11.05.2016 Views

Cinedergi 78

Binder78

Binder78

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Sadece Türk sineması için dergi çıkarsak yeridir<br />

n Şubat sevgiller günü, Oscar ödülleri<br />

ve sinemada sezonun ortası olduğu<br />

için en yoğun dönemimiz. Bu ay o<br />

kadar çok Türk filmi vizyona giriyor<br />

ki sadece onlar için bile bir dergi<br />

çıkarabiliriz. Tam beş Türk filminin<br />

röportajını bulacaksınız dergide.<br />

Bir de Dizi dergi bölümümüzdeki<br />

iki röportajı sayarsak eder yedi. Bu<br />

yüzden özel dosyaları biraz kısmak<br />

zorunda kaldık. Artık birdaha ki aya<br />

arayı kapatırız. Şimdi kimler var<br />

röportajlarımızda? Engin Güneydın’ın<br />

İçimdeki Ses filminde başrolü oynayan<br />

Leyla Tuğutlu güzel kadının beyaz<br />

perdeye ne kadar yakıştığını bize<br />

kanıtladı. Özcan Deniz’in Sevimli<br />

Tehlikeli filminin güzel oyuncusu<br />

Ayça Ayşin Turan ‘Hayatımızda aşk<br />

olmazsa olmaz’ dedi. Hayalet Dayı<br />

filminin tecrübeli oyuncuları Settar<br />

Tanrıöğen ve Ülkü Duru Banu’nun<br />

sorularını yanıtladılar. Bu ayın farklı<br />

komedilerinden Yav He He filminin<br />

başarılı oyuncusu Başak Daşman<br />

ile ben sohbet ettim. Şubat yarıyıl<br />

tatili olur da çocuklar için filmimiz<br />

olmaz mı? Köstebekgiller filminin ve<br />

bütün çocukların sevgilisi İnci Türkay<br />

günümüzün dünyasına ait olmadığını<br />

söyledi. Özel dosyalarımızda Jüpiter<br />

Yükseliyor filminden yola çıkarak Wachowski<br />

kardeşleri odağına alan Halil<br />

İbrahim Sağlam yönetmenlerin dikkat<br />

çekici taraflarını sizin için yazdı. 2015<br />

Hollywood’un coştuğu yıl olacak. Bu<br />

yıl vizyona girecek efsane filmlerin<br />

devamları sizi şaşkınlığa uğratacak.<br />

Mesela Star Wars ve Mad Max geliyor<br />

desek? 2015’in en çok beklenen<br />

filmlerini bu dosyada bulacaksınız.<br />

22 Şubat’ta Oscar heyecanını<br />

yaşayacağız. Masis Oscar ödüllerinin<br />

bu heyecanı hak edip etmediğini<br />

bizim için değerlendirdi. Didem Peker<br />

Başaran o büyülü kalemiyle bu<br />

ay Tayfun Pirselimoğlu’nu anlattı.<br />

Dizi bölümümüz ise yine dopdolu.<br />

Nergiz Karadaş Dizifun köşesinde<br />

Poyraz Karayel dizisinin kritiğini<br />

yaptı. Gizem Merve Kaboğlu ise biten<br />

ama hala tartışmalara hedef olan<br />

Muhteşem Yüzyıl dizisinin sergisini<br />

sizin için gezdi. Gizem Diriliş dizisinin<br />

kötü adamı Serdar Deniz ve oyncu<br />

yetiştiren 35 Buçuk Akademiyi açan<br />

Altan Gördüm ile konuştu. Banu Diren<br />

Sineması’nda Karaoğlan tartışmasına<br />

güzel cevaplarla katılmış. Pekyakında,<br />

Vizyon ve daha birçok konuyla Şubat<br />

ayının <strong>Cinedergi</strong>’si hizmetinizde.<br />

Yayın Sahibi<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürü<br />

Banu Bozdemir<br />

Teknik Müdür<br />

Ali Abakan<br />

YAZARLAR<br />

Alper Turgut<br />

Masis Üşenmez<br />

Egemen Tokatlıoğlu<br />

Didem Peker Başaran<br />

Nergiz Karadaş<br />

Tuğçe Madayanti Dizici<br />

Şenay Tanrıvermiş<br />

Fırat Sayıcı<br />

Murat Tolga Şen<br />

Melis Zararsız<br />

Murat Kızılca<br />

Utku Ögetürk<br />

Halil İbrahim Sağlam<br />

Gizem Merve Kaboğlu


Bir Türkiye güzeli daha beyazperdede. 2008 yılı Miss<br />

Turkey seçilen Leyla Tuğutlu Engin Günaydın’ın senaryosunu<br />

yazdığı İçimdeki Ses filminde başrolde.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Sinemanın güzel kadını sevdiği çok belli. Ama<br />

sadece güzellikte iyi oyuncu olmaya yetmez.<br />

Türkiye güzeli Leyla Tuğutlu Karadayı dizisinde<br />

izleyicinin gönlünü zaten çalmıştı, şimdi ise Engin<br />

Günaydın’ın yazdığı ve oynadığı İçimdeki<br />

Ses filminde başrolü aldı. Sadece güzelliğine<br />

güvenmediğini hem eğitimine dikkat ettiğini hem<br />

de kendini gelecek yıllara daha bilinçli hazırlamak<br />

için elinden geleni yaptığını söyleyen zgüzel<br />

oyuncu senaryo yazmaya başladığını da söyledi.<br />

Kendini özgür ruhlu bir kadın olarak tanımlayan<br />

oyuncu İçimdeki Ses filmindeki karakterinin de<br />

kendine benzediğini belirtti.<br />

Bu senaryoda sizi etkileyen şey neydi?<br />

Senaryo okuduğumda beni çok heyecanlandırdı.<br />

İçinde olmaktan keyif alacağım birşey<br />

olmalıydı, beni heyecanlandıracak birşey. Beni<br />

heyecanlandırmıyorsa zaten yok. Beni çok ikna<br />

etti. Esprileri çok yerinde. Hikayesi çok tatlıydı, o<br />

yüzden.<br />

Peki rolünüzle ilgili biraz bilgi alabilir miyim?<br />

Ben Ayşe karakterini canlandırıyorum. Ayşe farklı<br />

kültürlerle büyümüş birisi ve bu konuda bana<br />

benziyor. Özgür ruhlu, özgüveni yüksek, cana<br />

yakın, alımlı, hoş, eğlenceli bir kadın. Ve Selim’e<br />

aşık oluyor. Selim’e olan aşkını anlatıyor aslında<br />

hikaye.<br />

Peki, bazı roller vardır bunlara hazırlanmak gerekir.<br />

Mesela engelli bir insanı canlandırıyorsanız,<br />

gözlem yaparsınız. Fakat bazı roller vardır,<br />

sizin kişisel tecrübenizden yola çıkarak onu<br />

yorumlamanız gerekir.<br />

Heralde bana benzemesi benim için avantaj<br />

oldu. Ortak yönlerimizi keşfettim o süre içerisinde.<br />

Bir de benim hazırlanmam için neredeyse hiç süre<br />

olmamıştı çünkü proje neredeyse tamamlanmıştı.<br />

Ben son anda dahil oldum. Ve en fazla iki hafta<br />

sonra setteydim. Hazırlanma süreci olmadı diyebilirim.<br />

Tabi Ayşe’yi oynarken çok keyif aldım ve çok<br />

özgür hissettim kendimi.<br />

Özgür hissetmenize Engin Günaydın’ın nasıl bir<br />

etkisi oldu?<br />

Senaryo zaten onun senaryosu ve hiçbir şekilde<br />

bize karışmadı. Yönetmen tarafından çok müdahale<br />

edilmedi. Kendimize göre oynadık karakterleri. O<br />

yüzden o an özgür hissettiğim için çok rahat ettim<br />

ve bunun filme de yansıdığını düşünüyorum.<br />

2000 sonrasında dizi oyunculuğu gerçekten çok<br />

baskın, en azından tanınmakta, ünlü olmakta,<br />

yıldız olmakta çok büyük etkisi var. Sinemanınsa<br />

yeşilçam’a göre artık bir adım geride kaldığını<br />

görüyoruz. Sinemaya nasıl bakıyorsunuz? Bütün<br />

bu gerçekler karşısında, bir oyuncu normalde<br />

daha çok sinemada var olmak ister. Bu tezatı nasıl<br />

yaşıyorsunuz ve tercihiniz ne olacak?<br />

Dizi bence oyuncunun idman alanı gibi birşey. Asıl<br />

oyuncuyu tatmin eden şey tiyatro ve sinemadır.<br />

Tabi bir tiyatro oyununda yer almadığım için bunun<br />

hakkında bir bilgim yok ama benim yapmak<br />

istediğim tabi sinema. Uluslararası işler. Festival<br />

filmleri. Öyle maddi değil, beni tatmin edecek,<br />

arkaya dönüp baktığımda beni mutlu edecek işlerde<br />

yer almak istiyorum.<br />

Türk sinemasının en büyük problemi oyuncularının<br />

ve yönetmenlerinin yurtdışına açılamamasıdır. Sizin<br />

hhem Almanya tecrübeniz vardı hem de Alman dilini<br />

bitirdiniz sanıyorum. Bu noktada bir çalışmanız var<br />

mı? Projelere profesyonel bir yaklaşımınız oldu mu?


Bana zaten Almanya’dan bir teklif gelmişti çok iyi bir proje için yalnız<br />

buradaki işlerimle tutmadı. Orada iki buçuk aylık bir süre istediler<br />

benden ki ben hem bir program sunuyordum hem dizinin üçüncü<br />

sezonu başlıyordu ve ben bu riski göze alamadım. Kabul edemedim.<br />

Oradaki bir başrol için bana teklif gelmişti. Ben açığım yani böyle<br />

işlere. Kesinlikle.<br />

Sizin oyunculuk geçmişiniz, Türkiye güzeli seçildikten sonra<br />

Başlayan bir macera. Bunun öncesinde böyle birşeyiniz var mıydı?<br />

Oyunculuk benim hayatıma güzellik yarışması ile çıkan bir macera<br />

sizin de söylediğiniz gibi. Fakat ben daha öncesinde çok küçüklükten<br />

beri müzikle ilgilenen bir kızdım. 5-6 yaşlarımda piyano<br />

çalıyordum daha sonra konservatuara girdim. Keman piyano solfej<br />

eğitimi gördüm. Benim asıl hedefim müzisyen olmaktı. Oyuncu<br />

olmasaydım da büyük ihtimalle müzikle uğraşıyor olacaktım. Miss<br />

Turkey yapıldıktan sonra, Miss Turkey’in yapıldığı kanaldan bana<br />

bir proje teklifi gelmişti. Üzerine ben sunuculuk, spikerlik, diksyon<br />

eğitimi aldım. Daha sonrasında o proje olmadı fakat Habertürk’te<br />

başka projeler oldu. 5 yıldır orada sunuculuk yapıyorum ve güzel<br />

gidiyor, zaten kısa sürede bu işi ne kadar çok sevdiğimi gördüm ve<br />

bunun üzerine yürüdüm.<br />

Yeni bir proje var mı sinemayla ilgili?<br />

Görüştüğüm işler var, ama dizinin üçüncü sezonu için. Belirli bir<br />

sinema projem yok. Dizi zaten üçüncü sezonda ve Hazirana kadar<br />

devam edecek. Umarım daha sonra başka bir sinema projesi gelirse...<br />

Başka bir karakter ve başka bir hikayeyle oynamak isterim.<br />

Perde güzel kadını sever. Ama bir kadının güzelliği, kendini nereye<br />

konumlandırdığıyla, ne kadar kabiliyetli olduğuyla ne kadar kendini<br />

sinemaya yakıştırdığıyla ilgilidir. Sonuçta olan şey budur. Bu konuda<br />

çabanız nedir, bu konuda nasıl bir yol tutacaksınız?<br />

Oyunculuk eğitimi alıyorum zaten. Özel ders alıyorum. Üzerine<br />

çalışıyorum. Üzerine çok okuyorum. Çok fazla okumanın karakter<br />

skalasını da genişlettiğini düşünüyorum. Bu şekilde çalışıyorum<br />

fakat dediğim gibi bence en fazla tecrübe ve yolun alındığı yer<br />

setlerdir. Ne kadar çalışırsan o kadar iyi oluyorsun. Sadece işin<br />

eğitimiyle, tekniklerini bilmekle olmuyor bu işler. Ne kadar yaşarsan,<br />

duygularını ne kadar kullanırsan o kadar iyi oluyorsun.<br />

Sizi en çok etkileyen performanslar Türk sinemasında kimlerindi?<br />

Türk sinemasında Gülşen Bubikoğlu.<br />

Daha önce komedide oynadınız mı?<br />

Olmadı.<br />

Peki şu noktadan bakınca, hani derler ya, çok komedi üretiliyor fakat<br />

komedi filminde oynamak aslında en zor şeylerden biridir. Bu konuda<br />

yorumunuz nedir.<br />

Aslında belki de çok cesaret edemediğim için böyle şeyleri kabul<br />

etmedim. Komedi senaryolarını yani. Ve dediğim gibi televizyonda<br />

bakınca çok sığ cırtlak, seyirciyi güldürmeyen espriler... Bu pek<br />

içinde olmak istemediğim bir şey açıkçası. Deiğim gibi çok ikna<br />

olduğum için, senaryosunu çok tatlı bulduğum için bu projede bu-


lunmak istedim ve beni heyecanlandırdığı için de hiç düşünmeden<br />

atladım. Romantik komedi olması, bir dram oynuyorsun sonuçta. Bu<br />

işin matematiği biraz daha farklı ama ikisi de hayattan bir kesit. Dram<br />

da komedi de... Gerçeğe ne kadar yakın olursa, hem hikayesi hem<br />

karakterleri, o kadar doğal o kadar komik oluyor bana göre.<br />

Komedi oyunculuğunu beğendiniz mi?<br />

Keşke daha önce oynasaymışım dedim. Her anın tadını çıkardım.<br />

Çok güldüm... İşin en güzel yanı bu zaten.<br />

Daha sonraki süreçte komediyi mi tercih edersin dramayı mı?<br />

İkisini de. Öyle bir tercih yapamam tabi. Sonuçta oyuncu herşeyi<br />

oynamalı. Ama bence Türkiye’de komedide gerçekten seksi ve komik<br />

olabilen kadınlar eksik bence. Keşke o konuda birşeyler yapabilsem.<br />

Yani öyle karakterlerin olmasını çok istiyorum. Bir eksiklik var bu konuda.<br />

1980ler ile 90ların ikinci yarısına kadar Türk Sinemasında feminzmin<br />

çok etkili olduğunu görüyoruz. Benim kendi görüşüm bu anlamda ikibin<br />

sonrası geriye adım atıldı. Siz bu olayı nasıl görüyorsunuz? Sizin<br />

tavrınız nedir? Türkan Şoray kanunları gibi kanunları mı önünüze<br />

kendinizi korumak için koyarsınız?<br />

Beni rahatsız etmediği sürece, kendime saygımı kaybetmediğim<br />

sürece içim rahatsa ben proje için herşeyi yaparım. Bu konuda bir<br />

sıkıntım, kurallarım da yoktur. Zaten oyuncunun egosu olmamalı,<br />

kuralları olmamalı, herşeye açık olmalı ama işte bunu konuşabilmeli,<br />

paylaşabilmeli. Dediğim gibi içim rahat ediyorsa, pişmanlık duymayacaksam<br />

herşeyi yaparım film için.<br />

Kamera arkasına ilgi duyuyor musunuz? Sizin yönetmenliğe, senaryo<br />

yazımına yaklaşımınız ne yönde?<br />

Yurt dışında bunun çok örneklerini görüyoruz. Brad Pitt gibi mesela,<br />

oyunculukta yönetmenlikte yapıyor. Bunun örnekleri Türkiye’de de<br />

var. Tabi ki yapmak isterim ama bunun için belli bir tecrübe gerekiyor.<br />

Önümde daha çok uzun bir yol var. Tabi ki yapmak istediğim belki<br />

yönetmenlik değil ama senaryo yazımı olabilir. Böyle fikirlerim var ve<br />

yazmaya da başladım açıkçası. Bilmiyorum ne kadar gerçekleşir.<br />

Peki, aslında ilk senaryolar, ilk film oyunculuğu gibi şeyler çok kişisel<br />

şeylerdir. Sonuçta insanı en başından beri etkileyen şeyleri konu<br />

eder. Hikayeniz neyle ilgili sorabilir miyim?<br />

Bir aşk. Aşk ama komedi değil. Şimdi tam söyleyemiyorum çünkü<br />

ortada daha pek birşey yok yani. Bilmiyorum olacak mı olmayacak<br />

mı zaten. Sadece fikirlerim var, kendi hayatımdan da yola çıkarak<br />

başladığım.<br />

Peki bu sinema filmleriyle beraber, dizilerle beraber bu müzik<br />

çalışmalarınız ve modellik de devam ediyor mu?<br />

Yok. Modellik devam etmiyor. Sunuculuk devam ediyor, zate çok<br />

keyif alarak yaptığım bir iş. Modellik yapmayı uzun bir süre önce<br />

bıraktım. Çünkü bu 32-34 bedenlere artık giremediğimi farkettim.<br />

Ve, bilmiyorum, bir eksiklik vardı her zaman içinde. O yüzden ordan<br />

koptum, uzaklaştım. Tabi yaparken çok keyif aldım modellikten. Yapmak<br />

istediğim şey de oydu, uzun yıllar etrafımın söylemesiyle de hep


unun üzerine gittim. Çocukken yaşıma göre hep uzun<br />

bir çocuktum. Kafama soktular, ilgim de o yöndeydi zaten.<br />

Müzik eğitimimden sonra çok takip ettim araştırdım<br />

yurt dışındaki modelleri. Bir dönem öyle birşey yaptım<br />

işte Best Modelden sonra 4 sene. Defilelere çıktım ama<br />

beni çok tatmin etmedi. Başka birşey istiyordum yani.<br />

Şimdi merak ettim, neden Alman dili okudunuz Üniverside<br />

de.<br />

Edebiyat okumak istiyordum zaten. O oldu. Şöyle<br />

birşey oldu. Ben eşit ağırlık okudum, sonra dil sınavına<br />

girdim ve çok puan kaybettim. Ne çıktıysa da ona<br />

girdim. Zaten kafamda İngiliz edebiyatı vardı, Alman<br />

edebiyatı vardı.<br />

Bu filmin hikayesinde anladığım kadarıyla beğendiğiniz<br />

bir çocuğun annesiyle bir savaş veriyorsunuz.<br />

Evet. Zaten karakterinden bahsettim kızın. Annesiz<br />

büyümüş. Hayatında bir anne figürü yok. Ona da en<br />

yakın aday tabi ki de aşık olduğu adamın annesi. O<br />

yüzden onunla çok komik bir ilişkileri var. Onun gözüne<br />

girebilmek için birçok yol deniyor. Güzel bir, komik bir<br />

maceraları var. Bir de Selim bir yazar. Kız onun fikirlerine,<br />

düşüncelerine, yazılarına aşık oluyor asılnda.<br />

Kafasına ve zekasına diyelim. Aralarında tabi biraz yaş<br />

farkı var. Selim de bu duruma inanamıyor. Hatta çevresi<br />

kızın başka birşeylerin peşinde olduğu kanısında.<br />

Böyle komik gelişen bir ilişkileri var.<br />

Peki, izleyiciler için benim size sormadığım ama sizin<br />

filmle ilgili söylemek istediğiniz birşey var mı?<br />

Benim söylemek istediğim, bence izlesinler çünkü çok<br />

keyif alacaklar. Gündelik hayatta hep gördüğümüz<br />

birşey. Hani arkadaş çevresi oturur bu kızın bu adamın<br />

yanında ne işi var ya falan diye konuşmalar olur ya.<br />

Öyle bir ilişki var bu filmde de. Dolayısıyla çok gerçekçi<br />

bir hikaye. Herkesin kendinden birşeyler bulabileceği<br />

bir film.<br />

Demin hayrınlarınız sizinle resim çektirmeye çalıştılar.<br />

Şimdi bunlar hem hoş hem de çok değişik şeyler. Bu<br />

sizin üzerinizde nasıl bir etki bıraktı. Sonuçta bütün<br />

o yaşadığınız tecrübelerden çok daha farklı dizi<br />

oyunculuğundan sonra elde ettikleriniz.<br />

Yani beni çok mutlu ediyor, insanların beni sevdiğini<br />

görmek. Hep güzel şeyler duyuyorum. Güzel yorumlar<br />

geliyor, internette hep takip ediyorum zaten yazılanları.<br />

Bu beni mutlu ediyor, işimizi iyi yaptığımızı gösteriyor.<br />

Peki bu sizin üzerinizde hiç baskı oluşturmuyor mu?<br />

Oluşturmuyor. Benim üzerimde oluşturduğu tek baskı<br />

daha iyi olma isteği o kadar.


Yönetmen: Alexandre Aja<br />

Senaryo: Keith Bunin<br />

Oyuncular: Daniel Radcliffe,<br />

Juno Temple, Heather Graham,<br />

Kelli Garner, David Morse<br />

Konu: Ig Perrish, sevgilisi Merrin’in tecavüz edilip öldürülmesi sonrası polis<br />

tarafından bir numaralı şüpheli ilan edilmiştir. Çok içtiği bir gecenin ertesi<br />

sabahı uyandığında, aynada bir gariplik fark eder. Kafasının iki yanında boynuzlar<br />

çıkmaktadır. Neye uğradığını şaşıran Ig, ilerleyen günlerde insanların<br />

kafasındaki boynuzlardan çok etkilendiğini ve kimseye yapamadıkları itirafları<br />

boynuzlardan korktukları için kendisine yaptıklarını fark eder. Tüm bu garip<br />

süreçte, sevgilisi Merrin’in aslında başına ne geldiğini araştıracak ve cinayetin<br />

faillerini insanlardan öğrendikleriyle kendi yoluyla bulmayı deneyecektir.


Yönetmen: Mehmet Binay,<br />

Caner Alper<br />

Senaryo: Caner Alper<br />

Oyuncular: Ece Dizdar, Taner Birsel,<br />

Tilbe Saran, Nilüfer Açıkalın, Tuğrul<br />

Tülek<br />

Konu: Otuz ikinci yaş günün<br />

gecesinde, kanlar içinde hastaneye<br />

kaldırılan Deniz’in, sıkça geçmişe<br />

döndüğü yoğun rehabilitasyon<br />

sürecinde, ruhundaki kilitli çekmeceler<br />

açılacak. Kız çocuk ve ergen<br />

cinselliğinin neresinden tutacağını<br />

bilemeyen aktör bir anne-babanın,<br />

kendi kompleksleri arasında kızlarının<br />

bedeninde ve ruhunda açtıkları yaralar<br />

ortaya çıkacak.<br />

Yönetmen:<br />

Abel Ferrara<br />

Senaryo: Abel Ferrara<br />

Oyuncular: Willem Dafoe, Riccardo<br />

Scamarcio, Maria de Medeiros,<br />

Adriana Asti, Valerio Mastandrea<br />

Konu: Abel Ferrara’nın yeni<br />

filmi, 1975 yılında hayatını kaybeden<br />

usta yönetmen Pier Paolo<br />

Pasolini’nin son günlerini ve<br />

ardında şüphe yaratan ölümünü<br />

ele alıyor. Dünya prömiyerini<br />

Venedik Film Festivali<br />

kapsamında gerçekleştiren filmde<br />

Pasolini’ye hayat veren oyuncu<br />

Willem Dafoe. Oyuncu kadrosunda<br />

Dafoe’ye Maria de Medeiros,<br />

Riccardo Scamarcio ve Giada Colagrande<br />

gibi isimler eşlik ediyor.


Yönetmen:<br />

Neill Blomkamp<br />

Senaryo:<br />

Neill Blomkamp<br />

Oyuncular: Hugh Jackman,<br />

Dev Patel, Sigourney<br />

Weaver, Sharlto<br />

Copley, Jose Pablo<br />

Cantillo<br />

Yönetmen: İlksen Başarır<br />

Senaryo: Mert Fırat, İlksen Başarır<br />

Oyuncular: Mert Fırat, Melisa Sözen, Mustafa<br />

Uzunyılmaz, Derya Durmaz, Hare Sürel<br />

Konu: Duyduğu bir şarkının peşine düşen<br />

Nehir ile şarkıyı yapan Ozan’ın tüm zorluklara<br />

rağmen bitirmeyi başaramadıkları<br />

aşklarının hikayesinin anlatıldığı filmin<br />

başrollerinde Mert Fırat ve Melisa Sözen<br />

yer alırken onlara Hare Sürel, Mustafa<br />

Uzunyılmaz, Judith Lieberman, Onur Şirin,<br />

Anıl Altınöz ve Göktay Tosun eşlik ediyorlar.


Konu: Güney<br />

Afrika’nın Johannesburg<br />

şehrinde<br />

geçen hikayenin<br />

başkarakteri Chappie<br />

isminde üstün<br />

zekaya sahip bir insan,<br />

hatta bir robot!<br />

Doğumu sırasında<br />

iki düzenbaz suçlu<br />

tarafından kaçırılan Chappie,<br />

tuhaf aile tarafından evlatlık<br />

edinilir. Doğumuyla birlikte<br />

kendine bahşedilen yeteneği<br />

ise hayatı boyunca başına türlü<br />

belalar açacak cinstendir.<br />

Yönetmen: Christian Ditter<br />

Senaryo: Juliette Towhidi<br />

Oyuncular: Lily Collins, Sam Claflin, Tamsin<br />

Egerton, Art Parkinson, Jaime Winstone<br />

Konu: Rosie ve Alex 5 yaşından beri birbirlerinin<br />

en iyi dostu olmuştur; bu yüzden<br />

aralarında aşka ve sevgili olmaya dair hiçbir<br />

ihtimal olmamıştır. Ama ne zaman olay sevgili<br />

seçimlerine gelse, birbirlerinin en büyük<br />

düşmanı olmuşlardır. 18 yaşında yapılan<br />

bir seçim, kaçırılan bir fırsat ise hayatlarını<br />

bambaşka yönlere sürükler. Bu arada hayal<br />

kırıklıklarıyla sonuçlanan ilişkiler, evlilikler,<br />

boşanmalar da cabası…


Yönetmen: Kenneth<br />

Branagh, Mark Romanek<br />

Senaryo: Chris Weitz, Aline<br />

Brosh McKenna<br />

Oyuncular: Lily James, Helena<br />

Bonham Carter, Cate<br />

Blanchett, Hayley Atwell,<br />

Richard Madden<br />

Konu: Annesinin ölümünün<br />

ardından babası başka bir<br />

kadınla evlenen Ella, iyi niyetle<br />

üvey annesine ve onun<br />

iki kızına yardım etmektedir.<br />

Ancak tüccar babasının<br />

beklenmedik ve erken<br />

ölümü, onu hizmetçiliğe ve<br />

hiç istemediği bir hayata<br />

sürükler. Günün birinde ormanda<br />

karşılaştığı ve sarayda<br />

bir çırak zannettiği, ancak<br />

prens olduğundan habersiz<br />

olduğu yakışıklı genç ise<br />

onun kalbini çalacak ve<br />

yeniden umutla dolmasını<br />

sağlayacaktır.<br />

Yönetmen: Glenn Ficarra, John Requa<br />

Senaryo: Glenn Ficarra, John Requa<br />

Oyuncular: Will Smith, Rodrigo Santoro,<br />

Stephanie Honore, Margot Robbie, B.D.<br />

Wong<br />

Konu: Nicky zamanının usta<br />

dolandırıcılarından biridir. Bir gün Jess<br />

Barrett adında genç güzel ve çekici bir<br />

kadın ile yolları kesişir. Sıradan bir kadın<br />

olmayan Jess, soygun konusunda en<br />

az Nicky kadar yeteneklidir! İkili büyük<br />

bir avın peşine düşme planı yaparken,<br />

hiç hesapta yokken birbirlerine de aşık<br />

olacaktır... Senaristliği ve yönetmenliği<br />

Glenn Ficarra ve John Requa ikilisine ait<br />

olan suç ve aksiyon filminde başrolleri<br />

Will Smith ve Margot Robbie paylaşıyor.


Özcan Deniz’in son filmi Sevimli Tehlikeli’nin başrolünde oynayan Ayça<br />

Ayşin Turan “Bir insanın hayatında aşk olmazsa olmaz” dedi. Filmle<br />

ilgili sorularımızı cevaplayan genç yıldız, oynadığı Karagül dizisinin de<br />

kendisi için büyük tecrübe olduğunu söyledi.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Sürekli yepyeni Türk filmleri vizyon alıyor. Bu filmlerle birlikte<br />

bir çok yeni oyuncunun ismini de duyuyoruz. İşte ilk uzun metraj<br />

filmini çeken ama Karagül dizisini takip edenlerin tanıdığı Ayça<br />

Ayşin Turan onlardan biri. Özcan Deniz’in yönetmenliğini yaptığı<br />

Sevimli Tehlikeli filminde Zeliş karakterini canlandıran güzel<br />

yıldız hem normal hayatta kim olduğunu hem de filminin çekiliş<br />

hikayesini anlattı.<br />

Sevimli Tehlike filminin senaryosu geldiğinde sizi en çok etkileyen<br />

ne oldu?<br />

Özcan Bey hikayeyi ilk anlattığında ortada senaryo yoktu.<br />

Kafasında o kadar güzel kurmuştu ki hikayeyi o anlattıkça<br />

ben kendimi Zeliş olarak hayal etmeye başladım. Senaryo<br />

geldiğinde ve ilk sayfasını açtığımda benim maceram ve Zeliş’in<br />

macerası başlamış oldu.<br />

Bir oyuncunun ilk sinema filmi her zaman önemli ve unutulmaz<br />

olur. Bu film sizin için bu tanımlamanın içini doldurdu mu?<br />

Tanımlamanın içini doldurmaktan ziyade doldu taştı diyebiliriz.<br />

Benim için çok özel, unutulmaz ve yeri her zaman ayrı olacak<br />

bir film oldu. Benim ilk bebeğim, ilk göz ağrım. Setin son günü<br />

bittiği için gerçekten acı çektim. 6 haftalık süreçte harika bir ekiple,<br />

inanılmaz keyif alarak çalıştım. Umarım işime olan aşkımı<br />

beyaz perdede izleyicilerimize de hissettirebilirim.<br />

Rolünüzden bahsedebilir misiniz?<br />

Zeliş bizim masalımızın saf ve güzel prensesi. Hayalperest<br />

ve kimsenin ondan beklemediği kadar cesur bir kız. Çok yalan,<br />

sevgisiz bir dünyanın içerisinde kendi doğrularıyla kendini<br />

büyütmüş. Hayalindeki aşkı ararken o yol onu çok başka gerçeklere<br />

götürüyor.<br />

Bazı roller vardır onlara hazırlanmak gerekir. Mesela tarihi bir<br />

kişiliği oynuyorsanız veya engelli birini canlandıracaksanız<br />

araştırma yaparsınız. Bir de oyuncunun kendi tecrübesinden<br />

yola çıkarak hazırlandığı roller vardır. Bu film hangisine yakın.<br />

Kendi tecrübelerimden faydalanacak kadar tecrübe sahibi


olduğumu düşünmüyorum. Henüz yolun<br />

başındayım ve bu yolda kendimi geliştirmem<br />

için uzun bir süreç var. Rol ne olursa olsun ister<br />

günümüz karakteri ister tarihi bir karakter, rolümle<br />

ilgili her türlü araştırmayı yaparım. Zeliş’i de öyle<br />

buldum aslında. Zeliş karakterindeki insanların<br />

hal ve hareketlerinden konuşma tarzlarına birçok<br />

şeyi araştırdım ve gözlemledim. Bu konuda da en<br />

büyük yardımcım yönetmenim oldu.<br />

Rolünüzde romantizmi ve aşkı yaşıyorsunuz.<br />

Gerçek Ayça bu duyguları ne kadar önemser?<br />

Hayatının neresinde durur bu duygular?<br />

Aşk olmazsa olmaz hayatta. Ama bu aşkı sadece<br />

karşı cinse duyulan ilgi olarak görmemeli. Hissetmek<br />

en önemlisi. Insan sevgisinden beslenerek<br />

işimi yapıyorum ve hissettiğimi yaşıyorum.<br />

Dizilerle başlayan bir kariyeriniz var. Genç bir<br />

oyuncunun sinema dilini oluşturmakta dizi sektörünün<br />

yıpratıcı şartları bir dezavantaj yaratır mı?<br />

Ben galiba şanslı olanlardanım. O kadar güzel bir<br />

ekibin içerisinde çalışıyorum ki. Karagül’ün yönetmeni<br />

Murat Saraçoğlu dizimizi sinema filmi gibi<br />

çekiyor. Setimiz bir film setinden farksız. Görsellerimizde<br />

öyle. Set benim kendimi geliştirdiğim yer<br />

oldu. Bu da benim bu konudaki avantajım. İşiniz<br />

her ne olursa olsun bardağın dolu tarafından çok<br />

boş tarafını görüyorsanız en büyük hatanız bu<br />

olur. Ben şartlardaki alabileceğim en iyi tarafları<br />

alıyorum.<br />

Perde güzel kadını sever. Ama oyuncu bu<br />

güzelliğine hem tecrübe hem de kabiliyetini<br />

katmalı. Bu anlamda nasıl bir yapılanma içindesiniz?<br />

Perde güzel kadını sever doğru ama<br />

oyunculuğuyla kendini güzelleştiren ve devleştiren<br />

kadını daha çok sever. En önemlisi de izleyiciyi<br />

oyunculukla büyüleyebilmek. Ben henüz yolun<br />

başındayım ama emin adımlarla ilerleme çabası<br />

içerisindeyim.<br />

Türk sinemasında duygusal filmlerin kökeni<br />

Yeşilçam’a dayanır. Sizin Yeşilçam’a yaklaşımınız<br />

nedir? Oyunculuğundan etkilendiğiniz Yeşilçam<br />

ünlüsü var mıdır?<br />

Benim hala keyif alarak izlediğim filmlerdir<br />

Yeşilçam filmleri. Beğendiğim ve severek izlediğim<br />

o kadar çok değerli isim var ki saymakla bitmez...<br />

1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına kadar<br />

feminizmin sinemamızda etkisini hissedebilirdik.<br />

Bunun faturasını ödeyen kadın oyuncularımız vardı.<br />

Müjde Ar, Nur Sürer gibi. 2000 sonrası sinemamızda<br />

bu anlamda geriye bir adım atıldığını düşünüyor musunuz?<br />

Biraz yorumlar mısınız?<br />

1980’lerde sinemamızda yaşanan feminizm<br />

yükselişinin 2000’lerde etkisini yitirdiğine inanıyorum.<br />

1980 öncesi yapılan filmlerde kadınlar hep tek düze<br />

karakter olmuşlar ve filmlerde 2. plana itilmişlerdir.<br />

1980’lerde bu yükselme yaşanmasına rağmen 2000’li<br />

yıllara baktığımızda sinemamızda kadın sorunları<br />

popülerliğini yitirmiş gibi görünüyor. 1980’lerdeki<br />

toplumsal cinsiyete dayalı tartışmalar 2000’lerde<br />

yerini yüzeysel kadın erkek ilişkilerine bırakmış. 2000<br />

sonrası sinemamızda çok farklı türde filmin çekildiği<br />

bir dönem olmuştur. Bu filmler içerisinde kadın<br />

konusunu ele alan filmlerin sayısının oldukça az<br />

olduğunu düşünüyorum.<br />

Daha ilk filminizde çekimlerde bir kaza yaşadınız.<br />

Bundan sonra dublör kullanmaya yakınmısınız? Bu<br />

size nasıl bir tecrübe kattı?<br />

Ufak bir kaza geçirdim diye böyle sahnelerden kaçacak<br />

değilim aksine daha çok üstüne giderim.<br />

Yapabildiğim kadarıyla ben yapmaya çalışırım ama<br />

belli bir yerden sonrası içinse tabii ki işi, işini bilene<br />

bırakmak en doğrusu.<br />

Özcan Deniz oyunculuktan kamera arkasına geçti.<br />

Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yönetmenlik<br />

veya senaryo yazımı hedeflerinizin arasında mı?<br />

Ben zaten kamera arkasından oyunculuğa geçtim.<br />

Ileride bir gün neden olmasın? Okuduğum mesleği<br />

yapmayı çok isterim ama bunun için daha zamanım<br />

var. Şimdi gönlümü oyunculuğa kaptırdım ve bu<br />

yolda kendimi geliştiriyorum.<br />

Oyuncu olmayı ne zaman istediniz? Küçüklüğünüzde<br />

böyle bir özleminiz var mıydı.<br />

Küçükken müzisyen tarafım daha ağır basıyordu<br />

aslında. Oyunculuk aklımda yoktu. Yönetmenlik<br />

okumaya karar verdiğimde bu sektörün içerisinde<br />

olacağımı biliyordum.<br />

Sürpriz bir şekilde gelişti oyunculuk. Üç yıl öncesine<br />

göre oyunculukta biraz daha tecrübe sahibi oldum,<br />

kendimi biraz daha geliştirdim, çok değerli isimlerin<br />

tecrübelerinden faydalandım ve artık daha fazla insan<br />

beni tanıyor.<br />

Benim size sormadığım ama sizin izleyiciler için söylemek<br />

istediğiniz bir şey var mı?<br />

Sevimli Tehlikeli onlardan bir parça. Kendi hikayesini<br />

bulmak isteyenler bence filmimizi kesinlikle izlemeli.


n Oscar adayı filmler sırasıyla sinemalara geliyor.<br />

Bu hafta vizyona giren Unutma Beni – Still<br />

Alice En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday.<br />

Julianne Moore, Meryl Streep gibi neredeyse<br />

bütün filmleriyle Oscar’ı zorluyor. İyi bir kadın<br />

oyuncu. Aslında Hollywood’taki rakiplerinden<br />

çok daha başarılı olduğunu söylemeliyiz. Kendine<br />

has bir güzelliği olan Julianne Moore keskin<br />

yüz hatları, kalın kemik yapısı ile klasik güzellik<br />

anlayışına çok uymasa da kabiliyetiyle aradaki<br />

farkı hep kapatmasını bildi. Son dönemlerde<br />

çokça karşılaştığımız hastalık filmleri hakkında ne<br />

düşünürsünüz bilmem. Ama ben bu dramatik ve<br />

üzücü filmlerden hep kaçınmışımdır. Çünkü hayat<br />

zaten yeterince üzücü. Fakat Still Alice, Oscar<br />

adayı olunca el mahkum seyrettik. Diğerlerinden<br />

farklı bir filmle karşılaştığımı söylemeliyim. Klasik<br />

Hollywood stilinin hissedilmesine rağmen kendine<br />

ait bir gerçekçiliği de var filmin. Özellikle gerçek<br />

hayatta insanlar tedavisi olmayan bir hastalığa<br />

yakalandıklarında filmlerdeki gibi sürekli ağlayıp,<br />

kendilerine acımazlar. Çünkü hayat mucizevi bir<br />

şeydir. Durum ne olursa olsun insanın hayata<br />

tutunma azmi, gelecek sonu anlık bile olsa<br />

unutmasını sağlar. Üstelik bu sadece hasta için<br />

geçerli değildir. Hasta yakınları ve aile de aynı<br />

travmayı ve kendi içinde çatışmayı yaşar. Klasik<br />

problemler yaşanmaya devam eder. Bir hastalıkla<br />

uğraşıyorsunuz diye hayat hiç bir zaman durmaz.<br />

Bu acımasız bir şey ama gerçek. Still Alice filminde<br />

Alzheimer odağa alınmış. Alzheimer diğer<br />

tedavisiz hastalıklar gibi acımasız bir illet. Ama<br />

diğerlerinden farklı olarak insanın anılarını,<br />

kimliğini, geçmişini yavaş yavaş tüketmesine<br />

sebep olduğu için ailelere en büyük zararı veren<br />

hastalık diyebiliriz. Bu hastalık daha çok ilerleyen<br />

yaşlarda ortaya çıktığı için verdiği zarar daha da<br />

büyük. Yaşlandıkça kimliğiniz katılaşır aynı zamanda<br />

olgunlaşır. Anılarınız gençliğinizden daha<br />

çok sizi siz yapmaya başlar. İlk önce çocuklarınız<br />

vardır daha sonra torunlarınız. Kişi olarak çocuklarla<br />

değil ailelerle uğraşmaya başlarsınız. Oğlunuz,<br />

kızınız, gelinler, damatlar ve tabii torunlar. Tam bütün<br />

bunlara kol kanat gereceksiniz, tecrübelerinizi onlara<br />

aktaracaksınızdır ki birden herşey yok olmaya başlar.<br />

Bütün eğitiminiz ve mesleğinizin size kazandırdığı<br />

titriniz yok olur. Toplumdaki statünüzü kaybedersiniz,<br />

sonra sıra aileye gelir. Bir anne ve babaysanız, aile<br />

büyüğü olma durumu artık yoktur. Hatta çocuklarınıza<br />

muhtaç olursunuz. Roller çok keskin bir şekilde<br />

değişir. Still Alice bunların hepsini gerçekçi bir şekilde<br />

anlatıyor. Columbia Üniversitesi’nde dil bölümünde<br />

profesör olan Alice Howland hayatta istediği her şeye<br />

sahiptir. Ona sadık bir kocası ve üç çocuğu vardır.


Hayatı işiyle ailesinin arasında gidip gelmektedir.<br />

UCLA’da yaptığı bir konuşma sırasında konuşma<br />

için çok önemli bir kelimeyi bir türlü hatırlayamaz.<br />

Ailesinden gizlice göründüğü nörolog, çok<br />

kötü bir haber verir. Alice, Erken Başlangıçlı<br />

Alzheimer’a yakalanmıştır. Bu hastalık aileden<br />

gelen genlerle Alice’e bulaşmıştır. Aynı dertten<br />

çocukları da etkilenecektir. Julianne Moore çok<br />

dramatik ve çarpıcı sahneleri gözümüze sokmadan<br />

yorumlamış. Bu oyunculuğu tutturmak<br />

kabiliyet ama herşeyden çok da tecrübe gerektirir.<br />

Moore’un canlandırdığı Alice karakterinin eşi akademisyen<br />

John’u ise Alec Baldwin oynuyor. Alec<br />

Baldwin’in gençlik filmlerinden hoşlanmam ama<br />

olgun dönemlerinde bu kadar çıta atlayan bir oyuncuya<br />

şapka çıkarmak lazım. Baldwin’in canlandırdığı<br />

John bir oyuncu için zor bir karakter. Karısını<br />

severken yaşamına devam eden bir adamdan nefret<br />

etmek de çok kolay, ona anlayışla yaklaşmak<br />

da, çünkü gerçek hayatta da durum aslında aynen<br />

böyle. Bu gerçeklik filmin en önemli tarafı. Alzheimer<br />

hastalığı normal olarak yaşlı ebeveynlere sahip<br />

insanlar için çok da bilinmedik değil. Benim de bu tür<br />

tecrübelerim oldu. Beni şaşırtan ise herşeyi unutan<br />

dedemin beni tanımazken torununu gördüğünde<br />

gülümsemesiydi. Sanıyorum beyin bitse de yürek<br />

yaşamaya devam ediyor. Üzüleceksiniz ama bu filmi<br />

seyredin.


n Pasif direnişin mucidi ve uygulayıcısı Gandi’yi<br />

rehber belleyen ve onun yolunu izleyen Martin<br />

Luther King Jr.; “Sonunda düşmanlarımızın<br />

sözlerini değil, dostlarımızın sessizliğini<br />

hatırlayacağız” der. Yurttaşlık hakları, özgürlük<br />

ve eşitlik için mücadeleye atılan Martin Luther,<br />

resmen sivil itaatsizliğin destanını yazar, 39<br />

yıllık ömründe… Hah! Sakın ha, pasifist lan bu<br />

zaten deyip geçmeyin, şiddet içermeyen, zalimin<br />

öfkesini propagandaya çeviren bu eylem<br />

türü, büyük bir sabır, uzun soluklu mücadele,<br />

çile, çile ve çile gerektirir. İtilip kakılmayı, dövülmeyi,<br />

ötekileştirilmeyi, hapsedilmeyi ve hatta<br />

öldürülmeyi göze almak demektir, savaşma<br />

seviş ile karıştırılmasın.<br />

“Selma”, bizdeki adıyla Özgürlük Yürüyüşü,<br />

Martin Luther King’in, hayatından ve mücadelesinden<br />

bir kesiti kurguluyor, filme dair<br />

eksiklik hissi, işte tam da bu yüzden… Oysa<br />

benzer bir mücadeleyi, farklı yoldan yürüten<br />

ve aynı yaşta öldürülen Malcom X gibi, bir<br />

biyografi filmini kesinlikle hak ediyordu, parça<br />

parça öyküler veya TV işi şeyler yerine… Hem<br />

biyografi ve gerçek yaşanmışlıklar, ödüllere<br />

doyamıyor, özellikle son yıllarda… Hollywood<br />

yerine, Amerikan Bağımsız Sineması, bu misyonu<br />

yüklenirse ne güzel olur! Misal Gandi, ne<br />

müthiş bir yapıttır, çarpıcıdır ve kesinlikle akılda<br />

kalıcıdır. Şimdilik 27 ödüllü Selma ise Oscar’a<br />

yükleneyim diye, tipik Hollywood klişelerine<br />

sarınmış, bu ucuz oyunlar, filmin tadını kısmen<br />

kaçırmış. Amma ve lakin bu film iyi ve seyredilmeye<br />

değer. Selma’ya dair en sevdiğim şey ise,<br />

müzikleri oldu, tek kelimeyle enfes. Filmin belli<br />

başlı rollerini David Oyelowo, Tim Roth, Tom<br />

Winfrey, Martin Sheen, Carmen Ejogo, Giovanni<br />

Ribisi, Cuba Gooding Jr. sırtlamış, yönetmenlik<br />

koltuğuna da üçüncü uzun metrajını çeken Ava<br />

DuVernay oturmuş. Ekip, gayet güzel!<br />

Selma, Martin Luther King’in Nobel Barış Ödülü’nü<br />

almasıyla başlar. Selma demişken, Alabama’nın bir<br />

kenti olduğunu belirtelim, siyahilerin daha yoğun<br />

olduğu, ancak hiçbirinin oy kullanamadığı, hala “zenciler,<br />

bizim kölemizdir” kafasını sürdüren Güneyli<br />

beyazların kalesidir bu yer… “Özgürlük de bir dindir”<br />

der bizim sosyolog ve Baptist rahip Martin Luther<br />

King, 1965 yılında Oy Hakkı Kanunu için 87 kilometrelik,<br />

Selma-Montgomery yürüyüşünü tertip eder.<br />

Alabama’nın başkenti Montgomery, Doktor King’in,<br />

10 yıl önce, 1955’te otobüslerdeki ırkçı uygulamayı<br />

protesto etmek için, boykot başlattığı yerdir, aynı<br />

zamanda… “Uçamazsan koş, koşamazsan yürü,<br />

yürüyemezsen sürün ama ne yaparsan yap ilerlem-


esin”, kararlılık ve gözü karalık budur.<br />

Yarım asır önce, bir yürüyüş gerçekleştirirler, tüm<br />

ABD’nin gözü bu eylemdedir, Kuzeyli beyazlar da<br />

desteğe koşar, elbette kan da akar. ABD başkanı<br />

Johnson, FBI kurucu direktörü Edgar, bölge valisi<br />

Wallace, hepsi öyküye katılır. İnsan hakları davası,<br />

yasadışı dinlemelere, bel altı vurma gayretlerine,<br />

tüm tehditlere ve hedef göstermelere rağmen,<br />

tam gaz sürmektedir; “Bir rüyam var! Bir gün, dört<br />

çocuğumun da derilerinin rengi ile değil de kişilikleri<br />

ile yargılanacağı bir ülkede yaşayacaklarına dair…”<br />

Bu rüya, bu hayal gerçekleşmiş değildir henüz,<br />

bakmayın Obama’nın başkan olduğuna, onun da<br />

Nobel Barış Ödülü aldığına, hala sokaklarda siyahi<br />

insanlar, polis tarafından vurulmakta ve hala<br />

cezaevleri, tıka basa siyahiler ile doldurulmakta…<br />

Evet, Martin Luther King’den Malcolm X’e, Marcus<br />

Garvey’den Kara Panterler’e, tüm Afroamerikan<br />

hareketleri, zalim beyazlarla mücadele ettikleri<br />

kadar, köle ruhuna hapsolmuş ve sessiz kalmış<br />

siyah insanları da harekete geçirmeye çalıştılar.<br />

Özgürlük ve eşitlik, öyle kolay gelmez, gönüllü de<br />

verilmez, zalimler reddedir, mazlumlar ister ve direnerek<br />

kazanılır. Ve eninde sonunda hayat bulması<br />

gereken bir rüyadır, o en güzel rüyadır, vicdanın<br />

ve adaletin hüküm sürmesi için. Yazıyı yine onun<br />

sözüyle tamamlayalım; “İnanmak, merdivenin<br />

tamamını görmediğin halde ilk adımı atmaktır.”


n Ruben Östlund Force Majeure /Turist filminde<br />

burjuvazinin üzerine düşen bir çığı ve<br />

bunun altından nasıl çıkılacağını anlatmaya<br />

çalışmış. İsveçli aile Fransa’nın Alplerine<br />

kar tatili yapmaya giderler. Tatil merkezi gibi<br />

ailenin hali de dört dörtlük. Kayan, yemek<br />

yiyen eğlenen ailenin dağılması ya da o<br />

mükemmelliğe sızıntı yapmış bir şeyin açığa<br />

çıkması ufak bir çığ kriziyle patlıyor. Olay şöyle<br />

gelişiyor. Tomas yemek yerken üzerlerine<br />

doğru gelen çığda ailesini bırakır ve çığdan<br />

kaçar. Anne Ebba ise çocuklarına sarılır ve<br />

çığın etkisinin geçmesini bekler. Çığ geçer<br />

baba gelir ve bu ritüelden sonra aile dağılma<br />

noktasına gelir. Yaşanan olay herhangi bir aile<br />

çatışmasına dönüşebilir aslında yani bu geride<br />

bırakma vakasını birçok olay ve aile modeline<br />

uyarlayabiliriz ama yönetmen küçük burjuva bir<br />

ailenin çatırdama hikayesi olarak resmetmiş.<br />

Ebba bu olayı kaldıramıyor ve her ortamda<br />

kocasının kaçısını anlatıyor, araya giren<br />

soğukluk ise çığ gibi büyüyor.<br />

Ebba ve Tomas kendi aralarında çocuklara<br />

hissettirmeden halletmeye çalışsalar da çocuklar<br />

her şeyin farkında yani herkes bu krize<br />

uzak ya da yakın ortak. Hatta aynı sınıftan<br />

olmadıkları için bir parça aşağıladıkları kat<br />

görevlisi bile. Güvenli ağın yırtılması, Ebba’nın<br />

kendisini fazlasıyla ortada kalmış hissetmesi<br />

durumun özü. Hep iyi olmak, ‘biz iyiyiz ya’<br />

üzerine kurulan ilişkinin aslında iyi olmadığı<br />

çıkıyor ortaya. Ebba’nın bu kadar etkilenmesi<br />

küçük burjuva şımarıklık olarak da algılanabilir<br />

ama arkadaşları olan çift de aynı tartışmayı<br />

tekrar ediyor. Evet konu tartışmaya açık ve<br />

herkesin sorgulayabileceği bir konu ama bu<br />

burjuva çift arasında yaşanınca etkileri daha<br />

farklı yansıyor. Yani çatırtı daha derinden ve<br />

ağır oluyor, mükemmelliğin tıkımını gören gözlerin acısı<br />

perdeyi kaplıyor.<br />

Filmde Haneke filmlerindeki soğukluk var, çiftlerin<br />

psikolojik baskısı ve bu baskı sonucundaki patlamalar<br />

bu etkiyi yaratıyor. Film oteldeki iyi ve kötü hissediş<br />

hallerinden kuruyor öyküyü. Akşamları dağlardan gelen<br />

patlama sesleri ailenin patlama seslerine eşlik ediyor.<br />

Yönetmen gerçekliği fazlasıyla kullanıyor filminde. Hatta<br />

bir önceki filmi Play İsveç toplumundaki ırkçılık ve sınıf<br />

ayrımına aynı gözle bakan başarılı bir yapımdı. Film<br />

kadını ve adamı ayrı bir yere devirip seyircinin gözünde<br />

ikisini de aynı konuma getirmeye çalışıyor gibi. Ama<br />

filmin sonunda sorguladığı tarafın sanki kadın olduğunun<br />

altını çizer gibi davranmış!


n Amerika denilince akla ilk gelen simgelerden<br />

biri Clint Eastwood olmasa da, onun görüntüsü<br />

ya da ismi Amerika’yı elbet çağrıştırıyor. Milliyetçi<br />

tavrıyla zaman zaman eleştiri oklarına hedef olan<br />

Eastwood, bu kez Amerika’nın dünya üzerinde (bir<br />

kez daha) kamuoyu yaratmaya çalışan yeni filmi<br />

“Amerikan Sniper” ile gündemde.<br />

Filmin kısaca konusu şöyle... Donanma SEAL<br />

komandolarından Chris Kyle, silâh arkadaşlarını<br />

korumak için Irak’a gönderilir. Keskin ve isabetli<br />

atışları sayesinde savaş alanında çok sayıda hayat<br />

kurtarır. Görevleriyle ilgili hikâyeler yayıldıkça<br />

“Efsane” lâkabını kazanır. Ancak ünü düşman<br />

hatlarının gerisinde de yayılmaktadır ve kafasına<br />

ödül konmasıyla birlikte isyancıların öncelikli<br />

hedeflerinden biri haline gelir. Ayrıca iyi bir koca<br />

ve baba olmak için de zorlu bir uğraş vermektedir.<br />

Clint Eastwood’un yönettiği filmin başrollerini Bradley<br />

Cooper, Sienna Miller, Kyle Gallner ve Cole<br />

Konis paylaşıyor.<br />

Daha önceki birçok film eleştirimde Hollywood’un<br />

A.B.D.’nin en büyük PR şirketi olduğunu<br />

söylemiştim. İşte yine böyle bir filmle karşı<br />

karşıyayız. Kendi ülkesini/vatandaşlarını haklı<br />

göstermek adına tüm dünyada yaptıkları hinlikleri<br />

sinema sanatıyla hoş gösterme çabasından hiç<br />

vazgeçmeyen Hollywood bu kez de Eastwood’u<br />

gönderdi Orta Doğu’ya. Clint Eastwood’un<br />

vatansever hamuru herkesin bildiği bir gerçek.<br />

Ancak Eastwood bu kez dozu biraz abartarak<br />

kendi sınırlarının da dışına çıkmış. Her Amerikan<br />

yurttaşının seveceği, ‘biz insan öldürmek istemiyoruz<br />

ama 3. Dünya ülkeleri bunu bize mecbur<br />

bırakıyorlar’ tadında bir film “American Sniper”.<br />

“The Hurt Locker” ve “Zero Dark Thirty” gibi<br />

ısmarlama işlerin kahramanı! Kathryn Bigelow<br />

Eastwood’u kıskanmış mıdır merak ediyorum?<br />

Hayır, hayır yanlış anlamayın. Eastwood daha<br />

iyi bir yönetmenlik ortaya koyduğu için değil,<br />

Amerikan savunma bakanlığının maaşlı işini elinden<br />

alabileceği için!Filmin çıkış noktası bir hayli ilginç.<br />

Filmde hayatı anlatılan Christopher Scott Kyle, bu filme<br />

konu olan romanı yazdığında eski bir sniperdı hali<br />

hazırda. 38 yaşında öldürüldükten sonra Amerika’nın<br />

kahramanları arasına girdi. Orta Doğu görevlerinde<br />

birçok madalyaya sahip olan eski asker Kyle’ın hayat<br />

hikayesini sinemaya aktarma görevini Eastwood<br />

üstlendi ya da belki de sipariş öyle geldi yukarıdan.<br />

Buraya kadar tamam. Ancak Kyle’a benziyor diye<br />

Bradley Cooper’i tercih etmek talihsiz bir adım olmuş.<br />

Bradley Cooper’ın son zamanlarda izlediğimiz en farklı<br />

rolü. Kabul. Ancak, bu farklılık, Cooper’in en iyi rolü<br />

olmasına sebebiyet vermiyor. Aksine, kanımca, bir<br />

Dali tablosundaki Monet figürü kadar ayrıksı duruyor.<br />

Yakıştıramıyorsunuz, özdeşleşemiyorsunuz, garipsiyorsunuz.<br />

Çünkü hala Cooper kafamızda, yakışıklı, zeki,<br />

sevimli bir Playboy. Hollywood onu öyle konumlandırttı<br />

bize çünkü. Bu açıdan bakınca Eastwood’un Cooper<br />

seçimi oldukça cesurca. Kararından pişmanlık duyuyor<br />

mudur Eastwood bilinmez ama, yıllar sonra bu film<br />

Cooper’ın ‘uymamışlığıyla’ anılabilir.<br />

Zaman zaman ikiyüzlü bir tutuma zemin hazırlayan<br />

senaryo, filmin analitik yapısını da aksatıyor. Babası<br />

öldürülünce ondan yere düşen RPG’yi alıp Amerikan<br />

askerlerine doğrultan 10 yaşındaki çocuğu vurmakla<br />

vurmamak arasında kalan Kyle, tanrısına dua ediyor,<br />

çocuk RPG’yi elinden bıraksın diye. Masum insanları<br />

öldürmemek için bin takla atıyorsan, yaptığın ‘sniper’lık<br />

işini haklı göstermeye çalışıyorsan sana şunu sormazlar<br />

mı? Senin o topraklarda işin ne?<br />

“Amerikan Sniper” gibi bariz propaganda filmlerinin<br />

azalarak bitmesi dileğiyle…


Star Wars’u veya Mad Max’I bitti mi sandınız? Hollywood<br />

bu yıl ünlü serilerin yeni bölümleriyle müthiş bir<br />

dönüş yapıyor. Yeni uyarlamalar ve bitti sanılan efsane<br />

filmlerin devamları sizi koltuklarınıza çivileyecek.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Hollywood’un senaryo sıkıntısına düştüğü doğrudur. Kendine<br />

yeni çıkış yolları arayan endüstri, kendi bağımsız filmleriyle<br />

günü kurtarmaya çalıştı veya Uzak Doğu sinemasınının<br />

korku, mafya filmlerini yeniden yorumladı. Bununla kalmadı<br />

bu coğrafyanın oyuncularını, yönetmenlerini devşirdi.<br />

Ama istediği sonuca ulaşamadı. 2015 yılında ise başka bir<br />

stratejinin uygulandığını görüyoruz. Efsane olan, fakat bitti<br />

sanılan serilerin yeni bölümleri karşımıza gelecek. Mesela<br />

Star Wars, serinin yeni bölümü çekileceği duyulduğunda<br />

çok tepki topladı. Ama Star Wars sinemaya gelecek te biz mi<br />

gitmeyeceğiz? Aynı şey Mad Max, Terminatör, Yenilmezler ve<br />

Jurassic Park için de geçerli. İşte 2015’te kaçırmamanız gereken<br />

10 film…<br />

Terminator: Genisys<br />

Yönetmen: Alan Taylor<br />

Oyuncular: Arnold Schwarzenegger,<br />

Emilia Clarke,<br />

Jai Courtney<br />

Vizyon Tarihi: 1 Temmuz<br />

Konu: Genç Connor’ın<br />

geliştirdiği yapay zeka<br />

yakın gelecekte dünyayı<br />

ele geçiren üstün<br />

makinelere, robotlara<br />

dönüşecektir. Ve kendisini<br />

yok etmesi için savaşçı<br />

T-1000 günümüze gönderilecektir...<br />

1990’ları sallayan<br />

hikayesiyle Terminatör<br />

serisi bu sefer yeni bir<br />

üçleme olarak ele anıyor.<br />

Serinin beşinci filmi Terminatör<br />

5’in senarsitliğini ise<br />

ilk iki filme imza atan William<br />

Wisher üstleniyor.


Star Wars: Episode VII - The Force Awakens<br />

Yönetmen: J. J. Abrams<br />

Oyuncular: Harrison Ford<br />

Vizyon Tarihi: 18 Aralık<br />

Star Wars/Yıldız Savaşları efsanesi herkesi<br />

şaşırtarak geri dönüyor. Yeni bölümde, Harrison<br />

Ford’un Han Solo’yu canlandırması<br />

hariç, seyirciyi neler beklediği ise bir muamma!<br />

Yönetmen koltuğu ise yakın dönem<br />

bilimkurgu-aksiyon sinemasının yükselen<br />

ismi J.J. Abrams’a emanet.<br />

Jurassic World<br />

Yönetmen: Colin Trevorrow<br />

Oyuncular: Chris Pratt, Bryce Dallas Howard,<br />

Ty Simpkins<br />

Vizyon Tarihi: 12 Haziran<br />

Sinema tarihinin en önemli serilerinden biri<br />

olan Jurassic Park’ın son filmini Safety Not<br />

Guaranteed filmiyle tanıdığımız Colin Trevorrow<br />

yönetecek. Konusu hakkında henüz bilgi<br />

verilmeyen filmin senaryosu aşamasında<br />

dört farklı yazarla birlikte çalışılıyor. Bu isimlerden<br />

biri ilk Jurassic Park filminde olduğu<br />

gibi sonrakilerinde de imzası bulunan Michael<br />

Crichton.<br />

Hızlı ve Öfkeli 7<br />

Yönetmen: James Wan<br />

Oyuncular: Vin Diesel, Paul Walker, Tyrese<br />

Gibson<br />

Vizyon Tarihi: 3 Nisan<br />

Paul Walker’ın beklenmeyen ölümünden<br />

sonra dizi yeni karakterlerle devam edecek.<br />

Walker’ın son flimi olan Hızlı Ve Öfkeli 7’de<br />

Jason Statham tarafından canlandırılan Ian<br />

Shaw karakterinin intikam mücadelesine<br />

tanık oluyoruz. Filmin yönetmeni sürpriz bir<br />

isim olarak James Wan bulunuyor.


Mad Max: Fury Road<br />

Yönetmen: George Miller<br />

Oyuncular: Tom Hardy, Charlize Theron, Nicholas<br />

Hoult<br />

Vizyon Tarihi: 15 Mayıs<br />

Avengers: Age of Ultron<br />

Yönetmen: Joss Whedon<br />

Oyuncular: Chris Evans, Robert Downey Jr.,<br />

Mark Ruffalo<br />

Vizyon Tarihi: 1 Mayıs<br />

İlk filmin başarısının ardından ikinci film için<br />

kolları sıvayan Avengers ekibi bu filme bütün<br />

kahramanları dahil ediyor; bu kez Thor, Iron<br />

Man, Kaptan Amerika ve Hulk’ın yanısıra<br />

Hawkeye, Nick Fury ve Black Widow da maceraya<br />

katılıp sürprizini koruyan beklenmeyen<br />

düşmanlara karşı savaşıyor.<br />

Mad Max geri dönüyor. Charlize Theron ve<br />

Tom Hardy’nin rol aldığı film, serinin dördüncü<br />

bölümü. Geleceğin dünyasında futuristik çizgisiyle<br />

dikkat çeken film özellikle set tasarımı<br />

ile göz dolduracak...<br />

Jupiter Yükseliyor<br />

Yönetmen: Andy Wachowski, Lana Wachowski<br />

Oyuncular: Mila Kunis, Channing Tatum, Sean<br />

Bean<br />

Vizyon Tarihi: 6 Şubat<br />

Öyle bir evren düşünün ki insanoğlu besin<br />

zincirinin en alt basamağını duruyor. Jupiter<br />

Jones dünyaya geldiğinde ileride sıra<br />

dışı olaylar yaşayacağına dair birçok işaret<br />

vardır. Aradan yıllar geçer ve artık genç bir<br />

kadındır. İnsanların evine temizlikçi olarak<br />

gider. Bir gün genetik mühendislik ürünü eski<br />

asker Caine dünyaya iner; amacı ise Jupiter’i<br />

bulmaktır. Zira evrenin tek hakimi olan ölümsüz<br />

Kraliçe, çıkartılan genetik haritalara göre bu<br />

genç kadının kendi hükümdarlığının sonunu<br />

getireceğini düşünmektedir...<br />

Pan<br />

Yönetmen: Joe Wright<br />

Oyuncular: Levi Miller, Garrett Hedlund, Hugh<br />

Jackman<br />

Vizyon Tarihi: 24 Temmuz<br />

Kefaret ile Aşk ve Gurur filmleriyle tanınan<br />

ve Hanna filmiyle de aksiyon arenasında maharetlerini<br />

sergileyen Joe Wright’ın kamera<br />

arkasına geçtiği bu yeni Peter Pan filmi, ağırlıklı<br />

olarak Blackbeard’ın gemisinde çalışan Hook<br />

ve Peter Pan’ın arkadaşlıklarının başlangıcını<br />

temel alınacak.


Kingsman: Gizli Servis<br />

Yönetmen: Matthew<br />

Vaughn<br />

Oyuncular: Colin Firth,<br />

Taron Egerton, Samuel<br />

L. Jackson<br />

Vizyon Tarihi: 13 Şubat<br />

Gary “Eggsy” Price,<br />

çok küçük yaşta<br />

babasını bir askeri<br />

görevde yitirir. Bu gizli<br />

görev neticesinde ailesine bir madalya<br />

takdim edilir ve aileye bir kereye mahsus<br />

olmak üzere yardım istemeleri için<br />

bir telefon numarası verilir. Aradan 17<br />

yıl geçer, işsiz Eggsy annesinin evinde<br />

yaşamaktadır. Bir gün trafikte kargaşaya<br />

neden olur ve tutuklanınca karakoldan<br />

kurtulmak için madalyayı kullanır. Onu<br />

bu olaydan kurtaran ajan Harry Hart ise<br />

hayatını Eggsy’nin babasına borçludur.<br />

Şimdi Harry, bu sıradan gibi görünen<br />

gence, gizli bir bağımsız istihbarat servisi<br />

ajanı olmanın yollarını öğretecektir.<br />

Tomorrowland<br />

Yönetmen: Brad Bird<br />

Oyuncular: Britt Robertson, George Clooney,<br />

Hugh Laurie<br />

Vizyon Tarihi: 22 Mayıs<br />

Konusu hakkında bir bilgi verilmeyen<br />

filmin yönetmen koltuğunda The Incredibles<br />

ve Ratatouille filmlerinin yönetmeni<br />

Brad Bird oturuyor. George Clooney’I<br />

yine bilimkurgu türünde seyretmek ilginç<br />

olacak. George Clooney dışında filmde<br />

yer alacağı duyurulan oyuncular Hugh<br />

Laurie ve Raffey Cassidy.<br />

Sindirella<br />

Yönetmen: Kenneth Branagh<br />

Oyuncular: Lily James, Richard Madden,<br />

Cate Blanchett<br />

Vizyon Tarihi: 13 Mart<br />

Klasik Cinderella hikayesi bu modern<br />

uyarlamasında Cinderallayı Lily James<br />

oynarken, kadroda kendisine Cate<br />

Blanchett (Tremaine), Helena Bonham<br />

Carter (Koruyucu Peri), ve Richard Madden<br />

(Prens) eşlik ediyor. Yönetmenliğini<br />

Kenneth Branagh’ın üstlendiği filmin<br />

senaristleri ise Aline Brosh McKenna ve<br />

Chris Weitz.


BANU BOZDEMİR<br />

n Hayalet Dayı arafta kalan bir adamın gidememe<br />

halini anlatan bir komedi. İki arkadaşın<br />

evini mesken edinen dayının maceralarını Settar<br />

Tanrıöğen ve Ülkü Duru ile konuştuk.<br />

Hayalet Dayı da arafta kalan bir adamın karısını<br />

canlandırıyorsunuz? Rolünüzü bize anlatabilir<br />

misiniz? Sanırım sizi kırdığı için gidemeyen bir<br />

adam hayalet dayı?<br />

Ülkü Duru; Hayalet Dayı’da canlandırdığım Mukaddes,<br />

hayatını kocasına ve evine adamış bir<br />

ev hanımı.. Evlilik yıldönümlerini kutlayacakları<br />

gece, kocası erkek arkadasları ve onların getirdiği<br />

kadınlarla eğlenmeye çıkıyor.Kadın da buna<br />

dayanamıyor; evini ve kocasını terk ediyor. Bir<br />

daha evine dönmediği gibi kocasını da asla affetmiyor.<br />

Bu yüzden adam öldüğü zaman öbür<br />

dünyaya göç edemiyor ve Araf’ta kalıyor. Böylece<br />

Hayalet Dayı olarak karısıyla birlikte yaşadıkları<br />

evde dolaşıp duruyor.<br />

Projeye nasıl dahil oldunuz diye soralım size de ..<br />

Settar Tanrıöğen: Ali‘yle beni Caner tanıştırdı. Ali,<br />

Ozan, Serkan bana geldiler, sohbet ettik bana senaryo<br />

bıraktılar. Ben senaryoyu okuduktan sonra<br />

Ali ile konuştum ve anlaştık.<br />

Arafta kalma halleri genelde daha dramatik<br />

anlatılır sinemada ve bunun dünya sinemasında<br />

örnekleri çoktur. Bir hayaleti canlandırmak<br />

nasıldı?<br />

Settar Tanrıöğen: Dünya sinemasındaki diğer<br />

örnekleri bilmiyorum. Hayalet Dayı bir komedi<br />

filmi. Komik bir durum içindeki karakter de her<br />

yaptığı ettiğiyle komik oluyor. Ben genelde fazladan<br />

bir şey yapmamaya özen gösterdim.<br />

Dünya sinemasında araf hikayeleri çoktur ama<br />

bizde az işlenen bir konudur. Sadece bir dizi vardı<br />

Ruhsar diye, o da komedi eksenliydi. Filmin komedi<br />

olması bir avantaj mı sizce?<br />

Ülkü Duru: Türk sinemasında gerçeküstü<br />

fantastik,korku öyküleri yeni yeni işlenmeye<br />

basladı ve cok iyi filmler cıkacağına inanıyorum.


Komedi olması seyirciye daha kolay ulaşması<br />

bakımından tabii ki bir avantaj.<br />

Oyunculuk kariyerinizde dizi, film ve tiyatro var.<br />

Yani oyunculuk gerektiren alanlarda varsınız.<br />

Ama gönlünüzdeki nedir?<br />

Ülkü Duru: Oyunculuk kariyerimde her zaman<br />

dizi, film, tiyatro olacak. Gönlümde yatan, daima<br />

iyi hikayeler anlatan, seyirciyi cok az bile olsa<br />

hayat üzerine düşündürecek ve onları etkileyecek<br />

karakterleri barındıran projelerde yer almaktır.<br />

Tabii ki tiyatro kökenli olduğum icin her gece sahnede<br />

birebir seyirciyle buluşmak bana çok büyük<br />

bir keyif veriyor.<br />

Adamın dünyayı terk etmeme sebebi nedir ve<br />

neden dayı, kimin dayısı?<br />

Settar Tanrıöğen: Sevgilisi, kendisini affetmediği<br />

için gidemiyor. İyiliği de kötülüğü de hepimiz<br />

gibi içinde taşıyan biri, hani hiç bir şeyin değildir<br />

de dünyaya senden daha önce geldiği için<br />

birinin adının önüne arkasına bir sıfat gerektiği<br />

düşünülür ya. Abi, amca, dede, baba, birader,<br />

kardeş gibi. Buna da dayı denk geldi.<br />

Sizi oldukça fazla filmde, hatta ilk filmlerini de<br />

çeken genç yönetmenlerin filmlerinde izliyoruz.<br />

Bu çok güzel bir özellik. Sizce bunun anlamı<br />

nedir?<br />

Settar Tanrıöğen: Yaşıtlarım ihtiyarladı ben<br />

n’apiyim. Ben konuşabildiğim insanlarla vakit<br />

geçirebiliyorum. İşte de iş dışında da.. Sürekli<br />

aynı lafları tekrarlayan insanlarla sıkılıyorum.<br />

İlk filmini çeken genç yönetmenlerin filmlerinde<br />

de oynuyorsunuz? Herkesin bir yerden başlaması<br />

gerektiğine mi inanırsınız? Onlara bir şans verilmesi<br />

taraftarı mısınız?<br />

Settar Tanrıöğen: Yetenekli bulduğum, ileride<br />

basarılı olacağına inandığım gençlerle çalışmayı<br />

seviyorum. Onlara şans verilmesinden yanayım<br />

çünkü Türk sinemasını onların cok iyi yerlere<br />

taşıyacağına inanıyorum.<br />

Tiyatroda da oyunculuk yapıyorsunuz ama<br />

asıl sinemada gönlünüz sanırım. Sinema


oyunculuğunun sizin için özel tarafı nedir?<br />

Settar Tanrıöğen: Oyunculuk açısından farkı yok.<br />

Ama sinemayı daha kolay yayılması bakımından<br />

tiyatrodan daha etkili buluyorum. Tiyatroyu da<br />

özledim. Yapmak istiyorum fakat zemini yok.<br />

En son Pek Yakında filminde rol aldınız, o da<br />

komediydi. Komedi çok fazla çekiliyor son yılarda,<br />

Hayalet Dayı’nın bu anlamda farkı nedir?<br />

Ülkü Duru: Pek Yakında ve Hayalet Dayı filmlerine<br />

komedi filmi diyebiliriz.Fakat ikisinin de senaryosu<br />

duygusal bir aile hikayesine dayanıyor aslında<br />

.Zaten her şeyin cok zor ve<br />

üzücü olduğu günümüzde,içimizi<br />

burkan hikayeleri biraz hafifleterek<br />

ve güldürerek seyirciye aktarmak<br />

bana cok mantıklı geliyor<br />

cunku hepimizin buna ihtiyacı<br />

var.Hayalet Dayı’da çok farklı bir<br />

mizah anlayışı var bu da seyircimiz<br />

için bir yenilik.<br />

Pek Yakında Yeşilçam’a saygı<br />

niteliği taşıyordu ve konusunu<br />

gayet iyi işleyen filmdi. Şimdi<br />

sinemamız kendini bulma<br />

yolunda bir sürü değişik konuda<br />

filme atıyor. Bu konudaki<br />

düşünceleriniz?<br />

Ülkü Duru: Türk sinemasının<br />

cok büyük bir gelişme icinde<br />

olduğunu düşünüyorum. Çünkü<br />

artık kendi dilini olusturmaya<br />

basladığını görüyoruz.Yapıtlarını<br />

zevkle izlediğimiz değerli yönetmenlerimiz ve genç<br />

sinemacılar artık bize ait olan hikayelerimizi çok<br />

güzel isliyorlar.Bunun da bizi dünya sinemasında<br />

önemli yerlere tasıyacağına inanıyorum.<br />

Hayalet Dayı keyifli bir filme benziyor, aslında köy<br />

hayatı içinde geçen bir dayı imajı da fena olmazdı.<br />

=) Sizin köyde yaşamanıza vurgu yaparak sormak<br />

isterim; köy filmleri, köylüleri anlatan filmler çekilse<br />

güzel olmaz mı? (Minimal kasaba filmlerinden<br />

bahsetmiyorum)<br />

Settar Tanrıöğen: Köy kalmadı da. Arada kalan<br />

bir köylü var. Şehirli de olamamış, köylülükten de<br />

çıkmış. Arafta. O’nun filmi yapılmalı.<br />

Çok fazla film çekiliyor ve çok fazla komedi filmi<br />

çekiliyor. Komedinin dozu nasıl olmalı sizce? Yani<br />

Hayalet Dayı’nın komedi dozu nasıl?<br />

Settar Tanrıöğen: Hayalet Dayı, çok sinir bozucu-komik<br />

bir film oldu. Bazı durumlar vardır sinirinizi bozar ve<br />

gülersiniz.<br />

Sizin ilerde film çekme gibi bir düşünceniz var mı?<br />

Settar Tanrıöğen: İleriyi şimdiden bilemem. Şimdilik<br />

yok. Bir de çok deneyim gerektiriyor. O kadar<br />

uğraşmam herhalde.<br />

Ülkemizde kadın oyuncu olma durumu nedir? Bir ara<br />

kadınlar için iyi ve sağlam roller yazılmıyor deniyordu<br />

şimdi sizce durum değişti mi?<br />

Ülkü Duru: Sadece ülkemizde değil,bütün dünyada<br />

kadın oyuncu olmak zor.Çünkü dünya erkek toplumu<br />

üzerinden döndüğü için bütün güzel karakterler onlara<br />

yazılıyor. Fakat bunun yavaş yavas değiştiğini görüyoruz.Cünkü<br />

artık kadının toplumdaki yeri çok değişti,<br />

güçlendi ve hikayelerin ana ekseninde olmaya başladı.<br />

Bu da bir kadın oyuncu olarak bizlere umut veriyor.<br />

En son Hayalet Dayı’nın seyirci açısından durumu ne<br />

olur? Neden izlenmeli?<br />

Ülkü Duru: Hayalet Dayı’nın çok iyi bir seyirci kitlesi<br />

olacağını düşünüyorum.Özellikle gençler cok ilgi gosterecekler<br />

çünkü mizah yönü çok güçlü bir film.Ayrıca çok<br />

duygusal bir hikayesi olduğu için de geniş bir kitleye<br />

ulaşacağını ümit ediyorum.<br />

Settar Tanrıöğen: Dediğim gibi çok sinir bozucu-komik<br />

bir film. Gülerek deşarj olmak isteyenleri çekeceğini<br />

düşünüyorum.


n Kod Adı Koz… Filmle ilgili son dakika<br />

haberim oldu. AKP’nin cemaati eleştirdiği bir<br />

film olmuş falan denince ister istemez ilgimi<br />

çekti. Tabii bir de vizyondan pıtı pıtı düşen<br />

ve 855 salona gönül rahatlığıyla yayılan<br />

bir film olduğunu görünce ilgimiz bir hayli<br />

kabardı bu filme. Film tam da söylendiği<br />

gibi nurtopu gibi bir ‘Aklama ve propaganda<br />

filmi. Tabii ki propagandaya diyecek lafımız<br />

olamaz, hele de iktidarın tüm nefesi ülkeyi<br />

iyice bir üfürdükten sonra filmi çekilmese<br />

olmazdı. Sonuçta Hitler’in de propaganda<br />

filmleri vardı ve kitleler üzerinde bayağı<br />

büyük etkisi oldu. Hatta şimdi AKP’nin ve<br />

filmin hedefinde olan Gülen cemaatinin de<br />

özellikle yurtdışındaki okullarını büyük bir<br />

iştahla anlattığı filmler yapıldı. Bunlardan Selam<br />

filmini (şimdi ikincisi de vizyona girmeye<br />

hazırlanıyor) beyazperde.com için kaleme<br />

aldığımda bayağı hakaret, küfür yemiştim,<br />

aynı şey Said-i Nursi’nin animasyon filmi<br />

Allahın Sadık Kulu Barla’da da başıma<br />

gelmişti. Yani propaganda filmini eleştirmek<br />

karşılığında tonlarca hakaret yiyeceğin bi<br />

duruma dönüşüyor. Çünkü o propagandanın<br />

taliplisi, canını ortaya koyacak kadar fanatikleri var! Belki<br />

Selam filmine yaptığım eleştiride bana kızanlar bu filme<br />

yaptığım eleştiri de bana alkış tutarlar. Böyle ilginç bir<br />

dünya işte diyerek Kod Adı K.O.Z’a dalış yapalım.<br />

Bazı filmler vardır ya, dozu arttıkça absürdleşir ve<br />

komikleşir. Koz öncelikle bu tarz filmlerden. Filmin cemaate<br />

olan eleştirisi, yani işin o kısmı beni fazlaca ilgilendirmiyor.<br />

İlgilendiren kısım filmin üslubu, zamanlaması<br />

ve filmin içindeki alakasız zamanlamalar!<br />

Film bir zamanlar içtikleri ayrı gitmeyen cemaati gömmek<br />

için elinden geleni ardına koymamış hatta fazlasını<br />

yapmış. Bütün kirli ve pis işleri<br />

onların üzerine yıkıp, kenara<br />

çekilip uhrevi bir moda bürünmüş<br />

gibi bir hali var. Sonuçta bir zamanlar<br />

ortak paydada olmanın getirdiği<br />

‘kirli çamaşırlar’ı ortaya dökme<br />

durumu var, gerçekliği de olabilir<br />

bunların ama 12 yıllık süreci getirip<br />

bir yılla örtbas etmeye çalışmak da<br />

pek etik durmuyor. Sonuçta el ele<br />

çıkılmış, milli iradeye bağlanmış<br />

(bağlanacakken ucu kaçmış) bir<br />

yol bu!<br />

Şimdinin cumhurbaşkanı, o<br />

zamanların başbakanı Erdoğan ise<br />

sütten çıkmış ak kaşık. Camilerden<br />

çıkmıyor, hayır duaları almadan<br />

şuradan şuraya adım atmıyor.<br />

O böyle pür-i pak yaşarken<br />

Pensilvanya’da dolandırıcılık, tehdit<br />

ve sinsilik gırla gidiyor. Filmin<br />

bir tek şu bakış açısı ilginç bu<br />

kadar taşlama arasında! Cemaat<br />

devletin tüm birimlerine sızmaya,<br />

insanları kafa kola almaya çalışırken önlerine sürdüğü<br />

belge, resim, video anında dikkate alınıyor ve karşı tarafın<br />

eli kolu bağlanıyor. Yani AKP başından beri söylediği şeyi<br />

tekrar ediyor. Biz yaptık ama bunlar bizi niye dinledi, izledi<br />

kardeşim! Film bu konuda gerçek hayattaki samimiyeti<br />

olduğu gibi almış ve dinleme skandalını sansürsüz<br />

taşımış!<br />

Filmde ismi değiştirilen kişi ve kurumlar dışında bir de tem-


iz kalmış gazeteci ve ailesinin dramı var. Bu yaşananlar<br />

kime yaradı, yani cemaat ve iktidarın kozlarını paylaşma<br />

durumu masum bir ailenin yok olmasına neden oldu gibi<br />

bir içeriye ve aynı zamanda karşı tarafa dönük bir eleştiri<br />

de var! Yani gerçekten de filler tepişirken olan çimenlere<br />

olur durumunu çok çaktırmadan alttan verilmeye<br />

çalışılmış.<br />

Filmde Muhsin Yazıcıoğlu cinayeti, (zamanlama<br />

hatasının ayyuka çıkmış hali, film son bir yılı anlatırken<br />

birden yıllar öncesine gidiyor, sonra hop tekrar<br />

buradayız!) Hrant Dink’in kalleşçe öldürülmesi (yine<br />

zamansal hata) ve Gezi olayları da var<br />

ve hepsi cemaate kakalanıyor. Karlar<br />

arasında yaralı bir halde cep telefonundan<br />

birilerine ulaşmaya çalışırken<br />

kesilen telefondan da, Yazıcıoğlu’nu<br />

oracıkta katleden gizli adamlardan<br />

da cemaatin sorumlu olduğu filmde<br />

ayan beyan veriliyor. Gezi’de çadırları<br />

yakma emrini verenlerin de cemaatin<br />

polisi olduğu tekrar edilip duruyor. Emri<br />

kim verdi sözü pek bir çınladı! Filmin<br />

cemaatin okullarına da bir aksiyon filmi<br />

havasında yaklaşması da pek manidar<br />

olmuş!<br />

Sonuçta karşımızda ‘ben iktidarım,<br />

temizim, her şeyi onlar yaptı’ filmi var!<br />

Kendi propagandasını kendi politikaları<br />

üzerinden yapsaydı belki bu kadar<br />

absürd ve komik olmayacaktı ama hep<br />

aynı hedefi vurması gerçekten de bir<br />

süre sonra sıkıyor ve komikleşiyor!<br />

Filmde dikkat çeken bir yan da filmin<br />

yönetmeni. Benim de tanıdığım Celal<br />

Çimen ismini görünce şaşırdım elbet.<br />

Ve birçok kişi de bu şaşkınlığı yaşadı. Çünkü bildiğimiz<br />

devrimci bir adamdır kendisi. Ne olmuştu da koşullar<br />

onu bu filmi çekmeye kadara getirmişti? Arkasında<br />

sağlık nedenleri olduğu söyleniyor. Bir yere kadar anlayabilirim<br />

ama televizyonlara çıkıp da filmi savunmasını<br />

anlayamadım gerçekten. Kendisini bir televizyon<br />

kanalında son yılın en çok izlenen filmi olacak, boxoffice<br />

akışını değiştirecek derken bulunca açıkçası ‘bu kadar da<br />

değil’ dedim. Sonuçta iktidar partisi diye onun<br />

yaptığı sanatsal faaliyetleri, festivalleri görmezden<br />

gelmiyoruz, biz de yer alıyoruz, gidiyoruz<br />

ama işin içine bu kadar sinmek, bağrına<br />

basmak bana biraz fazla geldi! Bu yüzden<br />

eleştirimi sosyal medyadan dile getirmiştim<br />

buradan da getirmek istiyorum. Bi yandan bu<br />

filmi hala solcuların çekiyor olması da iktidarın<br />

adam gibi yönetmenlerinin, kalifiye yaratıcı<br />

adamlarının olmamasından kaynaklı diyebiliriz!<br />

Ama iktidarın bizi bu anlamda satın almasına<br />

da izin vermemeliyiz. Yıllarca didinip, karın<br />

tokluğuna çalışıp, sonra devreleri yakıp bu<br />

tarz işlere dalanımız çok, sistem bir yanıyla<br />

buna mecbur da bırakıyor. Bütün bunların<br />

farkındayım ve kuru kuru da eleştirmiyorum.<br />

Sadece üzülüyorum!<br />

Hele de insan etrafında sistemle buluşup<br />

köşeyi dönmüş insanları görünce daha da içerliyor<br />

ve dalıyor bu kuyunun içine. Celal Çimen’i<br />

eleştirmemden de bundan kaynaklı. O kuyudan<br />

hiç çıkmasaydın be ağabeycim!<br />

Bu konu daha çok konuşulur mu bilmem ama<br />

karşımızda sinema demeye bin şahit, konusu,<br />

yolu, argümanı olmayan aslında propaganda<br />

filmi diyoruz ama neyin propagandasını yaptığı<br />

çok da belli olmayan bir film var! Hakan Fidan’ı<br />

gereksiz yere yücelten (istifasıyla teşekkür etti<br />

o da), elimizdeki bütün imkanları kullandık notunu<br />

sıkça düşen ve kitlesinden fazlaca hayır<br />

duası bekleyen bir film karşımızda. Bu durumda<br />

cemaatin yanıtı ne olacak diye beklememiz<br />

gerekecek sanırım. Ya da cemaat kendi fikirlerini<br />

yayan filmler anlatmaya devam edecek<br />

gibi. Bu arada cemaatin Birleşen Gönüller filmi<br />

sinemasal olarak kesinlikle daha başarılıydı,<br />

öyküsü ve estetik bir bakış açısı vardı. Kod<br />

Adı K.O.Z ucuz bir gömme filminden öteye<br />

gidememiş ne yazık! Akıllıca bir film ülkenin<br />

iktidar partisine daha çok yakışırdı!<br />

Not: Film 246.922kişi tarafından izlenmiş<br />

gözüküyor ve İMDB’de gelmiş geçmiş en<br />

kötü film seçildi. Vahlar!


Bu hafta vizyona giren Yav He He filminin güzel oyuncusu<br />

Başak Daşman televizyon ve sinema endüstrisinin<br />

baskılarına karşı ayakta kalmak istediğini söyledi…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Birçok komedi filmi ard arda vizyona giriyor.<br />

Dizilerde ünlenmiş yeni isimlerle tanışıyoruz.<br />

Bir de emekçiler var. İşte bunlardan biri Başak<br />

Daşman. Genç oyuncu bu endüstride kendini<br />

özgür hissetmek istediğini söyledi. Sinemanın ve<br />

televizyonun ticari bir meta olduğunu kabul eden<br />

Daşman, sanatsal yönünü bu kadar es geçersek<br />

elimizdekinin bir çöp olabileceğini hatırlattı. İşte<br />

Başak Daşman’ın söyledikleri.<br />

Filmleriniz var, dizilerde oynuyorsunuz. Bütün<br />

bu yoğunluğun içinde bu senaryonun belirli<br />

bir farklılığı olması lazım ki projenin içinde yer<br />

aldınız. Bu neydi?<br />

Volkan. Volkan Özgümüş’ü yani yönetmenimizi<br />

çok seviyorum, daha önce de beraber İntikam<br />

projesinde çalışmıştık. Bana gelip brşey yapmak<br />

istiyorum, bana destek olur musun dedi. Ben<br />

de gözümü kırpmadan, olurum, dedim. Daha<br />

sonra hikayeyi yazdılar. Baktım, evet, hikaye de<br />

çok güzel olmuş. Çok samimi bir hikaye. Tüm<br />

tiyatro kökenli insanlar da bir araya geldiler filmin<br />

içinde. Çok samimiydi, gerçekti ve en çokta bu<br />

kadar iyi karakterler olması etkiledi beni. Ama o<br />

eskiden bildiğimiz gibi, Kemal Sunal’ın oynadığı<br />

gibi iyi karakterler. Son zamanlarda yaratılan iyi<br />

karakterler gibi değiller, bunlar gerçekten saflar<br />

ve bu saflıklarıyla koyunlarını satmak için<br />

İstanbul’a geliyorlar. İstanbul’da başlarından bir<br />

sürü şey geçiyor. İstanbul’un garip yüzleriyle<br />

karşılaşıyorlar. Buradaki kötü karakterler bile o<br />

kadar kötü değiller. Hani ben filmde onu sevdim.<br />

Peki sizin rolünüz nedir?<br />

Ben İpek diye bir karakteri oynuyorum.<br />

İstanbul’da babam koyun almak istemiş, internete<br />

ilan falan koymuş fakat tam alacağı gün ölmüş.<br />

Karakterim de bunu biraz absürd bir şekilde<br />

yaşıyor. Aslında bu kadar.<br />

Daha başka komedi filmlerinde de oynadığınızı biliyoruz.<br />

Komedi aslında görüldüğü kadar kolay birşey<br />

değil. Komedi filmlerine yaklaşımınız nedir?<br />

Bence şöyle birşey var, evet, yönetmen oyuncu<br />

ilişkisi tamamen oturmalı ve aynı zamanda da<br />

tüm oyuncuların ilişkisi birbiriyle uyumlu olmalı.<br />

Çünkü komedi filmlerinde senaryo çok önemli ama<br />

o senaryoyu nasıl işlediğin, senaryonun kendisinden<br />

daha önemli hale geliyor. Çok kısa zamanda<br />

birbirine çok iyi adapte olup hemen birşeyler<br />

üretip yaratabilmelisiniz. Bu yüzden de oradayken<br />

egoları, kompleksleri, hırsları ve kaygıları bir kenara<br />

bırakabilen karakterler bir araya gelmeli ki o<br />

samimiyetle birşey ortaya çıksın. Çünkü samimi<br />

olmayan hiçbirşeyin gerçekten güldürdüğüne ben<br />

inanmıyorum. Yani ben gülmüyorum en azından.<br />

Biz bu filmde bu samimiyeti yakaladık diye<br />

düşünüyorum. Çünkü Volkan, haydi biraraya gelelim<br />

ve bir film çekelim, demiş. Tüm diğer kaygıları bir<br />

kenara bırakmış ve destek olmaya gelmiş insanlar.<br />

Son dönem komedi filmleri çoğunlukla absürd komedi.<br />

Halbüki Yeşilçam’ın komedisi daha dramaya<br />

yakın. Daha trajikomik. Kötü karakterleri bile kendi<br />

içerisinde bir saflık taşıyan karakterlerdir. Siz hangisini<br />

tercih ediyorsunuz? Bu tercihiniz oyunculuk<br />

bakımından mı, yoksa Yeşilçam’ın, eskilerin sizde<br />

bıraktığı etki nedeniyle mi?<br />

Yeşilçam’ın tabi ki de üzerimizde hatrı sayılır bir etkisi<br />

var. Ayrıca bu çocukluk anımız olmakla beraber,<br />

Türk sineması dendiği zaman kendi içerisinde tutarlı<br />

olan aklımıza ilk gelen sinema Yeşilçam Sineması.<br />

Hala izliyor ve seviyor olmamızın nedeni de içinde<br />

ki samimiyet ve karakterler yaratılırken o dokunun<br />

gerçeğe daha yakın olması. Tamam türler birbirinden<br />

ayrılır, kara mizah yaparsın, modern dünya<br />

sinemasında binlerce çeşit var ama birşey kendi<br />

gerçekliinden yeterince beslenmiyorsa sadece şekil


olarak kalıyor. Ve o şekil olan şey de sana<br />

yabancı duruyor ama birileri hoşlanıyor, birileri<br />

hoşlanmıyor, birileri nefret ediyor. Ama Yeşilçam<br />

sinemasına baktığımızda hemen hemen ortak<br />

bir fikrimiz var. Aynı filmleri defalarca izleyebiliyoruz.<br />

O sahnelerden alıntıla yapıyoruz. İzzet<br />

Günay birşey dedi, Kemal Sunal onu dedi, o<br />

öyle cevap verdi falan diye. Günümüzde birsürü<br />

çekilmiş sinema filmi var fakat o samimiyeti<br />

yakalayamadıkları için onları biz hatırlamayacağız<br />

ilerleyen zamanlarda.<br />

Komedi filmlerimizde çoğunlukla kadın güzel<br />

kadındır, hiç komediyle ilgisi yoktur. Fakat<br />

yurtdışına baktığın zaman öyle değil. Hem güzel<br />

olan hem de filmi taşıyan, gerçekten komedyen<br />

olan birçok kadın isim var. Siz bu noktada bu<br />

eksikliği hissediyor musunuz?<br />

Yani tabi şöyle birşey var, bu koşullandırmalarla<br />

ilgili hep. Bütün sektörün, piyasanın ve bunu ellerinde<br />

bulunduranların koşullandırmalarıyla ilgili.<br />

Çünkü komedi filmi çekerken çok çirkin de görülebilirsin,<br />

çok absürd görülebilirsin. bir oyuncu<br />

gerçek bir oyuncuysa her türlü görünebilir ve<br />

görünmeyi de istemelidir. Hatta keşke, çok iyi, çok<br />

yüksek prodiksyonlu işler yapabilip çok iyi makyajlarla<br />

başka birilerine dönüşebilsek. Ama bu<br />

piyasada şöyle birşey var, şimdi sen bunu oynuyorsun<br />

ya buradan iyi yürüyeceksin, o yüzden<br />

sen bunu bozma, yönlendirmeler hep böyle.<br />

Menejerler, yapımlar, kanallar falan tamamen bir<br />

ticarete dönmüş durumda. Tamam ticari yanı da<br />

var elbetteki sonuçta bir iş yapıyorsun, alıcısı da<br />

var ve paraya dönmeli, ortada bir emek var ve<br />

emeğin karşılığı olmalı ama bunun altyapısında<br />

aslında yaptığımız işin sanat olmasından kaynaklı<br />

sen rahat olmalısın. Kalkıp bunu yaparsan para<br />

kazanamazsın gibi kaygılar gütmemelisin. Ama<br />

biz tamamen böyle yönlendiriliyoruz ve bu da<br />

sıkıntı tabi. Her oyuncu zaman zaman, ne kadar<br />

istemese de, bunu hissediyor. Hani benim<br />

açıkçası çok umurumda değil. Çünkü ben onu<br />

da yaparım, bunu da yaparım. Ben kendimi hep<br />

özgür hissetmek isterim ve öyle de kalmak isterim.<br />

Özellikle, aslında demin ki soruyla bağlı olarak<br />

komedide erkek odaklı filmler çekiliyor. “Yav he<br />

he”de de bildiğim kadarıyla iki ana karakter erkek<br />

ve kadın yan rol. Özellikle komedi filmlerinde<br />

bu erkek odaklılık baya sıkıştırıyor. Bu noktada ne<br />

hissediyorsunuz?<br />

Kılık değiştirmek, tiplere girmek, formu<br />

anormalleştirmek, bunlar erkeklere yakıştırılıyor<br />

fakat kadınlara yakıştırmıyor insanlar. Bir erkeği<br />

her türlü halde görebiliyorsun ve buna gülebiliyorsun.<br />

Fakat kadının insanların gözünde belirli bir<br />

çizgisi var. Onu korumaya çalışıyor. Kadının gerçek<br />

komedisi nasıl çıkar? Psikolojik tarafından çıkar.<br />

Yani kadınların birbirleriyle olan o iç ilişkilerinden<br />

ve iç dünyalarındaki o absürdlükten aslında kadın<br />

komedisi daha çok çıkar. Tipten değil. Çünkü ne<br />

yaparsın mesela karadeniz ağzı yapıyorsun ve<br />

insanlar gülüyorlar, normal bir muhabbet bile olsa<br />

gülüyorlar. Karadeniz ağzı yaptığında bile aslında<br />

baktığında erkeklerin ağzı daha belirgin. Kadınların<br />

öyle değildir ve onlara yakışmıyor ama adama<br />

çok yakışıyor. E tabi bu sefer burada kadınlara ve<br />

kadınları anlayan erkeklere de pay düşüyor. Çünkü<br />

kadınların birbirleriyle olan ilişkilerinin, bu psikolojik


yapılarının derinliğini anlayıp, ortaya koymak gerekiyor.<br />

İşte, kadınların olayları abartmaları, büyütmeleri<br />

ya da günlük yaklaşımları ve sürekli ağlamaları,<br />

duyarlılıkları, absürdlükleri, bunlar aslında çok komik.<br />

Ben çok gülüyorum arkadaşlarımla yaptığım muhabbetlerde<br />

ama mesela erkekler bundan korkuyorlar.<br />

Halbüki birazcık mesafeden dışarı çıkıp baksan,<br />

orada korkunç bir mizah var. Bunu görmek gerekiyor<br />

ve kadın komedisini biraz bu şekilde değerlendirmek<br />

gerekiyor. Hatta bir örnek vereyim size fakat isim vermeyeyim.<br />

Dün televizyonda bir film vardı. Açılış planı<br />

üç tane kadının komik bir şekilde, absürd denebilecek<br />

halde göbek atmaları ile başlıyor baya dört dakika<br />

falan. Ama bu arada niçin bu kadınlar göbek atıyor<br />

anlamıyoruz. Bu gerçekten üç dört dakika boyunca<br />

komik mi? Ama öyle bir hale geldi ki, bu ucuzlukta bu<br />

komik ve olabilir diye düşünüyorlar. Ama komik değil<br />

ki aslında üç kişi orada göbek atıyor işte... Bu kadar<br />

mı gerçekten mizah anlayışımız?<br />

Eskiden oyuncular sinema yaptıklarında kendilerini<br />

tatmin ettiklerini, dizi oyunculuklarında da mecburiyet<br />

doğrultusunda yaptıklarını söylerlerdi.<br />

Son dönemde sinema sizi gerçekten de tatmin<br />

ediyor mu sanatsal açıdan? Yoksa dizi ve sinema<br />

oyunculuğunun sanatsal anlamda birbirinden pek<br />

farkı kalmadığını söyleyebilir miyiz?<br />

Dizilerde çok kısa zamanlarda, yani birşey geliyor<br />

önüne ve sen hemen ona birşey uydurmak ve çıkıp<br />

oynamak zorunda kalıyorsun. Çok kısa sürelerde<br />

hayata geçiriliyor. Çok uzun uzun düşünülmüyor<br />

üzerinde. Bir rolde falan... Eğer tatmin noktası<br />

buysa... Ama onun dışında bir dizi kalıcı birşey<br />

değil, fakat bir snema filmi kalıcı olan birşey. Ve<br />

daha özgür derdi olan birşey. Dizi öyle birşey değil.<br />

Dizi reklam verenlerle oyuncular arasında olan<br />

birşey. O yüzden sen bir reytingi nasıl alırsın? Ben<br />

bir diziye başlıyorum. Eskiden bir diziye başlarken<br />

de, ne olacak, nasıl olacak, ben bu kararkteri nasıl<br />

yapacağım? gibi düşünceler vardı. Fakat son<br />

zamanlarda öğrendim ki öyle birşey yok. Çünkü<br />

sen istediğin kadar kafanda onu yarat. Onuncu<br />

bölümde reytingler şöyle yapınca daha yükseliyor<br />

diye, bir anda herşey tepetaklak olabiliyor.<br />

O yüzden, sinema filmi dizi ile karşılaştırılamaz<br />

ama dizi de sadece ucuz bulduğun veya sadece<br />

para kazanmak için yapılan birşey olduğunu<br />

düşünmüyorum. Öyle yapılmamalı... Televizyona<br />

ait hiçbir şey öyle yapılmamalı. Çünkü çok korkunç<br />

bir sosyal gerçekliği var. O yüzden bence çok daha<br />

ciddiye alınarak yapılmalı. Hatta üç beş arkadaş<br />

bir araya gelip bir film yapabilirsin kendini tatmn<br />

etmek için. Ve film milyonlarca kişiye de ulaşmak<br />

zorunda değildir. Benim bir sürü çektiğim kısa film<br />

var mesela. Kendimi mutlu etmek için, beraber<br />

oturup seyrettiğimiz işler. Ama dizi yaptığın zaman<br />

çok fazla insana birşeyler anlatıyorsun. Bence dizi<br />

yaparken bir çeşit sorumluluk taşımalısın aslında.<br />

Özgür olmadığın bir alan, biraz önce bahsettiğim<br />

gibi. Sinema çok daha özgür.<br />

Tiyatroyla ilgili düşünceleriniz nedir?<br />

Tiyatrocuyum ben zaten. Bu sene bir oyunumuz<br />

vardı, kalktı. Bir komedi koyacağız şimdi.<br />

Peki ilk başta, oyuncu olmak nasıl çıktı? Bir çocukluk<br />

hayali miydi yoksa rast mı geldi?<br />

Yok ya, çocukluk rüyası falan değildi. Ben liseye<br />

giderken, on beş yaşımda, hazırlıktaydık ve<br />

canımız çok sıkılıyordu. İngilizce dersinden başka<br />

bir ders yoktu. Ne yapalım, ne yapalım, ne yapalım


diye düşünürken, oyun yazalım<br />

dedik. Aslında ne büyük cesaret.<br />

Yani şimdi uğraşıyorum<br />

altı aydır bir oyun yazmaya,<br />

daha 4 sahne yazdım. Sonuçta<br />

öyle bir oyun yazdık ki, komedi<br />

ama içinde siyasi taşlamaları<br />

olan, aşk olan, böyle abuk<br />

subuk birşey çıktı. Sonra tüm<br />

arkadaşlara tek tek gidip, oynar<br />

mısın? Sen oynar mısın? falan<br />

diye sorarak insanlar bulduk,<br />

yönetecek birisini bulduk. Bir<br />

abla işte, o dönem Kadıköy<br />

Halk Eğitim Merkezinde<br />

öğretmenlik yapıyordu. Geldi,<br />

oynadık. Ben de oynadım aynı<br />

zamanda, sonra işte, “Hazırlık<br />

C sizinle gurur duyuyor!” falan<br />

diye böyle sloganlar attılar. Ben<br />

de , “ay ne güzel birşeymiş<br />

sahneye çıkmak”, dedim. Ondan<br />

sonra ben de gittim Kadköy<br />

Halk Eğitim Merkezine, liseye<br />

gidiyordum zaten. 2 sene de<br />

orada tiyatro eğitimi aldım. Okul<br />

bittikten sonra da devam ettim.<br />

80ler 90ların ortalarına kadar<br />

Türk Sinemasında feminizmin<br />

çok etkisi vardır kadın oyuncularda<br />

ve birçok kadın oyuncu<br />

bunun faturasını ödemiştir. Fakat<br />

ikibin sonrası bunun geriye<br />

gittiğini söyleyebiliriz. Artık ne<br />

bunun faturasını ödeyebilecek<br />

cesarete sahip kadın oyuncular<br />

var, ne de o hikayeleri yazıp o<br />

filmleri çekecek yönetmenler,<br />

senaristler var.<br />

Yani şu yaşadığımız dönemde<br />

yaptığın herhangi birşeyden<br />

içsel tatmine ulaşmanın imkanı<br />

yok bence. Çünkü zaten herşey<br />

birbirine bağlı ve korkunç bir<br />

kaos durumu var. İnanılmaz<br />

bir otokontrol, hani geçiyorum<br />

sansürün kendisini, böyle bir<br />

otosansürle hareket eden ve<br />

bu kadar korku ve tedirginlikle<br />

yaklaştığımızda ne istediğimizi<br />

yaptığımızda ne de aslında<br />

karşıda alıcı olan kişinin görmek<br />

istediğini verebiliyorsun. Aslında<br />

tarafların hiçbiri mutlu değil<br />

bence. Böyle birşeyden memnun<br />

olunamaz. Çünkü kendini özgür<br />

hissetmeden herhangi birşeyi<br />

tam anlamıyla yaratamazsın.<br />

Böyle konuşamıyorsun bile.<br />

Çünkü her cümleye girerken,<br />

bu şimdi yanlış anlaşılabilir diye<br />

düşünüyorsun. Sosyal medya,<br />

internet üzerindeki tüm o siteler,<br />

birşey söylüyorsun ve üzerine<br />

milyonlarca yorum yapılıyor hiç<br />

düşünülmeden. İnsanlar eskiden<br />

karşı karşıya gelirlerdi ve fikir<br />

telakisinde bulunurdu şimdi öyle<br />

değil, biri bir cümle söylüyor,<br />

oraya yazıyor ve orada kıyamet<br />

kopuyor. Yani... Ne dedin? Ve ne<br />

oluyor? Bu kadar baskı altında<br />

hissederken insanlar, bir de bu<br />

siyasi düzlemde, ülke bu haldeyken<br />

mümkün değil tatmin<br />

olmak. Sadece tahmin ediyorum<br />

ama, gerilediğimizi düşünüyorum<br />

ben toplumsal olarak, eskiden<br />

şartlar çok iyiydi ve çok<br />

demokrattık falan demiyorum.<br />

Her zaman ağır şartlardan geçti<br />

bu ülke ama bazen işte Yeşilçam<br />

sinemasında olduğu gibi birşeyin<br />

önüne geçip, korkusuzca,<br />

cesurca birşeyler söyleyen ve<br />

birşeylere yön veren, sanata<br />

yön veren toplum şartlarına yön<br />

veren oyuncular vardı. Şimdi<br />

bunlar aşağı çekildikçe ve günü<br />

kurtarma derdine düşüldükçe<br />

biz yerimizde sayıyoruz. E bu da<br />

geriye gitmek demek. Bizim bu<br />

yüzden baya bir işimiz var,<br />

Şimdi, normalde bu tür dertleri<br />

en iyi ifade edebilmek, ve en iyi<br />

birşekilde mücadele edebilmek


için kamera arkası bence<br />

oyunculuktan daha önemli.<br />

Senaryo yazımı, yönetmenlik.<br />

Hatta yapımcılık. Sizin de<br />

senaryoyla ilgili bir tecrübeniz<br />

var ve bir isteğiniz var. Bu durumda,<br />

senaryo yazımında bu<br />

konuştuğumuz dertler nerede<br />

duruyor sizde?<br />

Ya ben şöyle bir durumla karşı<br />

karşıya gelmek istemiyorum<br />

hani, sana birşey verirler ve<br />

onu yazman gerekir veyahut<br />

onun birkaç basamak üstünde<br />

birşeyler yazmak istersin.<br />

Onu kabul edecek bir yapımcı<br />

veya kanal bulman gerekir ki<br />

hepsi çok zor şu aralar. Bu işi<br />

televizyona yapıyorsan elinden<br />

geldiğince dengede tutmak<br />

istersin. E sinemada ne<br />

oluyor? Dağıtımcısı var, salon<br />

sahibi var. Bunlar diyor ki, bu<br />

olmaz, burdan belirli yerleri<br />

çıkarmamız lazım filan. İşin<br />

kaynağında senin ikna etmen<br />

gereken kişiler var yani.<br />

İşin içine büyük miktarlarda<br />

para girdiği zaman bu çok zor.<br />

Görsel sanatların hepsi için<br />

bu geçerli, çok büyük paralar<br />

söz konusu olduğu zaman,<br />

baskı altına girersin ve iş artık<br />

özgün sanat olmaktan çıkar.<br />

Bu konuda yapacak birşey<br />

yok. En azından şimdilik. Bu<br />

söylediğim bağımsız sinemada<br />

olabilirdi fakat bizim bağımsız<br />

sinemamız da bağımlı bir<br />

sinema. Herşey bağımlı yani.<br />

O yüzden tiyatro yaparsın,<br />

söylemek istediklerini daha iyi<br />

söyleyebilmek için. Yazarsın.<br />

Ama dizi değil, sinema değil.<br />

Şu ana kadar söylediğiniz<br />

herşey, projeleri<br />

değerlendirirken sizin için ne<br />

kadar etkili oluyor?<br />

Eskiden çok fazla didik didik<br />

ederdim, bir dizi çekecekken<br />

de. Ama şimdi mesela, o kadar<br />

yapmıyorum. Bu sene bunu<br />

farkettim. Dedim ki bu sadece<br />

bir dönem. Kendinin de dışına<br />

çıkmadan kesinlikle idare<br />

edilmesi gereken bir dönem. O<br />

yüzden çok fazla sıkmıyorum.<br />

Ama beni rahatsız edecek,<br />

ideolojim veya düşüncelerim<br />

dışında söylemleri olabilecek<br />

şeyleri de kesinlikle kabul etmiyorum.<br />

Şimdi “Yav He He”ye de geri<br />

dönelim. Sonuçta izleyici sinemaya<br />

giderken eğlenmek, gülmek<br />

beklentisi ile gidiyor. Yav<br />

He He bu konuda izleyicinin<br />

beklentilerini karşılayabilecek<br />

mi?<br />

Bence Yav He He, çok değişik<br />

bir film oldu. Samimi bir film<br />

olduğunu zaten söyledim. Bir<br />

de ben senaryoyu ilk okurken<br />

Ender ile konuşmuştum. “Ya<br />

ne kadar garip bir senaryo<br />

olmuş!” demiştim. Çünkü<br />

garip bir dokusu var hikayenin.<br />

Bence insanlar eğlenecekler.<br />

Her sahnede kahkaha atılması<br />

gerektiğini düşünmüyorum.<br />

Tüm filmi tebessümle<br />

izleyecekler. Çünkü güzel akan,<br />

samimi, sıcak bir hikayesi var,<br />

o da güzel giden oyunculuklarla,<br />

samimi giden oyunculuklarla<br />

sağlanmış. Bence tatmin<br />

olacaktır seyirciler de.<br />

Peki, benim size sormadığım<br />

ama sizin izleyiciye filmle ilgili<br />

söylemek istediğiniz birşey var<br />

mı?<br />

Son zamanlarda gidip, birbirini<br />

tekrar eden filmlerden<br />

sıkıldıysalar ve farklı birşey<br />

arıyorlarsa Yav He He’yi tercih<br />

etsinler bence.


n Sinema endüstrisinin lokomotif ödüllerinden<br />

Akademi ödülleri adayları açıklandı. Bu<br />

sene Whiplash, Birdman gibi farklı yapımlar en<br />

iyi film için kapışacak. Ancak Akademi en iyi<br />

animasyon’a The Lego Movie’i koymayarak,<br />

En İyi Yabancı Film’de (Hatta en iyi film’de) Kış<br />

Uykusu’na yer vermeyerek tepkileri üstüne çekti.<br />

Zaten Oscar ödüllerinin tarihine bakacak olursak<br />

bir çok tarihe geçmiş filmin Oscarlardan eli boş<br />

döndüğünü görürüz. Alfred Hitchcock, Stanley<br />

Kubrick (2001: A Space Odyssey ile en iyi efekt’i<br />

saymazsak) gibi yönetmenlerin kariyerinin<br />

Oscar’sız bittiğine inanmak dahi zordur.<br />

Günümüzün önemli oyuncuları Johnny Depp,<br />

Leonardo Di Caprio, Edward Norton ve Brad<br />

Pitt de onca adaylığa rağmen heykelciğe<br />

ulaşamamışlardır.<br />

Bazen Oscar törenlerinin şaka olduğu bir paralel<br />

evrende yaşıyoruz gibi geliyor. Gerçeklikte ise<br />

heykelcik hak eden filmlere gidiyor.<br />

Bunca eleştiriye rağmen yine de yılın en önemli<br />

sinema olaylarından biri olan Oscar tarihinde<br />

bakalım en çok tartışmayı hangi filmler çıkarmış;<br />

1. ‘How Green Was My Valley’ (1941)<br />

John Ford sinema tarihinin tartışmasız en önemli<br />

yönetmenlerinden biridir. The Searchers (1956),<br />

How the West was Won (1962) gibi filmleri ile<br />

hala bir çok sinemacıya ilham vermektedir.<br />

Ancak 1941 tarihli yapımı Vadim o kadar yeşildi<br />

ki iki nedenle Oscar’ı hak etmez. Birincisi iki<br />

saatlik yapım toplumsal sorunlara dem vuran<br />

konusu dışında çok da iyi bir seyirlik değildir,<br />

ikincisi ve daha önemlisi ise gelmiş geçmiş<br />

en iyi film olarak her listede ilk sırada bulunan<br />

Orson Welles’in baş yapıtı Citizen Kane’in<br />

elinden ödülü kapmıştır. Şaka mısın Oscar??<br />

2. ‘The Best Years of Our Lives’ (1946)<br />

Yine toplumsal olaylara yaklaşımı ile II. Dünya<br />

Savaşı sonrası travmaları işleyen William<br />

Wyler’ın filmi Hayatimizin En Güzel Yillari en<br />

iyi film dahil tam 7 Oscar ile taçlandırılmıştır.<br />

Tamam bir klasik olarak bakacak olursak benim<br />

de sevdiğim filmlerden biri olsa da fazla bir<br />

akılda kalıcılığı yoktur. Ancak aynı yıl yarışan<br />

James Stewart’ın başrolde döktürdüğü Frank<br />

Capra’nın It’s a Wonderful Life’ına haksızlık<br />

yapıldığını söylemek gerekir.<br />

3. ‘Rocky’ (1976)<br />

Bazı arkadaşlarımın Oscarlara<br />

verdiği önemi görünce<br />

hemen sorarım “Sizce<br />

hangi film oscar almıştır<br />

Rocky mi Taxi Driver<br />

mı?” bence gerçekten de<br />

Oscar’ın özü bu soruda<br />

gizlidir. Evet benim için<br />

de Rocky’nin yeri ayrıdır<br />

tüm seriyi çocukluğumdan<br />

beri elli kere seyretmiş<br />

olabilirim. Ama işin sanat<br />

kısmına baktığımızda o<br />

yılki adayları sıralarsak<br />

Rocky’nin normalde hiç bir<br />

şansı olmadığını görmemiz<br />

gerekir. Scorsese’nin<br />

klasiği Taxi Driver, Peter<br />

Finch ve Faye Dunaway’li<br />

Sidney Lumet baş yapıtı<br />

Network ve Alan J.<br />

Pakula’nın yönettiği All the<br />

President’s Men’in yanında<br />

Rocky bir kaç gömlek<br />

düşük kalmaktadır.


4. ‘Dances with Wolves’ (1990)<br />

Üç saate aşkın zamanı ile bir kaç kere<br />

seyrettiğimi düşünürsem hayatımdan büyük<br />

bir zaman çalan (oysa o zamanda kansere<br />

çare bulacaktım) Kurtlarla Dans, Kızılderililere,<br />

Amerikan tarihine eleştirel bakışı ile iyi bir Western<br />

olarak düşünebiliriz. Ancak Kevin Coster’ın<br />

zamanındaki ününden ve yakışıklılığından nemalanan<br />

filmin ortada bir Goodfellas gerçeği<br />

yokken en iyi filmi almasına gene de ses<br />

çıkarmazdık. Ancak Dances with Wolves yüzünden<br />

Taxi Driver ve Raging Bull’dan sonra Goodfellas<br />

da Martin Scorsese’e en iyi film ödülünü<br />

kazandıramamıştır.<br />

5. ‘The English Patient’<br />

(1996)<br />

Sinema tarihinin en sıkıcı<br />

filmi nedir diye sorsanız<br />

ilk sıraya oturtacağım film<br />

muhtemelen İngiliz Hasta<br />

olur. Hala bu filmin neden en<br />

iyi film dahil 9 oscar ödülü<br />

birden almış olduğu ile ilgili<br />

bir fikrim yok. Hadi yine çeşitli sebepler uydurabiliriz,<br />

peki o yıl yarıştığı Fargo dururken bu<br />

sebepler ne kadar geçerli olur? Coen biraderlerin<br />

en iyi filmi olan Fargo ne yazık ki Oscarlarda<br />

İngiliz Hasta’nın hastalığına yakalanmıştır.<br />

Ama geçen seneler bize hangi filmin daha<br />

önemli olduğunu gösterecektir.<br />

6. ‘Shakespeare In Love’ (1998)<br />

Bir başka nedensiz ödül de<br />

sanırım Shakespeare In Love’a<br />

verilen ödüldür. Çocuk piyesi<br />

tadında, liselilere Shakespeare’i<br />

sevdirmek için yapılmış,<br />

başrolünde Fiennes’lerin<br />

yeteneksiz olup şarkıcı Doğuş’a<br />

benzeyeni Joseph Fiennes ile<br />

Gwyneth Paltrow’un oynadığı<br />

bu anlamsız yapıma nefretimizin<br />

bir başka nedeni de iki<br />

büyük savaş filmi Saving Private Ryan ve<br />

The Thin Red Line’ın yanında adaylığı komedi<br />

olarak değerlendirilmesi gerekirken ödülü<br />

almış olmasıdır.


7. ‘Chicago’ (2002)<br />

Müzikal sevmiyor olabilirim.<br />

Ama bu Grease,<br />

Hair, Jesus Christ Superstar<br />

gibi filmleri<br />

defalarca seyretmemi<br />

engellemiyor açıkcası.<br />

Ama Chicago öyle mi?<br />

Şu filme bir daha dönüp<br />

bakan oldu mu acaba?<br />

Klişe müzikleri, dansları<br />

sahne kıyafetleri ile<br />

broadway’de izlense<br />

kendisini sevdirebilecek<br />

bir yapım olan Chicago o<br />

sene beraber yarıştığı Piyanist, New York Çeteleri<br />

gibi filmleri geride bırakmayı<br />

da kendine hak gördü.<br />

8. ‘Crash’ (2005)<br />

Crash ortalama, vasat üstü<br />

bir film. Filmden çıktıktan iki<br />

gün sonra hatırınızda kalacak<br />

tek bir sahnesi de yok. En iyi<br />

filmde Ang Lee’nin Brokeback<br />

Mountain’ı dururken Crash’a<br />

bu ödülün verilmesi ancak<br />

Akademi’nin espri anlayışı ile<br />

açıklanabilir.<br />

9. ‘The Hurt Locker’ (2009)<br />

Doğruya doğru, bu filmin mesajından nefret<br />

ediyorum. Canım Amerika özgürlük için gelmiş<br />

Irak’a ama işte yaranamıyor.<br />

Militarizmin, milliyetçiliğin<br />

diplerinden en sığ mesajları<br />

veren filmin bir de Kathryn<br />

Bigelow gibi bir kadın<br />

yönetmeni olunca tabi<br />

heykelciği kapması<br />

kaçınılmazdı. Ancak o<br />

sene ilk defa 10 film birden<br />

yarıştı ve Coen Kardeşlerin<br />

A Serious Man’i gene kült<br />

yönetmenlere hak ettikleri<br />

heykelciği kazandıramadı.<br />

10. ‘The Greatest Show on Earth’ (1952)<br />

Cecil B DeMille Amerikan sinema tarihinin en<br />

önemli figürlerinden biridir. Tabii bu demek<br />

değil ki her filmi belli bir kalitenin üstündedir.<br />

Ancak bu garip sirk filminin en iyi film Oscar’ı<br />

alması sadece yönetmene saygıdan olabilir.


Köstebekgiller: Perili Orman filminin başrol oyuncusu İnci Türkay<br />

bu dünyaya ait olmadığını, fillerin uçtuğu, kelebeklerin konuştuğu ve<br />

çocukların mutluluklarını paylaştıkları bir dünyaya ait olduğunu söylüyor.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

onları gördüğünde çok daha sıcak bakacaksın. Ben<br />

n Sömestire tatili yaklaştıkça sinema salonları<br />

çocuklara teslim edilmeye başladı. Bu konuda<br />

önceleri suskun olan Türk sineması ise teknolojinin<br />

yeniliklerinden faydalanıp Hollywood<br />

yapımlarıyla aşık atmaya başladı. Bu hafta vizyona<br />

giren Köstebekgiller: Perili Orman filmi<br />

işte o yeni örneklerden. Sihirli Annem, Köstebekgiller<br />

gibi çocukdizilerinin tanınmış oyuncusu<br />

İnci Türkay diziden sinemaya uyarlanan filmin<br />

başrolünde. Çocuklara olan ilgisini ve sinemanın<br />

onların düşleri üzerindeki etkisini anlamış buna<br />

önem veren önemli bir isim İnci Türkay. Bugüne<br />

ait olmadığını söyleyen güzel yıldızın filler uçuşan<br />

dünyasına hep beraber bir girelim dedik. İşte o<br />

naif ve pembe dünya...<br />

Öncelikle, bu bir televizyon dizisinden uyarlama.<br />

Senaryoları alıp karşılaştırdığınız zaman arada<br />

ne fark görüyoruz?<br />

Film daha heyecanlı, daha entrika dolu, daha<br />

sürükleyici. Başı ve sonu var tabi ki... Birazcık<br />

daha serüven bu film.<br />

Animasyon karakterler var, canlı oyuncular var<br />

ve bunların bir birleşimi söz konusu. Aslında<br />

yurtdışında bu tür çok yapım var. Fakat biz<br />

Türkiye’de bunları yeni yeni görmeye başladık.<br />

Çalışma açısından nasıl bir etki bıraktı bu sizde?<br />

Çalışması daha mı zor?<br />

Tabi, çok zor. Bir kere boşluğa oynuyorsunuz.<br />

Biliyorsunuz ben bunu daha öncede yaptım<br />

yıllarca. Sihirli Annem’de boşluğa oynadım.<br />

İguanalar, kertenkeleler, ejderhalar benim rol<br />

arkadaşlarımdı. Burada da güya köstebek var<br />

karşımda. Çocuklarda bunu biliyor, saklayacak<br />

birşey yok. Diyalogları oynayıp sonradan onlar<br />

oturtulduğu için benim için de hep sürpriz oluyor.<br />

Ama zor bir iş yani, o anda konsantre olmak<br />

falan... Çünkü o kadar tatlılar ki, belki de o anda<br />

elimden geldiğince bakıyorum ama olsalar belki çok<br />

daha samimi birşey çıkacak ortaya ama onu hayal<br />

ederek oynuyoruz. Gerçi benim en sevdiğim şeydir<br />

hayal etmek, düşlemek. Onun için biraz alıştım galiba,<br />

onların hayaliyle oynuyorum ordalarmış gibi. Ve<br />

çocuk için çalışmak, çocuk tiyatrosu olsun, çocuk<br />

filmi olsun, çocuk dizisi olsun çok daha zevkli.<br />

Aslında dışardan bakıldığı zaman çocuk işi falan<br />

diyorlar fakat bunun sorumluluğu çok büyük.<br />

Evet öyle, ve bunun ne demek olduğunu<br />

anlayamıyorum. Bunu küçümsemek, bu çocuk işi<br />

deyip burun kıvırmak bence olabilecek en büyük<br />

cahillik.<br />

Dedikleriniz tabi ki de geçerli fakat Türk<br />

Sinemasında bu dedikleriniz biraz hakim. Böyle<br />

şeyler görüyoruz.<br />

Malesef, çünkü yapamıyorlar.<br />

Ben de onu söyleyecektim, bu büyük bir sorumluluk,<br />

çocuklardan anlamak zorundasınız hem de onları<br />

bağlayacak mesaja da sahip olmak zorundasınız.<br />

Tabi, verilmek istenen mesaj o kadar ters<br />

anlaşılabiliyor ki, en ufak bir hatanız çocuklar için o<br />

kadar yanlış biryere gidebilir ki. Bu gerçekten çok<br />

riskli bir iş, çok bıçak sırtında bir iş.<br />

Peki sizin dahil olduğunuz senaryolarda, projelere<br />

bu gözle bakıyor musunuz?<br />

Tabi ki de, bakmaz olur muyum? Bir kelime mesela,<br />

doğruyu söylememek üzerine, hemen üstünü çizerim<br />

senaryoda. Ya da bir durum, olumsuz, umutsuz,<br />

bir cümle, birşey. Hemen çizerim, hemen bununla<br />

ilgili yapımcıyla konuşurum. Bu işe öyle çok emek<br />

verdim ki, artık her cümlenin her söylenenin, her<br />

hareketin her jestin hatta kıyafetlerin bile nereye<br />

gideceğini biliyorum. Bunların hepsini örnek alır<br />

çocuklar.<br />

Peki, tamam çocuklar tarafı böyle. Sizin tarafınızdan<br />

nasıl, yani çocuklarla çalışmak size ne katıyor, ne<br />

gibi etkileri var?


Gerçekten ben kendimi bu dünyaya ait hissetmiyorum, ne<br />

bileyim filler uçsun istiyorum, kediler konuşsun istiyorum.<br />

Çok pozitif şeyler hissediyorum, anlayacağınız. Çocukların<br />

doğallığı samimiyeti... Gözlerindeki o ışık, o saflık, o gerçeklik<br />

beni çok etkiliyor ve hayatımı da çok pozitif etkiliyor<br />

yani. Tabi ki ayaklarım çok yere basıyor, ne kadar zor<br />

ve tehlikeli günler geçiriyoruz ve ben hepsinin fazlasıyla<br />

farkındayım. Ama çocuklarımıza geleceğin aydınlıkla dolu<br />

olduğunu göstermemiz, umutla doldurmamız lazım. Bunun<br />

için de pozitif çalışmamız lazım. Doğru mesajlarla doğru<br />

işler yapmamız lazım.<br />

Bizde çok görülmeyen şey aslında uzmanlaşmaktır,<br />

özellikle oyuncular açısından. Sizin kariyeriniz çok<br />

görmediğimiz bir kariyer, çocuklarla çalışmanız değil<br />

ısrarla bunun üzerinden gidiyor olmanız ve yıllara yayılıyor<br />

olması. Bu belirli bir planlama mı yoksa böyle mi rast<br />

geldi? Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?<br />

Böyle rast gelmedi, hep ilişki olarak bunları tercih ettim,<br />

gelen tüm işlerin arasından hep çocuklarla olan işleri<br />

seçtim. Bilinçli olarak bunları yaptım. Bu işe de böyle<br />

devam etmek istiyorum. Tiyatroda da tabi çok farklı rollere<br />

bürünüyorum fakat tiyatronun ulaşabildiği kişi sayısı çok<br />

düşük, sinema ise tamamen farklı. Sinema aracılığıyla<br />

binlerce çocuğa bir mesaj verebiliyoruz ve birisinin bu işi<br />

üstlenmesi gerekiyor. Yani çocuk işi diyip burun kıvırmak<br />

veyahut küçük görmek bana çok ters geliyor. Ben bilinçle<br />

bunu seçiyorum ve bu yolda da devam etmeyi çok istiyorum.<br />

Şimdi yine yurtdışında, aslında komedinin merkezinde<br />

güzel kadın oyuncu çok önemlidir. Ben mesela bir çok isim<br />

sayabilirim size, kariyerlerini bunun üzerine inşa etmişler.<br />

Türkiye’de nedense komedi veya başka bir sektörde<br />

kadın oyuncu fazla yer alamaz. Özellikle güzel kadın... Bu<br />

bileşke de bir takım problemler var. Siz bunların hepsini<br />

üzerinize giyebilecek bir yapıdasınız. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?<br />

Karşılaştığınız sorunlar daha çok ne oldu?<br />

Komedide oynamak dünyanın en zor şeyidir. Dram oynamak<br />

komedi oynamaktan çok daha kolaydır. Dram oynamak<br />

tabi ki de kolay değil fakat komedi oynamak tamamen<br />

farklı birşey. Herkes cesaret edemiyor, oynamaya da,<br />

yazmaya da, çekmeye de...<br />

Peki benim sormadığım fakat filminizi izleyecek insanlara<br />

sizin söylemek istediğiniz birşey var mı?<br />

Valla ben çok heyecanlıyım ve onların da çok seveceklerini<br />

düşünüyorum açıkçası, tam sömestir öncesi bir karne<br />

hediyesi. Ne olur seyretsinler, doğa sevgisi. Yeşili korumak<br />

ve sevmek konusunda da birçok mesajımız var. Çok renkli.<br />

Abant’ta çektik bir kere, doğa ve tabiyat başlığı içeriyor.


Julianne Moore daha ilk<br />

filminde perdeye o kadar<br />

yakıştı ki onu kimse<br />

yeni, çaylak bir oyuncu<br />

olarak görmedi. Yıllarda<br />

bunun sebebini bize<br />

gösterdi. Oscar’ın gediklisi<br />

Moore Still Alice<br />

filmindeki muhteşem<br />

performansıyla yine en<br />

büyük favori.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Yetenekli ve başarılı kadın oyuncu tanımının içini<br />

dolduran önemli bir isim Julianne Moore. Kendine<br />

has bir güzelliği olan oyuncu, keskin hatları ve kalın<br />

kemikli yapısıyla çok da bilindik Hollywood artistlerine<br />

benzemiyor. O daha çok sanatçı, emekçi oyunculardan.<br />

Bu disiplinli kariyerini babasından aldığı<br />

alışkanlıklarla yapmış olması çok muhtemel. Moore’un<br />

babası askeri yargıç, annesi ise bir psikiyatrist.<br />

Babasının mesleği yüzünden sürekli yer değiştiren<br />

ailesiyle bir yerde durmayan Moore üniversiteyi Boston<br />

üniversitesinde sahne sanatlarında okumuş. Daha<br />

eğitimi devam ederken Brodway’de birçok oyunda yer<br />

alan sanatçı daha sonra televizyon dizileriyle kendini<br />

göstermiş. Film kariyerine 1990 yapımı Tales From<br />

the Darkside : The Movie ile başladı. Ama asıl çıkışını<br />

The Fugitive (Kaçak) filmiyle yaptı. Bu filmde Harrison<br />

Ford ve Tommy Lee Jones gibi ünlü oyuncuların<br />

yanında oynama şansını elde etti. Bu filmle birlikte<br />

büyük bütçeli filmlerin aranan oyuncusu oldu. Hugh<br />

Grant ile 9 Ay, Sylvester Stallone ile Assassins, Steven<br />

Spielberg’in Jurassic Park: The Lost World filminde<br />

yer aldı. 1997 yılında Boogie Nights filmiyle En İyi<br />

Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterildi.<br />

Artık tutulaman güzel oyuncu Coen kardeşlerin<br />

Big Lebowski’si ve Hannibal ile büyük bütçeli filmlerine<br />

devam etti. 2003 yılında The Hours ve Far from<br />

Heaven filmlerinde rol aldı. O yılın Oscar ödüllerinde<br />

En İyi Yardımcı Aktris ve En İyi Aktris dalında ödüle<br />

aday olarak aynı yılda iki kez ödüle aday gösterilme<br />

başarısını yakalayan 9 oyuncudan biri oldu. Bundan<br />

sonra adaylıkları ve ödülleri ard arda gelmeye başladı.<br />

Bu yılda Still Alice filmiyle En İyi Kadın Oscar’ında<br />

aday. Üstelik de adaylar arasında favori. Filmde Alzheimer<br />

hastası bir akademisyeni canlandıran oyuncu<br />

yine yürekleri burkacak. Bakalım akademi üyeleri bu<br />

durumdan ne kadar etkilenecek.


BANU BOZDEMİR<br />

n Oyuncu Christoph Waltz 4<br />

Ekim 19<strong>78</strong> yılında Avusturya’nın<br />

Viyana kentinde, dekor<br />

tasarımcısı Johannes Waltz<br />

ve Elisabeth Urbancic çiftinin<br />

çocuğu olarak dünyaya geldi.<br />

Büyükannesi ve büyükbabası<br />

da aktördü.<br />

Waltz, Viyana’da Max Reinhardt<br />

Seminar’da ve New<br />

York’ta Lee Strasberg Theatre<br />

and Film Institute’ta oyunculuk<br />

eğitimi aldı. Zürih’te<br />

Schauspielhaus Zürich’te,<br />

Viyana’da Burgtheater’de ve<br />

Salzburg Festivali’nde tiyatro<br />

oyunculuğu yaptı. Birçok televizyon<br />

yapımında rol aldı. 2000’de,<br />

bir televizyon yapımı olan Wenn<br />

man sich traut isimli film ile<br />

yönetmenliğe başladı. Quentin<br />

Tarantino’nun 2009 yapımı<br />

savaş filmi Soysuzlar Çetesi’nde<br />

SS Albayı Hans Landa rolünü<br />

oynadı. Bu rolle 2009 Cannes<br />

Film Festivali’nde En İyi Erkek<br />

Oyuncu Ödülü’nü kazandı.<br />

Tarantino, Waltz’ın filmdeki<br />

performansına ilişkin olarak<br />

şöyle dedi: “Sanırım Landa<br />

yazdığım ve yazacağım en iyi<br />

karakterlerden biri ve Christoph<br />

bu rolü tam olması gerektiği


gibi oynadı. Christoph kadar<br />

iyi birini bulamamış olsaydım,<br />

Soysuzlar Çetesi’ni çekmeyebilirdim.<br />

Oyuncu daha sonra Aşkın<br />

Büyüsü, Acımasız Tanrı, yine<br />

bir Tarantino filmi olan Zincirsiz,<br />

Patrondan Kurtulma Sanatı,<br />

Muppets Aranıyor gibi filmlerde<br />

rol aldı. Bu ay karşımıza Tim<br />

BUrton imzalı Büyük Gözler<br />

ile çıkıyor. Büyük gözlü tablolar<br />

yapan ressam Margaret<br />

Keane’in, eşi Walter Keane’i<br />

canlandıracak. Tabii karısını<br />

gölgede bırakacak bir satış<br />

uzmanı olan Keane’i bakalım<br />

sevecek miyiz?


n “… beni bir gün unutacaksan bir<br />

gün bırakıp gideceksen boşuna yorma<br />

derdi boş yere mağaramdan çıkarma<br />

beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa<br />

alışkanlığımı kaybettirme…” (Oğuz Atay/<br />

Tutunamayanlar)<br />

Kanal D’nin başrollerini, İlker Kaleli (Poyraz<br />

Karayel), Burçin Terzioğlu (Ayşegül) ve<br />

Musa Uzunlar (Bahri Umman) ‘ın paylaştığı;<br />

Engin Benli (Zafer), Murat Daltaban (Mümtaz),<br />

Mustafa Alabora (Ünsal), Emel Çölgeçen<br />

(Sema), Ataberk Mutlu (Sinan), Müge<br />

Akyamaç (Canan), Ali İl (Sadreddin), Celil<br />

Nalçakan (Zülfikar), Kanbolat Görkem Arslan<br />

(Sefer), Cem Cücenoğlu (Taşkafa), Ece<br />

Özdikici (Songül), Enis Yıldız (Av.Necdet),<br />

Gülçin Hatıhan (Ümran), İsmail Düvenci<br />

(Cevher) ve Emirhan Akbaba (İsa)’nın ise<br />

yan rollerle eşlik ettikleri Poyraz Karayel<br />

Çarşamba akşamları izleyiciyle buluşmaya<br />

başladı.<br />

Aşk, bol miktarda babalık, sevgi-sevgisizlik,<br />

yalnızlık, düşmanlık çerçevesinde<br />

şekillenen “Poyraz Karayel”in konusu<br />

şöyle; Her şeyini kaybetmiş, başı beladan<br />

kurtulmayan hayatta tutunacağı tek dalı<br />

olan oğlu Sinan’ı bile kaçırarak görmek<br />

zorunda kalan, meslekten iftirayla ihraç<br />

edilmiş polis Poyraz, annesini kaybettikten<br />

sonra uyuşturucudan kardeşini kaybeden<br />

bu yüzden de İstanbul’un en büyük mafyası<br />

olan babası Bahri’yi affedemeyen Ayşegül<br />

ile tanışır. Ayşegül’de Poyraz kadar yalnız ve<br />

kaybetmiş bir karakterdir. İkilinin tesadüf sonucu<br />

başlayan arkadaşlıkları özellikle Oğuz<br />

Atay’ın romanlarına gönderilen şık selamlarla<br />

(ki Poyraz’ın komşusunun emekli Albay oluşu<br />

da bundandır) imkânsız bir aşka dönüşmek<br />

üzeredir. İmkânsız aşk çünkü Poyraz eski<br />

amiri Mümtaz’ın, adını temizleyerek mesleki<br />

itibarını kurtarmasına ve Sinan’ın velayetini eski<br />

kayınpederi Ünsal’dan almasına yardım etmesi<br />

karşılığında yaptığı teklifi kabul etmek zorunda<br />

kalır. Poyraz, Ayşegül’ün babası olduğunu sonradan<br />

öğreneceği mafya babası Bahri Umman’ın<br />

yanına girerek ve emniyete bilgi sağlayacaktır.<br />

Tesadüf eseri Bahri’nin hayatını kurtaran Poyraz<br />

için Bahri ve adamlarını etkilemek zor olmaz.<br />

Asıl zor olan âşık olmaya başladığı Ayşegül’den


Bahri’nin yanında çalıştığını, Bahri’den de<br />

Ayşegül’ü tanıdığını gizlemektir. Bu süreçte<br />

oğlunu uyuşturucudan kaybettiği için bu<br />

konuda çok hassas olan Bahri’nin sınırlarını<br />

ise, ilerleyen bölümlerde Ayşegül’ün doktoru<br />

olacağı kalp hastası kızını gözünden sakınan,<br />

kendisi süt dışında (alkol, sigara, uyuşturucu)<br />

hiçbir şey içmeyen ama uyuşturucu ticareti<br />

yapmak isteyen Zafer zorluyor ve zorlayacak.<br />

Peki dizi tuttu mu ya da tutacak mı?<br />

Kanımca tutacak. Çünkü özellikle sosyal<br />

medya paylaşımlarından anlaşılan o ki Poyraz<br />

Karayel, sadece yabancı dizi izleyen, Türk<br />

dizilerinden kaçan, sıkılan birçok izleyicinin<br />

dikkatini çekmiş ve hatta beğenisini kazanmış<br />

durumda. Peki, bu nasıl oldu?<br />

Öncelikle hikâye iyi gidiyor ve karakterler<br />

yüzeysel değil, her bölümde hikâyeleri biraz<br />

daha derinleşeceğe benziyor. Örneğin<br />

hayatındaki yenilgilerin yanında iyi bir<br />

baba olmaya çalışan, komşularıyla iyi geçinen,<br />

haksızlık karşısında kendisini ateşe atan, romantik,<br />

içten, dürüst olamadığı anlarda ise kendisiyle<br />

kavga eden bir karakter olan Poyraz. Özellikle<br />

gençler için gün geçtikçe daha büyük bir sorun<br />

halini alan uyuşturucuya kesinlikle karşı olan,<br />

sözünün eri ve güvenilir olduğu için de camiada<br />

saygı duyulan bir mafya babası olan Bahri. Onun<br />

kimliğinin gölgesinde ezilen, hata üstüne hata<br />

yapan asi oğul Sadreddin ve herkesin korktuğu<br />

babasıyla inandıkları için çatışmaktan çekinmeyecek<br />

kadar güçlü görünen ama alabildiğine<br />

yalnız ve korkuları olan Ayşegül.<br />

Tabi karakterlerin iyi yazılmış olması tek başına<br />

yeterli değil. Poyraz Karayel’e artı puan getiren<br />

oyuncu seçiminin de iyi yapılmış olması.<br />

Oyuncular iyi, oyunculuklar iyi… Hatta çocuk<br />

oyuncu riskli olmasına rağmen Sinan karakterini<br />

canlandıran Ataberk bile çoğunlukla rolün<br />

hakkını veriyor. Ancak bu noktada dikkat edilmesi<br />

gereken özellikle tansiyonu yüksek sahnelerin<br />

figürasyonu. Zira ilk bölümde Bahri’nin<br />

uyuşturucu sattığı için cezalandırdığı adam ve<br />

Poyraz’ın kurtardığı küçük kız örneğinde olduğu<br />

gibi yapay ve dolayısıyla başarısız oyunculuklar<br />

çatışma sahnelerini bir anda katledebiliyor.<br />

Dizinin bir diğer artısı temposunun emsallerine<br />

kıyasla tadında olması. Hikâyenin sünmemesi<br />

tam tersine heyecanın artması ki burada<br />

dizinin kurgusunun da payı büyük. Özellikle<br />

son (4. Bölüm) bölümde Ayşegül’ün Bahri’nin<br />

kızı olduğunu itiraf ettiği sahne oldukça iyi<br />

kurgulanmış. Bunun yanında Poyraz’ın aileyi<br />

tanımlarken kadının/annenin ailedeki öneminin<br />

televizyondan sonra geldiğine değinmesi ya da<br />

Zülfikar’ın popüler kültür ve küresel sermayeye<br />

ilişkin ince göndermeleri ve uyuşturucu kullanım<br />

yaşının düştüğüne ilişkin yapılan vurgular ile<br />

toplumsal sorunlara değinilmesi dizinin bendeki<br />

diğer artıları.


n Geçtiğimiz aylarda ekranlara veda eden<br />

Muhteşem Yüzyıl ihtişamını gözler önüne seren<br />

bir sergiyle hafıza tazeliyor. 4 sezon boyunca<br />

entrikaları, savaş sahneleri, aşkları ve kulis<br />

dedikodularıyla dillerden düşmeyen Muhteşem<br />

Yüzyıl, 28 Kasım’dan bu yana ziyaretçilerini<br />

kabul ediyor. 10 Şubat’a kadar açık kalması<br />

planlanan sergiyi sizler için gezdim.<br />

ederken kulaklığınızdan geçen sesler size<br />

diziyi anımsatıyor. Sadece ses değil koku da<br />

hafızanızı canlı tutuyor gezerken... Öyle ki,<br />

birkaç dakikada bir “Ne kadar güzel kokuy-<br />

Öncelikle girişte kendinizi dizinin ilk sahnelerinde<br />

olduğu gibi bir geminin içinde buluyorsunuz.<br />

Sallanan ve dalga sesleriyle ürperten<br />

gemi ilk dakikadan “beklentimi aşacak” hissi<br />

uyandırıyor, içeri giren herkesin ilk sorduğu<br />

ise elbette “Süleyman nerede?” oluyor. Açılış<br />

gününden itibaren gazetelere yansıyan meşhur<br />

balmumu heykeller ise sergi sonunda sizleri<br />

uğurluyor. Oraya geleceğiz elbette sabredin,<br />

henüz sırası değil.<br />

Dizinin tüm dekor ve kostümleri tek tek konsept<br />

içinde sizlere sunuluyor. Valide sultan<br />

odası, şehzadelerin daireleri, hamam, Pargalı<br />

İbrahim’in bölmesi… Hepsini tek tek ziyaret


or” diye birbirimize söylendik gezerken,<br />

döneme ait kokular eşliğinde Muhteşem<br />

Yüzyıl’ın ihtişamına tanık oluyorsunuz.<br />

Dizinin ilk sezonunda Pargalı ile Hatice<br />

Sultan’ın aşkına tanıklık eden keman da<br />

gözünüze çarpıyor, dizi boyunca kaç kişinin<br />

can verdiği hamamdaki yağlar ve sabunlar<br />

da… Özetle detayların hiçbiri unutulmamış.<br />

Bu açıdan bir müzeyi, Topkapı sarayı’nı<br />

gezmek gibi değil bu ziyaret. Bir müze sergisinden<br />

ziyade tarihin bir canlandırması<br />

karşınızda. Hamam’dan buhar çıkmasını<br />

bekleyebileceğiniz kadar gerçek…<br />

Son alana geldiğinizde ise karşınızda dizinin<br />

ana castının heykellerini buluyorsunuz.<br />

Tuncel Kurtiz’in hala aramızda olduğu, Halit<br />

Ergenç’în heykelinin sizi divana buyur etmesi<br />

beklentisine düşmeniz olağan… O<br />

kadar gerçek… Her ne kadar heykellerin<br />

somurtkan ve soğuk ifadeleri sebebiyle bu<br />

karşılamayı “sıcak” olarak anlatamasam<br />

da Hababam Sınıfı sergisinden sonra birer<br />

başyapıtla karşı karşıya olduğuma memnun<br />

kaldığımı ifade edebilirim. Gözlerim Vahide<br />

Gördüm’ün yanında elbette Meryem Uzerli’yi<br />

de aradı yalan değil… Ancak alanda dizinin<br />

son sezonuna vurgu yapıldığı da balmumu<br />

heykel bölümünde “Bu dünyadan bir Süleyman<br />

geçti” satırlarının<br />

kulağınıza çalınmasıyla<br />

nedenleniyor.<br />

Neyse toparlarsak…<br />

50’de fazla ülkede milyonlarca<br />

izleyiciye ulaşan<br />

dizinin sergisi dünyanın<br />

pek çok ülkesinde de<br />

izleyicilerin beğenisine<br />

sunulacak.<br />

2.500 metrekarelik<br />

dev alana<br />

kurulu olan<br />

serginin<br />

biletleri ise<br />

tam 35 lira,<br />

öğrenci<br />

28.75 lira.<br />

Sergiden çıktıktan sonra ise<br />

kendinizi Muhteşem Yüzyıl<br />

dizisini anımsatacak eşyaların<br />

satıldığı bir mağazada buluyorsunuz.<br />

Fincanlar, yastıklar,<br />

not defterleri ve magnetler…<br />

Dilediğiniz ürünü alarak<br />

bir hatıra edinebilirsiniz.<br />

Sergi Maslak’ta yeni açılan Uniq İstanbul<br />

Kültür ve Sanat Merkezi içinde yer alan<br />

UNIQMÜZE’de, tam adı ise “Muhteşem<br />

Yüzyıl: Teşhir-i İhtişam”… TİMS Productions<br />

ve Istanbul Exhibitions tarafından<br />

ortaklaşa gerçekleştirilen “Muhteşem Yüzyıl:<br />

Teşhir-i İhtişam” sergisi, sizi büyülerken<br />

komplekste yer alan mekanların da ihtişamı<br />

tamamladığını not etmem gerek. Gece<br />

boyunca seçkin şarap menüsü ile özel bir<br />

tadım sunan “Wine and More”da birer kadeh<br />

içerek sergi sonrası dinlenmeniz de önerim<br />

olsun.


GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

n Diriliş’in en kötüsü Titus’u canlandıran<br />

oyuncu Serdar Deniz ile Cine Dergi için<br />

söyleştik. Başarılı oyuncu bizlere kendi<br />

gözünden Titus’u anlattı… “İyi biri” olarak<br />

nitelendirdiği karakter ile empati kurduğunu<br />

anlatan Deniz, dizinin “düşman” kurgusunu<br />

da gerçekçi bakışla kuvvetlendirdiğinin altını<br />

çizdi. Kötü adamının gözünden Diriliş ve<br />

başarılı oyuncu Serdar Deniz röportajı sizlerle…<br />

Pargalı İbrahim paşa rolüne ekranda can<br />

vermiştiniz, şimdilerde ise yine bir dönem<br />

işinde rol alıyorsunuz…<br />

Dönem işleri normal hayatımızın çok dışında<br />

olduğundan beni macera, sınırları zorlama<br />

ve yenilikler keşfetme anlamında çok tatmin<br />

ediyor. Maceracı bir ruhum var. Günümüzde<br />

geçen hikâyelerde bir abiyi, sevgiliyi veya<br />

kardeşi oynamayı çok sıkıcı, sıradan, renksiz<br />

bulurdum. Bunları normal hayatımızda zaten<br />

yaşıyoruz. Ben farklı, daha önce bilmediğim,<br />

görmediğim deneyimler yaşamayı, farlı<br />

dünyalara dalmaya, yaşamaya bayılıyorum.<br />

Sınırları zorladığınız zaman yapabileceklerinize<br />

kendiniz bile şaşırıyorsunuz. Sınırları<br />

zorlamak lazım. Her daim…<br />

Titus kimdir?<br />

Titus muhteşem bir karakter. Cesaretli,<br />

korkusuz, inancı, doğruları ve hedefleri<br />

uğruna gözünü kırpmadan her şeyi yapabilecek<br />

sadık ama acımasız bir komutan.<br />

Papalık tarafından anne ve babasından<br />

çocuk yaşlarında koparılmış kardeşiyle<br />

birlikte Anadolu’ ya gönderilmek üzere bir<br />

tapınakçı şövalyesi olarak yetiştirilmiş. Kendi<br />

topraklarından çok uzaklarda ve ailesel olarak<br />

tek tutanağı olan ve kendisine babası tarafından<br />

emanet edilen Kardeşi Türkmenler tarafından<br />

beklenilmedik bir çatışmada öldürülüyor.<br />

Titus iyi bir savaşçı… Role hazırlanmak kolay<br />

olmamalı… Nasıl hazırlandınız?<br />

Hem seyirciye inandırıcı olması açısından ama<br />

daha da önemlisi kendinize inandırıcı olmanız<br />

açısından fiziksel olarak Tituslaşmanız gerekiyordu.<br />

Fiziki durumunuzun, performansınızın<br />

çok yüksek olması gerekiyor. Titus gibi kabiliyetlere<br />

sahip olmalısınız. Spor zaten gündelik<br />

hayatımda vardı. Kılıç kullanma ve ata binme<br />

de eski işlerimden dolayı biliyordum ama profesyonel<br />

ok atma gibi ve daha farklı özel savaş<br />

tekniklerinde ekipçe uzmanlaştık. Yapımcımız bu<br />

eğitimi ve ön hazırlığı çok ciddiye aldı ve birçok<br />

Hollywood filmlerinde çalışmış dünyaca ünlü<br />

koreografi ekibi Nomad ile aylarca çalışmamızı<br />

sağladı. Bu Türkiye’de birkaç istisna hariç çok<br />

görülmüş ve alışılmış bir durum değildir ve<br />

çok büyük bir değer. Hala her aksiyon sahnesi<br />

öncesi çok başarılı ve profesyonel bir ekip ile<br />

çalışıyor ve hazırlanıyoruz.<br />

Yurt dışında eğitim görmüş bir oyuncu olarak<br />

Türkiye dönem dizilerindeki düşman imgesini<br />

karikatür bulduğunuz oluyor mu?<br />

Evet çok oluyor ve bu durum çok klasikleşmiştir.<br />

Ama diğer taraftan baktığınızda bu Avrupa’da<br />

da maalesef farklı değil. Almanya bulunduğum<br />

zamanlarda da birçok yapımda genelde her<br />

zaman yabancılar düşman taraf, kötü adam,<br />

katil, uyuşturucu, silah kaçakçısı, gece kulübü<br />

kapıcısı gibi rollerde ve oldukça klasik bir<br />

şekilde yansıtılırdı. Bu duruma orada da her<br />

zaman karşı çıkmışımdır ve itiraz etmişimdir.<br />

Bizleri bu toplumda yok saymayın diye yönetmenlerle,<br />

yapımcılarla çok tartışmışımdır. Bu


kısır döngüden çıkmamız hepimizin<br />

yararına… Her ne kadar reytinglerin artması<br />

ve filmde tarafların çatışmaları için ihtiyaç<br />

olsa da bu durum, seyircinin karşı tarafı da,<br />

her ne kadar düşman olursa olsun, kendi<br />

içinde kendi bakış açısıyla haklı olduğunu<br />

görmesini, anlamasını, empati kurmasını<br />

sağlamalıyız. Sağlamalıyız ki, normal<br />

hayatımızda hoşgörümüz, anlayışımız biraz<br />

daha artsın ve toplumlar, ırklar, dinler, renkler,<br />

fikirler arası yakınlaşma biraz daha olabilsin.<br />

Dünyada çoğunluk iyi insanlardan ibarettir.<br />

Bunu unutmamak lazım.<br />

Hıristiyan tarafın da kendi gözünden<br />

haklı olduğunu belirtiyorsunuz bir<br />

röportajınızda, o tarafın gözünden de hikayeyi<br />

yansıtabildiğinizi düşünüyor musunuz?<br />

Bunu işin başında yapımcımızla konuştuk.<br />

Kendisi de böyle düşünüyor. Klasik Bizanslı<br />

kötü adam tiplemesi ve sahnelerin olmaması<br />

gerektiği konusunda hemfikiriz. Titus karakteri<br />

ve Tapınakçılar kendi bakış açılarından<br />

gayet tabii ki haklılar ve aynı Müslüman Türkmenler<br />

gibi dini değerleri, inancı, doğruları<br />

ve var olma uğruna savaşıyorlar ve bu savaşı<br />

kazanmaları için her türlü çabayı gösteriyorlar.<br />

Bu duyguyu olabildiğince yapımda da<br />

yansıtmak istediğimizi konuştuk ama tabii<br />

ki şöyle bir gerçek var. Tarihimizi hele ki bu<br />

dönemi pek bilmiyoruz, görmedik daha önce.<br />

Bunu öğrenmeye, keşfetmeye bir merak var,<br />

bir heyecan var giderilmesi gereken seyircimiz<br />

tarafından. Avrupalılardan tarihi boyunca<br />

çok çekmişliği var Anadolu’nun. Dizimizde<br />

Türkmenlerin Haçlılara karşı her zaferinde<br />

seyirciler hop oturuyor hop kalkıyor. Dizimiz<br />

daha yeni başladı. Seyircimiz şöyle bir “ohh<br />

canıma deysin” çekmeli, “haydi koçum<br />

kim tutar seni “demeli, rahatlamalı, keyfini<br />

çıkarmalı bu zaferlerin. Bunu anlıyorum.<br />

Titus olmama rağmen Türkmenlerin zaferlerine<br />

seviniyorum seyrettiğimde. Zamanla<br />

karşı tarafın saf kötü olmadığını ve savaşma<br />

nedeninin aynı Müslüman taraf gibi kendi<br />

doğruları ve inançları uğruna olduğunu<br />

göstereceğimizi ve yansıtabileceğimizi<br />

düşünüyorum ve umuyorum.<br />

Benim izlediğim kadarıyla safi kötü, müslüman<br />

ve türkmenlerden nefret eden bir role hayat<br />

veriyorsunuz. Bu Cüneyt Arkın filmlerinden bu<br />

yana gördüğümüz “kötü düşman” tipi değil mi?<br />

Gri değil siyah bir rolün karakterin gerçekçiliğini<br />

zedelediğini düşünüyor musunuz?<br />

Titus olarak Müslüman ve Türkmenlerden nefret<br />

ediyor olmam saf kötü bir karaktere hayat<br />

verdiğim anlamanı çıkarmıyorum ben. Benim<br />

için Titus iyi biri. Bir Kahraman. Evet nefret<br />

içerisindeyim Titus olarak, olmam da gerekiyor.<br />

Türkmenler, Alpler, Müslümanlar haçlılardan


nasıl nefret ediyorsa Haçlılar da aynı şekilde<br />

onlardan nefret ediyorlar. Bilmukabele.<br />

Türk yapımı olan ve Müslüman seyircisine<br />

hitap eden diziye göre evet tabii ki kötü<br />

düşmanım. Ama dönem 13. yüzyıl. Böyle<br />

olmazsanız o coğrafyada o şartlarda başarılı<br />

olamazsınız, zafer elde edemezsiniz. Davanız<br />

uğruna her yol mubahtır düşüncesiyle<br />

hareket etmelisiniz. Sevgili Cüneyt Arkın<br />

filmlerinde gördüğümüz ve tipik elinde üzüm<br />

salkımıyla, kucağında yarı çıplak kızlarla<br />

oturan, şarabı ağzının kenarından akıta akıta<br />

içen ve yüksek sesle pis pis gülen ve esirlere<br />

tecavüz eden kötü düşman tipi değil Titus.<br />

Ben öyle görmüyorum.<br />

Milliyetçi hassasiyetleri yüksek bir ülkede<br />

düşman karakter canlandırmak tedirgin edici<br />

değil mi?<br />

Haklı ve çok yerinde bir soru. Tedirgin olmam<br />

gerekir mi? Bu sorunun cevabını ben sizden<br />

rica ediyorum. İnsanlarımız artık o kadar<br />

mı yobaz, cahil, gözü kör mü hala? Bir dizi<br />

karakteri ile gerçek hayatı ayırt edemeyecek<br />

kadar mı bilinçdışıyız? Biz değil onlar öyle<br />

diyorsanız. Biz kimiz, onlar kim? Bu düşünce<br />

beni üzüyor gerçekten… Rahmetli Erol Taş<br />

Dünya’nın en yufka yürekli insanı olması<br />

söylendiğine rağmen oynadığı kötü adam<br />

karakterler yüzünden çok dayak yemişliği<br />

varmış sokaklarda… yıl 1960-70 ler. Aradan<br />

kaç yıl geçmiş. 50 yıl. Milliyetçi hassasiyeti,<br />

duygusu, sevgisi aynen yüksek olan bir ben<br />

için kendi özümden, kendi milletimden tedirgin<br />

olmalı mıyım? Bence, eğer böyleyse, burada<br />

tedirgin olması gereken kişi ben değilim.<br />

Kendi yaşamınızın bir senaryo olduğunu<br />

düşünseniz, şimdi o senaryonun neresindesiniz?<br />

Ben kendimi bildim bileli bu tür kendim ile ilgili<br />

dışarıdan kendime bakmam gereken sorulara<br />

cevap veremezdim. Hala da öyle. Sadece<br />

şunu söyleyebilirim belki. Bütün iyisiyle<br />

kötüsüyle dolu dolu yaşayan ve hayatın tam<br />

ortasında, veya sizin deyişinizle senaryonun<br />

tam ortasında, en güzel film müziğe eşliğinde<br />

sevdiği ailesi ile bir yaz günü büyük bir<br />

bahçede çocuklar su hortumu ile birbirlerini<br />

ıslatarak etrafta koştururken büyük kalabalık<br />

bir masada oturuyor ve onları izliyor olan<br />

adam olurdum.<br />

Peki bu senaryoyu izleyen biri olsanız,<br />

bir izleyici olarak “Serdar” hakkında ne<br />

düşünürdünüz?<br />

Ne hoş bir aile, şu an orda olmak vardı diye<br />

düşünürdüm. Bu adam, yanındaki o güzel<br />

kadın ve o muhteşem çocuklarla, çok mutlu<br />

görünüyor diye düşünürdüm. Haa birde, “bu<br />

adam Titus’u oynayan şu şerefsiz değil mi ?”<br />

derdim.


n Finding Carter’ı izleyince neden bizdeki gençlik<br />

dizilerinin yetersiz, absürt ve suni olduğunu<br />

anlamak kolaylaşıyor. Çünkü gençlik ve çocuk<br />

edebiyatımız, ve devamında gelen tüm yazın ve<br />

görsel sanatlarımız da müthiş bir abartı, savsaklama<br />

ve gizli bir küçümseme hissediliyor. Yaşı<br />

küçük olunca aklı ve duygusu da küçük olur<br />

sanılıyor. En iyisi konuyla ilgili Cemal Süreya’nın<br />

müthiş yorumundan faydalanmak galiba. Usta<br />

çocuk edebiyatımızı şöyle özetliyor; “niçin çocuk<br />

romanı olsun, çocuk politikası var mı ya da çocuk<br />

belediyesi? Çocuklar henüz ekmeğe epe diyorsa,<br />

ona kalkıp “epe” diye söz etmeyelim ekmekten.<br />

O zaman “epe” den ekmeğe geçiş süresi uzar<br />

ya da hiç değilse biz uzamasını istiyoruz demektir,<br />

çocuk edebiyatı budur “Çocuğun baştan<br />

aşağılanması.” Çocuk edebiyatı olmayınca<br />

gençliğe, ergenliğe gelinemiyor haliyle ve tabii<br />

dizilerimiz de uydurmasyon şişirmelerle<br />

şişiriyor. Oysa ülkemizde genç kuşağın psikososyal,<br />

estetik, edebî vd. temel ihtiyaçlarını<br />

karşılamaya yönelik edebiyat, sinema ve dizilere<br />

duyulan ihtiyaç ve açlık ortadadır. Örneğin Med<br />

Cezir gibi adaptasyon bir dizinin genel yapıyla<br />

hiç örtüşmeyen içeriğe rağmen çok izlenmesi<br />

gösteriyor ki gençlik kendi sorunlarını,<br />

endişelerini ve hayallerini dışa vuran yapımlar<br />

istiyor. Alıcısı hazır bekleyen bir kitle var ve ne<br />

yazık ki bu kitle hep yanlış, eksik, uyumsuz ve<br />

özensiz sözde gençlik yapımlarıyla kirli işlere<br />

mecbur ediliyor. Ne var ki çocuk, ergen ve gençlik<br />

yapımları da büyükler için gösterilen büyük<br />

özeni, titiz çalışmayı ve derinlikli analizleri hak<br />

ediyor ve bekliyor artık. İşte Finding Carter<br />

gerçekçi bir konuyu dozunda, estetik, yoğun ve<br />

derin işlerken eğlenceli, sürükleyici ancak içeriği<br />

zedelemeden çalışmasının dersini veriyor adeta.<br />

Bu uzun girizgah ve dertleşmeden sonra buyurunuz<br />

dizinin kısaca tanıtımına…<br />

Finding Carter 16 yaşında bir genç kızın 3<br />

yaşındayken kaçırıldığını öğrenmesi, kendisini<br />

büyüten ve çok sevdiği kadının gerçek annesi<br />

olmadığını öğrenmesiyle başlıyor. Genç kız


yıllardır kendisini arayan ailesine veriliyor.<br />

Polis bir anne, yazar bir baba, sevgi dolu<br />

ikiz kız kardeş ve erkek kardeşe sahip<br />

olmanın şoku ve adaptasyon süreci konu<br />

ediliyor. Carter kendisini büyüten anne<br />

saydığı kadını ararken, yeni okulu, odası,<br />

arkadaşları, aniden sahip olduğu koskocaman<br />

ailesini de sevmeye başlıyor ancak<br />

16 yaşında asi bir genç kızın gireceği tüm<br />

bunalımlara da giriyor.<br />

Aslında son derede trajik ve gerçekçi bir<br />

konusu olmasına karşın konunun hiç sömürülmemesi<br />

diziyi farklı ve özel kılıyor.<br />

Bol gözyaşı sahnelerine gebe gelişmeler<br />

her bölümde dengeli, mesafeli ve seyircinin<br />

duygusu kanırtılmadan verildiği<br />

için Finding Carter çok başarılı ölçüsü<br />

nedeniyle incelenmeyi hak ediyor. Özellikle<br />

ülkemizde adaptasyon diziler dahil hepsine<br />

bolca enjekte edilen suni gözyaşları<br />

bıkkınlık verecek kadar çoğalmışken!<br />

Bizde önce inandırıcılığı çoktan tükenmiş<br />

sahte dramlar oluşturulur, sonra her oyuncudan<br />

uydurulan trajediye denk bir performansla<br />

ağlaması beklenir. Öyle ki kim daha iyi oyuncu sorusuna<br />

cevaben en iyi ve en uzun ağlayabilen yanıtı<br />

verilebilir. Oysa Finding Carter’da tam 13 yıl kızını<br />

arayan ve sonunda bulan bir annenin kızına kendini<br />

sevdirme çırpınmaları, hayal kırıklıkları ve kendi iç<br />

çatışması ağlamadan veriliyor. Üstelik duygusundan<br />

ve inandırıcılığından hiçbir şey eksilmiyor.<br />

Ailenin tüm fertlerinin yaşamını altüst eden yeni bireyin<br />

eve girişi hepsinin içinde farklı değişimlere ve<br />

sancılara neden oluyor elbette. İkizinin kıskançlık ve<br />

hayranlık arasındaki gelgitleri metne bir başka ergen<br />

gözüyle bakma imkanı veriyor. En küçük kardeş ise<br />

kendisinin Carter’ın yerine boşluğu doldurmak için<br />

doğurulduğunu söyleyen sevimli, biraz yaralı ve<br />

sakin bir çocuk profiliyle ön ergenlik yaşındaki bir<br />

sürü genç profilinin özelliklerini mükemmel taşıyor.<br />

Çocuk perspektifiyle dünyanın nasıl algılandığı bu<br />

karakter sayesinde net ve temiz bir dille aktarılıyor.<br />

Ancak tüm kardeş ilişkilerine alabildiğine yedirilecek<br />

vicdan muhasebeleri ve elbette bol gözyaşı sahnelerine<br />

gerek duyulmuyor!. Bir gençlik dizisinden<br />

beklenen netlikte, direkt, kısa ve enerjik ifadelerle


genel duygu sağlamlaştırılırken trajediyi büyütmeye<br />

gerek duyulmaması metni rahat ve özgür<br />

kılıyor. Hatta ortada sinsi bir babanın gizli<br />

planları varken bile arkadan korkunç müzikler,<br />

ürperten çekim açıları ya da metin köpürsün<br />

diye inadına saf bir eş konulmaması ayrıca<br />

seyir keyfi veriyor.<br />

Carter’ın kaçırılmasını hikaye olarak yazan<br />

babası David, kızının bulunması ve eve<br />

dönüşünü de gizlice kaleme alıyor. Ailesinden<br />

habersiz yayıncısıyla anlaşıyor ve ev<br />

içinde olup biten tüm çatışmaları not edip<br />

kızının yaşamını kendi kariyeri için satmaya<br />

hazırlanıyor. İlk beş bölümde David’in aslında<br />

ne kadar hevesli olursa olsun bir o kadar da<br />

çıkmazda ve borç batağında buna mecbur<br />

kalmanın sıkıntıları içinde olduğu da inceden<br />

görülüyor. Elbette metnin genelindeki sessiz<br />

ve küçük ipuçları David’in çatışması için<br />

de geçerlidir. Carter’ın öz annesi Elizabeth çok<br />

güzel bir polis memuru olarak sert, kuralcı,<br />

zamanında kızı kaçırıldığı için obsesif ancak<br />

çocuklarına karşı sevgi dolu bir kadındır. Carter<br />

bulunduğunda boşanma arifesinde olan Elizabeth<br />

bu kararından vazgeçip ailesini bir arada tutmaya<br />

karar veriyor. David ve Elizabeth’in ebeveyn ve eş<br />

sorumluluklarındaki işlevlerinin sürekli yavaştan<br />

kayarak değişime uğraması evlilik kurumuna, ana<br />

baba ve sevgili olma rollerinin dayattığı baskıya<br />

ilginç ve sürükleyici pencereler açıyor.<br />

Sonuçta aşırı duygusal yoğunluklara bel<br />

bağlamadan neredeyse ilmî ve metodik bir üslûpla<br />

işleyen metin bu yüzden keyifli bir gençlik<br />

dizisi nasıl olmalıdır sorunsalına cevap niteliğinde<br />

izlenilebilir.


GİZEM MERVE KABOĞLU<br />

n Usta oyuncu Altan Gördüm ile Cine Dergi için kurucusu<br />

olduğu Akademi 35,5’u konuştum. Genç oyunculara<br />

tavsiyelerden, oyunculuğun gereklerine kadar pek çok<br />

konunun irdelendiği röportaj eminim size de yeni bir perspektif<br />

kazandıracak.<br />

Son dönemin yıldızlarından Çağatay Ulusoy, Hande<br />

Doğandemir, Özge Gürel, Cansu Tosun, Ekin Koç, Berk<br />

Cankat, Tolga Ortancıl da sizin öğrencilerinizdendi.<br />

Eğitim alanların sonunda şöhret kapılarını araması akademinin<br />

bağlantıları, menajer başarısı mı, şans mı yoksa<br />

eğitimin getirisi mi?<br />

Şimdi bunu derslerde hep öğrencilere söylüyorum<br />

çeşitli röportajlarda da hep söyledim tabii ki çok iyi,<br />

çok yetenekli olabilirsiniz, çok iyi bir eğitim almış da<br />

olabilirsiniz… Kamera sizi çok sevebilir ama burada<br />

en önemli birinci unsur şanstır, şansın size gülebilmesi<br />

için de bağlantı gerekir. Biz iyi bir eğitim vermenin<br />

dışında arkasında durabileceğimiz öğrencilerimizin aynı<br />

zamanda yine okulumuza bağlı 35 Buçuk menejerlik<br />

aracılığıyla bu bağlantıları yapmalarını sağlıyoruz ve<br />

onların özellikle bu dizi oyunculuğunda ya da sinema<br />

filmi oyunculuğunda arkalarında duruyoruz. Oyuncu<br />

koçluğu anlamında da her zaman için auditionlara<br />

katılacakları zaman biz<br />

desteği<br />

onlara elimizden gelen<br />

veriyoruz.<br />

Akademi 35.5’un diğer<br />

kurslardan farkı ne, siz<br />

genç oyunculara neler<br />

vadediyorsunuz?<br />

Aslında pek bir<br />

şey vadetmiyoruz<br />

diğer kurslardan<br />

farkımıza gelince<br />

biz burada öğrenci<br />

adaylarına kesinlikle bir


ön görüşme ile alıyoruz. Ön görüşmeden<br />

kasıt öncelikle bir genel kültür sınavı<br />

yapılıyor, genel kültür sınavının amacı da<br />

bir oyuncu adayı bir sanatçı adayı Dünya,<br />

ülkemizden, çalışmak istediği sektörden ne kadar haberdar<br />

görmek. Düşünebiliyor musunuz oyuncu olmaya geliyor, tırnak<br />

içinde televizyon oyuncusu olmaya geliyor, fakat hiçbir oyun<br />

izlememiş, hiçbir sinema filmini doğru dürüst tam anlamıyla<br />

izlememiş, mesleğiyle ilgili hiçbir şey okumamış. En azından kolay<br />

sayılabilecek tiyatro oyunlarının metinlerini bile okumamış<br />

insanlar geliyor, hayatında tiyatroya gitmemiş insanlar geliyor,<br />

bizim okulumuza öğrenci adayı olarak oyuncu olmak istiyorlar.<br />

Tırnak içinde hepsinin yani bir çoğunun amacı televizyon yıldızı<br />

olmak ama bunun için çalışmayı kimse düşünmüyor.<br />

Bunca yıldız çıkaran bir akademi söz konusu olunca sormak<br />

zaruri hale geliyor, sektöre yıldız kazandırma kurumun<br />

misyonlarından biri midir?<br />

Biz öyle sektöre yıldız kazandıralım işte öğrencilerimiz<br />

orada olsun patlasın adımızı duyursunlar falan değil, biz<br />

işimizin gereğini yapmaya çalışıyoruz. Ustalardan, hocalardan<br />

öğrendiğimiz bilgileri, birikimleri onu alabilecek onu<br />

özümseyecek arkadaşlarımıza aktarmaya çalışıyoruz. Ondan<br />

sonra sektöre yıldız mı olur olamaz mı? Bizi de açıkçası çok<br />

ilgilendirmiyor. Tabii ki mutlu oluyorum bizden eğitim almış<br />

bir arkadaşımızın, öğrencimizin bir yerlerde gerçek anlamda<br />

başarılı olması bize sadece mutluluk veriyor.<br />

Herkes oyuncu olabilir mi? Sizin için birincil kıstas nedir?<br />

Tabii ki herkes her şeyi olamaz ve doğal olarak da tabi ki herkes<br />

oyuncu olamaz bans göre sportif yetenek, sanatsal yetenek<br />

doğuştan gelir. Doğanın size bahşettiği bir şeydir. Bu varsa bizim<br />

gibi kurslarda ya da okullarda konservatuarlarda yeteneğin<br />

kullanmanın tekniği öğretilebilinir. O yeteneğin farkedelmesi<br />

öğretilir ve geliştirebilinir yoksa yeteneği olmayan bir insana<br />

hep bu örneği veririm aç kollarını sana 200 CC oyunculuk aşısı<br />

yapacağım heeehh oldu, yarından itibaren de oyuncusun böyle<br />

bir şey yok<br />

Okulunuzda yaş kısıtlaması vs. gibi kıstaslar var mı?<br />

Taban yaşı olarak 16 tavan yaşı olarak da 40 yaş diyoruz çok<br />

özel durumlarda bu yaş kısıtlaması esneyebiliyor.<br />

Burslu öğrencileriniz de var mı?<br />

Tabi ki yetenekli gördüğümüz, olabileceğini düşündüğümüz<br />

ekonomik olarak yardıma ihtiyacı olan arkadaşlarımızı bir özel<br />

burs sınavı ardından burslu olarak okulumuza öğrenci olarak<br />

alabiliyoruz.


Benim ekranların en iyi yönetmenlerinden biri<br />

olarak gördüğüm Feride Kaytan 2015’in ilk<br />

workshopunu verecek öğrencilere. Yıl içinde<br />

başka hangi etkinlikleri göreceğiz akademide?<br />

Bizim burası adından anlaşılacağı gibi küçük<br />

bir Akademi gerçekten... Bir akademi de akademi<br />

sözcüğü karşısında ne yazarsanız onun<br />

hepsi burada var .. Normal eğitimlerimizin<br />

dışında bizde her zaman özellikle Cuma günleri<br />

okulda eğitim yoktur ama okulumuzun<br />

bünyesinde öğrencilerimizden oluşan ”Cuma<br />

Vardiyası” ekibi sürekli aktiviteler düzenlerler.<br />

Örneğin 27 Mart Dünya Tiyatrolar gününde ve<br />

haftasında bizim okulumuzda oldukça yoğun<br />

bir şekilde kutlanır. Oyunlarla konservatuarlarda<br />

olan ne varsa bizde okulumuzda yapmaya<br />

çalışıyoruz. İlk başta söylediğim gibi buraya<br />

gelen arkadaşların çoğu tv sektöründe<br />

çalışmak için geldiği için tv sektöründe olan<br />

yönetmenlerle onları birebir görüştürmüş<br />

oluyoruz bu workshoplarla...<br />

Altan Gördüm mesleğinin başındaki genç<br />

Altan ile karşı karışya gelse, ona vereceği<br />

tavsiye ne olurdu?<br />

☺ aslında çok fazla tavsiyede bulunur<br />

muyum bilmiyorum ama biraz daha yoğun<br />

çalışırdım o dönem ben siyasal bilgiler fakültesinde<br />

öğrenciydim, tiyatroya başladığımda<br />

oyunculuğu hobi olarak görüyordum. Çok<br />

sonra fark ettim ki aa ben bu işi profesyonel<br />

olarak yapıyorum, o zaman biraz daha<br />

profesyonelleşeyim diye düşündüm... Belki<br />

ilk başlarda profesyonellik üstüne adımlar<br />

atabilirdim bir tek tavsiyem bu olabilirdi.


n İlk resim sergisini lisedeyken Trabzon’da<br />

açan yönetmen, bu açılışa ODTÜ Metalurji<br />

Mühendisliği’ndeki öğrenimi ve kısa<br />

süren bir çalışma testi kadar ara verip takip<br />

eden dönemini resim eğitimi almak üzere<br />

Viyana’ya çevirir. Eserleri İstanbul, Ankara,<br />

Budapeşte, Tallinn gibi birçok şehirde sergilenen<br />

yönetmenin ziyaretçileri, sonraki<br />

yıllarda okuyucuya, 2000’lere doğru seyirciye<br />

dönüşen şanslı bir evrimin yolcularıdır.<br />

Çöl Masalları, Kayıp Şahıslar Albümü, Malihulya,<br />

Şehrin Kuleleri, Harry Lime’in En Yeni<br />

Hayatları ya da Üçüncü Adam’a Övgü ve<br />

Kerr’ de romancı, Otel Odaları’nda öykücü<br />

Pirselimoğlu’nun tek kişilik ve daha serbest<br />

bir alan tabir ettiği yazın yaşamından artan<br />

hissiyat, her okuyucuyu kendi eskisinde<br />

bekletip bırakır. Günden güne nükseden bir<br />

hastalığın evin giderek daralmasıyla yürütülen<br />

benzetmesine; Boris Vian’ın Günlerin<br />

Köpüğü’ne gidip dönmüşlüğün etkisiyle<br />

sadece kapı zili benzerliği olan bu kısa süreli<br />

davetten hemen çıkılarak anlatım ustalığı<br />

kalın harfli bir not ile düşülür, sayfaları da<br />

tek kişi çevrilen bu eylemde. Resim ve yazın<br />

hayatında kullandığı materyaller sabitken;<br />

1999’ da sinema için de ayırdığı birkaç<br />

ipucunu, her yerinden delik deşik olmuş<br />

bir topun sönmek bilmez zayıflığından tutarak<br />

yuvarlamaya başlar, usta yönetmen. Yeşim<br />

Ustaoğlu’nun kısa metraj filmi Otel(1994) ve uzun<br />

metraj ilk filmi İz(1995)’in senaryolarını üstlenen<br />

Pirselimoğlu, çok sayıda ödüller alan, Ahmet<br />

Uğurlu, Halil Tatari ‘nin baş oyunculuğundaki<br />

ilk kısa filmi Dayım’la tam anlamıyla gelir. Cezmi<br />

Baskın ve Sevda Aliyeva’yla çalıştığı 2002 yapımı<br />

ikinci kısa filminde, Sükut Altındır((Il Silenzio è<br />

d’Oro)’a 16 dakikayla yetindiren yönetmen, artık<br />

sesi de çıkmayan, üçte ikisi sularla bezenmiş<br />

bu topu, geri dönüşüm güzergahı için çevirmeye<br />

başlar. Ürkütücü, karanlık gelecek fikri, kötü<br />

gidişat ve beraberindeki son, yönetmenin filmlerine<br />

uyarladığı haliyle yeni bir başlangıcın, hiçbir<br />

şeyin eskisi gibi olmayacağı dönümü etkisini<br />

hep korur. Pirselimoğlu için, tamamen yok olmak<br />

karamsar bir resim için tasarlanan, adına karar<br />

verilen umut verici bir hediye gibidir, en azından<br />

değişime mecburdur, var olmaya diğer deyişle.<br />

Aşağıda yitirilecek değer kalmamacasına dinlenip<br />

bir arabayı ezecek güce gelmek, elindeki fardan<br />

kıymıkları çırpıp doğrulmak ve doğrulduğunda<br />

aynı yerde duruyor olmak arasında geçen zamanda<br />

başlangıç noktası dışında hiçbir şey<br />

aynı değildir. Doğu Felsefesi’nin değişim<br />

inanışına yakın duran yönetmene göre; ‘’hiçbir<br />

şeyin değişmemiş olduğunu düşündüğümüz<br />

yere geldiğimizde, başladığımız yer/başlangıç<br />

noktamız dışında her şey değişmiştir, en başta<br />

biz’’. Zamanın mekan üzerinden kimi sessiz,<br />

kimi gürültülü gerçekleştirdiği uzun atlamadaki<br />

bu başarısını, üç filmini de başladığı yerde bitirerek<br />

sinemasına taşır. Açılış ve finalleri aynı<br />

görüntüyle veren sarmal algı, fiziki durumun<br />

aksine aynı yerde kalmayan birey için umut<br />

verici bir devamı niteler, hala aynı pencereden<br />

bakıyor olmak başka bir yerde ya da başka biri<br />

olmaya engel değildir. Her hikaye seyrinde,<br />

başka bir yitik hayat çekip anlatma-severliği,<br />

perdeye uyarlandığında bırakacağı sanatsal<br />

etkinin büyük ölçekli olacağı gibi bir hesaplamadan<br />

ileri gelmez .Odağını belirleyici kılan iki<br />

unsur vardır, sıradan insanların çektiği ıstırabın,<br />

varoluşsal sıkıntının ‘hakikiliği ve samimiyeti’.


Bireyin ruh çıkmazı, yabancılaşma ve<br />

iletişimsizliğini, sosyo-ekonomik ve politik konumuyla<br />

birlikte özenli ama cilasız bir resmin içine<br />

yerleştirir. Azmettiricinin vicdan olduğu yerde<br />

hayat ne kadarlık misafirdir, yatılı mıdır yatalak<br />

mı, nikotinle kurulan demli ilişki zamanı daha<br />

mı hızlı karıştırır, bozulan parçalar yer değiştirse<br />

biri diğerini iyileştirir mi, başkası olmaya geç<br />

kalan insan giderken özür mü diler kendisinden<br />

yoksa cezasını hafifletip gözlerini bozmakla mı<br />

yetinir…Pirselimoğlu her seyirciye farklı okumalar<br />

tanıyabilen soruları dağıtır, cevaplar için herkes<br />

kendi çilingirine. Yeni bir filme başlarken öncekilerin<br />

sorumluluğunu, eklentilerini düşünmeksizin<br />

yeni yapacağı işi merkezine alan yönetmenin,<br />

ölüm ve vicdan temasını, kimlik transferi ve<br />

başkasının kimliğini edinme meselesini, biriyken<br />

bir başkası olma halini leitmotiv olarak pek<br />

çok işinde görmek mümkündür. Her filmde bozuk<br />

,çalışmayan araçlar ve bunların kısa süreli<br />

sahipliği, patikada(!) yolunda gitmeyen şeylerin<br />

temsili olarak bütünleyici bir üstleniştedir. Kendi<br />

onarımına, kendi yöntemiyle ulaşan ruhsa, yedek<br />

parçayı çalacak kadar hırıltılı çalışan bir göğse<br />

ve yerine ne koyabileceğini düşünen küçük yaşta<br />

bir insafa sahiptir. Birbirinin gözlerine bakmayan<br />

renksiz benizlerin aydınlanma aracı televizyonlar,<br />

ihtiyaçlar hiyerarşisinde ikinci etaba<br />

hiç ulaşmayan piramit apartmanların zemin kat<br />

sakinlerine iç döker, dinler gözle bakılan tek kişilik<br />

gürültüleri olur. Film yaparken açık davranma<br />

eğilimi, ahenk yaratma yolundaki hilelere kapalı<br />

ve elindeki malzemeyi en başta gösterir üslubuyla<br />

sinemasını sadeleştiren Pirselimoğlu,<br />

görüntü ve sanat yönetimindeki özen, durağan<br />

kamera kullanımı gibi güçlenmiş ortaklıkları uzun<br />

yıllardır aynı ekiple çıkartmaktadır. Örtüsüz filmlerinde<br />

müzik konusundaki tutumu ise, zamanı<br />

yataylaştıran anlayışını hatırlatır; hayatın içinde<br />

olmayan, kısaltıcı ya da hızlandırıcı bir duygu<br />

yaratımını sinemasına almaz. Vaziyet, özel olarak<br />

yapılan müzik kullanımıyla ters düşüp 3.sınıf<br />

bir esnaf lokantasından Geceler kaydını dinletiyorsa<br />

karşı gelinmez. Hemen hemen her filminde<br />

birlikte çalıştığı Cengiz Onural, hayata dair olamayan<br />

ağrının ses kaydında, kıdemin rastlantısal<br />

çoğalmadığını doğrular. Üçlemede çok fazla<br />

gerek duymadığı müzik kullanımına karşın, son<br />

filmi Ben O Değilim’de Atina Olimpiyatları’nın<br />

müziklerini de yapan ünlü müzisyen Giorgos<br />

Koumendakis’le çalışarak tesiri pekiştirir. Sanat<br />

ve teknik ekibiyle sürdürdüğü uzun soluklu<br />

çalışma, oyuncu seçiminde de özelliğini korur.<br />

Pek çok filminde rol alan Rıza Akın, Ruhi Sarı,<br />

Ercan Kesal yan rol ya da ana kahraman olarak<br />

perdesine almayı sevdiği, sahici oyuncularıdır.<br />

Bu sürecin zaman alıcı ve sancılı yönleri de<br />

olduğunu ifade eden yönetmen, ana kimlikler ve<br />

mekan seçimini, senaryo yazım aşamasındayken<br />

netleştirerek devamını bu iki öğe üzerinden<br />

biçimlendirir. Mekan olarak, hayatta kalma<br />

çabasında atak yapan şehir İstanbul, yönetmenin<br />

kadrajını tek başına Altınşehir’e, Tarlabaşı’na,<br />

Küçükpazar’a tutsa yetecektir ki 30-35 sayfalık<br />

bir senaryonun görünmeyen kısmında iyi vokal<br />

yapabilsin...sahneden inmeyecekmişçesine<br />

olan enerjisini sadece televizyondan izletebilsin.<br />

2002 yılında Zuhal Olcay, Parkan Özturan<br />

ve Devin Özgür Çınar’ın baş oyunculuğunda<br />

sonraki filmlerinden daha konuşkan ilk filmiyle<br />

perdedir. Kayıp, ölüm ve ölüyü arama teması<br />

üzerine kurulu Hiçbiryerde, öldüğüne inanmadığı<br />

kayıp oğlunu arayan bir annenin hayatındaki ilk<br />

gerçek yolculuğu ve her şeyi arkasında bıraktığı<br />

ilk güne, kabullenişe uzanan hikayesidir. 21.


İstanbul Film Festivali’nde yarıştığı sırada<br />

denetleme alt kurulu tarafından sakıncalı bulunarak,<br />

üst kurula havale edilmiş; neticesinde de<br />

altıya beş oyla ucu ucuna geçerek en iyi kadıncı<br />

oyuncu ödülünü Zuhal Olcay’a sunmuştur.<br />

Ulusal ve uluslararası festivallerden çok sayıda<br />

ödülle ayrılan, eser işletme belgesi verilmeyen<br />

ve uzun yıllar sonra ilk defa yasaklanan film<br />

olma özelliğiyle, sonraki yıllarda TRT tarafından<br />

satın alınan telif hakkına ve üç kez yayın<br />

anonsu geçilmesine karşın yayınlanmayarak<br />

anlaşma süresini arşivde doldurmuştur. Beş<br />

yıllık bir ara sonrasında 2007’de Rıza, ile günah<br />

ve kötülüğün nerede duracağı, vicdanın nerede<br />

devreye giren bir mekanizma olduğu(!) alt<br />

metnindeki hikayesiyle başlangıçta devamına<br />

yönelik bir kurgu taşımadığı halde, takip eden<br />

diğer iki filmle birlikte üçlemenin ilki konumuna<br />

geçer. Ana karekterleri Rıza Akın ve<br />

Nurcan Eren’in canlandırdığı film, 19. Ankara<br />

Film Festivali En İyi Film, En İyi Yönetmen, En<br />

İyi Sanat Yönetmeni ‘Natali Yeres’, 41.Siyad<br />

Türk Sineması Ödülleri En İyi Sanat Yönetmeni<br />

gibi pek çok ödüle sahiplik yapar. 2009<br />

yılında Türkiye’nin en büyük baklava fabrikası<br />

ile baklava çalan çocukların beraberce yaşadığı<br />

kocaman Altınşehir’de çekimleri tamamlanan<br />

Pus’ta, kaçak DVD işinde çalışıp yatalak annesiyle<br />

yaşayan Reşat, kiralık bir katilin hayatını<br />

üstlenerek iri şehrin üzerine sürdüğü puslu<br />

paleti perdeye tutar. Türkiye-Yunanistan ortak<br />

yapımı film, 16. Adana Altın Koza Film Festivali<br />

En İyi Görüntü Yönetmeni Ercan Özkan’ı<br />

ödüllendirirken, Ruhi Sarı’nın 24 sayfayı geçen<br />

oyunculuğu övgüye değerdir. Ayberk Pekcan,<br />

Nazan Kesal ve Rıza Akın üçgeninde geçen 2010<br />

Türkiye-Yunanistan ortak yapımı üçlemenin son<br />

filminde, saç bir tür kimlik olarak, ortaya alınır.<br />

Saç, yönetmenin hem erotik, hem kutsal nitelediği<br />

bu simgenin satıcılığını ve öleceği günü üstlenen<br />

perukçu Hamdi(Ayberk Pekcan) ile yalnızlığından<br />

beş yıldız kazanmış Meryem(Nazan Keşal)’in<br />

saçını satmak üzere tanışmasıyla açılır. Film,<br />

saplantısal boyuta taşınan bu karşılaşmanın tek<br />

taraflı olarak neleri göze alabileceği, değiş tokuş<br />

edilesi görülen bir tesbihin diğerinden üstün<br />

olmayan boncukları ve saçıldığında aynı cepte<br />

olmamalarına dayalı Pirselimoğlu geleneğinden<br />

yürür. Toronto, Montpellier gibi 18 ayrı festivalde<br />

gösterime giren film, ekip ve yönetmenine 11<br />

dalda ödül getirmiştir. Yine özel kimlik atfedilmeyen<br />

bir karekterin kimlik değiştirip hiçbir<br />

neden yokken başkası olma halini, ustaca hikayelendirerek<br />

sinematografisine ekleyen yönetmen<br />

Ben O Değilim’de, sadece hayatta kalacak<br />

kadar nefes alan Nihat( Ercan Keşal), onunla aynı<br />

yemekhanede çalışmaya başlayan Ayşe(Maryam<br />

Zaree) ve hapiste olan koca figürü Necip(Ercan<br />

Keşal) hattında devralınan bir hayatı, Nihat’ın<br />

başkasına ait bir ayakkabıya sürülmesini konu edinir.<br />

Ataması içeriden gelen kahramanın, bu görev<br />

yeri değişikliğini(!), ironik ve şaşırtıcı anlatımıyla<br />

birlikte yürüten yönetmen için, ana oyuncu Ercan<br />

Keşal ve İzmir Basmane’deki duraklama seçimine<br />

ayrı bir methiye zorunludur. 33. İstanbul<br />

Film Festivali’nden En İyi Film, En İyi Senaryo<br />

ve En İyi Müzik olmak üzere üç ödülle ayrılan<br />

film aynı zamanda 8. Roma Uluslararası Film<br />

Festivali En İyi Senaryo ödülünü göğüslemiştir.<br />

Tayfun Pirselimoğlu sineması, hayatın sadece<br />

ortası farklı olan kısmından doğru devam edip<br />

en baştaki buluşma yerinde kendi kundakçısıyla<br />

sözleşen insanların yanık derecesi meselidir…<br />

kimisine göre daha yanmamış yerleri bulunan,<br />

kimisine göre külden insanların.


n 29 Aralık 1967 doğumlu Andy Wachowski ve<br />

21 Ocak 1965 doğumlu Larry Wachowski, Polonya<br />

asıllı bir ailenin çocukları olarak Chicago’da<br />

dünyaya geldiler. 1996’da 4,5 milyon dolar gibi<br />

mütevazi bir bütçeyle kotardıkları “Bound” ile<br />

sessiz sedasız atıldıkları sinema dünyasında esas<br />

tanındıkları film, dünya çapında yankı uyandıran<br />

“Matrix” ile gerçekleşti. Matrix’i sonradan bir<br />

seriye dönüştüren Wachowski kardeşler, günümüzde<br />

Steven Spielberg, James Cameron, Guillermo<br />

Del Toro, Peter Jackson, Roland Emmerich,<br />

Michael Bay gibi yönetmenlerin başı çektiği<br />

“blockbuster” film alanında kuşkusuz farklı<br />

bir ekol yaratmayı başardılar. Matrix serisinin<br />

başarısı birçok yapımcı ve yönetmen tarafından<br />

örnek alındı ve fantastik – bilim kurgu alanında<br />

“seri film” üretiminin artmasına dolaylı yoldan<br />

katkıda bulundu.<br />

Yüksek bütçeli filmler, fantastik, bilim kurgu ve<br />

aksiyon türleri, anime etkisi, görselliğe ve kurguya<br />

maksimum derecede önem veren yönetmenlik<br />

anlayışı denildiğinde akla gelen ilk isimlerden<br />

olan Wachowski kardeşler, diğer blockbuster<br />

film yönetmenlerine göre her zaman kendilerine<br />

has ve aykırı bir tarza sahipti. Kardeşlerden<br />

Larry Wachowski, 2003’te Matrix Reloaded filminin<br />

galasına kadın kılığında geldi ve ilerleyen<br />

yıllarda cinsiyet değiştirerek kadın oldu, adını<br />

da “Lana Wachowski” olarak değiştirdi. “Wachowski<br />

Brothers” olarak bilinen ikili böylelikle<br />

“Wachowski(s)” lakabını almaya başladı.<br />

Matrix serisinden sonra Speed Racer (2008)<br />

ve Cloud Atlas (2012) filmlerine imza atan ikili<br />

ayrıca, Matrix dünyasının animasyon ortamına<br />

aktarıldığı 9 kısa filmden oluşan The Animatrix<br />

(2003) filminin yapımcılığını üstlendi ve “isyan,<br />

devrim, özgürlük” denildiğinde akla ilk gelen<br />

filmlerden V for Vendetta (2005)’nın senaryosunu<br />

yazıp, yapımcılığını yaptılar.<br />

En son 2012’de Cloud Atlas ile hem<br />

eleştirmenleri hem izleyiciyi ikiye bölüp<br />

çok farklı tepkiler alan Wachowskiler,<br />

üç yıl aradan<br />

sonra yeni filmleri Jupiter<br />

Ascending ile tekrar bilim<br />

kurgu – fantezi – aksiyon<br />

dünyasına geri dönüyorlar.<br />

Channing Tatum, Mila Kunis<br />

ve Eddie Redmayne’in yer<br />

aldığı film, 6 Şubat 2015’de<br />

ülkemizde vizyona girecek.<br />

Jupiter Ascending’i heyecanla<br />

beklerken yönetmenlerin<br />

bugüne kadarki filmografilerine<br />

en baştan göz atmakta<br />

fayda var.<br />

Bound (1996)<br />

Wachowski kardeşlerin ilk<br />

filmi olan Bound, yönetmenlerin<br />

ileride oluşacak filmografilerine<br />

kıyasla epey düşük<br />

bütçeli bir filmdi ve klasik filmnoir<br />

kalıplarıyla dalga geçiyor,<br />

erkek ve kadın arasındaki<br />

rolleri değiştiriyor, femme fatale<br />

kadınları cezalandırmayıp<br />

aklandırıyor, lezbiyen ilişkiyi<br />

odak noktasına getiriyor,<br />

prototip olarak klasik fakat


içerik olarak<br />

yapıbozumcu<br />

bir filmnoir’e,<br />

hatta<br />

kimi sahneleriyle<br />

etkili<br />

bir erotik gerilime dönüşüyordu.<br />

Ceasar – Brütüs olayına isim ya da<br />

karakterler üzerinden kısmi göndermeleriyle<br />

dikkat çeken film, Jennifer<br />

Tilly’nin seksi imajı, kısık ve<br />

cezbedici ses tonuyla canlandırdığı<br />

harika femme-fatale performansı<br />

ve Gina Gershon’un günümüzde<br />

Mavi En Sıcak Renktir’in Lea<br />

Seydoux’suna denk düşen erkeksi,<br />

lezbiyen ilişkideki baskın taraf yorumuyla<br />

hafızalara kazındı.<br />

Matrix Üçlemesi (1999-2003-2003)<br />

Bound ile sessiz sedasız ama dikkat<br />

çekici bir çıkış yapan Wachowski<br />

kardeşleri dünya çapında bir<br />

fenomen haline getirecek olan Matrix<br />

serisi, birçok açıdan adını sinema<br />

tarihine silinmeyecek şekilde<br />

kazıyacak, kendinden sonra gelecek<br />

birçok filme esin kaynağı olacak,<br />

bilimkurgu sinemasında farklı alt<br />

türlere kapı aralayacak, cyberpunk<br />

edebiyatındaki lezzetin görsel<br />

karşılığını verecek, felsefi yapısıyla<br />

derin analizlere ve tezlere konu<br />

olacak bir alternatif gerçeklik evreni<br />

yaratmayı başarıyordu. Ghost in<br />

the Shell (1995)’den esinlenildiği<br />

bilinen Matrix, slow-motion çekim<br />

tekniği denildiğinde akla ilk gelmesi<br />

ve bunu belki de en başarılı şekilde<br />

uygulayan film olmasının yanında<br />

yarattığı anime etkisiyle, dövüş


sanatları alanında gerçekleştirdiği devrimci koreografilerle,<br />

aksiyon sekanslarındaki video<br />

oyunu dokusuyla, deri ceketleri, güneş gözlükleri,<br />

silahları ve mimari açıdan “trend” haline getirdiği<br />

tasarım harikalarıyla bir popüler kültür şaheseri<br />

olmayı başardı. İlk Matrix filminin başyapıt olduğu<br />

konusunda hem izleyici hem de eleştirmenler nezdinde<br />

çoğu kişi hem fikir olsa da, sonradan gelen<br />

iki devam filminin zorlama olduğunu ve felsefesinden<br />

ziyade fazla ticari bir bakış açısıyla kotarıldığını<br />

düşünenler oldu. “Matrix”i üçlemeden bağımsız,<br />

tek film olarak değerlendirmek yanlış ve eksik olurdu,<br />

dünya çapındaki başarısının 2000 sonrasında<br />

fantastik alanda “seri film” algısını güçlendirdiğini,<br />

yapımcıları cesaretlendirdiğini göz ardı edemeyiz.<br />

Speed Racer (2008)<br />

Wachowski kardeşlerin dünya<br />

çapında yankı uyandıran Matrix<br />

serisinin ardından neler yapacağı<br />

merak konusuydu. Popüler bir anime<br />

uyarlaması olan Speed Racer,<br />

tamamıyla çizgi film estetiği üzerine<br />

kurulan, sayısız pastel renklerin<br />

adeta gözümüzde patladığı,<br />

çocuk, aile, spor f, animasyon türleri<br />

arasında gezinen, bilgisayar oyunu mantığıyla<br />

ön plana çıkan, bir nevi kurgusal ve görsel cümbüş<br />

olarak hafızalarda yer etti. Matrix gibi sinema<br />

tarihine geçen önemli bir serinin ardından daha<br />

çok çocuk kitleye hitap ediyormuş gibi gözüken<br />

renk cümbüşü Speed Racer’ın gelmesi birçok kişi<br />

tarafından hayal kırıklığı olarak adlandırılsa da filme<br />

hakkını veren ve Wachowskilerin cesaretine şapka<br />

çıkartan ufak bir kesim de mevcut.<br />

Cloud Atlas (2012)<br />

Wachowskilerin yanlarına Alman yönetmen<br />

Tom Tykwer’ı da alarak yönettikleri Cloud<br />

Atlas, antolojik filmmiş gibi görünüp, antolojik<br />

filmlerden farklı olarak geniş çaplı bir “bulut<br />

atlası” çerçevesinde tüm hikayelerini ve<br />

karakterlerini ortak bir paydada birleştiriyor<br />

ve bunu “destansı bir blockbuster” içerisine<br />

yerleştirerek başlı başına<br />

riskli, çılgın ve cesur bir<br />

proje olmayı başarıyordu.<br />

David Mitchell’in sinemaya<br />

uyarlanması oldukça zor<br />

görünen romanından uyarlanan<br />

film, reenkarnasyon ve<br />

insanoğlunun varoluşu ekseninde<br />

bir paralel evren bilim<br />

kurgusu tasarlıyor, bu türün<br />

en başarılı örneklerinden üç katmanlı The<br />

Fountain (2006)’in sanatsal yapısını ve amacını<br />

altı katmana yayarak hem görsel, hem ticari,<br />

hem blockbuster amacına başarılı bir şekilde<br />

ulaşıyordu. 1850, 1931, 1973, 2012, 2041 ve<br />

belirsiz bir gelecekte geçen altı katmanlı bu<br />

hikayede her bir oyuncunun 6 farklı karakteri<br />

oynaması, neredeyse cinsiyet kavramına yeni<br />

bir boyut getiren yoğun bir saç ve makyaj<br />

tasarımı emeği, farklı janrlar arasında dolaşan<br />

ama aynı temaya hizmet eden hikaye örgüsü<br />

ve geçişleri bile ortak paydalı hikayelerin görsel<br />

yansıması şeklinde olan epey zor ve güçlü<br />

kurgusu unutulacak gibi değil.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!