You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Yayın Sahibi<br />
Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />
ETHEM SANCAK<br />
İcra Kurulu Başkanı<br />
MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürleri<br />
Banu Bozdemir<br />
Fırat Sayıcı<br />
Webmaster<br />
Tayfun Salcı, Azad Purliyev<br />
Katkida Bulunanlar<br />
Ali Ulvi Uyanık<br />
Kerem Akça<br />
Alper Turgut<br />
Burak Yarkent<br />
Zeynep Bonçe
Fatih Akın örnek olmalı<br />
Bizim için çok mutlukluk verici bir<br />
ayı geride bıraktık. Bunun üç sebebi<br />
var. Birincisi Soul Kitchen filmiyle<br />
bütün festivallerden ödülle dönen,<br />
bir bakıma bu haliyle de alışkanlığına<br />
devam eden Fatih Akın filmiyle ilgili<br />
Türkiye’de ilk röportajı <strong>Cinedergi</strong>’ye<br />
verdi. Üstelik bunu kendisi tercih<br />
etti. Akın devrimci tarafı sayesinde<br />
hala internetteki sinema dergilerine<br />
güvensiz yaklaşan yapımcılara, film<br />
şirketlerine ve DVD şirketlerine bir<br />
ders verdi aslında. Bütün bu sermayeye<br />
söyleyeceğim şey “Artık<br />
biz varız”. Türkiye’de tam üç internet<br />
sinema dergisi olarak birbirimizle<br />
yarışıyor ve bu halimizle kalitemizi<br />
artırıyoruz. Bizi daha fazla<br />
görmemeyi başaramayacaksınız.<br />
İkincisi bir yapımcı sonunda dergimize<br />
ilan verdi. Bu bizim için<br />
büyük gelişme. 30 günlük süreçte<br />
tam olarak 99.846 tekil kullanıcı<br />
dergimizi okudu. Bu başarının bir<br />
karşılığı da olmalıydı. Bundan sonra<br />
ilan pastasında gazete ve basılı<br />
dergiler dışında internet sinema<br />
dergilerinin de bir payı olacağını<br />
düşünüyorum.<br />
Üçüncü sevindirici olay ise<br />
Arka Pencere’nin yayın hayatına<br />
başlaması. Sinemalife’taki<br />
arkadaşlara da söylediğim gibi internet<br />
sinema dergileri bir mecra<br />
olarak algılanacaksa bu ancak başka<br />
örneklerin çıkmasıyla olur. Böylece<br />
iki aylık bir de haftalık sinema dergisi<br />
hayatına devam edecek Türkiye’de.<br />
Bu tabii bize ayrı bir sorumluluk da<br />
yüklüyor. Artık bir rakibimiz daha<br />
olduğu için olaya daha fazla yüklenmemiz<br />
gerekiyor.<br />
Eh bizde bu sayıda bunu yaptık<br />
aslında. Tam dört röportajla dergimizin<br />
kapılarını açtık. Yazının<br />
başında belirttiğim gibi Fatih Akın gibi<br />
dev bir isim son filminin ülkemizdeki<br />
ilk röportajını <strong>Cinedergi</strong>’ye verdi.<br />
İkincisi Oscar aday adayı olan Güneşi<br />
Gördüm ve 11 Aralık’ta vizyona girecek<br />
olan Gecenin Kanatları filminin<br />
başrol oyuncusu Murat Ünalmış ile<br />
yaptığımız mükemmel sohbetti. Ve tabii<br />
Aralık ayının merakla beklenen Türk<br />
korku filmi Dabbe 2’nin yönetmeni<br />
Hasan Karacadağ da röportaj vermek<br />
için <strong>Cinedergi</strong>’yi seçenler arasındaydı.<br />
Son ismimiz ise benim büyük gönül<br />
borcum olan bu camianın altın kalpli<br />
adamı Sadi Bey oldu. Onun anılarını<br />
ve sohbetini Alper Turgut’un samimi<br />
kaleminden okuyacaksınız.<br />
Özel dosyalarımızda Aralık ayının gündemini<br />
tutan diğer sayfalarımız oldu.<br />
Büyük merakla beklenen ve sinema<br />
için bir devrim olduğu söylenen<br />
Avatar filminin bilinmedik her yönü<br />
Aysıt Genç’in kaleminden dergimizde<br />
yerini aldı. Dabbe 2 vesilesiyle Türk<br />
sinemasında korku filmlerini Fırat<br />
Sayıcı sizin için yazdı. Banu Bozdemir<br />
ise yılbaşı şerefine sizin için karlı filmleri<br />
inceledi.<br />
Dergimizle ilgili bir son yeniliğimizi<br />
söylemeden geçmeyelim. Artık servisle<br />
işinize giderken, veya parkta<br />
oturmuş çayınızı içerken, otobüste<br />
uzun bir yolculuğa çıkmışken cep<br />
telefonunuzdan <strong>Cinedergi</strong>’yi okuyabileceksiniz.<br />
Cebinizle internete bağlanıp<br />
www.cinedergi.com adresine girip<br />
bütün sayfalarımızın html bölümüne<br />
ulaşabilirsiniz. Yenilikler bu kadarla da<br />
kalmayacak. Önümüzdeki ay bir sürprizimiz<br />
daha var.<br />
Şimdilik iyi okumalar.
Yönetmen: Clint<br />
Eastwood<br />
Senaryo: Anthony<br />
Peckham,<br />
John Carlin<br />
Oyuncular: Morgan<br />
Freeman,<br />
Matt Damon,<br />
Scott Eastwood,<br />
Langley Kirkwood<br />
Konu: Film, Nelson Mandella’nın ülkesinde<br />
birliği ve beraberliği sağlamak için Güney<br />
Afrika futbol takımı kaptanıyla yaptığı<br />
işbirliğinin hikâyesini anlatıyor. Yeni seçilen<br />
Mandela, milletinin ırk ve ekonomik neden-<br />
lerden dolayı ayrımcılığa uğradığını<br />
bilmektedir. Mandela sporun uluslararası<br />
dili sayesinde insanları birleştireceğine<br />
inandığı için, 1995 Dünya Kupası’nda<br />
Güney Afrika futbol takımını destekler.
Yönetmen: James Gray<br />
Senaryo: James Gray<br />
Oyuncular: Brad Pitt, Col<br />
Percy Fawcett<br />
Konu: David Grann’in<br />
kitabından uyarlanacak<br />
olan filmde Pitt, İngiliz bir<br />
asker olan Percy Fawcett’i<br />
canlandıracak. 1925 yılında<br />
ortadan kaybolan Fawcett Amazon<br />
ormanlarını keşfetmek<br />
üzere ülkesini terk etmiş, “Z”<br />
adını verdiği ileri bir medeniyeti<br />
aramaya başlamıştı..<br />
Yönetmen: Jon Favreau<br />
Senaryo: Justin Theroux<br />
Oyuncular: Robert Downey Jr,<br />
Gwyneth Paltrow, Don Cheadle,<br />
Scarlett Johansson<br />
Konu: Milyarder mucit Tony<br />
Stark’ın zırhlı Süper Kahraman<br />
Iron Man olduğu tüm<br />
dünya tarafından bilinmektedir.<br />
Teknolojisini orduyla<br />
paylaşması için hükümetten,<br />
basından ve halktan baskı<br />
gören Tony, bilginin yanlış<br />
ellere geçmesinden korktuğu<br />
için Iron Man zırhının sırrını<br />
açıklamak istemez. Tony,<br />
yanında Pepper Potts ve<br />
James Rhodes ile birlikte<br />
yeni ittifaklar kurar ve büyük<br />
güçlerle yüzleşir.
Yönetmen: Julie Anne Robinson<br />
Senaryo: Nicholas Sparks, Jeff<br />
Van Wie<br />
Oyuncular: Miley Cyrus, Liam<br />
Hemsworth, Greg Kinnear, Kelly<br />
Preston, Bobby Coleman<br />
Konu: Babasının yanına yaz tatilini<br />
geçirmeye gönderilen genç<br />
ve asi bir kızın başından geçenleri<br />
konu alan film gençlere hitap<br />
ediyor.
Yönetmen: Shane Acker<br />
Senaryo: Shane Acker, Pamela<br />
Pettler<br />
Seslendirenler: Elijah Wood,<br />
Jennifer Connelly, Fred Tatasciore,<br />
Christopher Plummer,<br />
Martin Landau<br />
Konu: Yapımcılığını Tim Burton’ın<br />
üstlendiği “9” yeni bir animasyon<br />
klasiği olmaya aday.<br />
9 doğduğu zaman, Kendini<br />
kıyamet sonrası dünyada bulur.<br />
Tüm insanlar yok olmuştur<br />
ve o da kendi gibi insanları<br />
da yoketmiş, kendilerinin de<br />
peşinde olan makinalardan kaçan<br />
diğerlerini şans eseri keşfeder.<br />
Saklanmak boşunadır. Hayatta<br />
kalmak istiyorlarsa karşı atağa<br />
geçmeli ve makinların kendilerinden<br />
ne istediğini anlamalıdırlar.<br />
Medeniyetin devamı sadece<br />
onların elindedir.<br />
Yönetmen: Garry Marshall<br />
Senaryo: Abby Kohn, Josie Rosen,<br />
Katherine Fugate<br />
Oyuncular: Jessica Alba, Anne Hathaway,<br />
Julia Roberts, Ashton Kutcher<br />
Konu: Los Angeles’ta, Sevgililer<br />
Günü’nde on farklı hikâyenin<br />
birbirleriyle kesişmesi anlatılıyor.<br />
Müthiş bir kadroya sahip olan<br />
film neredeyse bir aşk kutsaması.<br />
Romantik komedi türünün bütün<br />
yıldızları bu filmde buluşuyor.
Yönetmen: Natalie Portman,<br />
Fatih Akın, Brett Ratner, Shekhar<br />
Kapur, Mira Nair, Yvan Attal,<br />
Randall Balsmeyer, Shunji<br />
Iwai, Wen Jiang, Joshua Marston,<br />
Allen Hughes<br />
Konu: Aralarında Fatih Akın’ın<br />
da bulunduğu on iki birbirinden<br />
değerli yönetmenin ve içinde<br />
Uğur Yücel’in de olduğu geniş<br />
oyuncu kadrosuyla Paris, Je<br />
T’Aime tarzındaki filmi heyecanla<br />
ve sabırsızlıkla bekliyoruz.<br />
New York’un beş ayrı<br />
bölgesinde değişik, evrensel<br />
temalı aşk hikayelerine konu<br />
oluyor. Paris Je T’Aime’in<br />
üstün başarısı, bu filmi gölgede<br />
bırakamayacağı kesin.<br />
Yönetmen: Christopher Smith<br />
Senaryo: Allan Cubitt, Christopher<br />
Smith<br />
Oyuncular: Melissa George, Liam<br />
Hemsworth, Emma Lung, Henry<br />
Nixon, Michael Dorman Coleman<br />
Konu: Atlantik Okyanusunda<br />
yatla gezi yaparken olumsuz hava<br />
koşulları nedeniyle gizemli bir<br />
gemiye binmek zorunda kalan bir<br />
grup insanın öyküsünü anlatan<br />
filmde Jess, yaşayacağı zihinsel<br />
bir karışıklık yüzünden, üç ayrı<br />
karaktere bürünür ve korkunç<br />
deneyimler yaşamak zorunda kalır.
n Eİlk kez Altın Portakal’da seyirci karşısına çıkan<br />
ve özellikle de halkın büyük beğenisini kazanan<br />
“Başka Dilde Aşk” için yeni bir Issız Adam vakası<br />
demek yanlış olmayacaktır herhalde. Aşkın fiziksel,<br />
maddesel ve şekilsel bir olgu olmadığının altını<br />
çizmek için işitme engelli bir gençle normal bir kızın<br />
arasındaki duygusal ilişkinin nereye varabileceğini<br />
anlatan film, son zamanlarda seyrettiğimiz eli yüzü<br />
düzgün, derdini net bir şekilde ortaya koyan nadir<br />
yapımlardan.<br />
İşitme engelli Onur, kütüphanede çalışmakta,<br />
hobi olarak da kürek takımında kürek çekmekle<br />
ilgilenmektedir. Zeynep ise, özel bir şirketin çağrı<br />
merkezinde çalışmaktadır. Bir gece barda tanışan iki<br />
genç, aşka doğru yelken açacaktır. Sevdiği adam için<br />
işaret dili bile öğrenen Zeynep, bir yandan ilişkisini<br />
rayına oturtmaya bir yandan da çalışma koşullarını<br />
iyileştirmeye çalışmaktadır. Onur ise geçmişinden<br />
gelen ailevi sorunlar ve engeli yüzünden tutunduğu<br />
agresif tavırlarını bir kenara bırakmaya çalışıp, hayata<br />
yaklaşımını düzeltmek zorundadır. İlksen Başarır’ın<br />
ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi olan bu filme<br />
Başarır’la birlikte büyük katkısı olan isim ise Mert<br />
Fırat. Gerek senaryoya olan katkıları, gerekse işitme<br />
engellileri iyi irdeleyip bunu filme yalın bir oyunculukla<br />
aktarmasıyla filmin direğini oluşturuyor genç<br />
sanatçı. Film, dinamik bir kurguyla sağlanan akıcı<br />
tarzı, oyunculukların birbirini gölgelemeyen, ezmeyen<br />
durumları ve senaryonun başarılı seyri ile övgüyü<br />
hak ediyor. Tek olumsuz yanı ise, çoğu seyircinin de<br />
katılacağı gibi, birden fazla mesajı aynı potada eritememek.<br />
Filmin en çarpıcı anlarından biri olarak<br />
görebileceğimiz finale yakın ayrılık sahnesi özenle<br />
çekilmiş ve oyuncuların yüksek performanslarıyla<br />
daha da parlatılmış. Ayın önemli filmlerinden biri<br />
olarak gördüğüm “Başka Dilde Aşk” uzun zamandır<br />
Türk sinemasında göremediğimiz türden bir aşk incelemesi.<br />
Kaçırmayın derim…
n Ezel Akay, Bundan üç sene evvel Hacivat<br />
ve Karagöz Neden Öldürüldü diye hem<br />
başarılı hem de politik göndermelerle dolu<br />
bir film yapmıştı. Ama filmin gider ve gelir<br />
dengesi birbirini karşılayamadığı için iflasın<br />
eşiğine gelmişti yönetmen. Hacivat ve Karagöz<br />
bir eğlencelikti elbette ama bol taşlamalı bir<br />
eğlencelikti. Ezel Akay da filmin bu yanını<br />
ağır tutunca film beklenenin altında bir izleyici<br />
yakaladı… Yedi Kocalı Hürmüz’ün hikayesi<br />
malum. Sinemaya birkaç kez uyarlandı. 1800’lü<br />
yılların sonlarında İstanbul Taşkasap’ta yaşayan<br />
Hürmüz’ün hikayesi yeni ama ana yapıya<br />
sadık… Hürmüz tarihine kısaca bir bakarsak,<br />
Hürmüz farklı mesleklerden altı erkekle hiçbir<br />
yasal yan olmaktan evlenen bir kadın. Her koca<br />
haftanın bir günü bu güzel ve doyumsuz kadına<br />
gelmekte ama masal bu ya bir şekilde ona<br />
dokunamadan sabah olmakta. Ancak berber<br />
kocasının dükkanında gördüğü doktora gönlümü<br />
kaptırmasıyla işler sarpa sarıyor. Bir hastalık<br />
uyduran Hürmüz, onu da kendisine aşık etmeyi<br />
başarıyor. Sonrasında olaylar karışıyor,<br />
erkeklerin birbirinden haberi oluyor… Hürmüz<br />
de kadınlığını kullanarak tüm bu karmaşadan<br />
kolayca sıyrılıyor vs…<br />
Suna Pekuysal ve Türkan Şoray’dan Türk<br />
sinemasının üçüncü Hürmüz’ü olan Nurgül<br />
Yeşilçay’ın Hürmüz yorumu da bir hayli<br />
iç gıcıklayıcı. Yeşilçay’ın performansının<br />
en fazla Ayten Gökçer’in Hürmüz’üyle<br />
karşılaştırılacağına şüphe yok. Sadık Şendil’in<br />
ünlü oyunundan uyarlanan filmin en önemli<br />
unsurlarından biri de müzik. Eski İstanbul’u<br />
yansıtan ve tamamı bu sette çekilen filmde<br />
klasik Türk müziği, kantolar, İnce Saz, Longalar,<br />
Oyun Havaları, İstanbul, Karadeniz ve Rumeli<br />
türküleri iç içe geçiyor. Kalabalık oyuncu kadrosu,<br />
müzikleri, kostümleri ve renkli hikâyesiyle<br />
sinemanın tüm iddialı yönlerini öne çıkaran film<br />
için 2,5 milyon TL harcandığını da notlarımıza ekleyelim.<br />
Akay, bol dekorlu, kostümlü, danslı, çalgılı, sazlı sözlü<br />
filmlerin yoğunluğunun altından kalktığını bir kez daha<br />
gösteriyor. Her şey renkli ve cıvıl cıvıl bir ortamda geçiyor.<br />
Özellikle hamam sahnesindeki danslar gayet samimi<br />
ve ilgi çekici. Film konuşmalar anlamında da çok<br />
rahat. Eski sözleri özellikle kalfa rolündeki Gülse Birsel<br />
çok kullanıyor. Birsel bu role rahat oyunculuğu ve uçuk<br />
mimikleriyle gayet iyi yerleşmiş. Bel altı espriler, kekemelik,<br />
Hürrem’in erkeklere göre kişilik geliştirmesi filmin<br />
komik unsurları… Ama kekemelik nedense insanları çok<br />
güldürüyormuş, bunu çevredekilerin gülüşmelerinden<br />
anlamış bulunmaktayım! Nurgül Yeşilçay, meğerse yıllarca<br />
bu rolü bekliyormuş… Tüm güzelliğini bu filme katmış ve<br />
bu güzellik filme fazlasıyla yakışmış…<br />
Sonuçta karşımızda kadınların ağır bastığı, akıllarını,<br />
bedenlerini, güzelliklerini ortaya serdikleri bir film var.<br />
Erkekler bu kadınlar dünyasında fazlaca ezikler… Haluk<br />
Bilginer, Hacivat ve Karagöz’deki filmine benzer bir rolde<br />
karşımıza çıksa da, çılgınlığı bir kat daha katmerlenmiş<br />
duruyor… Sonuçta amaç eğlendirmekse Ezop bunu<br />
başarmış gibi görünüyor.
n Yeni Ay vizyona girdi ve tartışmalar başladı. Dört<br />
kitaplık serinin sinemaya uyarlamak için en zor<br />
olan kısmı tam da beklendiği gibi problem oldu.<br />
Burada asıl sorun Yeni Ay’ın yönetmeni Chris<br />
Weitz’in ilk film olan Alacakaranlık’ın yönetmeni<br />
Catherine Hardwicke kadar başarılı olup olmadığı.<br />
Çünkü ilk film gerçekten romanın etkisini bir kat<br />
daha artırdı. Film ile kendini cisimleştiren karakterler<br />
edebiyatın satır aralarından sinemanın<br />
büyüsünün malzemesi oldular. Kristen Stewart ile<br />
Robert Pattinson film kadar gerçek hayatta da bir<br />
peri masalının kahramanıydılar. Bu filmden sonra<br />
kitabın satışları da patladı. Artık kitaptaki karakterler<br />
kendilerine birer isim ve kanla can bulmuşlardı.<br />
İlk filmin eleştirisinde de yazmıştım, kim ne derse<br />
desin son dönemlerin en romantik filmi ve serisi<br />
Alacakaranlık. Böyle olunca beklentilerimiz arttı.<br />
Üstelik ikinci kitap olan Yeni Ay filme çekilmesi<br />
gerçekten zor bir macera. Şöyle düşünebiliriz<br />
ilk film 122 dakikaydı Yeni Ay ise 130 dakika<br />
sürüyor. Halbuki ikinci kitaptaki olayları anlatmak<br />
için çok daha uzun bir süre gerekiyor. Birde olayların<br />
akışı çoğunlukla düşünce ve yorumlarla devam ediyor<br />
ikinci filmde. Yeni Ay neredeyse Bella’nın zihninde<br />
yaşanıyor. Böyle olunca bir roman olarak harika ama<br />
sinema olarak zor bir hikaye oluyor. Ben bütün kitapları<br />
okuduğum için filmde kopuk kalmış her olayı zihnimde<br />
tamamlayıp filmi seyredebildim. Sinemasal problemlerine<br />
rağmen hikayenin tadına vardım. Ama ya kitabı<br />
okumamış olsaydım? İşte o zaman tatsız tuzsuz,<br />
yerine oturmamış karakterler ve duygularla baş başa<br />
kalırdım. Burada yönetmen Chris Weitz’in zor bir yükün<br />
altında ezildiğini düşünüyorum. İlk filmin yönetmeni<br />
Catherine Hardwicke’in ise bu filmi nasıl yöneteceğini<br />
merak etmeden yapamıyorum. Zaten ikinci filmde<br />
büyük hayran kitlesi olan Robert Pattinson neredeyse<br />
ortada hiç gözükmüyor. Bence filmin hoşnutsuzluk<br />
yaratmasının sebeplerinden biri de bu. Açıkçası yönetmenin<br />
çözümlemeleri yüzünden Kristin Stewart’ta bütün<br />
inandırıcılığını yitirmiş. Karakterler fazlasıyla karikatürize<br />
olmuş. Serinin fanatikleriyle beraber üçüncü<br />
filmin daha iyi olması ümidiyle beklemeye başlayabiliriz.
n “Şark Oyunları” (Eastern Plays),<br />
Balkanlar’da tırmanan milliyetçi şiddeti ve Türk<br />
düşmanlığını kurgulayan, ikili ilişkiler bazında<br />
komik ve hüzünle buluşup damarımızı bulduğu<br />
anlarda ise trajik, orta ölçekte bir seyirlik. Ve<br />
film bitiyor ve sinema salonundan, gün boyu<br />
yakamızı bırakmayacak katmerli bir üzüntüyle<br />
uğurlanıyoruz. Ancak bu kasvetin nedeni,<br />
asla senaryoyla ilintili değil. Burukluğumuzun<br />
yegâne tetikleyicisi, film boyunca oynamayıp,<br />
resmen kendini yansıttığı için ruhumuza<br />
değebilen uyuşturucu bağımlısı Christo<br />
Christov’un (1969–<strong>20</strong>08) elvedasıdır.<br />
Şark Oyunları, daha çok reklam filmleri ve<br />
video klipleriyle tanınan Bulgar asıllı Kamen<br />
Kalev’in ilk uzun metraj denemesi...<br />
Bulgaristan-İsveç ortak yapımı filmin irili ufaklı<br />
rollerini ise Christo Christov (yönetmenin<br />
çocukluk arkadaşı), Ovanes Torosian, Nikolina<br />
Yancheva, Krasimira Demirova, Ivan Nalbantov,<br />
Velislav Pavlov ile ülkemizden Saadet Işıl<br />
Aksoy, Hatice Aslan ve Kerem Atabeyoğlu<br />
üstleniyorlar.<br />
Sofya’nın geceleri tekinsizdir. Politikacılar,<br />
el altından kanunsuzluğu beslemiş, Güzelim<br />
kent, nefret, şiddet ve tahammülsüzlüğün esiri<br />
olmuştur. İşte belalı bir gece daha... Aşırı milliyetçi<br />
güruhun, bu kez hedefinde bir Türk ailesi<br />
var. Ve uzun zaman önce birbirlerinden kopan<br />
iki kardeş... Ağabey Itso, Türklerin yardımına<br />
koşarken toy kardeş Georgi, saldırganların<br />
arasındadır. Itso’nun yaralanmasına karşın<br />
olgun bir tavır sergilemesi ve Georgi’yi<br />
deşifre etmemesi, genç adamın kendini<br />
sorgulamasına yol açar. O, artık Nazi çetesinden<br />
uzaklaşacak, iletişimsizliğe son verip, önce<br />
rol modeli bellediği ağabeyine ardından da<br />
aşka yakınlaşacaktır. Bir mobilyacı atölyesinde<br />
ömrünü tüketen ve öteden beri sadece ressam olarak<br />
yaşayacağı başka bir kente göçmeyi hedefleyen Itso, gün<br />
geçtikçe umutsuzluğa meyletmektedir. Uyuşturucudan<br />
kurtulmak için tedavi gören ve anlaşmakta güçlük çektiği<br />
güzel sevgilisinden ayrılan tepeden tırnağa huzursuz<br />
Itso’nun en yakın dostları bira şişeleridir. Kendi olduğu,<br />
kendini bulduğu tek yer evidir. Çünkü alkol alıp, resim<br />
yapabilecektir. Itso’nun aradığı kurtarıcı yoksa aşk mıdır<br />
demeye kalmadan bizim eleman ve Türk ailesinin alımlı<br />
kızı Işıl, yakınlaşırlar.<br />
Şark Oyunları’nı, Antalya Altın Portakal Film Festivali<br />
ve Filmekimi’nde kaçırmıştım, nihayet Bursa İpek Yolu<br />
Film Festivali’nde izleyebildim. Ben bu filmi, açık ve net<br />
söylüyorum; psikolojisiyle resmen savaşmaya soyunan<br />
Christo’nun hatırına sevdim. Evet, Şark Oyunları,<br />
başroldeki Itso karakterini canlandıran Christov’un ilk<br />
ve son filmi. Onun yaşamı, film montaj masasındayken<br />
“altın vuruş” ile sonlandı. (Tokyo Film Festivali’nde en iyi<br />
erkek oyuncu ödülünü kazandığını da es geçmeyelim)<br />
Hiç kuşkusuz Christo’nun, film boyunca, dünya dertlerini<br />
ötelemek için çırpınışına tav oldum. Hem “bir bira daha<br />
içelim mi?” diyerek konuyu değiştirmesine hem de sevgilisiyle<br />
giriştiği amansız ve anlamsız diyaloglara gülümseyebildim.<br />
Aktörlük deneyimi olmayan Christo, belki filmi<br />
hafifletmiş ve inandırıcılık ekseninden uzaklaştırmıştır. Bu<br />
durum ve karikatürize tipleme, en kötü ihtimalle şiddete<br />
tepki gösteren metni, sırf ona odaklandığımız için çarçur<br />
etmiştir. Varsın olsun, bu film, yitip gidene adansın.<br />
Teşekkür Christo, geçmişimi düşündürttüğün, hayata dair<br />
kırgınlıklarımı ve ilk gençliğimi hatırlattığın için. Bakalım<br />
sizlere neler anımsatacak.<br />
Film bitiminde Hatice Aslan’ı telefonla aradım, konu<br />
Christo’ya gelince sesinin rengi değişti; O, yetenekli<br />
bir heykeltıraş ve güzel bir adam idi... Ve henüz 39<br />
yaşındaydı. Artık çok geç ama yine de bizi duyar umuduyla<br />
soralım; “bir bira daha içmeden nereye be birader?”
Fatih Akın, son filmi Soul Kitchen ile ilgili ilk<br />
röportajı <strong>Cinedergi</strong>’ye verdi. Bol ödüllü filmini ve<br />
gelecek projesinin küçük sırlarını bizle paylaştı...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Fatih Akın son filmi Soul Kitchen ve sinema<br />
macerasını <strong>Cinedergi</strong> ile paylaştı. Türkiye’de<br />
Soul Kitchen’ın sırrını açık eden ilk röportajı<br />
sunmakta bize nasip oldu. Akın, Birol Ünel<br />
ile beraberliğini, Uğur Yücel ile devam eden<br />
serüvenini ve daha bir çok kendine ait merak<br />
eden soruyu bu röportajda cevapladı.<br />
Akın’ın cevaplarına bakınca <strong>Cinedergi</strong>’de<br />
yayınladığımız en önemli röportajlardan biri<br />
olduğunu söylemek zorundayım. Çünkü çok<br />
önemli bir yönetmenin sinema algısını birinci<br />
elden anlama şansı veriyor bu cevaplar.<br />
Sözü daha fazla uzatmadan Fatih Akın ile sizi<br />
başbaşa bırakayım.<br />
Soul Kitchen’ın projesi ortaya nasıl çıktı?<br />
<strong>20</strong>03 yılıydı. Duvara Karşı’nın montajını<br />
yapıyordum. Bu arada daha özgürce filmler<br />
yapabilmek için kendi şirketimizi, Corazon’u<br />
kurmuştuk. Duvara Karşı’dan sonra kendi<br />
şirketimizle küçük sevimli, tek başımıza<br />
kotarabileceğimiz bir proje arayışındaydım.<br />
Arkadaşım Adam’ın bir barı vardı ve o<br />
sıralarda sevgilisinden ayrıldığı için mutsuzdu.<br />
Projenin ortaya çıkması böyle oldu.<br />
Hatta o sıralarda belim tutulduğu için senaryonun<br />
ikinci versiyonunu sırtüstü yattığım<br />
yerden arkadaşım ve ortağım Andreas’a dikte<br />
etmiştim. Sonrasında bu bel tutulmasını da<br />
senaryoya dahil ettik. Duvara Karşı’nın başarısından sonra<br />
projeyi bir süre ertelemek zorunda kaldım. Hatta başka bir<br />
yönetmen arayışına girdiğim zamanlar bile oldu. Ancak bu<br />
fikir “çocuğumu” evlatlık vermek gibi geldiğinden, vazgeçtim.<br />
Yaşamın Kıyısında’dan sonra iyice yorulmuştum. Hem<br />
tür değiştirmek, hem de neşeli birşeyler yapma arzum,<br />
beni Soul Kitchen’e tekrar yönlendirdi.<br />
Birol Ünel ile beraberliğiniz Soul Kitchen ile devam<br />
ediyor. Sizce Ünel senaryoya nasıl katkıda bulundu?<br />
Senaryodaki ahçı başından beri Birol’du. Başka bir<br />
oyuncuyu hiç düşünmedim. Duvara Karşı’nın çekimleri<br />
sırasında bir köşede Rimbaud okurdu. Onun “ Satış / Sell<br />
Out “ adlı şiirine takılmıştı. Bizim senaryoda da satılan, el<br />
değiştiren bir restoran var. Çoğu kere “ bırak şu kitabı da<br />
gel prova yapalım “ dediğimi hatırlıyorum. Dünyadan ve<br />
çevresinden habersizmiş gibi görünmesine rağmen Birol<br />
herşeyin farkında. Nedensiz ve sorgusuz adım bile atmaz.<br />
Tabii ki filme çok katkısı olmuştur.<br />
Soul Kitchen yemek, rüya ve insan olmanın erdemleriyle<br />
bağlantılı bir film. Özel hayatınızda yemek ile<br />
aranız nasıldır?<br />
Yemeği severim. Tanrı insanı öyle bir yaratmış ki, iki<br />
durumda hayatı devam ettirmek mümkün değildir; birincisi<br />
yemek yemezsek, ikincisi seks yapmazsak. Birincisi<br />
yaşamın, ikincisi soyun devamı için şarttır. Bunlar aynı<br />
zamanda insanın mutluluk kaynağıdır. Yemek yediğimizde<br />
ve seks yaptığımızda endorfin salgılarız. Bütün amacmız<br />
yaşamımızdaki “ yemeklere “ lezzet katmak değil midir?<br />
Çocukluğumuzdan beri ağabeyim ve ben, kızkardeşimiz<br />
olmadığı için kalabalık misafir günlerinde annemize yardım<br />
ederdik yemek konusunda. Ayrıca ailemiz dışarda yemek
yememizi hoş karşılamazdı. Bu yüzden mutfakla<br />
ilişkimiz erken yaşlarda başlamıştır. Çocukken<br />
dışardaki fast food çok imrendirici birşeydi ama<br />
annemlerin buna pek izin vermemekle ne kadar doğru<br />
birşey yaptıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Ben de<br />
çocuğumun dışarda yemesine pek izin vermiyorum.<br />
Türk kültüründe var bu. Avrupa veya Amerikan kültüründe<br />
pek bulamazsınız. Evde yemek, aileyi birarada<br />
tutan, biraraya getiren birşey. Seviyorum bu durumu.<br />
Yemek yapmak aynı zamanda dinlendirici birşey.<br />
Yaşamın Kıyısında filminden sonra yaptığımız<br />
röportajda üretimlerinizin aslında bir kendinizi<br />
tanıma yolculuğu olduğunu konuşmuştuk. Bu filminizde<br />
de aynı hedef geçerli mi?<br />
Tüm filmlerime birbirinin devamı olarak baktığımızda,<br />
hepsindeki kahramanların bir memleket arayışı içinde<br />
olduklarını görürüz. Bu ille de coğrafi anlamda olmak<br />
zorunda değil. Bir arayış içindeler.. Kendi içlerine<br />
yaptıkları bir yolculukları var. Kahramanların kimlik<br />
sorgulama sürecidir bu. İlk kez Soul Kitchen’de<br />
kahramanın bir kimlik, aidiyet sorunu yok. Açık bir<br />
biçimde içinde yaşadığı coğrafyaya ait olduğunu<br />
biliyor Zinos. Tersine, kimliğini uzak coğrafyalarda<br />
arayan, kız arkadaşı bu filmde. Ve hem kader, hem<br />
de kendi yüreği Zinos’u memlekette tutuyor. Soul<br />
Kitchen ile karakterin kendi şehrindeki yolculuğunu<br />
anlattığımı düşünüyorum. Bundan sonraki projemde<br />
kahramanların sürgün hikayelerini anlatmayı<br />
planlıyorum.<br />
Farklı türlerde filmler yapmak istediğinizi ve bunun<br />
risklerini de sevinçle kabul edeceğinizi söylüyorsunuz.<br />
Soul Kitchen gösterildiği festivallerde<br />
ödüllerle buluştu. Belki daha önemlisi izleyicinin<br />
tepkisini gördünüz. Bu anlamda aldığınız riske<br />
değdiğini düşünüyor musunuz?<br />
Kesinlikle evet. İyi ki bu riski almışım. Aslında Soul<br />
Kitchen’i yapma kararını verdiğimde endişeliydim. İlk<br />
kez komedi yapacak olduğumdan değildi endişem.<br />
Çünki daha önce yaptığım kısa filmler, Temmuzda<br />
komedi filmleriydi. Ancak Duvara Karşı ve Yaşamın<br />
Kıyısında’yı yaptıktan sonra, insanların beni başka<br />
bir kulvarda konumlandırdıklarını biliyordum. Komedi,<br />
entellektüel dünyada pek kabul görmeyen bir türdür.<br />
Ayrıca endişemin diğer bir nedeni de, acaba benim<br />
güldüğüm birşey, başkalarına da komik gelecek mi<br />
sorusuydu. Bu anlamda bir sinemacı olarak başarımı<br />
riske ettiğimin bilincindeydim. Bu endişe, Ang Lee’nin<br />
başkanlığındaki Venedik Film Festivali jürisinin ödüllendirmesiyle<br />
son buldu. Ang Lee’de tür denemeleri<br />
yapan bir yönetmendir. Aslında yapmak<br />
istediğim, sanat ve seyirciyi buluşturmaktır. Yılmaz<br />
Güney’in yaptığı filmlerle çeşitli sosyal katmanlardan<br />
insanları biraraya getirmesi gibi ben de sanatla<br />
seyirciyi buluşturmaya çalışıyorum.<br />
Deminki soruyla bağlantılı olarak, İstanbul<br />
Hatırası: Köprüyü Geçmek belki de en deneysel<br />
filminizdi ve Türk sinemasında çok derin<br />
izler bıraktığını düşünüyorum. Soul Kitchen’ı<br />
da yaptıktan sonra sizi daha farklı nasıl bir<br />
yapımda görebiliriz? Mesela bir korku filmine<br />
nasıl yaklaşırsınız?<br />
Korku filminden uzak durmak gibi bir düşüncem<br />
yok. Sinemada varolan ve varolacak her türü, kendi<br />
dilimi katarak denemek isterim. Sinema çok derin<br />
ve engin bir denizse ben bu denizi algılamaya<br />
çalışan bir öğrenciyim. Sonsuz bir öğrenme sürecinde<br />
olduğumu düşünüyorum. Sinema bir bilimdir<br />
çünkü.<br />
New York i Love You filmine nasıl dahil oldunuz?<br />
Uğur Yücel ile beraberliğiniz o filmle ve<br />
Soul Kitchen ile sürüyor. Bu beraberliğin kısa<br />
hikayesini de anlatır mısınız?<br />
Uğur Yücel iyi ki var! Çok saygı duyduğum bir<br />
oyuncu, yönetmen ve arkadaş. Uğur ağabeyle<br />
yıllar önce Istanbul’da tanıştım. Duvara Karşı’da<br />
oynamasını istemiştim ama yoğunluğundan dolayı<br />
projede yer alamadı. Muhsin Bey olmasa, Duvara<br />
Karşı böyle olmazdı. Yaşamın Kıyısında ile<br />
ilgili çalışmalarım sırasında Paris J’taime filmi<br />
( ki New York I Love You ile aynı konseptte bir<br />
projedir ) için yönetmenlik teklifi almıştım. Ancak<br />
benim projemle çakıştığı için reddetmek zorunda<br />
kalmıştım. Aynı ekip NY I Love You’yu yaparken<br />
yine teklif ettiler. Aslına bakarsanız New York’u<br />
Paris’ten daha çok severim. Teklif geldiğinde<br />
Uğur ağabeyle beraberdik. Yapımcıların dünyaca<br />
ünlü oyuncuyla çalışmamı istemelerine karşın<br />
Uğur ağabeyde direttim ve onları ikna ettim.<br />
Filmin teması aşk olmalıydı. Uğur ağabeye nasıl<br />
bir aşk olmasını istediğini sorduğumda, yaşlı bir<br />
adamın genç bir kıza duyduğu imkansız aşkı<br />
anlatmak istediğini söyledi. Aynı soruyu kendime<br />
sorduğumda, bir sanatçının sanatına olan aşkını<br />
anlatmak istediğimi farkettim. Sonrasında, Özer<br />
Kızıltan’ın Türkan Şoray’ın gözlerini anlattığı kısa<br />
filmini hatırladım. O filmde, sanatçı hayran olduğu
kadının gözlerini çizemiyordu. Özer’i aradım<br />
ve bu motifi kullanıp kullanamayacağımı<br />
sordum. Olumlu yanıt verince, senaryoyu<br />
tamamladık ve filmi çektik. Uğur ağabeyle<br />
birlikte çalışmamızın Soul Kitchen’la<br />
bitmeyeceğini söyleyebilirim.<br />
Türk sinemasının da, Alman sinemasının<br />
da önemli bir ismisiniz. Bu noktada<br />
ülke adlarının ötesinde sadece sinema<br />
sanatının önemli bir ismi olduğunuz<br />
söylemek daha doğru olmaz mı? Kendi<br />
içinizde senaryo yazarken ve film<br />
çekerken bu kültürel çeşitlilik sizi nasıl<br />
etkiliyor?<br />
Sinema hayatımın hiçbir evresinde kimliğimi<br />
düşünmedim. Aidiyet ve kimliklerimin bana<br />
zenginlik kattığını yadsıyamam. Ama bunun<br />
bilinçaltımda olduğunu söyleyebilirim.<br />
Dünyada bunun çok örneği var, Scorsese,<br />
Coppola, Elia Kazan – ki kendime yakın<br />
bulduğum bir isimdir - ilk aklıma gelen isimler.<br />
Çokkültürlülüğün bir avantaj olmadığını<br />
kim söyleyebilir? Ancak bu durumu bilinçli bir<br />
şekilde filmlerimde kullandığımı söyleyemem.<br />
Almanya’da birçok Türk asıllı yönetmen ve<br />
oyuncu var. Bu anlamda Türk sinemasının<br />
bir alt dalı olarak Almanya’da büyük bir<br />
üretim söz konusu. Sizin ve diğer Türk<br />
asıllı Alman sinemacıların üretiminin Türk<br />
sinemasının dilini etkilediğini düşünüyor<br />
musunuz?<br />
Hayır. Türk sineması güçlü bir döneminde.<br />
Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Özer<br />
Kızıltan Semih Kaplanoğlu ve daha birçok<br />
sinemacı var. Sadece yönetmen değil aynı<br />
zamanda çok iyi oyuncular var Türkiye’de.<br />
Türk sinemasının başkalarından etkilenmeye<br />
ihtiyacı yok.<br />
Sinema festivalleri söz konusu olduğunda<br />
Türkiye’de bir ters durum söz konusu.<br />
Mesela Berlin, Cannes veya Venedik film<br />
festivalinde ödül almış bir film. Avrupa’da<br />
vizyona çıktığında özel bir ilgi görür. Ama<br />
Türkiye’de neredeyse festivalde ödül<br />
almak izleyicinin filme gelmemesi için bir<br />
sebeptir. Nuri Bilge Ceylan veya Semih<br />
Kaplanoğlu’nun filmlerinin gişe sonuçları<br />
bu teorinin kanıtıdır. Bu ters dengeyi nasıl<br />
değerlendirirsiniz?<br />
Sanırım bunun gerekçesi eskiden kalma “<br />
entel filmlerin anlaşılmaz ve bunalım filmleri<br />
olduğu “ görüşüdür. Ödül alan filmin<br />
sıkıcı olduğuna dair yanlış bir izlenim var<br />
insanlarda. Oysa öyle değil. Ayrıca entellektüel<br />
bilgi birikimine sahip olmanın, bireyi<br />
geliştiren bir yanı vardır. Mevcut ekonomik<br />
sistem, bilginin iktidarını reddederek yerine<br />
paranın iktidarını koyar. Bu belki ekonomik<br />
sistemin yaşaması gereklidir ancak bireyleri<br />
kısırlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.<br />
Kendimizi geliştirebilmek, yönlendirmelerden<br />
uzaklaşabilmek için daha çok okumalıyız.<br />
Soul Kitchen’ın Venedik film festivali ve<br />
Hamburg film festivali’nde aldığı ödüller<br />
var. Bu ödülleri nasıl karşılıyorsunuz?<br />
Sizde uyandırdığı duygular nelerdir?<br />
Daha önce de söylediğim gibi stres ve<br />
endişem yokoldu. Sanat dünyasıyla bir riske<br />
girdim ve beni böyle de kabul edebileceklerini<br />
gördüm. Bu anlamda aldığımız ödüller çok<br />
önemlidir.<br />
Bu tür festivallerin teşvik edici olduğuna<br />
inanıyor musunuz?<br />
Tabii ki evet. Festivaller filmin görücüye<br />
çıktığı yerlerdir. İzleyicinin yaptığınız işten<br />
haberdar olmasını sağlanır. Bizim arkamızda<br />
büyük stüdyolar ve tanıtım desteği olmadı<br />
hiçbir zaman. En büyük tanıtım alanımız<br />
festivaller oldu ve benim seyirciyi kazanmamı<br />
sağladılar. Ve seyirci, bana bir sonraki filmimi<br />
yapmam için güç verdi.<br />
Size sormadığım ama sizin<br />
okuyucularımız için söylemek istediğiniz<br />
bir şey var mı?<br />
Yukarıdaki sorunun devamı olarak, biz ve<br />
izleyici kitlemiz aynı bütünün içindeyiz.<br />
Hiçbir zaman “ başka “ olmadık. Biz kırmızı<br />
halıdayken onlar da adeta o halı üzerindeler.<br />
Sıradan insanlarız biz. “ celebrity “<br />
ulaşılmazlığı yok üzerimizde. Bu dünyadanız.<br />
O nedenle eğer ortada bir başarı varsa, o<br />
aynı zamanda bizi izleyenlerin başarısı haline<br />
geliyor.<br />
Başarılar diliyor ve filminizi merakla bekliyoruz.<br />
Teşekkürler.
n DDaha önce<br />
“Saatler” filminde,<br />
ünlü yazar Virginia<br />
Wolf olarak<br />
gördüğümüz Nicole<br />
Kidman’ın,<br />
“Danimarkalı<br />
Kız” adlı filminde<br />
transseksüel<br />
Einar Wegener’i<br />
canlandıracağı<br />
haberi yeni değil.<br />
Ancak Kidman’a,<br />
Wegener’in karısı<br />
rolünde kimin<br />
eşlik edeceği<br />
yeni belli oldu.<br />
Bir erkek olarak<br />
dünyaya gelen ve<br />
ardından estetik<br />
operasyon ile kadın<br />
olup Lili Elbe adını<br />
alan Danimarkalı<br />
Wegener’in 1904<br />
yılında evlendiği<br />
illüstratör Gerda<br />
Gottlieb’i,<br />
Oscarlı oyuncu<br />
Gwyneth Paltrow<br />
canlandıracak.
n Motion Picture Arts&Sciences Akademisi,<br />
Oscar’ın belgesel listesindeki<br />
15 ismi açıkladı. Louie Psihoyos<br />
yönetmenliğinde çekilen “The Cove”,<br />
Robert Kenner’dan “Food Inc.”, Matt<br />
Tyrnauer’den “Valentino: The Last Emperor”<br />
gibi şimdiden başarı sağlamış<br />
isimler sıralandı.<br />
Yılın en çok gişe yapan belgesel filmi<br />
Michael Moore’un “Capitalism: A Love<br />
Story” ise listeye giremedi. Olması kesin<br />
gözüyle bakılan “Tyson”, “It Might<br />
Get Loud”, “We Live in Public” gibi<br />
filmler de liste dışı kaldılar. Bu tarz provakatif<br />
filmlerin Oscar adayları arasına<br />
alınmaması bir hayli ilgi çekici.<br />
n Oscar’lı yönetmen Peter Jackson’ın<br />
çektiği <strong>20</strong>09 tarihli Cennetimden Bakarken,<br />
yazar Alice Sebold’un, bir cinayete kurban<br />
giden 14 yaşındaki bir kız çocuğunun, yaslı<br />
ailesi katili kapana kıstırırken onları cennetten<br />
izlemesini konu alan rahatsız edici<br />
çoksatan romanının uyarlaması. Jackson<br />
Reuters’a yaptığı açıklamada, “daha yoğun<br />
şiddet ve acı eklemek için” montaj odasına<br />
geri gittiğini ifade ederek “Seyirci daha<br />
fazla şiddet istedi.<br />
Sahneden tatmin olmadılar” dedi. Seyirciler<br />
özellikle de bir adamın kayalıklardan yuvarlanma<br />
sahnesinden hoşnut olmamışlar.<br />
Jackson, “Bir sürü insan bize bu ölüm<br />
sahnesinden duydukları memnuniyetsizliği<br />
dile getirdi. Karakteri daha fazla ıstırap ve<br />
acı çekerken görmeyi istediklerini ifade ettiler.<br />
Bu yüzden de insanların ihtiyacı olan<br />
tatmini sağlayabilmek için tüm o sahneyi<br />
yeniden çekmek durumunda kaldık”<br />
açıklamasını yaptı.
n ’Alis Harikalar Diyarında’ ile vizyona çıkmaya<br />
hazırlanan usta yönetmen Tim Burton’ın daha<br />
önce sergilenmeyen resim, çizim, taslak, kukla,<br />
maket ve fotoğrafları New York’taki Modern Sanat<br />
Müzesi’nde ziyarete açılacak. ‘Beetle Juice/ Beter<br />
Böcek’, ‘Batman Returns’, ‘Edward Scissorhands/<br />
Makas Eller’, ‘Ed Wood’, ‘Big Fish’ gibi kült filmlere<br />
imza atan Burton’ın müzede 700’ü aşkın eseri<br />
yer alacak. Müzede yer alacak işler özellikle<br />
Burton’ın hayranları için önem taşıyor. Yönetmenin<br />
dünyasına daha da yakından bakmak isteyen sinefiller<br />
bu sergiyle birlikte Burton ile ilgili hemen hemen<br />
herşeyi yakından görebilecek.
n Ünlü oyuncu Brad Pitt son zamanlarda<br />
önleyemediği bir hastalığa<br />
yakalandı; video oyunları! Evlatlıkları<br />
Maddox ve Pax ile evde geçirdiği<br />
süre boyunca kendini playstationa<br />
veren yakışıklı aktörün favori oyunu<br />
ise “Dark Void”. Beğenerek oynadığı<br />
bu oyunun film versiyonunu yapmak<br />
için harekete geçen Brad Pitt,<br />
filmi kendi şirketi B Planı üzerinden<br />
çekmeye karar vermiş. Tabi oyun<br />
karakterlerinden birini de kendisi<br />
canlandıracak.<br />
n Avrupa Parlamentosu film ödülü “LUX”, bu yıl Fransız yönetmen<br />
Philippe Lioret’nin “Welcome” adlı filmine verildi.<br />
Film, Fransa’nın kuzeyindeki Calais kentinde yaşayan ve Manş<br />
denizini yüzerek geçmeye çalışan kaçak bir Iraklı Kürt göçmen<br />
gencin hayatını anlatıyor. Fransız hükümetinin sonbahar<br />
aylarında Calais’de kaçak göçmenlerini yaşadığı barakaları<br />
yıkması, ülke genelinde büyük yankı uyandırmıştı.<br />
Avrupa Parlamentosu, filmin 23 AB ülkesinde gösterimi için<br />
gerekli altyazı masrafı olan 87 bin euroyu kendi bütçesinden<br />
ödeyecek. Aynı ödül, <strong>20</strong>07 yılında “Yaşamın Kıyısında”<br />
adlı filmiyle Almanya’da yaşayan Türk yönetmen<br />
Fatih Akın’a verilmişti.<br />
Avrupa Parlamentosu, üyelerinin oylarıyla, kültürel<br />
çoğulculuk ve zenginlik ilkesiyle, Avrupa<br />
değerlerini ön plana çıkaran en iyi filme her yıl<br />
bu ödülü veriyor.
James Cameron’un çekmek için<br />
yıllarca teknolojinin gelişmesini<br />
beklediği Avatar şimdiden dünyanın<br />
en pahalı filmi unvanını kazandı bile<br />
AYSIT GENÇ<br />
n Herhalde hiç bir film Avatar kadar merakla<br />
beklenmemiştir. Eh bir yönetmen, filmi gösterime<br />
girmeden önce “Daha önce görülmüş her şeyden<br />
farklı görünüyor” derse ve o da Titanic gibi bir gişe<br />
kralının yönetmeni James Cameron ise beklentilerin yüksek<br />
olmasına şaşmamak gerek.<br />
Konusu, oyunculukları, hatta müziği bir yana Avatar’ın<br />
kullandığı yeni teknoloji ile <strong>20</strong>08 yılında sinemaları saran 3D<br />
filmlerinin tepe noktasını oluşturması ve gelecek için yeni kapılar<br />
açması, adeta bir devrim yaratması bekleniyor. Büyük bölümü sanal bir<br />
stüdyoda yeni geliştirilen 3D dijital kameralarla çekilen, gerçek çekimler ile<br />
bilgisayar animasyonlarının yeni bir teknoloji aracılığıyla birleştirilmesinden<br />
oluşan Avatar bugüne kadar çekilmiş en pahalı film olarak kabul ediliyor.<br />
BİR BİLİMKURGU EFSANESİ<br />
Avatar’ın konusu bundan <strong>20</strong>0 yıl sonra geçiyor. Dünyadaki kaynaklar artık<br />
tükenmiştir. İnsanlar uzayın derinliklerinde alternatif arayışına girer. Arama<br />
işini yürüten RDA isimli bir uzay yolculuğu konsorsiyumudur. RDA, ihtiyaç<br />
duyulan kaynakların Pandora isimli bir gezegende bulunduğunu tespit eder.<br />
Ancak bu maddeleri çıkarmak çok zordur. Çünkü Pandora içi bilinmeyen<br />
yaratıklarla dolu geçit vermeyen cangıllarla kaplıdır ve gezegende Na’vi adı<br />
verilen ve oranın doğasıyla uyumlu olarak varlığını sürdüren insana benzer<br />
zeki bir ırk yaşamaktadır. Daha önce katıldığı çatışmalardan birinde belden<br />
aşağısı felç olan eski donanma subayı Jake Sully, trajik bir kaza sonucu ölen<br />
ikiz kardeşinin yerine Pandora’ya gitmeyi kabul
etmiştir. Jake’in kardeşi ölümünden önce Avatar<br />
Projesi’ne katılmıştır. Bu proje Pandora gezegeninde<br />
nefes alamayan insanlara kendi bilinçlerini<br />
Na’vilere benzer avatarlara aktarma, daha<br />
sonra da onları yönlendirme olanağı vermektedir.<br />
Pandora’ya giden grupta bulunan Jake gezegende<br />
ölen ikiz kardeşinin avatarını yönlendirecektir. Jake<br />
için Avatar Projesi ayrı bir anlam taşımaktadır. Hem<br />
ülkesine hizmet etme imkanı bulacak, hem de eski<br />
günlerdeki gibi özgürce hareket edebilecektir.<br />
Pandora gezegenindeki keşif gezisi sırasında<br />
Jake gruptan ayrı düşer ve yabancı bir gezegende<br />
tek başına kalır. Cangılda vahşi yaratıkların<br />
saldırısına uğradığı sırada Neytiri isimli bir dişi<br />
Na’vi tarafından kurtarılır. Neytiri, Jake’i <strong>20</strong>0 metrelik<br />
bir ağaçta yaşayan kabilesinin yanına götürür<br />
ve ona kendi kültürünü tanıtır. Bu sırada RDA,<br />
Na’vilerin yaşadığı ağacın altında çok nadir bulunan<br />
ve önemli bir enerji kaynağı olan Unobtanium<br />
maddesi<br />
kaynağının var olduğunu haber verir. Jake’in<br />
ağaçta yaşayan Na’vi kabilesini oradan ayrılmaya<br />
ikna etmesi gerekmektedir. Ama başarılı olamaz.<br />
RDA bütün askeri birlikleri, Na’vileri bulundukları<br />
bölgeden zorla çıkarmak için saldırı pozisyonuna<br />
geçirir. Ancak gitmek bir yana Na’viler, tam aksine<br />
savaşmaya karar verirler ve savaşırken insanlarda<br />
olmayan bir yeteneklerini kullanacaklardır.<br />
Onlar doğa ve Pandora’daki bütün canlılarla<br />
iletişim kurabilmektedirler. Böylece insanların<br />
Na’vilerle savaşı, insanların bir gezegenle savaşına<br />
dönüşür...<br />
SENARYONUN YAZIMI VE ÖN PRODÜKSİYON<br />
Avatar’ın ön hazırlığı kronolojisi tutulacak kadar<br />
yıllar ve yıllar sürdü. James Cameron’un<br />
söylediğine göre Avatar’ın ilk senaryosunu 1994<br />
yılında yazmıştı. Çocukken okuduğu bütün bilimkurgu<br />
romanlarından esinlenerek yazdığı bu<br />
80 sayfalık senaryo ilk senaryoda da “sonradan<br />
gelenler tarafından tehdit edilen gelişmiş bir<br />
medeniyet” ana temayı oluşturuyormuş. O senaryoda<br />
da sonradan gelenlerden biri, yerlilerden<br />
birine aşık oluyormuş.<br />
Cameron Avatar filminde bilgisayar animasyonları<br />
ile gerçek oyuncuları bir arada kullanmak istediğini<br />
ilk kez resmi olarak Ağustos 1996’da açıkladı. Projeyi<br />
100 milyon dolara mal etmeyi ve başrolünde<br />
gerçek görünen ve fiziki dünyada var olmayan<br />
altı karakteri oynatmayı planlıyordu.<br />
Cameron’un o dönemde yaptığı senaryo<br />
çalışmaları yıllarca internette kaldı. Ta ki<br />
<strong>20</strong>06 yılına kadar. O yıl senaryolar birdenbire<br />
bütün internet sitelerinden kaldırıldı. Haziran<br />
<strong>20</strong>06’da James Cameron, eğer birinci bölümü<br />
başarılı olursa Avatar’ı üçleme olarak çekmek<br />
istediğini açıkladı.<br />
1997 yazında James Cameron daha önce<br />
de birlikte çalıştığı özel efekt firması Dijital<br />
Domain’i yanına alarak Avatar için yola çıktı.<br />
Önprodüksiyon böylece başladı.<br />
Senaryonun son hali Ocak <strong>20</strong>06 ile Nisan<br />
<strong>20</strong>06 arasında ortaya çıktı. Bu süreçte University<br />
of South California’dan bir dilbilimci<br />
olan Paul Frommer, Na’viler için bir kültür ve<br />
dil oluşturdu. Ortaya 1000 kelimeden oluşan<br />
ve kendi grameri olan bir dil çıktı.<br />
Temmuz <strong>20</strong>06’da Cameron, Avatar’ın <strong>20</strong>08<br />
yazında gösterime gireceğini, çekimlerin<br />
Şubat <strong>20</strong>07’de başlayacağını duyurdu.<br />
Ağustos <strong>20</strong>06’da Avatar’ı gerçekleştirmek<br />
üzere Yeni Zelandalı özel efekt firması Weta<br />
Digital devreye girdi ve tasarım sürecine<br />
efekt uzmanı Stan Winston da dahil oldu.<br />
Eylül <strong>20</strong>06’da Cameron filmi 3D çekmek<br />
için yeni bir kamera sistemi kullanacağını<br />
açıkladı. Fox firması Cameron’un bu sözlerini<br />
ancak iki yıl sonra resmi olarak<br />
onayladı. Cameron’un kastettiği kamera tek<br />
bir haznedeki iki senkronize HD kameradan<br />
oluşmaktaydı. Cameron Ocak <strong>20</strong>07’de filmi<br />
gerçek ve bilgisayar animasyonundan oluşan<br />
bir hibrid film olarak tanımladı. Yönetmenin<br />
söylediğine göre filmin yüzde 60’ı bilgisayarda<br />
yapılacak, yüzde 40’ı gerçek olarak<br />
çekilecekti.<br />
PRODÜKSİYON AŞAMASI<br />
Filmin sinemalarda gösterim tarihi daha sonra<br />
<strong>20</strong>08 yazından <strong>20</strong>09 yazına çekildi. Film<br />
büyük ölçüde bilgisayarda yaratılmış, motion<br />
capture tekniğiyle anime edilen fotorealistik<br />
karakterlerden oluşturuldu. Cameron, sanal<br />
kamera adı verilen bir teknikle sette sanal<br />
karakterleri canlı oyuncularla gerçek zamanlı<br />
olarak bir arada oynatabildi.
Teknik açıdan bir diğer yenilik de<br />
“performance-capture-stage”di. Bu<br />
teknikle oyuncuların yüz ifadeleri ve<br />
duygusal tepkileri yakalanıp bilgisayarda<br />
işlenebildi. Oyuncular bunun<br />
için üzerindeki kamera ile yüzünü ve<br />
gözlerini çeken bir kep taktılar. Bu<br />
sayede Cameron, Sam Worthington<br />
ve Zoe Saldana’nın oyunculuklarının<br />
yüzde 95’ini dijital karakterlere aktarma<br />
şansını yakaladı.<br />
SOUNDTRACK<br />
Filmin soundtrack’ini üçüncü kez<br />
James Cameron’la birlikte çalışan<br />
James Horner yaptı. İlk kayıtlar Mart<br />
<strong>20</strong>08’de küçük bir koro ile yapıldı, bu<br />
kayıtlarda Na’vi dilinde şarkılar vardı.<br />
Avatar’ın belki de Titanic gibi efsane<br />
olacak şarkısını ise Leona Lewis seslendirdi.<br />
Titanic’te Celine Dion’un<br />
seslendirdiği “My Heart Will Go On”’<br />
gibi Avatar’ın tema şarkısı “I See You”<br />
isimli şarkısının bestecisi de James<br />
Horner’dı.<br />
VİRAL MARKETİNG<br />
Avatar’ın ilk fragmanı <strong>20</strong> Ağustos<br />
<strong>20</strong>09’da internetten yayınlandı. Aşırı<br />
yüklenme yüzünden site kilitlendi. İlk<br />
gün fragman internetten 4 milyon kez<br />
indirildi. Bu bir fragmanın ulaştığı en<br />
yüksek rakamdı.
21 Ağustos <strong>20</strong>09’da ABD’deki 101 IMAX<br />
sinemasında ve diğer ülkelerdeki 238 sinemada<br />
filmin ilk yarısından sahneler içeren<br />
16 dakikalık bir bölüm yayınlandı.<br />
Yapımcı firma bu kısıtlı gösterimle, filmin<br />
kulaktan kulağa duyulmasını sağlayacak<br />
son dönemlerin moda viral pazarlama<br />
taktiğini uyguluyordu.<br />
DEV BÜTÇE<br />
Filmin yapımcısı John Landau, <strong>20</strong>09<br />
Kasım’ının sonlarında bir ay sonra<br />
gösterime girecek olan filmin 30 dakikalık<br />
bölümünün henüz tamamlanmadığını<br />
açıkladı. Landau’nun söylediğine göre ses<br />
n Üç boyutlu görüntü algısı aslında<br />
basit bir prensibe dayanır. Bunun için<br />
sağ ve sol gözlerin bir görüntüye farklı<br />
perspektiflerden bakmaları gerekir.<br />
Yani sol gözün sağdaki görüntüyü, sağ<br />
gözün de soldaki görüntüyü görmemesi<br />
gerek.<br />
Üç boyutlu sinema macerası film<br />
endüstrisine 50’li yıllarda girdi. 1953<br />
ve 1954 yıllarında aralarında Alfred<br />
Hitchcock’un “Dial M for Murder” filminin<br />
de bulunduğu bir dizi üç boyutlu<br />
film çekildi. O zamanki sinema seyircileri<br />
bu filmleri izlemek için devasa<br />
kırmızı-yeşil gözlükler takmak<br />
zorundaydı. Ama bu yenilikçi sinema<br />
macerası ne ABD’de ne dünyanın geri<br />
kalanında uzun süre tutunabildi.<br />
Bunu takip eden yıllarda 3D filmler<br />
üretildi ancak üç boyutlu filmin yeniden<br />
doğuşu için <strong>20</strong>08 yılını beklemek gerekti.<br />
<strong>20</strong>08’de Hollywood’dan, konuyla<br />
şüpheyle yaklaşan Avrupa’daki seyircileri<br />
de cezbedecek büyük prodüksiyonlar<br />
geldi. İşte Hollywood’dan gelen<br />
bu yeni üç boyutlu taarruzunun zirvesini<br />
James Cameron’un merakla beklemix<br />
ve özel efektler fazla zaman aldığı gibi<br />
filmin en masraflı kısmını da oluşturduğunu<br />
ki bunun da Avatar’ın bugüne kadar yapılmış<br />
en pahalı film olmasına neden olduğunu<br />
söyledi.<br />
Fox bir ara filmin 230 milyon dolara mal<br />
olacağını açıklamıştı, kimileri bu rakamı 300<br />
milyon dolara yuvarlıyor, kimileri de 150<br />
milyon dolarlık pazarlama bütçesiyle birlikte<br />
Avatar’ın 500 milyon dolar sınırını aşacak<br />
ilk film olduğunu söylüyorlar. Ama Cameron<br />
bu parayı geri alma potansiyeli yüksek bir<br />
yönetmen. Sonuç olarak o 1,8 milyar dolarla<br />
gişede patlama yaratarak tüm zamanların en<br />
başarılı filmi olan Titanic’in yönetmeni.<br />
3D MACERASI<br />
nen bilimkurgu efsanesi Avatar’ın yapması<br />
bekleniyor. Oscar ödüllü yönetmen senaryosunu<br />
bundan yıllar önce yazmıştı ama ihtiyacı<br />
olan teknolojinin gelişmesini beklemesi gerekiyordu.<br />
Film için çok iddialı konuşan yapımcı<br />
John Landau “Titanic’te seyircilerin kendilerini<br />
olayın yanı başında hissetmeleri için görsel<br />
efektleri kullanmıştık. Avatar’da ise sinema<br />
seyircisini başka bir dünyanın içine fırlatmak<br />
için teknolojiyi kullandık” diyor.
NEDEN PANDORA?<br />
n Yunan mitolojisinde<br />
Pandora’nın öyküsü<br />
şöyle anlatılır: Eskiden<br />
insanoğulları bu dünyada<br />
dertlerden, kaygılardan<br />
uzak yaşarlardı, bilmezlerdi<br />
ölüm getiren hastalıkları.<br />
Pandora açınca kutunun<br />
kapağını, dağıttı insanlara<br />
acıları, dertleri. Bir tek umut<br />
kaldı dışarı çıkmadık, kapağı<br />
açılan dert kutusundan. Umut<br />
tam çıkacakken Pandora<br />
kapatmıştı kapağını, böyle<br />
istemişti bulutlar devşiren<br />
Zeus.<br />
Gündelik dilde Pandora’nın<br />
Kutusu “bütün kötülükler”i<br />
ifade etmek için kullanılırken<br />
James Cameron Pandora’ya<br />
umut açısından bakıyor. Pandora<br />
gezegeninin birçokları<br />
tarafından canavar ve kötülüklerle<br />
dolu bir yer gibi görüldüğünü ama Jake oraya gittiğinde<br />
ve Pandora’ya bir Na’vinin gözünden baktığında oranın kendisine<br />
cennet gibi göründüğünü belirterek “Filmde biraz da bakış<br />
açısını değiştirmekten bahsediliyor” diyor. Na’viler ise ona göre<br />
bizim sahip olmak isteyip de doğadan uzaklaştıkça kaybettiğimiz<br />
beceriklilik, manevi değerler ve bilgeliğin simgesi.
16 yaşında Kayseri’den Fenerbahçe basketbol takımına<br />
transfer olan Murat Ünalmış ilk filmi Güneşi Gördüm ile<br />
Oscar aday adayı bir filmin oyuncusu oldu. İkinci filmi<br />
ise Serdar Akar’ın yönettiği Gecenin Kanatları...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Onu güneşi Gördüm’de<br />
palabıyıklı, hayli sert, yağız bir<br />
Anadolu delikanlısı olarak tanıdık.<br />
Mamo rolüyle Güneşi Gördüm<br />
filminin önemli bir karakteriydi.<br />
11 Aralık’ta vizyona girecek olan<br />
Gecenin Kanatları’nda ise başarılı<br />
bir atlet. İşte Murat Ünalmış’ın kısa<br />
ama etkileyici sinema serüveni.<br />
Ünalmış son filminde bir atleti<br />
canlandırıyor ama gerçek hayatta<br />
da İstanbul’a bir sporcu olarak<br />
geldi. 16 yaşındayken Kayseri’den<br />
Fenerbahçe basketbol takımına<br />
transfer olan Murat Ünalmış basketbol<br />
salonundaki başarısını<br />
sinema salonlarına taşımayı<br />
başarmış. İşte ayın filmi Gecenin<br />
Kanatları’nın idealist oyuncusu<br />
Murat Ünalmış’ın ilginç hikayesi<br />
Proje size nasıl geldi?<br />
“Güneşi Gördüm” filmini yaptıktan<br />
sonra zaten Mahsun Ağabeylerle<br />
çalışıyordum. Frekansımız çok<br />
tuttu insani anlamda da öyle. Tam<br />
o filmin gösterimi vardı. O film<br />
hakkında konuşuluyordu. Mahsun<br />
Ağabey ve Murat Ağabey bana<br />
geldi dedi ki böyle bir hikâyemiz<br />
var. Sende eski sporcu altyapısına sahipsin.<br />
Biz bu filmi senle çekmek istiyoruz dediler.<br />
Senaryoyu gördüm çok mutlu oldum.<br />
Ben eski profesyonel basketbolcuyum.<br />
Benim ailem Kayseri’de<br />
yaşıyor. Benim İstanbul’a giriş<br />
nedenim zaten spordu. 16<br />
yaşında Fenerbahçe’ye<br />
transfer olmuş bir<br />
çocuktum. Sıradan<br />
bir aşk hikâyesi<br />
gibi durmuyor<br />
aslında<br />
bir aşk
filmi olmasına rağmen. Psikolojik analizleri olan<br />
bir iş. Sen sporcu adamsın kalkarsın işin altından<br />
dediler. İşin altından kalkamayacak olsam kabul<br />
etmezdim zaten. Vücudum çok çabuk şekil alabiliyor<br />
benim. Güneşi Gördüm’de 15 kilo verdim<br />
2,5 ayda. Bu filmde ayda 10 kilo aldım. Sigarayı<br />
bıraktım, profesyonel koşucularla çalıştım dört ay<br />
boyunca.<br />
Bir rahatsızlık geçirmiştiniz çekimlerde. Peki,<br />
bu rahatsızlık rolünüze hazırlanmak için<br />
fazlasıyla efor sarfettiğiniz içinmi yaşandı?<br />
Hazırlık yüzünden değil. Filmde atletizmle ilgili<br />
olan sahneleri bir günde tamamlamamız gerekiyordu.<br />
Saat yediden akşam sekize kadar<br />
koşturdular beni. Akşam dört gibide tansiyonum<br />
on yediye yükseldi. Bir baş ağrısı hissettim.<br />
Orada da sağlık ekiplerimiz vardı, tansiyonumu<br />
ölçtüler ölçerken de fotoğrafımı çektiler benim.<br />
Hatta gazeteyi bir açtım “Murat tur attı, fenalaştı”<br />
diye bir başlık atmışlar. Biraz abartılı bir haberdi.<br />
Bir buçuk saatlik bir ara verdik. Sonra devam ettik.<br />
Öyle bir fenalık geçirdim. Filmin spor sahneleri<br />
biraz yoğun etkili ve yorucuydu tabi.<br />
Rolünüzü nasıl tanımlarsınız?<br />
Cihangir’de yaşayan, babasının ayakları tutmayan,<br />
annesi ölmüş, bir kardeşi var, kapıcının<br />
oğlu. Çocuk çok başarılı bir atletizmci. Ama tek<br />
hedefi var, milli takıma girmek istiyor. Girmek<br />
istemesinin tek sebebi de işini daha profesyonel<br />
yapacak maaşa bağlanacak kardeşi ve babasına<br />
daha iyi bakacak. Böyle basit, normal bir insan.<br />
Anormal tarafı ise, bir kız iniyor taksiden. Kızı<br />
görüyor, zaten bu çocuk cihangir çocuğu hayattan<br />
haberi var ama saf. Babası ona “oğlum ite<br />
çakala bulaşma.” diyor. “Hırlı hırsızla takılma.”<br />
diyor. Çünkü otoparkçı arkadaşları var. “Onlarla<br />
beraber takılma kötü işler yapma.” diyor.<br />
Saygılı çocuk, ama işi gücü ailesi çocuğun. Bir<br />
kız çıkıyor. Kız arkadaşı mutlaka olmuştur ama<br />
kız demiştir “hadi yemeğe gidelim. ” falan diye<br />
ama çocuk parasız götüremez bu tür sebeplerden<br />
dolayı hayatı kısıtlanmış bir çocuk. Çok<br />
güzel bir kız çıkıyor âşık oluyor. Ama kızın militan<br />
olduğunu nerden bilsin çocuk. Zaten kız istemiyor<br />
baştan rest çekiyor. Çok fazla konuşmuyor.<br />
Filmin daha sonlarında biz aşklarını göreceğiz,<br />
kızın ve Yusuf’un nelerden vazgeçtiğini göreceğiz.<br />
Bu filmin hikâyesi bu aslında. Basit ama herkesin<br />
bakmadığı bir açıdan bakacağız.<br />
Gecenin Kanatları’nın kamera arkası çok sağlam<br />
isimlerden oluşuyor. Yönetmen Serdar Akar,<br />
Senaryo Mahsun Kırmızıgül böylesi isimlerle<br />
çalışmak oyuncuya nasıl bir sorumluluk yüklüyor?<br />
Ekip çok sağlam, benim gerçekten çok yüksek performansla<br />
onları utandırmamam gerekiyor diye<br />
düşünüyorsun. Ben daha düşük set arkalarıyla da<br />
çalıştım ama yine de böyle düşündüm. İşimi en iyi<br />
şekilde yapayım diye. Ama Serdar Akar’la, Mahsun<br />
Abiyle, ekiple. Çünkü Güneşi Gördüm’den çok<br />
arkadaşımız vardı o ekipten. Birde kişilik olarak da<br />
seni tanıyorlar. Ama sete ilk günden böyle girmiyorsun.<br />
Çünkü oyunculara şöyle bakılıyor ben anlamıyor. “Bak<br />
bir tane daha geliyor.” Diye düşünüyorlar. Zamanında<br />
kötülük yapmışlar onlara öyle davranmışlar. Senin<br />
de öyle yapacağını zannediyor. Zaten onlara kendini<br />
anlatana kadar bir 10 gün geçiyor. Kendinizi<br />
anlattıktan sonra “vay abim hoş geldin” oluyor zaten<br />
sohbetin. Ama bir hafta çok çileli geçiyor. Ama biz<br />
bu çileli zamanı atlatıp başladık. En güzel tarafı o.<br />
İsimlere güveniyorsun. Serdar Abi çekiyor, Mahsun<br />
Abi başımızda, Murat Tokat yapımcımız. Daha önce<br />
çalıştığımız, bildiğimiz insanlar. Ben de diyorum bu<br />
insanlar ne yaptığını biliyor. Hiçbir şeye takılmadan<br />
kendi işini icra ediyorsun.<br />
Güneşi Gördüm’ün kadrosuna dahil olmadan önce<br />
Mahsun Kırmızıgül’le çalışacağınız için ne hissettiniz?<br />
Mahsun Abi ben çağırdığında ne yapacağını merak<br />
ettim. Beyaz Melek’i de izlemiştim seyirci gözüyle.<br />
Mahsun Abi teklif ettikten sonrada dvd sini alıp<br />
izledim birkaç kez daha. Çünkü izlerken annemlerle<br />
izledim, açıkçası kamera hareketlerine falan dikkat<br />
etmemiştim. Bir kaç kez izledim ve “vay be! Fenada<br />
çekmemiş” dedim ve Mahsun Abiye gittim, görüştüm.<br />
Mahsun Abi zaten insan olarak çok iyi bir insan. Eğer<br />
Mahsun abi insan olarak iyi biri olmasaydı işiyle falan<br />
alakam olmazdı benim. Ben böyle yaşıyorum zaten.<br />
Mahsun Abi’de benim bu yanımı keşfetti. Bu çocuk<br />
içindekini hemen dışarı atıyor, içinde tutamıyor dedi.<br />
Oda benim bu yanımı sevdi. Ve beni keşfetti Mahsun<br />
Abi, bende onu keşfettim. Ortaklığımız böyle başladı.<br />
Ben şuanda Mahsun Abinin getireceği bütün projeleri<br />
alırım, bakarım. Neden? Çünkü zaten bana göre<br />
düşünmüştür o.<br />
Uzun metrajlı kaçıncı filminiz?<br />
İkinci filmim. Birincisi Güneşi Gördüm’dü ikincisi de
u. Sinema kariyerim oyuncuk kariyerim yeni başladı benim.<br />
Birinci filminizle Oscar aday adayısınız. Bu size ne hissettiriyor?<br />
Ben kendi açımdan düşündüğüm zaman çok onur verici bir şey.<br />
Çünkü zaten bu ilk filmin ve Oscar’a gideceğini düşünmüyorsun<br />
bile. Ama ilk filmin ve Oscar’a aday. Güneşi Gördüm benim ilk<br />
sinema filmim. 2,5 sene boyunca dizileri reddedip beklediğim işti<br />
bu benim. Böyle bir film olacağını bilmiyordum ben. Allah’ım sen<br />
bana güzel bir film gönder böyle saçmalıklardan kurtulayım ben<br />
dedim. Ve Güneşi Gördüm geldi. Böyle düşünüyorum ben. Güneşi<br />
Gördüm, Mamo rolü. Bana inanmayanlara gösterebileceğim bir<br />
şey var artık. Bana inanmıyorlar. Neden? Kendi küçük beyinlerinde<br />
bir şey yaratıyorlar bu adam esmer uzun boylu koy gitsin.<br />
Bu adamın başka yetenekleri de var neden görmüyorsunuz<br />
yani? Birde kendinize profesyonelim diyorsunuz ama profesyonel<br />
değilsiniz siz. Tek yöntemim vardı, gelen işlerin tamamını reddetmekti.<br />
Reddettim ama cebimde de param yoktu. Ama Güneşi<br />
Gördüm’ü yaptım. Reddetmeseydim şuan çok popüler bir dizi var<br />
ondaydım ve çok büyük para yapmıştım. Kabul etmedim, Güneşi<br />
Gördüm’de oynadım ve çok mutluyum Allah’a şükürler olsun.<br />
Yeşilçam’da jön sistemi vardır. Sempatik serseri Ayhan Işık,<br />
Cüneyt Arkın maço ve aksiyon, Ediz Hun romantik. Aslında<br />
bu üç karakter üzerine kuruludur Yeşilçam’da jön sistemi.<br />
Sen bunların hangisini kendine yakın buluyorsun?<br />
Hiçbirini bulmuyorum. Ben Yeşilçam’a saygı duyan ama<br />
Yeşilçam’dan hayatına tek bir zerre almamış bir insanım. Bunu<br />
tasvip etmiyorum. Niye? Çünkü bizim çok değerli büyüklerimiz<br />
var onları tenzih ederek söylüyorum. Bizim Yeşilçam’da<br />
duyduğumuz tek şey haftada üç film çektikleri, hiç profesyonelce<br />
davranmadıkları, çiçek pasajında kimlerle içtikleri falan filan. Ben<br />
bunları duymak istemiyorum. Ben profesyonellik duymak istiyorum<br />
genç bir oyuncu adayı olarak. Ben bunları neden kendime<br />
örnek alayım ki? Örnek alabileceğim hiçbir şey yok Yeşilçam’dan.<br />
Ben dünya sinemasını takip ediyorum. Dünya sinemasındaki<br />
insanların nasıl rol yaptıklarını değil. Bir İspanyol bir Amerikan<br />
gibi rol yapamam ki ben, ben Türküm yani. Hangi işlerde nasıl<br />
çalışıyorlar. Kendilerini nasıl adapte ediyorlar onu örnek alıyorum<br />
başka bir şey örnek almıyorum.<br />
Beren Saat’le de ortak bir rol aldınız. İkinizde demin<br />
konuştuğunuz anlamda aynı konumdasınız. Sen yakışıklı<br />
erkek, o güzel kadın. Ama film onun üzerine giden bir film<br />
değil. Seyretmeden bunu söylüyorum. Söyleme nedenimde<br />
Mahsun Kırmızıgül’ün içinde olması. Burada bu film bunu<br />
bozuyor mu sence?<br />
Benim adıma bozuyor. Bir defa benim bu işi kabul etmemdeki<br />
alt metin buydu. Ben şuna karar vermiştim, sinema kariyerim<br />
boyunca on film yapacaksam onu da birbirinden farklı olacaktı.<br />
Benim böyle bir idealistliğim var. Bunun ömrüm yeterse de
gerçekleştireceğim. Oynadığım karakterlerin birbiriyle alakası<br />
olmayacak. Ben zaten şu an ona göre seçiyorum işleri. Bana<br />
Mamo’dan sonra bir sürü doğulu rol teklifi geldi mesela. Mamo’yla<br />
Yusuf rolü birbirinin tam zıttı. Ben bu işte sesimi bile değişirdim. Tipimden<br />
yola çıkarak tipimi bile değiştirmeye çalıştım. Evde düşünüp<br />
yakındığım şeyleri bir nebze olsun insanlara anlatmak istedim.<br />
Beren Saat’le bazı sahneleriniz var. İnternet sitelerinde haber<br />
olmuş. Hep kadın oyunculara sorulur bu tür sahneler. Halbuki<br />
bu bir aynanın iki tarafı gibi. Bu erkek açısından da böyle. Bu<br />
nasıl bir tecrübe oldu sizin için?<br />
Ben sevişme sahnelerinin ticari amaçla kullanılması karşı bir<br />
oyuncu olarak bu filmdeki sevişme sahnesini şöyle yorumluyorum:<br />
hayatından vazgeçen bir insanın, sevdiği insana son vazifesi.<br />
Aslında kendine yaptığı bencilliği diye yorumluyorum ben Gecenin<br />
Kanatları’ndaki sevişme sahnesini. Ölüme karar vermiş bir insan<br />
“seni çok seviyorum, senin olmalıyım” diyerek ölmeye gidiyor.<br />
Zaten böyle bir mantığı olmasaydı kabul etmezdim böyle bir şeyi.<br />
Düşünsene normal yaşayan bir insansın, hiç böyle bir hikâyen<br />
yok, bir dramı anlatıyorsunve araya sevişme sahnesi koyuyorsun.<br />
Ben buna karşıyım. Ama bizim sevişme sahnemiz basında çok<br />
abartılmış, araya yastık konmuş filan diyorlar öyle bir sahne değil<br />
zaten. Ayrıca profesyonelce işimizi yapmaya çalışıyoruz. O kadar<br />
naif bir sevişme sahnesiydi ki o çok güzel bir sahneydi, hiç abartı<br />
bir şey yoktu. Yönetmen yorumu. Ben çekseydim nasıl çekerdim<br />
bilmiyorum, ama Serdar da on numara çekti diye düşünüyorum.<br />
Bir oyuncu olarak çok siyasi yaklaşmaman gerekiyor ama<br />
toplumsal olarak da bir sorumluluğun var. Bunu nasıl dengede<br />
tutmayı düşünüyorsun?<br />
Şu şekil düşünüyorum: Güneşi Gördüm, çok politik bir filmdi.<br />
Türkiye’nin bazı siyasi gerçeklerini anlatan ve hatta bazı kesimler<br />
tarafından: “Böyle anlatım mı olur ya?” Dedirten bir filmdi ama gerçekti.<br />
Ortada bir gerçek var yani. Filmin eleştirilebilir yanları var, biz<br />
zaten bunu söylemezsek ayıp etmiş oluruz. Var ama eleştirilecek<br />
taraflar o taraflar değil. Çok hikâye vardı, tarzı eleştirebilirsin ama<br />
o taraftan eleştiremezsin. Çünkü ortada Türkiye’nin bir gerçeği<br />
var. Aç arşivlerden bak. İkinci filmde 12 Eylül’den izler taşıyor ama<br />
asla ona bir baskı yok. Filmin başında çok ciddi bir sahne var. O<br />
sahnede insanlar şaşırabilir ama böylede olmaz diyemez kimse.<br />
Bundan sonrası için nasıl bir tablo çizeyim derken sanatçının bir<br />
amacı vardır. Yaptığı projelerde, hayatıyla insanlara örnek olmaktır.<br />
Bende gidip bir yerlere içip dağıtmak istiyorum. Ama bunu evimde<br />
yapıyorum. Bu da benim yaptığım işin handikapı diyelim. Bundan<br />
sonra yapacağım işlerde sosyal içerikli filmler olabilir de olmayabilir<br />
de, ama benim için mutlaka bir mesaj taşıması önemli. Ben bu son<br />
yaptığım diziyi de o yüzden kabul ettim. Alevi bir Kürdü oynuyorum<br />
dizide. Tam açılım Kürt ve Alevi. Acaba güzel bir mesaj verebilir<br />
miyiz diye düşündüm ben. Bu yüzden kabul ettim.
BANU BOZDEMİR<br />
n Kar sahnelerinin filme sığınma, korku, neşe,<br />
hüzün, macera ve romantizm kattığı bir gerçek…<br />
Kar kapımıza dayanmadan, şimdi karlı kışlı filmlere<br />
ve onların bizde yarattığı duygulara dalalım,<br />
battaniyeye sarılmayı unutmayın her halükarda!<br />
Karlı sahne deyince aklıma hemen Kill Bill’deki<br />
gelin ve O’ren arasında yaşanan, karlar<br />
arasında geçen, kara damlayan kanın daha da<br />
belirginleştiği o güzel sahne geliyor. Hüzünlü<br />
Meiko Kaji müzikleriyle… Kill Bill’in esin kaynağı<br />
diyeceğimiz Toshiya Fujita imzalı Lady Snowblood<br />
da karlı ve kanlı doğum sahnesiyle sonradan<br />
olacakların altını kırmızı harflerle çiziyor gibidir.<br />
KARIN ALTINDA KALANLAR<br />
Coen Kardeşlerin Fargo’su Kuzey Dakota’nın<br />
soğuk atmosferinde geçer ve filmi tamamına<br />
yayılan kar görüntüsü çok şey gizler! Şeytanın<br />
Oteli / Cold Prey 1-2 korkunun soğuğa kitlendiği<br />
filmlerden. Her yer çok beyaz ve kaçacak yer<br />
yok! Düş Kapanı / Dreamcatcher da kardan ilham<br />
alıyor, sonsuz beyazlık çocukluğa, sorgulamalara<br />
ve bilinmeyene eşlik ediyor.<br />
Rune Denstad Langlo imzalı Kuzey / North karlar<br />
içinde bir yol ve hesaplaşma içeriyor. Hüzün ve<br />
komediden fazlasıyla ilham alıyor. Yeni Nesil Ajan<br />
/ xXx’de kar arabalarıyla yapılan kaçma kovalama<br />
da kar tüm sonsuzluğuyla uzar gider önümüzde…<br />
Bridget Jones’un Günlüğü’nde Renee Zellweger<br />
kısacık paltosuyla bir Noel akşamı sevgilisinin<br />
peşinden koşar ve ona sıcacık sarılır. Ortam soğuk<br />
ama aşk sıcaktır diyen filmlerden… Nancy Meyers<br />
imzalı Tatil / The Holiday da bir ev değişimi<br />
yaşanıyor.<br />
İngiltere’de karlar altındaki o minik ve şirin ev, bir<br />
aşkın doğmasına zemin yaratıyor.<br />
Kim ki-duk imzası taşıyan İlkbahar, yaz, Sonbahar,<br />
Kış filmi mevsimsel geçişlerle bir hayatın izini<br />
sürüyor ve tüm mevsimler gibi kış da süper bir<br />
görsellik sunuyor.<br />
Bahman Ghobadi imzalı Sarhoş Atlar Zamanı
soğuğun, karın yaşamın ve yoksulluğun üzerine abanırcasına yağdığı<br />
filmlerden. Kar mücadeleyi ve zorluğu işaret ediyor bu filmde. Burada<br />
karı güzellikle değil, acıyla seyrediyoruz… Aida Begic’in ilk uzun metrajı<br />
Kar / Snow, bir savaş sonrası geri kalanlara, dış dünyanın kapılarını<br />
tamamen örten bir görsellik sunuyor. Roman Polanski’nin Piyanist’i de<br />
acıyı, yalnızlığı kar ve soğuk üzerinden vermeyi seçiyor. Brad Anderson<br />
imzalı Sibirya Ekspresi / Transsiberian Rusya’ya doğru yol alan bir tren ve<br />
muhteşem kar manzarasının nelere yol açacağı anlatılıyor.<br />
Kar Melekleri / Snow Angels dramatik yapıya kola girmiş bir dost gibi eşlik<br />
ediyor. Kar Pastası / Snow Cake yine karların sorunların üzerine<br />
yağdığı filmlerden. Yine bir şey oluyor, karlar eriyor ve sırlar<br />
ortaya çıkıyor. Rüzgarlı Bayır / Wuthering Heights bir aşkın<br />
izdüşümü gibi, iki hayaletin ele ele tutuştuğu karlı bir<br />
tepe görüntüsüyle biter. Fantastik Narnia<br />
Günlükleri’nin ilkinde de dolaptan<br />
dışarıya çıkan çocuklar<br />
karlı bir
doğayla karşılaşırlar. Kar o filmdeki<br />
fantastik görselliğe eşlik eder. Kutup<br />
Ekspresi/ The Polar Ekspres<br />
Robert Zemeckis imzalı bir animasyon.<br />
Noel babanın peşindeki bir<br />
çocuğun maceraları karlı bir ortamda<br />
anlatılıyor. Kutup Ekspresi<br />
karlı yollarda fantastik bir yolculuğa<br />
uzanan filmlerden… Tim Burton’un<br />
Makas Eller’i en güzel en fantastik<br />
kar hikayesi olarak anılabilir.<br />
Noel’de neden kar yağar sorusuyla<br />
başlıyor ve makas ellerin buzdan<br />
heykel yapmasıyla farklı bir noktaya<br />
taşınıyor.<br />
HER YERDE KAR VAR!<br />
Sırf kar üzerine çekilen filmleri de yabana<br />
atmamak lazım. Yani dünyanın<br />
kuzey kutbunda, hayvanlarla, kar<br />
takımlarıyla, kar arabalarıyla kısaca<br />
karlı yaşam tazıyla çekilen filmleri…<br />
Kar Köpekleri / Snow Dogs tam bir<br />
kar filmi. Alaska’da geçiyor ve kar<br />
köpekleriyle bir adamın zamanla<br />
gelişen dostluklarına çok güzel renk<br />
katıyor! Dikey Limit / Vertical Limit<br />
tam bir kar filmi. Duygusal bir macerayla<br />
başlayan film, kar koşullarıyla<br />
insanların mücadelesini anlatıyor.<br />
Seri olan Buz Devri / Ace Age sevimli<br />
hayvanların eşlik ettiği bir kar filmi.<br />
Dönem olarak buzul devrinde<br />
geçiyor, esprili anlatımı ve dostluk<br />
söylemiyle herkesin gönlünde<br />
sıcacık bir kapladı. Kutup Macerası<br />
/ Eight Below da kar var, köpek<br />
var, macera var hadi film çekelim<br />
tarzında yapılan keyifli filmlerden.<br />
TÜRK FİLMLERİNİN KARI<br />
Türk filmleri de bu anlamda kar<br />
kullanımına sanatsal olarak değer<br />
veriyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak<br />
filmi bu anlamda çok sanatsal<br />
görüntüler içeriyor. Karlar altındaki<br />
İstanbul farklı bir uzaklık ve gidememe<br />
duygusu yaratıyor. Özcan<br />
Alper’in Sonbahar’ında bir özlem,<br />
bir iddia ve yaşam olarak karşımıza<br />
çıkar kar. İklimler’de özlemle<br />
karışık bir ayrılık, Yol’da acılı bir<br />
hesaplaşma, Arog’da komik bir<br />
çağ atlama, Nefes’de sahiplenme<br />
ve paylaşamama, Reha Erdem’in<br />
yeni filmi Kosmos’da mekansızlık,<br />
1<strong>20</strong>’de ölümün soğuk nefesi<br />
olarak yansır beyazperdeye… Deli<br />
Deli Olma’da her şeye karşı bir<br />
inatlaşmadır kar. Cemal Şan’ın<br />
Acı’sı karlara gizlenmiş acıları<br />
anlatır tüm çözülmeleriyle…
n Daha önce de, yapımcıların bu sezon kalıcılıktan ziyade, reyting<br />
derdinde olduğuna değinmiştik. Bu ay bu tespiti kanıtlarcasına<br />
yapılan “Kasım Temizliği”, gerçek dizi takipçilerinin boynunu yine<br />
bükük bıraktı.<br />
Kanallar bir süredir, Eylül’de yayına soktukları dizilerin büyük<br />
çoğunluğuna Kasım’da birkaç hafta ya da bir ay ara vermeye ve<br />
reytinglerinden memnun olmadıkları dizileri, o kısa aradan sonra<br />
yayından kaldırmaya başladılar. Bunu bilen ciddi dizi takipçileri<br />
için, Kasım tam bir yaprak dökümü.<br />
Peki, bu Kasım’da kimler gitti, kimler kaldı ve niye?<br />
“Niye?” sorusunun cevabını, ciddi dizi izleyicisinin değil de,<br />
televizyon izleyicisinin seçimlerinin büyük oranda değişmesinde<br />
aramak gerek. Kanallar, iyi dizileri düşük reytingler yüzünden<br />
yayından kaldırmaya bu şekilde devam ederlerse, yakında sadece,<br />
So You Think You Can Dance, American Idol, The Biggest Loser<br />
gibi yarışma programları kalacak televizyonda. Bu sonuç korkutucu<br />
ve gerçek dışı görünse de, kanıtlar ortada.<br />
Geçen ay izlenebilir addettiğim ABC dizisi Eastwick, yapımcıların<br />
diziyi toparlamalarına bile izin verilmeden yayından kaldırıldı. Aynı<br />
reyting diliminde yer alan ve yine geçen ay, yerin dibine soktuğum<br />
The Forgotten’ın ise beş bölümü daha sipariş edilerek, diziye bir<br />
şans daha verilmesine karar verildi. Bu seçimdeki torpil kokusunu<br />
almamak mümkün değil. Şöyle ki, hiçbir kanal Jerry Bruckheimer’ı<br />
üzmeye cesaret edemez diye düşünüyorum. O nedenle de<br />
Bruckheimer’ın dizisi The Forgotten, ne kadar kötü olsa da yerinde<br />
durur. Eastwick’in yapımcıları ise “Hakkımızı yediler.” diye bir<br />
köşede ağlamaya devam ederler.<br />
Gelelim CBS’e… Kanalın en düşük reytingli dizisi Cold Case<br />
soğumaya devam ededursun, yerinden kıpırdamaya da niyetli<br />
değil gibi. Zira reytingleri yerlerde sürünse de, yine bir<br />
Bruckheimer dizisi olan Cold Case’in iptali özellikle bu kanalda<br />
düşünülemez; çünkü dışarıdan görünen şu ki, Jerry kızar da<br />
CSI’ları yayından çekiverirse, CBS de dükkanı kapatıp, gidecek<br />
kadar bel bağlamış durumda CSI’lara. Aynı şekilde oldukça düşük<br />
reytinglere sahip Numbers da yerini koruyacak gibi görünüyor.<br />
Bunun ise tek bir sebebi olabilir; yapımcılarının arasında Tony ve<br />
Ridley Scott kardeşlerin olması.<br />
Fox ise her zamanki Fox. Joss Whedon’un seneler sonra kıymete<br />
bineceğine ve diziler dünyasında kült mertebesine tırmanacağına<br />
emin olduğum dizisi Dollhouse, Fox’un sezon başında duyurduğu<br />
“Whedon’a karışmayacağız, reytingler ne olursa olsun yolundan<br />
çekileceğiz.” kararına rağmen iptal edildi. Son anda, tepkilerden<br />
dolayı geri adım atıp Whedon’un zaten çekmiş bulunduğu bölüm-
leri çifter çifter yayınlamayı neyse ki kabul<br />
etti ama benim Fox’a pek güvenim<br />
kalmadığından emin olamıyorum. Lakin<br />
geçen sezon da dizinin en güzel bölümlerinden<br />
biri olan sezon finalini yayınlamayan<br />
Fox, Dollhouse sevenleri üzmüştü.<br />
Fox’un Whedon’a içten içe sinir olduğunu<br />
düşünmemek elde değil. Daha önce de Joss<br />
Whedon’un bir sezonluk şaheseri Firefly<br />
da, kanalın hinliklerinin kurbanı olmuştu.<br />
Bölümlerin yayın sırasını değiştirerek<br />
anlaşılmasını imkansız hale getiren kanal,<br />
sonra da reytingleri düşük diyerek gelmiş<br />
geçmiş en keyifli dizilerden birini daha<br />
öldürmüştü.<br />
Peki, Fox, anlaşılması ve ortalama izleyiciyi<br />
tatmin etmesi zor olan Fringe’in düşük reytinglerine,<br />
benim gibi Fringe-severlerin işine<br />
gelse de, neden ses çıkarmıyor? Çünkü<br />
Lost’un ve Fringe’in yapımcısı J.J. Abrams<br />
da aynı şekilde kızdırılmaması gereken<br />
yapımcılardan.<br />
Kanalların reyting yüzünden en iyi<br />
dostlarımızı bizden ayırmaları alışık<br />
olduğumuz bir durum. İkinci sezonunda iptal<br />
edilen Terminator: Sarah Connor Chronicles,<br />
tek sezonluk şaheser Firefly, yine sadece<br />
bir sezon izleyebildiğimiz Journeyman, 9<br />
bölüm sonra iptal edilen My Own Worst<br />
Enemy, bunlardan sadece birkaçı. Asıl<br />
üzücü olansa, bunlar gibi güzel diziler<br />
sepetlenirken, daha düşük reytingli dizilerin<br />
yapımcılarının isimleri yüzünden dokunulmaz<br />
kabul edilmeleri. Bu kesin olmayan<br />
bir tespit olsa da, reyting oranları düşük<br />
olmasına rağmen, sezon sezon sipariş
edilen dizilerin yapımcılarının isimlerine<br />
baktığımızda, başka bir sonuca varmamız<br />
zorlaşıyor.<br />
Sonuç olarak, bu savaşta yerini<br />
sabitlemiş yapımcılarla, izleyicinin ne<br />
istediğini anlayabilen yapımcılar sağ<br />
kalacak gibi görünüyor. İzleyici eğilimi<br />
doğrultusunda, ekranların başarılı fantastik<br />
dizisi Supernatural’ın formunun,<br />
ne şekilde değiştiğine ve en dramatik sezon<br />
olması beklenen 5. sezonun nasıl da komedi<br />
dizisi tadında ilerlediğine bir bakın. Polisiyelerin<br />
bile sadece esprili ve hafif dozda olanlarını<br />
seven izleyici, CSI üçlemesi gibi kimi zaman<br />
abartılı bir şekilde kurgu olduğu belli olan dizileri<br />
sevdiğini bize her fırsatta belli ediyor. Sadece,<br />
ekranların en ciddi polisiyesi Criminal Minds,<br />
ortalamanın çok üstünde kalan kalitesi yüzünden<br />
izlendiği için bu sınıflandırmanın dışında<br />
kalıyor. Ama diğerlerine baktığımızda; Castle,<br />
Bones ve nispeten The Mentalist, neredeyse<br />
komedi sınıfında yer alacak düzeyde espri<br />
barındırıyorlar. House, Dexter ve Lie to Me gibi<br />
diziler ise başkarakterinin gücü ile seyirciyi<br />
kendine bağlıyor. Bazen de sadece Lost, Flash<br />
Forward gibi dizilerdeki gizem öğesini arıyor<br />
izleyici. Bu izleyicinin önüne pilot bölümde bir<br />
soru getirip, kalan 6 sezon da cevap arayan<br />
yapımcı köşeyi dönüyor. Sadece eski dizilerin<br />
tekrarlarını görmek isteyenler de oluyor. Bunlar<br />
için de, yeni dostlarımız V yani Visitors ve Ian<br />
McKellen’ın başrolünde olduğu The Prisoner<br />
gibi dizler yapılıyor.<br />
Anlayacağınız yapımcılar için formül basit. Ya<br />
isim yapacaklar ya da izleyici eğilimini dikkate<br />
alacaklar. En önemlisi de; televizyonun<br />
sanat yapmak için gitgide zor bir zemin haline<br />
geldiğini artık kabullenecekler.
BANU BOZDEMİR<br />
n Önce <strong>20</strong>05’te Dabbe geldi. Yönetmen<br />
Hasan Karacadağ dedi ki, kıyamet internetle<br />
gelecek… Yani dünyayı saracak olan<br />
örümcek gibi şeyin internet olduğunu iddia<br />
etti. Türk – İslam kaynaklarına dayanarak<br />
korku sineması yapıyor o yüzden Dabbe,<br />
Duhan, Deccal etrafımızda zuhur ediyor.<br />
İkinci filmi Semum’da yine korkuttu! Yeni<br />
filmi Dabbe 2’de dünyamıza gökyüzünden<br />
inecek ve bilinci olan bir dumanla baş<br />
etmek zorunda kalacak insanları anlatıyor.<br />
Türk – İslam korkularını sinemacı olduğu<br />
için kurguluyor, kesiyor biçiyor karşımıza<br />
koyuyor… Karacadağ’la korku tüneline<br />
daldık adeta!<br />
Dabbe 2’nin birincisinden farkı ne?<br />
Olay aslında şimdi toparlanmaya<br />
başlayacak. Ben biliyorsunuz internetin<br />
kıyamet alameti olabileceği ihtimali<br />
üzerinden gittim. Kıyamet alametleri hep<br />
afetler, depremler, cinayetler, virüsler,<br />
savaşlar üzerinden verilir. İnternet olabilir<br />
mi yaklaşımı ise farklı bir şey. Dabbe’yi<br />
ben <strong>20</strong>05’te yaptım. O zaman internet<br />
kullanımı çok yaygın değildi. İleri de<br />
daha da yaygınlaşacak. Burada ise bir<br />
alametse kıyamet nasıl işleyecek, nasıl<br />
mekanizması çalışacak diye bir araştırma<br />
yaptım. Burada da biz Türk – İslam<br />
kaynaklarını kullandığımız için çok hayal<br />
gücüne dalamıyoruz. Yani yaratıkları<br />
tasvir ederken sınırsız olabiliyoruz ama<br />
olayları kurgularken hayal gücü bir yere<br />
kadar. Ben sadece Kuran’ı kaynak olarak
alıyorum. Sonra kendi yorumumu koyuyorum. İkinci<br />
kaynak ise peygamberimizin sözleri. Ama o sözlerden<br />
de kesinleşmiş ve kabul edilmiş olanlar. Bir<br />
Dabbetül-arz, ikincisi Duhan, Yecüc mecüc. Bir de<br />
Dunk ayneyn var. Hepsi Kuran’da geçiyor. Hepsini<br />
sırayla çekeceğim. Bunların hepsini birden bağlayan<br />
Deccal diye bir şey var. Duhan da net olarak, Dabbetül<br />
Arz zamanında gökyüzünden duman şeklinde<br />
inecek bir şey. Bu dumanın çok tehlikeli, azap verici,<br />
neredeyse düşünen bir varlık gibi hareket edeceği<br />
tasvir ediliyor.<br />
Yok oluşlar, bitişler, sonlanışlar neden acı verici<br />
olacak insanlar için?<br />
İnsanlık tarihinde iyilikler kötülüklere oranla yok<br />
denecek kadar az. İnsanın yaptığı savaşlar, işlediği<br />
cinayetler, katliamlar. Bugün baktığımızda da insanlar<br />
sadece kendisini düşünen bir varlık. Böyle<br />
gelişen ve ilerleyen bir insanlığın sonunu da iyi<br />
olarak göremeyiz.<br />
Kurunun yanında yaş da yanıyor o zaman…<br />
İslamiyet’te batıdan şöyle bir farkı var. Total yok<br />
oluştan, toplu kıyametten bahsediyorum. Benim<br />
en son filmimde kıyamet kopacak. <strong>20</strong>12’de görülen<br />
olay benim son filmimde olacak. İslamiyet’te<br />
yeryüzündeki son iyi insan öldüğü anda kıyamet<br />
kopacak. Son iyi farklı yorumlanır, nasıl bir şeydir<br />
bilinemez şimdiden. Bir iyi bile kalsa kıyamet kopmuyor<br />
islamiyette. Ama batının kıyametinde aniden<br />
gelecek, vuracak ve bitirecek durumu var.<br />
Son kıyamet Müslümanlar için korkutucu olmamış<br />
olacak. Ama oraya gelene kadar duhan ve dabbenin<br />
insanlar için etkisi olacak. Bir durum olduğu<br />
zaman herkesin başına her şey gelebilir durumu<br />
var. Korku sinemasında şöyle bir kavram beni<br />
asla ilgilendirmez. Beni çeken şey, aynı anda kime<br />
geleceği belli olmayan lanet beni çeker.<br />
Korkunun bu yanının ilgi çekeceğini düşünüyor<br />
musunuz?<br />
Toplu olması, her an herkesin başına gelecek<br />
olması… Zaten bu serilerde de herkesin başına<br />
gelebileceğini iddia ediyorum. Ondan kurtuluş,<br />
ondan kaçış yok diye bir sloganımız vardı bizim. Bir<br />
yandan da sinema yapıyoruz ve bunlara malzeme<br />
olarak bakıyoruz…<br />
Şu an bir domuz gribidir almış başını gidiyor…<br />
Sizce bu virüs vakaları da bir alamet sayılabilir<br />
mi?<br />
Ben genetik eğitimi aldım, DNA; RNA ve virüsler.<br />
Onunla ilgili iki teorim var benim. Birincisi herkesin<br />
komple teorisi diye konuştuğu, fakat ben biraz daha<br />
içinde olduğum için tahmin edebiliyorum. İnsan<br />
eliyle gelen bir veba, salgın. Bunun büyüyeceğine<br />
inanıyorum ben. laboratuarlarda kontrolsüz genetik<br />
silah denemeleri yapılıyor. Nükleer çok fazla göz<br />
önünde, örnekleri var. Ya genetik silahlar? Nükleer<br />
silahlar da yanlışlıkla bir düğmeye bastım patladı<br />
durumu var. O ancak filmlerde olur. Ama genetikte<br />
gerçekten de küçük bir hatada, sizin aracılığınızla<br />
bulaşabiliyor. Laboratuar ortamında üretilen bir<br />
virüsün bulaşması çok daha mantıklı geliyor bana.<br />
O virüse neyin tepki vereceğini bilmiyorsun, yeni bir<br />
şey sonuçta. Bu daha korkunç…<br />
Bunlar insanları bir sona götürecek kadar güçlü<br />
malzemeler değil sonuçta? Öyle mi?<br />
Bunlar madde, savaş gibi… Nükleer silahlarla genetik<br />
silahlar aynı korkutuculukta. Nasıl Japonya’da<br />
atom bombası atıldı ve binlerce insan öldü. Aynı şey<br />
şimdi de yapılabilir, niye yapılmasın? Ama bu meseleyi<br />
o şekilde yaymıyorlar. Hayvanlardan geldiğini<br />
söylüyorlar. Belki ileride çıkar. Bizim ilgilendiğimiz<br />
daha metafizik, daha büyük, daha beklenmeyen…<br />
Uzayın büyüklüğü karşısında bunlar daha insani<br />
meseleler…<br />
İnternetten yayılacak demeniz de aslında gerçek<br />
değilmiş gibi duruyor ve olayı İslamiyet boyutundan<br />
uzaklaştırıyor…<br />
Dabbe biliyorsunuz örümcek ağı gibi yayılan canlı<br />
bir şey demek. Zaten o ‘canlı bir şey’ ne diye<br />
araştırdığımız zaman kelimenin bir önceki kökenine<br />
inmemiz gerekiyor. Sankritçe’den geliyor oraya<br />
da. O dönemlerde yapılan savaşlarda insanlar<br />
birbirlerinin üzerine örümcek ağı gibi ağ atarlarmış.<br />
Kuran’da da şöyle diyor: Dünya’yı bir dabbe saracak.<br />
Ben onu alıyorum, yerine örümcek ağı gibi
yayılan şeyi koyuyorum. Sonra www<br />
yazıyorum. Bunlardan yıllar önce örümcek ağı<br />
saracak deniyor. Bu kadar benzeşim tuhaf.<br />
Hele de mistik sinema yapıyorsanız çok güzel<br />
bir malzeme. İnanıp inanmama ayrı bir<br />
mesele. Ayetin kendisi net olarak interneti<br />
çağrıştırıyor. İlerde başka bir şey olursa bizim<br />
bu teori değişir. Her eve girecek, bu ne demek.<br />
Korkunç bir benzeşim.<br />
Bu sadece sizin teoriniz ama değil mi?<br />
Evet. Bunu kabul etmeyen çıkabilir, çıkıyor zaten.<br />
İki tür yaklaşım oldu. Bazıları bu tarihlerde<br />
kesinlik yoktur diyor. Ben bu din insanlarına<br />
saygı duyuyorum. Ben sinemacıyım, din adamı<br />
değilim. Din adamı gibi detaylı açıklamalarda<br />
bulunamam. Bence sinemacının yaklaşımını<br />
küçümsememek gerek. Din adamı dokunulmaz<br />
diye bakar bu kavrama. Kuran’da bazı<br />
şeyler kurgulu verilir. Çağlara hitap eden bir<br />
kitap olduğu için… Bana hikaye lazım, ben<br />
böyle algıladım. İnanmayanlar da oldu. Ben<br />
hayal ediyorum ama gerçeğe sadık kalarak.<br />
İkinci filmi biraz açabilir miyiz, Duhan nasıl<br />
gelecek, neler yapacak?<br />
Kuran’da birkaç tane tehdit ya da korku<br />
yayan ayet var. Bunu kimse inkar edemez.<br />
Gökyüzünden inecek bir dumanın insanlara<br />
azap vereceğini söylüyor. Burada azap kelimesi<br />
çok önemli. Azap kelimesi iki bilinç arasında<br />
olan bir şeydir. O zaman bu duman da bir<br />
bilinç var. Bu yine bir kurgu.<br />
Yani Deccal’e kadar insanlar aşama aşama<br />
acı çekecekler öyle mi?<br />
Evet öyle. En sonuncusunda yani Deccal’le<br />
ilgili kurduğum bir şey var. Deccal’le internet<br />
arasında da müthiş bir benzeşim var. O da<br />
ilginç. Aslında Dabbe 2’ye bir çeşit uzaylılarla<br />
ilgili bir film diyebiliriz. Gökten gelecek deniyor<br />
ya… Ben öyle hayal ediyorum, gökten<br />
gelecek şeyin daha metafizik olması gerekiyor.<br />
Bir de benim filmlerimde hep cin olacak.<br />
Kıyamet sadece insanlara gelmiyor, cinlere de<br />
gelecek. Cinlerin artık insanlara görünmeye<br />
başlayacağı, iyice insanlarla iletişim kuracağı<br />
üzerine benim filmim aslında. Korku tarafı da<br />
burada.<br />
İnsanlar yine biçim değiştirip, eciş bücüş<br />
hale gelecekler mi?<br />
Onu biçim olarak öyle veriyoruz. Tam olarak içine girip,<br />
vücudunu ele geçirme değil. Bir tarafta insanlar,<br />
bir tarafta cinler, bir tarafta da gökten gelen mahlukatlar<br />
var. Bunların üçünün etkileşimi var. Yavaş<br />
yavaş görünmeyen bir şeyleri görünür kılmaya<br />
çalışacağız. Duman çok iyi bir çıkış noktası. Bunlar<br />
sonuçta iyi niyetli varlıklar değil. Hayal bile edilmesi<br />
korkunç yaratıklar olduğu için insanla teması da bu<br />
şekilde olacak.<br />
Filmde öne çıkan efektlerden bahsedebilir miyiz?<br />
Sesle ilgili bizim yaptığımız tek yenilik, uzay seslerinden<br />
yararlandık. Duman için ses konusunda<br />
tatmin olamıyordum. Bir sürü ses dizayn ettik.<br />
Sonra uzayda kaydedilen anlamsız sesler var.<br />
Karanlıkta dinleyin korkarsınız. O anlamda benim<br />
hoşuma gitti. Görsel olarak da Türkiye için, dumana<br />
bir biçim verip, bilinç kazandırmak çok zor.<br />
Onda bir bilinç var. Efektleri Digital Film Center’da<br />
yapıyoruz. İstediğimiz şeyin örneği de çok fazla yok.<br />
Semum’da bir yaratık vardı ama benim hayal gücümü<br />
o kadar aksettirebildiler. Hem de o yaratığın<br />
daha önce örnekleri vardı, çok fazla zorlanmadık.<br />
Bu ülkede kaç tane mistik sinema yapıldı ki? Komedi<br />
olsa çok kolay.<br />
Korku da komik duruma düşme hali de var…<br />
Evet, o yaratık sınırda. Ben yönetmen olarak çekiyorum,<br />
malzemeyi onlara veriyorum. Ekip olarak<br />
onlardan çıkacak artık. Ekip yetersizse yapacak bir<br />
şey. Ben de ısrarla efektleri Türkiye’de yaptırmak<br />
istiyorum. Tamamen Türk yapımı olsun istiyorum.<br />
Tamamen bizden çıkan fikirler daha yaratıcı oluyor,<br />
konsepte uyuyor. Batıda hayal gücü, konunun<br />
özüne zarar verebiliyor.<br />
Türk –İslam korkusu tam olarak nedir? Cinlerle<br />
perilerle bitiyor mu iş?<br />
Bakın interneti de koyuyorum, gökyüzünden gelen<br />
varlıkları da koyuyorum. Çok açık ve bu güzel<br />
zaten. Bir Japon filminde ‘şeytanı görmek istiyorum’<br />
diye bir replik vardı. Karşısındaki de ‘en kibirli<br />
olduğun ana bak, o zaman onu göreceksin’ diyordu.<br />
Şeytani varlıklar diye bir kavram var. Dünya sadece<br />
insanlara ait olamaz, başkaları da var. Bir de boyut<br />
diye bir kavram da var. Bilim daha beşinci boyutta<br />
biliyorsunuz. Einstein zaman diye dördüncü boyutu<br />
buldu. Boyutlar içindeki varlıklar bu dünyanın<br />
sahipleridir. İslamiyet’e cinler insanlardan önce<br />
yaratılıyor. Bu çok önemli. Bu bilinmeyenden bir
tanesi cinler. Mesela yıllar yıllar önce Zulkarneyn<br />
diye bir kişi gökyüzünden gelen kötüleri<br />
bir yere kapatmış. Mesela onlar nerede? Alın<br />
size konu… Sadece cinlere yüklenmek olayı<br />
basit kılıyor.<br />
Filminizi seri yapmanızda hatrı sayılır bir<br />
izleyici yakalamanızın da önemi büyük?<br />
Korku benim araştırırken, çekerken çok<br />
zevk aldığım bir konu. Birinci sebebi bu.<br />
Tabii kitlelere hitap etme duygusu da var.<br />
Dolayısıyla izlenmediği zaman, sanat<br />
sineması yapanların dediği gibi kendim için<br />
de yapabilirim! Total olarak ne kadar çok<br />
izlenirse o kadar çok sevinirim. Yaptığım<br />
işlerin kalitesi de büyür. Ama ben kendi filmlerimin<br />
yapımcısıyım. Zevk aldığım için değil.<br />
Ama yapımcı bu izleyici sayısı için bile para<br />
yatırmak istemiyor. Ne zaman ki 2-3 milyon<br />
kişi izler o zaman yapımcılar da devreye girer.<br />
Biz de dünyaya daha emin gideriz. Şimdi<br />
boynu bükük götürüyoruz filmlerimizi. Pan’ın<br />
Labirenti diye bir film var adamın karşısında,<br />
bir de senin filmin var. Ama o bütün dünyaya<br />
pazarlayabiliyor. Bizimle ilgili haberler de ‘Türk<br />
korku sineması niye bu kadar berbat’ diye<br />
haberler yapılıyor… Tam tersine yapmayın<br />
diye bir baskı var. Bir de buna karşı gelmeye<br />
çalışıyoruz. Bu konudaki fikirlere de açığız.<br />
Olumsuz olsun ama açsınlar bana… Mesela<br />
efektler azaltılsın densin… Bir açılım gelsin istiyorum.<br />
Sonuçta ben hep korku çekeceğim…<br />
Her türlü eleştiri ve öneriye açığım.
Avatar’ın güzel subayı<br />
Trudy Chacon’u<br />
canlandıran<br />
Michelle Rodriguez<br />
kendisine Latin<br />
olduğu için<br />
ayrımcılık<br />
yapan sinema<br />
endüstrisine<br />
ateş<br />
püskürüyor
SERDAR AKBIYIK<br />
n Avatar filminin yıldız kadrosunda bir<br />
isim var ki bütün güzelliğine rağmen<br />
endüstrinin kendisini algılama şekline<br />
isyan ediyor. Sert bebek rollerin aranan<br />
ismi olan Rodriguez ABD’deki ayrımcılığı<br />
şöyle anlatıyor: “Ne olursa olsun insanlar<br />
o kadar geri kafalı ki asla sadece akrist<br />
Michelle Rodriguez olamayacağım. Her zaman<br />
Latin aktrist Michelle Rodriguez olarak<br />
kalacağım. Bu gerçekle ömür boyu yaşamak<br />
zorndayım. Bu ayrımcılığı yaratanların bir<br />
şeyleri öğrenmeye ihtiyacı var. Irkım yüzünden<br />
ciddiye alınmamayı takmıyorum artık.”<br />
Bu sözlerle isyanını ortaya koyan Michelle<br />
Rodriguez aslında Teksas’ta doğmuş. Porto<br />
Rikolu bir babayla Dominikli bir annenin kızı.<br />
Ailesi ayrılınca annesiyle beraber Dominik<br />
Cumhuriyeti’ne gider sonra Porto Riko ve tekrar<br />
ABD’ye geri dönüş. Bu dönemleri çok zor<br />
geçer Rodriguez’in, liseyi bile terketmek<br />
zorunda kalır, daha sonra dışarıdan<br />
bitirebilir. Bu zor yıllar Rodriguez’in<br />
oyuncu kariyerinde tanınmasına<br />
sebep olacak sert kadın<br />
imajının yaratmasında<br />
yardımcı olacaktır.<br />
İlk önemli filmi<br />
Girl<br />
Fight’ta boksör bir kadını canlandırır. Rolü 350<br />
rakibini geçerek elde eder. Rodriguez bu rol için<br />
5 ay ringlerde yumruk sallar ve idmanlara çıkar.<br />
Filmi aldığı vakit dövüş sahnelerinde dublör kullanmaz.<br />
Hızlı ve Öfkeli, Resident Evil ve Beattle<br />
Seattle gibi filmlerdeki performansarıyla da<br />
Hollywood’un “sert bebek” karakterinin aranan<br />
yüzü olmuştur. Filmlerinin dışında Lost dizisinde<br />
de Ana Lucia Cortez tiplemesiyle ününe ün<br />
katar.<br />
Rodriguez’in bu sert tiplemesi gerçek hayattaki<br />
isyankar tavrıyla da bir uyum gösterir. Kategorize<br />
edilmeyi istemeyen genç yıldız “İnsanların<br />
beni seksi olarak hatırlamasını istemiyorum,<br />
söylediklerimle, hissettirdiklerimle hatırlanmak<br />
isterim” der. Şimdiye kadar bir duşta, seksi<br />
sahneler çekmek için çok teklif aldım ama kabul<br />
etmedim. Eğer etseydim biraz farklı bir Jennifer<br />
lopez tiplemesinin dışında ne olabilirdim<br />
diyerek sözünü de sakınmadığını gösterir Rodriguez.<br />
Vücudunun en beğendiği kısmı hangiis<br />
sorusuna ise beynim diyerek duruşunu daha<br />
da belirginleştirir. Bu duruşu sergilemesi <strong>20</strong>02<br />
yılında Stuff ve Maxim dergilerinde en seksi 100<br />
kadın listelerine girmesini engellemez. Filmlerde<br />
sürekli sert kadın tiplemesi oyanamısının sebebi<br />
sorulduğunda ise “Lütfen, beni kurtarılması gereken<br />
kıskardeş rolünde düşünebiliyor musunuz<br />
ya da bir sevgili rolünde diyerek yoluna aynı<br />
tiplemede devam edeceğinin sinyallerini verir.<br />
Bu sert ve sağlam duruşu James Cameron’un<br />
dikkatini çekmiş ki Avatar’da Trudy<br />
Chacon adlı subay rolü için seçilir.<br />
Belli ki bu çetin ceviz güzel yıldızı<br />
aksiyon filmlerinde daha<br />
çok seyredeceğiz.
BANU BOZDEMİR<br />
n Woody Harrelson adı geçince<br />
birçoğumuzun aklına ilk Katil<br />
Doğanlar gelir. Huzur bozucu Mickey<br />
rolüyle birebir uyumludur zira…<br />
Teksas doğumlu Harrelson’un babası<br />
bir katildir ve Katil Doğanlar ismi<br />
belki de bu yüzden onunla özdeştir…<br />
Afişteki kel haliyle tarihe geçti…<br />
Anne ve baba boşanınca, annesiyle<br />
beraber Lübnan’ın yolunu tutan yine<br />
kendisidir…<br />
İlk sinema filmi olan Wildcats da<br />
Goldie Hawn’la rol aldı. Wesley<br />
Snipes’le başlayan dostluğu onları<br />
Mney Train, White Men Can’t Jump<br />
ve Play İt to the Bone filmlerde de<br />
bir araya getirdi...L.A. Story isimli<br />
1990 yapımlı filmde Steve Martin<br />
ile aynı sahneyi paylaştı, ardından<br />
gelen filmleri arasında The Cowboy<br />
Way, Scorched, tek başına kotardığı<br />
ED Tv, Kingping ve elbette ki Natural<br />
Born Killers filmleri onu gittikçe<br />
başarıya götürdü.<strong>20</strong>03 yılında Anger<br />
Management filminde kısa rolde<br />
görünen Harrelson,1996 yılında<br />
İnsanlar Larry Flynt’e Karşı isimli filmiyle<br />
Akademi Ödülüne aday gösterildi.<br />
Aslında çok da başrollerin adamı<br />
değildir, öyle bir havası da yoktur.<br />
Yüzü sevimlidir ama bir tarafı hep<br />
karanlıktır. O filmlerde farklı bir yönden<br />
esen bir rüzgar gibidir. A Prairie<br />
Home Companion’da sevimli ve<br />
dalgacı bir kovboy olsa bile, Katil<br />
Doğanlar’daki yüzü zaman zaman<br />
perdeyle aramıza girer! İnci Kırmızı<br />
Hat, İhtiyarlara Yer Yok, Yedi Yaşam,<br />
Sibirya Ekspresi gibi hatrı sayılır filmlerde<br />
de vardı… Ve özellikle bu sene<br />
<strong>20</strong>12, Zombieland ve A Takımı filmlerinde<br />
karşımıza çıkıyor…<br />
Film dışı özellikleri arasında evde ot<br />
yetiştirmek de yer alıyor. Mahkemede<br />
bunu tıbbi amaçlı ürettiğini söylemiş,<br />
kanser hastası bir gencin evinde<br />
yetiştirdiği marihuananın kefaletini<br />
de ödemiştir. Antik çam ağaçlarının<br />
kesilmemesi için kendisini Golden<br />
Gate Köprüsü’nün en yüksek yerine<br />
zincirlemiştir… Yani tek kelimeyle<br />
çılgındır, eylemleri bile anlamlıdır!
ALPER TURGUT<br />
n Sadi Çilingir, henüz çocuk<br />
yaşlardayken beyazperdenin<br />
büyüsüne kapılan ve bu tutkuya<br />
resmen kendini adayan<br />
bir adam. “Bir film izledim,<br />
hayatım değişti” denir ya, Sadi<br />
Ağabey’in seyrettiği ilk filmin<br />
üzerinden neredeyse yarım asır<br />
geçmiş ama o asla unutmamış.<br />
Sektöre girişi ise öyle hemen<br />
gerçekleşmemiş, harita<br />
teknisyenliğinden emekli olduktan<br />
sonra sevgili sinemasına<br />
tam manasıyla kavuşabilmiş.<br />
Sinema yazarlığı, film<br />
tanıtımları, yapım şirketlerinin<br />
basın sorumluluğu, jüri üyelikleri<br />
derken Sadi Çilingir’in<br />
düşleri, nihayet ete kemiğe<br />
bürünmüş. Onun kurduğu<br />
internet sitesi sadibey.com ise,<br />
gündüz ve gece demeden biz<br />
gazetecilerin imdadına koşuyor.<br />
Sizlerde girip bir bakın, sinemaya<br />
dair ne arıyorsanız, eminim<br />
orada bulacaksınız.<br />
Sinema sizin için bir tutku mudur?<br />
Evet, aynen öyle... Babasının<br />
memuriyeti (polis) yüzünden<br />
kent kent dolaştık. Televizyon<br />
yoktu, sinema vardı. İlk filmimi,<br />
10 yaşında izledim (Kendi<br />
Kendine Küçülen Adam / The<br />
Incredible Shrinking Man - 1957)<br />
ve o günden beridir de beyazperdeden<br />
kopamadım. Kimi<br />
stadyuma gider kimi kahvehaneye,<br />
ben ise sinemaya aşığım.<br />
Maç seyretmekten keyif almam,<br />
sorsan Fenerbahçeliyim ama<br />
bir tek futbolcusunu sayamam.<br />
Kahvehane ortamını da zaten<br />
sevmem. Sinema bir çeşit ibadet<br />
gibi, temaşa durumu bu... Evde<br />
tek başına film izlemekle sinemada<br />
seyretmek çok farklıdır.<br />
Sinemada cemaat gibisiniz.<br />
Yanınızda ağlayan varsa siz de<br />
ağlayabilirsiniz, diğerlerinin<br />
kahkahasına katılabilirsiniz.<br />
Peki, ya beyazperdeye dair<br />
yazılar?<br />
Sinematek Derneği’ne 40 yıl önce<br />
üye oldum. 1969’den 1989’a dek,<br />
bir sinema tutkunu olarak ne<br />
varsa biriktirdim. Sonra “Sinema<br />
Gazetesi” yayımlanmaya başladı<br />
ve ben de 1989 yılının Eylül<br />
ayında, ilk sinema yazımı yazdım.
Aralık 1999’da ise Pinema Filmcilik tarafından<br />
çıkartılan “Cinemascope Dergisi”nin Genel Yayın<br />
Yönetmenliği’ni üstlendim. Antrakt Aylık Sinema<br />
Dergisi’nde, Şamdan Plus Dergisi’nde<br />
yazdım, “Bu Hafta”, “Ekotimes”, “Metropol”,<br />
“Cosmolife” ve “Sole” gibi dergilerde<br />
ise sinema sayfaları hazırladım. Sonsuz<br />
Kare Dergisi’nde, Antalya Festivali<br />
Kitabı’nda yazılarım yayınlandı.<br />
Sinema Gazetesi’nde yayınlanan<br />
yazılarımdan seçmeler, “Varsa<br />
Yoksa Sinemalar” (1996) adlı<br />
kitapta toplandı. Ancak söylemek<br />
isterim ki; ben bir<br />
sinema yazarıyım, film<br />
eleştirmeni değilim. Film<br />
eleştirmeni olmak, çok<br />
ama çok zordur. Donanım<br />
ister, tecrübe ister... (Sadi<br />
Ağabey, bizim derneğin<br />
-Sinema Yazarları Derneği<br />
(SİYAD) – istisnasız en<br />
yardımsever üyesidir)<br />
Ancak sinema asıl işiniz<br />
değildi...<br />
Tam 25 yıl boyunca<br />
Türkiye Elektrik<br />
Kurumu’nda çalıştım.<br />
Marmara Bölgesi’nde<br />
kamulaştırma teknisyenliği,<br />
harita teknisyenliği ve<br />
kamulaştırma şefliği yaptım.<br />
1995 yılında da emekli oldum.<br />
Sinema sektörüne, emeklilik<br />
sonrasında<br />
mı girdiniz?<br />
Kamulaştırma şefliği... Benim mesleğimin<br />
özel sektörde bir karşılığı yoktu ki... Ya<br />
boş boş oturacak ya da şansımı sinemada<br />
deneyecektim. Pinema Film’in sahibi Pamir<br />
Demirtaş ile 1999 yılında “Salkım Hanımın<br />
Taneleri” filminin galasında tanıştım.<br />
Yazılarımı okuyormuş, birlikte çalışalım<br />
dedi. İşte öyle başladık. <strong>20</strong>02–<strong>20</strong>07<br />
yılları arasında ise Avşar Film’in Basın<br />
Koordinatörlüğü’nü üstlendim. 35 Milim<br />
Filmcilik ve Cine Group’un basın tanıtımları<br />
ile ilgilendim.<br />
Sinema sektörü vefalı mıdır?<br />
Vefasızdır. Tek vefalı, sinema yazarlarıdır.<br />
Kötü de olsa filmleri izler, çünkü onlar<br />
sinemaya tutkuyla bağlıdırlar ve devamlılık<br />
onlar için esastır. Ama ya diğerleri... Adam<br />
yapımcı olur, para kazanmak için iki film<br />
çeker, sonra bırakır. Oyuncu, üç filmde<br />
oynar, bakar ki dizilerde para var, hemen<br />
oraya geçer. Misal bir film şirketinde<br />
çalışan genç bir kadın, sizi arar ve bir<br />
film sorar. Siz de ona dersiniz ki; “O film,<br />
şirketinizden çıkmıştı, o film sizin filminiz”.<br />
Sadibey.com nasıl doğdu?<br />
Eskiden basın tanıtımlarında gazetelere<br />
dia yollardık, zaman değişti ve fotoğrafları<br />
CD ile dağıtmaya başladık. Sonra internet<br />
iyiden iyiye hayatımıza giriverdi. Sinema<br />
dergisi çıkartırken birlikte çalıştığımız<br />
arkadaşların hepsi benden küçüktü. Bana<br />
“Sadi Bey” diye sesleniyorlardı. Sitenin<br />
adı, böyle doğdu. Oğlum Can Burak, Bilgi<br />
Üniversitesi’nde bilgisayar dersleri veriyordu.<br />
Öneri ondan geldi. Haziran <strong>20</strong>05’de<br />
de sitemiz http://www.sadibey.com faaliyete<br />
geçti. (Buradan Sadi Ağabey’in en az<br />
kendisi kadar sinema tutkunu olan eşi Elif<br />
Abla’ya da saygı, sevgi ve selamlarımızı<br />
iletelim).<br />
Sinemaya bunca emeğiniz geçiyor, neden<br />
anlı sanlı şirketler, size maddi destek olmuyor?<br />
Bizi okuyanlar, genellikle sinemayla ilgili<br />
insanlar olduğu için, reklama da gerek<br />
yokmuş. Atıyorum gurme dergisi ya da<br />
değişik sektörlere hitap eden yayınlar<br />
ise potansiyel içeriyormuş. Neyse...
Önemli değil... Bir kişi bile olsa sitemdeki<br />
yazılardan etkilenip sinemaya gitsin. Benim için<br />
asıl mutluluk budur.<br />
Eskiden daha fazla mı sinema salonu vardı?<br />
Geçmişte, nüfusumuz azdı ama çok daha fazla<br />
sinema salonu vardı. Yazlık sinemaların ise çoğu<br />
kapandı. Kimi otopark oldu, kiminin üstüne apartman<br />
dikildi. Üstelik şimdilerde bir sinemanın 6, 7,<br />
8 salonu olabiliyor, eskiden sinemalar tek salonlu<br />
idi. Edirne’nin Uzunköprü ilçesine bağlı Balaban<br />
köyündenim, bizim köyde bile sinema vardı.<br />
Yerler saman kaplıydı ve biz oturmuş, “Çingene<br />
Güzeli” (1968) filmini izlemiştik. Hatta o yıllarda,<br />
tiyatrolar dahi sinema gibi çalışıyordu, her akşam<br />
gösterileri vardı.<br />
1971 yılından bu yana her izlediğiniz filmle<br />
ilgili not tutuyormuşsunuz.<br />
Filmlerle ilgili ne bulursam en ince ayrıntısına<br />
dek okurum, künyesini bakarım. Yönetmenlerin,<br />
oyuncuların adını ezberlemeye çalışırım. Arnold<br />
Schwarzenegger’in soyadı biraz zorlasa da (gülüyor)...<br />
Sinemadaki her şey ilgimi çeker, yeri gelir,<br />
yangın söndürücünün son kullanma tarihine de<br />
bakarım, makine dairesine de... Bir gün bir baktım<br />
ki; Bilge Olgaç’ın “Kara Gün” filmi, adeta çöplüğe<br />
dönmüş odanın zemininde duruyor. Hemen müdahale<br />
ettim, bırak Bilge Olgaç’ı, “Parçala Behçet”<br />
filminin afişi dahi ayaklar altında olmamalı...<br />
Giriş kapısı şaşaalı, çıkış kapısı harabeye benzeyen<br />
sinemaları da uyarırım. Sinemaseveri, asla müşteri<br />
gibi görmeyeceksin. Dünyanın en büyük sinema sitesi<br />
imdb.com, Türkiye’ye gösterilen filmlerin vizyon tarihini<br />
benden alıyor. Bir de sinemada girdiği ad başka,<br />
DVD’ye basıldıktan sonraki adı başka ise, bunu da<br />
söylüyorum. Çünkü sinemasever, vakti zamanında<br />
seyrettiği filmi, başka bir yapım sanarak alabilir. Hem<br />
bir film, sinemada gösterildiği ismiyle hatırlanmalı...<br />
Sitenizde ünlülerle birlikte çektirdiğiniz fotoğraflar<br />
var, sayenizde herkesin simasını biliyoruz.<br />
Geçenlerde oyuncuboyu.com diye bir siteden aradılar<br />
beni ve boyumu sordular. Ayakkabısız 1.83 dedim.<br />
Sanırım kafalarına göre ölçüm yapıp, meşhurların boy<br />
uzunluğunu bulacaklar.<br />
Erotik filmler gösteren sinemaların da çoğu<br />
kapandı.<br />
Adamlar yakalarını kaldırarak, kapüşonlarını kafalarına<br />
geçirerek gizli gizli sinema salonlarına girerlerdi. İki film<br />
birden, üç film birden gösteren sinemalar vardı. Evde<br />
izleme imkânı çoğalınca, modası geçti, insanlar bundan<br />
da vazgeçti. İşte en son Rüya Sineması da, kabuk<br />
değiştirenler kervanına katıldı.<br />
Üç boyutlu filmler ile aranız nasıl?<br />
Ben kendi adıma bu yeni nesil filmlerden pek hoşnut<br />
değilim. Üç boyutlu filmler, izleyiciyi irkiltmek için çeşitli<br />
numaralar yapıyor, çoğu kez klişelere başvuruyor.<br />
Yapımlar, otomatikman zaafa sürükleniyor.
Hayvan dedektifi Ace Ventura,<br />
Gülhane Parkı Hayvanat<br />
Bahçesindeki işinde ilk<br />
haftasını doldurmaktadır. O gün<br />
her zamanki gibi hayvanların<br />
kafeslerini temizleyip, yemlerini<br />
vermektedir. Kısa bir süre<br />
sonra gelen davetsiz misafirlerden<br />
çekeceğini hiç kimseden<br />
çekmemiştir Ace Ventura…<br />
Ace Ventura: (Lamaların<br />
bulunduğu kafeste, bön bön<br />
lamalara bakarken, lamanın biri<br />
yüzüne tükürür.) Hımmm, demek<br />
siz uslanmaycaksınız… (Diliyle<br />
dudağının ucuna gelen tükürükten<br />
biraz tadar.) Aşk olsun Darcy!<br />
Ben sana demedim mi, hayvanat<br />
bahçesi ziyaretçilerinin attığı<br />
şeylerden yemeyeceksin diye?<br />
Yine tuzlu fıstık yemişsin. Bundan<br />
sonra benim sözümden çıkma.<br />
Bu sırada Ace Ventura’nın ense<br />
köküne gelen minik bir taş feci<br />
şekilde canını yakar.<br />
Ace Ventura: Oyy, anacığım. Ne<br />
oldu lan? Kim attı bakiyim o taşı?<br />
Yoksa haylaz maymunlar mı?<br />
(Sağa sola bakınırken bu sefer<br />
alnına çarpar minik bir taş) Off, ne<br />
oluyor yahu?<br />
İlerideki küçük çalılığın arasından<br />
gelmiştir taş. Ace Ventura<br />
o tarafa doğru yürür merak<br />
içinde. Maymunların bir muzırlık<br />
yaptığını düşünür. Yavaşça yaklaşıp<br />
çalıları aralar. Karşısına çıkanları<br />
tanımıyordur..<br />
Ayşecik-Sezercik-Yumurcak: Merhabaaaa!<br />
Ace Ventura: Oh my god! Siz de<br />
kimsiniz be?<br />
Yumurcak: Biz aşağıki mahallenin<br />
çocuklayıyız aabi! Tanışalım mı?<br />
Sezercik: Merhaba ben Sezer. Ama<br />
herkes bana Sezercik der. (Ayşecik’e<br />
bakarak) Ayşe abla bence bu adam<br />
kocaman bir fili bile bulamaz.<br />
Ayşecik: Siz onların kusuruna<br />
bakmayın bayım. Onlar daha çocuk<br />
ne dediklerini bilmiyorlar.<br />
Sezercik: Sen çok mu büyüksün<br />
sanki cicim.<br />
Yumurcak: Ayşecik abla… Niye bizi<br />
küçümsüyoysun. Biz ne yaptık ki?<br />
Ayşecik: Neyse çocuklar lafı<br />
uzatmayalım da bir an evvel konuya<br />
dönelim. (Ace Ventura’ya dönerek)<br />
Bayım, şimdi biz buraya şu yüzden<br />
geldik. Geçen gün bizim mahallenin<br />
kedisi Şirin ortadan kayboldu.<br />
Arıyoruz ama bir türlü bulamıyoruz.<br />
Yumurcak: Evet abicim. Çok tatlı biy<br />
kediydi o. Ağzının tadını da biliydi.<br />
Sadece özel kedi maması yeydi.<br />
Ace Ventura: (Cebinden bir avuç kedi<br />
maması çıkarır, birkaç tane ağzına<br />
atar) Tıpkı benim gibi desenize… Alır<br />
mısınız çocuklar?<br />
Ayşecik: Kalsın, bayım! Lütfen
konuyu dağıtmayalım. Buraya geliş sebebimiz sizsiniz.<br />
Sizin iyi bir hayvan dedektifi olduğunuzu söylediler.<br />
Ace Ventura hemen havaya girer. Cüzdanından üç<br />
tane kartvizit çıkarıp çocuklara dağıtır.<br />
Ace Ventura: Ayıptır söylemesi üstüme yoktur. Buyrun<br />
kartlarım. (Cebinden not defteri ve kalem çıkarır) Evet<br />
çocuklar söyleyin bakalım şu Şirine neye benziyor?<br />
Yumurcak: Şiyine değil abi, Şiyin. Çok özledim onu!<br />
Ace Ventura: Her neyse velet işime karışma.<br />
Sezercik: Beyaz üstüne kocaman kocaman sarıkahverengi<br />
benekleri var. İnsanların bacaklarına<br />
sürtünmeyi çok sever.<br />
Yumurcak: Boynunda da yeşil biy tasması vay.<br />
Ayşecik: Çok akıllı bir kedi. Hemen kendini sevdirir.<br />
Ace Ventura: Hmmm. Tarifiniz yeterince aydınlatıcı.<br />
Bu bilgiler doğrultusunda araştırmamıza hemen<br />
başlayalım. Ama bana birkaç gün müddet verin.<br />
Tamam mı çocuklar?<br />
Yumurcak: Peki abi.<br />
Ayşecik: Hadi çocuklar gidelim artık geç oldu.<br />
Anne babalarımız bizi bekler.<br />
Aradan birkaç gün geçer ve çocuklar yine Ace<br />
Ventura’yı bulurlar.<br />
Ayşecik: Bayım! Yine biz geldik.<br />
Ace Ventura: (Onları gören Ace Ventura nedensizce<br />
paniğe kapılır.) Hohoşhoş geldiniz veletler!<br />
Ama boşuna geldiniz çünkü bulamadım ben kedinizi…<br />
Hadi şimdi gidin bakalım buradan. Daha<br />
yapacak çok işim var. Devekuşlarının tüylerini<br />
temizliycem. (Üçünün de sırtından itekleyerek yollamaya<br />
çalışır)<br />
Yumurcak: Ace abi, niye bize böyle kötü<br />
davyanıyoysun. Biz sana naaptık ki?<br />
Ayşecik: Şirin nooldu? Bulamadınız mı onu?<br />
Ace Ventura: Şirin mirin yok bulamadım ben onu.<br />
Yumurcak: (Ağlamaklı) Biz de umutlanmıştık.<br />
Şiyini bir tek siz bulabiliydiniz.<br />
Bu sırada, Şirin, Ace Ventura’nın kulübesinden<br />
çıkarak çocukların yanına gelir ve onların<br />
ayaklarına sürünerek kendisini sevdirmek ister.<br />
Çocuklar sevinçten deliye döner.<br />
Ayşecik-Sezercik-Yumurcak: Şiriiiin!<br />
Ace Ventura: Hayıııııır! Şirin sana kulübeden<br />
çıkma demedim mi? Gir bakalım içeri.<br />
Ayşecik: Bayım ne yapmaya çalışıyorsunuz<br />
siz? Şirini bulmuşsunuz işte.<br />
Sezercik: Yalancı!<br />
Ventura: Evet buldum ama artık o benim kedim.<br />
Yumurcak: Nası yani?<br />
Ace Ventura: (Daha fazla dayanamayarak<br />
çocukların ayaklarına kapanıp ağlamaya<br />
başlar) Nooolur onu benden almayın. Ben<br />
Şirin’i çok sevdim. Biz aynı mamayı yedik,<br />
güldük eğlendik, sabahları yürüyüşe çıktık. Çok<br />
sevdim ben onuuuu! Beni onsuz bırakmayın<br />
yalvarırım çocuklar! Lütfen o benim kedim olsun<br />
çocuklaaaar…<br />
Ayşecik, Sezercik ve Yumurcak da onunla<br />
birlikte ağlamaya başlarlar… Bu sırada oradan<br />
geçmekte olan bir adam bizimkilerin yanına<br />
yaklaşır.<br />
Adam: Merhaba gençler. Bu drama yürek<br />
dayanmaz. Alın bu kartım. Sinema sektörüne<br />
atılmaya var mısınız? Çok iş yaparsınız!<br />
Ayşecik: Peki ama siz kimsiniz bayım?<br />
Adam: Ben, Aram Gülyüz!
Zamanın Ruhu bu<br />
sayıda Bursa Film<br />
Festivali’ndeki kısa<br />
film seçkisinden yola<br />
çıkarak Türk sinema<br />
endüstrisinde kısa<br />
filmin dertlerle dolu<br />
uzun hikayesine bir<br />
göz attı<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bu sayımızda tek bir filmden değil 31 filmden<br />
birden bahsedeceğiz. Bu filmlerden bahsederken<br />
bir yanlış anlamayı da düzeltelim.<br />
Zamanın Ruhu sadece belgesel filmleri konu<br />
eden ve böyle kategorize edilecek bir köşe<br />
değildir. Amacımız çağımızın rengini belirleyen<br />
kavramları, olayları, insanları işleyen ve<br />
köklerini sinemada bulan bütün filmleri anlatmak,<br />
işlemek, incelemektir. Bu sayımızda<br />
31 film var derken Bursa İpekyolu Film<br />
Festivali’nde Uluslar arası ve Ulusal Altın<br />
Karagöz Kısa Metraj Film Yarışması’na katılan<br />
kısa filmleri kastettik. Daha doğrusu bu film-
lerin bize hissettirdiği rahatsızlıkları işlemek<br />
istedik. Çünkü sinemanın yaratıcılığının en saf<br />
hali kısa filmlerde yaşar. Kısa filmler underground,<br />
kontrol edilemez ve özgür bir üretim<br />
dünyasıdır. Bir madenin en derin yerinden<br />
çıkarılan işlenmemiş cevherdir diyelim ve işin<br />
aslı öyle mi bir bakalım.<br />
Festivalin koşuşturmacasından, yerli ve<br />
yabancı uzun metraj yarışma filmlerinden<br />
bulduğumuz arada kısa metraj yarışma<br />
filmlerini seyrettim. Toplu bir gösterimdi.<br />
İlkönce yerli kısa filmleri seyrettik bir yarım<br />
saat sonra ise yabancı kısa filmlerin tümün<br />
gördük. Hissettiğim ilk duygu yerli filmler<br />
sanki öğrenci filmi yabancılar ise profesyonel<br />
sinemacıların kısa filmleriydi.<br />
Bunun en büyük sebebi Türkiye’de kısa filmler<br />
sinemacı olmak için çekiliyor, yurt dışında<br />
ise sinemacı olan insanların herhangi başka<br />
bir hedeften bağımsız sinema üretimi yapıyor<br />
olmaları. Bu söylediklerim size çok sert gelebilir<br />
ama işin ne yazık ki gerçeği bu. Kaç<br />
tane kısa filmci diye anılan sinemacımız var?<br />
Yarışmalara katılan filmlerin kaç tanesi ders<br />
geçme ödevi olarak çekilmemiştir? Okulu<br />
bitirdikten sonra kaç sinemacı kısa film çekmeye<br />
devam ediyor. Çekilen filmlerin bütçesi ne<br />
kadar? 10 bin Dolar’ı aşan bütçeli kısa filmimiz<br />
kaç tane? İsmi bilindik kaç sinemacı kısa filmlerde<br />
oynuyor?
Bu soruların cevapları<br />
Türkiye’de kısa filmin<br />
bulunduğu pozisyonu ortaya<br />
çıkarmak için önemli. Mesela<br />
10 yarışma filmini izledim.<br />
Bunlardan sadece Bekleyiş’te<br />
Ahmet Mümtaz Taylan rol<br />
alıyordu ve oyunculuğuyla bir<br />
fark yarattı.<br />
Oyunculuktan bahsetmişken<br />
bir konuyu daha belirtmeliyim.<br />
Ulusal Altın Karagöz Kısa<br />
Metraj Film Yarışması’na<br />
katılan 10 filmin dördü<br />
animasyondu. Animasyon<br />
filmlerle kurmaca filmleri<br />
karşılaştırmak hangi aklın<br />
ürünüyse buna şaşmamak<br />
elde değil. Bu filmleri jüri<br />
nasıl değerlendirdi merak<br />
ediyorum. Bir konuyu çizgiyle<br />
anlatan üretimle oyuncuların<br />
performansıyla anlatan film<br />
nasıl karşılaştırılır? Portakallarla,<br />
elmaları toplamaktan ne<br />
farkı var bunun? Yarışmanın<br />
sonunda ödülü Vol aldı. Senaryosunu<br />
ve yönetmenliğini<br />
Hüseyin Bulut’un yaptığı film<br />
benim de favorimdi. Oyuncu<br />
performansı denilen şey bu<br />
filmde animasyon olması<br />
sebebiyle zaten ortada yokken<br />
diğer filmlerin gerçek<br />
oyuncularına haksızlık olmuyor<br />
mu? “Senin performansın<br />
bir çizgi kadar bile değersiz”<br />
demiş olmuyor muyuz?<br />
Bence bu bir kaostur. Bunları<br />
gördükten sonra festivallerde<br />
yapılan kısa film<br />
yarışmalarının sadece “olsun”<br />
diye yapıldığını düşünüyorum.<br />
Bu tür bir yapılanma ne kısa<br />
filme ne de yaratıcılarına bir<br />
fayda sağlamaz.<br />
Sistemin dışına çıkıp<br />
üretimlere baktığımda da bir şeyler söyleme ihtiyacı<br />
hissediyorum kendimde. Kısa film toplumun veya<br />
üreticinin dertlerini en çarpıcı şekilde ifade edebildiği,<br />
eleştirel bir üretimdir. Bu noktada 10 filmin geneline<br />
baktığımda Türkiye’nin dert sepetinden çok da<br />
yararlandıklarını söyleyemeyeceğim. Birkaç filmde<br />
çevreci endişeler kendini gösterdi. Bunların içinde<br />
Vol bu derdi en derin şekilde işleyen yapımdı ve zaten<br />
onun için benim gönlümde ayrı bir yere sahip<br />
oldu. Yarışmanın tanıtım kitapçığında Vol, “ormandan<br />
kesmiş olduğu ağaçları kağıda dönüştürerek
düşüncelerini bu kağıtların<br />
üzerine yazan ve sonra da gemi<br />
yapıp herkes okusun diye denize<br />
atan karakterin doğaya sürekli<br />
zarar veren yaşam döngüsünü<br />
işler” satırlarıyla anlatılıyor. Burada<br />
vurucu olan iletişim kurma<br />
ihtiyacını hisseden yani entellektüel<br />
insanın dünyaya verdiği<br />
zararı filmin işlemiş olması. Bilindik<br />
kaba ritüellere değil bizden<br />
olanlara hatta yönetmenin kendine<br />
eleştiri oklarını yöneltmesi<br />
önemliydi. Bütün bu eleştirinin<br />
animasyonun tarzıyla ve renklerle<br />
de bütünleşmesi ayrı bir değerdi<br />
film için. İkinci en beğendiğim<br />
film ise Deniz Tarsus ile Gökhan<br />
Okur’un yazıp yönettiği Dalga<br />
Teorisiydi. Üreten ile yöneten<br />
arasındaki acı dengesizliği çarpıcı<br />
bir şekilde anlatan Dalga Teorisi<br />
de bir animasyon. Durum böyle<br />
olunca beğenilerimizin animasyonlar<br />
üzerinde yoğunlaştığı<br />
gözüküyor. Bunun en büyük<br />
sebebi animasyon olmayan filmlerdeki<br />
oyunculukların Bekleyiş<br />
dışında dökülüyor olması ve<br />
bütçeleri yüzünden amatör çekimler<br />
ve çözümlemelerle dolu<br />
olmasıydı sanıyorum.<br />
Bütün bu problemlerin çözümü<br />
için öncelikle animasyon ve<br />
kurmaca filmleri aynı havuzda<br />
değerlendirmekten vaz geçmemiz<br />
gerekiyor. Daha sonra<br />
elimizde kalana bakarak tek tek<br />
filmler üzerine değil sistemin<br />
geneline bakarak yapılacak bir<br />
reforma ihtiyaç var. Bu reformun<br />
arkasında ise sinema festivallerinin<br />
durması gerekiyor. Şu<br />
anki halleriyle bu festivaller değil<br />
bir reformun arkasında durmak<br />
asgari yapmaları gerekeni bile<br />
yapamayacak durumdalar.
n Serinin üçüncüsünde bu kez Recep<br />
İvedik’in içine cin giriyor ve<br />
buna rağmen iyi insan olabilmek için<br />
mücadele veriyor.Faruk Aksoy’un<br />
yapımcılığını üstlendiği “Recep İvedik<br />
3”ün çekimleri önümüzdeki hafta<br />
başlıyor. 12 Şubat <strong>20</strong>10’da vizyona<br />
girecek olan “Recep İvedik 3” ün<br />
yönetmenliğini yine Togan Gökbakar<br />
üstlenecek.<br />
n 39.Rotterdam Uluslararası Film Festivali`ne bağlı<br />
gerçekleşen Hubert Bals Fonu`nun <strong>20</strong>10 yılı projeleri için<br />
380 başvuru arasından seçtiği 13 uzun metraj projeden<br />
biri olan Selim Evci’nin ikinci filmi Rüzgarlar’a, 10 bin<br />
avroluk senaryo ve proje geliştirme desteği sağlanacak.<br />
Evci Film yapımcılığında gerçekleşecek Rüzgarlar’ın<br />
senaryosu, yönetmen Selim Evci ile yazar ve fotoğraf<br />
sanatçısı Murat Yaykın tarafından birlikte yazılıyor.<br />
Filmin <strong>20</strong>10 yılı yaz aylarında İstanbul ve Gökçeada’da<br />
çekilmesi planlanıyor.<br />
n İlker İnanoğlu sinema filmi çekmeye sıvanmış. Hem de<br />
yolları ayrılmış iki arkadaşı. Hikaye kendisine ait, ama senaryo<br />
içim ekip kurmuş. Filmin konusu da şöyle; Psikopat,<br />
cani, şiddete eğilimli, soygunlar yapan bir tipi... Diğer<br />
karakter ise başarıya ulaşmış, star olmuş, daha sakin<br />
bir bir tip. Bunlar çok iyi arkadaşken, bir şekilde yolları<br />
ayrılacak. Sonra tesadüfi bir şekilde yeniden birleşecek...<br />
Ve İnanoğlu’nun kafasındaki kişi de Tarkan’mış. Kısmet!
n Özgür Özberk,<br />
senaristliğini<br />
ve yapımcılığını<br />
üstleneceği ‘Mutlu<br />
Yıllar’ isimli film için<br />
kamera arkasına<br />
geçecek. Filmde<br />
kardeşi Özge<br />
Özberk’in yanı sıra<br />
Zeynep Beşerler,<br />
Beste Bereket,<br />
Sinemis Candemir,<br />
Ruhi Sarı ve Burcu<br />
Kara gibi oyuncular<br />
da yer alacak. Film,<br />
eşi ve sevgilisi<br />
arasında kalan bir<br />
adamın karısından<br />
kurtulmak için<br />
başvurduğu yolları,<br />
trajikomik bir hikayeyle<br />
anlatacak.<br />
n Daha önce Fatma Girik’in canlandırdığı Kanlı<br />
Nigar’ı bu kez Nurgül Yeşilçay oynayacak. Sadık<br />
Şendil’in kült eseri Kanlı Nigar için; “Sinemada<br />
hikayelerin hepsi erkek üzerine yazılıyor. Kadın<br />
kahraman yazsalar bile o kadını çok marjinal<br />
anlatıyorlar. Kadın ağırlıkta bir komedi filmi de<br />
yazılmıyor. ‘Kanlı Nigar’, aynı ‘7 Kocalı Hürmüz’<br />
gibi Türk sinemasının en komik filmlerinden<br />
biri. Şimdi Amerikan sinemasında eskiye dönüş<br />
var. Ben de sinemamızın efsane yapıtlarını genç<br />
kuşakla buluşturmak istiyorum. Kanlı Nigar’da<br />
Kemal Sunal, Abdi ve Narçın isimli ikizleri<br />
canlandırıyordu. Bu film için Sarp Apak veya<br />
Öner Erkan’ı ikiz olarak düşünüyoruz’ dedi.<br />
n 21. Uluslararası İstanbul Kısa Film<br />
Festivali’nde ödüller sahiplerini buldu.<br />
Ülkemizde üretilen kısa filmleri desteklemek<br />
ve seyirci ile buluşmasını sağlamak<br />
amacı ile düzenlenen ulusal yarışmaya bu<br />
yıl da büyük katılım oldu. Yapılan yarışma<br />
sonunda Ayşegül Yadigar’ın Güneşin<br />
Karanlığı, En İyi Kurmaca; Eray Dinç’in<br />
Dilemma, En İyi<br />
Kurmaca Jüri Özel;<br />
Nurullah Dinçer’in<br />
Özgürlüğe Mahkûm,<br />
En İyi Belgesel;<br />
Can Alkanlar’ın<br />
Ben, En İyi Deneysel;<br />
Ayçe Kartal’ın<br />
Malfunction, En İyi<br />
Canlandırma ve En<br />
Yaratıcı Kısa Film<br />
ödüllerini kazandı.
n“Hız Tuzağı”ndaki Annie Porter’la adını tüm<br />
dünyaya duyuran ve en az onun kadar iyi otobüs<br />
kullanabilen Sandra Bullock, 64 doğumlu.<br />
Annie Porter kadar insancıl ve kuvvetli, Lucy<br />
kadar da masum ve sevgi dolu. Setlerde ekibe<br />
karşı gösterdiği ilgi ve anlayış filmlerine de<br />
yansıyor. Flamenco’yu, evde kazak örmeyi ve<br />
mektupla haberleşmeyi seven ünlü yıldız hala<br />
Hollywood’un en çok kazananlarından… Sevdikleri<br />
için her şeyini feda edebilecek bir kalbe<br />
sahip olan Sandra Bullock, geniş bir hayran kitlesine<br />
sahip. O kitlede <strong>Cinedergi</strong> de var tabi ki!
İlk İzlenim: Bakımsız, alelade ve hiç kimsenin dönüp<br />
ikinci kez bakmayacağı biri…<br />
Konuştukça: Yalnızlıktan sıkılmış bir looser… Tek<br />
yaşam kaynağı, evdeki kedisi…<br />
Artıları: Geniş bir aileyi içine alabilecek kocaman bir<br />
yüreğe sahip.<br />
Handikapları: Yanlış anlaşılmalara müsait yapısı ve<br />
yanlış anlaşılmalara dur diyemeyen zayıf iradesi…<br />
Yaşam Felsefesi: Hayatımı ancak sıkı bir aşk<br />
değiştirir…<br />
Hayattaki Düsturu: Yalnızlık hakkında fikriniz yok.<br />
Tanıyınca: Kendi halinde sıradan bir hayat yaşayan,<br />
ama günün birinde bir mucizeyle hayatı değişen Lucy<br />
hayatının aşkını yanlış bedende arıyor. Tatlı ve sevimli<br />
tavırlarıyla kısa sürede ailenin içine girebilecek ve<br />
herkesin sevgilisi olabilecek sıcak karakterli biri…<br />
İlk İzlenim: Sıradan, güzel ve masum…<br />
Konuştukça: Masumiyetinin altında siyah panter gizli!<br />
Artıları: Zorda kaldığı zaman kontrolü ele alan,<br />
soğukkanlılığı paniğinden ağır basan, insancıl ve de<br />
sınırları zorlamayı seven biri…<br />
Handikapları: Ölümle burun buruna zamana karşı<br />
yarışırken duygusallığı ihmal etmemesi.<br />
Yaşam Felsefesi: Durursan ölürsün!<br />
Hayattaki Düsturu: Bundan daha kötü durumlarla da<br />
karşılaştım. Ama panik hiçbir zaman işe yaramadı.<br />
Buna güven…<br />
Tanıyınca: Deli dolu, masum ve duru bir güzelliğe sahip<br />
olan Annie’den sıkı bir dost hatta fazlası olabilir.<br />
Yeter ki, huyuna gidin… Ona söyleyemeyeceğiniz tek<br />
cümle şu: “Elinin hamuruyla erkek işine karışma!”
Sinema – Tarih<br />
Buluşması 11 –<br />
17 Aralık tarihleri<br />
arasında 12. kez<br />
sinemaseverlerle<br />
buluşuyor<br />
Cultures)<br />
“Yeni Keşifler” (Discovery)<br />
“Dünya Festivallerinden” (From<br />
World Festivals)<br />
“İnsan Hakları” (Human Rights)<br />
”Beyaz Perdenin Tanıklığı:<br />
Polonya Sinemasına Bakış”<br />
(The Silver Screen as Witness:<br />
A Panorama of the Polish Cinema)<br />
n Tematik kimliğiyle küresel kültür ve sanat etkinlikleri<br />
takviminde ayrıcalıklı bir yere sahip olan Sinema Tarih<br />
Buluşması 12’nci yılını kutlayacağı <strong>20</strong>09’da, Avrupa<br />
Kültürleri İstanbul Buluşması temasıyla Türkiye ve<br />
Avrupa’nın ortak mirasını, film programı ve yan etkinlikler<br />
seçkisiyle keşfe çıkmaya hazırlanıyor.<br />
Ödüllü Filmler de SİNEMA TARİH’TE<br />
Genç auteur’lerin kalıplara ve bilindik yollara meydan<br />
okuyan filmlerinin, belleklerden silinmeyen klasiklerin ve<br />
Cannes, Berlin, Toronto gibi prestijli film festivallerinden<br />
ödül ve övgülerle dönen yılın “hit”lerinin buluşacağı festivalin<br />
bölüm başlıklarından bazıları şöyle sıralanıyor:<br />
“Avrupa Kültürleri Buluşması” (Meeting of European<br />
Filmlerden Seçkiler<br />
Çağımızın öncü auteur’lerinden,<br />
Fransız lirik sinemasının büyüsünü<br />
güncel bir gerçekçilikle birleştiren<br />
ünlü yönetmen Claire Denis’in son<br />
filmi, başrolünü Fransız sinemasının<br />
her performansıyla efsaneleşen oyuncusu<br />
Isabelle Hupert’in üstlendiği<br />
White Material seyirciyle buluşacak.<br />
Ünlü yönetmen Martin Scorsese’in<br />
yapımcıları arasında olduğu, Toronto<br />
Film Festivali’nin kapanış filmi olarak<br />
seyirci karşısına çıkan, epik görkemle<br />
aşk öykülerinin sürükleyiciliğini<br />
birleştiren The Young Victoria, 63 yıl<br />
7 ay hükmeden, Britanya’nın en ünlü<br />
monarkı Kraliçe Victoria’nın siyaset<br />
ve aşk hayatının perdelerini aralayacak.<br />
Genç Macar yönetmen Viktor Oszkar<br />
Nagy’nin dünya çapında övgü to-
playan<br />
ve Macar Film<br />
Haftası’ndan Gene Moskowitz<br />
Yabancı Eleştirmenler Ödülü’yle<br />
dönen ustalıklı yapıtı Father’s Acre<br />
Avrupa sinemasının düşünsel<br />
geleneğinin gücünü özgün bir üslupla<br />
canlandırıyor.<br />
Karin Albou’nun yönettiği The<br />
Wedding Song, İkinci Dünya<br />
Savaşı sırasında Tunus’ta<br />
yaşayan, biri Yahudi diğeri Arap iki<br />
genç kızın dostluklarının, birbirlerinin<br />
yaşamlarına duydukları<br />
merakla gelişen paylaşımlarının<br />
ve kurdukları hayallerin Nazilerin<br />
ülkeye girişiyle parçalanışının<br />
öyküsünü anlatıyor.<br />
Fransız yönetmen Catherine<br />
Breillat’nın ünlü masal Mavi<br />
Sakal’a sıra dışı bir yorum getirdiği, Bluebeard,<br />
seyircisini büyükler için yazılmış<br />
masalların dünyasında tehlikeli bir<br />
yolculuğa çıkartacak.<br />
Robert Glinski’nin yönettiği <strong>20</strong>09 Karlovy<br />
Vary Uluslararası Film Festivali Mansiyon<br />
ödülü sahibi, Polonya sinemasının<br />
geleneksel gerçekçi öykücülük gücünü<br />
oyuncularının istisnai performanslarıyla<br />
taçlandıran Piggies seyirciyle buluşacak
ir diğer sarsıcı yapıt.<br />
Antonio Steve Tublen ve Alexander<br />
Brondsted’in yazıp yönettikleri Original,<br />
çevresine uyum sağlamak için<br />
çılgınca bir çaba harcayan ve yaşamını<br />
başkalarının beklentilerine kurban etmiş<br />
Henry’nin sıra dışı deneyimlerine bir<br />
pencere açıyor. Mona Acheche’ın Muriel<br />
Barbery’nin çok satan romanı “L’Elégance<br />
du Hérrison”dan uyarladığı Hedgehog’da<br />
ünlü komedi oyuncusu Josiane Balasko,<br />
küçük yıldız Garance Le Guillemic ile harikalar<br />
yaratıyor.<br />
12’nci İstanbul Uluslararası Sinema Tarih<br />
Buluşması seçkisinin belgesel kanadında,<br />
yaratıcısı Ian Olds’a Tribeca Film Festivali<br />
En İyi Yeni Belgesel Yönetmeni ödülünü<br />
getiren Fixer:The Taking of Ajmal Naqshbandi,<br />
son yılların sorunlu coğrafyası<br />
Afganistan’a uzanıyor ve Amerikalı gazeteci<br />
Christian Parenti’ye tercümanlık yapan<br />
Ajmal’in kaçırılması etrafında gelişen trajik<br />
olayları konu alıyor. Rebecca Camissa’nın<br />
yönettiği Whicy Way Home, ABD’deki<br />
ailelerine ulaşmaya çalışan Honduras ve<br />
El Salvador’lu çocukların umutsuzluk,<br />
zorluklar ve hayal kırıklıkları karşısındaki<br />
amansız mücadelelerini konu alıyor.Latin<br />
Amerika’nın gelecek vaat eden yönetmeni<br />
Michel Franco, perdelerini ilk kez<br />
Cannes Film Festivali’nde Quinzaine des<br />
Realizateurs programında açan Daniel&<br />
Ana’da, üst gelir grubunundan bir aileye<br />
mensup iki kardeşin başlarından geçen<br />
trajik bir olayın yaşamlarındaki acı verici<br />
yankılarını, sarsıcı bir nesnellikle seyirciye<br />
aktarıyor.<br />
Hollandalı çılgın yönetmen Alex Van<br />
Warmerdam, The Last Days of Emma<br />
Blank’te, çevresindeki herkesin,ailesi ve<br />
dostları
dahil, sabırsızlıkla ölmesini bekledikleri Bayan Blank’i, kara komedi<br />
janrınn sınırlarını zorlayarak portreliyor.<br />
Polonya seçkisi<br />
Üretkenliği ve İkinci Dünya Savaşı sonundan günümüze yetiştirdiği<br />
çığır açan auteur’lerleAvrupa ülke sinemaları arasında ayrıcalıklı<br />
bir yere sahip olan Polonya sineması, Beyazperdenin Tanıklığı: Polonya<br />
Sinemasına başlıklı kapsamlı panorama dahilinde seyirciyle<br />
buluşacak.Seçkide büyük usta Andrzej Wajda imzalı The Ring With<br />
The Ceowned Eagle ve Kryzysztof Zanussi imzalı In Full Gallop gibi<br />
klasik yapıtların yanı sıra Jacek Borcuch - imzalı All That I Love gibi<br />
Polonya’nın yakın tarihinin bunalımlı dönemlerini mercek altına alan<br />
güncel örnekler yer alıyor.<br />
ÖĞRENCİLER İÇİN 4 TL, TAM 5 TL<br />
12’nci İstanbul Uluslararası Sinema Tarih Buluşması’nda filmlerin<br />
Türkiye galaları dahil her film için tüm seansların biletleri öğrenci 4<br />
TL, tam 5 TL’den satışa sunulacak. Fransız Kültür Merkezi’ndeki film<br />
gösterimleri ise ücretsiz olacak.
Ankara Sinema Derneği’nin T.C.<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın<br />
katkılarıyla düzenlediği Gezici<br />
Festival 15. kez yollara düşecek<br />
n Gezici Festival bu yılki yolculuğuna kendi<br />
evinde, Ankara’da, başlayacak. 4-10 Aralık<br />
tarihleri arasında Ankaralı sinemaseverlerle<br />
Batı Sineması’nda buluştuktan sonra 11<br />
Aralık’ta Artvin’e doğru yola çıkacak. Son<br />
üç yıldır Kars’ta gerçekleştirilen Festival’in<br />
uluslararası yarışması bu yıldan itibaren Artvin<br />
Belediyesi’nin katkılarıyla Artvin’de düzenlenecek<br />
Altın, Gümüş ve Bronz Boğa Ödülleri’nin<br />
verileceği Uluslararası Film Yarışması 16<br />
Aralık’ta sona erecek. Festivalin yerli ve<br />
yabancı konukları da bu yıldan itibaren Artvin<br />
Belediyesi’nin ev sahipliğinde Artvin’de<br />
ağırlanacak. Festival, Artvin’in ardından sınırları<br />
aşıp Makedonya’nın Üsküp kentine Türk filmleri<br />
ağırlıklı bir program götürecek. 18-<strong>20</strong> Aralık<br />
tarihleri arasında, Üsküp Büyükelçiliği Tanıtma<br />
Müşavirliği’nin katkılarıyla gerçekleşecek<br />
yolculuğa, filmlerin yönetmen ve oyuncuları da<br />
eşlik edecek.<br />
Yılın en iyi filmleri Gezici Festival’de yarışıyor!<br />
Festivalin programı bu yıl yine sinemaseverleri<br />
heyecanlandıracak. Dünyada birçok önemli festivalden<br />
ödüllerle dönmüş on filmin Türkiye galaları<br />
Artvin’de yapılacak. Gezici Festival’in Artvin<br />
ayağında yapılacak Altın Boğa Uluslararası Film<br />
Yarışması’nda bu yıl Fransa, Güney Kore, İsveç,<br />
Romanya, Singapur, Şili ve Türkiye’den <strong>20</strong>09<br />
yapımı 10 film yarışacak. Yarışmada ülkemizi Bornova<br />
Bornova ve İki Dil Bir Bavul temsil edecek.<br />
Türkiye Sineması <strong>20</strong>09<br />
Zeki Demirkubuz’un son “kötülük” çalışması<br />
Kıskanmak, Pelin Esmer’in belgesel ve kurmacayı<br />
birbirine karıştıran ilk uzun metrajlı denemesi 11’e<br />
10 Kala, Mahmut Fazıl Coşkun’un katıldığı festivallerden<br />
ödüllerle dönen filmi Uzak İhtimal ve<br />
Kutluğ Ataman’ın sahte belgeseli Aya Seyahat.<br />
Gezici Festival’de KARŞI-lık<br />
Festivalin heyecanla hazırlanan bir diğer bölümü<br />
ise Karşı Bölümü. Gezici Festival, Dünyada ve<br />
Türkiye’de son dönemde yaşanan ekonomik,<br />
politik, sosyal ve kültürel gelişmeleri göz<br />
önüne alarak “Kapitalizm”, “Savaş”, “Burjuvazi”<br />
“Eğitim”, “Milliyetçilik”, “Militarizm” ve<br />
“Cinsiyetçilik”e KARŞI FİLMLER gösterecek.<br />
KARŞI bölümü çerçevesinde bir de panel düzenlenecek.<br />
Bölüm kapsamında gösterilecek filmlerden<br />
bazıları şöyle:<br />
Kapitalizme KARŞI, farklı eylem biçimleriyle her<br />
defasında ne yapacakları merak konusu olan<br />
aktivist ve sinemacı ikili Mike Bonanno ile Andy<br />
Bichlbaum’dan Evet Efendim (The Yes Men,<br />
Chris Smith, Dan Olman, Sarah Price) ve Yes Men<br />
Dünyayı Kurtarıyor (The Yes Men Fix the World,<br />
Andy Bichlbaum, Mike Bonanno); Savaşa KARŞI,<br />
Jean-Pierre Melville’in unutulmaz klasiği Denizin
Sessizliği (Le Silence de La Mer); Burjuvaziye<br />
KARŞI denilince ilk akla gelen, sinema tarihinin<br />
hem en eleştirel hem de en eğlenceli filmlerinden<br />
Burjuvazinin Gizli Çekiciliği (Le Charme<br />
Discret de la Bourgeoisie, Luis Bunuel); Eğitime<br />
KARŞI, Jean Vigo’nun çarpıcı başyapıtı Hal ve<br />
Gidiş Sıfır (Zero de Conduite) ve Daniele Huillet<br />
ile Jean-Marie Straub’un kült kısa filmi En<br />
Rachachant; Cinsiyetçiliğe KARŞI François<br />
Ozon’un en başarılı filmlerinden olan ilk uzun<br />
metrajı Sitcom; Sömürüye KARŞI Ken Loach’ın<br />
Küller ve Ekmekler, Milliyetçiliğe KARŞI Shane<br />
Meadows’tan, İngiliz sinemasının gerçekçi<br />
kanadının son dönemdeki en iyi örneklerinden<br />
biri olarak kabul edilen Burası İngiltere (This is<br />
England).<br />
Festivalin bir diğer bölümü ise 30 Yıl Önce, 30<br />
Yıl Sonra Almanya adını taşıyor. Bu bölümün<br />
iki filmi de çok yönetmenli ve benzer kurgulu.<br />
Almanya’da Sonbahar (Deutschland im Herbst)<br />
ve Almanya 09 (Deutschland 09).<br />
Keşif: Audrius Stonys<br />
Festivalin bu yılki keşfi Litvanya’dan bir yönetmen:<br />
Audrius Stonys. Yönetmen birbirinden<br />
yaratıcı kısa ve orta metraj belgeselleriyle festivalin<br />
konuğu olacak.<br />
Gezici Festival’in klasikleşen Kısa İyidir bölümünde<br />
ise bu yıl yine dünyanın farklı ülkelerinden<br />
birbirinden yenilikçi kısa filmler gösterilecek.<br />
Her yıl bir ülke sinemasına özel yer ayrılan Kısa<br />
İyidir’in konuğu bu yıl Brezilya olacak. Kısaca<br />
Brezilya bölümünde bu ülkenin sinemasına dair<br />
ipuçları veren kısa filmler yer alacak.<br />
Çocuk Filmleri bölümünün her yıl yüzlerce çocuk<br />
tarafından izlenmesi ve bu filmlerin gösterimlerinin<br />
sürekli dolu geçiyor olması Gezici<br />
Festival’in en önemli özelliklerinden biri. Gezici<br />
Festival bu yıl çocuklara özel hazırladığı programda<br />
Polonya ve Almanya’dan filmlere yer verecek.<br />
Sinema Konuşalım buluşmaları Gezici Festival’de<br />
bu yıl dördüncü kez düzenlenecek. Geçtiğimiz üç<br />
yıl boyunca “bir haftalık okul” olarak anılan genç<br />
sinemacılar buluşması bu yıl Ankara ve Artvin’de<br />
gerçekleşecek. <strong>20</strong>06’dan bu yana kendi alanlarında<br />
profesyonel isimler tarafından verilen sinema derslerinin<br />
bu yıl da iki kentte atölye çalışmaları ve<br />
söyleşiler olarak yapılması planlandı.<br />
Bu yıl Gezici Festival ve Bilkent Üniversitesi<br />
işbirliği ile üçüncü kez Belgeseyir uluslararası<br />
belgesel film yapım atölyesi düzenlenecek. Türkiye<br />
ve Gürcistan’dan sinema öğrencilerinin katılacağı<br />
atölye çerçevesinde festivalin uluslararası durağı<br />
Artvin konulu filmler çekilecek.