Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Si<br />
AYLIK FtKİR VE SANAT DERGİSİ<br />
DOÇ. DR. MEHMET ERÖZ<br />
Türk Kültüründe «Börk» «Papak» ve «Keçekülah»<br />
DOÇ DR, TURAN YAZGAN<br />
Kimsesiz Çocuklar ve İhtiyarların Sosyal Güvenliği<br />
PROF. DR. ORHAN TÜRKDOĞAN<br />
Tepedeki Adam Atatürk<br />
HALİDE NUSRET ZORLUTUNA<br />
Yalnız<br />
| DR. TUNCER GÜLENSOY<br />
Türklerde Yazı<br />
MEHMET ŞAHİN<br />
Üç Kısır Çember<br />
YETİK OZAN<br />
Aşık Kemâloğlu'na<br />
DR. MUSTAFA KAFALI<br />
Suriye Türkleri<br />
ASİS. DR. TEVFİK ERTÜZÜN<br />
Teşvik Tedbirteri Yeterli mi<br />
AŞİK KEMALOĞLU<br />
Dokuz<br />
SADIK KEMAL TURAL<br />
Ölümsüz Eserin Muhtevası<br />
MURAT BARDAKÇI<br />
TRT ve Türk Musikîsi<br />
ŞEVKET BÜLENT YAHNİCİ<br />
Evhami<br />
OĞUZATA ALTAYLI<br />
Üç Film Üstüne<br />
r<br />
YIL _5 SAYI 23 DEVRE 2 NİSAN 1973<br />
Kurucusu : HALİDE NUSRET ZORLUTUNA<br />
Sahip ve Neşriyat Müdürü : EMİNE IŞINSU<br />
İdare Müdürü MUSTAFA KARAPINAR<br />
Merkez Temsilcisi : DENİZ DAĞOĞLU<br />
Merkez Sekreteri : RUHİ ÖZKANLI<br />
Ankara Temsilcisi : ŞEVKET YAHNİCİ<br />
9<br />
Her türlü haberleşme adresi<br />
TÖRE P.K. 211 Kızılay — ANKARA<br />
Havale 10071978 numaralı posta çeki<br />
•<br />
İLÂN : ÖZEL ŞARTLARA TABİDİR<br />
ABONE ŞARTLARI<br />
Yurt içi yıllık<br />
36 TL.<br />
Yurt dışı yıllık<br />
7i2 ( TL.<br />
•<br />
Dergimizdeki yazılar, dergimizin ismi ve yazının çıktığı<br />
sayı ve sayfa belirtilmeden iktibas edilemez-<br />
Merkez : İstanbul<br />
Şube : Ankara
TÜRK<br />
KÜLTÜRÜNDE<br />
«BÖRK»<br />
«PAPAK»<br />
VE<br />
«KEÇE KÜLAH»<br />
DOÇ. DR.<br />
MEHMET ERÖZ<br />
Bu sayıdan başlamak üzere, önümüzdeki<br />
bahar ve yaz devresi için,<br />
«Töre» mize, Türk töresi ile ilgili makaleler<br />
yazma niyetindeyim. Türkiye'nin<br />
iktisadî ve içtimaî meselelerine<br />
ait görüşlerimizi, nasip olursa, ekim<br />
veya kasım aylarında ele almağa tekrer<br />
başlarız. Şimdi bu karar gereğince<br />
ilk olarak, Türk baş giyimlerinin<br />
Türk kültüründeki yerine dokunalım.<br />
Sosyoloji ve sosyal antropolojide,<br />
cemiyet ve cemaatlerin maddî kültür<br />
unsurları üzerinde, maddî olmıyan kültür<br />
unsurlarının tesirinden bahsedilir.<br />
Bir yemeni, bir yazma, bir para kesesi,<br />
bîr halı, bir kilim sadece bir eşya<br />
değildir. Onların üzerindeki işlemeler,<br />
nakışlar, süsler, birer göz nuru ve<br />
emek mahsulüdür, ustasının zevkini,<br />
kabiliyetini, maharetini gösterdiği gibi,<br />
o cemiyetin kültürünün de aynasıdır.<br />
O yüzden bazı maddî kültür unsurları,<br />
kültür değişmelerine karşı, sadece<br />
/ 3
MEHMET ERÖZ<br />
eşya olmadıkları için mukavemet gösterirler.<br />
Vaktiyle şapkaya karşı olan<br />
mukavemetde bu hususun da tesiri<br />
olsa gerektir. Eski baş giyimi olan,<br />
«börk», «kalpak», «papak» yerine,<br />
«fes» in mücadelesiz mi kabul edildiği<br />
hususu incelemeğe değer. Tabiî<br />
bunu «devrim heyecan ve cazibesi»<br />
ile değil, ilmî araştırmalarla anlamak<br />
lâzım. Çünkü, dağdaki zeybeklerin baş<br />
giyimine kadar ulaşan «fes» in Greklerden<br />
nasıl geçtiği, ilmî tedkiklere<br />
lâyık bir konu teşkil eder.<br />
Biz bu makalemizde, «börk», «papak»<br />
ve «keçe külah» in Türk kültüründeki<br />
yerini ele alacağız. Börk, bütün<br />
Türk lehçelerinde kullanılmakta ve<br />
aşağı yukarı buna yakın şekilde telâffuz<br />
edilmektedir. Kaşgarlı Mahmud,<br />
«Başsız börk bolmas, Tatsız Türk boimas»<br />
«başsız börk olmaz, Tatsız Türk<br />
olmaz» demektedir. Bu atasözünden,<br />
eski Türklerde börk giymeyen bir kimsenin<br />
düşünülmiyeceğini anlıyoruz.<br />
«Tat» yabancı demektir. Farslar'a dendiği<br />
gibi, kabile şuuru ile ayrı boy<br />
mensuplarına da söylendiği vakidir.<br />
Nitekim «Şart» kelimesi de böyledir.<br />
Bu kelime hem Farslar'a, hem de ticaretle<br />
uğraşanlara verilen isimdir.<br />
Küçültücü bir anlamı vardır. Göçebe<br />
zihniyetti, yerleşik olanları, korkak ve<br />
tembel olarak görür. Kaşgarlı Mahmud,<br />
göçebe Oğuzlar'ın, şehirden çıkmayan<br />
Oğuzlar'a, «tembeller, atılmışlar»<br />
mânâsında «Yatuk» dediklerini<br />
söyler. İste aynı mânâda olmak üzere<br />
göçebe Kazak Türkleri, yerleşik<br />
Livni'r Türkleri'ne »Şart» derler. Türkiye'de<br />
aynı ayırım, Karadeniz'de<br />
«Çepni-Ekinci», diğer taraflarda «Yörük-köylü»,<br />
«Yörük - Manav» şeklinde<br />
yaşamaktadır. Kaşgarlı Mahmud'a dayanarak,<br />
«börk» ün, eski bir Türk başlığı<br />
olduğunu anlamış bulunuyoruz.<br />
Fuad Köprülü'nün tarihî araştırmalarından<br />
anlıyoruz ki, (Anadolu Beylikleri<br />
Tarihine Ait Notlar, Türkiyat Mecmuası,<br />
II, 21 ve Osmanlı Devletinin<br />
Kuruluşu, sf. 49), Selçuklular devrinde<br />
Türkmen boy ve oymakları, «kızıl<br />
börklü ve çarıklı» idiler. Osmanlılar<br />
devrinde de aynı giyim devam ediyordu.<br />
Âşıkpaşazâde Tarihi'nin kaydettiğine<br />
göre Osmanlı Tarihleri, (İstanbul,<br />
1949, Atsız neşri, sf. 117-8), Orhan Gazi,<br />
kardeşi Alâaddin Paşanın tavsiyesi<br />
ile, askerinin kızıibörk'ünü, akbörk haline<br />
çevirtmiştir. Bu iş şöyle anlatılır:<br />
«İmdi, etrafdağı beglerin börkleri kızıldur.<br />
Senin ağ olsun» dedi. Orhan<br />
Gazi emretdi. Biiecik'de ak börk işlediler.<br />
Orhan Gazi geydi. Ve cemi<br />
tevabii bile ak börk geydiler». «Divanda<br />
burma dülbend geyerler idi. Kaçan,<br />
kim sefere gitseler börk giyerler idi.<br />
Ve ıbörkün altına şevküle geyerler<br />
idi...». Köprülü'nün bahsettiğine göre<br />
(Osmanlı Devletinin Kuruluşu, sf. 75),<br />
Orhan Gazi'nin dünürü Aydınoğlu Gazi<br />
Mehmet Beğ, uçlarda savaşan askerlerine<br />
diğer Türkmenlerden farklı olarak,<br />
«Ak keçe külah, ak börk» gîydirmişti.<br />
Türkmenler kızıl börk giymekteydiler.<br />
İbni Batuta'nın bahsettinği<br />
«Ahiler» de «Ak börk» giymekte idiler.<br />
Bu değişikliğin mezhep mülâhazalarından<br />
ötürü mü, yoksa daha düzenli<br />
askerî birlikleri, aşiret kuvvetlerinden<br />
ayırmak için mi yapılmıştır, bil'emiyo-<br />
4
TÜRK KÜLTÜRÜNDE<br />
aruz. Yeniçerilere de, ak keçe külah,<br />
ak börk giydirilmişti. Börk aslında sivri<br />
uçlu koni şeklindedir. Yeniçeri börkü<br />
biraz değişmiş olmalı. Osmalılar zamanında,<br />
«tüfekçi taifesinin», «yeniçerileri<br />
gibi ak börk giymesi, yasağ»<br />
olundu (Ö. L. Barkan, Kanunlar, sf.<br />
356 ev Gaferoğlu, Serpuş ve Baş giyimi<br />
hakkındaki makalesi, sf. 120).<br />
Çeşitli Türk uruk ve boylarında,<br />
baş giyimine bağlanan içtimaî teşkilât<br />
şekilleri görmekteyiz. Börk, papak,<br />
kalpak ismi almış uruk ve boylar<br />
pek çoktur. Meselâ «Karapapak» lar,<br />
kalabalık bir Türkmen boyudur. İran<br />
Azerbaycanı'nda, Kars'ta, Muş'ta ve<br />
Adana'nın Osmaniye'sinin köylerinde<br />
yerleşmişlerdir. Bunlara «Karakalpak»<br />
Jar da denir. 1946 yılında, Rusya'nın<br />
aldattığı bazı asiler, Batı İran'da, Savuçbulak<br />
(Mahabad) da bir kukla hükümet<br />
kurmuşlardı. İleri gelenleri hep<br />
asıldı. Kalabalık bir Karapapak topluluğu,<br />
gafletle bu asilere yardımcı olmuştur.<br />
Kazak Türkleri'nin bir koluna bağlı<br />
(Büyük Kazak ordusu), iki uruğun<br />
adı: Abdan ve Suvan uruğları. Bu iki<br />
boyun adı : «Kızılbörk» ve «Konurbörk»<br />
tür (P.P. İvanov, Karakalpakların<br />
Tarihine Dair Meteryaller, Ülkü Mec.<br />
c. XI, s. 65, Temmuz 1938, Tere. H.<br />
Ortekin). Buradaki «konur», kahverengi<br />
ile duman rengi arasında bir renktir<br />
ki, bütün Türkmen ve Yörükler tarafından<br />
bilinmekte ve kullanılmaktadır.<br />
Bundan üç yıl' önce, Pakistan'ın Maliye<br />
Bakanı, «Navvab Muzaffer Ali Han<br />
Kızılbaş» idi. Anlaşılan bu zat Türk<br />
asıllıdır ve böyle bir uruğa mensuptur.<br />
Nitekim, Caferoğlu'nun adı geçen<br />
makalesinden öğrendiğimize göre,<br />
Afganistan'daki Şiî olan Türklere «Kızılbaş»<br />
denmektedir. İran Alevî Türklerinden<br />
de Osmanlı kaynakları, «Kızılbaş»,<br />
«Kızılbaş ordusu» diye bahsetmektedir.<br />
Demek ki daha önce,<br />
uruk ve boy ismi olarak kullanılan<br />
börk ve külah, sonradan mezhep ifade<br />
eder olmuştur. Kızılbaş Türkmenlerin,<br />
«kızılbörk» ü devamlı şekilde<br />
giymelerinin bunda rolü büyüktür. Kendileri,<br />
bu baş giyimini, Hz. Muhammed'e,<br />
Hz. Ali'ye Uhud, Sıffiyn, Hayber<br />
cenklerine bağlıyorsa da, yukarıda<br />
gösterdiğimiz gibi, bu çeşit baş giyimi<br />
tamamiyle millî kaynaklara, Orta<br />
Asya'ya dayanmaktadır. Prof. Abdü I kadir<br />
İnan'ın kıymetli kitabından (Makaleler<br />
ve İncelemeler, sf. 6-7) öğreniyoruz<br />
ki, Kırgız urukları, «Ong» (sağ)<br />
ve «sol» diye ikiye ayrılırlar. Sağdaki<br />
uruklar : Adigene, Tagay'dır. Adigene'ye<br />
bağlı boylardan olan «İçkilik» in<br />
oymaklarından birinin adı da «Kızılbaş»<br />
tır.<br />
Akbörk giyen Türkmen boy ve oymaklarından<br />
bazıları, «Akbaş» ismini<br />
almıştır. Atsız'ın son çıkardığı Oruç<br />
Beğ Tarihi» nde, «Akbaş» lar hakkında<br />
bilgi olduğu gibi, Ahmet Refik Beğ de,<br />
Anadolu'da Türk Aşiretleri isimli kitabında<br />
bu boyda» bahsetmekte, fermanlardan<br />
parçalar vermektedir. Ege taraflarında<br />
Akbaşlar köy ve kasabalarda<br />
dağınık şekilde bulunduğu gibi,<br />
bu isimle anılan köyler de kurmuşlardır.<br />
Caferoğlu'nun adı geçen makalesinde<br />
(ayrı bası, sf. 123), Orhan Gazi<br />
devrinde Kandıra eyaleti reisinin adı-
MEHMET ERÖZ<br />
riifr ve II. Bayezid zamanında Varsak<br />
(Farsak) boyunun beğlerinden birinin<br />
soyadının «Akbaşoğkı» olduğu kayrtlıdır.<br />
Caferoğlu'nun aynı makalesinden<br />
öğreniyoruz ki, İran kaynaklan, Lezgi<br />
kabilelerinden birinin adının «Kara<br />
Börklü» olduğunu belirtiyorlar (sf.<br />
119-20). Kırgız destanı kahramanı «Manas»<br />
in karılarından birinin adı «Karabörk»<br />
tür. Buhara Sünnî ekolüne «Yeşilbaş»<br />
denmekte idi. Dede Korkut'ta,<br />
«ip üzengilü, kiçe börklü» bir taifeden<br />
bahsedilir. Yıldırım. Bayezid devrinde,<br />
«Kiçe Börklü vakfı mevcuttu.<br />
(Caferoğlu, sf. 120, 123). Bugün Anadolu'da,<br />
Karabörk, Karabörklü, Kızılbörk,<br />
Börklü, Akbaşlı köyleri vardır.<br />
«Börk» kelimesi de bilinmektedir. Kayseri<br />
Avşar'larında küfür olarak da kullanılır.<br />
Büyük Selçuklu Sultanı, Melikşah'ın,<br />
«Zübeyde hatun» dan olan oğlunun<br />
adını, birçok tarihçi «Berkiyaruk»<br />
veya «Berkyaruk» diye kaydeder<br />
(Meselâ bk. : İbrahim Kafesoğlu, Sultan<br />
Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu<br />
İmparatorluğu, İstanbul, 1953, sf.<br />
15). Bizim kanaatımıza göre bunun doğrusu<br />
«Börküyaruk» tur. Yani «yarım<br />
börklü, yırtık börklü» demektir. Prof.<br />
Abdülkadir İnan çok güzel gösteriyor<br />
ki, eski Türkler, çocuklarını kötü ruhların<br />
şerrinden korumak için onlara<br />
çok kötü isimler verirlerdi. Vambery'<br />
in eserlerinde de, Türkmen boy ve oymak<br />
isimleri arasında böylelerine rasladık.<br />
Anadolu'da bugün Durmuş, Durdu,<br />
Duran, Dursun, Satılmış gibi isimler<br />
aynı inanç ve geleneğin devamıdır.<br />
Vaktile böyle bir isim «Çirkin» idi. Bugün<br />
çocuğuna ©öyle bir isim koyacak<br />
ana baba düşünemeyiz. Fakat devrin<br />
inanç ve mantığına göre bu tabiîdir.<br />
Bugün Antakya taraflarında «Çirkin*<br />
oğulları» meşhurdur. İzmir'in Selçuk<br />
kazasına bağlı Şirince Köyünde bugün<br />
Yunanistan'dan gelen muhacir Türkler<br />
oturmaktadır. Vaktiyle burada «Çirkince»<br />
oymağı oturuyordu. Çirkinceliler<br />
Hıristiyan idiler, fakat Türkçeden başka<br />
dil bilmiyorlardı. Giyim kuşamları,<br />
gelenek ve örf-âdetleri bizimki gibi<br />
idi. Aydın'ın bir köyünde oturan Kızılbaş<br />
Türkmenlerinden dinlediğime göre,<br />
vaktiyle bu köye tahta biçmeğe giden<br />
kadınlara, oranın ihtiyar kadınları,<br />
bir zamanlar kendilerinin de Müslüman<br />
ve Türk olduğunu, Efes'e gelen<br />
papazların kendilerini kandırıp Hıristiyan<br />
ettiklerini ve göçebeliği bıraktırarak<br />
bu köye yerleştirdiklerini, açtıkları<br />
mektepte çocuklarına Rumca<br />
ve din dersleri verdiklerini anlatmışlardır.<br />
Köyün ismine de oymağın ismin<br />
vermiş, eski Türk geleneğine uymuşlardır.<br />
Elen Kilisesi'nin Elenleştirme siyaseti<br />
ve Türk kültürünün devlet elinde<br />
himaye görmeyişi, pek çok Türk<br />
oymağından birini de böylece kurban<br />
vermiş, Millî Mücadeleden sonra «mübadil»<br />
olarak Yunanistan'a gönderilrnjşlerdir.<br />
Yunan işgalinde, Yunan askerine<br />
karşı Müslüman Türkleri sakladıklarını,<br />
himaye ettiklerini eskiler<br />
söylüvor.<br />
Demek ki, Türk baş giyimlerinin<br />
Türk içtimaî hayatında ve kültüründe<br />
yeri büvüktür. Kısa bir makale içinde<br />
ancak bu kadar bir açıklama ile<br />
bunu anlatabilmeğe çalıştık. •<br />
8
DOÇ. DR. TURAN YAZGAM<br />
KİMSESİZ ÇOCUKLAR VE İ HTİ Y AR LAR i N<br />
SOSYAL GÜVENLİĞİ >,<br />
İnsanlar, kendi iradelerinin dışında, daima bir takım tehlikelerle karşı karşıyadırîaf.<br />
Hastalık^ ihtiyarlık^ ölüm, kaza, işsizlik, gibi. Aile ıreisini veya fertlerini çalışmaktan<br />
ve kazanmaktan alıkoyan bu tehlikeler insanlık tarihinin hemen her çeşit mücadelelerinin<br />
esas sebebini teşkil eder. insanoğlu tarih boyunca yaptıgıçok yönlü ve sonsuz<br />
mücadeleye rağmen bu tehlikeleri malesef ortadan kaldıramamıştır. Ancak tehlikelerin<br />
insana verdiği zararları azaltmak veya ortadan kaldırmak da, büyük başrıiar elde<br />
«tnflş, en ilkel toplum halindeyken dahi hastalandığı, ihtiyarladığı... için çalışıp ailesinin<br />
geçimini sağlayamayan veya geçimini sağlayan kimse öldüğü İçin dul ve yetim<br />
kalanlara cemiyet olarak yardım etmiştir. Kısaca tehlikenin kendisini ortadan kaldiramıyan<br />
insan, onun zararlarını ortadan kaldırmanın her devirde yollarını bulmuştur. 'Tabii<br />
tehlikenin kendisini ortada kaldırma yönündeki savaşına da, bütün gücü ile devam<br />
etmektedir. Bir devletin yollan, köprüleri,, barajları, ordusu, polisi, jandarması, labratuvarları,<br />
ilim adamları... bir yönleri ile hep tehlikenin kendisine karşı bir savaş devam<br />
-ettiren unsurlardır.<br />
Tehlikeler açısından, insanların fert olarak ve cemiyet olarak faaliyetleri iki yönlüdür.<br />
(1) Tehlikenin kendisinden korunmak, tehlikeye uğramamak, uğratmamak, tehlikeyi<br />
azaltmak, mümkünse ortadan kaldırmak. (2) Tehlike ile karşılaştıktan sonra,<br />
onun ferde verdiği zara,rları, başka bir ifade ile, çalışma gücünde ve kazançta mey-<br />
-dana gelen kayıpları telâfi etmek, mümkünse tamamen veya azamî derecede ortadan<br />
kaldırmak. Birinci çeşit faaliyetlere kısaca «Koruma». İkinci çeşit faaliyetlere de kısaca<br />
«kurtarma» faaliyetleri diyebiliriz. Her fert gerek iç güdüleri ile gerek edindiği<br />
bilgi ve tecrübelerin sonucu olarak, iradî şekilde, kendisini tehlikelere karşı korumaya<br />
çalışır. Meselâ hastalık tehlikesi ile karşılaşmamak için, üşütmemeye, temiz olmaya...<br />
dikkat eder. Devlet de vatandaşlarını tehlikelerden korumaya çafyşır. Meselâ eğİtîm-öğretim<br />
yoluyla tehlikelerden korunma yollarını öğretir, seller için barajlar yapar,<br />
hudutlar için ordular besler, her çeşit can ve mal kaybını önlemek için bekçi, polis, jandarma<br />
istihdam eder, yollara işaret koyar, ilim adamlarına çalışmalar yaptırır, aşı kampanyaları<br />
açar, çevre kirlenmesini önlemeye çalışır. Aslında ferdin ve devletin her<br />
çeşit faaliyetlerinde koruyucu bir yan ve yön muhakkak vardır. Bulunabilir.<br />
Gene bir fert, tehlikelerden ne kadar korunmaya çalışırsa çalışsın, devlet onu tehlikelerden<br />
korunmak için ne derece geniş"'ve müessir faaliyet gösterirse göstersin,<br />
tehlikelerden bazılarının mutlaka başına geleceğini (hastalık, kaza, ölüm, ihtiyarlık<br />
gibi* bazılarının ise gelmesinin her zaman mümkün ve muhtemel olduğunu bildiği iç|n,<br />
tehlikelerin zararlarından kendisini kurtaracak tedbirleri almaya gayret eder. Meselâ<br />
nakdi, aynî tasarrufa riayet eder... Ancak tarih bize bu tedbirde insanların kusur<br />
etmese dahi. tam olarak muvaffak olamadıklarını, düşük kazançlıların tasarrufa imkân<br />
bulamadıklarını, normal kazançlıların pek alg basiretsiz olabildiklerini göstermektedir.<br />
tşte bu yüzden tehlikelerin kendisinden korunmak, hem ferdin, hem devletin görevi<br />
olduğu halde, tehlikelerin zararlarından kurtarma, insan haysiyetine yaraşır bir asgari<br />
7
TURAN YAZGAK<br />
seviye için yalnız devletin görevi, bunun üstü için ise hem ferdin, hem devletin görevi<br />
sayılmıştır. Zira aynı gemi içinde yaşayan bir insan topluluğu olan bir milletin bir ferdinin<br />
tehlikelerin zararları dolayısı ile sefil olması, diğerlerinin zararıdır. İncitir, ıstırap<br />
çektirir.<br />
İşte bu fertlerin, kendi iradeleri dışında uğradıkları tehlikelerin zararlarından<br />
kurtarıcı faaliyetlere sosyal g ü v e n l i k hizmeti diyoruz. Bu hizmeti yalnız<br />
bu unsuru ile diğer bütün sosyal hizmetlerden ve her çeşit devlet faaliyetlerindir<br />
ayırmak mümkündür.<br />
Devletden önce, sosyal güvenliği, cemiyetler, bizatihi kendileri, bir görev olarak<br />
kabul etmişlerdir. Gerçekten devlet hiç bir faaliyet göstermese dahi, cemiyet hastasını,<br />
ihtiyarını, dulunu, yetimini... elinden geldiği ölçüde korumaya yani uğradıkları<br />
tehlikelerin zararlarından kurtarmağa çalışır. Cemiyetlerin dinî, vicdanî, insanî... duyguları<br />
ile yaptığı bu kurtarma faaliyetlerine sosyal yardım denir ve sosyal yardım, insanlık<br />
tarihi ile yaşıt bir müessesedir. Gelmiş geçmiş bütün dinler, (Brahmanizim hariç..<br />
bu yüzden Hindistan'da cemiyet kastlara bölünmüştür. Parya sınıfından olan birisinin<br />
üst sınıfa geçmesi mümkün değildir ve sınıfı içinde sürdürdüğü sefalet hayatı Allah'ın<br />
ona verdiği ve kullarının deiştirmeye mezun olmadığı bir cezadır-) insanlara sosyal<br />
yardımı bir görev olarak vermiştir. İslâmiyet ise, modern sosyal güvenlik anlayışms<br />
temel olan bütün prensibleri ihtiva eden sosyal yardım müesseseleri vaz etmiştir. Bunlardan<br />
zekât müslüman olmanın bir şartıdır, yani belirli bir servetin üzerinde olarr<br />
herkesin vermeye mecbur olduğu aynî veya naktî bir yardımdır. Veriliş sırası ise teh*<br />
likeye uğrayanları bulup çıkarmaya yarayan mükemmel bir yol tutar. Önce akrabalar<br />
içinde tehlikeye uğrayan herkesin tehlikenin zararlarından kurtulması mümkün olur.<br />
F i t r e ise gelir esasına dayalı ayni fonksiyonu ifa eden bir diğer müessesedir. Diğsr<br />
taraftan aynı duygulan paylaşan insanlar da bir araya gelmek sureti ile gerek işletme<br />
İçinde gerek işletme dışında sosyal yardım yapan cemiyetler kurmuşlardır ve kurmaktadırlar.<br />
Günümüzde bunlara işverenlerin, işveren sıfatı ile devletin toplu iş sözleşmeleri<br />
veya konuları gereğince yaptıkları ve ücrete bağlı olmayan yardımları da eklemek<br />
gerekir, Türk İslâm hukukunda önemli bir yeri olan V a k ı f I a r. ı n , insanların<br />
tehlikelerin zararlarından kurtarıcı faaliyetlerini de sosyal yardım olarak vasıflandırmak<br />
lâzımdır.<br />
Çağımızda sosyal yardım, sosyal güvenliği sağlayan bir müessese değil, fertlerin<br />
sosyal güvenliğini insan haysiyetine yaraşır seviyenin üstüne çıkaran bjr müessese olarak<br />
kabul edilir. Zira sosyal yardım dinî, vicdanî, insanî... duygulara dayalıdır ve insanların<br />
birbirlerini tanımaları halinde iyi işleyebilir. Oysa çağımızda İnsanlar mütemadiyen<br />
doğdukları yerlerden, doydukları yerlere doğru akın etmekte, komşunun komşuyu tanımadığı,<br />
akrabanın akrabayı unuttuğu, ailenin gittikçe küçüldüğü, doyulan yerler olarak<br />
millî hudutların binlerce kilometre uzağındaki ülkelere bile yayılmanın hızlandığı dinamik<br />
bir cemiyet tipi ortaya çıkmaktadır. Böyle bir cemiyette tehlikeye uğrayanları, ancak<br />
devlet millî genişlikteki bir teşkilâtla takip edebilir, şssyal yardım müesseseleri d«<br />
bulduklarına, hiç bir garanti söz konusu olmaksızın, yardım edebilir.<br />
Görüldüğü gibi tehlikelerin zararlarından insanları kurtarmak, cemiyetin sıhhati içte<br />
şarttır. Bunu devletin yapması, millî bir zaruret ve ihtiyaçtır. Sosyal güvenlik bir insan<br />
hakkıdır, kimsenin iyi niyetini, vicdanına, duygularına veya basiretine terkedilmeyecek<br />
derecede önemli ve önceliği olan bir devlet görevi dir-<br />
Devlet, bu görevin! s o s y a l s i g o r t a l a r ve sosyal güvenlik<br />
harcamaları ile yerine getirir. Bizim Anayasa'mız devletin bu<br />
8
KİMSESİZ ÇOCUKLAR<br />
görevini sosyal sigortalar ve sosyal yardım teşkilâtı kurarak ve kurdurmakla yerine<br />
getireceğini (madde 48) ve malî imkânlarıyla sınırlı olarak yerine getireceğini (madde 56)<br />
belirtmektedir. Bu hükümleriyle, Anayasa'mız, yanlış bir sosyal güvenlik kavramı vazetmiş<br />
bulunmakta ve bir dereceye kadar kalkınma plân ve programlarımız da, bu yanlışlığı<br />
benimsemiş olmaktadır.<br />
Herşeyden önce sosyal güvenlik, sosyal yardımla sağlanamaz. Sosyal yardım daha<br />
önce de belirttiğimiz gibi, munzam bir sosyal güvenlik müessesesi sayılabilir. Ancak<br />
devlet sadece insan haysiyetine yaraşır bir seviyeyi sağlamak için, sosyal yardımdası<br />
mümkünse faydalanabilir. Bu takdirde devlet bütün sosyal yardımları kanallze etmek<br />
fertlerin dinî, insanî, vicdanî duygularından kendi görevini yerine getirmekte faydalanmak<br />
gibi, bir duruma düşer. Bunun tenkidi bir yana bırakılırsa, Anayasa'mız sosyal sigortaların<br />
teknik ve idarî müesseseler olarak bıraktığı boşlukları sosyal yardımla doldurmak<br />
istemekde böylece bir gurubun sosyal güvenliğini talep edilebilen bir hak olarak<br />
sağlarken, diğer gurubun sosyal güvenliğini kendi mesuliyetinin dışında fertlerin<br />
keyfine, vicdanına, basiretine terketmiş olmaktadır. Bu ayırıcı sonucu malî imkânlara<br />
bağlamak mümkün olamaz. Çünkü cemiyet bu yüke zaten katlanmaktadır. Ne var ki<br />
cemiyette hatta köye de gelmiş olan dinamizmden dolayı, bu yük fertleri aras;nda bazen<br />
yoksulu daha da yoksullaştıracak şekilde gayri mütecanis ve belirsiz olarak dağılmıştır.<br />
Üstelik faydalananlar açısından durum daha da belirsizdir. Bazıları şu veya bu sebeple<br />
tamamen hattâ üst seviyede tehlikelerin zararlarından kurtarılırken bazıları çok az veya<br />
hiç nasiplenememektedir. İşte bu yükün devlete geçmesi, millî ekonomiye belki ek bir<br />
külfet getirmeyecek fakat yükün ve ivazların dağılımını adlleştirecektir.<br />
Malî İmkânları sınırlayıcı bir unsur olarak kabul etsek bile, gene de sosyal yardımı<br />
sosyal güvenliğin sağlanmasında, sosyal sigortalardan sonra gelen esas bir vasıta<br />
olarak kabul etmeye imkân yoktur. Bilindiği gibi cemiyet içinde kimsesiz ve korunmaya<br />
muhtaç çocuklarla, ihtiyarlar da vardır- Bunlardan bir kısmı gelir garantisine de sahip<br />
olabilir, fakat bir kısmı garantiden de yoksundur. Herhalûkârda garantiye sahip olan da,<br />
olmayan da bir hizmete muhtaçtır. Bu hizmet aile muhitine en yakın bir müessese hizmetidir.<br />
Çocuk bakımevi, yetiştirme yurdu, huzur evi, en iyisi gönüllü aile (ücretli veya<br />
ücretsiz) gibi. Bu insanların gelir garantileri yoksa veya bu garantileri gönüllü aile<br />
veya buna en yakın muhiti sağlayacak müessese hizmetlerine çevrilmemişse, o taktirde<br />
devlet bunlara dilenciliği, sokaklarda, köprü altlarında sürünmeyi reva görmüş olur<br />
Bu sebeble en azından bu guruplara kamu s o s y a l g ü v e n l i k harca<br />
m a I a r t gerekir. Bu harcamalar kendi imkânlarıyla sosyal güvenlikleri sağlanamıyan<br />
ve sosyal sigortalar kapsamı dışında kalan insanlara, talep edilebilir bir hak olarak<br />
tehlikelerin zararlarından kurtarma imkânı verir. Malî imkânların sınırlılığını bir an iç*rt<br />
kabul edersek, hiç değilse bunlardan, çocuk, ihtiyar ve mağlullere, devletin sosyal güvenlik<br />
sağlaması icap eder. Bu takdirde bu gurup kâfi derecede daraltılmıştır: Sadece<br />
aile muhiti, hattâ yakın akraba muhiti olmayan, olsa da o muhit içinde cemiyete zararlr<br />
olarak yetişmeleri veya kullanılmaları muhakkak olan, çalışma çağının dışında veya çalışma<br />
gücünden mahrum kimseler. Bunlardan da yalnız gelir garantisi olmayanlar. Bu<br />
durumda olan herkesin bir tek istisna dahi bırakmaksızın, durumlarına göre bakılmaları,<br />
yetiştirilmeleri, geçindirilmeleri şarttır. Her devletin görevidir. T ü r k Devleti'nin de<br />
aslî görevidir.<br />
Gelirlerine bakılmaksızın bunlar ve çalışma gücünde eksiklik olan kör, sağır, dilsiz,<br />
geri zekâlı... gibi olanlarla cemiyetin tahkir ettiği veya müsamaha etmediği kimseler<br />
(meselâ suçlular...) için gerekli olan hizmetlere sosyal refah hizmetleri denir. Bu hiz-<br />
9
TURAN YAZGAN<br />
metlere devlet, gönüllü kuruluşlar, ticari şahıs ve şirketler... herkes yapabilir. Yapılmı<br />
yorsa, devletin üzerine alması şarttır. Ancak devletin bu hizmeti yapması gelir garantisi<br />
olmayanlar için .tehlikeye uğramış olmak şartı ile), sosyal güvenlik harcamalarının hizmete<br />
dönüştürülmesi demektir.<br />
ıTürkiye'de mahallî idareler korunmaya muhtaç çocuklarla, aciz ihtiyarlar için bu<br />
hizmeti yürütmekle görevlidirler. Son zamanlarda merkezî hükümet de konu ile ilgili<br />
hizmet arzına başlamıştır. Gönüllü kuruluş olarak, devlet desteğine Çocuk Esirgeme<br />
Kurumu da, bu görevi yürütmektedir. Ancak bütün bunların arzettikleri hizmetle ihtiyaç<br />
arasında büyük bir boşluk bulunmaktadır. Aşağıdaki tablo, bunu açıkça göstermektedir,<br />
Çocuk<br />
1967<br />
196S<br />
1960<br />
1970<br />
1971<br />
Kaynak •:<br />
Müessese<br />
Sayısı<br />
94<br />
99<br />
101 "<br />
104<br />
104<br />
Kapasite<br />
12.613<br />
13.515<br />
' 14.034<br />
14.486<br />
14.632<br />
Bakılan<br />
12.867<br />
13.704<br />
14.449<br />
14.947<br />
14.022<br />
DPT Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Plânı, tablo<br />
Sıra<br />
Bekleyen<br />
12,204<br />
112.554<br />
(13.144<br />
12.354<br />
13.925<br />
625<br />
Korunma kara<br />
alınmış<br />
24.044<br />
25.442<br />
26.716<br />
26.570<br />
28.134<br />
Görüldüğü gibi, korunmasına karar verildiği halde korunamayıp sıra bekleyen<br />
çocuk sayısı 1971'de 13.925 tir ve korunanların sayısına yakındır. Eğer bir devlet, kimsesiz<br />
veya topluma tehlikeli olması muhtemel olduğu için korunmasına karar verdiği<br />
bir çocuğu, yeterli hizmet arzedemediğl için sıra bekletiyorsa, bunun anlamı bu çocuğun,<br />
devletçe bile bile köprü altlarına, dilenci - yankesici şebekelerine terkedilmesi demektir.<br />
Düşünmeli ki bu durumda 13.925 çocuk var ve yarının büyüklerini teşkil edecekler.<br />
Diğer taraftan korunma kararı verilmiş 28.134 çocuk korunsa da, korunmasa da<br />
-sadece devletçe bilinenlerin sayısıdır. Aslında korunması gerekli çocuk sayısının 200.000<br />
civarında olduğu, en iyimser bir tahmin olarak, ileri sürülmektedir. Bunlar «kötü» olursa,<br />
herkes zarar görür, «adam» olursa, bütün cemiyet faydalanabilir.<br />
Buna benzer bir tabloyu aciz ihtiyarlar için de çizmek mümkündür. Onlar için, on<br />
bir ilimizde «huzur evleri» mevcuttur. Buralarda bakılanlar ise, bakılması gerekenlerin<br />
yine % 10'nundan fazla değildir.<br />
Gelir garantisinden yoksun ve aile muhitinden mahrum kalmak sureti ile tehlikeye<br />
uğramış çocuklarla, kendi kendini geçindirme kabiliyetini kaybetmiş ihtiyarların Bu<br />
acıklı durumu devletin anayasa ile yüklendiği sosyal güvenlik görevini yapmadığını göstermektedir.<br />
Malî imkânların mahdud olması sebebiyle diğer korunamayan bütün gurupları<br />
sosyal yardımlara terketmeği makul sayalım, fakat bunların sosyal yardımların belirsiz,<br />
yetersiz ve garantisiz korunmasına terkedilmesi mümkün ve makul değildir. Bu<br />
işin düzelmesi için, mahalli idarelerin güçlenmesini beklememize de imkân yoktur.<br />
Devlet, genel bütçesinden yeterli kaynağı, derhal bu vatandaşlara ayırmalı ve gönüllü<br />
kuruluşlardan yararlanmak istiyorsa korunan çocuk ve ihtiyar başına muayyen bir ödeme<br />
yaparak, bunların bakım, yetiştirme ve geçindirilme garantilerini sağlamalı, hem de<br />
sosyal yardımı müessir bir şekilde teşvik etmelidir. Bugün için mahalli idareler, gönüllü<br />
kuruluşlar ve bakanlıkların bu konu için harcadıkları meblağ, devletimiz için gerçekten<br />
çok azdır. Devletin bu konuya ayıracağı meblağ bir sosyal güvenlik harcanması mahiyeti<br />
kazanmalı, tarife uygun düşen her çocuk ve ihtiyara bakılma ve yetiştirme garantisi sağlanmalıdır.<br />
Sosyal güvenlik alanında Türkiyelin bundan sonra atacağı ilk adım budur-«<br />
RİO
Sû. yıla doğru<br />
PROF. DR. ORHAN TÜRKDOĞAN<br />
Tepedeki<br />
ATATÜRK<br />
Adam<br />
Sosyal Psikoloji'nin önemli meselesi lider<br />
ile içinde yaşadığı toplum arasındaki<br />
gerçek ilişkiyi olumlu bir biçimde çözümiiyebilmektir.<br />
Şüphesiz bu yaklaşımda en<br />
önemli husus liderin «toplum aynası» olmalıdır.<br />
Lider, bir taraftan,, toplumdaki zıtlaşmaların,<br />
zenginliklerin oluşturduğu, diğer taraftan<br />
da toplumu bu rahatsızlıklardan kurtararak<br />
«sükûnet denizine> götüren kimsedir. Bu<br />
yüzden liderin ideolojisi, toplumun yapısını<br />
devam ettiren bir sistem yerine o yapıyı temelinden<br />
değiştirerek yerine yenisini benimsememe<br />
eğilimi olarak, ifade edilebilinir.<br />
Türk toplumu ilk defa 188© yılında devlet<br />
eliyle, Batının uygarlık değerlerini benimseme<br />
süresine açık tutulmuş, bunun sonucu olarak<br />
da toplumun her katında Batıyla kültür<br />
temasları başlamıştır. Yabancı kültürün yerli<br />
kültüre olan etkisi her alanda birden bîre olmuş;<br />
toplum yapısındaki geleneksel denge<br />
kısa zamanda bozulmuştur. Böylece toplumumuzda,<br />
1923 yılına kadar sürüp giden kültür<br />
ikiliği (dyade) ortaya çıkmıştır, Bunu Ziya<br />
Gökalp şu şekilde açıklıyordu:<br />
«Her milletin iki medeniyeti var: resmî<br />
medeniyet, halk medeniyeti. Başka kavimlerde<br />
resmî medeniyetle halk medeniyeti o kadar<br />
açık surette ayırt edilemez. Türk'lerde ise<br />
bu ayıiılık ilk bakışta göze çarpar. Türk'lerde<br />
resmî lisandan, resmî edebiyattan, resmî<br />
ahlâktan, resmî hukuktan, resmî iktisadiyattan,<br />
resmî teşkilâttan büsbütün başka Bir<br />
halk lisanı, halk edebiyatı, halk ahlâkı, halk<br />
hukuku, halk iktisadiyatı, halk teşkilâtı vardır.<br />
Bu hadisenin Türk'lerin kendi müesseselerini<br />
yükseltmek suretiyle bir medeniyet ihda etmek<br />
yolunda gitmeyip yabancı milletlerin<br />
müeselerini i'tinam ve onlardan yapma bir<br />
medeniyet terkip etmeleridir.><br />
Gökalp'ın da temas ettiği gibi aslında<br />
bu kültür ikiliği âni kültür değişmesi sonucu,<br />
kültürün maddî (teknolojik) yönü ile maddi<br />
olmayan (toplum) yönü arasındaki uyumun<br />
sağlanamayışından; birinin diğerine nazaran<br />
hızlı yayılmasından ileri gelmektedir. Kültürün<br />
iki unsuru arasındaki bu farklılaşma kültür<br />
dengesinin bozulmasının bir sonucudur.<br />
Bu durum, çoğu ket, toplum yapısında<br />
görev bozukluğu dediğimiz bir takım patlamalara<br />
yol açar. Yüz yıla yaklaşan bir süreden<br />
beri siyaset, kültür ve toplum yaşantımızdaki<br />
ruh itilimlerinin ana sebepleri bu noktada<br />
aranmalıdır. Hattâ denilebilir ki, 183®'dan<br />
1023'e kadar olan dönem bazan tamamiyle<br />
Batıya yönelik açık kültür davranışı ile bâzan<br />
da Batı karşısında kendi değerler ve<br />
inançlar sistemini korumaya çalışan status<br />
quo'cu kültür arasındaki mücadelelerle geç-J<br />
mistir.<br />
Türk toplumunda «Tepedeki Adamı» rahatsız<br />
eden asıl sebep, bu toplum gerginliklerinin<br />
de ötesinde, yönetici kadronun halka<br />
ters düşen eğilimidir. Bu gerçeği, Mustafa<br />
Kemal'in 17. Şubat. 1923 tarihinde îzmir İktisat<br />
Kongresi açış konuşmasında aynen görebiliriz:<br />
«Milletimiz, kesin ve gerçek kurtuluşa<br />
ulaşabilmek için, iki prensibe dayanmanın<br />
gerekli olduğunu anladı. Onların birincisi «Misak-ı<br />
Millî'nin> ifade ettiği ruh ve anlam. İkincisi,<br />
Anayasamızın tesbit ettiği, değiştirilmesi<br />
asla mümkün olmayan haklar...<br />
Misak-ı Millî, tam bağımsızlığı sağlayan<br />
ve ekonomik gelişmeye engel olan bütün<br />
sebepleri, bir daha getirmemek üzere, ortadan<br />
kaldıran bir genel kuraldır. Anayasa ise<br />
Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sayfaları içi-<br />
11
ORHAN TÜRKDOĞAK<br />
ne gömüldüğünü belirterek, onun yerine, Türkiye<br />
Devleti'nin kurulmuş olduğunu ilân eden<br />
bir kanundur.» Biri siyasî, diğeri hukukî iki<br />
temel ilke, Mustafa Kemâl'in yeni sistemi<br />
için çıkış notası verir. Bu sebeple bu iki<br />
İlkeyi ihlâl eden «Osmalılan» tarih önünde<br />
suçlu görmektedir.<br />
Avrupa ve Asya'nın kültür yönünden,<br />
kesiştiği Selanik gibi hareketli bir sınır kentinde<br />
dünyaya gelen Mustafa Kemâl, orta<br />
tabakaya mensup bir ailenin çocuğu idi. Orta<br />
sınıf kültürünün tipleştirdiği (yenilikçilik»<br />
ve «topluma katılma» şuuru O'nun<br />
belli başlı nitelikleri arasında idi. Nitekim,<br />
henüz otuz yedi yaşında iken: «Benim elime<br />
büyük selâhiyet ve kudret geçerse, ben sosyal<br />
hayatımızda istenilen inkılâbı bir anda<br />
bir «coup-da'rbe» ile tatbik edeceğimi zannederim»<br />
diyordu. Bu ifade eski düzene bir<br />
baş kaldırma, bir negasyon duygusunu yansıtmaktadır.<br />
Katıldığı bütün siyaset hareketlerinde<br />
bu radikalizmin etkisi büyük olmuştur.<br />
Nitekim, 1135 kişinin katıldığı îzmir iktisat<br />
Kongresi'nin açış konuşmasında Mustafa<br />
Kemâl, uzaktan ve yakından, hiç ilgisi<br />
yok iken «Osmanlıları» ağır bir dille suçluyordu,:<br />
«Osmanlı tarihi, padişahların, hakanların,<br />
bir grup kişinin kahramanlık destanı<br />
niteliğinde idi.» Veya «Osmanlı ülkesi, yabancıların<br />
sömürgesinden başka bir şey değildi-»<br />
Bunun gibi: «Osmanlı tarihinde bütün<br />
çabalar ve bütün çalışmalar milletin arzusu,<br />
emelleri ve gerçek ihtiyaçları gözönünde<br />
bulundurularak değil, şunun bunun<br />
kişisel hırslarını, emellerini yerine getirme<br />
yönünden yapılmıştır.» Belirtildiği gibi, bu<br />
suçlamalar O'nun, Osmanlı hanedanlığına olan<br />
psikolojik tepkisinin bir sonucudur. Yaşantısının<br />
her basamağında, ülkedeki felâketlerin<br />
tümünden Osmanlıları sorumlu tutan bir ruh<br />
haleti kişiliğinde derin izler bırakmıştır. Böylece<br />
Mustafa Kemal, Osmanlı Devleti'nin,<br />
kişisel tutkular sonucu, Türk Milleti'ni «felâketten<br />
felâkete sürüklediklerini» ileri sürüyor,<br />
sultanlık, padişahlık ve hanedanlık kurumumr<br />
millet önünde sorumlu tutuyordu.<br />
Buna benzer bir yorum biçimine Rustow"da<br />
raslamaktayız. «Devlet kurucusu olarak Atatürk»<br />
adlı bir yazısında Rustovv» Mustaf*<br />
Kemal'in 27.Ocak.1923 tarihinde annesini»<br />
mezarı başında yapmış olduğu bir konuşmayı<br />
tahlil ederek şu sonuca varıyordum «Bit<br />
söylev, bir oğlun annesinin kaybı karşısında<br />
duyduğu kederle başlamakta, fakat<br />
süratle siyasî bir konu haline dönüşmektedir.»<br />
Gerçekten de tıpkı İktisat Kongresi'nde<br />
olduğu gibi, Mustafa Kemal anne*<br />
sinin mezarı başında yine «milleti aşağı><br />
gören keyfi yönetimi suçluyordu: «Burads<br />
yatan valdem, zulmün, cebrin, bütün milleti<br />
felâket uçurumuna götüren bir idare-i<br />
keyfin kurbanı olmuştur.» Yalnız burads<br />
önemli bir noktaya dikkati çekmek gerekir,<br />
o da Osmanlı hanedanlığı ile milletin birbirinden<br />
ayrı tutulduğu gerçeğidir. Millet<br />
bir va^de gibi «zulmün,» «cebrin» ve<br />
«felâketin» çarkları arasında ezilirken, «Osmanlı<br />
hanedanı şahsi ihtirası» için ontt<br />
feda etmiştir. Fakat millet kutsaldır; saygıya<br />
değerdir. «Yeni Türkiye'nin eski lif<br />
hiçib'Ir alâkası yoktur. Osmanlı Hükûme- I<br />
ti artık tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir<br />
Türkiye doğmuştur. Gerçi millet değişmemiştir;<br />
ayni Türk unsuru bu milleti teşkil<br />
eder. Ancak idare tarzı değişmiştir.» Görülüyor<br />
ki Mustafa Kemâl'in hayat mücadelesinde<br />
öylesine kazanılmış bir ruh yönö<br />
var kî ağırlığını Osmanlı hanedanın keyfi<br />
yönetiminden almaktadır. Nitekim «bizim<br />
milletimiz derin bir maziye maliktir. Milleti- ,<br />
mizin hayatı asarını düşünelim. Bu düşünce<br />
bizi elbette altı yedi asırlık Osmanlı<br />
Türkleri'nden çok asırlık Selçuk<br />
Türkleri'ne ve ondan evvel bu devirlerin<br />
herbirine muadil olan büyük Türk devrine<br />
kavuşmuştur.» Bu ifadeler gösteriyor ki<br />
Mustafa Kemal, Türk milleti'ni «Sultanlıkların»<br />
dışında, modern tarih anlayışının<br />
da benimsediği, bir devamlılık perspektîvi<br />
İçinde incelenmektedir. Bu devamlılık teorisine<br />
göre millet, geçmişten şimdiye, şimdiden<br />
geleceğe sürekli olarak akıp gldesr<br />
bir nehir gibidir. Ona asıl tarihîlik klml'rgh<br />
nl kazandıran da bu üç buutlu yönelimdir.<br />
12
ATATÜRK<br />
Mustafa Kemal'in bir zabit olarak Milli<br />
mücadeleye iten psikolojîk sebeplerin<br />
başında kaleleri zabtedilmiş, hakları çiğnenmiş<br />
masum bir milletin savunucusu olarak,<br />
onu bu hale getiren zihniyet ve bu zihniyetin<br />
sorumlularına karşı vicdanında beliren<br />
kutsal kindir. Millî mücadele ayni zamanda<br />
Mustafa Kemal için Osmanlı hanedanıyla<br />
hesaplaşmak ve «vatanı mahva ve harabiye<br />
götüren idarenin artık bir daha avdet etmemek<br />
üzere mezarı âdeme götürülmüş<br />
olduğunu görmektir>.<br />
Haklılığını milletin temsil gücünden<br />
almayan, sadece «kendi çıkar ve ihtiraslarına»<br />
göre devleti yönetenlere karşı bizzat<br />
bu hakların gerçek sahibi olan millete iadesi,<br />
Mustafa Kemal'in «Hakimiyet-1 Milliye»<br />
adını verdiği ilk hedefi teşkil eder.<br />
Geçmişte bu sonuç «milletin kendi düşünce<br />
hürriyeti ile egemenliğine sahip bulunmamasından,<br />
şunun bunun elinde oyuncak<br />
edilmesinden doğmuştur. «Misaki Millî'nin<br />
ruhu, egemenliğin bir zümrenin elinden<br />
alınıp millete devredilmesidir. Bu oluşumda<br />
artık her şey millet içindir... Bu yüzden<br />
söylevlerinde, demeçlerinde sık sık tekrarlanan;<br />
Millî anane, millî iktisat, mil<br />
İt ka'rekter, millî misak, millî şahsiyet, dâvayı<br />
mîllî, kuvayı milliye, millî sene, millî<br />
terbiye, millî kültür, millî tarih, millî ahlâk,<br />
millî hakimiyet, millî meclis, millî hasasaslyet,<br />
millî seciye, millî vazife gibi deyimler<br />
her şeyin millet potası içinde yeniden<br />
değerlendirilmesini gösterir.<br />
Onun «mücadele-i istiklâl» adını verdiği<br />
Kurtuluş Savaşı, aslında milletin «haricî<br />
ve dahilî» düşmanlarına karşı zaferidir. Bu<br />
zaferden sonra millet gerçek bağımsızlığına,<br />
ve kendi temsilcilerini bizzat seçme hakkına<br />
kavuşmuş olacaktır. BuYada 18. yüzyılın<br />
tabiî hukuk kuramının izlerine raslamak<br />
mümkündür. Halk egemenliği görüşü aslında<br />
bu gelişimin bir ürünüdür. Bir zümre<br />
veya sultanlık yerme milletin gerçek<br />
temsilcilerinin yönetimi ele aldığı cumhuriyet<br />
rejimi, bundan böyle gerçek yönetim<br />
şekli olacaktır. Mustafa Kemal'in Millî<br />
Mücadele'nin henüz ilk aşamasında halkın<br />
gerçek temsilcilerini 23. Nisan, 1920 yılında<br />
Büyük Millet MecMsi'nde toplanması<br />
kararı, aslında yönetimin tek kişiden «sahibi<br />
hakikisi» olan millete devredildiğini göstermek<br />
içindir. Millî mücadelenin geniş halk<br />
kitlelerine mal edilmesinde, milletçe benimsenmesinde<br />
şüphesiz bu hareketin geniş<br />
etkisi olmuştur.<br />
Ankara'da bir ev, hakimiyetin kayıtsın<br />
şartsız milllete ait olduğunu göstermek için<br />
dolup taşıyordu. Milletin tek bir vücut gibi<br />
yüreğinin çeirptığı yer artık Ankara'dır, İstanbul<br />
değil... İstanbul, hanedanlığı temsif<br />
ettiği için geri plna itilmiş, Ankara TüVk<br />
Mtlletl'nin yeniden yükselişinin sembolü olmuştur.<br />
Bugün geri kalmış ülkelerde kalkınma<br />
usulü olarak benimsenen Kemalist model,<br />
her şeyden önce tarihî gerçeklerimizden<br />
doğmuştur. Halkı tepeden süzen diktatörlükler<br />
ile, Halk adına halkın duygularını<br />
sömüren sözde demokrasi rejimleri yerine,<br />
halkın liderde, liderin halkta kenetlendiği<br />
Kemalist sistem bugün daha çok Üçüncü<br />
Dünya Ülkeleri'nin gerçeklerine uygun düşKiydrsa<br />
şüphesiz bu oluşumda Mustafa<br />
Kemal'in kişiliğinin etikisi büyük olmuştur.<br />
Egemenliğin kayıtsız şartsız millete<br />
devredildiği Cumhuriyet yönetimi Mustafa<br />
Kemal için: «bir hayat ve zihniyet değişik-<br />
İlgidir.» Aslında onun için inkılâb da bu<br />
demektir.<br />
Kemalist inkılâbın ilk temel unsuru,<br />
Osmanlı Hanedanfnı milletten ayıran vs<br />
sultanlığın yerine millet hâkimiyetinin geçmesini<br />
öneren Anayasa veya hukukun üstünlüğü<br />
ilkesinde toplanır. Mustafa Kemal'in<br />
Büyük Millet Meclisi'nîn mânevi<br />
şahsiyetine, Anayasa ve kanunlara olan derin<br />
saygısının anlamını da burada aramak<br />
gerekir. İkinci temel unsur ise, yine ilkiyle<br />
ilgili olarak «kendi çıkarları için yabancılara<br />
imtiyaz hakkı tanıyan», «vergi ve<br />
yargı hakkını vatandaşların uyguladığı glbî<br />
yabancı uyruklaYa uygulamaktan yoksun ve<br />
hattâ bir çeşit yabancıların sömürgesi ha-<br />
13f
ORHAN TÜRKDOĞAN<br />
line gelmiş Osmanlılar yönetimi» yerine<br />
Misakı Millî'nin tâyin ettiği ekonomik bağımsızlığa<br />
sahip yeni bir millet yaratmak.<br />
Bu misyon, siyasî bağımsızlıkla —egemenliğin<br />
ulusa ait oluşu— birlikte ekonomik<br />
bağımsızlığı gerçekleştirmek biçiminde<br />
özetlenebilfr. Tıpkı siyasî bağımsızlıkta<br />
görüldüğü gibi, ekonomik bağımsızlık ilkesinde<br />
de Mustafa Kemal için çıkış noktası<br />
«Osmanlılara» karşı duyulan psikolojik tepkidir.<br />
Sırf şahsî çıkar ve hevesler için milleti<br />
tebâ yerine koymak, yabancılara efendilik<br />
hakkı tanımak gibi «keyfi tutumlar»<br />
karşısında yine milletin egemenliği kadar<br />
ekonomik bağımsızlığını da kazanması bu<br />
gelişimde iki temel ilke olarak belirmektedir.<br />
işte Mustafa Kemal'in «Türk Ulusu<br />
için bir hayat ve zihniyet değişikliği» ola-<br />
Sak önerdiği Kemalist inkılâbın temelleri<br />
bu iki sütuna dayanır. Diğer sütun siyaset,<br />
toplum, ekonomik ve teknoloji değişmeleri<br />
bu temellerden itibaren yükselir. Milletin<br />
kayıtsız şartsız egemenliği ve iktisadî faaliyetlerdeki<br />
özgürlüğü, bağımsızlığı nasıl<br />
bu hakları millet adına şahsî ihtiras ve<br />
emellerine göre kullanan Osmanlılar'a bir<br />
tepki ise, hilâfetin kaldırılması ve hanedan<br />
mensuplarının yurt dışına sürülmeleri,<br />
şapka ve kılık kıyafette değişiklikler, din<br />
alanındaki yenilikler, yerli malı kullanılması,<br />
din ve devlet işlevinin birbirinden ayrılması,<br />
yeni yazının kabulü, dil ve<br />
tarih tezi gibi bir sıra yapılmış yeniliklerin<br />
de temelinde «eski düzene» karşı olan<br />
«milletin hakkını» dilediği gibi kullanabilme<br />
dugusunun tepkilerini görmek mümkündür.<br />
Nitekim şapka giyilmesi hakkında hazırlanan<br />
kanun teklifinin gerekçesinde: «Aslında<br />
hiçbir öneme sahip olmayan başlık<br />
sorunu, çağdaş uygar uluslar ailesi içine<br />
girmeye kararlı Türkiye için özel bir değere<br />
sahiptir» biçimindeki ifadeler de açıkça<br />
göstermektedir ki eski düzene duyulan<br />
tepki önemli bir yer tutmaktadır. Şapka<br />
inkılâbı nedeniyle ülkede yer yer tepkilerin<br />
belirmesi hatta bunlardan bir kısmının şiddetle<br />
bastırılması olayına karşılık, gerekçede<br />
İleri sürülen; «aslında hiç bir öneme<br />
sahip olmayan başlık sorunu» beyanı, Türk<br />
Halkı'nın yaşantı ve zihniyetinde bir değişme<br />
yapmak, «eskiye benzemekten» kurtarmaktadır.<br />
Ortak uygarlığa katılma amacıyla Türk<br />
Ulusu'nu Batıya yönelten bu hareket, Mustafa<br />
Kemal'in radikalist niteliğini de ortaya<br />
koyar. Çoğu kez, geri kalmış ülkelerin<br />
elitleri Batıda eğitim görüp ülkelerine döndüklerinde,<br />
Batı modeli elbiselerini sırtlarından<br />
çıkarıp tekrar mahalli kıyafetlerini<br />
giymeleri şeklindeki «yeni gelenekçilik» davranışına<br />
Mustafa Kemal'de raslamak mümkün<br />
değildir. Bu tür yeni gelenekçilik de,<br />
teknolojik değişmeler istisna edilirse, diğer<br />
sahalarda ferdin yaşadığı toplumun kültürüne<br />
ve değerler sistemine kesinlikle bağlı<br />
kalması dikkat çekici bir yöneliştir. Gaııdhi'<br />
nin Batıda eğitimini sürdürürken bir Batılı<br />
gibi giyinip kuşanması ve sonra ülkesine<br />
döndüğü zaman tekrar mahalli kıyafeti tercihi,<br />
yeni gelenekçilik akımının tipik bir örneğini<br />
teşkil eder. Aslında yeni gelenekçilik<br />
hareketinde «Batıyı Batının silahlarıyla<br />
vurma» biçiminde ifade edebileceğimiz<br />
bir psikolojik motivasyon elit kadronun bilincinde<br />
yaşamaktadır. Oysa ki modernleşme<br />
eğilimi temsil eden Mustafa Kemâl'de<br />
yeni gelenekçiliğin izlerine raslamak mümkün<br />
değildir. Aslında Mustafa Kemâl için<br />
tepki kaynağı «Osmanlılar» ve onların tarih<br />
olaylarına biçim veren «kişisel ihtiras» ve<br />
«hevesleridir». Bu nedenle Osmanlılardan intikal<br />
eden siyaset, toplum ve kültür değerlerini<br />
onun için bir yöneliş kaynağı olamaz;<br />
Ancak ya Osmanlılar'ı atlayarak İlk Türk<br />
kaynaklarına inmek-tarih Ve dil teorilerinde<br />
olduğu gibi-veya Batıyla ortak yaşantı imkânını<br />
sağlayarak çağdaşlaştırmak.. Bu sebeple<br />
Mustafa Kemal'in Milliyetçilik ve Batıcılık<br />
gibi iki önemli misyonu tarih içinde gerçekleştirmenin<br />
ana felsefesi yine bu noktada toplanır.<br />
Görülüyor ki Türk milletine yön veren<br />
Tepedeki Adam, bir bakıma toplumumuzun<br />
tarih şartlarının tipleştirdiği bir kimsedir.*<br />
14
YALNIZ f K yncecirt;/eM' dit Kat juadctf<br />
Esen boz rüzgâr mıdır<br />
İncecikten bir kar imidir...<br />
Elifimi hatırlattı bana birden<br />
Elif akla gelir de öbürleri dururlar mı<br />
Sevgililer<br />
Geldiler<br />
Birer birer:<br />
Bânu'm, Çağrı'm, Yağmur'um, Emrah'ım<br />
Kuşattılar çevremi,<br />
Kiminin kolları boynumda,<br />
Kimi tırmanır dizlerime,<br />
Birbirinden güzel, biribirinden tatlı.<br />
..Jba'ı ata ıtcaom •üw<br />
Wjtf c<br />
Kim demiş ki yalnızım...<br />
Camların ardındaki rüzgâr mı, kar mı...<br />
Kim bakar artık!<br />
Güneşler doldu bomboş evime,<br />
Gönlüm güneşe doğru kanatlı.<br />
Sana sonsuz şükürler Allah'ım!...<br />
25 Şubat 1973<br />
HALİDE<br />
ZORLUTUNA<br />
NÜSRET<br />
1S
DR. TÜNCE» GÜLENSÖY<br />
TÜRKLER'DE<br />
Y Azı<br />
insanoğlunun en önemli İcatlarından jbiri<br />
-olan yazı, insanların konuşma dışında duygu,<br />
düşünce ve isteklerini anlatabilmek için,<br />
muayyen işaret ve işaret sistemlerinden teşekkül<br />
etmiş bir anlaşma ve haberleme vasıtasıdır.<br />
Yazı, insanlığın binlerce yıllık gelişmesi<br />
neticesinde bugünkü modern şekline<br />
ulaşabilmiş, ilkellikten çıkarak çağının medeniyet<br />
seviyesine erişmiş her milletin bir yazı<br />
Mi meydana gelmiştir.<br />
Yazı dili, yazıda, yâni eserlerde ve kitaplarda<br />
kullanılan dildir. Yazı değişmesi milletler<br />
için bir medenî tarihî değişmenin başlangıcını<br />
ifade eder. Her milletin konuşma<br />
dilinden bir yazı dili doğmuştur. Bir dilin yayıldığı<br />
saha içindeki muhtelif konuşmalardan<br />
bir tanesi, ahenkli oluşu, ifâde düzgünlüğü<br />
v-b. gibi sebeplerle yazı dili tıâline gelir<br />
(msl.: Türkiye Türkçesinin yazı dili istanbul<br />
şivesi olduğu gibi).<br />
Türklerin, V. yüzyıldan başlayarak türlü<br />
devir ve bölgelerde Şamanizm, Budizm, Manihaizm,<br />
Hıristiyanlık, Musevilik ve islâm dinine<br />
bağlı olmaları, birbirinden çok farklı alfabeleri<br />
kullanmalarına sebep olmuştur.<br />
Türk dehâsının mahsulü olan ve Türk<br />
yazı dilinin ele geçen ilk örnekleri, Orhun<br />
hitabelerinin metinleridir. Fakat bu metinler<br />
muhakkak bu Türk yazı dilinin ilk örnekleri<br />
değildir. Çünkü Orhun abidelerindeki dil,<br />
0 zaman için yeni teşekkül etmiş bir yazı<br />
dili olarak değil, çok işlenmiş bir yazı dili<br />
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan,<br />
Türk yazı dilinin menşeini Göktürk (Orhun)<br />
âbideleri metinlerinden çok daha öncelerde<br />
aramak gerekir. Türk yazı dili, bilhassa, VIII.<br />
yüzyıldan sonraki tarihî tekâmülü ile mukayese<br />
edilecek olursa, Orhun abidelerindeki<br />
yazjı dilinin, en az bir kaç yüzyıllık bir gelişme<br />
safhası geçirmiş olduğu gerçeği ortaya çıkar-<br />
Göktürk yazısı Yenisey ve Orhun nehirleri<br />
civarında bulunmuş olan eski Türk hitabelerinin<br />
yazısıdır. Orhun (Göktürk) yazısında<br />
38 işaret vardır; bunlardan 4'ü sesli<br />
olup, çok kere yazılmaz. Sessiz harf olarak<br />
adlandırılan 34 işaret ise, bir veya iki sesi<br />
birden ifâde eden harflerdir ve sağdan sola<br />
yazılır. Bu ses ifâde eden işaretlerden başka,<br />
sözleri ayırmak için kullanılan iki noktadan<br />
ibaret bir çeşit durak işareti vardır.<br />
Bu Türk alfabesinin manşei hakkında türlü<br />
fikirler ileri sürülmüştür. Bazı işaretlerin<br />
başka alfabelerden alınmış olduğu fikri gibi,<br />
yazının kökünü Sâmî alfabesine bağlamak<br />
isteyenler de çıkmıştır. Şurası muhakkak ki,<br />
Orhun yazısı, Piktografik (*• resim yazı) yazıdan<br />
ziyâde, hiyeratik (= resimden daha<br />
çok şekle kaçan yazı) yazı karakterinde ve<br />
kendine has özelliktedir. Zaten bugüne kadar<br />
Göktürk alfabesinin başka yazılarından<br />
alınmış olduğu ispat edilememiştir.<br />
Orhun yazısındaki işaretlerin bazılarının<br />
bugüne kadar Türk kabilelerinde damga şeklinde<br />
kullanılması da, bunların, bir dereceye<br />
kadarı, yaratıcı Türk dehâsının mahsulü olduğuna<br />
delil olabilir. Çünkü Türklerde damga<br />
kullanmak çok eski olup, her boyun da<br />
kendisine mahsus damga işaretleri vardır<br />
(damgalar için bk. Prof Dr. Faruk Sümer,<br />
Oğuzlar (Türkmenler) - Tarihleri - Boy teşkilâtları<br />
- Destanları. Ankara 1967, pafta<br />
1 - II).<br />
Türkmenlerin VIII - XV. yüzyıllarda kullandıkları<br />
yazı, Uygur alfabesi'dir. Turfan<br />
metinlerinde, Kutadgu Bilik'in Herat'ta 1440'<br />
ta kopya edilen ve şimdi Viyana'da bulunan<br />
16
TÜRKLERDE YAZI<br />
nüshasında, bazı yazıt ve birçok rulo basmalarda<br />
bu yazı kullanılmıştır. Halen Mançu ve<br />
Moğolların kullandığı bu yazıyı Uygurlar, Budist<br />
olan Suğdi'Ierden almışlardır. 23 hari<br />
ve 53 ligature «bağ» vardır. Sağdan sola yazılır.<br />
Fakat son devirde Çincenin tesiriyle yukarıdan<br />
aşağı yazılmış, satırlar da soldan<br />
»ağa dizilmiştir. Uygur yazısında, harflerin<br />
başta, ortada ve sonda bulunma durumlarına<br />
göre 3 değişik şekli vardır.<br />
Yalnız Budhacı yazılara uygulanan bir<br />
yazı da Suğdi alfabesi'dir. Orta trançanın<br />
Orta Asya'daki bir kolu Suğdi dili için meydana<br />
getirilmiş bu yazıda 22 harf vardır. Aramî<br />
yazıdan çıkmış olup, sağdan sola yazılır.<br />
VIII. yüzyılda Türkler tarafından çok<br />
az kullanılmış olan bir ygzı da ideografik<br />
(— fikir - yazı) Çin yazısı'dır. Bu yazı sistemi<br />
20.000'e yakın ideogramdan müteşekkildir.<br />
Türkler tarafından zaman zaman kullanılan<br />
diğer yazılar ve alfabeler şunlardır;<br />
Tibet yazısı : (VII - X. yüzyıllarda kullanılmış<br />
olup, menşei Hint yazısıdır. 35 harfi,<br />
97 ligature vardır; soldan sağa yazılır-);<br />
Masturi - Süryanî alfabesi : VII - XI. yüzyıllarda<br />
kullanılmıştır, 22 harfi vardır, sağdan<br />
sola yazılır.); Mani yazısı : (VIII - XI. yüzyıllarda<br />
Mani metinlerinde kullanılmıştır. 22<br />
harften başka, Türkçedeki sesleri löstermek<br />
için 14 harfi daha vardır; sağdan sola yazılır.);<br />
Brahmî yazısı : (Budizm'in tesiriyle<br />
VIII XI. yüzyıllarda, daha çok ilmî metinlerde,<br />
kullanılmıştır. 13 sesli harfi, 43 sessiz<br />
harfi ve 14 çok kullanılan bağ'ı vardır-);<br />
h P'ags-pa «Passe-pa» yazısı : (XIII, yüzyılda,<br />
Moğol Hanı Kubilay Kağan tarafından<br />
Çin'e ve Moğolistan'a davet edilen Tibetli<br />
Lama P'a-sse-P"a tarafından icâd edilerek<br />
Moğolcaya uygulanan dört köşe (Moğolca :<br />
dörbelcin) bir yazı sistemidir. Hece usulü<br />
44 harf ihtiva eder; Çince gibi yukarıdan<br />
aşağıya, fakat sağdan sola yazılır.); Arap alfabesi<br />
: (Türklere islâmlıkla beraber XI.<br />
yüzyılda girmiş XX. yüzyıla kadar bütün<br />
Türkler tarafından kullanılmıştır. Farsçadan<br />
geçen bazı ilâvelerle beraber 31 harf ihtiva<br />
eder; sağdan sola yazılır.); Yeni Türk alfabesi<br />
: (Lâtin esaslı 2© harften ibaret olan<br />
bu alfabe 1928'den bu yana Türkiye'de kullanılmaktadır.<br />
Lâtince'de bulunmayan ç, ı, ş,<br />
ğ, ö ve ü gibi seslerin ilâvesiyle Türkçenin<br />
fonetiğine uydurulmuştur).<br />
Yukarıda saydığımız alfabe ve yazılardan<br />
başka, Hıristiyanlığı ve Museviliği kabul<br />
eden bazı Türk boyları tarafından da çeşitli<br />
alfabe ve yazı sistemleri kullanılmıştır. Bu<br />
boylar ve kullandıkları alfabe ve yazı sistemleri<br />
şunlardır :<br />
1 — Peçenek yazısı : Orhon - Yenisey<br />
yazısına benzer bir yazı olup, «Atillâ<br />
Definesi» denilen ve Macaristan'da<br />
Nagy-Szent-Miklös'de bulunan<br />
muhtelif ve savaş eşya ve<br />
âletlerinin üzerinde yazılıdır.<br />
2 — Kuman yazısı : Hıristiyanlığı kabul<br />
eden Kıpçak-Kumanlarının yazısı<br />
olup, 1303'te yazılan Codex<br />
Cumanicus (okunuşu : Kodeks Kumanikus)<br />
adlı eser bu yazı ile yazılmıştır.<br />
S — İbranî yazısı : isa'nın doğumundan<br />
önce Museviliği kabul eden Hazar<br />
(Azak - Kırım) Türkleri tarafından<br />
kullanılmıştır.<br />
* — Yunan alfabesi : Ana dilleri Türkçe<br />
olan Karamanoğulları tarafından<br />
XV - XX. yüzyıllar arasında, Türkiye'de,<br />
Konya - Karaman civarında<br />
kullanılmıştır.<br />
5 — Ermeni alfabesi : Çok az kullanılmıştır.<br />
6 — İslâv alfabesi : Çok az kullanılmıştır.<br />
7 — Lâtin - İslâv alfabesi : Rumeli'de<br />
yerleşen Türkler tarafından kullanılmıştır.<br />
Türk kültürüne kaynak teşkil eden eski<br />
eserlerin büyük kısmı Uygur ve Arap yazısı<br />
ile yazılmış olmakla beraber, yukarıda<br />
işaret ettiğimiz yazılarla kaleme alınmış çok<br />
sayıda eserimiz de vardır. 9<br />
17
ihMa^'Â'te&Hrj® - #<br />
ÜC KISIR- ÇEMBER<br />
MEHMET ŞAHÎM<br />
Geçen yazımda anlattığım Cambridge Şehrinde bir Türk hanımla tanıştım.<br />
Her cuma akşamı evinde toplantı yapan Naime Hanım bir ingiliz<br />
ile evli ve Cambridge Üniversitesi'nde doktora yapıyor. Türkiye'de de<br />
Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde asistan imiş. Kocası çat-pat Türkçe<br />
öğreniyor. Cuma gecelerinin müdavimi olan Türk misafirlerine Türkçe birşeyler<br />
söylemekten zevk alıyor. Türkler'den başka İngiliz, İtalyan, Hinli,<br />
Alman, Yunanlı misafirler de var. Başta ev sahipleri olmak üzere çoğu<br />
marksist. Dünyadaki marksizme ait meseleler görüşülüyor, başarılar<br />
övülüp, başarısızlıkların taktik hataları tesbite çalışılıyor.<br />
Misafirler ikişer üçer kişilik gruplar halinde sohbet ediyorlar. Bazan<br />
biri yüksek sesle herkesi ilgilendiren birşey söylüyor, sonra yine<br />
sohbet çemberleri daralıyor, kahve, bira, şarap, sigara, müzik. Etrafta<br />
Naime Hanımın karanlıkta akan dereler gibi tel tel' ağarmış koyu siyah<br />
saçlarından ve esmer yüzünden başka Türkiye'ye ait hiç bir şey yok. Ancak,<br />
kendisinin fizik yapısına konuşmaları ve o konusmalardaki değer<br />
ölçüleri eklendiği zaman, bu tek Türkiye kokusu da ortadan kayboluyor.<br />
Sağ tarafta yerde bir stero pikap ve Vivaldi'den Karayan'a, Elvis Presley'den<br />
Bob Dillon'a kadar yan yana dizilmiş otuzüç devir plâklar. Birkaç<br />
sandalye iki koltuk, bir küçük masa, rastgele serpiştirilmiş eşyalar, duvarda<br />
Salvador Dali'nin menenjit hastasının deforme olmuş gözbebe»<br />
ğinden süzdüğü buhran dünyasına ait donuk tablolardan birkaç kopya,<br />
Naime Hanım bana dönüp yüksek sesle :<br />
«— Biliyor musun...» dedi. Kısa sükûtuyla küçük grupları susturup<br />
kendisinji sohbetin odağına akarak..:<br />
18
ÜÇ KISIR ÇEMBER<br />
«—Burada İsa Fakültesi'nde Dr. Piçken isimli bir hocayla tanıştım.<br />
Senelerdir Türk Müziği üzerinde çalışırmış. Fakültede bu konuda dersler<br />
veriyor. Geçen gün beni Türk müziği ile ilgili (konferansına davet<br />
etti. Hiç duymadığım çok ilginç bazı iddiaları var. Örneğin Ezanın güçlü<br />
bir müzik yönü varmış... ve özellikle İstanbul'un büyük camilerinde ezan<br />
Türk Müziğinin makam ve ölçülerine göre okunurmuş... Hiç duymamış<br />
ve dikkat etmemiştim doğrusu. Ve dediğine göre batıdaki askerî müzik<br />
aletlerinin isimlerinin Türkçe olduğunu söyleyerek isbata çalışıyor. O<br />
zaman batılılar, Osmanlılar karşısındaki yenilgilerinin sebeplerini araştırırken,<br />
Osmanlıların üstünlüğüne ait çeşitli unsurlar yanında, mehterin<br />
harplerde askerin şevkini ve harp gücünü artırdığını da tesbit etmişler,<br />
At sırtındaki en az seksen çift küs, davul, nakkare ve zurnanın askere<br />
ölüm korkusunu unutturup, düğün şevkiyle harp gücü verdiğini anlamışlar<br />
ve bu yönetimi kendileri de uygulamaya karar vermişler. Bir başka şaşırtıcı<br />
konu da kilisede ilâhi söyleyerek dua etme geleneğinin bizdeki tekkelerden<br />
ve bilhassa Bektaşî Tekkelerinden alınmış olması. Müslümanlığın<br />
Balkanlarda süratle yayılışında Bektaşî Tekkelerinin rolünü görüyorlar<br />
ve tekke müziğini kiliselerde uyguluyorlar. Batıda askeri ve kilise<br />
müziği zamanla değişip bugünki şeklini alıyor ama kaynağı Osmanhlar'dan<br />
geliyormuş. Bunları belgeleyen kitaplar konferansçının masasının üstündeydi.<br />
Ne dersin, tuhaf değil mi...»<br />
«— Tuhaf olan bunları Dr. Pîcken'dan öğrenmektir.» dedim. Naime<br />
Hanım aldırmadı ve bana Dr. Piçken'I e görüşmemi tavsiye etti.<br />
Tekrar sohbet çemberi daraldı. Yanımdaki İcgiliz'Ie konuşmaya başladım.<br />
Bir evvelki yaz İstanbul'a gezmeye gelmiş, seyahat intibalarıni anlatıyordu.<br />
Konuşması sırasında defaatla Gons-tantinople sözünü kullandı.<br />
Constantinopie'da gezdiği kiliseler, Constantinopie'da gördüğü surlar...<br />
Sözünü kestim. Onun şuur altına uzanan yolun kapısını açabilmek için kelimeleri<br />
titizlikle seçerek dedim ki :<br />
«— Affedersiniz, deminden beri Gonstantinople kelimesine kafam<br />
takıldı. Biliyorsunuz ki beşyüzü aşkın seneden beri bu şehrin ismi İstanbul'dur.<br />
Size halâ Gonstantinople dedirten, tarihî, kültürel, dinî, ailevî<br />
bir takım sebepler olmalıdır. Bu tabiî söyleyişinizin şuuraltı temelini izah<br />
edebilirseniz gerçekten memnun olurum.»<br />
«— Soruş tarzınızın samimiyeti karşısında cevap verememezlik edemiyeceğim.»<br />
dedi. Ve biraz düşündükten sonra ilâve etti: «Biz batılılar Bfzans'ı<br />
kültürümüzün ve medeniyetimizin köklerinden biri olarak kabul ederiz.<br />
Bizans bizim için Eski Yunan ve Roma ile Rönesans arasındaki köp-<br />
19
MEHMET ŞAHIN.<br />
rüdür. Rönesansın yarattığı batı için bu köprü çok değerlidir. Sizin olan<br />
birşeyi başkaları zorla alırsa ona ait sahiplik hissiniz hep devam eder.<br />
işte bizlerdeki Bizans topraklarına ait his onların birgiin işgalden kurtulacağı<br />
ümidini de içinde taşır. Kitapların, çevrenin, kilisenin şuuraltı yerleştirdiği<br />
bu duygudur ki Constantînople sözünde ısrarın kaynağını teşkil<br />
ediyor herhalde.»<br />
Kendisine açık izahı için teşekkür ettim. Bu itiraf, İngiltere'de ilkokul<br />
çocuklarının okuduğu bir yardımcı kitapda gördüğüm «İstanbul'un<br />
Avrupa'da olup batılılar tarafından kurulduğu fakat içinde oturanların Asyalı<br />
olduğu» tarzında adeta Türklere sahiplik izafe etmeyin ifadesiyle tam<br />
bir tutarlık içinde bulunuyordu.<br />
Osya, Türkler'in Anadöîuya yerleşmeleriyie İngilizlerin Galieri doğuya,<br />
İskoçlar'ı kuzeye itip Britanya Adalarının ortasına yerleşmeleri aşağı<br />
yukarı aynı asırlara tesadüf eder. Birinin çıkıp da yukarıdaki izaha benzer<br />
bir izahla Londra'nın İskoçlar'a veya Galler'e ait olduğunu ve İngilizler'în<br />
işgalinden kurtuluşunu ümit ettiklerini, söylese İngilizler en azından o<br />
şuuraltını propaganda matkabıyla oyarlardı.<br />
Naime Hanımın evindeki bu toplantıdan birkaç gün sonra İsa Fakültesi'ne<br />
bir akşam üzeri Dr. Picken'ı görmeye gittim. Odasının kapısına<br />
geldiğim zaman içerden bir türkü duyuluyordu. Kapıyı vurup girdim. Ellibeş<br />
yaşlarında, tıknazca, beyaz saçlarının çoğu dökülmüş, kırmızı yüzlü<br />
bir adam önündeki teypin düğmesini kapatıp ayağa kalktı ve elini uzattı.<br />
Kendisiyle tanışmak için geldiğimi, kim olduğumu söyledim. Yer gösterdi,<br />
düzgün bir Türkçe ile «Hoş geldiniz» dedi. Önündeki kâğıtta biraz önceki<br />
türkünün yarım kalmış notaları vardı. Büyük çalışma masasının üzerinde<br />
iki tane teyp, birkaç tane bant, daktiloyla yazılmış kâğıtlar ve notalar<br />
göze çarpıyordu. Duvarlar boydan boya kitaplarla doluydu.<br />
1952 yılından beri Türk Musikîsi üzerinde çalışıyormuş. Her yıl Türkiye'ye<br />
gelip bölge bölge, köy köy dolaşır, çeşitli seviyedeki insanlarla<br />
konuşur bantlar doldururmuş. Bunları bana Türkçe olarak anlatıyor. Biraz<br />
sonra yandaki çok büyük bir odaya aldı beni. «Burası müzemdir» dedi.<br />
Şaşırdım. Her taraf Türkiye'den getirilmiş sazlarla dolu; tanburlar, kanunı<br />
lar, udlar, bağlamalar, curalar, rebaplar, kemençeîer, kudümler, darbukalar,<br />
tefler, neyler, kavallar, zurnalar, kopuzlar, tulumlar... Bunların bir kısmı<br />
duvarda asılı, bir kısmı da cam masaların içinde. Bir başka cam masada<br />
acaip nesneler gördüm. Baktım çocukluğumuzda oynadığımız şeyler;<br />
ağaçtan ses fırıldağı, bir yanı delinmiş kaysı çekirdeği, kavlatılmış söğüt<br />
20
ÜÇ KISIR ÇEMBER<br />
dalı kabuğu, yassıltıp ortasından ikiye katlanmış gazoz kapağı... Çocukluğumun<br />
bunlara acaip sesler çıkardığımız günlerini hatırladım. «Niçin<br />
topladınız bunları» diye sordum. «Antropolojik bir çalışma» dedi. «Türkîer'de<br />
musikî zevkinin nasıl oluştuğunu tesbite yarıyorlar. Bu gördüklerinden<br />
başka senin doğduğun yerlerde ses çıkardığınız oyuncaklar varımydı»<br />
diye sordu. Ona pelit çanağını iki parmağının arasına koyup<br />
üfleyişimizi ve iki üç tel lâstiği kibrit kutusunun üzerine gererek «kibrit<br />
sazı» yapışımızı anlattım. Hemen not aldı ve tarifime uygun şemalar çizdi.<br />
Teşekkür edip ayrıldım. Yolda, acaba Dr. Picken'ın müzesi Türkiye<br />
topraklarında varmı diye düşündüm. Kafamda Naime Hanım, Constantinople<br />
sayıklayan İngiliz, Dr. Piçken, var olma davamızın üç kısır çemberi olarak<br />
dönüyordu. •<br />
— TÖRE BÜYÜYOR — TÖRE BÜYÜYOR — TÖRE BÜYÜYOR —<br />
Milliyetçi Hareket « Büyük ve güçlü Türkiye» hedefine sağlam adımlarla<br />
ilerlerken; bu yolun fikir ve sanat alanlarında en büyük hizmeti yapmayi,<br />
kendine aslî görev edinmiş olan TÖRE büyüyor.<br />
TÖRE, okuyucularının yakın ilgisi ve güven verici desteği ile kuvvetlenerek<br />
büyüyor.<br />
TÖRE, aldığı asil vazifeye, her geçen gün daha fazla lâyık olabilmek gayesi<br />
ile büyüyor.<br />
Mayıs 1973'den itibaren derginiz TÖRE'nin sayfa sayısı 16 ilâve ile<br />
dört formaya çıkacaktır. Bu tarihten itibaren, derginizin fiatı 5 TL. olacaktır.<br />
Ancak sayın okuyucularımıza bir kolaylık sağlamak amacı ile TÖRE,<br />
şu kararı almıştır: 30 NİSAN TARİHİNE KADAR ELİMİZE GEÇEN ABONE<br />
İSTEKLERİ ESKİ FİAT ÜZERİNEN KABUL EDİLECEKTİR. Böylece 30 Nisan'a<br />
kadar abone olan okuyucularımız 12 dergi için, 60 TL. yerine, 36 TL. ödeyeceklerdir.<br />
Postadaki gecikmeler, göz önüne alınmayacağından, okurlarımıza<br />
en geç 20 Nisan'a kadar en yakın PTT merkezinden TÖRE'nin 10071978<br />
numaralı posta çeki hesabına 36 TL. göndererek, bu kolaylıktan faydalanmalarını<br />
tavsiye ederiz.<br />
TÖRE, Milliyetçi Hareket'le, Milliyetçi Hareket TÖRE ile Büyük Türkiye<br />
gerçekleşinceye dek büyüyecek ve güçlenecektir.<br />
Tanrı Türk'ü korusun. ©<br />
21
A L D f<br />
YETİK<br />
OZAN<br />
— ÂŞIK KEMALOĞLU'NA —<br />
Kara günde bir ak ülküye yettik;<br />
Çıksa tana çıkar yolumuz bizim, *<br />
Dokuz ant üstüne bir düzen tuttuk;<br />
Sazı kılınç (bilir kolumuz bizim.<br />
Bencileyin güle yetmek dilersin;<br />
Gel gör ki, bir yanlış yerde çilersin,,<br />
Bu bağa hiç girme, çabuk yılarsın;<br />
Diken içindedir gülümüz bizim.<br />
Erenler elinden dolu içmişiz,<br />
Güzeller içinden yurdu seçmişiz,<br />
Ölümlü dünyada candan geçmişiz;<br />
Bu yüzden diridir .ölümüz bizim.<br />
Erzurum'a selâm kolay, gelmek zor,,<br />
Tarihi kâğıttan değil, taştan sor,<br />
Türk'ün ocağından eksilir mi kor;<br />
Yangınlar çıkarır külümüz bizim.<br />
Töre bozulmadı; bozulan düzen,<br />
Kör, sağır çekmiş de yabana özen,<br />
O yerlerde bugün bey gibi gezen,<br />
Ne acıdır, dünkü kulumuz bizim.<br />
Hoşgördü de Yetik Ozan sözünü<br />
Söz ile yakmadı senin özünü,<br />
Yamsnsan, akına çevir yüzünü;<br />
Umut dizgininde elimiz bizim,<br />
22
*&ffl''W,<br />
.^/M2ı.pK^PfcVk
MUSTAFA KAFALI<br />
üzere % 80 nin üzerinde Türk nüfusun yaşadığı bir bölge durumunda idi,<br />
1918 yılında Türk kuvvetlerinin Haleb'in kuzeyine çekilmesini takib eden<br />
hadiseler ve 1920 yılında Fransızlar ile yapılan hudut anlaşması Haleb vilâyetini<br />
ikiye böler şekilde olmuştu.<br />
Her ne kadar yukarda söylediğimiz üzere 1939 da Hatay vilâyeti Türkiye'ye<br />
ilhak edilmişse de halihazırda Suriye'de bilhassa Hatay vilâyeti He<br />
Gazianteb vilâyetimizin Suriye'ye komşu olan bölgelerinde kesiksiz olarak<br />
yüzlerce Türk köyü Suriye tarafından kalmıştır. Bunlardan I. grubun Bayır<br />
ve Bucak Türkmenleri olduğunu söylemiştik. Bugün Lazyike vilâyetine bağlı<br />
olan Bayır-Bucak Bölgesi kamilen Türk köyleriyle meskûndur. Yalnız Antakya'nın<br />
Yayladağ hududuna komşu olan Keseb nahiyesi ile buna bağlı olan<br />
Çınarcık, İki-Oluk, Kara Duran, Kabacık, Eski Ören ve Düz-Ağaç köylerinde<br />
sonradan buraya yerleştirilmiş olan Ermeni nüfusa da rastlanır. Fakat<br />
bunlar yekûn teşkil etmezler. Bu köyler isimlerinden de anlaşıldığı üzer»<br />
eski Türk köyleri olmalarına rağmen Fransız idaresi devresinde iken Ermenilerin<br />
adı geçen köylere yerleştirildikleri anlaşılıyor. Hemen bu köyleri<br />
takiben güneye doğru sahil tarafından Bucak nahiyesi köyleri, içeri<br />
kısımda da Bayır nahiyesi köyleri Uluçay (Nehr ül Kebir)'e kadar uzanır.<br />
Uluçay, Yayladağ yakınlarından çıkarak, Lâzkiye yakınlarından Akdeniz'e<br />
dökülen, bu bölgenin mühim ırkmaklarındandır. Bucak nahiyesine bağlı<br />
Türkmen köyleri, Lâzkiye'nin kuzeyinden denize dökülen Arab Çayı (Nehr<br />
ül Arab)'na kadar devam ederler.<br />
Bucak bölgesinde Türkmen köyleri, bizim hududumuza yakın Güvercinkaya<br />
Burnu ve Kara-Duran Dağının sahil tarafından ve güneyinde yer<br />
alan Bodur-Su köyü ile başlar. Buna yakın olan Himmetli ve Kızıllı köyleri,<br />
iç tarafta ise Bohça-Ağız, Fakı- Hasan köyleriyle devam eder. Yine sahilde<br />
Alaca-Burnu tarafında Alaca, Karakol-Köyü, Gümüş-Hort, yer alır. Alaca<br />
bölgesinin güneyinde Akdeniz'e dökülen Kandil Deresi ile Akdeniz sahili<br />
arasındaki köyler, «İsa-Beğli Köyleri» adı ile anılır. Bu köyler şunlardır:<br />
İşa-Bağli, Karamustafa, Büyük Pınar Köyü, Çiçekli Yazı, Sazak, Bozoğ!art r<br />
Ağtaş, Zeytuncuk, Kaynarca, Kara Koca, Kızanlı, Turunç, Kırca Aii, v Kığır<br />
ve Damat köyü. Adı geçen köyler, İsa Beğli adını alan Türkmen teşekkülânün<br />
yerleşme sahalarıdır. Kandil Deresi ile daha güneydeki Arab Çay'a kadar<br />
uzanan sahada sahile yakın olan Eski Kulluk, Dik Ağa, Çabıtlı, Süleyîbve<br />
Burç (Burc-ı İslâm) köyleri bu bölgenin güneyinde kalan en son Türkmen<br />
köyleridir. Bucak nahiyesinin merkezi Kandil Deresi'nin doğusunda kalan<br />
Saray Köydür. Saray-Köy'ün kuzeyinde yer alan Bucak köyleri şunlardır:<br />
Gergili, Kara Bucak, Şeyh-Veli, Kantara, Mılıklı, Kisecik, Çardaklı, Yumurcak,<br />
Gökdağ, Mülk. Kepir, Kulplu-Sekİ, Karamanlı, Külâhlı. HalitJi, Çanga-<br />
24
SURİYE TÜRKLERİ<br />
ralı, Çalkamalı, Filikli, Kerengül, Karaca, Türkmenli Köyleridir. Saray-Köy'ün<br />
batısında Çamurlu, Camuslu, Baskın, Kıraç, Parmaksız, İskenderli, Zinzif<br />
ve Bostancı Köyleri bulunur. Yine Saray-Köy'ün güneyindeki köyler şunlardır<br />
: Meydancık, Avanlık, Acramlı, Bel-Veren, Çukur-Veren, Zahre-Veren,<br />
Kandilcik, Hamam, Beyti-Nasir, Kara-Cücük, Moll-Mahmudlu, Kızıl Cura,<br />
Yalnız Çam, Mülek, Büyük Kızıl Cura, Hasancık, Kır Esat, Deli Köy, Küçük<br />
Kırca Ali, Kestel ve Seğirt Ali Köyleridir. Bucak nahiyesinin güneyindeki<br />
Behlûlîye nahiyesine bağlı Hırbet Türk, Hırtes Türk Köyleri yine bu köylerin<br />
devamı durumundadır. Saray Köy'ün batısında ise Şiran, Elmalı, Ayvalı,<br />
Muran ve Emlik Köyleri yer alır.<br />
Bucak Nahiyesi'nin doğusunda Bayır Nahiyesi, yer alır. Bayır Nahiyesi'-<br />
ndeki Türkmen köyleri, Uluçay hudutlarına kadar uzanır. Bu nahiyenin merkezi<br />
Kebeli'dir. Kebeli'nin kuzeyinde Türk hududuna doğru uzanan köyler,<br />
Türkiye tarafındaki Yayladağ kazasının köylerinin devamıdır. Bu köyler sırası<br />
ile şunlardır : Kara Kise, Moruklu, Keller, Salmur, Kara-Pınar, Salur,<br />
Yamadı, Zeytuncuk, Dağdağan, Dere-Yurt, Ablaklı, Dervişli, Çukurcuk, Kolcuk,<br />
Kabaklı, Çanacık, Cıvalık, Kop Kaya, Hıdan, Saldıran, Karaca Ağız,<br />
Kara Ahmet, İsa Pınar, Ilıcak, Aşağı Karamanlı, Yukarı Karamanlı ve Kör<br />
Ali köyleridir. Kebeli'nin doğusunda bulunan ve Uiuçay'a doğru uzanan<br />
köyler ise sırasiyle : Kara Ağıl, Kuruca, Basara, Züveyli, Beyti Veli, Han Köy,<br />
Kazancık, Mağara, Kara Cura, Beberli, Ağca Bayır, Şambaz, Kelez, Seren,.<br />
Aynül Hamam, Şah Muran köyleridir. Kebeli'nin güneyindeki köyler ise,<br />
Mağara Dere, Gündeşli, Kapaklı, Han Bektaş, Hıbıtlı, Kasap, Çolturman,<br />
Dırahtlı, Ayvalık, Dığmışlı ve Canlı (Gımam) Köyleridir. Bayır Nahiyesi'nin<br />
batısında, kuzeyde Kızıl Dağ'dan çıkarak kuzey güney istikametinde akıp,<br />
güneyde Uiuçay'a katılan Kızıl Çay, Bayır ve Bucak bölgelerini ikiye ayırır.<br />
Bucak bölgesi, daha ziyade ovalık ve düzlükleri; Bayır Bölgesi ise ismine<br />
uygun olarak yüksek tepeleri ve yaylaları ihtiva eder. Umum olarak isimlerinden<br />
de anlaşılacağı üzere bu bölge, tamamen Türkmen nüfusla meskûndur.<br />
Bayır ve Bucaklı Türkmenlerden vilâyet merkezi olan Lâzkiye şehrine<br />
yerleşenler de vardır. Bugün nüfusu 100 bine yaklaşan Lâzkiye şehrinde<br />
15 bin kadar Bayır ve Bucaklı Türk yaşamaktadır.<br />
Kuzey Suriye'de bulunan diğer grup Türkmen Köylerinin Haleb'in Kuzeyinde<br />
yer aldığını söylemiştik. Bu köyler, Hatay vilâyetimizin doğusunda<br />
ve Antep Vilâyetimizin güneyinde bulunan köylerimizin, Suriye'de devam<br />
eden uzantısı durumundadır. Bu köylerin en batıda bulunanlar Antep vilâyetimizden<br />
çıkarak Kilis'in batısında Arslanlı Suyu, Delî Çay ve Sabuncu<br />
Suyu ile birleşerek Kuzey güney istikametinde akan Afrin Suyu'nun batısında<br />
kalan, Havar Dağı ve Kurt Dağı bölgesinde bulunan Türkmen Köyle-<br />
25
MUSTAFA KAFALI<br />
rîdir, Afrin Suyu Suriye topraklarına girdikten sonra Haleb'in batısında bulunan<br />
Seman Dağları'nı doğuda, Havar ve Kurt Dağı'nı batıda bırakmak<br />
üzere güneye doğru akarken, Havar Dağı bölgesinden İnce-Su ve Ok<br />
Deresi, daha aşağı bölgede de Kurt Dağından doğan Çerçim Deresi ile<br />
birleşir ve Batıya doğru dönüş yaparak Reyhanlı'nın kuzeyinden Hatay topraklarına<br />
girer ve Amik Gölüne dökülür. Afrin Suyu ile Türk hududu arasındaki<br />
bu bölgede pek çok Türkmen köyü mevcuttur. Bu bölgenin kuzeyindeki<br />
Havar Dağı ile güneyindeki Kurt Dağı arasındaki Ok Deresi vadisi<br />
boyunca, hududumuzda bulunan Meydan-ı Ekbez'den Suriye'ye giren Haleb<br />
Demiryolu geçer ve bu bölgeyi iki kısma ayırır. Kuzeydeki Havar Dağı bölgesi,<br />
umumiyetle Türkmen Aşîret Köyleridir. Arin Irmağına katılan İnce Su<br />
Irmağı, Havar Dağı bölgesini Doğu ve Batı olmak üzere iki bölüme ayırır.<br />
İnce Su'nun batısında, hududumuzdaki Meydan-ı Ekbez'den itibaren, güneye<br />
doğru Deli Osman, Bin direk, Velidli, Deli Oba, Güvende, Tepe Köy,<br />
Koru Köy, Pullu, Solaklı, Atamanlı, Ali Viran, Firfirik, Meydanlı Oba, Alemdar,<br />
Çakmak, Küçük Çakmak, Çobanlı, Mamalı, Çençeli, Çarkıtlı, Çatal<br />
Kuyu, Küçük Solaklı, Öksüzlü, Göbek Köy, Dağ Obası, Şeyhler Obası, Dik<br />
Obası ve Mağara Köyleri uzanır. İnce Su Irmağı'nın doğusunda Antep hududundan<br />
güneye doğru Bülbül, Bâli Köy, Beğ Obası, Mahmut Oba, Kale<br />
Köy, Ziyaret Köy Serencik Orta Oba, Aşağı Oba, Saikaya, Ali Beğ, Karışık,<br />
Konak, Hıdırh, Çolaklı, Sağır Oba, Kuru Göl, Kaş Uşatı, Bebe Uşatı,<br />
Kurt Uşatı, Alkanlı, Duraklı, Alıcı, Kızıl Baş, Küçük Kargın (Derviş Köy),<br />
Belen, Naz Uşağı, Meydanlık, Çorbacı Oğlu ve Anbarlı köyleridir.<br />
Ok Deresi'nin güneyinde kalan Kurt Dağı bölgesini Çerçim Deresi<br />
Kuzey Güney istikametinde iki bölgeye ayırır. Bu bölgede bir miktar Kürt<br />
köyü var ise de yekûn teşkil etmezler. Çerçim Deresfnin doğusunda kalan<br />
ve Türk hududuna doğru olan bölümde, Derviş Oba, Küçük Atamanlı, Kadı<br />
Köyü, Mamalı Uşağı, Ömer Uşağı, Sarı Uşağı, Kantarlı, Birincili, Kantara,<br />
Mabedli, Çömezli, Al Cura, Hacı Kasımlı, Arslanın Köyü, Satı Uşağı, Kışla<br />
Köy, Selçik, Çakallı, Şeyh Çakallı, ve İn Kale Türkmen Köyleri bulunmaktadır.<br />
Çerçim Deresi'nin doğusundaki Türkmen Köyleri ise Aşağı Kışla,<br />
Dar Güney, Su Başı, Çolaklar, Kara Baş, Büyük Çakallı, Hacı Hasanlı, Aşağı<br />
Çobanlı, Tatar Hanlı, Kuran Köy, Kocaman, Şeyh Abdurrahman Gazi, Gümüş<br />
Burç, Yalın Goz, Hacılar, Aceli, Hacı İskender köyleri uzanır.<br />
Cebeli Seman'm doğusunda ve Afrin Suyu vadisindeki Türkmen Köyleri,<br />
kuzeyden güneye doğru sırayla şöyledir: Kurt Kulağı, Kara Kurt Kulağı,<br />
Kara Tepe, Kersen Taş [Nahiye Merkezi), Basut, Burç, Gaziler, Çadır<br />
26
SURIYE TÜRKLER!<br />
Köy, İskân Köy, Celeme, Eski Celeme, Göl Bayırı, Yukarı Divan, Aşağı<br />
Divan, Molla Halil ve Atma Köyü.<br />
Kilis Kazasının güneyinde Suriye tarafında kalan Azez kazasına bağlı<br />
Türkmen Köyleri, batıdan doğuya doğru yine aynı şekilde kesintisiz devam<br />
eder. Azez Kazası ile Afrin Suyu arasında kalan Türkmen Köyleri şunlardır:<br />
îki Dam, Dam, Kuzucu Pınar, Arpa Viren, Dikme Taş, Kozcu Pınarı, Umranlı,<br />
Büyük Kargın, Ali Beğli, Çimeli, Direkli, Aşağı Dam, Kastal, Ziyaret, Katma,<br />
Metinli ve Ali Köy'dür.<br />
Azez'in doğusundaki köyler ise : Sucu, Kefer, Parça, Kefer Cuş, İğde<br />
Köy, Havar, Hacar, Nasıhiye, Tel Battal, Kısacık, Tel Şain, Çeke, Dudan, Kara<br />
Mezra, Beğdili, Kara Köprü, Yeni Yapan, Mırgıl, Şamandra, Savran, Tuğlu,<br />
Kızıl Mezra, Barak, Kefer Kani, Tel Hüseyin, Yel Baba, El Beğli, Yahmil ve<br />
Defterdar köyleridir.<br />
Azez'în güneyinde kalan Taşlı Horbil ve Baş Köy ise Haleb'e bağlıdırlar.<br />
Bab Kazası Halep'in kuzey doğusunda yer alır. Anteb hududumuzdaki<br />
El Beğli Nahiyesinin Suriye'deki karşılığı Çoban Beğ Nahiyesidir. En kuzeydeki<br />
Çoban Beğ'den başlayarak güneyde Bab Kazasına kadar uzanan<br />
Türkmen Köyleri sırasiyle şunlardır : Çıldır Apa, Şahin Mezrası, Rakipti,<br />
Tel Hamur, Kadılı, Kara Göz, Gıdırıç, Zeyyatlı, Karur, Türkmen Barkı, Silsile,<br />
Haliloğlu, Ziyaret Köy, Koca Ali, Taş Kapı, Hacı Veli, Mamalı Köy, Yukarı<br />
Kanlı Kuyu, Kuruca Hüyük, Molla Yakup, Ayyaş, Kersenli, Bozluca, Ede Abat,<br />
Sekizler, Kalkım, Zülüf, Kapı Viran, Tepe Viran, Elçi, Mazıcı, Arap Gördük,<br />
Hacı Köse, Tepecik, Tarhın, Beş Çurun, Sap Viran, Kanlı Kuyu, Kör Hüyük,<br />
Kumru, Ulaşlı, Burgaz, Kendirli, Koç Ali, Kop Viran, Surnabat, Mehmet Ağa,<br />
Baş Köy (Nahiye), Acemi, Bayraktar ve Mağa köyleridir.<br />
Münbiç Kazası'nın kuzeyinde bulunan ve hududumuzdaki Akça Koyunlu<br />
Nahiyesi'nden Münbiç Kazası'na doğru; Öküz Öldüren, Kara Göz, Hanefi<br />
Solak, Acar, Kındıra, Boz Hüyük, Bel Viran, Çukur Viran, Gollü, Sabuncu,<br />
Kara Yakup, Koyunlu, Karataşlı, Kadılar, Çörten, Baltacık, Eşekçi, Kubbe<br />
Türkmen, Kantara, Mirza Şehit, Memik, Küçük Arap, Hasan, Büyük Arap<br />
Hasan, Ala Baş, Mahzenli, Songur, Yaşlı, Taşlı, Hüyük, Kerpiçli, Çatal<br />
Viran, Aktaş, Yılanlı, Kurt Viran, Aşağı Çakal, Yukarı Çakal, Çoraktı, Ak<br />
Viran, Osman Geldi, Küçük Medene, Büyük Medene, Şeyh Yahya, Ballı,<br />
Beğ Viran, Ziyaret, Camus Viran, Denden Oğlu, Nafak, Halvacı, Boz Geyik<br />
Ziyareti (Bölge Türkmenleri arasında çok itibar gören bir ziyaretgâh'ın bulunduğu<br />
bir köydür.), Aşağı Kuru Dere, Orta Kuru Dere ve Yukarı Kuru<br />
Dere, köyleri yer alır.<br />
Münbiç Kazası'nın güneyinde ise İsmail Efendi, Ömer Beğ, Ak Çukur,<br />
Yalnız Dam, Küçük Köy, Öküz Gözü, Katma, Sıçan, Kazıklı, Çene, Küçük<br />
27
MUSTAFA KAFALI<br />
Çene, Küçük, El Beğli, Küçük Kara Tepe ve Büyük Kara Tepe Köyleri<br />
bulunmaktadır,<br />
Hududumuzdaki Barak Nahiyesi'nden itibaren Türkmen Barak köyleri<br />
yine Suriye tarafında devam ederler. Antep topraklarından doğarak Akça<br />
Koyunlu yakınlarından hududumuzu terk ederek Suriye topraklarına giren<br />
Sacır Suyu bir müddet güney doğu istikametinde seyrederek. Avşar Bucağı<br />
yakının Fırat Nehrine karışır. Türk hududu ile Sacır Suyu arasında kalan<br />
köyler, umumiyetle Baraklı Oymağının yerleştiği köylerdir. Bu bölgede yer<br />
alan köyler sırasiyle şunlardır : Carablus (Nahiye), Aşağı Carablus, Harbü!<br />
Ceman, Keklicek, Döğünük, Kara Kuyu, Kındıra, Taş Atan, Aşağı Taş Atan,<br />
Çimeli, Yusuf Beğ, Kuru Hüyük, Bulduk, Şeyh Ahmetli Köyü, Ak Pınar,<br />
Küçük Debis, Büyük Debis, Tatlı Kuyu, Kösecik, Bel Mağara, Kırk Mağara,<br />
Balaban, Tokar, Dedet, Tokar Selemi ve Kır Ata'dır.<br />
Sacır Suyu'nun güneyinde ise Avşar Bucağı, Küçük Haman, Büyük<br />
Hamam, Tavşan Köy, Keçici, Köpekli Kuyusu, Küçük Yılanlı, Büyük Yılanlı,<br />
Kersen, Domuzlu, Mağara, Kara Sofu, Küçük Merkez, Kara Seki, Yusuf<br />
Paşa Kışlası, Keçili Kuyu, Nafi Paşa Bahçesi, Küçük Sandal, Büyük Sandal.<br />
Şaşı Köy, Yukarı Uçkuna, Aşağı Uçkuna, Orta Uçkuna köyleri yer alır.<br />
Bu bölge Türkmen Köyleri Fırat Nehrinin doğu tarafında da devam eder.<br />
Urfa Vilâyetine bağlı, hududumuzda bulunan Mürşit Pınarı Nahiyesi ile Akça<br />
Kale Kazasının güneyine isabet eden bu köylerin en doğudaki hududu Belih<br />
Irmağına kadar uzanır. Bu bölgede yer alan köyler sırasiyle şunlardır : Zor<br />
Mağara, Kuran, Hacı İsmail, Kara Kuyu, Dolu Dağ, Gevrik, Yedi Kuyu, Kör<br />
Pınar, Ali Şar, Kopuz, Boz Tepe, Kertik, Kara Kılınç, Arsian Taş, Köpek<br />
Satan, Aşkan, Harap Bey, Çelik, Yukarı Taşlık, Aşağı Taşlık, Kan Kara, Tepe<br />
Viran, Domuz, Uzun Domuz, Pendir, Göbelik, Avhan, Derin Dur, Seyf Ali,<br />
Yeni Yapan, Yukarı Şeyhler, Aşağı Şeyhler, Ilıcak, Kur İni, Poyraz Oğlu,<br />
Kumluk, Zırp Kötek, Meydan, Halilcik, Çakal Viran, Toraman, Boğaz, Kuyumcu,<br />
Kılınç Viran, Arsian Kuyu. Harabe Köy, Kırat, Kirik, Mağara, Geyik,<br />
Dede, Kula, Kara Kozak, Fıtık, Bucak, Sariç, Baş Kuyu, Eğerli ve Gollü<br />
köyleridir.<br />
30 Ekim 1918 de Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, Harbin<br />
durması icap ettiği halde, Fransız Kuvvetleri kendi nüfuz sahaları olarak<br />
kabul ettikleri Güney illerimizden, ileri harekâta devam ettiler. Hâleb<br />
Vilâyeti'nin sancakları durumunda olan Urfa, Antep ve Maraş'a girmeğe<br />
teşebbüs ettiler. Aynı zaman Hatay, İskenderun üzerinden Çukurova bölgesine<br />
asker şevkettiler. Bilindiği üzere Urfa, Antep, Maraş ve Çukurova'da<br />
Fransızlara karşı Türkler şiddetle mukavemet ettiler. Neticede Fransızlar<br />
28
SURlYE TÜRKLERİ<br />
bütün ileri hereketlerinde bu bölgelerde bulunan Ermenilerin de yardımlarına<br />
rağmen, bütün cephelerde bozguna uğradılar. Bunlara ilâveten Türk<br />
Ordusunun 12 Eylül'de Sakarya'da kesin bir zafer kazanması üzerine<br />
Fransızlar, 20 Ekim 1921 (20 Teşrin-i Evvel 1337) Türkler'le Ankara Antlaşmasını<br />
İmzaladılar ve bu toprakları bırakarak güneye çekildiler. 13 maddelik<br />
Ankara Antlaşması'nın 8. maddesine göre 1939 yılına kadar olan Hatay<br />
Vilâyetimizi hariçte bırakan güney hududumuz çiziliyordu. Buna göre<br />
Payas'ın hemen güneyinden başlayan hudud, batıdan doğuya devam eden<br />
hat boyunca Meydan-ı Ekbez'e ulaşıyor, oradan da Kilis'i Türkiye'de bırakmak<br />
üzere Çoban Beğ İstasyonu'na erişiyordu. Çoban Beğ'den itibaren<br />
Nusaybin'e kadar olan Demiryolu Hattını Türkiye'de bırakmak suretiyle devam<br />
ediyordu. Bu antlaşmanın 7. maddesine göre Fransız hakimiyeti altında<br />
kalan Türkler'in hakları korunacak ve bu bölgelerde Türkçe, «Resmî<br />
Lisan» mahiyetinde olacaktı. 9. maddede ise Fırat boyunda bulunan Caber<br />
Kalesi ve burada bulunan Süleyman Şah'ın Türk Mezarı diye bilinen yeri<br />
Türk Toprağı olarak kabul edilerek, buraya Türk Bayrağı çekilecek ve bir<br />
Türk Garnizonu bulunacaktı. 12. maddeye göre Halep Şehri'nin su ihtiyacını<br />
karşılamak üzere Antep'in 15 km. güneyindeki Çağdan pınarından çıkan<br />
ve bir kanalla Haleb'e bağlanan Haleb Arığı ve yabutta Kuveyt Suyu, Haleb'e<br />
kadar yol boyunca bulunan Türkmen köy ve kasabalarının da istifadesine<br />
açık tutulacaktı. 13. maddede ise hududun güneyinde kalan Türkmenler,<br />
mer'a emlâk ve arazilerinden istifade edip, vergiye tâbi olmaksızın istedikleri<br />
zaman Türkiye'ye serbestçe girip, çıkabileceklerdi. Görüldüğü üzere<br />
Güney hududumuzun tanzimi Millî mahiyette olmayıp, siyasî hüviyet kazanmaktaydı.<br />
Çünkü hududun güneyinde o günkü miktarları ile yarım milyonun<br />
üzerinde Türk Topluluğu mevcuttu. Fransız hâkimiyeti onların varlığını<br />
yukardaki maddelerde görüldüğü üzere resmen kabullenmek mecburiyetinde<br />
kalmıştı. Yukarda da söylediğimiz üzere Haleb Vilâyeti, sancakları,<br />
kazaları ve köyleri itibariyle azınlıklar bir tarafa bırakılacak olursa tam 1<br />
mânâsıyle bir Türk Toprağı durumunda idi. Netice itibariyle o günün şartlarının<br />
doğurduğu zaruret, münasebeti ile tanzim edilen hudud andlaşması;<br />
Türk nüfusun bittiği yerlerden, yani Millî hududdan değil, sun'i bir mahiyette<br />
olan demiryolu hattı esas alınarak, bu vilâyetin Türk Topluluğunu<br />
arazileri ve mülkleri ile birlikte iki parçaya bölecek şekilde siyasî bir<br />
hududla ayrılmış bulunuyordu. 1938 yılında bugünkü Hatay Vilâyemiz, Atatürk'ün<br />
enerjik politikası neticesinde istiklâle kavuşmuş ve 1939 yılında*<br />
da Türkiye'ye ilhak edilmişti. Fakat yukarda saymış olduğumuz sayısız"<br />
Türk köyü halen Suriye tarafındadır.<br />
Son zamanların aktüel meselelerinden birisi de Suriye'deki Türklerin,<br />
arazi ve mülklerinin Suriye Hükümeti tarafından devletleştirilmiş olma-<br />
29-
MUSTAFA KAFALI<br />
sidir. Ancak, Suriye hükümeti bu devletleştirme işini bir emr-i vaki ile<br />
ucuzca bitirebileceğini zannetmektedir. Suriye hükümeti, bunu yapmakla<br />
900 yıllık vatan parçasından bu bölge Türk'lerinin toplu halde Türkiye'ye<br />
hicretini temin edecek bir vasatı hazırlamaktadır. Çünkü arazi ve mülkleri<br />
devletleştirildikten sonra bölge Türk'lerinin, onları bu toprağa bağlayan<br />
vatan ve yurt mefhumu ortadan kaldırılmış olacaktır. Dolayısiyle cüz't fiyatlarla<br />
mülkleri ellerinden alınmış olan Türk'ler, belki de herhangi bir<br />
zorlama olmasa bile, kendiliklerinden Anavatan'a iltica edeceklerdir. Böylelikle<br />
hudud tanziminden 50 yıl sonra, asırlardır Türk Yurdu durumunda<br />
olan bu topraklar, Türk nüfusunu kaybederek, araplasacaktır. Yani asırlardır<br />
sürüp gelmekte olan dirlik ve düzen ortadan kaldırılarak Misak-ı Millî'ye<br />
uymayan, 20 Ekim 1921 de çizilmiş olan siyasî hududa tabi olarak bu<br />
bölgeler boşalacağı için dünün siyasî hududu, netice olarak aleyhimize<br />
tecelli eden Millî hudud haline gelecektir. Malûm olduğu üzere siyasî<br />
hududlar devlet hududlarıdır. Millî hududlar, her zaman siyasî hududlara<br />
uymazlar ve siyasî hududların ötesinde de aynı soydan İnsanların devam-<br />
Jığı mevzubahs ise bu nüfusun bitim noktalarından geçerler. Bu durum<br />
Türk Devleti için bir hayli düşündürücü ve bu mesele, üzerine eğilmesi<br />
icab ettirici şartlan getirmektedir. Çünkü bu mesele, yalnızca Suriye<br />
hududlan dahilinde kalan 300 bin Türk'ün dâvası değil aynı zamanda Türk<br />
Hükûmeti'nin de meselesidir. Hududlarımız haricinde kalmasına rağmen,<br />
halen muteber olan 1921 Antlaşmasına göre; Türk Varlığı ve haklarının<br />
tesbit edildiği bu topraklar, asırlardan beri binlerce şehit vererek muhafaza<br />
edilmişti. Siyasî hududlarımızın ötesinde kalan Türk Topluluğu tarafından<br />
da aynı hatıraya binaen elde tutulmuştu. Dolayısiyle para mukabilinde<br />
bu toprakların bırakılması, Türk Milleti için unutulması güç bir acı hatıra<br />
haline gelecektir. ®<br />
BİBLİYOGRAFYA<br />
Ali Rıza Ylgın, Cenb'da Türkm-en Oymakları, 1-2 Ankara 1988 3İ-4 Adana 1934.<br />
Ömer özbaş, Gaziantep Dolaylarında Türkmenler ve Baraklar, Gaziantep 1968.<br />
M. Şakir Ulkütaşır, Cerablus Çevresindeki Türkmen Aşiretleri, Halk Bilgisi Haberleri,<br />
cilt XI s. 12 - 13, istanbul 1940<br />
Abdülkadir inan, Gaziantep Vilâyetinde Türkmenler, Halk Bilgisi Haberleri, cilt IX<br />
s. İS® - 141, istanbul 1940.<br />
Abdülkadir inan, Gaziantep Vilâyetinde Il-Beğler, Halk Bilgisi Haberleri, cilt IV,<br />
s. 73 - 74, istanbul 1934.<br />
Ahmet Refik Altınay, Anadolu'da Türkmen aşiretleri, istanbul 1930,<br />
Faruk sümer, Oğuzlar, Ankara 1967. .; .<br />
Faruk Sümer XVI. Yüzyılda Anadolu, Suriye ve Irak'da Yaşıyan Türk Aşiretlerine<br />
Umumî Bir Bakış, Iktisad Fak. Mec XI. s. 509 - 523, istanbul 1952,<br />
.•ar» , : •—•— : —<br />
TÖRE'nin 23. sayısında yayınladığımız sayın Mustafa Kafalı'nın «Suriye<br />
Türkleri» isimli makalesinde bibliografya kısmı eksik çıkmıştır.<br />
Okuyucularımızdan, ek ilâve olarak verdiğimiz bu kısmı, bibliografyaya<br />
ilâve etmelerini rica ederiz.<br />
Faruk Sümer, Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar. T.A.D.,1,1 - 98,<br />
Ankara 1963<br />
Ali Sevim, Suriye Selçukları, I, Ankara 1965.<br />
Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu'nda Aşiretlerin İskân Teşebbüsü<br />
(1691 - 1969), İstanbul 1963.<br />
Cengiz Orhonlu, Lazkiye Türkleri, Türk Kültürü, sayı 40, s. 426 - 429,<br />
Ankara 1966.<br />
Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin sancağı, İstanbul 1969.<br />
A. Suat Bilge, A. Şükrü Esmer, Mehmet Gönlübal, Oral' Sander, Cem<br />
Sar, Duygu Sezer, Halûk Ülman, Türk Dış Politikası (1919 - 1965], Ankara<br />
1969.
Uzun zamandan beri başta politikacılar<br />
ve ekonomistler olmak üzere hemen hemert><br />
hörkese birşeyler söyleme ve yazma fırsatını<br />
veren ve reformlar ailesinin bir ferdi<br />
haline gelen «Teşvik Tedbirleri Kanun Tasarısı»<br />
yakında meclislerde geniş tartışmalara<br />
yol açacak bir konu haline geldi,<br />
Kanun tasarısının gerekçesini özet olarak<br />
şöyle ifade etmek mümkün: Türkiye<br />
kalkınmayı çabuk ve dengeli bir biçimde pek<br />
yürütemeyen bir ülke hüviyetindedir. O<br />
halde, başta ara malı ve yatırım malı üreten<br />
sanayi yatırımları olmak üzere, ihracatın,<br />
turizm ve döviz kazandırıcı hizmetlerin daha<br />
kolay bir biçimde yapılmasını sağlamak<br />
amacıyla, gerek özel ve gerekse kamu kesimini<br />
teşvik etmek gerekmektedir. ,<br />
TEŞVİK<br />
TEDBİRLERİ<br />
YETERLİ Mİ<br />
ASÎS. DR.<br />
TEVFİK ERTÜZÜN<br />
Gerçekten de bu gerekçe hiçbir tereddüte<br />
fırsat vermeyecek ddrecede mantıkî<br />
ve tutaYlıdır, O kadar ki, bugün en gelişmiş<br />
ülkelerden başlıyarak hemen hemen her ülkede<br />
(merkezî plânlama ile idare edilen kominist<br />
ülkeler hariç), bir takım teşvik tedbirleri<br />
alınmış ve alınmaktadır. Bütün bu ülkeleVde»<br />
kanun yapıcı organın, gerekli gördüğü mal<br />
ve hizmet üretimini teşvik edecek yönde tedbirler<br />
alabilmesi yanında, caydırıcı yönde<br />
de baz^ı engellemelere başvurabilmesi kendi<br />
yetkisi içindedir. Türkiye'de de, teşvik<br />
tedbirleri hem özendirici hem de vazgeçirici<br />
yönü olan bir tedbirler silsilesidir. Ancak,<br />
yapılan tartışmalar daima özendirici<br />
yönde alınacak tedbirler üzerinde yapılmış,<br />
caydırıcı yönü peVde arkasında kalmıştır.<br />
Halbuki vazgeçirici yönü de aynı titizlikle ele<br />
alınacak olursa tasarının sağlamak istediği<br />
hedeflere ulaşmak mümkün olabilir. Mesele<br />
basit bir alternatifler mukayesesinden ibarettir.<br />
Şöyle ki tasarı, ilk olarak yatırım malları<br />
sanayii, madencilik sektörü ve elektronik<br />
sanayiine öncelik tanımaktadır. Anlaşılıyor<br />
ki bu alanlarda faaliyet gösterecek müteşebbislere<br />
bir takım kolaylıklar sağlanacak<br />
ve onlara belli bir kâr haddini tutturmalarına<br />
imkân verilmiş olacaktır.<br />
31
TEVFÎK ERTÜZÜN<br />
Karşımıza şöyle bir soru çıkıyor, bu<br />
•müteşebbisler kimler olacak Kanun tasarısına<br />
göre; «Sabit yatırım tutarı gümrüksüz<br />
100 milyon TL. nın üzerinde olan her türlü<br />
yatırımlar ile geri kalmış yörelerde yapılacak<br />
ve sabit sermaye tutarı gümrüksüz 50 milyon<br />
TL.'nın üzerinde bulunan her türlü yatırımlar,<br />
yatırım konusuna bakılmaksızın, yatırım<br />
büyüklüğü itibariyle gümrük muaflığından,<br />
yatırım ve indiriminden orta vadeli<br />
kredi imkanından ve yatırım kotasından yararlanabileceklerdir.<br />
Ortak sayılan 100 ve daha<br />
fazla olan halka açık anonim şirketler ile<br />
kooperatifler ve yurt dışındaki işçi kuruluşlarınca<br />
gerçekleştirilecek yatırımlar, yatırımın<br />
geri kalmış yörede yapılması ve sabit yatırım<br />
tutarının 10 milyon lirayı aşması şartıyla<br />
gümrük muaflığı, yatırım indirimi, orta<br />
vadeli kredi kolaylığı ve yatırım kotasından<br />
otomatik şekilde yararlandırılacaklardır».<br />
Kanunun can alıcı noktasını teşkil eden<br />
bu pümleler, her türlü spekülasyon yapılmasına<br />
çok müsaittir. Ancak tartışmalar ekonomik<br />
ölçülere, memleket kalkınmasına, sosyal<br />
adalet prensiblerine ve millî hedeflere<br />
uygun düşecek tarzda geliştirilirse, tasarının<br />
faydası mutlak olacaktır. Yukarıda işaret ettiğimiz<br />
cümleler ise bu haliyle kaldıkça pek<br />
umut verici görülmemektedir.<br />
Kanun tasarısı, çok ortaklı anonim şirketleri,<br />
kooperatifleri ve işçi kuruluşlarını teşebbüse<br />
geçirmeyi hedef almaktadır. Ne var<br />
ki, ülkemizde bugüne kadar görülen uygulama,<br />
—bu arada sermaye kanunu tasarısının<br />
halâ çıkmadığını belirtmek gerekir—ve içinde<br />
bulunulan ekonomik ortam, AET'ye geçiş döneminde<br />
bulunduğumuz da dikkate alınacak<br />
olursa kanundan beklenilen bu hedefin en<br />
azından bir fantazi olduğunu ifadeye yeter.<br />
Demek ki, yeni yatırımcıyı şu anda ekonomide<br />
olanlar dışında, aramamak gerekir. Bu mantıkî<br />
silsile içinde varacağımız nokta, mevcut müteşebbisi<br />
halen üretimde bulunduğu alandan<br />
çekecek, ona bazı kolaylıklar tanıyarak istediğimiz<br />
alanda ve bölgede yatırıma girmesini<br />
temin edeceğiz. Meselâ, tekstil, ya da<br />
montaj sanayiinden alarak ara malı veya<br />
yatırım malı üretimine geçireceğiz. Şimdi<br />
yukarıda ifade ettiğim endişeye geliyorum.<br />
Ekonomide mevcut müteşebbis zümre<br />
dışında yeni yatırımcılar ortaya çıkmıyacağına,<br />
yahut çıksa bile, ancak belli bir zaman<br />
devresini gerektirdiğine göre, sağlanacak teşvik<br />
tedbirleri, mevcut yatırımları halen büyük<br />
kârlar sağladıkları yatırım alanlarından<br />
çekmeye onları caydırmaya yetebilecek<br />
midir Üstelik devlet, gümrük muafiyeti,<br />
gümrük taksitlendirmesi, yatırım indirimi<br />
ve diğer gelir kaydedici unsurlardan dolayı<br />
büyük bir yük altına girmektedir. Tabî<br />
ki bu tedbirlerin yol açacağı yeni yatırımlar,<br />
bir tak>ım ekonomiyi genişletici yan<br />
etkilere sebep olacak ve devlet bu sefer<br />
müsbet yönde yararlar sağlayacaktır. îşte<br />
bu nokta mevcut alternatiflerin esaslı şekilde<br />
bir değerlendirmeye tâbi tutulması<br />
gerekir.<br />
Buraya kadar ele aldığımız yönü ile<br />
tasarı, pek çok savuncularının ifade ettiği<br />
kadar başarılı görülmemektedir.<br />
Halbuki, ekonomiyi dengeli bir biçimde<br />
geliştirmeyi ve üVetim mali yatırımlarını<br />
hızlandırmayı hedef alan teşvik tedbirleri<br />
manzumesinin çok daha gerçekçi ve akılcı<br />
olması gerekirdi. Teşvik tedbirleri bu haliyle<br />
daha çok büyük çapta üretimi ve onun faydalarını<br />
sağlayıcı niteliktedir. Görüldüğü gibi<br />
yatırım miktarını 100 milyon liranın üstüne<br />
çıkaracak olanlar, hangi bölgede ve hangi<br />
endüstri kolunda yatırımda bulunurlarsa bulunsunlar<br />
teşvikten yararlanmış olacaklardır.<br />
Gene 50 milyon liranın üzerindeki yatırımlar<br />
geri kalmış bölgelerde yapılmış olmak şartıyla<br />
hangi endüstri kolunda yapılırsa yapılsınlar<br />
teşvike tâbi olacaklardır. Hem ifade<br />
edelim ki, şayet sadece işletme cesameti<br />
büyültmek isteniyorsa bu tür tedbirlere<br />
ve devletin açık bir şekilde gelir kaybına<br />
uğramasını görmemeziikten gelmeye<br />
hiç lüzum yoktur. Bunlar mevcut kanunlarda<br />
düzenlemeler yapılmak veya bir İki<br />
yeni kanun yapmakla «sermaye ve bankalar<br />
32
TEŞVİK TEDBÎRLERİ<br />
kanunu gibi» düzenlenebilir. Bazı yatırımların<br />
teşvik edilmesi için ise, onların normal<br />
şartlarda yapılamaması ve mutlaka yapılmasında<br />
millî ekonomi için yararlar bulunması<br />
şarttır.<br />
Netice olarak şunu diyebiliriz ki, tasar/ı<br />
bu haliyle kamulaştığı taktirde, sadece<br />
büyük çapta üretimin sağlıyacağı faydaları<br />
getirecek, buna mukabi'l devlet kasasına<br />
büyükçe bir miktar külfet yükleyecektir.<br />
Başkaca pozitif bir etki beklememek gerekir.<br />
Kanunun bu haliyle çıktığı düşünülecek<br />
olursa net etkisinin ne olacağı şu mukayesenin<br />
neticesine bağlı olacaktır. Şayet tasarının<br />
mevcut hükümlerinin toplam sosyal<br />
faydası, toplam sosyal maliyetini, «gelir dağılımını<br />
bozucu etkiler dahil» aşıyorsa tasarı<br />
savunulmağa değer. Ne var ki bu alternatiflerin<br />
objektif bir değerlemeye tâbi tutulması<br />
halinde, getirilmesi istenen tedbirlerin<br />
pek umut verici değil, hattâ zarar verici<br />
olduğu anlaşılmaktadır.<br />
O halde mesele tek bir noktada çözüm<br />
beklemektedir,: teşvik tedbirleri kanun tasarısındaki<br />
hükümler, beklenilen neticeleri<br />
vermekten uzak, eksik, tek kelime ile yetersizdir.<br />
Bu konuda alınması gerekli tedbirlerin<br />
neler olması lazım geleceği konusu ise ayrı<br />
bir makale konusu teşkil edecek kndar geniştir.<br />
Ancak burada tedbirlere esas teşkil<br />
edecek prensiblerin neler olması lâzım geleceği<br />
konusuna temas etmeden geçemiyece-<br />
ğiz-<br />
Önce tedbirlerin getirileceği bütün alanlarda<br />
bir fayda-maiiyet analizi yapmak gerekir.<br />
Bütün yatırımlar için sosyal faydanın<br />
ve sosyal maliyetin tam ve doğru bir biçimde<br />
hesaplanmasının güçlüğü bilinmektedir.<br />
Bununla beraber tam ve doğru olmasa da<br />
böyle bir hesabın yapılmış olması zarurîdir.<br />
Yoksa, alınacak tedbirlerin ne götürdüğünü<br />
ve ne getirdiğini bilmeye imkân<br />
yoktur. Okyanusta dümenslz bir gemi içinde<br />
kalınmak kaçınılmaz olur,<br />
ikinci olarak, teşvik tedbirleriyle birlikte<br />
olarak bazı önemli kanunlar vakit geçirilmeden<br />
çıkarılmalıdır. Sermaye, Bankalar ve<br />
Ticaret kanunları, teşvik tedbirlerinin etkin<br />
bir tarzda işlenmesine imkân verecek şekilde<br />
çıkarmalı ve düzenlenmelidir. Nihayet<br />
teşvik tedbirleri, bir ölçüde sosyal adalet<br />
prensiblerinden ayrılmayı gerektirmekle<br />
beraber, Türkiye'nin sosyo-ekonomik şartları<br />
hiç bir zaman gözden uzak bulundurmamalı,<br />
millî varlık ve bütünlüğün bir gereği olarak<br />
sosyal adaleti daha çok sağlamak hedef<br />
alınmalıdır. Burada bilhassa vasıtalı vergi<br />
ödeyenlerin aleyhine olan adaletsiz bir vergi<br />
tabikatının daha da bozulmasına dikkat çekmek<br />
gerekir. Finansman güçlüğü içinde bulunan<br />
devlet, daha da artacağı açık olan<br />
bütçe açığını vasıtalı vergi dışında yeni<br />
kaynaklarla karşılamak yolunu tutmalı, en<br />
azından bugünkü dengenin daha fazla bozulmasına<br />
göz yummamalıdır. ©<br />
istediğiniz kitapları<br />
TÖRE -<br />
Yayım ve<br />
temin<br />
isteme adresi :<br />
Konur Sokağı,<br />
Köklü Pasajı<br />
No: 57 C/8<br />
Bakanlıklar — Ankara<br />
DEVLET<br />
Dağıtım'dan<br />
ediniz.<br />
33
e *&«)MÜfi*frt<br />
Gökbörü soyunun bahtı kararmış,<br />
Alyanaklı kızın yüzü sararmış,<br />
Yiğit Mehmet'imin teni morarmış,<br />
Gamdır yanan, gör ki dumanımız var.<br />
Halıya, kilime can veren kızlar!<br />
Size bakanların ciğeri sızlar...<br />
Varın Başbuğ'uma dokuz yıldızlar,<br />
Deyin evvel «geldik, amânımız var.»<br />
Dokuz ak ışıklı büyük Başbuğ'um,<br />
Belli değil değil gayri şölenim, yuğum,<br />
Yukselmez mi Bozkurt taşıyan tuğum<br />
Bu yolda akacak çok kanımız varl..<br />
Kimi Fars'a, Kimi Rus'a Tutsaktır.<br />
Bulgar, Yunan içre Türkçe yasaktır.<br />
Türk'ün bahtı kara, alnıysa aktır,<br />
Bahtı ak olacak; imanımız varj<br />
Başbuğ dese s «Dünya hele kimindir<br />
Yüzde yüz Türk olsan cihan senindir!<br />
islâmiyet bize en yüce dindir;<br />
Töre bizim, hem de Kur'an'ımız varis<br />
Batı ne ağırlar, ne de el verir:<br />
Ne Türk'e uyacak bir emel verir;<br />
Kendine dön ey Türk| Gayri elverir}..<br />
Orkun'dan alınmış fermâinımız var]<br />
ÜT<br />
34<br />
Başbuğ derse: «Sabır beklerim sizden!»<br />
Kaşı çatılmışsa, sesi genizden;<br />
«Türklük ses verecek dokuz denizden,<br />
Türkeli uyansın, zamanımız var!»<br />
Fırtınadan, sonra serin yel esti;<br />
Sabır hayat için elzem nefesti;<br />
Kemaloşlu bildi, sözünü kestik<br />
Bugün başbuğ, yarın Turan'ımız varl<br />
AŞIK KEMALOGLU
SADIK KEMAL TURAL<br />
ÖLÜMSÜZ ESERİ N MUHTEVASI<br />
Bir ebedî eseri : 1—Ne söylü<br />
yor (Konu seçimi meselesi); 2 — Neden<br />
söylüyor, tesiri nedir (Sebep ve<br />
tesir meselesi); 3 — Nasıl söylüyor<br />
(Dil ve üslûp meselesi) sorularının<br />
ışığı altında değerlendirmek gerektiğini<br />
daha önce belirtmiştik. Geçen<br />
sayımızdaki yazımızda ilk sorunun tahliline<br />
başlamıştık, devam ediyoruz.<br />
Her ebedî eserde konu bir vasıtadır;<br />
en önemli iki vasıtadan biridir.<br />
«En önemli» diye vasıflandırdığımız<br />
birinci vasıta, milletin işlek sanat dilidir.<br />
Dil'in şeklî değeri yanında, bir<br />
de üslûp başarısı açısından estetik<br />
değeri vardır. Fakat konunun şeklî vasıtalıktan<br />
başka değeri yoktur; yâni<br />
konu estetik bir değer taşımaz. Pekii,<br />
konu için millîlik de bir değer taşımaz<br />
mı Hiç şüphesiz taşır. Konu mutlaka<br />
yazarın ana vatanından mı seçilecektir,<br />
sorusuna, ne tamamen evet, ne<br />
de tamamen hayır diyebiliriz. Çünkü,<br />
konusu Almanya'da veya Fransa'da geçen<br />
bir hikâye, roman, senaryo, tiyatro<br />
eseri, eğer bir TÜRK'ün yabancılara<br />
bakışını veriyorsa, eser millîdir.<br />
ı<br />
ı<br />
TÜRK gibi bakıştan doğan, olaylan<br />
yorumlayış ve aksettiriş Türklük taşımaz<br />
mı Her şeyden önce, millî dil<br />
de ayrı bir unsur teşkil etmez mi<br />
Bu cins eserlere örnek olarak aklımıza<br />
gelen ilk eser, «Ayakta Durmak<br />
İstiyorum» dur. Buna rağmen, «Aziyâde»,<br />
bizim konumuzu işleyen bir<br />
roman olmasına rağmen, eser BİZİM<br />
değildir. Çünkü, Piyer Loti insanımıza<br />
bakarken de bir Fransız'dır, romanına<br />
işlerken de...<br />
Yalnız, Türk soyunun başka bir<br />
soy karşısındaki maddî ve manevî tavrının<br />
destanları olan, Emine Işınsu Öksüz'ün<br />
«Azap Topraklan»; Cengiz<br />
Dağcı'nın «Korkunç yıllar», «Onlar da<br />
İnsandı», «Yurdunu Kaybeden Adam»<br />
v.b. eserlerindeki çevre, yukarıdaki<br />
cinsten değildir. Dün sınırlarımız içinde<br />
iken, bu gün tutsak Türkler'le dolu<br />
olan bu çevreler, her şeyiyle Türklük<br />
kokmaktadırlar. Bu sebeple konular<br />
millîdir.<br />
Pekii, konuları Anadolu'dan alındığı<br />
iddia edilen, fakat işlenen köy<br />
ve köylüsü ile Türk'e benzemeyen<br />
35
SADIK KEMAL TURAL<br />
eser (!) ler ne olacak Anlattıkları köy,<br />
Suriye'nin, İran'ın veya Bulgaristan'ın<br />
bir bölgesi midir, yoksa Türkiye midir,<br />
belli olmayan «yapıt (!}» lan okumuşsunuzdur.<br />
Köylüsü, kasabalısı, şehirlisiyle<br />
Türk'e benzemeyen insanları<br />
işleyen romanları (vitrinlerde de olsa)<br />
görmüşsünüzdür. Bu, bir doktrinin<br />
dikte ettirdiği hezeyannâmeler hangi<br />
guruptandır Bunlar, Türk soyuna Türk<br />
gibi bakmadıkları için ne millî, ne de<br />
ebedîdirler; ebedî de olamayacaklardır.<br />
En çok bunların okunduğunu söylemek<br />
geçti aklınızdan değil mi Deterjan<br />
reklamı cinsinden reklamlarını,<br />
sahte müsabakalardaki şişirme «ödül»<br />
lerini düşünün önce; sonra «Mayk<br />
Hammer» serisinden «Çırılçıplak Öleceksin»<br />
kitabının 150.000 sattığını<br />
hatırlayın, mesele çözülmüştür.<br />
Ebedîlik ve millîliği bünyesinde<br />
dengelemiş ölümsüz eser, mensup<br />
olunan soyun insanına karşı, dikkatli<br />
bir bakıştan doğar. Bu bakış, engin<br />
bir müsamaha, derin bir aşk ile dolu<br />
değilse millîlik, edebîlik ve ebedîlik<br />
beklemek ham hayaldir. Bu bakışın<br />
ışığında, soyun bütün insanlarını manevî<br />
ve maddî bakımlardan billurlaştıran<br />
bir konu seçilebilir.<br />
Sebep ve tesir meselesine gelince,<br />
bu maddenin tahlili asıl meselemizdir.<br />
Konuya geçiş, beklenen tesirin<br />
de belirmesi demektir. Beklenen tesiri<br />
uyandırıp uyandırmaması ayrı bir konudur.<br />
Tesirin devamlılığı, her devre<br />
için geçerliliği önemlidir. Zaten bu<br />
şart, ölümsüzlük demektir.<br />
Edebiyat eseri, her şeyden önce<br />
güzellik ve zevk kavramları üzerine<br />
kurulmuştur. Güzellikten ve zevk alma<br />
kaygusundan uzak bir eser, edebî olmaktan<br />
çok uzaktır. Söyleyişteki sebep<br />
bir soya ait değerleri güzellik ve<br />
zevk alma ölçülerinin imbiğinden<br />
geçirip, işlek-millet dili ile abideleştirmek<br />
olmalıdır. Sanatkâr, yukarıdaki<br />
sebepten şuurlu bir şekilde yola çıkmaz,<br />
çok defa; fakat şuuraltı bu gaye<br />
vardır.<br />
Güzellik ve zevk alma ferdî bir<br />
ölçü gibi görünse de, içtimaî bir değerdir.<br />
Tek tek fertlerde beliren, fakat<br />
toplumdan alınmış olan zevk ve<br />
güzellik anlayışı, millî bir özellik taşır.<br />
Bir milletin kendine has duygu, düşünce,<br />
inançları ile ümidlerinin bir<br />
neticesi olan yaşama düzenine hars<br />
(kültür) diyoruz. Edebiyat ve sanatın<br />
yaratıcısı olan fert, harsın yoğurduğu<br />
bir insan değil midir Öyleyse<br />
edebiyat eserinin millî hayatın bir<br />
görünümü olduğunu kabul etmemek<br />
için hiç bir sebep kalmıyor. Ancak,<br />
millî harsın yoğurduğu, millî zevk ve<br />
güzellik anlayışının oluşturduğu, millî<br />
dilin hayatiyet kazandırdığı eser, yabancı<br />
tesirler de taşıyabilir.<br />
Önce, ferdi yakalayan, saran;<br />
sonra, fertlerdeki ortak noktaları birleştirip,<br />
toplumun edebî şuuruna, estetik<br />
zevkine hitabeden eser, hem edebî,<br />
hem millî, hem de ebedîdir.<br />
Millîlik açısından estetik güzellik<br />
ve zevk meselesine dâir söylenmiş<br />
ve söylenecek olan sözler millî<br />
36
ÖLÜMSÜZ ESERİN<br />
estetik anlayışımızın belirmesine yardımcı<br />
olursa vazifemizi yapmış sayacağız.<br />
Millî .kültüre ait şahsiyeti ve orijinaliteyi<br />
yoketmeye yönelen her türlü<br />
davranışın «ıkat'iyyetle» karşısındayız.<br />
Buna rağmen, gelişmenin yanındayız.<br />
Kültür mirasımızın bir aynası<br />
olan sanat ve edebiyat sahasında<br />
olduğu kadar, diğer sahalarda<br />
da millî kültüre ait araştırmalar<br />
ve tesbitler yapılmalıdır. Bu araştırmaların<br />
ve tespitlerin ışığında, ÖZ'e<br />
ait değerlerimiz; millî sanat geleneğimizin<br />
meseleleri, kendisine uygun<br />
çözümlerle geliştirilebilir. Her Türk<br />
Milliyetçisi, yozlaştırmadan gelişmenin<br />
yanındadır.<br />
Aydın (entellektüel), kendi milletinin<br />
güzellik ve zevk anlayışının bir<br />
neticesi olan millî kültüründen taviz<br />
vermeden, yabancı şeylerden hoşlanabilir,<br />
zevk alabilir. Bir Fransız şiirini,<br />
İngiliz tiyatrosunu veya İspanyol romanını<br />
güzellik ve zevk ölçüleri açısından,<br />
.kendine yakın bulmak, taktir<br />
etmek millî zevke ihanet sayılmaz.<br />
Millî Kültürün bir neticesi olan «millî<br />
zevk» i inkâr etmeyen, başka milletlerin<br />
estetik değerlerinden hoşlanmamızın<br />
neticesi «entellektüel zevk» i<br />
reddetmiyoruz. Kendi değerlerini aşağılayan,<br />
reddeden kozmopolitlerdeki<br />
zevk (!) i«entellektüel zevk» sayamayız;<br />
kendi değerlerinden kopmuş, şuursuz<br />
ve şahsiyetsiz bir zevki tanımıyoruz.<br />
«Biz millî kültürümüzü, yalnız kendi<br />
zevkimiz için, kendimiz tadına varmak<br />
için yapacağız. Başka milletler<br />
de, ondan, Loti'lerin, Farrere'lerin<br />
yaptığı gibi, ara sıra tadarak lezzet<br />
alabilirler. Nasıl ki biz de Fransız,<br />
İngiliz, Alman, Rus, İtalyan milletlerinin<br />
kültüründen ara-sıra zevk alıyoruz<br />
ve alacağız. Fakat bundan sonra, bu<br />
zevk alışımız, hiç bir zaman «egzotizm»<br />
in sınırını aşamayacaktır. Bizce,<br />
Fransızlara, İngilizlere, Almanlara,<br />
Ruslara, İtalyanlara ait güzellikler,<br />
ancak egzotik güzellikler olabilir. Bu<br />
güzellikleri sevmekle beraber, hiç bir<br />
zaman gönlümüzü onlara vermeyeceğiz.<br />
Biz gönlümüzü, ezel gününden<br />
beri, milli kültürümüze vermişiz. Bizim<br />
için dünya güzeli, millî kültürümüzün<br />
güzelliğinden ibarettir. (...) Kültür<br />
itibariyle hiç bir milleti kendimizden<br />
üstün görmeyiz. Bize göre Türk<br />
Kültürü, dünyaya gelmiş ve gelecek<br />
olanların en güzelidir. (Ziya Gökalp,<br />
Türkçülüğün esasları, İst. 1970, s :<br />
109, 110)<br />
Görüldüğü üzere Gökalp, kendi<br />
kültürüne aşk ile bağlılığı şart koştuktan<br />
sonra, değişiklik veya merak<br />
duyguları içinde ele alınan eserlerden<br />
zevk almaya «hayır» dememektedir.<br />
Edebiyat, insanı ve insanın bağlı<br />
olduğu çevreyi verir. Coğrafî şartları<br />
ne olursa olsun, insanın şekillendirdiği<br />
bir çevre vardır; mânâ ve maddesine<br />
damgasını vurmaya çalıştığı bir<br />
çevre... Çevre kelimesini bir soyun<br />
yaşadığı vatan olarak mânâca genişletiniz,<br />
muhtevaca zengin bir kavram<br />
elde edersiniz. İşte bu çevre, manevî,<br />
hattâ maddî yapısıyle millî kül-<br />
37
SADIK KEMAL TURAL<br />
türün ve bu arada millî zevkin coğrafyasıdır.<br />
Ebedî yaratma son derece karmaşık<br />
bir hadisedir. Bir eseri tahlil etmek<br />
için, yazarın, mensup olduğu soyun<br />
çağ içindeki yerini de iyi değerlendirmek<br />
gerekmektedir. Sanatkâr<br />
«şuuruna erse de ermese de» bir<br />
soya mensuptur. O soyun, önce, tarih;<br />
sonra, yaşanan çağ içinde yaşadığığınji<br />
ve yaşamakta olduğu bir macera<br />
sonucu; ulaştığı bir yer vardır.<br />
Diğer soylara nisbetle kazılan yere,<br />
mefkuresinin işaretlendiği yeri de eklerseniz<br />
sanatkârın ufkunu belirlemiş<br />
olursunuz. Bu ufkun içinde, geçmiş,<br />
geçmekte olan, gelecek koyun-koyuna<br />
yaşar. Yine bu ufkun içinde, güzellik<br />
ve zevk anlayışının yoğurduğu mîllî<br />
sanat ve edebiyat geleneği vücut bulur<br />
,ki sanatkârı bunun dışında düşürtmek<br />
mümkün değildir.<br />
Edebiyat, önce millî kültürün, giderek<br />
milletlerarası medeniyetin en<br />
önemli unsurudur. İktisadî, siyasî v.s,<br />
görüşler, doktorinler gürültülü seslerle<br />
dolu bir savaş yeri... En çok<br />
taraftar bulan, alkışlanan doktirinler,<br />
felsefeler, bir gün rafa konmaya mahkûm...<br />
Yaşayan ve yaşayacak olan,<br />
edebiyattır. Hangi Edebiyat Soyunu<br />
billurlaştırmadaki başarısını doruğa<br />
çıkararak, bütün insanlığın ufku olan<br />
edebiyat... a<br />
EROL GÜNGÖR<br />
TÖRE yazı ailesinin güçlü kalemi, değerli arkadaşımız Erol Güngör,<br />
Mart ayı içinde geçirdiği bir kalp krizi sonucu, Cerrahpaşa Kliniği'nde,<br />
tedavi altına alınmıştır.<br />
Arkadaşımızın sıhati gittikçe düzelmektedir.<br />
Kendisine acil şifalar temenni eder, geçmiş olsun deriz — TÖRE<br />
38
MURAT BARDAKÇİ<br />
TRT VE TÜRK MUSİKÎSİ<br />
Bir millet, tarih sahnesine çıktığı an, musikîsi de onunla beraber belirir.<br />
Millet ayakta kaldığı sürece, musikî de yaşar... onun acı ve tatlı anlarını,<br />
milletçe duyulan müşterek hisleri teremmün eder.<br />
Bizim musikîmiz de böyledir. Temeli, Orta Asya'ya dayanır. İlk Türk<br />
Devleti ile birlikte, Türk musikîsi de, tarih sahnesine çıkmıştır. Devrin<br />
ozanları, kopuzları ile diyar diyar gezerek, millî hisleri terennüm etmişler;<br />
Türk'ün destanını anlatmışlar, Türk'ün karakterini, töresini, inançlarını kulaktan<br />
geçip, yüreğe inen sesin ahengi ile vermeye çalışmışlardır.<br />
Bunca kıymetli ve kökü, mazinin haşmetine dayalı Türk Musikîsi'nin,<br />
ne yazık, bahtsız bir musikî olduğunu itiraf etmek mecburiyetindeyiz.<br />
Yüz yıllardan beri, türlü ifadelere bürünen yobazlık, onu ortadan kaldırmaya<br />
çalışmıştır. iBr zamanlar, dîni kendilerine kalkan eden yobazlar!..<br />
(ki bizzat yüce dinimizi baltalıyorlardı) 13. yüzyılda, bu din yobazları; musikî<br />
ile meşgul olmayı, bir müzik âleti çalmayı kâfirlik, imansızlık addediyorlardı.<br />
Hele Hazreti Mevlana'nm dinî ifadeye raskı ve teganniyî getirmiş<br />
olması, o devrin yobaz muh'ti tarafından tam bir «zındıklık» olarak vasıflandırılmıştı.<br />
Bu hücumlar, 15 —16. yüz yıllara kadar devam etmiştir. Zamanın büyük<br />
mutassavvıfı Bursa'lı Şeyh İsmail Hakkı, din yobazlarına karşı, büyük<br />
eseri «Kitab-ün Necat» da, aynen şu cevabı vermiştir (1). «Ne acîp bî meşrepsin<br />
ki, hayvandan betersin ve ne garip fersude dîlsin ki, hardan eptersin.<br />
Gûşuna duhl etmedi mi ki (erhanâ yâ bijâl) veya işitmedin mi (kelimeni<br />
yâ hûmeyrâ) nutk'u şerif-i nebevîlerini. Âh kim vesâit içindesin yine<br />
vesâiti bilmezsin ve huzur-u Hak'a varıp gelmenin şerefi nedir anlamazsın.<br />
Yürü bu bağı fenada bülbül gibi inle, ve yâhud bir bülbül-ü hoş nevayı<br />
dinle tâ ki bir gülü bî hara eresin ve bir gül yüzlünün yüzünü göresin.»<br />
Türk Musikîsine karşı, hücumlar, devrimizde de aynen devam etmektedir.<br />
Ne var ki, kalkan değişmiş... yobaz, bu kez; «batıcılığı» kendine<br />
kalkan edinmiştir. Bu çevreler, musikîmizi, «iptidai» olarak nitelendirmekte,<br />
tek sesliliği bir kusur olarak göstermekte ve öz musikîmizi, bağrımızdan<br />
söküp atmaya çalışmaktadır. Şüphesiz, bu ikinci tip yobazların çabaları da<br />
muvaffak olamıyacak, onlar da tıpkı birincileri gibi, bir gün, alay mevzuu<br />
olacaklardır.<br />
Devam edecek olan Türk musikîsidir, tıpkı Orta Asya bozkırlarından<br />
doğan, Türkiye Cumhuriyeti ile devam eden ve ebediyete «kadar yaşayacak<br />
olan Türk Ruhu gibi.<br />
Bizim îçin üzücü olan, millî yayın organımız olan TRT'nin, bugün,<br />
39
MURAT BARDAKÇI<br />
«batıcı yobazlar» in, bilerek veya bilmeyerek tesiri altında kalması, onların<br />
âleti durumuna düşmesidir. TRT programlarında alaturka musikî gittikçe<br />
kısıtlanmaktadır. Eskiden Ankara radyosunda her gün yer alan «fasıl saati»,<br />
bir kaç yıldır, gün aşırı icra edilmektedir.<br />
Ayrıca, büyük bir kusur olarak gördüğümüz ikinci bir husus da TRT'niıt<br />
armonize edilerek, karakterleri yok edilmiş halk türkülerine, programlarında,<br />
büyük yer vermesidir.<br />
Bu armonize ve çok sesli Türk Musikîsi çığrını açan merhum Orel;<br />
ortadaki eserlere dokunulmamasını, bilhassa tavsiye etmiş; ancak yeni<br />
bestelenecek eserlerin armonik veya poiîfonik olarak yapılmasını teklif<br />
etmişti.<br />
Zaten kontrpuan usullerine ve armoniye tam olarak uymayan, bu tak'<br />
dirde dinleyenlere teshîr etme gücünü tamamiyle kaybeden musikîmiz;<br />
tek ses olarak bestelenmiş eserler, armonize edildiği zaman, tam bir<br />
çıkmaza düşmüş olmaktadır Armonik türküleri dinlediğimiz zaman<br />
elimizde olmadan; «Bizim halkımızın bağrından kopan musikî bu mudur»<br />
diye dudak bükmekteyiz. Ve maalesef, bu traji- komik, haftada bir kaç kez<br />
devam etmektedir. Merak ediyoruz; acaba yetkililer, bu çeşit programlarda<br />
eserin makamı yanlış terennüm edilirken ve güftesi ters telâffuza maruz<br />
kalırken; mezarda bestakârmm kemiklerinin sızladığını, hiç düşünmezler<br />
mi...<br />
Ve bu yetkililerin, televizyon programları aralarında; Türk eserleri<br />
koymak niçin akıllarına gelmez...<br />
Reklâm programlarında, repertuvar heyeti tarafından reddedilen eserlerin<br />
okunduğu, ve halkın bundan çok hoşlandığı, hiç mi dikkatlerini çekmez...<br />
Acaba başta sayın Erguner olmak üzere, diğer radyolarımızdaki Türk<br />
Musikîsi Müdürleri; bu garipliğin üstün hiç mi durmak istemezler<br />
Evet, yine malesef diyelim, bugün radyoyu; merhum şeyh-ül azâmin<br />
dediği gibi; bir çok «acaip - meşrepler» işgal etmişlerdir... ki, bunlar batıcı<br />
yobazların temsilcileri durumundadırlar.<br />
Biz; Erguner, İlkar gibi değerli kişilerin eline daha çok yetki verilmesi<br />
ile, bu yobazların hak ettikleri cevabı alacaklarını tahmin ediyoruz.<br />
Zannımızca, bu sayın kişiler; bu «rezilîzasyon» a, «DUR» demenin zamanı<br />
geldiği kanaatindedirler... Ve bizler, gerçek Türk musikîsi severleri; bir'<br />
gün TRT'den, bu batıcı yobazların ayıklanarak, radyolarımızın ve televizyonun<br />
tam anlamı ile millîleşeceğine, radyolarımızı açtığımız zaman, bir<br />
tanburun, bir kanunun, Türk yüreğine hitap eden engin nağmelerinin, odalarımızı<br />
dolduracağına inanıyor, o günü sabırsızlıkla bekliyoruz. 0<br />
(1) Merhum yazar M. Avni Bey, «Tasavvuf Tarihi» isimli eserinin 172. sayfasında;<br />
Şeyh'in sözlerini şu şekilde takdim etmektedir: «Bursalı Şeyh ismail<br />
Hakkı, Kitâb-ün Necât'ında,, tagannîler bahsinde güzel bir sesle bir şeyler okumak<br />
ve bunu dinlemek meselesini aklen ve hikmeten ve şer'an gayet hakimane şerh<br />
ve tafsil etmiş ve bu işe dahil eden mutaassıplara karşı şöyle demiştir,»<br />
40
ŞEVKET BÜLENT YAHNİCİ<br />
Türk tiyatrosunun yeni keşfi ve :<br />
EVHAM!<br />
Devlet Tiyatroları Ankara sahnelerindeki<br />
ikinci dönem oyunlarını, iki<br />
telif, iki de yabancı eserle devam<br />
ettiriyor. Büyük Tiyatroda Şekspir'in<br />
bir klâsiği, YANLIŞLIKLAR KOMEDYA<br />
SI, Yeni Sahnede Duremat'ın STRİNG-<br />
BERG OYUNU, Küçük Tiyatroda<br />
Haldun Taner'in SERSEM KOCANIN<br />
KURNAZ KARISI sahnelenen oyunlar.<br />
Bunların dışında, basın ve eleştiriciler<br />
için «es geçtiler» diyebileceğimiz bir<br />
oyun var ki, bizce 73 ün tiyatro hadisesidir.<br />
Evet, Altındağ Tiyatrosu'nda<br />
seyretmekte olduğumuz EVHAMI.<br />
Oyun, köşesinde unutulmuş, senelerce<br />
ihmal edilmiş, aslında Millî<br />
Tiyatromuz'un kurucusu ve müjdecisi<br />
diyebileceğimiz bir zatın: Ferâîzcizâde<br />
Mehmet Şakir Efendi'nin,<br />
Ferâizcizâde'nin 1853 — 1911 tarihleri<br />
arasında yaşadığı düşünülecek olursa<br />
yukarıdaki iddianın haklılığı bir yönüyle<br />
ortaya çıkar. Bu tarihlerde adepte<br />
eserler dışında önümüzde tek bir<br />
yerli eser var; Şinasi'nin Şair Evlenme'si.<br />
Öbür yönüyle yazarın eserlerindeki<br />
çalışma şekli, edindiği ve gerçekleştirdiği,<br />
gaye eserlere Türk Cemiye-<br />
41
ŞEVKET BÜLENT YAHNİCİ<br />
ti'nin maçları, örfleri, ata sözleri ile aksettirilişi,<br />
eski temaşa sanatı (karagöz,<br />
bilhassa orta oyunu) unsurlarına verilen<br />
önem v.s. itibariyle bakışta görülecektir<br />
ki, Ferâizcizâde, Millî Tiyatro<br />
endişesini ve gereğini ilk duyan ve<br />
bu yolda ilk adımı atan kişidir.<br />
Mehmet Şakir Efendi, Bursa'da<br />
doğmasına rağmen ailesi aslen Buhara'lıdır.<br />
Ferâizci Hasip Efendî'nin oğludur.<br />
Babası ve zamanın bilginlerinden<br />
ders görmüş, Arapça ve Fransızca öğrenmiştir.<br />
Matbaa ve gazetecilikle<br />
meşgul olmuş, bir ara edebiyat öğretmenliği<br />
de yapmıştır. Ahmet Vefik<br />
Paşa'nm Bursa valiliği sırasında onunla<br />
da temasta bulunarak, tiyatro ile ilgili<br />
müşterek çalışmalar yapmışlardır.<br />
Matbaasında güzel baskı örnekleri<br />
vermek gayesiyle kendisine alt altı<br />
adet eseri basmıştır. (Menazir-ül letaif)<br />
(Latif baskılar) adıyla çıkardığı eserler<br />
dizisi şöyledir: 1) Teehhüi yahut<br />
ilk göz ağrısı, 2) İnatçı yahut<br />
Çöpçatan, 3) Evhamî, 4) İcab-î<br />
Gurur yahut înkılâb-ı Muhabbet,<br />
5) Kırk yalan köse, 6) Yalan tükendi.<br />
Eserin önsözünde «... Şu kadar<br />
ki, tercüme ve şundan bundan almayıp<br />
kendi bostan-ı kariha-ı naçizemin<br />
(akıl bostanımın) iyi, fena mahsulleridir»<br />
demektedir. Yaptığı işin öneminden<br />
habersiz bir adam sözleri. Gerçekten<br />
de «Oynamak için değil, okumak<br />
için yazdım» demekle aslında tiyatro<br />
ile ilgili bir iddiası olmadığını da<br />
belirtmek istiyor,<br />
: ~ Ama gelin görün ki oynanmak şu<br />
tarafa okunmamış dahi, uzun yıllar.<br />
Ferâizcizâde Mehmet Şakir Efendi ismi<br />
bir kütüphaneierdeki eserinin üstünde,<br />
bir de Bursa'da Ahmet Vefik<br />
Paşa Tiyatrosu'nun yanındaki sokak<br />
tabelâsında kalakalmış, öylece. Ne<br />
bir tarihçi, ne bir edebiyat tarihçisi,<br />
ne de bir tiyatro tarihçisi pek «pas<br />
vermemiş» Ferâizcizâdeye... Bu unutuluş<br />
eser, sahnelenirken de edebiyatçı<br />
ve tiyatrocularımıza bir serzeniş<br />
şeklinde belirtiliyor. Nihayet kıymetli<br />
araştırıcı Metin And'ın gayretleriyle<br />
kütüphanelerden tozlar içerisinden<br />
çıkarılan eser, gene bir başkasının,<br />
Cevdet Kudret'in şahsî çalışmasıyla<br />
Türk Tiyatrosuna kazandırılıyor.<br />
Ama, biz gene gerekli ilginin gösterilmediği,<br />
gerekenin yapılmadığı kaanaatindeyiz.<br />
Tabiî, oyunu salonu her<br />
gün doldurarak, zevkle seyreden halkın<br />
dışındaki ilgiliden bahsediyorum.<br />
Fransa'da buna benzer birkaç tiyatro<br />
olayı var. Kıyıdan köşeden çıkardığı bir<br />
yazarı, bu yazarın sıradan bir eserini<br />
Fransız Tiyatrosu sadece Fransa'da<br />
değil, bütün tiyatro dünyasında hadise<br />
yaratarak sunmuştu. Üstelik Ferâizcizâde'nin<br />
Türk Tiyatrosu için arzettiği<br />
önem, taşıdığı manâ da ortada...<br />
Mehmet Şakir Efendi, devrinin<br />
tiyatrosuyl'a yakın ilgili bir devlet adamı<br />
olan Ahmet Vefik Paşa'nın oldukça<br />
tesirinde kalmış. Tiyatroda konu<br />
seçmede, atasözlerini kullanmada, Orta<br />
Oyunu tiplerini eserlerine sokmakta<br />
onun tavsiyelerine uymuş. Ayrıca Paşa'nın<br />
tercüme ve adeptelerini yaptığı<br />
Molyer'de, üzerinde büyük ölçüde<br />
42
EVHAMl<br />
«tkili. Hattâ eserlerindeki konu ve tip<br />
seçimlerinde de Molyer tesiri görülüyor.<br />
Meselâ Evhamî, Molyer'in Hastalık<br />
Hastası benzerliği. Fakat bu tesir,<br />
Ferâizcizâde'nin millîlik vasfına<br />
zerre kadar zarar verebilecek bir şe-<br />
Jdlde değil. Molyer'in kanavasına geleneksel<br />
Türk Tiyatrosunun inceliklerini<br />
başarıyla yerleştirmiş. Dil konusunda<br />
da gayet hassas olan Mehmet<br />
Şakir Efendi dili itibariyle devrinden<br />
çok ilerde. Türkçenin sadeleşmesi,<br />
arınması en büyük amacı. Hatta bir de<br />
«Dilbilgisi» adıyla eseri var. Bu bakımdan<br />
Müzahipzâde ile bir benzerlik kurulabilir.<br />
Fakat DİYALOG GELİŞTİRİL<br />
MESİ itibariyle müzâhipzâde'den daha<br />
başarılı.<br />
Gelelim oyun olarak EVHAMİ'ye.<br />
Evhami boş inançların konu alındığı<br />
bir eser. Bu inançlara gereğinden fazla,<br />
hastalık derecesinde önem veren<br />
Rıfkı Efendi. Onun bu zaafından faydalanarak<br />
dolandırmaya kalkan Leknâhûrî.<br />
Oyundaki Karagöz ve Orta Oyunu<br />
tiplerini temsil eden Kastamonulu<br />
uşak Dursun ve Rıfkı Efendi'nin oğlu<br />
Leman. Rıfkı Efendi'nin kızının (Hasnâ)<br />
sevgilisi Pertev bey. Karısı Pembe<br />
hanım, oyunun başlıca tipleri.<br />
. Eseri sahne için yeniden Cevdet<br />
Kudret düzenlemiş. Sahneye ise başarılı<br />
rejisiyle Adan Sayılgan, koymuş.<br />
Hüseyin Mumcu'nun devre uygun dekor-kostüm<br />
çalışması da başarılı. Evhamî<br />
(Rıfkı EfendiJ'de Erol Kardeseci,<br />
Leman'da Soner Ağın, Leknâhûri'de<br />
Haşim Hekimoğlu, Dursun'da Ejder<br />
Âkışık çok başarılı kompozisyonlar çi-<br />
ziyorlar. Dinçer Sümer (Pertev bey)<br />
için söyleyebileceğimiz «İbiş'in Rüya»<br />
sındaki rolü için söylenebileceklerin<br />
aynı. Diğer roller bilhassa kadın rollerindeki<br />
sanatçılar pek başarılı değil.<br />
Hele Hansa (Güven Çulhaoğlu) ile<br />
Sünbüi'ün (Gülseren Morgan) Rıfkı<br />
Efendi'nin baygınlık sahnesindeki<br />
(baygınlıkla ölüm arasındaki hali vermekten<br />
uzak) oyunları haddinden<br />
fazla baştan savma.<br />
Oyunla ilgili olarak görüştüğümüz<br />
rejisör Sayın Adan Sayılgan, bize:<br />
«Böylesine bir eseri sahneye koymaktan<br />
dolayı büyük memnunluk duyduğunu,<br />
Ferâizcizâde'nin Türk Tiyatrosu<br />
için gerçek bir kıymet olduğunu bu<br />
işe önayak olan Metin and ve yeniden<br />
düzenleyen Cevdet Kudretin, bu<br />
kıymetin yeniden keşfinde büyük rolleri<br />
olduğunu» belirtti. Ayrıca oyunu,<br />
mümkün olan ölçüde, o devrin sahnede<br />
canlandırılmasına gayret göstererek<br />
ele aldığını, müziğin de devrin müziği<br />
sirto-longolar olduğunu söyledi.<br />
Ben yazımı; Devlet Tiyatrosu'na,<br />
Ferâizcizade'ye eğilmesi, onu ve değerli<br />
eserini aydınlığa kavuşturmasından<br />
ve sayın Adan<br />
Sayılgan'a başarılı<br />
rejisinden dolayı tebrikle bitirmek<br />
istiyorum.<br />
Gerçek Türk Tiyatrosu yolunda<br />
atılacak her adım, tarafımızdan alkışla<br />
karşılanacaktır. Varsın Ötekiler<br />
«es geçsinler» ve «pas vermesinler!..<br />
•<br />
43
OĞUZATA ALTAYU<br />
üç<br />
FİLM<br />
ÜSTÜNE<br />
FATMA<br />
BACI<br />
Yapım < Erman Film<br />
Yönetmen : Halit Refiğ<br />
Senaryo : Cahit Engin<br />
Oynayanlar : Yıldız Kenter - Leylâ Kenter<br />
Sertan Acar - Fatma Belgen-<br />
Fatma Bacı, batı kültür emperyalizminin;<br />
din, dil, eğitim, sanat, hukuk, aile müesseseleriyle<br />
kıskacına girmiş milletimizin; duygu,<br />
düşünce ve davranış bakımından günümüzdeki<br />
temsilcisi, çeşitli fikir gurupları arasında<br />
bir denge unsuru, millî yapıyı günün<br />
gerçekleriyle ayakta tutmaya çalışan bir<br />
inanç abidesi, imkânsızlıklara karşı metanet<br />
İyinin arkasında destek, içinde yaşadığı<br />
toplumun mesuliyet şuurunu derleyici, toplayıcı,<br />
güç haline getirici bir kuvvet, yani : DEV<br />
LET ANA'dır.<br />
«Ulusal Sinema Kavgası» nın yazarı Halit<br />
Refiğ, eserindeki görüşlerini «Fatma Bacı»<br />
ile uygulama alanına sokmuş bulunuyor.<br />
Ikiyüz yıldan beri Batıyı taklit eden Türk<br />
aydını, halâ milleti karşısında içine düştüğü<br />
müşkil durumun dahi farkında olmıyacak<br />
kadar şuursuzluk hali içindedir. Bu görüş,<br />
Halit Refiğ'in seyircimiz önüne çıkardığı<br />
«Fatma Bacı» tablosunun perspektifini teşkil<br />
etmektedir. Siyasette, askerlikte, iktisat<br />
ve kültürde taklit ettiğimiz, fakat Halit Refiğ'in<br />
deyimiyle bir «aydın yanılması» neti-<br />
44
ÜÇ FlLM<br />
cesinde sadece bize en gerekli olan ilimde 3 nünü gün etmeye bakacaktır. Ve bay<br />
taklit edemediğimiz batı, bize savaş alanlarında<br />
kaybettiğini, masa başında kazanarak <<br />
batılının ikiyüz yıllık emekle yarattığı bu felşefe,<br />
«Fatma Bacı» nın oğlunu Almanya'ya<br />
mlllet-devlet ve müesseseler arasına soktuğu<br />
işçi olarak gitme veya kaatil olma hevesleye<br />
nifakla millî yapıda bir anarşi yaratmış J riyle ayakta tutacak, büyük kızını aşağılık<br />
bu durum bizde «batının üstünlüğü> şeklinde<br />
duygusu altında ezecek ve küçük kızı Aydan<br />
anlaşılmıştır. Bu neticelerin arkasınşe'nin<br />
ise nefretini kazanacaktır. Milletin<br />
Türk insanının yakasına yapışan aşağılık '<<br />
r<br />
duygusu, gelecekte mümkün olabilecek her<br />
nefretini kazandığı gün ise bizim için gerçek<br />
mutluluk başlıyacaktır.<br />
türlü başarıyı önlemiştir. Gençliğin, ilim (1<br />
adamının, siyasetçinin değer ölçüleri kaybolmuş<br />
Devlet Ana felsefesinin sahibi Fatma Bacı,<br />
ve her alanda ahlâk gücünü yitirmiş-<br />
miştir.<br />
«Fatma Bacı» nın yönetmeni, bu zihniyetin<br />
toplumun dağılmış güçlerini toplayabilecek<br />
midir Cezasını çekmekte olan bir mahkumun<br />
umuduyla «evet».<br />
ahlâk ve sanat adına işledikleri cina<br />
Tek kelimeyle başarılı bir film olan<br />
yeti başarılı bir kompozisyonla ortaya koyup, >, «Fatma Bacı», kaatil olduktan sonra halk<br />
bu gün inanç bakımından ulaştığı noktadan n<br />
haykırtyor: «— Batı., batı dediğiniz buysa, batınız<br />
ı-<br />
tarafından linç edilmeseydi, kusursuz bir film<br />
olacaktı. Bu sahne film mesajının tamamlanmedim,<br />
batsın». Devlet hayatımıza «görmak<br />
üzere olduğu ve dramatik gerilim doruk<br />
duymadım, bilmiyorum» yüksek siyasetini<br />
(l) sokan bay batılı, Halit Refiğ'in n<br />
i- noktasına ulaştığı bir zamanda, mânâsız bir<br />
sorunun zihinlere belirmesine yol açıyor ve<br />
bu haykırjşını, cinsel zevklerin paylaşıldığı \\ başarılı bir anlatımı zedeliyor. Halk linç eti-<br />
o renkli ve müzikli salonların kadın sesleri<br />
me hassasiyetini umumiyetle namus konula- 1<br />
arasında muhakkak ki işitmiyecek ve gü- t" rında gösterir. ®<br />
DÖN Ö §<br />
Yapım : Akün Film<br />
Yönetmen : Türkân Şoray<br />
Senaryo : Safa Önal<br />
Çekini : Kaya Ererez<br />
Oynıyanlar : Türkân Şoray - Kadir İnanır.<br />
Daha önce başarılı bir oyuncu olarak tanıdığımız<br />
Türkân Şoray bu defa seyircinin.<br />
karşısına yönetmen olarak çıkıyor. Hem de<br />
hazırlıksız, filmine konu olarak aldığı köyün<br />
sosyolojik ve psikolojik yapısını bilmeden,<br />
meselelerini anlamadan, öğrenmek zahmetine<br />
katlanmadan. «Dönüş» bu yüzden esaslı<br />
bir tema'yı yakalamak şansına ermesine<br />
rağmen, değerlendirilmemiş veya garip bir<br />
tutkuyla köyde yaşayan millî değerleri biçim<br />
uğruna feda etmiştir. Aynı zamanda, yönetmenin<br />
olaylar, insanlar ve hayata karşr<br />
sağlam bir dünya görüşlünden yoksun<br />
oluşu «Dönüş»'ü bir kafıplaşmaya götürmüştür.<br />
Ağa - Gülcan - Çevre çatışması<br />
sağlam bir temele oturamamıştır. Çünkü<br />
çevre incelemelerine filmin çekime hazırlık<br />
devresinde hiç önem verilmemiştir. Bu<br />
45
OĞUZATA ALTAYLI<br />
yüzden kişileştirmede birtakım zorlamalar<br />
hemen kendini göstermektedir. Sosyal çevre<br />
tamamen yanlış bir yorumla kişilerin<br />
duygu, düşünce ve inançları tıpkı<br />
sosyalist gerçekçi akımın romanlarında olduğu<br />
gibi meteryalist bir açıdan ele alınmış<br />
tır. Muhtarsız, imamsız, gençleri ahlâksız,<br />
insanları ali - kıran, baş kesen ağaya esir<br />
alacak kadar şahsiyetsiz, dayanışma ruhunu<br />
yitirmiş ve Tüfrk-İslâm törelerinin dışında<br />
bir öz ve biçime sahip, Türkiye'nin<br />
hangi bölgelerinde yer aldığını bilmediğimiz;<br />
bu köy, aslında Türkân Şoray'ı bulunduğu<br />
noktaya getiren ve sinemamıza nefes<br />
aldırmayan yıldız sisteminin basit bir<br />
feklâm anlayışıdır. Bu köyün halkı Ağa'ys<br />
karşı belki ayaklanacaktır ama Türkân hanım,<br />
«rol keseceğim» diye buna müsade etmiyor..<br />
«Dönüş» le herhangi bir tezi savunmak<br />
pekâlâ mümkün olabilirdi. O zaman<br />
da Gülcan'ın Almanya'dan dönen kocası<br />
çizmeden yukarı çıkıp «Medeniyet, medeniyet,<br />
medeniyete gitmek lâjzım» diye<br />
geveleyip durmazdı. Eğer medeniyet Türkân<br />
Şoray'ın zannettiği gibi cicili bicili kadın<br />
ayakkabıları, yüzlerce deliği olan banyo<br />
muslukları, taksi, teyp ve radyo ise Türkiye'de<br />
hepsi de mevcut, bunun için Almanya'ya<br />
gitmeğe ne hacet var. Yok medeniyet<br />
eğer ilim, teknoloji ve muhtelif kültürlerinin<br />
meydana getirdiği ve yaşama gücünü<br />
kendinden alan bir hayat seviyesi, felsefe<br />
ise -doğrusu da budur>- «Dönüş» bunu<br />
seyirciye anlatmak gücünden yoksundurı«Dönüş»'te,<br />
«tövbe estağfirullah» istihzası<br />
ile verilmek istendiği gibi Türk köylüsü<br />
hiç bir zaman ilim ve irfana karşı olmamıştır-<br />
Ama zahmetsizce aydın olma hastalığına tutulanlar<br />
batı modası böyle bir davranışı benimsemişlerdir.<br />
Bugün köye küfretmek ilerici<br />
aydınlaYa (I) kendini kabul ettirmenin<br />
ilk şartıdır. Ama 'Türk köylüsü ilim ve irfan<br />
adına yapılan namussuzlukları, hiç bir zaman<br />
gözünden kaçırmıyacak kadar da basiretli<br />
olmuştur, işte çarıklı erkan-ı harbin bu<br />
aşırı hassasiyetidir ki, bir takım çevreleri tedirgin<br />
ve küfürbaz etmiştir.<br />
«Dönüş» başarıyla işlenmiş aileye sadakat<br />
fikrinin dışında, bütünüyle günsüz ve sakat<br />
doğmuş bfr çocuğu andırmaktadır. Ancak<br />
bu doğum hadisesinde suç bütünüyle Türkân<br />
Şoray'a aittir.<br />
Seyircinin karşısına reklâm anlayışı ile<br />
de olsa çıkan bir yönetmenin, kendi yıldız<br />
sisteminin erişilmesi güç zirvesine ulaştıran<br />
kitlelere karşı biraz saygılı olması gerekmez<br />
mi. Eğer gerekmezse bu saygısızlığın kaynağı<br />
nedir ©<br />
46
ÜÇ FÎLM<br />
GÖKÇE<br />
ÇİÇEK<br />
Yapım<br />
Yönetmen<br />
Senaryo*<br />
Eser<br />
Çekim<br />
Oynıyanlar<br />
: Erman Film<br />
: Lütfi Ö. Akad<br />
: > > ><br />
: Erol Keskin<br />
: Gani Turanlı<br />
{' Serdar Görkan<br />
Hülya Koçyiğit<br />
Zaman olarak 18. yüzyılı, mekân olarak<br />
Osmanlı imparatorluğunun Ege Bölgesi dolaylarında<br />
Şaman-İslâm gelenekleriyle yaşıyan<br />
yörük obası ve konu olarak, imparatorluk<br />
bünyesinde Mirî Toprak Sisteminin bozulmaya<br />
başlamasıyla birlikte, bu yörüklerin göçebe<br />
hayattan, yerleşik hayata geçiş problemlerini<br />
efsane-tarih karışımı bir dille ele alan<br />
Lütfi Ö. Akad, son filmi Gökçeçîçek'le sinemamıza<br />
tarihî-sosyolojik bir boyut kazandırıyor,<br />
İnanç olarak mülkiyeti Allah'a, işletme<br />
hakkı devlete ait olan ve halk tarafından<br />
kullanılan toprakların (Mirî Toprak Sistemi)<br />
şahıslara tapu karşılığında satılmasıyla doğan<br />
batı tipi özel mülkiyet sistemi, beraberinde<br />
sınıflı toplum yapısını getirmiştir. Tarihimizin<br />
bu kesimi, günümüzdeki, siyasi,<br />
ekonomik ve kültürel anarşinin başlangıç dönemidir.<br />
Gökçeçiçek"in tarihi-sosyolojik vasfı<br />
da bu tesbiti yapmasından ileri gelmektedir,<br />
Bu gerçekler filmin efsanevi ve ger-<br />
47'
OĞUZATA ALTAYLI<br />
.çek kahramanlarının etrafında örgülenmiştir-<br />
Obanın insanlarının bile olmasa, ileri gelenlerinin<br />
veya ön planda olan Gökçeçiçek'in<br />
günlük hayatında Şaman-İslâm gelenekleri<br />
belirli bir yer tutuyor. Mavi boncuk (at boncuğu<br />
veya nazar boncuğu), sarımsak, dilek<br />
ağacı (veya evliyaların, yatırların, uluların<br />
mezar taşlarına, çevre demirlerine bir dilekte<br />
bulunarak çaput bağlama), çocuklara takılan<br />
mavi göz boncukları, Türklerin İslâmiyet<br />
öncesi dinleri Şamanlık'tan günümüze<br />
kadar ulaşan batıl inançlardır ve halen günlük<br />
hayatın içinde yer almaktadır. Filmde<br />
«Üçler, yediler, kfrklar» deyiminin yanında,<br />
•c— Selman Ali öldü, Allah'ın rahmeti üzerine<br />
olsun> ve bu anlamdaki birkaç cümle<br />
islâmî motifler olarak oba halkının inanç<br />
yapısını ortaya koymaktadır.<br />
Esrarengiz gücüyle oba yörüklerine akıl<br />
veren, yol gösteren, müşkillerini halleden,<br />
efsanevî bir varlık olan Dede; hakikaten Atsız<br />
Bey'in «Bozkurtların ölümü> adlı tanınmış<br />
romanındaki Göktürk'lerin «Ki raç Ata»<br />
sidir. Sezgisiyle obayı her türlü felâketten<br />
koruyan, törelere karşı güçsüzlüğünü dilek<br />
ağacına dilekde bulunarak gidermeye çalışan,<br />
aşkını kutsallaştıran Gökçeçiçek ise, yine<br />
Atsız beyin «Delikurt» adlı tarihî romanındaki,<br />
farsak obasında yaşayan Uygur güzeli<br />
«Gökçen» dir.<br />
Akad'ın daha önce yaptığı «Kızılırırmak-Karakoyun»<br />
ve «Irmak» tan folklorik<br />
unsurların kullanışı, müzik ve mizansenler<br />
bakımından etkiler taşıyan Gökçeçiçek, dramatik<br />
yoğunluğu arttrran son derece başarılı<br />
bir müziğin yanında- ki bu Türk müziğidir-,<br />
gereksiz dialoglar ve gömlek yerine<br />
pamuklu dokuma atlet giydiren, bir kostüm<br />
çalışması da en başarılı btr şekilde kendini<br />
gösteriyor. Gani Turanlı'nın alışılmışın dışında<br />
zaman zaman titreyen kamerası seyirciye<br />
seyrettiğinin bir filim olduğunu hatırlatıyor.<br />
.Filmin en dikkate değer ve seyirciyi büyüleyen<br />
yanı. Hülya Koçyiğit'in çıkardığı<br />
oyunla,, belki kendisinin de farkında olmadan<br />
ortaya koyduğu bir gerçektir. Hülya Koçyiğiti'in<br />
Gökçeçiçek oyunu Türk sanatçısını<br />
kendi konu ve temalarını eşsiz bir duyarlık ve<br />
rahatlıkla nasıl oynıyabileceğini göstermesi<br />
bakımından son derece dikkate değer bir husustur.<br />
Yapımcı, senarist, yönetmen ve oyuncu<br />
olarak Türk sinemacısının Türk tarihini kronolojik<br />
bir anlayışın ötesinde tanıması,<br />
Türk Kültür ve medeniyetinin dayanak noktalarının<br />
bulunup seyircinin karşısına çıkarması,<br />
Türk Sineması'nın geleceği konusunda son<br />
derece faydalı sonuçlar verecektir- 9<br />
DÜZELTME<br />
Dergimizin 22. sayısında, sayın Niyazi<br />
Yıldırım Gençosmanoğlu ile yapılan mülâkatda<br />
: Sayfa 36, satır 5, «... divan şairimiz<br />
hakkında» sözleri, «divan şiirimiz.» olacaktır.<br />
Yine ayni mülakatın; sayfa 38, satır<br />
19'da parantez içindeki (Maraş Destanı)<br />
(Manas Destanı) olacaktır.<br />
Dede Korkut Destam'ından; «Basmele><br />
ismi ile başlayan şiirin, 3. mısraı; «Yoğuran<br />
ana dilimi» şeklinde çıkrrfıştır, «Yoğuram<br />
ana dilimi» olacaktır.<br />
Sayın Murat Bardakçı'nın «Türk Musikîsinin<br />
Ana hatları« isimli makalesinde; sayfa<br />
49, satır 9'da «Kabadit» olarak çıkan kelime,«kabadik»<br />
olacaktır. Aynı sayfanın, satır<br />
13'deki «bakiyyet», «bakiyye» olacaktır.<br />
Ayni yazının, satır 23'deki «haciz» kelimesi,<br />
«hicaz» olacaktır. Ayni yazının 40. satırındaki<br />
«neva» kelimesi, 41. satırın, başına gelecektir<br />
Ayni yazının 47. sayfasında bulunan ikinci<br />
notanın, klişesi ters basılmıştır. Ayni yazının,<br />
sayfa 48, satır 4'deki «Sifoyan> kelimesi,<br />
«Sofiyan» olacaktır. Ayni sayfanın, satır 5'<br />
deki «Türk amsağı» olarak çıkan kelime,<br />
«Türk aksağı» olacaktır. Ayni sayfanın, satır<br />
8'deki «Düm» sözünün altına (2) rakkamı<br />
konacaktır. Düzeltir, özür dileriz.<br />
TÖRE<br />
48
., •<br />
DÜHDAR<br />
TÜPR<br />
M E S E L E<br />
Ülkücülere<br />
Rehber Olacak Kitap<br />
önsözü<br />
Alparslan TÜRKEŞ<br />
Yazdı<br />
306 sahile - S Renk ofset baskılı<br />
Lüks kapak<br />
Fiyatı : 25 TL. dîr.<br />
İsteme Adresi : Töre - Devlet Yayım<br />
ve Dağıtım<br />
Konur Sk. Köklü Pasajı 57 C/8<br />
Bakanlıklar — ANKARA<br />
Tek isteyenlerin posta pulu göndermeleri<br />
rica olunur. Kitapçılara<br />
ve 10 adetten fazla isteyenlere % 25<br />
ıskonto yapılır.<br />
CİHAR KİTABEVİ<br />
AÇILDI<br />
Bütün milliyetçi kitapların<br />
indirimli olarak temin edilebileceği<br />
ÇINAR KİTABEVİ<br />
Bakanlıklar Konur Sokağı<br />
Köklü Pasajı S7 C/8 de Ankara'-<br />
lıların hizmetindedir.<br />
T T T nr1 o<br />
Â<br />
K<br />
EMİNE<br />
İŞ<br />
— Pek yak<br />
i N S u<br />
nd a —<br />
ÖTÜKEN YAYINEVİ<br />
49
DEVLET<br />
BOZKURT<br />
OCAK<br />
Milliyetçi<br />
Siyasî<br />
Haftalık<br />
Gazete<br />
P.K. 2S4<br />
Bakanlıklar<br />
Ülkümüzün<br />
dergisi<br />
P.K. 251;<br />
Üç aylık<br />
Milliyetçi<br />
İnceleme<br />
Dergisi<br />
FJR. 262<br />
Ankara<br />
Bakanlıklar — Ankara<br />
Bakanlıklar<br />
Ankara<br />
KUTLUG YAYINEVİ SUNAR<br />
«1944 Milliyetçilik Olayları»<br />
Yazan : ALPARSLAN TURKEŞ<br />
Fiatı : 7.50 TL.<br />
«Millî Doktrin DOKUZ IŞIK»<br />
Yazan : ALPARSLAN TURKEŞ<br />
Genişletilmiş 7. baskı<br />
Fiatı : 7.50 TL.<br />
•<br />
DR. RIZA NUR'UN<br />
«Türk Tarihi»<br />
Cild : 3<br />
Fiatı : 20 TL.<br />
isteme adresi : TÖRE — DEVLET YAYINEVİ<br />
Konur Sokak. Köklü Pasajı 57 C/8<br />
Bakanlıklar —- ANKARA<br />
ve<br />
Kutluğ Yayınl arı<br />
P.K. 1260<br />
Sirkeci — İSTANBUL<br />
50
•Y<br />
Türk!<br />
Üstte<br />
Gök<br />
Çökmedikçe<br />
Altta<br />
Yer<br />
Delinmedikçe<br />
Senin<br />
İlini<br />
ve<br />
Töreni<br />
Kim<br />
Bozabilir<br />
Fiyatı : S Lîra<br />
Ankara Basım v© Clitavl<br />
Ankara — 1073