Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
<strong>41</strong> kere maşallah<br />
n Eylül sayısı ile <strong>41</strong>. <strong>Cinedergi</strong>’yi<br />
yayınlamış oluyoruz. Bütün<br />
arkadaşlarımla bunun sevincini<br />
ve gururunu yaşıyoruz. Keşke<br />
ekonomik olarak endüstrinin<br />
içinde hak ettiğimiz yerde olabilseydik.<br />
Ama ne yazık ki hala<br />
internetin önemini anlayamamış<br />
bir sinema endüstrisine sahibiz.<br />
Bizim inadımız ve sinema sevgimiz<br />
var. Yani her ne olursa olsun bu<br />
yolda gücümüz yettiğince yürümeye<br />
devam edeceğiz. Bu karışık<br />
duygular içinde yine dopdolu bir<br />
sayıyı size ulaştırıyoruz. Bu sefer<br />
setlerden yeni çekilen filmlerden<br />
tazecik röportajlar ve izlenimler<br />
taşıdık sizlere. Adana’da yarışacak<br />
olan Mar filminin yönetmeni Caner<br />
Erzincanlı ve başrol oyuncusu<br />
Begüm Kütük Banu’nun sorularını<br />
yanıtladı. Celal Tan ve Ailesinin<br />
Aşırı Acıklı Hikayesi kadrosu tam<br />
takım <strong>Cinedergi</strong>’de. Onur Ünlü,<br />
Ezgi Mola, Türkü Turan, Selçuk<br />
Yöntem, Köksal Ergün, Tansu<br />
Biçer ile soru cevap Merve Genç’in<br />
emeğiyle bize ulaştı. Anadolu<br />
Kartalları filminin güzel oyuncusu<br />
Hande Subaşı Nil Özer’in<br />
sorularını yanıtladı. Bense Bir Ses<br />
Böler Geceyi filminin setinde kitabın<br />
yazarı Ahmet Ümit, Cem Davran,<br />
Merve Dizdar, Ali Sürmeli ve yönetmen<br />
Ersan Arseven ile konuştum.<br />
Bu ay yurt dışından çok önemli iki<br />
röportajı da sayfalarımız arasında<br />
bulacaksınız. Bu röportajları<br />
Türkiye’de sadece <strong>Cinedergi</strong> ve Star<br />
Gazetesi’nde yer almasını sağlayan<br />
Warner Bross’tan Duygu hanıma<br />
ve UIP’den Ayça hanıma teşekkürü<br />
bir borç biliriz. Yeşil Fener filminin<br />
başrol oyuncuları Blake Lively ve<br />
Ryan Reynolds, Nedimeler filminin<br />
başarılı komedyeni Maya Rudolph<br />
röportajlarıyla <strong>Cinedergi</strong>’de. Bunun<br />
yanında Özel dosyalarımız,<br />
kritiklerimiz, DVD köşemiz,<br />
<strong>Cinedergi</strong>’inin vaz geçilmezi olan<br />
özel köşeler Ali Ulvi Uyanık’ın kendine<br />
has fotokritikleri, Murat Tolga<br />
Şen’in Kült köşesi ve çok daha<br />
fazlası dergimiz içinde yer alıyor.<br />
Okuyucularımızın bize gönderdiği<br />
kritikleri de ayrı bir değerlendirmeye<br />
aldık. Bize göndermeye devam edin<br />
elimize ulaşan yazıları özel bir ek<br />
olarak yayınlayacağız. cinedergi@<br />
gmail.com adresine kritiklerinizi<br />
bekliyoruz. İyi okumalar...<br />
Yayın Sahibi<br />
Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />
TEVHİT KARAKAYA<br />
İcra Kurulu Başkanı<br />
MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürleri<br />
Banu Bozdemir<br />
Fırat Sayıcı<br />
YAZARLAR<br />
Ali Ulvi Uyanık<br />
Kerem Akça<br />
Alper Turgut<br />
Burak Yarkent<br />
Zeynep Bonçe<br />
Murat Tolga Şen<br />
Zeynep Uslu<br />
Merve Genç<br />
Nil Özer
Yönetmen: Boaz Yakin<br />
Senaryo: Boaz Yakin<br />
Oyuncular: Jason Statham,<br />
Catherine Chan,<br />
Chris Sarandon, James<br />
Hong, Robert John Burke<br />
Konu: Eski bir ajan Triadlar<br />
tarafından kaçırılmış<br />
on iki yaşında bir Çinli<br />
kızı kurtarır. Çok güvenli<br />
bir kombinasyonla<br />
kuşanmış şekilde, kendilerini<br />
Triad, Rus mafyası<br />
ve fazlasıyla yozlaşmış<br />
New York politikacıları ve<br />
polis arasında bir sahilin<br />
ortasında bulurlar.
Yönetmen: Steven Soderbergh<br />
Senaryo: Scott Z. Burns<br />
Oyuncular: Kate Winslet, Matt Damon,<br />
Jude Law, Marion Cotillard,<br />
Gwyneth Paltrow, Laurence Fishburne<br />
Konu: İşte, uzun zamandır bir<br />
filmini beklediğimiz yönetmen<br />
Soderbergh’den sıkı bir gerilim…<br />
Çok öldürücü ve bulaşıcı bir hastalık<br />
hızla yayılmaya başlar… Çeşitli<br />
ülkelerden bir grup doktor hastalığa<br />
bir an önce çare bulabilmek için<br />
gerilimle dolu bir mücadele ve maceraya<br />
atılırlar… Güçlü oyuncu kadrosuyla<br />
da merak uyandıran film gerilim<br />
severlere hitap ediyor.<br />
Yönetmen: Garry Marshall<br />
Senaryo: Katherine Fugate<br />
Oyuncular: Robert De Niro, Ashton<br />
Kutcher, Zac Efron, Jessica<br />
Biel, Hilary Swank, Reese Witherspoon,<br />
Josh Duhamel, Halle<br />
Berry, Katherine Heigl, Abigail<br />
Breslin, Taylor Swift, Michelle<br />
Pfeiffer, Sienna Miller, Sara Paxton,<br />
Justin Bieber<br />
Konu: Biliyoruz, yeni yıl<br />
coşkusuna girmek için henüz<br />
erken ama, bu sıcak yaz günlerinde<br />
kışı düşlemek bile serinlemeye<br />
yetiyor… Filmde, yeni yıl<br />
arifesinde New York’ta yaşayan<br />
birkaç çiftin ve bekarların<br />
hayatlarının kesişmesi konu<br />
alınıyor. Filmin dev oyuncu kadrosu<br />
da sinemaseverleri oldukça<br />
tatmin edeceğe benzer.
Yönetmen:<br />
Cameron Crowe<br />
Senaryo: Cameron<br />
Crowe, Aline Brosh<br />
McKenna<br />
Oyuncular: Scarlett<br />
Johansson, Matt<br />
Damon, Elle Fanning,<br />
Colin Ford,<br />
Thomas Haden<br />
Church<br />
Yönetmen: Adam Kassen, Mark Kassen<br />
Senaryo: Chris Lopata, Ela Thier<br />
Oyuncular: Adam Kassen, Mark Kassen<br />
Writers: Chris Evans, Michael Biehn, Vinessa<br />
Shaw, Kate Burton, Brett Cullen, Marshall Bell<br />
Konu: Bir yandan kendi sorunlarıyla uğraşan<br />
uyuşturucu bağımlısı bir avukat olan Mike’ın<br />
başına hiç beklemediği bir olay gelir. Bir<br />
sağlık şirketinin davasını almak zorunda<br />
kalan Mike, içinde bulunduğu paradokstan<br />
sağ salim çıkabilmek için akıl almaz yollara<br />
başvuracaktır.<br />
Konu: Güney Californialı bir<br />
babanın yeni ailesini kırsal bir bölgeye<br />
taşıyıp orada kapanmamakla<br />
mücadele eden bir hayvanat bahçesini<br />
tamir ederek yeniden açmasının<br />
hikayesi. Hayvan haklarına ilginin<br />
hızla arttığı günümüzde başta hayvanseverler<br />
olmak üzere herkesin<br />
ilgisini çekecek sıcak bir aile filmi…
Yönetmen: Stephen Chbosky<br />
Senaryo: Stephen Chbosky<br />
Oyuncular: Emma Watson, Logan<br />
Lerman, Nina Dobrev, Paul Rudd,<br />
Johnny Simmons, Reece Thompson<br />
Konu: Lise öğrencisi Charlie, bir<br />
arkadaşına ilk aşkı ile ilgili mektuplar<br />
yazar. Amerikan lise hayatına<br />
karamsar bir açıdan bakıyor.<br />
Uyuşturucu, vahşet ve kalpsiz<br />
öğrencilerin oluşturduğu lise<br />
hayatında, Charlie hala gelecekten<br />
umutlu olmaya devam ediyor.
Yönetmen: Mike Gunther<br />
Senaryo: Mike Gunther, Mike Behrman<br />
Oyuncular: Bruce Willis, Mischa Barton,<br />
Jenna Dewan, 50 Cent, Ryan Phillippe,<br />
James Remar<br />
Konu: Uzun süredir arkadaş olan Sonny,<br />
Vincent ve Dave kendi çaplarında basit<br />
birer hırsızdırlar. Ancak gurubun üyelerinden<br />
Vincent, hayatlarını yeniden<br />
kurmaları için bir iş planmaktadır. Buna<br />
karşın Sonny bu suçlu yaşımdan sıkılmış<br />
ve bırakmak istemektedir. Gurubun diğer<br />
üyesi Dave ise eşi Valerie ile yeni bir<br />
hayat kurmak istemektedir. Mücevher<br />
soygunu yapmayı planlayan bu arkadaş<br />
gurubu, işler umdukları gibi gitmeyince<br />
birbirlerine düşman olurlar ve büyük bir<br />
yarış içine girerler.<br />
Yönetmen: Yasemin Samdereli<br />
Senaryo: Yasemin Samdereli<br />
Oyuncular:Denis Moschitto, Vedat<br />
Erincin, Antoine Monot Jr., Aylin<br />
Tezel, Demet Gül<br />
Konu: Ben kimim ve neyim –<br />
Almanmı yoksa Türkmü?” Bu<br />
soruya altı yaşındaki Cenk ikilem<br />
arasında kaldığı için kendisine soruyor.<br />
Kimse onu futbol takımına almak<br />
istemiyor. Ne Türkler ne de Almanlar.<br />
Cenk’i teselli etmek için 22<br />
yaşında olan kuzeni Canan dedeleri<br />
Hüseyin’in hikayesini anlatıyor.<br />
60’li yılların sonunda bir Türk işçisi<br />
olarak Almanya’ya gelmiş, sonra da<br />
eşini ve çocuklarını yanına aldırmış.<br />
O zamandan bu yana çok zaman<br />
geçmiş ve Almanya onların yeni<br />
vatanı olmuş.
n Mark Waters filmografisine baktığımızda birçok<br />
ilgi konuyu bir yumak haline getirip ortaya saldığını<br />
görüyoruz. Aşkın 500 günü’nün yapımcısı olan<br />
Waters aşkın çeşitli halleri üzerine odaklanan<br />
filmler yaptı bugüne kadar. Beden değiştirenlerden,<br />
bedenini terk edenlere kadar. Hatta fantastik<br />
dünyası o kadar fazla üzerinden taştı ki Spiderwick<br />
Günceleri’ni çekti, Hayalet Sevgililerim bile o romantizme<br />
karşılık mistik bir hal taşıyordu inceden.<br />
Babamın Penguenleri / Mr. Popper’s Penguins Jim<br />
Carrey’i başrole taşıyarak masalsı bir dünyanın<br />
kapılarını sonuna kadar açıyor. Dünyanın keşif<br />
heyecanlarına kendisini kaptırmış babasıyla<br />
bir türlü görüşemeyen Tom Popper bu özlemler<br />
içinde büyür ve işkolik bir adam olur. Karısından<br />
ayrılmış, ergenlik çağındaki kızıyla kötü ama küçük<br />
oğluyla iyi ilişkisi olan bir baba. Hayatına giren<br />
farklı şeylerle (burada penguenler) birlikte her şey<br />
değişir klasiği hikayesi. Hikayenin aslında çok<br />
eski bir tarihi var. İlk kez 1938’de yayınlanan bir<br />
çocuk klasiği olan Boyacının Penguenlerinin modern<br />
bir uyarlaması aslında film. Hayvanları kendi<br />
ortamları dışına sürükleyen insanoğlunun bencilliği<br />
anlatılmak istenen de. Filmin içinde penguenler<br />
olunca ortamda kara kış oluyor haliyle. Ortam buz<br />
olunca espriler de biraz soğuk oluyor ama filmde pıtır<br />
pıtır oradan oraya akan penguenleri görmek bir hayli<br />
sevimli!<br />
Soğutulmuş ve buzla kaplanmış bir sette gentoo<br />
penguenleriyle çekilen film, aslında buzları eritip<br />
kalpleri yumuşatma derdinde! Ama şehrin ortasında<br />
bir apartman dairesinde altı penguenin varlığı zaten<br />
epey fantastik tat katıyor filme. O yüzden masalsı bir<br />
tatta takip ediyoruz. Filmin asıl derdi elbette ki hayvanlar<br />
ve insanların onlara nasıl davrandığı. Aslında<br />
hayvanlar kendi evlerinde daha rahattır derken,<br />
bir yandan da Tom onlara o kadar güzel bir dünya<br />
sunuyor ki azıcık kafamız karışmıyor değil! O da<br />
onun değişen algısını göstermek için sanırım!<br />
Ben zaten penguenler üzerine yapılan her şeyi çok<br />
seviyorum ve onlar da sinemaya çok yakışıyor.<br />
Yani sinematografik hayvanlar. Filmde penguenlerle<br />
kurulan Charlie Chaplin benzerliği gerçekten<br />
de keyifli… Sonuçta babasının kendisine armağan<br />
ettiği altı penguenle baş etme duygusunu öğrenirken<br />
aynı zamanda kendi sürecini tamamlıyor bir yandan<br />
da Tom. Aslında mesajcı tavrını biraz karların altına<br />
gömüyor ve bunu bilerek yaptığını düşünüyoruz ama<br />
mesaj yerine ulaşıyor elbette! Hayvanları seviyoruz<br />
ve onlarla beraber hayatımızın değiştiğini biliyoruz!
n Gençliğimden beri hep Woody Allen hayranı<br />
olmuşumdur. Kitaplarından filmlerine hep aynı kalabilen<br />
ve derdini aynı başarıyla anlatabilen çok az<br />
sanatçı vardır. Bunların başında Allen gelir. O, döneminin<br />
hep ilerisinde oldu. 70’lerde çektiği Bananas,<br />
Annie Hall, Manhattan gibi filmlerde espri yeteneğini<br />
bir kılıç gibi kullanabilen, eleştirisini insanların<br />
gözüne sokarken inanılmaz kabiliyeti sayesinde<br />
kabullenilen bir insandı. Her sanatçı gibi Allen’ın da<br />
dönemleri oldu. Yaşlılık veya olgunluk döneminde<br />
çevirdiği filmler biraz daha uzaktan bakan ama yine<br />
espri gücü kuvvetli, insanların karanlık yönlerini<br />
malzeme olarak kullanan yapımlardı. Match Point,<br />
Scoop ve Cassandra’s Dream, Allen’ın komedisinden<br />
çok dramını konuşturduğu üretimler oldu. Son üç<br />
filmiyse, Vicky Cristina Barcelona, What Ever Works<br />
ve You Will Meet a Tall Dark Stranger sanki Allen’ın<br />
gençliğine dönüş filmleriydi. Esprileri çok güçlü,<br />
eleştiriden de korkmayan yapılarıyla geçmişten<br />
gelen güzel filmlerdi. Bu ay vizyona giren Midnight in<br />
Paris ise beni hayal kırıklığına uğrattı. Woody Allen<br />
esprisinden çok kendi klişelerine tutunmaya çalışan<br />
ama o her şeye renk veren dahilikten uzak bir yapım<br />
çıktı karşımıza. 70’lerde, 80’lerde zamanının ilerisinde<br />
olan Allen ne yazık ki 2011’de zamanının<br />
gerisinde kalmış. Klasik olarak tanımlayacağımız bir<br />
çizginin bilindik çözümleriyle bir Paris güzellemesi<br />
çekmiş Allen. Tabii onun en büyük özelliğinin filmi<br />
çektiği kentlerin, hikayesinde bir karakter olarak<br />
kullanılması olduğunu biliyoruz. Ama mesela New<br />
York veya Londra Allen’ın filmlerinde her ne kadar<br />
onun yorumuyla verilse de kendi renkleri yönetmeni<br />
yönlendirmiştir. Midnight in Paris’te ise Paris tam<br />
bir Amerikalı algılamasıyla verilmiş. Masalsı, kendi<br />
gerçekliğinin dışında, içi boşaltılmış bir romantizmin<br />
iz düşümü. Her Allen filminde olduğu gibi, hatta<br />
diğerlerinden fazla muhteşem bir kadro söz konusu,<br />
Rachel Adams ve Owen Wilson filmin başrollerinde.<br />
Yan rollerde ise birbirinden ünlü isimler var. Carla<br />
Bruni, Michael Sheen, Marion Cotillard, Adrien Brody,<br />
Kathy Bates ve daha bir çok ünlü isim art arda beyazperdede<br />
geçiş yapıyorlar. Allen bu sefer Paris’e gelen<br />
ve evlenecek olan bir çifte döndürmüş kamerasını.<br />
Gil (Owen Wilson) romanını yazmak için büyük baskı<br />
altındaki romantik bir yazardır. Sevgilisi Inez (Rachel<br />
Adams) ise ailesinin de etkisiyle hayata daha sağlam<br />
tutunmak isteyen bir kadındır. Inez’in anne babası<br />
ve ikili Paris’e gelirler. Onların peşinden ise Inez’e<br />
hayatı boyunca tutkun olan arkadaşı Paul (Michael<br />
Sheen) gelir. Gil bu topluluktan kopup Paris’in ara<br />
sokaklarında kendi romantizmini yaşamak ister. Ama<br />
kuytularda aradığından çok daha fazlasını bulacaktır.<br />
Zamanda geri dönüp Ernest Hemingway, Picasso gibi<br />
ünlülerin arasına karışır. Paris’in büyülü gecelerinde<br />
Adriana ile tanışır. Bütün bu ünlü şairlerin, yazarların<br />
ve ressamların aşık olduğu gizemli kadındır Adriana.<br />
Gil’in diğerlerinden farklı olduğunu hisseder ve Adriana<br />
bu adlandıramadığı tuhaflığın peşinden gider.<br />
Gil ise idealize ettiği aşkı bulduğu Adriana ile gerçek<br />
yaşamında olamamanın zıtlığını yaşamaktadır. Gil’in<br />
romantizmi aslında tam da Paris’in tarihi gibi gerilerde<br />
kalmış bir romantizm. Günümüzde yaşanamayan bu<br />
romantizmin peşinde midir Woody Allen yoksa bu<br />
film aslında Allen’ın isyanızmıdır günümüzün realizmine<br />
bilinmez. Ama bunlar da olsa Allen’ın hisleri<br />
günümüzün gerisinde kalmış biraz eskimiş yanını<br />
ortaya koymakta. Bizim gibi gençliğini onunla geçirenler<br />
içinse başka bir üzüntü kaynağı. Biraz da bizim<br />
eskidiğimizi anlatıyor bu duygular. Yine de büyük<br />
ustanın bu filmi sadece ona duyduğumuz saygı yüzünden<br />
bile seyredilmeye değer.
n “Yeryüzündeki Son Aşk” (Perfect Sense),<br />
duyuların yaşamsal önemine, insanların hayata<br />
tutunma azmine ve aşkın salgında, zorlukta ve<br />
yoklukta var olmasına dair kalburüstü bir film,<br />
özetle. Evet, koku alma, tatma, işitme ve görme<br />
gider, dünya üzerinde en son dokunma ve aşk<br />
kalır. İşte orada dur! Kalır mı, kalmaz mı, hiç<br />
duyu’suz yaşanır mı? Her şeyden öte bu film,<br />
oturup üzerine düşünülmeye değer.<br />
“Asylum”, “Hallam Foe”, “Young Adam”,<br />
“Spread” gibi vasatı aşan ve ilişkiler konusunda<br />
ustalaşmaya çabaladığı filmleriyle<br />
adını duyuran İskoç yönetmen David Mackenzie,<br />
asıl sıçramasını dünyanın değil insanın<br />
kıyametini resmeden karamsar bir distopya olan<br />
Yeryüzündeki Son Aşk ile yapıyor. Mackenzie’nin<br />
“You Istead” adlı komediyle müziği harmanladığı<br />
son filmini ise merakla bekliyoruz. Duyuların<br />
yitimi, insanlığın bitimi ile örtüşür mü? sorusunu<br />
dillendiren Yeryüzündeki Son Aşk’ın neredeyse<br />
şiirsel ve gerçekten özgün diyebileceğimiz senaryosu<br />
Danimarkalı Kim Fupz Aakeson’a ait.<br />
Filmin başrollerinde kimyalarının tuttuğuna<br />
kanaat getirdiğimiz ve gerçekten sevdiğimiz<br />
yetenekli ve seksi ikili, Ewan McGregor ve Eva<br />
Gren var. Diğer rolleri de Connie Nielsen, Stephen<br />
Dillane, Ewen Bremner, Adam Smith,<br />
Alastair Mackenzie ve Caroline Paterson<br />
sırtlamışlar.<br />
Filmi izledikten sonra aklıma ÇHD’nin son<br />
Tekirdağ F Tipi Cezaevi raporunda geçen<br />
“Süngerli Oda”lar geldi, insan iletişimini sıfırlayan<br />
bu hücreler, tecridin dozunu arttırmak ve duyuları<br />
duyarsızlaştırmaya yönelikti. Sonra görme ve<br />
işitme engelli insanları düşündüm, onlar gibi<br />
hissetmek için gözlerimi kapadım, kulaklarımı<br />
tıkadım ve yürümeye çalıştım, sahip olduğumuz<br />
duyuların yaşamsal önemini idrak edebilmek<br />
adına… İşte bu film, insanlığın gizemli bir<br />
salgının ardından duyularını teker teker kaybetmesini<br />
anlatıyor, doğurganlığını yitirmiş sorunlu bir kadın ile<br />
sevdiği ölüme yürürken onu terk edebilmiş sorumsuz bir<br />
erkeğin tomurcuklanmaya başlayan aşkıyla birlikte…<br />
Filmin kaotik ve romantik yolculuğunda, insanlar her<br />
durakta yani duyu yitimlerinde farklı tepkiler geliştiriyorlar,<br />
koku giderken gözyaşlarına boğuluyorlar, çünkü koku<br />
anılarımızı da yok ediyor, çocukluğumuza ait hatıralar<br />
kayboluyor. Sonraki tepki hayvani bir oburluk, ardından<br />
zapt edilemeyen yaman bir öfke dünyaya egemen<br />
oluyor. İnsanlar ölesiye korkuyor, karanlığa yürümekten<br />
de sessizliğin içinde tükenmekten de. Deniz çekilir<br />
kum kalır, su yoksa çöl vardır, ya duyular kaybolursa ne<br />
olur? Bir arkadaşa sordum bunu, dalgacı; körler, sağırlar<br />
birbirini ağırlar, dedi gülerek. Empati yoksunluğu, sahip<br />
olduklarımız yüzündendir belki de, şayet kaybedeceğimizi<br />
bilsek tüm duyularımızı, inanıyorum ki, yeşeren dalı,<br />
baharı, hayatı daha iyi görür, kahve kokusunu, taze<br />
ekmek çıkan fırın kokusunu, gül kokusunu çeken burnumuza<br />
minnet duyar, yemekse mevzu hepimiz gurme<br />
olur, durmaksızın güzel seslerin peşi sıra koşardık. Hiç<br />
kuşkusuz. Beş duyu aşkına, yaşamak ne güzel şey!<br />
Filmin konusu özetle şöyle; Kadınlara bağlanmakta<br />
sorunları olan yetenekli yemek şefi Michael, soğuk<br />
görünümlü güzel doktor Susan ile tanışır. Susan uzun bir<br />
süredir kendini işine adayıp özel hayatından vazgeçmiş,<br />
Michael ise kadınlarla ciddi ilişki kurmaktan kaçınmıştır.<br />
İkisi de birbirlerine karşı daha önce deneyimlemedikleri<br />
derin duygular hissederken, tüm dünyada insanların<br />
duyularını sırayla yok eden salgın bir hastalık baş<br />
gösterir. İnsanlık sonuna yaklaşırken aşk tüm bu engellere<br />
rağmen hayatta kalabilecek midir?
n İtiraf etmeliyim ki, 2006’da gösterilen<br />
serinin ilk filminde oldukça<br />
sıkılmış, biran önce filmin bitmesini<br />
istemiştim. 117 dakikalık süresiyle de<br />
popülist bir animasyona uygun değildi<br />
kanımca. Ancak bu kez işler değişti.<br />
Ağırlıklı olarak çöldeki kasabada<br />
geçen ilk hikaye bu sefer dünyanın<br />
dört bir yanına yayılan, aksiyon dolu<br />
bir hal almış.<br />
Yıldız yarışçı Şimşek McQueen ve çekici Mater<br />
dünyanın en hızlı arabasını belirlemek için düzenlenen<br />
ilk Dünya Grand Prix’inde yarışmak için<br />
denizaşırı ülkelere gidince dostluklarını da heyecan<br />
verici yeni yerlere götürüyorlar. Fakat şampiyonluğa<br />
giden yol Mater’in entrikalı bir maceraya girişmesiyle<br />
birlikte çukurlarla, dolambaçlarla ve şamatalı sürprizlerle<br />
dolar. Mater kendisini iki arada bir derede bulur:<br />
Ya Şimşek McQueen’e bu büyük yarışta yardım<br />
edecektir ya da usta İngiliz casusu Finn McRoket<br />
ve stajyer ajan Holley Shifwell’in yürüttüğü çok gizli<br />
görevde yer alacaktır.<br />
Konusundan da az çok anlaşılabileceği üzere bu<br />
kez çekici Mater üzerine kuruluyor senaryo. Şaşkın<br />
ve saf Mater yanlışlıkla kendini bir ajan hikayesinin<br />
içinde buluyor; başta McQuenn olmak üzere tüm<br />
yeni nesil arabaları tehdit edecek bir suç örgütünün<br />
foyasını ortaya çıkarmak için bilmeden de<br />
olsa canını dişine takıyor… Bir yandan dostluğun<br />
öneminin altını çizerken bir yandan da istendiği<br />
takdirde her şeyin üstesinden gelinebileceğini vurguluyor.<br />
Tabi bunu yaparken de, John Lasseter’in<br />
önderliğinde hızlı bir senaryodan ve de başarılı<br />
3D tekniğinden yararlanıyor. Orijinalinde Owen<br />
Wilson, Michael Caine, Larry the Cable Guy ve<br />
John Turturro’nun seslendirdiği film, ülkemizde ise<br />
Osman Gidişoğlu, Yekta Kopan ve Cem Yılmaz<br />
tarafından seslendirildi. Casusluk filmlerine olan<br />
düşkünlüğünü her fırsatta dile getiren yaratıcı<br />
yönetmen John Lasseter, filme kattığı ajan hikayesiyle<br />
hedefi on ikiden vurmuş. Zira böylece<br />
küçük izleyicilerin yanı sıra, büyüklerin de ilgisini<br />
ayakta tutmayı başarmış. Üstelik bunu yaparken<br />
de akıllıca bir fikri yedirmiş işin içine; karakterleri<br />
dünyanın dört bir tarafına göndermek. Amerika’nın<br />
yanı sıra Japonya, Fransa, İtalya (Buradaki sahil<br />
şehrine bayılacaksınız) ve İngiltere’de geçen<br />
yarışlar heyecana heyecan katıyor.<br />
Gelelim ilginç bir tespite… Maceranın alt öykülerinden<br />
biri de petrol meselesi. İlk bakışta çevre<br />
dostu izlenimi veren ve hızla azalan petrole alternatif<br />
bir yakıtmış gibi sunulan Alinol, filmin sonunda<br />
kötüleniyor. Bu açıdan özellikle de küçük<br />
izleyicilerin kafası iyice bulandırılıyor. Hatta filmin<br />
sonunda durum öyle bir hal alıyor ki, sanki petrol<br />
olmazsa dünyanın sonu gelecekmiş gibi bir izlenim<br />
yaratılıyor. Dolayısıyla da, gelecek konusunda<br />
kalıcı çözümler üretilmesi gereken günümüzde<br />
çocuklara daha net ve yapıcı mesajlar vermesi gerekirdi<br />
filmin.<br />
Neticede, dinamik yapısı ve hiç düşmeyen temposuyla<br />
“Arabalar 2”, büyük küçük herkese eğlenceli<br />
dakikalar armağan ediyor. Ancak bir üçüncüsü<br />
daha gerekli mi, işte bundan şüpheliyim…
n ”Yönetmen Tayfun Pirselimoğlu’nun son<br />
filmi Saç, geçen yıl ilk kez gösterildiği 42. Altın<br />
Portakal’da “en iyi görüntü yönetimi” ve bu yıl<br />
30.su düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde<br />
“en iyi film” “en iyi yönetmen” ve “en iyi kadın<br />
oyuncu” ödüllerini aldı. Film asosyal bir perukçunun<br />
müşterilerinden birine geliştirdiği tuhaf<br />
saplantıyı hikayesi yapıyor ve seyirciyi 131<br />
dakikalık bir buhran öyküsünü izlemeye davet<br />
ediyor. Tayfun Pirselimoğlu sinemasından<br />
bihaber izleyici bu ödüller yüzünden filmin bir<br />
başyapıt olduğunu düşünebilir ve merakla<br />
gösterime gireceği günü bekleyebilir pekala...<br />
Zaten başka her yerde kadim sinema yazarları<br />
tarafından kaleme alınmış, filme methiyeler<br />
düzen, alt metinlerinin labirentlerinde dolaşan<br />
yazılar okuyacaksınız. Fakat ben bağımsız<br />
bir sinema yazarı olarak seyircilikten gelme<br />
samimiyetimle hepinizi uyarmak zorundayım<br />
ki, Saç bir başyapıt falan değil hatta iyi bir film<br />
bile değil... 2002 yılında Nuri Bilge Ceylan’ın<br />
çektiği Uzak ile Altın Portakalı alması, ardından<br />
da tüm dünyada ödüllere boğulması minimalist<br />
Türk sinemasının 80’lerde başaramadığı şeyi<br />
yeniden denemesine sebep oldu ve “camdan<br />
dışarıya bakarken sigara içen adam” konseptli<br />
filmler yeniden hepimize “çok iyi sinema” olarak<br />
ittirilmeye başlandı. Bu zaman zarfında gişe<br />
filmleri kendilerini ciddiye aldıramadıklarından<br />
iyice yozlaşırken, festivallerin “minimal olsun<br />
çamurdan olsun” zihniyeti ve eleştirmen<br />
beğenileri bu ithal yalnızlık duygusunu yeni<br />
Türk sineması tarifi olarak benimsemiş durumda.Yeşilçam’ın<br />
tüm duygularını reddeden<br />
ve “halk için sinema” yapmayı bir gereksizlik<br />
olarak gören bu oluşuma ve ona verilen<br />
sınırsız desteğe kesinlikle karşıyım. Bir tür<br />
entelektüel ilüzyon olduğunu düşündüğüm bu<br />
yolculuğun son ve en ileri durağı olan Saç,<br />
hepsi 10 saniyenin üzerinde planlarla ilerleyen<br />
ve belgesel kamerasından bile daha tembel<br />
takip ile oluşturulmuş ile içinden çıkılamaz bir<br />
izleme buhranı... Kendi şahsi fikrime göre, 60’lar salon<br />
komedilerinin “fabrikatör amca” “komik uşak” “fettan Jale”<br />
gibi karakterleri ne kadar sahte ise Saç’ın bu kolu kanadı<br />
kırılmış fena halde kırılmış, aşırı tepkisiz karakterleri de o<br />
kadar öyle! Zeki Demirkubuz’un özellikle Kader filminde<br />
yaptığı gibi karakterlerin gerçeğini zedelemeden sadece<br />
anlatımdaki abartıdan kurtulmaya çalışan filmlere hepimiz<br />
hayranız zaten. Ama Saç’ın abartıdan kaçıp “minimal”<br />
kelimesini bile bir festival algısına sahip bırakacak kadar<br />
durağan filmi için aynı şeyleri söylemek zor. Türkiye’de<br />
yaşayan kimseyi bu karakterlerin bizim aramızda<br />
dolaştığına inandıramazsınız. Her şeyin bu kadar yavaş<br />
aktığı ya da bu kadar yavaşlamış şeylere tepki veren bir<br />
toplum değiliz biz... Eğer filminizde sokak varsa bu ülkenin<br />
sokağının gerçeğini başkalaştırmayacaksınız.<br />
Saç’ın kaderini şimdiden teyin etmek mümkün. Bazı sinema<br />
yazarları tarafından göklere çıkarılacak ve bu yüzden<br />
diğerleri de “bu filmi sevmediğimizi belli edersek sinemadan<br />
anlamamakla suçlanırız” diyerek filmi başyapıt ilan<br />
edenler kervanına katılacak. Film gösterime girecek ama<br />
kimse izlemeyecek yine de festivallerde ödülleri toplamaya<br />
devam edecek. Üzgünüm ama bu türden filmlerin seyirci<br />
nazarında bir kıymeti yok artık. Ödüllerle domine edilerek<br />
İçine sokulduğumuz tehlikeli bir akıntı olan “eleştirmenlerin<br />
sevdiği filmler iyidir, seyircinin sevdikleri kötüdür”<br />
yaklaşımı sinemamıza zarar vermekte. Oysa herhangi<br />
bir eleştirmenin “en iyi 10 Türk filmi” listesinin çoğu hem<br />
seyircinin, hem de eleştirmenin onayını alan filmlerden<br />
oluşmakta... Örnek ister misiniz; Susuz Yaz, Selvi Boylum<br />
al Yazmalım, Muhsin Bey...<br />
Saç, biçimde, hikayede ve oyunda abartıdan kurtulma<br />
halini iyice arttırarak öte tarafta bir abartı tuzağına düşen<br />
bir sinema örneği... Yeşilçam düşkünü ve bunu saklamayan<br />
bir film eleştirmeni olarak filmi sevmedim ve hakkında<br />
methiyeler düzmeyi reddediyorum. Artık filmi yavaşlatmak<br />
marifet sayılmamalı ve ödüllere boğulmamalı. Kameraya<br />
sırtını dönmüş bir adamın, aynı planda 7 dakika boyunca<br />
yemek yiyip masadan kalkmasını izlemeyi seviyorsanız bir<br />
şey diyemem tabi... Hiç mi bir şeyini sevmedin derseniz;<br />
Rıza Akın’ın oyunculuğu her zamanki gibi çok iyi derim.
Dizilerin aranan oyuncusu Hande Subaşı beyaz perdeye iyice ısındı. Güneşi<br />
Gördüm’deki performanıyla göz dolduran güzel yıldız, Anadolu Kartalları<br />
filminde bu kez izleyicilerin karşısına çellist olarak çıkacak.<br />
NİL ÖZER<br />
n Yönetmenliğini Ömer Vargı’nın<br />
üstlendiği Anadolu Kartalları 28<br />
Ekim’de vizyona girecek. Engin<br />
Altan Düzyatan, Özge Özpirinçci,<br />
Ekin Türkmen gibi genç<br />
oyuncuları buluşturan filmin bir<br />
diğer yıldızı da Hande Subaşı...<br />
Filmdeki rolünü anlatan oyuncu<br />
‘’Bu filmde senaryo da, çekimler<br />
de gerçek’’ dedi.<br />
Anadolu Kartalları projesini kabul<br />
etmenizdeki etkenler nelerdir?<br />
Bir proje geldiğinde ilk olarak<br />
bütününe bakarım. ‘Anadolu<br />
Kartalları’ projesinde de aynı<br />
şekilde oldu. Deneme çekimleri<br />
yaptık, karşılıklı içimize sindi.<br />
Kabul etmemdeki en büyük<br />
faktör yönetmenin Ömer Vargı<br />
olmasıydı. Büyük prodüksiyonlu<br />
bir iş, belgesel niteliği<br />
taşıyor, Türkiye’de bugüne kadar<br />
yapılabilmiş bir şey değil, kendine<br />
özel bir iş diye düşünüyorum.<br />
Hikayesi, duygusal anlamda<br />
sağlam temellere dayanıyor. Senaryo<br />
da, çekimler de gerçek.<br />
Sizi hangi rolde seyredeceğiz?<br />
Çellist Burcu, konservatuarda<br />
okuyan genç bir öğrenci. Pilot adaylardan<br />
Ahmet’in (Çağatay Ulusoy) kız arkadaşı<br />
rolündeyim. Aşıklar birbirlerine. Burcu’nun<br />
da hayatındaki süreç Ahmet’le örtüşüyor.<br />
Onun işine olan tutkusu ve mesleğin<br />
risklerini ilişkilerinde çok fazla hissediyorlar.<br />
Detay veremiyorum yoksa filmi<br />
anlatmış olacağım...(Gülüyor)<br />
Çello zor bir çalgı. Biliyor muydunuz<br />
çalmayı yoksa film için eğitim<br />
aldınız mı?<br />
Çekimlere başlamadan önce<br />
eğitim aldım.Gerçekten çok<br />
zor bir enstrüman. Az bir zamanda<br />
alınan dersle sadece<br />
enstrümanı tanıdım. İnsanlar<br />
yıllarını veriyor, çalabiliyorum<br />
dersem ayıp olur. Çekim<br />
için olabildiğince çalıştım,<br />
iyi bir performans<br />
gösterdiğime inanıyorum.<br />
Müziği seviyor olmam,<br />
müzik kulağımın iyi olması<br />
çok yardımcı oldu.<br />
Bugüne kadar içinde<br />
olduğunuz projelerden<br />
farkı nedir? Sizce sinema<br />
oyunculuğu, dizi<br />
oyunculuğuna göre daha<br />
fazla performans gerektiriyor<br />
mu?
Büyük prodüksiyonlu bir iş. İnce eliyip sık<br />
dokudular, çok özenli çalışan bir ekipti bizimki.<br />
. Hakiketen çok büyük bir iş, her sette<br />
bunu göremezsiniz. Dizi tabii çok farklı bir<br />
şey, hızlı tüketiliyor, biz oyuncularda sinema<br />
kadar titizlenmiyoruz. İstesenizde çok detaylı<br />
düşünemiyoruz çünkü vakitle yarışıyoruz..<br />
Dört beş gün içinde bitirmemiz gerekiyor. Ne<br />
kadar iyi performans gösterseniz yanınıza<br />
kar. Bir filmde daha uzun süreli kendinizi<br />
hazırlıyabiliyorsunuz, çekim süreci daha geniş<br />
tutuluyor. Kalıcılık anlamında baktığımızda<br />
diziyi üç, beş yıl sonra kimse hatırlamıyor<br />
ama oynadığınız bir filmi arşivinizde ömrünüzün<br />
sonuna kadar saklıyabilirsiniz.<br />
Sinema filmi o nedenle daha değerli.<br />
Aslında zor diyoruz ama ben dizi setinde<br />
çalışmayı da çok seviyorum aslında ben<br />
sette çalışmayı çok seviyorum. O yüzden<br />
çok ayırım yapmıyorum.<br />
Güzellik yarışmasından sonra mı karar<br />
verdiniz oyuncu olmaya?<br />
Benim hep böyle bir isteğim vardı<br />
işin açıkçası, ama aceleye getirmek<br />
istemedim. Güzellik yarışmasına<br />
katılmadan önce Ayla Algan Drama<br />
Okulu’nda eğitime başlamıştım.<br />
Eğitimimi orada tamamladım. Miss<br />
Turkey’den sonra gelen teklifleri<br />
hemen kabul etmedim. Biraz beklemenin<br />
iyi olacağını düşündüm.<br />
Daha sonra TRT’ deki Elde Var<br />
Hayat dizisinin yapımcıları o zamanlar<br />
eski adıyla Yağmur Ajans<br />
rahmetli Osman Yağmurdereli<br />
döneminde gelen bu projeye evet<br />
diyerek başladım. Kuşdili dizisi<br />
hayatımda ki en önemli projedir<br />
benim için. Görüştükten sonra üç<br />
bölüm senaryo verdiler koşa koşa<br />
eve gidip o heyecanla, üç bölümü<br />
bir anda okumuştum. Hikayeye<br />
ve karektere aşık olmuştum.<br />
Ekip ve seyirciler tarafından çok<br />
sevilmesine rağmen, maalesef<br />
Osman Bey’in (Yağmurdereli)<br />
rahatsızlığı nedeniyle uzun sürmedi.
Oyunculuğunuzu geliştirmek için neler<br />
yapıyorsunuz?<br />
Benim için en önemli süreç setler olmuştur.<br />
Yıllarını vermiş önemli isimlerle çalışma fırsatım<br />
olduğu için pratiği setlerde birebir görerek<br />
öğrendim. Ayla Algan Okulu’ndan sonra kendimi<br />
yetiştirdiğim yer, işimin başıydı.<br />
Güneşi Gördüm projesi sizin için dönüm noktası<br />
oldu diyebilir miyiz?<br />
Aynen dediğiniz gibi. Oyunculuk hayatımda<br />
bir dönüm noktasıdır diyebilirim. Performans<br />
açısından önemli bir iş oldu. Önemli kişilerden çok<br />
güzel yorumlar aldım .<br />
Müzikle ilgili projeleriniz var mı?<br />
Yani hep düşünüyorum ama daha fazla bir adım<br />
atmış değilim. Kafamda yapmak istediklerimi<br />
oturtmuş değilim. Adını koyamıyorum henüz.
Her Yerde Aşk – Manuale d’am3re /<br />
Yönetmen: Giovanni Veronesi<br />
n Kahramanları birbirlerini teğet geçen üç<br />
hikâye yoluyla, yaşam çizgisindeki üç döneme<br />
dair aşkın halleri… Ya da, hiçbir yasayı, formülü,<br />
tarifi kabul etmeyen aşk denilen şeyin<br />
serbest ve çılgın biçimleri! İlginçtir her üçünde<br />
de yalan / aldatma var. İş için sahil kasabasına<br />
gelen, evlenme arifesindeki genç avukat,<br />
nişanlısı güzel kızı evli bir kadınla aldatır…<br />
Ünlü haber spikeri, başına bela olacak bir<br />
‘çatlakla’ karısını aldatır… Kızına âşık olduğu<br />
arkadaşından bu durumu saklayan adam ona<br />
yalan söyler yani aldatır… İtalyan’dan gelen<br />
film, büyük oranda güldürüye yaslansa da,<br />
mesela en komik olan ikincinin özünde gönül<br />
üzgünlüğü saklı… Ancak seyircinin yüzünde<br />
gülümsemeyle salondan ayrılması hedeflenmiş.<br />
Bir de minik İtalya turu yapması tabii. Sonuç:<br />
Hafif ve hoş.
İlk Yenilmez: Kaptan Amerika / Captain America:<br />
The First Avenger / Yönetmen: Joe Johnston<br />
n MARVEL 1939’da kuruldu.<br />
Ve 2.Dünya Savaşı yıllarında,<br />
zalimliğin hedefindeki tüm<br />
insanlığa 40 kiloluk genç<br />
adam Steve Rogers’ın cesareti,<br />
direnci, zorbalara karşı<br />
mücadelesi ilham verdi. Nitekim<br />
bu cılız adam, savaşın<br />
şiddetiyle bilim kurgunun<br />
olası gerçekliğinin Marvel<br />
dünyasında sentezlenmesi sonucu,<br />
mükemmel görünümlü,<br />
dayanıklı, yakışıklı “Kaptan<br />
Amerika”ya dönüştü… Tam<br />
70 yıldır ezilenlere ilham vermeye<br />
devam eden ve doğal<br />
olarak Amerika adını alan<br />
süper kahramanın başlangıç<br />
öyküsünü gerekli vurgularla<br />
anlatan film, 3D tekniğinin<br />
katkısıyla, görsel bir ziyafet<br />
de sunuyor… Tam da o yıllara<br />
özgü mekân, obje, kostüm,<br />
araç –gereç –silahların sıkı<br />
aksiyonla buluştuğu boyutta<br />
fantastik sinemanın fırça darbeleri<br />
görselliği sürrealiteyle<br />
buluşturuyor. Hani “karanlık<br />
salonda kaybolmak” denir<br />
ya… Seyrederken dış dünyayı<br />
tamamıyla unutacaksınız.
Yeryüzündeki Son Aşk – Perfect Sense<br />
/ Yönetmen: David Mackenzie<br />
n İnsan dört duyusunu tamamıyla yitirse de,<br />
geriye kalan dokunmayla sevdiğinin tenini<br />
hissederek hayatta kalır. Bize kalan tek şey de<br />
zaten ‘sevgili ölüm’ dışında aşk değil midir?<br />
İngilizlerin son yıllarda yetiştirdiği en yetenekli<br />
ve yaratıcı yönetmenlerden David Mackenzie,<br />
gezegendeki insanların duyularını birer<br />
birer yok eden salgının ortasında, işi tam da<br />
koklama, tat alma, duyma, görmeyle ilgili olan<br />
capcanlı şef aşçı ile ‘her anlamda soğumuş’<br />
kadın doktorun , ‘kendilerine rağmen’ birbirlerine<br />
nasıl delice âşık olduklarına tanık ettiriyor.<br />
Her duyu kaybından önce farklı duyguları uçlarda<br />
yaşayan herkesin kafasına insan olmanın<br />
değeri ‘dank’ ediyor; sevip sevilmekten başka<br />
her şey de yok oluşa sürükleniyor. Ve biz bu<br />
son derece zekice kurgulanmış kıyametin<br />
içinde sinemanın sağaltım gücünü bir defa<br />
daha idrak ediyoruz. Harika iki oyunculuk:<br />
Ewan McGregor ve Eva Green.
Suikast – The Conspirator / Yönetmen: Robert Redford<br />
n Her ciddi tarihsel film bugünü anlatır; içerdiği olayların<br />
ve olguların bugünkü yansımalarına itiraz, hatta isyan<br />
eder. Hele kamera arkasındaki isim, Hollywood’un en<br />
aydın sanatçılarından Robert Redford ise…14 Nisan<br />
1865’te tiyatroda vurulup ertesi sabah ölen Abraham<br />
Lincoln suikastı sonrası suç ortağı suçlamasıyla tutuklanan<br />
pansiyon sahibesi, kırklı yaşlarındaki Mary<br />
Surratt’ın hızlı bir yargılamayla (!) 7 Temmuz’daki idamına<br />
kadar geçen sürede, onu savunmak zorunda kalıp giderek<br />
suçsuzluğuna inanan ve kanıtlar elde edip sunan<br />
genç avukatın hukuk sistemini sorgulaması, bugüne de<br />
uzanıyor. Köleliği kaldıran bir başkanın öldürülmesinin<br />
verdiği öfkeyle histerik şekilde linçe girişmeden adaleti<br />
sağlamanın nasıl zorlu bir sınav olduğunu ve yazık ki<br />
başarısızlığın ağır bastığını kanıtlayan bir ‘tez film’. Newton<br />
Thomas Sigel imzalı görüntü çalışmasında, dönemin<br />
atmosferini kusursuzca kuran ışık tasarımına dikkat!
Nedimeler – Bridesmaids / Yönetmen: Paul Feig<br />
n HEn yakın arkadaşının düğün sürecini, diğer<br />
dördünün lideri olarak üstlenen Annie’nin,<br />
bu parıltılı ve eğlenceli olması beklenen günleri,<br />
hassas, gergin, sıkıntılı özel yaşamındaki<br />
çalkantılar nedeniyle mahvetmesi… Ya da,<br />
erkeklerin fark etmek için çaba göstermedikleri,<br />
kadınlara özgü capcanlı ve gerçek sorunlarla,<br />
aralarındaki etkileşimin / rekabetin, güldürünün<br />
acımasız ellerine teslim edilmesi! Ortak yapımcı<br />
ve ortak senaryo yazarı da olan başroldeki Kristen<br />
Wiig, Apatow ekolündeki dürüst, sakıncasız,<br />
açık sözlü öykülemeyi tam kavramış ve koca<br />
filmi sırtlayıp götürmüş. Belki bazı sahneler<br />
gereksizce uzatılmış; ancak sinemaya öyle<br />
bir mekânda öyle bir ‘tuvalet mizahı’ armağan<br />
ediliyor ki mesela, unutmak olası değil. Özetle,<br />
kadınlar… Sadece kadınlar!
Arabalar 2 – Cars 2 / Yönetmenler: John Lasseter, Brad Lewis<br />
n Pixar Animation Stüdyoları’nın 25.yılı şerefine, 200 milyon dolarlık<br />
pahalı bir prestij filmi. Otobanın dışında kalmış Radyatör Kasabası’nın<br />
sakinleri, genç dostları, yakışıklı Şimşek McQueen’in peşinde Dünya<br />
Grand Prix yarışına sürüklenirken, rol çalan asıl kahraman, eski bir<br />
çekici Mater! Kendisini, bir Bond hikâyesi denli girift uluslar arası<br />
casusluk serüveninde İngiliz ajanlara yardım ederken, yardım ne kelime,<br />
onların ve doğanın kurtarıcısı olarak buluyor. McQueen ile Mater<br />
arasındaki dostluğun da bir sınavdan geçtiği “Arabalar 2”, Tokyo-<br />
Paris- kurgusal bir İtalyan kasabası ve Londra’da geçen, yoğun görsel<br />
içeriğe sahip bir hızlı animasyon… Ülkelerin mimari dokuları ve kültürleri<br />
içerisindeki 3D yolculuğunuzda yorgun düşmeniz garanti. Yani<br />
birden fazla seyretmeniz gerekecek!
Babamın Penguenleri –<br />
Mr.Popper’s Penguins /<br />
Yönetmen: Mark Waters<br />
n Yönetmenler ve yetişkin<br />
oyuncular için setlerde<br />
çalışmanın en zor olduğu<br />
çocuklar ve canlı hayvanlarla<br />
tam bir sinerji<br />
içindeki performansıyla<br />
Jim Carrey, ‘aile güldürüsü’<br />
türünü en iyi temsil eden<br />
örneklerden biri olan<br />
“Babamın Penguenleri”nin<br />
kozu: Abartıları törpülenmiş<br />
hareketliliği ve komikliğiyle,<br />
evinde konuk etmek zorunda<br />
kaldığı altı Gentoo Pengueni<br />
sayesinde, ayrı kaldığı<br />
ailesinin değerini anlayarak<br />
‘iş canavarlığına’ son veren,<br />
yani ‘insanlaşan’ bir adamı<br />
oynamış. Filmin, her canlının<br />
kendi doğal ortamında<br />
türdeşleriyle yaşama<br />
hakkına vurgu yapması da,<br />
ehemmiyeti olan bir mesaj.<br />
Parıltılı gösteri -sergileme<br />
merkezlerine insanları<br />
çekerek hayvanlar üzerinden<br />
para kazanmanın vahim bir<br />
hal aldığı günümüzde, bu<br />
mesaj daha da önem kazanmakta.
n Başrol oyuncusu Kate Beckinsale<br />
olmadan Underworld’ün<br />
üçüncü bölümü “Karanlıklar ülkesi:<br />
Lycanların yükselişi” pek de tat<br />
vermedi diyenlere müjde. Yaşayan<br />
ve hatta ölümsüz en seksi vampir<br />
Underworld’ün dördüncü bölümü<br />
“Awakening” ile birlikte geri dönüyor.<br />
Ve filmin yapımcıları ilk dakikadan<br />
itibaren Kate farkını ortaya<br />
koymaya kararlı. Güzel yıldız, filmin<br />
girişinde sis bulutlarının arasında<br />
gizleniyor olsa da çırılçıplak olarak<br />
yer alacak. Underworld’le birlikte<br />
vampir filmlerindeki sarmısak ve<br />
haç klişesine son verdiklerini ve o<br />
filmden sonra vampirlere duyulan<br />
ilgide patlama yaşandığını söyleyen<br />
Kate “Şimdi kendimi bütün<br />
dişi vampirlerin büyükannesi gibi<br />
hissediyorum. Bizden önce vampir<br />
ve kurt adamların aynı filmde<br />
yer alması düşünülemezdi” diyor.<br />
Underworld’ün dördüncü bölümünün<br />
16 Şubat 2012’de gösterime girmesi<br />
bekleniyor.
n 64. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi alan Terrence<br />
Malick’in ‘’The Tree of Life’’ (Hayat Ağacı) filmi kimi eleştirmenler<br />
tarafından sinema tarihinde Stanley Kubrick’in ustalık eseri “2001: A<br />
Space Odyssey” filmi ile aynı değerde görülüyor. Cannes’da bunca<br />
coşkuyla karşılanan film, Türkiye’deki sinemaseverler tarafından<br />
da merakla bekleniyor. Ama anlaşılan o ki Brad Pitt’le birlikte filmin<br />
başrolünü paylaşan Sean Penn eleştirmenlerle pek aynı fikirde değil<br />
gibi. Geçtiğimiz günlerde Fransız Le Figaro gazetesine konuşan<br />
Sean Penn filmin tamamıyla yeniden çekilmesi gerektiğini söyledi.<br />
Bugüne kadar okuduğu en etkileyici senaryo olmasına karşın beyazperdede<br />
senaryodaki duygulardan eser bulamadığını söyleyen<br />
Sean Penn daha açık ve daha geleneksel bir anlatım tarzının film<br />
için daha uygun olacağı düşüncesinde. Sean Penn’in Terrence Malick<br />
açısından en yaralayıcı sözleri ise şöyle: “Hala orada aslında<br />
neyi oynadığımı anlamaya çalışıyorum. Daha da kötüsü ise Terry’nin<br />
kendisi de bunu bana açıklayamadı.” Ama bütün eleştirilerine karşın<br />
sinemaseverlere bu filme gitmeyin diye bir tavsiyede bulunmayan<br />
Sean Penn “Önyargılı olmadan sinemaya gidilip seyredilmesi gereken<br />
bir film. Herkes filmle kendi duygusal ve ruhsal bağlantısını bulmaya<br />
çalışmalı. Bunu başarabilen The Tree of Life’tan çok etkilenecektir. “
n Ünlü oyuncu Cameron Diaz, son filminde<br />
rol gereği hamile kaldı. Güzel oyuncu Cameron<br />
Diaz, “What to Expect When You’ra<br />
Expecting” fimininin çekimlerinde görenleri<br />
şaşırttı. Dİaz, Atlanta’daki film setindeki<br />
“hamile” haliyle objektiflere yakalandı. 38<br />
yaşındaki başarılı oyuncu, kusursuz fiziğiyle<br />
de görenleri hayran bıraktı.<br />
n Hollywood’un ünlü yıldızları<br />
Jennifer Garner ve Ben Affleck’i<br />
yeni bir heyecan sardı, çünkü<br />
Garner 3. çocuğuna hamile. Ünlü<br />
çiftin yeni doğacak bebeklerinden<br />
dolayı oldukça mutlu oldukları<br />
belirtiliyor. Jennifer Garner ve Ben<br />
Affleck 2005 yılından bu yana<br />
evli ve çiftin Violet ve Seraphina<br />
adından iki kızı daha var.
n Proje, sessiz dönem (1894-<br />
1929) büyük sinema klasiklerinden,<br />
Charlie Chaplin, Buster<br />
Keaton, S. Eisenstein, F. W.<br />
Murnau, Fritz Lang gibi büyük<br />
ustaların seçmelerini tek bir<br />
başlık altında toplayarak,<br />
küresel bir kültür kampanyası<br />
halinde Digital 3D<br />
formatta beyazperdeye<br />
taşıyacak. Filmlerin orijinal<br />
içeriklerini, yaratıcılarının<br />
bıraktıkları haliyle muhafaza<br />
etmek projenin temel<br />
felsefesi. Dolayısıyla, proje<br />
kapsamındaki eserlerin<br />
öznitelikleri korunacak, artistik<br />
içerikleri ile ilgili hiçbir<br />
değişiklik yapılmayacak.<br />
n Geçen ay<br />
uyuşturucu nedeniyle<br />
hayatını kaybeden<br />
İngiliz şarkıcı<br />
Amy Winehouse’un<br />
olaylı hayatı<br />
dizi oluyor. Ünlü<br />
şarkıcının babası<br />
kızının hayatının<br />
dizi olması için<br />
gereken onayı<br />
verdi. Aileye<br />
yakın bir kaynak<br />
ise çok sayıda<br />
ünlü oyuncunun<br />
Winehouse’un<br />
hayatını oynamak<br />
için birbiriyle<br />
yarıştığını açıkladı.
n Jennifer Lopez ve Marc<br />
Anthony, boşanacaklarını<br />
açıklamalarına rağmen yeniden<br />
barışabileceklerinin sinyallerini<br />
veriyorlardı. Ancak geçtiğimiz<br />
hafta Lopez, eşiyle tüm köprüleri<br />
attı. Buna neden olansa<br />
Anthony’nin Eva Longoria ile<br />
yakınlaşmaya başlamasıydı.<br />
Anthony’nin sık sık Longoria<br />
ile görüşmesi ve telefonda<br />
konuşması Lopez’in ipleri tamamen<br />
koparması için yetti de<br />
arttı. Lopez’e yakın kaynaklar,<br />
“Bir zamanlar Jennifer ve Eva<br />
çok yakın dosttu. Ancak ikizlerin<br />
doğumundan sonra Eva’nın<br />
Marc ile eğlenirken çekilen<br />
fotoğrafları, bu dostluğun bitmesine<br />
neden oldu” diye konuştu.
n Ünlü mizahçılar twiter üzerinden birbirleriyle atışıyorlar! Önce Gani Müjde,<br />
Cem Yılmaz’ı takip eden 750 bin kişiye “Hiç tweet yazmayan Cem Yılmaz’ı<br />
takip eden 750 bin kişi. Şaka mısınız lan?” diye sordu. Ardından Cem<br />
Yılmaz, “Nasreddin Hoca´ya demişler “Hocam 750 bin takipçin var” demiş<br />
‘Bana ne?’; ‘Ama seni takip ediyorlar’ demiş “Sana ne..” yazarak Müjde’ye<br />
cevap verdi. Bunları okuyan Gökbakar durur mu? O da, “Nasreddin hocaya<br />
sormuşlar, ‘Hocam ilk tweet diyorsun, eskileri siliyorsun’, ‘Zaten silecektim<br />
demiş’, ‘Bana ne’ demiş. Öbürü de sana ne” şeklinde yazdı.<br />
n Çizgi roman ve sinema sitelerinin<br />
forumlarını son günlerde meşgul eden<br />
haberlere göre, Warner Bros, Batman<br />
ve Superman’i aynı filmde buluşturmak<br />
için çalışmalara başladı. Screen Rant<br />
sitesinde yayınlanan habere göre,<br />
Batman’e hayat veren Christian<br />
Bale ve Superman’i canlandıran<br />
Henry Cavill, süper kahramanların<br />
ikisinin birden yer aldığı bir senaryoda<br />
boy gösterecek. Warner<br />
Bros, daha önce ‘Justice League’<br />
ile bütün süper kahramanları bir araya<br />
toplamayı denemişti. Marvel ise kendi<br />
süper kahramanlarını gelecek yıl<br />
gösterime girecek ‘The Avengers’ta bir<br />
araya getirdi.
n ABD’li ünlü aktrist Megan Fox, kolundaki<br />
Marilyn Monroe dövmesini lazerle sildirmeye<br />
karar verdi. 25 yaşındaki Fox “Monroe<br />
kişilik sorunları olan negatif bir karakterdi.<br />
Yaydığı negatif enerjinin hayatımı etkilemesini<br />
istemiyorum. Bu yüzden dövmeyi lazerle<br />
sildirmeye başladım” dedi. Fox’un Monroe<br />
dışında 8 dövmesi daha var. 20. yüzyılın en<br />
önemli sinema yıldızları arasında sayılan<br />
ABD’li aktrist Marilyn Monroe, 5 Ağustos<br />
1962’de aldığı aşırı dozda uyku hapı<br />
nedeniyle hayatını kaybetmişti.
n “Yaprak Dökümü”nde Necla’yı canlandıran<br />
Fahriye Evcen, yeni sezonda “Yalancı Bahar”<br />
adlı diziyle seyirci karşısına çıkacak. Üç kız<br />
kardeşi olduğunu belirten Evcen, “Kalabalık bir<br />
ailede büyüyen biri olarak tek çocuk yapmayı<br />
düşünür müsünüz?” sorusuna şu yanıtı verdi,<br />
“Kalabalık bir ailede büyümenin en büyük<br />
dezavantajı, kendi kuracağınız hayatta yine aynı<br />
özellikleri aramanız. Annem ve babam çok güzel<br />
idare ettiler bu durumu ama ‘Onlar kadar iyi<br />
yapabilir miyim?’ diye düşünüyorum bazen. Ben<br />
gerçekten üç çocuğum olsun isterim herhalde,<br />
daha az değil.”<br />
n Her yıl dünya barışına dikkat<br />
çekmek için çekilen ‘Peace Day’<br />
belgeselinde bu yıl Tülin Şahin yer<br />
alacak. Şahin İngiliz yapımı belgeselde<br />
projenin sözcüsü olan aktör<br />
Jude Law ile beraber Londra’da kamera<br />
karşısına geçecek. Belgeselde<br />
önceki yıllarda Elton John, Vanessa<br />
Paradis, David Beckham, Angelina<br />
Jolie, Annie Lenox, Marc Jacobs gibi<br />
isimler yer almıştı.<br />
n Yönetmenliğini İtalya’da yaşayan Türk yönetmen<br />
Ali İlhan’ın yaptığı başrollerini Dünyaca<br />
ünlü yıldız Claudia Cardinale ile başarılı oyuncu<br />
İsmail Hacıoğlu’nun yaptığı “Sinyora Enrica ile<br />
İtalyan Olmak” filmi New York Film Festivalinde<br />
en iyi seyirci ödülü ile en iyi kadın oyuncu ödüllerini<br />
kazandı... Hatırlanacağı gibi film Altın portakal<br />
festivalinde de iki ödülle dönmüş, Claudia<br />
Cardinale’ye yabancı olduğu için ödül verilmesi<br />
çok tartışılmıştı. Film Balkanlarda Durres Film<br />
Festival’inde de yarışacak... Balkanlardaki festival<br />
Baba filminin unutulmaz yönetmeni Francis<br />
Ford Coppola ve Claudia Cardinale’yi ağırlıyor.
BANU BOZDEMİR<br />
Mar filminin sürecini senden dinleyelim, nasıl<br />
başladı, bir ilk film olarak nasıl şekillendi?<br />
Caner Erzincan: Yaşadığım kent ve coğrafyayla<br />
ilgili olarak içimde birtakım sorunlar belirmeye<br />
başlamıştı. Taşrada yetişip kente geldikten<br />
sonraki modern dünyanın sisteme ayak<br />
uydurmasıyla beraber tüketim ilişkileri de iç<br />
içe geçti. Bunun yansımaları artık taşrada<br />
da büyük oranda yaşanıyor. Üretim<br />
miktarı, üretim ve emek dengesiyle<br />
kazanılan değerler arasındaki uçurumlar<br />
kanıma dokundu. Bu hikayeyi<br />
görünce bir şeyler yazmak istedim.<br />
Mar filminin hikayesi aslında<br />
gerçek. Salyangoz toplayan<br />
insanların gerçek hikayeleri ve<br />
yılancılıkla yaşamını sürdüren<br />
insanların gerçek yaşamını<br />
bir hikaye etrafında toplayarak<br />
yazdım. Benim<br />
için bu bir dertti ve<br />
bunu çekmek için de<br />
zamanı bekliyordum.<br />
Mar süreci senin<br />
için nasıl<br />
başladı?<br />
Begüm Kütük: Önce senaryoyu yolladı Caner.<br />
Okudum ve çok etkilendim. Güzel ve hazin<br />
bir aşk hikayesi vardı. Daha okuduğum anda<br />
sahneler gözümde canlanmaya başladı. Maddi<br />
olanaksızlıklardan dolayı beklemek zorunda<br />
kaldık. Bir süre erteledik, erteledikçe<br />
heyecanımız da arttı. Belki<br />
bu daha da motive etti<br />
bizleri. Heyecanla dahil<br />
olduğumu söylemeliyim.<br />
Taşrada, kasabada<br />
geçen bir hikaye sonuçta.<br />
Bu yanı seni nasıl<br />
etkiledi?<br />
Begüm Kütük: Çok hızlı<br />
bir şehirde yaşıyoruz.<br />
Kendi adıma hiç<br />
görmediğim, tanıklık<br />
etmediğim bir dünyayı<br />
anlatıyordu. Birbirinden<br />
yaşça farklı üç<br />
jenerasyon erkeğin<br />
yaşam mücadelesi ve<br />
idealist bir diş hekiminin<br />
gidip orada<br />
görev yapması.<br />
Taşradaki diş hekiminin<br />
öyküsünde
Mar Konya’nın Çumra ilçesinde geçen bir taşra hikayesi. Üç erkeğin<br />
etrafında filmde onlara şehirden gelen bir diş hekimi kadın eşlik ediyor.<br />
Yılanlar, salyangozlar ve insanların yaşamları, modern dünyanın dışındaki<br />
yaşamlar bu filmin konusu. Caner<br />
Erzincan’ın ilk yönetmenlik denemesinde<br />
Begüm Kütük ve Volga Sorgu<br />
başrolde. Begüm Kütük ve Caner Erzincan<br />
bize filmi anlattılar, iyi okumalar…
aynı zamanda o kadar tatlı bir<br />
aşk öyküsü var ki, aslında o beni<br />
çok cezp etti ve etkiledi.<br />
Biraz imkansız bir aşk hikayesi<br />
galiba değil mi?<br />
Begüm Kütük: Evet öyle olunca<br />
da farklı bir deneyim olacaktı.<br />
Bugün popüler sinemaya<br />
baktığımızda dizilerden bağımsız<br />
projeler çok görmüyorum ben.<br />
Sinema büyüdü ama bu hikaye<br />
farklı olduğu için daha heyecan<br />
vericiydi. Hatta Volga (Sorgu)<br />
sen niye geldin buraya dedi. Ben<br />
de sen niye geldin dedim. Okudum<br />
ve çok etkilendim dedi. Ben<br />
de çok etkilendim dedim. Öyle<br />
yani filmin duygusu…<br />
Filmde bazı zıtlıklar var.<br />
Çatışmalar…<br />
C.E: Film zaten başlı başına<br />
zıtlıklardan oluşuyor. Kent<br />
yaşamı ve taşra. Birbirinden<br />
farklı iki yaşam vardı ve bu<br />
yaşam hikayenin her yerine<br />
dahil oldu. Karakteri tek olarak<br />
düşünebilirdik. Yılmaz karakterinin<br />
çocukluğu, ergen ve yaşlılık<br />
dönemini anlatıyor hikaye.<br />
Taşrada her şey belli bir düzen<br />
içinde gider. Doğarsınız, hayatın<br />
size verdiği ölçekte hayatınızı<br />
sürdürürsünüz. Bu filmde de<br />
öyle bir örgü var. Salyangoz<br />
toplayıcılığıyla başlayıp yılan<br />
avcılığı ve sonra ergen dönemde<br />
alınan zararlarla devam eden bir<br />
süreç. Ergen fotoğrafında bütün<br />
hayatı görebiliyoruz. Bu zıtlıklara<br />
gönderme olarak da bir kentli<br />
kadın figürü lazımdı. Begüm’ü<br />
gördüğüm zaman ben ‘bu’ dedim.<br />
Begüm Bahar karakterine<br />
çok yakın. taşraya daha uzak duruyor<br />
şehirli kadın görüntüsüyle.<br />
Bir yönetmen oyuncusundan ne<br />
bekler, karşılıklı nasıl şekillenir o<br />
rol ve yönetme duygusu?
C.E: İlk filmimdi çok büyük tecrübelerim<br />
yoktu. Karakterlerdi<br />
benim için önemli olan. Taşraya<br />
uygun fiziki özellikler. Senaryodan<br />
algıladıkları, senaryoya katacakları<br />
ve beraber nasıl çalışacağımızdı<br />
önemli olan. Bunları yapınca da<br />
zaten benim karakterlerimi<br />
onlarda gördüm. Tartışmayı<br />
severim, Begüm’ün itiraz<br />
ettiği yerler de olabiliyordu.<br />
Tek kişi olarak girmedim<br />
sonuçta bu filme. Bir<br />
ekip vardı ve en doğru<br />
uyumu yakaladık.<br />
B.K: Çok uyumlu<br />
çalıştık, hepimizin<br />
enerjisi tuttu,<br />
ortak payda da<br />
buluştuk.<br />
Oynarken<br />
de, okuma<br />
provası<br />
yaparken de o kolektif anlardan çok<br />
keyif aldık. Ekibin uyumlu olması sete<br />
de yansıdı.<br />
Filmin genel ruhu nasıl, minimal bir<br />
havası var diyebilir miyiz?<br />
C.E: Evet diyebiliriz. Ama yazarken<br />
minimalize etmek kaygısıyla yazmadım.<br />
O hikaye ne gerektiriyorsa onu yaptım.<br />
Kamera, oyunculuklar, ışık, açılar o<br />
yaşamı anlatmak zorundaydı. Köyde<br />
aşırı ışık ve makyaja gerek yoktu.<br />
Durağan bir hayat ve resim. Bundan<br />
sonraki senaryolarda tam tersi olabilir.<br />
O zaman da ona uygun atmosfer<br />
yaratırız.<br />
B.K: Belgesel niteliği taşıyor gibiydi,<br />
hiç makyaj yapmadık. Oradaki<br />
yaşantıya ışık tutan bir film. Sanki<br />
biz iki saat boyunca oradaki ailenin<br />
hayatına tanıklık ediyoruz. Çok yalın ve<br />
naif bir film.<br />
C.E: Yavaşlık kime ve neye göre<br />
değişiyor onunla ilgili bir durum var.<br />
Nuri Bilge sinemasında yavaşlığın bir<br />
anlamı vardır. O kimseyi sıkmaz ve gereksiz<br />
bir tarafı da yoktur. Açı ölçekler<br />
daha yavaş ilerliyor. Mesela ilk 20 dakika<br />
bayağı yavaş çünkü öyle ilerlemesi<br />
gerekiyor. Ama daha sonra olay ve<br />
örgüler daha aktif hale geliyor.<br />
Çekim sürecinde yaşadığın en büyük<br />
zorluk neydi mesela?<br />
B.K: Benim için en büyük zorluk<br />
sıcaktı. Tansiyonlarımızı dengeleyip<br />
çalıştık. Yılanlar vardı, o da zorluktu.<br />
Yılanları nereden temin ettiniz? Türk<br />
sinemasında yılan kullanımı yaygın<br />
olan bir şey değildir…<br />
C:E: Merkezlerden aldık, onların<br />
eğitmenleri vardı. Onların ayrı bir odası<br />
vardı.<br />
B.K: Yemek yiyoruz, yılanlar yedi mi<br />
diye soruyoruz. Caner onlar yedi diyordu.<br />
(Gülüşmeler) Yılanlar her anlamda<br />
vardı yani hayatımızda.<br />
Adana Film Festivali’nde yarışacak…<br />
Adana ilk bir adım oldu. Başka festivaller,<br />
başka yolculuklar da olacaktır…
C.E: Uluslar arası ve Cannes ve<br />
Venedik festivaliydi ilk istediğimiz<br />
ama onlar da istediğimiz şeyi elde<br />
edemedik. Adana’ya zaten göndermek<br />
istiyorduk. Onun anlamı<br />
önceden de vardı. Orada en iyi<br />
belgesel ödülü almıştım. Bu sene<br />
jüri oluştururken falan attığı çok<br />
doğru adımlar var. Kapsamı vs…<br />
Bunu daha da arttırdı. Yılmaz<br />
Güney isminin orada olması da<br />
bunu da etken kılan şeylerden.<br />
Son zamanlarda çekilen filmleri<br />
nasıl buluyorsun, nasıl<br />
değerlendiriyorsun?<br />
C.E: Çok başarılı işler ve onlar da<br />
hak ettiği değeri buluyor zaten festivallerde.<br />
Bizim filmimizin de öyle<br />
bir yanı olduğunu düşünüyorum<br />
açıkçası. Sanatsal bir gaye<br />
olarak derdi ola bir film olduğunu<br />
düşünüyorum. Belli bir jüri var ve<br />
onların hissiyatlarına kalmış bir<br />
durum var, karşılıklı olursa o hissiyat<br />
ödül alırız tabii, olmazsa da<br />
yolumuza devam ederiz.<br />
Kadın oyunculara pek rol<br />
yazılmaz, erkek oyuncular daha<br />
ön plandadır. Bu filmde de biraz<br />
böyle. Senin de hissiyatın bu<br />
yönde midir?<br />
BK: Bu da tartışılır, göreceli bir<br />
durum bu da. Ben de bu filmdeki<br />
performansıma dair daha<br />
fazla sahne isterdim. Şimdi<br />
düşündüğümde kendi filmimiz için<br />
neden ben de aday olmasaydım<br />
diye soruyorum. O kadar şanslı<br />
bir karakter değildi. Sınırlı<br />
olduğunu ben de düşünüyorum.<br />
Ve kadın hikayesi yok gerçekten<br />
de. Daha fazla kadını anlatan<br />
hikaye olmalı. Bu kadın senarist<br />
eksikliğinden de kaynaklı olabilir<br />
mi diye düşünüyorum. Kadın<br />
odaklı filmler isterim yani.<br />
C.E: Kadının yerinin biraz daha<br />
erkeğe göre aşağıda olması,<br />
erkeğin daha fazla iktidarda<br />
olması da bunda etkili. Sinemada<br />
da etkili bu. Bizim filmde gizli bir<br />
kadın karakter rolü var. Herkesin<br />
bir kadın arayışı var. Onların<br />
hayatlarındaki eksiklik kadın<br />
eksikliğinden dolayı idi.<br />
B.K: Bağımsız bir film ve ilk film<br />
olarak bayağı elini taşın altına<br />
koymuş bir proje. Ciddi bir şeye<br />
soyundu Caner. İlk filmiyle 14<br />
film arasına girmek de önemli<br />
bir şey. Bundan sonraki yönünü<br />
merak ediyorum ben aslında.<br />
C.E: Festivalde iyi bir derece<br />
alırsak otomatikman diğer işler<br />
için bir kapı açılmış olacak.<br />
Adım atmış olacağız başka işler<br />
için… Yaşanılan zorlukları aşmış<br />
olacağız. Belki de kendi çabamla<br />
yapmış olduğum bu işten sonra<br />
iyi bir yapımcıyla çalışma imkanı<br />
yakalayacağım. Hepsi güzel<br />
umutlar…
Temmuz sayımızda Serdar<br />
Akbıyık’ın “Yağmuru Bile” filmi<br />
üstüne yazısını okuyup biraz<br />
üzülmeyi göze alarak filme<br />
gitmiş bulununca bu yazıyı yazmak<br />
da farz oldu. Aslında konumuzun<br />
filmle doğrudan ilgisi yok,<br />
yazıya vesile olan, filmde bir dakikadan<br />
az bir süre gördüğümüz<br />
ama beni günlerce etkisinde<br />
bırakan bir kadının bakışı<br />
ZEYNEP USLU<br />
n “Yağmuru Bile”, İspanya’dan Bolivya’ya<br />
giden bir film ekibinin Amerika’nın keşfi-işgali<br />
üstüne bir film çekme serüvenini, yerli halkın<br />
suyun özelleştirilmesine karşı verdiği mücadeleyle<br />
birleştirerek anlatıyor. Filmin içindeki<br />
filmde şöyle bir sahne çekiliyor; asi liderleri,<br />
zincirlenmiş haldeki yerlileri kurtarmaya gelir,<br />
onları çözer, kaçarlarken ihtiyar bir kadın yere<br />
düşer. Kucağında bebeğiyle koşan kızı, düşen<br />
kadını kaldırmaya çalışır ama yapamaz ve<br />
bırakmak zorunda kalır. Yerde öylece oturan<br />
kadın bir gidenlere, bir arkadan azgın köpekleriyle<br />
gelen askerlere bakar. İki yana ayırdığı<br />
siyah saçlarını alır, her bir tarafı özenle düzeltir.<br />
Yüzünde dehşet, korku ya da kin yoktur, kelimelerle<br />
tarif edemeyeceğim ama hepimizin bir<br />
yerde mutlaka tanık olduğu, bu topraklarda görmeye<br />
çok alışık olduğumuz bir bakış vardır. En<br />
çok emektar, yorgun ve mağrur annelerimizin<br />
yüzünde gördüğümüz bakıştı bu. Nasıl olur<br />
da dünyanın bir ucunda bir filmin içinde birkaç<br />
saniye gördüğüm bir kadın, yüreğime bu kadar<br />
dokunabilir, bu kadar derin bir çizik atabilirdi.<br />
Beni iki gün bir çeşit travmaya sokacak<br />
kadar etkileyen bakış, çocukluğumda, TV<br />
ekranlarında bir meydanda oturma eylemi yapan<br />
Cumartesi annelerinin üstüne bırakılan azgın<br />
köpekleri izlerken, anneme attığım kaçamak bakış<br />
kadar canlıydı. Yeniden üzülmeyi göze alarak, bu<br />
bakışın izini sürdüm, çocukları için farklı şekillerde<br />
mücadele eden, her biri birbirinden farklı öykülere<br />
sahip annelerin filmlerini derledim. Zaman ve mekan,<br />
durumlar ve sınıflar değişse de, annelik ortak<br />
paydasında buluşan özveri hikayelerinden sadece<br />
bir kaçı...<br />
İçimdeki Yangın (Incendies) / 2010<br />
Hoşgörüsüzlüğün, savaşın, tahammülsüzlüğün,<br />
kitlesel histerilerin kavurduğu bir yerde en masum<br />
şey bile trajedilere gebedir. Film iki kardeşin annelerinin<br />
vasiyeti üzerine daha önce varlıklarından<br />
bile haberdar olmadıkları babaları ve abilerinin<br />
peşine düşmeleriyle başlıyor. Onları Kanada’dan,<br />
bir Orta Doğu ülkesine sürükleyen bu vasiyet annelerinin<br />
savaş, acı, mücadele, şefkat, pişmanlık<br />
ve koşulsuz sevgiyle örülmüş öteki yaşamına tanık<br />
olmalarını sağlar. Böylesine acımasız bir atmosferin<br />
içinde zalimin ve mazlumun, zorbanın ve<br />
masumun, katilin ve kurbanın nasıl silikleşip iç içe<br />
geçtiğine savaşın kadınları, çocukları, adamları ve<br />
insanı insan yapan değerleri nasıl korkunç bir şeye<br />
dönüştürdüğüne şahit olacaklardır.
ve Jane’le birlikte yeni bir<br />
dünyaya açılırken, Dede,<br />
sabırla oğlunu izleyecek<br />
ve her ihtiyacı olduğunda<br />
yanı başında belirecektir.<br />
Küçük Adam Tate, özel bir<br />
çocuk ve sıradan bir anneye<br />
dair bu içten hikayede<br />
sıradan görünen annenin<br />
sıradışılığıyla bizi etkiliyor.<br />
Azap / 1973<br />
Türkan Şoray’ın, yönetmenliğini yaptığı ve<br />
kucağında yürüyemeyen ve konuşamayan<br />
oğluyla İstanbul’a gelen Elif Ana’yı<br />
canlandırdığı film, yetmişli yılların toplumsal<br />
içerikli filmleri içinde en can yakıcı olanlardan<br />
biridir. Oğlunun iyileşmesi çırpınan anne,<br />
sınıfsal çatışmaların gölgesinde İstanbul’un<br />
acımasız yüzüyle karşılaşacaktır. Parası çalınır,<br />
tacize, hakarete uğrar, yardım istediği herkes<br />
tarafından incitilir ama vazgeçip köyüne dönmez.<br />
Böbreğini vermesi karşılığında oğlu için<br />
gerekli kalp pilini almayı vaad eden zengin iş<br />
adamı son noktadır. Bu acımasız düzende,<br />
Elif’in böbreği bile oğlunu kurtarmaya yetmeyecektir.<br />
Amerika (Amreeka) / 2009<br />
Filistinli Muna, bir bankada<br />
çalışan, boşanmış bir annedir.<br />
Filistin’de gittikçe zorlaşan<br />
hayat, artan kontroller ve en<br />
önemlisi lisedeki oğlunun<br />
geleceği için duyduğu endişe<br />
yüzünden oğluyla birlikte<br />
Amerika’daki akrabalarının<br />
yanına göç etmeye karar<br />
verir. Oysa onları bekleyen<br />
Amerika, her arabı<br />
potansiyel terörist<br />
olarak gören ve<br />
onlara yaşam alanı<br />
bırakmayan bir ülkedir.<br />
Tipik bir ortadoğu<br />
kadını olarak Muna,<br />
sıcak, samimi ve<br />
güçlü yapısıyla<br />
kendi yolunu açmaya<br />
çalışırken, yeni<br />
ortamına ayak uydurmaya<br />
çalışan oğlu<br />
da ırkçı yaşıtlarıyla<br />
baş etmek zorunda<br />
kalacaktır.<br />
Küçük Adam Tate (Little Man Tate) /<br />
1991<br />
Garsonluk yaparak hayatını kazanan<br />
Dede (Judi Foster), 7 yaşındaki dahi<br />
oğlu Fred’le yaşayan bekar bir annedir.<br />
Arkadaş edinemeyen Fred’in<br />
yalnızlığı ve yetenekleri karşısında<br />
çaresiz kalan Dede, dahi çocuklarla<br />
ilgilenen Jane’le iletişim kurar.<br />
Fred, kendisi gibi dahi çocuklar
O da Bir Ana (Some Mother’s Son) /1996<br />
İrlanda’daki savaşı bir annenin gözlerinden<br />
izlediğimiz filmde, üç çocuğuna tek başına bakan<br />
Kathleen, ülkesinin içinde bulunduğu duruma<br />
kayıtsız, sadece çocuklarını beladan uzak tutmaya<br />
çalışan orta sınıfa mensup bir annedir.<br />
İra’yla hareket eden oğlu hapse girince, kendini o<br />
zamana kadar uzak durduğu politik çatışmaların<br />
ortasında bulur. Yine oğlu cezaevinde olan daha<br />
Hırsız (Breaking and Entering) / 2006<br />
Minghella, birbirinden tamamen farklı iki anneyi,<br />
şiirsel bir öyküde buluşturuyor. Aslında sınıfsal<br />
farkların, ekonomik ve sosyal zorlukların, hatta<br />
savaşın ve yıkımın izleri var filmde. Bosnalı Amira<br />
(Juliette Binoche), hırsızlık yapan oğlu Miro, kızıyla<br />
kendine kapalı bir hayat kuran Liv (Robin Wright),<br />
Liv’e ulaşamayan kocası Will (Jude Law), hepsini<br />
birbirine bağlayacak olan Will ve Amira arasındaki<br />
ilişki. Mingela, oğlu için çırpınan bir annenin<br />
sesinden, sevginin insanı daha insancıl kıldığını<br />
kulağımıza fısıldıyor.<br />
politize olmuş başka bir anneyle bazen birlikte<br />
hareket edip bazen çatışırken, açlık grevindeki<br />
çocuklarını kurtarmak için mücadele edeceklerdir.<br />
Anne (Madeo) / 2009<br />
Zihin geriliği olan bir çocuk, kendini ona adamış<br />
bir anne ve yoksuluk. İçine kapanık ve kendince<br />
huzurlu dünyalarında yaşayıp giden bu<br />
sıradışı ana-oğulun hayatı bir cinayetle yerle bir<br />
olur. Cinayetle suçlanan oğlunun masumiyetini<br />
kanıtlamak için dedektifliğe soyunan anne, hikaye<br />
ilerledikçe sevginin aşırı uçlarında masumiyetin,<br />
şiddetin, suçun ve gerçeğin sınırlarının nasıl uçucu<br />
olduğunu bize gösterecektir.<br />
Kız Kardeşimin Hikayesi ( My Sister’s Keeper) /<br />
2009<br />
Kızları lösemi hastası olan Fitzgerald çifti, kızlarına<br />
donör olacak bir bebek (Anna) yaparlar. Anna,<br />
doğduğu andan itibaren ablasının daha uzun<br />
yaşaması için hizmet edecektir. Böbreğini vermesi<br />
gerektiğinde ise, kendini savunmak için ailesine<br />
karşı dava açacaktır. İşini bırakmış, kocasıyla<br />
arasına mesafe koymuş anne Sara, bütün bunlar<br />
olurken kızını hayatta tutmak için çılgınca mücadele<br />
etmektedir. Sara, bir anne için en zor olanı,<br />
sevmenin bazen gitmesine izin vermek olduğunu<br />
bu zorlu sınavda öğrenmek zorunda kalacaktır.
Carol’dan bahsedebilir misin? Nasıl biri ve Hal<br />
Jordan ile ilişkisi nasıl gidiyor?<br />
Film içinde çekici bir karakter ve nadir olarak<br />
bulunan dişi süper kahramanlardan birisi.<br />
Kesinlikle sorunlu bir küçük hanım değil.<br />
Onlar hem rakipler, hem de birbirlerine<br />
sürekli kompliman yapıyorlar. Ryan gibi<br />
zeki, nüktedan biriyle yapılabilecek en<br />
eğlenceli aktivite.<br />
Ryan ile uyumlu bir kimyanız<br />
olduğunu ekibe katılırken anlamış<br />
mıydınız?<br />
Deneme çekimlerinde Ryan<br />
ile beraber rol almak çok<br />
istedim. Ryan ile uyumsuz<br />
olabilecek biri olduğunu<br />
düşünmüyorum. Herkes<br />
onu sever.<br />
Yeşil Fener çizgi<br />
romanını ilk ne zaman<br />
gördün, hakkında ne<br />
düşündün?<br />
Bu filmi duymadan<br />
önce Yeşil Fener<br />
hakkında hiç bir<br />
şey bilmiyordum.<br />
En uzun süren<br />
çizgi roman<br />
serilerinden biri olduğunu ve muhteşem bir<br />
hayran kitlesi bulunduğunu gördüm. Bunlar<br />
samimi hayranlardı ve benim haberim yoktu.<br />
Yeşil Fener, Batman ve Süperman gibi popüler<br />
kültür öğesi değildi. Yeni nesillere bu karakteri<br />
tanıtacağımız için çok heyecanlıyım.
Jordan Green Lantern olmak için çok<br />
kusurlu biri olmasına rağmen ilginç bir<br />
süper kahraman, onun hakkında bilgi<br />
verebilir misin?<br />
O küstah, pervasız, olgunlaşmamış ve<br />
sadece kendisini düşünen biri. Benim<br />
açımdan böyle görünüyor. Başta<br />
bir lanet gibi görünse de bu yüzük<br />
hiç bilmediği bir uzaylı tarafından<br />
kendisine bahşedilen bir hediye.<br />
Bununla ilgili en sevdiğim yan<br />
ise Hal’ı büyümeye ve kendisinden<br />
beklenen yüksek düzeydeki<br />
çağrıya kulak vermeye<br />
zorlaması.<br />
Carol ile olan ilişkisinden ve<br />
senin Blake Lively ile olan<br />
kimyandan bahseder misin?<br />
Aynı sette çalışmak nasıl bir<br />
duygu?<br />
Hal ve Carol’un çok uzun bir<br />
geçmişleri var. Çocukluk arkadaşı<br />
ve ilişkileri boyunca düzenli<br />
olarak çıktılar. Bir dereceye kadar<br />
birbirlerine aşıklar ancak Hal<br />
kendi başına buyruk ve Carol ile<br />
ilişkisini sürdürülemez hale getiriyor.<br />
Ancak filmin içinde bununla<br />
yüzleşip, onunla konuşuyor ve bir<br />
seviyeye kadar uzlaşıyorlar. Blake<br />
ile aramızdaki uyum ise sonradan<br />
kazanılamayacak bir şey, vardır ya da<br />
yoktur. Aramızda ki bu kimya hem ona<br />
hem bana oldukça yardım etti.
Kariyerin de değişik türdeki filmlerde<br />
oynadığın çeşitli roller olmasını nasıl<br />
görüyorsun?<br />
İnanılmaz gelebilir ama sadece kendimi<br />
adayabileceğim bana anlamlı gelen rollerde<br />
oynadım. Şanslıyım ki, çevremde<br />
harika insanlarla çalıştım. Haliyle böyle bir<br />
ortamda yapılan iş harika oluyor. Gossip<br />
Girl’deki ilk yılımdan sonra insanlar ticari<br />
amaçlı bir filmde oynamam gerektiğini<br />
söylediler. Bunun üzerine değişik tuhaf ve<br />
karanlık bir hikayenin işlendiği küçük bir<br />
Rebecca Miller filminde oynadım. Ertesi yıl<br />
insanlar yine aynı şeyleri söylediler ancak<br />
kendimi adayabileceğim hiç bir şey yoktu.<br />
Bunun üzerine kendi karakterimi geliştirme<br />
amacıyla bir aylığına bir seyahate çıktım.<br />
Bu sayede canlandırdığım karakterlere<br />
daha fazlasını katabilecektim. Tam bilmiyorum<br />
ancak oldukça şanslıydım. Bir<br />
haftalık bir seyahat için Tayland’a gittim,<br />
sonrasında üç hafta boyunca Hindistan’da<br />
bulundum oradan Maldivler’e gittim. Bir<br />
aydan biraz fazla sürdü.
Çekimlerden önce bir hazırlık ya<br />
da antrenman yaptınız mı?<br />
Evet çekimlerden önce 6-7<br />
ay boyunca her gün spora gittim.<br />
Uçma sahneleri için havasal<br />
farkındalık dedikleri çalışmayı<br />
denedim. Bu ilginç ve değişik<br />
bir çalışmaydı, işin bir parçası.<br />
Bu tip şeyler aktörlerin çok fazla<br />
dramatikleştirmeyi sevdikleri şeyler<br />
içinde ilk sıralardadır. Ancak böyle bir<br />
filmde hazır olmanız gerekir.<br />
Martin Campbell ne düşünmeniz<br />
gerektiği konusunda size görseller<br />
gösterdi mi?<br />
Alelade bir filmde taslak tahtası güdük<br />
bir eleman olarak kalabilir, ancak böyle<br />
bir filmde tamamıyla dolu olmalıdır. Hemen<br />
her sahnede ne çekeceğimiz ile<br />
ilgili taslakları gördük. Bunun çok fazla<br />
yardımı oldu. Ancak bizim yaptığımız 6-7<br />
ay boyunca mavi ya da yeşil ekranlarda<br />
oynamak oldu bu dünyayı meydana getirenlerse<br />
işinin ehli sanatçılardır.
n Yerli gençlik dizilerinden birkaç ay önce<br />
bahsetmiştik. Hangi yönleriyle eksik, hangi<br />
yönleriyle doğru yolda olduklarını irdelemeye<br />
çalışmıştık. Gelelim bu dizilerin doğru ve<br />
yanlışlarını belirlerken baz aldığımız dizilerin<br />
hangileri olması gerektiğine. Çoğu izleyicinin<br />
zannettiği gibi eli ayağı düzgün gençlik dizilerini<br />
sayarken aklıma ilk gelenler, Gossip Girl,<br />
O.C., Dawson’s Creek falan değil. Gençleri<br />
en iyi anlayan ve en iyi ekrana aktaranların<br />
İngilizler olduğunu düşünmemi sağlayacak bir<br />
sürü mükemmel yapım var. Bunlardan birini<br />
daha önce İngiliz dizilerini işlediğimiz sayıda<br />
yazmıştım. Bir diğer fenomen ise Skins.<br />
Skins’in, başarısının ardından hemen bir Amerikan<br />
versiyonu yapıldı ama İngiliz versiyonundan<br />
daha hafif olmasına rağmen, aşırı cinsellik,<br />
uyuşturucu ve alkol dolu senaryosundan dolayı<br />
Amerikan gençlerinin ahlakını bozacağından<br />
korkulan dizi, baskılar sonucu bir sezon sonra<br />
iptalle yüzleşti. Bir grup liseli genci anlatan dizi,<br />
liseyi bitirdiyseniz ve yaşınız gençlik hikayeleri<br />
için fazla büyükse ilk başta çekici gelmiyor. Lakin<br />
izledikçe kendinizi daha fazlasını isterken buluyorsunuz.<br />
Bu sınır bilmez, parti delisi gençler bir<br />
şekilde esir ediyorlar sizi.<br />
Şimdilik üç jenerasyondan oluşuyor dizi.<br />
Alışılmadık bir tarzı var bu konuda. Amerika’da,<br />
senenin en iyi twistlerinden biri olan Game<br />
of Thrones’da Ned Stark’ın ölüm sahnesi,<br />
“başrol oyuncusu ölür mü hiç?” sorularıyla<br />
tartışıladursun, İngilizler hiç acımadan oyuncu<br />
harcamaya devam ediyorlar. Her jenerasyon bir<br />
grup gencin lisedeki son iki yılını ele alırken,<br />
lise onlar için bittiği anda, dizinin kadrosu da<br />
değişiveriyor. Yeni kasta alışmamız ise birkaç
dakikamızı alıyor sadece. Bu da diziyi çekici<br />
yapan unsurların en başında senaryosunun<br />
geldiğinin kanıtı gibi.<br />
Manüpülatif, kontrol manyağı, popüler ve<br />
yakışıklı Tony, onun en iyi arkadaşı olan,<br />
loser Sid, Tony’nin seksi ve sığ sevgilisi Michelle,<br />
sahsına münhasır, anoreksik Cassie,<br />
öğretmeniyle ilişki yaşayan, fazla zeki<br />
sayılmayan Chris, ünlü bir repçinin kızı olan,<br />
klarnet çalan Jal ve Müslüman Anwar ve gey<br />
Maxxie ilk jenerasyondu. İlk sezonu müthiş bir<br />
sezon finaliyle tamamlayan dizi, ikinci sezonun<br />
son bölümleriyle de izleyiciyi dağıtmayı<br />
başardı.<br />
Liseyi bitiren genç dostlarımızın başına neler<br />
geldiğini öğrenmek için can attığımız üçüncü<br />
sezonun başında karşımıza çıkanlar ise yepyeni<br />
bir ekipti. Tony’nin konuşmayı gereksiz<br />
bulan, hayatı akışına göre yaşayan güzel kız<br />
kardeşi Effy ekipteki tek tanıdık yüzdü. Effy’nin<br />
tek arkadaşı olan kendini işe yaramaz bulan<br />
saf Pandora, Congo’dan yeni gelen ve dejenere<br />
modern dünyaya ayak uydurmaya çalışan<br />
Thomas, kimseyi umursamayan, gördüğü her<br />
kızla yatmaya çalışan Cook, onu toparlamaya<br />
çalışan, olgun Freddie, otistik JJ, biri lezbiyen,<br />
öbürü duyarsız, homofobik, sığ bir kız olan tek<br />
yumurta ikizleri Katie ve Emily, Emily’nin aşık<br />
olduğu kız Naomi ikinci jenerasyonun karakterleriydi.<br />
İlk başlarda daha yeni büyüttüğümüz<br />
gençlerden sonra karşılaştığımız bu çocuklar<br />
biraz rahatsız edici geldi bize. Daha çok<br />
küçüklerdi, son yaşadıklarımız bizi daha fazlasını<br />
istemeye şartlamıştı ve bu ufaklıkların küçük<br />
dramları bizi pek ilgilendirmedi. Ta ki bu jenerasyonun<br />
da bir önceki kadar baştan kaybetmiş
n olduğunu fark edene kadar.<br />
Özellikle sezonun son üç bölümü,<br />
tüm Türkiye’yi göz yaşına<br />
boğan Yaprak Dökümü’nden<br />
bile çok daha ağırdı. Karakterlerimizin<br />
çıkış yolunun<br />
olmadığını, battıkça battıklarını<br />
bize gerçekten hissettiren dizi<br />
hem şaşırttı, hem üzdü, hem<br />
heyecanlandırdı.<br />
Üçüncü jenerasyonun bir sezonu<br />
devirmiş olmasına rağmen aynı<br />
sıcaklığı yakalayamadı. Bu sefer<br />
fazlasıyla izole bir ekibi izliyoruz.<br />
Daha az parti, daha az alkol ve<br />
daha az seks olan bu jenerayonun<br />
gençleriyle geçecek bir<br />
sezonumuz daha var.<br />
Altıncı sezonu 2012 Ocak gibi<br />
başlayacak olan Skins’in diğer<br />
bir güzelliği de müzikleri…<br />
Doğru sahnelerde doğru şarkıları<br />
çalan dizi, özellikle birinci sezonun<br />
sonunda karakterlerin<br />
ağzından dinlediğimiz “Wild<br />
World” ile en güzel dizi şarkıları<br />
sıralamasında oldukça üst<br />
sıralara yerleşti benim gözümde.<br />
Müzikleri kadar, kıyafetleriyle de<br />
dikkat çekiyor dizi. Her karaktere<br />
uygun bir stil belirlenmesi ve bu<br />
stilin iki sezon boyunca bozulmadan<br />
devam etmesi gerçekten<br />
dikkat çekici.<br />
Dizinin yazar grubunun yaş<br />
ortalamasının 21 olması da ayrı<br />
bir konu. Dizinin başarısının<br />
altında yatan unsurların<br />
başında geliyor bu bence.<br />
Skins’i bu kadar içten, bu kadar<br />
çarpıcı yapan, yazarlarının<br />
henüz yaşadıklarını unutup<br />
olgunlaşmamış gençler olması.<br />
Yaşı ne olursa olsun her izleyicinin<br />
bir şeyler bulabileceği<br />
ender gençlik dizilerinden biri<br />
Skins.
Her insanın hayatında büyük bir yer kaplayan, kimi zaman etkisinden<br />
uzun süre kurtulamadığımız, başkalarına anlatmaktan zevk<br />
aldığımız, doğru yorumlayabilmek için çabaladığımız rüyaların<br />
sinemayla ilişkisini hatırlamaya ne dersiniz?<br />
FIRAT SAYICI<br />
n Geçen ay, 2007 yapımı, Jake Paltrow’un<br />
yazıp yönettiği ve başrollerini Martin<br />
Freeman, Penelope Cruz, Gywneth Paltrow,<br />
Simon Pegg ve Danny DeVito’nun<br />
paylaştığı “İyi Geceler” (The Good Night)<br />
filmini yeniden izleme imkanı buldum. Ve<br />
benim hayatımda da bir hayli yeri olan<br />
rüyaların önemini bir kez daha hatırladım.<br />
Psikolojik ve biyolojik olarak hala net bir<br />
şekilde tanımlanamayan, içinde birçok<br />
bilinmeyen barındıran rüya, kimilerine<br />
göre yaşanılanların tekrarı ve hayattan<br />
etkilenmelerden oluşuyor. Kimileri de<br />
gelecekten haberler verdiğine inanıyor.<br />
İçeriği ve mesajları ne olursa olsun,<br />
kuşkusuz her insanın hayatında büyük<br />
önemi olduğu düşünülen rüyanın sinemadaki<br />
yansımalarına bir göz atalım…<br />
Zira sinema tarihindeki birçok filmde en<br />
azından bir rüya görme sahnesi mevcut.<br />
Ancak dosyamızda, rüya olgusunun etkin<br />
bir şekilde rol aldığı filmleri ele alacağız.
İyi Geceler (The Good Night) / 2007<br />
Giriş paragrafında filme emek verenleri<br />
yazdık. Gelelim konusuna…<br />
Her gece<br />
rüyasında esrarengiz<br />
ve güzel bir kadını<br />
gören Gary, bunu bir<br />
saplantı haline getirir ve<br />
hayat arkadaşı Dora ile<br />
yollarını ayırmak zorunda kalır. Rüyasındaki<br />
kadını elde etmek için rüya bilimcisi Mel’in<br />
yardımlarına başvurur. Bir gün, rüyada aşık<br />
olduğu kadını kanlı canlı bir şekilde gerçek<br />
hayatta görünce ortalık iyice karışacaktır.<br />
İnsanoğlunun özendiği bir durum olan rüya<br />
kontrolünü konu alan film, rüyaların insan<br />
hayatını nasıl değiştirebileceği, en azından<br />
nasıl yön verebileceğini kara mizahla<br />
aktarıyor izleyiciye…<br />
Rüya (Bi-Mong) /<br />
2008<br />
Güney Kore’nin<br />
yetiştirdiği ve<br />
şu an Uzakdoğu<br />
sinemasının en<br />
önemli yönetmenlerinden biri olan Kim Ki<br />
Duk’un 2008 yapımı filmi rüya olgusunu alt<br />
metin olarak kullanarak, ilginç bir aşk hikayesi<br />
anlatıyor. Jin adlı genç bir adam rüyasında bir<br />
trafik kazasına neden olmuştur. Uyanıp kazayı<br />
gördüğü yere gittiğinde biraz önce orada benzer<br />
bir kaza olduğunu fark eder. Bir şekilde kazaya<br />
yol açan kişi olan Ran adlı kadınla tanıştığında,<br />
aralarında tuhaf bir bağ olduğunu anlar. Jin<br />
rüya gördüğünde Ran, Jin’in rüyada yaptıklarını<br />
yapmaktadır. Oldukça yaratıcı konusuyla rüya<br />
üstüne fantezi çeşitlemeleri yapan yönetmen bir<br />
çok filminde de rüya sahnelerine yer vermekte.
Rüya Bilmecesi (The<br />
Science of Sleep) /<br />
2006<br />
2004 yapımı “Eternal<br />
Sunshine of the Spotless<br />
Mind” filmiyle<br />
sektöre hızla giren<br />
Michel Gondry’nin<br />
bir sonraki uzun<br />
metrajıydı “Rüya Bilmecesi”.<br />
Utangaç bir<br />
kişiliğe sahip olan Stephane,<br />
Paris’te ufak bir<br />
apartman dairesinde<br />
yaşamaktadır. Yan<br />
dairesine taşınan<br />
Stephanie’ye aşık<br />
olmaya başladığını farkedince duygularını<br />
nasıl kontrol etmesi gerektiğini bilemez. Hayal<br />
dünyası o denli geniştir ki, bir süre sonra<br />
rüyalarındaki olayları kendi amaçları için kullanabilmeyi<br />
başarır. Gerçeklerden duyduğu<br />
tatminsizlikten ötürü, rüyalarında yarattıklarıyla<br />
tatmin olmaya çalışan Stephane için yaşadığı<br />
hayatı algılamak oldukça zorlaşır. Hatırlatalım ki,<br />
Gael Garcia Bernal ve Charlotte Gainsbourg’un<br />
etkileyici kimyalarının da filme büyük katkısı<br />
olmuştu.<br />
Aşkın Gücü (What<br />
Dreams May Come) /<br />
1998<br />
Chris Nielsen ve karısı,<br />
Annie kaçınılmaz<br />
bir şekilde birbirine<br />
bağlanmış olan, birbiri<br />
için yaratılmış bir çifttir.<br />
Bir otomobil kazasında<br />
çocukları öldüğünde<br />
Chris’in tutkusu ve<br />
şefkati Annie’yi yaşama<br />
bağlayan tek şey olarak<br />
kalır. Bir gün Chris<br />
de öldüğünde, acıya<br />
dayanamayan Annie kendi canına kıyar. Sevgilisine<br />
her ne pahasına olursa olsun bağlanmış<br />
olan Chris, Cennet`i terkeder ve karısıyla<br />
birlikte olmak için Cehennem`in derinliklerine<br />
doğru bir yolculuğa başlar. Robin Williams’ın<br />
oyunculuğuyla renklenen film görsel efekt<br />
dalında Oscar da kazanmıştı.<br />
Matrix Serisi / 1999 - 2003<br />
Çoktan sinema klasikleri<br />
arasına girmiş<br />
Matrix’in konusu,<br />
içeriği ve ekibi malumunuz.<br />
Matrix’teki<br />
rüya içeriği ise,<br />
artık makineler<br />
ve bilgisayarlarla<br />
yönetilen dünyada<br />
insanoğlunun kozalarda uyutulması ve<br />
tamamen düş görmeleri idi. Uyuduklarını<br />
ve rüya gördüklerini bilmeyen insanlar,<br />
aslında yaşadıklarını sanıyorlardı. Durumu<br />
çözen ve bu düzene son vermek isteyen bir<br />
grup isyancı, kaçış yolları arıyor ve şaşkın<br />
kurtarıcıları Neo’yu olaya uyandırmak<br />
istiyorlardı. Derin felsefi söylemlere de dayanan<br />
modern klasik Matrix, yaşadığımız dünyada<br />
neyin gerçek, neyin rüya (hayal ürünü)<br />
olduğunu sorgulattırıyordu seyirciye.<br />
Aç Gözlerini (Abre Los Ojos) /1997<br />
Daha sonra Vanilla<br />
Sky olarak<br />
Hollywood’a da<br />
uyarlanan Abre<br />
Los Ojos’un<br />
yönetmeni Alejandro<br />
Amenábar,<br />
başrol<br />
oyuncuları<br />
Eduardo Noriega<br />
ve Penelope<br />
Cruz idi… Bir<br />
kaza sonucu<br />
yüzünü kaybeden<br />
yakışıklı<br />
Cesar, yeni<br />
kız arkadaşı<br />
Sofia’yı elinden<br />
kaçırmak<br />
istemez. İçine girdiği psikolojik durum,<br />
onu rüyalarında karabasanlara doğru<br />
sürükleyecektir. En sık gördüğü rüya<br />
ise, yaşadığı koskoca şehirde yapayalnız<br />
kalmaktır. Filmin sonunda ise seyirciyi büyük<br />
bir sürpriz bekler. Onu da izlememiş olanlar<br />
için açık etmeyelim.
Başlangıç (Inception)<br />
/ 2010<br />
Tıpkı Matrix’te<br />
olduğu gibi<br />
hem sinema<br />
eleştirmenlerini<br />
hem de izleyiciyi<br />
hızla ele geçiren ve<br />
modern klasikler<br />
arasına üst sıradan<br />
girmeyi hak eden<br />
Başlangıç’ı Christopher<br />
Nolan yazdı<br />
ve yönetti. Son<br />
dönem Hollywood<br />
sinemasına taze çıkışlar ve parlak fikirler bulan<br />
Nolan, Başlangıç filmiyle seyirciyi adeta<br />
büyüledi. “Rüya içinde rüya” klişesine, aksiyon,<br />
adrenalin ve de felsefi söylemler katarak<br />
bizleri dize getiren usta yönetmen, rüyanın<br />
katmanlarını adeta bir bilim adamı edasıyla<br />
aktardı. Leonardo Di Caprio, Ken Watanabe,<br />
Joseph Gordon-Levitt ve Marion Cotillard’ın<br />
başarılı performanslarının da hakkını vermeyi<br />
unutmayalım.<br />
Dreamscape / 1984<br />
Gözlerinizi kapatınca<br />
macera başlar! Dennis<br />
Quaid’in başrolünde<br />
oynadığı 1984 yapımı<br />
Dreamescape’in<br />
sloganıdır bu. Hükümetin<br />
gizli bir projesinde,<br />
bazı mekanik<br />
yardımlarla insanların<br />
rüyalarına girilebilmektedir.<br />
Kahramanımız<br />
Alex Gardner, bu konuda<br />
uzmanlaşmıştır.<br />
Ancak rüyaların içine<br />
kabuslar karışınca işler<br />
değişir. Bu örnek de, rüyaların bir anda nasıl<br />
kabusa dönüşebileceğini gösteriyor.<br />
Mulholland Çıkmazı (Mulholland Drive) / 2001<br />
Bu filmi izleyenlerin belki de yarısından çoğu<br />
filmden bir şey anlamasa da, kuşku yok ki bu<br />
yapım sayesinde David Lynch’in kariyeri bir çıta<br />
daha yükseldi. Kimileri (ben de bu gruptayım)<br />
Lynch’in bu filmi aslında dizi yapmak istediğini,<br />
ancak birkaç bölüm çektikten sonra kanalla<br />
anlaşamayınca elindeki görüntüler boşa gitmesin<br />
diye montajlayıp film olarak piyasaya<br />
sürdüğünü söyler (Muhteşem bir pazarlama<br />
harikasıdır). Ucu açık bir final ve seyircinin keyfi<br />
akıl yürütmelerine imkan tanıyan senaryosuyla<br />
döneminde oldukça olay yaratan Mulholland<br />
Çıkmazı, kimilerine göre ise rüya psikanalizinin<br />
uç noktası olarak görülüp yere göğe<br />
sığdırılamaz. Kesin olan tek şey var, o da, Naomi<br />
Watts’ın kariyerini uçuran bir film olduğu…<br />
Elm Sokağı Kabusu Serisi / 1984-2010<br />
Onu seksenli yılların korkulu rüyası olarak<br />
tanımlamak yanlış olmayacaktır sanırız. Bir<br />
hareketle midenizi deşebilecek keskin parmaklara<br />
sahip, baştan ayağa yanık içinde,<br />
rüyalar yoluyla hayatınıza giren, merhametsiz<br />
psikopat Freddy Krueger’dan bahsediyoruz.<br />
Robert Englund’un başarıyla canlandırdığı ve<br />
sinema tarihinin en azılı katiller listesinde ilk<br />
sıraları kimseye kaptırmamış olan Krueger<br />
tarafından öldürülmek istemiyorsanız sakın<br />
uyumayın!
MERVE GENÇ<br />
n AKendine has üslubu ile beyazperdede ayrı bir<br />
yer edinen Onur Ünlü’nün yeni filmi “Celal Tan<br />
ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”nin çekimleri<br />
tamamlandı. Film ilk kez 18. Uluslar arası Adana<br />
Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Yarışma kategorisinde<br />
prömiyerini yapacak…<br />
Filmin adındaki “aşırı” kelimesini görünce filmin<br />
Onur Ünlü imzası taşıdığını anlamak hiç de güç<br />
değil…Çünkü Ünlü; “Polis”, “Güneşin Oğlu” ve<br />
“Beş Şehir” ile tuhaf, absürd, klişeleri tam tersinden<br />
okuyan ve ölümle derdi olan bir senarist ve<br />
yönetmen olduğunu bizlere kanıtladı.<br />
Bu kez önerilen aile tipiyle ilgili derdini beyazperdeye<br />
taşıyan Ünlü’nün oyuncu kadrosu<br />
da oldukça geniş… Ünlü’nün daha önceki<br />
filmlerinde de izlediğimiz Bülent Emin Yarar<br />
ve Tansu Biçer gibi isimlerine yanı sıra filmin<br />
başrollerinde Selçuk Yöntem, Ezgi Mola ve<br />
Türkü Turan yer alıyor…<br />
Sinemada kolay olmayanı yapıp kendi sinema<br />
dilini yaratan, bu film “Onur Ünlü Kafası”nda<br />
tamlamasını bizlere dedirten Ünlü’nün derdi;<br />
“normal değil, anormal olanlar gerçekleşirse ne<br />
olur” sorusunda gizli….<br />
“Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”<br />
Eylül’de Adana Altın Koza Film Festivali’nde ilk
kez beyazperdeye çıkacak ve bir aksilik olmazsa<br />
Kasım’da vizyonda olacak. Filmin İstanbul’da<br />
gerçekleşen son set günlerinden birinde biz de<br />
Celal Tan ve Ailesi’nin Aşırı Acıklı Hikaye’sini<br />
öğrenmeye gittik…<br />
Her zamanki gibi Onur Ünlü kafasını anlamaya<br />
çalıştık ve anladık ki filmi izlemeden bu sefer<br />
nelerle karşılaşacağımızı anlamak pek mümkün<br />
değil…Buyurun şimdi de siz filmi filmin sahiplerinden<br />
öğrenin….<br />
ONUR ÜNLÜ:<br />
Filmde; Ortalama bir Türk ailesinin, ortalama<br />
okumuşluktaki, ortanın ortası ve belirli ölçülerde<br />
muhafazakar bir Türk ailesinin başına hiç<br />
kimsenin başına gelmesini istemeyeceği bir şey<br />
geliyor ve aile de bir arada durmaya çalışıyor.<br />
Fakat bu birlikte duruşu neden sergilediklerini<br />
bilmiyorlar, pek de emin değildirler. Çok da<br />
inanmadan bir arada durmaya devam etmeye<br />
çalışıyorlar. Bu yüzden de aptal durumuna<br />
düşüyorlar, film bunla ilgili diyebilirim. Filmin<br />
ismi “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”.<br />
Filmin isminde belli ölçülerde mizah var ve<br />
bu filmin içinde de devam ediyor. Başa gelen<br />
durumların tuhaflığı belirli bir şiddette gülme<br />
isteğine neden olacak ama bu komedi filmi değil.<br />
Fakat ne yapacağımızı şaşırma filmi diyebiliriz<br />
mesela. Film aslında Eskişehir’de geçiyor,
TÜRKÜ TURAN:<br />
Benim rolüm Özge Nazlı<br />
Tan. Celal Tan’ın çok genç<br />
karısı. Özge çok depresif<br />
bir öğrenciyken intihar<br />
ediyor ve porsuk çayına<br />
atlıyor, Özge’yi Celal Tan<br />
kurtarıyor. Böylece aslında<br />
okuldakı hocalarından biri<br />
olan Celal Tan ile tanışıyorlar<br />
ve evlenmeye karar veriyorlar.<br />
Bu aslında film içinde<br />
görmediğimiz bir hikaye. Bu<br />
hikayeyi sonradan alttan altta<br />
görüyoruz. Bu tanışmanın<br />
ardından aileye giriyor. Özge<br />
sanatçı ruhlu bir karakter,<br />
zaten heykeltıraş. Aslında<br />
neşeli ama Celal Tan’ın<br />
hayatına girdikten sonra<br />
daha neşeli hale gelmiş ve<br />
biraz da gizemli bir karakter.
İstanbul’da evin dekorunu kurduk. Ev sahneleri<br />
dışında tüm çekimler Eskişehir’de gerçekleşti.<br />
Film; Kasım ayında vizyona girecek. Filmin<br />
ismini beğenenler gelirlerse seviniriz.<br />
SELÇUK YÖNTEM:<br />
Ben Celal Tan karakterini canlandırıyorum.<br />
Celal Tan bir hukuk anayasa profesörü ama<br />
bu yalnızca titri. Filmde bu unvan bağlamında<br />
giden pek fazla değişiklik yok. Celal Tan’ın<br />
bir ailesi var ve bu aile içindeki ilişkiler ve bir<br />
olayın dışa yansıması var. Celal Tan’ın titrine<br />
göre davranmasını gerektirmeyecek nedenleri<br />
olduğunu görüyoruz bu filmde. Celal Tan<br />
da böyle kuvvetli, dominant ve egoist bir<br />
karakter. Kendi aile yapısıyla birlikte yaşamı<br />
değerlendiren bir adam. Ailesinde de “kol<br />
kırılır yen içinde kalır” sözüne uygun bir olayın<br />
yansımasını görüyoruz.. Bir aktör için dramatik<br />
yapısı kuvvetli karakterleri oynamak çok zevkli<br />
ve keyiflidir, hedef de hep odur zaten… Bu film<br />
de benim bu şekilde rastladığım senaryolardan<br />
biri. onun için de çok mutluyum Onur’la<br />
çalıştığım için.<br />
EZGİ MOLA:<br />
Canlandırdığım<br />
karakter Jülide 30<br />
yaşlarında, eşini<br />
kaybetmiş, bir oğlu<br />
olan bir kadın.<br />
Coğrafya öğretmeni<br />
aynı zamanda<br />
açıköğretim<br />
kanalında ders<br />
anlatıyor. Enteresan<br />
git - gelleri olan<br />
bir kadın olduğunu<br />
düşünüyorum, bir anı<br />
bir anını tutmaz<br />
bir tip. Aynı zamanda<br />
filmdeki diğer karakterler<br />
gibi sürprizli.<br />
Filmin içinde<br />
etkili bir karakter ve<br />
bu senaryo içinde<br />
olması gereken olay<br />
örgüsünü destekleyen<br />
birçok durumu ve hikayesi<br />
var aslında…<br />
TANSU BİÇER:<br />
Ben Celal Tan’ın oğlu Kamuran Tan’ım. Babasına<br />
ve ablasına göre okumuş bir ailenin okumamış<br />
bir mensubu. Kendini ticarette var etmeye<br />
çalışan ve oradan yolunu bulmaya çalışan biri.<br />
Aile içinde acıklı bir olay gerçekleşiyor. O da<br />
sırdaşlardan biri olarak hayatına devam ediyor.<br />
Filmin ortasında bir karakter çünkü aile<br />
de filmin ortasında. Ailedeki herkes bütün<br />
yaptıkları, gördükleri, görmedikleriyle ve görüp<br />
görmediklerine göre tepkileriyle tamamen filmin<br />
ortasındalar ve tamamen aileyi ilgilendiren bir<br />
durum var. O yüzden de filmin adı “Celal Tan”<br />
değil “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”.<br />
O yüzden de yürüyüp giden, olup biten<br />
bütün olaylar içinde hepsi varlar ve olayların<br />
içinde sürükleniyorlar…<br />
KÖKSAL ENGÜR:<br />
Ben konuk sanatçı sınıfına giren kısa bir role sahibim.<br />
Celal Tan’ın arkadaşıyım, kanser olduğum<br />
için son günlerimi yaşıyorum ve ona sırdaşı<br />
oluyorum…Eğer bu karakter olmazsa film çok<br />
şey kaybediyor çünkü bir sürü şey onların ilişkisi<br />
ve sonuçlarına bağlı. Şunu da belirtmeliyim;<br />
Eskişehir halkı sanata, sinemaya ve televizyona<br />
çok daha meraklı. Yolda hemen hemen herkes<br />
durdurup bizlerle konuşmak istiyordu bu da çok<br />
güzeldi.
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bilimkurgunun en iyi örneklerindendir<br />
Maymunlar Cehennemi. Yazar<br />
Pierre Boulle’in Fransızca “La Planète<br />
des singes” adlı romanından uyarlanan<br />
filmin yönetmenliğini Franklin Schaffner<br />
yapmıştır. Charlton Heston’un<br />
başrolünde oynadığı filmde bilinmedik<br />
bir gezegene gelen astronotlar büyük<br />
bir sürprizle karşılaşırlar. Maymunlar<br />
bu gezegende yönetimi ele geçirmiştir.<br />
İnsanlar ise vahşi hayvanlar gibi avlanır<br />
veya tutsak edilir. Charlton Heston’un<br />
canlandırdığı Taylor yakalanır. Maymunlar<br />
bu yeni esirlerinin diğerlerinden<br />
farklı olduğunu anlarlar. Bu onları korkutur.<br />
Diğer arkadaşlarını bulmak ve<br />
esaretten kurtulmak isteyen Taylor, çıkan<br />
bir kargaşayı fırsat bilip güzel Nova’yla<br />
birlikte kaçmayı başarır. Ancak kaçışı ve<br />
arayışı, onu çok şaşırtıcı cevaplarla ve<br />
acı bir gerçekle yüzleştirecektir. Filmin<br />
finali bu yapıtı unutulmazlar arasına<br />
sokmuştur. Çünkü kaçan Taylor ile Nova<br />
sahile geldiklerinde çok büyük bir sürpriz<br />
ile karşılaşırlar. Yıkılmış dev bir heykelin<br />
eli sudan dışarı çıkmıştır. Elinde özgürlük<br />
meşalesi vardır. Gezegen aslında<br />
dünyadır. Film o kadar sevildi ki 1970 –<br />
73 arasında dört devam filmi çekildi. Bu<br />
yetmedi 2001 yılında Tim Burton gibi çok<br />
önemli bir isim Maymunlar Gezegeni diye<br />
bir film daha çekti. Açıkçası Burton’un<br />
en kötü filmlerindendi. Maymunlar Cehennemi<br />
hayranları ve Burton fanatiklerini<br />
hayalkırıklığına uğratan bir yapımdı. Yıl<br />
2011 ve Maymunlar Cehennemi Başlangıç<br />
vizyona girdi. Rupert Wyatt’ın yönettiği<br />
film, yönetmenin kariyerinin en iyi filmi<br />
olduğu gibi Maymunlar Cehennemi<br />
serisine de değişik ve iyi bir enerji ka-
tan bir yapım. Günümüzde herkes birbirini<br />
sömürüyor. Bu sömürüler bir şekilde<br />
patlak veriyor. Kapitalizmin antitezi komünizm<br />
yenilgiye uğrayınca ezilenlerin<br />
elinde teorisi olmayan ve moralsiz bir<br />
isyan etme hali kalıyor. Maymunlar Cehennemi<br />
Başlangıç, devrime moral veren<br />
bir uyarlama. Yüzüklerin Efendisi’nde<br />
Gollum’u canlandıran Andy Sarkis bu<br />
filmde devrimin lideri Sezar adlı maymunu<br />
oynuyor. Filmin başrolünde oynayan<br />
James Franco ve onun sevgilisini<br />
canlandıran Freida Pinto çok başarılı.<br />
Pinto’yu Slumdog Millionaire’deki Latika<br />
karakteri olarak hatırlayabilirsiniz. “Motion<br />
capture” (performans yakalama) tekniğini<br />
ile çekilen filmin etkileyiciliği inanılmaz.<br />
Tabii bizi bu tekniğin başarısından daha<br />
çok yönetmenin ve senaryo yazarlarının<br />
günümüzün sömürü düzeninden yararlanarak<br />
filmin öyküsünü temellendirmesi<br />
etkiledi. İnsanlar maymunları laboratuvarlarda<br />
deney hayvanı olarak kullanıyor.<br />
Hayvanat bahçelerinde demir çubukların<br />
arkasına tıkıyorlar. Yuvalarından anne<br />
babalarını vurarak kaçırıyor ve hayvan<br />
pazarlarında satıyorlar. Bu filmde<br />
görünen insanın hayvana yaptığı eziyet.<br />
Ama insan bunun dışında böyle<br />
davranarak aslında kendine de yazık<br />
ediyor. Doymak bilmez hırsı ve kendisinden<br />
başka hiç bir değeri düşünmemesi<br />
yaşadığı gezegeni de mahvediyor. Bu<br />
gidişat belki filmdeki gibi bir maymunun<br />
isyan etmesi ile son bulmayacak<br />
ama insanoğlunun bu gidişle dünyadaki<br />
varlığının sona ereceği kesin. Filmin alt<br />
metnine nereden baktığınız çok önemli.<br />
Ben filmin bütününü seyrettiğimde<br />
yaşadığı gezegeni yok eden, kendinden<br />
başka hiç birşeye önem vermeyen hatta<br />
kendini bile önemsemeyen insanoğlunun<br />
dramını görüyorum. Ama birşey daha<br />
var ki o biraz olsun ümit veriyor. İnsanın<br />
içinde her türlü zayıflığa ve yetersizliğe<br />
rağmen isyan etme ve başkaldırma duygusu<br />
var. İyiliğe ve doğruya ulaşmak<br />
için kendini kurban edebilen yaratıklarız.<br />
Hem şeytanız hem melek. Ben melek<br />
tarafımıza güvenmek istiyorum.
Hazır sıcaklar devam ederken, ayaklar denizlere uzanmışken ve<br />
Shark Night 3D vizyona girerken biz de denizlerde geçen vahşet<br />
filmlerine göz atalım dedik… Deniz canlıları ortalığı kana bularken<br />
insanoğlu da boş durmuyor, onları harekete geçiriyor, yok ediyor,<br />
vurup kırıyor… Sonuçta ortaya epey kanlı filmler çıkıyor!<br />
BANU BOZDEMİR<br />
Shark Night 3D<br />
Piranha efsanesini bikinili<br />
kızlarla dolu kanlı bir<br />
eğlenceyle köpekbalıklarına<br />
uyarlayan David R. Ellis’in<br />
yönettiği Shark Night 3D,<br />
kadrosunda Sara Paxton,<br />
Dustin Milligan, Chris Carmack,<br />
Joel David Moore,<br />
Chris Zylka ve Katharine<br />
McPhee’yi barındırıyor.<br />
Güneşin ve suyun tadını<br />
çıkarmak için hafta sonu tatili<br />
için Louisiana Gölü’ne giden<br />
bir grup arkadaşın gölün tuzlu<br />
sularında yaşayan köpek<br />
balıklarını fark etmeleri uzun<br />
sürmeyecektir. Fakat köpek<br />
balıkları tarafından saldırıya<br />
uğrayan arkadaşlarını bir an<br />
önce hastaneye ulaştırmaları<br />
ve bunun için de altlarındaki<br />
yüzlerce köpek balığından<br />
kaçmaları gerekiyordur...<br />
Denizde Dehşet / Shark Attack<br />
Yaşanan depremden sonra Kalifornia<br />
büyük tehlike altındadır.<br />
Tsunami dalgaları şehri tehdit<br />
etmektedir.Ancak dalgalarla<br />
gelen baska bir tehlike daha<br />
vardır.Devasa büyüklükteki aç<br />
köpekbalıkları. Meksika sahillerinin<br />
adeta ölüm makinesi<br />
olan köpek balıklarının atası<br />
olarak bilinen bir yaratıktır adı<br />
ise Megalodon’dur. Su üstüne<br />
çıkan dehşet 24 milyon yıl<br />
önceden kalma, 20 tonluk bir<br />
ölüm makinesi olan Megalodon<br />
Meksikada ölüm saçmaya<br />
ve etrafındaki insanların tedirgin<br />
etmeye devam etmektedir.Giderek<br />
artan saldırıları<br />
araştıran Nick geçmişten gelen<br />
bu canavarı durdurmak için<br />
mücadeleye başlatır. Film seri<br />
olmuştur…<br />
Jaws: Denizin Dişleri<br />
Küçük bir sahil kasabasının tek<br />
geçim kaynağı yaz ayları boyunca<br />
kasabaya tatil yapmaya gelen<br />
turistlerin bıraktığı paradır. Bu<br />
kasabanın belediye reisi kasaba<br />
sahilinde bir kızın köpekbalığı<br />
tarafından öldürülmesini örtbas<br />
etmeye çalışır ama küçük bir<br />
çocuk herkesin gözü önünde<br />
köpekbalığı tarafından öldürül-
öldürülünce balığı yakalayana ödül verileceği<br />
açıklanır ve büyük bir köpekbalığı yakalanınca<br />
da herkes rahat bir nefes alır. Şerifin yardıma<br />
çağırdığı uzman yakalanan köpekbalığının<br />
aradıkları balık olmadığını söylese de kimse ona<br />
inanmaz. Onun sözünü dinleyen şerif ile balığın<br />
peşin gitmeye karar verirler ve bir köpekbalığı<br />
avcısı ile yola çıkarlar. 1975 yapımı film denizden<br />
gelen vahşet filmleri içinde ilk akla gelen<br />
filmlerden birisidir.<br />
Katil Balina Orca<br />
Konu, dönemin diğer korku<br />
filmlerinde olduğu gibi,<br />
alabildiğine yalındır: Kaptan<br />
Nolan adlı denizci ‘orca’<br />
olarak bilinen balinalardan<br />
birini yavrusuyla birlikte avlar.<br />
‘Orca’lar, tek eşli memelilerdir<br />
ve ailesini kaybetmiş<br />
olan diğer balina, Nolan’dan intikam almak<br />
adına bilinçli biçimde onun yaşadığı balıkçı<br />
köyünün sahillerinde terör estirir. Köy sakinleri,<br />
açık tehlikeye son vermek için ‘orca’nın<br />
öldürülmesi gerektiğinde hemfikir olmuştur.<br />
Nolan, baskılara dayanmaz ve Rachel adlı deniz<br />
biyologu ve bir kızlıderili balina avcısı ile birlikte<br />
intikamcı balinanın peşisıra sefere çıkar. Filmin<br />
ne VHS ne de DVD edisyonu yok; sinemada<br />
tekrardan vizyona girecek türden bir yapım<br />
olmadığı için de, tek şans onu televizyonda izlemek...<br />
Piranha 3D<br />
Her yıl Bahar Tatili’nde<br />
Victoria Gölü’nün nüfusu<br />
5,000’den 50,000’e fırlar.<br />
Kasaba güneşlenmek,<br />
eğlenmek ve bol bol içki<br />
içmek isteyen insanların<br />
akınına uğrar. Ama bu yıl,<br />
bu küçük kasabada, kasaba<br />
yerlilerinin sarhoşlarla ilgili<br />
şikâyetlerinin yanına bir yenisi daha eklenecek.<br />
Yeni bir dehşet dalgası Victoria Gölü’nde açığa<br />
çıkmak üzere. Gölde insan yiyen balıkların<br />
ortaya çıkmasından sonra bir grup yabancı,<br />
bölgenin keskin dişli yeni sakinlerine balık yemi<br />
olmamak için bir araya gelecek ve dehşet saçan<br />
canavarlara karşı işbirliği yapacaklardır. Filmin<br />
1972 tarihli orijinal versiyonu da bulunuyor.<br />
Barraküda / Barracuda<br />
1978 yapımı, Harry<br />
Kerwin’in yönettiği<br />
Barraküda’da küçük bir<br />
Florida yerleşim biriminde,<br />
deniz kenarındaki<br />
bir kimyevi madde<br />
fabrikası, atıklarını denize<br />
boşaltmakta sakınca<br />
görmemektedir. Kimyasal<br />
atıklar balıkları<br />
canavarlaştırır. Özellikle<br />
de Barraküdalar daha da irileşir ve denizi kocaman<br />
bir kan gölü haline getirirler. Yerel üniversiteden<br />
bir ekoloji uzmanı, bölge şerifi ve bu<br />
küçük kasabanın yerel gazetesinden bir muhabir,<br />
olayın ardındaki gizemi, suyun dibindeki<br />
gariplikleri araştırmak için işbirliği yapmaya<br />
karar verirler. Çok geçmeden anlarlar ki, her<br />
şey, hükümetin desteklediği bir projenin ‘Lucifer<br />
Projesi’nin bir parçasıdır. Hükümet, CIA, ya<br />
da bu projeyle ilgili birimin ajanlarını gönderir<br />
ve durumun farkına varan herkesi öldürtmeye<br />
başlar. Suyun dışında da her yer kan içinde<br />
kalmıştır. Yeşilbarış / Greenpeace örgütü devreye<br />
girer ve bölge sularında kimyasal kirlilik<br />
bulunduğunu her yere duyurur. Bunun üzerine<br />
ajanlar bir anda ortadan yok olurlar. Proje<br />
deşifre olmuştur. Bu tarzın klişelerini kullanmakta<br />
zerre kadar sakınca görmeyen bir ‘B’ filmi<br />
örneği.<br />
Denizde Vahşet / Monster /Humanoisd from the<br />
Deep<br />
1980’de, Roger Corman’ın yapımcılığında,<br />
Barbara Peeters tarafından çekilen Denizde<br />
Vahşet balıkçılıkla geçimini sağlayan küçük<br />
bir Amerikan sahil kasabasında geçmektedir.<br />
Her zamanki gibi balıkçılar erkenden işbaşı<br />
yapmışlardır. Bir süre sonra ağlardan birine iri<br />
bir şey takılır. Ne olduğunu anlamak için bakarlarken,<br />
teknede bulunan küçük bir çocuk denize<br />
düşer. Birden deniz kana boyanır. Ağa takılan<br />
her neyse, çocuğun ölümüne neden olmuştur.<br />
Balıkçılar birbirlerini suçlarlar. Oysa gerçek<br />
çok daha başkadır ve kasabayı ciddi bir şekilde<br />
tehdit etmeye başlamıştır. Çok geçmeden<br />
ortalıkta parçalanmış kanlı cesetler bulunmaya<br />
başlanır. Yarı balık görünümlü amfibik yaratıklar<br />
kasabadaki genç kadınları kaçırmakta, uygun<br />
olanlarla çiftleşmekte, uygun olmayanları ve<br />
erkekleri ise öldürmektedirler. Bir çok kadın
u yaratıklar tarafından hamile bırakılır. Deniz<br />
canlılarının biyolojik yapılarını ve evrimlerini<br />
araştıran bir bilimkadını (Ann Turkel) olayları<br />
araştırmak için kasabaya gelir. Kasaba sakinlerinden<br />
biri (Doug McClure) ona yardım etmeyi<br />
kabul eder. Yaratıklar üzerlerinde deneyler<br />
yapılan, biyolojik yapılarına insan geni aşılanan<br />
somon balıklarından türemişlerdir. Olaylar<br />
tam da kasabanın ‘Yıllık Geleneksel Balık Festivali’<br />
kutlamalarına denk gelmiştir. Festival<br />
eğlenceleri başladığında, yaratıklar topluca<br />
denizden çıkıp, etrafa saldırmaya, ortalığı cehenneme<br />
çevirmeye başlarlar…<br />
Nehrin Dişleri: Timsah / Rouge<br />
Amerikalı bir gezi yazarı<br />
olan Pete, Avustralya’nın<br />
kuzeyi hakkında bir yazı<br />
hazırlamaktadır. Çıktığı<br />
nehir turu keyifli bir yolculukken,<br />
bölgede yaşayan<br />
timsahlardan birinin<br />
saldırısına uğramaları ile<br />
kabusa dönüşür. Tekneleri<br />
batan grup, küçük bir kara<br />
parçasına sığınır. Ancak<br />
nehrin suları gün batımı ile<br />
yükselmeye başlar. Timsah, sandıklarından çok<br />
büyüktür. 1979 yılında, Avustralya’da balıkçı<br />
teknelerine saldıran bir timsahın gerçek hikayesinden<br />
etkilenerek senaryoyu oluşturan<br />
Yönetmen Greg McLean’ın, Avustralya’nın<br />
Jaws’ı olarak değerlendirdiği film, hem gerilim<br />
dolu, hem sürükleyici hem de korkunç...<br />
Yaratık / The Host<br />
Seul’u ikiye ayıran Han<br />
nehri korkunç bir faciaya<br />
gebedir. Amerikan ordusunun<br />
bir kaç sene önce<br />
gizlice boşalttığı kimyasal<br />
atıklar, nehirde korkunç<br />
bir yaratığın üremesine<br />
neden olmuştur. Nehir<br />
kenarında piknik yapmak<br />
için toplanmış şehir sakinleri<br />
suların arasından ansızın yükselen devasal<br />
bir yaratık görürler. Bir kaç saniye içinde ortalığı<br />
savaş alanına çeviren canavar tekrar sulara gömülmeden<br />
önce ardında yüzlerce ölü bırakır. Ancak<br />
yaratık ile ilgili korkunç gerçek ancak bir<br />
kaç gün sonra fark edilir. Hükümet yaratığın<br />
insanlara korkunç bir virüs bulaştırdığından<br />
şüphelenmektedir.<br />
Deniz Canavarı / Sea<br />
Beast<br />
Denizde çıkan bir<br />
fırtınada balıkçı teknesi<br />
dalgalara karışarak batar<br />
fakat batış sebebi ne dalga<br />
ne de çıkan fırtınadır.<br />
Kaptan Will McKenna<br />
kasabaya davetsiz gelen<br />
yaratıklarla başa çıkmak<br />
zorundadır tabii başına<br />
gelen belaya doğa ana<br />
tarafından gönderilen<br />
fırtına ile işler daha da zorlaşır. Balık azalınca<br />
biyolog Arden olası nedenleri araştırmaya<br />
başlıyor. Bu arada bir grup arkadaş adaya<br />
tatile gelir ve Drew yırtıcı bir deniz hayvanı<br />
tarafından öldürülür. Ve parçaları arkadaşları<br />
tarafından bulunur. Sonrasında olaylar<br />
çığırından çıkar ve bu yaratıklarla insanlar<br />
arasında bir mücadele başlar!<br />
Koy / The Cove<br />
(Bu belgesel buraya<br />
insanların hayvanlara<br />
yaptıkları işkence bilinsin<br />
diye konuldu)<br />
Oscar’ın yanı sıra<br />
dünyanın dört bir<br />
yanında katıldığı festivallerden<br />
ödülle dönen<br />
Louise Psihoyos’un<br />
yönettiği belgesel film,<br />
Japonya’daki Taiji’de<br />
bulunan uzak ve saklı<br />
bir koyun kanlı iç yüzünü anlatmasının<br />
yanında, ölümcül bir sırra da ışık tutuyor.<br />
Bu koyda yatan gerçekler ve dünyanın<br />
okyanuslarının yürek burkan yardım çağrısı,<br />
belgeseli sürükleyici bir macera ve gerilime<br />
dönüştürüyor. 2010 yılında, en iyi belgesel film<br />
dalında Oscar ödülü kazanan ‘Koy’ belgeselinin<br />
ekibi, eylemci, sinemacı ve dalgıçlardan<br />
oluşan bir ekip. Belgesel hazırlanırken yapay<br />
kayalara yerleştirilen gizli mikrofonlar ve kameralar<br />
kullanıldı.
n 80′lerin başında ABD’de, tam bir bilim kurgu ve<br />
İlkel çağ fantastiği rüzgarı esiyordu. Çoktan unutuldu<br />
sanılan ucuz “Flash Gordon” seriyalleri ve<br />
İtalyan “swords&sandal” filmleri, 50′ler de yapılan<br />
seleflerinin aksine kocaman bütçeler ve Reagan<br />
yönetiminin desteklediği “yeni sağ” fikrini halka<br />
ittiren senaryolar ile izleyiciye sunuluyor, “Star<br />
Wars” ya da “E.T” gibi filmler gişe rekorlarını alt üst<br />
ediyordu. O yıllarda ABD’li her çocuk, bir kılıçla<br />
savaşmak ve Conan veya Luke Skywalker gibi bir<br />
kahraman olduğunu hayal etmekte idi.<br />
Bu dönem, Amerikan bilim-kurgusunun kısa bir<br />
Rönesansı gibidir. Böyle bir zamanda eğer siz de<br />
senarist Stanford Sherman olsanız gişe geliri yüksek,<br />
popüler ne yapabilirdiniz? Hiç uğraşmaz, “nasıl<br />
olsa tutuyor” diyerek tür metinlerinin bir karışımını<br />
yazar, cafcaflı bir afiş ve boyundan büyük laflarla<br />
seyirciye pompalar ve işin sonunda dolarlarınızı<br />
sayarak Hollywood manzarasında kaybolursunuz.<br />
O yılın asıl büyük gişe filmi “Buz korsanları”ydı.<br />
Fakat sanılanın aksine gişe de çöken bu filmin<br />
en büyük hatası 80′lerin Hallmark dramalarından<br />
fırlamış karizmadan yoksun Steve Gutenberg’i<br />
yıldız yapmak iddiası idi! Mad Max’a öykünen ama<br />
Mel Gibson’un karizmasından yoksun olan bu<br />
ilginç post apokaliptik , artık tür meraklıları dışında<br />
kimse tarafından hatırlanmamakta… Bu çılgın<br />
fantazya ve bilim-kurgu rüzgarı eserken, “Fantastik
olsun çamurdan olsun!” diyerek neredeyse yapılan<br />
herşeyi tüketmek isteyen izleyiciye yeni bir çerez<br />
sunuldu: KRULL!<br />
Krull’un başrollerinde tek kanallı dönemde<br />
yayınlanan Marco Polo dizisinden hatırlayacağımız<br />
Ken Marshall ve ileride cici kız imajını yıkıp ingiliz<br />
leydisi rollerinden kurtulabilmek için playboy’a poz<br />
verecek Lysette Anthony oynamakta idi.<br />
Krull gezegeni Slayer denen askerlerin oluşturduğu<br />
yenilmez bir ordunun işgali altındadır. yıllardır savaş<br />
halinde olan iki krallık güçlerini birleştirip slayerlara<br />
karşı koyabilmek amacıyla barış yapar ve bunu<br />
sağlamlaştırabilmek için prenses Lyssa ve diğer<br />
krallığın prensi Colwyn’i evlendirmek isterler. Tören<br />
sırasında yapılan saldırıda Colwyn yaralanır, iki<br />
kral öldürülür ve Lyssa kaçırılır. olayı izleyen sabah<br />
Colwyn, Ynyr isimli bir bilge tarafından bulunur ve<br />
Slayerları yenip gelinini kurtarabilmek için sihirli<br />
güçleri olan 5 bıçaklı yıldız şeklindeki efsanevi<br />
silahı aramaya yollanır. Bu yolculuk sırasında pek<br />
çok yandaş edinecek olan Colwyn kara kulede<br />
düşmanıyla yüzleşme fırsatı bulacaktır. Kendini<br />
istediği hayvana dönüştürebilen Ergo, eşkıya<br />
Torquil ve arkadaşları, yaşlı medyum, tepegöz Rell<br />
Colwyn ve Ynyr’in kara kule yolunda karşılaşacakları<br />
renkli kişiliklerden sadece bazılarıdır.<br />
Bu kadar eciş bücüş fantastik yaratığın gözüktüğü<br />
filmde benim en çok ilgimi çeken yaratıklarsa Slayerlar,<br />
tepegöz Rell ve Firemare isimli atlar oldu. Slayerlar<br />
tamamen siyah (kale içinde beyaz) giyinmiş<br />
kafaları bowling topuna benzeyen ve öldüklerinde<br />
içlerinden fırlayıp toprağın derinliklerine kaçan<br />
İstakoz benzeri bir yaratığın bulunduğu askerlerdir.<br />
Kılıç ve laser kullanırlar. Rell bir tepegözdür.<br />
Onun ırkı geleceği görebilmek için tek gözlerini feda<br />
etmiştir, yine de görebildikleri tek gelecek kendi<br />
ölümleridir. Ne zaman ne şekilde öleceğini bilmenin<br />
verdiği üzüntüyle yaşayan melankolik bir yaratıktır<br />
Rell. Bu kaderi değiştirmeye kalkan tepegözleri<br />
sonsuz bir acının beklediğinin de bilincindedir.<br />
Firemare’lar ise gezegenin en hızlı atlarıdır. uçabilirler.<br />
İsimlerini koşarken ayaklarından çıkan alevlerden<br />
alırlar. Kahramanlarımız kara kuleye gidebilmek<br />
için bu atların gücüne ihtiyaç duyar çünkü kara kule<br />
her gün doğumunda kaybolur ve ülkenin bambaşka<br />
bir yerinde belirir ve bir sonraki gün nerede<br />
olacağını ise hiç kimse bilemez. Film boyunca gerçekten<br />
de yüzüklerin efendisini farklı bir boyutla<br />
izliyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Kendine<br />
has özelliği olan yaklaşık 10-11 kişinin yolculuğa<br />
çıkması, uzun beyaz saçlı ve sakallı kör kahinin onlara<br />
yardımcı olması, kara kule, şeytanın askerleri,<br />
ayaklarından ateş çıkan uçabilen atlar vs….<br />
Krul hakında pek çok şey duymuş ama izlememiş<br />
birinin ilk içgüdüsü, Krull’a hayranlıkla yaklaşmaktır.<br />
film açıkça basit bir fantezi (FRP) oyunu olmayı ister,<br />
fakat aynı zamanda görsel olarak standartları yüksek<br />
tutmak… Bu iyi niyetli yaklaşıma rağmen problem,<br />
kötü bir metnin ve sıkılmış aktörlerin, yeteneklerinden<br />
faydalanmadan oradan oraya, macera<br />
yaşıyormuş gibi başıboş dolaşmalarıdır. “Senin hayal<br />
gücünün ötesinde bir dünya” gibi fiyakalı bir etiketle<br />
pazarlanan filmde aslında iki saat boyunca perdeye<br />
gelen görsellerin dışında gerçek bir duygu, keder,<br />
elem, ıstırap, neşe vs. yoktur. Film için harcadığınız<br />
iki saatin sonunda Krull’u yılarca hayalgücünüzü<br />
besleyen bir film olarak affetmek istersiniz ama bu<br />
onun sonra pek çok örneği çekilecek boş ve aptal bir<br />
görsel şölen olduğu ve Star Wars’ın yada Conan’ın<br />
aksine vaat ettiği hiç bir şeyi başaramadığı gerçeğini<br />
değiştirmez.
Ahmet Ümit’in Bir Ses<br />
Böler Geceyi<br />
romanı Ersan<br />
Arsever tarafından<br />
filme uyarlanıyor.<br />
Yönetmen filmim<br />
festivallere katılmasa<br />
da 70 milyonun bu<br />
filmi seyretmesi daha<br />
önemli dedi...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Ahmet Ümit’in Sis Ve Gece’den sonra bir<br />
romanı daha sinemaya uyarlanıyor. Bir Ses Böler<br />
Geceyi adlı romanı yönetmen ve senarist Ersan<br />
Arseven filme çekiyor. Cem Davran, Merve<br />
Dizdar’ın başrolde oynadığı filmde Ali Sürmeli,<br />
Gün Koper, İpek Tenolcay, Rıza Akın gibi önemli<br />
isimler kadroyu oluşturuyor. Tokat Zile ve çevre<br />
köylerinde üç haftalık çekimden sonra İstanbul’a<br />
gelen film ekibi Beykoz Sümerbank tesislerinin<br />
olduğu bölgede set kurdu. Beykoz’daki sette<br />
bizi misafir eden yönetmen Ersan Arsever, yazar<br />
Ahmet Ümit, oyuncular Cem Davran, Merve Dizdar<br />
ve Ali Sürmeli sorularımızı cevapladı. Ahmet Ümit<br />
uzun zamandır Bir Ses Böler Geceyi romanını<br />
kendisinin sinemalaştırmayı düşündüğünü çünkü<br />
otobiyografik çünkü otobiyografik yönleri yönleri olduğunu olduğunu söyledi. söyledi. Özellikle<br />
hikayenin Özellikle hikayenin kahramanı kahramanı Cem Davran’ın Cem Davran’ın canlandırdığı<br />
Süha canlandırdığı karakterini Süha kendisinden karakterini yola kendisinden çıkarak<br />
yazdığını yola çıkarak ve eşiyle yazdığını tanışma ve eşiyle sahnesinin tanışma birebir sahnesinin<br />
yaşadıkları birebir kendi olduğunu yaşadıkları anlattı. olduğunu kendi anlattı.
Filmde bir alevi gencin yaşadıklarıyla üniversite<br />
araştırma görevlisinin geçirdiği trafik kazası mlistik<br />
bir hikayeye dönüşür. Birbirine karışan hayatlar<br />
Türkiye’nin yakın tarihini, 12 Eylül darbesini<br />
öncesi ve sonrasıyla beyazperdeye taşıyacak.<br />
Ümit’e kendisinin çekmek istediği böylesi özel<br />
bir romanı Niye yönetmen Ersan Arseven’e teslim<br />
ettiğini sorduğumuzda, “Arseven beni aradı.<br />
Buluşmak istedi. Buluştuk ve konuştuk. Gördüm<br />
ki romanın anlatmak istediklerini kavramış. Ona<br />
teslim ettim romanı ve şimdi çok mutluyum”<br />
dedi. Ersan Arseven ise “Ahmet Ümit’in daha<br />
önce de romanlarını okumuştum ama bu kitap<br />
elime geçtiğinde kafamdan vurulmuşa döndüm.<br />
Bu yaştan sonra yaşadıklarımı ve içimdekileri<br />
toplamak üretmek istiyordum. Ümit’in romanı<br />
bütün bunları içeriyordu. Şok geçirdim. Benim<br />
ailem beş nesil önce Çorum’dan göç eden Alevi<br />
bir aile. Artık Türkiye çok değişti. Ama kısa<br />
bir zamanda değişti. Yaşananları hatırlamak<br />
ve irdelemek lazım” diye sözlerini sürdürdü.
Kitabı seçmesinin bir nedeninin de Türkiye’de<br />
iyi senarist azlığı olduğunu söyleyen Arseven<br />
bu sıkıntının aslında yurtdışında da yaşandığını<br />
söyledi. Filmde Görgü Cemi gibi önemli ritüellerin<br />
işlendiğini, Aleviler için çok anlamlı olan<br />
bu tür ritüellerin filmde olmasının önemine<br />
değindi. Yılda bir kez yapılan ve küs olanların,<br />
anlaşmazlık yaşayanların barıştırıldığı hayatın<br />
anlamının sevgi ve anlayış üzerine kurulu<br />
olduğunu temsil eden bu ayinin Aleviliğin ruhunu<br />
yahsıttığını söyledi. Arseven Türkiye’de<br />
artık ne Sünniler’in Sünniliğe ne de Aleviler’in<br />
Aleviliğe tam anlamıyla hakim olduğunu belirtti.<br />
Onun için bu filmin öneminin bir kat daha<br />
arttığını sözlerine ekledi. Filmin başrol oyuncusu<br />
Cem Davran ise böyle bir projeyi beklediğini,<br />
içine doğduğu için gelen birçok teklifi geri<br />
çevirdiğini, Bir Ses Böler Geceyi senaryosunu<br />
ve romanını okuduğunda aradığı çalışmanın bu<br />
olduğunu anladığını söyledi. Özellikle Tokat’ın<br />
köylerindeki çekimlerde çok zorlandığını anlatan<br />
ünlü oyuncu Tokat’ın kırsal bölümünde<br />
bulunan kenelerden çok çekindiklerini kene<br />
koruyucu bilezik taktıklarını, ilaç kullandıklarını<br />
anlattı. Yine de set ekibinden bazılarına kene<br />
yapıştığını belirten Davran birçok hastalık<br />
yüzünden hastaneye taşındıklarını söyledi.<br />
Belirli bir zaman sonra yöreye alışınca çok<br />
keyifli bir çekim süreci yaşadıklarını da sözlerine<br />
ekledi. Cem Davran bu yılın kendisi için çok<br />
önemli olduğunu, hem bu filmi çektiğini hem<br />
de Atalya Altın Portakal Film Festivali’nde 32 yıl<br />
önce oynadığı Yusuf ile Kenan filminin tekrar<br />
yarıştırılacak olmasının heyecanını yaşadığını<br />
belirtti. 15 yaşındayken Ömer Kavur’un sayesinde<br />
filmde yer aldığını, 1979 yılında filmin sansürlenmesi<br />
yüzünden festivalin iptal olduğunu,<br />
yıllar sonra bu kötü günleri anılardan silmek için<br />
böyle bir çaba gösterilmesine çok sevindiğini<br />
anlattı. Eğer Yusuf ile Kenan bu yıl Antalya’da<br />
ödül alırsa oğlu ile sahneye çıkacağını, oğlunun<br />
da şimdi 15 yaşında olduğunu sözlerine ekledi.<br />
Genç oyuncu Merve Dizdar ise bu yıl iki sinema<br />
filmi çevirdiğini belirtti. Ama başrol olarak<br />
ilk yapımının Bir Ses Böler Geceyi olduğunu<br />
ve filmde iki ayrı karakteri canlandırdığı için<br />
büyük heyecan duyduğunu anlattı. Kendini<br />
böyle önemli bir yapımda yer aldığı için şanslı<br />
hissettiğini söyledi. Ali Sürmeli ise sağlık problemleri<br />
yüzünden bu yıl hiç bir projede yer<br />
almamaya karar verdiğini ama Ahmet Ümit’in<br />
bu romanının filme çekileceğini duyduğunda<br />
ve kendisine teklif geldiğinde dayanamadığını<br />
açıkladı.
Nedimeler filminin güzel ve komik yıldızı Maya Rudolph<br />
Türkiye’de sadece <strong>Cinedergi</strong>’ye konuştu.<br />
n BEn yakın arkadaşı Lillian’ı ve bir grup renkli nedimesini evlilik<br />
macerasında çılgın bir yolculuğa çıkaran Annie’nin hayatı<br />
karmakarışıktır. En iyi arkadaşı Lillian nişanlanır ve Annie’nin<br />
baş nedimesi olmasını ister. Karşılıksız aşk acısı çeken ve çok<br />
üzülen Annie, pahalı ve tuhaf olan ne kadar adet varsa hepsini<br />
uygular. Annie, Lillian ve nedimelere, insanın sevdiği<br />
biri için ne kadar ileri gidebileceğini gösterecektir.<br />
Filmde Lilian’ı canlandıran Maya Rudolph çekimlerde<br />
çok eğlendiklerini ama nedime olmasını teklif edeceklerin<br />
artık iki kere düşüneceklerini söylüyor.<br />
Bu projeden nasıl haberiniz oldu?<br />
Kristen Wiig ve Annie Mumolo’nun senaryoyu<br />
yazdıklarını biliyordum.<br />
Daha sonra yapımcılığını Judd’un<br />
üstleneceğini duydum. Sonra beni<br />
de çağırdı.<br />
Judd Apatow filminde<br />
oynayacağınız için<br />
heyecanlı mıydınız?<br />
Heyecanlıydım. Kendisiyle<br />
uzun yıllar<br />
önce Anchor<br />
Man’de birlikte<br />
çalışmıştım.<br />
Ama bunu
durumunda kaldığınız oldu mu?<br />
İkisinde de kaldım! Kadın arkadaşlarım benim için<br />
çok önemlidir.<br />
kimse bilmez çünkü<br />
filmden kesilmişti.<br />
Senaryo hakkında ne<br />
düşündünüz?<br />
Çok komik ve benzersizdi.<br />
İçinde Kristen’ın<br />
sesini duymak güzeldi.<br />
Çünkü benim<br />
arkadaşımdır.<br />
Sizin karakteriniz ve<br />
bu yoğun ve komik<br />
düğünün gelini Lillian<br />
hakkında ne söyleyebilirsiniz?<br />
Lillian ilginç bir karakter.<br />
Aynı zamanda<br />
Annie’nin en iyi<br />
arkadaşı ve bütün bu<br />
insanların bağlayıcısı<br />
olmak zorunda. Lillian<br />
beş çok farklı karakteri<br />
bir araya getirme<br />
baskısıyla uğraşıyor.<br />
Zor bir şey olan iki<br />
yüzlü olmadan herkesin<br />
arkadaşı olan birini<br />
oynamak istedim.<br />
Annie’nin ya da sizin<br />
karakterinizin benzer<br />
Nedimeler bu 6 kadının etrafında dönüyor olabilir<br />
ama erkekler de filme çok iyi tepkiler veriyor.<br />
Ben bu filmi, içinde Jon Hamm ya da Chris O’Dowd<br />
gibi çok komik aktörlerin de olduğu hem kadınlara<br />
hem de erkeklere hitap eden bir film olarak gördüm.<br />
Sette ne kadar eğlendiniz?<br />
Çok eğlendim! Her gün işe gitmek gerçekten çok<br />
heyecanlıydı.
Çekim sırasında çok fazla doğaçlama var<br />
mıydı?<br />
Evet! Prova sırasında doğaçlama yapmaya<br />
başladık. Senaryoyu ve karakterleri daha<br />
iyi tanımamıza yardımı oldu. Sonra çekim<br />
sırasında da devam ettik.<br />
Tamamlanmış halini gördüğünüzde film<br />
hakkında ne düşündünüz?<br />
Bayıldım ve gerçekten bana hissettirdikleri için<br />
memnun oldum. Çünkü çok güldüm ve aynı<br />
zamanda duygulandım.<br />
Duygusal bir hikayenin merkezinde.<br />
Evet. Çünkü film aslında bir düğün ve filmde<br />
nedime olan bu kadınlar hakkında değil. Aynı<br />
şekilde biriyle bir kavga her zaman sizin<br />
düşündüğünüz konu hakkında olmayabilir.<br />
O zaman size göre Nedimeler’in konusu nedir?<br />
Arkadaşlık hakkında. Annie’nin hayatında zor<br />
bir dönem geçirdiğini görüyorsunuz ve en iyi<br />
arkadaşı farklı bir yöne gidiyor. Bu onlar için<br />
zor çünkü birbirleri için önemliler ve hayatları<br />
boyunca da öyle olmuşlar.<br />
Bir daha nedime olmanız teklif edildiğinde bu<br />
filmi düşünecek misiniz?<br />
Bence insanlar artık bana nedime olmamı teklif<br />
ederlerken iki kez düşünecekler.
n Sinema tarihinde büyük bir öneme sahip olan<br />
müzikal türü, 2001 tarihli ve Baz Luhrmann imzalı<br />
“Kırmızı Değirmen” filmi ile yeniden tanımlanmıştı.<br />
Yeni yüzyılın ilk dönemecinde müzikal kategorisine<br />
böylesine hızlı giren sinema, sonraki örneklerinde<br />
de Baz Luhrmann’ın stilini korumaya özen gösterdi.<br />
Peki, Luhrmann, bu tarzını nasıl oluşturdu dersiniz?<br />
Arka arkasına seyrettiği onlarca Bollywood filminden<br />
sonra… Hindistan’a özgü bol danslı, bol müzikli filmleri<br />
seyrettikten sonra uzun zamandır aklında olan<br />
müzikal filmin stilini de belirlemişti ünlü yönetmen.<br />
İyi de etmişti… Christina Aguilera, David Bowie, Jose<br />
Feliciano (Roxanne şarkısını Tango ile buluşturan<br />
muhteşem sahnenin ardındaki isimlerdendi), John<br />
Leguizamo ve Valeria gibi birbirinden önemli müzisyen<br />
ve dansçılarla, özene bezene hazırladığı filmi,<br />
izleyen herkesi etkisi altına almayı başarmıştı. Üstelik<br />
bu sayede Nicole Kidman ve Ewan McGregor’u<br />
oyunculuklarının yanı sıra seslerine de tanık olmuştuk.
1967 / Yönetmen:<br />
Martin Ritt<br />
n “Dostluk kurulabilecek tek Kızılderili ölü Kızılderili’dir” demiş General<br />
Sheridan. Amerikan hükümetinin tutumu bu sözü destekler; tüm bir halk<br />
yok edilmiştir! Apacheler tarafından yetiştirilen John Russell da, bir posta<br />
arabasıyla yaptığı yolculukta fanatikliğin hedefi olacak; ancak kanun<br />
kaçaklarının saldırısından sonra da çölde ölüme terk edilen yolcuların<br />
umudu haline gelecektir.<br />
McCarthy ‘cadı avı’ listesinde olan Martin Ritt, ırkçılığa karşı duruşunu<br />
bu ‘western’de de ortaya koyup, Paul Newman’ın canlandırdığı çizgi dışı<br />
kişiliği bir çatışmanın ortasında derinlemesine inceler. Dondurduğumuz<br />
kare, hikâyenin başlangıcında, barda Apache dostlarını aşağılayan kanun<br />
kaçağına John’un haddini bildirdiği andır.
n Bilindiği gibi 11 Eylül 2001 tarihi yeni yüzyıl için<br />
önemli bir milat noktasıydı. Bu ay, o acı gün tüm<br />
dünyada bir kez daha kederle anılacak. Müslüman<br />
(ve nedense fakir Müslüman ülkeleri) ülke<br />
mensuplarına karşı bir önyargıya yol açan bu talihsiz<br />
gün, A.B.D.’nin Irak’a savaş açmasına da vesile<br />
olmuştu. Domino etkisi sürmekte ve A.B.D.’nin,<br />
İran’a karşı da bu tarz bir isteği olduğu bilinmekte.<br />
O kara gün şüphesiz ki sadece Amerikalıların değil<br />
tüm dünya ülke vatandaşlarının hafızasına kazındı.<br />
Peki bu olayın kısa filmle ne ilgisi var diyeceksiniz?<br />
Gelelim konumuzla ilgisine… 11 Eylül olayı,<br />
daha sonra birçok filme konu oldu elbette. Ancak<br />
içlerinden bir tanesi var ki, muhteşem bir film<br />
olmasının yanı sıra, kısa filmcileri de yakından<br />
ilgilendiriyor. Birbirinden önemli yönetmenler,<br />
senaristler, yapımcılar ve oyuncuları buluşturan<br />
“11’09”01 September 11”, 11 adet kısa filmden<br />
oluşan bir şaheser. 2002 yılında çekilen filmin<br />
orijinal fikri ve prodüksiyonu Fransız yönetmen Alain<br />
Brigand’a ait. Farklı dinlere, dillere ve ırklara mensup<br />
11 yönetmenin kendi bakış açısını özgürce sunarak<br />
çektiği ve toplam 135 dakikalık bir uzun metraj<br />
haline gelen “11 Eylül”, sinemaseverler tarafından<br />
beğeni ile karşılanmıştı. Samira Makhmalbaf (İran),<br />
Claude Lelouch (Fransa), Youssef Chahine (Mısır),<br />
Danis Tanović (Bosna Hersek), Idrissa Ouedraogo<br />
(Burkina Faso), Ken Loach (Birleşik Krallık), Alejandro<br />
González Iñárritu (Meksika), Shohei Imamura<br />
(Japonya), Amos Gitaï (İsrail), Mira Nair (Hindistan)<br />
ve Sean Penn (ABD) gibi önemli yaratıcıları<br />
buluşturan “11 Eylül”, birbirinden bağımsız ancak 11<br />
Eylül eksenli kısa filmler…<br />
Meksika’dan, “Paramparça Aşklar ve Köpekler”,<br />
“Babil” gibi filmleriyle hatırladığınız Alejandro<br />
González Iñárritu, yapımın en ayrıksı filmlerinden<br />
birine imza atmıştı. İnarritu deneysel bir tarzı<br />
seçerek, ağırlıklı olarak siyah ekran üstüne sesler
indirerek derdini anlatmaya çalışıyor. Bir süre<br />
karanlığa ve siyah ekrana alışıyor, ancak ara sıra<br />
adeta bir flaş gibi beliren, gökdelenden düşen<br />
insan görüntüleriyle şok oluyorsunuz. Deneysel<br />
sinemanın özgürlüğünü arkasına alan yönetmen,<br />
filmine serpiştiği kuran ayetleri ile aslında her<br />
dinde olduğu gibi İslam’da da “Öldürmeyeceksin!”<br />
emrine dikkat çekiyor. İran’lı yönetmen Samira<br />
Makhmalbaf varlığından haberdar olmadıkları bir<br />
şehirde yaşananlar yüzünden yerinden yurdundan<br />
olan Afgan çocuklarının hikayesini anlatıyor.<br />
Şimdilerde daha iyi gözlemleyebildiğimiz bu durum,<br />
henüz olay taze iken adeta bir kahin gibi<br />
aktarıldı Makhmalbaf’ın gözünden. Malumunuz,<br />
artık bir Müslüman vatandaşın Amerika’ya girişi<br />
bile eskisi kadar kolay değil… Romantizmi sevenler<br />
için usta Fransız yönetmen Claude Lelouch,<br />
bir aşk hikayesiyle baktı olaya; ikiz kulelerde turist<br />
rehberi olan Amerikan sevgilisiyle New York’ta<br />
yaşayan sağır ve dilsiz bir Fransız kadının bakış<br />
açısından… Mısır’ın önde gelen yönetmenlerinden<br />
Yusuf Şahin 11 Eylül olaylarının olduğu tarihte film<br />
çekimlerindedir. Olaylar karşısında çok sarsılan<br />
yönetmen 1983’te Beyrut’ta bir saldırıda öldürülen<br />
Amerikan askerinin hayaletiyle karşılaşır. Daha<br />
sonra Filistin’de karşılaştığı Amerikan askeri ile<br />
aynı yaşta ölmüş bir intihar komandosunun ailesini<br />
ziyaret eder. Ailesi oğullarıyla gurur duymaktadır.<br />
Artık savaş bir kan davasına dönüşmüştür. “No<br />
Man’s Land” filmiyle savaşın gereksizliğini muazzam<br />
bir şekilde aktaran Bosna’lı yönetmen Danis<br />
Tanovic, dünyanın bir başka yerinde yaşanan<br />
acı kendi acınızın önüne geçebilir mi sorusunu<br />
soruyor. 11 Eylül tarihinde yas tutan sadece New<br />
York’lular değil. 11 Temmuz 1995’te Serebneica’da<br />
yaşanan korkunç olaylarda yakınlarını kaybeden<br />
çok sayıda Bosna’lı her ayın 11 inde bu acı olayı<br />
anarlar. Idrissa Oudregga ise Amerika’nın aradığı<br />
Usama Bin Ladin’li bir fanteziye odaklanıyor.<br />
Hasta annesine ilaç almaktan başka bir düşüncesi
olmayan bir genç ve arkadaşları Bin-Ladin’i<br />
Burkina Faso’da görünce şok geçirirler. Sanat<br />
hayatı boyunca diğer ülkelerdeki -özellikle de- iç<br />
savaşlara yer veren usta yönetmen İngiliz Ken<br />
Loach, rüzgar eken fırtına biçer sözünün anlamsal<br />
karşılığını yansıtıyor beyazperdeye. 11 Eylül<br />
1973’de halkın büyük çoğunluğunun desteğini<br />
alarak iktidara gelen Allende hükümeti Pinochet’in<br />
yönetimindeki bir askeri darbe ile devrilir. Ülke<br />
yıllarca Pinochet’in diktatörlüğüyle yönetilir. Yönetmen,<br />
11 Eylül 2001’den 18 sene önce Şili’de<br />
yaşanan olaylardaki Amerika faktörüne dikkatimizi<br />
çekerek, muhalif tavrını da ortaya koyuyor. İsrail’li<br />
yönetmen Amos Gitai ustaca kotarılmış tek çekimlik<br />
bir sahneyle anlatıyor derdini. Magazin içerikli bir<br />
televizyon programı sunucusu ekibiyle birlikte tesadüfen<br />
bir terör olayına tanıklık eder. Ekip anında<br />
canlı yayına geçer. Sunucu bir süre sonra içinde<br />
bulundukları korkunç durumun yayınlanmadığını<br />
farkeder. Çünkü New York’ta daha korkunç bir olay<br />
olmuştur. İsrail’in de sık sık maruz kaldığı terör<br />
saldırılarına dikkat çeken yönetmen, bir yandan da<br />
medya eleştirisi yapmaktadır. Hindistan’ın önde<br />
gelen kadın yönetmenlerinden Mira Nair, filminde<br />
11 Eylül’den itibaren batı toplumunu kasıp kavuran<br />
İslam fobisi üzerine yoğunlaşmayı ve dinler arası<br />
hoşgörüsüzlüğü ön plana çıkarmayı tercih ediyor.<br />
Japonya’dan Shohei Imamura, -ki bu film ustanın<br />
son yapıtı olmuştur- ‘Onurlu savaş diye bir şey yoktur!’<br />
fikrini adeta haykırıyor eserinde. Gelelim benim<br />
en sevdiğim kısa film olan, muhalif sanatçı Sean<br />
Penn’in elinden çıkma ve 11 Eylül olayına bambaşka<br />
bir pencereden bakmayı beceren yapıta… Yaşlı<br />
adamın evinde her şey gölgede ve karanlıktadır.<br />
Yıllar önce ölen karısının anılarıyla yaşayan adam,<br />
her sabah sulamasına rağmen güneş görmeyen<br />
pencere önü çiçeklerini canlandırmayı bir türlü<br />
başaramaz. Yaşlı adamın hastalıklı yaşamı içine ışık<br />
sızmayan evinde sürüp gitmektedir. Ta ki, o mucizevi<br />
olay olup evin içi güneşle doluncaya kadar. Evet<br />
tahmin ettiğiniz gibi, evin içi kulelerin yıkılmasıyla<br />
güneşle doğmuştur. Çiçekler açmaya başlarken yaşlı<br />
ve yalnız adamın içini de huzur kaplamıştır.<br />
Türkiye’de kısa filmcilikle uğraşan genç arkadaşlara<br />
önerilerimden biri de bu filmi izlemeleridir. Zira “September<br />
11” filmi sayesinde, hikaye oluşturmaktan,<br />
karakter yaratmaya, mizansen çözümünden, doğru<br />
zamanlamalara sahip kurguya kadar, tutarlı bir kısa<br />
filmde olması gereken öğeleri öğrenmek için gerekli<br />
ilhamları alacaklardır. Hem de işinin ustalarından…
Kemal Sunal Filmlerini Anlatıyor<br />
VADULLAH TAs<br />
n Bu çalışma, Kemal Sunal filmlerini<br />
tarihsel sırada inceleme amacını güdüyor.<br />
Seyircisine ışık tutmayı, yapımların hangi<br />
tarihsel koşullarda çekildiğini anlatmayı,<br />
oyuncular, yapımcılar, yönetmenler konusunda<br />
bilgilendirmeyi hedefliyor, aynı zamanda<br />
sanatçının yol ayrımlarını, doruklarını, dibe<br />
vurmalarını işaret etmeyi de. Çünkü 82 filmlik,<br />
kocaman bir görkem duruyor önümüzde.<br />
Kemal Sunal izleyicisinin bir rehberidir bu<br />
çalışma.<br />
Esen Kitap / 392 Syf.<br />
Cassavetes - Aşk Irmakları Setinde<br />
Michael Ventura<br />
n Bu kitap, Aşk Irmakları’nın yaratım sürecini sahne<br />
sahne, kriz kriz anlatıyor. Bu süreçte, yönetmen<br />
ciddi bir hastalığı olduğunu ve dolayısıyla bu filmin<br />
trajik bir biçimde kendisinin son filmi olabileceğini<br />
öğreniyor. Bunun üzerine, Cassavetes, karısı Gena<br />
Rowlands ile başrollerini paylaştığı Aşk Irmakları<br />
filmini kendisinin son sözü hüviyetini kazanacak<br />
şekilde handiyse bütünüyle değiştirip yeniden<br />
oluşturuyor. Samimi bir insan portresi sunmasının<br />
yanında, eşsiz bir film yapımı felsefesini içeriden<br />
aktaran Yönetmeni İş Başında Görmek büyük bir<br />
sanatçının hayatındaki destansı bir kesiti belgeliyor.<br />
Kalkedon Yayınları / 384 Syf.
Hollywood’un Rus<br />
güzellerinin sonuncusu<br />
Mila Kunis bu ay Justin<br />
Timberlake ile arkadaşlık<br />
ile cinselliğin<br />
romantizmi<br />
katmadan yaşanıp<br />
yaşanamayacağını<br />
deneyen iki insanın<br />
hikayesinin anlatıldığı<br />
Arkadaştan Öte filmiyle<br />
karşımıza çıkacak
SERDAR AKBIYIK<br />
n Mila Kunis son dönemlerin en seksi isimlerinden.<br />
Özellikle Siyah Kuğu’daki rolüyle<br />
birçok hayran kazanan güzel yıldız dokuz<br />
yaşında başladığı oyunculuk mesleğinin<br />
zirvesine yerleşti. Milla Jojovich gibi Ukrayna<br />
asıllı olan Mila Kiev’de doğmuş. Babası<br />
mühendis annesi ise fizik hocasıymış.<br />
Sekiz yaşında ABD’ye taşınan Kunis ailesi<br />
kızlarının bir yıl içinde oyuncu olacağını ve<br />
hayatını değiştiren menejerle tanışacağını<br />
tahmin etmemişlerdir herhalde. Kunis’in<br />
güzelliğinin dışında kendine has bir özelliği<br />
daha var. Gözlerinden biri mavi diğeri yeşil.<br />
Hatta bu yüzden ona sette arkadaşları Husky<br />
lakabı takmışlar. Bu ilginç güzellik Kunis’in<br />
işine yarasa da bu yıl içinde sağlık problemleri<br />
de çıkarttı. Geçici körlük yaşayan güzel<br />
yıldız ameliyat oldu. İlk sinema deneyimini,<br />
1995 yapımı Make a Wish, Molly adlı filmdeki<br />
Melinda karakteri ile gerçekleştiren Kunis,<br />
90’lı yılların sonunda Santa with Muscles,<br />
Honey, Piranas gibi pek çok sinema filminde<br />
yan rollerde bulundu. 2000 yılında, dünyaca<br />
ünlü animasyon serisi Family Guy’ın ana<br />
karakterlerinden birisi olan Meg karakterini<br />
seslendirdi. Uzun yıllardır sinema ve T.V.<br />
sektöründe bulunsa da, Mila Kunis’in kariyeri,<br />
ancak 2008 yılında yükselişe geçebildi.<br />
Forgettin Sarah Marshall ile seyirci ve<br />
eleştirmenlerden tam not aldı. 2008 yılında<br />
rol aldığı ikinci film ise, başrollerini Mark<br />
Wahlberg ile paylaştığı ve aynı adı taşıyan<br />
ünlü bilgisayar oyunundan uyarlanmış olan<br />
Max Payne oldu. Gittikçe dikkatleri üzerine<br />
çeken güzel yıldız 2010 yılında Denzel Washington<br />
ile beraber rol aldığı The Book of<br />
Eli-Tanrının Kitabı ile hayranlarını şaşırttı.<br />
Asıl patlamasını ise aynı yıl Natalie Portman<br />
ile beraber rol aldığı Siyah Kuğu ile yaptı.<br />
Bu ay Justin Timberlake ile Arkadaştan<br />
Öte filmiyle karşımıza çıkacak. Romantizmi<br />
dışlayan ve seks yapıp arkadaşlıklarını devam<br />
ettireceğine inanan iki insanın eğlenceli<br />
hikayesi. Yapım Kuris için çok önemli çünkü<br />
bu neredeyse ilk başrolü.
BANU BOZDEMİR<br />
n Daniel Wroughton Craig, 2 Mart 1968’de İngiltere’de dünyaya geldi.<br />
Lisedeyken Hoylake Rugby Club’da oynayan Craig, 16 yaşındayken<br />
Ulusal Gençlik Tiyatrosu’na katılmak üzere Londra’ya taşındı. Guildhall<br />
Müzik ve Drama Okulu) aldığı eğitimin ardından, 1991’de buradan<br />
mezun oldu.<br />
Aşk Şeytandır adlı karmaşık ilişkileri anlatan filmde ‘George Dyer’ı<br />
canlandıran Craig, Angelina Jolie’nin başrolünde olduğu 2001 yapımı<br />
Lara Croft: Tomb Raider filminde, onun rakibi ‘Alex West’ karakterini<br />
canlandırdı. Rüyamdaki Afrika ve Elizabeth de rol aldığı filmlerden.<br />
2002’de Azap Yolu adlı Sam Mendes filminde yer alarak, oyunculuk<br />
yeteneğini sergileme fırsatı buldu. 20. yüzyılın büyük şairlerinden<br />
Sylvia Plath ve Ted Hughes’un arasındaki ilişkiyi, tüm yönleriyle gözler<br />
önüne seren 2003 yapımı dram filmi Sylvia’da, Gwyneth Paltrow’la<br />
başrollerde oynadı. Steven Spielberg filmi Münih’de Eric Bana ve<br />
Geoffrey Rush’la başrolleri paylaşan Craig, 1972 Olimpiyat Oyunları<br />
sırasında yaşanan olayları anlatan bu filmde ‘Steve’ karakterini<br />
canlandırdı. Hemen ardından da Çıldırış’da (The Jacket) oynadı.<br />
Bir Bond serisi filmi olan ‘Casino Royale’ 16 Kasım 2006’da vizyona<br />
girdi ve böylece Craig ilk Bond filmi ‘Dr. No’dan sonra doğan ayrıca<br />
James Bond karakterinin yaratıcısı Ian Fleming’in ölümünden sonra<br />
‘Bond’ rolünü oynayan ilk aktör oldu. Rönesans animasyonunda devlet<br />
işlerine karışan, İstila’da gittikçe yayılan bir istilaya karşı direnen<br />
bir adamı oynadı. Altın Pusula’da Lyra’nın amcası Lord Asriel oldu,<br />
Dafience’da Nazi’lerden kaçan üç kardeşten birini canlandırdı… Önümüzdeki<br />
sezon birçok filmde karşımızda olacak ilki Dream House /<br />
Korku Evi. Jim Sheridan imzalı filmde kısa bir süre önce evlenen Craig<br />
ve Rachel Weisz’in aşkının temellerinin atıldığı söyleniyor. Kovboylar<br />
ve Uzaylılarda bu ay, The Girl With The Dragon Tattoo (yeniden çevrim)<br />
ve Spielberg imzalı The Adventures of Tintin: Secret of the Unicorn<br />
Craig’in rol aldığı diğer ilgi çekici yapımlar…
n Galadriel gibi güzel, alımlı ve<br />
güven veren, Elizabeth kadar<br />
da güçlü ve istikrarlı bir karaktere<br />
sahip olan Cate Blanchett,<br />
geniş bir hayran kitlesine<br />
sahip, önemli aktrislerden biri.<br />
Başladığı işi sonuna kadar<br />
bırakmayan, soğuk duruşunun<br />
ardında oldukça sıcak bir<br />
kişiliğe sahip olan güzel oyuncu<br />
aynı zamanda duyarlı bir<br />
anne… Canlandırdığı onlarca<br />
karakteri o kadar inandırıcı<br />
kılmıştır ki, içinde yer aldığı<br />
hiçbir filmden şüphe etmez<br />
seyircisi. Kuşkusuz ki, sinema<br />
dünyasının nadir incilerinden<br />
biri Cate Blanchett…
İlk İzlenim: Kararlı ve katı görünümlü...<br />
Konuştukça: Mantığın ve istikrarın bedene<br />
bürünmüş hali.<br />
Artıları: Bir ülkeyi peşinden sürükleyecek ve<br />
istediklerini yaptırabilecek kadar güçlü bir<br />
karakteri var.<br />
Handikapları: Hiçbir zaman kavuşamayacağı<br />
çocukluk aşkına olan özlemi…<br />
Yaşam Felsefesi: Gerekirse rüzgarları da<br />
kumanda edebilirim!<br />
Hayattaki Düsturu: Tam hakimiyet için sonuna<br />
kadar diren!<br />
Tanıyınca: Gerektiğinde koskoca ülke<br />
halkının mezhebini bile değiştirecek kadar<br />
cesur ve ömrünün sonuna dek hiçbir erkekle<br />
olmamış Elizabeth, ulaşılması zor biri.<br />
İlk İzlenim: Su kadar duru ve sakin...<br />
Konuştukça: Rahatlatıcı ve güven verici ses<br />
tonuyla insana huzur veriyor…<br />
Artıları: Anlayışlı, yol gösterici ve saygı<br />
uyandıran…<br />
Handikapları: Yüzüğe karşı o bile zayıf…<br />
Yaşam Felsefesi: Herkes kaderini kendi yazar!<br />
Hayattaki Düsturu: Mutluluğa ulaşmanın<br />
yolu etrafındakileri mutlu etmekten geçer.<br />
Tanıyınca: Bilge kişiliği, güzelliği ve<br />
güvenilirliği ile baş döndüren Galadriel gibi<br />
bir kadın, gün olur da yolunuza çıkarsa<br />
şanslı sayılırsınız.
n Ahmet Ümit ‘in aynı adlı romanından uyarlanan, Ersan<br />
Arsever’in senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı<br />
“Bir Sis Böler Geceyi” filminin çekimleri tamamlandı.<br />
Filmin başrollerinde Cem Davran’ın yanı sıra genç<br />
oyunculardan Merve Dizdar, Gün Koper yer alırken bu<br />
isimlere Rıza Akın, Müfide İnselel, Recep Yener, Turgay<br />
Tanülkü ve İpek Tenolcay gibi deneyimli oyuncular<br />
eşlik ediyor. Misafir oyuncu olarakta Ali Sürmeli yer<br />
alıyor. Film Ahmet Ümit’in 1994 yılında çıkan aynı adlı<br />
romanından uyarlanmıştır.<br />
n Kısa film ve belgeselleriyle tanınan Belmin<br />
Söylemez’in işsiz bir genç kadının<br />
öyküsünü anlattığı ilk uzun metraj filmi<br />
Şimdiki Zaman gelecek, kader ve dostluk<br />
temalarını sorguluyor. Filmbüfe<br />
Prodüksiyon’un yapımcılığını üstlendiği<br />
filmin başrollerini genç kuşak oyunculardan<br />
Sanem Öge, Şenay Aydın ve Ozan<br />
Bilen paylaşıyor. Filmin şu sıralarda ilk<br />
kurgusu yapılıyor. “Şimdiki Zaman”ın 2012<br />
yılında gösterime girmesi planlanıyor.<br />
n Yakın Doğu Üniversitesi ana<br />
sponsorluğunda çekilecek ‘’Kod adı:<br />
Venüs’’ filminde, Venüs’ü Jolie M.,<br />
Adamos’u Cihan Ünal, Fişenk Osman’ı<br />
Cengiz Bozkurt, Charles’ı Jonny Lee<br />
Kemp ve Kemal karakterini Serhat Harman<br />
canlandıracak. Filmde ayrıca YDÜ<br />
Sahne Sanatları Fakültesi öğretim görevlilerinden<br />
Arsen Gürzap, Murat Atak, Çetin<br />
Özen, Hilmi Özen, Ayşegül Atik ve Mehmet<br />
Bozkurt Kuruş da rol alacak. Eylül<br />
ayında çekimlerine başlanacak film, Mart<br />
2012’de aynı anda 10 ülkede 250 sinemada<br />
Türkçe, İngilizce ve Almanca dublaj<br />
ve 7 dilde alt yazıyla gösterime girecek.
n “Musallat 2:<br />
Lanet”in yönetmen<br />
koltuğunda yine<br />
Alper Mestçi var.<br />
Mestçi, “Bir buçuk<br />
saat değil, aylar<br />
sürecek derin bir<br />
korku! Eve dönünce sinemadakinden daha fazla<br />
korkacaksınız!.. Türkü Turan, Tülay Bursa, Selim<br />
Gürata, Saliha İplikçi, Levent Beceren başrolde.<br />
1 Temmuz – 10 Ağustos tarihleri arasında<br />
süren çekimler İstanbul ile İznik’te İhsaniye ve<br />
Sansarak Köyleri’ndeki değişik mekanlarda<br />
gerçekleşti. Filmin vizyon tarihi 2 Aralık 2011.<br />
n Başrollerinde Haluk Bilginer, Oktay Kaynarca,<br />
Wilma Elles, Cemo Çetin gibi isimlerin yer<br />
aldığı Çanakkale Çocukları adlı filmin çekimleri<br />
İstanbul’da sürüyor. Çanakkale Çocukları<br />
Sinan Çetin ve Taylan Kızılöz’ün birlikte senaryosunu<br />
yazdığı bir proje. Zengin oyuncu<br />
kadrosunda Haluk Bilginer, Oktay Kaynarca,<br />
Wilma Elles, Cemo Çetin, Yavuz Bingöl gibi<br />
isimler var. Sinan Çetin yeni filminin isim<br />
babasının da müziği bıraktığını açıklayan Teoman<br />
olduğunu söyledi.<br />
n Tolga Örnek, yeni filmi Labirent’in çekimlerine<br />
Mardin’de başladı. Başrollerde Timuçin Esen<br />
ve Meltem Cumbul’u göreceğimiz Türk-Alman<br />
ortak yapımı film, casusluk, polisiye ve aksiyon<br />
türlerinin bir karması olacak. Senaryosu<br />
da yönetmen Örnek’e ait olan filmin çekimleri<br />
Mardin dışında İstanbul ve Almanya’da<br />
gerçekleştirilecek. Film güncelliğini hiç kaybetmeyen<br />
terörizme ve istihbarat kurumlarına<br />
eğilirken, Orta Doğu ve Batı dünyası arasında bir<br />
geçiş köprüsü olan bu coğrafyanın, bıçak sırtı konulara<br />
bakış açısı da masaya yatırılıyor...Oyuncu<br />
kadrosunda Sarp Akkaya, Rıza Kocaoğlu, Cem<br />
Bender, Altan Gördüm, Umut Kurt, Melike Güner,<br />
Ozan Bilen, Erdal Küçükkömürcü gibi son dönemin<br />
öne çıkan oyuncuları da yer alıyor.
Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen Altın Koza Film<br />
Festivali’nin onsekizincisi 17 – 25 Eylül 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilecek<br />
n Bu yıl 17 – 25 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek<br />
Adana Altın Koza film Festivali’nin<br />
düzenlenen basın toplantısında Adana<br />
Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni<br />
Aldırmaz, Yaşam Boyu Onur Ödüllerini<br />
sinemanın birbirinden değerli sanatçıları Kadir<br />
İnanır ve Nebahat Çehre ile aynı zamanda<br />
Adanalı olan usta yönetmen Ali Özgentürk’e<br />
vereceklerini belirtti. “Son yıllarda yaptığı<br />
birbirinden güzel filmlerle ülke sinemamızı tüm<br />
dünyaya tanıtan Sayın Nuri Bilge Ceylan’ın<br />
Cannes Film Festivalinden ödülle dönen,<br />
“Bir Zamanlar Anadolu’da” filminin Türkiye<br />
Prömiyerinin Adana’da, festivalimizde<br />
gerçekleştirecek olması bize büyük<br />
mutluluk veriyor. Gösterim Bölümümüzde<br />
yer alan ‘Ben Asyalıyım, Ben<br />
Afrikalıyım bölümünün altını özellikle<br />
çizmek istiyorum. Bir film<br />
festivali yaşadığı coğrafyaya,<br />
hatta uzak komşularına ve<br />
onların yaşadıkları gerçeklere<br />
karşı duyarlı<br />
olmalıdır. Bu çerçevede,<br />
geçtiğimiz yıl festivalde<br />
Filistin Sineması’na<br />
yer vermiştik.<br />
Bu bölgedeki zor<br />
şartlar altında devam<br />
eden yaşama<br />
ışık tutan filmleri<br />
ve yönetmenlerini<br />
Adana’da<br />
buluşturmuştuk. Bu yıl da benzer<br />
bir çalışmayı ‘Asya ve Afrika’<br />
kıtalarına yoğunlaşarak devam<br />
ettirmeyi planlıyoruz. Festivalimizin<br />
‘Gösterim Bölümü’nde yer alan ‘Ben<br />
Asyalıyım, Ben Afrikalıyım’ başlığı<br />
altında söz konusu kıtalardan yükselen<br />
sinemayı beyaz perdeye duyarlılıkla<br />
yansıtan filmleri ve sinemacıları kentimizde<br />
buluşturacağız” dedi. Başkan Vekili<br />
Zihni Aldırmaz, sinemaya emek vermiş pek<br />
çok sanatçının, çeşitli platformlarda Adana’da<br />
bir sinema müzesi kurulması gerektiği yolundaki<br />
görüşlerini dile getirdiklerini ifade ederek,<br />
Adana Büyükşehir Belediyesi olarak, bu görüşü<br />
hayata geçirmeye karar verdiklerini müjdeledi.<br />
Büyükşehir Belediyesi Adana Sinema Müzesi’ni<br />
açmak için yoğun bir çalışma içinde olduklarının<br />
altını çizen Aldırmaz, “Müzemizin açılışını festivalimiz<br />
sırasında yapacağız. Adana Büyükşehir Belediyesi<br />
18. Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj<br />
Film Yarışması’nda, jüri önüne çıkacak filmler belli oldu.<br />
Ön Değerlendirme Kurulu’nun yaptığı çalışma sonucu;<br />
14 film yarışmaya hak kazandı. Yarışmada ‘En İyi Film’<br />
seçilecek eser, 350.000 TL’lik ödülün sahibi olacak.
İŞTE ALTIN KOZA İÇİN<br />
YARIŞACAK FİLMLER:<br />
Aşk ve Devrim – Yön: F. Serkan<br />
Acar, Beni Sev – Yön: Ali<br />
Özgentürk, Celal Tan ve Ailesinin<br />
Aşırı Acıklı Hikayesi – Yön: Onur Ünlü,<br />
Eylül – Yön: Cemil Ağacıkoğlı<br />
Gelecek Uzun Sürer – Yön: Özcan Alper, Kadife /<br />
Büyük Ana – Yön: Erdoğan Kar,<br />
Kaybedenler Kulübü – Yön: Tolga Örnek, Mar –<br />
Yön: Caner Erzincan, Memleket Meselesi – Yön: İsa<br />
Yıldız, Murat Onbul, Saklı Hayatlar – Yön: A. Haluk<br />
Ünal, Simurg – Yön: Ruhi Karadağ, Türk Pasaportu<br />
– Yön: Burak Cem Arlıel, Vücut – Yön: Mustafa<br />
Nuri, Yurt – Yön: Muzaffer Özdemir<br />
EN İYİ FİLM, 350.000 TL’LİK ÖDÜLÜN SAHİBİ<br />
OLACAK<br />
Türkiye’de düzenlenen film festivalleri arasında<br />
en yüksek miktarda ödülün dağıtılacağı Altın Koza<br />
Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması kapsamında,<br />
geçtiğimiz yıl 250 bin lira olan En İyi Film<br />
Ödülü’nün, bu yıl 350.000 TL. olarak belirlendiğini<br />
ifade eden Başkan Vekili Aldırmaz, “Büyük usta<br />
Yılmaz Güney adına adanmış Yılmaz<br />
Güney Ödülü, ödül sahibine 75.000 TL.<br />
kazandıracak. Adanalı sinemaseverlerin<br />
oylarıyla belirlenen Adana İzleyici<br />
Ödülü için belirlenen ödül miktarı 50.000<br />
TL. tutarında olacak. Jüri tarafından<br />
yarışmanın en başarılı yönetmenine verilecek<br />
olan En İyi Yönetmen Ödülü sahibi<br />
ise 75.000 TL alacak” dedi.<br />
Ayrıca, Türkiye’de ilk defa bir film festivali<br />
tüm kategorilerde akçeli ödül dağıtacak. Daha<br />
önce para ödülü verilmeyen En İyi Oyuncu dalları
ile En İyi Sanat Yönetmeni ve En İyi Kurgu<br />
dallarında da akçeli ödüller verilecek. Festival<br />
kapsamında gerçekleştirilecek yarışmalarda<br />
verilecek toplam para ödülü ise 936.000 TL.<br />
KISA FİLMCİLERE DESTEK YİNE ALTIN<br />
KOZA’DAN...<br />
Adana Büyükşehir Belediyesi 18. Uluslararası<br />
Altın Koza Film Festivali kapsamında yapılacak<br />
‘Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması’ ve ‘Akdeniz<br />
Ülkeleri<br />
Kısa Film Yarışması’ndaki finalist filmler belli<br />
oldu.<br />
“Uluslararası Akdeniz Ülkeleri Kısa Film<br />
Yarışması’nda her dalda ‘En İyi Film’ seçilen<br />
çalışmanın yönetmenine 10.000 TL. para<br />
ödülü verilecek. Ayrıca yarışmada “Jüri<br />
Özel Ödülü”ne layık görülen eserler<br />
2.500 TL ile ödüllendirilecek. Geçen<br />
yıl olduğu gibi bu yıl da Adana yurt<br />
içinden ve yurt dışından gelecek<br />
olan çok sayıda genç yönetmeni<br />
ağırlayacak.‘Uluslararası<br />
Akdeniz Ülkeleri Kısa Film<br />
Yarışması’nda toplam 50.000<br />
TL ödül dağıtılacak.<br />
‘Ulusal Öğrenci Filmleri<br />
Yarışması’nda ise her<br />
dört dalda ayrı ayrı olmak<br />
üzere ‘En İyi Film’<br />
seçilen çalışmalara<br />
7.500 TL ödül veriliyor.<br />
Yine her dört<br />
daldaki Jüri Özel<br />
Ödüllü alan eserler<br />
ise 1.500<br />
TL’nin sahibi<br />
oluyor. Bu<br />
dalda verilecek<br />
toplam<br />
para ödülü<br />
ise 36.000<br />
TL.<br />
Geleceğin sinemacılarını<br />
oluşturacak genç yönetmen<br />
adaylarına, yıllardır büyük<br />
önem veren Adana Büyükşehir<br />
Belediyesi Altın Koza Film<br />
Festivali, festival kapsamında<br />
düzenlenecek ‘Ulusal Öğrenci<br />
Filmleri Yarışması’nda ödül alan<br />
filmlerin dışında, finale kalan tüm<br />
yönetmenlere, bu yıl da her film için<br />
600 TL, toplam 15.600 TL gösterim<br />
bedeli vererek örnek davranışını<br />
sürdürecek.”<br />
EN İYİ ERKEK OYUNCU’ ÖDÜLÜ CEM<br />
ERMAN ANISINA<br />
17 – 25 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek<br />
18. Uluslararası Altın Koza Film<br />
Festivali’nin yarışmalı bölümlerinden<br />
‘Ulusal Uzun Metraj Film yarışması’nda<br />
verilecek ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’,<br />
önceki gün kaybettiğimiz Adanalı sinema<br />
sanatçısı Cem Erman anısına verilecek. Ulusal<br />
Uzun Metraj Film Yarışması’nın sonuçları,<br />
24 Eylül Cumartesi günü yapılacak ‘Büyük Ödül<br />
Töreni’nde belli olacak.
23-30 Eylül 2011 tarihleri arasında<br />
İstanbul’da gerçekleştirilecek<br />
Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali,<br />
zengin film seçkisi ve kapsamlı akademik<br />
programıyla, izleyici karşısına<br />
çıkmak için sayıma başladı.
n İstanbul Üniversitesi Hukuk<br />
Fakültesi’nin, Başakşehir Belediyesi<br />
işbirliğiyle ve Başbakanlık Tanıtma<br />
Fonu’nun katkılarıyla 23-30 Eylül<br />
2011 tarihleri arasında İstanbul’da<br />
gerçekleştirileceği film festivali,<br />
zengin film seçkisi ve kapsamlı akademik<br />
programıyla, izleyici karşısına<br />
çıkmak için sayıma başladı.<br />
İstanbul’un kültür sanat ve akademik<br />
yaşamına yeni bir soluk<br />
katması beklenilen festivalde paneller,<br />
söyleşiler, atölyeler, sergiler<br />
ve ünlü sinemacıların deneyimlerini<br />
aktaracakları bir sinema semineri de<br />
düzenlenecektir. Film gösterimleri ve<br />
festival etkinliklerinin gerçekleşeceği<br />
salonlar şöyle: İ.Ü. Hukuk Fakültesi 1.<br />
Amfi ve Doktora Salonları, İ.Ü İletişim<br />
Fakültesi Sinema Salonu, Beyoğlu<br />
Sineması, Bahçeşehir Muhsin<br />
Ertuğrul Tiyatrosu, Nişantaşı City’s<br />
Sineması.<br />
FESTİVALİN BÖLÜMLERİ<br />
Askıda Hukuk ve İnsan Hakları<br />
Adalet Terazisi<br />
Aşk ve Suç, Aşk ve Ceza<br />
Suç Hikayeleri<br />
Panorama<br />
Kısa Film Yarışması