Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Karkerên jin û mêr!<br />
Ji xeynî zencîrên we tifltekî<br />
we yê wendakirinê tune!<br />
Hûn dikanin cîhanekê<br />
nu wergirin!<br />
AYLIK<br />
S‹YAS‹<br />
GAZETE<br />
Kad›n ve erkek iflçiler!<br />
Zincirlerinizden baflka<br />
kaybedecek birfleyiniz yok!<br />
Kazanaca¤›n›z<br />
yeni bir dünya var!<br />
Ekim 2005/9 • F‹YATI 2 YTL KDV DAH‹L • ISSN 1302-692X93
içindekiler - editörden<br />
Editörden...<br />
Değerli Okuyucu,<br />
Dergi büromuz artık Okmeydanı'nda!<br />
Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi<br />
olarak böylece yeni bir döneme girmiş<br />
bulunuyoruz. Emekçi halkın ve demokratik<br />
kamuoyunun önemli bir potansiyele sahip<br />
olduğu Okmeydanı, halkla, kitlelerle<br />
bütünleşmek, kaynaşmak için bize<br />
büyük olanaklar sunuyor. Artık dergi<br />
büromuz, ağırlıklı olarak derginin teknik<br />
işlerinin ve dağıtımının organize edildiği<br />
bir "dergi bürosu" olmaktan çıkacak,<br />
geniş salonuyla, haftasonu etkinlikleri<br />
yapmamıza, okurlarımızla "okur günleri"<br />
düzenlememize, eğitim toplantıları ve<br />
seminerler hazırlamamıza, işçi toplantıları<br />
organize etmemize, film göstermemize<br />
ve hafta ortası da okurlarımızla buluşup<br />
rahat bir ortamda çay kahve eşliğinde<br />
sohbet etmemize olanak veren, kitlelerle<br />
buluşmamızın mekanı haline gelecek.<br />
Artık bizimle görüşmek isteyip<br />
de akşamları ve haftasonları kapalı<br />
olduğumuz için gelemeyen okurlarımızın<br />
bizimle düzenli buluşup etkinliklere faal<br />
olarak katılmalarının önündeki en önemli<br />
engellerden biri kalkmış durumda.<br />
Dergimizi kitlelerle buluşturmak, doğru<br />
görüşlerini işçi sınıfı içinde yaygınlaştırmak<br />
için okurlarımızın dergi faaliyetlerine<br />
daha aktif, daha özverili, daha büyük<br />
bir azimle ve daha militanca katılmaları<br />
gerekmektedir.<br />
Bu sayımızın "Gündem"inde<br />
emperyalist/kapitalist barbarlığın<br />
günümüzde yaşanan değişik görüntüleri<br />
irdeleniyor: İşte en gelişmiş emperyalist<br />
devlet olan ABD'de yaşanan Katrina<br />
kasırgasının ezilenler için kabusa dönüşmesi<br />
felaketi!... İşte en demokratik haklarını<br />
dile getirmek için yapılmak istenen ve<br />
yasaklanan bir basın açıklamasından dönen<br />
Kürt halkı üzerinde estirilen faşist linç<br />
terörü... İşte 1955 yılında, gayri müslim<br />
halklar üzerinde estirilen devlet tertipli<br />
terörü konu alan sergiye yapılan faşist<br />
saldırılar...<br />
Bu sayımızda bir yandan insanlığı<br />
yokoluşa sürükleyen kapitalizmin bu<br />
barbarlıklarını ele alırken, diğer yandan bu<br />
barbarlığın hiç de alternatifsiz olmadığını<br />
gösteren yazılara yer verdik: Ekim Devrimi<br />
ve sosyalizme ilişkin yazıların dikkatle<br />
okunması gerekiyor.<br />
Bu sayımızda bir kısmını bizzat ziyaret<br />
ettiğimiz işçi direniş ve grevlerine önemli<br />
bir yer verdik. Okurlarımızı işçi sınıfının<br />
direniş ve grev yerlerini düzenli ziyaret<br />
etmeye, az sayıda ve küçük çapta da olsa,<br />
mücadelesine destek vermeye çağırıyoruz.<br />
Dostlar, dergimizin önündeki en önemli<br />
engellerden birisi ise mahkeme cezaları ile<br />
daha da ağırlaştırılan para sıkıntısıdır. Bu<br />
konuda tüm okurlarımızı ve çevremizdeki<br />
dostlarımızı ellerinden gelen her türlü<br />
yardımı yapmaya çağırıyoruz.<br />
03.10.2005, Yeni Dünya İçin ÇAĞRI<br />
İNTER Yayınları'nın<br />
kurucusu ve sahibi Ali<br />
Yavuz Çengeloğlu işçi<br />
sınıfının egemen olduğu,<br />
sömürüsüz dünyayı<br />
yaşamadan 5 Ekim<br />
2002’de, 60 yaşında<br />
ayrıldı aramızdan.<br />
O ve onun gibiler yeni<br />
dünyada yaptıklarıyla,<br />
bıraktıklarıyla yaşamaya<br />
devam edecekler.<br />
Teşekkürle anılacaklar.<br />
Mutlaka.<br />
İçindekiler<br />
GÜNDEM<br />
Bu barbarlıkla nereye . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3<br />
Öldüren Katrina değil kapitalizm!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4<br />
YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />
Migros’ta patronun dediği mi olacak, işçilerin dediği mi . . . . . . . . 6<br />
Migros işçileri greve hazır!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6<br />
Migros işvereni blöf yapıyor ! Migros işvereni lokavt yapamaz !. . . . . . 7<br />
Koç Holding’e Tüpraş hediyesi…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />
Son dönemde yapılan özelleştirmeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9<br />
SERNA- SERAL Tekstil Fabrikası işçileri grevlerini kararlılıkla sürdürüyor 10<br />
Mersin Liman işçileri işyerini terk etmeme eylemine ara verdi. . . . . . 10<br />
Liman-İş Sendikası Mersin Şube Başkanı Recep ÖZBEY ile söyleşi . . . . 12<br />
Taşeron işçisi iş bıraktı!.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12<br />
Akyıl Tekstil’de işçilerin direnişi başarılı sonlandı . . . . . . . . . . . . 13<br />
Günöz Tekstil Fabrikası işçileri: “Sendika hakkımız, söke söke alırız!” . . . 13<br />
Gönen Deri işçileri direnişe devam ediyor. . . . . . . . . . . . . . . . 13<br />
Bornova Belediyesi’nde eylem var . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13<br />
İleri Deri Fabrikası işçileri direnmeye devam ediyor!. . . . . . . . . . . 14<br />
Çukurova köylüsü isyan ediyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14<br />
YENİ KADIN DÜNYASI<br />
2005 DÜNYA KADIN YÜRÜYÜŞÜ<br />
“Özgürlük, eşitlik, dayanışma, adalet ve barış…” Hepsi sosyalizmde! . . . 15<br />
Kadınlar: “Milli hassasiyet”e inanmıyoruz!. . . . . . . . . . . . . . . . 16<br />
Basına ve Kamuoyuna . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16<br />
PANORAMA<br />
ALMANYA<br />
Seçimlerde kazanan Alman tekelci burjuvazisidir!. . . . . . . . . . . . 17<br />
EKVADOR<br />
Sadece mücadele eden kazanır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17<br />
İSRAİL-FİLİSTİN<br />
Yahudi yerleşimciler Gazze Şeridi’nden çıkarıldı…. . . . . . . . . . . . 19<br />
Faşist Saldırılar Protesto Edildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20<br />
12 Eylül Faşizmine Karşı Miting. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20<br />
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />
6-7 Eylül 1955 olaylarının 50. yıldönümünde tarih çarpıtıcılığı… . . . . . 21<br />
Ekim Devriminin uluslararası karakteri. . . . . . . . . . . . . . . . 22<br />
Gelecek sosyalizmdir! Sosyalizm gelecektir! . . . . . . . . . . . . . . . 23<br />
OKUYUCU MEKTUPLARI<br />
BİR İŞKENCE ÖYKÜSÜ ÜZERİNE - II . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25<br />
BULMACA. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27<br />
Faşist devletin devrimcileri hücrelerde tecridine .<br />
karşı çık,<br />
hesap sor!<br />
<br />
GELECEK<br />
YEN‹ EK‹MLERDE!<br />
YEN‹ EK‹MLER<br />
GELECEK!<br />
www.ydicagri.com
gündem<br />
Bu barbarlıkla nereye<br />
Türk hakim sınıflarının ırkçılığı<br />
ve şovenizmi kışkırtması gündemin<br />
en önemli maddesi…<br />
Durum vahim bir hal almaya başladı:<br />
Türkler Kürtlere saldırmak için kışkırtılıyor…<br />
Bunda da şimdiye kadar kısmen<br />
“başarılı” sonuçlar alınıyor. Öyle<br />
ki Türkiye’de kimi kışkırtılmış gruplar<br />
işi linç olaylarına kadar vardırıyor.<br />
Trabzon, Adapazarı, Ayvalık, Seferihisar,<br />
İzmir, Mersin, Denizli gibi yerlerde<br />
linç girişimleri yaşandı. Maçka’da bir<br />
kişi linç edildi. Ardından Abdullah<br />
Öcalan’ın cezaevi koşullarının düzeltilmesini<br />
isteyen Tutuklu Hükümlü<br />
Aileleri Hukuk Dayanışma Dernekleri<br />
Federasyonu’nun (TUHAD-FED)<br />
Gemlik’te yapmak istediği mitinge<br />
katılmak isteyenler yol güzergâhındaki<br />
kimi ilçelerde —Bozüyük, Polatlı<br />
vd.– çeşitli saldırılara maruz kaldılar;<br />
otobüslere saldırıldı, birçok insan yaralandı,<br />
gözaltına alındı.<br />
Her zaman olduğu gibi hakim sınıfların<br />
medya ordusu ağız birliği yapmışçasına<br />
“olayları bölücü terör örgütü<br />
yandaşlarının çıkardığı”, “bölücülerin<br />
provokasyonu” vs. şeklinde yansıtıyor.<br />
Bu tavrıyla burjuva medya kışkırtılan<br />
ırkçı-şoven kesimlerin yaptıklarını aklıyor,<br />
onları koruyor. Köşe yazarları<br />
–en “iyisi” bile!– önce Kürtleri hedef<br />
gösteriyor, olayları “bölücü örgüt yandaşlarının<br />
çıkardığından” dem vuruyor;<br />
ancak bunun ardından “galeyana<br />
gelinmemesi”, “güvenlik güçlerinin<br />
olaylara hakim olduğundan” dem vuruyorlar.<br />
Kamuoyu tarafından aydın<br />
bilinen kimileri yaptıkları değerlendirmelerle<br />
“toplumu birbirine düşürenlerin<br />
bölücü provokatörler” olduğunu<br />
söylüyor; “Kürt öcüsü” ile kışkırtmaları<br />
haklı çıkarmaya çalışıyorlar…<br />
Hakim sınıfların çıkarlarının savunucusu<br />
devlet linç girişimlerini “provokasyon”<br />
olarak niteliyor; halkı göstermelik<br />
olarak “galeyana gelmemeye” çağırıyor;<br />
ama diğer yandan “bölücülük”<br />
demagojisiyle kitleleri kışkırtmaya<br />
devam ediyor. Bununla da kalmıyor<br />
devlet: Bizzat kendisi Kürt ulusu üzerindeki<br />
baskılarına ve Kürt illerinde<br />
operasyonlarına devam ediyor.<br />
Kongra Gel’in pasif savunmaya geçmesinden<br />
sonra devlet güçleri operasyonları<br />
yoğunlaştırdı. Batman’ın Beşiri<br />
ilçesinde, Van’ın Başkale, Diyarbakır’ın<br />
Silvan ve Lice, Hakkari’nin Yüksekova,<br />
Siirt’in Eruh ilçeleriyle Şırnak, Mardin<br />
gibi diğer Kürt illerinde yürütülen operasyonlarda<br />
onlarca insan katledildi,<br />
ormanlık alanlar bombalandı, hayvanlar<br />
telef edildi vb. vb.<br />
Devlet terörü karşısında Kürt işçi ve<br />
emekçileri özellikle Kürt illerinde tepkilerini<br />
ortaya koyuyor, bu tepkiler hakim<br />
sınıflar ve onların medyası tarafından<br />
“iç savaş görüntüleri”, “Türkiye’de<br />
Filistin manzaraları” manşetleriyle veriliyor;<br />
Kürtlere karşı düşmanlık bu<br />
yolla da yoğunlaştırılmaya çalışılıyor.<br />
Kırsal alanda yürütülen operasyonlar<br />
yanında devletin şehirlerde Kürt<br />
siyasetçilerine yönelik saldırıları da<br />
sürüyor; kimi DEHAP yöneticileri hedef<br />
gösteriliyor. Kürt basın yayın kuruluşlarına<br />
yönelik saldırılar sonucu<br />
Almanya ile işbirliği yapılarak Özgür<br />
Politika gazetesi, bu gazetenin yazarlarının<br />
ve yöneticilerinin evleri Alman<br />
polisince basılıyor, gazete kapatılıyor.<br />
Basına yönelik saldırılar çerçevesinde<br />
aylık olarak çıkan Özgür Halk ve Özgür<br />
Bakış dergileri Beyoğlu Cumhuriyet<br />
Başsavcılığı tarafından yasaklanıyor.<br />
Bilinen sivil faşist güçler de boş durmuyorlar…<br />
6-7 Eylül olaylarının 50.<br />
yıldönümü olması dolayısıyla İstanbul-Beyoğlu’nda<br />
“50. Yılında 6-7 Eylül<br />
Olayları” fotoğraf sergisine saldıran<br />
MHP’li ve İP’liler fotoğrafları tahrip<br />
ediyorlar, ortalığı yıkıp döküyorlar; çeşitli<br />
ulus ve milliyetlere karşı kinlerini<br />
bir kez daha kusuyorlar.<br />
OYNANAN OYUN NASIL<br />
BİR OYUN<br />
Irkçılık ve şovenizm kışkırtılıyor…<br />
Saldırılar sürüyor… Olayların nerede<br />
biteceğini kestirmek güç… Burjuva<br />
medyanın kimi kalemleri, köşelerinde<br />
yeni oyunların tezgâhlandığından bahsediyor,<br />
“Türkiye’de daha büyük provokasyonların<br />
yaratılması için uygun anların<br />
kollandığı; özellikle Akdeniz ve<br />
batı illerinde Kürtlerin evlerinin tespit<br />
edildiğini, kışkırtılan Türklerin silahlandığını<br />
ve kurşun depoladıklarını”<br />
yazıyorlar. Olaylar bütünlüklü biçimde<br />
değerlendirildiğinde oynanan oyunun<br />
vehametini göstermesi yanında, ırkçı<br />
ve şoven kışkırtmaların, Kürt ulusuna<br />
yönelik saldırıların daha da tırmandırılacağını;<br />
1990’lı yılların başında yaşanan<br />
günlere dönülmek istendiğini<br />
gösteriyor.<br />
Bu olaylar ve kışkırtmalar tesadüfi<br />
değildir. Son dönemde yaşanan bu tür<br />
olaylar halkları birbirlerine karşı kışkırtarak<br />
bulanık suda balık avlamak<br />
isteyen hakim sınıfların kendi aralarındaki<br />
dalaşın bir ürünüdür.<br />
Oyunun bir başka yönü de AB’ye<br />
uyum yasaları çerçevesinde kaldırılan<br />
kimi baskı yasalarının yerine yenilerinin<br />
konulması istenmesidir. Yeni bir<br />
“Terörle Mücadele Yasası Paketi” üzerinde<br />
çalışılmakta, son dönemde tırmandırılan<br />
ırkçı-şoven kışkırtmalar<br />
bu amaçla kullanılmaya çalışılmaktadır.<br />
Sahneye konulan senaryo bellidir:<br />
Hakim sınıflar arasında yürüyen dalaşta<br />
ordu merkezli “laik”-kemalist kesim<br />
AKP hükümetini alaşağı etmek istemektedir.<br />
Bunu demokratik yollarla<br />
yapma gücünden anda yoksundur.<br />
Dahası AKP hükümeti “demokrasiyi”<br />
kullanarak “derin devlet”in hareket<br />
alanını daraltmıştır. Ordu merkezli<br />
“laik”-kemalist kesim hükümeti yıpratmak<br />
ve köşeye sıkıştırmak için Kürt<br />
sorununu kullanmak istemektedir. Bunun<br />
sonucu olarak PKK eylemlerinin<br />
artması “askerin duruma daha fazla<br />
el koyması”, azalan etkinliği eline geçirmesini<br />
beraberinde getirecektir. Sokağın/ülkenin<br />
karışması, olayların tırmanması<br />
AKP hükümetini “acz içinde<br />
kalan” bir hükümet olarak yıpratacak,<br />
aynı zamanda kışkırtılan Türk şovenizmi<br />
üzerinden parlamento dışında<br />
kalan MHP, DSP gibi partilerle, parlamentoda<br />
olmasına rağmen cılız kalmış<br />
ANAP, DYP gibi partiler güçlenmeye<br />
çalışacaklardır. AKP’nin yıpranması<br />
ve “güven ortamının bozulması” süreci<br />
erken seçimin de daha çok dillendirildiği<br />
bir dönem olacaktır. AKP bir<br />
erken seçime girmeyi reddettiği koşullarda<br />
başka yollar –CHP’nin sine-i millete<br />
dönmesi, AKP’nin parçalanması<br />
ve yeni grupların kopması gibi– denenecektir.<br />
Irkçılığın ve şovenizmin kışkırtılması<br />
oyunu tehlikeli bir oyundur; nerede<br />
sonlanacağı belli değildir. Son<br />
yaşanan olayların gösterdiği gerçeklerden<br />
birisi hakim sınıf siyasetçilerinin<br />
iktidar dalaşında Kürtlerin kurban seçildiğidir.<br />
Kürtlerin kurban edilmesi<br />
siyasetinde de Türk işçi ve emekçileri<br />
araç olarak kullanılmak; her iki ulustan<br />
emekçiler birbirine düşürülmek istenmektedir.<br />
Filler tepinmekte, çimenler<br />
ezilmektedir.<br />
Hakim sınıfların kendi aralarındaki<br />
kavgaları objektif olarak işçi sınıfının<br />
kendi sorunlarından uzaklaştırılmasının<br />
bir aracı olarak da hizmet görüyor.<br />
İşçiler, emekçiler hakim sınıfların şu<br />
ya da bu kesiminin peşine takılmak,
gündem<br />
<br />
birbirlerine düşürülmek; böylece işçi<br />
sınıfı içindeki bölünme ve parçalanma<br />
derinleştirilmek isteniyor. Irkçı-şoven<br />
kışkırtma işçi sınıfına yönelik saldırıların<br />
üzerini örten bir perde işlevi görüyor.<br />
İşçi sınıfına yönelik saldırılar yoğunlaştırılıyor:<br />
Özelleştirilme saldırısı boyutlanıyor.<br />
İşsizlik artıyor. Reel ücretler<br />
düşürülüyor. Dolaylı ve doğrudan<br />
vergiler artırılıyor vb. vb.<br />
Bu saldırılar karşısında işçiler, emekçiler<br />
oynanan oyunu görmeli; derinleştirilmek<br />
istenen sınıfın bölünmesine<br />
ve saldırılara karşı sınıf birliğini sağlamalı,<br />
örgütlenmeli ve mücadele etmelidirler.<br />
AZDIRILAN IRKÇILIĞA VE<br />
ŞOVENİZME KARŞI GÜÇLÜ<br />
MÜCADELE!<br />
Olaylar karşısında sınıf bilinçli işçiler<br />
başta olmak üzere çeşitli ulus ve milliyetlerden<br />
işçilerin, emekçilerin yapması<br />
gereken şey, azdırılan ırkçılığa<br />
ve şovenizme karşı “halkların kardeşliğine”<br />
vurgu yapan mücadeleyi yükseltmektir.<br />
Hakim sınıfların kendi aralarındaki<br />
dalaşta Kürt, Türk, Laz, Çerkes…<br />
tüm çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin,<br />
emekçilerin bir çıkarı yoktur.<br />
Hangi kesimin temsilcisi olursa olsun<br />
hakim sınıfların tümü; onların devleti,<br />
hükümeti işçilerin, emekçilerin<br />
düşmanıdır… Onların halkları birbirlerine<br />
karşı kışkırtma ve olayların bir<br />
“iç savaşa” dönüştürülmesi planlarını<br />
bozmak için milliyeti, dili, ulusal kimliği…<br />
ne olursa olsun; tüm kadın ve<br />
erkek işçileri, emekçileri hakim sınıfların<br />
iktidar dalaşının bir parçası olarak<br />
sahneye koydukları bu tür tehlikeli<br />
oyunlar karşısında duyarlı olmaya, bu<br />
tür oyunlara karşı ortak mücadele<br />
cephesinde, sömürücü düzene karşı,<br />
ücretli köleliğe karşı mücadeleye çağırıyoruz.<br />
Biz, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin,<br />
emekçilerin düşmanı birdir: Sömürücü<br />
sistem!<br />
Biz, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin,<br />
emekçilerin hedefi birdir: Sömürücü<br />
sistemi yıkmak!<br />
Biz, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin,<br />
emekçilerin mücadelesi de bir<br />
olmak zorundadır!<br />
Çağrımız; çeşitli ulus ve milliyetlerden<br />
işçileri, emekçileri sınıf kardeşliğinden<br />
koparıp kendi iktidar dalaşlarına<br />
alet eden, kendi iğrenç politikalarına<br />
destek vermeye çağıran; kendi kuyruklarına<br />
taktıkları bilinçsiz işçi, emekçi<br />
yığınları başka bir ulusun işçilerine,<br />
emekçilerine saldırtan sömürücü sınıflara,<br />
onların devletine, sistemine karşı<br />
mücadele çağrısıdır!<br />
Eylül 2005 ✓<br />
Emperyalist barbarlığın biricik alternatifi devrimdir, sosyalizmdir!<br />
Öldüren Katrina değil<br />
Her yıl yeniden ilan edilen “yüzyıl<br />
felaketleri”ne bir yenisi eklendi.<br />
Bu kez felaket resimleri<br />
yoksul bir ülkeden değil, dünyanın en<br />
zengin ülkesi, dünya hegemonyası dalaşında<br />
başı çeken ABD’den geldi. Yoksul<br />
ülkelerden görmeye alışık olduğumuz<br />
aç, susuz, doktorsuz, yardım isteyen insan<br />
resimleri, sokaklarda suda yüzen<br />
ölü insan resimleri, çöp kutularında<br />
yiyecek arayan insan resimleri, bu kez<br />
ABD’den yayınlandı. Canlı yayınlarda<br />
yiyecek bulma peşinde yağmalayan<br />
insan resimleri, silah elde küçük iktidarlar<br />
kuran çete resimleri, evlerinin<br />
üzerine büyük harflerle “Silahlıyım, gireni<br />
vururum!” yazan insan resimleri<br />
gördük. Kasırganın yakıp yıktığı evler<br />
mahalleler gördük. Dünyanın en zengin<br />
ülkesinde günlerce elektriksiz, susuz<br />
kalan kentler, insanlar gördük. Bu<br />
arada devletin güç gösterisini, yardım<br />
k a p i t a l i z m !<br />
için günlerce kılını kıpırdatmayan burjuvazinin<br />
ilan ettiği sıkıyönetimin nasıl<br />
barbarca uygulandığını, sorgusuz<br />
sualsiz vur emrinin emperyalist bir<br />
ülkede nasıl bugünden yarına verilebildiğini<br />
ve uygulandığını gördük. Anlamak<br />
isteyene çok şey anlattı Katrina<br />
ismi verilen kasırga.<br />
Geliyorum diyen felaket,<br />
nedenleri ve burjuvazinin<br />
hazırlığı…<br />
Kasırgalar milyonlarca yıldır yaşanan<br />
doğal olaylar. Bunların nasıl oluştuğu<br />
konusunda bugün yeterince veri ve<br />
bilgi var. Okyanuslarda su yüzeyinin 26<br />
derece ve üzerine çıkması durumunda<br />
oluşan hava akımlarının sarmal bir<br />
biçimde birleşmesi, ilerlemesi ve hep<br />
yeni hava akımlarını kendine katması<br />
ile oluşan kasırgaların bir bölümü hareketlerinde<br />
karaya varıp, yerleşim alanlarına<br />
rastladıklarında yıkıcı güçleri<br />
yerleşim alanlarını vuruyor. 200 km/h<br />
ve üzerinde bir hızla esen fırtınalar<br />
önündeki her maddeyi vuruyor, helezoni<br />
hareket önüne gelen maddeleri yerinden<br />
kaldırıp, götürebildiği yere kadar<br />
taşıyor. Bu arada çoklukla kasırgalar<br />
büyük fırtınalı yağmurlarla birlikte<br />
geliyor. Bilim kasırgaları hafiften, en<br />
ağıra doğru 5 kategoriye ayırmış. Okyanuslar<br />
üzerinde oluşan kasırgaların<br />
hangi yönde nasıl bir hızla ilerleyeceği,<br />
karaya, yerleşim yerlerine nasıl ve ne<br />
zaman varacağı, şiddetinin ne olabileceği<br />
önceden öngörülebiliyor.<br />
Ağustos ayı sonunda ABD’nin güneydoğu<br />
eyaletlerini vuran Katrina<br />
adı verilen kasırga Atlantik okyanusu<br />
üzerinde oluşup 26 Ağustos’ta Florida<br />
üzerinden geçtiğinde henüz en hafif<br />
kategoride (1. Kategori) bir kasırga idi.<br />
Florida üzerinden geçen Katrina yüzeyi<br />
26 derecenin üzerinde ısıya sahip<br />
Meksika körfezinde sıcak-nemli hava<br />
kitlelerini emerek (Hurrikan/Urağan)<br />
gücünü 3. kategoride bir kasırgaya yükselterek<br />
yoluna devam etti. Bir gün<br />
sonra 28 Ağustos’ta artık en güçlü kategoride<br />
bir kasırga (Hurrikan/Urağan)<br />
idi. Hareket ettiği yönde Missisipi, Louisiana<br />
ve Alabama eyaletleri vardı.<br />
Louisiana eyaletinin kasırgalar bağlamında<br />
zarara en fazla açık kentlerinden<br />
biri New Orleans’tı.<br />
Burada bir parantez açıp neden New<br />
Orleans sorusuna cevap verelim…<br />
New Orleans<br />
ve su baskını tehlikesi…<br />
New Orleans çok değil bundan 300 yıl<br />
kadar önce insansız bataklık bir bölge<br />
idi. 1718'de, Amerika’nın sömürgeleştirilmesi<br />
sürecinde Fransızlar burada<br />
bir yerleşim merkezi kurmaya başladılar.<br />
Üç tarafı su ile çevrili, bir yanında<br />
Pontchartrain gölü, bir yanında Missisipi<br />
nehri deltası, bir yanında ise Meksika<br />
körfezi olan bir alandı burası. Sular<br />
yükseldiğinde alçak bölgeler su altında<br />
kalıyordu. İlk yerleşim yerleri bu yüzden<br />
yüksek yerlerde idi. Giderek şehir<br />
büyüdü, bataklık kurutulmaya, bentler<br />
kurularak alçak bölgelerde yerleşim yerleri<br />
açılmaya başlandı. Sonuçta ortaya<br />
doğal coğrafi yapıyı hiçe sayan bir büyük<br />
şehir çıktı. Öyle bir şehir ki, tüm<br />
yerleşim alanının % 80’i, ve tüm şehir<br />
merkezi deniz seviyesinin altında. Şehir<br />
merkezinde derinlik deniz seviyesinin<br />
1,5 metre ve daha fazla altında.<br />
Şehir merkezini bir tarafta, Missisipi<br />
nehrinin her yıl yaşanan su baskınlarına<br />
karşı deniz seviyesinden yüksekliği<br />
6,5 metreyi bulan bir bent, diğer<br />
tarafta yüzeyde deniz seviyesinden 31<br />
cm yüksekte olan Pontchartrain gölünden,<br />
deniz seviyesinden yüksekliği<br />
4,42 m olan bir bent ayırıp, koruyor.<br />
Gölün ve nehrin sularının yükselmesi<br />
halinde yayılabileceği alan yok. Böyle<br />
bir yerleşim doğanın normal döngüsü<br />
içinde felakete “gel” diyen bir yerleşim.<br />
Fakat bölgenin petrol bölgesi olması,<br />
ABD’nin petrolünün çoğunu ikmal ettiği<br />
Meksika Körfezinde en büyük limanın<br />
olması böyle bir yerleşimi gerekli<br />
kılıyor. Kâr, en kısa zamanda azami<br />
kâr, “biz her şeyi yaparız, doğaya hükmederiz”<br />
anlayışı bu gibi yerleşim siyasetlerini<br />
gündeme getiriyor. Sonuç<br />
eğer doğaya uygun yerleşim siyaseti izlense,<br />
insanlara belki hiç zarar vermeyecek<br />
olan doğal olayları, insanlar için,<br />
en başta da tabii yoksullar için, büyük<br />
felaket haline getiriyor.<br />
New Orleans kentinin yaşadığı ilk<br />
“doğal felaket” değil Katrina kasırgası.<br />
1927’de Missisipi olağanüstü yağışlar<br />
sonucu yatağından taşıyor ve New Orleans’ın<br />
önemli bölümü sular altında<br />
kalıyor. 700 bin kişi evsiz kalıyor. Kaç<br />
ölü olduğu bilinmiyor.
gündem<br />
1957’de Audrey kasırgası karada 40 km<br />
içlere kadar giriyor. Sonuç yüzlerce ölü.<br />
1957’de şehir Betsy isimli kasırga sonucunda<br />
yine sulara gömülüyor.<br />
Bütün bunların bilgisine sahip bilim<br />
adamları her önemli kasırgada, eğer<br />
kasırga bu kent yönünde bir yön tutturacaksa,<br />
kentin boşaltılması gerektiği<br />
konusunda uyarıyorlar. En yüksek<br />
derecede bir “hurrikan”ın doğrudan<br />
kenti vurması halinde neler olabileceği<br />
konusunda yapılmış araştırmalar, ortaya<br />
konmuş sonuçlar, alınması gereken<br />
tedbir önerileri var. Projeksiyonlar<br />
kenti koruyan bentlerin 3 şiddetinde<br />
bir kasırgaya dayanabileceğini, daha<br />
yüksek derecede bir kasırgada bentlerin<br />
delinme, yıkılma olasılığının olduğunu<br />
öngörüyor. Yine araştırmalar<br />
bir kasırga durumunda kenti boşaltma<br />
çağrısında, kentin en azından dörtte<br />
birinin kenti terk etmeyeceğini, ya da<br />
terk edecek imkânlara sahip olmadığını<br />
gösteriyor.<br />
Kenti terk edin çağrısı<br />
ve sonrası…<br />
Bütün bunlar ortada iken ve 28 Ağustos’ta<br />
Katrina 5 gücünde bir kasırga haline<br />
gelip, Missisipi eyaletinde büyük<br />
bir yıkıma yol açarak, Louisiana eyaletinde<br />
önüne geleni yıkarak New Orleans’a<br />
doğru ilerlerken, nihayet o zaman<br />
resmi ağızlardan halka kenti terk<br />
etme çağrısı yapılıyor. Çağrı yapılıyor,<br />
ama bu çağrıyı uygulamak için devletin<br />
insanlara sunduğu en küçük bir<br />
yardım yok. Şehrin zenginleri zaten önceden<br />
uçaklarla, helikopterlerle vb. şehirden<br />
ayrılmıştır. Çağrı üzerine özel<br />
arabalara sahip olanlar, parası olup da<br />
panik içinde şehri trenle, havayoluyla<br />
vb. terkedebilecek araçlarda terk edebilenler<br />
şehri terk ediyor. Geriye çoğunluğu<br />
siyah olan çaresiz yoksullar kalıyor.<br />
Bu bağlamda şunların bilinmesi<br />
gerek: Hurrikan öncesi nüfusu 462 bin<br />
kişi olan New Orleans kentinde yaşayanların<br />
üçte ikisi Afroamerikanlardı<br />
(siyah). Bunların çok önemli bir bölümünün<br />
şehri terk etmek için yeterli<br />
parası veya özel arabası yoktu. New<br />
Orleans nüfusunun beşte biri yılda 10<br />
bin dolardan az gelirle geçinmek durumundaydı.<br />
27 bin aile resmi yoksulluk<br />
sınırı altında yaşıyordu. Bu zorunlu<br />
olarak kentte kalanların bir bölümü<br />
valilik tarafından üzeri kapalı büyük<br />
futbol arenasına sığınmaya çağrıldı. 60<br />
bine yakın kişi Superdom adı verilen<br />
üzeri kapalı stadyumda toplandı. Egemenlerin<br />
beklentisi, kasırganın biraz<br />
yıkıntı ile geçip gideceği, birkaç saat<br />
sonrasında herkesin evine döneceği yönünde<br />
idi. Öyle olmadı. “Kötümserlik”<br />
“her şeye kara gözlüklerle bakmak”la<br />
suçlanan kimi bilim adamlarının felaket<br />
senaryosu gerçek oldu. Korkunç<br />
fırtınada yükselen Missisipi, kendini<br />
dizginlemeye çalışan benti birkaç yerinden<br />
deldi. Diğer yandan Meksika<br />
körfezinde yükselen suların da şehri<br />
basması ile şehir kısa süre içinde su altında<br />
kaldı. Elektrikler, sular kesildi.<br />
Birkaç saatlik bir “felaket”e hazırlanan<br />
egemenler ne yapacaklarını şaşırdılar.<br />
Birkaç saatlik yiyecek, içecek kısa sürede<br />
tükendi. Etrafı sularla çevrili, büyük<br />
çoğunluğu siyah, onbinlerce yoksul<br />
insan aç, susuz, elektriksiz, ilaçsız,<br />
her türlü sıhhi araçtan yoksun mahsur<br />
kaldı. Dünyanın en zengin ülkesinde,<br />
bu ülkenin yoksullarının gerçek durumunu<br />
bütün dünya ibretle gördü. Yine<br />
bütün dünya burjuvazi için önemli olanın<br />
ne olduğunu da gördü. New Orleans’a<br />
susuz insanlara su, aç insanlara<br />
yiyecek götürülmesinden önce örgütlenen,<br />
olası bir isyanın bastırılması için<br />
dişine tırnağına kadar silahlı, elleri tetikte<br />
ve vur emrine sahip askerler, özel<br />
timler vb. oldu.<br />
New Orleans su altında kaldıktan<br />
altı gün sonra nihayet merkezi olarak<br />
örgütlenen yardım New Orleans’a akmaya<br />
başladı. Burjuvazi New Orleans’ı,<br />
onu yeniden inşa etmek iddiasıyla boşaltma<br />
kararı aldı ve bunu uygulamaya<br />
koydu. Evinden çıkmak istemeyenler<br />
yer yer silah zoruyla çıkarıldı.<br />
Katrinanın zarar bilançosu…<br />
Şimdilik ölü sayısının ne olduğu kesin<br />
olarak bilinmiyor. 900’e yakın ölü<br />
sayılmış durumda. Fakat “temizlik”<br />
çalışmaları sürüyor. Tüm Louisiana<br />
eyaletinde 9200 kişi için resmi kayıp<br />
başvurusu var. Yaralılar onbinlerle sayılıyor.<br />
Devletin 2000 yılında kabul ettiği<br />
ve ilan ettiği kıyı bölgelerinin güvenliğinin<br />
sağlanması için ayrılan paradan<br />
Louisiana eyaletine düşen pay 50 yıllık<br />
bir dönem için 14 milyar dolardı. Yalnızca<br />
bu kasırgada, yalnızca New Orleans<br />
kentindeki zararın 50 milyar dolar<br />
civarında olduğu var sayılıyor.<br />
Katrinanın kar bilançosu…<br />
Katrina öncelikle ABD’nin güneydoğu<br />
eyaletlerinde siyah yoksul halka daha<br />
fazla yoksulluk, evini yurdunu terk ve<br />
ölüm getirirken, kimileri için kârlarını<br />
arttırmanın bir aracı oldu.<br />
Büyük petrol tekelleri ABD’nin petrol<br />
ikmalinin önemli bölümünün Meksika<br />
körfezinden yapıldığının bilincinde,<br />
Katrina’nın körfezdeki birkaç petrol<br />
platformuna ağır zarar verdiğinin bilincinde,<br />
petrol fiyatlarına yeni zamlar<br />
b<strong>indir</strong>diler. Ham petrol varil fiyatı 70<br />
dolar sınırını aştı. Katrina bu anlamda<br />
yoksullar için felaket olurken, örneğin<br />
petrol tekelleri için kârlarını arttırmanın<br />
bir aracı oldu. O petrol tekelleri ki<br />
zaten akıl almaz kârlarla çalışıyor. Exxon<br />
Mobil’in net kârı 2005 yılının ilk<br />
6 ayında bir yıl öncenin aynı dönemi<br />
ile karşılaştırıldığında % 38 artarak 15,<br />
HER YIL “YÜZYILIN FELAKETLERİ”NE YENİLERİ<br />
EKLENİYOR… DÜNYANIN EN ZENGİN ÜLKESİ<br />
ABD’DE BİR KASIRGA VE SU BASKINI BİNLERCE<br />
EMEKÇİNİN CANINA MAL OLDU!<br />
DOĞA FELAKETLERİNİN İNSANLARA BUNCA<br />
ZARAR VERMESİNİN SORUMLUSU AZAMİ KÂR<br />
DÜRTÜSÜ ÜZERİNE KURULU KAPİTALİZMDİR!<br />
5 milyar dolara varmıştı. BP’nin aynı<br />
dönem için net kârı 12, 2 milyar dolar,<br />
Royal Dutch Shell’in kârı 11, 9 milyar<br />
dolardı.<br />
Şimdi kuşkusuz New Orleans’ın temizlenmesi,<br />
yeniden inşası da bir dizi<br />
tekelin kârına kâr katmasının bir aracı<br />
olacak. O yüzden tuzu kuruwwların<br />
doğal felaketler karşısında döktükleri<br />
yaşlar timsah gözyaşlarıdır. Onlar için<br />
doğal felaketler de aslında yeni azami<br />
kârların çıkış noktalarıdır. New Orleans<br />
somutunda ayrıca bu felaketin<br />
şimdi bir çeşit etnik temizlik için kullanılması<br />
olasılığına da bir dizi aydın<br />
dikkat çekmektedir. Siyah nüfusun bu<br />
kadar yoğun olması burjuvazinin “genel<br />
huzur”u açısından pek uygun bir<br />
şey değildir. Şimdi boşaltılmış olan<br />
New Orleans nüfusunun bir çoğu kullanılmaz<br />
hale gelmiş olan eski evlerine<br />
yeniden geri dönmeleri ve yerleşmeleri<br />
de mutlak gereklilik değildir. Bu felaketle<br />
şimdi New Orleans nüfusunun beyaz<br />
nüfus lehine değiştirilmesi mümkündür.<br />
Kasırgaların sıklığının ve<br />
şiddetinin artmasının nedeni<br />
global ısınma sonucu<br />
iklim değişikliğidir…<br />
Baştan söyledik: Her yıl yeniden yüzyıl<br />
felaketi olarak adlandırılan doğal felaket<br />
haberleri kasıp kavuruyor ortalığı.<br />
Depremler, tsunamiler, kasırgalar, sel<br />
baskınları boyutları büyüyerek ve sıklığı<br />
artarak geliyorlar. Yüzyılın ilk beş<br />
yılında birçok yüzyıl felaketi yaşandı.<br />
Batı Sibirya’da dünyanın en büyük buzulu<br />
eriyor. Portekiz’de kuraklık orman<br />
yangınlarında ülke ormanlık alanının<br />
büyük bölümünün yok olmasına yol<br />
açarken, Orta ve Güney Avrupa’yı seller<br />
götürüyor. Latin Amerika’da, Orta<br />
Amerika’da kasırga üzerine kasırga yaşanıyor,<br />
bunların şiddeti her geçen gün<br />
artıyor. En son olarak Katrina’da bu gelişmenin<br />
felaketli sonuçlarını ABD’de<br />
yaşadık. Şimdi egemenlerin bir bölümü,<br />
kader diyor, doğal felaket diyor,<br />
kayıpların nedenini doğal felaket olarak<br />
gösteriyor, bu sonucun kaçınılmaz<br />
olduğunu söylüyor vb. Yukarda kasırganın<br />
bir doğa olayı olduğunu ve milyonlarca<br />
yıldır kasırgaların olduğunu söyledik.<br />
Bu olgu. Bu olgu olduğu kadar,<br />
kasırgaların insanlar için bu boyutta<br />
felaketli sonuçlara yol açmasının doğa<br />
değil insan işi olduğu da bir olgu. Bu<br />
bağlamda örneğin yerleşim politikasının<br />
bunda oynadığı rolü New Orleans<br />
somutunda yukarda ortaya koymaya<br />
çalıştık. Diğer yandan kasırgaların<br />
şimdilerde sıklaşması ve şiddetlerinin<br />
artması da, aynı buzulların erimesi,<br />
bir yandan kuraklık artarken, bir yandan<br />
su baskınlarının sellerin artması<br />
ve bunların ağır zarar vermesi de doğa<br />
değil insan işidir. Bütün bu gelişmelerin<br />
maddi temeli global ısınmadır. Son<br />
yüzyılda dünyanın ortalama ısısı yükselmiştir,<br />
yükselmeye devam etmektedir.<br />
Bu ısı yükselmesinde atmosferdeki<br />
karbondioksit gazı artışı, atmosferde<br />
açılan yine insan, kapitalist endüstri<br />
ürünü ozon deliği vb. çok önemli rol<br />
oynamaktadır. Meteoroloji uzmanları<br />
son 50 yıl içinde kasırgaların yıkıcı etkisinin<br />
% 50 arttığı tespitini yapıyorlar.<br />
Konu uzmanı bilim adamları 60’lı yılların<br />
başından beri gelişmelere dikkat<br />
çekmektedir. Bu gidişin durdurulması<br />
için kömür ve petrol kullanımının kısıtlanması<br />
lazımdır. Gelişme ise tersi<br />
yöndedir.<br />
Kapitalist azami kâr dürtüsü doğaya<br />
karşı, doğa yasalarını hiçe sayan, en<br />
kısa sürede en fazla kâr getirme üzerine<br />
kurulu üretim tarzı ve sistemi ile,<br />
insanlığın doğal yaşam kaynaklarını<br />
kurutuyor. ABD de yoksul insanlar<br />
için Katrina’nın bunca felaketli sonuçlara<br />
yol açmasının suçlusu ve sorumlusu<br />
kapitalizmdir. Öldüren Katrina<br />
değil kapitalizmdir.<br />
Bunun kavranması, kapitalizmin<br />
insanlığı felakete sürüklediğinin, kapitalizmin<br />
insanlığı barbarlık içinde<br />
çöküşe sürüklediğinin kavranması<br />
hayati önemdedir. Gelinen yerde ya kapitalizm<br />
işçi sınıfı önderliğinde tarihe<br />
gömülecek, doğa tahribatına sosyalist<br />
bir sistem içinde kurulacak doğayla<br />
uyum içinde üretimle son verilecektir<br />
ya da her yıl yenilerini yaşayacağımız<br />
yeni “yüzyıl doğal felaketleri” ile adım<br />
adım barbarlık içinde çöküşe yaklaşılacaktır.<br />
Alternatifler bunlardır.<br />
16 Eylül 2005 ✓
yeni işçi dünyası<br />
Migros’ta patronun dediği mi olacak,<br />
işçilerin dediği mi<br />
<br />
Migros Türkiye’nin önde<br />
gelen perakende ticaret<br />
devlerinden birisi. Sahibi<br />
Türkiye’nin en büyük sömürücülerinden<br />
olan Koç Holding, yani Türk patron.<br />
Migros işçileri (Gima ile birlikte)<br />
mücadele ile sendikalaşma haklarını<br />
perakende ticaret sektöründe ilk kabul<br />
ettirenlerin başında geliyor. Hatta<br />
Migros işçileri patron Koç’a karşı 12<br />
Eylül faşizmi ertesinde perakende ticaret<br />
sektöründe en uzun grevi yaparak<br />
sendikalaşma hakkına sahip çıkmış,<br />
en zorlu dönemde bu hakkını korumuş<br />
ve yeni haklar almasını bilmiş bir<br />
işçi kitlesi. Migros işçilerinin bu mücadeleci<br />
geleneğinin doğal bir sonucu da<br />
çalışanların çoğunluğunun sendikalı<br />
olmasıdır.<br />
Bu durum önemli bir kazanım ve<br />
önemli bir dayanak noktasıdır. Fakat<br />
Migros işçisinin hem mücadeleci hem<br />
de sendikal açıdan örgütçü geleneği ne<br />
yazık ki daha ileriye götürülmemiş, işçiler<br />
için yeni ve daha ileri kazanımlar<br />
elde etmek amacı ile bir dayanak noktası<br />
yapılmamıştır.<br />
Örneğin işçilerin sendikal örgütlülüğü,<br />
Migros’ta yetkili olan Tez-Koop-<br />
İş Sendikası tarafından özünde aidat<br />
Migros işçileri greve hazır!<br />
Migros Türk T.A.Ş. ile Tez-Koop-İş arasındaki 1<br />
Mayıs 2005 tarihinde başlayan toplu sözleşme<br />
görüşmeleri ücret zammı, part-time işçilerin<br />
verilmeyen, gaspedilen sosyal hakları, çalışma düzeni ve<br />
işverenin performans primi dayatması konularında uyuşmazlıkla<br />
sonuçlanmıştır. 19 Temmuz 2005’te uyuşmazlık<br />
zaptı tutulmuş, girilen arabulucu evresinden de bir sonuç<br />
çıkmamıştır. Daha önceki toplu sözleşmelerde ekonomik<br />
krizi ve işverenin rekabet şartlarını öne sürerek kazanılmış<br />
haklardan taviz veren, işçileri asgari ücretle yaşamayla<br />
başbaşa bırakan Tez-Koop-İş genel ve şube yönetimleri şu<br />
anda da grev kararı almamakta ve gereğini yapmamaktadır.<br />
Varlık nedeni üyelerinin ekonomik ve sosyal haklarını<br />
insanca yaşayacak seviyeye çıkarmak ve sınıf hareketinin<br />
sermaye karşısında daha ileri gitmesi için mücadele etmek<br />
olan sendika yönetimi işverenin anlaşmaz tutumu karşısında<br />
“GREV”i neden ağzına almamakta ve grevi bir silah<br />
olarak kullanmamaktadır Bunu yapmaması için ya<br />
işçilerin grev yapmak istememesi lazım ya da sendikanın<br />
varlık nedenini işçiler olarak değil sermaye olarak görmesi<br />
gereklidir.<br />
Sözleşme sürecinde yapılan temsilci toplantılarında sendika<br />
yöneticileri grevi ağzına almazken greve gitmekten<br />
bahseden ve bunun için ne yapılması gerekiyorsa yapalım<br />
diyen temsilciler ve Migros’a bağlı işyerlerinde çalışan biz<br />
işçiler bunu defalarca söyledik. Ama Tez-Koop-İş’in bu tutumu<br />
sendikanın işveren için var olduğunu akla getiriyor.<br />
Sermayenin asgari ücreti dahi yüksek bulduğu ve asgari<br />
ücretin düşürülmesi için hükümetle saldırı hazırlıklarına<br />
giriştiği bu dönemde Tez-Koop-İş yönetimi işbirlikçi, uzlaşmacı<br />
tutumlarında öyle bir noktaya varmıştır ki; kendilerini<br />
kurtarmak için efendilerinden üç beş kuruş dahi<br />
fazla alamamaktadır. Ve bu öyle bir noktadadır ki; Migros<br />
işvereninin işçileri daha az ücretle daha fazla çalıştırma<br />
isteklerini (performans) “siz üç beş kuruş verirseniz bunu<br />
da kabul ederiz, siz ne istediniz de biz yapmadık” dercesinedir.<br />
Biz Migros işçileri uzun bir mücadele de gerektirse<br />
bu sendika ağalarını ve onların zihniyetlerini yenecek ve<br />
birliğimizi güçlendireceğiz!<br />
Biz Migros işçileri greve hazırız!!!<br />
Kahrolsun teslimiyetçiler!!!<br />
İstanbul’dan Tez-Koop-İş üyesi Migros işçileri ✓<br />
ödeyen üyeye <strong>indir</strong>genmiş, sendika<br />
yönetimi “işveren” ile arasını fazla açmamak<br />
ve bozmamak için her toplu<br />
sözleşme görüşmesinde başından en<br />
geri ücret ve hak talepleri ile masaya<br />
oturmuştur.<br />
Örneğin daha önceki imzalanan<br />
toplu sözleşmede Tez-Koop-İş Sendikası,<br />
çok uzun yıllardır çalışanların<br />
çoğunluğunun örgütlü olduğu böyle<br />
bir işyerinde işçileri asgari ücrete mahkum<br />
eden anlaşmaya imza atmıştır.<br />
2005 TOPLU SÖZLEŞME SÜRECİ<br />
Migros işçileri, genelde çok uzun yıllardır<br />
çalışanlar da dahil olmak üzere, aldıkları<br />
ücretlerle en temel ihtiyaçlarını<br />
bile karşılayamamaktadırlar. Ücretler<br />
çoğu kez ya asgari ücret düzeyinde ya<br />
da biraz üstündedir. Enflasyon oranları<br />
gözönünde bulundurulduğunda<br />
gerçekte Migros işçileri son yıllarda<br />
önemli reel ücret düşüşü yaşamışlardır.<br />
Fakat Migros patronu her yıl hem<br />
cirosunu hem de kârını hızla artırmaktadır.<br />
Sermayedar Koç Migros işçisinin<br />
sömürüsünü de artırarak zenginliğine<br />
zenginlik katmaktadır. Ama sahip olduğu<br />
zenginlik, işçilerden yürüttüğü<br />
kârlar yetmemekte; daha fazla kâr,<br />
daha fazla zenginlik birikimi istemektedir.<br />
Bu yüzden Migros patronu bu<br />
yılki toplu sözleşmelerde daha sert,<br />
daha yüzsüz taleplerle toplu sözleşme<br />
masasına oturmuştur.<br />
Bir başka önemli faktör ise, ülkemizde<br />
son yıllarda perakende ticaret<br />
sektöründe artan rekabettir. Alman<br />
Metro Group, İngiliz Tesco (Kipa mağazaları<br />
sahibi), Fransız Carrefour<br />
(Sabancı Holdingle ortak) gibi yabancı<br />
ticaret devlerinin yanısıra Gima gibi<br />
geleneksel yerli rakipler arasında kıyasıya<br />
bir rekabet çatışması yaşanmakta<br />
ve artarak devam etmektedir. Piyasaya<br />
BİM gibi kısa dönemde ortaya çıkan ve<br />
hızla büyüyen yeni yerli rakiplerin çıkması<br />
bu rekabeti daha da kızıştırmıştır.<br />
Amerikan Walmart gibi dünyanın<br />
en büyük ticaret devinin de Türkiye pazarına<br />
girmesi de beklenmelidir.<br />
Migros patronları giderek artan ve<br />
şiddetlenen rekabet ortamında başarılı<br />
olmanın ve galipler arasında yer almanın<br />
temel kıstasının daha faz kâr, daha<br />
fazla sömürü olduğunu, şimdiki ve<br />
yakın dönemde piyasaya girecek rakiplerinden<br />
daha avantajlı bir konumda<br />
olmaları gerektiğini çok iyi bilmek
yeni işçi dünyası<br />
tedirler. Bu yüzden Migros patronu<br />
2005 toplu sözleşme görüşmelerine<br />
daha sert, daha yüzsüz taleplerle oturmuştur.<br />
Yerli ve yabancı büyük ticaret devlerinin<br />
Türkiye pazarında da artan rekabetlerinin<br />
kaçınılmaz bir sonucu ise,<br />
tüm toptan ve ticaret sektöründe hızlı<br />
bir tekelleşmenin yaşanması, geleneksel<br />
ve küçük dükkân, küçük çarşı, küçük<br />
yerel pazar üzerine oturan şimdiye<br />
kadarki ticaret sektörünün giderek çok<br />
hızlı bir biçimde çok az sayıda birkaç<br />
büyük yerli ve yabancı ticaret imparatorluğunun<br />
kontrolü ve denetimi altına<br />
alınmasıdır. Büyük ve orta büyüklükteki<br />
kentlerle, önemli turizm merkezlerindeki<br />
perakende ticareti zaten<br />
şimdiden önemli ölçüde bu devlerin<br />
kontrolüne geçmiştir. Bu ticaret devleri<br />
sektörde kurdukları ve hızla inşa<br />
ettikleri etki ve egemenliklerini işçiler<br />
üzerinde de daha sıkı bir biçimde pekiştirmek<br />
amacındadırlar. Bu nedenle<br />
çalışanların sendikalaşma hakkı, sendikaların<br />
yetkili olması eldeki tüm<br />
araçlar kullanılarak engellenmekte;<br />
çalışanların örgütlü oldukları, sendikaların<br />
yetkili oldukları şirketlerde ise<br />
ya sendikanın yetkisi düşürülmeye, işçiler<br />
sendikasızlaştırılmaya, ya da bu<br />
amaca erişilemediğinde sendikaların<br />
etkisi en aza <strong>indir</strong>ilmeye çalışılmaktadır.<br />
Bu nedenle Migros patronu 2005<br />
toplu sözleşme sürecinde daha sert,<br />
daha yüzsüz taleplerle Tez-Koop-İş<br />
Sendikasının karşısına oturmuştur.<br />
Patronların giderek artan bir biçimde<br />
kullandığı araçlardan birisi de<br />
yetkili sendikalar içerisindeki etkili<br />
sendika yöneticilerini satın alma yöntemidir.<br />
Bunun somut bir örneği yine<br />
Tez-Koop-İş Sendikasının yetkili olduğu<br />
Gima mağazalarında yaşanmıştır.<br />
Tez-Koop-İş Sendikası İstanbul 1<br />
No’lu Şube Başkanı Gürsel Doğru’nun<br />
Gima patronundan taşeron firmalar<br />
aracılığı ile iş aldığı ve ortaklaşa patronluk<br />
yaptıkları, daha çok değil 2004 sonunda<br />
belgeleri ile ortaya konmuştur.<br />
Buna rağmen bu taşeron sendika şube<br />
başkanı genel merkez ve şube yöneticileri<br />
tarafından görevde tutulmakta ve<br />
korunmaktadır. Bu bir sendika yönetiminin<br />
açıkça işçilere ihanet edenlere,<br />
patronlarla sömürü ilişkisi içine girenlere<br />
ve böylelerinin satın alınmasına sahip<br />
çıkması ve desteklemesi demektir.<br />
Aynı dönemde Tez-Koop-İş Sendikası<br />
içerisinde mücadeleci kanat ile<br />
uzlaşmacı taraf arasında bir mücadele<br />
yaşandı. Genel Merkez yönetiminde<br />
ve azınlık olan ve sendika içerisinde<br />
de azınlık durumda olan mücadeleci<br />
kanat tümüyle sendikadan tasfiye edilmeye<br />
çalışıldı, çalışılıyor.<br />
Taşeron şube yöneticisi sözkonusu olduğunda<br />
işi sessizliğe boğarak taşeron<br />
sendikacıya sahip çıkan Tez-Koop-İş<br />
Genel Merkezi, mücadeleci şube yönetimleri<br />
ve yöneticileri olduğunda tasfiye<br />
etmeye kadar “çok ilkeli” davranmıştır.<br />
Genel Merkezin mücadeleci kanadı tasfiye<br />
etmeye çalışması ve en açık sınıf işbirlikçisi<br />
kendi taraftarlarını korumaya<br />
almasını tabii ki sektördeki patronlar<br />
da yakından takip etmekte, sendikaya<br />
ve onunla yapacakları toplu sözleşme<br />
görüşmelerinde hesaba katmaktadırlar.<br />
Onlar şunu çok iyi bilmektedirler<br />
ki, bir sendika içerisinde, özellikle yönetiminde<br />
mücadeleci şube ve yönetici<br />
sayısı ne kadar az olursa toplu sözleşmelerde<br />
kendi taleplerini geçirme imkânı o<br />
kadar artar. Bu nedenle Migros patronu<br />
2005 toplu sözleşme sürecinde masaya<br />
daha sert ve daha yüzsüz taleplerle oturmuşlardır.<br />
Tez-Koop-İş Sendikası yönetiminin<br />
açık uzlaşmacı ve mücadeleden kaçan<br />
anlayışı Genel Sekreter Hüseyin Hamurcu’nun<br />
açıklamaları ile bir kez<br />
Aşağıda bize e-posta ile ulaşan bir haberi okurlarımızın dikkatine sunuyoruz. YDİ Çağrı<br />
Migros işvereni blöf yapıyor ! Migros işvereni lokavt yapamaz !<br />
Tez-Koop-İş Sendikasının<br />
Migros ve Şok perakende<br />
satış mağazalarında çalışan<br />
6 bin üyesi adına, toplam 416 satış<br />
mağazasında, grev kararı almasına<br />
karşı, Migros işvereni de bütün bu<br />
işyerlerini kapsamak üzere lokavt<br />
kararı almıştır.<br />
İşçi sendikasının grev kararına<br />
karşı işverenin lokavt kararı alması<br />
2822 sayılı yasada işverenlere tanınmış<br />
bir anti demokratik “hak”tır.<br />
Çalışma ve ücret koşullarını iyileştirmek<br />
isteyen, bu istekleri yerine<br />
getirilmediği için grev kararı alan<br />
işçilere lokavt kararı ile yanıt veren<br />
işveren, “Siz işçiler olarak grev yaparsanız;<br />
ben de işveren olarak işyerini<br />
ya da işyerlerini kapatırım.”<br />
tehdidinde bulunmaktadır.<br />
İşçileri, insanlık dışı, çağdışı bir<br />
tehditle korkutmaya çalışmaktadır.<br />
Migros T.A.Ş’de bu insanlık dışı<br />
tehdidi kim yapmaktadır Yabancı<br />
sermaye ile kurduğu ortaklıklarla<br />
neredeyse Türkiye’yi satın almaya<br />
kalkışan KOÇ Holding yapmaktadır.<br />
Migros ve Şok mağazalarında<br />
çalışan işçilerin sırtından elde ettiği<br />
karlarla TANSAŞ’ı da satın alan<br />
ve Türkiye’nin en büyük perakende<br />
satış zincirini oluşturan Migros işvereni,<br />
bütün bu mağazalarda çalışan<br />
ve asgari ücret + prim vahşetine dayalı<br />
bir ücret sistemine mahkum olmamak<br />
için direnen ve de grev kararı<br />
alan işçileri, lokavt uygulamakla tehdit<br />
etmektedir. Türkiye’nin en büyük holdinginin<br />
en büyük şirketlerinden olan<br />
Migros, lafa gelince en çağdaşlık yanlısı<br />
söylemlerle ortaya çıkmakta ve Koç<br />
Grubu olarak AB’deki hak ve özgürlüklerden<br />
yana olduklarını ileri sürmektedirler.<br />
Gerçekte ise; tam tersini<br />
yapmaktadırlar. 10-15 yıl kıdemi olan<br />
ve full-time çalışan ve de ayda 400-<br />
450 YTL sefalet ücretine razı olmayan<br />
işçileri lokavtla korkutmaya ve açlık<br />
ücretine razı etmeye çalışmaktadırlar.<br />
Part-time işçilerin ise yasal haklarını<br />
dahi gasp etmeye devam etmektedirler.<br />
Onlara sorarsanız; hemen her işletmelerinde<br />
işçilerin sendikalı olduklarını,<br />
sendikalılaşmaya karşı olmadıklarını<br />
söylerler.<br />
Ancak; tek ve değişmez şartları vardır:<br />
Sendika yönetimi onların güdümünde<br />
olacak. Sendika yönetimi ile<br />
“bir aile gibi” olacaklar, fakat ailenin<br />
reisi holding yönetimi olacak.<br />
Koç Holding şimdi, bu aile reisi rolüne<br />
soyunmuştur. “Aile”nin fertlerinden<br />
bir kaçını oluşturan işbirlikçi ve<br />
teslimiyetçi sendikacılarla paslaşarak;<br />
bu “kutsal aile”ye isyan eden 6 bin işçiyi<br />
yıldırmaya ve teslim almaya çalışmaktadır.<br />
İşte bu nedenle biz diyoruz ki; Koç<br />
Holdinge bağlı Migros işvereni lokavt<br />
ilan etmekle BLÖF yapmaktadır.<br />
Migros’larda ve Şok’larda lokavt uygulanamaz.<br />
Her gün için milyonlarca YTL nakit<br />
girişi sağlayan bu mağazaların bir gün<br />
dahi kapalı kalmasının işverene maliyeti<br />
çok ağır olacağı gibi, müşterilerin<br />
diğer marketlere yönelmesi daha da<br />
ağır bir darbe olacaktır.<br />
Ayrıca Migros işvereni lokavt tehdidi<br />
ile, yani mağazaları kapatmakla<br />
kimi korkutuyor ya da kandırıyor. Sen<br />
Migros işvereni olarak mağazalarını<br />
kapatırsan, diğer büyük market zincirleri<br />
de yeni mağazalar açarlar ve<br />
senin boşalttığın alanı fazlasıyla doldururlar.<br />
Market işçileri de; “Bizim,<br />
Migros’lardan başka yerde çalışmamız<br />
yasak değildir ve yeni açılacak marketlerde<br />
çalışmamıza da bir engel bulunmamaktadır.”<br />
diyerek, yeni açılacak<br />
marketlerde çalışırlar. Dolayısıyla<br />
bu boşuna yapılan, sahte bir tehdittir.<br />
Özcesi: Sen kapatırsan, başkaları açar.<br />
Sen de Migros olarak bitersin!<br />
Ancak, Migros işvereni şunu da aklından<br />
çıkarmasın ki; Migros işçileri<br />
yalnız değildir. Her şeyden önce 51<br />
yıldır hizmet ettikleri müşteriler<br />
Migros işçilerinin yanındadır. Bütün<br />
sendikal ve demokratik örgütler işçilerin<br />
yanındadır.<br />
İşveren “kutsal aile”nin içinde yer<br />
alan işbirlikçi ve teslimiyetçi kimi<br />
sözde sendikacılara ve onların verdikleri<br />
sahte sözlere güveniyorsa aldanıyordur.<br />
Onların geçmişte verdikleri<br />
sözlerin, önce anlaşma tutanaklarına<br />
sonra da sahte grev kararlarına attıkları<br />
imzaların ne denli sahte olduğunu<br />
da görmesine rağmen; bu sahtekarlara<br />
güvenerek, dayatmalarını<br />
sürdürdüğü takdirde; önümüzdeki<br />
günlerde “müşteriler”, 3 M mağazalarda<br />
“kasa kilitleme” eylemlerini<br />
başlatacak ve bu mağazalar greve gerek<br />
kalmaksızın işletilemez duruma<br />
getirilecektir. Migros işvereni, bu<br />
işbirlikçi, teslimiyetçilere dönüp “Siz<br />
bana ne söz verdiniz, ne yapıyorsunuz”<br />
diye sorduğunda; Sadık Özben,<br />
“Ben başlatmadım. İşçiler başlattı.<br />
Ben korkumdan karşı koyamadım.<br />
Ne olur beni affedin.” diyecektir.<br />
Türkiye’nin en büyük iktisadi işletmelerini<br />
almaya başlayan, yurt<br />
içinde ve dışında hızla büyüyen ve<br />
bunu da çalıştırdığı işçilerin sırtından<br />
kazanan Koç Holding, Migros<br />
ve Şok işçilerinin haklı taleplerini<br />
kabul etmeli, greve gerek kalmadan<br />
anlaşma yolunu seçmelidir. Geçmişte<br />
yaşanan 134 günlük grevin nelere<br />
mal olduğunu hatırlayarak, işçileri<br />
asgari ücret + prim kıskacına mahkum<br />
etmek ve yasal haklarını gasp<br />
etmeye devam etmek sevdasından<br />
vazgeçmelidir.<br />
Migros işçilerinin talepleri, haklı<br />
taleplerdir. Yasal ve insani taleplerdir.<br />
Bu taleplere karşı insanlık dışı<br />
tavırlar sergilemenin hiçbir anlamı<br />
yoktur.<br />
Levent Koç ✓
yeni işçi dünyası<br />
daha görülmektedir.<br />
Hamurcu, “işverenin enflasyon oranında<br />
zam ve yüzde 1-2 oranında iyileştirme<br />
teklif ettiğini, kendilerinin<br />
ise 120 milyon seyyanen zam istediklerini”<br />
belirtiyor. (Alıntılar Evrensel,<br />
2 Eylül 2005’den…) Yine Genel Sekreter<br />
Hamurcu, “performans primi<br />
uygulamasına karşı olmadıklarını da<br />
belirtiyor, ancak önce ücretlere birinci<br />
yıl 120 milyon seyyanen artış yapılmasını,<br />
ikinci yılda yüzde 5 zam talep ettiklerini”<br />
de ekleyerek taleplerini biraz<br />
daha açıyor.<br />
Aslında H. Hamurcu’nun söylediklerinden<br />
çıkan sonuç şudur:<br />
— İşverenin en temel ve en önde dayattığı<br />
performans zammı konusunda<br />
sendika yönetimi baştan boyun eğmiştir.<br />
İşverenin bu talebi kabul edilmiştir.<br />
— Ücret zammı konusunda da<br />
önemli bir farklılık yoktur. Patron %<br />
1-2 demekte, sendika yönetimi de %<br />
5 demektedir. Bu ikisi arasındaki fark<br />
aylık düzeyde bir günlük bakkal parası<br />
düzeyinde bile değildir.<br />
— Tek önemli fark birinci yıl için istenen<br />
120 milyonluk seyyanen artıştır.<br />
Bu konuda da sendikanın baştan açık<br />
uzlaşmacı tavrı ile –istediğini kabul<br />
ettirmesi imkânsız olmasa bile– pek<br />
mümkün değildir ve bu konuda da aslında<br />
Tez-Koop-İş yönetimi uzlaşma<br />
aramaktadır.<br />
lerinin zararına, Migros patronunun<br />
yararına olacaktır.<br />
İşçilerin taleplerini patrona kabul<br />
ettirmesinin biricik yolu doğrudan mücadeleye<br />
atılmak, yani grev silahını kullanmayı<br />
diretmek olmalıdır.<br />
İşçiler sendika yönetiminin kapalı<br />
kapılar arkasında Migros patronu ile<br />
yaptığı anlaşma yöntemine karşı varılan<br />
uzlaşma hakkında işyerinde referandum<br />
yapılmasını dayatmaları gereklidir.<br />
Koç Holding’e<br />
Tüpraş hediyesi…<br />
Bu yönde mücadeleci bir çabanın<br />
ürünü olarak Tez-Koop-İş İstanbul 2<br />
No’lu Şube’nin konu ile ilgili savunduğu<br />
görüşleri dikkate almak gereklidir.<br />
15 Eylül 2005 ✓<br />
<br />
GREVE HAZIRLIK<br />
YAPILIYOR MU<br />
Başından patronla, onun kabul edebileceğini<br />
tahmin ettiği düzeyde uzlaşma<br />
talepleri ile gelmek aslında işverene<br />
inisiyatifi terketmek, onun belirlediği<br />
sınırlar içerisinde hareket etmektir. Bu<br />
toplu sözleşme görüşmelerinde Migros<br />
patronu inisiyatifli davranmış ve sendikanın<br />
önüne kendi taleplerini koymuştur.<br />
Savunma durumunda olan ve köşeye<br />
sıkışan sendika yönetimidir.<br />
Aynı sınıf uzlaşmacılığı nedeni ile<br />
sendika yönetimi Migros işyerlerinde<br />
daha toplu sözleşme görüşmeleri başlamadan<br />
önce olası bir grev yönünde hiç<br />
bir ciddi hazırlık yapmamış, görüşmelerin<br />
tıkandığı aşamaya kadar da bu<br />
yöndeki pasifliğini sürdürmüştür. Patronun<br />
sendika yönetiminin sunduğu<br />
çok geri talepleri bile kabul etmemesi<br />
ve kendi taleplerini dayatması sonucunda,<br />
prosedürün bir sonucu olarak<br />
grev yapma zorunluluğu gündeme girmiştir.<br />
Gelinen yerde Tez-Koop-İş yönetimi<br />
işçileri greve çıkarmamak, patronla bu<br />
düzeyde bir uzlaşmazlığa girmemek<br />
için elinden gelen her çabayı gösterecek<br />
ve görüşmelerde bir uzlaşma zeminini<br />
zorlayacaktır.<br />
Bu zemin her durumda Migros işçi<br />
İkinci Tüpraş ihalesi bitirildi ve<br />
Tüpraş’ın % 51 hissesi 4,14 milyar<br />
dolara Koç Holding-Shell ortaklığına<br />
satıldı. İhaleye girenler içerisinde<br />
bu hediyenin kendisine düşmemesine<br />
kızanlar bozulsalar bile, sermaye devletinin<br />
ve onun bugünkü AKP hükümetinin<br />
sermayeye hediye dağıtma konusundaki<br />
kararlılığına çok sevindiler,<br />
medyada olayı bir bayram havasında<br />
kutladılar.<br />
Açıklanan rakamlara göre 4,14 milyar<br />
dolara gerçekleşen ihale rakamı<br />
boyalı basına göre umulandan da daha<br />
iyi bir rakam olmuştur. Hatırlanacağı<br />
gibi ilk yapılan ihalede Tüpraş Zorlu<br />
Holding’in içinde bulunduğu Eframof<br />
grubuna 1 milyar 302 milyon dolara<br />
hediye edilmek isteniyordu. O zaman<br />
da sermaye medyası ikinci gerçekleşen<br />
ihaleden çok daha düşük bir rakamla<br />
yapılmak istenen hediyenin “iyi bir<br />
fiyat” olduğunu vaaz ediyor, ihaleye<br />
karşı mücadele eden işçileri, en başta<br />
Tüpraş’ta yetkili olan Petrol-İş Sendikası’nı<br />
ihalenin iptal edilmesi çabalarından<br />
geri çevirmeye çalışıyordu.<br />
İşçilerin ve Petrol-İş Sendikası’nın<br />
çabaları ile çok daha ucuza gidecek<br />
hediyeyi kamuoyuna yutturma çabalarını<br />
sermaye medyası şimdi unutturmaya<br />
çalışıyor ve şimdiki fiyatın çok<br />
uygun olduğu yalanlarını vaaz ediyor.<br />
Hükümet çevreleri aynı yüzsüzlüğe<br />
sahip çıkıyorlar. Peki ama Tüpraş’ta<br />
çalışanlar başta olmak üzere mücadele<br />
etmeselerdi, Petrol-İş Sendikası ihalenin<br />
iptali için Yargıtay’a başvurup<br />
yürütmeyi durdurma kararı çıkarmasaydı<br />
sermaye basını ve sermaye hükümeti<br />
bugünkü fiyattan çok düşük bir<br />
rakamla Tüpraş’ın satışını bir oldubittiye<br />
getirip bitirmeyecek miydi En<br />
basit hukuk kuralları çerçevesinde bile<br />
bu yapılanın siyasi ve hukuki sorumluluğu<br />
olmayacak mıdır<br />
Aslında sermayenin kendi sınıf çıkarları<br />
açısından savunduğu ve yaptığı<br />
tamamen doğru ve mantıklı: “Madem<br />
bu düzen sermaye düzeni, madem bu<br />
devlet ve onun hükümeti benim çıkarlarımın<br />
savunucusu o zaman benim<br />
çıkarlarıma en uygun ne ise onu yapmalıdır!”<br />
diyor. Bu yüzden de özelleştirmede<br />
özel sermayenin çıkarlarına<br />
en uygun olan uygulamanın yapılmasını,<br />
devletin mülkiyeti altındaki mal<br />
ve mülklerin özel sermayeye hızla hediye<br />
olarak dağıtılmasını istiyor.<br />
Sermaye devleti ve onun bugünkü<br />
hükümeti buna uygun davranıyor.<br />
Şimdiden bir dizi devlet malının satışı<br />
bitirildi. Satışı bitirilenlerin toplam<br />
değeri 1 milyar 348 milyon 115 bin dolara<br />
ulaşmış durumda. İhalesi bitmiş<br />
ve onay bekleyen devlet işletmelerinin<br />
toplam değeri 16 milyar 894 milyon<br />
891 milyon dolar. İhalesi bitmiş ve<br />
onay bekleyenlerin içerisinde Tüpraş<br />
dışında Türk Telekom, Hilton Oteli,<br />
Araç Muayene İstasyonaları, Mersin<br />
Limanı, Tekel İkiz Kuleler ve Atatürk<br />
Hava Limanı var. Bunlardan belki bir<br />
kısmının özelleştirilmesinde geçici<br />
problemler çıkabilir fakat yol ve amaç<br />
belli. Bu yönde sermaye ve onun devleti<br />
yürümekte kararlı. Hiçbir hukuk<br />
kuralı, hiçbir yürütme zorluğu şu an<br />
için bu gidişin yönünü ters çeviremez.<br />
Bu gidişe dur diyecek güç sermaye<br />
hukukunda ve hukuk organlarında
yeni işçi dünyası<br />
değil, işçilerde, onların mücadelesinde<br />
bulunmaktadır.<br />
İŞÇİLERİN KAZIĞA KARŞI<br />
MÜCADELESİ<br />
En başta Tüpraş işçileri olmak üzere,<br />
ihalesi tamamlanmış bir çok diğer işletmelerde<br />
çalışan işçiler özelleştirme kararlarına<br />
ve Tüpraş’ın yeniden ihaleye<br />
çıkartılmasına karşı çeşitli mücadeleler<br />
yürüttüler. İşçiler zaman zaman<br />
Tüpraş’ta işi durdurdular, birçok yerde<br />
çadırlar kurup “memleket nöbeti” tuttular,<br />
yürüyüşler yaptılar.<br />
Ankara’da olduğu gibi sendika şube<br />
platformundaki çeşitli sendikalara üye<br />
işçiler ve sendika yöneticileri Tüpraş işçilerinin<br />
mücadelesine destek verdiler,<br />
dayanışma gösterdiler. Bu dayanışma<br />
ve destekler ne yazık ki çok sınırlı<br />
kaldı, geniş işçi kesimlerini kapsamadı,<br />
sendikalarda örgütlü işçilerin ortak bir<br />
eylem birliğine götürülmedi.<br />
İşçilerin ve sendikaların özelleştirme<br />
saldırısına karşı bir birliğinin, eylem<br />
cephesinin kurulamamasının en başta<br />
gelen sorumlusu Türk-İş ağalarıdır.<br />
İşçilerin ve özelleştirmeden en fazla<br />
etkilenen bazı sendika yönetimlerinin<br />
zorlaması ile birlikte Başkanlar Kurulu’nu<br />
toplayan Türk-İş yönetimi “özelleştirmeyi<br />
bu boyutta kabul edemeyiz”<br />
türünden laflar edip, pratikte özelleştirme<br />
mücadelesini lafla boğma yoluna<br />
girdiler ve bu yolda devam ediyorlar.<br />
Özelleştirme, özellikle Tüpraş özelleştirme<br />
mücadelesinde en büyük rolü<br />
oynayan sendika Petrol-İş Sendikası<br />
oldu. Petrol-İş yönetimi Tüpraş’ta işçileri<br />
harekete geçirdi. Kimi yerde çadır<br />
kurma, yürüyüş ve mitingler yapma<br />
gibi eylemler düzenledi. Fakat Petrol-<br />
İş’in eylemi de mücadelenin taleplerini<br />
karşılamaktan, ona uygun olmaktan<br />
çok uzaktı:<br />
— Özelleştirme mücadelesindeki en<br />
önemli yanlış mücadelenin içeriği ve<br />
temel talebi ile ilgilidir. İster Tüpraş’ta<br />
yetkili Petrol-İş Sendikası olsun isterse<br />
de genelde özelleştirmeye karşı tavır<br />
takınan sendikaların geneli açısından<br />
olsun mücadele var olan işletmelerin<br />
devlet mülkiyetinde kalması çerçevesinde<br />
ve bu hedefle yürütülüyor. Bu<br />
tavır yanlış… Bu mücadele perspektifi<br />
özelleştirmeye karşı doğru bir mücadelenin<br />
önünü karartan bir anlayış. Bu<br />
devlet kimin devleti Devlet malları<br />
hangi sınıfın çıkarları için kullanılıyor<br />
Devlet işletmelerindeki işçiler nitelik<br />
olarak aynı kapitalist sömürü ve<br />
baskı yok mu<br />
Bu devlet, her burjuva devlet gibi sermaye<br />
sınıfının devleti. Bu devlet tüm<br />
kurum ve kuruluşları ile sermaye sınıfının<br />
çıkarlarını korumak, sermaye<br />
sınıfının ortak çıkarları için işçilerin<br />
sömürülmesini örgütleyen ve yürüten<br />
bir devlet. Devlet işletmelerinde de işçi<br />
ile patron uzlaşmaz çelişkisi tümüyle<br />
ortada. Devlet işletmeleri ile özel işletmeler<br />
arasında bunlara hangi sınıfın<br />
elinde sömürü aracı oldukları bakımından<br />
hiç bir nitelik farkı yok. Nitelikleri<br />
aynı olanlar arasında nitelik farkı yaratmak<br />
ve devlet işletmelerini “milletin,<br />
halkın malı” ilan etmek tümüyle<br />
yanlış bir tavırdır.<br />
Özelleştirmeye karşı mücadele yanlış<br />
bir bilinçle yürütüldü, devlet malının<br />
“millet malı, halkın malı” olduğu “milletin,<br />
halkın malının satılamayacağı”<br />
gibi sermaye devleti hakkında işçilerin<br />
bilinci köreltildi. İşçiler iki sömürücü<br />
arasında, “beni sömüren sermaye devleti<br />
mi olmaya devam etsin yoksa özel<br />
kapitalist mi olsun” ikilemine sokuldu.<br />
Bu yüzden özelleştirmeye karşı mücadele<br />
var olanın savunusu temelinde sürdürüldü.<br />
Yapılması ve savunulması gereken<br />
özelleştirmeye karşı çıkmak ama<br />
aynı zamanda “ne devlet kapitalizmi<br />
ne ne özel kapitalizm” anlayışı olması<br />
gerekiyordu, gerekiyor.<br />
Bu çıkış noktası ile özelleştirmeye<br />
karşı çıkmak doğru ve gereklidir. Zira<br />
özelleştirme devlet işletmelerinde çalışan<br />
işçiler başta gelmek üzere tüm<br />
işçi ve diğer emekçilerin durumunu,<br />
yaşam şartlarını hızla daha da kötüleştirmeye<br />
yol açmaktadır. Özelleştirme<br />
işçiler üzerinde sermayenin<br />
bugün daha ağır bir boyunduruk kurmasını<br />
sağlamaktadır. Bu perspektifle<br />
ve devlet işletmeleri üzerinde yanlış<br />
hayaller yaymadan, hedefi yanlış koymadan<br />
özelleştirmeye karşı güçlü bir<br />
mücadele hedefi örgütlenebilir.<br />
— Hükümetin Tüpraş’ı özelleştirme<br />
kararlılığı kesinlikle belli olmasına<br />
rağmen, birinci ihalenin yargıtaydan<br />
dönmesi üzerine işçilerin eylemliliği<br />
öne çıkartılacağına burjuva yargı organlarına<br />
güven taktiği temel alındı<br />
ve işçi eylemliliği bir yan unsur olarak<br />
Son dönemde yapılan özelleştirmeler<br />
Kamu Sektörü<br />
Satılan Şirket Alan Şirket Satış Değeri - Durumu<br />
Türk-Telekom Saudi Oger (Lübnan) 6 milyar 550 milyon dolar<br />
(Satış için iptal davaları var)<br />
Atatürk Hava Limanı İşletmesi Tepe-Akfen Venture (Türk.-Avus.) 3 milyar dolar<br />
(15.5 yıllık işletme hakkı devri)<br />
Mersin Limanı Akfen - PSA (Türkiye-Singapur) 755 milyon dolar<br />
(36 yıllığına kiralandı)<br />
Tüpraş Koç Holding - Shell (Türk. - İng./Hol.) 4,14 milyar dolar<br />
Seydişehir Alüminyum Cengiz İnşaat (Türkiye) 305 milyon dolar<br />
(Devir gerçekleşti<br />
KİGEM’in açtığı dava sürüyor)<br />
Petkim Halka arz (Türkiye) 267 milyon dolar<br />
İstanbul Hilton Ortadoğu Otomotiv (Türkiye) 255.5 milyon dolar<br />
Tekel İkiz Kuleler TOBB (Türkiye) 100 milyon dolar<br />
Kuşadası Tatil Köyü Boğaziçi Yatırım Holding (Türkiye) 34.5 milyon dolar<br />
THY’deki KTHY payı Ada Havacılık (KKTC) 33 milyon dolar<br />
Özel Sektör<br />
Satılan Şirket Satılan Pay Alan Şirket Satış Değeri<br />
görüldü.<br />
— Bu nedenle hem Petrol-İş üyesi işçilerinin<br />
hem de özelleştirmeden doğrudan<br />
etkilenen diğer sendikalara üye<br />
işçiler başta olmak üzere en geniş işçi<br />
kesiminin özelleştirmelere karşı bir<br />
eylem cephesi kurulmasına özel bir<br />
önem verilip uğraşılmadı. Bunun yerine<br />
olmayacak işle uğraşılıp Türk-İş<br />
yönetimi özelleştirmeye karşı mücadeleye<br />
çekilmeye zorlandı.<br />
Sermayenin özelleştirme saldırısının<br />
hızı devam edecek. Şimdi sırada Erdemir<br />
işletmelerinin ihalesi var. Eğer şimdiye<br />
kadarki işçi ve sendika mücadelesinin<br />
eksiklik ve hatalarından arınılırsa<br />
bundan sonraki mücadelenin daha başarılı<br />
olmasının şansı ancak o zaman<br />
artabilir.<br />
Sorun bu imkânın gerçekten kullanılmasına<br />
bağlıdır.<br />
Garanti Bankası % 25.5 GE Consumer Finance (ABD) 1 milyar 556 milyon dolar<br />
Yapı Kredi Bankası % 57.4 Koç / UniCredito (Türkiye-İtalya) 1 milyar 427 milyon dolar<br />
Dışbank % 89.3 Fortis Bank (Belçika) 1 milyar 280 milyon dolar<br />
Tansaş % 70.7 Koç Grubu - Migros Türk (Türkiye) 387 milyon dolar<br />
Türk Ekonomi Bank. (TEB) % 42.1 BNP Paribas (Fransa) 266.6 milyon dolar<br />
Gima ve Endi % 60 CarrefourSA (Türkiye-Fransa) 132.8 milyon dolar<br />
Havaş % 60 TAV (Türkiye) 105 milyon dolar<br />
Swissotel % 100 Fiba Grubu 100 milyon dolar<br />
Şekerbank % 35.5 Rabobank (Hollanda) 90 milyon dolar<br />
Eylül 2005 ✓
yeni işçi dünyası<br />
SERNA- SERAL Tekstil Fabrikası işçileri<br />
grevlerini kararlılıkla sürdürüyor<br />
10<br />
SE R NA- S E R A L Fa b r i k a s ı ,<br />
İstanbul- Bostancı Oto Sanayi<br />
Bölgesinde kurulu penyelik kumaş<br />
üreten ve ürettiği kumaşın çoğunu<br />
ihraç eden 20 yıllık bir tekstil<br />
fabrikası.<br />
Grevin 4. gününde ziyaret ettiğimiz<br />
işçilerin ve İşyeri İşçi Temsilcisi Suzan<br />
GÜNDÜZ’ün (12 yıllık işçi) verdikleri<br />
bilgiye göre; fabrikada 20’ye yakını idari<br />
personel olmak üzere toplam 130 işçi<br />
çalışmaktadır. 1,5 yıldır yürüttükleri<br />
sendikal örgütlülük mücadelesinin neticesinde<br />
çoğu kadın olan işçilerden 72’si<br />
Türk- İş’e bağlı TEKSİF Sendikası’na<br />
üye olmuşlar. 2005’in Nisan ayında<br />
TİS görüşmeleri başlamış. TİS’in çoğu<br />
maddelerinde anlaşma sağlanmış fakat<br />
ücret zamlarında anlaşamamaları üzerine<br />
patron lokavt (toplu işten çıkarma)<br />
ilan etmiş ve bunun üzerine işçiler<br />
greve çıkmışlar.<br />
Suzan GÜNDÜZ, greve çıkmadan<br />
önce kendisiyle birlikte üç işçiyi işten<br />
atan patrona karşı fabrikanın önünde<br />
direnmiş ve içerde sendika üyesi işçi<br />
arkadaşlarının 4 günlük direnmeleri<br />
sonucu patron kendilerini tekrar işe<br />
almak zorunda kalmış. Greve böyle bir<br />
kazanımın moraliyle başlamışlar.<br />
Talepleri arasında lokavtın kaldırılması,<br />
ücretlerin yükseltilmesi, ikramiye<br />
sayısının arttırılması, sürekli<br />
mesai yapmanın kaldırılması, izin sürelerinin<br />
arttırılması v.b. var. İşçilerin<br />
en kıdemlisi 15, en kıdemsizi ise 3 yıllıkmış.<br />
İşçilerin anlatımına göre bu işyerinde,<br />
yıllardır düşük ücretle (ayda<br />
350- 450 milyon arası) çocuk ve sigortasız<br />
işçi çalıştırılmaktadır; işçiler haftalarca<br />
2- 3 saat masalar üzerinde uyunan<br />
uykularla çalıştırılmaktadır, kadın<br />
işçiler -erkeklerle aynı işi yapmalarına<br />
rağmen- erkeklere göre %30 düşük ücretle<br />
çalıştırılmaktadır. Cinsel tacizlere<br />
ve benzeri saldırılara kadar ücretli kölelik<br />
düzeninin her türlü barbarlığının<br />
en katmerli şekilde yaşandığı bu işyerine<br />
hiçbir devlet görevlisi gelmemiş,<br />
oysa şu an hak aramaya çıktıklarında<br />
köpekli çevik kuvvet polislerince etrafları<br />
sarılmış.<br />
Görüşmeyi yaptığımız sırada yüzlerce<br />
çevik kuvvet polisi fabrikanın<br />
önünden geçen caddenin karşı kaldırımına<br />
küçük bir grev çadırı açtırmamak<br />
için uğraşıyordu.<br />
Grevin 8. gününde ikinci kez ziyaret<br />
ettiğimiz işçilerin ilk günkünden daha<br />
büyük bir kararlılık ve coşku içinde grevi<br />
sürdürdüklerini gördük. Gittiğimiz saatlerde<br />
greve çıkacak MİGROS işçilerinden<br />
bir grup işçi de grev ziyaretine<br />
gelmişlerdi. Ziyaretçileri “Yaşasın Sınıf<br />
Dayanışması” sloganıyla karşılayan işçiler,<br />
saatlerce süren sohbetlerde sendikalarda<br />
hakları için örgütlenmemiş<br />
işçilerin bırakın insan onuruna yaraşır<br />
çalışma koşullarına sahip olmayı insan<br />
yerine konulmadığını yaşadıkları<br />
somut canlı örneklerle anlattılar.<br />
Örgütlenme aşamasında kendilerine<br />
ailelerin pek desteği olmadığını belirten<br />
işçiler, greve çıkmadan önce aileleri<br />
tek tek ziyaret edip ikna etmeye<br />
çalıştıklarını, greve çıktıktan sonra<br />
da tüm ailelerin beklenilenden daha<br />
güçlü ve kararlı bir şekilde kendilerini<br />
desteklediklerini söylediler.<br />
Grevci işçilerin yarıdan fazlası kadın.<br />
Grevci kadın işçilerden Fadime<br />
DUMAN (8 yıllık işçi) erkek işçi arkadaşıyla<br />
aynı tezgahta aynı işi yapmasına<br />
rağmen, erkek işçi 400 milyon<br />
alırken kendisinin 370 milyon aldığını<br />
ifade ederek, eşit işe eşit ücret ödenmediğinden,<br />
kadın ücretlerinin düşük<br />
olduğundan bahsetti.<br />
Sendikalaşmadan önce işyerinde<br />
patronlar ve şefler tarafından cinsel<br />
tacize uğradıklarını, bilinçl enip sendikada<br />
örgütlendikten sonra hiçbir<br />
patron veya şefin böyle davranışlarda<br />
bulunamadıklarını belirtti. Grevci<br />
kadın olarak fabrikanın önünde grev<br />
gömlekleriyle erkek işçi arkadaşlarıyla<br />
omuz omuza direnmeyi ilk başlarda<br />
bazı ailelerin sıcak karşılamadığını;<br />
grup halinde ev ziyaretlerinde anlatımların<br />
ve grev yerine ailelerin bizzat<br />
gelerek aynı amaç etrafında birleşmiş<br />
kavga dostluğunun nasıl içten, güvenilir<br />
ve samimi bir dostluk ve iyi bir<br />
ortam olduğunu görerek ikna olduklarını<br />
söyledi<br />
Çevre fabrikalara bildiri dağıttıklarını,<br />
çevre fabrikalardaki işçilerden az<br />
da olsa dayanışma ve destek gördüklerini<br />
fakat bunun istenildiği düzeyde<br />
olmadığını, bunun nedenlerinden<br />
birinin grevde olduklarının henüz<br />
kamuoyunda yeterince duyurulamadığını,<br />
önümüzdeki günlerde destek<br />
talep eden geniş tanıtım kampanyaları<br />
yürüteceklerini söylediler.<br />
SERNA işçilerini grevlerinin 17. gününde<br />
(2 Ekim) ziyaret ettiğimizde artık<br />
grev çadırları yoktu. İşçilerin grev<br />
çadırı patron-devlet işbirliği ile, çevik<br />
kuvvet güçleri tarafından işçilerin az<br />
sayıda bulunmaları nedeniyle bir geceyarısı<br />
operasyonuyla - işçiler buna<br />
“Şafak Operasyonu” diyorlar - dağıtılmış.<br />
Aynı zamanda direnişin sembolü<br />
de olan çadırdan yoksun kalan<br />
işçiler ziyaret ettiğimiz gün yağmurun<br />
altında nöbet tutuyor ve yemeklerini<br />
yerde taşların üzerinde oturarak yağmur<br />
altında soğuk havada yiyorlardı.<br />
Öğlen yemeği sonrasında işçiler ve<br />
ziyaretçileri sloganlar ve alkışlar eşliğinde<br />
yürüyüş halinde kültürel etkinliğin<br />
düzenleneceği Tez-Koop-İş<br />
2. Şube’nin toplantı salonuna gidildi.<br />
Burada düzenlenen ve coşkulu geçen<br />
şiirli, korolu ve tiyatrolu etkinliğe 100<br />
kişilik bir katılım oldu.<br />
Tüm ziyaretçilerini, “Güle Güle<br />
Dostlar, Yine Bekleriz!” sloganları ve<br />
alkışlarla uğurlayan grevci işçi arkadaşlardan,<br />
candan ilgiye ve sohbete<br />
doymadan, başka zaman görüşmek<br />
üzere ayrıldık.<br />
YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak tüm<br />
sınıf bilinçli işçileri ve duyarlı kamuoyunu<br />
son yıllarda pek fazla yaşanmayan<br />
grev mücadelelerinden biri olan<br />
SERNA- SERAL işçilerinin grevini ziyaret<br />
ederek dayanışmada bulunmaya<br />
ve desteklemeye çağırıyoruz.<br />
Eylül 2005 ✓
yeni işçi dünyası<br />
Mersin Liman işçileri işyerini terk etmeme<br />
eylemine ara verdi<br />
Limanların özelleştirilmesine<br />
karşı 76 günden bu yana iş yerini<br />
terk etmeme eylemi sürdüren<br />
Mersin Limanı işçilerinin eylemine<br />
26 Eylül 05 tarihinde Liman-İş Genel<br />
Merkezinde, Genel Mali Sekreter<br />
Önder Avcı’nın yaptığı basın açıklaması<br />
ile ara verildi.<br />
A v c ı y a p t ı ğ ı a ç ı k l a m a d a<br />
“Özelleştirme belası, emeği tehdit<br />
etmeye emekçileri işsiz ve örgütsüz<br />
bırakmaya, ülke değerlerini yabancı<br />
sermayeye peşkeş çekmeye devam<br />
ediyor” diyerek tepkisini dile getirdi.<br />
Konuşması sık sık “Vur vur inlesin,<br />
Erdoğan dinlesin”, “Limanları,<br />
Telekomu, Tüpraş’ı, Erdemir’i, THY’i<br />
sattırmayacağız” … sloganları ile kesilen<br />
Avcı, “Bir avuç yerli sermayedarın,<br />
uluslararası sermayenin komisyoncusu<br />
ve piyonu durumuna düştüğü, emek<br />
karşıtı pazarlamacıların söz sahibi olduğu<br />
bir ülkede yaşamak ve nefes al-<br />
mak çok zorlaştı.” diyerek “vahametin”<br />
farkında olmayan sessiz çoğunluğun<br />
artık uyanması gerektiğini belirtti.<br />
76 gün süren işyerini terk etmeme<br />
eylemlerinin, 24.08.2005 tarihinde<br />
Mersin İdare Mahkemesinin yürütmeyi<br />
durdurma kararı ile haklılığını<br />
pekiştirerek güçlendirdiğini, yargının<br />
bağımsızlığına ve üst mahkemenin de<br />
aynı temelde karar alacağına inandıklarını<br />
belirten Avcı; kendilerini vatan<br />
bekçileri olarak gördüklerini, bugün<br />
bu talancıların da yarın Yüce Divan’da<br />
yargılanacaklarını söyledi.<br />
Konuşmasını “Mücadelemizin sonucunu<br />
alıncaya kadar, direnişimiz<br />
farklı yöntemlerle devam edecektir.<br />
KAZANMAK ZORUNDAYIZ!” diyerek<br />
bitirdi.<br />
Mersin Liman işçileri 76 gün kararlı<br />
bir biçimde mücadele yürüttü. Bu mücadelenin<br />
Mersin İdare Mahkemesinin<br />
yürütmeyi durdurma kararında belli<br />
ölçüde etkili olduğu da söylenebilir.<br />
Şu unutulmamalıdır ki, bu ülkede yargının<br />
bağımsızlığından söz etmemek<br />
için çok neden vardır. Çok önemli kararlarda<br />
siyaset her zaman yargının<br />
önünde olmuş ve ona müdahale etmiştir.<br />
Kapitalist sistemin egemen olduğu<br />
ve belli ölçüde burjuva demokrasisinin<br />
işlediği ülkelerde dahi sisteme karşı<br />
gelişen önemli kararlara siyasiler yani<br />
sistemin savunucuları müdahale etmişlerdir.<br />
Bu ülkemizde daha fazla olmaktadır.<br />
Sorun sistemin kendisidir. Kapitalist<br />
sistemi yıkmadan bu beladan nihai<br />
olarak kurtulmak mümkün değildir.<br />
26 Eylül 2005<br />
Mersin’den bir YDİ Çağrı Okuru ✓<br />
AKP hükümeti özelleştirme saldırılarında pervasızlığını sürdürüyor. Mersin limanının da özelleştirilmeye çalışılması nedeniyle liman işçileri 13 Temmuz 2005 tarihinden<br />
itibaren işyerini terk etmeyerek saldırılara karşı direnişe geçmişlerdi. Aşağıda geçen sayımızda yer nedeniyle yayınlayamadığımız ve henüz eyleme ara verilmediği bir dönemde<br />
Liman-İş Sendikası Mersin Şube Başkanı Recep ÖZBEY ile özelleştirme saldırıları ve direnişleri hakkında yaptığımız söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz. YDİ Çağrı<br />
YDİ Çağrı : Recep Bey bizlere gelişmeler<br />
hakkında bilgi verir misiniz<br />
Bugüne nasıl gelindi<br />
R. Özbey : 31.12.2004 tarihinde<br />
Özelleştirme Yüksek Kurulu tebliğinin<br />
06.01.2005’te Resmi Gazetede yayınlanması<br />
ile birlikte Devlet Demir Yollarına<br />
ait 6 limanın 2005 yılında özelleştirme<br />
programına alınmasıyla başlayan süreç<br />
bugüne kadar devam ediyor. Bu nedenle<br />
1 Şubat’ta 1 saatlik ve 3 Mart’ta<br />
2 saatlik iş bırakma eylemi yaptık. 13<br />
Temmuz 2005’ten itibaren ise işyerini<br />
terk etmeme eylemimiz başladı. İş yerini<br />
terk etmeme eylemi, son dönemlerde<br />
işçi ve emekçilerin kendilerine<br />
dayatılan özelleştirme saldırılarına<br />
karşı geliştirmiş olduğu farklı bir yöntem.<br />
İlk örneğini SEKA’da, ikinci örneğini<br />
Seydişehir’de gördük. Hem üretirken<br />
hem işyerini korumak, işyerine<br />
sahip çıkmak anlamına gelen pasif bir<br />
direniştir. 11 Ağustos 2005 tarihinde<br />
ise 3 vardiya yani 24 saat üretimden<br />
gelen gücün kullanılması, 12 Ağustos<br />
2005 tarihinde Özelleştirme İdaresinin<br />
Mersin Limanının 36 yıllığına işletme<br />
hakkının devri yöntemiyle satılmasına<br />
ilişkin pazarlığın yapılacağı günün öncesinde<br />
ciddi bir ihtardır. Bugüne kadar<br />
Liman-İş Sendikasının Özelleştirme<br />
sonucu uğramış olduğu bir yığın saldırı<br />
vardır.<br />
T. Denizcilik İşletmeleri Antalya,<br />
Trabzon, Hopa, Tekirdağ ve Giresun<br />
limanlarında, Liman-İş Sendikasının<br />
özelleştirme kararlarının iptali ve<br />
yürütmenin durdurulması istemiyle<br />
açmış olduğu davaların tamamında<br />
yargıdan olumlu kararlar çıkarmıştır.<br />
Buna rağmen o günkü ve daha sonraki<br />
siyasi erk yargı kararlarını hayata<br />
geçirmeyerek bu konuda sabıka işlemiştir.<br />
Ve büyük ihtimalle, 17 Ocak’ta<br />
Liman-İş Sendikası Genel Merkezinin<br />
Ankara İdare Mahkemesine açmış olduğu<br />
dava, 6 Temmuz’da ise Mersin<br />
İdare Mahkemesine bizim açmış olduğumuz<br />
davaların da neticesi lehimize<br />
çıkacaktır. Dolayısıyla net olarak ifade<br />
ediyoruz; AKP Hükümetine yargı kararlarını<br />
uygulamama şansını tanıyamayacağız<br />
Mersin Limanında.<br />
YDİ Çağrı : Peki işyerini terk etmeme<br />
ve bir günlük iş bırakma eyleminizde<br />
gördüğünüz destek ne durumda,<br />
yeterli mi Bu konuda sıkıntılarınız<br />
oluyor mu<br />
R. Özbey : Mersin’in demokratik yapısını<br />
göz önünde tuttuğumuzda belki<br />
diğer birçok il ve ilçeden farklı bir yapısı<br />
olduğunu görürüz. Çok değişik kültürlerin<br />
bir arada yaşadığı bir kent olması<br />
münasebetiyle bir araya geliş refleksi<br />
son derece gelişmiş. Demokratik kitle<br />
örgütlerinden, sendikalardan ve emeğin<br />
örgütlülüğüne sıcak bakan siyasi<br />
partilerden arzu edilen desteği aldığımız<br />
söylenebilir. Bu desteğin Mersin<br />
kamuoyundan başlayarak Türkiye kamuoyuna<br />
mal edilmesinde olağanüstü<br />
olumlu etkileri oldu. Bu anlamıyla<br />
destek veren tüm kurumlara sizin vasıtanızla<br />
teşekkür ediyoruz. Ancak en<br />
büyük sıkıntı sembolik olarak gerçekleştirilen<br />
ziyaretlerin mutlak surette<br />
tabana doğru yayılmasına daha fazla<br />
çaba harcanması, tabanın bu işe yeterince<br />
sahip çıkmasıdır.<br />
Mersin’den ve Mersin dışı bir çok<br />
emek kurumundan, siyasi partilerden<br />
destek aldığımızı söyleyebiliriz. Bir şekilde<br />
Liman işçisinin haklı ve onurlu<br />
mücadelesinin Mersin’den başlayarak<br />
Türkiye kamuoyuna mal edilmesinde<br />
çok büyük katkıları olmuştur. Ama<br />
bunun mutlak surette kitlesel bir harekete<br />
dönüşmesi lazım. Lokal anlamda<br />
tek tek eylemlerin, dün SEKA işçisinin,<br />
SEYDİŞEHİR işçisinin, ERDEMİR’in,<br />
TELEKOM’un ve TEKEL işçisinin<br />
11
yeni işçi dünyası<br />
12<br />
haklı mücadeleleri yalnız bırakıldığında<br />
bunların maalesef boğulduğuna<br />
şahit olduk. Bugün Liman işçisinin<br />
yapmış olduğu bu mücadele, eğer<br />
özellikle emek kurumları başta olmak<br />
üzere toplumsal muhalefetin tüm dinamiklerini<br />
harekete geçiremezse başarı<br />
şansı maalesef çok düşüktür.<br />
A K P Hü k ü met i n i n 3 K a sı m<br />
2002’den bu yana iktidarını şöyle bir<br />
gözden geçirdiğimizde belki de iktidar<br />
döneminin en zayıf günlerini yaşıyor.<br />
17 Aralık’taki AB rüzgarı çoktan etkisini<br />
yitirdi. ABD ile münasebetler<br />
eskisinden çok daha kötü. Meclisin<br />
içerisinde veya dışında muhalefet partileri<br />
ağız birliği etmişçesine topyekün<br />
AKP’ye saldırıyor. Sadece işçinin değil,<br />
memurun, işsizin, esnafın, köylünün,<br />
çiftçinin, üreticinin kısacası emeği ile<br />
geçinen bütün halk kesimlerinin durumu<br />
dünden daha iyi değil. Çok ciddi<br />
anlamda toplumsal muhalefete ihtiyaç<br />
var ama maalesef bizim de üst kuruluşumuz<br />
olan TÜRK-İŞ başta olmak<br />
üzere emek kurumlarının bu anlamda<br />
üzerine düşeni yapmadıklarını çok rahat<br />
söyleyebiliriz. DİSK, ya da HAK-<br />
İŞ için, ya da Memur Sendikaları için<br />
fazla bir şey söyleme hakkımız olmayabilir.<br />
Ancak özellikle üst kuruluşumuz<br />
olan TÜRK-İŞ için açık açık şunu<br />
söyleyebiliyoruz. Sayın genel başkanımız<br />
TÜRK-İŞ’ten bahsederken, genel<br />
başkanlığını yaptığı kurumdan bahsederken;<br />
“TÜRK-İŞ Türkiye’nin en<br />
büyük işçi teşekkülüdür” diyor. Ama<br />
büyüklük sadece üye sayısıyla büyük<br />
olmakta değil. Türkiye’nin bütün ekonomik,<br />
demokratik, sosyal ve kültürel<br />
sorunlarına ciddi anlamda çare bulmak,<br />
projeler üretmektir.<br />
YDİ Çağrı : Liman işçileri arasında<br />
kararlılık ne düzeyde ve işçilerin eylemlere<br />
katılımı nasıl<br />
R. Özbey : Liman-İş Sendikasına<br />
bağlı 7 şube içerisinde, Mersin Liman<br />
işçisinin ve Liman-İş Mersin şubesinin<br />
özel bir yeri vardır. İşçinin bir kesimine<br />
ya da tamamına uygulanmak<br />
istenen herhangi bir baskı ya da şiddet<br />
söz konusu olduğunda geçmişindeki o<br />
mücadeleci geleneğine uygun olarak<br />
direniş gösteriyor. İki gün önce yapmış<br />
olduğumuz 24 saatlik bir fiil işin<br />
durdurulmasında da katılım %100’dü.<br />
Bundan sonraki benzer eylemliliklerde<br />
de mutlak surette Mersin Liman işçisinin<br />
kendi meselesine sahip çıkması konusunda<br />
herhangi bir tereddüdümüz<br />
yok. Burada sadece Mersin Liman işçilerinden<br />
bahsetmemek gerekir. Mersin<br />
limanında çalışan memur arkadaşlarımızdan<br />
da aynı şekilde destek aldığımız,<br />
destek almanın ötesinde bu kavganın<br />
içerisinde yer aldıklarını söyleyebiliriz.<br />
Özellikle Liman tel örgüleri<br />
içerisinde çalışan, Mersin limanından<br />
ekmek yiyen ve özelleştirme sonrası<br />
bizim kadar Mersin limanının dışına<br />
itilerek, açlığa ve sefalete sürüklenecek<br />
olan, nakliyecilerin, şoför arkadaşlarımızın,<br />
acente ya da mal sahibi mükellef<br />
olarak ifade ettiğimiz kesimler dışındaki<br />
bütün çalışan kesimlerin olaya<br />
bizden farklı bakmadığını görüyoruz<br />
ve ilk defa böylesine kitlesel bir gücü<br />
yakaladığımız söylenebilir.<br />
YDİ Çağrı : Özelleştirme karşısındaki<br />
talepleriniz neler, açıklayabilir<br />
misiniz<br />
R. Özbey : Liman-İş Sendikası liman<br />
işçileri olarak, özelleştirmeye karşı duruşumuz<br />
kamusal alandaki sorunların,<br />
hatta verimsizliğin ve hantallığın olmadığı<br />
biçiminde anlaşılmasın. Bu tür sorunların<br />
olduğunu işçilik hayatımızda<br />
da, özellikle sendikacılık hayatımızda<br />
arkadaşlarımızla paylaşarak gördük.<br />
Kamusal alandan bahsettiğimizde,<br />
kamusal yararın ön planda tutularak,<br />
çalışanlar tarafından öncelikli olarak<br />
ifade edilmesi ve bu şekilde hayata geçirilmesinde<br />
fayda var. Örnek aldığımız<br />
SEKA işçisinin 51 gün boyunca eylemini<br />
destekledik, yüreğimiz onlarla<br />
birlikte attı. Ancak 52. günden sonraki<br />
duruşlarına ve özellikle üst kuruluşumuz<br />
olan TÜRK-İŞ’in tutumuna,<br />
SEKA işçilerinin İzmit Büyükşehir<br />
Belediyesi’nde istihdam edilmesine<br />
karşı tepkimiz var. Basından İzmit<br />
Büyükşehir Belediyesi’nin 4.5 milyar<br />
dolar gibi korkunç bir borcunun<br />
olduğunu öğrendik. 600’den fazla<br />
SEKA işçisinin hiç üretmeden İzmit<br />
Büyükşehir Belediyesi’ne gönderilerek<br />
orada istihdam edilmesi, her ay 1<br />
trilyonun üzerinde bir paranın İzmit<br />
Büyükşehir Belediyesi’nin zarar hanesine<br />
yazılması anlamına geliyor.<br />
Bizim Mersin liman işçisi ve Liman-İş<br />
Sendikası olarak özelleştirmeye karşı<br />
çıkışımız sadece Mersin Limanında<br />
işçi olarak sahip olduğumuz hakların<br />
elimizden alınması değil. Burada<br />
çalışarak, üreterek, kazandırarak ve<br />
kazanarak sahip olduğumuz değerleri<br />
bu rada tekrar aynı şekilde devam ettirme<br />
inadımız olacaktır. Değilse; benzer<br />
hakların, yakın hakların bir başka<br />
Taşeron işçisi iş bıraktı!...<br />
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin park ve bahçelerin bakımı için anlaştığı<br />
taşeron Bostancı Şirketi’nde çalışan yaklaşık 300 işçi Ağustos ayından bu<br />
yana maaşlarını alamadıkları için geçtiğimiz Cuma günü iş bıraktılar. İş<br />
bırakan işçiler Konak’ta bulunan şirket merkezi önünde beş günden bu yana<br />
bekliyorlar.<br />
Eylemlerinin beşinci gününde ziyaret ettiğimiz işçiler; daha önce farklı bir<br />
taşeronda çalıştıklarını, bu süre zarfında herhangi bir sorun yaşamadıklarını,<br />
Ağustos ayında Taşeron Bostancı Şirketini’nin işleri devralmasının ardından<br />
bugüne dek herhangi bir ödemenin yapılmadığını, sigortalarının eksik gösterildiğini,<br />
yağmurlu havalarda çalışamadıklarında yevmiyelerinin kesildiğini<br />
söylediler. İşçilerle görüşürken eylemlerinin sonuç verdiğini ve bugün taşeronun<br />
ödemelere başladığını öğreniyoruz. İşçiler beşer beşer yukarıya çıkıp<br />
birikmiş maaşlarını alıyorlardı. Bu arada gelen işçi temsilcisi maaşını alan<br />
işçilerin şirketin önünden ayrılmamasını, son işçi maaşını alana kadar burada<br />
bekleyeceklerini hatırlatıyor ve işçiler de hep beraber bunu onaylıyorlar.<br />
Biz de bu esnada eylemci arkadaşlara başarılar diyerek yanlarından ayrılıyoruz.<br />
27.09.2005, İzmir’den bir YDİ Çağrı okuru ✓<br />
işyerinde ya da işletmede çalışmadan,<br />
üretmeden, kazandırmadan bu ülke<br />
ve bu ülke insanları için artı-değer<br />
yaratılmadan sunulması halinde dahi<br />
Liman işçisi valizini toplayıp Mersin<br />
Limanını terk edecek yapıya sahip<br />
bir işçi değildir. Burada tutunabilme<br />
konusunda sonuna kadar mücadele<br />
edeceğiz. Çünkü özelleştirmenin genel<br />
mantığı olan zarar eden kurumların<br />
rehabilite edilerek daha verimli<br />
hale getirilmeleri her ne kadar 20 yıldır<br />
bu ülkede anlatılıyorsa da Mersin<br />
Limanının zaten kâr eden bir kurum<br />
olduğunu burayı özelleştirmek isteyen<br />
insanlar dahi ifade ediyorlar. Biz<br />
burada zarar eden bir kurum değiliz.<br />
Demir Yollarının ise bütün dünyada<br />
olduğu gibi Türkiye’de de zarar ettiğini<br />
biliyoruz. Zarar eden bir kuruma<br />
sadece maaşlı bankamatik çalışanı olarak<br />
gitmek gibi bir düşüncemiz söz konusu<br />
olmayacaktır. Bizim amacımızın<br />
bu olduğunu da net olarak söylüyoruz.<br />
Sahip olduğumuz imkanlar özelleştirmeye<br />
karşı duruş için sebeplerimizden<br />
sadece bir tanesidir.<br />
YDİ Çağrı : Bundan sonraki süreç<br />
hakkında bilgi verir misiniz, ne tür<br />
eylemler yapmayı düşünüyorsunuz<br />
R. Özbey : 12 Ağustos’ta Özelleştirme<br />
İdaresi Başkanlığı 3 teklifi değerlendirerek<br />
%60’ı yerli, %40’ı yabancı iki ortaklı<br />
bir şirkete Mersin Limanının 36<br />
yıllığına işletme hakkının devri sözleşmesini<br />
imzaladı. Bundan sonra yasal<br />
süreç olarak Özelleştirme İdaresinin<br />
yapması gerekenler, özelleştirme kararını<br />
rekabet kurulundan geçirmek,<br />
Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından<br />
Bakanlar Kuruluna göndermek<br />
ve en son Cumhurbaşkanı’nın imzasıyla<br />
Resmi Gazete’de yayınlatmak<br />
biçiminde bir prosedür olacak. Bunlar<br />
tabi kendi işlerini yapmış olacaklar.<br />
32 gün boyunca söylediğimiz bir şey<br />
var. Hükümet, Maliye Bakanı, yerliyabancı<br />
sermaye, Özelleştirme İdaresi<br />
kendi işini yapıyor. Ancak burada<br />
önemli olan Mersin Liman işçilerinin,<br />
Mersin Liman-İş Sendikasının kendi<br />
işi olan bu konuda direnmek, sonuna<br />
kadar mücadele etmektir. Yapacağımız<br />
eylemler konusunda önümüzdeki günlerde<br />
Mersin Liman-İş Sendikasının<br />
kendi üyeleri içerisinde yapacağı değerlendirme<br />
büyük oranda belirleyici<br />
olacaktır. Bizden sonra özelleştirme<br />
ihalesine çıkacak olan İskenderun<br />
Limanı başta olmak üzere, diğer 6 limanımızın<br />
ve Genel Merkezimizin de<br />
bu konudaki önderlik rolü küçümsenmeden<br />
gelişmelere göre Liman işçisi<br />
tavır koyacaktır.<br />
13.08.2005 ✓
yeni işçi dünyası<br />
Akyıl Tekstil’de işçilerin direnişi başarılı sonlandı<br />
Diyarba k ır’ da üretimini<br />
sürdüren Akyıl Tekstil<br />
Fabrikası işçileri düzenli<br />
olarak alamadıkları ücretlerini almak<br />
için iş bırakma eylemine gittiler.<br />
İşverenin baskılarına, rağmen istekleri<br />
kabul edilene kadar direnişlerini<br />
sürdürme kararlılığı gösteren işçiler,<br />
direnerek haklarını elde ettiler.<br />
Sözleşmeye göre: İşveren, işçilerin<br />
maaşlarından kalan alacaklarının yarısını<br />
işbaşı yaptıklarında, diğer yarısını<br />
ise Kurban Bayramı öncesinde<br />
ödeyecek. Fazla mesailer de Kurban<br />
Bayramı’na kadar ödenecek.<br />
Eylem nedeniyle hiçbir işçi işten<br />
atılmayacak. Bundan böyle maaşlar<br />
düzenli olarak ödenecek. İşçilerin sigortaları<br />
yarım değil, tam yatırılacak.<br />
Bütün fabrika işçileri aynı haklardan<br />
yararlanacak.<br />
Akyıl Tekstil işçileri, kararlı tutum<br />
ve birlikte mücadelenin sonunda neler<br />
kazanacaklarının örneğini herkese<br />
kanıtladılar. Sırada anlaşmaya<br />
göre işverenin ne kadar sözünde duracağının<br />
takibinde...<br />
30.09.2005 ✓<br />
Günöz Tekstil Fabrikası işçileri haykırdı:<br />
“Sendika hakkımız, söke söke alırız!”<br />
Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesinde<br />
kurulu GÜNÖZ Tekstil fabrikasında<br />
çalışan 300 işçi, varolan<br />
hakları gaspeden ve işçilere 12 saat<br />
çalışmaya karşılık asgari ücretten biraz<br />
fazla ödemeyi şart koşan bir sözleşme<br />
dayatma şeklindeki patronun saldırılarına<br />
karşı birleşerek 10 gün gibi kısa<br />
süre içinde önemli bir bölümü DİSK/<br />
Tekstil Sendikası’nda örgütleniyorlar.<br />
Bunu duyan patron elebaşı olarak bildiği<br />
26 işçiyi 25 Temmuz 2005 günü<br />
tazminatsız olarak işten attı.<br />
Gönen Deri işçileri direnişe devam ediyor<br />
Bunun üzerine DİSK/Tekstil Sendikası<br />
27 Temmuz 2005 günü bu saldırıyı protesto<br />
eden ve patronu işçilerin Anayasal hakları<br />
olan sendikallaşma hakkına saygılı olmaya<br />
atılan işçilerin işe tekrar alınmadan görüşmelere<br />
oturmayacağını belirten bir Basın<br />
Açıklaması yaptı.Sendikalaştıkları için işten<br />
atılan ve direnişte olan Çorlu’daki İleri<br />
Deri ile Birsin Deri fabrikalarındaki işçiler,<br />
Türk-İş’e bağlı Deri-İş Sendikası ve DİSK/<br />
Birleşik Metal-İş Sendikalarının Çorlu<br />
Temsilciliklerinin destek verdiği açıklama<br />
50’ye yakın kişinin katılımıyla Günöz<br />
Geçen sayımızda da belirttiğimiz<br />
gibi, Balıkesir’in Gönen ilçesindeki<br />
deri işletmelerinde,<br />
işçilerin sendikal örgütlenme yapmalarını<br />
bahane eden işverenler, bazı işçileri<br />
işten atmışlardı. Bu işyerlerinde<br />
işçilerin sendikalaşma mücadeleleri<br />
devam ediyor. 500’den fazla işçinin<br />
sendika üyesi olduğu Gönen deri fabrikalarında,<br />
işverenlerin, işçilere yönelik<br />
yıldırma ve direnişi kırma girişimleri<br />
de devam ediyor.<br />
Ağustos ayının son günlerinde bir<br />
deri fabrikasının önünde meydana<br />
gelen olayda işveren korumaları ve dışarıdan<br />
eylem kırıcı olarak tutulan saldırganların<br />
müdahalesi sonucu iki işçi<br />
yaralandı. Aynı akşam deri işçilerinin<br />
yoğun olarak ikâmet ettiği mahallede<br />
de bir işçi silahla vurularak yaralandı.<br />
Deri-İş Sendikası Genel Başkanı<br />
Musa Servi’nin ifadesine göre: “31 Ağustos<br />
günü Çolakoğlu Deri Fabrikası’nın<br />
önünde bekleyen işçilere patronun korumaları<br />
saldırdı. Bu saldırı sonucu bir<br />
işçi kafasından yaralanırken, bir diğer<br />
işçinin de kolu kırıldı. Burada yaşanan<br />
olayın ardından akşam saatlerinde<br />
işçilerin yoğun olarak oturduğu Karşıyaka<br />
Mahallesi’nde Çolakoğlu Deri<br />
patronlarının kiraladıkları kişiler, direnişteki<br />
işçilerden H. Kökçü’yü silahla<br />
vurdular. Saldırganların belirlendiğini<br />
ve gözaltına alınıp, daha sonra serbest<br />
bırakıldığını söyleyen Servi, yaralanan<br />
işçinin sağlık durumunun da iyi olduğunu<br />
ifade etti.<br />
Saldırıları protesto eden Gönen Organize<br />
Deri Sanayi Bölge işçilerinin 1 Eylül’de<br />
bir günlük iş bırakma eylemi gerçekleştirdiğini<br />
söyleyen Servi, işverenlerle<br />
yaptıkları görüşmeler sonucunda<br />
ise, işten atılan işçilerin peyderpey<br />
işbaşı yapacaklarını bildirdi. Servi’nin<br />
ifadesine göre şimdilik 4 işyerinde yetki<br />
belgesi alındı.<br />
Gönen’deki saldırıları protesto için<br />
İstanbul Zeytinburnu’nda da bir basın<br />
Tekstil Fabrikası’nın önünüde yapıldı.<br />
İşten at ı la n 26 işçinin Bası n<br />
Açıklaması sırasında coşkulu ve hiç durmadan;<br />
sık sık “Sendika Hakkımız Söke<br />
Söke alırız”,”İşçilerin Birliği Sermayeyi<br />
Yenecek”, “Susma ,Susutukça sıra sana<br />
gelecek”, “işte Sendika işte DİSK”,<br />
“Direne direne Kazanacağız” v.b. sloganlarla<br />
oratalığı inlettiler. Vardiye<br />
değişimi olduğu sırada devam eden bu<br />
direngen tavıra içerde çalışan işçiler de<br />
alkışlarla destek veriyorlardı.<br />
Yarım saattan fazla süren bu açıklamaya<br />
patronun şikayeti üzerine gelen<br />
jandarmanın tahamülsüzlüğü “Hemen<br />
bitirin yoksa dağıtırız” şeklindeki tavırlarında<br />
açık görülüyordu. Jandarmanın<br />
bu tavrı aynı zamanda devlet güçlerinin<br />
açıklaması yapıldı. Zeytinburnu’nda bulunan<br />
Çolakoğlu Deri Mağazası önünde<br />
toplanan bazı sendika şube yöneticileri,<br />
adı geçen mağazadan çıkan kişilerce silahlı<br />
saldırıya uğradı. Basın açıklaması<br />
yapmak isteyen sendikacılara saldıranlar<br />
işçilerce etkisiz duruma getirildi.<br />
Diğer yandan, Çorlu Deri Organize<br />
Sanayi Bölgesi’nde sendikalı oldukları<br />
için işten atılan Birsinler ve İleri Deri<br />
işçilerinin direniş çadırları yıkıldı. Gelişmeleri<br />
değerlendiren Deri-İş Şube<br />
Başkanı Ali Bayram; “Polisin ve işverenlerin<br />
baskısı sonucu direnişteki<br />
deri işçileri potansiyel suçlu gibi gösterilmekte…<br />
Oysa amacımız bu işyerlerinde<br />
sendikanın kurumsallaşmasını<br />
sağlamaktır. Önümüzdeki en büyük<br />
engel işyerlerinde sigortasız ve kimliksiz<br />
işçilerin çalıştırılmasıdır. Bakanlığa<br />
bunun için şikayette bulunduk” diye konuştu.<br />
24.09.2005 ✓<br />
ne kadar “tarafsız” olduklarını gösterdiği<br />
gibi, bu durum işçileri Anayasal<br />
haklarını kullandıkları için işten atarak<br />
açlığa mahküm eden patronun Anayasa<br />
ve yasaları çiğnediği için devlet tarafından<br />
ödüllendirildiğinin de resmiydi.<br />
Devletin temel kurumu ordunun iç<br />
güvenlikten sorumlu olan jandarmaya<br />
göre işçilerin sendikalaşmasına izin vermeyen,<br />
işçileri işten atan patron kamu<br />
düzenini bozmuş olmuyordu! Onu bozan,<br />
bu haksızlığı fabrikanın bahçe kapısı<br />
dışında kamuoyuna bildiren 26 işçi<br />
ve dostları oluyordu. Patronlar ve devletine<br />
sonsöz olarak bir halk deyimi ile<br />
yanıtımızı verelim: “Zülmünüz artsınki<br />
çabuk zeval bulasınız!”<br />
30 Temmuz 2005 ✓<br />
Bornova<br />
Belediyesi’nde<br />
eylem var<br />
Bornova Belediyesi’inde çalışan<br />
temizlik işçileri çeşitli bahanelerle<br />
işlerinden atıldı. Yıllardır<br />
belediye bünyesinde temizlik işçiliği<br />
yapan işçiler, taşeron firmalara geçmedikleri<br />
ve sendikaya üye oldukları için<br />
işten atıldıklarını ifade ediyorlar. İşten<br />
atılmalarını protesto eden işçiler, İzmir<br />
Valiliği’nin verdiği üç aylık vize ile tekrar<br />
işbaşı yapmalarına rağmen bu süre<br />
tamamlanmadan Belediye yönetimi<br />
tarafından tekrar kapı dışarı edildiler.<br />
12 Eylül’den beri Bornova Belediyesi<br />
önünde oturma eylemlerini sürdüren<br />
250 işçinin amacı sadece işlerine geri<br />
dönebilmek.<br />
Gelinen aşamada işçiler tekrar işbaşı<br />
yapana kadar eylemlerini sürdürmekte<br />
kararlılıklarını dile getiriyorlar.<br />
28.09.2005 ✓<br />
13
yeni işçi dünyası<br />
İleri Deri Fabrikası işçileri<br />
direnmeye devam ediyor!<br />
Sendikalaştıkları için işten atılan<br />
Çorlu (Tekirdağ) Deri Organize<br />
Sanayi’de bulunan İleri Deri işçileri;<br />
patronun ve devletin saldırılarına<br />
rağmen 8 aydır dişe diş direniyor.<br />
Geçtiğimiz ay arabasını fabrika<br />
önünde bekleyen direnişçi işçilerin üzerine<br />
sürerek iki işçinin yaralanmasına<br />
neden olan patronu karakola götürüp<br />
ifadesini dahi almayan polis, bu ay da<br />
bu saldırgan patronun “Organize Deri<br />
Sanayi Bölgesi’nde çalışan tüm işçileri<br />
korkutuyorlar, bu teröristlerden işçiler<br />
korkup huzursuz oluyorlar, rahat çalışamıyorlar.”<br />
şeklindeki bir ihbarıyla, o<br />
an direniş çadırında bulunan 17 işçiyi<br />
gözaltına alıyor. Gözaltına alınan işçilerden<br />
10’u 3-4 saat sonra bırakılıyor,<br />
diğer 7 kişi de TMŞ (Terörle Mücadele<br />
Şubesi) polislerince sorgulanıyor ve<br />
içerde zorunlu ihtiyaçları bile karşılanmadan<br />
24 saat gözaltında tutuluyorlar.<br />
Gözaltında tutulan işçilerden Ali<br />
Bayram, Hasan Kılıç, Hasan Saka,<br />
Sevim Şener, Tekin Köz, Mürüvvet<br />
Coşkun ve Nuran Gülenç savcılığa çıkarıldıktan<br />
sonra serbest bırakılmalarının<br />
ardından, bir gün önceden gelmiş<br />
olan Deri- İş Sendikası Genel Başkanı<br />
Yener Kaya ve Genel Başkan Yardımcısı<br />
Musa Servi ile Çorlu şehir merkezinde<br />
bir Basın Açıklamasıyla bu haksızlığı<br />
teşhir ederek İlçe Emniyet Müdürü ve<br />
kaymakamın hukuksuzluğunu ve patronlar<br />
yanlısı tutumunu kınadılar.<br />
Ayrıca hem sendika yetki davasını<br />
hem de işten attığı işçilerle ilgili işe<br />
iade davasını kaybetmiş olan İleri Deri<br />
patronundan aylardır kapı önünde masumca<br />
bekleyen işçilerin işe alınıp TİS<br />
görüşmelerine gelmesi istendi.<br />
İleri Deri ve Birsinler Deri fabrikalarının<br />
direnişteki işçilerin aileleriyle<br />
katıldığı bu Basın Açıklamasında<br />
“Baskılar Bizi Yıldıramaz”, “İleri Deri<br />
İşçisi Yalnız Değildir”, “İşçilerin Birliği<br />
Sermayeyi Yenecek” v.b. sloganlar coşkulu<br />
bir şekilde atıldı.<br />
Aynı anda işçilere yapılan bu saldırıyı<br />
kınayan ikinci bir Basın Açıklaması<br />
da ÇORLU EMEK VE DEMOKRASİ<br />
PLATFORMU (bu platformun kimler-<br />
den oluşturulduğunu yazarsınız) tarafından<br />
yapıldı.<br />
Savcının gözaltındaki deri işçilerini<br />
sorguladığı saatlerde aynı Deri<br />
Organize Sanayiinde bulunan 24 işçinin<br />
çalıştığı PERK Deri Fabrikası’nda<br />
adına “iş kazası” denilen, aslında bir<br />
iş cinayetinde Cahit Ay isminde 35 yaşında<br />
bir işçinin yaşamını yitirdiği, bir<br />
işçinin de yaralandığı haberi geldi.<br />
Ülke genelinde olduğu gibi Çorlu’da<br />
da sadece Organize Deri Sanayi<br />
Bölgesi’nde çalışan 5 bine yakın işçinin<br />
% 80’i sigortasız ve asgari ücretle<br />
her türlü iş güvencesinden yoksun olduğu<br />
gibi, can emniyetinin olmadığı<br />
çalışma koşullarında üretim yapıyorlar.<br />
Patronlar için bir sömürü cenneti<br />
olan ama işçiler için zalimce ve amansızca<br />
sömürüldükleri bir cehennem<br />
olan bu düzende işçilerin sendikalarda<br />
örgütlenmesine hem patronlar hem de<br />
devletin etkili ve yetkili kademelerindekiler<br />
rıza göstermezler çünkü gasp<br />
edilen emekten pay alıyorlar. Ama tüm<br />
bu patron yanlısı yasalara ve baskılara<br />
rağmen biz işçiler örgütlenir, birleşir<br />
ve diğer ezilen ve sömürülenlerin de<br />
desteğini kazanır ve direnirsek mutlaka<br />
kazanırız. Sınıfımızın tarihindeki<br />
zaferler bunun kanıtıdır. Yeter ki biz<br />
tüm ezilenler patronların ve onun devletinin<br />
saldırılarına karşı direnen sınıf<br />
kardeşlerimizi yalnız bırakmayalım.<br />
Eylül 2005 ✓<br />
14<br />
Çukurova köylüsü isyan ediyor!<br />
Ceyhan Ziraat Odası tarafından<br />
16.09.2005 tarihinde düzenlenen<br />
mitinge yaklaşık 500 çiftçi<br />
katıldı. Tabut içinde buğday ve mısırın<br />
cenaze namazını kılan köylüler ürünlerini<br />
uçakla Ceyhan Nehrine döktüler.<br />
Adana ve ilçeleri Seyhan, Feke, Kozan,<br />
Karataş, Yumurtalık ile Osmaniye<br />
Ziraat Odalarının destek verdiği eyleme<br />
birçok köyden traktörleri ile katılan<br />
köylüler “Hükümet istifa”, “Vur vur<br />
inlesin hükümet dinlesin” sloganlarını<br />
attılar. “IMF’ye Hayır” pankartlarının<br />
taşındığı eylemde konuşan Ceyhan<br />
Ziraat Odası başkanı Yavuz Tezcan<br />
üreticilerin maliyetlerinin artmasına<br />
rağmen ürünlerin fiyatlarının geçen<br />
yılın fiyatlarının dahi altında olmasından<br />
bahsetti.<br />
Mısırın geçen yılki fiyatı 300 bin<br />
liranın üzerinde iken, bu yıl Toprak<br />
Mahsülleri Ofisi (TMO) 260 bin liradan<br />
alım yapıyor. Bu fiyat, sermaye<br />
sahibi tüccarların elinde daha da düşüyor.<br />
TMO’nun iki taksitte (ilk taksitte<br />
çok az bir kısmını, kalanını yaklaşık<br />
1,5 ay sonra) ödediği ürün bedelini<br />
tüccarlar, peşin vererek veya TMO’nun<br />
alım yapmadığı sıralarda yani çiftçi zor<br />
durumdayken alarak, fiyatları daha<br />
da düşürüyor. Bu yüzden birçok çiftçi<br />
borçlarından dolayı zor durumda kalarak,<br />
tarlalarını, aletlerini satmak zorunda<br />
kalıyor.<br />
Ellerinde Türk bayrakları ile Ceyhan<br />
nehrinin kıyısında toplanan çiftçilerin,<br />
eyleme karayolunu trafiğe kapatarak<br />
devam etmek istemelerini polis engelledi.<br />
Yapılan eylem hükümet tarafından<br />
dikkate alınmazsa, çiftçiler eylemlerini<br />
Ankara’ya taşıyacaklarını belirttiler.<br />
Geçmiş hükümetler döneminde çiftçilerin<br />
durumunun pek farklı olmadığını<br />
unutan CHP milletvekilleri de<br />
köylünün alınterini AKP’ye karşı oya<br />
dönüştürme hesaplarıyla eyleme destek<br />
verdiler. Bugüne kadarki hiçbir hükümet<br />
işçi ve köylülerin hükümeti olmamıştır.<br />
AKP ve alternatif olduğunu iddia<br />
eden diğer sermaye partilerinin köylüler<br />
çıkarına yapacağı hiç bir şey yoktur.<br />
Onlar sadece temsilcisi oldukları zengin<br />
sınıfların, sermayenin çıkarlarına<br />
uygun olarak IMF ve Dünya Bankası<br />
ile “iyi ilişkilerini” geliştirmeye, işçi ve<br />
köylüleri sermayeye, emperyalistlere<br />
kul-köle yapmaya çalışmışlardır, çalışacaklardır.<br />
“Köylü milletin efendisidir”<br />
ninnileri ile köylüleri uyutanların,<br />
köylülere bu ülkede yoksulluk, eğitimsizlik<br />
ve sağlıksız koşullar altında üretim<br />
yaptırarak tüccarların, faizcilerin,<br />
kısacası sermayenin kölesi olması dışında<br />
bir şey vermemişlerdir<br />
Köylünün bugün daha da yoksullaşmasının<br />
nedeni, şu veya bu hükümet<br />
politikasının yanlışlığında değil, kapitalizmin<br />
gelişmesine bağlı olarak IMF<br />
ve Dünya Bankasının dayattığı tarım<br />
politikalarında aranmalıdır.<br />
Köylülerin tek gerçek alternatifi; işçi<br />
sınıfıyla birlikte sermayenin köylüleri<br />
daha da yoksullaştıran tarım politikalarına<br />
karşı örgütlü mücadelesidir.<br />
16.09.2005, YDİ Çağrı/Adana ✓
yeni kadın dünyası<br />
2005 DÜNYA KADIN YÜRÜYÜŞÜ<br />
“Özgürlük, eşitlik,<br />
dayanışma, adalet ve barış…”<br />
Ekim’de Ankara’da “2005<br />
Kadın Yürüyüşü” düzenle<br />
17 niyor. Bu eylem, “İnsanlık<br />
Hepsi<br />
sosyalizmde!<br />
İçin Küresel Kadın Şartı”nı kabul eden<br />
dünyanın çeşitli ülkelerindeki kadın örgütlerinin<br />
ortak eylemi. Türkiye ağını<br />
oluşturanlar, “17 Ekim tarihinde, hükümete<br />
ve Meclise ‘Taleplerimiz için,<br />
biz kadınlar için ne yaptınız’ diye soracağız”<br />
diyorlar.<br />
Şart, dünyanın “özgürlük, eşitlik, dayanışma,<br />
adalet ve barış” üzerinde kurulabilmesini<br />
hedeflediğini söylüyor.<br />
Ve şöyle devam ediyorlar:<br />
“Biz kadınlar,<br />
* Bize dayatılan yoksulluğu ve şiddeti<br />
“doğal” kabul etmeyen;<br />
* Adaletsizliğe, baskılara, savaşa, işgale<br />
ve sömürüye boyun eğmeyen;<br />
* İkinci sınıf görülmeye, cinsiyet<br />
ayrımcılığına, farklılıklarımızın yok<br />
sayılmasına karşı çıkan bir anlayışla<br />
yürüyeceğiz.<br />
* Biz Türkiyeli kadınlar, dünyadaki<br />
diğer bütün kadınlarla birlikte aynı kararlılığı<br />
ifade ediyoruz: “Geri dönüşü<br />
olmayan bir yolculuğa çıktık. Adil,<br />
eşit, özgür, dayanışmacı ve barış içinde<br />
yaşayacağımız bir dünyayı yaratmak<br />
için ellerimizi birleştirdik.”<br />
Bu söylenenler gayet güzel, hoş! Ancak<br />
yürüyüşü düzenleyenler yine de<br />
yanlış yoldalar. Çünkü “Küresel Kadın<br />
Şartı”nın bütün çıkış noktası Birleşmiş<br />
Milletler’in ve onun üzerinden de tek<br />
tek devletlerin ‘yoksulluğu ve kadınlara<br />
yönelik şiddeti’ yoketmeye zorlanabileceği<br />
yönündedir. Bu yaklaşım,<br />
emperyalizmden ve emperyalistlerin<br />
örgütü olan Birleşmiş Milletler’den<br />
medet uman bir yaklaşımın ürünüdür.<br />
Birleşmiş Milletler, bugün dünya çapındaki<br />
yoksulluğun, kadınlar üzerindeki<br />
erkek egemenliğinin ve şiddetin sürmesinden<br />
sorumlu emperyalist-kapitalist<br />
ve gerici devletlerin bir örgütüdür,<br />
esasta da emperyalist büyük güçlerin<br />
bir örgütüdür. Bunlardan zengin ile<br />
yoksul, kadın ile erkek arasındaki eşitsizliği<br />
bertaraf etmelerini talep etmek,<br />
sömürücülerden sömürü sisteminden<br />
vazgeçmelerini talep etmek demektir<br />
ve olmayacak bir iştir.<br />
Kadınların kurtuluşunu<br />
Birleşmiş Milletler, IMF ve<br />
Dünya Bankası getiremez!<br />
Dünyayı kökten değiştirmeyi hedeflediği<br />
iddiasıyla ortaya çıkan “Küresel<br />
Kadın Şartı”nda bir dizi reform talebi<br />
altalta sıralanmaktadır. Bu taleplerin<br />
bir çoğu haklı taleplerdir de... Fakat sorun<br />
bunu tespit etmekle ortadan kalkmıyor.<br />
Çünkü “Küresel Kadın Şartı”,<br />
“politik karar alıcıları” bu talepleri uygulamaya<br />
zorlayabileceklerini ve böylelikle<br />
de dünyayı değiştirebileceklerini<br />
iddia etmektedirler. Yani “Küresel Kadın<br />
Şartı” Birleşmiş Milletler, IMF ve<br />
Dünya Bankası’nın bu talepleri karşılamaya<br />
zorlanabileceğini ve bu şekilde de<br />
dünyanın yoksulluk, kadınlara yönelik<br />
şiddet ve savaştan arındırabileceği hayalini<br />
yaymaktadır. Bu boş bir hayaldir.<br />
Birleşmiş Milletler’e üye devletler<br />
birçok kez kadınların yasal ve toplumsal<br />
eşitliğini sağlamak için tedbirler<br />
alacaklarını ilan etmişlerdir. Düzenlenen<br />
onlarca uluslararası toplantı, imzalanan<br />
sayfalarca uluslararası anlaşma<br />
vardır. Bütün bunlar ama, emperyalistlerin<br />
ve gerici devletlerin bu dünyanın<br />
ezilenlerini uyutma çabasından başka<br />
birşey değildir. Dünyayı değiştirmek,<br />
emperyalist örgütlerden “sözünüzü tutun”<br />
çağrılarıyla olamaz. Dünyayı değiştirmek<br />
dünya ezilenlerinin, işçi ve<br />
emekçi kadınların emperyalist sisteme<br />
karşı mücadelesiyle olacaktır. Kısmi<br />
talepleri elde etmenin tek doğru yolu<br />
da sisteme karşı mücadele temelinde<br />
hareket etmektir.<br />
Eşitsizliği, baskı ve sömürüyü yaratan<br />
özel mülkiyet sistemidir! Dünyayı<br />
değiştirmek, ancak özel mülkiyet sistemine<br />
karşı tutarlı mücadeleyle mümkündür.<br />
Devrim mücadelesiyle mümkündür.<br />
Yürütülecek reform mücadelesi<br />
bu bilinci karartmayacak biçimde<br />
yürütülmelidir.<br />
Türk devleti, kadınların<br />
özgürleşmesinin önündeki<br />
temel engeldir!<br />
Birleşmiş Milletler’in “Kadınlara karşı<br />
ayrımcılığa karşı” sözleşmesine imza<br />
atan devletlerden biri de faşist Türk<br />
devletidir. 20 yıl önce imzalanan bu<br />
sözleşme bağlamında çok az yol katedilmiştir.<br />
Bütün yapılan yasalardaki<br />
kimi eşitsizlikleri kaldırmaktır. Bunların<br />
da tümü şu son bir-iki yıl içinde<br />
Avrupa Birliği “uyum yasaları”na bağlı<br />
olarak gerçekleşmiştir. Yasalardaki bu<br />
değişiklikler, ülkemizde kadınların<br />
büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve<br />
emekçi kadınlar açısından fazla bir şey<br />
ifade etmemektedir.<br />
Ülkemizde işçi ve emekçi kadınların<br />
yaşamını belirleyen büyük ekonomik<br />
zorluklardır. Kadınların büyük çoğunluğu<br />
ekonomik olarak ailelerine,<br />
kocalarına bağımlı bir yaşam sürdürmektedir.<br />
Ezilen kadınların önemli<br />
bir bölümü ücretsiz aile işçisi konumundayken,<br />
ücret karşılığında çalışanların<br />
da sorunları dağlar kadardır.<br />
Sigortasız-sosyal güvencesiz iş, ağır<br />
çalışma koşulları, uzun iş günü, düşük<br />
ücretler, kreş ve çocuk yuvalarının yetersizliği<br />
bu sorunların en başında gelmektedir.<br />
Devlet, kadınların çalışma<br />
koşullarının iyileştirilmesi için hiçbir<br />
önlem almazken, “özelleştirme”yle birlikte<br />
zaten sınırlı olan kadın istihdamı<br />
daha da daralmaktadır.<br />
Kadınlara yönelik şiddet, taciz ve<br />
tecavüz bu devletin gözaltında, cezaevlerinde,<br />
işkencehanelerinde sistemli<br />
bir biçimde uygulanan s<strong>indir</strong>me ve yoketme<br />
politikasıdır. Faşist Türk devleti<br />
özellikle ulusal hakları için mücadele<br />
eden Kürt kadınlarına karşı terör ve<br />
s<strong>indir</strong>me yöntemlerine başvurmaktadır.<br />
Faşizmin şiddet ve terör politikasıyla<br />
biçimlenmiş bu toplumda kadınlara ve<br />
çocuklara şiddet günlük yaşamın “olağan”<br />
bir parçasıdır.<br />
Bütün bunların kaynağı, sorumlusu<br />
hakim sınıfların erkek egemen faşist<br />
devletidir. Bu devlete sunulacak “talep<br />
kataloglarıyla”, "kadınlar için ne yaptınız"<br />
şikâyetlenmesiyle, sistem içi yürütülecek<br />
“lobi” çalışmalarıyla yoksulluğun<br />
ve kadınlara yönelik şiddetin son<br />
bulması beklenemez!<br />
Burjuva kadın hareketinin yaydığı<br />
boş hayallerin karşısına biz şu gerçeği<br />
koyuyoruz:<br />
Dünyayı değiştirmek için tek çare<br />
işçi ve emekçi kadınların kendi mücadelelerini<br />
kendi ellerine almasındadır.<br />
Özgürlüğümüz ve gerçek kurtuluşumuz<br />
için faşizme ve erkek egemenliğine<br />
karşı örgütlenmek gerektir.<br />
Bizim dayanışmamız kadınların ezilmişliğine<br />
karşı mücadeleyi antiemperyalist-antikapitalist<br />
ve devrimci tarzda<br />
yürüten dünya kadınlarıyladır.<br />
Yeryüzünden yoksulluğu, savaşı,<br />
ırkçılığı, şiddeti, tacizi, tecavüzü silip<br />
atmak için, dünyayı değiştirmek için<br />
devrim mücadelesine omuz vermek<br />
gerekir!<br />
Yaşasın emperyalizme, faşizme, erkek<br />
egemenliğine karşı devrimci mücadele!<br />
16 Eylül 2005✓<br />
15
yeni kadın dünyası<br />
Kadınlar: “Milli hassasiyet”e inanmıyoruz!<br />
Newroz kutlamalarından<br />
2005 bu yana devletin<br />
bilinçli olarak kışkırttığı Türk<br />
şovenizmi ve bunun ardından Kürt<br />
ulusuna yönelik linç girişimleri bugün<br />
de etkisini biraz yitirmiş olarak devam<br />
ediyor. Kışkırtılan bu milliyetçiliğe<br />
karşı bütün devrimci demokrat çevrelerden<br />
tepkiler yükseldi. Bu tepkiler<br />
çeşitli etkinliklerle ve açıklamalarla<br />
dile getirildi, getiriliyor.<br />
Devlet eliyle Kürt ulusu üzerinde<br />
estirilen teröre dur demek ve Kürt<br />
ulusunun haklı taleplerini dile getirmek<br />
amacıyla içinde YDİ Çağrı dergisi<br />
kadın okurları olarak bizlerin de<br />
yer aldığı çeşitli kadın grupları ve<br />
sendikalardan kadınlar bir araya gelerek,<br />
“Halkların Kardeşliği İçin Kadın<br />
İnisiyatifi”ni kurdular.<br />
Kadın inisiyatifi etkinliklerini uzun<br />
bir zamana yayarak, kampanya tarzında<br />
bir çalışma yürütmeyi hedefliyor.<br />
Bu etkinliklerin ikisi geçtiğimiz<br />
günlerde gerçekleştirildi.<br />
İlk olarak hem platformu tanıtmak,<br />
hem de yaşanan olaylara tepkiyi dile<br />
getirmek amacıyla 22 Eylül’de İstanbul<br />
İnsan Hakları Şubesinde bir basın<br />
açıklaması yapıldı. Burjuva medyanın<br />
hemen hemen hiç ilgi göstermediği<br />
açıklamaya devrimci- demokrat basından<br />
katılım oldu. Kadınların yoğun<br />
olarak katıldığı etkinlikte basına<br />
okunan bir basın metninin yanı sıra,<br />
Newroz olaylarından bu yana yaşanan<br />
süreç, çeşitli generallerin yaptıkları<br />
hedef gösteren açıklamalar, Baykal,<br />
Muhsin Yazıcıoğlu vs.nin yaptıkları<br />
kışkırtıcı açıklamaların yer aldığı bir<br />
CD hazırlanarak basına gösterildi.<br />
Bu özellikle katılan kadın arkadaşların<br />
büyük ilgisini çekti. Gösterilen bu<br />
belgeselin ardından platform adına<br />
hazırlanan aşağıdaki basın açıklaması<br />
okundu.<br />
Platform ikinci eylemini 29 Eylül’de<br />
Beşiktaş İskelesinde gerçekleştirdi.<br />
Saat 19.00’da başlayan mumlu eyleme<br />
yaklaşık 50 kadar kadın katıldı.<br />
Taşınan dövizlerin yanı sıra halklar<br />
arasındaki kardeşliği simgeleyen ve<br />
çeşitli renklerden oluşan büyük bez<br />
parçaları birbirine bağlanarak taşındı.<br />
Beşiktaş Barbaros Parkı'nda yapılan<br />
basın açıklamasından sonra İskeleye<br />
gidilerek yakılan mumlar denize bırakıldı.<br />
Eylem boyunca sık sık ‘yaşasın<br />
halkların kardeşliği’, ‘Jin Jiyan Azadi’,<br />
‘Cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son’,<br />
‘yaşasın kadın dayanışması’ sloganları<br />
atıldı.<br />
Çevik kuvvetin olağanüstü yığınak<br />
yaptığı eylemde kadınlar zılgıt ve alkışlar<br />
eşliğinde dağıldılar.<br />
Eylül 2005✓<br />
Basına ve Kamuoyuna<br />
Biz aşağıda imzası bulunan kadın örgütleri ve karma kurumlardaki kadınlar,<br />
son dönemde resmi ve gayrı-resmi ağızlardan kışkırtılan linç<br />
kültürüne, operasyonlara, infazlara, yükselen ırkçılığa ve şovenizme,<br />
bunların ayrılmaz bir parçası olan cinsiyetçiliğe karşı bir araya geldik.<br />
Kitleleri farklı bir kimliğe karşı şiddete yönelten hiçbir gerekçeye, hiçbir “milli<br />
hassasiyet"e inanmıyoruz, bunların hepsini reddediyoruz ve bütün kadınları bizimle<br />
birlikte farklı kimlikleri düşmanlaştırmaya, şiddet içeren çağrılara karşı<br />
çıkmaya çağırıyoruz.<br />
Newroz’da başlayan, Trabzon Maçka’da, İzmir Seferihisar’da, Bozüyük’te<br />
meydana gelen linç girişimleri yaşandı. 6-7 Eylül 1955’de gayrimüslim vatandaşlarımıza<br />
dönük düzenlenen örgütlü saldırıların yıldönümünü belgeleyen<br />
sergiye sözkonusu güçler saldırıda bulunarak insanları tehdit ettiler, fotoğrafları<br />
yağmaladılar. Dün ise, Çorum-Maraş-Sivas-Dersim’de yapılanlar hiçbir<br />
zaman mahkum edilmedi, hatta gündeme getirenlere karşı aynı saldırgan tarz<br />
tekrarlanmaya devam ediyor. Yönetenler linç girişimlerinde bulunanları ‘halk’<br />
olarak tanımlarken, mağdurlar yasal soruşturmaya uğramakta, düşman ve hain<br />
olarak gösterilmektedir.<br />
Bu coğrafyada biz kadınlar bu oyunun asla bir parçası olmayacağız.<br />
Yükselen ırkçı ve şovenist söylemler medya tarafından da meşrulaştırılırken,<br />
kimi medya organları da bu linç kültürünü halkın doğal tepkisi olarak lanse<br />
etmekte ve linç güruhlarından ‘ülkücü vatandaşlarımız!’ diye söz etmektedir.<br />
Genelkurmay Başkanlığının hiç yetkisi olmadığı halde basını, sivil toplum örgütlerini,<br />
muhalif kesimleri hedef alan açıklamaları ile birlikte Kürtlere "sözde<br />
vatandaş" derken, Başbakan Erdoğan "Kürt sorunu vardır" demekten öteye gitmemektedir.<br />
Muhalefet partilerinden CHP lideri Baykal demokratik haklarını<br />
isteyen Kürtlerin varlığını yok sayarken, BBP Başkanı Yazıcıoğlu ise linç girişimlerini<br />
halkın kendi hak arayışı olarak değerlendirmekte, iç savaş çağrısı<br />
yapmaktadır.<br />
Bu tür açıklamalar halkları etkiliyor ve kışkırtıyor. Siyasi iktidarı hiç vakit<br />
kaybetmeden şoven, ırkçı saldırılara ve söylemlere karşı önlem almaya davet<br />
ediyoruz.<br />
Bu coğrafyada linç kültürü hiç eksik olmadı. Bugün de milli hassasiyeti uyandıran<br />
her konuda devam ediyor.<br />
Biz kadınlar linç kültürünün bütün bileşenlerini, en başta militarizmi, ırkçılığı,<br />
şovenizmi, nefret söyleminin her türlüsünü reddediyoruz.<br />
Binlerce yıldır bu coğrafyada çok kültürlülük içinde yaşarken, halklar sürekli<br />
kışkırtılmaya çalışılıyor.<br />
Biz farklı etnik ve dinsel kökenden kadınlar, milliyet ve dini farklılıklarımızın<br />
bizi birbirimize düşman etmesine izin vermeyeceğiz.<br />
Bunun için biz kadınlar; Operasyonlara karşıyız, Savaşa karşıyız, Linçlere karşıyız,<br />
İnfazlara karşıyız, Militarizme karşıyız, Faşizme karşıyız, Cinsiyetçiliğe<br />
karşıyız, Kürt ve Türk halklarının karşı karşıya getirilmesine karşıyız.<br />
Halkların kardeşliği için sen de bir el ver.<br />
Halkların Kardeşliği İçin Kadın İnisiyatifi Bileşenleri:<br />
Amargi, İHD’li kadınlar, EHP’li kadınlar, Lambda İstanbul Eşcinsel Sivil<br />
Toplum Girişiminden Kadınlar, Eğitim-Sen 2-3-4-5-6-8 Nolu şubelerden kadınlar,<br />
SDP’li kadınlar, EMEP’li kadınlar, Gökkuşağı Kadın Derneği, EKB, Özgür<br />
Kadın, Halkevlerinden kadınlar, Göç-Der’li kadınlar, MKM’li kadınlar, Yeni<br />
Dünya İçin Çağrı dergisinden kadınlar, Demokratik Özgür Kadın Hareketi,<br />
Yakay-Der’den kadınlar, Genel İş’den kadınlar, Gökkuşağı Kadın Derneği<br />
16
panorama<br />
“Trafik lambası koalisyonu” mu olacak<br />
yoksa “Jamaika koalisyonu”<br />
mu Belki “Büyük koalisyon”,<br />
belki “kırmızı-yeşil-kırmızı” renkli bir<br />
koalisyon<br />
Evet, Almanya siyaseti 18 Eylül’de<br />
tarihinde Almanya’da Meclis seçimle<br />
nucu seçimlerin hemen ertesinde ortadan<br />
kalkmıştı.<br />
Birlik 90/Yeşiller’in CDU/CSU ile<br />
yaptığı görüşmelerde “çok farklı anlayışlara<br />
sahip olduklarını” açıklamaları<br />
üzerine olası “Jamaika koalisyonu”nun<br />
üzerine bir çizik atıldı.<br />
Bir başka koalisyon olasılığı olan<br />
“trafik lambası koalisyonu”; yani SPD-<br />
FDP-Birlik 90/Yeşiller’in biraraya gelec<br />
ekleri koalisyon planı da FDP’nin SPD<br />
ile yanyana gelmek istememesi üzerine<br />
üzerine çizik atılan bir başka koalisyon<br />
planı oldu…<br />
Geriye büyük koalisyon, yani kırmızı-siyah<br />
koalisyon olasılığı kalıyor…<br />
SPD-CDU/CSU’nun yanyana gelerek<br />
oluşturacakları büyük koalisyon Alman<br />
burjuvazisinin istediği bir koalisyondur.<br />
SPD-Birlik 90/Yeşiller koalisyon<br />
hükümeti döneminde işçi sınıfının<br />
kazanılmış haklarının budanması<br />
temelinde yükselen “reform” hareketinin<br />
derinleştirilerek sürdürülmesi ve<br />
Alman emperyalizminin dünya pazar<br />
dalaşında daha etkin hale getirilmesi<br />
planlarının sürdürülmesi güçlü bir hükümetle<br />
olabilecektir. Yine böyle bir<br />
hükümet Avrupa Birliği içinde Almanya’nın<br />
etkinliğinin sürdürülmesinin<br />
de bir anlamda garantisi olacaktır.<br />
Bu yazı yazıldığında henüz olası<br />
“büyük koalisyon” partileri arasında<br />
görüşmeler başlamamıştı. 28 Eylül’de<br />
SPD-CDU/CSU partileri arasında koalisyon<br />
görüşmelerinin başlaması planlanmıştı.<br />
Görünen o ki, Alman tekelci burjuvazisinin<br />
istekleri temelinde “büyük koşıdı.<br />
Seçimler öncesinde oluşturulan<br />
Sol Parti (ki bu parti de kırmızı renkle<br />
anılıyor!) ilk kez katıldığı seçimlerde<br />
öncülü PDS’in oylarını artırarak Meclis’e<br />
girmeyi başardı.<br />
Seçim sonuçları şöyle:<br />
Parti ismi Aldığı oy oranı Kazandığı<br />
milletvekili sayısı<br />
CDU/CSU (Hristiyan<br />
Demokrat Birliği)<br />
SPD (Sosyal<br />
Demokrat Parti)<br />
FDP (Hür<br />
Demokrat Parti)<br />
ALMANYA<br />
Seçimlerde kazanan Alman<br />
tekelci burjuvazisidir!<br />
35,2 225<br />
34,3 222<br />
9,8 61<br />
Sol Parti 8,7 54<br />
alisyon” zorlanacaktır. Eğer böyle bir<br />
hükümet kurulursa tekelci burjuvazi<br />
fazlasıyla memnun olacaktır.<br />
Şimdilik bu koalisyonun önündeki<br />
en büyük engel başbakanın hangi partiden<br />
çıkacağı sorusudur. Hem SPD,<br />
hem de CDU başbakanın kendilerinden<br />
olması için ısrarlıdır. Bu sorun aşıldığında<br />
bir SPD-CDU/CSU koalisyon<br />
hükümeti gündemdedir.<br />
Aslında hangi koalisyon kurulursa<br />
kurulsun gelen hükümet Alman burjuvazisinin<br />
isteklerini yerine getirme<br />
konusunda üzerine düşeni yapacaktır.<br />
Bu anlamda hangi koalisyon kurulursa<br />
kurulsun seçimlerde kazanan Alman<br />
tekelci burjuvazisidir.<br />
Hangi koalisyon hükümeti kurulursa<br />
kurulsun işçilerin, emekçilerin haklarının<br />
budanması temelinde yükselen ve<br />
“reform” adı verilen saldırıları sürdürecektir.<br />
Bu anlamda Almanya işçileri,<br />
emekçileri seçimlerin mağlubudur…<br />
Seçimlerin Almanya işçi sınıfı ve<br />
emekçilerine birşey kazandırmayacağı<br />
bellidir. Kazanılmış hakların budanmasına,<br />
yükselen işsizliğe, artan yoksulluğa,<br />
iç faşistleşmeye… karşı seçimlerin<br />
çare olmadığı, olmayacağı açıktır.<br />
Çünkü sorun seçimlerle aşılacak<br />
bir sorun değildir; bizzat kapitalist/emperyalist<br />
sistemin kendisi sorundur.<br />
Sistemi aşmak ise sınıf mücadelesiyle,<br />
devrimle mümkündür. Almanya işçileri,<br />
emekçileri bu amaçla kendi sınıfsal<br />
çıkarları temelinde mücadeleyi yükseltmelidirler.<br />
Tek gerçek çözüm budur!<br />
25 Eylül 2005 ✓<br />
Birlik 90/Yeşiller 8,1 51<br />
EKVADOR<br />
Diğer 3,9 —<br />
Sadece mücadele<br />
rinde seçmenin bir partiye ya da seçim<br />
sırasında koalisyon kuracaklarını ilan<br />
eden ve seçmenden bu koalisyonlar<br />
için oy isteyen iki ittifaka da (biri şimdiye<br />
kadar hükümet eden SPD-Birlik<br />
90/Yeşiller; diğeri hükümet kurmaya<br />
talip olan Hristiyan Demokrat-Liberaller)<br />
yetki vermemesi sonucu “renkleniyor”;<br />
hangi partinin hangi parti ya da<br />
partilerle yanyana geleceği; hangi partilerin<br />
koalisyona gireceğini tartışıyor.<br />
18 Eylül’de yapılan seçimlerde seçmen<br />
ne eski SPD (kırmızı renkle anılıyor<br />
bu parti!) - Birlik 90/Yeşiller koalisyon<br />
hükümetine; ne de CDU/CSU<br />
(Hristiyan Demokrat Birliği – bu partiler<br />
siyah renklerle anılıyorlar) önderliğinde,<br />
FDP’nin (Hür Demokrat Parti<br />
– bu parti de sarı renkle anılıyor) katılabileceği<br />
bir çoğunluğu Meclis’e ta<br />
Seçim sonuçlarının birçok koalisyon<br />
olasılığını ortaya çıkarması sonucu partiler<br />
arasında hükümet trafiği yoğunlaşıyor.<br />
Aritmetik olarak üçlü koalisyonlarda<br />
anahtar pozisyonunda bulunan<br />
FDP ve Birlik 90/Yeşiller’in kapıları<br />
çalınıyor… Koalisyon arayışları sürerken<br />
siyah-sarı-yeşil renkli Jamaika<br />
bayrağına atıfta bulunularak “Jamaika<br />
koalisyonu”ndan, “trafik lambası” (kırmızı-sarı-yeşil)<br />
koalisyonundan sözediliyor;<br />
kimileri büyük koalisyonu dillendiriyor…<br />
Ancak şu ana kadar yapılan görüşmeler<br />
çerçevesinde bu koalisyon olasılıkları<br />
gündemden düşüyorlar:<br />
Kırmızı-yeşil-kırmızı koalisyon hükümeti<br />
olasılığı, SPD dışındaki ikinci<br />
kırmızı Sol Parti’nin koalisyon hükümetlerine<br />
katılmayı reddetmeleri so<br />
eden kazanır!<br />
Ekvador, petrol, kakao, muz,<br />
kahve vb. malları ihraç eden bir<br />
ülke olsa da Latin Amerika ülkelerinin<br />
fakir ülkelerinden biridir. En<br />
büyük gelir kaynağı petrol. Fakat petrolü<br />
de esas olarak başta ABD emperyalizmi<br />
olmak üzere başka ülkelerin<br />
tekellerinin elinde. Sözkonusu tekellerin<br />
kârları milyarlarca dolarla hesaplanırken,<br />
yerli halka işsizlik, yoksulluk<br />
ve özellikle de çevrenin kirletilmesi<br />
sonucu hastalık ve ölümler kalmaktadır.<br />
Buna bir de İndigen halkın üzerindeki<br />
ırkçı, şoven baskılar eklenince<br />
Ekvador halklarının içinde bulunduğu<br />
durumun kaba bir görüntüsü ortaya<br />
çıkmaktadır.<br />
İktidarı elinde tutanların siyasi temsilcileri,<br />
yönetime gelmeden halka,<br />
halkın istedikleri temelde bir siyaset<br />
–ülkenin ve yerli halkların ekonomik<br />
ve sosyal durumunu iyileştirme temelinde<br />
bir siyaset– yürütecekleri vaadini<br />
veriyorlar… Fakat yönetime gelince, so<br />
17
panorama<br />
18<br />
İndigen halklar ...<br />
nuçta emperyalist güçlerin çaldığı müzikle<br />
dansediyor; IMF, Dünya Bankası<br />
gibi emperyalistlerin kurumlarının<br />
dikte ettiği siyaseti uyguluyorlar.<br />
Örneğin, bu siyasetin doğrudan bir<br />
sonucu olarak 2000 yılının başında<br />
Ekvador para birimi olan ‘sucre’nin<br />
yerine, yüzbinlerce insanın protestosuna<br />
ve Jamil Mahuad’ın başkanlıktan<br />
edilmesine rağmen ‘dolar’ getirildi. Bu<br />
değişiklik Latin Amerika ülkelerinde<br />
gerçekleştirilmek istenen “dolarize etme”nin<br />
bir adımıydı.<br />
Genelde emperyalistlerle işbirliği yapan,<br />
başta da ABD emperyalizminin<br />
güdümünde hareket eden siyasetçilere,<br />
somut olarak da başkanlara karşı mücadele,<br />
Ekvador halklarının da mücadelesinin<br />
önemli bir parçası.<br />
Egemenler saldırılarını sürdürürken,<br />
bu baskılara, haksız, sömürücü sistemin<br />
somut görüngülerine karşı mücadele<br />
de değişik düzeylerde de olsa sürekli<br />
yaşandı, yaşanıyor.<br />
Latin Amerika ülkelerinin büyük bölümünde<br />
mücadelede yaşanan benzerliklerin<br />
başında, bu mücadeleler içinde<br />
İndigen halkların yer alması ve evet yer<br />
yer de mücadelenin öncülüğünü yapmasıdır.<br />
Ekvador’daki mücadeleler, hem<br />
ekonomik, hem genelde sosyal sorunların,<br />
hem de somut olarak İndigen halkları<br />
bağlamında ulusal/etnik sorunu<br />
gibi sorunların içiçe geçtiği mücadeleler<br />
durumundadır.<br />
Mücadelelerin çeşitliliği gibi, mücadele<br />
edenler de çeşitli… çok renkli.<br />
Yani değişik kesimlerden oluşuyor. Bu<br />
mücadelelerin önemli bölümü kitlesel<br />
mücadeleler. Normal koşullarda beş<br />
yılda bir ülkenin başkanı seçilmesi gerekirken,<br />
1997’den bu yana altı değişik<br />
başkan başkanlık görevine geldi, getirildi.<br />
Giden başkanlar, kitlesel mücadelelerin<br />
doğrudan etkisiyle ya kendileri<br />
istifa etmiş ya da parlamento tarafından<br />
görevinden alınmıştır.<br />
İndigen halkların mücadelesi sonucu<br />
da 1998’de kimi azınlık hakları elde<br />
edildi. Örneğin iki dilde –İspanyolca<br />
ve İndigen halkların dilinde– eğitim,<br />
ulusal/etnik kimliğin kabulü vb. haklar<br />
anayasal hak olarak elde edilmiştir.<br />
Genelde burjuvazinin iktidarda olduğu<br />
ülkelerde yasalarla gerçeklik arasındaki<br />
çelişki Ekvador’da da yaşanmaktadır.<br />
Kağıt üzerinde elde edilen haklar, gerçek<br />
yaşamda fazla hayat bulmuyor…<br />
Bu yıl, Eylül ayına gelene kadar Ekvador’da<br />
öne çıkan mücadeleler Nisan<br />
ve Ağustos aylarında yaşandı. Nisan<br />
ayında bir başkan daha koltuğundan<br />
edilirken, Ağustos’ta petrol kuyularını,<br />
iki havaalanını işgal eden ve birçok<br />
yolu bloke eden grev ve çatışmalar gündemi<br />
belirledi.<br />
Devrik Başkan Gutierrez...<br />
Yeni Başkan Alfredo Palacio...<br />
BAŞKANIN KOLTUKTAN<br />
EDİLMESİ…<br />
Nisan ayında kitlesel protesto hareketine<br />
yol açan, ya da mücadeleyi ateşleyen<br />
gelişme Aralık 2004’de Başkan Gutierrez’in<br />
Yüksek Mahkeme’nin hakimlerinin<br />
büyük bölümünü görevden<br />
alıp kendisinden yana olan hakimleri<br />
göreve getirmesi oldu.<br />
Bu adımla Guiterrez, kendisinin görevden<br />
alınmasına yönelik olası bir davayı<br />
engellemek istiyordu. Fakat böylesi<br />
bir değişiklik anayasaya aykırıydı.<br />
Anayasaya aykırı bir değişikliği gerçekleştirebilmek<br />
için de Guiterrez parlamentoda,<br />
şimdi Panama’da bulunan<br />
eski Başkanlardan Abdala Bucaram yanlısı<br />
partinin desteğini almaya çalıştı.<br />
Bucaram hakkında, rüşvetçilikten<br />
dolayı dava açılmış ve takibat kararı verilmişti.<br />
Bu yüzden de Bucaram ülkeyi<br />
terketmişti. 2004 Aralık ayındaki değişiklikle<br />
Bucaram yanlısı Castor Dagar<br />
Yüksek Mahkeme Başkanlığına atandı<br />
ve mahkeme Bucaram hakkındaki takibat<br />
kararını kaldırdı.<br />
Guiterrez’in bu yaptırımlarına karşı<br />
mücadele giderek sertleşti. Nisan ayının<br />
ortalarına gelindiğinde kitlesel mücadele<br />
Başkan Guiterrez’in koltuğunu<br />
sarsmaya başladı. Başkent Quito’da gerçekleştirilen<br />
sokakların bloke edilmesi,<br />
protesto yürüyüşlerine bir günlük genel<br />
grev eylemi de eklendi.<br />
Bu eylemlere karşı Başkan’ın verdiği<br />
cevap sıkıyönetim ilanı oldu. Asker ve<br />
polis gücüyle protesto eylemlerindeki<br />
kitle arasında çatışmalar yaşandı. Sıkıyönetime<br />
rağmen eylemler sürdü ve<br />
kitle Guiterrez’in istifasını istediği gibi<br />
“hepsi gitmeli” sloganını atarak parlamentonun<br />
feshedilmesini de talep etti.<br />
Sıkıyönetime rağmen eylemlerin sürmesi<br />
ve ordunun Başkan Guiterrez’in<br />
isteğinin tersine eylemcilere karşı saldırgan<br />
tavrını eylemcilere saldırmama<br />
biçiminde değiştirmesi Guiterrez’in kaderini<br />
belirledi.<br />
20 Nisan’a gelindiğinde aylarca süren<br />
protesto hareketi Başkan Guiterrez’i koltuğundan<br />
etme amacına ulaştı. 20 Nisan’da<br />
parlamentoda yapılan oylamada<br />
40’a karşı 60 oyla Guiterrez’in görevine<br />
son verildi. (Ekvador parlamentosunda<br />
toplam 100 milletvekili var.)<br />
Böylece protesto hareketi mücadele<br />
sonucunda başkanı koltuğundan etme<br />
amacına ulaştı, küçük de olsa bir zafer<br />
elde etti. Guiterrez’e karşı mücadeleyi<br />
Yüksek Mahkeme hakimlerini ve başkanını<br />
değiştirmek ateşlese de, mücadelede<br />
esas olarak onun ABD emperyalizmi<br />
taraflı siyasete yönelmiş olması,<br />
Kolombiya’daki paramiliter güçlerle<br />
ilişkiler içinde bulunduğu, bu güçleri<br />
desteklediği yönlü iddialar belirleyici<br />
rol oynadı.<br />
Kuşkusuz ki sorunun bir yanı, mücadele<br />
edildiğinde ve mücadele amaca ulaşana<br />
kadar sürdürülmek istendiğinde<br />
sonuçta mücadelenin kazanılacağıdır.<br />
Bu bağlamda Ekvador’da mücadele<br />
edenler bunu bir kez daha gösterdi.<br />
Sorunun diğer yanı ise, mücadelenin<br />
amacının, ufkunun ne ile sınırlı olduğudur.<br />
Kitle parlamentonun dağıtılması<br />
talebini yükseltse de, gerçekte mücadelenin<br />
amacı sömürü sistemini ortadan kaldırma,<br />
işçilerin, emekçilerin kendi kendini<br />
yönetme vb. değildir. Sorun sistem<br />
içi mücadele ile sınırlı ele alınmaktadır.<br />
Aylarca süren protesto eylemleri Guiterrez’i<br />
koltuğundan etti ama özde bir<br />
şey değişmedi. Guiterrez’in yerine, şimdiye<br />
kadar başkanlık yardımcılığı görevini<br />
yapan Alfredo Palacio getirildi.<br />
Palacio başkanlık koltuğuna oturduğunda,<br />
kendisinin seçilmesini “anayasal<br />
yönetime geri dönüş” ve “cumhuriyetin<br />
yeniden kuruluşu” için bir temel<br />
taşın atılması olarak değerlendirdi ve<br />
yakın zamanda bir kurucu meclisin<br />
oluşmasını hedeflediğini açıkladı. O bu<br />
açıklamayı yaparken protesto eylemleri<br />
devam ediyordu ve ülkedeki siyasi ve<br />
ekonomik durum da Palacio’nun işinin<br />
zor olduğunu gösteriyordu.<br />
AĞUSTOS AYINDAKİ<br />
GREV VE İŞGAL EYLEMİ…<br />
Mücadele ve sorunların çeşitliliği kendisini<br />
Temmuz ayı sonlarında ve Ağustos<br />
ayında petrol kuyularının işgal edildiği<br />
eylem biçiminde gösterdi. Bu eylemde<br />
grev ve işgalin içiçe geçtiği bir durum<br />
yaşandı.<br />
Bu grev ve işgal eyleminin perde arkasında<br />
yerli halkın bölgede daha fazla<br />
istihdam yaratılması ve petrol gelirlerinin<br />
“adil dağılımı” ve bölgedeki altyapıya<br />
daha fazla yatırım yapılması ve<br />
petrol üretiminde doğaya ve insanlara<br />
verilen zararlara karşı mücadele yönlü<br />
talepler vardı.<br />
Bu taleplerin dile getirildiği eylemlerde<br />
somut olarak 14 Ağustos’ta Orellana<br />
ve Sucumbios’ta bölge halkı devletten<br />
ve özel petrol şirketlerinden “yerli<br />
halk” için daha fazla iş yeri ve bölgeleri<br />
için altyapıya daha fazla yatırım yapılması<br />
talebini dile getirdiler.<br />
Orellana ve Sucumbios, Amazona bölgesinde<br />
yer almaktadır. Devletin bütçesinin<br />
gelirinin %40’ı bu bölgede, petrolden<br />
elde edilmesine rağmen, bölgedeki<br />
nüfusun % 85’i fakir.<br />
14 Ağustos’taki eylemde yer alanların<br />
Nisan ayında koltuğundan edilen<br />
Başkan Guiterrez’in kışkırtmasıyla hareket<br />
ettikleri suçlaması eylemlerin radikalleşmesini<br />
beraberinde getirdi.<br />
Eylemciler 200’den fazla petrol kuyusunu,<br />
bölgedeki iki havaalanını işgal<br />
etti, birçok yolu da bloke etti. Bu işgal<br />
ile petrol üretimi hemen hemen sıfırlandı.<br />
Günlük normal üretimin 200<br />
bin varil olduğu, işgal ile bunun 10 bin<br />
varile düştüğü bilgisi verildi medya üzerinden.<br />
Bunun doğrudan sonucu petrol<br />
ihracının durdurulması oldu. Petrol<br />
ihracının büyük bölümü ABD’ye yapılmaktadır.<br />
İhracın durdurulması hemen<br />
petrol fiyatlarına yansıtıldı…<br />
Başkan Palacio petrol kuyularının<br />
işgal edilmesi eylemine olağanüstü hal<br />
ilanıyla karşılık verdi. Guiterrez’in koltuğundan<br />
edilmesinin hemen ertesinde<br />
kaldırılan sıkıyönetim, Palacio önderliğinde<br />
daha da katı biçimde gündeme<br />
getirildi.<br />
Olağanüstü halin yasakları arasında<br />
şu yasaklar da vardı: Her tür medyada<br />
düşüncesini açıklamanın her biçimi yasak.<br />
Barışçıl amaçlar için de olsa toplantı<br />
yapmak yasak. Orellana ve Sucumbios<br />
eyaletlerinde dolaşmak yasak vb. vs.<br />
Bu ilanın doğal sonucu ordunun ve<br />
polisin işgal eylemini gerçekleştirenlere<br />
karşı saldırganlığı oldu. Çatışmalar<br />
yaşandı, içinde kadın ve çocukların<br />
da olduğu onlarca insan yaralandı ve<br />
onlarca insan tutuklandı. Bu arada Sa
panorama<br />
vunma Bakanı Solon Espinosa, Başkan<br />
Palacio’nun grevicilere karşı yanlış tavır<br />
içinde olduğu suçlaması nedeniyle<br />
istifa etti.<br />
Yerine getirilen emekli general olan<br />
Jarrin ise grevcilere karşı gerektiğinde<br />
daha sert tavır takınılacağını ilan etti.<br />
On gün süren eylem, eylemcilerin pazarlığa<br />
hazır olduğunu açıklamasıyla<br />
ve devletin ve petrol şirketlerinin temsilcileriyle<br />
pazarlıklara oturmasıyla<br />
daha fazla şiddetlenmeden sona erdi.<br />
Olağanüstü hale de şimdilik son verildi.<br />
Eylül ayı başına gelindiğinde pazarlıklarda,<br />
sonuçta petrol şirketlerinin<br />
gelirlerinin %16’sının bölgelere devredileceği<br />
ve üç yıl içinde toplam 260 kilometrelik<br />
yolun asfaltlanmasını üzerlenmesi<br />
hakkında anlaşıldı.<br />
Petrol tekelleri işe alımlarda bundan<br />
böyle bölgedeki işçilere daha fazla yer<br />
vermeyi gözönüne alma konusunda da<br />
görüşbirliğine vardıklarını açıkladılar.<br />
Bu kısa süreli grev-işgal eylemi de<br />
esas olarak amacına ulaştı. Bu da mücadele<br />
edenlerin kazanabileceğini gösterdi.<br />
Fakat bu kazanım da Ekvador<br />
halkının, özellikle de sözkonusu bölgedeki<br />
halkın sorunlarını gerçek anlamda<br />
çözecek bir kazanım değildir.<br />
Somut olarak eylemin yapıldığı iki<br />
eyaletteki halkın durumundan birkaç<br />
örnek verilirse durum şöyledir:<br />
Çocukların yetersiz beslenmesi % 43.<br />
Petrol üretimi olmayan bölgelerde bu<br />
oran % 21.5. Petrol üretilen bölgelerde<br />
cilt hastalıkları diğer bölgelere göre üç<br />
kat daha fazla. Verem ve benzeri bulaşıcı<br />
hastalıklar ise iki kat daha fazla.<br />
Petrol üretimi alanına yakın yaşayan<br />
kadınların diğer bölgelerdeki kadınlara<br />
göre çocuk düşürme ya da sakat<br />
doğurma oranı % 147’dir. Genel ölüm<br />
oranı ise petrol üretimi olmayan bölgelerin<br />
iki katı. Bunun esas nedeni de iş<br />
kazaları ve kanser gibi hastalıklar.<br />
Bölgede doğanın talanı, çevrenin kirletilmesi<br />
cilt hastalıkları, kanser gibi<br />
hastalıkların yanısıra nefes alma zorlukları,<br />
hazımsızlık sorunu, gözlerin<br />
zedelenmesi vb. sorun ve hastalıkları<br />
da beraberinde getirmektedir.<br />
Bu duruma kısaca bakıldığında bile, mücadelenin<br />
bu soygun düzenine karşı yürütülmesi<br />
gerektiği ortaya çıkmaktadır.<br />
Elde edilen kazanımın da aslında bu<br />
durumu değiştirmek bağlamında fazla<br />
bir öneme sahip olmadığı da ortaya çıkmaktadır.<br />
Yazının başlığında da söylediğimiz<br />
gibi, sadece mücadele eden kazanır.<br />
İşin esas yanı da mücadelenin doğru<br />
bir içerikle ve doğru bir amaç için<br />
yürütülmesidir.<br />
18 Eylül 2005 ✓<br />
İSRAİL-FİLİSTİN<br />
Yahudi yerleşimciler Gazze<br />
Şeridi’nden çıkarıldı…<br />
İsrail ile Filistin yönetimi arasındaki<br />
sorunlarda son döneme damgasını<br />
vuran esas gelişme İsrail’in Gazze<br />
Şeridi’ndeki Yahudi yerleşim alanlarını<br />
boşaltması oldu.<br />
Arafat’ın ölümüyle Filistin Başkanlığına<br />
seçilen Abbas yönetimiyle pazarlıklarda<br />
güvenlik sorunu esas sorun<br />
olurken, Şaron Gazze’den çekilme sorununu<br />
da gündeme getirdi.<br />
Şaron’un bu planına esas muhalefet<br />
başta yerleşimciler olmak üzere İsrail’in<br />
kendi içinden geldi. Özellikle yerleşimciler<br />
arasındaki Ortodoks dinci kesim<br />
Şaron’un bu planını reddediyordu.<br />
Bu planı parlamentoda reddeden<br />
bir kesim de sözkonusu dinci kesimin<br />
Kneset’teki temsilcileriydi. Bu yüzden<br />
de Kneset’teki diğer siyasetçiler de Şaron’un<br />
planına onay verip vermeme<br />
konusunda karar vermede epeyce zorlandılar.<br />
Sonuçta Şaron’un planı çoğunlukla<br />
onaylandı. Bu planın onaylanması<br />
aşamasında eski başbakanlardan ve andaki<br />
Maliye Bakanı Netanyahu Gazze<br />
Şeridi’nde çekilme kararını onaylamadı<br />
ve “bunun vebaline katlanamam” diyerek<br />
istifa etti. İsrail hükümeti Şaron’un<br />
planını 5’e karşı 17 oyla onaylayarak<br />
Gazze Şeridi’nden çekilmeyi kararlaştırdı.<br />
Karara göre Gazze Şeridi’ndeki<br />
21 yerleşim alanının tümü ve Batı<br />
Şeria’da ise 4 yerleşim alanı boşaltılacaktı.<br />
Gerektiğinde yerleşim alanlarını<br />
boşaltmak için şiddet de kullanılacaktı.<br />
Toplam 25 yerleşim alanında 9000 civarında<br />
yerleşimcinin işgal bölgesinden<br />
çekilmesi sözkonusuydu.<br />
Yahudi yerleşimcilerin hükümetin<br />
yerleşim alanlarını boşaltma kararını<br />
uygulamaya karşı direnebileceği, hatta<br />
şiddetli çatışmaların yaşanabileceği hesaplarıyla,<br />
yerleşimcilerin elindeki silahlar<br />
toplanmaya başlandı.<br />
16 Ağustos’ta yerleşimcilere yaşadıkları<br />
yerleri terketmeleri için 48 saat<br />
tanındığı açıklandı. 18 Ağustos’ta binlerce<br />
İsrail askeri silahsız biçimde yerleşimcileri,<br />
yerleşim alanlarından tahliye<br />
etmeye başladı.<br />
Bu tahliye sırasında çoğu yerde direnişler<br />
yaşansa da, direnişler esas itibariyle<br />
beklenenden çok daha azdı. Kimi<br />
sürtüşmelerde yaralananların sayısı<br />
onlarca olsa da, yerleşim alanları beklenenden<br />
çok daha hızlı ve sorunsuz<br />
boşaltıldı. Bunda rol oynayan önemli<br />
bir nokta da, yerleşimcilerin ve bunlar<br />
içindeki radikal kesimin sayısının<br />
azlığıdır. Örneğin Batı Şeria’nın boşaltılması<br />
–İsrail yönetimi bunu istese<br />
bile– Gazze Şeridi’nden çok daha sorunlu<br />
olacaktır.<br />
Gazze Şeridi’ndeki Yahudi yerleşimcilerin<br />
tahliye edilmesi adımıyla İsrail,<br />
1967’den bu yana ilk kez işgal ettiği<br />
toprakların bir bölümünden çekilme<br />
adımını atmıştır. İşin bu yanına bakıldığında<br />
bu adım Filistin Arap halkı açısından<br />
önemli bir adımdır. Bu adımla<br />
yerleşim alanlarının, istendiğinde boşaltılabileceği<br />
de ispatlanmıştır. Fakat<br />
bu adımın İsrail-Filistin sorununu<br />
gerçekte çözmek için atılan bir adım<br />
olduğu söylenemez.<br />
İsrail Gazze Şeridi’nden çekilme<br />
planlarını yaparken ve bu yönde adımlar<br />
atarken bile Şaron açıkça Batı Şeria’daki<br />
yerleşim birimleri, Doğu Kudüs<br />
ve Filistinli mülteciler konusunda<br />
taviz vermeyeceğini ilan ediyordu. Aynı<br />
zamanda “Yerleşim birimleri topraksal<br />
olarak İsrail devletiyle bağlantısını sürdürecek”<br />
açıklamasını yapıyordu.<br />
Bu açıklamalara göre İsrail, Gazze Şeridi’nden<br />
çekilse de esas olarak işgal ettiği<br />
topraklardan çekilmeyi reddetme;<br />
işgal ettiği topraklar üzerindeki, özellikle<br />
Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Yahudi<br />
yerleşim alanlarını boşaltmama;<br />
Kudüs sorununun iki devletli olma anlayışıyla<br />
çözümüne yaklaşmama ve sürgündeki<br />
Filistinlilerin geri dönme hakkını<br />
tanımama siyasetini sürdürmektedir.<br />
Bu ise, esasta sorunun varlığını<br />
sürdüreceğine işaret etmekte ve evet<br />
çatışmaların yeniden sertleşmesinin temelini<br />
de içinde barındırmaktadır.<br />
Diğer kimi noktaları bir kenara bıraksak<br />
bile, bu konulardaki çözümsüzlük<br />
sorunun daha uzun yıllar süreceğinin<br />
garantisidir.<br />
ÇEKİLMENİN PERDE<br />
ARKASINDA NE VAR<br />
Her şeyden önce Gazze Şeridi’nden çekilme<br />
tartışmaları ve bu yönde karar<br />
alma süreciyle kararı uygulama, belli<br />
bir dönem daha bu konudaki gelişmeler<br />
üzerine tartışmakla, dikkatler bu<br />
yöne çekilmiş olacaktır. Böylece İsrail’in<br />
Filistin’i açık cezaevine çeviren,<br />
çevirecek olan duvarın inşası tartışmaları<br />
gölgede bırakılmış ve bu arada duvarın<br />
yapımına devam edilmiş olacaktır.<br />
Daha önceki sayılarımızda da dikkat<br />
çektiğimiz gibi, duvarın inşasıyla da Filistinlilerin<br />
toprakları işgal edilmektedir.<br />
Bunun Gazze Şeridi somutundaki<br />
yansıması ise, İsrail’in Gazze’yi kelimenin<br />
gerçek anlamında havada, karada,<br />
denizde kontrol etmesidir. Yerleşim<br />
alanlarının boşatılması bu gerçeği ortadan<br />
kaldırmamaktadır. Gazze Şeri<br />
19
panorama<br />
20<br />
di’ne gitmek bile İsrail’in kontrolünde.<br />
Yiyecek, ham madde, su ve yakıt gibi<br />
temel ihtiyaçların giderilmesi yolu da<br />
İsrail’in kontrolünde olmaya devam<br />
edecek.<br />
İsrail, yerleşim alanlarını ayakta tutmak<br />
ve orada yaşayan Yahudileri korumak<br />
için hem büyük oranda para harcama,<br />
hem de bunun için önemli sayıda<br />
insan gücünü –daha doğrusu koruma,<br />
kolluk gücünü– bu bölgeye bağlama<br />
durumundaydı. Gazze’nin çevresine<br />
örülen duvarla, ya da çizilen sınırla güvenliğini<br />
daha az insan gücüyle ve daha<br />
az para harcamayla sağlamakla ekonomik<br />
bir sorundan da kurtulma durumunda.<br />
Bu bağlamda geri çekilmeyle<br />
İsrail, ordu gücü ve paradan tasarruf<br />
edecektir.<br />
Bu adımla İsrail, Gazze’de 1.5 milyon<br />
civarındaki Arap nüfusundan kendisine<br />
yönelik olası mücadelelere, saldırılara<br />
karşı güvenliğini de Filistin yönetimine<br />
devretmektedir. Bilindiği gibi Gazze<br />
Şeridi İsrail’in baskılarına karşı mücadelede<br />
önemli rol oynayan, İntifada’nın<br />
kıvılcımını ateşleyen ve mücadeleyi belirleyen<br />
bir konuma sahip.<br />
Böylesi bir bölgede İsrail, en ufak<br />
bir eyleme, harekete karşı tankıyla, topuyla,<br />
bombasıyla saldırıda bulunmuş<br />
ve insanları katletmeyi de kendi güvenliğini<br />
sağlama adına savunagelmiştir.<br />
Şimdi Yahudi yerleşim alanlarının boşaltılmasıyla<br />
ve İsrail askerinin Gazze<br />
Şeridi’nden geri çekilmesiyle, şimdiye<br />
kadar İsrail askerinin yaptığı iş Filistin<br />
Güvenlik Güçleri’ne devredilmiştir. Bu<br />
ise, esas olarak Filistinliler arasında bir<br />
iç çatışmanın, savaşın temelini oluşturan<br />
önemli bir faktördür. Filistin Güvenlik<br />
Güçleri Gazze Şeridi’nde İsrail’e<br />
yönelik saldırı eylemlerini engelleme<br />
görevini yerine getirirken, Filistinlilerle<br />
karşı karşıya gelme durumunda<br />
olacaktır. Filistin yönetiminin İsrail’in<br />
güvenliğini sağlayamadığı yerde ise<br />
İsrail yine Gazze Şeridi’ndeki Filistin<br />
Arap halkına saldırma hakkını saklı<br />
tutmaktadır.<br />
Yukarıda Şaron’dan aktardığımız tavıra<br />
baktığımızda, Batı Şeria’daki Yahudi<br />
yerleşim alanlarının boşaltılmasının<br />
sözkonusu olmadığı açık. Gazze’den<br />
çekilmenin perde arkasında yatan bir hesap<br />
ya da plan da, esas olarak bu işgal<br />
alanlarının boşaltılması tartışmasının<br />
ertelenmesidir. Bu arada da bu alanların<br />
daha da sıkı biçimde korunması, kimi<br />
alanların ise İsrail topraklarının doğrudan<br />
bir parçası haline getirilmesi hesap<br />
ve planları yapılmaktadır.<br />
Gazze Şeridi’nden çekilmek aynı zamanda<br />
açık cezaevi durumunda olan<br />
bu bölgede yaşayan 1.5 milyon civarındaki<br />
Filistinlinin sorunlarının sorumluluğundan<br />
kurtulma, sorunu Filistin<br />
yönetimine devretmektir. Gazze, dünyanın<br />
en yüksek nüfus yoğunluğuna<br />
sahip yerlerinden biridir ve burada yaşayan<br />
Filistinlilerin büyük çoğunluğu<br />
günde iki dolardan az bir parayla yaşamak<br />
zorunda. İşsizlik oranı ise %50-<br />
60’larda…<br />
İsrail Gazze Şeridi’nden çekilmekle<br />
kendisini “barış yanlısı” gösterme “sorunu<br />
çözmekten yana olduğu” vb. görüntüsü<br />
vermeye de çalışmaktadır. Bu<br />
sahtekarlığın en ustaca oynandığı alandan<br />
biri de Yahudi yerleşimcilerin yerleşim<br />
alanlarından çıkarılmasıydı. Şöyle<br />
ki, basına yansıyan haberlerde dünya<br />
kamuoyuna yansıtılan esas şey, yerleşimcilerin<br />
yerlerinden edilmesi, mağdur<br />
olan insanlar olarak gösterilmesi,<br />
yer yer de askerlerle yerleşimcilerin birlikte<br />
gözyaşları dökmesiydi…<br />
Bu, gerçekte İsrail’in, evet somut olarak<br />
yerleşimcilerin işgalci oldukları gerçeğinin<br />
üzerini örtmek için kullanıldı,<br />
kullanılıyor.<br />
Şaron Gazze Şeridi’nden çekilmekle<br />
daha şimdiden hem İsrail içinde hem<br />
de uluslararası alanda bir zafer ilan etmiş<br />
durumda…<br />
Şaron’un ve hükümette yer alan kimi<br />
temsilcilerin açıklamalarına baktığımızda,<br />
yakın zaman içinde bu adımı<br />
izleyecek önemli bir ilerleme gözükmemektedir.<br />
Bu durumda eğer Gazze’den<br />
çekilme adımını, Filistin yönetimi ile<br />
pazarlıklarda yeni adımlar izlemezse<br />
yeni bir intifadanın gündeme gelmesi,<br />
yaşanması da mümkündür.<br />
Gazze’de daha şimdiden baş gösteren<br />
“zaferi kendine maletme” ve bölgedeki<br />
yönetim için iktidar dalaşı da gözönüne<br />
alındığında hem Filistinliler arasında iç<br />
çatışmaların, hem de Filistin-İsrail arasındaki<br />
çatışmaların yeniden kızışarak<br />
gündeme gelmesinin maddi temelinin<br />
ortadan kalkmadığı açıktır.<br />
Açık olan diğer bir şey ise, İsrail’in<br />
Filistin yönetimine şimdiye kadar olan<br />
anlaşmalardan çok daha geri düzeydeki<br />
anlaşmalar dayattığı ve kısa vadede iki<br />
taraf arasında yapılacak anlaşmaların<br />
Filistin tarafı açısından herhalükarda<br />
şimdiye kadar olanlardan daha geri<br />
düzeyde anlaşmalar olacağıdır.<br />
Görünen bu…<br />
Bunun somut olarak nasıl gelişeceğini<br />
de göreceğiz.<br />
16 Eylül 2005 ✓<br />
Faşist Saldırılar<br />
Protesto Edildi<br />
Me r s i n ’ d e b a ş l a y ı p ,<br />
Trabzon’da sürdürülen ve<br />
Bozüyük’te doruğa ulaşan<br />
faşist saldırılar, Adana’da bir araya gelen<br />
sendikalar, demokratik kitle örgütleri<br />
ve devrimci çevreler tarafından bir<br />
basın açıklaması ile protesto edildi.<br />
Yapılan açıklamada linç girişimlerini,<br />
Kürtlere yönelen saldırıları meşru gören<br />
medyanın tutumu kınanırken, saldırganların<br />
hiçbir engellemeye maruz<br />
kalmadan ve hatta “duyarlı vatandaşlar”<br />
olarak lanse edilmesi, ceza yasalarının<br />
uygulanmaması, buna rağmen<br />
saldırıya uğrayanların provokatörlükle<br />
12 bu yıl 78’liler tarafından<br />
E y l ü l A s k e r i F a ş i s t<br />
Darbenin 25. yıldönümü<br />
İstanbul, İzmir, Ankara ve Mersin’de<br />
mitinglerle protesto edildi.<br />
Saat 11’de Mersin Devlet Hastanesi<br />
önünde bir araya gelen kitle polisin<br />
engellemeleri ile ancak 12:15’te yürüyüşe<br />
geçebildi. Metropol alanına doğru<br />
yürüyüş sırasında sık sık ‘Darbeciler<br />
halka hesap verecek’, ‘Yaşasın devrim<br />
ve sosyalizm’, ‘Kahrolsun faşizm tek yol<br />
devrim’, ‘Yaşasın halkların kardeşliği’<br />
suçlanması teşhir edildi.<br />
Açıklama Türk, Kürt, Arap emekçilerini;<br />
faşist, şovenist kışkırtmalara karşı<br />
halkların kardeşliğini yükseltme, hak<br />
ve özgürlükler için birlikte mücadele<br />
etme çağrısıyla son buldu.<br />
Protesto eylemi sık sık atılan<br />
“Faşizme Karşı Omuz Omuza”, “Yaşasın<br />
Halkların Kardeşliği” sloganları ile<br />
sonlandırıldı.<br />
Bizler de Ydi Çağrı okurları olarak<br />
eyleme destek verdik ve “Şovenist<br />
Kışkırtmalara Son Verilsin” yazılı bir<br />
dövizle yer aldık.<br />
09.09.2005, Ydi Çağrı/Adana ✓<br />
12 Eylül Faşizmine<br />
Karşı Miting<br />
sloganları atıldı.<br />
Faşist darbenin sorumlularını lanetleyen<br />
konuşmaların ardından eylem<br />
sona erdi.<br />
Yaklaşık 1500 kişinin katıldığı eylemde<br />
bir grup MHP’li faşistin Türk<br />
bayrakları ile eylemi provoke girişimi<br />
başarısız kaldı. Polis keskin nişancıları,<br />
özel timleri ile tüm yürüyüş güzergahını<br />
ve eylem alanını çok yoğun bir biçimde<br />
ablukaya almıştı.<br />
11.09.2005, Ydi Çağrı/Mersin ✓
halkların kardeşliği için<br />
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />
6-7 Eylül 1955 olaylarının<br />
50. yıldönümünde<br />
tarih çarpıtıcılığı…<br />
1955 6-7 Eylül saldırılarının arkasındaki gücün devletin kendisi olduğu gerçeğinin üzeri de örtülmeye<br />
çalışılmaktadır. “Yeni tanıklıklar” adına detaylara boğarak üzeri örtülmeye çalışılan gerçek, Türk devletinin<br />
ulusal azınlıklara yönelik siyasetinin sistemli bir ulusal baskı ve zulüm siyaseti olduğu gerçeğidir.<br />
Eylül 1955 olaylarının<br />
50. yıldönümünde “ta-<br />
6-7 rihle yüzleşmek” adına<br />
olaylarla ilgili birçok gazetede yazılar<br />
yayınlandı, “tanıklar” konuşturuldu…<br />
Konu hakkında tavır takınan ve anılarını<br />
okurlara aktaran köşe yazarları da<br />
genelde olayların ne kadar “utanılacak”<br />
olaylar olduğu yönlü tavırlar takındılar.<br />
Kimi köşe yazarları böylesi olayların<br />
iyi hatırlanması ve bilinmesinin benzeri<br />
olayların bir daha yaşanmaması için gerekli<br />
olduğunu da vurguladılar.<br />
Egemenlerin yazılı medyasındaki tavırlara<br />
bakıldığında ortaya esas olarak<br />
şu görüntü çıkmaktadır. Medyada tavır<br />
takınanların bir kesimi, olayların devlet<br />
içinde olan bir kesimin, “derin devlet’in<br />
oyunu olduğunu tespit ederek bugünle<br />
bağını kurmakta ve “derin devlet”e<br />
karşı liberal burjuvazinin siyasetini savunmaktadır.<br />
Bu konuda yazılanlara bakıldığında,<br />
50 yıl sonra da olsa, sözkonusu olayların<br />
yanlışlığının, bu olayların arkasındaki<br />
gücün “derin devlet” olduğunun<br />
kimileri tarafından ortaya konmasının<br />
olumlu bir gelişme olduğu söylenebilir.<br />
Tavır takınanların bir kesimi ise böylesi<br />
olayların devletin ve milletin ananesine<br />
ters, ona zarar veren olaylar olduğunu<br />
savunmaktadır.<br />
Bu konudaki tavırlara bir de 6-7 Eylül<br />
ile ilgili resim sergisine MHP ve İP taraftarları<br />
olduğu söylenen bir kesimin<br />
saldırıları ve bu saldırıları kınama<br />
yönlü tavırlar eklendi.<br />
Sonuç olarak öne çıkan esas şey,<br />
yapılanların, yaşananların Türkiye<br />
Cumhuriyeti devletinin ve Türk toplumunun<br />
geleneğine ters olaylar olduğu<br />
düşüncesiydi. Böylece tarih çarpıtıcılığı<br />
yapılıp Türk devleti, hatta<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun kirli sayfaları<br />
temize çıkarılmaya çalışıldı, çalışılıyor.<br />
Tarih çarpıtıcılığının en açık görüldüğü<br />
tavırlardan biri özellikle son yıllarda<br />
Türk devletinin “tarih danışmanlarından”<br />
biri olan İlber Ortaylı’nın 4<br />
Eylül tarihli Milliyet gazetesindeki yazısıdır.<br />
Takınılan tavır şöyledir:<br />
“…1955 yılı 6-7 Eylül olayları Türkiye’nin<br />
dışarıdaki adına çok zararı dokunan,<br />
aleyhte abartılan bir propagandayı<br />
daima besleyen yüz karası bir tertip ve<br />
kontrolsüzlük demektir. Anadolu’daki<br />
ve Rumeli’deki bin yıllık Türk hakimiyetinin<br />
tanımadığı, bilmediği bu saçma<br />
tertip; imparatorluğun bıraktığı miras<br />
üstünde bir lekedir. II. Dünya Savaşı sırasında<br />
konulan Varlık Vergisi gibi anlamsız<br />
ve istismara açık uygulamayla<br />
birlikte yeni nesillerin başına bir bela olarak<br />
kalmıştır. (…) Bu toplumun bu gibi<br />
olayları tekrar edeceğini hiç sanmıyoruz<br />
ama olayları da unutmak değil, iyi öğrenmek<br />
gerekir. 6-7 Eylül olayları bazılarının<br />
dediği gibi 1938 Kasım’ın Almanya<br />
ve Avusturya’sındaki Kristal Gecesi gibi<br />
değildi; 1950’lerin kabuk değiştirmeye<br />
başlayan ve denetimin elden çıktığı ve<br />
mutlaka kötü yönetilen İstanbul’unda<br />
devlet ve toplum ananemizi zedeleyen<br />
bir çılgınlıktı.” (Milliyet, 4 Eylül 2005)<br />
İlber Ortaylı sorunu böyle ortaya koyuyor.<br />
Sorunu Türk devletinin ve toplumunun<br />
ananesini zedeleyen bir çılgınlık<br />
ve “bin yıllık Türk hakimiyetinin<br />
tanımadığı, bilmediği” bir tertip olarak<br />
gösteriyor. En iyi halde bu olaylar “imparatorluğun<br />
bıraktığı miras üstünde<br />
bir leke” olarak değerlendiriliyor.<br />
Tam da bu noktada “tarihle yüzleşmek”<br />
adına tarih çarpıtılmaktadır.<br />
“Yeni tanıklıklar” adına kimi olaylar<br />
ortaya çıkarılırken, bu olaylar tarihin<br />
çarpıtılarak yeniden yazılması için<br />
kullanılmaktadır. İlber Ortaylı’ya göre<br />
böylesi olaylar Türk devletinin ananesini<br />
zedeliyormuş!<br />
Türk devletinin ve toplumunun ananesinin<br />
6-7 Eylül olayları gibi olayları<br />
tanımadığı yönlü düşüncenin gerçekleri<br />
çarpıttığını göstermek için geçmişe<br />
kısaca bakmak yetmektedir.<br />
ANANE VE MİRASTA NE VAR<br />
6-7 Eylül 1955 saldırılarında zarar görenler<br />
esas olarak Rum ulusal azınlığı olsa<br />
da, Ermeniler ve kısmen Yahudi’ler de<br />
zarar görmüştür. Bu bağlamda hedefin<br />
gayrimüslim azınlıklar olduğu açıktır.<br />
İlber Ortaylı’nın bahsettiği Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun bıraktığı mirasta,<br />
sadece 1890’lı yıllardan 1922’ye kadarki<br />
kesimine baktığımızda bile karşımıza<br />
çok daha büyük “kara lekeler” çıkmaktadır.<br />
Evet “tertip” biçimindekileri de!<br />
Osmanlı İmparatorluğunun tarihinde<br />
de, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de<br />
böylesi oyunlar, tertipler burada sayılamayacak<br />
kadar çoktur. “Osmanlıda<br />
oyun çok” deyimi boş yere söylenmemiştir…<br />
Oyunlar tertipler bir yana, Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun bıraktığı mirasta,<br />
yaşanan katliamlar ve soykırımın izleri<br />
günümüze kadar gelmiştir. Ermenilere<br />
yönelik yaşanan soykırımda Rumlar da,<br />
Süryaniler-Keldaniler (Asurlar) de payını<br />
almışlardır. Yüzbinlercesi yerinden<br />
21
halkların kardeşliği için<br />
22<br />
yurdundan edilmiş, büyük bölümü katledilmiştir.<br />
Ortaylı gibilerinin tavırları<br />
en başta bu tarihi gerçekliklerin üzerini<br />
örtmeye çalışan ve “imparatorluğun<br />
mirası”nı temize çıkarma ve tarihi çarpıtma<br />
tavırlarıdır.<br />
Bu ve benzeri tavırlar aslında Türkiye<br />
Cumhuriyeti tarihinde Kürt ulusuna ve<br />
ulusal azınlıklara yönelik baskıların, ulusal<br />
zulmün üzerini de örten tavırlardır.<br />
Türkiye Cumhuriyeti devleti Lozan<br />
Anlaşması’yla varlığını kabul ettiği dini<br />
azınlıkların bu anlaşmaya göre sahip olmaları<br />
gereken hakları bile vermemiş<br />
ve sürekli bir baskı uygulamıştır. Rum,<br />
Ermeni ve Yahudiler (Museviler) dini<br />
azınlık olarak kabul edilirken gayrimüslim<br />
olduğu halde Süryaniler-Keldaniler<br />
dini azınlık olarak bile kabul edilmemiştir.<br />
Bunların ulusal azınlık olarak<br />
varlığı ise hâlâ kabul edilmiş değildir.<br />
Gayrimüslim azınlıklara karşı saldırılar,<br />
baskılar Lozan Anlaşması sonrasında<br />
kurulan Cumhuriyet döneminde<br />
sürekli varolagelmiştir. Bu baskılar doğrudan<br />
devlet tarafından gerçekleştirilmiştir.<br />
Özellikle Ermeni ve Rum azınlığı siyasi<br />
ve belirleyici ekonomik alanlardan<br />
kelimenin gerçek anlamında temizlenmeye<br />
çalışılmıştır.<br />
1942 yılında karar altına alınan Varlık<br />
Vergisi esas olarak azınlıklara karşı<br />
alınan bir önlemdi. Kamuoyuna bu<br />
kararın gerekçesi ve amacı başka türlü<br />
yansıtılsa da, gerçek amaç “Ticareti<br />
Türklere vermek”ti. Ticaret işindeki<br />
gayrimüslimleri safdışı etmek de bunun<br />
doğal bir sonucuydu. Böylece ekonomik<br />
alandaki saldırı, özellikle Rum<br />
ve Ermeni azınlığına mensup binlerce<br />
insanın sürgün edilmesi ve sürgün edilenlerin<br />
önemli bölümünün katledilmesini<br />
de beraberinde getirmiştir.<br />
1955’teki talan girişimleri, saldırıları<br />
da ekonomik alanda Varlık Vergisi’nin<br />
bir devamı niteliğindedir. Varlık Vergisi,<br />
İlber Ortaylı’nın anlatmaya çalıştığı<br />
gibi “anlamsız ve istismara açık uygulama”<br />
değil, bilinçli olarak kararlaştırılan<br />
ve istendiği gibi uygulanan bir<br />
karar ve uygulamadır. Bu uygulamayla<br />
ve 1955 yılı 6-7 Eylül saldırılarıyla Türk<br />
devleti elde etmek istediğini esas olarak<br />
elde etmiştir.<br />
Rum azınlığının Türkiye’yi terketmesi<br />
amacı da Rumlara yönelik baskıların<br />
perde arkasındaki olgulardan biridir.<br />
Tüm baskılara rağmen Türkiye’yi terketmeyen<br />
Rumlar ise daha sonra çıkarılan<br />
yasa(lar) ile Türkiye’yi terketmeye<br />
zorlanmışlardır, kelimenin gerçek anlamında<br />
sürgün edilmişlerdir. 1964<br />
yılında Türk devleti açıkça Rumları<br />
“sınırdışı etme” kararı çıkarıp uygulamıştır.<br />
Tüm bu uygulamalar sonucunda Türkiye’de<br />
yaşayan Rumların sayısı sıfırlanmaya<br />
çalışılmıştır. Az sayıda Rum<br />
insanının anda Türkiye’de yaşıyor olması<br />
bu gerçeği değiştirmemektedir.<br />
Bu, Lozan Anlaşması sonrasında Türkiye<br />
Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan<br />
Rumların sayısıyla karşılaştırılarak<br />
gösterilebilir bir gerçekliktir.<br />
Verilere göre Lozan Anlaşması döneminde<br />
370 bin Rum vardır. Türk devletinin<br />
kimi entrikalarıyla bu sayı 200 bine<br />
düşürülmüştür. Daha sonraki yıllarda<br />
da Rum azınlığın nüfusu giderek azalmaktadır.<br />
Kimi verilere göre 1955-1962<br />
yılları döneminde Türkiye’yi terk eden<br />
Rumların sayısı 70 bin civarındadır.<br />
1964’teki “sınırdışı etme” kararı sonrasında<br />
ne kadarının sınırdışı, sürgün<br />
edildiği ise belirsiz…<br />
Türk devletinin Rum azınlığı üzerindeki<br />
baskıları ve Rum düşmanlığı değişik<br />
biçimlerde de olsa günümüzde de<br />
sürmektedir. Bunun en açık görüldüğü<br />
alan Fener Rum Patrikhanesi’ne, Patrik<br />
Bartholomeos’a ve Rum Ruhban Okulu’nun<br />
açılması talebine karşı tavırlardır.<br />
Bilindiği gibi Heybeli Adası’ndaki<br />
Rum Ruhban Okulu, devletin Rumlara<br />
yönelik baskılarının bir parçası olarak<br />
kapatılmıştı.<br />
Kısaca aktardığımız bu olgular Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun bıraktığı mirasın<br />
da, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin<br />
de kara lekelerle dolu olduğunu; bu<br />
kara lekelerin “devlet ve toplum ananemizi<br />
zedeleyen bir çılgınlık” olmanın<br />
ötesinde, devletin ananesi olduğunu ortaya<br />
koymaktadır. Hiçbir çarpıtma bu<br />
gerçeklerin üzerini örtemez.<br />
1955 6-7 Eylül saldırılarının arkasındaki<br />
gücün devletin kendisi olduğu gerçeğinin<br />
üzeri de örtülmeye çalışılmaktadır.<br />
“Yeni tanıklıklar” adına detaylara<br />
boğarak üzeri örtülmeye çalışılan gerçek,<br />
Türk devletinin ulusal azınlıklara<br />
yönelik siyasetinin sistemli bir ulusal<br />
baskı ve zulüm siyaseti olduğu gerçeğidir.<br />
50. yıldönümü vesilesiyle yayınlanan<br />
yazılarda bu gerçeği ortaya koymak ve<br />
devletin siyasetini teşhir etmek için de<br />
epey malzeme, veri vardır.<br />
Tüm sınıf bilinçli işçilerin görevi,<br />
bu gerçeği kitlelerin bilincine yerleştirmeye<br />
çalışması, Türk şovenizmine<br />
karşı amansız bir mücadele vermesidir.<br />
Eylül 2005 ✓<br />
KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM<br />
Ekim Devriminin<br />
uluslararası karakteri<br />
Ekim’in onuncu yıldönümü dolayısıyla<br />
J. V. STALİN<br />
“Ekim Devrimi salt “ulusal çerçevede” bir devrim değildir.<br />
O herşeyden önce uluslararası çapta, dünya çapında<br />
öneme sahip bir devrimdir, çünkü o dünya insanlık<br />
tarihinde eski kapitalist dünyadan yeni sosyalist<br />
dünyaya doğru temel bir dönemeç demektir.<br />
Eskiden devrimler genellikle devletin dümenindeki<br />
bir sömürücüler grubunun yerini bir başka sömürücüler<br />
grubunun almasıyla sonuçlanırdı. Sömürücüler<br />
değişirdi, sömürü kalırdı. Kölelerin kurtuluş hareketleri<br />
döneminde böyle oldu. İngiltere’de, Fransa’da,<br />
Almanya’da bilinen “büyük” devrimler döneminde<br />
böyle oldu. Proletaryanın, tarihi kapitalizme karşı çevirmek<br />
amacını taşıyan onurlu, kahraman ama yine<br />
de başarısız kalan ilk girişimi olan Paris Komününden<br />
sözetmiyorum.<br />
Ekim Devrimi bu devrimlerden ilkesinde ayrılmaktadır.<br />
O kendine amaç olarak, bir sömürü biçiminin<br />
yerine bir başka sömürü biçimini, bir sömürücüler<br />
grubunun yerine bir başka sömürücüler grubunu geçirmeyi<br />
değil, insanın insan tarafından her türlü sömürülmesini<br />
ortadan kaldırmayı, kim olursa olsun bütün<br />
sömürücü grupları ortadan kaldırmayı, proletaryanın<br />
diktatörlüğünü kurmayı, bugüne dek var olan bütün<br />
ezilen sınıflar arasında en devrimci sınıfın iktidarını<br />
kurmayı, yeni bir toplum, sınıfsız, sosyalist toplumu<br />
örgütlemeyi almaktadır.<br />
İşte bu yüzden Ekim Devriminin zaferi, insanlık tarihinde<br />
köklü bir dönemeci, dünya kapitalizminin tarihsel<br />
kaderinde köklü bir dönemeci, bütün dünyanın<br />
sömürülen yığınlarının mücadele yöntemlerinde ve örgütlenme<br />
biçimlerinde, yaşam tarzı ve geleneklerinde,<br />
kültür ve ideolojisinde köklü bir dönemeci kaydetmektedir.<br />
Ekim Devriminin uluslararası çapta, dünya çapında<br />
öneme sahip bir devrim olmasının nedeni budur.<br />
Bütün ülkelerin ezilen sınıflarının, kendisinde kurtuluşlarının<br />
güvencesini gördükleri Ekim Devrimine<br />
karşı besledikleri derin sempatinin kaynağı burada yatar.”<br />
J. V. Stalin, Eserler Cilt 10; İnter Yayınları
gündem<br />
Gelecek sosyalizmdir!<br />
Sosyalizm gelecektir!<br />
Devrim… Sosyalizm… Bu iki<br />
sözcükle sıklıkla karşılaşıyor,<br />
kullanıyoruz. Çivisi iyice çıkmış<br />
bu sömürücü sistemden kurtulmak<br />
istiyoruz; onun için devrim gerekli diyoruz.<br />
Bu barbar ve kan emici sistemin<br />
alternatifi vardır diyoruz; sosyalizmi<br />
işaret ediyoruz…<br />
Peki bu birbirine bağladığımız iki sözcük<br />
neyin karşılığı Hayır, öyle derin teoriler<br />
yapmaksızın; bu sistemden yaka<br />
silken insanlar için alternatif olarak<br />
ileri sürdüğümüz şeyin pratik karşılığı<br />
ne olacak<br />
Neyi değiştirecek sosyalizm<br />
Bugüne kadar devrime ilişkin yapılan<br />
konuşmalarda, yazılan yazılarda çoğunlukla<br />
büyük değişimden sözedildi… Genel<br />
olarak devrimle sömürü, sömürücü<br />
sınıflar ortadan kaldırılacak, yerine işçilerin,<br />
emekçilerin devleti kurulacak.<br />
Sosyalizm inşa edilmeye başlanacak;<br />
“herkes topluma yaptığı katkı ölçüsünde<br />
kazanacaktır”. Sosyalizm, daha<br />
da gelişerek komünizme varacak; komünist<br />
toplumda “herkes yeteneğine göre<br />
topluma katkıda bulunacak ve ihtiyacı<br />
kadar alacaktır.”<br />
Bu bir hayal mi<br />
Bir sosyalizm deneyi yaşandı… Sovyetler<br />
Birliği 1917’den 1950’lerin ortalarına<br />
kadar sosyalizmi inşa etti, bu<br />
temelde işçilerin, emekçilerin yaşam<br />
koşullarının iyileştirilmesi açısından<br />
bir çok kazanım elde edildi. Yaşanan<br />
bu kısa deneyim bile sosyalizmin hayal<br />
değil gerçek olabileceğini; işçilerin,<br />
emekçilerin sosyalizmde birçok şey kazanabileceğini<br />
gösterdi. Sosyalist toplumda<br />
sömürücü sınıfların ortadan<br />
kaldırılmasıyla yaratılan zenginliğin<br />
işçilere, emekçilere dağıtılması sonucu<br />
yaşam seviyesinin nasıl yükseldiği, nasıl<br />
bir refah toplumunun oluştuğu yaşanan<br />
deneyimle görüldü.<br />
İŞ, İŞÇİ VE SOSYALİZM!<br />
Ekim Devrimi’nin en büyük özelliği sömürücü<br />
sınıfların iktidarının yıkılması<br />
ve onun yerine işçi sınıfının iktidarının<br />
kurulmasıdır. Bu devrim insanın insan<br />
üzerindeki sömürüsünün kaynağı özel<br />
mülkiyet sisteminin yok edilmesinin<br />
yolunu açmıştır.<br />
Bolşeviklerin önderliğinde kurulan<br />
sosyalizmde emeğin karakteri, emeğin<br />
toplumsal örgütlenmesi, ücretlendirilmesi,<br />
yeniden üretim bir bütün olarak<br />
yeniden düzenlenmiş ve yepyeni bir karakter<br />
almıştır.<br />
Kâr için değil, toplumun refahı<br />
için üretim!<br />
Sosyalizm dünya üzerinde ilk kez bir<br />
ilkeyi gerçekleştirmiştir: 1936 Sovyet<br />
Anayasası’nda iş hakkı temel anayasa<br />
ilkesi olmuştur. Bu çalışabilir yaştaki<br />
herkese iş hakkı anlamına gelmektedir.<br />
“Herkese iş” hakkının gerçekleşmesi<br />
işsizliğin toplumsal olarak yokedilmesinden<br />
başka birşey değildir. Kapitalizm<br />
şartlarında mümkün olmayan<br />
sosyalizmde gerçekleşmiştir: İşsizliğin<br />
yokedilmesi kapitalizmde mümkün olmayan<br />
birşeydir; çünkü kapitalistler<br />
işgücünü daha ucuza satın almak ve<br />
mümkün olan en büyük kârı elde etmek<br />
için her zaman yedek işsizler ordusuna<br />
ihtiyaç duyarlar. Sosyalizmde üretimin<br />
amacı kapitalist sistemde olduğu gibi<br />
kâr değil, toplum refahı olduğundan,<br />
sosyalist sanayileşmeye bağlı olarak işsizliğe<br />
karşı tutarlı bir mücadele yürütmek<br />
olanaklıdır.<br />
Resmi rakamlara göre % 10’larda<br />
dolaşan, resmi olmayan rakamlara<br />
göre ise % 20’lerin üzerinde seyrettiği<br />
bilinen Türkiye’de işsizliğin ortadan<br />
kaldırılması ancak ve ancak sosyalizm<br />
koşullarında mümkündür. Bunun için<br />
sosyalizm diyoruz… Bunun için sosyalizmi<br />
gerçeklik haline getirecek devrimden<br />
sözediyoruz…<br />
“Herkese yeteneğine göre,<br />
herkesten katkısına göre”<br />
Sosyalizm bir “asalaklar” toplumu değil;<br />
toplum refahı için çalışmanın görev sayıldığı<br />
bir toplumdur. Anayasasında “çalışmayana<br />
yemek de yok” ilkesinin yazıldığı<br />
bir toplumdur. Sosyalist sistemde<br />
geçerli olan; “herkese yeteneğine göre,<br />
herkesten katkısına göre” ilkesidir.<br />
Sosyalizmde, toplumun bütün üyelerinin<br />
çalışma yükümlülüğü vardır. Bu<br />
aynı zamanda emeğe ve çalışmaya karşı<br />
yaklaşımın değişmesi anlamına gelir.<br />
Kapitalist toplumun insanları zengin<br />
olmak, çalışmadan yaşamak hayalleri<br />
peşinde koşarken, sosyalist toplumda<br />
çalışarak, topluma katkıda bulunarak<br />
yaşamak onurlu bir görev sayılır. Çalışmak<br />
angarya değil, toplumsal yaşamın<br />
bir gerekliliğidir.<br />
Çalışmadan zengin olmanın özendirildiği,<br />
umutların milli piyangoya,<br />
totoya, “topçuluğa-popçuluğa” bağlandığı;<br />
bir avuç zenginin yaşamının<br />
çekici hale getirilerek toplumun insanlarının<br />
buna özendirildiği, “havada<br />
bulup tavada yeme”nin, vurgunun, üç<br />
kağıdın, kapkaçın, rantiyeciliğin, rüşvetin…<br />
vs. vb. geçer akçe olduğu Türkiye<br />
toplumunda bu çürümüşlüğün ve<br />
geleceksizliğin alternatifinin adıdır sosyalizm.<br />
Sosyalist bir Türkiye’de herkes<br />
toplumun daha zenginleşmesi için çalışacaktır.<br />
Çalıştığı oranda yaratılan zenginlikten<br />
payını alacaktır. Sosyalizmde<br />
her birey kapitalist toplumun aksine<br />
kendi geleceğini toplumun geleceğiyle<br />
özdeşleştirecek ve bireysel kurtuluşun<br />
yerini toplumsal kurtuluş alacaktır.<br />
Bunun için sosyalizm diyoruz…<br />
Kadınların üretime ve<br />
toplumsal yaşama çekilmesi…<br />
Ekim Devrimi’nin en büyük özelliklerinden<br />
biri Çarlık Rusyası döneminde<br />
ikinci, üçüncü sınıf vatandaş görülen<br />
kadınlara hukuksal ve sosyal eşitliğin<br />
sağlanmasının yolunu açmış olmasıdır.<br />
Sosyalizmde kadınlar kitleler halinde<br />
toplumsal üretici çalışmaya çekilmiştir.<br />
Kadınların üretici çalışmaya çekilmesi,<br />
işçi çocuklarının bakımı ve eğitiminin<br />
toplumsal olarak çözülmesi temelinde<br />
olmuştur. Kreş ve çocuk yuvaları, tatil<br />
okulları; toplumsal beslenmeyi sağlayan<br />
kolektif mutfaklar... açılmış; bu<br />
alanda büyük atılımlar yapılmıştır.<br />
Bugün sınıfsal, ulusal, cinsel üçlü baskı<br />
altında yaşayan Türkiye toplumundaki<br />
emekçi kadının kurtuluşunun<br />
yolu devrimdedir; devrim sonrası kurulacak<br />
sosyalizmdedir. İşçi kadınlar sosyalist<br />
toplumda sözkonusu baskılardan<br />
kurtulmuş özgür bireyler olarak toplumsal<br />
gelişmeye erkek işçilerle birlikte<br />
eşit olarak katılacaklardır. İşçi kadınlar<br />
23
gündem<br />
24<br />
açısından sosyalizm sadece iş yaşamı<br />
açısından değil, toplumsal yaşamın her<br />
alanında bir özgürleşme ve kurtuluşun<br />
adıdır.<br />
Sosyalist toplumda işçi ve<br />
emekçi yığınların çalışma<br />
koşulları sürekli iyileşecektir.<br />
İnsanın insan üzerindeki sömürüsünü<br />
ortadan kaldırmayı ve insanca<br />
yaşamayı hedefleyen sosyalizm işçi ve<br />
emekçi kitlelerin çalışma koşullarının<br />
sürekli iyileştirilmesini bayrağına yazan<br />
bir toplumdur. Kapitalistlerin bütün<br />
kaygısı, “nasıl olur da işçileri daha<br />
fazla sömürürüz”dür. Sosyalist devletin<br />
çıkış noktası ama “işçileri nasıl olur da<br />
daha iyi koşullarda yaşatırız”dır. Çarlık<br />
Rusyasında işçiler günlük 10-12 saat<br />
çalışırken sosyalizm koşullarında iş saati<br />
genelde 7 saat, bazı işkollarında ise<br />
6 veya 5 saat olarak uygulandı.<br />
Sosyalizm koşullarında ücretler sürekli<br />
bir artış halindeydi; her beş yıllık<br />
kalkınma planında bu artış tespit ediliyordu.<br />
“Eşit işe eşit ücret” talebi sosyalizmde<br />
gerçekleştirilmiştir.<br />
Kapitalizmde kafa emeğinin temsilcilerinin<br />
önemli bir bölümü kol emeği ile<br />
çalışanları sömürmek için kullanılmaktadır.<br />
Sosyalizmin zaferiyle kafa emeği<br />
ile kol emeği arasındaki karşıtlığının<br />
çözülmesi yönünde önemli adımlar<br />
atılmıştır.<br />
Sosyalist işletmelerde işçiler kapitalist<br />
patron için değil, kendileri için üretmektedirler.<br />
Ve “üreten biziz yöneten<br />
de biziz” ilkesi gerçekleşmiştir.<br />
Sosyalizmde işçi ve emekçilerin konut<br />
sorunu çözülmüştür. Bu konuda<br />
kapitalist toplumda yaşanan olumsuz<br />
koşullar sosyalist toplumda özel önlemlerle<br />
de ortadan kaldırılmış; toplu<br />
konut yapımıyla sorunun üstesinden<br />
gelinmiştir.<br />
Sosyalizmde işçi ve emekçilere dinlenme<br />
hakkı tanınmaktadır. Sekiz saatlik<br />
işgünü anayasal bir maddedir ve<br />
ama işgününün giderek kısaltılması<br />
hedefi sözkonusudur. Dinlenme hakkının<br />
bir parçası da ücretli yıllık iz<strong>indir</strong>.<br />
İşçilerin sağlık ve sosyal ihtiyaçlarını<br />
karşılamak üzere sanatoryumlar, tatil<br />
ve kür alanları, spor alanları… olanakları<br />
yaratıldı.<br />
Hastalanma ve işgücünü kaybetme<br />
durumunda devlet işçinin tüm sağlık<br />
masraflarını karşılamakta (sosyal<br />
sigorta), emeklilik hakkını garantilemektedir.<br />
Eğitim hakkı ve emeğin kalifiyeleştirilmesi<br />
işçiye devletçe tanınan<br />
haklar arasındadır.<br />
Kapitalizmde üretim tekniğinin geliştirilmesi<br />
sadece ve sadece daha fazla<br />
sömürü vaadettiğinde gündeme gelmektedir.<br />
Dikkatinin merkezinde “insan”<br />
olan sosyalizmde işçi sağlığını ve işçinin<br />
çalışma koşullarını iyileştirmek merkezde<br />
durduğundan üretim tekniğinin<br />
yenileştirilmesi sürekli gündemdedir.<br />
Üretimin modernleştirilmesi sonucu iş<br />
koşullarının iyileştirilmesi, bununla bağıntı<br />
içinde iş kazalarında düşüş sosyalizmin<br />
kazanımları arasındadır.<br />
Yukarıda sosyalist iktidarla işçilerin<br />
yaşam koşulları açısından kazandıklarından<br />
sadece bazılarını aktardık. Şüphesiz<br />
bu örnekler daha da çoğaltılabilir.<br />
Bu yaşanan deneyimler ışığında çeşitli<br />
ulus ve milliyetlerden Türkiye<br />
işçileri açısından sosyalist toplum düzeniyle<br />
kazancın neler olabileceğini<br />
tahmin etmek zor olmasa gerek… Kapitalist<br />
boyunduruk altında ücretli köleler<br />
olarak patronun daha fazla kârı, en<br />
fazla kârı için günde en az sekiz saat,<br />
çoğunlukla çok düşük ücretlerle 10-12<br />
saat çalışan, mesai adı altında ek bir<br />
çalışmayla daha fazla sömürülen bir ülkenin<br />
insanlarıyız. Aynı işi yaptığımız<br />
halde aynı işe farklı ücretler aldığımız,<br />
bazen bu yüzden kızgınlığımızı bu<br />
işi yapan patronlara değil birbirimize<br />
karşı gösterdiğimiz iş koşullarına sahibiz.<br />
İş bulabildiğimiz için sevindiğimizden<br />
çoğunlukla “eşit işe eşit ücret”i<br />
düşünenimiz bile çok az… Patronların<br />
daha fazla kârı için çoğunlukla sigortasız<br />
çalıştırılıyoruz…<br />
Peki köle gibi çalışmamızın karşılığı<br />
ne<br />
Çok az bir ücret; yüksek kira ödediğimiz<br />
izbe evler, hastalandığımızda en<br />
iyi halde “yeşil kart” karşılığında hastane<br />
kapısında sürünmek, ölmek; kötü<br />
iş koşullarında bir iş kazası sonucu<br />
sakatlığa ve açlığa mahkumiyet… vb.<br />
vb. Dinlenme hakkı, sosyal, kültürel,<br />
sanatsal olanaklardan yararlanmak<br />
da ne demek Bir turizm ülkesi olan<br />
Türkiye’de tatil bir işçi açısından lüks!<br />
Sanata, sosyal etkinliklere katılmak, işçinin<br />
kendisini yetkinleştirmesi vs. ne<br />
demek Gereksiz! Eğer ertesi günü işe<br />
gitme diye bir derdin yoksa, yorgunluktan<br />
ayakta durabilecek kadar mecalin<br />
Enternasyonal<br />
varsa otur televizyon seyret! Böylece kapitalist<br />
toplum senin emeğini sömürme<br />
yanında bilincini de esir alsın! Üretenlerin<br />
yönetmesi mi Gerek yok! Patronların<br />
çıkarlarını, onların düzenlerini<br />
savunan siyasetçiler dururken “ayak takımının”<br />
yönetimde söz sahibi olması<br />
da neymiş En iyi halde bu toplumda<br />
işçilere, emekçilere yönetim bâbından<br />
biçilen görev, seçim dönemlerinde sandık<br />
başına gitmek ve varolan düzen partilerine<br />
oy vermektir… Bunun adı da<br />
demokrasi oluyor!!!<br />
Kapitalist toplumun Türkiye işçilerine<br />
sunduğu kabaca bunlar!<br />
Geçtiğimiz yıllardaki yaygın deyimiyle<br />
“iki ayrı Türkiye”de yaşıyoruz…<br />
Yokluğun, yoksulluğun, açlığın ve sefaletin<br />
kol gezdiği ezilenlerin Türkiyesi…<br />
Diğer yanda ezilenlerin hayal bile edemediği<br />
koşullarda, zevk ve sefa içinde,<br />
şatafat içinde yaşayanların Türkiyesi…<br />
Böyle iki farklı Türkiye’den ezilenlerin<br />
yararına kurtuluşun yolunun adıdır<br />
devrim… Devrim yeni bir düzenin,<br />
sosyalizmin yolunu açacaktır.<br />
Kapitalistlerin el koyduğu zenginliğin<br />
hakça dağıtılması, toplumun bir<br />
bütün olarak zenginlikten pay almasının<br />
adıdır sosyalizm! Sosyalist bir Türkiye’de<br />
işçilerin yaşam koşullarının<br />
kısa sürede bugünkünün birkaç misli<br />
yükselmesi mümkündür. Salt iş günü<br />
açısından bile bugünkü toplumdan<br />
farklı olacaktır sosyalizm. Zenginler<br />
için bugün “normal” olan, fakirler için<br />
bir “hayal” sayılabilecek sağlık, eğitim,<br />
ulaşım, dinlenme vb. vb. koşullar hızla<br />
düzeltilebilir şeylerdir. Ama sosyalizmde!<br />
Sadece yaşam koşulları mıdır<br />
sosyalizmle düzelecek olan Hayır, elbette<br />
değil! Sosyalist toplumda işçidir<br />
yönetecek olan… İşçidir yöneteni denetleyebilecek<br />
olan… Şeffaf olan toplumun<br />
adıdır sosyalizm…<br />
Üretim verimliliğinin arttırılması<br />
Kapitalist toplumlarda üretim verimliliğinin<br />
arttırılması emeğin korkunç<br />
sömürüsü temelinde gerçekleşir. Sosyalizmde<br />
üretimin verimliliğinin arttırılması<br />
kendisi için çalıştığının bilincinde,<br />
özgür insanların kolektif çabalarının<br />
ürünüdür. İşletme kolektiflerinde<br />
işçiler, aktif olarak sosyalist üretimin<br />
planlamasına, hedeflerine ve uygulanmasına<br />
katılmaktadırlar.<br />
Bugün Türkiye’de işçi, tüm kapitalist<br />
ülkelerde olduğu gibi makinanın bir<br />
uzantısı haline getirilmiştir. Patronların<br />
işçiden istediği onların özgür düşünceden,<br />
kolektif yaratıcılıktan uzak, uysal<br />
köleler halinde çalışmasıdır. Kapitalist<br />
toplum işçinin kendisine, kendi gerçekliğine<br />
yabancı kalmasını sağlar…<br />
Sosyalist bir Türkiye’de bu durum tersine<br />
dönecektir… İşçi kendi devletinin,<br />
kendi düzeninin çıkarının bilincinde,<br />
kolektif çalışma içinde sosyalizmin geliştirilmesi<br />
için, kendi toplumunun gelişmesi<br />
için çalışacaktır. Kendi gerçekliğinin,<br />
gücünün farkına varmasıyla işçi<br />
sömürüden uzak, kâr için değil, toplumun<br />
çıkarı için, özgür iradesiyle çalışacaktır…<br />
Sosyalist toplum işçilerin<br />
kültürel seviyesinin sürekli<br />
yükselmesinin maddi<br />
koşullarını sağlar<br />
Sosyalizmde üretimin verimliliğinin<br />
arttarılması doğrudan işçilerin kültürel<br />
seviyesinin artmasıyla ilişkilidir.<br />
Her toplum kendi iş disiplinini yaratır.<br />
Köleci toplumda köle sahipleri kırbaçla<br />
insanları çalışmaya zorluyorlardı. Kapitalist<br />
toplumda açlık ve işsizlik korkusu<br />
ücretli çalışma disiplinini zorla<br />
dayatmaktadır. Sosyalist toplumda ise<br />
çalışma disiplini insanların toplum için<br />
çalışma gerekliliğini kavraması, insan<br />
onuruna saygı ve kişisel çıkarların kolektif<br />
çıkarlara bağlı olarak ele alınması<br />
üzerinde yükselir.<br />
Kültür ve bilinç seviyelerinin sürekli<br />
artışını temel alan sosyalist toplumda<br />
işçiler makinanın bir parçası olmaktan<br />
çıkarlar. Onlar artık üretimin gözetleyicisi<br />
ve denetleyicisidir. Kalifiyelileştirmenin<br />
sürekliliğinin sağlandığı koşullarda<br />
kapitalist toplumda egemen olan<br />
örneğin teknisyen ve basit bant işçisi<br />
arasındaki ayrım da ortadan kalkar,<br />
teknik bilgiye sahip işçiler, bizzat üretim<br />
tekniğinin yenileyicisi olurlar.<br />
Türkiyeli işçiler de sosyalizm koşullarında<br />
tüm bu olanaklara sahip olacaklardır.<br />
Tüm bu söylenenler olmayacak şeyler<br />
değildir; hayal değildir… Gerçekleşebilir<br />
olan, gerçekleşecek olan şeylerdir…<br />
Ve ücretli köleliğin ortadan kaldırılması<br />
için, insanca bir yaşam için<br />
mutlaka gerçekleştirilecektir!<br />
İşçiler için gelecek sosyalizmdedir!<br />
Sosyalizm gelecektir!<br />
16 Eylül 2005 ✓
okuyucu mektubu ✉<br />
BİR İŞKENCE ÖYKÜSÜ ÜZERİNE - II<br />
Öğlen saatlerinde bir genç geliyor.<br />
Hücrenin kapısını açıyor.<br />
Konuşmak istediğini söylüyor<br />
ve nezarethane polisine yalnız<br />
konuşmak istediğini söylüyor. Kim olduğunu<br />
soruyorum. Burada çalıştığını<br />
ve avukat olmadığını söylüyor. Bana<br />
bilgisayarı nasıl kullandığımı soruyor.<br />
Ben bilgisayarı fazla bilmediğimi,<br />
sadece yazabilecek kadar bir bilgimin<br />
olduğunu söylüyorum. Bir ihtiyacın<br />
olursa, benimle konuşabilirsin diyor.<br />
Gecenin ilerleyen saatlerinde gel<br />
diye sesleniyorlar. Gözlerim bağlandıktan<br />
sonra, nezarethane polislerinin<br />
odasına götürülüyorum. Biri bana<br />
enigma programının şifresini soruyor.<br />
Bilmiyorum cevabından sonra, ‘ulan<br />
yavşak ben internetten şifre programını<br />
<strong>indir</strong>ir çözerim’ diyor. Amacının<br />
fazla uğraşmak olmadığını da ekliyor.<br />
Şifreyi bilmediğimi ve bilgisayardan<br />
da anlamadığımı söyledikten sonra,<br />
hücreye geri dönüyorum.<br />
Öğlen sonu Yeşilyurt Devlet<br />
Hastanesi’ne kontrole götürüyorlar.<br />
Dayanılmaz acılar yaşıyorum. Başımda<br />
korkunç bir ağrı var. Yürümede zorlanıyorum.<br />
Muayene eden doktor sadece<br />
sırt ve göğüs bölümüne bakıyor. Bu işlem<br />
bir dakika bile sürmüyor. Doktor<br />
şikayetin var mı diye soruyor. Olanları<br />
kısaca anlatıyorum. Başımın çok ağrıdığını<br />
ve kendi paramla bir ağrı<br />
kesici almak istediğimi söylüyorum.<br />
Biz ilaç veremeyiz, eczaneden alırsın<br />
diyor. Durumu polislere anlatıyorum.<br />
Eczaneden bir ağrı kesici almak istediğimi<br />
söylüyorum. Nezarethane polisinden<br />
alırsın diyorlar. Sonuçta ilaç<br />
alamıyorum. Ağrılarımla baş başa kalıyorum.<br />
12 Temmuz 2002: Günlerden Cuma<br />
olduğunu biliyorum. Bugün savcılığa,<br />
çıkarabileceklerini düşünüyorum.<br />
Ama bir türlü gelen olmuyor. Öğlen<br />
sonu hücreden alınıyorum. Nereye gideceğimi<br />
soruyorum. Polis “parmak<br />
izi alınacak” şeklinde yanıt veriyor.<br />
Alt katlardan birine iniyoruz. Önce<br />
parmak izi alınıyor, resim çekiliyor<br />
ve kamera kaydı yapılıyor. İşlemler<br />
tamamlandıktan sonra geri hücreye<br />
dönüyorum. Cuma günü sorguya götürmüyorlar.<br />
Gecenin ilerleyen saatlerinde,<br />
hücrenin kapısı açılıyor. Bir polisin<br />
elinde kağıt ve kalem var. “Bunu<br />
imzala” diye sesleniyor. Okumadan<br />
imza lamayacağ ımı söylüyorum.<br />
Kağıdı okuyorum. Hakkımda yazılan<br />
düzmece bir ifade tutanağı olduğunu<br />
anlıyorum. İmzalamayacağımı<br />
“İmzalayacaksın” diye bağırıyor. Kolunu kaldırıyor,<br />
vuracakmış gibi yapıyor. İmzalamayacağımı<br />
söylüyorum. O esnada nezarethane görevlisi geliyor.<br />
Polise gel diye sesleniyor. Adam hücreden çıkıyor,<br />
kapının önünde nezarethane görevlisine, “yahu bunda<br />
ne var, bunu bile imzalamıyor” diye sitem ediyor.<br />
söylüyorum. “İmzalayacaksın” diye<br />
bağırıyor. Kolunu kaldırıyor, vuracakmış<br />
gibi yapıyor. İmzalamayacağımı<br />
söylüyorum. O esnada nezarethane<br />
görevlisi geliyor. Polise gel diye sesleniyor.<br />
Adam hücreden çıkıyor, kapının<br />
önünde nezarethane görevlisine, “yahu<br />
bunda ne var, bunu bile imzalamıyor”<br />
diye sitem ediyor.<br />
13.07.2002: Günlerden Cumartesi.<br />
Bugün DGM’ye çıkarılacağımızı düşünemiyorum.<br />
Bir polis çağırıyor.<br />
Fotoğrafımı çektikten sonra, yeniden<br />
hücreye dönüyorum. Saat 11’e doğru<br />
hücreden çıkarılıyorum. Mahkemeye<br />
çıkarılacağımız söyleniyor. Eşyalarım<br />
geri veriliyor. Eşyaları geri aldığıma<br />
dair imza atıyorum.<br />
Beni yeniden hücreden alıyorlar,<br />
mahkemeye çıkarılacağımız söyleniyor.<br />
Polisler bir koşturma içerisinde<br />
bulunuyorlar. Şube Müdürü polislere<br />
emir veriyor. Her ekibin bir numarası<br />
var. O numaralarla birbirlerine hitap<br />
ediyorlar. Gözaltındaki insanları sıraya<br />
diziyorlar. Aralarında iletişimin olmaması<br />
için özel bir çaba harcıyorlar. İlk<br />
önde ben duruyorum. 2. ve 3. sırada iki<br />
kadın arkadaş yer alıyor. 3. sırada yer<br />
alan kadın arkadaş çok bitkin görünüyor.<br />
Bu arada polisler, üstünde polis<br />
yazılı yelekler giyiyor. Koluma iki polis<br />
giriyor, merdivenlerden aşağı iniyoruz.<br />
Kapı önünde televizyon kameraları bir<br />
sıra oluşturmuş, dışarı çıkmamla birlikte<br />
Şube Müdürü, beni çekmeleri için<br />
işaret ediyor. Yüzümü kapatmaya çalışıyorum,<br />
ama her yönden çekim yapılıyor<br />
ve flaşlar patlıyor. Minibüse biniyoruz.<br />
Minibüsün kapısına geliyor kameralar.<br />
Mehmet Bey ne diyorsunuz<br />
diye soruyorlar. Konuşacak bir şeyimin<br />
olmadığını söylüyorum. Bir şey hemen<br />
dikkatimi çekiyor. Gazeteciler ismimi<br />
biliyor. Demek ki polisler ismimi daha<br />
önce gazetecilere vermiş. Sıraya göre<br />
şubeden çıkan kişilerin kim olduğunu<br />
gazeteciler biliyor. Bindiğim arabaya<br />
iki kadın arkadaş da b<strong>indir</strong>iliyor.<br />
Araba hareket ediyor. Yeşilyurt Devlet<br />
Hastanesine geliyoruz. 10 kişinin doktor<br />
muayenesine girip çıkması 13 dakika<br />
sürüyor. İçeri girdiğimde doktor,<br />
tişörtü kaldır diyor. Sırt ve göğüs bölümüne<br />
bakıyor. ‘Darp ve cebir izi yoktur’<br />
yazısını rapora yazıyor.<br />
Hastaneden sonra DGM’ye doğru<br />
yola çıkıyoruz. DGM’ye geldiğimizde<br />
arabadan iniyoruz. Duvarın ön cephesinde<br />
sarmaşıklardan oluşan bir yeşillik<br />
var. Ekip başı bana ‘bak ne güzel bir<br />
yeşillik’ diye sesleniyor. Evet öyledir diyorum.<br />
DGM’ye çıkıyoruz. 10 kişi yuvarlak<br />
bir daire şeklinde oturtuluyor.<br />
Kimisi bankta, kimisi yerde oturuyor.<br />
İki kişinin arasına bir sivil polis oturuyor.<br />
Hiç kimsenin bir biri ile konuşmaması<br />
için uyarıyorlar. Göz temasının<br />
sağlanmasını bile istemiyorlar. Sigara<br />
içenlere, sırayla sigara içmelerine izin<br />
veriyorlar. Polisler, döner almak için<br />
bir polisi görevlendiriyorlar. Bizler için<br />
de, para verilirse alabileceklerini söylüyorlar.<br />
Bütün arkadaşlar paralarını<br />
vererek, döner ısmarlıyorlar.<br />
Sırasıyla iki savcı ifade alıyor. Sırası<br />
gelen bir üst kata çıkıyor. Sıram geldiğinde<br />
ben de savcıya çıkıyorum.<br />
“Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan/<br />
Türkiye)” örgütü ile hiç bir ilgimin olmadığını,<br />
hakkımda öne sürülen iddiaları<br />
reddettiğimi ve ‘Terörle Mücadele<br />
Şubesi’nde susma hakkımı kullandığımı<br />
belirttikten sonra, ifadeyi imzalıyorum.<br />
İfadeler alınmaya devam ediliyor.<br />
Bulunduğumuz salonun kapısında<br />
aniden, avukat olduğunu söyleyen ve<br />
müvekkili ile görüşmek istediğini belirten<br />
bir bayan görünüyor. Polisler<br />
önce şaşırıyor, sonra hayır görüşemezsin<br />
şeklinde tavır takınıyorlar. Bayan<br />
avukat ile birlikte başka avukatların da<br />
olduğunu farkediyoruz. Polisler kendi<br />
aralarında, bunlar nerden geldi, nasıl<br />
haberleri oldu şeklinde konuşuyorlar.<br />
Polislerin amiri olduğu belli olan biri,<br />
‘Cumhurbaşkanı gelse bile görüştürmem’<br />
diyor. Daha sonra bayan avukat<br />
müvekkili ile kısa bir görüşme yapıyor.<br />
Bu kısa görüşme, polislerin tacizi altında<br />
gerçekleşiyor. Görüşme odasından<br />
dışarıya çıkıldığında, ben avukat<br />
arkadaşa; Salı gününden beri gözaltında<br />
olduğumu, işkence gördüğümü,<br />
aileme haber verilmediğini ve avukat<br />
isteğimin yerine getirilmediğini belirterek,<br />
hukuki yardım talebinde bulundum.<br />
Ailemin telefonunu vererek,<br />
haber verilmesini rica ettim. Avukat<br />
arkadaş ile konuşmak isteyen diğer<br />
sanıklar polisler tarafından engellendiler.<br />
İfadelerin alınmasından sonra dört<br />
arkadaş serbest bırakıldı. Ben ve diğer<br />
beş arkadaş, DGM yedek hakimi izinli<br />
olduğundan, tutuklanma talebi ile 3.<br />
Sulh Ceza Hakimliğine sevkedildik.<br />
Konak Adliye binasına geldiğimizde,<br />
avukatların da geldiğini gördük. İzmir<br />
Barosu’nun görevlendirdiği dört avukat<br />
(Çetin Bingölbalı, Metin Erçağlar,<br />
Muammer Kopaç, Ayşe Kuru) hakime,<br />
dosyanın içeriğini bilmediklerini,<br />
sorgu öncesi sanıklar ile konuşmak<br />
istediklerini belirttiler. Hakim uzun<br />
sürmemesi kaydıyla, avukatların sanıklar<br />
ile görüşmelerine izin verdi.<br />
İzmir 3. Sulh Ceza Hakimliğindeki<br />
sorgu sırasında bana yapılan işkence ve<br />
kötü muameleyi anlattım. Sorguda bulunan<br />
İzmir Barosu’nun görevlendirdiği<br />
avukatlar yapılan işkence ve kötü<br />
muamelenin tespiti için Adli Tıbba<br />
sevkimi talep ettiler. Ayrıca ‘Terörle<br />
Mücadele Şubesi’ görevlileri hakkında<br />
da mahkemece suç duyurusunda bulunulmasını<br />
talep ettiler. Ancak 3. Sulh<br />
Ceza Hakimliği ileri sürülen bu talepler<br />
için, “DGM Savcılığınca değerlendirilmesi”<br />
gerektiğini belirterek, adli<br />
tıbba sevk ve suç duyurusu taleplerini<br />
reddetti.<br />
‘Terörle Mücadele Şubesi’nde olanları<br />
bir kez daha özetlemek gerekirse:<br />
Ben dört gün boyunca İzmir Bozyaka<br />
‘Terörle Mücadele Şubesi’nde fiziki<br />
ve psikolojik işkencelere maruz kaldım.<br />
Kuvvetli bir ışık altında havasız<br />
bir hücrede tutuldum. Aç ve uykusuz<br />
bırakıldım. Belli aralıklarla gözlerim<br />
bağlanarak sorgu odasına götürüldüm.<br />
Sorgu odasında dayak yedim.<br />
Göğsüme, sırtıma ve kafama darbeler<br />
aldım. Bin bir çeşit küfür ve hakarete<br />
uğradım. Çırılçıplak soyularak<br />
hayalarım sıkıldı. Beni zorla domaltarak<br />
tecavüz girişiminde bulundu-<br />
25
✉<br />
okuyucu mektubu<br />
26<br />
lar. Kaybetme tehdidinde bulundular.<br />
‘Terörle Mücadele Şubesi’, “Bolşevik<br />
Parti –Kuzey Kürdistan/Türkiye-“<br />
adlı örgütün üyesi olduğumu kabul<br />
etmemi, bir takım eylem ve sorumlulukları<br />
üstlenmemi istiyordu. Böyle bir<br />
örgütle ilgim ve alakam yoktu. Bundan<br />
dolayı da bana yöneltilen suçlamaları<br />
kabul etmem söz konusu olamazdı.<br />
Bu yüzden işkencecilerin bana yönelttikleri<br />
tüm suçlamaları geri çevirdim,<br />
ifade vermeyi reddettim.<br />
Gözaltına alındığımda yasal haklarımın<br />
ne olduğu, neden gözaltına alındığımı<br />
bana söylemediler. Aileme haber<br />
verme isteğim reddedildi. Avukat<br />
ile görüşme talebime olumsuz cevap<br />
verildi. Alman vatandaşı olmama rağmen,<br />
Alman Konsolosluğuna haber<br />
verme isteğim yerine getirilmedi.<br />
İfadelerin alınmasından sonra üç kişi<br />
daha serbest bırakıldı. Ben, Maksut<br />
Karadağ ve Hüseyin Habib Taşkın<br />
tutuklandık. Serbest bırakılan arkadaşlar<br />
ile vedalaştıktan sonra, polisler<br />
eşliğinde Buca Cezaevine doğru yol<br />
alıyoruz... Cezaevine girerken, iyice<br />
arandıktan sonra, giriş bölümünde kayıtlarımızın<br />
yapılması için bekliyoruz.<br />
Müdür odası hemen karşı tarafta yer<br />
alıyor. Bizi getiren ekibin şefi müdür<br />
ile konuşuyor. Bir sorun olduğu belli<br />
oluyor. Müdür bizi Buca Cezaevine<br />
almak istemiyor. Polisler de bizi teslim<br />
edip, bir an önce gitmek istiyorlar.<br />
İki jandarma da kayıt defterine kaydımızı<br />
yapmaya çalışıyor. Sarışın bir<br />
jandarma, diğerine diyor ki; bunların<br />
mesleğini ‘vatan haini’ diye yazalım!<br />
Bu jandarma bize hakaret etmeye başlıyor.<br />
“Sizin siyasi görüşünüz nedir”<br />
diye soruyor. Siyasi görüşümün olmadığını<br />
söylüyorum. Müdürle yapılan<br />
konuşmalar ertesinde, Buca Cezaevine<br />
alınmayacağımız netleşiyor. Kırıklar<br />
F-Tipi cezaevini arıyorlar. Oradan gelen<br />
olumlu yanıt üzerine, tekrar yola<br />
çıkıyoruz.<br />
Dolmuşu kullanan polis sürekli konuşuyor.<br />
Güya bize nasihat veriyor!<br />
Nasıl bir avukat tutmamız gerektiğini<br />
anlatıyor! Siyasi davalara bakan avukatların<br />
paracı olduğunu, ideolojik görüşlü<br />
avukat tutmamamız gerektiğini,<br />
normal bir avukat tutmanın bizim yararımıza<br />
olacağını söylüyor. Takriben<br />
saat 22.00. Yol güzergahında insanların<br />
piknik yaptığını, eğlendiğini görüyoruz.<br />
Aynı kişi şimdi ‘buralarda<br />
rakı içmek varken, cezaevine gitmenin<br />
doğru olamayacağını’ söylüyor. Habib<br />
Taşkın’a; “Habib, koğuşun ağası sen<br />
olursun” diyor. Peşinden “yok yok koğuşun<br />
ağası Mehmet olur” diyor. Ben<br />
koğuş ağası olmak istemediğimi söyledikten<br />
sonra, polis söylemek istediği<br />
esas şeyi söylüyor. “Yahu” diyor,<br />
“Mehmet sen hala inkar ediyorsun, biz<br />
senin kim olduğunu ve ne iş yaptığını<br />
biliyoruz”.<br />
F Tipi cezaevinin önüne geliyoruz.<br />
Polis bana “Mehmet pişman mısın”<br />
diye soruyor. Ben pişmanlık duyacak<br />
hiç bir şey yapmadığımı söylüyorum.<br />
Polis, “bak geldik cezaevine gireceksin,<br />
hala inkar ediyorsun” diyor. Aynı<br />
şeyleri söylüyorum: Pişmanlık duyacak<br />
hiç bir şey yapmadığımı ve örgüt<br />
vb. şeylerle ilgimin olmadığını söyledikten<br />
sonra arabadan iniyoruz.<br />
İçeri giriyoruz. Önce jandarmada<br />
kaydımız yapılıyor. Daha sonra cezaevi<br />
yönetim odasına alınıyorum.<br />
Soyundurarak arama yapıyorlar.<br />
Üzerimizde var olan eşyaların tutanağını<br />
tutuyorlar. Bizi getiren ekipten<br />
bir şikayetimizin olup olmadığını soruyorlar.<br />
Bir şikayetimin olmadığını<br />
belirttikten sonra, tecrit denilen bir<br />
odaya alıyorlar. Pazartesiye kadar burada<br />
kalacaksın diyorlar. Diğer iki arkadaş<br />
da ayrı bir hücreye alınıyor.<br />
Tecrit denilen hücrede dört tane<br />
ranza ve yatak var. Başka hiç bir şey<br />
yok. Battaniye ve nevresim veriyorlar.<br />
Pazartesi günü parmak izi alınıyor.<br />
Resim çekiliyor ve sosyal hizmet uzmanları<br />
ile görüşme yapıldıktan sonra,<br />
koğuşlara çıkarılacağımız söyleniyor.<br />
Diğer iki arkadaşla birlikte kalıp kalmayacağımı<br />
soruyorlar. Birlikte kalacağımı<br />
belirtiyorum. 15.07.2002 tarihinde<br />
koğuş dedikleri, aslında hücre olan C<br />
Bloka çıkarılıyoruz. Kantin listesi veriyorlar,<br />
alışveriş yapabileceğimizi söylüyorlar.<br />
İlk anda ihtiyaçlarımız olan<br />
eşyaları ısmarlıyoruz. Dışardan hiç<br />
bir şeyin alınmasına izin verilmediği<br />
için, kantinden alınması gerekenleri<br />
alıyoruz. Hücremizi kontrol ediyoruz.<br />
Temizlik yapmaya başlıyoruz. Tıraş olmaya<br />
başlıyorum. Birden kapı çalıyor.<br />
Avukat geldi diyorlar. Tıraşı yarım bırakarak<br />
hücreden çıkıyorum. Ziyarete<br />
Çetin Bingölbalı, Muhammer Kopaç ve<br />
Ayşe Kuru’nun geldiğini görüyorum.<br />
Avukatlarla görüştükten sonra hücreye<br />
dönüp, yarım kalan işleri tamamlamaya<br />
çalışıyorum.<br />
16 Temmuz 2002: Gardiyanlar sürekli<br />
gelip, çifte vatandaş olup olmadığımı<br />
soruyor. Ben çifte vatandaş<br />
olmadığımı, Alman vatandaşı olduğumu<br />
söylüyorum. Anlamıyorlar, ya<br />
da anlamak istemiyorlar. Türk kimliğimin<br />
olup olmadığını soruyorlar.<br />
Türk kimliğimin olmadığını, Alman<br />
kimliğinin de kendilerinde olduğunu<br />
belirtiyorum.<br />
Kapı açılıyor, gel diyorlar. Müdür yardımcısı<br />
olduğunu tahmin ettiğim birisi<br />
ile konuşuyorum. Ona Alman vatandaşı<br />
olduğumu söylüyorum. “O zaman” diyor,<br />
“seni ayrı odaya alacağız”. Nedenini<br />
soruyorum. Cezaevi tüzüğüne göre;<br />
yabancıların ayrı kalması gerektiğini,<br />
cezaevinde başka yabancı olmadığı için<br />
de yalnız bir odada kalacağımı belirtiyor.<br />
İtirazlarım üzerine, “O zaman bir<br />
dilekçe yaz” diyor. Bir dilekçe yazıyorum.<br />
Alman vatandaşı olmama rağmen,<br />
Türk kökenli olduğumu, Türkçe<br />
bildiğimi, uyumlu bir insan olduğumu<br />
ve arkadaşlarla kalmak istediğimi yazıyorum.<br />
17.07.2002 tarihinde, dilekçenin<br />
cevabının olumsuz olduğu belirtilerek,<br />
dört ay yalnız kalacağım ayrı bir hücreye<br />
alınıyorum.<br />
Olayın perde arkasını daha sonra<br />
öğreniyorum. DGM savcılığında,<br />
yakınlarıma haber vermesi için Av.<br />
Ayşe Kuru’ya telefon numarasını vermiştim.<br />
Olayı öğrenen kardeşim Baki<br />
Desde apar topar İzmir’e geliyor. İlk<br />
olarak Alman Konsolosluğuna gidip<br />
durumu anlatıyor. F-Tipi cezaevinde<br />
olduğumu söylüyor. Bunun üzerine<br />
Alman Konsolosluğu, F-Tipi Cezaevini<br />
arayarak, bilgi istiyor. Cezaevi yetkilileri,<br />
Alman vatandaşı bir kişinin cezaevinde<br />
olmadığını söylüyorlar. Alman<br />
Konsolosluğunun Cezaevine yazılı<br />
başvurusu sonucu, Alman vatandaşı<br />
olan bendenizin orada olduğumu kabul<br />
ediyorlar.<br />
F-Tipi denilen ve bu ülkenin Adalet<br />
Bakanı tarafından ‘lüks otel’ olarak<br />
adlandırılan bir cezaevinde yedi ay<br />
kaldım. Bunun dört ayını, yalnız başına<br />
bir hücrede geçirdim.<br />
Siz hücrede yaşamı bilir misiniz<br />
Günlerce değil, aylarca değil, yıllarca<br />
gri duvarlara bakıp yaşayacaksınız.<br />
İradeniz dışında her zaman bir mazgaldan<br />
gözetleneceksiniz! İstediğiniz kitabı<br />
okuyamayacaksınız! Paranız yoksa<br />
veya izin verilmiyorsa bir televizyon<br />
seyredemezsiniz! Buzdolabı alamazsınız!<br />
Aydınlanma yerine bir denetim<br />
aracına dönüştürülen ampulünüze bile<br />
hükmedemezsiniz! Arkadaşlarınızla<br />
görüşemezsiniz! Havalandırmaya tek<br />
başınıza çıkmayı veya her an birilerinin<br />
gelip sizi böyle yapayalnızken alıp<br />
götürme veya karşınıza dikilip sizden<br />
belli taleplerde bulunabilme olasılığı<br />
ile yaşarsınız.<br />
13.7.2002 tarihinde tutuklanarak,<br />
Kırıklar F Tipi hapishanesine konuldum.<br />
15.07.2002 tarihinde cezaevinde<br />
avukatım Ayşe Kuru ile yaptığım görüşmede<br />
işkence ve kötü muamele ile<br />
ilgili şikayetlerimi tekrarlayarak, gerekli<br />
işlemlerin yapılmasını istedim.<br />
Adli Tıpa sevkimin sağlanması için de<br />
yazılı başvuru yaptım.<br />
Avukatım Ayşe Kuru 18.07.2002<br />
tarihli bir dilekçe i le Cezaev i<br />
Savcılığından işkence iddiaları ile ilgili<br />
olarak bir üniversite hastanesine sevkimin<br />
yapılmasını istedi. Ancak hastaneye<br />
sevk talebi yerine getirilmedi.<br />
İşkence iddiaları ile ilgili olarak,<br />
İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı,<br />
2002/29808 hazırlık nolu bir soruşturmayı<br />
resen başlattı. Ancak bu soruşturma<br />
sonucunda sadece benim<br />
ifadem alınarak ve başka hiçbir işlem<br />
yapılmaksızın 09.09.2002 tarihinde<br />
takipsizlik kararı verildi. Avukatım<br />
Çetin Bingölbalı’nın yaptığı 2. Suç duyurusuna<br />
da 2002/33336 hazırlık nolu<br />
suç duyurusu hakkında takipsizlik kararı<br />
verildi. Açılan iki tane soruşturma<br />
dosyasında sanık polislerin ifadeleri<br />
alınmadı ve soruşturma derinleştirilmedi.<br />
Tüm girişimlere rağmen işkence<br />
izlerinin tespiti için tam teşekküllü bir<br />
hastaneye sevkim yapılmadı. Bir üst<br />
mahkeme olan Karşıyaka Ağır Ceza<br />
Mahkemesi, takipsizlik kararlarına<br />
itirazlarımızı reddetti. Bu sebeple iç<br />
hukukta gidilecek başka yol kalmadığından<br />
AİHM’ne başvuru yapıldı.<br />
B e n A l m a n v a t a n d a ş ı y ı m .<br />
Gözaltında gördüğüm işkence ve kötü<br />
muamele ile ilgili olarak, İzmir Federal<br />
Almanya Başkonsolosluğu’na bilgi verdim.<br />
Bana yapılan işkence ve kötü muamele<br />
için başkonsolosluğun girişimlerde<br />
bulunmasını talep ettim. Alman<br />
Başkonsolosluğu 22.10.2002 tarihinde<br />
faksla, İzmir 1 Nolu F Tipi Cezaevi<br />
Müdürlüğü’nden işkence ve kötü muamele<br />
görüp görmediğimin tarafsız<br />
bir kuruluş tarafından, örneğin Ege<br />
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi<br />
tarafından tıbbi muayenemin yapılarak<br />
bu konudaki kuşkuların giderilmesini<br />
talep etti.<br />
Başkonsolosluğun bu isteği karşısında<br />
Cezaevi Müdürlüğünce “tarafsız<br />
bir kuruluş tarafından tıbbi muayenesi<br />
konusu kurumumuz yetkisinde<br />
olmadığından” denilmek suretiyle<br />
23.10.2002 tarihinde İzmir Cumhuriyet<br />
Başsavcılığı’na söz konusu talep hakkında<br />
bilgi verilmiştir.<br />
İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı,<br />
2 5 .10 . 2 0 0 2 t a r i h i n d e A d a l e t<br />
Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri<br />
Genel Müdürlüğü’ne başvurarak,<br />
Başkonsolosluğun tarafsız bir kuruluş<br />
tarafından tıbbi muayenemin yapılması<br />
talebi karşısında bunun mümkün<br />
olup olmadığı konusunda “tereddüt<br />
edildiği” bildirilerek ve ne şekilde<br />
hareket etmeleri gerektiği konusunda<br />
bilgi istenildi. Adalet Bakanlığı Ceza<br />
ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü,<br />
İzmir Cumhuriyet Başsavcılığına<br />
30.10.2002 tarihli yazı ile Almanya<br />
Başkonsolosluğunun söz konusu faksının<br />
suç ihbarı niteliği taşımakta olduğu<br />
belirtilerek “... suç ihbarları hakkında<br />
Cumhuriyet Başsavcılığınızca<br />
ne şekilde işlem yapılıyor ise aynı şekilde<br />
işlem yapılması konusunda gereğinin<br />
yapılması” bildirildi. Bunun üzerine<br />
İzmir Cumhuriyet Başsavcılığınca<br />
31.10.2002 tarih, 2002/43882 hazırlık<br />
numarasıyla 3. hazırlık soruşturması<br />
başlatıldı.<br />
15.08.2005, MEHMET DESDE ✓<br />
(Devam Edecek)
ulmaca<br />
1<br />
2<br />
3<br />
4<br />
5<br />
6<br />
7<br />
8<br />
9<br />
10<br />
11<br />
12<br />
SOLDAN SA⁄A: 1– Mihayliç Vasiliyeviç … Rus<br />
bilgini ve yazar›. 1711’de Arhangels’te do¤du,<br />
1765’te Denisovka’da yaflam›n› yitirdi. Bir bal›kç›-<br />
n›n o¤luydu. 1730’da evden kaçarak Moskova’ya<br />
gitti. Bir kefliflin yard›m›yla Slav-Yunan-Latin akademisine<br />
kabul edildi. Ö¤renimini sürdürmesi için<br />
Almanya’ya gönderildi. Orada filozof ve matematikçi<br />
Wolff ile tan›flt›. Ama profesörlerden birisiyle<br />
münakafla ederek kaçt›. Zorla Prusya ordusuna<br />
al›nmak istedi, hapse at›ld›, oradan da kaçt›.<br />
1741’de Petersburg’a döndü, üniversiteye fizik ve<br />
kimya profesörü olarak atand›, bu tarihten itibaren<br />
verimli bir bilim adam› ve yazar oldu. Y›ld›r›m, havan›n<br />
tabiat›, elektrik, maddenin yap›s› üstüne<br />
önemli kuramsal çal›flmalar yapt›. M›srada vurgulu<br />
heceyi kullanarak Rus fliirine yenilik getirdi ve edebiyat<br />
dilini kilise dilinden kesin olarak ay›rd›. Rus<br />
Grameri isimli eseri bu türdeki ilk yap›tt›. Kilise Kitaplar›n›n<br />
Faydalar› Üstüne Önsöz, Belâgat adl›<br />
eserleri Rus edebiyat› için büyük kazançt›r. ‹lk modern<br />
fliirleri yazd› (Hotin’in Zapt› Üstüne Od). Yelizevata<br />
Petrovna zaman›nda saray flairi oldu. Çeflitli<br />
konularda odlar ve manzum mektuplar (Cam›n<br />
Faydalar› Üzerine) ve iki trajedi (Tamire ve Selim ile<br />
Demophon) yazd›. Bielinski’ye göre “edebiyaton<br />
büyük Petro’su” olan flair, Puflkin’in dedi¤i gibi<br />
Ruslar için “ilk üniversite” oldu. Moskova Üniversitesi<br />
bu flair ve bilginin giriflimiyle kuruldu; Tersi küçük<br />
bitki; 2– Büyüklük; Hayvanlar›n s›rt›na konulan,<br />
oturmak ve yük ba¤lamak için kullan›lan, iskeletli<br />
a¤açtan yap›lan bir çeflit yast›k; 3– Bir peynir<br />
türü; Erimifl bir parçan›n yüzeyini etkileyen pürüzlülük<br />
tipi; Eski dilde ay; 4– Genifllik; Bir tepe veya bir<br />
kayal›k içine do¤ru uzanan kovuk; Su; 5– Gümüfl;<br />
Bir nota; Eski dilde naz›mda “gibi” anlam›nda kullan›lan<br />
bir söz; 6– Yabanc›; Gökle ilgili; Uzunçalar<br />
simgesi; 7– Gerekli olan duruma karfl›t; 8– Erginlik;<br />
Teori; 9– ‹nmifl olan; Tersi, Mu¤la’n›n bir ilçesi;<br />
10– Tersi, gençli¤i veya tazeli¤i, körpeli¤i kalmam›fl;<br />
11– Eski bir uygarl›k; Eski dilde yemek; 12–<br />
‹van Sergeyeviç … Rus yazar›. 1818-1883 y›llar›<br />
aras›nda yaflad›. Toprak sahibi bir ailenin o¤luydu.<br />
Çocuklu¤unda köleli¤in kötü sonuçlar›n› gördü. ‹lkö¤renimini<br />
evinde gördükten sonra Petersburg<br />
Üniversitesi’ne girdi, Berlin’de yüksek ö¤renimini<br />
tamamlad›. Rusya’ya dönünce devlet memurlu¤u<br />
yapt›. Annesinin ölümü üzerine büyük bir mirasa<br />
kondu, topraklar›ndaki bütün köleleri azletti. Memuriyetten<br />
çekildi, kendisini edebiyata verdi. Bir<br />
süre Bat› Avrupa’da yaflad›. Yap›tlar›nda Rus toplumunu<br />
yans›tt›. ‹ki Dost, Han, ‹lk Aflk, Rudin, Bir As›lzade,<br />
Babalar ve O¤ullar, , Duman, S›¤›nt›, Avc›n›n<br />
Notlar› eserlerinden baz›lar›d›r.<br />
1<br />
2<br />
3<br />
4<br />
5<br />
6<br />
7<br />
8<br />
9<br />
10<br />
11<br />
12<br />
92. SAYIDAK‹ BULMACANIN ÇÖZÜMÜ<br />
YUKARIDAN AfiA⁄IYA: 1– Osmanl› tarihinde<br />
1818-1830 aras›ndaki döneme verilen ad. Bir dizi<br />
yenilik girifliminin de yap›ld›¤› dönemin esas özelli-<br />
¤ini saray ve varl›kl› kesimin sürdürdükleri e¤lence<br />
dolu yaflant›y› uç noktalara götürmeleri oluflturur.<br />
Dönem, Patrona Halil önderli¤indeki isyanla kapanm›flt›r;<br />
Bir müzik aleti; 2– A¤›r kokulu bir gaz;<br />
Nam, flan; Yüz, çehre; 3– Y›lan; Aleni; 4– Kemiklerin<br />
toparlak ucu; Güzel kokulu bir madde; Tak›m›n<br />
k›sa yaz›l›fl›; Tersi, bir a¤›rl›k ölçüsü; 5– Piflmanl›k;<br />
Bir cetvel türü; 6– Padiflah çad›r›; Kuzu sesi; Ö¤ütülmüfl<br />
tah›l; 7– Uzaya sald›¤› dalgalar›n bir cisme<br />
çarp›p yans›mas›n› alarak o cismin yerini bulan, genelde<br />
uçak ve gemilerde kullan›lan alet; 8– Nikolay<br />
Aleksayeviç … 1905-1936 y›llar› aras›nda yaflam›fl<br />
olan Sovyet yazar. Güç koflullar alt›nda geçen<br />
çocukluk döneminden sonra, serüven dolu bir<br />
hayat yaflad›, iç savafla kat›ld› ve Polonya’da yaraland›.<br />
Sonra Komünist Gençlik Örgütü’ne (Komsomol)<br />
girdi. Kör ve sakat olmas›na karfl›n bu örgütün<br />
manevi lideri oldu. Ve Çeli¤e Su Verildi roman›<br />
çok büyük bir baflar› kazand› ve ikiyüz bask›s› yap›ld›.<br />
Daha sonra F›rt›nan›n Yarat›klar› adl› bir romana<br />
bafllad›ysa da bitiremeden öldü; Tersi, bir besin<br />
maddesi; 10– Milimetre; Tarihte Bat› Anadolu’da<br />
Tralles (Ayd›n) kenti yak›nlar›nda bir yerleflim<br />
merkezi; 11– Eskiden beri yap›lagelen; Akdeniz<br />
bölgesinde bir akarsu; 12– Günümüz romanc›lar›ndan.<br />
1952’de ‹stanbul’da do¤du. Ortaö¤renimini<br />
Robert Kolej’de bitirdi. ‹stanbul Üniversitesi Gazetecilik<br />
Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. Karanl›k ve<br />
Ifl›k adl› roman›yla 1979 Milliyet Roman Yar›flmas›’nda<br />
birincilik ödülünü Mehmet Ero¤lu ile paylaflt›.<br />
Daha sonra Cevdet Bey ve O¤ullar› ile Orhan Kemal<br />
Roman Arma¤an›’n›, Sessiz Ev ile 1984 Madaral›<br />
Roman Ödülü’nü kazand›. Bunu Siyah Kale, Kara<br />
Kitap, Yeni Hayat, Gizli Yüz, Benim Ad›m K›rm›z›,<br />
Kar romanlar› büyük ilgi toplad›. Bir ‹sviçre gazetesinde<br />
yapt›¤› röportajda “Türklerin Ermeni ve Kürtleri<br />
katletti¤i” yönündeki sözleri dolay›s›yla hakk›nda<br />
dava aç›lmas› sonucu AB görüflmelerinin ön gününde<br />
ad› s›k s›k tart›fl›lan yazar…(Resim)<br />
SOLDAN SA⁄A: 1– MONA L‹SA, BAB, 2– OPAL, KR‹KO, 3– ZET,TAKAS, RT, 4– ACUN, DAR, BOT,<br />
5– RED‹F, P‹, 6– ‹FADE, OC, 7– LALE, LE, 8– S‹NEMA, ‹L, 9– SAZ, S‹NEK, SL, 10– ARMA, ROB,<br />
11– AY, VA, EK, ‹M, 12– TAY, RÖNESANS<br />
YUKARIDAN AfiA⁄IYA: 1– MOZA, ‹L, SAAT, 2– OPEC, FASARYA, 3– NATURAL‹ZM, 4– AL,<br />
NEDEN, AV, 5– DE, ES, AR, 6– ‹RAD‹, AM‹K, 7– KAFA, AN, EN, 8– AKAR, ERKE, 9– RS, KO, 10–<br />
B‹, B‹A, 11– AKROPOL‹S, MN, 12– BOTT‹CELL‹<br />
‹flçinin, emekçinin, ezilenlerin sesidir!<br />
Bu sese güç ver! Abone ol, abone bul!<br />
ABONE<br />
FORMU Ad› : .....................................................................................................................................................................................<br />
Aboneli¤in bafllat›labilmesi için<br />
seçilen abonelik süresine<br />
ba¤l› olarak abonelik ücreti yurtiçi ise:<br />
ÇA⁄RI Bas›n Yay›n Ltd. fiti.’nin Türkiye<br />
‹fl Bankas› Galatasaray fiubesi<br />
1022 0 738654 numaral› hesab›na,<br />
yurtd›fl› ise: Garanti Bankas›,<br />
Galatasaray - ‹stanbul fiubesi,<br />
Hesap-No: 9006021-1 EURO<br />
(068023875) hebab›na yat›r›l›p,<br />
ödemenin yap›ld›¤›na dair makbuzla<br />
abonelik formunun<br />
dergimize fakslanmas› veya<br />
mektupla gönderilmesi<br />
gerekmektedir.<br />
Soyad› : .....................................................................................................................................................................................<br />
Adresi : .....................................................................................................................................................................................<br />
......................................................................................................................................................................................<br />
Tel.No. : .....................................................................................................................................................................................<br />
6 Ayl›k Yurtiçi: 18 YTL Yurtd›fl›: 20 Euro<br />
1 Y›ll›k Yurtiçi: 30 YTL Yurtd›fl›: 40 Euro<br />
...........................................................................................................................................................................................................................<br />
Tarih ve abonenin imzas›<br />
YAYIN TÜRÜ: YEREL SÜREL‹ YAYIN<br />
ÇA⁄RI Bas›n Yay›n Ltd. fiti Ad›na<br />
Sahibi ve Yaz›iflleri Müdürü:<br />
Aziz Özer<br />
º<br />
Yönetim Yeri ve Adresi:<br />
Mahmutpafla Mah.,<br />
‹mranl› Sk. No: 8,<br />
Okmeydan›/ fiiflli - ‹stanbul<br />
Tel.: (0212) 235 35 70<br />
Fax: (0212) 253 19 27<br />
e-mail: mail@ydicagri.com<br />
www.ydicagri.com<br />
º<br />
Banka Hesap No:<br />
Türkiye ‹fl Bankas›<br />
Galatasaray-‹stanbul<br />
Hesap No: 1022 0 738654<br />
º<br />
Yurtd›fl› Temsilcili¤i:<br />
Güney Kitabevi<br />
Frohlinder Strasse 60<br />
44577 Castrop-Rauxel<br />
Tel.: (02305) 542846<br />
Fax: (02305) 542845<br />
º<br />
SAYI: 93 · EK‹M’2005<br />
ISSN 1301-692X93<br />
º<br />
Türkiye: 2 YTL (KDV DAH‹L)<br />
2,50 Euro<br />
º<br />
Bask›: Senfoni Matbaas› (493 37 60)<br />
27