06.01.2015 Views

pdf indir - YDİ Çağrı

pdf indir - YDİ Çağrı

pdf indir - YDİ Çağrı

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Karkerên jin û mêr!<br />

Ji xeynî zencîrên we tifltekî<br />

we yê wendakirinê tune!<br />

Hûn dikanin cîhanekê<br />

nu wergirin!<br />

AYLIK<br />

S‹YAS‹<br />

GAZETE<br />

Kad›n ve erkek iflçiler!<br />

Zincirlerinizden baflka<br />

kaybedecek birfleyiniz yok!<br />

Kazanaca¤›n›z<br />

yeni bir dünya var!<br />

Ekim 2005/9 • F‹YATI 2 YTL KDV DAH‹L • ISSN 1302-692X93


içindekiler - editörden<br />

Editörden...<br />

Değerli Okuyucu,<br />

Dergi büromuz artık Okmeydanı'nda!<br />

Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi<br />

olarak böylece yeni bir döneme girmiş<br />

bulunuyoruz. Emekçi halkın ve demokratik<br />

kamuoyunun önemli bir potansiyele sahip<br />

olduğu Okmeydanı, halkla, kitlelerle<br />

bütünleşmek, kaynaşmak için bize<br />

büyük olanaklar sunuyor. Artık dergi<br />

büromuz, ağırlıklı olarak derginin teknik<br />

işlerinin ve dağıtımının organize edildiği<br />

bir "dergi bürosu" olmaktan çıkacak,<br />

geniş salonuyla, haftasonu etkinlikleri<br />

yapmamıza, okurlarımızla "okur günleri"<br />

düzenlememize, eğitim toplantıları ve<br />

seminerler hazırlamamıza, işçi toplantıları<br />

organize etmemize, film göstermemize<br />

ve hafta ortası da okurlarımızla buluşup<br />

rahat bir ortamda çay kahve eşliğinde<br />

sohbet etmemize olanak veren, kitlelerle<br />

buluşmamızın mekanı haline gelecek.<br />

Artık bizimle görüşmek isteyip<br />

de akşamları ve haftasonları kapalı<br />

olduğumuz için gelemeyen okurlarımızın<br />

bizimle düzenli buluşup etkinliklere faal<br />

olarak katılmalarının önündeki en önemli<br />

engellerden biri kalkmış durumda.<br />

Dergimizi kitlelerle buluşturmak, doğru<br />

görüşlerini işçi sınıfı içinde yaygınlaştırmak<br />

için okurlarımızın dergi faaliyetlerine<br />

daha aktif, daha özverili, daha büyük<br />

bir azimle ve daha militanca katılmaları<br />

gerekmektedir.<br />

Bu sayımızın "Gündem"inde<br />

emperyalist/kapitalist barbarlığın<br />

günümüzde yaşanan değişik görüntüleri<br />

irdeleniyor: İşte en gelişmiş emperyalist<br />

devlet olan ABD'de yaşanan Katrina<br />

kasırgasının ezilenler için kabusa dönüşmesi<br />

felaketi!... İşte en demokratik haklarını<br />

dile getirmek için yapılmak istenen ve<br />

yasaklanan bir basın açıklamasından dönen<br />

Kürt halkı üzerinde estirilen faşist linç<br />

terörü... İşte 1955 yılında, gayri müslim<br />

halklar üzerinde estirilen devlet tertipli<br />

terörü konu alan sergiye yapılan faşist<br />

saldırılar...<br />

Bu sayımızda bir yandan insanlığı<br />

yokoluşa sürükleyen kapitalizmin bu<br />

barbarlıklarını ele alırken, diğer yandan bu<br />

barbarlığın hiç de alternatifsiz olmadığını<br />

gösteren yazılara yer verdik: Ekim Devrimi<br />

ve sosyalizme ilişkin yazıların dikkatle<br />

okunması gerekiyor.<br />

Bu sayımızda bir kısmını bizzat ziyaret<br />

ettiğimiz işçi direniş ve grevlerine önemli<br />

bir yer verdik. Okurlarımızı işçi sınıfının<br />

direniş ve grev yerlerini düzenli ziyaret<br />

etmeye, az sayıda ve küçük çapta da olsa,<br />

mücadelesine destek vermeye çağırıyoruz.<br />

Dostlar, dergimizin önündeki en önemli<br />

engellerden birisi ise mahkeme cezaları ile<br />

daha da ağırlaştırılan para sıkıntısıdır. Bu<br />

konuda tüm okurlarımızı ve çevremizdeki<br />

dostlarımızı ellerinden gelen her türlü<br />

yardımı yapmaya çağırıyoruz.<br />

03.10.2005, Yeni Dünya İçin ÇAĞRI<br />

İNTER Yayınları'nın<br />

kurucusu ve sahibi Ali<br />

Yavuz Çengeloğlu işçi<br />

sınıfının egemen olduğu,<br />

sömürüsüz dünyayı<br />

yaşamadan 5 Ekim<br />

2002’de, 60 yaşında<br />

ayrıldı aramızdan.<br />

O ve onun gibiler yeni<br />

dünyada yaptıklarıyla,<br />

bıraktıklarıyla yaşamaya<br />

devam edecekler.<br />

Teşekkürle anılacaklar.<br />

Mutlaka.<br />

İçindekiler<br />

GÜNDEM<br />

Bu barbarlıkla nereye . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3<br />

Öldüren Katrina değil kapitalizm!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4<br />

YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />

Migros’ta patronun dediği mi olacak, işçilerin dediği mi . . . . . . . . 6<br />

Migros işçileri greve hazır!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6<br />

Migros işvereni blöf yapıyor ! Migros işvereni lokavt yapamaz !. . . . . . 7<br />

Koç Holding’e Tüpraş hediyesi…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />

Son dönemde yapılan özelleştirmeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9<br />

SERNA- SERAL Tekstil Fabrikası işçileri grevlerini kararlılıkla sürdürüyor 10<br />

Mersin Liman işçileri işyerini terk etmeme eylemine ara verdi. . . . . . 10<br />

Liman-İş Sendikası Mersin Şube Başkanı Recep ÖZBEY ile söyleşi . . . . 12<br />

Taşeron işçisi iş bıraktı!.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12<br />

Akyıl Tekstil’de işçilerin direnişi başarılı sonlandı . . . . . . . . . . . . 13<br />

Günöz Tekstil Fabrikası işçileri: “Sendika hakkımız, söke söke alırız!” . . . 13<br />

Gönen Deri işçileri direnişe devam ediyor. . . . . . . . . . . . . . . . 13<br />

Bornova Belediyesi’nde eylem var . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13<br />

İleri Deri Fabrikası işçileri direnmeye devam ediyor!. . . . . . . . . . . 14<br />

Çukurova köylüsü isyan ediyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14<br />

YENİ KADIN DÜNYASI<br />

2005 DÜNYA KADIN YÜRÜYÜŞÜ<br />

“Özgürlük, eşitlik, dayanışma, adalet ve barış…” Hepsi sosyalizmde! . . . 15<br />

Kadınlar: “Milli hassasiyet”e inanmıyoruz!. . . . . . . . . . . . . . . . 16<br />

Basına ve Kamuoyuna . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16<br />

PANORAMA<br />

ALMANYA<br />

Seçimlerde kazanan Alman tekelci burjuvazisidir!. . . . . . . . . . . . 17<br />

EKVADOR<br />

Sadece mücadele eden kazanır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17<br />

İSRAİL-FİLİSTİN<br />

Yahudi yerleşimciler Gazze Şeridi’nden çıkarıldı…. . . . . . . . . . . . 19<br />

Faşist Saldırılar Protesto Edildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20<br />

12 Eylül Faşizmine Karşı Miting. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20<br />

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />

6-7 Eylül 1955 olaylarının 50. yıldönümünde tarih çarpıtıcılığı… . . . . . 21<br />

Ekim Devriminin uluslararası karakteri. . . . . . . . . . . . . . . . 22<br />

Gelecek sosyalizmdir! Sosyalizm gelecektir! . . . . . . . . . . . . . . . 23<br />

OKUYUCU MEKTUPLARI<br />

BİR İŞKENCE ÖYKÜSÜ ÜZERİNE - II . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25<br />

BULMACA. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27<br />

Faşist devletin devrimcileri hücrelerde tecridine .<br />

karşı çık,<br />

hesap sor!<br />

<br />

GELECEK<br />

YEN‹ EK‹MLERDE!<br />

YEN‹ EK‹MLER<br />

GELECEK!<br />

www.ydicagri.com


gündem<br />

Bu barbarlıkla nereye<br />

Türk hakim sınıflarının ırkçılığı<br />

ve şovenizmi kışkırtması gündemin<br />

en önemli maddesi…<br />

Durum vahim bir hal almaya başladı:<br />

Türkler Kürtlere saldırmak için kışkırtılıyor…<br />

Bunda da şimdiye kadar kısmen<br />

“başarılı” sonuçlar alınıyor. Öyle<br />

ki Türkiye’de kimi kışkırtılmış gruplar<br />

işi linç olaylarına kadar vardırıyor.<br />

Trabzon, Adapazarı, Ayvalık, Seferihisar,<br />

İzmir, Mersin, Denizli gibi yerlerde<br />

linç girişimleri yaşandı. Maçka’da bir<br />

kişi linç edildi. Ardından Abdullah<br />

Öcalan’ın cezaevi koşullarının düzeltilmesini<br />

isteyen Tutuklu Hükümlü<br />

Aileleri Hukuk Dayanışma Dernekleri<br />

Federasyonu’nun (TUHAD-FED)<br />

Gemlik’te yapmak istediği mitinge<br />

katılmak isteyenler yol güzergâhındaki<br />

kimi ilçelerde —Bozüyük, Polatlı<br />

vd.– çeşitli saldırılara maruz kaldılar;<br />

otobüslere saldırıldı, birçok insan yaralandı,<br />

gözaltına alındı.<br />

Her zaman olduğu gibi hakim sınıfların<br />

medya ordusu ağız birliği yapmışçasına<br />

“olayları bölücü terör örgütü<br />

yandaşlarının çıkardığı”, “bölücülerin<br />

provokasyonu” vs. şeklinde yansıtıyor.<br />

Bu tavrıyla burjuva medya kışkırtılan<br />

ırkçı-şoven kesimlerin yaptıklarını aklıyor,<br />

onları koruyor. Köşe yazarları<br />

–en “iyisi” bile!– önce Kürtleri hedef<br />

gösteriyor, olayları “bölücü örgüt yandaşlarının<br />

çıkardığından” dem vuruyor;<br />

ancak bunun ardından “galeyana<br />

gelinmemesi”, “güvenlik güçlerinin<br />

olaylara hakim olduğundan” dem vuruyorlar.<br />

Kamuoyu tarafından aydın<br />

bilinen kimileri yaptıkları değerlendirmelerle<br />

“toplumu birbirine düşürenlerin<br />

bölücü provokatörler” olduğunu<br />

söylüyor; “Kürt öcüsü” ile kışkırtmaları<br />

haklı çıkarmaya çalışıyorlar…<br />

Hakim sınıfların çıkarlarının savunucusu<br />

devlet linç girişimlerini “provokasyon”<br />

olarak niteliyor; halkı göstermelik<br />

olarak “galeyana gelmemeye” çağırıyor;<br />

ama diğer yandan “bölücülük”<br />

demagojisiyle kitleleri kışkırtmaya<br />

devam ediyor. Bununla da kalmıyor<br />

devlet: Bizzat kendisi Kürt ulusu üzerindeki<br />

baskılarına ve Kürt illerinde<br />

operasyonlarına devam ediyor.<br />

Kongra Gel’in pasif savunmaya geçmesinden<br />

sonra devlet güçleri operasyonları<br />

yoğunlaştırdı. Batman’ın Beşiri<br />

ilçesinde, Van’ın Başkale, Diyarbakır’ın<br />

Silvan ve Lice, Hakkari’nin Yüksekova,<br />

Siirt’in Eruh ilçeleriyle Şırnak, Mardin<br />

gibi diğer Kürt illerinde yürütülen operasyonlarda<br />

onlarca insan katledildi,<br />

ormanlık alanlar bombalandı, hayvanlar<br />

telef edildi vb. vb.<br />

Devlet terörü karşısında Kürt işçi ve<br />

emekçileri özellikle Kürt illerinde tepkilerini<br />

ortaya koyuyor, bu tepkiler hakim<br />

sınıflar ve onların medyası tarafından<br />

“iç savaş görüntüleri”, “Türkiye’de<br />

Filistin manzaraları” manşetleriyle veriliyor;<br />

Kürtlere karşı düşmanlık bu<br />

yolla da yoğunlaştırılmaya çalışılıyor.<br />

Kırsal alanda yürütülen operasyonlar<br />

yanında devletin şehirlerde Kürt<br />

siyasetçilerine yönelik saldırıları da<br />

sürüyor; kimi DEHAP yöneticileri hedef<br />

gösteriliyor. Kürt basın yayın kuruluşlarına<br />

yönelik saldırılar sonucu<br />

Almanya ile işbirliği yapılarak Özgür<br />

Politika gazetesi, bu gazetenin yazarlarının<br />

ve yöneticilerinin evleri Alman<br />

polisince basılıyor, gazete kapatılıyor.<br />

Basına yönelik saldırılar çerçevesinde<br />

aylık olarak çıkan Özgür Halk ve Özgür<br />

Bakış dergileri Beyoğlu Cumhuriyet<br />

Başsavcılığı tarafından yasaklanıyor.<br />

Bilinen sivil faşist güçler de boş durmuyorlar…<br />

6-7 Eylül olaylarının 50.<br />

yıldönümü olması dolayısıyla İstanbul-Beyoğlu’nda<br />

“50. Yılında 6-7 Eylül<br />

Olayları” fotoğraf sergisine saldıran<br />

MHP’li ve İP’liler fotoğrafları tahrip<br />

ediyorlar, ortalığı yıkıp döküyorlar; çeşitli<br />

ulus ve milliyetlere karşı kinlerini<br />

bir kez daha kusuyorlar.<br />

OYNANAN OYUN NASIL<br />

BİR OYUN<br />

Irkçılık ve şovenizm kışkırtılıyor…<br />

Saldırılar sürüyor… Olayların nerede<br />

biteceğini kestirmek güç… Burjuva<br />

medyanın kimi kalemleri, köşelerinde<br />

yeni oyunların tezgâhlandığından bahsediyor,<br />

“Türkiye’de daha büyük provokasyonların<br />

yaratılması için uygun anların<br />

kollandığı; özellikle Akdeniz ve<br />

batı illerinde Kürtlerin evlerinin tespit<br />

edildiğini, kışkırtılan Türklerin silahlandığını<br />

ve kurşun depoladıklarını”<br />

yazıyorlar. Olaylar bütünlüklü biçimde<br />

değerlendirildiğinde oynanan oyunun<br />

vehametini göstermesi yanında, ırkçı<br />

ve şoven kışkırtmaların, Kürt ulusuna<br />

yönelik saldırıların daha da tırmandırılacağını;<br />

1990’lı yılların başında yaşanan<br />

günlere dönülmek istendiğini<br />

gösteriyor.<br />

Bu olaylar ve kışkırtmalar tesadüfi<br />

değildir. Son dönemde yaşanan bu tür<br />

olaylar halkları birbirlerine karşı kışkırtarak<br />

bulanık suda balık avlamak<br />

isteyen hakim sınıfların kendi aralarındaki<br />

dalaşın bir ürünüdür.<br />

Oyunun bir başka yönü de AB’ye<br />

uyum yasaları çerçevesinde kaldırılan<br />

kimi baskı yasalarının yerine yenilerinin<br />

konulması istenmesidir. Yeni bir<br />

“Terörle Mücadele Yasası Paketi” üzerinde<br />

çalışılmakta, son dönemde tırmandırılan<br />

ırkçı-şoven kışkırtmalar<br />

bu amaçla kullanılmaya çalışılmaktadır.<br />

Sahneye konulan senaryo bellidir:<br />

Hakim sınıflar arasında yürüyen dalaşta<br />

ordu merkezli “laik”-kemalist kesim<br />

AKP hükümetini alaşağı etmek istemektedir.<br />

Bunu demokratik yollarla<br />

yapma gücünden anda yoksundur.<br />

Dahası AKP hükümeti “demokrasiyi”<br />

kullanarak “derin devlet”in hareket<br />

alanını daraltmıştır. Ordu merkezli<br />

“laik”-kemalist kesim hükümeti yıpratmak<br />

ve köşeye sıkıştırmak için Kürt<br />

sorununu kullanmak istemektedir. Bunun<br />

sonucu olarak PKK eylemlerinin<br />

artması “askerin duruma daha fazla<br />

el koyması”, azalan etkinliği eline geçirmesini<br />

beraberinde getirecektir. Sokağın/ülkenin<br />

karışması, olayların tırmanması<br />

AKP hükümetini “acz içinde<br />

kalan” bir hükümet olarak yıpratacak,<br />

aynı zamanda kışkırtılan Türk şovenizmi<br />

üzerinden parlamento dışında<br />

kalan MHP, DSP gibi partilerle, parlamentoda<br />

olmasına rağmen cılız kalmış<br />

ANAP, DYP gibi partiler güçlenmeye<br />

çalışacaklardır. AKP’nin yıpranması<br />

ve “güven ortamının bozulması” süreci<br />

erken seçimin de daha çok dillendirildiği<br />

bir dönem olacaktır. AKP bir<br />

erken seçime girmeyi reddettiği koşullarda<br />

başka yollar –CHP’nin sine-i millete<br />

dönmesi, AKP’nin parçalanması<br />

ve yeni grupların kopması gibi– denenecektir.<br />

Irkçılığın ve şovenizmin kışkırtılması<br />

oyunu tehlikeli bir oyundur; nerede<br />

sonlanacağı belli değildir. Son<br />

yaşanan olayların gösterdiği gerçeklerden<br />

birisi hakim sınıf siyasetçilerinin<br />

iktidar dalaşında Kürtlerin kurban seçildiğidir.<br />

Kürtlerin kurban edilmesi<br />

siyasetinde de Türk işçi ve emekçileri<br />

araç olarak kullanılmak; her iki ulustan<br />

emekçiler birbirine düşürülmek istenmektedir.<br />

Filler tepinmekte, çimenler<br />

ezilmektedir.<br />

Hakim sınıfların kendi aralarındaki<br />

kavgaları objektif olarak işçi sınıfının<br />

kendi sorunlarından uzaklaştırılmasının<br />

bir aracı olarak da hizmet görüyor.<br />

İşçiler, emekçiler hakim sınıfların şu<br />

ya da bu kesiminin peşine takılmak,


gündem<br />

<br />

birbirlerine düşürülmek; böylece işçi<br />

sınıfı içindeki bölünme ve parçalanma<br />

derinleştirilmek isteniyor. Irkçı-şoven<br />

kışkırtma işçi sınıfına yönelik saldırıların<br />

üzerini örten bir perde işlevi görüyor.<br />

İşçi sınıfına yönelik saldırılar yoğunlaştırılıyor:<br />

Özelleştirilme saldırısı boyutlanıyor.<br />

İşsizlik artıyor. Reel ücretler<br />

düşürülüyor. Dolaylı ve doğrudan<br />

vergiler artırılıyor vb. vb.<br />

Bu saldırılar karşısında işçiler, emekçiler<br />

oynanan oyunu görmeli; derinleştirilmek<br />

istenen sınıfın bölünmesine<br />

ve saldırılara karşı sınıf birliğini sağlamalı,<br />

örgütlenmeli ve mücadele etmelidirler.<br />

AZDIRILAN IRKÇILIĞA VE<br />

ŞOVENİZME KARŞI GÜÇLÜ<br />

MÜCADELE!<br />

Olaylar karşısında sınıf bilinçli işçiler<br />

başta olmak üzere çeşitli ulus ve milliyetlerden<br />

işçilerin, emekçilerin yapması<br />

gereken şey, azdırılan ırkçılığa<br />

ve şovenizme karşı “halkların kardeşliğine”<br />

vurgu yapan mücadeleyi yükseltmektir.<br />

Hakim sınıfların kendi aralarındaki<br />

dalaşta Kürt, Türk, Laz, Çerkes…<br />

tüm çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin,<br />

emekçilerin bir çıkarı yoktur.<br />

Hangi kesimin temsilcisi olursa olsun<br />

hakim sınıfların tümü; onların devleti,<br />

hükümeti işçilerin, emekçilerin<br />

düşmanıdır… Onların halkları birbirlerine<br />

karşı kışkırtma ve olayların bir<br />

“iç savaşa” dönüştürülmesi planlarını<br />

bozmak için milliyeti, dili, ulusal kimliği…<br />

ne olursa olsun; tüm kadın ve<br />

erkek işçileri, emekçileri hakim sınıfların<br />

iktidar dalaşının bir parçası olarak<br />

sahneye koydukları bu tür tehlikeli<br />

oyunlar karşısında duyarlı olmaya, bu<br />

tür oyunlara karşı ortak mücadele<br />

cephesinde, sömürücü düzene karşı,<br />

ücretli köleliğe karşı mücadeleye çağırıyoruz.<br />

Biz, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin,<br />

emekçilerin düşmanı birdir: Sömürücü<br />

sistem!<br />

Biz, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin,<br />

emekçilerin hedefi birdir: Sömürücü<br />

sistemi yıkmak!<br />

Biz, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin,<br />

emekçilerin mücadelesi de bir<br />

olmak zorundadır!<br />

Çağrımız; çeşitli ulus ve milliyetlerden<br />

işçileri, emekçileri sınıf kardeşliğinden<br />

koparıp kendi iktidar dalaşlarına<br />

alet eden, kendi iğrenç politikalarına<br />

destek vermeye çağıran; kendi kuyruklarına<br />

taktıkları bilinçsiz işçi, emekçi<br />

yığınları başka bir ulusun işçilerine,<br />

emekçilerine saldırtan sömürücü sınıflara,<br />

onların devletine, sistemine karşı<br />

mücadele çağrısıdır!<br />

Eylül 2005 ✓<br />

Emperyalist barbarlığın biricik alternatifi devrimdir, sosyalizmdir!<br />

Öldüren Katrina değil<br />

Her yıl yeniden ilan edilen “yüzyıl<br />

felaketleri”ne bir yenisi eklendi.<br />

Bu kez felaket resimleri<br />

yoksul bir ülkeden değil, dünyanın en<br />

zengin ülkesi, dünya hegemonyası dalaşında<br />

başı çeken ABD’den geldi. Yoksul<br />

ülkelerden görmeye alışık olduğumuz<br />

aç, susuz, doktorsuz, yardım isteyen insan<br />

resimleri, sokaklarda suda yüzen<br />

ölü insan resimleri, çöp kutularında<br />

yiyecek arayan insan resimleri, bu kez<br />

ABD’den yayınlandı. Canlı yayınlarda<br />

yiyecek bulma peşinde yağmalayan<br />

insan resimleri, silah elde küçük iktidarlar<br />

kuran çete resimleri, evlerinin<br />

üzerine büyük harflerle “Silahlıyım, gireni<br />

vururum!” yazan insan resimleri<br />

gördük. Kasırganın yakıp yıktığı evler<br />

mahalleler gördük. Dünyanın en zengin<br />

ülkesinde günlerce elektriksiz, susuz<br />

kalan kentler, insanlar gördük. Bu<br />

arada devletin güç gösterisini, yardım<br />

k a p i t a l i z m !<br />

için günlerce kılını kıpırdatmayan burjuvazinin<br />

ilan ettiği sıkıyönetimin nasıl<br />

barbarca uygulandığını, sorgusuz<br />

sualsiz vur emrinin emperyalist bir<br />

ülkede nasıl bugünden yarına verilebildiğini<br />

ve uygulandığını gördük. Anlamak<br />

isteyene çok şey anlattı Katrina<br />

ismi verilen kasırga.<br />

Geliyorum diyen felaket,<br />

nedenleri ve burjuvazinin<br />

hazırlığı…<br />

Kasırgalar milyonlarca yıldır yaşanan<br />

doğal olaylar. Bunların nasıl oluştuğu<br />

konusunda bugün yeterince veri ve<br />

bilgi var. Okyanuslarda su yüzeyinin 26<br />

derece ve üzerine çıkması durumunda<br />

oluşan hava akımlarının sarmal bir<br />

biçimde birleşmesi, ilerlemesi ve hep<br />

yeni hava akımlarını kendine katması<br />

ile oluşan kasırgaların bir bölümü hareketlerinde<br />

karaya varıp, yerleşim alanlarına<br />

rastladıklarında yıkıcı güçleri<br />

yerleşim alanlarını vuruyor. 200 km/h<br />

ve üzerinde bir hızla esen fırtınalar<br />

önündeki her maddeyi vuruyor, helezoni<br />

hareket önüne gelen maddeleri yerinden<br />

kaldırıp, götürebildiği yere kadar<br />

taşıyor. Bu arada çoklukla kasırgalar<br />

büyük fırtınalı yağmurlarla birlikte<br />

geliyor. Bilim kasırgaları hafiften, en<br />

ağıra doğru 5 kategoriye ayırmış. Okyanuslar<br />

üzerinde oluşan kasırgaların<br />

hangi yönde nasıl bir hızla ilerleyeceği,<br />

karaya, yerleşim yerlerine nasıl ve ne<br />

zaman varacağı, şiddetinin ne olabileceği<br />

önceden öngörülebiliyor.<br />

Ağustos ayı sonunda ABD’nin güneydoğu<br />

eyaletlerini vuran Katrina<br />

adı verilen kasırga Atlantik okyanusu<br />

üzerinde oluşup 26 Ağustos’ta Florida<br />

üzerinden geçtiğinde henüz en hafif<br />

kategoride (1. Kategori) bir kasırga idi.<br />

Florida üzerinden geçen Katrina yüzeyi<br />

26 derecenin üzerinde ısıya sahip<br />

Meksika körfezinde sıcak-nemli hava<br />

kitlelerini emerek (Hurrikan/Urağan)<br />

gücünü 3. kategoride bir kasırgaya yükselterek<br />

yoluna devam etti. Bir gün<br />

sonra 28 Ağustos’ta artık en güçlü kategoride<br />

bir kasırga (Hurrikan/Urağan)<br />

idi. Hareket ettiği yönde Missisipi, Louisiana<br />

ve Alabama eyaletleri vardı.<br />

Louisiana eyaletinin kasırgalar bağlamında<br />

zarara en fazla açık kentlerinden<br />

biri New Orleans’tı.<br />

Burada bir parantez açıp neden New<br />

Orleans sorusuna cevap verelim…<br />

New Orleans<br />

ve su baskını tehlikesi…<br />

New Orleans çok değil bundan 300 yıl<br />

kadar önce insansız bataklık bir bölge<br />

idi. 1718'de, Amerika’nın sömürgeleştirilmesi<br />

sürecinde Fransızlar burada<br />

bir yerleşim merkezi kurmaya başladılar.<br />

Üç tarafı su ile çevrili, bir yanında<br />

Pontchartrain gölü, bir yanında Missisipi<br />

nehri deltası, bir yanında ise Meksika<br />

körfezi olan bir alandı burası. Sular<br />

yükseldiğinde alçak bölgeler su altında<br />

kalıyordu. İlk yerleşim yerleri bu yüzden<br />

yüksek yerlerde idi. Giderek şehir<br />

büyüdü, bataklık kurutulmaya, bentler<br />

kurularak alçak bölgelerde yerleşim yerleri<br />

açılmaya başlandı. Sonuçta ortaya<br />

doğal coğrafi yapıyı hiçe sayan bir büyük<br />

şehir çıktı. Öyle bir şehir ki, tüm<br />

yerleşim alanının % 80’i, ve tüm şehir<br />

merkezi deniz seviyesinin altında. Şehir<br />

merkezinde derinlik deniz seviyesinin<br />

1,5 metre ve daha fazla altında.<br />

Şehir merkezini bir tarafta, Missisipi<br />

nehrinin her yıl yaşanan su baskınlarına<br />

karşı deniz seviyesinden yüksekliği<br />

6,5 metreyi bulan bir bent, diğer<br />

tarafta yüzeyde deniz seviyesinden 31<br />

cm yüksekte olan Pontchartrain gölünden,<br />

deniz seviyesinden yüksekliği<br />

4,42 m olan bir bent ayırıp, koruyor.<br />

Gölün ve nehrin sularının yükselmesi<br />

halinde yayılabileceği alan yok. Böyle<br />

bir yerleşim doğanın normal döngüsü<br />

içinde felakete “gel” diyen bir yerleşim.<br />

Fakat bölgenin petrol bölgesi olması,<br />

ABD’nin petrolünün çoğunu ikmal ettiği<br />

Meksika Körfezinde en büyük limanın<br />

olması böyle bir yerleşimi gerekli<br />

kılıyor. Kâr, en kısa zamanda azami<br />

kâr, “biz her şeyi yaparız, doğaya hükmederiz”<br />

anlayışı bu gibi yerleşim siyasetlerini<br />

gündeme getiriyor. Sonuç<br />

eğer doğaya uygun yerleşim siyaseti izlense,<br />

insanlara belki hiç zarar vermeyecek<br />

olan doğal olayları, insanlar için,<br />

en başta da tabii yoksullar için, büyük<br />

felaket haline getiriyor.<br />

New Orleans kentinin yaşadığı ilk<br />

“doğal felaket” değil Katrina kasırgası.<br />

1927’de Missisipi olağanüstü yağışlar<br />

sonucu yatağından taşıyor ve New Orleans’ın<br />

önemli bölümü sular altında<br />

kalıyor. 700 bin kişi evsiz kalıyor. Kaç<br />

ölü olduğu bilinmiyor.


gündem<br />

1957’de Audrey kasırgası karada 40 km<br />

içlere kadar giriyor. Sonuç yüzlerce ölü.<br />

1957’de şehir Betsy isimli kasırga sonucunda<br />

yine sulara gömülüyor.<br />

Bütün bunların bilgisine sahip bilim<br />

adamları her önemli kasırgada, eğer<br />

kasırga bu kent yönünde bir yön tutturacaksa,<br />

kentin boşaltılması gerektiği<br />

konusunda uyarıyorlar. En yüksek<br />

derecede bir “hurrikan”ın doğrudan<br />

kenti vurması halinde neler olabileceği<br />

konusunda yapılmış araştırmalar, ortaya<br />

konmuş sonuçlar, alınması gereken<br />

tedbir önerileri var. Projeksiyonlar<br />

kenti koruyan bentlerin 3 şiddetinde<br />

bir kasırgaya dayanabileceğini, daha<br />

yüksek derecede bir kasırgada bentlerin<br />

delinme, yıkılma olasılığının olduğunu<br />

öngörüyor. Yine araştırmalar<br />

bir kasırga durumunda kenti boşaltma<br />

çağrısında, kentin en azından dörtte<br />

birinin kenti terk etmeyeceğini, ya da<br />

terk edecek imkânlara sahip olmadığını<br />

gösteriyor.<br />

Kenti terk edin çağrısı<br />

ve sonrası…<br />

Bütün bunlar ortada iken ve 28 Ağustos’ta<br />

Katrina 5 gücünde bir kasırga haline<br />

gelip, Missisipi eyaletinde büyük<br />

bir yıkıma yol açarak, Louisiana eyaletinde<br />

önüne geleni yıkarak New Orleans’a<br />

doğru ilerlerken, nihayet o zaman<br />

resmi ağızlardan halka kenti terk<br />

etme çağrısı yapılıyor. Çağrı yapılıyor,<br />

ama bu çağrıyı uygulamak için devletin<br />

insanlara sunduğu en küçük bir<br />

yardım yok. Şehrin zenginleri zaten önceden<br />

uçaklarla, helikopterlerle vb. şehirden<br />

ayrılmıştır. Çağrı üzerine özel<br />

arabalara sahip olanlar, parası olup da<br />

panik içinde şehri trenle, havayoluyla<br />

vb. terkedebilecek araçlarda terk edebilenler<br />

şehri terk ediyor. Geriye çoğunluğu<br />

siyah olan çaresiz yoksullar kalıyor.<br />

Bu bağlamda şunların bilinmesi<br />

gerek: Hurrikan öncesi nüfusu 462 bin<br />

kişi olan New Orleans kentinde yaşayanların<br />

üçte ikisi Afroamerikanlardı<br />

(siyah). Bunların çok önemli bir bölümünün<br />

şehri terk etmek için yeterli<br />

parası veya özel arabası yoktu. New<br />

Orleans nüfusunun beşte biri yılda 10<br />

bin dolardan az gelirle geçinmek durumundaydı.<br />

27 bin aile resmi yoksulluk<br />

sınırı altında yaşıyordu. Bu zorunlu<br />

olarak kentte kalanların bir bölümü<br />

valilik tarafından üzeri kapalı büyük<br />

futbol arenasına sığınmaya çağrıldı. 60<br />

bine yakın kişi Superdom adı verilen<br />

üzeri kapalı stadyumda toplandı. Egemenlerin<br />

beklentisi, kasırganın biraz<br />

yıkıntı ile geçip gideceği, birkaç saat<br />

sonrasında herkesin evine döneceği yönünde<br />

idi. Öyle olmadı. “Kötümserlik”<br />

“her şeye kara gözlüklerle bakmak”la<br />

suçlanan kimi bilim adamlarının felaket<br />

senaryosu gerçek oldu. Korkunç<br />

fırtınada yükselen Missisipi, kendini<br />

dizginlemeye çalışan benti birkaç yerinden<br />

deldi. Diğer yandan Meksika<br />

körfezinde yükselen suların da şehri<br />

basması ile şehir kısa süre içinde su altında<br />

kaldı. Elektrikler, sular kesildi.<br />

Birkaç saatlik bir “felaket”e hazırlanan<br />

egemenler ne yapacaklarını şaşırdılar.<br />

Birkaç saatlik yiyecek, içecek kısa sürede<br />

tükendi. Etrafı sularla çevrili, büyük<br />

çoğunluğu siyah, onbinlerce yoksul<br />

insan aç, susuz, elektriksiz, ilaçsız,<br />

her türlü sıhhi araçtan yoksun mahsur<br />

kaldı. Dünyanın en zengin ülkesinde,<br />

bu ülkenin yoksullarının gerçek durumunu<br />

bütün dünya ibretle gördü. Yine<br />

bütün dünya burjuvazi için önemli olanın<br />

ne olduğunu da gördü. New Orleans’a<br />

susuz insanlara su, aç insanlara<br />

yiyecek götürülmesinden önce örgütlenen,<br />

olası bir isyanın bastırılması için<br />

dişine tırnağına kadar silahlı, elleri tetikte<br />

ve vur emrine sahip askerler, özel<br />

timler vb. oldu.<br />

New Orleans su altında kaldıktan<br />

altı gün sonra nihayet merkezi olarak<br />

örgütlenen yardım New Orleans’a akmaya<br />

başladı. Burjuvazi New Orleans’ı,<br />

onu yeniden inşa etmek iddiasıyla boşaltma<br />

kararı aldı ve bunu uygulamaya<br />

koydu. Evinden çıkmak istemeyenler<br />

yer yer silah zoruyla çıkarıldı.<br />

Katrinanın zarar bilançosu…<br />

Şimdilik ölü sayısının ne olduğu kesin<br />

olarak bilinmiyor. 900’e yakın ölü<br />

sayılmış durumda. Fakat “temizlik”<br />

çalışmaları sürüyor. Tüm Louisiana<br />

eyaletinde 9200 kişi için resmi kayıp<br />

başvurusu var. Yaralılar onbinlerle sayılıyor.<br />

Devletin 2000 yılında kabul ettiği<br />

ve ilan ettiği kıyı bölgelerinin güvenliğinin<br />

sağlanması için ayrılan paradan<br />

Louisiana eyaletine düşen pay 50 yıllık<br />

bir dönem için 14 milyar dolardı. Yalnızca<br />

bu kasırgada, yalnızca New Orleans<br />

kentindeki zararın 50 milyar dolar<br />

civarında olduğu var sayılıyor.<br />

Katrinanın kar bilançosu…<br />

Katrina öncelikle ABD’nin güneydoğu<br />

eyaletlerinde siyah yoksul halka daha<br />

fazla yoksulluk, evini yurdunu terk ve<br />

ölüm getirirken, kimileri için kârlarını<br />

arttırmanın bir aracı oldu.<br />

Büyük petrol tekelleri ABD’nin petrol<br />

ikmalinin önemli bölümünün Meksika<br />

körfezinden yapıldığının bilincinde,<br />

Katrina’nın körfezdeki birkaç petrol<br />

platformuna ağır zarar verdiğinin bilincinde,<br />

petrol fiyatlarına yeni zamlar<br />

b<strong>indir</strong>diler. Ham petrol varil fiyatı 70<br />

dolar sınırını aştı. Katrina bu anlamda<br />

yoksullar için felaket olurken, örneğin<br />

petrol tekelleri için kârlarını arttırmanın<br />

bir aracı oldu. O petrol tekelleri ki<br />

zaten akıl almaz kârlarla çalışıyor. Exxon<br />

Mobil’in net kârı 2005 yılının ilk<br />

6 ayında bir yıl öncenin aynı dönemi<br />

ile karşılaştırıldığında % 38 artarak 15,<br />

HER YIL “YÜZYILIN FELAKETLERİ”NE YENİLERİ<br />

EKLENİYOR… DÜNYANIN EN ZENGİN ÜLKESİ<br />

ABD’DE BİR KASIRGA VE SU BASKINI BİNLERCE<br />

EMEKÇİNİN CANINA MAL OLDU!<br />

DOĞA FELAKETLERİNİN İNSANLARA BUNCA<br />

ZARAR VERMESİNİN SORUMLUSU AZAMİ KÂR<br />

DÜRTÜSÜ ÜZERİNE KURULU KAPİTALİZMDİR!<br />

5 milyar dolara varmıştı. BP’nin aynı<br />

dönem için net kârı 12, 2 milyar dolar,<br />

Royal Dutch Shell’in kârı 11, 9 milyar<br />

dolardı.<br />

Şimdi kuşkusuz New Orleans’ın temizlenmesi,<br />

yeniden inşası da bir dizi<br />

tekelin kârına kâr katmasının bir aracı<br />

olacak. O yüzden tuzu kuruwwların<br />

doğal felaketler karşısında döktükleri<br />

yaşlar timsah gözyaşlarıdır. Onlar için<br />

doğal felaketler de aslında yeni azami<br />

kârların çıkış noktalarıdır. New Orleans<br />

somutunda ayrıca bu felaketin<br />

şimdi bir çeşit etnik temizlik için kullanılması<br />

olasılığına da bir dizi aydın<br />

dikkat çekmektedir. Siyah nüfusun bu<br />

kadar yoğun olması burjuvazinin “genel<br />

huzur”u açısından pek uygun bir<br />

şey değildir. Şimdi boşaltılmış olan<br />

New Orleans nüfusunun bir çoğu kullanılmaz<br />

hale gelmiş olan eski evlerine<br />

yeniden geri dönmeleri ve yerleşmeleri<br />

de mutlak gereklilik değildir. Bu felaketle<br />

şimdi New Orleans nüfusunun beyaz<br />

nüfus lehine değiştirilmesi mümkündür.<br />

Kasırgaların sıklığının ve<br />

şiddetinin artmasının nedeni<br />

global ısınma sonucu<br />

iklim değişikliğidir…<br />

Baştan söyledik: Her yıl yeniden yüzyıl<br />

felaketi olarak adlandırılan doğal felaket<br />

haberleri kasıp kavuruyor ortalığı.<br />

Depremler, tsunamiler, kasırgalar, sel<br />

baskınları boyutları büyüyerek ve sıklığı<br />

artarak geliyorlar. Yüzyılın ilk beş<br />

yılında birçok yüzyıl felaketi yaşandı.<br />

Batı Sibirya’da dünyanın en büyük buzulu<br />

eriyor. Portekiz’de kuraklık orman<br />

yangınlarında ülke ormanlık alanının<br />

büyük bölümünün yok olmasına yol<br />

açarken, Orta ve Güney Avrupa’yı seller<br />

götürüyor. Latin Amerika’da, Orta<br />

Amerika’da kasırga üzerine kasırga yaşanıyor,<br />

bunların şiddeti her geçen gün<br />

artıyor. En son olarak Katrina’da bu gelişmenin<br />

felaketli sonuçlarını ABD’de<br />

yaşadık. Şimdi egemenlerin bir bölümü,<br />

kader diyor, doğal felaket diyor,<br />

kayıpların nedenini doğal felaket olarak<br />

gösteriyor, bu sonucun kaçınılmaz<br />

olduğunu söylüyor vb. Yukarda kasırganın<br />

bir doğa olayı olduğunu ve milyonlarca<br />

yıldır kasırgaların olduğunu söyledik.<br />

Bu olgu. Bu olgu olduğu kadar,<br />

kasırgaların insanlar için bu boyutta<br />

felaketli sonuçlara yol açmasının doğa<br />

değil insan işi olduğu da bir olgu. Bu<br />

bağlamda örneğin yerleşim politikasının<br />

bunda oynadığı rolü New Orleans<br />

somutunda yukarda ortaya koymaya<br />

çalıştık. Diğer yandan kasırgaların<br />

şimdilerde sıklaşması ve şiddetlerinin<br />

artması da, aynı buzulların erimesi,<br />

bir yandan kuraklık artarken, bir yandan<br />

su baskınlarının sellerin artması<br />

ve bunların ağır zarar vermesi de doğa<br />

değil insan işidir. Bütün bu gelişmelerin<br />

maddi temeli global ısınmadır. Son<br />

yüzyılda dünyanın ortalama ısısı yükselmiştir,<br />

yükselmeye devam etmektedir.<br />

Bu ısı yükselmesinde atmosferdeki<br />

karbondioksit gazı artışı, atmosferde<br />

açılan yine insan, kapitalist endüstri<br />

ürünü ozon deliği vb. çok önemli rol<br />

oynamaktadır. Meteoroloji uzmanları<br />

son 50 yıl içinde kasırgaların yıkıcı etkisinin<br />

% 50 arttığı tespitini yapıyorlar.<br />

Konu uzmanı bilim adamları 60’lı yılların<br />

başından beri gelişmelere dikkat<br />

çekmektedir. Bu gidişin durdurulması<br />

için kömür ve petrol kullanımının kısıtlanması<br />

lazımdır. Gelişme ise tersi<br />

yöndedir.<br />

Kapitalist azami kâr dürtüsü doğaya<br />

karşı, doğa yasalarını hiçe sayan, en<br />

kısa sürede en fazla kâr getirme üzerine<br />

kurulu üretim tarzı ve sistemi ile,<br />

insanlığın doğal yaşam kaynaklarını<br />

kurutuyor. ABD de yoksul insanlar<br />

için Katrina’nın bunca felaketli sonuçlara<br />

yol açmasının suçlusu ve sorumlusu<br />

kapitalizmdir. Öldüren Katrina<br />

değil kapitalizmdir.<br />

Bunun kavranması, kapitalizmin<br />

insanlığı felakete sürüklediğinin, kapitalizmin<br />

insanlığı barbarlık içinde<br />

çöküşe sürüklediğinin kavranması<br />

hayati önemdedir. Gelinen yerde ya kapitalizm<br />

işçi sınıfı önderliğinde tarihe<br />

gömülecek, doğa tahribatına sosyalist<br />

bir sistem içinde kurulacak doğayla<br />

uyum içinde üretimle son verilecektir<br />

ya da her yıl yenilerini yaşayacağımız<br />

yeni “yüzyıl doğal felaketleri” ile adım<br />

adım barbarlık içinde çöküşe yaklaşılacaktır.<br />

Alternatifler bunlardır.<br />

16 Eylül 2005 ✓


yeni işçi dünyası<br />

Migros’ta patronun dediği mi olacak,<br />

işçilerin dediği mi<br />

<br />

Migros Türkiye’nin önde<br />

gelen perakende ticaret<br />

devlerinden birisi. Sahibi<br />

Türkiye’nin en büyük sömürücülerinden<br />

olan Koç Holding, yani Türk patron.<br />

Migros işçileri (Gima ile birlikte)<br />

mücadele ile sendikalaşma haklarını<br />

perakende ticaret sektöründe ilk kabul<br />

ettirenlerin başında geliyor. Hatta<br />

Migros işçileri patron Koç’a karşı 12<br />

Eylül faşizmi ertesinde perakende ticaret<br />

sektöründe en uzun grevi yaparak<br />

sendikalaşma hakkına sahip çıkmış,<br />

en zorlu dönemde bu hakkını korumuş<br />

ve yeni haklar almasını bilmiş bir<br />

işçi kitlesi. Migros işçilerinin bu mücadeleci<br />

geleneğinin doğal bir sonucu da<br />

çalışanların çoğunluğunun sendikalı<br />

olmasıdır.<br />

Bu durum önemli bir kazanım ve<br />

önemli bir dayanak noktasıdır. Fakat<br />

Migros işçisinin hem mücadeleci hem<br />

de sendikal açıdan örgütçü geleneği ne<br />

yazık ki daha ileriye götürülmemiş, işçiler<br />

için yeni ve daha ileri kazanımlar<br />

elde etmek amacı ile bir dayanak noktası<br />

yapılmamıştır.<br />

Örneğin işçilerin sendikal örgütlülüğü,<br />

Migros’ta yetkili olan Tez-Koop-<br />

İş Sendikası tarafından özünde aidat<br />

Migros işçileri greve hazır!<br />

Migros Türk T.A.Ş. ile Tez-Koop-İş arasındaki 1<br />

Mayıs 2005 tarihinde başlayan toplu sözleşme<br />

görüşmeleri ücret zammı, part-time işçilerin<br />

verilmeyen, gaspedilen sosyal hakları, çalışma düzeni ve<br />

işverenin performans primi dayatması konularında uyuşmazlıkla<br />

sonuçlanmıştır. 19 Temmuz 2005’te uyuşmazlık<br />

zaptı tutulmuş, girilen arabulucu evresinden de bir sonuç<br />

çıkmamıştır. Daha önceki toplu sözleşmelerde ekonomik<br />

krizi ve işverenin rekabet şartlarını öne sürerek kazanılmış<br />

haklardan taviz veren, işçileri asgari ücretle yaşamayla<br />

başbaşa bırakan Tez-Koop-İş genel ve şube yönetimleri şu<br />

anda da grev kararı almamakta ve gereğini yapmamaktadır.<br />

Varlık nedeni üyelerinin ekonomik ve sosyal haklarını<br />

insanca yaşayacak seviyeye çıkarmak ve sınıf hareketinin<br />

sermaye karşısında daha ileri gitmesi için mücadele etmek<br />

olan sendika yönetimi işverenin anlaşmaz tutumu karşısında<br />

“GREV”i neden ağzına almamakta ve grevi bir silah<br />

olarak kullanmamaktadır Bunu yapmaması için ya<br />

işçilerin grev yapmak istememesi lazım ya da sendikanın<br />

varlık nedenini işçiler olarak değil sermaye olarak görmesi<br />

gereklidir.<br />

Sözleşme sürecinde yapılan temsilci toplantılarında sendika<br />

yöneticileri grevi ağzına almazken greve gitmekten<br />

bahseden ve bunun için ne yapılması gerekiyorsa yapalım<br />

diyen temsilciler ve Migros’a bağlı işyerlerinde çalışan biz<br />

işçiler bunu defalarca söyledik. Ama Tez-Koop-İş’in bu tutumu<br />

sendikanın işveren için var olduğunu akla getiriyor.<br />

Sermayenin asgari ücreti dahi yüksek bulduğu ve asgari<br />

ücretin düşürülmesi için hükümetle saldırı hazırlıklarına<br />

giriştiği bu dönemde Tez-Koop-İş yönetimi işbirlikçi, uzlaşmacı<br />

tutumlarında öyle bir noktaya varmıştır ki; kendilerini<br />

kurtarmak için efendilerinden üç beş kuruş dahi<br />

fazla alamamaktadır. Ve bu öyle bir noktadadır ki; Migros<br />

işvereninin işçileri daha az ücretle daha fazla çalıştırma<br />

isteklerini (performans) “siz üç beş kuruş verirseniz bunu<br />

da kabul ederiz, siz ne istediniz de biz yapmadık” dercesinedir.<br />

Biz Migros işçileri uzun bir mücadele de gerektirse<br />

bu sendika ağalarını ve onların zihniyetlerini yenecek ve<br />

birliğimizi güçlendireceğiz!<br />

Biz Migros işçileri greve hazırız!!!<br />

Kahrolsun teslimiyetçiler!!!<br />

İstanbul’dan Tez-Koop-İş üyesi Migros işçileri ✓<br />

ödeyen üyeye <strong>indir</strong>genmiş, sendika<br />

yönetimi “işveren” ile arasını fazla açmamak<br />

ve bozmamak için her toplu<br />

sözleşme görüşmesinde başından en<br />

geri ücret ve hak talepleri ile masaya<br />

oturmuştur.<br />

Örneğin daha önceki imzalanan<br />

toplu sözleşmede Tez-Koop-İş Sendikası,<br />

çok uzun yıllardır çalışanların<br />

çoğunluğunun örgütlü olduğu böyle<br />

bir işyerinde işçileri asgari ücrete mahkum<br />

eden anlaşmaya imza atmıştır.<br />

2005 TOPLU SÖZLEŞME SÜRECİ<br />

Migros işçileri, genelde çok uzun yıllardır<br />

çalışanlar da dahil olmak üzere, aldıkları<br />

ücretlerle en temel ihtiyaçlarını<br />

bile karşılayamamaktadırlar. Ücretler<br />

çoğu kez ya asgari ücret düzeyinde ya<br />

da biraz üstündedir. Enflasyon oranları<br />

gözönünde bulundurulduğunda<br />

gerçekte Migros işçileri son yıllarda<br />

önemli reel ücret düşüşü yaşamışlardır.<br />

Fakat Migros patronu her yıl hem<br />

cirosunu hem de kârını hızla artırmaktadır.<br />

Sermayedar Koç Migros işçisinin<br />

sömürüsünü de artırarak zenginliğine<br />

zenginlik katmaktadır. Ama sahip olduğu<br />

zenginlik, işçilerden yürüttüğü<br />

kârlar yetmemekte; daha fazla kâr,<br />

daha fazla zenginlik birikimi istemektedir.<br />

Bu yüzden Migros patronu bu<br />

yılki toplu sözleşmelerde daha sert,<br />

daha yüzsüz taleplerle toplu sözleşme<br />

masasına oturmuştur.<br />

Bir başka önemli faktör ise, ülkemizde<br />

son yıllarda perakende ticaret<br />

sektöründe artan rekabettir. Alman­<br />

Metro Group, İngiliz Tesco (Kipa mağazaları<br />

sahibi), Fransız Carrefour<br />

(Sabancı Holdingle ortak) gibi yabancı<br />

ticaret devlerinin yanısıra Gima gibi<br />

geleneksel yerli rakipler arasında kıyasıya<br />

bir rekabet çatışması yaşanmakta<br />

ve artarak devam etmektedir. Piyasaya<br />

BİM gibi kısa dönemde ortaya çıkan ve<br />

hızla büyüyen yeni yerli rakiplerin çıkması<br />

bu rekabeti daha da kızıştırmıştır.<br />

Amerikan Walmart gibi dünyanın<br />

en büyük ticaret devinin de Türkiye pazarına<br />

girmesi de beklenmelidir.<br />

Migros patronları giderek artan ve<br />

şiddetlenen rekabet ortamında başarılı<br />

olmanın ve galipler arasında yer almanın<br />

temel kıstasının daha faz kâr, daha<br />

fazla sömürü olduğunu, şimdiki ve<br />

yakın dönemde piyasaya girecek rakiplerinden<br />

daha avantajlı bir konumda<br />

olmaları gerektiğini çok iyi bilmek­


yeni işçi dünyası<br />

tedirler. Bu yüzden Migros patronu<br />

2005 toplu sözleşme görüşmelerine<br />

daha sert, daha yüzsüz taleplerle oturmuştur.<br />

Yerli ve yabancı büyük ticaret devlerinin<br />

Türkiye pazarında da artan rekabetlerinin<br />

kaçınılmaz bir sonucu ise,<br />

tüm toptan ve ticaret sektöründe hızlı<br />

bir tekelleşmenin yaşanması, geleneksel<br />

ve küçük dükkân, küçük çarşı, küçük<br />

yerel pazar üzerine oturan şimdiye<br />

kadarki ticaret sektörünün giderek çok<br />

hızlı bir biçimde çok az sayıda birkaç<br />

büyük yerli ve yabancı ticaret imparatorluğunun<br />

kontrolü ve denetimi altına<br />

alınmasıdır. Büyük ve orta büyüklükteki<br />

kentlerle, önemli turizm merkezlerindeki<br />

perakende ticareti zaten<br />

şimdiden önemli ölçüde bu devlerin<br />

kontrolüne geçmiştir. Bu ticaret devleri<br />

sektörde kurdukları ve hızla inşa<br />

ettikleri etki ve egemenliklerini işçiler<br />

üzerinde de daha sıkı bir biçimde pekiştirmek<br />

amacındadırlar. Bu nedenle<br />

çalışanların sendikalaşma hakkı, sendikaların<br />

yetkili olması eldeki tüm<br />

araçlar kullanılarak engellenmekte;<br />

çalışanların örgütlü oldukları, sendikaların<br />

yetkili oldukları şirketlerde ise<br />

ya sendikanın yetkisi düşürülmeye, işçiler<br />

sendikasızlaştırılmaya, ya da bu<br />

amaca erişilemediğinde sendikaların<br />

etkisi en aza <strong>indir</strong>ilmeye çalışılmaktadır.<br />

Bu nedenle Migros patronu 2005<br />

toplu sözleşme sürecinde daha sert,<br />

daha yüzsüz taleplerle Tez-Koop-İş<br />

Sendikasının karşısına oturmuştur.<br />

Patronların giderek artan bir biçimde<br />

kullandığı araçlardan birisi de<br />

yetkili sendikalar içerisindeki etkili<br />

sendika yöneticilerini satın alma yöntemidir.<br />

Bunun somut bir örneği yine<br />

Tez-Koop-İş Sendikasının yetkili olduğu<br />

Gima mağazalarında yaşanmıştır.<br />

Tez-Koop-İş Sendikası İstanbul 1<br />

No’lu Şube Başkanı Gürsel Doğru’nun<br />

Gima patronundan taşeron firmalar<br />

aracılığı ile iş aldığı ve ortaklaşa patronluk<br />

yaptıkları, daha çok değil 2004 sonunda<br />

belgeleri ile ortaya konmuştur.<br />

Buna rağmen bu taşeron sendika şube<br />

başkanı genel merkez ve şube yöneticileri<br />

tarafından görevde tutulmakta ve<br />

korunmaktadır. Bu bir sendika yönetiminin<br />

açıkça işçilere ihanet edenlere,<br />

patronlarla sömürü ilişkisi içine girenlere<br />

ve böylelerinin satın alınmasına sahip<br />

çıkması ve desteklemesi demektir.<br />

Aynı dönemde Tez-Koop-İş Sendikası<br />

içerisinde mücadeleci kanat ile<br />

uzlaşmacı taraf arasında bir mücadele<br />

yaşandı. Genel Merkez yönetiminde<br />

ve azınlık olan ve sendika içerisinde<br />

de azınlık durumda olan mücadeleci<br />

kanat tümüyle sendikadan tasfiye edilmeye<br />

çalışıldı, çalışılıyor.<br />

Taşeron şube yöneticisi sözkonusu olduğunda<br />

işi sessizliğe boğarak taşeron<br />

sendikacıya sahip çıkan Tez-Koop-İş<br />

Genel Merkezi, mücadeleci şube yönetimleri<br />

ve yöneticileri olduğunda tasfiye<br />

etmeye kadar “çok ilkeli” davranmıştır.<br />

Genel Merkezin mücadeleci kanadı tasfiye<br />

etmeye çalışması ve en açık sınıf işbirlikçisi<br />

kendi taraftarlarını korumaya<br />

almasını tabii ki sektördeki patronlar<br />

da yakından takip etmekte, sendikaya<br />

ve onunla yapacakları toplu sözleşme<br />

görüşmelerinde hesaba katmaktadırlar.<br />

Onlar şunu çok iyi bilmektedirler<br />

ki, bir sendika içerisinde, özellikle yönetiminde<br />

mücadeleci şube ve yönetici<br />

sayısı ne kadar az olursa toplu sözleşmelerde<br />

kendi taleplerini geçirme imkânı o<br />

kadar artar. Bu nedenle Migros patronu<br />

2005 toplu sözleşme sürecinde masaya<br />

daha sert ve daha yüzsüz taleplerle oturmuşlardır.<br />

Tez-Koop-İş Sendikası yönetiminin<br />

açık uzlaşmacı ve mücadeleden kaçan<br />

anlayışı Genel Sekreter Hüseyin Hamurcu’nun<br />

açıklamaları ile bir kez<br />

Aşağıda bize e-posta ile ulaşan bir haberi okurlarımızın dikkatine sunuyoruz. YDİ Çağrı<br />

Migros işvereni blöf yapıyor ! Migros işvereni lokavt yapamaz !<br />

Tez-Koop-İş Sendikasının<br />

Migros ve Şok perakende<br />

satış mağazalarında çalışan<br />

6 bin üyesi adına, toplam 416 satış<br />

mağazasında, grev kararı almasına<br />

karşı, Migros işvereni de bütün bu<br />

işyerlerini kapsamak üzere lokavt<br />

kararı almıştır.<br />

İşçi sendikasının grev kararına<br />

karşı işverenin lokavt kararı alması<br />

2822 sayılı yasada işverenlere tanınmış<br />

bir anti demokratik “hak”tır.<br />

Çalışma ve ücret koşullarını iyileştirmek<br />

isteyen, bu istekleri yerine<br />

getirilmediği için grev kararı alan<br />

işçilere lokavt kararı ile yanıt veren<br />

işveren, “Siz işçiler olarak grev yaparsanız;<br />

ben de işveren olarak işyerini<br />

ya da işyerlerini kapatırım.”<br />

tehdidinde bulunmaktadır.<br />

İşçileri, insanlık dışı, çağdışı bir<br />

tehditle korkutmaya çalışmaktadır.<br />

Migros T.A.Ş’de bu insanlık dışı<br />

tehdidi kim yapmaktadır Yabancı<br />

sermaye ile kurduğu ortaklıklarla<br />

neredeyse Türkiye’yi satın almaya<br />

kalkışan KOÇ Holding yapmaktadır.<br />

Migros ve Şok mağazalarında<br />

çalışan işçilerin sırtından elde ettiği<br />

karlarla TANSAŞ’ı da satın alan<br />

ve Türkiye’nin en büyük perakende<br />

satış zincirini oluşturan Migros işvereni,<br />

bütün bu mağazalarda çalışan<br />

ve asgari ücret + prim vahşetine dayalı<br />

bir ücret sistemine mahkum olmamak<br />

için direnen ve de grev kararı<br />

alan işçileri, lokavt uygulamakla tehdit<br />

etmektedir. Türkiye’nin en büyük holdinginin<br />

en büyük şirketlerinden olan<br />

Migros, lafa gelince en çağdaşlık yanlısı<br />

söylemlerle ortaya çıkmakta ve Koç<br />

Grubu olarak AB’deki hak ve özgürlüklerden<br />

yana olduklarını ileri sürmektedirler.<br />

Gerçekte ise; tam tersini<br />

yapmaktadırlar. 10-15 yıl kıdemi olan<br />

ve full-time çalışan ve de ayda 400-<br />

450 YTL sefalet ücretine razı olmayan<br />

işçileri lokavtla korkutmaya ve açlık<br />

ücretine razı etmeye çalışmaktadırlar.<br />

Part-time işçilerin ise yasal haklarını<br />

dahi gasp etmeye devam etmektedirler.<br />

Onlara sorarsanız; hemen her işletmelerinde<br />

işçilerin sendikalı olduklarını,<br />

sendikalılaşmaya karşı olmadıklarını<br />

söylerler.<br />

Ancak; tek ve değişmez şartları vardır:<br />

Sendika yönetimi onların güdümünde<br />

olacak. Sendika yönetimi ile<br />

“bir aile gibi” olacaklar, fakat ailenin<br />

reisi holding yönetimi olacak.<br />

Koç Holding şimdi, bu aile reisi rolüne<br />

soyunmuştur. “Aile”nin fertlerinden<br />

bir kaçını oluşturan işbirlikçi ve<br />

teslimiyetçi sendikacılarla paslaşarak;<br />

bu “kutsal aile”ye isyan eden 6 bin işçiyi<br />

yıldırmaya ve teslim almaya çalışmaktadır.<br />

İşte bu nedenle biz diyoruz ki; Koç<br />

Holdinge bağlı Migros işvereni lokavt<br />

ilan etmekle BLÖF yapmaktadır.<br />

Migros’larda ve Şok’larda lokavt uygulanamaz.<br />

Her gün için milyonlarca YTL nakit<br />

girişi sağlayan bu mağazaların bir gün<br />

dahi kapalı kalmasının işverene maliyeti<br />

çok ağır olacağı gibi, müşterilerin<br />

diğer marketlere yönelmesi daha da<br />

ağır bir darbe olacaktır.<br />

Ayrıca Migros işvereni lokavt tehdidi<br />

ile, yani mağazaları kapatmakla<br />

kimi korkutuyor ya da kandırıyor. Sen<br />

Migros işvereni olarak mağazalarını<br />

kapatırsan, diğer büyük market zincirleri<br />

de yeni mağazalar açarlar ve<br />

senin boşalttığın alanı fazlasıyla doldururlar.<br />

Market işçileri de; “Bizim,<br />

Migros’lardan başka yerde çalışmamız<br />

yasak değildir ve yeni açılacak marketlerde<br />

çalışmamıza da bir engel bulunmamaktadır.”<br />

diyerek, yeni açılacak<br />

marketlerde çalışırlar. Dolayısıyla<br />

bu boşuna yapılan, sahte bir tehdittir.<br />

Özcesi: Sen kapatırsan, başkaları açar.<br />

Sen de Migros olarak bitersin!<br />

Ancak, Migros işvereni şunu da aklından<br />

çıkarmasın ki; Migros işçileri<br />

yalnız değildir. Her şeyden önce 51<br />

yıldır hizmet ettikleri müşteriler<br />

Migros işçilerinin yanındadır. Bütün<br />

sendikal ve demokratik örgütler işçilerin<br />

yanındadır.<br />

İşveren “kutsal aile”nin içinde yer<br />

alan işbirlikçi ve teslimiyetçi kimi<br />

sözde sendikacılara ve onların verdikleri<br />

sahte sözlere güveniyorsa aldanıyordur.<br />

Onların geçmişte verdikleri<br />

sözlerin, önce anlaşma tutanaklarına<br />

sonra da sahte grev kararlarına attıkları<br />

imzaların ne denli sahte olduğunu<br />

da görmesine rağmen; bu sahtekarlara<br />

güvenerek, dayatmalarını<br />

sürdürdüğü takdirde; önümüzdeki<br />

günlerde “müşteriler”, 3 M mağazalarda<br />

“kasa kilitleme” eylemlerini<br />

başlatacak ve bu mağazalar greve gerek<br />

kalmaksızın işletilemez duruma<br />

getirilecektir. Migros işvereni, bu<br />

işbirlikçi, teslimiyetçilere dönüp “Siz<br />

bana ne söz verdiniz, ne yapıyorsunuz”<br />

diye sorduğunda; Sadık Özben,<br />

“Ben başlatmadım. İşçiler başlattı.<br />

Ben korkumdan karşı koyamadım.<br />

Ne olur beni affedin.” diyecektir.<br />

Türkiye’nin en büyük iktisadi işletmelerini<br />

almaya başlayan, yurt<br />

içinde ve dışında hızla büyüyen ve<br />

bunu da çalıştırdığı işçilerin sırtından<br />

kazanan Koç Holding, Migros<br />

ve Şok işçilerinin haklı taleplerini<br />

kabul etmeli, greve gerek kalmadan<br />

anlaşma yolunu seçmelidir. Geçmişte<br />

yaşanan 134 günlük grevin nelere<br />

mal olduğunu hatırlayarak, işçileri<br />

asgari ücret + prim kıskacına mahkum<br />

etmek ve yasal haklarını gasp<br />

etmeye devam etmek sevdasından<br />

vazgeçmelidir.<br />

Migros işçilerinin talepleri, haklı<br />

taleplerdir. Yasal ve insani taleplerdir.<br />

Bu taleplere karşı insanlık dışı<br />

tavırlar sergilemenin hiçbir anlamı<br />

yoktur.<br />

Levent Koç ✓


yeni işçi dünyası<br />

daha görülmektedir.<br />

Hamurcu, “işverenin enflasyon oranında<br />

zam ve yüzde 1-2 oranında iyileştirme<br />

teklif ettiğini, kendilerinin<br />

ise 120 milyon seyyanen zam istediklerini”<br />

belirtiyor. (Alıntılar Evrensel,<br />

2 Eylül 2005’den…) Yine Genel Sekreter<br />

Hamurcu, “performans primi<br />

uygulamasına karşı olmadıklarını da<br />

belirtiyor, ancak önce ücretlere birinci<br />

yıl 120 milyon seyyanen artış yapılmasını,<br />

ikinci yılda yüzde 5 zam talep ettiklerini”<br />

de ekleyerek taleplerini biraz<br />

daha açıyor.<br />

Aslında H. Hamurcu’nun söylediklerinden<br />

çıkan sonuç şudur:<br />

— İşverenin en temel ve en önde dayattığı<br />

performans zammı konusunda<br />

sendika yönetimi baştan boyun eğmiştir.<br />

İşverenin bu talebi kabul edilmiştir.<br />

— Ücret zammı konusunda da<br />

önemli bir farklılık yoktur. Patron %<br />

1-2 demekte, sendika yönetimi de %<br />

5 demektedir. Bu ikisi arasındaki fark<br />

aylık düzeyde bir günlük bakkal parası<br />

düzeyinde bile değildir.<br />

— Tek önemli fark birinci yıl için istenen<br />

120 milyonluk seyyanen artıştır.<br />

Bu konuda da sendikanın baştan açık<br />

uzlaşmacı tavrı ile –istediğini kabul<br />

ettirmesi imkânsız olmasa bile– pek<br />

mümkün değildir ve bu konuda da aslında<br />

Tez-Koop-İş yönetimi uzlaşma<br />

aramaktadır.<br />

lerinin zararına, Migros patronunun<br />

yararına olacaktır.<br />

İşçilerin taleplerini patrona kabul<br />

ettirmesinin biricik yolu doğrudan mücadeleye<br />

atılmak, yani grev silahını kullanmayı<br />

diretmek olmalıdır.<br />

İşçiler sendika yönetiminin kapalı<br />

kapılar arkasında Migros patronu ile<br />

yaptığı anlaşma yöntemine karşı varılan<br />

uzlaşma hakkında işyerinde referandum<br />

yapılmasını dayatmaları gereklidir.<br />

Koç Holding’e<br />

Tüpraş hediyesi…<br />

Bu yönde mücadeleci bir çabanın<br />

ürünü olarak Tez-Koop-İş İstanbul 2<br />

No’lu Şube’nin konu ile ilgili savunduğu<br />

görüşleri dikkate almak gereklidir.<br />

15 Eylül 2005 ✓<br />

<br />

GREVE HAZIRLIK<br />

YAPILIYOR MU<br />

Başından patronla, onun kabul edebileceğini<br />

tahmin ettiği düzeyde uzlaşma<br />

talepleri ile gelmek aslında işverene<br />

inisiyatifi terketmek, onun belirlediği<br />

sınırlar içerisinde hareket etmektir. Bu<br />

toplu sözleşme görüşmelerinde Migros<br />

patronu inisiyatifli davranmış ve sendikanın<br />

önüne kendi taleplerini koymuştur.<br />

Savunma durumunda olan ve köşeye<br />

sıkışan sendika yönetimidir.<br />

Aynı sınıf uzlaşmacılığı nedeni ile<br />

sendika yönetimi Migros işyerlerinde<br />

daha toplu sözleşme görüşmeleri başlamadan<br />

önce olası bir grev yönünde hiç<br />

bir ciddi hazırlık yapmamış, görüşmelerin<br />

tıkandığı aşamaya kadar da bu<br />

yöndeki pasifliğini sürdürmüştür. Patronun<br />

sendika yönetiminin sunduğu<br />

çok geri talepleri bile kabul etmemesi<br />

ve kendi taleplerini dayatması sonucunda,<br />

prosedürün bir sonucu olarak<br />

grev yapma zorunluluğu gündeme girmiştir.<br />

Gelinen yerde Tez-Koop-İş yönetimi<br />

işçileri greve çıkarmamak, patronla bu<br />

düzeyde bir uzlaşmazlığa girmemek<br />

için elinden gelen her çabayı gösterecek<br />

ve görüşmelerde bir uzlaşma zeminini<br />

zorlayacaktır.<br />

Bu zemin her durumda Migros işçi­<br />

İkinci Tüpraş ihalesi bitirildi ve<br />

Tüpraş’ın % 51 hissesi 4,14 milyar<br />

dolara Koç Holding-Shell ortaklığına<br />

satıldı. İhaleye girenler içerisinde<br />

bu hediyenin kendisine düşmemesine<br />

kızanlar bozulsalar bile, sermaye devletinin<br />

ve onun bugünkü AKP hükümetinin<br />

sermayeye hediye dağıtma konusundaki<br />

kararlılığına çok sevindiler,<br />

medyada olayı bir bayram havasında<br />

kutladılar.<br />

Açıklanan rakamlara göre 4,14 milyar<br />

dolara gerçekleşen ihale rakamı<br />

boyalı basına göre umulandan da daha<br />

iyi bir rakam olmuştur. Hatırlanacağı<br />

gibi ilk yapılan ihalede Tüpraş Zorlu<br />

Holding’in içinde bulunduğu Eframof<br />

grubuna 1 milyar 302 milyon dolara<br />

hediye edilmek isteniyordu. O zaman<br />

da sermaye medyası ikinci gerçekleşen<br />

ihaleden çok daha düşük bir rakamla<br />

yapılmak istenen hediyenin “iyi bir<br />

fiyat” olduğunu vaaz ediyor, ihaleye<br />

karşı mücadele eden işçileri, en başta<br />

Tüpraş’ta yetkili olan Petrol-İş Sendikası’nı<br />

ihalenin iptal edilmesi çabalarından<br />

geri çevirmeye çalışıyordu.<br />

İşçilerin ve Petrol-İş Sendikası’nın<br />

çabaları ile çok daha ucuza gidecek<br />

hediyeyi kamuoyuna yutturma çabalarını<br />

sermaye medyası şimdi unutturmaya<br />

çalışıyor ve şimdiki fiyatın çok<br />

uygun olduğu yalanlarını vaaz ediyor.<br />

Hükümet çevreleri aynı yüzsüzlüğe<br />

sahip çıkıyorlar. Peki ama Tüpraş’ta<br />

çalışanlar başta olmak üzere mücadele<br />

etmeselerdi, Petrol-İş Sendikası ihalenin<br />

iptali için Yargıtay’a başvurup<br />

yürütmeyi durdurma kararı çıkarmasaydı<br />

sermaye basını ve sermaye hükümeti<br />

bugünkü fiyattan çok düşük bir<br />

rakamla Tüpraş’ın satışını bir oldubittiye<br />

getirip bitirmeyecek miydi En<br />

basit hukuk kuralları çerçevesinde bile<br />

bu yapılanın siyasi ve hukuki sorumluluğu<br />

olmayacak mıdır<br />

Aslında sermayenin kendi sınıf çıkarları<br />

açısından savunduğu ve yaptığı<br />

tamamen doğru ve mantıklı: “Madem<br />

bu düzen sermaye düzeni, madem bu<br />

devlet ve onun hükümeti benim çıkarlarımın<br />

savunucusu o zaman benim<br />

çıkarlarıma en uygun ne ise onu yapmalıdır!”<br />

diyor. Bu yüzden de özelleştirmede<br />

özel sermayenin çıkarlarına<br />

en uygun olan uygulamanın yapılmasını,<br />

devletin mülkiyeti altındaki mal<br />

ve mülklerin özel sermayeye hızla hediye<br />

olarak dağıtılmasını istiyor.<br />

Sermaye devleti ve onun bugünkü<br />

hükümeti buna uygun davranıyor.<br />

Şimdiden bir dizi devlet malının satışı<br />

bitirildi. Satışı bitirilenlerin toplam<br />

değeri 1 milyar 348 milyon 115 bin dolara<br />

ulaşmış durumda. İhalesi bitmiş<br />

ve onay bekleyen devlet işletmelerinin<br />

toplam değeri 16 milyar 894 milyon<br />

891 milyon dolar. İhalesi bitmiş ve<br />

onay bekleyenlerin içerisinde Tüpraş<br />

dışında Türk Telekom, Hilton Oteli,<br />

Araç Muayene İstasyonaları, Mersin<br />

Limanı, Tekel İkiz Kuleler ve Atatürk<br />

Hava Limanı var. Bunlardan belki bir<br />

kısmının özelleştirilmesinde geçici<br />

problemler çıkabilir fakat yol ve amaç<br />

belli. Bu yönde sermaye ve onun devleti<br />

yürümekte kararlı. Hiçbir hukuk<br />

kuralı, hiçbir yürütme zorluğu şu an<br />

için bu gidişin yönünü ters çeviremez.<br />

Bu gidişe dur diyecek güç sermaye<br />

hukukunda ve hukuk organlarında


yeni işçi dünyası<br />

değil, işçilerde, onların mücadelesinde<br />

bulunmaktadır.<br />

İŞÇİLERİN KAZIĞA KARŞI<br />

MÜCADELESİ<br />

En başta Tüpraş işçileri olmak üzere,<br />

ihalesi tamamlanmış bir çok diğer işletmelerde<br />

çalışan işçiler özelleştirme kararlarına<br />

ve Tüpraş’ın yeniden ihaleye<br />

çıkartılmasına karşı çeşitli mücadeleler<br />

yürüttüler. İşçiler zaman zaman<br />

Tüpraş’ta işi durdurdular, birçok yerde<br />

çadırlar kurup “memleket nöbeti” tuttular,<br />

yürüyüşler yaptılar.<br />

Ankara’da olduğu gibi sendika şube<br />

platformundaki çeşitli sendikalara üye<br />

işçiler ve sendika yöneticileri Tüpraş işçilerinin<br />

mücadelesine destek verdiler,<br />

dayanışma gösterdiler. Bu dayanışma<br />

ve destekler ne yazık ki çok sınırlı<br />

kaldı, geniş işçi kesimlerini kapsamadı,<br />

sendikalarda örgütlü işçilerin ortak bir<br />

eylem birliğine götürülmedi.<br />

İşçilerin ve sendikaların özelleştirme<br />

saldırısına karşı bir birliğinin, eylem<br />

cephesinin kurulamamasının en başta<br />

gelen sorumlusu Türk-İş ağalarıdır.<br />

İşçilerin ve özelleştirmeden en fazla<br />

etkilenen bazı sendika yönetimlerinin<br />

zorlaması ile birlikte Başkanlar Kurulu’nu<br />

toplayan Türk-İş yönetimi “özelleştirmeyi<br />

bu boyutta kabul edemeyiz”<br />

türünden laflar edip, pratikte özelleştirme<br />

mücadelesini lafla boğma yoluna<br />

girdiler ve bu yolda devam ediyorlar.<br />

Özelleştirme, özellikle Tüpraş özelleştirme<br />

mücadelesinde en büyük rolü<br />

oynayan sendika Petrol-İş Sendikası<br />

oldu. Petrol-İş yönetimi Tüpraş’ta işçileri<br />

harekete geçirdi. Kimi yerde çadır<br />

kurma, yürüyüş ve mitingler yapma<br />

gibi eylemler düzenledi. Fakat Petrol-<br />

İş’in eylemi de mücadelenin taleplerini<br />

karşılamaktan, ona uygun olmaktan<br />

çok uzaktı:<br />

— Özelleştirme mücadelesindeki en<br />

önemli yanlış mücadelenin içeriği ve<br />

temel talebi ile ilgilidir. İster Tüpraş’ta<br />

yetkili Petrol-İş Sendikası olsun isterse<br />

de genelde özelleştirmeye karşı tavır<br />

takınan sendikaların geneli açısından<br />

olsun mücadele var olan işletmelerin<br />

devlet mülkiyetinde kalması çerçevesinde<br />

ve bu hedefle yürütülüyor. Bu<br />

tavır yanlış… Bu mücadele perspektifi<br />

özelleştirmeye karşı doğru bir mücadelenin<br />

önünü karartan bir anlayış. Bu<br />

devlet kimin devleti Devlet malları<br />

hangi sınıfın çıkarları için kullanılıyor<br />

Devlet işletmelerindeki işçiler nitelik<br />

olarak aynı kapitalist sömürü ve<br />

baskı yok mu<br />

Bu devlet, her burjuva devlet gibi sermaye<br />

sınıfının devleti. Bu devlet tüm<br />

kurum ve kuruluşları ile sermaye sınıfının<br />

çıkarlarını korumak, sermaye<br />

sınıfının ortak çıkarları için işçilerin<br />

sömürülmesini örgütleyen ve yürüten<br />

bir devlet. Devlet işletmelerinde de işçi<br />

ile patron uzlaşmaz çelişkisi tümüyle<br />

ortada. Devlet işletmeleri ile özel işletmeler<br />

arasında bunlara hangi sınıfın<br />

elinde sömürü aracı oldukları bakımından<br />

hiç bir nitelik farkı yok. Nitelikleri<br />

aynı olanlar arasında nitelik farkı yaratmak<br />

ve devlet işletmelerini “milletin,<br />

halkın malı” ilan etmek tümüyle<br />

yanlış bir tavırdır.<br />

Özelleştirmeye karşı mücadele yanlış<br />

bir bilinçle yürütüldü, devlet malının<br />

“millet malı, halkın malı” olduğu “milletin,<br />

halkın malının satılamayacağı”<br />

gibi sermaye devleti hakkında işçilerin<br />

bilinci köreltildi. İşçiler iki sömürücü<br />

arasında, “beni sömüren sermaye devleti<br />

mi olmaya devam etsin yoksa özel<br />

kapitalist mi olsun” ikilemine sokuldu.<br />

Bu yüzden özelleştirmeye karşı mücadele<br />

var olanın savunusu temelinde sürdürüldü.<br />

Yapılması ve savunulması gereken<br />

özelleştirmeye karşı çıkmak ama<br />

aynı zamanda “ne devlet kapitalizmi<br />

ne ne özel kapitalizm” anlayışı olması<br />

gerekiyordu, gerekiyor.<br />

Bu çıkış noktası ile özelleştirmeye<br />

karşı çıkmak doğru ve gereklidir. Zira<br />

özelleştirme devlet işletmelerinde çalışan<br />

işçiler başta gelmek üzere tüm<br />

işçi ve diğer emekçilerin durumunu,<br />

yaşam şartlarını hızla daha da kötüleştirmeye<br />

yol açmaktadır. Özelleştirme<br />

işçiler üzerinde sermayenin<br />

bugün daha ağır bir boyunduruk kurmasını<br />

sağlamaktadır. Bu perspektifle<br />

ve devlet işletmeleri üzerinde yanlış<br />

hayaller yaymadan, hedefi yanlış koymadan<br />

özelleştirmeye karşı güçlü bir<br />

mücadele hedefi örgütlenebilir.<br />

— Hükümetin Tüpraş’ı özelleştirme<br />

kararlılığı kesinlikle belli olmasına<br />

rağmen, birinci ihalenin yargıtaydan<br />

dönmesi üzerine işçilerin eylemliliği<br />

öne çıkartılacağına burjuva yargı organlarına<br />

güven taktiği temel alındı<br />

ve işçi eylemliliği bir yan unsur olarak<br />

Son dönemde yapılan özelleştirmeler<br />

Kamu Sektörü<br />

Satılan Şirket Alan Şirket Satış Değeri - Durumu<br />

Türk-Telekom Saudi Oger (Lübnan) 6 milyar 550 milyon dolar<br />

(Satış için iptal davaları var)<br />

Atatürk Hava Limanı İşletmesi Tepe-Akfen Venture (Türk.-Avus.) 3 milyar dolar<br />

(15.5 yıllık işletme hakkı devri)<br />

Mersin Limanı Akfen - PSA (Türkiye-Singapur) 755 milyon dolar<br />

(36 yıllığına kiralandı)<br />

Tüpraş Koç Holding - Shell (Türk. - İng./Hol.) 4,14 milyar dolar<br />

Seydişehir Alüminyum Cengiz İnşaat (Türkiye) 305 milyon dolar<br />

(Devir gerçekleşti<br />

KİGEM’in açtığı dava sürüyor)<br />

Petkim Halka arz (Türkiye) 267 milyon dolar<br />

İstanbul Hilton Ortadoğu Otomotiv (Türkiye) 255.5 milyon dolar<br />

Tekel İkiz Kuleler TOBB (Türkiye) 100 milyon dolar<br />

Kuşadası Tatil Köyü Boğaziçi Yatırım Holding (Türkiye) 34.5 milyon dolar<br />

THY’deki KTHY payı Ada Havacılık (KKTC) 33 milyon dolar<br />

Özel Sektör<br />

Satılan Şirket Satılan Pay Alan Şirket Satış Değeri<br />

görüldü.<br />

— Bu nedenle hem Petrol-İş üyesi işçilerinin<br />

hem de özelleştirmeden doğrudan<br />

etkilenen diğer sendikalara üye<br />

işçiler başta olmak üzere en geniş işçi<br />

kesiminin özelleştirmelere karşı bir<br />

eylem cephesi kurulmasına özel bir<br />

önem verilip uğraşılmadı. Bunun yerine<br />

olmayacak işle uğraşılıp Türk-İş<br />

yönetimi özelleştirmeye karşı mücadeleye<br />

çekilmeye zorlandı.<br />

Sermayenin özelleştirme saldırısının<br />

hızı devam edecek. Şimdi sırada Erdemir<br />

işletmelerinin ihalesi var. Eğer şimdiye<br />

kadarki işçi ve sendika mücadelesinin<br />

eksiklik ve hatalarından arınılırsa<br />

bundan sonraki mücadelenin daha başarılı<br />

olmasının şansı ancak o zaman<br />

artabilir.<br />

Sorun bu imkânın gerçekten kullanılmasına<br />

bağlıdır.<br />

Garanti Bankası % 25.5 GE Consumer Finance (ABD) 1 milyar 556 milyon dolar<br />

Yapı Kredi Bankası % 57.4 Koç / UniCredito (Türkiye-İtalya) 1 milyar 427 milyon dolar<br />

Dışbank % 89.3 Fortis Bank (Belçika) 1 milyar 280 milyon dolar<br />

Tansaş % 70.7 Koç Grubu - Migros Türk (Türkiye) 387 milyon dolar<br />

Türk Ekonomi Bank. (TEB) % 42.1 BNP Paribas (Fransa) 266.6 milyon dolar<br />

Gima ve Endi % 60 CarrefourSA (Türkiye-Fransa) 132.8 milyon dolar<br />

Havaş % 60 TAV (Türkiye) 105 milyon dolar<br />

Swissotel % 100 Fiba Grubu 100 milyon dolar<br />

Şekerbank % 35.5 Rabobank (Hollanda) 90 milyon dolar<br />

Eylül 2005 ✓


yeni işçi dünyası<br />

SERNA- SERAL Tekstil Fabrikası işçileri<br />

grevlerini kararlılıkla sürdürüyor<br />

10<br />

SE R NA- S E R A L Fa b r i k a s ı ,<br />

İstanbul- Bostancı Oto Sanayi<br />

Bölgesinde kurulu penyelik kumaş<br />

üreten ve ürettiği kumaşın çoğunu<br />

ihraç eden 20 yıllık bir tekstil<br />

fabrikası.<br />

Grevin 4. gününde ziyaret ettiğimiz<br />

işçilerin ve İşyeri İşçi Temsilcisi Suzan<br />

GÜNDÜZ’ün (12 yıllık işçi) verdikleri<br />

bilgiye göre; fabrikada 20’ye yakını idari<br />

personel olmak üzere toplam 130 işçi<br />

çalışmaktadır. 1,5 yıldır yürüttükleri<br />

sendikal örgütlülük mücadelesinin neticesinde<br />

çoğu kadın olan işçilerden 72’si<br />

Türk- İş’e bağlı TEKSİF Sendikası’na<br />

üye olmuşlar. 2005’in Nisan ayında<br />

TİS görüşmeleri başlamış. TİS’in çoğu<br />

maddelerinde anlaşma sağlanmış fakat<br />

ücret zamlarında anlaşamamaları üzerine<br />

patron lokavt (toplu işten çıkarma)<br />

ilan etmiş ve bunun üzerine işçiler<br />

greve çıkmışlar.<br />

Suzan GÜNDÜZ, greve çıkmadan<br />

önce kendisiyle birlikte üç işçiyi işten<br />

atan patrona karşı fabrikanın önünde<br />

direnmiş ve içerde sendika üyesi işçi<br />

arkadaşlarının 4 günlük direnmeleri<br />

sonucu patron kendilerini tekrar işe<br />

almak zorunda kalmış. Greve böyle bir<br />

kazanımın moraliyle başlamışlar.<br />

Talepleri arasında lokavtın kaldırılması,<br />

ücretlerin yükseltilmesi, ikramiye<br />

sayısının arttırılması, sürekli<br />

mesai yapmanın kaldırılması, izin sürelerinin<br />

arttırılması v.b. var. İşçilerin<br />

en kıdemlisi 15, en kıdemsizi ise 3 yıllıkmış.<br />

İşçilerin anlatımına göre bu işyerinde,<br />

yıllardır düşük ücretle (ayda<br />

350- 450 milyon arası) çocuk ve sigortasız<br />

işçi çalıştırılmaktadır; işçiler haftalarca<br />

2- 3 saat masalar üzerinde uyunan<br />

uykularla çalıştırılmaktadır, kadın<br />

işçiler -erkeklerle aynı işi yapmalarına<br />

rağmen- erkeklere göre %30 düşük ücretle<br />

çalıştırılmaktadır. Cinsel tacizlere<br />

ve benzeri saldırılara kadar ücretli kölelik<br />

düzeninin her türlü barbarlığının<br />

en katmerli şekilde yaşandığı bu işyerine<br />

hiçbir devlet görevlisi gelmemiş,<br />

oysa şu an hak aramaya çıktıklarında<br />

köpekli çevik kuvvet polislerince etrafları<br />

sarılmış.<br />

Görüşmeyi yaptığımız sırada yüzlerce<br />

çevik kuvvet polisi fabrikanın<br />

önünden geçen caddenin karşı kaldırımına<br />

küçük bir grev çadırı açtırmamak<br />

için uğraşıyordu.<br />

Grevin 8. gününde ikinci kez ziyaret<br />

ettiğimiz işçilerin ilk günkünden daha<br />

büyük bir kararlılık ve coşku içinde grevi<br />

sürdürdüklerini gördük. Gittiğimiz saatlerde<br />

greve çıkacak MİGROS işçilerinden<br />

bir grup işçi de grev ziyaretine<br />

gelmişlerdi. Ziyaretçileri “Yaşasın Sınıf<br />

Dayanışması” sloganıyla karşılayan işçiler,<br />

saatlerce süren sohbetlerde sendikalarda<br />

hakları için örgütlenmemiş<br />

işçilerin bırakın insan onuruna yaraşır<br />

çalışma koşullarına sahip olmayı insan<br />

yerine konulmadığını yaşadıkları<br />

somut canlı örneklerle anlattılar.<br />

Örgütlenme aşamasında kendilerine<br />

ailelerin pek desteği olmadığını belirten<br />

işçiler, greve çıkmadan önce aileleri<br />

tek tek ziyaret edip ikna etmeye<br />

çalıştıklarını, greve çıktıktan sonra<br />

da tüm ailelerin beklenilenden daha<br />

güçlü ve kararlı bir şekilde kendilerini<br />

desteklediklerini söylediler.<br />

Grevci işçilerin yarıdan fazlası kadın.<br />

Grevci kadın işçilerden Fadime<br />

DUMAN (8 yıllık işçi) erkek işçi arkadaşıyla<br />

aynı tezgahta aynı işi yapmasına<br />

rağmen, erkek işçi 400 milyon<br />

alırken kendisinin 370 milyon aldığını<br />

ifade ederek, eşit işe eşit ücret ödenmediğinden,<br />

kadın ücretlerinin düşük<br />

olduğundan bahsetti.<br />

Sendikalaşmadan önce işyerinde<br />

patronlar ve şefler tarafından cinsel<br />

tacize uğradıklarını, bilinçl enip sendikada<br />

örgütlendikten sonra hiçbir<br />

patron veya şefin böyle davranışlarda<br />

bulunamadıklarını belirtti. Grevci<br />

kadın olarak fabrikanın önünde grev<br />

gömlekleriyle erkek işçi arkadaşlarıyla<br />

omuz omuza direnmeyi ilk başlarda<br />

bazı ailelerin sıcak karşılamadığını;<br />

grup halinde ev ziyaretlerinde anlatımların<br />

ve grev yerine ailelerin bizzat<br />

gelerek aynı amaç etrafında birleşmiş<br />

kavga dostluğunun nasıl içten, güvenilir<br />

ve samimi bir dostluk ve iyi bir<br />

ortam olduğunu görerek ikna olduklarını<br />

söyledi<br />

Çevre fabrikalara bildiri dağıttıklarını,<br />

çevre fabrikalardaki işçilerden az<br />

da olsa dayanışma ve destek gördüklerini<br />

fakat bunun istenildiği düzeyde<br />

olmadığını, bunun nedenlerinden<br />

birinin grevde olduklarının henüz<br />

kamuoyunda yeterince duyurulamadığını,<br />

önümüzdeki günlerde destek<br />

talep eden geniş tanıtım kampanyaları<br />

yürüteceklerini söylediler.<br />

SERNA işçilerini grevlerinin 17. gününde<br />

(2 Ekim) ziyaret ettiğimizde artık<br />

grev çadırları yoktu. İşçilerin grev<br />

çadırı patron-devlet işbirliği ile, çevik<br />

kuvvet güçleri tarafından işçilerin az<br />

sayıda bulunmaları nedeniyle bir geceyarısı<br />

operasyonuyla - işçiler buna<br />

“Şafak Operasyonu” diyorlar - dağıtılmış.<br />

Aynı zamanda direnişin sembolü<br />

de olan çadırdan yoksun kalan<br />

işçiler ziyaret ettiğimiz gün yağmurun<br />

altında nöbet tutuyor ve yemeklerini<br />

yerde taşların üzerinde oturarak yağmur<br />

altında soğuk havada yiyorlardı.<br />

Öğlen yemeği sonrasında işçiler ve<br />

ziyaretçileri sloganlar ve alkışlar eşliğinde<br />

yürüyüş halinde kültürel etkinliğin<br />

düzenleneceği Tez-Koop-İş<br />

2. Şube’nin toplantı salonuna gidildi.<br />

Burada düzenlenen ve coşkulu geçen<br />

şiirli, korolu ve tiyatrolu etkinliğe 100<br />

kişilik bir katılım oldu.<br />

Tüm ziyaretçilerini, “Güle Güle<br />

Dostlar, Yine Bekleriz!” sloganları ve<br />

alkışlarla uğurlayan grevci işçi arkadaşlardan,<br />

candan ilgiye ve sohbete<br />

doymadan, başka zaman görüşmek<br />

üzere ayrıldık.<br />

YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak tüm<br />

sınıf bilinçli işçileri ve duyarlı kamuoyunu<br />

son yıllarda pek fazla yaşanmayan<br />

grev mücadelelerinden biri olan<br />

SERNA- SERAL işçilerinin grevini ziyaret<br />

ederek dayanışmada bulunmaya<br />

ve desteklemeye çağırıyoruz.<br />

Eylül 2005 ✓


yeni işçi dünyası<br />

Mersin Liman işçileri işyerini terk etmeme<br />

eylemine ara verdi<br />

Limanların özelleştirilmesine<br />

karşı 76 günden bu yana iş yerini<br />

terk etmeme eylemi sürdüren<br />

Mersin Limanı işçilerinin eylemine<br />

26 Eylül 05 tarihinde Liman-İş Genel<br />

Merkezinde, Genel Mali Sekreter<br />

Önder Avcı’nın yaptığı basın açıklaması<br />

ile ara verildi.<br />

A v c ı y a p t ı ğ ı a ç ı k l a m a d a<br />

“Özelleştirme belası, emeği tehdit<br />

etmeye emekçileri işsiz ve örgütsüz<br />

bırakmaya, ülke değerlerini yabancı<br />

sermayeye peşkeş çekmeye devam<br />

ediyor” diyerek tepkisini dile getirdi.<br />

Konuşması sık sık “Vur vur inlesin,<br />

Erdoğan dinlesin”, “Limanları,<br />

Telekomu, Tüpraş’ı, Erdemir’i, THY’i<br />

sattırmayacağız” … sloganları ile kesilen<br />

Avcı, “Bir avuç yerli sermayedarın,<br />

uluslararası sermayenin komisyoncusu<br />

ve piyonu durumuna düştüğü, emek<br />

karşıtı pazarlamacıların söz sahibi olduğu<br />

bir ülkede yaşamak ve nefes al-<br />

mak çok zorlaştı.” diyerek “vahametin”<br />

farkında olmayan sessiz çoğunluğun<br />

artık uyanması gerektiğini belirtti.<br />

76 gün süren işyerini terk etmeme<br />

eylemlerinin, 24.08.2005 tarihinde<br />

Mersin İdare Mahkemesinin yürütmeyi<br />

durdurma kararı ile haklılığını<br />

pekiştirerek güçlendirdiğini, yargının<br />

bağımsızlığına ve üst mahkemenin de<br />

aynı temelde karar alacağına inandıklarını<br />

belirten Avcı; kendilerini vatan<br />

bekçileri olarak gördüklerini, bugün<br />

bu talancıların da yarın Yüce Divan’da<br />

yargılanacaklarını söyledi.<br />

Konuşmasını “Mücadelemizin sonucunu<br />

alıncaya kadar, direnişimiz<br />

farklı yöntemlerle devam edecektir.<br />

KAZANMAK ZORUNDAYIZ!” diyerek<br />

bitirdi.<br />

Mersin Liman işçileri 76 gün kararlı<br />

bir biçimde mücadele yürüttü. Bu mücadelenin<br />

Mersin İdare Mahkemesinin<br />

yürütmeyi durdurma kararında belli<br />

ölçüde etkili olduğu da söylenebilir.<br />

Şu unutulmamalıdır ki, bu ülkede yargının<br />

bağımsızlığından söz etmemek<br />

için çok neden vardır. Çok önemli kararlarda<br />

siyaset her zaman yargının<br />

önünde olmuş ve ona müdahale etmiştir.<br />

Kapitalist sistemin egemen olduğu<br />

ve belli ölçüde burjuva demokrasisinin<br />

işlediği ülkelerde dahi sisteme karşı<br />

gelişen önemli kararlara siyasiler yani<br />

sistemin savunucuları müdahale etmişlerdir.<br />

Bu ülkemizde daha fazla olmaktadır.<br />

Sorun sistemin kendisidir. Kapitalist<br />

sistemi yıkmadan bu beladan nihai<br />

olarak kurtulmak mümkün değildir.<br />

26 Eylül 2005<br />

Mersin’den bir YDİ Çağrı Okuru ✓<br />

AKP hükümeti özelleştirme saldırılarında pervasızlığını sürdürüyor. Mersin limanının da özelleştirilmeye çalışılması nedeniyle liman işçileri 13 Temmuz 2005 tarihinden<br />

itibaren işyerini terk etmeyerek saldırılara karşı direnişe geçmişlerdi. Aşağıda geçen sayımızda yer nedeniyle yayınlayamadığımız ve henüz eyleme ara verilmediği bir dönemde<br />

Liman-İş Sendikası Mersin Şube Başkanı Recep ÖZBEY ile özelleştirme saldırıları ve direnişleri hakkında yaptığımız söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz. YDİ Çağrı<br />

YDİ Çağrı : Recep Bey bizlere gelişmeler<br />

hakkında bilgi verir misiniz<br />

Bugüne nasıl gelindi<br />

R. Özbey : 31.12.2004 tarihinde<br />

Özelleştirme Yüksek Kurulu tebliğinin<br />

06.01.2005’te Resmi Gazetede yayınlanması<br />

ile birlikte Devlet Demir Yollarına<br />

ait 6 limanın 2005 yılında özelleştirme<br />

programına alınmasıyla başlayan süreç<br />

bugüne kadar devam ediyor. Bu nedenle<br />

1 Şubat’ta 1 saatlik ve 3 Mart’ta<br />

2 saatlik iş bırakma eylemi yaptık. 13<br />

Temmuz 2005’ten itibaren ise işyerini<br />

terk etmeme eylemimiz başladı. İş yerini<br />

terk etmeme eylemi, son dönemlerde<br />

işçi ve emekçilerin kendilerine<br />

dayatılan özelleştirme saldırılarına<br />

karşı geliştirmiş olduğu farklı bir yöntem.<br />

İlk örneğini SEKA’da, ikinci örneğini<br />

Seydişehir’de gördük. Hem üretirken<br />

hem işyerini korumak, işyerine<br />

sahip çıkmak anlamına gelen pasif bir<br />

direniştir. 11 Ağustos 2005 tarihinde<br />

ise 3 vardiya yani 24 saat üretimden<br />

gelen gücün kullanılması, 12 Ağustos<br />

2005 tarihinde Özelleştirme İdaresinin<br />

Mersin Limanının 36 yıllığına işletme<br />

hakkının devri yöntemiyle satılmasına<br />

ilişkin pazarlığın yapılacağı günün öncesinde<br />

ciddi bir ihtardır. Bugüne kadar<br />

Liman-İş Sendikasının Özelleştirme<br />

sonucu uğramış olduğu bir yığın saldırı<br />

vardır.<br />

T. Denizcilik İşletmeleri Antalya,<br />

Trabzon, Hopa, Tekirdağ ve Giresun<br />

limanlarında, Liman-İş Sendikasının<br />

özelleştirme kararlarının iptali ve<br />

yürütmenin durdurulması istemiyle<br />

açmış olduğu davaların tamamında<br />

yargıdan olumlu kararlar çıkarmıştır.<br />

Buna rağmen o günkü ve daha sonraki<br />

siyasi erk yargı kararlarını hayata<br />

geçirmeyerek bu konuda sabıka işlemiştir.<br />

Ve büyük ihtimalle, 17 Ocak’ta<br />

Liman-İş Sendikası Genel Merkezinin<br />

Ankara İdare Mahkemesine açmış olduğu<br />

dava, 6 Temmuz’da ise Mersin<br />

İdare Mahkemesine bizim açmış olduğumuz<br />

davaların da neticesi lehimize<br />

çıkacaktır. Dolayısıyla net olarak ifade<br />

ediyoruz; AKP Hükümetine yargı kararlarını<br />

uygulamama şansını tanıyamayacağız<br />

Mersin Limanında.<br />

YDİ Çağrı : Peki işyerini terk etmeme<br />

ve bir günlük iş bırakma eyleminizde<br />

gördüğünüz destek ne durumda,<br />

yeterli mi Bu konuda sıkıntılarınız<br />

oluyor mu<br />

R. Özbey : Mersin’in demokratik yapısını<br />

göz önünde tuttuğumuzda belki<br />

diğer birçok il ve ilçeden farklı bir yapısı<br />

olduğunu görürüz. Çok değişik kültürlerin<br />

bir arada yaşadığı bir kent olması<br />

münasebetiyle bir araya geliş refleksi<br />

son derece gelişmiş. Demokratik kitle<br />

örgütlerinden, sendikalardan ve emeğin<br />

örgütlülüğüne sıcak bakan siyasi<br />

partilerden arzu edilen desteği aldığımız<br />

söylenebilir. Bu desteğin Mersin<br />

kamuoyundan başlayarak Türkiye kamuoyuna<br />

mal edilmesinde olağanüstü<br />

olumlu etkileri oldu. Bu anlamıyla<br />

destek veren tüm kurumlara sizin vasıtanızla<br />

teşekkür ediyoruz. Ancak en<br />

büyük sıkıntı sembolik olarak gerçekleştirilen<br />

ziyaretlerin mutlak surette<br />

tabana doğru yayılmasına daha fazla<br />

çaba harcanması, tabanın bu işe yeterince<br />

sahip çıkmasıdır.<br />

Mersin’den ve Mersin dışı bir çok<br />

emek kurumundan, siyasi partilerden<br />

destek aldığımızı söyleyebiliriz. Bir şekilde<br />

Liman işçisinin haklı ve onurlu<br />

mücadelesinin Mersin’den başlayarak<br />

Türkiye kamuoyuna mal edilmesinde<br />

çok büyük katkıları olmuştur. Ama<br />

bunun mutlak surette kitlesel bir harekete<br />

dönüşmesi lazım. Lokal anlamda<br />

tek tek eylemlerin, dün SEKA işçisinin,<br />

SEYDİŞEHİR işçisinin, ERDEMİR’in,<br />

TELEKOM’un ve TEKEL işçisinin<br />

11


yeni işçi dünyası<br />

12<br />

haklı mücadeleleri yalnız bırakıldığında<br />

bunların maalesef boğulduğuna<br />

şahit olduk. Bugün Liman işçisinin<br />

yapmış olduğu bu mücadele, eğer<br />

özellikle emek kurumları başta olmak<br />

üzere toplumsal muhalefetin tüm dinamiklerini<br />

harekete geçiremezse başarı<br />

şansı maalesef çok düşüktür.<br />

A K P Hü k ü met i n i n 3 K a sı m<br />

2002’den bu yana iktidarını şöyle bir<br />

gözden geçirdiğimizde belki de iktidar<br />

döneminin en zayıf günlerini yaşıyor.<br />

17 Aralık’taki AB rüzgarı çoktan etkisini<br />

yitirdi. ABD ile münasebetler<br />

eskisinden çok daha kötü. Meclisin<br />

içerisinde veya dışında muhalefet partileri<br />

ağız birliği etmişçesine topyekün<br />

AKP’ye saldırıyor. Sadece işçinin değil,<br />

memurun, işsizin, esnafın, köylünün,<br />

çiftçinin, üreticinin kısacası emeği ile<br />

geçinen bütün halk kesimlerinin durumu<br />

dünden daha iyi değil. Çok ciddi<br />

anlamda toplumsal muhalefete ihtiyaç<br />

var ama maalesef bizim de üst kuruluşumuz<br />

olan TÜRK-İŞ başta olmak<br />

üzere emek kurumlarının bu anlamda<br />

üzerine düşeni yapmadıklarını çok rahat<br />

söyleyebiliriz. DİSK, ya da HAK-<br />

İŞ için, ya da Memur Sendikaları için<br />

fazla bir şey söyleme hakkımız olmayabilir.<br />

Ancak özellikle üst kuruluşumuz<br />

olan TÜRK-İŞ için açık açık şunu<br />

söyleyebiliyoruz. Sayın genel başkanımız<br />

TÜRK-İŞ’ten bahsederken, genel<br />

başkanlığını yaptığı kurumdan bahsederken;<br />

“TÜRK-İŞ Türkiye’nin en<br />

büyük işçi teşekkülüdür” diyor. Ama<br />

büyüklük sadece üye sayısıyla büyük<br />

olmakta değil. Türkiye’nin bütün ekonomik,<br />

demokratik, sosyal ve kültürel<br />

sorunlarına ciddi anlamda çare bulmak,<br />

projeler üretmektir.<br />

YDİ Çağrı : Liman işçileri arasında<br />

kararlılık ne düzeyde ve işçilerin eylemlere<br />

katılımı nasıl<br />

R. Özbey : Liman-İş Sendikasına<br />

bağlı 7 şube içerisinde, Mersin Liman<br />

işçisinin ve Liman-İş Mersin şubesinin<br />

özel bir yeri vardır. İşçinin bir kesimine<br />

ya da tamamına uygulanmak<br />

istenen herhangi bir baskı ya da şiddet<br />

söz konusu olduğunda geçmişindeki o<br />

mücadeleci geleneğine uygun olarak<br />

direniş gösteriyor. İki gün önce yapmış<br />

olduğumuz 24 saatlik bir fiil işin<br />

durdurulmasında da katılım %100’dü.<br />

Bundan sonraki benzer eylemliliklerde<br />

de mutlak surette Mersin Liman işçisinin<br />

kendi meselesine sahip çıkması konusunda<br />

herhangi bir tereddüdümüz<br />

yok. Burada sadece Mersin Liman işçilerinden<br />

bahsetmemek gerekir. Mersin<br />

limanında çalışan memur arkadaşlarımızdan<br />

da aynı şekilde destek aldığımız,<br />

destek almanın ötesinde bu kavganın<br />

içerisinde yer aldıklarını söyleyebiliriz.<br />

Özellikle Liman tel örgüleri<br />

içerisinde çalışan, Mersin limanından<br />

ekmek yiyen ve özelleştirme sonrası<br />

bizim kadar Mersin limanının dışına<br />

itilerek, açlığa ve sefalete sürüklenecek<br />

olan, nakliyecilerin, şoför arkadaşlarımızın,<br />

acente ya da mal sahibi mükellef<br />

olarak ifade ettiğimiz kesimler dışındaki<br />

bütün çalışan kesimlerin olaya<br />

bizden farklı bakmadığını görüyoruz<br />

ve ilk defa böylesine kitlesel bir gücü<br />

yakaladığımız söylenebilir.<br />

YDİ Çağrı : Özelleştirme karşısındaki<br />

talepleriniz neler, açıklayabilir<br />

misiniz<br />

R. Özbey : Liman-İş Sendikası liman<br />

işçileri olarak, özelleştirmeye karşı duruşumuz<br />

kamusal alandaki sorunların,<br />

hatta verimsizliğin ve hantallığın olmadığı<br />

biçiminde anlaşılmasın. Bu tür sorunların<br />

olduğunu işçilik hayatımızda<br />

da, özellikle sendikacılık hayatımızda<br />

arkadaşlarımızla paylaşarak gördük.<br />

Kamusal alandan bahsettiğimizde,<br />

kamusal yararın ön planda tutularak,<br />

çalışanlar tarafından öncelikli olarak<br />

ifade edilmesi ve bu şekilde hayata geçirilmesinde<br />

fayda var. Örnek aldığımız<br />

SEKA işçisinin 51 gün boyunca eylemini<br />

destekledik, yüreğimiz onlarla<br />

birlikte attı. Ancak 52. günden sonraki<br />

duruşlarına ve özellikle üst kuruluşumuz<br />

olan TÜRK-İŞ’in tutumuna,<br />

SEKA işçilerinin İzmit Büyükşehir<br />

Belediyesi’nde istihdam edilmesine<br />

karşı tepkimiz var. Basından İzmit<br />

Büyükşehir Belediyesi’nin 4.5 milyar<br />

dolar gibi korkunç bir borcunun<br />

olduğunu öğrendik. 600’den fazla<br />

SEKA işçisinin hiç üretmeden İzmit<br />

Büyükşehir Belediyesi’ne gönderilerek<br />

orada istihdam edilmesi, her ay 1<br />

trilyonun üzerinde bir paranın İzmit<br />

Büyükşehir Belediyesi’nin zarar hanesine<br />

yazılması anlamına geliyor.<br />

Bizim Mersin liman işçisi ve Liman-İş<br />

Sendikası olarak özelleştirmeye karşı<br />

çıkışımız sadece Mersin Limanında<br />

işçi olarak sahip olduğumuz hakların<br />

elimizden alınması değil. Burada<br />

çalışarak, üreterek, kazandırarak ve<br />

kazanarak sahip olduğumuz değerleri<br />

bu rada tekrar aynı şekilde devam ettirme<br />

inadımız olacaktır. Değilse; benzer<br />

hakların, yakın hakların bir başka<br />

Taşeron işçisi iş bıraktı!...<br />

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin park ve bahçelerin bakımı için anlaştığı<br />

taşeron Bostancı Şirketi’nde çalışan yaklaşık 300 işçi Ağustos ayından bu<br />

yana maaşlarını alamadıkları için geçtiğimiz Cuma günü iş bıraktılar. İş<br />

bırakan işçiler Konak’ta bulunan şirket merkezi önünde beş günden bu yana<br />

bekliyorlar.<br />

Eylemlerinin beşinci gününde ziyaret ettiğimiz işçiler; daha önce farklı bir<br />

taşeronda çalıştıklarını, bu süre zarfında herhangi bir sorun yaşamadıklarını,<br />

Ağustos ayında Taşeron Bostancı Şirketini’nin işleri devralmasının ardından<br />

bugüne dek herhangi bir ödemenin yapılmadığını, sigortalarının eksik gösterildiğini,<br />

yağmurlu havalarda çalışamadıklarında yevmiyelerinin kesildiğini<br />

söylediler. İşçilerle görüşürken eylemlerinin sonuç verdiğini ve bugün taşeronun<br />

ödemelere başladığını öğreniyoruz. İşçiler beşer beşer yukarıya çıkıp<br />

birikmiş maaşlarını alıyorlardı. Bu arada gelen işçi temsilcisi maaşını alan<br />

işçilerin şirketin önünden ayrılmamasını, son işçi maaşını alana kadar burada<br />

bekleyeceklerini hatırlatıyor ve işçiler de hep beraber bunu onaylıyorlar.<br />

Biz de bu esnada eylemci arkadaşlara başarılar diyerek yanlarından ayrılıyoruz.<br />

27.09.2005, İzmir’den bir YDİ Çağrı okuru ✓<br />

işyerinde ya da işletmede çalışmadan,<br />

üretmeden, kazandırmadan bu ülke<br />

ve bu ülke insanları için artı-değer<br />

yaratılmadan sunulması halinde dahi<br />

Liman işçisi valizini toplayıp Mersin<br />

Limanını terk edecek yapıya sahip<br />

bir işçi değildir. Burada tutunabilme<br />

konusunda sonuna kadar mücadele<br />

edeceğiz. Çünkü özelleştirmenin genel<br />

mantığı olan zarar eden kurumların<br />

rehabilite edilerek daha verimli<br />

hale getirilmeleri her ne kadar 20 yıldır<br />

bu ülkede anlatılıyorsa da Mersin<br />

Limanının zaten kâr eden bir kurum<br />

olduğunu burayı özelleştirmek isteyen<br />

insanlar dahi ifade ediyorlar. Biz<br />

burada zarar eden bir kurum değiliz.<br />

Demir Yollarının ise bütün dünyada<br />

olduğu gibi Türkiye’de de zarar ettiğini<br />

biliyoruz. Zarar eden bir kuruma<br />

sadece maaşlı bankamatik çalışanı olarak<br />

gitmek gibi bir düşüncemiz söz konusu<br />

olmayacaktır. Bizim amacımızın<br />

bu olduğunu da net olarak söylüyoruz.<br />

Sahip olduğumuz imkanlar özelleştirmeye<br />

karşı duruş için sebeplerimizden<br />

sadece bir tanesidir.<br />

YDİ Çağrı : Bundan sonraki süreç<br />

hakkında bilgi verir misiniz, ne tür<br />

eylemler yapmayı düşünüyorsunuz<br />

R. Özbey : 12 Ağustos’ta Özelleştirme<br />

İdaresi Başkanlığı 3 teklifi değerlendirerek<br />

%60’ı yerli, %40’ı yabancı iki ortaklı<br />

bir şirkete Mersin Limanının 36<br />

yıllığına işletme hakkının devri sözleşmesini<br />

imzaladı. Bundan sonra yasal<br />

süreç olarak Özelleştirme İdaresinin<br />

yapması gerekenler, özelleştirme kararını<br />

rekabet kurulundan geçirmek,<br />

Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından<br />

Bakanlar Kuruluna göndermek<br />

ve en son Cumhurbaşkanı’nın imzasıyla<br />

Resmi Gazete’de yayınlatmak<br />

biçiminde bir prosedür olacak. Bunlar<br />

tabi kendi işlerini yapmış olacaklar.<br />

32 gün boyunca söylediğimiz bir şey<br />

var. Hükümet, Maliye Bakanı, yerliyabancı<br />

sermaye, Özelleştirme İdaresi<br />

kendi işini yapıyor. Ancak burada<br />

önemli olan Mersin Liman işçilerinin,<br />

Mersin Liman-İş Sendikasının kendi<br />

işi olan bu konuda direnmek, sonuna<br />

kadar mücadele etmektir. Yapacağımız<br />

eylemler konusunda önümüzdeki günlerde<br />

Mersin Liman-İş Sendikasının<br />

kendi üyeleri içerisinde yapacağı değerlendirme<br />

büyük oranda belirleyici<br />

olacaktır. Bizden sonra özelleştirme<br />

ihalesine çıkacak olan İskenderun<br />

Limanı başta olmak üzere, diğer 6 limanımızın<br />

ve Genel Merkezimizin de<br />

bu konudaki önderlik rolü küçümsenmeden<br />

gelişmelere göre Liman işçisi<br />

tavır koyacaktır.<br />

13.08.2005 ✓


yeni işçi dünyası<br />

Akyıl Tekstil’de işçilerin direnişi başarılı sonlandı<br />

Diyarba k ır’ da üretimini<br />

sürdüren Akyıl Tekstil<br />

Fabrikası işçileri düzenli<br />

olarak alamadıkları ücretlerini almak<br />

için iş bırakma eylemine gittiler.<br />

İşverenin baskılarına, rağmen istekleri<br />

kabul edilene kadar direnişlerini<br />

sürdürme kararlılığı gösteren işçiler,<br />

direnerek haklarını elde ettiler.<br />

Sözleşmeye göre: İşveren, işçilerin<br />

maaşlarından kalan alacaklarının yarısını<br />

işbaşı yaptıklarında, diğer yarısını<br />

ise Kurban Bayramı öncesinde<br />

ödeyecek. Fazla mesailer de Kurban<br />

Bayramı’na kadar ödenecek.<br />

Eylem nedeniyle hiçbir işçi işten<br />

atılmayacak. Bundan böyle maaşlar<br />

düzenli olarak ödenecek. İşçilerin sigortaları<br />

yarım değil, tam yatırılacak.<br />

Bütün fabrika işçileri aynı haklardan<br />

yararlanacak.<br />

Akyıl Tekstil işçileri, kararlı tutum<br />

ve birlikte mücadelenin sonunda neler<br />

kazanacaklarının örneğini herkese<br />

kanıtladılar. Sırada anlaşmaya<br />

göre işverenin ne kadar sözünde duracağının<br />

takibinde...<br />

30.09.2005 ✓<br />

Günöz Tekstil Fabrikası işçileri haykırdı:<br />

“Sendika hakkımız, söke söke alırız!”<br />

Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesinde<br />

kurulu GÜNÖZ Tekstil fabrikasında<br />

çalışan 300 işçi, varolan<br />

hakları gaspeden ve işçilere 12 saat<br />

çalışmaya karşılık asgari ücretten biraz<br />

fazla ödemeyi şart koşan bir sözleşme<br />

dayatma şeklindeki patronun saldırılarına<br />

karşı birleşerek 10 gün gibi kısa<br />

süre içinde önemli bir bölümü DİSK/<br />

Tekstil Sendikası’nda örgütleniyorlar.<br />

Bunu duyan patron elebaşı olarak bildiği<br />

26 işçiyi 25 Temmuz 2005 günü<br />

tazminatsız olarak işten attı.<br />

Gönen Deri işçileri direnişe devam ediyor<br />

Bunun üzerine DİSK/Tekstil Sendikası<br />

27 Temmuz 2005 günü bu saldırıyı protesto<br />

eden ve patronu işçilerin Anayasal hakları<br />

olan sendikallaşma hakkına saygılı olmaya<br />

atılan işçilerin işe tekrar alınmadan görüşmelere<br />

oturmayacağını belirten bir Basın<br />

Açıklaması yaptı.Sendikalaştıkları için işten<br />

atılan ve direnişte olan Çorlu’daki İleri<br />

Deri ile Birsin Deri fabrikalarındaki işçiler,<br />

Türk-İş’e bağlı Deri-İş Sendikası ve DİSK/<br />

Birleşik Metal-İş Sendikalarının Çorlu<br />

Temsilciliklerinin destek verdiği açıklama<br />

50’ye yakın kişinin katılımıyla Günöz<br />

Geçen sayımızda da belirttiğimiz<br />

gibi, Balıkesir’in Gönen ilçesindeki<br />

deri işletmelerinde,<br />

işçilerin sendikal örgütlenme yapmalarını<br />

bahane eden işverenler, bazı işçileri<br />

işten atmışlardı. Bu işyerlerinde<br />

işçilerin sendikalaşma mücadeleleri<br />

devam ediyor. 500’den fazla işçinin<br />

sendika üyesi olduğu Gönen deri fabrikalarında,<br />

işverenlerin, işçilere yönelik<br />

yıldırma ve direnişi kırma girişimleri<br />

de devam ediyor.<br />

Ağustos ayının son günlerinde bir<br />

deri fabrikasının önünde meydana<br />

gelen olayda işveren korumaları ve dışarıdan<br />

eylem kırıcı olarak tutulan saldırganların<br />

müdahalesi sonucu iki işçi<br />

yaralandı. Aynı akşam deri işçilerinin<br />

yoğun olarak ikâmet ettiği mahallede<br />

de bir işçi silahla vurularak yaralandı.<br />

Deri-İş Sendikası Genel Başkanı<br />

Musa Servi’nin ifadesine göre: “31 Ağustos<br />

günü Çolakoğlu Deri Fabrikası’nın<br />

önünde bekleyen işçilere patronun korumaları<br />

saldırdı. Bu saldırı sonucu bir<br />

işçi kafasından yaralanırken, bir diğer<br />

işçinin de kolu kırıldı. Burada yaşanan<br />

olayın ardından akşam saatlerinde<br />

işçilerin yoğun olarak oturduğu Karşıyaka<br />

Mahallesi’nde Çolakoğlu Deri<br />

patronlarının kiraladıkları kişiler, direnişteki<br />

işçilerden H. Kökçü’yü silahla<br />

vurdular. Saldırganların belirlendiğini<br />

ve gözaltına alınıp, daha sonra serbest<br />

bırakıldığını söyleyen Servi, yaralanan<br />

işçinin sağlık durumunun da iyi olduğunu<br />

ifade etti.<br />

Saldırıları protesto eden Gönen Organize<br />

Deri Sanayi Bölge işçilerinin 1 Eylül’de<br />

bir günlük iş bırakma eylemi gerçekleştirdiğini<br />

söyleyen Servi, işverenlerle<br />

yaptıkları görüşmeler sonucunda<br />

ise, işten atılan işçilerin peyderpey<br />

işbaşı yapacaklarını bildirdi. Servi’nin<br />

ifadesine göre şimdilik 4 işyerinde yetki<br />

belgesi alındı.<br />

Gönen’deki saldırıları protesto için<br />

İstanbul Zeytinburnu’nda da bir basın<br />

Tekstil Fabrikası’nın önünüde yapıldı.<br />

İşten at ı la n 26 işçinin Bası n<br />

Açıklaması sırasında coşkulu ve hiç durmadan;<br />

sık sık “Sendika Hakkımız Söke<br />

Söke alırız”,”İşçilerin Birliği Sermayeyi<br />

Yenecek”, “Susma ,Susutukça sıra sana<br />

gelecek”, “işte Sendika işte DİSK”,<br />

“Direne direne Kazanacağız” v.b. sloganlarla<br />

oratalığı inlettiler. Vardiye<br />

değişimi olduğu sırada devam eden bu<br />

direngen tavıra içerde çalışan işçiler de<br />

alkışlarla destek veriyorlardı.<br />

Yarım saattan fazla süren bu açıklamaya<br />

patronun şikayeti üzerine gelen<br />

jandarmanın tahamülsüzlüğü “Hemen<br />

bitirin yoksa dağıtırız” şeklindeki tavırlarında<br />

açık görülüyordu. Jandarmanın<br />

bu tavrı aynı zamanda devlet güçlerinin<br />

açıklaması yapıldı. Zeytinburnu’nda bulunan<br />

Çolakoğlu Deri Mağazası önünde<br />

toplanan bazı sendika şube yöneticileri,<br />

adı geçen mağazadan çıkan kişilerce silahlı<br />

saldırıya uğradı. Basın açıklaması<br />

yapmak isteyen sendikacılara saldıranlar<br />

işçilerce etkisiz duruma getirildi.<br />

Diğer yandan, Çorlu Deri Organize<br />

Sanayi Bölgesi’nde sendikalı oldukları<br />

için işten atılan Birsinler ve İleri Deri<br />

işçilerinin direniş çadırları yıkıldı. Gelişmeleri<br />

değerlendiren Deri-İş Şube<br />

Başkanı Ali Bayram; “Polisin ve işverenlerin<br />

baskısı sonucu direnişteki<br />

deri işçileri potansiyel suçlu gibi gösterilmekte…<br />

Oysa amacımız bu işyerlerinde<br />

sendikanın kurumsallaşmasını<br />

sağlamaktır. Önümüzdeki en büyük<br />

engel işyerlerinde sigortasız ve kimliksiz<br />

işçilerin çalıştırılmasıdır. Bakanlığa<br />

bunun için şikayette bulunduk” diye konuştu.<br />

24.09.2005 ✓<br />

ne kadar “tarafsız” olduklarını gösterdiği<br />

gibi, bu durum işçileri Anayasal<br />

haklarını kullandıkları için işten atarak<br />

açlığa mahküm eden patronun Anayasa<br />

ve yasaları çiğnediği için devlet tarafından<br />

ödüllendirildiğinin de resmiydi.<br />

Devletin temel kurumu ordunun iç<br />

güvenlikten sorumlu olan jandarmaya<br />

göre işçilerin sendikalaşmasına izin vermeyen,<br />

işçileri işten atan patron kamu<br />

düzenini bozmuş olmuyordu! Onu bozan,<br />

bu haksızlığı fabrikanın bahçe kapısı<br />

dışında kamuoyuna bildiren 26 işçi<br />

ve dostları oluyordu. Patronlar ve devletine<br />

sonsöz olarak bir halk deyimi ile<br />

yanıtımızı verelim: “Zülmünüz artsınki<br />

çabuk zeval bulasınız!”<br />

30 Temmuz 2005 ✓<br />

Bornova<br />

Belediyesi’nde<br />

eylem var<br />

Bornova Belediyesi’inde çalışan<br />

temizlik işçileri çeşitli bahanelerle<br />

işlerinden atıldı. Yıllardır<br />

belediye bünyesinde temizlik işçiliği<br />

yapan işçiler, taşeron firmalara geçmedikleri<br />

ve sendikaya üye oldukları için<br />

işten atıldıklarını ifade ediyorlar. İşten<br />

atılmalarını protesto eden işçiler, İzmir<br />

Valiliği’nin verdiği üç aylık vize ile tekrar<br />

işbaşı yapmalarına rağmen bu süre<br />

tamamlanmadan Belediye yönetimi<br />

tarafından tekrar kapı dışarı edildiler.<br />

12 Eylül’den beri Bornova Belediyesi<br />

önünde oturma eylemlerini sürdüren<br />

250 işçinin amacı sadece işlerine geri<br />

dönebilmek.<br />

Gelinen aşamada işçiler tekrar işbaşı<br />

yapana kadar eylemlerini sürdürmekte<br />

kararlılıklarını dile getiriyorlar.<br />

28.09.2005 ✓<br />

13


yeni işçi dünyası<br />

İleri Deri Fabrikası işçileri<br />

direnmeye devam ediyor!<br />

Sendikalaştıkları için işten atılan<br />

Çorlu (Tekirdağ) Deri Organize<br />

Sanayi’de bulunan İleri Deri işçileri;<br />

patronun ve devletin saldırılarına<br />

rağmen 8 aydır dişe diş direniyor.<br />

Geçtiğimiz ay arabasını fabrika<br />

önünde bekleyen direnişçi işçilerin üzerine<br />

sürerek iki işçinin yaralanmasına<br />

neden olan patronu karakola götürüp<br />

ifadesini dahi almayan polis, bu ay da<br />

bu saldırgan patronun “Organize Deri<br />

Sanayi Bölgesi’nde çalışan tüm işçileri<br />

korkutuyorlar, bu teröristlerden işçiler<br />

korkup huzursuz oluyorlar, rahat çalışamıyorlar.”<br />

şeklindeki bir ihbarıyla, o<br />

an direniş çadırında bulunan 17 işçiyi<br />

gözaltına alıyor. Gözaltına alınan işçilerden<br />

10’u 3-4 saat sonra bırakılıyor,<br />

diğer 7 kişi de TMŞ (Terörle Mücadele<br />

Şubesi) polislerince sorgulanıyor ve<br />

içerde zorunlu ihtiyaçları bile karşılanmadan<br />

24 saat gözaltında tutuluyorlar.<br />

Gözaltında tutulan işçilerden Ali<br />

Bayram, Hasan Kılıç, Hasan Saka,<br />

Sevim Şener, Tekin Köz, Mürüvvet<br />

Coşkun ve Nuran Gülenç savcılığa çıkarıldıktan<br />

sonra serbest bırakılmalarının<br />

ardından, bir gün önceden gelmiş<br />

olan Deri- İş Sendikası Genel Başkanı<br />

Yener Kaya ve Genel Başkan Yardımcısı<br />

Musa Servi ile Çorlu şehir merkezinde<br />

bir Basın Açıklamasıyla bu haksızlığı<br />

teşhir ederek İlçe Emniyet Müdürü ve<br />

kaymakamın hukuksuzluğunu ve patronlar<br />

yanlısı tutumunu kınadılar.<br />

Ayrıca hem sendika yetki davasını<br />

hem de işten attığı işçilerle ilgili işe<br />

iade davasını kaybetmiş olan İleri Deri<br />

patronundan aylardır kapı önünde masumca<br />

bekleyen işçilerin işe alınıp TİS<br />

görüşmelerine gelmesi istendi.<br />

İleri Deri ve Birsinler Deri fabrikalarının<br />

direnişteki işçilerin aileleriyle<br />

katıldığı bu Basın Açıklamasında<br />

“Baskılar Bizi Yıldıramaz”, “İleri Deri<br />

İşçisi Yalnız Değildir”, “İşçilerin Birliği<br />

Sermayeyi Yenecek” v.b. sloganlar coşkulu<br />

bir şekilde atıldı.<br />

Aynı anda işçilere yapılan bu saldırıyı<br />

kınayan ikinci bir Basın Açıklaması<br />

da ÇORLU EMEK VE DEMOKRASİ<br />

PLATFORMU (bu platformun kimler-<br />

den oluşturulduğunu yazarsınız) tarafından<br />

yapıldı.<br />

Savcının gözaltındaki deri işçilerini<br />

sorguladığı saatlerde aynı Deri<br />

Organize Sanayiinde bulunan 24 işçinin<br />

çalıştığı PERK Deri Fabrikası’nda<br />

adına “iş kazası” denilen, aslında bir<br />

iş cinayetinde Cahit Ay isminde 35 yaşında<br />

bir işçinin yaşamını yitirdiği, bir<br />

işçinin de yaralandığı haberi geldi.<br />

Ülke genelinde olduğu gibi Çorlu’da<br />

da sadece Organize Deri Sanayi<br />

Bölgesi’nde çalışan 5 bine yakın işçinin<br />

% 80’i sigortasız ve asgari ücretle<br />

her türlü iş güvencesinden yoksun olduğu<br />

gibi, can emniyetinin olmadığı<br />

çalışma koşullarında üretim yapıyorlar.<br />

Patronlar için bir sömürü cenneti<br />

olan ama işçiler için zalimce ve amansızca<br />

sömürüldükleri bir cehennem<br />

olan bu düzende işçilerin sendikalarda<br />

örgütlenmesine hem patronlar hem de<br />

devletin etkili ve yetkili kademelerindekiler<br />

rıza göstermezler çünkü gasp<br />

edilen emekten pay alıyorlar. Ama tüm<br />

bu patron yanlısı yasalara ve baskılara<br />

rağmen biz işçiler örgütlenir, birleşir<br />

ve diğer ezilen ve sömürülenlerin de<br />

desteğini kazanır ve direnirsek mutlaka<br />

kazanırız. Sınıfımızın tarihindeki<br />

zaferler bunun kanıtıdır. Yeter ki biz<br />

tüm ezilenler patronların ve onun devletinin<br />

saldırılarına karşı direnen sınıf<br />

kardeşlerimizi yalnız bırakmayalım.<br />

Eylül 2005 ✓<br />

14<br />

Çukurova köylüsü isyan ediyor!<br />

Ceyhan Ziraat Odası tarafından<br />

16.09.2005 tarihinde düzenlenen<br />

mitinge yaklaşık 500 çiftçi<br />

katıldı. Tabut içinde buğday ve mısırın<br />

cenaze namazını kılan köylüler ürünlerini<br />

uçakla Ceyhan Nehrine döktüler.<br />

Adana ve ilçeleri Seyhan, Feke, Kozan,<br />

Karataş, Yumurtalık ile Osmaniye<br />

Ziraat Odalarının destek verdiği eyleme<br />

birçok köyden traktörleri ile katılan<br />

köylüler “Hükümet istifa”, “Vur vur<br />

inlesin hükümet dinlesin” sloganlarını<br />

attılar. “IMF’ye Hayır” pankartlarının<br />

taşındığı eylemde konuşan Ceyhan<br />

Ziraat Odası başkanı Yavuz Tezcan<br />

üreticilerin maliyetlerinin artmasına<br />

rağmen ürünlerin fiyatlarının geçen<br />

yılın fiyatlarının dahi altında olmasından<br />

bahsetti.<br />

Mısırın geçen yılki fiyatı 300 bin<br />

liranın üzerinde iken, bu yıl Toprak<br />

Mahsülleri Ofisi (TMO) 260 bin liradan<br />

alım yapıyor. Bu fiyat, sermaye<br />

sahibi tüccarların elinde daha da düşüyor.<br />

TMO’nun iki taksitte (ilk taksitte<br />

çok az bir kısmını, kalanını yaklaşık<br />

1,5 ay sonra) ödediği ürün bedelini<br />

tüccarlar, peşin vererek veya TMO’nun<br />

alım yapmadığı sıralarda yani çiftçi zor<br />

durumdayken alarak, fiyatları daha<br />

da düşürüyor. Bu yüzden birçok çiftçi<br />

borçlarından dolayı zor durumda kalarak,<br />

tarlalarını, aletlerini satmak zorunda<br />

kalıyor.<br />

Ellerinde Türk bayrakları ile Ceyhan<br />

nehrinin kıyısında toplanan çiftçilerin,<br />

eyleme karayolunu trafiğe kapatarak<br />

devam etmek istemelerini polis engelledi.<br />

Yapılan eylem hükümet tarafından<br />

dikkate alınmazsa, çiftçiler eylemlerini<br />

Ankara’ya taşıyacaklarını belirttiler.<br />

Geçmiş hükümetler döneminde çiftçilerin<br />

durumunun pek farklı olmadığını<br />

unutan CHP milletvekilleri de<br />

köylünün alınterini AKP’ye karşı oya<br />

dönüştürme hesaplarıyla eyleme destek<br />

verdiler. Bugüne kadarki hiçbir hükümet<br />

işçi ve köylülerin hükümeti olmamıştır.<br />

AKP ve alternatif olduğunu iddia<br />

eden diğer sermaye partilerinin köylüler<br />

çıkarına yapacağı hiç bir şey yoktur.<br />

Onlar sadece temsilcisi oldukları zengin<br />

sınıfların, sermayenin çıkarlarına<br />

uygun olarak IMF ve Dünya Bankası<br />

ile “iyi ilişkilerini” geliştirmeye, işçi ve<br />

köylüleri sermayeye, emperyalistlere<br />

kul-köle yapmaya çalışmışlardır, çalışacaklardır.<br />

“Köylü milletin efendisidir”<br />

ninnileri ile köylüleri uyutanların,<br />

köylülere bu ülkede yoksulluk, eğitimsizlik<br />

ve sağlıksız koşullar altında üretim<br />

yaptırarak tüccarların, faizcilerin,<br />

kısacası sermayenin kölesi olması dışında<br />

bir şey vermemişlerdir<br />

Köylünün bugün daha da yoksullaşmasının<br />

nedeni, şu veya bu hükümet<br />

politikasının yanlışlığında değil, kapitalizmin<br />

gelişmesine bağlı olarak IMF<br />

ve Dünya Bankasının dayattığı tarım<br />

politikalarında aranmalıdır.<br />

Köylülerin tek gerçek alternatifi; işçi<br />

sınıfıyla birlikte sermayenin köylüleri<br />

daha da yoksullaştıran tarım politikalarına<br />

karşı örgütlü mücadelesidir.<br />

16.09.2005, YDİ Çağrı/Adana ✓


yeni kadın dünyası<br />

2005 DÜNYA KADIN YÜRÜYÜŞÜ<br />

“Özgürlük, eşitlik,<br />

dayanışma, adalet ve barış…”<br />

Ekim’de Ankara’da “2005<br />

Kadın Yürüyüşü” düzenle­<br />

17 niyor. Bu eylem, “İnsanlık<br />

Hepsi<br />

sosyalizmde!<br />

İçin Küresel Kadın Şartı”nı kabul eden<br />

dünyanın çeşitli ülkelerindeki kadın örgütlerinin<br />

ortak eylemi. Türkiye ağını<br />

oluşturanlar, “17 Ekim tarihinde, hükümete<br />

ve Meclise ‘Taleplerimiz için,<br />

biz kadınlar için ne yaptınız’ diye soracağız”<br />

diyorlar.<br />

Şart, dünyanın “özgürlük, eşitlik, dayanışma,<br />

adalet ve barış” üzerinde kurulabilmesini<br />

hedeflediğini söylüyor.<br />

Ve şöyle devam ediyorlar:<br />

“Biz kadınlar,<br />

* Bize dayatılan yoksulluğu ve şiddeti<br />

“doğal” kabul etmeyen;<br />

* Adaletsizliğe, baskılara, savaşa, işgale<br />

ve sömürüye boyun eğmeyen;<br />

* İkinci sınıf görülmeye, cinsiyet<br />

ayrımcılığına, farklılıklarımızın yok<br />

sayılmasına karşı çıkan bir anlayışla<br />

yürüyeceğiz.<br />

* Biz Türkiyeli kadınlar, dünyadaki<br />

diğer bütün kadınlarla birlikte aynı kararlılığı<br />

ifade ediyoruz: “Geri dönüşü<br />

olmayan bir yolculuğa çıktık. Adil,<br />

eşit, özgür, dayanışmacı ve barış içinde<br />

yaşayacağımız bir dünyayı yaratmak<br />

için ellerimizi birleştirdik.”<br />

Bu söylenenler gayet güzel, hoş! Ancak<br />

yürüyüşü düzenleyenler yine de<br />

yanlış yoldalar. Çünkü “Küresel Kadın<br />

Şartı”nın bütün çıkış noktası Birleşmiş<br />

Milletler’in ve onun üzerinden de tek<br />

tek devletlerin ‘yoksulluğu ve kadınlara<br />

yönelik şiddeti’ yoketmeye zorlanabileceği<br />

yönündedir. Bu yaklaşım,<br />

emperyalizmden ve emperyalistlerin<br />

örgütü olan Birleşmiş Milletler’den<br />

medet uman bir yaklaşımın ürünüdür.<br />

Birleşmiş Milletler, bugün dünya çapındaki<br />

yoksulluğun, kadınlar üzerindeki<br />

erkek egemenliğinin ve şiddetin sürmesinden<br />

sorumlu emperyalist-kapitalist<br />

ve gerici devletlerin bir örgütüdür,<br />

esasta da emperyalist büyük güçlerin<br />

bir örgütüdür. Bunlardan zengin ile<br />

yoksul, kadın ile erkek arasındaki eşitsizliği<br />

bertaraf etmelerini talep etmek,<br />

sömürücülerden sömürü sisteminden<br />

vazgeçmelerini talep etmek demektir<br />

ve olmayacak bir iştir.<br />

Kadınların kurtuluşunu<br />

Birleşmiş Milletler, IMF ve<br />

Dünya Bankası getiremez!<br />

Dünyayı kökten değiştirmeyi hedeflediği<br />

iddiasıyla ortaya çıkan “Küresel<br />

Kadın Şartı”nda bir dizi reform talebi<br />

altalta sıralanmaktadır. Bu taleplerin<br />

bir çoğu haklı taleplerdir de... Fakat sorun<br />

bunu tespit etmekle ortadan kalkmıyor.<br />

Çünkü “Küresel Kadın Şartı”,<br />

“politik karar alıcıları” bu talepleri uygulamaya<br />

zorlayabileceklerini ve böylelikle<br />

de dünyayı değiştirebileceklerini<br />

iddia etmektedirler. Yani “Küresel Kadın<br />

Şartı” Birleşmiş Milletler, IMF ve<br />

Dünya Bankası’nın bu talepleri karşılamaya<br />

zorlanabileceğini ve bu şekilde de<br />

dünyanın yoksulluk, kadınlara yönelik<br />

şiddet ve savaştan arındırabileceği hayalini<br />

yaymaktadır. Bu boş bir hayaldir.<br />

Birleşmiş Milletler’e üye devletler<br />

birçok kez kadınların yasal ve toplumsal<br />

eşitliğini sağlamak için tedbirler<br />

alacaklarını ilan etmişlerdir. Düzenlenen<br />

onlarca uluslararası toplantı, imzalanan<br />

sayfalarca uluslararası anlaşma<br />

vardır. Bütün bunlar ama, emperyalistlerin<br />

ve gerici devletlerin bu dünyanın<br />

ezilenlerini uyutma çabasından başka<br />

birşey değildir. Dünyayı değiştirmek,<br />

emperyalist örgütlerden “sözünüzü tutun”<br />

çağrılarıyla olamaz. Dünyayı değiştirmek<br />

dünya ezilenlerinin, işçi ve<br />

emekçi kadınların emperyalist sisteme<br />

karşı mücadelesiyle olacaktır. Kısmi<br />

talepleri elde etmenin tek doğru yolu<br />

da sisteme karşı mücadele temelinde<br />

hareket etmektir.<br />

Eşitsizliği, baskı ve sömürüyü yaratan<br />

özel mülkiyet sistemidir! Dünyayı<br />

değiştirmek, ancak özel mülkiyet sistemine<br />

karşı tutarlı mücadeleyle mümkündür.<br />

Devrim mücadelesiyle mümkündür.<br />

Yürütülecek reform mücadelesi<br />

bu bilinci karartmayacak biçimde<br />

yürütülmelidir.<br />

Türk devleti, kadınların<br />

özgürleşmesinin önündeki<br />

temel engeldir!<br />

Birleşmiş Milletler’in “Kadınlara karşı<br />

ayrımcılığa karşı” sözleşmesine imza<br />

atan devletlerden biri de faşist Türk<br />

devletidir. 20 yıl önce imzalanan bu<br />

sözleşme bağlamında çok az yol katedilmiştir.<br />

Bütün yapılan yasalardaki<br />

kimi eşitsizlikleri kaldırmaktır. Bunların<br />

da tümü şu son bir-iki yıl içinde<br />

Avrupa Birliği “uyum yasaları”na bağlı<br />

olarak gerçekleşmiştir. Yasalardaki bu<br />

değişiklikler, ülkemizde kadınların<br />

büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve<br />

emekçi kadınlar açısından fazla bir şey<br />

ifade etmemektedir.<br />

Ülkemizde işçi ve emekçi kadınların<br />

yaşamını belirleyen büyük ekonomik<br />

zorluklardır. Kadınların büyük çoğunluğu<br />

ekonomik olarak ailelerine,<br />

kocalarına bağımlı bir yaşam sürdürmektedir.<br />

Ezilen kadınların önemli<br />

bir bölümü ücretsiz aile işçisi konumundayken,<br />

ücret karşılığında çalışanların<br />

da sorunları dağlar kadardır.<br />

Sigortasız-sosyal güvencesiz iş, ağır<br />

çalışma koşulları, uzun iş günü, düşük<br />

ücretler, kreş ve çocuk yuvalarının yetersizliği<br />

bu sorunların en başında gelmektedir.<br />

Devlet, kadınların çalışma<br />

koşullarının iyileştirilmesi için hiçbir<br />

önlem almazken, “özelleştirme”yle birlikte<br />

zaten sınırlı olan kadın istihdamı<br />

daha da daralmaktadır.<br />

Kadınlara yönelik şiddet, taciz ve<br />

tecavüz bu devletin gözaltında, cezaevlerinde,<br />

işkencehanelerinde sistemli<br />

bir biçimde uygulanan s<strong>indir</strong>me ve yoketme<br />

politikasıdır. Faşist Türk devleti<br />

özellikle ulusal hakları için mücadele<br />

eden Kürt kadınlarına karşı terör ve<br />

s<strong>indir</strong>me yöntemlerine başvurmaktadır.<br />

Faşizmin şiddet ve terör politikasıyla<br />

biçimlenmiş bu toplumda kadınlara ve<br />

çocuklara şiddet günlük yaşamın “olağan”<br />

bir parçasıdır.<br />

Bütün bunların kaynağı, sorumlusu<br />

hakim sınıfların erkek egemen faşist<br />

devletidir. Bu devlete sunulacak “talep<br />

kataloglarıyla”, "kadınlar için ne yaptınız"<br />

şikâyetlenmesiyle, sistem içi yürütülecek<br />

“lobi” çalışmalarıyla yoksulluğun<br />

ve kadınlara yönelik şiddetin son<br />

bulması beklenemez!<br />

Burjuva kadın hareketinin yaydığı<br />

boş hayallerin karşısına biz şu gerçeği<br />

koyuyoruz:<br />

Dünyayı değiştirmek için tek çare<br />

işçi ve emekçi kadınların kendi mücadelelerini<br />

kendi ellerine almasındadır.<br />

Özgürlüğümüz ve gerçek kurtuluşumuz<br />

için faşizme ve erkek egemenliğine<br />

karşı örgütlenmek gerektir.<br />

Bizim dayanışmamız kadınların ezilmişliğine<br />

karşı mücadeleyi antiemperyalist-antikapitalist<br />

ve devrimci tarzda<br />

yürüten dünya kadınlarıyladır.<br />

Yeryüzünden yoksulluğu, savaşı,<br />

ırkçılığı, şiddeti, tacizi, tecavüzü silip<br />

atmak için, dünyayı değiştirmek için<br />

devrim mücadelesine omuz vermek<br />

gerekir!<br />

Yaşasın emperyalizme, faşizme, erkek<br />

egemenliğine karşı devrimci mücadele!<br />

16 Eylül 2005✓<br />

15


yeni kadın dünyası<br />

Kadınlar: “Milli hassasiyet”e inanmıyoruz!<br />

Newroz kutlamalarından<br />

2005 bu yana devletin<br />

bilinçli olarak kışkırttığı Türk<br />

şovenizmi ve bunun ardından Kürt<br />

ulusuna yönelik linç girişimleri bugün<br />

de etkisini biraz yitirmiş olarak devam<br />

ediyor. Kışkırtılan bu milliyetçiliğe<br />

karşı bütün devrimci demokrat çevrelerden<br />

tepkiler yükseldi. Bu tepkiler<br />

çeşitli etkinliklerle ve açıklamalarla<br />

dile getirildi, getiriliyor.<br />

Devlet eliyle Kürt ulusu üzerinde<br />

estirilen teröre dur demek ve Kürt<br />

ulusunun haklı taleplerini dile getirmek<br />

amacıyla içinde YDİ Çağrı dergisi<br />

kadın okurları olarak bizlerin de<br />

yer aldığı çeşitli kadın grupları ve<br />

sendikalardan kadınlar bir araya gelerek,<br />

“Halkların Kardeşliği İçin Kadın<br />

İnisiyatifi”ni kurdular.<br />

Kadın inisiyatifi etkinliklerini uzun<br />

bir zamana yayarak, kampanya tarzında<br />

bir çalışma yürütmeyi hedefliyor.<br />

Bu etkinliklerin ikisi geçtiğimiz<br />

günlerde gerçekleştirildi.<br />

İlk olarak hem platformu tanıtmak,<br />

hem de yaşanan olaylara tepkiyi dile<br />

getirmek amacıyla 22 Eylül’de İstanbul<br />

İnsan Hakları Şubesinde bir basın<br />

açıklaması yapıldı. Burjuva medyanın<br />

hemen hemen hiç ilgi göstermediği<br />

açıklamaya devrimci- demokrat basından<br />

katılım oldu. Kadınların yoğun<br />

olarak katıldığı etkinlikte basına<br />

okunan bir basın metninin yanı sıra,<br />

Newroz olaylarından bu yana yaşanan<br />

süreç, çeşitli generallerin yaptıkları<br />

hedef gösteren açıklamalar, Baykal,<br />

Muhsin Yazıcıoğlu vs.nin yaptıkları<br />

kışkırtıcı açıklamaların yer aldığı bir<br />

CD hazırlanarak basına gösterildi.<br />

Bu özellikle katılan kadın arkadaşların<br />

büyük ilgisini çekti. Gösterilen bu<br />

belgeselin ardından platform adına<br />

hazırlanan aşağıdaki basın açıklaması<br />

okundu.<br />

Platform ikinci eylemini 29 Eylül’de<br />

Beşiktaş İskelesinde gerçekleştirdi.<br />

Saat 19.00’da başlayan mumlu eyleme<br />

yaklaşık 50 kadar kadın katıldı.<br />

Taşınan dövizlerin yanı sıra halklar<br />

arasındaki kardeşliği simgeleyen ve<br />

çeşitli renklerden oluşan büyük bez<br />

parçaları birbirine bağlanarak taşındı.<br />

Beşiktaş Barbaros Parkı'nda yapılan<br />

basın açıklamasından sonra İskeleye<br />

gidilerek yakılan mumlar denize bırakıldı.<br />

Eylem boyunca sık sık ‘yaşasın<br />

halkların kardeşliği’, ‘Jin Jiyan Azadi’,<br />

‘Cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son’,<br />

‘yaşasın kadın dayanışması’ sloganları<br />

atıldı.<br />

Çevik kuvvetin olağanüstü yığınak<br />

yaptığı eylemde kadınlar zılgıt ve alkışlar<br />

eşliğinde dağıldılar.<br />

Eylül 2005✓<br />

Basına ve Kamuoyuna<br />

Biz aşağıda imzası bulunan kadın örgütleri ve karma kurumlardaki kadınlar,<br />

son dönemde resmi ve gayrı-resmi ağızlardan kışkırtılan linç<br />

kültürüne, operasyonlara, infazlara, yükselen ırkçılığa ve şovenizme,<br />

bunların ayrılmaz bir parçası olan cinsiyetçiliğe karşı bir araya geldik.<br />

Kitleleri farklı bir kimliğe karşı şiddete yönelten hiçbir gerekçeye, hiçbir “milli<br />

hassasiyet"e inanmıyoruz, bunların hepsini reddediyoruz ve bütün kadınları bizimle<br />

birlikte farklı kimlikleri düşmanlaştırmaya, şiddet içeren çağrılara karşı<br />

çıkmaya çağırıyoruz.<br />

Newroz’da başlayan, Trabzon Maçka’da, İzmir Seferihisar’da, Bozüyük’te<br />

meydana gelen linç girişimleri yaşandı. 6-7 Eylül 1955’de gayrimüslim vatandaşlarımıza<br />

dönük düzenlenen örgütlü saldırıların yıldönümünü belgeleyen<br />

sergiye sözkonusu güçler saldırıda bulunarak insanları tehdit ettiler, fotoğrafları<br />

yağmaladılar. Dün ise, Çorum-Maraş-Sivas-Dersim’de yapılanlar hiçbir<br />

zaman mahkum edilmedi, hatta gündeme getirenlere karşı aynı saldırgan tarz<br />

tekrarlanmaya devam ediyor. Yönetenler linç girişimlerinde bulunanları ‘halk’<br />

olarak tanımlarken, mağdurlar yasal soruşturmaya uğramakta, düşman ve hain<br />

olarak gösterilmektedir.<br />

Bu coğrafyada biz kadınlar bu oyunun asla bir parçası olmayacağız.<br />

Yükselen ırkçı ve şovenist söylemler medya tarafından da meşrulaştırılırken,<br />

kimi medya organları da bu linç kültürünü halkın doğal tepkisi olarak lanse<br />

etmekte ve linç güruhlarından ‘ülkücü vatandaşlarımız!’ diye söz etmektedir.<br />

Genelkurmay Başkanlığının hiç yetkisi olmadığı halde basını, sivil toplum örgütlerini,<br />

muhalif kesimleri hedef alan açıklamaları ile birlikte Kürtlere "sözde<br />

vatandaş" derken, Başbakan Erdoğan "Kürt sorunu vardır" demekten öteye gitmemektedir.<br />

Muhalefet partilerinden CHP lideri Baykal demokratik haklarını<br />

isteyen Kürtlerin varlığını yok sayarken, BBP Başkanı Yazıcıoğlu ise linç girişimlerini<br />

halkın kendi hak arayışı olarak değerlendirmekte, iç savaş çağrısı<br />

yapmaktadır.<br />

Bu tür açıklamalar halkları etkiliyor ve kışkırtıyor. Siyasi iktidarı hiç vakit<br />

kaybetmeden şoven, ırkçı saldırılara ve söylemlere karşı önlem almaya davet<br />

ediyoruz.<br />

Bu coğrafyada linç kültürü hiç eksik olmadı. Bugün de milli hassasiyeti uyandıran<br />

her konuda devam ediyor.<br />

Biz kadınlar linç kültürünün bütün bileşenlerini, en başta militarizmi, ırkçılığı,<br />

şovenizmi, nefret söyleminin her türlüsünü reddediyoruz.<br />

Binlerce yıldır bu coğrafyada çok kültürlülük içinde yaşarken, halklar sürekli<br />

kışkırtılmaya çalışılıyor.<br />

Biz farklı etnik ve dinsel kökenden kadınlar, milliyet ve dini farklılıklarımızın<br />

bizi birbirimize düşman etmesine izin vermeyeceğiz.<br />

Bunun için biz kadınlar; Operasyonlara karşıyız, Savaşa karşıyız, Linçlere karşıyız,<br />

İnfazlara karşıyız, Militarizme karşıyız, Faşizme karşıyız, Cinsiyetçiliğe<br />

karşıyız, Kürt ve Türk halklarının karşı karşıya getirilmesine karşıyız.<br />

Halkların kardeşliği için sen de bir el ver.<br />

Halkların Kardeşliği İçin Kadın İnisiyatifi Bileşenleri:<br />

Amargi, İHD’li kadınlar, EHP’li kadınlar, Lambda İstanbul Eşcinsel Sivil<br />

Toplum Girişiminden Kadınlar, Eğitim-Sen 2-3-4-5-6-8 Nolu şubelerden kadınlar,<br />

SDP’li kadınlar, EMEP’li kadınlar, Gökkuşağı Kadın Derneği, EKB, Özgür<br />

Kadın, Halkevlerinden kadınlar, Göç-Der’li kadınlar, MKM’li kadınlar, Yeni<br />

Dünya İçin Çağrı dergisinden kadınlar, Demokratik Özgür Kadın Hareketi,<br />

Yakay-Der’den kadınlar, Genel İş’den kadınlar, Gökkuşağı Kadın Derneği<br />

16


panorama<br />

“Trafik lambası koalisyonu” mu olacak<br />

yoksa “Jamaika koalisyonu”<br />

mu Belki “Büyük koalisyon”,<br />

belki “kırmızı-yeşil-kırmızı” renkli bir<br />

koalisyon<br />

Evet, Almanya siyaseti 18 Eylül’de<br />

tarihinde Almanya’da Meclis seçimle­<br />

nucu seçimlerin hemen ertesinde ortadan<br />

kalkmıştı.<br />

Birlik 90/Yeşiller’in CDU/CSU ile<br />

yaptığı görüşmelerde “çok farklı anlayışlara<br />

sahip olduklarını” açıklamaları<br />

üzerine olası “Jamaika koalisyonu”nun<br />

üzerine bir çizik atıldı.<br />

Bir başka koalisyon olasılığı olan<br />

“trafik lambası koalisyonu”; yani SPD-<br />

FDP-Birlik 90/Yeşiller’in biraraya gelec<br />

ekleri koalisyon planı da FDP’nin SPD<br />

ile yanyana gelmek istememesi üzerine<br />

üzerine çizik atılan bir başka koalisyon<br />

planı oldu…<br />

Geriye büyük koalisyon, yani kırmızı-siyah<br />

koalisyon olasılığı kalıyor…<br />

SPD-CDU/CSU’nun yanyana gelerek<br />

oluşturacakları büyük koalisyon Alman<br />

burjuvazisinin istediği bir koalisyondur.<br />

SPD-Birlik 90/Yeşiller koalisyon<br />

hükümeti döneminde işçi sınıfının<br />

kazanılmış haklarının budanması<br />

temelinde yükselen “reform” hareketinin<br />

derinleştirilerek sürdürülmesi ve<br />

Alman emperyalizminin dünya pazar<br />

dalaşında daha etkin hale getirilmesi<br />

planlarının sürdürülmesi güçlü bir hükümetle<br />

olabilecektir. Yine böyle bir<br />

hükümet Avrupa Birliği içinde Almanya’nın<br />

etkinliğinin sürdürülmesinin<br />

de bir anlamda garantisi olacaktır.<br />

Bu yazı yazıldığında henüz olası<br />

“büyük koalisyon” partileri arasında<br />

görüşmeler başlamamıştı. 28 Eylül’de<br />

SPD-CDU/CSU partileri arasında koalisyon<br />

görüşmelerinin başlaması planlanmıştı.<br />

Görünen o ki, Alman tekelci burjuvazisinin<br />

istekleri temelinde “büyük koşıdı.<br />

Seçimler öncesinde oluşturulan<br />

Sol Parti (ki bu parti de kırmızı renkle<br />

anılıyor!) ilk kez katıldığı seçimlerde<br />

öncülü PDS’in oylarını artırarak Meclis’e<br />

girmeyi başardı.<br />

Seçim sonuçları şöyle:<br />

Parti ismi Aldığı oy oranı Kazandığı<br />

milletvekili sayısı<br />

CDU/CSU (Hristiyan<br />

Demokrat Birliği)<br />

SPD (Sosyal<br />

Demokrat Parti)<br />

FDP (Hür<br />

Demokrat Parti)<br />

ALMANYA<br />

Seçimlerde kazanan Alman<br />

tekelci burjuvazisidir!<br />

35,2 225<br />

34,3 222<br />

9,8 61<br />

Sol Parti 8,7 54<br />

alisyon” zorlanacaktır. Eğer böyle bir<br />

hükümet kurulursa tekelci burjuvazi<br />

fazlasıyla memnun olacaktır.<br />

Şimdilik bu koalisyonun önündeki<br />

en büyük engel başbakanın hangi partiden<br />

çıkacağı sorusudur. Hem SPD,<br />

hem de CDU başbakanın kendilerinden<br />

olması için ısrarlıdır. Bu sorun aşıldığında<br />

bir SPD-CDU/CSU koalisyon<br />

hükümeti gündemdedir.<br />

Aslında hangi koalisyon kurulursa<br />

kurulsun gelen hükümet Alman burjuvazisinin<br />

isteklerini yerine getirme<br />

konusunda üzerine düşeni yapacaktır.<br />

Bu anlamda hangi koalisyon kurulursa<br />

kurulsun seçimlerde kazanan Alman<br />

tekelci burjuvazisidir.<br />

Hangi koalisyon hükümeti kurulursa<br />

kurulsun işçilerin, emekçilerin haklarının<br />

budanması temelinde yükselen ve<br />

“reform” adı verilen saldırıları sürdürecektir.<br />

Bu anlamda Almanya işçileri,<br />

emekçileri seçimlerin mağlubudur…<br />

Seçimlerin Almanya işçi sınıfı ve<br />

emekçilerine birşey kazandırmayacağı<br />

bellidir. Kazanılmış hakların budanmasına,<br />

yükselen işsizliğe, artan yoksulluğa,<br />

iç faşistleşmeye… karşı seçimlerin<br />

çare olmadığı, olmayacağı açıktır.<br />

Çünkü sorun seçimlerle aşılacak<br />

bir sorun değildir; bizzat kapitalist/emperyalist<br />

sistemin kendisi sorundur.<br />

Sistemi aşmak ise sınıf mücadelesiyle,<br />

devrimle mümkündür. Almanya işçileri,<br />

emekçileri bu amaçla kendi sınıfsal<br />

çıkarları temelinde mücadeleyi yükseltmelidirler.<br />

Tek gerçek çözüm budur!<br />

25 Eylül 2005 ✓<br />

Birlik 90/Yeşiller 8,1 51<br />

EKVADOR<br />

Diğer 3,9 —<br />

Sadece mücadele<br />

rinde seçmenin bir partiye ya da seçim<br />

sırasında koalisyon kuracaklarını ilan<br />

eden ve seçmenden bu koalisyonlar<br />

için oy isteyen iki ittifaka da (biri şimdiye<br />

kadar hükümet eden SPD-Birlik<br />

90/Yeşiller; diğeri hükümet kurmaya<br />

talip olan Hristiyan Demokrat-Liberaller)<br />

yetki vermemesi sonucu “renkleniyor”;<br />

hangi partinin hangi parti ya da<br />

partilerle yanyana geleceği; hangi partilerin<br />

koalisyona gireceğini tartışıyor.<br />

18 Eylül’de yapılan seçimlerde seçmen<br />

ne eski SPD (kırmızı renkle anılıyor<br />

bu parti!) - Birlik 90/Yeşiller koalisyon<br />

hükümetine; ne de CDU/CSU<br />

(Hristiyan Demokrat Birliği – bu partiler<br />

siyah renklerle anılıyorlar) önderliğinde,<br />

FDP’nin (Hür Demokrat Parti<br />

– bu parti de sarı renkle anılıyor) katılabileceği<br />

bir çoğunluğu Meclis’e ta­<br />

Seçim sonuçlarının birçok koalisyon<br />

olasılığını ortaya çıkarması sonucu partiler<br />

arasında hükümet trafiği yoğunlaşıyor.<br />

Aritmetik olarak üçlü koalisyonlarda<br />

anahtar pozisyonunda bulunan<br />

FDP ve Birlik 90/Yeşiller’in kapıları<br />

çalınıyor… Koalisyon arayışları sürerken<br />

siyah-sarı-yeşil renkli Jamaika<br />

bayrağına atıfta bulunularak “Jamaika<br />

koalisyonu”ndan, “trafik lambası” (kırmızı-sarı-yeşil)<br />

koalisyonundan sözediliyor;<br />

kimileri büyük koalisyonu dillendiriyor…<br />

Ancak şu ana kadar yapılan görüşmeler<br />

çerçevesinde bu koalisyon olasılıkları<br />

gündemden düşüyorlar:<br />

Kırmızı-yeşil-kırmızı koalisyon hükümeti<br />

olasılığı, SPD dışındaki ikinci<br />

kırmızı Sol Parti’nin koalisyon hükümetlerine<br />

katılmayı reddetmeleri so­<br />

eden kazanır!<br />

Ekvador, petrol, kakao, muz,<br />

kahve vb. malları ihraç eden bir<br />

ülke olsa da Latin Amerika ülkelerinin<br />

fakir ülkelerinden biridir. En<br />

büyük gelir kaynağı petrol. Fakat petrolü<br />

de esas olarak başta ABD emperyalizmi<br />

olmak üzere başka ülkelerin<br />

tekellerinin elinde. Sözkonusu tekellerin<br />

kârları milyarlarca dolarla hesaplanırken,<br />

yerli halka işsizlik, yoksulluk<br />

ve özellikle de çevrenin kirletilmesi<br />

sonucu hastalık ve ölümler kalmaktadır.<br />

Buna bir de İndigen halkın üzerindeki<br />

ırkçı, şoven baskılar eklenince<br />

Ekvador halklarının içinde bulunduğu<br />

durumun kaba bir görüntüsü ortaya<br />

çıkmaktadır.<br />

İktidarı elinde tutanların siyasi temsilcileri,<br />

yönetime gelmeden halka,<br />

halkın istedikleri temelde bir siyaset<br />

–ülkenin ve yerli halkların ekonomik<br />

ve sosyal durumunu iyileştirme temelinde<br />

bir siyaset– yürütecekleri vaadini<br />

veriyorlar… Fakat yönetime gelince, so­<br />

17


panorama<br />

18<br />

İndigen halklar ...<br />

nuçta emperyalist güçlerin çaldığı müzikle<br />

dansediyor; IMF, Dünya Bankası<br />

gibi emperyalistlerin kurumlarının<br />

dikte ettiği siyaseti uyguluyorlar.<br />

Örneğin, bu siyasetin doğrudan bir<br />

sonucu olarak 2000 yılının başında<br />

Ekvador para birimi olan ‘sucre’nin<br />

yerine, yüzbinlerce insanın protestosuna<br />

ve Jamil Mahuad’ın başkanlıktan<br />

edilmesine rağmen ‘dolar’ getirildi. Bu<br />

değişiklik Latin Amerika ülkelerinde<br />

gerçekleştirilmek istenen “dolarize etme”nin<br />

bir adımıydı.<br />

Genelde emperyalistlerle işbirliği yapan,<br />

başta da ABD emperyalizminin<br />

güdümünde hareket eden siyasetçilere,<br />

somut olarak da başkanlara karşı mücadele,<br />

Ekvador halklarının da mücadelesinin<br />

önemli bir parçası.<br />

Egemenler saldırılarını sürdürürken,<br />

bu baskılara, haksız, sömürücü sistemin<br />

somut görüngülerine karşı mücadele<br />

de değişik düzeylerde de olsa sürekli<br />

yaşandı, yaşanıyor.<br />

Latin Amerika ülkelerinin büyük bölümünde<br />

mücadelede yaşanan benzerliklerin<br />

başında, bu mücadeleler içinde<br />

İndigen halkların yer alması ve evet yer<br />

yer de mücadelenin öncülüğünü yapmasıdır.<br />

Ekvador’daki mücadeleler, hem<br />

ekonomik, hem genelde sosyal sorunların,<br />

hem de somut olarak İndigen halkları<br />

bağlamında ulusal/etnik sorunu<br />

gibi sorunların içiçe geçtiği mücadeleler<br />

durumundadır.<br />

Mücadelelerin çeşitliliği gibi, mücadele<br />

edenler de çeşitli… çok renkli.<br />

Yani değişik kesimlerden oluşuyor. Bu<br />

mücadelelerin önemli bölümü kitlesel<br />

mücadeleler. Normal koşullarda beş<br />

yılda bir ülkenin başkanı seçilmesi gerekirken,<br />

1997’den bu yana altı değişik<br />

başkan başkanlık görevine geldi, getirildi.<br />

Giden başkanlar, kitlesel mücadelelerin<br />

doğrudan etkisiyle ya kendileri<br />

istifa etmiş ya da parlamento tarafından<br />

görevinden alınmıştır.<br />

İndigen halkların mücadelesi sonucu<br />

da 1998’de kimi azınlık hakları elde<br />

edildi. Örneğin iki dilde –İspanyolca<br />

ve İndigen halkların dilinde– eğitim,<br />

ulusal/etnik kimliğin kabulü vb. haklar<br />

anayasal hak olarak elde edilmiştir.<br />

Genelde burjuvazinin iktidarda olduğu<br />

ülkelerde yasalarla gerçeklik arasındaki<br />

çelişki Ekvador’da da yaşanmaktadır.<br />

Kağıt üzerinde elde edilen haklar, gerçek<br />

yaşamda fazla hayat bulmuyor…<br />

Bu yıl, Eylül ayına gelene kadar Ekvador’da<br />

öne çıkan mücadeleler Nisan<br />

ve Ağustos aylarında yaşandı. Nisan<br />

ayında bir başkan daha koltuğundan<br />

edilirken, Ağustos’ta petrol kuyularını,<br />

iki havaalanını işgal eden ve birçok<br />

yolu bloke eden grev ve çatışmalar gündemi<br />

belirledi.<br />

Devrik Başkan Gutierrez...<br />

Yeni Başkan Alfredo Palacio...<br />

BAŞKANIN KOLTUKTAN<br />

EDİLMESİ…<br />

Nisan ayında kitlesel protesto hareketine<br />

yol açan, ya da mücadeleyi ateşleyen<br />

gelişme Aralık 2004’de Başkan Gutierrez’in<br />

Yüksek Mahkeme’nin hakimlerinin<br />

büyük bölümünü görevden<br />

alıp kendisinden yana olan hakimleri<br />

göreve getirmesi oldu.<br />

Bu adımla Guiterrez, kendisinin görevden<br />

alınmasına yönelik olası bir davayı<br />

engellemek istiyordu. Fakat böylesi<br />

bir değişiklik anayasaya aykırıydı.<br />

Anayasaya aykırı bir değişikliği gerçekleştirebilmek<br />

için de Guiterrez parlamentoda,<br />

şimdi Panama’da bulunan<br />

eski Başkanlardan Abdala Bucaram yanlısı<br />

partinin desteğini almaya çalıştı.<br />

Bucaram hakkında, rüşvetçilikten<br />

dolayı dava açılmış ve takibat kararı verilmişti.<br />

Bu yüzden de Bucaram ülkeyi<br />

terketmişti. 2004 Aralık ayındaki değişiklikle<br />

Bucaram yanlısı Castor Dagar<br />

Yüksek Mahkeme Başkanlığına atandı<br />

ve mahkeme Bucaram hakkındaki takibat<br />

kararını kaldırdı.<br />

Guiterrez’in bu yaptırımlarına karşı<br />

mücadele giderek sertleşti. Nisan ayının<br />

ortalarına gelindiğinde kitlesel mücadele<br />

Başkan Guiterrez’in koltuğunu<br />

sarsmaya başladı. Başkent Quito’da gerçekleştirilen<br />

sokakların bloke edilmesi,<br />

protesto yürüyüşlerine bir günlük genel<br />

grev eylemi de eklendi.<br />

Bu eylemlere karşı Başkan’ın verdiği<br />

cevap sıkıyönetim ilanı oldu. Asker ve<br />

polis gücüyle protesto eylemlerindeki<br />

kitle arasında çatışmalar yaşandı. Sıkıyönetime<br />

rağmen eylemler sürdü ve<br />

kitle Guiterrez’in istifasını istediği gibi<br />

“hepsi gitmeli” sloganını atarak parlamentonun<br />

feshedilmesini de talep etti.<br />

Sıkıyönetime rağmen eylemlerin sürmesi<br />

ve ordunun Başkan Guiterrez’in<br />

isteğinin tersine eylemcilere karşı saldırgan<br />

tavrını eylemcilere saldırmama<br />

biçiminde değiştirmesi Guiterrez’in kaderini<br />

belirledi.<br />

20 Nisan’a gelindiğinde aylarca süren<br />

protesto hareketi Başkan Guiterrez’i koltuğundan<br />

etme amacına ulaştı. 20 Nisan’da<br />

parlamentoda yapılan oylamada<br />

40’a karşı 60 oyla Guiterrez’in görevine<br />

son verildi. (Ekvador parlamentosunda<br />

toplam 100 milletvekili var.)<br />

Böylece protesto hareketi mücadele<br />

sonucunda başkanı koltuğundan etme<br />

amacına ulaştı, küçük de olsa bir zafer<br />

elde etti. Guiterrez’e karşı mücadeleyi<br />

Yüksek Mahkeme hakimlerini ve başkanını<br />

değiştirmek ateşlese de, mücadelede<br />

esas olarak onun ABD emperyalizmi<br />

taraflı siyasete yönelmiş olması,<br />

Kolombiya’daki paramiliter güçlerle<br />

ilişkiler içinde bulunduğu, bu güçleri<br />

desteklediği yönlü iddialar belirleyici<br />

rol oynadı.<br />

Kuşkusuz ki sorunun bir yanı, mücadele<br />

edildiğinde ve mücadele amaca ulaşana<br />

kadar sürdürülmek istendiğinde<br />

sonuçta mücadelenin kazanılacağıdır.<br />

Bu bağlamda Ekvador’da mücadele<br />

edenler bunu bir kez daha gösterdi.<br />

Sorunun diğer yanı ise, mücadelenin<br />

amacının, ufkunun ne ile sınırlı olduğudur.<br />

Kitle parlamentonun dağıtılması<br />

talebini yükseltse de, gerçekte mücadelenin<br />

amacı sömürü sistemini ortadan kaldırma,<br />

işçilerin, emekçilerin kendi kendini<br />

yönetme vb. değildir. Sorun sistem<br />

içi mücadele ile sınırlı ele alınmaktadır.<br />

Aylarca süren protesto eylemleri Guiterrez’i<br />

koltuğundan etti ama özde bir<br />

şey değişmedi. Guiterrez’in yerine, şimdiye<br />

kadar başkanlık yardımcılığı görevini<br />

yapan Alfredo Palacio getirildi.<br />

Palacio başkanlık koltuğuna oturduğunda,<br />

kendisinin seçilmesini “anayasal<br />

yönetime geri dönüş” ve “cumhuriyetin<br />

yeniden kuruluşu” için bir temel<br />

taşın atılması olarak değerlendirdi ve<br />

yakın zamanda bir kurucu meclisin<br />

oluşmasını hedeflediğini açıkladı. O bu<br />

açıklamayı yaparken protesto eylemleri<br />

devam ediyordu ve ülkedeki siyasi ve<br />

ekonomik durum da Palacio’nun işinin<br />

zor olduğunu gösteriyordu.<br />

AĞUSTOS AYINDAKİ<br />

GREV VE İŞGAL EYLEMİ…<br />

Mücadele ve sorunların çeşitliliği kendisini<br />

Temmuz ayı sonlarında ve Ağustos<br />

ayında petrol kuyularının işgal edildiği<br />

eylem biçiminde gösterdi. Bu eylemde<br />

grev ve işgalin içiçe geçtiği bir durum<br />

yaşandı.<br />

Bu grev ve işgal eyleminin perde arkasında<br />

yerli halkın bölgede daha fazla<br />

istihdam yaratılması ve petrol gelirlerinin<br />

“adil dağılımı” ve bölgedeki altyapıya<br />

daha fazla yatırım yapılması ve<br />

petrol üretiminde doğaya ve insanlara<br />

verilen zararlara karşı mücadele yönlü<br />

talepler vardı.<br />

Bu taleplerin dile getirildiği eylemlerde<br />

somut olarak 14 Ağustos’ta Orellana<br />

ve Sucumbios’ta bölge halkı devletten<br />

ve özel petrol şirketlerinden “yerli<br />

halk” için daha fazla iş yeri ve bölgeleri<br />

için altyapıya daha fazla yatırım yapılması<br />

talebini dile getirdiler.<br />

Orellana ve Sucumbios, Amazona bölgesinde<br />

yer almaktadır. Devletin bütçesinin<br />

gelirinin %40’ı bu bölgede, petrolden<br />

elde edilmesine rağmen, bölgedeki<br />

nüfusun % 85’i fakir.<br />

14 Ağustos’taki eylemde yer alanların<br />

Nisan ayında koltuğundan edilen<br />

Başkan Guiterrez’in kışkırtmasıyla hareket<br />

ettikleri suçlaması eylemlerin radikalleşmesini<br />

beraberinde getirdi.<br />

Eylemciler 200’den fazla petrol kuyusunu,<br />

bölgedeki iki havaalanını işgal<br />

etti, birçok yolu da bloke etti. Bu işgal<br />

ile petrol üretimi hemen hemen sıfırlandı.<br />

Günlük normal üretimin 200<br />

bin varil olduğu, işgal ile bunun 10 bin<br />

varile düştüğü bilgisi verildi medya üzerinden.<br />

Bunun doğrudan sonucu petrol<br />

ihracının durdurulması oldu. Petrol<br />

ihracının büyük bölümü ABD’ye yapılmaktadır.<br />

İhracın durdurulması hemen<br />

petrol fiyatlarına yansıtıldı…<br />

Başkan Palacio petrol kuyularının<br />

işgal edilmesi eylemine olağanüstü hal<br />

ilanıyla karşılık verdi. Guiterrez’in koltuğundan<br />

edilmesinin hemen ertesinde<br />

kaldırılan sıkıyönetim, Palacio önderliğinde<br />

daha da katı biçimde gündeme<br />

getirildi.<br />

Olağanüstü halin yasakları arasında<br />

şu yasaklar da vardı: Her tür medyada<br />

düşüncesini açıklamanın her biçimi yasak.<br />

Barışçıl amaçlar için de olsa toplantı<br />

yapmak yasak. Orellana ve Sucumbios<br />

eyaletlerinde dolaşmak yasak vb. vs.<br />

Bu ilanın doğal sonucu ordunun ve<br />

polisin işgal eylemini gerçekleştirenlere<br />

karşı saldırganlığı oldu. Çatışmalar<br />

yaşandı, içinde kadın ve çocukların<br />

da olduğu onlarca insan yaralandı ve<br />

onlarca insan tutuklandı. Bu arada Sa­


panorama<br />

vunma Bakanı Solon Espinosa, Başkan<br />

Palacio’nun grevicilere karşı yanlış tavır<br />

içinde olduğu suçlaması nedeniyle<br />

istifa etti.<br />

Yerine getirilen emekli general olan<br />

Jarrin ise grevcilere karşı gerektiğinde<br />

daha sert tavır takınılacağını ilan etti.<br />

On gün süren eylem, eylemcilerin pazarlığa<br />

hazır olduğunu açıklamasıyla<br />

ve devletin ve petrol şirketlerinin temsilcileriyle<br />

pazarlıklara oturmasıyla<br />

daha fazla şiddetlenmeden sona erdi.<br />

Olağanüstü hale de şimdilik son verildi.<br />

Eylül ayı başına gelindiğinde pazarlıklarda,<br />

sonuçta petrol şirketlerinin<br />

gelirlerinin %16’sının bölgelere devredileceği<br />

ve üç yıl içinde toplam 260 kilometrelik<br />

yolun asfaltlanmasını üzerlenmesi<br />

hakkında anlaşıldı.<br />

Petrol tekelleri işe alımlarda bundan<br />

böyle bölgedeki işçilere daha fazla yer<br />

vermeyi gözönüne alma konusunda da<br />

görüşbirliğine vardıklarını açıkladılar.<br />

Bu kısa süreli grev-işgal eylemi de<br />

esas olarak amacına ulaştı. Bu da mücadele<br />

edenlerin kazanabileceğini gösterdi.<br />

Fakat bu kazanım da Ekvador<br />

halkının, özellikle de sözkonusu bölgedeki<br />

halkın sorunlarını gerçek anlamda<br />

çözecek bir kazanım değildir.<br />

Somut olarak eylemin yapıldığı iki<br />

eyaletteki halkın durumundan birkaç<br />

örnek verilirse durum şöyledir:<br />

Çocukların yetersiz beslenmesi % 43.<br />

Petrol üretimi olmayan bölgelerde bu<br />

oran % 21.5. Petrol üretilen bölgelerde<br />

cilt hastalıkları diğer bölgelere göre üç<br />

kat daha fazla. Verem ve benzeri bulaşıcı<br />

hastalıklar ise iki kat daha fazla.<br />

Petrol üretimi alanına yakın yaşayan<br />

kadınların diğer bölgelerdeki kadınlara<br />

göre çocuk düşürme ya da sakat<br />

doğurma oranı % 147’dir. Genel ölüm<br />

oranı ise petrol üretimi olmayan bölgelerin<br />

iki katı. Bunun esas nedeni de iş<br />

kazaları ve kanser gibi hastalıklar.<br />

Bölgede doğanın talanı, çevrenin kirletilmesi<br />

cilt hastalıkları, kanser gibi<br />

hastalıkların yanısıra nefes alma zorlukları,<br />

hazımsızlık sorunu, gözlerin<br />

zedelenmesi vb. sorun ve hastalıkları<br />

da beraberinde getirmektedir.<br />

Bu duruma kısaca bakıldığında bile, mücadelenin<br />

bu soygun düzenine karşı yürütülmesi<br />

gerektiği ortaya çıkmaktadır.<br />

Elde edilen kazanımın da aslında bu<br />

durumu değiştirmek bağlamında fazla<br />

bir öneme sahip olmadığı da ortaya çıkmaktadır.<br />

Yazının başlığında da söylediğimiz<br />

gibi, sadece mücadele eden kazanır.<br />

İşin esas yanı da mücadelenin doğru<br />

bir içerikle ve doğru bir amaç için<br />

yürütülmesidir.<br />

18 Eylül 2005 ✓<br />

İSRAİL-FİLİSTİN<br />

Yahudi yerleşimciler Gazze<br />

Şeridi’nden çıkarıldı…<br />

İsrail ile Filistin yönetimi arasındaki<br />

sorunlarda son döneme damgasını<br />

vuran esas gelişme İsrail’in Gazze<br />

Şeridi’ndeki Yahudi yerleşim alanlarını<br />

boşaltması oldu.<br />

Arafat’ın ölümüyle Filistin Başkanlığına<br />

seçilen Abbas yönetimiyle pazarlıklarda<br />

güvenlik sorunu esas sorun<br />

olurken, Şaron Gazze’den çekilme sorununu<br />

da gündeme getirdi.<br />

Şaron’un bu planına esas muhalefet<br />

başta yerleşimciler olmak üzere İsrail’in<br />

kendi içinden geldi. Özellikle yerleşimciler<br />

arasındaki Ortodoks dinci kesim<br />

Şaron’un bu planını reddediyordu.<br />

Bu planı parlamentoda reddeden<br />

bir kesim de sözkonusu dinci kesimin<br />

Kneset’teki temsilcileriydi. Bu yüzden<br />

de Kneset’teki diğer siyasetçiler de Şaron’un<br />

planına onay verip vermeme<br />

konusunda karar vermede epeyce zorlandılar.<br />

Sonuçta Şaron’un planı çoğunlukla<br />

onaylandı. Bu planın onaylanması<br />

aşamasında eski başbakanlardan ve andaki<br />

Maliye Bakanı Netanyahu Gazze<br />

Şeridi’nde çekilme kararını onaylamadı<br />

ve “bunun vebaline katlanamam” diyerek<br />

istifa etti. İsrail hükümeti Şaron’un<br />

planını 5’e karşı 17 oyla onaylayarak<br />

Gazze Şeridi’nden çekilmeyi kararlaştırdı.<br />

Karara göre Gazze Şeridi’ndeki<br />

21 yerleşim alanının tümü ve Batı<br />

Şeria’da ise 4 yerleşim alanı boşaltılacaktı.<br />

Gerektiğinde yerleşim alanlarını<br />

boşaltmak için şiddet de kullanılacaktı.<br />

Toplam 25 yerleşim alanında 9000 civarında<br />

yerleşimcinin işgal bölgesinden<br />

çekilmesi sözkonusuydu.<br />

Yahudi yerleşimcilerin hükümetin<br />

yerleşim alanlarını boşaltma kararını<br />

uygulamaya karşı direnebileceği, hatta<br />

şiddetli çatışmaların yaşanabileceği hesaplarıyla,<br />

yerleşimcilerin elindeki silahlar<br />

toplanmaya başlandı.<br />

16 Ağustos’ta yerleşimcilere yaşadıkları<br />

yerleri terketmeleri için 48 saat<br />

tanındığı açıklandı. 18 Ağustos’ta binlerce<br />

İsrail askeri silahsız biçimde yerleşimcileri,<br />

yerleşim alanlarından tahliye<br />

etmeye başladı.<br />

Bu tahliye sırasında çoğu yerde direnişler<br />

yaşansa da, direnişler esas itibariyle<br />

beklenenden çok daha azdı. Kimi<br />

sürtüşmelerde yaralananların sayısı<br />

onlarca olsa da, yerleşim alanları beklenenden<br />

çok daha hızlı ve sorunsuz<br />

boşaltıldı. Bunda rol oynayan önemli<br />

bir nokta da, yerleşimcilerin ve bunlar<br />

içindeki radikal kesimin sayısının<br />

azlığıdır. Örneğin Batı Şeria’nın boşaltılması<br />

–İsrail yönetimi bunu istese<br />

bile– Gazze Şeridi’nden çok daha sorunlu<br />

olacaktır.<br />

Gazze Şeridi’ndeki Yahudi yerleşimcilerin<br />

tahliye edilmesi adımıyla İsrail,<br />

1967’den bu yana ilk kez işgal ettiği<br />

toprakların bir bölümünden çekilme<br />

adımını atmıştır. İşin bu yanına bakıldığında<br />

bu adım Filistin Arap halkı açısından<br />

önemli bir adımdır. Bu adımla<br />

yerleşim alanlarının, istendiğinde boşaltılabileceği<br />

de ispatlanmıştır. Fakat<br />

bu adımın İsrail-Filistin sorununu<br />

gerçekte çözmek için atılan bir adım<br />

olduğu söylenemez.<br />

İsrail Gazze Şeridi’nden çekilme<br />

planlarını yaparken ve bu yönde adımlar<br />

atarken bile Şaron açıkça Batı Şeria’daki<br />

yerleşim birimleri, Doğu Kudüs<br />

ve Filistinli mülteciler konusunda<br />

taviz vermeyeceğini ilan ediyordu. Aynı<br />

zamanda “Yerleşim birimleri topraksal<br />

olarak İsrail devletiyle bağlantısını sürdürecek”<br />

açıklamasını yapıyordu.<br />

Bu açıklamalara göre İsrail, Gazze Şeridi’nden<br />

çekilse de esas olarak işgal ettiği<br />

topraklardan çekilmeyi reddetme;<br />

işgal ettiği topraklar üzerindeki, özellikle<br />

Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Yahudi<br />

yerleşim alanlarını boşaltmama;<br />

Kudüs sorununun iki devletli olma anlayışıyla<br />

çözümüne yaklaşmama ve sürgündeki<br />

Filistinlilerin geri dönme hakkını<br />

tanımama siyasetini sürdürmektedir.<br />

Bu ise, esasta sorunun varlığını<br />

sürdüreceğine işaret etmekte ve evet<br />

çatışmaların yeniden sertleşmesinin temelini<br />

de içinde barındırmaktadır.<br />

Diğer kimi noktaları bir kenara bıraksak<br />

bile, bu konulardaki çözümsüzlük<br />

sorunun daha uzun yıllar süreceğinin<br />

garantisidir.<br />

ÇEKİLMENİN PERDE<br />

ARKASINDA NE VAR<br />

Her şeyden önce Gazze Şeridi’nden çekilme<br />

tartışmaları ve bu yönde karar<br />

alma süreciyle kararı uygulama, belli<br />

bir dönem daha bu konudaki gelişmeler<br />

üzerine tartışmakla, dikkatler bu<br />

yöne çekilmiş olacaktır. Böylece İsrail’in<br />

Filistin’i açık cezaevine çeviren,<br />

çevirecek olan duvarın inşası tartışmaları<br />

gölgede bırakılmış ve bu arada duvarın<br />

yapımına devam edilmiş olacaktır.<br />

Daha önceki sayılarımızda da dikkat<br />

çektiğimiz gibi, duvarın inşasıyla da Filistinlilerin<br />

toprakları işgal edilmektedir.<br />

Bunun Gazze Şeridi somutundaki<br />

yansıması ise, İsrail’in Gazze’yi kelimenin<br />

gerçek anlamında havada, karada,<br />

denizde kontrol etmesidir. Yerleşim<br />

alanlarının boşatılması bu gerçeği ortadan<br />

kaldırmamaktadır. Gazze Şeri­<br />

19


panorama<br />

20<br />

di’ne gitmek bile İsrail’in kontrolünde.<br />

Yiyecek, ham madde, su ve yakıt gibi<br />

temel ihtiyaçların giderilmesi yolu da<br />

İsrail’in kontrolünde olmaya devam<br />

edecek.<br />

İsrail, yerleşim alanlarını ayakta tutmak<br />

ve orada yaşayan Yahudileri korumak<br />

için hem büyük oranda para harcama,<br />

hem de bunun için önemli sayıda<br />

insan gücünü –daha doğrusu koruma,<br />

kolluk gücünü– bu bölgeye bağlama<br />

durumundaydı. Gazze’nin çevresine<br />

örülen duvarla, ya da çizilen sınırla güvenliğini<br />

daha az insan gücüyle ve daha<br />

az para harcamayla sağlamakla ekonomik<br />

bir sorundan da kurtulma durumunda.<br />

Bu bağlamda geri çekilmeyle<br />

İsrail, ordu gücü ve paradan tasarruf<br />

edecektir.<br />

Bu adımla İsrail, Gazze’de 1.5 milyon<br />

civarındaki Arap nüfusundan kendisine<br />

yönelik olası mücadelelere, saldırılara<br />

karşı güvenliğini de Filistin yönetimine<br />

devretmektedir. Bilindiği gibi Gazze<br />

Şeridi İsrail’in baskılarına karşı mücadelede<br />

önemli rol oynayan, İntifada’nın<br />

kıvılcımını ateşleyen ve mücadeleyi belirleyen<br />

bir konuma sahip.<br />

Böylesi bir bölgede İsrail, en ufak<br />

bir eyleme, harekete karşı tankıyla, topuyla,<br />

bombasıyla saldırıda bulunmuş<br />

ve insanları katletmeyi de kendi güvenliğini<br />

sağlama adına savunagelmiştir.<br />

Şimdi Yahudi yerleşim alanlarının boşaltılmasıyla<br />

ve İsrail askerinin Gazze<br />

Şeridi’nden geri çekilmesiyle, şimdiye<br />

kadar İsrail askerinin yaptığı iş Filistin<br />

Güvenlik Güçleri’ne devredilmiştir. Bu<br />

ise, esas olarak Filistinliler arasında bir<br />

iç çatışmanın, savaşın temelini oluşturan<br />

önemli bir faktördür. Filistin Güvenlik<br />

Güçleri Gazze Şeridi’nde İsrail’e<br />

yönelik saldırı eylemlerini engelleme<br />

görevini yerine getirirken, Filistinlilerle<br />

karşı karşıya gelme durumunda<br />

olacaktır. Filistin yönetiminin İsrail’in<br />

güvenliğini sağlayamadığı yerde ise<br />

İsrail yine Gazze Şeridi’ndeki Filistin<br />

Arap halkına saldırma hakkını saklı<br />

tutmaktadır.<br />

Yukarıda Şaron’dan aktardığımız tavıra<br />

baktığımızda, Batı Şeria’daki Yahudi<br />

yerleşim alanlarının boşaltılmasının<br />

sözkonusu olmadığı açık. Gazze’den<br />

çekilmenin perde arkasında yatan bir hesap<br />

ya da plan da, esas olarak bu işgal<br />

alanlarının boşaltılması tartışmasının<br />

ertelenmesidir. Bu arada da bu alanların<br />

daha da sıkı biçimde korunması, kimi<br />

alanların ise İsrail topraklarının doğrudan<br />

bir parçası haline getirilmesi hesap<br />

ve planları yapılmaktadır.<br />

Gazze Şeridi’nden çekilmek aynı zamanda<br />

açık cezaevi durumunda olan<br />

bu bölgede yaşayan 1.5 milyon civarındaki<br />

Filistinlinin sorunlarının sorumluluğundan<br />

kurtulma, sorunu Filistin<br />

yönetimine devretmektir. Gazze, dünyanın<br />

en yüksek nüfus yoğunluğuna<br />

sahip yerlerinden biridir ve burada yaşayan<br />

Filistinlilerin büyük çoğunluğu<br />

günde iki dolardan az bir parayla yaşamak<br />

zorunda. İşsizlik oranı ise %50-<br />

60’larda…<br />

İsrail Gazze Şeridi’nden çekilmekle<br />

kendisini “barış yanlısı” gösterme “sorunu<br />

çözmekten yana olduğu” vb. görüntüsü<br />

vermeye de çalışmaktadır. Bu<br />

sahtekarlığın en ustaca oynandığı alandan<br />

biri de Yahudi yerleşimcilerin yerleşim<br />

alanlarından çıkarılmasıydı. Şöyle<br />

ki, basına yansıyan haberlerde dünya<br />

kamuoyuna yansıtılan esas şey, yerleşimcilerin<br />

yerlerinden edilmesi, mağdur<br />

olan insanlar olarak gösterilmesi,<br />

yer yer de askerlerle yerleşimcilerin birlikte<br />

gözyaşları dökmesiydi…<br />

Bu, gerçekte İsrail’in, evet somut olarak<br />

yerleşimcilerin işgalci oldukları gerçeğinin<br />

üzerini örtmek için kullanıldı,<br />

kullanılıyor.<br />

Şaron Gazze Şeridi’nden çekilmekle<br />

daha şimdiden hem İsrail içinde hem<br />

de uluslararası alanda bir zafer ilan etmiş<br />

durumda…<br />

Şaron’un ve hükümette yer alan kimi<br />

temsilcilerin açıklamalarına baktığımızda,<br />

yakın zaman içinde bu adımı<br />

izleyecek önemli bir ilerleme gözükmemektedir.<br />

Bu durumda eğer Gazze’den<br />

çekilme adımını, Filistin yönetimi ile<br />

pazarlıklarda yeni adımlar izlemezse<br />

yeni bir intifadanın gündeme gelmesi,<br />

yaşanması da mümkündür.<br />

Gazze’de daha şimdiden baş gösteren<br />

“zaferi kendine maletme” ve bölgedeki<br />

yönetim için iktidar dalaşı da gözönüne<br />

alındığında hem Filistinliler arasında iç<br />

çatışmaların, hem de Filistin-İsrail arasındaki<br />

çatışmaların yeniden kızışarak<br />

gündeme gelmesinin maddi temelinin<br />

ortadan kalkmadığı açıktır.<br />

Açık olan diğer bir şey ise, İsrail’in<br />

Filistin yönetimine şimdiye kadar olan<br />

anlaşmalardan çok daha geri düzeydeki<br />

anlaşmalar dayattığı ve kısa vadede iki<br />

taraf arasında yapılacak anlaşmaların<br />

Filistin tarafı açısından herhalükarda<br />

şimdiye kadar olanlardan daha geri<br />

düzeyde anlaşmalar olacağıdır.<br />

Görünen bu…<br />

Bunun somut olarak nasıl gelişeceğini<br />

de göreceğiz.<br />

16 Eylül 2005 ✓<br />

Faşist Saldırılar<br />

Protesto Edildi<br />

Me r s i n ’ d e b a ş l a y ı p ,<br />

Trabzon’da sürdürülen ve<br />

Bozüyük’te doruğa ulaşan<br />

faşist saldırılar, Adana’da bir araya gelen<br />

sendikalar, demokratik kitle örgütleri<br />

ve devrimci çevreler tarafından bir<br />

basın açıklaması ile protesto edildi.<br />

Yapılan açıklamada linç girişimlerini,<br />

Kürtlere yönelen saldırıları meşru gören<br />

medyanın tutumu kınanırken, saldırganların<br />

hiçbir engellemeye maruz<br />

kalmadan ve hatta “duyarlı vatandaşlar”<br />

olarak lanse edilmesi, ceza yasalarının<br />

uygulanmaması, buna rağmen<br />

saldırıya uğrayanların provokatörlükle<br />

12 bu yıl 78’liler tarafından<br />

E y l ü l A s k e r i F a ş i s t<br />

Darbenin 25. yıldönümü<br />

İstanbul, İzmir, Ankara ve Mersin’de<br />

mitinglerle protesto edildi.<br />

Saat 11’de Mersin Devlet Hastanesi<br />

önünde bir araya gelen kitle polisin<br />

engellemeleri ile ancak 12:15’te yürüyüşe<br />

geçebildi. Metropol alanına doğru<br />

yürüyüş sırasında sık sık ‘Darbeciler<br />

halka hesap verecek’, ‘Yaşasın devrim<br />

ve sosyalizm’, ‘Kahrolsun faşizm tek yol<br />

devrim’, ‘Yaşasın halkların kardeşliği’<br />

suçlanması teşhir edildi.<br />

Açıklama Türk, Kürt, Arap emekçilerini;<br />

faşist, şovenist kışkırtmalara karşı<br />

halkların kardeşliğini yükseltme, hak<br />

ve özgürlükler için birlikte mücadele<br />

etme çağrısıyla son buldu.<br />

Protesto eylemi sık sık atılan<br />

“Faşizme Karşı Omuz Omuza”, “Yaşasın<br />

Halkların Kardeşliği” sloganları ile<br />

sonlandırıldı.<br />

Bizler de Ydi Çağrı okurları olarak<br />

eyleme destek verdik ve “Şovenist<br />

Kışkırtmalara Son Verilsin” yazılı bir<br />

dövizle yer aldık.<br />

09.09.2005, Ydi Çağrı/Adana ✓<br />

12 Eylül Faşizmine<br />

Karşı Miting<br />

sloganları atıldı.<br />

Faşist darbenin sorumlularını lanetleyen<br />

konuşmaların ardından eylem<br />

sona erdi.<br />

Yaklaşık 1500 kişinin katıldığı eylemde<br />

bir grup MHP’li faşistin Türk<br />

bayrakları ile eylemi provoke girişimi<br />

başarısız kaldı. Polis keskin nişancıları,<br />

özel timleri ile tüm yürüyüş güzergahını<br />

ve eylem alanını çok yoğun bir biçimde<br />

ablukaya almıştı.<br />

11.09.2005, Ydi Çağrı/Mersin ✓


halkların kardeşliği için<br />

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />

6-7 Eylül 1955 olaylarının<br />

50. yıldönümünde<br />

tarih çarpıtıcılığı…<br />

1955 6-7 Eylül saldırılarının arkasındaki gücün devletin kendisi olduğu gerçeğinin üzeri de örtülmeye<br />

çalışılmaktadır. “Yeni tanıklıklar” adına detaylara boğarak üzeri örtülmeye çalışılan gerçek, Türk devletinin<br />

ulusal azınlıklara yönelik siyasetinin sistemli bir ulusal baskı ve zulüm siyaseti olduğu gerçeğidir.<br />

Eylül 1955 olaylarının<br />

50. yıldönümünde “ta-<br />

6-7 rihle yüzleşmek” adına<br />

olaylarla ilgili birçok gazetede yazılar<br />

yayınlandı, “tanıklar” konuşturuldu…<br />

Konu hakkında tavır takınan ve anılarını<br />

okurlara aktaran köşe yazarları da<br />

genelde olayların ne kadar “utanılacak”<br />

olaylar olduğu yönlü tavırlar takındılar.<br />

Kimi köşe yazarları böylesi olayların<br />

iyi hatırlanması ve bilinmesinin benzeri<br />

olayların bir daha yaşanmaması için gerekli<br />

olduğunu da vurguladılar.<br />

Egemenlerin yazılı medyasındaki tavırlara<br />

bakıldığında ortaya esas olarak<br />

şu görüntü çıkmaktadır. Medyada tavır<br />

takınanların bir kesimi, olayların devlet<br />

içinde olan bir kesimin, “derin devlet’in<br />

oyunu olduğunu tespit ederek bugünle<br />

bağını kurmakta ve “derin devlet”e<br />

karşı liberal burjuvazinin siyasetini savunmaktadır.<br />

Bu konuda yazılanlara bakıldığında,<br />

50 yıl sonra da olsa, sözkonusu olayların<br />

yanlışlığının, bu olayların arkasındaki<br />

gücün “derin devlet” olduğunun<br />

kimileri tarafından ortaya konmasının<br />

olumlu bir gelişme olduğu söylenebilir.<br />

Tavır takınanların bir kesimi ise böylesi<br />

olayların devletin ve milletin ananesine<br />

ters, ona zarar veren olaylar olduğunu<br />

savunmaktadır.<br />

Bu konudaki tavırlara bir de 6-7 Eylül<br />

ile ilgili resim sergisine MHP ve İP taraftarları<br />

olduğu söylenen bir kesimin<br />

saldırıları ve bu saldırıları kınama<br />

yönlü tavırlar eklendi.<br />

Sonuç olarak öne çıkan esas şey,<br />

yapılanların, yaşananların Türkiye<br />

Cumhuriyeti devletinin ve Türk toplumunun<br />

geleneğine ters olaylar olduğu<br />

düşüncesiydi. Böylece tarih çarpıtıcılığı<br />

yapılıp Türk devleti, hatta<br />

Osmanlı İmparatorluğu’nun kirli sayfaları<br />

temize çıkarılmaya çalışıldı, çalışılıyor.<br />

Tarih çarpıtıcılığının en açık görüldüğü<br />

tavırlardan biri özellikle son yıllarda<br />

Türk devletinin “tarih danışmanlarından”<br />

biri olan İlber Ortaylı’nın 4<br />

Eylül tarihli Milliyet gazetesindeki yazısıdır.<br />

Takınılan tavır şöyledir:<br />

“…1955 yılı 6-7 Eylül olayları Türkiye’nin<br />

dışarıdaki adına çok zararı dokunan,<br />

aleyhte abartılan bir propagandayı<br />

daima besleyen yüz karası bir tertip ve<br />

kontrolsüzlük demektir. Anadolu’daki<br />

ve Rumeli’deki bin yıllık Türk hakimiyetinin<br />

tanımadığı, bilmediği bu saçma<br />

tertip; imparatorluğun bıraktığı miras<br />

üstünde bir lekedir. II. Dünya Savaşı sırasında<br />

konulan Varlık Vergisi gibi anlamsız<br />

ve istismara açık uygulamayla<br />

birlikte yeni nesillerin başına bir bela olarak<br />

kalmıştır. (…) Bu toplumun bu gibi<br />

olayları tekrar edeceğini hiç sanmıyoruz<br />

ama olayları da unutmak değil, iyi öğrenmek<br />

gerekir. 6-7 Eylül olayları bazılarının<br />

dediği gibi 1938 Kasım’ın Almanya<br />

ve Avusturya’sındaki Kristal Gecesi gibi<br />

değildi; 1950’lerin kabuk değiştirmeye<br />

başlayan ve denetimin elden çıktığı ve<br />

mutlaka kötü yönetilen İstanbul’unda<br />

devlet ve toplum ananemizi zedeleyen<br />

bir çılgınlıktı.” (Milliyet, 4 Eylül 2005)<br />

İlber Ortaylı sorunu böyle ortaya koyuyor.<br />

Sorunu Türk devletinin ve toplumunun<br />

ananesini zedeleyen bir çılgınlık<br />

ve “bin yıllık Türk hakimiyetinin<br />

tanımadığı, bilmediği” bir tertip olarak<br />

gösteriyor. En iyi halde bu olaylar “imparatorluğun<br />

bıraktığı miras üstünde<br />

bir leke” olarak değerlendiriliyor.<br />

Tam da bu noktada “tarihle yüzleşmek”<br />

adına tarih çarpıtılmaktadır.<br />

“Yeni tanıklıklar” adına kimi olaylar<br />

ortaya çıkarılırken, bu olaylar tarihin<br />

çarpıtılarak yeniden yazılması için<br />

kullanılmaktadır. İlber Ortaylı’ya göre<br />

böylesi olaylar Türk devletinin ananesini<br />

zedeliyormuş!<br />

Türk devletinin ve toplumunun ananesinin<br />

6-7 Eylül olayları gibi olayları<br />

tanımadığı yönlü düşüncenin gerçekleri<br />

çarpıttığını göstermek için geçmişe<br />

kısaca bakmak yetmektedir.<br />

ANANE VE MİRASTA NE VAR<br />

6-7 Eylül 1955 saldırılarında zarar görenler<br />

esas olarak Rum ulusal azınlığı olsa<br />

da, Ermeniler ve kısmen Yahudi’ler de<br />

zarar görmüştür. Bu bağlamda hedefin<br />

gayrimüslim azınlıklar olduğu açıktır.<br />

İlber Ortaylı’nın bahsettiği Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun bıraktığı mirasta,<br />

sadece 1890’lı yıllardan 1922’ye kadarki<br />

kesimine baktığımızda bile karşımıza<br />

çok daha büyük “kara lekeler” çıkmaktadır.<br />

Evet “tertip” biçimindekileri de!<br />

Osmanlı İmparatorluğunun tarihinde<br />

de, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de<br />

böylesi oyunlar, tertipler burada sayılamayacak<br />

kadar çoktur. “Osmanlıda<br />

oyun çok” deyimi boş yere söylenmemiştir…<br />

Oyunlar tertipler bir yana, Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun bıraktığı mirasta,<br />

yaşanan katliamlar ve soykırımın izleri<br />

günümüze kadar gelmiştir. Ermenilere<br />

yönelik yaşanan soykırımda Rumlar da,<br />

Süryaniler-Keldaniler (Asurlar) de payını<br />

almışlardır. Yüzbinlercesi yerinden<br />

21


halkların kardeşliği için<br />

22<br />

yurdundan edilmiş, büyük bölümü katledilmiştir.<br />

Ortaylı gibilerinin tavırları<br />

en başta bu tarihi gerçekliklerin üzerini<br />

örtmeye çalışan ve “imparatorluğun<br />

mirası”nı temize çıkarma ve tarihi çarpıtma<br />

tavırlarıdır.<br />

Bu ve benzeri tavırlar aslında Türkiye<br />

Cumhuriyeti tarihinde Kürt ulusuna ve<br />

ulusal azınlıklara yönelik baskıların, ulusal<br />

zulmün üzerini de örten tavırlardır.<br />

Türkiye Cumhuriyeti devleti Lozan<br />

Anlaşması’yla varlığını kabul ettiği dini<br />

azınlıkların bu anlaşmaya göre sahip olmaları<br />

gereken hakları bile vermemiş<br />

ve sürekli bir baskı uygulamıştır. Rum,<br />

Ermeni ve Yahudiler (Museviler) dini<br />

azınlık olarak kabul edilirken gayrimüslim<br />

olduğu halde Süryaniler-Keldaniler<br />

dini azınlık olarak bile kabul edilmemiştir.<br />

Bunların ulusal azınlık olarak<br />

varlığı ise hâlâ kabul edilmiş değildir.<br />

Gayrimüslim azınlıklara karşı saldırılar,<br />

baskılar Lozan Anlaşması sonrasında<br />

kurulan Cumhuriyet döneminde<br />

sürekli varolagelmiştir. Bu baskılar doğrudan<br />

devlet tarafından gerçekleştirilmiştir.<br />

Özellikle Ermeni ve Rum azınlığı siyasi<br />

ve belirleyici ekonomik alanlardan<br />

kelimenin gerçek anlamında temizlenmeye<br />

çalışılmıştır.<br />

1942 yılında karar altına alınan Varlık<br />

Vergisi esas olarak azınlıklara karşı<br />

alınan bir önlemdi. Kamuoyuna bu<br />

kararın gerekçesi ve amacı başka türlü<br />

yansıtılsa da, gerçek amaç “Ticareti<br />

Türklere vermek”ti. Ticaret işindeki<br />

gayrimüslimleri safdışı etmek de bunun<br />

doğal bir sonucuydu. Böylece ekonomik<br />

alandaki saldırı, özellikle Rum<br />

ve Ermeni azınlığına mensup binlerce<br />

insanın sürgün edilmesi ve sürgün edilenlerin<br />

önemli bölümünün katledilmesini<br />

de beraberinde getirmiştir.<br />

1955’teki talan girişimleri, saldırıları<br />

da ekonomik alanda Varlık Vergisi’nin<br />

bir devamı niteliğindedir. Varlık Vergisi,<br />

İlber Ortaylı’nın anlatmaya çalıştığı<br />

gibi “anlamsız ve istismara açık uygulama”<br />

değil, bilinçli olarak kararlaştırılan<br />

ve istendiği gibi uygulanan bir<br />

karar ve uygulamadır. Bu uygulamayla<br />

ve 1955 yılı 6-7 Eylül saldırılarıyla Türk<br />

devleti elde etmek istediğini esas olarak<br />

elde etmiştir.<br />

Rum azınlığının Türkiye’yi terketmesi<br />

amacı da Rumlara yönelik baskıların<br />

perde arkasındaki olgulardan biridir.<br />

Tüm baskılara rağmen Türkiye’yi terketmeyen<br />

Rumlar ise daha sonra çıkarılan<br />

yasa(lar) ile Türkiye’yi terketmeye<br />

zorlanmışlardır, kelimenin gerçek anlamında<br />

sürgün edilmişlerdir. 1964<br />

yılında Türk devleti açıkça Rumları<br />

“sınırdışı etme” kararı çıkarıp uygulamıştır.<br />

Tüm bu uygulamalar sonucunda Türkiye’de<br />

yaşayan Rumların sayısı sıfırlanmaya<br />

çalışılmıştır. Az sayıda Rum<br />

insanının anda Türkiye’de yaşıyor olması<br />

bu gerçeği değiştirmemektedir.<br />

Bu, Lozan Anlaşması sonrasında Türkiye<br />

Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan<br />

Rumların sayısıyla karşılaştırılarak<br />

gösterilebilir bir gerçekliktir.<br />

Verilere göre Lozan Anlaşması döneminde<br />

370 bin Rum vardır. Türk devletinin<br />

kimi entrikalarıyla bu sayı 200 bine<br />

düşürülmüştür. Daha sonraki yıllarda<br />

da Rum azınlığın nüfusu giderek azalmaktadır.<br />

Kimi verilere göre 1955-1962<br />

yılları döneminde Türkiye’yi terk eden<br />

Rumların sayısı 70 bin civarındadır.<br />

1964’teki “sınırdışı etme” kararı sonrasında<br />

ne kadarının sınırdışı, sürgün<br />

edildiği ise belirsiz…<br />

Türk devletinin Rum azınlığı üzerindeki<br />

baskıları ve Rum düşmanlığı değişik<br />

biçimlerde de olsa günümüzde de<br />

sürmektedir. Bunun en açık görüldüğü<br />

alan Fener Rum Patrikhanesi’ne, Patrik<br />

Bartholomeos’a ve Rum Ruhban Okulu’nun<br />

açılması talebine karşı tavırlardır.<br />

Bilindiği gibi Heybeli Adası’ndaki<br />

Rum Ruhban Okulu, devletin Rumlara<br />

yönelik baskılarının bir parçası olarak<br />

kapatılmıştı.<br />

Kısaca aktardığımız bu olgular Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun bıraktığı mirasın<br />

da, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin<br />

de kara lekelerle dolu olduğunu; bu<br />

kara lekelerin “devlet ve toplum ananemizi<br />

zedeleyen bir çılgınlık” olmanın<br />

ötesinde, devletin ananesi olduğunu ortaya<br />

koymaktadır. Hiçbir çarpıtma bu<br />

gerçeklerin üzerini örtemez.<br />

1955 6-7 Eylül saldırılarının arkasındaki<br />

gücün devletin kendisi olduğu gerçeğinin<br />

üzeri de örtülmeye çalışılmaktadır.<br />

“Yeni tanıklıklar” adına detaylara<br />

boğarak üzeri örtülmeye çalışılan gerçek,<br />

Türk devletinin ulusal azınlıklara<br />

yönelik siyasetinin sistemli bir ulusal<br />

baskı ve zulüm siyaseti olduğu gerçeğidir.<br />

50. yıldönümü vesilesiyle yayınlanan<br />

yazılarda bu gerçeği ortaya koymak ve<br />

devletin siyasetini teşhir etmek için de<br />

epey malzeme, veri vardır.<br />

Tüm sınıf bilinçli işçilerin görevi,<br />

bu gerçeği kitlelerin bilincine yerleştirmeye<br />

çalışması, Türk şovenizmine<br />

karşı amansız bir mücadele vermesidir.<br />

Eylül 2005 ✓<br />

KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM<br />

Ekim Devriminin<br />

uluslararası karakteri<br />

Ekim’in onuncu yıldönümü dolayısıyla<br />

J. V. STALİN<br />

“Ekim Devrimi salt “ulusal çerçevede” bir devrim değildir.<br />

O herşeyden önce uluslararası çapta, dünya çapında<br />

öneme sahip bir devrimdir, çünkü o dünya insanlık<br />

tarihinde eski kapitalist dünyadan yeni sosyalist<br />

dünyaya doğru temel bir dönemeç demektir.<br />

Eskiden devrimler genellikle devletin dümenindeki<br />

bir sömürücüler grubunun yerini bir başka sömürücüler<br />

grubunun almasıyla sonuçlanırdı. Sömürücüler<br />

değişirdi, sömürü kalırdı. Kölelerin kurtuluş hareketleri<br />

döneminde böyle oldu. İngiltere’de, Fransa’da,<br />

Almanya’da bilinen “büyük” devrimler döneminde<br />

böyle oldu. Proletaryanın, tarihi kapitalizme karşı çevirmek<br />

amacını taşıyan onurlu, kahraman ama yine<br />

de başarısız kalan ilk girişimi olan Paris Komününden<br />

sözetmiyorum.<br />

Ekim Devrimi bu devrimlerden ilkesinde ayrılmaktadır.<br />

O kendine amaç olarak, bir sömürü biçiminin<br />

yerine bir başka sömürü biçimini, bir sömürücüler<br />

grubunun yerine bir başka sömürücüler grubunu geçirmeyi<br />

değil, insanın insan tarafından her türlü sömürülmesini<br />

ortadan kaldırmayı, kim olursa olsun bütün<br />

sömürücü grupları ortadan kaldırmayı, proletaryanın<br />

diktatörlüğünü kurmayı, bugüne dek var olan bütün<br />

ezilen sınıflar arasında en devrimci sınıfın iktidarını<br />

kurmayı, yeni bir toplum, sınıfsız, sosyalist toplumu<br />

örgütlemeyi almaktadır.<br />

İşte bu yüzden Ekim Devriminin zaferi, insanlık tarihinde<br />

köklü bir dönemeci, dünya kapitalizminin tarihsel<br />

kaderinde köklü bir dönemeci, bütün dünyanın<br />

sömürülen yığınlarının mücadele yöntemlerinde ve örgütlenme<br />

biçimlerinde, yaşam tarzı ve geleneklerinde,<br />

kültür ve ideolojisinde köklü bir dönemeci kaydetmektedir.<br />

Ekim Devriminin uluslararası çapta, dünya çapında<br />

öneme sahip bir devrim olmasının nedeni budur.<br />

Bütün ülkelerin ezilen sınıflarının, kendisinde kurtuluşlarının<br />

güvencesini gördükleri Ekim Devrimine<br />

karşı besledikleri derin sempatinin kaynağı burada yatar.”<br />

J. V. Stalin, Eserler Cilt 10; İnter Yayınları


gündem<br />

Gelecek sosyalizmdir!<br />

Sosyalizm gelecektir!<br />

Devrim… Sosyalizm… Bu iki<br />

sözcükle sıklıkla karşılaşıyor,<br />

kullanıyoruz. Çivisi iyice çıkmış<br />

bu sömürücü sistemden kurtulmak<br />

istiyoruz; onun için devrim gerekli diyoruz.<br />

Bu barbar ve kan emici sistemin<br />

alternatifi vardır diyoruz; sosyalizmi<br />

işaret ediyoruz…<br />

Peki bu birbirine bağladığımız iki sözcük<br />

neyin karşılığı Hayır, öyle derin teoriler<br />

yapmaksızın; bu sistemden yaka<br />

silken insanlar için alternatif olarak<br />

ileri sürdüğümüz şeyin pratik karşılığı<br />

ne olacak<br />

Neyi değiştirecek sosyalizm<br />

Bugüne kadar devrime ilişkin yapılan<br />

konuşmalarda, yazılan yazılarda çoğunlukla<br />

büyük değişimden sözedildi… Genel<br />

olarak devrimle sömürü, sömürücü<br />

sınıflar ortadan kaldırılacak, yerine işçilerin,<br />

emekçilerin devleti kurulacak.<br />

Sosyalizm inşa edilmeye başlanacak;<br />

“herkes topluma yaptığı katkı ölçüsünde<br />

kazanacaktır”. Sosyalizm, daha<br />

da gelişerek komünizme varacak; komünist<br />

toplumda “herkes yeteneğine göre<br />

topluma katkıda bulunacak ve ihtiyacı<br />

kadar alacaktır.”<br />

Bu bir hayal mi<br />

Bir sosyalizm deneyi yaşandı… Sovyetler<br />

Birliği 1917’den 1950’lerin ortalarına<br />

kadar sosyalizmi inşa etti, bu<br />

temelde işçilerin, emekçilerin yaşam<br />

koşullarının iyileştirilmesi açısından<br />

bir çok kazanım elde edildi. Yaşanan<br />

bu kısa deneyim bile sosyalizmin hayal<br />

değil gerçek olabileceğini; işçilerin,<br />

emekçilerin sosyalizmde birçok şey kazanabileceğini<br />

gösterdi. Sosyalist toplumda<br />

sömürücü sınıfların ortadan<br />

kaldırılmasıyla yaratılan zenginliğin<br />

işçilere, emekçilere dağıtılması sonucu<br />

yaşam seviyesinin nasıl yükseldiği, nasıl<br />

bir refah toplumunun oluştuğu yaşanan<br />

deneyimle görüldü.<br />

İŞ, İŞÇİ VE SOSYALİZM!<br />

Ekim Devrimi’nin en büyük özelliği sömürücü<br />

sınıfların iktidarının yıkılması<br />

ve onun yerine işçi sınıfının iktidarının<br />

kurulmasıdır. Bu devrim insanın insan<br />

üzerindeki sömürüsünün kaynağı özel<br />

mülkiyet sisteminin yok edilmesinin<br />

yolunu açmıştır.<br />

Bolşeviklerin önderliğinde kurulan<br />

sosyalizmde emeğin karakteri, emeğin<br />

toplumsal örgütlenmesi, ücretlendirilmesi,<br />

yeniden üretim bir bütün olarak<br />

yeniden düzenlenmiş ve yepyeni bir karakter<br />

almıştır.<br />

Kâr için değil, toplumun refahı<br />

için üretim!<br />

Sosyalizm dünya üzerinde ilk kez bir<br />

ilkeyi gerçekleştirmiştir: 1936 Sovyet<br />

Anayasası’nda iş hakkı temel anayasa<br />

ilkesi olmuştur. Bu çalışabilir yaştaki<br />

herkese iş hakkı anlamına gelmektedir.<br />

“Herkese iş” hakkının gerçekleşmesi<br />

işsizliğin toplumsal olarak yokedilmesinden<br />

başka birşey değildir. Kapitalizm<br />

şartlarında mümkün olmayan<br />

sosyalizmde gerçekleşmiştir: İşsizliğin<br />

yokedilmesi kapitalizmde mümkün olmayan<br />

birşeydir; çünkü kapitalistler<br />

işgücünü daha ucuza satın almak ve<br />

mümkün olan en büyük kârı elde etmek<br />

için her zaman yedek işsizler ordusuna<br />

ihtiyaç duyarlar. Sosyalizmde üretimin<br />

amacı kapitalist sistemde olduğu gibi<br />

kâr değil, toplum refahı olduğundan,<br />

sosyalist sanayileşmeye bağlı olarak işsizliğe<br />

karşı tutarlı bir mücadele yürütmek<br />

olanaklıdır.<br />

Resmi rakamlara göre % 10’larda<br />

dolaşan, resmi olmayan rakamlara<br />

göre ise % 20’lerin üzerinde seyrettiği<br />

bilinen Türkiye’de işsizliğin ortadan<br />

kaldırılması ancak ve ancak sosyalizm<br />

koşullarında mümkündür. Bunun için<br />

sosyalizm diyoruz… Bunun için sosyalizmi<br />

gerçeklik haline getirecek devrimden<br />

sözediyoruz…<br />

“Herkese yeteneğine göre,<br />

herkesten katkısına göre”<br />

Sosyalizm bir “asalaklar” toplumu değil;<br />

toplum refahı için çalışmanın görev sayıldığı<br />

bir toplumdur. Anayasasında “çalışmayana<br />

yemek de yok” ilkesinin yazıldığı<br />

bir toplumdur. Sosyalist sistemde<br />

geçerli olan; “herkese yeteneğine göre,<br />

herkesten katkısına göre” ilkesidir.<br />

Sosyalizmde, toplumun bütün üyelerinin<br />

çalışma yükümlülüğü vardır. Bu<br />

aynı zamanda emeğe ve çalışmaya karşı<br />

yaklaşımın değişmesi anlamına gelir.<br />

Kapitalist toplumun insanları zengin<br />

olmak, çalışmadan yaşamak hayalleri<br />

peşinde koşarken, sosyalist toplumda<br />

çalışarak, topluma katkıda bulunarak<br />

yaşamak onurlu bir görev sayılır. Çalışmak<br />

angarya değil, toplumsal yaşamın<br />

bir gerekliliğidir.<br />

Çalışmadan zengin olmanın özendirildiği,<br />

umutların milli piyangoya,<br />

totoya, “topçuluğa-popçuluğa” bağlandığı;<br />

bir avuç zenginin yaşamının<br />

çekici hale getirilerek toplumun insanlarının<br />

buna özendirildiği, “havada<br />

bulup tavada yeme”nin, vurgunun, üç<br />

kağıdın, kapkaçın, rantiyeciliğin, rüşvetin…<br />

vs. vb. geçer akçe olduğu Türkiye<br />

toplumunda bu çürümüşlüğün ve<br />

geleceksizliğin alternatifinin adıdır sosyalizm.<br />

Sosyalist bir Türkiye’de herkes<br />

toplumun daha zenginleşmesi için çalışacaktır.<br />

Çalıştığı oranda yaratılan zenginlikten<br />

payını alacaktır. Sosyalizmde<br />

her birey kapitalist toplumun aksine<br />

kendi geleceğini toplumun geleceğiyle<br />

özdeşleştirecek ve bireysel kurtuluşun<br />

yerini toplumsal kurtuluş alacaktır.<br />

Bunun için sosyalizm diyoruz…<br />

Kadınların üretime ve<br />

toplumsal yaşama çekilmesi…<br />

Ekim Devrimi’nin en büyük özelliklerinden<br />

biri Çarlık Rusyası döneminde<br />

ikinci, üçüncü sınıf vatandaş görülen<br />

kadınlara hukuksal ve sosyal eşitliğin<br />

sağlanmasının yolunu açmış olmasıdır.<br />

Sosyalizmde kadınlar kitleler halinde<br />

toplumsal üretici çalışmaya çekilmiştir.<br />

Kadınların üretici çalışmaya çekilmesi,<br />

işçi çocuklarının bakımı ve eğitiminin<br />

toplumsal olarak çözülmesi temelinde<br />

olmuştur. Kreş ve çocuk yuvaları, tatil<br />

okulları; toplumsal beslenmeyi sağlayan<br />

kolektif mutfaklar... açılmış; bu<br />

alanda büyük atılımlar yapılmıştır.<br />

Bugün sınıfsal, ulusal, cinsel üçlü baskı<br />

altında yaşayan Türkiye toplumundaki<br />

emekçi kadının kurtuluşunun<br />

yolu devrimdedir; devrim sonrası kurulacak<br />

sosyalizmdedir. İşçi kadınlar sosyalist<br />

toplumda sözkonusu baskılardan<br />

kurtulmuş özgür bireyler olarak toplumsal<br />

gelişmeye erkek işçilerle birlikte<br />

eşit olarak katılacaklardır. İşçi kadınlar<br />

23


gündem<br />

24<br />

açısından sosyalizm sadece iş yaşamı<br />

açısından değil, toplumsal yaşamın her<br />

alanında bir özgürleşme ve kurtuluşun<br />

adıdır.<br />

Sosyalist toplumda işçi ve<br />

emekçi yığınların çalışma<br />

koşulları sürekli iyileşecektir.<br />

İnsanın insan üzerindeki sömürüsünü<br />

ortadan kaldırmayı ve insanca<br />

yaşamayı hedefleyen sosyalizm işçi ve<br />

emekçi kitlelerin çalışma koşullarının<br />

sürekli iyileştirilmesini bayrağına yazan<br />

bir toplumdur. Kapitalistlerin bütün<br />

kaygısı, “nasıl olur da işçileri daha<br />

fazla sömürürüz”dür. Sosyalist devletin<br />

çıkış noktası ama “işçileri nasıl olur da<br />

daha iyi koşullarda yaşatırız”dır. Çarlık<br />

Rusyasında işçiler günlük 10-12 saat<br />

çalışırken sosyalizm koşullarında iş saati<br />

genelde 7 saat, bazı işkollarında ise<br />

6 veya 5 saat olarak uygulandı.<br />

Sosyalizm koşullarında ücretler sürekli<br />

bir artış halindeydi; her beş yıllık<br />

kalkınma planında bu artış tespit ediliyordu.<br />

“Eşit işe eşit ücret” talebi sosyalizmde<br />

gerçekleştirilmiştir.<br />

Kapitalizmde kafa emeğinin temsilcilerinin<br />

önemli bir bölümü kol emeği ile<br />

çalışanları sömürmek için kullanılmaktadır.<br />

Sosyalizmin zaferiyle kafa emeği<br />

ile kol emeği arasındaki karşıtlığının<br />

çözülmesi yönünde önemli adımlar<br />

atılmıştır.<br />

Sosyalist işletmelerde işçiler kapitalist<br />

patron için değil, kendileri için üretmektedirler.<br />

Ve “üreten biziz yöneten<br />

de biziz” ilkesi gerçekleşmiştir.<br />

Sosyalizmde işçi ve emekçilerin konut<br />

sorunu çözülmüştür. Bu konuda<br />

kapitalist toplumda yaşanan olumsuz<br />

koşullar sosyalist toplumda özel önlemlerle<br />

de ortadan kaldırılmış; toplu<br />

konut yapımıyla sorunun üstesinden<br />

gelinmiştir.<br />

Sosyalizmde işçi ve emekçilere dinlenme<br />

hakkı tanınmaktadır. Sekiz saatlik<br />

işgünü anayasal bir maddedir ve<br />

ama işgününün giderek kısaltılması<br />

hedefi sözkonusudur. Dinlenme hakkının<br />

bir parçası da ücretli yıllık iz<strong>indir</strong>.<br />

İşçilerin sağlık ve sosyal ihtiyaçlarını<br />

karşılamak üzere sanatoryumlar, tatil<br />

ve kür alanları, spor alanları… olanakları<br />

yaratıldı.<br />

Hastalanma ve işgücünü kaybetme<br />

durumunda devlet işçinin tüm sağlık<br />

masraflarını karşılamakta (sosyal<br />

sigorta), emeklilik hakkını garantilemektedir.<br />

Eğitim hakkı ve emeğin kalifiyeleştirilmesi<br />

işçiye devletçe tanınan<br />

haklar arasındadır.<br />

Kapitalizmde üretim tekniğinin geliştirilmesi<br />

sadece ve sadece daha fazla<br />

sömürü vaadettiğinde gündeme gelmektedir.<br />

Dikkatinin merkezinde “insan”<br />

olan sosyalizmde işçi sağlığını ve işçinin<br />

çalışma koşullarını iyileştirmek merkezde<br />

durduğundan üretim tekniğinin<br />

yenileştirilmesi sürekli gündemdedir.<br />

Üretimin modernleştirilmesi sonucu iş<br />

koşullarının iyileştirilmesi, bununla bağıntı<br />

içinde iş kazalarında düşüş sosyalizmin<br />

kazanımları arasındadır.<br />

Yukarıda sosyalist iktidarla işçilerin<br />

yaşam koşulları açısından kazandıklarından<br />

sadece bazılarını aktardık. Şüphesiz<br />

bu örnekler daha da çoğaltılabilir.<br />

Bu yaşanan deneyimler ışığında çeşitli<br />

ulus ve milliyetlerden Türkiye<br />

işçileri açısından sosyalist toplum düzeniyle<br />

kazancın neler olabileceğini<br />

tahmin etmek zor olmasa gerek… Kapitalist<br />

boyunduruk altında ücretli köleler<br />

olarak patronun daha fazla kârı, en<br />

fazla kârı için günde en az sekiz saat,<br />

çoğunlukla çok düşük ücretlerle 10-12<br />

saat çalışan, mesai adı altında ek bir<br />

çalışmayla daha fazla sömürülen bir ülkenin<br />

insanlarıyız. Aynı işi yaptığımız<br />

halde aynı işe farklı ücretler aldığımız,<br />

bazen bu yüzden kızgınlığımızı bu<br />

işi yapan patronlara değil birbirimize<br />

karşı gösterdiğimiz iş koşullarına sahibiz.<br />

İş bulabildiğimiz için sevindiğimizden<br />

çoğunlukla “eşit işe eşit ücret”i<br />

düşünenimiz bile çok az… Patronların<br />

daha fazla kârı için çoğunlukla sigortasız<br />

çalıştırılıyoruz…<br />

Peki köle gibi çalışmamızın karşılığı<br />

ne<br />

Çok az bir ücret; yüksek kira ödediğimiz<br />

izbe evler, hastalandığımızda en<br />

iyi halde “yeşil kart” karşılığında hastane<br />

kapısında sürünmek, ölmek; kötü<br />

iş koşullarında bir iş kazası sonucu<br />

sakatlığa ve açlığa mahkumiyet… vb.<br />

vb. Dinlenme hakkı, sosyal, kültürel,<br />

sanatsal olanaklardan yararlanmak<br />

da ne demek Bir turizm ülkesi olan<br />

Türkiye’de tatil bir işçi açısından lüks!<br />

Sanata, sosyal etkinliklere katılmak, işçinin<br />

kendisini yetkinleştirmesi vs. ne<br />

demek Gereksiz! Eğer ertesi günü işe<br />

gitme diye bir derdin yoksa, yorgunluktan<br />

ayakta durabilecek kadar mecalin<br />

Enternasyonal<br />

varsa otur televizyon seyret! Böylece kapitalist<br />

toplum senin emeğini sömürme<br />

yanında bilincini de esir alsın! Üretenlerin<br />

yönetmesi mi Gerek yok! Patronların<br />

çıkarlarını, onların düzenlerini<br />

savunan siyasetçiler dururken “ayak takımının”<br />

yönetimde söz sahibi olması<br />

da neymiş En iyi halde bu toplumda<br />

işçilere, emekçilere yönetim bâbından<br />

biçilen görev, seçim dönemlerinde sandık<br />

başına gitmek ve varolan düzen partilerine<br />

oy vermektir… Bunun adı da<br />

demokrasi oluyor!!!<br />

Kapitalist toplumun Türkiye işçilerine<br />

sunduğu kabaca bunlar!<br />

Geçtiğimiz yıllardaki yaygın deyimiyle<br />

“iki ayrı Türkiye”de yaşıyoruz…<br />

Yokluğun, yoksulluğun, açlığın ve sefaletin<br />

kol gezdiği ezilenlerin Türkiyesi…<br />

Diğer yanda ezilenlerin hayal bile edemediği<br />

koşullarda, zevk ve sefa içinde,<br />

şatafat içinde yaşayanların Türkiyesi…<br />

Böyle iki farklı Türkiye’den ezilenlerin<br />

yararına kurtuluşun yolunun adıdır<br />

devrim… Devrim yeni bir düzenin,<br />

sosyalizmin yolunu açacaktır.<br />

Kapitalistlerin el koyduğu zenginliğin<br />

hakça dağıtılması, toplumun bir<br />

bütün olarak zenginlikten pay almasının<br />

adıdır sosyalizm! Sosyalist bir Türkiye’de<br />

işçilerin yaşam koşullarının<br />

kısa sürede bugünkünün birkaç misli<br />

yükselmesi mümkündür. Salt iş günü<br />

açısından bile bugünkü toplumdan<br />

farklı olacaktır sosyalizm. Zenginler<br />

için bugün “normal” olan, fakirler için<br />

bir “hayal” sayılabilecek sağlık, eğitim,<br />

ulaşım, dinlenme vb. vb. koşullar hızla<br />

düzeltilebilir şeylerdir. Ama sosyalizmde!<br />

Sadece yaşam koşulları mıdır<br />

sosyalizmle düzelecek olan Hayır, elbette<br />

değil! Sosyalist toplumda işçidir<br />

yönetecek olan… İşçidir yöneteni denetleyebilecek<br />

olan… Şeffaf olan toplumun<br />

adıdır sosyalizm…<br />

Üretim verimliliğinin arttırılması<br />

Kapitalist toplumlarda üretim verimliliğinin<br />

arttırılması emeğin korkunç<br />

sömürüsü temelinde gerçekleşir. Sosyalizmde<br />

üretimin verimliliğinin arttırılması<br />

kendisi için çalıştığının bilincinde,<br />

özgür insanların kolektif çabalarının<br />

ürünüdür. İşletme kolektiflerinde<br />

işçiler, aktif olarak sosyalist üretimin<br />

planlamasına, hedeflerine ve uygulanmasına<br />

katılmaktadırlar.<br />

Bugün Türkiye’de işçi, tüm kapitalist<br />

ülkelerde olduğu gibi makinanın bir<br />

uzantısı haline getirilmiştir. Patronların<br />

işçiden istediği onların özgür düşünceden,<br />

kolektif yaratıcılıktan uzak, uysal<br />

köleler halinde çalışmasıdır. Kapitalist<br />

toplum işçinin kendisine, kendi gerçekliğine<br />

yabancı kalmasını sağlar…<br />

Sosyalist bir Türkiye’de bu durum tersine<br />

dönecektir… İşçi kendi devletinin,<br />

kendi düzeninin çıkarının bilincinde,<br />

kolektif çalışma içinde sosyalizmin geliştirilmesi<br />

için, kendi toplumunun gelişmesi<br />

için çalışacaktır. Kendi gerçekliğinin,<br />

gücünün farkına varmasıyla işçi<br />

sömürüden uzak, kâr için değil, toplumun<br />

çıkarı için, özgür iradesiyle çalışacaktır…<br />

Sosyalist toplum işçilerin<br />

kültürel seviyesinin sürekli<br />

yükselmesinin maddi<br />

koşullarını sağlar<br />

Sosyalizmde üretimin verimliliğinin<br />

arttarılması doğrudan işçilerin kültürel<br />

seviyesinin artmasıyla ilişkilidir.<br />

Her toplum kendi iş disiplinini yaratır.<br />

Köleci toplumda köle sahipleri kırbaçla<br />

insanları çalışmaya zorluyorlardı. Kapitalist<br />

toplumda açlık ve işsizlik korkusu<br />

ücretli çalışma disiplinini zorla<br />

dayatmaktadır. Sosyalist toplumda ise<br />

çalışma disiplini insanların toplum için<br />

çalışma gerekliliğini kavraması, insan<br />

onuruna saygı ve kişisel çıkarların kolektif<br />

çıkarlara bağlı olarak ele alınması<br />

üzerinde yükselir.<br />

Kültür ve bilinç seviyelerinin sürekli<br />

artışını temel alan sosyalist toplumda<br />

işçiler makinanın bir parçası olmaktan<br />

çıkarlar. Onlar artık üretimin gözetleyicisi<br />

ve denetleyicisidir. Kalifiyelileştirmenin<br />

sürekliliğinin sağlandığı koşullarda<br />

kapitalist toplumda egemen olan<br />

örneğin teknisyen ve basit bant işçisi<br />

arasındaki ayrım da ortadan kalkar,<br />

teknik bilgiye sahip işçiler, bizzat üretim<br />

tekniğinin yenileyicisi olurlar.<br />

Türkiyeli işçiler de sosyalizm koşullarında<br />

tüm bu olanaklara sahip olacaklardır.<br />

Tüm bu söylenenler olmayacak şeyler<br />

değildir; hayal değildir… Gerçekleşebilir<br />

olan, gerçekleşecek olan şeylerdir…<br />

Ve ücretli köleliğin ortadan kaldırılması<br />

için, insanca bir yaşam için<br />

mutlaka gerçekleştirilecektir!<br />

İşçiler için gelecek sosyalizmdedir!<br />

Sosyalizm gelecektir!<br />

16 Eylül 2005 ✓


okuyucu mektubu ✉<br />

BİR İŞKENCE ÖYKÜSÜ ÜZERİNE - II<br />

Öğlen saatlerinde bir genç geliyor.<br />

Hücrenin kapısını açıyor.<br />

Konuşmak istediğini söylüyor<br />

ve nezarethane polisine yalnız<br />

konuşmak istediğini söylüyor. Kim olduğunu<br />

soruyorum. Burada çalıştığını<br />

ve avukat olmadığını söylüyor. Bana<br />

bilgisayarı nasıl kullandığımı soruyor.<br />

Ben bilgisayarı fazla bilmediğimi,<br />

sadece yazabilecek kadar bir bilgimin<br />

olduğunu söylüyorum. Bir ihtiyacın<br />

olursa, benimle konuşabilirsin diyor.<br />

Gecenin ilerleyen saatlerinde gel<br />

diye sesleniyorlar. Gözlerim bağlandıktan<br />

sonra, nezarethane polislerinin<br />

odasına götürülüyorum. Biri bana<br />

enigma programının şifresini soruyor.<br />

Bilmiyorum cevabından sonra, ‘ulan<br />

yavşak ben internetten şifre programını<br />

<strong>indir</strong>ir çözerim’ diyor. Amacının<br />

fazla uğraşmak olmadığını da ekliyor.<br />

Şifreyi bilmediğimi ve bilgisayardan<br />

da anlamadığımı söyledikten sonra,<br />

hücreye geri dönüyorum.<br />

Öğlen sonu Yeşilyurt Devlet<br />

Hastanesi’ne kontrole götürüyorlar.<br />

Dayanılmaz acılar yaşıyorum. Başımda<br />

korkunç bir ağrı var. Yürümede zorlanıyorum.<br />

Muayene eden doktor sadece<br />

sırt ve göğüs bölümüne bakıyor. Bu işlem<br />

bir dakika bile sürmüyor. Doktor<br />

şikayetin var mı diye soruyor. Olanları<br />

kısaca anlatıyorum. Başımın çok ağrıdığını<br />

ve kendi paramla bir ağrı<br />

kesici almak istediğimi söylüyorum.<br />

Biz ilaç veremeyiz, eczaneden alırsın<br />

diyor. Durumu polislere anlatıyorum.<br />

Eczaneden bir ağrı kesici almak istediğimi<br />

söylüyorum. Nezarethane polisinden<br />

alırsın diyorlar. Sonuçta ilaç<br />

alamıyorum. Ağrılarımla baş başa kalıyorum.<br />

12 Temmuz 2002: Günlerden Cuma<br />

olduğunu biliyorum. Bugün savcılığa,<br />

çıkarabileceklerini düşünüyorum.<br />

Ama bir türlü gelen olmuyor. Öğlen<br />

sonu hücreden alınıyorum. Nereye gideceğimi<br />

soruyorum. Polis “parmak<br />

izi alınacak” şeklinde yanıt veriyor.<br />

Alt katlardan birine iniyoruz. Önce<br />

parmak izi alınıyor, resim çekiliyor<br />

ve kamera kaydı yapılıyor. İşlemler<br />

tamamlandıktan sonra geri hücreye<br />

dönüyorum. Cuma günü sorguya götürmüyorlar.<br />

Gecenin ilerleyen saatlerinde,<br />

hücrenin kapısı açılıyor. Bir polisin<br />

elinde kağıt ve kalem var. “Bunu<br />

imzala” diye sesleniyor. Okumadan<br />

imza lamayacağ ımı söylüyorum.<br />

Kağıdı okuyorum. Hakkımda yazılan<br />

düzmece bir ifade tutanağı olduğunu<br />

anlıyorum. İmzalamayacağımı<br />

“İmzalayacaksın” diye bağırıyor. Kolunu kaldırıyor,<br />

vuracakmış gibi yapıyor. İmzalamayacağımı<br />

söylüyorum. O esnada nezarethane görevlisi geliyor.<br />

Polise gel diye sesleniyor. Adam hücreden çıkıyor,<br />

kapının önünde nezarethane görevlisine, “yahu bunda<br />

ne var, bunu bile imzalamıyor” diye sitem ediyor.<br />

söylüyorum. “İmzalayacaksın” diye<br />

bağırıyor. Kolunu kaldırıyor, vuracakmış<br />

gibi yapıyor. İmzalamayacağımı<br />

söylüyorum. O esnada nezarethane<br />

görevlisi geliyor. Polise gel diye sesleniyor.<br />

Adam hücreden çıkıyor, kapının<br />

önünde nezarethane görevlisine, “yahu<br />

bunda ne var, bunu bile imzalamıyor”<br />

diye sitem ediyor.<br />

13.07.2002: Günlerden Cumartesi.<br />

Bugün DGM’ye çıkarılacağımızı düşünemiyorum.<br />

Bir polis çağırıyor.<br />

Fotoğrafımı çektikten sonra, yeniden<br />

hücreye dönüyorum. Saat 11’e doğru<br />

hücreden çıkarılıyorum. Mahkemeye<br />

çıkarılacağımız söyleniyor. Eşyalarım<br />

geri veriliyor. Eşyaları geri aldığıma<br />

dair imza atıyorum.<br />

Beni yeniden hücreden alıyorlar,<br />

mahkemeye çıkarılacağımız söyleniyor.<br />

Polisler bir koşturma içerisinde<br />

bulunuyorlar. Şube Müdürü polislere<br />

emir veriyor. Her ekibin bir numarası<br />

var. O numaralarla birbirlerine hitap<br />

ediyorlar. Gözaltındaki insanları sıraya<br />

diziyorlar. Aralarında iletişimin olmaması<br />

için özel bir çaba harcıyorlar. İlk<br />

önde ben duruyorum. 2. ve 3. sırada iki<br />

kadın arkadaş yer alıyor. 3. sırada yer<br />

alan kadın arkadaş çok bitkin görünüyor.<br />

Bu arada polisler, üstünde polis<br />

yazılı yelekler giyiyor. Koluma iki polis<br />

giriyor, merdivenlerden aşağı iniyoruz.<br />

Kapı önünde televizyon kameraları bir<br />

sıra oluşturmuş, dışarı çıkmamla birlikte<br />

Şube Müdürü, beni çekmeleri için<br />

işaret ediyor. Yüzümü kapatmaya çalışıyorum,<br />

ama her yönden çekim yapılıyor<br />

ve flaşlar patlıyor. Minibüse biniyoruz.<br />

Minibüsün kapısına geliyor kameralar.<br />

Mehmet Bey ne diyorsunuz<br />

diye soruyorlar. Konuşacak bir şeyimin<br />

olmadığını söylüyorum. Bir şey hemen<br />

dikkatimi çekiyor. Gazeteciler ismimi<br />

biliyor. Demek ki polisler ismimi daha<br />

önce gazetecilere vermiş. Sıraya göre<br />

şubeden çıkan kişilerin kim olduğunu<br />

gazeteciler biliyor. Bindiğim arabaya<br />

iki kadın arkadaş da b<strong>indir</strong>iliyor.<br />

Araba hareket ediyor. Yeşilyurt Devlet<br />

Hastanesine geliyoruz. 10 kişinin doktor<br />

muayenesine girip çıkması 13 dakika<br />

sürüyor. İçeri girdiğimde doktor,<br />

tişörtü kaldır diyor. Sırt ve göğüs bölümüne<br />

bakıyor. ‘Darp ve cebir izi yoktur’<br />

yazısını rapora yazıyor.<br />

Hastaneden sonra DGM’ye doğru<br />

yola çıkıyoruz. DGM’ye geldiğimizde<br />

arabadan iniyoruz. Duvarın ön cephesinde<br />

sarmaşıklardan oluşan bir yeşillik<br />

var. Ekip başı bana ‘bak ne güzel bir<br />

yeşillik’ diye sesleniyor. Evet öyledir diyorum.<br />

DGM’ye çıkıyoruz. 10 kişi yuvarlak<br />

bir daire şeklinde oturtuluyor.<br />

Kimisi bankta, kimisi yerde oturuyor.<br />

İki kişinin arasına bir sivil polis oturuyor.<br />

Hiç kimsenin bir biri ile konuşmaması<br />

için uyarıyorlar. Göz temasının<br />

sağlanmasını bile istemiyorlar. Sigara<br />

içenlere, sırayla sigara içmelerine izin<br />

veriyorlar. Polisler, döner almak için<br />

bir polisi görevlendiriyorlar. Bizler için<br />

de, para verilirse alabileceklerini söylüyorlar.<br />

Bütün arkadaşlar paralarını<br />

vererek, döner ısmarlıyorlar.<br />

Sırasıyla iki savcı ifade alıyor. Sırası<br />

gelen bir üst kata çıkıyor. Sıram geldiğinde<br />

ben de savcıya çıkıyorum.<br />

“Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan/<br />

Türkiye)” örgütü ile hiç bir ilgimin olmadığını,<br />

hakkımda öne sürülen iddiaları<br />

reddettiğimi ve ‘Terörle Mücadele<br />

Şubesi’nde susma hakkımı kullandığımı<br />

belirttikten sonra, ifadeyi imzalıyorum.<br />

İfadeler alınmaya devam ediliyor.<br />

Bulunduğumuz salonun kapısında<br />

aniden, avukat olduğunu söyleyen ve<br />

müvekkili ile görüşmek istediğini belirten<br />

bir bayan görünüyor. Polisler<br />

önce şaşırıyor, sonra hayır görüşemezsin<br />

şeklinde tavır takınıyorlar. Bayan<br />

avukat ile birlikte başka avukatların da<br />

olduğunu farkediyoruz. Polisler kendi<br />

aralarında, bunlar nerden geldi, nasıl<br />

haberleri oldu şeklinde konuşuyorlar.<br />

Polislerin amiri olduğu belli olan biri,<br />

‘Cumhurbaşkanı gelse bile görüştürmem’<br />

diyor. Daha sonra bayan avukat<br />

müvekkili ile kısa bir görüşme yapıyor.<br />

Bu kısa görüşme, polislerin tacizi altında<br />

gerçekleşiyor. Görüşme odasından<br />

dışarıya çıkıldığında, ben avukat<br />

arkadaşa; Salı gününden beri gözaltında<br />

olduğumu, işkence gördüğümü,<br />

aileme haber verilmediğini ve avukat<br />

isteğimin yerine getirilmediğini belirterek,<br />

hukuki yardım talebinde bulundum.<br />

Ailemin telefonunu vererek,<br />

haber verilmesini rica ettim. Avukat<br />

arkadaş ile konuşmak isteyen diğer<br />

sanıklar polisler tarafından engellendiler.<br />

İfadelerin alınmasından sonra dört<br />

arkadaş serbest bırakıldı. Ben ve diğer<br />

beş arkadaş, DGM yedek hakimi izinli<br />

olduğundan, tutuklanma talebi ile 3.<br />

Sulh Ceza Hakimliğine sevkedildik.<br />

Konak Adliye binasına geldiğimizde,<br />

avukatların da geldiğini gördük. İzmir<br />

Barosu’nun görevlendirdiği dört avukat<br />

(Çetin Bingölbalı, Metin Erçağlar,<br />

Muammer Kopaç, Ayşe Kuru) hakime,<br />

dosyanın içeriğini bilmediklerini,<br />

sorgu öncesi sanıklar ile konuşmak<br />

istediklerini belirttiler. Hakim uzun<br />

sürmemesi kaydıyla, avukatların sanıklar<br />

ile görüşmelerine izin verdi.<br />

İzmir 3. Sulh Ceza Hakimliğindeki<br />

sorgu sırasında bana yapılan işkence ve<br />

kötü muameleyi anlattım. Sorguda bulunan<br />

İzmir Barosu’nun görevlendirdiği<br />

avukatlar yapılan işkence ve kötü<br />

muamelenin tespiti için Adli Tıbba<br />

sevkimi talep ettiler. Ayrıca ‘Terörle<br />

Mücadele Şubesi’ görevlileri hakkında<br />

da mahkemece suç duyurusunda bulunulmasını<br />

talep ettiler. Ancak 3. Sulh<br />

Ceza Hakimliği ileri sürülen bu talepler<br />

için, “DGM Savcılığınca değerlendirilmesi”<br />

gerektiğini belirterek, adli<br />

tıbba sevk ve suç duyurusu taleplerini<br />

reddetti.<br />

‘Terörle Mücadele Şubesi’nde olanları<br />

bir kez daha özetlemek gerekirse:<br />

Ben dört gün boyunca İzmir Bozyaka<br />

‘Terörle Mücadele Şubesi’nde fiziki<br />

ve psikolojik işkencelere maruz kaldım.<br />

Kuvvetli bir ışık altında havasız<br />

bir hücrede tutuldum. Aç ve uykusuz<br />

bırakıldım. Belli aralıklarla gözlerim<br />

bağlanarak sorgu odasına götürüldüm.<br />

Sorgu odasında dayak yedim.<br />

Göğsüme, sırtıma ve kafama darbeler<br />

aldım. Bin bir çeşit küfür ve hakarete<br />

uğradım. Çırılçıplak soyularak<br />

hayalarım sıkıldı. Beni zorla domaltarak<br />

tecavüz girişiminde bulundu-<br />

25


✉<br />

okuyucu mektubu<br />

26<br />

lar. Kaybetme tehdidinde bulundular.<br />

‘Terörle Mücadele Şubesi’, “Bolşevik<br />

Parti –Kuzey Kürdistan/Türkiye-“<br />

adlı örgütün üyesi olduğumu kabul<br />

etmemi, bir takım eylem ve sorumlulukları<br />

üstlenmemi istiyordu. Böyle bir<br />

örgütle ilgim ve alakam yoktu. Bundan<br />

dolayı da bana yöneltilen suçlamaları<br />

kabul etmem söz konusu olamazdı.<br />

Bu yüzden işkencecilerin bana yönelttikleri<br />

tüm suçlamaları geri çevirdim,<br />

ifade vermeyi reddettim.<br />

Gözaltına alındığımda yasal haklarımın<br />

ne olduğu, neden gözaltına alındığımı<br />

bana söylemediler. Aileme haber<br />

verme isteğim reddedildi. Avukat<br />

ile görüşme talebime olumsuz cevap<br />

verildi. Alman vatandaşı olmama rağmen,<br />

Alman Konsolosluğuna haber<br />

verme isteğim yerine getirilmedi.<br />

İfadelerin alınmasından sonra üç kişi<br />

daha serbest bırakıldı. Ben, Maksut<br />

Karadağ ve Hüseyin Habib Taşkın<br />

tutuklandık. Serbest bırakılan arkadaşlar<br />

ile vedalaştıktan sonra, polisler<br />

eşliğinde Buca Cezaevine doğru yol<br />

alıyoruz... Cezaevine girerken, iyice<br />

arandıktan sonra, giriş bölümünde kayıtlarımızın<br />

yapılması için bekliyoruz.<br />

Müdür odası hemen karşı tarafta yer<br />

alıyor. Bizi getiren ekibin şefi müdür<br />

ile konuşuyor. Bir sorun olduğu belli<br />

oluyor. Müdür bizi Buca Cezaevine<br />

almak istemiyor. Polisler de bizi teslim<br />

edip, bir an önce gitmek istiyorlar.<br />

İki jandarma da kayıt defterine kaydımızı<br />

yapmaya çalışıyor. Sarışın bir<br />

jandarma, diğerine diyor ki; bunların<br />

mesleğini ‘vatan haini’ diye yazalım!<br />

Bu jandarma bize hakaret etmeye başlıyor.<br />

“Sizin siyasi görüşünüz nedir”<br />

diye soruyor. Siyasi görüşümün olmadığını<br />

söylüyorum. Müdürle yapılan<br />

konuşmalar ertesinde, Buca Cezaevine<br />

alınmayacağımız netleşiyor. Kırıklar<br />

F-Tipi cezaevini arıyorlar. Oradan gelen<br />

olumlu yanıt üzerine, tekrar yola<br />

çıkıyoruz.<br />

Dolmuşu kullanan polis sürekli konuşuyor.<br />

Güya bize nasihat veriyor!<br />

Nasıl bir avukat tutmamız gerektiğini<br />

anlatıyor! Siyasi davalara bakan avukatların<br />

paracı olduğunu, ideolojik görüşlü<br />

avukat tutmamamız gerektiğini,<br />

normal bir avukat tutmanın bizim yararımıza<br />

olacağını söylüyor. Takriben<br />

saat 22.00. Yol güzergahında insanların<br />

piknik yaptığını, eğlendiğini görüyoruz.<br />

Aynı kişi şimdi ‘buralarda<br />

rakı içmek varken, cezaevine gitmenin<br />

doğru olamayacağını’ söylüyor. Habib<br />

Taşkın’a; “Habib, koğuşun ağası sen<br />

olursun” diyor. Peşinden “yok yok koğuşun<br />

ağası Mehmet olur” diyor. Ben<br />

koğuş ağası olmak istemediğimi söyledikten<br />

sonra, polis söylemek istediği<br />

esas şeyi söylüyor. “Yahu” diyor,<br />

“Mehmet sen hala inkar ediyorsun, biz<br />

senin kim olduğunu ve ne iş yaptığını<br />

biliyoruz”.<br />

F Tipi cezaevinin önüne geliyoruz.<br />

Polis bana “Mehmet pişman mısın”<br />

diye soruyor. Ben pişmanlık duyacak<br />

hiç bir şey yapmadığımı söylüyorum.<br />

Polis, “bak geldik cezaevine gireceksin,<br />

hala inkar ediyorsun” diyor. Aynı<br />

şeyleri söylüyorum: Pişmanlık duyacak<br />

hiç bir şey yapmadığımı ve örgüt<br />

vb. şeylerle ilgimin olmadığını söyledikten<br />

sonra arabadan iniyoruz.<br />

İçeri giriyoruz. Önce jandarmada<br />

kaydımız yapılıyor. Daha sonra cezaevi<br />

yönetim odasına alınıyorum.<br />

Soyundurarak arama yapıyorlar.<br />

Üzerimizde var olan eşyaların tutanağını<br />

tutuyorlar. Bizi getiren ekipten<br />

bir şikayetimizin olup olmadığını soruyorlar.<br />

Bir şikayetimin olmadığını<br />

belirttikten sonra, tecrit denilen bir<br />

odaya alıyorlar. Pazartesiye kadar burada<br />

kalacaksın diyorlar. Diğer iki arkadaş<br />

da ayrı bir hücreye alınıyor.<br />

Tecrit denilen hücrede dört tane<br />

ranza ve yatak var. Başka hiç bir şey<br />

yok. Battaniye ve nevresim veriyorlar.<br />

Pazartesi günü parmak izi alınıyor.<br />

Resim çekiliyor ve sosyal hizmet uzmanları<br />

ile görüşme yapıldıktan sonra,<br />

koğuşlara çıkarılacağımız söyleniyor.<br />

Diğer iki arkadaşla birlikte kalıp kalmayacağımı<br />

soruyorlar. Birlikte kalacağımı<br />

belirtiyorum. 15.07.2002 tarihinde<br />

koğuş dedikleri, aslında hücre olan C<br />

Bloka çıkarılıyoruz. Kantin listesi veriyorlar,<br />

alışveriş yapabileceğimizi söylüyorlar.<br />

İlk anda ihtiyaçlarımız olan<br />

eşyaları ısmarlıyoruz. Dışardan hiç<br />

bir şeyin alınmasına izin verilmediği<br />

için, kantinden alınması gerekenleri<br />

alıyoruz. Hücremizi kontrol ediyoruz.<br />

Temizlik yapmaya başlıyoruz. Tıraş olmaya<br />

başlıyorum. Birden kapı çalıyor.<br />

Avukat geldi diyorlar. Tıraşı yarım bırakarak<br />

hücreden çıkıyorum. Ziyarete<br />

Çetin Bingölbalı, Muhammer Kopaç ve<br />

Ayşe Kuru’nun geldiğini görüyorum.<br />

Avukatlarla görüştükten sonra hücreye<br />

dönüp, yarım kalan işleri tamamlamaya<br />

çalışıyorum.<br />

16 Temmuz 2002: Gardiyanlar sürekli<br />

gelip, çifte vatandaş olup olmadığımı<br />

soruyor. Ben çifte vatandaş<br />

olmadığımı, Alman vatandaşı olduğumu<br />

söylüyorum. Anlamıyorlar, ya<br />

da anlamak istemiyorlar. Türk kimliğimin<br />

olup olmadığını soruyorlar.<br />

Türk kimliğimin olmadığını, Alman<br />

kimliğinin de kendilerinde olduğunu<br />

belirtiyorum.<br />

Kapı açılıyor, gel diyorlar. Müdür yardımcısı<br />

olduğunu tahmin ettiğim birisi<br />

ile konuşuyorum. Ona Alman vatandaşı<br />

olduğumu söylüyorum. “O zaman” diyor,<br />

“seni ayrı odaya alacağız”. Nedenini<br />

soruyorum. Cezaevi tüzüğüne göre;<br />

yabancıların ayrı kalması gerektiğini,<br />

cezaevinde başka yabancı olmadığı için<br />

de yalnız bir odada kalacağımı belirtiyor.<br />

İtirazlarım üzerine, “O zaman bir<br />

dilekçe yaz” diyor. Bir dilekçe yazıyorum.<br />

Alman vatandaşı olmama rağmen,<br />

Türk kökenli olduğumu, Türkçe<br />

bildiğimi, uyumlu bir insan olduğumu<br />

ve arkadaşlarla kalmak istediğimi yazıyorum.<br />

17.07.2002 tarihinde, dilekçenin<br />

cevabının olumsuz olduğu belirtilerek,<br />

dört ay yalnız kalacağım ayrı bir hücreye<br />

alınıyorum.<br />

Olayın perde arkasını daha sonra<br />

öğreniyorum. DGM savcılığında,<br />

yakınlarıma haber vermesi için Av.<br />

Ayşe Kuru’ya telefon numarasını vermiştim.<br />

Olayı öğrenen kardeşim Baki<br />

Desde apar topar İzmir’e geliyor. İlk<br />

olarak Alman Konsolosluğuna gidip<br />

durumu anlatıyor. F-Tipi cezaevinde<br />

olduğumu söylüyor. Bunun üzerine<br />

Alman Konsolosluğu, F-Tipi Cezaevini<br />

arayarak, bilgi istiyor. Cezaevi yetkilileri,<br />

Alman vatandaşı bir kişinin cezaevinde<br />

olmadığını söylüyorlar. Alman<br />

Konsolosluğunun Cezaevine yazılı<br />

başvurusu sonucu, Alman vatandaşı<br />

olan bendenizin orada olduğumu kabul<br />

ediyorlar.<br />

F-Tipi denilen ve bu ülkenin Adalet<br />

Bakanı tarafından ‘lüks otel’ olarak<br />

adlandırılan bir cezaevinde yedi ay<br />

kaldım. Bunun dört ayını, yalnız başına<br />

bir hücrede geçirdim.<br />

Siz hücrede yaşamı bilir misiniz<br />

Günlerce değil, aylarca değil, yıllarca<br />

gri duvarlara bakıp yaşayacaksınız.<br />

İradeniz dışında her zaman bir mazgaldan<br />

gözetleneceksiniz! İstediğiniz kitabı<br />

okuyamayacaksınız! Paranız yoksa<br />

veya izin verilmiyorsa bir televizyon<br />

seyredemezsiniz! Buzdolabı alamazsınız!<br />

Aydınlanma yerine bir denetim<br />

aracına dönüştürülen ampulünüze bile<br />

hükmedemezsiniz! Arkadaşlarınızla<br />

görüşemezsiniz! Havalandırmaya tek<br />

başınıza çıkmayı veya her an birilerinin<br />

gelip sizi böyle yapayalnızken alıp<br />

götürme veya karşınıza dikilip sizden<br />

belli taleplerde bulunabilme olasılığı<br />

ile yaşarsınız.<br />

13.7.2002 tarihinde tutuklanarak,<br />

Kırıklar F Tipi hapishanesine konuldum.<br />

15.07.2002 tarihinde cezaevinde<br />

avukatım Ayşe Kuru ile yaptığım görüşmede<br />

işkence ve kötü muamele ile<br />

ilgili şikayetlerimi tekrarlayarak, gerekli<br />

işlemlerin yapılmasını istedim.<br />

Adli Tıpa sevkimin sağlanması için de<br />

yazılı başvuru yaptım.<br />

Avukatım Ayşe Kuru 18.07.2002<br />

tarihli bir dilekçe i le Cezaev i<br />

Savcılığından işkence iddiaları ile ilgili<br />

olarak bir üniversite hastanesine sevkimin<br />

yapılmasını istedi. Ancak hastaneye<br />

sevk talebi yerine getirilmedi.<br />

İşkence iddiaları ile ilgili olarak,<br />

İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı,<br />

2002/29808 hazırlık nolu bir soruşturmayı<br />

resen başlattı. Ancak bu soruşturma<br />

sonucunda sadece benim<br />

ifadem alınarak ve başka hiçbir işlem<br />

yapılmaksızın 09.09.2002 tarihinde<br />

takipsizlik kararı verildi. Avukatım<br />

Çetin Bingölbalı’nın yaptığı 2. Suç duyurusuna<br />

da 2002/33336 hazırlık nolu<br />

suç duyurusu hakkında takipsizlik kararı<br />

verildi. Açılan iki tane soruşturma<br />

dosyasında sanık polislerin ifadeleri<br />

alınmadı ve soruşturma derinleştirilmedi.<br />

Tüm girişimlere rağmen işkence<br />

izlerinin tespiti için tam teşekküllü bir<br />

hastaneye sevkim yapılmadı. Bir üst<br />

mahkeme olan Karşıyaka Ağır Ceza<br />

Mahkemesi, takipsizlik kararlarına<br />

itirazlarımızı reddetti. Bu sebeple iç<br />

hukukta gidilecek başka yol kalmadığından<br />

AİHM’ne başvuru yapıldı.<br />

B e n A l m a n v a t a n d a ş ı y ı m .<br />

Gözaltında gördüğüm işkence ve kötü<br />

muamele ile ilgili olarak, İzmir Federal<br />

Almanya Başkonsolosluğu’na bilgi verdim.<br />

Bana yapılan işkence ve kötü muamele<br />

için başkonsolosluğun girişimlerde<br />

bulunmasını talep ettim. Alman<br />

Başkonsolosluğu 22.10.2002 tarihinde<br />

faksla, İzmir 1 Nolu F Tipi Cezaevi<br />

Müdürlüğü’nden işkence ve kötü muamele<br />

görüp görmediğimin tarafsız<br />

bir kuruluş tarafından, örneğin Ege<br />

Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi<br />

tarafından tıbbi muayenemin yapılarak<br />

bu konudaki kuşkuların giderilmesini<br />

talep etti.<br />

Başkonsolosluğun bu isteği karşısında<br />

Cezaevi Müdürlüğünce “tarafsız<br />

bir kuruluş tarafından tıbbi muayenesi<br />

konusu kurumumuz yetkisinde<br />

olmadığından” denilmek suretiyle<br />

23.10.2002 tarihinde İzmir Cumhuriyet<br />

Başsavcılığı’na söz konusu talep hakkında<br />

bilgi verilmiştir.<br />

İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı,<br />

2 5 .10 . 2 0 0 2 t a r i h i n d e A d a l e t<br />

Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri<br />

Genel Müdürlüğü’ne başvurarak,<br />

Başkonsolosluğun tarafsız bir kuruluş<br />

tarafından tıbbi muayenemin yapılması<br />

talebi karşısında bunun mümkün<br />

olup olmadığı konusunda “tereddüt<br />

edildiği” bildirilerek ve ne şekilde<br />

hareket etmeleri gerektiği konusunda<br />

bilgi istenildi. Adalet Bakanlığı Ceza<br />

ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü,<br />

İzmir Cumhuriyet Başsavcılığına<br />

30.10.2002 tarihli yazı ile Almanya<br />

Başkonsolosluğunun söz konusu faksının<br />

suç ihbarı niteliği taşımakta olduğu<br />

belirtilerek “... suç ihbarları hakkında<br />

Cumhuriyet Başsavcılığınızca<br />

ne şekilde işlem yapılıyor ise aynı şekilde<br />

işlem yapılması konusunda gereğinin<br />

yapılması” bildirildi. Bunun üzerine<br />

İzmir Cumhuriyet Başsavcılığınca<br />

31.10.2002 tarih, 2002/43882 hazırlık<br />

numarasıyla 3. hazırlık soruşturması<br />

başlatıldı.<br />

15.08.2005, MEHMET DESDE ✓<br />

(Devam Edecek)


ulmaca<br />

1<br />

2<br />

3<br />

4<br />

5<br />

6<br />

7<br />

8<br />

9<br />

10<br />

11<br />

12<br />

SOLDAN SA⁄A: 1– Mihayliç Vasiliyeviç … Rus<br />

bilgini ve yazar›. 1711’de Arhangels’te do¤du,<br />

1765’te Denisovka’da yaflam›n› yitirdi. Bir bal›kç›-<br />

n›n o¤luydu. 1730’da evden kaçarak Moskova’ya<br />

gitti. Bir kefliflin yard›m›yla Slav-Yunan-Latin akademisine<br />

kabul edildi. Ö¤renimini sürdürmesi için<br />

Almanya’ya gönderildi. Orada filozof ve matematikçi<br />

Wolff ile tan›flt›. Ama profesörlerden birisiyle<br />

münakafla ederek kaçt›. Zorla Prusya ordusuna<br />

al›nmak istedi, hapse at›ld›, oradan da kaçt›.<br />

1741’de Petersburg’a döndü, üniversiteye fizik ve<br />

kimya profesörü olarak atand›, bu tarihten itibaren<br />

verimli bir bilim adam› ve yazar oldu. Y›ld›r›m, havan›n<br />

tabiat›, elektrik, maddenin yap›s› üstüne<br />

önemli kuramsal çal›flmalar yapt›. M›srada vurgulu<br />

heceyi kullanarak Rus fliirine yenilik getirdi ve edebiyat<br />

dilini kilise dilinden kesin olarak ay›rd›. Rus<br />

Grameri isimli eseri bu türdeki ilk yap›tt›. Kilise Kitaplar›n›n<br />

Faydalar› Üstüne Önsöz, Belâgat adl›<br />

eserleri Rus edebiyat› için büyük kazançt›r. ‹lk modern<br />

fliirleri yazd› (Hotin’in Zapt› Üstüne Od). Yelizevata<br />

Petrovna zaman›nda saray flairi oldu. Çeflitli<br />

konularda odlar ve manzum mektuplar (Cam›n<br />

Faydalar› Üzerine) ve iki trajedi (Tamire ve Selim ile<br />

Demophon) yazd›. Bielinski’ye göre “edebiyaton<br />

büyük Petro’su” olan flair, Puflkin’in dedi¤i gibi<br />

Ruslar için “ilk üniversite” oldu. Moskova Üniversitesi<br />

bu flair ve bilginin giriflimiyle kuruldu; Tersi küçük<br />

bitki; 2– Büyüklük; Hayvanlar›n s›rt›na konulan,<br />

oturmak ve yük ba¤lamak için kullan›lan, iskeletli<br />

a¤açtan yap›lan bir çeflit yast›k; 3– Bir peynir<br />

türü; Erimifl bir parçan›n yüzeyini etkileyen pürüzlülük<br />

tipi; Eski dilde ay; 4– Genifllik; Bir tepe veya bir<br />

kayal›k içine do¤ru uzanan kovuk; Su; 5– Gümüfl;<br />

Bir nota; Eski dilde naz›mda “gibi” anlam›nda kullan›lan<br />

bir söz; 6– Yabanc›; Gökle ilgili; Uzunçalar<br />

simgesi; 7– Gerekli olan duruma karfl›t; 8– Erginlik;<br />

Teori; 9– ‹nmifl olan; Tersi, Mu¤la’n›n bir ilçesi;<br />

10– Tersi, gençli¤i veya tazeli¤i, körpeli¤i kalmam›fl;<br />

11– Eski bir uygarl›k; Eski dilde yemek; 12–<br />

‹van Sergeyeviç … Rus yazar›. 1818-1883 y›llar›<br />

aras›nda yaflad›. Toprak sahibi bir ailenin o¤luydu.<br />

Çocuklu¤unda köleli¤in kötü sonuçlar›n› gördü. ‹lkö¤renimini<br />

evinde gördükten sonra Petersburg<br />

Üniversitesi’ne girdi, Berlin’de yüksek ö¤renimini<br />

tamamlad›. Rusya’ya dönünce devlet memurlu¤u<br />

yapt›. Annesinin ölümü üzerine büyük bir mirasa<br />

kondu, topraklar›ndaki bütün köleleri azletti. Memuriyetten<br />

çekildi, kendisini edebiyata verdi. Bir<br />

süre Bat› Avrupa’da yaflad›. Yap›tlar›nda Rus toplumunu<br />

yans›tt›. ‹ki Dost, Han, ‹lk Aflk, Rudin, Bir As›lzade,<br />

Babalar ve O¤ullar, , Duman, S›¤›nt›, Avc›n›n<br />

Notlar› eserlerinden baz›lar›d›r.<br />

1<br />

2<br />

3<br />

4<br />

5<br />

6<br />

7<br />

8<br />

9<br />

10<br />

11<br />

12<br />

92. SAYIDAK‹ BULMACANIN ÇÖZÜMÜ<br />

YUKARIDAN AfiA⁄IYA: 1– Osmanl› tarihinde<br />

1818-1830 aras›ndaki döneme verilen ad. Bir dizi<br />

yenilik girifliminin de yap›ld›¤› dönemin esas özelli-<br />

¤ini saray ve varl›kl› kesimin sürdürdükleri e¤lence<br />

dolu yaflant›y› uç noktalara götürmeleri oluflturur.<br />

Dönem, Patrona Halil önderli¤indeki isyanla kapanm›flt›r;<br />

Bir müzik aleti; 2– A¤›r kokulu bir gaz;<br />

Nam, flan; Yüz, çehre; 3– Y›lan; Aleni; 4– Kemiklerin<br />

toparlak ucu; Güzel kokulu bir madde; Tak›m›n<br />

k›sa yaz›l›fl›; Tersi, bir a¤›rl›k ölçüsü; 5– Piflmanl›k;<br />

Bir cetvel türü; 6– Padiflah çad›r›; Kuzu sesi; Ö¤ütülmüfl<br />

tah›l; 7– Uzaya sald›¤› dalgalar›n bir cisme<br />

çarp›p yans›mas›n› alarak o cismin yerini bulan, genelde<br />

uçak ve gemilerde kullan›lan alet; 8– Nikolay<br />

Aleksayeviç … 1905-1936 y›llar› aras›nda yaflam›fl<br />

olan Sovyet yazar. Güç koflullar alt›nda geçen<br />

çocukluk döneminden sonra, serüven dolu bir<br />

hayat yaflad›, iç savafla kat›ld› ve Polonya’da yaraland›.<br />

Sonra Komünist Gençlik Örgütü’ne (Komsomol)<br />

girdi. Kör ve sakat olmas›na karfl›n bu örgütün<br />

manevi lideri oldu. Ve Çeli¤e Su Verildi roman›<br />

çok büyük bir baflar› kazand› ve ikiyüz bask›s› yap›ld›.<br />

Daha sonra F›rt›nan›n Yarat›klar› adl› bir romana<br />

bafllad›ysa da bitiremeden öldü; Tersi, bir besin<br />

maddesi; 10– Milimetre; Tarihte Bat› Anadolu’da<br />

Tralles (Ayd›n) kenti yak›nlar›nda bir yerleflim<br />

merkezi; 11– Eskiden beri yap›lagelen; Akdeniz<br />

bölgesinde bir akarsu; 12– Günümüz romanc›lar›ndan.<br />

1952’de ‹stanbul’da do¤du. Ortaö¤renimini<br />

Robert Kolej’de bitirdi. ‹stanbul Üniversitesi Gazetecilik<br />

Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. Karanl›k ve<br />

Ifl›k adl› roman›yla 1979 Milliyet Roman Yar›flmas›’nda<br />

birincilik ödülünü Mehmet Ero¤lu ile paylaflt›.<br />

Daha sonra Cevdet Bey ve O¤ullar› ile Orhan Kemal<br />

Roman Arma¤an›’n›, Sessiz Ev ile 1984 Madaral›<br />

Roman Ödülü’nü kazand›. Bunu Siyah Kale, Kara<br />

Kitap, Yeni Hayat, Gizli Yüz, Benim Ad›m K›rm›z›,<br />

Kar romanlar› büyük ilgi toplad›. Bir ‹sviçre gazetesinde<br />

yapt›¤› röportajda “Türklerin Ermeni ve Kürtleri<br />

katletti¤i” yönündeki sözleri dolay›s›yla hakk›nda<br />

dava aç›lmas› sonucu AB görüflmelerinin ön gününde<br />

ad› s›k s›k tart›fl›lan yazar…(Resim)<br />

SOLDAN SA⁄A: 1– MONA L‹SA, BAB, 2– OPAL, KR‹KO, 3– ZET,TAKAS, RT, 4– ACUN, DAR, BOT,<br />

5– RED‹F, P‹, 6– ‹FADE, OC, 7– LALE, LE, 8– S‹NEMA, ‹L, 9– SAZ, S‹NEK, SL, 10– ARMA, ROB,<br />

11– AY, VA, EK, ‹M, 12– TAY, RÖNESANS<br />

YUKARIDAN AfiA⁄IYA: 1– MOZA, ‹L, SAAT, 2– OPEC, FASARYA, 3– NATURAL‹ZM, 4– AL,<br />

NEDEN, AV, 5– DE, ES, AR, 6– ‹RAD‹, AM‹K, 7– KAFA, AN, EN, 8– AKAR, ERKE, 9– RS, KO, 10–<br />

B‹, B‹A, 11– AKROPOL‹S, MN, 12– BOTT‹CELL‹<br />

‹flçinin, emekçinin, ezilenlerin sesidir!<br />

Bu sese güç ver! Abone ol, abone bul!<br />

ABONE<br />

FORMU Ad› : .....................................................................................................................................................................................<br />

Aboneli¤in bafllat›labilmesi için<br />

seçilen abonelik süresine<br />

ba¤l› olarak abonelik ücreti yurtiçi ise:<br />

ÇA⁄RI Bas›n Yay›n Ltd. fiti.’nin Türkiye<br />

‹fl Bankas› Galatasaray fiubesi<br />

1022 0 738654 numaral› hesab›na,<br />

yurtd›fl› ise: Garanti Bankas›,<br />

Galatasaray - ‹stanbul fiubesi,<br />

Hesap-No: 9006021-1 EURO<br />

(068023875) hebab›na yat›r›l›p,<br />

ödemenin yap›ld›¤›na dair makbuzla<br />

abonelik formunun<br />

dergimize fakslanmas› veya<br />

mektupla gönderilmesi<br />

gerekmektedir.<br />

Soyad› : .....................................................................................................................................................................................<br />

Adresi : .....................................................................................................................................................................................<br />

......................................................................................................................................................................................<br />

Tel.No. : .....................................................................................................................................................................................<br />

6 Ayl›k Yurtiçi: 18 YTL Yurtd›fl›: 20 Euro<br />

1 Y›ll›k Yurtiçi: 30 YTL Yurtd›fl›: 40 Euro<br />

...........................................................................................................................................................................................................................<br />

Tarih ve abonenin imzas›<br />

YAYIN TÜRÜ: YEREL SÜREL‹ YAYIN<br />

ÇA⁄RI Bas›n Yay›n Ltd. fiti Ad›na<br />

Sahibi ve Yaz›iflleri Müdürü:<br />

Aziz Özer<br />

º<br />

Yönetim Yeri ve Adresi:<br />

Mahmutpafla Mah.,<br />

‹mranl› Sk. No: 8,<br />

Okmeydan›/ fiiflli - ‹stanbul<br />

Tel.: (0212) 235 35 70<br />

Fax: (0212) 253 19 27<br />

e-mail: mail@ydicagri.com<br />

www.ydicagri.com<br />

º<br />

Banka Hesap No:<br />

Türkiye ‹fl Bankas›<br />

Galatasaray-‹stanbul<br />

Hesap No: 1022 0 738654<br />

º<br />

Yurtd›fl› Temsilcili¤i:<br />

Güney Kitabevi<br />

Frohlinder Strasse 60<br />

44577 Castrop-Rauxel<br />

Tel.: (02305) 542846<br />

Fax: (02305) 542845<br />

º<br />

SAYI: 93 · EK‹M’2005<br />

ISSN 1301-692X93<br />

º<br />

Türkiye: 2 YTL (KDV DAH‹L)<br />

2,50 Euro<br />

º<br />

Bask›: Senfoni Matbaas› (493 37 60)<br />

27

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!