You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Sadece Türk sineması için dergi çıkarsak yeridir<br />
n Şubat sevgiller günü, Oscar ödülleri<br />
ve sinemada sezonun ortası olduğu<br />
için en yoğun dönemimiz. Bu ay o<br />
kadar çok Türk filmi vizyona giriyor<br />
ki sadece onlar için bile bir dergi<br />
çıkarabiliriz. Tam beş Türk filminin<br />
röportajını bulacaksınız dergide.<br />
Bir de Dizi dergi bölümümüzdeki<br />
iki röportajı sayarsak eder yedi. Bu<br />
yüzden özel dosyaları biraz kısmak<br />
zorunda kaldık. Artık birdaha ki aya<br />
arayı kapatırız. Şimdi kimler var<br />
röportajlarımızda? Engin Güneydın’ın<br />
İçimdeki Ses filminde başrolü oynayan<br />
Leyla Tuğutlu güzel kadının beyaz<br />
perdeye ne kadar yakıştığını bize<br />
kanıtladı. Özcan Deniz’in Sevimli<br />
Tehlikeli filminin güzel oyuncusu<br />
Ayça Ayşin Turan ‘Hayatımızda aşk<br />
olmazsa olmaz’ dedi. Hayalet Dayı<br />
filminin tecrübeli oyuncuları Settar<br />
Tanrıöğen ve Ülkü Duru Banu’nun<br />
sorularını yanıtladılar. Bu ayın farklı<br />
komedilerinden Yav He He filminin<br />
başarılı oyuncusu Başak Daşman<br />
ile ben sohbet ettim. Şubat yarıyıl<br />
tatili olur da çocuklar için filmimiz<br />
olmaz mı? Köstebekgiller filminin ve<br />
bütün çocukların sevgilisi İnci Türkay<br />
günümüzün dünyasına ait olmadığını<br />
söyledi. Özel dosyalarımızda Jüpiter<br />
Yükseliyor filminden yola çıkarak Wachowski<br />
kardeşleri odağına alan Halil<br />
İbrahim Sağlam yönetmenlerin dikkat<br />
çekici taraflarını sizin için yazdı. 2015<br />
Hollywood’un coştuğu yıl olacak. Bu<br />
yıl vizyona girecek efsane filmlerin<br />
devamları sizi şaşkınlığa uğratacak.<br />
Mesela Star Wars ve Mad Max geliyor<br />
desek? 2015’in en çok beklenen<br />
filmlerini bu dosyada bulacaksınız.<br />
22 Şubat’ta Oscar heyecanını<br />
yaşayacağız. Masis Oscar ödüllerinin<br />
bu heyecanı hak edip etmediğini<br />
bizim için değerlendirdi. Didem Peker<br />
Başaran o büyülü kalemiyle bu<br />
ay Tayfun Pirselimoğlu’nu anlattı.<br />
Dizi bölümümüz ise yine dopdolu.<br />
Nergiz Karadaş Dizifun köşesinde<br />
Poyraz Karayel dizisinin kritiğini<br />
yaptı. Gizem Merve Kaboğlu ise biten<br />
ama hala tartışmalara hedef olan<br />
Muhteşem Yüzyıl dizisinin sergisini<br />
sizin için gezdi. Gizem Diriliş dizisinin<br />
kötü adamı Serdar Deniz ve oyncu<br />
yetiştiren 35 Buçuk Akademiyi açan<br />
Altan Gördüm ile konuştu. Banu Diren<br />
Sineması’nda Karaoğlan tartışmasına<br />
güzel cevaplarla katılmış. Pekyakında,<br />
Vizyon ve daha birçok konuyla Şubat<br />
ayının <strong>Cinedergi</strong>’si hizmetinizde.<br />
Yayın Sahibi<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
Banu Bozdemir<br />
Teknik Müdür<br />
Ali Abakan<br />
YAZARLAR<br />
Alper Turgut<br />
Masis Üşenmez<br />
Egemen Tokatlıoğlu<br />
Didem Peker Başaran<br />
Nergiz Karadaş<br />
Tuğçe Madayanti Dizici<br />
Şenay Tanrıvermiş<br />
Fırat Sayıcı<br />
Murat Tolga Şen<br />
Melis Zararsız<br />
Murat Kızılca<br />
Utku Ögetürk<br />
Halil İbrahim Sağlam<br />
Gizem Merve Kaboğlu
Bir Türkiye güzeli daha beyazperdede. 2008 yılı Miss<br />
Turkey seçilen Leyla Tuğutlu Engin Günaydın’ın senaryosunu<br />
yazdığı İçimdeki Ses filminde başrolde.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Sinemanın güzel kadını sevdiği çok belli. Ama<br />
sadece güzellikte iyi oyuncu olmaya yetmez.<br />
Türkiye güzeli Leyla Tuğutlu Karadayı dizisinde<br />
izleyicinin gönlünü zaten çalmıştı, şimdi ise Engin<br />
Günaydın’ın yazdığı ve oynadığı İçimdeki<br />
Ses filminde başrolü aldı. Sadece güzelliğine<br />
güvenmediğini hem eğitimine dikkat ettiğini hem<br />
de kendini gelecek yıllara daha bilinçli hazırlamak<br />
için elinden geleni yaptığını söyleyen zgüzel<br />
oyuncu senaryo yazmaya başladığını da söyledi.<br />
Kendini özgür ruhlu bir kadın olarak tanımlayan<br />
oyuncu İçimdeki Ses filmindeki karakterinin de<br />
kendine benzediğini belirtti.<br />
Bu senaryoda sizi etkileyen şey neydi?<br />
Senaryo okuduğumda beni çok heyecanlandırdı.<br />
İçinde olmaktan keyif alacağım birşey<br />
olmalıydı, beni heyecanlandıracak birşey. Beni<br />
heyecanlandırmıyorsa zaten yok. Beni çok ikna<br />
etti. Esprileri çok yerinde. Hikayesi çok tatlıydı, o<br />
yüzden.<br />
Peki rolünüzle ilgili biraz bilgi alabilir miyim?<br />
Ben Ayşe karakterini canlandırıyorum. Ayşe farklı<br />
kültürlerle büyümüş birisi ve bu konuda bana<br />
benziyor. Özgür ruhlu, özgüveni yüksek, cana<br />
yakın, alımlı, hoş, eğlenceli bir kadın. Ve Selim’e<br />
aşık oluyor. Selim’e olan aşkını anlatıyor aslında<br />
hikaye.<br />
Peki, bazı roller vardır bunlara hazırlanmak gerekir.<br />
Mesela engelli bir insanı canlandırıyorsanız,<br />
gözlem yaparsınız. Fakat bazı roller vardır,<br />
sizin kişisel tecrübenizden yola çıkarak onu<br />
yorumlamanız gerekir.<br />
Heralde bana benzemesi benim için avantaj<br />
oldu. Ortak yönlerimizi keşfettim o süre içerisinde.<br />
Bir de benim hazırlanmam için neredeyse hiç süre<br />
olmamıştı çünkü proje neredeyse tamamlanmıştı.<br />
Ben son anda dahil oldum. Ve en fazla iki hafta<br />
sonra setteydim. Hazırlanma süreci olmadı diyebilirim.<br />
Tabi Ayşe’yi oynarken çok keyif aldım ve çok<br />
özgür hissettim kendimi.<br />
Özgür hissetmenize Engin Günaydın’ın nasıl bir<br />
etkisi oldu?<br />
Senaryo zaten onun senaryosu ve hiçbir şekilde<br />
bize karışmadı. Yönetmen tarafından çok müdahale<br />
edilmedi. Kendimize göre oynadık karakterleri. O<br />
yüzden o an özgür hissettiğim için çok rahat ettim<br />
ve bunun filme de yansıdığını düşünüyorum.<br />
2000 sonrasında dizi oyunculuğu gerçekten çok<br />
baskın, en azından tanınmakta, ünlü olmakta,<br />
yıldız olmakta çok büyük etkisi var. Sinemanınsa<br />
yeşilçam’a göre artık bir adım geride kaldığını<br />
görüyoruz. Sinemaya nasıl bakıyorsunuz? Bütün<br />
bu gerçekler karşısında, bir oyuncu normalde<br />
daha çok sinemada var olmak ister. Bu tezatı nasıl<br />
yaşıyorsunuz ve tercihiniz ne olacak?<br />
Dizi bence oyuncunun idman alanı gibi birşey. Asıl<br />
oyuncuyu tatmin eden şey tiyatro ve sinemadır.<br />
Tabi bir tiyatro oyununda yer almadığım için bunun<br />
hakkında bir bilgim yok ama benim yapmak<br />
istediğim tabi sinema. Uluslararası işler. Festival<br />
filmleri. Öyle maddi değil, beni tatmin edecek,<br />
arkaya dönüp baktığımda beni mutlu edecek işlerde<br />
yer almak istiyorum.<br />
Türk sinemasının en büyük problemi oyuncularının<br />
ve yönetmenlerinin yurtdışına açılamamasıdır. Sizin<br />
hhem Almanya tecrübeniz vardı hem de Alman dilini<br />
bitirdiniz sanıyorum. Bu noktada bir çalışmanız var<br />
mı? Projelere profesyonel bir yaklaşımınız oldu mu?
Bana zaten Almanya’dan bir teklif gelmişti çok iyi bir proje için yalnız<br />
buradaki işlerimle tutmadı. Orada iki buçuk aylık bir süre istediler<br />
benden ki ben hem bir program sunuyordum hem dizinin üçüncü<br />
sezonu başlıyordu ve ben bu riski göze alamadım. Kabul edemedim.<br />
Oradaki bir başrol için bana teklif gelmişti. Ben açığım yani böyle<br />
işlere. Kesinlikle.<br />
Sizin oyunculuk geçmişiniz, Türkiye güzeli seçildikten sonra<br />
Başlayan bir macera. Bunun öncesinde böyle birşeyiniz var mıydı?<br />
Oyunculuk benim hayatıma güzellik yarışması ile çıkan bir macera<br />
sizin de söylediğiniz gibi. Fakat ben daha öncesinde çok küçüklükten<br />
beri müzikle ilgilenen bir kızdım. 5-6 yaşlarımda piyano<br />
çalıyordum daha sonra konservatuara girdim. Keman piyano solfej<br />
eğitimi gördüm. Benim asıl hedefim müzisyen olmaktı. Oyuncu<br />
olmasaydım da büyük ihtimalle müzikle uğraşıyor olacaktım. Miss<br />
Turkey yapıldıktan sonra, Miss Turkey’in yapıldığı kanaldan bana<br />
bir proje teklifi gelmişti. Üzerine ben sunuculuk, spikerlik, diksyon<br />
eğitimi aldım. Daha sonrasında o proje olmadı fakat Habertürk’te<br />
başka projeler oldu. 5 yıldır orada sunuculuk yapıyorum ve güzel<br />
gidiyor, zaten kısa sürede bu işi ne kadar çok sevdiğimi gördüm ve<br />
bunun üzerine yürüdüm.<br />
Yeni bir proje var mı sinemayla ilgili?<br />
Görüştüğüm işler var, ama dizinin üçüncü sezonu için. Belirli bir<br />
sinema projem yok. Dizi zaten üçüncü sezonda ve Hazirana kadar<br />
devam edecek. Umarım daha sonra başka bir sinema projesi gelirse...<br />
Başka bir karakter ve başka bir hikayeyle oynamak isterim.<br />
Perde güzel kadını sever. Ama bir kadının güzelliği, kendini nereye<br />
konumlandırdığıyla, ne kadar kabiliyetli olduğuyla ne kadar kendini<br />
sinemaya yakıştırdığıyla ilgilidir. Sonuçta olan şey budur. Bu konuda<br />
çabanız nedir, bu konuda nasıl bir yol tutacaksınız?<br />
Oyunculuk eğitimi alıyorum zaten. Özel ders alıyorum. Üzerine<br />
çalışıyorum. Üzerine çok okuyorum. Çok fazla okumanın karakter<br />
skalasını da genişlettiğini düşünüyorum. Bu şekilde çalışıyorum<br />
fakat dediğim gibi bence en fazla tecrübe ve yolun alındığı yer<br />
setlerdir. Ne kadar çalışırsan o kadar iyi oluyorsun. Sadece işin<br />
eğitimiyle, tekniklerini bilmekle olmuyor bu işler. Ne kadar yaşarsan,<br />
duygularını ne kadar kullanırsan o kadar iyi oluyorsun.<br />
Sizi en çok etkileyen performanslar Türk sinemasında kimlerindi?<br />
Türk sinemasında Gülşen Bubikoğlu.<br />
Daha önce komedide oynadınız mı?<br />
Olmadı.<br />
Peki şu noktadan bakınca, hani derler ya, çok komedi üretiliyor fakat<br />
komedi filminde oynamak aslında en zor şeylerden biridir. Bu konuda<br />
yorumunuz nedir.<br />
Aslında belki de çok cesaret edemediğim için böyle şeyleri kabul<br />
etmedim. Komedi senaryolarını yani. Ve dediğim gibi televizyonda<br />
bakınca çok sığ cırtlak, seyirciyi güldürmeyen espriler... Bu pek<br />
içinde olmak istemediğim bir şey açıkçası. Deiğim gibi çok ikna<br />
olduğum için, senaryosunu çok tatlı bulduğum için bu projede bu-
lunmak istedim ve beni heyecanlandırdığı için de hiç düşünmeden<br />
atladım. Romantik komedi olması, bir dram oynuyorsun sonuçta. Bu<br />
işin matematiği biraz daha farklı ama ikisi de hayattan bir kesit. Dram<br />
da komedi de... Gerçeğe ne kadar yakın olursa, hem hikayesi hem<br />
karakterleri, o kadar doğal o kadar komik oluyor bana göre.<br />
Komedi oyunculuğunu beğendiniz mi?<br />
Keşke daha önce oynasaymışım dedim. Her anın tadını çıkardım.<br />
Çok güldüm... İşin en güzel yanı bu zaten.<br />
Daha sonraki süreçte komediyi mi tercih edersin dramayı mı?<br />
İkisini de. Öyle bir tercih yapamam tabi. Sonuçta oyuncu herşeyi<br />
oynamalı. Ama bence Türkiye’de komedide gerçekten seksi ve komik<br />
olabilen kadınlar eksik bence. Keşke o konuda birşeyler yapabilsem.<br />
Yani öyle karakterlerin olmasını çok istiyorum. Bir eksiklik var bu konuda.<br />
1980ler ile 90ların ikinci yarısına kadar Türk Sinemasında feminzmin<br />
çok etkili olduğunu görüyoruz. Benim kendi görüşüm bu anlamda ikibin<br />
sonrası geriye adım atıldı. Siz bu olayı nasıl görüyorsunuz? Sizin<br />
tavrınız nedir? Türkan Şoray kanunları gibi kanunları mı önünüze<br />
kendinizi korumak için koyarsınız?<br />
Beni rahatsız etmediği sürece, kendime saygımı kaybetmediğim<br />
sürece içim rahatsa ben proje için herşeyi yaparım. Bu konuda bir<br />
sıkıntım, kurallarım da yoktur. Zaten oyuncunun egosu olmamalı,<br />
kuralları olmamalı, herşeye açık olmalı ama işte bunu konuşabilmeli,<br />
paylaşabilmeli. Dediğim gibi içim rahat ediyorsa, pişmanlık duymayacaksam<br />
herşeyi yaparım film için.<br />
Kamera arkasına ilgi duyuyor musunuz? Sizin yönetmenliğe, senaryo<br />
yazımına yaklaşımınız ne yönde?<br />
Yurt dışında bunun çok örneklerini görüyoruz. Brad Pitt gibi mesela,<br />
oyunculukta yönetmenlikte yapıyor. Bunun örnekleri Türkiye’de de<br />
var. Tabi ki yapmak isterim ama bunun için belli bir tecrübe gerekiyor.<br />
Önümde daha çok uzun bir yol var. Tabi ki yapmak istediğim belki<br />
yönetmenlik değil ama senaryo yazımı olabilir. Böyle fikirlerim var ve<br />
yazmaya da başladım açıkçası. Bilmiyorum ne kadar gerçekleşir.<br />
Peki, aslında ilk senaryolar, ilk film oyunculuğu gibi şeyler çok kişisel<br />
şeylerdir. Sonuçta insanı en başından beri etkileyen şeyleri konu<br />
eder. Hikayeniz neyle ilgili sorabilir miyim?<br />
Bir aşk. Aşk ama komedi değil. Şimdi tam söyleyemiyorum çünkü<br />
ortada daha pek birşey yok yani. Bilmiyorum olacak mı olmayacak<br />
mı zaten. Sadece fikirlerim var, kendi hayatımdan da yola çıkarak<br />
başladığım.<br />
Peki bu sinema filmleriyle beraber, dizilerle beraber bu müzik<br />
çalışmalarınız ve modellik de devam ediyor mu?<br />
Yok. Modellik devam etmiyor. Sunuculuk devam ediyor, zate çok<br />
keyif alarak yaptığım bir iş. Modellik yapmayı uzun bir süre önce<br />
bıraktım. Çünkü bu 32-34 bedenlere artık giremediğimi farkettim.<br />
Ve, bilmiyorum, bir eksiklik vardı her zaman içinde. O yüzden ordan<br />
koptum, uzaklaştım. Tabi yaparken çok keyif aldım modellikten. Yapmak<br />
istediğim şey de oydu, uzun yıllar etrafımın söylemesiyle de hep
unun üzerine gittim. Çocukken yaşıma göre hep uzun<br />
bir çocuktum. Kafama soktular, ilgim de o yöndeydi zaten.<br />
Müzik eğitimimden sonra çok takip ettim araştırdım<br />
yurt dışındaki modelleri. Bir dönem öyle birşey yaptım<br />
işte Best Modelden sonra 4 sene. Defilelere çıktım ama<br />
beni çok tatmin etmedi. Başka birşey istiyordum yani.<br />
Şimdi merak ettim, neden Alman dili okudunuz Üniverside<br />
de.<br />
Edebiyat okumak istiyordum zaten. O oldu. Şöyle<br />
birşey oldu. Ben eşit ağırlık okudum, sonra dil sınavına<br />
girdim ve çok puan kaybettim. Ne çıktıysa da ona<br />
girdim. Zaten kafamda İngiliz edebiyatı vardı, Alman<br />
edebiyatı vardı.<br />
Bu filmin hikayesinde anladığım kadarıyla beğendiğiniz<br />
bir çocuğun annesiyle bir savaş veriyorsunuz.<br />
Evet. Zaten karakterinden bahsettim kızın. Annesiz<br />
büyümüş. Hayatında bir anne figürü yok. Ona da en<br />
yakın aday tabi ki de aşık olduğu adamın annesi. O<br />
yüzden onunla çok komik bir ilişkileri var. Onun gözüne<br />
girebilmek için birçok yol deniyor. Güzel bir, komik bir<br />
maceraları var. Bir de Selim bir yazar. Kız onun fikirlerine,<br />
düşüncelerine, yazılarına aşık oluyor asılnda.<br />
Kafasına ve zekasına diyelim. Aralarında tabi biraz yaş<br />
farkı var. Selim de bu duruma inanamıyor. Hatta çevresi<br />
kızın başka birşeylerin peşinde olduğu kanısında.<br />
Böyle komik gelişen bir ilişkileri var.<br />
Peki, izleyiciler için benim size sormadığım ama sizin<br />
filmle ilgili söylemek istediğiniz birşey var mı?<br />
Benim söylemek istediğim, bence izlesinler çünkü çok<br />
keyif alacaklar. Gündelik hayatta hep gördüğümüz<br />
birşey. Hani arkadaş çevresi oturur bu kızın bu adamın<br />
yanında ne işi var ya falan diye konuşmalar olur ya.<br />
Öyle bir ilişki var bu filmde de. Dolayısıyla çok gerçekçi<br />
bir hikaye. Herkesin kendinden birşeyler bulabileceği<br />
bir film.<br />
Demin hayrınlarınız sizinle resim çektirmeye çalıştılar.<br />
Şimdi bunlar hem hoş hem de çok değişik şeyler. Bu<br />
sizin üzerinizde nasıl bir etki bıraktı. Sonuçta bütün<br />
o yaşadığınız tecrübelerden çok daha farklı dizi<br />
oyunculuğundan sonra elde ettikleriniz.<br />
Yani beni çok mutlu ediyor, insanların beni sevdiğini<br />
görmek. Hep güzel şeyler duyuyorum. Güzel yorumlar<br />
geliyor, internette hep takip ediyorum zaten yazılanları.<br />
Bu beni mutlu ediyor, işimizi iyi yaptığımızı gösteriyor.<br />
Peki bu sizin üzerinizde hiç baskı oluşturmuyor mu?<br />
Oluşturmuyor. Benim üzerimde oluşturduğu tek baskı<br />
daha iyi olma isteği o kadar.
Yönetmen: Alexandre Aja<br />
Senaryo: Keith Bunin<br />
Oyuncular: Daniel Radcliffe,<br />
Juno Temple, Heather Graham,<br />
Kelli Garner, David Morse<br />
Konu: Ig Perrish, sevgilisi Merrin’in tecavüz edilip öldürülmesi sonrası polis<br />
tarafından bir numaralı şüpheli ilan edilmiştir. Çok içtiği bir gecenin ertesi<br />
sabahı uyandığında, aynada bir gariplik fark eder. Kafasının iki yanında boynuzlar<br />
çıkmaktadır. Neye uğradığını şaşıran Ig, ilerleyen günlerde insanların<br />
kafasındaki boynuzlardan çok etkilendiğini ve kimseye yapamadıkları itirafları<br />
boynuzlardan korktukları için kendisine yaptıklarını fark eder. Tüm bu garip<br />
süreçte, sevgilisi Merrin’in aslında başına ne geldiğini araştıracak ve cinayetin<br />
faillerini insanlardan öğrendikleriyle kendi yoluyla bulmayı deneyecektir.
Yönetmen: Mehmet Binay,<br />
Caner Alper<br />
Senaryo: Caner Alper<br />
Oyuncular: Ece Dizdar, Taner Birsel,<br />
Tilbe Saran, Nilüfer Açıkalın, Tuğrul<br />
Tülek<br />
Konu: Otuz ikinci yaş günün<br />
gecesinde, kanlar içinde hastaneye<br />
kaldırılan Deniz’in, sıkça geçmişe<br />
döndüğü yoğun rehabilitasyon<br />
sürecinde, ruhundaki kilitli çekmeceler<br />
açılacak. Kız çocuk ve ergen<br />
cinselliğinin neresinden tutacağını<br />
bilemeyen aktör bir anne-babanın,<br />
kendi kompleksleri arasında kızlarının<br />
bedeninde ve ruhunda açtıkları yaralar<br />
ortaya çıkacak.<br />
Yönetmen:<br />
Abel Ferrara<br />
Senaryo: Abel Ferrara<br />
Oyuncular: Willem Dafoe, Riccardo<br />
Scamarcio, Maria de Medeiros,<br />
Adriana Asti, Valerio Mastandrea<br />
Konu: Abel Ferrara’nın yeni<br />
filmi, 1975 yılında hayatını kaybeden<br />
usta yönetmen Pier Paolo<br />
Pasolini’nin son günlerini ve<br />
ardında şüphe yaratan ölümünü<br />
ele alıyor. Dünya prömiyerini<br />
Venedik Film Festivali<br />
kapsamında gerçekleştiren filmde<br />
Pasolini’ye hayat veren oyuncu<br />
Willem Dafoe. Oyuncu kadrosunda<br />
Dafoe’ye Maria de Medeiros,<br />
Riccardo Scamarcio ve Giada Colagrande<br />
gibi isimler eşlik ediyor.
Yönetmen:<br />
Neill Blomkamp<br />
Senaryo:<br />
Neill Blomkamp<br />
Oyuncular: Hugh Jackman,<br />
Dev Patel, Sigourney<br />
Weaver, Sharlto<br />
Copley, Jose Pablo<br />
Cantillo<br />
Yönetmen: İlksen Başarır<br />
Senaryo: Mert Fırat, İlksen Başarır<br />
Oyuncular: Mert Fırat, Melisa Sözen, Mustafa<br />
Uzunyılmaz, Derya Durmaz, Hare Sürel<br />
Konu: Duyduğu bir şarkının peşine düşen<br />
Nehir ile şarkıyı yapan Ozan’ın tüm zorluklara<br />
rağmen bitirmeyi başaramadıkları<br />
aşklarının hikayesinin anlatıldığı filmin<br />
başrollerinde Mert Fırat ve Melisa Sözen<br />
yer alırken onlara Hare Sürel, Mustafa<br />
Uzunyılmaz, Judith Lieberman, Onur Şirin,<br />
Anıl Altınöz ve Göktay Tosun eşlik ediyorlar.
Konu: Güney<br />
Afrika’nın Johannesburg<br />
şehrinde<br />
geçen hikayenin<br />
başkarakteri Chappie<br />
isminde üstün<br />
zekaya sahip bir insan,<br />
hatta bir robot!<br />
Doğumu sırasında<br />
iki düzenbaz suçlu<br />
tarafından kaçırılan Chappie,<br />
tuhaf aile tarafından evlatlık<br />
edinilir. Doğumuyla birlikte<br />
kendine bahşedilen yeteneği<br />
ise hayatı boyunca başına türlü<br />
belalar açacak cinstendir.<br />
Yönetmen: Christian Ditter<br />
Senaryo: Juliette Towhidi<br />
Oyuncular: Lily Collins, Sam Claflin, Tamsin<br />
Egerton, Art Parkinson, Jaime Winstone<br />
Konu: Rosie ve Alex 5 yaşından beri birbirlerinin<br />
en iyi dostu olmuştur; bu yüzden<br />
aralarında aşka ve sevgili olmaya dair hiçbir<br />
ihtimal olmamıştır. Ama ne zaman olay sevgili<br />
seçimlerine gelse, birbirlerinin en büyük<br />
düşmanı olmuşlardır. 18 yaşında yapılan<br />
bir seçim, kaçırılan bir fırsat ise hayatlarını<br />
bambaşka yönlere sürükler. Bu arada hayal<br />
kırıklıklarıyla sonuçlanan ilişkiler, evlilikler,<br />
boşanmalar da cabası…
Yönetmen: Kenneth<br />
Branagh, Mark Romanek<br />
Senaryo: Chris Weitz, Aline<br />
Brosh McKenna<br />
Oyuncular: Lily James, Helena<br />
Bonham Carter, Cate<br />
Blanchett, Hayley Atwell,<br />
Richard Madden<br />
Konu: Annesinin ölümünün<br />
ardından babası başka bir<br />
kadınla evlenen Ella, iyi niyetle<br />
üvey annesine ve onun<br />
iki kızına yardım etmektedir.<br />
Ancak tüccar babasının<br />
beklenmedik ve erken<br />
ölümü, onu hizmetçiliğe ve<br />
hiç istemediği bir hayata<br />
sürükler. Günün birinde ormanda<br />
karşılaştığı ve sarayda<br />
bir çırak zannettiği, ancak<br />
prens olduğundan habersiz<br />
olduğu yakışıklı genç ise<br />
onun kalbini çalacak ve<br />
yeniden umutla dolmasını<br />
sağlayacaktır.<br />
Yönetmen: Glenn Ficarra, John Requa<br />
Senaryo: Glenn Ficarra, John Requa<br />
Oyuncular: Will Smith, Rodrigo Santoro,<br />
Stephanie Honore, Margot Robbie, B.D.<br />
Wong<br />
Konu: Nicky zamanının usta<br />
dolandırıcılarından biridir. Bir gün Jess<br />
Barrett adında genç güzel ve çekici bir<br />
kadın ile yolları kesişir. Sıradan bir kadın<br />
olmayan Jess, soygun konusunda en<br />
az Nicky kadar yeteneklidir! İkili büyük<br />
bir avın peşine düşme planı yaparken,<br />
hiç hesapta yokken birbirlerine de aşık<br />
olacaktır... Senaristliği ve yönetmenliği<br />
Glenn Ficarra ve John Requa ikilisine ait<br />
olan suç ve aksiyon filminde başrolleri<br />
Will Smith ve Margot Robbie paylaşıyor.
Özcan Deniz’in son filmi Sevimli Tehlikeli’nin başrolünde oynayan Ayça<br />
Ayşin Turan “Bir insanın hayatında aşk olmazsa olmaz” dedi. Filmle<br />
ilgili sorularımızı cevaplayan genç yıldız, oynadığı Karagül dizisinin de<br />
kendisi için büyük tecrübe olduğunu söyledi.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Sürekli yepyeni Türk filmleri vizyon alıyor. Bu filmlerle birlikte<br />
bir çok yeni oyuncunun ismini de duyuyoruz. İşte ilk uzun metraj<br />
filmini çeken ama Karagül dizisini takip edenlerin tanıdığı Ayça<br />
Ayşin Turan onlardan biri. Özcan Deniz’in yönetmenliğini yaptığı<br />
Sevimli Tehlikeli filminde Zeliş karakterini canlandıran güzel<br />
yıldız hem normal hayatta kim olduğunu hem de filminin çekiliş<br />
hikayesini anlattı.<br />
Sevimli Tehlike filminin senaryosu geldiğinde sizi en çok etkileyen<br />
ne oldu?<br />
Özcan Bey hikayeyi ilk anlattığında ortada senaryo yoktu.<br />
Kafasında o kadar güzel kurmuştu ki hikayeyi o anlattıkça<br />
ben kendimi Zeliş olarak hayal etmeye başladım. Senaryo<br />
geldiğinde ve ilk sayfasını açtığımda benim maceram ve Zeliş’in<br />
macerası başlamış oldu.<br />
Bir oyuncunun ilk sinema filmi her zaman önemli ve unutulmaz<br />
olur. Bu film sizin için bu tanımlamanın içini doldurdu mu?<br />
Tanımlamanın içini doldurmaktan ziyade doldu taştı diyebiliriz.<br />
Benim için çok özel, unutulmaz ve yeri her zaman ayrı olacak<br />
bir film oldu. Benim ilk bebeğim, ilk göz ağrım. Setin son günü<br />
bittiği için gerçekten acı çektim. 6 haftalık süreçte harika bir ekiple,<br />
inanılmaz keyif alarak çalıştım. Umarım işime olan aşkımı<br />
beyaz perdede izleyicilerimize de hissettirebilirim.<br />
Rolünüzden bahsedebilir misiniz?<br />
Zeliş bizim masalımızın saf ve güzel prensesi. Hayalperest<br />
ve kimsenin ondan beklemediği kadar cesur bir kız. Çok yalan,<br />
sevgisiz bir dünyanın içerisinde kendi doğrularıyla kendini<br />
büyütmüş. Hayalindeki aşkı ararken o yol onu çok başka gerçeklere<br />
götürüyor.<br />
Bazı roller vardır onlara hazırlanmak gerekir. Mesela tarihi bir<br />
kişiliği oynuyorsanız veya engelli birini canlandıracaksanız<br />
araştırma yaparsınız. Bir de oyuncunun kendi tecrübesinden<br />
yola çıkarak hazırlandığı roller vardır. Bu film hangisine yakın.<br />
Kendi tecrübelerimden faydalanacak kadar tecrübe sahibi
olduğumu düşünmüyorum. Henüz yolun<br />
başındayım ve bu yolda kendimi geliştirmem<br />
için uzun bir süreç var. Rol ne olursa olsun ister<br />
günümüz karakteri ister tarihi bir karakter, rolümle<br />
ilgili her türlü araştırmayı yaparım. Zeliş’i de öyle<br />
buldum aslında. Zeliş karakterindeki insanların<br />
hal ve hareketlerinden konuşma tarzlarına birçok<br />
şeyi araştırdım ve gözlemledim. Bu konuda da en<br />
büyük yardımcım yönetmenim oldu.<br />
Rolünüzde romantizmi ve aşkı yaşıyorsunuz.<br />
Gerçek Ayça bu duyguları ne kadar önemser?<br />
Hayatının neresinde durur bu duygular?<br />
Aşk olmazsa olmaz hayatta. Ama bu aşkı sadece<br />
karşı cinse duyulan ilgi olarak görmemeli. Hissetmek<br />
en önemlisi. Insan sevgisinden beslenerek<br />
işimi yapıyorum ve hissettiğimi yaşıyorum.<br />
Dizilerle başlayan bir kariyeriniz var. Genç bir<br />
oyuncunun sinema dilini oluşturmakta dizi sektörünün<br />
yıpratıcı şartları bir dezavantaj yaratır mı?<br />
Ben galiba şanslı olanlardanım. O kadar güzel bir<br />
ekibin içerisinde çalışıyorum ki. Karagül’ün yönetmeni<br />
Murat Saraçoğlu dizimizi sinema filmi gibi<br />
çekiyor. Setimiz bir film setinden farksız. Görsellerimizde<br />
öyle. Set benim kendimi geliştirdiğim yer<br />
oldu. Bu da benim bu konudaki avantajım. İşiniz<br />
her ne olursa olsun bardağın dolu tarafından çok<br />
boş tarafını görüyorsanız en büyük hatanız bu<br />
olur. Ben şartlardaki alabileceğim en iyi tarafları<br />
alıyorum.<br />
Perde güzel kadını sever. Ama oyuncu bu<br />
güzelliğine hem tecrübe hem de kabiliyetini<br />
katmalı. Bu anlamda nasıl bir yapılanma içindesiniz?<br />
Perde güzel kadını sever doğru ama<br />
oyunculuğuyla kendini güzelleştiren ve devleştiren<br />
kadını daha çok sever. En önemlisi de izleyiciyi<br />
oyunculukla büyüleyebilmek. Ben henüz yolun<br />
başındayım ama emin adımlarla ilerleme çabası<br />
içerisindeyim.<br />
Türk sinemasında duygusal filmlerin kökeni<br />
Yeşilçam’a dayanır. Sizin Yeşilçam’a yaklaşımınız<br />
nedir? Oyunculuğundan etkilendiğiniz Yeşilçam<br />
ünlüsü var mıdır?<br />
Benim hala keyif alarak izlediğim filmlerdir<br />
Yeşilçam filmleri. Beğendiğim ve severek izlediğim<br />
o kadar çok değerli isim var ki saymakla bitmez...<br />
1980 sonu ve 1990’ların ikinci yarısına kadar<br />
feminizmin sinemamızda etkisini hissedebilirdik.<br />
Bunun faturasını ödeyen kadın oyuncularımız vardı.<br />
Müjde Ar, Nur Sürer gibi. 2000 sonrası sinemamızda<br />
bu anlamda geriye bir adım atıldığını düşünüyor musunuz?<br />
Biraz yorumlar mısınız?<br />
1980’lerde sinemamızda yaşanan feminizm<br />
yükselişinin 2000’lerde etkisini yitirdiğine inanıyorum.<br />
1980 öncesi yapılan filmlerde kadınlar hep tek düze<br />
karakter olmuşlar ve filmlerde 2. plana itilmişlerdir.<br />
1980’lerde bu yükselme yaşanmasına rağmen 2000’li<br />
yıllara baktığımızda sinemamızda kadın sorunları<br />
popülerliğini yitirmiş gibi görünüyor. 1980’lerdeki<br />
toplumsal cinsiyete dayalı tartışmalar 2000’lerde<br />
yerini yüzeysel kadın erkek ilişkilerine bırakmış. 2000<br />
sonrası sinemamızda çok farklı türde filmin çekildiği<br />
bir dönem olmuştur. Bu filmler içerisinde kadın<br />
konusunu ele alan filmlerin sayısının oldukça az<br />
olduğunu düşünüyorum.<br />
Daha ilk filminizde çekimlerde bir kaza yaşadınız.<br />
Bundan sonra dublör kullanmaya yakınmısınız? Bu<br />
size nasıl bir tecrübe kattı?<br />
Ufak bir kaza geçirdim diye böyle sahnelerden kaçacak<br />
değilim aksine daha çok üstüne giderim.<br />
Yapabildiğim kadarıyla ben yapmaya çalışırım ama<br />
belli bir yerden sonrası içinse tabii ki işi, işini bilene<br />
bırakmak en doğrusu.<br />
Özcan Deniz oyunculuktan kamera arkasına geçti.<br />
Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yönetmenlik<br />
veya senaryo yazımı hedeflerinizin arasında mı?<br />
Ben zaten kamera arkasından oyunculuğa geçtim.<br />
Ileride bir gün neden olmasın? Okuduğum mesleği<br />
yapmayı çok isterim ama bunun için daha zamanım<br />
var. Şimdi gönlümü oyunculuğa kaptırdım ve bu<br />
yolda kendimi geliştiriyorum.<br />
Oyuncu olmayı ne zaman istediniz? Küçüklüğünüzde<br />
böyle bir özleminiz var mıydı.<br />
Küçükken müzisyen tarafım daha ağır basıyordu<br />
aslında. Oyunculuk aklımda yoktu. Yönetmenlik<br />
okumaya karar verdiğimde bu sektörün içerisinde<br />
olacağımı biliyordum.<br />
Sürpriz bir şekilde gelişti oyunculuk. Üç yıl öncesine<br />
göre oyunculukta biraz daha tecrübe sahibi oldum,<br />
kendimi biraz daha geliştirdim, çok değerli isimlerin<br />
tecrübelerinden faydalandım ve artık daha fazla insan<br />
beni tanıyor.<br />
Benim size sormadığım ama sizin izleyiciler için söylemek<br />
istediğiniz bir şey var mı?<br />
Sevimli Tehlikeli onlardan bir parça. Kendi hikayesini<br />
bulmak isteyenler bence filmimizi kesinlikle izlemeli.
n Oscar adayı filmler sırasıyla sinemalara geliyor.<br />
Bu hafta vizyona giren Unutma Beni – Still<br />
Alice En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday.<br />
Julianne Moore, Meryl Streep gibi neredeyse<br />
bütün filmleriyle Oscar’ı zorluyor. İyi bir kadın<br />
oyuncu. Aslında Hollywood’taki rakiplerinden<br />
çok daha başarılı olduğunu söylemeliyiz. Kendine<br />
has bir güzelliği olan Julianne Moore keskin<br />
yüz hatları, kalın kemik yapısı ile klasik güzellik<br />
anlayışına çok uymasa da kabiliyetiyle aradaki<br />
farkı hep kapatmasını bildi. Son dönemlerde<br />
çokça karşılaştığımız hastalık filmleri hakkında ne<br />
düşünürsünüz bilmem. Ama ben bu dramatik ve<br />
üzücü filmlerden hep kaçınmışımdır. Çünkü hayat<br />
zaten yeterince üzücü. Fakat Still Alice, Oscar<br />
adayı olunca el mahkum seyrettik. Diğerlerinden<br />
farklı bir filmle karşılaştığımı söylemeliyim. Klasik<br />
Hollywood stilinin hissedilmesine rağmen kendine<br />
ait bir gerçekçiliği de var filmin. Özellikle gerçek<br />
hayatta insanlar tedavisi olmayan bir hastalığa<br />
yakalandıklarında filmlerdeki gibi sürekli ağlayıp,<br />
kendilerine acımazlar. Çünkü hayat mucizevi bir<br />
şeydir. Durum ne olursa olsun insanın hayata<br />
tutunma azmi, gelecek sonu anlık bile olsa<br />
unutmasını sağlar. Üstelik bu sadece hasta için<br />
geçerli değildir. Hasta yakınları ve aile de aynı<br />
travmayı ve kendi içinde çatışmayı yaşar. Klasik<br />
problemler yaşanmaya devam eder. Bir hastalıkla<br />
uğraşıyorsunuz diye hayat hiç bir zaman durmaz.<br />
Bu acımasız bir şey ama gerçek. Still Alice filminde<br />
Alzheimer odağa alınmış. Alzheimer diğer<br />
tedavisiz hastalıklar gibi acımasız bir illet. Ama<br />
diğerlerinden farklı olarak insanın anılarını,<br />
kimliğini, geçmişini yavaş yavaş tüketmesine<br />
sebep olduğu için ailelere en büyük zararı veren<br />
hastalık diyebiliriz. Bu hastalık daha çok ilerleyen<br />
yaşlarda ortaya çıktığı için verdiği zarar daha da<br />
büyük. Yaşlandıkça kimliğiniz katılaşır aynı zamanda<br />
olgunlaşır. Anılarınız gençliğinizden daha<br />
çok sizi siz yapmaya başlar. İlk önce çocuklarınız<br />
vardır daha sonra torunlarınız. Kişi olarak çocuklarla<br />
değil ailelerle uğraşmaya başlarsınız. Oğlunuz,<br />
kızınız, gelinler, damatlar ve tabii torunlar. Tam bütün<br />
bunlara kol kanat gereceksiniz, tecrübelerinizi onlara<br />
aktaracaksınızdır ki birden herşey yok olmaya başlar.<br />
Bütün eğitiminiz ve mesleğinizin size kazandırdığı<br />
titriniz yok olur. Toplumdaki statünüzü kaybedersiniz,<br />
sonra sıra aileye gelir. Bir anne ve babaysanız, aile<br />
büyüğü olma durumu artık yoktur. Hatta çocuklarınıza<br />
muhtaç olursunuz. Roller çok keskin bir şekilde<br />
değişir. Still Alice bunların hepsini gerçekçi bir şekilde<br />
anlatıyor. Columbia Üniversitesi’nde dil bölümünde<br />
profesör olan Alice Howland hayatta istediği her şeye<br />
sahiptir. Ona sadık bir kocası ve üç çocuğu vardır.
Hayatı işiyle ailesinin arasında gidip gelmektedir.<br />
UCLA’da yaptığı bir konuşma sırasında konuşma<br />
için çok önemli bir kelimeyi bir türlü hatırlayamaz.<br />
Ailesinden gizlice göründüğü nörolog, çok<br />
kötü bir haber verir. Alice, Erken Başlangıçlı<br />
Alzheimer’a yakalanmıştır. Bu hastalık aileden<br />
gelen genlerle Alice’e bulaşmıştır. Aynı dertten<br />
çocukları da etkilenecektir. Julianne Moore çok<br />
dramatik ve çarpıcı sahneleri gözümüze sokmadan<br />
yorumlamış. Bu oyunculuğu tutturmak<br />
kabiliyet ama herşeyden çok da tecrübe gerektirir.<br />
Moore’un canlandırdığı Alice karakterinin eşi akademisyen<br />
John’u ise Alec Baldwin oynuyor. Alec<br />
Baldwin’in gençlik filmlerinden hoşlanmam ama<br />
olgun dönemlerinde bu kadar çıta atlayan bir oyuncuya<br />
şapka çıkarmak lazım. Baldwin’in canlandırdığı<br />
John bir oyuncu için zor bir karakter. Karısını<br />
severken yaşamına devam eden bir adamdan nefret<br />
etmek de çok kolay, ona anlayışla yaklaşmak<br />
da, çünkü gerçek hayatta da durum aslında aynen<br />
böyle. Bu gerçeklik filmin en önemli tarafı. Alzheimer<br />
hastalığı normal olarak yaşlı ebeveynlere sahip<br />
insanlar için çok da bilinmedik değil. Benim de bu tür<br />
tecrübelerim oldu. Beni şaşırtan ise herşeyi unutan<br />
dedemin beni tanımazken torununu gördüğünde<br />
gülümsemesiydi. Sanıyorum beyin bitse de yürek<br />
yaşamaya devam ediyor. Üzüleceksiniz ama bu filmi<br />
seyredin.
n Pasif direnişin mucidi ve uygulayıcısı Gandi’yi<br />
rehber belleyen ve onun yolunu izleyen Martin<br />
Luther King Jr.; “Sonunda düşmanlarımızın<br />
sözlerini değil, dostlarımızın sessizliğini<br />
hatırlayacağız” der. Yurttaşlık hakları, özgürlük<br />
ve eşitlik için mücadeleye atılan Martin Luther,<br />
resmen sivil itaatsizliğin destanını yazar, 39<br />
yıllık ömründe… Hah! Sakın ha, pasifist lan bu<br />
zaten deyip geçmeyin, şiddet içermeyen, zalimin<br />
öfkesini propagandaya çeviren bu eylem<br />
türü, büyük bir sabır, uzun soluklu mücadele,<br />
çile, çile ve çile gerektirir. İtilip kakılmayı, dövülmeyi,<br />
ötekileştirilmeyi, hapsedilmeyi ve hatta<br />
öldürülmeyi göze almak demektir, savaşma<br />
seviş ile karıştırılmasın.<br />
“Selma”, bizdeki adıyla Özgürlük Yürüyüşü,<br />
Martin Luther King’in, hayatından ve mücadelesinden<br />
bir kesiti kurguluyor, filme dair<br />
eksiklik hissi, işte tam da bu yüzden… Oysa<br />
benzer bir mücadeleyi, farklı yoldan yürüten<br />
ve aynı yaşta öldürülen Malcom X gibi, bir<br />
biyografi filmini kesinlikle hak ediyordu, parça<br />
parça öyküler veya TV işi şeyler yerine… Hem<br />
biyografi ve gerçek yaşanmışlıklar, ödüllere<br />
doyamıyor, özellikle son yıllarda… Hollywood<br />
yerine, Amerikan Bağımsız Sineması, bu misyonu<br />
yüklenirse ne güzel olur! Misal Gandi, ne<br />
müthiş bir yapıttır, çarpıcıdır ve kesinlikle akılda<br />
kalıcıdır. Şimdilik 27 ödüllü Selma ise Oscar’a<br />
yükleneyim diye, tipik Hollywood klişelerine<br />
sarınmış, bu ucuz oyunlar, filmin tadını kısmen<br />
kaçırmış. Amma ve lakin bu film iyi ve seyredilmeye<br />
değer. Selma’ya dair en sevdiğim şey ise,<br />
müzikleri oldu, tek kelimeyle enfes. Filmin belli<br />
başlı rollerini David Oyelowo, Tim Roth, Tom<br />
Winfrey, Martin Sheen, Carmen Ejogo, Giovanni<br />
Ribisi, Cuba Gooding Jr. sırtlamış, yönetmenlik<br />
koltuğuna da üçüncü uzun metrajını çeken Ava<br />
DuVernay oturmuş. Ekip, gayet güzel!<br />
Selma, Martin Luther King’in Nobel Barış Ödülü’nü<br />
almasıyla başlar. Selma demişken, Alabama’nın bir<br />
kenti olduğunu belirtelim, siyahilerin daha yoğun<br />
olduğu, ancak hiçbirinin oy kullanamadığı, hala “zenciler,<br />
bizim kölemizdir” kafasını sürdüren Güneyli<br />
beyazların kalesidir bu yer… “Özgürlük de bir dindir”<br />
der bizim sosyolog ve Baptist rahip Martin Luther<br />
King, 1965 yılında Oy Hakkı Kanunu için 87 kilometrelik,<br />
Selma-Montgomery yürüyüşünü tertip eder.<br />
Alabama’nın başkenti Montgomery, Doktor King’in,<br />
10 yıl önce, 1955’te otobüslerdeki ırkçı uygulamayı<br />
protesto etmek için, boykot başlattığı yerdir, aynı<br />
zamanda… “Uçamazsan koş, koşamazsan yürü,<br />
yürüyemezsen sürün ama ne yaparsan yap ilerlem-
esin”, kararlılık ve gözü karalık budur.<br />
Yarım asır önce, bir yürüyüş gerçekleştirirler, tüm<br />
ABD’nin gözü bu eylemdedir, Kuzeyli beyazlar da<br />
desteğe koşar, elbette kan da akar. ABD başkanı<br />
Johnson, FBI kurucu direktörü Edgar, bölge valisi<br />
Wallace, hepsi öyküye katılır. İnsan hakları davası,<br />
yasadışı dinlemelere, bel altı vurma gayretlerine,<br />
tüm tehditlere ve hedef göstermelere rağmen,<br />
tam gaz sürmektedir; “Bir rüyam var! Bir gün, dört<br />
çocuğumun da derilerinin rengi ile değil de kişilikleri<br />
ile yargılanacağı bir ülkede yaşayacaklarına dair…”<br />
Bu rüya, bu hayal gerçekleşmiş değildir henüz,<br />
bakmayın Obama’nın başkan olduğuna, onun da<br />
Nobel Barış Ödülü aldığına, hala sokaklarda siyahi<br />
insanlar, polis tarafından vurulmakta ve hala<br />
cezaevleri, tıka basa siyahiler ile doldurulmakta…<br />
Evet, Martin Luther King’den Malcolm X’e, Marcus<br />
Garvey’den Kara Panterler’e, tüm Afroamerikan<br />
hareketleri, zalim beyazlarla mücadele ettikleri<br />
kadar, köle ruhuna hapsolmuş ve sessiz kalmış<br />
siyah insanları da harekete geçirmeye çalıştılar.<br />
Özgürlük ve eşitlik, öyle kolay gelmez, gönüllü de<br />
verilmez, zalimler reddedir, mazlumlar ister ve direnerek<br />
kazanılır. Ve eninde sonunda hayat bulması<br />
gereken bir rüyadır, o en güzel rüyadır, vicdanın<br />
ve adaletin hüküm sürmesi için. Yazıyı yine onun<br />
sözüyle tamamlayalım; “İnanmak, merdivenin<br />
tamamını görmediğin halde ilk adımı atmaktır.”
n Ruben Östlund Force Majeure /Turist filminde<br />
burjuvazinin üzerine düşen bir çığı ve<br />
bunun altından nasıl çıkılacağını anlatmaya<br />
çalışmış. İsveçli aile Fransa’nın Alplerine<br />
kar tatili yapmaya giderler. Tatil merkezi gibi<br />
ailenin hali de dört dörtlük. Kayan, yemek<br />
yiyen eğlenen ailenin dağılması ya da o<br />
mükemmelliğe sızıntı yapmış bir şeyin açığa<br />
çıkması ufak bir çığ kriziyle patlıyor. Olay şöyle<br />
gelişiyor. Tomas yemek yerken üzerlerine<br />
doğru gelen çığda ailesini bırakır ve çığdan<br />
kaçar. Anne Ebba ise çocuklarına sarılır ve<br />
çığın etkisinin geçmesini bekler. Çığ geçer<br />
baba gelir ve bu ritüelden sonra aile dağılma<br />
noktasına gelir. Yaşanan olay herhangi bir aile<br />
çatışmasına dönüşebilir aslında yani bu geride<br />
bırakma vakasını birçok olay ve aile modeline<br />
uyarlayabiliriz ama yönetmen küçük burjuva bir<br />
ailenin çatırdama hikayesi olarak resmetmiş.<br />
Ebba bu olayı kaldıramıyor ve her ortamda<br />
kocasının kaçısını anlatıyor, araya giren<br />
soğukluk ise çığ gibi büyüyor.<br />
Ebba ve Tomas kendi aralarında çocuklara<br />
hissettirmeden halletmeye çalışsalar da çocuklar<br />
her şeyin farkında yani herkes bu krize<br />
uzak ya da yakın ortak. Hatta aynı sınıftan<br />
olmadıkları için bir parça aşağıladıkları kat<br />
görevlisi bile. Güvenli ağın yırtılması, Ebba’nın<br />
kendisini fazlasıyla ortada kalmış hissetmesi<br />
durumun özü. Hep iyi olmak, ‘biz iyiyiz ya’<br />
üzerine kurulan ilişkinin aslında iyi olmadığı<br />
çıkıyor ortaya. Ebba’nın bu kadar etkilenmesi<br />
küçük burjuva şımarıklık olarak da algılanabilir<br />
ama arkadaşları olan çift de aynı tartışmayı<br />
tekrar ediyor. Evet konu tartışmaya açık ve<br />
herkesin sorgulayabileceği bir konu ama bu<br />
burjuva çift arasında yaşanınca etkileri daha<br />
farklı yansıyor. Yani çatırtı daha derinden ve<br />
ağır oluyor, mükemmelliğin tıkımını gören gözlerin acısı<br />
perdeyi kaplıyor.<br />
Filmde Haneke filmlerindeki soğukluk var, çiftlerin<br />
psikolojik baskısı ve bu baskı sonucundaki patlamalar<br />
bu etkiyi yaratıyor. Film oteldeki iyi ve kötü hissediş<br />
hallerinden kuruyor öyküyü. Akşamları dağlardan gelen<br />
patlama sesleri ailenin patlama seslerine eşlik ediyor.<br />
Yönetmen gerçekliği fazlasıyla kullanıyor filminde. Hatta<br />
bir önceki filmi Play İsveç toplumundaki ırkçılık ve sınıf<br />
ayrımına aynı gözle bakan başarılı bir yapımdı. Film<br />
kadını ve adamı ayrı bir yere devirip seyircinin gözünde<br />
ikisini de aynı konuma getirmeye çalışıyor gibi. Ama<br />
filmin sonunda sorguladığı tarafın sanki kadın olduğunun<br />
altını çizer gibi davranmış!
n Amerika denilince akla ilk gelen simgelerden<br />
biri Clint Eastwood olmasa da, onun görüntüsü<br />
ya da ismi Amerika’yı elbet çağrıştırıyor. Milliyetçi<br />
tavrıyla zaman zaman eleştiri oklarına hedef olan<br />
Eastwood, bu kez Amerika’nın dünya üzerinde (bir<br />
kez daha) kamuoyu yaratmaya çalışan yeni filmi<br />
“Amerikan Sniper” ile gündemde.<br />
Filmin kısaca konusu şöyle... Donanma SEAL<br />
komandolarından Chris Kyle, silâh arkadaşlarını<br />
korumak için Irak’a gönderilir. Keskin ve isabetli<br />
atışları sayesinde savaş alanında çok sayıda hayat<br />
kurtarır. Görevleriyle ilgili hikâyeler yayıldıkça<br />
“Efsane” lâkabını kazanır. Ancak ünü düşman<br />
hatlarının gerisinde de yayılmaktadır ve kafasına<br />
ödül konmasıyla birlikte isyancıların öncelikli<br />
hedeflerinden biri haline gelir. Ayrıca iyi bir koca<br />
ve baba olmak için de zorlu bir uğraş vermektedir.<br />
Clint Eastwood’un yönettiği filmin başrollerini Bradley<br />
Cooper, Sienna Miller, Kyle Gallner ve Cole<br />
Konis paylaşıyor.<br />
Daha önceki birçok film eleştirimde Hollywood’un<br />
A.B.D.’nin en büyük PR şirketi olduğunu<br />
söylemiştim. İşte yine böyle bir filmle karşı<br />
karşıyayız. Kendi ülkesini/vatandaşlarını haklı<br />
göstermek adına tüm dünyada yaptıkları hinlikleri<br />
sinema sanatıyla hoş gösterme çabasından hiç<br />
vazgeçmeyen Hollywood bu kez de Eastwood’u<br />
gönderdi Orta Doğu’ya. Clint Eastwood’un<br />
vatansever hamuru herkesin bildiği bir gerçek.<br />
Ancak Eastwood bu kez dozu biraz abartarak<br />
kendi sınırlarının da dışına çıkmış. Her Amerikan<br />
yurttaşının seveceği, ‘biz insan öldürmek istemiyoruz<br />
ama 3. Dünya ülkeleri bunu bize mecbur<br />
bırakıyorlar’ tadında bir film “American Sniper”.<br />
“The Hurt Locker” ve “Zero Dark Thirty” gibi<br />
ısmarlama işlerin kahramanı! Kathryn Bigelow<br />
Eastwood’u kıskanmış mıdır merak ediyorum?<br />
Hayır, hayır yanlış anlamayın. Eastwood daha<br />
iyi bir yönetmenlik ortaya koyduğu için değil,<br />
Amerikan savunma bakanlığının maaşlı işini elinden<br />
alabileceği için!Filmin çıkış noktası bir hayli ilginç.<br />
Filmde hayatı anlatılan Christopher Scott Kyle, bu filme<br />
konu olan romanı yazdığında eski bir sniperdı hali<br />
hazırda. 38 yaşında öldürüldükten sonra Amerika’nın<br />
kahramanları arasına girdi. Orta Doğu görevlerinde<br />
birçok madalyaya sahip olan eski asker Kyle’ın hayat<br />
hikayesini sinemaya aktarma görevini Eastwood<br />
üstlendi ya da belki de sipariş öyle geldi yukarıdan.<br />
Buraya kadar tamam. Ancak Kyle’a benziyor diye<br />
Bradley Cooper’i tercih etmek talihsiz bir adım olmuş.<br />
Bradley Cooper’ın son zamanlarda izlediğimiz en farklı<br />
rolü. Kabul. Ancak, bu farklılık, Cooper’in en iyi rolü<br />
olmasına sebebiyet vermiyor. Aksine, kanımca, bir<br />
Dali tablosundaki Monet figürü kadar ayrıksı duruyor.<br />
Yakıştıramıyorsunuz, özdeşleşemiyorsunuz, garipsiyorsunuz.<br />
Çünkü hala Cooper kafamızda, yakışıklı, zeki,<br />
sevimli bir Playboy. Hollywood onu öyle konumlandırttı<br />
bize çünkü. Bu açıdan bakınca Eastwood’un Cooper<br />
seçimi oldukça cesurca. Kararından pişmanlık duyuyor<br />
mudur Eastwood bilinmez ama, yıllar sonra bu film<br />
Cooper’ın ‘uymamışlığıyla’ anılabilir.<br />
Zaman zaman ikiyüzlü bir tutuma zemin hazırlayan<br />
senaryo, filmin analitik yapısını da aksatıyor. Babası<br />
öldürülünce ondan yere düşen RPG’yi alıp Amerikan<br />
askerlerine doğrultan 10 yaşındaki çocuğu vurmakla<br />
vurmamak arasında kalan Kyle, tanrısına dua ediyor,<br />
çocuk RPG’yi elinden bıraksın diye. Masum insanları<br />
öldürmemek için bin takla atıyorsan, yaptığın ‘sniper’lık<br />
işini haklı göstermeye çalışıyorsan sana şunu sormazlar<br />
mı? Senin o topraklarda işin ne?<br />
“Amerikan Sniper” gibi bariz propaganda filmlerinin<br />
azalarak bitmesi dileğiyle…
Star Wars’u veya Mad Max’I bitti mi sandınız? Hollywood<br />
bu yıl ünlü serilerin yeni bölümleriyle müthiş bir<br />
dönüş yapıyor. Yeni uyarlamalar ve bitti sanılan efsane<br />
filmlerin devamları sizi koltuklarınıza çivileyecek.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Hollywood’un senaryo sıkıntısına düştüğü doğrudur. Kendine<br />
yeni çıkış yolları arayan endüstri, kendi bağımsız filmleriyle<br />
günü kurtarmaya çalıştı veya Uzak Doğu sinemasınının<br />
korku, mafya filmlerini yeniden yorumladı. Bununla kalmadı<br />
bu coğrafyanın oyuncularını, yönetmenlerini devşirdi.<br />
Ama istediği sonuca ulaşamadı. 2015 yılında ise başka bir<br />
stratejinin uygulandığını görüyoruz. Efsane olan, fakat bitti<br />
sanılan serilerin yeni bölümleri karşımıza gelecek. Mesela<br />
Star Wars, serinin yeni bölümü çekileceği duyulduğunda<br />
çok tepki topladı. Ama Star Wars sinemaya gelecek te biz mi<br />
gitmeyeceğiz? Aynı şey Mad Max, Terminatör, Yenilmezler ve<br />
Jurassic Park için de geçerli. İşte 2015’te kaçırmamanız gereken<br />
10 film…<br />
Terminator: Genisys<br />
Yönetmen: Alan Taylor<br />
Oyuncular: Arnold Schwarzenegger,<br />
Emilia Clarke,<br />
Jai Courtney<br />
Vizyon Tarihi: 1 Temmuz<br />
Konu: Genç Connor’ın<br />
geliştirdiği yapay zeka<br />
yakın gelecekte dünyayı<br />
ele geçiren üstün<br />
makinelere, robotlara<br />
dönüşecektir. Ve kendisini<br />
yok etmesi için savaşçı<br />
T-1000 günümüze gönderilecektir...<br />
1990’ları sallayan<br />
hikayesiyle Terminatör<br />
serisi bu sefer yeni bir<br />
üçleme olarak ele anıyor.<br />
Serinin beşinci filmi Terminatör<br />
5’in senarsitliğini ise<br />
ilk iki filme imza atan William<br />
Wisher üstleniyor.
Star Wars: Episode VII - The Force Awakens<br />
Yönetmen: J. J. Abrams<br />
Oyuncular: Harrison Ford<br />
Vizyon Tarihi: 18 Aralık<br />
Star Wars/Yıldız Savaşları efsanesi herkesi<br />
şaşırtarak geri dönüyor. Yeni bölümde, Harrison<br />
Ford’un Han Solo’yu canlandırması<br />
hariç, seyirciyi neler beklediği ise bir muamma!<br />
Yönetmen koltuğu ise yakın dönem<br />
bilimkurgu-aksiyon sinemasının yükselen<br />
ismi J.J. Abrams’a emanet.<br />
Jurassic World<br />
Yönetmen: Colin Trevorrow<br />
Oyuncular: Chris Pratt, Bryce Dallas Howard,<br />
Ty Simpkins<br />
Vizyon Tarihi: 12 Haziran<br />
Sinema tarihinin en önemli serilerinden biri<br />
olan Jurassic Park’ın son filmini Safety Not<br />
Guaranteed filmiyle tanıdığımız Colin Trevorrow<br />
yönetecek. Konusu hakkında henüz bilgi<br />
verilmeyen filmin senaryosu aşamasında<br />
dört farklı yazarla birlikte çalışılıyor. Bu isimlerden<br />
biri ilk Jurassic Park filminde olduğu<br />
gibi sonrakilerinde de imzası bulunan Michael<br />
Crichton.<br />
Hızlı ve Öfkeli 7<br />
Yönetmen: James Wan<br />
Oyuncular: Vin Diesel, Paul Walker, Tyrese<br />
Gibson<br />
Vizyon Tarihi: 3 Nisan<br />
Paul Walker’ın beklenmeyen ölümünden<br />
sonra dizi yeni karakterlerle devam edecek.<br />
Walker’ın son flimi olan Hızlı Ve Öfkeli 7’de<br />
Jason Statham tarafından canlandırılan Ian<br />
Shaw karakterinin intikam mücadelesine<br />
tanık oluyoruz. Filmin yönetmeni sürpriz bir<br />
isim olarak James Wan bulunuyor.
Mad Max: Fury Road<br />
Yönetmen: George Miller<br />
Oyuncular: Tom Hardy, Charlize Theron, Nicholas<br />
Hoult<br />
Vizyon Tarihi: 15 Mayıs<br />
Avengers: Age of Ultron<br />
Yönetmen: Joss Whedon<br />
Oyuncular: Chris Evans, Robert Downey Jr.,<br />
Mark Ruffalo<br />
Vizyon Tarihi: 1 Mayıs<br />
İlk filmin başarısının ardından ikinci film için<br />
kolları sıvayan Avengers ekibi bu filme bütün<br />
kahramanları dahil ediyor; bu kez Thor, Iron<br />
Man, Kaptan Amerika ve Hulk’ın yanısıra<br />
Hawkeye, Nick Fury ve Black Widow da maceraya<br />
katılıp sürprizini koruyan beklenmeyen<br />
düşmanlara karşı savaşıyor.<br />
Mad Max geri dönüyor. Charlize Theron ve<br />
Tom Hardy’nin rol aldığı film, serinin dördüncü<br />
bölümü. Geleceğin dünyasında futuristik çizgisiyle<br />
dikkat çeken film özellikle set tasarımı<br />
ile göz dolduracak...<br />
Jupiter Yükseliyor<br />
Yönetmen: Andy Wachowski, Lana Wachowski<br />
Oyuncular: Mila Kunis, Channing Tatum, Sean<br />
Bean<br />
Vizyon Tarihi: 6 Şubat<br />
Öyle bir evren düşünün ki insanoğlu besin<br />
zincirinin en alt basamağını duruyor. Jupiter<br />
Jones dünyaya geldiğinde ileride sıra<br />
dışı olaylar yaşayacağına dair birçok işaret<br />
vardır. Aradan yıllar geçer ve artık genç bir<br />
kadındır. İnsanların evine temizlikçi olarak<br />
gider. Bir gün genetik mühendislik ürünü eski<br />
asker Caine dünyaya iner; amacı ise Jupiter’i<br />
bulmaktır. Zira evrenin tek hakimi olan ölümsüz<br />
Kraliçe, çıkartılan genetik haritalara göre bu<br />
genç kadının kendi hükümdarlığının sonunu<br />
getireceğini düşünmektedir...<br />
Pan<br />
Yönetmen: Joe Wright<br />
Oyuncular: Levi Miller, Garrett Hedlund, Hugh<br />
Jackman<br />
Vizyon Tarihi: 24 Temmuz<br />
Kefaret ile Aşk ve Gurur filmleriyle tanınan<br />
ve Hanna filmiyle de aksiyon arenasında maharetlerini<br />
sergileyen Joe Wright’ın kamera<br />
arkasına geçtiği bu yeni Peter Pan filmi, ağırlıklı<br />
olarak Blackbeard’ın gemisinde çalışan Hook<br />
ve Peter Pan’ın arkadaşlıklarının başlangıcını<br />
temel alınacak.
Kingsman: Gizli Servis<br />
Yönetmen: Matthew<br />
Vaughn<br />
Oyuncular: Colin Firth,<br />
Taron Egerton, Samuel<br />
L. Jackson<br />
Vizyon Tarihi: 13 Şubat<br />
Gary “Eggsy” Price,<br />
çok küçük yaşta<br />
babasını bir askeri<br />
görevde yitirir. Bu gizli<br />
görev neticesinde ailesine bir madalya<br />
takdim edilir ve aileye bir kereye mahsus<br />
olmak üzere yardım istemeleri için<br />
bir telefon numarası verilir. Aradan 17<br />
yıl geçer, işsiz Eggsy annesinin evinde<br />
yaşamaktadır. Bir gün trafikte kargaşaya<br />
neden olur ve tutuklanınca karakoldan<br />
kurtulmak için madalyayı kullanır. Onu<br />
bu olaydan kurtaran ajan Harry Hart ise<br />
hayatını Eggsy’nin babasına borçludur.<br />
Şimdi Harry, bu sıradan gibi görünen<br />
gence, gizli bir bağımsız istihbarat servisi<br />
ajanı olmanın yollarını öğretecektir.<br />
Tomorrowland<br />
Yönetmen: Brad Bird<br />
Oyuncular: Britt Robertson, George Clooney,<br />
Hugh Laurie<br />
Vizyon Tarihi: 22 Mayıs<br />
Konusu hakkında bir bilgi verilmeyen<br />
filmin yönetmen koltuğunda The Incredibles<br />
ve Ratatouille filmlerinin yönetmeni<br />
Brad Bird oturuyor. George Clooney’I<br />
yine bilimkurgu türünde seyretmek ilginç<br />
olacak. George Clooney dışında filmde<br />
yer alacağı duyurulan oyuncular Hugh<br />
Laurie ve Raffey Cassidy.<br />
Sindirella<br />
Yönetmen: Kenneth Branagh<br />
Oyuncular: Lily James, Richard Madden,<br />
Cate Blanchett<br />
Vizyon Tarihi: 13 Mart<br />
Klasik Cinderella hikayesi bu modern<br />
uyarlamasında Cinderallayı Lily James<br />
oynarken, kadroda kendisine Cate<br />
Blanchett (Tremaine), Helena Bonham<br />
Carter (Koruyucu Peri), ve Richard Madden<br />
(Prens) eşlik ediyor. Yönetmenliğini<br />
Kenneth Branagh’ın üstlendiği filmin<br />
senaristleri ise Aline Brosh McKenna ve<br />
Chris Weitz.
BANU BOZDEMİR<br />
n Hayalet Dayı arafta kalan bir adamın gidememe<br />
halini anlatan bir komedi. İki arkadaşın<br />
evini mesken edinen dayının maceralarını Settar<br />
Tanrıöğen ve Ülkü Duru ile konuştuk.<br />
Hayalet Dayı da arafta kalan bir adamın karısını<br />
canlandırıyorsunuz? Rolünüzü bize anlatabilir<br />
misiniz? Sanırım sizi kırdığı için gidemeyen bir<br />
adam hayalet dayı?<br />
Ülkü Duru; Hayalet Dayı’da canlandırdığım Mukaddes,<br />
hayatını kocasına ve evine adamış bir<br />
ev hanımı.. Evlilik yıldönümlerini kutlayacakları<br />
gece, kocası erkek arkadasları ve onların getirdiği<br />
kadınlarla eğlenmeye çıkıyor.Kadın da buna<br />
dayanamıyor; evini ve kocasını terk ediyor. Bir<br />
daha evine dönmediği gibi kocasını da asla affetmiyor.<br />
Bu yüzden adam öldüğü zaman öbür<br />
dünyaya göç edemiyor ve Araf’ta kalıyor. Böylece<br />
Hayalet Dayı olarak karısıyla birlikte yaşadıkları<br />
evde dolaşıp duruyor.<br />
Projeye nasıl dahil oldunuz diye soralım size de ..<br />
Settar Tanrıöğen: Ali‘yle beni Caner tanıştırdı. Ali,<br />
Ozan, Serkan bana geldiler, sohbet ettik bana senaryo<br />
bıraktılar. Ben senaryoyu okuduktan sonra<br />
Ali ile konuştum ve anlaştık.<br />
Arafta kalma halleri genelde daha dramatik<br />
anlatılır sinemada ve bunun dünya sinemasında<br />
örnekleri çoktur. Bir hayaleti canlandırmak<br />
nasıldı?<br />
Settar Tanrıöğen: Dünya sinemasındaki diğer<br />
örnekleri bilmiyorum. Hayalet Dayı bir komedi<br />
filmi. Komik bir durum içindeki karakter de her<br />
yaptığı ettiğiyle komik oluyor. Ben genelde fazladan<br />
bir şey yapmamaya özen gösterdim.<br />
Dünya sinemasında araf hikayeleri çoktur ama<br />
bizde az işlenen bir konudur. Sadece bir dizi vardı<br />
Ruhsar diye, o da komedi eksenliydi. Filmin komedi<br />
olması bir avantaj mı sizce?<br />
Ülkü Duru: Türk sinemasında gerçeküstü<br />
fantastik,korku öyküleri yeni yeni işlenmeye<br />
basladı ve cok iyi filmler cıkacağına inanıyorum.
Komedi olması seyirciye daha kolay ulaşması<br />
bakımından tabii ki bir avantaj.<br />
Oyunculuk kariyerinizde dizi, film ve tiyatro var.<br />
Yani oyunculuk gerektiren alanlarda varsınız.<br />
Ama gönlünüzdeki nedir?<br />
Ülkü Duru: Oyunculuk kariyerimde her zaman<br />
dizi, film, tiyatro olacak. Gönlümde yatan, daima<br />
iyi hikayeler anlatan, seyirciyi cok az bile olsa<br />
hayat üzerine düşündürecek ve onları etkileyecek<br />
karakterleri barındıran projelerde yer almaktır.<br />
Tabii ki tiyatro kökenli olduğum icin her gece sahnede<br />
birebir seyirciyle buluşmak bana çok büyük<br />
bir keyif veriyor.<br />
Adamın dünyayı terk etmeme sebebi nedir ve<br />
neden dayı, kimin dayısı?<br />
Settar Tanrıöğen: Sevgilisi, kendisini affetmediği<br />
için gidemiyor. İyiliği de kötülüğü de hepimiz<br />
gibi içinde taşıyan biri, hani hiç bir şeyin değildir<br />
de dünyaya senden daha önce geldiği için<br />
birinin adının önüne arkasına bir sıfat gerektiği<br />
düşünülür ya. Abi, amca, dede, baba, birader,<br />
kardeş gibi. Buna da dayı denk geldi.<br />
Sizi oldukça fazla filmde, hatta ilk filmlerini de<br />
çeken genç yönetmenlerin filmlerinde izliyoruz.<br />
Bu çok güzel bir özellik. Sizce bunun anlamı<br />
nedir?<br />
Settar Tanrıöğen: Yaşıtlarım ihtiyarladı ben<br />
n’apiyim. Ben konuşabildiğim insanlarla vakit<br />
geçirebiliyorum. İşte de iş dışında da.. Sürekli<br />
aynı lafları tekrarlayan insanlarla sıkılıyorum.<br />
İlk filmini çeken genç yönetmenlerin filmlerinde<br />
de oynuyorsunuz? Herkesin bir yerden başlaması<br />
gerektiğine mi inanırsınız? Onlara bir şans verilmesi<br />
taraftarı mısınız?<br />
Settar Tanrıöğen: Yetenekli bulduğum, ileride<br />
basarılı olacağına inandığım gençlerle çalışmayı<br />
seviyorum. Onlara şans verilmesinden yanayım<br />
çünkü Türk sinemasını onların cok iyi yerlere<br />
taşıyacağına inanıyorum.<br />
Tiyatroda da oyunculuk yapıyorsunuz ama<br />
asıl sinemada gönlünüz sanırım. Sinema
oyunculuğunun sizin için özel tarafı nedir?<br />
Settar Tanrıöğen: Oyunculuk açısından farkı yok.<br />
Ama sinemayı daha kolay yayılması bakımından<br />
tiyatrodan daha etkili buluyorum. Tiyatroyu da<br />
özledim. Yapmak istiyorum fakat zemini yok.<br />
En son Pek Yakında filminde rol aldınız, o da<br />
komediydi. Komedi çok fazla çekiliyor son yılarda,<br />
Hayalet Dayı’nın bu anlamda farkı nedir?<br />
Ülkü Duru: Pek Yakında ve Hayalet Dayı filmlerine<br />
komedi filmi diyebiliriz.Fakat ikisinin de senaryosu<br />
duygusal bir aile hikayesine dayanıyor aslında<br />
.Zaten her şeyin cok zor ve<br />
üzücü olduğu günümüzde,içimizi<br />
burkan hikayeleri biraz hafifleterek<br />
ve güldürerek seyirciye aktarmak<br />
bana cok mantıklı geliyor<br />
cunku hepimizin buna ihtiyacı<br />
var.Hayalet Dayı’da çok farklı bir<br />
mizah anlayışı var bu da seyircimiz<br />
için bir yenilik.<br />
Pek Yakında Yeşilçam’a saygı<br />
niteliği taşıyordu ve konusunu<br />
gayet iyi işleyen filmdi. Şimdi<br />
sinemamız kendini bulma<br />
yolunda bir sürü değişik konuda<br />
filme atıyor. Bu konudaki<br />
düşünceleriniz?<br />
Ülkü Duru: Türk sinemasının<br />
cok büyük bir gelişme icinde<br />
olduğunu düşünüyorum. Çünkü<br />
artık kendi dilini olusturmaya<br />
basladığını görüyoruz.Yapıtlarını<br />
zevkle izlediğimiz değerli yönetmenlerimiz ve genç<br />
sinemacılar artık bize ait olan hikayelerimizi çok<br />
güzel isliyorlar.Bunun da bizi dünya sinemasında<br />
önemli yerlere tasıyacağına inanıyorum.<br />
Hayalet Dayı keyifli bir filme benziyor, aslında köy<br />
hayatı içinde geçen bir dayı imajı da fena olmazdı.<br />
=) Sizin köyde yaşamanıza vurgu yaparak sormak<br />
isterim; köy filmleri, köylüleri anlatan filmler çekilse<br />
güzel olmaz mı? (Minimal kasaba filmlerinden<br />
bahsetmiyorum)<br />
Settar Tanrıöğen: Köy kalmadı da. Arada kalan<br />
bir köylü var. Şehirli de olamamış, köylülükten de<br />
çıkmış. Arafta. O’nun filmi yapılmalı.<br />
Çok fazla film çekiliyor ve çok fazla komedi filmi<br />
çekiliyor. Komedinin dozu nasıl olmalı sizce? Yani<br />
Hayalet Dayı’nın komedi dozu nasıl?<br />
Settar Tanrıöğen: Hayalet Dayı, çok sinir bozucu-komik<br />
bir film oldu. Bazı durumlar vardır sinirinizi bozar ve<br />
gülersiniz.<br />
Sizin ilerde film çekme gibi bir düşünceniz var mı?<br />
Settar Tanrıöğen: İleriyi şimdiden bilemem. Şimdilik<br />
yok. Bir de çok deneyim gerektiriyor. O kadar<br />
uğraşmam herhalde.<br />
Ülkemizde kadın oyuncu olma durumu nedir? Bir ara<br />
kadınlar için iyi ve sağlam roller yazılmıyor deniyordu<br />
şimdi sizce durum değişti mi?<br />
Ülkü Duru: Sadece ülkemizde değil,bütün dünyada<br />
kadın oyuncu olmak zor.Çünkü dünya erkek toplumu<br />
üzerinden döndüğü için bütün güzel karakterler onlara<br />
yazılıyor. Fakat bunun yavaş yavas değiştiğini görüyoruz.Cünkü<br />
artık kadının toplumdaki yeri çok değişti,<br />
güçlendi ve hikayelerin ana ekseninde olmaya başladı.<br />
Bu da bir kadın oyuncu olarak bizlere umut veriyor.<br />
En son Hayalet Dayı’nın seyirci açısından durumu ne<br />
olur? Neden izlenmeli?<br />
Ülkü Duru: Hayalet Dayı’nın çok iyi bir seyirci kitlesi<br />
olacağını düşünüyorum.Özellikle gençler cok ilgi gosterecekler<br />
çünkü mizah yönü çok güçlü bir film.Ayrıca çok<br />
duygusal bir hikayesi olduğu için de geniş bir kitleye<br />
ulaşacağını ümit ediyorum.<br />
Settar Tanrıöğen: Dediğim gibi çok sinir bozucu-komik<br />
bir film. Gülerek deşarj olmak isteyenleri çekeceğini<br />
düşünüyorum.
n Kod Adı Koz… Filmle ilgili son dakika<br />
haberim oldu. AKP’nin cemaati eleştirdiği bir<br />
film olmuş falan denince ister istemez ilgimi<br />
çekti. Tabii bir de vizyondan pıtı pıtı düşen<br />
ve 855 salona gönül rahatlığıyla yayılan<br />
bir film olduğunu görünce ilgimiz bir hayli<br />
kabardı bu filme. Film tam da söylendiği<br />
gibi nurtopu gibi bir ‘Aklama ve propaganda<br />
filmi. Tabii ki propagandaya diyecek lafımız<br />
olamaz, hele de iktidarın tüm nefesi ülkeyi<br />
iyice bir üfürdükten sonra filmi çekilmese<br />
olmazdı. Sonuçta Hitler’in de propaganda<br />
filmleri vardı ve kitleler üzerinde bayağı<br />
büyük etkisi oldu. Hatta şimdi AKP’nin ve<br />
filmin hedefinde olan Gülen cemaatinin de<br />
özellikle yurtdışındaki okullarını büyük bir<br />
iştahla anlattığı filmler yapıldı. Bunlardan Selam<br />
filmini (şimdi ikincisi de vizyona girmeye<br />
hazırlanıyor) beyazperde.com için kaleme<br />
aldığımda bayağı hakaret, küfür yemiştim,<br />
aynı şey Said-i Nursi’nin animasyon filmi<br />
Allahın Sadık Kulu Barla’da da başıma<br />
gelmişti. Yani propaganda filmini eleştirmek<br />
karşılığında tonlarca hakaret yiyeceğin bi<br />
duruma dönüşüyor. Çünkü o propagandanın<br />
taliplisi, canını ortaya koyacak kadar fanatikleri var! Belki<br />
Selam filmine yaptığım eleştiride bana kızanlar bu filme<br />
yaptığım eleştiri de bana alkış tutarlar. Böyle ilginç bir<br />
dünya işte diyerek Kod Adı K.O.Z’a dalış yapalım.<br />
Bazı filmler vardır ya, dozu arttıkça absürdleşir ve<br />
komikleşir. Koz öncelikle bu tarz filmlerden. Filmin cemaate<br />
olan eleştirisi, yani işin o kısmı beni fazlaca ilgilendirmiyor.<br />
İlgilendiren kısım filmin üslubu, zamanlaması<br />
ve filmin içindeki alakasız zamanlamalar!<br />
Film bir zamanlar içtikleri ayrı gitmeyen cemaati gömmek<br />
için elinden geleni ardına koymamış hatta fazlasını<br />
yapmış. Bütün kirli ve pis işleri<br />
onların üzerine yıkıp, kenara<br />
çekilip uhrevi bir moda bürünmüş<br />
gibi bir hali var. Sonuçta bir zamanlar<br />
ortak paydada olmanın getirdiği<br />
‘kirli çamaşırlar’ı ortaya dökme<br />
durumu var, gerçekliği de olabilir<br />
bunların ama 12 yıllık süreci getirip<br />
bir yılla örtbas etmeye çalışmak da<br />
pek etik durmuyor. Sonuçta el ele<br />
çıkılmış, milli iradeye bağlanmış<br />
(bağlanacakken ucu kaçmış) bir<br />
yol bu!<br />
Şimdinin cumhurbaşkanı, o<br />
zamanların başbakanı Erdoğan ise<br />
sütten çıkmış ak kaşık. Camilerden<br />
çıkmıyor, hayır duaları almadan<br />
şuradan şuraya adım atmıyor.<br />
O böyle pür-i pak yaşarken<br />
Pensilvanya’da dolandırıcılık, tehdit<br />
ve sinsilik gırla gidiyor. Filmin<br />
bir tek şu bakış açısı ilginç bu<br />
kadar taşlama arasında! Cemaat<br />
devletin tüm birimlerine sızmaya,<br />
insanları kafa kola almaya çalışırken önlerine sürdüğü<br />
belge, resim, video anında dikkate alınıyor ve karşı tarafın<br />
eli kolu bağlanıyor. Yani AKP başından beri söylediği şeyi<br />
tekrar ediyor. Biz yaptık ama bunlar bizi niye dinledi, izledi<br />
kardeşim! Film bu konuda gerçek hayattaki samimiyeti<br />
olduğu gibi almış ve dinleme skandalını sansürsüz<br />
taşımış!<br />
Filmde ismi değiştirilen kişi ve kurumlar dışında bir de tem-
iz kalmış gazeteci ve ailesinin dramı var. Bu yaşananlar<br />
kime yaradı, yani cemaat ve iktidarın kozlarını paylaşma<br />
durumu masum bir ailenin yok olmasına neden oldu gibi<br />
bir içeriye ve aynı zamanda karşı tarafa dönük bir eleştiri<br />
de var! Yani gerçekten de filler tepişirken olan çimenlere<br />
olur durumunu çok çaktırmadan alttan verilmeye<br />
çalışılmış.<br />
Filmde Muhsin Yazıcıoğlu cinayeti, (zamanlama<br />
hatasının ayyuka çıkmış hali, film son bir yılı anlatırken<br />
birden yıllar öncesine gidiyor, sonra hop tekrar<br />
buradayız!) Hrant Dink’in kalleşçe öldürülmesi (yine<br />
zamansal hata) ve Gezi olayları da var<br />
ve hepsi cemaate kakalanıyor. Karlar<br />
arasında yaralı bir halde cep telefonundan<br />
birilerine ulaşmaya çalışırken<br />
kesilen telefondan da, Yazıcıoğlu’nu<br />
oracıkta katleden gizli adamlardan<br />
da cemaatin sorumlu olduğu filmde<br />
ayan beyan veriliyor. Gezi’de çadırları<br />
yakma emrini verenlerin de cemaatin<br />
polisi olduğu tekrar edilip duruyor. Emri<br />
kim verdi sözü pek bir çınladı! Filmin<br />
cemaatin okullarına da bir aksiyon filmi<br />
havasında yaklaşması da pek manidar<br />
olmuş!<br />
Sonuçta karşımızda ‘ben iktidarım,<br />
temizim, her şeyi onlar yaptı’ filmi var!<br />
Kendi propagandasını kendi politikaları<br />
üzerinden yapsaydı belki bu kadar<br />
absürd ve komik olmayacaktı ama hep<br />
aynı hedefi vurması gerçekten de bir<br />
süre sonra sıkıyor ve komikleşiyor!<br />
Filmde dikkat çeken bir yan da filmin<br />
yönetmeni. Benim de tanıdığım Celal<br />
Çimen ismini görünce şaşırdım elbet.<br />
Ve birçok kişi de bu şaşkınlığı yaşadı. Çünkü bildiğimiz<br />
devrimci bir adamdır kendisi. Ne olmuştu da koşullar<br />
onu bu filmi çekmeye kadara getirmişti? Arkasında<br />
sağlık nedenleri olduğu söyleniyor. Bir yere kadar anlayabilirim<br />
ama televizyonlara çıkıp da filmi savunmasını<br />
anlayamadım gerçekten. Kendisini bir televizyon<br />
kanalında son yılın en çok izlenen filmi olacak, boxoffice<br />
akışını değiştirecek derken bulunca açıkçası ‘bu kadar da<br />
değil’ dedim. Sonuçta iktidar partisi diye onun<br />
yaptığı sanatsal faaliyetleri, festivalleri görmezden<br />
gelmiyoruz, biz de yer alıyoruz, gidiyoruz<br />
ama işin içine bu kadar sinmek, bağrına<br />
basmak bana biraz fazla geldi! Bu yüzden<br />
eleştirimi sosyal medyadan dile getirmiştim<br />
buradan da getirmek istiyorum. Bi yandan bu<br />
filmi hala solcuların çekiyor olması da iktidarın<br />
adam gibi yönetmenlerinin, kalifiye yaratıcı<br />
adamlarının olmamasından kaynaklı diyebiliriz!<br />
Ama iktidarın bizi bu anlamda satın almasına<br />
da izin vermemeliyiz. Yıllarca didinip, karın<br />
tokluğuna çalışıp, sonra devreleri yakıp bu<br />
tarz işlere dalanımız çok, sistem bir yanıyla<br />
buna mecbur da bırakıyor. Bütün bunların<br />
farkındayım ve kuru kuru da eleştirmiyorum.<br />
Sadece üzülüyorum!<br />
Hele de insan etrafında sistemle buluşup<br />
köşeyi dönmüş insanları görünce daha da içerliyor<br />
ve dalıyor bu kuyunun içine. Celal Çimen’i<br />
eleştirmemden de bundan kaynaklı. O kuyudan<br />
hiç çıkmasaydın be ağabeycim!<br />
Bu konu daha çok konuşulur mu bilmem ama<br />
karşımızda sinema demeye bin şahit, konusu,<br />
yolu, argümanı olmayan aslında propaganda<br />
filmi diyoruz ama neyin propagandasını yaptığı<br />
çok da belli olmayan bir film var! Hakan Fidan’ı<br />
gereksiz yere yücelten (istifasıyla teşekkür etti<br />
o da), elimizdeki bütün imkanları kullandık notunu<br />
sıkça düşen ve kitlesinden fazlaca hayır<br />
duası bekleyen bir film karşımızda. Bu durumda<br />
cemaatin yanıtı ne olacak diye beklememiz<br />
gerekecek sanırım. Ya da cemaat kendi fikirlerini<br />
yayan filmler anlatmaya devam edecek<br />
gibi. Bu arada cemaatin Birleşen Gönüller filmi<br />
sinemasal olarak kesinlikle daha başarılıydı,<br />
öyküsü ve estetik bir bakış açısı vardı. Kod<br />
Adı K.O.Z ucuz bir gömme filminden öteye<br />
gidememiş ne yazık! Akıllıca bir film ülkenin<br />
iktidar partisine daha çok yakışırdı!<br />
Not: Film 246.922kişi tarafından izlenmiş<br />
gözüküyor ve İMDB’de gelmiş geçmiş en<br />
kötü film seçildi. Vahlar!
Bu hafta vizyona giren Yav He He filminin güzel oyuncusu<br />
Başak Daşman televizyon ve sinema endüstrisinin<br />
baskılarına karşı ayakta kalmak istediğini söyledi…<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Birçok komedi filmi ard arda vizyona giriyor.<br />
Dizilerde ünlenmiş yeni isimlerle tanışıyoruz.<br />
Bir de emekçiler var. İşte bunlardan biri Başak<br />
Daşman. Genç oyuncu bu endüstride kendini<br />
özgür hissetmek istediğini söyledi. Sinemanın ve<br />
televizyonun ticari bir meta olduğunu kabul eden<br />
Daşman, sanatsal yönünü bu kadar es geçersek<br />
elimizdekinin bir çöp olabileceğini hatırlattı. İşte<br />
Başak Daşman’ın söyledikleri.<br />
Filmleriniz var, dizilerde oynuyorsunuz. Bütün<br />
bu yoğunluğun içinde bu senaryonun belirli<br />
bir farklılığı olması lazım ki projenin içinde yer<br />
aldınız. Bu neydi?<br />
Volkan. Volkan Özgümüş’ü yani yönetmenimizi<br />
çok seviyorum, daha önce de beraber İntikam<br />
projesinde çalışmıştık. Bana gelip brşey yapmak<br />
istiyorum, bana destek olur musun dedi. Ben<br />
de gözümü kırpmadan, olurum, dedim. Daha<br />
sonra hikayeyi yazdılar. Baktım, evet, hikaye de<br />
çok güzel olmuş. Çok samimi bir hikaye. Tüm<br />
tiyatro kökenli insanlar da bir araya geldiler filmin<br />
içinde. Çok samimiydi, gerçekti ve en çokta bu<br />
kadar iyi karakterler olması etkiledi beni. Ama o<br />
eskiden bildiğimiz gibi, Kemal Sunal’ın oynadığı<br />
gibi iyi karakterler. Son zamanlarda yaratılan iyi<br />
karakterler gibi değiller, bunlar gerçekten saflar<br />
ve bu saflıklarıyla koyunlarını satmak için<br />
İstanbul’a geliyorlar. İstanbul’da başlarından bir<br />
sürü şey geçiyor. İstanbul’un garip yüzleriyle<br />
karşılaşıyorlar. Buradaki kötü karakterler bile o<br />
kadar kötü değiller. Hani ben filmde onu sevdim.<br />
Peki sizin rolünüz nedir?<br />
Ben İpek diye bir karakteri oynuyorum.<br />
İstanbul’da babam koyun almak istemiş, internete<br />
ilan falan koymuş fakat tam alacağı gün ölmüş.<br />
Karakterim de bunu biraz absürd bir şekilde<br />
yaşıyor. Aslında bu kadar.<br />
Daha başka komedi filmlerinde de oynadığınızı biliyoruz.<br />
Komedi aslında görüldüğü kadar kolay birşey<br />
değil. Komedi filmlerine yaklaşımınız nedir?<br />
Bence şöyle birşey var, evet, yönetmen oyuncu<br />
ilişkisi tamamen oturmalı ve aynı zamanda da<br />
tüm oyuncuların ilişkisi birbiriyle uyumlu olmalı.<br />
Çünkü komedi filmlerinde senaryo çok önemli ama<br />
o senaryoyu nasıl işlediğin, senaryonun kendisinden<br />
daha önemli hale geliyor. Çok kısa zamanda<br />
birbirine çok iyi adapte olup hemen birşeyler<br />
üretip yaratabilmelisiniz. Bu yüzden de oradayken<br />
egoları, kompleksleri, hırsları ve kaygıları bir kenara<br />
bırakabilen karakterler bir araya gelmeli ki o<br />
samimiyetle birşey ortaya çıksın. Çünkü samimi<br />
olmayan hiçbirşeyin gerçekten güldürdüğüne ben<br />
inanmıyorum. Yani ben gülmüyorum en azından.<br />
Biz bu filmde bu samimiyeti yakaladık diye<br />
düşünüyorum. Çünkü Volkan, haydi biraraya gelelim<br />
ve bir film çekelim, demiş. Tüm diğer kaygıları bir<br />
kenara bırakmış ve destek olmaya gelmiş insanlar.<br />
Son dönem komedi filmleri çoğunlukla absürd komedi.<br />
Halbüki Yeşilçam’ın komedisi daha dramaya<br />
yakın. Daha trajikomik. Kötü karakterleri bile kendi<br />
içerisinde bir saflık taşıyan karakterlerdir. Siz hangisini<br />
tercih ediyorsunuz? Bu tercihiniz oyunculuk<br />
bakımından mı, yoksa Yeşilçam’ın, eskilerin sizde<br />
bıraktığı etki nedeniyle mi?<br />
Yeşilçam’ın tabi ki de üzerimizde hatrı sayılır bir etkisi<br />
var. Ayrıca bu çocukluk anımız olmakla beraber,<br />
Türk sineması dendiği zaman kendi içerisinde tutarlı<br />
olan aklımıza ilk gelen sinema Yeşilçam Sineması.<br />
Hala izliyor ve seviyor olmamızın nedeni de içinde<br />
ki samimiyet ve karakterler yaratılırken o dokunun<br />
gerçeğe daha yakın olması. Tamam türler birbirinden<br />
ayrılır, kara mizah yaparsın, modern dünya<br />
sinemasında binlerce çeşit var ama birşey kendi<br />
gerçekliinden yeterince beslenmiyorsa sadece şekil
olarak kalıyor. Ve o şekil olan şey de sana<br />
yabancı duruyor ama birileri hoşlanıyor, birileri<br />
hoşlanmıyor, birileri nefret ediyor. Ama Yeşilçam<br />
sinemasına baktığımızda hemen hemen ortak<br />
bir fikrimiz var. Aynı filmleri defalarca izleyebiliyoruz.<br />
O sahnelerden alıntıla yapıyoruz. İzzet<br />
Günay birşey dedi, Kemal Sunal onu dedi, o<br />
öyle cevap verdi falan diye. Günümüzde birsürü<br />
çekilmiş sinema filmi var fakat o samimiyeti<br />
yakalayamadıkları için onları biz hatırlamayacağız<br />
ilerleyen zamanlarda.<br />
Komedi filmlerimizde çoğunlukla kadın güzel<br />
kadındır, hiç komediyle ilgisi yoktur. Fakat<br />
yurtdışına baktığın zaman öyle değil. Hem güzel<br />
olan hem de filmi taşıyan, gerçekten komedyen<br />
olan birçok kadın isim var. Siz bu noktada bu<br />
eksikliği hissediyor musunuz?<br />
Yani tabi şöyle birşey var, bu koşullandırmalarla<br />
ilgili hep. Bütün sektörün, piyasanın ve bunu ellerinde<br />
bulunduranların koşullandırmalarıyla ilgili.<br />
Çünkü komedi filmi çekerken çok çirkin de görülebilirsin,<br />
çok absürd görülebilirsin. bir oyuncu<br />
gerçek bir oyuncuysa her türlü görünebilir ve<br />
görünmeyi de istemelidir. Hatta keşke, çok iyi, çok<br />
yüksek prodiksyonlu işler yapabilip çok iyi makyajlarla<br />
başka birilerine dönüşebilsek. Ama bu<br />
piyasada şöyle birşey var, şimdi sen bunu oynuyorsun<br />
ya buradan iyi yürüyeceksin, o yüzden<br />
sen bunu bozma, yönlendirmeler hep böyle.<br />
Menejerler, yapımlar, kanallar falan tamamen bir<br />
ticarete dönmüş durumda. Tamam ticari yanı da<br />
var elbetteki sonuçta bir iş yapıyorsun, alıcısı da<br />
var ve paraya dönmeli, ortada bir emek var ve<br />
emeğin karşılığı olmalı ama bunun altyapısında<br />
aslında yaptığımız işin sanat olmasından kaynaklı<br />
sen rahat olmalısın. Kalkıp bunu yaparsan para<br />
kazanamazsın gibi kaygılar gütmemelisin. Ama<br />
biz tamamen böyle yönlendiriliyoruz ve bu da<br />
sıkıntı tabi. Her oyuncu zaman zaman, ne kadar<br />
istemese de, bunu hissediyor. Hani benim<br />
açıkçası çok umurumda değil. Çünkü ben onu<br />
da yaparım, bunu da yaparım. Ben kendimi hep<br />
özgür hissetmek isterim ve öyle de kalmak isterim.<br />
Özellikle, aslında demin ki soruyla bağlı olarak<br />
komedide erkek odaklı filmler çekiliyor. “Yav he<br />
he”de de bildiğim kadarıyla iki ana karakter erkek<br />
ve kadın yan rol. Özellikle komedi filmlerinde<br />
bu erkek odaklılık baya sıkıştırıyor. Bu noktada ne<br />
hissediyorsunuz?<br />
Kılık değiştirmek, tiplere girmek, formu<br />
anormalleştirmek, bunlar erkeklere yakıştırılıyor<br />
fakat kadınlara yakıştırmıyor insanlar. Bir erkeği<br />
her türlü halde görebiliyorsun ve buna gülebiliyorsun.<br />
Fakat kadının insanların gözünde belirli bir<br />
çizgisi var. Onu korumaya çalışıyor. Kadının gerçek<br />
komedisi nasıl çıkar? Psikolojik tarafından çıkar.<br />
Yani kadınların birbirleriyle olan o iç ilişkilerinden<br />
ve iç dünyalarındaki o absürdlükten aslında kadın<br />
komedisi daha çok çıkar. Tipten değil. Çünkü ne<br />
yaparsın mesela karadeniz ağzı yapıyorsun ve<br />
insanlar gülüyorlar, normal bir muhabbet bile olsa<br />
gülüyorlar. Karadeniz ağzı yaptığında bile aslında<br />
baktığında erkeklerin ağzı daha belirgin. Kadınların<br />
öyle değildir ve onlara yakışmıyor ama adama<br />
çok yakışıyor. E tabi bu sefer burada kadınlara ve<br />
kadınları anlayan erkeklere de pay düşüyor. Çünkü<br />
kadınların birbirleriyle olan ilişkilerinin, bu psikolojik
yapılarının derinliğini anlayıp, ortaya koymak gerekiyor.<br />
İşte, kadınların olayları abartmaları, büyütmeleri<br />
ya da günlük yaklaşımları ve sürekli ağlamaları,<br />
duyarlılıkları, absürdlükleri, bunlar aslında çok komik.<br />
Ben çok gülüyorum arkadaşlarımla yaptığım muhabbetlerde<br />
ama mesela erkekler bundan korkuyorlar.<br />
Halbüki birazcık mesafeden dışarı çıkıp baksan,<br />
orada korkunç bir mizah var. Bunu görmek gerekiyor<br />
ve kadın komedisini biraz bu şekilde değerlendirmek<br />
gerekiyor. Hatta bir örnek vereyim size fakat isim vermeyeyim.<br />
Dün televizyonda bir film vardı. Açılış planı<br />
üç tane kadının komik bir şekilde, absürd denebilecek<br />
halde göbek atmaları ile başlıyor baya dört dakika<br />
falan. Ama bu arada niçin bu kadınlar göbek atıyor<br />
anlamıyoruz. Bu gerçekten üç dört dakika boyunca<br />
komik mi? Ama öyle bir hale geldi ki, bu ucuzlukta bu<br />
komik ve olabilir diye düşünüyorlar. Ama komik değil<br />
ki aslında üç kişi orada göbek atıyor işte... Bu kadar<br />
mı gerçekten mizah anlayışımız?<br />
Eskiden oyuncular sinema yaptıklarında kendilerini<br />
tatmin ettiklerini, dizi oyunculuklarında da mecburiyet<br />
doğrultusunda yaptıklarını söylerlerdi.<br />
Son dönemde sinema sizi gerçekten de tatmin<br />
ediyor mu sanatsal açıdan? Yoksa dizi ve sinema<br />
oyunculuğunun sanatsal anlamda birbirinden pek<br />
farkı kalmadığını söyleyebilir miyiz?<br />
Dizilerde çok kısa zamanlarda, yani birşey geliyor<br />
önüne ve sen hemen ona birşey uydurmak ve çıkıp<br />
oynamak zorunda kalıyorsun. Çok kısa sürelerde<br />
hayata geçiriliyor. Çok uzun uzun düşünülmüyor<br />
üzerinde. Bir rolde falan... Eğer tatmin noktası<br />
buysa... Ama onun dışında bir dizi kalıcı birşey<br />
değil, fakat bir snema filmi kalıcı olan birşey. Ve<br />
daha özgür derdi olan birşey. Dizi öyle birşey değil.<br />
Dizi reklam verenlerle oyuncular arasında olan<br />
birşey. O yüzden sen bir reytingi nasıl alırsın? Ben<br />
bir diziye başlıyorum. Eskiden bir diziye başlarken<br />
de, ne olacak, nasıl olacak, ben bu kararkteri nasıl<br />
yapacağım? gibi düşünceler vardı. Fakat son<br />
zamanlarda öğrendim ki öyle birşey yok. Çünkü<br />
sen istediğin kadar kafanda onu yarat. Onuncu<br />
bölümde reytingler şöyle yapınca daha yükseliyor<br />
diye, bir anda herşey tepetaklak olabiliyor.<br />
O yüzden, sinema filmi dizi ile karşılaştırılamaz<br />
ama dizi de sadece ucuz bulduğun veya sadece<br />
para kazanmak için yapılan birşey olduğunu<br />
düşünmüyorum. Öyle yapılmamalı... Televizyona<br />
ait hiçbir şey öyle yapılmamalı. Çünkü çok korkunç<br />
bir sosyal gerçekliği var. O yüzden bence çok daha<br />
ciddiye alınarak yapılmalı. Hatta üç beş arkadaş<br />
bir araya gelip bir film yapabilirsin kendini tatmn<br />
etmek için. Ve film milyonlarca kişiye de ulaşmak<br />
zorunda değildir. Benim bir sürü çektiğim kısa film<br />
var mesela. Kendimi mutlu etmek için, beraber<br />
oturup seyrettiğimiz işler. Ama dizi yaptığın zaman<br />
çok fazla insana birşeyler anlatıyorsun. Bence dizi<br />
yaparken bir çeşit sorumluluk taşımalısın aslında.<br />
Özgür olmadığın bir alan, biraz önce bahsettiğim<br />
gibi. Sinema çok daha özgür.<br />
Tiyatroyla ilgili düşünceleriniz nedir?<br />
Tiyatrocuyum ben zaten. Bu sene bir oyunumuz<br />
vardı, kalktı. Bir komedi koyacağız şimdi.<br />
Peki ilk başta, oyuncu olmak nasıl çıktı? Bir çocukluk<br />
hayali miydi yoksa rast mı geldi?<br />
Yok ya, çocukluk rüyası falan değildi. Ben liseye<br />
giderken, on beş yaşımda, hazırlıktaydık ve<br />
canımız çok sıkılıyordu. İngilizce dersinden başka<br />
bir ders yoktu. Ne yapalım, ne yapalım, ne yapalım
diye düşünürken, oyun yazalım<br />
dedik. Aslında ne büyük cesaret.<br />
Yani şimdi uğraşıyorum<br />
altı aydır bir oyun yazmaya,<br />
daha 4 sahne yazdım. Sonuçta<br />
öyle bir oyun yazdık ki, komedi<br />
ama içinde siyasi taşlamaları<br />
olan, aşk olan, böyle abuk<br />
subuk birşey çıktı. Sonra tüm<br />
arkadaşlara tek tek gidip, oynar<br />
mısın? Sen oynar mısın? falan<br />
diye sorarak insanlar bulduk,<br />
yönetecek birisini bulduk. Bir<br />
abla işte, o dönem Kadıköy<br />
Halk Eğitim Merkezinde<br />
öğretmenlik yapıyordu. Geldi,<br />
oynadık. Ben de oynadım aynı<br />
zamanda, sonra işte, “Hazırlık<br />
C sizinle gurur duyuyor!” falan<br />
diye böyle sloganlar attılar. Ben<br />
de , “ay ne güzel birşeymiş<br />
sahneye çıkmak”, dedim. Ondan<br />
sonra ben de gittim Kadköy<br />
Halk Eğitim Merkezine, liseye<br />
gidiyordum zaten. 2 sene de<br />
orada tiyatro eğitimi aldım. Okul<br />
bittikten sonra da devam ettim.<br />
80ler 90ların ortalarına kadar<br />
Türk Sinemasında feminizmin<br />
çok etkisi vardır kadın oyuncularda<br />
ve birçok kadın oyuncu<br />
bunun faturasını ödemiştir. Fakat<br />
ikibin sonrası bunun geriye<br />
gittiğini söyleyebiliriz. Artık ne<br />
bunun faturasını ödeyebilecek<br />
cesarete sahip kadın oyuncular<br />
var, ne de o hikayeleri yazıp o<br />
filmleri çekecek yönetmenler,<br />
senaristler var.<br />
Yani şu yaşadığımız dönemde<br />
yaptığın herhangi birşeyden<br />
içsel tatmine ulaşmanın imkanı<br />
yok bence. Çünkü zaten herşey<br />
birbirine bağlı ve korkunç bir<br />
kaos durumu var. İnanılmaz<br />
bir otokontrol, hani geçiyorum<br />
sansürün kendisini, böyle bir<br />
otosansürle hareket eden ve<br />
bu kadar korku ve tedirginlikle<br />
yaklaştığımızda ne istediğimizi<br />
yaptığımızda ne de aslında<br />
karşıda alıcı olan kişinin görmek<br />
istediğini verebiliyorsun. Aslında<br />
tarafların hiçbiri mutlu değil<br />
bence. Böyle birşeyden memnun<br />
olunamaz. Çünkü kendini özgür<br />
hissetmeden herhangi birşeyi<br />
tam anlamıyla yaratamazsın.<br />
Böyle konuşamıyorsun bile.<br />
Çünkü her cümleye girerken,<br />
bu şimdi yanlış anlaşılabilir diye<br />
düşünüyorsun. Sosyal medya,<br />
internet üzerindeki tüm o siteler,<br />
birşey söylüyorsun ve üzerine<br />
milyonlarca yorum yapılıyor hiç<br />
düşünülmeden. İnsanlar eskiden<br />
karşı karşıya gelirlerdi ve fikir<br />
telakisinde bulunurdu şimdi öyle<br />
değil, biri bir cümle söylüyor,<br />
oraya yazıyor ve orada kıyamet<br />
kopuyor. Yani... Ne dedin? Ve ne<br />
oluyor? Bu kadar baskı altında<br />
hissederken insanlar, bir de bu<br />
siyasi düzlemde, ülke bu haldeyken<br />
mümkün değil tatmin<br />
olmak. Sadece tahmin ediyorum<br />
ama, gerilediğimizi düşünüyorum<br />
ben toplumsal olarak, eskiden<br />
şartlar çok iyiydi ve çok<br />
demokrattık falan demiyorum.<br />
Her zaman ağır şartlardan geçti<br />
bu ülke ama bazen işte Yeşilçam<br />
sinemasında olduğu gibi birşeyin<br />
önüne geçip, korkusuzca,<br />
cesurca birşeyler söyleyen ve<br />
birşeylere yön veren, sanata<br />
yön veren toplum şartlarına yön<br />
veren oyuncular vardı. Şimdi<br />
bunlar aşağı çekildikçe ve günü<br />
kurtarma derdine düşüldükçe<br />
biz yerimizde sayıyoruz. E bu da<br />
geriye gitmek demek. Bizim bu<br />
yüzden baya bir işimiz var,<br />
Şimdi, normalde bu tür dertleri<br />
en iyi ifade edebilmek, ve en iyi<br />
birşekilde mücadele edebilmek
için kamera arkası bence<br />
oyunculuktan daha önemli.<br />
Senaryo yazımı, yönetmenlik.<br />
Hatta yapımcılık. Sizin de<br />
senaryoyla ilgili bir tecrübeniz<br />
var ve bir isteğiniz var. Bu durumda,<br />
senaryo yazımında bu<br />
konuştuğumuz dertler nerede<br />
duruyor sizde?<br />
Ya ben şöyle bir durumla karşı<br />
karşıya gelmek istemiyorum<br />
hani, sana birşey verirler ve<br />
onu yazman gerekir veyahut<br />
onun birkaç basamak üstünde<br />
birşeyler yazmak istersin.<br />
Onu kabul edecek bir yapımcı<br />
veya kanal bulman gerekir ki<br />
hepsi çok zor şu aralar. Bu işi<br />
televizyona yapıyorsan elinden<br />
geldiğince dengede tutmak<br />
istersin. E sinemada ne<br />
oluyor? Dağıtımcısı var, salon<br />
sahibi var. Bunlar diyor ki, bu<br />
olmaz, burdan belirli yerleri<br />
çıkarmamız lazım filan. İşin<br />
kaynağında senin ikna etmen<br />
gereken kişiler var yani.<br />
İşin içine büyük miktarlarda<br />
para girdiği zaman bu çok zor.<br />
Görsel sanatların hepsi için<br />
bu geçerli, çok büyük paralar<br />
söz konusu olduğu zaman,<br />
baskı altına girersin ve iş artık<br />
özgün sanat olmaktan çıkar.<br />
Bu konuda yapacak birşey<br />
yok. En azından şimdilik. Bu<br />
söylediğim bağımsız sinemada<br />
olabilirdi fakat bizim bağımsız<br />
sinemamız da bağımlı bir<br />
sinema. Herşey bağımlı yani.<br />
O yüzden tiyatro yaparsın,<br />
söylemek istediklerini daha iyi<br />
söyleyebilmek için. Yazarsın.<br />
Ama dizi değil, sinema değil.<br />
Şu ana kadar söylediğiniz<br />
herşey, projeleri<br />
değerlendirirken sizin için ne<br />
kadar etkili oluyor?<br />
Eskiden çok fazla didik didik<br />
ederdim, bir dizi çekecekken<br />
de. Ama şimdi mesela, o kadar<br />
yapmıyorum. Bu sene bunu<br />
farkettim. Dedim ki bu sadece<br />
bir dönem. Kendinin de dışına<br />
çıkmadan kesinlikle idare<br />
edilmesi gereken bir dönem. O<br />
yüzden çok fazla sıkmıyorum.<br />
Ama beni rahatsız edecek,<br />
ideolojim veya düşüncelerim<br />
dışında söylemleri olabilecek<br />
şeyleri de kesinlikle kabul etmiyorum.<br />
Şimdi “Yav He He”ye de geri<br />
dönelim. Sonuçta izleyici sinemaya<br />
giderken eğlenmek, gülmek<br />
beklentisi ile gidiyor. Yav<br />
He He bu konuda izleyicinin<br />
beklentilerini karşılayabilecek<br />
mi?<br />
Bence Yav He He, çok değişik<br />
bir film oldu. Samimi bir film<br />
olduğunu zaten söyledim. Bir<br />
de ben senaryoyu ilk okurken<br />
Ender ile konuşmuştum. “Ya<br />
ne kadar garip bir senaryo<br />
olmuş!” demiştim. Çünkü<br />
garip bir dokusu var hikayenin.<br />
Bence insanlar eğlenecekler.<br />
Her sahnede kahkaha atılması<br />
gerektiğini düşünmüyorum.<br />
Tüm filmi tebessümle<br />
izleyecekler. Çünkü güzel akan,<br />
samimi, sıcak bir hikayesi var,<br />
o da güzel giden oyunculuklarla,<br />
samimi giden oyunculuklarla<br />
sağlanmış. Bence tatmin<br />
olacaktır seyirciler de.<br />
Peki, benim size sormadığım<br />
ama sizin izleyiciye filmle ilgili<br />
söylemek istediğiniz birşey var<br />
mı?<br />
Son zamanlarda gidip, birbirini<br />
tekrar eden filmlerden<br />
sıkıldıysalar ve farklı birşey<br />
arıyorlarsa Yav He He’yi tercih<br />
etsinler bence.
n Sinema endüstrisinin lokomotif ödüllerinden<br />
Akademi ödülleri adayları açıklandı. Bu<br />
sene Whiplash, Birdman gibi farklı yapımlar en<br />
iyi film için kapışacak. Ancak Akademi en iyi<br />
animasyon’a The Lego Movie’i koymayarak,<br />
En İyi Yabancı Film’de (Hatta en iyi film’de) Kış<br />
Uykusu’na yer vermeyerek tepkileri üstüne çekti.<br />
Zaten Oscar ödüllerinin tarihine bakacak olursak<br />
bir çok tarihe geçmiş filmin Oscarlardan eli boş<br />
döndüğünü görürüz. Alfred Hitchcock, Stanley<br />
Kubrick (2001: A Space Odyssey ile en iyi efekt’i<br />
saymazsak) gibi yönetmenlerin kariyerinin<br />
Oscar’sız bittiğine inanmak dahi zordur.<br />
Günümüzün önemli oyuncuları Johnny Depp,<br />
Leonardo Di Caprio, Edward Norton ve Brad<br />
Pitt de onca adaylığa rağmen heykelciğe<br />
ulaşamamışlardır.<br />
Bazen Oscar törenlerinin şaka olduğu bir paralel<br />
evrende yaşıyoruz gibi geliyor. Gerçeklikte ise<br />
heykelcik hak eden filmlere gidiyor.<br />
Bunca eleştiriye rağmen yine de yılın en önemli<br />
sinema olaylarından biri olan Oscar tarihinde<br />
bakalım en çok tartışmayı hangi filmler çıkarmış;<br />
1. ‘How Green Was My Valley’ (1941)<br />
John Ford sinema tarihinin tartışmasız en önemli<br />
yönetmenlerinden biridir. The Searchers (1956),<br />
How the West was Won (1962) gibi filmleri ile<br />
hala bir çok sinemacıya ilham vermektedir.<br />
Ancak 1941 tarihli yapımı Vadim o kadar yeşildi<br />
ki iki nedenle Oscar’ı hak etmez. Birincisi iki<br />
saatlik yapım toplumsal sorunlara dem vuran<br />
konusu dışında çok da iyi bir seyirlik değildir,<br />
ikincisi ve daha önemlisi ise gelmiş geçmiş<br />
en iyi film olarak her listede ilk sırada bulunan<br />
Orson Welles’in baş yapıtı Citizen Kane’in<br />
elinden ödülü kapmıştır. Şaka mısın Oscar??<br />
2. ‘The Best Years of Our Lives’ (1946)<br />
Yine toplumsal olaylara yaklaşımı ile II. Dünya<br />
Savaşı sonrası travmaları işleyen William<br />
Wyler’ın filmi Hayatimizin En Güzel Yillari en<br />
iyi film dahil tam 7 Oscar ile taçlandırılmıştır.<br />
Tamam bir klasik olarak bakacak olursak benim<br />
de sevdiğim filmlerden biri olsa da fazla bir<br />
akılda kalıcılığı yoktur. Ancak aynı yıl yarışan<br />
James Stewart’ın başrolde döktürdüğü Frank<br />
Capra’nın It’s a Wonderful Life’ına haksızlık<br />
yapıldığını söylemek gerekir.<br />
3. ‘Rocky’ (1976)<br />
Bazı arkadaşlarımın Oscarlara<br />
verdiği önemi görünce<br />
hemen sorarım “Sizce<br />
hangi film oscar almıştır<br />
Rocky mi Taxi Driver<br />
mı?” bence gerçekten de<br />
Oscar’ın özü bu soruda<br />
gizlidir. Evet benim için<br />
de Rocky’nin yeri ayrıdır<br />
tüm seriyi çocukluğumdan<br />
beri elli kere seyretmiş<br />
olabilirim. Ama işin sanat<br />
kısmına baktığımızda o<br />
yılki adayları sıralarsak<br />
Rocky’nin normalde hiç bir<br />
şansı olmadığını görmemiz<br />
gerekir. Scorsese’nin<br />
klasiği Taxi Driver, Peter<br />
Finch ve Faye Dunaway’li<br />
Sidney Lumet baş yapıtı<br />
Network ve Alan J.<br />
Pakula’nın yönettiği All the<br />
President’s Men’in yanında<br />
Rocky bir kaç gömlek<br />
düşük kalmaktadır.
4. ‘Dances with Wolves’ (1990)<br />
Üç saate aşkın zamanı ile bir kaç kere<br />
seyrettiğimi düşünürsem hayatımdan büyük<br />
bir zaman çalan (oysa o zamanda kansere<br />
çare bulacaktım) Kurtlarla Dans, Kızılderililere,<br />
Amerikan tarihine eleştirel bakışı ile iyi bir Western<br />
olarak düşünebiliriz. Ancak Kevin Coster’ın<br />
zamanındaki ününden ve yakışıklılığından nemalanan<br />
filmin ortada bir Goodfellas gerçeği<br />
yokken en iyi filmi almasına gene de ses<br />
çıkarmazdık. Ancak Dances with Wolves yüzünden<br />
Taxi Driver ve Raging Bull’dan sonra Goodfellas<br />
da Martin Scorsese’e en iyi film ödülünü<br />
kazandıramamıştır.<br />
5. ‘The English Patient’<br />
(1996)<br />
Sinema tarihinin en sıkıcı<br />
filmi nedir diye sorsanız<br />
ilk sıraya oturtacağım film<br />
muhtemelen İngiliz Hasta<br />
olur. Hala bu filmin neden en<br />
iyi film dahil 9 oscar ödülü<br />
birden almış olduğu ile ilgili<br />
bir fikrim yok. Hadi yine çeşitli sebepler uydurabiliriz,<br />
peki o yıl yarıştığı Fargo dururken bu<br />
sebepler ne kadar geçerli olur? Coen biraderlerin<br />
en iyi filmi olan Fargo ne yazık ki Oscarlarda<br />
İngiliz Hasta’nın hastalığına yakalanmıştır.<br />
Ama geçen seneler bize hangi filmin daha<br />
önemli olduğunu gösterecektir.<br />
6. ‘Shakespeare In Love’ (1998)<br />
Bir başka nedensiz ödül de<br />
sanırım Shakespeare In Love’a<br />
verilen ödüldür. Çocuk piyesi<br />
tadında, liselilere Shakespeare’i<br />
sevdirmek için yapılmış,<br />
başrolünde Fiennes’lerin<br />
yeteneksiz olup şarkıcı Doğuş’a<br />
benzeyeni Joseph Fiennes ile<br />
Gwyneth Paltrow’un oynadığı<br />
bu anlamsız yapıma nefretimizin<br />
bir başka nedeni de iki<br />
büyük savaş filmi Saving Private Ryan ve<br />
The Thin Red Line’ın yanında adaylığı komedi<br />
olarak değerlendirilmesi gerekirken ödülü<br />
almış olmasıdır.
7. ‘Chicago’ (2002)<br />
Müzikal sevmiyor olabilirim.<br />
Ama bu Grease,<br />
Hair, Jesus Christ Superstar<br />
gibi filmleri<br />
defalarca seyretmemi<br />
engellemiyor açıkcası.<br />
Ama Chicago öyle mi?<br />
Şu filme bir daha dönüp<br />
bakan oldu mu acaba?<br />
Klişe müzikleri, dansları<br />
sahne kıyafetleri ile<br />
broadway’de izlense<br />
kendisini sevdirebilecek<br />
bir yapım olan Chicago o<br />
sene beraber yarıştığı Piyanist, New York Çeteleri<br />
gibi filmleri geride bırakmayı<br />
da kendine hak gördü.<br />
8. ‘Crash’ (2005)<br />
Crash ortalama, vasat üstü<br />
bir film. Filmden çıktıktan iki<br />
gün sonra hatırınızda kalacak<br />
tek bir sahnesi de yok. En iyi<br />
filmde Ang Lee’nin Brokeback<br />
Mountain’ı dururken Crash’a<br />
bu ödülün verilmesi ancak<br />
Akademi’nin espri anlayışı ile<br />
açıklanabilir.<br />
9. ‘The Hurt Locker’ (2009)<br />
Doğruya doğru, bu filmin mesajından nefret<br />
ediyorum. Canım Amerika özgürlük için gelmiş<br />
Irak’a ama işte yaranamıyor.<br />
Militarizmin, milliyetçiliğin<br />
diplerinden en sığ mesajları<br />
veren filmin bir de Kathryn<br />
Bigelow gibi bir kadın<br />
yönetmeni olunca tabi<br />
heykelciği kapması<br />
kaçınılmazdı. Ancak o<br />
sene ilk defa 10 film birden<br />
yarıştı ve Coen Kardeşlerin<br />
A Serious Man’i gene kült<br />
yönetmenlere hak ettikleri<br />
heykelciği kazandıramadı.<br />
10. ‘The Greatest Show on Earth’ (1952)<br />
Cecil B DeMille Amerikan sinema tarihinin en<br />
önemli figürlerinden biridir. Tabii bu demek<br />
değil ki her filmi belli bir kalitenin üstündedir.<br />
Ancak bu garip sirk filminin en iyi film Oscar’ı<br />
alması sadece yönetmene saygıdan olabilir.
Köstebekgiller: Perili Orman filminin başrol oyuncusu İnci Türkay<br />
bu dünyaya ait olmadığını, fillerin uçtuğu, kelebeklerin konuştuğu ve<br />
çocukların mutluluklarını paylaştıkları bir dünyaya ait olduğunu söylüyor.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
onları gördüğünde çok daha sıcak bakacaksın. Ben<br />
n Sömestire tatili yaklaştıkça sinema salonları<br />
çocuklara teslim edilmeye başladı. Bu konuda<br />
önceleri suskun olan Türk sineması ise teknolojinin<br />
yeniliklerinden faydalanıp Hollywood<br />
yapımlarıyla aşık atmaya başladı. Bu hafta vizyona<br />
giren Köstebekgiller: Perili Orman filmi<br />
işte o yeni örneklerden. Sihirli Annem, Köstebekgiller<br />
gibi çocukdizilerinin tanınmış oyuncusu<br />
İnci Türkay diziden sinemaya uyarlanan filmin<br />
başrolünde. Çocuklara olan ilgisini ve sinemanın<br />
onların düşleri üzerindeki etkisini anlamış buna<br />
önem veren önemli bir isim İnci Türkay. Bugüne<br />
ait olmadığını söyleyen güzel yıldızın filler uçuşan<br />
dünyasına hep beraber bir girelim dedik. İşte o<br />
naif ve pembe dünya...<br />
Öncelikle, bu bir televizyon dizisinden uyarlama.<br />
Senaryoları alıp karşılaştırdığınız zaman arada<br />
ne fark görüyoruz?<br />
Film daha heyecanlı, daha entrika dolu, daha<br />
sürükleyici. Başı ve sonu var tabi ki... Birazcık<br />
daha serüven bu film.<br />
Animasyon karakterler var, canlı oyuncular var<br />
ve bunların bir birleşimi söz konusu. Aslında<br />
yurtdışında bu tür çok yapım var. Fakat biz<br />
Türkiye’de bunları yeni yeni görmeye başladık.<br />
Çalışma açısından nasıl bir etki bıraktı bu sizde?<br />
Çalışması daha mı zor?<br />
Tabi, çok zor. Bir kere boşluğa oynuyorsunuz.<br />
Biliyorsunuz ben bunu daha öncede yaptım<br />
yıllarca. Sihirli Annem’de boşluğa oynadım.<br />
İguanalar, kertenkeleler, ejderhalar benim rol<br />
arkadaşlarımdı. Burada da güya köstebek var<br />
karşımda. Çocuklarda bunu biliyor, saklayacak<br />
birşey yok. Diyalogları oynayıp sonradan onlar<br />
oturtulduğu için benim için de hep sürpriz oluyor.<br />
Ama zor bir iş yani, o anda konsantre olmak<br />
falan... Çünkü o kadar tatlılar ki, belki de o anda<br />
elimden geldiğince bakıyorum ama olsalar belki çok<br />
daha samimi birşey çıkacak ortaya ama onu hayal<br />
ederek oynuyoruz. Gerçi benim en sevdiğim şeydir<br />
hayal etmek, düşlemek. Onun için biraz alıştım galiba,<br />
onların hayaliyle oynuyorum ordalarmış gibi. Ve<br />
çocuk için çalışmak, çocuk tiyatrosu olsun, çocuk<br />
filmi olsun, çocuk dizisi olsun çok daha zevkli.<br />
Aslında dışardan bakıldığı zaman çocuk işi falan<br />
diyorlar fakat bunun sorumluluğu çok büyük.<br />
Evet öyle, ve bunun ne demek olduğunu<br />
anlayamıyorum. Bunu küçümsemek, bu çocuk işi<br />
deyip burun kıvırmak bence olabilecek en büyük<br />
cahillik.<br />
Dedikleriniz tabi ki de geçerli fakat Türk<br />
Sinemasında bu dedikleriniz biraz hakim. Böyle<br />
şeyler görüyoruz.<br />
Malesef, çünkü yapamıyorlar.<br />
Ben de onu söyleyecektim, bu büyük bir sorumluluk,<br />
çocuklardan anlamak zorundasınız hem de onları<br />
bağlayacak mesaja da sahip olmak zorundasınız.<br />
Tabi, verilmek istenen mesaj o kadar ters<br />
anlaşılabiliyor ki, en ufak bir hatanız çocuklar için o<br />
kadar yanlış biryere gidebilir ki. Bu gerçekten çok<br />
riskli bir iş, çok bıçak sırtında bir iş.<br />
Peki sizin dahil olduğunuz senaryolarda, projelere<br />
bu gözle bakıyor musunuz?<br />
Tabi ki de, bakmaz olur muyum? Bir kelime mesela,<br />
doğruyu söylememek üzerine, hemen üstünü çizerim<br />
senaryoda. Ya da bir durum, olumsuz, umutsuz,<br />
bir cümle, birşey. Hemen çizerim, hemen bununla<br />
ilgili yapımcıyla konuşurum. Bu işe öyle çok emek<br />
verdim ki, artık her cümlenin her söylenenin, her<br />
hareketin her jestin hatta kıyafetlerin bile nereye<br />
gideceğini biliyorum. Bunların hepsini örnek alır<br />
çocuklar.<br />
Peki, tamam çocuklar tarafı böyle. Sizin tarafınızdan<br />
nasıl, yani çocuklarla çalışmak size ne katıyor, ne<br />
gibi etkileri var?
Gerçekten ben kendimi bu dünyaya ait hissetmiyorum, ne<br />
bileyim filler uçsun istiyorum, kediler konuşsun istiyorum.<br />
Çok pozitif şeyler hissediyorum, anlayacağınız. Çocukların<br />
doğallığı samimiyeti... Gözlerindeki o ışık, o saflık, o gerçeklik<br />
beni çok etkiliyor ve hayatımı da çok pozitif etkiliyor<br />
yani. Tabi ki ayaklarım çok yere basıyor, ne kadar zor<br />
ve tehlikeli günler geçiriyoruz ve ben hepsinin fazlasıyla<br />
farkındayım. Ama çocuklarımıza geleceğin aydınlıkla dolu<br />
olduğunu göstermemiz, umutla doldurmamız lazım. Bunun<br />
için de pozitif çalışmamız lazım. Doğru mesajlarla doğru<br />
işler yapmamız lazım.<br />
Bizde çok görülmeyen şey aslında uzmanlaşmaktır,<br />
özellikle oyuncular açısından. Sizin kariyeriniz çok<br />
görmediğimiz bir kariyer, çocuklarla çalışmanız değil<br />
ısrarla bunun üzerinden gidiyor olmanız ve yıllara yayılıyor<br />
olması. Bu belirli bir planlama mı yoksa böyle mi rast<br />
geldi? Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?<br />
Böyle rast gelmedi, hep ilişki olarak bunları tercih ettim,<br />
gelen tüm işlerin arasından hep çocuklarla olan işleri<br />
seçtim. Bilinçli olarak bunları yaptım. Bu işe de böyle<br />
devam etmek istiyorum. Tiyatroda da tabi çok farklı rollere<br />
bürünüyorum fakat tiyatronun ulaşabildiği kişi sayısı çok<br />
düşük, sinema ise tamamen farklı. Sinema aracılığıyla<br />
binlerce çocuğa bir mesaj verebiliyoruz ve birisinin bu işi<br />
üstlenmesi gerekiyor. Yani çocuk işi diyip burun kıvırmak<br />
veyahut küçük görmek bana çok ters geliyor. Ben bilinçle<br />
bunu seçiyorum ve bu yolda da devam etmeyi çok istiyorum.<br />
Şimdi yine yurtdışında, aslında komedinin merkezinde<br />
güzel kadın oyuncu çok önemlidir. Ben mesela bir çok isim<br />
sayabilirim size, kariyerlerini bunun üzerine inşa etmişler.<br />
Türkiye’de nedense komedi veya başka bir sektörde<br />
kadın oyuncu fazla yer alamaz. Özellikle güzel kadın... Bu<br />
bileşke de bir takım problemler var. Siz bunların hepsini<br />
üzerinize giyebilecek bir yapıdasınız. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?<br />
Karşılaştığınız sorunlar daha çok ne oldu?<br />
Komedide oynamak dünyanın en zor şeyidir. Dram oynamak<br />
komedi oynamaktan çok daha kolaydır. Dram oynamak<br />
tabi ki de kolay değil fakat komedi oynamak tamamen<br />
farklı birşey. Herkes cesaret edemiyor, oynamaya da,<br />
yazmaya da, çekmeye de...<br />
Peki benim sormadığım fakat filminizi izleyecek insanlara<br />
sizin söylemek istediğiniz birşey var mı?<br />
Valla ben çok heyecanlıyım ve onların da çok seveceklerini<br />
düşünüyorum açıkçası, tam sömestir öncesi bir karne<br />
hediyesi. Ne olur seyretsinler, doğa sevgisi. Yeşili korumak<br />
ve sevmek konusunda da birçok mesajımız var. Çok renkli.<br />
Abant’ta çektik bir kere, doğa ve tabiyat başlığı içeriyor.
Julianne Moore daha ilk<br />
filminde perdeye o kadar<br />
yakıştı ki onu kimse<br />
yeni, çaylak bir oyuncu<br />
olarak görmedi. Yıllarda<br />
bunun sebebini bize<br />
gösterdi. Oscar’ın gediklisi<br />
Moore Still Alice<br />
filmindeki muhteşem<br />
performansıyla yine en<br />
büyük favori.
SERDAR AKBIYIK<br />
n Yetenekli ve başarılı kadın oyuncu tanımının içini<br />
dolduran önemli bir isim Julianne Moore. Kendine<br />
has bir güzelliği olan oyuncu, keskin hatları ve kalın<br />
kemikli yapısıyla çok da bilindik Hollywood artistlerine<br />
benzemiyor. O daha çok sanatçı, emekçi oyunculardan.<br />
Bu disiplinli kariyerini babasından aldığı<br />
alışkanlıklarla yapmış olması çok muhtemel. Moore’un<br />
babası askeri yargıç, annesi ise bir psikiyatrist.<br />
Babasının mesleği yüzünden sürekli yer değiştiren<br />
ailesiyle bir yerde durmayan Moore üniversiteyi Boston<br />
üniversitesinde sahne sanatlarında okumuş. Daha<br />
eğitimi devam ederken Brodway’de birçok oyunda yer<br />
alan sanatçı daha sonra televizyon dizileriyle kendini<br />
göstermiş. Film kariyerine 1990 yapımı Tales From<br />
the Darkside : The Movie ile başladı. Ama asıl çıkışını<br />
The Fugitive (Kaçak) filmiyle yaptı. Bu filmde Harrison<br />
Ford ve Tommy Lee Jones gibi ünlü oyuncuların<br />
yanında oynama şansını elde etti. Bu filmle birlikte<br />
büyük bütçeli filmlerin aranan oyuncusu oldu. Hugh<br />
Grant ile 9 Ay, Sylvester Stallone ile Assassins, Steven<br />
Spielberg’in Jurassic Park: The Lost World filminde<br />
yer aldı. 1997 yılında Boogie Nights filmiyle En İyi<br />
Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterildi.<br />
Artık tutulaman güzel oyuncu Coen kardeşlerin<br />
Big Lebowski’si ve Hannibal ile büyük bütçeli filmlerine<br />
devam etti. 2003 yılında The Hours ve Far from<br />
Heaven filmlerinde rol aldı. O yılın Oscar ödüllerinde<br />
En İyi Yardımcı Aktris ve En İyi Aktris dalında ödüle<br />
aday olarak aynı yılda iki kez ödüle aday gösterilme<br />
başarısını yakalayan 9 oyuncudan biri oldu. Bundan<br />
sonra adaylıkları ve ödülleri ard arda gelmeye başladı.<br />
Bu yılda Still Alice filmiyle En İyi Kadın Oscar’ında<br />
aday. Üstelik de adaylar arasında favori. Filmde Alzheimer<br />
hastası bir akademisyeni canlandıran oyuncu<br />
yine yürekleri burkacak. Bakalım akademi üyeleri bu<br />
durumdan ne kadar etkilenecek.
BANU BOZDEMİR<br />
n Oyuncu Christoph Waltz 4<br />
Ekim 19<strong>78</strong> yılında Avusturya’nın<br />
Viyana kentinde, dekor<br />
tasarımcısı Johannes Waltz<br />
ve Elisabeth Urbancic çiftinin<br />
çocuğu olarak dünyaya geldi.<br />
Büyükannesi ve büyükbabası<br />
da aktördü.<br />
Waltz, Viyana’da Max Reinhardt<br />
Seminar’da ve New<br />
York’ta Lee Strasberg Theatre<br />
and Film Institute’ta oyunculuk<br />
eğitimi aldı. Zürih’te<br />
Schauspielhaus Zürich’te,<br />
Viyana’da Burgtheater’de ve<br />
Salzburg Festivali’nde tiyatro<br />
oyunculuğu yaptı. Birçok televizyon<br />
yapımında rol aldı. 2000’de,<br />
bir televizyon yapımı olan Wenn<br />
man sich traut isimli film ile<br />
yönetmenliğe başladı. Quentin<br />
Tarantino’nun 2009 yapımı<br />
savaş filmi Soysuzlar Çetesi’nde<br />
SS Albayı Hans Landa rolünü<br />
oynadı. Bu rolle 2009 Cannes<br />
Film Festivali’nde En İyi Erkek<br />
Oyuncu Ödülü’nü kazandı.<br />
Tarantino, Waltz’ın filmdeki<br />
performansına ilişkin olarak<br />
şöyle dedi: “Sanırım Landa<br />
yazdığım ve yazacağım en iyi<br />
karakterlerden biri ve Christoph<br />
bu rolü tam olması gerektiği
gibi oynadı. Christoph kadar<br />
iyi birini bulamamış olsaydım,<br />
Soysuzlar Çetesi’ni çekmeyebilirdim.<br />
Oyuncu daha sonra Aşkın<br />
Büyüsü, Acımasız Tanrı, yine<br />
bir Tarantino filmi olan Zincirsiz,<br />
Patrondan Kurtulma Sanatı,<br />
Muppets Aranıyor gibi filmlerde<br />
rol aldı. Bu ay karşımıza Tim<br />
BUrton imzalı Büyük Gözler<br />
ile çıkıyor. Büyük gözlü tablolar<br />
yapan ressam Margaret<br />
Keane’in, eşi Walter Keane’i<br />
canlandıracak. Tabii karısını<br />
gölgede bırakacak bir satış<br />
uzmanı olan Keane’i bakalım<br />
sevecek miyiz?
n “… beni bir gün unutacaksan bir<br />
gün bırakıp gideceksen boşuna yorma<br />
derdi boş yere mağaramdan çıkarma<br />
beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa<br />
alışkanlığımı kaybettirme…” (Oğuz Atay/<br />
Tutunamayanlar)<br />
Kanal D’nin başrollerini, İlker Kaleli (Poyraz<br />
Karayel), Burçin Terzioğlu (Ayşegül) ve<br />
Musa Uzunlar (Bahri Umman) ‘ın paylaştığı;<br />
Engin Benli (Zafer), Murat Daltaban (Mümtaz),<br />
Mustafa Alabora (Ünsal), Emel Çölgeçen<br />
(Sema), Ataberk Mutlu (Sinan), Müge<br />
Akyamaç (Canan), Ali İl (Sadreddin), Celil<br />
Nalçakan (Zülfikar), Kanbolat Görkem Arslan<br />
(Sefer), Cem Cücenoğlu (Taşkafa), Ece<br />
Özdikici (Songül), Enis Yıldız (Av.Necdet),<br />
Gülçin Hatıhan (Ümran), İsmail Düvenci<br />
(Cevher) ve Emirhan Akbaba (İsa)’nın ise<br />
yan rollerle eşlik ettikleri Poyraz Karayel<br />
Çarşamba akşamları izleyiciyle buluşmaya<br />
başladı.<br />
Aşk, bol miktarda babalık, sevgi-sevgisizlik,<br />
yalnızlık, düşmanlık çerçevesinde<br />
şekillenen “Poyraz Karayel”in konusu<br />
şöyle; Her şeyini kaybetmiş, başı beladan<br />
kurtulmayan hayatta tutunacağı tek dalı<br />
olan oğlu Sinan’ı bile kaçırarak görmek<br />
zorunda kalan, meslekten iftirayla ihraç<br />
edilmiş polis Poyraz, annesini kaybettikten<br />
sonra uyuşturucudan kardeşini kaybeden<br />
bu yüzden de İstanbul’un en büyük mafyası<br />
olan babası Bahri’yi affedemeyen Ayşegül<br />
ile tanışır. Ayşegül’de Poyraz kadar yalnız ve<br />
kaybetmiş bir karakterdir. İkilinin tesadüf sonucu<br />
başlayan arkadaşlıkları özellikle Oğuz<br />
Atay’ın romanlarına gönderilen şık selamlarla<br />
(ki Poyraz’ın komşusunun emekli Albay oluşu<br />
da bundandır) imkânsız bir aşka dönüşmek<br />
üzeredir. İmkânsız aşk çünkü Poyraz eski<br />
amiri Mümtaz’ın, adını temizleyerek mesleki<br />
itibarını kurtarmasına ve Sinan’ın velayetini eski<br />
kayınpederi Ünsal’dan almasına yardım etmesi<br />
karşılığında yaptığı teklifi kabul etmek zorunda<br />
kalır. Poyraz, Ayşegül’ün babası olduğunu sonradan<br />
öğreneceği mafya babası Bahri Umman’ın<br />
yanına girerek ve emniyete bilgi sağlayacaktır.<br />
Tesadüf eseri Bahri’nin hayatını kurtaran Poyraz<br />
için Bahri ve adamlarını etkilemek zor olmaz.<br />
Asıl zor olan âşık olmaya başladığı Ayşegül’den
Bahri’nin yanında çalıştığını, Bahri’den de<br />
Ayşegül’ü tanıdığını gizlemektir. Bu süreçte<br />
oğlunu uyuşturucudan kaybettiği için bu<br />
konuda çok hassas olan Bahri’nin sınırlarını<br />
ise, ilerleyen bölümlerde Ayşegül’ün doktoru<br />
olacağı kalp hastası kızını gözünden sakınan,<br />
kendisi süt dışında (alkol, sigara, uyuşturucu)<br />
hiçbir şey içmeyen ama uyuşturucu ticareti<br />
yapmak isteyen Zafer zorluyor ve zorlayacak.<br />
Peki dizi tuttu mu ya da tutacak mı?<br />
Kanımca tutacak. Çünkü özellikle sosyal<br />
medya paylaşımlarından anlaşılan o ki Poyraz<br />
Karayel, sadece yabancı dizi izleyen, Türk<br />
dizilerinden kaçan, sıkılan birçok izleyicinin<br />
dikkatini çekmiş ve hatta beğenisini kazanmış<br />
durumda. Peki, bu nasıl oldu?<br />
Öncelikle hikâye iyi gidiyor ve karakterler<br />
yüzeysel değil, her bölümde hikâyeleri biraz<br />
daha derinleşeceğe benziyor. Örneğin<br />
hayatındaki yenilgilerin yanında iyi bir<br />
baba olmaya çalışan, komşularıyla iyi geçinen,<br />
haksızlık karşısında kendisini ateşe atan, romantik,<br />
içten, dürüst olamadığı anlarda ise kendisiyle<br />
kavga eden bir karakter olan Poyraz. Özellikle<br />
gençler için gün geçtikçe daha büyük bir sorun<br />
halini alan uyuşturucuya kesinlikle karşı olan,<br />
sözünün eri ve güvenilir olduğu için de camiada<br />
saygı duyulan bir mafya babası olan Bahri. Onun<br />
kimliğinin gölgesinde ezilen, hata üstüne hata<br />
yapan asi oğul Sadreddin ve herkesin korktuğu<br />
babasıyla inandıkları için çatışmaktan çekinmeyecek<br />
kadar güçlü görünen ama alabildiğine<br />
yalnız ve korkuları olan Ayşegül.<br />
Tabi karakterlerin iyi yazılmış olması tek başına<br />
yeterli değil. Poyraz Karayel’e artı puan getiren<br />
oyuncu seçiminin de iyi yapılmış olması.<br />
Oyuncular iyi, oyunculuklar iyi… Hatta çocuk<br />
oyuncu riskli olmasına rağmen Sinan karakterini<br />
canlandıran Ataberk bile çoğunlukla rolün<br />
hakkını veriyor. Ancak bu noktada dikkat edilmesi<br />
gereken özellikle tansiyonu yüksek sahnelerin<br />
figürasyonu. Zira ilk bölümde Bahri’nin<br />
uyuşturucu sattığı için cezalandırdığı adam ve<br />
Poyraz’ın kurtardığı küçük kız örneğinde olduğu<br />
gibi yapay ve dolayısıyla başarısız oyunculuklar<br />
çatışma sahnelerini bir anda katledebiliyor.<br />
Dizinin bir diğer artısı temposunun emsallerine<br />
kıyasla tadında olması. Hikâyenin sünmemesi<br />
tam tersine heyecanın artması ki burada<br />
dizinin kurgusunun da payı büyük. Özellikle<br />
son (4. Bölüm) bölümde Ayşegül’ün Bahri’nin<br />
kızı olduğunu itiraf ettiği sahne oldukça iyi<br />
kurgulanmış. Bunun yanında Poyraz’ın aileyi<br />
tanımlarken kadının/annenin ailedeki öneminin<br />
televizyondan sonra geldiğine değinmesi ya da<br />
Zülfikar’ın popüler kültür ve küresel sermayeye<br />
ilişkin ince göndermeleri ve uyuşturucu kullanım<br />
yaşının düştüğüne ilişkin yapılan vurgular ile<br />
toplumsal sorunlara değinilmesi dizinin bendeki<br />
diğer artıları.
n Geçtiğimiz aylarda ekranlara veda eden<br />
Muhteşem Yüzyıl ihtişamını gözler önüne seren<br />
bir sergiyle hafıza tazeliyor. 4 sezon boyunca<br />
entrikaları, savaş sahneleri, aşkları ve kulis<br />
dedikodularıyla dillerden düşmeyen Muhteşem<br />
Yüzyıl, 28 Kasım’dan bu yana ziyaretçilerini<br />
kabul ediyor. 10 Şubat’a kadar açık kalması<br />
planlanan sergiyi sizler için gezdim.<br />
ederken kulaklığınızdan geçen sesler size<br />
diziyi anımsatıyor. Sadece ses değil koku da<br />
hafızanızı canlı tutuyor gezerken... Öyle ki,<br />
birkaç dakikada bir “Ne kadar güzel kokuy-<br />
Öncelikle girişte kendinizi dizinin ilk sahnelerinde<br />
olduğu gibi bir geminin içinde buluyorsunuz.<br />
Sallanan ve dalga sesleriyle ürperten<br />
gemi ilk dakikadan “beklentimi aşacak” hissi<br />
uyandırıyor, içeri giren herkesin ilk sorduğu<br />
ise elbette “Süleyman nerede?” oluyor. Açılış<br />
gününden itibaren gazetelere yansıyan meşhur<br />
balmumu heykeller ise sergi sonunda sizleri<br />
uğurluyor. Oraya geleceğiz elbette sabredin,<br />
henüz sırası değil.<br />
Dizinin tüm dekor ve kostümleri tek tek konsept<br />
içinde sizlere sunuluyor. Valide sultan<br />
odası, şehzadelerin daireleri, hamam, Pargalı<br />
İbrahim’in bölmesi… Hepsini tek tek ziyaret
or” diye birbirimize söylendik gezerken,<br />
döneme ait kokular eşliğinde Muhteşem<br />
Yüzyıl’ın ihtişamına tanık oluyorsunuz.<br />
Dizinin ilk sezonunda Pargalı ile Hatice<br />
Sultan’ın aşkına tanıklık eden keman da<br />
gözünüze çarpıyor, dizi boyunca kaç kişinin<br />
can verdiği hamamdaki yağlar ve sabunlar<br />
da… Özetle detayların hiçbiri unutulmamış.<br />
Bu açıdan bir müzeyi, Topkapı sarayı’nı<br />
gezmek gibi değil bu ziyaret. Bir müze sergisinden<br />
ziyade tarihin bir canlandırması<br />
karşınızda. Hamam’dan buhar çıkmasını<br />
bekleyebileceğiniz kadar gerçek…<br />
Son alana geldiğinizde ise karşınızda dizinin<br />
ana castının heykellerini buluyorsunuz.<br />
Tuncel Kurtiz’in hala aramızda olduğu, Halit<br />
Ergenç’în heykelinin sizi divana buyur etmesi<br />
beklentisine düşmeniz olağan… O<br />
kadar gerçek… Her ne kadar heykellerin<br />
somurtkan ve soğuk ifadeleri sebebiyle bu<br />
karşılamayı “sıcak” olarak anlatamasam<br />
da Hababam Sınıfı sergisinden sonra birer<br />
başyapıtla karşı karşıya olduğuma memnun<br />
kaldığımı ifade edebilirim. Gözlerim Vahide<br />
Gördüm’ün yanında elbette Meryem Uzerli’yi<br />
de aradı yalan değil… Ancak alanda dizinin<br />
son sezonuna vurgu yapıldığı da balmumu<br />
heykel bölümünde “Bu dünyadan bir Süleyman<br />
geçti” satırlarının<br />
kulağınıza çalınmasıyla<br />
nedenleniyor.<br />
Neyse toparlarsak…<br />
50’de fazla ülkede milyonlarca<br />
izleyiciye ulaşan<br />
dizinin sergisi dünyanın<br />
pek çok ülkesinde de<br />
izleyicilerin beğenisine<br />
sunulacak.<br />
2.500 metrekarelik<br />
dev alana<br />
kurulu olan<br />
serginin<br />
biletleri ise<br />
tam 35 lira,<br />
öğrenci<br />
28.75 lira.<br />
Sergiden çıktıktan sonra ise<br />
kendinizi Muhteşem Yüzyıl<br />
dizisini anımsatacak eşyaların<br />
satıldığı bir mağazada buluyorsunuz.<br />
Fincanlar, yastıklar,<br />
not defterleri ve magnetler…<br />
Dilediğiniz ürünü alarak<br />
bir hatıra edinebilirsiniz.<br />
Sergi Maslak’ta yeni açılan Uniq İstanbul<br />
Kültür ve Sanat Merkezi içinde yer alan<br />
UNIQMÜZE’de, tam adı ise “Muhteşem<br />
Yüzyıl: Teşhir-i İhtişam”… TİMS Productions<br />
ve Istanbul Exhibitions tarafından<br />
ortaklaşa gerçekleştirilen “Muhteşem Yüzyıl:<br />
Teşhir-i İhtişam” sergisi, sizi büyülerken<br />
komplekste yer alan mekanların da ihtişamı<br />
tamamladığını not etmem gerek. Gece<br />
boyunca seçkin şarap menüsü ile özel bir<br />
tadım sunan “Wine and More”da birer kadeh<br />
içerek sergi sonrası dinlenmeniz de önerim<br />
olsun.
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
n Diriliş’in en kötüsü Titus’u canlandıran<br />
oyuncu Serdar Deniz ile Cine Dergi için<br />
söyleştik. Başarılı oyuncu bizlere kendi<br />
gözünden Titus’u anlattı… “İyi biri” olarak<br />
nitelendirdiği karakter ile empati kurduğunu<br />
anlatan Deniz, dizinin “düşman” kurgusunu<br />
da gerçekçi bakışla kuvvetlendirdiğinin altını<br />
çizdi. Kötü adamının gözünden Diriliş ve<br />
başarılı oyuncu Serdar Deniz röportajı sizlerle…<br />
Pargalı İbrahim paşa rolüne ekranda can<br />
vermiştiniz, şimdilerde ise yine bir dönem<br />
işinde rol alıyorsunuz…<br />
Dönem işleri normal hayatımızın çok dışında<br />
olduğundan beni macera, sınırları zorlama<br />
ve yenilikler keşfetme anlamında çok tatmin<br />
ediyor. Maceracı bir ruhum var. Günümüzde<br />
geçen hikâyelerde bir abiyi, sevgiliyi veya<br />
kardeşi oynamayı çok sıkıcı, sıradan, renksiz<br />
bulurdum. Bunları normal hayatımızda zaten<br />
yaşıyoruz. Ben farklı, daha önce bilmediğim,<br />
görmediğim deneyimler yaşamayı, farlı<br />
dünyalara dalmaya, yaşamaya bayılıyorum.<br />
Sınırları zorladığınız zaman yapabileceklerinize<br />
kendiniz bile şaşırıyorsunuz. Sınırları<br />
zorlamak lazım. Her daim…<br />
Titus kimdir?<br />
Titus muhteşem bir karakter. Cesaretli,<br />
korkusuz, inancı, doğruları ve hedefleri<br />
uğruna gözünü kırpmadan her şeyi yapabilecek<br />
sadık ama acımasız bir komutan.<br />
Papalık tarafından anne ve babasından<br />
çocuk yaşlarında koparılmış kardeşiyle<br />
birlikte Anadolu’ ya gönderilmek üzere bir<br />
tapınakçı şövalyesi olarak yetiştirilmiş. Kendi<br />
topraklarından çok uzaklarda ve ailesel olarak<br />
tek tutanağı olan ve kendisine babası tarafından<br />
emanet edilen Kardeşi Türkmenler tarafından<br />
beklenilmedik bir çatışmada öldürülüyor.<br />
Titus iyi bir savaşçı… Role hazırlanmak kolay<br />
olmamalı… Nasıl hazırlandınız?<br />
Hem seyirciye inandırıcı olması açısından ama<br />
daha da önemlisi kendinize inandırıcı olmanız<br />
açısından fiziksel olarak Tituslaşmanız gerekiyordu.<br />
Fiziki durumunuzun, performansınızın<br />
çok yüksek olması gerekiyor. Titus gibi kabiliyetlere<br />
sahip olmalısınız. Spor zaten gündelik<br />
hayatımda vardı. Kılıç kullanma ve ata binme<br />
de eski işlerimden dolayı biliyordum ama profesyonel<br />
ok atma gibi ve daha farklı özel savaş<br />
tekniklerinde ekipçe uzmanlaştık. Yapımcımız bu<br />
eğitimi ve ön hazırlığı çok ciddiye aldı ve birçok<br />
Hollywood filmlerinde çalışmış dünyaca ünlü<br />
koreografi ekibi Nomad ile aylarca çalışmamızı<br />
sağladı. Bu Türkiye’de birkaç istisna hariç çok<br />
görülmüş ve alışılmış bir durum değildir ve<br />
çok büyük bir değer. Hala her aksiyon sahnesi<br />
öncesi çok başarılı ve profesyonel bir ekip ile<br />
çalışıyor ve hazırlanıyoruz.<br />
Yurt dışında eğitim görmüş bir oyuncu olarak<br />
Türkiye dönem dizilerindeki düşman imgesini<br />
karikatür bulduğunuz oluyor mu?<br />
Evet çok oluyor ve bu durum çok klasikleşmiştir.<br />
Ama diğer taraftan baktığınızda bu Avrupa’da<br />
da maalesef farklı değil. Almanya bulunduğum<br />
zamanlarda da birçok yapımda genelde her<br />
zaman yabancılar düşman taraf, kötü adam,<br />
katil, uyuşturucu, silah kaçakçısı, gece kulübü<br />
kapıcısı gibi rollerde ve oldukça klasik bir<br />
şekilde yansıtılırdı. Bu duruma orada da her<br />
zaman karşı çıkmışımdır ve itiraz etmişimdir.<br />
Bizleri bu toplumda yok saymayın diye yönetmenlerle,<br />
yapımcılarla çok tartışmışımdır. Bu
kısır döngüden çıkmamız hepimizin<br />
yararına… Her ne kadar reytinglerin artması<br />
ve filmde tarafların çatışmaları için ihtiyaç<br />
olsa da bu durum, seyircinin karşı tarafı da,<br />
her ne kadar düşman olursa olsun, kendi<br />
içinde kendi bakış açısıyla haklı olduğunu<br />
görmesini, anlamasını, empati kurmasını<br />
sağlamalıyız. Sağlamalıyız ki, normal<br />
hayatımızda hoşgörümüz, anlayışımız biraz<br />
daha artsın ve toplumlar, ırklar, dinler, renkler,<br />
fikirler arası yakınlaşma biraz daha olabilsin.<br />
Dünyada çoğunluk iyi insanlardan ibarettir.<br />
Bunu unutmamak lazım.<br />
Hıristiyan tarafın da kendi gözünden<br />
haklı olduğunu belirtiyorsunuz bir<br />
röportajınızda, o tarafın gözünden de hikayeyi<br />
yansıtabildiğinizi düşünüyor musunuz?<br />
Bunu işin başında yapımcımızla konuştuk.<br />
Kendisi de böyle düşünüyor. Klasik Bizanslı<br />
kötü adam tiplemesi ve sahnelerin olmaması<br />
gerektiği konusunda hemfikiriz. Titus karakteri<br />
ve Tapınakçılar kendi bakış açılarından<br />
gayet tabii ki haklılar ve aynı Müslüman Türkmenler<br />
gibi dini değerleri, inancı, doğruları<br />
ve var olma uğruna savaşıyorlar ve bu savaşı<br />
kazanmaları için her türlü çabayı gösteriyorlar.<br />
Bu duyguyu olabildiğince yapımda da<br />
yansıtmak istediğimizi konuştuk ama tabii<br />
ki şöyle bir gerçek var. Tarihimizi hele ki bu<br />
dönemi pek bilmiyoruz, görmedik daha önce.<br />
Bunu öğrenmeye, keşfetmeye bir merak var,<br />
bir heyecan var giderilmesi gereken seyircimiz<br />
tarafından. Avrupalılardan tarihi boyunca<br />
çok çekmişliği var Anadolu’nun. Dizimizde<br />
Türkmenlerin Haçlılara karşı her zaferinde<br />
seyirciler hop oturuyor hop kalkıyor. Dizimiz<br />
daha yeni başladı. Seyircimiz şöyle bir “ohh<br />
canıma deysin” çekmeli, “haydi koçum<br />
kim tutar seni “demeli, rahatlamalı, keyfini<br />
çıkarmalı bu zaferlerin. Bunu anlıyorum.<br />
Titus olmama rağmen Türkmenlerin zaferlerine<br />
seviniyorum seyrettiğimde. Zamanla<br />
karşı tarafın saf kötü olmadığını ve savaşma<br />
nedeninin aynı Müslüman taraf gibi kendi<br />
doğruları ve inançları uğruna olduğunu<br />
göstereceğimizi ve yansıtabileceğimizi<br />
düşünüyorum ve umuyorum.<br />
Benim izlediğim kadarıyla safi kötü, müslüman<br />
ve türkmenlerden nefret eden bir role hayat<br />
veriyorsunuz. Bu Cüneyt Arkın filmlerinden bu<br />
yana gördüğümüz “kötü düşman” tipi değil mi?<br />
Gri değil siyah bir rolün karakterin gerçekçiliğini<br />
zedelediğini düşünüyor musunuz?<br />
Titus olarak Müslüman ve Türkmenlerden nefret<br />
ediyor olmam saf kötü bir karaktere hayat<br />
verdiğim anlamanı çıkarmıyorum ben. Benim<br />
için Titus iyi biri. Bir Kahraman. Evet nefret<br />
içerisindeyim Titus olarak, olmam da gerekiyor.<br />
Türkmenler, Alpler, Müslümanlar haçlılardan
nasıl nefret ediyorsa Haçlılar da aynı şekilde<br />
onlardan nefret ediyorlar. Bilmukabele.<br />
Türk yapımı olan ve Müslüman seyircisine<br />
hitap eden diziye göre evet tabii ki kötü<br />
düşmanım. Ama dönem 13. yüzyıl. Böyle<br />
olmazsanız o coğrafyada o şartlarda başarılı<br />
olamazsınız, zafer elde edemezsiniz. Davanız<br />
uğruna her yol mubahtır düşüncesiyle<br />
hareket etmelisiniz. Sevgili Cüneyt Arkın<br />
filmlerinde gördüğümüz ve tipik elinde üzüm<br />
salkımıyla, kucağında yarı çıplak kızlarla<br />
oturan, şarabı ağzının kenarından akıta akıta<br />
içen ve yüksek sesle pis pis gülen ve esirlere<br />
tecavüz eden kötü düşman tipi değil Titus.<br />
Ben öyle görmüyorum.<br />
Milliyetçi hassasiyetleri yüksek bir ülkede<br />
düşman karakter canlandırmak tedirgin edici<br />
değil mi?<br />
Haklı ve çok yerinde bir soru. Tedirgin olmam<br />
gerekir mi? Bu sorunun cevabını ben sizden<br />
rica ediyorum. İnsanlarımız artık o kadar<br />
mı yobaz, cahil, gözü kör mü hala? Bir dizi<br />
karakteri ile gerçek hayatı ayırt edemeyecek<br />
kadar mı bilinçdışıyız? Biz değil onlar öyle<br />
diyorsanız. Biz kimiz, onlar kim? Bu düşünce<br />
beni üzüyor gerçekten… Rahmetli Erol Taş<br />
Dünya’nın en yufka yürekli insanı olması<br />
söylendiğine rağmen oynadığı kötü adam<br />
karakterler yüzünden çok dayak yemişliği<br />
varmış sokaklarda… yıl 1960-70 ler. Aradan<br />
kaç yıl geçmiş. 50 yıl. Milliyetçi hassasiyeti,<br />
duygusu, sevgisi aynen yüksek olan bir ben<br />
için kendi özümden, kendi milletimden tedirgin<br />
olmalı mıyım? Bence, eğer böyleyse, burada<br />
tedirgin olması gereken kişi ben değilim.<br />
Kendi yaşamınızın bir senaryo olduğunu<br />
düşünseniz, şimdi o senaryonun neresindesiniz?<br />
Ben kendimi bildim bileli bu tür kendim ile ilgili<br />
dışarıdan kendime bakmam gereken sorulara<br />
cevap veremezdim. Hala da öyle. Sadece<br />
şunu söyleyebilirim belki. Bütün iyisiyle<br />
kötüsüyle dolu dolu yaşayan ve hayatın tam<br />
ortasında, veya sizin deyişinizle senaryonun<br />
tam ortasında, en güzel film müziğe eşliğinde<br />
sevdiği ailesi ile bir yaz günü büyük bir<br />
bahçede çocuklar su hortumu ile birbirlerini<br />
ıslatarak etrafta koştururken büyük kalabalık<br />
bir masada oturuyor ve onları izliyor olan<br />
adam olurdum.<br />
Peki bu senaryoyu izleyen biri olsanız,<br />
bir izleyici olarak “Serdar” hakkında ne<br />
düşünürdünüz?<br />
Ne hoş bir aile, şu an orda olmak vardı diye<br />
düşünürdüm. Bu adam, yanındaki o güzel<br />
kadın ve o muhteşem çocuklarla, çok mutlu<br />
görünüyor diye düşünürdüm. Haa birde, “bu<br />
adam Titus’u oynayan şu şerefsiz değil mi ?”<br />
derdim.
n Finding Carter’ı izleyince neden bizdeki gençlik<br />
dizilerinin yetersiz, absürt ve suni olduğunu<br />
anlamak kolaylaşıyor. Çünkü gençlik ve çocuk<br />
edebiyatımız, ve devamında gelen tüm yazın ve<br />
görsel sanatlarımız da müthiş bir abartı, savsaklama<br />
ve gizli bir küçümseme hissediliyor. Yaşı<br />
küçük olunca aklı ve duygusu da küçük olur<br />
sanılıyor. En iyisi konuyla ilgili Cemal Süreya’nın<br />
müthiş yorumundan faydalanmak galiba. Usta<br />
çocuk edebiyatımızı şöyle özetliyor; “niçin çocuk<br />
romanı olsun, çocuk politikası var mı ya da çocuk<br />
belediyesi? Çocuklar henüz ekmeğe epe diyorsa,<br />
ona kalkıp “epe” diye söz etmeyelim ekmekten.<br />
O zaman “epe” den ekmeğe geçiş süresi uzar<br />
ya da hiç değilse biz uzamasını istiyoruz demektir,<br />
çocuk edebiyatı budur “Çocuğun baştan<br />
aşağılanması.” Çocuk edebiyatı olmayınca<br />
gençliğe, ergenliğe gelinemiyor haliyle ve tabii<br />
dizilerimiz de uydurmasyon şişirmelerle<br />
şişiriyor. Oysa ülkemizde genç kuşağın psikososyal,<br />
estetik, edebî vd. temel ihtiyaçlarını<br />
karşılamaya yönelik edebiyat, sinema ve dizilere<br />
duyulan ihtiyaç ve açlık ortadadır. Örneğin Med<br />
Cezir gibi adaptasyon bir dizinin genel yapıyla<br />
hiç örtüşmeyen içeriğe rağmen çok izlenmesi<br />
gösteriyor ki gençlik kendi sorunlarını,<br />
endişelerini ve hayallerini dışa vuran yapımlar<br />
istiyor. Alıcısı hazır bekleyen bir kitle var ve ne<br />
yazık ki bu kitle hep yanlış, eksik, uyumsuz ve<br />
özensiz sözde gençlik yapımlarıyla kirli işlere<br />
mecbur ediliyor. Ne var ki çocuk, ergen ve gençlik<br />
yapımları da büyükler için gösterilen büyük<br />
özeni, titiz çalışmayı ve derinlikli analizleri hak<br />
ediyor ve bekliyor artık. İşte Finding Carter<br />
gerçekçi bir konuyu dozunda, estetik, yoğun ve<br />
derin işlerken eğlenceli, sürükleyici ancak içeriği<br />
zedelemeden çalışmasının dersini veriyor adeta.<br />
Bu uzun girizgah ve dertleşmeden sonra buyurunuz<br />
dizinin kısaca tanıtımına…<br />
Finding Carter 16 yaşında bir genç kızın 3<br />
yaşındayken kaçırıldığını öğrenmesi, kendisini<br />
büyüten ve çok sevdiği kadının gerçek annesi<br />
olmadığını öğrenmesiyle başlıyor. Genç kız
yıllardır kendisini arayan ailesine veriliyor.<br />
Polis bir anne, yazar bir baba, sevgi dolu<br />
ikiz kız kardeş ve erkek kardeşe sahip<br />
olmanın şoku ve adaptasyon süreci konu<br />
ediliyor. Carter kendisini büyüten anne<br />
saydığı kadını ararken, yeni okulu, odası,<br />
arkadaşları, aniden sahip olduğu koskocaman<br />
ailesini de sevmeye başlıyor ancak<br />
16 yaşında asi bir genç kızın gireceği tüm<br />
bunalımlara da giriyor.<br />
Aslında son derede trajik ve gerçekçi bir<br />
konusu olmasına karşın konunun hiç sömürülmemesi<br />
diziyi farklı ve özel kılıyor.<br />
Bol gözyaşı sahnelerine gebe gelişmeler<br />
her bölümde dengeli, mesafeli ve seyircinin<br />
duygusu kanırtılmadan verildiği<br />
için Finding Carter çok başarılı ölçüsü<br />
nedeniyle incelenmeyi hak ediyor. Özellikle<br />
ülkemizde adaptasyon diziler dahil hepsine<br />
bolca enjekte edilen suni gözyaşları<br />
bıkkınlık verecek kadar çoğalmışken!<br />
Bizde önce inandırıcılığı çoktan tükenmiş<br />
sahte dramlar oluşturulur, sonra her oyuncudan<br />
uydurulan trajediye denk bir performansla<br />
ağlaması beklenir. Öyle ki kim daha iyi oyuncu sorusuna<br />
cevaben en iyi ve en uzun ağlayabilen yanıtı<br />
verilebilir. Oysa Finding Carter’da tam 13 yıl kızını<br />
arayan ve sonunda bulan bir annenin kızına kendini<br />
sevdirme çırpınmaları, hayal kırıklıkları ve kendi iç<br />
çatışması ağlamadan veriliyor. Üstelik duygusundan<br />
ve inandırıcılığından hiçbir şey eksilmiyor.<br />
Ailenin tüm fertlerinin yaşamını altüst eden yeni bireyin<br />
eve girişi hepsinin içinde farklı değişimlere ve<br />
sancılara neden oluyor elbette. İkizinin kıskançlık ve<br />
hayranlık arasındaki gelgitleri metne bir başka ergen<br />
gözüyle bakma imkanı veriyor. En küçük kardeş ise<br />
kendisinin Carter’ın yerine boşluğu doldurmak için<br />
doğurulduğunu söyleyen sevimli, biraz yaralı ve<br />
sakin bir çocuk profiliyle ön ergenlik yaşındaki bir<br />
sürü genç profilinin özelliklerini mükemmel taşıyor.<br />
Çocuk perspektifiyle dünyanın nasıl algılandığı bu<br />
karakter sayesinde net ve temiz bir dille aktarılıyor.<br />
Ancak tüm kardeş ilişkilerine alabildiğine yedirilecek<br />
vicdan muhasebeleri ve elbette bol gözyaşı sahnelerine<br />
gerek duyulmuyor!. Bir gençlik dizisinden<br />
beklenen netlikte, direkt, kısa ve enerjik ifadelerle
genel duygu sağlamlaştırılırken trajediyi büyütmeye<br />
gerek duyulmaması metni rahat ve özgür<br />
kılıyor. Hatta ortada sinsi bir babanın gizli<br />
planları varken bile arkadan korkunç müzikler,<br />
ürperten çekim açıları ya da metin köpürsün<br />
diye inadına saf bir eş konulmaması ayrıca<br />
seyir keyfi veriyor.<br />
Carter’ın kaçırılmasını hikaye olarak yazan<br />
babası David, kızının bulunması ve eve<br />
dönüşünü de gizlice kaleme alıyor. Ailesinden<br />
habersiz yayıncısıyla anlaşıyor ve ev<br />
içinde olup biten tüm çatışmaları not edip<br />
kızının yaşamını kendi kariyeri için satmaya<br />
hazırlanıyor. İlk beş bölümde David’in aslında<br />
ne kadar hevesli olursa olsun bir o kadar da<br />
çıkmazda ve borç batağında buna mecbur<br />
kalmanın sıkıntıları içinde olduğu da inceden<br />
görülüyor. Elbette metnin genelindeki sessiz<br />
ve küçük ipuçları David’in çatışması için<br />
de geçerlidir. Carter’ın öz annesi Elizabeth çok<br />
güzel bir polis memuru olarak sert, kuralcı,<br />
zamanında kızı kaçırıldığı için obsesif ancak<br />
çocuklarına karşı sevgi dolu bir kadındır. Carter<br />
bulunduğunda boşanma arifesinde olan Elizabeth<br />
bu kararından vazgeçip ailesini bir arada tutmaya<br />
karar veriyor. David ve Elizabeth’in ebeveyn ve eş<br />
sorumluluklarındaki işlevlerinin sürekli yavaştan<br />
kayarak değişime uğraması evlilik kurumuna, ana<br />
baba ve sevgili olma rollerinin dayattığı baskıya<br />
ilginç ve sürükleyici pencereler açıyor.<br />
Sonuçta aşırı duygusal yoğunluklara bel<br />
bağlamadan neredeyse ilmî ve metodik bir üslûpla<br />
işleyen metin bu yüzden keyifli bir gençlik<br />
dizisi nasıl olmalıdır sorunsalına cevap niteliğinde<br />
izlenilebilir.
GİZEM MERVE KABOĞLU<br />
n Usta oyuncu Altan Gördüm ile Cine Dergi için kurucusu<br />
olduğu Akademi 35,5’u konuştum. Genç oyunculara<br />
tavsiyelerden, oyunculuğun gereklerine kadar pek çok<br />
konunun irdelendiği röportaj eminim size de yeni bir perspektif<br />
kazandıracak.<br />
Son dönemin yıldızlarından Çağatay Ulusoy, Hande<br />
Doğandemir, Özge Gürel, Cansu Tosun, Ekin Koç, Berk<br />
Cankat, Tolga Ortancıl da sizin öğrencilerinizdendi.<br />
Eğitim alanların sonunda şöhret kapılarını araması akademinin<br />
bağlantıları, menajer başarısı mı, şans mı yoksa<br />
eğitimin getirisi mi?<br />
Şimdi bunu derslerde hep öğrencilere söylüyorum<br />
çeşitli röportajlarda da hep söyledim tabii ki çok iyi,<br />
çok yetenekli olabilirsiniz, çok iyi bir eğitim almış da<br />
olabilirsiniz… Kamera sizi çok sevebilir ama burada<br />
en önemli birinci unsur şanstır, şansın size gülebilmesi<br />
için de bağlantı gerekir. Biz iyi bir eğitim vermenin<br />
dışında arkasında durabileceğimiz öğrencilerimizin aynı<br />
zamanda yine okulumuza bağlı 35 Buçuk menejerlik<br />
aracılığıyla bu bağlantıları yapmalarını sağlıyoruz ve<br />
onların özellikle bu dizi oyunculuğunda ya da sinema<br />
filmi oyunculuğunda arkalarında duruyoruz. Oyuncu<br />
koçluğu anlamında da her zaman için auditionlara<br />
katılacakları zaman biz<br />
desteği<br />
onlara elimizden gelen<br />
veriyoruz.<br />
Akademi 35.5’un diğer<br />
kurslardan farkı ne, siz<br />
genç oyunculara neler<br />
vadediyorsunuz?<br />
Aslında pek bir<br />
şey vadetmiyoruz<br />
diğer kurslardan<br />
farkımıza gelince<br />
biz burada öğrenci<br />
adaylarına kesinlikle bir
ön görüşme ile alıyoruz. Ön görüşmeden<br />
kasıt öncelikle bir genel kültür sınavı<br />
yapılıyor, genel kültür sınavının amacı da<br />
bir oyuncu adayı bir sanatçı adayı Dünya,<br />
ülkemizden, çalışmak istediği sektörden ne kadar haberdar<br />
görmek. Düşünebiliyor musunuz oyuncu olmaya geliyor, tırnak<br />
içinde televizyon oyuncusu olmaya geliyor, fakat hiçbir oyun<br />
izlememiş, hiçbir sinema filmini doğru dürüst tam anlamıyla<br />
izlememiş, mesleğiyle ilgili hiçbir şey okumamış. En azından kolay<br />
sayılabilecek tiyatro oyunlarının metinlerini bile okumamış<br />
insanlar geliyor, hayatında tiyatroya gitmemiş insanlar geliyor,<br />
bizim okulumuza öğrenci adayı olarak oyuncu olmak istiyorlar.<br />
Tırnak içinde hepsinin yani bir çoğunun amacı televizyon yıldızı<br />
olmak ama bunun için çalışmayı kimse düşünmüyor.<br />
Bunca yıldız çıkaran bir akademi söz konusu olunca sormak<br />
zaruri hale geliyor, sektöre yıldız kazandırma kurumun<br />
misyonlarından biri midir?<br />
Biz öyle sektöre yıldız kazandıralım işte öğrencilerimiz<br />
orada olsun patlasın adımızı duyursunlar falan değil, biz<br />
işimizin gereğini yapmaya çalışıyoruz. Ustalardan, hocalardan<br />
öğrendiğimiz bilgileri, birikimleri onu alabilecek onu<br />
özümseyecek arkadaşlarımıza aktarmaya çalışıyoruz. Ondan<br />
sonra sektöre yıldız mı olur olamaz mı? Bizi de açıkçası çok<br />
ilgilendirmiyor. Tabii ki mutlu oluyorum bizden eğitim almış<br />
bir arkadaşımızın, öğrencimizin bir yerlerde gerçek anlamda<br />
başarılı olması bize sadece mutluluk veriyor.<br />
Herkes oyuncu olabilir mi? Sizin için birincil kıstas nedir?<br />
Tabii ki herkes her şeyi olamaz ve doğal olarak da tabi ki herkes<br />
oyuncu olamaz bans göre sportif yetenek, sanatsal yetenek<br />
doğuştan gelir. Doğanın size bahşettiği bir şeydir. Bu varsa bizim<br />
gibi kurslarda ya da okullarda konservatuarlarda yeteneğin<br />
kullanmanın tekniği öğretilebilinir. O yeteneğin farkedelmesi<br />
öğretilir ve geliştirebilinir yoksa yeteneği olmayan bir insana<br />
hep bu örneği veririm aç kollarını sana 200 CC oyunculuk aşısı<br />
yapacağım heeehh oldu, yarından itibaren de oyuncusun böyle<br />
bir şey yok<br />
Okulunuzda yaş kısıtlaması vs. gibi kıstaslar var mı?<br />
Taban yaşı olarak 16 tavan yaşı olarak da 40 yaş diyoruz çok<br />
özel durumlarda bu yaş kısıtlaması esneyebiliyor.<br />
Burslu öğrencileriniz de var mı?<br />
Tabi ki yetenekli gördüğümüz, olabileceğini düşündüğümüz<br />
ekonomik olarak yardıma ihtiyacı olan arkadaşlarımızı bir özel<br />
burs sınavı ardından burslu olarak okulumuza öğrenci olarak<br />
alabiliyoruz.
Benim ekranların en iyi yönetmenlerinden biri<br />
olarak gördüğüm Feride Kaytan 2015’in ilk<br />
workshopunu verecek öğrencilere. Yıl içinde<br />
başka hangi etkinlikleri göreceğiz akademide?<br />
Bizim burası adından anlaşılacağı gibi küçük<br />
bir Akademi gerçekten... Bir akademi de akademi<br />
sözcüğü karşısında ne yazarsanız onun<br />
hepsi burada var .. Normal eğitimlerimizin<br />
dışında bizde her zaman özellikle Cuma günleri<br />
okulda eğitim yoktur ama okulumuzun<br />
bünyesinde öğrencilerimizden oluşan ”Cuma<br />
Vardiyası” ekibi sürekli aktiviteler düzenlerler.<br />
Örneğin 27 Mart Dünya Tiyatrolar gününde ve<br />
haftasında bizim okulumuzda oldukça yoğun<br />
bir şekilde kutlanır. Oyunlarla konservatuarlarda<br />
olan ne varsa bizde okulumuzda yapmaya<br />
çalışıyoruz. İlk başta söylediğim gibi buraya<br />
gelen arkadaşların çoğu tv sektöründe<br />
çalışmak için geldiği için tv sektöründe olan<br />
yönetmenlerle onları birebir görüştürmüş<br />
oluyoruz bu workshoplarla...<br />
Altan Gördüm mesleğinin başındaki genç<br />
Altan ile karşı karışya gelse, ona vereceği<br />
tavsiye ne olurdu?<br />
☺ aslında çok fazla tavsiyede bulunur<br />
muyum bilmiyorum ama biraz daha yoğun<br />
çalışırdım o dönem ben siyasal bilgiler fakültesinde<br />
öğrenciydim, tiyatroya başladığımda<br />
oyunculuğu hobi olarak görüyordum. Çok<br />
sonra fark ettim ki aa ben bu işi profesyonel<br />
olarak yapıyorum, o zaman biraz daha<br />
profesyonelleşeyim diye düşündüm... Belki<br />
ilk başlarda profesyonellik üstüne adımlar<br />
atabilirdim bir tek tavsiyem bu olabilirdi.
n İlk resim sergisini lisedeyken Trabzon’da<br />
açan yönetmen, bu açılışa ODTÜ Metalurji<br />
Mühendisliği’ndeki öğrenimi ve kısa<br />
süren bir çalışma testi kadar ara verip takip<br />
eden dönemini resim eğitimi almak üzere<br />
Viyana’ya çevirir. Eserleri İstanbul, Ankara,<br />
Budapeşte, Tallinn gibi birçok şehirde sergilenen<br />
yönetmenin ziyaretçileri, sonraki<br />
yıllarda okuyucuya, 2000’lere doğru seyirciye<br />
dönüşen şanslı bir evrimin yolcularıdır.<br />
Çöl Masalları, Kayıp Şahıslar Albümü, Malihulya,<br />
Şehrin Kuleleri, Harry Lime’in En Yeni<br />
Hayatları ya da Üçüncü Adam’a Övgü ve<br />
Kerr’ de romancı, Otel Odaları’nda öykücü<br />
Pirselimoğlu’nun tek kişilik ve daha serbest<br />
bir alan tabir ettiği yazın yaşamından artan<br />
hissiyat, her okuyucuyu kendi eskisinde<br />
bekletip bırakır. Günden güne nükseden bir<br />
hastalığın evin giderek daralmasıyla yürütülen<br />
benzetmesine; Boris Vian’ın Günlerin<br />
Köpüğü’ne gidip dönmüşlüğün etkisiyle<br />
sadece kapı zili benzerliği olan bu kısa süreli<br />
davetten hemen çıkılarak anlatım ustalığı<br />
kalın harfli bir not ile düşülür, sayfaları da<br />
tek kişi çevrilen bu eylemde. Resim ve yazın<br />
hayatında kullandığı materyaller sabitken;<br />
1999’ da sinema için de ayırdığı birkaç<br />
ipucunu, her yerinden delik deşik olmuş<br />
bir topun sönmek bilmez zayıflığından tutarak<br />
yuvarlamaya başlar, usta yönetmen. Yeşim<br />
Ustaoğlu’nun kısa metraj filmi Otel(1994) ve uzun<br />
metraj ilk filmi İz(1995)’in senaryolarını üstlenen<br />
Pirselimoğlu, çok sayıda ödüller alan, Ahmet<br />
Uğurlu, Halil Tatari ‘nin baş oyunculuğundaki<br />
ilk kısa filmi Dayım’la tam anlamıyla gelir. Cezmi<br />
Baskın ve Sevda Aliyeva’yla çalıştığı 2002 yapımı<br />
ikinci kısa filminde, Sükut Altındır((Il Silenzio è<br />
d’Oro)’a 16 dakikayla yetindiren yönetmen, artık<br />
sesi de çıkmayan, üçte ikisi sularla bezenmiş<br />
bu topu, geri dönüşüm güzergahı için çevirmeye<br />
başlar. Ürkütücü, karanlık gelecek fikri, kötü<br />
gidişat ve beraberindeki son, yönetmenin filmlerine<br />
uyarladığı haliyle yeni bir başlangıcın, hiçbir<br />
şeyin eskisi gibi olmayacağı dönümü etkisini<br />
hep korur. Pirselimoğlu için, tamamen yok olmak<br />
karamsar bir resim için tasarlanan, adına karar<br />
verilen umut verici bir hediye gibidir, en azından<br />
değişime mecburdur, var olmaya diğer deyişle.<br />
Aşağıda yitirilecek değer kalmamacasına dinlenip<br />
bir arabayı ezecek güce gelmek, elindeki fardan<br />
kıymıkları çırpıp doğrulmak ve doğrulduğunda<br />
aynı yerde duruyor olmak arasında geçen zamanda<br />
başlangıç noktası dışında hiçbir şey<br />
aynı değildir. Doğu Felsefesi’nin değişim<br />
inanışına yakın duran yönetmene göre; ‘’hiçbir<br />
şeyin değişmemiş olduğunu düşündüğümüz<br />
yere geldiğimizde, başladığımız yer/başlangıç<br />
noktamız dışında her şey değişmiştir, en başta<br />
biz’’. Zamanın mekan üzerinden kimi sessiz,<br />
kimi gürültülü gerçekleştirdiği uzun atlamadaki<br />
bu başarısını, üç filmini de başladığı yerde bitirerek<br />
sinemasına taşır. Açılış ve finalleri aynı<br />
görüntüyle veren sarmal algı, fiziki durumun<br />
aksine aynı yerde kalmayan birey için umut<br />
verici bir devamı niteler, hala aynı pencereden<br />
bakıyor olmak başka bir yerde ya da başka biri<br />
olmaya engel değildir. Her hikaye seyrinde,<br />
başka bir yitik hayat çekip anlatma-severliği,<br />
perdeye uyarlandığında bırakacağı sanatsal<br />
etkinin büyük ölçekli olacağı gibi bir hesaplamadan<br />
ileri gelmez .Odağını belirleyici kılan iki<br />
unsur vardır, sıradan insanların çektiği ıstırabın,<br />
varoluşsal sıkıntının ‘hakikiliği ve samimiyeti’.
Bireyin ruh çıkmazı, yabancılaşma ve<br />
iletişimsizliğini, sosyo-ekonomik ve politik konumuyla<br />
birlikte özenli ama cilasız bir resmin içine<br />
yerleştirir. Azmettiricinin vicdan olduğu yerde<br />
hayat ne kadarlık misafirdir, yatılı mıdır yatalak<br />
mı, nikotinle kurulan demli ilişki zamanı daha<br />
mı hızlı karıştırır, bozulan parçalar yer değiştirse<br />
biri diğerini iyileştirir mi, başkası olmaya geç<br />
kalan insan giderken özür mü diler kendisinden<br />
yoksa cezasını hafifletip gözlerini bozmakla mı<br />
yetinir…Pirselimoğlu her seyirciye farklı okumalar<br />
tanıyabilen soruları dağıtır, cevaplar için herkes<br />
kendi çilingirine. Yeni bir filme başlarken öncekilerin<br />
sorumluluğunu, eklentilerini düşünmeksizin<br />
yeni yapacağı işi merkezine alan yönetmenin,<br />
ölüm ve vicdan temasını, kimlik transferi ve<br />
başkasının kimliğini edinme meselesini, biriyken<br />
bir başkası olma halini leitmotiv olarak pek<br />
çok işinde görmek mümkündür. Her filmde bozuk<br />
,çalışmayan araçlar ve bunların kısa süreli<br />
sahipliği, patikada(!) yolunda gitmeyen şeylerin<br />
temsili olarak bütünleyici bir üstleniştedir. Kendi<br />
onarımına, kendi yöntemiyle ulaşan ruhsa, yedek<br />
parçayı çalacak kadar hırıltılı çalışan bir göğse<br />
ve yerine ne koyabileceğini düşünen küçük yaşta<br />
bir insafa sahiptir. Birbirinin gözlerine bakmayan<br />
renksiz benizlerin aydınlanma aracı televizyonlar,<br />
ihtiyaçlar hiyerarşisinde ikinci etaba<br />
hiç ulaşmayan piramit apartmanların zemin kat<br />
sakinlerine iç döker, dinler gözle bakılan tek kişilik<br />
gürültüleri olur. Film yaparken açık davranma<br />
eğilimi, ahenk yaratma yolundaki hilelere kapalı<br />
ve elindeki malzemeyi en başta gösterir üslubuyla<br />
sinemasını sadeleştiren Pirselimoğlu,<br />
görüntü ve sanat yönetimindeki özen, durağan<br />
kamera kullanımı gibi güçlenmiş ortaklıkları uzun<br />
yıllardır aynı ekiple çıkartmaktadır. Örtüsüz filmlerinde<br />
müzik konusundaki tutumu ise, zamanı<br />
yataylaştıran anlayışını hatırlatır; hayatın içinde<br />
olmayan, kısaltıcı ya da hızlandırıcı bir duygu<br />
yaratımını sinemasına almaz. Vaziyet, özel olarak<br />
yapılan müzik kullanımıyla ters düşüp 3.sınıf<br />
bir esnaf lokantasından Geceler kaydını dinletiyorsa<br />
karşı gelinmez. Hemen hemen her filminde<br />
birlikte çalıştığı Cengiz Onural, hayata dair olamayan<br />
ağrının ses kaydında, kıdemin rastlantısal<br />
çoğalmadığını doğrular. Üçlemede çok fazla<br />
gerek duymadığı müzik kullanımına karşın, son<br />
filmi Ben O Değilim’de Atina Olimpiyatları’nın<br />
müziklerini de yapan ünlü müzisyen Giorgos<br />
Koumendakis’le çalışarak tesiri pekiştirir. Sanat<br />
ve teknik ekibiyle sürdürdüğü uzun soluklu<br />
çalışma, oyuncu seçiminde de özelliğini korur.<br />
Pek çok filminde rol alan Rıza Akın, Ruhi Sarı,<br />
Ercan Kesal yan rol ya da ana kahraman olarak<br />
perdesine almayı sevdiği, sahici oyuncularıdır.<br />
Bu sürecin zaman alıcı ve sancılı yönleri de<br />
olduğunu ifade eden yönetmen, ana kimlikler ve<br />
mekan seçimini, senaryo yazım aşamasındayken<br />
netleştirerek devamını bu iki öğe üzerinden<br />
biçimlendirir. Mekan olarak, hayatta kalma<br />
çabasında atak yapan şehir İstanbul, yönetmenin<br />
kadrajını tek başına Altınşehir’e, Tarlabaşı’na,<br />
Küçükpazar’a tutsa yetecektir ki 30-35 sayfalık<br />
bir senaryonun görünmeyen kısmında iyi vokal<br />
yapabilsin...sahneden inmeyecekmişçesine<br />
olan enerjisini sadece televizyondan izletebilsin.<br />
2002 yılında Zuhal Olcay, Parkan Özturan<br />
ve Devin Özgür Çınar’ın baş oyunculuğunda<br />
sonraki filmlerinden daha konuşkan ilk filmiyle<br />
perdedir. Kayıp, ölüm ve ölüyü arama teması<br />
üzerine kurulu Hiçbiryerde, öldüğüne inanmadığı<br />
kayıp oğlunu arayan bir annenin hayatındaki ilk<br />
gerçek yolculuğu ve her şeyi arkasında bıraktığı<br />
ilk güne, kabullenişe uzanan hikayesidir. 21.
İstanbul Film Festivali’nde yarıştığı sırada<br />
denetleme alt kurulu tarafından sakıncalı bulunarak,<br />
üst kurula havale edilmiş; neticesinde de<br />
altıya beş oyla ucu ucuna geçerek en iyi kadıncı<br />
oyuncu ödülünü Zuhal Olcay’a sunmuştur.<br />
Ulusal ve uluslararası festivallerden çok sayıda<br />
ödülle ayrılan, eser işletme belgesi verilmeyen<br />
ve uzun yıllar sonra ilk defa yasaklanan film<br />
olma özelliğiyle, sonraki yıllarda TRT tarafından<br />
satın alınan telif hakkına ve üç kez yayın<br />
anonsu geçilmesine karşın yayınlanmayarak<br />
anlaşma süresini arşivde doldurmuştur. Beş<br />
yıllık bir ara sonrasında 2007’de Rıza, ile günah<br />
ve kötülüğün nerede duracağı, vicdanın nerede<br />
devreye giren bir mekanizma olduğu(!) alt<br />
metnindeki hikayesiyle başlangıçta devamına<br />
yönelik bir kurgu taşımadığı halde, takip eden<br />
diğer iki filmle birlikte üçlemenin ilki konumuna<br />
geçer. Ana karekterleri Rıza Akın ve<br />
Nurcan Eren’in canlandırdığı film, 19. Ankara<br />
Film Festivali En İyi Film, En İyi Yönetmen, En<br />
İyi Sanat Yönetmeni ‘Natali Yeres’, 41.Siyad<br />
Türk Sineması Ödülleri En İyi Sanat Yönetmeni<br />
gibi pek çok ödüle sahiplik yapar. 2009<br />
yılında Türkiye’nin en büyük baklava fabrikası<br />
ile baklava çalan çocukların beraberce yaşadığı<br />
kocaman Altınşehir’de çekimleri tamamlanan<br />
Pus’ta, kaçak DVD işinde çalışıp yatalak annesiyle<br />
yaşayan Reşat, kiralık bir katilin hayatını<br />
üstlenerek iri şehrin üzerine sürdüğü puslu<br />
paleti perdeye tutar. Türkiye-Yunanistan ortak<br />
yapımı film, 16. Adana Altın Koza Film Festivali<br />
En İyi Görüntü Yönetmeni Ercan Özkan’ı<br />
ödüllendirirken, Ruhi Sarı’nın 24 sayfayı geçen<br />
oyunculuğu övgüye değerdir. Ayberk Pekcan,<br />
Nazan Kesal ve Rıza Akın üçgeninde geçen 2010<br />
Türkiye-Yunanistan ortak yapımı üçlemenin son<br />
filminde, saç bir tür kimlik olarak, ortaya alınır.<br />
Saç, yönetmenin hem erotik, hem kutsal nitelediği<br />
bu simgenin satıcılığını ve öleceği günü üstlenen<br />
perukçu Hamdi(Ayberk Pekcan) ile yalnızlığından<br />
beş yıldız kazanmış Meryem(Nazan Keşal)’in<br />
saçını satmak üzere tanışmasıyla açılır. Film,<br />
saplantısal boyuta taşınan bu karşılaşmanın tek<br />
taraflı olarak neleri göze alabileceği, değiş tokuş<br />
edilesi görülen bir tesbihin diğerinden üstün<br />
olmayan boncukları ve saçıldığında aynı cepte<br />
olmamalarına dayalı Pirselimoğlu geleneğinden<br />
yürür. Toronto, Montpellier gibi 18 ayrı festivalde<br />
gösterime giren film, ekip ve yönetmenine 11<br />
dalda ödül getirmiştir. Yine özel kimlik atfedilmeyen<br />
bir karekterin kimlik değiştirip hiçbir<br />
neden yokken başkası olma halini, ustaca hikayelendirerek<br />
sinematografisine ekleyen yönetmen<br />
Ben O Değilim’de, sadece hayatta kalacak<br />
kadar nefes alan Nihat( Ercan Keşal), onunla aynı<br />
yemekhanede çalışmaya başlayan Ayşe(Maryam<br />
Zaree) ve hapiste olan koca figürü Necip(Ercan<br />
Keşal) hattında devralınan bir hayatı, Nihat’ın<br />
başkasına ait bir ayakkabıya sürülmesini konu edinir.<br />
Ataması içeriden gelen kahramanın, bu görev<br />
yeri değişikliğini(!), ironik ve şaşırtıcı anlatımıyla<br />
birlikte yürüten yönetmen için, ana oyuncu Ercan<br />
Keşal ve İzmir Basmane’deki duraklama seçimine<br />
ayrı bir methiye zorunludur. 33. İstanbul<br />
Film Festivali’nden En İyi Film, En İyi Senaryo<br />
ve En İyi Müzik olmak üzere üç ödülle ayrılan<br />
film aynı zamanda 8. Roma Uluslararası Film<br />
Festivali En İyi Senaryo ödülünü göğüslemiştir.<br />
Tayfun Pirselimoğlu sineması, hayatın sadece<br />
ortası farklı olan kısmından doğru devam edip<br />
en baştaki buluşma yerinde kendi kundakçısıyla<br />
sözleşen insanların yanık derecesi meselidir…<br />
kimisine göre daha yanmamış yerleri bulunan,<br />
kimisine göre külden insanların.
n 29 Aralık 1967 doğumlu Andy Wachowski ve<br />
21 Ocak 1965 doğumlu Larry Wachowski, Polonya<br />
asıllı bir ailenin çocukları olarak Chicago’da<br />
dünyaya geldiler. 1996’da 4,5 milyon dolar gibi<br />
mütevazi bir bütçeyle kotardıkları “Bound” ile<br />
sessiz sedasız atıldıkları sinema dünyasında esas<br />
tanındıkları film, dünya çapında yankı uyandıran<br />
“Matrix” ile gerçekleşti. Matrix’i sonradan bir<br />
seriye dönüştüren Wachowski kardeşler, günümüzde<br />
Steven Spielberg, James Cameron, Guillermo<br />
Del Toro, Peter Jackson, Roland Emmerich,<br />
Michael Bay gibi yönetmenlerin başı çektiği<br />
“blockbuster” film alanında kuşkusuz farklı<br />
bir ekol yaratmayı başardılar. Matrix serisinin<br />
başarısı birçok yapımcı ve yönetmen tarafından<br />
örnek alındı ve fantastik – bilim kurgu alanında<br />
“seri film” üretiminin artmasına dolaylı yoldan<br />
katkıda bulundu.<br />
Yüksek bütçeli filmler, fantastik, bilim kurgu ve<br />
aksiyon türleri, anime etkisi, görselliğe ve kurguya<br />
maksimum derecede önem veren yönetmenlik<br />
anlayışı denildiğinde akla gelen ilk isimlerden<br />
olan Wachowski kardeşler, diğer blockbuster<br />
film yönetmenlerine göre her zaman kendilerine<br />
has ve aykırı bir tarza sahipti. Kardeşlerden<br />
Larry Wachowski, 2003’te Matrix Reloaded filminin<br />
galasına kadın kılığında geldi ve ilerleyen<br />
yıllarda cinsiyet değiştirerek kadın oldu, adını<br />
da “Lana Wachowski” olarak değiştirdi. “Wachowski<br />
Brothers” olarak bilinen ikili böylelikle<br />
“Wachowski(s)” lakabını almaya başladı.<br />
Matrix serisinden sonra Speed Racer (2008)<br />
ve Cloud Atlas (2012) filmlerine imza atan ikili<br />
ayrıca, Matrix dünyasının animasyon ortamına<br />
aktarıldığı 9 kısa filmden oluşan The Animatrix<br />
(2003) filminin yapımcılığını üstlendi ve “isyan,<br />
devrim, özgürlük” denildiğinde akla ilk gelen<br />
filmlerden V for Vendetta (2005)’nın senaryosunu<br />
yazıp, yapımcılığını yaptılar.<br />
En son 2012’de Cloud Atlas ile hem<br />
eleştirmenleri hem izleyiciyi ikiye bölüp<br />
çok farklı tepkiler alan Wachowskiler,<br />
üç yıl aradan<br />
sonra yeni filmleri Jupiter<br />
Ascending ile tekrar bilim<br />
kurgu – fantezi – aksiyon<br />
dünyasına geri dönüyorlar.<br />
Channing Tatum, Mila Kunis<br />
ve Eddie Redmayne’in yer<br />
aldığı film, 6 Şubat 2015’de<br />
ülkemizde vizyona girecek.<br />
Jupiter Ascending’i heyecanla<br />
beklerken yönetmenlerin<br />
bugüne kadarki filmografilerine<br />
en baştan göz atmakta<br />
fayda var.<br />
Bound (1996)<br />
Wachowski kardeşlerin ilk<br />
filmi olan Bound, yönetmenlerin<br />
ileride oluşacak filmografilerine<br />
kıyasla epey düşük<br />
bütçeli bir filmdi ve klasik filmnoir<br />
kalıplarıyla dalga geçiyor,<br />
erkek ve kadın arasındaki<br />
rolleri değiştiriyor, femme fatale<br />
kadınları cezalandırmayıp<br />
aklandırıyor, lezbiyen ilişkiyi<br />
odak noktasına getiriyor,<br />
prototip olarak klasik fakat
içerik olarak<br />
yapıbozumcu<br />
bir filmnoir’e,<br />
hatta<br />
kimi sahneleriyle<br />
etkili<br />
bir erotik gerilime dönüşüyordu.<br />
Ceasar – Brütüs olayına isim ya da<br />
karakterler üzerinden kısmi göndermeleriyle<br />
dikkat çeken film, Jennifer<br />
Tilly’nin seksi imajı, kısık ve<br />
cezbedici ses tonuyla canlandırdığı<br />
harika femme-fatale performansı<br />
ve Gina Gershon’un günümüzde<br />
Mavi En Sıcak Renktir’in Lea<br />
Seydoux’suna denk düşen erkeksi,<br />
lezbiyen ilişkideki baskın taraf yorumuyla<br />
hafızalara kazındı.<br />
Matrix Üçlemesi (1999-2003-2003)<br />
Bound ile sessiz sedasız ama dikkat<br />
çekici bir çıkış yapan Wachowski<br />
kardeşleri dünya çapında bir<br />
fenomen haline getirecek olan Matrix<br />
serisi, birçok açıdan adını sinema<br />
tarihine silinmeyecek şekilde<br />
kazıyacak, kendinden sonra gelecek<br />
birçok filme esin kaynağı olacak,<br />
bilimkurgu sinemasında farklı alt<br />
türlere kapı aralayacak, cyberpunk<br />
edebiyatındaki lezzetin görsel<br />
karşılığını verecek, felsefi yapısıyla<br />
derin analizlere ve tezlere konu<br />
olacak bir alternatif gerçeklik evreni<br />
yaratmayı başarıyordu. Ghost in<br />
the Shell (1995)’den esinlenildiği<br />
bilinen Matrix, slow-motion çekim<br />
tekniği denildiğinde akla ilk gelmesi<br />
ve bunu belki de en başarılı şekilde<br />
uygulayan film olmasının yanında<br />
yarattığı anime etkisiyle, dövüş
sanatları alanında gerçekleştirdiği devrimci koreografilerle,<br />
aksiyon sekanslarındaki video<br />
oyunu dokusuyla, deri ceketleri, güneş gözlükleri,<br />
silahları ve mimari açıdan “trend” haline getirdiği<br />
tasarım harikalarıyla bir popüler kültür şaheseri<br />
olmayı başardı. İlk Matrix filminin başyapıt olduğu<br />
konusunda hem izleyici hem de eleştirmenler nezdinde<br />
çoğu kişi hem fikir olsa da, sonradan gelen<br />
iki devam filminin zorlama olduğunu ve felsefesinden<br />
ziyade fazla ticari bir bakış açısıyla kotarıldığını<br />
düşünenler oldu. “Matrix”i üçlemeden bağımsız,<br />
tek film olarak değerlendirmek yanlış ve eksik olurdu,<br />
dünya çapındaki başarısının 2000 sonrasında<br />
fantastik alanda “seri film” algısını güçlendirdiğini,<br />
yapımcıları cesaretlendirdiğini göz ardı edemeyiz.<br />
Speed Racer (2008)<br />
Wachowski kardeşlerin dünya<br />
çapında yankı uyandıran Matrix<br />
serisinin ardından neler yapacağı<br />
merak konusuydu. Popüler bir anime<br />
uyarlaması olan Speed Racer,<br />
tamamıyla çizgi film estetiği üzerine<br />
kurulan, sayısız pastel renklerin<br />
adeta gözümüzde patladığı,<br />
çocuk, aile, spor f, animasyon türleri<br />
arasında gezinen, bilgisayar oyunu mantığıyla<br />
ön plana çıkan, bir nevi kurgusal ve görsel cümbüş<br />
olarak hafızalarda yer etti. Matrix gibi sinema<br />
tarihine geçen önemli bir serinin ardından daha<br />
çok çocuk kitleye hitap ediyormuş gibi gözüken<br />
renk cümbüşü Speed Racer’ın gelmesi birçok kişi<br />
tarafından hayal kırıklığı olarak adlandırılsa da filme<br />
hakkını veren ve Wachowskilerin cesaretine şapka<br />
çıkartan ufak bir kesim de mevcut.<br />
Cloud Atlas (2012)<br />
Wachowskilerin yanlarına Alman yönetmen<br />
Tom Tykwer’ı da alarak yönettikleri Cloud<br />
Atlas, antolojik filmmiş gibi görünüp, antolojik<br />
filmlerden farklı olarak geniş çaplı bir “bulut<br />
atlası” çerçevesinde tüm hikayelerini ve<br />
karakterlerini ortak bir paydada birleştiriyor<br />
ve bunu “destansı bir blockbuster” içerisine<br />
yerleştirerek başlı başına<br />
riskli, çılgın ve cesur bir<br />
proje olmayı başarıyordu.<br />
David Mitchell’in sinemaya<br />
uyarlanması oldukça zor<br />
görünen romanından uyarlanan<br />
film, reenkarnasyon ve<br />
insanoğlunun varoluşu ekseninde<br />
bir paralel evren bilim<br />
kurgusu tasarlıyor, bu türün<br />
en başarılı örneklerinden üç katmanlı The<br />
Fountain (2006)’in sanatsal yapısını ve amacını<br />
altı katmana yayarak hem görsel, hem ticari,<br />
hem blockbuster amacına başarılı bir şekilde<br />
ulaşıyordu. 1850, 1931, 1973, 2012, 2041 ve<br />
belirsiz bir gelecekte geçen altı katmanlı bu<br />
hikayede her bir oyuncunun 6 farklı karakteri<br />
oynaması, neredeyse cinsiyet kavramına yeni<br />
bir boyut getiren yoğun bir saç ve makyaj<br />
tasarımı emeği, farklı janrlar arasında dolaşan<br />
ama aynı temaya hizmet eden hikaye örgüsü<br />
ve geçişleri bile ortak paydalı hikayelerin görsel<br />
yansıması şeklinde olan epey zor ve güçlü<br />
kurgusu unutulacak gibi değil.