01.05.2016 Views

Cinedergi 20

Binder20

Binder20

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Yayın Sahibi<br />

Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />

ETHEM SANCAK<br />

İcra Kurulu Başkanı<br />

MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

Webmaster<br />

Tayfun Salcı, Azad Purliyev<br />

Katkida Bulunanlar<br />

Ali Ulvi Uyanık<br />

Kerem Akça<br />

Alper Turgut<br />

Burak Yarkent<br />

Zeynep Bonçe


Fatih Akın örnek olmalı<br />

Bizim için çok mutlukluk verici bir<br />

ayı geride bıraktık. Bunun üç sebebi<br />

var. Birincisi Soul Kitchen filmiyle<br />

bütün festivallerden ödülle dönen,<br />

bir bakıma bu haliyle de alışkanlığına<br />

devam eden Fatih Akın filmiyle ilgili<br />

Türkiye’de ilk röportajı <strong>Cinedergi</strong>’ye<br />

verdi. Üstelik bunu kendisi tercih<br />

etti. Akın devrimci tarafı sayesinde<br />

hala internetteki sinema dergilerine<br />

güvensiz yaklaşan yapımcılara, film<br />

şirketlerine ve DVD şirketlerine bir<br />

ders verdi aslında. Bütün bu sermayeye<br />

söyleyeceğim şey “Artık<br />

biz varız”. Türkiye’de tam üç internet<br />

sinema dergisi olarak birbirimizle<br />

yarışıyor ve bu halimizle kalitemizi<br />

artırıyoruz. Bizi daha fazla<br />

görmemeyi başaramayacaksınız.<br />

İkincisi bir yapımcı sonunda dergimize<br />

ilan verdi. Bu bizim için<br />

büyük gelişme. 30 günlük süreçte<br />

tam olarak 99.846 tekil kullanıcı<br />

dergimizi okudu. Bu başarının bir<br />

karşılığı da olmalıydı. Bundan sonra<br />

ilan pastasında gazete ve basılı<br />

dergiler dışında internet sinema<br />

dergilerinin de bir payı olacağını<br />

düşünüyorum.<br />

Üçüncü sevindirici olay ise<br />

Arka Pencere’nin yayın hayatına<br />

başlaması. Sinemalife’taki<br />

arkadaşlara da söylediğim gibi internet<br />

sinema dergileri bir mecra<br />

olarak algılanacaksa bu ancak başka<br />

örneklerin çıkmasıyla olur. Böylece<br />

iki aylık bir de haftalık sinema dergisi<br />

hayatına devam edecek Türkiye’de.<br />

Bu tabii bize ayrı bir sorumluluk da<br />

yüklüyor. Artık bir rakibimiz daha<br />

olduğu için olaya daha fazla yüklenmemiz<br />

gerekiyor.<br />

Eh bizde bu sayıda bunu yaptık<br />

aslında. Tam dört röportajla dergimizin<br />

kapılarını açtık. Yazının<br />

başında belirttiğim gibi Fatih Akın gibi<br />

dev bir isim son filminin ülkemizdeki<br />

ilk röportajını <strong>Cinedergi</strong>’ye verdi.<br />

İkincisi Oscar aday adayı olan Güneşi<br />

Gördüm ve 11 Aralık’ta vizyona girecek<br />

olan Gecenin Kanatları filminin<br />

başrol oyuncusu Murat Ünalmış ile<br />

yaptığımız mükemmel sohbetti. Ve tabii<br />

Aralık ayının merakla beklenen Türk<br />

korku filmi Dabbe 2’nin yönetmeni<br />

Hasan Karacadağ da röportaj vermek<br />

için <strong>Cinedergi</strong>’yi seçenler arasındaydı.<br />

Son ismimiz ise benim büyük gönül<br />

borcum olan bu camianın altın kalpli<br />

adamı Sadi Bey oldu. Onun anılarını<br />

ve sohbetini Alper Turgut’un samimi<br />

kaleminden okuyacaksınız.<br />

Özel dosyalarımızda Aralık ayının gündemini<br />

tutan diğer sayfalarımız oldu.<br />

Büyük merakla beklenen ve sinema<br />

için bir devrim olduğu söylenen<br />

Avatar filminin bilinmedik her yönü<br />

Aysıt Genç’in kaleminden dergimizde<br />

yerini aldı. Dabbe 2 vesilesiyle Türk<br />

sinemasında korku filmlerini Fırat<br />

Sayıcı sizin için yazdı. Banu Bozdemir<br />

ise yılbaşı şerefine sizin için karlı filmleri<br />

inceledi.<br />

Dergimizle ilgili bir son yeniliğimizi<br />

söylemeden geçmeyelim. Artık servisle<br />

işinize giderken, veya parkta<br />

oturmuş çayınızı içerken, otobüste<br />

uzun bir yolculuğa çıkmışken cep<br />

telefonunuzdan <strong>Cinedergi</strong>’yi okuyabileceksiniz.<br />

Cebinizle internete bağlanıp<br />

www.cinedergi.com adresine girip<br />

bütün sayfalarımızın html bölümüne<br />

ulaşabilirsiniz. Yenilikler bu kadarla da<br />

kalmayacak. Önümüzdeki ay bir sürprizimiz<br />

daha var.<br />

Şimdilik iyi okumalar.


Yönetmen: Clint<br />

Eastwood<br />

Senaryo: Anthony<br />

Peckham,<br />

John Carlin<br />

Oyuncular: Morgan<br />

Freeman,<br />

Matt Damon,<br />

Scott Eastwood,<br />

Langley Kirkwood<br />

Konu: Film, Nelson Mandella’nın ülkesinde<br />

birliği ve beraberliği sağlamak için Güney<br />

Afrika futbol takımı kaptanıyla yaptığı<br />

işbirliğinin hikâyesini anlatıyor. Yeni seçilen<br />

Mandela, milletinin ırk ve ekonomik neden-<br />

lerden dolayı ayrımcılığa uğradığını<br />

bilmektedir. Mandela sporun uluslararası<br />

dili sayesinde insanları birleştireceğine<br />

inandığı için, 1995 Dünya Kupası’nda<br />

Güney Afrika futbol takımını destekler.


Yönetmen: James Gray<br />

Senaryo: James Gray<br />

Oyuncular: Brad Pitt, Col<br />

Percy Fawcett<br />

Konu: David Grann’in<br />

kitabından uyarlanacak<br />

olan filmde Pitt, İngiliz bir<br />

asker olan Percy Fawcett’i<br />

canlandıracak. 1925 yılında<br />

ortadan kaybolan Fawcett Amazon<br />

ormanlarını keşfetmek<br />

üzere ülkesini terk etmiş, “Z”<br />

adını verdiği ileri bir medeniyeti<br />

aramaya başlamıştı..<br />

Yönetmen: Jon Favreau<br />

Senaryo: Justin Theroux<br />

Oyuncular: Robert Downey Jr,<br />

Gwyneth Paltrow, Don Cheadle,<br />

Scarlett Johansson<br />

Konu: Milyarder mucit Tony<br />

Stark’ın zırhlı Süper Kahraman<br />

Iron Man olduğu tüm<br />

dünya tarafından bilinmektedir.<br />

Teknolojisini orduyla<br />

paylaşması için hükümetten,<br />

basından ve halktan baskı<br />

gören Tony, bilginin yanlış<br />

ellere geçmesinden korktuğu<br />

için Iron Man zırhının sırrını<br />

açıklamak istemez. Tony,<br />

yanında Pepper Potts ve<br />

James Rhodes ile birlikte<br />

yeni ittifaklar kurar ve büyük<br />

güçlerle yüzleşir.


Yönetmen: Julie Anne Robinson<br />

Senaryo: Nicholas Sparks, Jeff<br />

Van Wie<br />

Oyuncular: Miley Cyrus, Liam<br />

Hemsworth, Greg Kinnear, Kelly<br />

Preston, Bobby Coleman<br />

Konu: Babasının yanına yaz tatilini<br />

geçirmeye gönderilen genç<br />

ve asi bir kızın başından geçenleri<br />

konu alan film gençlere hitap<br />

ediyor.


Yönetmen: Shane Acker<br />

Senaryo: Shane Acker, Pamela<br />

Pettler<br />

Seslendirenler: Elijah Wood,<br />

Jennifer Connelly, Fred Tatasciore,<br />

Christopher Plummer,<br />

Martin Landau<br />

Konu: Yapımcılığını Tim Burton’ın<br />

üstlendiği “9” yeni bir animasyon<br />

klasiği olmaya aday.<br />

9 doğduğu zaman, Kendini<br />

kıyamet sonrası dünyada bulur.<br />

Tüm insanlar yok olmuştur<br />

ve o da kendi gibi insanları<br />

da yoketmiş, kendilerinin de<br />

peşinde olan makinalardan kaçan<br />

diğerlerini şans eseri keşfeder.<br />

Saklanmak boşunadır. Hayatta<br />

kalmak istiyorlarsa karşı atağa<br />

geçmeli ve makinların kendilerinden<br />

ne istediğini anlamalıdırlar.<br />

Medeniyetin devamı sadece<br />

onların elindedir.<br />

Yönetmen: Garry Marshall<br />

Senaryo: Abby Kohn, Josie Rosen,<br />

Katherine Fugate<br />

Oyuncular: Jessica Alba, Anne Hathaway,<br />

Julia Roberts, Ashton Kutcher<br />

Konu: Los Angeles’ta, Sevgililer<br />

Günü’nde on farklı hikâyenin<br />

birbirleriyle kesişmesi anlatılıyor.<br />

Müthiş bir kadroya sahip olan<br />

film neredeyse bir aşk kutsaması.<br />

Romantik komedi türünün bütün<br />

yıldızları bu filmde buluşuyor.


Yönetmen: Natalie Portman,<br />

Fatih Akın, Brett Ratner, Shekhar<br />

Kapur, Mira Nair, Yvan Attal,<br />

Randall Balsmeyer, Shunji<br />

Iwai, Wen Jiang, Joshua Marston,<br />

Allen Hughes<br />

Konu: Aralarında Fatih Akın’ın<br />

da bulunduğu on iki birbirinden<br />

değerli yönetmenin ve içinde<br />

Uğur Yücel’in de olduğu geniş<br />

oyuncu kadrosuyla Paris, Je<br />

T’Aime tarzındaki filmi heyecanla<br />

ve sabırsızlıkla bekliyoruz.<br />

New York’un beş ayrı<br />

bölgesinde değişik, evrensel<br />

temalı aşk hikayelerine konu<br />

oluyor. Paris Je T’Aime’in<br />

üstün başarısı, bu filmi gölgede<br />

bırakamayacağı kesin.<br />

Yönetmen: Christopher Smith<br />

Senaryo: Allan Cubitt, Christopher<br />

Smith<br />

Oyuncular: Melissa George, Liam<br />

Hemsworth, Emma Lung, Henry<br />

Nixon, Michael Dorman Coleman<br />

Konu: Atlantik Okyanusunda<br />

yatla gezi yaparken olumsuz hava<br />

koşulları nedeniyle gizemli bir<br />

gemiye binmek zorunda kalan bir<br />

grup insanın öyküsünü anlatan<br />

filmde Jess, yaşayacağı zihinsel<br />

bir karışıklık yüzünden, üç ayrı<br />

karaktere bürünür ve korkunç<br />

deneyimler yaşamak zorunda kalır.


n Eİlk kez Altın Portakal’da seyirci karşısına çıkan<br />

ve özellikle de halkın büyük beğenisini kazanan<br />

“Başka Dilde Aşk” için yeni bir Issız Adam vakası<br />

demek yanlış olmayacaktır herhalde. Aşkın fiziksel,<br />

maddesel ve şekilsel bir olgu olmadığının altını<br />

çizmek için işitme engelli bir gençle normal bir kızın<br />

arasındaki duygusal ilişkinin nereye varabileceğini<br />

anlatan film, son zamanlarda seyrettiğimiz eli yüzü<br />

düzgün, derdini net bir şekilde ortaya koyan nadir<br />

yapımlardan.<br />

İşitme engelli Onur, kütüphanede çalışmakta,<br />

hobi olarak da kürek takımında kürek çekmekle<br />

ilgilenmektedir. Zeynep ise, özel bir şirketin çağrı<br />

merkezinde çalışmaktadır. Bir gece barda tanışan iki<br />

genç, aşka doğru yelken açacaktır. Sevdiği adam için<br />

işaret dili bile öğrenen Zeynep, bir yandan ilişkisini<br />

rayına oturtmaya bir yandan da çalışma koşullarını<br />

iyileştirmeye çalışmaktadır. Onur ise geçmişinden<br />

gelen ailevi sorunlar ve engeli yüzünden tutunduğu<br />

agresif tavırlarını bir kenara bırakmaya çalışıp, hayata<br />

yaklaşımını düzeltmek zorundadır. İlksen Başarır’ın<br />

ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi olan bu filme<br />

Başarır’la birlikte büyük katkısı olan isim ise Mert<br />

Fırat. Gerek senaryoya olan katkıları, gerekse işitme<br />

engellileri iyi irdeleyip bunu filme yalın bir oyunculukla<br />

aktarmasıyla filmin direğini oluşturuyor genç<br />

sanatçı. Film, dinamik bir kurguyla sağlanan akıcı<br />

tarzı, oyunculukların birbirini gölgelemeyen, ezmeyen<br />

durumları ve senaryonun başarılı seyri ile övgüyü<br />

hak ediyor. Tek olumsuz yanı ise, çoğu seyircinin de<br />

katılacağı gibi, birden fazla mesajı aynı potada eritememek.<br />

Filmin en çarpıcı anlarından biri olarak<br />

görebileceğimiz finale yakın ayrılık sahnesi özenle<br />

çekilmiş ve oyuncuların yüksek performanslarıyla<br />

daha da parlatılmış. Ayın önemli filmlerinden biri<br />

olarak gördüğüm “Başka Dilde Aşk” uzun zamandır<br />

Türk sinemasında göremediğimiz türden bir aşk incelemesi.<br />

Kaçırmayın derim…


n Ezel Akay, Bundan üç sene evvel Hacivat<br />

ve Karagöz Neden Öldürüldü diye hem<br />

başarılı hem de politik göndermelerle dolu<br />

bir film yapmıştı. Ama filmin gider ve gelir<br />

dengesi birbirini karşılayamadığı için iflasın<br />

eşiğine gelmişti yönetmen. Hacivat ve Karagöz<br />

bir eğlencelikti elbette ama bol taşlamalı bir<br />

eğlencelikti. Ezel Akay da filmin bu yanını<br />

ağır tutunca film beklenenin altında bir izleyici<br />

yakaladı… Yedi Kocalı Hürmüz’ün hikayesi<br />

malum. Sinemaya birkaç kez uyarlandı. 1800’lü<br />

yılların sonlarında İstanbul Taşkasap’ta yaşayan<br />

Hürmüz’ün hikayesi yeni ama ana yapıya<br />

sadık… Hürmüz tarihine kısaca bir bakarsak,<br />

Hürmüz farklı mesleklerden altı erkekle hiçbir<br />

yasal yan olmaktan evlenen bir kadın. Her koca<br />

haftanın bir günü bu güzel ve doyumsuz kadına<br />

gelmekte ama masal bu ya bir şekilde ona<br />

dokunamadan sabah olmakta. Ancak berber<br />

kocasının dükkanında gördüğü doktora gönlümü<br />

kaptırmasıyla işler sarpa sarıyor. Bir hastalık<br />

uyduran Hürmüz, onu da kendisine aşık etmeyi<br />

başarıyor. Sonrasında olaylar karışıyor,<br />

erkeklerin birbirinden haberi oluyor… Hürmüz<br />

de kadınlığını kullanarak tüm bu karmaşadan<br />

kolayca sıyrılıyor vs…<br />

Suna Pekuysal ve Türkan Şoray’dan Türk<br />

sinemasının üçüncü Hürmüz’ü olan Nurgül<br />

Yeşilçay’ın Hürmüz yorumu da bir hayli<br />

iç gıcıklayıcı. Yeşilçay’ın performansının<br />

en fazla Ayten Gökçer’in Hürmüz’üyle<br />

karşılaştırılacağına şüphe yok. Sadık Şendil’in<br />

ünlü oyunundan uyarlanan filmin en önemli<br />

unsurlarından biri de müzik. Eski İstanbul’u<br />

yansıtan ve tamamı bu sette çekilen filmde<br />

klasik Türk müziği, kantolar, İnce Saz, Longalar,<br />

Oyun Havaları, İstanbul, Karadeniz ve Rumeli<br />

türküleri iç içe geçiyor. Kalabalık oyuncu kadrosu,<br />

müzikleri, kostümleri ve renkli hikâyesiyle<br />

sinemanın tüm iddialı yönlerini öne çıkaran film<br />

için 2,5 milyon TL harcandığını da notlarımıza ekleyelim.<br />

Akay, bol dekorlu, kostümlü, danslı, çalgılı, sazlı sözlü<br />

filmlerin yoğunluğunun altından kalktığını bir kez daha<br />

gösteriyor. Her şey renkli ve cıvıl cıvıl bir ortamda geçiyor.<br />

Özellikle hamam sahnesindeki danslar gayet samimi<br />

ve ilgi çekici. Film konuşmalar anlamında da çok<br />

rahat. Eski sözleri özellikle kalfa rolündeki Gülse Birsel<br />

çok kullanıyor. Birsel bu role rahat oyunculuğu ve uçuk<br />

mimikleriyle gayet iyi yerleşmiş. Bel altı espriler, kekemelik,<br />

Hürrem’in erkeklere göre kişilik geliştirmesi filmin<br />

komik unsurları… Ama kekemelik nedense insanları çok<br />

güldürüyormuş, bunu çevredekilerin gülüşmelerinden<br />

anlamış bulunmaktayım! Nurgül Yeşilçay, meğerse yıllarca<br />

bu rolü bekliyormuş… Tüm güzelliğini bu filme katmış ve<br />

bu güzellik filme fazlasıyla yakışmış…<br />

Sonuçta karşımızda kadınların ağır bastığı, akıllarını,<br />

bedenlerini, güzelliklerini ortaya serdikleri bir film var.<br />

Erkekler bu kadınlar dünyasında fazlaca ezikler… Haluk<br />

Bilginer, Hacivat ve Karagöz’deki filmine benzer bir rolde<br />

karşımıza çıksa da, çılgınlığı bir kat daha katmerlenmiş<br />

duruyor… Sonuçta amaç eğlendirmekse Ezop bunu<br />

başarmış gibi görünüyor.


n Yeni Ay vizyona girdi ve tartışmalar başladı. Dört<br />

kitaplık serinin sinemaya uyarlamak için en zor<br />

olan kısmı tam da beklendiği gibi problem oldu.<br />

Burada asıl sorun Yeni Ay’ın yönetmeni Chris<br />

Weitz’in ilk film olan Alacakaranlık’ın yönetmeni<br />

Catherine Hardwicke kadar başarılı olup olmadığı.<br />

Çünkü ilk film gerçekten romanın etkisini bir kat<br />

daha artırdı. Film ile kendini cisimleştiren karakterler<br />

edebiyatın satır aralarından sinemanın<br />

büyüsünün malzemesi oldular. Kristen Stewart ile<br />

Robert Pattinson film kadar gerçek hayatta da bir<br />

peri masalının kahramanıydılar. Bu filmden sonra<br />

kitabın satışları da patladı. Artık kitaptaki karakterler<br />

kendilerine birer isim ve kanla can bulmuşlardı.<br />

İlk filmin eleştirisinde de yazmıştım, kim ne derse<br />

desin son dönemlerin en romantik filmi ve serisi<br />

Alacakaranlık. Böyle olunca beklentilerimiz arttı.<br />

Üstelik ikinci kitap olan Yeni Ay filme çekilmesi<br />

gerçekten zor bir macera. Şöyle düşünebiliriz<br />

ilk film 122 dakikaydı Yeni Ay ise 130 dakika<br />

sürüyor. Halbuki ikinci kitaptaki olayları anlatmak<br />

için çok daha uzun bir süre gerekiyor. Birde olayların<br />

akışı çoğunlukla düşünce ve yorumlarla devam ediyor<br />

ikinci filmde. Yeni Ay neredeyse Bella’nın zihninde<br />

yaşanıyor. Böyle olunca bir roman olarak harika ama<br />

sinema olarak zor bir hikaye oluyor. Ben bütün kitapları<br />

okuduğum için filmde kopuk kalmış her olayı zihnimde<br />

tamamlayıp filmi seyredebildim. Sinemasal problemlerine<br />

rağmen hikayenin tadına vardım. Ama ya kitabı<br />

okumamış olsaydım? İşte o zaman tatsız tuzsuz,<br />

yerine oturmamış karakterler ve duygularla baş başa<br />

kalırdım. Burada yönetmen Chris Weitz’in zor bir yükün<br />

altında ezildiğini düşünüyorum. İlk filmin yönetmeni<br />

Catherine Hardwicke’in ise bu filmi nasıl yöneteceğini<br />

merak etmeden yapamıyorum. Zaten ikinci filmde<br />

büyük hayran kitlesi olan Robert Pattinson neredeyse<br />

ortada hiç gözükmüyor. Bence filmin hoşnutsuzluk<br />

yaratmasının sebeplerinden biri de bu. Açıkçası yönetmenin<br />

çözümlemeleri yüzünden Kristin Stewart’ta bütün<br />

inandırıcılığını yitirmiş. Karakterler fazlasıyla karikatürize<br />

olmuş. Serinin fanatikleriyle beraber üçüncü<br />

filmin daha iyi olması ümidiyle beklemeye başlayabiliriz.


n “Şark Oyunları” (Eastern Plays),<br />

Balkanlar’da tırmanan milliyetçi şiddeti ve Türk<br />

düşmanlığını kurgulayan, ikili ilişkiler bazında<br />

komik ve hüzünle buluşup damarımızı bulduğu<br />

anlarda ise trajik, orta ölçekte bir seyirlik. Ve<br />

film bitiyor ve sinema salonundan, gün boyu<br />

yakamızı bırakmayacak katmerli bir üzüntüyle<br />

uğurlanıyoruz. Ancak bu kasvetin nedeni,<br />

asla senaryoyla ilintili değil. Burukluğumuzun<br />

yegâne tetikleyicisi, film boyunca oynamayıp,<br />

resmen kendini yansıttığı için ruhumuza<br />

değebilen uyuşturucu bağımlısı Christo<br />

Christov’un (1969–<strong>20</strong>08) elvedasıdır.<br />

Şark Oyunları, daha çok reklam filmleri ve<br />

video klipleriyle tanınan Bulgar asıllı Kamen<br />

Kalev’in ilk uzun metraj denemesi...<br />

Bulgaristan-İsveç ortak yapımı filmin irili ufaklı<br />

rollerini ise Christo Christov (yönetmenin<br />

çocukluk arkadaşı), Ovanes Torosian, Nikolina<br />

Yancheva, Krasimira Demirova, Ivan Nalbantov,<br />

Velislav Pavlov ile ülkemizden Saadet Işıl<br />

Aksoy, Hatice Aslan ve Kerem Atabeyoğlu<br />

üstleniyorlar.<br />

Sofya’nın geceleri tekinsizdir. Politikacılar,<br />

el altından kanunsuzluğu beslemiş, Güzelim<br />

kent, nefret, şiddet ve tahammülsüzlüğün esiri<br />

olmuştur. İşte belalı bir gece daha... Aşırı milliyetçi<br />

güruhun, bu kez hedefinde bir Türk ailesi<br />

var. Ve uzun zaman önce birbirlerinden kopan<br />

iki kardeş... Ağabey Itso, Türklerin yardımına<br />

koşarken toy kardeş Georgi, saldırganların<br />

arasındadır. Itso’nun yaralanmasına karşın<br />

olgun bir tavır sergilemesi ve Georgi’yi<br />

deşifre etmemesi, genç adamın kendini<br />

sorgulamasına yol açar. O, artık Nazi çetesinden<br />

uzaklaşacak, iletişimsizliğe son verip, önce<br />

rol modeli bellediği ağabeyine ardından da<br />

aşka yakınlaşacaktır. Bir mobilyacı atölyesinde<br />

ömrünü tüketen ve öteden beri sadece ressam olarak<br />

yaşayacağı başka bir kente göçmeyi hedefleyen Itso, gün<br />

geçtikçe umutsuzluğa meyletmektedir. Uyuşturucudan<br />

kurtulmak için tedavi gören ve anlaşmakta güçlük çektiği<br />

güzel sevgilisinden ayrılan tepeden tırnağa huzursuz<br />

Itso’nun en yakın dostları bira şişeleridir. Kendi olduğu,<br />

kendini bulduğu tek yer evidir. Çünkü alkol alıp, resim<br />

yapabilecektir. Itso’nun aradığı kurtarıcı yoksa aşk mıdır<br />

demeye kalmadan bizim eleman ve Türk ailesinin alımlı<br />

kızı Işıl, yakınlaşırlar.<br />

Şark Oyunları’nı, Antalya Altın Portakal Film Festivali<br />

ve Filmekimi’nde kaçırmıştım, nihayet Bursa İpek Yolu<br />

Film Festivali’nde izleyebildim. Ben bu filmi, açık ve net<br />

söylüyorum; psikolojisiyle resmen savaşmaya soyunan<br />

Christo’nun hatırına sevdim. Evet, Şark Oyunları,<br />

başroldeki Itso karakterini canlandıran Christov’un ilk<br />

ve son filmi. Onun yaşamı, film montaj masasındayken<br />

“altın vuruş” ile sonlandı. (Tokyo Film Festivali’nde en iyi<br />

erkek oyuncu ödülünü kazandığını da es geçmeyelim)<br />

Hiç kuşkusuz Christo’nun, film boyunca, dünya dertlerini<br />

ötelemek için çırpınışına tav oldum. Hem “bir bira daha<br />

içelim mi?” diyerek konuyu değiştirmesine hem de sevgilisiyle<br />

giriştiği amansız ve anlamsız diyaloglara gülümseyebildim.<br />

Aktörlük deneyimi olmayan Christo, belki filmi<br />

hafifletmiş ve inandırıcılık ekseninden uzaklaştırmıştır. Bu<br />

durum ve karikatürize tipleme, en kötü ihtimalle şiddete<br />

tepki gösteren metni, sırf ona odaklandığımız için çarçur<br />

etmiştir. Varsın olsun, bu film, yitip gidene adansın.<br />

Teşekkür Christo, geçmişimi düşündürttüğün, hayata dair<br />

kırgınlıklarımı ve ilk gençliğimi hatırlattığın için. Bakalım<br />

sizlere neler anımsatacak.<br />

Film bitiminde Hatice Aslan’ı telefonla aradım, konu<br />

Christo’ya gelince sesinin rengi değişti; O, yetenekli<br />

bir heykeltıraş ve güzel bir adam idi... Ve henüz 39<br />

yaşındaydı. Artık çok geç ama yine de bizi duyar umuduyla<br />

soralım; “bir bira daha içmeden nereye be birader?”


Fatih Akın, son filmi Soul Kitchen ile ilgili ilk<br />

röportajı <strong>Cinedergi</strong>’ye verdi. Bol ödüllü filmini ve<br />

gelecek projesinin küçük sırlarını bizle paylaştı...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Fatih Akın son filmi Soul Kitchen ve sinema<br />

macerasını <strong>Cinedergi</strong> ile paylaştı. Türkiye’de<br />

Soul Kitchen’ın sırrını açık eden ilk röportajı<br />

sunmakta bize nasip oldu. Akın, Birol Ünel<br />

ile beraberliğini, Uğur Yücel ile devam eden<br />

serüvenini ve daha bir çok kendine ait merak<br />

eden soruyu bu röportajda cevapladı.<br />

Akın’ın cevaplarına bakınca <strong>Cinedergi</strong>’de<br />

yayınladığımız en önemli röportajlardan biri<br />

olduğunu söylemek zorundayım. Çünkü çok<br />

önemli bir yönetmenin sinema algısını birinci<br />

elden anlama şansı veriyor bu cevaplar.<br />

Sözü daha fazla uzatmadan Fatih Akın ile sizi<br />

başbaşa bırakayım.<br />

Soul Kitchen’ın projesi ortaya nasıl çıktı?<br />

<strong>20</strong>03 yılıydı. Duvara Karşı’nın montajını<br />

yapıyordum. Bu arada daha özgürce filmler<br />

yapabilmek için kendi şirketimizi, Corazon’u<br />

kurmuştuk. Duvara Karşı’dan sonra kendi<br />

şirketimizle küçük sevimli, tek başımıza<br />

kotarabileceğimiz bir proje arayışındaydım.<br />

Arkadaşım Adam’ın bir barı vardı ve o<br />

sıralarda sevgilisinden ayrıldığı için mutsuzdu.<br />

Projenin ortaya çıkması böyle oldu.<br />

Hatta o sıralarda belim tutulduğu için senaryonun<br />

ikinci versiyonunu sırtüstü yattığım<br />

yerden arkadaşım ve ortağım Andreas’a dikte<br />

etmiştim. Sonrasında bu bel tutulmasını da<br />

senaryoya dahil ettik. Duvara Karşı’nın başarısından sonra<br />

projeyi bir süre ertelemek zorunda kaldım. Hatta başka bir<br />

yönetmen arayışına girdiğim zamanlar bile oldu. Ancak bu<br />

fikir “çocuğumu” evlatlık vermek gibi geldiğinden, vazgeçtim.<br />

Yaşamın Kıyısında’dan sonra iyice yorulmuştum. Hem<br />

tür değiştirmek, hem de neşeli birşeyler yapma arzum,<br />

beni Soul Kitchen’e tekrar yönlendirdi.<br />

Birol Ünel ile beraberliğiniz Soul Kitchen ile devam<br />

ediyor. Sizce Ünel senaryoya nasıl katkıda bulundu?<br />

Senaryodaki ahçı başından beri Birol’du. Başka bir<br />

oyuncuyu hiç düşünmedim. Duvara Karşı’nın çekimleri<br />

sırasında bir köşede Rimbaud okurdu. Onun “ Satış / Sell<br />

Out “ adlı şiirine takılmıştı. Bizim senaryoda da satılan, el<br />

değiştiren bir restoran var. Çoğu kere “ bırak şu kitabı da<br />

gel prova yapalım “ dediğimi hatırlıyorum. Dünyadan ve<br />

çevresinden habersizmiş gibi görünmesine rağmen Birol<br />

herşeyin farkında. Nedensiz ve sorgusuz adım bile atmaz.<br />

Tabii ki filme çok katkısı olmuştur.<br />

Soul Kitchen yemek, rüya ve insan olmanın erdemleriyle<br />

bağlantılı bir film. Özel hayatınızda yemek ile<br />

aranız nasıldır?<br />

Yemeği severim. Tanrı insanı öyle bir yaratmış ki, iki<br />

durumda hayatı devam ettirmek mümkün değildir; birincisi<br />

yemek yemezsek, ikincisi seks yapmazsak. Birincisi<br />

yaşamın, ikincisi soyun devamı için şarttır. Bunlar aynı<br />

zamanda insanın mutluluk kaynağıdır. Yemek yediğimizde<br />

ve seks yaptığımızda endorfin salgılarız. Bütün amacmız<br />

yaşamımızdaki “ yemeklere “ lezzet katmak değil midir?<br />

Çocukluğumuzdan beri ağabeyim ve ben, kızkardeşimiz<br />

olmadığı için kalabalık misafir günlerinde annemize yardım<br />

ederdik yemek konusunda. Ayrıca ailemiz dışarda yemek


yememizi hoş karşılamazdı. Bu yüzden mutfakla<br />

ilişkimiz erken yaşlarda başlamıştır. Çocukken<br />

dışardaki fast food çok imrendirici birşeydi ama<br />

annemlerin buna pek izin vermemekle ne kadar doğru<br />

birşey yaptıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Ben de<br />

çocuğumun dışarda yemesine pek izin vermiyorum.<br />

Türk kültüründe var bu. Avrupa veya Amerikan kültüründe<br />

pek bulamazsınız. Evde yemek, aileyi birarada<br />

tutan, biraraya getiren birşey. Seviyorum bu durumu.<br />

Yemek yapmak aynı zamanda dinlendirici birşey.<br />

Yaşamın Kıyısında filminden sonra yaptığımız<br />

röportajda üretimlerinizin aslında bir kendinizi<br />

tanıma yolculuğu olduğunu konuşmuştuk. Bu filminizde<br />

de aynı hedef geçerli mi?<br />

Tüm filmlerime birbirinin devamı olarak baktığımızda,<br />

hepsindeki kahramanların bir memleket arayışı içinde<br />

olduklarını görürüz. Bu ille de coğrafi anlamda olmak<br />

zorunda değil. Bir arayış içindeler.. Kendi içlerine<br />

yaptıkları bir yolculukları var. Kahramanların kimlik<br />

sorgulama sürecidir bu. İlk kez Soul Kitchen’de<br />

kahramanın bir kimlik, aidiyet sorunu yok. Açık bir<br />

biçimde içinde yaşadığı coğrafyaya ait olduğunu<br />

biliyor Zinos. Tersine, kimliğini uzak coğrafyalarda<br />

arayan, kız arkadaşı bu filmde. Ve hem kader, hem<br />

de kendi yüreği Zinos’u memlekette tutuyor. Soul<br />

Kitchen ile karakterin kendi şehrindeki yolculuğunu<br />

anlattığımı düşünüyorum. Bundan sonraki projemde<br />

kahramanların sürgün hikayelerini anlatmayı<br />

planlıyorum.<br />

Farklı türlerde filmler yapmak istediğinizi ve bunun<br />

risklerini de sevinçle kabul edeceğinizi söylüyorsunuz.<br />

Soul Kitchen gösterildiği festivallerde<br />

ödüllerle buluştu. Belki daha önemlisi izleyicinin<br />

tepkisini gördünüz. Bu anlamda aldığınız riske<br />

değdiğini düşünüyor musunuz?<br />

Kesinlikle evet. İyi ki bu riski almışım. Aslında Soul<br />

Kitchen’i yapma kararını verdiğimde endişeliydim. İlk<br />

kez komedi yapacak olduğumdan değildi endişem.<br />

Çünki daha önce yaptığım kısa filmler, Temmuzda<br />

komedi filmleriydi. Ancak Duvara Karşı ve Yaşamın<br />

Kıyısında’yı yaptıktan sonra, insanların beni başka<br />

bir kulvarda konumlandırdıklarını biliyordum. Komedi,<br />

entellektüel dünyada pek kabul görmeyen bir türdür.<br />

Ayrıca endişemin diğer bir nedeni de, acaba benim<br />

güldüğüm birşey, başkalarına da komik gelecek mi<br />

sorusuydu. Bu anlamda bir sinemacı olarak başarımı<br />

riske ettiğimin bilincindeydim. Bu endişe, Ang Lee’nin<br />

başkanlığındaki Venedik Film Festivali jürisinin ödüllendirmesiyle<br />

son buldu. Ang Lee’de tür denemeleri<br />

yapan bir yönetmendir. Aslında yapmak<br />

istediğim, sanat ve seyirciyi buluşturmaktır. Yılmaz<br />

Güney’in yaptığı filmlerle çeşitli sosyal katmanlardan<br />

insanları biraraya getirmesi gibi ben de sanatla<br />

seyirciyi buluşturmaya çalışıyorum.<br />

Deminki soruyla bağlantılı olarak, İstanbul<br />

Hatırası: Köprüyü Geçmek belki de en deneysel<br />

filminizdi ve Türk sinemasında çok derin<br />

izler bıraktığını düşünüyorum. Soul Kitchen’ı<br />

da yaptıktan sonra sizi daha farklı nasıl bir<br />

yapımda görebiliriz? Mesela bir korku filmine<br />

nasıl yaklaşırsınız?<br />

Korku filminden uzak durmak gibi bir düşüncem<br />

yok. Sinemada varolan ve varolacak her türü, kendi<br />

dilimi katarak denemek isterim. Sinema çok derin<br />

ve engin bir denizse ben bu denizi algılamaya<br />

çalışan bir öğrenciyim. Sonsuz bir öğrenme sürecinde<br />

olduğumu düşünüyorum. Sinema bir bilimdir<br />

çünkü.<br />

New York i Love You filmine nasıl dahil oldunuz?<br />

Uğur Yücel ile beraberliğiniz o filmle ve<br />

Soul Kitchen ile sürüyor. Bu beraberliğin kısa<br />

hikayesini de anlatır mısınız?<br />

Uğur Yücel iyi ki var! Çok saygı duyduğum bir<br />

oyuncu, yönetmen ve arkadaş. Uğur ağabeyle<br />

yıllar önce Istanbul’da tanıştım. Duvara Karşı’da<br />

oynamasını istemiştim ama yoğunluğundan dolayı<br />

projede yer alamadı. Muhsin Bey olmasa, Duvara<br />

Karşı böyle olmazdı. Yaşamın Kıyısında ile<br />

ilgili çalışmalarım sırasında Paris J’taime filmi<br />

( ki New York I Love You ile aynı konseptte bir<br />

projedir ) için yönetmenlik teklifi almıştım. Ancak<br />

benim projemle çakıştığı için reddetmek zorunda<br />

kalmıştım. Aynı ekip NY I Love You’yu yaparken<br />

yine teklif ettiler. Aslına bakarsanız New York’u<br />

Paris’ten daha çok severim. Teklif geldiğinde<br />

Uğur ağabeyle beraberdik. Yapımcıların dünyaca<br />

ünlü oyuncuyla çalışmamı istemelerine karşın<br />

Uğur ağabeyde direttim ve onları ikna ettim.<br />

Filmin teması aşk olmalıydı. Uğur ağabeye nasıl<br />

bir aşk olmasını istediğini sorduğumda, yaşlı bir<br />

adamın genç bir kıza duyduğu imkansız aşkı<br />

anlatmak istediğini söyledi. Aynı soruyu kendime<br />

sorduğumda, bir sanatçının sanatına olan aşkını<br />

anlatmak istediğimi farkettim. Sonrasında, Özer<br />

Kızıltan’ın Türkan Şoray’ın gözlerini anlattığı kısa<br />

filmini hatırladım. O filmde, sanatçı hayran olduğu


kadının gözlerini çizemiyordu. Özer’i aradım<br />

ve bu motifi kullanıp kullanamayacağımı<br />

sordum. Olumlu yanıt verince, senaryoyu<br />

tamamladık ve filmi çektik. Uğur ağabeyle<br />

birlikte çalışmamızın Soul Kitchen’la<br />

bitmeyeceğini söyleyebilirim.<br />

Türk sinemasının da, Alman sinemasının<br />

da önemli bir ismisiniz. Bu noktada<br />

ülke adlarının ötesinde sadece sinema<br />

sanatının önemli bir ismi olduğunuz<br />

söylemek daha doğru olmaz mı? Kendi<br />

içinizde senaryo yazarken ve film<br />

çekerken bu kültürel çeşitlilik sizi nasıl<br />

etkiliyor?<br />

Sinema hayatımın hiçbir evresinde kimliğimi<br />

düşünmedim. Aidiyet ve kimliklerimin bana<br />

zenginlik kattığını yadsıyamam. Ama bunun<br />

bilinçaltımda olduğunu söyleyebilirim.<br />

Dünyada bunun çok örneği var, Scorsese,<br />

Coppola, Elia Kazan – ki kendime yakın<br />

bulduğum bir isimdir - ilk aklıma gelen isimler.<br />

Çokkültürlülüğün bir avantaj olmadığını<br />

kim söyleyebilir? Ancak bu durumu bilinçli bir<br />

şekilde filmlerimde kullandığımı söyleyemem.<br />

Almanya’da birçok Türk asıllı yönetmen ve<br />

oyuncu var. Bu anlamda Türk sinemasının<br />

bir alt dalı olarak Almanya’da büyük bir<br />

üretim söz konusu. Sizin ve diğer Türk<br />

asıllı Alman sinemacıların üretiminin Türk<br />

sinemasının dilini etkilediğini düşünüyor<br />

musunuz?<br />

Hayır. Türk sineması güçlü bir döneminde.<br />

Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Özer<br />

Kızıltan Semih Kaplanoğlu ve daha birçok<br />

sinemacı var. Sadece yönetmen değil aynı<br />

zamanda çok iyi oyuncular var Türkiye’de.<br />

Türk sinemasının başkalarından etkilenmeye<br />

ihtiyacı yok.<br />

Sinema festivalleri söz konusu olduğunda<br />

Türkiye’de bir ters durum söz konusu.<br />

Mesela Berlin, Cannes veya Venedik film<br />

festivalinde ödül almış bir film. Avrupa’da<br />

vizyona çıktığında özel bir ilgi görür. Ama<br />

Türkiye’de neredeyse festivalde ödül<br />

almak izleyicinin filme gelmemesi için bir<br />

sebeptir. Nuri Bilge Ceylan veya Semih<br />

Kaplanoğlu’nun filmlerinin gişe sonuçları<br />

bu teorinin kanıtıdır. Bu ters dengeyi nasıl<br />

değerlendirirsiniz?<br />

Sanırım bunun gerekçesi eskiden kalma “<br />

entel filmlerin anlaşılmaz ve bunalım filmleri<br />

olduğu “ görüşüdür. Ödül alan filmin<br />

sıkıcı olduğuna dair yanlış bir izlenim var<br />

insanlarda. Oysa öyle değil. Ayrıca entellektüel<br />

bilgi birikimine sahip olmanın, bireyi<br />

geliştiren bir yanı vardır. Mevcut ekonomik<br />

sistem, bilginin iktidarını reddederek yerine<br />

paranın iktidarını koyar. Bu belki ekonomik<br />

sistemin yaşaması gereklidir ancak bireyleri<br />

kısırlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.<br />

Kendimizi geliştirebilmek, yönlendirmelerden<br />

uzaklaşabilmek için daha çok okumalıyız.<br />

Soul Kitchen’ın Venedik film festivali ve<br />

Hamburg film festivali’nde aldığı ödüller<br />

var. Bu ödülleri nasıl karşılıyorsunuz?<br />

Sizde uyandırdığı duygular nelerdir?<br />

Daha önce de söylediğim gibi stres ve<br />

endişem yokoldu. Sanat dünyasıyla bir riske<br />

girdim ve beni böyle de kabul edebileceklerini<br />

gördüm. Bu anlamda aldığımız ödüller çok<br />

önemlidir.<br />

Bu tür festivallerin teşvik edici olduğuna<br />

inanıyor musunuz?<br />

Tabii ki evet. Festivaller filmin görücüye<br />

çıktığı yerlerdir. İzleyicinin yaptığınız işten<br />

haberdar olmasını sağlanır. Bizim arkamızda<br />

büyük stüdyolar ve tanıtım desteği olmadı<br />

hiçbir zaman. En büyük tanıtım alanımız<br />

festivaller oldu ve benim seyirciyi kazanmamı<br />

sağladılar. Ve seyirci, bana bir sonraki filmimi<br />

yapmam için güç verdi.<br />

Size sormadığım ama sizin<br />

okuyucularımız için söylemek istediğiniz<br />

bir şey var mı?<br />

Yukarıdaki sorunun devamı olarak, biz ve<br />

izleyici kitlemiz aynı bütünün içindeyiz.<br />

Hiçbir zaman “ başka “ olmadık. Biz kırmızı<br />

halıdayken onlar da adeta o halı üzerindeler.<br />

Sıradan insanlarız biz. “ celebrity “<br />

ulaşılmazlığı yok üzerimizde. Bu dünyadanız.<br />

O nedenle eğer ortada bir başarı varsa, o<br />

aynı zamanda bizi izleyenlerin başarısı haline<br />

geliyor.<br />

Başarılar diliyor ve filminizi merakla bekliyoruz.<br />

Teşekkürler.


n DDaha önce<br />

“Saatler” filminde,<br />

ünlü yazar Virginia<br />

Wolf olarak<br />

gördüğümüz Nicole<br />

Kidman’ın,<br />

“Danimarkalı<br />

Kız” adlı filminde<br />

transseksüel<br />

Einar Wegener’i<br />

canlandıracağı<br />

haberi yeni değil.<br />

Ancak Kidman’a,<br />

Wegener’in karısı<br />

rolünde kimin<br />

eşlik edeceği<br />

yeni belli oldu.<br />

Bir erkek olarak<br />

dünyaya gelen ve<br />

ardından estetik<br />

operasyon ile kadın<br />

olup Lili Elbe adını<br />

alan Danimarkalı<br />

Wegener’in 1904<br />

yılında evlendiği<br />

illüstratör Gerda<br />

Gottlieb’i,<br />

Oscarlı oyuncu<br />

Gwyneth Paltrow<br />

canlandıracak.


n Motion Picture Arts&Sciences Akademisi,<br />

Oscar’ın belgesel listesindeki<br />

15 ismi açıkladı. Louie Psihoyos<br />

yönetmenliğinde çekilen “The Cove”,<br />

Robert Kenner’dan “Food Inc.”, Matt<br />

Tyrnauer’den “Valentino: The Last Emperor”<br />

gibi şimdiden başarı sağlamış<br />

isimler sıralandı.<br />

Yılın en çok gişe yapan belgesel filmi<br />

Michael Moore’un “Capitalism: A Love<br />

Story” ise listeye giremedi. Olması kesin<br />

gözüyle bakılan “Tyson”, “It Might<br />

Get Loud”, “We Live in Public” gibi<br />

filmler de liste dışı kaldılar. Bu tarz provakatif<br />

filmlerin Oscar adayları arasına<br />

alınmaması bir hayli ilgi çekici.<br />

n Oscar’lı yönetmen Peter Jackson’ın<br />

çektiği <strong>20</strong>09 tarihli Cennetimden Bakarken,<br />

yazar Alice Sebold’un, bir cinayete kurban<br />

giden 14 yaşındaki bir kız çocuğunun, yaslı<br />

ailesi katili kapana kıstırırken onları cennetten<br />

izlemesini konu alan rahatsız edici<br />

çoksatan romanının uyarlaması. Jackson<br />

Reuters’a yaptığı açıklamada, “daha yoğun<br />

şiddet ve acı eklemek için” montaj odasına<br />

geri gittiğini ifade ederek “Seyirci daha<br />

fazla şiddet istedi.<br />

Sahneden tatmin olmadılar” dedi. Seyirciler<br />

özellikle de bir adamın kayalıklardan yuvarlanma<br />

sahnesinden hoşnut olmamışlar.<br />

Jackson, “Bir sürü insan bize bu ölüm<br />

sahnesinden duydukları memnuniyetsizliği<br />

dile getirdi. Karakteri daha fazla ıstırap ve<br />

acı çekerken görmeyi istediklerini ifade ettiler.<br />

Bu yüzden de insanların ihtiyacı olan<br />

tatmini sağlayabilmek için tüm o sahneyi<br />

yeniden çekmek durumunda kaldık”<br />

açıklamasını yaptı.


n ’Alis Harikalar Diyarında’ ile vizyona çıkmaya<br />

hazırlanan usta yönetmen Tim Burton’ın daha<br />

önce sergilenmeyen resim, çizim, taslak, kukla,<br />

maket ve fotoğrafları New York’taki Modern Sanat<br />

Müzesi’nde ziyarete açılacak. ‘Beetle Juice/ Beter<br />

Böcek’, ‘Batman Returns’, ‘Edward Scissorhands/<br />

Makas Eller’, ‘Ed Wood’, ‘Big Fish’ gibi kült filmlere<br />

imza atan Burton’ın müzede 700’ü aşkın eseri<br />

yer alacak. Müzede yer alacak işler özellikle<br />

Burton’ın hayranları için önem taşıyor. Yönetmenin<br />

dünyasına daha da yakından bakmak isteyen sinefiller<br />

bu sergiyle birlikte Burton ile ilgili hemen hemen<br />

herşeyi yakından görebilecek.


n Ünlü oyuncu Brad Pitt son zamanlarda<br />

önleyemediği bir hastalığa<br />

yakalandı; video oyunları! Evlatlıkları<br />

Maddox ve Pax ile evde geçirdiği<br />

süre boyunca kendini playstationa<br />

veren yakışıklı aktörün favori oyunu<br />

ise “Dark Void”. Beğenerek oynadığı<br />

bu oyunun film versiyonunu yapmak<br />

için harekete geçen Brad Pitt,<br />

filmi kendi şirketi B Planı üzerinden<br />

çekmeye karar vermiş. Tabi oyun<br />

karakterlerinden birini de kendisi<br />

canlandıracak.<br />

n Avrupa Parlamentosu film ödülü “LUX”, bu yıl Fransız yönetmen<br />

Philippe Lioret’nin “Welcome” adlı filmine verildi.<br />

Film, Fransa’nın kuzeyindeki Calais kentinde yaşayan ve Manş<br />

denizini yüzerek geçmeye çalışan kaçak bir Iraklı Kürt göçmen<br />

gencin hayatını anlatıyor. Fransız hükümetinin sonbahar<br />

aylarında Calais’de kaçak göçmenlerini yaşadığı barakaları<br />

yıkması, ülke genelinde büyük yankı uyandırmıştı.<br />

Avrupa Parlamentosu, filmin 23 AB ülkesinde gösterimi için<br />

gerekli altyazı masrafı olan 87 bin euroyu kendi bütçesinden<br />

ödeyecek. Aynı ödül, <strong>20</strong>07 yılında “Yaşamın Kıyısında”<br />

adlı filmiyle Almanya’da yaşayan Türk yönetmen<br />

Fatih Akın’a verilmişti.<br />

Avrupa Parlamentosu, üyelerinin oylarıyla, kültürel<br />

çoğulculuk ve zenginlik ilkesiyle, Avrupa<br />

değerlerini ön plana çıkaran en iyi filme her yıl<br />

bu ödülü veriyor.


James Cameron’un çekmek için<br />

yıllarca teknolojinin gelişmesini<br />

beklediği Avatar şimdiden dünyanın<br />

en pahalı filmi unvanını kazandı bile<br />

AYSIT GENÇ<br />

n Herhalde hiç bir film Avatar kadar merakla<br />

beklenmemiştir. Eh bir yönetmen, filmi gösterime<br />

girmeden önce “Daha önce görülmüş her şeyden<br />

farklı görünüyor” derse ve o da Titanic gibi bir gişe<br />

kralının yönetmeni James Cameron ise beklentilerin yüksek<br />

olmasına şaşmamak gerek.<br />

Konusu, oyunculukları, hatta müziği bir yana Avatar’ın<br />

kullandığı yeni teknoloji ile <strong>20</strong>08 yılında sinemaları saran 3D<br />

filmlerinin tepe noktasını oluşturması ve gelecek için yeni kapılar<br />

açması, adeta bir devrim yaratması bekleniyor. Büyük bölümü sanal bir<br />

stüdyoda yeni geliştirilen 3D dijital kameralarla çekilen, gerçek çekimler ile<br />

bilgisayar animasyonlarının yeni bir teknoloji aracılığıyla birleştirilmesinden<br />

oluşan Avatar bugüne kadar çekilmiş en pahalı film olarak kabul ediliyor.<br />

BİR BİLİMKURGU EFSANESİ<br />

Avatar’ın konusu bundan <strong>20</strong>0 yıl sonra geçiyor. Dünyadaki kaynaklar artık<br />

tükenmiştir. İnsanlar uzayın derinliklerinde alternatif arayışına girer. Arama<br />

işini yürüten RDA isimli bir uzay yolculuğu konsorsiyumudur. RDA, ihtiyaç<br />

duyulan kaynakların Pandora isimli bir gezegende bulunduğunu tespit eder.<br />

Ancak bu maddeleri çıkarmak çok zordur. Çünkü Pandora içi bilinmeyen<br />

yaratıklarla dolu geçit vermeyen cangıllarla kaplıdır ve gezegende Na’vi adı<br />

verilen ve oranın doğasıyla uyumlu olarak varlığını sürdüren insana benzer<br />

zeki bir ırk yaşamaktadır. Daha önce katıldığı çatışmalardan birinde belden<br />

aşağısı felç olan eski donanma subayı Jake Sully, trajik bir kaza sonucu ölen<br />

ikiz kardeşinin yerine Pandora’ya gitmeyi kabul


etmiştir. Jake’in kardeşi ölümünden önce Avatar<br />

Projesi’ne katılmıştır. Bu proje Pandora gezegeninde<br />

nefes alamayan insanlara kendi bilinçlerini<br />

Na’vilere benzer avatarlara aktarma, daha<br />

sonra da onları yönlendirme olanağı vermektedir.<br />

Pandora’ya giden grupta bulunan Jake gezegende<br />

ölen ikiz kardeşinin avatarını yönlendirecektir. Jake<br />

için Avatar Projesi ayrı bir anlam taşımaktadır. Hem<br />

ülkesine hizmet etme imkanı bulacak, hem de eski<br />

günlerdeki gibi özgürce hareket edebilecektir.<br />

Pandora gezegenindeki keşif gezisi sırasında<br />

Jake gruptan ayrı düşer ve yabancı bir gezegende<br />

tek başına kalır. Cangılda vahşi yaratıkların<br />

saldırısına uğradığı sırada Neytiri isimli bir dişi<br />

Na’vi tarafından kurtarılır. Neytiri, Jake’i <strong>20</strong>0 metrelik<br />

bir ağaçta yaşayan kabilesinin yanına götürür<br />

ve ona kendi kültürünü tanıtır. Bu sırada RDA,<br />

Na’vilerin yaşadığı ağacın altında çok nadir bulunan<br />

ve önemli bir enerji kaynağı olan Unobtanium<br />

maddesi<br />

kaynağının var olduğunu haber verir. Jake’in<br />

ağaçta yaşayan Na’vi kabilesini oradan ayrılmaya<br />

ikna etmesi gerekmektedir. Ama başarılı olamaz.<br />

RDA bütün askeri birlikleri, Na’vileri bulundukları<br />

bölgeden zorla çıkarmak için saldırı pozisyonuna<br />

geçirir. Ancak gitmek bir yana Na’viler, tam aksine<br />

savaşmaya karar verirler ve savaşırken insanlarda<br />

olmayan bir yeteneklerini kullanacaklardır.<br />

Onlar doğa ve Pandora’daki bütün canlılarla<br />

iletişim kurabilmektedirler. Böylece insanların<br />

Na’vilerle savaşı, insanların bir gezegenle savaşına<br />

dönüşür...<br />

SENARYONUN YAZIMI VE ÖN PRODÜKSİYON<br />

Avatar’ın ön hazırlığı kronolojisi tutulacak kadar<br />

yıllar ve yıllar sürdü. James Cameron’un<br />

söylediğine göre Avatar’ın ilk senaryosunu 1994<br />

yılında yazmıştı. Çocukken okuduğu bütün bilimkurgu<br />

romanlarından esinlenerek yazdığı bu<br />

80 sayfalık senaryo ilk senaryoda da “sonradan<br />

gelenler tarafından tehdit edilen gelişmiş bir<br />

medeniyet” ana temayı oluşturuyormuş. O senaryoda<br />

da sonradan gelenlerden biri, yerlilerden<br />

birine aşık oluyormuş.<br />

Cameron Avatar filminde bilgisayar animasyonları<br />

ile gerçek oyuncuları bir arada kullanmak istediğini<br />

ilk kez resmi olarak Ağustos 1996’da açıkladı. Projeyi<br />

100 milyon dolara mal etmeyi ve başrolünde<br />

gerçek görünen ve fiziki dünyada var olmayan<br />

altı karakteri oynatmayı planlıyordu.<br />

Cameron’un o dönemde yaptığı senaryo<br />

çalışmaları yıllarca internette kaldı. Ta ki<br />

<strong>20</strong>06 yılına kadar. O yıl senaryolar birdenbire<br />

bütün internet sitelerinden kaldırıldı. Haziran<br />

<strong>20</strong>06’da James Cameron, eğer birinci bölümü<br />

başarılı olursa Avatar’ı üçleme olarak çekmek<br />

istediğini açıkladı.<br />

1997 yazında James Cameron daha önce<br />

de birlikte çalıştığı özel efekt firması Dijital<br />

Domain’i yanına alarak Avatar için yola çıktı.<br />

Önprodüksiyon böylece başladı.<br />

Senaryonun son hali Ocak <strong>20</strong>06 ile Nisan<br />

<strong>20</strong>06 arasında ortaya çıktı. Bu süreçte University<br />

of South California’dan bir dilbilimci<br />

olan Paul Frommer, Na’viler için bir kültür ve<br />

dil oluşturdu. Ortaya 1000 kelimeden oluşan<br />

ve kendi grameri olan bir dil çıktı.<br />

Temmuz <strong>20</strong>06’da Cameron, Avatar’ın <strong>20</strong>08<br />

yazında gösterime gireceğini, çekimlerin<br />

Şubat <strong>20</strong>07’de başlayacağını duyurdu.<br />

Ağustos <strong>20</strong>06’da Avatar’ı gerçekleştirmek<br />

üzere Yeni Zelandalı özel efekt firması Weta<br />

Digital devreye girdi ve tasarım sürecine<br />

efekt uzmanı Stan Winston da dahil oldu.<br />

Eylül <strong>20</strong>06’da Cameron filmi 3D çekmek<br />

için yeni bir kamera sistemi kullanacağını<br />

açıkladı. Fox firması Cameron’un bu sözlerini<br />

ancak iki yıl sonra resmi olarak<br />

onayladı. Cameron’un kastettiği kamera tek<br />

bir haznedeki iki senkronize HD kameradan<br />

oluşmaktaydı. Cameron Ocak <strong>20</strong>07’de filmi<br />

gerçek ve bilgisayar animasyonundan oluşan<br />

bir hibrid film olarak tanımladı. Yönetmenin<br />

söylediğine göre filmin yüzde 60’ı bilgisayarda<br />

yapılacak, yüzde 40’ı gerçek olarak<br />

çekilecekti.<br />

PRODÜKSİYON AŞAMASI<br />

Filmin sinemalarda gösterim tarihi daha sonra<br />

<strong>20</strong>08 yazından <strong>20</strong>09 yazına çekildi. Film<br />

büyük ölçüde bilgisayarda yaratılmış, motion<br />

capture tekniğiyle anime edilen fotorealistik<br />

karakterlerden oluşturuldu. Cameron, sanal<br />

kamera adı verilen bir teknikle sette sanal<br />

karakterleri canlı oyuncularla gerçek zamanlı<br />

olarak bir arada oynatabildi.


Teknik açıdan bir diğer yenilik de<br />

“performance-capture-stage”di. Bu<br />

teknikle oyuncuların yüz ifadeleri ve<br />

duygusal tepkileri yakalanıp bilgisayarda<br />

işlenebildi. Oyuncular bunun<br />

için üzerindeki kamera ile yüzünü ve<br />

gözlerini çeken bir kep taktılar. Bu<br />

sayede Cameron, Sam Worthington<br />

ve Zoe Saldana’nın oyunculuklarının<br />

yüzde 95’ini dijital karakterlere aktarma<br />

şansını yakaladı.<br />

SOUNDTRACK<br />

Filmin soundtrack’ini üçüncü kez<br />

James Cameron’la birlikte çalışan<br />

James Horner yaptı. İlk kayıtlar Mart<br />

<strong>20</strong>08’de küçük bir koro ile yapıldı, bu<br />

kayıtlarda Na’vi dilinde şarkılar vardı.<br />

Avatar’ın belki de Titanic gibi efsane<br />

olacak şarkısını ise Leona Lewis seslendirdi.<br />

Titanic’te Celine Dion’un<br />

seslendirdiği “My Heart Will Go On”’<br />

gibi Avatar’ın tema şarkısı “I See You”<br />

isimli şarkısının bestecisi de James<br />

Horner’dı.<br />

VİRAL MARKETİNG<br />

Avatar’ın ilk fragmanı <strong>20</strong> Ağustos<br />

<strong>20</strong>09’da internetten yayınlandı. Aşırı<br />

yüklenme yüzünden site kilitlendi. İlk<br />

gün fragman internetten 4 milyon kez<br />

indirildi. Bu bir fragmanın ulaştığı en<br />

yüksek rakamdı.


21 Ağustos <strong>20</strong>09’da ABD’deki 101 IMAX<br />

sinemasında ve diğer ülkelerdeki 238 sinemada<br />

filmin ilk yarısından sahneler içeren<br />

16 dakikalık bir bölüm yayınlandı.<br />

Yapımcı firma bu kısıtlı gösterimle, filmin<br />

kulaktan kulağa duyulmasını sağlayacak<br />

son dönemlerin moda viral pazarlama<br />

taktiğini uyguluyordu.<br />

DEV BÜTÇE<br />

Filmin yapımcısı John Landau, <strong>20</strong>09<br />

Kasım’ının sonlarında bir ay sonra<br />

gösterime girecek olan filmin 30 dakikalık<br />

bölümünün henüz tamamlanmadığını<br />

açıkladı. Landau’nun söylediğine göre ses<br />

n Üç boyutlu görüntü algısı aslında<br />

basit bir prensibe dayanır. Bunun için<br />

sağ ve sol gözlerin bir görüntüye farklı<br />

perspektiflerden bakmaları gerekir.<br />

Yani sol gözün sağdaki görüntüyü, sağ<br />

gözün de soldaki görüntüyü görmemesi<br />

gerek.<br />

Üç boyutlu sinema macerası film<br />

endüstrisine 50’li yıllarda girdi. 1953<br />

ve 1954 yıllarında aralarında Alfred<br />

Hitchcock’un “Dial M for Murder” filminin<br />

de bulunduğu bir dizi üç boyutlu<br />

film çekildi. O zamanki sinema seyircileri<br />

bu filmleri izlemek için devasa<br />

kırmızı-yeşil gözlükler takmak<br />

zorundaydı. Ama bu yenilikçi sinema<br />

macerası ne ABD’de ne dünyanın geri<br />

kalanında uzun süre tutunabildi.<br />

Bunu takip eden yıllarda 3D filmler<br />

üretildi ancak üç boyutlu filmin yeniden<br />

doğuşu için <strong>20</strong>08 yılını beklemek gerekti.<br />

<strong>20</strong>08’de Hollywood’dan, konuyla<br />

şüpheyle yaklaşan Avrupa’daki seyircileri<br />

de cezbedecek büyük prodüksiyonlar<br />

geldi. İşte Hollywood’dan gelen<br />

bu yeni üç boyutlu taarruzunun zirvesini<br />

James Cameron’un merakla beklemix<br />

ve özel efektler fazla zaman aldığı gibi<br />

filmin en masraflı kısmını da oluşturduğunu<br />

ki bunun da Avatar’ın bugüne kadar yapılmış<br />

en pahalı film olmasına neden olduğunu<br />

söyledi.<br />

Fox bir ara filmin 230 milyon dolara mal<br />

olacağını açıklamıştı, kimileri bu rakamı 300<br />

milyon dolara yuvarlıyor, kimileri de 150<br />

milyon dolarlık pazarlama bütçesiyle birlikte<br />

Avatar’ın 500 milyon dolar sınırını aşacak<br />

ilk film olduğunu söylüyorlar. Ama Cameron<br />

bu parayı geri alma potansiyeli yüksek bir<br />

yönetmen. Sonuç olarak o 1,8 milyar dolarla<br />

gişede patlama yaratarak tüm zamanların en<br />

başarılı filmi olan Titanic’in yönetmeni.<br />

3D MACERASI<br />

nen bilimkurgu efsanesi Avatar’ın yapması<br />

bekleniyor. Oscar ödüllü yönetmen senaryosunu<br />

bundan yıllar önce yazmıştı ama ihtiyacı<br />

olan teknolojinin gelişmesini beklemesi gerekiyordu.<br />

Film için çok iddialı konuşan yapımcı<br />

John Landau “Titanic’te seyircilerin kendilerini<br />

olayın yanı başında hissetmeleri için görsel<br />

efektleri kullanmıştık. Avatar’da ise sinema<br />

seyircisini başka bir dünyanın içine fırlatmak<br />

için teknolojiyi kullandık” diyor.


NEDEN PANDORA?<br />

n Yunan mitolojisinde<br />

Pandora’nın öyküsü<br />

şöyle anlatılır: Eskiden<br />

insanoğulları bu dünyada<br />

dertlerden, kaygılardan<br />

uzak yaşarlardı, bilmezlerdi<br />

ölüm getiren hastalıkları.<br />

Pandora açınca kutunun<br />

kapağını, dağıttı insanlara<br />

acıları, dertleri. Bir tek umut<br />

kaldı dışarı çıkmadık, kapağı<br />

açılan dert kutusundan. Umut<br />

tam çıkacakken Pandora<br />

kapatmıştı kapağını, böyle<br />

istemişti bulutlar devşiren<br />

Zeus.<br />

Gündelik dilde Pandora’nın<br />

Kutusu “bütün kötülükler”i<br />

ifade etmek için kullanılırken<br />

James Cameron Pandora’ya<br />

umut açısından bakıyor. Pandora<br />

gezegeninin birçokları<br />

tarafından canavar ve kötülüklerle<br />

dolu bir yer gibi görüldüğünü ama Jake oraya gittiğinde<br />

ve Pandora’ya bir Na’vinin gözünden baktığında oranın kendisine<br />

cennet gibi göründüğünü belirterek “Filmde biraz da bakış<br />

açısını değiştirmekten bahsediliyor” diyor. Na’viler ise ona göre<br />

bizim sahip olmak isteyip de doğadan uzaklaştıkça kaybettiğimiz<br />

beceriklilik, manevi değerler ve bilgeliğin simgesi.


16 yaşında Kayseri’den Fenerbahçe basketbol takımına<br />

transfer olan Murat Ünalmış ilk filmi Güneşi Gördüm ile<br />

Oscar aday adayı bir filmin oyuncusu oldu. İkinci filmi<br />

ise Serdar Akar’ın yönettiği Gecenin Kanatları...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Onu güneşi Gördüm’de<br />

palabıyıklı, hayli sert, yağız bir<br />

Anadolu delikanlısı olarak tanıdık.<br />

Mamo rolüyle Güneşi Gördüm<br />

filminin önemli bir karakteriydi.<br />

11 Aralık’ta vizyona girecek olan<br />

Gecenin Kanatları’nda ise başarılı<br />

bir atlet. İşte Murat Ünalmış’ın kısa<br />

ama etkileyici sinema serüveni.<br />

Ünalmış son filminde bir atleti<br />

canlandırıyor ama gerçek hayatta<br />

da İstanbul’a bir sporcu olarak<br />

geldi. 16 yaşındayken Kayseri’den<br />

Fenerbahçe basketbol takımına<br />

transfer olan Murat Ünalmış basketbol<br />

salonundaki başarısını<br />

sinema salonlarına taşımayı<br />

başarmış. İşte ayın filmi Gecenin<br />

Kanatları’nın idealist oyuncusu<br />

Murat Ünalmış’ın ilginç hikayesi<br />

Proje size nasıl geldi?<br />

“Güneşi Gördüm” filmini yaptıktan<br />

sonra zaten Mahsun Ağabeylerle<br />

çalışıyordum. Frekansımız çok<br />

tuttu insani anlamda da öyle. Tam<br />

o filmin gösterimi vardı. O film<br />

hakkında konuşuluyordu. Mahsun<br />

Ağabey ve Murat Ağabey bana<br />

geldi dedi ki böyle bir hikâyemiz<br />

var. Sende eski sporcu altyapısına sahipsin.<br />

Biz bu filmi senle çekmek istiyoruz dediler.<br />

Senaryoyu gördüm çok mutlu oldum.<br />

Ben eski profesyonel basketbolcuyum.<br />

Benim ailem Kayseri’de<br />

yaşıyor. Benim İstanbul’a giriş<br />

nedenim zaten spordu. 16<br />

yaşında Fenerbahçe’ye<br />

transfer olmuş bir<br />

çocuktum. Sıradan<br />

bir aşk hikâyesi<br />

gibi durmuyor<br />

aslında<br />

bir aşk


filmi olmasına rağmen. Psikolojik analizleri olan<br />

bir iş. Sen sporcu adamsın kalkarsın işin altından<br />

dediler. İşin altından kalkamayacak olsam kabul<br />

etmezdim zaten. Vücudum çok çabuk şekil alabiliyor<br />

benim. Güneşi Gördüm’de 15 kilo verdim<br />

2,5 ayda. Bu filmde ayda 10 kilo aldım. Sigarayı<br />

bıraktım, profesyonel koşucularla çalıştım dört ay<br />

boyunca.<br />

Bir rahatsızlık geçirmiştiniz çekimlerde. Peki,<br />

bu rahatsızlık rolünüze hazırlanmak için<br />

fazlasıyla efor sarfettiğiniz içinmi yaşandı?<br />

Hazırlık yüzünden değil. Filmde atletizmle ilgili<br />

olan sahneleri bir günde tamamlamamız gerekiyordu.<br />

Saat yediden akşam sekize kadar<br />

koşturdular beni. Akşam dört gibide tansiyonum<br />

on yediye yükseldi. Bir baş ağrısı hissettim.<br />

Orada da sağlık ekiplerimiz vardı, tansiyonumu<br />

ölçtüler ölçerken de fotoğrafımı çektiler benim.<br />

Hatta gazeteyi bir açtım “Murat tur attı, fenalaştı”<br />

diye bir başlık atmışlar. Biraz abartılı bir haberdi.<br />

Bir buçuk saatlik bir ara verdik. Sonra devam ettik.<br />

Öyle bir fenalık geçirdim. Filmin spor sahneleri<br />

biraz yoğun etkili ve yorucuydu tabi.<br />

Rolünüzü nasıl tanımlarsınız?<br />

Cihangir’de yaşayan, babasının ayakları tutmayan,<br />

annesi ölmüş, bir kardeşi var, kapıcının<br />

oğlu. Çocuk çok başarılı bir atletizmci. Ama tek<br />

hedefi var, milli takıma girmek istiyor. Girmek<br />

istemesinin tek sebebi de işini daha profesyonel<br />

yapacak maaşa bağlanacak kardeşi ve babasına<br />

daha iyi bakacak. Böyle basit, normal bir insan.<br />

Anormal tarafı ise, bir kız iniyor taksiden. Kızı<br />

görüyor, zaten bu çocuk cihangir çocuğu hayattan<br />

haberi var ama saf. Babası ona “oğlum ite<br />

çakala bulaşma.” diyor. “Hırlı hırsızla takılma.”<br />

diyor. Çünkü otoparkçı arkadaşları var. “Onlarla<br />

beraber takılma kötü işler yapma.” diyor.<br />

Saygılı çocuk, ama işi gücü ailesi çocuğun. Bir<br />

kız çıkıyor. Kız arkadaşı mutlaka olmuştur ama<br />

kız demiştir “hadi yemeğe gidelim. ” falan diye<br />

ama çocuk parasız götüremez bu tür sebeplerden<br />

dolayı hayatı kısıtlanmış bir çocuk. Çok<br />

güzel bir kız çıkıyor âşık oluyor. Ama kızın militan<br />

olduğunu nerden bilsin çocuk. Zaten kız istemiyor<br />

baştan rest çekiyor. Çok fazla konuşmuyor.<br />

Filmin daha sonlarında biz aşklarını göreceğiz,<br />

kızın ve Yusuf’un nelerden vazgeçtiğini göreceğiz.<br />

Bu filmin hikâyesi bu aslında. Basit ama herkesin<br />

bakmadığı bir açıdan bakacağız.<br />

Gecenin Kanatları’nın kamera arkası çok sağlam<br />

isimlerden oluşuyor. Yönetmen Serdar Akar,<br />

Senaryo Mahsun Kırmızıgül böylesi isimlerle<br />

çalışmak oyuncuya nasıl bir sorumluluk yüklüyor?<br />

Ekip çok sağlam, benim gerçekten çok yüksek performansla<br />

onları utandırmamam gerekiyor diye<br />

düşünüyorsun. Ben daha düşük set arkalarıyla da<br />

çalıştım ama yine de böyle düşündüm. İşimi en iyi<br />

şekilde yapayım diye. Ama Serdar Akar’la, Mahsun<br />

Abiyle, ekiple. Çünkü Güneşi Gördüm’den çok<br />

arkadaşımız vardı o ekipten. Birde kişilik olarak da<br />

seni tanıyorlar. Ama sete ilk günden böyle girmiyorsun.<br />

Çünkü oyunculara şöyle bakılıyor ben anlamıyor. “Bak<br />

bir tane daha geliyor.” Diye düşünüyorlar. Zamanında<br />

kötülük yapmışlar onlara öyle davranmışlar. Senin<br />

de öyle yapacağını zannediyor. Zaten onlara kendini<br />

anlatana kadar bir 10 gün geçiyor. Kendinizi<br />

anlattıktan sonra “vay abim hoş geldin” oluyor zaten<br />

sohbetin. Ama bir hafta çok çileli geçiyor. Ama biz<br />

bu çileli zamanı atlatıp başladık. En güzel tarafı o.<br />

İsimlere güveniyorsun. Serdar Abi çekiyor, Mahsun<br />

Abi başımızda, Murat Tokat yapımcımız. Daha önce<br />

çalıştığımız, bildiğimiz insanlar. Ben de diyorum bu<br />

insanlar ne yaptığını biliyor. Hiçbir şeye takılmadan<br />

kendi işini icra ediyorsun.<br />

Güneşi Gördüm’ün kadrosuna dahil olmadan önce<br />

Mahsun Kırmızıgül’le çalışacağınız için ne hissettiniz?<br />

Mahsun Abi ben çağırdığında ne yapacağını merak<br />

ettim. Beyaz Melek’i de izlemiştim seyirci gözüyle.<br />

Mahsun Abi teklif ettikten sonrada dvd sini alıp<br />

izledim birkaç kez daha. Çünkü izlerken annemlerle<br />

izledim, açıkçası kamera hareketlerine falan dikkat<br />

etmemiştim. Bir kaç kez izledim ve “vay be! Fenada<br />

çekmemiş” dedim ve Mahsun Abiye gittim, görüştüm.<br />

Mahsun Abi zaten insan olarak çok iyi bir insan. Eğer<br />

Mahsun abi insan olarak iyi biri olmasaydı işiyle falan<br />

alakam olmazdı benim. Ben böyle yaşıyorum zaten.<br />

Mahsun Abi’de benim bu yanımı keşfetti. Bu çocuk<br />

içindekini hemen dışarı atıyor, içinde tutamıyor dedi.<br />

Oda benim bu yanımı sevdi. Ve beni keşfetti Mahsun<br />

Abi, bende onu keşfettim. Ortaklığımız böyle başladı.<br />

Ben şuanda Mahsun Abinin getireceği bütün projeleri<br />

alırım, bakarım. Neden? Çünkü zaten bana göre<br />

düşünmüştür o.<br />

Uzun metrajlı kaçıncı filminiz?<br />

İkinci filmim. Birincisi Güneşi Gördüm’dü ikincisi de


u. Sinema kariyerim oyuncuk kariyerim yeni başladı benim.<br />

Birinci filminizle Oscar aday adayısınız. Bu size ne hissettiriyor?<br />

Ben kendi açımdan düşündüğüm zaman çok onur verici bir şey.<br />

Çünkü zaten bu ilk filmin ve Oscar’a gideceğini düşünmüyorsun<br />

bile. Ama ilk filmin ve Oscar’a aday. Güneşi Gördüm benim ilk<br />

sinema filmim. 2,5 sene boyunca dizileri reddedip beklediğim işti<br />

bu benim. Böyle bir film olacağını bilmiyordum ben. Allah’ım sen<br />

bana güzel bir film gönder böyle saçmalıklardan kurtulayım ben<br />

dedim. Ve Güneşi Gördüm geldi. Böyle düşünüyorum ben. Güneşi<br />

Gördüm, Mamo rolü. Bana inanmayanlara gösterebileceğim bir<br />

şey var artık. Bana inanmıyorlar. Neden? Kendi küçük beyinlerinde<br />

bir şey yaratıyorlar bu adam esmer uzun boylu koy gitsin.<br />

Bu adamın başka yetenekleri de var neden görmüyorsunuz<br />

yani? Birde kendinize profesyonelim diyorsunuz ama profesyonel<br />

değilsiniz siz. Tek yöntemim vardı, gelen işlerin tamamını reddetmekti.<br />

Reddettim ama cebimde de param yoktu. Ama Güneşi<br />

Gördüm’ü yaptım. Reddetmeseydim şuan çok popüler bir dizi var<br />

ondaydım ve çok büyük para yapmıştım. Kabul etmedim, Güneşi<br />

Gördüm’de oynadım ve çok mutluyum Allah’a şükürler olsun.<br />

Yeşilçam’da jön sistemi vardır. Sempatik serseri Ayhan Işık,<br />

Cüneyt Arkın maço ve aksiyon, Ediz Hun romantik. Aslında<br />

bu üç karakter üzerine kuruludur Yeşilçam’da jön sistemi.<br />

Sen bunların hangisini kendine yakın buluyorsun?<br />

Hiçbirini bulmuyorum. Ben Yeşilçam’a saygı duyan ama<br />

Yeşilçam’dan hayatına tek bir zerre almamış bir insanım. Bunu<br />

tasvip etmiyorum. Niye? Çünkü bizim çok değerli büyüklerimiz<br />

var onları tenzih ederek söylüyorum. Bizim Yeşilçam’da<br />

duyduğumuz tek şey haftada üç film çektikleri, hiç profesyonelce<br />

davranmadıkları, çiçek pasajında kimlerle içtikleri falan filan. Ben<br />

bunları duymak istemiyorum. Ben profesyonellik duymak istiyorum<br />

genç bir oyuncu adayı olarak. Ben bunları neden kendime<br />

örnek alayım ki? Örnek alabileceğim hiçbir şey yok Yeşilçam’dan.<br />

Ben dünya sinemasını takip ediyorum. Dünya sinemasındaki<br />

insanların nasıl rol yaptıklarını değil. Bir İspanyol bir Amerikan<br />

gibi rol yapamam ki ben, ben Türküm yani. Hangi işlerde nasıl<br />

çalışıyorlar. Kendilerini nasıl adapte ediyorlar onu örnek alıyorum<br />

başka bir şey örnek almıyorum.<br />

Beren Saat’le de ortak bir rol aldınız. İkinizde demin<br />

konuştuğunuz anlamda aynı konumdasınız. Sen yakışıklı<br />

erkek, o güzel kadın. Ama film onun üzerine giden bir film<br />

değil. Seyretmeden bunu söylüyorum. Söyleme nedenimde<br />

Mahsun Kırmızıgül’ün içinde olması. Burada bu film bunu<br />

bozuyor mu sence?<br />

Benim adıma bozuyor. Bir defa benim bu işi kabul etmemdeki<br />

alt metin buydu. Ben şuna karar vermiştim, sinema kariyerim<br />

boyunca on film yapacaksam onu da birbirinden farklı olacaktı.<br />

Benim böyle bir idealistliğim var. Bunun ömrüm yeterse de


gerçekleştireceğim. Oynadığım karakterlerin birbiriyle alakası<br />

olmayacak. Ben zaten şu an ona göre seçiyorum işleri. Bana<br />

Mamo’dan sonra bir sürü doğulu rol teklifi geldi mesela. Mamo’yla<br />

Yusuf rolü birbirinin tam zıttı. Ben bu işte sesimi bile değişirdim. Tipimden<br />

yola çıkarak tipimi bile değiştirmeye çalıştım. Evde düşünüp<br />

yakındığım şeyleri bir nebze olsun insanlara anlatmak istedim.<br />

Beren Saat’le bazı sahneleriniz var. İnternet sitelerinde haber<br />

olmuş. Hep kadın oyunculara sorulur bu tür sahneler. Halbuki<br />

bu bir aynanın iki tarafı gibi. Bu erkek açısından da böyle. Bu<br />

nasıl bir tecrübe oldu sizin için?<br />

Ben sevişme sahnelerinin ticari amaçla kullanılması karşı bir<br />

oyuncu olarak bu filmdeki sevişme sahnesini şöyle yorumluyorum:<br />

hayatından vazgeçen bir insanın, sevdiği insana son vazifesi.<br />

Aslında kendine yaptığı bencilliği diye yorumluyorum ben Gecenin<br />

Kanatları’ndaki sevişme sahnesini. Ölüme karar vermiş bir insan<br />

“seni çok seviyorum, senin olmalıyım” diyerek ölmeye gidiyor.<br />

Zaten böyle bir mantığı olmasaydı kabul etmezdim böyle bir şeyi.<br />

Düşünsene normal yaşayan bir insansın, hiç böyle bir hikâyen<br />

yok, bir dramı anlatıyorsunve araya sevişme sahnesi koyuyorsun.<br />

Ben buna karşıyım. Ama bizim sevişme sahnemiz basında çok<br />

abartılmış, araya yastık konmuş filan diyorlar öyle bir sahne değil<br />

zaten. Ayrıca profesyonelce işimizi yapmaya çalışıyoruz. O kadar<br />

naif bir sevişme sahnesiydi ki o çok güzel bir sahneydi, hiç abartı<br />

bir şey yoktu. Yönetmen yorumu. Ben çekseydim nasıl çekerdim<br />

bilmiyorum, ama Serdar da on numara çekti diye düşünüyorum.<br />

Bir oyuncu olarak çok siyasi yaklaşmaman gerekiyor ama<br />

toplumsal olarak da bir sorumluluğun var. Bunu nasıl dengede<br />

tutmayı düşünüyorsun?<br />

Şu şekil düşünüyorum: Güneşi Gördüm, çok politik bir filmdi.<br />

Türkiye’nin bazı siyasi gerçeklerini anlatan ve hatta bazı kesimler<br />

tarafından: “Böyle anlatım mı olur ya?” Dedirten bir filmdi ama gerçekti.<br />

Ortada bir gerçek var yani. Filmin eleştirilebilir yanları var, biz<br />

zaten bunu söylemezsek ayıp etmiş oluruz. Var ama eleştirilecek<br />

taraflar o taraflar değil. Çok hikâye vardı, tarzı eleştirebilirsin ama<br />

o taraftan eleştiremezsin. Çünkü ortada Türkiye’nin bir gerçeği<br />

var. Aç arşivlerden bak. İkinci filmde 12 Eylül’den izler taşıyor ama<br />

asla ona bir baskı yok. Filmin başında çok ciddi bir sahne var. O<br />

sahnede insanlar şaşırabilir ama böylede olmaz diyemez kimse.<br />

Bundan sonrası için nasıl bir tablo çizeyim derken sanatçının bir<br />

amacı vardır. Yaptığı projelerde, hayatıyla insanlara örnek olmaktır.<br />

Bende gidip bir yerlere içip dağıtmak istiyorum. Ama bunu evimde<br />

yapıyorum. Bu da benim yaptığım işin handikapı diyelim. Bundan<br />

sonra yapacağım işlerde sosyal içerikli filmler olabilir de olmayabilir<br />

de, ama benim için mutlaka bir mesaj taşıması önemli. Ben bu son<br />

yaptığım diziyi de o yüzden kabul ettim. Alevi bir Kürdü oynuyorum<br />

dizide. Tam açılım Kürt ve Alevi. Acaba güzel bir mesaj verebilir<br />

miyiz diye düşündüm ben. Bu yüzden kabul ettim.


BANU BOZDEMİR<br />

n Kar sahnelerinin filme sığınma, korku, neşe,<br />

hüzün, macera ve romantizm kattığı bir gerçek…<br />

Kar kapımıza dayanmadan, şimdi karlı kışlı filmlere<br />

ve onların bizde yarattığı duygulara dalalım,<br />

battaniyeye sarılmayı unutmayın her halükarda!<br />

Karlı sahne deyince aklıma hemen Kill Bill’deki<br />

gelin ve O’ren arasında yaşanan, karlar<br />

arasında geçen, kara damlayan kanın daha da<br />

belirginleştiği o güzel sahne geliyor. Hüzünlü<br />

Meiko Kaji müzikleriyle… Kill Bill’in esin kaynağı<br />

diyeceğimiz Toshiya Fujita imzalı Lady Snowblood<br />

da karlı ve kanlı doğum sahnesiyle sonradan<br />

olacakların altını kırmızı harflerle çiziyor gibidir.<br />

KARIN ALTINDA KALANLAR<br />

Coen Kardeşlerin Fargo’su Kuzey Dakota’nın<br />

soğuk atmosferinde geçer ve filmi tamamına<br />

yayılan kar görüntüsü çok şey gizler! Şeytanın<br />

Oteli / Cold Prey 1-2 korkunun soğuğa kitlendiği<br />

filmlerden. Her yer çok beyaz ve kaçacak yer<br />

yok! Düş Kapanı / Dreamcatcher da kardan ilham<br />

alıyor, sonsuz beyazlık çocukluğa, sorgulamalara<br />

ve bilinmeyene eşlik ediyor.<br />

Rune Denstad Langlo imzalı Kuzey / North karlar<br />

içinde bir yol ve hesaplaşma içeriyor. Hüzün ve<br />

komediden fazlasıyla ilham alıyor. Yeni Nesil Ajan<br />

/ xXx’de kar arabalarıyla yapılan kaçma kovalama<br />

da kar tüm sonsuzluğuyla uzar gider önümüzde…<br />

Bridget Jones’un Günlüğü’nde Renee Zellweger<br />

kısacık paltosuyla bir Noel akşamı sevgilisinin<br />

peşinden koşar ve ona sıcacık sarılır. Ortam soğuk<br />

ama aşk sıcaktır diyen filmlerden… Nancy Meyers<br />

imzalı Tatil / The Holiday da bir ev değişimi<br />

yaşanıyor.<br />

İngiltere’de karlar altındaki o minik ve şirin ev, bir<br />

aşkın doğmasına zemin yaratıyor.<br />

Kim ki-duk imzası taşıyan İlkbahar, yaz, Sonbahar,<br />

Kış filmi mevsimsel geçişlerle bir hayatın izini<br />

sürüyor ve tüm mevsimler gibi kış da süper bir<br />

görsellik sunuyor.<br />

Bahman Ghobadi imzalı Sarhoş Atlar Zamanı


soğuğun, karın yaşamın ve yoksulluğun üzerine abanırcasına yağdığı<br />

filmlerden. Kar mücadeleyi ve zorluğu işaret ediyor bu filmde. Burada<br />

karı güzellikle değil, acıyla seyrediyoruz… Aida Begic’in ilk uzun metrajı<br />

Kar / Snow, bir savaş sonrası geri kalanlara, dış dünyanın kapılarını<br />

tamamen örten bir görsellik sunuyor. Roman Polanski’nin Piyanist’i de<br />

acıyı, yalnızlığı kar ve soğuk üzerinden vermeyi seçiyor. Brad Anderson<br />

imzalı Sibirya Ekspresi / Transsiberian Rusya’ya doğru yol alan bir tren ve<br />

muhteşem kar manzarasının nelere yol açacağı anlatılıyor.<br />

Kar Melekleri / Snow Angels dramatik yapıya kola girmiş bir dost gibi eşlik<br />

ediyor. Kar Pastası / Snow Cake yine karların sorunların üzerine<br />

yağdığı filmlerden. Yine bir şey oluyor, karlar eriyor ve sırlar<br />

ortaya çıkıyor. Rüzgarlı Bayır / Wuthering Heights bir aşkın<br />

izdüşümü gibi, iki hayaletin ele ele tutuştuğu karlı bir<br />

tepe görüntüsüyle biter. Fantastik Narnia<br />

Günlükleri’nin ilkinde de dolaptan<br />

dışarıya çıkan çocuklar<br />

karlı bir


doğayla karşılaşırlar. Kar o filmdeki<br />

fantastik görselliğe eşlik eder. Kutup<br />

Ekspresi/ The Polar Ekspres<br />

Robert Zemeckis imzalı bir animasyon.<br />

Noel babanın peşindeki bir<br />

çocuğun maceraları karlı bir ortamda<br />

anlatılıyor. Kutup Ekspresi<br />

karlı yollarda fantastik bir yolculuğa<br />

uzanan filmlerden… Tim Burton’un<br />

Makas Eller’i en güzel en fantastik<br />

kar hikayesi olarak anılabilir.<br />

Noel’de neden kar yağar sorusuyla<br />

başlıyor ve makas ellerin buzdan<br />

heykel yapmasıyla farklı bir noktaya<br />

taşınıyor.<br />

HER YERDE KAR VAR!<br />

Sırf kar üzerine çekilen filmleri de yabana<br />

atmamak lazım. Yani dünyanın<br />

kuzey kutbunda, hayvanlarla, kar<br />

takımlarıyla, kar arabalarıyla kısaca<br />

karlı yaşam tazıyla çekilen filmleri…<br />

Kar Köpekleri / Snow Dogs tam bir<br />

kar filmi. Alaska’da geçiyor ve kar<br />

köpekleriyle bir adamın zamanla<br />

gelişen dostluklarına çok güzel renk<br />

katıyor! Dikey Limit / Vertical Limit<br />

tam bir kar filmi. Duygusal bir macerayla<br />

başlayan film, kar koşullarıyla<br />

insanların mücadelesini anlatıyor.<br />

Seri olan Buz Devri / Ace Age sevimli<br />

hayvanların eşlik ettiği bir kar filmi.<br />

Dönem olarak buzul devrinde<br />

geçiyor, esprili anlatımı ve dostluk<br />

söylemiyle herkesin gönlünde<br />

sıcacık bir kapladı. Kutup Macerası<br />

/ Eight Below da kar var, köpek<br />

var, macera var hadi film çekelim<br />

tarzında yapılan keyifli filmlerden.<br />

TÜRK FİLMLERİNİN KARI<br />

Türk filmleri de bu anlamda kar<br />

kullanımına sanatsal olarak değer<br />

veriyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak<br />

filmi bu anlamda çok sanatsal<br />

görüntüler içeriyor. Karlar altındaki<br />

İstanbul farklı bir uzaklık ve gidememe<br />

duygusu yaratıyor. Özcan<br />

Alper’in Sonbahar’ında bir özlem,<br />

bir iddia ve yaşam olarak karşımıza<br />

çıkar kar. İklimler’de özlemle<br />

karışık bir ayrılık, Yol’da acılı bir<br />

hesaplaşma, Arog’da komik bir<br />

çağ atlama, Nefes’de sahiplenme<br />

ve paylaşamama, Reha Erdem’in<br />

yeni filmi Kosmos’da mekansızlık,<br />

1<strong>20</strong>’de ölümün soğuk nefesi<br />

olarak yansır beyazperdeye… Deli<br />

Deli Olma’da her şeye karşı bir<br />

inatlaşmadır kar. Cemal Şan’ın<br />

Acı’sı karlara gizlenmiş acıları<br />

anlatır tüm çözülmeleriyle…


n Daha önce de, yapımcıların bu sezon kalıcılıktan ziyade, reyting<br />

derdinde olduğuna değinmiştik. Bu ay bu tespiti kanıtlarcasına<br />

yapılan “Kasım Temizliği”, gerçek dizi takipçilerinin boynunu yine<br />

bükük bıraktı.<br />

Kanallar bir süredir, Eylül’de yayına soktukları dizilerin büyük<br />

çoğunluğuna Kasım’da birkaç hafta ya da bir ay ara vermeye ve<br />

reytinglerinden memnun olmadıkları dizileri, o kısa aradan sonra<br />

yayından kaldırmaya başladılar. Bunu bilen ciddi dizi takipçileri<br />

için, Kasım tam bir yaprak dökümü.<br />

Peki, bu Kasım’da kimler gitti, kimler kaldı ve niye?<br />

“Niye?” sorusunun cevabını, ciddi dizi izleyicisinin değil de,<br />

televizyon izleyicisinin seçimlerinin büyük oranda değişmesinde<br />

aramak gerek. Kanallar, iyi dizileri düşük reytingler yüzünden<br />

yayından kaldırmaya bu şekilde devam ederlerse, yakında sadece,<br />

So You Think You Can Dance, American Idol, The Biggest Loser<br />

gibi yarışma programları kalacak televizyonda. Bu sonuç korkutucu<br />

ve gerçek dışı görünse de, kanıtlar ortada.<br />

Geçen ay izlenebilir addettiğim ABC dizisi Eastwick, yapımcıların<br />

diziyi toparlamalarına bile izin verilmeden yayından kaldırıldı. Aynı<br />

reyting diliminde yer alan ve yine geçen ay, yerin dibine soktuğum<br />

The Forgotten’ın ise beş bölümü daha sipariş edilerek, diziye bir<br />

şans daha verilmesine karar verildi. Bu seçimdeki torpil kokusunu<br />

almamak mümkün değil. Şöyle ki, hiçbir kanal Jerry Bruckheimer’ı<br />

üzmeye cesaret edemez diye düşünüyorum. O nedenle de<br />

Bruckheimer’ın dizisi The Forgotten, ne kadar kötü olsa da yerinde<br />

durur. Eastwick’in yapımcıları ise “Hakkımızı yediler.” diye bir<br />

köşede ağlamaya devam ederler.<br />

Gelelim CBS’e… Kanalın en düşük reytingli dizisi Cold Case<br />

soğumaya devam ededursun, yerinden kıpırdamaya da niyetli<br />

değil gibi. Zira reytingleri yerlerde sürünse de, yine bir<br />

Bruckheimer dizisi olan Cold Case’in iptali özellikle bu kanalda<br />

düşünülemez; çünkü dışarıdan görünen şu ki, Jerry kızar da<br />

CSI’ları yayından çekiverirse, CBS de dükkanı kapatıp, gidecek<br />

kadar bel bağlamış durumda CSI’lara. Aynı şekilde oldukça düşük<br />

reytinglere sahip Numbers da yerini koruyacak gibi görünüyor.<br />

Bunun ise tek bir sebebi olabilir; yapımcılarının arasında Tony ve<br />

Ridley Scott kardeşlerin olması.<br />

Fox ise her zamanki Fox. Joss Whedon’un seneler sonra kıymete<br />

bineceğine ve diziler dünyasında kült mertebesine tırmanacağına<br />

emin olduğum dizisi Dollhouse, Fox’un sezon başında duyurduğu<br />

“Whedon’a karışmayacağız, reytingler ne olursa olsun yolundan<br />

çekileceğiz.” kararına rağmen iptal edildi. Son anda, tepkilerden<br />

dolayı geri adım atıp Whedon’un zaten çekmiş bulunduğu bölüm-


leri çifter çifter yayınlamayı neyse ki kabul<br />

etti ama benim Fox’a pek güvenim<br />

kalmadığından emin olamıyorum. Lakin<br />

geçen sezon da dizinin en güzel bölümlerinden<br />

biri olan sezon finalini yayınlamayan<br />

Fox, Dollhouse sevenleri üzmüştü.<br />

Fox’un Whedon’a içten içe sinir olduğunu<br />

düşünmemek elde değil. Daha önce de Joss<br />

Whedon’un bir sezonluk şaheseri Firefly<br />

da, kanalın hinliklerinin kurbanı olmuştu.<br />

Bölümlerin yayın sırasını değiştirerek<br />

anlaşılmasını imkansız hale getiren kanal,<br />

sonra da reytingleri düşük diyerek gelmiş<br />

geçmiş en keyifli dizilerden birini daha<br />

öldürmüştü.<br />

Peki, Fox, anlaşılması ve ortalama izleyiciyi<br />

tatmin etmesi zor olan Fringe’in düşük reytinglerine,<br />

benim gibi Fringe-severlerin işine<br />

gelse de, neden ses çıkarmıyor? Çünkü<br />

Lost’un ve Fringe’in yapımcısı J.J. Abrams<br />

da aynı şekilde kızdırılmaması gereken<br />

yapımcılardan.<br />

Kanalların reyting yüzünden en iyi<br />

dostlarımızı bizden ayırmaları alışık<br />

olduğumuz bir durum. İkinci sezonunda iptal<br />

edilen Terminator: Sarah Connor Chronicles,<br />

tek sezonluk şaheser Firefly, yine sadece<br />

bir sezon izleyebildiğimiz Journeyman, 9<br />

bölüm sonra iptal edilen My Own Worst<br />

Enemy, bunlardan sadece birkaçı. Asıl<br />

üzücü olansa, bunlar gibi güzel diziler<br />

sepetlenirken, daha düşük reytingli dizilerin<br />

yapımcılarının isimleri yüzünden dokunulmaz<br />

kabul edilmeleri. Bu kesin olmayan<br />

bir tespit olsa da, reyting oranları düşük<br />

olmasına rağmen, sezon sezon sipariş


edilen dizilerin yapımcılarının isimlerine<br />

baktığımızda, başka bir sonuca varmamız<br />

zorlaşıyor.<br />

Sonuç olarak, bu savaşta yerini<br />

sabitlemiş yapımcılarla, izleyicinin ne<br />

istediğini anlayabilen yapımcılar sağ<br />

kalacak gibi görünüyor. İzleyici eğilimi<br />

doğrultusunda, ekranların başarılı fantastik<br />

dizisi Supernatural’ın formunun,<br />

ne şekilde değiştiğine ve en dramatik sezon<br />

olması beklenen 5. sezonun nasıl da komedi<br />

dizisi tadında ilerlediğine bir bakın. Polisiyelerin<br />

bile sadece esprili ve hafif dozda olanlarını<br />

seven izleyici, CSI üçlemesi gibi kimi zaman<br />

abartılı bir şekilde kurgu olduğu belli olan dizileri<br />

sevdiğini bize her fırsatta belli ediyor. Sadece,<br />

ekranların en ciddi polisiyesi Criminal Minds,<br />

ortalamanın çok üstünde kalan kalitesi yüzünden<br />

izlendiği için bu sınıflandırmanın dışında<br />

kalıyor. Ama diğerlerine baktığımızda; Castle,<br />

Bones ve nispeten The Mentalist, neredeyse<br />

komedi sınıfında yer alacak düzeyde espri<br />

barındırıyorlar. House, Dexter ve Lie to Me gibi<br />

diziler ise başkarakterinin gücü ile seyirciyi<br />

kendine bağlıyor. Bazen de sadece Lost, Flash<br />

Forward gibi dizilerdeki gizem öğesini arıyor<br />

izleyici. Bu izleyicinin önüne pilot bölümde bir<br />

soru getirip, kalan 6 sezon da cevap arayan<br />

yapımcı köşeyi dönüyor. Sadece eski dizilerin<br />

tekrarlarını görmek isteyenler de oluyor. Bunlar<br />

için de, yeni dostlarımız V yani Visitors ve Ian<br />

McKellen’ın başrolünde olduğu The Prisoner<br />

gibi dizler yapılıyor.<br />

Anlayacağınız yapımcılar için formül basit. Ya<br />

isim yapacaklar ya da izleyici eğilimini dikkate<br />

alacaklar. En önemlisi de; televizyonun<br />

sanat yapmak için gitgide zor bir zemin haline<br />

geldiğini artık kabullenecekler.


BANU BOZDEMİR<br />

n Önce <strong>20</strong>05’te Dabbe geldi. Yönetmen<br />

Hasan Karacadağ dedi ki, kıyamet internetle<br />

gelecek… Yani dünyayı saracak olan<br />

örümcek gibi şeyin internet olduğunu iddia<br />

etti. Türk – İslam kaynaklarına dayanarak<br />

korku sineması yapıyor o yüzden Dabbe,<br />

Duhan, Deccal etrafımızda zuhur ediyor.<br />

İkinci filmi Semum’da yine korkuttu! Yeni<br />

filmi Dabbe 2’de dünyamıza gökyüzünden<br />

inecek ve bilinci olan bir dumanla baş<br />

etmek zorunda kalacak insanları anlatıyor.<br />

Türk – İslam korkularını sinemacı olduğu<br />

için kurguluyor, kesiyor biçiyor karşımıza<br />

koyuyor… Karacadağ’la korku tüneline<br />

daldık adeta!<br />

Dabbe 2’nin birincisinden farkı ne?<br />

Olay aslında şimdi toparlanmaya<br />

başlayacak. Ben biliyorsunuz internetin<br />

kıyamet alameti olabileceği ihtimali<br />

üzerinden gittim. Kıyamet alametleri hep<br />

afetler, depremler, cinayetler, virüsler,<br />

savaşlar üzerinden verilir. İnternet olabilir<br />

mi yaklaşımı ise farklı bir şey. Dabbe’yi<br />

ben <strong>20</strong>05’te yaptım. O zaman internet<br />

kullanımı çok yaygın değildi. İleri de<br />

daha da yaygınlaşacak. Burada ise bir<br />

alametse kıyamet nasıl işleyecek, nasıl<br />

mekanizması çalışacak diye bir araştırma<br />

yaptım. Burada da biz Türk – İslam<br />

kaynaklarını kullandığımız için çok hayal<br />

gücüne dalamıyoruz. Yani yaratıkları<br />

tasvir ederken sınırsız olabiliyoruz ama<br />

olayları kurgularken hayal gücü bir yere<br />

kadar. Ben sadece Kuran’ı kaynak olarak


alıyorum. Sonra kendi yorumumu koyuyorum. İkinci<br />

kaynak ise peygamberimizin sözleri. Ama o sözlerden<br />

de kesinleşmiş ve kabul edilmiş olanlar. Bir<br />

Dabbetül-arz, ikincisi Duhan, Yecüc mecüc. Bir de<br />

Dunk ayneyn var. Hepsi Kuran’da geçiyor. Hepsini<br />

sırayla çekeceğim. Bunların hepsini birden bağlayan<br />

Deccal diye bir şey var. Duhan da net olarak, Dabbetül<br />

Arz zamanında gökyüzünden duman şeklinde<br />

inecek bir şey. Bu dumanın çok tehlikeli, azap verici,<br />

neredeyse düşünen bir varlık gibi hareket edeceği<br />

tasvir ediliyor.<br />

Yok oluşlar, bitişler, sonlanışlar neden acı verici<br />

olacak insanlar için?<br />

İnsanlık tarihinde iyilikler kötülüklere oranla yok<br />

denecek kadar az. İnsanın yaptığı savaşlar, işlediği<br />

cinayetler, katliamlar. Bugün baktığımızda da insanlar<br />

sadece kendisini düşünen bir varlık. Böyle<br />

gelişen ve ilerleyen bir insanlığın sonunu da iyi<br />

olarak göremeyiz.<br />

Kurunun yanında yaş da yanıyor o zaman…<br />

İslamiyet’te batıdan şöyle bir farkı var. Total yok<br />

oluştan, toplu kıyametten bahsediyorum. Benim<br />

en son filmimde kıyamet kopacak. <strong>20</strong>12’de görülen<br />

olay benim son filmimde olacak. İslamiyet’te<br />

yeryüzündeki son iyi insan öldüğü anda kıyamet<br />

kopacak. Son iyi farklı yorumlanır, nasıl bir şeydir<br />

bilinemez şimdiden. Bir iyi bile kalsa kıyamet kopmuyor<br />

islamiyette. Ama batının kıyametinde aniden<br />

gelecek, vuracak ve bitirecek durumu var.<br />

Son kıyamet Müslümanlar için korkutucu olmamış<br />

olacak. Ama oraya gelene kadar duhan ve dabbenin<br />

insanlar için etkisi olacak. Bir durum olduğu<br />

zaman herkesin başına her şey gelebilir durumu<br />

var. Korku sinemasında şöyle bir kavram beni<br />

asla ilgilendirmez. Beni çeken şey, aynı anda kime<br />

geleceği belli olmayan lanet beni çeker.<br />

Korkunun bu yanının ilgi çekeceğini düşünüyor<br />

musunuz?<br />

Toplu olması, her an herkesin başına gelecek<br />

olması… Zaten bu serilerde de herkesin başına<br />

gelebileceğini iddia ediyorum. Ondan kurtuluş,<br />

ondan kaçış yok diye bir sloganımız vardı bizim. Bir<br />

yandan da sinema yapıyoruz ve bunlara malzeme<br />

olarak bakıyoruz…<br />

Şu an bir domuz gribidir almış başını gidiyor…<br />

Sizce bu virüs vakaları da bir alamet sayılabilir<br />

mi?<br />

Ben genetik eğitimi aldım, DNA; RNA ve virüsler.<br />

Onunla ilgili iki teorim var benim. Birincisi herkesin<br />

komple teorisi diye konuştuğu, fakat ben biraz daha<br />

içinde olduğum için tahmin edebiliyorum. İnsan<br />

eliyle gelen bir veba, salgın. Bunun büyüyeceğine<br />

inanıyorum ben. laboratuarlarda kontrolsüz genetik<br />

silah denemeleri yapılıyor. Nükleer çok fazla göz<br />

önünde, örnekleri var. Ya genetik silahlar? Nükleer<br />

silahlar da yanlışlıkla bir düğmeye bastım patladı<br />

durumu var. O ancak filmlerde olur. Ama genetikte<br />

gerçekten de küçük bir hatada, sizin aracılığınızla<br />

bulaşabiliyor. Laboratuar ortamında üretilen bir<br />

virüsün bulaşması çok daha mantıklı geliyor bana.<br />

O virüse neyin tepki vereceğini bilmiyorsun, yeni bir<br />

şey sonuçta. Bu daha korkunç…<br />

Bunlar insanları bir sona götürecek kadar güçlü<br />

malzemeler değil sonuçta? Öyle mi?<br />

Bunlar madde, savaş gibi… Nükleer silahlarla genetik<br />

silahlar aynı korkutuculukta. Nasıl Japonya’da<br />

atom bombası atıldı ve binlerce insan öldü. Aynı şey<br />

şimdi de yapılabilir, niye yapılmasın? Ama bu meseleyi<br />

o şekilde yaymıyorlar. Hayvanlardan geldiğini<br />

söylüyorlar. Belki ileride çıkar. Bizim ilgilendiğimiz<br />

daha metafizik, daha büyük, daha beklenmeyen…<br />

Uzayın büyüklüğü karşısında bunlar daha insani<br />

meseleler…<br />

İnternetten yayılacak demeniz de aslında gerçek<br />

değilmiş gibi duruyor ve olayı İslamiyet boyutundan<br />

uzaklaştırıyor…<br />

Dabbe biliyorsunuz örümcek ağı gibi yayılan canlı<br />

bir şey demek. Zaten o ‘canlı bir şey’ ne diye<br />

araştırdığımız zaman kelimenin bir önceki kökenine<br />

inmemiz gerekiyor. Sankritçe’den geliyor oraya<br />

da. O dönemlerde yapılan savaşlarda insanlar<br />

birbirlerinin üzerine örümcek ağı gibi ağ atarlarmış.<br />

Kuran’da da şöyle diyor: Dünya’yı bir dabbe saracak.<br />

Ben onu alıyorum, yerine örümcek ağı gibi


yayılan şeyi koyuyorum. Sonra www<br />

yazıyorum. Bunlardan yıllar önce örümcek ağı<br />

saracak deniyor. Bu kadar benzeşim tuhaf.<br />

Hele de mistik sinema yapıyorsanız çok güzel<br />

bir malzeme. İnanıp inanmama ayrı bir<br />

mesele. Ayetin kendisi net olarak interneti<br />

çağrıştırıyor. İlerde başka bir şey olursa bizim<br />

bu teori değişir. Her eve girecek, bu ne demek.<br />

Korkunç bir benzeşim.<br />

Bu sadece sizin teoriniz ama değil mi?<br />

Evet. Bunu kabul etmeyen çıkabilir, çıkıyor zaten.<br />

İki tür yaklaşım oldu. Bazıları bu tarihlerde<br />

kesinlik yoktur diyor. Ben bu din insanlarına<br />

saygı duyuyorum. Ben sinemacıyım, din adamı<br />

değilim. Din adamı gibi detaylı açıklamalarda<br />

bulunamam. Bence sinemacının yaklaşımını<br />

küçümsememek gerek. Din adamı dokunulmaz<br />

diye bakar bu kavrama. Kuran’da bazı<br />

şeyler kurgulu verilir. Çağlara hitap eden bir<br />

kitap olduğu için… Bana hikaye lazım, ben<br />

böyle algıladım. İnanmayanlar da oldu. Ben<br />

hayal ediyorum ama gerçeğe sadık kalarak.<br />

İkinci filmi biraz açabilir miyiz, Duhan nasıl<br />

gelecek, neler yapacak?<br />

Kuran’da birkaç tane tehdit ya da korku<br />

yayan ayet var. Bunu kimse inkar edemez.<br />

Gökyüzünden inecek bir dumanın insanlara<br />

azap vereceğini söylüyor. Burada azap kelimesi<br />

çok önemli. Azap kelimesi iki bilinç arasında<br />

olan bir şeydir. O zaman bu duman da bir<br />

bilinç var. Bu yine bir kurgu.<br />

Yani Deccal’e kadar insanlar aşama aşama<br />

acı çekecekler öyle mi?<br />

Evet öyle. En sonuncusunda yani Deccal’le<br />

ilgili kurduğum bir şey var. Deccal’le internet<br />

arasında da müthiş bir benzeşim var. O da<br />

ilginç. Aslında Dabbe 2’ye bir çeşit uzaylılarla<br />

ilgili bir film diyebiliriz. Gökten gelecek deniyor<br />

ya… Ben öyle hayal ediyorum, gökten<br />

gelecek şeyin daha metafizik olması gerekiyor.<br />

Bir de benim filmlerimde hep cin olacak.<br />

Kıyamet sadece insanlara gelmiyor, cinlere de<br />

gelecek. Cinlerin artık insanlara görünmeye<br />

başlayacağı, iyice insanlarla iletişim kuracağı<br />

üzerine benim filmim aslında. Korku tarafı da<br />

burada.<br />

İnsanlar yine biçim değiştirip, eciş bücüş<br />

hale gelecekler mi?<br />

Onu biçim olarak öyle veriyoruz. Tam olarak içine girip,<br />

vücudunu ele geçirme değil. Bir tarafta insanlar,<br />

bir tarafta cinler, bir tarafta da gökten gelen mahlukatlar<br />

var. Bunların üçünün etkileşimi var. Yavaş<br />

yavaş görünmeyen bir şeyleri görünür kılmaya<br />

çalışacağız. Duman çok iyi bir çıkış noktası. Bunlar<br />

sonuçta iyi niyetli varlıklar değil. Hayal bile edilmesi<br />

korkunç yaratıklar olduğu için insanla teması da bu<br />

şekilde olacak.<br />

Filmde öne çıkan efektlerden bahsedebilir miyiz?<br />

Sesle ilgili bizim yaptığımız tek yenilik, uzay seslerinden<br />

yararlandık. Duman için ses konusunda<br />

tatmin olamıyordum. Bir sürü ses dizayn ettik.<br />

Sonra uzayda kaydedilen anlamsız sesler var.<br />

Karanlıkta dinleyin korkarsınız. O anlamda benim<br />

hoşuma gitti. Görsel olarak da Türkiye için, dumana<br />

bir biçim verip, bilinç kazandırmak çok zor.<br />

Onda bir bilinç var. Efektleri Digital Film Center’da<br />

yapıyoruz. İstediğimiz şeyin örneği de çok fazla yok.<br />

Semum’da bir yaratık vardı ama benim hayal gücümü<br />

o kadar aksettirebildiler. Hem de o yaratığın<br />

daha önce örnekleri vardı, çok fazla zorlanmadık.<br />

Bu ülkede kaç tane mistik sinema yapıldı ki? Komedi<br />

olsa çok kolay.<br />

Korku da komik duruma düşme hali de var…<br />

Evet, o yaratık sınırda. Ben yönetmen olarak çekiyorum,<br />

malzemeyi onlara veriyorum. Ekip olarak<br />

onlardan çıkacak artık. Ekip yetersizse yapacak bir<br />

şey. Ben de ısrarla efektleri Türkiye’de yaptırmak<br />

istiyorum. Tamamen Türk yapımı olsun istiyorum.<br />

Tamamen bizden çıkan fikirler daha yaratıcı oluyor,<br />

konsepte uyuyor. Batıda hayal gücü, konunun<br />

özüne zarar verebiliyor.<br />

Türk –İslam korkusu tam olarak nedir? Cinlerle<br />

perilerle bitiyor mu iş?<br />

Bakın interneti de koyuyorum, gökyüzünden gelen<br />

varlıkları da koyuyorum. Çok açık ve bu güzel<br />

zaten. Bir Japon filminde ‘şeytanı görmek istiyorum’<br />

diye bir replik vardı. Karşısındaki de ‘en kibirli<br />

olduğun ana bak, o zaman onu göreceksin’ diyordu.<br />

Şeytani varlıklar diye bir kavram var. Dünya sadece<br />

insanlara ait olamaz, başkaları da var. Bir de boyut<br />

diye bir kavram da var. Bilim daha beşinci boyutta<br />

biliyorsunuz. Einstein zaman diye dördüncü boyutu<br />

buldu. Boyutlar içindeki varlıklar bu dünyanın<br />

sahipleridir. İslamiyet’e cinler insanlardan önce<br />

yaratılıyor. Bu çok önemli. Bu bilinmeyenden bir


tanesi cinler. Mesela yıllar yıllar önce Zulkarneyn<br />

diye bir kişi gökyüzünden gelen kötüleri<br />

bir yere kapatmış. Mesela onlar nerede? Alın<br />

size konu… Sadece cinlere yüklenmek olayı<br />

basit kılıyor.<br />

Filminizi seri yapmanızda hatrı sayılır bir<br />

izleyici yakalamanızın da önemi büyük?<br />

Korku benim araştırırken, çekerken çok<br />

zevk aldığım bir konu. Birinci sebebi bu.<br />

Tabii kitlelere hitap etme duygusu da var.<br />

Dolayısıyla izlenmediği zaman, sanat<br />

sineması yapanların dediği gibi kendim için<br />

de yapabilirim! Total olarak ne kadar çok<br />

izlenirse o kadar çok sevinirim. Yaptığım<br />

işlerin kalitesi de büyür. Ama ben kendi filmlerimin<br />

yapımcısıyım. Zevk aldığım için değil.<br />

Ama yapımcı bu izleyici sayısı için bile para<br />

yatırmak istemiyor. Ne zaman ki 2-3 milyon<br />

kişi izler o zaman yapımcılar da devreye girer.<br />

Biz de dünyaya daha emin gideriz. Şimdi<br />

boynu bükük götürüyoruz filmlerimizi. Pan’ın<br />

Labirenti diye bir film var adamın karşısında,<br />

bir de senin filmin var. Ama o bütün dünyaya<br />

pazarlayabiliyor. Bizimle ilgili haberler de ‘Türk<br />

korku sineması niye bu kadar berbat’ diye<br />

haberler yapılıyor… Tam tersine yapmayın<br />

diye bir baskı var. Bir de buna karşı gelmeye<br />

çalışıyoruz. Bu konudaki fikirlere de açığız.<br />

Olumsuz olsun ama açsınlar bana… Mesela<br />

efektler azaltılsın densin… Bir açılım gelsin istiyorum.<br />

Sonuçta ben hep korku çekeceğim…<br />

Her türlü eleştiri ve öneriye açığım.


Avatar’ın güzel subayı<br />

Trudy Chacon’u<br />

canlandıran<br />

Michelle Rodriguez<br />

kendisine Latin<br />

olduğu için<br />

ayrımcılık<br />

yapan sinema<br />

endüstrisine<br />

ateş<br />

püskürüyor


SERDAR AKBIYIK<br />

n Avatar filminin yıldız kadrosunda bir<br />

isim var ki bütün güzelliğine rağmen<br />

endüstrinin kendisini algılama şekline<br />

isyan ediyor. Sert bebek rollerin aranan<br />

ismi olan Rodriguez ABD’deki ayrımcılığı<br />

şöyle anlatıyor: “Ne olursa olsun insanlar<br />

o kadar geri kafalı ki asla sadece akrist<br />

Michelle Rodriguez olamayacağım. Her zaman<br />

Latin aktrist Michelle Rodriguez olarak<br />

kalacağım. Bu gerçekle ömür boyu yaşamak<br />

zorndayım. Bu ayrımcılığı yaratanların bir<br />

şeyleri öğrenmeye ihtiyacı var. Irkım yüzünden<br />

ciddiye alınmamayı takmıyorum artık.”<br />

Bu sözlerle isyanını ortaya koyan Michelle<br />

Rodriguez aslında Teksas’ta doğmuş. Porto<br />

Rikolu bir babayla Dominikli bir annenin kızı.<br />

Ailesi ayrılınca annesiyle beraber Dominik<br />

Cumhuriyeti’ne gider sonra Porto Riko ve tekrar<br />

ABD’ye geri dönüş. Bu dönemleri çok zor<br />

geçer Rodriguez’in, liseyi bile terketmek<br />

zorunda kalır, daha sonra dışarıdan<br />

bitirebilir. Bu zor yıllar Rodriguez’in<br />

oyuncu kariyerinde tanınmasına<br />

sebep olacak sert kadın<br />

imajının yaratmasında<br />

yardımcı olacaktır.<br />

İlk önemli filmi<br />

Girl<br />

Fight’ta boksör bir kadını canlandırır. Rolü 350<br />

rakibini geçerek elde eder. Rodriguez bu rol için<br />

5 ay ringlerde yumruk sallar ve idmanlara çıkar.<br />

Filmi aldığı vakit dövüş sahnelerinde dublör kullanmaz.<br />

Hızlı ve Öfkeli, Resident Evil ve Beattle<br />

Seattle gibi filmlerdeki performansarıyla da<br />

Hollywood’un “sert bebek” karakterinin aranan<br />

yüzü olmuştur. Filmlerinin dışında Lost dizisinde<br />

de Ana Lucia Cortez tiplemesiyle ününe ün<br />

katar.<br />

Rodriguez’in bu sert tiplemesi gerçek hayattaki<br />

isyankar tavrıyla da bir uyum gösterir. Kategorize<br />

edilmeyi istemeyen genç yıldız “İnsanların<br />

beni seksi olarak hatırlamasını istemiyorum,<br />

söylediklerimle, hissettirdiklerimle hatırlanmak<br />

isterim” der. Şimdiye kadar bir duşta, seksi<br />

sahneler çekmek için çok teklif aldım ama kabul<br />

etmedim. Eğer etseydim biraz farklı bir Jennifer<br />

lopez tiplemesinin dışında ne olabilirdim<br />

diyerek sözünü de sakınmadığını gösterir Rodriguez.<br />

Vücudunun en beğendiği kısmı hangiis<br />

sorusuna ise beynim diyerek duruşunu daha<br />

da belirginleştirir. Bu duruşu sergilemesi <strong>20</strong>02<br />

yılında Stuff ve Maxim dergilerinde en seksi 100<br />

kadın listelerine girmesini engellemez. Filmlerde<br />

sürekli sert kadın tiplemesi oyanamısının sebebi<br />

sorulduğunda ise “Lütfen, beni kurtarılması gereken<br />

kıskardeş rolünde düşünebiliyor musunuz<br />

ya da bir sevgili rolünde diyerek yoluna aynı<br />

tiplemede devam edeceğinin sinyallerini verir.<br />

Bu sert ve sağlam duruşu James Cameron’un<br />

dikkatini çekmiş ki Avatar’da Trudy<br />

Chacon adlı subay rolü için seçilir.<br />

Belli ki bu çetin ceviz güzel yıldızı<br />

aksiyon filmlerinde daha<br />

çok seyredeceğiz.


BANU BOZDEMİR<br />

n Woody Harrelson adı geçince<br />

birçoğumuzun aklına ilk Katil<br />

Doğanlar gelir. Huzur bozucu Mickey<br />

rolüyle birebir uyumludur zira…<br />

Teksas doğumlu Harrelson’un babası<br />

bir katildir ve Katil Doğanlar ismi<br />

belki de bu yüzden onunla özdeştir…<br />

Afişteki kel haliyle tarihe geçti…<br />

Anne ve baba boşanınca, annesiyle<br />

beraber Lübnan’ın yolunu tutan yine<br />

kendisidir…<br />

İlk sinema filmi olan Wildcats da<br />

Goldie Hawn’la rol aldı. Wesley<br />

Snipes’le başlayan dostluğu onları<br />

Mney Train, White Men Can’t Jump<br />

ve Play İt to the Bone filmlerde de<br />

bir araya getirdi...L.A. Story isimli<br />

1990 yapımlı filmde Steve Martin<br />

ile aynı sahneyi paylaştı, ardından<br />

gelen filmleri arasında The Cowboy<br />

Way, Scorched, tek başına kotardığı<br />

ED Tv, Kingping ve elbette ki Natural<br />

Born Killers filmleri onu gittikçe<br />

başarıya götürdü.<strong>20</strong>03 yılında Anger<br />

Management filminde kısa rolde<br />

görünen Harrelson,1996 yılında<br />

İnsanlar Larry Flynt’e Karşı isimli filmiyle<br />

Akademi Ödülüne aday gösterildi.<br />

Aslında çok da başrollerin adamı<br />

değildir, öyle bir havası da yoktur.<br />

Yüzü sevimlidir ama bir tarafı hep<br />

karanlıktır. O filmlerde farklı bir yönden<br />

esen bir rüzgar gibidir. A Prairie<br />

Home Companion’da sevimli ve<br />

dalgacı bir kovboy olsa bile, Katil<br />

Doğanlar’daki yüzü zaman zaman<br />

perdeyle aramıza girer! İnci Kırmızı<br />

Hat, İhtiyarlara Yer Yok, Yedi Yaşam,<br />

Sibirya Ekspresi gibi hatrı sayılır filmlerde<br />

de vardı… Ve özellikle bu sene<br />

<strong>20</strong>12, Zombieland ve A Takımı filmlerinde<br />

karşımıza çıkıyor…<br />

Film dışı özellikleri arasında evde ot<br />

yetiştirmek de yer alıyor. Mahkemede<br />

bunu tıbbi amaçlı ürettiğini söylemiş,<br />

kanser hastası bir gencin evinde<br />

yetiştirdiği marihuananın kefaletini<br />

de ödemiştir. Antik çam ağaçlarının<br />

kesilmemesi için kendisini Golden<br />

Gate Köprüsü’nün en yüksek yerine<br />

zincirlemiştir… Yani tek kelimeyle<br />

çılgındır, eylemleri bile anlamlıdır!


ALPER TURGUT<br />

n Sadi Çilingir, henüz çocuk<br />

yaşlardayken beyazperdenin<br />

büyüsüne kapılan ve bu tutkuya<br />

resmen kendini adayan<br />

bir adam. “Bir film izledim,<br />

hayatım değişti” denir ya, Sadi<br />

Ağabey’in seyrettiği ilk filmin<br />

üzerinden neredeyse yarım asır<br />

geçmiş ama o asla unutmamış.<br />

Sektöre girişi ise öyle hemen<br />

gerçekleşmemiş, harita<br />

teknisyenliğinden emekli olduktan<br />

sonra sevgili sinemasına<br />

tam manasıyla kavuşabilmiş.<br />

Sinema yazarlığı, film<br />

tanıtımları, yapım şirketlerinin<br />

basın sorumluluğu, jüri üyelikleri<br />

derken Sadi Çilingir’in<br />

düşleri, nihayet ete kemiğe<br />

bürünmüş. Onun kurduğu<br />

internet sitesi sadibey.com ise,<br />

gündüz ve gece demeden biz<br />

gazetecilerin imdadına koşuyor.<br />

Sizlerde girip bir bakın, sinemaya<br />

dair ne arıyorsanız, eminim<br />

orada bulacaksınız.<br />

Sinema sizin için bir tutku mudur?<br />

Evet, aynen öyle... Babasının<br />

memuriyeti (polis) yüzünden<br />

kent kent dolaştık. Televizyon<br />

yoktu, sinema vardı. İlk filmimi,<br />

10 yaşında izledim (Kendi<br />

Kendine Küçülen Adam / The<br />

Incredible Shrinking Man - 1957)<br />

ve o günden beridir de beyazperdeden<br />

kopamadım. Kimi<br />

stadyuma gider kimi kahvehaneye,<br />

ben ise sinemaya aşığım.<br />

Maç seyretmekten keyif almam,<br />

sorsan Fenerbahçeliyim ama<br />

bir tek futbolcusunu sayamam.<br />

Kahvehane ortamını da zaten<br />

sevmem. Sinema bir çeşit ibadet<br />

gibi, temaşa durumu bu... Evde<br />

tek başına film izlemekle sinemada<br />

seyretmek çok farklıdır.<br />

Sinemada cemaat gibisiniz.<br />

Yanınızda ağlayan varsa siz de<br />

ağlayabilirsiniz, diğerlerinin<br />

kahkahasına katılabilirsiniz.<br />

Peki, ya beyazperdeye dair<br />

yazılar?<br />

Sinematek Derneği’ne 40 yıl önce<br />

üye oldum. 1969’den 1989’a dek,<br />

bir sinema tutkunu olarak ne<br />

varsa biriktirdim. Sonra “Sinema<br />

Gazetesi” yayımlanmaya başladı<br />

ve ben de 1989 yılının Eylül<br />

ayında, ilk sinema yazımı yazdım.


Aralık 1999’da ise Pinema Filmcilik tarafından<br />

çıkartılan “Cinemascope Dergisi”nin Genel Yayın<br />

Yönetmenliği’ni üstlendim. Antrakt Aylık Sinema<br />

Dergisi’nde, Şamdan Plus Dergisi’nde<br />

yazdım, “Bu Hafta”, “Ekotimes”, “Metropol”,<br />

“Cosmolife” ve “Sole” gibi dergilerde<br />

ise sinema sayfaları hazırladım. Sonsuz<br />

Kare Dergisi’nde, Antalya Festivali<br />

Kitabı’nda yazılarım yayınlandı.<br />

Sinema Gazetesi’nde yayınlanan<br />

yazılarımdan seçmeler, “Varsa<br />

Yoksa Sinemalar” (1996) adlı<br />

kitapta toplandı. Ancak söylemek<br />

isterim ki; ben bir<br />

sinema yazarıyım, film<br />

eleştirmeni değilim. Film<br />

eleştirmeni olmak, çok<br />

ama çok zordur. Donanım<br />

ister, tecrübe ister... (Sadi<br />

Ağabey, bizim derneğin<br />

-Sinema Yazarları Derneği<br />

(SİYAD) – istisnasız en<br />

yardımsever üyesidir)<br />

Ancak sinema asıl işiniz<br />

değildi...<br />

Tam 25 yıl boyunca<br />

Türkiye Elektrik<br />

Kurumu’nda çalıştım.<br />

Marmara Bölgesi’nde<br />

kamulaştırma teknisyenliği,<br />

harita teknisyenliği ve<br />

kamulaştırma şefliği yaptım.<br />

1995 yılında da emekli oldum.<br />

Sinema sektörüne, emeklilik<br />

sonrasında<br />

mı girdiniz?<br />

Kamulaştırma şefliği... Benim mesleğimin<br />

özel sektörde bir karşılığı yoktu ki... Ya<br />

boş boş oturacak ya da şansımı sinemada<br />

deneyecektim. Pinema Film’in sahibi Pamir<br />

Demirtaş ile 1999 yılında “Salkım Hanımın<br />

Taneleri” filminin galasında tanıştım.<br />

Yazılarımı okuyormuş, birlikte çalışalım<br />

dedi. İşte öyle başladık. <strong>20</strong>02–<strong>20</strong>07<br />

yılları arasında ise Avşar Film’in Basın<br />

Koordinatörlüğü’nü üstlendim. 35 Milim<br />

Filmcilik ve Cine Group’un basın tanıtımları<br />

ile ilgilendim.<br />

Sinema sektörü vefalı mıdır?<br />

Vefasızdır. Tek vefalı, sinema yazarlarıdır.<br />

Kötü de olsa filmleri izler, çünkü onlar<br />

sinemaya tutkuyla bağlıdırlar ve devamlılık<br />

onlar için esastır. Ama ya diğerleri... Adam<br />

yapımcı olur, para kazanmak için iki film<br />

çeker, sonra bırakır. Oyuncu, üç filmde<br />

oynar, bakar ki dizilerde para var, hemen<br />

oraya geçer. Misal bir film şirketinde<br />

çalışan genç bir kadın, sizi arar ve bir<br />

film sorar. Siz de ona dersiniz ki; “O film,<br />

şirketinizden çıkmıştı, o film sizin filminiz”.<br />

Sadibey.com nasıl doğdu?<br />

Eskiden basın tanıtımlarında gazetelere<br />

dia yollardık, zaman değişti ve fotoğrafları<br />

CD ile dağıtmaya başladık. Sonra internet<br />

iyiden iyiye hayatımıza giriverdi. Sinema<br />

dergisi çıkartırken birlikte çalıştığımız<br />

arkadaşların hepsi benden küçüktü. Bana<br />

“Sadi Bey” diye sesleniyorlardı. Sitenin<br />

adı, böyle doğdu. Oğlum Can Burak, Bilgi<br />

Üniversitesi’nde bilgisayar dersleri veriyordu.<br />

Öneri ondan geldi. Haziran <strong>20</strong>05’de<br />

de sitemiz http://www.sadibey.com faaliyete<br />

geçti. (Buradan Sadi Ağabey’in en az<br />

kendisi kadar sinema tutkunu olan eşi Elif<br />

Abla’ya da saygı, sevgi ve selamlarımızı<br />

iletelim).<br />

Sinemaya bunca emeğiniz geçiyor, neden<br />

anlı sanlı şirketler, size maddi destek olmuyor?<br />

Bizi okuyanlar, genellikle sinemayla ilgili<br />

insanlar olduğu için, reklama da gerek<br />

yokmuş. Atıyorum gurme dergisi ya da<br />

değişik sektörlere hitap eden yayınlar<br />

ise potansiyel içeriyormuş. Neyse...


Önemli değil... Bir kişi bile olsa sitemdeki<br />

yazılardan etkilenip sinemaya gitsin. Benim için<br />

asıl mutluluk budur.<br />

Eskiden daha fazla mı sinema salonu vardı?<br />

Geçmişte, nüfusumuz azdı ama çok daha fazla<br />

sinema salonu vardı. Yazlık sinemaların ise çoğu<br />

kapandı. Kimi otopark oldu, kiminin üstüne apartman<br />

dikildi. Üstelik şimdilerde bir sinemanın 6, 7,<br />

8 salonu olabiliyor, eskiden sinemalar tek salonlu<br />

idi. Edirne’nin Uzunköprü ilçesine bağlı Balaban<br />

köyündenim, bizim köyde bile sinema vardı.<br />

Yerler saman kaplıydı ve biz oturmuş, “Çingene<br />

Güzeli” (1968) filmini izlemiştik. Hatta o yıllarda,<br />

tiyatrolar dahi sinema gibi çalışıyordu, her akşam<br />

gösterileri vardı.<br />

1971 yılından bu yana her izlediğiniz filmle<br />

ilgili not tutuyormuşsunuz.<br />

Filmlerle ilgili ne bulursam en ince ayrıntısına<br />

dek okurum, künyesini bakarım. Yönetmenlerin,<br />

oyuncuların adını ezberlemeye çalışırım. Arnold<br />

Schwarzenegger’in soyadı biraz zorlasa da (gülüyor)...<br />

Sinemadaki her şey ilgimi çeker, yeri gelir,<br />

yangın söndürücünün son kullanma tarihine de<br />

bakarım, makine dairesine de... Bir gün bir baktım<br />

ki; Bilge Olgaç’ın “Kara Gün” filmi, adeta çöplüğe<br />

dönmüş odanın zemininde duruyor. Hemen müdahale<br />

ettim, bırak Bilge Olgaç’ı, “Parçala Behçet”<br />

filminin afişi dahi ayaklar altında olmamalı...<br />

Giriş kapısı şaşaalı, çıkış kapısı harabeye benzeyen<br />

sinemaları da uyarırım. Sinemaseveri, asla müşteri<br />

gibi görmeyeceksin. Dünyanın en büyük sinema sitesi<br />

imdb.com, Türkiye’ye gösterilen filmlerin vizyon tarihini<br />

benden alıyor. Bir de sinemada girdiği ad başka,<br />

DVD’ye basıldıktan sonraki adı başka ise, bunu da<br />

söylüyorum. Çünkü sinemasever, vakti zamanında<br />

seyrettiği filmi, başka bir yapım sanarak alabilir. Hem<br />

bir film, sinemada gösterildiği ismiyle hatırlanmalı...<br />

Sitenizde ünlülerle birlikte çektirdiğiniz fotoğraflar<br />

var, sayenizde herkesin simasını biliyoruz.<br />

Geçenlerde oyuncuboyu.com diye bir siteden aradılar<br />

beni ve boyumu sordular. Ayakkabısız 1.83 dedim.<br />

Sanırım kafalarına göre ölçüm yapıp, meşhurların boy<br />

uzunluğunu bulacaklar.<br />

Erotik filmler gösteren sinemaların da çoğu<br />

kapandı.<br />

Adamlar yakalarını kaldırarak, kapüşonlarını kafalarına<br />

geçirerek gizli gizli sinema salonlarına girerlerdi. İki film<br />

birden, üç film birden gösteren sinemalar vardı. Evde<br />

izleme imkânı çoğalınca, modası geçti, insanlar bundan<br />

da vazgeçti. İşte en son Rüya Sineması da, kabuk<br />

değiştirenler kervanına katıldı.<br />

Üç boyutlu filmler ile aranız nasıl?<br />

Ben kendi adıma bu yeni nesil filmlerden pek hoşnut<br />

değilim. Üç boyutlu filmler, izleyiciyi irkiltmek için çeşitli<br />

numaralar yapıyor, çoğu kez klişelere başvuruyor.<br />

Yapımlar, otomatikman zaafa sürükleniyor.


Hayvan dedektifi Ace Ventura,<br />

Gülhane Parkı Hayvanat<br />

Bahçesindeki işinde ilk<br />

haftasını doldurmaktadır. O gün<br />

her zamanki gibi hayvanların<br />

kafeslerini temizleyip, yemlerini<br />

vermektedir. Kısa bir süre<br />

sonra gelen davetsiz misafirlerden<br />

çekeceğini hiç kimseden<br />

çekmemiştir Ace Ventura…<br />

Ace Ventura: (Lamaların<br />

bulunduğu kafeste, bön bön<br />

lamalara bakarken, lamanın biri<br />

yüzüne tükürür.) Hımmm, demek<br />

siz uslanmaycaksınız… (Diliyle<br />

dudağının ucuna gelen tükürükten<br />

biraz tadar.) Aşk olsun Darcy!<br />

Ben sana demedim mi, hayvanat<br />

bahçesi ziyaretçilerinin attığı<br />

şeylerden yemeyeceksin diye?<br />

Yine tuzlu fıstık yemişsin. Bundan<br />

sonra benim sözümden çıkma.<br />

Bu sırada Ace Ventura’nın ense<br />

köküne gelen minik bir taş feci<br />

şekilde canını yakar.<br />

Ace Ventura: Oyy, anacığım. Ne<br />

oldu lan? Kim attı bakiyim o taşı?<br />

Yoksa haylaz maymunlar mı?<br />

(Sağa sola bakınırken bu sefer<br />

alnına çarpar minik bir taş) Off, ne<br />

oluyor yahu?<br />

İlerideki küçük çalılığın arasından<br />

gelmiştir taş. Ace Ventura<br />

o tarafa doğru yürür merak<br />

içinde. Maymunların bir muzırlık<br />

yaptığını düşünür. Yavaşça yaklaşıp<br />

çalıları aralar. Karşısına çıkanları<br />

tanımıyordur..<br />

Ayşecik-Sezercik-Yumurcak: Merhabaaaa!<br />

Ace Ventura: Oh my god! Siz de<br />

kimsiniz be?<br />

Yumurcak: Biz aşağıki mahallenin<br />

çocuklayıyız aabi! Tanışalım mı?<br />

Sezercik: Merhaba ben Sezer. Ama<br />

herkes bana Sezercik der. (Ayşecik’e<br />

bakarak) Ayşe abla bence bu adam<br />

kocaman bir fili bile bulamaz.<br />

Ayşecik: Siz onların kusuruna<br />

bakmayın bayım. Onlar daha çocuk<br />

ne dediklerini bilmiyorlar.<br />

Sezercik: Sen çok mu büyüksün<br />

sanki cicim.<br />

Yumurcak: Ayşecik abla… Niye bizi<br />

küçümsüyoysun. Biz ne yaptık ki?<br />

Ayşecik: Neyse çocuklar lafı<br />

uzatmayalım da bir an evvel konuya<br />

dönelim. (Ace Ventura’ya dönerek)<br />

Bayım, şimdi biz buraya şu yüzden<br />

geldik. Geçen gün bizim mahallenin<br />

kedisi Şirin ortadan kayboldu.<br />

Arıyoruz ama bir türlü bulamıyoruz.<br />

Yumurcak: Evet abicim. Çok tatlı biy<br />

kediydi o. Ağzının tadını da biliydi.<br />

Sadece özel kedi maması yeydi.<br />

Ace Ventura: (Cebinden bir avuç kedi<br />

maması çıkarır, birkaç tane ağzına<br />

atar) Tıpkı benim gibi desenize… Alır<br />

mısınız çocuklar?<br />

Ayşecik: Kalsın, bayım! Lütfen


konuyu dağıtmayalım. Buraya geliş sebebimiz sizsiniz.<br />

Sizin iyi bir hayvan dedektifi olduğunuzu söylediler.<br />

Ace Ventura hemen havaya girer. Cüzdanından üç<br />

tane kartvizit çıkarıp çocuklara dağıtır.<br />

Ace Ventura: Ayıptır söylemesi üstüme yoktur. Buyrun<br />

kartlarım. (Cebinden not defteri ve kalem çıkarır) Evet<br />

çocuklar söyleyin bakalım şu Şirine neye benziyor?<br />

Yumurcak: Şiyine değil abi, Şiyin. Çok özledim onu!<br />

Ace Ventura: Her neyse velet işime karışma.<br />

Sezercik: Beyaz üstüne kocaman kocaman sarıkahverengi<br />

benekleri var. İnsanların bacaklarına<br />

sürtünmeyi çok sever.<br />

Yumurcak: Boynunda da yeşil biy tasması vay.<br />

Ayşecik: Çok akıllı bir kedi. Hemen kendini sevdirir.<br />

Ace Ventura: Hmmm. Tarifiniz yeterince aydınlatıcı.<br />

Bu bilgiler doğrultusunda araştırmamıza hemen<br />

başlayalım. Ama bana birkaç gün müddet verin.<br />

Tamam mı çocuklar?<br />

Yumurcak: Peki abi.<br />

Ayşecik: Hadi çocuklar gidelim artık geç oldu.<br />

Anne babalarımız bizi bekler.<br />

Aradan birkaç gün geçer ve çocuklar yine Ace<br />

Ventura’yı bulurlar.<br />

Ayşecik: Bayım! Yine biz geldik.<br />

Ace Ventura: (Onları gören Ace Ventura nedensizce<br />

paniğe kapılır.) Hohoşhoş geldiniz veletler!<br />

Ama boşuna geldiniz çünkü bulamadım ben kedinizi…<br />

Hadi şimdi gidin bakalım buradan. Daha<br />

yapacak çok işim var. Devekuşlarının tüylerini<br />

temizliycem. (Üçünün de sırtından itekleyerek yollamaya<br />

çalışır)<br />

Yumurcak: Ace abi, niye bize böyle kötü<br />

davyanıyoysun. Biz sana naaptık ki?<br />

Ayşecik: Şirin nooldu? Bulamadınız mı onu?<br />

Ace Ventura: Şirin mirin yok bulamadım ben onu.<br />

Yumurcak: (Ağlamaklı) Biz de umutlanmıştık.<br />

Şiyini bir tek siz bulabiliydiniz.<br />

Bu sırada, Şirin, Ace Ventura’nın kulübesinden<br />

çıkarak çocukların yanına gelir ve onların<br />

ayaklarına sürünerek kendisini sevdirmek ister.<br />

Çocuklar sevinçten deliye döner.<br />

Ayşecik-Sezercik-Yumurcak: Şiriiiin!<br />

Ace Ventura: Hayıııııır! Şirin sana kulübeden<br />

çıkma demedim mi? Gir bakalım içeri.<br />

Ayşecik: Bayım ne yapmaya çalışıyorsunuz<br />

siz? Şirini bulmuşsunuz işte.<br />

Sezercik: Yalancı!<br />

Ventura: Evet buldum ama artık o benim kedim.<br />

Yumurcak: Nası yani?<br />

Ace Ventura: (Daha fazla dayanamayarak<br />

çocukların ayaklarına kapanıp ağlamaya<br />

başlar) Nooolur onu benden almayın. Ben<br />

Şirin’i çok sevdim. Biz aynı mamayı yedik,<br />

güldük eğlendik, sabahları yürüyüşe çıktık. Çok<br />

sevdim ben onuuuu! Beni onsuz bırakmayın<br />

yalvarırım çocuklar! Lütfen o benim kedim olsun<br />

çocuklaaaar…<br />

Ayşecik, Sezercik ve Yumurcak da onunla<br />

birlikte ağlamaya başlarlar… Bu sırada oradan<br />

geçmekte olan bir adam bizimkilerin yanına<br />

yaklaşır.<br />

Adam: Merhaba gençler. Bu drama yürek<br />

dayanmaz. Alın bu kartım. Sinema sektörüne<br />

atılmaya var mısınız? Çok iş yaparsınız!<br />

Ayşecik: Peki ama siz kimsiniz bayım?<br />

Adam: Ben, Aram Gülyüz!


Zamanın Ruhu bu<br />

sayıda Bursa Film<br />

Festivali’ndeki kısa<br />

film seçkisinden yola<br />

çıkarak Türk sinema<br />

endüstrisinde kısa<br />

filmin dertlerle dolu<br />

uzun hikayesine bir<br />

göz attı<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Bu sayımızda tek bir filmden değil 31 filmden<br />

birden bahsedeceğiz. Bu filmlerden bahsederken<br />

bir yanlış anlamayı da düzeltelim.<br />

Zamanın Ruhu sadece belgesel filmleri konu<br />

eden ve böyle kategorize edilecek bir köşe<br />

değildir. Amacımız çağımızın rengini belirleyen<br />

kavramları, olayları, insanları işleyen ve<br />

köklerini sinemada bulan bütün filmleri anlatmak,<br />

işlemek, incelemektir. Bu sayımızda<br />

31 film var derken Bursa İpekyolu Film<br />

Festivali’nde Uluslar arası ve Ulusal Altın<br />

Karagöz Kısa Metraj Film Yarışması’na katılan<br />

kısa filmleri kastettik. Daha doğrusu bu film-


lerin bize hissettirdiği rahatsızlıkları işlemek<br />

istedik. Çünkü sinemanın yaratıcılığının en saf<br />

hali kısa filmlerde yaşar. Kısa filmler underground,<br />

kontrol edilemez ve özgür bir üretim<br />

dünyasıdır. Bir madenin en derin yerinden<br />

çıkarılan işlenmemiş cevherdir diyelim ve işin<br />

aslı öyle mi bir bakalım.<br />

Festivalin koşuşturmacasından, yerli ve<br />

yabancı uzun metraj yarışma filmlerinden<br />

bulduğumuz arada kısa metraj yarışma<br />

filmlerini seyrettim. Toplu bir gösterimdi.<br />

İlkönce yerli kısa filmleri seyrettik bir yarım<br />

saat sonra ise yabancı kısa filmlerin tümün<br />

gördük. Hissettiğim ilk duygu yerli filmler<br />

sanki öğrenci filmi yabancılar ise profesyonel<br />

sinemacıların kısa filmleriydi.<br />

Bunun en büyük sebebi Türkiye’de kısa filmler<br />

sinemacı olmak için çekiliyor, yurt dışında<br />

ise sinemacı olan insanların herhangi başka<br />

bir hedeften bağımsız sinema üretimi yapıyor<br />

olmaları. Bu söylediklerim size çok sert gelebilir<br />

ama işin ne yazık ki gerçeği bu. Kaç<br />

tane kısa filmci diye anılan sinemacımız var?<br />

Yarışmalara katılan filmlerin kaç tanesi ders<br />

geçme ödevi olarak çekilmemiştir? Okulu<br />

bitirdikten sonra kaç sinemacı kısa film çekmeye<br />

devam ediyor. Çekilen filmlerin bütçesi ne<br />

kadar? 10 bin Dolar’ı aşan bütçeli kısa filmimiz<br />

kaç tane? İsmi bilindik kaç sinemacı kısa filmlerde<br />

oynuyor?


Bu soruların cevapları<br />

Türkiye’de kısa filmin<br />

bulunduğu pozisyonu ortaya<br />

çıkarmak için önemli. Mesela<br />

10 yarışma filmini izledim.<br />

Bunlardan sadece Bekleyiş’te<br />

Ahmet Mümtaz Taylan rol<br />

alıyordu ve oyunculuğuyla bir<br />

fark yarattı.<br />

Oyunculuktan bahsetmişken<br />

bir konuyu daha belirtmeliyim.<br />

Ulusal Altın Karagöz Kısa<br />

Metraj Film Yarışması’na<br />

katılan 10 filmin dördü<br />

animasyondu. Animasyon<br />

filmlerle kurmaca filmleri<br />

karşılaştırmak hangi aklın<br />

ürünüyse buna şaşmamak<br />

elde değil. Bu filmleri jüri<br />

nasıl değerlendirdi merak<br />

ediyorum. Bir konuyu çizgiyle<br />

anlatan üretimle oyuncuların<br />

performansıyla anlatan film<br />

nasıl karşılaştırılır? Portakallarla,<br />

elmaları toplamaktan ne<br />

farkı var bunun? Yarışmanın<br />

sonunda ödülü Vol aldı. Senaryosunu<br />

ve yönetmenliğini<br />

Hüseyin Bulut’un yaptığı film<br />

benim de favorimdi. Oyuncu<br />

performansı denilen şey bu<br />

filmde animasyon olması<br />

sebebiyle zaten ortada yokken<br />

diğer filmlerin gerçek<br />

oyuncularına haksızlık olmuyor<br />

mu? “Senin performansın<br />

bir çizgi kadar bile değersiz”<br />

demiş olmuyor muyuz?<br />

Bence bu bir kaostur. Bunları<br />

gördükten sonra festivallerde<br />

yapılan kısa film<br />

yarışmalarının sadece “olsun”<br />

diye yapıldığını düşünüyorum.<br />

Bu tür bir yapılanma ne kısa<br />

filme ne de yaratıcılarına bir<br />

fayda sağlamaz.<br />

Sistemin dışına çıkıp<br />

üretimlere baktığımda da bir şeyler söyleme ihtiyacı<br />

hissediyorum kendimde. Kısa film toplumun veya<br />

üreticinin dertlerini en çarpıcı şekilde ifade edebildiği,<br />

eleştirel bir üretimdir. Bu noktada 10 filmin geneline<br />

baktığımda Türkiye’nin dert sepetinden çok da<br />

yararlandıklarını söyleyemeyeceğim. Birkaç filmde<br />

çevreci endişeler kendini gösterdi. Bunların içinde<br />

Vol bu derdi en derin şekilde işleyen yapımdı ve zaten<br />

onun için benim gönlümde ayrı bir yere sahip<br />

oldu. Yarışmanın tanıtım kitapçığında Vol, “ormandan<br />

kesmiş olduğu ağaçları kağıda dönüştürerek


düşüncelerini bu kağıtların<br />

üzerine yazan ve sonra da gemi<br />

yapıp herkes okusun diye denize<br />

atan karakterin doğaya sürekli<br />

zarar veren yaşam döngüsünü<br />

işler” satırlarıyla anlatılıyor. Burada<br />

vurucu olan iletişim kurma<br />

ihtiyacını hisseden yani entellektüel<br />

insanın dünyaya verdiği<br />

zararı filmin işlemiş olması. Bilindik<br />

kaba ritüellere değil bizden<br />

olanlara hatta yönetmenin kendine<br />

eleştiri oklarını yöneltmesi<br />

önemliydi. Bütün bu eleştirinin<br />

animasyonun tarzıyla ve renklerle<br />

de bütünleşmesi ayrı bir değerdi<br />

film için. İkinci en beğendiğim<br />

film ise Deniz Tarsus ile Gökhan<br />

Okur’un yazıp yönettiği Dalga<br />

Teorisiydi. Üreten ile yöneten<br />

arasındaki acı dengesizliği çarpıcı<br />

bir şekilde anlatan Dalga Teorisi<br />

de bir animasyon. Durum böyle<br />

olunca beğenilerimizin animasyonlar<br />

üzerinde yoğunlaştığı<br />

gözüküyor. Bunun en büyük<br />

sebebi animasyon olmayan filmlerdeki<br />

oyunculukların Bekleyiş<br />

dışında dökülüyor olması ve<br />

bütçeleri yüzünden amatör çekimler<br />

ve çözümlemelerle dolu<br />

olmasıydı sanıyorum.<br />

Bütün bu problemlerin çözümü<br />

için öncelikle animasyon ve<br />

kurmaca filmleri aynı havuzda<br />

değerlendirmekten vaz geçmemiz<br />

gerekiyor. Daha sonra<br />

elimizde kalana bakarak tek tek<br />

filmler üzerine değil sistemin<br />

geneline bakarak yapılacak bir<br />

reforma ihtiyaç var. Bu reformun<br />

arkasında ise sinema festivallerinin<br />

durması gerekiyor. Şu<br />

anki halleriyle bu festivaller değil<br />

bir reformun arkasında durmak<br />

asgari yapmaları gerekeni bile<br />

yapamayacak durumdalar.


n Serinin üçüncüsünde bu kez Recep<br />

İvedik’in içine cin giriyor ve<br />

buna rağmen iyi insan olabilmek için<br />

mücadele veriyor.Faruk Aksoy’un<br />

yapımcılığını üstlendiği “Recep İvedik<br />

3”ün çekimleri önümüzdeki hafta<br />

başlıyor. 12 Şubat <strong>20</strong>10’da vizyona<br />

girecek olan “Recep İvedik 3” ün<br />

yönetmenliğini yine Togan Gökbakar<br />

üstlenecek.<br />

n 39.Rotterdam Uluslararası Film Festivali`ne bağlı<br />

gerçekleşen Hubert Bals Fonu`nun <strong>20</strong>10 yılı projeleri için<br />

380 başvuru arasından seçtiği 13 uzun metraj projeden<br />

biri olan Selim Evci’nin ikinci filmi Rüzgarlar’a, 10 bin<br />

avroluk senaryo ve proje geliştirme desteği sağlanacak.<br />

Evci Film yapımcılığında gerçekleşecek Rüzgarlar’ın<br />

senaryosu, yönetmen Selim Evci ile yazar ve fotoğraf<br />

sanatçısı Murat Yaykın tarafından birlikte yazılıyor.<br />

Filmin <strong>20</strong>10 yılı yaz aylarında İstanbul ve Gökçeada’da<br />

çekilmesi planlanıyor.<br />

n İlker İnanoğlu sinema filmi çekmeye sıvanmış. Hem de<br />

yolları ayrılmış iki arkadaşı. Hikaye kendisine ait, ama senaryo<br />

içim ekip kurmuş. Filmin konusu da şöyle; Psikopat,<br />

cani, şiddete eğilimli, soygunlar yapan bir tipi... Diğer<br />

karakter ise başarıya ulaşmış, star olmuş, daha sakin<br />

bir bir tip. Bunlar çok iyi arkadaşken, bir şekilde yolları<br />

ayrılacak. Sonra tesadüfi bir şekilde yeniden birleşecek...<br />

Ve İnanoğlu’nun kafasındaki kişi de Tarkan’mış. Kısmet!


n Özgür Özberk,<br />

senaristliğini<br />

ve yapımcılığını<br />

üstleneceği ‘Mutlu<br />

Yıllar’ isimli film için<br />

kamera arkasına<br />

geçecek. Filmde<br />

kardeşi Özge<br />

Özberk’in yanı sıra<br />

Zeynep Beşerler,<br />

Beste Bereket,<br />

Sinemis Candemir,<br />

Ruhi Sarı ve Burcu<br />

Kara gibi oyuncular<br />

da yer alacak. Film,<br />

eşi ve sevgilisi<br />

arasında kalan bir<br />

adamın karısından<br />

kurtulmak için<br />

başvurduğu yolları,<br />

trajikomik bir hikayeyle<br />

anlatacak.<br />

n Daha önce Fatma Girik’in canlandırdığı Kanlı<br />

Nigar’ı bu kez Nurgül Yeşilçay oynayacak. Sadık<br />

Şendil’in kült eseri Kanlı Nigar için; “Sinemada<br />

hikayelerin hepsi erkek üzerine yazılıyor. Kadın<br />

kahraman yazsalar bile o kadını çok marjinal<br />

anlatıyorlar. Kadın ağırlıkta bir komedi filmi de<br />

yazılmıyor. ‘Kanlı Nigar’, aynı ‘7 Kocalı Hürmüz’<br />

gibi Türk sinemasının en komik filmlerinden<br />

biri. Şimdi Amerikan sinemasında eskiye dönüş<br />

var. Ben de sinemamızın efsane yapıtlarını genç<br />

kuşakla buluşturmak istiyorum. Kanlı Nigar’da<br />

Kemal Sunal, Abdi ve Narçın isimli ikizleri<br />

canlandırıyordu. Bu film için Sarp Apak veya<br />

Öner Erkan’ı ikiz olarak düşünüyoruz’ dedi.<br />

n 21. Uluslararası İstanbul Kısa Film<br />

Festivali’nde ödüller sahiplerini buldu.<br />

Ülkemizde üretilen kısa filmleri desteklemek<br />

ve seyirci ile buluşmasını sağlamak<br />

amacı ile düzenlenen ulusal yarışmaya bu<br />

yıl da büyük katılım oldu. Yapılan yarışma<br />

sonunda Ayşegül Yadigar’ın Güneşin<br />

Karanlığı, En İyi Kurmaca; Eray Dinç’in<br />

Dilemma, En İyi<br />

Kurmaca Jüri Özel;<br />

Nurullah Dinçer’in<br />

Özgürlüğe Mahkûm,<br />

En İyi Belgesel;<br />

Can Alkanlar’ın<br />

Ben, En İyi Deneysel;<br />

Ayçe Kartal’ın<br />

Malfunction, En İyi<br />

Canlandırma ve En<br />

Yaratıcı Kısa Film<br />

ödüllerini kazandı.


n“Hız Tuzağı”ndaki Annie Porter’la adını tüm<br />

dünyaya duyuran ve en az onun kadar iyi otobüs<br />

kullanabilen Sandra Bullock, 64 doğumlu.<br />

Annie Porter kadar insancıl ve kuvvetli, Lucy<br />

kadar da masum ve sevgi dolu. Setlerde ekibe<br />

karşı gösterdiği ilgi ve anlayış filmlerine de<br />

yansıyor. Flamenco’yu, evde kazak örmeyi ve<br />

mektupla haberleşmeyi seven ünlü yıldız hala<br />

Hollywood’un en çok kazananlarından… Sevdikleri<br />

için her şeyini feda edebilecek bir kalbe<br />

sahip olan Sandra Bullock, geniş bir hayran kitlesine<br />

sahip. O kitlede <strong>Cinedergi</strong> de var tabi ki!


İlk İzlenim: Bakımsız, alelade ve hiç kimsenin dönüp<br />

ikinci kez bakmayacağı biri…<br />

Konuştukça: Yalnızlıktan sıkılmış bir looser… Tek<br />

yaşam kaynağı, evdeki kedisi…<br />

Artıları: Geniş bir aileyi içine alabilecek kocaman bir<br />

yüreğe sahip.<br />

Handikapları: Yanlış anlaşılmalara müsait yapısı ve<br />

yanlış anlaşılmalara dur diyemeyen zayıf iradesi…<br />

Yaşam Felsefesi: Hayatımı ancak sıkı bir aşk<br />

değiştirir…<br />

Hayattaki Düsturu: Yalnızlık hakkında fikriniz yok.<br />

Tanıyınca: Kendi halinde sıradan bir hayat yaşayan,<br />

ama günün birinde bir mucizeyle hayatı değişen Lucy<br />

hayatının aşkını yanlış bedende arıyor. Tatlı ve sevimli<br />

tavırlarıyla kısa sürede ailenin içine girebilecek ve<br />

herkesin sevgilisi olabilecek sıcak karakterli biri…<br />

İlk İzlenim: Sıradan, güzel ve masum…<br />

Konuştukça: Masumiyetinin altında siyah panter gizli!<br />

Artıları: Zorda kaldığı zaman kontrolü ele alan,<br />

soğukkanlılığı paniğinden ağır basan, insancıl ve de<br />

sınırları zorlamayı seven biri…<br />

Handikapları: Ölümle burun buruna zamana karşı<br />

yarışırken duygusallığı ihmal etmemesi.<br />

Yaşam Felsefesi: Durursan ölürsün!<br />

Hayattaki Düsturu: Bundan daha kötü durumlarla da<br />

karşılaştım. Ama panik hiçbir zaman işe yaramadı.<br />

Buna güven…<br />

Tanıyınca: Deli dolu, masum ve duru bir güzelliğe sahip<br />

olan Annie’den sıkı bir dost hatta fazlası olabilir.<br />

Yeter ki, huyuna gidin… Ona söyleyemeyeceğiniz tek<br />

cümle şu: “Elinin hamuruyla erkek işine karışma!”


Sinema – Tarih<br />

Buluşması 11 –<br />

17 Aralık tarihleri<br />

arasında 12. kez<br />

sinemaseverlerle<br />

buluşuyor<br />

Cultures)<br />

“Yeni Keşifler” (Discovery)<br />

“Dünya Festivallerinden” (From<br />

World Festivals)<br />

“İnsan Hakları” (Human Rights)<br />

”Beyaz Perdenin Tanıklığı:<br />

Polonya Sinemasına Bakış”<br />

(The Silver Screen as Witness:<br />

A Panorama of the Polish Cinema)<br />

n Tematik kimliğiyle küresel kültür ve sanat etkinlikleri<br />

takviminde ayrıcalıklı bir yere sahip olan Sinema Tarih<br />

Buluşması 12’nci yılını kutlayacağı <strong>20</strong>09’da, Avrupa<br />

Kültürleri İstanbul Buluşması temasıyla Türkiye ve<br />

Avrupa’nın ortak mirasını, film programı ve yan etkinlikler<br />

seçkisiyle keşfe çıkmaya hazırlanıyor.<br />

Ödüllü Filmler de SİNEMA TARİH’TE<br />

Genç auteur’lerin kalıplara ve bilindik yollara meydan<br />

okuyan filmlerinin, belleklerden silinmeyen klasiklerin ve<br />

Cannes, Berlin, Toronto gibi prestijli film festivallerinden<br />

ödül ve övgülerle dönen yılın “hit”lerinin buluşacağı festivalin<br />

bölüm başlıklarından bazıları şöyle sıralanıyor:<br />

“Avrupa Kültürleri Buluşması” (Meeting of European<br />

Filmlerden Seçkiler<br />

Çağımızın öncü auteur’lerinden,<br />

Fransız lirik sinemasının büyüsünü<br />

güncel bir gerçekçilikle birleştiren<br />

ünlü yönetmen Claire Denis’in son<br />

filmi, başrolünü Fransız sinemasının<br />

her performansıyla efsaneleşen oyuncusu<br />

Isabelle Hupert’in üstlendiği<br />

White Material seyirciyle buluşacak.<br />

Ünlü yönetmen Martin Scorsese’in<br />

yapımcıları arasında olduğu, Toronto<br />

Film Festivali’nin kapanış filmi olarak<br />

seyirci karşısına çıkan, epik görkemle<br />

aşk öykülerinin sürükleyiciliğini<br />

birleştiren The Young Victoria, 63 yıl<br />

7 ay hükmeden, Britanya’nın en ünlü<br />

monarkı Kraliçe Victoria’nın siyaset<br />

ve aşk hayatının perdelerini aralayacak.<br />

Genç Macar yönetmen Viktor Oszkar<br />

Nagy’nin dünya çapında övgü to-


playan<br />

ve Macar Film<br />

Haftası’ndan Gene Moskowitz<br />

Yabancı Eleştirmenler Ödülü’yle<br />

dönen ustalıklı yapıtı Father’s Acre<br />

Avrupa sinemasının düşünsel<br />

geleneğinin gücünü özgün bir üslupla<br />

canlandırıyor.<br />

Karin Albou’nun yönettiği The<br />

Wedding Song, İkinci Dünya<br />

Savaşı sırasında Tunus’ta<br />

yaşayan, biri Yahudi diğeri Arap iki<br />

genç kızın dostluklarının, birbirlerinin<br />

yaşamlarına duydukları<br />

merakla gelişen paylaşımlarının<br />

ve kurdukları hayallerin Nazilerin<br />

ülkeye girişiyle parçalanışının<br />

öyküsünü anlatıyor.<br />

Fransız yönetmen Catherine<br />

Breillat’nın ünlü masal Mavi<br />

Sakal’a sıra dışı bir yorum getirdiği, Bluebeard,<br />

seyircisini büyükler için yazılmış<br />

masalların dünyasında tehlikeli bir<br />

yolculuğa çıkartacak.<br />

Robert Glinski’nin yönettiği <strong>20</strong>09 Karlovy<br />

Vary Uluslararası Film Festivali Mansiyon<br />

ödülü sahibi, Polonya sinemasının<br />

geleneksel gerçekçi öykücülük gücünü<br />

oyuncularının istisnai performanslarıyla<br />

taçlandıran Piggies seyirciyle buluşacak


ir diğer sarsıcı yapıt.<br />

Antonio Steve Tublen ve Alexander<br />

Brondsted’in yazıp yönettikleri Original,<br />

çevresine uyum sağlamak için<br />

çılgınca bir çaba harcayan ve yaşamını<br />

başkalarının beklentilerine kurban etmiş<br />

Henry’nin sıra dışı deneyimlerine bir<br />

pencere açıyor. Mona Acheche’ın Muriel<br />

Barbery’nin çok satan romanı “L’Elégance<br />

du Hérrison”dan uyarladığı Hedgehog’da<br />

ünlü komedi oyuncusu Josiane Balasko,<br />

küçük yıldız Garance Le Guillemic ile harikalar<br />

yaratıyor.<br />

12’nci İstanbul Uluslararası Sinema Tarih<br />

Buluşması seçkisinin belgesel kanadında,<br />

yaratıcısı Ian Olds’a Tribeca Film Festivali<br />

En İyi Yeni Belgesel Yönetmeni ödülünü<br />

getiren Fixer:The Taking of Ajmal Naqshbandi,<br />

son yılların sorunlu coğrafyası<br />

Afganistan’a uzanıyor ve Amerikalı gazeteci<br />

Christian Parenti’ye tercümanlık yapan<br />

Ajmal’in kaçırılması etrafında gelişen trajik<br />

olayları konu alıyor. Rebecca Camissa’nın<br />

yönettiği Whicy Way Home, ABD’deki<br />

ailelerine ulaşmaya çalışan Honduras ve<br />

El Salvador’lu çocukların umutsuzluk,<br />

zorluklar ve hayal kırıklıkları karşısındaki<br />

amansız mücadelelerini konu alıyor.Latin<br />

Amerika’nın gelecek vaat eden yönetmeni<br />

Michel Franco, perdelerini ilk kez<br />

Cannes Film Festivali’nde Quinzaine des<br />

Realizateurs programında açan Daniel&<br />

Ana’da, üst gelir grubunundan bir aileye<br />

mensup iki kardeşin başlarından geçen<br />

trajik bir olayın yaşamlarındaki acı verici<br />

yankılarını, sarsıcı bir nesnellikle seyirciye<br />

aktarıyor.<br />

Hollandalı çılgın yönetmen Alex Van<br />

Warmerdam, The Last Days of Emma<br />

Blank’te, çevresindeki herkesin,ailesi ve<br />

dostları


dahil, sabırsızlıkla ölmesini bekledikleri Bayan Blank’i, kara komedi<br />

janrınn sınırlarını zorlayarak portreliyor.<br />

Polonya seçkisi<br />

Üretkenliği ve İkinci Dünya Savaşı sonundan günümüze yetiştirdiği<br />

çığır açan auteur’lerleAvrupa ülke sinemaları arasında ayrıcalıklı<br />

bir yere sahip olan Polonya sineması, Beyazperdenin Tanıklığı: Polonya<br />

Sinemasına başlıklı kapsamlı panorama dahilinde seyirciyle<br />

buluşacak.Seçkide büyük usta Andrzej Wajda imzalı The Ring With<br />

The Ceowned Eagle ve Kryzysztof Zanussi imzalı In Full Gallop gibi<br />

klasik yapıtların yanı sıra Jacek Borcuch - imzalı All That I Love gibi<br />

Polonya’nın yakın tarihinin bunalımlı dönemlerini mercek altına alan<br />

güncel örnekler yer alıyor.<br />

ÖĞRENCİLER İÇİN 4 TL, TAM 5 TL<br />

12’nci İstanbul Uluslararası Sinema Tarih Buluşması’nda filmlerin<br />

Türkiye galaları dahil her film için tüm seansların biletleri öğrenci 4<br />

TL, tam 5 TL’den satışa sunulacak. Fransız Kültür Merkezi’ndeki film<br />

gösterimleri ise ücretsiz olacak.


Ankara Sinema Derneği’nin T.C.<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın<br />

katkılarıyla düzenlediği Gezici<br />

Festival 15. kez yollara düşecek<br />

n Gezici Festival bu yılki yolculuğuna kendi<br />

evinde, Ankara’da, başlayacak. 4-10 Aralık<br />

tarihleri arasında Ankaralı sinemaseverlerle<br />

Batı Sineması’nda buluştuktan sonra 11<br />

Aralık’ta Artvin’e doğru yola çıkacak. Son<br />

üç yıldır Kars’ta gerçekleştirilen Festival’in<br />

uluslararası yarışması bu yıldan itibaren Artvin<br />

Belediyesi’nin katkılarıyla Artvin’de düzenlenecek<br />

Altın, Gümüş ve Bronz Boğa Ödülleri’nin<br />

verileceği Uluslararası Film Yarışması 16<br />

Aralık’ta sona erecek. Festivalin yerli ve<br />

yabancı konukları da bu yıldan itibaren Artvin<br />

Belediyesi’nin ev sahipliğinde Artvin’de<br />

ağırlanacak. Festival, Artvin’in ardından sınırları<br />

aşıp Makedonya’nın Üsküp kentine Türk filmleri<br />

ağırlıklı bir program götürecek. 18-<strong>20</strong> Aralık<br />

tarihleri arasında, Üsküp Büyükelçiliği Tanıtma<br />

Müşavirliği’nin katkılarıyla gerçekleşecek<br />

yolculuğa, filmlerin yönetmen ve oyuncuları da<br />

eşlik edecek.<br />

Yılın en iyi filmleri Gezici Festival’de yarışıyor!<br />

Festivalin programı bu yıl yine sinemaseverleri<br />

heyecanlandıracak. Dünyada birçok önemli festivalden<br />

ödüllerle dönmüş on filmin Türkiye galaları<br />

Artvin’de yapılacak. Gezici Festival’in Artvin<br />

ayağında yapılacak Altın Boğa Uluslararası Film<br />

Yarışması’nda bu yıl Fransa, Güney Kore, İsveç,<br />

Romanya, Singapur, Şili ve Türkiye’den <strong>20</strong>09<br />

yapımı 10 film yarışacak. Yarışmada ülkemizi Bornova<br />

Bornova ve İki Dil Bir Bavul temsil edecek.<br />

Türkiye Sineması <strong>20</strong>09<br />

Zeki Demirkubuz’un son “kötülük” çalışması<br />

Kıskanmak, Pelin Esmer’in belgesel ve kurmacayı<br />

birbirine karıştıran ilk uzun metrajlı denemesi 11’e<br />

10 Kala, Mahmut Fazıl Coşkun’un katıldığı festivallerden<br />

ödüllerle dönen filmi Uzak İhtimal ve<br />

Kutluğ Ataman’ın sahte belgeseli Aya Seyahat.<br />

Gezici Festival’de KARŞI-lık<br />

Festivalin heyecanla hazırlanan bir diğer bölümü<br />

ise Karşı Bölümü. Gezici Festival, Dünyada ve<br />

Türkiye’de son dönemde yaşanan ekonomik,<br />

politik, sosyal ve kültürel gelişmeleri göz<br />

önüne alarak “Kapitalizm”, “Savaş”, “Burjuvazi”<br />

“Eğitim”, “Milliyetçilik”, “Militarizm” ve<br />

“Cinsiyetçilik”e KARŞI FİLMLER gösterecek.<br />

KARŞI bölümü çerçevesinde bir de panel düzenlenecek.<br />

Bölüm kapsamında gösterilecek filmlerden<br />

bazıları şöyle:<br />

Kapitalizme KARŞI, farklı eylem biçimleriyle her<br />

defasında ne yapacakları merak konusu olan<br />

aktivist ve sinemacı ikili Mike Bonanno ile Andy<br />

Bichlbaum’dan Evet Efendim (The Yes Men,<br />

Chris Smith, Dan Olman, Sarah Price) ve Yes Men<br />

Dünyayı Kurtarıyor (The Yes Men Fix the World,<br />

Andy Bichlbaum, Mike Bonanno); Savaşa KARŞI,<br />

Jean-Pierre Melville’in unutulmaz klasiği Denizin


Sessizliği (Le Silence de La Mer); Burjuvaziye<br />

KARŞI denilince ilk akla gelen, sinema tarihinin<br />

hem en eleştirel hem de en eğlenceli filmlerinden<br />

Burjuvazinin Gizli Çekiciliği (Le Charme<br />

Discret de la Bourgeoisie, Luis Bunuel); Eğitime<br />

KARŞI, Jean Vigo’nun çarpıcı başyapıtı Hal ve<br />

Gidiş Sıfır (Zero de Conduite) ve Daniele Huillet<br />

ile Jean-Marie Straub’un kült kısa filmi En<br />

Rachachant; Cinsiyetçiliğe KARŞI François<br />

Ozon’un en başarılı filmlerinden olan ilk uzun<br />

metrajı Sitcom; Sömürüye KARŞI Ken Loach’ın<br />

Küller ve Ekmekler, Milliyetçiliğe KARŞI Shane<br />

Meadows’tan, İngiliz sinemasının gerçekçi<br />

kanadının son dönemdeki en iyi örneklerinden<br />

biri olarak kabul edilen Burası İngiltere (This is<br />

England).<br />

Festivalin bir diğer bölümü ise 30 Yıl Önce, 30<br />

Yıl Sonra Almanya adını taşıyor. Bu bölümün<br />

iki filmi de çok yönetmenli ve benzer kurgulu.<br />

Almanya’da Sonbahar (Deutschland im Herbst)<br />

ve Almanya 09 (Deutschland 09).<br />

Keşif: Audrius Stonys<br />

Festivalin bu yılki keşfi Litvanya’dan bir yönetmen:<br />

Audrius Stonys. Yönetmen birbirinden<br />

yaratıcı kısa ve orta metraj belgeselleriyle festivalin<br />

konuğu olacak.<br />

Gezici Festival’in klasikleşen Kısa İyidir bölümünde<br />

ise bu yıl yine dünyanın farklı ülkelerinden<br />

birbirinden yenilikçi kısa filmler gösterilecek.<br />

Her yıl bir ülke sinemasına özel yer ayrılan Kısa<br />

İyidir’in konuğu bu yıl Brezilya olacak. Kısaca<br />

Brezilya bölümünde bu ülkenin sinemasına dair<br />

ipuçları veren kısa filmler yer alacak.<br />

Çocuk Filmleri bölümünün her yıl yüzlerce çocuk<br />

tarafından izlenmesi ve bu filmlerin gösterimlerinin<br />

sürekli dolu geçiyor olması Gezici<br />

Festival’in en önemli özelliklerinden biri. Gezici<br />

Festival bu yıl çocuklara özel hazırladığı programda<br />

Polonya ve Almanya’dan filmlere yer verecek.<br />

Sinema Konuşalım buluşmaları Gezici Festival’de<br />

bu yıl dördüncü kez düzenlenecek. Geçtiğimiz üç<br />

yıl boyunca “bir haftalık okul” olarak anılan genç<br />

sinemacılar buluşması bu yıl Ankara ve Artvin’de<br />

gerçekleşecek. <strong>20</strong>06’dan bu yana kendi alanlarında<br />

profesyonel isimler tarafından verilen sinema derslerinin<br />

bu yıl da iki kentte atölye çalışmaları ve<br />

söyleşiler olarak yapılması planlandı.<br />

Bu yıl Gezici Festival ve Bilkent Üniversitesi<br />

işbirliği ile üçüncü kez Belgeseyir uluslararası<br />

belgesel film yapım atölyesi düzenlenecek. Türkiye<br />

ve Gürcistan’dan sinema öğrencilerinin katılacağı<br />

atölye çerçevesinde festivalin uluslararası durağı<br />

Artvin konulu filmler çekilecek.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!