07.05.2016 Views

Cinedergi 41

Binder41

Binder41

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

<strong>41</strong> kere maşallah<br />

n Eylül sayısı ile <strong>41</strong>. <strong>Cinedergi</strong>’yi<br />

yayınlamış oluyoruz. Bütün<br />

arkadaşlarımla bunun sevincini<br />

ve gururunu yaşıyoruz. Keşke<br />

ekonomik olarak endüstrinin<br />

içinde hak ettiğimiz yerde olabilseydik.<br />

Ama ne yazık ki hala<br />

internetin önemini anlayamamış<br />

bir sinema endüstrisine sahibiz.<br />

Bizim inadımız ve sinema sevgimiz<br />

var. Yani her ne olursa olsun bu<br />

yolda gücümüz yettiğince yürümeye<br />

devam edeceğiz. Bu karışık<br />

duygular içinde yine dopdolu bir<br />

sayıyı size ulaştırıyoruz. Bu sefer<br />

setlerden yeni çekilen filmlerden<br />

tazecik röportajlar ve izlenimler<br />

taşıdık sizlere. Adana’da yarışacak<br />

olan Mar filminin yönetmeni Caner<br />

Erzincanlı ve başrol oyuncusu<br />

Begüm Kütük Banu’nun sorularını<br />

yanıtladı. Celal Tan ve Ailesinin<br />

Aşırı Acıklı Hikayesi kadrosu tam<br />

takım <strong>Cinedergi</strong>’de. Onur Ünlü,<br />

Ezgi Mola, Türkü Turan, Selçuk<br />

Yöntem, Köksal Ergün, Tansu<br />

Biçer ile soru cevap Merve Genç’in<br />

emeğiyle bize ulaştı. Anadolu<br />

Kartalları filminin güzel oyuncusu<br />

Hande Subaşı Nil Özer’in<br />

sorularını yanıtladı. Bense Bir Ses<br />

Böler Geceyi filminin setinde kitabın<br />

yazarı Ahmet Ümit, Cem Davran,<br />

Merve Dizdar, Ali Sürmeli ve yönetmen<br />

Ersan Arseven ile konuştum.<br />

Bu ay yurt dışından çok önemli iki<br />

röportajı da sayfalarımız arasında<br />

bulacaksınız. Bu röportajları<br />

Türkiye’de sadece <strong>Cinedergi</strong> ve Star<br />

Gazetesi’nde yer almasını sağlayan<br />

Warner Bross’tan Duygu hanıma<br />

ve UIP’den Ayça hanıma teşekkürü<br />

bir borç biliriz. Yeşil Fener filminin<br />

başrol oyuncuları Blake Lively ve<br />

Ryan Reynolds, Nedimeler filminin<br />

başarılı komedyeni Maya Rudolph<br />

röportajlarıyla <strong>Cinedergi</strong>’de. Bunun<br />

yanında Özel dosyalarımız,<br />

kritiklerimiz, DVD köşemiz,<br />

<strong>Cinedergi</strong>’inin vaz geçilmezi olan<br />

özel köşeler Ali Ulvi Uyanık’ın kendine<br />

has fotokritikleri, Murat Tolga<br />

Şen’in Kült köşesi ve çok daha<br />

fazlası dergimiz içinde yer alıyor.<br />

Okuyucularımızın bize gönderdiği<br />

kritikleri de ayrı bir değerlendirmeye<br />

aldık. Bize göndermeye devam edin<br />

elimize ulaşan yazıları özel bir ek<br />

olarak yayınlayacağız. cinedergi@<br />

gmail.com adresine kritiklerinizi<br />

bekliyoruz. İyi okumalar...<br />

Yayın Sahibi<br />

Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />

TEVHİT KARAKAYA<br />

İcra Kurulu Başkanı<br />

MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

YAZARLAR<br />

Ali Ulvi Uyanık<br />

Kerem Akça<br />

Alper Turgut<br />

Burak Yarkent<br />

Zeynep Bonçe<br />

Murat Tolga Şen<br />

Zeynep Uslu<br />

Merve Genç<br />

Nil Özer


Yönetmen: Boaz Yakin<br />

Senaryo: Boaz Yakin<br />

Oyuncular: Jason Statham,<br />

Catherine Chan,<br />

Chris Sarandon, James<br />

Hong, Robert John Burke<br />

Konu: Eski bir ajan Triadlar<br />

tarafından kaçırılmış<br />

on iki yaşında bir Çinli<br />

kızı kurtarır. Çok güvenli<br />

bir kombinasyonla<br />

kuşanmış şekilde, kendilerini<br />

Triad, Rus mafyası<br />

ve fazlasıyla yozlaşmış<br />

New York politikacıları ve<br />

polis arasında bir sahilin<br />

ortasında bulurlar.


Yönetmen: Steven Soderbergh<br />

Senaryo: Scott Z. Burns<br />

Oyuncular: Kate Winslet, Matt Damon,<br />

Jude Law, Marion Cotillard,<br />

Gwyneth Paltrow, Laurence Fishburne<br />

Konu: İşte, uzun zamandır bir<br />

filmini beklediğimiz yönetmen<br />

Soderbergh’den sıkı bir gerilim…<br />

Çok öldürücü ve bulaşıcı bir hastalık<br />

hızla yayılmaya başlar… Çeşitli<br />

ülkelerden bir grup doktor hastalığa<br />

bir an önce çare bulabilmek için<br />

gerilimle dolu bir mücadele ve maceraya<br />

atılırlar… Güçlü oyuncu kadrosuyla<br />

da merak uyandıran film gerilim<br />

severlere hitap ediyor.<br />

Yönetmen: Garry Marshall<br />

Senaryo: Katherine Fugate<br />

Oyuncular: Robert De Niro, Ashton<br />

Kutcher, Zac Efron, Jessica<br />

Biel, Hilary Swank, Reese Witherspoon,<br />

Josh Duhamel, Halle<br />

Berry, Katherine Heigl, Abigail<br />

Breslin, Taylor Swift, Michelle<br />

Pfeiffer, Sienna Miller, Sara Paxton,<br />

Justin Bieber<br />

Konu: Biliyoruz, yeni yıl<br />

coşkusuna girmek için henüz<br />

erken ama, bu sıcak yaz günlerinde<br />

kışı düşlemek bile serinlemeye<br />

yetiyor… Filmde, yeni yıl<br />

arifesinde New York’ta yaşayan<br />

birkaç çiftin ve bekarların<br />

hayatlarının kesişmesi konu<br />

alınıyor. Filmin dev oyuncu kadrosu<br />

da sinemaseverleri oldukça<br />

tatmin edeceğe benzer.


Yönetmen:<br />

Cameron Crowe<br />

Senaryo: Cameron<br />

Crowe, Aline Brosh<br />

McKenna<br />

Oyuncular: Scarlett<br />

Johansson, Matt<br />

Damon, Elle Fanning,<br />

Colin Ford,<br />

Thomas Haden<br />

Church<br />

Yönetmen: Adam Kassen, Mark Kassen<br />

Senaryo: Chris Lopata, Ela Thier<br />

Oyuncular: Adam Kassen, Mark Kassen<br />

Writers: Chris Evans, Michael Biehn, Vinessa<br />

Shaw, Kate Burton, Brett Cullen, Marshall Bell<br />

Konu: Bir yandan kendi sorunlarıyla uğraşan<br />

uyuşturucu bağımlısı bir avukat olan Mike’ın<br />

başına hiç beklemediği bir olay gelir. Bir<br />

sağlık şirketinin davasını almak zorunda<br />

kalan Mike, içinde bulunduğu paradokstan<br />

sağ salim çıkabilmek için akıl almaz yollara<br />

başvuracaktır.<br />

Konu: Güney Californialı bir<br />

babanın yeni ailesini kırsal bir bölgeye<br />

taşıyıp orada kapanmamakla<br />

mücadele eden bir hayvanat bahçesini<br />

tamir ederek yeniden açmasının<br />

hikayesi. Hayvan haklarına ilginin<br />

hızla arttığı günümüzde başta hayvanseverler<br />

olmak üzere herkesin<br />

ilgisini çekecek sıcak bir aile filmi…


Yönetmen: Stephen Chbosky<br />

Senaryo: Stephen Chbosky<br />

Oyuncular: Emma Watson, Logan<br />

Lerman, Nina Dobrev, Paul Rudd,<br />

Johnny Simmons, Reece Thompson<br />

Konu: Lise öğrencisi Charlie, bir<br />

arkadaşına ilk aşkı ile ilgili mektuplar<br />

yazar. Amerikan lise hayatına<br />

karamsar bir açıdan bakıyor.<br />

Uyuşturucu, vahşet ve kalpsiz<br />

öğrencilerin oluşturduğu lise<br />

hayatında, Charlie hala gelecekten<br />

umutlu olmaya devam ediyor.


Yönetmen: Mike Gunther<br />

Senaryo: Mike Gunther, Mike Behrman<br />

Oyuncular: Bruce Willis, Mischa Barton,<br />

Jenna Dewan, 50 Cent, Ryan Phillippe,<br />

James Remar<br />

Konu: Uzun süredir arkadaş olan Sonny,<br />

Vincent ve Dave kendi çaplarında basit<br />

birer hırsızdırlar. Ancak gurubun üyelerinden<br />

Vincent, hayatlarını yeniden<br />

kurmaları için bir iş planmaktadır. Buna<br />

karşın Sonny bu suçlu yaşımdan sıkılmış<br />

ve bırakmak istemektedir. Gurubun diğer<br />

üyesi Dave ise eşi Valerie ile yeni bir<br />

hayat kurmak istemektedir. Mücevher<br />

soygunu yapmayı planlayan bu arkadaş<br />

gurubu, işler umdukları gibi gitmeyince<br />

birbirlerine düşman olurlar ve büyük bir<br />

yarış içine girerler.<br />

Yönetmen: Yasemin Samdereli<br />

Senaryo: Yasemin Samdereli<br />

Oyuncular:Denis Moschitto, Vedat<br />

Erincin, Antoine Monot Jr., Aylin<br />

Tezel, Demet Gül<br />

Konu: Ben kimim ve neyim –<br />

Almanmı yoksa Türkmü?” Bu<br />

soruya altı yaşındaki Cenk ikilem<br />

arasında kaldığı için kendisine soruyor.<br />

Kimse onu futbol takımına almak<br />

istemiyor. Ne Türkler ne de Almanlar.<br />

Cenk’i teselli etmek için 22<br />

yaşında olan kuzeni Canan dedeleri<br />

Hüseyin’in hikayesini anlatıyor.<br />

60’li yılların sonunda bir Türk işçisi<br />

olarak Almanya’ya gelmiş, sonra da<br />

eşini ve çocuklarını yanına aldırmış.<br />

O zamandan bu yana çok zaman<br />

geçmiş ve Almanya onların yeni<br />

vatanı olmuş.


n Mark Waters filmografisine baktığımızda birçok<br />

ilgi konuyu bir yumak haline getirip ortaya saldığını<br />

görüyoruz. Aşkın 500 günü’nün yapımcısı olan<br />

Waters aşkın çeşitli halleri üzerine odaklanan<br />

filmler yaptı bugüne kadar. Beden değiştirenlerden,<br />

bedenini terk edenlere kadar. Hatta fantastik<br />

dünyası o kadar fazla üzerinden taştı ki Spiderwick<br />

Günceleri’ni çekti, Hayalet Sevgililerim bile o romantizme<br />

karşılık mistik bir hal taşıyordu inceden.<br />

Babamın Penguenleri / Mr. Popper’s Penguins Jim<br />

Carrey’i başrole taşıyarak masalsı bir dünyanın<br />

kapılarını sonuna kadar açıyor. Dünyanın keşif<br />

heyecanlarına kendisini kaptırmış babasıyla<br />

bir türlü görüşemeyen Tom Popper bu özlemler<br />

içinde büyür ve işkolik bir adam olur. Karısından<br />

ayrılmış, ergenlik çağındaki kızıyla kötü ama küçük<br />

oğluyla iyi ilişkisi olan bir baba. Hayatına giren<br />

farklı şeylerle (burada penguenler) birlikte her şey<br />

değişir klasiği hikayesi. Hikayenin aslında çok<br />

eski bir tarihi var. İlk kez 1938’de yayınlanan bir<br />

çocuk klasiği olan Boyacının Penguenlerinin modern<br />

bir uyarlaması aslında film. Hayvanları kendi<br />

ortamları dışına sürükleyen insanoğlunun bencilliği<br />

anlatılmak istenen de. Filmin içinde penguenler<br />

olunca ortamda kara kış oluyor haliyle. Ortam buz<br />

olunca espriler de biraz soğuk oluyor ama filmde pıtır<br />

pıtır oradan oraya akan penguenleri görmek bir hayli<br />

sevimli!<br />

Soğutulmuş ve buzla kaplanmış bir sette gentoo<br />

penguenleriyle çekilen film, aslında buzları eritip<br />

kalpleri yumuşatma derdinde! Ama şehrin ortasında<br />

bir apartman dairesinde altı penguenin varlığı zaten<br />

epey fantastik tat katıyor filme. O yüzden masalsı bir<br />

tatta takip ediyoruz. Filmin asıl derdi elbette ki hayvanlar<br />

ve insanların onlara nasıl davrandığı. Aslında<br />

hayvanlar kendi evlerinde daha rahattır derken,<br />

bir yandan da Tom onlara o kadar güzel bir dünya<br />

sunuyor ki azıcık kafamız karışmıyor değil! O da<br />

onun değişen algısını göstermek için sanırım!<br />

Ben zaten penguenler üzerine yapılan her şeyi çok<br />

seviyorum ve onlar da sinemaya çok yakışıyor.<br />

Yani sinematografik hayvanlar. Filmde penguenlerle<br />

kurulan Charlie Chaplin benzerliği gerçekten<br />

de keyifli… Sonuçta babasının kendisine armağan<br />

ettiği altı penguenle baş etme duygusunu öğrenirken<br />

aynı zamanda kendi sürecini tamamlıyor bir yandan<br />

da Tom. Aslında mesajcı tavrını biraz karların altına<br />

gömüyor ve bunu bilerek yaptığını düşünüyoruz ama<br />

mesaj yerine ulaşıyor elbette! Hayvanları seviyoruz<br />

ve onlarla beraber hayatımızın değiştiğini biliyoruz!


n Gençliğimden beri hep Woody Allen hayranı<br />

olmuşumdur. Kitaplarından filmlerine hep aynı kalabilen<br />

ve derdini aynı başarıyla anlatabilen çok az<br />

sanatçı vardır. Bunların başında Allen gelir. O, döneminin<br />

hep ilerisinde oldu. 70’lerde çektiği Bananas,<br />

Annie Hall, Manhattan gibi filmlerde espri yeteneğini<br />

bir kılıç gibi kullanabilen, eleştirisini insanların<br />

gözüne sokarken inanılmaz kabiliyeti sayesinde<br />

kabullenilen bir insandı. Her sanatçı gibi Allen’ın da<br />

dönemleri oldu. Yaşlılık veya olgunluk döneminde<br />

çevirdiği filmler biraz daha uzaktan bakan ama yine<br />

espri gücü kuvvetli, insanların karanlık yönlerini<br />

malzeme olarak kullanan yapımlardı. Match Point,<br />

Scoop ve Cassandra’s Dream, Allen’ın komedisinden<br />

çok dramını konuşturduğu üretimler oldu. Son üç<br />

filmiyse, Vicky Cristina Barcelona, What Ever Works<br />

ve You Will Meet a Tall Dark Stranger sanki Allen’ın<br />

gençliğine dönüş filmleriydi. Esprileri çok güçlü,<br />

eleştiriden de korkmayan yapılarıyla geçmişten<br />

gelen güzel filmlerdi. Bu ay vizyona giren Midnight in<br />

Paris ise beni hayal kırıklığına uğrattı. Woody Allen<br />

esprisinden çok kendi klişelerine tutunmaya çalışan<br />

ama o her şeye renk veren dahilikten uzak bir yapım<br />

çıktı karşımıza. 70’lerde, 80’lerde zamanının ilerisinde<br />

olan Allen ne yazık ki 2011’de zamanının<br />

gerisinde kalmış. Klasik olarak tanımlayacağımız bir<br />

çizginin bilindik çözümleriyle bir Paris güzellemesi<br />

çekmiş Allen. Tabii onun en büyük özelliğinin filmi<br />

çektiği kentlerin, hikayesinde bir karakter olarak<br />

kullanılması olduğunu biliyoruz. Ama mesela New<br />

York veya Londra Allen’ın filmlerinde her ne kadar<br />

onun yorumuyla verilse de kendi renkleri yönetmeni<br />

yönlendirmiştir. Midnight in Paris’te ise Paris tam<br />

bir Amerikalı algılamasıyla verilmiş. Masalsı, kendi<br />

gerçekliğinin dışında, içi boşaltılmış bir romantizmin<br />

iz düşümü. Her Allen filminde olduğu gibi, hatta<br />

diğerlerinden fazla muhteşem bir kadro söz konusu,<br />

Rachel Adams ve Owen Wilson filmin başrollerinde.<br />

Yan rollerde ise birbirinden ünlü isimler var. Carla<br />

Bruni, Michael Sheen, Marion Cotillard, Adrien Brody,<br />

Kathy Bates ve daha bir çok ünlü isim art arda beyazperdede<br />

geçiş yapıyorlar. Allen bu sefer Paris’e gelen<br />

ve evlenecek olan bir çifte döndürmüş kamerasını.<br />

Gil (Owen Wilson) romanını yazmak için büyük baskı<br />

altındaki romantik bir yazardır. Sevgilisi Inez (Rachel<br />

Adams) ise ailesinin de etkisiyle hayata daha sağlam<br />

tutunmak isteyen bir kadındır. Inez’in anne babası<br />

ve ikili Paris’e gelirler. Onların peşinden ise Inez’e<br />

hayatı boyunca tutkun olan arkadaşı Paul (Michael<br />

Sheen) gelir. Gil bu topluluktan kopup Paris’in ara<br />

sokaklarında kendi romantizmini yaşamak ister. Ama<br />

kuytularda aradığından çok daha fazlasını bulacaktır.<br />

Zamanda geri dönüp Ernest Hemingway, Picasso gibi<br />

ünlülerin arasına karışır. Paris’in büyülü gecelerinde<br />

Adriana ile tanışır. Bütün bu ünlü şairlerin, yazarların<br />

ve ressamların aşık olduğu gizemli kadındır Adriana.<br />

Gil’in diğerlerinden farklı olduğunu hisseder ve Adriana<br />

bu adlandıramadığı tuhaflığın peşinden gider.<br />

Gil ise idealize ettiği aşkı bulduğu Adriana ile gerçek<br />

yaşamında olamamanın zıtlığını yaşamaktadır. Gil’in<br />

romantizmi aslında tam da Paris’in tarihi gibi gerilerde<br />

kalmış bir romantizm. Günümüzde yaşanamayan bu<br />

romantizmin peşinde midir Woody Allen yoksa bu<br />

film aslında Allen’ın isyanızmıdır günümüzün realizmine<br />

bilinmez. Ama bunlar da olsa Allen’ın hisleri<br />

günümüzün gerisinde kalmış biraz eskimiş yanını<br />

ortaya koymakta. Bizim gibi gençliğini onunla geçirenler<br />

içinse başka bir üzüntü kaynağı. Biraz da bizim<br />

eskidiğimizi anlatıyor bu duygular. Yine de büyük<br />

ustanın bu filmi sadece ona duyduğumuz saygı yüzünden<br />

bile seyredilmeye değer.


n “Yeryüzündeki Son Aşk” (Perfect Sense),<br />

duyuların yaşamsal önemine, insanların hayata<br />

tutunma azmine ve aşkın salgında, zorlukta ve<br />

yoklukta var olmasına dair kalburüstü bir film,<br />

özetle. Evet, koku alma, tatma, işitme ve görme<br />

gider, dünya üzerinde en son dokunma ve aşk<br />

kalır. İşte orada dur! Kalır mı, kalmaz mı, hiç<br />

duyu’suz yaşanır mı? Her şeyden öte bu film,<br />

oturup üzerine düşünülmeye değer.<br />

“Asylum”, “Hallam Foe”, “Young Adam”,<br />

“Spread” gibi vasatı aşan ve ilişkiler konusunda<br />

ustalaşmaya çabaladığı filmleriyle<br />

adını duyuran İskoç yönetmen David Mackenzie,<br />

asıl sıçramasını dünyanın değil insanın<br />

kıyametini resmeden karamsar bir distopya olan<br />

Yeryüzündeki Son Aşk ile yapıyor. Mackenzie’nin<br />

“You Istead” adlı komediyle müziği harmanladığı<br />

son filmini ise merakla bekliyoruz. Duyuların<br />

yitimi, insanlığın bitimi ile örtüşür mü? sorusunu<br />

dillendiren Yeryüzündeki Son Aşk’ın neredeyse<br />

şiirsel ve gerçekten özgün diyebileceğimiz senaryosu<br />

Danimarkalı Kim Fupz Aakeson’a ait.<br />

Filmin başrollerinde kimyalarının tuttuğuna<br />

kanaat getirdiğimiz ve gerçekten sevdiğimiz<br />

yetenekli ve seksi ikili, Ewan McGregor ve Eva<br />

Gren var. Diğer rolleri de Connie Nielsen, Stephen<br />

Dillane, Ewen Bremner, Adam Smith,<br />

Alastair Mackenzie ve Caroline Paterson<br />

sırtlamışlar.<br />

Filmi izledikten sonra aklıma ÇHD’nin son<br />

Tekirdağ F Tipi Cezaevi raporunda geçen<br />

“Süngerli Oda”lar geldi, insan iletişimini sıfırlayan<br />

bu hücreler, tecridin dozunu arttırmak ve duyuları<br />

duyarsızlaştırmaya yönelikti. Sonra görme ve<br />

işitme engelli insanları düşündüm, onlar gibi<br />

hissetmek için gözlerimi kapadım, kulaklarımı<br />

tıkadım ve yürümeye çalıştım, sahip olduğumuz<br />

duyuların yaşamsal önemini idrak edebilmek<br />

adına… İşte bu film, insanlığın gizemli bir<br />

salgının ardından duyularını teker teker kaybetmesini<br />

anlatıyor, doğurganlığını yitirmiş sorunlu bir kadın ile<br />

sevdiği ölüme yürürken onu terk edebilmiş sorumsuz bir<br />

erkeğin tomurcuklanmaya başlayan aşkıyla birlikte…<br />

Filmin kaotik ve romantik yolculuğunda, insanlar her<br />

durakta yani duyu yitimlerinde farklı tepkiler geliştiriyorlar,<br />

koku giderken gözyaşlarına boğuluyorlar, çünkü koku<br />

anılarımızı da yok ediyor, çocukluğumuza ait hatıralar<br />

kayboluyor. Sonraki tepki hayvani bir oburluk, ardından<br />

zapt edilemeyen yaman bir öfke dünyaya egemen<br />

oluyor. İnsanlar ölesiye korkuyor, karanlığa yürümekten<br />

de sessizliğin içinde tükenmekten de. Deniz çekilir<br />

kum kalır, su yoksa çöl vardır, ya duyular kaybolursa ne<br />

olur? Bir arkadaşa sordum bunu, dalgacı; körler, sağırlar<br />

birbirini ağırlar, dedi gülerek. Empati yoksunluğu, sahip<br />

olduklarımız yüzündendir belki de, şayet kaybedeceğimizi<br />

bilsek tüm duyularımızı, inanıyorum ki, yeşeren dalı,<br />

baharı, hayatı daha iyi görür, kahve kokusunu, taze<br />

ekmek çıkan fırın kokusunu, gül kokusunu çeken burnumuza<br />

minnet duyar, yemekse mevzu hepimiz gurme<br />

olur, durmaksızın güzel seslerin peşi sıra koşardık. Hiç<br />

kuşkusuz. Beş duyu aşkına, yaşamak ne güzel şey!<br />

Filmin konusu özetle şöyle; Kadınlara bağlanmakta<br />

sorunları olan yetenekli yemek şefi Michael, soğuk<br />

görünümlü güzel doktor Susan ile tanışır. Susan uzun bir<br />

süredir kendini işine adayıp özel hayatından vazgeçmiş,<br />

Michael ise kadınlarla ciddi ilişki kurmaktan kaçınmıştır.<br />

İkisi de birbirlerine karşı daha önce deneyimlemedikleri<br />

derin duygular hissederken, tüm dünyada insanların<br />

duyularını sırayla yok eden salgın bir hastalık baş<br />

gösterir. İnsanlık sonuna yaklaşırken aşk tüm bu engellere<br />

rağmen hayatta kalabilecek midir?


n İtiraf etmeliyim ki, 2006’da gösterilen<br />

serinin ilk filminde oldukça<br />

sıkılmış, biran önce filmin bitmesini<br />

istemiştim. 117 dakikalık süresiyle de<br />

popülist bir animasyona uygun değildi<br />

kanımca. Ancak bu kez işler değişti.<br />

Ağırlıklı olarak çöldeki kasabada<br />

geçen ilk hikaye bu sefer dünyanın<br />

dört bir yanına yayılan, aksiyon dolu<br />

bir hal almış.<br />

Yıldız yarışçı Şimşek McQueen ve çekici Mater<br />

dünyanın en hızlı arabasını belirlemek için düzenlenen<br />

ilk Dünya Grand Prix’inde yarışmak için<br />

denizaşırı ülkelere gidince dostluklarını da heyecan<br />

verici yeni yerlere götürüyorlar. Fakat şampiyonluğa<br />

giden yol Mater’in entrikalı bir maceraya girişmesiyle<br />

birlikte çukurlarla, dolambaçlarla ve şamatalı sürprizlerle<br />

dolar. Mater kendisini iki arada bir derede bulur:<br />

Ya Şimşek McQueen’e bu büyük yarışta yardım<br />

edecektir ya da usta İngiliz casusu Finn McRoket<br />

ve stajyer ajan Holley Shifwell’in yürüttüğü çok gizli<br />

görevde yer alacaktır.<br />

Konusundan da az çok anlaşılabileceği üzere bu<br />

kez çekici Mater üzerine kuruluyor senaryo. Şaşkın<br />

ve saf Mater yanlışlıkla kendini bir ajan hikayesinin<br />

içinde buluyor; başta McQuenn olmak üzere tüm<br />

yeni nesil arabaları tehdit edecek bir suç örgütünün<br />

foyasını ortaya çıkarmak için bilmeden de<br />

olsa canını dişine takıyor… Bir yandan dostluğun<br />

öneminin altını çizerken bir yandan da istendiği<br />

takdirde her şeyin üstesinden gelinebileceğini vurguluyor.<br />

Tabi bunu yaparken de, John Lasseter’in<br />

önderliğinde hızlı bir senaryodan ve de başarılı<br />

3D tekniğinden yararlanıyor. Orijinalinde Owen<br />

Wilson, Michael Caine, Larry the Cable Guy ve<br />

John Turturro’nun seslendirdiği film, ülkemizde ise<br />

Osman Gidişoğlu, Yekta Kopan ve Cem Yılmaz<br />

tarafından seslendirildi. Casusluk filmlerine olan<br />

düşkünlüğünü her fırsatta dile getiren yaratıcı<br />

yönetmen John Lasseter, filme kattığı ajan hikayesiyle<br />

hedefi on ikiden vurmuş. Zira böylece<br />

küçük izleyicilerin yanı sıra, büyüklerin de ilgisini<br />

ayakta tutmayı başarmış. Üstelik bunu yaparken<br />

de akıllıca bir fikri yedirmiş işin içine; karakterleri<br />

dünyanın dört bir tarafına göndermek. Amerika’nın<br />

yanı sıra Japonya, Fransa, İtalya (Buradaki sahil<br />

şehrine bayılacaksınız) ve İngiltere’de geçen<br />

yarışlar heyecana heyecan katıyor.<br />

Gelelim ilginç bir tespite… Maceranın alt öykülerinden<br />

biri de petrol meselesi. İlk bakışta çevre<br />

dostu izlenimi veren ve hızla azalan petrole alternatif<br />

bir yakıtmış gibi sunulan Alinol, filmin sonunda<br />

kötüleniyor. Bu açıdan özellikle de küçük<br />

izleyicilerin kafası iyice bulandırılıyor. Hatta filmin<br />

sonunda durum öyle bir hal alıyor ki, sanki petrol<br />

olmazsa dünyanın sonu gelecekmiş gibi bir izlenim<br />

yaratılıyor. Dolayısıyla da, gelecek konusunda<br />

kalıcı çözümler üretilmesi gereken günümüzde<br />

çocuklara daha net ve yapıcı mesajlar vermesi gerekirdi<br />

filmin.<br />

Neticede, dinamik yapısı ve hiç düşmeyen temposuyla<br />

“Arabalar 2”, büyük küçük herkese eğlenceli<br />

dakikalar armağan ediyor. Ancak bir üçüncüsü<br />

daha gerekli mi, işte bundan şüpheliyim…


n ”Yönetmen Tayfun Pirselimoğlu’nun son<br />

filmi Saç, geçen yıl ilk kez gösterildiği 42. Altın<br />

Portakal’da “en iyi görüntü yönetimi” ve bu yıl<br />

30.su düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde<br />

“en iyi film” “en iyi yönetmen” ve “en iyi kadın<br />

oyuncu” ödüllerini aldı. Film asosyal bir perukçunun<br />

müşterilerinden birine geliştirdiği tuhaf<br />

saplantıyı hikayesi yapıyor ve seyirciyi 131<br />

dakikalık bir buhran öyküsünü izlemeye davet<br />

ediyor. Tayfun Pirselimoğlu sinemasından<br />

bihaber izleyici bu ödüller yüzünden filmin bir<br />

başyapıt olduğunu düşünebilir ve merakla<br />

gösterime gireceği günü bekleyebilir pekala...<br />

Zaten başka her yerde kadim sinema yazarları<br />

tarafından kaleme alınmış, filme methiyeler<br />

düzen, alt metinlerinin labirentlerinde dolaşan<br />

yazılar okuyacaksınız. Fakat ben bağımsız<br />

bir sinema yazarı olarak seyircilikten gelme<br />

samimiyetimle hepinizi uyarmak zorundayım<br />

ki, Saç bir başyapıt falan değil hatta iyi bir film<br />

bile değil... 2002 yılında Nuri Bilge Ceylan’ın<br />

çektiği Uzak ile Altın Portakalı alması, ardından<br />

da tüm dünyada ödüllere boğulması minimalist<br />

Türk sinemasının 80’lerde başaramadığı şeyi<br />

yeniden denemesine sebep oldu ve “camdan<br />

dışarıya bakarken sigara içen adam” konseptli<br />

filmler yeniden hepimize “çok iyi sinema” olarak<br />

ittirilmeye başlandı. Bu zaman zarfında gişe<br />

filmleri kendilerini ciddiye aldıramadıklarından<br />

iyice yozlaşırken, festivallerin “minimal olsun<br />

çamurdan olsun” zihniyeti ve eleştirmen<br />

beğenileri bu ithal yalnızlık duygusunu yeni<br />

Türk sineması tarifi olarak benimsemiş durumda.Yeşilçam’ın<br />

tüm duygularını reddeden<br />

ve “halk için sinema” yapmayı bir gereksizlik<br />

olarak gören bu oluşuma ve ona verilen<br />

sınırsız desteğe kesinlikle karşıyım. Bir tür<br />

entelektüel ilüzyon olduğunu düşündüğüm bu<br />

yolculuğun son ve en ileri durağı olan Saç,<br />

hepsi 10 saniyenin üzerinde planlarla ilerleyen<br />

ve belgesel kamerasından bile daha tembel<br />

takip ile oluşturulmuş ile içinden çıkılamaz bir<br />

izleme buhranı... Kendi şahsi fikrime göre, 60’lar salon<br />

komedilerinin “fabrikatör amca” “komik uşak” “fettan Jale”<br />

gibi karakterleri ne kadar sahte ise Saç’ın bu kolu kanadı<br />

kırılmış fena halde kırılmış, aşırı tepkisiz karakterleri de o<br />

kadar öyle! Zeki Demirkubuz’un özellikle Kader filminde<br />

yaptığı gibi karakterlerin gerçeğini zedelemeden sadece<br />

anlatımdaki abartıdan kurtulmaya çalışan filmlere hepimiz<br />

hayranız zaten. Ama Saç’ın abartıdan kaçıp “minimal”<br />

kelimesini bile bir festival algısına sahip bırakacak kadar<br />

durağan filmi için aynı şeyleri söylemek zor. Türkiye’de<br />

yaşayan kimseyi bu karakterlerin bizim aramızda<br />

dolaştığına inandıramazsınız. Her şeyin bu kadar yavaş<br />

aktığı ya da bu kadar yavaşlamış şeylere tepki veren bir<br />

toplum değiliz biz... Eğer filminizde sokak varsa bu ülkenin<br />

sokağının gerçeğini başkalaştırmayacaksınız.<br />

Saç’ın kaderini şimdiden teyin etmek mümkün. Bazı sinema<br />

yazarları tarafından göklere çıkarılacak ve bu yüzden<br />

diğerleri de “bu filmi sevmediğimizi belli edersek sinemadan<br />

anlamamakla suçlanırız” diyerek filmi başyapıt ilan<br />

edenler kervanına katılacak. Film gösterime girecek ama<br />

kimse izlemeyecek yine de festivallerde ödülleri toplamaya<br />

devam edecek. Üzgünüm ama bu türden filmlerin seyirci<br />

nazarında bir kıymeti yok artık. Ödüllerle domine edilerek<br />

İçine sokulduğumuz tehlikeli bir akıntı olan “eleştirmenlerin<br />

sevdiği filmler iyidir, seyircinin sevdikleri kötüdür”<br />

yaklaşımı sinemamıza zarar vermekte. Oysa herhangi<br />

bir eleştirmenin “en iyi 10 Türk filmi” listesinin çoğu hem<br />

seyircinin, hem de eleştirmenin onayını alan filmlerden<br />

oluşmakta... Örnek ister misiniz; Susuz Yaz, Selvi Boylum<br />

al Yazmalım, Muhsin Bey...<br />

Saç, biçimde, hikayede ve oyunda abartıdan kurtulma<br />

halini iyice arttırarak öte tarafta bir abartı tuzağına düşen<br />

bir sinema örneği... Yeşilçam düşkünü ve bunu saklamayan<br />

bir film eleştirmeni olarak filmi sevmedim ve hakkında<br />

methiyeler düzmeyi reddediyorum. Artık filmi yavaşlatmak<br />

marifet sayılmamalı ve ödüllere boğulmamalı. Kameraya<br />

sırtını dönmüş bir adamın, aynı planda 7 dakika boyunca<br />

yemek yiyip masadan kalkmasını izlemeyi seviyorsanız bir<br />

şey diyemem tabi... Hiç mi bir şeyini sevmedin derseniz;<br />

Rıza Akın’ın oyunculuğu her zamanki gibi çok iyi derim.


Dizilerin aranan oyuncusu Hande Subaşı beyaz perdeye iyice ısındı. Güneşi<br />

Gördüm’deki performanıyla göz dolduran güzel yıldız, Anadolu Kartalları<br />

filminde bu kez izleyicilerin karşısına çellist olarak çıkacak.<br />

NİL ÖZER<br />

n Yönetmenliğini Ömer Vargı’nın<br />

üstlendiği Anadolu Kartalları 28<br />

Ekim’de vizyona girecek. Engin<br />

Altan Düzyatan, Özge Özpirinçci,<br />

Ekin Türkmen gibi genç<br />

oyuncuları buluşturan filmin bir<br />

diğer yıldızı da Hande Subaşı...<br />

Filmdeki rolünü anlatan oyuncu<br />

‘’Bu filmde senaryo da, çekimler<br />

de gerçek’’ dedi.<br />

Anadolu Kartalları projesini kabul<br />

etmenizdeki etkenler nelerdir?<br />

Bir proje geldiğinde ilk olarak<br />

bütününe bakarım. ‘Anadolu<br />

Kartalları’ projesinde de aynı<br />

şekilde oldu. Deneme çekimleri<br />

yaptık, karşılıklı içimize sindi.<br />

Kabul etmemdeki en büyük<br />

faktör yönetmenin Ömer Vargı<br />

olmasıydı. Büyük prodüksiyonlu<br />

bir iş, belgesel niteliği<br />

taşıyor, Türkiye’de bugüne kadar<br />

yapılabilmiş bir şey değil, kendine<br />

özel bir iş diye düşünüyorum.<br />

Hikayesi, duygusal anlamda<br />

sağlam temellere dayanıyor. Senaryo<br />

da, çekimler de gerçek.<br />

Sizi hangi rolde seyredeceğiz?<br />

Çellist Burcu, konservatuarda<br />

okuyan genç bir öğrenci. Pilot adaylardan<br />

Ahmet’in (Çağatay Ulusoy) kız arkadaşı<br />

rolündeyim. Aşıklar birbirlerine. Burcu’nun<br />

da hayatındaki süreç Ahmet’le örtüşüyor.<br />

Onun işine olan tutkusu ve mesleğin<br />

risklerini ilişkilerinde çok fazla hissediyorlar.<br />

Detay veremiyorum yoksa filmi<br />

anlatmış olacağım...(Gülüyor)<br />

Çello zor bir çalgı. Biliyor muydunuz<br />

çalmayı yoksa film için eğitim<br />

aldınız mı?<br />

Çekimlere başlamadan önce<br />

eğitim aldım.Gerçekten çok<br />

zor bir enstrüman. Az bir zamanda<br />

alınan dersle sadece<br />

enstrümanı tanıdım. İnsanlar<br />

yıllarını veriyor, çalabiliyorum<br />

dersem ayıp olur. Çekim<br />

için olabildiğince çalıştım,<br />

iyi bir performans<br />

gösterdiğime inanıyorum.<br />

Müziği seviyor olmam,<br />

müzik kulağımın iyi olması<br />

çok yardımcı oldu.<br />

Bugüne kadar içinde<br />

olduğunuz projelerden<br />

farkı nedir? Sizce sinema<br />

oyunculuğu, dizi<br />

oyunculuğuna göre daha<br />

fazla performans gerektiriyor<br />

mu?


Büyük prodüksiyonlu bir iş. İnce eliyip sık<br />

dokudular, çok özenli çalışan bir ekipti bizimki.<br />

. Hakiketen çok büyük bir iş, her sette<br />

bunu göremezsiniz. Dizi tabii çok farklı bir<br />

şey, hızlı tüketiliyor, biz oyuncularda sinema<br />

kadar titizlenmiyoruz. İstesenizde çok detaylı<br />

düşünemiyoruz çünkü vakitle yarışıyoruz..<br />

Dört beş gün içinde bitirmemiz gerekiyor. Ne<br />

kadar iyi performans gösterseniz yanınıza<br />

kar. Bir filmde daha uzun süreli kendinizi<br />

hazırlıyabiliyorsunuz, çekim süreci daha geniş<br />

tutuluyor. Kalıcılık anlamında baktığımızda<br />

diziyi üç, beş yıl sonra kimse hatırlamıyor<br />

ama oynadığınız bir filmi arşivinizde ömrünüzün<br />

sonuna kadar saklıyabilirsiniz.<br />

Sinema filmi o nedenle daha değerli.<br />

Aslında zor diyoruz ama ben dizi setinde<br />

çalışmayı da çok seviyorum aslında ben<br />

sette çalışmayı çok seviyorum. O yüzden<br />

çok ayırım yapmıyorum.<br />

Güzellik yarışmasından sonra mı karar<br />

verdiniz oyuncu olmaya?<br />

Benim hep böyle bir isteğim vardı<br />

işin açıkçası, ama aceleye getirmek<br />

istemedim. Güzellik yarışmasına<br />

katılmadan önce Ayla Algan Drama<br />

Okulu’nda eğitime başlamıştım.<br />

Eğitimimi orada tamamladım. Miss<br />

Turkey’den sonra gelen teklifleri<br />

hemen kabul etmedim. Biraz beklemenin<br />

iyi olacağını düşündüm.<br />

Daha sonra TRT’ deki Elde Var<br />

Hayat dizisinin yapımcıları o zamanlar<br />

eski adıyla Yağmur Ajans<br />

rahmetli Osman Yağmurdereli<br />

döneminde gelen bu projeye evet<br />

diyerek başladım. Kuşdili dizisi<br />

hayatımda ki en önemli projedir<br />

benim için. Görüştükten sonra üç<br />

bölüm senaryo verdiler koşa koşa<br />

eve gidip o heyecanla, üç bölümü<br />

bir anda okumuştum. Hikayeye<br />

ve karektere aşık olmuştum.<br />

Ekip ve seyirciler tarafından çok<br />

sevilmesine rağmen, maalesef<br />

Osman Bey’in (Yağmurdereli)<br />

rahatsızlığı nedeniyle uzun sürmedi.


Oyunculuğunuzu geliştirmek için neler<br />

yapıyorsunuz?<br />

Benim için en önemli süreç setler olmuştur.<br />

Yıllarını vermiş önemli isimlerle çalışma fırsatım<br />

olduğu için pratiği setlerde birebir görerek<br />

öğrendim. Ayla Algan Okulu’ndan sonra kendimi<br />

yetiştirdiğim yer, işimin başıydı.<br />

Güneşi Gördüm projesi sizin için dönüm noktası<br />

oldu diyebilir miyiz?<br />

Aynen dediğiniz gibi. Oyunculuk hayatımda<br />

bir dönüm noktasıdır diyebilirim. Performans<br />

açısından önemli bir iş oldu. Önemli kişilerden çok<br />

güzel yorumlar aldım .<br />

Müzikle ilgili projeleriniz var mı?<br />

Yani hep düşünüyorum ama daha fazla bir adım<br />

atmış değilim. Kafamda yapmak istediklerimi<br />

oturtmuş değilim. Adını koyamıyorum henüz.


Her Yerde Aşk – Manuale d’am3re /<br />

Yönetmen: Giovanni Veronesi<br />

n Kahramanları birbirlerini teğet geçen üç<br />

hikâye yoluyla, yaşam çizgisindeki üç döneme<br />

dair aşkın halleri… Ya da, hiçbir yasayı, formülü,<br />

tarifi kabul etmeyen aşk denilen şeyin<br />

serbest ve çılgın biçimleri! İlginçtir her üçünde<br />

de yalan / aldatma var. İş için sahil kasabasına<br />

gelen, evlenme arifesindeki genç avukat,<br />

nişanlısı güzel kızı evli bir kadınla aldatır…<br />

Ünlü haber spikeri, başına bela olacak bir<br />

‘çatlakla’ karısını aldatır… Kızına âşık olduğu<br />

arkadaşından bu durumu saklayan adam ona<br />

yalan söyler yani aldatır… İtalyan’dan gelen<br />

film, büyük oranda güldürüye yaslansa da,<br />

mesela en komik olan ikincinin özünde gönül<br />

üzgünlüğü saklı… Ancak seyircinin yüzünde<br />

gülümsemeyle salondan ayrılması hedeflenmiş.<br />

Bir de minik İtalya turu yapması tabii. Sonuç:<br />

Hafif ve hoş.


İlk Yenilmez: Kaptan Amerika / Captain America:<br />

The First Avenger / Yönetmen: Joe Johnston<br />

n MARVEL 1939’da kuruldu.<br />

Ve 2.Dünya Savaşı yıllarında,<br />

zalimliğin hedefindeki tüm<br />

insanlığa 40 kiloluk genç<br />

adam Steve Rogers’ın cesareti,<br />

direnci, zorbalara karşı<br />

mücadelesi ilham verdi. Nitekim<br />

bu cılız adam, savaşın<br />

şiddetiyle bilim kurgunun<br />

olası gerçekliğinin Marvel<br />

dünyasında sentezlenmesi sonucu,<br />

mükemmel görünümlü,<br />

dayanıklı, yakışıklı “Kaptan<br />

Amerika”ya dönüştü… Tam<br />

70 yıldır ezilenlere ilham vermeye<br />

devam eden ve doğal<br />

olarak Amerika adını alan<br />

süper kahramanın başlangıç<br />

öyküsünü gerekli vurgularla<br />

anlatan film, 3D tekniğinin<br />

katkısıyla, görsel bir ziyafet<br />

de sunuyor… Tam da o yıllara<br />

özgü mekân, obje, kostüm,<br />

araç –gereç –silahların sıkı<br />

aksiyonla buluştuğu boyutta<br />

fantastik sinemanın fırça darbeleri<br />

görselliği sürrealiteyle<br />

buluşturuyor. Hani “karanlık<br />

salonda kaybolmak” denir<br />

ya… Seyrederken dış dünyayı<br />

tamamıyla unutacaksınız.


Yeryüzündeki Son Aşk – Perfect Sense<br />

/ Yönetmen: David Mackenzie<br />

n İnsan dört duyusunu tamamıyla yitirse de,<br />

geriye kalan dokunmayla sevdiğinin tenini<br />

hissederek hayatta kalır. Bize kalan tek şey de<br />

zaten ‘sevgili ölüm’ dışında aşk değil midir?<br />

İngilizlerin son yıllarda yetiştirdiği en yetenekli<br />

ve yaratıcı yönetmenlerden David Mackenzie,<br />

gezegendeki insanların duyularını birer<br />

birer yok eden salgının ortasında, işi tam da<br />

koklama, tat alma, duyma, görmeyle ilgili olan<br />

capcanlı şef aşçı ile ‘her anlamda soğumuş’<br />

kadın doktorun , ‘kendilerine rağmen’ birbirlerine<br />

nasıl delice âşık olduklarına tanık ettiriyor.<br />

Her duyu kaybından önce farklı duyguları uçlarda<br />

yaşayan herkesin kafasına insan olmanın<br />

değeri ‘dank’ ediyor; sevip sevilmekten başka<br />

her şey de yok oluşa sürükleniyor. Ve biz bu<br />

son derece zekice kurgulanmış kıyametin<br />

içinde sinemanın sağaltım gücünü bir defa<br />

daha idrak ediyoruz. Harika iki oyunculuk:<br />

Ewan McGregor ve Eva Green.


Suikast – The Conspirator / Yönetmen: Robert Redford<br />

n Her ciddi tarihsel film bugünü anlatır; içerdiği olayların<br />

ve olguların bugünkü yansımalarına itiraz, hatta isyan<br />

eder. Hele kamera arkasındaki isim, Hollywood’un en<br />

aydın sanatçılarından Robert Redford ise…14 Nisan<br />

1865’te tiyatroda vurulup ertesi sabah ölen Abraham<br />

Lincoln suikastı sonrası suç ortağı suçlamasıyla tutuklanan<br />

pansiyon sahibesi, kırklı yaşlarındaki Mary<br />

Surratt’ın hızlı bir yargılamayla (!) 7 Temmuz’daki idamına<br />

kadar geçen sürede, onu savunmak zorunda kalıp giderek<br />

suçsuzluğuna inanan ve kanıtlar elde edip sunan<br />

genç avukatın hukuk sistemini sorgulaması, bugüne de<br />

uzanıyor. Köleliği kaldıran bir başkanın öldürülmesinin<br />

verdiği öfkeyle histerik şekilde linçe girişmeden adaleti<br />

sağlamanın nasıl zorlu bir sınav olduğunu ve yazık ki<br />

başarısızlığın ağır bastığını kanıtlayan bir ‘tez film’. Newton<br />

Thomas Sigel imzalı görüntü çalışmasında, dönemin<br />

atmosferini kusursuzca kuran ışık tasarımına dikkat!


Nedimeler – Bridesmaids / Yönetmen: Paul Feig<br />

n HEn yakın arkadaşının düğün sürecini, diğer<br />

dördünün lideri olarak üstlenen Annie’nin,<br />

bu parıltılı ve eğlenceli olması beklenen günleri,<br />

hassas, gergin, sıkıntılı özel yaşamındaki<br />

çalkantılar nedeniyle mahvetmesi… Ya da,<br />

erkeklerin fark etmek için çaba göstermedikleri,<br />

kadınlara özgü capcanlı ve gerçek sorunlarla,<br />

aralarındaki etkileşimin / rekabetin, güldürünün<br />

acımasız ellerine teslim edilmesi! Ortak yapımcı<br />

ve ortak senaryo yazarı da olan başroldeki Kristen<br />

Wiig, Apatow ekolündeki dürüst, sakıncasız,<br />

açık sözlü öykülemeyi tam kavramış ve koca<br />

filmi sırtlayıp götürmüş. Belki bazı sahneler<br />

gereksizce uzatılmış; ancak sinemaya öyle<br />

bir mekânda öyle bir ‘tuvalet mizahı’ armağan<br />

ediliyor ki mesela, unutmak olası değil. Özetle,<br />

kadınlar… Sadece kadınlar!


Arabalar 2 – Cars 2 / Yönetmenler: John Lasseter, Brad Lewis<br />

n Pixar Animation Stüdyoları’nın 25.yılı şerefine, 200 milyon dolarlık<br />

pahalı bir prestij filmi. Otobanın dışında kalmış Radyatör Kasabası’nın<br />

sakinleri, genç dostları, yakışıklı Şimşek McQueen’in peşinde Dünya<br />

Grand Prix yarışına sürüklenirken, rol çalan asıl kahraman, eski bir<br />

çekici Mater! Kendisini, bir Bond hikâyesi denli girift uluslar arası<br />

casusluk serüveninde İngiliz ajanlara yardım ederken, yardım ne kelime,<br />

onların ve doğanın kurtarıcısı olarak buluyor. McQueen ile Mater<br />

arasındaki dostluğun da bir sınavdan geçtiği “Arabalar 2”, Tokyo-<br />

Paris- kurgusal bir İtalyan kasabası ve Londra’da geçen, yoğun görsel<br />

içeriğe sahip bir hızlı animasyon… Ülkelerin mimari dokuları ve kültürleri<br />

içerisindeki 3D yolculuğunuzda yorgun düşmeniz garanti. Yani<br />

birden fazla seyretmeniz gerekecek!


Babamın Penguenleri –<br />

Mr.Popper’s Penguins /<br />

Yönetmen: Mark Waters<br />

n Yönetmenler ve yetişkin<br />

oyuncular için setlerde<br />

çalışmanın en zor olduğu<br />

çocuklar ve canlı hayvanlarla<br />

tam bir sinerji<br />

içindeki performansıyla<br />

Jim Carrey, ‘aile güldürüsü’<br />

türünü en iyi temsil eden<br />

örneklerden biri olan<br />

“Babamın Penguenleri”nin<br />

kozu: Abartıları törpülenmiş<br />

hareketliliği ve komikliğiyle,<br />

evinde konuk etmek zorunda<br />

kaldığı altı Gentoo Pengueni<br />

sayesinde, ayrı kaldığı<br />

ailesinin değerini anlayarak<br />

‘iş canavarlığına’ son veren,<br />

yani ‘insanlaşan’ bir adamı<br />

oynamış. Filmin, her canlının<br />

kendi doğal ortamında<br />

türdeşleriyle yaşama<br />

hakkına vurgu yapması da,<br />

ehemmiyeti olan bir mesaj.<br />

Parıltılı gösteri -sergileme<br />

merkezlerine insanları<br />

çekerek hayvanlar üzerinden<br />

para kazanmanın vahim bir<br />

hal aldığı günümüzde, bu<br />

mesaj daha da önem kazanmakta.


n Başrol oyuncusu Kate Beckinsale<br />

olmadan Underworld’ün<br />

üçüncü bölümü “Karanlıklar ülkesi:<br />

Lycanların yükselişi” pek de tat<br />

vermedi diyenlere müjde. Yaşayan<br />

ve hatta ölümsüz en seksi vampir<br />

Underworld’ün dördüncü bölümü<br />

“Awakening” ile birlikte geri dönüyor.<br />

Ve filmin yapımcıları ilk dakikadan<br />

itibaren Kate farkını ortaya<br />

koymaya kararlı. Güzel yıldız, filmin<br />

girişinde sis bulutlarının arasında<br />

gizleniyor olsa da çırılçıplak olarak<br />

yer alacak. Underworld’le birlikte<br />

vampir filmlerindeki sarmısak ve<br />

haç klişesine son verdiklerini ve o<br />

filmden sonra vampirlere duyulan<br />

ilgide patlama yaşandığını söyleyen<br />

Kate “Şimdi kendimi bütün<br />

dişi vampirlerin büyükannesi gibi<br />

hissediyorum. Bizden önce vampir<br />

ve kurt adamların aynı filmde<br />

yer alması düşünülemezdi” diyor.<br />

Underworld’ün dördüncü bölümünün<br />

16 Şubat 2012’de gösterime girmesi<br />

bekleniyor.


n 64. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi alan Terrence<br />

Malick’in ‘’The Tree of Life’’ (Hayat Ağacı) filmi kimi eleştirmenler<br />

tarafından sinema tarihinde Stanley Kubrick’in ustalık eseri “2001: A<br />

Space Odyssey” filmi ile aynı değerde görülüyor. Cannes’da bunca<br />

coşkuyla karşılanan film, Türkiye’deki sinemaseverler tarafından<br />

da merakla bekleniyor. Ama anlaşılan o ki Brad Pitt’le birlikte filmin<br />

başrolünü paylaşan Sean Penn eleştirmenlerle pek aynı fikirde değil<br />

gibi. Geçtiğimiz günlerde Fransız Le Figaro gazetesine konuşan<br />

Sean Penn filmin tamamıyla yeniden çekilmesi gerektiğini söyledi.<br />

Bugüne kadar okuduğu en etkileyici senaryo olmasına karşın beyazperdede<br />

senaryodaki duygulardan eser bulamadığını söyleyen<br />

Sean Penn daha açık ve daha geleneksel bir anlatım tarzının film<br />

için daha uygun olacağı düşüncesinde. Sean Penn’in Terrence Malick<br />

açısından en yaralayıcı sözleri ise şöyle: “Hala orada aslında<br />

neyi oynadığımı anlamaya çalışıyorum. Daha da kötüsü ise Terry’nin<br />

kendisi de bunu bana açıklayamadı.” Ama bütün eleştirilerine karşın<br />

sinemaseverlere bu filme gitmeyin diye bir tavsiyede bulunmayan<br />

Sean Penn “Önyargılı olmadan sinemaya gidilip seyredilmesi gereken<br />

bir film. Herkes filmle kendi duygusal ve ruhsal bağlantısını bulmaya<br />

çalışmalı. Bunu başarabilen The Tree of Life’tan çok etkilenecektir. “


n Ünlü oyuncu Cameron Diaz, son filminde<br />

rol gereği hamile kaldı. Güzel oyuncu Cameron<br />

Diaz, “What to Expect When You’ra<br />

Expecting” fimininin çekimlerinde görenleri<br />

şaşırttı. Dİaz, Atlanta’daki film setindeki<br />

“hamile” haliyle objektiflere yakalandı. 38<br />

yaşındaki başarılı oyuncu, kusursuz fiziğiyle<br />

de görenleri hayran bıraktı.<br />

n Hollywood’un ünlü yıldızları<br />

Jennifer Garner ve Ben Affleck’i<br />

yeni bir heyecan sardı, çünkü<br />

Garner 3. çocuğuna hamile. Ünlü<br />

çiftin yeni doğacak bebeklerinden<br />

dolayı oldukça mutlu oldukları<br />

belirtiliyor. Jennifer Garner ve Ben<br />

Affleck 2005 yılından bu yana<br />

evli ve çiftin Violet ve Seraphina<br />

adından iki kızı daha var.


n Proje, sessiz dönem (1894-<br />

1929) büyük sinema klasiklerinden,<br />

Charlie Chaplin, Buster<br />

Keaton, S. Eisenstein, F. W.<br />

Murnau, Fritz Lang gibi büyük<br />

ustaların seçmelerini tek bir<br />

başlık altında toplayarak,<br />

küresel bir kültür kampanyası<br />

halinde Digital 3D<br />

formatta beyazperdeye<br />

taşıyacak. Filmlerin orijinal<br />

içeriklerini, yaratıcılarının<br />

bıraktıkları haliyle muhafaza<br />

etmek projenin temel<br />

felsefesi. Dolayısıyla, proje<br />

kapsamındaki eserlerin<br />

öznitelikleri korunacak, artistik<br />

içerikleri ile ilgili hiçbir<br />

değişiklik yapılmayacak.<br />

n Geçen ay<br />

uyuşturucu nedeniyle<br />

hayatını kaybeden<br />

İngiliz şarkıcı<br />

Amy Winehouse’un<br />

olaylı hayatı<br />

dizi oluyor. Ünlü<br />

şarkıcının babası<br />

kızının hayatının<br />

dizi olması için<br />

gereken onayı<br />

verdi. Aileye<br />

yakın bir kaynak<br />

ise çok sayıda<br />

ünlü oyuncunun<br />

Winehouse’un<br />

hayatını oynamak<br />

için birbiriyle<br />

yarıştığını açıkladı.


n Jennifer Lopez ve Marc<br />

Anthony, boşanacaklarını<br />

açıklamalarına rağmen yeniden<br />

barışabileceklerinin sinyallerini<br />

veriyorlardı. Ancak geçtiğimiz<br />

hafta Lopez, eşiyle tüm köprüleri<br />

attı. Buna neden olansa<br />

Anthony’nin Eva Longoria ile<br />

yakınlaşmaya başlamasıydı.<br />

Anthony’nin sık sık Longoria<br />

ile görüşmesi ve telefonda<br />

konuşması Lopez’in ipleri tamamen<br />

koparması için yetti de<br />

arttı. Lopez’e yakın kaynaklar,<br />

“Bir zamanlar Jennifer ve Eva<br />

çok yakın dosttu. Ancak ikizlerin<br />

doğumundan sonra Eva’nın<br />

Marc ile eğlenirken çekilen<br />

fotoğrafları, bu dostluğun bitmesine<br />

neden oldu” diye konuştu.


n Ünlü mizahçılar twiter üzerinden birbirleriyle atışıyorlar! Önce Gani Müjde,<br />

Cem Yılmaz’ı takip eden 750 bin kişiye “Hiç tweet yazmayan Cem Yılmaz’ı<br />

takip eden 750 bin kişi. Şaka mısınız lan?” diye sordu. Ardından Cem<br />

Yılmaz, “Nasreddin Hoca´ya demişler “Hocam 750 bin takipçin var” demiş<br />

‘Bana ne?’; ‘Ama seni takip ediyorlar’ demiş “Sana ne..” yazarak Müjde’ye<br />

cevap verdi. Bunları okuyan Gökbakar durur mu? O da, “Nasreddin hocaya<br />

sormuşlar, ‘Hocam ilk tweet diyorsun, eskileri siliyorsun’, ‘Zaten silecektim<br />

demiş’, ‘Bana ne’ demiş. Öbürü de sana ne” şeklinde yazdı.<br />

n Çizgi roman ve sinema sitelerinin<br />

forumlarını son günlerde meşgul eden<br />

haberlere göre, Warner Bros, Batman<br />

ve Superman’i aynı filmde buluşturmak<br />

için çalışmalara başladı. Screen Rant<br />

sitesinde yayınlanan habere göre,<br />

Batman’e hayat veren Christian<br />

Bale ve Superman’i canlandıran<br />

Henry Cavill, süper kahramanların<br />

ikisinin birden yer aldığı bir senaryoda<br />

boy gösterecek. Warner<br />

Bros, daha önce ‘Justice League’<br />

ile bütün süper kahramanları bir araya<br />

toplamayı denemişti. Marvel ise kendi<br />

süper kahramanlarını gelecek yıl<br />

gösterime girecek ‘The Avengers’ta bir<br />

araya getirdi.


n ABD’li ünlü aktrist Megan Fox, kolundaki<br />

Marilyn Monroe dövmesini lazerle sildirmeye<br />

karar verdi. 25 yaşındaki Fox “Monroe<br />

kişilik sorunları olan negatif bir karakterdi.<br />

Yaydığı negatif enerjinin hayatımı etkilemesini<br />

istemiyorum. Bu yüzden dövmeyi lazerle<br />

sildirmeye başladım” dedi. Fox’un Monroe<br />

dışında 8 dövmesi daha var. 20. yüzyılın en<br />

önemli sinema yıldızları arasında sayılan<br />

ABD’li aktrist Marilyn Monroe, 5 Ağustos<br />

1962’de aldığı aşırı dozda uyku hapı<br />

nedeniyle hayatını kaybetmişti.


n “Yaprak Dökümü”nde Necla’yı canlandıran<br />

Fahriye Evcen, yeni sezonda “Yalancı Bahar”<br />

adlı diziyle seyirci karşısına çıkacak. Üç kız<br />

kardeşi olduğunu belirten Evcen, “Kalabalık bir<br />

ailede büyüyen biri olarak tek çocuk yapmayı<br />

düşünür müsünüz?” sorusuna şu yanıtı verdi,<br />

“Kalabalık bir ailede büyümenin en büyük<br />

dezavantajı, kendi kuracağınız hayatta yine aynı<br />

özellikleri aramanız. Annem ve babam çok güzel<br />

idare ettiler bu durumu ama ‘Onlar kadar iyi<br />

yapabilir miyim?’ diye düşünüyorum bazen. Ben<br />

gerçekten üç çocuğum olsun isterim herhalde,<br />

daha az değil.”<br />

n Her yıl dünya barışına dikkat<br />

çekmek için çekilen ‘Peace Day’<br />

belgeselinde bu yıl Tülin Şahin yer<br />

alacak. Şahin İngiliz yapımı belgeselde<br />

projenin sözcüsü olan aktör<br />

Jude Law ile beraber Londra’da kamera<br />

karşısına geçecek. Belgeselde<br />

önceki yıllarda Elton John, Vanessa<br />

Paradis, David Beckham, Angelina<br />

Jolie, Annie Lenox, Marc Jacobs gibi<br />

isimler yer almıştı.<br />

n Yönetmenliğini İtalya’da yaşayan Türk yönetmen<br />

Ali İlhan’ın yaptığı başrollerini Dünyaca<br />

ünlü yıldız Claudia Cardinale ile başarılı oyuncu<br />

İsmail Hacıoğlu’nun yaptığı “Sinyora Enrica ile<br />

İtalyan Olmak” filmi New York Film Festivalinde<br />

en iyi seyirci ödülü ile en iyi kadın oyuncu ödüllerini<br />

kazandı... Hatırlanacağı gibi film Altın portakal<br />

festivalinde de iki ödülle dönmüş, Claudia<br />

Cardinale’ye yabancı olduğu için ödül verilmesi<br />

çok tartışılmıştı. Film Balkanlarda Durres Film<br />

Festival’inde de yarışacak... Balkanlardaki festival<br />

Baba filminin unutulmaz yönetmeni Francis<br />

Ford Coppola ve Claudia Cardinale’yi ağırlıyor.


BANU BOZDEMİR<br />

Mar filminin sürecini senden dinleyelim, nasıl<br />

başladı, bir ilk film olarak nasıl şekillendi?<br />

Caner Erzincan: Yaşadığım kent ve coğrafyayla<br />

ilgili olarak içimde birtakım sorunlar belirmeye<br />

başlamıştı. Taşrada yetişip kente geldikten<br />

sonraki modern dünyanın sisteme ayak<br />

uydurmasıyla beraber tüketim ilişkileri de iç<br />

içe geçti. Bunun yansımaları artık taşrada<br />

da büyük oranda yaşanıyor. Üretim<br />

miktarı, üretim ve emek dengesiyle<br />

kazanılan değerler arasındaki uçurumlar<br />

kanıma dokundu. Bu hikayeyi<br />

görünce bir şeyler yazmak istedim.<br />

Mar filminin hikayesi aslında<br />

gerçek. Salyangoz toplayan<br />

insanların gerçek hikayeleri ve<br />

yılancılıkla yaşamını sürdüren<br />

insanların gerçek yaşamını<br />

bir hikaye etrafında toplayarak<br />

yazdım. Benim<br />

için bu bir dertti ve<br />

bunu çekmek için de<br />

zamanı bekliyordum.<br />

Mar süreci senin<br />

için nasıl<br />

başladı?<br />

Begüm Kütük: Önce senaryoyu yolladı Caner.<br />

Okudum ve çok etkilendim. Güzel ve hazin<br />

bir aşk hikayesi vardı. Daha okuduğum anda<br />

sahneler gözümde canlanmaya başladı. Maddi<br />

olanaksızlıklardan dolayı beklemek zorunda<br />

kaldık. Bir süre erteledik, erteledikçe<br />

heyecanımız da arttı. Belki<br />

bu daha da motive etti<br />

bizleri. Heyecanla dahil<br />

olduğumu söylemeliyim.<br />

Taşrada, kasabada<br />

geçen bir hikaye sonuçta.<br />

Bu yanı seni nasıl<br />

etkiledi?<br />

Begüm Kütük: Çok hızlı<br />

bir şehirde yaşıyoruz.<br />

Kendi adıma hiç<br />

görmediğim, tanıklık<br />

etmediğim bir dünyayı<br />

anlatıyordu. Birbirinden<br />

yaşça farklı üç<br />

jenerasyon erkeğin<br />

yaşam mücadelesi ve<br />

idealist bir diş hekiminin<br />

gidip orada<br />

görev yapması.<br />

Taşradaki diş hekiminin<br />

öyküsünde


Mar Konya’nın Çumra ilçesinde geçen bir taşra hikayesi. Üç erkeğin<br />

etrafında filmde onlara şehirden gelen bir diş hekimi kadın eşlik ediyor.<br />

Yılanlar, salyangozlar ve insanların yaşamları, modern dünyanın dışındaki<br />

yaşamlar bu filmin konusu. Caner<br />

Erzincan’ın ilk yönetmenlik denemesinde<br />

Begüm Kütük ve Volga Sorgu<br />

başrolde. Begüm Kütük ve Caner Erzincan<br />

bize filmi anlattılar, iyi okumalar…


aynı zamanda o kadar tatlı bir<br />

aşk öyküsü var ki, aslında o beni<br />

çok cezp etti ve etkiledi.<br />

Biraz imkansız bir aşk hikayesi<br />

galiba değil mi?<br />

Begüm Kütük: Evet öyle olunca<br />

da farklı bir deneyim olacaktı.<br />

Bugün popüler sinemaya<br />

baktığımızda dizilerden bağımsız<br />

projeler çok görmüyorum ben.<br />

Sinema büyüdü ama bu hikaye<br />

farklı olduğu için daha heyecan<br />

vericiydi. Hatta Volga (Sorgu)<br />

sen niye geldin buraya dedi. Ben<br />

de sen niye geldin dedim. Okudum<br />

ve çok etkilendim dedi. Ben<br />

de çok etkilendim dedim. Öyle<br />

yani filmin duygusu…<br />

Filmde bazı zıtlıklar var.<br />

Çatışmalar…<br />

C.E: Film zaten başlı başına<br />

zıtlıklardan oluşuyor. Kent<br />

yaşamı ve taşra. Birbirinden<br />

farklı iki yaşam vardı ve bu<br />

yaşam hikayenin her yerine<br />

dahil oldu. Karakteri tek olarak<br />

düşünebilirdik. Yılmaz karakterinin<br />

çocukluğu, ergen ve yaşlılık<br />

dönemini anlatıyor hikaye.<br />

Taşrada her şey belli bir düzen<br />

içinde gider. Doğarsınız, hayatın<br />

size verdiği ölçekte hayatınızı<br />

sürdürürsünüz. Bu filmde de<br />

öyle bir örgü var. Salyangoz<br />

toplayıcılığıyla başlayıp yılan<br />

avcılığı ve sonra ergen dönemde<br />

alınan zararlarla devam eden bir<br />

süreç. Ergen fotoğrafında bütün<br />

hayatı görebiliyoruz. Bu zıtlıklara<br />

gönderme olarak da bir kentli<br />

kadın figürü lazımdı. Begüm’ü<br />

gördüğüm zaman ben ‘bu’ dedim.<br />

Begüm Bahar karakterine<br />

çok yakın. taşraya daha uzak duruyor<br />

şehirli kadın görüntüsüyle.<br />

Bir yönetmen oyuncusundan ne<br />

bekler, karşılıklı nasıl şekillenir o<br />

rol ve yönetme duygusu?


C.E: İlk filmimdi çok büyük tecrübelerim<br />

yoktu. Karakterlerdi<br />

benim için önemli olan. Taşraya<br />

uygun fiziki özellikler. Senaryodan<br />

algıladıkları, senaryoya katacakları<br />

ve beraber nasıl çalışacağımızdı<br />

önemli olan. Bunları yapınca da<br />

zaten benim karakterlerimi<br />

onlarda gördüm. Tartışmayı<br />

severim, Begüm’ün itiraz<br />

ettiği yerler de olabiliyordu.<br />

Tek kişi olarak girmedim<br />

sonuçta bu filme. Bir<br />

ekip vardı ve en doğru<br />

uyumu yakaladık.<br />

B.K: Çok uyumlu<br />

çalıştık, hepimizin<br />

enerjisi tuttu,<br />

ortak payda da<br />

buluştuk.<br />

Oynarken<br />

de, okuma<br />

provası<br />

yaparken de o kolektif anlardan çok<br />

keyif aldık. Ekibin uyumlu olması sete<br />

de yansıdı.<br />

Filmin genel ruhu nasıl, minimal bir<br />

havası var diyebilir miyiz?<br />

C.E: Evet diyebiliriz. Ama yazarken<br />

minimalize etmek kaygısıyla yazmadım.<br />

O hikaye ne gerektiriyorsa onu yaptım.<br />

Kamera, oyunculuklar, ışık, açılar o<br />

yaşamı anlatmak zorundaydı. Köyde<br />

aşırı ışık ve makyaja gerek yoktu.<br />

Durağan bir hayat ve resim. Bundan<br />

sonraki senaryolarda tam tersi olabilir.<br />

O zaman da ona uygun atmosfer<br />

yaratırız.<br />

B.K: Belgesel niteliği taşıyor gibiydi,<br />

hiç makyaj yapmadık. Oradaki<br />

yaşantıya ışık tutan bir film. Sanki<br />

biz iki saat boyunca oradaki ailenin<br />

hayatına tanıklık ediyoruz. Çok yalın ve<br />

naif bir film.<br />

C.E: Yavaşlık kime ve neye göre<br />

değişiyor onunla ilgili bir durum var.<br />

Nuri Bilge sinemasında yavaşlığın bir<br />

anlamı vardır. O kimseyi sıkmaz ve gereksiz<br />

bir tarafı da yoktur. Açı ölçekler<br />

daha yavaş ilerliyor. Mesela ilk 20 dakika<br />

bayağı yavaş çünkü öyle ilerlemesi<br />

gerekiyor. Ama daha sonra olay ve<br />

örgüler daha aktif hale geliyor.<br />

Çekim sürecinde yaşadığın en büyük<br />

zorluk neydi mesela?<br />

B.K: Benim için en büyük zorluk<br />

sıcaktı. Tansiyonlarımızı dengeleyip<br />

çalıştık. Yılanlar vardı, o da zorluktu.<br />

Yılanları nereden temin ettiniz? Türk<br />

sinemasında yılan kullanımı yaygın<br />

olan bir şey değildir…<br />

C:E: Merkezlerden aldık, onların<br />

eğitmenleri vardı. Onların ayrı bir odası<br />

vardı.<br />

B.K: Yemek yiyoruz, yılanlar yedi mi<br />

diye soruyoruz. Caner onlar yedi diyordu.<br />

(Gülüşmeler) Yılanlar her anlamda<br />

vardı yani hayatımızda.<br />

Adana Film Festivali’nde yarışacak…<br />

Adana ilk bir adım oldu. Başka festivaller,<br />

başka yolculuklar da olacaktır…


C.E: Uluslar arası ve Cannes ve<br />

Venedik festivaliydi ilk istediğimiz<br />

ama onlar da istediğimiz şeyi elde<br />

edemedik. Adana’ya zaten göndermek<br />

istiyorduk. Onun anlamı<br />

önceden de vardı. Orada en iyi<br />

belgesel ödülü almıştım. Bu sene<br />

jüri oluştururken falan attığı çok<br />

doğru adımlar var. Kapsamı vs…<br />

Bunu daha da arttırdı. Yılmaz<br />

Güney isminin orada olması da<br />

bunu da etken kılan şeylerden.<br />

Son zamanlarda çekilen filmleri<br />

nasıl buluyorsun, nasıl<br />

değerlendiriyorsun?<br />

C.E: Çok başarılı işler ve onlar da<br />

hak ettiği değeri buluyor zaten festivallerde.<br />

Bizim filmimizin de öyle<br />

bir yanı olduğunu düşünüyorum<br />

açıkçası. Sanatsal bir gaye<br />

olarak derdi ola bir film olduğunu<br />

düşünüyorum. Belli bir jüri var ve<br />

onların hissiyatlarına kalmış bir<br />

durum var, karşılıklı olursa o hissiyat<br />

ödül alırız tabii, olmazsa da<br />

yolumuza devam ederiz.<br />

Kadın oyunculara pek rol<br />

yazılmaz, erkek oyuncular daha<br />

ön plandadır. Bu filmde de biraz<br />

böyle. Senin de hissiyatın bu<br />

yönde midir?<br />

BK: Bu da tartışılır, göreceli bir<br />

durum bu da. Ben de bu filmdeki<br />

performansıma dair daha<br />

fazla sahne isterdim. Şimdi<br />

düşündüğümde kendi filmimiz için<br />

neden ben de aday olmasaydım<br />

diye soruyorum. O kadar şanslı<br />

bir karakter değildi. Sınırlı<br />

olduğunu ben de düşünüyorum.<br />

Ve kadın hikayesi yok gerçekten<br />

de. Daha fazla kadını anlatan<br />

hikaye olmalı. Bu kadın senarist<br />

eksikliğinden de kaynaklı olabilir<br />

mi diye düşünüyorum. Kadın<br />

odaklı filmler isterim yani.<br />

C.E: Kadının yerinin biraz daha<br />

erkeğe göre aşağıda olması,<br />

erkeğin daha fazla iktidarda<br />

olması da bunda etkili. Sinemada<br />

da etkili bu. Bizim filmde gizli bir<br />

kadın karakter rolü var. Herkesin<br />

bir kadın arayışı var. Onların<br />

hayatlarındaki eksiklik kadın<br />

eksikliğinden dolayı idi.<br />

B.K: Bağımsız bir film ve ilk film<br />

olarak bayağı elini taşın altına<br />

koymuş bir proje. Ciddi bir şeye<br />

soyundu Caner. İlk filmiyle 14<br />

film arasına girmek de önemli<br />

bir şey. Bundan sonraki yönünü<br />

merak ediyorum ben aslında.<br />

C.E: Festivalde iyi bir derece<br />

alırsak otomatikman diğer işler<br />

için bir kapı açılmış olacak.<br />

Adım atmış olacağız başka işler<br />

için… Yaşanılan zorlukları aşmış<br />

olacağız. Belki de kendi çabamla<br />

yapmış olduğum bu işten sonra<br />

iyi bir yapımcıyla çalışma imkanı<br />

yakalayacağım. Hepsi güzel<br />

umutlar…


Temmuz sayımızda Serdar<br />

Akbıyık’ın “Yağmuru Bile” filmi<br />

üstüne yazısını okuyup biraz<br />

üzülmeyi göze alarak filme<br />

gitmiş bulununca bu yazıyı yazmak<br />

da farz oldu. Aslında konumuzun<br />

filmle doğrudan ilgisi yok,<br />

yazıya vesile olan, filmde bir dakikadan<br />

az bir süre gördüğümüz<br />

ama beni günlerce etkisinde<br />

bırakan bir kadının bakışı<br />

ZEYNEP USLU<br />

n “Yağmuru Bile”, İspanya’dan Bolivya’ya<br />

giden bir film ekibinin Amerika’nın keşfi-işgali<br />

üstüne bir film çekme serüvenini, yerli halkın<br />

suyun özelleştirilmesine karşı verdiği mücadeleyle<br />

birleştirerek anlatıyor. Filmin içindeki<br />

filmde şöyle bir sahne çekiliyor; asi liderleri,<br />

zincirlenmiş haldeki yerlileri kurtarmaya gelir,<br />

onları çözer, kaçarlarken ihtiyar bir kadın yere<br />

düşer. Kucağında bebeğiyle koşan kızı, düşen<br />

kadını kaldırmaya çalışır ama yapamaz ve<br />

bırakmak zorunda kalır. Yerde öylece oturan<br />

kadın bir gidenlere, bir arkadan azgın köpekleriyle<br />

gelen askerlere bakar. İki yana ayırdığı<br />

siyah saçlarını alır, her bir tarafı özenle düzeltir.<br />

Yüzünde dehşet, korku ya da kin yoktur, kelimelerle<br />

tarif edemeyeceğim ama hepimizin bir<br />

yerde mutlaka tanık olduğu, bu topraklarda görmeye<br />

çok alışık olduğumuz bir bakış vardır. En<br />

çok emektar, yorgun ve mağrur annelerimizin<br />

yüzünde gördüğümüz bakıştı bu. Nasıl olur<br />

da dünyanın bir ucunda bir filmin içinde birkaç<br />

saniye gördüğüm bir kadın, yüreğime bu kadar<br />

dokunabilir, bu kadar derin bir çizik atabilirdi.<br />

Beni iki gün bir çeşit travmaya sokacak<br />

kadar etkileyen bakış, çocukluğumda, TV<br />

ekranlarında bir meydanda oturma eylemi yapan<br />

Cumartesi annelerinin üstüne bırakılan azgın<br />

köpekleri izlerken, anneme attığım kaçamak bakış<br />

kadar canlıydı. Yeniden üzülmeyi göze alarak, bu<br />

bakışın izini sürdüm, çocukları için farklı şekillerde<br />

mücadele eden, her biri birbirinden farklı öykülere<br />

sahip annelerin filmlerini derledim. Zaman ve mekan,<br />

durumlar ve sınıflar değişse de, annelik ortak<br />

paydasında buluşan özveri hikayelerinden sadece<br />

bir kaçı...<br />

İçimdeki Yangın (Incendies) / 2010<br />

Hoşgörüsüzlüğün, savaşın, tahammülsüzlüğün,<br />

kitlesel histerilerin kavurduğu bir yerde en masum<br />

şey bile trajedilere gebedir. Film iki kardeşin annelerinin<br />

vasiyeti üzerine daha önce varlıklarından<br />

bile haberdar olmadıkları babaları ve abilerinin<br />

peşine düşmeleriyle başlıyor. Onları Kanada’dan,<br />

bir Orta Doğu ülkesine sürükleyen bu vasiyet annelerinin<br />

savaş, acı, mücadele, şefkat, pişmanlık<br />

ve koşulsuz sevgiyle örülmüş öteki yaşamına tanık<br />

olmalarını sağlar. Böylesine acımasız bir atmosferin<br />

içinde zalimin ve mazlumun, zorbanın ve<br />

masumun, katilin ve kurbanın nasıl silikleşip iç içe<br />

geçtiğine savaşın kadınları, çocukları, adamları ve<br />

insanı insan yapan değerleri nasıl korkunç bir şeye<br />

dönüştürdüğüne şahit olacaklardır.


ve Jane’le birlikte yeni bir<br />

dünyaya açılırken, Dede,<br />

sabırla oğlunu izleyecek<br />

ve her ihtiyacı olduğunda<br />

yanı başında belirecektir.<br />

Küçük Adam Tate, özel bir<br />

çocuk ve sıradan bir anneye<br />

dair bu içten hikayede<br />

sıradan görünen annenin<br />

sıradışılığıyla bizi etkiliyor.<br />

Azap / 1973<br />

Türkan Şoray’ın, yönetmenliğini yaptığı ve<br />

kucağında yürüyemeyen ve konuşamayan<br />

oğluyla İstanbul’a gelen Elif Ana’yı<br />

canlandırdığı film, yetmişli yılların toplumsal<br />

içerikli filmleri içinde en can yakıcı olanlardan<br />

biridir. Oğlunun iyileşmesi çırpınan anne,<br />

sınıfsal çatışmaların gölgesinde İstanbul’un<br />

acımasız yüzüyle karşılaşacaktır. Parası çalınır,<br />

tacize, hakarete uğrar, yardım istediği herkes<br />

tarafından incitilir ama vazgeçip köyüne dönmez.<br />

Böbreğini vermesi karşılığında oğlu için<br />

gerekli kalp pilini almayı vaad eden zengin iş<br />

adamı son noktadır. Bu acımasız düzende,<br />

Elif’in böbreği bile oğlunu kurtarmaya yetmeyecektir.<br />

Amerika (Amreeka) / 2009<br />

Filistinli Muna, bir bankada<br />

çalışan, boşanmış bir annedir.<br />

Filistin’de gittikçe zorlaşan<br />

hayat, artan kontroller ve en<br />

önemlisi lisedeki oğlunun<br />

geleceği için duyduğu endişe<br />

yüzünden oğluyla birlikte<br />

Amerika’daki akrabalarının<br />

yanına göç etmeye karar<br />

verir. Oysa onları bekleyen<br />

Amerika, her arabı<br />

potansiyel terörist<br />

olarak gören ve<br />

onlara yaşam alanı<br />

bırakmayan bir ülkedir.<br />

Tipik bir ortadoğu<br />

kadını olarak Muna,<br />

sıcak, samimi ve<br />

güçlü yapısıyla<br />

kendi yolunu açmaya<br />

çalışırken, yeni<br />

ortamına ayak uydurmaya<br />

çalışan oğlu<br />

da ırkçı yaşıtlarıyla<br />

baş etmek zorunda<br />

kalacaktır.<br />

Küçük Adam Tate (Little Man Tate) /<br />

1991<br />

Garsonluk yaparak hayatını kazanan<br />

Dede (Judi Foster), 7 yaşındaki dahi<br />

oğlu Fred’le yaşayan bekar bir annedir.<br />

Arkadaş edinemeyen Fred’in<br />

yalnızlığı ve yetenekleri karşısında<br />

çaresiz kalan Dede, dahi çocuklarla<br />

ilgilenen Jane’le iletişim kurar.<br />

Fred, kendisi gibi dahi çocuklar


O da Bir Ana (Some Mother’s Son) /1996<br />

İrlanda’daki savaşı bir annenin gözlerinden<br />

izlediğimiz filmde, üç çocuğuna tek başına bakan<br />

Kathleen, ülkesinin içinde bulunduğu duruma<br />

kayıtsız, sadece çocuklarını beladan uzak tutmaya<br />

çalışan orta sınıfa mensup bir annedir.<br />

İra’yla hareket eden oğlu hapse girince, kendini o<br />

zamana kadar uzak durduğu politik çatışmaların<br />

ortasında bulur. Yine oğlu cezaevinde olan daha<br />

Hırsız (Breaking and Entering) / 2006<br />

Minghella, birbirinden tamamen farklı iki anneyi,<br />

şiirsel bir öyküde buluşturuyor. Aslında sınıfsal<br />

farkların, ekonomik ve sosyal zorlukların, hatta<br />

savaşın ve yıkımın izleri var filmde. Bosnalı Amira<br />

(Juliette Binoche), hırsızlık yapan oğlu Miro, kızıyla<br />

kendine kapalı bir hayat kuran Liv (Robin Wright),<br />

Liv’e ulaşamayan kocası Will (Jude Law), hepsini<br />

birbirine bağlayacak olan Will ve Amira arasındaki<br />

ilişki. Mingela, oğlu için çırpınan bir annenin<br />

sesinden, sevginin insanı daha insancıl kıldığını<br />

kulağımıza fısıldıyor.<br />

politize olmuş başka bir anneyle bazen birlikte<br />

hareket edip bazen çatışırken, açlık grevindeki<br />

çocuklarını kurtarmak için mücadele edeceklerdir.<br />

Anne (Madeo) / 2009<br />

Zihin geriliği olan bir çocuk, kendini ona adamış<br />

bir anne ve yoksuluk. İçine kapanık ve kendince<br />

huzurlu dünyalarında yaşayıp giden bu<br />

sıradışı ana-oğulun hayatı bir cinayetle yerle bir<br />

olur. Cinayetle suçlanan oğlunun masumiyetini<br />

kanıtlamak için dedektifliğe soyunan anne, hikaye<br />

ilerledikçe sevginin aşırı uçlarında masumiyetin,<br />

şiddetin, suçun ve gerçeğin sınırlarının nasıl uçucu<br />

olduğunu bize gösterecektir.<br />

Kız Kardeşimin Hikayesi ( My Sister’s Keeper) /<br />

2009<br />

Kızları lösemi hastası olan Fitzgerald çifti, kızlarına<br />

donör olacak bir bebek (Anna) yaparlar. Anna,<br />

doğduğu andan itibaren ablasının daha uzun<br />

yaşaması için hizmet edecektir. Böbreğini vermesi<br />

gerektiğinde ise, kendini savunmak için ailesine<br />

karşı dava açacaktır. İşini bırakmış, kocasıyla<br />

arasına mesafe koymuş anne Sara, bütün bunlar<br />

olurken kızını hayatta tutmak için çılgınca mücadele<br />

etmektedir. Sara, bir anne için en zor olanı,<br />

sevmenin bazen gitmesine izin vermek olduğunu<br />

bu zorlu sınavda öğrenmek zorunda kalacaktır.


Carol’dan bahsedebilir misin? Nasıl biri ve Hal<br />

Jordan ile ilişkisi nasıl gidiyor?<br />

Film içinde çekici bir karakter ve nadir olarak<br />

bulunan dişi süper kahramanlardan birisi.<br />

Kesinlikle sorunlu bir küçük hanım değil.<br />

Onlar hem rakipler, hem de birbirlerine<br />

sürekli kompliman yapıyorlar. Ryan gibi<br />

zeki, nüktedan biriyle yapılabilecek en<br />

eğlenceli aktivite.<br />

Ryan ile uyumlu bir kimyanız<br />

olduğunu ekibe katılırken anlamış<br />

mıydınız?<br />

Deneme çekimlerinde Ryan<br />

ile beraber rol almak çok<br />

istedim. Ryan ile uyumsuz<br />

olabilecek biri olduğunu<br />

düşünmüyorum. Herkes<br />

onu sever.<br />

Yeşil Fener çizgi<br />

romanını ilk ne zaman<br />

gördün, hakkında ne<br />

düşündün?<br />

Bu filmi duymadan<br />

önce Yeşil Fener<br />

hakkında hiç bir<br />

şey bilmiyordum.<br />

En uzun süren<br />

çizgi roman<br />

serilerinden biri olduğunu ve muhteşem bir<br />

hayran kitlesi bulunduğunu gördüm. Bunlar<br />

samimi hayranlardı ve benim haberim yoktu.<br />

Yeşil Fener, Batman ve Süperman gibi popüler<br />

kültür öğesi değildi. Yeni nesillere bu karakteri<br />

tanıtacağımız için çok heyecanlıyım.


Jordan Green Lantern olmak için çok<br />

kusurlu biri olmasına rağmen ilginç bir<br />

süper kahraman, onun hakkında bilgi<br />

verebilir misin?<br />

O küstah, pervasız, olgunlaşmamış ve<br />

sadece kendisini düşünen biri. Benim<br />

açımdan böyle görünüyor. Başta<br />

bir lanet gibi görünse de bu yüzük<br />

hiç bilmediği bir uzaylı tarafından<br />

kendisine bahşedilen bir hediye.<br />

Bununla ilgili en sevdiğim yan<br />

ise Hal’ı büyümeye ve kendisinden<br />

beklenen yüksek düzeydeki<br />

çağrıya kulak vermeye<br />

zorlaması.<br />

Carol ile olan ilişkisinden ve<br />

senin Blake Lively ile olan<br />

kimyandan bahseder misin?<br />

Aynı sette çalışmak nasıl bir<br />

duygu?<br />

Hal ve Carol’un çok uzun bir<br />

geçmişleri var. Çocukluk arkadaşı<br />

ve ilişkileri boyunca düzenli<br />

olarak çıktılar. Bir dereceye kadar<br />

birbirlerine aşıklar ancak Hal<br />

kendi başına buyruk ve Carol ile<br />

ilişkisini sürdürülemez hale getiriyor.<br />

Ancak filmin içinde bununla<br />

yüzleşip, onunla konuşuyor ve bir<br />

seviyeye kadar uzlaşıyorlar. Blake<br />

ile aramızdaki uyum ise sonradan<br />

kazanılamayacak bir şey, vardır ya da<br />

yoktur. Aramızda ki bu kimya hem ona<br />

hem bana oldukça yardım etti.


Kariyerin de değişik türdeki filmlerde<br />

oynadığın çeşitli roller olmasını nasıl<br />

görüyorsun?<br />

İnanılmaz gelebilir ama sadece kendimi<br />

adayabileceğim bana anlamlı gelen rollerde<br />

oynadım. Şanslıyım ki, çevremde<br />

harika insanlarla çalıştım. Haliyle böyle bir<br />

ortamda yapılan iş harika oluyor. Gossip<br />

Girl’deki ilk yılımdan sonra insanlar ticari<br />

amaçlı bir filmde oynamam gerektiğini<br />

söylediler. Bunun üzerine değişik tuhaf ve<br />

karanlık bir hikayenin işlendiği küçük bir<br />

Rebecca Miller filminde oynadım. Ertesi yıl<br />

insanlar yine aynı şeyleri söylediler ancak<br />

kendimi adayabileceğim hiç bir şey yoktu.<br />

Bunun üzerine kendi karakterimi geliştirme<br />

amacıyla bir aylığına bir seyahate çıktım.<br />

Bu sayede canlandırdığım karakterlere<br />

daha fazlasını katabilecektim. Tam bilmiyorum<br />

ancak oldukça şanslıydım. Bir<br />

haftalık bir seyahat için Tayland’a gittim,<br />

sonrasında üç hafta boyunca Hindistan’da<br />

bulundum oradan Maldivler’e gittim. Bir<br />

aydan biraz fazla sürdü.


Çekimlerden önce bir hazırlık ya<br />

da antrenman yaptınız mı?<br />

Evet çekimlerden önce 6-7<br />

ay boyunca her gün spora gittim.<br />

Uçma sahneleri için havasal<br />

farkındalık dedikleri çalışmayı<br />

denedim. Bu ilginç ve değişik<br />

bir çalışmaydı, işin bir parçası.<br />

Bu tip şeyler aktörlerin çok fazla<br />

dramatikleştirmeyi sevdikleri şeyler<br />

içinde ilk sıralardadır. Ancak böyle bir<br />

filmde hazır olmanız gerekir.<br />

Martin Campbell ne düşünmeniz<br />

gerektiği konusunda size görseller<br />

gösterdi mi?<br />

Alelade bir filmde taslak tahtası güdük<br />

bir eleman olarak kalabilir, ancak böyle<br />

bir filmde tamamıyla dolu olmalıdır. Hemen<br />

her sahnede ne çekeceğimiz ile<br />

ilgili taslakları gördük. Bunun çok fazla<br />

yardımı oldu. Ancak bizim yaptığımız 6-7<br />

ay boyunca mavi ya da yeşil ekranlarda<br />

oynamak oldu bu dünyayı meydana getirenlerse<br />

işinin ehli sanatçılardır.


n Yerli gençlik dizilerinden birkaç ay önce<br />

bahsetmiştik. Hangi yönleriyle eksik, hangi<br />

yönleriyle doğru yolda olduklarını irdelemeye<br />

çalışmıştık. Gelelim bu dizilerin doğru ve<br />

yanlışlarını belirlerken baz aldığımız dizilerin<br />

hangileri olması gerektiğine. Çoğu izleyicinin<br />

zannettiği gibi eli ayağı düzgün gençlik dizilerini<br />

sayarken aklıma ilk gelenler, Gossip Girl,<br />

O.C., Dawson’s Creek falan değil. Gençleri<br />

en iyi anlayan ve en iyi ekrana aktaranların<br />

İngilizler olduğunu düşünmemi sağlayacak bir<br />

sürü mükemmel yapım var. Bunlardan birini<br />

daha önce İngiliz dizilerini işlediğimiz sayıda<br />

yazmıştım. Bir diğer fenomen ise Skins.<br />

Skins’in, başarısının ardından hemen bir Amerikan<br />

versiyonu yapıldı ama İngiliz versiyonundan<br />

daha hafif olmasına rağmen, aşırı cinsellik,<br />

uyuşturucu ve alkol dolu senaryosundan dolayı<br />

Amerikan gençlerinin ahlakını bozacağından<br />

korkulan dizi, baskılar sonucu bir sezon sonra<br />

iptalle yüzleşti. Bir grup liseli genci anlatan dizi,<br />

liseyi bitirdiyseniz ve yaşınız gençlik hikayeleri<br />

için fazla büyükse ilk başta çekici gelmiyor. Lakin<br />

izledikçe kendinizi daha fazlasını isterken buluyorsunuz.<br />

Bu sınır bilmez, parti delisi gençler bir<br />

şekilde esir ediyorlar sizi.<br />

Şimdilik üç jenerasyondan oluşuyor dizi.<br />

Alışılmadık bir tarzı var bu konuda. Amerika’da,<br />

senenin en iyi twistlerinden biri olan Game<br />

of Thrones’da Ned Stark’ın ölüm sahnesi,<br />

“başrol oyuncusu ölür mü hiç?” sorularıyla<br />

tartışıladursun, İngilizler hiç acımadan oyuncu<br />

harcamaya devam ediyorlar. Her jenerasyon bir<br />

grup gencin lisedeki son iki yılını ele alırken,<br />

lise onlar için bittiği anda, dizinin kadrosu da<br />

değişiveriyor. Yeni kasta alışmamız ise birkaç


dakikamızı alıyor sadece. Bu da diziyi çekici<br />

yapan unsurların en başında senaryosunun<br />

geldiğinin kanıtı gibi.<br />

Manüpülatif, kontrol manyağı, popüler ve<br />

yakışıklı Tony, onun en iyi arkadaşı olan,<br />

loser Sid, Tony’nin seksi ve sığ sevgilisi Michelle,<br />

sahsına münhasır, anoreksik Cassie,<br />

öğretmeniyle ilişki yaşayan, fazla zeki<br />

sayılmayan Chris, ünlü bir repçinin kızı olan,<br />

klarnet çalan Jal ve Müslüman Anwar ve gey<br />

Maxxie ilk jenerasyondu. İlk sezonu müthiş bir<br />

sezon finaliyle tamamlayan dizi, ikinci sezonun<br />

son bölümleriyle de izleyiciyi dağıtmayı<br />

başardı.<br />

Liseyi bitiren genç dostlarımızın başına neler<br />

geldiğini öğrenmek için can attığımız üçüncü<br />

sezonun başında karşımıza çıkanlar ise yepyeni<br />

bir ekipti. Tony’nin konuşmayı gereksiz<br />

bulan, hayatı akışına göre yaşayan güzel kız<br />

kardeşi Effy ekipteki tek tanıdık yüzdü. Effy’nin<br />

tek arkadaşı olan kendini işe yaramaz bulan<br />

saf Pandora, Congo’dan yeni gelen ve dejenere<br />

modern dünyaya ayak uydurmaya çalışan<br />

Thomas, kimseyi umursamayan, gördüğü her<br />

kızla yatmaya çalışan Cook, onu toparlamaya<br />

çalışan, olgun Freddie, otistik JJ, biri lezbiyen,<br />

öbürü duyarsız, homofobik, sığ bir kız olan tek<br />

yumurta ikizleri Katie ve Emily, Emily’nin aşık<br />

olduğu kız Naomi ikinci jenerasyonun karakterleriydi.<br />

İlk başlarda daha yeni büyüttüğümüz<br />

gençlerden sonra karşılaştığımız bu çocuklar<br />

biraz rahatsız edici geldi bize. Daha çok<br />

küçüklerdi, son yaşadıklarımız bizi daha fazlasını<br />

istemeye şartlamıştı ve bu ufaklıkların küçük<br />

dramları bizi pek ilgilendirmedi. Ta ki bu jenerasyonun<br />

da bir önceki kadar baştan kaybetmiş


n olduğunu fark edene kadar.<br />

Özellikle sezonun son üç bölümü,<br />

tüm Türkiye’yi göz yaşına<br />

boğan Yaprak Dökümü’nden<br />

bile çok daha ağırdı. Karakterlerimizin<br />

çıkış yolunun<br />

olmadığını, battıkça battıklarını<br />

bize gerçekten hissettiren dizi<br />

hem şaşırttı, hem üzdü, hem<br />

heyecanlandırdı.<br />

Üçüncü jenerasyonun bir sezonu<br />

devirmiş olmasına rağmen aynı<br />

sıcaklığı yakalayamadı. Bu sefer<br />

fazlasıyla izole bir ekibi izliyoruz.<br />

Daha az parti, daha az alkol ve<br />

daha az seks olan bu jenerayonun<br />

gençleriyle geçecek bir<br />

sezonumuz daha var.<br />

Altıncı sezonu 2012 Ocak gibi<br />

başlayacak olan Skins’in diğer<br />

bir güzelliği de müzikleri…<br />

Doğru sahnelerde doğru şarkıları<br />

çalan dizi, özellikle birinci sezonun<br />

sonunda karakterlerin<br />

ağzından dinlediğimiz “Wild<br />

World” ile en güzel dizi şarkıları<br />

sıralamasında oldukça üst<br />

sıralara yerleşti benim gözümde.<br />

Müzikleri kadar, kıyafetleriyle de<br />

dikkat çekiyor dizi. Her karaktere<br />

uygun bir stil belirlenmesi ve bu<br />

stilin iki sezon boyunca bozulmadan<br />

devam etmesi gerçekten<br />

dikkat çekici.<br />

Dizinin yazar grubunun yaş<br />

ortalamasının 21 olması da ayrı<br />

bir konu. Dizinin başarısının<br />

altında yatan unsurların<br />

başında geliyor bu bence.<br />

Skins’i bu kadar içten, bu kadar<br />

çarpıcı yapan, yazarlarının<br />

henüz yaşadıklarını unutup<br />

olgunlaşmamış gençler olması.<br />

Yaşı ne olursa olsun her izleyicinin<br />

bir şeyler bulabileceği<br />

ender gençlik dizilerinden biri<br />

Skins.


Her insanın hayatında büyük bir yer kaplayan, kimi zaman etkisinden<br />

uzun süre kurtulamadığımız, başkalarına anlatmaktan zevk<br />

aldığımız, doğru yorumlayabilmek için çabaladığımız rüyaların<br />

sinemayla ilişkisini hatırlamaya ne dersiniz?<br />

FIRAT SAYICI<br />

n Geçen ay, 2007 yapımı, Jake Paltrow’un<br />

yazıp yönettiği ve başrollerini Martin<br />

Freeman, Penelope Cruz, Gywneth Paltrow,<br />

Simon Pegg ve Danny DeVito’nun<br />

paylaştığı “İyi Geceler” (The Good Night)<br />

filmini yeniden izleme imkanı buldum. Ve<br />

benim hayatımda da bir hayli yeri olan<br />

rüyaların önemini bir kez daha hatırladım.<br />

Psikolojik ve biyolojik olarak hala net bir<br />

şekilde tanımlanamayan, içinde birçok<br />

bilinmeyen barındıran rüya, kimilerine<br />

göre yaşanılanların tekrarı ve hayattan<br />

etkilenmelerden oluşuyor. Kimileri de<br />

gelecekten haberler verdiğine inanıyor.<br />

İçeriği ve mesajları ne olursa olsun,<br />

kuşkusuz her insanın hayatında büyük<br />

önemi olduğu düşünülen rüyanın sinemadaki<br />

yansımalarına bir göz atalım…<br />

Zira sinema tarihindeki birçok filmde en<br />

azından bir rüya görme sahnesi mevcut.<br />

Ancak dosyamızda, rüya olgusunun etkin<br />

bir şekilde rol aldığı filmleri ele alacağız.


İyi Geceler (The Good Night) / 2007<br />

Giriş paragrafında filme emek verenleri<br />

yazdık. Gelelim konusuna…<br />

Her gece<br />

rüyasında esrarengiz<br />

ve güzel bir kadını<br />

gören Gary, bunu bir<br />

saplantı haline getirir ve<br />

hayat arkadaşı Dora ile<br />

yollarını ayırmak zorunda kalır. Rüyasındaki<br />

kadını elde etmek için rüya bilimcisi Mel’in<br />

yardımlarına başvurur. Bir gün, rüyada aşık<br />

olduğu kadını kanlı canlı bir şekilde gerçek<br />

hayatta görünce ortalık iyice karışacaktır.<br />

İnsanoğlunun özendiği bir durum olan rüya<br />

kontrolünü konu alan film, rüyaların insan<br />

hayatını nasıl değiştirebileceği, en azından<br />

nasıl yön verebileceğini kara mizahla<br />

aktarıyor izleyiciye…<br />

Rüya (Bi-Mong) /<br />

2008<br />

Güney Kore’nin<br />

yetiştirdiği ve<br />

şu an Uzakdoğu<br />

sinemasının en<br />

önemli yönetmenlerinden biri olan Kim Ki<br />

Duk’un 2008 yapımı filmi rüya olgusunu alt<br />

metin olarak kullanarak, ilginç bir aşk hikayesi<br />

anlatıyor. Jin adlı genç bir adam rüyasında bir<br />

trafik kazasına neden olmuştur. Uyanıp kazayı<br />

gördüğü yere gittiğinde biraz önce orada benzer<br />

bir kaza olduğunu fark eder. Bir şekilde kazaya<br />

yol açan kişi olan Ran adlı kadınla tanıştığında,<br />

aralarında tuhaf bir bağ olduğunu anlar. Jin<br />

rüya gördüğünde Ran, Jin’in rüyada yaptıklarını<br />

yapmaktadır. Oldukça yaratıcı konusuyla rüya<br />

üstüne fantezi çeşitlemeleri yapan yönetmen bir<br />

çok filminde de rüya sahnelerine yer vermekte.


Rüya Bilmecesi (The<br />

Science of Sleep) /<br />

2006<br />

2004 yapımı “Eternal<br />

Sunshine of the Spotless<br />

Mind” filmiyle<br />

sektöre hızla giren<br />

Michel Gondry’nin<br />

bir sonraki uzun<br />

metrajıydı “Rüya Bilmecesi”.<br />

Utangaç bir<br />

kişiliğe sahip olan Stephane,<br />

Paris’te ufak bir<br />

apartman dairesinde<br />

yaşamaktadır. Yan<br />

dairesine taşınan<br />

Stephanie’ye aşık<br />

olmaya başladığını farkedince duygularını<br />

nasıl kontrol etmesi gerektiğini bilemez. Hayal<br />

dünyası o denli geniştir ki, bir süre sonra<br />

rüyalarındaki olayları kendi amaçları için kullanabilmeyi<br />

başarır. Gerçeklerden duyduğu<br />

tatminsizlikten ötürü, rüyalarında yarattıklarıyla<br />

tatmin olmaya çalışan Stephane için yaşadığı<br />

hayatı algılamak oldukça zorlaşır. Hatırlatalım ki,<br />

Gael Garcia Bernal ve Charlotte Gainsbourg’un<br />

etkileyici kimyalarının da filme büyük katkısı<br />

olmuştu.<br />

Aşkın Gücü (What<br />

Dreams May Come) /<br />

1998<br />

Chris Nielsen ve karısı,<br />

Annie kaçınılmaz<br />

bir şekilde birbirine<br />

bağlanmış olan, birbiri<br />

için yaratılmış bir çifttir.<br />

Bir otomobil kazasında<br />

çocukları öldüğünde<br />

Chris’in tutkusu ve<br />

şefkati Annie’yi yaşama<br />

bağlayan tek şey olarak<br />

kalır. Bir gün Chris<br />

de öldüğünde, acıya<br />

dayanamayan Annie kendi canına kıyar. Sevgilisine<br />

her ne pahasına olursa olsun bağlanmış<br />

olan Chris, Cennet`i terkeder ve karısıyla<br />

birlikte olmak için Cehennem`in derinliklerine<br />

doğru bir yolculuğa başlar. Robin Williams’ın<br />

oyunculuğuyla renklenen film görsel efekt<br />

dalında Oscar da kazanmıştı.<br />

Matrix Serisi / 1999 - 2003<br />

Çoktan sinema klasikleri<br />

arasına girmiş<br />

Matrix’in konusu,<br />

içeriği ve ekibi malumunuz.<br />

Matrix’teki<br />

rüya içeriği ise,<br />

artık makineler<br />

ve bilgisayarlarla<br />

yönetilen dünyada<br />

insanoğlunun kozalarda uyutulması ve<br />

tamamen düş görmeleri idi. Uyuduklarını<br />

ve rüya gördüklerini bilmeyen insanlar,<br />

aslında yaşadıklarını sanıyorlardı. Durumu<br />

çözen ve bu düzene son vermek isteyen bir<br />

grup isyancı, kaçış yolları arıyor ve şaşkın<br />

kurtarıcıları Neo’yu olaya uyandırmak<br />

istiyorlardı. Derin felsefi söylemlere de dayanan<br />

modern klasik Matrix, yaşadığımız dünyada<br />

neyin gerçek, neyin rüya (hayal ürünü)<br />

olduğunu sorgulattırıyordu seyirciye.<br />

Aç Gözlerini (Abre Los Ojos) /1997<br />

Daha sonra Vanilla<br />

Sky olarak<br />

Hollywood’a da<br />

uyarlanan Abre<br />

Los Ojos’un<br />

yönetmeni Alejandro<br />

Amenábar,<br />

başrol<br />

oyuncuları<br />

Eduardo Noriega<br />

ve Penelope<br />

Cruz idi… Bir<br />

kaza sonucu<br />

yüzünü kaybeden<br />

yakışıklı<br />

Cesar, yeni<br />

kız arkadaşı<br />

Sofia’yı elinden<br />

kaçırmak<br />

istemez. İçine girdiği psikolojik durum,<br />

onu rüyalarında karabasanlara doğru<br />

sürükleyecektir. En sık gördüğü rüya<br />

ise, yaşadığı koskoca şehirde yapayalnız<br />

kalmaktır. Filmin sonunda ise seyirciyi büyük<br />

bir sürpriz bekler. Onu da izlememiş olanlar<br />

için açık etmeyelim.


Başlangıç (Inception)<br />

/ 2010<br />

Tıpkı Matrix’te<br />

olduğu gibi<br />

hem sinema<br />

eleştirmenlerini<br />

hem de izleyiciyi<br />

hızla ele geçiren ve<br />

modern klasikler<br />

arasına üst sıradan<br />

girmeyi hak eden<br />

Başlangıç’ı Christopher<br />

Nolan yazdı<br />

ve yönetti. Son<br />

dönem Hollywood<br />

sinemasına taze çıkışlar ve parlak fikirler bulan<br />

Nolan, Başlangıç filmiyle seyirciyi adeta<br />

büyüledi. “Rüya içinde rüya” klişesine, aksiyon,<br />

adrenalin ve de felsefi söylemler katarak<br />

bizleri dize getiren usta yönetmen, rüyanın<br />

katmanlarını adeta bir bilim adamı edasıyla<br />

aktardı. Leonardo Di Caprio, Ken Watanabe,<br />

Joseph Gordon-Levitt ve Marion Cotillard’ın<br />

başarılı performanslarının da hakkını vermeyi<br />

unutmayalım.<br />

Dreamscape / 1984<br />

Gözlerinizi kapatınca<br />

macera başlar! Dennis<br />

Quaid’in başrolünde<br />

oynadığı 1984 yapımı<br />

Dreamescape’in<br />

sloganıdır bu. Hükümetin<br />

gizli bir projesinde,<br />

bazı mekanik<br />

yardımlarla insanların<br />

rüyalarına girilebilmektedir.<br />

Kahramanımız<br />

Alex Gardner, bu konuda<br />

uzmanlaşmıştır.<br />

Ancak rüyaların içine<br />

kabuslar karışınca işler<br />

değişir. Bu örnek de, rüyaların bir anda nasıl<br />

kabusa dönüşebileceğini gösteriyor.<br />

Mulholland Çıkmazı (Mulholland Drive) / 2001<br />

Bu filmi izleyenlerin belki de yarısından çoğu<br />

filmden bir şey anlamasa da, kuşku yok ki bu<br />

yapım sayesinde David Lynch’in kariyeri bir çıta<br />

daha yükseldi. Kimileri (ben de bu gruptayım)<br />

Lynch’in bu filmi aslında dizi yapmak istediğini,<br />

ancak birkaç bölüm çektikten sonra kanalla<br />

anlaşamayınca elindeki görüntüler boşa gitmesin<br />

diye montajlayıp film olarak piyasaya<br />

sürdüğünü söyler (Muhteşem bir pazarlama<br />

harikasıdır). Ucu açık bir final ve seyircinin keyfi<br />

akıl yürütmelerine imkan tanıyan senaryosuyla<br />

döneminde oldukça olay yaratan Mulholland<br />

Çıkmazı, kimilerine göre ise rüya psikanalizinin<br />

uç noktası olarak görülüp yere göğe<br />

sığdırılamaz. Kesin olan tek şey var, o da, Naomi<br />

Watts’ın kariyerini uçuran bir film olduğu…<br />

Elm Sokağı Kabusu Serisi / 1984-2010<br />

Onu seksenli yılların korkulu rüyası olarak<br />

tanımlamak yanlış olmayacaktır sanırız. Bir<br />

hareketle midenizi deşebilecek keskin parmaklara<br />

sahip, baştan ayağa yanık içinde,<br />

rüyalar yoluyla hayatınıza giren, merhametsiz<br />

psikopat Freddy Krueger’dan bahsediyoruz.<br />

Robert Englund’un başarıyla canlandırdığı ve<br />

sinema tarihinin en azılı katiller listesinde ilk<br />

sıraları kimseye kaptırmamış olan Krueger<br />

tarafından öldürülmek istemiyorsanız sakın<br />

uyumayın!


MERVE GENÇ<br />

n AKendine has üslubu ile beyazperdede ayrı bir<br />

yer edinen Onur Ünlü’nün yeni filmi “Celal Tan<br />

ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”nin çekimleri<br />

tamamlandı. Film ilk kez 18. Uluslar arası Adana<br />

Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Yarışma kategorisinde<br />

prömiyerini yapacak…<br />

Filmin adındaki “aşırı” kelimesini görünce filmin<br />

Onur Ünlü imzası taşıdığını anlamak hiç de güç<br />

değil…Çünkü Ünlü; “Polis”, “Güneşin Oğlu” ve<br />

“Beş Şehir” ile tuhaf, absürd, klişeleri tam tersinden<br />

okuyan ve ölümle derdi olan bir senarist ve<br />

yönetmen olduğunu bizlere kanıtladı.<br />

Bu kez önerilen aile tipiyle ilgili derdini beyazperdeye<br />

taşıyan Ünlü’nün oyuncu kadrosu<br />

da oldukça geniş… Ünlü’nün daha önceki<br />

filmlerinde de izlediğimiz Bülent Emin Yarar<br />

ve Tansu Biçer gibi isimlerine yanı sıra filmin<br />

başrollerinde Selçuk Yöntem, Ezgi Mola ve<br />

Türkü Turan yer alıyor…<br />

Sinemada kolay olmayanı yapıp kendi sinema<br />

dilini yaratan, bu film “Onur Ünlü Kafası”nda<br />

tamlamasını bizlere dedirten Ünlü’nün derdi;<br />

“normal değil, anormal olanlar gerçekleşirse ne<br />

olur” sorusunda gizli….<br />

“Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”<br />

Eylül’de Adana Altın Koza Film Festivali’nde ilk


kez beyazperdeye çıkacak ve bir aksilik olmazsa<br />

Kasım’da vizyonda olacak. Filmin İstanbul’da<br />

gerçekleşen son set günlerinden birinde biz de<br />

Celal Tan ve Ailesi’nin Aşırı Acıklı Hikaye’sini<br />

öğrenmeye gittik…<br />

Her zamanki gibi Onur Ünlü kafasını anlamaya<br />

çalıştık ve anladık ki filmi izlemeden bu sefer<br />

nelerle karşılaşacağımızı anlamak pek mümkün<br />

değil…Buyurun şimdi de siz filmi filmin sahiplerinden<br />

öğrenin….<br />

ONUR ÜNLÜ:<br />

Filmde; Ortalama bir Türk ailesinin, ortalama<br />

okumuşluktaki, ortanın ortası ve belirli ölçülerde<br />

muhafazakar bir Türk ailesinin başına hiç<br />

kimsenin başına gelmesini istemeyeceği bir şey<br />

geliyor ve aile de bir arada durmaya çalışıyor.<br />

Fakat bu birlikte duruşu neden sergilediklerini<br />

bilmiyorlar, pek de emin değildirler. Çok da<br />

inanmadan bir arada durmaya devam etmeye<br />

çalışıyorlar. Bu yüzden de aptal durumuna<br />

düşüyorlar, film bunla ilgili diyebilirim. Filmin<br />

ismi “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”.<br />

Filmin isminde belli ölçülerde mizah var ve<br />

bu filmin içinde de devam ediyor. Başa gelen<br />

durumların tuhaflığı belirli bir şiddette gülme<br />

isteğine neden olacak ama bu komedi filmi değil.<br />

Fakat ne yapacağımızı şaşırma filmi diyebiliriz<br />

mesela. Film aslında Eskişehir’de geçiyor,


TÜRKÜ TURAN:<br />

Benim rolüm Özge Nazlı<br />

Tan. Celal Tan’ın çok genç<br />

karısı. Özge çok depresif<br />

bir öğrenciyken intihar<br />

ediyor ve porsuk çayına<br />

atlıyor, Özge’yi Celal Tan<br />

kurtarıyor. Böylece aslında<br />

okuldakı hocalarından biri<br />

olan Celal Tan ile tanışıyorlar<br />

ve evlenmeye karar veriyorlar.<br />

Bu aslında film içinde<br />

görmediğimiz bir hikaye. Bu<br />

hikayeyi sonradan alttan altta<br />

görüyoruz. Bu tanışmanın<br />

ardından aileye giriyor. Özge<br />

sanatçı ruhlu bir karakter,<br />

zaten heykeltıraş. Aslında<br />

neşeli ama Celal Tan’ın<br />

hayatına girdikten sonra<br />

daha neşeli hale gelmiş ve<br />

biraz da gizemli bir karakter.


İstanbul’da evin dekorunu kurduk. Ev sahneleri<br />

dışında tüm çekimler Eskişehir’de gerçekleşti.<br />

Film; Kasım ayında vizyona girecek. Filmin<br />

ismini beğenenler gelirlerse seviniriz.<br />

SELÇUK YÖNTEM:<br />

Ben Celal Tan karakterini canlandırıyorum.<br />

Celal Tan bir hukuk anayasa profesörü ama<br />

bu yalnızca titri. Filmde bu unvan bağlamında<br />

giden pek fazla değişiklik yok. Celal Tan’ın<br />

bir ailesi var ve bu aile içindeki ilişkiler ve bir<br />

olayın dışa yansıması var. Celal Tan’ın titrine<br />

göre davranmasını gerektirmeyecek nedenleri<br />

olduğunu görüyoruz bu filmde. Celal Tan<br />

da böyle kuvvetli, dominant ve egoist bir<br />

karakter. Kendi aile yapısıyla birlikte yaşamı<br />

değerlendiren bir adam. Ailesinde de “kol<br />

kırılır yen içinde kalır” sözüne uygun bir olayın<br />

yansımasını görüyoruz.. Bir aktör için dramatik<br />

yapısı kuvvetli karakterleri oynamak çok zevkli<br />

ve keyiflidir, hedef de hep odur zaten… Bu film<br />

de benim bu şekilde rastladığım senaryolardan<br />

biri. onun için de çok mutluyum Onur’la<br />

çalıştığım için.<br />

EZGİ MOLA:<br />

Canlandırdığım<br />

karakter Jülide 30<br />

yaşlarında, eşini<br />

kaybetmiş, bir oğlu<br />

olan bir kadın.<br />

Coğrafya öğretmeni<br />

aynı zamanda<br />

açıköğretim<br />

kanalında ders<br />

anlatıyor. Enteresan<br />

git - gelleri olan<br />

bir kadın olduğunu<br />

düşünüyorum, bir anı<br />

bir anını tutmaz<br />

bir tip. Aynı zamanda<br />

filmdeki diğer karakterler<br />

gibi sürprizli.<br />

Filmin içinde<br />

etkili bir karakter ve<br />

bu senaryo içinde<br />

olması gereken olay<br />

örgüsünü destekleyen<br />

birçok durumu ve hikayesi<br />

var aslında…<br />

TANSU BİÇER:<br />

Ben Celal Tan’ın oğlu Kamuran Tan’ım. Babasına<br />

ve ablasına göre okumuş bir ailenin okumamış<br />

bir mensubu. Kendini ticarette var etmeye<br />

çalışan ve oradan yolunu bulmaya çalışan biri.<br />

Aile içinde acıklı bir olay gerçekleşiyor. O da<br />

sırdaşlardan biri olarak hayatına devam ediyor.<br />

Filmin ortasında bir karakter çünkü aile<br />

de filmin ortasında. Ailedeki herkes bütün<br />

yaptıkları, gördükleri, görmedikleriyle ve görüp<br />

görmediklerine göre tepkileriyle tamamen filmin<br />

ortasındalar ve tamamen aileyi ilgilendiren bir<br />

durum var. O yüzden de filmin adı “Celal Tan”<br />

değil “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”.<br />

O yüzden de yürüyüp giden, olup biten<br />

bütün olaylar içinde hepsi varlar ve olayların<br />

içinde sürükleniyorlar…<br />

KÖKSAL ENGÜR:<br />

Ben konuk sanatçı sınıfına giren kısa bir role sahibim.<br />

Celal Tan’ın arkadaşıyım, kanser olduğum<br />

için son günlerimi yaşıyorum ve ona sırdaşı<br />

oluyorum…Eğer bu karakter olmazsa film çok<br />

şey kaybediyor çünkü bir sürü şey onların ilişkisi<br />

ve sonuçlarına bağlı. Şunu da belirtmeliyim;<br />

Eskişehir halkı sanata, sinemaya ve televizyona<br />

çok daha meraklı. Yolda hemen hemen herkes<br />

durdurup bizlerle konuşmak istiyordu bu da çok<br />

güzeldi.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Bilimkurgunun en iyi örneklerindendir<br />

Maymunlar Cehennemi. Yazar<br />

Pierre Boulle’in Fransızca “La Planète<br />

des singes” adlı romanından uyarlanan<br />

filmin yönetmenliğini Franklin Schaffner<br />

yapmıştır. Charlton Heston’un<br />

başrolünde oynadığı filmde bilinmedik<br />

bir gezegene gelen astronotlar büyük<br />

bir sürprizle karşılaşırlar. Maymunlar<br />

bu gezegende yönetimi ele geçirmiştir.<br />

İnsanlar ise vahşi hayvanlar gibi avlanır<br />

veya tutsak edilir. Charlton Heston’un<br />

canlandırdığı Taylor yakalanır. Maymunlar<br />

bu yeni esirlerinin diğerlerinden<br />

farklı olduğunu anlarlar. Bu onları korkutur.<br />

Diğer arkadaşlarını bulmak ve<br />

esaretten kurtulmak isteyen Taylor, çıkan<br />

bir kargaşayı fırsat bilip güzel Nova’yla<br />

birlikte kaçmayı başarır. Ancak kaçışı ve<br />

arayışı, onu çok şaşırtıcı cevaplarla ve<br />

acı bir gerçekle yüzleştirecektir. Filmin<br />

finali bu yapıtı unutulmazlar arasına<br />

sokmuştur. Çünkü kaçan Taylor ile Nova<br />

sahile geldiklerinde çok büyük bir sürpriz<br />

ile karşılaşırlar. Yıkılmış dev bir heykelin<br />

eli sudan dışarı çıkmıştır. Elinde özgürlük<br />

meşalesi vardır. Gezegen aslında<br />

dünyadır. Film o kadar sevildi ki 1970 –<br />

73 arasında dört devam filmi çekildi. Bu<br />

yetmedi 2001 yılında Tim Burton gibi çok<br />

önemli bir isim Maymunlar Gezegeni diye<br />

bir film daha çekti. Açıkçası Burton’un<br />

en kötü filmlerindendi. Maymunlar Cehennemi<br />

hayranları ve Burton fanatiklerini<br />

hayalkırıklığına uğratan bir yapımdı. Yıl<br />

2011 ve Maymunlar Cehennemi Başlangıç<br />

vizyona girdi. Rupert Wyatt’ın yönettiği<br />

film, yönetmenin kariyerinin en iyi filmi<br />

olduğu gibi Maymunlar Cehennemi<br />

serisine de değişik ve iyi bir enerji ka-


tan bir yapım. Günümüzde herkes birbirini<br />

sömürüyor. Bu sömürüler bir şekilde<br />

patlak veriyor. Kapitalizmin antitezi komünizm<br />

yenilgiye uğrayınca ezilenlerin<br />

elinde teorisi olmayan ve moralsiz bir<br />

isyan etme hali kalıyor. Maymunlar Cehennemi<br />

Başlangıç, devrime moral veren<br />

bir uyarlama. Yüzüklerin Efendisi’nde<br />

Gollum’u canlandıran Andy Sarkis bu<br />

filmde devrimin lideri Sezar adlı maymunu<br />

oynuyor. Filmin başrolünde oynayan<br />

James Franco ve onun sevgilisini<br />

canlandıran Freida Pinto çok başarılı.<br />

Pinto’yu Slumdog Millionaire’deki Latika<br />

karakteri olarak hatırlayabilirsiniz. “Motion<br />

capture” (performans yakalama) tekniğini<br />

ile çekilen filmin etkileyiciliği inanılmaz.<br />

Tabii bizi bu tekniğin başarısından daha<br />

çok yönetmenin ve senaryo yazarlarının<br />

günümüzün sömürü düzeninden yararlanarak<br />

filmin öyküsünü temellendirmesi<br />

etkiledi. İnsanlar maymunları laboratuvarlarda<br />

deney hayvanı olarak kullanıyor.<br />

Hayvanat bahçelerinde demir çubukların<br />

arkasına tıkıyorlar. Yuvalarından anne<br />

babalarını vurarak kaçırıyor ve hayvan<br />

pazarlarında satıyorlar. Bu filmde<br />

görünen insanın hayvana yaptığı eziyet.<br />

Ama insan bunun dışında böyle<br />

davranarak aslında kendine de yazık<br />

ediyor. Doymak bilmez hırsı ve kendisinden<br />

başka hiç bir değeri düşünmemesi<br />

yaşadığı gezegeni de mahvediyor. Bu<br />

gidişat belki filmdeki gibi bir maymunun<br />

isyan etmesi ile son bulmayacak<br />

ama insanoğlunun bu gidişle dünyadaki<br />

varlığının sona ereceği kesin. Filmin alt<br />

metnine nereden baktığınız çok önemli.<br />

Ben filmin bütününü seyrettiğimde<br />

yaşadığı gezegeni yok eden, kendinden<br />

başka hiç birşeye önem vermeyen hatta<br />

kendini bile önemsemeyen insanoğlunun<br />

dramını görüyorum. Ama birşey daha<br />

var ki o biraz olsun ümit veriyor. İnsanın<br />

içinde her türlü zayıflığa ve yetersizliğe<br />

rağmen isyan etme ve başkaldırma duygusu<br />

var. İyiliğe ve doğruya ulaşmak<br />

için kendini kurban edebilen yaratıklarız.<br />

Hem şeytanız hem melek. Ben melek<br />

tarafımıza güvenmek istiyorum.


Hazır sıcaklar devam ederken, ayaklar denizlere uzanmışken ve<br />

Shark Night 3D vizyona girerken biz de denizlerde geçen vahşet<br />

filmlerine göz atalım dedik… Deniz canlıları ortalığı kana bularken<br />

insanoğlu da boş durmuyor, onları harekete geçiriyor, yok ediyor,<br />

vurup kırıyor… Sonuçta ortaya epey kanlı filmler çıkıyor!<br />

BANU BOZDEMİR<br />

Shark Night 3D<br />

Piranha efsanesini bikinili<br />

kızlarla dolu kanlı bir<br />

eğlenceyle köpekbalıklarına<br />

uyarlayan David R. Ellis’in<br />

yönettiği Shark Night 3D,<br />

kadrosunda Sara Paxton,<br />

Dustin Milligan, Chris Carmack,<br />

Joel David Moore,<br />

Chris Zylka ve Katharine<br />

McPhee’yi barındırıyor.<br />

Güneşin ve suyun tadını<br />

çıkarmak için hafta sonu tatili<br />

için Louisiana Gölü’ne giden<br />

bir grup arkadaşın gölün tuzlu<br />

sularında yaşayan köpek<br />

balıklarını fark etmeleri uzun<br />

sürmeyecektir. Fakat köpek<br />

balıkları tarafından saldırıya<br />

uğrayan arkadaşlarını bir an<br />

önce hastaneye ulaştırmaları<br />

ve bunun için de altlarındaki<br />

yüzlerce köpek balığından<br />

kaçmaları gerekiyordur...<br />

Denizde Dehşet / Shark Attack<br />

Yaşanan depremden sonra Kalifornia<br />

büyük tehlike altındadır.<br />

Tsunami dalgaları şehri tehdit<br />

etmektedir.Ancak dalgalarla<br />

gelen baska bir tehlike daha<br />

vardır.Devasa büyüklükteki aç<br />

köpekbalıkları. Meksika sahillerinin<br />

adeta ölüm makinesi<br />

olan köpek balıklarının atası<br />

olarak bilinen bir yaratıktır adı<br />

ise Megalodon’dur. Su üstüne<br />

çıkan dehşet 24 milyon yıl<br />

önceden kalma, 20 tonluk bir<br />

ölüm makinesi olan Megalodon<br />

Meksikada ölüm saçmaya<br />

ve etrafındaki insanların tedirgin<br />

etmeye devam etmektedir.Giderek<br />

artan saldırıları<br />

araştıran Nick geçmişten gelen<br />

bu canavarı durdurmak için<br />

mücadeleye başlatır. Film seri<br />

olmuştur…<br />

Jaws: Denizin Dişleri<br />

Küçük bir sahil kasabasının tek<br />

geçim kaynağı yaz ayları boyunca<br />

kasabaya tatil yapmaya gelen<br />

turistlerin bıraktığı paradır. Bu<br />

kasabanın belediye reisi kasaba<br />

sahilinde bir kızın köpekbalığı<br />

tarafından öldürülmesini örtbas<br />

etmeye çalışır ama küçük bir<br />

çocuk herkesin gözü önünde<br />

köpekbalığı tarafından öldürül-


öldürülünce balığı yakalayana ödül verileceği<br />

açıklanır ve büyük bir köpekbalığı yakalanınca<br />

da herkes rahat bir nefes alır. Şerifin yardıma<br />

çağırdığı uzman yakalanan köpekbalığının<br />

aradıkları balık olmadığını söylese de kimse ona<br />

inanmaz. Onun sözünü dinleyen şerif ile balığın<br />

peşin gitmeye karar verirler ve bir köpekbalığı<br />

avcısı ile yola çıkarlar. 1975 yapımı film denizden<br />

gelen vahşet filmleri içinde ilk akla gelen<br />

filmlerden birisidir.<br />

Katil Balina Orca<br />

Konu, dönemin diğer korku<br />

filmlerinde olduğu gibi,<br />

alabildiğine yalındır: Kaptan<br />

Nolan adlı denizci ‘orca’<br />

olarak bilinen balinalardan<br />

birini yavrusuyla birlikte avlar.<br />

‘Orca’lar, tek eşli memelilerdir<br />

ve ailesini kaybetmiş<br />

olan diğer balina, Nolan’dan intikam almak<br />

adına bilinçli biçimde onun yaşadığı balıkçı<br />

köyünün sahillerinde terör estirir. Köy sakinleri,<br />

açık tehlikeye son vermek için ‘orca’nın<br />

öldürülmesi gerektiğinde hemfikir olmuştur.<br />

Nolan, baskılara dayanmaz ve Rachel adlı deniz<br />

biyologu ve bir kızlıderili balina avcısı ile birlikte<br />

intikamcı balinanın peşisıra sefere çıkar. Filmin<br />

ne VHS ne de DVD edisyonu yok; sinemada<br />

tekrardan vizyona girecek türden bir yapım<br />

olmadığı için de, tek şans onu televizyonda izlemek...<br />

Piranha 3D<br />

Her yıl Bahar Tatili’nde<br />

Victoria Gölü’nün nüfusu<br />

5,000’den 50,000’e fırlar.<br />

Kasaba güneşlenmek,<br />

eğlenmek ve bol bol içki<br />

içmek isteyen insanların<br />

akınına uğrar. Ama bu yıl,<br />

bu küçük kasabada, kasaba<br />

yerlilerinin sarhoşlarla ilgili<br />

şikâyetlerinin yanına bir yenisi daha eklenecek.<br />

Yeni bir dehşet dalgası Victoria Gölü’nde açığa<br />

çıkmak üzere. Gölde insan yiyen balıkların<br />

ortaya çıkmasından sonra bir grup yabancı,<br />

bölgenin keskin dişli yeni sakinlerine balık yemi<br />

olmamak için bir araya gelecek ve dehşet saçan<br />

canavarlara karşı işbirliği yapacaklardır. Filmin<br />

1972 tarihli orijinal versiyonu da bulunuyor.<br />

Barraküda / Barracuda<br />

1978 yapımı, Harry<br />

Kerwin’in yönettiği<br />

Barraküda’da küçük bir<br />

Florida yerleşim biriminde,<br />

deniz kenarındaki<br />

bir kimyevi madde<br />

fabrikası, atıklarını denize<br />

boşaltmakta sakınca<br />

görmemektedir. Kimyasal<br />

atıklar balıkları<br />

canavarlaştırır. Özellikle<br />

de Barraküdalar daha da irileşir ve denizi kocaman<br />

bir kan gölü haline getirirler. Yerel üniversiteden<br />

bir ekoloji uzmanı, bölge şerifi ve bu<br />

küçük kasabanın yerel gazetesinden bir muhabir,<br />

olayın ardındaki gizemi, suyun dibindeki<br />

gariplikleri araştırmak için işbirliği yapmaya<br />

karar verirler. Çok geçmeden anlarlar ki, her<br />

şey, hükümetin desteklediği bir projenin ‘Lucifer<br />

Projesi’nin bir parçasıdır. Hükümet, CIA, ya<br />

da bu projeyle ilgili birimin ajanlarını gönderir<br />

ve durumun farkına varan herkesi öldürtmeye<br />

başlar. Suyun dışında da her yer kan içinde<br />

kalmıştır. Yeşilbarış / Greenpeace örgütü devreye<br />

girer ve bölge sularında kimyasal kirlilik<br />

bulunduğunu her yere duyurur. Bunun üzerine<br />

ajanlar bir anda ortadan yok olurlar. Proje<br />

deşifre olmuştur. Bu tarzın klişelerini kullanmakta<br />

zerre kadar sakınca görmeyen bir ‘B’ filmi<br />

örneği.<br />

Denizde Vahşet / Monster /Humanoisd from the<br />

Deep<br />

1980’de, Roger Corman’ın yapımcılığında,<br />

Barbara Peeters tarafından çekilen Denizde<br />

Vahşet balıkçılıkla geçimini sağlayan küçük<br />

bir Amerikan sahil kasabasında geçmektedir.<br />

Her zamanki gibi balıkçılar erkenden işbaşı<br />

yapmışlardır. Bir süre sonra ağlardan birine iri<br />

bir şey takılır. Ne olduğunu anlamak için bakarlarken,<br />

teknede bulunan küçük bir çocuk denize<br />

düşer. Birden deniz kana boyanır. Ağa takılan<br />

her neyse, çocuğun ölümüne neden olmuştur.<br />

Balıkçılar birbirlerini suçlarlar. Oysa gerçek<br />

çok daha başkadır ve kasabayı ciddi bir şekilde<br />

tehdit etmeye başlamıştır. Çok geçmeden<br />

ortalıkta parçalanmış kanlı cesetler bulunmaya<br />

başlanır. Yarı balık görünümlü amfibik yaratıklar<br />

kasabadaki genç kadınları kaçırmakta, uygun<br />

olanlarla çiftleşmekte, uygun olmayanları ve<br />

erkekleri ise öldürmektedirler. Bir çok kadın


u yaratıklar tarafından hamile bırakılır. Deniz<br />

canlılarının biyolojik yapılarını ve evrimlerini<br />

araştıran bir bilimkadını (Ann Turkel) olayları<br />

araştırmak için kasabaya gelir. Kasaba sakinlerinden<br />

biri (Doug McClure) ona yardım etmeyi<br />

kabul eder. Yaratıklar üzerlerinde deneyler<br />

yapılan, biyolojik yapılarına insan geni aşılanan<br />

somon balıklarından türemişlerdir. Olaylar<br />

tam da kasabanın ‘Yıllık Geleneksel Balık Festivali’<br />

kutlamalarına denk gelmiştir. Festival<br />

eğlenceleri başladığında, yaratıklar topluca<br />

denizden çıkıp, etrafa saldırmaya, ortalığı cehenneme<br />

çevirmeye başlarlar…<br />

Nehrin Dişleri: Timsah / Rouge<br />

Amerikalı bir gezi yazarı<br />

olan Pete, Avustralya’nın<br />

kuzeyi hakkında bir yazı<br />

hazırlamaktadır. Çıktığı<br />

nehir turu keyifli bir yolculukken,<br />

bölgede yaşayan<br />

timsahlardan birinin<br />

saldırısına uğramaları ile<br />

kabusa dönüşür. Tekneleri<br />

batan grup, küçük bir kara<br />

parçasına sığınır. Ancak<br />

nehrin suları gün batımı ile<br />

yükselmeye başlar. Timsah, sandıklarından çok<br />

büyüktür. 1979 yılında, Avustralya’da balıkçı<br />

teknelerine saldıran bir timsahın gerçek hikayesinden<br />

etkilenerek senaryoyu oluşturan<br />

Yönetmen Greg McLean’ın, Avustralya’nın<br />

Jaws’ı olarak değerlendirdiği film, hem gerilim<br />

dolu, hem sürükleyici hem de korkunç...<br />

Yaratık / The Host<br />

Seul’u ikiye ayıran Han<br />

nehri korkunç bir faciaya<br />

gebedir. Amerikan ordusunun<br />

bir kaç sene önce<br />

gizlice boşalttığı kimyasal<br />

atıklar, nehirde korkunç<br />

bir yaratığın üremesine<br />

neden olmuştur. Nehir<br />

kenarında piknik yapmak<br />

için toplanmış şehir sakinleri<br />

suların arasından ansızın yükselen devasal<br />

bir yaratık görürler. Bir kaç saniye içinde ortalığı<br />

savaş alanına çeviren canavar tekrar sulara gömülmeden<br />

önce ardında yüzlerce ölü bırakır. Ancak<br />

yaratık ile ilgili korkunç gerçek ancak bir<br />

kaç gün sonra fark edilir. Hükümet yaratığın<br />

insanlara korkunç bir virüs bulaştırdığından<br />

şüphelenmektedir.<br />

Deniz Canavarı / Sea<br />

Beast<br />

Denizde çıkan bir<br />

fırtınada balıkçı teknesi<br />

dalgalara karışarak batar<br />

fakat batış sebebi ne dalga<br />

ne de çıkan fırtınadır.<br />

Kaptan Will McKenna<br />

kasabaya davetsiz gelen<br />

yaratıklarla başa çıkmak<br />

zorundadır tabii başına<br />

gelen belaya doğa ana<br />

tarafından gönderilen<br />

fırtına ile işler daha da zorlaşır. Balık azalınca<br />

biyolog Arden olası nedenleri araştırmaya<br />

başlıyor. Bu arada bir grup arkadaş adaya<br />

tatile gelir ve Drew yırtıcı bir deniz hayvanı<br />

tarafından öldürülür. Ve parçaları arkadaşları<br />

tarafından bulunur. Sonrasında olaylar<br />

çığırından çıkar ve bu yaratıklarla insanlar<br />

arasında bir mücadele başlar!<br />

Koy / The Cove<br />

(Bu belgesel buraya<br />

insanların hayvanlara<br />

yaptıkları işkence bilinsin<br />

diye konuldu)<br />

Oscar’ın yanı sıra<br />

dünyanın dört bir<br />

yanında katıldığı festivallerden<br />

ödülle dönen<br />

Louise Psihoyos’un<br />

yönettiği belgesel film,<br />

Japonya’daki Taiji’de<br />

bulunan uzak ve saklı<br />

bir koyun kanlı iç yüzünü anlatmasının<br />

yanında, ölümcül bir sırra da ışık tutuyor.<br />

Bu koyda yatan gerçekler ve dünyanın<br />

okyanuslarının yürek burkan yardım çağrısı,<br />

belgeseli sürükleyici bir macera ve gerilime<br />

dönüştürüyor. 2010 yılında, en iyi belgesel film<br />

dalında Oscar ödülü kazanan ‘Koy’ belgeselinin<br />

ekibi, eylemci, sinemacı ve dalgıçlardan<br />

oluşan bir ekip. Belgesel hazırlanırken yapay<br />

kayalara yerleştirilen gizli mikrofonlar ve kameralar<br />

kullanıldı.


n 80′lerin başında ABD’de, tam bir bilim kurgu ve<br />

İlkel çağ fantastiği rüzgarı esiyordu. Çoktan unutuldu<br />

sanılan ucuz “Flash Gordon” seriyalleri ve<br />

İtalyan “swords&sandal” filmleri, 50′ler de yapılan<br />

seleflerinin aksine kocaman bütçeler ve Reagan<br />

yönetiminin desteklediği “yeni sağ” fikrini halka<br />

ittiren senaryolar ile izleyiciye sunuluyor, “Star<br />

Wars” ya da “E.T” gibi filmler gişe rekorlarını alt üst<br />

ediyordu. O yıllarda ABD’li her çocuk, bir kılıçla<br />

savaşmak ve Conan veya Luke Skywalker gibi bir<br />

kahraman olduğunu hayal etmekte idi.<br />

Bu dönem, Amerikan bilim-kurgusunun kısa bir<br />

Rönesansı gibidir. Böyle bir zamanda eğer siz de<br />

senarist Stanford Sherman olsanız gişe geliri yüksek,<br />

popüler ne yapabilirdiniz? Hiç uğraşmaz, “nasıl<br />

olsa tutuyor” diyerek tür metinlerinin bir karışımını<br />

yazar, cafcaflı bir afiş ve boyundan büyük laflarla<br />

seyirciye pompalar ve işin sonunda dolarlarınızı<br />

sayarak Hollywood manzarasında kaybolursunuz.<br />

O yılın asıl büyük gişe filmi “Buz korsanları”ydı.<br />

Fakat sanılanın aksine gişe de çöken bu filmin<br />

en büyük hatası 80′lerin Hallmark dramalarından<br />

fırlamış karizmadan yoksun Steve Gutenberg’i<br />

yıldız yapmak iddiası idi! Mad Max’a öykünen ama<br />

Mel Gibson’un karizmasından yoksun olan bu<br />

ilginç post apokaliptik , artık tür meraklıları dışında<br />

kimse tarafından hatırlanmamakta… Bu çılgın<br />

fantazya ve bilim-kurgu rüzgarı eserken, “Fantastik


olsun çamurdan olsun!” diyerek neredeyse yapılan<br />

herşeyi tüketmek isteyen izleyiciye yeni bir çerez<br />

sunuldu: KRULL!<br />

Krull’un başrollerinde tek kanallı dönemde<br />

yayınlanan Marco Polo dizisinden hatırlayacağımız<br />

Ken Marshall ve ileride cici kız imajını yıkıp ingiliz<br />

leydisi rollerinden kurtulabilmek için playboy’a poz<br />

verecek Lysette Anthony oynamakta idi.<br />

Krull gezegeni Slayer denen askerlerin oluşturduğu<br />

yenilmez bir ordunun işgali altındadır. yıllardır savaş<br />

halinde olan iki krallık güçlerini birleştirip slayerlara<br />

karşı koyabilmek amacıyla barış yapar ve bunu<br />

sağlamlaştırabilmek için prenses Lyssa ve diğer<br />

krallığın prensi Colwyn’i evlendirmek isterler. Tören<br />

sırasında yapılan saldırıda Colwyn yaralanır, iki<br />

kral öldürülür ve Lyssa kaçırılır. olayı izleyen sabah<br />

Colwyn, Ynyr isimli bir bilge tarafından bulunur ve<br />

Slayerları yenip gelinini kurtarabilmek için sihirli<br />

güçleri olan 5 bıçaklı yıldız şeklindeki efsanevi<br />

silahı aramaya yollanır. Bu yolculuk sırasında pek<br />

çok yandaş edinecek olan Colwyn kara kulede<br />

düşmanıyla yüzleşme fırsatı bulacaktır. Kendini<br />

istediği hayvana dönüştürebilen Ergo, eşkıya<br />

Torquil ve arkadaşları, yaşlı medyum, tepegöz Rell<br />

Colwyn ve Ynyr’in kara kule yolunda karşılaşacakları<br />

renkli kişiliklerden sadece bazılarıdır.<br />

Bu kadar eciş bücüş fantastik yaratığın gözüktüğü<br />

filmde benim en çok ilgimi çeken yaratıklarsa Slayerlar,<br />

tepegöz Rell ve Firemare isimli atlar oldu. Slayerlar<br />

tamamen siyah (kale içinde beyaz) giyinmiş<br />

kafaları bowling topuna benzeyen ve öldüklerinde<br />

içlerinden fırlayıp toprağın derinliklerine kaçan<br />

İstakoz benzeri bir yaratığın bulunduğu askerlerdir.<br />

Kılıç ve laser kullanırlar. Rell bir tepegözdür.<br />

Onun ırkı geleceği görebilmek için tek gözlerini feda<br />

etmiştir, yine de görebildikleri tek gelecek kendi<br />

ölümleridir. Ne zaman ne şekilde öleceğini bilmenin<br />

verdiği üzüntüyle yaşayan melankolik bir yaratıktır<br />

Rell. Bu kaderi değiştirmeye kalkan tepegözleri<br />

sonsuz bir acının beklediğinin de bilincindedir.<br />

Firemare’lar ise gezegenin en hızlı atlarıdır. uçabilirler.<br />

İsimlerini koşarken ayaklarından çıkan alevlerden<br />

alırlar. Kahramanlarımız kara kuleye gidebilmek<br />

için bu atların gücüne ihtiyaç duyar çünkü kara kule<br />

her gün doğumunda kaybolur ve ülkenin bambaşka<br />

bir yerinde belirir ve bir sonraki gün nerede<br />

olacağını ise hiç kimse bilemez. Film boyunca gerçekten<br />

de yüzüklerin efendisini farklı bir boyutla<br />

izliyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Kendine<br />

has özelliği olan yaklaşık 10-11 kişinin yolculuğa<br />

çıkması, uzun beyaz saçlı ve sakallı kör kahinin onlara<br />

yardımcı olması, kara kule, şeytanın askerleri,<br />

ayaklarından ateş çıkan uçabilen atlar vs….<br />

Krul hakında pek çok şey duymuş ama izlememiş<br />

birinin ilk içgüdüsü, Krull’a hayranlıkla yaklaşmaktır.<br />

film açıkça basit bir fantezi (FRP) oyunu olmayı ister,<br />

fakat aynı zamanda görsel olarak standartları yüksek<br />

tutmak… Bu iyi niyetli yaklaşıma rağmen problem,<br />

kötü bir metnin ve sıkılmış aktörlerin, yeteneklerinden<br />

faydalanmadan oradan oraya, macera<br />

yaşıyormuş gibi başıboş dolaşmalarıdır. “Senin hayal<br />

gücünün ötesinde bir dünya” gibi fiyakalı bir etiketle<br />

pazarlanan filmde aslında iki saat boyunca perdeye<br />

gelen görsellerin dışında gerçek bir duygu, keder,<br />

elem, ıstırap, neşe vs. yoktur. Film için harcadığınız<br />

iki saatin sonunda Krull’u yılarca hayalgücünüzü<br />

besleyen bir film olarak affetmek istersiniz ama bu<br />

onun sonra pek çok örneği çekilecek boş ve aptal bir<br />

görsel şölen olduğu ve Star Wars’ın yada Conan’ın<br />

aksine vaat ettiği hiç bir şeyi başaramadığı gerçeğini<br />

değiştirmez.


Ahmet Ümit’in Bir Ses<br />

Böler Geceyi<br />

romanı Ersan<br />

Arsever tarafından<br />

filme uyarlanıyor.<br />

Yönetmen filmim<br />

festivallere katılmasa<br />

da 70 milyonun bu<br />

filmi seyretmesi daha<br />

önemli dedi...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Ahmet Ümit’in Sis Ve Gece’den sonra bir<br />

romanı daha sinemaya uyarlanıyor. Bir Ses Böler<br />

Geceyi adlı romanı yönetmen ve senarist Ersan<br />

Arseven filme çekiyor. Cem Davran, Merve<br />

Dizdar’ın başrolde oynadığı filmde Ali Sürmeli,<br />

Gün Koper, İpek Tenolcay, Rıza Akın gibi önemli<br />

isimler kadroyu oluşturuyor. Tokat Zile ve çevre<br />

köylerinde üç haftalık çekimden sonra İstanbul’a<br />

gelen film ekibi Beykoz Sümerbank tesislerinin<br />

olduğu bölgede set kurdu. Beykoz’daki sette<br />

bizi misafir eden yönetmen Ersan Arsever, yazar<br />

Ahmet Ümit, oyuncular Cem Davran, Merve Dizdar<br />

ve Ali Sürmeli sorularımızı cevapladı. Ahmet Ümit<br />

uzun zamandır Bir Ses Böler Geceyi romanını<br />

kendisinin sinemalaştırmayı düşündüğünü çünkü<br />

otobiyografik çünkü otobiyografik yönleri yönleri olduğunu olduğunu söyledi. söyledi. Özellikle<br />

hikayenin Özellikle hikayenin kahramanı kahramanı Cem Davran’ın Cem Davran’ın canlandırdığı<br />

Süha canlandırdığı karakterini Süha kendisinden karakterini yola kendisinden çıkarak<br />

yazdığını yola çıkarak ve eşiyle yazdığını tanışma ve eşiyle sahnesinin tanışma birebir sahnesinin<br />

yaşadıkları birebir kendi olduğunu yaşadıkları anlattı. olduğunu kendi anlattı.


Filmde bir alevi gencin yaşadıklarıyla üniversite<br />

araştırma görevlisinin geçirdiği trafik kazası mlistik<br />

bir hikayeye dönüşür. Birbirine karışan hayatlar<br />

Türkiye’nin yakın tarihini, 12 Eylül darbesini<br />

öncesi ve sonrasıyla beyazperdeye taşıyacak.<br />

Ümit’e kendisinin çekmek istediği böylesi özel<br />

bir romanı Niye yönetmen Ersan Arseven’e teslim<br />

ettiğini sorduğumuzda, “Arseven beni aradı.<br />

Buluşmak istedi. Buluştuk ve konuştuk. Gördüm<br />

ki romanın anlatmak istediklerini kavramış. Ona<br />

teslim ettim romanı ve şimdi çok mutluyum”<br />

dedi. Ersan Arseven ise “Ahmet Ümit’in daha<br />

önce de romanlarını okumuştum ama bu kitap<br />

elime geçtiğinde kafamdan vurulmuşa döndüm.<br />

Bu yaştan sonra yaşadıklarımı ve içimdekileri<br />

toplamak üretmek istiyordum. Ümit’in romanı<br />

bütün bunları içeriyordu. Şok geçirdim. Benim<br />

ailem beş nesil önce Çorum’dan göç eden Alevi<br />

bir aile. Artık Türkiye çok değişti. Ama kısa<br />

bir zamanda değişti. Yaşananları hatırlamak<br />

ve irdelemek lazım” diye sözlerini sürdürdü.


Kitabı seçmesinin bir nedeninin de Türkiye’de<br />

iyi senarist azlığı olduğunu söyleyen Arseven<br />

bu sıkıntının aslında yurtdışında da yaşandığını<br />

söyledi. Filmde Görgü Cemi gibi önemli ritüellerin<br />

işlendiğini, Aleviler için çok anlamlı olan<br />

bu tür ritüellerin filmde olmasının önemine<br />

değindi. Yılda bir kez yapılan ve küs olanların,<br />

anlaşmazlık yaşayanların barıştırıldığı hayatın<br />

anlamının sevgi ve anlayış üzerine kurulu<br />

olduğunu temsil eden bu ayinin Aleviliğin ruhunu<br />

yahsıttığını söyledi. Arseven Türkiye’de<br />

artık ne Sünniler’in Sünniliğe ne de Aleviler’in<br />

Aleviliğe tam anlamıyla hakim olduğunu belirtti.<br />

Onun için bu filmin öneminin bir kat daha<br />

arttığını sözlerine ekledi. Filmin başrol oyuncusu<br />

Cem Davran ise böyle bir projeyi beklediğini,<br />

içine doğduğu için gelen birçok teklifi geri<br />

çevirdiğini, Bir Ses Böler Geceyi senaryosunu<br />

ve romanını okuduğunda aradığı çalışmanın bu<br />

olduğunu anladığını söyledi. Özellikle Tokat’ın<br />

köylerindeki çekimlerde çok zorlandığını anlatan<br />

ünlü oyuncu Tokat’ın kırsal bölümünde<br />

bulunan kenelerden çok çekindiklerini kene<br />

koruyucu bilezik taktıklarını, ilaç kullandıklarını<br />

anlattı. Yine de set ekibinden bazılarına kene<br />

yapıştığını belirten Davran birçok hastalık<br />

yüzünden hastaneye taşındıklarını söyledi.<br />

Belirli bir zaman sonra yöreye alışınca çok<br />

keyifli bir çekim süreci yaşadıklarını da sözlerine<br />

ekledi. Cem Davran bu yılın kendisi için çok<br />

önemli olduğunu, hem bu filmi çektiğini hem<br />

de Atalya Altın Portakal Film Festivali’nde 32 yıl<br />

önce oynadığı Yusuf ile Kenan filminin tekrar<br />

yarıştırılacak olmasının heyecanını yaşadığını<br />

belirtti. 15 yaşındayken Ömer Kavur’un sayesinde<br />

filmde yer aldığını, 1979 yılında filmin sansürlenmesi<br />

yüzünden festivalin iptal olduğunu,<br />

yıllar sonra bu kötü günleri anılardan silmek için<br />

böyle bir çaba gösterilmesine çok sevindiğini<br />

anlattı. Eğer Yusuf ile Kenan bu yıl Antalya’da<br />

ödül alırsa oğlu ile sahneye çıkacağını, oğlunun<br />

da şimdi 15 yaşında olduğunu sözlerine ekledi.<br />

Genç oyuncu Merve Dizdar ise bu yıl iki sinema<br />

filmi çevirdiğini belirtti. Ama başrol olarak<br />

ilk yapımının Bir Ses Böler Geceyi olduğunu<br />

ve filmde iki ayrı karakteri canlandırdığı için<br />

büyük heyecan duyduğunu anlattı. Kendini<br />

böyle önemli bir yapımda yer aldığı için şanslı<br />

hissettiğini söyledi. Ali Sürmeli ise sağlık problemleri<br />

yüzünden bu yıl hiç bir projede yer<br />

almamaya karar verdiğini ama Ahmet Ümit’in<br />

bu romanının filme çekileceğini duyduğunda<br />

ve kendisine teklif geldiğinde dayanamadığını<br />

açıkladı.


Nedimeler filminin güzel ve komik yıldızı Maya Rudolph<br />

Türkiye’de sadece <strong>Cinedergi</strong>’ye konuştu.<br />

n BEn yakın arkadaşı Lillian’ı ve bir grup renkli nedimesini evlilik<br />

macerasında çılgın bir yolculuğa çıkaran Annie’nin hayatı<br />

karmakarışıktır. En iyi arkadaşı Lillian nişanlanır ve Annie’nin<br />

baş nedimesi olmasını ister. Karşılıksız aşk acısı çeken ve çok<br />

üzülen Annie, pahalı ve tuhaf olan ne kadar adet varsa hepsini<br />

uygular. Annie, Lillian ve nedimelere, insanın sevdiği<br />

biri için ne kadar ileri gidebileceğini gösterecektir.<br />

Filmde Lilian’ı canlandıran Maya Rudolph çekimlerde<br />

çok eğlendiklerini ama nedime olmasını teklif edeceklerin<br />

artık iki kere düşüneceklerini söylüyor.<br />

Bu projeden nasıl haberiniz oldu?<br />

Kristen Wiig ve Annie Mumolo’nun senaryoyu<br />

yazdıklarını biliyordum.<br />

Daha sonra yapımcılığını Judd’un<br />

üstleneceğini duydum. Sonra beni<br />

de çağırdı.<br />

Judd Apatow filminde<br />

oynayacağınız için<br />

heyecanlı mıydınız?<br />

Heyecanlıydım. Kendisiyle<br />

uzun yıllar<br />

önce Anchor<br />

Man’de birlikte<br />

çalışmıştım.<br />

Ama bunu


durumunda kaldığınız oldu mu?<br />

İkisinde de kaldım! Kadın arkadaşlarım benim için<br />

çok önemlidir.<br />

kimse bilmez çünkü<br />

filmden kesilmişti.<br />

Senaryo hakkında ne<br />

düşündünüz?<br />

Çok komik ve benzersizdi.<br />

İçinde Kristen’ın<br />

sesini duymak güzeldi.<br />

Çünkü benim<br />

arkadaşımdır.<br />

Sizin karakteriniz ve<br />

bu yoğun ve komik<br />

düğünün gelini Lillian<br />

hakkında ne söyleyebilirsiniz?<br />

Lillian ilginç bir karakter.<br />

Aynı zamanda<br />

Annie’nin en iyi<br />

arkadaşı ve bütün bu<br />

insanların bağlayıcısı<br />

olmak zorunda. Lillian<br />

beş çok farklı karakteri<br />

bir araya getirme<br />

baskısıyla uğraşıyor.<br />

Zor bir şey olan iki<br />

yüzlü olmadan herkesin<br />

arkadaşı olan birini<br />

oynamak istedim.<br />

Annie’nin ya da sizin<br />

karakterinizin benzer<br />

Nedimeler bu 6 kadının etrafında dönüyor olabilir<br />

ama erkekler de filme çok iyi tepkiler veriyor.<br />

Ben bu filmi, içinde Jon Hamm ya da Chris O’Dowd<br />

gibi çok komik aktörlerin de olduğu hem kadınlara<br />

hem de erkeklere hitap eden bir film olarak gördüm.<br />

Sette ne kadar eğlendiniz?<br />

Çok eğlendim! Her gün işe gitmek gerçekten çok<br />

heyecanlıydı.


Çekim sırasında çok fazla doğaçlama var<br />

mıydı?<br />

Evet! Prova sırasında doğaçlama yapmaya<br />

başladık. Senaryoyu ve karakterleri daha<br />

iyi tanımamıza yardımı oldu. Sonra çekim<br />

sırasında da devam ettik.<br />

Tamamlanmış halini gördüğünüzde film<br />

hakkında ne düşündünüz?<br />

Bayıldım ve gerçekten bana hissettirdikleri için<br />

memnun oldum. Çünkü çok güldüm ve aynı<br />

zamanda duygulandım.<br />

Duygusal bir hikayenin merkezinde.<br />

Evet. Çünkü film aslında bir düğün ve filmde<br />

nedime olan bu kadınlar hakkında değil. Aynı<br />

şekilde biriyle bir kavga her zaman sizin<br />

düşündüğünüz konu hakkında olmayabilir.<br />

O zaman size göre Nedimeler’in konusu nedir?<br />

Arkadaşlık hakkında. Annie’nin hayatında zor<br />

bir dönem geçirdiğini görüyorsunuz ve en iyi<br />

arkadaşı farklı bir yöne gidiyor. Bu onlar için<br />

zor çünkü birbirleri için önemliler ve hayatları<br />

boyunca da öyle olmuşlar.<br />

Bir daha nedime olmanız teklif edildiğinde bu<br />

filmi düşünecek misiniz?<br />

Bence insanlar artık bana nedime olmamı teklif<br />

ederlerken iki kez düşünecekler.


n Sinema tarihinde büyük bir öneme sahip olan<br />

müzikal türü, 2001 tarihli ve Baz Luhrmann imzalı<br />

“Kırmızı Değirmen” filmi ile yeniden tanımlanmıştı.<br />

Yeni yüzyılın ilk dönemecinde müzikal kategorisine<br />

böylesine hızlı giren sinema, sonraki örneklerinde<br />

de Baz Luhrmann’ın stilini korumaya özen gösterdi.<br />

Peki, Luhrmann, bu tarzını nasıl oluşturdu dersiniz?<br />

Arka arkasına seyrettiği onlarca Bollywood filminden<br />

sonra… Hindistan’a özgü bol danslı, bol müzikli filmleri<br />

seyrettikten sonra uzun zamandır aklında olan<br />

müzikal filmin stilini de belirlemişti ünlü yönetmen.<br />

İyi de etmişti… Christina Aguilera, David Bowie, Jose<br />

Feliciano (Roxanne şarkısını Tango ile buluşturan<br />

muhteşem sahnenin ardındaki isimlerdendi), John<br />

Leguizamo ve Valeria gibi birbirinden önemli müzisyen<br />

ve dansçılarla, özene bezene hazırladığı filmi,<br />

izleyen herkesi etkisi altına almayı başarmıştı. Üstelik<br />

bu sayede Nicole Kidman ve Ewan McGregor’u<br />

oyunculuklarının yanı sıra seslerine de tanık olmuştuk.


1967 / Yönetmen:<br />

Martin Ritt<br />

n “Dostluk kurulabilecek tek Kızılderili ölü Kızılderili’dir” demiş General<br />

Sheridan. Amerikan hükümetinin tutumu bu sözü destekler; tüm bir halk<br />

yok edilmiştir! Apacheler tarafından yetiştirilen John Russell da, bir posta<br />

arabasıyla yaptığı yolculukta fanatikliğin hedefi olacak; ancak kanun<br />

kaçaklarının saldırısından sonra da çölde ölüme terk edilen yolcuların<br />

umudu haline gelecektir.<br />

McCarthy ‘cadı avı’ listesinde olan Martin Ritt, ırkçılığa karşı duruşunu<br />

bu ‘western’de de ortaya koyup, Paul Newman’ın canlandırdığı çizgi dışı<br />

kişiliği bir çatışmanın ortasında derinlemesine inceler. Dondurduğumuz<br />

kare, hikâyenin başlangıcında, barda Apache dostlarını aşağılayan kanun<br />

kaçağına John’un haddini bildirdiği andır.


n Bilindiği gibi 11 Eylül 2001 tarihi yeni yüzyıl için<br />

önemli bir milat noktasıydı. Bu ay, o acı gün tüm<br />

dünyada bir kez daha kederle anılacak. Müslüman<br />

(ve nedense fakir Müslüman ülkeleri) ülke<br />

mensuplarına karşı bir önyargıya yol açan bu talihsiz<br />

gün, A.B.D.’nin Irak’a savaş açmasına da vesile<br />

olmuştu. Domino etkisi sürmekte ve A.B.D.’nin,<br />

İran’a karşı da bu tarz bir isteği olduğu bilinmekte.<br />

O kara gün şüphesiz ki sadece Amerikalıların değil<br />

tüm dünya ülke vatandaşlarının hafızasına kazındı.<br />

Peki bu olayın kısa filmle ne ilgisi var diyeceksiniz?<br />

Gelelim konumuzla ilgisine… 11 Eylül olayı,<br />

daha sonra birçok filme konu oldu elbette. Ancak<br />

içlerinden bir tanesi var ki, muhteşem bir film<br />

olmasının yanı sıra, kısa filmcileri de yakından<br />

ilgilendiriyor. Birbirinden önemli yönetmenler,<br />

senaristler, yapımcılar ve oyuncuları buluşturan<br />

“11’09”01 September 11”, 11 adet kısa filmden<br />

oluşan bir şaheser. 2002 yılında çekilen filmin<br />

orijinal fikri ve prodüksiyonu Fransız yönetmen Alain<br />

Brigand’a ait. Farklı dinlere, dillere ve ırklara mensup<br />

11 yönetmenin kendi bakış açısını özgürce sunarak<br />

çektiği ve toplam 135 dakikalık bir uzun metraj<br />

haline gelen “11 Eylül”, sinemaseverler tarafından<br />

beğeni ile karşılanmıştı. Samira Makhmalbaf (İran),<br />

Claude Lelouch (Fransa), Youssef Chahine (Mısır),<br />

Danis Tanović (Bosna Hersek), Idrissa Ouedraogo<br />

(Burkina Faso), Ken Loach (Birleşik Krallık), Alejandro<br />

González Iñárritu (Meksika), Shohei Imamura<br />

(Japonya), Amos Gitaï (İsrail), Mira Nair (Hindistan)<br />

ve Sean Penn (ABD) gibi önemli yaratıcıları<br />

buluşturan “11 Eylül”, birbirinden bağımsız ancak 11<br />

Eylül eksenli kısa filmler…<br />

Meksika’dan, “Paramparça Aşklar ve Köpekler”,<br />

“Babil” gibi filmleriyle hatırladığınız Alejandro<br />

González Iñárritu, yapımın en ayrıksı filmlerinden<br />

birine imza atmıştı. İnarritu deneysel bir tarzı<br />

seçerek, ağırlıklı olarak siyah ekran üstüne sesler


indirerek derdini anlatmaya çalışıyor. Bir süre<br />

karanlığa ve siyah ekrana alışıyor, ancak ara sıra<br />

adeta bir flaş gibi beliren, gökdelenden düşen<br />

insan görüntüleriyle şok oluyorsunuz. Deneysel<br />

sinemanın özgürlüğünü arkasına alan yönetmen,<br />

filmine serpiştiği kuran ayetleri ile aslında her<br />

dinde olduğu gibi İslam’da da “Öldürmeyeceksin!”<br />

emrine dikkat çekiyor. İran’lı yönetmen Samira<br />

Makhmalbaf varlığından haberdar olmadıkları bir<br />

şehirde yaşananlar yüzünden yerinden yurdundan<br />

olan Afgan çocuklarının hikayesini anlatıyor.<br />

Şimdilerde daha iyi gözlemleyebildiğimiz bu durum,<br />

henüz olay taze iken adeta bir kahin gibi<br />

aktarıldı Makhmalbaf’ın gözünden. Malumunuz,<br />

artık bir Müslüman vatandaşın Amerika’ya girişi<br />

bile eskisi kadar kolay değil… Romantizmi sevenler<br />

için usta Fransız yönetmen Claude Lelouch,<br />

bir aşk hikayesiyle baktı olaya; ikiz kulelerde turist<br />

rehberi olan Amerikan sevgilisiyle New York’ta<br />

yaşayan sağır ve dilsiz bir Fransız kadının bakış<br />

açısından… Mısır’ın önde gelen yönetmenlerinden<br />

Yusuf Şahin 11 Eylül olaylarının olduğu tarihte film<br />

çekimlerindedir. Olaylar karşısında çok sarsılan<br />

yönetmen 1983’te Beyrut’ta bir saldırıda öldürülen<br />

Amerikan askerinin hayaletiyle karşılaşır. Daha<br />

sonra Filistin’de karşılaştığı Amerikan askeri ile<br />

aynı yaşta ölmüş bir intihar komandosunun ailesini<br />

ziyaret eder. Ailesi oğullarıyla gurur duymaktadır.<br />

Artık savaş bir kan davasına dönüşmüştür. “No<br />

Man’s Land” filmiyle savaşın gereksizliğini muazzam<br />

bir şekilde aktaran Bosna’lı yönetmen Danis<br />

Tanovic, dünyanın bir başka yerinde yaşanan<br />

acı kendi acınızın önüne geçebilir mi sorusunu<br />

soruyor. 11 Eylül tarihinde yas tutan sadece New<br />

York’lular değil. 11 Temmuz 1995’te Serebneica’da<br />

yaşanan korkunç olaylarda yakınlarını kaybeden<br />

çok sayıda Bosna’lı her ayın 11 inde bu acı olayı<br />

anarlar. Idrissa Oudregga ise Amerika’nın aradığı<br />

Usama Bin Ladin’li bir fanteziye odaklanıyor.<br />

Hasta annesine ilaç almaktan başka bir düşüncesi


olmayan bir genç ve arkadaşları Bin-Ladin’i<br />

Burkina Faso’da görünce şok geçirirler. Sanat<br />

hayatı boyunca diğer ülkelerdeki -özellikle de- iç<br />

savaşlara yer veren usta yönetmen İngiliz Ken<br />

Loach, rüzgar eken fırtına biçer sözünün anlamsal<br />

karşılığını yansıtıyor beyazperdeye. 11 Eylül<br />

1973’de halkın büyük çoğunluğunun desteğini<br />

alarak iktidara gelen Allende hükümeti Pinochet’in<br />

yönetimindeki bir askeri darbe ile devrilir. Ülke<br />

yıllarca Pinochet’in diktatörlüğüyle yönetilir. Yönetmen,<br />

11 Eylül 2001’den 18 sene önce Şili’de<br />

yaşanan olaylardaki Amerika faktörüne dikkatimizi<br />

çekerek, muhalif tavrını da ortaya koyuyor. İsrail’li<br />

yönetmen Amos Gitai ustaca kotarılmış tek çekimlik<br />

bir sahneyle anlatıyor derdini. Magazin içerikli bir<br />

televizyon programı sunucusu ekibiyle birlikte tesadüfen<br />

bir terör olayına tanıklık eder. Ekip anında<br />

canlı yayına geçer. Sunucu bir süre sonra içinde<br />

bulundukları korkunç durumun yayınlanmadığını<br />

farkeder. Çünkü New York’ta daha korkunç bir olay<br />

olmuştur. İsrail’in de sık sık maruz kaldığı terör<br />

saldırılarına dikkat çeken yönetmen, bir yandan da<br />

medya eleştirisi yapmaktadır. Hindistan’ın önde<br />

gelen kadın yönetmenlerinden Mira Nair, filminde<br />

11 Eylül’den itibaren batı toplumunu kasıp kavuran<br />

İslam fobisi üzerine yoğunlaşmayı ve dinler arası<br />

hoşgörüsüzlüğü ön plana çıkarmayı tercih ediyor.<br />

Japonya’dan Shohei Imamura, -ki bu film ustanın<br />

son yapıtı olmuştur- ‘Onurlu savaş diye bir şey yoktur!’<br />

fikrini adeta haykırıyor eserinde. Gelelim benim<br />

en sevdiğim kısa film olan, muhalif sanatçı Sean<br />

Penn’in elinden çıkma ve 11 Eylül olayına bambaşka<br />

bir pencereden bakmayı beceren yapıta… Yaşlı<br />

adamın evinde her şey gölgede ve karanlıktadır.<br />

Yıllar önce ölen karısının anılarıyla yaşayan adam,<br />

her sabah sulamasına rağmen güneş görmeyen<br />

pencere önü çiçeklerini canlandırmayı bir türlü<br />

başaramaz. Yaşlı adamın hastalıklı yaşamı içine ışık<br />

sızmayan evinde sürüp gitmektedir. Ta ki, o mucizevi<br />

olay olup evin içi güneşle doluncaya kadar. Evet<br />

tahmin ettiğiniz gibi, evin içi kulelerin yıkılmasıyla<br />

güneşle doğmuştur. Çiçekler açmaya başlarken yaşlı<br />

ve yalnız adamın içini de huzur kaplamıştır.<br />

Türkiye’de kısa filmcilikle uğraşan genç arkadaşlara<br />

önerilerimden biri de bu filmi izlemeleridir. Zira “September<br />

11” filmi sayesinde, hikaye oluşturmaktan,<br />

karakter yaratmaya, mizansen çözümünden, doğru<br />

zamanlamalara sahip kurguya kadar, tutarlı bir kısa<br />

filmde olması gereken öğeleri öğrenmek için gerekli<br />

ilhamları alacaklardır. Hem de işinin ustalarından…


Kemal Sunal Filmlerini Anlatıyor<br />

VADULLAH TAs<br />

n Bu çalışma, Kemal Sunal filmlerini<br />

tarihsel sırada inceleme amacını güdüyor.<br />

Seyircisine ışık tutmayı, yapımların hangi<br />

tarihsel koşullarda çekildiğini anlatmayı,<br />

oyuncular, yapımcılar, yönetmenler konusunda<br />

bilgilendirmeyi hedefliyor, aynı zamanda<br />

sanatçının yol ayrımlarını, doruklarını, dibe<br />

vurmalarını işaret etmeyi de. Çünkü 82 filmlik,<br />

kocaman bir görkem duruyor önümüzde.<br />

Kemal Sunal izleyicisinin bir rehberidir bu<br />

çalışma.<br />

Esen Kitap / 392 Syf.<br />

Cassavetes - Aşk Irmakları Setinde<br />

Michael Ventura<br />

n Bu kitap, Aşk Irmakları’nın yaratım sürecini sahne<br />

sahne, kriz kriz anlatıyor. Bu süreçte, yönetmen<br />

ciddi bir hastalığı olduğunu ve dolayısıyla bu filmin<br />

trajik bir biçimde kendisinin son filmi olabileceğini<br />

öğreniyor. Bunun üzerine, Cassavetes, karısı Gena<br />

Rowlands ile başrollerini paylaştığı Aşk Irmakları<br />

filmini kendisinin son sözü hüviyetini kazanacak<br />

şekilde handiyse bütünüyle değiştirip yeniden<br />

oluşturuyor. Samimi bir insan portresi sunmasının<br />

yanında, eşsiz bir film yapımı felsefesini içeriden<br />

aktaran Yönetmeni İş Başında Görmek büyük bir<br />

sanatçının hayatındaki destansı bir kesiti belgeliyor.<br />

Kalkedon Yayınları / 384 Syf.


Hollywood’un Rus<br />

güzellerinin sonuncusu<br />

Mila Kunis bu ay Justin<br />

Timberlake ile arkadaşlık<br />

ile cinselliğin<br />

romantizmi<br />

katmadan yaşanıp<br />

yaşanamayacağını<br />

deneyen iki insanın<br />

hikayesinin anlatıldığı<br />

Arkadaştan Öte filmiyle<br />

karşımıza çıkacak


SERDAR AKBIYIK<br />

n Mila Kunis son dönemlerin en seksi isimlerinden.<br />

Özellikle Siyah Kuğu’daki rolüyle<br />

birçok hayran kazanan güzel yıldız dokuz<br />

yaşında başladığı oyunculuk mesleğinin<br />

zirvesine yerleşti. Milla Jojovich gibi Ukrayna<br />

asıllı olan Mila Kiev’de doğmuş. Babası<br />

mühendis annesi ise fizik hocasıymış.<br />

Sekiz yaşında ABD’ye taşınan Kunis ailesi<br />

kızlarının bir yıl içinde oyuncu olacağını ve<br />

hayatını değiştiren menejerle tanışacağını<br />

tahmin etmemişlerdir herhalde. Kunis’in<br />

güzelliğinin dışında kendine has bir özelliği<br />

daha var. Gözlerinden biri mavi diğeri yeşil.<br />

Hatta bu yüzden ona sette arkadaşları Husky<br />

lakabı takmışlar. Bu ilginç güzellik Kunis’in<br />

işine yarasa da bu yıl içinde sağlık problemleri<br />

de çıkarttı. Geçici körlük yaşayan güzel<br />

yıldız ameliyat oldu. İlk sinema deneyimini,<br />

1995 yapımı Make a Wish, Molly adlı filmdeki<br />

Melinda karakteri ile gerçekleştiren Kunis,<br />

90’lı yılların sonunda Santa with Muscles,<br />

Honey, Piranas gibi pek çok sinema filminde<br />

yan rollerde bulundu. 2000 yılında, dünyaca<br />

ünlü animasyon serisi Family Guy’ın ana<br />

karakterlerinden birisi olan Meg karakterini<br />

seslendirdi. Uzun yıllardır sinema ve T.V.<br />

sektöründe bulunsa da, Mila Kunis’in kariyeri,<br />

ancak 2008 yılında yükselişe geçebildi.<br />

Forgettin Sarah Marshall ile seyirci ve<br />

eleştirmenlerden tam not aldı. 2008 yılında<br />

rol aldığı ikinci film ise, başrollerini Mark<br />

Wahlberg ile paylaştığı ve aynı adı taşıyan<br />

ünlü bilgisayar oyunundan uyarlanmış olan<br />

Max Payne oldu. Gittikçe dikkatleri üzerine<br />

çeken güzel yıldız 2010 yılında Denzel Washington<br />

ile beraber rol aldığı The Book of<br />

Eli-Tanrının Kitabı ile hayranlarını şaşırttı.<br />

Asıl patlamasını ise aynı yıl Natalie Portman<br />

ile beraber rol aldığı Siyah Kuğu ile yaptı.<br />

Bu ay Justin Timberlake ile Arkadaştan<br />

Öte filmiyle karşımıza çıkacak. Romantizmi<br />

dışlayan ve seks yapıp arkadaşlıklarını devam<br />

ettireceğine inanan iki insanın eğlenceli<br />

hikayesi. Yapım Kuris için çok önemli çünkü<br />

bu neredeyse ilk başrolü.


BANU BOZDEMİR<br />

n Daniel Wroughton Craig, 2 Mart 1968’de İngiltere’de dünyaya geldi.<br />

Lisedeyken Hoylake Rugby Club’da oynayan Craig, 16 yaşındayken<br />

Ulusal Gençlik Tiyatrosu’na katılmak üzere Londra’ya taşındı. Guildhall<br />

Müzik ve Drama Okulu) aldığı eğitimin ardından, 1991’de buradan<br />

mezun oldu.<br />

Aşk Şeytandır adlı karmaşık ilişkileri anlatan filmde ‘George Dyer’ı<br />

canlandıran Craig, Angelina Jolie’nin başrolünde olduğu 2001 yapımı<br />

Lara Croft: Tomb Raider filminde, onun rakibi ‘Alex West’ karakterini<br />

canlandırdı. Rüyamdaki Afrika ve Elizabeth de rol aldığı filmlerden.<br />

2002’de Azap Yolu adlı Sam Mendes filminde yer alarak, oyunculuk<br />

yeteneğini sergileme fırsatı buldu. 20. yüzyılın büyük şairlerinden<br />

Sylvia Plath ve Ted Hughes’un arasındaki ilişkiyi, tüm yönleriyle gözler<br />

önüne seren 2003 yapımı dram filmi Sylvia’da, Gwyneth Paltrow’la<br />

başrollerde oynadı. Steven Spielberg filmi Münih’de Eric Bana ve<br />

Geoffrey Rush’la başrolleri paylaşan Craig, 1972 Olimpiyat Oyunları<br />

sırasında yaşanan olayları anlatan bu filmde ‘Steve’ karakterini<br />

canlandırdı. Hemen ardından da Çıldırış’da (The Jacket) oynadı.<br />

Bir Bond serisi filmi olan ‘Casino Royale’ 16 Kasım 2006’da vizyona<br />

girdi ve böylece Craig ilk Bond filmi ‘Dr. No’dan sonra doğan ayrıca<br />

James Bond karakterinin yaratıcısı Ian Fleming’in ölümünden sonra<br />

‘Bond’ rolünü oynayan ilk aktör oldu. Rönesans animasyonunda devlet<br />

işlerine karışan, İstila’da gittikçe yayılan bir istilaya karşı direnen<br />

bir adamı oynadı. Altın Pusula’da Lyra’nın amcası Lord Asriel oldu,<br />

Dafience’da Nazi’lerden kaçan üç kardeşten birini canlandırdı… Önümüzdeki<br />

sezon birçok filmde karşımızda olacak ilki Dream House /<br />

Korku Evi. Jim Sheridan imzalı filmde kısa bir süre önce evlenen Craig<br />

ve Rachel Weisz’in aşkının temellerinin atıldığı söyleniyor. Kovboylar<br />

ve Uzaylılarda bu ay, The Girl With The Dragon Tattoo (yeniden çevrim)<br />

ve Spielberg imzalı The Adventures of Tintin: Secret of the Unicorn<br />

Craig’in rol aldığı diğer ilgi çekici yapımlar…


n Galadriel gibi güzel, alımlı ve<br />

güven veren, Elizabeth kadar<br />

da güçlü ve istikrarlı bir karaktere<br />

sahip olan Cate Blanchett,<br />

geniş bir hayran kitlesine<br />

sahip, önemli aktrislerden biri.<br />

Başladığı işi sonuna kadar<br />

bırakmayan, soğuk duruşunun<br />

ardında oldukça sıcak bir<br />

kişiliğe sahip olan güzel oyuncu<br />

aynı zamanda duyarlı bir<br />

anne… Canlandırdığı onlarca<br />

karakteri o kadar inandırıcı<br />

kılmıştır ki, içinde yer aldığı<br />

hiçbir filmden şüphe etmez<br />

seyircisi. Kuşkusuz ki, sinema<br />

dünyasının nadir incilerinden<br />

biri Cate Blanchett…


İlk İzlenim: Kararlı ve katı görünümlü...<br />

Konuştukça: Mantığın ve istikrarın bedene<br />

bürünmüş hali.<br />

Artıları: Bir ülkeyi peşinden sürükleyecek ve<br />

istediklerini yaptırabilecek kadar güçlü bir<br />

karakteri var.<br />

Handikapları: Hiçbir zaman kavuşamayacağı<br />

çocukluk aşkına olan özlemi…<br />

Yaşam Felsefesi: Gerekirse rüzgarları da<br />

kumanda edebilirim!<br />

Hayattaki Düsturu: Tam hakimiyet için sonuna<br />

kadar diren!<br />

Tanıyınca: Gerektiğinde koskoca ülke<br />

halkının mezhebini bile değiştirecek kadar<br />

cesur ve ömrünün sonuna dek hiçbir erkekle<br />

olmamış Elizabeth, ulaşılması zor biri.<br />

İlk İzlenim: Su kadar duru ve sakin...<br />

Konuştukça: Rahatlatıcı ve güven verici ses<br />

tonuyla insana huzur veriyor…<br />

Artıları: Anlayışlı, yol gösterici ve saygı<br />

uyandıran…<br />

Handikapları: Yüzüğe karşı o bile zayıf…<br />

Yaşam Felsefesi: Herkes kaderini kendi yazar!<br />

Hayattaki Düsturu: Mutluluğa ulaşmanın<br />

yolu etrafındakileri mutlu etmekten geçer.<br />

Tanıyınca: Bilge kişiliği, güzelliği ve<br />

güvenilirliği ile baş döndüren Galadriel gibi<br />

bir kadın, gün olur da yolunuza çıkarsa<br />

şanslı sayılırsınız.


n Ahmet Ümit ‘in aynı adlı romanından uyarlanan, Ersan<br />

Arsever’in senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı<br />

“Bir Sis Böler Geceyi” filminin çekimleri tamamlandı.<br />

Filmin başrollerinde Cem Davran’ın yanı sıra genç<br />

oyunculardan Merve Dizdar, Gün Koper yer alırken bu<br />

isimlere Rıza Akın, Müfide İnselel, Recep Yener, Turgay<br />

Tanülkü ve İpek Tenolcay gibi deneyimli oyuncular<br />

eşlik ediyor. Misafir oyuncu olarakta Ali Sürmeli yer<br />

alıyor. Film Ahmet Ümit’in 1994 yılında çıkan aynı adlı<br />

romanından uyarlanmıştır.<br />

n Kısa film ve belgeselleriyle tanınan Belmin<br />

Söylemez’in işsiz bir genç kadının<br />

öyküsünü anlattığı ilk uzun metraj filmi<br />

Şimdiki Zaman gelecek, kader ve dostluk<br />

temalarını sorguluyor. Filmbüfe<br />

Prodüksiyon’un yapımcılığını üstlendiği<br />

filmin başrollerini genç kuşak oyunculardan<br />

Sanem Öge, Şenay Aydın ve Ozan<br />

Bilen paylaşıyor. Filmin şu sıralarda ilk<br />

kurgusu yapılıyor. “Şimdiki Zaman”ın 2012<br />

yılında gösterime girmesi planlanıyor.<br />

n Yakın Doğu Üniversitesi ana<br />

sponsorluğunda çekilecek ‘’Kod adı:<br />

Venüs’’ filminde, Venüs’ü Jolie M.,<br />

Adamos’u Cihan Ünal, Fişenk Osman’ı<br />

Cengiz Bozkurt, Charles’ı Jonny Lee<br />

Kemp ve Kemal karakterini Serhat Harman<br />

canlandıracak. Filmde ayrıca YDÜ<br />

Sahne Sanatları Fakültesi öğretim görevlilerinden<br />

Arsen Gürzap, Murat Atak, Çetin<br />

Özen, Hilmi Özen, Ayşegül Atik ve Mehmet<br />

Bozkurt Kuruş da rol alacak. Eylül<br />

ayında çekimlerine başlanacak film, Mart<br />

2012’de aynı anda 10 ülkede 250 sinemada<br />

Türkçe, İngilizce ve Almanca dublaj<br />

ve 7 dilde alt yazıyla gösterime girecek.


n “Musallat 2:<br />

Lanet”in yönetmen<br />

koltuğunda yine<br />

Alper Mestçi var.<br />

Mestçi, “Bir buçuk<br />

saat değil, aylar<br />

sürecek derin bir<br />

korku! Eve dönünce sinemadakinden daha fazla<br />

korkacaksınız!.. Türkü Turan, Tülay Bursa, Selim<br />

Gürata, Saliha İplikçi, Levent Beceren başrolde.<br />

1 Temmuz – 10 Ağustos tarihleri arasında<br />

süren çekimler İstanbul ile İznik’te İhsaniye ve<br />

Sansarak Köyleri’ndeki değişik mekanlarda<br />

gerçekleşti. Filmin vizyon tarihi 2 Aralık 2011.<br />

n Başrollerinde Haluk Bilginer, Oktay Kaynarca,<br />

Wilma Elles, Cemo Çetin gibi isimlerin yer<br />

aldığı Çanakkale Çocukları adlı filmin çekimleri<br />

İstanbul’da sürüyor. Çanakkale Çocukları<br />

Sinan Çetin ve Taylan Kızılöz’ün birlikte senaryosunu<br />

yazdığı bir proje. Zengin oyuncu<br />

kadrosunda Haluk Bilginer, Oktay Kaynarca,<br />

Wilma Elles, Cemo Çetin, Yavuz Bingöl gibi<br />

isimler var. Sinan Çetin yeni filminin isim<br />

babasının da müziği bıraktığını açıklayan Teoman<br />

olduğunu söyledi.<br />

n Tolga Örnek, yeni filmi Labirent’in çekimlerine<br />

Mardin’de başladı. Başrollerde Timuçin Esen<br />

ve Meltem Cumbul’u göreceğimiz Türk-Alman<br />

ortak yapımı film, casusluk, polisiye ve aksiyon<br />

türlerinin bir karması olacak. Senaryosu<br />

da yönetmen Örnek’e ait olan filmin çekimleri<br />

Mardin dışında İstanbul ve Almanya’da<br />

gerçekleştirilecek. Film güncelliğini hiç kaybetmeyen<br />

terörizme ve istihbarat kurumlarına<br />

eğilirken, Orta Doğu ve Batı dünyası arasında bir<br />

geçiş köprüsü olan bu coğrafyanın, bıçak sırtı konulara<br />

bakış açısı da masaya yatırılıyor...Oyuncu<br />

kadrosunda Sarp Akkaya, Rıza Kocaoğlu, Cem<br />

Bender, Altan Gördüm, Umut Kurt, Melike Güner,<br />

Ozan Bilen, Erdal Küçükkömürcü gibi son dönemin<br />

öne çıkan oyuncuları da yer alıyor.


Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen Altın Koza Film<br />

Festivali’nin onsekizincisi 17 – 25 Eylül 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilecek<br />

n Bu yıl 17 – 25 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek<br />

Adana Altın Koza film Festivali’nin<br />

düzenlenen basın toplantısında Adana<br />

Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni<br />

Aldırmaz, Yaşam Boyu Onur Ödüllerini<br />

sinemanın birbirinden değerli sanatçıları Kadir<br />

İnanır ve Nebahat Çehre ile aynı zamanda<br />

Adanalı olan usta yönetmen Ali Özgentürk’e<br />

vereceklerini belirtti. “Son yıllarda yaptığı<br />

birbirinden güzel filmlerle ülke sinemamızı tüm<br />

dünyaya tanıtan Sayın Nuri Bilge Ceylan’ın<br />

Cannes Film Festivalinden ödülle dönen,<br />

“Bir Zamanlar Anadolu’da” filminin Türkiye<br />

Prömiyerinin Adana’da, festivalimizde<br />

gerçekleştirecek olması bize büyük<br />

mutluluk veriyor. Gösterim Bölümümüzde<br />

yer alan ‘Ben Asyalıyım, Ben<br />

Afrikalıyım bölümünün altını özellikle<br />

çizmek istiyorum. Bir film<br />

festivali yaşadığı coğrafyaya,<br />

hatta uzak komşularına ve<br />

onların yaşadıkları gerçeklere<br />

karşı duyarlı<br />

olmalıdır. Bu çerçevede,<br />

geçtiğimiz yıl festivalde<br />

Filistin Sineması’na<br />

yer vermiştik.<br />

Bu bölgedeki zor<br />

şartlar altında devam<br />

eden yaşama<br />

ışık tutan filmleri<br />

ve yönetmenlerini<br />

Adana’da<br />

buluşturmuştuk. Bu yıl da benzer<br />

bir çalışmayı ‘Asya ve Afrika’<br />

kıtalarına yoğunlaşarak devam<br />

ettirmeyi planlıyoruz. Festivalimizin<br />

‘Gösterim Bölümü’nde yer alan ‘Ben<br />

Asyalıyım, Ben Afrikalıyım’ başlığı<br />

altında söz konusu kıtalardan yükselen<br />

sinemayı beyaz perdeye duyarlılıkla<br />

yansıtan filmleri ve sinemacıları kentimizde<br />

buluşturacağız” dedi. Başkan Vekili<br />

Zihni Aldırmaz, sinemaya emek vermiş pek<br />

çok sanatçının, çeşitli platformlarda Adana’da<br />

bir sinema müzesi kurulması gerektiği yolundaki<br />

görüşlerini dile getirdiklerini ifade ederek,<br />

Adana Büyükşehir Belediyesi olarak, bu görüşü<br />

hayata geçirmeye karar verdiklerini müjdeledi.<br />

Büyükşehir Belediyesi Adana Sinema Müzesi’ni<br />

açmak için yoğun bir çalışma içinde olduklarının<br />

altını çizen Aldırmaz, “Müzemizin açılışını festivalimiz<br />

sırasında yapacağız. Adana Büyükşehir Belediyesi<br />

18. Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj<br />

Film Yarışması’nda, jüri önüne çıkacak filmler belli oldu.<br />

Ön Değerlendirme Kurulu’nun yaptığı çalışma sonucu;<br />

14 film yarışmaya hak kazandı. Yarışmada ‘En İyi Film’<br />

seçilecek eser, 350.000 TL’lik ödülün sahibi olacak.


İŞTE ALTIN KOZA İÇİN<br />

YARIŞACAK FİLMLER:<br />

Aşk ve Devrim – Yön: F. Serkan<br />

Acar, Beni Sev – Yön: Ali<br />

Özgentürk, Celal Tan ve Ailesinin<br />

Aşırı Acıklı Hikayesi – Yön: Onur Ünlü,<br />

Eylül – Yön: Cemil Ağacıkoğlı<br />

Gelecek Uzun Sürer – Yön: Özcan Alper, Kadife /<br />

Büyük Ana – Yön: Erdoğan Kar,<br />

Kaybedenler Kulübü – Yön: Tolga Örnek, Mar –<br />

Yön: Caner Erzincan, Memleket Meselesi – Yön: İsa<br />

Yıldız, Murat Onbul, Saklı Hayatlar – Yön: A. Haluk<br />

Ünal, Simurg – Yön: Ruhi Karadağ, Türk Pasaportu<br />

– Yön: Burak Cem Arlıel, Vücut – Yön: Mustafa<br />

Nuri, Yurt – Yön: Muzaffer Özdemir<br />

EN İYİ FİLM, 350.000 TL’LİK ÖDÜLÜN SAHİBİ<br />

OLACAK<br />

Türkiye’de düzenlenen film festivalleri arasında<br />

en yüksek miktarda ödülün dağıtılacağı Altın Koza<br />

Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması kapsamında,<br />

geçtiğimiz yıl 250 bin lira olan En İyi Film<br />

Ödülü’nün, bu yıl 350.000 TL. olarak belirlendiğini<br />

ifade eden Başkan Vekili Aldırmaz, “Büyük usta<br />

Yılmaz Güney adına adanmış Yılmaz<br />

Güney Ödülü, ödül sahibine 75.000 TL.<br />

kazandıracak. Adanalı sinemaseverlerin<br />

oylarıyla belirlenen Adana İzleyici<br />

Ödülü için belirlenen ödül miktarı 50.000<br />

TL. tutarında olacak. Jüri tarafından<br />

yarışmanın en başarılı yönetmenine verilecek<br />

olan En İyi Yönetmen Ödülü sahibi<br />

ise 75.000 TL alacak” dedi.<br />

Ayrıca, Türkiye’de ilk defa bir film festivali<br />

tüm kategorilerde akçeli ödül dağıtacak. Daha<br />

önce para ödülü verilmeyen En İyi Oyuncu dalları


ile En İyi Sanat Yönetmeni ve En İyi Kurgu<br />

dallarında da akçeli ödüller verilecek. Festival<br />

kapsamında gerçekleştirilecek yarışmalarda<br />

verilecek toplam para ödülü ise 936.000 TL.<br />

KISA FİLMCİLERE DESTEK YİNE ALTIN<br />

KOZA’DAN...<br />

Adana Büyükşehir Belediyesi 18. Uluslararası<br />

Altın Koza Film Festivali kapsamında yapılacak<br />

‘Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması’ ve ‘Akdeniz<br />

Ülkeleri<br />

Kısa Film Yarışması’ndaki finalist filmler belli<br />

oldu.<br />

“Uluslararası Akdeniz Ülkeleri Kısa Film<br />

Yarışması’nda her dalda ‘En İyi Film’ seçilen<br />

çalışmanın yönetmenine 10.000 TL. para<br />

ödülü verilecek. Ayrıca yarışmada “Jüri<br />

Özel Ödülü”ne layık görülen eserler<br />

2.500 TL ile ödüllendirilecek. Geçen<br />

yıl olduğu gibi bu yıl da Adana yurt<br />

içinden ve yurt dışından gelecek<br />

olan çok sayıda genç yönetmeni<br />

ağırlayacak.‘Uluslararası<br />

Akdeniz Ülkeleri Kısa Film<br />

Yarışması’nda toplam 50.000<br />

TL ödül dağıtılacak.<br />

‘Ulusal Öğrenci Filmleri<br />

Yarışması’nda ise her<br />

dört dalda ayrı ayrı olmak<br />

üzere ‘En İyi Film’<br />

seçilen çalışmalara<br />

7.500 TL ödül veriliyor.<br />

Yine her dört<br />

daldaki Jüri Özel<br />

Ödüllü alan eserler<br />

ise 1.500<br />

TL’nin sahibi<br />

oluyor. Bu<br />

dalda verilecek<br />

toplam<br />

para ödülü<br />

ise 36.000<br />

TL.<br />

Geleceğin sinemacılarını<br />

oluşturacak genç yönetmen<br />

adaylarına, yıllardır büyük<br />

önem veren Adana Büyükşehir<br />

Belediyesi Altın Koza Film<br />

Festivali, festival kapsamında<br />

düzenlenecek ‘Ulusal Öğrenci<br />

Filmleri Yarışması’nda ödül alan<br />

filmlerin dışında, finale kalan tüm<br />

yönetmenlere, bu yıl da her film için<br />

600 TL, toplam 15.600 TL gösterim<br />

bedeli vererek örnek davranışını<br />

sürdürecek.”<br />

EN İYİ ERKEK OYUNCU’ ÖDÜLÜ CEM<br />

ERMAN ANISINA<br />

17 – 25 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek<br />

18. Uluslararası Altın Koza Film<br />

Festivali’nin yarışmalı bölümlerinden<br />

‘Ulusal Uzun Metraj Film yarışması’nda<br />

verilecek ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’,<br />

önceki gün kaybettiğimiz Adanalı sinema<br />

sanatçısı Cem Erman anısına verilecek. Ulusal<br />

Uzun Metraj Film Yarışması’nın sonuçları,<br />

24 Eylül Cumartesi günü yapılacak ‘Büyük Ödül<br />

Töreni’nde belli olacak.


23-30 Eylül 2011 tarihleri arasında<br />

İstanbul’da gerçekleştirilecek<br />

Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali,<br />

zengin film seçkisi ve kapsamlı akademik<br />

programıyla, izleyici karşısına<br />

çıkmak için sayıma başladı.


n İstanbul Üniversitesi Hukuk<br />

Fakültesi’nin, Başakşehir Belediyesi<br />

işbirliğiyle ve Başbakanlık Tanıtma<br />

Fonu’nun katkılarıyla 23-30 Eylül<br />

2011 tarihleri arasında İstanbul’da<br />

gerçekleştirileceği film festivali,<br />

zengin film seçkisi ve kapsamlı akademik<br />

programıyla, izleyici karşısına<br />

çıkmak için sayıma başladı.<br />

İstanbul’un kültür sanat ve akademik<br />

yaşamına yeni bir soluk<br />

katması beklenilen festivalde paneller,<br />

söyleşiler, atölyeler, sergiler<br />

ve ünlü sinemacıların deneyimlerini<br />

aktaracakları bir sinema semineri de<br />

düzenlenecektir. Film gösterimleri ve<br />

festival etkinliklerinin gerçekleşeceği<br />

salonlar şöyle: İ.Ü. Hukuk Fakültesi 1.<br />

Amfi ve Doktora Salonları, İ.Ü İletişim<br />

Fakültesi Sinema Salonu, Beyoğlu<br />

Sineması, Bahçeşehir Muhsin<br />

Ertuğrul Tiyatrosu, Nişantaşı City’s<br />

Sineması.<br />

FESTİVALİN BÖLÜMLERİ<br />

Askıda Hukuk ve İnsan Hakları<br />

Adalet Terazisi<br />

Aşk ve Suç, Aşk ve Ceza<br />

Suç Hikayeleri<br />

Panorama<br />

Kısa Film Yarışması

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!