ay hapis cezası<br />
vererek cezayı erteledi. Dava yargıtaya<br />
gitti. Yargıtay Başsavcılığı verilen<br />
cezanın bozulması yönünde görüş<br />
bildirdi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi 6<br />
Haziran 2006 tarihinde verilen hapis<br />
cezasını onadı. Yargıtay Cumhuriyet<br />
Başsavcılığı dairenin bu kararına itiraz<br />
etti. Dosya 11 Temmuz 2006 tarihinde<br />
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na<br />
gitti. Yargıtay Ceza Genel Kurulu dairenin<br />
kararını onadı. Böylece Hrant<br />
Dink hakkında verilen mahkumiyet<br />
kararı kesinleşmiş oldu. Yargılama<br />
devam ederken “adil yargılamayı” etkilemekten<br />
ve Reuters Ajansı’na verdiği,<br />
Ermeni soykırımı yapılmıştır<br />
söyleminden ötürü iki dava açıldı.<br />
Hrant Dink başına gelecekleri biliyordu.<br />
Son yazdığı yazılarda niçin<br />
ve neden hedef seçildiğini anlatıyordu.<br />
Hedef seçilmesinin temel nedeni<br />
Ermeni olması ve resmi ideolojiyi<br />
sorgulaması idi. Birbiri peşi sıra<br />
açılan davaların, mahkeme kapılarında<br />
linç için bekleyen ve saldırıların<br />
provasını yapanlar arasında, bir<br />
ateş çemberinin içerisinde yaşıyordu.<br />
Bu topraklarda farklı düşünmenin,<br />
muhalif olmanın, demokrasiyi, insan<br />
haklarını ve özgürlüğü savunmanın<br />
bir bedeli vardı. Hrant Dink<br />
bu bedeli yaşamı ile ödedi. Ama biliyoruz<br />
ki, bu topraklarda şimdiye<br />
kadar muhalif olan insanlar, resmi<br />
ideolojiyi savunmayanlar, devrimciler,<br />
komünistler katledildi. İşkence<br />
tezgahlarında insanlar öldürüldü.<br />
Kimileri idam edildi. Kimileri sakat<br />
bırakıldı. Devrimci, demokrat, komünist<br />
ve sistemi sorgulayan insanlara<br />
“terörist” etiketi yapıştırılarak<br />
f-tipleri dolduruldu. Dink’in öldürülmesi<br />
son olmayacaktır. Bu sistem<br />
varlığını sürdürdükce katliamlar devam<br />
edecektir.<br />
Faşizme ve gericiliğe karşı mücadele<br />
etmenin belirli bedelleri olduğunu<br />
biliyoruz. Hakim sınıflar dikensiz<br />
bir gül bahçesi yaratmak istiyorlar.<br />
Korkunun ecele faydası yoktur.<br />
Hakim sınıflar döktükleri kanın<br />
hesabını vereceklerdir. Görev sisteme<br />
karşı yürütülen mücadeleyi yükseltmektir.<br />
21 Ocak 2007 ✓<br />
AGOS gazetesini kurdu.<br />
Dink bu tarihten itibaren de yazdığı<br />
yazılarla ve Türk ve yabancı basında<br />
dile getirdiği görüşlerle dikkat çekti.<br />
Amerika, Avustralya, Avrupa ve<br />
Ermenistan’da çok sayıda konferansa<br />
katılan Dink Ermeni Kimliği<br />
ve Ermeni Tarihi üzerine geliştirdiği<br />
yeni söylemlerle tanındı.<br />
Sahtekârlar…<br />
Çünkü tetiği çeken bulunduğunda,<br />
ortaya çıkarıldığında bunu devleti temize<br />
çıkarmak için kullandılar, kullanıyorlar.<br />
Oysa gerçek suçlu ve sorumlu<br />
devletin ta kendisidir!<br />
Bir yandan cinayeti “Türkiye’ye<br />
karşı” bir eylem <strong>olarak</strong> göstererek<br />
gerçek sorumlu ve suçlunun bütün<br />
unsurları ile Türkiye Cumhuriyeti<br />
devleti, egemen sınıflar, onların şekillendirdiği<br />
toplum olduğu gerçeğinin<br />
üzerini örttüler, devletin sorumluluğunu<br />
ve suçunu gizlediler, devleti<br />
“akladılar”…<br />
Diğer yandan Hrant Dink’i korumayanlar,<br />
kısa sürede tetikçiyi yakalayarak,<br />
cinayetin “17 yaşında” olduğunu<br />
söyleyen bir gencin kişisel<br />
işi olduğunu çıkartıp, işi “çözdüler”<br />
Böylece bu cinayetin gerçek sorumluları,<br />
gerçek katiller, devlet temize<br />
çıkartıldı!<br />
Sahtekârlar…<br />
Logosunda “Türkiye Türkler<strong>indir</strong>”<br />
yazan, TC haritasını logosunun zeminine<br />
yerleştiren gazeteler başta olmak<br />
üzere her gün Türk şovenizmini<br />
kışkırtan, Ermeni düşmanlığını körükleyenlerin…<br />
timsah gözyaşı dökmesi<br />
sahtekârlıktan başka bir şey değildir!<br />
Sahtekârlar…<br />
Gerçekte bu cinayetin planlayıcıları,<br />
kışkırtıcıları, gerçek sorumluları<br />
o tetiği çeken ve “yakalanan” 17 yaşındaki<br />
genç değil; onu üretenlerdir.<br />
Bu cinayetin gerçek sorumluları<br />
kışkırtma kampanyası yürütenlerdir.<br />
Türkiye’de Türkler dışında hiç bir<br />
milletin yaşamadığını söyleyenlerdir.<br />
Ermeni okullarının cephelerine “Ne<br />
mutlu Türküm diyene” yazanlardır.<br />
Türk olmayan tüm milliyetleri aşağılayanlardır;<br />
“Ermeni” kelimesini<br />
küfür <strong>olarak</strong> kullananlardır, ceza yasasının<br />
301. maddesinde “Türklüğe<br />
hakaret”i suç ilan edenlerdir…<br />
Bu cinayetin gerçek sorumluları<br />
ve suçluları Trabzon’da, Mersin’de,<br />
İstanbul’da siyasi görüşleri ayrı olan<br />
insanlara karşı yönelen açık linç olaylarına<br />
çanak tutanlardır…<br />
Bu cinayetin gerçek sorumluları ve<br />
suçluları Hrant Dink somutunda, onu<br />
yazdığı makaleler nedeniyle onlarca<br />
kez yargılayanlardır, onu mahkum<br />
edenlerdir.<br />
Bu cinayetin gerçek sorumluları ve<br />
suçluları Hrant Dink’e mahkeme heyeti<br />
önünde açıkça saldıranlardır.<br />
Hrant Dink’i Türklüğe hakaret eden<br />
bir vatan haini ilan edip, Türk emekçilerini<br />
de ona karşı kışkırtanlardır<br />
gerçek suçlu ve sorumlular. Onu açık<br />
ölüm tehditleri ortada iken, onu korumayanlardır<br />
bu cinayetin gerçek sorumluları<br />
ve suçluları…<br />
Bu cinayetin gerçek sorumluları<br />
ve suçluları Rakel Dink’in sevgiliye<br />
veda sözlerinde sözünü ettiği “bebeklerden<br />
katil” yetiştiren ortamın<br />
yaratıcılarıdır.<br />
Şimdi bunlar suçu tetiği çekene<br />
yükleyip düzeni, devleti, kendi yaptıklarını<br />
gizliyor, “cinayeti kınadıklarını”<br />
ilan ediyorlar.<br />
Ne utanmazlık, ne arlanmazlık!<br />
Hrant’ın öldürülmesinin gerçek sorumluları,<br />
Hrant öldürüldükten hemen<br />
sonra toplumda gelişen tepkiyi<br />
gördüklerinde, Hrant’a sahip çıkar görünmeyi<br />
çıkarlarına uygun gördüler.<br />
Ne sahtekârlık!<br />
Sahtekârlar!<br />
“Türkiye” zarar görmesin diye<br />
cenaze kortejinde yerini alan hakim<br />
sınıf siyasetinden temsilcilerin<br />
üzüntüleri, döktükleri gözyaşları<br />
sahtedir. Sahtekardır onlar…<br />
Sağlığında Hrant Dink’i vatan haini<br />
ilan edenlerin cenazeye katılması,<br />
“üzüntülerini” bildirmesi<br />
sahtekârlıktır.<br />
Onların sahtekârlıkları değil bugün<br />
belirleyici olan. Hayır; belirleyici<br />
olan, Hrant Dink’in sahiplenilmesi,<br />
savunulmasıdır. Belirleyici<br />
olan yüzbinlerin Hrant Dink’i sahiplenmesidir,<br />
savunmasıdır.<br />
Kendini Hrant Dink ve Ermeni<br />
<strong>olarak</strong> hissetmesidir!<br />
Milat budur.<br />
Bu miladın devamını getirmek,<br />
halkların kendilerinin konuştuğu<br />
bir dünya yaratmak, halkların kardeşliğini<br />
gerçekleştirmek…<br />
Görev budur!<br />
25 Ocak 2007 ✓
gündem<br />
Onbinler sel olup aktı...<br />
19<br />
Ocak günü İstanbul Şişli’de<br />
katledilen Hrant Dink’in<br />
cenazesi 23 Ocak Salı<br />
günü onbinlerin, yüzbinlerin katılımıyla<br />
İstanbul’da uğurlandı. Hrant<br />
Dink’i son yolculuğuna uğurlamak<br />
için onbinlerce insan Dink’in yayın<br />
yönetmeni olduğu AGOS gazetesinin<br />
Şişli’deki bürosunun önünde toplandı.<br />
Uçsuz bucaksız kalabalık görmeye<br />
değerdi. Türk, Kürt, Ermeni,<br />
her ulustan, her dinden ve mezhepten<br />
insanlar tek suçu halkların kardeşliğini<br />
ve insanca bir arada yaşamayı<br />
savunmak olan o sevgi dolu insanı<br />
uğurlamak için “Hepimiz Hrant<br />
Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz!” sloganlarıyla<br />
sımsıkı birbirine kenetlenmişti.<br />
Her ne kadar ailenin talebine<br />
uyan kitle önemli ölçüde sessiz yürümüş<br />
olsa da ara ara faşist katillere öfkesini<br />
tutamayarak “Faşizme Ölüm!”<br />
ve “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganını<br />
gür bir sesle haykırdı. Kitleler<br />
bu sloganı birilerinin yönlendirmesiyle<br />
atmıyordu, hayır içinden gelerek,<br />
inanarak atıyordu.<br />
Şişli’den uçsuz bucaksız sımsıkı<br />
bir kütle <strong>olarak</strong> hareket eden yürüyüş<br />
kolu, dört gidiş dört gelişli geniş<br />
yollara sığmıyordu, taşıyordu, kitlenin<br />
basıncı yer yer dükkanların camekanlarını<br />
zorluyordu. Yüzbinlere<br />
çeşitli nedenlerle katılamayanlar ise<br />
ya yolun kenarından alkışlarıyla ya<br />
da balkonlardan el sallayarak destek<br />
veriyordu.<br />
Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in<br />
duygu dolu konuşmasını binlece insan<br />
boğazları düğümlenerek dinlediler.<br />
Yaşanan o kadar büyük acıya<br />
rağmen konuşmada hiçbir kin, hiçbir<br />
nefret dile getirilmedi, her şeye<br />
rağmen halklar arasındaki dostluk<br />
ve kardeşliğe vurgu yapıldı.<br />
Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni<br />
Hrant Dink‘in cenazesi<br />
Meryem Ana Kilesi‘ne götürüldü, buarada<br />
yapılan ayinin ardından Dink<br />
kendisini 8 km’lik bir yürüyüşün ardından<br />
Yenikapı Vapur İskelesi meydanında<br />
bekleyen onbinlerle son bir<br />
kez daha buluşturuldu. Burada cenaze<br />
arabasının karşılanması sırasında<br />
yapılan konuşmalar ertesinde<br />
yoğun duygulu anlar yaşandı, birçok<br />
insan gözyaşlarını tutamadı.<br />
Hrant Dink Yenikapı’dan kendisini<br />
seven on binlerden ayrıldıktan sonra<br />
ailesinin ve yakın çevresinin katılımıyla<br />
Balıklı Ermeni Mezarlığı‘nda<br />
toprağa verildi.<br />
Törene Başbakan ve Cumhurbaşkanı<br />
katılmamıştı, hükümeti temsilen<br />
M. Ali Şahin ile İçişleri Bakanı<br />
Abdülkadir Aksu katıldı.<br />
Yeni Dünya İçin Çağrı <strong>olarak</strong> halkların<br />
kardeşliğini cesurca savunan<br />
bu büyük yüreği uğurlamak için biz<br />
de alanlardaydık ve en yüksek sesimizle<br />
onbinlerle birlikte haykırdık:<br />
“Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz<br />
Ermeniyiz!”<br />
Türkiye ezilen uluslara mensup<br />
milyonlarca insanın özgürlüklerine<br />
kavuşabilmeleri için özgürlük ve demokrasi<br />
mücadelesini, faşizme karşı<br />
mücadeleyi, yeni bir dünya mücadelesini,<br />
sosyalizm için mücadeleyi<br />
Türk, Kürt, Ermeni, tüm uluslardan<br />
ÇUKUROVA<br />
Hrant Dink Çukurova‘da eylemlerle<br />
uğurlandı...<br />
Hrant Dink‘in İstanbul‘da toprağa<br />
verildiği gün; Adana‘da akşam<br />
saatlerinde Küçüksaat Meydanı‘nda<br />
toplanan yaklaşık 300 kişi cinayeti<br />
kınadı. Partiler, sendikalar ve kitle<br />
örgütlerinin katıldığı eylemde, ‚Hepimiz<br />
Hrant‘ız, hepimiz Ermeniyiz‘,<br />
‚Gün gelecek, devran dönecek katiller<br />
halka hesap verecek.‘, ‚Yaşasın<br />
halkların kardeşliği‘, ‚Faşizme karşı<br />
İZMİR<br />
Hrant Dink katledildiği gün<br />
İzmir’de yapılan basın açıklaması<br />
ile cinayet protesto edildi.<br />
20 Ocak günü, cinayet İzmir’de yapılan<br />
yürüyüş ve basın açıklaması ile<br />
bir kez daha protesto edildi.<br />
Eski Sümer Bankası önünde toplanan<br />
1500 civarında insan, Büyük<br />
Şehir Belediyesi önüne yürüdü. Büyük<br />
Şehir Belediyesi önüne barikat kuran<br />
polis kitlenin Konak Meydanı’na girmesine<br />
izin vermedi. Burada İzmir<br />
Demokrasi Güçleri adına bir basın<br />
açıklaması okundu. Basın açıklamasında<br />
Hrant Dink’in katledilmesi<br />
işçiler ve emekçiler birlikte yürütmek<br />
zorundayız. Ancak Hrant Dink’in<br />
cenaze töreninde de olduğu gibi aramızdaki<br />
önyargıları yenerek ve dostluğu<br />
ve kardeşliği pekiştirerek güçlerimizi<br />
birleştirirsek, zalimleri, egemenleri<br />
tarihin çöplüğüne atabilir<br />
sömürüsüz ve baskısız yeni bir dünyayı<br />
birlikte inşa edebiliriz.<br />
Halkların Kardeşliği için tek yol<br />
devrim!<br />
Kahrolsun faşizm ve ırkçılık!<br />
24 Ocak 2007 ✓<br />
omuz omuza‘ sloganları atıldı. Çakmak<br />
Caddesini sloganlarla geçerek<br />
İnönü Parkı‘na gelen kitle burada bir<br />
basın açıklaması ve oturma eylemi<br />
gerçekleştirdi. Ermenice şarkılar söylenip,<br />
Hrant Dink‘in, Türk ve Ermeni<br />
halklarının kardeşliği mücadelesinde<br />
ortaya koyduğu yürekli duruşunun<br />
örnek alınacak bir davranış olduğu<br />
vurgulandı.<br />
26.01.2007 ✓<br />
protesto edildi.<br />
Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında<br />
şu sloganlar atıldı:<br />
Hepimiz Hrant Dink’iz, hepimiz<br />
Ermeniyiz!, Yaşasın halkların kardeşliği!,<br />
Bıji bıratiya gelan!, Susma haykır,<br />
halklar kardeştir!, Faşizme karşı<br />
omuz omuza!, Katil devlet hesap verecek!,<br />
Hrant Dink’in katili çete devleti!,<br />
Kahrolsun MGK, MİT, CİA,<br />
Kontrgerilla!, Gün gelecek, devran dönecek,<br />
katiller halka hesap verecek!,<br />
Faşizmi döktüğü kanda boğacağız!<br />
* Ceyne asterun yeğpay rutyun!<br />
21 Ocak 2007 ✓<br />
<br />
OKMEYDANI<br />
Hrant Dink’in faşist güçlerce katledilişi<br />
Okmeydanı Demokrasi<br />
Platformu tarafından lanetlendi.<br />
İçerisinde çeşitli devrimci-demokrat<br />
çevrelerin ve Yeni Dünya İçin Çağrı<br />
gazetesi <strong>olarak</strong> bizlerin yer aldığı<br />
platform, İstanbul Okmeydanı’nda<br />
bir anma ve basın açıklaması gerçekleştirdi.<br />
22 Ocak Pazartesi akşamı, Postane<br />
önünde bir araya gelen platform bileşenleri<br />
Hrant Dink’in resminin<br />
önünde mumlar yakarak karanfiller<br />
bıraktı. Eylemde sık sık ‘Hepimiz<br />
Hrant’ız, Hepimiz Ermeni ’yiz’,<br />
‘Yaşasın Halk ların Kardeşliği,<br />
‘Katiller halka hesap verecek’, ‘Susma,<br />
sustukça sıra sana gelecek’ sloganları<br />
atıldı. Sloganlar eşliğinde yapılan<br />
duyuruda Salı günü yapılacak cenaze<br />
törenine tüm Okmeydanı halkının<br />
katılması çağrısı yapılarak, Hrant<br />
Dink’e sahip çıkılması talep edildi.<br />
Postane önündeki yaklaşık yarım<br />
saatlik eylemin ardından Dikilitaş<br />
Parkına geçildi. Burada da eyleme devam<br />
edildi.<br />
Salı günü yapılan cenaze törenine<br />
platform <strong>olarak</strong> AGOS gazetesinin<br />
önüne bir yürüyüş gerçekleştirileceği<br />
duyurularak tüm halkın bu yürüyüşe<br />
katılması çağrısı yapıldı.<br />
Salı sabahı saat 10’da Anadolu<br />
Kahvesinde bir araya gelen kitle,<br />
AGOS gazetesinin bulunduğu Şişli’ye<br />
doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş koluna<br />
katılımın giderek artması ile<br />
yaklaşık 500 kişi ellerinde Hrant<br />
Dink’in resimleri ve dövizleriyle katliamı<br />
bir kez daha lanetledi. Yürüyüş<br />
boyunca: ‘Hepimiz Hrantız, Hepimiz<br />
Ermeniyiz’, ‘Susma haykır halklar<br />
kardeştir’, ‘Katil devlet hesap verecek’,<br />
‘Türk, Kürt, Ermeni: Yaşasın halkların<br />
kardeşliği’, ‘Ermeni halkı yalnız<br />
değildir’ sloganları atıldı.<br />
24 Ocak 2007 ✓<br />
MERSİN<br />
Agos Gazetesi Genel Yay ın<br />
Yönetmeni Hrant Dink’e yapılan<br />
alçakça saldırı Mersin’de aralarında<br />
Yeni Dünya İçin Çağrı Gazetesi’ninde<br />
bulunduğu, sendikalar, sivil toplum<br />
örgütleri, devrimci gazete/dergiler<br />
tarafından protesto edildi. Yaklaşık<br />
500 kişi saat 12.30’dan itibaren İHD<br />
önünde bir araya geldi. En önde<br />
“HRANT’A SIKILAN KURŞUN<br />
HALKLAR IN K AR DEŞLİĞİNE<br />
SIKILMIŞTIR” pankartı taşındı.<br />
Kortej, Hrant’ın resimleri arkasında<br />
sloganlar atarak Mersin Gazeteciler<br />
Cemiyetinin önüne kadar yürüdü.<br />
Yürüyüşte; “Hepimiz Hrant’ız,<br />
Hepimiz Ermeniyiz”, “Faşizme karşı<br />
omuz omuza”, “Hrant’ın katili faşizm”,<br />
“Yaşasın Halkların Kardeşliği”,<br />
“Susma sustukça sıra sana gelecek”<br />
sloganları sık sık atıldı. Yürüyüş kolu<br />
boyunca çevrede alkışlarla destek verenler<br />
oldu. Gazeteciler Cemiyeti<br />
önünde gruplar adına açıklamayı<br />
İHD Mersin Şube Başkanı Celal<br />
Sonuvar yaptı. Yaşamı boyunca barışı,<br />
demokrasiyi, halkların kardeşliğini<br />
savunduğunu belirten Sonuvar<br />
“Bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz”<br />
diye başladığı konuşmasında;<br />
“Bugüne kadar bu ülkede faili<br />
meçhul cinayetler aydınlatılmamıştır.<br />
Çünkü bu tip cinayetlerin tamamı,<br />
toplumu belirli bir yöne sevk etmeye<br />
yönelik planlı ve karanlık güçlerin<br />
eylemidir… Yıllardır Ermeni meselesi,<br />
Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu gibi<br />
konularda milli hassasiyetler diyerek<br />
ülkemizde şovenist bir histeri ortamını<br />
yaratanların, bu cinayeti bütün<br />
ikiyüzlülüğü ile “Türkiye’nin başı ağrıyacak”<br />
diye sunmaya çalışmaları ve<br />
timsah gözyaşları dökmeleri tiksinti<br />
vericidir.” diyerek herkesi barışı, demokrasiyi,<br />
halkların kardeşliğini bir<br />
arada savunmaya çağırdı.<br />
Mersin, 23.01.2007 ✓
PANORAMA<br />
panorama<br />
Küçük bir<br />
ülkede ilginç<br />
bir darbe…<br />
- FİJİ ADALARI CUMHURİYETİ -<br />
Darbe sonrası gelişmeler, darbeye karşı esasta önemli<br />
bir direnişin olmadığını gösterdi.<br />
Ordunun yönetime el koyduğu<br />
haberleri medyaya yansıdığında,<br />
küçük bir denemeye<br />
kalkışıp Fiji’nin dünya coğrafyasındaki<br />
yerini sorduk. Soruyu sorduğumuz<br />
insanlardan aldığımız cevapların<br />
çoğunluğu Fiji’nin pek de tanınmadığını<br />
gösteriyordu.<br />
Bu tanımama durumu büyük olasılıkla<br />
oradaki askeri darbenin fazla<br />
dikkat çekmemesine yol açan nedenlerden<br />
biri. Türkiye’de genelde fazla<br />
kimsenin dünyada neler olup-bitiyor<br />
diye merak etmeme olgusu da bir<br />
başka gerçeklik.<br />
Dünyadaki siyasi gelişmeler bağlamında<br />
önemli bir rol oynamasa da,<br />
Fiji gibi küçük ülkelerdeki gelişmeleri<br />
izlemek ve durumu bilinçlere çıkarmak<br />
da görevlerimizden biridir.<br />
Fiji Ad a l a r ı C u m hu r i ye t i ,<br />
Güneybatı Pasifikte yaklaşık 330<br />
ada(cık)dan oluşan ve 106 adası üzerinde<br />
ikamet edilen; nüfusu 2004 yılı<br />
verilerine göre 841 000 olan ve 18.376<br />
km2 alana sahip küçük bir ülke.<br />
Fiji’nin tarihine damgasını vuran<br />
olgu, uzun süre Büyük Britanya sömürgeciliği<br />
altında kalmış olmasıdır.<br />
10 Ekim 1970 tarihi Britanya’dan bağımsızlığını<br />
elde etme tarihi <strong>olarak</strong><br />
kabul ediliyor. Devlet yönetim<br />
biçimi <strong>olarak</strong> da, 1987’den bu<br />
yana cumhuriyet yönetimine sahip.<br />
Başkenti Suva’dır. Nüfusun %54’ü<br />
Fiji (Melanes), %38’i Hint kökenli.<br />
Hint kökenliler Britanya sömürgecileri<br />
tarafından değişik işlerde –özellikle<br />
de şeker pancarı üretiminde–<br />
çalıştırılmak için Fiji’ye götürülen<br />
ve orada yerleşik hale gelen kesim.<br />
Bunlara kimi haklar tanınsa da hâlâ<br />
Fijili yerli kesim tarafından, özellikle<br />
de son yıllarda yönetimde olanlar tarafından<br />
ayrımcılık, ırkçılık yapılmaktadır.<br />
Örneğin Hint kökenlilerin<br />
toprak satın alma hakları yoktur.<br />
Ancak kiralama hakları vardır.<br />
Siyasi yaşamda da eşit düzeyde yer<br />
alma hakları yoktur. 29.08.2000 tarihinde<br />
Başbakan Qarase: “Siyasette<br />
yönetici konuma sadece Fiji kökenliler<br />
gelecektir” biçiminde açıklama<br />
yaparak ırkçı yaklaşımını sergilemiştir.<br />
Bu ırkçılığın, ayrımcılığın doğrudan<br />
sonucu, 1987’den bu yana onbinlerce<br />
Hint kökenlinin Fiji’yi terk<br />
etmesidir.<br />
Fiji’de cumhuriyet yönetimi olsa<br />
da, bu yönetim Türkiye’de bilinen<br />
cumhuriyet yönetiminden farklıdır.<br />
Cumhurbaşkanı, başbakan ve parlamentosu<br />
olması bağlamında benzerdir.<br />
Ama yüzyıllardır ülkede etkin<br />
olan klanların siyasette belirleyici<br />
rolü hâlâ duruyor. Adı “Reislerin<br />
Büyük Konseyi” olan kurum, seçilmişlerden<br />
değil, “Asil”lerin temsilciliği<br />
temelinde oluşan bir kurum. Bu<br />
kurum Cumhurbaşkanını atama yetkisine<br />
sahiptir. Bunun dışında Senato<br />
kurum <strong>olarak</strong> vardır ve senatoda da<br />
sadece klan reislerinin temsilcileri yer<br />
almaktadır. Ülkenin esasta yaşamını<br />
belirleyen bu iki kurumda nüfusun<br />
neredeyse %40’ını oluşturan Hint kökenliler<br />
tümüyle dışlanmıştır.<br />
Parlamento ya da Temsilciler<br />
Meclisi denen kurumda ise toplam<br />
71 milletvekili koltuğu var. Partilerin<br />
sandalye sayısı bağlamındaki durumu,<br />
yüzde <strong>olarak</strong> darbeden önce<br />
şöyleydi: Fiji Halk Partisi (SDL) %45,<br />
Fiji Emek Partisi (FLP) %38, Tutucu<br />
Birlik (MV) %8, diğer yüzde dokuz<br />
ise üç ayrı kesime paylaşılmış. Mayıs<br />
2006’da yapılan seçimlerin sonucunda<br />
SDL ve FLP koalisyon hükümeti<br />
kurdu. Başbakanlığa ise yeniden<br />
Laisenia Qarase seçildi.<br />
Ordu bağlamında ise durum kısaca<br />
şöyledir. Ordu gücü sayısı 3500.<br />
Yılda 32 milyon ABD Doları orduya<br />
harcanıyor. İki helikopteri ve panzerli<br />
araçları var. Ordunun başı ise<br />
Voreque Bainimarama. İşin ilginç<br />
yanı ise, ordunun %20’sinin BM’nin<br />
“Mavi Kasklı” gücü <strong>olarak</strong> emperyalist<br />
kurum ve kuruluşlara hizmet etmesidir.<br />
Fiji ordusunun askeri eğitim<br />
giderlerinin önemli bölümünü BM<br />
karşılıyor.<br />
Ülkenin gelir kaynağı ise esas <strong>olarak</strong><br />
şeker pancarı, tekstil ve giyim<br />
ile turizmdir. Balıkçılık, tütüncülük,<br />
kahve ve kakao üretimi gibi pirinç<br />
üretimi de ekonominin parçaları.<br />
Ülkenin küçüklüğüne göre “büyük”<br />
çapta altın madeni olduğu da söyleniyor.<br />
Örneğin 2000 yılında 3.675<br />
kilo altın üretilmiştir.<br />
Uluslararası düzeydeki ilişkileri<br />
bağlamında ise, başkanı Britanya<br />
Kraliçesi ve kısa adı CMAG olan<br />
ve üyelerinin büyük bölümünün<br />
Britanya’nın eski sömürgeleri olan<br />
devletler birliğine üyedir. CMAG’a 53<br />
ülke üyedir. Darbeden sonra Fiji’yi<br />
üyelikten dışladı ve demokrasiye dönülmesini<br />
talep etti. Benzeri bir durum<br />
1987’de de yaşanmıştı.<br />
Kısaca ülke hakkındaki bu verileri<br />
aktardıktan sonra darbenin kendisine<br />
yakından bakabiliriz.<br />
DARBE VE GELİŞMELER…<br />
5 Aralık 2006 günü saat 18.00 sularında<br />
ordu başının basın toplantısında<br />
darbe yapıldığını ve ordunun<br />
yönetime el koyduğunu açıklaması,<br />
kamuoyu açısından hiç de sürpriz<br />
bir gelişme değildi. Ordu başı<br />
Mainimarama 2005 yılı ortalarında<br />
darbe yapma yönlü tavrını açıklamış,<br />
Başbakan Qarase ve hükümeti uyarmıştı.<br />
Bu uyarının perde arkasında<br />
ise, 2000 yılında darbe yapmaya kalkışan<br />
ve o dönem Mainimarama önderliğinde<br />
ordunun müdahalesiyle<br />
boşa çıkarılan eylemin elebaşlarına,<br />
Qarase tarafından af çıkarma girişim<br />
ve isteği yatıyordu.<br />
Qarase’nin 2000 yılındaki darbecilerin<br />
lideri <strong>olarak</strong> tutuklanan<br />
ve hapse atılan George Speight’ı af<br />
ile serbest bırakma çabalarının ortaya<br />
çıkmasından ve ordu başının<br />
Qarase’yi uyarmasından sonraki<br />
süreçte, hükümet ile ordu arasındaki<br />
dalaş kızıştı. Karşılıklı kılıçlar<br />
çekildi… 2005 yılı sonlarında<br />
Mainimarama, hükümetin ordudan<br />
sorumlu bakanının yetkilerini tanımadığını<br />
açıkladı. Genelde de hükümetin<br />
kararnamelerini ve emirlerini<br />
hiçe sayarak kendi kurallarına göre<br />
davrandı.<br />
2006 Mayıs’ında seçimler yapıldı<br />
ve Qarase yeniden Başbakan oldu.<br />
2006 Ekim ayı sonlarında Başbakan<br />
Qarase, Mainimarama’yı görevinden<br />
alma denemesine kalkıştı, başaramadı.<br />
Başbakanın bu başarısız denemesinden<br />
sonra ordu açıkça hükümeti,<br />
antidemokratik olma, taraf tutma ve<br />
genel <strong>olarak</strong> da rüşvetçilik-yiyicilikle<br />
suçlamaya başladı. Hükümetin devrilmesi<br />
ile ilgili de açıkça spekülasyonlar<br />
yürüttü. Ekim ayı sonunda<br />
hükümete, ordunun talebini yerine<br />
getirmek için uyarıda bulundu<br />
ve 30 Kasım’a kadar mühlet tanıdı.<br />
Sözkonusu talep esas <strong>olarak</strong> Speigth’a<br />
af getirme ile ilgili tüm planların iptal<br />
edilmesi talebiydi. Kendisine verilen<br />
bu mühlet sürecinde, hükümet<br />
de Mainimarama’yı isyana teşvik<br />
suçundan görevden almaya çalıştı.<br />
Fakat bununla ilgili görevlendirilen<br />
polis herhangi bir kanıt bulamadı.<br />
Buna rağmen ama ordu suçlanınca,<br />
ordunun yönetimi, hükümetten polis<br />
şefini görevden almasını talep etti.<br />
Hükümet bu talebi yerine getirmezken,<br />
polis şefi izin alıp yurtdışında<br />
tatile gitti… Böylece darbede tutuklanmaktan<br />
da kurtulmuş oldu.<br />
2 Aralık’ta ordu başı hükümetten
panorama<br />
<br />
talebini yineledi ve aynı zamanda<br />
4 Aralık’tan itibaren bir “temizlik<br />
eylemi”ne başlanacağını ilan etti. 4<br />
Aralık’ta “temizlik eylemi”ne başlandı<br />
ve esasta polis silahsızlandırıldı.<br />
Hükümet binası gibi resmi binaların<br />
çevresi sarıldı ve Başbakan<br />
Qarase ve bakanlar ev hapsinde tutuldu.<br />
Sonuçta 5 Aralık 2006 tarihinin<br />
akşamı ordunun yönetime el<br />
koyduğu, cumhurbaşkanı ve başbakanın<br />
görevden alınıp hükümet ve<br />
parlamentonun feshedildiği açıklanarak<br />
darbenin yapıldığı resmileştirildi.<br />
Darbe sonrası gelişmeler, darbeye<br />
karşı esasta önemli bir direnişin olmadığını<br />
gösterdi. Başta görevden<br />
alınmış Başbakan Qarase olmak<br />
üzere, kimi Kilise temsilcileri ve sivil<br />
toplum örgütü kitlelere “barışçıl direniş”<br />
çağrısı yaptı. Bu çağrılara hemen<br />
hemen yanıt yoktu. Darbe başı<br />
Mainimarama açık konuşuyordu:<br />
“En ufak direnişi anında, gerekirse<br />
şiddetle bastırırız”, ya da “dediklerimize<br />
uymayanlar sonuçlarına da<br />
katlanmalı” gibi tehditler savruldu…<br />
Kimi tutuklamalar ve kaba davranmaların<br />
yaşandığı da verilen haberler<br />
arasında. Bu arada fazla güçlü olmayan<br />
medyaya da sansür kondu.<br />
Mainimarama ilk önce emekli<br />
bir askeri doktoru Jona Baravialala<br />
S e n i l a g a k a l i ’ y i b a ş b a k a n -<br />
lığa atadı. Atanmış başbakan,<br />
Mainimarama’nın kuklası olduğunu,<br />
“komutanım ne derse o olur” gibi<br />
açıklamayla ele veriyordu. Fakat bu<br />
da onun bu görevde uzun süre kalmasına<br />
yetmedi.<br />
Uluslararası düzeydeki “demokrasiye<br />
dönme” talebi yerine getirilmese<br />
de, Mainimarama Ocak 2007 başında,<br />
görevden aldığı Cumhurbaşkanı Ratu<br />
Josefa Iloilo’yu yeniden görevine getirdi.<br />
Aynı gün Cumhurbaşkanı da<br />
Mainimarama’nın başbakanlığını<br />
onayladı(!)<br />
Mainimarama hem ordu başı hem<br />
de hükümet başı <strong>olarak</strong> “temizlik<br />
eylemi”ni sürdürüyor. Ordu ile<br />
uyumlu çalışmaya yanaşmayan polis<br />
yetkilileri veya devlet kurumlarındaki<br />
memurlar “temizleniyor”!<br />
Seçimlerin ne zaman gündeme getirileceği<br />
belli değil. Şimdilik “iki<br />
sene sonra”dan bahsediliyor. Bu süreçte<br />
rüşvetçilik, yiyicilik, Hint kökenlilere<br />
karşı ırkçılık vb. sorunların<br />
çözümünü beklemek abestir.<br />
Olgular, Fiji’de kitlenin mücadele<br />
verebilecek örgütlülüğe ve mücadele<br />
bilincine yeteri kadar sahip olmadığını<br />
gösteriyor. İktidar için mücadele<br />
de esasta üsttekilerin kendi<br />
aralarındaki mücadele <strong>olarak</strong> yürüyor.<br />
Burjuva anlamda bir demokrasiye<br />
geçmek de demokrasi hareketinin<br />
güçlenip kitleselleşmesi ve egemenleri<br />
zorlamasıyla mümkündür.<br />
Gelişmelerin nereye varacağını süreç<br />
içinde göreceğiz.<br />
20 Ocak 2007 ✓<br />
Barışın<br />
uğramadığı<br />
Dergimizin 103. sayısında yayınladığımız<br />
17 Ağustos<br />
2006 tarihli yazımızda,<br />
Somali’deki gelişmeleri özetlerken şu<br />
değerlendirmeleri de yapmıştık:<br />
“Somali’deki durum ve güç dengeleri,<br />
çatışmaların kısa sürede bitmesine<br />
engeldir. Etiyopya’nın desteğine<br />
sahip olan Başkan Abdullahi Yusuf,<br />
aynı zamanda ABD’nin desteğini de<br />
almaktadır. Bu da Somali’deki islamcı<br />
kesim ile Etiyopya askeri arasında<br />
olası bir çatışmanın gündemden<br />
çıkmadığının işaretidir. Böylesi<br />
bir durumda islamcılarla geçici başkanın<br />
ve kurulması istenen hükümetin<br />
anlaşmaları zor görünüyor, ama<br />
olmaz değil.”<br />
“Sonuçta şimdilik askeri müdahale<br />
üzerine saldırgan biçimde konuşmasalar<br />
da Afrika Birliği (AU) başta olmak<br />
üzere BM de yeniden işin içine<br />
sokulmaya çalışılmaktadır. BM yetkilileri<br />
şimdilik yeni bir denemeye<br />
kalkışmak için durumun elverişli<br />
olmadığını söylüyorlar. Öyle ya da<br />
böyle Somali yeni bir işgalin tehditi<br />
altındadır.” (sayı 103, sayfa 10)<br />
Ağustos’tan bu yana yaşanan gelişmeler<br />
bu tespitlerimizin doğruluğunu<br />
bir kez daha onayladı.<br />
“Birleşik Şeriat Mahkemeleri” (JIC)<br />
güçleri ile uluslararası emperyalist<br />
güçlerin Somali hükümeti <strong>olarak</strong><br />
tanıdığı, meşru gördüğü Abdullahi<br />
ülke…<br />
- SOMALİ-<br />
Yusuf önderliğindeki atanmış hükümet<br />
temsilcileri barış görüşmelerine<br />
başladı. Sözkonusu görüşmeler<br />
Sudan’ın başkenti Khartum’da Arap<br />
Ligası arabuluculuğuyla yürütüldü.<br />
4 Eylül’de JIC ile hükümet temsilcileri<br />
arasında bir geçici barış anlaşması<br />
imzalandı. Buna göre “ulusal<br />
ordu” kurma ve buna JIC’nin islamcı<br />
milis güçlerini de entegre etme konusunda<br />
anlaşılmıştı ve JIC 30 Ekim’e<br />
kadar yeni yerleşim alanlarını ele geçirme<br />
eylemlerine son vermeyi taahhüt<br />
etmişti. Anlaşmaya göre iki tarafın<br />
da yabancı askeri güçlerden destek<br />
almaktan kaçınması gerekiyordu.<br />
Etiyopya geçici hükümeti desteklerken,<br />
Eritre’nin de JIC’yi desteklediği<br />
iddia ediliyordu. Sözkonusu anlaşmanın<br />
detaylarını ve yönetimde<br />
güçlerin nasıl dağıtılacağı meselesini<br />
“Ramazan orucu” sonrasında somutlaştırıp<br />
çözmek için de anlaşıldı.<br />
Bu anlaşma Somali halkının barış<br />
umudunu biraz da olsa yeşertmişti.<br />
Ama, bu umudun boş olduğu gerçeği<br />
kısa sürede ortaya çıktı.<br />
Bu umudu boşa çıkaran etkenlerin<br />
başında BM önderliğinde ve Afrika<br />
Birliği (AU) güçlerince Somali’ye<br />
“barış gücü” yerleştirmeye yönelik<br />
plan ve tartışmalar geliyordu. İslamcı<br />
güçlerin, gerçekte işgal gücü <strong>olarak</strong><br />
düşünülen, ama emperyalistlerce kamuoyuna<br />
Somali’de “barış ve istikrar”<br />
sağlama adına gönderilmek istenen<br />
güçlerin Somali’ye yerleştirilmesine<br />
karşı çıkması, onları uluslararası<br />
emperyalist kurum ve kuruluşlarla<br />
karşı karşıya getiriyordu.<br />
Ülke içinde ise, Etiyopya’nın askeri<br />
gücünün Somali’de bulunması ve JIC<br />
güçlerine karşı emperyalistler tarafından<br />
atanmış hükümeti desteklemesi,<br />
karşılıklı görüşmelerin sonuçsuz<br />
kalmasına yol açan esas nedendi.<br />
Sözkonusu anlaşmadan yaklaşık<br />
iki hafta sonra Başkan Abdullahi<br />
Yusuf’a yönelik olduğu iddia edilen<br />
ve parlamento binası önünde gerçekleştirilen<br />
bomba patlatma olayı<br />
yaşandı. Başkanın kendisine bir şey<br />
olmadı ama içinde kardeşinin de olduğu<br />
onbir kişi yaşamını yitirdi.<br />
Atanmış ve geçici Başkan Abdullahi<br />
Yusuf bu bombalama işinin kimler<br />
tarafından yapıldığını bildiğini söyleyerek<br />
“Böylesi bir işi Somali’de Al<br />
Kaida dışında hiç kimse yapamaz”<br />
diyordu… ABD emperyalizminin<br />
temsilcilerinin Somali’ye yönelik işgal<br />
planlarını işletmek için başvurduğu<br />
açıklamalardan biri de böyle<br />
yapılıyordu.<br />
4 Eylül’de imzalanan anlaşmanın<br />
ne zaman yürürlüğe gireceği belirlenmemişti.<br />
Taraflar anlaşmaya uygun<br />
davranmaktan çok, diğer tarafı<br />
nasıl zayıflatırım, ya da devredışı bırakırımın<br />
peşindeydi. Başkan Yusuf<br />
Al Kaida’ya atıfta bulunup JIC güçlerine<br />
saldırı temelini oluşturmaya<br />
çalışırken, JIC güçleri ise anlaşmada<br />
taahhüt ettiği gibi Ekim ayı sonuna<br />
kadar yeni yerleşim alanlarını ele geçirme<br />
eylemlerini durdurmayıp sürdürdü.<br />
Bu arada resmen varlığı kabul edilmese<br />
de Etiyopya askeri güçlerinin<br />
Somali’deki varlığı, islamcı güçlerin<br />
9 Ekim’de “geçiş hükümetini desteklemesi<br />
durumunda” Etiyopya’ya karşı<br />
“cihad” ilan etmesini beraberinde getirdi.<br />
Buna paralel BM temsilcilerine<br />
yönelik tehditler savruldu ve bunun<br />
sonucunda 47 BM çalışanı Somali’yi<br />
terk etti. Bunlara “tuz-biber” <strong>olarak</strong><br />
da İtalyan kökenli bir rahibenin öldürülmesi<br />
eklendi. Yani kısacası, Ozan<br />
Mahzuni’nin bir türküsünde dendiği:<br />
“Fitnelik dediğin güvercin olur /<br />
Ramazan’da uçar Şaban’a kalır” gibi<br />
olmamıştı. “Ramazan’da” da “fitnelik”<br />
sürdürülüyor… güvercinin tüylerinden<br />
bile eser yoktu Somali’de.<br />
Etiyopya askerlerinin yardımıyla<br />
hükümet güçleri 20 Ekim’de Bur<br />
Haqaba’yı islamcı JIC güçlerinin elinden<br />
geri alarak 2006 Temmuz ayından<br />
bu yana ilk kez bu güçleri yenilgiye<br />
uğratıyordu.<br />
Bu gelişmeler sonrasında Kasım ayı<br />
başında Sudan’da, taraflar arasında<br />
yeniden başlayan görüşmeler belirsiz<br />
bir zamana kadar ertelendi. JIC temsilcileri<br />
bunu, Etiyopya askeri güçlerinin<br />
Somali’den çekilmediği sürece<br />
herhangi bir görüşme ve anlaşmanın<br />
mümkün olmadığı biçiminde<br />
gerekçelendiriyorlardı. Böylece barış<br />
umutları bir kez daha gömülmüş, sa-
panorama<br />
vaşın yeniden kızışmasının ortamı<br />
hazırlanmıştı.<br />
EMPERYALİSTLER İŞBAŞINDA…<br />
Somali’de bu gelişmeler yaşanırken,<br />
özellikle ABD emperyalizmi BM<br />
Güvenlik Konseyi’nde Somali ile ilgili<br />
“Barış gücü” denen işgal gücü<br />
göndermeye yönelik bir karar çıkarmaya<br />
çalışıyordu.<br />
Etiyopya yönetiminin tüm reddetme<br />
tavırlarına karşın BM’nin<br />
Somali komisyonunun temsilcileri,<br />
Etiyopya’nın Somali’de 5000 ile 8000<br />
kadar askeri gücünün bulunduğunu<br />
açıklıyordu. BM Güvenlik Konseyi bu<br />
askeri gücün Somali’den çıkmasına<br />
yönelik bir talepte bile bulunmazken,<br />
ABD emperyalizminin karar<br />
taslağını 6 Aralık’ta onayladı. 1725<br />
sayılı BM kararına göre Somali’ye,<br />
BM çatısı altında Afrika Birliği’nin<br />
(AU) 8000 kadar işgal gücü göndermesinin<br />
yolu açılıyordu. BM’nin<br />
yedi Doğu Afrika ülkesinin oluşturduğu<br />
IGAD’ı da işin içine karıştırması,<br />
esasta gerek görmediği sürece<br />
BM’nin kendisinin “mavi kasklı” gücünü<br />
Somali’ye göndermeme siyasetinin<br />
bir sonucudur. BM hâlâ, 1995’te<br />
Somali’de başarısız kalmasının “acısını”<br />
çekiyor… Kestaneyi közden çıkaracak<br />
maşa arıyor.<br />
Alınan karara göre aynı zamanda<br />
Somali’ye karşı konulan silah ambargosu<br />
deliniyor ve kendilerinin<br />
atadığı Abdullahi Yusuf önderliğindeki<br />
geçiş hükümetine resmen silah<br />
satmanın yolu açılıyordu. Her ne kadar<br />
çatışan taraflara diyalog çağrısı<br />
da yapılsa, gerçekte sözkonusu kararın<br />
tek taraflı olduğu ve kendilerinin<br />
taşeron güçlerini desteklemek için<br />
alındığı açıktır.<br />
Birleşmiş Milletler bu karar tasarısını<br />
tartışırken ve karara bağlarken<br />
JIC islamcı güçlerinin Somali’ye “barış<br />
gücü” gönderilmesine karşı olduğunun;<br />
bunun aslında çatışmaları kızıştıracağının,<br />
savaşın daha da uzun<br />
sürmesine yol açacağının da bilincindeydi.<br />
Buna rağmen ama bu kararı<br />
aldı.<br />
Böylesi bir durumda BM Güvenlik<br />
Konseyi’nin gerçekte Somali’de “barış”<br />
istemediği, “barışı sağlama”<br />
adına işgali “haklı” göstermek için<br />
ortam hazırlamaya çalıştığı ve bunun<br />
da esasta ABD emperyalizminin<br />
ve onu Somali bağlamında da açıkça<br />
destekleyen İngiliz emperyalizminin<br />
plan ve hesabı olduğu söylenebilir ve<br />
söylenmelidir de.<br />
A BD emper ya l i zmi, sadece<br />
1993’teki Somali yenilgisinin intikamı<br />
peşinde değil… Hayır. ABD<br />
emperyalizmi Ortadoğu’ya egemen<br />
olma amacı gibi özellikle Ortadoğu’ya<br />
yakın Afrika kıtasına da, somutta<br />
Kuzeydoğu Afrika’ya –tabii ki buralarda<br />
da yeraltı zenginliklerine egemen<br />
olma, nüfuzu altına alma hedefi<br />
sözkonusudur– egemen olma plan ve<br />
projesinden vazgeçmiş değil.<br />
Özellikle 11 Eylül 2001 saldırıları<br />
sonrası dönemde değişik Afrika ülkelerini<br />
daha fazla egemenliği altına<br />
almaya, onları bölgede kendi taşeronları<br />
haline getirip gerektiğinde<br />
kullanmaya ağırlık verdi.<br />
Sözkonusu ülkelerden biri de<br />
Etiyopya’dır. ABD emperyalizmi 11<br />
Eylül 2001’den beri Etiyopya ordusunu<br />
eğitip silahlandırarak kıtanın<br />
en güçlü ordularından biri haline getirdi.<br />
ABD emperyalizmi ile Etiyopya<br />
egemenleri ve yönetimi açıkça işbirliği<br />
içindedir.<br />
Somali bağlamında da Etiyopya<br />
ile ABD emperyalizminin işbirliği<br />
içinde olduğu inkâr edilemeyecek<br />
kadar açığa çıkmış durumdadır.<br />
20 Haziran 2006 tarihinde ABD’nin<br />
Ortadoğu’daki, somutta da Irak’taki<br />
işgalci güçlerin başlarından biri olan<br />
General John Abizaid, Etiyopya’nın<br />
başkenti Addis Abeba’da idi…<br />
Abizaid’in bu “ziyareti”nden sonra<br />
Etiyopya binlerce askerini Somali’ye<br />
göndermeye başladı. Bu askerler özellikle<br />
de geçici hükümetin yerleştiği<br />
kent olan Baidoa çevresine yerleştirildi.<br />
4 Aralık 2006 tarihinde Abizaid<br />
yeniden Etiyopya’ya uğradı… Bu gezisinde<br />
Etiyopya askeri güçlerinin<br />
saldırıya geçmesine yeşil ışık yakıldığı<br />
tahmin ediliyor. 6 Aralık’ta BM<br />
Güvenlik Konseyi’nin kararı da bunlara<br />
eklenince, Somali’ye askeri bir<br />
müdahalenin “meşru” kılınmasının<br />
ortamını yaratmaya çalıştıkları biraz<br />
daha açığa çıkmaktadır.<br />
TAŞERONLAR DA İŞBAŞINDA…<br />
Burada aktardığımız genel çerçevede<br />
12 Aralık 2006 tarihinde islamcı güçler<br />
Etiyopya askeri güçlerinden bir<br />
hafta içinde ülkeyi terketmelerini istedi.<br />
Etiyopya yönetimi bu döneme<br />
kadar hâlâ birkaç yüz askeri eğitimci<br />
dışında askerinin Somali’de olmadığını<br />
açıklıyordu.<br />
JIC tarafından ültimatomla tanınan<br />
bir haftalık süre bittiğinde, JIC<br />
milisleri ile Etiyopya askerlerinin<br />
de açıkça içinde yer aldığı hükümet<br />
yanlısı güçlerle çatışmalar başladı.<br />
Böylece JIC güçlerinin kontrolü altına<br />
aldığı kentlerin onların kontrolünden<br />
geri alınması süreci de başlamış<br />
oldu.<br />
JIC güçleri hükümetin bulunduğu<br />
Baidoa kentini ele geçirmek<br />
için kente yaklaştığında, hükümeti<br />
koruma adına Etiyopya hava askeri<br />
güçleri belirlenmiş hedeflere bomba<br />
yağdırmaya başladı. 24 Aralık’a gelindiğinde<br />
Etiyopya hükümeti islamcılara<br />
karşı saldırıya başladığını resmen<br />
de ilan etti.<br />
Sayısı tam verilmeyen, ama 10-<br />
12000 civarında olduğu tahmin edilen<br />
Etiyopya askeri gücü ile geçici hükümetin<br />
askeri güçleri JIC güçlerine<br />
saldırılarını yoğunlaştırdığından ve<br />
JIC güçlerinin gerek asker sayısı, gerekse<br />
silah gücü bakımından zayıf<br />
olması; bunun bilincinde <strong>olarak</strong> JIC<br />
güçlerinin geri çekilme, mümkün<br />
olduğunca çatışmalardan kaçınma<br />
taktiğine başvurması, çatışmalarda<br />
ölenlerin sayısının daha düşük olmasını<br />
beraberinde getirdi. Buna rağmen<br />
verilen bilgilere göre 3000 civarında<br />
JIC milisi öldürüldü, 4-5000<br />
civarında insan yaralı ve onbinlerce<br />
insan göç yollarına düştü…<br />
Etiyopya’nın bu askeri harekâtının<br />
açıkça ABD emperyalizmi tarafından<br />
onaylanarak gerçekleştirildiği de<br />
bu süreçte yapılan açıklamalarla ortaya<br />
çıktı. Bunun da ötesinde ABD<br />
emperyalizmi yine Al Kaida militanlarına<br />
karşı mücadele adına savaş gemilerini<br />
Somali kıyılarına gönderdi,<br />
ardından da “teröristleri” avlama<br />
adına Somali’yi sayısız kez bombaladı.<br />
Sonuçta öldürülenler arasında<br />
sözkonusu edilen “teröristlerden” hiç<br />
birinin olmadığı ama örneğin 70 bedevinin<br />
katledildiği de basına yansıyan<br />
haberler arasında yer aldı.<br />
Ocak ayı başlarında JIC milislerinin<br />
kontrolü altında olan bir yer kalmamış,<br />
Etiyopya ordusunun hem karada<br />
hem de havada yoğun saldırıları<br />
son bulmuş ve geçiş hükümeti<br />
görünürde kontrolü ele geçirmişti.<br />
Şimdi “savaş hali” durumu yaşanıyor.<br />
Silahlar toplanmaya çalışılıyor.<br />
JIC güçlerinin kontrolü ele geçirdiği<br />
dönemde piyasadan kaybolan savaş<br />
ağaları ve çeteleri yeniden ortaya çıkıyor…<br />
Etiyopya ordusunun desteğiyle<br />
Başkent Mogadişu’da da kontrolü<br />
ele geçiren hükümet, Baidoa’dan<br />
Mogadişu’ya taşındığını açıkladı…<br />
Bu yazı yazılırken Etiyopya yetkilileri<br />
askeri güçlerini geri çekmeye başladıklarını<br />
açıklıyordu. Bunun birkaç<br />
hafta süreceği tahmin ediliyor. Fakat<br />
BM kararına göre “barış gücü” yerleşmedikçe<br />
Etiyopya askerinin tamamen<br />
geri çekilmeyeceği bilinmelidir.<br />
Bu konuda da esas zorlukları, ABD,<br />
AB ve BM gibi finansörlerin varlığına<br />
rağmen Afrika Birliği’nin (AU)<br />
öngörülen 8000 askeri nereden bulacağı<br />
sorusuna yanıtın henüz bulunmamış<br />
olmasıdır.<br />
Bu durumda ister “barış gücü” biçiminde<br />
olsun, isterse de Etiyopya’nın<br />
askerinin kalması biçiminde olsun<br />
Somali’yi işgal planı somutlaştırılmış<br />
ve adım adım sabitleştirilmeye çalışılmaktadır.<br />
Somali bağlamında ister<br />
Etiyopya askeri, ister doğrudan sınır<br />
komşusu olmayan Afrika ülkelerinden<br />
askerler, isterse de BM’nin askeri<br />
gücü olsun özde fark etmez. Hepsi de<br />
işgalci güç konumunda olacaktır.<br />
Di k kat çeken birkaç nokta:<br />
Etiyopya’nın savaşın içinde olması,<br />
hem savaşın bir Hristiyan-Müslüman<br />
çatışmasına bürünmesi ve hem de bir<br />
bölgesel savaşa dönme ihtimalini, potansiyelini<br />
içermektedir. Buna başta<br />
ABD emperyalizmi olmak üzere, birlikte<br />
hareket eden diğerlerinin de “terörizme<br />
karşı mücadele” adına hep<br />
Al Kaida gibi örgütleri öne sürmesi<br />
de katkıda bulunmaktadır.<br />
Etiyopya, hem Hristiyan çoğunluğun<br />
egemen olması ile, hem<br />
de Müslümanların yaşadığı esas<br />
bölge üzerinde Somali’nin –Büyük<br />
Somali’ye ait bölge <strong>olarak</strong> görüp–<br />
hak sahibi olduğu yönlü yaklaşımı<br />
birleştirildiğinde, bu savaşın başka<br />
biçimlere bürünerek uzun sürebileceği<br />
tahmin edilebilir.<br />
Birleşik Şeriat Mahkemeleri (JIC)<br />
güçlerinin esasta geri çekilip yeni<br />
mücadele biçimlerine –örneğin<br />
Irak’ta olduğu gibi intihar eylemleri,<br />
arabalarla bomba patlatma ve gerilla<br />
mücadelesi gibi biçimlere– başlayacağını<br />
açıklaması, savaşın daha bitmediğini<br />
göstermektedir.<br />
Emperyalistler ve taşeronları şimdilik<br />
galip görünse de ve ülkede kontrolü<br />
ele geçirseler de, ufukta barış<br />
görünmüyor.<br />
Bir nokta daha. Basına yansıyan<br />
kimi haberlere göre Somali’de az da<br />
olsa uran bulunmaktadır. JIC güçleri<br />
kontrolü elinde tuttuğu dönemde<br />
İran’ın, onlardan uran satın almak<br />
istediği dedikodusu dolaştırılmaktadır.<br />
Bilindiği kadarıyla, maden <strong>olarak</strong><br />
Somali’de uran bulunsa da üretimi<br />
yapılmamıştır. Fakat buna rağmen<br />
sözkonusu bölgeyi işgal etmeye<br />
çalışanların olduğu –isimleri verilmiyor–<br />
söylenmektedir. Bu söylentiler<br />
Somali’nin Moskova ataşesinin<br />
“aslında Somali’deki uran Rusya’ya<br />
aittir” açıklamasını yapmasına yol<br />
açtı. Buna göre 1976’da Somali ile<br />
“Sovyetler Birliği” arasında anlaşma<br />
yapılmış ve uranın işlenmesi hakkı<br />
“Sovyetler Birliği”ne devredilmiştir.<br />
Bir yandan Al Kaida’nın militanlarının<br />
Somali’de olduğu, bir yandan<br />
İran’ın uran satın almaya kalkışarak<br />
atom silahı üretme amacında<br />
olduğunu ispat etme çabası; bir yandan<br />
Somali’de “barışı ve istikrarı”<br />
sağlama adına işgal, aynı zamanda<br />
da Somali’nin yeraltı zenginliklerine<br />
konma… vb. vb. çeşitli hesaplar!<br />
Tüm bu hesapların tutup tutmayacağını<br />
ya da gelişmelerin hangi<br />
yönde olacağını göreceğiz. Görünen,<br />
emperyalist güçlerin varlığını koruduğu<br />
sürece gerek Ortadoğu’da gerekse<br />
de Afrika kıtasında savaşların<br />
daha uzun yıllar süreceğidir.<br />
Görev, savaşların kaynağı olan kapitalist-emperyalist<br />
sistemi yerlebir<br />
etmek ve dünyanın işçi ve emekçilerinin,<br />
halkların kardeşliğinin, eşitliğinin,<br />
özgürlüğünün gerçekleştiği,<br />
baskısız, sömürüsüz, sınıfsız ve de<br />
sınırsız bir dünya yaratmak için mücadeledir.<br />
Böylesi bir dünyayı yaratmak için<br />
mücadele herşeye değer!<br />
24 Ocak 2007 ✓
yeni kadın dünyası<br />
Kadın fabrika işçilerinin<br />
delegelerini ziyaret - Roland Holst -<br />
Rusya’da, proletarya önderliğindeki sosyalist Ekim<br />
Devrimi, kadınların gerçek kurtuluşu bağlamında atılan<br />
dev adımların başlangıcı olmuştur.<br />
Çarlık Rusya’sında insan yerine bile konmayan kadınlar,<br />
proletaryanın iktidarında her alanda muazzam bir<br />
güç haline gelmişlerdir.<br />
Dönüşüm Yayınları tarafından yayınlanan Gül<br />
Özgür’ün iki ciltlik Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim<br />
Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu – “Tavuk Kuştur,<br />
Kadın İnsandır” adlı kitabında işçi ve emekçi kadınların<br />
kendi iktidarlarında neler başarabilecekleri detaylı bir şekilde<br />
ortaya konuyor.<br />
Kuşkusuz bu olağanüstü başarılar bugünden yarına olmamıştır.<br />
Bütün Sovyet insanı gibi Sovyet emekçisi kadınlar<br />
da büyük zorluklara katlanmak, büyük özverilerde<br />
bulunmak zorunda kalmışlardır.<br />
Aşağıda Gül Özgür’ün kitabında yer alan ve Roland<br />
Holst’un 1922 yılında “Komünist Kadın Enternasyonali”<br />
dergisinde yayınlanan bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyoruz.<br />
Bu kısacık yazıda, Sovyet işçi ve emekçisi kadınların<br />
yaşadıkları bütün yoksulluk ve sefalete rağmen proletarya<br />
iktidarına olan inançlarının ne kadar güçlü olduğunu<br />
görüyoruz.<br />
Tüm okuyucularımıza, Sovyetler Birliğinde kadınların<br />
kurtuluşu ve tam hak eşitliğinin sağlanabilmesi için nasıl<br />
bir mücadele çizgisinin izlendiğini ve nelerin başarıldığını<br />
görmeleri açısından son derece iyi hazırlanmış bu<br />
belgeyi incelemelerini öneriyoruz. YDİ Çağrı.<br />
10<br />
Fabrika işçisi kadınların delegelerinin<br />
toplantısına yapmak istediğimiz<br />
ziyaret, Moskova’da<br />
birçok buluşmada olduğu gibi—yetersiz<br />
örgütsel dakiklik yüzünden—<br />
birinci seferinde mümkün olmamıştı.<br />
Kadınlar bizi birkaç saat beklemişler,<br />
arkasından tercüman bulunamadığı<br />
için onlara gidemediğimiz haberi<br />
gelmiş ve biz nihayet tercümanla birlikte<br />
oraya vardığımızda, işçi kadınlar<br />
şakır şakır yağan yağmur altında<br />
evlerine gitmişlerdi. İkinci kez her<br />
şey yolunda gitti.<br />
Eskiden şık bir yazlık restoran olan<br />
bir binanın büyük, aydınlık, ferahlatıcı<br />
salonunda birkaç yüz fabrika<br />
işçisi kadın oturmuş, bizi bekliyorlardı.<br />
Çoğunun ne kadar temiz giyindiğine<br />
ve tertemiz göründüğüne<br />
yeniden sevindim.<br />
Önce Kadın Seksiyonu’nun başkanı<br />
selamlıyor bizi, sonra birkaç kişi daha<br />
konuşma yapıyor, bunlar arasında<br />
“Ordu Siyasi Komiseri” bir kadın<br />
da var. Ardından Fransa için Lucie<br />
Colliard, İsviçre için Rosa Grimin,<br />
ve ben konuşuyoruz. Tercüman <strong>olarak</strong><br />
gelmiş bulunan Lenin’in kızkardeşi.<br />
Yelizarova, konuşmalarımızı<br />
çeviriyor. Bunun üzerine büroya,<br />
soru sormak isteyen işçi kadınların<br />
“mektupçukları” iletiliyor. Ah, gelen<br />
hep o belli soru, her toplantıda<br />
yeniden gelen, Moskova’daki ve taşradaki<br />
toplantılarda, erkek ve kadın<br />
toplantılarında, fabrika işçisi ve yoksul<br />
köylü toplantılarında gelen soru.<br />
Bu Rusya’daki milyonların gözleri,<br />
dudakları ve yürekleriyle diğer ülkelerden<br />
gelen tüm delegelere sordukları<br />
soru: “Ne zaman, ne zaman ülkenizin<br />
işçileri ayağa kalkacak ve sizin<br />
egemen sınıflan, bizimkileri koyduğumuz<br />
gibi kovacak?”<br />
Ve biz buna sadece, devrimci bir<br />
uyanışın zamanının hiçbir zaman<br />
önceden belirlenemeyeceği, ama bizim<br />
onu hızlandırmak için elimizden<br />
geleni yapacağımız yanıtını verebiliyoruz.<br />
Ve daha sonra elimizden<br />
geldiğince, bizim Batı ülkelerinde<br />
neden burjuvazinin o kadar<br />
güçlü ve proletaryanın o kadar zayıf<br />
ve dağınık ve zihnen burjuvalaşmış<br />
olduğunu anlatıyoruz. Ve yerinde<br />
nedenlerimize rağmen —”bilimsel”<br />
bakımdan çürütülemez nedenler—,<br />
kendimizi Rusya’nın erkekleri ve kadınları<br />
karşısında yeniden ve yine<br />
öyle küçük ve zavallı hissediyoruz.<br />
Bizim açıklayamadığımız ya da bu<br />
kadınlarla erkeklerin anlayamadıkları<br />
bir şeyin var olduğunu hissediyoruz,<br />
çünkü onlar devrimi yaptılar ve<br />
dört yıl boyunca onun uğruna insanların<br />
katlanabilecekleri her şeye katlandılar.<br />
Lenin’in Avrupa devrimini<br />
geciktirmek istediğini ve bunun için<br />
Üçüncü Enternasyonal’i kullandığını,<br />
çünkü Rusya’yı yalnızca kapitalizmin<br />
kalkındıracağı görüşünde olduğunu<br />
iddia eden komünistler olduğunu<br />
duyduklarında, Rus işçilerinin<br />
yüzlerini görmek isterdim. “Böyle bir<br />
şeye inananlar ne tuhaf komünistlermiş<br />
öyle?” diye sorarlardı. Kendi içgüdüleri<br />
ve sınıf hisleri onlara tam<br />
tersini söylüyor.<br />
Bize sorulan soruya tamamen dürüst<br />
bir yanıt vermek, özellikle Lucie<br />
Colliard için zor. Colliard yoldaş<br />
Fransız Partisi ve sendika hareketinin<br />
ateşli, davaya yürekten bağlı bir<br />
propagandistidir. Rusya’da çoğumuzun<br />
sık sık başına geldiği gibi, onun<br />
nasıl büyük bir utanç duygusuyla boğuştuğunu<br />
görüyorum; söyleyemeyeceği,<br />
cesaretlendirici ve yakın bir<br />
devrim umuduna dair sözler söylemek<br />
için büyük bir istek. O dürüst,<br />
ve bu sözleri söylemiyor. Bir an için<br />
salondan gri bir düş kırıklığı bulutu<br />
geçiyor. Zavallı, cesur, çok zor durumlardan<br />
geçmiş kadın yoldaşlar,<br />
daha ne kadar düş kırıklığına uğrayacaksınız?<br />
«Enternasyonal» söyleniyor, ve toplantı<br />
bitiyor. Başkanlık divanı bizi<br />
çaya davet ediyor ve geniş bir merdivenden<br />
yukarıya, üst kata çıkıyoruz.<br />
Gölgeli bir bahçeye bakan neredeyse<br />
boş, aydınlık bir odada kar beyazı<br />
damasko örtü ve zarif perdahlı bardaklarla<br />
hoş bir şekilde düzenlenmiş<br />
yuvarlak bir masa duruyor. Çay koyuluyor,<br />
yanında ekmek hamurundan<br />
yapılmış, peksimet gibi sert bir<br />
tür çörek ve tatlı kuru üzümler sunuluyor.<br />
Rusya işçi ve askerlerinin konuklarına<br />
sunabildikleri az sayıdaki<br />
lezzetli şeylerden biri, Türkistan’daki<br />
kardeşlerinin armağanı.<br />
Söyleşiyor ve çay içiyoruz, bu sırada<br />
gözümün önünde eskiden burada<br />
oturmayı âdet edinmiş konukların<br />
hayali beliriyor, dünyanın ve hiçliğin<br />
çocukları: şişman, gürültücü tüccarlarla,<br />
süslü püslü karıları ya da makyajlı<br />
metresleri. Aynı bardaklardan<br />
nasıl köpüklü şarap içtikleri, ve bu<br />
şık damasko örtünün üzerinde dünyanın<br />
dört bir yanından gelmiş leziz<br />
yiyecekler yığılı olan çanakların durduğu<br />
geliyor aklıma... Karıları, kızları<br />
ve metresleriyle zengin tüccarlar<br />
çekip gittiler Moskova’dan, ve arkada<br />
bıraktıkları, kültürleri hakkında hiç<br />
de iyi bir fikir uyandırmıyor. Büyük<br />
evleri ve mobilyaları, hepsi burjuva-<br />
Avrupai ya da eski Rus kültürünün<br />
büyük bir kopyası, zevksiz ve aşırı<br />
takıntılı. Ve burada, sık sık oturdukları<br />
ve ruhsal boşluklarını unutmaya<br />
ve can sıkıntılarını uyuşturmaya çalıştıkları<br />
yerde, şimdi fabrika işçisi<br />
kadınların delegeleriyle kardeşçe bir<br />
içtenlik ve sıcak güven ortamında<br />
bir arada oturuyoruz. Kadınlarla<br />
zorlu yaşamdan, yoksunluk ve açlıktan,<br />
eğer kişi bunlara özgürlük aşkına<br />
katlanıyorsa, sanki yüreklerinin<br />
gücü ve zenginliği sürekli yeniden<br />
bunlardan doğuyormuşcasına<br />
öylesine farklı olan tüm bu acılardan<br />
söz ediyoruz. Sovyet Rusya’nın sahip<br />
olduğu en iyi şeylerle özenle bakılan<br />
ve beslenen çocukların yazın ormanlarda<br />
nasıl geliştiklerinden söz<br />
ediyoruz. Cesaret, kararlılık ve güven<br />
ruhuyla sarıp sarmalanıyoruz.<br />
Yüreğimiz öyle hafif ki: Burada ve<br />
kendi ülkemizde yeni yaşamın nasıl<br />
doğduğunu hissediyoruz.<br />
Yola çıktığımızda, şiddetli rüzgâr<br />
geniş bulvarı silip süpürüyor, yağmur<br />
yüzümüzü kırbaçlıyor, hava birden<br />
soğuyor. Bir kapı girişinde küçük<br />
bir yersiz yurtsuz grubu birbirine sokulmuş,<br />
yağmurdan korunmaya çalışıyor<br />
— akşam geç saatlerde bulvarlarda<br />
sigara satmaya çalışan türden<br />
küçük yersiz yurtsuzlar bunlar.<br />
Gömlekleri ve pantolonları delik deşik,<br />
çıplak bacakları ve ayakları, kötü<br />
parkeli caddeyi bir anda çamur deryasına<br />
çeviren bu berbat havada acınası<br />
bir görünüm arzediyor. Bu çocukları<br />
gece yarısı hâlâ sokakta gördüğümde<br />
daha önce de ne kadar çok kızmışımdır!<br />
Bize refakat eden Rus yoldaşlara<br />
acıklı şaşkınlığımı şiddetle dile getiriyorum.<br />
“Böyle bir şey Rusya’da<br />
hâlâ nasıl mümkün oluyor? Çocuklar<br />
neden kolonilere yerleştirilmiyor?<br />
Çocuklarını akşam geç saatte sokağa<br />
işportacılığa gönderen anne babalar<br />
neden cezalandırılmıyor?”<br />
Yanıt usuldan ve üzüntülü:<br />
“Hepsini alamıyoruz. Hepsi için ne<br />
ekmek ne ev, ne giysi ne de bakıcı var.<br />
Ve anne babaları da cezalandıramayız;<br />
kendileri açlar ve çocuklar eve az<br />
bir şeyler götürüyor. Elbette iyi değil<br />
bu. Bunca yoksul olmasak, bunlar olmazdı!”<br />
A r aba bek l iyor. Bi n iyor u z .<br />
Yüreğimde yine o utanç alevi tutuşuyor.<br />
(“Komünist Kadın Enternasyonali”<br />
dergisi, No. 1—2/1922, s. 413-416.) ✓
Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
Sendikal hak ve özgürlükler üzerine<br />
kısa bir tarihçe ve mevcut durum üzerine (1)<br />
İşime karım dedim<br />
Karıma Kavel diyeceğim<br />
Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada<br />
Güneşe karışmadıkça etim<br />
Kavel grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim<br />
…<br />
ve izin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim<br />
İzin verirlerse Kavel grevcileri<br />
İlk çocuğumun adını<br />
Kavel koyacağım…<br />
Hasan Hüseyin Korkmazgil<br />
Rivayet odur ki tarihte ilk grev<br />
bundan yaklaşık 4000 yıl önce<br />
Mısır’da III. Ramses zamanında<br />
yapılmıştır. Piramitlerin yapımı<br />
sırasında köle emeği yoğun <strong>olarak</strong><br />
kullanılmasına karşın, işin ustalık<br />
gerektiren kısımlarını yapan nitelikli<br />
işçiler, kendilerine verilen buğdayın<br />
az olması sebebiyle tarihte bilinen<br />
ilk grevi yapmışlar, elinden bir<br />
şey gelmeyen Ramses, işçilerin talebini<br />
kabul etmek zorunda kalmıştır1.<br />
Bu tarihten günümüze kadar adı grev<br />
<strong>olarak</strong> konmuş olsun ya da olmasın<br />
birçok irili ufaklı eylem olmuştur.<br />
Bu eylemler üreten ve fakat ezilenlerin<br />
birer hak arama yöntemi <strong>olarak</strong><br />
zaman içinde gelişmiş ve sanayi devriminin<br />
ardından grev artık feodal<br />
bağlarından kurtulmuş modern işçi<br />
sınıfı elinde bir silah olmuştur. Marx<br />
Komünist Manifesto’da; “…tek tek<br />
işçilerle tek tek burjuvalar arasındaki<br />
çatışmalar giderek daha çok iki sınıf<br />
arasındaki çatışma niteliğine varır.<br />
İşçiler burjuvalara karşı koalisyonlar<br />
oluşturmaya başlarlar; ücret mücadelesini<br />
birlikte verirler. Ara ara yükselen<br />
isyanları beslemek için kendi içlerinde<br />
sürekli birlikler oluştururlar2.”<br />
derken bu silahın niteliğini de açıklamıştır:<br />
Örgütlü olmak!<br />
İşçilerin haklarını savunmak için<br />
örgütlenme fikri ilk kez 1700’lerde<br />
İngiltere’de doğmuş olmasına karşın;<br />
bunun bir hak <strong>olarak</strong> devlet belgelerine<br />
geçmesi önce 1824 yılında<br />
İngiltere’de3 ardından bir sosyal<br />
ayaklanmanın ardından Fransa’da<br />
kurulan geçici Cumhuriyet’te olmuştur.<br />
Fransa’da 25–26 Şubat 1848 tarihinde<br />
çıkarılan, İşçi Kararnamesi<br />
ile “hükümet, çalışmalarının karşılığını<br />
elde edebilmeleri amacıyla, işçilerin<br />
kendi aralarında sendikalar kurmaları<br />
hakkını tanır.” denmiştir4.<br />
Bu belgeden bir yüzyıl sonra, dünyanın<br />
iki kampa bölünmesi, sosyalist<br />
ülkelerin sayısındaki önemli artış ve<br />
sosyalist ülkelerde emekçiler lehine<br />
çıkarılan yasaların kapitalizm için<br />
bir tehdit oluşturduğunun ayırdına<br />
varılmasının ardından, Birleşmiş<br />
Milletler Genel Kurulu; “…insanın<br />
zulüm ve baskıya karşı son bir çare<br />
<strong>olarak</strong> ayaklanmaya zorunlu kalmaması<br />
için5,” 10 Aralık 1948’te İnsan<br />
Hakları Evrensel Bildirgesi’ni oybirliği<br />
ile kabul etmiştir. İnsanların sadece<br />
insan olmalarından kaynaklanan<br />
haklarını tanımlayan bu bildirgenin<br />
20. maddesi; genel <strong>olarak</strong> örgütlenme<br />
özgürlüğünü tanırken; 23.<br />
maddenin dördüncü fıkrası “herkes,<br />
menfaatlerini korumak için sendika<br />
kurma ve bunlara katılma hakkına<br />
sahiptir” diyerek sendikal özgürlüğü<br />
insanın temel hak ve özgürlüklerinden<br />
biri <strong>olarak</strong> nitelemiştir.<br />
Ancak sendikal hak ve özgürlükler<br />
daha ayrıntılı <strong>olarak</strong> tanımlanabilmesi<br />
ve bu hakların güvence altına<br />
alınması BM Çalışma Örgütü tarafından<br />
kabul edilen 87 No’lu Sendika<br />
Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının<br />
Korunmasına İlişkin Sözleşme<br />
(1948), 98 No’lu Teşkilatlanma ve<br />
Kolektif Müzakere Prensiplerinin<br />
Uygulanmasına Müteallik Sözleşme<br />
(1949) ve 151 No’lu Kamu Hizmetinde<br />
Örgütlenme Hakkının Korunması Ve<br />
İstihdam Koşullarının Belirlenmesi<br />
Yöntemleri Sözleşmesi’yle (1978) olmuştur.<br />
Ardından 4 Aralık 1950’de<br />
Roma’da İnsan Hakları ve Temel<br />
Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin<br />
Sözleşme Avrupa Konseyi üye ülkeleri<br />
arasında imzalanmıştır.<br />
Ekonomik içerikli çok az hükmün<br />
yer aldığı Sözleşme’nin 11. maddesinin<br />
1. fıkrasında “Herkes, ayrıca çıkarlarını<br />
korumak için başkalarıyla<br />
birlikte sendikalar kurmak ve sendikalara<br />
katılmak haklarına sahiptir.”<br />
hükmü yer almıştır. 1961 yılındaysa<br />
Avrupa’da ekonomik ve sosyal<br />
hakları güvence altına almak amacıyla<br />
Avrupa Konseyi üye ülkeleri<br />
tarafından Avrupa Sosyal Şartı imzalanmış,<br />
bu şart 1996 yılında yerini<br />
Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal<br />
Şartı’na bırakmıştır. 1991 yılında ise<br />
Sosyal Şart’ın denetim sistemi ile ilgili<br />
hükümlerini değiştiren Avrupa<br />
Sosyal Şartı’nda Değişiklik Getiren<br />
Protokol onaylanmıştır. Yanı sıra,<br />
1966 yılında imzaya açılan ve 1976<br />
yılında imzacı ülkeler tarafından<br />
yürürlüğe giren Medeni ve Siyasal<br />
Haklar Sözleşmesi’nin 22. maddesi ile<br />
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar<br />
Sözleşmesi’nin 8. maddesi; örgütlenme,<br />
sendika kurma ve sendikaya<br />
katılma haklarını içerirken, aynı zamanda<br />
ilgili ILO sözleşmelerine gönderme<br />
yapmıştır.<br />
Türkiye’de işçi örgütlenmelerinin<br />
geçmişi 1870 yılında kurulan<br />
Ameleperver Cemiyeti’ne dayanmaktadır.<br />
İlk grev de 1872 yılında<br />
Kasımpaşa Tersanesi’nde ücretlerini<br />
alamayan işçiler tarafından yapılmıştır.<br />
Ama bu tarihe gelene kadar<br />
birçok iş bırakma eylemi gerçekleşmiştir.<br />
Örneğin 1587’de inşaat işçileri<br />
yevmiyenin arttırılmasını isteyince<br />
Padişah III. Murat, “ziyade<br />
yevmiye talep edenlerin haklarından<br />
geline” diye bir ferman yayınlamıştır6.<br />
Aslında bu ferman, o günden<br />
bu güne; Osmanlı’dan Türkiye<br />
Cumhuriyeti’ne işçi sınıfına bakışın<br />
ne kadar birbirine benzediğini<br />
de göstermektedir. İşçi hareketleri<br />
1908’de ivme kazanmış, Temmuz<br />
ayından 1908’in sonuna kadar<br />
Osmanlı topraklarında 111 grev olmuştur7.<br />
Bu grevler yabancı sermayedarlara<br />
ait işletmeleri vurmaya başlayınca,<br />
grev ve sendika konusunda<br />
birtakım düzenlemeler gündeme<br />
gelmiş, 8 Ekim 1908’de önce “Tatil’i<br />
Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanunu<br />
Muvakkat” (TECHKM) adıyla bir<br />
metin yürürlüğe konmuş, ardından<br />
9 Ağustos 1909’da bu metin aşağı<br />
yukarı aynı şekilde kabul edilerek<br />
“Tatil’i Eşgal Kanunu” (TEK) yürürlüğe<br />
konarak, sendikalar yasaklanmış,<br />
işçi temsilciliği kurumu getirilmiş,<br />
grev serbest bırakılmış, ancak<br />
kamuya yönelik hizmet veren işkollarında<br />
–ki bunların tamamı yabancı<br />
sermayedarlara aitti- yasaklanarak<br />
sulandırılmıştır8.<br />
Cumhuriyet döneminde ise merkezi<br />
ve ulusal ilk işçi örgütü 1923 yılında<br />
İstanbul’da “Türkiye Umum<br />
Amele Birliği” adıyla kurulmuş; ancak<br />
44 bin işçiyi temsil eden örgütün<br />
çalışması Kemalist Devlet tarafından<br />
engellenmiştir9. Daha kuruluşunun<br />
üzerinden birkaç ay geçmesine karşın<br />
Kemalist T.C.’nin işçilere karşı<br />
İÇİNDEKİLER<br />
YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />
Sendikal hak ve özgürlükler üzerine kısa bir tarihçe<br />
ve mevcut durum üzerine (1) .<br />
EK:1<br />
Trakya Sanayi işçileri ile dayanışma gecesi .<br />
EK:3<br />
Ditaş’ta mücadele sürecek!.<br />
EK:3<br />
Çakıcı Kalıp’ta işçiler işten atıldı ve sendikalaşma hakları gasp edildi . . EK:4<br />
Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi.<br />
EK:4<br />
Emek Platformu bileşenleri alanlardaydı….<br />
EK:4<br />
Dandy işçileri haklarını arıyor .<br />
EK:5<br />
Graniser işçilerinden tüm işçilere açık mektup .<br />
EK:5<br />
Tümtis Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı 13-14 Ocak 2007 .<br />
EK:6<br />
Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi.<br />
EK:6<br />
ITUC ilkeler bildirgesi sınıflar mücadelesini yok sayıyor.<br />
EK:7<br />
Sendikal hakları yok etmenin yeni adı: 4-b .<br />
EK:8<br />
Yakışır....<br />
EK:8<br />
EK:1
EK:2<br />
Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
bundan sonra alacağı tavır işte<br />
bu anda belli olmuştur. 1923 yılında<br />
gerçekleşen bir diğer önemli<br />
olaysa 23 Şubat 1923’te başlayan<br />
İzmir İktisat Kongresi olmuştur.<br />
Her grup gibi işçiler de taleplerini<br />
dile getirmişlerdir. Bunların<br />
arasında; amele yerine işçi tabirinin<br />
kullanılması, sekiz saatlik çalışma<br />
süresinin kabulü, 1 Mayıs’ın<br />
işçi bayramı <strong>olarak</strong> kabul edilmesi,<br />
kadın işçilere doğumdan önce ve<br />
doğumdan sonra olmak üzere toplam<br />
sekiz haftalık ücretli izin verilmesi<br />
gibi bugün bile ileri sayılabilecek<br />
talepler sunulmuştur. 1924<br />
yılında Amele Teali Cemiyeti kurulmuş,<br />
o da 1928 yılında yasaklanmıştır.<br />
Devlet bu sırada bir yandan işçi<br />
derneklerini kapatırken bir yandan<br />
da kendi resmi ideolojisine hizmet<br />
eden işçi örgütlenmeleri kurmaya<br />
başlamıştır. 1934’de İzmir’de kurulan<br />
“İzmir İşçi ve Esnaf Birliği”<br />
bunlardan ilki olmuş ve çalışanlara<br />
üyeliği zorunlu tutmuştur.<br />
Bundan da bir sonuç alamayan<br />
Kemalist Devlet bürokrasisi 1938<br />
yılında Cemiyetler Kanunu’nu<br />
değiştirerek “sınıf esasına” dayalı<br />
dernek kurmayı yasaklamıştır10.<br />
Bu esnada, 1936 yılında örgütlenme,<br />
toplu sözleşme ve grev<br />
hakkını içermeyen 3008 sayılı İş<br />
Yasası çıkarılmıştır.<br />
194 6 y ı l ı nd a değ i şt i r i len<br />
Dernekler Yasası’yla sınıf esasına<br />
dayalı dernek kurmak mümkün<br />
olmuş, 1947 yılına gelindiğindeyse<br />
bu kez grev ve toplu sözleşme hakkından<br />
yoksun Sendikalar Kanunu<br />
çıkarılmıştır. Bu yasanın kabulünün<br />
ardından 1948 yılı içinde 73<br />
işçi sendikası üç işveren sendikası,<br />
bir işçi sendikaları birliği kurulmuş;<br />
1948’de teşkilata bağlanmış<br />
işçi sayısı 52 bin olmuştur. Bu o<br />
dönemde çalışanların %8’ine denk<br />
gelmektedir11.<br />
1960 Askeri Darbesi Türkiye’de<br />
her alanda olduğu gibi sendikal<br />
hak ve özgürlükler alanında da<br />
birtakım özgürlükler getirmiş,<br />
1961 Anayasası sendika, toplu sözleşme<br />
ve grev haklarını tanımıştır.<br />
1961–1963 yılları arasında gerçekleşen<br />
miting, yürüyüş, eylem ve<br />
grevlerin etkisiyle de olsa 1963’te<br />
çıkarılan 274 ve 275 sayılı yasalar<br />
bu konularda gerekli düzenlemeleri<br />
getirmiştir. Bu yasaların çıkması<br />
ve örgütlülüğün artmasının<br />
ardından 1963–1971 yılları arasında<br />
gerçekleşen 569 greve toplam<br />
93.037 işçi katılmıştır12.<br />
1961 Anayasası’nın görece özgürlük<br />
ortamı işçilerin sosyalist fikirlerle<br />
tanışmasına da olanak sağlamış,<br />
bu arada 1952 yılında kurulan<br />
Türk-İş’in içinden 1967 yılında<br />
daha militan bir işçi hareketi görüşünü<br />
benimseyen DİSK doğmuştur.<br />
İbrahim Kaypakkaya’nın<br />
da dediği gibi; “Türk-İş, işçi sınıfının<br />
kendiliğinden gelme mücadelesini<br />
emperyalizmin menfaatlerine<br />
kanalize etme görevini yerine<br />
getiren bir örgüttü. Türk-İş emperyalizmin<br />
beslediği ve işçi saflarına<br />
soktuğu ‘Truva atı’dır…. işçi sınıfının<br />
bilinçli mücadeleye, bilinçli<br />
yaşama doğru kendiliğinden uyanışı<br />
Amerikan emperyalizminin ihraç<br />
ettiği sendikacılığı yıkmakta ve<br />
işçiler ona göre daha ileri olan ve<br />
kendiliğinden gelmeliği temsil eden<br />
DİSK’e doğru kaymaktadır. DİSK<br />
işçi sınıfının kendiliğinden gelme<br />
örgütlenmesini temsil eder13.”<br />
1970’e gelindiğinde,<br />
DİSK’e bağlı sendikaların<br />
iyice güçlendiğini ve Türk-İş’in ipleri<br />
elinden kaçırdığını gören hükümet,<br />
hazırladığı bir planla 274 ve<br />
275 sayılı yasalarda değişiklik yapmak<br />
üzere kolları sıvamıştır. Bu<br />
tasarıya göre; “herhangi bir işyerinde<br />
toplu sözleşme yapma hakkı;<br />
işyerinin dahil olduğu işkolunda en<br />
çok üyeye sahip olan ve işkolunda<br />
sigortalı işçilerin üçte birinin üye<br />
olduğu işçi federasyonu ya da ülke<br />
çapında faaliyet gösteren işçi sendikasına<br />
ait olacaktır.14”<br />
15 Haziran 1970 günü Meclis’e<br />
gelecek olan bu tasarının hazırlanmasında<br />
Türk-İş’in emekleri yadsınamayacak<br />
kadar çoktu. Ama<br />
işçi sınıfı sendikasına sahip çıkmış,<br />
15 Haziran günü İstanbul ve<br />
İzmit’te 70 bin, 16 Haziran’da ise<br />
150 bin işçi yürüyüşe geçmiştir.<br />
Silahsız işçilerin karşısına yığılan<br />
asker ve polisin açtığı ateş sonucunda<br />
yüzlerce işçi yaralanırken,<br />
üç işçi ve bir polis de ölmüştür.<br />
Burjuvazi’nin demokrasi havariliği<br />
halk uyanmaya başladığında<br />
rafa kaldırılmış hatta ona silah sıkılmıştır.<br />
İşçi sınıfının bu kararlılığı<br />
sonucunda yasa değişiklikleri<br />
meclisten geçmemiştir. Ancak<br />
hakim sınıflar bu kuyruk acısını<br />
unutmamışlar ve tam 11 yıl sonra<br />
gerçekleşecek olan yeni bir askeri<br />
faşist darbe sonrasında bu planlarını<br />
gerçekleştirmişlerdir. 15–16<br />
Haziran eylemlerinden yaklaşık<br />
dokuz ay sonra Türkiye yeni bir<br />
faşist darbeyle daha sallandı. Her<br />
türlü demokratik hareket ve eylem<br />
gibi; yükselen işçi hareketleri de<br />
yasaklandı. Sendikalar, özellikle<br />
de DİSK, kapatılmadı ama birçok<br />
yöneticisi tutuklandı. Nisan<br />
1971’de ilan edilen sıkıyönetim,<br />
Ekim 1973’e kadar tüm eylemlilikleri<br />
yasakladı. Sıkıyönetimin kaldırılmasından<br />
itibaren sendikal<br />
hareket büyük bir ivme kazandı.<br />
Öyle ki 1973 yılından 1980’e kadar<br />
1021 greve 264.832 işçi katıldı15.<br />
12 Eylül askeri faşist hareketinin<br />
olduğu 1980 yılı içerisinde<br />
ki 9,5 aylık dönemde yaklaşık 400<br />
işyerinde 70 bine yakın işçi grevde<br />
idi. Grevdeki işçi sayısının hemen<br />
hemen iki katı işçi de Eylül’ün sonunda<br />
greve çıkacaktı16. Ancak<br />
ivme kazanan işçi sınıfı hareketi<br />
bir kez daha hakim sınıfların gözünü<br />
korkuttu ve bir kez daha faşist<br />
bir darbe gerçekleştirildi. Bu<br />
bir önceki gibi olmayacak, gelişen<br />
toplumsal hareket acımasızca biçilecek,<br />
bundan işçi sınıfı da nasibini<br />
alacaktı. Türk-İş dışında<br />
sendikalar kapatılacak, yöneticileri<br />
yargılanıp cezaevlerine atılacaklardı.<br />
Sendikacılar daha 11-12<br />
Eylül’de gözaltına alınmaya başlanacak,<br />
14 Eylül 1980 sabahı tüm<br />
grev, eylem ve direnişler yasaklanacaktı.<br />
DİSK hakkında açılan davada<br />
1477 sanıktan 78’inin idamı<br />
istenecekti17. İşçi sınıfı hareketinin<br />
bir daha kolay kolay canlanamaması<br />
için bu olağanüstü dönemin<br />
uygulamalarını yasalaştıracak,<br />
1983 tarihli 2821 sayılı “Sendikalar<br />
Kanunu” ve yine 1983 tarihli<br />
2822 sayılı “Toplu İş Sözleşmesi,<br />
Grev ve Lokavt Kanunu” ile sendikal<br />
örgütlenme, hak ve özgürlükleri<br />
alabildiğine kısıtlanacaktı.<br />
M. Şehmus Güzel’in kitabında<br />
da bahsettiği gibi; çıkarılan yasalar<br />
incelendiğinde ortaya “yasaklar<br />
dışında her şey serbesttir” gibi<br />
bir durum çıkmaktaydı18. Bu dumanlı<br />
havada buzu kıransa, arkadaşları<br />
işten atıldığı için 2 Ekim<br />
1984 günü greve çıkan Yıldırım ve<br />
Desan tersaneleri işçileri oldu . 12<br />
Eylül faşist darbesinden sonra yapılan<br />
ilk büyük grev ise 18 Kasım<br />
1986’da Netaş’a bağlı üç işletmede<br />
2600 işçinin başlattığı grevdi20.<br />
Ardından 1986 Bahar Eylemleri,<br />
büyük madenci yürüyüşleri geldi.<br />
Ama sendikal örgütlülüğün geniş<br />
bir tabana yayıldığı ve gerçek anlamda<br />
bir baskı unsuru olduğu dönem,<br />
12 Eylül askeri faşist darbesiyle<br />
kapanmıştı bir kere.<br />
Aralık 2006 ✓<br />
(Devam edecek)<br />
1Arif Nacaroğlu, Evrensel<br />
Gazetesi, 20 Mayıs 2000<br />
2Karl Marx –Friedrich Engels,<br />
Komünist Parti Manifestosu, s.57,<br />
Evrensel Basım Yayın, 2. basım,<br />
1999<br />
3Tevfik Çavdar, Türkiye İşçi<br />
Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım<br />
Kitaplığı, 2005, s.44<br />
4Prof. Dr. M. Semih Gemalmaz,<br />
Ulusalüstü İnsan Hakları<br />
Hukukunun Genel Teorisine<br />
Giriş, 5.Bası, 2005, s.124<br />
5İnsan Hakları Evrensel<br />
Bildirgesi, Başlangıç<br />
6M. Kök, Bitmeyen Kavgada<br />
Sefalet Ücreti, Yürüyüş, 11 Ekim<br />
1977, sayı 131, s.9 aktaran; M.<br />
Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi<br />
Hareketleri 1908–1984, 1996, s.25<br />
7a.g.e. s.31<br />
8a.g.e. s. 60 ve 71<br />
9M. Kök, Bitmeyen Kavgada<br />
Sefalet Ücreti, Yürüyüş, 11 Ekim<br />
1977, sayı 131, s.9 aktaran; M.<br />
Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi<br />
Hareketleri 1908–1984, 1996, s.<br />
131<br />
10a.g.e. s. 133<br />
11Mukadere Gönenli, Çalışma<br />
Vekaleti Dergisi, sayı 1, aktaran;<br />
Kemal Sülker, Türkiye<br />
Sendikacılık Tarihi, Tüstav<br />
Yayınları, 2004, s.103<br />
12Çalışma Bakanlığı Çalışma<br />
Dergisi, no: 4, 1972, aktaran; M.<br />
Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi<br />
Hareketleri 1908–1984, 1996,<br />
s.213<br />
13İbrahim Kaypakkaya, İşçi<br />
Köylü Hareketleri ve Proleter<br />
Devrimci Politika, Kazanımları ve<br />
Hatalarıyla İbrahim Kaypakkaya,<br />
Yeni Dünya İçin Çağrı Yayınları,<br />
1998, s.169–170<br />
14H.Yeşil, İşçi Sınıfı Hareketi<br />
Üzerine Yazılar, Dönüşüm<br />
Yayınları, 1991, s. 80, 81<br />
15Türk-İş Araştırma<br />
Müdürlüğü, DİE, İstatistik Yıllığı,<br />
1983,Ankara, s.208; aktaran; M.<br />
Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi<br />
Hareketleri 1908-1984, 1996, s.242<br />
16H. Yeşil, İşçi Sınıfı Hareketi<br />
Üzerine Yazılar, Dönüşüm<br />
Yayınları, 1991, s.159<br />
17Tevfik Çavdar, Türkiye İşçi<br />
Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım<br />
kitaplığı, 2005, s.195–196<br />
18M. Şehmus Güzel, Türkiye’de<br />
İşçi Hareketleri 1908–1984, 1996,<br />
s.269<br />
19Tevfik Çavdar, Türkiye İşçi<br />
Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım<br />
Kitaplığı, 2005, s.200<br />
20H. Yeşil, İşçi Sınıfı Hareketi<br />
Üzerine Yazılar, Dönüşüm<br />
Yayınları, 1991, s.160
İzmit’te kurulu bulunanTrakya<br />
Sanayi Fabrikasında çalışan<br />
işçiler, patronun ciddi bir sözleşme<br />
teklifiyle gelmemesi ve sendikayı<br />
tasviye etme çabalarının<br />
ardından 10 Kasım 2006’da greve<br />
çıktı.<br />
Birleşik Metal-İş sendikasında<br />
örgütlü olan işçiler, patronun ve<br />
jandarmanın bütün yıldırma çabalarına<br />
rağmen grevlerini kararlılıkla<br />
sürdürüyorlar.<br />
Grevin 79. gününde 27 Ocak’ta,<br />
İzmit Antikkapı’da yaklaşık 500<br />
kişinin katıldığı bir dayanışma<br />
ve moral gecesi gerçekleştirildi.<br />
Geceye Birleşik Metal-İş Başkanı<br />
Adnan Serdaroğlu, DİSK Genel<br />
Başkanı Süleyman Çelebi gibi<br />
çok sayıda sendikacı ve Adnan<br />
Özyalçıner, Sennur Sezer gibi sanatçılar<br />
katılmışlardı.<br />
DİSK Birleşik Metal-İş flamaları<br />
ve Türk bayrakları ile süslenen salonda,<br />
“ Her an her yerde sınıf dayanışması”<br />
yazılı bir pankart asılmıştı.<br />
Gecenin açılışı Trakya Sanayi işçilerinin<br />
grev sürecini anlatan 10<br />
dakikalık bir sinevizyon ile yapıldıktan<br />
sonra grevci işçilerden<br />
Tanju Astepe işçiler adına bir konuşma<br />
yaptı. Konuşmasında grev<br />
boyunca düşmanca tavırlarla<br />
karşı karşıya kaldıklarını, patronun<br />
teşvikiyle dışarıdan çalıştırılmak<br />
amacıyla getirilen işçilerin<br />
saldırılarına maruz kaldıklarını<br />
belirttikten sonra yaşadıkları<br />
bütün zorluklar ve baskılara rağmen<br />
grevin başarıya ulaşması için<br />
ellerinden geleni yapacaklarını<br />
vurguladı. Grevci işçinin konuşması,<br />
“İşçilerin birliği sermayeyi<br />
yenecek”, Yaşasın işçilerin birliği,<br />
Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber<br />
yada hiç birimiz” gibi sloganlarla<br />
kesiliyordu.<br />
Coşkulu gecen gecenin ikinci<br />
konuşmasını Birleşik Metal-İş<br />
Başkanı Adnan Serdaroğlu yaptı.<br />
Serdaroğlu; Bu mücadelenin yaklaşık<br />
500 insanın hak, ekmek ve<br />
onur mücadelesi olduğunu, patronlar<br />
eğer kavgaya davet ediyorlarsa<br />
bunu kabul ettiklerini fakat<br />
fabrikanın kapatılmasının Türkiye<br />
Trakya Sanayi işçileri ile dayanışma gecesi<br />
sanayisine ve Türkiye çıkarlarına<br />
aykırı olduğunu, işçi çıkarları ile<br />
ülke çıkarlarının aynı olduğunu ve<br />
bu nedenle de bir an önce grevin<br />
sonlandırılabilmesi için işverenin<br />
gerekli adımları atması gerektiğini<br />
savundu. Bunun mümkün olabilmesi<br />
için ise başta İzmit halkı olmak<br />
üzere tüm sınıf dostlarının<br />
desteğine ihtiyaç olduğunu vurgulayarak,<br />
destek amacıyla gelen tüm<br />
katılımcılara teşekkür etti.<br />
Üçüncü konuşmay ı yapa n<br />
Süleyman Çelebi, grev dayatıldığı<br />
için şu anda grevde olduklarını,<br />
grevin amaç değil araç olduğunu<br />
belirtti. Patronların sendikalı<br />
bir yaşam istemediklerini,<br />
örgütlü mücadelenin terk edildiği<br />
bir anlayış talep ettiklerini fakat<br />
bunun mümkün olmadığını vurguladı.<br />
Kayıtdışılık, yoksulluk gibi<br />
DİTAŞ’TA MÜCADELE SÜRECEK!<br />
Niğde’de bulunan Ditaş fabrikasında<br />
yaklaşık 7 yıldır<br />
sendikalaşma mücadelesi<br />
sürüyor. 530 işçinin çalıştığı fabrikada<br />
örgütlenen Birleşik Metal-İş<br />
Sendikasını istemeyen Ditaş patronu<br />
Aydın DOĞAN tarafından<br />
fabrikaya Türk Metal Sendikası<br />
çağrılmıştı. Uzunca bir süre direnen<br />
Ditaş işçilerini türlü hilelerle<br />
ve faşistlerin sopalı, bıçaklı saldırıları<br />
ile bölen patron ve işbirlikçisi<br />
sözde işçi sendikası Türk Metal<br />
oyunlarını sürdürüyor. Bunun<br />
karşısında da hala Birleşik Metal-<br />
İş’te örgütlü bulunan, tüm baskılara<br />
rağmen istifa etmeyen işçiler<br />
mücadeleyi bırakmıyor.<br />
Patron sendikalaşma sürecinde<br />
işçileri sendikadan istifa ettirebilmek<br />
için sendikasız işçilere yüksek<br />
ücretler vermişti. Patronun ücret<br />
adaletsizliğine karşı sendikanın<br />
açtığı tazminat ve ücret farkları<br />
davası Yargıtay’da sonuçlandı.<br />
Daha önce sendika ile patronun<br />
imzaladığı protokolde farklı ücret<br />
uygulaması ile ilgili bir madde<br />
bulunmadığını söyleyen mahkeme<br />
(ki hiçbir protokolde veya sözleşmede<br />
böyle bir madde bulunmuyor)<br />
ücret farklarının ödenmesine<br />
gerek olmadığına hükmetti. Ancak<br />
işçiler arasında farklı ücret uygulanmasından<br />
dolayı Ditaş patronunu<br />
tazminat ödemeye mahkûm<br />
etti. Yargıtay’da alınan bu karar 26<br />
Aralık’ta yerel mahkemede tekrar<br />
görüşüldü. 26 Aralık’taki duruşmada<br />
da mahkeme kararı onayladı.<br />
Buna göre Ditaş patronu sonucu<br />
kesinleşmiş olan 6 işçiye tazminat<br />
ödeyecek. Şu anda bilirkişi<br />
raporunun beklendiği 7 işçinin<br />
davası ise sürüyor. Ocak ayında da<br />
Birleşik Metal-İş Sendikası yaklaşık<br />
220 işçi için de aynı davaları<br />
açacak. 6 işçi için verilen karar diğer<br />
davalar içinde emsal oluşturduğundan<br />
Ditaş patronu yaklaşık<br />
240 işçiye ortalama 6-7 bin Ytl.<br />
tazminat ödeyeceğe benziyor.<br />
Yetki Türk Metal’de<br />
7<br />
7<br />
Haziran 2006’da ciddi bir sözleşme teklifiyle gelmeyen<br />
ve uzlaşmaz bir tutum sergileyen patronun tavrı Tüm bunlar işçiler için sömürülme cehennemi, patronlar<br />
edilmekten zor kurtarılmış.<br />
üzerine Birleşik Metal İş Sendikasına bağlı Trakya için sömürü cenneti olan bu kapitalist sistemde anayasaya<br />
Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da grev uygulamasına geçtiler.<br />
Sendikayı kend işyerlerinde tasfiye etmede sicili hayli hak kırıntılarını bile çok görüp vermek istemediğini, hak<br />
ve yasalarına uymayan patronların, işçilerin yasalardaki<br />
kabarık olan hortumculukla ünlü patron Trakya Sanayi isteyen işçileri de devletin desteğinde her türlü çete saldırılarıyla<br />
susturmaya çalıştıklarını gösteriyor.<br />
A.Ş.’de de daha fabrikayı satın aldığı ilk aylarda sözleşmeye<br />
yanaşmamıştı. Bunun üzerine işçiler, 1996’dan bu yana<br />
işyerinde yetkili olan sendikaları Birleşik Metal-İş önderliğinde<br />
3 ay süren direniş ve grev ile ancak haklarını koruyalesinde<br />
zafer elde edebilmek için, kendi sınıfinın bilincini<br />
Bundan şu önemli sonuç çıkıyor: İşçiler hak alma mücadebilmişlerdi.<br />
edinmek zorundadırlar. Ancak kendi sınıfinın bilinciyle<br />
İşlerin ağır olduğu metal işkolunda işe yeni başlayan bir donanmış işçiler kendi aralarındaki önemsiz olan din, dil,<br />
işçi brüt 570 YTL almaktadır, kıdemli bir işç ise ancak ulus ve siyasi görüşe rağmen patronlara karşı birleşerek<br />
brüt 1.200 YTL almaktadır.<br />
örgütlenebilirler. Ancak sınıf bilinciyle donanmış işçilerin<br />
İşçiler patronun sözleşmedek insanca olmayan tavrına sımsıkı birbirine kenetlenmes ile patronlara ve onların<br />
haklı <strong>olarak</strong> öfkelenmiş, patronun bu tavrını greve davet hizmetindeki sömürü sistemine geri adım attırılabilir.<br />
<strong>olarak</strong> değerlendirmiş ve grevi “hak, ekmek ve onur” mücadelesi<br />
<strong>olarak</strong> değerlendirip greve çıkmışlardı.<br />
de bu baskı ve sömürü sistemini kökten değiştirip kendi<br />
Daha da önemlisi, işçiler sınıf bilincini edindikleri ölçü-<br />
İşçiler, işyerinde sendikayı tasfiye etme amaçlı uzlaşmaz çıkarlarını temel alan sömürüsüz toplumu yaratmanın<br />
tekliflerle gelen patronları dize getirene kadar grevlerini mümkün ve zorunlu olduğunu anlayacaklardır. En küçük<br />
kararlı bir şekilde sürdüreceklerin ifade ediyorlar.<br />
çapta yürüttükleri mücadeleler bile işçilere bu konuda<br />
Trakya Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da başlattıkları birçok şey öğretiyor.<br />
grevlerinde yalnız değillerdi. Onları hak ve onur mücadelelerinde<br />
aileleri ve çocukları, Demokratik Kitle Örgütleri, sının 120 grevc işçisinin “Ekmek ve onur” mücadelesini<br />
YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong>, Trakya Sanayi A.Ş. Fabrika-<br />
yerel yönetim ve basın ve Kocaeli halkı destekledi.<br />
sürekli destekledik, onları belli aralıklarla ziyaret ederek<br />
Ancak işçilerin haklılıklarının açık olmasına ve işçilere dayanışmamızı gösterdik. Haklıdan yana olan tüm insanları<br />
grevc işçileri desteklemeye çağırıyoruz.<br />
halk tarafindan sunulan desteğe rağmen patron uzlaşmaya<br />
yanaşmamakla birlikte işçilere çeşitli baskılar da uygulamıştır.<br />
Trakya Sanayi A.Ş. fabrikasına yakın olan AL-CO Trakya Sanay işçilerinin haklı mücadelelerinin<br />
tencere fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan işçi yanındayız!<br />
arkadaşlarına destek verdikler için, İşyeri Sendika Temsilcilik<br />
Odasında işçilere ve sendika şube başkanına yapılan Birlikten kuvvet doğar!<br />
Yaşasın işçilerin birliği!<br />
saldırı ve linç girişimi sonucu ik işçinin kolu kırılmış ve Yaşasın Trakya Sanay işçilerinin mücadelesi!<br />
yaralananlar olmuştur. Olay yerine gelen Jandarma saldırıya<br />
uğrayan işçileri gözaltına almıştır. Şube Başkanları linç<br />
Ocak 2007<br />
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi:<br />
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27;<br />
mail@ydicagri.com; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 150· Ocak’2007; Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL);<br />
Trakya Sanayi işçileri haklarını<br />
mücadele ile kazanacaklar<br />
Haziran 2006’da ciddi bir sözleşme teklifiyle gelmeyen<br />
ve uzlaşmaz bir tutum sergileyen patronun tavrı Tüm bunlar işçiler için sömürülme cehennemi, patronlar<br />
edilmekten zor kurtarılmış.<br />
üzerine Birleşik Metal İş Sendikasına bağlı Trakya için sömürü cenneti olan bu kapitalist sistemde anayasaya<br />
Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da grev uygulamasına geçtiler.<br />
Sendikayı kend işyerlerinde tasfiye etmede sicili hayli hak kırıntılarını bile çok görüp vermek istemediğini, hak<br />
ve yasalarına uymayan patronların, işçilerin yasalardaki<br />
kabarık olan hortumculukla ünlü patron Trakya Sanayi isteyen işçileri de devletin desteğinde her türlü çete saldırılarıyla<br />
susturmaya çalıştıklarını gösteriyor.<br />
A.Ş.’de de daha fabrikayı satın aldığı ilk aylarda sözleşmeye<br />
yanaşmamıştı. Bunun üzerine işçiler, 1996’dan bu yana<br />
işyerinde yetkili olan sendikaları Birleşik Metal-İş önderliğinde<br />
3 ay süren direniş ve grev ile ancak haklarını koruyalesinde<br />
zafer elde edebilmek için, kendi sınıfinın bilincini<br />
Bundan şu önemli sonuç çıkıyor: İşçiler hak alma mücadebilmişlerdi.<br />
edinmek zorundadırlar. Ancak kendi sınıfinın bilinciyle<br />
İşlerin ağır olduğu metal işkolunda işe yeni başlayan bir donanmış işçiler kendi aralarındaki önemsiz olan din, dil,<br />
işçi brüt 570 YTL almaktadır, kıdemli bir işç ise ancak ulus ve siyasi görüşe rağmen patronlara karşı birleşerek<br />
brüt 1.200 YTL almaktadır.<br />
örgütlenebilirler. Ancak sınıf bilinciyle donanmış işçilerin<br />
İşçiler patronun sözleşmedek insanca olmayan tavrına sımsıkı birbirine kenetlenmes ile patronlara ve onların<br />
haklı <strong>olarak</strong> öfkelenmiş, patronun bu tavrını greve davet hizmetindeki sömürü sistemine geri adım attırılabilir.<br />
<strong>olarak</strong> değerlendirmiş ve grevi “hak, ekmek ve onur” mücadelesi<br />
<strong>olarak</strong> değerlendirip greve çıkmışlardı.<br />
de bu baskı ve sömürü sistemini kökten değiştirip kendi<br />
Daha da önemlisi, işçiler sınıf bilincini edindikleri ölçü-<br />
İşçiler, işyerinde sendikayı tasfiye etme amaçlı uzlaşmaz çıkarlarını temel alan sömürüsüz toplumu yaratmanın<br />
tekliflerle gelen patronları dize getirene kadar grevlerini mümkün ve zorunlu olduğunu anlayacaklardır. En küçük<br />
kararlı bir şekilde sürdüreceklerin ifade ediyorlar.<br />
çapta yürüttükleri mücadeleler bile işçilere bu konuda<br />
Trakya Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da başlattıkları birçok şey öğretiyor.<br />
grevlerinde yalnız değillerdi. Onları hak ve onur mücadelelerinde<br />
aileleri ve çocukları, Demokratik Kitle Örgütleri, sının 120 grevc işçisinin “Ekmek ve onur” mücadelesini<br />
YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong>, Trakya Sanayi A.Ş. Fabrika-<br />
yerel yönetim ve basın ve Kocaeli halkı destekledi.<br />
sürekli destekledik, onları belli aralıklarla ziyaret ederek<br />
Ancak işçilerin haklılıklarının açık olmasına ve işçilere dayanışmamızı gösterdik. Haklıdan yana olan tüm insanları<br />
grevc işçileri desteklemeye çağırıyoruz.<br />
halk tarafindan sunulan desteğe rağmen patron uzlaşmaya<br />
yanaşmamakla birlikte işçilere çeşitli baskılar da uygulamıştır.<br />
Trakya Sanayi A.Ş. fabrikasına yakın olan AL-CO Trakya Sanay işçilerinin haklı mücadelelerinin<br />
tencere fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan işçi yanındayız!<br />
arkadaşlarına destek verdikler için, İşyeri Sendika Temsilcilik<br />
Odasında işçilere sendika şube başkanına yapılan Birlikten kuvvet doğar!<br />
Yaşasın işçilerin birliği!<br />
saldırı ve linç girişimi sonucu ik işçinin kolu kırılmış ve Yaşasın Trakya Sanay işçilerinin mücadelesi!<br />
yaralananlar olmuştur. Olay yerine gelen Jandarma saldırıya<br />
uğrayan işçileri gözaltına almıştır. Şube Başkanları linç<br />
Ocak 2007<br />
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi:<br />
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27;<br />
mail@ydicagri.com; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 150· Ocak’2007; Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL);<br />
Trakya Sanayi işçileri haklarını<br />
mücadele ile kazanacaklar<br />
Türkiye’de işçi sınıfının içerisinde<br />
bulunduğu kötü durumu anlattıktan<br />
sonra Türkiye’nin gündeminin<br />
doğru belirlenmesi gerektiğini,<br />
emekten yana bir hükümete<br />
ihtiyaç olduğunu, işçilerin böyle<br />
bir hükümeti işbaşına getirmeleri<br />
gerektiğini belirterek adeta seçim<br />
propagandası yaptı. Ayrıca 2007<br />
yılının DİSK’in 40. yılı olduğunu<br />
ve 40. yılın mücadele ve direnç yılı<br />
olacağını dile getirdi. Çelebi konuşmasını<br />
yoğun alkış ve sloganlar<br />
eşliğinde tamamladı.<br />
Çelebinin konuşmasının ardından<br />
Şair Sennur Sezer şiirleri ile<br />
işçileri coşturduktan sonra Adnan<br />
Özyalçıner bir konuşma yaptı.<br />
Özyalçıner; bütün halkların kardeşliğini<br />
vurgulayan, bu bağlamda<br />
Hrant Dink’in katledilmesini kınayan,<br />
eşitlik ve düşünce özgürlüğünü<br />
savunan bir konuşma yaptı.<br />
Konuşmaların ardından sanatçı<br />
Tolga Çandar Ege türküleri,<br />
Zeynep Başka Karadeniz türküleriyle<br />
geceye katılanları coşturdu.<br />
Gece işçilerin birliğini ve dayanışmasını<br />
vurgulayan sloganlar<br />
eşliğinde sona erdirildi.<br />
Biz Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi<br />
<strong>olarak</strong> katıldığımız gecede küçük<br />
bir yayın masası açarak yayınlarımızı<br />
sergiledik. İşçilerle sohbet<br />
ettik. Ayrıca grevci işçilere yönelik<br />
çıkardığımız “Trakya Sanayi işçileri<br />
haklarını mücadele ile kazanacaklar”<br />
başlıklı bildiriden tüm<br />
işçilere dağıttık. Geceye ulaştırdığımız<br />
bir dayanışma mesajı zaman<br />
darlığı nedeniyle okunmasa<br />
da mesaj gönderenlerin imzaları<br />
okundu.<br />
Ocak 2007 ✓<br />
Süren yetki davası ise 13 Kasım’da<br />
yerel mahkeme tarafından Türk<br />
Metal Sendikasına verildi. Yaklaşık<br />
100 kişinin kapsam dışı bulunduğu<br />
Ditaş’ta yetkinin Türk Metal’e çıkması<br />
için 50 yeni işçi işe alınmış.<br />
Kapsam dışı bulunan idari ve teknik<br />
personelde Türk Metal’e üye<br />
<strong>olarak</strong> gösterilmiş. Yerel mahkemenin<br />
aldığı karar Birleşik Metal-<br />
İş Sendikası tarafından temyiz<br />
edilmiş durumda. Dava şu anda<br />
Yargıtay’da görülüyor.<br />
“Mücadelemiz sürecek!”<br />
7<br />
Haziran 2006’da ciddi bir sözleşme teklifiyle gelmeyen<br />
ve uzlaşmaz bir tutum sergileyen patronun tavrı Tüm bunlar işçiler için sömürülme cehennemi, patronlar<br />
edilmekten zor kurtarılmış.<br />
üzerine Birleşik Metal İş Sendikasına bağlı Trakya için sömürü cenneti olan bu kapitalist sistemde anayasaya<br />
Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da grev uygulamasına geçtiler.<br />
Sendikayı kend işyerlerinde tasfiye etmede sicili hayli hak kırıntılarını bile çok görüp vermek istemediğini, hak<br />
ve yasalarına uymayan patronların, işçilerin yasalardaki<br />
kabarık olan hortumculukla ünlü patron Trakya Sanayi isteyen işçileri de devletin desteğinde her türlü çete saldırılarıyla<br />
susturmaya çalıştıklarını gösteriyor.<br />
A.Ş.’de de daha fabrikayı satın aldığı ilk aylarda sözleşmeye<br />
yanaşmamıştı. Bunun üzerine işçiler, 1996’dan bu yana<br />
işyerinde yetkili olan sendikaları Birleşik Metal-İş önderliğinde<br />
3 ay süren direniş ve grev ile ancak haklarını koruyalesinde<br />
zafer elde edebilmek için, kendi sınıfinın bilincini<br />
Bundan şu önemli sonuç çıkıyor: İşçiler hak alma mücadebilmişlerdi.<br />
edinmek zorundadırlar. Ancak kendi sınıfinın bilinciyle<br />
İşlerin ağır olduğu metal işkolunda işe yeni başlayan bir donanmış işçiler kendi aralarındaki önemsiz olan din, dil,<br />
işçi brüt 570 YTL almaktadır, kıdemli bir işç ise ancak ulus ve siyasi görüşe rağmen patronlara karşı birleşerek<br />
brüt 1.200 YTL almaktadır.<br />
örgütlenebilirler. Ancak sınıf bilinciyle donanmış işçilerin<br />
İşçiler patronun sözleşmedek insanca olmayan tavrına sımsıkı birbirine kenetlenmes ile patronlara ve onların<br />
haklı <strong>olarak</strong> öfkelenmiş, patronun bu tavrını greve davet hizmetindeki sömürü sistemine geri adım attırılabilir.<br />
<strong>olarak</strong> değerlendirmiş ve grevi “hak, ekmek ve onur” mücadelesi<br />
<strong>olarak</strong> değerlendirip greve çıkmışlardı.<br />
de bu baskı ve sömürü sistemini kökten değiştirip kendi<br />
Daha da önemlisi, işçiler sınıf bilincini edindikleri ölçü-<br />
İşçiler, işyerinde sendikayı tasfiye etme amaçlı uzlaşmaz çıkarlarını temel alan sömürüsüz toplumu yaratmanın<br />
tekliflerle gelen patronları dize getirene kadar grevlerini mümkün ve zorunlu olduğunu anlayacaklardır. En küçük<br />
kararlı bir şekilde sürdüreceklerin ifade ediyorlar.<br />
çapta yürüttükleri mücadeleler bile işçilere bu konuda<br />
Trakya Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da başlattıkları birçok şey öğretiyor.<br />
grevlerinde yalnız değillerdi. Onları hak ve onur mücadelelerinde<br />
aileleri ve çocukları, Demokratik Kitle Örgütleri, sının 120 grevc işçisinin “Ekmek ve onur” mücadelesini<br />
YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong>, Trakya Sanayi A.Ş. Fabrika-<br />
yerel yönetim ve basın ve Kocaeli halkı destekledi.<br />
sürekli destekledik, onları belli aralıklarla ziyaret ederek<br />
Ancak işçilerin haklılıklarının açık olmasına ve işçilere dayanışmamızı gösterdik. Haklıdan yana olan tüm insanları<br />
grevc işçileri desteklemeye çağırıyoruz.<br />
halk tarafindan sunulan desteğe rağmen patron uzlaşmaya<br />
yanaşmamakla birlikte işçilere çeşitli baskılar da uygulamıştır.<br />
Trakya Sanayi A.Ş. fabrikasına yakın olan AL-CO Trakya Sanay işçilerinin haklı mücadelelerinin<br />
tencere fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan işçi yanındayız!<br />
arkadaşlarına destek verdikler için, İşyeri Sendika Temsilcilik<br />
Odasında işçilere ve sendika şube başkanına yapılan Birlikten kuvvet doğar!<br />
Yaşasın işçilerin birliği!<br />
saldırı ve linç girişimi sonucu ik işçinin kolu kırılmış ve Yaşasın Trakya Sanay işçilerinin mücadelesi!<br />
yaralananlar olmuştur. Olay yerine gelen Jandarma saldırıya<br />
uğrayan işçileri gözaltına almıştır. Şube Başkanları linç<br />
Ocak 2007<br />
Haziran 2006’da ciddi bir sözleşme teklifiyle gelmeyen<br />
ve uzlaşmaz bir tutum sergileyen patronun tavrı Tüm bunlar işçiler için sömürülme cehennemi, patronlar<br />
edilmekten zor kurtarılmış.<br />
üzerine Birleşik Metal İş Sendikasına bağlı Trakya için sömürü cenneti olan bu kapitalist sistemde anayasaya<br />
Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da grev uygulamasına geçtiler.<br />
Sendikayı kend işyerlerinde tasfiye etmede sicili hayli hak kırıntılarını bile çok görüp vermek istemediğini, hak<br />
ve yasalarına uymayan patronların, işçilerin yasalardaki<br />
kabarık olan hortumculukla ünlü patron Trakya Sanayi isteyen işçileri de devletin desteğinde her türlü çete saldırılarıyla<br />
susturmaya çalıştıklarını gösteriyor.<br />
A.Ş.’de de daha fabrikayı satın aldığı ilk aylarda sözleşmeye<br />
yanaşmamıştı. Bunun üzerine işçiler, 1996’dan bu yana<br />
işyerinde yetkili olan sendikaları Birleşik Metal-İş önderliğinde<br />
3 ay süren direniş ve grev ile ancak haklarını koruyalesinde<br />
zafer elde edebilmek için, kendi sınıfinın bilincini<br />
Bundan şu önemli sonuç çıkıyor: İşçiler hak alma mücadebilmişlerdi.<br />
edinmek zorundadırlar. Ancak kendi sınıfinın bilinciyle<br />
İşlerin ağır olduğu metal işkolunda işe yeni başlayan bir donanmış işçiler kendi aralarındaki önemsiz olan din, dil,<br />
işçi brüt 570 YTL almaktadır, kıdemli bir işç ise ancak ulus ve siyasi görüşe rağmen patronlara karşı birleşerek<br />
brüt 1.200 YTL almaktadır.<br />
örgütlenebilirler. Ancak sınıf bilinciyle donanmış işçilerin<br />
İşçiler patronun sözleşmedek insanca olmayan tavrına sımsıkı birbirine kenetlenmes ile patronlara ve onların<br />
haklı <strong>olarak</strong> öfkelenmiş, patronun bu tavrını greve davet hizmetindeki sömürü sistemine geri adım attırılabilir.<br />
<strong>olarak</strong> değerlendirmiş ve grevi “hak, ekmek ve onur” mücadelesi<br />
<strong>olarak</strong> değerlendirip greve çıkmışlardı.<br />
de bu baskı ve sömürü sistemini kökten değiştirip kendi<br />
Daha da önemlisi, işçiler sınıf bilincini edindikleri ölçü-<br />
İşçiler, işyerinde sendikayı tasfiye etme amaçlı uzlaşmaz çıkarlarını temel alan sömürüsüz toplumu yaratmanın<br />
tekliflerle gelen patronları dize getirene kadar grevlerini mümkün ve zorunlu olduğunu anlayacaklardır. En küçük<br />
kararlı bir şekilde sürdüreceklerin ifade ediyorlar.<br />
çapta yürüttükleri mücadeleler bile işçilere bu konuda<br />
Trakya Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da başlattıkları birçok şey öğretiyor.<br />
grevlerinde yalnız değillerdi. Onları hak ve onur mücadelelerinde<br />
aileleri ve çocukları, Demokratik Kitle Örgütleri, sının 120 grevc işçisinin “Ekmek ve onur” mücadelesini<br />
YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong>, Trakya Sanayi A.Ş. Fabrika-<br />
yerel yönetim ve basın ve Kocaeli halkı destekledi.<br />
sürekli destekledik, onları belli aralıklarla ziyaret ederek<br />
Ancak işçilerin haklılıklarının açık olmasına ve işçilere dayanışmamızı gösterdik. Haklıdan yana olan tüm insanları<br />
grevc işçileri desteklemeye çağırıyoruz.<br />
halk tarafindan sunulan desteğe rağmen patron uzlaşmaya<br />
yanaşmamakla birlikte işçilere çeşitli baskılar da uygulamıştır.<br />
Trakya Sanayi A.Ş. fabrikasına yakın olan AL-CO Trakya Sanay işçilerinin haklı mücadelelerinin<br />
tencere fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan işçi yanındayız!<br />
arkadaşlarına destek verdikler için, İşyeri Sendika Temsilcilik<br />
Odasında işçilere ve sendika şube başkanına yapılan Birlikten kuvvet doğar!<br />
Yaşasın işçilerin birliği!<br />
saldırı ve linç girişimi sonucu ik işçinin kolu kırılmış ve Yaşasın Trakya Sanay işçilerinin mücadelesi!<br />
yaralananlar olmuştur. Olay yerine gelen Jandarma saldırıya<br />
uğrayan işçileri gözaltına almıştır. Şube Başkanları linç<br />
Ocak 2007<br />
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi:<br />
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27;<br />
mail@ydicagri.com; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 150· Ocak’2007; Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL);<br />
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi:<br />
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27;<br />
mail@ydicagri.com; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 150· Ocak’2007; Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL);<br />
7<br />
Trakya Sanayi işçileri haklarını<br />
mücadele ile kazanacaklar<br />
Trakya Sanayi işçileri haklarını<br />
mücadele ile kazanacaklar<br />
Aralık ayında Birleşik Metal-İş<br />
Lokalinde ziyaret ettiğimiz Ditaş<br />
işçileri bugüne kadar onurlu bir<br />
şekilde sürdürdükleri mücadelelerini<br />
bundan sonra da sürdüreceklerini<br />
ifade ettiler. Yaşadıklarını<br />
unutamayacaklarını belirten işçiler<br />
“geleceğimiz için, çocuklarımız<br />
için mücadele etmeliyiz” dediler.<br />
Patronun sendikasız veya Türk<br />
Metal’e üye işçilere daha yüksek<br />
ücretler vermesine, faşistlerin saldırılarına<br />
ve tüm yıldırmalara<br />
karşı sendikaları Birleşik Metal-<br />
İş’ten istifa etmeyen işçilerin mücadelesi<br />
haklı ve onurlu bir mücadeledir.<br />
Ditaş örneğinde bir kez daha<br />
görüldüğü gibi işçi sınıfı sabırla,<br />
yılmadan, patronla mücadele ettiği<br />
gibi, hatta daha şiddetli bir şekilde<br />
sınıfı bölen, ihanet eden sendikalarla<br />
da mücadele etmelidir.<br />
Birleşen ve örgütlenen işçiler bu<br />
mücadeleyi kazanacaktır!<br />
YDİ Çağrı<br />
29.12.2006 ✓<br />
Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
EK:3
Çakıcı Kalıp’ta işçiler işten atıldı ve<br />
sendikalaşma hakları gasp edildi<br />
İzmit’in Gebze ilçesinin Plastik<br />
Sanayicileri sitesinde kurulu<br />
olan Çakıcı Kalıp Fabrikası<br />
otolara plastik aksam üreten bir<br />
fabrika. Burada çalışan 143 işçiden<br />
88’i bundan bir yıl önce<br />
sendikalaşmak için PETROL-İŞ<br />
Sendikası Gebze Şubesi’ne üye olmuşlar.<br />
Fakat her sendikalaşan işçilerin<br />
başına gelenler bu işçilerin<br />
da başına gelmiş.<br />
İşçilerin sendikaya üye olmaya<br />
başladıklarını duyan patron hemen<br />
bu işin öncüleri <strong>olarak</strong> bildiği 13 işçiyi<br />
tazminatsız <strong>olarak</strong> işten atmış.<br />
Sendika işçilerin işe iade davası açmış.<br />
Bir yıldır süren bu davanın geçen<br />
hafta duruşması vardı.<br />
YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong> bu<br />
duruşmayı izledik. Burada bir kez<br />
daha işçiler için yasal ve anayasal<br />
hak olan sendikalaşma hakkının<br />
pratikte patron ve devlet tarafından<br />
nasıl yok edildiğini gördük.<br />
Çoğu genç olan işçinin asgari ücretle<br />
her gün bir buçuk işgünü süreyle<br />
en ağır çalışma koşullarında<br />
ve can güvenliğinden bile yoksun<br />
bir şekilde çalıştırıldığı bu fabrikada<br />
işçiler sendikalaştılar diye<br />
patron onları işten atıyor.<br />
İşçilerin gazetesi olduğumuzu<br />
öğrenen bir işçi “Patronların sendikaları<br />
var, her yerde istediği şekilde<br />
kendi sendikalarında örgütleniyorlar<br />
da biz işçiler bu yasal hakkımızı<br />
kullandığımızda neden bu<br />
patronlar tarafından işten atılıyoruz,<br />
neden bu haksızlığı devlet yıllar<br />
süren dava süreleriyle destekliyor?”<br />
diye sitemlerini dile getirdi.<br />
Haksızlığın verdiği öfkeyle işçinin<br />
sorduğu bu soru bu düzende patronların<br />
ne kadar demokrasiye ve<br />
sınırsız sömürme özgürlüğüne sahip<br />
olduğunu, işçilerin ise nasıl bir<br />
tutsaklığın ve köleliğin içinde olduğunu<br />
çok açık bir şekilde ortaya<br />
seriyor.<br />
Patronun iki yalancı tanığının<br />
Yorcam fabrikası önünde işçiler<br />
bekleyişlerine son verdi<br />
dinlendiği bu duruşmada bir yıldır<br />
süren dava karar verilmek üzere<br />
bir ay daha uzatıldı. Bu işe iade ve<br />
sendika yetki davalarında, işçiler<br />
lehine sonuçlanan davaların işçilere<br />
birazcık yararı olabilmesi için<br />
birkaç haftada bitirilmesi gerekir.<br />
Oysa bırakın birkaç haftayı birkaç<br />
yılda bile bitirilmiyor. Patronların<br />
hukukçularının da sıkça ifade ettikleri<br />
gibi “gecikmiş adalet adalet<br />
değil, adaletsizliktir”. Yani kısacası<br />
patronların bu düzeninde patronlar<br />
işçiye hep şunu anlatmaya<br />
ve inandırmaya çalışıyorlar: “Seni<br />
sonsuz sömürme özgürlüğüm var,<br />
senin ise hak kırıntıları isteme ve<br />
alma hakkın var ama alacağın yok.<br />
Yeni haklar alacağım diye sakın<br />
sendikaya gitme yoksa elindeki<br />
işinden de olursun.”<br />
Son yıllarda çoğu sendika şubesi<br />
hukuki mücadelenin ötesine geçip<br />
iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma<br />
v.b.eylemler yapmıyorlar. Eskiden<br />
sendikalaşan işçilere patron tarafından<br />
bu tür saldırılar gündeme<br />
geldiğinde, üyesi oldukları sendika<br />
buna karşı mücadelede bugüne kıyasla<br />
daha mücadeleci bir tavır takınıyordu.<br />
Fakat bu tür eylemlerde<br />
yaşanan haksızlığa karşı çıkmak<br />
orda kalsın, işten atılan işçilerin<br />
fabrikanın önünde oturma direnişi<br />
yapmaları bile sağlanmıyor.<br />
Sendika işçilerin fabrika önünde<br />
beklemesini sağlamayarak, işçilerin<br />
vardiya çıkışlarında içerideki<br />
işçi arkadaşlarına “biz buradayız,<br />
sizinle haklarımızı alana kadar<br />
buradan gitmeyeceğiz” ve bölgedeki<br />
tüm patronlara ve işçilere de<br />
“haklarımız yerine gelene kadar<br />
mücadelemiz sürecek” mesajını<br />
vererek, kazanmanın mücadelesini<br />
yükseltmiyorlar.<br />
Bu eleştirimiz PETROL-İŞ<br />
Sendikası Gebze Şubesi için de geçerlidir.<br />
Sendikanın işyerinde 143 işçiden<br />
doksana yakınını üye yapması<br />
üzerine patron bir defada sendikalaşmaya<br />
öncülük ettiğini bildiği 13<br />
işçiyi işten atmış. Öğrendiğimiz<br />
kadarıyla sendika orada hiçbir direniş<br />
göstermeden sadece tazminat<br />
almak için işe iade davası açmış.<br />
Sendikanın bu tavrını yetersiz<br />
buluyoruz. Gebze gibi bir yerde işçileri<br />
sendikalaştırmak için iyi bir<br />
yol değil. Zaten işçilerin ezici çoğunluğu<br />
bir dizi korku ve ön yargıdan<br />
dolayı sendikalaşmaktan uzak<br />
duruyor. Bu tarz bir sendikal mücadele<br />
anlayışıyla işçileri sendikalaşmaya<br />
yakınlaştırmayı başarmak<br />
mümkün olmayacaktır.<br />
23 Ocak 2007 ✓<br />
Emek Platformu bileşenleri<br />
alanlardaydı…<br />
EK:4<br />
Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
İzmir Çiğli Organize Sanayi<br />
Bölgesinde kurulu bulunan,<br />
Yorcam cam fabrikasındaki<br />
sendikalaşma mücadelesi üzerine,<br />
gazetemizin 106. sayısında bilgi<br />
vermiştik.<br />
Yorcam patronu, Kristal-İş<br />
Sendikası’nda örgütlenen işçilerden<br />
30 işçiyi işten atmıştı. İşten atılan<br />
işçiler fabrika önünde direnişe<br />
geçmişti. Fabrikada çalışan, sendika<br />
üyesi olan işçilerin yoğun desteği<br />
ile direnişlerini sürdüren işçiler,<br />
kıdem ve ihbar tazminatlarını<br />
alarak, fabrika önündeki direnişlerine<br />
12 Ocak tarihi itibariyle son<br />
verdiler.<br />
Yorcam’daki gelişmeler üzerine<br />
Kristal-İş Sendikası Ege Bölge<br />
Temsilcisi Muzaffer Çolak ile görüştük.<br />
Muzaffer Çolak gelişmeler hakkında<br />
şu bilgileri verdi:<br />
“Bizim karşı çıkmamıza rağmen,<br />
işten atılan işçi arkadaşlar ihbar ve<br />
kıdem tazminatlarını aldılar. Bu<br />
nedenle fabrika önünde beklemenin<br />
bir anlamı kalmadı. Fabrikada<br />
sendikalaşma mücadelesi hukuksal<br />
alanda sürüyor. 6 aydan fazla çalışan<br />
işçi arkadaşlar için işe iade davası<br />
açıldı. 6 ayı doldurmayan işçi<br />
arkadaşlar için sendikal tazminat<br />
davası açıldı. Fabrika içinde çoğunluk<br />
tespitini aldık. Patron itiraz<br />
etti. Bu konularda açılan davalar<br />
sürüyor. Süreç sonunda yetkiyi<br />
alacağımıza inanıyoruz. Kristal-<br />
İş’in Genel Merkezi, direnişimize<br />
gerekli ve yeterli desteği sunmadı.<br />
Genel Merkez direnişimize kayıtsız<br />
kaldı.”<br />
İşten atılan işçi arkadaşların ihbar<br />
ve kıdem tazminatlarını alması,<br />
Yorcam’da sendikal mücadeleye<br />
olumsuz etkisi olsa da, fabrikada<br />
çalışan sendika üyesi işçi arkadaşların,<br />
patronun bütün baskılarına<br />
rağmen, fire vermeden<br />
sendika üyeliğine sahip çıkmaları<br />
olumludur.<br />
Bu olumluluk ve sendikalaşma<br />
mücadelesine sahip çıkma kararlılığı<br />
sürdüğü sürece, sonuçta kazanan<br />
işçiler olacaktır.<br />
19 Ocak 2007<br />
YDİ Çağrı/İzmir ✓<br />
Yıllar sonra bir araya gelen<br />
Emek Platformu bileşenleri,<br />
26 Aralık Salı günü ‘Asgari<br />
ücret ve SSGSS yasasına karşı tepkilerini<br />
ortaya koymak için alanlardaydı.<br />
Yaklaşık 500 kişi ‘Hükümet<br />
şaşırma sabrımızı taşırma’,<br />
‘’Hükümet yasanı al başına çal’,<br />
‘Susma sustukça sıra sana gelecek,<br />
hasta hastane kapısında ölecek.’,<br />
‘İşsize iş, yoksula aş, insanca<br />
yaşamak istiyoruz.’, ‘Kurtuluş yok<br />
tek başına ya hep beraber, ya hiçbirimiz.’…<br />
sloganlarıyla İnönü<br />
Parkı’ndan AKP il binasına yürüdü.<br />
AKP il binası önünde yapılan<br />
açıklamada; açlık sınırı 670<br />
YTL, yoksulluk sınırı1.800 YTL<br />
iken 2006 için belirlenen ücretin<br />
380 YTL olmasını AKP hükümetinin<br />
insani duygularını tamamen<br />
yitirdiğinin en somut örneği<br />
olduğu vurgulandı. Anayasa<br />
Mahkemesi’nin, 5510 sayılı SSGSS<br />
Yasası ile ilgili anayasaya aykırılık<br />
iddiasını değerlendirdiklerini,<br />
bazı maddeleri kamu görevlileri<br />
yönünde iptal ettiğini söyleyen<br />
konuşmacı SS ile ilgili <strong>olarak</strong><br />
kamu görevlileri açısından yapılan<br />
bu değerlendirme ile gerçekte<br />
Anayasa Mahkemesi’nin kamu çalışanlarının<br />
kazanılmış haklarını<br />
koruyarak, hükümete de çalışanlar<br />
için uygulanması gereken norm<br />
ve standartların sınırlarını işaret<br />
ettiğini, kararın bu doğrultuda yorumlanması<br />
gerektiğini ifade etti.<br />
Hükümet tarafından yasa ile dayatılan<br />
bu hükümlerin sosyal devlet<br />
ilkesinin gereği olan bir genel<br />
sağlık sigortası niteliği taşımadığı,<br />
özel sigorta anlayışına dayalı bir<br />
aldatmaca olduğu vurgulanırken,<br />
sosyal güvenlik alanında, ülkenin<br />
tüm emekçilerinin ve halkımızın<br />
ihtiyacı olan bir sosyal güvenlik<br />
sisteminin yeniden tasarlanması<br />
için yapılması gerekenlerden bazıları<br />
şöyle sıralandı:<br />
* 5510 sayılı yasanın yürürlük<br />
tarihinden kaynaklanan nedenlerle<br />
ortaya çıkacak yasal boşluk,<br />
bu alandaki düzenlemeleri, toplumun<br />
olurunu da alarak ‘gerçek<br />
bir reform’a dönüştürmek için<br />
bir fırsat yaratmıştır. Anayasa<br />
Mahkemesi’nin gerekçeli kararının<br />
açıklanmasının ardından karar<br />
tüm çalışanlar yönünden yorumlanmalı,<br />
yeni ve reform niteliği<br />
olan bir yasa için çalışmalar<br />
başlatılmalıdır.<br />
* Sağlık, her yurttaş için eşitlik<br />
ve hak temelinde erişilebilecek ve<br />
yararlanılabilecek bir kamu hizmeti<br />
<strong>olarak</strong> düzenlenmelidir.<br />
Basın açıklamasının ardından<br />
kitle olaysız dağıldı.<br />
29.12.2006<br />
Ydi Çağrı/Adana ✓
Dandy işçileri haklarını arıyor<br />
İşverenin çalışanlar üzerindeki<br />
çeşitli baskılarına karşı Dandy<br />
Ciklet fabrikası işçileri örgütlenmeleri<br />
gerektiğini gördüler.<br />
Daha önceki girişimlerinde işverenin<br />
kurnaz takipleri sonucu umutsuzluğa<br />
düşen işçilerin yürüttükleri<br />
mücadelelerin başarısızlıkla<br />
sonuçlanması ile işçilerin mücadeleden<br />
soğutulması sözkonusuydu.<br />
Böyle bir geçmişi olan fabrika çalışanları<br />
yaklaşık altı ay önce fiilen<br />
örgütlenme çalışmalarına başlayarak<br />
örgütlenmeyi mahalleler bazında<br />
sürdürdü. Sayının ciddi bir<br />
rakama ulaşmasının işverende endişe<br />
yaratması nedeniyle kadrolu<br />
iki işçinin iş hakkı fes edildi.<br />
Fabrika önünde işten çıkarılan<br />
işçileri ziyaret ettiğimizde işçiler<br />
adına Tek Gıda-İş Sendikası<br />
10 No’lu Şube Başkanı Muzaffer<br />
Dilek’le yaptığımız görüşmede<br />
şunları dile getirdi. “İki arkadaşımızın<br />
çıkartılmasıyla birlikte işverene<br />
karşı protesto hakkımızın<br />
doğduğunu ve hiç kimsenin yalnız<br />
olmadığını, sendikanın sonuna<br />
kadar burada olduğunu ve bunun<br />
sloganımız olduğunu, eğer bir örgütlülükse<br />
her şeyin öznesi insana<br />
sahip çıkarak bu işi bitireceğimiz<br />
kanaatine başvurduğumuz için<br />
sonuna kadar direnişimizi sürdüreceğiz”.<br />
İki arkadaşlarının çıkartılmasıyla<br />
tepkilerinin arttığını, işverenin<br />
o aceleyle 15 kişinin daha iş<br />
hakkına son verdiğini ve sendikayla<br />
uğraşıyorlar iddiasıyla toplam<br />
50 işçinin işten çıkarıldığını<br />
söyleyen Muzaffer Dilek çalışan<br />
bazı işçilerin kadrolu olmadığını<br />
ve geçici kısa süre çalıştırılıp işine<br />
son verilen çalışanlar olduğunu<br />
söyledi. 22 Aralık’ta işverenle yaptıkları<br />
görüşmede işverenin biz artık<br />
size baskı yapmayacağız, sendikalı<br />
oldu diye eleman çıkartmayacağız<br />
sözünü vererek, işten çıkartılanların<br />
işe iadesi için yılbaşına<br />
kadar müsaade istediğini ve işverenin<br />
bu cevabını beklediklerini<br />
, bu süre zarfında işverenin şahsına<br />
dokunmayacaklarını ve hakaret<br />
boyutuna ulaştırmayacaklarını<br />
da belirten sendikalı işçiler burada<br />
temsili <strong>olarak</strong> beklediklerini, seslerinin<br />
çıkabildiğince sendikayı<br />
anlatmak ve sendikayı tanıtmak<br />
için kullandıklarını belirttiler.<br />
İşyerinde çok ciddi bir üye sayısına<br />
ulaştıklarını da söyleyen Muzaffer<br />
Dilek bakanlığa müracaat etmek<br />
için çok fazla üye sayısının kalmadığının<br />
da üzerinde durdu. Üç şirketle<br />
birlikte toplam 1.050’ye yakın<br />
kişi çalışmaktadır. İşçiler sendikalı<br />
olduklarında daha verimli çalışarak,<br />
ekmek paraları için daha<br />
fazla üreteceklerini, daha fazla kazanacaklarını,<br />
bu işyerlerinin kendilerine<br />
lazım olduğunu, buraları<br />
yıkmadan ama mutlaka sendikalı<br />
<strong>olarak</strong> bu işi bitireceklerini belirttiler.<br />
Şu an çıkartılan 11 işçi işyeri<br />
önünde sabah altıdan akşam altıya<br />
kadar zor koşullara rağmen beklemeye<br />
ve direnmeye devam ediyorlar.<br />
Tüm okurlarımızı mücadele<br />
eden işçilere destek vermeye çağırıyoruz.<br />
Zafer direnen emekçinin olacak!<br />
07.01.2007 ✓<br />
GRANİSER İŞÇİLERİNDEN TÜM İŞÇİLERE AÇIK MEKTUP<br />
Aşağıda elimize geçen “Graniser İşçileri” imzalı bir mektubu okurlarımızla paylaşıyoruz. YDİ ÇAĞRI<br />
Sevgili işçi arkadaşlarımız. Biz Graniser işçileri <strong>olarak</strong> 2006<br />
Temmuz ayı içerisinde sendikalaşma mücadelesine başladık. 31<br />
Temmuz 2006 tarihine kadar 980 kişilik fabrikada 630 kişiyi sendikaya<br />
üye yaptık.<br />
1 Ağustos 2006 tarihinde sendikamız Çimse-İş çoğunluk tespiti için<br />
çalışma bakanlığına başvurdu. 11 Eylül 2006 tarihinde bakanlık çoğunluk<br />
tespitini sendikamız lehine sonuçlandırdı. Buna göre işçi sayısı<br />
….. sendikalı işçi sayısı ……’dır. İşyerinde % <strong>olarak</strong> %58 civarında<br />
çoğunluk sağladığımız bakanlıkça da tescil edildi. Keza 1 Ağustos’tan<br />
bu yana üyeliklerimiz devam etmekte ve şu anda 750’lere ulaşmış bulunmaktayız.<br />
Ve işten çıkarılmalar hızla sürüyor. Şu ana kadar 150’nin<br />
üzerinde işçi çıkarıldı. Hepsinin işe iade davası açıldı.<br />
Fakat patron, bakanlığın yaptığı çoğunluk tespitine itiraz etti; yasanın<br />
ona verdiği hakkı kullandı ve dava açtı.<br />
Dava açmasındaki amaç, adalet sistemindeki ağır işleyişten yararlanarak<br />
süreci uzatmak, işçiyi yıldırmak ve bezdirmektir.<br />
Biz Graniser işçileri <strong>olarak</strong> toplandık ve bir karar aldık. Aldığımız<br />
bu kararın Türkiye’deki tüm sendikalı veya sendikasız işyerlerinde<br />
desteklenmesini; hangi sendikaya üye olursa olsun tüm işçi ve memurların<br />
ve sendikalarının bu hareketimize destek vermesini istiyoruz.<br />
Buna göre;<br />
1- Sendikaya üye olurken ‘noter’ zorunluluğu kalkmalıdır.<br />
2- Sendikal sebeple işten atılan işçilerin işe iade davaları çok uzun<br />
sürmekte ve adalet geç tecelli etmektedir. İş kanununda yargıtay aşaması<br />
dahil 3 ayda bitmesi gereken davaların 3 yılda bittiği dahi görülmektedir.<br />
Bu nedenle adalet bakanlığı gerek yeni iş mahkemeleri kurarak<br />
gerekse hakim atayarak bu süreci yasalarda yazdığı gibi uygulatmalıdır.<br />
3- İşverenlerin, bakanlığın verdiği çoğunluk tespitine karşı ‘dava<br />
açma’ hakkı kalkmalıdır. Dava açma hakkı yerine yine çalışma bakanlığına<br />
‘itiraz hakkı’ verilmelidir. Böylece süreç kısalmış olacak ve<br />
sendikal hareketlerin önü açılacaktır.<br />
4- 1475 sayılı eski iş kanununda<br />
var olan ‘kötü niyet’ davası açma<br />
hakkı işçinin elinden alınarak yerine<br />
sendikal tazminat hakkı verilmiştir.<br />
İşçilere sendikal tazminatın<br />
yanında kötü niyet davası<br />
açma hakkı verilerek işverenin<br />
ödeyeceği parasal bedel yükseltilmelidir.<br />
Böylece işçi atmanın maliyeti<br />
yükseleceğinden işçi çıkarmak<br />
zorlaşacak ve sendikal hareketin<br />
önü açılacaktır.<br />
Biz Graniser işçileri <strong>olarak</strong> üzerimize<br />
düşeni yaptık. İşyerinde<br />
çalışan 980 kişinin 630’unu üye<br />
yaptık. Sendikamız bakanlığa<br />
başvurdu ve çoğunluk tespitini<br />
aldı. Sonuçta işçi ve sendika yasal<br />
<strong>olarak</strong> üzerine düşeni yaptı.<br />
Fakat mevcut hukuk sistemi işverene<br />
öyle bir hak vermiş ki işçinin<br />
yaptığı herşey havada kalıyor.<br />
İşverene dava açma hakkı vererek<br />
işçinin elinden pişmiş aşı alıyor.<br />
Biz artık bu işe dur denmesi gerektiği<br />
kanaatindeyiz. Bunun için<br />
yukarıda belirtilen 4 maddenin<br />
uygulamaya geçmesi için gerek<br />
Manisa milletvekillerimiz gerekse<br />
T.B.M.M. nezdinde girişimlerde<br />
bulunacağız.<br />
Bunun için bir imza kampanyası<br />
başlatacağız. Bütün sendikalı<br />
işyerlerinden bu 4 maddenin uygulanması<br />
için gerek işyerlerinde<br />
gerekse sokaklarda imza standları<br />
kurmasını istiyoruz.<br />
Ülkemizin %80’i işçi ve memurlardan<br />
oluşmaktadır. Demek<br />
ki biz çoğunluğuz ve o milletvekillerini<br />
biz seçtik ve Ankara’ya<br />
biz gönderdik. Öyleyse o milletvekilleri<br />
eğer gerçekten milletin vekili<br />
iseler bizim yararımıza olan<br />
kanunları yapmak zorunluluğundalar.<br />
Bunun için büyük kamuoyu<br />
desteği ve imza kampanyaları<br />
ile bu isteklerin milletvekillerine<br />
ulaştırılması gerekir.<br />
Artık yasaları patronlar değil<br />
işçiler yapmalıdır. Biz Graniser işçileri<br />
<strong>olarak</strong> karanlığa küfretmektense<br />
bir mum yakmaya karar<br />
verdik. Yaktığımız bir mum etrafı<br />
aydınlatmaya yetmez. Bunun<br />
için hepimiz birer mum yakalım<br />
ki geceler gündüz gibi olsun.<br />
24 Ocak 2007<br />
Graniser işçileri ✓<br />
Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
EK:5
Tümtis Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı 13-14 Ocak 2007<br />
EK:6<br />
Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
Kongre açılış konuşması,<br />
divan seçimi ve saygı duruşu<br />
ile başladı. Saygı duruşu<br />
“Gazi Mustafa Kemal ile<br />
ölen işçiler” adına yapıldı. Toplam<br />
201 delegeden 131’nin istemiş olduğu<br />
Olağanüstü Genel Kurul’un<br />
ilk konuşmasını 6 yıl Bursa Şube<br />
Başkanlığı ve 2 yıl Genel Eğitim<br />
Sekreterliği görevini yapmış ve<br />
yeni yönetimde Genel Sekreter<br />
adayı olan Gürel Yılmaz yaptı.<br />
Gürel Yılmaz konuşmasında<br />
eski Genel Başkan Sabri Topçu’yu<br />
işçinin iradesini tanımamakla<br />
ve antidemokratklikle eleştirdi.<br />
Konuşmacı, 14 ay boyunca çeşitli<br />
baskı ve saldırılara maruz kaldıklarını,<br />
Tümtis’de örgütlülüğün<br />
mücadele ile kazanıldığını ve dolayısıyla<br />
da baskı ve tehditler ile<br />
ortadan kaldırılamayacağını savundu.<br />
Yılmaz darbecilik, kayyumculuk,<br />
komploculuk ve hainlikle<br />
suçlandıklarını, fiili saldırılara<br />
uğradıklarını, yönetimde olduğu<br />
halde 14 ay boyunca sendikanın<br />
kilitlendiği, sendikada çalıştığı<br />
sürede yan odadan duyduğu<br />
küfür ve hakaretleri sineye çektiğini,<br />
sürekli bir provokasyon ortamı<br />
içinde bulunduklarını anlattı.<br />
Yılmaz konuşmasını sorunların<br />
çözümünün yukarıda değil tabanda<br />
olduğunu savunarak ve yeni<br />
yönetimde Genel Sekreterliğe aday<br />
olduğunu ilan ederek bitirdi.<br />
Petrol-İş binasında k i toplantı<br />
salonuna “Birlik-Mücadele-<br />
Dayanışma” ve “Ekmek-Barış-<br />
Özgürlük” yazılı iki büyük pankart<br />
asılmıştı. Konuşmaların arasında<br />
sık sık “Yaşasın İş Ekmek Özgürlük<br />
mücadelemiz”, “Kahrolsun işçi<br />
düşmanları”, “İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız”<br />
vb. sloganlar atıldı.<br />
Yılmaz’dan sonra kürsüye Türk<br />
İş Genel Teşkilat Sekreteri Çetin<br />
Altun çıktı. Konuşmasını kısa tutacağını<br />
söyleyen Altun, “birliğimizi<br />
bozmayalım” şeklinde kısa bir<br />
girişten sonra konuşmasının büyük<br />
bölümünü yaklaşmakta olan<br />
seçimlere ayırdı ve bu seçimlerde<br />
muhalif oyların bölünmeden sosyaldemokratlara<br />
verilmesi gerektiğini<br />
savundu. Teşkilat Sekreteri<br />
‘dışa bağlı politikalar’ üretenleri<br />
yönlerini Türk halkına çevirmeye<br />
çağırdı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine<br />
de değinen Altun, ‘toplumun<br />
huzurunu bozacak çözümlerden<br />
uzak durmak’ gerektiğini savundu.<br />
Konuşmasını seçim propagandası<br />
için kullanan teşkilat sekreteri;<br />
“güçlü, saygın bir Türkiye’yi<br />
hep birlikte yaratmalıyız” çağrısıyla<br />
bitirdi. Burada bir kez daha<br />
işçileri devrimcilerden uzak tutmak<br />
için onları siyasete bulaştırmamayı<br />
savunan bu sendika patronlarının,<br />
iş kendi savundukları<br />
şoven, ırkçı siyasetlerine geldiğinde<br />
hiç de bu sınırlamalara uymadıkları<br />
açıkça görüldü. Bunların tek<br />
hedefi işçileri mevcut kölelik sistemine<br />
daha kalın zincirlerle bağlamak<br />
değil, aynı zamanda işçileri<br />
seçimlerde kendi düzen partileri<br />
için bir kaldıraç <strong>olarak</strong> da kullanmak<br />
ve zamanı geldiğinde bir gerici<br />
partide kendilerine yer edinerek<br />
ömür boyu mutluluklarını garanti<br />
altına almaktır.<br />
Üçüncü ve son konuşmacı<br />
Gaziantep Şube Başkanı ve Genel<br />
Örgütlenme Sekreteri ve yeni yönetimde<br />
Genel Başkan adayı Kenan<br />
Öztürk idi. Öztürk’ün kürsüye çıkışı<br />
salondakiler tarafından ayakta<br />
alkışlanarak ve “İşte sendika, işte<br />
Tümtis!” sloganları ile karşılandı.<br />
Genel Başkan adayı, tümünden<br />
eski Genel Başkan Sabri Topçu’yu<br />
sorumlu tuttuğu, ama kendilerinin<br />
de yönetimde yer alanlar <strong>olarak</strong><br />
sorumluluk payının olduğu<br />
yaşanan süreci anlattı. Sendikanın<br />
ambarlarda 1.200 üye kaybettiğini,<br />
bu süreçte üç işçinin öldüğünü;<br />
sendika muhasebecisinin<br />
mali sekreter yapılmak istendiğini,<br />
daha sonra Genel Kurulda<br />
aday gösterip seçilmediğini söyledi.<br />
Öztürk bu aşamadan sonra<br />
Sabri Topçu’nun bütün çabalara<br />
rağmen tutumunda ısrar ederek<br />
sendikaya savaş açtığını belirterek<br />
şunları söyledi: “Sabri Topçu’nun<br />
sendikamıza harcadığı emeğe saygımız<br />
var ama gelinen yerde sendikayı<br />
kendi özel şirketi <strong>olarak</strong> görmeye<br />
başlamıştır.”<br />
Öztürk konuşmasını bugünün<br />
yeniden başlangıç yapmak için bir<br />
milat olduğunu, yeniden gerçek<br />
işçi sendikasını yaratacaklarını,<br />
Ambar işçilerini yeniden kazanmak<br />
için ellerinden geleni yapacaklarını<br />
ve orayı mutlaka yeniden<br />
örgütleyeceklerini savundu ve bütün<br />
Şube yönetimlerinin ısrarıyla<br />
Genel Başkanlığa aday olduğunu<br />
belirtti. Başkan adayı bunları söylediğinde<br />
salon yine sloganlarla<br />
ayağa kalkarak desteğini sundu.<br />
Saat 10.00’da başlayan toplantı<br />
başka konuşmacının olmaması nedeniyle<br />
saat 12.00’de sona erdi.<br />
İkinci gün yapılan seçimlerde<br />
Kenan Öztürk 169 delegenin<br />
oyunu alarak Genel Başkan seçildi.<br />
Yönetim Kuruluna ayrıca şu<br />
isimler seçildi: Gürel Yılmaz, Seyfi<br />
Ereş, Muharrem Yıldırım, Nurettin<br />
Kılıçdoğan, Cafer Kömürcü,<br />
Ahmet Güllü, Halil Çekin. Diğer<br />
aday Bekir Koçer 4 oy aldı.<br />
17 Ocak 2007 ✓<br />
Eskişehir Tek-Gıda İş Sendikasının yeni<br />
yönetimi seçmek için delege seçimleri yapıldı<br />
Eskişehir Tek-Gıda İş sendikası 8. Olağan Genel Kurul toplantısı için gündem maddesi<br />
olan yeni yönetimi belirlemek amacıyla Tek-Gıda İş sendikasının örgütlü bulunduğu iş<br />
yerlerinde delege seçimleri yapıldı.<br />
İş yerlerine göre delege sayıları şöyle: ETİ GIDA 40 Kişi, ETİ TAM GIDA 30 Kişi, ETİ<br />
ÇİKOLATA 10 Kişi, ETİ KEK 9 Kişi, ETİ MEK 18 Kişi, PINAR SÜT 6 Kişi, MEY GIDA 6 Kişi,<br />
EKMEK FIRINLARI 6 Kişi. Toplamda 125 kişi, sendikanın bünyesinde de 2800 çalışan bulunuyor.<br />
Delege seçim sürecinde Eti Gıda ve Eti Tam Gıda’da mevcut yönetime karşı olan delegeler<br />
üzerinde anti-demokratik bir yaklaşımla seçim gerçekleşmiştir.<br />
Ne yazık ki Tek-Gıda İş’in şu anki yönetimi 4 yıllık süreç içinde işverenlerden yana olmuştur.<br />
Eti’de seçim süreci işverenin korumaları gözetiminde gerçekleştirilmiş ve yönetime karşı<br />
olan delegeler üzerinde psikolojik baskı yaratılmıştır.<br />
Seçim süreci şu an bitmemiş olup her an delegeler üzerinde baskılar beklenmektedir. Şu anki<br />
yönetimden memnun olmayan işçiler Eti Gıda, Eti Tam Gıda, Eti Çikolata’da muhalif listelere<br />
oy vermiştir. Diğer iş yerlerini eski yönetim almıştır.<br />
Eskişehir’den YDİ Çağrı okurları ✓
ITUC ilkeler bildirgesi sınıflar mücadelesini yok sayıyor<br />
1-3 Kasım 2006 tarihleri arasında<br />
Avusturya’nın başkenti<br />
Viyana’da ITUC (Uluslararası<br />
Sendika lar Konfederasyonu)<br />
Kuruluş Kongresi yapıldı.<br />
Bu kuruluş kongresinden önce<br />
bu birliği oluşturan üst kuruluşlar<br />
1 Kasım günü kendilerini feshederek<br />
varlıklarına son verdiler.<br />
ITUC, Uluslararası Hür İşçi<br />
Sendika ları Konfederasyonu<br />
(IC F T U ) ve D ü ny a E mek<br />
Konfederasyonu (WCL) birleşmesinin<br />
yeni adıdır. ITUC’a daha önceleri<br />
bu birleşen iki kuruluşa üye<br />
olmayan bazı sendikalar da üye oldular.<br />
Verilen bilgilere göre şu andaki<br />
bileşim 181 milyon işçiyi temsil<br />
etmektedir.<br />
Genel <strong>olarak</strong> sorunu ele aldığımızda<br />
işçi hareketinin bölük pörçük<br />
parçacıklardan oluşması yerine,<br />
birleşmiş bir işçi hareketini<br />
temsil eden büyük örgütlerin yaratılması<br />
istenen bir durumdur.<br />
Ama bu tespit, yalnızca soruna biçimsel<br />
<strong>olarak</strong> bakıldığında yapılacak<br />
bir tespittir.<br />
İşin özü bu değildir.<br />
Oluşturulan birliğin nasıl bir<br />
birlik olduğu, önüne hangi hedefleri<br />
koyduğu çok önemlidir.<br />
Bu konuda, elimizde şu anda bulunan<br />
sınırlı belge temelinde bazı<br />
değerlendirmeler yapmak istiyoruz.<br />
Uluslararası alanda oluşturulmak<br />
istenen böylesi bir birliğin<br />
nasıl gündeme geldiği ve bu bileşimin<br />
oluşturulmasında tek tek ülkelerdeki<br />
işçi örgütlerinin ve bu<br />
örgütlerin üyesi işçilerin nasıl bir<br />
tavır aldıkları da çok önemlidir.<br />
Sendikaları ve işçi hareketini<br />
takip edebildiğimiz kadarıyla<br />
ICFTU’ya üye olan DİSK, Türk-İş,<br />
Hak-İş ve KESK içerisinde bu konuda<br />
bir tartışma yürütüldüğüne<br />
şahit olamadık.<br />
Biz burada kamuoyuna yansıyan<br />
tartışmaları temel alarak bu değerlendirmeyi<br />
yapıyoruz.<br />
Doğru olan, bu konu ile ilgili ilk<br />
fikirler ortaya atıldığında, üye sendikaların<br />
tabanlarına durum yansıtılıp,<br />
bu konu ile ilgili onların<br />
görüşleri talep edilip, edinilen bu<br />
görüşler üzerinde de sendikaların<br />
politikalarını oluşturup kendi üst<br />
kuruluşlarında tartışma yürüterek<br />
bir karar aşamasına gelmeleriydi.<br />
Sendikalar içerisindeki bürokrasi<br />
bu tartışmayı engellemiştir!<br />
Bir çok tartışmada, bu sorunlar<br />
üzerine mangalda kül bırakmayan<br />
bazı uzmanlar ise, aslında ne kadar<br />
beceriksiz olduklarını göstermişlerdir.<br />
Bu uzmanların görevi, uluslararası<br />
işçi hareketinin içerisindeki bu<br />
gibi gelişmeleri üye sendikalara taşıma,<br />
bu sendikaların uzman kadroları<br />
içerisinde ve üye tabanında<br />
canlı tartışmaların yaşanmasına<br />
katkı vermektir.<br />
Üye işçiler verdikleri aidatla<br />
maaş alanların işini sınıfın çıkarları<br />
açısından ne kadar iyi yaptıklarının<br />
hesabını sormalıdırlar.<br />
Bir taraftan, uzmanların marifeti<br />
sonucu, diğer taraftan, bilerek<br />
sınıftan, üyelerinden bu gelişmeleri<br />
saklayan sarı, reformist sendika<br />
yöneticilerinin marifetiyle bu<br />
birliğin nasıl olması gerektiği, ya<br />
da nasıl olmaması gerektiği noktasında<br />
coğrafyamızdaki sendikaların<br />
ve tabanlarının bu bileşimde<br />
olumlu bir rolü olmamıştır, daha<br />
doğrusu seyirci kalınmıştır.<br />
Daha aktif mücadele yürütme,<br />
emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz<br />
çelişkiler bağlamında sınıfın<br />
yanında yer alarak sınıf mücadelesine<br />
daha iyi şekilde katkıda<br />
bulunmak gayesiyle kurulmuş<br />
yeni bir birlik değildir gerçekleştirilen<br />
birlik! Sendika bürokrasisinin<br />
kendi açmazlarını aşmanın<br />
bir yeni aracı <strong>olarak</strong> düşünülen bir<br />
birliktir. Bu birlik sınıf işbirliği temelinde<br />
görevlerini daha iyi bir şekilde<br />
yerine getirmenin aracı olacaktır.<br />
Bu birliğin ilkeleri nedir?<br />
Dünya işçi hareketinin deneyimleri<br />
çok net bir şekilde göstermektedir<br />
ki, kapitalist sistem barbarlıktır!<br />
ITUC ilkeler bildirgesinin<br />
en başına, emek-sermaye çatışmasında<br />
emeğin yanında yer aldığını<br />
ve kapitalist sisteme karşı olduğunu<br />
ilan etmemiştir.<br />
Kapitalist düzene karşı çıkmadan,<br />
onun alternatifi sistem arayışını<br />
dillendirmekten kaçınan bir<br />
kuruluşun, “çalışanların eşit hak<br />
ve özgürlüklere kavuşması; tüm<br />
insanların onur ve haklarının güvence<br />
altına alınması; herkesin refahını<br />
sürdürebilmesi, çalışma hayatında<br />
ve toplumdaki potansiyellerinin<br />
farkında olması için yürüttükleri<br />
mücadeleyi ileri taşımaya<br />
ant içer” demesi sadece laftır!<br />
Çünkü çalışanların eşit hak ve<br />
özgürlüklere kavuşması kapitalizm<br />
koşullarında mümkün değildir.<br />
En gelişmiş kapitalist devletlerde<br />
bile bu hiç bir zaman sağlanabilmiş<br />
değildir. Bu ancak sosyalizm<br />
koşullarında mümkündür.<br />
“Tüm insanların onur ve haklarının<br />
güvence altına alınması”<br />
da ancak sosyalizm koşullarında<br />
mümkündür.<br />
Kapitalizm haksızlıklar üzerine<br />
kurulu bir düzendir. Kapitalizmde<br />
sadece kapitalistin çıkarları belirleyicidir.<br />
Dünyada milyonlarca insan<br />
aç ve barınaksız durumdadır.<br />
Milyonlarca insan emperyalist ve<br />
gerici savaşlarda barbarca katledilmekte,<br />
sakat bırakılmakta ve göçe<br />
zorlanmaktadır. Milyonlarca insan<br />
farklı bir dine, mezhebe, milliyete<br />
sahip olduğu için baskı altındadır.<br />
ITUC ilkelerinde, “...küresel ekonomide<br />
karşıt bir güç haline gelmek.”<br />
fikrini savunarak, adına küresel<br />
ekonomi dediği emperyalist<br />
ekonomi sisteminin ortadan kaldırılmasından<br />
yana tavır almak<br />
yerine, bu ekonomide karşıt güç<br />
haline gelmeyi tasarlayarak, kapitalist<br />
sistemin sürekliliğini kabullenerek,<br />
kapitalist sistemi savunmaktadır.<br />
Yine ITUC ilkeler bildirgesinde,<br />
“...ILO’nun üstlendiği rolü güçlendirmeye,...”<br />
çalışacağını söyleyerek,<br />
kapitalist devlet ve tekellerin<br />
içerisinde egemen olduğu, coğrafyamızdaki<br />
ESK (Ekonomik Sosyal<br />
Konsey) benzeri bir kurumun savunulmasını<br />
üstlenmektedir.<br />
Bu görüşünü daha da ileri götürerek,<br />
ABD emperyalist devleti<br />
başta olmak üzere büyük emperyalist<br />
devletlerin bir kurumu gibi<br />
çalışan Birleşmiş Milletlerin “...eşsiz<br />
meşruiyetine tereddütsüz destek<br />
verdiğini ifade eder.” demektedir.<br />
ITUC, İlkeler Bildirgesinde, “...<br />
Konfederasyon kuralları, iç demokrasiyi,<br />
üyelerin tam katılımını ve<br />
yönetici birimlerinin ve temsilcilerinin<br />
bu çoğulcu karaktere saygı<br />
göstermesini güvence altına alınması<br />
amacıyla konmuştur.” demektedir.<br />
Bu açıklamanın kağıt üzerinde<br />
kalma ihtimali, konfederasyonun<br />
oluşum sürecinde yaşananlardan<br />
dolayı büyüktür. Taban örgütlerinin<br />
görüşleri alınmadan yapılan bir<br />
kongre ile konfederasyon kurmak<br />
çok demokratik olmasa gerek.<br />
I T UC a l t ö r g ü t l e r i n d e n<br />
olan Almanya’daki İG-Metal<br />
Sendikasının kendi içindeki muhalefete<br />
yaptıklarına baktığımızda,<br />
sendikaların iç demokrasileri konusunda<br />
pek de hayalperest olmanın<br />
doğru olamayacağını bizlere<br />
göstermektedir. İG Metal kendi iç<br />
muhalefetinin mevcut yasalardaki<br />
demokratik olanakları kullanmasına<br />
bile tahammül göstermeyerek<br />
onları yüksek mahkeme kararlarıyla<br />
sendikadan dışlama yolunu<br />
çoktan tutmuştur. Bu ama sadece<br />
İG Metal’de yaşanan uygulamalar<br />
değildir.<br />
Bileşimle ilgili kısaca:<br />
Yazımızın girişinde ITUC’un esas<br />
<strong>olarak</strong> ICFTU ve WCL’in kendilerini<br />
feshederek kurulduğunu belirtmiştik.<br />
Bu iki kuruluşun dışında geçmişte<br />
sosyalist hareketin güçlü olduğu<br />
dönemde kurulan Dünya<br />
Sendikalar Federasyonuna üye<br />
olan kimi sendikalar da vardır.<br />
Bunlardan birisi Fransa’daki CGT<br />
sendikasıdır. Sosyal-emperyalist<br />
dünya bloğunun bir yedeklemesi<br />
durumuna düşen ve onun dağılması<br />
sonucunda varlığı ile yokluğu<br />
belli olmayan bu sendikaların da -<br />
en azından bir bölümünün- bugün<br />
bu konfederasyona katılması<br />
ile göreceli bir birlik sağlanmış durumdadır.<br />
Görev nedir?<br />
ITUC’un “İlkeler Bildirgesi”nde<br />
bir dizi demokratik talep de vardır.<br />
Kuşkusuz komünistler bu gibi kuruluşların<br />
reform taleplerini, bunlar<br />
işçi sınıfının yararına kullanılabildiği<br />
ölçüde ve sınıf mücadelesine<br />
katkı sunduğu oranda sahip<br />
çıkacak ve onların gerçekleşmesi<br />
için mücadele edeceklerdir.<br />
Ancak bizler, sendikalardaki reform<br />
için mücadelenin kapitalizme<br />
karşı devrim mücadelesinin<br />
bir parçası <strong>olarak</strong> yürütülmesi gerektiğini<br />
savunuruz. Bu çalışmalarımız,<br />
fabrikalardaki örgütlenmemizin<br />
temelinde şekillenecektir.<br />
Fabrikalardaki örgütlenmemiz<br />
üzerinden sendikalardaki çalışmalarda<br />
da etkili olacağız.<br />
Biz sendikalar içerisinde sendikal<br />
bürokrasiye karşı ve ona rağmen<br />
oluşturulmuş devrimci sendikal<br />
muhalefetin örgütlenmesini<br />
savunuyoruz.<br />
Tek tek sendikalarda tabandan<br />
yürütülen çalışmalar daha başından,<br />
sendikaların ve konfederasyonların<br />
uluslararası alandaki politikalarını<br />
etkileme ve giderek belirleme<br />
perspektifini izlemelidir.<br />
Bugünden yarına, ya da kısa<br />
bir zamanda bu çalışmalarda büyük<br />
başarılar beklenmemelidir.<br />
Sendikalar içerisinde uzun vadeli<br />
perspektifle çalışılmalı ve fakat<br />
her olanak da kullanılarak etkili<br />
olunmaya çalışılmalıdır.<br />
Tabii ki sendikalar devrimin dolaysız<br />
organları değildirler. Ama<br />
onlar, kapitalist sistemin alaşağı<br />
edilmesi mücadelesinde tarafsız<br />
olamazlar, tam tersine önemli bir<br />
taraftırlar.<br />
Sendikaların ve üst kuruluşların<br />
bu duruma gelmesinin yolu<br />
ise, fabrikalardaki örgütlenmelerin<br />
boyutlarıdır.<br />
Alttan yukarıya doğru dönüşüm<br />
sağlanmak zorundadır.<br />
Bunun için yapılacak daha çok iş<br />
vardır.<br />
Bu bizim işimizdir!<br />
3 Ocak 2007 ✓<br />
Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
EK:7
Sendikal hakları yok etmenin yeni adı: 4-b<br />
Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
Ayrımsız tüm işçilere kadro<br />
verilmelidir!<br />
215 bin geçici işçiye haklarını<br />
muhafaza ederek kadro vereceğini<br />
açıklayan hükümet bazı<br />
kamu kuruluşlarında çalışan<br />
önemli sayıda geçici işçiyi örgütsüzleştiriyor.<br />
Geçici işçilik sorununun<br />
çözümünde hükümet iş<br />
ayrımcılığı yaparak 4-B statüsünü<br />
gündeme getiriyor ve yıllardır<br />
sendikalarda örgütlü olan işçilerin<br />
haklarını yok etmeyi planlıyor.<br />
Haziran ayından buyana bu<br />
konuyla ilgili çeşitli taslaklar hazırlandı<br />
ve hazırlanan taslaklarda<br />
kamu kuruluşlarında çalışıp ta<br />
memur eliyle yürütülmesi gereken<br />
işlerde (büro) çalışan işçilere kadro<br />
verilmeyeceği ve 657 4-B’ye geçirileceği<br />
açıklandı. Başta sendikamız<br />
Tez-Koop-İş olmak üzere 17 No’lu<br />
işkolunda örgütlü olan sendikalar<br />
hükümetin bu planına karşı gelerek<br />
çeşitli eylemler gerçekleştirdi.<br />
İlk tasarıda işçilere ya 4-B’ye geçersiniz<br />
yada tazminatınızı verip<br />
işten çıkarırız denilmekteydi.<br />
Sendikaların itirazları sonucunda<br />
hükümet taslağı yeniden hazırladı.<br />
Bu kez taslakta 4-B’ye geçiş sözde<br />
işçinin tercihine bırakılmaktadır.<br />
Yani her halükarda sendikalı işçileri<br />
4-B ye geçirmenin fırsatı kollanmaktadır.<br />
Bu ülkede hangi demokratik<br />
tercihe saygı duyuldu da<br />
işçilerin tercihine saygı duyulacak?<br />
Şimdiden işyerlerinde “4-B’ye<br />
geçin ileride memur kadrosuna<br />
alınırsınız ya da geçici işçi <strong>olarak</strong><br />
çalışırsanız hükümet seneye size<br />
vize vermez” vb söylentiler yayılmaya<br />
başlandı bile. Bu zihniyette<br />
ne kadar işçiyi sendikadan koparırsak<br />
kârdır mantığı vardır ve örgütlülükleri<br />
yok etmeyi hedeflemektedir.<br />
Buna neden olan ise hükümetin<br />
gündeminde 4-B’nin olmasıdır.<br />
Hükümet yetkilileri, 4-B’nin<br />
gündeme getirilme nedeni <strong>olarak</strong>,<br />
özellikle Üniversite Rektörlerinin<br />
bu yöndek i ta leplerini dikkate<br />
aldıklarını öne sürmekteler.<br />
Rektörlerin Üniversitelerde işçi<br />
çalıştırmak istemediklerini, aynı<br />
masada hem memur hem de işçi<br />
çalıştığı, ücret adaletsizliği olduğu,<br />
bu durumun çalışanlarda rahatsızlık<br />
yarattığı vb şikayetleri gündeme<br />
getirdikleri ifade edilmektedir.<br />
Oysa durum böyle değildir.<br />
Üniversitede çalışan işçilerimiz yıllardır<br />
aynı ortamda ve koşullarda<br />
çalışmaktadır. Üniversitelerimizde<br />
memur arkadaşlarımızla hiçbir sorun<br />
olmadığı gibi işçi-memur ayrımını<br />
ve ücret farkını yaratan hükümelerdir.<br />
Yıllardır varolan bu<br />
farklılık olduğundan farklı gösterilerek,<br />
işçileri sendikasızlaştırmanın,<br />
kazanılmış haklarının yok<br />
edilmesinin gerekçesi yapılamaz.<br />
4-B<br />
SENDİKASIZLAŞTIRMADIR;<br />
• Şu an toplu sözleşme ve<br />
grev hakkı olan işçiler 4-B statüsüne<br />
geçirildiğinde 657 sayılı<br />
Devlet Memurları Kanunu’nda şayet<br />
yasal düzenleme yapılırsa memur<br />
sendikalarına üye olabileceklerdir,<br />
• Toplu sözleşmeleri ile ücret<br />
dışında sosyal yardımları da<br />
olan işçiler 4-B’ye geçtiğinde yasa<br />
gereği sosyal yardımları ve ikramiyeleri<br />
ellerinden alınacaktır,<br />
• Ücret ve tüm sosyal hakların<br />
belirlenmesinde toplu sözleşme<br />
ortadan kaldırılacak işçinin<br />
ve işverenin iradesi dışında<br />
Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenecektir,<br />
• 4-B ile çalışanlar ne memur<br />
ne de işçi sayılacağından ne<br />
örgütsel ne de yasal bir iş güvenceleri<br />
bulunmayacaktır;<br />
• Şu anda her yıl hükümetten<br />
vize bekleyerek işsizlik kırbacının<br />
basıncıyla çalışan işçiler bu<br />
kez de her yıl sözleşme yenilenmesi<br />
baskısı altında kölece çalıştırılacaklardır.<br />
• Sözleşmesi yenilenmez ise<br />
işten atılmış olacak ama bireysel<br />
çabası dışında hakkını araması söz<br />
konusu olamayacaktır.<br />
• Hazırlanan taslağa göre<br />
31 Aralık 2006 tarihinde emekliliği<br />
dolanlar ne daimi işçi kadrosuna<br />
ne de 4-B’ye bile geçiş hakkına<br />
sahip olamayacaklardır. Bu<br />
zor yoluyla işten çıkarmadır. Yine<br />
taslağa göre geçici işçi <strong>olarak</strong> çalışanlar<br />
emeklilikleri dolar dolmaz<br />
emekli edilecekler yani işten çıkarılacaklar<br />
vizeleri ise hemen iptal<br />
edilecektir. Emeklilik bireysel bir<br />
tercihtir. Ve hükümetin bu uygulamasıyla<br />
çok sayıda işçi işsiz bırakılacaktır.<br />
Örgütlenmenin bu kadar zorlu<br />
olduğu ve bedeller ödendiği bu dönemde,<br />
çatısı altından binlerce işçinin<br />
örgütsüz bırakılmasını hiçbir<br />
sendika ve Konfederasyon yöneticimizin<br />
kabul etmeyeceğine<br />
inanıyoruz. Hiçbir sendika ve konfederasyon<br />
bir tek işçisini dahi örgütlülükten<br />
koparılmasına izin veremez.<br />
215 bin işçinin daimi işçi<br />
kadrosuna geçirilecek olması diğer<br />
işçilerin sayısı gereği matematik<br />
hesabında küçük <strong>olarak</strong> değerlendirilerek<br />
görmezden gelinmesi<br />
sınıfımızın birikmiş mücadelesini,<br />
emeğini bozuk para gibi harcamak<br />
olacaktır.<br />
Tüm işçilere daimi işçi kadrosu<br />
verilmelidir. 4-B ve C kabul edilemez,<br />
657 Sayılı Yasadan çıkarılmalıdır.<br />
Bu konuda geri adım atılmadığı<br />
takdirde Genel Merkezimiz “tek<br />
bir işçiyi feda etmeyeceğiz” şiarıyla<br />
Başkanlar Kurulumuzda aldığımız<br />
karar gereği eylemleri başla-<br />
Yakışır...<br />
tacağını şubelerimize bildirmiştir.<br />
Konfederasyonumuzun bu mücadelede<br />
en önde duracağını bekliyor<br />
ve tüm sendikaları ve demokratik<br />
kitle örgütlerini geçici işçileri<br />
sendikasızlaştıracak ve kazanılmış<br />
tüm haklarını elinden alacak uygulamaya<br />
karşı mücadelemize destek<br />
vermeye çağırıyoruz.<br />
29.01.2007 Tez Koop-İş<br />
Sendikası İstanbul<br />
2 No’lu Şube Başkanlığı ✓<br />
Bi z i m c o ğ r a f y a m ı z d a<br />
Mersedes <strong>olarak</strong> tanınan<br />
Daimler Chrysler (DC) tekeli<br />
kendine yakışanı yapmış.<br />
Yakın zamanda burjuva medyanın<br />
verdiği habere göre DC tekeli<br />
2001 yılında görevinden ayrılan<br />
eski FBI Başkanı Lois Freeh’i işe almış.<br />
Bu zatın görevi DC tekeli içerisindeki<br />
yolsuzluklara ve rüşvete dair<br />
iddiaları soruşturmak olacakmış.<br />
DC tekelinin zaten geçmişi de temiz<br />
değildir.<br />
Çok uzağa gitmeden 2. Dünya<br />
Savaşı yıllarında faşist Alman devletinin<br />
dünya halklarına karşı düzenlediği<br />
saldırı döneminde işlediği<br />
suçlar çok büyüktür.<br />
Önce tüm fabrikalarında faşist<br />
Alman ordularının savaşta kullandığı<br />
bir çok aracı üreterek tatlı<br />
karlar elde ettiler ve ama aynı zamanda<br />
haksız bir savaş yürütülmesinin<br />
içerisinde yer alarak dünya<br />
halklarına karşı suç işlediler.<br />
Bunlar yetmezmiş gibi faşist<br />
Alman ordularının sağ teslim aldığı<br />
savaş esirlerini kendi fabrikalarında<br />
esir işçi <strong>olarak</strong> çalıştırmış,<br />
bunlara hiçbir ücret ödememiştir.<br />
Toplama kamplarına benzer<br />
yerlerde barındırılan bu özgürlük<br />
mahkumları çalışma temposuna ve<br />
çok kötü koşullarda çalışmaya dayanamayarak<br />
hayatlarını kaybetmişlerdir.<br />
Bunların sayıları hiç de<br />
azımsanacak bir düzeyde değildir.<br />
Bugün dünyada otomotiv sektöründe<br />
rekabette başa güreşen ve<br />
en son ABD kökenli otomotiv devi<br />
Chrysler’i yutan bu Alman tekelinin<br />
rekabet gücü savaş sırasında ölmelerine<br />
sebep olduğu savaş esirlerinin<br />
canı ve kanı üzerinde yükselmektedir.<br />
İnsanları ölümüne çalıştırarak<br />
bir çok burjuva devletten daha zengin<br />
olan bu tekelin içerisinde yolsuzluk<br />
ve rüşvet sorununun çıkmış<br />
olması hiç de şaşırtıcı değildir.<br />
Kapitalizm ve kapitalist tekellerin<br />
aşırı zenginliği zaten haksızlıklar<br />
ve yolsuzluklar üzerinden yükselmektedirler.<br />
DC tekelinin ürettiği<br />
Unimog kamyonları bir dizi ülkede<br />
faşist devlet güçlerinin elinde<br />
özgürlük savaşçılarına karşı makinalı<br />
tüfeklerle kan kusan ölüm arabaları<br />
haline gelmiştir.<br />
Dünyanın bir dizi ülkesinde kirli<br />
işlerin içerisinde olan bu tekelin<br />
yöneticilerinin kendi içinde pislik<br />
yuvası olmaması düşünülemez tabii<br />
ki. Daha 2006 yılında ABD’deki<br />
DC fabrikasında kadın işçilere<br />
karşı taciz ve tecavüz gibi saldırıların<br />
yapıldığı basına yansımıştı.<br />
Fabrikalarında öldüresiye çalıştırdıkları<br />
işçilere karşı bu denli<br />
pervasızlaşan bu kapitalist tekellerin<br />
kendi içinde temiz olması, ahlaklı<br />
olması olanaksızdır.<br />
Şimdide dünyanın bir çok ülkesinde<br />
kan döken ABD emperyalist<br />
devletinin istihbaratının en üst katlarına<br />
çıkan ve bu temelde ABD’de<br />
ve dünyanın bir çok yerinde kan<br />
dökülmesinin, suçsuz insanların<br />
suçlanarak yıllarca hapishanelerde<br />
süründürülmesine karışan bir şefin<br />
kendi içlerindeki pisliği temizlemesini<br />
istemek sadece görüntüyü<br />
kurtarmak iç<strong>indir</strong>.<br />
Bu eski polis şefinin rüşvet yiyicilerden<br />
büyük rüşvetler karşılığında<br />
yolsuzluk içerisine düşmeyeceğinin<br />
bir garantisi olamaz.<br />
Zaten kirli olanların temiz işler<br />
yapması mümkün değildir.<br />
Yolsuzluğun ve rüşvetin son bulması,<br />
kapitalist sistemin son bulmasıyla<br />
mümkündür! Ama bu kendiliğinden<br />
olmayacaktır.<br />
DC’de en ağır koşullarda çalışan<br />
100 binlerce işçinin, dünya proletaryasının<br />
sermaye düzenine karşı<br />
kendi sınıf partileri etrafında örgütlenerek<br />
bu kokuşmuş düzeni<br />
tüm pislik yuvalarıyla birlikte tarihin<br />
çöplüğüne atması gerekir!<br />
Haydi bu görevi yerine getirmeye!<br />
Ydi Çağrı okuru<br />
11.1.2007 ✓<br />
EK:8<br />
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />
Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok. No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27<br />
e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />
SAYI 108’in İşçi Eki · Şubat 2007 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli
halkların kardeşliği için<br />
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />
“Türkiye barışını arıyor” mu acaba?<br />
Bizim konferansı değerlendirmemiz, esasta<br />
liberal burjuva siyasetinin savunucularının,<br />
kimi demokratik hakları dile getirdiği,<br />
“Kürt sorununa” değişik kesimleri biraraya<br />
getirerek daha çok dikkat çektiği bir konferans<br />
biçimindedir. Bu konferans anda iktidarı elinde<br />
tutanları biraz düşündürebilir ama esasında<br />
“Kürt tarafı”nın daha da çok sisteme entegre<br />
edilmesine, “Türkiyelileşmesi”ne hizmet edecek<br />
bir konferanstır.<br />
Türkiye’de özellikle kemalist<br />
kesimin diline pelesenk ettiği<br />
sloganlardan biri, Atatürk’ün<br />
“yurtta sulh, cihanda sulh” sözleridir.<br />
Fakat ne “yurtta” ne de “cihanda”<br />
barış var. “Cihanda”, Doğu Bloku var<br />
iken Türk hakim sınıflarının kitleleri<br />
kendi burjuva siyasetine alet etmede<br />
kullandığı “komünizm düşmanı”<br />
vardı. Komşu ülkeler ise hiç bir zaman<br />
gerçek anlamda “dost” ülke <strong>olarak</strong><br />
kabul görmedi. Doğu Bloku dağıldı<br />
ama komşu ülkeler varlığını<br />
korudu… “Türkün Türkten başka<br />
dostu yok” veya “kökü dışarda” yalanları,<br />
Türkiye’de hakim sınıfların<br />
hâlâ kullandığı ve kitleleri Türk şovenizmiyle<br />
yoğurmayı sürdürdüğü<br />
tavırlar arasındadır.<br />
“Yurtta” ise, kemalist iktidara<br />
karşı çıkan muhalefete, başta da<br />
devrimcilere karşı ve özellikle Türk<br />
olmayan ulus ve ulusal azınlıklara<br />
karşı hiç bir dönem gerçek anlamda<br />
“sulh” yaşanmadı Türkiye<br />
Cumhuriyeti tarihinde. Öyle bir durumdayız<br />
ki Türkiye’de barışı istemek,<br />
barış için sesini yükseltmek bile<br />
sık sık cezalarla, hapislerle yanıtlanıyor.<br />
Böylesi bir durumda haklı <strong>olarak</strong><br />
“Yurtta sulhu, zor ve baskıyla vatandaşlarını<br />
tekleştirmek ve susturmak<br />
<strong>olarak</strong> anlayanların ‘yurtta sulh, cihanda<br />
sulh’ sözlerine kim inanır?”<br />
(Mehmet Uzun) soruları sorulur.<br />
Evet, Türkiye’de “kaybolan” bir barış<br />
yok, ama insanlar haklı <strong>olarak</strong> barışı<br />
arıyor.<br />
Bunun için de son yıllarda kimi<br />
aydınların başını çektiği toplantılar,<br />
konferanslar yapılıyor; basın açıklamaları<br />
yapılıp barış hakkında talepler<br />
yükseltiliyor… En son ise 13-14<br />
Ocak 2007 tarihlerinde, Ankara’da<br />
İçkale Oteli’nde “Türkiye Barışını<br />
Arıyor” adı altında bir konferans gerçekleştirildi.<br />
Sözkonusu konferans, kendisine<br />
“Demokratik Barış İnisiyatifi” diyen<br />
oluşum tarafından bir yıllık<br />
süreçte hazırlandı ve düzenlendi.<br />
Konferansa değişik kesimlerin temsilcileri,<br />
aydınlar, akademisyenler,<br />
yazar ve gazeteciler, sanatçılar, siyasetçiler<br />
ve hatta emekli MİT’ci bile<br />
katıldı. Cumhurbaşkanı, Başbakan,<br />
Meclis Başkanı ve bakanlar da davetli<br />
olmasına rağmen konferansa<br />
katılmadılar.<br />
Türkiye’de bugün barışı istemek,<br />
Kürt ulusal meselesini dile getirmeden,<br />
Kürtlere karşı devletin siyasetini<br />
sorgulamadan mümkün değil.<br />
Türkiye’de bu anlamda, anda barışı<br />
istemek, Kürtlere karşı “düşük seviyede”<br />
sürdürdürülen savaşa son vermeyi<br />
istemektir. Ama bu istek öncelikle<br />
kendisini, devlet tarafından<br />
çatışmalara zorlanan PKK güçlerinin<br />
silahları sürekli <strong>olarak</strong> bırakması<br />
yönlü talep <strong>olarak</strong> gösteriyor.<br />
Kimileri “karşılıklı çatışmalar son<br />
bulsun” diyor, ama bu da beyinleri<br />
sadece Türk şovenizmiyle çalışanların<br />
gazabına uğruyor. Buna rağmen<br />
Türkiye’de, gerekçesi veya arka planında<br />
ne olursa olsun barışı istemek<br />
savaştan medet umanların kovanına<br />
çomak sokmaktır.<br />
“Türkiye Barışını Arıyor” konferansı<br />
genel <strong>olarak</strong> ele alındığında<br />
Türkiye’de liberal kesimin, AB’ye<br />
uyum sürecinde Türkiye’nin demokratikleşmesinden<br />
yana olan kesimin<br />
düzenlediği bir konferans. Bu konferans<br />
“barışı ararken” sorunun “Kürt<br />
sorununa barışçıl çözüm” aramak<br />
olduğunu da açıkça dile getirmiştir.<br />
Konferansı değerlendirenlerin tespitlerine<br />
göre bu içerik ve katılımla ilk<br />
kez “Kürt sorununun çok yönlü ele<br />
alındığı” bir konferans gerçekleştirilmiştir.<br />
Konferansın düzenleyicileri ve katılımcılarının<br />
hemen hemen hepsinin<br />
Kürt ulusal meselesini sistem<br />
içi çerçevede ele aldığı ve soruna çözümü<br />
de bu çerçevede aradığı açıktır.<br />
Bu temelde soruna bakıldığında,<br />
savunulan bu siyasetle de Kürt ulusal<br />
meselesine gerçek bir çözümün sağlanamayacağı<br />
bellidir.<br />
Fakat, Kürt hareketi adına gerek<br />
hâlâ silahları elinde tutan PKK<br />
güçlerinin, gerekse de legal alanda<br />
Kürtlerin kimi demokratik haklarını<br />
savunduğunu söyleyen ve Kürtlerin<br />
temsilcisi olma iddiasında olan kesimin<br />
siyasetinin de sistem içi siyaset<br />
olduğu bilindiğinde; sistem içi siyaset<br />
uğruna insanların yaşamlarını<br />
yitirmesi, öldürülmesi veya kan dökülmesinin<br />
yanlış olduğu da bilince<br />
çıkarıldığında, bugün –istedikleri,<br />
sürekli ve gerçek bir barış olmasa da,<br />
barışı istemek doğrudur.<br />
Liberal burjuva demokratlarının<br />
genelde sistem içi siyasete sahip olması<br />
olgusu ile devrimcilerin, komünistlerin<br />
bunlardan kökten farklı siyasete<br />
sahip olması gerçeğinin üzeri<br />
örtülmeden ve farklılıkları bilince<br />
çıkararak bugün barışı istemenin<br />
doğruluğunu savunmak; gerçek ve<br />
sürekli barışın devrimle, kapitalist<br />
sistemin ortadan kaldırılmasıyla ancak<br />
mümkün olduğunu savunma temel<br />
yaklaşımıyla çelişmez.<br />
Evet, liberal burjuva siyasete sahip<br />
olanlar “barışı arıyor”! Buna<br />
“Türkiye Barışını Arıyor” demeleri,<br />
gerçeği değil, kendi isteklerini<br />
ifade etmektedir. Türkiye’nin barışı<br />
aradığı falan yok. Türkiye toplumu,<br />
hem sınıflar <strong>olarak</strong>, ezen ve ezilen sınıflara,<br />
burjuvazi, proletarya ve genelde<br />
emekçilere; hem de ezen ulus<br />
ile ezilen ulus ve milliyetlere bölünen<br />
bir toplumdur. Aydınların “Türkiye<br />
Barışını Arıyor” tespiti, aynı zamanda<br />
onların “sınıflarüstü” burjuva<br />
siyasete sahip olduğunu da ortaya<br />
koymaktadır.<br />
Bizim konferansı değerlendirmemiz,<br />
esasta liberal burjuva siyasetinin<br />
savunucularının, kimi demokratik<br />
hakları dile getirdiği, “Kürt<br />
sorununa” değişik kesimleri biraraya<br />
getirerek daha çok dikkat çektiği<br />
bir konferans biçimindedir. Bu<br />
konferans anda iktidarı elinde tutanları<br />
biraz düşündürebilir ama<br />
esasında “Kürt tarafı”nın daha da<br />
çok sisteme entegre edilmesine,<br />
“Türkiyelileşmesi”ne hizmet edecek<br />
bir konferanstır.<br />
Konferansta savunulan “Kürt tarafının<br />
taleplerinin netleşmesi”,<br />
“kendisini daha açık ifade etmesi”<br />
vb. yaklaşımlar ile DTP’nin olağanüstü<br />
kongreye gitme kararı, buna<br />
bağlı <strong>olarak</strong> DTP yetkililerinin yaptığı<br />
açıklamalar; buna ek <strong>olarak</strong> PKK<br />
yetkililerinin de konferansın taleplerine<br />
uygun davranmaya çalışacaklarını<br />
ilan etmesi vb. olgular gözönüne<br />
alındığında, DTP somutunda “Kürt<br />
tarafı”nın devletin güvenini kazanmaya,<br />
onları kendilerinin “bölücü”<br />
olmadığına ikna etmeye ağırlık vereceklerini<br />
tespit etmek için kahin<br />
olmaya gerek yoktur. Bu konferans<br />
Türkiye’de Kürt ulusal sorununa sistem<br />
içi çözüm aramada önemli bir<br />
köşe taşı daha dizmiştir.<br />
KONFERANSTAN KİMİ<br />
GÖRÜNTÜLER…<br />
Konferansın sunuş konuşmasını İHD<br />
11
halkların kardeşliği için<br />
12<br />
Genel Başkanı Yusuf Alataş yaptı.<br />
İlk günkü açılış konuşmasını Yaşar<br />
Kemal, ikinci günkü açılış konuşmasını<br />
Vedat Türkali ve kapanış konuşmasını<br />
ise –hastalığından dolayı<br />
katılamadığından konuşmasını yazılı<br />
<strong>olarak</strong> gönderen– Mehmet Uzun<br />
yaptı.<br />
Sözkonusu bu konuşmalar, bir yanıyla<br />
konferansın “resmi” konuşmalarıydı…<br />
Türk şovenizmiyle beyinleri<br />
yoğrulanların en çok dikkatini<br />
çeken konuşma ise Yaşar Kemal’in<br />
konuşmasıydı. Konferansın bir nevi<br />
“sonuç bildirisi”nde dile getirilenler<br />
de doğal <strong>olarak</strong> bu şoven kesimin<br />
tepkisini çekti.<br />
Konferanstan sonra emekli MİT<br />
Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in<br />
Radikal gazetesinde yayınladığı<br />
yazı ile Milliyet gazetesinden Belma<br />
Akçura’nın Öneş ile yaptığı röportajda<br />
dile getirilenler de, konferans<br />
bağlamında dikkatleri üzerine çeken<br />
tavırlar oldu.<br />
Sunuş konuşmasında Yusuf Alataş<br />
“toplumsal barış projesine” ihtiyaç<br />
olduğu görüşünü şöyle açıkladı:<br />
“Kürt sorunu konusundaki ırkçı,<br />
ayrımcı, rencide edici temelde yaklaşım<br />
bugün de iç ve dış politikaya hakimdir.<br />
Bu politikaların temel aracı<br />
da güç gösterisi şiddet ve baskıdır. Bu<br />
tespitlerden hareketle Türkiye’de devlet<br />
ve yönetim anlayışını değişmeye<br />
zorlayacak, çözüm konusunda ortaklaştıracak,<br />
mutabakatı arayacak,<br />
adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarını<br />
esas alacak toplumsal barış projesine<br />
ihtiyaç vardır.” (sözkonusu konuşmadan)<br />
Alataş’ın “toplumsal barış projesi”<br />
aynı zamanda konferansın da projesi<br />
olduğunu belirterek bu projenin<br />
kendisini devlet ve yönetim anlayışını<br />
değiştirmeye zorlama <strong>olarak</strong> sınırladığını,<br />
bunun da esasta “sınıflarüstü”<br />
burjuva siyaseti olduğunu; bu<br />
siyasetle gerçekte ne adaletin, ne eşitliğin<br />
ve ne de özgürlüğün sağlanabileceğini<br />
bilinçlere çıkarmak gerekiyor.<br />
Gerek bu proje, gerekse de konferansın<br />
genel yaklaşımı, savunulan<br />
siyasetin en iyi halde liberal burjuva<br />
demokralarının savunduğu siyaset<br />
olduğunu açıkça ortaya koyuyor.<br />
Yaşar Kemal’in, konuşmasında<br />
Kürtlerin Malazgirt savaşından beri<br />
Türklerin dostu olduğuna vurgu<br />
yapması fazla tepki çekmedi. Ama<br />
“gerillanın adını terörist koyduk” demesi<br />
ve Atatürk’ten alıntı ile Kürtlere<br />
“muhtarlık” verilmek istendiğini anlatması<br />
tepkileri üzerine çekti.<br />
Yaşar Kemal barışı istemenin haklı<br />
ve doğru olduğunu anlatmak için<br />
Avrupa Birliği savunuculuğu yaptı.<br />
AB’nin kurulmasının “başlıca sebebi<br />
barıştır” diye anlattı. Şöyle dedi:<br />
“Avrupa Birliği boşuna kurulmadı.<br />
Ölümsüz barışlar için, kültürlerin<br />
birbirini aşılaması, birbirlerini beslemesi<br />
için kuruldu. Savaşsız, mutlu bir<br />
dünya olsun diye kuruldu. Barışa, güzelliğe,<br />
insana saygıya, insanın insanı<br />
aşağılamaması, sömürmemesine yollar<br />
açmak için kuruldu.” (sözkonusu<br />
konuşmadan)<br />
Yaşar Kemal’in barışı istemesi, barışın<br />
iyiliğini, güzelliğini anlatması<br />
için bu AB sevgisine ve kitlelerin bilincini<br />
karartmaktan başka bir şey<br />
olmayan övgüsüne ihtiyacı yoktur<br />
aslında. Ama Yaşar Kemal böyle düşünüyor,<br />
yanlış yapıyor.<br />
Yaşar Kemal barışı isterken doğal<br />
<strong>olarak</strong> kimi olguları da dile getirmektedir.<br />
Örneğin: “Savaşanlardan otuzbin<br />
kişi öldü. Korucu dedikleri sayısı<br />
yetmiş bini geçmiş sivil savaşçılar bulaştı<br />
ülkenin vicdadına. Beş bin köyün<br />
bir çoğunun evleri yakıldı. İnsanları<br />
ülkenin bir çok yerine dağıldı. Bir<br />
kısmı açlıktan, yoksulluktan kırıldı.<br />
Faili meçhul cinayetler olağanlaştı,<br />
savaşın bir parçası oldu. Kürtlerin<br />
seçkin kişileri seçildi, faili meçhule<br />
kurban edildi. (…) Savaşta sürülen<br />
köylülerin toprakları boşta kaldı.<br />
Hayvancılık bitti. Bahçeler kurudu.<br />
Arı kovanları boş kaldı. Korucular<br />
köylerde geriye ne kalmışsa talan ettiler.<br />
Korucularla korucu olmayan arasında<br />
onulmayacak bir düşmanlık ortaya<br />
çıktı. Sürülmeyen köylere de yaşam<br />
zehir edildi.” (aynı yerden)<br />
Evet, Yaşar Kemal böylesi olguları<br />
da dile getirmektedir ve burda da iyi<br />
etmektedir. “O kadar zulümler yaptılar<br />
ki, söylemeye dilim varmıyor.”<br />
veya “Bu seksen yıldır yasaklar olmasaydı,<br />
Kürtlerin kardeşliği unutulmasaydı,<br />
yasaklara boğulmasalardı,<br />
bugün böyle konuşmak aklımıza<br />
gelmezdi” dediğinde de gerçeği<br />
dile getiriyor. Yaşar Kemal’in tavrında<br />
yanlış olan, gerçeği dile getirmesi<br />
değil, “Kürt sorunu”na çözümü<br />
sistem çerçevesinde araması ve AB’ci<br />
bir tavır takınmasıdır.<br />
İkinci günkü açılış konuşmasını<br />
yapan Vedat Türkali ise şunları vurguladı:<br />
“Eski bir komünistim ben. Komünist<br />
Parti ilk defa tüzüğüne ‘Gerekirse<br />
Kürtler ayrılsın’ diye bir program<br />
koydu. Ben bunu yayınladım. Kürt<br />
halkının neler çektiğini biliyorum.<br />
Bana ‘Sen Kürt müsün? Niye uğraşıyorsun?’<br />
diyorlar. Ama ben ‘Ne mutlu<br />
Türküm diyene’ sözlerini rahat diyebilmek<br />
için bu sorunun çözümüne<br />
katkıda bulunmak zorundayım. Bir<br />
başka halkı baskı altında tutan bir<br />
ülke kendi halkını da rahat bırakmaz.<br />
Ben de özgür değilim.” (sözkonusu<br />
konuşmadan)<br />
Vedat Türkali’nin kendi deyimiyle<br />
“eski Komünist”liğinden kalan doğru<br />
yanları var. Doğru <strong>olarak</strong> bir başka<br />
halkı ezen halkın özgür olmayacağı<br />
düşüncesini dile getirmektedir. Bu<br />
arada Kürtler üzerinde baskı ortadan<br />
kalktığında rahat biçimde “Ne mutlu<br />
Türküm diyene” sözlerini söyleyebileceğini<br />
açıklaması da, TKP’nin kemalist<br />
yanının kalıntısından biri olduğunu<br />
söylemek gerekiyor.<br />
Kapanış konuşmasını yazılı <strong>olarak</strong><br />
gönderen Mehmet Uzun ise tüm zorluklara,<br />
barbarlıklara karşın esasta<br />
umutlu olmayı savunan, bu bağlamda<br />
iyimserliğin propagandasını<br />
yapan bir tavrı savundu. Uzun şunları<br />
da tespit etti:<br />
“1– Türkiye, 15-20 milyon olduğu<br />
söylenen, kendi vatandaşları<br />
Kürtlerle barışmanın yollarını bulmalıdır.<br />
Devlet katında derin bir Kürt<br />
düşmanlığı, kin ve nefreti var. Bu kötü<br />
alışkanlıklar, gelenekler ve önyargılarla<br />
herhangi bir olumlu gelişmenin<br />
sağlanması mümkün değil. Bunların<br />
aşılması gerekli.<br />
2- Yine devlet katında, Kürtlere,<br />
Kürtlerin hak ve hukuk arayışlarına<br />
karşı olmak koşuluyla, şeytanla bile<br />
işbirliği yapmak geleneği var.…” (yazılı<br />
konuşmasından)<br />
Konferansın niteliğini dile getirmesi<br />
açısından Doğu Ergil’in yaptığı<br />
şu tespiti aktarmak gerekiyor:<br />
“Bizi izleyen ve kayda alan etkili ve<br />
yetkili her mercie sesleniyoruz: Buraya<br />
savaşmaya değil barışmaya; bölünmeye<br />
değil bütünleşmeye, hem de sizin<br />
adaletsiz, köhnemiş ve yetersiz<br />
politikalarınız, uygulamalarınız nedeniyle<br />
bölünmüş ülkemizi ve milletimizi<br />
birleştirmeye geldik.” (BİANET,<br />
16.01.2007)<br />
Evet, konferansı “bir devrim yaşıyoruz”<br />
diye değerlendiren Doğu<br />
Ergil’in bu tespiti, gerçekte bunlar tarafından<br />
istenen barışın, Türkiye’nin<br />
bölünmez bütünlüğünü savunma<br />
temel güdüsüyle, barış olduğunda<br />
Türkiye’nin Ortadoğu’da daha güçlü<br />
bir devlet haline geleceği yaklaşımı<br />
temelinde savunulduğunun bir açıklamasıdır.<br />
Buna rağmen ama Ankara 11. Ağır<br />
Ceza Mahkemesi eski DEP’li Orhan<br />
Doğan ile Mehmet Uzun’un konferanstaki<br />
konuşmalarının dinlenmesi<br />
için mahkeme kararı çıkardı. Türkiye<br />
koşullarını bilip durumla alay etmeye<br />
çalışanlar, konferansın yasaklanmamış<br />
olmasının büyük bir başarı olduğunu<br />
ifade etti… Konferanstan sonra<br />
ise Ankara Basın Savcılığı’nın konferansı<br />
incelemeye aldığı, Emniyet<br />
Müdürlüğü’nden konferansla ilgili<br />
kayıt ve belgeleri istediği haberi basına<br />
yansıdı.<br />
Konferansın sonuç bildirisi ise,<br />
moda adıyla “yol haritası” <strong>olarak</strong> tanıtıldı…<br />
Sözkonusu belgede esas itibariyle<br />
konferansa katılanların yaptığı<br />
konuşmalarda dile getirdiği, siyasi,<br />
ekonomik, kültürel talepler aktarılmaktadır.<br />
Konferanstaki halinin,<br />
belgenin son hali olmadığını,<br />
ama bunun “çözüm yolu” için programın<br />
başlangıcı olduğunu söyleyenler<br />
de var.<br />
Yaşar Kemal’in yaptığı konuşma<br />
hakkında kafalarında şovenizmden<br />
başka şey bulunmayan kalemşorlar,<br />
özellikle Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin<br />
“köşe” yazarları kinlerini<br />
kusmaya başladı. Bunların tartışmaları<br />
sürüyor. Bu konuda ve emekli<br />
MİT müsteşar yardımcısının görüşleriyle<br />
ilgili ise bir başka yazımızda<br />
tavır takınacağız.<br />
27 Ocak 2006 ✓<br />
Nâzım Hi<br />
2006 yılı Aralık ayının sonlarına<br />
doğru Nâzım Hikmet’in adı karıştırılan<br />
yeni bir tartışma gündeme<br />
geldi. Murat Belge’nin “Nâzım<br />
Hikmet Ermeni meselesiyle pek ilgilenmedi”<br />
biçimindeki tespitini Nokta<br />
Dergisi “araştırmış…<br />
Artık ne biçim bir araştırmaysa, sonuçta<br />
Nokta Dergisi Nâzım Hikmet’in<br />
“Hapisten Çıktıktan Sonra” şiirinin<br />
“2 – Akşam Gezintisi” başlıklı bölümünde<br />
“Ermeni sorununa” ilişkin dizelerin<br />
bulunduğunu ve ayrıca sözkonusu<br />
şiirin, beş dizesinin sansürlenerek<br />
yayınlandığını ortaya çıkarmış!<br />
Nokta Dergisi’nin bu konuyla ilgili<br />
haberinin haberini verenlerin temel<br />
tespitlerinden biri “Nokta Dergisi’nin<br />
bu mısraları ve sansürlendiğini ortaya<br />
çıkardığı” haberiydi.<br />
Türkiye’de böylesi haberlerin temel<br />
kaynaklarından biri insanların<br />
muhalif, “sol”, devrimci ve komünist<br />
yayınları az ve düzensiz okumasıdır.<br />
Bir diğeri ise, yapılan bir haberin<br />
doğruluğu araştırılmadan diğer haber<br />
kaynakları tarafından alınıp yayılmasıdır.<br />
Birincisi, Nâzım Hikmet’in sadece<br />
Ermeni meselesini ilgilendiren dizeleri,<br />
satırları değil, başka dize ve satırları<br />
da sansürlenmiştir. Örneğin<br />
Mustafa Suphi ve yoldaşları hakkında<br />
yazdığı “28 Kanuni Sani” adlı<br />
şiirde, “– Burjuva Kemalin omzuna<br />
binmiş / Kemal kumandanın kordonuna<br />
/ Komandan kâhyanın cebine<br />
inmiş / Kayha adamlarının donuna /<br />
– Uluyorlar / – hav… hav… hak… tü<br />
/ – Yoldaş unutma bunu / Burjuvazi /<br />
ne zaman aldatsa bizi / böyle haykırır:<br />
/ – hav… hav… hak… tü / – Gördün<br />
mü ikinci motörü?” bölümünün esası<br />
sansürlenmiştir. Kuşkusuz ki bizim<br />
bu tespitimizin doğru olup olmadığını<br />
da araştıran bir Nokta Dergisi<br />
olursa ve haber yapıp Nâzım’ın bu<br />
konuda ne dediğini tartıştırırsa iyi<br />
olur… Aslında Nâzım’ın tüm eserlerinin<br />
orijinali ile Türkiye’de basılan<br />
hali karşılaştırılıp sansürlenenlerin<br />
neler olduğunun ortaya çıkarılması,<br />
esasta Nâzım’ı savunmada yapılacak<br />
iyi işlerden biri olacaktır.<br />
Bizim burada öne çıkarmak istediğimiz<br />
gerçeklik şudur: Gerçekten<br />
de Nâzım’ın Ermeni meselesini dile<br />
getirdiği dizeleri sansürlenmiştir.<br />
Sadece şiirin yayınlanmasında değil,<br />
sansürsüz yayınlanan şiirin varlığının<br />
bilincinde olan Kültür Bakanlığı<br />
da, “2002 Nâzım Yılı” için hazırlattığı<br />
CD’de, sözkonusu dizeleri sansürlemiştir.<br />
Nokta Dergisi’nin Aralık 2006’daki<br />
8. sayısında bu olguyu ortaya çıkardığını<br />
söyleyen veya savunan tüm<br />
haber kaynakları ya yalan söylüyor-
gündem<br />
kmet’e kim pislik sıçratıyor?<br />
lar, ya da bu konuda bilgisizler.<br />
Çünkü, daha önce sansürlenen bu<br />
bölüm, Adam Yayınları tarafından<br />
yayınlanan Nâzım Hikmet Eserleri<br />
Cilt 4’te, sayfa 202-204, sansürsüz yayınlanmıştır.<br />
Sadece bu kadar da değil: Güney<br />
Dergisi, Temmuz-Eylül 2002 tarihli<br />
21. sayısında, sayfa 10-11’de<br />
“Seviyesizlik…” başlığıyla bu konuya<br />
ilişkin tavır takınmış ve sözkonusu<br />
şiirin tümünü yayınlamıştır.<br />
Yani ne bu dizelerin varlığı, ne de<br />
sansürlendiği Nokta Dergisi’nin ortaya<br />
çıkardığı bir şey değildir. Nokta<br />
Dergisi’nin haberinin ortaya çıkardığı<br />
gerçeklik, sözkonusu medya<br />
mensuplarının bilgisizliğidir… Aynı<br />
biçimde, sözkonusu bu dizelerin ortaya<br />
çıkmasına Murat Belge’nin<br />
“Nâzım Hikmet benim çok sevdiğim<br />
bir yazar. Ermeni soykırımı konusunda<br />
böyle bir şiirinin çıkmasına<br />
çok sevindim. Öbür türlüsü canımı<br />
sıkardı.” biçiminde tavır takınması<br />
da bir başka trajikomik tavırdır. Belge<br />
böylece aslında Nâzım Hikmet’in şiir<br />
ve yazılarını pek okumadan “Nâzım<br />
Hikmet Ermeni meselesiyle pek ilgilenmedi”<br />
tespitini yaptığını ele vermektedir.<br />
Murat Belge bilimsel araştırma<br />
temelinde tavır takınmamaktadır,<br />
bu onun yanlışı. Buna rağmen<br />
ama Nâzım’ın Ermeni meselesiyle<br />
pek ilgilenmediği tespiti aslında doğrudur.<br />
Fakat sanki bir şiirde beş dizelik<br />
tavır Nâzım’ı değil de Murat<br />
Belge’yi kurtarıyormuş gibi bir rol<br />
oynamaktadır.<br />
Bu tartışmalara Hürriyet gazetesinin<br />
köşe yazarlarından<br />
Özdemir İnce de<br />
katıldı. 3 Ocak 2007 tarihli<br />
Hürriyet’te “Nâzım<br />
Hikmet’e pislik sıçratmayın”<br />
başlığıyla yazdığı yazıda,<br />
sözümona Nâzım’ı<br />
savunmaya kalkışmaktadır.<br />
Sözkonusu başlığı okuyan<br />
Nâzım’ın gerçek savunucuları<br />
ve yanlıları ilk<br />
anda şaşırabilirler. Çünkü<br />
genelde Nâzım’ın savunusu<br />
yapılmaz, Hürriyet<br />
gibi gazetelerde. Nâzım’ın<br />
savunulduğu görüntüsü<br />
verildiğinde de, bunun<br />
perde arkasında esasta<br />
Nâzım’ı Nâzım olmaktan<br />
çıkarmanın çabası<br />
durmaktadır. Özdemir<br />
İnce’nin tavrı da esasta bu<br />
ikinci türe aittir. Yine de<br />
“Nâzım Hikmet’e pislik<br />
sıçratmayın” başlığı ilk<br />
anda çekici ve de sev<strong>indir</strong>ici<br />
geliyor. İşin kendisine<br />
gelince, hiç de sev<strong>indir</strong>ici değil.<br />
Özdemir İnce’ye sözkonusu yazıyı<br />
yazdıran şey, Nokta Dergisi’nin<br />
21/27 Aralık 2006 tarihli 8. sayısında<br />
Ermeni soykırımı ile ilgili yayınladığı<br />
haber. İnce’ye göre Nokta<br />
Dergisi Nâzım’ın soykırımı kabul<br />
ettiğini söylemekle, Nâzım’a “pislik<br />
sıçratıyor”. Ve tabii ki İnce, böylesi<br />
“kaba” bir tespite karşı çıkmakta ve<br />
Nâzım’ın Ermeni soykırımını kabul<br />
etmediği üzerine yazmaktadır.<br />
İnce Nokta’nın tavrını şöyle değerlendirmektedir:<br />
“Said-i Nursi’nin meşrep <strong>olarak</strong><br />
Ermeni soykırımı iddiasını kabul etmesi<br />
epeyce olası, ama Nâzım Hikmet<br />
için bunun mümkün olamayacağını<br />
biliyorum.” (Hürriyet, 3 Ocak 2007)<br />
Bu iddiasını ispat etmek için de<br />
esasta Nokta Dergisi’nin de aktardığı<br />
“Akşam Gezintisi” adlı şiirde<br />
Nâzım’ın soykırımı kabul etmediği,<br />
bu şiirin değişik yorumlanabileceği<br />
yönlü açıklama yapmaktadır.<br />
Şiirden aktardığı bölüm şöyledir:<br />
“Bakkal karabetin ışıkları yanmış /<br />
affetmedi bu Ermeni vatandaş / kürt<br />
dağlarında babasının kesilmesini / fakat<br />
seviyor seni çünkü sen de affetmedin<br />
/ bu karayı sürenleri Türk halkının<br />
alnına” (aynı yerden)<br />
Gerçekten de eğer insan, Nâzım’ın<br />
soykırımı kabul ettiğini söylemek<br />
için, onun şiirinde soykırım ya da jenosid<br />
kavramını ararsa, bunu, bu şiirle<br />
belgeleyemezsiniz. Bu bağlamda<br />
farklı yorumlar da mümkündür.<br />
Açık olan ama Nâzım’ın yaşananları<br />
“Türk halkının alnına sürülen bir<br />
kara leke” <strong>olarak</strong> gördüğü ve “kara<br />
leke”ye karşı çıktığıdır. Ermeni, babasının<br />
kafasının kesilmesini affetmemesine<br />
rağmen, “kara lekeyi Türk<br />
halkının alnına sürenleri” affetmeyenleri<br />
sevmektedir… Nâzım, bununla<br />
kara lekeyi Türk halkının alnına<br />
sürenleri affetmediğini de söylemektedir<br />
aslında.<br />
İnce efendi Nâzım’ın soykırımı kabul<br />
etmediğini ispatlamaya çalışırken<br />
nedense bu olgunun üzerinden atlamakta<br />
ve farklı yorumlanabileceğini<br />
göstermek için şöyle demektedir:<br />
“‘Ermenileri Kürtler kesmiş ve<br />
suçu Türklerin üzerine atmıştır.<br />
Ve böylece Türk halkının alnına<br />
kara leke sürülmüştür!’ Oldu mu?”<br />
(aynı yerden) Olmadı İnce efendi olmadı!<br />
Nâzım’ı böyle yorumlayanlar,<br />
Nâzım’ın savunucuları değil, O’na<br />
“pislik sıçratan”lardır. Nâzım hem<br />
değişik şiirlerinde hem de “Yaşamak<br />
güzel şey be kardeşim” adlı “otobiyografik”<br />
romanında, Ermenilere yapılanları<br />
Türk milletinin alnındaki<br />
bir kara leke <strong>olarak</strong> görmüştür. Bunu<br />
gerçekleştirenleri “affetmemiştir”.<br />
Nâzım, “Yaşama k güzel şey<br />
be kardeşim”de Ermeni kökenli<br />
Petrosyan ile sohbetinin bir bölümünde<br />
şunları anlatmaktadır:<br />
“– Anuşka sana sevdalanabilirmiş<br />
Petrosyan.<br />
– İyi de edermiş.<br />
– Sen ona?<br />
– Ben de ona. Ama ikimiz de geç<br />
kaldık. Bir Türk oğlu geldi girdi aramıza.<br />
– Emredin çıkayım.<br />
– Çıksan da faydası yok artık… Şu<br />
Türk oğullarından şu Ermenilerin<br />
çekmediği mi kaldı? Kıyma kıyar gibi<br />
doğradınız bizi.<br />
– Ben yoktum sizi doğrayanların<br />
arasında.<br />
– Yalnız sen değil, işin aslına bakarsan,<br />
ellerine bıçak verilen Türk köylüsü<br />
de yoktu, o bıçakla kestiler, ama<br />
yoktular. İşin doğrusu bu. Kafalarına<br />
giydirdiler jandarma üniformasını,<br />
yaptırdılar bu işi.<br />
– Ne de olsa, halkımın alnına sürülen<br />
kara leke.” (Nâzım Hikmet,<br />
Eserler Cilt 7, sayfa 454, Narodna<br />
Prosveta, Sofya 1969)<br />
Nâzım, Türklerin Ermenileri doğradığını,<br />
ama kendisinin onların<br />
arasında olmadığını söylemektedir.<br />
Sonunda ise yaşananları bir kez daha<br />
“halkımın alnına sürülen kara leke”<br />
<strong>olarak</strong> değerlendirmektedir.<br />
Nâzım’ın bu tavrı ile “kara lekeyi<br />
sürenleri” affetmemesi yönlü tavrı<br />
birleştirildiğinde –bu tavırda açıkça<br />
soykırım lafı edilmese de–, bunun<br />
Türk devletinin resmi çizgisinden ve<br />
de İnce gibi şovenlerin yaklaşımından<br />
kökten farklı bir yaklaşım olduğu<br />
açıktır.<br />
Bu yüzden de İnce’nin: “Nâzım<br />
Hikmet’in Ermeni soykırımını ya da<br />
soykırım iddialarını onaylayan yazılı<br />
tek cümlesi ve tek şiiri yok.” tespiti,<br />
Nâzım’ın tavrını savunan bir tespit<br />
değildir.<br />
Nâzım bu tavrında açıkça soykırım<br />
vardır da demiyor. Ama buna rağmen<br />
İnce’nin, Nâzım’ı Ermeni soykırımını<br />
kabul etmeyenler arasına sokmaya<br />
çalışması, esasta Nâzım’a “pislik<br />
sıçratma”nın kendisidir.<br />
Bu gerçeklik, İnce’nin: “Nâzım<br />
Hikmet’in yakın arkadaşı, Ermeni<br />
asıllı Fransız şair Ruben Melik,<br />
Sofya’nın Moskva Park Hotel’inde,<br />
Kemal Özer’in huzurunda bakın<br />
bana ne demişti:<br />
‘Siz Türklerin en komünistiniz<br />
bile Kemalist. Nâzım da hep senin<br />
gibi konuşmuştu Moskova’da. Türk<br />
Komünist Partisi’ne de soykırımı kabul<br />
ettiremezsiniz demişti. Bu ne iştir<br />
iki gözüm?” (aynı yerden) hikayesini<br />
anlatmasıyla da ortadan kalkmıyor.<br />
Gerçekten de Ruben Melik sadece<br />
kemalistlikle bağını koparmayan<br />
Türkiyeli “komünist” tanımıştır<br />
ve bu nedenle tespiti esasta bir gerçekliği<br />
ifade etmektedir.<br />
Nâzım’ın Ruben Melik’e ne söylediğini<br />
bilmiyoruz. Ama aynı yazıda biraz<br />
yukarıda “Lafa inanmaya gelince<br />
ben kendi kulaklarımla duyduklarıma<br />
inanırım.” diyen İnce efendi,<br />
Ruben Melik’in dediklerini kulaklarıyla<br />
duymuş ama Nâzım’ın ne dediğini<br />
kendi kulaklarıyla duymamıştır.<br />
Buna rağmen ama Nâzım’ın böylesi<br />
bir düşüncesi olduğunu anlatmaya<br />
çalışıyor. Tam da İnce efendiye yakışır,<br />
siyasi bir sahtekârlık!<br />
Bu arada yapılan bir sahtekârlık ise<br />
Nâzım’ın “TKP’ye soykırımı kabul ettiremezsiniz”<br />
demesi bağlamındadır.<br />
Nâzım Ruben Melik’e bunu söylemiş<br />
olsa bile, bunu söylemek Nâzım’ın<br />
kendisinin soykırımı kabul edip etmediğinin<br />
ispatı değildir. Nâzım’ın<br />
TKP içinde en “sol” olan insanlardan<br />
biri olduğu bilindiğinde, O’nun<br />
“merkezi çizgiden” farklı düşünebileceği<br />
de büyük bir olasılıktır.<br />
Sorun ama Nâzım’ın soykırımı<br />
kabul edip etmediği sorunu değil.<br />
Sorun, İnce gibi devletin resmi ideolojisinin<br />
savunucularının, Türkiye’de<br />
soykırımın kabul edilmesi düşüncesinin<br />
önüne geçmek için Nâzım’ı da<br />
amaçlarına alet etmek istemeleridir.<br />
Nâzım gibi tanınmış ve kitleler tarafından<br />
sevilen bir insanın soykırımı<br />
tanımış olması, kuşkusuz ki,<br />
onu sevenler üzerinde etkide bulunacaktır.<br />
İşte engellenmek istenen bu<br />
etkidir. Bu arada Nâzım da kendi şoven,<br />
ırkçı siyasetlerine alet edilmek<br />
istenmektedir.<br />
Çekin kirli ellerinizi Nâzım’dan!<br />
Doğrusuyla, yanlışıyla Nâzım bizimdir,<br />
öyle de kalacak!<br />
4 Ocak 2007<br />
Bir Çağrı okuru ✓<br />
13
yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />
Nükleer enerjiden vaz mı geçiliyor?<br />
14<br />
Türkiye’de nükleer santral yapımına<br />
karşı mücadele edilirken<br />
ve Türk hükümetinin<br />
ya da yetkililerin nükleer santralden<br />
yana tavır takınmalarının yanlışlığı<br />
anlatılmaya çalışılırken sık sık şu tespit<br />
yapılmaktadır:<br />
“Gelişmiş ülkeler başta olmak<br />
üzere birçok ülke nükleer santrallerden<br />
vazgeçerken, Türkiye gibi gelişmekte<br />
olan ülkeler ise nükleer santrallere<br />
yönelmekte.” (Ülkede Özgür<br />
Gündem, 21 Aralık 2005)<br />
Buna benzer tespitler şöyle de ifade<br />
edilmektedir:<br />
“1950’ lerde ‘Köleniz Atom’,<br />
‘Ölçülemeyecek Kadar Ucuz’ <strong>olarak</strong><br />
lanse edilen ve bütün dünyayı kaplayacağı<br />
varsayılan nükleer santrallerden,<br />
bugün hızlı bir kaçış vardır.”<br />
(gezegenimiz.com, 14.02.2000)<br />
Cumhuriyet gazetesi ise şöyle tespit<br />
yapmaktadır:<br />
“Radyasyon ve atık sorunu, dünyanın<br />
nükleer santrallardan vazgeçmesinin<br />
en önemli nedenleri arasında<br />
yer alıyor.” (Cumhuriyet, 3 Mart<br />
2006)<br />
Bu tespitelerin temel düşüncesi öncelikle<br />
gelişmiş ülkelerin nükleer santral<br />
ve enerjiden vazgeçtiği düşüncesidir.<br />
Kimileri bu düşünceyi “herkes<br />
gider Mersin’e, Türkiye gider tersine”<br />
diye de ifade ediyor.<br />
Özeleştirel <strong>olarak</strong> belirtmemiz gerekir<br />
ki, bizim dergimizin kimi yazılarında<br />
da yer yer gözümüzden kaçan<br />
böylesi tespitler yapılmaktadır.<br />
Örneğin, dergimizin 105. sayısında,<br />
sayfa 16’da şu tespiti yapmıştık:<br />
“Genelde en gelişmiş ülkeler atom<br />
enerjisini terk etme durumundayken,<br />
neden Türkiye gibi ülkeler buna rağbet<br />
göstermektedir?”<br />
Bu tespitin Türkiye ile ilgili bölümü<br />
cevaplanması gereken doğru<br />
bir sorudur. Ama genelde en gelişmiş<br />
ülkelerin atom enerjisini terk etme<br />
durumunda olduğu tespiti, gerçekleri<br />
ifade etmeyen, olgu <strong>olarak</strong> da yanlış<br />
olan bir tespittir.<br />
Bu tespitin yanlış olduğu, aslında<br />
105. sayımızda aktarılan verilerle de<br />
sabittir. Eğer Fransa’nın atom enerjisi<br />
ya da nükleer enerji bağlamında,<br />
elektrik üretimindeki payı %78 ise, o<br />
zaman nasıl olur da Fransa’nın nükleer<br />
enerjiden vazgeçtiği söylenebilir?<br />
Bu bağlamda her şeyden önce “en<br />
gelişmiş ülkelerin” hangi ülkeler olduğu<br />
ortaya konmak zorundadır.<br />
Bunun demokrasi geleneği açısından<br />
mı, yoksa ekonomik güç ve gelişmişlik<br />
açısından mı, dünyada nüfuz sahibi<br />
olma açısından mı vb. vb. değerlendirildiği<br />
açığa kavuşturulmalıdır.<br />
Gelişmişliğin ölçüsü Türkiye olamaz,<br />
olmamalıdır. Bizce, enerji meselesi<br />
tartışılırken esas ölçü dünya çapındaki<br />
ekonomik, sanayi gelişme olmalıdır.<br />
Çünkü enerji ihtiyacı veya tüketimi<br />
de esasta sanayinin gelişmesine<br />
bağlı <strong>olarak</strong> çoğalır ya da azalır.<br />
Bunun yanısıra, her ülkenin nükleer<br />
enerji bağlamındaki gücü somut<br />
<strong>olarak</strong> ele alınmak zorundadır.<br />
Bağıntısından kopuk aktarılan rakamlar,<br />
ya da bu rakamlara dayanarak<br />
yapılan sıralamalar genelde gerçeklerin<br />
görülmesini engelleyen rakam<br />
ve sıralamalardır. Bu yüzden<br />
de her ülkenin genel <strong>olarak</strong> ne kadar<br />
enerji ürettiği, harcadığı ve nükleer<br />
enerjinin bunun içindeki rolü ve<br />
miktarı somut ele alınıp bakılması<br />
gerekir.<br />
Örneğin Litvanya elektrik üretiminin<br />
%80’ini nükleer enerjiden elde<br />
etme bağlamında birinci sırada. Bu<br />
%80 ölçü alındığında, bir ülkenin<br />
enerji ihtiyaçlarının en büyük bölümünün<br />
nükleer enerjiyle karşılandığı<br />
açıktır. Fakat Litvanya’nın 2003<br />
yılı nükleer enerjisinin 14.3 milyar<br />
kw saat olduğuna bakıldığında, bunun<br />
aynı yılın verilerine göre 763.7<br />
milyar kw saat ile ABD’nin elektrik<br />
üretiminde nükleer enerjinin payının<br />
%19.9 olduğu gerçeği ile karşılaştırıldığında,<br />
Litvanya’nın nükleer<br />
enerji üretiminin ne kadar az<br />
olduğu görülebilir. Aynı kaynağa<br />
göre Litvanya’nın 2 nükleer santrali,<br />
ABD’nin ise 103 nükleer santrali<br />
(kimi başka kaynaklara göre ise 104<br />
santral) vardır.<br />
Bu örneği sadece rakamların, istatistiklerin,<br />
soruna somut yaklaşılmadığında<br />
ve rakamların hangi verileri<br />
ifade ettiğinin gözönüne alınmadığı<br />
koşullarda aldatıcı olduğunu, yanlış<br />
sonuçlara götüreceğine dikkat çekmek<br />
için veriyoruz. Sözkonusu 2003<br />
verilerine göre somutta<br />
nükleer santral sayısı ve<br />
üretilen nükleer enerji<br />
oranı bağlamında ilk<br />
sıraları “en gelişmiş”,<br />
emperyalist güçler kapmıştır.<br />
Üretilen enerjinin<br />
kw saat hesabıyla<br />
ABD, Fransa, Japonya,<br />
Almanya, Rusya sıralaması<br />
ilk beş sırayı oluşturmaktadır.<br />
Nükleer<br />
santral sayısı <strong>olarak</strong><br />
da sıra lama, ABD,<br />
Fransa, Japonya, Rusya,<br />
İngiltere biçimindedir.<br />
Bunların dünya çapındaki<br />
nükleer enerjinin<br />
büyük bölümünü ve<br />
santrallerin de yarısından<br />
çoğunu ellerinde<br />
tuttuğu da somut verilerle<br />
ortadadır.<br />
Genel tez <strong>olarak</strong> en<br />
gelişmiş ülkeler, ya da<br />
gelişmiş ülkeler nükleer<br />
enerjiden vazgeçiyor<br />
demek günümüzün<br />
gerçeklerine uymuyor. Bu tespiti<br />
2005, 2006 yılında yapmak, ya gelişmeleri<br />
somut <strong>olarak</strong> takip etmemek,<br />
ya da soruna yüzeysel bakmakla, belli<br />
kalıplara takılıp kalmakla mümkün<br />
olmaktadır.<br />
Dünya çapında olduğ u gibi<br />
Türkiye’de de nükleer santrallara<br />
karşı mücadele doğru ve haklıdır.<br />
Fakat bu mücadele verilirken, bu mücadelenin<br />
doğru ve haklılığını gelişmiş<br />
ülkeler nükleerden vazgeçiyor<br />
biçiminde açıklamak ve bu temelde<br />
nükleer santrallara karşı mücadele<br />
yürütmeye kalkışmak hem kitlelere<br />
yanlış bilinç verir ve hem de mücadelenin<br />
temelini zayıflatır.<br />
Gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden<br />
vazgeçtiği düşüncesinin bugün<br />
yanlış olduğunu söylememiz, kuşkusuz<br />
ki, bu düşünceyi savunanların<br />
hiç bir maddi temeli yoktur anlamına<br />
gelmiyor. Özellikle 1970’li<br />
yılların sonlarına doğru ve 1986’da<br />
Çernobil olayına bağlı <strong>olarak</strong> antiatom<br />
hareketi egemenlere belli geri<br />
adımlar attırmış, buna atom santrallerinin<br />
inşaasının pahalılaşması da<br />
eklenince belli bir dönem yeni atom<br />
santrali inşa edilmemiştir. Kimi ülkeler<br />
de atom enerjisinden adım<br />
adım vazgeçme kararı verdiğinden,<br />
gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden<br />
vazgeçtiği yönünde bir resim oluşturmaya<br />
hizmet etmiştir.<br />
Burada da öncelikle bilince çıkarılması<br />
gereken düşüncelerden biri,<br />
atom santrallerinin inşa edilmesinde<br />
belirleyici olan enerji, elektrik<br />
üretimi değil, atom silahına sahip<br />
olma isteği ve silahlanma yarışı olduğu<br />
gerçeğidir. Gelinen yerde varolan<br />
kimi değişiklikler ve gelişmeler,<br />
atom silahlarına sahip olma isteklerini<br />
en azından resmi düzeyde arka<br />
planda tutmayı sürdürse de, “en gelişmiş”<br />
ülkelerin de enerji sorununu<br />
çözme adına nükleer enerjiye yönelim<br />
içinde olduğu ve bu konudaki<br />
adımların giderek de güçlendiği olgudur.<br />
Gelişmelere baktığımızda, gelişmiş<br />
ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçtiğini<br />
göstermek için anlatılan<br />
ABD emperyalizminin 1979’dan<br />
beri yeni santral inşa etmemiş olması,<br />
Fransa’nın 2010’a kadar nükleer<br />
programını askıya aldığını açıklaması;<br />
Almanya’nın atom santrallerine<br />
ortalama 32 yaş biçerek adım<br />
adım atom enerjisinden vazgeçme<br />
bağlamında SPD-Yeşil hükümetin siyasi<br />
karar alması vb. vb. olgular, gelişmiş<br />
ülkelerin nükleer enerjiden<br />
vazgeçtiğini belgeleyen olgular değil.<br />
Gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden<br />
vazgeçip geçmediğini söyleyebilmek<br />
için, içinde bulunduğumuz somut<br />
koşullarda, sözkonusu güçlerin<br />
nükleer enerjiye karşı siyasetinin ne<br />
olduğuna bakmak zorundayız. Artık<br />
eskimiş, teknik güvenlik bağlamında<br />
kapatılması zorunlu olan, kapatılmadığında<br />
her an yeni Çernobillere<br />
yol açabilecek tehlikeyi içeren nükleer<br />
santralların kapatılmasının da,<br />
gerçekte nükleer enerjiden vazgeçildiği<br />
anlamına gelmediği bilinçlere<br />
kazınmak zorundadır. Kuşkusuz ki<br />
bu bağlamda dikkat çekilecek başka<br />
noktalar da var. Fakat bu yazımızda<br />
kendimizi, esasta soruna dikkat çekmek<br />
ve gelişmiş ülkelerin genel <strong>olarak</strong><br />
nükleer enerjiden vazgeçtiği tespitinin<br />
günümüz gerçekliğine ters<br />
bir tespit olduğunu ortaya koymakla<br />
sınırlıyoruz.<br />
KİMİ OLGULAR…<br />
Dergimizin “panorama” bölümünde<br />
İran bağlamındaki tartışmalarda emperyalist<br />
güçlerin enerji siyasetine ve<br />
bu bağlamda da nükleer enerji siyasetine<br />
dikkat çekmiştik. Dergimizin<br />
98. sayısında, sayfa 24’te “Gözlerden<br />
kaçan bir hesap” ara başlığı altında<br />
emperyalistlerin dünyaya egemen<br />
olma siyasetlerinde özde bir şeyin<br />
değişmediğini söyledikten sonra<br />
şunları tespit etmiştik:<br />
“Onların siyaseti özde değişmemiş<br />
ama, petrol ve doğalgaza dayalı enerji<br />
kaynakları talan edildikçe ‘suyunu’<br />
çekmektedir. Emperyalistlerin dünyaya<br />
hükmetme hesapları da uzun<br />
vadeli hesaplar…<br />
Bu hesaplara göre andaki enerji<br />
kaynaklarına hükmetseler bile, bu<br />
kaynaklar –kesin süresi belli olmasa<br />
da– bir gün tükenecek… Eğer verili<br />
enerji kaynakları tükenecekse, o zaman<br />
yerine yeni enerji kaynakları<br />
bulunmak zorundadır. Aksi halde
yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />
sanayi ülkeleri <strong>olarak</strong> gösterilen ülkeler<br />
başta olmak üzere teknolojinin<br />
ilerletilmesi ve evet ayakta tutulması<br />
da mümkün olmayacaktır.<br />
İşte emperyalistler geleceklerini<br />
garanti altına almak ve dünya ülkelerinin<br />
büyük bölümünü de kendine<br />
yeni yol ve yöntemlerle bağımlı kılmak<br />
için adım atmaya başlamış, hesaplarını<br />
bu temele de oturtmuş durumdadır.<br />
Bu noktada gündeme getirilen<br />
esas çözüm önerisi nükleer, ya da<br />
diğer deyimiyle atom enerjisine sahip<br />
olmaktır. ABD, Rusya, Fransa,<br />
İngiltere, Çin gibi ülkeler başta olmak<br />
üzere, gelişmiş kapitalist ülkelerin<br />
büyük bölümü atom enerjisine<br />
giderek daha fazla yatırım yapmaktadır.”<br />
(YDİ Çağrı, sayı 98, sayfa 24)<br />
Evet, nükleer enerjiden vazgeçmekten<br />
çok, bu konuda da egemen olma<br />
dalaşı, bu bağlamda da gelişmekte<br />
olan ülkeleri kendine bağımlı kılma<br />
dalaşı içindeler emperyalistler.<br />
Özellikle son yıllarda Çin ve<br />
Hindistan gibi ülkelerin hızlı biçimde<br />
gelişmesi, özellikle de Çin’in<br />
dünya pazarında emperyalist büyük<br />
güçlerle kaşık atacak düzeyde büyümesi,<br />
hem enerji ihtiyacını yükseltmiş,<br />
hem de dünya üzerindeki enerji<br />
kaynaklarına sahip olma dalaşını kızıştırmıştır.<br />
Afganistan, Irak savaşları,<br />
Afrika’nın kimi ülkelerinde yürüyen<br />
savaş ve “barış” adına işgal<br />
olayları ve olası İran savaşı vb. hepsinin<br />
de dünya üzerindeki enerji kaynaklarına<br />
egemen olmakla doğrudan<br />
ilişkisi var.<br />
Bu enerji kaynakları arasında nükleer<br />
enerjinin üretimi için temel<br />
hammadde olan uranyum gibi madenlerin<br />
de olduğunu özellikle söylememize<br />
gerek bile yok.<br />
Gelişmiş ülkelerden bahsedildiğinde<br />
örneğin “G8” diye adlandırılan<br />
ülkelerin sözkonusu olmaları gerekiyor.<br />
Bunlar, ABD, Fransa, İngiltere,<br />
Almanya, Japonya, İtalya, Kanada ve<br />
Rusya’dır. Ekonomik güç <strong>olarak</strong> ele<br />
alındığında Çin de –dünyanın anda<br />
ithalat ve ihracatta üçüncü gücü– aslında<br />
bunlara eklenmelidir.<br />
Çin’in anda en çok nükleer santral<br />
inşa eden ülkeler arasında olduğu<br />
biliniyor. “G8” içinde ise, en son<br />
Temmuz 2006’da Rusya’da yapılan<br />
toplantıda sadece Almanya nükleer<br />
enerjiden vazgeçme yönündeki tavrı<br />
savundu. Diğer yedi emperyalist güç,<br />
açıkça nükleer enerjiden yana tavır<br />
takındı.<br />
Almanya’nın nükleer enerjiden<br />
yana tavır takınmamasının perde arkasında<br />
ise, Başbakan Merkel’in SPD<br />
ile yaptığı koalisyon protokolüne uymaya<br />
çalışma yaklaşımı vardır.<br />
Gerçekte ise CDU/CSU’nun hükümete<br />
gelmesinden sonra nükleer<br />
enerji yanlısı tekellerin sesleri giderek<br />
yükselmiştir. Başbakan Merkel<br />
ve partilileri açıkça nükleer enerjiden<br />
yana tavır takınmaktadır. Teknik güvenlik<br />
nedeniyle kapatılması gereken<br />
atom santrallerinin çalıştırılma ömrünün<br />
uzatılmasına yönelik başvurular<br />
yapılmış durumdadır. Sözkonusu<br />
santraller kapatılsa da yeni santrallerin<br />
yapımı konusunda tartışmalar<br />
yoğun biçimde sürmektedir.<br />
Almanya, SPD-Yeşiller hükümeti döneminde<br />
alınan karara rağmen nükleer<br />
enerjiden vazgeçmiş değil. Anda<br />
atom santralleri lobisinin esas beklentisi,<br />
gelecek seçimlere kadar santrallerin<br />
kapatılmasını –ömürlerini uzatarak–<br />
engellemek ve yeni seçimlerde<br />
CDU/CSU ve FDP’nin seçimleri kazanıp<br />
koalisyon kurmasıdır.<br />
Medyaya yansıdığı kadarıyla<br />
Almanya’nın ekonomisinde belirleyici<br />
rol oynayan tekellerin, işverenlerin<br />
%71’i nükleer enerjinin kullanımından<br />
yanadır. Somut <strong>olarak</strong> atom<br />
santrallerini çalıştıran tekeller santrallerin<br />
ömrünün ortalama 32 değil,<br />
ABD’de olduğu gibi 60 yıla çıkarılması<br />
için mücadele yürütmektedir.<br />
Bunun da ötesinde Avrupa Birliği<br />
çapında ortaya konan enerji siyaseti<br />
de nükleer enerjiden yanadır. Bunu<br />
hep kullandıkları “iklimi koruma”<br />
yalanıyla açıklasalar da, enerji siyasetlerinin<br />
içinde nükleer enerjinin<br />
kullanımı da vardır. Nükleer enerjinin<br />
“temiz” olduğu yalanı, AB’nin<br />
2020 yılına kadar atmosfere salınan<br />
zehirli gazları %30 oranında azaltma<br />
hedefiyle enerji programının bir parçası<br />
durumunda.<br />
Kullandıkları yalanlardan biri<br />
de, güya “ortadoğu petrolüne” veya<br />
“Rusya’nın gazı”na bağımlılığa son<br />
vermek vb. açıklamalardır. Bu bağlamda<br />
bilince çıkarılması gereken şey,<br />
gerçekten de şu ya da bu emperyalist<br />
ülke, dünyaya egemen olma dalaşında<br />
başka emperyalist güce bağımlı<br />
olmak istemez. Fakat, atom santrali<br />
yapıldığında, santralin kendisi, hammaddesi<br />
olmadan enerji üretemez.<br />
Bu bağlamda santrallerde enerji üretimi<br />
için olmazsa olmaz ham maddelerin,<br />
uranyum gibi hammaddelerin<br />
de satın alınması gerekir. Bu bağlamda<br />
bu maddeleri elinde tutanlara<br />
bağımlılık ile petrol ve doğalgaza bağımlılık<br />
arasında özde bir fark yoktur.<br />
Bu konuda diğerlerine bağımlı<br />
olmak istemeyenler –eğer kendileri<br />
bu madenlere sahip değilse– sözkonusu<br />
madenlere egemen olma dalaşı<br />
ve savaşı sürdürmektedirler.<br />
ABD emperyalizmi özellikle son<br />
iki-üç yıllık süreçte açıkça yeni santraller<br />
yapmaya yönelmiş ve bunun<br />
için planları devreye sokmuştur.<br />
İngiltere, nükleer atık sorununu çözmekle<br />
boğuşurken bile, varolan santrallerin<br />
2023 yılına kadar eskiyeceği,<br />
teknik güvenlik açısından çoğunun<br />
kapatılmak zorunda kalınacağının<br />
bilinciyle, yeni santraller yapmaya<br />
yönelmiştir.<br />
Fransa ise, özellikle uluslararası<br />
ortak çalışmanın ürünü olan nükleer<br />
füzyon reaktörünün Fransa’da yapılmasını<br />
sağlamakla, büyük bir başarı<br />
elde ettiğini ortaya koymaktadır.<br />
Nükleer füzyon çalışması, geleceğin<br />
enerjisini üretecek bir çalışma,<br />
gelişme <strong>olarak</strong> sunuluyor. Bu çalışmanın<br />
içinde AB, ABD, Japonya, Çin,<br />
Güney Kore ve Hindistan yer almaktadır.<br />
Uzun süren pazarlıklar sonucunda<br />
reaktörün Fransa’da inşa edilmesine<br />
karar verildi. Projenin bütününün<br />
10 milyar Euro’ya mal olacağı,<br />
2040-2050 yıllarından itibaren enerji<br />
üretimine başlanacağı bilgileri verilmektedir.<br />
ITER adı verilen füzyon<br />
reaktörünün çalışması güneş örnek<br />
alınarak geliştirilen bir teknikle çalışacak.<br />
Atomların parçalanmasıyla<br />
değil, atom çekirdeğindeki “deuterium”<br />
ve “tritiumum”un birleştirilmesiyle<br />
enerji açığa çıkarılıyor. Bir<br />
litre deniz suyundan bir litre petrole,<br />
ya da bir kilo kömüre eşdeğer enerji<br />
üretileceği söyleniyor.<br />
Öyle ya da böyle, bu proje kendi<br />
başına ele alındığında bile, gelişmiş<br />
ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçtiği<br />
tezinin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır.<br />
Nükleer santrallere karşı mücadelemizi<br />
bunların bilincinde <strong>olarak</strong> verelim.<br />
28 Ocak 2007 ✓<br />
Egemenlerin kar hırsı ve<br />
yok olan doğa!<br />
“Doyran Köy”ünde yapılacak<br />
olan taş ocaklarına ve ağaç kesimine<br />
karşı 21 Ocak 2007’de<br />
çoğunluğu köy halkından oluşan<br />
yaklaşık 100 kişi bir basın açıklaması<br />
yaptı. Eylem Doyran Köyünde<br />
taş ocağı yapılmak istenen ormanlık<br />
bölgede yapıldı. Eylemi Türkiye<br />
Tabiatını Koruma Derneği, Doyran<br />
Geliştirme Güzelleştirme Kültür ve<br />
Yardımlaşma Derneği ve Tema Vakfı<br />
ortak düzenledi. Basın açıklamasına<br />
CHP Antalya Milletvekili Tuncay<br />
Ercenk de katıldı. Eylemde sık sık<br />
“Ormanlar Kesilmesin”, “Maden<br />
Yasası Değiştirilsin”, “Ormanlarımıza<br />
Dokunmayın” sloganları atıldı.<br />
Eylemin yapılacağı yere ulaştığımızda<br />
kötü bir görüntüyle karşılaştık.<br />
15 gün önce tamamıyla ağaç dolu<br />
olan bölge fabrika temelinin atılabilmesi<br />
ve iş makinelerinin girebilmesi<br />
için “ağaçtan temizlenmiş” bir vaziyette<br />
idi. Eylemin izinli oluşu ve basının<br />
da geleceği bilindiği için bizim<br />
olduğumuz saatte iş makinelerinin<br />
çalışması durdurulmuştu. Eylem alanını<br />
gezdiğimizde ormanın değişik<br />
yerlerinde de yine farklı iş makineleri<br />
mevcuttu. Tabiî ki amaçları oraları<br />
düz bir arazi haline dönüştürmek<br />
ve para kazanacakları işletmeleri<br />
kurmaktır. Köy halkının söylediğine<br />
göre, lüks villaların yapılması<br />
da düşünülüyormuş. Düşünülmeyen<br />
tek şey “doğanın talanı”!...<br />
Antalya’ da taş ocağı ve maden<br />
ruhsatı alanların sayısı 1627’ye ulaşmış.<br />
Bu durum açıkça her şeyi belgelemektedir.<br />
Maden arama adı altında<br />
ağaçları kesecekler ve ardından kendi<br />
işletmelerini kuracaklardır.<br />
Türkiye’de ÇED (Çevre Etki<br />
Değerlendirme) yönetmeliği olmasına<br />
rağmen bu gibi faaliyetlerin ilgili<br />
kurumlardan izin alınarak yapılması<br />
oldukça ilginçtir.<br />
Kısaca ÇED yönetmeliğinin esası;<br />
-Yapılacak faaliyetlerin doğaya zararı<br />
varsa yapılmaması,<br />
-Halkın bilgilendirilmesi ve halkın<br />
görüşünün alınmasını amaçlar.<br />
Ormanların kesimi ve taş ocaklarının<br />
yapımı tamamen ÇED yönetmeliğine<br />
aykırıdır. Bunu amaçlayan<br />
bir yönetmelik hayata geçmediği sürece<br />
bir anlam ifade etmez. Halkın<br />
bilgilendirilmesi ve görüşünün alınması,<br />
sermayenin karı söz konusu ise<br />
önemli değildir. Köy halkı tamamiyle<br />
talana karşı çıkmaktadır.<br />
Son ağaç kesildiğinde,<br />
Son balık avlandığında,<br />
Son nehir zehirlendiğinde,<br />
İşte o zaman paranın<br />
yenemeyeceğini anlayacaksınız!...<br />
Hopi yerlilerinin bu atasözü, gerçekten<br />
bugün yerkürede yaşayan tüm<br />
insanlık açısından oldukça büyük<br />
öneme sahiptir. Emperyalizm bu<br />
sömürü sistemini ayakta tutabilmek<br />
için önüne çıkan hiçbir engeli tanımamaktadır.<br />
Ne insan sağlığı, nede<br />
doğa onun için asla önem teşkil etmemektedir.<br />
Kapitalizm var olduğu sürece<br />
doğa mahvoluşa doğru ilerlemektedir.<br />
Küresel ısınma bugün bunun en<br />
açık göstergesidir.Tüm insanlık el ele<br />
vermeli ve bu sömürü sistemini değiştirmelidir.<br />
Yaşanacak bir dünya ancak<br />
sosyalizmle mümkündür!<br />
Kapitalizm öldürür,<br />
Kapitalizmi öldürün!<br />
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ<br />
Antalya ✓<br />
15
yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />
Yenilenebilir, alternatif bir enerji kaynağı;<br />
Güneş enerjisi!<br />
16<br />
Bir an güneşin olmadığını düşünelim.<br />
Dünya ne halde<br />
olurdu? Her taraf kapkaranlık<br />
olurdu. Canlılar, bitkiler, ağaçlar, vb.<br />
yaşamaları için gerekli olan enerjiye<br />
sahip olamayacaklardı. Güneş hayat<br />
kaynağı. Yaşam için gerekli olan<br />
enerjinin kaynağı.<br />
Güneşin yaydığı ve dünyaya ulaşan<br />
enerji, güneşin çekirdeğinde yer<br />
alan füzyon süreci ile açığa çıkan<br />
ışıma enerjisidir. Bu enerji hidrojen<br />
gazının helyuma dönüşmesi şeklindeki<br />
füzyon sürecinden kaynaklanır.<br />
Bu enerjinin dünyaya gelen küçük<br />
bir bölümü dahi, insanlığın mevcut<br />
enerji tüketiminden kat kat fazladır.<br />
Güneş enerjisinden yararlanma<br />
konusundaki çalışmalar özellikle<br />
1970’lerden sonra hız kazanmış, güneş<br />
enerjisi sistemleri teknolojik <strong>olarak</strong><br />
ilerleme göstermiştir.<br />
Güneş, deniz dalga enerjisi ve jeotermal<br />
hariç tüm yenilenebilir<br />
enerji kaynaklarının ana kaynağıdır.<br />
Güneşin bugünkü durumunu beş<br />
milyar yıl daha koruyacağı hesaplanmaktadır.<br />
Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle<br />
güneş enerjisi potansiyeli açısından<br />
oldukça şanslıdır. EİE tarafından<br />
Türkiye’nin ortalama yıllık toplam<br />
güneşlenme süresi 2640 saat <strong>olarak</strong><br />
hesaplanmıştır.<br />
Türkiye’nin yıllık toplam güneş<br />
enerjisi potansiyelinin bölgelere dağılımı<br />
şöyledir:<br />
Bölge Güneşlenme süresi/saat<br />
G. Doğu Anadolu 2993<br />
Akdeniz 2956<br />
Doğu Anadolu 2664<br />
İç Anadolu 2628<br />
Ege 2738<br />
Marmara 2409<br />
Karadeniz 1971<br />
(eie.gov.tr)<br />
Türkiye’nin en fazla güneş enerjisi<br />
alan bölgesi Güney Doğu Anadolu<br />
Bölgesi olup, bunu Akdeniz Bölgesi<br />
izlemektedir. En az güneş enerjisi<br />
alan bölge, Karadeniz Bölgesi’dir.<br />
Türkiye’de güneş enerjisinden esas<br />
<strong>olarak</strong> sıcak su elde etmek için yararlanılmaktadır.<br />
Çoğunlukla Akdeniz<br />
ve Ege bölgelerinde, evlerin, apartmanların<br />
çatılarına kurulan güneş<br />
kollektörleri aracılığıyla sıcak su elde<br />
edilmektedir.<br />
Düzlemsel güneş kollektörleri, güneş<br />
enerjisini toplayan ve bir akışkana<br />
ısı <strong>olarak</strong> aktaran çeşitli tür ve<br />
biçimlerdeki aygıtlardır. Güneş kollektörlü<br />
sistemler tabii dolaşımlı ve<br />
pompalı olmak üzere ikiye ayrılıyor.<br />
Bu sistemler evlerin yanında, yüzme<br />
havuzları ve sanayi tesisleri için de sıcak<br />
su sağlanmasında kullanılıyor.<br />
Güneş kollektörlerinde kullanılan<br />
vakumlu cam borular sayesinde 100-<br />
120 santigrat derece ısı sıcaklığına<br />
ulaşılmaktadır.<br />
Türkiye’de güneş enerjisinden elektrik<br />
enerjisi üretimi amacıyla kullanılan<br />
güneş pillerinin kurulu gücü 2<br />
megawat civarındadır. Bu piller, daha<br />
çok iletişim baz istasyonları, elektrik<br />
şebekesinden bağımsız aydınlatma<br />
sistemleri için kullanılmaktadır.<br />
Güneş pilleri aracılığıyla elde edilen<br />
yıllık enerji miktarı, yıllık elektrik<br />
tüketiminin ancak yüzde 0.01 miktarına<br />
karşılık gelmektedir.<br />
Türkiye’nin yıllık güneşlenme süresi<br />
yaklaşık 2 bin 640 saat <strong>olarak</strong> hesaplanmaktadır.<br />
Bu potansiyel mevcut<br />
enerji tüketiminin 10 bin katına denk<br />
gelmektedir. Bunun anlamı şudur:<br />
Türkiye; diğer yenilenebilir alternatif<br />
enerji kaynaklarını kullanmadan<br />
sadece güneş enerjisini kullanarak<br />
zehirli gaz çıkarmadan tüm fabrikaların<br />
enerji ihtiyacını, tüm elektrikli<br />
araçların motorlarının zehirsiz<br />
yakıtlarını oluşturacak ve sera efektini<br />
oluşturan en önemli gazın, karbondioksit<br />
gazının oluşumunu ortadan<br />
kaldıracak potansiyele kat be kat<br />
sahiptir.<br />
Güneş enerjisi temizdir. Zehirli gaz<br />
içermez.<br />
Güneş enerjisini elektrik enerjisine<br />
dönüştürecek gerekli teknik altyapı<br />
dünyada giderek gelişmekte, çeşitlenmektedir.<br />
Bu alanda teknik <strong>olarak</strong><br />
iyileşmeler, gelişmeler olmaktadır.<br />
Çeşitli yöntemlerle güneş enerjisinden<br />
elektrik üretilmektedir. Bu yöntemlerden<br />
bazıları kısaca şunlardır:<br />
Yoğunlaştırıcılı güneş enerjisi<br />
santralları: Doğrusal, çanak şeklinde<br />
ya da merkezi bir odağa yönlendirilmiş<br />
dev aynalar kullanılarak,<br />
odak noktasında çok yüksek sıcaklıkta<br />
ısı elde edilir. Genellikle elektrik<br />
üretiminde kullanılır.<br />
Güneş ocakları: Çanak şeklinde ya<br />
da kutu şeklinde, içi yansıtıcı maddelerle<br />
kaplanmış güneş ısısını toplayan<br />
yapılardır. Bu yöntem Hindistan, Çin<br />
gibi bir kaç ülkede yaygın <strong>olarak</strong> kullanılmaktadır.<br />
Trombe duvarı: Sandviç şeklinde<br />
cam ve hava kanalları ile paketlenmiş<br />
bir pasif güneş enerjisi sistemidir.<br />
Güneş ışınları gün boyunca, duvarın<br />
altında ve üstünde yer alan hava geçiş<br />
boşluklarını tahrik ederek, doğal çevirim<br />
ile termal kütleyi ısıtırlar. Gece<br />
ise trombe duvarı biriktirdiği enerjiyi<br />
ışıma yolu ile yayar.<br />
Geçişli hava paneli: Aktif güneş<br />
enerjili ısıtma ve havalandırma sistemidir.<br />
Termal güneş paneli gibi davranan,<br />
güneşe bakan delikli (perfore)<br />
bir duvardan oluşur. Panel, binanın<br />
havalandırma sistemine ön ısıtma<br />
uygular. Ucuz bir yöntemdir. %70’e<br />
kadar verime ulaşılabilir.<br />
Güneş Havuzları: Havuza atılan<br />
tuzların yardımı ile dip tarafta sıcaklık<br />
elde edilir. Bu sıcak su bir eşanjöre<br />
pompalanarak ısı <strong>olarak</strong> yararlanılabileceği<br />
gibi rankin çevrimi ile elektrik<br />
üretiminde de kullanılabilinir.<br />
Güneş Bacaları: Bir binanın zemininde<br />
toplanan ısı, yüksek ve dar bir<br />
bacaya yönlendiğinde, bacada kurulu<br />
türbini çalıştırır.<br />
Güneş enerjisinden güneş havuzları,<br />
güneş ocakları, doğrusal yoğunlaştırıcı<br />
termal sistem, parabolik<br />
oluk kolektör, parabolik çanak güneş<br />
ısıl sistemi, vb. çok çeşitli, karmaşık<br />
yöntemlerle elektrik üretilmektedir.<br />
Bu yöntemlerden güneş pilleri üzerine<br />
daha ayrıntılı duracağız.<br />
Güneş pilleri (fotovoltaik piller) yüzeylerine<br />
gelen güneş ışığını doğrudan<br />
elektrik enerjisine dönüştüren<br />
yarı iletken maddelerdir. Yüzeyleri<br />
kare, dikdörtgen, daire şeklinde biçimlendirilen<br />
güneş pillerinin alanları<br />
genellikle 100 cm2 civarında, kalınlıkları<br />
ise 0,2-0,4 mm arasındadır.<br />
Güneş pilleri üzerlerine ışık düştüğü<br />
zaman uçlarında elektrik gerilimi<br />
oluşur. Pilin elektrik enerjisinin<br />
kaynağı, yüzeyine gelen güneş enerjisidir.<br />
Güneş enerjisi, güneş pilinin yapısına<br />
bağlı <strong>olarak</strong> % 5 ile % 20 arasında<br />
bir verimle elektrik enerjisine<br />
çevrilebilir.<br />
Güç çıkışını artırmak için çok sayıda<br />
güneş pili birbirine paralel ya<br />
da seri bağlanarak bir yüzey üzerine<br />
monte edilir. Bu yapıya güneş pili<br />
modülü ya da fotovoltaik modül adı<br />
verilir. Modüller birbirlerine seri ya<br />
da paralel bağlanarak bir kaç wattan<br />
megawatlara kadar çıkan bir sistem<br />
oluşturulabilir.<br />
Güneş pilleri çok farklı maddelerden<br />
yararlanılarak üretiliyor. En<br />
çok kullanılan maddeler şunlardır:<br />
Kristal silisyum, Galyum Arsenit,<br />
Amorf Silisyum, Kadmiyum Tellürid,<br />
Bakır İndiyum Diselenid, Optik yoğunlaştırıcı<br />
hücreler.<br />
Güneş pilleri modülleri, akümülatörler,<br />
invertörler, akü şarj denetim<br />
aygıtları ve çeşitli elektronik destek<br />
devreleri ile birlikte kullanılarak bir<br />
güneş pil sistemi oluştururlar. Güneş<br />
pili modülleri gün boyunca elektrik<br />
enerjisi üreterek bunu akümülatörde<br />
depolar. Güneşin yetersiz olduğu zamanlarda<br />
ya da gece süresince gerekli<br />
olan enerji akümülatörden alınır.<br />
Akünün şarj ve deşarj <strong>olarak</strong> zarar<br />
görmesini engellemek için kullanılan<br />
denetim birimi ise akünün durumuna<br />
göre, ya güneş pillerinden gelen<br />
akımı ya da yükün çektiği akımı<br />
keser. Şebeke uyumlu alternatif akım<br />
elektriğinin gerekli olduğu uygulamalarda,<br />
sisteme bir invertör eklenerek<br />
akümülatördeki DC gerilim, 220<br />
v, 50 Hz.lik sinüs dalgasına dönüştürülür.<br />
Benzer şekilde, uygulamanın<br />
şekline göre çeşitli destek elektronik<br />
devreler sisteme katılabilir.<br />
Şebeke bağlantılı güneş pili sistemleri<br />
yüksek güçte-santral boyutunda<br />
sistemler şeklinde olabileceği gibi<br />
daha çok görülen uygulaması binalarda<br />
küçük güçlü kullanım şeklindedir.<br />
Bu sistemlerde örneğin bir konutun<br />
elektrik ihtiyacı karşılanabileceği<br />
gibi, üretilen fazla enerji elektrik<br />
şebekesine verilebilir, yeterli enerjinin<br />
üretilmediği durumlarda ise şebekeden<br />
enerji alınabilir. Böyle bir sitemde<br />
enerji depolaması yapmaya gerek<br />
yoktur.<br />
ABD, Avustralya, Hindistan, Çin,<br />
İsrail, İspanya, Yunanistan, Almanya,<br />
Mısır’da güneş enerjisinden, çeşitli<br />
yöntemlerle elektrik enerjisi üretilmektedir.<br />
Hakim sınıfların Sinop’da kurulmasını<br />
istediği 1200 MW’lık atom<br />
santralinin sağlayacağı elektriği,<br />
20.000 dönümlük bir alana kurulacak<br />
solar-termal sistemiyle sağlamak<br />
mümkündür.<br />
Türkiye’de her evin, her apartmanın<br />
çatılarına kurulacak güneş pillleri<br />
modülü aracılığıyla, her evin<br />
elektrik ihtiyacını karşılamak teknik<br />
<strong>olarak</strong> mümkün. Sadece evlerin değil,<br />
bu yöntemle sanayinin enerji ihtiyacını<br />
da karşılamak mümkündür.<br />
Bunun bu düzende olmamasının<br />
tek bir nedeni var: O da; enerji tekelleri,<br />
kapitalistler için, temelinde fosil<br />
yakıtların durduğu enerji üretiminin<br />
çok daha karlı olmasıdır. Her evin,<br />
apartmanın kendi enerji ihtiyacını<br />
güneş pili modülü aracılığıyla karşıladığı<br />
bir sistem kapitalistler için<br />
karlı değildir.<br />
Bu durumun bize gösterdiği gerçek,<br />
çevrenin korunması, üzerinde<br />
yaşanılabilinir bir çevrenin gelecek<br />
nesillere aktarılmasının, günümüzün<br />
en can alıcı sorunlarından biri<br />
olduğu gerçeğidir.<br />
Nükleer enerji, fosil yakıtlar sizin<br />
olsun!<br />
Bize güneş yeter!<br />
Aralık 2006 ✓
yeni gençlik dünyası<br />
Gençliğe düşen görev geleceği için<br />
enternasyonalist devrimci mücadeleye sarılmaktır<br />
Bugüne kadar varlığından hiçbir<br />
şey kaybettirmeyen şovenizm<br />
dalgası ve son yıllarda<br />
artan linç olayları bize bir gerçeği<br />
daha gösteriyor ki o da kapitalizmle<br />
ne şekilde olursa olsun uzlaşılamayacağıdır.<br />
Bununla birlikte kimi devletlerin<br />
milliyetçilik ve ırkçılık gibi faşist<br />
akımların etkisi altında kalarak<br />
ezilen ulus ve azınlıklara karşı uyguladığı<br />
baskıların toplumsal gelişmeyi<br />
önlediği gibi, yürütülen devrimci,<br />
demokratik mücadeleler önünde de<br />
büyük engeller teşkil etmektedir.<br />
Yine toplumun en dinamik ve kolay<br />
yönlendirilebilir gençleri üzerinden<br />
ilerlemeye çalışan ve gençliği körelten<br />
bu gerici akımlar bir takım devlet<br />
aygıtlarının kontrolünde gizli kapaklı<br />
veya en açık biçimiyle yürütülmektedir.<br />
Yüzyıllardır hakimiyetini sürdüren,<br />
gelip geçen bütün gerici devlet<br />
yapılarının en büyük silahı haline<br />
gelen ve özellikle de döneminin<br />
gençliği olmak üzere toplum içersinde<br />
çok geniş bir yer kaplayan bu<br />
gerici oluşumlar, karşısında hiçbir<br />
güç tanımaksızın tüm faşizan yönleriyle<br />
saldırdı ve saldırmaya devam<br />
ediyor. Başta toplumcu aydınlar olmak<br />
üzere yine toplumun tüm devrimci<br />
güçleri bu faşist yapılanmaların<br />
hedef tahtası haline gelmekte ve<br />
en iyi çözümü bu insanların ortadan<br />
kaldırılmasında aramaktadır. Tüm<br />
bunlara karşı mücadele edenlerin ise<br />
mevcut yasaların koyduğu yasaklarla<br />
tecrit edilmesi, susturulması yetmiyormuş<br />
gibi bunu yapanlar silaha da<br />
sarılmakta ve bununla da pervasızca<br />
övünmektedirler. Toplum içersine<br />
çöreklenen bu faşist fikirler gençliğe<br />
empoze edilerek onu bir maşa <strong>olarak</strong><br />
kullanmakta ve sömürü düzeninin<br />
geleceğini bu yolla sürdürmektedirler.<br />
Gençliğin emperyalist savaşlarda<br />
ölüme sürülmesi, işletmelerde<br />
amansızca ezilmesi, okullarda, fabrika<br />
ve köylerde yükselen devrimci<br />
hareketler karşısında karşı devrimci<br />
güçler haline getirilmesi kan emicilerin<br />
kendi çıkarları için uydurdukları<br />
formüllerin bir parçasıdır ve karşılaştığımız<br />
yerde geri bırakılmış bir<br />
toplum ve iliklerine kadar sömürülmüş<br />
açlar ordusu görmekteyiz.<br />
Son <strong>olarak</strong> Agos Gazetesi Genel<br />
Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi<br />
tüm bu olup bitenlerin<br />
gerçek yüzüdür. Dünya gündemine<br />
oturan bu korkunç cinayetin gerçek<br />
failleri amaçlarına ulaşmış ve ellerini<br />
kollarını sallayarak dolaşmaktadırlar<br />
hala. Yüzbinlerin sokaklara dökülmesi<br />
büyük bir tepkidir ama bu<br />
bile bundan sonraki cinayetleri önlemeye<br />
yetmez. Faşizmin kökü kazılmadığı<br />
sürece, burjuvazinin iktidarına<br />
son verilip yerine işçi sınıfının<br />
iktidarı geçmediği sürece bu cinayetlere<br />
yenileri eklenecektir. Burada<br />
gençliğe düşen görev milliyetçiliğe ve<br />
ırkçılığa sarılmak değil; geleceği için<br />
enternasyonalist devrimci mücadeleye<br />
sarılmaktır.<br />
Yaşasın Halkların Kardeşliği!<br />
Yaşasın Gençliğin Dev rimci<br />
Mücadelesi!<br />
Yeni Dünya Gençliği<br />
Ocak 2007 ✓<br />
Kapitalizmde işçi olmak<br />
Gazetemizin sorumlusu ve sahibine<br />
e-mail yoluyla ölüm tehdidi<br />
Ben altı yıldır altın takı üretimi<br />
yapan bir fabrikada çalışıyorum.<br />
Bu altı yıl içerisinde<br />
iki yılımı hiç de sağlıklı olmayan koşullarda<br />
sigortamın yapılmasını istememe<br />
rağmen sigortasız çalışarak<br />
geçirdim. Sistem benim en temel<br />
hakkım olan sigortayı ve sigortasız<br />
çalıştırılmanın yasak olduğu<br />
yerlerde binlerce işçinin sağlık güvencesi<br />
olmadan çalıştırılmasına göz<br />
yumulduğu sistem.<br />
Bizim iş yerinde 16 yaşın altında<br />
çocuk işçilerin sayısı hiç de azımsanmayacak<br />
derecede fazla ve bu çocuk<br />
yaştaki işçiler daha fazla sömürülmekte.<br />
Çocuk olmalarından dolayı<br />
yaptıkları en ufak bir hatada şiddetle<br />
karşılaşmaktadırlar. İş yerinde kalifiye<br />
elemanlar 550,00 YTL aylık ücret<br />
alırken çocuk işçiler bunun çok<br />
altında 300,00-350,00 YTL almaktadırlar.<br />
Çıraklık okullarına<br />
haftada bir gün ve o da tatil<br />
günü olan cumartesi<br />
gönderiliyorlar. İş yerinde<br />
yasada geçen “eşit işe eşit<br />
ücret”<br />
politikası kağıt üzerinde<br />
olsa da pratikte öyle olmadığını<br />
görüyoruz. Bu ayrımcılık<br />
daha çok kadın<br />
erkek işçiler arasında yapılıyor.<br />
Mesela ben 6 yıldır<br />
orda çalışıyorum, kadınım<br />
ve kalifiyeliyim, ama<br />
benden yıllar sonra giren<br />
bir erkek işçi arkadaşım<br />
benimle aynı işi yapmasına<br />
rağmen hem benden<br />
daha fazla ücret almakta<br />
hem de patron tarafından<br />
ayrıcalıklı davranılmakta. Her beş<br />
çalışan işçi içinden 1 sorumlu seçilmekte<br />
ve bu sorumluların hepsi erkek<br />
ve aynı patrona yakın olan kişiler.<br />
Sürekli zorunlu mesailer dayatılıyor.<br />
İtiraz edildiğinde patron ve yandaşları<br />
tarafından tepkiyle karşılaşıyoruz<br />
ve kapı gösteriliyor. Sesiz kaldığımız<br />
sürece böyle devam edecektir<br />
de.<br />
Biz işçi ve emekçiler üretimden gelen<br />
gücümüze sahip çıkmazsak ve bu<br />
sömürü sistemine karşı dur demezsek<br />
eziliriz de sömürülürüz de. Bizler bilinçli<br />
bir şekilde örgütlenerek ve haklarımızı<br />
sonuna kadar savunarak bu<br />
sömürü çarkını parçalayabiliriz.<br />
İşçi gençlik gelecek, zafer bizim<br />
olacak!<br />
Yeni Dünya Gençliği<br />
Ocak 2007 ✓<br />
Gazetemizin sorumlusu ve sahibi Aziz Özer e-Mail yoluyla ölümle<br />
tehdit edildi.<br />
„tck301“ rumuzuyla gönderilen tehdide gerekçe <strong>olarak</strong> 301.<br />
madde ile yargılanan dergideki yazılarımız ima edilmiş.<br />
Bu tür tehditler özellikle bu günlerde hemen hemen tüm devrimci-demokrat<br />
kişi ve çevrelere gönderilmektedir.<br />
Kuşkusuz korkutma, s<strong>indir</strong>me amaçlı gönderilmiş bu yazı bizi hiçbir<br />
şekilde korkutmuyor ve bizlerin bu ülkenin emekçi insanlarının ve ezilen<br />
uluslarının çıkarlarını savunanlar <strong>olarak</strong> bu ülkede yaşanan gerçekleri<br />
yazmamızdan alıkoymayacaktır.<br />
Fakat bu bu tür tehdit yazılarını gönderen faşistlerin bu amaçlarını gerçekleştirmeyecekleri<br />
anlamına tabi ki gelmemektedir. İşte en son örneği:<br />
Devletin ve burjuva medyanaın hedef göstermesi sonucu değerli demokrat<br />
aydın Hrant Dink’in katledilmesi. Burada tetiği çeken parmaktan<br />
daha da çok o parmağa güç verenlerdir daha da suçlulardır ve asıl suçlulardır.<br />
Dolayısıyla bir bütün <strong>olarak</strong> faşist sisteme karşı, sömürü ve baskı düzenine<br />
karşı mücadelemiz kesintisiz sürecektir. Faşist sistemden ve faşist<br />
katillerden hesabı devrim mücadelesine daha fazla sarılarak soracağız!<br />
Hiç bir cinayet, katliam, baskı ve tehditler cezasız kalmayacaktır. Kimse<br />
yaptıklarının yanına kalacağını sanmasın. Elbette hesabı bir gün sorulacaktır!<br />
Tehdit Mektubu:<br />
Gönderen: tck301 [mailto:tck301@mynet.com]<br />
tarih: 24 Ocak 2007 Çarşamba 01:24<br />
konu: vatan haini ermeni piçi<br />
24 Ocak 2007 ✓<br />
şerefiniz varsa çıkın bağırın ulan türkiyeyi sevmiyoruz diye yada etek altına<br />
saklanmayın ölüm sırası sanada geldi.şunu unutma 301 günün var ölmek<br />
için o...çocuğu.sizler bilirsiniz kimdik biz ayaktayız dimdik biz,silahları gömdük<br />
biz unuttuk sanılmasın.gebereceksin köpek<br />
17
Basına ve Kamuoyuna<br />
Yargıtay 9. Ceza dairesinin verdiği karar skandal bir karardır<br />
18<br />
5<br />
yıldan beri yaşadıklarımı basın<br />
ve kamuoyu ile paylaşıyorum.<br />
Bu ülkede uğradığım haksızlıkları<br />
ve bana yapılan hukuk dışı uygulamaları<br />
anlatıyorum. Daha önce<br />
yaptığım açıklamalarda davanın<br />
seyri ve verilen kararları anlattım. Bu<br />
açıklamada, daha önce yazdıklarımı<br />
tekrarlamak istemiyorum. Bu davayı<br />
izleyenler, insan hak ve özgürlükleri<br />
savunanlar, dava sürecini yakından<br />
biliyorlardır.<br />
16 Mart 2006 tarihinde, İzmir 8.<br />
Ağır Ceza Mahkemesi’nde en son duruşma<br />
yapıldı. Yapılan yargılamada<br />
savcı yine tüm sanıklar hakkında<br />
beraat talebinde bulundu. Mahkeme<br />
Heyeti “yasadışı örgüte üye oldukları”<br />
iddiasıyla Mehmet Desde, Mehmet<br />
Bakır, Maksut Karadağ, Hüseyin<br />
Habib Taşkın ve Şerafettin Parmak<br />
hakkında 2 yıl 6 ay hapis ve 1.666’er<br />
YTL para cezası verdi. Diğer sanıklar<br />
Metin Özgünay, Ömer Güner ve<br />
Ergun Yıldırım’a ise 10’ar ay hapis,<br />
833’er YTL adli para cezası verildi.<br />
Mahkûmiyet kararının temyiz edilmesi<br />
sonucu dosya 18 Mayıs 2006 tarihinde<br />
yeniden Yargıtay’a gönderildi.<br />
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı<br />
05.10.2006 tarihinde görüşünü ortaya<br />
koydu. Başsavcılık, “hükümden<br />
sonra 18.07.2006 tarihinde yürürlüğe<br />
giren, 29.06.2006 tarih ve 5532 sayılı<br />
kanunun 7. maddesinin tümüyle değiştirildiğinin<br />
göz önüne alınarak,<br />
sanıkların hukuki durumlarının belirtilen<br />
değişiklik karşısında yeniden<br />
tayin ve takdiri zorunluluğu, yasaya<br />
aykırı bulunduğundan hükmün<br />
CMUK’un 321. maddesi uyarınca<br />
BOZULMASI”, şeklindeki görüşünü<br />
daireye bildirdi.<br />
Yargıtay 9. Ceza Dairesi 25.12.2006<br />
tarihinde verdiği kararla, İzmir<br />
8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği<br />
mahkûmiyet kararını onadı. 9.<br />
Ceza Dairesi, verdiği kararın gerekçesini<br />
yazmayı gerekli görmemiştir.<br />
Bu dosya bağlamında şunların bilinmesi<br />
özellikle önemlidir. Bu dava<br />
eski Terörle Mücadele Kanunu’nun<br />
7. maddesine göre açılmıştır. Bu 7.<br />
madde “silahsız terör örgütleri” için<br />
uygulanan bir madde idi. Bu madde<br />
18.07.2006 tarihinde yapılan değişiklikle<br />
tamamen ortadan kaldırıldı.<br />
Ben ve diğer sanıklar bugün yürürlükten<br />
kaldırılan bir yasaya dayanılarak<br />
mahkûm edildik. Hukuken eski<br />
yasaya dayanılsa bile bu karar verilemez.<br />
9. Ceza Dairesi’nin bu kararı,<br />
301. maddenin uygulaması kadar<br />
önemlidir. Bundan böyle iki kişinin<br />
sosyalizme inandığını söylemesi ve<br />
devleti eleştirmesi “Terörle Mücadele<br />
Yasasına” göre mahkûm olması için<br />
yeterlidir. Bu uygulama tehlikeli bir<br />
yöne gidişin habercisidir. Yasalarda<br />
yazılanlar değil, kafalardaki yasalar<br />
uygulanmaktadır.<br />
Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilen<br />
7. maddesinin daha ağır<br />
hükümler içerdiğinden yola çıkılarak<br />
karar onanmıştır. Eski yasa da<br />
“silahlı” ve “silahsız” örgüt ayrımı<br />
yapılıyordu. Yeni yasa da bu ayrım<br />
ortadan kaldırıldı. Bir örgütün “terör”<br />
örgütü olabilmesinin temel ölçütü<br />
<strong>olarak</strong>, cebir ve şiddetin kullanılmasının<br />
zorunlu olduğu ortaya<br />
konuldu. Yasaların değişmesi, yenilenmesi<br />
bir şey ifade etmiyor. Çünkü<br />
yazılı olan yasalar değil, kafalarda<br />
yerleşmiş olan yasalar uygulanıyor<br />
Da i ren i n bu ona ma k a ra r ı<br />
SKANDAL bir karardır. Bu karar<br />
mevcut yasal düzenlemelere aykırı<br />
bir karardır. Bir örgütün “terör” örgütü<br />
<strong>olarak</strong> tanımlanabilmesi için<br />
cebir ve şiddet kullanarak yasada belirtilen<br />
amaçları gerçekleştirmeye çalışması<br />
gerekir. Yani, cebir ve şiddet<br />
kullanımının somut maddi olması<br />
gerekir. Mahkeme heyeti de adı geçen<br />
dosya da “cebir ve şiddet” kullanımının<br />
olmadığını kabul etmektedir.<br />
Ancak mahkeme izahı açıklanması<br />
mümkün olmayan “manevi<br />
cebir” kavramından yola çıkarak<br />
mahkûmiyet kararı vermiştir.<br />
Mahkemenin verdiği hükümden<br />
sonra Terörle Mücadele kanunu değiştirilmiştir.<br />
Yargıtay Cumhuriyet<br />
Başsavcılığı da bu değişikliği dikkate<br />
alarak verilen hükmün bozulmasını<br />
talep etmiştir.<br />
Ben ve Mehmet Bakır hakkında<br />
verilen mahkûmiyet kararı kesinleşmeden<br />
özgürlüklerimiz kısıtlandı ve<br />
Türkiye’de zorunlu ikamete tabi tutulduk.<br />
Yurt dışı çıkış yasağı tutuklama<br />
yerine geçen bir koruma tedbiri<br />
haline getirildi. Zorunlu ikametin<br />
devam ettirilmesi, öznel koşullarımız<br />
dikkate alındığında yasa da adı<br />
konulmamış bir cezalandırma idi.<br />
Bu uygulamanın evrensel hukuk kuralları<br />
ile bir ilgisinin olmadığı açık<br />
ve nettir. Hakkımızda verilen 2 yıl<br />
6 aylık hapis cezası, aslında 7 yıldır.<br />
Çünkü biz çalıştığımız ve yaşamımızı<br />
sürdürdüğümüz ülkeden 5 yıldır<br />
uzaktayız. Önümüzdeki günlerde hapishaneye<br />
konulacağız. Biz İsteseydik<br />
kaçıp gidebilirdik. Ama bu yolu seçmedik.<br />
Haksızlığa ve hukuk dışı uygulamalara<br />
karşı mücadele ettik. Bu<br />
yüzden dava uluslararası bir boyuta<br />
taşındı. Yurt içi ve yurt dışında gazetelere<br />
konu oldu. Uluslararası Af<br />
Örgütü Eylül 2006 yılında yayınladığı<br />
Türkiye raporunda, bu davaya<br />
geniş yer verdi. Hakkımız da verilen<br />
kararın onanması, bizim ‘suçlu’ olduğumuz<br />
anlamına gelmiyor.<br />
Bizler bu ülkede işkence gördük.<br />
Maddi ve manevi <strong>olarak</strong> mağdur duruma<br />
düşürüldük. Adil bir şekilde<br />
yargılanmadık. Hiçbir ‘suçumuz’ olmadığı<br />
halde, işkence sonucu alınan<br />
kimi ifadeler temel alınarak hüküm<br />
kuruldu. Gözaltı süreci içerisinde<br />
gördüğüm işkenceler nedeni ile dört<br />
polis hakkında dava açıldı. İşkence<br />
gördüğüm hekim raporları ile belgelendi.<br />
Polisler hakkında dava açılması,<br />
işkence gördüğüme dair raporların<br />
varlığı, Mahkeme Heyetinin<br />
dikkatini çekmedi. İşkence davasının<br />
sonuçlanması bile beklenmedi.<br />
Bu dava bağlamında, bugüne dek<br />
çok şey yazıldı ve bundan sonra da<br />
yazılacak. Hapishaneye koyabilirler.<br />
Tecrit ve izolasyona tabi tutabilirler.<br />
Ama hiçbir zaman yüreğime, düşün-<br />
Erol Zavar’a özgürlük!<br />
celerime zincir vuramazlar. Hukuk<br />
dışı uygulamalar, baskılar, özgürlüğümün<br />
sınırlandırılması ile beni s<strong>indir</strong>emezler.<br />
Bundan böyle mücadelemi<br />
sürdürmeye devam edeceğim.<br />
Susmayacağım, bedeli ne olursa olsun<br />
haykırmaya devam edeceğim.<br />
Not: Daha geniş bilgi için avukatımdan<br />
bilgi edinilebilinir.<br />
Av. Çetin Bingölbalı:<br />
Büro tel: 0232- 44 14 367<br />
cep: 0532- 486 45 48<br />
Mehmet Desde<br />
3.02.2007 ✓<br />
Oda k Dergisi Yazı İşleri<br />
Müdürü olan Erol Zavar<br />
2001 yılında gözaltına alındı.<br />
Yapılan yargılama sonunda kendisine<br />
“müebbet hapis cezası” verildi.<br />
Erol Zavar 1999 yılından beri mesane<br />
kanseri. Her altı ayda bir yapılması<br />
gereken sistoskopi, cezaevi yönetimi<br />
tarafından 2 yıl boyunca engellendi.<br />
Şubat 2004-Nisan 2006 arasında,<br />
Erol Zavar 9 ameliyat geçirdi. Toplam<br />
35 kanserli ur alındı. Kanser dışında<br />
migren krizi, astım nöbetleri, mide,<br />
safra kesesi ve menüsküs rahatsızlıkları<br />
bulunan Zavar, Sincan F Tipi<br />
Cezaevi’nde tutuluyor.<br />
Erol Zavar ölüm sınırında! Adli<br />
Tıp Kurumu Nisan 2006 yılında, Erol<br />
Zavar’ın “cezaevinde tedavisinin sürmesinde<br />
bir sakınca olmadığına” karar<br />
verdi.<br />
Erol Zavar için oluşturulan “Erol<br />
Zavar’a Yaşam Hakkı Koordinasyonu”<br />
tarafından İstanbul, Ankara’da gerçekleştirilen<br />
dayanışma etkinliklerinden<br />
sonra İzmir’de de bir etkinlik<br />
gerçekleştirildi.<br />
13 Ocak 2007 tarihinde Alsancak<br />
Kültür Merkezi’nde, TİHV İzmir<br />
Temsilciliği tarafından gerçekliştirilen<br />
etkinlikte; yönetmenliklerini Hüseyin<br />
Karabey ve Nesrin Cavadzade’nin<br />
yaptıkları, Erol Zavar’ın cezaevi sürecinde<br />
yaşadıklarını, uğradığı haksızlıkları,<br />
hukuk mücadelesini, devrimci<br />
tutsaklar üzerindeki tecriti konu edinen,<br />
adını Erol Zavar’ın bir şiirinden<br />
alan “ölümü ektim randevu yerinde”<br />
isimli film gösterildi.<br />
Etkinlikte; Dr. Alp Ayan, Hüseyin<br />
Karabey, Nesrin Cavadzade, Elif<br />
Zavar, Dr. Zeki Gül, Av. Bahattin<br />
Özdemir, Ögretim Görevlisi Haşim<br />
Cem Çelik katılarak birer konuşma<br />
yaptılar.<br />
Etkinlikte Erol Zavar şahsında, F<br />
Tiplerinde devrimci tutsakların yaşadığı<br />
tecrit uygulaması örneklerle anlatıldı.<br />
“Tecritin kaldırılması, ölümlerin<br />
durdurulması için” toplumsal karşı<br />
koyuşu, kitlesel karşı koyuşu yaratmak,<br />
örgütlemek gerektiği vurgulandı.<br />
Ağır ameliyatlara, sağlıksız koşullara<br />
rağmen, Erol Zavar ölmemek<br />
için ölüme inat direniyor! Erol Zavar<br />
F tiplerinde hasta olan devrimci tutsakların<br />
öne çıkan, ölüm sınırında<br />
olan sembolüdür.<br />
Ölüm sınırında olan Erol Zavar’ın,<br />
cezaevi koşullarında yapılamayan<br />
tedavisinin yapılması için derhal serbest<br />
bırakılması gerekiyor.<br />
Ydi Çağrı okurlarını, Erol Zavar’ın<br />
serbest bırakılması için yürütülen<br />
dayanışma kampanyasına katılmaya,<br />
desteklemeye çağırıyoruz..<br />
Erol Zavar derhal serbest bırakılsın!<br />
Tüm devrimci tutsaklara özgürlük!<br />
13 Ocak 2007<br />
Ydi Çağrı/İzmir ✓
Ölüm orucu eylemi sonlandırıldı<br />
Tecrite karşı mücadele sürecek!<br />
En son ölüm orucu eylemini<br />
sürdüren avukat Behiç Aşçı,<br />
Gürcan Görüroğlu ve Sevgi<br />
Saymaz’ın da şimdilik ölüm orucu<br />
eylemini sonlandırmalarıyla, 6 yıldır<br />
devam eden, 122 devrimcinin yaşamını<br />
yitirmesine ve 500 devrimcinin<br />
sakatlanmasına neden olan ölüm<br />
orucu eylemi bitmiş oldu. 23 Ocak<br />
2007’de Behiç Aşçı 5 Nisan 2006<br />
Dünya Avukatlar Günü’nde başlattığı<br />
ölüm orucuna 293. gününde,<br />
Gürcan Görüroğlu Adana’da 262.<br />
gününde ve Sevgi Saymaz Uşak’ta<br />
268. gününde ölüm orucu eylemine<br />
son verdiler. Her üç devrimci de eylemi<br />
bırakmalarının ertesinde yoğun<br />
bakıma alındılar.<br />
Şimdiye kadar ölen ve sakat kalan<br />
devrimcilerin ve bundan sonra da<br />
sakatlanacak olan devrimcilerin sorumlusu,<br />
tecrit anlamına gelen F Tipi<br />
cezaevlerini devrimcilere boyun eğdirmek<br />
için dayatan devlettir.<br />
Devlet devrimcileri tecrit yoluyla<br />
teslim almaya çalışmış, teslim olmayanlara<br />
ölümü dayatmıştır. Devlet<br />
bu dayatmasının karşısında devrimcilerin<br />
olağanüstü kararlılığı ve iradesi<br />
ile karşılaşmıştır. Ölüm orucu<br />
eylemini ölmeyi ve sakat kalmayı<br />
göze alarak yürüten devrimciler ve<br />
bu yolda ölen ve sakat kalan onlarca,<br />
yüzlerce devrimciler düşmanın bile<br />
önünde saygıyla eğileceği olağanüstü<br />
bir devrimci irade sergilemişlerdir.<br />
Ölüm orucu eyleminin sonlandırılmasının<br />
gerekçesi haftalık toplu<br />
görüşme süresini 5 saatten 10 saate<br />
çıkaran ve bazı düzeltmeler getiren<br />
Adalet Bakanlığı’nın genelgesidir.<br />
Kuşkusuz gelinen yerde başlangıçtaki<br />
talepler elde edilmemiş olsa da,<br />
devrimcilerin ölümünün durdurulmuş<br />
olmasını sevinçle karşılıyoruz.<br />
YDİ Çağrı <strong>olarak</strong> düşmana inat devrimcilerin<br />
bir gün daha fazla yaşamasından<br />
yana olduk, kendi canlarımıza<br />
kıyarak düşmanı sev<strong>indir</strong>mememiz<br />
gerektiğini savunduk, bu anlamda<br />
19 Aralık katliamı ertesinde<br />
devrimci iradenin yüz kez ispatlanmış<br />
olmasından ve devletin iftiraları<br />
boşa çıkarıldıktan bir süre sonra<br />
ölüm orucu eylemine son vermenin<br />
doğru olduğunu savunduk. Fakat<br />
ölü m or ucu<br />
eylem biçimine,<br />
bu eylemin<br />
bu kadar<br />
uzatılmasına<br />
ilişkin değerlendirmelerimizi,<br />
eleştiri<br />
ve önerilerimizi<br />
getirmemize<br />
rağmen,<br />
tecrite karşı<br />
ölüm orucu<br />
eylemini sürdü<br />
ren devr<br />
i m c i l e r i n<br />
mücadelesini<br />
sürek li destekledik,<br />
faşist<br />
devlete karşı<br />
hep onların<br />
yanında yer<br />
aldık. Doğru<br />
olan da buydu/budur.<br />
Tecrite, F Tipi’ne karşı ölüm orucu<br />
eylemi bitirilmiş olsa da, mücadele<br />
bitmedi, sürecek!<br />
Tecrite Hayır!<br />
Devrimci tutsaklara özgürlük!<br />
5 Şubat 2007 ✓<br />
Gündemde Kerkük var<br />
TBMM konu üzerine gizli<br />
oturum yapıyor. Başbakan<br />
Erdoğan, “2007’de Irak’ın<br />
Türkiye açısından Avrupa Birliği’nden<br />
daha öncelikli olduğunu ve Kerkük’te<br />
oldu bittiye seyirci kalınmayacağını”<br />
açıklıyor. “Kuzey Irak’a girelim”<br />
sesleri yükseliyor. “Kerkük’ün<br />
Türkmen şehri olduğu, Kerkük eğer<br />
Kürdistan Federal Bölgesine bağlanırsa,<br />
Kerkük’te iç savaşın çıkacağı”<br />
söylemi dile getiriliyor.<br />
Savaş kışkırtıcılığı, Kerkük bahane<br />
edilerek yükseltilmek istenen ırkçılık<br />
ortamında, Kerkük’te bombalar patlıyor,<br />
Kerkük açıkça karıştırılıyor.<br />
Irak Anayasası’na göre, Aralık 2007<br />
yılında yapılması öngörülen referandum<br />
sonucu Kerkük’ün statüsü belirlenecek.<br />
Kerkük’ün Kürdistan Federal<br />
Bölgesi’ne katılma durumu, bölge sömürgeci<br />
devletlerini, Türk devletini<br />
korkutuyor. Türk devleti, Irak petrol<br />
rezervlerinin yüzde 12’sine sahip<br />
Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesini<br />
istemiyor.<br />
Asıl amaç başka, Kerkük<br />
bahane<br />
T ü r k d e v l e t i , g ö r ü n ü ş t e<br />
“Türkmenlerin çıkarlarını koruduğu”<br />
görüntüsü veriyor. Bu görüntü<br />
sahtedir. Türk devletinin amacı<br />
“Türkmenlerin çıkarlarını” korumak<br />
değildir. Asıl sorun Türkmen kartını<br />
kullanarak, Kerkük petrollerinin<br />
paylaşımında söz sahibi olmak,<br />
Kuzey Irak’ta başkenti Kerkük olacak<br />
olası Kürdistan devletinin kurulmasını<br />
engellemek, Kandil dağında bulunan<br />
PKK’nin silahlı güçlerine askeri<br />
<strong>olarak</strong> yönelmek, bunu başaramadığı<br />
noktada ABD’nin yönelmesini<br />
sağlamaya çalışmaktır. Bütün bu<br />
curcunanın arkasında yatan gerçekler<br />
bunlardır.<br />
Bölgede asıl patron ABD emperyalizmidir.<br />
Irak ve Güney Kürdistan<br />
ABD ve müttefikleri tarafından işgal<br />
edilmiştir. Kuzey Irak’ta işbirlikçi<br />
burjuva örgütler önderliğinde,<br />
ABD’nin koruması altında, Kürdistan<br />
Federal Bölgesi adı altında bir Kürt<br />
oluşumu, yapılanması vardır. Türk<br />
devleti bu yapılanmadan rahatsızdır.<br />
Sadece Türk devleti değil, diğer sömürgeci<br />
devletler, İran ve Suriye’de<br />
bu oluşumdan rahatsızdır. ABD şemsiyesi<br />
altındaki bu oluşumu hiçbiri istememektedir.<br />
Aralarındaki çelişmelere<br />
rağmen, olası Kürt devletine karşı<br />
ortak politika geliştirip uygulamak<br />
istiyorlar.<br />
Türk devleti Kuzey Irak’ta bulunan<br />
PKK’nin silahlı güçlerine karşı,<br />
Kuzey Irak’a girerek PKK’nin silahlı<br />
güçlerine yönelmek istemektedir. Bu<br />
istem asıl patron olan ABD tarafından<br />
şimdilik kabul görmemektedir.<br />
Kerkük kimin?<br />
Kerk ü k ’t e Kü r t ler, A r apl a r,<br />
Türkmenler, Asuriler, Ermeniler,<br />
Yahudiler yaşıyor. Genel kabul gören<br />
1957 nüfus sayımı sonuçlarına göre,<br />
Kerkük vilayetinde; 187,620 Kürt<br />
(%48,2), 109,620 Arap (%28,2), 83,371<br />
Türkmen (%21,4), 1.605 Süryani<br />
(%0,4), 123 Yahudi (0,03) yaşama durumundadır.<br />
Saddam diktatörlüğünün Kerkük’ü<br />
Araplaştırma politikası sonucu,<br />
Kerkük’ten binlerce Kürt, Türkmen<br />
sürüldü. Yerlerine Irak’ın başka bölgelerinden<br />
Araplar getirilip yerleştirildi.<br />
Aradan uzun yıllar geçtiği için,<br />
getirilen bu Arapların geldikleri bölgelere<br />
gitmelerini istemek, bu nedenle<br />
zoru gündeme getirmek doğru<br />
değildir. Kerkük’ten gitme gönüllü<br />
isteğe bağlı olmalıdır.<br />
Saddam rejiminin yıkılması sonrası,<br />
Kerkük’ten sürülen Kürtler<br />
geri dönmeye başladı. Bu geri dönüş<br />
medyada abartılarak “600 bin<br />
Kürt’ün Kerkük’e yerleştirildiği”<br />
şeklinde propaganda edilmektedir.<br />
Kerküklü olmayan, Kerkük’e yerleşen<br />
Kürtlerin sayısı bilinçli <strong>olarak</strong><br />
abartılmaktadır.<br />
Kerkük coğrafi <strong>olarak</strong> Kürdistan<br />
bölgesi içinde bulunmaktadır. Bu<br />
olgu bölge sömürgeci devletleri, ırkçılar<br />
tarafından kabul edilmemektedir.<br />
Kerkük Kürdistan bölgesinde bulunmasına,<br />
nüfus <strong>olarak</strong> çoğunluk<br />
Kürt olmasına rağmen, sadece bir<br />
Kürt şehri <strong>olarak</strong> adlandırılamaz.<br />
Türk şövenistlerinin iddia ettikleri<br />
gibi Kerkük bir Türkmen şehri de değildir.<br />
Kerkük’te çeşitli ulus ve milliyetlerden<br />
insanlar yaşamaktadır. Bu<br />
anlamda Kerkük Kerküklüler<strong>indir</strong>!<br />
Kerkük’te yaşayan insanlarındır!<br />
Kerkük, bir kez daha gösteriyor<br />
ki; ulusların kendi kaderlerini özgürce<br />
tayin edecekleri şartları yaratmanın,<br />
milliyetlerin tam hak eşitliğine<br />
varmalarının yolu devrimdir.<br />
Sömürgeciliğin, emperyalizmin, sermayenin<br />
egemenliğinin yıkılması ile<br />
özgürlük, bağımsızlık, demokrasi gelecektir.<br />
Çağrımız örgütlenmeye, çağrımız<br />
devrimedir!<br />
Savaş kışkırtıcılığına, Kuzey Irak’ta<br />
askeri bir harekata, ırkçılığa, şovenizme,<br />
faşizme hayır!<br />
Halkların kardeşliği için tek yol<br />
devrim!<br />
25 Ocak 2007 ✓<br />
19
Ruh halimin güvercin tedirginliği<br />
Güvercin gibi<br />
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak,<br />
zayıf ve savunmasız kılmak için çaba<br />
gösterenler, kendilerince muradlarına<br />
erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları<br />
kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i<br />
artık “Türklüğü aşağılayan” biri <strong>olarak</strong><br />
gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli<br />
bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın<br />
güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar<br />
tarafından gönderilen öfke ve tehdit<br />
dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan<br />
birinin Bursa’dan postalandığını ve<br />
yakın tehlike arzetmesi açısından da<br />
hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit<br />
mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim<br />
etmeme rağmen bugüne değin herhangi<br />
bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not<br />
düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne<br />
kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem<br />
elbette mümkün değil. Benim için asıl<br />
tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi<br />
kendime yaşadığım psikolojik işkence.<br />
“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne<br />
düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.<br />
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla<br />
tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o<br />
Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını<br />
daha fazla hissediyorum. Ve refleks <strong>olarak</strong><br />
da başlıyorum kendi kendime işkenceye.<br />
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı<br />
tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı<br />
ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun<br />
kadar sağıma soluma, önüme arkama göz<br />
takmış durumdayım. Başım onunki kadar<br />
hareketli... Ve anında dönecek denli de<br />
süratli.<br />
İşte size bedel<br />
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah<br />
Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?<br />
“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir<br />
yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş<br />
biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece<br />
hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte<br />
size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine<br />
hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir<br />
misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?<br />
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?<br />
“Ölüm-Kalım” dedikleri<br />
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve<br />
ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi<br />
terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm<br />
anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler<br />
yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep<br />
çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri<br />
bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi<br />
olabilirdim ama herhangi bir yakınımın<br />
yaşamını tehlike altına atmaya hakkım<br />
yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim,<br />
ama bırakın yakınımı, herhangi bir<br />
başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik<br />
yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte<br />
böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi,<br />
çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım<br />
ve en büyük desteği de onlardan aldım.<br />
Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam<br />
onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem<br />
geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.<br />
Kalmak ve direnmek<br />
İyi de, gidersek nereye gidecektik?<br />
Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi<br />
haksızlıklara dayanamayan biri oradaki<br />
haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada<br />
başım daha büyük belalara girmeyecek<br />
miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak<br />
ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında<br />
üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık<br />
bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan<br />
ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne<br />
yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan<br />
cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e<br />
kaçmak herşeyden önce benim yapıma<br />
uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi<br />
cennete çevirmeye talip insanlardandık.<br />
Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim<br />
gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de<br />
demokrasi mücadelesi veren, bize destek<br />
çıkan, binlerce tanıdık tanımadık<br />
dostumuza olan saygımızın gereğiydi.<br />
Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek<br />
mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı<br />
1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız<br />
gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden...<br />
Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak<br />
çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir<br />
serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu.<br />
Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama<br />
ayaklarımızın götürdüğü yere... Her<br />
neresiyse.<br />
Ürkek ve özgür<br />
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama<br />
hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız.<br />
Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz,<br />
fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi<br />
artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne<br />
başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer,<br />
bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar<br />
rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava<br />
bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam<br />
edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar<br />
çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim<br />
ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç<br />
terk etmek zorunda kalmayacağım.<br />
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha<br />
da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar<br />
sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir<br />
daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya<br />
kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu<br />
gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet<br />
kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği<br />
içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu<br />
ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.<br />
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan<br />
kalabalıklarında dahi yaşamlarını<br />
sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o<br />
kadar da özgürce.<br />
Hrant Dink<br />
(19 Ocak 2007) AGOS Sayı: 564