04.02.2015 Views

tıklayınız

tıklayınız

tıklayınız

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Si<br />

AYLIK FtKİR VE SANAT DERGİSİ<br />

DOÇ. DR. MEHMET ERÖZ<br />

Türk Kültüründe «Börk» «Papak» ve «Keçekülah»<br />

DOÇ DR, TURAN YAZGAN<br />

Kimsesiz Çocuklar ve İhtiyarların Sosyal Güvenliği<br />

PROF. DR. ORHAN TÜRKDOĞAN<br />

Tepedeki Adam Atatürk<br />

HALİDE NUSRET ZORLUTUNA<br />

Yalnız<br />

| DR. TUNCER GÜLENSOY<br />

Türklerde Yazı<br />

MEHMET ŞAHİN<br />

Üç Kısır Çember<br />

YETİK OZAN<br />

Aşık Kemâloğlu'na<br />

DR. MUSTAFA KAFALI<br />

Suriye Türkleri<br />

ASİS. DR. TEVFİK ERTÜZÜN<br />

Teşvik Tedbirteri Yeterli mi<br />

AŞİK KEMALOĞLU<br />

Dokuz<br />

SADIK KEMAL TURAL<br />

Ölümsüz Eserin Muhtevası<br />

MURAT BARDAKÇI<br />

TRT ve Türk Musikîsi<br />

ŞEVKET BÜLENT YAHNİCİ<br />

Evhami<br />

OĞUZATA ALTAYLI<br />

Üç Film Üstüne<br />

r<br />

YIL _5 SAYI 23 DEVRE 2 NİSAN 1973<br />

Kurucusu : HALİDE NUSRET ZORLUTUNA<br />

Sahip ve Neşriyat Müdürü : EMİNE IŞINSU<br />

İdare Müdürü MUSTAFA KARAPINAR<br />

Merkez Temsilcisi : DENİZ DAĞOĞLU<br />

Merkez Sekreteri : RUHİ ÖZKANLI<br />

Ankara Temsilcisi : ŞEVKET YAHNİCİ<br />

9<br />

Her türlü haberleşme adresi<br />

TÖRE P.K. 211 Kızılay — ANKARA<br />

Havale 10071978 numaralı posta çeki<br />

•<br />

İLÂN : ÖZEL ŞARTLARA TABİDİR<br />

ABONE ŞARTLARI<br />

Yurt içi yıllık<br />

36 TL.<br />

Yurt dışı yıllık<br />

7i2 ( TL.<br />

•<br />

Dergimizdeki yazılar, dergimizin ismi ve yazının çıktığı<br />

sayı ve sayfa belirtilmeden iktibas edilemez-<br />

Merkez : İstanbul<br />

Şube : Ankara


TÜRK<br />

KÜLTÜRÜNDE<br />

«BÖRK»<br />

«PAPAK»<br />

VE<br />

«KEÇE KÜLAH»<br />

DOÇ. DR.<br />

MEHMET ERÖZ<br />

Bu sayıdan başlamak üzere, önümüzdeki<br />

bahar ve yaz devresi için,<br />

«Töre» mize, Türk töresi ile ilgili makaleler<br />

yazma niyetindeyim. Türkiye'nin<br />

iktisadî ve içtimaî meselelerine<br />

ait görüşlerimizi, nasip olursa, ekim<br />

veya kasım aylarında ele almağa tekrer<br />

başlarız. Şimdi bu karar gereğince<br />

ilk olarak, Türk baş giyimlerinin<br />

Türk kültüründeki yerine dokunalım.<br />

Sosyoloji ve sosyal antropolojide,<br />

cemiyet ve cemaatlerin maddî kültür<br />

unsurları üzerinde, maddî olmıyan kültür<br />

unsurlarının tesirinden bahsedilir.<br />

Bir yemeni, bir yazma, bir para kesesi,<br />

bîr halı, bir kilim sadece bir eşya<br />

değildir. Onların üzerindeki işlemeler,<br />

nakışlar, süsler, birer göz nuru ve<br />

emek mahsulüdür, ustasının zevkini,<br />

kabiliyetini, maharetini gösterdiği gibi,<br />

o cemiyetin kültürünün de aynasıdır.<br />

O yüzden bazı maddî kültür unsurları,<br />

kültür değişmelerine karşı, sadece<br />

/ 3


MEHMET ERÖZ<br />

eşya olmadıkları için mukavemet gösterirler.<br />

Vaktiyle şapkaya karşı olan<br />

mukavemetde bu hususun da tesiri<br />

olsa gerektir. Eski baş giyimi olan,<br />

«börk», «kalpak», «papak» yerine,<br />

«fes» in mücadelesiz mi kabul edildiği<br />

hususu incelemeğe değer. Tabiî<br />

bunu «devrim heyecan ve cazibesi»<br />

ile değil, ilmî araştırmalarla anlamak<br />

lâzım. Çünkü, dağdaki zeybeklerin baş<br />

giyimine kadar ulaşan «fes» in Greklerden<br />

nasıl geçtiği, ilmî tedkiklere<br />

lâyık bir konu teşkil eder.<br />

Biz bu makalemizde, «börk», «papak»<br />

ve «keçe külah» in Türk kültüründeki<br />

yerini ele alacağız. Börk, bütün<br />

Türk lehçelerinde kullanılmakta ve<br />

aşağı yukarı buna yakın şekilde telâffuz<br />

edilmektedir. Kaşgarlı Mahmud,<br />

«Başsız börk bolmas, Tatsız Türk boimas»<br />

«başsız börk olmaz, Tatsız Türk<br />

olmaz» demektedir. Bu atasözünden,<br />

eski Türklerde börk giymeyen bir kimsenin<br />

düşünülmiyeceğini anlıyoruz.<br />

«Tat» yabancı demektir. Farslar'a dendiği<br />

gibi, kabile şuuru ile ayrı boy<br />

mensuplarına da söylendiği vakidir.<br />

Nitekim «Şart» kelimesi de böyledir.<br />

Bu kelime hem Farslar'a, hem de ticaretle<br />

uğraşanlara verilen isimdir.<br />

Küçültücü bir anlamı vardır. Göçebe<br />

zihniyetti, yerleşik olanları, korkak ve<br />

tembel olarak görür. Kaşgarlı Mahmud,<br />

göçebe Oğuzlar'ın, şehirden çıkmayan<br />

Oğuzlar'a, «tembeller, atılmışlar»<br />

mânâsında «Yatuk» dediklerini<br />

söyler. İste aynı mânâda olmak üzere<br />

göçebe Kazak Türkleri, yerleşik<br />

Livni'r Türkleri'ne »Şart» derler. Türkiye'de<br />

aynı ayırım, Karadeniz'de<br />

«Çepni-Ekinci», diğer taraflarda «Yörük-köylü»,<br />

«Yörük - Manav» şeklinde<br />

yaşamaktadır. Kaşgarlı Mahmud'a dayanarak,<br />

«börk» ün, eski bir Türk başlığı<br />

olduğunu anlamış bulunuyoruz.<br />

Fuad Köprülü'nün tarihî araştırmalarından<br />

anlıyoruz ki, (Anadolu Beylikleri<br />

Tarihine Ait Notlar, Türkiyat Mecmuası,<br />

II, 21 ve Osmanlı Devletinin<br />

Kuruluşu, sf. 49), Selçuklular devrinde<br />

Türkmen boy ve oymakları, «kızıl<br />

börklü ve çarıklı» idiler. Osmanlılar<br />

devrinde de aynı giyim devam ediyordu.<br />

Âşıkpaşazâde Tarihi'nin kaydettiğine<br />

göre Osmanlı Tarihleri, (İstanbul,<br />

1949, Atsız neşri, sf. 117-8), Orhan Gazi,<br />

kardeşi Alâaddin Paşanın tavsiyesi<br />

ile, askerinin kızıibörk'ünü, akbörk haline<br />

çevirtmiştir. Bu iş şöyle anlatılır:<br />

«İmdi, etrafdağı beglerin börkleri kızıldur.<br />

Senin ağ olsun» dedi. Orhan<br />

Gazi emretdi. Biiecik'de ak börk işlediler.<br />

Orhan Gazi geydi. Ve cemi<br />

tevabii bile ak börk geydiler». «Divanda<br />

burma dülbend geyerler idi. Kaçan,<br />

kim sefere gitseler börk giyerler idi.<br />

Ve ıbörkün altına şevküle geyerler<br />

idi...». Köprülü'nün bahsettiğine göre<br />

(Osmanlı Devletinin Kuruluşu, sf. 75),<br />

Orhan Gazi'nin dünürü Aydınoğlu Gazi<br />

Mehmet Beğ, uçlarda savaşan askerlerine<br />

diğer Türkmenlerden farklı olarak,<br />

«Ak keçe külah, ak börk» gîydirmişti.<br />

Türkmenler kızıl börk giymekteydiler.<br />

İbni Batuta'nın bahsettinği<br />

«Ahiler» de «Ak börk» giymekte idiler.<br />

Bu değişikliğin mezhep mülâhazalarından<br />

ötürü mü, yoksa daha düzenli<br />

askerî birlikleri, aşiret kuvvetlerinden<br />

ayırmak için mi yapılmıştır, bil'emiyo-<br />

4


TÜRK KÜLTÜRÜNDE<br />

aruz. Yeniçerilere de, ak keçe külah,<br />

ak börk giydirilmişti. Börk aslında sivri<br />

uçlu koni şeklindedir. Yeniçeri börkü<br />

biraz değişmiş olmalı. Osmalılar zamanında,<br />

«tüfekçi taifesinin», «yeniçerileri<br />

gibi ak börk giymesi, yasağ»<br />

olundu (Ö. L. Barkan, Kanunlar, sf.<br />

356 ev Gaferoğlu, Serpuş ve Baş giyimi<br />

hakkındaki makalesi, sf. 120).<br />

Çeşitli Türk uruk ve boylarında,<br />

baş giyimine bağlanan içtimaî teşkilât<br />

şekilleri görmekteyiz. Börk, papak,<br />

kalpak ismi almış uruk ve boylar<br />

pek çoktur. Meselâ «Karapapak» lar,<br />

kalabalık bir Türkmen boyudur. İran<br />

Azerbaycanı'nda, Kars'ta, Muş'ta ve<br />

Adana'nın Osmaniye'sinin köylerinde<br />

yerleşmişlerdir. Bunlara «Karakalpak»<br />

Jar da denir. 1946 yılında, Rusya'nın<br />

aldattığı bazı asiler, Batı İran'da, Savuçbulak<br />

(Mahabad) da bir kukla hükümet<br />

kurmuşlardı. İleri gelenleri hep<br />

asıldı. Kalabalık bir Karapapak topluluğu,<br />

gafletle bu asilere yardımcı olmuştur.<br />

Kazak Türkleri'nin bir koluna bağlı<br />

(Büyük Kazak ordusu), iki uruğun<br />

adı: Abdan ve Suvan uruğları. Bu iki<br />

boyun adı : «Kızılbörk» ve «Konurbörk»<br />

tür (P.P. İvanov, Karakalpakların<br />

Tarihine Dair Meteryaller, Ülkü Mec.<br />

c. XI, s. 65, Temmuz 1938, Tere. H.<br />

Ortekin). Buradaki «konur», kahverengi<br />

ile duman rengi arasında bir renktir<br />

ki, bütün Türkmen ve Yörükler tarafından<br />

bilinmekte ve kullanılmaktadır.<br />

Bundan üç yıl' önce, Pakistan'ın Maliye<br />

Bakanı, «Navvab Muzaffer Ali Han<br />

Kızılbaş» idi. Anlaşılan bu zat Türk<br />

asıllıdır ve böyle bir uruğa mensuptur.<br />

Nitekim, Caferoğlu'nun adı geçen<br />

makalesinden öğrendiğimize göre,<br />

Afganistan'daki Şiî olan Türklere «Kızılbaş»<br />

denmektedir. İran Alevî Türklerinden<br />

de Osmanlı kaynakları, «Kızılbaş»,<br />

«Kızılbaş ordusu» diye bahsetmektedir.<br />

Demek ki daha önce,<br />

uruk ve boy ismi olarak kullanılan<br />

börk ve külah, sonradan mezhep ifade<br />

eder olmuştur. Kızılbaş Türkmenlerin,<br />

«kızılbörk» ü devamlı şekilde<br />

giymelerinin bunda rolü büyüktür. Kendileri,<br />

bu baş giyimini, Hz. Muhammed'e,<br />

Hz. Ali'ye Uhud, Sıffiyn, Hayber<br />

cenklerine bağlıyorsa da, yukarıda<br />

gösterdiğimiz gibi, bu çeşit baş giyimi<br />

tamamiyle millî kaynaklara, Orta<br />

Asya'ya dayanmaktadır. Prof. Abdü I kadir<br />

İnan'ın kıymetli kitabından (Makaleler<br />

ve İncelemeler, sf. 6-7) öğreniyoruz<br />

ki, Kırgız urukları, «Ong» (sağ)<br />

ve «sol» diye ikiye ayrılırlar. Sağdaki<br />

uruklar : Adigene, Tagay'dır. Adigene'ye<br />

bağlı boylardan olan «İçkilik» in<br />

oymaklarından birinin adı da «Kızılbaş»<br />

tır.<br />

Akbörk giyen Türkmen boy ve oymaklarından<br />

bazıları, «Akbaş» ismini<br />

almıştır. Atsız'ın son çıkardığı Oruç<br />

Beğ Tarihi» nde, «Akbaş» lar hakkında<br />

bilgi olduğu gibi, Ahmet Refik Beğ de,<br />

Anadolu'da Türk Aşiretleri isimli kitabında<br />

bu boyda» bahsetmekte, fermanlardan<br />

parçalar vermektedir. Ege taraflarında<br />

Akbaşlar köy ve kasabalarda<br />

dağınık şekilde bulunduğu gibi,<br />

bu isimle anılan köyler de kurmuşlardır.<br />

Caferoğlu'nun adı geçen makalesinde<br />

(ayrı bası, sf. 123), Orhan Gazi<br />

devrinde Kandıra eyaleti reisinin adı-


MEHMET ERÖZ<br />

riifr ve II. Bayezid zamanında Varsak<br />

(Farsak) boyunun beğlerinden birinin<br />

soyadının «Akbaşoğkı» olduğu kayrtlıdır.<br />

Caferoğlu'nun aynı makalesinden<br />

öğreniyoruz ki, İran kaynaklan, Lezgi<br />

kabilelerinden birinin adının «Kara<br />

Börklü» olduğunu belirtiyorlar (sf.<br />

119-20). Kırgız destanı kahramanı «Manas»<br />

in karılarından birinin adı «Karabörk»<br />

tür. Buhara Sünnî ekolüne «Yeşilbaş»<br />

denmekte idi. Dede Korkut'ta,<br />

«ip üzengilü, kiçe börklü» bir taifeden<br />

bahsedilir. Yıldırım. Bayezid devrinde,<br />

«Kiçe Börklü vakfı mevcuttu.<br />

(Caferoğlu, sf. 120, 123). Bugün Anadolu'da,<br />

Karabörk, Karabörklü, Kızılbörk,<br />

Börklü, Akbaşlı köyleri vardır.<br />

«Börk» kelimesi de bilinmektedir. Kayseri<br />

Avşar'larında küfür olarak da kullanılır.<br />

Büyük Selçuklu Sultanı, Melikşah'ın,<br />

«Zübeyde hatun» dan olan oğlunun<br />

adını, birçok tarihçi «Berkiyaruk»<br />

veya «Berkyaruk» diye kaydeder<br />

(Meselâ bk. : İbrahim Kafesoğlu, Sultan<br />

Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu<br />

İmparatorluğu, İstanbul, 1953, sf.<br />

15). Bizim kanaatımıza göre bunun doğrusu<br />

«Börküyaruk» tur. Yani «yarım<br />

börklü, yırtık börklü» demektir. Prof.<br />

Abdülkadir İnan çok güzel gösteriyor<br />

ki, eski Türkler, çocuklarını kötü ruhların<br />

şerrinden korumak için onlara<br />

çok kötü isimler verirlerdi. Vambery'<br />

in eserlerinde de, Türkmen boy ve oymak<br />

isimleri arasında böylelerine rasladık.<br />

Anadolu'da bugün Durmuş, Durdu,<br />

Duran, Dursun, Satılmış gibi isimler<br />

aynı inanç ve geleneğin devamıdır.<br />

Vaktile böyle bir isim «Çirkin» idi. Bugün<br />

çocuğuna ©öyle bir isim koyacak<br />

ana baba düşünemeyiz. Fakat devrin<br />

inanç ve mantığına göre bu tabiîdir.<br />

Bugün Antakya taraflarında «Çirkin*<br />

oğulları» meşhurdur. İzmir'in Selçuk<br />

kazasına bağlı Şirince Köyünde bugün<br />

Yunanistan'dan gelen muhacir Türkler<br />

oturmaktadır. Vaktiyle burada «Çirkince»<br />

oymağı oturuyordu. Çirkinceliler<br />

Hıristiyan idiler, fakat Türkçeden başka<br />

dil bilmiyorlardı. Giyim kuşamları,<br />

gelenek ve örf-âdetleri bizimki gibi<br />

idi. Aydın'ın bir köyünde oturan Kızılbaş<br />

Türkmenlerinden dinlediğime göre,<br />

vaktiyle bu köye tahta biçmeğe giden<br />

kadınlara, oranın ihtiyar kadınları,<br />

bir zamanlar kendilerinin de Müslüman<br />

ve Türk olduğunu, Efes'e gelen<br />

papazların kendilerini kandırıp Hıristiyan<br />

ettiklerini ve göçebeliği bıraktırarak<br />

bu köye yerleştirdiklerini, açtıkları<br />

mektepte çocuklarına Rumca<br />

ve din dersleri verdiklerini anlatmışlardır.<br />

Köyün ismine de oymağın ismin<br />

vermiş, eski Türk geleneğine uymuşlardır.<br />

Elen Kilisesi'nin Elenleştirme siyaseti<br />

ve Türk kültürünün devlet elinde<br />

himaye görmeyişi, pek çok Türk<br />

oymağından birini de böylece kurban<br />

vermiş, Millî Mücadeleden sonra «mübadil»<br />

olarak Yunanistan'a gönderilrnjşlerdir.<br />

Yunan işgalinde, Yunan askerine<br />

karşı Müslüman Türkleri sakladıklarını,<br />

himaye ettiklerini eskiler<br />

söylüvor.<br />

Demek ki, Türk baş giyimlerinin<br />

Türk içtimaî hayatında ve kültüründe<br />

yeri büvüktür. Kısa bir makale içinde<br />

ancak bu kadar bir açıklama ile<br />

bunu anlatabilmeğe çalıştık. •<br />

8


DOÇ. DR. TURAN YAZGAM<br />

KİMSESİZ ÇOCUKLAR VE İ HTİ Y AR LAR i N<br />

SOSYAL GÜVENLİĞİ >,<br />

İnsanlar, kendi iradelerinin dışında, daima bir takım tehlikelerle karşı karşıyadırîaf.<br />

Hastalık^ ihtiyarlık^ ölüm, kaza, işsizlik, gibi. Aile ıreisini veya fertlerini çalışmaktan<br />

ve kazanmaktan alıkoyan bu tehlikeler insanlık tarihinin hemen her çeşit mücadelelerinin<br />

esas sebebini teşkil eder. insanoğlu tarih boyunca yaptıgıçok yönlü ve sonsuz<br />

mücadeleye rağmen bu tehlikeleri malesef ortadan kaldıramamıştır. Ancak tehlikelerin<br />

insana verdiği zararları azaltmak veya ortadan kaldırmak da, büyük başrıiar elde<br />

«tnflş, en ilkel toplum halindeyken dahi hastalandığı, ihtiyarladığı... için çalışıp ailesinin<br />

geçimini sağlayamayan veya geçimini sağlayan kimse öldüğü İçin dul ve yetim<br />

kalanlara cemiyet olarak yardım etmiştir. Kısaca tehlikenin kendisini ortadan kaldiramıyan<br />

insan, onun zararlarını ortadan kaldırmanın her devirde yollarını bulmuştur. 'Tabii<br />

tehlikenin kendisini ortada kaldırma yönündeki savaşına da, bütün gücü ile devam<br />

etmektedir. Bir devletin yollan, köprüleri,, barajları, ordusu, polisi, jandarması, labratuvarları,<br />

ilim adamları... bir yönleri ile hep tehlikenin kendisine karşı bir savaş devam<br />

-ettiren unsurlardır.<br />

Tehlikeler açısından, insanların fert olarak ve cemiyet olarak faaliyetleri iki yönlüdür.<br />

(1) Tehlikenin kendisinden korunmak, tehlikeye uğramamak, uğratmamak, tehlikeyi<br />

azaltmak, mümkünse ortadan kaldırmak. (2) Tehlike ile karşılaştıktan sonra,<br />

onun ferde verdiği zara,rları, başka bir ifade ile, çalışma gücünde ve kazançta mey-<br />

-dana gelen kayıpları telâfi etmek, mümkünse tamamen veya azamî derecede ortadan<br />

kaldırmak. Birinci çeşit faaliyetlere kısaca «Koruma». İkinci çeşit faaliyetlere de kısaca<br />

«kurtarma» faaliyetleri diyebiliriz. Her fert gerek iç güdüleri ile gerek edindiği<br />

bilgi ve tecrübelerin sonucu olarak, iradî şekilde, kendisini tehlikelere karşı korumaya<br />

çalışır. Meselâ hastalık tehlikesi ile karşılaşmamak için, üşütmemeye, temiz olmaya...<br />

dikkat eder. Devlet de vatandaşlarını tehlikelerden korumaya çafyşır. Meselâ eğİtîm-öğretim<br />

yoluyla tehlikelerden korunma yollarını öğretir, seller için barajlar yapar,<br />

hudutlar için ordular besler, her çeşit can ve mal kaybını önlemek için bekçi, polis, jandarma<br />

istihdam eder, yollara işaret koyar, ilim adamlarına çalışmalar yaptırır, aşı kampanyaları<br />

açar, çevre kirlenmesini önlemeye çalışır. Aslında ferdin ve devletin her<br />

çeşit faaliyetlerinde koruyucu bir yan ve yön muhakkak vardır. Bulunabilir.<br />

Gene bir fert, tehlikelerden ne kadar korunmaya çalışırsa çalışsın, devlet onu tehlikelerden<br />

korunmak için ne derece geniş"'ve müessir faaliyet gösterirse göstersin,<br />

tehlikelerden bazılarının mutlaka başına geleceğini (hastalık, kaza, ölüm, ihtiyarlık<br />

gibi* bazılarının ise gelmesinin her zaman mümkün ve muhtemel olduğunu bildiği iç|n,<br />

tehlikelerin zararlarından kendisini kurtaracak tedbirleri almaya gayret eder. Meselâ<br />

nakdi, aynî tasarrufa riayet eder... Ancak tarih bize bu tedbirde insanların kusur<br />

etmese dahi. tam olarak muvaffak olamadıklarını, düşük kazançlıların tasarrufa imkân<br />

bulamadıklarını, normal kazançlıların pek alg basiretsiz olabildiklerini göstermektedir.<br />

tşte bu yüzden tehlikelerin kendisinden korunmak, hem ferdin, hem devletin görevi<br />

olduğu halde, tehlikelerin zararlarından kurtarma, insan haysiyetine yaraşır bir asgari<br />

7


TURAN YAZGAK<br />

seviye için yalnız devletin görevi, bunun üstü için ise hem ferdin, hem devletin görevi<br />

sayılmıştır. Zira aynı gemi içinde yaşayan bir insan topluluğu olan bir milletin bir ferdinin<br />

tehlikelerin zararları dolayısı ile sefil olması, diğerlerinin zararıdır. İncitir, ıstırap<br />

çektirir.<br />

İşte bu fertlerin, kendi iradeleri dışında uğradıkları tehlikelerin zararlarından<br />

kurtarıcı faaliyetlere sosyal g ü v e n l i k hizmeti diyoruz. Bu hizmeti yalnız<br />

bu unsuru ile diğer bütün sosyal hizmetlerden ve her çeşit devlet faaliyetlerindir<br />

ayırmak mümkündür.<br />

Devletden önce, sosyal güvenliği, cemiyetler, bizatihi kendileri, bir görev olarak<br />

kabul etmişlerdir. Gerçekten devlet hiç bir faaliyet göstermese dahi, cemiyet hastasını,<br />

ihtiyarını, dulunu, yetimini... elinden geldiği ölçüde korumaya yani uğradıkları<br />

tehlikelerin zararlarından kurtarmağa çalışır. Cemiyetlerin dinî, vicdanî, insanî... duyguları<br />

ile yaptığı bu kurtarma faaliyetlerine sosyal yardım denir ve sosyal yardım, insanlık<br />

tarihi ile yaşıt bir müessesedir. Gelmiş geçmiş bütün dinler, (Brahmanizim hariç..<br />

bu yüzden Hindistan'da cemiyet kastlara bölünmüştür. Parya sınıfından olan birisinin<br />

üst sınıfa geçmesi mümkün değildir ve sınıfı içinde sürdürdüğü sefalet hayatı Allah'ın<br />

ona verdiği ve kullarının deiştirmeye mezun olmadığı bir cezadır-) insanlara sosyal<br />

yardımı bir görev olarak vermiştir. İslâmiyet ise, modern sosyal güvenlik anlayışms<br />

temel olan bütün prensibleri ihtiva eden sosyal yardım müesseseleri vaz etmiştir. Bunlardan<br />

zekât müslüman olmanın bir şartıdır, yani belirli bir servetin üzerinde olarr<br />

herkesin vermeye mecbur olduğu aynî veya naktî bir yardımdır. Veriliş sırası ise teh*<br />

likeye uğrayanları bulup çıkarmaya yarayan mükemmel bir yol tutar. Önce akrabalar<br />

içinde tehlikeye uğrayan herkesin tehlikenin zararlarından kurtulması mümkün olur.<br />

F i t r e ise gelir esasına dayalı ayni fonksiyonu ifa eden bir diğer müessesedir. Diğsr<br />

taraftan aynı duygulan paylaşan insanlar da bir araya gelmek sureti ile gerek işletme<br />

İçinde gerek işletme dışında sosyal yardım yapan cemiyetler kurmuşlardır ve kurmaktadırlar.<br />

Günümüzde bunlara işverenlerin, işveren sıfatı ile devletin toplu iş sözleşmeleri<br />

veya konuları gereğince yaptıkları ve ücrete bağlı olmayan yardımları da eklemek<br />

gerekir, Türk İslâm hukukunda önemli bir yeri olan V a k ı f I a r. ı n , insanların<br />

tehlikelerin zararlarından kurtarıcı faaliyetlerini de sosyal yardım olarak vasıflandırmak<br />

lâzımdır.<br />

Çağımızda sosyal yardım, sosyal güvenliği sağlayan bir müessese değil, fertlerin<br />

sosyal güvenliğini insan haysiyetine yaraşır seviyenin üstüne çıkaran bjr müessese olarak<br />

kabul edilir. Zira sosyal yardım dinî, vicdanî, insanî... duygulara dayalıdır ve insanların<br />

birbirlerini tanımaları halinde iyi işleyebilir. Oysa çağımızda İnsanlar mütemadiyen<br />

doğdukları yerlerden, doydukları yerlere doğru akın etmekte, komşunun komşuyu tanımadığı,<br />

akrabanın akrabayı unuttuğu, ailenin gittikçe küçüldüğü, doyulan yerler olarak<br />

millî hudutların binlerce kilometre uzağındaki ülkelere bile yayılmanın hızlandığı dinamik<br />

bir cemiyet tipi ortaya çıkmaktadır. Böyle bir cemiyette tehlikeye uğrayanları, ancak<br />

devlet millî genişlikteki bir teşkilâtla takip edebilir, şssyal yardım müesseseleri d«<br />

bulduklarına, hiç bir garanti söz konusu olmaksızın, yardım edebilir.<br />

Görüldüğü gibi tehlikelerin zararlarından insanları kurtarmak, cemiyetin sıhhati içte<br />

şarttır. Bunu devletin yapması, millî bir zaruret ve ihtiyaçtır. Sosyal güvenlik bir insan<br />

hakkıdır, kimsenin iyi niyetini, vicdanına, duygularına veya basiretine terkedilmeyecek<br />

derecede önemli ve önceliği olan bir devlet görevi dir-<br />

Devlet, bu görevin! s o s y a l s i g o r t a l a r ve sosyal güvenlik<br />

harcamaları ile yerine getirir. Bizim Anayasa'mız devletin bu<br />

8


KİMSESİZ ÇOCUKLAR<br />

görevini sosyal sigortalar ve sosyal yardım teşkilâtı kurarak ve kurdurmakla yerine<br />

getireceğini (madde 48) ve malî imkânlarıyla sınırlı olarak yerine getireceğini (madde 56)<br />

belirtmektedir. Bu hükümleriyle, Anayasa'mız, yanlış bir sosyal güvenlik kavramı vazetmiş<br />

bulunmakta ve bir dereceye kadar kalkınma plân ve programlarımız da, bu yanlışlığı<br />

benimsemiş olmaktadır.<br />

Herşeyden önce sosyal güvenlik, sosyal yardımla sağlanamaz. Sosyal yardım daha<br />

önce de belirttiğimiz gibi, munzam bir sosyal güvenlik müessesesi sayılabilir. Ancak<br />

devlet sadece insan haysiyetine yaraşır bir seviyeyi sağlamak için, sosyal yardımdası<br />

mümkünse faydalanabilir. Bu takdirde devlet bütün sosyal yardımları kanallze etmek<br />

fertlerin dinî, insanî, vicdanî duygularından kendi görevini yerine getirmekte faydalanmak<br />

gibi, bir duruma düşer. Bunun tenkidi bir yana bırakılırsa, Anayasa'mız sosyal sigortaların<br />

teknik ve idarî müesseseler olarak bıraktığı boşlukları sosyal yardımla doldurmak<br />

istemekde böylece bir gurubun sosyal güvenliğini talep edilebilen bir hak olarak<br />

sağlarken, diğer gurubun sosyal güvenliğini kendi mesuliyetinin dışında fertlerin<br />

keyfine, vicdanına, basiretine terketmiş olmaktadır. Bu ayırıcı sonucu malî imkânlara<br />

bağlamak mümkün olamaz. Çünkü cemiyet bu yüke zaten katlanmaktadır. Ne var ki<br />

cemiyette hatta köye de gelmiş olan dinamizmden dolayı, bu yük fertleri aras;nda bazen<br />

yoksulu daha da yoksullaştıracak şekilde gayri mütecanis ve belirsiz olarak dağılmıştır.<br />

Üstelik faydalananlar açısından durum daha da belirsizdir. Bazıları şu veya bu sebeple<br />

tamamen hattâ üst seviyede tehlikelerin zararlarından kurtarılırken bazıları çok az veya<br />

hiç nasiplenememektedir. İşte bu yükün devlete geçmesi, millî ekonomiye belki ek bir<br />

külfet getirmeyecek fakat yükün ve ivazların dağılımını adlleştirecektir.<br />

Malî İmkânları sınırlayıcı bir unsur olarak kabul etsek bile, gene de sosyal yardımı<br />

sosyal güvenliğin sağlanmasında, sosyal sigortalardan sonra gelen esas bir vasıta<br />

olarak kabul etmeye imkân yoktur. Bilindiği gibi cemiyet içinde kimsesiz ve korunmaya<br />

muhtaç çocuklarla, ihtiyarlar da vardır- Bunlardan bir kısmı gelir garantisine de sahip<br />

olabilir, fakat bir kısmı garantiden de yoksundur. Herhalûkârda garantiye sahip olan da,<br />

olmayan da bir hizmete muhtaçtır. Bu hizmet aile muhitine en yakın bir müessese hizmetidir.<br />

Çocuk bakımevi, yetiştirme yurdu, huzur evi, en iyisi gönüllü aile (ücretli veya<br />

ücretsiz) gibi. Bu insanların gelir garantileri yoksa veya bu garantileri gönüllü aile<br />

veya buna en yakın muhiti sağlayacak müessese hizmetlerine çevrilmemişse, o taktirde<br />

devlet bunlara dilenciliği, sokaklarda, köprü altlarında sürünmeyi reva görmüş olur<br />

Bu sebeble en azından bu guruplara kamu s o s y a l g ü v e n l i k harca<br />

m a I a r t gerekir. Bu harcamalar kendi imkânlarıyla sosyal güvenlikleri sağlanamıyan<br />

ve sosyal sigortalar kapsamı dışında kalan insanlara, talep edilebilir bir hak olarak<br />

tehlikelerin zararlarından kurtarma imkânı verir. Malî imkânların sınırlılığını bir an iç*rt<br />

kabul edersek, hiç değilse bunlardan, çocuk, ihtiyar ve mağlullere, devletin sosyal güvenlik<br />

sağlaması icap eder. Bu takdirde bu gurup kâfi derecede daraltılmıştır: Sadece<br />

aile muhiti, hattâ yakın akraba muhiti olmayan, olsa da o muhit içinde cemiyete zararlr<br />

olarak yetişmeleri veya kullanılmaları muhakkak olan, çalışma çağının dışında veya çalışma<br />

gücünden mahrum kimseler. Bunlardan da yalnız gelir garantisi olmayanlar. Bu<br />

durumda olan herkesin bir tek istisna dahi bırakmaksızın, durumlarına göre bakılmaları,<br />

yetiştirilmeleri, geçindirilmeleri şarttır. Her devletin görevidir. T ü r k Devleti'nin de<br />

aslî görevidir.<br />

Gelirlerine bakılmaksızın bunlar ve çalışma gücünde eksiklik olan kör, sağır, dilsiz,<br />

geri zekâlı... gibi olanlarla cemiyetin tahkir ettiği veya müsamaha etmediği kimseler<br />

(meselâ suçlular...) için gerekli olan hizmetlere sosyal refah hizmetleri denir. Bu hiz-<br />

9


TURAN YAZGAN<br />

metlere devlet, gönüllü kuruluşlar, ticari şahıs ve şirketler... herkes yapabilir. Yapılmı<br />

yorsa, devletin üzerine alması şarttır. Ancak devletin bu hizmeti yapması gelir garantisi<br />

olmayanlar için .tehlikeye uğramış olmak şartı ile), sosyal güvenlik harcamalarının hizmete<br />

dönüştürülmesi demektir.<br />

ıTürkiye'de mahallî idareler korunmaya muhtaç çocuklarla, aciz ihtiyarlar için bu<br />

hizmeti yürütmekle görevlidirler. Son zamanlarda merkezî hükümet de konu ile ilgili<br />

hizmet arzına başlamıştır. Gönüllü kuruluş olarak, devlet desteğine Çocuk Esirgeme<br />

Kurumu da, bu görevi yürütmektedir. Ancak bütün bunların arzettikleri hizmetle ihtiyaç<br />

arasında büyük bir boşluk bulunmaktadır. Aşağıdaki tablo, bunu açıkça göstermektedir,<br />

Çocuk<br />

1967<br />

196S<br />

1960<br />

1970<br />

1971<br />

Kaynak •:<br />

Müessese<br />

Sayısı<br />

94<br />

99<br />

101 "<br />

104<br />

104<br />

Kapasite<br />

12.613<br />

13.515<br />

' 14.034<br />

14.486<br />

14.632<br />

Bakılan<br />

12.867<br />

13.704<br />

14.449<br />

14.947<br />

14.022<br />

DPT Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Plânı, tablo<br />

Sıra<br />

Bekleyen<br />

12,204<br />

112.554<br />

(13.144<br />

12.354<br />

13.925<br />

625<br />

Korunma kara<br />

alınmış<br />

24.044<br />

25.442<br />

26.716<br />

26.570<br />

28.134<br />

Görüldüğü gibi, korunmasına karar verildiği halde korunamayıp sıra bekleyen<br />

çocuk sayısı 1971'de 13.925 tir ve korunanların sayısına yakındır. Eğer bir devlet, kimsesiz<br />

veya topluma tehlikeli olması muhtemel olduğu için korunmasına karar verdiği<br />

bir çocuğu, yeterli hizmet arzedemediğl için sıra bekletiyorsa, bunun anlamı bu çocuğun,<br />

devletçe bile bile köprü altlarına, dilenci - yankesici şebekelerine terkedilmesi demektir.<br />

Düşünmeli ki bu durumda 13.925 çocuk var ve yarının büyüklerini teşkil edecekler.<br />

Diğer taraftan korunma kararı verilmiş 28.134 çocuk korunsa da, korunmasa da<br />

-sadece devletçe bilinenlerin sayısıdır. Aslında korunması gerekli çocuk sayısının 200.000<br />

civarında olduğu, en iyimser bir tahmin olarak, ileri sürülmektedir. Bunlar «kötü» olursa,<br />

herkes zarar görür, «adam» olursa, bütün cemiyet faydalanabilir.<br />

Buna benzer bir tabloyu aciz ihtiyarlar için de çizmek mümkündür. Onlar için, on<br />

bir ilimizde «huzur evleri» mevcuttur. Buralarda bakılanlar ise, bakılması gerekenlerin<br />

yine % 10'nundan fazla değildir.<br />

Gelir garantisinden yoksun ve aile muhitinden mahrum kalmak sureti ile tehlikeye<br />

uğramış çocuklarla, kendi kendini geçindirme kabiliyetini kaybetmiş ihtiyarların Bu<br />

acıklı durumu devletin anayasa ile yüklendiği sosyal güvenlik görevini yapmadığını göstermektedir.<br />

Malî imkânların mahdud olması sebebiyle diğer korunamayan bütün gurupları<br />

sosyal yardımlara terketmeği makul sayalım, fakat bunların sosyal yardımların belirsiz,<br />

yetersiz ve garantisiz korunmasına terkedilmesi mümkün ve makul değildir. Bu<br />

işin düzelmesi için, mahalli idarelerin güçlenmesini beklememize de imkân yoktur.<br />

Devlet, genel bütçesinden yeterli kaynağı, derhal bu vatandaşlara ayırmalı ve gönüllü<br />

kuruluşlardan yararlanmak istiyorsa korunan çocuk ve ihtiyar başına muayyen bir ödeme<br />

yaparak, bunların bakım, yetiştirme ve geçindirilme garantilerini sağlamalı, hem de<br />

sosyal yardımı müessir bir şekilde teşvik etmelidir. Bugün için mahalli idareler, gönüllü<br />

kuruluşlar ve bakanlıkların bu konu için harcadıkları meblağ, devletimiz için gerçekten<br />

çok azdır. Devletin bu konuya ayıracağı meblağ bir sosyal güvenlik harcanması mahiyeti<br />

kazanmalı, tarife uygun düşen her çocuk ve ihtiyara bakılma ve yetiştirme garantisi sağlanmalıdır.<br />

Sosyal güvenlik alanında Türkiyelin bundan sonra atacağı ilk adım budur-«<br />

RİO


Sû. yıla doğru<br />

PROF. DR. ORHAN TÜRKDOĞAN<br />

Tepedeki<br />

ATATÜRK<br />

Adam<br />

Sosyal Psikoloji'nin önemli meselesi lider<br />

ile içinde yaşadığı toplum arasındaki<br />

gerçek ilişkiyi olumlu bir biçimde çözümiiyebilmektir.<br />

Şüphesiz bu yaklaşımda en<br />

önemli husus liderin «toplum aynası» olmalıdır.<br />

Lider, bir taraftan,, toplumdaki zıtlaşmaların,<br />

zenginliklerin oluşturduğu, diğer taraftan<br />

da toplumu bu rahatsızlıklardan kurtararak<br />

«sükûnet denizine> götüren kimsedir. Bu<br />

yüzden liderin ideolojisi, toplumun yapısını<br />

devam ettiren bir sistem yerine o yapıyı temelinden<br />

değiştirerek yerine yenisini benimsememe<br />

eğilimi olarak, ifade edilebilinir.<br />

Türk toplumu ilk defa 188© yılında devlet<br />

eliyle, Batının uygarlık değerlerini benimseme<br />

süresine açık tutulmuş, bunun sonucu olarak<br />

da toplumun her katında Batıyla kültür<br />

temasları başlamıştır. Yabancı kültürün yerli<br />

kültüre olan etkisi her alanda birden bîre olmuş;<br />

toplum yapısındaki geleneksel denge<br />

kısa zamanda bozulmuştur. Böylece toplumumuzda,<br />

1923 yılına kadar sürüp giden kültür<br />

ikiliği (dyade) ortaya çıkmıştır, Bunu Ziya<br />

Gökalp şu şekilde açıklıyordu:<br />

«Her milletin iki medeniyeti var: resmî<br />

medeniyet, halk medeniyeti. Başka kavimlerde<br />

resmî medeniyetle halk medeniyeti o kadar<br />

açık surette ayırt edilemez. Türk'lerde ise<br />

bu ayıiılık ilk bakışta göze çarpar. Türk'lerde<br />

resmî lisandan, resmî edebiyattan, resmî<br />

ahlâktan, resmî hukuktan, resmî iktisadiyattan,<br />

resmî teşkilâttan büsbütün başka Bir<br />

halk lisanı, halk edebiyatı, halk ahlâkı, halk<br />

hukuku, halk iktisadiyatı, halk teşkilâtı vardır.<br />

Bu hadisenin Türk'lerin kendi müesseselerini<br />

yükseltmek suretiyle bir medeniyet ihda etmek<br />

yolunda gitmeyip yabancı milletlerin<br />

müeselerini i'tinam ve onlardan yapma bir<br />

medeniyet terkip etmeleridir.><br />

Gökalp'ın da temas ettiği gibi aslında<br />

bu kültür ikiliği âni kültür değişmesi sonucu,<br />

kültürün maddî (teknolojik) yönü ile maddi<br />

olmayan (toplum) yönü arasındaki uyumun<br />

sağlanamayışından; birinin diğerine nazaran<br />

hızlı yayılmasından ileri gelmektedir. Kültürün<br />

iki unsuru arasındaki bu farklılaşma kültür<br />

dengesinin bozulmasının bir sonucudur.<br />

Bu durum, çoğu ket, toplum yapısında<br />

görev bozukluğu dediğimiz bir takım patlamalara<br />

yol açar. Yüz yıla yaklaşan bir süreden<br />

beri siyaset, kültür ve toplum yaşantımızdaki<br />

ruh itilimlerinin ana sebepleri bu noktada<br />

aranmalıdır. Hattâ denilebilir ki, 183®'dan<br />

1023'e kadar olan dönem bazan tamamiyle<br />

Batıya yönelik açık kültür davranışı ile bâzan<br />

da Batı karşısında kendi değerler ve<br />

inançlar sistemini korumaya çalışan status<br />

quo'cu kültür arasındaki mücadelelerle geç-J<br />

mistir.<br />

Türk toplumunda «Tepedeki Adamı» rahatsız<br />

eden asıl sebep, bu toplum gerginliklerinin<br />

de ötesinde, yönetici kadronun halka<br />

ters düşen eğilimidir. Bu gerçeği, Mustafa<br />

Kemal'in 17. Şubat. 1923 tarihinde îzmir İktisat<br />

Kongresi açış konuşmasında aynen görebiliriz:<br />

«Milletimiz, kesin ve gerçek kurtuluşa<br />

ulaşabilmek için, iki prensibe dayanmanın<br />

gerekli olduğunu anladı. Onların birincisi «Misak-ı<br />

Millî'nin> ifade ettiği ruh ve anlam. İkincisi,<br />

Anayasamızın tesbit ettiği, değiştirilmesi<br />

asla mümkün olmayan haklar...<br />

Misak-ı Millî, tam bağımsızlığı sağlayan<br />

ve ekonomik gelişmeye engel olan bütün<br />

sebepleri, bir daha getirmemek üzere, ortadan<br />

kaldıran bir genel kuraldır. Anayasa ise<br />

Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sayfaları içi-<br />

11


ORHAN TÜRKDOĞAK<br />

ne gömüldüğünü belirterek, onun yerine, Türkiye<br />

Devleti'nin kurulmuş olduğunu ilân eden<br />

bir kanundur.» Biri siyasî, diğeri hukukî iki<br />

temel ilke, Mustafa Kemâl'in yeni sistemi<br />

için çıkış notası verir. Bu sebeple bu iki<br />

İlkeyi ihlâl eden «Osmalılan» tarih önünde<br />

suçlu görmektedir.<br />

Avrupa ve Asya'nın kültür yönünden,<br />

kesiştiği Selanik gibi hareketli bir sınır kentinde<br />

dünyaya gelen Mustafa Kemâl, orta<br />

tabakaya mensup bir ailenin çocuğu idi. Orta<br />

sınıf kültürünün tipleştirdiği (yenilikçilik»<br />

ve «topluma katılma» şuuru O'nun<br />

belli başlı nitelikleri arasında idi. Nitekim,<br />

henüz otuz yedi yaşında iken: «Benim elime<br />

büyük selâhiyet ve kudret geçerse, ben sosyal<br />

hayatımızda istenilen inkılâbı bir anda<br />

bir «coup-da'rbe» ile tatbik edeceğimi zannederim»<br />

diyordu. Bu ifade eski düzene bir<br />

baş kaldırma, bir negasyon duygusunu yansıtmaktadır.<br />

Katıldığı bütün siyaset hareketlerinde<br />

bu radikalizmin etkisi büyük olmuştur.<br />

Nitekim, 1135 kişinin katıldığı îzmir iktisat<br />

Kongresi'nin açış konuşmasında Mustafa<br />

Kemâl, uzaktan ve yakından, hiç ilgisi<br />

yok iken «Osmanlıları» ağır bir dille suçluyordu,:<br />

«Osmanlı tarihi, padişahların, hakanların,<br />

bir grup kişinin kahramanlık destanı<br />

niteliğinde idi.» Veya «Osmanlı ülkesi, yabancıların<br />

sömürgesinden başka bir şey değildi-»<br />

Bunun gibi: «Osmanlı tarihinde bütün<br />

çabalar ve bütün çalışmalar milletin arzusu,<br />

emelleri ve gerçek ihtiyaçları gözönünde<br />

bulundurularak değil, şunun bunun<br />

kişisel hırslarını, emellerini yerine getirme<br />

yönünden yapılmıştır.» Belirtildiği gibi, bu<br />

suçlamalar O'nun, Osmanlı hanedanlığına olan<br />

psikolojik tepkisinin bir sonucudur. Yaşantısının<br />

her basamağında, ülkedeki felâketlerin<br />

tümünden Osmanlıları sorumlu tutan bir ruh<br />

haleti kişiliğinde derin izler bırakmıştır. Böylece<br />

Mustafa Kemal, Osmanlı Devleti'nin,<br />

kişisel tutkular sonucu, Türk Milleti'ni «felâketten<br />

felâkete sürüklediklerini» ileri sürüyor,<br />

sultanlık, padişahlık ve hanedanlık kurumumr<br />

millet önünde sorumlu tutuyordu.<br />

Buna benzer bir yorum biçimine Rustow"da<br />

raslamaktayız. «Devlet kurucusu olarak Atatürk»<br />

adlı bir yazısında Rustovv» Mustaf*<br />

Kemal'in 27.Ocak.1923 tarihinde annesini»<br />

mezarı başında yapmış olduğu bir konuşmayı<br />

tahlil ederek şu sonuca varıyordum «Bit<br />

söylev, bir oğlun annesinin kaybı karşısında<br />

duyduğu kederle başlamakta, fakat<br />

süratle siyasî bir konu haline dönüşmektedir.»<br />

Gerçekten de tıpkı İktisat Kongresi'nde<br />

olduğu gibi, Mustafa Kemal anne*<br />

sinin mezarı başında yine «milleti aşağı><br />

gören keyfi yönetimi suçluyordu: «Burads<br />

yatan valdem, zulmün, cebrin, bütün milleti<br />

felâket uçurumuna götüren bir idare-i<br />

keyfin kurbanı olmuştur.» Yalnız burads<br />

önemli bir noktaya dikkati çekmek gerekir,<br />

o da Osmanlı hanedanlığı ile milletin birbirinden<br />

ayrı tutulduğu gerçeğidir. Millet<br />

bir va^de gibi «zulmün,» «cebrin» ve<br />

«felâketin» çarkları arasında ezilirken, «Osmanlı<br />

hanedanı şahsi ihtirası» için ontt<br />

feda etmiştir. Fakat millet kutsaldır; saygıya<br />

değerdir. «Yeni Türkiye'nin eski lif<br />

hiçib'Ir alâkası yoktur. Osmanlı Hükûme- I<br />

ti artık tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir<br />

Türkiye doğmuştur. Gerçi millet değişmemiştir;<br />

ayni Türk unsuru bu milleti teşkil<br />

eder. Ancak idare tarzı değişmiştir.» Görülüyor<br />

ki Mustafa Kemâl'in hayat mücadelesinde<br />

öylesine kazanılmış bir ruh yönö<br />

var kî ağırlığını Osmanlı hanedanın keyfi<br />

yönetiminden almaktadır. Nitekim «bizim<br />

milletimiz derin bir maziye maliktir. Milleti- ,<br />

mizin hayatı asarını düşünelim. Bu düşünce<br />

bizi elbette altı yedi asırlık Osmanlı<br />

Türkleri'nden çok asırlık Selçuk<br />

Türkleri'ne ve ondan evvel bu devirlerin<br />

herbirine muadil olan büyük Türk devrine<br />

kavuşmuştur.» Bu ifadeler gösteriyor ki<br />

Mustafa Kemal, Türk milleti'ni «Sultanlıkların»<br />

dışında, modern tarih anlayışının<br />

da benimsediği, bir devamlılık perspektîvi<br />

İçinde incelenmektedir. Bu devamlılık teorisine<br />

göre millet, geçmişten şimdiye, şimdiden<br />

geleceğe sürekli olarak akıp gldesr<br />

bir nehir gibidir. Ona asıl tarihîlik klml'rgh<br />

nl kazandıran da bu üç buutlu yönelimdir.<br />

12


ATATÜRK<br />

Mustafa Kemal'in bir zabit olarak Milli<br />

mücadeleye iten psikolojîk sebeplerin<br />

başında kaleleri zabtedilmiş, hakları çiğnenmiş<br />

masum bir milletin savunucusu olarak,<br />

onu bu hale getiren zihniyet ve bu zihniyetin<br />

sorumlularına karşı vicdanında beliren<br />

kutsal kindir. Millî mücadele ayni zamanda<br />

Mustafa Kemal için Osmanlı hanedanıyla<br />

hesaplaşmak ve «vatanı mahva ve harabiye<br />

götüren idarenin artık bir daha avdet etmemek<br />

üzere mezarı âdeme götürülmüş<br />

olduğunu görmektir>.<br />

Haklılığını milletin temsil gücünden<br />

almayan, sadece «kendi çıkar ve ihtiraslarına»<br />

göre devleti yönetenlere karşı bizzat<br />

bu hakların gerçek sahibi olan millete iadesi,<br />

Mustafa Kemal'in «Hakimiyet-1 Milliye»<br />

adını verdiği ilk hedefi teşkil eder.<br />

Geçmişte bu sonuç «milletin kendi düşünce<br />

hürriyeti ile egemenliğine sahip bulunmamasından,<br />

şunun bunun elinde oyuncak<br />

edilmesinden doğmuştur. «Misaki Millî'nin<br />

ruhu, egemenliğin bir zümrenin elinden<br />

alınıp millete devredilmesidir. Bu oluşumda<br />

artık her şey millet içindir... Bu yüzden<br />

söylevlerinde, demeçlerinde sık sık tekrarlanan;<br />

Millî anane, millî iktisat, mil<br />

İt ka'rekter, millî misak, millî şahsiyet, dâvayı<br />

mîllî, kuvayı milliye, millî sene, millî<br />

terbiye, millî kültür, millî tarih, millî ahlâk,<br />

millî hakimiyet, millî meclis, millî hasasaslyet,<br />

millî seciye, millî vazife gibi deyimler<br />

her şeyin millet potası içinde yeniden<br />

değerlendirilmesini gösterir.<br />

Onun «mücadele-i istiklâl» adını verdiği<br />

Kurtuluş Savaşı, aslında milletin «haricî<br />

ve dahilî» düşmanlarına karşı zaferidir. Bu<br />

zaferden sonra millet gerçek bağımsızlığına,<br />

ve kendi temsilcilerini bizzat seçme hakkına<br />

kavuşmuş olacaktır. BuYada 18. yüzyılın<br />

tabiî hukuk kuramının izlerine raslamak<br />

mümkündür. Halk egemenliği görüşü aslında<br />

bu gelişimin bir ürünüdür. Bir zümre<br />

veya sultanlık yerme milletin gerçek<br />

temsilcilerinin yönetimi ele aldığı cumhuriyet<br />

rejimi, bundan böyle gerçek yönetim<br />

şekli olacaktır. Mustafa Kemal'in Millî<br />

Mücadele'nin henüz ilk aşamasında halkın<br />

gerçek temsilcilerini 23. Nisan, 1920 yılında<br />

Büyük Millet MecMsi'nde toplanması<br />

kararı, aslında yönetimin tek kişiden «sahibi<br />

hakikisi» olan millete devredildiğini göstermek<br />

içindir. Millî mücadelenin geniş halk<br />

kitlelerine mal edilmesinde, milletçe benimsenmesinde<br />

şüphesiz bu hareketin geniş<br />

etkisi olmuştur.<br />

Ankara'da bir ev, hakimiyetin kayıtsın<br />

şartsız milllete ait olduğunu göstermek için<br />

dolup taşıyordu. Milletin tek bir vücut gibi<br />

yüreğinin çeirptığı yer artık Ankara'dır, İstanbul<br />

değil... İstanbul, hanedanlığı temsif<br />

ettiği için geri plna itilmiş, Ankara TüVk<br />

Mtlletl'nin yeniden yükselişinin sembolü olmuştur.<br />

Bugün geri kalmış ülkelerde kalkınma<br />

usulü olarak benimsenen Kemalist model,<br />

her şeyden önce tarihî gerçeklerimizden<br />

doğmuştur. Halkı tepeden süzen diktatörlükler<br />

ile, Halk adına halkın duygularını<br />

sömüren sözde demokrasi rejimleri yerine,<br />

halkın liderde, liderin halkta kenetlendiği<br />

Kemalist sistem bugün daha çok Üçüncü<br />

Dünya Ülkeleri'nin gerçeklerine uygun düşKiydrsa<br />

şüphesiz bu oluşumda Mustafa<br />

Kemal'in kişiliğinin etikisi büyük olmuştur.<br />

Egemenliğin kayıtsız şartsız millete<br />

devredildiği Cumhuriyet yönetimi Mustafa<br />

Kemal için: «bir hayat ve zihniyet değişik-<br />

İlgidir.» Aslında onun için inkılâb da bu<br />

demektir.<br />

Kemalist inkılâbın ilk temel unsuru,<br />

Osmanlı Hanedanfnı milletten ayıran vs<br />

sultanlığın yerine millet hâkimiyetinin geçmesini<br />

öneren Anayasa veya hukukun üstünlüğü<br />

ilkesinde toplanır. Mustafa Kemal'in<br />

Büyük Millet Meclisi'nîn mânevi<br />

şahsiyetine, Anayasa ve kanunlara olan derin<br />

saygısının anlamını da burada aramak<br />

gerekir. İkinci temel unsur ise, yine ilkiyle<br />

ilgili olarak «kendi çıkarları için yabancılara<br />

imtiyaz hakkı tanıyan», «vergi ve<br />

yargı hakkını vatandaşların uyguladığı glbî<br />

yabancı uyruklaYa uygulamaktan yoksun ve<br />

hattâ bir çeşit yabancıların sömürgesi ha-<br />

13f


ORHAN TÜRKDOĞAN<br />

line gelmiş Osmanlılar yönetimi» yerine<br />

Misakı Millî'nin tâyin ettiği ekonomik bağımsızlığa<br />

sahip yeni bir millet yaratmak.<br />

Bu misyon, siyasî bağımsızlıkla —egemenliğin<br />

ulusa ait oluşu— birlikte ekonomik<br />

bağımsızlığı gerçekleştirmek biçiminde<br />

özetlenebilfr. Tıpkı siyasî bağımsızlıkta<br />

görüldüğü gibi, ekonomik bağımsızlık ilkesinde<br />

de Mustafa Kemal için çıkış noktası<br />

«Osmanlılara» karşı duyulan psikolojik tepkidir.<br />

Sırf şahsî çıkar ve hevesler için milleti<br />

tebâ yerine koymak, yabancılara efendilik<br />

hakkı tanımak gibi «keyfi tutumlar»<br />

karşısında yine milletin egemenliği kadar<br />

ekonomik bağımsızlığını da kazanması bu<br />

gelişimde iki temel ilke olarak belirmektedir.<br />

işte Mustafa Kemal'in «Türk Ulusu<br />

için bir hayat ve zihniyet değişikliği» ola-<br />

Sak önerdiği Kemalist inkılâbın temelleri<br />

bu iki sütuna dayanır. Diğer sütun siyaset,<br />

toplum, ekonomik ve teknoloji değişmeleri<br />

bu temellerden itibaren yükselir. Milletin<br />

kayıtsız şartsız egemenliği ve iktisadî faaliyetlerdeki<br />

özgürlüğü, bağımsızlığı nasıl<br />

bu hakları millet adına şahsî ihtiras ve<br />

emellerine göre kullanan Osmanlılar'a bir<br />

tepki ise, hilâfetin kaldırılması ve hanedan<br />

mensuplarının yurt dışına sürülmeleri,<br />

şapka ve kılık kıyafette değişiklikler, din<br />

alanındaki yenilikler, yerli malı kullanılması,<br />

din ve devlet işlevinin birbirinden ayrılması,<br />

yeni yazının kabulü, dil ve<br />

tarih tezi gibi bir sıra yapılmış yeniliklerin<br />

de temelinde «eski düzene» karşı olan<br />

«milletin hakkını» dilediği gibi kullanabilme<br />

dugusunun tepkilerini görmek mümkündür.<br />

Nitekim şapka giyilmesi hakkında hazırlanan<br />

kanun teklifinin gerekçesinde: «Aslında<br />

hiçbir öneme sahip olmayan başlık<br />

sorunu, çağdaş uygar uluslar ailesi içine<br />

girmeye kararlı Türkiye için özel bir değere<br />

sahiptir» biçimindeki ifadeler de açıkça<br />

göstermektedir ki eski düzene duyulan<br />

tepki önemli bir yer tutmaktadır. Şapka<br />

inkılâbı nedeniyle ülkede yer yer tepkilerin<br />

belirmesi hatta bunlardan bir kısmının şiddetle<br />

bastırılması olayına karşılık, gerekçede<br />

İleri sürülen; «aslında hiç bir öneme<br />

sahip olmayan başlık sorunu» beyanı, Türk<br />

Halkı'nın yaşantı ve zihniyetinde bir değişme<br />

yapmak, «eskiye benzemekten» kurtarmaktadır.<br />

Ortak uygarlığa katılma amacıyla Türk<br />

Ulusu'nu Batıya yönelten bu hareket, Mustafa<br />

Kemal'in radikalist niteliğini de ortaya<br />

koyar. Çoğu kez, geri kalmış ülkelerin<br />

elitleri Batıda eğitim görüp ülkelerine döndüklerinde,<br />

Batı modeli elbiselerini sırtlarından<br />

çıkarıp tekrar mahalli kıyafetlerini<br />

giymeleri şeklindeki «yeni gelenekçilik» davranışına<br />

Mustafa Kemal'de raslamak mümkün<br />

değildir. Bu tür yeni gelenekçilik de,<br />

teknolojik değişmeler istisna edilirse, diğer<br />

sahalarda ferdin yaşadığı toplumun kültürüne<br />

ve değerler sistemine kesinlikle bağlı<br />

kalması dikkat çekici bir yöneliştir. Gaııdhi'<br />

nin Batıda eğitimini sürdürürken bir Batılı<br />

gibi giyinip kuşanması ve sonra ülkesine<br />

döndüğü zaman tekrar mahalli kıyafeti tercihi,<br />

yeni gelenekçilik akımının tipik bir örneğini<br />

teşkil eder. Aslında yeni gelenekçilik<br />

hareketinde «Batıyı Batının silahlarıyla<br />

vurma» biçiminde ifade edebileceğimiz<br />

bir psikolojik motivasyon elit kadronun bilincinde<br />

yaşamaktadır. Oysa ki modernleşme<br />

eğilimi temsil eden Mustafa Kemâl'de<br />

yeni gelenekçiliğin izlerine raslamak mümkün<br />

değildir. Aslında Mustafa Kemâl için<br />

tepki kaynağı «Osmanlılar» ve onların tarih<br />

olaylarına biçim veren «kişisel ihtiras» ve<br />

«hevesleridir». Bu nedenle Osmanlılardan intikal<br />

eden siyaset, toplum ve kültür değerlerini<br />

onun için bir yöneliş kaynağı olamaz;<br />

Ancak ya Osmanlılar'ı atlayarak İlk Türk<br />

kaynaklarına inmek-tarih Ve dil teorilerinde<br />

olduğu gibi-veya Batıyla ortak yaşantı imkânını<br />

sağlayarak çağdaşlaştırmak.. Bu sebeple<br />

Mustafa Kemal'in Milliyetçilik ve Batıcılık<br />

gibi iki önemli misyonu tarih içinde gerçekleştirmenin<br />

ana felsefesi yine bu noktada toplanır.<br />

Görülüyor ki Türk milletine yön veren<br />

Tepedeki Adam, bir bakıma toplumumuzun<br />

tarih şartlarının tipleştirdiği bir kimsedir.*<br />

14


YALNIZ f K yncecirt;/eM' dit Kat juadctf<br />

Esen boz rüzgâr mıdır<br />

İncecikten bir kar imidir...<br />

Elifimi hatırlattı bana birden<br />

Elif akla gelir de öbürleri dururlar mı<br />

Sevgililer<br />

Geldiler<br />

Birer birer:<br />

Bânu'm, Çağrı'm, Yağmur'um, Emrah'ım<br />

Kuşattılar çevremi,<br />

Kiminin kolları boynumda,<br />

Kimi tırmanır dizlerime,<br />

Birbirinden güzel, biribirinden tatlı.<br />

..Jba'ı ata ıtcaom •üw<br />

Wjtf c<br />

Kim demiş ki yalnızım...<br />

Camların ardındaki rüzgâr mı, kar mı...<br />

Kim bakar artık!<br />

Güneşler doldu bomboş evime,<br />

Gönlüm güneşe doğru kanatlı.<br />

Sana sonsuz şükürler Allah'ım!...<br />

25 Şubat 1973<br />

HALİDE<br />

ZORLUTUNA<br />

NÜSRET<br />

1S


DR. TÜNCE» GÜLENSÖY<br />

TÜRKLER'DE<br />

Y Azı<br />

insanoğlunun en önemli İcatlarından jbiri<br />

-olan yazı, insanların konuşma dışında duygu,<br />

düşünce ve isteklerini anlatabilmek için,<br />

muayyen işaret ve işaret sistemlerinden teşekkül<br />

etmiş bir anlaşma ve haberleme vasıtasıdır.<br />

Yazı, insanlığın binlerce yıllık gelişmesi<br />

neticesinde bugünkü modern şekline<br />

ulaşabilmiş, ilkellikten çıkarak çağının medeniyet<br />

seviyesine erişmiş her milletin bir yazı<br />

Mi meydana gelmiştir.<br />

Yazı dili, yazıda, yâni eserlerde ve kitaplarda<br />

kullanılan dildir. Yazı değişmesi milletler<br />

için bir medenî tarihî değişmenin başlangıcını<br />

ifade eder. Her milletin konuşma<br />

dilinden bir yazı dili doğmuştur. Bir dilin yayıldığı<br />

saha içindeki muhtelif konuşmalardan<br />

bir tanesi, ahenkli oluşu, ifâde düzgünlüğü<br />

v-b. gibi sebeplerle yazı dili tıâline gelir<br />

(msl.: Türkiye Türkçesinin yazı dili istanbul<br />

şivesi olduğu gibi).<br />

Türklerin, V. yüzyıldan başlayarak türlü<br />

devir ve bölgelerde Şamanizm, Budizm, Manihaizm,<br />

Hıristiyanlık, Musevilik ve islâm dinine<br />

bağlı olmaları, birbirinden çok farklı alfabeleri<br />

kullanmalarına sebep olmuştur.<br />

Türk dehâsının mahsulü olan ve Türk<br />

yazı dilinin ele geçen ilk örnekleri, Orhun<br />

hitabelerinin metinleridir. Fakat bu metinler<br />

muhakkak bu Türk yazı dilinin ilk örnekleri<br />

değildir. Çünkü Orhun abidelerindeki dil,<br />

0 zaman için yeni teşekkül etmiş bir yazı<br />

dili olarak değil, çok işlenmiş bir yazı dili<br />

olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan,<br />

Türk yazı dilinin menşeini Göktürk (Orhun)<br />

âbideleri metinlerinden çok daha öncelerde<br />

aramak gerekir. Türk yazı dili, bilhassa, VIII.<br />

yüzyıldan sonraki tarihî tekâmülü ile mukayese<br />

edilecek olursa, Orhun abidelerindeki<br />

yazjı dilinin, en az bir kaç yüzyıllık bir gelişme<br />

safhası geçirmiş olduğu gerçeği ortaya çıkar-<br />

Göktürk yazısı Yenisey ve Orhun nehirleri<br />

civarında bulunmuş olan eski Türk hitabelerinin<br />

yazısıdır. Orhun (Göktürk) yazısında<br />

38 işaret vardır; bunlardan 4'ü sesli<br />

olup, çok kere yazılmaz. Sessiz harf olarak<br />

adlandırılan 34 işaret ise, bir veya iki sesi<br />

birden ifâde eden harflerdir ve sağdan sola<br />

yazılır. Bu ses ifâde eden işaretlerden başka,<br />

sözleri ayırmak için kullanılan iki noktadan<br />

ibaret bir çeşit durak işareti vardır.<br />

Bu Türk alfabesinin manşei hakkında türlü<br />

fikirler ileri sürülmüştür. Bazı işaretlerin<br />

başka alfabelerden alınmış olduğu fikri gibi,<br />

yazının kökünü Sâmî alfabesine bağlamak<br />

isteyenler de çıkmıştır. Şurası muhakkak ki,<br />

Orhun yazısı, Piktografik (*• resim yazı) yazıdan<br />

ziyâde, hiyeratik (= resimden daha<br />

çok şekle kaçan yazı) yazı karakterinde ve<br />

kendine has özelliktedir. Zaten bugüne kadar<br />

Göktürk alfabesinin başka yazılarından<br />

alınmış olduğu ispat edilememiştir.<br />

Orhun yazısındaki işaretlerin bazılarının<br />

bugüne kadar Türk kabilelerinde damga şeklinde<br />

kullanılması da, bunların, bir dereceye<br />

kadarı, yaratıcı Türk dehâsının mahsulü olduğuna<br />

delil olabilir. Çünkü Türklerde damga<br />

kullanmak çok eski olup, her boyun da<br />

kendisine mahsus damga işaretleri vardır<br />

(damgalar için bk. Prof Dr. Faruk Sümer,<br />

Oğuzlar (Türkmenler) - Tarihleri - Boy teşkilâtları<br />

- Destanları. Ankara 1967, pafta<br />

1 - II).<br />

Türkmenlerin VIII - XV. yüzyıllarda kullandıkları<br />

yazı, Uygur alfabesi'dir. Turfan<br />

metinlerinde, Kutadgu Bilik'in Herat'ta 1440'<br />

ta kopya edilen ve şimdi Viyana'da bulunan<br />

16


TÜRKLERDE YAZI<br />

nüshasında, bazı yazıt ve birçok rulo basmalarda<br />

bu yazı kullanılmıştır. Halen Mançu ve<br />

Moğolların kullandığı bu yazıyı Uygurlar, Budist<br />

olan Suğdi'Ierden almışlardır. 23 hari<br />

ve 53 ligature «bağ» vardır. Sağdan sola yazılır.<br />

Fakat son devirde Çincenin tesiriyle yukarıdan<br />

aşağı yazılmış, satırlar da soldan<br />

»ağa dizilmiştir. Uygur yazısında, harflerin<br />

başta, ortada ve sonda bulunma durumlarına<br />

göre 3 değişik şekli vardır.<br />

Yalnız Budhacı yazılara uygulanan bir<br />

yazı da Suğdi alfabesi'dir. Orta trançanın<br />

Orta Asya'daki bir kolu Suğdi dili için meydana<br />

getirilmiş bu yazıda 22 harf vardır. Aramî<br />

yazıdan çıkmış olup, sağdan sola yazılır.<br />

VIII. yüzyılda Türkler tarafından çok<br />

az kullanılmış olan bir ygzı da ideografik<br />

(— fikir - yazı) Çin yazısı'dır. Bu yazı sistemi<br />

20.000'e yakın ideogramdan müteşekkildir.<br />

Türkler tarafından zaman zaman kullanılan<br />

diğer yazılar ve alfabeler şunlardır;<br />

Tibet yazısı : (VII - X. yüzyıllarda kullanılmış<br />

olup, menşei Hint yazısıdır. 35 harfi,<br />

97 ligature vardır; soldan sağa yazılır-);<br />

Masturi - Süryanî alfabesi : VII - XI. yüzyıllarda<br />

kullanılmıştır, 22 harfi vardır, sağdan<br />

sola yazılır.); Mani yazısı : (VIII - XI. yüzyıllarda<br />

Mani metinlerinde kullanılmıştır. 22<br />

harften başka, Türkçedeki sesleri löstermek<br />

için 14 harfi daha vardır; sağdan sola yazılır.);<br />

Brahmî yazısı : (Budizm'in tesiriyle<br />

VIII XI. yüzyıllarda, daha çok ilmî metinlerde,<br />

kullanılmıştır. 13 sesli harfi, 43 sessiz<br />

harfi ve 14 çok kullanılan bağ'ı vardır-);<br />

h P'ags-pa «Passe-pa» yazısı : (XIII, yüzyılda,<br />

Moğol Hanı Kubilay Kağan tarafından<br />

Çin'e ve Moğolistan'a davet edilen Tibetli<br />

Lama P'a-sse-P"a tarafından icâd edilerek<br />

Moğolcaya uygulanan dört köşe (Moğolca :<br />

dörbelcin) bir yazı sistemidir. Hece usulü<br />

44 harf ihtiva eder; Çince gibi yukarıdan<br />

aşağıya, fakat sağdan sola yazılır.); Arap alfabesi<br />

: (Türklere islâmlıkla beraber XI.<br />

yüzyılda girmiş XX. yüzyıla kadar bütün<br />

Türkler tarafından kullanılmıştır. Farsçadan<br />

geçen bazı ilâvelerle beraber 31 harf ihtiva<br />

eder; sağdan sola yazılır.); Yeni Türk alfabesi<br />

: (Lâtin esaslı 2© harften ibaret olan<br />

bu alfabe 1928'den bu yana Türkiye'de kullanılmaktadır.<br />

Lâtince'de bulunmayan ç, ı, ş,<br />

ğ, ö ve ü gibi seslerin ilâvesiyle Türkçenin<br />

fonetiğine uydurulmuştur).<br />

Yukarıda saydığımız alfabe ve yazılardan<br />

başka, Hıristiyanlığı ve Museviliği kabul<br />

eden bazı Türk boyları tarafından da çeşitli<br />

alfabe ve yazı sistemleri kullanılmıştır. Bu<br />

boylar ve kullandıkları alfabe ve yazı sistemleri<br />

şunlardır :<br />

1 — Peçenek yazısı : Orhon - Yenisey<br />

yazısına benzer bir yazı olup, «Atillâ<br />

Definesi» denilen ve Macaristan'da<br />

Nagy-Szent-Miklös'de bulunan<br />

muhtelif ve savaş eşya ve<br />

âletlerinin üzerinde yazılıdır.<br />

2 — Kuman yazısı : Hıristiyanlığı kabul<br />

eden Kıpçak-Kumanlarının yazısı<br />

olup, 1303'te yazılan Codex<br />

Cumanicus (okunuşu : Kodeks Kumanikus)<br />

adlı eser bu yazı ile yazılmıştır.<br />

S — İbranî yazısı : isa'nın doğumundan<br />

önce Museviliği kabul eden Hazar<br />

(Azak - Kırım) Türkleri tarafından<br />

kullanılmıştır.<br />

* — Yunan alfabesi : Ana dilleri Türkçe<br />

olan Karamanoğulları tarafından<br />

XV - XX. yüzyıllar arasında, Türkiye'de,<br />

Konya - Karaman civarında<br />

kullanılmıştır.<br />

5 — Ermeni alfabesi : Çok az kullanılmıştır.<br />

6 — İslâv alfabesi : Çok az kullanılmıştır.<br />

7 — Lâtin - İslâv alfabesi : Rumeli'de<br />

yerleşen Türkler tarafından kullanılmıştır.<br />

Türk kültürüne kaynak teşkil eden eski<br />

eserlerin büyük kısmı Uygur ve Arap yazısı<br />

ile yazılmış olmakla beraber, yukarıda<br />

işaret ettiğimiz yazılarla kaleme alınmış çok<br />

sayıda eserimiz de vardır. 9<br />

17


ihMa^'Â'te&Hrj® - #<br />

ÜC KISIR- ÇEMBER<br />

MEHMET ŞAHÎM<br />

Geçen yazımda anlattığım Cambridge Şehrinde bir Türk hanımla tanıştım.<br />

Her cuma akşamı evinde toplantı yapan Naime Hanım bir ingiliz<br />

ile evli ve Cambridge Üniversitesi'nde doktora yapıyor. Türkiye'de de<br />

Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde asistan imiş. Kocası çat-pat Türkçe<br />

öğreniyor. Cuma gecelerinin müdavimi olan Türk misafirlerine Türkçe birşeyler<br />

söylemekten zevk alıyor. Türkler'den başka İngiliz, İtalyan, Hinli,<br />

Alman, Yunanlı misafirler de var. Başta ev sahipleri olmak üzere çoğu<br />

marksist. Dünyadaki marksizme ait meseleler görüşülüyor, başarılar<br />

övülüp, başarısızlıkların taktik hataları tesbite çalışılıyor.<br />

Misafirler ikişer üçer kişilik gruplar halinde sohbet ediyorlar. Bazan<br />

biri yüksek sesle herkesi ilgilendiren birşey söylüyor, sonra yine<br />

sohbet çemberleri daralıyor, kahve, bira, şarap, sigara, müzik. Etrafta<br />

Naime Hanımın karanlıkta akan dereler gibi tel tel' ağarmış koyu siyah<br />

saçlarından ve esmer yüzünden başka Türkiye'ye ait hiç bir şey yok. Ancak,<br />

kendisinin fizik yapısına konuşmaları ve o konusmalardaki değer<br />

ölçüleri eklendiği zaman, bu tek Türkiye kokusu da ortadan kayboluyor.<br />

Sağ tarafta yerde bir stero pikap ve Vivaldi'den Karayan'a, Elvis Presley'den<br />

Bob Dillon'a kadar yan yana dizilmiş otuzüç devir plâklar. Birkaç<br />

sandalye iki koltuk, bir küçük masa, rastgele serpiştirilmiş eşyalar, duvarda<br />

Salvador Dali'nin menenjit hastasının deforme olmuş gözbebe»<br />

ğinden süzdüğü buhran dünyasına ait donuk tablolardan birkaç kopya,<br />

Naime Hanım bana dönüp yüksek sesle :<br />

«— Biliyor musun...» dedi. Kısa sükûtuyla küçük grupları susturup<br />

kendisinji sohbetin odağına akarak..:<br />

18


ÜÇ KISIR ÇEMBER<br />

«—Burada İsa Fakültesi'nde Dr. Piçken isimli bir hocayla tanıştım.<br />

Senelerdir Türk Müziği üzerinde çalışırmış. Fakültede bu konuda dersler<br />

veriyor. Geçen gün beni Türk müziği ile ilgili (konferansına davet<br />

etti. Hiç duymadığım çok ilginç bazı iddiaları var. Örneğin Ezanın güçlü<br />

bir müzik yönü varmış... ve özellikle İstanbul'un büyük camilerinde ezan<br />

Türk Müziğinin makam ve ölçülerine göre okunurmuş... Hiç duymamış<br />

ve dikkat etmemiştim doğrusu. Ve dediğine göre batıdaki askerî müzik<br />

aletlerinin isimlerinin Türkçe olduğunu söyleyerek isbata çalışıyor. O<br />

zaman batılılar, Osmanlılar karşısındaki yenilgilerinin sebeplerini araştırırken,<br />

Osmanlıların üstünlüğüne ait çeşitli unsurlar yanında, mehterin<br />

harplerde askerin şevkini ve harp gücünü artırdığını da tesbit etmişler,<br />

At sırtındaki en az seksen çift küs, davul, nakkare ve zurnanın askere<br />

ölüm korkusunu unutturup, düğün şevkiyle harp gücü verdiğini anlamışlar<br />

ve bu yönetimi kendileri de uygulamaya karar vermişler. Bir başka şaşırtıcı<br />

konu da kilisede ilâhi söyleyerek dua etme geleneğinin bizdeki tekkelerden<br />

ve bilhassa Bektaşî Tekkelerinden alınmış olması. Müslümanlığın<br />

Balkanlarda süratle yayılışında Bektaşî Tekkelerinin rolünü görüyorlar<br />

ve tekke müziğini kiliselerde uyguluyorlar. Batıda askeri ve kilise<br />

müziği zamanla değişip bugünki şeklini alıyor ama kaynağı Osmanhlar'dan<br />

geliyormuş. Bunları belgeleyen kitaplar konferansçının masasının üstündeydi.<br />

Ne dersin, tuhaf değil mi...»<br />

«— Tuhaf olan bunları Dr. Pîcken'dan öğrenmektir.» dedim. Naime<br />

Hanım aldırmadı ve bana Dr. Piçken'I e görüşmemi tavsiye etti.<br />

Tekrar sohbet çemberi daraldı. Yanımdaki İcgiliz'Ie konuşmaya başladım.<br />

Bir evvelki yaz İstanbul'a gezmeye gelmiş, seyahat intibalarıni anlatıyordu.<br />

Konuşması sırasında defaatla Gons-tantinople sözünü kullandı.<br />

Constantinopie'da gezdiği kiliseler, Constantinopie'da gördüğü surlar...<br />

Sözünü kestim. Onun şuur altına uzanan yolun kapısını açabilmek için kelimeleri<br />

titizlikle seçerek dedim ki :<br />

«— Affedersiniz, deminden beri Gonstantinople kelimesine kafam<br />

takıldı. Biliyorsunuz ki beşyüzü aşkın seneden beri bu şehrin ismi İstanbul'dur.<br />

Size halâ Gonstantinople dedirten, tarihî, kültürel, dinî, ailevî<br />

bir takım sebepler olmalıdır. Bu tabiî söyleyişinizin şuuraltı temelini izah<br />

edebilirseniz gerçekten memnun olurum.»<br />

«— Soruş tarzınızın samimiyeti karşısında cevap verememezlik edemiyeceğim.»<br />

dedi. Ve biraz düşündükten sonra ilâve etti: «Biz batılılar Bfzans'ı<br />

kültürümüzün ve medeniyetimizin köklerinden biri olarak kabul ederiz.<br />

Bizans bizim için Eski Yunan ve Roma ile Rönesans arasındaki köp-<br />

19


MEHMET ŞAHIN.<br />

rüdür. Rönesansın yarattığı batı için bu köprü çok değerlidir. Sizin olan<br />

birşeyi başkaları zorla alırsa ona ait sahiplik hissiniz hep devam eder.<br />

işte bizlerdeki Bizans topraklarına ait his onların birgiin işgalden kurtulacağı<br />

ümidini de içinde taşır. Kitapların, çevrenin, kilisenin şuuraltı yerleştirdiği<br />

bu duygudur ki Constantînople sözünde ısrarın kaynağını teşkil<br />

ediyor herhalde.»<br />

Kendisine açık izahı için teşekkür ettim. Bu itiraf, İngiltere'de ilkokul<br />

çocuklarının okuduğu bir yardımcı kitapda gördüğüm «İstanbul'un<br />

Avrupa'da olup batılılar tarafından kurulduğu fakat içinde oturanların Asyalı<br />

olduğu» tarzında adeta Türklere sahiplik izafe etmeyin ifadesiyle tam<br />

bir tutarlık içinde bulunuyordu.<br />

Osya, Türkler'in Anadöîuya yerleşmeleriyie İngilizlerin Galieri doğuya,<br />

İskoçlar'ı kuzeye itip Britanya Adalarının ortasına yerleşmeleri aşağı<br />

yukarı aynı asırlara tesadüf eder. Birinin çıkıp da yukarıdaki izaha benzer<br />

bir izahla Londra'nın İskoçlar'a veya Galler'e ait olduğunu ve İngilizler'în<br />

işgalinden kurtuluşunu ümit ettiklerini, söylese İngilizler en azından o<br />

şuuraltını propaganda matkabıyla oyarlardı.<br />

Naime Hanımın evindeki bu toplantıdan birkaç gün sonra İsa Fakültesi'ne<br />

bir akşam üzeri Dr. Picken'ı görmeye gittim. Odasının kapısına<br />

geldiğim zaman içerden bir türkü duyuluyordu. Kapıyı vurup girdim. Ellibeş<br />

yaşlarında, tıknazca, beyaz saçlarının çoğu dökülmüş, kırmızı yüzlü<br />

bir adam önündeki teypin düğmesini kapatıp ayağa kalktı ve elini uzattı.<br />

Kendisiyle tanışmak için geldiğimi, kim olduğumu söyledim. Yer gösterdi,<br />

düzgün bir Türkçe ile «Hoş geldiniz» dedi. Önündeki kâğıtta biraz önceki<br />

türkünün yarım kalmış notaları vardı. Büyük çalışma masasının üzerinde<br />

iki tane teyp, birkaç tane bant, daktiloyla yazılmış kâğıtlar ve notalar<br />

göze çarpıyordu. Duvarlar boydan boya kitaplarla doluydu.<br />

1952 yılından beri Türk Musikîsi üzerinde çalışıyormuş. Her yıl Türkiye'ye<br />

gelip bölge bölge, köy köy dolaşır, çeşitli seviyedeki insanlarla<br />

konuşur bantlar doldururmuş. Bunları bana Türkçe olarak anlatıyor. Biraz<br />

sonra yandaki çok büyük bir odaya aldı beni. «Burası müzemdir» dedi.<br />

Şaşırdım. Her taraf Türkiye'den getirilmiş sazlarla dolu; tanburlar, kanunı<br />

lar, udlar, bağlamalar, curalar, rebaplar, kemençeîer, kudümler, darbukalar,<br />

tefler, neyler, kavallar, zurnalar, kopuzlar, tulumlar... Bunların bir kısmı<br />

duvarda asılı, bir kısmı da cam masaların içinde. Bir başka cam masada<br />

acaip nesneler gördüm. Baktım çocukluğumuzda oynadığımız şeyler;<br />

ağaçtan ses fırıldağı, bir yanı delinmiş kaysı çekirdeği, kavlatılmış söğüt<br />

20


ÜÇ KISIR ÇEMBER<br />

dalı kabuğu, yassıltıp ortasından ikiye katlanmış gazoz kapağı... Çocukluğumun<br />

bunlara acaip sesler çıkardığımız günlerini hatırladım. «Niçin<br />

topladınız bunları» diye sordum. «Antropolojik bir çalışma» dedi. «Türkîer'de<br />

musikî zevkinin nasıl oluştuğunu tesbite yarıyorlar. Bu gördüklerinden<br />

başka senin doğduğun yerlerde ses çıkardığınız oyuncaklar varımydı»<br />

diye sordu. Ona pelit çanağını iki parmağının arasına koyup<br />

üfleyişimizi ve iki üç tel lâstiği kibrit kutusunun üzerine gererek «kibrit<br />

sazı» yapışımızı anlattım. Hemen not aldı ve tarifime uygun şemalar çizdi.<br />

Teşekkür edip ayrıldım. Yolda, acaba Dr. Picken'ın müzesi Türkiye<br />

topraklarında varmı diye düşündüm. Kafamda Naime Hanım, Constantinople<br />

sayıklayan İngiliz, Dr. Piçken, var olma davamızın üç kısır çemberi olarak<br />

dönüyordu. •<br />

— TÖRE BÜYÜYOR — TÖRE BÜYÜYOR — TÖRE BÜYÜYOR —<br />

Milliyetçi Hareket « Büyük ve güçlü Türkiye» hedefine sağlam adımlarla<br />

ilerlerken; bu yolun fikir ve sanat alanlarında en büyük hizmeti yapmayi,<br />

kendine aslî görev edinmiş olan TÖRE büyüyor.<br />

TÖRE, okuyucularının yakın ilgisi ve güven verici desteği ile kuvvetlenerek<br />

büyüyor.<br />

TÖRE, aldığı asil vazifeye, her geçen gün daha fazla lâyık olabilmek gayesi<br />

ile büyüyor.<br />

Mayıs 1973'den itibaren derginiz TÖRE'nin sayfa sayısı 16 ilâve ile<br />

dört formaya çıkacaktır. Bu tarihten itibaren, derginizin fiatı 5 TL. olacaktır.<br />

Ancak sayın okuyucularımıza bir kolaylık sağlamak amacı ile TÖRE,<br />

şu kararı almıştır: 30 NİSAN TARİHİNE KADAR ELİMİZE GEÇEN ABONE<br />

İSTEKLERİ ESKİ FİAT ÜZERİNEN KABUL EDİLECEKTİR. Böylece 30 Nisan'a<br />

kadar abone olan okuyucularımız 12 dergi için, 60 TL. yerine, 36 TL. ödeyeceklerdir.<br />

Postadaki gecikmeler, göz önüne alınmayacağından, okurlarımıza<br />

en geç 20 Nisan'a kadar en yakın PTT merkezinden TÖRE'nin 10071978<br />

numaralı posta çeki hesabına 36 TL. göndererek, bu kolaylıktan faydalanmalarını<br />

tavsiye ederiz.<br />

TÖRE, Milliyetçi Hareket'le, Milliyetçi Hareket TÖRE ile Büyük Türkiye<br />

gerçekleşinceye dek büyüyecek ve güçlenecektir.<br />

Tanrı Türk'ü korusun. ©<br />

21


A L D f<br />

YETİK<br />

OZAN<br />

— ÂŞIK KEMALOĞLU'NA —<br />

Kara günde bir ak ülküye yettik;<br />

Çıksa tana çıkar yolumuz bizim, *<br />

Dokuz ant üstüne bir düzen tuttuk;<br />

Sazı kılınç (bilir kolumuz bizim.<br />

Bencileyin güle yetmek dilersin;<br />

Gel gör ki, bir yanlış yerde çilersin,,<br />

Bu bağa hiç girme, çabuk yılarsın;<br />

Diken içindedir gülümüz bizim.<br />

Erenler elinden dolu içmişiz,<br />

Güzeller içinden yurdu seçmişiz,<br />

Ölümlü dünyada candan geçmişiz;<br />

Bu yüzden diridir .ölümüz bizim.<br />

Erzurum'a selâm kolay, gelmek zor,,<br />

Tarihi kâğıttan değil, taştan sor,<br />

Türk'ün ocağından eksilir mi kor;<br />

Yangınlar çıkarır külümüz bizim.<br />

Töre bozulmadı; bozulan düzen,<br />

Kör, sağır çekmiş de yabana özen,<br />

O yerlerde bugün bey gibi gezen,<br />

Ne acıdır, dünkü kulumuz bizim.<br />

Hoşgördü de Yetik Ozan sözünü<br />

Söz ile yakmadı senin özünü,<br />

Yamsnsan, akına çevir yüzünü;<br />

Umut dizgininde elimiz bizim,<br />

22


*&ffl''W,<br />

.^/M2ı.pK^PfcVk


MUSTAFA KAFALI<br />

üzere % 80 nin üzerinde Türk nüfusun yaşadığı bir bölge durumunda idi,<br />

1918 yılında Türk kuvvetlerinin Haleb'in kuzeyine çekilmesini takib eden<br />

hadiseler ve 1920 yılında Fransızlar ile yapılan hudut anlaşması Haleb vilâyetini<br />

ikiye böler şekilde olmuştu.<br />

Her ne kadar yukarda söylediğimiz üzere 1939 da Hatay vilâyeti Türkiye'ye<br />

ilhak edilmişse de halihazırda Suriye'de bilhassa Hatay vilâyeti He<br />

Gazianteb vilâyetimizin Suriye'ye komşu olan bölgelerinde kesiksiz olarak<br />

yüzlerce Türk köyü Suriye tarafından kalmıştır. Bunlardan I. grubun Bayır<br />

ve Bucak Türkmenleri olduğunu söylemiştik. Bugün Lazyike vilâyetine bağlı<br />

olan Bayır-Bucak Bölgesi kamilen Türk köyleriyle meskûndur. Yalnız Antakya'nın<br />

Yayladağ hududuna komşu olan Keseb nahiyesi ile buna bağlı olan<br />

Çınarcık, İki-Oluk, Kara Duran, Kabacık, Eski Ören ve Düz-Ağaç köylerinde<br />

sonradan buraya yerleştirilmiş olan Ermeni nüfusa da rastlanır. Fakat<br />

bunlar yekûn teşkil etmezler. Bu köyler isimlerinden de anlaşıldığı üzer»<br />

eski Türk köyleri olmalarına rağmen Fransız idaresi devresinde iken Ermenilerin<br />

adı geçen köylere yerleştirildikleri anlaşılıyor. Hemen bu köyleri<br />

takiben güneye doğru sahil tarafından Bucak nahiyesi köyleri, içeri<br />

kısımda da Bayır nahiyesi köyleri Uluçay (Nehr ül Kebir)'e kadar uzanır.<br />

Uluçay, Yayladağ yakınlarından çıkarak, Lâzkiye yakınlarından Akdeniz'e<br />

dökülen, bu bölgenin mühim ırkmaklarındandır. Bucak nahiyesine bağlı<br />

Türkmen köyleri, Lâzkiye'nin kuzeyinden denize dökülen Arab Çayı (Nehr<br />

ül Arab)'na kadar devam ederler.<br />

Bucak bölgesinde Türkmen köyleri, bizim hududumuza yakın Güvercinkaya<br />

Burnu ve Kara-Duran Dağının sahil tarafından ve güneyinde yer<br />

alan Bodur-Su köyü ile başlar. Buna yakın olan Himmetli ve Kızıllı köyleri,<br />

iç tarafta ise Bohça-Ağız, Fakı- Hasan köyleriyle devam eder. Yine sahilde<br />

Alaca-Burnu tarafında Alaca, Karakol-Köyü, Gümüş-Hort, yer alır. Alaca<br />

bölgesinin güneyinde Akdeniz'e dökülen Kandil Deresi ile Akdeniz sahili<br />

arasındaki köyler, «İsa-Beğli Köyleri» adı ile anılır. Bu köyler şunlardır:<br />

İşa-Bağli, Karamustafa, Büyük Pınar Köyü, Çiçekli Yazı, Sazak, Bozoğ!art r<br />

Ağtaş, Zeytuncuk, Kaynarca, Kara Koca, Kızanlı, Turunç, Kırca Aii, v Kığır<br />

ve Damat köyü. Adı geçen köyler, İsa Beğli adını alan Türkmen teşekkülânün<br />

yerleşme sahalarıdır. Kandil Deresi ile daha güneydeki Arab Çay'a kadar<br />

uzanan sahada sahile yakın olan Eski Kulluk, Dik Ağa, Çabıtlı, Süleyîbve<br />

Burç (Burc-ı İslâm) köyleri bu bölgenin güneyinde kalan en son Türkmen<br />

köyleridir. Bucak nahiyesinin merkezi Kandil Deresi'nin doğusunda kalan<br />

Saray Köydür. Saray-Köy'ün kuzeyinde yer alan Bucak köyleri şunlardır:<br />

Gergili, Kara Bucak, Şeyh-Veli, Kantara, Mılıklı, Kisecik, Çardaklı, Yumurcak,<br />

Gökdağ, Mülk. Kepir, Kulplu-Sekİ, Karamanlı, Külâhlı. HalitJi, Çanga-<br />

24


SURİYE TÜRKLERİ<br />

ralı, Çalkamalı, Filikli, Kerengül, Karaca, Türkmenli Köyleridir. Saray-Köy'ün<br />

batısında Çamurlu, Camuslu, Baskın, Kıraç, Parmaksız, İskenderli, Zinzif<br />

ve Bostancı Köyleri bulunur. Yine Saray-Köy'ün güneyindeki köyler şunlardır<br />

: Meydancık, Avanlık, Acramlı, Bel-Veren, Çukur-Veren, Zahre-Veren,<br />

Kandilcik, Hamam, Beyti-Nasir, Kara-Cücük, Moll-Mahmudlu, Kızıl Cura,<br />

Yalnız Çam, Mülek, Büyük Kızıl Cura, Hasancık, Kır Esat, Deli Köy, Küçük<br />

Kırca Ali, Kestel ve Seğirt Ali Köyleridir. Bucak nahiyesinin güneyindeki<br />

Behlûlîye nahiyesine bağlı Hırbet Türk, Hırtes Türk Köyleri yine bu köylerin<br />

devamı durumundadır. Saray Köy'ün batısında ise Şiran, Elmalı, Ayvalı,<br />

Muran ve Emlik Köyleri yer alır.<br />

Bucak Nahiyesi'nin doğusunda Bayır Nahiyesi, yer alır. Bayır Nahiyesi'-<br />

ndeki Türkmen köyleri, Uluçay hudutlarına kadar uzanır. Bu nahiyenin merkezi<br />

Kebeli'dir. Kebeli'nin kuzeyinde Türk hududuna doğru uzanan köyler,<br />

Türkiye tarafındaki Yayladağ kazasının köylerinin devamıdır. Bu köyler sırası<br />

ile şunlardır : Kara Kise, Moruklu, Keller, Salmur, Kara-Pınar, Salur,<br />

Yamadı, Zeytuncuk, Dağdağan, Dere-Yurt, Ablaklı, Dervişli, Çukurcuk, Kolcuk,<br />

Kabaklı, Çanacık, Cıvalık, Kop Kaya, Hıdan, Saldıran, Karaca Ağız,<br />

Kara Ahmet, İsa Pınar, Ilıcak, Aşağı Karamanlı, Yukarı Karamanlı ve Kör<br />

Ali köyleridir. Kebeli'nin doğusunda bulunan ve Uiuçay'a doğru uzanan<br />

köyler ise sırasiyle : Kara Ağıl, Kuruca, Basara, Züveyli, Beyti Veli, Han Köy,<br />

Kazancık, Mağara, Kara Cura, Beberli, Ağca Bayır, Şambaz, Kelez, Seren,.<br />

Aynül Hamam, Şah Muran köyleridir. Kebeli'nin güneyindeki köyler ise,<br />

Mağara Dere, Gündeşli, Kapaklı, Han Bektaş, Hıbıtlı, Kasap, Çolturman,<br />

Dırahtlı, Ayvalık, Dığmışlı ve Canlı (Gımam) Köyleridir. Bayır Nahiyesi'nin<br />

batısında, kuzeyde Kızıl Dağ'dan çıkarak kuzey güney istikametinde akıp,<br />

güneyde Uiuçay'a katılan Kızıl Çay, Bayır ve Bucak bölgelerini ikiye ayırır.<br />

Bucak bölgesi, daha ziyade ovalık ve düzlükleri; Bayır Bölgesi ise ismine<br />

uygun olarak yüksek tepeleri ve yaylaları ihtiva eder. Umum olarak isimlerinden<br />

de anlaşılacağı üzere bu bölge, tamamen Türkmen nüfusla meskûndur.<br />

Bayır ve Bucaklı Türkmenlerden vilâyet merkezi olan Lâzkiye şehrine<br />

yerleşenler de vardır. Bugün nüfusu 100 bine yaklaşan Lâzkiye şehrinde<br />

15 bin kadar Bayır ve Bucaklı Türk yaşamaktadır.<br />

Kuzey Suriye'de bulunan diğer grup Türkmen Köylerinin Haleb'in Kuzeyinde<br />

yer aldığını söylemiştik. Bu köyler, Hatay vilâyetimizin doğusunda<br />

ve Antep Vilâyetimizin güneyinde bulunan köylerimizin, Suriye'de devam<br />

eden uzantısı durumundadır. Bu köylerin en batıda bulunanlar Antep vilâyetimizden<br />

çıkarak Kilis'in batısında Arslanlı Suyu, Delî Çay ve Sabuncu<br />

Suyu ile birleşerek Kuzey güney istikametinde akan Afrin Suyu'nun batısında<br />

kalan, Havar Dağı ve Kurt Dağı bölgesinde bulunan Türkmen Köyle-<br />

25


MUSTAFA KAFALI<br />

rîdir, Afrin Suyu Suriye topraklarına girdikten sonra Haleb'in batısında bulunan<br />

Seman Dağları'nı doğuda, Havar ve Kurt Dağı'nı batıda bırakmak<br />

üzere güneye doğru akarken, Havar Dağı bölgesinden İnce-Su ve Ok<br />

Deresi, daha aşağı bölgede de Kurt Dağından doğan Çerçim Deresi ile<br />

birleşir ve Batıya doğru dönüş yaparak Reyhanlı'nın kuzeyinden Hatay topraklarına<br />

girer ve Amik Gölüne dökülür. Afrin Suyu ile Türk hududu arasındaki<br />

bu bölgede pek çok Türkmen köyü mevcuttur. Bu bölgenin kuzeyindeki<br />

Havar Dağı ile güneyindeki Kurt Dağı arasındaki Ok Deresi vadisi<br />

boyunca, hududumuzda bulunan Meydan-ı Ekbez'den Suriye'ye giren Haleb<br />

Demiryolu geçer ve bu bölgeyi iki kısma ayırır. Kuzeydeki Havar Dağı bölgesi,<br />

umumiyetle Türkmen Aşîret Köyleridir. Arin Irmağına katılan İnce Su<br />

Irmağı, Havar Dağı bölgesini Doğu ve Batı olmak üzere iki bölüme ayırır.<br />

İnce Su'nun batısında, hududumuzdaki Meydan-ı Ekbez'den itibaren, güneye<br />

doğru Deli Osman, Bin direk, Velidli, Deli Oba, Güvende, Tepe Köy,<br />

Koru Köy, Pullu, Solaklı, Atamanlı, Ali Viran, Firfirik, Meydanlı Oba, Alemdar,<br />

Çakmak, Küçük Çakmak, Çobanlı, Mamalı, Çençeli, Çarkıtlı, Çatal<br />

Kuyu, Küçük Solaklı, Öksüzlü, Göbek Köy, Dağ Obası, Şeyhler Obası, Dik<br />

Obası ve Mağara Köyleri uzanır. İnce Su Irmağı'nın doğusunda Antep hududundan<br />

güneye doğru Bülbül, Bâli Köy, Beğ Obası, Mahmut Oba, Kale<br />

Köy, Ziyaret Köy Serencik Orta Oba, Aşağı Oba, Saikaya, Ali Beğ, Karışık,<br />

Konak, Hıdırh, Çolaklı, Sağır Oba, Kuru Göl, Kaş Uşatı, Bebe Uşatı,<br />

Kurt Uşatı, Alkanlı, Duraklı, Alıcı, Kızıl Baş, Küçük Kargın (Derviş Köy),<br />

Belen, Naz Uşağı, Meydanlık, Çorbacı Oğlu ve Anbarlı köyleridir.<br />

Ok Deresi'nin güneyinde kalan Kurt Dağı bölgesini Çerçim Deresi<br />

Kuzey Güney istikametinde iki bölgeye ayırır. Bu bölgede bir miktar Kürt<br />

köyü var ise de yekûn teşkil etmezler. Çerçim Deresfnin doğusunda kalan<br />

ve Türk hududuna doğru olan bölümde, Derviş Oba, Küçük Atamanlı, Kadı<br />

Köyü, Mamalı Uşağı, Ömer Uşağı, Sarı Uşağı, Kantarlı, Birincili, Kantara,<br />

Mabedli, Çömezli, Al Cura, Hacı Kasımlı, Arslanın Köyü, Satı Uşağı, Kışla<br />

Köy, Selçik, Çakallı, Şeyh Çakallı, ve İn Kale Türkmen Köyleri bulunmaktadır.<br />

Çerçim Deresi'nin doğusundaki Türkmen Köyleri ise Aşağı Kışla,<br />

Dar Güney, Su Başı, Çolaklar, Kara Baş, Büyük Çakallı, Hacı Hasanlı, Aşağı<br />

Çobanlı, Tatar Hanlı, Kuran Köy, Kocaman, Şeyh Abdurrahman Gazi, Gümüş<br />

Burç, Yalın Goz, Hacılar, Aceli, Hacı İskender köyleri uzanır.<br />

Cebeli Seman'm doğusunda ve Afrin Suyu vadisindeki Türkmen Köyleri,<br />

kuzeyden güneye doğru sırayla şöyledir: Kurt Kulağı, Kara Kurt Kulağı,<br />

Kara Tepe, Kersen Taş [Nahiye Merkezi), Basut, Burç, Gaziler, Çadır<br />

26


SURIYE TÜRKLER!<br />

Köy, İskân Köy, Celeme, Eski Celeme, Göl Bayırı, Yukarı Divan, Aşağı<br />

Divan, Molla Halil ve Atma Köyü.<br />

Kilis Kazasının güneyinde Suriye tarafında kalan Azez kazasına bağlı<br />

Türkmen Köyleri, batıdan doğuya doğru yine aynı şekilde kesintisiz devam<br />

eder. Azez Kazası ile Afrin Suyu arasında kalan Türkmen Köyleri şunlardır:<br />

îki Dam, Dam, Kuzucu Pınar, Arpa Viren, Dikme Taş, Kozcu Pınarı, Umranlı,<br />

Büyük Kargın, Ali Beğli, Çimeli, Direkli, Aşağı Dam, Kastal, Ziyaret, Katma,<br />

Metinli ve Ali Köy'dür.<br />

Azez'in doğusundaki köyler ise : Sucu, Kefer, Parça, Kefer Cuş, İğde<br />

Köy, Havar, Hacar, Nasıhiye, Tel Battal, Kısacık, Tel Şain, Çeke, Dudan, Kara<br />

Mezra, Beğdili, Kara Köprü, Yeni Yapan, Mırgıl, Şamandra, Savran, Tuğlu,<br />

Kızıl Mezra, Barak, Kefer Kani, Tel Hüseyin, Yel Baba, El Beğli, Yahmil ve<br />

Defterdar köyleridir.<br />

Azez'în güneyinde kalan Taşlı Horbil ve Baş Köy ise Haleb'e bağlıdırlar.<br />

Bab Kazası Halep'in kuzey doğusunda yer alır. Anteb hududumuzdaki<br />

El Beğli Nahiyesinin Suriye'deki karşılığı Çoban Beğ Nahiyesidir. En kuzeydeki<br />

Çoban Beğ'den başlayarak güneyde Bab Kazasına kadar uzanan<br />

Türkmen Köyleri sırasiyle şunlardır : Çıldır Apa, Şahin Mezrası, Rakipti,<br />

Tel Hamur, Kadılı, Kara Göz, Gıdırıç, Zeyyatlı, Karur, Türkmen Barkı, Silsile,<br />

Haliloğlu, Ziyaret Köy, Koca Ali, Taş Kapı, Hacı Veli, Mamalı Köy, Yukarı<br />

Kanlı Kuyu, Kuruca Hüyük, Molla Yakup, Ayyaş, Kersenli, Bozluca, Ede Abat,<br />

Sekizler, Kalkım, Zülüf, Kapı Viran, Tepe Viran, Elçi, Mazıcı, Arap Gördük,<br />

Hacı Köse, Tepecik, Tarhın, Beş Çurun, Sap Viran, Kanlı Kuyu, Kör Hüyük,<br />

Kumru, Ulaşlı, Burgaz, Kendirli, Koç Ali, Kop Viran, Surnabat, Mehmet Ağa,<br />

Baş Köy (Nahiye), Acemi, Bayraktar ve Mağa köyleridir.<br />

Münbiç Kazası'nın kuzeyinde bulunan ve hududumuzdaki Akça Koyunlu<br />

Nahiyesi'nden Münbiç Kazası'na doğru; Öküz Öldüren, Kara Göz, Hanefi<br />

Solak, Acar, Kındıra, Boz Hüyük, Bel Viran, Çukur Viran, Gollü, Sabuncu,<br />

Kara Yakup, Koyunlu, Karataşlı, Kadılar, Çörten, Baltacık, Eşekçi, Kubbe<br />

Türkmen, Kantara, Mirza Şehit, Memik, Küçük Arap, Hasan, Büyük Arap<br />

Hasan, Ala Baş, Mahzenli, Songur, Yaşlı, Taşlı, Hüyük, Kerpiçli, Çatal<br />

Viran, Aktaş, Yılanlı, Kurt Viran, Aşağı Çakal, Yukarı Çakal, Çoraktı, Ak<br />

Viran, Osman Geldi, Küçük Medene, Büyük Medene, Şeyh Yahya, Ballı,<br />

Beğ Viran, Ziyaret, Camus Viran, Denden Oğlu, Nafak, Halvacı, Boz Geyik<br />

Ziyareti (Bölge Türkmenleri arasında çok itibar gören bir ziyaretgâh'ın bulunduğu<br />

bir köydür.), Aşağı Kuru Dere, Orta Kuru Dere ve Yukarı Kuru<br />

Dere, köyleri yer alır.<br />

Münbiç Kazası'nın güneyinde ise İsmail Efendi, Ömer Beğ, Ak Çukur,<br />

Yalnız Dam, Küçük Köy, Öküz Gözü, Katma, Sıçan, Kazıklı, Çene, Küçük<br />

27


MUSTAFA KAFALI<br />

Çene, Küçük, El Beğli, Küçük Kara Tepe ve Büyük Kara Tepe Köyleri<br />

bulunmaktadır,<br />

Hududumuzdaki Barak Nahiyesi'nden itibaren Türkmen Barak köyleri<br />

yine Suriye tarafında devam ederler. Antep topraklarından doğarak Akça<br />

Koyunlu yakınlarından hududumuzu terk ederek Suriye topraklarına giren<br />

Sacır Suyu bir müddet güney doğu istikametinde seyrederek. Avşar Bucağı<br />

yakının Fırat Nehrine karışır. Türk hududu ile Sacır Suyu arasında kalan<br />

köyler, umumiyetle Baraklı Oymağının yerleştiği köylerdir. Bu bölgede yer<br />

alan köyler sırasiyle şunlardır : Carablus (Nahiye), Aşağı Carablus, Harbü!<br />

Ceman, Keklicek, Döğünük, Kara Kuyu, Kındıra, Taş Atan, Aşağı Taş Atan,<br />

Çimeli, Yusuf Beğ, Kuru Hüyük, Bulduk, Şeyh Ahmetli Köyü, Ak Pınar,<br />

Küçük Debis, Büyük Debis, Tatlı Kuyu, Kösecik, Bel Mağara, Kırk Mağara,<br />

Balaban, Tokar, Dedet, Tokar Selemi ve Kır Ata'dır.<br />

Sacır Suyu'nun güneyinde ise Avşar Bucağı, Küçük Haman, Büyük<br />

Hamam, Tavşan Köy, Keçici, Köpekli Kuyusu, Küçük Yılanlı, Büyük Yılanlı,<br />

Kersen, Domuzlu, Mağara, Kara Sofu, Küçük Merkez, Kara Seki, Yusuf<br />

Paşa Kışlası, Keçili Kuyu, Nafi Paşa Bahçesi, Küçük Sandal, Büyük Sandal.<br />

Şaşı Köy, Yukarı Uçkuna, Aşağı Uçkuna, Orta Uçkuna köyleri yer alır.<br />

Bu bölge Türkmen Köyleri Fırat Nehrinin doğu tarafında da devam eder.<br />

Urfa Vilâyetine bağlı, hududumuzda bulunan Mürşit Pınarı Nahiyesi ile Akça<br />

Kale Kazasının güneyine isabet eden bu köylerin en doğudaki hududu Belih<br />

Irmağına kadar uzanır. Bu bölgede yer alan köyler sırasiyle şunlardır : Zor<br />

Mağara, Kuran, Hacı İsmail, Kara Kuyu, Dolu Dağ, Gevrik, Yedi Kuyu, Kör<br />

Pınar, Ali Şar, Kopuz, Boz Tepe, Kertik, Kara Kılınç, Arsian Taş, Köpek<br />

Satan, Aşkan, Harap Bey, Çelik, Yukarı Taşlık, Aşağı Taşlık, Kan Kara, Tepe<br />

Viran, Domuz, Uzun Domuz, Pendir, Göbelik, Avhan, Derin Dur, Seyf Ali,<br />

Yeni Yapan, Yukarı Şeyhler, Aşağı Şeyhler, Ilıcak, Kur İni, Poyraz Oğlu,<br />

Kumluk, Zırp Kötek, Meydan, Halilcik, Çakal Viran, Toraman, Boğaz, Kuyumcu,<br />

Kılınç Viran, Arsian Kuyu. Harabe Köy, Kırat, Kirik, Mağara, Geyik,<br />

Dede, Kula, Kara Kozak, Fıtık, Bucak, Sariç, Baş Kuyu, Eğerli ve Gollü<br />

köyleridir.<br />

30 Ekim 1918 de Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, Harbin<br />

durması icap ettiği halde, Fransız Kuvvetleri kendi nüfuz sahaları olarak<br />

kabul ettikleri Güney illerimizden, ileri harekâta devam ettiler. Hâleb<br />

Vilâyeti'nin sancakları durumunda olan Urfa, Antep ve Maraş'a girmeğe<br />

teşebbüs ettiler. Aynı zaman Hatay, İskenderun üzerinden Çukurova bölgesine<br />

asker şevkettiler. Bilindiği üzere Urfa, Antep, Maraş ve Çukurova'da<br />

Fransızlara karşı Türkler şiddetle mukavemet ettiler. Neticede Fransızlar<br />

28


SURlYE TÜRKLERİ<br />

bütün ileri hereketlerinde bu bölgelerde bulunan Ermenilerin de yardımlarına<br />

rağmen, bütün cephelerde bozguna uğradılar. Bunlara ilâveten Türk<br />

Ordusunun 12 Eylül'de Sakarya'da kesin bir zafer kazanması üzerine<br />

Fransızlar, 20 Ekim 1921 (20 Teşrin-i Evvel 1337) Türkler'le Ankara Antlaşmasını<br />

İmzaladılar ve bu toprakları bırakarak güneye çekildiler. 13 maddelik<br />

Ankara Antlaşması'nın 8. maddesine göre 1939 yılına kadar olan Hatay<br />

Vilâyetimizi hariçte bırakan güney hududumuz çiziliyordu. Buna göre<br />

Payas'ın hemen güneyinden başlayan hudud, batıdan doğuya devam eden<br />

hat boyunca Meydan-ı Ekbez'e ulaşıyor, oradan da Kilis'i Türkiye'de bırakmak<br />

üzere Çoban Beğ İstasyonu'na erişiyordu. Çoban Beğ'den itibaren<br />

Nusaybin'e kadar olan Demiryolu Hattını Türkiye'de bırakmak suretiyle devam<br />

ediyordu. Bu antlaşmanın 7. maddesine göre Fransız hakimiyeti altında<br />

kalan Türkler'in hakları korunacak ve bu bölgelerde Türkçe, «Resmî<br />

Lisan» mahiyetinde olacaktı. 9. maddede ise Fırat boyunda bulunan Caber<br />

Kalesi ve burada bulunan Süleyman Şah'ın Türk Mezarı diye bilinen yeri<br />

Türk Toprağı olarak kabul edilerek, buraya Türk Bayrağı çekilecek ve bir<br />

Türk Garnizonu bulunacaktı. 12. maddeye göre Halep Şehri'nin su ihtiyacını<br />

karşılamak üzere Antep'in 15 km. güneyindeki Çağdan pınarından çıkan<br />

ve bir kanalla Haleb'e bağlanan Haleb Arığı ve yabutta Kuveyt Suyu, Haleb'e<br />

kadar yol boyunca bulunan Türkmen köy ve kasabalarının da istifadesine<br />

açık tutulacaktı. 13. maddede ise hududun güneyinde kalan Türkmenler,<br />

mer'a emlâk ve arazilerinden istifade edip, vergiye tâbi olmaksızın istedikleri<br />

zaman Türkiye'ye serbestçe girip, çıkabileceklerdi. Görüldüğü üzere<br />

Güney hududumuzun tanzimi Millî mahiyette olmayıp, siyasî hüviyet kazanmaktaydı.<br />

Çünkü hududun güneyinde o günkü miktarları ile yarım milyonun<br />

üzerinde Türk Topluluğu mevcuttu. Fransız hâkimiyeti onların varlığını<br />

yukardaki maddelerde görüldüğü üzere resmen kabullenmek mecburiyetinde<br />

kalmıştı. Yukarda da söylediğimiz üzere Haleb Vilâyeti, sancakları,<br />

kazaları ve köyleri itibariyle azınlıklar bir tarafa bırakılacak olursa tam 1<br />

mânâsıyle bir Türk Toprağı durumunda idi. Netice itibariyle o günün şartlarının<br />

doğurduğu zaruret, münasebeti ile tanzim edilen hudud andlaşması;<br />

Türk nüfusun bittiği yerlerden, yani Millî hududdan değil, sun'i bir mahiyette<br />

olan demiryolu hattı esas alınarak, bu vilâyetin Türk Topluluğunu<br />

arazileri ve mülkleri ile birlikte iki parçaya bölecek şekilde siyasî bir<br />

hududla ayrılmış bulunuyordu. 1938 yılında bugünkü Hatay Vilâyemiz, Atatürk'ün<br />

enerjik politikası neticesinde istiklâle kavuşmuş ve 1939 yılında*<br />

da Türkiye'ye ilhak edilmişti. Fakat yukarda saymış olduğumuz sayısız"<br />

Türk köyü halen Suriye tarafındadır.<br />

Son zamanların aktüel meselelerinden birisi de Suriye'deki Türklerin,<br />

arazi ve mülklerinin Suriye Hükümeti tarafından devletleştirilmiş olma-<br />

29-


MUSTAFA KAFALI<br />

sidir. Ancak, Suriye hükümeti bu devletleştirme işini bir emr-i vaki ile<br />

ucuzca bitirebileceğini zannetmektedir. Suriye hükümeti, bunu yapmakla<br />

900 yıllık vatan parçasından bu bölge Türk'lerinin toplu halde Türkiye'ye<br />

hicretini temin edecek bir vasatı hazırlamaktadır. Çünkü arazi ve mülkleri<br />

devletleştirildikten sonra bölge Türk'lerinin, onları bu toprağa bağlayan<br />

vatan ve yurt mefhumu ortadan kaldırılmış olacaktır. Dolayısiyle cüz't fiyatlarla<br />

mülkleri ellerinden alınmış olan Türk'ler, belki de herhangi bir<br />

zorlama olmasa bile, kendiliklerinden Anavatan'a iltica edeceklerdir. Böylelikle<br />

hudud tanziminden 50 yıl sonra, asırlardır Türk Yurdu durumunda<br />

olan bu topraklar, Türk nüfusunu kaybederek, araplasacaktır. Yani asırlardır<br />

sürüp gelmekte olan dirlik ve düzen ortadan kaldırılarak Misak-ı Millî'ye<br />

uymayan, 20 Ekim 1921 de çizilmiş olan siyasî hududa tabi olarak bu<br />

bölgeler boşalacağı için dünün siyasî hududu, netice olarak aleyhimize<br />

tecelli eden Millî hudud haline gelecektir. Malûm olduğu üzere siyasî<br />

hududlar devlet hududlarıdır. Millî hududlar, her zaman siyasî hududlara<br />

uymazlar ve siyasî hududların ötesinde de aynı soydan İnsanların devam-<br />

Jığı mevzubahs ise bu nüfusun bitim noktalarından geçerler. Bu durum<br />

Türk Devleti için bir hayli düşündürücü ve bu mesele, üzerine eğilmesi<br />

icab ettirici şartlan getirmektedir. Çünkü bu mesele, yalnızca Suriye<br />

hududlan dahilinde kalan 300 bin Türk'ün dâvası değil aynı zamanda Türk<br />

Hükûmeti'nin de meselesidir. Hududlarımız haricinde kalmasına rağmen,<br />

halen muteber olan 1921 Antlaşmasına göre; Türk Varlığı ve haklarının<br />

tesbit edildiği bu topraklar, asırlardan beri binlerce şehit vererek muhafaza<br />

edilmişti. Siyasî hududlarımızın ötesinde kalan Türk Topluluğu tarafından<br />

da aynı hatıraya binaen elde tutulmuştu. Dolayısiyle para mukabilinde<br />

bu toprakların bırakılması, Türk Milleti için unutulması güç bir acı hatıra<br />

haline gelecektir. ®<br />

BİBLİYOGRAFYA<br />

Ali Rıza Ylgın, Cenb'da Türkm-en Oymakları, 1-2 Ankara 1988 3İ-4 Adana 1934.<br />

Ömer özbaş, Gaziantep Dolaylarında Türkmenler ve Baraklar, Gaziantep 1968.<br />

M. Şakir Ulkütaşır, Cerablus Çevresindeki Türkmen Aşiretleri, Halk Bilgisi Haberleri,<br />

cilt XI s. 12 - 13, istanbul 1940<br />

Abdülkadir inan, Gaziantep Vilâyetinde Türkmenler, Halk Bilgisi Haberleri, cilt IX<br />

s. İS® - 141, istanbul 1940.<br />

Abdülkadir inan, Gaziantep Vilâyetinde Il-Beğler, Halk Bilgisi Haberleri, cilt IV,<br />

s. 73 - 74, istanbul 1934.<br />

Ahmet Refik Altınay, Anadolu'da Türkmen aşiretleri, istanbul 1930,<br />

Faruk sümer, Oğuzlar, Ankara 1967. .; .<br />

Faruk Sümer XVI. Yüzyılda Anadolu, Suriye ve Irak'da Yaşıyan Türk Aşiretlerine<br />

Umumî Bir Bakış, Iktisad Fak. Mec XI. s. 509 - 523, istanbul 1952,<br />

.•ar» , : •—•— : —<br />

TÖRE'nin 23. sayısında yayınladığımız sayın Mustafa Kafalı'nın «Suriye<br />

Türkleri» isimli makalesinde bibliografya kısmı eksik çıkmıştır.<br />

Okuyucularımızdan, ek ilâve olarak verdiğimiz bu kısmı, bibliografyaya<br />

ilâve etmelerini rica ederiz.<br />

Faruk Sümer, Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar. T.A.D.,1,1 - 98,<br />

Ankara 1963<br />

Ali Sevim, Suriye Selçukları, I, Ankara 1965.<br />

Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu'nda Aşiretlerin İskân Teşebbüsü<br />

(1691 - 1969), İstanbul 1963.<br />

Cengiz Orhonlu, Lazkiye Türkleri, Türk Kültürü, sayı 40, s. 426 - 429,<br />

Ankara 1966.<br />

Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin sancağı, İstanbul 1969.<br />

A. Suat Bilge, A. Şükrü Esmer, Mehmet Gönlübal, Oral' Sander, Cem<br />

Sar, Duygu Sezer, Halûk Ülman, Türk Dış Politikası (1919 - 1965], Ankara<br />

1969.


Uzun zamandan beri başta politikacılar<br />

ve ekonomistler olmak üzere hemen hemert><br />

hörkese birşeyler söyleme ve yazma fırsatını<br />

veren ve reformlar ailesinin bir ferdi<br />

haline gelen «Teşvik Tedbirleri Kanun Tasarısı»<br />

yakında meclislerde geniş tartışmalara<br />

yol açacak bir konu haline geldi,<br />

Kanun tasarısının gerekçesini özet olarak<br />

şöyle ifade etmek mümkün: Türkiye<br />

kalkınmayı çabuk ve dengeli bir biçimde pek<br />

yürütemeyen bir ülke hüviyetindedir. O<br />

halde, başta ara malı ve yatırım malı üreten<br />

sanayi yatırımları olmak üzere, ihracatın,<br />

turizm ve döviz kazandırıcı hizmetlerin daha<br />

kolay bir biçimde yapılmasını sağlamak<br />

amacıyla, gerek özel ve gerekse kamu kesimini<br />

teşvik etmek gerekmektedir. ,<br />

TEŞVİK<br />

TEDBİRLERİ<br />

YETERLİ Mİ<br />

ASÎS. DR.<br />

TEVFİK ERTÜZÜN<br />

Gerçekten de bu gerekçe hiçbir tereddüte<br />

fırsat vermeyecek ddrecede mantıkî<br />

ve tutaYlıdır, O kadar ki, bugün en gelişmiş<br />

ülkelerden başlıyarak hemen hemen her ülkede<br />

(merkezî plânlama ile idare edilen kominist<br />

ülkeler hariç), bir takım teşvik tedbirleri<br />

alınmış ve alınmaktadır. Bütün bu ülkeleVde»<br />

kanun yapıcı organın, gerekli gördüğü mal<br />

ve hizmet üretimini teşvik edecek yönde tedbirler<br />

alabilmesi yanında, caydırıcı yönde<br />

de baz^ı engellemelere başvurabilmesi kendi<br />

yetkisi içindedir. Türkiye'de de, teşvik<br />

tedbirleri hem özendirici hem de vazgeçirici<br />

yönü olan bir tedbirler silsilesidir. Ancak,<br />

yapılan tartışmalar daima özendirici<br />

yönde alınacak tedbirler üzerinde yapılmış,<br />

caydırıcı yönü peVde arkasında kalmıştır.<br />

Halbuki vazgeçirici yönü de aynı titizlikle ele<br />

alınacak olursa tasarının sağlamak istediği<br />

hedeflere ulaşmak mümkün olabilir. Mesele<br />

basit bir alternatifler mukayesesinden ibarettir.<br />

Şöyle ki tasarı, ilk olarak yatırım malları<br />

sanayii, madencilik sektörü ve elektronik<br />

sanayiine öncelik tanımaktadır. Anlaşılıyor<br />

ki bu alanlarda faaliyet gösterecek müteşebbislere<br />

bir takım kolaylıklar sağlanacak<br />

ve onlara belli bir kâr haddini tutturmalarına<br />

imkân verilmiş olacaktır.<br />

31


TEVFÎK ERTÜZÜN<br />

Karşımıza şöyle bir soru çıkıyor, bu<br />

•müteşebbisler kimler olacak Kanun tasarısına<br />

göre; «Sabit yatırım tutarı gümrüksüz<br />

100 milyon TL. nın üzerinde olan her türlü<br />

yatırımlar ile geri kalmış yörelerde yapılacak<br />

ve sabit sermaye tutarı gümrüksüz 50 milyon<br />

TL.'nın üzerinde bulunan her türlü yatırımlar,<br />

yatırım konusuna bakılmaksızın, yatırım<br />

büyüklüğü itibariyle gümrük muaflığından,<br />

yatırım ve indiriminden orta vadeli<br />

kredi imkanından ve yatırım kotasından yararlanabileceklerdir.<br />

Ortak sayılan 100 ve daha<br />

fazla olan halka açık anonim şirketler ile<br />

kooperatifler ve yurt dışındaki işçi kuruluşlarınca<br />

gerçekleştirilecek yatırımlar, yatırımın<br />

geri kalmış yörede yapılması ve sabit yatırım<br />

tutarının 10 milyon lirayı aşması şartıyla<br />

gümrük muaflığı, yatırım indirimi, orta<br />

vadeli kredi kolaylığı ve yatırım kotasından<br />

otomatik şekilde yararlandırılacaklardır».<br />

Kanunun can alıcı noktasını teşkil eden<br />

bu pümleler, her türlü spekülasyon yapılmasına<br />

çok müsaittir. Ancak tartışmalar ekonomik<br />

ölçülere, memleket kalkınmasına, sosyal<br />

adalet prensiblerine ve millî hedeflere<br />

uygun düşecek tarzda geliştirilirse, tasarının<br />

faydası mutlak olacaktır. Yukarıda işaret ettiğimiz<br />

cümleler ise bu haliyle kaldıkça pek<br />

umut verici görülmemektedir.<br />

Kanun tasarısı, çok ortaklı anonim şirketleri,<br />

kooperatifleri ve işçi kuruluşlarını teşebbüse<br />

geçirmeyi hedef almaktadır. Ne var<br />

ki, ülkemizde bugüne kadar görülen uygulama,<br />

—bu arada sermaye kanunu tasarısının<br />

halâ çıkmadığını belirtmek gerekir—ve içinde<br />

bulunulan ekonomik ortam, AET'ye geçiş döneminde<br />

bulunduğumuz da dikkate alınacak<br />

olursa kanundan beklenilen bu hedefin en<br />

azından bir fantazi olduğunu ifadeye yeter.<br />

Demek ki, yeni yatırımcıyı şu anda ekonomide<br />

olanlar dışında, aramamak gerekir. Bu mantıkî<br />

silsile içinde varacağımız nokta, mevcut müteşebbisi<br />

halen üretimde bulunduğu alandan<br />

çekecek, ona bazı kolaylıklar tanıyarak istediğimiz<br />

alanda ve bölgede yatırıma girmesini<br />

temin edeceğiz. Meselâ, tekstil, ya da<br />

montaj sanayiinden alarak ara malı veya<br />

yatırım malı üretimine geçireceğiz. Şimdi<br />

yukarıda ifade ettiğim endişeye geliyorum.<br />

Ekonomide mevcut müteşebbis zümre<br />

dışında yeni yatırımcılar ortaya çıkmıyacağına,<br />

yahut çıksa bile, ancak belli bir zaman<br />

devresini gerektirdiğine göre, sağlanacak teşvik<br />

tedbirleri, mevcut yatırımları halen büyük<br />

kârlar sağladıkları yatırım alanlarından<br />

çekmeye onları caydırmaya yetebilecek<br />

midir Üstelik devlet, gümrük muafiyeti,<br />

gümrük taksitlendirmesi, yatırım indirimi<br />

ve diğer gelir kaydedici unsurlardan dolayı<br />

büyük bir yük altına girmektedir. Tabî<br />

ki bu tedbirlerin yol açacağı yeni yatırımlar,<br />

bir tak>ım ekonomiyi genişletici yan<br />

etkilere sebep olacak ve devlet bu sefer<br />

müsbet yönde yararlar sağlayacaktır. îşte<br />

bu nokta mevcut alternatiflerin esaslı şekilde<br />

bir değerlendirmeye tâbi tutulması<br />

gerekir.<br />

Buraya kadar ele aldığımız yönü ile<br />

tasarı, pek çok savuncularının ifade ettiği<br />

kadar başarılı görülmemektedir.<br />

Halbuki, ekonomiyi dengeli bir biçimde<br />

geliştirmeyi ve üVetim mali yatırımlarını<br />

hızlandırmayı hedef alan teşvik tedbirleri<br />

manzumesinin çok daha gerçekçi ve akılcı<br />

olması gerekirdi. Teşvik tedbirleri bu haliyle<br />

daha çok büyük çapta üretimi ve onun faydalarını<br />

sağlayıcı niteliktedir. Görüldüğü gibi<br />

yatırım miktarını 100 milyon liranın üstüne<br />

çıkaracak olanlar, hangi bölgede ve hangi<br />

endüstri kolunda yatırımda bulunurlarsa bulunsunlar<br />

teşvikten yararlanmış olacaklardır.<br />

Gene 50 milyon liranın üzerindeki yatırımlar<br />

geri kalmış bölgelerde yapılmış olmak şartıyla<br />

hangi endüstri kolunda yapılırsa yapılsınlar<br />

teşvike tâbi olacaklardır. Hem ifade<br />

edelim ki, şayet sadece işletme cesameti<br />

büyültmek isteniyorsa bu tür tedbirlere<br />

ve devletin açık bir şekilde gelir kaybına<br />

uğramasını görmemeziikten gelmeye<br />

hiç lüzum yoktur. Bunlar mevcut kanunlarda<br />

düzenlemeler yapılmak veya bir İki<br />

yeni kanun yapmakla «sermaye ve bankalar<br />

32


TEŞVİK TEDBÎRLERİ<br />

kanunu gibi» düzenlenebilir. Bazı yatırımların<br />

teşvik edilmesi için ise, onların normal<br />

şartlarda yapılamaması ve mutlaka yapılmasında<br />

millî ekonomi için yararlar bulunması<br />

şarttır.<br />

Netice olarak şunu diyebiliriz ki, tasar/ı<br />

bu haliyle kamulaştığı taktirde, sadece<br />

büyük çapta üretimin sağlıyacağı faydaları<br />

getirecek, buna mukabi'l devlet kasasına<br />

büyükçe bir miktar külfet yükleyecektir.<br />

Başkaca pozitif bir etki beklememek gerekir.<br />

Kanunun bu haliyle çıktığı düşünülecek<br />

olursa net etkisinin ne olacağı şu mukayesenin<br />

neticesine bağlı olacaktır. Şayet tasarının<br />

mevcut hükümlerinin toplam sosyal<br />

faydası, toplam sosyal maliyetini, «gelir dağılımını<br />

bozucu etkiler dahil» aşıyorsa tasarı<br />

savunulmağa değer. Ne var ki bu alternatiflerin<br />

objektif bir değerlemeye tâbi tutulması<br />

halinde, getirilmesi istenen tedbirlerin<br />

pek umut verici değil, hattâ zarar verici<br />

olduğu anlaşılmaktadır.<br />

O halde mesele tek bir noktada çözüm<br />

beklemektedir,: teşvik tedbirleri kanun tasarısındaki<br />

hükümler, beklenilen neticeleri<br />

vermekten uzak, eksik, tek kelime ile yetersizdir.<br />

Bu konuda alınması gerekli tedbirlerin<br />

neler olması lazım geleceği konusu ise ayrı<br />

bir makale konusu teşkil edecek kndar geniştir.<br />

Ancak burada tedbirlere esas teşkil<br />

edecek prensiblerin neler olması lâzım geleceği<br />

konusuna temas etmeden geçemiyece-<br />

ğiz-<br />

Önce tedbirlerin getirileceği bütün alanlarda<br />

bir fayda-maiiyet analizi yapmak gerekir.<br />

Bütün yatırımlar için sosyal faydanın<br />

ve sosyal maliyetin tam ve doğru bir biçimde<br />

hesaplanmasının güçlüğü bilinmektedir.<br />

Bununla beraber tam ve doğru olmasa da<br />

böyle bir hesabın yapılmış olması zarurîdir.<br />

Yoksa, alınacak tedbirlerin ne götürdüğünü<br />

ve ne getirdiğini bilmeye imkân<br />

yoktur. Okyanusta dümenslz bir gemi içinde<br />

kalınmak kaçınılmaz olur,<br />

ikinci olarak, teşvik tedbirleriyle birlikte<br />

olarak bazı önemli kanunlar vakit geçirilmeden<br />

çıkarılmalıdır. Sermaye, Bankalar ve<br />

Ticaret kanunları, teşvik tedbirlerinin etkin<br />

bir tarzda işlenmesine imkân verecek şekilde<br />

çıkarmalı ve düzenlenmelidir. Nihayet<br />

teşvik tedbirleri, bir ölçüde sosyal adalet<br />

prensiblerinden ayrılmayı gerektirmekle<br />

beraber, Türkiye'nin sosyo-ekonomik şartları<br />

hiç bir zaman gözden uzak bulundurmamalı,<br />

millî varlık ve bütünlüğün bir gereği olarak<br />

sosyal adaleti daha çok sağlamak hedef<br />

alınmalıdır. Burada bilhassa vasıtalı vergi<br />

ödeyenlerin aleyhine olan adaletsiz bir vergi<br />

tabikatının daha da bozulmasına dikkat çekmek<br />

gerekir. Finansman güçlüğü içinde bulunan<br />

devlet, daha da artacağı açık olan<br />

bütçe açığını vasıtalı vergi dışında yeni<br />

kaynaklarla karşılamak yolunu tutmalı, en<br />

azından bugünkü dengenin daha fazla bozulmasına<br />

göz yummamalıdır. ©<br />

istediğiniz kitapları<br />

TÖRE -<br />

Yayım ve<br />

temin<br />

isteme adresi :<br />

Konur Sokağı,<br />

Köklü Pasajı<br />

No: 57 C/8<br />

Bakanlıklar — Ankara<br />

DEVLET<br />

Dağıtım'dan<br />

ediniz.<br />

33


e *&«)MÜfi*frt<br />

Gökbörü soyunun bahtı kararmış,<br />

Alyanaklı kızın yüzü sararmış,<br />

Yiğit Mehmet'imin teni morarmış,<br />

Gamdır yanan, gör ki dumanımız var.<br />

Halıya, kilime can veren kızlar!<br />

Size bakanların ciğeri sızlar...<br />

Varın Başbuğ'uma dokuz yıldızlar,<br />

Deyin evvel «geldik, amânımız var.»<br />

Dokuz ak ışıklı büyük Başbuğ'um,<br />

Belli değil değil gayri şölenim, yuğum,<br />

Yukselmez mi Bozkurt taşıyan tuğum<br />

Bu yolda akacak çok kanımız varl..<br />

Kimi Fars'a, Kimi Rus'a Tutsaktır.<br />

Bulgar, Yunan içre Türkçe yasaktır.<br />

Türk'ün bahtı kara, alnıysa aktır,<br />

Bahtı ak olacak; imanımız varj<br />

Başbuğ dese s «Dünya hele kimindir<br />

Yüzde yüz Türk olsan cihan senindir!<br />

islâmiyet bize en yüce dindir;<br />

Töre bizim, hem de Kur'an'ımız varis<br />

Batı ne ağırlar, ne de el verir:<br />

Ne Türk'e uyacak bir emel verir;<br />

Kendine dön ey Türk| Gayri elverir}..<br />

Orkun'dan alınmış fermâinımız var]<br />

ÜT<br />

34<br />

Başbuğ derse: «Sabır beklerim sizden!»<br />

Kaşı çatılmışsa, sesi genizden;<br />

«Türklük ses verecek dokuz denizden,<br />

Türkeli uyansın, zamanımız var!»<br />

Fırtınadan, sonra serin yel esti;<br />

Sabır hayat için elzem nefesti;<br />

Kemaloşlu bildi, sözünü kestik<br />

Bugün başbuğ, yarın Turan'ımız varl<br />

AŞIK KEMALOGLU


SADIK KEMAL TURAL<br />

ÖLÜMSÜZ ESERİ N MUHTEVASI<br />

Bir ebedî eseri : 1—Ne söylü<br />

yor (Konu seçimi meselesi); 2 — Neden<br />

söylüyor, tesiri nedir (Sebep ve<br />

tesir meselesi); 3 — Nasıl söylüyor<br />

(Dil ve üslûp meselesi) sorularının<br />

ışığı altında değerlendirmek gerektiğini<br />

daha önce belirtmiştik. Geçen<br />

sayımızdaki yazımızda ilk sorunun tahliline<br />

başlamıştık, devam ediyoruz.<br />

Her ebedî eserde konu bir vasıtadır;<br />

en önemli iki vasıtadan biridir.<br />

«En önemli» diye vasıflandırdığımız<br />

birinci vasıta, milletin işlek sanat dilidir.<br />

Dil'in şeklî değeri yanında, bir<br />

de üslûp başarısı açısından estetik<br />

değeri vardır. Fakat konunun şeklî vasıtalıktan<br />

başka değeri yoktur; yâni<br />

konu estetik bir değer taşımaz. Pekii,<br />

konu için millîlik de bir değer taşımaz<br />

mı Hiç şüphesiz taşır. Konu mutlaka<br />

yazarın ana vatanından mı seçilecektir,<br />

sorusuna, ne tamamen evet, ne<br />

de tamamen hayır diyebiliriz. Çünkü,<br />

konusu Almanya'da veya Fransa'da geçen<br />

bir hikâye, roman, senaryo, tiyatro<br />

eseri, eğer bir TÜRK'ün yabancılara<br />

bakışını veriyorsa, eser millîdir.<br />

ı<br />

ı<br />

TÜRK gibi bakıştan doğan, olaylan<br />

yorumlayış ve aksettiriş Türklük taşımaz<br />

mı Her şeyden önce, millî dil<br />

de ayrı bir unsur teşkil etmez mi<br />

Bu cins eserlere örnek olarak aklımıza<br />

gelen ilk eser, «Ayakta Durmak<br />

İstiyorum» dur. Buna rağmen, «Aziyâde»,<br />

bizim konumuzu işleyen bir<br />

roman olmasına rağmen, eser BİZİM<br />

değildir. Çünkü, Piyer Loti insanımıza<br />

bakarken de bir Fransız'dır, romanına<br />

işlerken de...<br />

Yalnız, Türk soyunun başka bir<br />

soy karşısındaki maddî ve manevî tavrının<br />

destanları olan, Emine Işınsu Öksüz'ün<br />

«Azap Topraklan»; Cengiz<br />

Dağcı'nın «Korkunç yıllar», «Onlar da<br />

İnsandı», «Yurdunu Kaybeden Adam»<br />

v.b. eserlerindeki çevre, yukarıdaki<br />

cinsten değildir. Dün sınırlarımız içinde<br />

iken, bu gün tutsak Türkler'le dolu<br />

olan bu çevreler, her şeyiyle Türklük<br />

kokmaktadırlar. Bu sebeple konular<br />

millîdir.<br />

Pekii, konuları Anadolu'dan alındığı<br />

iddia edilen, fakat işlenen köy<br />

ve köylüsü ile Türk'e benzemeyen<br />

35


SADIK KEMAL TURAL<br />

eser (!) ler ne olacak Anlattıkları köy,<br />

Suriye'nin, İran'ın veya Bulgaristan'ın<br />

bir bölgesi midir, yoksa Türkiye midir,<br />

belli olmayan «yapıt (!}» lan okumuşsunuzdur.<br />

Köylüsü, kasabalısı, şehirlisiyle<br />

Türk'e benzemeyen insanları<br />

işleyen romanları (vitrinlerde de olsa)<br />

görmüşsünüzdür. Bu, bir doktrinin<br />

dikte ettirdiği hezeyannâmeler hangi<br />

guruptandır Bunlar, Türk soyuna Türk<br />

gibi bakmadıkları için ne millî, ne de<br />

ebedîdirler; ebedî de olamayacaklardır.<br />

En çok bunların okunduğunu söylemek<br />

geçti aklınızdan değil mi Deterjan<br />

reklamı cinsinden reklamlarını,<br />

sahte müsabakalardaki şişirme «ödül»<br />

lerini düşünün önce; sonra «Mayk<br />

Hammer» serisinden «Çırılçıplak Öleceksin»<br />

kitabının 150.000 sattığını<br />

hatırlayın, mesele çözülmüştür.<br />

Ebedîlik ve millîliği bünyesinde<br />

dengelemiş ölümsüz eser, mensup<br />

olunan soyun insanına karşı, dikkatli<br />

bir bakıştan doğar. Bu bakış, engin<br />

bir müsamaha, derin bir aşk ile dolu<br />

değilse millîlik, edebîlik ve ebedîlik<br />

beklemek ham hayaldir. Bu bakışın<br />

ışığında, soyun bütün insanlarını manevî<br />

ve maddî bakımlardan billurlaştıran<br />

bir konu seçilebilir.<br />

Sebep ve tesir meselesine gelince,<br />

bu maddenin tahlili asıl meselemizdir.<br />

Konuya geçiş, beklenen tesirin<br />

de belirmesi demektir. Beklenen tesiri<br />

uyandırıp uyandırmaması ayrı bir konudur.<br />

Tesirin devamlılığı, her devre<br />

için geçerliliği önemlidir. Zaten bu<br />

şart, ölümsüzlük demektir.<br />

Edebiyat eseri, her şeyden önce<br />

güzellik ve zevk kavramları üzerine<br />

kurulmuştur. Güzellikten ve zevk alma<br />

kaygusundan uzak bir eser, edebî olmaktan<br />

çok uzaktır. Söyleyişteki sebep<br />

bir soya ait değerleri güzellik ve<br />

zevk alma ölçülerinin imbiğinden<br />

geçirip, işlek-millet dili ile abideleştirmek<br />

olmalıdır. Sanatkâr, yukarıdaki<br />

sebepten şuurlu bir şekilde yola çıkmaz,<br />

çok defa; fakat şuuraltı bu gaye<br />

vardır.<br />

Güzellik ve zevk alma ferdî bir<br />

ölçü gibi görünse de, içtimaî bir değerdir.<br />

Tek tek fertlerde beliren, fakat<br />

toplumdan alınmış olan zevk ve<br />

güzellik anlayışı, millî bir özellik taşır.<br />

Bir milletin kendine has duygu, düşünce,<br />

inançları ile ümidlerinin bir<br />

neticesi olan yaşama düzenine hars<br />

(kültür) diyoruz. Edebiyat ve sanatın<br />

yaratıcısı olan fert, harsın yoğurduğu<br />

bir insan değil midir Öyleyse<br />

edebiyat eserinin millî hayatın bir<br />

görünümü olduğunu kabul etmemek<br />

için hiç bir sebep kalmıyor. Ancak,<br />

millî harsın yoğurduğu, millî zevk ve<br />

güzellik anlayışının oluşturduğu, millî<br />

dilin hayatiyet kazandırdığı eser, yabancı<br />

tesirler de taşıyabilir.<br />

Önce, ferdi yakalayan, saran;<br />

sonra, fertlerdeki ortak noktaları birleştirip,<br />

toplumun edebî şuuruna, estetik<br />

zevkine hitabeden eser, hem edebî,<br />

hem millî, hem de ebedîdir.<br />

Millîlik açısından estetik güzellik<br />

ve zevk meselesine dâir söylenmiş<br />

ve söylenecek olan sözler millî<br />

36


ÖLÜMSÜZ ESERİN<br />

estetik anlayışımızın belirmesine yardımcı<br />

olursa vazifemizi yapmış sayacağız.<br />

Millî .kültüre ait şahsiyeti ve orijinaliteyi<br />

yoketmeye yönelen her türlü<br />

davranışın «ıkat'iyyetle» karşısındayız.<br />

Buna rağmen, gelişmenin yanındayız.<br />

Kültür mirasımızın bir aynası<br />

olan sanat ve edebiyat sahasında<br />

olduğu kadar, diğer sahalarda<br />

da millî kültüre ait araştırmalar<br />

ve tesbitler yapılmalıdır. Bu araştırmaların<br />

ve tespitlerin ışığında, ÖZ'e<br />

ait değerlerimiz; millî sanat geleneğimizin<br />

meseleleri, kendisine uygun<br />

çözümlerle geliştirilebilir. Her Türk<br />

Milliyetçisi, yozlaştırmadan gelişmenin<br />

yanındadır.<br />

Aydın (entellektüel), kendi milletinin<br />

güzellik ve zevk anlayışının bir<br />

neticesi olan millî kültüründen taviz<br />

vermeden, yabancı şeylerden hoşlanabilir,<br />

zevk alabilir. Bir Fransız şiirini,<br />

İngiliz tiyatrosunu veya İspanyol romanını<br />

güzellik ve zevk ölçüleri açısından,<br />

.kendine yakın bulmak, taktir<br />

etmek millî zevke ihanet sayılmaz.<br />

Millî Kültürün bir neticesi olan «millî<br />

zevk» i inkâr etmeyen, başka milletlerin<br />

estetik değerlerinden hoşlanmamızın<br />

neticesi «entellektüel zevk» i<br />

reddetmiyoruz. Kendi değerlerini aşağılayan,<br />

reddeden kozmopolitlerdeki<br />

zevk (!) i«entellektüel zevk» sayamayız;<br />

kendi değerlerinden kopmuş, şuursuz<br />

ve şahsiyetsiz bir zevki tanımıyoruz.<br />

«Biz millî kültürümüzü, yalnız kendi<br />

zevkimiz için, kendimiz tadına varmak<br />

için yapacağız. Başka milletler<br />

de, ondan, Loti'lerin, Farrere'lerin<br />

yaptığı gibi, ara sıra tadarak lezzet<br />

alabilirler. Nasıl ki biz de Fransız,<br />

İngiliz, Alman, Rus, İtalyan milletlerinin<br />

kültüründen ara-sıra zevk alıyoruz<br />

ve alacağız. Fakat bundan sonra, bu<br />

zevk alışımız, hiç bir zaman «egzotizm»<br />

in sınırını aşamayacaktır. Bizce,<br />

Fransızlara, İngilizlere, Almanlara,<br />

Ruslara, İtalyanlara ait güzellikler,<br />

ancak egzotik güzellikler olabilir. Bu<br />

güzellikleri sevmekle beraber, hiç bir<br />

zaman gönlümüzü onlara vermeyeceğiz.<br />

Biz gönlümüzü, ezel gününden<br />

beri, milli kültürümüze vermişiz. Bizim<br />

için dünya güzeli, millî kültürümüzün<br />

güzelliğinden ibarettir. (...) Kültür<br />

itibariyle hiç bir milleti kendimizden<br />

üstün görmeyiz. Bize göre Türk<br />

Kültürü, dünyaya gelmiş ve gelecek<br />

olanların en güzelidir. (Ziya Gökalp,<br />

Türkçülüğün esasları, İst. 1970, s :<br />

109, 110)<br />

Görüldüğü üzere Gökalp, kendi<br />

kültürüne aşk ile bağlılığı şart koştuktan<br />

sonra, değişiklik veya merak<br />

duyguları içinde ele alınan eserlerden<br />

zevk almaya «hayır» dememektedir.<br />

Edebiyat, insanı ve insanın bağlı<br />

olduğu çevreyi verir. Coğrafî şartları<br />

ne olursa olsun, insanın şekillendirdiği<br />

bir çevre vardır; mânâ ve maddesine<br />

damgasını vurmaya çalıştığı bir<br />

çevre... Çevre kelimesini bir soyun<br />

yaşadığı vatan olarak mânâca genişletiniz,<br />

muhtevaca zengin bir kavram<br />

elde edersiniz. İşte bu çevre, manevî,<br />

hattâ maddî yapısıyle millî kül-<br />

37


SADIK KEMAL TURAL<br />

türün ve bu arada millî zevkin coğrafyasıdır.<br />

Ebedî yaratma son derece karmaşık<br />

bir hadisedir. Bir eseri tahlil etmek<br />

için, yazarın, mensup olduğu soyun<br />

çağ içindeki yerini de iyi değerlendirmek<br />

gerekmektedir. Sanatkâr<br />

«şuuruna erse de ermese de» bir<br />

soya mensuptur. O soyun, önce, tarih;<br />

sonra, yaşanan çağ içinde yaşadığığınji<br />

ve yaşamakta olduğu bir macera<br />

sonucu; ulaştığı bir yer vardır.<br />

Diğer soylara nisbetle kazılan yere,<br />

mefkuresinin işaretlendiği yeri de eklerseniz<br />

sanatkârın ufkunu belirlemiş<br />

olursunuz. Bu ufkun içinde, geçmiş,<br />

geçmekte olan, gelecek koyun-koyuna<br />

yaşar. Yine bu ufkun içinde, güzellik<br />

ve zevk anlayışının yoğurduğu mîllî<br />

sanat ve edebiyat geleneği vücut bulur<br />

,ki sanatkârı bunun dışında düşürtmek<br />

mümkün değildir.<br />

Edebiyat, önce millî kültürün, giderek<br />

milletlerarası medeniyetin en<br />

önemli unsurudur. İktisadî, siyasî v.s,<br />

görüşler, doktorinler gürültülü seslerle<br />

dolu bir savaş yeri... En çok<br />

taraftar bulan, alkışlanan doktirinler,<br />

felsefeler, bir gün rafa konmaya mahkûm...<br />

Yaşayan ve yaşayacak olan,<br />

edebiyattır. Hangi Edebiyat Soyunu<br />

billurlaştırmadaki başarısını doruğa<br />

çıkararak, bütün insanlığın ufku olan<br />

edebiyat... a<br />

EROL GÜNGÖR<br />

TÖRE yazı ailesinin güçlü kalemi, değerli arkadaşımız Erol Güngör,<br />

Mart ayı içinde geçirdiği bir kalp krizi sonucu, Cerrahpaşa Kliniği'nde,<br />

tedavi altına alınmıştır.<br />

Arkadaşımızın sıhati gittikçe düzelmektedir.<br />

Kendisine acil şifalar temenni eder, geçmiş olsun deriz — TÖRE<br />

38


MURAT BARDAKÇİ<br />

TRT VE TÜRK MUSİKÎSİ<br />

Bir millet, tarih sahnesine çıktığı an, musikîsi de onunla beraber belirir.<br />

Millet ayakta kaldığı sürece, musikî de yaşar... onun acı ve tatlı anlarını,<br />

milletçe duyulan müşterek hisleri teremmün eder.<br />

Bizim musikîmiz de böyledir. Temeli, Orta Asya'ya dayanır. İlk Türk<br />

Devleti ile birlikte, Türk musikîsi de, tarih sahnesine çıkmıştır. Devrin<br />

ozanları, kopuzları ile diyar diyar gezerek, millî hisleri terennüm etmişler;<br />

Türk'ün destanını anlatmışlar, Türk'ün karakterini, töresini, inançlarını kulaktan<br />

geçip, yüreğe inen sesin ahengi ile vermeye çalışmışlardır.<br />

Bunca kıymetli ve kökü, mazinin haşmetine dayalı Türk Musikîsi'nin,<br />

ne yazık, bahtsız bir musikî olduğunu itiraf etmek mecburiyetindeyiz.<br />

Yüz yıllardan beri, türlü ifadelere bürünen yobazlık, onu ortadan kaldırmaya<br />

çalışmıştır. iBr zamanlar, dîni kendilerine kalkan eden yobazlar!..<br />

(ki bizzat yüce dinimizi baltalıyorlardı) 13. yüzyılda, bu din yobazları; musikî<br />

ile meşgul olmayı, bir müzik âleti çalmayı kâfirlik, imansızlık addediyorlardı.<br />

Hele Hazreti Mevlana'nm dinî ifadeye raskı ve teganniyî getirmiş<br />

olması, o devrin yobaz muh'ti tarafından tam bir «zındıklık» olarak vasıflandırılmıştı.<br />

Bu hücumlar, 15 —16. yüz yıllara kadar devam etmiştir. Zamanın büyük<br />

mutassavvıfı Bursa'lı Şeyh İsmail Hakkı, din yobazlarına karşı, büyük<br />

eseri «Kitab-ün Necat» da, aynen şu cevabı vermiştir (1). «Ne acîp bî meşrepsin<br />

ki, hayvandan betersin ve ne garip fersude dîlsin ki, hardan eptersin.<br />

Gûşuna duhl etmedi mi ki (erhanâ yâ bijâl) veya işitmedin mi (kelimeni<br />

yâ hûmeyrâ) nutk'u şerif-i nebevîlerini. Âh kim vesâit içindesin yine<br />

vesâiti bilmezsin ve huzur-u Hak'a varıp gelmenin şerefi nedir anlamazsın.<br />

Yürü bu bağı fenada bülbül gibi inle, ve yâhud bir bülbül-ü hoş nevayı<br />

dinle tâ ki bir gülü bî hara eresin ve bir gül yüzlünün yüzünü göresin.»<br />

Türk Musikîsine karşı, hücumlar, devrimizde de aynen devam etmektedir.<br />

Ne var ki, kalkan değişmiş... yobaz, bu kez; «batıcılığı» kendine<br />

kalkan edinmiştir. Bu çevreler, musikîmizi, «iptidai» olarak nitelendirmekte,<br />

tek sesliliği bir kusur olarak göstermekte ve öz musikîmizi, bağrımızdan<br />

söküp atmaya çalışmaktadır. Şüphesiz, bu ikinci tip yobazların çabaları da<br />

muvaffak olamıyacak, onlar da tıpkı birincileri gibi, bir gün, alay mevzuu<br />

olacaklardır.<br />

Devam edecek olan Türk musikîsidir, tıpkı Orta Asya bozkırlarından<br />

doğan, Türkiye Cumhuriyeti ile devam eden ve ebediyete «kadar yaşayacak<br />

olan Türk Ruhu gibi.<br />

Bizim îçin üzücü olan, millî yayın organımız olan TRT'nin, bugün,<br />

39


MURAT BARDAKÇI<br />

«batıcı yobazlar» in, bilerek veya bilmeyerek tesiri altında kalması, onların<br />

âleti durumuna düşmesidir. TRT programlarında alaturka musikî gittikçe<br />

kısıtlanmaktadır. Eskiden Ankara radyosunda her gün yer alan «fasıl saati»,<br />

bir kaç yıldır, gün aşırı icra edilmektedir.<br />

Ayrıca, büyük bir kusur olarak gördüğümüz ikinci bir husus da TRT'niıt<br />

armonize edilerek, karakterleri yok edilmiş halk türkülerine, programlarında,<br />

büyük yer vermesidir.<br />

Bu armonize ve çok sesli Türk Musikîsi çığrını açan merhum Orel;<br />

ortadaki eserlere dokunulmamasını, bilhassa tavsiye etmiş; ancak yeni<br />

bestelenecek eserlerin armonik veya poiîfonik olarak yapılmasını teklif<br />

etmişti.<br />

Zaten kontrpuan usullerine ve armoniye tam olarak uymayan, bu tak'<br />

dirde dinleyenlere teshîr etme gücünü tamamiyle kaybeden musikîmiz;<br />

tek ses olarak bestelenmiş eserler, armonize edildiği zaman, tam bir<br />

çıkmaza düşmüş olmaktadır Armonik türküleri dinlediğimiz zaman<br />

elimizde olmadan; «Bizim halkımızın bağrından kopan musikî bu mudur»<br />

diye dudak bükmekteyiz. Ve maalesef, bu traji- komik, haftada bir kaç kez<br />

devam etmektedir. Merak ediyoruz; acaba yetkililer, bu çeşit programlarda<br />

eserin makamı yanlış terennüm edilirken ve güftesi ters telâffuza maruz<br />

kalırken; mezarda bestakârmm kemiklerinin sızladığını, hiç düşünmezler<br />

mi...<br />

Ve bu yetkililerin, televizyon programları aralarında; Türk eserleri<br />

koymak niçin akıllarına gelmez...<br />

Reklâm programlarında, repertuvar heyeti tarafından reddedilen eserlerin<br />

okunduğu, ve halkın bundan çok hoşlandığı, hiç mi dikkatlerini çekmez...<br />

Acaba başta sayın Erguner olmak üzere, diğer radyolarımızdaki Türk<br />

Musikîsi Müdürleri; bu garipliğin üstün hiç mi durmak istemezler<br />

Evet, yine malesef diyelim, bugün radyoyu; merhum şeyh-ül azâmin<br />

dediği gibi; bir çok «acaip - meşrepler» işgal etmişlerdir... ki, bunlar batıcı<br />

yobazların temsilcileri durumundadırlar.<br />

Biz; Erguner, İlkar gibi değerli kişilerin eline daha çok yetki verilmesi<br />

ile, bu yobazların hak ettikleri cevabı alacaklarını tahmin ediyoruz.<br />

Zannımızca, bu sayın kişiler; bu «rezilîzasyon» a, «DUR» demenin zamanı<br />

geldiği kanaatindedirler... Ve bizler, gerçek Türk musikîsi severleri; bir'<br />

gün TRT'den, bu batıcı yobazların ayıklanarak, radyolarımızın ve televizyonun<br />

tam anlamı ile millîleşeceğine, radyolarımızı açtığımız zaman, bir<br />

tanburun, bir kanunun, Türk yüreğine hitap eden engin nağmelerinin, odalarımızı<br />

dolduracağına inanıyor, o günü sabırsızlıkla bekliyoruz. 0<br />

(1) Merhum yazar M. Avni Bey, «Tasavvuf Tarihi» isimli eserinin 172. sayfasında;<br />

Şeyh'in sözlerini şu şekilde takdim etmektedir: «Bursalı Şeyh ismail<br />

Hakkı, Kitâb-ün Necât'ında,, tagannîler bahsinde güzel bir sesle bir şeyler okumak<br />

ve bunu dinlemek meselesini aklen ve hikmeten ve şer'an gayet hakimane şerh<br />

ve tafsil etmiş ve bu işe dahil eden mutaassıplara karşı şöyle demiştir,»<br />

40


ŞEVKET BÜLENT YAHNİCİ<br />

Türk tiyatrosunun yeni keşfi ve :<br />

EVHAM!<br />

Devlet Tiyatroları Ankara sahnelerindeki<br />

ikinci dönem oyunlarını, iki<br />

telif, iki de yabancı eserle devam<br />

ettiriyor. Büyük Tiyatroda Şekspir'in<br />

bir klâsiği, YANLIŞLIKLAR KOMEDYA­<br />

SI, Yeni Sahnede Duremat'ın STRİNG-<br />

BERG OYUNU, Küçük Tiyatroda<br />

Haldun Taner'in SERSEM KOCANIN<br />

KURNAZ KARISI sahnelenen oyunlar.<br />

Bunların dışında, basın ve eleştiriciler<br />

için «es geçtiler» diyebileceğimiz bir<br />

oyun var ki, bizce 73 ün tiyatro hadisesidir.<br />

Evet, Altındağ Tiyatrosu'nda<br />

seyretmekte olduğumuz EVHAMI.<br />

Oyun, köşesinde unutulmuş, senelerce<br />

ihmal edilmiş, aslında Millî<br />

Tiyatromuz'un kurucusu ve müjdecisi<br />

diyebileceğimiz bir zatın: Ferâîzcizâde<br />

Mehmet Şakir Efendi'nin,<br />

Ferâizcizâde'nin 1853 — 1911 tarihleri<br />

arasında yaşadığı düşünülecek olursa<br />

yukarıdaki iddianın haklılığı bir yönüyle<br />

ortaya çıkar. Bu tarihlerde adepte<br />

eserler dışında önümüzde tek bir<br />

yerli eser var; Şinasi'nin Şair Evlenme'si.<br />

Öbür yönüyle yazarın eserlerindeki<br />

çalışma şekli, edindiği ve gerçekleştirdiği,<br />

gaye eserlere Türk Cemiye-<br />

41


ŞEVKET BÜLENT YAHNİCİ<br />

ti'nin maçları, örfleri, ata sözleri ile aksettirilişi,<br />

eski temaşa sanatı (karagöz,<br />

bilhassa orta oyunu) unsurlarına verilen<br />

önem v.s. itibariyle bakışta görülecektir<br />

ki, Ferâizcizâde, Millî Tiyatro<br />

endişesini ve gereğini ilk duyan ve<br />

bu yolda ilk adımı atan kişidir.<br />

Mehmet Şakir Efendi, Bursa'da<br />

doğmasına rağmen ailesi aslen Buhara'lıdır.<br />

Ferâizci Hasip Efendî'nin oğludur.<br />

Babası ve zamanın bilginlerinden<br />

ders görmüş, Arapça ve Fransızca öğrenmiştir.<br />

Matbaa ve gazetecilikle<br />

meşgul olmuş, bir ara edebiyat öğretmenliği<br />

de yapmıştır. Ahmet Vefik<br />

Paşa'nm Bursa valiliği sırasında onunla<br />

da temasta bulunarak, tiyatro ile ilgili<br />

müşterek çalışmalar yapmışlardır.<br />

Matbaasında güzel baskı örnekleri<br />

vermek gayesiyle kendisine alt altı<br />

adet eseri basmıştır. (Menazir-ül letaif)<br />

(Latif baskılar) adıyla çıkardığı eserler<br />

dizisi şöyledir: 1) Teehhüi yahut<br />

ilk göz ağrısı, 2) İnatçı yahut<br />

Çöpçatan, 3) Evhamî, 4) İcab-î<br />

Gurur yahut înkılâb-ı Muhabbet,<br />

5) Kırk yalan köse, 6) Yalan tükendi.<br />

Eserin önsözünde «... Şu kadar<br />

ki, tercüme ve şundan bundan almayıp<br />

kendi bostan-ı kariha-ı naçizemin<br />

(akıl bostanımın) iyi, fena mahsulleridir»<br />

demektedir. Yaptığı işin öneminden<br />

habersiz bir adam sözleri. Gerçekten<br />

de «Oynamak için değil, okumak<br />

için yazdım» demekle aslında tiyatro<br />

ile ilgili bir iddiası olmadığını da<br />

belirtmek istiyor,<br />

: ~ Ama gelin görün ki oynanmak şu<br />

tarafa okunmamış dahi, uzun yıllar.<br />

Ferâizcizâde Mehmet Şakir Efendi ismi<br />

bir kütüphaneierdeki eserinin üstünde,<br />

bir de Bursa'da Ahmet Vefik<br />

Paşa Tiyatrosu'nun yanındaki sokak<br />

tabelâsında kalakalmış, öylece. Ne<br />

bir tarihçi, ne bir edebiyat tarihçisi,<br />

ne de bir tiyatro tarihçisi pek «pas<br />

vermemiş» Ferâizcizâdeye... Bu unutuluş<br />

eser, sahnelenirken de edebiyatçı<br />

ve tiyatrocularımıza bir serzeniş<br />

şeklinde belirtiliyor. Nihayet kıymetli<br />

araştırıcı Metin And'ın gayretleriyle<br />

kütüphanelerden tozlar içerisinden<br />

çıkarılan eser, gene bir başkasının,<br />

Cevdet Kudret'in şahsî çalışmasıyla<br />

Türk Tiyatrosuna kazandırılıyor.<br />

Ama, biz gene gerekli ilginin gösterilmediği,<br />

gerekenin yapılmadığı kaanaatindeyiz.<br />

Tabiî, oyunu salonu her<br />

gün doldurarak, zevkle seyreden halkın<br />

dışındaki ilgiliden bahsediyorum.<br />

Fransa'da buna benzer birkaç tiyatro<br />

olayı var. Kıyıdan köşeden çıkardığı bir<br />

yazarı, bu yazarın sıradan bir eserini<br />

Fransız Tiyatrosu sadece Fransa'da<br />

değil, bütün tiyatro dünyasında hadise<br />

yaratarak sunmuştu. Üstelik Ferâizcizâde'nin<br />

Türk Tiyatrosu için arzettiği<br />

önem, taşıdığı manâ da ortada...<br />

Mehmet Şakir Efendi, devrinin<br />

tiyatrosuyl'a yakın ilgili bir devlet adamı<br />

olan Ahmet Vefik Paşa'nın oldukça<br />

tesirinde kalmış. Tiyatroda konu<br />

seçmede, atasözlerini kullanmada, Orta<br />

Oyunu tiplerini eserlerine sokmakta<br />

onun tavsiyelerine uymuş. Ayrıca Paşa'nın<br />

tercüme ve adeptelerini yaptığı<br />

Molyer'de, üzerinde büyük ölçüde<br />

42


EVHAMl<br />

«tkili. Hattâ eserlerindeki konu ve tip<br />

seçimlerinde de Molyer tesiri görülüyor.<br />

Meselâ Evhamî, Molyer'in Hastalık<br />

Hastası benzerliği. Fakat bu tesir,<br />

Ferâizcizâde'nin millîlik vasfına<br />

zerre kadar zarar verebilecek bir şe-<br />

Jdlde değil. Molyer'in kanavasına geleneksel<br />

Türk Tiyatrosunun inceliklerini<br />

başarıyla yerleştirmiş. Dil konusunda<br />

da gayet hassas olan Mehmet<br />

Şakir Efendi dili itibariyle devrinden<br />

çok ilerde. Türkçenin sadeleşmesi,<br />

arınması en büyük amacı. Hatta bir de<br />

«Dilbilgisi» adıyla eseri var. Bu bakımdan<br />

Müzahipzâde ile bir benzerlik kurulabilir.<br />

Fakat DİYALOG GELİŞTİRİL­<br />

MESİ itibariyle müzâhipzâde'den daha<br />

başarılı.<br />

Gelelim oyun olarak EVHAMİ'ye.<br />

Evhami boş inançların konu alındığı<br />

bir eser. Bu inançlara gereğinden fazla,<br />

hastalık derecesinde önem veren<br />

Rıfkı Efendi. Onun bu zaafından faydalanarak<br />

dolandırmaya kalkan Leknâhûrî.<br />

Oyundaki Karagöz ve Orta Oyunu<br />

tiplerini temsil eden Kastamonulu<br />

uşak Dursun ve Rıfkı Efendi'nin oğlu<br />

Leman. Rıfkı Efendi'nin kızının (Hasnâ)<br />

sevgilisi Pertev bey. Karısı Pembe<br />

hanım, oyunun başlıca tipleri.<br />

. Eseri sahne için yeniden Cevdet<br />

Kudret düzenlemiş. Sahneye ise başarılı<br />

rejisiyle Adan Sayılgan, koymuş.<br />

Hüseyin Mumcu'nun devre uygun dekor-kostüm<br />

çalışması da başarılı. Evhamî<br />

(Rıfkı EfendiJ'de Erol Kardeseci,<br />

Leman'da Soner Ağın, Leknâhûri'de<br />

Haşim Hekimoğlu, Dursun'da Ejder<br />

Âkışık çok başarılı kompozisyonlar çi-<br />

ziyorlar. Dinçer Sümer (Pertev bey)<br />

için söyleyebileceğimiz «İbiş'in Rüya»<br />

sındaki rolü için söylenebileceklerin<br />

aynı. Diğer roller bilhassa kadın rollerindeki<br />

sanatçılar pek başarılı değil.<br />

Hele Hansa (Güven Çulhaoğlu) ile<br />

Sünbüi'ün (Gülseren Morgan) Rıfkı<br />

Efendi'nin baygınlık sahnesindeki<br />

(baygınlıkla ölüm arasındaki hali vermekten<br />

uzak) oyunları haddinden<br />

fazla baştan savma.<br />

Oyunla ilgili olarak görüştüğümüz<br />

rejisör Sayın Adan Sayılgan, bize:<br />

«Böylesine bir eseri sahneye koymaktan<br />

dolayı büyük memnunluk duyduğunu,<br />

Ferâizcizâde'nin Türk Tiyatrosu<br />

için gerçek bir kıymet olduğunu bu<br />

işe önayak olan Metin and ve yeniden<br />

düzenleyen Cevdet Kudretin, bu<br />

kıymetin yeniden keşfinde büyük rolleri<br />

olduğunu» belirtti. Ayrıca oyunu,<br />

mümkün olan ölçüde, o devrin sahnede<br />

canlandırılmasına gayret göstererek<br />

ele aldığını, müziğin de devrin müziği<br />

sirto-longolar olduğunu söyledi.<br />

Ben yazımı; Devlet Tiyatrosu'na,<br />

Ferâizcizade'ye eğilmesi, onu ve değerli<br />

eserini aydınlığa kavuşturmasından<br />

ve sayın Adan<br />

Sayılgan'a başarılı<br />

rejisinden dolayı tebrikle bitirmek<br />

istiyorum.<br />

Gerçek Türk Tiyatrosu yolunda<br />

atılacak her adım, tarafımızdan alkışla<br />

karşılanacaktır. Varsın Ötekiler<br />

«es geçsinler» ve «pas vermesinler!..<br />

•<br />

43


OĞUZATA ALTAYU<br />

üç<br />

FİLM<br />

ÜSTÜNE<br />

FATMA<br />

BACI<br />

Yapım < Erman Film<br />

Yönetmen : Halit Refiğ<br />

Senaryo : Cahit Engin<br />

Oynayanlar : Yıldız Kenter - Leylâ Kenter<br />

Sertan Acar - Fatma Belgen-<br />

Fatma Bacı, batı kültür emperyalizminin;<br />

din, dil, eğitim, sanat, hukuk, aile müesseseleriyle<br />

kıskacına girmiş milletimizin; duygu,<br />

düşünce ve davranış bakımından günümüzdeki<br />

temsilcisi, çeşitli fikir gurupları arasında<br />

bir denge unsuru, millî yapıyı günün<br />

gerçekleriyle ayakta tutmaya çalışan bir<br />

inanç abidesi, imkânsızlıklara karşı metanet<br />

İyinin arkasında destek, içinde yaşadığı<br />

toplumun mesuliyet şuurunu derleyici, toplayıcı,<br />

güç haline getirici bir kuvvet, yani : DEV­<br />

LET ANA'dır.<br />

«Ulusal Sinema Kavgası» nın yazarı Halit<br />

Refiğ, eserindeki görüşlerini «Fatma Bacı»<br />

ile uygulama alanına sokmuş bulunuyor.<br />

Ikiyüz yıldan beri Batıyı taklit eden Türk<br />

aydını, halâ milleti karşısında içine düştüğü<br />

müşkil durumun dahi farkında olmıyacak<br />

kadar şuursuzluk hali içindedir. Bu görüş,<br />

Halit Refiğ'in seyircimiz önüne çıkardığı<br />

«Fatma Bacı» tablosunun perspektifini teşkil<br />

etmektedir. Siyasette, askerlikte, iktisat<br />

ve kültürde taklit ettiğimiz, fakat Halit Refiğ'in<br />

deyimiyle bir «aydın yanılması» neti-<br />

44


ÜÇ FlLM<br />

cesinde sadece bize en gerekli olan ilimde 3 nünü gün etmeye bakacaktır. Ve bay<br />

taklit edemediğimiz batı, bize savaş alanlarında<br />

kaybettiğini, masa başında kazanarak <<br />

batılının ikiyüz yıllık emekle yarattığı bu felşefe,<br />

«Fatma Bacı» nın oğlunu Almanya'ya<br />

mlllet-devlet ve müesseseler arasına soktuğu<br />

işçi olarak gitme veya kaatil olma hevesleye<br />

nifakla millî yapıda bir anarşi yaratmış J riyle ayakta tutacak, büyük kızını aşağılık<br />

bu durum bizde «batının üstünlüğü> şeklinde<br />

duygusu altında ezecek ve küçük kızı Aydan<br />

anlaşılmıştır. Bu neticelerin arkasınşe'nin<br />

ise nefretini kazanacaktır. Milletin<br />

Türk insanının yakasına yapışan aşağılık '<<br />

r<br />

duygusu, gelecekte mümkün olabilecek her<br />

nefretini kazandığı gün ise bizim için gerçek<br />

mutluluk başlıyacaktır.<br />

türlü başarıyı önlemiştir. Gençliğin, ilim (1<br />

adamının, siyasetçinin değer ölçüleri kaybolmuş<br />

Devlet Ana felsefesinin sahibi Fatma Bacı,<br />

ve her alanda ahlâk gücünü yitirmiş-<br />

miştir.<br />

«Fatma Bacı» nın yönetmeni, bu zihniyetin<br />

toplumun dağılmış güçlerini toplayabilecek<br />

midir Cezasını çekmekte olan bir mahkumun<br />

umuduyla «evet».<br />

ahlâk ve sanat adına işledikleri cina­<br />

Tek kelimeyle başarılı bir film olan<br />

yeti başarılı bir kompozisyonla ortaya koyup, >, «Fatma Bacı», kaatil olduktan sonra halk<br />

bu gün inanç bakımından ulaştığı noktadan n<br />

haykırtyor: «— Batı., batı dediğiniz buysa, batınız<br />

ı-<br />

tarafından linç edilmeseydi, kusursuz bir film<br />

olacaktı. Bu sahne film mesajının tamamlanmedim,<br />

batsın». Devlet hayatımıza «görmak<br />

üzere olduğu ve dramatik gerilim doruk<br />

duymadım, bilmiyorum» yüksek siyasetini<br />

(l) sokan bay batılı, Halit Refiğ'in n<br />

i- noktasına ulaştığı bir zamanda, mânâsız bir<br />

sorunun zihinlere belirmesine yol açıyor ve<br />

bu haykırjşını, cinsel zevklerin paylaşıldığı \\ başarılı bir anlatımı zedeliyor. Halk linç eti-<br />

o renkli ve müzikli salonların kadın sesleri<br />

me hassasiyetini umumiyetle namus konula- 1<br />

arasında muhakkak ki işitmiyecek ve gü- t" rında gösterir. ®<br />

DÖN Ö §<br />

Yapım : Akün Film<br />

Yönetmen : Türkân Şoray<br />

Senaryo : Safa Önal<br />

Çekini : Kaya Ererez<br />

Oynıyanlar : Türkân Şoray - Kadir İnanır.<br />

Daha önce başarılı bir oyuncu olarak tanıdığımız<br />

Türkân Şoray bu defa seyircinin.<br />

karşısına yönetmen olarak çıkıyor. Hem de<br />

hazırlıksız, filmine konu olarak aldığı köyün<br />

sosyolojik ve psikolojik yapısını bilmeden,<br />

meselelerini anlamadan, öğrenmek zahmetine<br />

katlanmadan. «Dönüş» bu yüzden esaslı<br />

bir tema'yı yakalamak şansına ermesine<br />

rağmen, değerlendirilmemiş veya garip bir<br />

tutkuyla köyde yaşayan millî değerleri biçim<br />

uğruna feda etmiştir. Aynı zamanda, yönetmenin<br />

olaylar, insanlar ve hayata karşr<br />

sağlam bir dünya görüşlünden yoksun<br />

oluşu «Dönüş»'ü bir kafıplaşmaya götürmüştür.<br />

Ağa - Gülcan - Çevre çatışması<br />

sağlam bir temele oturamamıştır. Çünkü<br />

çevre incelemelerine filmin çekime hazırlık<br />

devresinde hiç önem verilmemiştir. Bu<br />

45


OĞUZATA ALTAYLI<br />

yüzden kişileştirmede birtakım zorlamalar<br />

hemen kendini göstermektedir. Sosyal çevre<br />

tamamen yanlış bir yorumla kişilerin<br />

duygu, düşünce ve inançları tıpkı<br />

sosyalist gerçekçi akımın romanlarında olduğu<br />

gibi meteryalist bir açıdan ele alınmış<br />

tır. Muhtarsız, imamsız, gençleri ahlâksız,<br />

insanları ali - kıran, baş kesen ağaya esir<br />

alacak kadar şahsiyetsiz, dayanışma ruhunu<br />

yitirmiş ve Tüfrk-İslâm törelerinin dışında<br />

bir öz ve biçime sahip, Türkiye'nin<br />

hangi bölgelerinde yer aldığını bilmediğimiz;<br />

bu köy, aslında Türkân Şoray'ı bulunduğu<br />

noktaya getiren ve sinemamıza nefes<br />

aldırmayan yıldız sisteminin basit bir<br />

feklâm anlayışıdır. Bu köyün halkı Ağa'ys<br />

karşı belki ayaklanacaktır ama Türkân hanım,<br />

«rol keseceğim» diye buna müsade etmiyor..<br />

«Dönüş» le herhangi bir tezi savunmak<br />

pekâlâ mümkün olabilirdi. O zaman<br />

da Gülcan'ın Almanya'dan dönen kocası<br />

çizmeden yukarı çıkıp «Medeniyet, medeniyet,<br />

medeniyete gitmek lâjzım» diye<br />

geveleyip durmazdı. Eğer medeniyet Türkân<br />

Şoray'ın zannettiği gibi cicili bicili kadın<br />

ayakkabıları, yüzlerce deliği olan banyo<br />

muslukları, taksi, teyp ve radyo ise Türkiye'de<br />

hepsi de mevcut, bunun için Almanya'ya<br />

gitmeğe ne hacet var. Yok medeniyet<br />

eğer ilim, teknoloji ve muhtelif kültürlerinin<br />

meydana getirdiği ve yaşama gücünü<br />

kendinden alan bir hayat seviyesi, felsefe<br />

ise -doğrusu da budur>- «Dönüş» bunu<br />

seyirciye anlatmak gücünden yoksundurı«Dönüş»'te,<br />

«tövbe estağfirullah» istihzası<br />

ile verilmek istendiği gibi Türk köylüsü<br />

hiç bir zaman ilim ve irfana karşı olmamıştır-<br />

Ama zahmetsizce aydın olma hastalığına tutulanlar<br />

batı modası böyle bir davranışı benimsemişlerdir.<br />

Bugün köye küfretmek ilerici<br />

aydınlaYa (I) kendini kabul ettirmenin<br />

ilk şartıdır. Ama 'Türk köylüsü ilim ve irfan<br />

adına yapılan namussuzlukları, hiç bir zaman<br />

gözünden kaçırmıyacak kadar da basiretli<br />

olmuştur, işte çarıklı erkan-ı harbin bu<br />

aşırı hassasiyetidir ki, bir takım çevreleri tedirgin<br />

ve küfürbaz etmiştir.<br />

«Dönüş» başarıyla işlenmiş aileye sadakat<br />

fikrinin dışında, bütünüyle günsüz ve sakat<br />

doğmuş bfr çocuğu andırmaktadır. Ancak<br />

bu doğum hadisesinde suç bütünüyle Türkân<br />

Şoray'a aittir.<br />

Seyircinin karşısına reklâm anlayışı ile<br />

de olsa çıkan bir yönetmenin, kendi yıldız<br />

sisteminin erişilmesi güç zirvesine ulaştıran<br />

kitlelere karşı biraz saygılı olması gerekmez<br />

mi. Eğer gerekmezse bu saygısızlığın kaynağı<br />

nedir ©<br />

46


ÜÇ FÎLM<br />

GÖKÇE<br />

ÇİÇEK<br />

Yapım<br />

Yönetmen<br />

Senaryo*<br />

Eser<br />

Çekim<br />

Oynıyanlar<br />

: Erman Film<br />

: Lütfi Ö. Akad<br />

: > > ><br />

: Erol Keskin<br />

: Gani Turanlı<br />

{' Serdar Görkan<br />

Hülya Koçyiğit<br />

Zaman olarak 18. yüzyılı, mekân olarak<br />

Osmanlı imparatorluğunun Ege Bölgesi dolaylarında<br />

Şaman-İslâm gelenekleriyle yaşıyan<br />

yörük obası ve konu olarak, imparatorluk<br />

bünyesinde Mirî Toprak Sisteminin bozulmaya<br />

başlamasıyla birlikte, bu yörüklerin göçebe<br />

hayattan, yerleşik hayata geçiş problemlerini<br />

efsane-tarih karışımı bir dille ele alan<br />

Lütfi Ö. Akad, son filmi Gökçeçîçek'le sinemamıza<br />

tarihî-sosyolojik bir boyut kazandırıyor,<br />

İnanç olarak mülkiyeti Allah'a, işletme<br />

hakkı devlete ait olan ve halk tarafından<br />

kullanılan toprakların (Mirî Toprak Sistemi)<br />

şahıslara tapu karşılığında satılmasıyla doğan<br />

batı tipi özel mülkiyet sistemi, beraberinde<br />

sınıflı toplum yapısını getirmiştir. Tarihimizin<br />

bu kesimi, günümüzdeki, siyasi,<br />

ekonomik ve kültürel anarşinin başlangıç dönemidir.<br />

Gökçeçiçek"in tarihi-sosyolojik vasfı<br />

da bu tesbiti yapmasından ileri gelmektedir,<br />

Bu gerçekler filmin efsanevi ve ger-<br />

47'


OĞUZATA ALTAYLI<br />

.çek kahramanlarının etrafında örgülenmiştir-<br />

Obanın insanlarının bile olmasa, ileri gelenlerinin<br />

veya ön planda olan Gökçeçiçek'in<br />

günlük hayatında Şaman-İslâm gelenekleri<br />

belirli bir yer tutuyor. Mavi boncuk (at boncuğu<br />

veya nazar boncuğu), sarımsak, dilek<br />

ağacı (veya evliyaların, yatırların, uluların<br />

mezar taşlarına, çevre demirlerine bir dilekte<br />

bulunarak çaput bağlama), çocuklara takılan<br />

mavi göz boncukları, Türklerin İslâmiyet<br />

öncesi dinleri Şamanlık'tan günümüze<br />

kadar ulaşan batıl inançlardır ve halen günlük<br />

hayatın içinde yer almaktadır. Filmde<br />

«Üçler, yediler, kfrklar» deyiminin yanında,<br />

•c— Selman Ali öldü, Allah'ın rahmeti üzerine<br />

olsun> ve bu anlamdaki birkaç cümle<br />

islâmî motifler olarak oba halkının inanç<br />

yapısını ortaya koymaktadır.<br />

Esrarengiz gücüyle oba yörüklerine akıl<br />

veren, yol gösteren, müşkillerini halleden,<br />

efsanevî bir varlık olan Dede; hakikaten Atsız<br />

Bey'in «Bozkurtların ölümü> adlı tanınmış<br />

romanındaki Göktürk'lerin «Ki raç Ata»<br />

sidir. Sezgisiyle obayı her türlü felâketten<br />

koruyan, törelere karşı güçsüzlüğünü dilek<br />

ağacına dilekde bulunarak gidermeye çalışan,<br />

aşkını kutsallaştıran Gökçeçiçek ise, yine<br />

Atsız beyin «Delikurt» adlı tarihî romanındaki,<br />

farsak obasında yaşayan Uygur güzeli<br />

«Gökçen» dir.<br />

Akad'ın daha önce yaptığı «Kızılırırmak-Karakoyun»<br />

ve «Irmak» tan folklorik<br />

unsurların kullanışı, müzik ve mizansenler<br />

bakımından etkiler taşıyan Gökçeçiçek, dramatik<br />

yoğunluğu arttrran son derece başarılı<br />

bir müziğin yanında- ki bu Türk müziğidir-,<br />

gereksiz dialoglar ve gömlek yerine<br />

pamuklu dokuma atlet giydiren, bir kostüm<br />

çalışması da en başarılı btr şekilde kendini<br />

gösteriyor. Gani Turanlı'nın alışılmışın dışında<br />

zaman zaman titreyen kamerası seyirciye<br />

seyrettiğinin bir filim olduğunu hatırlatıyor.<br />

.Filmin en dikkate değer ve seyirciyi büyüleyen<br />

yanı. Hülya Koçyiğit'in çıkardığı<br />

oyunla,, belki kendisinin de farkında olmadan<br />

ortaya koyduğu bir gerçektir. Hülya Koçyiğiti'in<br />

Gökçeçiçek oyunu Türk sanatçısını<br />

kendi konu ve temalarını eşsiz bir duyarlık ve<br />

rahatlıkla nasıl oynıyabileceğini göstermesi<br />

bakımından son derece dikkate değer bir husustur.<br />

Yapımcı, senarist, yönetmen ve oyuncu<br />

olarak Türk sinemacısının Türk tarihini kronolojik<br />

bir anlayışın ötesinde tanıması,<br />

Türk Kültür ve medeniyetinin dayanak noktalarının<br />

bulunup seyircinin karşısına çıkarması,<br />

Türk Sineması'nın geleceği konusunda son<br />

derece faydalı sonuçlar verecektir- 9<br />

DÜZELTME<br />

Dergimizin 22. sayısında, sayın Niyazi<br />

Yıldırım Gençosmanoğlu ile yapılan mülâkatda<br />

: Sayfa 36, satır 5, «... divan şairimiz<br />

hakkında» sözleri, «divan şiirimiz.» olacaktır.<br />

Yine ayni mülakatın; sayfa 38, satır<br />

19'da parantez içindeki (Maraş Destanı)<br />

(Manas Destanı) olacaktır.<br />

Dede Korkut Destam'ından; «Basmele><br />

ismi ile başlayan şiirin, 3. mısraı; «Yoğuran<br />

ana dilimi» şeklinde çıkrrfıştır, «Yoğuram<br />

ana dilimi» olacaktır.<br />

Sayın Murat Bardakçı'nın «Türk Musikîsinin<br />

Ana hatları« isimli makalesinde; sayfa<br />

49, satır 9'da «Kabadit» olarak çıkan kelime,«kabadik»<br />

olacaktır. Aynı sayfanın, satır<br />

13'deki «bakiyyet», «bakiyye» olacaktır.<br />

Ayni yazının, satır 23'deki «haciz» kelimesi,<br />

«hicaz» olacaktır. Ayni yazının 40. satırındaki<br />

«neva» kelimesi, 41. satırın, başına gelecektir<br />

Ayni yazının 47. sayfasında bulunan ikinci<br />

notanın, klişesi ters basılmıştır. Ayni yazının,<br />

sayfa 48, satır 4'deki «Sifoyan> kelimesi,<br />

«Sofiyan» olacaktır. Ayni sayfanın, satır 5'<br />

deki «Türk amsağı» olarak çıkan kelime,<br />

«Türk aksağı» olacaktır. Ayni sayfanın, satır<br />

8'deki «Düm» sözünün altına (2) rakkamı<br />

konacaktır. Düzeltir, özür dileriz.<br />

TÖRE<br />

48


., •<br />

DÜHDAR<br />

TÜPR<br />

M E S E L E<br />

Ülkücülere<br />

Rehber Olacak Kitap<br />

önsözü<br />

Alparslan TÜRKEŞ<br />

Yazdı<br />

306 sahile - S Renk ofset baskılı<br />

Lüks kapak<br />

Fiyatı : 25 TL. dîr.<br />

İsteme Adresi : Töre - Devlet Yayım<br />

ve Dağıtım<br />

Konur Sk. Köklü Pasajı 57 C/8<br />

Bakanlıklar — ANKARA<br />

Tek isteyenlerin posta pulu göndermeleri<br />

rica olunur. Kitapçılara<br />

ve 10 adetten fazla isteyenlere % 25<br />

ıskonto yapılır.<br />

CİHAR KİTABEVİ<br />

AÇILDI<br />

Bütün milliyetçi kitapların<br />

indirimli olarak temin edilebileceği<br />

ÇINAR KİTABEVİ<br />

Bakanlıklar Konur Sokağı<br />

Köklü Pasajı S7 C/8 de Ankara'-<br />

lıların hizmetindedir.<br />

T T T nr1 o<br />

Â<br />

K<br />

EMİNE<br />

İŞ<br />

— Pek yak<br />

i N S u<br />

nd a —<br />

ÖTÜKEN YAYINEVİ<br />

49


DEVLET<br />

BOZKURT<br />

OCAK<br />

Milliyetçi<br />

Siyasî<br />

Haftalık<br />

Gazete<br />

P.K. 2S4<br />

Bakanlıklar<br />

Ülkümüzün<br />

dergisi<br />

P.K. 251;<br />

Üç aylık<br />

Milliyetçi<br />

İnceleme<br />

Dergisi<br />

FJR. 262<br />

Ankara<br />

Bakanlıklar — Ankara<br />

Bakanlıklar<br />

Ankara<br />

KUTLUG YAYINEVİ SUNAR<br />

«1944 Milliyetçilik Olayları»<br />

Yazan : ALPARSLAN TURKEŞ<br />

Fiatı : 7.50 TL.<br />

«Millî Doktrin DOKUZ IŞIK»<br />

Yazan : ALPARSLAN TURKEŞ<br />

Genişletilmiş 7. baskı<br />

Fiatı : 7.50 TL.<br />

•<br />

DR. RIZA NUR'UN<br />

«Türk Tarihi»<br />

Cild : 3<br />

Fiatı : 20 TL.<br />

isteme adresi : TÖRE — DEVLET YAYINEVİ<br />

Konur Sokak. Köklü Pasajı 57 C/8<br />

Bakanlıklar —- ANKARA<br />

ve<br />

Kutluğ Yayınl arı<br />

P.K. 1260<br />

Sirkeci — İSTANBUL<br />

50


•Y<br />

Türk!<br />

Üstte<br />

Gök<br />

Çökmedikçe<br />

Altta<br />

Yer<br />

Delinmedikçe<br />

Senin<br />

İlini<br />

ve<br />

Töreni<br />

Kim<br />

Bozabilir<br />

Fiyatı : S Lîra<br />

Ankara Basım v© Clitavl<br />

Ankara — 1073

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!