16.11.2014 Views

Çağrı 108'i pdf olarak indir - YDİ Çağrı

Çağrı 108'i pdf olarak indir - YDİ Çağrı

Çağrı 108'i pdf olarak indir - YDİ Çağrı

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Karkerên jin û mêr!<br />

Ji xeynî zencîrên we tiştekî<br />

we yê wendakirinê tune!<br />

Hûn dikanin cîhanekê<br />

nu wergirin!<br />

Kadın ve erkek işçiler!<br />

Zincirlerinizden başka<br />

kaybedecek birşeyiniz yok!<br />

Kazanacağınız<br />

yeni bir dünya var!<br />

Şubat 2007/02 • FİYATI 2,50 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X108<br />

AYLIK<br />

SİYASİ<br />

GAZETE<br />

SAYI • HEJMAR


• editörden - içindekiler<br />

Editörden...<br />

Değerli Okuyucu,<br />

Hrant Dink... Önce yargılandı ve<br />

hedef gösterildi, ardından katledildi.<br />

Halkların kardeşliği için çarpan<br />

bir yürek daha ırkçılığın zehiriyle<br />

söndürüldü. Ardından onu hedef<br />

gösterenler, onun katledilmesinde<br />

esas sorumlu olanlar, hatta onun<br />

katledilmesini emredenler timsah<br />

gözyaşları döktüler. Hrant Dink’in<br />

kalleşçe katlinin ertesinde kısa bir<br />

süreliğine de olsa oluşan duygu<br />

seli, hemen ardından estirilen<br />

ırkçı havayla boğuldu ve mağdur<br />

<strong>olarak</strong> Türkiye gösterilmeye<br />

çalışıldı. Sanki mağdur olan<br />

düşüncelerinden dolayı, halkların<br />

kardeşliğini savunduğundan<br />

dolayı devlet tarafından hedef<br />

gösterilen ve ırkçı faşist tetikçiler<br />

tarafından katledilen Ermeni<br />

vatandaşı Hrant Dink değilmiş de<br />

Türkiye’nin prestijiymiş! Başbakan<br />

Erdoğan ilk tepkisinde yapanları<br />

yurtdışında arıyordu, şimdiyse<br />

“derin devlet”te arıyor. Her ikisi de<br />

hedef saptırmadır. “Derin devleti”<br />

de devletin içinde kendi başlarına<br />

gizlice faaliyet yürüten bir takım<br />

çeteler <strong>olarak</strong> tanımlıyor Başbakan<br />

Erdoğan. Suçluları, sorumluları<br />

öyle bilinmeyen yerlerde aramaya<br />

gerek yok. Derin devlet devletin ta<br />

kendisidir. Bu devlet yasalarıyla,<br />

301’leriyle, Terörle Mücadele<br />

Kanunları’yla, mahkemeleriyle,<br />

F Tipleriyle, işçilere, emekçilere<br />

ve halklara düşman yasalarıyla<br />

ve uygulamalarıyla gayet uyumlu<br />

çalışmaktadır. Derin devlet de<br />

devletin bütün diğer kurumları gibi,<br />

sermayenin çıkarlarını savunan,<br />

emekçilere ve ezilen halklara<br />

düşman olan bu devletin bekaası<br />

için çalışmaktadır.<br />

*<br />

Değerli okuyucular, bu sayımızın<br />

kapağını ve başyazısını Hrant<br />

Dink’e ayırdık. Hrant Dink’i ve<br />

onu katledenleri işçi sınıfına ve<br />

emekçilere tanıtmak önemlidir.<br />

Geçtiğimiz ay yaşanan bir<br />

diğer önemli gelişme ölüm orucu<br />

eyleminin sonlandırılmasıydı. Biz<br />

devrimci kararlılığını fazlasıyla<br />

ispatlamış olan daha fazla<br />

devrimcinin ölmesinin önlenmesi<br />

anlamına gelen bu kararı olumlu bir<br />

adım <strong>olarak</strong> değerlendirdik, kısa bir<br />

tavrı bu sayımızda yayınlıyoruz.<br />

Bu arada gazetemizin sahibi<br />

Aziz Özer de 301’inci maddeden<br />

yargılanan yazılar gerekçe<br />

gösterilerek ölüm tehdidinden<br />

nasibini almış bulunuyor. Dedik<br />

ya, devlet uyumlu çalışıyor. Önce<br />

hemen her sayımıza 301. Maddeden<br />

veya Terörle Mücadele yasasından<br />

davalar açılıyor, susturamıyorlar,<br />

ardından para ve hapis cezaları<br />

yağıyor, susturamıyorlar, sonra<br />

ölüm tehditleri geliyor. Bu da etkili<br />

olmayınca Hrant Dink örneğinde<br />

olduğu gibi öldürerek susturmayı<br />

da deneyebilirler. Fakat bunlar<br />

boşuna. Güneş balçıkla sıvanmaz,<br />

gerçeklerin üstü örtülemez. Biz<br />

de ne olursa olsun gerçekleri<br />

yazmaktan vazgeçmeyeceğiz.<br />

YDİ ÇAĞRI, 04 Şubat 2007 •<br />

İçindekiler<br />

GÜNDEM<br />

“Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz !”. 3<br />

Hedef gösterildi, katledildi.... 4<br />

Onbinler sel olup aktı... . 6<br />

PANORAMA<br />

Küçük bir ülkede ilginç bir darbe… . 7<br />

Barışın uğramadığı ülke… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />

YENİ KADIN DÜNYASI<br />

Kadın fabrika işçilerinin delegelerini ziyaret - Roland Holst -. . . . . . . 10<br />

YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />

Sendikal hak ve özgürlükler üzerine kısa bir tarihçe<br />

ve mevcut durum üzerine (1) .<br />

EK:1<br />

Trakya Sanayi işçileri ile dayanışma gecesi .<br />

EK:3<br />

Ditaş’ta mücadele sürecek!.<br />

EK:3<br />

Çakıcı Kalıp’ta işçiler işten atıldı ve sendikalaşma hakları gasp edildi . . EK:4<br />

Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi.<br />

EK:4<br />

Emek Platformu bileşenleri alanlardaydı….<br />

EK:4<br />

Dandy işçileri haklarını arıyor .<br />

EK:5<br />

Graniser işçilerinden tüm işçilere açık mektup .<br />

EK:5<br />

Tümtis Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı 13-14 Ocak 2007 .<br />

EK:6<br />

Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi.<br />

EK:6<br />

ITUC ilkeler bildirgesi sınıflar mücadelesini yok sayıyor.<br />

EK:7<br />

Sendikal hakları yok etmenin yeni adı: 4-b .<br />

EK:8<br />

Yakışır....<br />

EK:8<br />

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />

“Türkiye barışını arıyor” mu acaba?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11<br />

Nâzım Hikmet’e kim pislik sıçratıyor?. 13<br />

YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ<br />

Nükleer enerjiden vaz mı geçiliyor?. 14<br />

Egemenlerin kar hırsı ve yok olan doğa! . 15<br />

Yenilenebilir, alternatif bir enerji kaynağı; . 16<br />

Güneş enerjisi!. 16<br />

YENİ GENÇLİK DÜNYASI<br />

Gençliğe düşen görev geleceği için<br />

enternasyonalist devrimci mücadeleye sarılmaktır . 17<br />

Kapitalizmde işçi olmak . 17<br />

GÜNCEL<br />

Basına ve Kamuoyuna . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18<br />

Yargıtay 9. Ceza dairesinin verdiği karar skandal bir karardır. . . . . . . 18<br />

Erol Zavar’a özgürlük! . 18<br />

Ölüm orucu eylemi sonlandırıldı Tecrite karşı mücadele sürecek! . 19<br />

Gündemde Kerkük var . 19<br />

• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer<br />

• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />

• Yönetim Yeri ve Adresi:<br />

Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok., No: 8, Şişli - İstanbul<br />

• Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27<br />

• Banka Hesap:<br />

Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />

• Sayı: 108 · Şubat 2007 • ISSN 1301-692X108<br />

• Fiyatı: Türkiye: 2,50 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro<br />

• Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)<br />

• Yayın Türü: Yaygın Süreli<br />

mail@ydicagri.com www.ydicagri.com


gündem<br />

“HEPİMİZ HRANT DİNK’İZ!<br />

HEPİMİZ ERMENİYİZ !”<br />

“Evet kendimi bir güvercinin<br />

ruh tedirginliği içinde görebilirim,<br />

ama biliyorum ki bu ülkede<br />

insanlar güvercinlere dokunmaz.<br />

Güvercinler kentin ta içlerinde insan<br />

kalabalıklarında dahi yaşamlarını<br />

sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama<br />

bir o kadar da özgürce.” diye yazdı<br />

son başmakalesinde…<br />

Ne yazık ki, bu öngörüsü doğru<br />

çıkmadı. Ne yazık ki, ülkelerimizin<br />

insanlarının büyük bir bölümü ırkçı,<br />

şoven milliyetçi ağuyla zehirlenmişti.<br />

Ne yazık ki, bu insanların bir bölümü<br />

kendinden olmayanı öldürmeye şartlandırılmıştı.<br />

Ne yazık ki, ülkelerimiz<br />

hâlâ güvercinlere hayat hakkı tanınmayan<br />

bir ülke idi, ülkedir!<br />

19 Ocak günü kalleşçe sıkılan faşist<br />

kurşunlar onu aramızdan çekip aldı.<br />

19 Ocak günü vurdular O’nu…<br />

Vurdular arkadan, “yaşadığı cehennemi<br />

cennete çevirmeyi” hedefleyenlerden<br />

birisini, Hrant Dink’i;<br />

“Güvercin”i…<br />

Vurdular Hrant Dink’i, bilinçli hayatı<br />

boyunca işçi ve emekçilerin millet/milliyet,<br />

din/ırk temelinde bölünmesini<br />

en büyük kötülük <strong>olarak</strong> gören,<br />

milliyetçilik, dincilik temelinde<br />

birbirlerine karşı kışkırtılan, kırdırılan<br />

halkların kardeşliğini savunduğu,<br />

bu ideal için uğraş verdiği için…<br />

Vurdular Hrant Dink’i, Ermeni<br />

ulusuna mensup olduğu için, Ermeni<br />

soykırımının olduğunu söylediği<br />

için, susmadığı için, kaçmadığı için;<br />

yasalarla dilini, kalemini susturmaya<br />

çalışanlara karşı direndiği için…<br />

Vurdular Hrant Dink’i… Onun<br />

şahsında bütün ilerici, devrimci, demokrat<br />

insanları, insan haklarını ve<br />

adaleti savunanları, yeni sömürüsüz<br />

bir dünya için savaşanları… korkutmak,<br />

s<strong>indir</strong>mek, gözdağı vermek için<br />

vurdular O’nu…<br />

Ancak bu sefer hesapları tutmadı.<br />

Hrant Dink’i susturdular belki ama<br />

Hrant Dinkleri susturamadılar.<br />

Hrant’ın naaşının arkasından yürüyenler,<br />

işte Türkiye’nin dört bir yanında<br />

tepkisini ortaya koyanlar, onbinler<br />

en güzel cevabı verdiler katillere:<br />

“Hepimiz Hrant Dink’iz!”,<br />

“Hepimiz Ermeniyiz!” dedi onbinler…<br />

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde<br />

ilk kez böylesine anlamlı, böylesine<br />

içten ve alanında böylesine bilinçli<br />

ve güçlü bir haykırış gerçekleşti…<br />

Türk’ü, Kürdü, Ermenisi, Lazı,<br />

Çerkezi, Pomağı, Yahudisi, Arabı,<br />

Roman’ı her milliyetten işçiler ve<br />

emekçiler Türkiye tarihinde ilk kez,<br />

ırkçı faşist kurşunlara hedef olan bir<br />

Ermeni kardeşlerine sahip çıktılar,<br />

ırkçıların-faşistlerin yüzüne haykırdılar:<br />

“Hepimiz Hrant Dink’iz!”,<br />

“Hepimiz Ermeniyiz!”<br />

Evet, Hrant’ın sesi olan onbinler<br />

haykırıyorlar…<br />

Hayır korkmuyorlar, sinmiyorlar,<br />

sessizliğe bürünmüyorlar. Tam tersine<br />

Hrant’ın görüşlerini açık ve net<br />

bir şekilde dillendiriyorlar.<br />

K o r k m u y o r l a r ,<br />

“ H e p i m i z<br />

Ermeniyiz!” diyerek<br />

bir tabuyu yıkıyor<br />

ve Hrant’ın<br />

k a t l e d i l m e -<br />

sine neden<br />

olan O’nun<br />

Ermeni kimliğini sahipleniyorlar.<br />

Irkçı-faşist kesimlerin halklara düşmanlığına<br />

en iyi cevabı veriyorlar:<br />

“Hepimiz Hrant Dink’iz!”, “Hepimiz<br />

Ermeniyiz!”<br />

Korkmuyorlar, Hrant’ın katledilmesine<br />

neden olan O’nun aydın düşüncelerini<br />

savunuyorlar, sahipleniyorlar:<br />

“Hepimiz Hrant Dink’iz!”,<br />

“Hepimiz Ermeniyiz!”<br />

Korkmuyorlar, Hrant’ın sağlığında<br />

savunduğu görüşleri bilmeyenler, tanımayanlar<br />

bugün O’nun neden öldürüldüğünü,<br />

O’nun neyi savunduğunu<br />

öğreniyor, o görüşlere sahip çıkıyor<br />

ve haykırıyor: “Hepimiz Hrant<br />

Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!”<br />

24 Ocak’ta insanlar bu slogan altında<br />

sel olup aktı. Onbinler üzgündü<br />

24 Ocak’ta Hrant’ı onun terketmediği<br />

“vatan”ında son yolculuğuna<br />

uğurlarken… Ve ama üzgün<br />

oldukları kadar vakur ve kararlıydılar…Çeşitli<br />

dillerde “Hepimiz Hrant<br />

Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” yazısı<br />

yetiyordu.<br />

Fa z la söz e<br />

gerek yoktu!<br />

S a d e c e<br />

İstanbu l ’ d a<br />

değil, bir çok şehirde<br />

gerçekleşen anmalarda<br />

binlerce insan<br />

Hrant’ın katillerini, onların şahsında<br />

bu katilleri yaratan, besleyip yaşatan,<br />

ilerici, demokrat, devrimci, komünist<br />

insanların üzerine, kendinden olmayan<br />

bütün insanların üzerine gönderen<br />

ırkçı-faşist sistemi de lanetledi.<br />

“Hepi m i z H r a nt Di n k ’ i z!”,<br />

“Hepimiz Ermeniyiz!”<br />

O kadar yetiyordu!<br />

KİMDİR HRANT DİNK?<br />

Bir güzel insanı, bir dost insanı, bir<br />

aydın insanı kaybetmenin acısını yaşıyoruz.<br />

Kaybımız büyük… Acımız<br />

büyük…<br />

Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />

insan “Yaşadığı cehennemi<br />

cennete çevirmeye talip olan”, bunun<br />

için çalışan, savaşan bir insandı.<br />

Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />

insan bütün aşağılanmalara,<br />

baskılara, tehditlere rağmen, “dışarıda”<br />

onu bekleyen rahat bir hayatı<br />

reddederek “kaynayan cehennemleri<br />

bırakıp, hazır cennetlere kaçma”yı<br />

“benim yapıma uygun değil” deyip<br />

geri çeviren bir insandı.<br />

Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />

insan doğruyu söylediği için<br />

“dokuz köyden kovulan”lardandı…<br />

Hrant Dink 1915’te Ermeni ulusunun<br />

soykırıma uğratıldığını ifade ettiği<br />

için ve tarihle yüzleşme gerekliliğini<br />

gündeme getirdiği için, Türkiye<br />

Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan<br />

ve bütün baskılara rağmen<br />

Ermeni kimliği ile Türkiye’de yaşamakta<br />

ısrarlı olduğu için Türk ırkçılarının-faşistlerinin,<br />

ama sadece onların<br />

değil, ordu başta olmak üzere<br />

Kemalist kesimlerin, hatta kendilerine<br />

“sol”, “sosyalist” diyen kimi azgın<br />

milliyetçilerin en kızdığı, en fazla<br />

düşman olduğu insanlardan biriydi.<br />

Irkçı faşistler kadar, dinci faşistler<br />

de Hrant Dink’e düşmandı: Bir<br />

Ermeni <strong>olarak</strong> Türkiye’de yaşadığı<br />

ve doğruları dile getirdiği için;


gündem<br />

Ermenilerin de diğer ulus ve milliyetler<br />

gibi din özgürlüğünü savunduğu<br />

için dinci faşistler düşmanıydı.<br />

Dini kişinin özel işi <strong>olarak</strong> gören<br />

Hrant Dink Türkiye’deki Ermeni cemaatinin<br />

sözcülüğünü kilisenin/patrikliğin<br />

değil, dünyevi bir yönetimin<br />

yapması gerektiğini savunduğu için<br />

bugünkü Ermeni patriği ile de kavgalıydı.<br />

Hrant Dink, soykırım gerçeğini bu<br />

kavramı fazla kullanmadan söyleyen,<br />

Ermenistan’ın yaşamasının önkoşullarından<br />

birisi <strong>olarak</strong> Türkiye ile<br />

Ermenistan arasında iyi ilişkiler geliştirilmesini<br />

isteyen; soykırım gerçeğinin<br />

vicdanlarda kabul görmesinin,<br />

uluslararası alanda kimi parlamentolarda<br />

kabul edilmesinden daha<br />

önemli olduğunu savunan tavırlarıyla<br />

yer yer hem Ermenistan’daki, hem de<br />

diasporadaki milliyetçi Ermenilerle<br />

de kavgalı idi.<br />

Hrant Dink sol–sosyalist maskeli<br />

Türk şovenistleri için O, “demokratikleşmenin”<br />

bir parçası <strong>olarak</strong> AB’yi<br />

savunduğundan dolayı bir AB ajanı<br />

idi. Bu kesim Hrant Dink’e ateş püskürüyordu.<br />

Hrant Dink, “demokratikleşmenin”<br />

bir parçası <strong>olarak</strong> AB’yi savunmasına<br />

rağmen onun emperyalist bir proje olduğunu<br />

görüyor, teşhir ediyordu. AB<br />

demokrasisinin gerçek demokrasi olmadığını<br />

söylüyordu. Bu tavırları nedeniyle<br />

AB’ciler, sıkı liberaller Hrant<br />

Dink’e tepki duyuyorlardı.<br />

Hrant Dink kendisini soykırım<br />

konusunda TC’ne karşı baş tanıklardan<br />

biri <strong>olarak</strong> dinlemek isteyen<br />

Avrupalılara öncelikle “kendi<br />

ülkeleri”nin soykırımları konusunda;<br />

kimilerinin Ermeni soykırımındaki<br />

doğrudan katkıları konusunda tavır<br />

takınmaları gereğini hatırlatıyordu.<br />

Bunlarla da kavgalıydı Hrant Dink.<br />

Evet, hemen herkesle kavgalıydı.<br />

Dokuz köyden kovulmuşlardandı.<br />

Ama kavgasını verirken kararlı olduğu<br />

kadar yumuşak, kazanıcı üslubuyla<br />

düşmanlarının küçümsenmeyecek<br />

bir bölümünün bile saygısını<br />

kazanabilen örnek bir insandı.<br />

Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />

insan ırkçılığı, şovenizmi,<br />

milliyetçiliği kökten reddediyor, milliyetçiliğin<br />

her türüne karşı proleter<br />

enternasyonalist tavır sergiliyordu.<br />

Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />

insan bir dönem örgütlü <strong>olarak</strong><br />

devrim, sosyalizm, komünizm<br />

mücadelesine katılan, sonraki süreçte<br />

ise kendi doğru bulduğu yol ve yöntemlerle<br />

“içinde yaşanılan cehennemi<br />

cennete dönüştürme” mücadelesinden<br />

hiç vazgeçmeyen bir insandı.<br />

Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />

insan geleceğin devrimle kazanılacağını<br />

savunan, bunun mücadelesini<br />

veren bir insandı. Halkların<br />

kardeşliğinin devrimle kazanılacağını<br />

bilen, bunu özleyen, bunun için<br />

çalışan bir insandı.<br />

Kaybımız büyük… Çünkü kaybettiğimiz<br />

insan enternasyonalist bir insandı.<br />

Demokrat olmadan sosyalist<br />

olunamayacağını söyleyen birisiydi.<br />

Devrim için, demokrasi için, insanlık<br />

için mücadelenin savaşçılarından<br />

birisiydi.<br />

Kaybımız büyük… Acımız büyük!<br />

Hrant’ın şahsında verdiğimiz bedel<br />

büyük!<br />

Ancak “Hepimiz Hrant Dink’iz!”,<br />

“Hepimiz Ermeniyiz!” sloganlarında<br />

dile gelen bir umudumuz var; onbinlerin,<br />

yüzbinlerin Hrant Dink’e sahip<br />

çıkması gibi bir tesellimiz var.<br />

Dileğimiz ve çabamız bunun gerçekten<br />

bir milat olması, gerisinin gelmesi,<br />

getirilmesi iç<strong>indir</strong>. Dileğimiz ve<br />

çabamız Hrant’ın, Hrant Dinklerin<br />

unutulmaması, unutturulmaması<br />

iç<strong>indir</strong>.<br />

Çağrımız “Güvercinlerin” tedirgin<br />

olmadan da, özgürce yaşayabilecekleri<br />

bir ortamın yaratılması iç<strong>indir</strong>…<br />

Ocak 2007 ✓<br />

Hedef gösterildi, katledildi...<br />

Hrant Dink 19 Ocak 2007 tarihinde<br />

saat 15.00 sularında<br />

Agos gazetesinin önünde öldürüldü.<br />

Haberin duyulması ile birlikte,<br />

tv kanalları canlı yayınlar ile<br />

haberi duyurmaya başladılar. Haberin<br />

duyulması ile birlikte üzüntülerini<br />

ifade eden demeçler ardı ardına gelmeye<br />

başladı. Sistem savunucuları,<br />

kemalistler, sağlığında ona saldıranlar<br />

timsah gözyaşı dökmeye başladılar.<br />

Hrant Dink’i hedef gösterenler,<br />

yargılayanlar, Türkiye’yi terk etmesini<br />

isteyenler güya üzüldüklerini söylüyorlardı.<br />

Onlar Hrant Dink’in ölümünden<br />

ziyade Türkiye’nin imajının<br />

zedelenmesinden endişe ediyorlardı.<br />

Basının ve sistem savunucularının<br />

timsah gözyaşlarını görünce aklıma<br />

imamın kıldığı cenaze namazı geldi.<br />

İmam efendi üç defa merhumu nasıl<br />

bilirdiniz diye cemaate sorar. Cemaat<br />

hep bir ağızdan iyi bilirdik diye cevap<br />

verir. Hrant’ın öldürülmesinin ardından<br />

yapılan haberleri okuyunca, verilen<br />

demeçleri ve yapılan yorumları<br />

dinleyince, cemaatin cami avlusunda<br />

söylediği iyi bilirdik sözü aklıma geliyor.<br />

Dink’e saldıranlar ve onu hedef<br />

gösterenler yeni senaryolar üretmeye<br />

başladılar. Bu senaryolar hep dile getirilen<br />

ve aşina olduğumuz senaryolardır.<br />

Onlara göre; bu olayı dış güçler,<br />

Türkiye’nin imajını zedelemek<br />

isteyen bazı karanlık güçler yapmıştır!<br />

Onlar böylelikle kendi sorumluluklarının<br />

üstünü örtüyorlar. Kimi<br />

<br />

SAHTEKARLAR…<br />

Hrant Dink’in hunharca<br />

katledilmesinin hemen<br />

ardından başta bütün hakim<br />

sınıf siyasetçileri, onların uşağı<br />

burjuva medya, Hrant Dink’in öldürülmesini<br />

“alçakça bir cinayet”<br />

<strong>olarak</strong> adlandırıp, güya cinayete<br />

karşı çıktılar: Güya “Üzüldüler!”…<br />

Güya “Kınadılar!”<br />

Sahtekârlık yaptılar…<br />

Sahtekârlık yaptılar, çünkü onların<br />

esas derdi Hrant Dink’in alçakça<br />

katledilmesi değil, bunun<br />

Türkiye’ye getireceği zarar idi.<br />

Cumhurbaşkanı yaptığı açıklamada<br />

saldırının “utanç verici” olduğunu<br />

söylüyor, “ulusa başsağlığı”<br />

diliyordu. Başbakan sıkılan<br />

kurşunların karanlık güçlerin ulusun<br />

birliğine, birlik ve beraberliğe<br />

sıkılmış olduğunu söylüyor ve ekliyordu:<br />

“Özellikle bazı ülkelerde<br />

sözde Ermeni soykırım iddialarının<br />

gündemde olduğu günlerde bu<br />

cinayetin işlenmiş olması manidardır!”<br />

TBMM Başkanı Arınç da saldırıyı<br />

“kasıtlı <strong>olarak</strong> ve direk Türkiye’nin<br />

geleceğini, mutluluğunu yok etmeye<br />

yönelik bir saldırı” <strong>olarak</strong> değerlendiriyordu.<br />

Anamuha lefetin başı Bayka l<br />

“Utanç verici bir olay. Kim yaptı ve<br />

yaptırdıysa Türkiye’ye en büyük zararı<br />

vermiştir. (...) Bu ya ilkel bir lumpenlik<br />

ya da Türkiyenin içini karıştırmak,<br />

Türkiye’yi dünyada güç duruma<br />

düşürmek isteyenlerin tertibidir.”<br />

diyordu.<br />

DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar<br />

“Türkiye’nin çok önemli dış sorunlarla<br />

karşı karşıya bulunduğu böylesine<br />

kritik bir aşamada, ülkenin ulusal<br />

çıkarlarına büyük darbe vuracak<br />

bir saldırı” <strong>olarak</strong> değerlendiriyordu<br />

saldırıyı.<br />

Hatta Hrant’a yönelik linç eylemlerinin<br />

örgütleyecisi ırkçı-faşist Avukat<br />

Kemal Kerinçsiz bile, “üzüntülerini”<br />

bildiriyordu”!<br />

Yani Hrant’ın katili, katilleri<br />

“Türkiye’ye zarar” bir iş yapmışlardı.<br />

Sahtekârlar…<br />

Hakim sınıf medyasının büyük bölümü<br />

kurşunların Türkiye’ye sıkılmış<br />

olduğu, eylemin Türkiye’nin çıkarlarına<br />

karşı bir eylem olduğu konusunda<br />

hemfikirdiler. Cinayeti işleyen<br />

kim olursa olsun, sonuçta Türkiye zarar<br />

görmüştü, görecekti! Sanki öldürülen<br />

Hrant Dink değildi de, Türkiye<br />

idi. Bunların Türkiye kavramı altında<br />

anladıkları ve sakladıkları ise<br />

gerçekte kendi çıkarlarıdır, hakim sınıfların<br />

çıkarlarıdır. Bunu gizlemeye<br />

çalıştıkları için sahtekârlar.<br />

Sahtekârlar…<br />

Çünkü dertleri Hrant Dink’in katledilmesi<br />

değil, kendi aralarındaki<br />

dalaştır. Cinayeti kimin işlediğinin<br />

bilinmediği saatlerde herkes siyasi<br />

hasmını altetmek için Hrant Dink cinayetini<br />

de kullanmaktan, bu yönde<br />

açıklamalar yapmaktan kaçınmadı.<br />

Dinci kesimler cinayeti milliyetçilere<br />

yüklemeye çalışırken, kemalistler<br />

de dincilere yüklemeye çalıştılar.<br />

Liberaller cinayeti Türkiye’nin<br />

AB üyeliği yolunda ilerlemesini istemeyen<br />

kesimlerin “Türkiye’ye<br />

karşı” “Türkiyenin AB üyeliğine<br />

karşı”bir eylemi <strong>olarak</strong> değerlendirdiler.<br />

Kemalist kanadın sözcüleri cinayeti<br />

“Türkiye’yi zayıf düşürmek ve<br />

bölmek isteyen yabancı güçlerin” işlemiş<br />

olabileceğinden dem vurdular;<br />

“Kerkük’e girme” sorununun tartışıldığı,<br />

Ermeni soykırımı tasarısının<br />

ABD Senatosu tarafından ele alınmasının<br />

gündemde olduğu bir ortamda<br />

bu cinayetin işlenmiş olmasının<br />

“Türkiyeye karşı” bir komplo<br />

olduğunu vs. söylediler. Bu kanattan<br />

kimileri cinayeti diasporadaki<br />

Ermenilere/Ermenistan’a vb. mal etmeye<br />

çalıştılar.


gündem<br />

Hra nt Di n k 15.9.195 4’te<br />

Malatya’da doğdu.<br />

Yedi yaşında ailesiyle birlikte<br />

İstanbul’a göçtü.<br />

Kısa süre geçmeden anne ve babasının<br />

boşanması nedeniyle iki kardeşiyle<br />

birlikte ortada kaldılar ve<br />

Gedikpaşa’daki Ermeni Protestan<br />

Kilisesi’nin çocuk yuvasına kondular.<br />

Üç kardeş ilkokulu bu Kiliseye bağlı<br />

İncirdibi İlkokulu’nda okuyup, yazları<br />

da okulun Tuzla’daki kampında<br />

barındılar.<br />

Hrant Dink Ortaokulu Becziyan,<br />

liseyi ise Üsküdar’daki Surp Haç<br />

Tıbrevank yatılı okulunda tamamladı.<br />

Lisenin ardından İstanbul Fen<br />

Fakültesi’nde Zooloji lisans okumaya<br />

başlayan Dink bu esnada ilkokuldaki<br />

yuvada tanıştığı Silopi doğumlu Ermeni<br />

Varto aşiretinden Rakel Yağbasan<br />

ile evlendi ve aynı zamanda Türkiye<br />

Ermenileri Patriği Şınorhk Kalustyan’ın<br />

yanında çalışmaya başladı.<br />

Hrant Dink’in kısa özgeçmişi<br />

Zooloji lisansını bitiren Dink bu<br />

kez İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe<br />

okudu ve bu esnada da üç çocuk sahibi<br />

oldu.<br />

Dink ve eşi bu tarihlerde Tuzla’daki<br />

Çocuk Kampı’nı yönetmeyi üstlendiler<br />

ve Tuzla Kampı’nın Devlet tarafından<br />

elden alınması sırasında mücadele<br />

ettiler.<br />

Dink bu dönemde siyasal görüşleri<br />

nedeniyle ve değişik vesilelerle üç kez<br />

gözaltına alındı ve tutuklandı.<br />

1980-1990 yılları arasında iş hayatıyla<br />

yetinen ve kardeşleriyle birlikte<br />

bir kitabevi işleten Dink 1990<br />

yıllarından itibaren tekrar Türkiye<br />

Ermeni Toplumu içindeki faal yaşantısına<br />

döndü.<br />

Bu yıllarda Marmara gazetesinde<br />

“Çutak” rumuzuyla Ermeni tarihiyle<br />

ilgili Türkiye’de çıkan kitaplara ilişkin<br />

kritikler yazdı.<br />

1996’da birkaç arkadaşıyla birlikte<br />

ve dönemin Patriğinin de teşviğiyle<br />

piyonların yakalanması ve hapse<br />

konulması gerçek suçluların yakalanması<br />

anlamına gelmiyor.Gerçek<br />

suçlular hiç bir zaman ortaya çıkarılmayacaktır.<br />

Çünkü gerçek suçlu<br />

sistemin ta kendisidir. 83 yıldır bu<br />

topraklarda Türk olmayan ulus ve<br />

azınlık milliyetler üzerinde baskı uygulanıyor.<br />

Azınlıkların malları ellerinden<br />

alındı. Azınlık vakıflarının<br />

mallarının elinden alınmasına yargıtay<br />

onay vermişti. Böylece yargının<br />

bağımsız olmadığı bir kez daha açığa<br />

çıkıyordu.<br />

Hrant Dink resmi ideolojiyi sorguladığı<br />

için adliye koridorlarından<br />

çıkamıyordu. İlk dava Urfa’da<br />

açıldı. Urfa’da bir toplantıda yaptığı<br />

konuşma üzerine, “Türklüğü alenen<br />

tahkir ve tezyif” etmekten üç yıl<br />

hapsi isteniyordu. Beş yıl süren yargılama<br />

sonunda beraat etti. Şubat 2004<br />

yılında AGOS gazetesi’nde “Ermeni<br />

Kimliği Üzerine” başlıklı yazı dizisini<br />

hazırladı. Şişli Cumhuriyet<br />

Savcılığı dizinin “Ermenistan’la<br />

Barışmak” başlıklı sekizinci bölümünde<br />

“Türklüğün neşren tahkir<br />

ve tezyif edildiği” gerekçesiyle dava<br />

açtı. Mahkemenin tayin ettiği bilirkişi<br />

mahkemeye sunduğu raporda,<br />

yazıda suç teşkil edecek bir unsurun<br />

olmadığını belirtti.Bilirkişi raporu ve<br />

Hrant Dink‘’n savunmasını dikkate<br />

almayan mahkeme 6 ay hapis cezası<br />

vererek cezayı erteledi. Dava yargıtaya<br />

gitti. Yargıtay Başsavcılığı verilen<br />

cezanın bozulması yönünde görüş<br />

bildirdi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi 6<br />

Haziran 2006 tarihinde verilen hapis<br />

cezasını onadı. Yargıtay Cumhuriyet<br />

Başsavcılığı dairenin bu kararına itiraz<br />

etti. Dosya 11 Temmuz 2006 tarihinde<br />

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na<br />

gitti. Yargıtay Ceza Genel Kurulu dairenin<br />

kararını onadı. Böylece Hrant<br />

Dink hakkında verilen mahkumiyet<br />

kararı kesinleşmiş oldu. Yargılama<br />

devam ederken “adil yargılamayı” etkilemekten<br />

ve Reuters Ajansı’na verdiği,<br />

Ermeni soykırımı yapılmıştır<br />

söyleminden ötürü iki dava açıldı.<br />

Hrant Dink başına gelecekleri biliyordu.<br />

Son yazdığı yazılarda niçin<br />

ve neden hedef seçildiğini anlatıyordu.<br />

Hedef seçilmesinin temel nedeni<br />

Ermeni olması ve resmi ideolojiyi<br />

sorgulaması idi. Birbiri peşi sıra<br />

açılan davaların, mahkeme kapılarında<br />

linç için bekleyen ve saldırıların<br />

provasını yapanlar arasında, bir<br />

ateş çemberinin içerisinde yaşıyordu.<br />

Bu topraklarda farklı düşünmenin,<br />

muhalif olmanın, demokrasiyi, insan<br />

haklarını ve özgürlüğü savunmanın<br />

bir bedeli vardı. Hrant Dink<br />

bu bedeli yaşamı ile ödedi. Ama biliyoruz<br />

ki, bu topraklarda şimdiye<br />

kadar muhalif olan insanlar, resmi<br />

ideolojiyi savunmayanlar, devrimciler,<br />

komünistler katledildi. İşkence<br />

tezgahlarında insanlar öldürüldü.<br />

Kimileri idam edildi. Kimileri sakat<br />

bırakıldı. Devrimci, demokrat, komünist<br />

ve sistemi sorgulayan insanlara<br />

“terörist” etiketi yapıştırılarak<br />

f-tipleri dolduruldu. Dink’in öldürülmesi<br />

son olmayacaktır. Bu sistem<br />

varlığını sürdürdükce katliamlar devam<br />

edecektir.<br />

Faşizme ve gericiliğe karşı mücadele<br />

etmenin belirli bedelleri olduğunu<br />

biliyoruz. Hakim sınıflar dikensiz<br />

bir gül bahçesi yaratmak istiyorlar.<br />

Korkunun ecele faydası yoktur.<br />

Hakim sınıflar döktükleri kanın<br />

hesabını vereceklerdir. Görev sisteme<br />

karşı yürütülen mücadeleyi yükseltmektir.<br />

21 Ocak 2007 ✓<br />

AGOS gazetesini kurdu.<br />

Dink bu tarihten itibaren de yazdığı<br />

yazılarla ve Türk ve yabancı basında<br />

dile getirdiği görüşlerle dikkat çekti.<br />

Amerika, Avustralya, Avrupa ve<br />

Ermenistan’da çok sayıda konferansa<br />

katılan Dink Ermeni Kimliği<br />

ve Ermeni Tarihi üzerine geliştirdiği<br />

yeni söylemlerle tanındı.<br />

Sahtekârlar…<br />

Çünkü tetiği çeken bulunduğunda,<br />

ortaya çıkarıldığında bunu devleti temize<br />

çıkarmak için kullandılar, kullanıyorlar.<br />

Oysa gerçek suçlu ve sorumlu<br />

devletin ta kendisidir!<br />

Bir yandan cinayeti “Türkiye’ye<br />

karşı” bir eylem <strong>olarak</strong> göstererek<br />

gerçek sorumlu ve suçlunun bütün<br />

unsurları ile Türkiye Cumhuriyeti<br />

devleti, egemen sınıflar, onların şekillendirdiği<br />

toplum olduğu gerçeğinin<br />

üzerini örttüler, devletin sorumluluğunu<br />

ve suçunu gizlediler, devleti<br />

“akladılar”…<br />

Diğer yandan Hrant Dink’i korumayanlar,<br />

kısa sürede tetikçiyi yakalayarak,<br />

cinayetin “17 yaşında” olduğunu<br />

söyleyen bir gencin kişisel<br />

işi olduğunu çıkartıp, işi “çözdüler”<br />

Böylece bu cinayetin gerçek sorumluları,<br />

gerçek katiller, devlet temize<br />

çıkartıldı!<br />

Sahtekârlar…<br />

Logosunda “Türkiye Türkler<strong>indir</strong>”<br />

yazan, TC haritasını logosunun zeminine<br />

yerleştiren gazeteler başta olmak<br />

üzere her gün Türk şovenizmini<br />

kışkırtan, Ermeni düşmanlığını körükleyenlerin…<br />

timsah gözyaşı dökmesi<br />

sahtekârlıktan başka bir şey değildir!<br />

Sahtekârlar…<br />

Gerçekte bu cinayetin planlayıcıları,<br />

kışkırtıcıları, gerçek sorumluları<br />

o tetiği çeken ve “yakalanan” 17 yaşındaki<br />

genç değil; onu üretenlerdir.<br />

Bu cinayetin gerçek sorumluları<br />

kışkırtma kampanyası yürütenlerdir.<br />

Türkiye’de Türkler dışında hiç bir<br />

milletin yaşamadığını söyleyenlerdir.<br />

Ermeni okullarının cephelerine “Ne<br />

mutlu Türküm diyene” yazanlardır.<br />

Türk olmayan tüm milliyetleri aşağılayanlardır;<br />

“Ermeni” kelimesini<br />

küfür <strong>olarak</strong> kullananlardır, ceza yasasının<br />

301. maddesinde “Türklüğe<br />

hakaret”i suç ilan edenlerdir…<br />

Bu cinayetin gerçek sorumluları<br />

ve suçluları Trabzon’da, Mersin’de,<br />

İstanbul’da siyasi görüşleri ayrı olan<br />

insanlara karşı yönelen açık linç olaylarına<br />

çanak tutanlardır…<br />

Bu cinayetin gerçek sorumluları ve<br />

suçluları Hrant Dink somutunda, onu<br />

yazdığı makaleler nedeniyle onlarca<br />

kez yargılayanlardır, onu mahkum<br />

edenlerdir.<br />

Bu cinayetin gerçek sorumluları ve<br />

suçluları Hrant Dink’e mahkeme heyeti<br />

önünde açıkça saldıranlardır.<br />

Hrant Dink’i Türklüğe hakaret eden<br />

bir vatan haini ilan edip, Türk emekçilerini<br />

de ona karşı kışkırtanlardır<br />

gerçek suçlu ve sorumlular. Onu açık<br />

ölüm tehditleri ortada iken, onu korumayanlardır<br />

bu cinayetin gerçek sorumluları<br />

ve suçluları…<br />

Bu cinayetin gerçek sorumluları<br />

ve suçluları Rakel Dink’in sevgiliye<br />

veda sözlerinde sözünü ettiği “bebeklerden<br />

katil” yetiştiren ortamın<br />

yaratıcılarıdır.<br />

Şimdi bunlar suçu tetiği çekene<br />

yükleyip düzeni, devleti, kendi yaptıklarını<br />

gizliyor, “cinayeti kınadıklarını”<br />

ilan ediyorlar.<br />

Ne utanmazlık, ne arlanmazlık!<br />

Hrant’ın öldürülmesinin gerçek sorumluları,<br />

Hrant öldürüldükten hemen<br />

sonra toplumda gelişen tepkiyi<br />

gördüklerinde, Hrant’a sahip çıkar görünmeyi<br />

çıkarlarına uygun gördüler.<br />

Ne sahtekârlık!<br />

Sahtekârlar!<br />

“Türkiye” zarar görmesin diye<br />

cenaze kortejinde yerini alan hakim<br />

sınıf siyasetinden temsilcilerin<br />

üzüntüleri, döktükleri gözyaşları<br />

sahtedir. Sahtekardır onlar…<br />

Sağlığında Hrant Dink’i vatan haini<br />

ilan edenlerin cenazeye katılması,<br />

“üzüntülerini” bildirmesi<br />

sahtekârlıktır.<br />

Onların sahtekârlıkları değil bugün<br />

belirleyici olan. Hayır; belirleyici<br />

olan, Hrant Dink’in sahiplenilmesi,<br />

savunulmasıdır. Belirleyici<br />

olan yüzbinlerin Hrant Dink’i sahiplenmesidir,<br />

savunmasıdır.<br />

Kendini Hrant Dink ve Ermeni<br />

<strong>olarak</strong> hissetmesidir!<br />

Milat budur.<br />

Bu miladın devamını getirmek,<br />

halkların kendilerinin konuştuğu<br />

bir dünya yaratmak, halkların kardeşliğini<br />

gerçekleştirmek…<br />

Görev budur!<br />

25 Ocak 2007 ✓


gündem<br />

Onbinler sel olup aktı...<br />

19<br />

Ocak günü İstanbul Şişli’de<br />

katledilen Hrant Dink’in<br />

cenazesi 23 Ocak Salı<br />

günü onbinlerin, yüzbinlerin katılımıyla<br />

İstanbul’da uğurlandı. Hrant<br />

Dink’i son yolculuğuna uğurlamak<br />

için onbinlerce insan Dink’in yayın<br />

yönetmeni olduğu AGOS gazetesinin<br />

Şişli’deki bürosunun önünde toplandı.<br />

Uçsuz bucaksız kalabalık görmeye<br />

değerdi. Türk, Kürt, Ermeni,<br />

her ulustan, her dinden ve mezhepten<br />

insanlar tek suçu halkların kardeşliğini<br />

ve insanca bir arada yaşamayı<br />

savunmak olan o sevgi dolu insanı<br />

uğurlamak için “Hepimiz Hrant<br />

Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz!” sloganlarıyla<br />

sımsıkı birbirine kenetlenmişti.<br />

Her ne kadar ailenin talebine<br />

uyan kitle önemli ölçüde sessiz yürümüş<br />

olsa da ara ara faşist katillere öfkesini<br />

tutamayarak “Faşizme Ölüm!”<br />

ve “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganını<br />

gür bir sesle haykırdı. Kitleler<br />

bu sloganı birilerinin yönlendirmesiyle<br />

atmıyordu, hayır içinden gelerek,<br />

inanarak atıyordu.<br />

Şişli’den uçsuz bucaksız sımsıkı<br />

bir kütle <strong>olarak</strong> hareket eden yürüyüş<br />

kolu, dört gidiş dört gelişli geniş<br />

yollara sığmıyordu, taşıyordu, kitlenin<br />

basıncı yer yer dükkanların camekanlarını<br />

zorluyordu. Yüzbinlere<br />

çeşitli nedenlerle katılamayanlar ise<br />

ya yolun kenarından alkışlarıyla ya<br />

da balkonlardan el sallayarak destek<br />

veriyordu.<br />

Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in<br />

duygu dolu konuşmasını binlece insan<br />

boğazları düğümlenerek dinlediler.<br />

Yaşanan o kadar büyük acıya<br />

rağmen konuşmada hiçbir kin, hiçbir<br />

nefret dile getirilmedi, her şeye<br />

rağmen halklar arasındaki dostluk<br />

ve kardeşliğe vurgu yapıldı.<br />

Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni<br />

Hrant Dink‘in cenazesi<br />

Meryem Ana Kilesi‘ne götürüldü, buarada<br />

yapılan ayinin ardından Dink<br />

kendisini 8 km’lik bir yürüyüşün ardından<br />

Yenikapı Vapur İskelesi meydanında<br />

bekleyen onbinlerle son bir<br />

kez daha buluşturuldu. Burada cenaze<br />

arabasının karşılanması sırasında<br />

yapılan konuşmalar ertesinde<br />

yoğun duygulu anlar yaşandı, birçok<br />

insan gözyaşlarını tutamadı.<br />

Hrant Dink Yenikapı’dan kendisini<br />

seven on binlerden ayrıldıktan sonra<br />

ailesinin ve yakın çevresinin katılımıyla<br />

Balıklı Ermeni Mezarlığı‘nda<br />

toprağa verildi.<br />

Törene Başbakan ve Cumhurbaşkanı<br />

katılmamıştı, hükümeti temsilen<br />

M. Ali Şahin ile İçişleri Bakanı<br />

Abdülkadir Aksu katıldı.<br />

Yeni Dünya İçin Çağrı <strong>olarak</strong> halkların<br />

kardeşliğini cesurca savunan<br />

bu büyük yüreği uğurlamak için biz<br />

de alanlardaydık ve en yüksek sesimizle<br />

onbinlerle birlikte haykırdık:<br />

“Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz<br />

Ermeniyiz!”<br />

Türkiye ezilen uluslara mensup<br />

milyonlarca insanın özgürlüklerine<br />

kavuşabilmeleri için özgürlük ve demokrasi<br />

mücadelesini, faşizme karşı<br />

mücadeleyi, yeni bir dünya mücadelesini,<br />

sosyalizm için mücadeleyi<br />

Türk, Kürt, Ermeni, tüm uluslardan<br />

ÇUKUROVA<br />

Hrant Dink Çukurova‘da eylemlerle<br />

uğurlandı...<br />

Hrant Dink‘in İstanbul‘da toprağa<br />

verildiği gün; Adana‘da akşam<br />

saatlerinde Küçüksaat Meydanı‘nda<br />

toplanan yaklaşık 300 kişi cinayeti<br />

kınadı. Partiler, sendikalar ve kitle<br />

örgütlerinin katıldığı eylemde, ‚Hepimiz<br />

Hrant‘ız, hepimiz Ermeniyiz‘,<br />

‚Gün gelecek, devran dönecek katiller<br />

halka hesap verecek.‘, ‚Yaşasın<br />

halkların kardeşliği‘, ‚Faşizme karşı<br />

İZMİR<br />

Hrant Dink katledildiği gün<br />

İzmir’de yapılan basın açıklaması<br />

ile cinayet protesto edildi.<br />

20 Ocak günü, cinayet İzmir’de yapılan<br />

yürüyüş ve basın açıklaması ile<br />

bir kez daha protesto edildi.<br />

Eski Sümer Bankası önünde toplanan<br />

1500 civarında insan, Büyük<br />

Şehir Belediyesi önüne yürüdü. Büyük<br />

Şehir Belediyesi önüne barikat kuran<br />

polis kitlenin Konak Meydanı’na girmesine<br />

izin vermedi. Burada İzmir<br />

Demokrasi Güçleri adına bir basın<br />

açıklaması okundu. Basın açıklamasında<br />

Hrant Dink’in katledilmesi<br />

işçiler ve emekçiler birlikte yürütmek<br />

zorundayız. Ancak Hrant Dink’in<br />

cenaze töreninde de olduğu gibi aramızdaki<br />

önyargıları yenerek ve dostluğu<br />

ve kardeşliği pekiştirerek güçlerimizi<br />

birleştirirsek, zalimleri, egemenleri<br />

tarihin çöplüğüne atabilir<br />

sömürüsüz ve baskısız yeni bir dünyayı<br />

birlikte inşa edebiliriz.<br />

Halkların Kardeşliği için tek yol<br />

devrim!<br />

Kahrolsun faşizm ve ırkçılık!<br />

24 Ocak 2007 ✓<br />

omuz omuza‘ sloganları atıldı. Çakmak<br />

Caddesini sloganlarla geçerek<br />

İnönü Parkı‘na gelen kitle burada bir<br />

basın açıklaması ve oturma eylemi<br />

gerçekleştirdi. Ermenice şarkılar söylenip,<br />

Hrant Dink‘in, Türk ve Ermeni<br />

halklarının kardeşliği mücadelesinde<br />

ortaya koyduğu yürekli duruşunun<br />

örnek alınacak bir davranış olduğu<br />

vurgulandı.<br />

26.01.2007 ✓<br />

protesto edildi.<br />

Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında<br />

şu sloganlar atıldı:<br />

Hepimiz Hrant Dink’iz, hepimiz<br />

Ermeniyiz!, Yaşasın halkların kardeşliği!,<br />

Bıji bıratiya gelan!, Susma haykır,<br />

halklar kardeştir!, Faşizme karşı<br />

omuz omuza!, Katil devlet hesap verecek!,<br />

Hrant Dink’in katili çete devleti!,<br />

Kahrolsun MGK, MİT, CİA,<br />

Kontrgerilla!, Gün gelecek, devran dönecek,<br />

katiller halka hesap verecek!,<br />

Faşizmi döktüğü kanda boğacağız!<br />

* Ceyne asterun yeğpay rutyun!<br />

21 Ocak 2007 ✓<br />

<br />

OKMEYDANI<br />

Hrant Dink’in faşist güçlerce katledilişi<br />

Okmeydanı Demokrasi<br />

Platformu tarafından lanetlendi.<br />

İçerisinde çeşitli devrimci-demokrat<br />

çevrelerin ve Yeni Dünya İçin Çağrı<br />

gazetesi <strong>olarak</strong> bizlerin yer aldığı<br />

platform, İstanbul Okmeydanı’nda<br />

bir anma ve basın açıklaması gerçekleştirdi.<br />

22 Ocak Pazartesi akşamı, Postane<br />

önünde bir araya gelen platform bileşenleri<br />

Hrant Dink’in resminin<br />

önünde mumlar yakarak karanfiller<br />

bıraktı. Eylemde sık sık ‘Hepimiz<br />

Hrant’ız, Hepimiz Ermeni ’yiz’,<br />

‘Yaşasın Halk ların Kardeşliği,<br />

‘Katiller halka hesap verecek’, ‘Susma,<br />

sustukça sıra sana gelecek’ sloganları<br />

atıldı. Sloganlar eşliğinde yapılan<br />

duyuruda Salı günü yapılacak cenaze<br />

törenine tüm Okmeydanı halkının<br />

katılması çağrısı yapılarak, Hrant<br />

Dink’e sahip çıkılması talep edildi.<br />

Postane önündeki yaklaşık yarım<br />

saatlik eylemin ardından Dikilitaş<br />

Parkına geçildi. Burada da eyleme devam<br />

edildi.<br />

Salı günü yapılan cenaze törenine<br />

platform <strong>olarak</strong> AGOS gazetesinin<br />

önüne bir yürüyüş gerçekleştirileceği<br />

duyurularak tüm halkın bu yürüyüşe<br />

katılması çağrısı yapıldı.<br />

Salı sabahı saat 10’da Anadolu<br />

Kahvesinde bir araya gelen kitle,<br />

AGOS gazetesinin bulunduğu Şişli’ye<br />

doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş koluna<br />

katılımın giderek artması ile<br />

yaklaşık 500 kişi ellerinde Hrant<br />

Dink’in resimleri ve dövizleriyle katliamı<br />

bir kez daha lanetledi. Yürüyüş<br />

boyunca: ‘Hepimiz Hrantız, Hepimiz<br />

Ermeniyiz’, ‘Susma haykır halklar<br />

kardeştir’, ‘Katil devlet hesap verecek’,<br />

‘Türk, Kürt, Ermeni: Yaşasın halkların<br />

kardeşliği’, ‘Ermeni halkı yalnız<br />

değildir’ sloganları atıldı.<br />

24 Ocak 2007 ✓<br />

MERSİN<br />

Agos Gazetesi Genel Yay ın<br />

Yönetmeni Hrant Dink’e yapılan<br />

alçakça saldırı Mersin’de aralarında<br />

Yeni Dünya İçin Çağrı Gazetesi’ninde<br />

bulunduğu, sendikalar, sivil toplum<br />

örgütleri, devrimci gazete/dergiler<br />

tarafından protesto edildi. Yaklaşık<br />

500 kişi saat 12.30’dan itibaren İHD<br />

önünde bir araya geldi. En önde<br />

“HRANT’A SIKILAN KURŞUN<br />

HALKLAR IN K AR DEŞLİĞİNE<br />

SIKILMIŞTIR” pankartı taşındı.<br />

Kortej, Hrant’ın resimleri arkasında<br />

sloganlar atarak Mersin Gazeteciler<br />

Cemiyetinin önüne kadar yürüdü.<br />

Yürüyüşte; “Hepimiz Hrant’ız,<br />

Hepimiz Ermeniyiz”, “Faşizme karşı<br />

omuz omuza”, “Hrant’ın katili faşizm”,<br />

“Yaşasın Halkların Kardeşliği”,<br />

“Susma sustukça sıra sana gelecek”<br />

sloganları sık sık atıldı. Yürüyüş kolu<br />

boyunca çevrede alkışlarla destek verenler<br />

oldu. Gazeteciler Cemiyeti<br />

önünde gruplar adına açıklamayı<br />

İHD Mersin Şube Başkanı Celal<br />

Sonuvar yaptı. Yaşamı boyunca barışı,<br />

demokrasiyi, halkların kardeşliğini<br />

savunduğunu belirten Sonuvar<br />

“Bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz”<br />

diye başladığı konuşmasında;<br />

“Bugüne kadar bu ülkede faili<br />

meçhul cinayetler aydınlatılmamıştır.<br />

Çünkü bu tip cinayetlerin tamamı,<br />

toplumu belirli bir yöne sevk etmeye<br />

yönelik planlı ve karanlık güçlerin<br />

eylemidir… Yıllardır Ermeni meselesi,<br />

Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu gibi<br />

konularda milli hassasiyetler diyerek<br />

ülkemizde şovenist bir histeri ortamını<br />

yaratanların, bu cinayeti bütün<br />

ikiyüzlülüğü ile “Türkiye’nin başı ağrıyacak”<br />

diye sunmaya çalışmaları ve<br />

timsah gözyaşları dökmeleri tiksinti<br />

vericidir.” diyerek herkesi barışı, demokrasiyi,<br />

halkların kardeşliğini bir<br />

arada savunmaya çağırdı.<br />

Mersin, 23.01.2007 ✓


PANORAMA<br />

panorama<br />

Küçük bir<br />

ülkede ilginç<br />

bir darbe…<br />

- FİJİ ADALARI CUMHURİYETİ -<br />

Darbe sonrası gelişmeler, darbeye karşı esasta önemli<br />

bir direnişin olmadığını gösterdi.<br />

Ordunun yönetime el koyduğu<br />

haberleri medyaya yansıdığında,<br />

küçük bir denemeye<br />

kalkışıp Fiji’nin dünya coğrafyasındaki<br />

yerini sorduk. Soruyu sorduğumuz<br />

insanlardan aldığımız cevapların<br />

çoğunluğu Fiji’nin pek de tanınmadığını<br />

gösteriyordu.<br />

Bu tanımama durumu büyük olasılıkla<br />

oradaki askeri darbenin fazla<br />

dikkat çekmemesine yol açan nedenlerden<br />

biri. Türkiye’de genelde fazla<br />

kimsenin dünyada neler olup-bitiyor<br />

diye merak etmeme olgusu da bir<br />

başka gerçeklik.<br />

Dünyadaki siyasi gelişmeler bağlamında<br />

önemli bir rol oynamasa da,<br />

Fiji gibi küçük ülkelerdeki gelişmeleri<br />

izlemek ve durumu bilinçlere çıkarmak<br />

da görevlerimizden biridir.<br />

Fiji Ad a l a r ı C u m hu r i ye t i ,<br />

Güneybatı Pasifikte yaklaşık 330<br />

ada(cık)dan oluşan ve 106 adası üzerinde<br />

ikamet edilen; nüfusu 2004 yılı<br />

verilerine göre 841 000 olan ve 18.376<br />

km2 alana sahip küçük bir ülke.<br />

Fiji’nin tarihine damgasını vuran<br />

olgu, uzun süre Büyük Britanya sömürgeciliği<br />

altında kalmış olmasıdır.<br />

10 Ekim 1970 tarihi Britanya’dan bağımsızlığını<br />

elde etme tarihi <strong>olarak</strong><br />

kabul ediliyor. Devlet yönetim<br />

biçimi <strong>olarak</strong> da, 1987’den bu<br />

yana cumhuriyet yönetimine sahip.<br />

Başkenti Suva’dır. Nüfusun %54’ü<br />

Fiji (Melanes), %38’i Hint kökenli.<br />

Hint kökenliler Britanya sömürgecileri<br />

tarafından değişik işlerde –özellikle<br />

de şeker pancarı üretiminde–<br />

çalıştırılmak için Fiji’ye götürülen<br />

ve orada yerleşik hale gelen kesim.<br />

Bunlara kimi haklar tanınsa da hâlâ<br />

Fijili yerli kesim tarafından, özellikle<br />

de son yıllarda yönetimde olanlar tarafından<br />

ayrımcılık, ırkçılık yapılmaktadır.<br />

Örneğin Hint kökenlilerin<br />

toprak satın alma hakları yoktur.<br />

Ancak kiralama hakları vardır.<br />

Siyasi yaşamda da eşit düzeyde yer<br />

alma hakları yoktur. 29.08.2000 tarihinde<br />

Başbakan Qarase: “Siyasette<br />

yönetici konuma sadece Fiji kökenliler<br />

gelecektir” biçiminde açıklama<br />

yaparak ırkçı yaklaşımını sergilemiştir.<br />

Bu ırkçılığın, ayrımcılığın doğrudan<br />

sonucu, 1987’den bu yana onbinlerce<br />

Hint kökenlinin Fiji’yi terk<br />

etmesidir.<br />

Fiji’de cumhuriyet yönetimi olsa<br />

da, bu yönetim Türkiye’de bilinen<br />

cumhuriyet yönetiminden farklıdır.<br />

Cumhurbaşkanı, başbakan ve parlamentosu<br />

olması bağlamında benzerdir.<br />

Ama yüzyıllardır ülkede etkin<br />

olan klanların siyasette belirleyici<br />

rolü hâlâ duruyor. Adı “Reislerin<br />

Büyük Konseyi” olan kurum, seçilmişlerden<br />

değil, “Asil”lerin temsilciliği<br />

temelinde oluşan bir kurum. Bu<br />

kurum Cumhurbaşkanını atama yetkisine<br />

sahiptir. Bunun dışında Senato<br />

kurum <strong>olarak</strong> vardır ve senatoda da<br />

sadece klan reislerinin temsilcileri yer<br />

almaktadır. Ülkenin esasta yaşamını<br />

belirleyen bu iki kurumda nüfusun<br />

neredeyse %40’ını oluşturan Hint kökenliler<br />

tümüyle dışlanmıştır.<br />

Parlamento ya da Temsilciler<br />

Meclisi denen kurumda ise toplam<br />

71 milletvekili koltuğu var. Partilerin<br />

sandalye sayısı bağlamındaki durumu,<br />

yüzde <strong>olarak</strong> darbeden önce<br />

şöyleydi: Fiji Halk Partisi (SDL) %45,<br />

Fiji Emek Partisi (FLP) %38, Tutucu<br />

Birlik (MV) %8, diğer yüzde dokuz<br />

ise üç ayrı kesime paylaşılmış. Mayıs<br />

2006’da yapılan seçimlerin sonucunda<br />

SDL ve FLP koalisyon hükümeti<br />

kurdu. Başbakanlığa ise yeniden<br />

Laisenia Qarase seçildi.<br />

Ordu bağlamında ise durum kısaca<br />

şöyledir. Ordu gücü sayısı 3500.<br />

Yılda 32 milyon ABD Doları orduya<br />

harcanıyor. İki helikopteri ve panzerli<br />

araçları var. Ordunun başı ise<br />

Voreque Bainimarama. İşin ilginç<br />

yanı ise, ordunun %20’sinin BM’nin<br />

“Mavi Kasklı” gücü <strong>olarak</strong> emperyalist<br />

kurum ve kuruluşlara hizmet etmesidir.<br />

Fiji ordusunun askeri eğitim<br />

giderlerinin önemli bölümünü BM<br />

karşılıyor.<br />

Ülkenin gelir kaynağı ise esas <strong>olarak</strong><br />

şeker pancarı, tekstil ve giyim<br />

ile turizmdir. Balıkçılık, tütüncülük,<br />

kahve ve kakao üretimi gibi pirinç<br />

üretimi de ekonominin parçaları.<br />

Ülkenin küçüklüğüne göre “büyük”<br />

çapta altın madeni olduğu da söyleniyor.<br />

Örneğin 2000 yılında 3.675<br />

kilo altın üretilmiştir.<br />

Uluslararası düzeydeki ilişkileri<br />

bağlamında ise, başkanı Britanya<br />

Kraliçesi ve kısa adı CMAG olan<br />

ve üyelerinin büyük bölümünün<br />

Britanya’nın eski sömürgeleri olan<br />

devletler birliğine üyedir. CMAG’a 53<br />

ülke üyedir. Darbeden sonra Fiji’yi<br />

üyelikten dışladı ve demokrasiye dönülmesini<br />

talep etti. Benzeri bir durum<br />

1987’de de yaşanmıştı.<br />

Kısaca ülke hakkındaki bu verileri<br />

aktardıktan sonra darbenin kendisine<br />

yakından bakabiliriz.<br />

DARBE VE GELİŞMELER…<br />

5 Aralık 2006 günü saat 18.00 sularında<br />

ordu başının basın toplantısında<br />

darbe yapıldığını ve ordunun<br />

yönetime el koyduğunu açıklaması,<br />

kamuoyu açısından hiç de sürpriz<br />

bir gelişme değildi. Ordu başı<br />

Mainimarama 2005 yılı ortalarında<br />

darbe yapma yönlü tavrını açıklamış,<br />

Başbakan Qarase ve hükümeti uyarmıştı.<br />

Bu uyarının perde arkasında<br />

ise, 2000 yılında darbe yapmaya kalkışan<br />

ve o dönem Mainimarama önderliğinde<br />

ordunun müdahalesiyle<br />

boşa çıkarılan eylemin elebaşlarına,<br />

Qarase tarafından af çıkarma girişim<br />

ve isteği yatıyordu.<br />

Qarase’nin 2000 yılındaki darbecilerin<br />

lideri <strong>olarak</strong> tutuklanan<br />

ve hapse atılan George Speight’ı af<br />

ile serbest bırakma çabalarının ortaya<br />

çıkmasından ve ordu başının<br />

Qarase’yi uyarmasından sonraki<br />

süreçte, hükümet ile ordu arasındaki<br />

dalaş kızıştı. Karşılıklı kılıçlar<br />

çekildi… 2005 yılı sonlarında<br />

Mainimarama, hükümetin ordudan<br />

sorumlu bakanının yetkilerini tanımadığını<br />

açıkladı. Genelde de hükümetin<br />

kararnamelerini ve emirlerini<br />

hiçe sayarak kendi kurallarına göre<br />

davrandı.<br />

2006 Mayıs’ında seçimler yapıldı<br />

ve Qarase yeniden Başbakan oldu.<br />

2006 Ekim ayı sonlarında Başbakan<br />

Qarase, Mainimarama’yı görevinden<br />

alma denemesine kalkıştı, başaramadı.<br />

Başbakanın bu başarısız denemesinden<br />

sonra ordu açıkça hükümeti,<br />

antidemokratik olma, taraf tutma ve<br />

genel <strong>olarak</strong> da rüşvetçilik-yiyicilikle<br />

suçlamaya başladı. Hükümetin devrilmesi<br />

ile ilgili de açıkça spekülasyonlar<br />

yürüttü. Ekim ayı sonunda<br />

hükümete, ordunun talebini yerine<br />

getirmek için uyarıda bulundu<br />

ve 30 Kasım’a kadar mühlet tanıdı.<br />

Sözkonusu talep esas <strong>olarak</strong> Speigth’a<br />

af getirme ile ilgili tüm planların iptal<br />

edilmesi talebiydi. Kendisine verilen<br />

bu mühlet sürecinde, hükümet<br />

de Mainimarama’yı isyana teşvik<br />

suçundan görevden almaya çalıştı.<br />

Fakat bununla ilgili görevlendirilen<br />

polis herhangi bir kanıt bulamadı.<br />

Buna rağmen ama ordu suçlanınca,<br />

ordunun yönetimi, hükümetten polis<br />

şefini görevden almasını talep etti.<br />

Hükümet bu talebi yerine getirmezken,<br />

polis şefi izin alıp yurtdışında<br />

tatile gitti… Böylece darbede tutuklanmaktan<br />

da kurtulmuş oldu.<br />

2 Aralık’ta ordu başı hükümetten


panorama<br />

<br />

talebini yineledi ve aynı zamanda<br />

4 Aralık’tan itibaren bir “temizlik<br />

eylemi”ne başlanacağını ilan etti. 4<br />

Aralık’ta “temizlik eylemi”ne başlandı<br />

ve esasta polis silahsızlandırıldı.<br />

Hükümet binası gibi resmi binaların<br />

çevresi sarıldı ve Başbakan<br />

Qarase ve bakanlar ev hapsinde tutuldu.<br />

Sonuçta 5 Aralık 2006 tarihinin<br />

akşamı ordunun yönetime el<br />

koyduğu, cumhurbaşkanı ve başbakanın<br />

görevden alınıp hükümet ve<br />

parlamentonun feshedildiği açıklanarak<br />

darbenin yapıldığı resmileştirildi.<br />

Darbe sonrası gelişmeler, darbeye<br />

karşı esasta önemli bir direnişin olmadığını<br />

gösterdi. Başta görevden<br />

alınmış Başbakan Qarase olmak<br />

üzere, kimi Kilise temsilcileri ve sivil<br />

toplum örgütü kitlelere “barışçıl direniş”<br />

çağrısı yaptı. Bu çağrılara hemen<br />

hemen yanıt yoktu. Darbe başı<br />

Mainimarama açık konuşuyordu:<br />

“En ufak direnişi anında, gerekirse<br />

şiddetle bastırırız”, ya da “dediklerimize<br />

uymayanlar sonuçlarına da<br />

katlanmalı” gibi tehditler savruldu…<br />

Kimi tutuklamalar ve kaba davranmaların<br />

yaşandığı da verilen haberler<br />

arasında. Bu arada fazla güçlü olmayan<br />

medyaya da sansür kondu.<br />

Mainimarama ilk önce emekli<br />

bir askeri doktoru Jona Baravialala<br />

S e n i l a g a k a l i ’ y i b a ş b a k a n -<br />

lığa atadı. Atanmış başbakan,<br />

Mainimarama’nın kuklası olduğunu,<br />

“komutanım ne derse o olur” gibi<br />

açıklamayla ele veriyordu. Fakat bu<br />

da onun bu görevde uzun süre kalmasına<br />

yetmedi.<br />

Uluslararası düzeydeki “demokrasiye<br />

dönme” talebi yerine getirilmese<br />

de, Mainimarama Ocak 2007 başında,<br />

görevden aldığı Cumhurbaşkanı Ratu<br />

Josefa Iloilo’yu yeniden görevine getirdi.<br />

Aynı gün Cumhurbaşkanı da<br />

Mainimarama’nın başbakanlığını<br />

onayladı(!)<br />

Mainimarama hem ordu başı hem<br />

de hükümet başı <strong>olarak</strong> “temizlik<br />

eylemi”ni sürdürüyor. Ordu ile<br />

uyumlu çalışmaya yanaşmayan polis<br />

yetkilileri veya devlet kurumlarındaki<br />

memurlar “temizleniyor”!<br />

Seçimlerin ne zaman gündeme getirileceği<br />

belli değil. Şimdilik “iki<br />

sene sonra”dan bahsediliyor. Bu süreçte<br />

rüşvetçilik, yiyicilik, Hint kökenlilere<br />

karşı ırkçılık vb. sorunların<br />

çözümünü beklemek abestir.<br />

Olgular, Fiji’de kitlenin mücadele<br />

verebilecek örgütlülüğe ve mücadele<br />

bilincine yeteri kadar sahip olmadığını<br />

gösteriyor. İktidar için mücadele<br />

de esasta üsttekilerin kendi<br />

aralarındaki mücadele <strong>olarak</strong> yürüyor.<br />

Burjuva anlamda bir demokrasiye<br />

geçmek de demokrasi hareketinin<br />

güçlenip kitleselleşmesi ve egemenleri<br />

zorlamasıyla mümkündür.<br />

Gelişmelerin nereye varacağını süreç<br />

içinde göreceğiz.<br />

20 Ocak 2007 ✓<br />

Barışın<br />

uğramadığı<br />

Dergimizin 103. sayısında yayınladığımız<br />

17 Ağustos<br />

2006 tarihli yazımızda,<br />

Somali’deki gelişmeleri özetlerken şu<br />

değerlendirmeleri de yapmıştık:<br />

“Somali’deki durum ve güç dengeleri,<br />

çatışmaların kısa sürede bitmesine<br />

engeldir. Etiyopya’nın desteğine<br />

sahip olan Başkan Abdullahi Yusuf,<br />

aynı zamanda ABD’nin desteğini de<br />

almaktadır. Bu da Somali’deki islamcı<br />

kesim ile Etiyopya askeri arasında<br />

olası bir çatışmanın gündemden<br />

çıkmadığının işaretidir. Böylesi<br />

bir durumda islamcılarla geçici başkanın<br />

ve kurulması istenen hükümetin<br />

anlaşmaları zor görünüyor, ama<br />

olmaz değil.”<br />

“Sonuçta şimdilik askeri müdahale<br />

üzerine saldırgan biçimde konuşmasalar<br />

da Afrika Birliği (AU) başta olmak<br />

üzere BM de yeniden işin içine<br />

sokulmaya çalışılmaktadır. BM yetkilileri<br />

şimdilik yeni bir denemeye<br />

kalkışmak için durumun elverişli<br />

olmadığını söylüyorlar. Öyle ya da<br />

böyle Somali yeni bir işgalin tehditi<br />

altındadır.” (sayı 103, sayfa 10)<br />

Ağustos’tan bu yana yaşanan gelişmeler<br />

bu tespitlerimizin doğruluğunu<br />

bir kez daha onayladı.<br />

“Birleşik Şeriat Mahkemeleri” (JIC)<br />

güçleri ile uluslararası emperyalist<br />

güçlerin Somali hükümeti <strong>olarak</strong><br />

tanıdığı, meşru gördüğü Abdullahi<br />

ülke…<br />

- SOMALİ-<br />

Yusuf önderliğindeki atanmış hükümet<br />

temsilcileri barış görüşmelerine<br />

başladı. Sözkonusu görüşmeler<br />

Sudan’ın başkenti Khartum’da Arap<br />

Ligası arabuluculuğuyla yürütüldü.<br />

4 Eylül’de JIC ile hükümet temsilcileri<br />

arasında bir geçici barış anlaşması<br />

imzalandı. Buna göre “ulusal<br />

ordu” kurma ve buna JIC’nin islamcı<br />

milis güçlerini de entegre etme konusunda<br />

anlaşılmıştı ve JIC 30 Ekim’e<br />

kadar yeni yerleşim alanlarını ele geçirme<br />

eylemlerine son vermeyi taahhüt<br />

etmişti. Anlaşmaya göre iki tarafın<br />

da yabancı askeri güçlerden destek<br />

almaktan kaçınması gerekiyordu.<br />

Etiyopya geçici hükümeti desteklerken,<br />

Eritre’nin de JIC’yi desteklediği<br />

iddia ediliyordu. Sözkonusu anlaşmanın<br />

detaylarını ve yönetimde<br />

güçlerin nasıl dağıtılacağı meselesini<br />

“Ramazan orucu” sonrasında somutlaştırıp<br />

çözmek için de anlaşıldı.<br />

Bu anlaşma Somali halkının barış<br />

umudunu biraz da olsa yeşertmişti.<br />

Ama, bu umudun boş olduğu gerçeği<br />

kısa sürede ortaya çıktı.<br />

Bu umudu boşa çıkaran etkenlerin<br />

başında BM önderliğinde ve Afrika<br />

Birliği (AU) güçlerince Somali’ye<br />

“barış gücü” yerleştirmeye yönelik<br />

plan ve tartışmalar geliyordu. İslamcı<br />

güçlerin, gerçekte işgal gücü <strong>olarak</strong><br />

düşünülen, ama emperyalistlerce kamuoyuna<br />

Somali’de “barış ve istikrar”<br />

sağlama adına gönderilmek istenen<br />

güçlerin Somali’ye yerleştirilmesine<br />

karşı çıkması, onları uluslararası<br />

emperyalist kurum ve kuruluşlarla<br />

karşı karşıya getiriyordu.<br />

Ülke içinde ise, Etiyopya’nın askeri<br />

gücünün Somali’de bulunması ve JIC<br />

güçlerine karşı emperyalistler tarafından<br />

atanmış hükümeti desteklemesi,<br />

karşılıklı görüşmelerin sonuçsuz<br />

kalmasına yol açan esas nedendi.<br />

Sözkonusu anlaşmadan yaklaşık<br />

iki hafta sonra Başkan Abdullahi<br />

Yusuf’a yönelik olduğu iddia edilen<br />

ve parlamento binası önünde gerçekleştirilen<br />

bomba patlatma olayı<br />

yaşandı. Başkanın kendisine bir şey<br />

olmadı ama içinde kardeşinin de olduğu<br />

onbir kişi yaşamını yitirdi.<br />

Atanmış ve geçici Başkan Abdullahi<br />

Yusuf bu bombalama işinin kimler<br />

tarafından yapıldığını bildiğini söyleyerek<br />

“Böylesi bir işi Somali’de Al<br />

Kaida dışında hiç kimse yapamaz”<br />

diyordu… ABD emperyalizminin<br />

temsilcilerinin Somali’ye yönelik işgal<br />

planlarını işletmek için başvurduğu<br />

açıklamalardan biri de böyle<br />

yapılıyordu.<br />

4 Eylül’de imzalanan anlaşmanın<br />

ne zaman yürürlüğe gireceği belirlenmemişti.<br />

Taraflar anlaşmaya uygun<br />

davranmaktan çok, diğer tarafı<br />

nasıl zayıflatırım, ya da devredışı bırakırımın<br />

peşindeydi. Başkan Yusuf<br />

Al Kaida’ya atıfta bulunup JIC güçlerine<br />

saldırı temelini oluşturmaya<br />

çalışırken, JIC güçleri ise anlaşmada<br />

taahhüt ettiği gibi Ekim ayı sonuna<br />

kadar yeni yerleşim alanlarını ele geçirme<br />

eylemlerini durdurmayıp sürdürdü.<br />

Bu arada resmen varlığı kabul edilmese<br />

de Etiyopya askeri güçlerinin<br />

Somali’deki varlığı, islamcı güçlerin<br />

9 Ekim’de “geçiş hükümetini desteklemesi<br />

durumunda” Etiyopya’ya karşı<br />

“cihad” ilan etmesini beraberinde getirdi.<br />

Buna paralel BM temsilcilerine<br />

yönelik tehditler savruldu ve bunun<br />

sonucunda 47 BM çalışanı Somali’yi<br />

terk etti. Bunlara “tuz-biber” <strong>olarak</strong><br />

da İtalyan kökenli bir rahibenin öldürülmesi<br />

eklendi. Yani kısacası, Ozan<br />

Mahzuni’nin bir türküsünde dendiği:<br />

“Fitnelik dediğin güvercin olur /<br />

Ramazan’da uçar Şaban’a kalır” gibi<br />

olmamıştı. “Ramazan’da” da “fitnelik”<br />

sürdürülüyor… güvercinin tüylerinden<br />

bile eser yoktu Somali’de.<br />

Etiyopya askerlerinin yardımıyla<br />

hükümet güçleri 20 Ekim’de Bur<br />

Haqaba’yı islamcı JIC güçlerinin elinden<br />

geri alarak 2006 Temmuz ayından<br />

bu yana ilk kez bu güçleri yenilgiye<br />

uğratıyordu.<br />

Bu gelişmeler sonrasında Kasım ayı<br />

başında Sudan’da, taraflar arasında<br />

yeniden başlayan görüşmeler belirsiz<br />

bir zamana kadar ertelendi. JIC temsilcileri<br />

bunu, Etiyopya askeri güçlerinin<br />

Somali’den çekilmediği sürece<br />

herhangi bir görüşme ve anlaşmanın<br />

mümkün olmadığı biçiminde<br />

gerekçelendiriyorlardı. Böylece barış<br />

umutları bir kez daha gömülmüş, sa-


panorama<br />

vaşın yeniden kızışmasının ortamı<br />

hazırlanmıştı.<br />

EMPERYALİSTLER İŞBAŞINDA…<br />

Somali’de bu gelişmeler yaşanırken,<br />

özellikle ABD emperyalizmi BM<br />

Güvenlik Konseyi’nde Somali ile ilgili<br />

“Barış gücü” denen işgal gücü<br />

göndermeye yönelik bir karar çıkarmaya<br />

çalışıyordu.<br />

Etiyopya yönetiminin tüm reddetme<br />

tavırlarına karşın BM’nin<br />

Somali komisyonunun temsilcileri,<br />

Etiyopya’nın Somali’de 5000 ile 8000<br />

kadar askeri gücünün bulunduğunu<br />

açıklıyordu. BM Güvenlik Konseyi bu<br />

askeri gücün Somali’den çıkmasına<br />

yönelik bir talepte bile bulunmazken,<br />

ABD emperyalizminin karar<br />

taslağını 6 Aralık’ta onayladı. 1725<br />

sayılı BM kararına göre Somali’ye,<br />

BM çatısı altında Afrika Birliği’nin<br />

(AU) 8000 kadar işgal gücü göndermesinin<br />

yolu açılıyordu. BM’nin<br />

yedi Doğu Afrika ülkesinin oluşturduğu<br />

IGAD’ı da işin içine karıştırması,<br />

esasta gerek görmediği sürece<br />

BM’nin kendisinin “mavi kasklı” gücünü<br />

Somali’ye göndermeme siyasetinin<br />

bir sonucudur. BM hâlâ, 1995’te<br />

Somali’de başarısız kalmasının “acısını”<br />

çekiyor… Kestaneyi közden çıkaracak<br />

maşa arıyor.<br />

Alınan karara göre aynı zamanda<br />

Somali’ye karşı konulan silah ambargosu<br />

deliniyor ve kendilerinin<br />

atadığı Abdullahi Yusuf önderliğindeki<br />

geçiş hükümetine resmen silah<br />

satmanın yolu açılıyordu. Her ne kadar<br />

çatışan taraflara diyalog çağrısı<br />

da yapılsa, gerçekte sözkonusu kararın<br />

tek taraflı olduğu ve kendilerinin<br />

taşeron güçlerini desteklemek için<br />

alındığı açıktır.<br />

Birleşmiş Milletler bu karar tasarısını<br />

tartışırken ve karara bağlarken<br />

JIC islamcı güçlerinin Somali’ye “barış<br />

gücü” gönderilmesine karşı olduğunun;<br />

bunun aslında çatışmaları kızıştıracağının,<br />

savaşın daha da uzun<br />

sürmesine yol açacağının da bilincindeydi.<br />

Buna rağmen ama bu kararı<br />

aldı.<br />

Böylesi bir durumda BM Güvenlik<br />

Konseyi’nin gerçekte Somali’de “barış”<br />

istemediği, “barışı sağlama”<br />

adına işgali “haklı” göstermek için<br />

ortam hazırlamaya çalıştığı ve bunun<br />

da esasta ABD emperyalizminin<br />

ve onu Somali bağlamında da açıkça<br />

destekleyen İngiliz emperyalizminin<br />

plan ve hesabı olduğu söylenebilir ve<br />

söylenmelidir de.<br />

A BD emper ya l i zmi, sadece<br />

1993’teki Somali yenilgisinin intikamı<br />

peşinde değil… Hayır. ABD<br />

emperyalizmi Ortadoğu’ya egemen<br />

olma amacı gibi özellikle Ortadoğu’ya<br />

yakın Afrika kıtasına da, somutta<br />

Kuzeydoğu Afrika’ya –tabii ki buralarda<br />

da yeraltı zenginliklerine egemen<br />

olma, nüfuzu altına alma hedefi<br />

sözkonusudur– egemen olma plan ve<br />

projesinden vazgeçmiş değil.<br />

Özellikle 11 Eylül 2001 saldırıları<br />

sonrası dönemde değişik Afrika ülkelerini<br />

daha fazla egemenliği altına<br />

almaya, onları bölgede kendi taşeronları<br />

haline getirip gerektiğinde<br />

kullanmaya ağırlık verdi.<br />

Sözkonusu ülkelerden biri de<br />

Etiyopya’dır. ABD emperyalizmi 11<br />

Eylül 2001’den beri Etiyopya ordusunu<br />

eğitip silahlandırarak kıtanın<br />

en güçlü ordularından biri haline getirdi.<br />

ABD emperyalizmi ile Etiyopya<br />

egemenleri ve yönetimi açıkça işbirliği<br />

içindedir.<br />

Somali bağlamında da Etiyopya<br />

ile ABD emperyalizminin işbirliği<br />

içinde olduğu inkâr edilemeyecek<br />

kadar açığa çıkmış durumdadır.<br />

20 Haziran 2006 tarihinde ABD’nin<br />

Ortadoğu’daki, somutta da Irak’taki<br />

işgalci güçlerin başlarından biri olan<br />

General John Abizaid, Etiyopya’nın<br />

başkenti Addis Abeba’da idi…<br />

Abizaid’in bu “ziyareti”nden sonra<br />

Etiyopya binlerce askerini Somali’ye<br />

göndermeye başladı. Bu askerler özellikle<br />

de geçici hükümetin yerleştiği<br />

kent olan Baidoa çevresine yerleştirildi.<br />

4 Aralık 2006 tarihinde Abizaid<br />

yeniden Etiyopya’ya uğradı… Bu gezisinde<br />

Etiyopya askeri güçlerinin<br />

saldırıya geçmesine yeşil ışık yakıldığı<br />

tahmin ediliyor. 6 Aralık’ta BM<br />

Güvenlik Konseyi’nin kararı da bunlara<br />

eklenince, Somali’ye askeri bir<br />

müdahalenin “meşru” kılınmasının<br />

ortamını yaratmaya çalıştıkları biraz<br />

daha açığa çıkmaktadır.<br />

TAŞERONLAR DA İŞBAŞINDA…<br />

Burada aktardığımız genel çerçevede<br />

12 Aralık 2006 tarihinde islamcı güçler<br />

Etiyopya askeri güçlerinden bir<br />

hafta içinde ülkeyi terketmelerini istedi.<br />

Etiyopya yönetimi bu döneme<br />

kadar hâlâ birkaç yüz askeri eğitimci<br />

dışında askerinin Somali’de olmadığını<br />

açıklıyordu.<br />

JIC tarafından ültimatomla tanınan<br />

bir haftalık süre bittiğinde, JIC<br />

milisleri ile Etiyopya askerlerinin<br />

de açıkça içinde yer aldığı hükümet<br />

yanlısı güçlerle çatışmalar başladı.<br />

Böylece JIC güçlerinin kontrolü altına<br />

aldığı kentlerin onların kontrolünden<br />

geri alınması süreci de başlamış<br />

oldu.<br />

JIC güçleri hükümetin bulunduğu<br />

Baidoa kentini ele geçirmek<br />

için kente yaklaştığında, hükümeti<br />

koruma adına Etiyopya hava askeri<br />

güçleri belirlenmiş hedeflere bomba<br />

yağdırmaya başladı. 24 Aralık’a gelindiğinde<br />

Etiyopya hükümeti islamcılara<br />

karşı saldırıya başladığını resmen<br />

de ilan etti.<br />

Sayısı tam verilmeyen, ama 10-<br />

12000 civarında olduğu tahmin edilen<br />

Etiyopya askeri gücü ile geçici hükümetin<br />

askeri güçleri JIC güçlerine<br />

saldırılarını yoğunlaştırdığından ve<br />

JIC güçlerinin gerek asker sayısı, gerekse<br />

silah gücü bakımından zayıf<br />

olması; bunun bilincinde <strong>olarak</strong> JIC<br />

güçlerinin geri çekilme, mümkün<br />

olduğunca çatışmalardan kaçınma<br />

taktiğine başvurması, çatışmalarda<br />

ölenlerin sayısının daha düşük olmasını<br />

beraberinde getirdi. Buna rağmen<br />

verilen bilgilere göre 3000 civarında<br />

JIC milisi öldürüldü, 4-5000<br />

civarında insan yaralı ve onbinlerce<br />

insan göç yollarına düştü…<br />

Etiyopya’nın bu askeri harekâtının<br />

açıkça ABD emperyalizmi tarafından<br />

onaylanarak gerçekleştirildiği de<br />

bu süreçte yapılan açıklamalarla ortaya<br />

çıktı. Bunun da ötesinde ABD<br />

emperyalizmi yine Al Kaida militanlarına<br />

karşı mücadele adına savaş gemilerini<br />

Somali kıyılarına gönderdi,<br />

ardından da “teröristleri” avlama<br />

adına Somali’yi sayısız kez bombaladı.<br />

Sonuçta öldürülenler arasında<br />

sözkonusu edilen “teröristlerden” hiç<br />

birinin olmadığı ama örneğin 70 bedevinin<br />

katledildiği de basına yansıyan<br />

haberler arasında yer aldı.<br />

Ocak ayı başlarında JIC milislerinin<br />

kontrolü altında olan bir yer kalmamış,<br />

Etiyopya ordusunun hem karada<br />

hem de havada yoğun saldırıları<br />

son bulmuş ve geçiş hükümeti<br />

görünürde kontrolü ele geçirmişti.<br />

Şimdi “savaş hali” durumu yaşanıyor.<br />

Silahlar toplanmaya çalışılıyor.<br />

JIC güçlerinin kontrolü ele geçirdiği<br />

dönemde piyasadan kaybolan savaş<br />

ağaları ve çeteleri yeniden ortaya çıkıyor…<br />

Etiyopya ordusunun desteğiyle<br />

Başkent Mogadişu’da da kontrolü<br />

ele geçiren hükümet, Baidoa’dan<br />

Mogadişu’ya taşındığını açıkladı…<br />

Bu yazı yazılırken Etiyopya yetkilileri<br />

askeri güçlerini geri çekmeye başladıklarını<br />

açıklıyordu. Bunun birkaç<br />

hafta süreceği tahmin ediliyor. Fakat<br />

BM kararına göre “barış gücü” yerleşmedikçe<br />

Etiyopya askerinin tamamen<br />

geri çekilmeyeceği bilinmelidir.<br />

Bu konuda da esas zorlukları, ABD,<br />

AB ve BM gibi finansörlerin varlığına<br />

rağmen Afrika Birliği’nin (AU)<br />

öngörülen 8000 askeri nereden bulacağı<br />

sorusuna yanıtın henüz bulunmamış<br />

olmasıdır.<br />

Bu durumda ister “barış gücü” biçiminde<br />

olsun, isterse de Etiyopya’nın<br />

askerinin kalması biçiminde olsun<br />

Somali’yi işgal planı somutlaştırılmış<br />

ve adım adım sabitleştirilmeye çalışılmaktadır.<br />

Somali bağlamında ister<br />

Etiyopya askeri, ister doğrudan sınır<br />

komşusu olmayan Afrika ülkelerinden<br />

askerler, isterse de BM’nin askeri<br />

gücü olsun özde fark etmez. Hepsi de<br />

işgalci güç konumunda olacaktır.<br />

Di k kat çeken birkaç nokta:<br />

Etiyopya’nın savaşın içinde olması,<br />

hem savaşın bir Hristiyan-Müslüman<br />

çatışmasına bürünmesi ve hem de bir<br />

bölgesel savaşa dönme ihtimalini, potansiyelini<br />

içermektedir. Buna başta<br />

ABD emperyalizmi olmak üzere, birlikte<br />

hareket eden diğerlerinin de “terörizme<br />

karşı mücadele” adına hep<br />

Al Kaida gibi örgütleri öne sürmesi<br />

de katkıda bulunmaktadır.<br />

Etiyopya, hem Hristiyan çoğunluğun<br />

egemen olması ile, hem<br />

de Müslümanların yaşadığı esas<br />

bölge üzerinde Somali’nin –Büyük<br />

Somali’ye ait bölge <strong>olarak</strong> görüp–<br />

hak sahibi olduğu yönlü yaklaşımı<br />

birleştirildiğinde, bu savaşın başka<br />

biçimlere bürünerek uzun sürebileceği<br />

tahmin edilebilir.<br />

Birleşik Şeriat Mahkemeleri (JIC)<br />

güçlerinin esasta geri çekilip yeni<br />

mücadele biçimlerine –örneğin<br />

Irak’ta olduğu gibi intihar eylemleri,<br />

arabalarla bomba patlatma ve gerilla<br />

mücadelesi gibi biçimlere– başlayacağını<br />

açıklaması, savaşın daha bitmediğini<br />

göstermektedir.<br />

Emperyalistler ve taşeronları şimdilik<br />

galip görünse de ve ülkede kontrolü<br />

ele geçirseler de, ufukta barış<br />

görünmüyor.<br />

Bir nokta daha. Basına yansıyan<br />

kimi haberlere göre Somali’de az da<br />

olsa uran bulunmaktadır. JIC güçleri<br />

kontrolü elinde tuttuğu dönemde<br />

İran’ın, onlardan uran satın almak<br />

istediği dedikodusu dolaştırılmaktadır.<br />

Bilindiği kadarıyla, maden <strong>olarak</strong><br />

Somali’de uran bulunsa da üretimi<br />

yapılmamıştır. Fakat buna rağmen<br />

sözkonusu bölgeyi işgal etmeye<br />

çalışanların olduğu –isimleri verilmiyor–<br />

söylenmektedir. Bu söylentiler<br />

Somali’nin Moskova ataşesinin<br />

“aslında Somali’deki uran Rusya’ya<br />

aittir” açıklamasını yapmasına yol<br />

açtı. Buna göre 1976’da Somali ile<br />

“Sovyetler Birliği” arasında anlaşma<br />

yapılmış ve uranın işlenmesi hakkı<br />

“Sovyetler Birliği”ne devredilmiştir.<br />

Bir yandan Al Kaida’nın militanlarının<br />

Somali’de olduğu, bir yandan<br />

İran’ın uran satın almaya kalkışarak<br />

atom silahı üretme amacında<br />

olduğunu ispat etme çabası; bir yandan<br />

Somali’de “barışı ve istikrarı”<br />

sağlama adına işgal, aynı zamanda<br />

da Somali’nin yeraltı zenginliklerine<br />

konma… vb. vb. çeşitli hesaplar!<br />

Tüm bu hesapların tutup tutmayacağını<br />

ya da gelişmelerin hangi<br />

yönde olacağını göreceğiz. Görünen,<br />

emperyalist güçlerin varlığını koruduğu<br />

sürece gerek Ortadoğu’da gerekse<br />

de Afrika kıtasında savaşların<br />

daha uzun yıllar süreceğidir.<br />

Görev, savaşların kaynağı olan kapitalist-emperyalist<br />

sistemi yerlebir<br />

etmek ve dünyanın işçi ve emekçilerinin,<br />

halkların kardeşliğinin, eşitliğinin,<br />

özgürlüğünün gerçekleştiği,<br />

baskısız, sömürüsüz, sınıfsız ve de<br />

sınırsız bir dünya yaratmak için mücadeledir.<br />

Böylesi bir dünyayı yaratmak için<br />

mücadele herşeye değer!<br />

24 Ocak 2007 ✓


yeni kadın dünyası<br />

Kadın fabrika işçilerinin<br />

delegelerini ziyaret - Roland Holst -<br />

Rusya’da, proletarya önderliğindeki sosyalist Ekim<br />

Devrimi, kadınların gerçek kurtuluşu bağlamında atılan<br />

dev adımların başlangıcı olmuştur.<br />

Çarlık Rusya’sında insan yerine bile konmayan kadınlar,<br />

proletaryanın iktidarında her alanda muazzam bir<br />

güç haline gelmişlerdir.<br />

Dönüşüm Yayınları tarafından yayınlanan Gül<br />

Özgür’ün iki ciltlik Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim<br />

Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu – “Tavuk Kuştur,<br />

Kadın İnsandır” adlı kitabında işçi ve emekçi kadınların<br />

kendi iktidarlarında neler başarabilecekleri detaylı bir şekilde<br />

ortaya konuyor.<br />

Kuşkusuz bu olağanüstü başarılar bugünden yarına olmamıştır.<br />

Bütün Sovyet insanı gibi Sovyet emekçisi kadınlar<br />

da büyük zorluklara katlanmak, büyük özverilerde<br />

bulunmak zorunda kalmışlardır.<br />

Aşağıda Gül Özgür’ün kitabında yer alan ve Roland<br />

Holst’un 1922 yılında “Komünist Kadın Enternasyonali”<br />

dergisinde yayınlanan bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyoruz.<br />

Bu kısacık yazıda, Sovyet işçi ve emekçisi kadınların<br />

yaşadıkları bütün yoksulluk ve sefalete rağmen proletarya<br />

iktidarına olan inançlarının ne kadar güçlü olduğunu<br />

görüyoruz.<br />

Tüm okuyucularımıza, Sovyetler Birliğinde kadınların<br />

kurtuluşu ve tam hak eşitliğinin sağlanabilmesi için nasıl<br />

bir mücadele çizgisinin izlendiğini ve nelerin başarıldığını<br />

görmeleri açısından son derece iyi hazırlanmış bu<br />

belgeyi incelemelerini öneriyoruz. YDİ Çağrı.<br />

10<br />

Fabrika işçisi kadınların delegelerinin<br />

toplantısına yapmak istediğimiz<br />

ziyaret, Moskova’da<br />

birçok buluşmada olduğu gibi—yetersiz<br />

örgütsel dakiklik yüzünden—<br />

birinci seferinde mümkün olmamıştı.<br />

Kadınlar bizi birkaç saat beklemişler,<br />

arkasından tercüman bulunamadığı<br />

için onlara gidemediğimiz haberi<br />

gelmiş ve biz nihayet tercümanla birlikte<br />

oraya vardığımızda, işçi kadınlar<br />

şakır şakır yağan yağmur altında<br />

evlerine gitmişlerdi. İkinci kez her<br />

şey yolunda gitti.<br />

Eskiden şık bir yazlık restoran olan<br />

bir binanın büyük, aydınlık, ferahlatıcı<br />

salonunda birkaç yüz fabrika<br />

işçisi kadın oturmuş, bizi bekliyorlardı.<br />

Çoğunun ne kadar temiz giyindiğine<br />

ve tertemiz göründüğüne<br />

yeniden sevindim.<br />

Önce Kadın Seksiyonu’nun başkanı<br />

selamlıyor bizi, sonra birkaç kişi daha<br />

konuşma yapıyor, bunlar arasında<br />

“Ordu Siyasi Komiseri” bir kadın<br />

da var. Ardından Fransa için Lucie<br />

Colliard, İsviçre için Rosa Grimin,<br />

ve ben konuşuyoruz. Tercüman <strong>olarak</strong><br />

gelmiş bulunan Lenin’in kızkardeşi.<br />

Yelizarova, konuşmalarımızı<br />

çeviriyor. Bunun üzerine büroya,<br />

soru sormak isteyen işçi kadınların<br />

“mektupçukları” iletiliyor. Ah, gelen<br />

hep o belli soru, her toplantıda<br />

yeniden gelen, Moskova’daki ve taşradaki<br />

toplantılarda, erkek ve kadın<br />

toplantılarında, fabrika işçisi ve yoksul<br />

köylü toplantılarında gelen soru.<br />

Bu Rusya’daki milyonların gözleri,<br />

dudakları ve yürekleriyle diğer ülkelerden<br />

gelen tüm delegelere sordukları<br />

soru: “Ne zaman, ne zaman ülkenizin<br />

işçileri ayağa kalkacak ve sizin<br />

egemen sınıflan, bizimkileri koyduğumuz<br />

gibi kovacak?”<br />

Ve biz buna sadece, devrimci bir<br />

uyanışın zamanının hiçbir zaman<br />

önceden belirlenemeyeceği, ama bizim<br />

onu hızlandırmak için elimizden<br />

geleni yapacağımız yanıtını verebiliyoruz.<br />

Ve daha sonra elimizden<br />

geldiğince, bizim Batı ülkelerinde<br />

neden burjuvazinin o kadar<br />

güçlü ve proletaryanın o kadar zayıf<br />

ve dağınık ve zihnen burjuvalaşmış<br />

olduğunu anlatıyoruz. Ve yerinde<br />

nedenlerimize rağmen —”bilimsel”<br />

bakımdan çürütülemez nedenler—,<br />

kendimizi Rusya’nın erkekleri ve kadınları<br />

karşısında yeniden ve yine<br />

öyle küçük ve zavallı hissediyoruz.<br />

Bizim açıklayamadığımız ya da bu<br />

kadınlarla erkeklerin anlayamadıkları<br />

bir şeyin var olduğunu hissediyoruz,<br />

çünkü onlar devrimi yaptılar ve<br />

dört yıl boyunca onun uğruna insanların<br />

katlanabilecekleri her şeye katlandılar.<br />

Lenin’in Avrupa devrimini<br />

geciktirmek istediğini ve bunun için<br />

Üçüncü Enternasyonal’i kullandığını,<br />

çünkü Rusya’yı yalnızca kapitalizmin<br />

kalkındıracağı görüşünde olduğunu<br />

iddia eden komünistler olduğunu<br />

duyduklarında, Rus işçilerinin<br />

yüzlerini görmek isterdim. “Böyle bir<br />

şeye inananlar ne tuhaf komünistlermiş<br />

öyle?” diye sorarlardı. Kendi içgüdüleri<br />

ve sınıf hisleri onlara tam<br />

tersini söylüyor.<br />

Bize sorulan soruya tamamen dürüst<br />

bir yanıt vermek, özellikle Lucie<br />

Colliard için zor. Colliard yoldaş<br />

Fransız Partisi ve sendika hareketinin<br />

ateşli, davaya yürekten bağlı bir<br />

propagandistidir. Rusya’da çoğumuzun<br />

sık sık başına geldiği gibi, onun<br />

nasıl büyük bir utanç duygusuyla boğuştuğunu<br />

görüyorum; söyleyemeyeceği,<br />

cesaretlendirici ve yakın bir<br />

devrim umuduna dair sözler söylemek<br />

için büyük bir istek. O dürüst,<br />

ve bu sözleri söylemiyor. Bir an için<br />

salondan gri bir düş kırıklığı bulutu<br />

geçiyor. Zavallı, cesur, çok zor durumlardan<br />

geçmiş kadın yoldaşlar,<br />

daha ne kadar düş kırıklığına uğrayacaksınız?<br />

«Enternasyonal» söyleniyor, ve toplantı<br />

bitiyor. Başkanlık divanı bizi<br />

çaya davet ediyor ve geniş bir merdivenden<br />

yukarıya, üst kata çıkıyoruz.<br />

Gölgeli bir bahçeye bakan neredeyse<br />

boş, aydınlık bir odada kar beyazı<br />

damasko örtü ve zarif perdahlı bardaklarla<br />

hoş bir şekilde düzenlenmiş<br />

yuvarlak bir masa duruyor. Çay koyuluyor,<br />

yanında ekmek hamurundan<br />

yapılmış, peksimet gibi sert bir<br />

tür çörek ve tatlı kuru üzümler sunuluyor.<br />

Rusya işçi ve askerlerinin konuklarına<br />

sunabildikleri az sayıdaki<br />

lezzetli şeylerden biri, Türkistan’daki<br />

kardeşlerinin armağanı.<br />

Söyleşiyor ve çay içiyoruz, bu sırada<br />

gözümün önünde eskiden burada<br />

oturmayı âdet edinmiş konukların<br />

hayali beliriyor, dünyanın ve hiçliğin<br />

çocukları: şişman, gürültücü tüccarlarla,<br />

süslü püslü karıları ya da makyajlı<br />

metresleri. Aynı bardaklardan<br />

nasıl köpüklü şarap içtikleri, ve bu<br />

şık damasko örtünün üzerinde dünyanın<br />

dört bir yanından gelmiş leziz<br />

yiyecekler yığılı olan çanakların durduğu<br />

geliyor aklıma... Karıları, kızları<br />

ve metresleriyle zengin tüccarlar<br />

çekip gittiler Moskova’dan, ve arkada<br />

bıraktıkları, kültürleri hakkında hiç<br />

de iyi bir fikir uyandırmıyor. Büyük<br />

evleri ve mobilyaları, hepsi burjuva-<br />

Avrupai ya da eski Rus kültürünün<br />

büyük bir kopyası, zevksiz ve aşırı<br />

takıntılı. Ve burada, sık sık oturdukları<br />

ve ruhsal boşluklarını unutmaya<br />

ve can sıkıntılarını uyuşturmaya çalıştıkları<br />

yerde, şimdi fabrika işçisi<br />

kadınların delegeleriyle kardeşçe bir<br />

içtenlik ve sıcak güven ortamında<br />

bir arada oturuyoruz. Kadınlarla<br />

zorlu yaşamdan, yoksunluk ve açlıktan,<br />

eğer kişi bunlara özgürlük aşkına<br />

katlanıyorsa, sanki yüreklerinin<br />

gücü ve zenginliği sürekli yeniden<br />

bunlardan doğuyormuşcasına<br />

öylesine farklı olan tüm bu acılardan<br />

söz ediyoruz. Sovyet Rusya’nın sahip<br />

olduğu en iyi şeylerle özenle bakılan<br />

ve beslenen çocukların yazın ormanlarda<br />

nasıl geliştiklerinden söz<br />

ediyoruz. Cesaret, kararlılık ve güven<br />

ruhuyla sarıp sarmalanıyoruz.<br />

Yüreğimiz öyle hafif ki: Burada ve<br />

kendi ülkemizde yeni yaşamın nasıl<br />

doğduğunu hissediyoruz.<br />

Yola çıktığımızda, şiddetli rüzgâr<br />

geniş bulvarı silip süpürüyor, yağmur<br />

yüzümüzü kırbaçlıyor, hava birden<br />

soğuyor. Bir kapı girişinde küçük<br />

bir yersiz yurtsuz grubu birbirine sokulmuş,<br />

yağmurdan korunmaya çalışıyor<br />

— akşam geç saatlerde bulvarlarda<br />

sigara satmaya çalışan türden<br />

küçük yersiz yurtsuzlar bunlar.<br />

Gömlekleri ve pantolonları delik deşik,<br />

çıplak bacakları ve ayakları, kötü<br />

parkeli caddeyi bir anda çamur deryasına<br />

çeviren bu berbat havada acınası<br />

bir görünüm arzediyor. Bu çocukları<br />

gece yarısı hâlâ sokakta gördüğümde<br />

daha önce de ne kadar çok kızmışımdır!<br />

Bize refakat eden Rus yoldaşlara<br />

acıklı şaşkınlığımı şiddetle dile getiriyorum.<br />

“Böyle bir şey Rusya’da<br />

hâlâ nasıl mümkün oluyor? Çocuklar<br />

neden kolonilere yerleştirilmiyor?<br />

Çocuklarını akşam geç saatte sokağa<br />

işportacılığa gönderen anne babalar<br />

neden cezalandırılmıyor?”<br />

Yanıt usuldan ve üzüntülü:<br />

“Hepsini alamıyoruz. Hepsi için ne<br />

ekmek ne ev, ne giysi ne de bakıcı var.<br />

Ve anne babaları da cezalandıramayız;<br />

kendileri açlar ve çocuklar eve az<br />

bir şeyler götürüyor. Elbette iyi değil<br />

bu. Bunca yoksul olmasak, bunlar olmazdı!”<br />

A r aba bek l iyor. Bi n iyor u z .<br />

Yüreğimde yine o utanç alevi tutuşuyor.<br />

(“Komünist Kadın Enternasyonali”<br />

dergisi, No. 1—2/1922, s. 413-416.) ✓


Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

Sendikal hak ve özgürlükler üzerine<br />

kısa bir tarihçe ve mevcut durum üzerine (1)<br />

İşime karım dedim<br />

Karıma Kavel diyeceğim<br />

Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada<br />

Güneşe karışmadıkça etim<br />

Kavel grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim<br />

…<br />

ve izin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim<br />

İzin verirlerse Kavel grevcileri<br />

İlk çocuğumun adını<br />

Kavel koyacağım…<br />

Hasan Hüseyin Korkmazgil<br />

Rivayet odur ki tarihte ilk grev<br />

bundan yaklaşık 4000 yıl önce<br />

Mısır’da III. Ramses zamanında<br />

yapılmıştır. Piramitlerin yapımı<br />

sırasında köle emeği yoğun <strong>olarak</strong><br />

kullanılmasına karşın, işin ustalık<br />

gerektiren kısımlarını yapan nitelikli<br />

işçiler, kendilerine verilen buğdayın<br />

az olması sebebiyle tarihte bilinen<br />

ilk grevi yapmışlar, elinden bir<br />

şey gelmeyen Ramses, işçilerin talebini<br />

kabul etmek zorunda kalmıştır1.<br />

Bu tarihten günümüze kadar adı grev<br />

<strong>olarak</strong> konmuş olsun ya da olmasın<br />

birçok irili ufaklı eylem olmuştur.<br />

Bu eylemler üreten ve fakat ezilenlerin<br />

birer hak arama yöntemi <strong>olarak</strong><br />

zaman içinde gelişmiş ve sanayi devriminin<br />

ardından grev artık feodal<br />

bağlarından kurtulmuş modern işçi<br />

sınıfı elinde bir silah olmuştur. Marx<br />

Komünist Manifesto’da; “…tek tek<br />

işçilerle tek tek burjuvalar arasındaki<br />

çatışmalar giderek daha çok iki sınıf<br />

arasındaki çatışma niteliğine varır.<br />

İşçiler burjuvalara karşı koalisyonlar<br />

oluşturmaya başlarlar; ücret mücadelesini<br />

birlikte verirler. Ara ara yükselen<br />

isyanları beslemek için kendi içlerinde<br />

sürekli birlikler oluştururlar2.”<br />

derken bu silahın niteliğini de açıklamıştır:<br />

Örgütlü olmak!<br />

İşçilerin haklarını savunmak için<br />

örgütlenme fikri ilk kez 1700’lerde<br />

İngiltere’de doğmuş olmasına karşın;<br />

bunun bir hak <strong>olarak</strong> devlet belgelerine<br />

geçmesi önce 1824 yılında<br />

İngiltere’de3 ardından bir sosyal<br />

ayaklanmanın ardından Fransa’da<br />

kurulan geçici Cumhuriyet’te olmuştur.<br />

Fransa’da 25–26 Şubat 1848 tarihinde<br />

çıkarılan, İşçi Kararnamesi<br />

ile “hükümet, çalışmalarının karşılığını<br />

elde edebilmeleri amacıyla, işçilerin<br />

kendi aralarında sendikalar kurmaları<br />

hakkını tanır.” denmiştir4.<br />

Bu belgeden bir yüzyıl sonra, dünyanın<br />

iki kampa bölünmesi, sosyalist<br />

ülkelerin sayısındaki önemli artış ve<br />

sosyalist ülkelerde emekçiler lehine<br />

çıkarılan yasaların kapitalizm için<br />

bir tehdit oluşturduğunun ayırdına<br />

varılmasının ardından, Birleşmiş<br />

Milletler Genel Kurulu; “…insanın<br />

zulüm ve baskıya karşı son bir çare<br />

<strong>olarak</strong> ayaklanmaya zorunlu kalmaması<br />

için5,” 10 Aralık 1948’te İnsan<br />

Hakları Evrensel Bildirgesi’ni oybirliği<br />

ile kabul etmiştir. İnsanların sadece<br />

insan olmalarından kaynaklanan<br />

haklarını tanımlayan bu bildirgenin<br />

20. maddesi; genel <strong>olarak</strong> örgütlenme<br />

özgürlüğünü tanırken; 23.<br />

maddenin dördüncü fıkrası “herkes,<br />

menfaatlerini korumak için sendika<br />

kurma ve bunlara katılma hakkına<br />

sahiptir” diyerek sendikal özgürlüğü<br />

insanın temel hak ve özgürlüklerinden<br />

biri <strong>olarak</strong> nitelemiştir.<br />

Ancak sendikal hak ve özgürlükler<br />

daha ayrıntılı <strong>olarak</strong> tanımlanabilmesi<br />

ve bu hakların güvence altına<br />

alınması BM Çalışma Örgütü tarafından<br />

kabul edilen 87 No’lu Sendika<br />

Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının<br />

Korunmasına İlişkin Sözleşme<br />

(1948), 98 No’lu Teşkilatlanma ve<br />

Kolektif Müzakere Prensiplerinin<br />

Uygulanmasına Müteallik Sözleşme<br />

(1949) ve 151 No’lu Kamu Hizmetinde<br />

Örgütlenme Hakkının Korunması Ve<br />

İstihdam Koşullarının Belirlenmesi<br />

Yöntemleri Sözleşmesi’yle (1978) olmuştur.<br />

Ardından 4 Aralık 1950’de<br />

Roma’da İnsan Hakları ve Temel<br />

Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin<br />

Sözleşme Avrupa Konseyi üye ülkeleri<br />

arasında imzalanmıştır.<br />

Ekonomik içerikli çok az hükmün<br />

yer aldığı Sözleşme’nin 11. maddesinin<br />

1. fıkrasında “Herkes, ayrıca çıkarlarını<br />

korumak için başkalarıyla<br />

birlikte sendikalar kurmak ve sendikalara<br />

katılmak haklarına sahiptir.”<br />

hükmü yer almıştır. 1961 yılındaysa<br />

Avrupa’da ekonomik ve sosyal<br />

hakları güvence altına almak amacıyla<br />

Avrupa Konseyi üye ülkeleri<br />

tarafından Avrupa Sosyal Şartı imzalanmış,<br />

bu şart 1996 yılında yerini<br />

Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal<br />

Şartı’na bırakmıştır. 1991 yılında ise<br />

Sosyal Şart’ın denetim sistemi ile ilgili<br />

hükümlerini değiştiren Avrupa<br />

Sosyal Şartı’nda Değişiklik Getiren<br />

Protokol onaylanmıştır. Yanı sıra,<br />

1966 yılında imzaya açılan ve 1976<br />

yılında imzacı ülkeler tarafından<br />

yürürlüğe giren Medeni ve Siyasal<br />

Haklar Sözleşmesi’nin 22. maddesi ile<br />

Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar<br />

Sözleşmesi’nin 8. maddesi; örgütlenme,<br />

sendika kurma ve sendikaya<br />

katılma haklarını içerirken, aynı zamanda<br />

ilgili ILO sözleşmelerine gönderme<br />

yapmıştır.<br />

Türkiye’de işçi örgütlenmelerinin<br />

geçmişi 1870 yılında kurulan<br />

Ameleperver Cemiyeti’ne dayanmaktadır.<br />

İlk grev de 1872 yılında<br />

Kasımpaşa Tersanesi’nde ücretlerini<br />

alamayan işçiler tarafından yapılmıştır.<br />

Ama bu tarihe gelene kadar<br />

birçok iş bırakma eylemi gerçekleşmiştir.<br />

Örneğin 1587’de inşaat işçileri<br />

yevmiyenin arttırılmasını isteyince<br />

Padişah III. Murat, “ziyade<br />

yevmiye talep edenlerin haklarından<br />

geline” diye bir ferman yayınlamıştır6.<br />

Aslında bu ferman, o günden<br />

bu güne; Osmanlı’dan Türkiye<br />

Cumhuriyeti’ne işçi sınıfına bakışın<br />

ne kadar birbirine benzediğini<br />

de göstermektedir. İşçi hareketleri<br />

1908’de ivme kazanmış, Temmuz<br />

ayından 1908’in sonuna kadar<br />

Osmanlı topraklarında 111 grev olmuştur7.<br />

Bu grevler yabancı sermayedarlara<br />

ait işletmeleri vurmaya başlayınca,<br />

grev ve sendika konusunda<br />

birtakım düzenlemeler gündeme<br />

gelmiş, 8 Ekim 1908’de önce “Tatil’i<br />

Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanunu<br />

Muvakkat” (TECHKM) adıyla bir<br />

metin yürürlüğe konmuş, ardından<br />

9 Ağustos 1909’da bu metin aşağı<br />

yukarı aynı şekilde kabul edilerek<br />

“Tatil’i Eşgal Kanunu” (TEK) yürürlüğe<br />

konarak, sendikalar yasaklanmış,<br />

işçi temsilciliği kurumu getirilmiş,<br />

grev serbest bırakılmış, ancak<br />

kamuya yönelik hizmet veren işkollarında<br />

–ki bunların tamamı yabancı<br />

sermayedarlara aitti- yasaklanarak<br />

sulandırılmıştır8.<br />

Cumhuriyet döneminde ise merkezi<br />

ve ulusal ilk işçi örgütü 1923 yılında<br />

İstanbul’da “Türkiye Umum<br />

Amele Birliği” adıyla kurulmuş; ancak<br />

44 bin işçiyi temsil eden örgütün<br />

çalışması Kemalist Devlet tarafından<br />

engellenmiştir9. Daha kuruluşunun<br />

üzerinden birkaç ay geçmesine karşın<br />

Kemalist T.C.’nin işçilere karşı<br />

İÇİNDEKİLER<br />

YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />

Sendikal hak ve özgürlükler üzerine kısa bir tarihçe<br />

ve mevcut durum üzerine (1) .<br />

EK:1<br />

Trakya Sanayi işçileri ile dayanışma gecesi .<br />

EK:3<br />

Ditaş’ta mücadele sürecek!.<br />

EK:3<br />

Çakıcı Kalıp’ta işçiler işten atıldı ve sendikalaşma hakları gasp edildi . . EK:4<br />

Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi.<br />

EK:4<br />

Emek Platformu bileşenleri alanlardaydı….<br />

EK:4<br />

Dandy işçileri haklarını arıyor .<br />

EK:5<br />

Graniser işçilerinden tüm işçilere açık mektup .<br />

EK:5<br />

Tümtis Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı 13-14 Ocak 2007 .<br />

EK:6<br />

Yorcam fabrikası önünde işçiler bekleyişlerine son verdi.<br />

EK:6<br />

ITUC ilkeler bildirgesi sınıflar mücadelesini yok sayıyor.<br />

EK:7<br />

Sendikal hakları yok etmenin yeni adı: 4-b .<br />

EK:8<br />

Yakışır....<br />

EK:8<br />

EK:1


EK:2<br />

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

bundan sonra alacağı tavır işte<br />

bu anda belli olmuştur. 1923 yılında<br />

gerçekleşen bir diğer önemli<br />

olaysa 23 Şubat 1923’te başlayan<br />

İzmir İktisat Kongresi olmuştur.<br />

Her grup gibi işçiler de taleplerini<br />

dile getirmişlerdir. Bunların<br />

arasında; amele yerine işçi tabirinin<br />

kullanılması, sekiz saatlik çalışma<br />

süresinin kabulü, 1 Mayıs’ın<br />

işçi bayramı <strong>olarak</strong> kabul edilmesi,<br />

kadın işçilere doğumdan önce ve<br />

doğumdan sonra olmak üzere toplam<br />

sekiz haftalık ücretli izin verilmesi<br />

gibi bugün bile ileri sayılabilecek<br />

talepler sunulmuştur. 1924<br />

yılında Amele Teali Cemiyeti kurulmuş,<br />

o da 1928 yılında yasaklanmıştır.<br />

Devlet bu sırada bir yandan işçi<br />

derneklerini kapatırken bir yandan<br />

da kendi resmi ideolojisine hizmet<br />

eden işçi örgütlenmeleri kurmaya<br />

başlamıştır. 1934’de İzmir’de kurulan<br />

“İzmir İşçi ve Esnaf Birliği”<br />

bunlardan ilki olmuş ve çalışanlara<br />

üyeliği zorunlu tutmuştur.<br />

Bundan da bir sonuç alamayan<br />

Kemalist Devlet bürokrasisi 1938<br />

yılında Cemiyetler Kanunu’nu<br />

değiştirerek “sınıf esasına” dayalı<br />

dernek kurmayı yasaklamıştır10.<br />

Bu esnada, 1936 yılında örgütlenme,<br />

toplu sözleşme ve grev<br />

hakkını içermeyen 3008 sayılı İş<br />

Yasası çıkarılmıştır.<br />

194 6 y ı l ı nd a değ i şt i r i len<br />

Dernekler Yasası’yla sınıf esasına<br />

dayalı dernek kurmak mümkün<br />

olmuş, 1947 yılına gelindiğindeyse<br />

bu kez grev ve toplu sözleşme hakkından<br />

yoksun Sendikalar Kanunu<br />

çıkarılmıştır. Bu yasanın kabulünün<br />

ardından 1948 yılı içinde 73<br />

işçi sendikası üç işveren sendikası,<br />

bir işçi sendikaları birliği kurulmuş;<br />

1948’de teşkilata bağlanmış<br />

işçi sayısı 52 bin olmuştur. Bu o<br />

dönemde çalışanların %8’ine denk<br />

gelmektedir11.<br />

1960 Askeri Darbesi Türkiye’de<br />

her alanda olduğu gibi sendikal<br />

hak ve özgürlükler alanında da<br />

birtakım özgürlükler getirmiş,<br />

1961 Anayasası sendika, toplu sözleşme<br />

ve grev haklarını tanımıştır.<br />

1961–1963 yılları arasında gerçekleşen<br />

miting, yürüyüş, eylem ve<br />

grevlerin etkisiyle de olsa 1963’te<br />

çıkarılan 274 ve 275 sayılı yasalar<br />

bu konularda gerekli düzenlemeleri<br />

getirmiştir. Bu yasaların çıkması<br />

ve örgütlülüğün artmasının<br />

ardından 1963–1971 yılları arasında<br />

gerçekleşen 569 greve toplam<br />

93.037 işçi katılmıştır12.<br />

1961 Anayasası’nın görece özgürlük<br />

ortamı işçilerin sosyalist fikirlerle<br />

tanışmasına da olanak sağlamış,<br />

bu arada 1952 yılında kurulan<br />

Türk-İş’in içinden 1967 yılında<br />

daha militan bir işçi hareketi görüşünü<br />

benimseyen DİSK doğmuştur.<br />

İbrahim Kaypakkaya’nın<br />

da dediği gibi; “Türk-İş, işçi sınıfının<br />

kendiliğinden gelme mücadelesini<br />

emperyalizmin menfaatlerine<br />

kanalize etme görevini yerine<br />

getiren bir örgüttü. Türk-İş emperyalizmin<br />

beslediği ve işçi saflarına<br />

soktuğu ‘Truva atı’dır…. işçi sınıfının<br />

bilinçli mücadeleye, bilinçli<br />

yaşama doğru kendiliğinden uyanışı<br />

Amerikan emperyalizminin ihraç<br />

ettiği sendikacılığı yıkmakta ve<br />

işçiler ona göre daha ileri olan ve<br />

kendiliğinden gelmeliği temsil eden<br />

DİSK’e doğru kaymaktadır. DİSK<br />

işçi sınıfının kendiliğinden gelme<br />

örgütlenmesini temsil eder13.”<br />

1970’e gelindiğinde,<br />

DİSK’e bağlı sendikaların<br />

iyice güçlendiğini ve Türk-İş’in ipleri<br />

elinden kaçırdığını gören hükümet,<br />

hazırladığı bir planla 274 ve<br />

275 sayılı yasalarda değişiklik yapmak<br />

üzere kolları sıvamıştır. Bu<br />

tasarıya göre; “herhangi bir işyerinde<br />

toplu sözleşme yapma hakkı;<br />

işyerinin dahil olduğu işkolunda en<br />

çok üyeye sahip olan ve işkolunda<br />

sigortalı işçilerin üçte birinin üye<br />

olduğu işçi federasyonu ya da ülke<br />

çapında faaliyet gösteren işçi sendikasına<br />

ait olacaktır.14”<br />

15 Haziran 1970 günü Meclis’e<br />

gelecek olan bu tasarının hazırlanmasında<br />

Türk-İş’in emekleri yadsınamayacak<br />

kadar çoktu. Ama<br />

işçi sınıfı sendikasına sahip çıkmış,<br />

15 Haziran günü İstanbul ve<br />

İzmit’te 70 bin, 16 Haziran’da ise<br />

150 bin işçi yürüyüşe geçmiştir.<br />

Silahsız işçilerin karşısına yığılan<br />

asker ve polisin açtığı ateş sonucunda<br />

yüzlerce işçi yaralanırken,<br />

üç işçi ve bir polis de ölmüştür.<br />

Burjuvazi’nin demokrasi havariliği<br />

halk uyanmaya başladığında<br />

rafa kaldırılmış hatta ona silah sıkılmıştır.<br />

İşçi sınıfının bu kararlılığı<br />

sonucunda yasa değişiklikleri<br />

meclisten geçmemiştir. Ancak<br />

hakim sınıflar bu kuyruk acısını<br />

unutmamışlar ve tam 11 yıl sonra<br />

gerçekleşecek olan yeni bir askeri<br />

faşist darbe sonrasında bu planlarını<br />

gerçekleştirmişlerdir. 15–16<br />

Haziran eylemlerinden yaklaşık<br />

dokuz ay sonra Türkiye yeni bir<br />

faşist darbeyle daha sallandı. Her<br />

türlü demokratik hareket ve eylem<br />

gibi; yükselen işçi hareketleri de<br />

yasaklandı. Sendikalar, özellikle<br />

de DİSK, kapatılmadı ama birçok<br />

yöneticisi tutuklandı. Nisan<br />

1971’de ilan edilen sıkıyönetim,<br />

Ekim 1973’e kadar tüm eylemlilikleri<br />

yasakladı. Sıkıyönetimin kaldırılmasından<br />

itibaren sendikal<br />

hareket büyük bir ivme kazandı.<br />

Öyle ki 1973 yılından 1980’e kadar<br />

1021 greve 264.832 işçi katıldı15.<br />

12 Eylül askeri faşist hareketinin<br />

olduğu 1980 yılı içerisinde<br />

ki 9,5 aylık dönemde yaklaşık 400<br />

işyerinde 70 bine yakın işçi grevde<br />

idi. Grevdeki işçi sayısının hemen<br />

hemen iki katı işçi de Eylül’ün sonunda<br />

greve çıkacaktı16. Ancak<br />

ivme kazanan işçi sınıfı hareketi<br />

bir kez daha hakim sınıfların gözünü<br />

korkuttu ve bir kez daha faşist<br />

bir darbe gerçekleştirildi. Bu<br />

bir önceki gibi olmayacak, gelişen<br />

toplumsal hareket acımasızca biçilecek,<br />

bundan işçi sınıfı da nasibini<br />

alacaktı. Türk-İş dışında<br />

sendikalar kapatılacak, yöneticileri<br />

yargılanıp cezaevlerine atılacaklardı.<br />

Sendikacılar daha 11-12<br />

Eylül’de gözaltına alınmaya başlanacak,<br />

14 Eylül 1980 sabahı tüm<br />

grev, eylem ve direnişler yasaklanacaktı.<br />

DİSK hakkında açılan davada<br />

1477 sanıktan 78’inin idamı<br />

istenecekti17. İşçi sınıfı hareketinin<br />

bir daha kolay kolay canlanamaması<br />

için bu olağanüstü dönemin<br />

uygulamalarını yasalaştıracak,<br />

1983 tarihli 2821 sayılı “Sendikalar<br />

Kanunu” ve yine 1983 tarihli<br />

2822 sayılı “Toplu İş Sözleşmesi,<br />

Grev ve Lokavt Kanunu” ile sendikal<br />

örgütlenme, hak ve özgürlükleri<br />

alabildiğine kısıtlanacaktı.<br />

M. Şehmus Güzel’in kitabında<br />

da bahsettiği gibi; çıkarılan yasalar<br />

incelendiğinde ortaya “yasaklar<br />

dışında her şey serbesttir” gibi<br />

bir durum çıkmaktaydı18. Bu dumanlı<br />

havada buzu kıransa, arkadaşları<br />

işten atıldığı için 2 Ekim<br />

1984 günü greve çıkan Yıldırım ve<br />

Desan tersaneleri işçileri oldu . 12<br />

Eylül faşist darbesinden sonra yapılan<br />

ilk büyük grev ise 18 Kasım<br />

1986’da Netaş’a bağlı üç işletmede<br />

2600 işçinin başlattığı grevdi20.<br />

Ardından 1986 Bahar Eylemleri,<br />

büyük madenci yürüyüşleri geldi.<br />

Ama sendikal örgütlülüğün geniş<br />

bir tabana yayıldığı ve gerçek anlamda<br />

bir baskı unsuru olduğu dönem,<br />

12 Eylül askeri faşist darbesiyle<br />

kapanmıştı bir kere.<br />

Aralık 2006 ✓<br />

(Devam edecek)<br />

1Arif Nacaroğlu, Evrensel<br />

Gazetesi, 20 Mayıs 2000<br />

2Karl Marx –Friedrich Engels,<br />

Komünist Parti Manifestosu, s.57,<br />

Evrensel Basım Yayın, 2. basım,<br />

1999<br />

3Tevfik Çavdar, Türkiye İşçi<br />

Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım<br />

Kitaplığı, 2005, s.44<br />

4Prof. Dr. M. Semih Gemalmaz,<br />

Ulusalüstü İnsan Hakları<br />

Hukukunun Genel Teorisine<br />

Giriş, 5.Bası, 2005, s.124<br />

5İnsan Hakları Evrensel<br />

Bildirgesi, Başlangıç<br />

6M. Kök, Bitmeyen Kavgada<br />

Sefalet Ücreti, Yürüyüş, 11 Ekim<br />

1977, sayı 131, s.9 aktaran; M.<br />

Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi<br />

Hareketleri 1908–1984, 1996, s.25<br />

7a.g.e. s.31<br />

8a.g.e. s. 60 ve 71<br />

9M. Kök, Bitmeyen Kavgada<br />

Sefalet Ücreti, Yürüyüş, 11 Ekim<br />

1977, sayı 131, s.9 aktaran; M.<br />

Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi<br />

Hareketleri 1908–1984, 1996, s.<br />

131<br />

10a.g.e. s. 133<br />

11Mukadere Gönenli, Çalışma<br />

Vekaleti Dergisi, sayı 1, aktaran;<br />

Kemal Sülker, Türkiye<br />

Sendikacılık Tarihi, Tüstav<br />

Yayınları, 2004, s.103<br />

12Çalışma Bakanlığı Çalışma<br />

Dergisi, no: 4, 1972, aktaran; M.<br />

Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi<br />

Hareketleri 1908–1984, 1996,<br />

s.213<br />

13İbrahim Kaypakkaya, İşçi<br />

Köylü Hareketleri ve Proleter<br />

Devrimci Politika, Kazanımları ve<br />

Hatalarıyla İbrahim Kaypakkaya,<br />

Yeni Dünya İçin Çağrı Yayınları,<br />

1998, s.169–170<br />

14H.Yeşil, İşçi Sınıfı Hareketi<br />

Üzerine Yazılar, Dönüşüm<br />

Yayınları, 1991, s. 80, 81<br />

15Türk-İş Araştırma<br />

Müdürlüğü, DİE, İstatistik Yıllığı,<br />

1983,Ankara, s.208; aktaran; M.<br />

Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi<br />

Hareketleri 1908-1984, 1996, s.242<br />

16H. Yeşil, İşçi Sınıfı Hareketi<br />

Üzerine Yazılar, Dönüşüm<br />

Yayınları, 1991, s.159<br />

17Tevfik Çavdar, Türkiye İşçi<br />

Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım<br />

kitaplığı, 2005, s.195–196<br />

18M. Şehmus Güzel, Türkiye’de<br />

İşçi Hareketleri 1908–1984, 1996,<br />

s.269<br />

19Tevfik Çavdar, Türkiye İşçi<br />

Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım<br />

Kitaplığı, 2005, s.200<br />

20H. Yeşil, İşçi Sınıfı Hareketi<br />

Üzerine Yazılar, Dönüşüm<br />

Yayınları, 1991, s.160


İzmit’te kurulu bulunanTrakya<br />

Sanayi Fabrikasında çalışan<br />

işçiler, patronun ciddi bir sözleşme<br />

teklifiyle gelmemesi ve sendikayı<br />

tasviye etme çabalarının<br />

ardından 10 Kasım 2006’da greve<br />

çıktı.<br />

Birleşik Metal-İş sendikasında<br />

örgütlü olan işçiler, patronun ve<br />

jandarmanın bütün yıldırma çabalarına<br />

rağmen grevlerini kararlılıkla<br />

sürdürüyorlar.<br />

Grevin 79. gününde 27 Ocak’ta,<br />

İzmit Antikkapı’da yaklaşık 500<br />

kişinin katıldığı bir dayanışma<br />

ve moral gecesi gerçekleştirildi.<br />

Geceye Birleşik Metal-İş Başkanı<br />

Adnan Serdaroğlu, DİSK Genel<br />

Başkanı Süleyman Çelebi gibi<br />

çok sayıda sendikacı ve Adnan<br />

Özyalçıner, Sennur Sezer gibi sanatçılar<br />

katılmışlardı.<br />

DİSK Birleşik Metal-İş flamaları<br />

ve Türk bayrakları ile süslenen salonda,<br />

“ Her an her yerde sınıf dayanışması”<br />

yazılı bir pankart asılmıştı.<br />

Gecenin açılışı Trakya Sanayi işçilerinin<br />

grev sürecini anlatan 10<br />

dakikalık bir sinevizyon ile yapıldıktan<br />

sonra grevci işçilerden<br />

Tanju Astepe işçiler adına bir konuşma<br />

yaptı. Konuşmasında grev<br />

boyunca düşmanca tavırlarla<br />

karşı karşıya kaldıklarını, patronun<br />

teşvikiyle dışarıdan çalıştırılmak<br />

amacıyla getirilen işçilerin<br />

saldırılarına maruz kaldıklarını<br />

belirttikten sonra yaşadıkları<br />

bütün zorluklar ve baskılara rağmen<br />

grevin başarıya ulaşması için<br />

ellerinden geleni yapacaklarını<br />

vurguladı. Grevci işçinin konuşması,<br />

“İşçilerin birliği sermayeyi<br />

yenecek”, Yaşasın işçilerin birliği,<br />

Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber<br />

yada hiç birimiz” gibi sloganlarla<br />

kesiliyordu.<br />

Coşkulu gecen gecenin ikinci<br />

konuşmasını Birleşik Metal-İş<br />

Başkanı Adnan Serdaroğlu yaptı.<br />

Serdaroğlu; Bu mücadelenin yaklaşık<br />

500 insanın hak, ekmek ve<br />

onur mücadelesi olduğunu, patronlar<br />

eğer kavgaya davet ediyorlarsa<br />

bunu kabul ettiklerini fakat<br />

fabrikanın kapatılmasının Türkiye<br />

Trakya Sanayi işçileri ile dayanışma gecesi<br />

sanayisine ve Türkiye çıkarlarına<br />

aykırı olduğunu, işçi çıkarları ile<br />

ülke çıkarlarının aynı olduğunu ve<br />

bu nedenle de bir an önce grevin<br />

sonlandırılabilmesi için işverenin<br />

gerekli adımları atması gerektiğini<br />

savundu. Bunun mümkün olabilmesi<br />

için ise başta İzmit halkı olmak<br />

üzere tüm sınıf dostlarının<br />

desteğine ihtiyaç olduğunu vurgulayarak,<br />

destek amacıyla gelen tüm<br />

katılımcılara teşekkür etti.<br />

Üçüncü konuşmay ı yapa n<br />

Süleyman Çelebi, grev dayatıldığı<br />

için şu anda grevde olduklarını,<br />

grevin amaç değil araç olduğunu<br />

belirtti. Patronların sendikalı<br />

bir yaşam istemediklerini,<br />

örgütlü mücadelenin terk edildiği<br />

bir anlayış talep ettiklerini fakat<br />

bunun mümkün olmadığını vurguladı.<br />

Kayıtdışılık, yoksulluk gibi<br />

DİTAŞ’TA MÜCADELE SÜRECEK!<br />

Niğde’de bulunan Ditaş fabrikasında<br />

yaklaşık 7 yıldır<br />

sendikalaşma mücadelesi<br />

sürüyor. 530 işçinin çalıştığı fabrikada<br />

örgütlenen Birleşik Metal-İş<br />

Sendikasını istemeyen Ditaş patronu<br />

Aydın DOĞAN tarafından<br />

fabrikaya Türk Metal Sendikası<br />

çağrılmıştı. Uzunca bir süre direnen<br />

Ditaş işçilerini türlü hilelerle<br />

ve faşistlerin sopalı, bıçaklı saldırıları<br />

ile bölen patron ve işbirlikçisi<br />

sözde işçi sendikası Türk Metal<br />

oyunlarını sürdürüyor. Bunun<br />

karşısında da hala Birleşik Metal-<br />

İş’te örgütlü bulunan, tüm baskılara<br />

rağmen istifa etmeyen işçiler<br />

mücadeleyi bırakmıyor.<br />

Patron sendikalaşma sürecinde<br />

işçileri sendikadan istifa ettirebilmek<br />

için sendikasız işçilere yüksek<br />

ücretler vermişti. Patronun ücret<br />

adaletsizliğine karşı sendikanın<br />

açtığı tazminat ve ücret farkları<br />

davası Yargıtay’da sonuçlandı.<br />

Daha önce sendika ile patronun<br />

imzaladığı protokolde farklı ücret<br />

uygulaması ile ilgili bir madde<br />

bulunmadığını söyleyen mahkeme<br />

(ki hiçbir protokolde veya sözleşmede<br />

böyle bir madde bulunmuyor)<br />

ücret farklarının ödenmesine<br />

gerek olmadığına hükmetti. Ancak<br />

işçiler arasında farklı ücret uygulanmasından<br />

dolayı Ditaş patronunu<br />

tazminat ödemeye mahkûm<br />

etti. Yargıtay’da alınan bu karar 26<br />

Aralık’ta yerel mahkemede tekrar<br />

görüşüldü. 26 Aralık’taki duruşmada<br />

da mahkeme kararı onayladı.<br />

Buna göre Ditaş patronu sonucu<br />

kesinleşmiş olan 6 işçiye tazminat<br />

ödeyecek. Şu anda bilirkişi<br />

raporunun beklendiği 7 işçinin<br />

davası ise sürüyor. Ocak ayında da<br />

Birleşik Metal-İş Sendikası yaklaşık<br />

220 işçi için de aynı davaları<br />

açacak. 6 işçi için verilen karar diğer<br />

davalar içinde emsal oluşturduğundan<br />

Ditaş patronu yaklaşık<br />

240 işçiye ortalama 6-7 bin Ytl.<br />

tazminat ödeyeceğe benziyor.<br />

Yetki Türk Metal’de<br />

7<br />

7<br />

Haziran 2006’da ciddi bir sözleşme teklifiyle gelmeyen<br />

ve uzlaşmaz bir tutum sergileyen patronun tavrı Tüm bunlar işçiler için sömürülme cehennemi, patronlar<br />

edilmekten zor kurtarılmış.<br />

üzerine Birleşik Metal İş Sendikasına bağlı Trakya için sömürü cenneti olan bu kapitalist sistemde anayasaya<br />

Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da grev uygulamasına geçtiler.<br />

Sendikayı kend işyerlerinde tasfiye etmede sicili hayli hak kırıntılarını bile çok görüp vermek istemediğini, hak<br />

ve yasalarına uymayan patronların, işçilerin yasalardaki<br />

kabarık olan hortumculukla ünlü patron Trakya Sanayi isteyen işçileri de devletin desteğinde her türlü çete saldırılarıyla<br />

susturmaya çalıştıklarını gösteriyor.<br />

A.Ş.’de de daha fabrikayı satın aldığı ilk aylarda sözleşmeye<br />

yanaşmamıştı. Bunun üzerine işçiler, 1996’dan bu yana<br />

işyerinde yetkili olan sendikaları Birleşik Metal-İş önderliğinde<br />

3 ay süren direniş ve grev ile ancak haklarını koruyalesinde<br />

zafer elde edebilmek için, kendi sınıfinın bilincini<br />

Bundan şu önemli sonuç çıkıyor: İşçiler hak alma mücadebilmişlerdi.<br />

edinmek zorundadırlar. Ancak kendi sınıfinın bilinciyle<br />

İşlerin ağır olduğu metal işkolunda işe yeni başlayan bir donanmış işçiler kendi aralarındaki önemsiz olan din, dil,<br />

işçi brüt 570 YTL almaktadır, kıdemli bir işç ise ancak ulus ve siyasi görüşe rağmen patronlara karşı birleşerek<br />

brüt 1.200 YTL almaktadır.<br />

örgütlenebilirler. Ancak sınıf bilinciyle donanmış işçilerin<br />

İşçiler patronun sözleşmedek insanca olmayan tavrına sımsıkı birbirine kenetlenmes ile patronlara ve onların<br />

haklı <strong>olarak</strong> öfkelenmiş, patronun bu tavrını greve davet hizmetindeki sömürü sistemine geri adım attırılabilir.<br />

<strong>olarak</strong> değerlendirmiş ve grevi “hak, ekmek ve onur” mücadelesi<br />

<strong>olarak</strong> değerlendirip greve çıkmışlardı.<br />

de bu baskı ve sömürü sistemini kökten değiştirip kendi<br />

Daha da önemlisi, işçiler sınıf bilincini edindikleri ölçü-<br />

İşçiler, işyerinde sendikayı tasfiye etme amaçlı uzlaşmaz çıkarlarını temel alan sömürüsüz toplumu yaratmanın<br />

tekliflerle gelen patronları dize getirene kadar grevlerini mümkün ve zorunlu olduğunu anlayacaklardır. En küçük<br />

kararlı bir şekilde sürdüreceklerin ifade ediyorlar.<br />

çapta yürüttükleri mücadeleler bile işçilere bu konuda<br />

Trakya Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da başlattıkları birçok şey öğretiyor.<br />

grevlerinde yalnız değillerdi. Onları hak ve onur mücadelelerinde<br />

aileleri ve çocukları, Demokratik Kitle Örgütleri, sının 120 grevc işçisinin “Ekmek ve onur” mücadelesini<br />

YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong>, Trakya Sanayi A.Ş. Fabrika-<br />

yerel yönetim ve basın ve Kocaeli halkı destekledi.<br />

sürekli destekledik, onları belli aralıklarla ziyaret ederek<br />

Ancak işçilerin haklılıklarının açık olmasına ve işçilere dayanışmamızı gösterdik. Haklıdan yana olan tüm insanları<br />

grevc işçileri desteklemeye çağırıyoruz.<br />

halk tarafindan sunulan desteğe rağmen patron uzlaşmaya<br />

yanaşmamakla birlikte işçilere çeşitli baskılar da uygulamıştır.<br />

Trakya Sanayi A.Ş. fabrikasına yakın olan AL-CO Trakya Sanay işçilerinin haklı mücadelelerinin<br />

tencere fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan işçi yanındayız!<br />

arkadaşlarına destek verdikler için, İşyeri Sendika Temsilcilik<br />

Odasında işçilere ve sendika şube başkanına yapılan Birlikten kuvvet doğar!<br />

Yaşasın işçilerin birliği!<br />

saldırı ve linç girişimi sonucu ik işçinin kolu kırılmış ve Yaşasın Trakya Sanay işçilerinin mücadelesi!<br />

yaralananlar olmuştur. Olay yerine gelen Jandarma saldırıya<br />

uğrayan işçileri gözaltına almıştır. Şube Başkanları linç<br />

Ocak 2007<br />

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi:<br />

Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27;<br />

mail@ydicagri.com; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 150· Ocak’2007; Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL);<br />

Trakya Sanayi işçileri haklarını<br />

mücadele ile kazanacaklar<br />

Haziran 2006’da ciddi bir sözleşme teklifiyle gelmeyen<br />

ve uzlaşmaz bir tutum sergileyen patronun tavrı Tüm bunlar işçiler için sömürülme cehennemi, patronlar<br />

edilmekten zor kurtarılmış.<br />

üzerine Birleşik Metal İş Sendikasına bağlı Trakya için sömürü cenneti olan bu kapitalist sistemde anayasaya<br />

Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da grev uygulamasına geçtiler.<br />

Sendikayı kend işyerlerinde tasfiye etmede sicili hayli hak kırıntılarını bile çok görüp vermek istemediğini, hak<br />

ve yasalarına uymayan patronların, işçilerin yasalardaki<br />

kabarık olan hortumculukla ünlü patron Trakya Sanayi isteyen işçileri de devletin desteğinde her türlü çete saldırılarıyla<br />

susturmaya çalıştıklarını gösteriyor.<br />

A.Ş.’de de daha fabrikayı satın aldığı ilk aylarda sözleşmeye<br />

yanaşmamıştı. Bunun üzerine işçiler, 1996’dan bu yana<br />

işyerinde yetkili olan sendikaları Birleşik Metal-İş önderliğinde<br />

3 ay süren direniş ve grev ile ancak haklarını koruyalesinde<br />

zafer elde edebilmek için, kendi sınıfinın bilincini<br />

Bundan şu önemli sonuç çıkıyor: İşçiler hak alma mücadebilmişlerdi.<br />

edinmek zorundadırlar. Ancak kendi sınıfinın bilinciyle<br />

İşlerin ağır olduğu metal işkolunda işe yeni başlayan bir donanmış işçiler kendi aralarındaki önemsiz olan din, dil,<br />

işçi brüt 570 YTL almaktadır, kıdemli bir işç ise ancak ulus ve siyasi görüşe rağmen patronlara karşı birleşerek<br />

brüt 1.200 YTL almaktadır.<br />

örgütlenebilirler. Ancak sınıf bilinciyle donanmış işçilerin<br />

İşçiler patronun sözleşmedek insanca olmayan tavrına sımsıkı birbirine kenetlenmes ile patronlara ve onların<br />

haklı <strong>olarak</strong> öfkelenmiş, patronun bu tavrını greve davet hizmetindeki sömürü sistemine geri adım attırılabilir.<br />

<strong>olarak</strong> değerlendirmiş ve grevi “hak, ekmek ve onur” mücadelesi<br />

<strong>olarak</strong> değerlendirip greve çıkmışlardı.<br />

de bu baskı ve sömürü sistemini kökten değiştirip kendi<br />

Daha da önemlisi, işçiler sınıf bilincini edindikleri ölçü-<br />

İşçiler, işyerinde sendikayı tasfiye etme amaçlı uzlaşmaz çıkarlarını temel alan sömürüsüz toplumu yaratmanın<br />

tekliflerle gelen patronları dize getirene kadar grevlerini mümkün ve zorunlu olduğunu anlayacaklardır. En küçük<br />

kararlı bir şekilde sürdüreceklerin ifade ediyorlar.<br />

çapta yürüttükleri mücadeleler bile işçilere bu konuda<br />

Trakya Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da başlattıkları birçok şey öğretiyor.<br />

grevlerinde yalnız değillerdi. Onları hak ve onur mücadelelerinde<br />

aileleri ve çocukları, Demokratik Kitle Örgütleri, sının 120 grevc işçisinin “Ekmek ve onur” mücadelesini<br />

YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong>, Trakya Sanayi A.Ş. Fabrika-<br />

yerel yönetim ve basın ve Kocaeli halkı destekledi.<br />

sürekli destekledik, onları belli aralıklarla ziyaret ederek<br />

Ancak işçilerin haklılıklarının açık olmasına ve işçilere dayanışmamızı gösterdik. Haklıdan yana olan tüm insanları<br />

grevc işçileri desteklemeye çağırıyoruz.<br />

halk tarafindan sunulan desteğe rağmen patron uzlaşmaya<br />

yanaşmamakla birlikte işçilere çeşitli baskılar da uygulamıştır.<br />

Trakya Sanayi A.Ş. fabrikasına yakın olan AL-CO Trakya Sanay işçilerinin haklı mücadelelerinin<br />

tencere fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan işçi yanındayız!<br />

arkadaşlarına destek verdikler için, İşyeri Sendika Temsilcilik<br />

Odasında işçilere sendika şube başkanına yapılan Birlikten kuvvet doğar!<br />

Yaşasın işçilerin birliği!<br />

saldırı ve linç girişimi sonucu ik işçinin kolu kırılmış ve Yaşasın Trakya Sanay işçilerinin mücadelesi!<br />

yaralananlar olmuştur. Olay yerine gelen Jandarma saldırıya<br />

uğrayan işçileri gözaltına almıştır. Şube Başkanları linç<br />

Ocak 2007<br />

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi:<br />

Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27;<br />

mail@ydicagri.com; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 150· Ocak’2007; Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL);<br />

Trakya Sanayi işçileri haklarını<br />

mücadele ile kazanacaklar<br />

Türkiye’de işçi sınıfının içerisinde<br />

bulunduğu kötü durumu anlattıktan<br />

sonra Türkiye’nin gündeminin<br />

doğru belirlenmesi gerektiğini,<br />

emekten yana bir hükümete<br />

ihtiyaç olduğunu, işçilerin böyle<br />

bir hükümeti işbaşına getirmeleri<br />

gerektiğini belirterek adeta seçim<br />

propagandası yaptı. Ayrıca 2007<br />

yılının DİSK’in 40. yılı olduğunu<br />

ve 40. yılın mücadele ve direnç yılı<br />

olacağını dile getirdi. Çelebi konuşmasını<br />

yoğun alkış ve sloganlar<br />

eşliğinde tamamladı.<br />

Çelebinin konuşmasının ardından<br />

Şair Sennur Sezer şiirleri ile<br />

işçileri coşturduktan sonra Adnan<br />

Özyalçıner bir konuşma yaptı.<br />

Özyalçıner; bütün halkların kardeşliğini<br />

vurgulayan, bu bağlamda<br />

Hrant Dink’in katledilmesini kınayan,<br />

eşitlik ve düşünce özgürlüğünü<br />

savunan bir konuşma yaptı.<br />

Konuşmaların ardından sanatçı<br />

Tolga Çandar Ege türküleri,<br />

Zeynep Başka Karadeniz türküleriyle<br />

geceye katılanları coşturdu.<br />

Gece işçilerin birliğini ve dayanışmasını<br />

vurgulayan sloganlar<br />

eşliğinde sona erdirildi.<br />

Biz Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi<br />

<strong>olarak</strong> katıldığımız gecede küçük<br />

bir yayın masası açarak yayınlarımızı<br />

sergiledik. İşçilerle sohbet<br />

ettik. Ayrıca grevci işçilere yönelik<br />

çıkardığımız “Trakya Sanayi işçileri<br />

haklarını mücadele ile kazanacaklar”<br />

başlıklı bildiriden tüm<br />

işçilere dağıttık. Geceye ulaştırdığımız<br />

bir dayanışma mesajı zaman<br />

darlığı nedeniyle okunmasa<br />

da mesaj gönderenlerin imzaları<br />

okundu.<br />

Ocak 2007 ✓<br />

Süren yetki davası ise 13 Kasım’da<br />

yerel mahkeme tarafından Türk<br />

Metal Sendikasına verildi. Yaklaşık<br />

100 kişinin kapsam dışı bulunduğu<br />

Ditaş’ta yetkinin Türk Metal’e çıkması<br />

için 50 yeni işçi işe alınmış.<br />

Kapsam dışı bulunan idari ve teknik<br />

personelde Türk Metal’e üye<br />

<strong>olarak</strong> gösterilmiş. Yerel mahkemenin<br />

aldığı karar Birleşik Metal-<br />

İş Sendikası tarafından temyiz<br />

edilmiş durumda. Dava şu anda<br />

Yargıtay’da görülüyor.<br />

“Mücadelemiz sürecek!”<br />

7<br />

Haziran 2006’da ciddi bir sözleşme teklifiyle gelmeyen<br />

ve uzlaşmaz bir tutum sergileyen patronun tavrı Tüm bunlar işçiler için sömürülme cehennemi, patronlar<br />

edilmekten zor kurtarılmış.<br />

üzerine Birleşik Metal İş Sendikasına bağlı Trakya için sömürü cenneti olan bu kapitalist sistemde anayasaya<br />

Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da grev uygulamasına geçtiler.<br />

Sendikayı kend işyerlerinde tasfiye etmede sicili hayli hak kırıntılarını bile çok görüp vermek istemediğini, hak<br />

ve yasalarına uymayan patronların, işçilerin yasalardaki<br />

kabarık olan hortumculukla ünlü patron Trakya Sanayi isteyen işçileri de devletin desteğinde her türlü çete saldırılarıyla<br />

susturmaya çalıştıklarını gösteriyor.<br />

A.Ş.’de de daha fabrikayı satın aldığı ilk aylarda sözleşmeye<br />

yanaşmamıştı. Bunun üzerine işçiler, 1996’dan bu yana<br />

işyerinde yetkili olan sendikaları Birleşik Metal-İş önderliğinde<br />

3 ay süren direniş ve grev ile ancak haklarını koruyalesinde<br />

zafer elde edebilmek için, kendi sınıfinın bilincini<br />

Bundan şu önemli sonuç çıkıyor: İşçiler hak alma mücadebilmişlerdi.<br />

edinmek zorundadırlar. Ancak kendi sınıfinın bilinciyle<br />

İşlerin ağır olduğu metal işkolunda işe yeni başlayan bir donanmış işçiler kendi aralarındaki önemsiz olan din, dil,<br />

işçi brüt 570 YTL almaktadır, kıdemli bir işç ise ancak ulus ve siyasi görüşe rağmen patronlara karşı birleşerek<br />

brüt 1.200 YTL almaktadır.<br />

örgütlenebilirler. Ancak sınıf bilinciyle donanmış işçilerin<br />

İşçiler patronun sözleşmedek insanca olmayan tavrına sımsıkı birbirine kenetlenmes ile patronlara ve onların<br />

haklı <strong>olarak</strong> öfkelenmiş, patronun bu tavrını greve davet hizmetindeki sömürü sistemine geri adım attırılabilir.<br />

<strong>olarak</strong> değerlendirmiş ve grevi “hak, ekmek ve onur” mücadelesi<br />

<strong>olarak</strong> değerlendirip greve çıkmışlardı.<br />

de bu baskı ve sömürü sistemini kökten değiştirip kendi<br />

Daha da önemlisi, işçiler sınıf bilincini edindikleri ölçü-<br />

İşçiler, işyerinde sendikayı tasfiye etme amaçlı uzlaşmaz çıkarlarını temel alan sömürüsüz toplumu yaratmanın<br />

tekliflerle gelen patronları dize getirene kadar grevlerini mümkün ve zorunlu olduğunu anlayacaklardır. En küçük<br />

kararlı bir şekilde sürdüreceklerin ifade ediyorlar.<br />

çapta yürüttükleri mücadeleler bile işçilere bu konuda<br />

Trakya Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da başlattıkları birçok şey öğretiyor.<br />

grevlerinde yalnız değillerdi. Onları hak ve onur mücadelelerinde<br />

aileleri ve çocukları, Demokratik Kitle Örgütleri, sının 120 grevc işçisinin “Ekmek ve onur” mücadelesini<br />

YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong>, Trakya Sanayi A.Ş. Fabrika-<br />

yerel yönetim ve basın ve Kocaeli halkı destekledi.<br />

sürekli destekledik, onları belli aralıklarla ziyaret ederek<br />

Ancak işçilerin haklılıklarının açık olmasına ve işçilere dayanışmamızı gösterdik. Haklıdan yana olan tüm insanları<br />

grevc işçileri desteklemeye çağırıyoruz.<br />

halk tarafindan sunulan desteğe rağmen patron uzlaşmaya<br />

yanaşmamakla birlikte işçilere çeşitli baskılar da uygulamıştır.<br />

Trakya Sanayi A.Ş. fabrikasına yakın olan AL-CO Trakya Sanay işçilerinin haklı mücadelelerinin<br />

tencere fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan işçi yanındayız!<br />

arkadaşlarına destek verdikler için, İşyeri Sendika Temsilcilik<br />

Odasında işçilere ve sendika şube başkanına yapılan Birlikten kuvvet doğar!<br />

Yaşasın işçilerin birliği!<br />

saldırı ve linç girişimi sonucu ik işçinin kolu kırılmış ve Yaşasın Trakya Sanay işçilerinin mücadelesi!<br />

yaralananlar olmuştur. Olay yerine gelen Jandarma saldırıya<br />

uğrayan işçileri gözaltına almıştır. Şube Başkanları linç<br />

Ocak 2007<br />

Haziran 2006’da ciddi bir sözleşme teklifiyle gelmeyen<br />

ve uzlaşmaz bir tutum sergileyen patronun tavrı Tüm bunlar işçiler için sömürülme cehennemi, patronlar<br />

edilmekten zor kurtarılmış.<br />

üzerine Birleşik Metal İş Sendikasına bağlı Trakya için sömürü cenneti olan bu kapitalist sistemde anayasaya<br />

Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da grev uygulamasına geçtiler.<br />

Sendikayı kend işyerlerinde tasfiye etmede sicili hayli hak kırıntılarını bile çok görüp vermek istemediğini, hak<br />

ve yasalarına uymayan patronların, işçilerin yasalardaki<br />

kabarık olan hortumculukla ünlü patron Trakya Sanayi isteyen işçileri de devletin desteğinde her türlü çete saldırılarıyla<br />

susturmaya çalıştıklarını gösteriyor.<br />

A.Ş.’de de daha fabrikayı satın aldığı ilk aylarda sözleşmeye<br />

yanaşmamıştı. Bunun üzerine işçiler, 1996’dan bu yana<br />

işyerinde yetkili olan sendikaları Birleşik Metal-İş önderliğinde<br />

3 ay süren direniş ve grev ile ancak haklarını koruyalesinde<br />

zafer elde edebilmek için, kendi sınıfinın bilincini<br />

Bundan şu önemli sonuç çıkıyor: İşçiler hak alma mücadebilmişlerdi.<br />

edinmek zorundadırlar. Ancak kendi sınıfinın bilinciyle<br />

İşlerin ağır olduğu metal işkolunda işe yeni başlayan bir donanmış işçiler kendi aralarındaki önemsiz olan din, dil,<br />

işçi brüt 570 YTL almaktadır, kıdemli bir işç ise ancak ulus ve siyasi görüşe rağmen patronlara karşı birleşerek<br />

brüt 1.200 YTL almaktadır.<br />

örgütlenebilirler. Ancak sınıf bilinciyle donanmış işçilerin<br />

İşçiler patronun sözleşmedek insanca olmayan tavrına sımsıkı birbirine kenetlenmes ile patronlara ve onların<br />

haklı <strong>olarak</strong> öfkelenmiş, patronun bu tavrını greve davet hizmetindeki sömürü sistemine geri adım attırılabilir.<br />

<strong>olarak</strong> değerlendirmiş ve grevi “hak, ekmek ve onur” mücadelesi<br />

<strong>olarak</strong> değerlendirip greve çıkmışlardı.<br />

de bu baskı ve sömürü sistemini kökten değiştirip kendi<br />

Daha da önemlisi, işçiler sınıf bilincini edindikleri ölçü-<br />

İşçiler, işyerinde sendikayı tasfiye etme amaçlı uzlaşmaz çıkarlarını temel alan sömürüsüz toplumu yaratmanın<br />

tekliflerle gelen patronları dize getirene kadar grevlerini mümkün ve zorunlu olduğunu anlayacaklardır. En küçük<br />

kararlı bir şekilde sürdüreceklerin ifade ediyorlar.<br />

çapta yürüttükleri mücadeleler bile işçilere bu konuda<br />

Trakya Sanay işçileri 10 Kasım 2006’da başlattıkları birçok şey öğretiyor.<br />

grevlerinde yalnız değillerdi. Onları hak ve onur mücadelelerinde<br />

aileleri ve çocukları, Demokratik Kitle Örgütleri, sının 120 grevc işçisinin “Ekmek ve onur” mücadelesini<br />

YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong>, Trakya Sanayi A.Ş. Fabrika-<br />

yerel yönetim ve basın ve Kocaeli halkı destekledi.<br />

sürekli destekledik, onları belli aralıklarla ziyaret ederek<br />

Ancak işçilerin haklılıklarının açık olmasına ve işçilere dayanışmamızı gösterdik. Haklıdan yana olan tüm insanları<br />

grevc işçileri desteklemeye çağırıyoruz.<br />

halk tarafindan sunulan desteğe rağmen patron uzlaşmaya<br />

yanaşmamakla birlikte işçilere çeşitli baskılar da uygulamıştır.<br />

Trakya Sanayi A.Ş. fabrikasına yakın olan AL-CO Trakya Sanay işçilerinin haklı mücadelelerinin<br />

tencere fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan işçi yanındayız!<br />

arkadaşlarına destek verdikler için, İşyeri Sendika Temsilcilik<br />

Odasında işçilere ve sendika şube başkanına yapılan Birlikten kuvvet doğar!<br />

Yaşasın işçilerin birliği!<br />

saldırı ve linç girişimi sonucu ik işçinin kolu kırılmış ve Yaşasın Trakya Sanay işçilerinin mücadelesi!<br />

yaralananlar olmuştur. Olay yerine gelen Jandarma saldırıya<br />

uğrayan işçileri gözaltına almıştır. Şube Başkanları linç<br />

Ocak 2007<br />

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi:<br />

Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27;<br />

mail@ydicagri.com; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 150· Ocak’2007; Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL);<br />

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi:<br />

Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27;<br />

mail@ydicagri.com; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 150· Ocak’2007; Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL);<br />

7<br />

Trakya Sanayi işçileri haklarını<br />

mücadele ile kazanacaklar<br />

Trakya Sanayi işçileri haklarını<br />

mücadele ile kazanacaklar<br />

Aralık ayında Birleşik Metal-İş<br />

Lokalinde ziyaret ettiğimiz Ditaş<br />

işçileri bugüne kadar onurlu bir<br />

şekilde sürdürdükleri mücadelelerini<br />

bundan sonra da sürdüreceklerini<br />

ifade ettiler. Yaşadıklarını<br />

unutamayacaklarını belirten işçiler<br />

“geleceğimiz için, çocuklarımız<br />

için mücadele etmeliyiz” dediler.<br />

Patronun sendikasız veya Türk<br />

Metal’e üye işçilere daha yüksek<br />

ücretler vermesine, faşistlerin saldırılarına<br />

ve tüm yıldırmalara<br />

karşı sendikaları Birleşik Metal-<br />

İş’ten istifa etmeyen işçilerin mücadelesi<br />

haklı ve onurlu bir mücadeledir.<br />

Ditaş örneğinde bir kez daha<br />

görüldüğü gibi işçi sınıfı sabırla,<br />

yılmadan, patronla mücadele ettiği<br />

gibi, hatta daha şiddetli bir şekilde<br />

sınıfı bölen, ihanet eden sendikalarla<br />

da mücadele etmelidir.<br />

Birleşen ve örgütlenen işçiler bu<br />

mücadeleyi kazanacaktır!<br />

YDİ Çağrı<br />

29.12.2006 ✓<br />

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

EK:3


Çakıcı Kalıp’ta işçiler işten atıldı ve<br />

sendikalaşma hakları gasp edildi<br />

İzmit’in Gebze ilçesinin Plastik<br />

Sanayicileri sitesinde kurulu<br />

olan Çakıcı Kalıp Fabrikası<br />

otolara plastik aksam üreten bir<br />

fabrika. Burada çalışan 143 işçiden<br />

88’i bundan bir yıl önce<br />

sendikalaşmak için PETROL-İŞ<br />

Sendikası Gebze Şubesi’ne üye olmuşlar.<br />

Fakat her sendikalaşan işçilerin<br />

başına gelenler bu işçilerin<br />

da başına gelmiş.<br />

İşçilerin sendikaya üye olmaya<br />

başladıklarını duyan patron hemen<br />

bu işin öncüleri <strong>olarak</strong> bildiği 13 işçiyi<br />

tazminatsız <strong>olarak</strong> işten atmış.<br />

Sendika işçilerin işe iade davası açmış.<br />

Bir yıldır süren bu davanın geçen<br />

hafta duruşması vardı.<br />

YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong> bu<br />

duruşmayı izledik. Burada bir kez<br />

daha işçiler için yasal ve anayasal<br />

hak olan sendikalaşma hakkının<br />

pratikte patron ve devlet tarafından<br />

nasıl yok edildiğini gördük.<br />

Çoğu genç olan işçinin asgari ücretle<br />

her gün bir buçuk işgünü süreyle<br />

en ağır çalışma koşullarında<br />

ve can güvenliğinden bile yoksun<br />

bir şekilde çalıştırıldığı bu fabrikada<br />

işçiler sendikalaştılar diye<br />

patron onları işten atıyor.<br />

İşçilerin gazetesi olduğumuzu<br />

öğrenen bir işçi “Patronların sendikaları<br />

var, her yerde istediği şekilde<br />

kendi sendikalarında örgütleniyorlar<br />

da biz işçiler bu yasal hakkımızı<br />

kullandığımızda neden bu<br />

patronlar tarafından işten atılıyoruz,<br />

neden bu haksızlığı devlet yıllar<br />

süren dava süreleriyle destekliyor?”<br />

diye sitemlerini dile getirdi.<br />

Haksızlığın verdiği öfkeyle işçinin<br />

sorduğu bu soru bu düzende patronların<br />

ne kadar demokrasiye ve<br />

sınırsız sömürme özgürlüğüne sahip<br />

olduğunu, işçilerin ise nasıl bir<br />

tutsaklığın ve köleliğin içinde olduğunu<br />

çok açık bir şekilde ortaya<br />

seriyor.<br />

Patronun iki yalancı tanığının<br />

Yorcam fabrikası önünde işçiler<br />

bekleyişlerine son verdi<br />

dinlendiği bu duruşmada bir yıldır<br />

süren dava karar verilmek üzere<br />

bir ay daha uzatıldı. Bu işe iade ve<br />

sendika yetki davalarında, işçiler<br />

lehine sonuçlanan davaların işçilere<br />

birazcık yararı olabilmesi için<br />

birkaç haftada bitirilmesi gerekir.<br />

Oysa bırakın birkaç haftayı birkaç<br />

yılda bile bitirilmiyor. Patronların<br />

hukukçularının da sıkça ifade ettikleri<br />

gibi “gecikmiş adalet adalet<br />

değil, adaletsizliktir”. Yani kısacası<br />

patronların bu düzeninde patronlar<br />

işçiye hep şunu anlatmaya<br />

ve inandırmaya çalışıyorlar: “Seni<br />

sonsuz sömürme özgürlüğüm var,<br />

senin ise hak kırıntıları isteme ve<br />

alma hakkın var ama alacağın yok.<br />

Yeni haklar alacağım diye sakın<br />

sendikaya gitme yoksa elindeki<br />

işinden de olursun.”<br />

Son yıllarda çoğu sendika şubesi<br />

hukuki mücadelenin ötesine geçip<br />

iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma<br />

v.b.eylemler yapmıyorlar. Eskiden<br />

sendikalaşan işçilere patron tarafından<br />

bu tür saldırılar gündeme<br />

geldiğinde, üyesi oldukları sendika<br />

buna karşı mücadelede bugüne kıyasla<br />

daha mücadeleci bir tavır takınıyordu.<br />

Fakat bu tür eylemlerde<br />

yaşanan haksızlığa karşı çıkmak<br />

orda kalsın, işten atılan işçilerin<br />

fabrikanın önünde oturma direnişi<br />

yapmaları bile sağlanmıyor.<br />

Sendika işçilerin fabrika önünde<br />

beklemesini sağlamayarak, işçilerin<br />

vardiya çıkışlarında içerideki<br />

işçi arkadaşlarına “biz buradayız,<br />

sizinle haklarımızı alana kadar<br />

buradan gitmeyeceğiz” ve bölgedeki<br />

tüm patronlara ve işçilere de<br />

“haklarımız yerine gelene kadar<br />

mücadelemiz sürecek” mesajını<br />

vererek, kazanmanın mücadelesini<br />

yükseltmiyorlar.<br />

Bu eleştirimiz PETROL-İŞ<br />

Sendikası Gebze Şubesi için de geçerlidir.<br />

Sendikanın işyerinde 143 işçiden<br />

doksana yakınını üye yapması<br />

üzerine patron bir defada sendikalaşmaya<br />

öncülük ettiğini bildiği 13<br />

işçiyi işten atmış. Öğrendiğimiz<br />

kadarıyla sendika orada hiçbir direniş<br />

göstermeden sadece tazminat<br />

almak için işe iade davası açmış.<br />

Sendikanın bu tavrını yetersiz<br />

buluyoruz. Gebze gibi bir yerde işçileri<br />

sendikalaştırmak için iyi bir<br />

yol değil. Zaten işçilerin ezici çoğunluğu<br />

bir dizi korku ve ön yargıdan<br />

dolayı sendikalaşmaktan uzak<br />

duruyor. Bu tarz bir sendikal mücadele<br />

anlayışıyla işçileri sendikalaşmaya<br />

yakınlaştırmayı başarmak<br />

mümkün olmayacaktır.<br />

23 Ocak 2007 ✓<br />

Emek Platformu bileşenleri<br />

alanlardaydı…<br />

EK:4<br />

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

İzmir Çiğli Organize Sanayi<br />

Bölgesinde kurulu bulunan,<br />

Yorcam cam fabrikasındaki<br />

sendikalaşma mücadelesi üzerine,<br />

gazetemizin 106. sayısında bilgi<br />

vermiştik.<br />

Yorcam patronu, Kristal-İş<br />

Sendikası’nda örgütlenen işçilerden<br />

30 işçiyi işten atmıştı. İşten atılan<br />

işçiler fabrika önünde direnişe<br />

geçmişti. Fabrikada çalışan, sendika<br />

üyesi olan işçilerin yoğun desteği<br />

ile direnişlerini sürdüren işçiler,<br />

kıdem ve ihbar tazminatlarını<br />

alarak, fabrika önündeki direnişlerine<br />

12 Ocak tarihi itibariyle son<br />

verdiler.<br />

Yorcam’daki gelişmeler üzerine<br />

Kristal-İş Sendikası Ege Bölge<br />

Temsilcisi Muzaffer Çolak ile görüştük.<br />

Muzaffer Çolak gelişmeler hakkında<br />

şu bilgileri verdi:<br />

“Bizim karşı çıkmamıza rağmen,<br />

işten atılan işçi arkadaşlar ihbar ve<br />

kıdem tazminatlarını aldılar. Bu<br />

nedenle fabrika önünde beklemenin<br />

bir anlamı kalmadı. Fabrikada<br />

sendikalaşma mücadelesi hukuksal<br />

alanda sürüyor. 6 aydan fazla çalışan<br />

işçi arkadaşlar için işe iade davası<br />

açıldı. 6 ayı doldurmayan işçi<br />

arkadaşlar için sendikal tazminat<br />

davası açıldı. Fabrika içinde çoğunluk<br />

tespitini aldık. Patron itiraz<br />

etti. Bu konularda açılan davalar<br />

sürüyor. Süreç sonunda yetkiyi<br />

alacağımıza inanıyoruz. Kristal-<br />

İş’in Genel Merkezi, direnişimize<br />

gerekli ve yeterli desteği sunmadı.<br />

Genel Merkez direnişimize kayıtsız<br />

kaldı.”<br />

İşten atılan işçi arkadaşların ihbar<br />

ve kıdem tazminatlarını alması,<br />

Yorcam’da sendikal mücadeleye<br />

olumsuz etkisi olsa da, fabrikada<br />

çalışan sendika üyesi işçi arkadaşların,<br />

patronun bütün baskılarına<br />

rağmen, fire vermeden<br />

sendika üyeliğine sahip çıkmaları<br />

olumludur.<br />

Bu olumluluk ve sendikalaşma<br />

mücadelesine sahip çıkma kararlılığı<br />

sürdüğü sürece, sonuçta kazanan<br />

işçiler olacaktır.<br />

19 Ocak 2007<br />

YDİ Çağrı/İzmir ✓<br />

Yıllar sonra bir araya gelen<br />

Emek Platformu bileşenleri,<br />

26 Aralık Salı günü ‘Asgari<br />

ücret ve SSGSS yasasına karşı tepkilerini<br />

ortaya koymak için alanlardaydı.<br />

Yaklaşık 500 kişi ‘Hükümet<br />

şaşırma sabrımızı taşırma’,<br />

‘’Hükümet yasanı al başına çal’,<br />

‘Susma sustukça sıra sana gelecek,<br />

hasta hastane kapısında ölecek.’,<br />

‘İşsize iş, yoksula aş, insanca<br />

yaşamak istiyoruz.’, ‘Kurtuluş yok<br />

tek başına ya hep beraber, ya hiçbirimiz.’…<br />

sloganlarıyla İnönü<br />

Parkı’ndan AKP il binasına yürüdü.<br />

AKP il binası önünde yapılan<br />

açıklamada; açlık sınırı 670<br />

YTL, yoksulluk sınırı1.800 YTL<br />

iken 2006 için belirlenen ücretin<br />

380 YTL olmasını AKP hükümetinin<br />

insani duygularını tamamen<br />

yitirdiğinin en somut örneği<br />

olduğu vurgulandı. Anayasa<br />

Mahkemesi’nin, 5510 sayılı SSGSS<br />

Yasası ile ilgili anayasaya aykırılık<br />

iddiasını değerlendirdiklerini,<br />

bazı maddeleri kamu görevlileri<br />

yönünde iptal ettiğini söyleyen<br />

konuşmacı SS ile ilgili <strong>olarak</strong><br />

kamu görevlileri açısından yapılan<br />

bu değerlendirme ile gerçekte<br />

Anayasa Mahkemesi’nin kamu çalışanlarının<br />

kazanılmış haklarını<br />

koruyarak, hükümete de çalışanlar<br />

için uygulanması gereken norm<br />

ve standartların sınırlarını işaret<br />

ettiğini, kararın bu doğrultuda yorumlanması<br />

gerektiğini ifade etti.<br />

Hükümet tarafından yasa ile dayatılan<br />

bu hükümlerin sosyal devlet<br />

ilkesinin gereği olan bir genel<br />

sağlık sigortası niteliği taşımadığı,<br />

özel sigorta anlayışına dayalı bir<br />

aldatmaca olduğu vurgulanırken,<br />

sosyal güvenlik alanında, ülkenin<br />

tüm emekçilerinin ve halkımızın<br />

ihtiyacı olan bir sosyal güvenlik<br />

sisteminin yeniden tasarlanması<br />

için yapılması gerekenlerden bazıları<br />

şöyle sıralandı:<br />

* 5510 sayılı yasanın yürürlük<br />

tarihinden kaynaklanan nedenlerle<br />

ortaya çıkacak yasal boşluk,<br />

bu alandaki düzenlemeleri, toplumun<br />

olurunu da alarak ‘gerçek<br />

bir reform’a dönüştürmek için<br />

bir fırsat yaratmıştır. Anayasa<br />

Mahkemesi’nin gerekçeli kararının<br />

açıklanmasının ardından karar<br />

tüm çalışanlar yönünden yorumlanmalı,<br />

yeni ve reform niteliği<br />

olan bir yasa için çalışmalar<br />

başlatılmalıdır.<br />

* Sağlık, her yurttaş için eşitlik<br />

ve hak temelinde erişilebilecek ve<br />

yararlanılabilecek bir kamu hizmeti<br />

<strong>olarak</strong> düzenlenmelidir.<br />

Basın açıklamasının ardından<br />

kitle olaysız dağıldı.<br />

29.12.2006<br />

Ydi Çağrı/Adana ✓


Dandy işçileri haklarını arıyor<br />

İşverenin çalışanlar üzerindeki<br />

çeşitli baskılarına karşı Dandy<br />

Ciklet fabrikası işçileri örgütlenmeleri<br />

gerektiğini gördüler.<br />

Daha önceki girişimlerinde işverenin<br />

kurnaz takipleri sonucu umutsuzluğa<br />

düşen işçilerin yürüttükleri<br />

mücadelelerin başarısızlıkla<br />

sonuçlanması ile işçilerin mücadeleden<br />

soğutulması sözkonusuydu.<br />

Böyle bir geçmişi olan fabrika çalışanları<br />

yaklaşık altı ay önce fiilen<br />

örgütlenme çalışmalarına başlayarak<br />

örgütlenmeyi mahalleler bazında<br />

sürdürdü. Sayının ciddi bir<br />

rakama ulaşmasının işverende endişe<br />

yaratması nedeniyle kadrolu<br />

iki işçinin iş hakkı fes edildi.<br />

Fabrika önünde işten çıkarılan<br />

işçileri ziyaret ettiğimizde işçiler<br />

adına Tek Gıda-İş Sendikası<br />

10 No’lu Şube Başkanı Muzaffer<br />

Dilek’le yaptığımız görüşmede<br />

şunları dile getirdi. “İki arkadaşımızın<br />

çıkartılmasıyla birlikte işverene<br />

karşı protesto hakkımızın<br />

doğduğunu ve hiç kimsenin yalnız<br />

olmadığını, sendikanın sonuna<br />

kadar burada olduğunu ve bunun<br />

sloganımız olduğunu, eğer bir örgütlülükse<br />

her şeyin öznesi insana<br />

sahip çıkarak bu işi bitireceğimiz<br />

kanaatine başvurduğumuz için<br />

sonuna kadar direnişimizi sürdüreceğiz”.<br />

İki arkadaşlarının çıkartılmasıyla<br />

tepkilerinin arttığını, işverenin<br />

o aceleyle 15 kişinin daha iş<br />

hakkına son verdiğini ve sendikayla<br />

uğraşıyorlar iddiasıyla toplam<br />

50 işçinin işten çıkarıldığını<br />

söyleyen Muzaffer Dilek çalışan<br />

bazı işçilerin kadrolu olmadığını<br />

ve geçici kısa süre çalıştırılıp işine<br />

son verilen çalışanlar olduğunu<br />

söyledi. 22 Aralık’ta işverenle yaptıkları<br />

görüşmede işverenin biz artık<br />

size baskı yapmayacağız, sendikalı<br />

oldu diye eleman çıkartmayacağız<br />

sözünü vererek, işten çıkartılanların<br />

işe iadesi için yılbaşına<br />

kadar müsaade istediğini ve işverenin<br />

bu cevabını beklediklerini<br />

, bu süre zarfında işverenin şahsına<br />

dokunmayacaklarını ve hakaret<br />

boyutuna ulaştırmayacaklarını<br />

da belirten sendikalı işçiler burada<br />

temsili <strong>olarak</strong> beklediklerini, seslerinin<br />

çıkabildiğince sendikayı<br />

anlatmak ve sendikayı tanıtmak<br />

için kullandıklarını belirttiler.<br />

İşyerinde çok ciddi bir üye sayısına<br />

ulaştıklarını da söyleyen Muzaffer<br />

Dilek bakanlığa müracaat etmek<br />

için çok fazla üye sayısının kalmadığının<br />

da üzerinde durdu. Üç şirketle<br />

birlikte toplam 1.050’ye yakın<br />

kişi çalışmaktadır. İşçiler sendikalı<br />

olduklarında daha verimli çalışarak,<br />

ekmek paraları için daha<br />

fazla üreteceklerini, daha fazla kazanacaklarını,<br />

bu işyerlerinin kendilerine<br />

lazım olduğunu, buraları<br />

yıkmadan ama mutlaka sendikalı<br />

<strong>olarak</strong> bu işi bitireceklerini belirttiler.<br />

Şu an çıkartılan 11 işçi işyeri<br />

önünde sabah altıdan akşam altıya<br />

kadar zor koşullara rağmen beklemeye<br />

ve direnmeye devam ediyorlar.<br />

Tüm okurlarımızı mücadele<br />

eden işçilere destek vermeye çağırıyoruz.<br />

Zafer direnen emekçinin olacak!<br />

07.01.2007 ✓<br />

GRANİSER İŞÇİLERİNDEN TÜM İŞÇİLERE AÇIK MEKTUP<br />

Aşağıda elimize geçen “Graniser İşçileri” imzalı bir mektubu okurlarımızla paylaşıyoruz. YDİ ÇAĞRI<br />

Sevgili işçi arkadaşlarımız. Biz Graniser işçileri <strong>olarak</strong> 2006<br />

Temmuz ayı içerisinde sendikalaşma mücadelesine başladık. 31<br />

Temmuz 2006 tarihine kadar 980 kişilik fabrikada 630 kişiyi sendikaya<br />

üye yaptık.<br />

1 Ağustos 2006 tarihinde sendikamız Çimse-İş çoğunluk tespiti için<br />

çalışma bakanlığına başvurdu. 11 Eylül 2006 tarihinde bakanlık çoğunluk<br />

tespitini sendikamız lehine sonuçlandırdı. Buna göre işçi sayısı<br />

….. sendikalı işçi sayısı ……’dır. İşyerinde % <strong>olarak</strong> %58 civarında<br />

çoğunluk sağladığımız bakanlıkça da tescil edildi. Keza 1 Ağustos’tan<br />

bu yana üyeliklerimiz devam etmekte ve şu anda 750’lere ulaşmış bulunmaktayız.<br />

Ve işten çıkarılmalar hızla sürüyor. Şu ana kadar 150’nin<br />

üzerinde işçi çıkarıldı. Hepsinin işe iade davası açıldı.<br />

Fakat patron, bakanlığın yaptığı çoğunluk tespitine itiraz etti; yasanın<br />

ona verdiği hakkı kullandı ve dava açtı.<br />

Dava açmasındaki amaç, adalet sistemindeki ağır işleyişten yararlanarak<br />

süreci uzatmak, işçiyi yıldırmak ve bezdirmektir.<br />

Biz Graniser işçileri <strong>olarak</strong> toplandık ve bir karar aldık. Aldığımız<br />

bu kararın Türkiye’deki tüm sendikalı veya sendikasız işyerlerinde<br />

desteklenmesini; hangi sendikaya üye olursa olsun tüm işçi ve memurların<br />

ve sendikalarının bu hareketimize destek vermesini istiyoruz.<br />

Buna göre;<br />

1- Sendikaya üye olurken ‘noter’ zorunluluğu kalkmalıdır.<br />

2- Sendikal sebeple işten atılan işçilerin işe iade davaları çok uzun<br />

sürmekte ve adalet geç tecelli etmektedir. İş kanununda yargıtay aşaması<br />

dahil 3 ayda bitmesi gereken davaların 3 yılda bittiği dahi görülmektedir.<br />

Bu nedenle adalet bakanlığı gerek yeni iş mahkemeleri kurarak<br />

gerekse hakim atayarak bu süreci yasalarda yazdığı gibi uygulatmalıdır.<br />

3- İşverenlerin, bakanlığın verdiği çoğunluk tespitine karşı ‘dava<br />

açma’ hakkı kalkmalıdır. Dava açma hakkı yerine yine çalışma bakanlığına<br />

‘itiraz hakkı’ verilmelidir. Böylece süreç kısalmış olacak ve<br />

sendikal hareketlerin önü açılacaktır.<br />

4- 1475 sayılı eski iş kanununda<br />

var olan ‘kötü niyet’ davası açma<br />

hakkı işçinin elinden alınarak yerine<br />

sendikal tazminat hakkı verilmiştir.<br />

İşçilere sendikal tazminatın<br />

yanında kötü niyet davası<br />

açma hakkı verilerek işverenin<br />

ödeyeceği parasal bedel yükseltilmelidir.<br />

Böylece işçi atmanın maliyeti<br />

yükseleceğinden işçi çıkarmak<br />

zorlaşacak ve sendikal hareketin<br />

önü açılacaktır.<br />

Biz Graniser işçileri <strong>olarak</strong> üzerimize<br />

düşeni yaptık. İşyerinde<br />

çalışan 980 kişinin 630’unu üye<br />

yaptık. Sendikamız bakanlığa<br />

başvurdu ve çoğunluk tespitini<br />

aldı. Sonuçta işçi ve sendika yasal<br />

<strong>olarak</strong> üzerine düşeni yaptı.<br />

Fakat mevcut hukuk sistemi işverene<br />

öyle bir hak vermiş ki işçinin<br />

yaptığı herşey havada kalıyor.<br />

İşverene dava açma hakkı vererek<br />

işçinin elinden pişmiş aşı alıyor.<br />

Biz artık bu işe dur denmesi gerektiği<br />

kanaatindeyiz. Bunun için<br />

yukarıda belirtilen 4 maddenin<br />

uygulamaya geçmesi için gerek<br />

Manisa milletvekillerimiz gerekse<br />

T.B.M.M. nezdinde girişimlerde<br />

bulunacağız.<br />

Bunun için bir imza kampanyası<br />

başlatacağız. Bütün sendikalı<br />

işyerlerinden bu 4 maddenin uygulanması<br />

için gerek işyerlerinde<br />

gerekse sokaklarda imza standları<br />

kurmasını istiyoruz.<br />

Ülkemizin %80’i işçi ve memurlardan<br />

oluşmaktadır. Demek<br />

ki biz çoğunluğuz ve o milletvekillerini<br />

biz seçtik ve Ankara’ya<br />

biz gönderdik. Öyleyse o milletvekilleri<br />

eğer gerçekten milletin vekili<br />

iseler bizim yararımıza olan<br />

kanunları yapmak zorunluluğundalar.<br />

Bunun için büyük kamuoyu<br />

desteği ve imza kampanyaları<br />

ile bu isteklerin milletvekillerine<br />

ulaştırılması gerekir.<br />

Artık yasaları patronlar değil<br />

işçiler yapmalıdır. Biz Graniser işçileri<br />

<strong>olarak</strong> karanlığa küfretmektense<br />

bir mum yakmaya karar<br />

verdik. Yaktığımız bir mum etrafı<br />

aydınlatmaya yetmez. Bunun<br />

için hepimiz birer mum yakalım<br />

ki geceler gündüz gibi olsun.<br />

24 Ocak 2007<br />

Graniser işçileri ✓<br />

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

EK:5


Tümtis Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı 13-14 Ocak 2007<br />

EK:6<br />

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

Kongre açılış konuşması,<br />

divan seçimi ve saygı duruşu<br />

ile başladı. Saygı duruşu<br />

“Gazi Mustafa Kemal ile<br />

ölen işçiler” adına yapıldı. Toplam<br />

201 delegeden 131’nin istemiş olduğu<br />

Olağanüstü Genel Kurul’un<br />

ilk konuşmasını 6 yıl Bursa Şube<br />

Başkanlığı ve 2 yıl Genel Eğitim<br />

Sekreterliği görevini yapmış ve<br />

yeni yönetimde Genel Sekreter<br />

adayı olan Gürel Yılmaz yaptı.<br />

Gürel Yılmaz konuşmasında<br />

eski Genel Başkan Sabri Topçu’yu<br />

işçinin iradesini tanımamakla<br />

ve antidemokratklikle eleştirdi.<br />

Konuşmacı, 14 ay boyunca çeşitli<br />

baskı ve saldırılara maruz kaldıklarını,<br />

Tümtis’de örgütlülüğün<br />

mücadele ile kazanıldığını ve dolayısıyla<br />

da baskı ve tehditler ile<br />

ortadan kaldırılamayacağını savundu.<br />

Yılmaz darbecilik, kayyumculuk,<br />

komploculuk ve hainlikle<br />

suçlandıklarını, fiili saldırılara<br />

uğradıklarını, yönetimde olduğu<br />

halde 14 ay boyunca sendikanın<br />

kilitlendiği, sendikada çalıştığı<br />

sürede yan odadan duyduğu<br />

küfür ve hakaretleri sineye çektiğini,<br />

sürekli bir provokasyon ortamı<br />

içinde bulunduklarını anlattı.<br />

Yılmaz konuşmasını sorunların<br />

çözümünün yukarıda değil tabanda<br />

olduğunu savunarak ve yeni<br />

yönetimde Genel Sekreterliğe aday<br />

olduğunu ilan ederek bitirdi.<br />

Petrol-İş binasında k i toplantı<br />

salonuna “Birlik-Mücadele-<br />

Dayanışma” ve “Ekmek-Barış-<br />

Özgürlük” yazılı iki büyük pankart<br />

asılmıştı. Konuşmaların arasında<br />

sık sık “Yaşasın İş Ekmek Özgürlük<br />

mücadelemiz”, “Kahrolsun işçi<br />

düşmanları”, “İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız”<br />

vb. sloganlar atıldı.<br />

Yılmaz’dan sonra kürsüye Türk<br />

İş Genel Teşkilat Sekreteri Çetin<br />

Altun çıktı. Konuşmasını kısa tutacağını<br />

söyleyen Altun, “birliğimizi<br />

bozmayalım” şeklinde kısa bir<br />

girişten sonra konuşmasının büyük<br />

bölümünü yaklaşmakta olan<br />

seçimlere ayırdı ve bu seçimlerde<br />

muhalif oyların bölünmeden sosyaldemokratlara<br />

verilmesi gerektiğini<br />

savundu. Teşkilat Sekreteri<br />

‘dışa bağlı politikalar’ üretenleri<br />

yönlerini Türk halkına çevirmeye<br />

çağırdı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine<br />

de değinen Altun, ‘toplumun<br />

huzurunu bozacak çözümlerden<br />

uzak durmak’ gerektiğini savundu.<br />

Konuşmasını seçim propagandası<br />

için kullanan teşkilat sekreteri;<br />

“güçlü, saygın bir Türkiye’yi<br />

hep birlikte yaratmalıyız” çağrısıyla<br />

bitirdi. Burada bir kez daha<br />

işçileri devrimcilerden uzak tutmak<br />

için onları siyasete bulaştırmamayı<br />

savunan bu sendika patronlarının,<br />

iş kendi savundukları<br />

şoven, ırkçı siyasetlerine geldiğinde<br />

hiç de bu sınırlamalara uymadıkları<br />

açıkça görüldü. Bunların tek<br />

hedefi işçileri mevcut kölelik sistemine<br />

daha kalın zincirlerle bağlamak<br />

değil, aynı zamanda işçileri<br />

seçimlerde kendi düzen partileri<br />

için bir kaldıraç <strong>olarak</strong> da kullanmak<br />

ve zamanı geldiğinde bir gerici<br />

partide kendilerine yer edinerek<br />

ömür boyu mutluluklarını garanti<br />

altına almaktır.<br />

Üçüncü ve son konuşmacı<br />

Gaziantep Şube Başkanı ve Genel<br />

Örgütlenme Sekreteri ve yeni yönetimde<br />

Genel Başkan adayı Kenan<br />

Öztürk idi. Öztürk’ün kürsüye çıkışı<br />

salondakiler tarafından ayakta<br />

alkışlanarak ve “İşte sendika, işte<br />

Tümtis!” sloganları ile karşılandı.<br />

Genel Başkan adayı, tümünden<br />

eski Genel Başkan Sabri Topçu’yu<br />

sorumlu tuttuğu, ama kendilerinin<br />

de yönetimde yer alanlar <strong>olarak</strong><br />

sorumluluk payının olduğu<br />

yaşanan süreci anlattı. Sendikanın<br />

ambarlarda 1.200 üye kaybettiğini,<br />

bu süreçte üç işçinin öldüğünü;<br />

sendika muhasebecisinin<br />

mali sekreter yapılmak istendiğini,<br />

daha sonra Genel Kurulda<br />

aday gösterip seçilmediğini söyledi.<br />

Öztürk bu aşamadan sonra<br />

Sabri Topçu’nun bütün çabalara<br />

rağmen tutumunda ısrar ederek<br />

sendikaya savaş açtığını belirterek<br />

şunları söyledi: “Sabri Topçu’nun<br />

sendikamıza harcadığı emeğe saygımız<br />

var ama gelinen yerde sendikayı<br />

kendi özel şirketi <strong>olarak</strong> görmeye<br />

başlamıştır.”<br />

Öztürk konuşmasını bugünün<br />

yeniden başlangıç yapmak için bir<br />

milat olduğunu, yeniden gerçek<br />

işçi sendikasını yaratacaklarını,<br />

Ambar işçilerini yeniden kazanmak<br />

için ellerinden geleni yapacaklarını<br />

ve orayı mutlaka yeniden<br />

örgütleyeceklerini savundu ve bütün<br />

Şube yönetimlerinin ısrarıyla<br />

Genel Başkanlığa aday olduğunu<br />

belirtti. Başkan adayı bunları söylediğinde<br />

salon yine sloganlarla<br />

ayağa kalkarak desteğini sundu.<br />

Saat 10.00’da başlayan toplantı<br />

başka konuşmacının olmaması nedeniyle<br />

saat 12.00’de sona erdi.<br />

İkinci gün yapılan seçimlerde<br />

Kenan Öztürk 169 delegenin<br />

oyunu alarak Genel Başkan seçildi.<br />

Yönetim Kuruluna ayrıca şu<br />

isimler seçildi: Gürel Yılmaz, Seyfi<br />

Ereş, Muharrem Yıldırım, Nurettin<br />

Kılıçdoğan, Cafer Kömürcü,<br />

Ahmet Güllü, Halil Çekin. Diğer<br />

aday Bekir Koçer 4 oy aldı.<br />

17 Ocak 2007 ✓<br />

Eskişehir Tek-Gıda İş Sendikasının yeni<br />

yönetimi seçmek için delege seçimleri yapıldı<br />

Eskişehir Tek-Gıda İş sendikası 8. Olağan Genel Kurul toplantısı için gündem maddesi<br />

olan yeni yönetimi belirlemek amacıyla Tek-Gıda İş sendikasının örgütlü bulunduğu iş<br />

yerlerinde delege seçimleri yapıldı.<br />

İş yerlerine göre delege sayıları şöyle: ETİ GIDA 40 Kişi, ETİ TAM GIDA 30 Kişi, ETİ<br />

ÇİKOLATA 10 Kişi, ETİ KEK 9 Kişi, ETİ MEK 18 Kişi, PINAR SÜT 6 Kişi, MEY GIDA 6 Kişi,<br />

EKMEK FIRINLARI 6 Kişi. Toplamda 125 kişi, sendikanın bünyesinde de 2800 çalışan bulunuyor.<br />

Delege seçim sürecinde Eti Gıda ve Eti Tam Gıda’da mevcut yönetime karşı olan delegeler<br />

üzerinde anti-demokratik bir yaklaşımla seçim gerçekleşmiştir.<br />

Ne yazık ki Tek-Gıda İş’in şu anki yönetimi 4 yıllık süreç içinde işverenlerden yana olmuştur.<br />

Eti’de seçim süreci işverenin korumaları gözetiminde gerçekleştirilmiş ve yönetime karşı<br />

olan delegeler üzerinde psikolojik baskı yaratılmıştır.<br />

Seçim süreci şu an bitmemiş olup her an delegeler üzerinde baskılar beklenmektedir. Şu anki<br />

yönetimden memnun olmayan işçiler Eti Gıda, Eti Tam Gıda, Eti Çikolata’da muhalif listelere<br />

oy vermiştir. Diğer iş yerlerini eski yönetim almıştır.<br />

Eskişehir’den YDİ Çağrı okurları ✓


ITUC ilkeler bildirgesi sınıflar mücadelesini yok sayıyor<br />

1-3 Kasım 2006 tarihleri arasında<br />

Avusturya’nın başkenti<br />

Viyana’da ITUC (Uluslararası<br />

Sendika lar Konfederasyonu)<br />

Kuruluş Kongresi yapıldı.<br />

Bu kuruluş kongresinden önce<br />

bu birliği oluşturan üst kuruluşlar<br />

1 Kasım günü kendilerini feshederek<br />

varlıklarına son verdiler.<br />

ITUC, Uluslararası Hür İşçi<br />

Sendika ları Konfederasyonu<br />

(IC F T U ) ve D ü ny a E mek<br />

Konfederasyonu (WCL) birleşmesinin<br />

yeni adıdır. ITUC’a daha önceleri<br />

bu birleşen iki kuruluşa üye<br />

olmayan bazı sendikalar da üye oldular.<br />

Verilen bilgilere göre şu andaki<br />

bileşim 181 milyon işçiyi temsil<br />

etmektedir.<br />

Genel <strong>olarak</strong> sorunu ele aldığımızda<br />

işçi hareketinin bölük pörçük<br />

parçacıklardan oluşması yerine,<br />

birleşmiş bir işçi hareketini<br />

temsil eden büyük örgütlerin yaratılması<br />

istenen bir durumdur.<br />

Ama bu tespit, yalnızca soruna biçimsel<br />

<strong>olarak</strong> bakıldığında yapılacak<br />

bir tespittir.<br />

İşin özü bu değildir.<br />

Oluşturulan birliğin nasıl bir<br />

birlik olduğu, önüne hangi hedefleri<br />

koyduğu çok önemlidir.<br />

Bu konuda, elimizde şu anda bulunan<br />

sınırlı belge temelinde bazı<br />

değerlendirmeler yapmak istiyoruz.<br />

Uluslararası alanda oluşturulmak<br />

istenen böylesi bir birliğin<br />

nasıl gündeme geldiği ve bu bileşimin<br />

oluşturulmasında tek tek ülkelerdeki<br />

işçi örgütlerinin ve bu<br />

örgütlerin üyesi işçilerin nasıl bir<br />

tavır aldıkları da çok önemlidir.<br />

Sendikaları ve işçi hareketini<br />

takip edebildiğimiz kadarıyla<br />

ICFTU’ya üye olan DİSK, Türk-İş,<br />

Hak-İş ve KESK içerisinde bu konuda<br />

bir tartışma yürütüldüğüne<br />

şahit olamadık.<br />

Biz burada kamuoyuna yansıyan<br />

tartışmaları temel alarak bu değerlendirmeyi<br />

yapıyoruz.<br />

Doğru olan, bu konu ile ilgili ilk<br />

fikirler ortaya atıldığında, üye sendikaların<br />

tabanlarına durum yansıtılıp,<br />

bu konu ile ilgili onların<br />

görüşleri talep edilip, edinilen bu<br />

görüşler üzerinde de sendikaların<br />

politikalarını oluşturup kendi üst<br />

kuruluşlarında tartışma yürüterek<br />

bir karar aşamasına gelmeleriydi.<br />

Sendikalar içerisindeki bürokrasi<br />

bu tartışmayı engellemiştir!<br />

Bir çok tartışmada, bu sorunlar<br />

üzerine mangalda kül bırakmayan<br />

bazı uzmanlar ise, aslında ne kadar<br />

beceriksiz olduklarını göstermişlerdir.<br />

Bu uzmanların görevi, uluslararası<br />

işçi hareketinin içerisindeki bu<br />

gibi gelişmeleri üye sendikalara taşıma,<br />

bu sendikaların uzman kadroları<br />

içerisinde ve üye tabanında<br />

canlı tartışmaların yaşanmasına<br />

katkı vermektir.<br />

Üye işçiler verdikleri aidatla<br />

maaş alanların işini sınıfın çıkarları<br />

açısından ne kadar iyi yaptıklarının<br />

hesabını sormalıdırlar.<br />

Bir taraftan, uzmanların marifeti<br />

sonucu, diğer taraftan, bilerek<br />

sınıftan, üyelerinden bu gelişmeleri<br />

saklayan sarı, reformist sendika<br />

yöneticilerinin marifetiyle bu<br />

birliğin nasıl olması gerektiği, ya<br />

da nasıl olmaması gerektiği noktasında<br />

coğrafyamızdaki sendikaların<br />

ve tabanlarının bu bileşimde<br />

olumlu bir rolü olmamıştır, daha<br />

doğrusu seyirci kalınmıştır.<br />

Daha aktif mücadele yürütme,<br />

emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz<br />

çelişkiler bağlamında sınıfın<br />

yanında yer alarak sınıf mücadelesine<br />

daha iyi şekilde katkıda<br />

bulunmak gayesiyle kurulmuş<br />

yeni bir birlik değildir gerçekleştirilen<br />

birlik! Sendika bürokrasisinin<br />

kendi açmazlarını aşmanın<br />

bir yeni aracı <strong>olarak</strong> düşünülen bir<br />

birliktir. Bu birlik sınıf işbirliği temelinde<br />

görevlerini daha iyi bir şekilde<br />

yerine getirmenin aracı olacaktır.<br />

Bu birliğin ilkeleri nedir?<br />

Dünya işçi hareketinin deneyimleri<br />

çok net bir şekilde göstermektedir<br />

ki, kapitalist sistem barbarlıktır!<br />

ITUC ilkeler bildirgesinin<br />

en başına, emek-sermaye çatışmasında<br />

emeğin yanında yer aldığını<br />

ve kapitalist sisteme karşı olduğunu<br />

ilan etmemiştir.<br />

Kapitalist düzene karşı çıkmadan,<br />

onun alternatifi sistem arayışını<br />

dillendirmekten kaçınan bir<br />

kuruluşun, “çalışanların eşit hak<br />

ve özgürlüklere kavuşması; tüm<br />

insanların onur ve haklarının güvence<br />

altına alınması; herkesin refahını<br />

sürdürebilmesi, çalışma hayatında<br />

ve toplumdaki potansiyellerinin<br />

farkında olması için yürüttükleri<br />

mücadeleyi ileri taşımaya<br />

ant içer” demesi sadece laftır!<br />

Çünkü çalışanların eşit hak ve<br />

özgürlüklere kavuşması kapitalizm<br />

koşullarında mümkün değildir.<br />

En gelişmiş kapitalist devletlerde<br />

bile bu hiç bir zaman sağlanabilmiş<br />

değildir. Bu ancak sosyalizm<br />

koşullarında mümkündür.<br />

“Tüm insanların onur ve haklarının<br />

güvence altına alınması”<br />

da ancak sosyalizm koşullarında<br />

mümkündür.<br />

Kapitalizm haksızlıklar üzerine<br />

kurulu bir düzendir. Kapitalizmde<br />

sadece kapitalistin çıkarları belirleyicidir.<br />

Dünyada milyonlarca insan<br />

aç ve barınaksız durumdadır.<br />

Milyonlarca insan emperyalist ve<br />

gerici savaşlarda barbarca katledilmekte,<br />

sakat bırakılmakta ve göçe<br />

zorlanmaktadır. Milyonlarca insan<br />

farklı bir dine, mezhebe, milliyete<br />

sahip olduğu için baskı altındadır.<br />

ITUC ilkelerinde, “...küresel ekonomide<br />

karşıt bir güç haline gelmek.”<br />

fikrini savunarak, adına küresel<br />

ekonomi dediği emperyalist<br />

ekonomi sisteminin ortadan kaldırılmasından<br />

yana tavır almak<br />

yerine, bu ekonomide karşıt güç<br />

haline gelmeyi tasarlayarak, kapitalist<br />

sistemin sürekliliğini kabullenerek,<br />

kapitalist sistemi savunmaktadır.<br />

Yine ITUC ilkeler bildirgesinde,<br />

“...ILO’nun üstlendiği rolü güçlendirmeye,...”<br />

çalışacağını söyleyerek,<br />

kapitalist devlet ve tekellerin<br />

içerisinde egemen olduğu, coğrafyamızdaki<br />

ESK (Ekonomik Sosyal<br />

Konsey) benzeri bir kurumun savunulmasını<br />

üstlenmektedir.<br />

Bu görüşünü daha da ileri götürerek,<br />

ABD emperyalist devleti<br />

başta olmak üzere büyük emperyalist<br />

devletlerin bir kurumu gibi<br />

çalışan Birleşmiş Milletlerin “...eşsiz<br />

meşruiyetine tereddütsüz destek<br />

verdiğini ifade eder.” demektedir.<br />

ITUC, İlkeler Bildirgesinde, “...<br />

Konfederasyon kuralları, iç demokrasiyi,<br />

üyelerin tam katılımını ve<br />

yönetici birimlerinin ve temsilcilerinin<br />

bu çoğulcu karaktere saygı<br />

göstermesini güvence altına alınması<br />

amacıyla konmuştur.” demektedir.<br />

Bu açıklamanın kağıt üzerinde<br />

kalma ihtimali, konfederasyonun<br />

oluşum sürecinde yaşananlardan<br />

dolayı büyüktür. Taban örgütlerinin<br />

görüşleri alınmadan yapılan bir<br />

kongre ile konfederasyon kurmak<br />

çok demokratik olmasa gerek.<br />

I T UC a l t ö r g ü t l e r i n d e n<br />

olan Almanya’daki İG-Metal<br />

Sendikasının kendi içindeki muhalefete<br />

yaptıklarına baktığımızda,<br />

sendikaların iç demokrasileri konusunda<br />

pek de hayalperest olmanın<br />

doğru olamayacağını bizlere<br />

göstermektedir. İG Metal kendi iç<br />

muhalefetinin mevcut yasalardaki<br />

demokratik olanakları kullanmasına<br />

bile tahammül göstermeyerek<br />

onları yüksek mahkeme kararlarıyla<br />

sendikadan dışlama yolunu<br />

çoktan tutmuştur. Bu ama sadece<br />

İG Metal’de yaşanan uygulamalar<br />

değildir.<br />

Bileşimle ilgili kısaca:<br />

Yazımızın girişinde ITUC’un esas<br />

<strong>olarak</strong> ICFTU ve WCL’in kendilerini<br />

feshederek kurulduğunu belirtmiştik.<br />

Bu iki kuruluşun dışında geçmişte<br />

sosyalist hareketin güçlü olduğu<br />

dönemde kurulan Dünya<br />

Sendikalar Federasyonuna üye<br />

olan kimi sendikalar da vardır.<br />

Bunlardan birisi Fransa’daki CGT<br />

sendikasıdır. Sosyal-emperyalist<br />

dünya bloğunun bir yedeklemesi<br />

durumuna düşen ve onun dağılması<br />

sonucunda varlığı ile yokluğu<br />

belli olmayan bu sendikaların da -<br />

en azından bir bölümünün- bugün<br />

bu konfederasyona katılması<br />

ile göreceli bir birlik sağlanmış durumdadır.<br />

Görev nedir?<br />

ITUC’un “İlkeler Bildirgesi”nde<br />

bir dizi demokratik talep de vardır.<br />

Kuşkusuz komünistler bu gibi kuruluşların<br />

reform taleplerini, bunlar<br />

işçi sınıfının yararına kullanılabildiği<br />

ölçüde ve sınıf mücadelesine<br />

katkı sunduğu oranda sahip<br />

çıkacak ve onların gerçekleşmesi<br />

için mücadele edeceklerdir.<br />

Ancak bizler, sendikalardaki reform<br />

için mücadelenin kapitalizme<br />

karşı devrim mücadelesinin<br />

bir parçası <strong>olarak</strong> yürütülmesi gerektiğini<br />

savunuruz. Bu çalışmalarımız,<br />

fabrikalardaki örgütlenmemizin<br />

temelinde şekillenecektir.<br />

Fabrikalardaki örgütlenmemiz<br />

üzerinden sendikalardaki çalışmalarda<br />

da etkili olacağız.<br />

Biz sendikalar içerisinde sendikal<br />

bürokrasiye karşı ve ona rağmen<br />

oluşturulmuş devrimci sendikal<br />

muhalefetin örgütlenmesini<br />

savunuyoruz.<br />

Tek tek sendikalarda tabandan<br />

yürütülen çalışmalar daha başından,<br />

sendikaların ve konfederasyonların<br />

uluslararası alandaki politikalarını<br />

etkileme ve giderek belirleme<br />

perspektifini izlemelidir.<br />

Bugünden yarına, ya da kısa<br />

bir zamanda bu çalışmalarda büyük<br />

başarılar beklenmemelidir.<br />

Sendikalar içerisinde uzun vadeli<br />

perspektifle çalışılmalı ve fakat<br />

her olanak da kullanılarak etkili<br />

olunmaya çalışılmalıdır.<br />

Tabii ki sendikalar devrimin dolaysız<br />

organları değildirler. Ama<br />

onlar, kapitalist sistemin alaşağı<br />

edilmesi mücadelesinde tarafsız<br />

olamazlar, tam tersine önemli bir<br />

taraftırlar.<br />

Sendikaların ve üst kuruluşların<br />

bu duruma gelmesinin yolu<br />

ise, fabrikalardaki örgütlenmelerin<br />

boyutlarıdır.<br />

Alttan yukarıya doğru dönüşüm<br />

sağlanmak zorundadır.<br />

Bunun için yapılacak daha çok iş<br />

vardır.<br />

Bu bizim işimizdir!<br />

3 Ocak 2007 ✓<br />

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

EK:7


Sendikal hakları yok etmenin yeni adı: 4-b<br />

Şubat 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

Ayrımsız tüm işçilere kadro<br />

verilmelidir!<br />

215 bin geçici işçiye haklarını<br />

muhafaza ederek kadro vereceğini<br />

açıklayan hükümet bazı<br />

kamu kuruluşlarında çalışan<br />

önemli sayıda geçici işçiyi örgütsüzleştiriyor.<br />

Geçici işçilik sorununun<br />

çözümünde hükümet iş<br />

ayrımcılığı yaparak 4-B statüsünü<br />

gündeme getiriyor ve yıllardır<br />

sendikalarda örgütlü olan işçilerin<br />

haklarını yok etmeyi planlıyor.<br />

Haziran ayından buyana bu<br />

konuyla ilgili çeşitli taslaklar hazırlandı<br />

ve hazırlanan taslaklarda<br />

kamu kuruluşlarında çalışıp ta<br />

memur eliyle yürütülmesi gereken<br />

işlerde (büro) çalışan işçilere kadro<br />

verilmeyeceği ve 657 4-B’ye geçirileceği<br />

açıklandı. Başta sendikamız<br />

Tez-Koop-İş olmak üzere 17 No’lu<br />

işkolunda örgütlü olan sendikalar<br />

hükümetin bu planına karşı gelerek<br />

çeşitli eylemler gerçekleştirdi.<br />

İlk tasarıda işçilere ya 4-B’ye geçersiniz<br />

yada tazminatınızı verip<br />

işten çıkarırız denilmekteydi.<br />

Sendikaların itirazları sonucunda<br />

hükümet taslağı yeniden hazırladı.<br />

Bu kez taslakta 4-B’ye geçiş sözde<br />

işçinin tercihine bırakılmaktadır.<br />

Yani her halükarda sendikalı işçileri<br />

4-B ye geçirmenin fırsatı kollanmaktadır.<br />

Bu ülkede hangi demokratik<br />

tercihe saygı duyuldu da<br />

işçilerin tercihine saygı duyulacak?<br />

Şimdiden işyerlerinde “4-B’ye<br />

geçin ileride memur kadrosuna<br />

alınırsınız ya da geçici işçi <strong>olarak</strong><br />

çalışırsanız hükümet seneye size<br />

vize vermez” vb söylentiler yayılmaya<br />

başlandı bile. Bu zihniyette<br />

ne kadar işçiyi sendikadan koparırsak<br />

kârdır mantığı vardır ve örgütlülükleri<br />

yok etmeyi hedeflemektedir.<br />

Buna neden olan ise hükümetin<br />

gündeminde 4-B’nin olmasıdır.<br />

Hükümet yetkilileri, 4-B’nin<br />

gündeme getirilme nedeni <strong>olarak</strong>,<br />

özellikle Üniversite Rektörlerinin<br />

bu yöndek i ta leplerini dikkate<br />

aldıklarını öne sürmekteler.<br />

Rektörlerin Üniversitelerde işçi<br />

çalıştırmak istemediklerini, aynı<br />

masada hem memur hem de işçi<br />

çalıştığı, ücret adaletsizliği olduğu,<br />

bu durumun çalışanlarda rahatsızlık<br />

yarattığı vb şikayetleri gündeme<br />

getirdikleri ifade edilmektedir.<br />

Oysa durum böyle değildir.<br />

Üniversitede çalışan işçilerimiz yıllardır<br />

aynı ortamda ve koşullarda<br />

çalışmaktadır. Üniversitelerimizde<br />

memur arkadaşlarımızla hiçbir sorun<br />

olmadığı gibi işçi-memur ayrımını<br />

ve ücret farkını yaratan hükümelerdir.<br />

Yıllardır varolan bu<br />

farklılık olduğundan farklı gösterilerek,<br />

işçileri sendikasızlaştırmanın,<br />

kazanılmış haklarının yok<br />

edilmesinin gerekçesi yapılamaz.<br />

4-B<br />

SENDİKASIZLAŞTIRMADIR;<br />

• Şu an toplu sözleşme ve<br />

grev hakkı olan işçiler 4-B statüsüne<br />

geçirildiğinde 657 sayılı<br />

Devlet Memurları Kanunu’nda şayet<br />

yasal düzenleme yapılırsa memur<br />

sendikalarına üye olabileceklerdir,<br />

• Toplu sözleşmeleri ile ücret<br />

dışında sosyal yardımları da<br />

olan işçiler 4-B’ye geçtiğinde yasa<br />

gereği sosyal yardımları ve ikramiyeleri<br />

ellerinden alınacaktır,<br />

• Ücret ve tüm sosyal hakların<br />

belirlenmesinde toplu sözleşme<br />

ortadan kaldırılacak işçinin<br />

ve işverenin iradesi dışında<br />

Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenecektir,<br />

• 4-B ile çalışanlar ne memur<br />

ne de işçi sayılacağından ne<br />

örgütsel ne de yasal bir iş güvenceleri<br />

bulunmayacaktır;<br />

• Şu anda her yıl hükümetten<br />

vize bekleyerek işsizlik kırbacının<br />

basıncıyla çalışan işçiler bu<br />

kez de her yıl sözleşme yenilenmesi<br />

baskısı altında kölece çalıştırılacaklardır.<br />

• Sözleşmesi yenilenmez ise<br />

işten atılmış olacak ama bireysel<br />

çabası dışında hakkını araması söz<br />

konusu olamayacaktır.<br />

• Hazırlanan taslağa göre<br />

31 Aralık 2006 tarihinde emekliliği<br />

dolanlar ne daimi işçi kadrosuna<br />

ne de 4-B’ye bile geçiş hakkına<br />

sahip olamayacaklardır. Bu<br />

zor yoluyla işten çıkarmadır. Yine<br />

taslağa göre geçici işçi <strong>olarak</strong> çalışanlar<br />

emeklilikleri dolar dolmaz<br />

emekli edilecekler yani işten çıkarılacaklar<br />

vizeleri ise hemen iptal<br />

edilecektir. Emeklilik bireysel bir<br />

tercihtir. Ve hükümetin bu uygulamasıyla<br />

çok sayıda işçi işsiz bırakılacaktır.<br />

Örgütlenmenin bu kadar zorlu<br />

olduğu ve bedeller ödendiği bu dönemde,<br />

çatısı altından binlerce işçinin<br />

örgütsüz bırakılmasını hiçbir<br />

sendika ve Konfederasyon yöneticimizin<br />

kabul etmeyeceğine<br />

inanıyoruz. Hiçbir sendika ve konfederasyon<br />

bir tek işçisini dahi örgütlülükten<br />

koparılmasına izin veremez.<br />

215 bin işçinin daimi işçi<br />

kadrosuna geçirilecek olması diğer<br />

işçilerin sayısı gereği matematik<br />

hesabında küçük <strong>olarak</strong> değerlendirilerek<br />

görmezden gelinmesi<br />

sınıfımızın birikmiş mücadelesini,<br />

emeğini bozuk para gibi harcamak<br />

olacaktır.<br />

Tüm işçilere daimi işçi kadrosu<br />

verilmelidir. 4-B ve C kabul edilemez,<br />

657 Sayılı Yasadan çıkarılmalıdır.<br />

Bu konuda geri adım atılmadığı<br />

takdirde Genel Merkezimiz “tek<br />

bir işçiyi feda etmeyeceğiz” şiarıyla<br />

Başkanlar Kurulumuzda aldığımız<br />

karar gereği eylemleri başla-<br />

Yakışır...<br />

tacağını şubelerimize bildirmiştir.<br />

Konfederasyonumuzun bu mücadelede<br />

en önde duracağını bekliyor<br />

ve tüm sendikaları ve demokratik<br />

kitle örgütlerini geçici işçileri<br />

sendikasızlaştıracak ve kazanılmış<br />

tüm haklarını elinden alacak uygulamaya<br />

karşı mücadelemize destek<br />

vermeye çağırıyoruz.<br />

29.01.2007 Tez Koop-İş<br />

Sendikası İstanbul<br />

2 No’lu Şube Başkanlığı ✓<br />

Bi z i m c o ğ r a f y a m ı z d a<br />

Mersedes <strong>olarak</strong> tanınan<br />

Daimler Chrysler (DC) tekeli<br />

kendine yakışanı yapmış.<br />

Yakın zamanda burjuva medyanın<br />

verdiği habere göre DC tekeli<br />

2001 yılında görevinden ayrılan<br />

eski FBI Başkanı Lois Freeh’i işe almış.<br />

Bu zatın görevi DC tekeli içerisindeki<br />

yolsuzluklara ve rüşvete dair<br />

iddiaları soruşturmak olacakmış.<br />

DC tekelinin zaten geçmişi de temiz<br />

değildir.<br />

Çok uzağa gitmeden 2. Dünya<br />

Savaşı yıllarında faşist Alman devletinin<br />

dünya halklarına karşı düzenlediği<br />

saldırı döneminde işlediği<br />

suçlar çok büyüktür.<br />

Önce tüm fabrikalarında faşist<br />

Alman ordularının savaşta kullandığı<br />

bir çok aracı üreterek tatlı<br />

karlar elde ettiler ve ama aynı zamanda<br />

haksız bir savaş yürütülmesinin<br />

içerisinde yer alarak dünya<br />

halklarına karşı suç işlediler.<br />

Bunlar yetmezmiş gibi faşist<br />

Alman ordularının sağ teslim aldığı<br />

savaş esirlerini kendi fabrikalarında<br />

esir işçi <strong>olarak</strong> çalıştırmış,<br />

bunlara hiçbir ücret ödememiştir.<br />

Toplama kamplarına benzer<br />

yerlerde barındırılan bu özgürlük<br />

mahkumları çalışma temposuna ve<br />

çok kötü koşullarda çalışmaya dayanamayarak<br />

hayatlarını kaybetmişlerdir.<br />

Bunların sayıları hiç de<br />

azımsanacak bir düzeyde değildir.<br />

Bugün dünyada otomotiv sektöründe<br />

rekabette başa güreşen ve<br />

en son ABD kökenli otomotiv devi<br />

Chrysler’i yutan bu Alman tekelinin<br />

rekabet gücü savaş sırasında ölmelerine<br />

sebep olduğu savaş esirlerinin<br />

canı ve kanı üzerinde yükselmektedir.<br />

İnsanları ölümüne çalıştırarak<br />

bir çok burjuva devletten daha zengin<br />

olan bu tekelin içerisinde yolsuzluk<br />

ve rüşvet sorununun çıkmış<br />

olması hiç de şaşırtıcı değildir.<br />

Kapitalizm ve kapitalist tekellerin<br />

aşırı zenginliği zaten haksızlıklar<br />

ve yolsuzluklar üzerinden yükselmektedirler.<br />

DC tekelinin ürettiği<br />

Unimog kamyonları bir dizi ülkede<br />

faşist devlet güçlerinin elinde<br />

özgürlük savaşçılarına karşı makinalı<br />

tüfeklerle kan kusan ölüm arabaları<br />

haline gelmiştir.<br />

Dünyanın bir dizi ülkesinde kirli<br />

işlerin içerisinde olan bu tekelin<br />

yöneticilerinin kendi içinde pislik<br />

yuvası olmaması düşünülemez tabii<br />

ki. Daha 2006 yılında ABD’deki<br />

DC fabrikasında kadın işçilere<br />

karşı taciz ve tecavüz gibi saldırıların<br />

yapıldığı basına yansımıştı.<br />

Fabrikalarında öldüresiye çalıştırdıkları<br />

işçilere karşı bu denli<br />

pervasızlaşan bu kapitalist tekellerin<br />

kendi içinde temiz olması, ahlaklı<br />

olması olanaksızdır.<br />

Şimdide dünyanın bir çok ülkesinde<br />

kan döken ABD emperyalist<br />

devletinin istihbaratının en üst katlarına<br />

çıkan ve bu temelde ABD’de<br />

ve dünyanın bir çok yerinde kan<br />

dökülmesinin, suçsuz insanların<br />

suçlanarak yıllarca hapishanelerde<br />

süründürülmesine karışan bir şefin<br />

kendi içlerindeki pisliği temizlemesini<br />

istemek sadece görüntüyü<br />

kurtarmak iç<strong>indir</strong>.<br />

Bu eski polis şefinin rüşvet yiyicilerden<br />

büyük rüşvetler karşılığında<br />

yolsuzluk içerisine düşmeyeceğinin<br />

bir garantisi olamaz.<br />

Zaten kirli olanların temiz işler<br />

yapması mümkün değildir.<br />

Yolsuzluğun ve rüşvetin son bulması,<br />

kapitalist sistemin son bulmasıyla<br />

mümkündür! Ama bu kendiliğinden<br />

olmayacaktır.<br />

DC’de en ağır koşullarda çalışan<br />

100 binlerce işçinin, dünya proletaryasının<br />

sermaye düzenine karşı<br />

kendi sınıf partileri etrafında örgütlenerek<br />

bu kokuşmuş düzeni<br />

tüm pislik yuvalarıyla birlikte tarihin<br />

çöplüğüne atması gerekir!<br />

Haydi bu görevi yerine getirmeye!<br />

Ydi Çağrı okuru<br />

11.1.2007 ✓<br />

EK:8<br />

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />

Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok. No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27<br />

e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />

SAYI 108’in İşçi Eki · Şubat 2007 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli


halkların kardeşliği için<br />

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />

“Türkiye barışını arıyor” mu acaba?<br />

Bizim konferansı değerlendirmemiz, esasta<br />

liberal burjuva siyasetinin savunucularının,<br />

kimi demokratik hakları dile getirdiği,<br />

“Kürt sorununa” değişik kesimleri biraraya<br />

getirerek daha çok dikkat çektiği bir konferans<br />

biçimindedir. Bu konferans anda iktidarı elinde<br />

tutanları biraz düşündürebilir ama esasında<br />

“Kürt tarafı”nın daha da çok sisteme entegre<br />

edilmesine, “Türkiyelileşmesi”ne hizmet edecek<br />

bir konferanstır.<br />

Türkiye’de özellikle kemalist<br />

kesimin diline pelesenk ettiği<br />

sloganlardan biri, Atatürk’ün<br />

“yurtta sulh, cihanda sulh” sözleridir.<br />

Fakat ne “yurtta” ne de “cihanda”<br />

barış var. “Cihanda”, Doğu Bloku var<br />

iken Türk hakim sınıflarının kitleleri<br />

kendi burjuva siyasetine alet etmede<br />

kullandığı “komünizm düşmanı”<br />

vardı. Komşu ülkeler ise hiç bir zaman<br />

gerçek anlamda “dost” ülke <strong>olarak</strong><br />

kabul görmedi. Doğu Bloku dağıldı<br />

ama komşu ülkeler varlığını<br />

korudu… “Türkün Türkten başka<br />

dostu yok” veya “kökü dışarda” yalanları,<br />

Türkiye’de hakim sınıfların<br />

hâlâ kullandığı ve kitleleri Türk şovenizmiyle<br />

yoğurmayı sürdürdüğü<br />

tavırlar arasındadır.<br />

“Yurtta” ise, kemalist iktidara<br />

karşı çıkan muhalefete, başta da<br />

devrimcilere karşı ve özellikle Türk<br />

olmayan ulus ve ulusal azınlıklara<br />

karşı hiç bir dönem gerçek anlamda<br />

“sulh” yaşanmadı Türkiye<br />

Cumhuriyeti tarihinde. Öyle bir durumdayız<br />

ki Türkiye’de barışı istemek,<br />

barış için sesini yükseltmek bile<br />

sık sık cezalarla, hapislerle yanıtlanıyor.<br />

Böylesi bir durumda haklı <strong>olarak</strong><br />

“Yurtta sulhu, zor ve baskıyla vatandaşlarını<br />

tekleştirmek ve susturmak<br />

<strong>olarak</strong> anlayanların ‘yurtta sulh, cihanda<br />

sulh’ sözlerine kim inanır?”<br />

(Mehmet Uzun) soruları sorulur.<br />

Evet, Türkiye’de “kaybolan” bir barış<br />

yok, ama insanlar haklı <strong>olarak</strong> barışı<br />

arıyor.<br />

Bunun için de son yıllarda kimi<br />

aydınların başını çektiği toplantılar,<br />

konferanslar yapılıyor; basın açıklamaları<br />

yapılıp barış hakkında talepler<br />

yükseltiliyor… En son ise 13-14<br />

Ocak 2007 tarihlerinde, Ankara’da<br />

İçkale Oteli’nde “Türkiye Barışını<br />

Arıyor” adı altında bir konferans gerçekleştirildi.<br />

Sözkonusu konferans, kendisine<br />

“Demokratik Barış İnisiyatifi” diyen<br />

oluşum tarafından bir yıllık<br />

süreçte hazırlandı ve düzenlendi.<br />

Konferansa değişik kesimlerin temsilcileri,<br />

aydınlar, akademisyenler,<br />

yazar ve gazeteciler, sanatçılar, siyasetçiler<br />

ve hatta emekli MİT’ci bile<br />

katıldı. Cumhurbaşkanı, Başbakan,<br />

Meclis Başkanı ve bakanlar da davetli<br />

olmasına rağmen konferansa<br />

katılmadılar.<br />

Türkiye’de bugün barışı istemek,<br />

Kürt ulusal meselesini dile getirmeden,<br />

Kürtlere karşı devletin siyasetini<br />

sorgulamadan mümkün değil.<br />

Türkiye’de bu anlamda, anda barışı<br />

istemek, Kürtlere karşı “düşük seviyede”<br />

sürdürdürülen savaşa son vermeyi<br />

istemektir. Ama bu istek öncelikle<br />

kendisini, devlet tarafından<br />

çatışmalara zorlanan PKK güçlerinin<br />

silahları sürekli <strong>olarak</strong> bırakması<br />

yönlü talep <strong>olarak</strong> gösteriyor.<br />

Kimileri “karşılıklı çatışmalar son<br />

bulsun” diyor, ama bu da beyinleri<br />

sadece Türk şovenizmiyle çalışanların<br />

gazabına uğruyor. Buna rağmen<br />

Türkiye’de, gerekçesi veya arka planında<br />

ne olursa olsun barışı istemek<br />

savaştan medet umanların kovanına<br />

çomak sokmaktır.<br />

“Türkiye Barışını Arıyor” konferansı<br />

genel <strong>olarak</strong> ele alındığında<br />

Türkiye’de liberal kesimin, AB’ye<br />

uyum sürecinde Türkiye’nin demokratikleşmesinden<br />

yana olan kesimin<br />

düzenlediği bir konferans. Bu konferans<br />

“barışı ararken” sorunun “Kürt<br />

sorununa barışçıl çözüm” aramak<br />

olduğunu da açıkça dile getirmiştir.<br />

Konferansı değerlendirenlerin tespitlerine<br />

göre bu içerik ve katılımla ilk<br />

kez “Kürt sorununun çok yönlü ele<br />

alındığı” bir konferans gerçekleştirilmiştir.<br />

Konferansın düzenleyicileri ve katılımcılarının<br />

hemen hemen hepsinin<br />

Kürt ulusal meselesini sistem<br />

içi çerçevede ele aldığı ve soruna çözümü<br />

de bu çerçevede aradığı açıktır.<br />

Bu temelde soruna bakıldığında,<br />

savunulan bu siyasetle de Kürt ulusal<br />

meselesine gerçek bir çözümün sağlanamayacağı<br />

bellidir.<br />

Fakat, Kürt hareketi adına gerek<br />

hâlâ silahları elinde tutan PKK<br />

güçlerinin, gerekse de legal alanda<br />

Kürtlerin kimi demokratik haklarını<br />

savunduğunu söyleyen ve Kürtlerin<br />

temsilcisi olma iddiasında olan kesimin<br />

siyasetinin de sistem içi siyaset<br />

olduğu bilindiğinde; sistem içi siyaset<br />

uğruna insanların yaşamlarını<br />

yitirmesi, öldürülmesi veya kan dökülmesinin<br />

yanlış olduğu da bilince<br />

çıkarıldığında, bugün –istedikleri,<br />

sürekli ve gerçek bir barış olmasa da,<br />

barışı istemek doğrudur.<br />

Liberal burjuva demokratlarının<br />

genelde sistem içi siyasete sahip olması<br />

olgusu ile devrimcilerin, komünistlerin<br />

bunlardan kökten farklı siyasete<br />

sahip olması gerçeğinin üzeri<br />

örtülmeden ve farklılıkları bilince<br />

çıkararak bugün barışı istemenin<br />

doğruluğunu savunmak; gerçek ve<br />

sürekli barışın devrimle, kapitalist<br />

sistemin ortadan kaldırılmasıyla ancak<br />

mümkün olduğunu savunma temel<br />

yaklaşımıyla çelişmez.<br />

Evet, liberal burjuva siyasete sahip<br />

olanlar “barışı arıyor”! Buna<br />

“Türkiye Barışını Arıyor” demeleri,<br />

gerçeği değil, kendi isteklerini<br />

ifade etmektedir. Türkiye’nin barışı<br />

aradığı falan yok. Türkiye toplumu,<br />

hem sınıflar <strong>olarak</strong>, ezen ve ezilen sınıflara,<br />

burjuvazi, proletarya ve genelde<br />

emekçilere; hem de ezen ulus<br />

ile ezilen ulus ve milliyetlere bölünen<br />

bir toplumdur. Aydınların “Türkiye<br />

Barışını Arıyor” tespiti, aynı zamanda<br />

onların “sınıflarüstü” burjuva<br />

siyasete sahip olduğunu da ortaya<br />

koymaktadır.<br />

Bizim konferansı değerlendirmemiz,<br />

esasta liberal burjuva siyasetinin<br />

savunucularının, kimi demokratik<br />

hakları dile getirdiği, “Kürt<br />

sorununa” değişik kesimleri biraraya<br />

getirerek daha çok dikkat çektiği<br />

bir konferans biçimindedir. Bu<br />

konferans anda iktidarı elinde tutanları<br />

biraz düşündürebilir ama<br />

esasında “Kürt tarafı”nın daha da<br />

çok sisteme entegre edilmesine,<br />

“Türkiyelileşmesi”ne hizmet edecek<br />

bir konferanstır.<br />

Konferansta savunulan “Kürt tarafının<br />

taleplerinin netleşmesi”,<br />

“kendisini daha açık ifade etmesi”<br />

vb. yaklaşımlar ile DTP’nin olağanüstü<br />

kongreye gitme kararı, buna<br />

bağlı <strong>olarak</strong> DTP yetkililerinin yaptığı<br />

açıklamalar; buna ek <strong>olarak</strong> PKK<br />

yetkililerinin de konferansın taleplerine<br />

uygun davranmaya çalışacaklarını<br />

ilan etmesi vb. olgular gözönüne<br />

alındığında, DTP somutunda “Kürt<br />

tarafı”nın devletin güvenini kazanmaya,<br />

onları kendilerinin “bölücü”<br />

olmadığına ikna etmeye ağırlık vereceklerini<br />

tespit etmek için kahin<br />

olmaya gerek yoktur. Bu konferans<br />

Türkiye’de Kürt ulusal sorununa sistem<br />

içi çözüm aramada önemli bir<br />

köşe taşı daha dizmiştir.<br />

KONFERANSTAN KİMİ<br />

GÖRÜNTÜLER…<br />

Konferansın sunuş konuşmasını İHD<br />

11


halkların kardeşliği için<br />

12<br />

Genel Başkanı Yusuf Alataş yaptı.<br />

İlk günkü açılış konuşmasını Yaşar<br />

Kemal, ikinci günkü açılış konuşmasını<br />

Vedat Türkali ve kapanış konuşmasını<br />

ise –hastalığından dolayı<br />

katılamadığından konuşmasını yazılı<br />

<strong>olarak</strong> gönderen– Mehmet Uzun<br />

yaptı.<br />

Sözkonusu bu konuşmalar, bir yanıyla<br />

konferansın “resmi” konuşmalarıydı…<br />

Türk şovenizmiyle beyinleri<br />

yoğrulanların en çok dikkatini<br />

çeken konuşma ise Yaşar Kemal’in<br />

konuşmasıydı. Konferansın bir nevi<br />

“sonuç bildirisi”nde dile getirilenler<br />

de doğal <strong>olarak</strong> bu şoven kesimin<br />

tepkisini çekti.<br />

Konferanstan sonra emekli MİT<br />

Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in<br />

Radikal gazetesinde yayınladığı<br />

yazı ile Milliyet gazetesinden Belma<br />

Akçura’nın Öneş ile yaptığı röportajda<br />

dile getirilenler de, konferans<br />

bağlamında dikkatleri üzerine çeken<br />

tavırlar oldu.<br />

Sunuş konuşmasında Yusuf Alataş<br />

“toplumsal barış projesine” ihtiyaç<br />

olduğu görüşünü şöyle açıkladı:<br />

“Kürt sorunu konusundaki ırkçı,<br />

ayrımcı, rencide edici temelde yaklaşım<br />

bugün de iç ve dış politikaya hakimdir.<br />

Bu politikaların temel aracı<br />

da güç gösterisi şiddet ve baskıdır. Bu<br />

tespitlerden hareketle Türkiye’de devlet<br />

ve yönetim anlayışını değişmeye<br />

zorlayacak, çözüm konusunda ortaklaştıracak,<br />

mutabakatı arayacak,<br />

adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarını<br />

esas alacak toplumsal barış projesine<br />

ihtiyaç vardır.” (sözkonusu konuşmadan)<br />

Alataş’ın “toplumsal barış projesi”<br />

aynı zamanda konferansın da projesi<br />

olduğunu belirterek bu projenin<br />

kendisini devlet ve yönetim anlayışını<br />

değiştirmeye zorlama <strong>olarak</strong> sınırladığını,<br />

bunun da esasta “sınıflarüstü”<br />

burjuva siyaseti olduğunu; bu<br />

siyasetle gerçekte ne adaletin, ne eşitliğin<br />

ve ne de özgürlüğün sağlanabileceğini<br />

bilinçlere çıkarmak gerekiyor.<br />

Gerek bu proje, gerekse de konferansın<br />

genel yaklaşımı, savunulan<br />

siyasetin en iyi halde liberal burjuva<br />

demokralarının savunduğu siyaset<br />

olduğunu açıkça ortaya koyuyor.<br />

Yaşar Kemal’in, konuşmasında<br />

Kürtlerin Malazgirt savaşından beri<br />

Türklerin dostu olduğuna vurgu<br />

yapması fazla tepki çekmedi. Ama<br />

“gerillanın adını terörist koyduk” demesi<br />

ve Atatürk’ten alıntı ile Kürtlere<br />

“muhtarlık” verilmek istendiğini anlatması<br />

tepkileri üzerine çekti.<br />

Yaşar Kemal barışı istemenin haklı<br />

ve doğru olduğunu anlatmak için<br />

Avrupa Birliği savunuculuğu yaptı.<br />

AB’nin kurulmasının “başlıca sebebi<br />

barıştır” diye anlattı. Şöyle dedi:<br />

“Avrupa Birliği boşuna kurulmadı.<br />

Ölümsüz barışlar için, kültürlerin<br />

birbirini aşılaması, birbirlerini beslemesi<br />

için kuruldu. Savaşsız, mutlu bir<br />

dünya olsun diye kuruldu. Barışa, güzelliğe,<br />

insana saygıya, insanın insanı<br />

aşağılamaması, sömürmemesine yollar<br />

açmak için kuruldu.” (sözkonusu<br />

konuşmadan)<br />

Yaşar Kemal’in barışı istemesi, barışın<br />

iyiliğini, güzelliğini anlatması<br />

için bu AB sevgisine ve kitlelerin bilincini<br />

karartmaktan başka bir şey<br />

olmayan övgüsüne ihtiyacı yoktur<br />

aslında. Ama Yaşar Kemal böyle düşünüyor,<br />

yanlış yapıyor.<br />

Yaşar Kemal barışı isterken doğal<br />

<strong>olarak</strong> kimi olguları da dile getirmektedir.<br />

Örneğin: “Savaşanlardan otuzbin<br />

kişi öldü. Korucu dedikleri sayısı<br />

yetmiş bini geçmiş sivil savaşçılar bulaştı<br />

ülkenin vicdadına. Beş bin köyün<br />

bir çoğunun evleri yakıldı. İnsanları<br />

ülkenin bir çok yerine dağıldı. Bir<br />

kısmı açlıktan, yoksulluktan kırıldı.<br />

Faili meçhul cinayetler olağanlaştı,<br />

savaşın bir parçası oldu. Kürtlerin<br />

seçkin kişileri seçildi, faili meçhule<br />

kurban edildi. (…) Savaşta sürülen<br />

köylülerin toprakları boşta kaldı.<br />

Hayvancılık bitti. Bahçeler kurudu.<br />

Arı kovanları boş kaldı. Korucular<br />

köylerde geriye ne kalmışsa talan ettiler.<br />

Korucularla korucu olmayan arasında<br />

onulmayacak bir düşmanlık ortaya<br />

çıktı. Sürülmeyen köylere de yaşam<br />

zehir edildi.” (aynı yerden)<br />

Evet, Yaşar Kemal böylesi olguları<br />

da dile getirmektedir ve burda da iyi<br />

etmektedir. “O kadar zulümler yaptılar<br />

ki, söylemeye dilim varmıyor.”<br />

veya “Bu seksen yıldır yasaklar olmasaydı,<br />

Kürtlerin kardeşliği unutulmasaydı,<br />

yasaklara boğulmasalardı,<br />

bugün böyle konuşmak aklımıza<br />

gelmezdi” dediğinde de gerçeği<br />

dile getiriyor. Yaşar Kemal’in tavrında<br />

yanlış olan, gerçeği dile getirmesi<br />

değil, “Kürt sorunu”na çözümü<br />

sistem çerçevesinde araması ve AB’ci<br />

bir tavır takınmasıdır.<br />

İkinci günkü açılış konuşmasını<br />

yapan Vedat Türkali ise şunları vurguladı:<br />

“Eski bir komünistim ben. Komünist<br />

Parti ilk defa tüzüğüne ‘Gerekirse<br />

Kürtler ayrılsın’ diye bir program<br />

koydu. Ben bunu yayınladım. Kürt<br />

halkının neler çektiğini biliyorum.<br />

Bana ‘Sen Kürt müsün? Niye uğraşıyorsun?’<br />

diyorlar. Ama ben ‘Ne mutlu<br />

Türküm diyene’ sözlerini rahat diyebilmek<br />

için bu sorunun çözümüne<br />

katkıda bulunmak zorundayım. Bir<br />

başka halkı baskı altında tutan bir<br />

ülke kendi halkını da rahat bırakmaz.<br />

Ben de özgür değilim.” (sözkonusu<br />

konuşmadan)<br />

Vedat Türkali’nin kendi deyimiyle<br />

“eski Komünist”liğinden kalan doğru<br />

yanları var. Doğru <strong>olarak</strong> bir başka<br />

halkı ezen halkın özgür olmayacağı<br />

düşüncesini dile getirmektedir. Bu<br />

arada Kürtler üzerinde baskı ortadan<br />

kalktığında rahat biçimde “Ne mutlu<br />

Türküm diyene” sözlerini söyleyebileceğini<br />

açıklaması da, TKP’nin kemalist<br />

yanının kalıntısından biri olduğunu<br />

söylemek gerekiyor.<br />

Kapanış konuşmasını yazılı <strong>olarak</strong><br />

gönderen Mehmet Uzun ise tüm zorluklara,<br />

barbarlıklara karşın esasta<br />

umutlu olmayı savunan, bu bağlamda<br />

iyimserliğin propagandasını<br />

yapan bir tavrı savundu. Uzun şunları<br />

da tespit etti:<br />

“1– Türkiye, 15-20 milyon olduğu<br />

söylenen, kendi vatandaşları<br />

Kürtlerle barışmanın yollarını bulmalıdır.<br />

Devlet katında derin bir Kürt<br />

düşmanlığı, kin ve nefreti var. Bu kötü<br />

alışkanlıklar, gelenekler ve önyargılarla<br />

herhangi bir olumlu gelişmenin<br />

sağlanması mümkün değil. Bunların<br />

aşılması gerekli.<br />

2- Yine devlet katında, Kürtlere,<br />

Kürtlerin hak ve hukuk arayışlarına<br />

karşı olmak koşuluyla, şeytanla bile<br />

işbirliği yapmak geleneği var.…” (yazılı<br />

konuşmasından)<br />

Konferansın niteliğini dile getirmesi<br />

açısından Doğu Ergil’in yaptığı<br />

şu tespiti aktarmak gerekiyor:<br />

“Bizi izleyen ve kayda alan etkili ve<br />

yetkili her mercie sesleniyoruz: Buraya<br />

savaşmaya değil barışmaya; bölünmeye<br />

değil bütünleşmeye, hem de sizin<br />

adaletsiz, köhnemiş ve yetersiz<br />

politikalarınız, uygulamalarınız nedeniyle<br />

bölünmüş ülkemizi ve milletimizi<br />

birleştirmeye geldik.” (BİANET,<br />

16.01.2007)<br />

Evet, konferansı “bir devrim yaşıyoruz”<br />

diye değerlendiren Doğu<br />

Ergil’in bu tespiti, gerçekte bunlar tarafından<br />

istenen barışın, Türkiye’nin<br />

bölünmez bütünlüğünü savunma<br />

temel güdüsüyle, barış olduğunda<br />

Türkiye’nin Ortadoğu’da daha güçlü<br />

bir devlet haline geleceği yaklaşımı<br />

temelinde savunulduğunun bir açıklamasıdır.<br />

Buna rağmen ama Ankara 11. Ağır<br />

Ceza Mahkemesi eski DEP’li Orhan<br />

Doğan ile Mehmet Uzun’un konferanstaki<br />

konuşmalarının dinlenmesi<br />

için mahkeme kararı çıkardı. Türkiye<br />

koşullarını bilip durumla alay etmeye<br />

çalışanlar, konferansın yasaklanmamış<br />

olmasının büyük bir başarı olduğunu<br />

ifade etti… Konferanstan sonra<br />

ise Ankara Basın Savcılığı’nın konferansı<br />

incelemeye aldığı, Emniyet<br />

Müdürlüğü’nden konferansla ilgili<br />

kayıt ve belgeleri istediği haberi basına<br />

yansıdı.<br />

Konferansın sonuç bildirisi ise,<br />

moda adıyla “yol haritası” <strong>olarak</strong> tanıtıldı…<br />

Sözkonusu belgede esas itibariyle<br />

konferansa katılanların yaptığı<br />

konuşmalarda dile getirdiği, siyasi,<br />

ekonomik, kültürel talepler aktarılmaktadır.<br />

Konferanstaki halinin,<br />

belgenin son hali olmadığını,<br />

ama bunun “çözüm yolu” için programın<br />

başlangıcı olduğunu söyleyenler<br />

de var.<br />

Yaşar Kemal’in yaptığı konuşma<br />

hakkında kafalarında şovenizmden<br />

başka şey bulunmayan kalemşorlar,<br />

özellikle Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin<br />

“köşe” yazarları kinlerini<br />

kusmaya başladı. Bunların tartışmaları<br />

sürüyor. Bu konuda ve emekli<br />

MİT müsteşar yardımcısının görüşleriyle<br />

ilgili ise bir başka yazımızda<br />

tavır takınacağız.<br />

27 Ocak 2006 ✓<br />

Nâzım Hi<br />

2006 yılı Aralık ayının sonlarına<br />

doğru Nâzım Hikmet’in adı karıştırılan<br />

yeni bir tartışma gündeme<br />

geldi. Murat Belge’nin “Nâzım<br />

Hikmet Ermeni meselesiyle pek ilgilenmedi”<br />

biçimindeki tespitini Nokta<br />

Dergisi “araştırmış…<br />

Artık ne biçim bir araştırmaysa, sonuçta<br />

Nokta Dergisi Nâzım Hikmet’in<br />

“Hapisten Çıktıktan Sonra” şiirinin<br />

“2 – Akşam Gezintisi” başlıklı bölümünde<br />

“Ermeni sorununa” ilişkin dizelerin<br />

bulunduğunu ve ayrıca sözkonusu<br />

şiirin, beş dizesinin sansürlenerek<br />

yayınlandığını ortaya çıkarmış!<br />

Nokta Dergisi’nin bu konuyla ilgili<br />

haberinin haberini verenlerin temel<br />

tespitlerinden biri “Nokta Dergisi’nin<br />

bu mısraları ve sansürlendiğini ortaya<br />

çıkardığı” haberiydi.<br />

Türkiye’de böylesi haberlerin temel<br />

kaynaklarından biri insanların<br />

muhalif, “sol”, devrimci ve komünist<br />

yayınları az ve düzensiz okumasıdır.<br />

Bir diğeri ise, yapılan bir haberin<br />

doğruluğu araştırılmadan diğer haber<br />

kaynakları tarafından alınıp yayılmasıdır.<br />

Birincisi, Nâzım Hikmet’in sadece<br />

Ermeni meselesini ilgilendiren dizeleri,<br />

satırları değil, başka dize ve satırları<br />

da sansürlenmiştir. Örneğin<br />

Mustafa Suphi ve yoldaşları hakkında<br />

yazdığı “28 Kanuni Sani” adlı<br />

şiirde, “– Burjuva Kemalin omzuna<br />

binmiş / Kemal kumandanın kordonuna<br />

/ Komandan kâhyanın cebine<br />

inmiş / Kayha adamlarının donuna /<br />

– Uluyorlar / – hav… hav… hak… tü<br />

/ – Yoldaş unutma bunu / Burjuvazi /<br />

ne zaman aldatsa bizi / böyle haykırır:<br />

/ – hav… hav… hak… tü / – Gördün<br />

mü ikinci motörü?” bölümünün esası<br />

sansürlenmiştir. Kuşkusuz ki bizim<br />

bu tespitimizin doğru olup olmadığını<br />

da araştıran bir Nokta Dergisi<br />

olursa ve haber yapıp Nâzım’ın bu<br />

konuda ne dediğini tartıştırırsa iyi<br />

olur… Aslında Nâzım’ın tüm eserlerinin<br />

orijinali ile Türkiye’de basılan<br />

hali karşılaştırılıp sansürlenenlerin<br />

neler olduğunun ortaya çıkarılması,<br />

esasta Nâzım’ı savunmada yapılacak<br />

iyi işlerden biri olacaktır.<br />

Bizim burada öne çıkarmak istediğimiz<br />

gerçeklik şudur: Gerçekten<br />

de Nâzım’ın Ermeni meselesini dile<br />

getirdiği dizeleri sansürlenmiştir.<br />

Sadece şiirin yayınlanmasında değil,<br />

sansürsüz yayınlanan şiirin varlığının<br />

bilincinde olan Kültür Bakanlığı<br />

da, “2002 Nâzım Yılı” için hazırlattığı<br />

CD’de, sözkonusu dizeleri sansürlemiştir.<br />

Nokta Dergisi’nin Aralık 2006’daki<br />

8. sayısında bu olguyu ortaya çıkardığını<br />

söyleyen veya savunan tüm<br />

haber kaynakları ya yalan söylüyor-


gündem<br />

kmet’e kim pislik sıçratıyor?<br />

lar, ya da bu konuda bilgisizler.<br />

Çünkü, daha önce sansürlenen bu<br />

bölüm, Adam Yayınları tarafından<br />

yayınlanan Nâzım Hikmet Eserleri<br />

Cilt 4’te, sayfa 202-204, sansürsüz yayınlanmıştır.<br />

Sadece bu kadar da değil: Güney<br />

Dergisi, Temmuz-Eylül 2002 tarihli<br />

21. sayısında, sayfa 10-11’de<br />

“Seviyesizlik…” başlığıyla bu konuya<br />

ilişkin tavır takınmış ve sözkonusu<br />

şiirin tümünü yayınlamıştır.<br />

Yani ne bu dizelerin varlığı, ne de<br />

sansürlendiği Nokta Dergisi’nin ortaya<br />

çıkardığı bir şey değildir. Nokta<br />

Dergisi’nin haberinin ortaya çıkardığı<br />

gerçeklik, sözkonusu medya<br />

mensuplarının bilgisizliğidir… Aynı<br />

biçimde, sözkonusu bu dizelerin ortaya<br />

çıkmasına Murat Belge’nin<br />

“Nâzım Hikmet benim çok sevdiğim<br />

bir yazar. Ermeni soykırımı konusunda<br />

böyle bir şiirinin çıkmasına<br />

çok sevindim. Öbür türlüsü canımı<br />

sıkardı.” biçiminde tavır takınması<br />

da bir başka trajikomik tavırdır. Belge<br />

böylece aslında Nâzım Hikmet’in şiir<br />

ve yazılarını pek okumadan “Nâzım<br />

Hikmet Ermeni meselesiyle pek ilgilenmedi”<br />

tespitini yaptığını ele vermektedir.<br />

Murat Belge bilimsel araştırma<br />

temelinde tavır takınmamaktadır,<br />

bu onun yanlışı. Buna rağmen<br />

ama Nâzım’ın Ermeni meselesiyle<br />

pek ilgilenmediği tespiti aslında doğrudur.<br />

Fakat sanki bir şiirde beş dizelik<br />

tavır Nâzım’ı değil de Murat<br />

Belge’yi kurtarıyormuş gibi bir rol<br />

oynamaktadır.<br />

Bu tartışmalara Hürriyet gazetesinin<br />

köşe yazarlarından<br />

Özdemir İnce de<br />

katıldı. 3 Ocak 2007 tarihli<br />

Hürriyet’te “Nâzım<br />

Hikmet’e pislik sıçratmayın”<br />

başlığıyla yazdığı yazıda,<br />

sözümona Nâzım’ı<br />

savunmaya kalkışmaktadır.<br />

Sözkonusu başlığı okuyan<br />

Nâzım’ın gerçek savunucuları<br />

ve yanlıları ilk<br />

anda şaşırabilirler. Çünkü<br />

genelde Nâzım’ın savunusu<br />

yapılmaz, Hürriyet<br />

gibi gazetelerde. Nâzım’ın<br />

savunulduğu görüntüsü<br />

verildiğinde de, bunun<br />

perde arkasında esasta<br />

Nâzım’ı Nâzım olmaktan<br />

çıkarmanın çabası<br />

durmaktadır. Özdemir<br />

İnce’nin tavrı da esasta bu<br />

ikinci türe aittir. Yine de<br />

“Nâzım Hikmet’e pislik<br />

sıçratmayın” başlığı ilk<br />

anda çekici ve de sev<strong>indir</strong>ici<br />

geliyor. İşin kendisine<br />

gelince, hiç de sev<strong>indir</strong>ici değil.<br />

Özdemir İnce’ye sözkonusu yazıyı<br />

yazdıran şey, Nokta Dergisi’nin<br />

21/27 Aralık 2006 tarihli 8. sayısında<br />

Ermeni soykırımı ile ilgili yayınladığı<br />

haber. İnce’ye göre Nokta<br />

Dergisi Nâzım’ın soykırımı kabul<br />

ettiğini söylemekle, Nâzım’a “pislik<br />

sıçratıyor”. Ve tabii ki İnce, böylesi<br />

“kaba” bir tespite karşı çıkmakta ve<br />

Nâzım’ın Ermeni soykırımını kabul<br />

etmediği üzerine yazmaktadır.<br />

İnce Nokta’nın tavrını şöyle değerlendirmektedir:<br />

“Said-i Nursi’nin meşrep <strong>olarak</strong><br />

Ermeni soykırımı iddiasını kabul etmesi<br />

epeyce olası, ama Nâzım Hikmet<br />

için bunun mümkün olamayacağını<br />

biliyorum.” (Hürriyet, 3 Ocak 2007)<br />

Bu iddiasını ispat etmek için de<br />

esasta Nokta Dergisi’nin de aktardığı<br />

“Akşam Gezintisi” adlı şiirde<br />

Nâzım’ın soykırımı kabul etmediği,<br />

bu şiirin değişik yorumlanabileceği<br />

yönlü açıklama yapmaktadır.<br />

Şiirden aktardığı bölüm şöyledir:<br />

“Bakkal karabetin ışıkları yanmış /<br />

affetmedi bu Ermeni vatandaş / kürt<br />

dağlarında babasının kesilmesini / fakat<br />

seviyor seni çünkü sen de affetmedin<br />

/ bu karayı sürenleri Türk halkının<br />

alnına” (aynı yerden)<br />

Gerçekten de eğer insan, Nâzım’ın<br />

soykırımı kabul ettiğini söylemek<br />

için, onun şiirinde soykırım ya da jenosid<br />

kavramını ararsa, bunu, bu şiirle<br />

belgeleyemezsiniz. Bu bağlamda<br />

farklı yorumlar da mümkündür.<br />

Açık olan ama Nâzım’ın yaşananları<br />

“Türk halkının alnına sürülen bir<br />

kara leke” <strong>olarak</strong> gördüğü ve “kara<br />

leke”ye karşı çıktığıdır. Ermeni, babasının<br />

kafasının kesilmesini affetmemesine<br />

rağmen, “kara lekeyi Türk<br />

halkının alnına sürenleri” affetmeyenleri<br />

sevmektedir… Nâzım, bununla<br />

kara lekeyi Türk halkının alnına<br />

sürenleri affetmediğini de söylemektedir<br />

aslında.<br />

İnce efendi Nâzım’ın soykırımı kabul<br />

etmediğini ispatlamaya çalışırken<br />

nedense bu olgunun üzerinden atlamakta<br />

ve farklı yorumlanabileceğini<br />

göstermek için şöyle demektedir:<br />

“‘Ermenileri Kürtler kesmiş ve<br />

suçu Türklerin üzerine atmıştır.<br />

Ve böylece Türk halkının alnına<br />

kara leke sürülmüştür!’ Oldu mu?”<br />

(aynı yerden) Olmadı İnce efendi olmadı!<br />

Nâzım’ı böyle yorumlayanlar,<br />

Nâzım’ın savunucuları değil, O’na<br />

“pislik sıçratan”lardır. Nâzım hem<br />

değişik şiirlerinde hem de “Yaşamak<br />

güzel şey be kardeşim” adlı “otobiyografik”<br />

romanında, Ermenilere yapılanları<br />

Türk milletinin alnındaki<br />

bir kara leke <strong>olarak</strong> görmüştür. Bunu<br />

gerçekleştirenleri “affetmemiştir”.<br />

Nâzım, “Yaşama k güzel şey<br />

be kardeşim”de Ermeni kökenli<br />

Petrosyan ile sohbetinin bir bölümünde<br />

şunları anlatmaktadır:<br />

“– Anuşka sana sevdalanabilirmiş<br />

Petrosyan.<br />

– İyi de edermiş.<br />

– Sen ona?<br />

– Ben de ona. Ama ikimiz de geç<br />

kaldık. Bir Türk oğlu geldi girdi aramıza.<br />

– Emredin çıkayım.<br />

– Çıksan da faydası yok artık… Şu<br />

Türk oğullarından şu Ermenilerin<br />

çekmediği mi kaldı? Kıyma kıyar gibi<br />

doğradınız bizi.<br />

– Ben yoktum sizi doğrayanların<br />

arasında.<br />

– Yalnız sen değil, işin aslına bakarsan,<br />

ellerine bıçak verilen Türk köylüsü<br />

de yoktu, o bıçakla kestiler, ama<br />

yoktular. İşin doğrusu bu. Kafalarına<br />

giydirdiler jandarma üniformasını,<br />

yaptırdılar bu işi.<br />

– Ne de olsa, halkımın alnına sürülen<br />

kara leke.” (Nâzım Hikmet,<br />

Eserler Cilt 7, sayfa 454, Narodna<br />

Prosveta, Sofya 1969)<br />

Nâzım, Türklerin Ermenileri doğradığını,<br />

ama kendisinin onların<br />

arasında olmadığını söylemektedir.<br />

Sonunda ise yaşananları bir kez daha<br />

“halkımın alnına sürülen kara leke”<br />

<strong>olarak</strong> değerlendirmektedir.<br />

Nâzım’ın bu tavrı ile “kara lekeyi<br />

sürenleri” affetmemesi yönlü tavrı<br />

birleştirildiğinde –bu tavırda açıkça<br />

soykırım lafı edilmese de–, bunun<br />

Türk devletinin resmi çizgisinden ve<br />

de İnce gibi şovenlerin yaklaşımından<br />

kökten farklı bir yaklaşım olduğu<br />

açıktır.<br />

Bu yüzden de İnce’nin: “Nâzım<br />

Hikmet’in Ermeni soykırımını ya da<br />

soykırım iddialarını onaylayan yazılı<br />

tek cümlesi ve tek şiiri yok.” tespiti,<br />

Nâzım’ın tavrını savunan bir tespit<br />

değildir.<br />

Nâzım bu tavrında açıkça soykırım<br />

vardır da demiyor. Ama buna rağmen<br />

İnce’nin, Nâzım’ı Ermeni soykırımını<br />

kabul etmeyenler arasına sokmaya<br />

çalışması, esasta Nâzım’a “pislik<br />

sıçratma”nın kendisidir.<br />

Bu gerçeklik, İnce’nin: “Nâzım<br />

Hikmet’in yakın arkadaşı, Ermeni<br />

asıllı Fransız şair Ruben Melik,<br />

Sofya’nın Moskva Park Hotel’inde,<br />

Kemal Özer’in huzurunda bakın<br />

bana ne demişti:<br />

‘Siz Türklerin en komünistiniz<br />

bile Kemalist. Nâzım da hep senin<br />

gibi konuşmuştu Moskova’da. Türk<br />

Komünist Partisi’ne de soykırımı kabul<br />

ettiremezsiniz demişti. Bu ne iştir<br />

iki gözüm?” (aynı yerden) hikayesini<br />

anlatmasıyla da ortadan kalkmıyor.<br />

Gerçekten de Ruben Melik sadece<br />

kemalistlikle bağını koparmayan<br />

Türkiyeli “komünist” tanımıştır<br />

ve bu nedenle tespiti esasta bir gerçekliği<br />

ifade etmektedir.<br />

Nâzım’ın Ruben Melik’e ne söylediğini<br />

bilmiyoruz. Ama aynı yazıda biraz<br />

yukarıda “Lafa inanmaya gelince<br />

ben kendi kulaklarımla duyduklarıma<br />

inanırım.” diyen İnce efendi,<br />

Ruben Melik’in dediklerini kulaklarıyla<br />

duymuş ama Nâzım’ın ne dediğini<br />

kendi kulaklarıyla duymamıştır.<br />

Buna rağmen ama Nâzım’ın böylesi<br />

bir düşüncesi olduğunu anlatmaya<br />

çalışıyor. Tam da İnce efendiye yakışır,<br />

siyasi bir sahtekârlık!<br />

Bu arada yapılan bir sahtekârlık ise<br />

Nâzım’ın “TKP’ye soykırımı kabul ettiremezsiniz”<br />

demesi bağlamındadır.<br />

Nâzım Ruben Melik’e bunu söylemiş<br />

olsa bile, bunu söylemek Nâzım’ın<br />

kendisinin soykırımı kabul edip etmediğinin<br />

ispatı değildir. Nâzım’ın<br />

TKP içinde en “sol” olan insanlardan<br />

biri olduğu bilindiğinde, O’nun<br />

“merkezi çizgiden” farklı düşünebileceği<br />

de büyük bir olasılıktır.<br />

Sorun ama Nâzım’ın soykırımı<br />

kabul edip etmediği sorunu değil.<br />

Sorun, İnce gibi devletin resmi ideolojisinin<br />

savunucularının, Türkiye’de<br />

soykırımın kabul edilmesi düşüncesinin<br />

önüne geçmek için Nâzım’ı da<br />

amaçlarına alet etmek istemeleridir.<br />

Nâzım gibi tanınmış ve kitleler tarafından<br />

sevilen bir insanın soykırımı<br />

tanımış olması, kuşkusuz ki,<br />

onu sevenler üzerinde etkide bulunacaktır.<br />

İşte engellenmek istenen bu<br />

etkidir. Bu arada Nâzım da kendi şoven,<br />

ırkçı siyasetlerine alet edilmek<br />

istenmektedir.<br />

Çekin kirli ellerinizi Nâzım’dan!<br />

Doğrusuyla, yanlışıyla Nâzım bizimdir,<br />

öyle de kalacak!<br />

4 Ocak 2007<br />

Bir Çağrı okuru ✓<br />

13


yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />

Nükleer enerjiden vaz mı geçiliyor?<br />

14<br />

Türkiye’de nükleer santral yapımına<br />

karşı mücadele edilirken<br />

ve Türk hükümetinin<br />

ya da yetkililerin nükleer santralden<br />

yana tavır takınmalarının yanlışlığı<br />

anlatılmaya çalışılırken sık sık şu tespit<br />

yapılmaktadır:<br />

“Gelişmiş ülkeler başta olmak<br />

üzere birçok ülke nükleer santrallerden<br />

vazgeçerken, Türkiye gibi gelişmekte<br />

olan ülkeler ise nükleer santrallere<br />

yönelmekte.” (Ülkede Özgür<br />

Gündem, 21 Aralık 2005)<br />

Buna benzer tespitler şöyle de ifade<br />

edilmektedir:<br />

“1950’ lerde ‘Köleniz Atom’,<br />

‘Ölçülemeyecek Kadar Ucuz’ <strong>olarak</strong><br />

lanse edilen ve bütün dünyayı kaplayacağı<br />

varsayılan nükleer santrallerden,<br />

bugün hızlı bir kaçış vardır.”<br />

(gezegenimiz.com, 14.02.2000)<br />

Cumhuriyet gazetesi ise şöyle tespit<br />

yapmaktadır:<br />

“Radyasyon ve atık sorunu, dünyanın<br />

nükleer santrallardan vazgeçmesinin<br />

en önemli nedenleri arasında<br />

yer alıyor.” (Cumhuriyet, 3 Mart<br />

2006)<br />

Bu tespitelerin temel düşüncesi öncelikle<br />

gelişmiş ülkelerin nükleer santral<br />

ve enerjiden vazgeçtiği düşüncesidir.<br />

Kimileri bu düşünceyi “herkes<br />

gider Mersin’e, Türkiye gider tersine”<br />

diye de ifade ediyor.<br />

Özeleştirel <strong>olarak</strong> belirtmemiz gerekir<br />

ki, bizim dergimizin kimi yazılarında<br />

da yer yer gözümüzden kaçan<br />

böylesi tespitler yapılmaktadır.<br />

Örneğin, dergimizin 105. sayısında,<br />

sayfa 16’da şu tespiti yapmıştık:<br />

“Genelde en gelişmiş ülkeler atom<br />

enerjisini terk etme durumundayken,<br />

neden Türkiye gibi ülkeler buna rağbet<br />

göstermektedir?”<br />

Bu tespitin Türkiye ile ilgili bölümü<br />

cevaplanması gereken doğru<br />

bir sorudur. Ama genelde en gelişmiş<br />

ülkelerin atom enerjisini terk etme<br />

durumunda olduğu tespiti, gerçekleri<br />

ifade etmeyen, olgu <strong>olarak</strong> da yanlış<br />

olan bir tespittir.<br />

Bu tespitin yanlış olduğu, aslında<br />

105. sayımızda aktarılan verilerle de<br />

sabittir. Eğer Fransa’nın atom enerjisi<br />

ya da nükleer enerji bağlamında,<br />

elektrik üretimindeki payı %78 ise, o<br />

zaman nasıl olur da Fransa’nın nükleer<br />

enerjiden vazgeçtiği söylenebilir?<br />

Bu bağlamda her şeyden önce “en<br />

gelişmiş ülkelerin” hangi ülkeler olduğu<br />

ortaya konmak zorundadır.<br />

Bunun demokrasi geleneği açısından<br />

mı, yoksa ekonomik güç ve gelişmişlik<br />

açısından mı, dünyada nüfuz sahibi<br />

olma açısından mı vb. vb. değerlendirildiği<br />

açığa kavuşturulmalıdır.<br />

Gelişmişliğin ölçüsü Türkiye olamaz,<br />

olmamalıdır. Bizce, enerji meselesi<br />

tartışılırken esas ölçü dünya çapındaki<br />

ekonomik, sanayi gelişme olmalıdır.<br />

Çünkü enerji ihtiyacı veya tüketimi<br />

de esasta sanayinin gelişmesine<br />

bağlı <strong>olarak</strong> çoğalır ya da azalır.<br />

Bunun yanısıra, her ülkenin nükleer<br />

enerji bağlamındaki gücü somut<br />

<strong>olarak</strong> ele alınmak zorundadır.<br />

Bağıntısından kopuk aktarılan rakamlar,<br />

ya da bu rakamlara dayanarak<br />

yapılan sıralamalar genelde gerçeklerin<br />

görülmesini engelleyen rakam<br />

ve sıralamalardır. Bu yüzden<br />

de her ülkenin genel <strong>olarak</strong> ne kadar<br />

enerji ürettiği, harcadığı ve nükleer<br />

enerjinin bunun içindeki rolü ve<br />

miktarı somut ele alınıp bakılması<br />

gerekir.<br />

Örneğin Litvanya elektrik üretiminin<br />

%80’ini nükleer enerjiden elde<br />

etme bağlamında birinci sırada. Bu<br />

%80 ölçü alındığında, bir ülkenin<br />

enerji ihtiyaçlarının en büyük bölümünün<br />

nükleer enerjiyle karşılandığı<br />

açıktır. Fakat Litvanya’nın 2003<br />

yılı nükleer enerjisinin 14.3 milyar<br />

kw saat olduğuna bakıldığında, bunun<br />

aynı yılın verilerine göre 763.7<br />

milyar kw saat ile ABD’nin elektrik<br />

üretiminde nükleer enerjinin payının<br />

%19.9 olduğu gerçeği ile karşılaştırıldığında,<br />

Litvanya’nın nükleer<br />

enerji üretiminin ne kadar az<br />

olduğu görülebilir. Aynı kaynağa<br />

göre Litvanya’nın 2 nükleer santrali,<br />

ABD’nin ise 103 nükleer santrali<br />

(kimi başka kaynaklara göre ise 104<br />

santral) vardır.<br />

Bu örneği sadece rakamların, istatistiklerin,<br />

soruna somut yaklaşılmadığında<br />

ve rakamların hangi verileri<br />

ifade ettiğinin gözönüne alınmadığı<br />

koşullarda aldatıcı olduğunu, yanlış<br />

sonuçlara götüreceğine dikkat çekmek<br />

için veriyoruz. Sözkonusu 2003<br />

verilerine göre somutta<br />

nükleer santral sayısı ve<br />

üretilen nükleer enerji<br />

oranı bağlamında ilk<br />

sıraları “en gelişmiş”,<br />

emperyalist güçler kapmıştır.<br />

Üretilen enerjinin<br />

kw saat hesabıyla<br />

ABD, Fransa, Japonya,<br />

Almanya, Rusya sıralaması<br />

ilk beş sırayı oluşturmaktadır.<br />

Nükleer<br />

santral sayısı <strong>olarak</strong><br />

da sıra lama, ABD,<br />

Fransa, Japonya, Rusya,<br />

İngiltere biçimindedir.<br />

Bunların dünya çapındaki<br />

nükleer enerjinin<br />

büyük bölümünü ve<br />

santrallerin de yarısından<br />

çoğunu ellerinde<br />

tuttuğu da somut verilerle<br />

ortadadır.<br />

Genel tez <strong>olarak</strong> en<br />

gelişmiş ülkeler, ya da<br />

gelişmiş ülkeler nükleer<br />

enerjiden vazgeçiyor<br />

demek günümüzün<br />

gerçeklerine uymuyor. Bu tespiti<br />

2005, 2006 yılında yapmak, ya gelişmeleri<br />

somut <strong>olarak</strong> takip etmemek,<br />

ya da soruna yüzeysel bakmakla, belli<br />

kalıplara takılıp kalmakla mümkün<br />

olmaktadır.<br />

Dünya çapında olduğ u gibi<br />

Türkiye’de de nükleer santrallara<br />

karşı mücadele doğru ve haklıdır.<br />

Fakat bu mücadele verilirken, bu mücadelenin<br />

doğru ve haklılığını gelişmiş<br />

ülkeler nükleerden vazgeçiyor<br />

biçiminde açıklamak ve bu temelde<br />

nükleer santrallara karşı mücadele<br />

yürütmeye kalkışmak hem kitlelere<br />

yanlış bilinç verir ve hem de mücadelenin<br />

temelini zayıflatır.<br />

Gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden<br />

vazgeçtiği düşüncesinin bugün<br />

yanlış olduğunu söylememiz, kuşkusuz<br />

ki, bu düşünceyi savunanların<br />

hiç bir maddi temeli yoktur anlamına<br />

gelmiyor. Özellikle 1970’li<br />

yılların sonlarına doğru ve 1986’da<br />

Çernobil olayına bağlı <strong>olarak</strong> antiatom<br />

hareketi egemenlere belli geri<br />

adımlar attırmış, buna atom santrallerinin<br />

inşaasının pahalılaşması da<br />

eklenince belli bir dönem yeni atom<br />

santrali inşa edilmemiştir. Kimi ülkeler<br />

de atom enerjisinden adım<br />

adım vazgeçme kararı verdiğinden,<br />

gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden<br />

vazgeçtiği yönünde bir resim oluşturmaya<br />

hizmet etmiştir.<br />

Burada da öncelikle bilince çıkarılması<br />

gereken düşüncelerden biri,<br />

atom santrallerinin inşa edilmesinde<br />

belirleyici olan enerji, elektrik<br />

üretimi değil, atom silahına sahip<br />

olma isteği ve silahlanma yarışı olduğu<br />

gerçeğidir. Gelinen yerde varolan<br />

kimi değişiklikler ve gelişmeler,<br />

atom silahlarına sahip olma isteklerini<br />

en azından resmi düzeyde arka<br />

planda tutmayı sürdürse de, “en gelişmiş”<br />

ülkelerin de enerji sorununu<br />

çözme adına nükleer enerjiye yönelim<br />

içinde olduğu ve bu konudaki<br />

adımların giderek de güçlendiği olgudur.<br />

Gelişmelere baktığımızda, gelişmiş<br />

ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçtiğini<br />

göstermek için anlatılan<br />

ABD emperyalizminin 1979’dan<br />

beri yeni santral inşa etmemiş olması,<br />

Fransa’nın 2010’a kadar nükleer<br />

programını askıya aldığını açıklaması;<br />

Almanya’nın atom santrallerine<br />

ortalama 32 yaş biçerek adım<br />

adım atom enerjisinden vazgeçme<br />

bağlamında SPD-Yeşil hükümetin siyasi<br />

karar alması vb. vb. olgular, gelişmiş<br />

ülkelerin nükleer enerjiden<br />

vazgeçtiğini belgeleyen olgular değil.<br />

Gelişmiş ülkelerin nükleer enerjiden<br />

vazgeçip geçmediğini söyleyebilmek<br />

için, içinde bulunduğumuz somut<br />

koşullarda, sözkonusu güçlerin<br />

nükleer enerjiye karşı siyasetinin ne<br />

olduğuna bakmak zorundayız. Artık<br />

eskimiş, teknik güvenlik bağlamında<br />

kapatılması zorunlu olan, kapatılmadığında<br />

her an yeni Çernobillere<br />

yol açabilecek tehlikeyi içeren nükleer<br />

santralların kapatılmasının da,<br />

gerçekte nükleer enerjiden vazgeçildiği<br />

anlamına gelmediği bilinçlere<br />

kazınmak zorundadır. Kuşkusuz ki<br />

bu bağlamda dikkat çekilecek başka<br />

noktalar da var. Fakat bu yazımızda<br />

kendimizi, esasta soruna dikkat çekmek<br />

ve gelişmiş ülkelerin genel <strong>olarak</strong><br />

nükleer enerjiden vazgeçtiği tespitinin<br />

günümüz gerçekliğine ters<br />

bir tespit olduğunu ortaya koymakla<br />

sınırlıyoruz.<br />

KİMİ OLGULAR…<br />

Dergimizin “panorama” bölümünde<br />

İran bağlamındaki tartışmalarda emperyalist<br />

güçlerin enerji siyasetine ve<br />

bu bağlamda da nükleer enerji siyasetine<br />

dikkat çekmiştik. Dergimizin<br />

98. sayısında, sayfa 24’te “Gözlerden<br />

kaçan bir hesap” ara başlığı altında<br />

emperyalistlerin dünyaya egemen<br />

olma siyasetlerinde özde bir şeyin<br />

değişmediğini söyledikten sonra<br />

şunları tespit etmiştik:<br />

“Onların siyaseti özde değişmemiş<br />

ama, petrol ve doğalgaza dayalı enerji<br />

kaynakları talan edildikçe ‘suyunu’<br />

çekmektedir. Emperyalistlerin dünyaya<br />

hükmetme hesapları da uzun<br />

vadeli hesaplar…<br />

Bu hesaplara göre andaki enerji<br />

kaynaklarına hükmetseler bile, bu<br />

kaynaklar –kesin süresi belli olmasa<br />

da– bir gün tükenecek… Eğer verili<br />

enerji kaynakları tükenecekse, o zaman<br />

yerine yeni enerji kaynakları<br />

bulunmak zorundadır. Aksi halde


yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />

sanayi ülkeleri <strong>olarak</strong> gösterilen ülkeler<br />

başta olmak üzere teknolojinin<br />

ilerletilmesi ve evet ayakta tutulması<br />

da mümkün olmayacaktır.<br />

İşte emperyalistler geleceklerini<br />

garanti altına almak ve dünya ülkelerinin<br />

büyük bölümünü de kendine<br />

yeni yol ve yöntemlerle bağımlı kılmak<br />

için adım atmaya başlamış, hesaplarını<br />

bu temele de oturtmuş durumdadır.<br />

Bu noktada gündeme getirilen<br />

esas çözüm önerisi nükleer, ya da<br />

diğer deyimiyle atom enerjisine sahip<br />

olmaktır. ABD, Rusya, Fransa,<br />

İngiltere, Çin gibi ülkeler başta olmak<br />

üzere, gelişmiş kapitalist ülkelerin<br />

büyük bölümü atom enerjisine<br />

giderek daha fazla yatırım yapmaktadır.”<br />

(YDİ Çağrı, sayı 98, sayfa 24)<br />

Evet, nükleer enerjiden vazgeçmekten<br />

çok, bu konuda da egemen olma<br />

dalaşı, bu bağlamda da gelişmekte<br />

olan ülkeleri kendine bağımlı kılma<br />

dalaşı içindeler emperyalistler.<br />

Özellikle son yıllarda Çin ve<br />

Hindistan gibi ülkelerin hızlı biçimde<br />

gelişmesi, özellikle de Çin’in<br />

dünya pazarında emperyalist büyük<br />

güçlerle kaşık atacak düzeyde büyümesi,<br />

hem enerji ihtiyacını yükseltmiş,<br />

hem de dünya üzerindeki enerji<br />

kaynaklarına sahip olma dalaşını kızıştırmıştır.<br />

Afganistan, Irak savaşları,<br />

Afrika’nın kimi ülkelerinde yürüyen<br />

savaş ve “barış” adına işgal<br />

olayları ve olası İran savaşı vb. hepsinin<br />

de dünya üzerindeki enerji kaynaklarına<br />

egemen olmakla doğrudan<br />

ilişkisi var.<br />

Bu enerji kaynakları arasında nükleer<br />

enerjinin üretimi için temel<br />

hammadde olan uranyum gibi madenlerin<br />

de olduğunu özellikle söylememize<br />

gerek bile yok.<br />

Gelişmiş ülkelerden bahsedildiğinde<br />

örneğin “G8” diye adlandırılan<br />

ülkelerin sözkonusu olmaları gerekiyor.<br />

Bunlar, ABD, Fransa, İngiltere,<br />

Almanya, Japonya, İtalya, Kanada ve<br />

Rusya’dır. Ekonomik güç <strong>olarak</strong> ele<br />

alındığında Çin de –dünyanın anda<br />

ithalat ve ihracatta üçüncü gücü– aslında<br />

bunlara eklenmelidir.<br />

Çin’in anda en çok nükleer santral<br />

inşa eden ülkeler arasında olduğu<br />

biliniyor. “G8” içinde ise, en son<br />

Temmuz 2006’da Rusya’da yapılan<br />

toplantıda sadece Almanya nükleer<br />

enerjiden vazgeçme yönündeki tavrı<br />

savundu. Diğer yedi emperyalist güç,<br />

açıkça nükleer enerjiden yana tavır<br />

takındı.<br />

Almanya’nın nükleer enerjiden<br />

yana tavır takınmamasının perde arkasında<br />

ise, Başbakan Merkel’in SPD<br />

ile yaptığı koalisyon protokolüne uymaya<br />

çalışma yaklaşımı vardır.<br />

Gerçekte ise CDU/CSU’nun hükümete<br />

gelmesinden sonra nükleer<br />

enerji yanlısı tekellerin sesleri giderek<br />

yükselmiştir. Başbakan Merkel<br />

ve partilileri açıkça nükleer enerjiden<br />

yana tavır takınmaktadır. Teknik güvenlik<br />

nedeniyle kapatılması gereken<br />

atom santrallerinin çalıştırılma ömrünün<br />

uzatılmasına yönelik başvurular<br />

yapılmış durumdadır. Sözkonusu<br />

santraller kapatılsa da yeni santrallerin<br />

yapımı konusunda tartışmalar<br />

yoğun biçimde sürmektedir.<br />

Almanya, SPD-Yeşiller hükümeti döneminde<br />

alınan karara rağmen nükleer<br />

enerjiden vazgeçmiş değil. Anda<br />

atom santralleri lobisinin esas beklentisi,<br />

gelecek seçimlere kadar santrallerin<br />

kapatılmasını –ömürlerini uzatarak–<br />

engellemek ve yeni seçimlerde<br />

CDU/CSU ve FDP’nin seçimleri kazanıp<br />

koalisyon kurmasıdır.<br />

Medyaya yansıdığı kadarıyla<br />

Almanya’nın ekonomisinde belirleyici<br />

rol oynayan tekellerin, işverenlerin<br />

%71’i nükleer enerjinin kullanımından<br />

yanadır. Somut <strong>olarak</strong> atom<br />

santrallerini çalıştıran tekeller santrallerin<br />

ömrünün ortalama 32 değil,<br />

ABD’de olduğu gibi 60 yıla çıkarılması<br />

için mücadele yürütmektedir.<br />

Bunun da ötesinde Avrupa Birliği<br />

çapında ortaya konan enerji siyaseti<br />

de nükleer enerjiden yanadır. Bunu<br />

hep kullandıkları “iklimi koruma”<br />

yalanıyla açıklasalar da, enerji siyasetlerinin<br />

içinde nükleer enerjinin<br />

kullanımı da vardır. Nükleer enerjinin<br />

“temiz” olduğu yalanı, AB’nin<br />

2020 yılına kadar atmosfere salınan<br />

zehirli gazları %30 oranında azaltma<br />

hedefiyle enerji programının bir parçası<br />

durumunda.<br />

Kullandıkları yalanlardan biri<br />

de, güya “ortadoğu petrolüne” veya<br />

“Rusya’nın gazı”na bağımlılığa son<br />

vermek vb. açıklamalardır. Bu bağlamda<br />

bilince çıkarılması gereken şey,<br />

gerçekten de şu ya da bu emperyalist<br />

ülke, dünyaya egemen olma dalaşında<br />

başka emperyalist güce bağımlı<br />

olmak istemez. Fakat, atom santrali<br />

yapıldığında, santralin kendisi, hammaddesi<br />

olmadan enerji üretemez.<br />

Bu bağlamda santrallerde enerji üretimi<br />

için olmazsa olmaz ham maddelerin,<br />

uranyum gibi hammaddelerin<br />

de satın alınması gerekir. Bu bağlamda<br />

bu maddeleri elinde tutanlara<br />

bağımlılık ile petrol ve doğalgaza bağımlılık<br />

arasında özde bir fark yoktur.<br />

Bu konuda diğerlerine bağımlı<br />

olmak istemeyenler –eğer kendileri<br />

bu madenlere sahip değilse– sözkonusu<br />

madenlere egemen olma dalaşı<br />

ve savaşı sürdürmektedirler.<br />

ABD emperyalizmi özellikle son<br />

iki-üç yıllık süreçte açıkça yeni santraller<br />

yapmaya yönelmiş ve bunun<br />

için planları devreye sokmuştur.<br />

İngiltere, nükleer atık sorununu çözmekle<br />

boğuşurken bile, varolan santrallerin<br />

2023 yılına kadar eskiyeceği,<br />

teknik güvenlik açısından çoğunun<br />

kapatılmak zorunda kalınacağının<br />

bilinciyle, yeni santraller yapmaya<br />

yönelmiştir.<br />

Fransa ise, özellikle uluslararası<br />

ortak çalışmanın ürünü olan nükleer<br />

füzyon reaktörünün Fransa’da yapılmasını<br />

sağlamakla, büyük bir başarı<br />

elde ettiğini ortaya koymaktadır.<br />

Nükleer füzyon çalışması, geleceğin<br />

enerjisini üretecek bir çalışma,<br />

gelişme <strong>olarak</strong> sunuluyor. Bu çalışmanın<br />

içinde AB, ABD, Japonya, Çin,<br />

Güney Kore ve Hindistan yer almaktadır.<br />

Uzun süren pazarlıklar sonucunda<br />

reaktörün Fransa’da inşa edilmesine<br />

karar verildi. Projenin bütününün<br />

10 milyar Euro’ya mal olacağı,<br />

2040-2050 yıllarından itibaren enerji<br />

üretimine başlanacağı bilgileri verilmektedir.<br />

ITER adı verilen füzyon<br />

reaktörünün çalışması güneş örnek<br />

alınarak geliştirilen bir teknikle çalışacak.<br />

Atomların parçalanmasıyla<br />

değil, atom çekirdeğindeki “deuterium”<br />

ve “tritiumum”un birleştirilmesiyle<br />

enerji açığa çıkarılıyor. Bir<br />

litre deniz suyundan bir litre petrole,<br />

ya da bir kilo kömüre eşdeğer enerji<br />

üretileceği söyleniyor.<br />

Öyle ya da böyle, bu proje kendi<br />

başına ele alındığında bile, gelişmiş<br />

ülkelerin nükleer enerjiden vazgeçtiği<br />

tezinin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır.<br />

Nükleer santrallere karşı mücadelemizi<br />

bunların bilincinde <strong>olarak</strong> verelim.<br />

28 Ocak 2007 ✓<br />

Egemenlerin kar hırsı ve<br />

yok olan doğa!<br />

“Doyran Köy”ünde yapılacak<br />

olan taş ocaklarına ve ağaç kesimine<br />

karşı 21 Ocak 2007’de<br />

çoğunluğu köy halkından oluşan<br />

yaklaşık 100 kişi bir basın açıklaması<br />

yaptı. Eylem Doyran Köyünde<br />

taş ocağı yapılmak istenen ormanlık<br />

bölgede yapıldı. Eylemi Türkiye<br />

Tabiatını Koruma Derneği, Doyran<br />

Geliştirme Güzelleştirme Kültür ve<br />

Yardımlaşma Derneği ve Tema Vakfı<br />

ortak düzenledi. Basın açıklamasına<br />

CHP Antalya Milletvekili Tuncay<br />

Ercenk de katıldı. Eylemde sık sık<br />

“Ormanlar Kesilmesin”, “Maden<br />

Yasası Değiştirilsin”, “Ormanlarımıza<br />

Dokunmayın” sloganları atıldı.<br />

Eylemin yapılacağı yere ulaştığımızda<br />

kötü bir görüntüyle karşılaştık.<br />

15 gün önce tamamıyla ağaç dolu<br />

olan bölge fabrika temelinin atılabilmesi<br />

ve iş makinelerinin girebilmesi<br />

için “ağaçtan temizlenmiş” bir vaziyette<br />

idi. Eylemin izinli oluşu ve basının<br />

da geleceği bilindiği için bizim<br />

olduğumuz saatte iş makinelerinin<br />

çalışması durdurulmuştu. Eylem alanını<br />

gezdiğimizde ormanın değişik<br />

yerlerinde de yine farklı iş makineleri<br />

mevcuttu. Tabiî ki amaçları oraları<br />

düz bir arazi haline dönüştürmek<br />

ve para kazanacakları işletmeleri<br />

kurmaktır. Köy halkının söylediğine<br />

göre, lüks villaların yapılması<br />

da düşünülüyormuş. Düşünülmeyen<br />

tek şey “doğanın talanı”!...<br />

Antalya’ da taş ocağı ve maden<br />

ruhsatı alanların sayısı 1627’ye ulaşmış.<br />

Bu durum açıkça her şeyi belgelemektedir.<br />

Maden arama adı altında<br />

ağaçları kesecekler ve ardından kendi<br />

işletmelerini kuracaklardır.<br />

Türkiye’de ÇED (Çevre Etki<br />

Değerlendirme) yönetmeliği olmasına<br />

rağmen bu gibi faaliyetlerin ilgili<br />

kurumlardan izin alınarak yapılması<br />

oldukça ilginçtir.<br />

Kısaca ÇED yönetmeliğinin esası;<br />

-Yapılacak faaliyetlerin doğaya zararı<br />

varsa yapılmaması,<br />

-Halkın bilgilendirilmesi ve halkın<br />

görüşünün alınmasını amaçlar.<br />

Ormanların kesimi ve taş ocaklarının<br />

yapımı tamamen ÇED yönetmeliğine<br />

aykırıdır. Bunu amaçlayan<br />

bir yönetmelik hayata geçmediği sürece<br />

bir anlam ifade etmez. Halkın<br />

bilgilendirilmesi ve görüşünün alınması,<br />

sermayenin karı söz konusu ise<br />

önemli değildir. Köy halkı tamamiyle<br />

talana karşı çıkmaktadır.<br />

Son ağaç kesildiğinde,<br />

Son balık avlandığında,<br />

Son nehir zehirlendiğinde,<br />

İşte o zaman paranın<br />

yenemeyeceğini anlayacaksınız!...<br />

Hopi yerlilerinin bu atasözü, gerçekten<br />

bugün yerkürede yaşayan tüm<br />

insanlık açısından oldukça büyük<br />

öneme sahiptir. Emperyalizm bu<br />

sömürü sistemini ayakta tutabilmek<br />

için önüne çıkan hiçbir engeli tanımamaktadır.<br />

Ne insan sağlığı, nede<br />

doğa onun için asla önem teşkil etmemektedir.<br />

Kapitalizm var olduğu sürece<br />

doğa mahvoluşa doğru ilerlemektedir.<br />

Küresel ısınma bugün bunun en<br />

açık göstergesidir.Tüm insanlık el ele<br />

vermeli ve bu sömürü sistemini değiştirmelidir.<br />

Yaşanacak bir dünya ancak<br />

sosyalizmle mümkündür!<br />

Kapitalizm öldürür,<br />

Kapitalizmi öldürün!<br />

YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ<br />

Antalya ✓<br />

15


yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />

Yenilenebilir, alternatif bir enerji kaynağı;<br />

Güneş enerjisi!<br />

16<br />

Bir an güneşin olmadığını düşünelim.<br />

Dünya ne halde<br />

olurdu? Her taraf kapkaranlık<br />

olurdu. Canlılar, bitkiler, ağaçlar, vb.<br />

yaşamaları için gerekli olan enerjiye<br />

sahip olamayacaklardı. Güneş hayat<br />

kaynağı. Yaşam için gerekli olan<br />

enerjinin kaynağı.<br />

Güneşin yaydığı ve dünyaya ulaşan<br />

enerji, güneşin çekirdeğinde yer<br />

alan füzyon süreci ile açığa çıkan<br />

ışıma enerjisidir. Bu enerji hidrojen<br />

gazının helyuma dönüşmesi şeklindeki<br />

füzyon sürecinden kaynaklanır.<br />

Bu enerjinin dünyaya gelen küçük<br />

bir bölümü dahi, insanlığın mevcut<br />

enerji tüketiminden kat kat fazladır.<br />

Güneş enerjisinden yararlanma<br />

konusundaki çalışmalar özellikle<br />

1970’lerden sonra hız kazanmış, güneş<br />

enerjisi sistemleri teknolojik <strong>olarak</strong><br />

ilerleme göstermiştir.<br />

Güneş, deniz dalga enerjisi ve jeotermal<br />

hariç tüm yenilenebilir<br />

enerji kaynaklarının ana kaynağıdır.<br />

Güneşin bugünkü durumunu beş<br />

milyar yıl daha koruyacağı hesaplanmaktadır.<br />

Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle<br />

güneş enerjisi potansiyeli açısından<br />

oldukça şanslıdır. EİE tarafından<br />

Türkiye’nin ortalama yıllık toplam<br />

güneşlenme süresi 2640 saat <strong>olarak</strong><br />

hesaplanmıştır.<br />

Türkiye’nin yıllık toplam güneş<br />

enerjisi potansiyelinin bölgelere dağılımı<br />

şöyledir:<br />

Bölge Güneşlenme süresi/saat<br />

G. Doğu Anadolu 2993<br />

Akdeniz 2956<br />

Doğu Anadolu 2664<br />

İç Anadolu 2628<br />

Ege 2738<br />

Marmara 2409<br />

Karadeniz 1971<br />

(eie.gov.tr)<br />

Türkiye’nin en fazla güneş enerjisi<br />

alan bölgesi Güney Doğu Anadolu<br />

Bölgesi olup, bunu Akdeniz Bölgesi<br />

izlemektedir. En az güneş enerjisi<br />

alan bölge, Karadeniz Bölgesi’dir.<br />

Türkiye’de güneş enerjisinden esas<br />

<strong>olarak</strong> sıcak su elde etmek için yararlanılmaktadır.<br />

Çoğunlukla Akdeniz<br />

ve Ege bölgelerinde, evlerin, apartmanların<br />

çatılarına kurulan güneş<br />

kollektörleri aracılığıyla sıcak su elde<br />

edilmektedir.<br />

Düzlemsel güneş kollektörleri, güneş<br />

enerjisini toplayan ve bir akışkana<br />

ısı <strong>olarak</strong> aktaran çeşitli tür ve<br />

biçimlerdeki aygıtlardır. Güneş kollektörlü<br />

sistemler tabii dolaşımlı ve<br />

pompalı olmak üzere ikiye ayrılıyor.<br />

Bu sistemler evlerin yanında, yüzme<br />

havuzları ve sanayi tesisleri için de sıcak<br />

su sağlanmasında kullanılıyor.<br />

Güneş kollektörlerinde kullanılan<br />

vakumlu cam borular sayesinde 100-<br />

120 santigrat derece ısı sıcaklığına<br />

ulaşılmaktadır.<br />

Türkiye’de güneş enerjisinden elektrik<br />

enerjisi üretimi amacıyla kullanılan<br />

güneş pillerinin kurulu gücü 2<br />

megawat civarındadır. Bu piller, daha<br />

çok iletişim baz istasyonları, elektrik<br />

şebekesinden bağımsız aydınlatma<br />

sistemleri için kullanılmaktadır.<br />

Güneş pilleri aracılığıyla elde edilen<br />

yıllık enerji miktarı, yıllık elektrik<br />

tüketiminin ancak yüzde 0.01 miktarına<br />

karşılık gelmektedir.<br />

Türkiye’nin yıllık güneşlenme süresi<br />

yaklaşık 2 bin 640 saat <strong>olarak</strong> hesaplanmaktadır.<br />

Bu potansiyel mevcut<br />

enerji tüketiminin 10 bin katına denk<br />

gelmektedir. Bunun anlamı şudur:<br />

Türkiye; diğer yenilenebilir alternatif<br />

enerji kaynaklarını kullanmadan<br />

sadece güneş enerjisini kullanarak<br />

zehirli gaz çıkarmadan tüm fabrikaların<br />

enerji ihtiyacını, tüm elektrikli<br />

araçların motorlarının zehirsiz<br />

yakıtlarını oluşturacak ve sera efektini<br />

oluşturan en önemli gazın, karbondioksit<br />

gazının oluşumunu ortadan<br />

kaldıracak potansiyele kat be kat<br />

sahiptir.<br />

Güneş enerjisi temizdir. Zehirli gaz<br />

içermez.<br />

Güneş enerjisini elektrik enerjisine<br />

dönüştürecek gerekli teknik altyapı<br />

dünyada giderek gelişmekte, çeşitlenmektedir.<br />

Bu alanda teknik <strong>olarak</strong><br />

iyileşmeler, gelişmeler olmaktadır.<br />

Çeşitli yöntemlerle güneş enerjisinden<br />

elektrik üretilmektedir. Bu yöntemlerden<br />

bazıları kısaca şunlardır:<br />

Yoğunlaştırıcılı güneş enerjisi<br />

santralları: Doğrusal, çanak şeklinde<br />

ya da merkezi bir odağa yönlendirilmiş<br />

dev aynalar kullanılarak,<br />

odak noktasında çok yüksek sıcaklıkta<br />

ısı elde edilir. Genellikle elektrik<br />

üretiminde kullanılır.<br />

Güneş ocakları: Çanak şeklinde ya<br />

da kutu şeklinde, içi yansıtıcı maddelerle<br />

kaplanmış güneş ısısını toplayan<br />

yapılardır. Bu yöntem Hindistan, Çin<br />

gibi bir kaç ülkede yaygın <strong>olarak</strong> kullanılmaktadır.<br />

Trombe duvarı: Sandviç şeklinde<br />

cam ve hava kanalları ile paketlenmiş<br />

bir pasif güneş enerjisi sistemidir.<br />

Güneş ışınları gün boyunca, duvarın<br />

altında ve üstünde yer alan hava geçiş<br />

boşluklarını tahrik ederek, doğal çevirim<br />

ile termal kütleyi ısıtırlar. Gece<br />

ise trombe duvarı biriktirdiği enerjiyi<br />

ışıma yolu ile yayar.<br />

Geçişli hava paneli: Aktif güneş<br />

enerjili ısıtma ve havalandırma sistemidir.<br />

Termal güneş paneli gibi davranan,<br />

güneşe bakan delikli (perfore)<br />

bir duvardan oluşur. Panel, binanın<br />

havalandırma sistemine ön ısıtma<br />

uygular. Ucuz bir yöntemdir. %70’e<br />

kadar verime ulaşılabilir.<br />

Güneş Havuzları: Havuza atılan<br />

tuzların yardımı ile dip tarafta sıcaklık<br />

elde edilir. Bu sıcak su bir eşanjöre<br />

pompalanarak ısı <strong>olarak</strong> yararlanılabileceği<br />

gibi rankin çevrimi ile elektrik<br />

üretiminde de kullanılabilinir.<br />

Güneş Bacaları: Bir binanın zemininde<br />

toplanan ısı, yüksek ve dar bir<br />

bacaya yönlendiğinde, bacada kurulu<br />

türbini çalıştırır.<br />

Güneş enerjisinden güneş havuzları,<br />

güneş ocakları, doğrusal yoğunlaştırıcı<br />

termal sistem, parabolik<br />

oluk kolektör, parabolik çanak güneş<br />

ısıl sistemi, vb. çok çeşitli, karmaşık<br />

yöntemlerle elektrik üretilmektedir.<br />

Bu yöntemlerden güneş pilleri üzerine<br />

daha ayrıntılı duracağız.<br />

Güneş pilleri (fotovoltaik piller) yüzeylerine<br />

gelen güneş ışığını doğrudan<br />

elektrik enerjisine dönüştüren<br />

yarı iletken maddelerdir. Yüzeyleri<br />

kare, dikdörtgen, daire şeklinde biçimlendirilen<br />

güneş pillerinin alanları<br />

genellikle 100 cm2 civarında, kalınlıkları<br />

ise 0,2-0,4 mm arasındadır.<br />

Güneş pilleri üzerlerine ışık düştüğü<br />

zaman uçlarında elektrik gerilimi<br />

oluşur. Pilin elektrik enerjisinin<br />

kaynağı, yüzeyine gelen güneş enerjisidir.<br />

Güneş enerjisi, güneş pilinin yapısına<br />

bağlı <strong>olarak</strong> % 5 ile % 20 arasında<br />

bir verimle elektrik enerjisine<br />

çevrilebilir.<br />

Güç çıkışını artırmak için çok sayıda<br />

güneş pili birbirine paralel ya<br />

da seri bağlanarak bir yüzey üzerine<br />

monte edilir. Bu yapıya güneş pili<br />

modülü ya da fotovoltaik modül adı<br />

verilir. Modüller birbirlerine seri ya<br />

da paralel bağlanarak bir kaç wattan<br />

megawatlara kadar çıkan bir sistem<br />

oluşturulabilir.<br />

Güneş pilleri çok farklı maddelerden<br />

yararlanılarak üretiliyor. En<br />

çok kullanılan maddeler şunlardır:<br />

Kristal silisyum, Galyum Arsenit,<br />

Amorf Silisyum, Kadmiyum Tellürid,<br />

Bakır İndiyum Diselenid, Optik yoğunlaştırıcı<br />

hücreler.<br />

Güneş pilleri modülleri, akümülatörler,<br />

invertörler, akü şarj denetim<br />

aygıtları ve çeşitli elektronik destek<br />

devreleri ile birlikte kullanılarak bir<br />

güneş pil sistemi oluştururlar. Güneş<br />

pili modülleri gün boyunca elektrik<br />

enerjisi üreterek bunu akümülatörde<br />

depolar. Güneşin yetersiz olduğu zamanlarda<br />

ya da gece süresince gerekli<br />

olan enerji akümülatörden alınır.<br />

Akünün şarj ve deşarj <strong>olarak</strong> zarar<br />

görmesini engellemek için kullanılan<br />

denetim birimi ise akünün durumuna<br />

göre, ya güneş pillerinden gelen<br />

akımı ya da yükün çektiği akımı<br />

keser. Şebeke uyumlu alternatif akım<br />

elektriğinin gerekli olduğu uygulamalarda,<br />

sisteme bir invertör eklenerek<br />

akümülatördeki DC gerilim, 220<br />

v, 50 Hz.lik sinüs dalgasına dönüştürülür.<br />

Benzer şekilde, uygulamanın<br />

şekline göre çeşitli destek elektronik<br />

devreler sisteme katılabilir.<br />

Şebeke bağlantılı güneş pili sistemleri<br />

yüksek güçte-santral boyutunda<br />

sistemler şeklinde olabileceği gibi<br />

daha çok görülen uygulaması binalarda<br />

küçük güçlü kullanım şeklindedir.<br />

Bu sistemlerde örneğin bir konutun<br />

elektrik ihtiyacı karşılanabileceği<br />

gibi, üretilen fazla enerji elektrik<br />

şebekesine verilebilir, yeterli enerjinin<br />

üretilmediği durumlarda ise şebekeden<br />

enerji alınabilir. Böyle bir sitemde<br />

enerji depolaması yapmaya gerek<br />

yoktur.<br />

ABD, Avustralya, Hindistan, Çin,<br />

İsrail, İspanya, Yunanistan, Almanya,<br />

Mısır’da güneş enerjisinden, çeşitli<br />

yöntemlerle elektrik enerjisi üretilmektedir.<br />

Hakim sınıfların Sinop’da kurulmasını<br />

istediği 1200 MW’lık atom<br />

santralinin sağlayacağı elektriği,<br />

20.000 dönümlük bir alana kurulacak<br />

solar-termal sistemiyle sağlamak<br />

mümkündür.<br />

Türkiye’de her evin, her apartmanın<br />

çatılarına kurulacak güneş pillleri<br />

modülü aracılığıyla, her evin<br />

elektrik ihtiyacını karşılamak teknik<br />

<strong>olarak</strong> mümkün. Sadece evlerin değil,<br />

bu yöntemle sanayinin enerji ihtiyacını<br />

da karşılamak mümkündür.<br />

Bunun bu düzende olmamasının<br />

tek bir nedeni var: O da; enerji tekelleri,<br />

kapitalistler için, temelinde fosil<br />

yakıtların durduğu enerji üretiminin<br />

çok daha karlı olmasıdır. Her evin,<br />

apartmanın kendi enerji ihtiyacını<br />

güneş pili modülü aracılığıyla karşıladığı<br />

bir sistem kapitalistler için<br />

karlı değildir.<br />

Bu durumun bize gösterdiği gerçek,<br />

çevrenin korunması, üzerinde<br />

yaşanılabilinir bir çevrenin gelecek<br />

nesillere aktarılmasının, günümüzün<br />

en can alıcı sorunlarından biri<br />

olduğu gerçeğidir.<br />

Nükleer enerji, fosil yakıtlar sizin<br />

olsun!<br />

Bize güneş yeter!<br />

Aralık 2006 ✓


yeni gençlik dünyası<br />

Gençliğe düşen görev geleceği için<br />

enternasyonalist devrimci mücadeleye sarılmaktır<br />

Bugüne kadar varlığından hiçbir<br />

şey kaybettirmeyen şovenizm<br />

dalgası ve son yıllarda<br />

artan linç olayları bize bir gerçeği<br />

daha gösteriyor ki o da kapitalizmle<br />

ne şekilde olursa olsun uzlaşılamayacağıdır.<br />

Bununla birlikte kimi devletlerin<br />

milliyetçilik ve ırkçılık gibi faşist<br />

akımların etkisi altında kalarak<br />

ezilen ulus ve azınlıklara karşı uyguladığı<br />

baskıların toplumsal gelişmeyi<br />

önlediği gibi, yürütülen devrimci,<br />

demokratik mücadeleler önünde de<br />

büyük engeller teşkil etmektedir.<br />

Yine toplumun en dinamik ve kolay<br />

yönlendirilebilir gençleri üzerinden<br />

ilerlemeye çalışan ve gençliği körelten<br />

bu gerici akımlar bir takım devlet<br />

aygıtlarının kontrolünde gizli kapaklı<br />

veya en açık biçimiyle yürütülmektedir.<br />

Yüzyıllardır hakimiyetini sürdüren,<br />

gelip geçen bütün gerici devlet<br />

yapılarının en büyük silahı haline<br />

gelen ve özellikle de döneminin<br />

gençliği olmak üzere toplum içersinde<br />

çok geniş bir yer kaplayan bu<br />

gerici oluşumlar, karşısında hiçbir<br />

güç tanımaksızın tüm faşizan yönleriyle<br />

saldırdı ve saldırmaya devam<br />

ediyor. Başta toplumcu aydınlar olmak<br />

üzere yine toplumun tüm devrimci<br />

güçleri bu faşist yapılanmaların<br />

hedef tahtası haline gelmekte ve<br />

en iyi çözümü bu insanların ortadan<br />

kaldırılmasında aramaktadır. Tüm<br />

bunlara karşı mücadele edenlerin ise<br />

mevcut yasaların koyduğu yasaklarla<br />

tecrit edilmesi, susturulması yetmiyormuş<br />

gibi bunu yapanlar silaha da<br />

sarılmakta ve bununla da pervasızca<br />

övünmektedirler. Toplum içersine<br />

çöreklenen bu faşist fikirler gençliğe<br />

empoze edilerek onu bir maşa <strong>olarak</strong><br />

kullanmakta ve sömürü düzeninin<br />

geleceğini bu yolla sürdürmektedirler.<br />

Gençliğin emperyalist savaşlarda<br />

ölüme sürülmesi, işletmelerde<br />

amansızca ezilmesi, okullarda, fabrika<br />

ve köylerde yükselen devrimci<br />

hareketler karşısında karşı devrimci<br />

güçler haline getirilmesi kan emicilerin<br />

kendi çıkarları için uydurdukları<br />

formüllerin bir parçasıdır ve karşılaştığımız<br />

yerde geri bırakılmış bir<br />

toplum ve iliklerine kadar sömürülmüş<br />

açlar ordusu görmekteyiz.<br />

Son <strong>olarak</strong> Agos Gazetesi Genel<br />

Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi<br />

tüm bu olup bitenlerin<br />

gerçek yüzüdür. Dünya gündemine<br />

oturan bu korkunç cinayetin gerçek<br />

failleri amaçlarına ulaşmış ve ellerini<br />

kollarını sallayarak dolaşmaktadırlar<br />

hala. Yüzbinlerin sokaklara dökülmesi<br />

büyük bir tepkidir ama bu<br />

bile bundan sonraki cinayetleri önlemeye<br />

yetmez. Faşizmin kökü kazılmadığı<br />

sürece, burjuvazinin iktidarına<br />

son verilip yerine işçi sınıfının<br />

iktidarı geçmediği sürece bu cinayetlere<br />

yenileri eklenecektir. Burada<br />

gençliğe düşen görev milliyetçiliğe ve<br />

ırkçılığa sarılmak değil; geleceği için<br />

enternasyonalist devrimci mücadeleye<br />

sarılmaktır.<br />

Yaşasın Halkların Kardeşliği!<br />

Yaşasın Gençliğin Dev rimci<br />

Mücadelesi!<br />

Yeni Dünya Gençliği<br />

Ocak 2007 ✓<br />

Kapitalizmde işçi olmak<br />

Gazetemizin sorumlusu ve sahibine<br />

e-mail yoluyla ölüm tehdidi<br />

Ben altı yıldır altın takı üretimi<br />

yapan bir fabrikada çalışıyorum.<br />

Bu altı yıl içerisinde<br />

iki yılımı hiç de sağlıklı olmayan koşullarda<br />

sigortamın yapılmasını istememe<br />

rağmen sigortasız çalışarak<br />

geçirdim. Sistem benim en temel<br />

hakkım olan sigortayı ve sigortasız<br />

çalıştırılmanın yasak olduğu<br />

yerlerde binlerce işçinin sağlık güvencesi<br />

olmadan çalıştırılmasına göz<br />

yumulduğu sistem.<br />

Bizim iş yerinde 16 yaşın altında<br />

çocuk işçilerin sayısı hiç de azımsanmayacak<br />

derecede fazla ve bu çocuk<br />

yaştaki işçiler daha fazla sömürülmekte.<br />

Çocuk olmalarından dolayı<br />

yaptıkları en ufak bir hatada şiddetle<br />

karşılaşmaktadırlar. İş yerinde kalifiye<br />

elemanlar 550,00 YTL aylık ücret<br />

alırken çocuk işçiler bunun çok<br />

altında 300,00-350,00 YTL almaktadırlar.<br />

Çıraklık okullarına<br />

haftada bir gün ve o da tatil<br />

günü olan cumartesi<br />

gönderiliyorlar. İş yerinde<br />

yasada geçen “eşit işe eşit<br />

ücret”<br />

politikası kağıt üzerinde<br />

olsa da pratikte öyle olmadığını<br />

görüyoruz. Bu ayrımcılık<br />

daha çok kadın<br />

erkek işçiler arasında yapılıyor.<br />

Mesela ben 6 yıldır<br />

orda çalışıyorum, kadınım<br />

ve kalifiyeliyim, ama<br />

benden yıllar sonra giren<br />

bir erkek işçi arkadaşım<br />

benimle aynı işi yapmasına<br />

rağmen hem benden<br />

daha fazla ücret almakta<br />

hem de patron tarafından<br />

ayrıcalıklı davranılmakta. Her beş<br />

çalışan işçi içinden 1 sorumlu seçilmekte<br />

ve bu sorumluların hepsi erkek<br />

ve aynı patrona yakın olan kişiler.<br />

Sürekli zorunlu mesailer dayatılıyor.<br />

İtiraz edildiğinde patron ve yandaşları<br />

tarafından tepkiyle karşılaşıyoruz<br />

ve kapı gösteriliyor. Sesiz kaldığımız<br />

sürece böyle devam edecektir<br />

de.<br />

Biz işçi ve emekçiler üretimden gelen<br />

gücümüze sahip çıkmazsak ve bu<br />

sömürü sistemine karşı dur demezsek<br />

eziliriz de sömürülürüz de. Bizler bilinçli<br />

bir şekilde örgütlenerek ve haklarımızı<br />

sonuna kadar savunarak bu<br />

sömürü çarkını parçalayabiliriz.<br />

İşçi gençlik gelecek, zafer bizim<br />

olacak!<br />

Yeni Dünya Gençliği<br />

Ocak 2007 ✓<br />

Gazetemizin sorumlusu ve sahibi Aziz Özer e-Mail yoluyla ölümle<br />

tehdit edildi.<br />

„tck301“ rumuzuyla gönderilen tehdide gerekçe <strong>olarak</strong> 301.<br />

madde ile yargılanan dergideki yazılarımız ima edilmiş.<br />

Bu tür tehditler özellikle bu günlerde hemen hemen tüm devrimci-demokrat<br />

kişi ve çevrelere gönderilmektedir.<br />

Kuşkusuz korkutma, s<strong>indir</strong>me amaçlı gönderilmiş bu yazı bizi hiçbir<br />

şekilde korkutmuyor ve bizlerin bu ülkenin emekçi insanlarının ve ezilen<br />

uluslarının çıkarlarını savunanlar <strong>olarak</strong> bu ülkede yaşanan gerçekleri<br />

yazmamızdan alıkoymayacaktır.<br />

Fakat bu bu tür tehdit yazılarını gönderen faşistlerin bu amaçlarını gerçekleştirmeyecekleri<br />

anlamına tabi ki gelmemektedir. İşte en son örneği:<br />

Devletin ve burjuva medyanaın hedef göstermesi sonucu değerli demokrat<br />

aydın Hrant Dink’in katledilmesi. Burada tetiği çeken parmaktan<br />

daha da çok o parmağa güç verenlerdir daha da suçlulardır ve asıl suçlulardır.<br />

Dolayısıyla bir bütün <strong>olarak</strong> faşist sisteme karşı, sömürü ve baskı düzenine<br />

karşı mücadelemiz kesintisiz sürecektir. Faşist sistemden ve faşist<br />

katillerden hesabı devrim mücadelesine daha fazla sarılarak soracağız!<br />

Hiç bir cinayet, katliam, baskı ve tehditler cezasız kalmayacaktır. Kimse<br />

yaptıklarının yanına kalacağını sanmasın. Elbette hesabı bir gün sorulacaktır!<br />

Tehdit Mektubu:<br />

Gönderen: tck301 [mailto:tck301@mynet.com]<br />

tarih: 24 Ocak 2007 Çarşamba 01:24<br />

konu: vatan haini ermeni piçi<br />

24 Ocak 2007 ✓<br />

şerefiniz varsa çıkın bağırın ulan türkiyeyi sevmiyoruz diye yada etek altına<br />

saklanmayın ölüm sırası sanada geldi.şunu unutma 301 günün var ölmek<br />

için o...çocuğu.sizler bilirsiniz kimdik biz ayaktayız dimdik biz,silahları gömdük<br />

biz unuttuk sanılmasın.gebereceksin köpek<br />

17


Basına ve Kamuoyuna<br />

Yargıtay 9. Ceza dairesinin verdiği karar skandal bir karardır<br />

18<br />

5<br />

yıldan beri yaşadıklarımı basın<br />

ve kamuoyu ile paylaşıyorum.<br />

Bu ülkede uğradığım haksızlıkları<br />

ve bana yapılan hukuk dışı uygulamaları<br />

anlatıyorum. Daha önce<br />

yaptığım açıklamalarda davanın<br />

seyri ve verilen kararları anlattım. Bu<br />

açıklamada, daha önce yazdıklarımı<br />

tekrarlamak istemiyorum. Bu davayı<br />

izleyenler, insan hak ve özgürlükleri<br />

savunanlar, dava sürecini yakından<br />

biliyorlardır.<br />

16 Mart 2006 tarihinde, İzmir 8.<br />

Ağır Ceza Mahkemesi’nde en son duruşma<br />

yapıldı. Yapılan yargılamada<br />

savcı yine tüm sanıklar hakkında<br />

beraat talebinde bulundu. Mahkeme<br />

Heyeti “yasadışı örgüte üye oldukları”<br />

iddiasıyla Mehmet Desde, Mehmet<br />

Bakır, Maksut Karadağ, Hüseyin<br />

Habib Taşkın ve Şerafettin Parmak<br />

hakkında 2 yıl 6 ay hapis ve 1.666’er<br />

YTL para cezası verdi. Diğer sanıklar<br />

Metin Özgünay, Ömer Güner ve<br />

Ergun Yıldırım’a ise 10’ar ay hapis,<br />

833’er YTL adli para cezası verildi.<br />

Mahkûmiyet kararının temyiz edilmesi<br />

sonucu dosya 18 Mayıs 2006 tarihinde<br />

yeniden Yargıtay’a gönderildi.<br />

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı<br />

05.10.2006 tarihinde görüşünü ortaya<br />

koydu. Başsavcılık, “hükümden<br />

sonra 18.07.2006 tarihinde yürürlüğe<br />

giren, 29.06.2006 tarih ve 5532 sayılı<br />

kanunun 7. maddesinin tümüyle değiştirildiğinin<br />

göz önüne alınarak,<br />

sanıkların hukuki durumlarının belirtilen<br />

değişiklik karşısında yeniden<br />

tayin ve takdiri zorunluluğu, yasaya<br />

aykırı bulunduğundan hükmün<br />

CMUK’un 321. maddesi uyarınca<br />

BOZULMASI”, şeklindeki görüşünü<br />

daireye bildirdi.<br />

Yargıtay 9. Ceza Dairesi 25.12.2006<br />

tarihinde verdiği kararla, İzmir<br />

8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği<br />

mahkûmiyet kararını onadı. 9.<br />

Ceza Dairesi, verdiği kararın gerekçesini<br />

yazmayı gerekli görmemiştir.<br />

Bu dosya bağlamında şunların bilinmesi<br />

özellikle önemlidir. Bu dava<br />

eski Terörle Mücadele Kanunu’nun<br />

7. maddesine göre açılmıştır. Bu 7.<br />

madde “silahsız terör örgütleri” için<br />

uygulanan bir madde idi. Bu madde<br />

18.07.2006 tarihinde yapılan değişiklikle<br />

tamamen ortadan kaldırıldı.<br />

Ben ve diğer sanıklar bugün yürürlükten<br />

kaldırılan bir yasaya dayanılarak<br />

mahkûm edildik. Hukuken eski<br />

yasaya dayanılsa bile bu karar verilemez.<br />

9. Ceza Dairesi’nin bu kararı,<br />

301. maddenin uygulaması kadar<br />

önemlidir. Bundan böyle iki kişinin<br />

sosyalizme inandığını söylemesi ve<br />

devleti eleştirmesi “Terörle Mücadele<br />

Yasasına” göre mahkûm olması için<br />

yeterlidir. Bu uygulama tehlikeli bir<br />

yöne gidişin habercisidir. Yasalarda<br />

yazılanlar değil, kafalardaki yasalar<br />

uygulanmaktadır.<br />

Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilen<br />

7. maddesinin daha ağır<br />

hükümler içerdiğinden yola çıkılarak<br />

karar onanmıştır. Eski yasa da<br />

“silahlı” ve “silahsız” örgüt ayrımı<br />

yapılıyordu. Yeni yasa da bu ayrım<br />

ortadan kaldırıldı. Bir örgütün “terör”<br />

örgütü olabilmesinin temel ölçütü<br />

<strong>olarak</strong>, cebir ve şiddetin kullanılmasının<br />

zorunlu olduğu ortaya<br />

konuldu. Yasaların değişmesi, yenilenmesi<br />

bir şey ifade etmiyor. Çünkü<br />

yazılı olan yasalar değil, kafalarda<br />

yerleşmiş olan yasalar uygulanıyor<br />

Da i ren i n bu ona ma k a ra r ı<br />

SKANDAL bir karardır. Bu karar<br />

mevcut yasal düzenlemelere aykırı<br />

bir karardır. Bir örgütün “terör” örgütü<br />

<strong>olarak</strong> tanımlanabilmesi için<br />

cebir ve şiddet kullanarak yasada belirtilen<br />

amaçları gerçekleştirmeye çalışması<br />

gerekir. Yani, cebir ve şiddet<br />

kullanımının somut maddi olması<br />

gerekir. Mahkeme heyeti de adı geçen<br />

dosya da “cebir ve şiddet” kullanımının<br />

olmadığını kabul etmektedir.<br />

Ancak mahkeme izahı açıklanması<br />

mümkün olmayan “manevi<br />

cebir” kavramından yola çıkarak<br />

mahkûmiyet kararı vermiştir.<br />

Mahkemenin verdiği hükümden<br />

sonra Terörle Mücadele kanunu değiştirilmiştir.<br />

Yargıtay Cumhuriyet<br />

Başsavcılığı da bu değişikliği dikkate<br />

alarak verilen hükmün bozulmasını<br />

talep etmiştir.<br />

Ben ve Mehmet Bakır hakkında<br />

verilen mahkûmiyet kararı kesinleşmeden<br />

özgürlüklerimiz kısıtlandı ve<br />

Türkiye’de zorunlu ikamete tabi tutulduk.<br />

Yurt dışı çıkış yasağı tutuklama<br />

yerine geçen bir koruma tedbiri<br />

haline getirildi. Zorunlu ikametin<br />

devam ettirilmesi, öznel koşullarımız<br />

dikkate alındığında yasa da adı<br />

konulmamış bir cezalandırma idi.<br />

Bu uygulamanın evrensel hukuk kuralları<br />

ile bir ilgisinin olmadığı açık<br />

ve nettir. Hakkımızda verilen 2 yıl<br />

6 aylık hapis cezası, aslında 7 yıldır.<br />

Çünkü biz çalıştığımız ve yaşamımızı<br />

sürdürdüğümüz ülkeden 5 yıldır<br />

uzaktayız. Önümüzdeki günlerde hapishaneye<br />

konulacağız. Biz İsteseydik<br />

kaçıp gidebilirdik. Ama bu yolu seçmedik.<br />

Haksızlığa ve hukuk dışı uygulamalara<br />

karşı mücadele ettik. Bu<br />

yüzden dava uluslararası bir boyuta<br />

taşındı. Yurt içi ve yurt dışında gazetelere<br />

konu oldu. Uluslararası Af<br />

Örgütü Eylül 2006 yılında yayınladığı<br />

Türkiye raporunda, bu davaya<br />

geniş yer verdi. Hakkımız da verilen<br />

kararın onanması, bizim ‘suçlu’ olduğumuz<br />

anlamına gelmiyor.<br />

Bizler bu ülkede işkence gördük.<br />

Maddi ve manevi <strong>olarak</strong> mağdur duruma<br />

düşürüldük. Adil bir şekilde<br />

yargılanmadık. Hiçbir ‘suçumuz’ olmadığı<br />

halde, işkence sonucu alınan<br />

kimi ifadeler temel alınarak hüküm<br />

kuruldu. Gözaltı süreci içerisinde<br />

gördüğüm işkenceler nedeni ile dört<br />

polis hakkında dava açıldı. İşkence<br />

gördüğüm hekim raporları ile belgelendi.<br />

Polisler hakkında dava açılması,<br />

işkence gördüğüme dair raporların<br />

varlığı, Mahkeme Heyetinin<br />

dikkatini çekmedi. İşkence davasının<br />

sonuçlanması bile beklenmedi.<br />

Bu dava bağlamında, bugüne dek<br />

çok şey yazıldı ve bundan sonra da<br />

yazılacak. Hapishaneye koyabilirler.<br />

Tecrit ve izolasyona tabi tutabilirler.<br />

Ama hiçbir zaman yüreğime, düşün-<br />

Erol Zavar’a özgürlük!<br />

celerime zincir vuramazlar. Hukuk<br />

dışı uygulamalar, baskılar, özgürlüğümün<br />

sınırlandırılması ile beni s<strong>indir</strong>emezler.<br />

Bundan böyle mücadelemi<br />

sürdürmeye devam edeceğim.<br />

Susmayacağım, bedeli ne olursa olsun<br />

haykırmaya devam edeceğim.<br />

Not: Daha geniş bilgi için avukatımdan<br />

bilgi edinilebilinir.<br />

Av. Çetin Bingölbalı:<br />

Büro tel: 0232- 44 14 367<br />

cep: 0532- 486 45 48<br />

Mehmet Desde<br />

3.02.2007 ✓<br />

Oda k Dergisi Yazı İşleri<br />

Müdürü olan Erol Zavar<br />

2001 yılında gözaltına alındı.<br />

Yapılan yargılama sonunda kendisine<br />

“müebbet hapis cezası” verildi.<br />

Erol Zavar 1999 yılından beri mesane<br />

kanseri. Her altı ayda bir yapılması<br />

gereken sistoskopi, cezaevi yönetimi<br />

tarafından 2 yıl boyunca engellendi.<br />

Şubat 2004-Nisan 2006 arasında,<br />

Erol Zavar 9 ameliyat geçirdi. Toplam<br />

35 kanserli ur alındı. Kanser dışında<br />

migren krizi, astım nöbetleri, mide,<br />

safra kesesi ve menüsküs rahatsızlıkları<br />

bulunan Zavar, Sincan F Tipi<br />

Cezaevi’nde tutuluyor.<br />

Erol Zavar ölüm sınırında! Adli<br />

Tıp Kurumu Nisan 2006 yılında, Erol<br />

Zavar’ın “cezaevinde tedavisinin sürmesinde<br />

bir sakınca olmadığına” karar<br />

verdi.<br />

Erol Zavar için oluşturulan “Erol<br />

Zavar’a Yaşam Hakkı Koordinasyonu”<br />

tarafından İstanbul, Ankara’da gerçekleştirilen<br />

dayanışma etkinliklerinden<br />

sonra İzmir’de de bir etkinlik<br />

gerçekleştirildi.<br />

13 Ocak 2007 tarihinde Alsancak<br />

Kültür Merkezi’nde, TİHV İzmir<br />

Temsilciliği tarafından gerçekliştirilen<br />

etkinlikte; yönetmenliklerini Hüseyin<br />

Karabey ve Nesrin Cavadzade’nin<br />

yaptıkları, Erol Zavar’ın cezaevi sürecinde<br />

yaşadıklarını, uğradığı haksızlıkları,<br />

hukuk mücadelesini, devrimci<br />

tutsaklar üzerindeki tecriti konu edinen,<br />

adını Erol Zavar’ın bir şiirinden<br />

alan “ölümü ektim randevu yerinde”<br />

isimli film gösterildi.<br />

Etkinlikte; Dr. Alp Ayan, Hüseyin<br />

Karabey, Nesrin Cavadzade, Elif<br />

Zavar, Dr. Zeki Gül, Av. Bahattin<br />

Özdemir, Ögretim Görevlisi Haşim<br />

Cem Çelik katılarak birer konuşma<br />

yaptılar.<br />

Etkinlikte Erol Zavar şahsında, F<br />

Tiplerinde devrimci tutsakların yaşadığı<br />

tecrit uygulaması örneklerle anlatıldı.<br />

“Tecritin kaldırılması, ölümlerin<br />

durdurulması için” toplumsal karşı<br />

koyuşu, kitlesel karşı koyuşu yaratmak,<br />

örgütlemek gerektiği vurgulandı.<br />

Ağır ameliyatlara, sağlıksız koşullara<br />

rağmen, Erol Zavar ölmemek<br />

için ölüme inat direniyor! Erol Zavar<br />

F tiplerinde hasta olan devrimci tutsakların<br />

öne çıkan, ölüm sınırında<br />

olan sembolüdür.<br />

Ölüm sınırında olan Erol Zavar’ın,<br />

cezaevi koşullarında yapılamayan<br />

tedavisinin yapılması için derhal serbest<br />

bırakılması gerekiyor.<br />

Ydi Çağrı okurlarını, Erol Zavar’ın<br />

serbest bırakılması için yürütülen<br />

dayanışma kampanyasına katılmaya,<br />

desteklemeye çağırıyoruz..<br />

Erol Zavar derhal serbest bırakılsın!<br />

Tüm devrimci tutsaklara özgürlük!<br />

13 Ocak 2007<br />

Ydi Çağrı/İzmir ✓


Ölüm orucu eylemi sonlandırıldı<br />

Tecrite karşı mücadele sürecek!<br />

En son ölüm orucu eylemini<br />

sürdüren avukat Behiç Aşçı,<br />

Gürcan Görüroğlu ve Sevgi<br />

Saymaz’ın da şimdilik ölüm orucu<br />

eylemini sonlandırmalarıyla, 6 yıldır<br />

devam eden, 122 devrimcinin yaşamını<br />

yitirmesine ve 500 devrimcinin<br />

sakatlanmasına neden olan ölüm<br />

orucu eylemi bitmiş oldu. 23 Ocak<br />

2007’de Behiç Aşçı 5 Nisan 2006<br />

Dünya Avukatlar Günü’nde başlattığı<br />

ölüm orucuna 293. gününde,<br />

Gürcan Görüroğlu Adana’da 262.<br />

gününde ve Sevgi Saymaz Uşak’ta<br />

268. gününde ölüm orucu eylemine<br />

son verdiler. Her üç devrimci de eylemi<br />

bırakmalarının ertesinde yoğun<br />

bakıma alındılar.<br />

Şimdiye kadar ölen ve sakat kalan<br />

devrimcilerin ve bundan sonra da<br />

sakatlanacak olan devrimcilerin sorumlusu,<br />

tecrit anlamına gelen F Tipi<br />

cezaevlerini devrimcilere boyun eğdirmek<br />

için dayatan devlettir.<br />

Devlet devrimcileri tecrit yoluyla<br />

teslim almaya çalışmış, teslim olmayanlara<br />

ölümü dayatmıştır. Devlet<br />

bu dayatmasının karşısında devrimcilerin<br />

olağanüstü kararlılığı ve iradesi<br />

ile karşılaşmıştır. Ölüm orucu<br />

eylemini ölmeyi ve sakat kalmayı<br />

göze alarak yürüten devrimciler ve<br />

bu yolda ölen ve sakat kalan onlarca,<br />

yüzlerce devrimciler düşmanın bile<br />

önünde saygıyla eğileceği olağanüstü<br />

bir devrimci irade sergilemişlerdir.<br />

Ölüm orucu eyleminin sonlandırılmasının<br />

gerekçesi haftalık toplu<br />

görüşme süresini 5 saatten 10 saate<br />

çıkaran ve bazı düzeltmeler getiren<br />

Adalet Bakanlığı’nın genelgesidir.<br />

Kuşkusuz gelinen yerde başlangıçtaki<br />

talepler elde edilmemiş olsa da,<br />

devrimcilerin ölümünün durdurulmuş<br />

olmasını sevinçle karşılıyoruz.<br />

YDİ Çağrı <strong>olarak</strong> düşmana inat devrimcilerin<br />

bir gün daha fazla yaşamasından<br />

yana olduk, kendi canlarımıza<br />

kıyarak düşmanı sev<strong>indir</strong>mememiz<br />

gerektiğini savunduk, bu anlamda<br />

19 Aralık katliamı ertesinde<br />

devrimci iradenin yüz kez ispatlanmış<br />

olmasından ve devletin iftiraları<br />

boşa çıkarıldıktan bir süre sonra<br />

ölüm orucu eylemine son vermenin<br />

doğru olduğunu savunduk. Fakat<br />

ölü m or ucu<br />

eylem biçimine,<br />

bu eylemin<br />

bu kadar<br />

uzatılmasına<br />

ilişkin değerlendirmelerimizi,<br />

eleştiri<br />

ve önerilerimizi<br />

getirmemize<br />

rağmen,<br />

tecrite karşı<br />

ölüm orucu<br />

eylemini sürdü<br />

ren devr<br />

i m c i l e r i n<br />

mücadelesini<br />

sürek li destekledik,<br />

faşist<br />

devlete karşı<br />

hep onların<br />

yanında yer<br />

aldık. Doğru<br />

olan da buydu/budur.<br />

Tecrite, F Tipi’ne karşı ölüm orucu<br />

eylemi bitirilmiş olsa da, mücadele<br />

bitmedi, sürecek!<br />

Tecrite Hayır!<br />

Devrimci tutsaklara özgürlük!<br />

5 Şubat 2007 ✓<br />

Gündemde Kerkük var<br />

TBMM konu üzerine gizli<br />

oturum yapıyor. Başbakan<br />

Erdoğan, “2007’de Irak’ın<br />

Türkiye açısından Avrupa Birliği’nden<br />

daha öncelikli olduğunu ve Kerkük’te<br />

oldu bittiye seyirci kalınmayacağını”<br />

açıklıyor. “Kuzey Irak’a girelim”<br />

sesleri yükseliyor. “Kerkük’ün<br />

Türkmen şehri olduğu, Kerkük eğer<br />

Kürdistan Federal Bölgesine bağlanırsa,<br />

Kerkük’te iç savaşın çıkacağı”<br />

söylemi dile getiriliyor.<br />

Savaş kışkırtıcılığı, Kerkük bahane<br />

edilerek yükseltilmek istenen ırkçılık<br />

ortamında, Kerkük’te bombalar patlıyor,<br />

Kerkük açıkça karıştırılıyor.<br />

Irak Anayasası’na göre, Aralık 2007<br />

yılında yapılması öngörülen referandum<br />

sonucu Kerkük’ün statüsü belirlenecek.<br />

Kerkük’ün Kürdistan Federal<br />

Bölgesi’ne katılma durumu, bölge sömürgeci<br />

devletlerini, Türk devletini<br />

korkutuyor. Türk devleti, Irak petrol<br />

rezervlerinin yüzde 12’sine sahip<br />

Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesini<br />

istemiyor.<br />

Asıl amaç başka, Kerkük<br />

bahane<br />

T ü r k d e v l e t i , g ö r ü n ü ş t e<br />

“Türkmenlerin çıkarlarını koruduğu”<br />

görüntüsü veriyor. Bu görüntü<br />

sahtedir. Türk devletinin amacı<br />

“Türkmenlerin çıkarlarını” korumak<br />

değildir. Asıl sorun Türkmen kartını<br />

kullanarak, Kerkük petrollerinin<br />

paylaşımında söz sahibi olmak,<br />

Kuzey Irak’ta başkenti Kerkük olacak<br />

olası Kürdistan devletinin kurulmasını<br />

engellemek, Kandil dağında bulunan<br />

PKK’nin silahlı güçlerine askeri<br />

<strong>olarak</strong> yönelmek, bunu başaramadığı<br />

noktada ABD’nin yönelmesini<br />

sağlamaya çalışmaktır. Bütün bu<br />

curcunanın arkasında yatan gerçekler<br />

bunlardır.<br />

Bölgede asıl patron ABD emperyalizmidir.<br />

Irak ve Güney Kürdistan<br />

ABD ve müttefikleri tarafından işgal<br />

edilmiştir. Kuzey Irak’ta işbirlikçi<br />

burjuva örgütler önderliğinde,<br />

ABD’nin koruması altında, Kürdistan<br />

Federal Bölgesi adı altında bir Kürt<br />

oluşumu, yapılanması vardır. Türk<br />

devleti bu yapılanmadan rahatsızdır.<br />

Sadece Türk devleti değil, diğer sömürgeci<br />

devletler, İran ve Suriye’de<br />

bu oluşumdan rahatsızdır. ABD şemsiyesi<br />

altındaki bu oluşumu hiçbiri istememektedir.<br />

Aralarındaki çelişmelere<br />

rağmen, olası Kürt devletine karşı<br />

ortak politika geliştirip uygulamak<br />

istiyorlar.<br />

Türk devleti Kuzey Irak’ta bulunan<br />

PKK’nin silahlı güçlerine karşı,<br />

Kuzey Irak’a girerek PKK’nin silahlı<br />

güçlerine yönelmek istemektedir. Bu<br />

istem asıl patron olan ABD tarafından<br />

şimdilik kabul görmemektedir.<br />

Kerkük kimin?<br />

Kerk ü k ’t e Kü r t ler, A r apl a r,<br />

Türkmenler, Asuriler, Ermeniler,<br />

Yahudiler yaşıyor. Genel kabul gören<br />

1957 nüfus sayımı sonuçlarına göre,<br />

Kerkük vilayetinde; 187,620 Kürt<br />

(%48,2), 109,620 Arap (%28,2), 83,371<br />

Türkmen (%21,4), 1.605 Süryani<br />

(%0,4), 123 Yahudi (0,03) yaşama durumundadır.<br />

Saddam diktatörlüğünün Kerkük’ü<br />

Araplaştırma politikası sonucu,<br />

Kerkük’ten binlerce Kürt, Türkmen<br />

sürüldü. Yerlerine Irak’ın başka bölgelerinden<br />

Araplar getirilip yerleştirildi.<br />

Aradan uzun yıllar geçtiği için,<br />

getirilen bu Arapların geldikleri bölgelere<br />

gitmelerini istemek, bu nedenle<br />

zoru gündeme getirmek doğru<br />

değildir. Kerkük’ten gitme gönüllü<br />

isteğe bağlı olmalıdır.<br />

Saddam rejiminin yıkılması sonrası,<br />

Kerkük’ten sürülen Kürtler<br />

geri dönmeye başladı. Bu geri dönüş<br />

medyada abartılarak “600 bin<br />

Kürt’ün Kerkük’e yerleştirildiği”<br />

şeklinde propaganda edilmektedir.<br />

Kerküklü olmayan, Kerkük’e yerleşen<br />

Kürtlerin sayısı bilinçli <strong>olarak</strong><br />

abartılmaktadır.<br />

Kerkük coğrafi <strong>olarak</strong> Kürdistan<br />

bölgesi içinde bulunmaktadır. Bu<br />

olgu bölge sömürgeci devletleri, ırkçılar<br />

tarafından kabul edilmemektedir.<br />

Kerkük Kürdistan bölgesinde bulunmasına,<br />

nüfus <strong>olarak</strong> çoğunluk<br />

Kürt olmasına rağmen, sadece bir<br />

Kürt şehri <strong>olarak</strong> adlandırılamaz.<br />

Türk şövenistlerinin iddia ettikleri<br />

gibi Kerkük bir Türkmen şehri de değildir.<br />

Kerkük’te çeşitli ulus ve milliyetlerden<br />

insanlar yaşamaktadır. Bu<br />

anlamda Kerkük Kerküklüler<strong>indir</strong>!<br />

Kerkük’te yaşayan insanlarındır!<br />

Kerkük, bir kez daha gösteriyor<br />

ki; ulusların kendi kaderlerini özgürce<br />

tayin edecekleri şartları yaratmanın,<br />

milliyetlerin tam hak eşitliğine<br />

varmalarının yolu devrimdir.<br />

Sömürgeciliğin, emperyalizmin, sermayenin<br />

egemenliğinin yıkılması ile<br />

özgürlük, bağımsızlık, demokrasi gelecektir.<br />

Çağrımız örgütlenmeye, çağrımız<br />

devrimedir!<br />

Savaş kışkırtıcılığına, Kuzey Irak’ta<br />

askeri bir harekata, ırkçılığa, şovenizme,<br />

faşizme hayır!<br />

Halkların kardeşliği için tek yol<br />

devrim!<br />

25 Ocak 2007 ✓<br />

19


Ruh halimin güvercin tedirginliği<br />

Güvercin gibi<br />

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak,<br />

zayıf ve savunmasız kılmak için çaba<br />

gösterenler, kendilerince muradlarına<br />

erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları<br />

kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i<br />

artık “Türklüğü aşağılayan” biri <strong>olarak</strong><br />

gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli<br />

bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın<br />

güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar<br />

tarafından gönderilen öfke ve tehdit<br />

dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan<br />

birinin Bursa’dan postalandığını ve<br />

yakın tehlike arzetmesi açısından da<br />

hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit<br />

mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim<br />

etmeme rağmen bugüne değin herhangi<br />

bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not<br />

düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne<br />

kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem<br />

elbette mümkün değil. Benim için asıl<br />

tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi<br />

kendime yaşadığım psikolojik işkence.<br />

“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne<br />

düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.<br />

Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla<br />

tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o<br />

Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını<br />

daha fazla hissediyorum. Ve refleks <strong>olarak</strong><br />

da başlıyorum kendi kendime işkenceye.<br />

Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı<br />

tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı<br />

ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun<br />

kadar sağıma soluma, önüme arkama göz<br />

takmış durumdayım. Başım onunki kadar<br />

hareketli... Ve anında dönecek denli de<br />

süratli.<br />

İşte size bedel<br />

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah<br />

Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?<br />

“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir<br />

yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş<br />

biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece<br />

hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte<br />

size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine<br />

hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir<br />

misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?<br />

Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?<br />

“Ölüm-Kalım” dedikleri<br />

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve<br />

ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi<br />

terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm<br />

anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler<br />

yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep<br />

çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri<br />

bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi<br />

olabilirdim ama herhangi bir yakınımın<br />

yaşamını tehlike altına atmaya hakkım<br />

yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim,<br />

ama bırakın yakınımı, herhangi bir<br />

başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik<br />

yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte<br />

böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi,<br />

çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım<br />

ve en büyük desteği de onlardan aldım.<br />

Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam<br />

onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem<br />

geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.<br />

Kalmak ve direnmek<br />

İyi de, gidersek nereye gidecektik?<br />

Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi<br />

haksızlıklara dayanamayan biri oradaki<br />

haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada<br />

başım daha büyük belalara girmeyecek<br />

miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak<br />

ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında<br />

üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık<br />

bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan<br />

ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne<br />

yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan<br />

cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e<br />

kaçmak herşeyden önce benim yapıma<br />

uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi<br />

cennete çevirmeye talip insanlardandık.<br />

Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim<br />

gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de<br />

demokrasi mücadelesi veren, bize destek<br />

çıkan, binlerce tanıdık tanımadık<br />

dostumuza olan saygımızın gereğiydi.<br />

Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek<br />

mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı<br />

1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız<br />

gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden...<br />

Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak<br />

çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir<br />

serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu.<br />

Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama<br />

ayaklarımızın götürdüğü yere... Her<br />

neresiyse.<br />

Ürkek ve özgür<br />

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama<br />

hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız.<br />

Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz,<br />

fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi<br />

artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne<br />

başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer,<br />

bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar<br />

rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava<br />

bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam<br />

edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar<br />

çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim<br />

ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç<br />

terk etmek zorunda kalmayacağım.<br />

Muhtemelen 2007 benim açımdan daha<br />

da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar<br />

sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir<br />

daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya<br />

kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu<br />

gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet<br />

kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği<br />

içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu<br />

ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.<br />

Güvercinler kentin ta içlerinde, insan<br />

kalabalıklarında dahi yaşamlarını<br />

sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o<br />

kadar da özgürce.<br />

Hrant Dink<br />

(19 Ocak 2007) AGOS Sayı: 564

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!