26.05.2020 Views

Genç Hayat 361. Sayı

İşçi, işsiz, öğrenci gençliğin özgürce yazıp çizebileceği gençliğin dergisi, gençliğin kürsüsü Genç Hayat'ın 361. sayısı ile sizlerle.

İşçi, işsiz, öğrenci gençliğin özgürce yazıp çizebileceği gençliğin dergisi, gençliğin kürsüsü Genç Hayat'ın 361. sayısı ile sizlerle.

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

27 Mayıs 2020 - 9 Haziran 2020 Sayı: 361

/GencHayat

/gencevrensel

/genclik@evrensel.net /genchayatt


İÇİNDEKİLER

SUNU 2

Kelepçeden izole üslere: yeni normal kimin?........4

Mesut BAYLAV

Kar hırsı eşittir işçi düşmanlığı...............................5

Esenyurt’tan Genç Bir İşçi

Karanlık gelecek ve yanan AVM ışıkları...................6

Murat UYSAL/ Ozan ONGULU

Başka türlü bir şey benim istediğim…...............…..7

Sıla ALTUN

MEB yine sınıfta kaldı...............................................8

Eren YÜCEBOY

Sağlığımız mı geleceğimiz mi...................................9

Berfin ERDOĞAN

Askıya alınan geleceğimiz........................................9

Tuzluçayır Anadolu Lisesi’nden bir öğrenci

Maskeyle 5 dakika duramazken sınavda nasıl 3

saat duracağız?........................................................9

Ege Lisesi’nden bir öğrenci

Sadece dezenfektan değil öğrenciye verilen değer....9

Adana’dan Lise Öğrencileri

Belirsizlikler motivasyon düşürüyor.......................9

Ali KARADAĞ

Sistemin görünmezlik pelerini kalkıyor........………10

Hazan İLİK

Akademide cinsiyetçi söylemlerin

kaynağı neresi?.........................................................11

Cemre KAVALA

İstediğim saatte diş fırçalayabilmek

üzerine mülahazalar…………....................………….12

Şeyda DEMİRTAŞ

Kazanım birlikten gelir……………......................…...13

Elif TURGUT

Covid-19’a karşı maske YÖK’e karşı ÖTK.................14

Can ADAK

#DeüSınıftaKaldı…………………......................………15

İnşaat Mühendisliği öğrencisi

Tıp öğrencilerinin ihtiyacı olan...............................16

Gamze SAHİLLİOĞULLARI

Hiçbir kupa sağlıktan önemli değildir.................…16

Ali ALTUN

Hacette Üniversitesi öğrencilerden 0 not aldı.......17

Ezgi KAYA

Bu anlayışla her eğitim mağdur eder!....................18

PDR alanında meslek gaspı….........................……..19

Emre AKTAY/Selin ALKAN

Tek bir seçenek bir sürü belirsizlik…..............……19

Eylül Dilara KILIÇ

Kızıl bir şair: Qedrî Can…………...........………………20

Süleyman ATALAY

Bu hep böyle mi gider?………......…..…………………20

Sıla YILMAZ

“Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını,

ben hasretlerin”……………….…............................…21

Manolya GEZGİN

Cvid-19 ve akademik bilgi üretimi.........................22

Onur KARADUMAN/ Berke TAŞ

SSCB’de spor ve işçi sporu…………........……………23

Dünüyle, bugünüyle, yarınıyla

GenetikMühendisliği………………....................…….24

Adım adım karanlığını deldiğimiz

bir gökyüzümüz var. Ne salgın ne

yasak, pencerelerimiz, balkonlarımız

var. Tarihin hatırı sayılır bir kısmından

geçiyoruz, öylesine uğradığımız

bir kapı değil burası. Kendi hayatımızı,

mücadeleyle kazandıklarımızla kuruyoruz

zira başka türlüsü de mümkün değil.

Ülke gündemine, sınıf gruplarından tartışa

tartışa yükselttiğimiz taleplerimizi

yazıyoruz, sokağa çıkmasak da kendimizi

ve hayatımızı görünür kılacak bir yol buluyoruz.

Ne dünya dönmeyi bırakıyor

ekseninde ne de biz kazanımlarımızı ve

onlar için mücadele etmeyi çıkarıyoruz

gündemimizden. Bize göre, tam da bizim

için bir eğitim istiyoruz, her şey bu

denli karmaşıkken bir de anlamsız uygulamaların,

akıl almaz ödev yüklerinin altında

ezilmeyi kabul etmiyoruz. Tam da

bize göre bir hayat için, bir bir heybemize

topluyoruz aldıklarımızı, onlardan

başka bir hayat inşa etmenin kıvancıyla

doluyuz. Teker teker sınıfta kalan üniversite

yönetimleri ve bilimselliğin zar

zor tutunduğu çığırından çıkan bir akademi

içinde biz ise tek bir şeye tutunuyoruz.

Değiştirebileceğimizi bilmenin

verdiği inanca. Bugüne dair beslediğimiz

umut dünden hatırladığımız gücümüzden

geliyor, kuvvetlice bir hatıra bu. Karanlığa

sırtımızı dönüyorduk daha dün,

alamadığımız eğitim, ödeyemediğimiz

harçlar, fahiş yemekhane ücretleri, bilimsellikten

uzak açıklamalar, baskıcı yönetimler

karşısında boykottaydık, üniversite

amfilerinde ve kampüslerinde bağırmaktaydık

istediklerimizi. Daha dün

sapkınca ve düşmanca açıklamalar yapan

akademisyenleri sosyal medyadan yükselttiğimiz

birlikteliğimizle aldırdık görevlerinden,

akademide cinsiyetçi söylemlerin

hiçbir türlüsüne izin vermeyeceğimiz

bir kez daha ortaya koyduk, istediğimiz

eğitimi almak için de görev başındaydık

klavyelerimizle. Ülkenin dört

bir yanından üniversiteliler olarak birçoğumuz

Türkiye gündemine girdik, bir bir

söyledik eğitim namına atılan uzun

pdf’leri haftada 10 ödevle kapatıldığı sanılan

eksiklikleri, sürekli çöken sistemleri….

Ve birçok yerde ya yan yana gelip

sesimizi yükseltmenin deneyimini yaşadık

ya da kazanımla sonuçlandırdık taleplerimizi.

Öyle ya da böyle buradaydık, ekranların

arkasında olmamız eksiltmiyor hatırladıklarımız

ve yapacaklarımızı. Şimdi

her birimiz ayrı hanelerde olsak da, akademi

de biziz derslik de, buradayız, bir

yere de gitmeye de niyetli değiliz hiç.

Sunu fotoğrafı: Pxhere

Kapak Görseli: Russolo the revolt, 1911

Günlük EVRENSEL Gazetesi’nin ücretsiz özel

ekidir.

Türü: Ya­y­gın sü­re­li

Bül­ten Ba­sın Ya­yın Rek­lam­cılık Tic. Ltd. Şti.

Adına Sa hi bi: Kürşat Yılmaz

Ge nel Ya yın Yö net me ni: Fatih Polat

So rum lu Ya zıiş le ri Mü dü rü: Görkem Kınacı

Ya­yın Ku­ru­lu: Berfin Ezgi Tatlı - Cenk Yılmaz Bayır -

Elif Tur gut - Zehra Özöcal-Armanç Yılmaz

Yö ne tim Ye ri: Meh­met

Akif Er­soy Cad. Meh­met

Çıbık­çı İş Mer­ke­zi No: 2 K:

2 Iş­ye­ri No: 21 Şi­ri­nev­ler/B.

Ev­ler-IS­TAN­BUL

Tel: (0212) 909 48 01

Faks: (0212) 654 15 04

Da ğıtım: Turkuvaz

Da­ğıtım AŞ

İstanbul Baskı: Kuzey Veb Ofset San. Tic. Ltd.

Şti Tayakadın Mah. Yassıören Cad. No:75/1 Arnavutköy/İstanbul

Tel: 0212 682 61 62

Adana Baskı: Arslan Güneydoğu Gazetecilik,

Matbaacılık ve Kağıtçılık A.Ş. Yeni Doğan

Mh. 2108 Sk. No: 18/A Yüreğir/ADANA


ROTA 3

Kurtuluş için bir gemi

Ekonomik krizin faturasının bedeli

Türkiye gençliği için çok

ağır. “Tek adam yönetimi ve

temsilciliğini yaptığı güçler, Türkiye

gençliğinin bugününü karanlık, geleceğini

belirsiz kılarak bu faturayı

ödetme peşinde” diye tartışırken

dünya geneline yayılan Covid-19 salgını

mart ayı ortalarından bu yana

Türkiye’de bugünü de geleceği de karanlık

ve belirsiz kıldı. 7 Milyar insana

yetip de artacak milyarlarca insan

tarafından üretilen zenginliğin, parmakla

sayılabilecek kadar az sayıda

insana satın alınmış adalarda, yalı

bahçelerinde “güvenli ve sağlıklı”

karantina günleri sağlamaktan başka

bir şeye yaramadığı gözler önüne serildi.

Tek adamın 100 milyar liralık

paketin 98 milyar TL’sini kapitalistlere,

2 milyar lirasını halka pay ettiği

de durumu gözler önüne seren örneklerden

biri.

Bir avuç patronun zenginliği için

üretimi esas alan kapitalist sistemin foyalarını

döken ama dökerken de çok

sınıfsal etkiler bırakan bir virüs bu korona!

Şimdi “yeni normal-ikinci dönem”

paketleri açıklanıyor. Ekonomik krizde

iken Covid-19’un görüldüğü Türkiye’de

tek adamın paketlerinden kapitalistlere

yardım, teşvik, işçi sınıfının ve

emekçilere ve onların çocuklarına ve

genç kuşaklarına ise yüklü bir fatura

çıkıyor. Üstelik bu yüklü fatura yalnızca

maddi açıdan ağır değil. “Turizm

kadar değerimiz yok’ duygusuna hapsediliyor

liseliler. “Canımız patronun

kâr hırsından daha değerli değil” duygusuna

hapsediliyor işçi gençler;

“Akademik yaşantı ve eğitimimiz

kimsenin umurunda değil’ duygusu ile

vize-final dönemlerine hapsediliyor

üniversiteliler. Kapitalist üretimin

çarkları kâr için dönerken gençliğin gelecek

özlemlerini de öğütüyor. Bağımlı

kapitalist bir ülkenin işçi sınıfının genç

kuşaklarının ve emekçi çocuklarının bu

çarkların en ucuza dönmesini sağlamaları

dışında kapitalistler gözünde bir

değeri olmadığını Covid-19 salgınında

hükümetin ve arkasındaki sermaye

güçlerinin aldığı tutumlar, açıkladıkları

paketler bir kez daha gösterdi.

SORULAR, SORULAR

Şimdi milyonlarca genç bunalımın,

umutsuzluğun, karamsarlığın pençesinde

debeleniyor.

Tüm bu tablo içinde ne olacak? Gelecek

planları nasıl yapılacak? Eğitim

hayatı ne olacak, iş bulunabilecek mi,

mevcut çalışılan işte kalmanın garantisi,

geçinebilmenin teminatı var mı? Bu

tablodan en az zararla nasıl çıkılabilir?

İşte tam bu noktada burjuvazinin

gençliğe önerdiği bir plan var. Aslında

bu plan yeni duyulan, ilk kez ortaya

atılan bir plan değil. İşçi sınıfının genç

kuşakları ve emekçilerin çocukları

“Kendini kurtar” öğütleri ile çok daha

sert ve giderek vahşileşen bireysel bir

rekabetin içine çekilmek isteniyor.

“Kendi gemisini kurtaran kaptanlar”

olma hayali daha pahalıya satılıyor; öyle

bir gemi ortada olmamasına rağmen.

İşyerinde ispiyonculuğun, fakültede

notlarını arkadaşlarından gizlemenin,

her ne olursa olsun kendini bu

cendereden kurtarma için yılana

sarılmanın öğütlendiği ve örgütlendiği

bir plan bu.

Covid salgının ortaya bir bir

döktüğü kapitalist sistemin gerçeklerine

göz kulak kapayıp, bunalım

cenderesinde sıkışmaya

devam mı edilecek yoksa bu gerçeklere

göz kulak açıp; kendini

kurtar öğütleri ile örgütlenen bir

bunalımın karşısında bu cendereden

birlikte çıkmak üzere harekete

mi geçilecek?

Bu soruya Türkiye gençliği hep

birlikte gündelik yaşamından başlayarak

pratik bir cevap vermek

zorunda.

İkinci seçenek etrafında birleşmedikçe

sıkışmışlık hissinin giderek artacağını,

“kendi gemisini kurtaran kaptanların”

burjuvazinin ideoloğu twitter

fenomenlerinin tweetlerinden başka

bir yerde gerçek olamayacağı günlerin

kapıda olduğunu bilmek zorundayız.

Denize düşen yılana sarılır sözü, zor

durumda kalanın en olmayacak yollara

başvurmak zorunda kalacağını belirtmek

için kullanılır. Türkiye gençliği

uzunca bir süredir zaten fırtınalı ve sürekli

dalgaların yükseldiği bir denizin

içinde. Üstelik sarılacak bir yılan bulmanın

bile giderek zorlaştığı, sarınılan

sertifikaların, işten atılmamak için haksızlıklara

boyun eğmenin kar etmediği

bir dönemden geçiyoruz.

SENİN GEMİN HANGİSİ?

Buna karşın, hem bu fırtınalara sebep

olan hem de kendilerini bu dalgalı

denizin tehlikelerinden koruyabilecek

lüks ve güvenlikli gemiye binmiş olan

sömürücü sınıflar “bırak boğulanları,

sen şuradaki yılana sarıl belki kurtulursun”

demeye devam ediyor. Can simidi

olarak MESS SAFE kelepçelerini atıyor

güverteden, can yeleği olarak

“EBA TV’yi” fırlatıyor. Sığınılacak,

kurtuluş için sarılacak bir gemi var elbette.

Yükselen dalgaları bu fırtınalardan

kurtulabilmek için değerlendiren,

rekabet ile değil kolektif çabayla ilerleyen

bir gemi. Örgütlü mücadelenin ta

kendisi. Gerçek bir kurtuluşun o lüks

geminin güvertesinden atılanlarda değil

de birleşmekte, dayanışmakta olduğunu

belirleyen, rotasını o “korunaklı”

geminin yüzmesini sağlayan kapitalist

üretim ilişkilerini ortadan kaldırmak

olarak belirlemiş bir gemi.

Bu dergiyi okuyan; çalışma koşullarının

içinde boğulan, “turizm kadar değeri

olmadığını” düşünen liselilerin,

eğitimini almadığı konuların online sınavına

hazırlanmaya çalışan üniversitelilerin

bunca karanlık ve belirsizlik içinde

binmesi gereken, sarılması gereken

yer burasıdır. Türkiye gençliğinin rotası

örgütlü bir mücadeleye dönmedikçe,

kurtuluş yolunda daha nice yılanlar, nice

bunalımlar peyda olacaktır. Bunu

kapitalizmin 200 yıllık tarihi defalarca

kez kanıtladı. Öyleyse yeni normal denen

şeyin daha fırtınalı, daha zorlu bir

döneme işaret ettiğini unutmadan:

Vahşi rekabet koşullarının karşısına

güçlü bir dayanışma ve birliktelikle çıkmak

üzere!


Kelepçeden, izole üslere:

Yeni normal kimin?

GÜNCEL 4

Mesut BAYLAV

Adana

“Bir adım ötesi toplama kampı! İzole

üretim üsleri kuruluyor” *

“Metal işçileri: ‘MESS-Safe uygulaması

kölelik düzenini andırıyor” **

Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası

(MESS) ve Müstakil

Sanayici ve İş Adamları Derneği

(MÜSİAD) Türkiye burjuvazisinin

iki büyük örgütü. İktidarın ve

sermaye güçlerinin salgın sürecinde

üretimi sürdürme hamlelerine son

dönemde yaptıkları öneriler ile gündeme

geldiler. Dertleri de kaygıları

da ortak...

MESS, işçilere elektronik kelepçe

takarak, sosyal mesafeye uymayanlara

bu sayede uyarı yapılacağını söyleyerek

emekçilerin sağlığının” kendileri

için ne kadar da önemli olduğunu”

açıkladı. MESS Yönetim Kurulu

Başkanı Özgür Burak Akkol, “MESS

SAFE ile korunan, teknolojiyle

dönüşen üretim diyoruz. Ülkemizde

üretim durmasın, istihdamımız korunsun

ve artsın. Bu süreçten güçlenerek

çıkalım. Bu zorlu süreç sonrası geleceğin

normalinin merkezi Türkiye

olsun istiyoruz” diyerek geleceğin

“normaline” de göz kırptı. MÜSİAD

ise yedi yıl önce “orta ölçekli sanayi

bölgeleri” olarak başlattığı projeyi bugün

“izole üretim üslerine” dönüştürdüğünü

açıkladı. İlki 15 Haziran’da

Tekirdağ’da açılacak olan üslere ilişkin

MÜSİAD, sitesinde üslerin nasıl

olacağına dair bir sunum yayınladı.

İktidarın ve patronların çokça sevdiği

ve fırsata çevirmekten elbette imtina

etmediği krizler MÜSİAD’ın sunumunda

da yerini aldı elbette. “BU

KRİZ BİR FIRSAT OLSUN!” yazısı

kırmızı ve büyük puntolarla göze çarpıyor.

SÖMÜRÜNÜN

ARTIRILMASINA YENİ

ÖRTÜ

Projenin çıkış noktasına ilişkin

“Böylesi krizler her tekrarlandığında

izole mi olacağız? ... sürekli hazır olmanın

zamanı gelmedi mi?” gibi demogojik

bir nara atarak yol aldığını

görüyoruz MÜSİAD’ın. O da tıpkı

MESS gibi kriz sonrası sürece ilişkin,

“Dünyadaki temel algılar değişmektedir.

Bunu lehimize kullanmak durumundayız”

diyerek geleceğin “normalinde”

sömürü kamplarını iyi

değerlendirmenin önemine vurgu

yapıyor. “Temel algılar” diyerek çıktığı

nokta Dünya piyasasında Çin’in virüsten

kaynaklı kaybettiği prestij. Bu

prestij kaybının da Türkiye’yi öne çıkarabileceği

ve bu uğurda her yola

başvurmanın mubah sayılması düşüncesi.

Çin ile rekabet edebilme düşüncesinin

çıkacağı ilk yolun emekçilerin

haklarına saldırılara çıkacağı kesin.

İşçiler, salgın koşulları ortaya

çıktığından beri kendilerinin, ailelerinin,

halkın sağlığı hiçe sayılarak çalıştırılırken

MESS’in çıkıp da

“elektronik kelepçe ile işçilerin

sağlığını korumaya çalışacağız”

demesinin elbette bir gerçekliği yok.

Patron örgütlerinin çağrısı net: “Krizlerin

doğurduğu fırsat zincirinde

sömürüyü katmerleştirelim! Kelepçe

de takalım, ileride oluşacak salgın

ihtimallerine karşı emekçileri gerekirse

fanuslara kapatalım da çalıştıralım.

Ama ne pahasına olursa olsun üretimin

aksamamasını sağlayalım.”

Patron örgütlerinin çağrısı net:

“Krizlerin doğurduğu fırsat zincirinde

sömürüyü katmerleştirelim!”

“HİÇBİR ŞEYİN ESKİSİ

GİBİ OLMAYACAĞI” AMA

ESKİSİ GİBİ OLACAĞI

“YENİ NORMAL”

Kapitalizmin yeni normali kelepçelerde,

insanlıktan izole çalışma kamplarında

çıkış arıyor. Tarih boyunca her

kriz döneminde sermaye çeşitli çıkış

yolu önerileri, pratikleri ortaya çıkardı.

Üzerine konuştuğumuz bu iki

adım da bu şemanın içerisinde yer

alıyor. Emek rejimine dair söz söylerken

MÜSİAD’ın yapacağı üslere meslek

lisesi açacağını da söylemesi elbette

ki tesadüf değil. Kendi ihtiyaçlarına

paralel olarak emekçi çocuklarını da

orada yetiştirmek ve ucuz iş gücü haline

getirebilmek, emekçileri topyekûn

kuşatma altına almak, çarkın

dişlilerinin sivriltilmesini sağlamak,

bir bütün halinde sömürüye tabi tutmak

da en temel hedeflerinden. Atılan

adımlar toplumsal yaşamın her

alanında geniş emekçi kesimler üzerinde

otoriter bir etiket olarak etkisini

sürdürecektir, istenen ve beklenen de

budur.

Patronlar ve iktidar “Hiçbir şey eskisi

gibi olmayacak” söyleminin pratik

adımlarını atıyor, atmaya da devam

edecekler. Sermaye cephesinde durum

buyken, halihazırda dağınık olan

emek güçlerinin bu devasa saldırılara

vereceği yanıt, eski-yeni arasında kurulacak

ilişkinin seyrini belirleyecek.

*https://www.evrensel.net/haber/404794/

bir-adim-otesi-toplama-kampi-izole-uretim-usleri-kuruluyor

**https://www.evrensel.net/haber/405289/

metal-iscileri-mess-safe-uygulamasi-kolelik-duzenini-hatirlatiyor

İllüstrasyon: pch.vector / Freepik


MEKTUP

5

Kâr hırsı eşittir işçi düşmanlığı

Sosyal mesafe ve evde vakit geçirme üzerine çokça konuşulduğu bir dönemde bunların

ikisine de çok uzak olanların varlığı gözden kaçırılıyor. İşçiler için pandeminin koşullarını

şekillendiren temel şey ise kâr hırsı oldu.

Genç bir işçi

İstanbul/Esenyurt

Korona salgını nedeniyle neredeyse

üç ayı aşan bir süredir

evlerimizde kalarak, sosyal yaşamdan

izole bir şekilde yaşamaya çalışıyoruz.

Bu süreçte tüm toplumsal

kesimlerin, öğrencilerin, memurların,

emekçilerin yaşadığı sorunlar gibi sınıfsal

konumu gereği “evde kalamamak”

en büyük sorun olarak karşımızda

duruyor. Sadece hayatın devam etmesini

sağlayacak üretim alanlarının

üretime devam etmesi gerekirken, kâr

hırsı ve pazarların kaybedilmemesi uğruna

üretimin zorunlu olmadığı alanlarda

da üretim sürdürülüyor. Onlarca

fabrikada işçilerin koronavirüs testinin

pozitif çıkmasına rağmen her şey normalmiş

gibi salgına yakalanan işçiler

işten çıkarılıyor. Gerekirse işçi alımı

yapılıyor. Hatta işçinin koronavirüs

testinin pozitif çıkması durumunda cezai

işlem uygulamayı da kendinde hak

olarak buluyorlar. İşçinin enfekte olması

durumu meslek hastalığına dâhil

edilmiyor. Keza hayatını kaybetmesi iş

“kazası” olarak da değerlendirilmiyor.

Bu yolla işçi kıdem tazminatı hakkından

yararlanamaz hale getiriliyor. Tüm

bunlar işçinin sağlığı ve yaşamı açısından

anormal durumlar ama “normalleşiyoruz”

derken kastedilen ne?

SÖMÜRÜ PANDEMİ

DİNLEMİYOR

Bu süreç kapitalistlerin niyetini açık

bir şekilde gösterdi, metaya bağımlılığı

gereği koşullar ne olursa olsun üretimin

her halükarda devam edilmesi gerektiğini,

halkın sağlığı ne derecede kötüye giderse

gitsin mühim olanın sermayedarların

kazancının sağlıklı bir şekilde devam

etmesi gerektiğini yaşayarak gördük.

Üretimin önünde engel olarak duracak

veyahut onu yavaşlatacak olan

pandemiye karşı kapitalistler, üretimden

hiçbir şekilde ödün vermeden üretime

devam ederek ama aynı zamanda da

“normalleşiyoruz” propagandasını güçlendirerek

bu süreci “sağlıklı” bir şekilde

geçirmeye çalışıyor. İstenilen şey kapitalist

üretimin eski temposuna dönmesi,

sağlığımıza kavuştuğumuza yönelik

algıyı verilerle güçlendirerek bunu işçi

sınıfı nezdinde meşru zeminde yürütmek.

Bir can pazarı olarak nitelendirdiğimiz

kapitalist üretimin yılda binlerce

işçinin canına kıymasını göz önüne alırsak,

kapitalist üretimle birlikte salgın dediğimizde

işçi sınıfı açısından ortaya iç

açıcı bir sonuç çıkacağını düşünemeyiz

bile.

Benim çalıştığım fabrika ihracat üzerine

üretim yaptığı için ülkemizde salgın

görüldükten sonra yurtdışı siparişlerinin

durmasıyla üretime ara verildi. Bizim

çalışmadığımız durumda maaşımızın yatıp

yatmayacağına, kesik atılıp atılmayacağına

dair sorularımıza “yönetim işçileri

mağdur etmeyecek” cevabı ardından

“E abi aksi durumda gelirimiz olmadan

nasıl yaşayacağız?” sorusuna da “önce

sağlığımızı düşünelim” cevabı geldi. Bu

belirsizlik bizim yönetime güvenimizi

sağlamadı elbette. Genç işçi arkadaşlarım

part time iş bulmanın gerekli olduğunu

düşünüp “herhangi bir iş olursa

haberleşelim” diye konuşmaya başlamışlardı.

İki ay önce izne ayrılmıştık, bu ara

içerisinde kimimiz ailesinin geçimini nasıl

sağlayacağını düşünerek geçirdi. Çünkü

ücretsiz izin ödeneğinden yararlanan

işçilerin alabileceği ücret 1170 liraydı.

Ücretsiz izinden yararlanamayan benim

gibi sigorta priminin istenilen güne ulaşmamış

olan genç işçi arkadaşlarım ise

yardım fonu olarak gönderilen 500 lira

ile yetinmek zorunda bırakıldı. Bölüm

müdürümüze bu ücretin kabul edilir bir

şey olmadığını söylediğimizde “işten

atılmadığınıza dua edin” dedi. Sonuç,

söylenenin aksine mağdur edildik.

“NORMALE” DÖNME

SERÜVENİMİZ BÖYLE

GERÇEKLEŞTİ

Bu ancak benim çalıştığım fabrikadan

ama çok öznel olmayan bir sorun. Türkiye

işçi sınıfının tamamı bu ücretsiz izin

sorununu yaşadı ve daha öznel sorunlara,

hak gasplarına, işten atmalara maruz

kalan binlerce işçi olduğunu da söyleyebiliriz.

Kapitalist, üretim araçları üzerinde

sahip olduğu özel mülkiyeti ile üretim

üzerinde sömürü olanaklarını geliştirme

özgürlüğüne de sahip. Bu yüzden

dilediğinde işçiyi sigortasız çalıştırabilir,

düşük ücrete mahkûm bırakabilir,

MESS-SAFE projesi ile de işçiyi takip

edebilir. İktidarın, sermayedarların işini

kolaylaştıracak ekonomi politikalarının

karşısında bizim hayatımızın garantisi,

güvencesiz çalıştırıldığı işe gitmek için

dışarı çıktığında kalbinden vurulan mülteci

Ali’nin hayatı ile aynıdır. Bu yüzden

biz genç işçilerin sınıfsal konumu gereği

hayatları birbirine bağlıdır. Birbirimizden

kopuk ve bağımsız şekilde hayatımızı

kurtaramayacağımız ortada. Birleşmekten

kaçınmamalı, hayatımıza kastı

olana gardımızı almalıyız.

Coit Kulesi Duvar Resmi, Fabrika

Kaynak: Joe Crawford/Flickr (CC BY 2.0)


RÖPORTAJ

6

Karanlık gelecek ve yanan AVM ışıkları

“Kısa çalışma ödeneğinin şartları en büyük problemimiz. 8 aydır çalışıyorum bu

yüzden ne çalıştığım mağazadan ne de herhangi bir devlet kurumundan maddi

destek alamadım.”

Murat UYSAL

Ozan ONGULU

İstanbul

Covid-19 pandemisi sürecinde hükümet normalleşmenin

ilk adımı olarak AVM’leri açtı. Çalışanlarının

büyük çoğunluğununu gençlerin

oluşturduğu AVM’lerin açılmasına tepkiler yükselirken,

AVM çalışanı gençler yaşadıkları problemleri

gençliğin kürsüsü Genç Hayat’a anlattı.

KYK BORCU BOĞAZLARI SIKIYOR

Ataşehir Palladium AVM’de çalışan Ahmet alınan

önlemleri yetersiz bulduğunu şu sözlerle ifade ediyor:

“Önlemden kasıtları dezenfektan ve kolonya

ise bunlar sağlandı fakat virüsten korunmak için

dezenfektan ve kolonyanın yeterli olduğunu düşünmüyorum.”

Önceden 10 saat olan çalışma saatleri

en fazla 8 saate çekilmiş. Ahmet düşürülen

çalışma saatlerini yerinde bulduğunu söylüyor. Çalıştığı

mağazada kendisiyle beraber 4 personelin

çalıştığını söyleyen Ahmet “Hem benim çalıştığım

mağaza hem de AVM içerisindeki diğer mağazalar

birçok çalışanını ya ücretsiz izne çıkardı ya da işten

attı” diyor. Çalışmadığı süre boyunca birçok sıkıntıyla

karşılaştığını söyleyen Ahmet kısa çalışma

ödeneğinden faydalanamayışını şöyle anlatıyor:

“Kısa çalışma ödeneğinin şartları en büyük problemimiz.

Kısa çalışma ödeneğinden faydalanabilmemiz

için son 60 gününün iş akdi olması, son üç senede

sigortalı gün sayısının 450 gün olması gerekiyor.

Çalıştığım yerde 8 aydır çalışıyorum bu yüzden

ne çalıştığım mağazadan ne de herhangi bir

devlet kurumunda maddi destek alamadı.”

İç mekân tasarımı bölümünden geçen sene

mezun olan Ahmet mezun olduğundan bu yana

AVM’de bu mağazada çalışıyor. Oturduğu evin kirasının

faturalarının üstüne bir de ödemesi gereken

KYK borcunun boğazını sıktığını belirtiyor. Ahmet’e

beklentilerini ve taleplerini soruyoruz o da bir bir

sıralıyor. “Öncelikle biz işçilere virüs bitene kadar

bizi mağdur etmeyecek kadar maddi destek sağlanmalıydı.

Kira ve fatura ödemelerinden muaf tutulmalıydık.

Şu süreçten sonra KYK kredilerinin

ödemeleri ya ertelenmeli ya da tamamen silinmeli.

Ülkenin gelirleri önce halk sağlığına aktarılmalı,

virüs bitene kadar sokağa çıkma yasağı getirilmeli

bu dönemde ihtiyaçlarımız karşılanmalıydı” dedi.

“OKURKEN ÇALIŞMAK ZORUNDA

KALMAK İSTEMEZDİM”

Gazetecilik öğrencisi Ayşe Covid-19 salgınından

önce Viaport AVM’de bir mağazada part-time olarak

çalışıyormuş. AVM’lerin açılacağını duyduğu ilk

anda birçok duyguyu bir anda yaşamış. Uzun süredir

çalışmadığı ve ekonomik olarak zor durumda

olduğu için başta AVM’lerin açılacağı haberine sevinmiş

fakat koronavirüs riski onu tedirgin etmiş.

Mağazadan aldığı bir mesajla sadece sürekli çalışanların

işe çağrıldığını öğrenen Ayşe koronavirüs

riskinden kısmen uzak evinde maddi sıkıntılarıyla

baş başa kalmış. “Mağazadan çağırsalar gider

miydin?” diye sorduğumuzda Ayşe, “Mecburen gidecektim

çünkü kendimce borçlarım var. Ailemden

isteyemiyorum çünkü onlarda benim gibi çalışmıyorlar”

diye yanıtlıyor. Başka mağazalarda

işçi alımının olduğunu öğrendiğini söyleyen Ayşe

“İnternet üzerinde eleman arayan mağazalara

başvuru yaptım. Çağırırlarsa gideceğim” diyor. Gelecekten

beklentisinin neler olduğunu sorduğumuzda

ise “Geleceğe umutla bakmayı ben de isterdim”

diye yanıtlıyor bizi ve sıralıyor beklentilerini:

“Okuduğum bölüme eskisi kadar inanmıyorum

bence gazetecilik için uygun bir ülkede değiliz. Nasıl

gazetecilik yaparsan yap her zaman ipin üstündesin.

Gazeteciliğin daha iyi yapılabildiği bir ülkede

olmak isterdim. Bu röportajı vermek yani okurken

çalışmak zorunda kalmak istemezdim.”

ÜNİVERSİTEDEN MEZUN OLAN AVM’DE

ÇALIŞMAYA BAŞLIYOR

Viaport çalışanı Emre, Ayşe’den farklı olarak

mağazanın sürekli çalışanlarından. AVM’nin girişinde

ateşlerinin ölçüldüğünü dezenfektanların yerleştirildiğini

söylüyor. Her gün maske ve eldiven

dağıtıldığını söyleyen Emre “Diğer AVM’lere göre

önlemler yeterli” diyor. Üniversite okumanın bir

faydasının olmadığını söyleyen Emre polis okulu sınavlarına

hazırlandığını söylüyor. “Bu mağazadaki

birçok arkadaşım ya üniversite okuyor

ya da mezun olup burada çalışıyor.

Yarı zamanlı ve tam zamanlı

çalışanların arasındaki

tek fark tam

zamanlıların

üniversiteyi

bitirip gelmiş olması” diyor gülerek. Normalleşmenin

bir yerden başlaması gerekiyordu diyen Emre

“Fakat ilk olarak AVM’lerin açılması ne kadar doğru

bilemiyorum” diyerek sözlerini sonlandırıyor.

Aldığımız görüşlerin de bize gösterdiği gibi geleceğe

dair umudu tükenen gençler yarına çıkabilmenin

hesabını yapabiliyor sadece. Gençliğin

umudunu tüketen, hayallerini çalan sistem, Covid-19

pandemisi sürecinde de gençliğe gelecek

için açık kapı bırakmıyor. Sürüklendiğimiz bu uçuruma

karşı koymak bizi çıkmaza itenlere dur demek

için yan yana gelmekten başka çaremiz yok.

*Görüştüğümüz AVM çalışanı gençler işten atılma

kaygısıyla ismini vermekten çekindikleri için

gerçek isimlerinin yerine sahte

isimler kullanılmıştır.

Görsel: Pixabay


MEKTUP

7

Başka türlü bir şey

benim istediğim

Halkın çıkarlarını koruyabilecek, sömürüyü ve

ezilmişliği sonlandırabilecek demokratik bir

yönetim ancak işçi sınıfının yani halkın geniş

kesimlerinin yönetimi olacaktır.

İllüstrasyon:Needpix

Sıla ALTUN

ODTÜ

Koronavirüs uzun bir

süredir gündemi meşgul

ediyor. İktidar,

pandemiyle birlikte halktan destek

kazandığını belirtirken, erken

seçim tartışmalarının fitiline de

ateşlemiş oldu. Erken seçim

meselesi yalanlanmış olsa da,

tartışmaların etkisiyle CHP

Genel Başkanı Kılıçdaroğlu,

olası bir “baskın” seçimde

DEVA ve Gelecek Partisi’ne

zamanında İYİ Parti’ye verdikleri

destek gibi, “demokrasiye

kurulan kumpası bozmak”

amacıyla destek verebileceklerini

açıkladı.

Tek parti tek adam rejiminin

inşası, yönetimdeki despotlaşma,

ekonomik krizin üzerimizde

oluşturduğu ve oluşturmaya devam

ettiği yük ve temel hak ve özgürlüklerin

kısıtlanması gibi etkenler,

toplumda başka bir arayışın

başlamasına sebebiyet verdi. Gelecek

Partisi ve DEVA Partisi ise

bu arayışa cevap olacağını iddia

ederek gündeme geldi. Fakat, bugünün

koşulları içinde DEVA Partisi

ya da AKP dışında herhangi bir

burjuva partisi, demokratikleşmeyi

sağlayacak bir kahraman görevi mi

görecektir? Ya da bu partiler, bu

denli yıkıma uğratılmış bir toplum

için alternatif midir?

BOL KESEDEN

DEMOKRASİ VAKİTLERİ

Burada karşılaştığımız sorunlardan

biri, demokrasinin yalnızca

parti seçme ve oy verme davranışı

üzerinden okunmasıdır. Yeni bir

siyasi yapboz yapma peşindeki bir

parti, yukarıdan halka demokratik

bir yaşam vadeder ve halk yalnızca

o partinin ya da partilerin vaatlerine

bakarak kime oy vereceğine karar

verir. Demokrasi yalnızca buraya

indirgenir. Bugün daha acil bir

durum olan pandemiyle mücadele,

karantina koşullarının iyileştirilmesi,

gençlere ve işçilere bu dönemde

gerekli desteğin sağlanmasının tartışılması

ve bu desteklerin uygulamaya

geçirilmesi yerine erken seçimin

gündeme gelmesi bile bunun

bir göstergesidir. Burjuva sınıfının

farklı grupları, güç kazanabilmek

adına toplumun yaşama hakkının

bile üzerine basmaktadır.

Bugün CHP’nin DEVA Partisi

ve Gelecek Partisi’ne destek olma

fikri yani “demokrasiye kurulan

kumpası bozma meselesi” iktidar

partisinin geriletilmesi fikrini içerse

de temel ekseni, yine emekçi

halkın kendi ortak çıkarları doğrultusunda

karar alabildiği değil; oy

verdikleri partilerin burjuva sınıfının

çıkarı doğrultusunda hareket

etmesine dayanmaktadır. Türkiye’nin

siyasi tarihi bu gibi örneklerle

dolup taşmaktadır. Bu kapsamda

verilebilecek ilk örneklerde biri

Demokrat Parti olabilir. DP,

CHP’nin devlet eliti yönetimine

karşı çıkıp, söz sırası millettedir diyerek

iktidara geldikten kısa bir süre

sonra verdiği tüm sözlerinden

dönmüştür. Muhalefetteyken atıp

tutan ama iktidara geldiğinde burjuva

sınıfının çıkarına yönelik hareket

eden ve bunun uğrunda en temel

hak ve özgürlükleri dahi ayaklarının

altında çiğneyen, işçi ve

emekçi halkların, gençlerin ve kadınların

yoksulluk altında boğulmasına

göz yuman ve buna göz

yummak bir yana dursun bunu

kendi eliyle yapan bir hale dönüşür

burjuva muhalefet partileri. Zaten

iktidarda kalabilmelerinin yegâne

koşulu budur. Yine örnek vermek

gerekirse, bunun en yakın örneği

iktidar partisi Adalet ve Kalkınma

Partisi’dir.

GERÇEK BİR

DEMOKRASİ İÇİN

DEVA Partisi Genel Başkanı

Babacan ise onların iktidarda olduğu

bir dönemde bu şekilde bir

bozuşma yaşanmayacağını parti tüzüğünü

referans alarak garanti

edeceğini söylüyor. Ne yazık ki garanti

olan tek şey şudur, hiçbir burjuva

partisi ya da bu partilerin liderleri

birer demokrasi kahramanı

değildir. Sihirli bir değnekle yüzde

24,5 olan genç işsizliği, kadınlara

yönelik ayrımcılığı, ezilen ulusların

sorunlarını çözmeyi tercih dahi etmezler.

Tercih edilen şey, diğer burjuva

partileri ve klikleriyle olan çatışmadan

galip çıkabilmek ve kendi

sermaye gruplarının çıkarlarını ön

plana çıkarabilmektir. Durum böyleyken

söylenen demokrasi, basın

özgürlüğü lafları ancak sömürülen

işçi ve emekçi kesimlere iyi geceler

masalı anlatmaktır. Bu noktada,

farklı bir alternatif arayışında olan

işçilerin, emekçilerin ve gençlerin

şunun farkına varmaları gerekmektedir:

halkın çıkarlarını koruyabilecek,

sömürüyü ve ezilmişliği sonlandırabilecek

demokratik bir yönetim

ancak işçi sınıfının yani halkın geniş

kesimlerinin yönetimi olacaktır. İşçi

ve emekçilerin, gençlerin, kadınların

mücadelesiyle ancak demokrasiye

ulaşabiliriz.


LİSE

8

MEB yine sınıfta kaldı

Mevcut sınav sistemi gençleri yeterince

zorluyorken zaten gençler sınav heyecan ve stresini

yeterince yaşıyorken alınan karar öğrencileri iyice zor bir

duruma sokmuştur.

Eren YÜCEBOY

İstanbul/Kartal

Bildiğimiz gibi, salgın sürecinin

henüz ilk haftasında yapılan

açıklama ile birlikte YKS, 25-26

Temmuz tarihlerine ertelenmiş ancak

sonrasında 4 Mayıs günü Recep Tayyip

Erdoğan’ın yaptığı bir son dakika açıklaması

ile 27-28 Haziran’da sınavların

yapılacağı yeniden ilan edilmişti. Bugün,

bu yazı aracılığıyla YKS tarihlerinin

değişimi özelinde tek adam hükümetinin

eğitim politikalarını tartışmaya

çalışacağız. Tartışmaya henüz başlamadan

şu kabulü bir kez daha hatırlatmakta

fayda var: Sınıflı toplumlarda,

eğitim, hakim sınıfın ideolojik tahakkümünün

bir aracıdır. Kapitalist toplum

da gençleri kendi sınıf çıkarlarının gerektirdiği

şekilde sosyalizasyonunu sağlamak

amacıyla eğitim aracından faydalanmaktadır.

Dolayısıyla eğitim,

mevcut üretim ilişkilerinden bağımsız

düşünülebilecek bir faaliyet değildir.

Buradan da hareketle söyleyebiliriz ki

AKP iktidarının eğitim konusunda

üretmiş, uygulamış olduğu bütün politikalar

da temsilcisi olduğu burjuva sınıfının

çıkar ve gerekliliklerine sıkı sıkıya

bağlıdır. Bu sıkı sıkıya bağlı ilişkiyi

daha önceden de gördük, tanıyoruz:

Meslek liselerinin sınavsız geçiş hakkının

elinden alınması, meslek liselerindeki

staj sömürüsü, temel liseye teşvik

amacıyla yapılan indirimler…

Bütün sınıflı toplum tarihlerinde

ortak olan bu mesele hakkında yine de

AKP iktidarına kısa bir paragraf açmak

gerekirse şu söylenebilir:

GENÇLERİN SAĞLIĞI

ÖNEMSENMEDİ

Eğitim alanında alınan kararların da

bizatihi Recep Tayyip Erdoğan

tarafından alınıyor ve yine bizzat onun

tarafından duyuruluyor olması,

eğitimin tek adamın inisiyatifine

kaldığının bir kanıtıdır. Öyle ki Milli

Eğitim Bakanı Ziya Selçuk basın

toplantısında kendisine yöneltilen

sorulardan dahi kaçınmakta ve “Bu

kararı daha sonra Cumhurbaşkanımız

sizinle paylaşacaktır” minvalinde

cevaplar vermektedir. Yani, özetle,

günümüzde eğitim politikalarına dair

alınan kararların burjuvaziye hizmet

etmek amacıyla bizzat tek adam

tarafından alındığını söylemek doğru

olacaktır. Ertelenen YKS tarihinin

tekrar öne çekilmesine de bu

perspektiften bakmak gerekir. Tarihin

öne çekilme sebebiyle ilgili olarak en

kuvvetli görüş, turizm sezonunun geç

açılmaması için böyle bir kararın

alındığı yönünde. Yani AKP iktidarı

birkaç turizm şirketinin bir sezonda

elde edeceği kârı, milyonlarca

öğrenciden daha çok önemseyerek

böylesi bir karara imza atmıştır.

Patronların kâr hırsına hizmet eden

Zaten mevcut sınav sistemi gençleri

yeterince zorluyorken, zaten gençler

sınav heyecan ve stresini yeterince

yaşıyorken alınan bu karar sınavı onları

iyice zor bir duruma sokmuştur.

Gençler salgının yarattığı sağlıksız

koşullarda, yakın zamana kadar sınava

daha 1 ayın olduğunun bilinciyle

hazırlanmış olarak girecekler bu sınava.

Haliyle sınav sisteminin bu seneki

mağdurları, kendilerinden önceki sınav

mağdurlarından çok daha olumsuz

koşullara sahipler. Bu olumsuz koşul da

beraberinde daha büyük bir

umutsuzluk, çaresizlik yarattı. Ama aynı

zamanda büyük de bir öfkenin

oluştuğunu söyleyebiliriz. Öyle ki

kararın hemen ilk saatlerinde mağdur

olacak öğrenciler hızlı bir refleks

göstererek “2023’te görüşürüz” şeklinde

bir hasthag çalışması başlattılar. Yani,

lise öğrencileri büyük oranda

kendilerine dair alınan kararların kim

tarafından alındığının, eğitimin

politikadan ayrılamaz olduğunun

bilincinde olarak bir tepki koydular

ortaya. Bu tepkinin, öfkenin AKP

iktidarını ne kadar tedirgin ettiğini de

yine peşi sıra görmüş olduk.

Öğrencilerin tepkisini biraz olsun

dindirebilmek için, sınav süresinin

uzatılması veya baraj puanının daha

düşük bir puana çekilmesi gibi kararlar

aldı ama öğrencilerin tepkisini biraz

olsun dindiremedi.

LİSE ÖĞRENCİLERİNİN

ÖFKESİ DİNMEYECEK

Puanın üniversite niteliğine paralel

olduğu varsayımını bir an için yaparsak

da şunu görüyoruz ki bu ülkede puanı

çok yüksek olan yani nitelik açısından

iyi diye değerlendirebileceğimiz üniversiteler

dahi akademik eğitimin niteliği,

bilimselliği konusunda yetersiz kalıyor.

Lise öğrencileri de doğal olarak barajın

geri çekilmesi gibi bir kararla öfkelerini

kimseye teslim etmiyorlar. Hatta AKP

iktidarı öğrencilerin öfkesini dindirmek

için yaptığı bir parmak bal ile gençliğe

dair kendi bakışlarını bir kez daha

teşhir etmiş oldu: Bu ülkede lise

eğitiminin müfredatını, düzeyini

belirleyen ve bunu uygulayan bir kurum

nasıl olur da lise öğrencilerine baraj

puanını geçmiş olmayı bir lütuf olarak

kabul ettirmeyi deneyebilir? Nasıl olur

da öğrencilerin kendilerini başarılı

hissetmeleri için onlara hedef

gösterilebilecek tek şey olarak düşük

baraj puanı işaret edilebilir? AKP’nin

gençlik içerisinde kendi hükümetinin

geleceğini sağlayamayan bir parti olduğu

zaten herkesçe bilinen bir durum.

Gençlik AKP’ye güvenmiyor. Lise öğrencileri

bugün düşmüş oldukları bu

mağduriyete, yılgınlığa rağmen hala

sandığı AKP iktidarının karşısına koyuyorsa

bunların kanıtıdır. Ancak tartışmayı

sonlandırırken şunu da belirtmekte

fayda var: Gençlerin AKP ile sandıkta

görüşme resti çekmesi şüphesiz bu

karar karşısında gösterilmiş çok değerli

bir tepkidir. Ancak gençlerin AKP iktidarı

ile mücadele etmesinin tek aracı

sandıklar değildir. Sınava bu yıl girecek

olan yaklaşık 2-3 milyon öğrenci, seçimde

AKP karşısında olacak bir nicelikten

ibaret değildir. Bu 2-3 milyonluk nicelik

bu gençlik grubu içerisinde dinamizmi

barındırmaktadır, yaratıcılığı barındırmaktadır.

AKP iktidarı ile hesaplaşmak

için gençliğin ihtiyacı olan, biraz da bu niteliklerinden

faydalanarak kendi talepleri

etrafında bir araya gelmek, gelebilmektir.

Görsel: Freesvg


LISE

9

Berfin ERDOĞAN

Şehit Doğukan Tazegül

Anadolu Lisesi

Günler ve saatler ilerlerken

hayatımızı değiştirecek

olan sınav git gide yaklaşıyor.

Öğrenciler virüsten kaynaklı

olarak sınavı düşünemiyorken ya

da virüs stresinden sınav stresini

bile yaşayamıyorken sınavın

tarihinin geriye alınma kararı sizce

gerçekten mantık işi mi? Benim

Sağlımız mı

geleceğimiz mi?

gibi binlerce, yüz binlerce öğrenci

mağdur duruma getirildi. Üstelik

bu dönem okula doğru düzgün gidemedik.

Öğrenmemiz gereken

konuları yetiştiremedik bu yüzden

bilgiler yerine bile oturmadı. Yani

şu anki hali ile ne okul ne de dershaneler

eksiklerimizi tamamladı.

Bir de alın bunlarla yetinin der gibi

sınava 30 dakika ek süre eklendi

ve baraj puanı düşürüldü. Şimdi

soruyorum, bu öğrenciler sınava

girerken sağlığını mı düşünsünler

geleceğini mi?

Ege Lisesi’nden bir öğrenci

Koronavirüs yüzünden ertelenen Yükseköğretim Sınavı

tarihi öğrenciler için kısmen iyi olmuştu. Ancak aradan

belli bir zaman geçtikten sonra koronavirüs vakaları ülkemizde

azaldı ve YKS tarihi de bu gerekçe ile tekrar öne

alındı. Fakat virüse yakalanma riski hala devam ediyor. Şu

anki durum itibariyle öğrencilerin yaşamı bir oyun haline

geldi. Önce ileri atılıp sonra tekrar geri alınan sınav tarihi

bizlerin geleceğini, virüsün hâlâ ülkemizde bulunma durumu

ise bizlerin hayatını tehlikeye atıyor. 30 kişilik sınıflarda

Tuzluçayır Anadolu

Lisesi’nden bir öğrenci

Maskeyle 5 dakika duramazken

sınavda 3 saat nasıl duracağız?

Askıya alınan geleceğimiz

20 öğrenci sınava girse bile virüsün öğrencilere bulaşma ihtimali

bir hayli yüksek. Maske ile 5 dakika nefes alınamıyorken

bizlere 3 saat maske taktırılacak. Yani okulların ikinci

döneminde okula neredeyse hiç gitmeyen öğrencileri korkunç

bir yola sürüklemekten başka hiçbir şey yapılmıyor.

Öğrenciler ise “Ya virüs bana bulaşırsa” tedirginliğiyle sınava

girecek. Devlet tarafından maske ve dezenfektan sağlanması

bizlerin virüsten korunacağı anlamına gelmiyor. Sonuç

olarak alınan bu kararın, sınava girecek öğrencilerin

hayatını tehlikeye atmaktan başka hiçbir getirisi yok.

Emek verdiğimiz, uykularımızdan

gezmemizden tozmamızdan

ödün verdiğimiz,

dünyayı saran ve sarsan koronavirüs

sebebiyle ertelenen Yükseköğretim

Sınavı’nın turizm için tekrar

geriye alınması sınava girecek tüm

öğrencileri olumsuz etkiledi. Çocuk

oyuncağı gibi önce ileri bir tarihe

ertelediler, sonra tekrar geriye

aldılar. Öğrenciler bütün planlarını

Temmuz ayında sınava

girecekmiş gibi yaptı, ben de aynı

şekilde. Uzun bir süredir evde olduğumuzdan

dolayı psikolojik olarak

zaten sıkıntıdaydık. Şimdi sınavın

geriye alınmasıyla iyice elimiz

ayağımız birbirine dolaştı.

Herhalde bizden sınav parası olarak

aldıkları 140 TL yetmemiş ki

hala ceplerini doldurma peşindeler.

Turizmden gelecek parayı 3

milyon öğrencinin geleceğinden

daha önemli gören bu hükümete

gençlik 2023’te gereken cevabı verecektir.

Bu kararı veren kişi bugüne

kadar bütün eğitim sistemlerine

boyun eğen öğrencilerden

korkmaya başlasın. Hayallerimizle

oynayanın, emeğimizle oyuncak gibi

oynayanın o koltukta işi yoktur.

Sadece dezenfektan değil

öğrenciye verilen değer

Adana’dan Lise Öğrencileri

Adana Milli Eğitim Müdürlüğü okullara alınacak

dezenfektanların okulların kendi bütçesinden

yani biz öğrencilerden alınan paralar ile alınmasını

istemiş. Binden fazla okulun olduğu şehre beş

yüz dezenfektan siparişi verilmiş.

Öncelikle her okul bunu karşılayacak durumda

değil. Sadece belli bölgelerde olan okullarda dezenfektan

olursa bu bir eşitsizlik yaratır. Bir tarafta sınava

girenler hijyenik bir şekilde sınava girerken; diğerleri

herhangi bir dezenfektan kullanmadan sınava girer.

Bu da koronavirüsün yayılması için bir risk oluşturur.

Böyle bir sistem doğru değil, üstelik devletin

bunu karşılayacak bütçesi varken. Yazık yani onca

para, toplanılan milyarlarca para neyinize yetmiyor.

Her şey apaçık ortadayken Milli Eğitim bir de dezenfektan

alınmasının zorunlu olmadığını söylemiş. İşte

insan sağlığı bu kadar ucuzlamış bunların gözünde.

Devletin bunu bile karşılamaktan aciz olmasi çok

komik. Okullardaki tuvaletlerde sabun bile sıkıntıdaydı

okullar açık olduğu dönem. Bunun için bizden aidat

istiyorlardı. Tüm okullar için 1 milyon lira bile yapmıyor

dezenfektan parası. Bizlerin sağlığını düşünmeyip

kendi ceplerini düşünüyorlar. Sağlığımızdan kaygı duyuyoruz,

bir an evvel bu meselenin çözüme kavuşturulmasını

ve bütün okullara dezenfektanların merkezi

bütçeden karşılanmasını istiyoruz.

Ali KARADAĞ

Başkent Anadolu Lisesi

Bizler “Bütün ümidim gençliktedir” diyen

Atatürk’ün eğitimden ümidini kesmek

üzere olan genç nesilleriyiz. Her ne kadar

ders çalışmaktan başka şansımız olmadığını

bilsek de içinde bulunduğumuz kaos,

eğitim sistemimizin yetersizliğiyle birleştiğinde

kaçınılmaz bir motivasyon eksikliği yaratıyor.

Sürekli olarak ertelenen tarihler, yeterli

Belirsizlikler

motivasyon düşürüyor

olmayan dersler, giriş yapmakta zorlandığımız

EBA ve seneye gireceğim üniversite sınavını

düşündüğümde korkunç bir gelecek

kaygısı içinde olduğumu söyleyebilirim. Üstelik

ülkedeki işsizlik ve atama oranları gibi istatistikler

doğrultusunda üniversite ve meslek

tercihi yapmakta zorlanıyoruz. Bütün

bunları göz önüne aldığımızda liseli gençler

olarak düzgün bir eğitim, düzgün bir yönetim

istiyoruz.

Sayfadaki Tüm Görseller: Pngtree


Sistemin görünmezlik

pelerini kalkıyor

GÜNCEL10

Bugün açısından tek adam rejimi ve arkasındaki sermaye güçlerinin

iktidarını korumak için saldırganlığı arttırmaktan başka çaresi yok.

Hazan İLİK

İstanbul

Pandemi tüm dünyada kapitalist sistemin

üzerindeki görünmezlik pelerinini kaldırmaya

devam ediyor. Böyle bir sistemin

sürdürülemeyeceğine ilişkin tartışmalar

yapılıyor ve önümüzdeki günlerde hem bu

tartışmaların daha fazla yoğunlaşacağının,

hem de sınıf mücadelesinin sertleşeceğinin

belirtileri bugünden görülebiliyor.

HIZ KESMEDEN DEVAM EDEN

BASKI POLİTİKALARI

Erdoğan-AKP iktidarı ise TTB, TMMOB

gibi emek ve meslek örgütlerinin etkisizleştirmeye

yönelme, beş HDP’li belediyeye daha

kayyum atama, darbe tartışmaları gibi söylem

ve adımlarla gerilimi tırmandırıyor. Salgın koşullarını

fırsat bilerek geleceğe dönük yatırımlarını

hızlandırıyor. Salgından öncesinde de

sermaye egemenliğinin politik biçimlerinden

biri olarak “tek adam

tek parti yönetimi” son yıllarda grev yasakları,

iş cinayetleri, güvencesiz çalışma gibi sömürü

politikalarını yoğunlaştırarak, sosyal ve siyasal

baskıları arttırarak, içeride-dışarıda savaş politikalarına

hız vererek yoluna devam ediyordu.

Bugünse pandeminin dünya ekonomisinde

yarattığı daralma, Türkiye’deki mevcut krizin

yeni özellikler kazanarak derinleşmesine sebep

oluyor. Henüz pandeminin ekonomik sonuçlarını

resmi veriler ile görmesek de TÜİK’in şubat

ayına dair açıkladığı veriler gençlik nezdinde

yaklaşan karanlık hakkında ip uçları veriyor.

15-29 yaş arası 5 milyon 400 bin kişi ne işte ne

de eğitimde, hiçbir faaliyette bulunmuyor. Bu

sayı, 15-29 yaş arasındaki gençlerin yaklaşık

%30’una denk geliyor, yani her üç gençten biri

toplumsal yaşamın nerdeyse tamamen dışında.

1.7 milyon üniversite mezunu ise iş gücünün dışına

çıkmış, yani artık iş aramayı bırakmış. Erdoğan

ve AKP iktidarı ise var olan ve salgınla

birlikte daha da ağırlaşan bu yıkım koşullarını

fırsata çevirmekten bahsederken bu dün uyguladığı

sömürü ve baskı politikalarını daha da

arttırmaktan geçiyor.

İKTİDARIN SALDIRGANLIKTAN

BAŞKA ÇARESİ YOK

İktidar salgının başından beri “ölen ölsün,

çarklar dönsün” çizgisinden ödün vermeyerek

pandemiyle katmerlenmiş ekonomik krizin yükünü

işçi sınıfı ve emekçilere yükleyerek, sermayenin

en vahşi ve saldırgan çıkarlarının ifadesi

olan programı hayata geçiriyor. Bu gerçeğin

görülmesinin önüne geçmek, gerçeğin ufak

tezahürlerine karşı bile olsa tepkileri engellemek

için yasakları, cezaları, baskıları yönetim

tarzı olarak devreye sokuyor. Fakat baskının

envai türüne rağmen iktidarın uyguladığı politikalar

aynı zamanda emekçiler ve gençlik kesimleri

içinde hoşnutsuzluğu ve öfkeyi arttırmaya

devam ediyor. Dolayısıyla bugün açısından

tek adam rejimi ve arkasındaki sermaye

güçlerinin iktidarını korumak için saldırganlığı

arttırmaktan başka çaresi yok.

Virüsle mücadelenin ortaya çıkardığı koşulları

dayanarak yapan iktidar ve egemen sınıflar

bugünden geleceğe dönük bir hamlelerle “hiçbir

şey eskisi gibi olmayacak” derken sömürü

sistemini ayakta tutmak ihtiyacıyla baskıların,

yasakların, her tür özgürlük ve demokrasi talebini

sınırlamanın kalıcı hale geleceği bir “yeni

normal” inşa etmeye çalışıyorlar.

Bugünden iktidarın muhalefeti ezmek için

attığı adımlar, keskinleşen çelişkiler ve giderek

ağırlaşan yaşam koşulları düşünüldüğünde, tek

adam tek parti yönetiminin emekçilere ve

gençliğe vadettiği karanlık geleceğin karşısında

tıpkı iktidarın yaptığı gibi, yarın

için bugünden birleşmek ve

mücadele etmekten

başka yol görünmüyor.

Görsel: Pngtree


GÜNCEL11

Akademide cinsiyetçi söylemlerin

kaynağı neresi?

Kadınlarla ilgili cinsiyetçi söylemleri hayatın her

alanında var eden politikalar akademiye nasıl

yansıyor ve akademiyi nasıl biçimlendiriyor?

İllüstrasyon: Needpix

Cemre KAVALA

Kocaeli Üniversitesi

Geçtiğimiz günlerde Gazi Üniversitesi Fen

Fakültesi dekanı Orhan Acar’ın video

görüşmesinde yayının sesini açık unutup

“Kızların resimlerini de görüyoruz böylece ha,

çaktırma” sözleri büyük tepki topladı. Ardından

dekana soruşturma açıldı ve dekan istifa etti.

Üstünden çok çekmeden İstanbul Aydın

Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Muttalip

Kutluk Özgüven Akit Tv’de bir programda

“Süpermen’i bilmem ama süper kadın diye bir ırk

var. Bu da 13-16 yaş arasında. İstediğiniz doktora

sorun, en üstün nitelikli insan bu yaşlardakiler.

Hadi biraz büyütelim 12-17 olsun; çok muazzam

rejenerasyon kabiliyeti var, vücudu mükemmel.”

sözlerini söyledi. Başta üniversitede bulunan

kadın araştırmaları kulüpleri olmak üzere gelen

tepkiler karşısında üniversite öğretim görevlisi ile

ilişiğini kesti. Yaşanan bu iki örnek üzerinden

akademiyi ve genç kadınları konuşmak bugün

açısından daha da önemli. Çünkü yaşanılanlar

akademideki cinsiyetçiliğin sadece birkaç

örneği. Geçtiğimiz yıllarda da benzer birçok olay

yaşanmış ve kadınların tepkileri ile somut

kazanımlar elde edilmişti. Bu örnekler üzerinden

bakacak olursak eğer iktidarın kadına yönelik

politikalarının akademide yansımasını açıkça

görmemizi sağlıyor. Mayıs ayının başından beri

tartışılan “normalleşme”yi AKP hükümeti 2016

yılından beri üniversitelere uygulama çalışıyor.

İhraçlarla başlayan süreçte akademi

bilimsellikten uzak bir hale getirilirken, akademi

içinde muhalif olabilecek herkes ve her hareket

kısıtlandı. Bahsettiğimiz “normalleşme” iktidarın

akademiyi bilimden uzak, kendi sözünü söylediği,

propagandasını yapabildiği kurumlar haline

getirmesiydi. İktidarın bu adımlarından

etkilenenlerden biri de biz genç kadınlar olduk.

AKP’NİN KADINA BAKIŞI

AKP hükümeti iktidara geldiği günden bugüne

dek kadınlara bakış açısını ifade etmekten geri

durmadı. Her geçen yıl da söylemleri ve çıkarmaya

çalıştıkları yasalarla bu bakış açısını daha da

ortaya çıkardı. Kadının görevi ev işlerini yapmak,

çocuk doğurup büyütmek, eşine ev içinde hizmet

etmekmiş gibi temellendirebileceğimiz gibi

söylemler ağızlardan hiç düşmedi. Kadın

sorununu ele alışları da bu yüzden hep aile

üzerinden oldu. Üstelik çıkılan televizyon

programlarında, basın açıklamalarında ya da

konuşma fırsatını buldukları her yerde kadının eve

ait, aileyi çekip çekirip bir birey olduğu

söylemlerini hepimiz hatırlarız. Geçtiğimiz

günlerde mecliste görüşülen ve yasalaşan infaz

yasası da bunun en yakın örneği. İktidar ne kadar

cinsel suçlar ve kadına yönelik şiddet suçluları

yararlanmayacak dese de geçen maddeler

arasında cinsel suçlar ve kadınlar için tehdit

oluşturabilecek pek çok suç için af anlamına

gelebilecek maddeler var.* Şimdi de Haziran’da

meclis gündemine getirilecek madde çocuk

istismarına evlilikle affı sağlayacak. Daha önce

de farklı yollarla sunulan bu önerge her seferinde

kadınların tepkisiyle geri çekildi. Şimdi de salgın

dönemini fırsat bilen iktidar bu tasarıyı yeniden

gündeme getirerek ve tepkinin daha az olacağını

düşünerek oldu bittiye getirmeye çalışıyor. Her

geçen gün çıkarmaya çalıştıkları yasalarla,

söylemleriyle kadınlar üzerinde kurmaya

çalıştıkları baskıyı, çocuk istismarını aklama

çabalarını kamuya kendilerince daha net açıklar

hale gelebiliyorlar. Bugün

üniversitelerde yaşadıklarımız da bu yüzden

bunların bir yansımasıdır.

ÜNİVERSİTELERE YANSIYAN DURUM

Üniversiteler iktidarın kadına yönelik

politikalarının yansıması son birkaç yılda birçok

üniversitede meydana gelen taciz ve şiddet

olayları ile yer buldu. Her seferinde kadınların

büyük tepkisi ve mücadelesiyle karşılık bulan bu

yansımalar duraklatıldı. Bugün hala bu olayları

yaşıyor olmamızın nedeni, iktidarın ısrarında

yatıyor. Çünkü bir yandan taciz ve şiddet olayları

artarken, diğer yandan önleyici mekanizmalar ve

yaptırımlar da giderek yok diyebileceğimiz bir

noktaya getirildi. Bu noktada biraz verilere ve

yaşananlara bakmak önemli. Ülkemizde 200’ü

aşkın üniversite bulunuyor. Bu üniversiteler

içinde sadece 16 tanesinde cinsel taciz önleme

birimi yer alıyor. Yani 16 üniversite dışında

öğrencilerin taciz veya şiddet durumunda

başvurabileceği ya da destek alabileceği bir

mekanizma yok. Bahsettiğimiz birimler

üniversitelerde cinsel taciz ve hak ihlallerini

önlemek, bu suçlara karşı gerekli yaptırımları

uygulamakla görevli birimler. Bunun yanından

birçok üniversitede Kadın Sorunları Araştırma

Merkezleri kaynak yetersizliğinden ya da daha

dar çalışma alanına sıkıştırıldığı için işlevsiz hale

getiriliyor. Aynı zamanda birçok üniversitede

öğrenciler tarafından kurulan kadın çalışmaları

toplulukları ya da kulüpleri de üniversite

yönetimleri tarafından yok sayılıyor. Buraya kadar

bahsettiklerimiz üniversitelerdeki kadınların

yaşadığı şiddet ve taciz olaylarını arttırırken,

üniversite kürsülerindeki cinsiyetçi söylemlerin

de önünü açan noktalardan birkaçı.

SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ BİZİMLE

Bugün geldiğimiz noktada üniversitelerde

kadınların taciz ve şiddet olaylarını önleyecek

mekanizmalara ihtiyacı olduğu ortada. İşlevsiz

hale getirilen önleyici ve destekleyici kurumlar

olan cinsel tacizi önleme birimleri, kadın sorunları

araştırma merkezlerinin yeniden ve daha geniş

şekilde işlerlik kazanması elbette önemlidir. Bu

mekanizmalar üniversite içinde bizlerin daha

özgür olmasını sağlasa da meseleye daha geniş

bakmak gerekli. Baştan beri bahsettiğimiz iktidar

politikalarına geri adım attırabilmek en önemli

nokta. Bugün infaz yasasıyla çocuk istismarının

aklanmasının önünü kesmek, yarın daha güvenli

kampüslerde eğitim görmemizin önünü açıyor.

Biz kadınlar bahsettiğimiz kazanımları pek çok

defa gördük. İstismarı aklama yasası her

önümüze getirildiğinde yan yana gelerek geri

adım attırdık, Şule Çet için intihar etti dediklerinde

vazgeçmeyip katillerinin yakalanmasını sağladık.

Bugün de daha güvenli kampüsleri oluşmasını

sağlamak bizim elimizde. Bu belki bir kadın

çalışmaları topluluğunda, belki bir sosyal medya

kampanyasında. Bizim akademide artan tacize,

şiddete ve cinsiyetçi söylemlere de, iktidarın bize

dayattığı politikalara da karşı yan yana

gelebileceğimi alanları yaratma, kazanımlar elde

etme gücümüz var birlikte oldukça daha da

artacaktır.

*https://ekmekvegul.net/gundem/dunmecliste-ne-oldu-cocuk-istismari-kadinayonelik-siddet-aklandi-mi


MEKTUP12

İstediğim saatte diş

fırçalayabilmek üzerine

mülahazalar

Şeyda DEMİRTAŞ

İstanbul Üniversitesi

İnsana kendini çok güvensiz bir

zeminde duruyormuş ya da

durmaya çalışıyormuş da

duramıyormuş hissi veren bir durum

oruç tutmak zorunda olmak. Başka

bir şekilde ifade edilecek olursa, oruç

tutuyor gibi yapmak. Ben bu dine

inanmıyor olabilirim, dine ve

görevlerine inanıyor ama görevlerini

yerine getirmek istemiyor olabilirim.

Bunları ifade edemeyeceğiniz,

ettiğinizde can güvenliğinizin

olmadığı bir evde yaşamak galiba

karantinada geçirilecek günlerin

kederini de öfkesini de iki katına

çıkarıyor.

Bütün gün aç durmak, bütün gün

boşu boşuna aç durmak sinirlerimi

yıpratıyor ve güzel şeyler

yapabileceğim vakitleri çok verimsiz

geçirmeme sebep olurken ruhsal ayrı

fiziksel apayrı sıkıntılar yaşıyorum. İşte

bu, birçok özgürlüğün elimizden alınıp

kupkuru bir zorbalığa mahkum

edildiğimizi gösteriyor. Karantina

sürecinin insanlara olan etkisinin

sınıfsal olduğu gibi cinsel yönelim,

kimlik ve cinsiyet ayırt ettiğini de çok

yakından yaşayarak

gözlemleyebiliyorum. Benliğimi var

eden her bir parçayı itinayla saklamak

zorunda kalmam karşılığında

yaşayabildiğim bir yer burası. Aksi hali,

şiddet, hatta ölüm korkusuyla

yaşamaya çalışmak… Gizlemek

zorunda olduğum şeyler okuduğum

kitapların isimlerinden, seyrettiğim

dizilere kadar uzanan büyük bir

yelpazeyi kapsıyor ve bu yelpazenin

içinde ve en başında belki, dini inanç

meselesi duruyor. İstediğim şeye

inanabilmek ya da herhangi bir şeye

inanmamak için öncelikle amansız

savaşlar vermek zorundayım. İnsanın,

evim dediği yerde dahi, ki burası

tehlikenin tedirginliğin ve korkunun

olmadığı yerdir(!), sürekli bir yaşam

mücadelesi vermek durumunda

olması, her an tetikte ya da savunmada

olmak zorunda olması gerçekten çok

huzursuz edici bir durum. Bu konuda

yalnız olmadığımı biliyorum ve aslında

aynı şeyleri yaşamak durumunda

kalanlarla hissettiklerimi ve

düşündüklerimi paylaşmak istediğim

için yazıyorum bunları.

SİSTEM SORUNU AİLEYE

DE YANSIYOR

Biz zaten gündelik hayatta her

an, zorbalığın, şiddetin, sömürünün

her türlüsüne karşı mücadelemizi

sürdürüyoruz. İstediğimiz şey ise

evimiz; dinlenebildiğimiz ya da yeni

çalışmalar için gerekli gücü

toparlayabildiğimiz güzel bir yer

olsun. Bunu dedikten sonra fark

ettiğim şey benim kendi hayatım

için neler yapacağım, nerede

konumlanacağım konusunda büyük

bir öneme sahip. Çünkü içinde

olduğum, burjuvazinin yürüttüğü

siyasetten etkilenen ve onu

benimseyen bir aile. İktidarın olanca

zorbalığının, baskısının mikro

ölçeklerde bir eve yansımış halini var

ediyor bu aile ortamı. Diyanet İşleri

Başkanı çıkıp yeryüzündeki

felaketlerden Lgbt+i bireyleri sorumlu

tutup üzerimize nefret kustuğunda, bu

tutumun evlerin içlerine karanlık,

soğuk ve fobik yansıması biliyoruz ki

çok uzun sürmüyor. Adaletten haberi

olmayan bakanların, hâkimlerin kadına

şiddeti aklamaları ve hatta bu şiddeti

destekler yönde adımlar atmasıyla

evdeki şiddet tabii ki artıyor ve

büyüyor. Bu aslında oldukça basit bir

denklem. Bugün pandemi tehlikesiyle

de baş etmeye çalışan, yalnızca yandaş

olmadığı için hapse atılmış yüzlerce

siyasi “suçlu” var. Hal böyleyken

evlerimizin içinde de düşüncelerimiz

yüzünden yargılanıyoruz. Bu yargılama

eşitlikçi bir yargılama olmuyor, tıpkı

iktidarınki gibi.

İşte bu yüzden bir aile yalnızca bir

aile olmaktan çıkıyor benim için.

Egemen sınıfın siyasi temsilcilerinin

bir yansımasının evlerimize sızdığını

gördükçe; bunun kişisel ya da aileyi

ilgilendiren bir mesele olmadığını,

koca bir sistem sorunu olduğunu

anlıyorum.

BAŞKA TÜRLÜSÜ

MÜMKÜN DEĞİL

Sorunu net şekilde ortaya

koyduktan sonra, yani; benliğimizi

tahrip etmelerine, gençliğimizi çalıp

bizi geleceksizliğe, şiddete korkuya,

baskıya mahkûm etmeye çalışmalarına;

bunu da aileyi, eğitimi, dini kullanarak

sağlamlaştırmaya çalışmalarına boyun

eğmiyorum. Ve yalnız olmadığımı

biliyorum. Daha da çoğalacağımıza

inanıyorum. Biz bir araya geldikçe,

sorunlarımızı tartışıp çözüm aramaya

çalıştıkça, yan yana durdukça bizden

çaldıkları ne varsa geri alacağız. İşte

biz, dişlerini istediği saatte

fırçalayamayacağını sabaha karşı dört

gibi fark edenler, birtakım acılar

dolayısıyla mide ağrılarıyla kıvranıyor

ve fakat başucumuzdaki kitaplara

bakıp yarının okuma planını da

çıkarmaktan geri durmuyoruz.

Çünkü başka türlüsü mümkün

değil. Çünkü evet, olduğumuz

her yerde ve yapabildiğimizin

en iyisiyle, koşulları iyi

değerlendirip ona göre

hareket ederek mücadeleyi

büyütüyoruz.

Görsel: pngtree


MEKTUP13

İllüstrasyon:Pixabay

Kazanım birlikten gelir

Bugünler belki de İTÜ’de öğrencilerin

üniversite yönetiminde söz hakkı sahibi olmasını

sağlayacak yeni mekanizmaları inşa etmelerinin bir ön adımı olacaktır

Elif TURGUT

İTÜ

Geçtiğimiz iki ay içerisinde üniversite öğrencileri

yaşamlarında hızlı, belki uzun süre düşünseler

akıllarına gelmeyecek değişimler yaşadılar.

Bir gece uykularından uyandırılıp yurtlarını boşaltmaları

gerekenler, 3 haftalık eğitime ara sebebiyle

memleketine dönüp geri dönemeyenler, hayatında

ilk defa kredi başvurusu yapanlar, aile evinde online

eğitime katılabilmek için 3 kardeşle bir bilgisayarı

paylaşmak zorunda kalanlar, aile evine wifi bağlatmaya

çalışıp internet sorununu çözmeye çalışanlar,

çok severek tuttuğu öğrenci evini alelacele

devredip memleketine dönmek zorunda kalanlar,

kitaplarını yurdunda bıraktığı için internette pdf avına

çıkanlar ve daha neler neler… Pandemi süreci

üniversite eğitimini dijitalden sürdürmeye mecbur

bırakırken üniversite öğrencilerinin yaşadıkları sıkıntıları

daha da artırdı. Koronavirüs hastalığına yönelik

önlemleri bireysel sorumluluklara sıkıştıran ülke

yönetiminden farksız üniversite yönetimleri de

öğrencilerin online derslere katılabilmesi ve olası

aksaklıklarda eğitim yaşamının etkilenmemesi için

alınması gereken önlemleri öğrencilerin sırtına yükledi.

Elimizi sallasak bir üniversiteye çarpan ülkemizde

en köklüsünden en apartman üniversitesi

olarak adlandırılana kadar çoğunda üniversite öğrencilerinin

derslere katılımını garanti altına alacak

önlemler alınmadı, internet- bilgisayar yardımları

sağlanmadı ve üniversitelerin sistemleri yoğunluktan

çöktü. İmkanı olmayan öğrencilere dersi bırakma

önerileri yapıldı, üniversiteler online eğitim sürecinde

öğrencilerin söz hakkını tanımadı.

BİRLİKTELİKLER SINIR TANIMIYOR

Ancak konu gelecekse gerisi teferruat. Yaz okulu

yapılmayacağı için dönemi uzayacak olan, zorunlu

stajlara dair belirsizlik olduğu için mezuniyetinden

endişe duyan, derslere çeşitli imkansızlıklar sebebiyle

katılamayan ya da dikkatini toparlayamayıp

kalmaktan çekinen öğrenciler Türkiye’nin dört bir

yanından kendi üniversitelerinin yönetimlerine seslerini

duyurmak için aramıza mesafe koyan dijital

sınırları kendi lehlerine kullanmak için harekete

geçti. Yaz okulu talebi için, seçmeli kaldı/geçti sistemi

için, harçların geri ödenmesi için, kafasındaki

belirsizlere yanıt almak için hashtag çalışmaları

başlattı, toplu dilekçeler topladı, online buluşmalar

gerçekleştirdi… Tweeter’daHer gün istisnasız, bazen

Türkiye bazen dünya gündemine giren üniversiteliler;

şeffaflık, kararlar alınırken fikirlerinin alınmasını

ve taleplerinin görünmesini istedi. İTÜ de bu

üniversitelerden biri.

Online eğitim başladığından beri belirsizliğini koruyan

birçok soru İTÜ’lüler için hala tam olarak yanıtlanmış

değil. Akademik takvim açıklanmadan yaz

okulunun olmayacağına dair çıkan söylentilere karşın

bir sonraki dönemlerdeki şartlı derslerini etkilememesi,

dönemlerinin uzamaması için öğrenciler

yaz okulu talebi için online platformlarda buluştular,

okula toplu dilekçe gönderdiler, bununla da kalmadılar

hashtag çalışmaları gerçekleştirdiler. Bu sırada

da Taşkışla’da artık yanyana gelme refleksini

kazanmış kulüpler online eğitimde yaşanan sorunları

değerlendirdi, bir anket çalışması başlattı ve haberi

geçtiğimiz günlerde Evrensel gazetesinde yayımlanan

3 bin kişilik anketin sonuçları öğrencilerin

bu süreçte ne kadar zorlandıklarını ve üniversite

yönetimleri tarafından ne kadar yalnız bırakıldıklarını

gösteriyordu. Bu sonuçlar eşliğinde İTÜ’lü birlik

olması çağrısıyla Twitter’da hashtag çalışması yapan

öğrenciler birlik olduklarında üniversite yönetimi

tarafından görüldüğünü fark etti. Ancak talebini

dile getirmesinin bir sonucu olarak birçok öğrenci

Zaytung haberi olarak tarif edilebilecek bir şeyle

karşılaştı: üniversitelerinin rektörü Twitter’dan sesini

duyurmaya çalışan, süreçte mağdur olmak istemeyen

öğrencileri gördü, fark etti ve “engelledi.” Ancak

öğrenciler taleplerinde ısrarcı olduğu sürece

görmezden gelinemezlerdi. Öğrencilerin yaşadığı

online eğitim sorunlarının çözülmesi için Kulüpler

Birliği bile öğrencilerden taleplerinin yerine gelmesi

için “destek” istedi, oysa yardımcı değil asıl özne öğrenciler

olmadan bir kazanım elde edilemeyeceği

açık.

DAHA FAZLASI İÇİN...

Geçtiğimiz günlerde İTÜ Rektörü Twitter hesabından

yaz okulu kararının senatodan çıktığını açıkladı.

Kazanım ancak daha fazlasını istemek için motivasyona

dönüştükçe kazanımdır. Pandemi sürecinin

yarattığı psikolojik ve fiziksel zorluklar öğrencilerin

derse katılımının, sınava girmesinin önüne geçerken

bir de bu süreçte yaşayacakları aksaklıklar

sebebiyle not ortalamalarının düşebileceği kaygısını

taşıyorlar ve öğrenciye seçme hakkı tanınan geçme-kaldı

sisteminin getirilmesini istediklerini farklı

araçlar yoluyla dile getiriyorlar. Rektörün yaptığı

seçmeli geçti-kaldı sisteminin getirilmeyeceği yönündeki

açıklamanın öğrencilerin ısrarı karşısında

ne kadar dayanacağını bilemeyiz. Lisans öğrencileri

bu taleplerini dillendirirken Hazırlık sınıfı öğrencileri

lisansa geçmek için yapılacak yeterlilik sınavının

Temmuz ayı sonunda okulda yüz yüze yapılacağını

öğrendi. Online eğitim süreci başladığından beri sınavın

ne olacağı hocalardan duydukları söylentilerden

ibaret olan öğrenciler virüs koşullarında yüz

yüze bir sınava girmek istemedikleri için hızla bir

araya gelebilecekleri bir ağ oluşturup çevrelerini de

kattılar ve üniversite yönetimine toplu dilekçe göndermeye

başladılar. İmkan eşitsizliği, sürecin psikolojik

etkisi, konaklama ve ulaşım masraflarının yükünden

bahseden öğrenciler dilekçelerinde şartlı

geçiş ya da lisans döneminde ek zorunlu İngilizce

dersi konmasını talep ettiler.

Üniversite yönetiminde öğrencinin söz hakkı bulunmadığı

ve bu tarz mekanizmaların içinin boşaltıldığı

ya da öğrencilerin elinden alındığı bir geçmişle

geldiğimiz bugünler belki de İTÜ’de öğrencilerin üniversite

yönetiminde söz hakkı sahibi olmasını sağlayacak

yeni mekanizmaları inşa etmelerinin bir ön

adımı olacaktır. Süreç İTÜ’de öğrencilerin ısrarla taleplerini

buldukları imkanlar ve araçlar dahilinde

farklı şekillerde yan yana gelerek duyurmaya çalışmasıyla

devam ederken İTÜ’lülerin birlik olduğu ölçüde

taleplerine ulaşmasının yolunun ne kadar açıldığını

göreceğiz.


MEKTUP14

Covid-19’a karşı önlem

YÖK’e karşı ÖTK

Can ADAK

ODTÜ

Covid-19 Mart ayından beri hayatımızın

büyük bir kısmını işgal

etmeye devam ediyor. Mart

ayından önce bir virüsün bir insana yapabileceği

etkilerin sadece insan vücudu

üzerinde etkisi olacağını düşünürken;

gün geçtikçe korona virüs salgını

bir sağlık krizinden daha büyük bir

toplumsal krize evirilmektedir. Şimdiye

kadar alışılmış yaşam pratiklerimizi

değiştirmemiz gereken bu süreçte en

önemli değişimlerden biri ise eğitim

sürecinde yaşandı.

ATANMIŞLAR VE YÖK

GÖLGESİNDE EĞİTİM

Yüksek Öğretim Kurulu içinde bulunduğumuz

bahar döneminin eğitim vize

final dahil olmak üzere tamamıyla

uzaktan eğitim şeklinde tamamlanmasını

uygulama koydu. Bu karar tahmin

edilenden çok daha fazla tartışmayı

beraberinde getirdi. Korona pandemisi

içerisinde belki de en fazla

fikir ayrılıklarının yaşandığı

tartışmalar eğitim ekseninde

gerçekleşti. YÖK öğrencilere

gönderdiği mail de üniversitelere

ve öğretim üyelerine

esneklik tanındığını söyleyerek

bir nevi topu kendinden

üniversitelerin yönetimlerine

ve öğretim üyelerine

attı. Üniversite yönetimleri

ise kendilerine bırakılan

bu karar mekanizmasını

bahsi geçen online eğitim sürecinin

bizatihi muhatabı

olan öğrencilere herhangi bir

danışma yapmadan uygulamayı

tercih etti. Bilmek lazım

ki üniversiteler güncel

yönetmelikle Cumhurbaşkanı’nın

atadığı YÖK’ün;

yeniden cumhurbaşkanına

önerdiği 3 rektör adayının

cumhurbaşkanı tarafından

seçilmesi ve bu rektöründe

üniversitedeki kendi yardımcılarını

ve fakülte dekanlarını

ataması, bu atanmış

fakülte dekanları ve yöneticilerinin

katılımıyla oluşan

senato ve üniversite yönetim

kurulu aracıyla kararlarını alırlar.

Görüldüğü gibi bu sistemde hem öğrencinin

hem de kararlar ile ilgili rektörlüklerle

farklı düşünmesi muhtemel diğer

öğretim üyelerinin esamesi okunmuyor.

Üniversitelerin yönetimlerinin öğrencilerin

sorunlarının ve taleplerinin ne olduğunu

bilmek açısından bir kaygısı

yokken bazı derslerdeki bazı öğretim

üyeleri kendi derslerinin işlenmesi adına

öğrencilerle anket veya “meetingler”

üzerinden bir eğilim yoklaması yaparak

şekil vermeye çalışsa da özellikle final,

vizeler ve değerlendirme kıstaslarında

üniversite yönetiminin genel kararına

uymak zorunda kalıyorlar. Ayrıca üniversitelerde

böyle bir olağanüstü duruma

karşı herhangi bir hazırlık olmamasından

kaynaklı neredeyse tüm üniversiteler

karar verme süreçlerinde hem geç

kaldı hem de sık sık karar değişikliğine

gitti.

Doğal olarak bu belirsizliklerden en

çok etkilenen bu kararlara göre hareket

etmek zorunda kalmasına rağmen kararların

alınışında herhangi bir etkisi bulunmayan

öğrenciler oldu.

ÖĞRENCİLER YİNE

ZARARDA

Öğrencilerin birlikte karar vermedikleri

herhangi bir karar her bir öğrenci

için ayrı bir sorun yaratabilir. Eğitim

kampüste devam etmesi virüs tehdidini

arttırabilir ancak halihazırda online eğitim

sürecine elindeki ekipman veya erişim

yetersizliği yüzünden katılamayacak

her üniversitede yüzlerce öğrenci olduğu

da bir gerçek. Bunun dışında öğrencilerin

bir kısmı süreç içerisinde yaşadıkları

sorunlar sebebiyle bu dönemki

eğitimin not ortalamasına talep ederken

dönem kaybı yaşamamak amacıyla ortalamasını

bu dönem yükseltmek zorunda

olan öğrencilerin ise elinde böyle bir seçenek

bulunmuyor. Uygulaması veya laboratuvarı

olan derslerimiz belirsizliğini

koruyor. Çoğu üniversitede olan ders

bağlama sorunu sebebiyle öğrencilerin

bir dersten dahi kalmaları kendileri için

gelecekte dönem kaybı yaratabilir. Bu

sorunlarla baş edemeyen bazı öğrenciler

için YÖK belki de kendileri için en kestirme

çözüm olarak gördükleri kayıt

dondurma seçeneğini uygulamaya koysa

da burslarının yanması veya sene kaybı

gibi kaygılar yaşayan çoğu öğrenci bu

seçeneğe sıcak bakmıyor.

ÖTK’YI DA TALEPLERİMİZİ

DE UNUTMADIK

Kısacası, içinde bulunduğumuz süreç

her bir öğrenci bazında farklı sorunlar

meydana çıkarsa da üniversiteler genele

yönelik karar alırken kendi işlerini kolaylaştırmak

adına genel ve talep dışı

uygulamalarla cevap veriyor. Tam da bu

sebeple bazı hocalarımızın bize yardım

etmek adına yaptıkları da kaybolmuş

oluyor. Peki, çözüm nedir?

Öğrencilerin taleplerini hem bu tarz

kriz durumlarında hem de normal eğitim

dönemlerinde bizatihi üniversitenin

karar alma mekanizmasına katılarak,

öğrencilerin temsilcileri vasıtasıyla fikirlerini

belirtebilecekleri ÖTK mekanizmasının

yeniden kurulması bu tip kriz

durumları ve herhangi bir karar alma

aşaması esnasında öğrencilerin taleplerini

daha güçlü sesle duyurmalarına

yardımcı olabilir. Üniversitelerin

yönetiminde tek seslilik

ve demokrasiden kopukluk

kimsenin faydasına değildir

karşılaştığımız tüm sorunları

güçlü bir mekanizma ile

yönetime iletebilmek ise

öğrencilerin kendi eğitim

hayatlarına yön verebilme

şansını tanıyacaktır. Tamamen

politik sebepler ile işleyişlerine

son verilen

ÖTK mekanizmalarının değeri

bu dönemlerde daha

kolay anlaşılabilir. Öğrencilerin

alacağı ortak kararın

üniversite yönetimine iletilmesi

ve bu kararın eğitim

sürecinin bir numaralı muhatabı

olan öğrenciler adına uygulanması

hem üniversitelerdeki

sürecin işleyişini hızlandıracak

hem de üniversitelere eski

demokratik özerk yapısını kazanmada

fayda sağlayacaktır.

Görsel: pngtree


MEKTUP15

#DeüSınıftaKaldı

İnşaat Mühendisliği öğrencisi

Dokuz Eylül Üniversitesi

Görsel: Pngtree

Dokuz Eylül Üniversitesi, Covid-19

pandemisinin başlangıcının

ardından 16 Mart’ta

ilan edilen üç haftalık tatil sonrası,

geçtiğimiz ay bahar yarıyılını uzaktan

eğitimle tamamlayacağını duyurdu.

23 Mart’ta Microsoft Teams

üzerinden başlayan uzaktan eğitim

serüvenimize, 6 Nisan’da SAKAI tabanlı

bir Öğrenci Yönetim Sistemine

okulca kademeli olarak geçiş yaparak

devam ettik. Sisteme geçişimizin

sebebinin “Kişisel Verilerin

Korunması Kanunu (KVKK) çerçevesinde

her türlü verinin üniversitenin

kontrolünde tutulması gerekliliği

ve özellikle bizlerin internet kota

kısıtlamaları” olduğu açıklandı. Benim

buna ilişkin birkaç sorum olacak;

Kişisel verilerimizin tam olarak korunmadığını

düşünüyorsanız neden

daha öncesinde bu sistemi (Microsoft

Teams) kullandık?Türkiye’de bu süreçte

uzaktan eğitimini Microsoft Teams

programı üzerinden yürüten diğer

üniversiteler Kişisel Verilerin Korunması

Kanunu (KVKK) çerçevesine

aykırı mı davranmaktadırlar?

YA YETERLİ

EKİPMANIMIZ YOKSA?

Uzaktan eğitim sistemi ortaya koyulurken

bizlere yeterli internet altyapımızın

olup olmadığı, bilgisayar ve

tablet gibi teknolojik aletlere ulaşıp

ulaşamadığımız sorulmamıştır. Daha

öncesinde devam eden yüz yüze eğitimlerimizde

de ders materyallerine

ulaşımımız konusunda sıkıntı yaşarken

online sistem üzerinden verim

alıp alamadığımızın tartışılması garip

bir durum olmaktan ileriye gitmiyor.

Bazı hocalarımızın, sistemden sadece

pdf formatlı ders notu paylaşması ise

komik bir durum… “Uzaktan eğitim

sistemine herhangi bir şekilde erişemeyen

arkadaşlarımız ne yapacak?”

sorusunun tek cevabının, hak dondurma

işlemi olarak verilmesi sistemin

vahimliğini bir kez daha gözler önüne

seriyor. Hükümetin açıkladığı tedbir

paketinde öğrencilere dair herhangi

bir tedbirin olmaması da bunu gösteriyor.

17 Nisan günü TMMOB İzmir

İKK öğrencileri olarak yaşadığımız

sorunlarımızı dile getirmek amacıyla

DEÜ’deki uzaktan eğitim sorunlarını

temel alarak Twitter’da #DeüSınıfta-

Kaldı etiketi ile bir sosyal medya

kampanyası başlattık. Kampanyamız

epey ses getirdi. Bu etiketle binlerce

gönderi paylaşılarak, konu sosyal

medyada ülke gündemine yerleşti.

Gazetelerde haber olduk. Rektörlük

zorunlu olarak dekanlara tek metinle

videolu açıklama yaptırdı ve bu süreçte

yaşanan sıkıntılar nedeniyle Uzaktan

Eğitim Araştırma ve Uygulama

Merkezi Müdürü Prof. Dr. Bülent

Çavaş’da görevinden alındı.

ÖDEV YÜKÜ DEĞİL

EĞİTİM İSTİYORUZ

7 Mayıs’ta bizlere açıklanan üniversite

senatosunun kararına göre bu

dönem aldığımız derslerin değerlendirmesinin

öğrencilerin ödev, sunum,

proje vb. hazırlamasıyla yapılacağı

duyuruldu. Ara sınavlara dair tarihler

açıklandı fakat bu tarihlerden çok önce

bize ödevler verilmeye başlandı.

Bir öğretmenimiz senato kararını

görmemiş olsa gerek, finali 100 dakikalık

online sınav şeklinde yapacağını

duyurdu. Yaptığımız itirazlar doğrultusunda

bu konuya “bakacağını” söyledi.

SAKAİ sistemine ödev yüklerken

dahi zorlanan bizlerin 100 dakika

boyunca bağlantı sorunumuz olmadan

dahil olabileceğimizi ve SAKAİ

sisteminin bunu kaldıracağına emin

değiliz ve güvenmiyoruz. Arkadaşlarımızın

birçoğu evlerine döndü. Evlerinde

internetleri ve bilgisayarları olmayan

onlarca arkadaşımız var. Verilen

çizim ödevlerinin yapılması isteniyor

ve bunun için gerekli ve yeterli

donanıma sahip olup olmadığımız

hiçbir şekilde bizlere sorulmuyor. Bilgisayara

sahip olsak bile lisanslı çizim

programlarına doğrudan erişemiyoruz.

Çizim derslerini daha önce açıklanan

akademik takvime göre 15 Haziran›dan

sonra yüz yüze görmemiz

öngörülmüştü ve bizlere uzaktan eğitim

şekliyle anlatılmıyordu fakat son

karara göre bizlere ders notları ve

birkaç video atılarak dersin bu şekilde

işleneceği açıklandı. Bu şekilde verim

alamadığımızı söylemek isterim.

Ödevlerimiz genellikle 2-3 günlük süre

zarflarına sıkıştırılıyor ve buna rağmen

detaylı ve zor ödevler isteniyor…

Birbirinden haberi olmadığını

düşündüğümüz hocalarımız bayramdan

önce bu iş hallolsun düşüncesiyle

kimimize 3-4 kimimize daha fazla

ödevi aynı anda veriyorlar. Bu süreç

ve daha sonraki süreçler için bu eksikliklerden

ders çıkarılmasını, üniversitelerin

bütçelerini üniversitenin

alt yapı sistemlerini geliştirmek için

harcamasını. Hiçbir öğrencinin mağdur

edilmediği sistemler oluşturulmasını

istiyoruz.

Konuyla ilgili haberler:

https://www.evrensel.net/haber/402585/dokuz-eylul-universite-ogrencilerinin-uzaktan-egitim-sorunlari-suruyor

https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/04/19/uzaktan-egitim-dokuz-eylul-universitesinde-kaosa-donustu/

Görsel: pikisuperstar/Freepik

Soruyoruz

Uzaktan eğitim sistemine

herhangi bir

şekilde erişemeyen

arkadaşlarımız ne

yapacak?

Kişisel verilerimizin

tam olarak korunmadığını

düşünüyorsanız

neden daha öncesinde

bu sistemi (Microsoft

Teams) kullandık?

Türkiye’de bu süreçte

uzaktan eğitimini

Microsoft Teams

programı üzerinden

yürüten diğer

üniversiteler Kişisel

Verilerin Korunması

Kanunu (KVKK)

çerçevesine aykırı mı

davranmaktadırlar?


MEKTUP16

Tıp öğrencilerinin ihtiyacı olan...

Gamze SAHİLLİOĞULLARI

Tokat Gaziosmanpaşa

Üniversitesi

İçinde bulunduğumuz pandemi süreci

her kesimden insanların bilhassa

işçinin, emekçinin hayatının belirli

derecede kısıtlanmasına sebep olan

çeşitli kararların alınmasına sahne oldu.

Bu kararlardan en çok etkilenen

kesimlerden biri de biz öğrenciler oldu.

Salgının önüne geçebilmek adına önce üç

hafta olarak belirtilen ve YÖK Başkanı’nın

özellikle “Uzaktan eğitim olmayacak”

söylemine güvenen biz öğrencilerin büyük

bir çoğunluğu kitaplarını, eşyalarını

okudukları şehirlerde bırakarak evlerimize

döndük. Ardından uzayan salgın süreci ile

beraber 2019-2020 eğitim yılı bahar

döneminin uzaktan yapılacağı belirtildi.

Birçok üniversitede YÖK’ün kararı ile

tercih edilecek dijital imkanlar veya ödev

proje gibi alternatif yöntemler kullanacak

şekilde hemen hemen her an yeni kararlar

alındı.

Bizler hemen hemen her şehirdeki tıp

fakültesi öğrencileri olarak kendi

üniversitemizin bizler adına karar almasını

bekledik. Bu bekleme sürecinde kimi

okullar video, online ders portalı gibi

imkanları öğrencilere sunarken; kimi

okullarda bu dönemde herhangi bir

açıklama bile yapılmadı. Sıra sınavlara

gelince ise öğrencinin süreci en az şekilde

etkilenerek atlatacağı vaatleri kenara

bırakılarak ve her öğrencinin eşit ve en iyi

imkanlara sahip olduğu varsayılarak

çeşitli absürt sayılabilecek kararlar alındı.

YAŞANAN MAĞDURİYETLER DEVAM

EDİYOR

Bunlardan bazıları online sınavın iki

cihazla yürütülmesi, sınavdaki sorulara

birer dakika bile tanınmaması, sorulara

dönüş hakkı verilmemesi gibi kararlardı.

Aynı zamanda sınav sorularının kısıtlı

zamana rağmen zorlaştırılması, az

zamanda çok sayıda sınav yapılmak

istenmesi ve en önemlisi sosyal veya

ekonomik imkanları yeterli olmayan

öğrencilerin okula çağrılabilmesi gibi

öğrenciye güvenmeyen ve onun sağlığını

hiçe sayan kararlardı bunlar. Bizler tıp

fakültesi öğrencileri olarak yaşadığımız

mağduriyetin bir kaynağını da hala

alınamayan ve öğrenciyi mağdur etmeye

devam eden kararlarda da görüyoruz.

Tüm bunların yanı sıra diğer tıp fakülteleri

arasında da bir denge kurulamamaktadır.

Mağduriyet yaşayan öğrencilerin

akıllarında ister istemez beliren “Neden şu

üniversitenin tıp fakültesi kolaylık

sağlarken benim okulum beni bu kadar

mağdur ediyor” sorusu akılları

kurcalamakta, aynı bölümün farklı

üniversitelerinin arasındaki eşitsizlik de

gün geçtikçe artıyor. Özellikle

Anadolu’daki üniversitelerinin bu süreçte

bu kararları alma açısından sınıfta

kaldığını söyleyebiliriz.

Karantina sürecinin ilk dönemlerinde

söylenen “Sizleri mağdur etmeyeceğiz”

söylemleri bir yalandan ibaret olup hala

ülkenin dört bir yayından seslerini

duyurmaya çalışan fakat bir türlü

dinlenmeyen hekim adayları özellikle de

psikolojik açıdan son derece mağdur

edilmiştir. İlerde yaşanabilecek başka bir

salgın sürecinde şu anın hekim adaylarının

daha profesyonel davranan, öğrenciyi

gerçekten düşünen kararlar almaya

çalışan üniversite yetkililerine ihtiyacı

olduğu açıktır.

Fotoğraf: Pixabay

Hiçbir kupa sağlıktan

önemli değildir

Fotoğraf: Pixabay

Ali ALTUN

Hacettepe Üniversitesi

Salgınla birlikte kapatılan liglerin geri açılma

tartışmalarını Hacettepe Üniversitesi

UNIGFB sorumlu üyesi Onur Öktem ile konuştuk.

Futbolun endüstrileşmesiyle birlikte okumamız

gereken bu liglerin açılması durumu ilk

Almanya’da başladı. Türkiye’de buna itiraz edilse

de sonradan Fatih Terim’in açıklaması ile

durum tekrar tartışılmaya başlandı. Başlamadaki

bu ısrara karşı Onur: “Geri açılması şu dönemlerde

çok riskli bir durum öncelikle. Israr

eden kulüplerin ısrarı da ligde iyi bir form yakalamış

oldukları için diye tahmin ediyorum” dedi.

Bunun akabinde ligin devamı durumuna dair

açıklamalarda seyircisiz oynama ve takımlara

sürekli test yapılacağı belirtildi. Pozitif çıkan

kulüplerde eleme olacak ve lig böyle devam

edecek. Buna dair futbolcuların ve teknik direktörlerin

tavrını konuştuğumuzda “Sezon iptali

olmalı veya tamamen şu durumu atlattığımız

zaman devam etmeli geri kalan maçlar.

Yüksek mevkideki insanlar maça çıkalım para

alalım, kazanalım derdinde fakat sahada, salonda

vs. durum böyle değil oyuncular tedirgin.

Her ne kadar önlem alınsa da orda her türlü iletişim

yakın mesafe olacak. Mesela gol atmaya

giden bir futbolcu ya sosyal mesafeye uyalım

diye rakip takım müdahale etmeyecek mi? Futbolcuların

ve teknik direktörün tavrı gayet ciddi

olmalı maça çıkmak istememeli ki zaten

bence kulüpler karşı çıkmalı ilk önce. Hiçbir kupa

sağlıktan daha önemli değil.” dedi.

TAKIMIMIZI DESTEKLEMEK

İSTESEK DE...

Bu süreçte taraftarların tartışmalara ve sürece

dâhil edilmemesine karşı şunları söyledi:

“Ben de tutkulu bir taraftarım. Tekrar lig başlasın

bağıralım, hayatımızı adadığımız takım uğruna

maçlara gitmek istiyoruz ama maalesef

buna biraz ara vermek durumundayız. Her takımın

kendi renklerine bağlı tutkulu taraftar

kitlesi vardır. Ne yaparsanız yapın ne yasaklar

ne kurallar engel olabilir buna. Taraftarların olmaması

ev sahibi takımlar için olumsuz bir etkendir

ama eğer olur da maçlar başlarsa taraftarların

tribünlerde olması daha riskli sonuçlar

verebilir. Bundan dolayı taraftarın maçlara dâhil

olmaması lazım. Bildiğimiz gibi salgın sürecinde

işçi ve emekçiler çalışmaya devam ettiler.

Bu dönemde çalışmaya devam edilmesinin

nedeni işçi ve emekçilerin sağlığının düşünülmesi

değil aslında sermayenin sürekliliğin devamının

garantisidir. Birçok alanda bunun örneklerini

görmüş bulunuyoruz. Önemli olan kulüp

çalışanları, işçiler ve emekçiler, değil ligin

devamıyla birlikte sağlanacak kazançtır.”


Hacette Üniversitesi

MEKTUP17

öğrencilerden 0 not aldı

Ezgi KAYA

Hacettepe Üniversitesi

Örgün eğitimden online eğitim

sistemine geçilmesi birçok

tartışmayı beraberinde getirdi.

Salgın süreci öncesinde de ders

materyallerine -notlar, kaynak kitaplar-

erişemediğimiz, derslerden tutalım

da sınavlara kadar öğrenci odaklı

olmayan, ezbere dayalı, bilimsellikten

uzak bir eğitim alıyorduk. Ancak online

eğitime geçilmesiyle birlikte bu

sorunlar daha görünür ve yakıcı bir

hale geldi. Her ne kadar rektörlük tarafından

olabilecek ‘’en iyi’’ şekilde

yürütüldüğü söylense de online eğitimin

Hacettepe halini öğrencilerin gözünden

görmek ve çözüm yolunu daha

iyi tartışmak için bir anket düzenledik.

Anketimiz 12 sorudan oluşuyor ve

ankete 21 bölümden 300’e yakın öğrenci

katıldı. Ankete katılanların

%52,5’i 4’ten fazla ders için online eğitim

almıyor. Hatta anket sırasında konuştuğumuz

arkadaşlarımızla birkaç

bölümde online eğitimin sadece PDF

paylaşmakla kaldığını, böylesine niteliksiz

bir eğitim sürecinden sonra yapılacak

sınavlarınsa tüm bunlar gözetilmeden

online ve tüm konuları içerecek

şekilde yapılacağını bunun büyük bir

kaygı yarattığını aktardı. Hacettepe

Üniversitesi gerek sıhhiye kampüsünde

gerek mühendislik fakültelerinde oldukça

fazla laboratuvar dersi olan bir

üniversite ve bu dersler eğitimin önemli

bir kısmını kaplıyor. Genelde gelecek

senelerdeki laboratuvarlarla bağlantılı

birbirini takip eder vaziyette ilerliyor.

Bu süreçte “uygulamalı derslerin”

akıbeti ve yaz okulu konusundaki belirsizlik

belli fakültelerde sürüyor ve verilere

göre öğrencilerin %78,3’ü her zaman

%12,3’ü ise zaman zaman bu konu

hakkında kaygılandırıyor. Okulun

ise %91,3 oranında oyla bu belirsizlikleri

giderme noktasında yeterli ve hızlı

adım atmadığı genel bir kanı diyebiliriz.

ÖĞRENCİLERİN NE

BİLGİSAYARI NE

İNTERNET ERİŞİMİ VAR!

Online eğitime ulaşmakta zorluk çekenlerse

toplamın %26,3’ünü oluşturuyor.

Bu erişim sıkıntısının nedenlerinin

başında %42,9’la internet erişimi sağlayacak

bir aracın (bilgisayar, tablet)

yokluğu devamında %32,9’la maddi

imkânların yetersizliği ve onu izleyen

%24,7 ile bulunduğu yerde internet erişiminin

olmaması geliyor. Bu da başta

değindiğimiz gibi eğitime parasız ulaşma

hakkımızın bile olmadığını bu süreçte

daha da net görüyoruz. Hadi internet

erişimimizi bir şekilde hallettik.

Sonrasında karşımıza çıkansa online

eğitim sırasında yaşadığımız aksaklıklar

(sesin kesilmesi, slaytların okunmaması,

videonun duraklaması vb.) Böyle bir

sorun yaşadınız mı diye sorduğumuz

soruya verilen cevaplar okulun internet

erişimini bize sağlamadığı gibi bu konuda

öğretim üyelerine de gerekli desteği

sunmadığının göstergesi. %66,1

oranında evet… Bunun ne sıklıkla gerçekleştiği

şeklindeki soruya ise verilen

yoğunluklu cevaplar %57,1 ile birkaç

kez ve %31 ile çoğu kez oluyor.

Mezuniyet senesindeki arkadaşlarımızın

mezun olabilmekle ilgili kaygı

yaşayıp yaşamadıklarını sorduğumuz

soruya ise %85,5 gibi büyük bir kısım

evet cevabını veriyor. Bu da aslında

birkaç önceki soruyla da bağlantılı olarak

okulun bu konuda belirsizliği ve

kaygıyı azaltıcı açıklamalar yapmıyor

önlemler almıyor oluşundan kaynaklı

diyebiliriz.

OKUL YÖNETİMİ HER ŞEYİ

GÖZ ARDI EDİYOR

Eğitimin niteliğini 1 ile 10 arasında

puanlamalarını isteyen soruya ise verilen

cevaplar %29,4 ile en çok 3 verildiği,

6’dan sonrası içinse %10’dan daha

az işaretlendiğini görüyoruz. Zaten önceki

sorularda verilen yanıtlar da bunu

destekler nitelikte. Son soru olarak bu

aksaklıkların giderilmesi için sizce ne

yapılmalı diyerek birden çok şık işaretlenebilen

bir soru soruyoruz. Bu soruyu

ise okul yönetiminden hiç duymuyoruz.

Arkadaşlarımızdan 137’si herkes

için online eğitimlerde kullanılmak

üzere ücretsiz internet sağlanmalı

şıkkını, 126’sı sınavların ödev şeklinde

yapılması şıkkını 64 kişi sınavların yaz

döneminde yüz yüze yapılması şıkkını

84 kişi isteğe bağlı “pass/fail” uygulaması

getirilmesi şıkkını, 182 kişi ise sınavların

anlık olmamak kaydıyla internet

üzerinden yapılması şıkkını işaretlemiş.

Çözüm önerisi için çokça işaretlenen

şıklardan hiçbiri şu an için genel

bir yöntem olarak uygulanmıyor. Hatta

çoğu bölümde online sınavlar öğrencilerin

internete erişim problemi gözetilmeden

yapılmaya devam ediliyor. Bu

da aslında öğrencileri bu kadar ilgilendiren

bire bir içinde oldukları ve yaşadıkları

sürece neredeyse hiç dâhil edilmediklerini

kanıtlar nitelikte.

Görsel: Freepik


MEKTUP18

Bu anlayışla her eğitim

mağdur eder!

Hacettepe Üniversitesi

Son zamanlarda hayatımızın

bir parçası haline gelen

uzaktan eğitim beraberinde

birçok sorunla karşımıza çıktı.

Bilgisayar eksikliği, internete erişimin

güç olması, YÖK destekli

göstermelik internet paketinin

çekmemesi, hocaların bu dönemde

canlı dersi kaydetmek gibi

önerileri kabul etmeyerek öğrencilere

destek çıkmaması, akademinin

bu sorunlar karşısındaki

tavırları ve Hacettepe Üniversitesi’nin

sistemsel sorunları çoğu

öğrenciyi mağdur etti. Hacettepe

Üniversitesi Aile ve Tüketici Bilimleri

öğrencilerine bu sorunlara

dair düşüncelerini sorduk.

Verimsiz dersler

Onur ÖKTEM

1.sınıf

Uzaktan eğitim sadece sözel

dersler açısından iyi oldu çünkü

okulda da slayttan işlenen

derslerdi. Ama bu durumda bazı

sayısal derslerde ne yapılması

gerektiğini hocadan görememek

büyük bir kayıp. Formüller nerede,

nasıl kullanılır bunu biz slayttan

anlayamayız. Örnek soru da yok

ayrıca. Yüz yüze eğitim her zaman

öğretmen öğrenci ilişkisi içinde olduğu

için daha faydalı.

“Erişim problemleri giderilsin”

Eşitsizlik okul duvarlarını aşıyor

Nuri HALİLGİL

2.sınıf

Bence virüsün yayılma tehlikesine

karşı eğitimin bu

şekilde online devam etmesi

daha doğru ama sonuçta

herkes internet, bilgisayar, telefon

vs. gibi araçlara kolayca erişemiyor.

Bu şekilde erişim problemi

yaşayan arkadaşlar adına

devlet özellikle toplanan yardımlar

ile destek olabilir. Ayrıca

sınavlar da anlık olması yerine

daha uzun zaman aralığında yapılabilir

ya da ödev verilebilir.

Bir de dersleri takip ettiğimiz ve

ödev yüklediğimiz platformda

zaman zaman yaşanan donma,

çökme sorunları giderilebilir.

Çünkü bazen sırf bu yüzden çalışmalarımızı

siteye yükleyemiyoruz.

Bu gibi sıkıntılarla karşılaşılması

durumunda alternatif

çözümler oluşturulmalı diye düşünüyorum.

Fatih YALÇIN

3.sınıf

Hocaların istekleri açık değil

hiçbir şekilde. Gerek

sınavlardan ve bize verecekleri

ödevlerden nasıl bir ödev

istedikleri, sırf prosedür gereği

uygulama yapmaları ve hiçbir

açıklama yapmadan bu konuda

bir ödev hazırlayın demeleri sorun

teşkil ediyor benim açımdan.

21. yüzyıl gibi teknolojinin geliştiği

bir dönemde bir kesimin sorunsuz

bir şekilde eğitime erişmesi

bir kesiminse derslerden geri kalarak

bu ilkel sorunları yaşaması bizlere

eğitim eşitsizliğinin okul duvarlarından

aştığını gösterdi. Bu

sorunlar öğrencilerin final kaygılarını

da arttırıyor. Dönemin sonuna

yaklaşırken sorunların hala devam

ediyor olması birçoğumuzun hafızasında

bu dönemleri sorunlarla

hatırlamaktan, süreci iyi yönetememekten

öteye geçmeyecek. Bugün

yürütebileceğimiz en etkili yol

sıkılmadan bu sorunları birlikte dile

getirmek ve birlikte ses çıkarmak.

Hiçbir şey toz pembe değil

Eksik ve yanlış öğrenilen bilgiler

İsmail YILMAZ

2.sınıf

Bu sürecin ilk kez yaşandığını göz önünde

bulundurarak doğruyu yanlıştan

ayırabiliriz. İnsanlar bir amaç uğruna

çabalıyor. Belki işini layıkıyla yapan eğitimciler

de var. Gelgelim bu oran diğerlerine

göre çok düşük. İşini yapmış olmak için yapan

bir sürü birey var. Şayet öyle olmasaydı

bugün dertlerimiz yerine geleceğimizi

konuşuyor olurduk. Uzaktan eğitim bir yere

kadar faydalı. Hocaların sadece puan

verebilmek için ödev vermesi, öğrenci ve

öğretmen arasındaki iletişimsizlik bu eğitim

sürecini zorluyor. Kendi durumumuzu ele

alalım. Hocalar aynı az evvel bahsettiğim

gibi bir şeyleri aradan çıkarmaya çalışıyor.

Bir ödev gönderiyorsun gitti mi gitmedi mi

belli değil. Bir de her şey olağanüstü yolundaymış

gibi kopya riskini azaltmaya çalışan

eğitimciler var ki, evinde imkânın olsa dahi

derslerini verebilmek namümkün. Başta

iyimser duygularla düşünmek istedim. Her

şey çok yeniydi. Fakat bugün gelinen nokta

her şeyin hiç de tozpembe olmadığını gözler

önüne seriyor.

Hacettepe Üniversitesi

öğrencisi

Yüz yüze eğitimin avantajları yüksek

çünkü bir konuyu anlamadığımız anda

sorabiliyorduk veya derse gitmek için

fiziksel olarak bir hazırlık içinde olduğumuz

için beyin kendini derse hazırlıyordu. Ders

verimi açısından bu bizim için avantajdı. Online

olduğunda derse 1 dakika içinde girebiliyoruz

ve bu duruma beyin kendini hazırlayamıyor.

Verim açısından online eğitimin düşük

olma sebeplerinden birisi bence bu. Bu

süreçte bazı sınavların soru şeklinde değil

araştırma seklinde olması bilgileri öğrenmeyi,

yorumlamayı sağlayacak. Bu da sınav

sisteminden daha verimli olacaktır. Online

sistemden çıkarılan ders bu olmalı. Ayrıca

PDF üzerinden konulan konuları kendi kafamızda

olanlara göre anlıyoruz. Herhangi bir

yanlış anlaşılmada veya anlaşılmayan bir

konu olduğunda ders sorumlusuna ulaşmak

zor. Bunun sonucu olaraksa bilgiyi eksik

ya da yanlış öğrenmiş olacağız.


Tek bir seçenek

MEKTUP19

bir sürü belirsizlik

Bize

tek bir

seçenek sunuldu

ama bu bir sürü

problemimiz olduğu

gerçeğini

değiştirmiyordu.

Görsel: Pngtree

Eylül Dilara KILIÇ

Ege Üniversitesi

Bundan bir yıl önce bizlere “ilerde

dünyanız virüsle karşılaşacak, hepinizin

geleceği belirsizliğe sürüklenecek”

deselerdi muhtemelen hiçbirimiz ciddiye almazdık

ve hayatımıza devam ederdik. Bugüne

göre kampüsümüzde, sınıflarımızda, derslerimizde

yaşadığımız sıkıntıları kolayca dile

getirebiliyorduk. Hepimizin hayalini

kurup güç aldığı bir gelecek vardı

ve gözümüzde bugüne göre

belki biraz daha netti.

“HERKESE

EŞİT

FIRSATLAR

SUNULMADI”

Bu süreçte önce alt

yapısı yetersiz online

bir sistem koyuldu önümüze,

o sistem üzerinden

eğitim amaçlanmıştı

ama interneti olmayan

öğrenciler vardı ve arkadaşlarınızla

yardımlaşın,

olmazsa

okulu dondurun dediler.

Sisteme erişen

öğrenciler açısından da sorunlar vardı çünkü

sisteme yüklenen dersler yetersizdi. Aslında

eğitim yoktu, adı eğitim olan birkaç pdf’ten

ibaretti derslerimiz. Çünkü biz hiçbir şey öğrenmedik.

Uygulamalı dersler için proje ödevleri

istendi. Belki internetimiz yoktu, bilgisayarımız

yoktu belki de virüse yakalanmıştık ama

her durumda biz online sınavdan, ödevden ya

da projelerden sorumlu tutulduk. Puanlamalar

için değerlendirme ölçütleri belli değil. Neye

göre not alıyoruz bilmiyoruz. Fakat sorumluluğumuzu

yerine getiremediğimiz takdirde hayallerimizi

bir yıl ertelemek zorunda kalacaktık.

Herkese eşit fırsatlar sunulmadı. Bize tek

bir seçenek sunuldu ama bu bir sürü problemimiz

olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.

Hayallerimizi ciddiye alan sadece kendimiz

gibi hissettik. Birçok öğrencinin geleceğe dair

inançları yok oldu. Sürekli yeni bir haber geliyor,

öğrencinin kafası daha çok karışıyor ve

kimse de net bir şey söylemiyordu. Biliyoruz ki

bizler hayatımızın her alanında eğitimden, geleceksizliğe,

işsizliğe kadar sesimizi duyurmaya

çalışıyoruz. Tüm bunlardan öğrendiğiniz tek

bir şey var; bizler tüm bunlara karşı haklı taleplerimizin

arkasında durarak, bunun için mücadele

ederek kazanabiliriz. Birlikte ses çıkardığımız

zaman bir şeylerin değişebileceğini görüyoruz

bu yüzden biz bizi düşünerek birbirimize

destek olmalıyız.

PDR’de meslek gaspı

Görsel: Freepik

Emre AKTAY

Selin ALKAN

Yıldız Teknik Üniversitesi

Psikolojik danışmanlık ve rehberlik alanında

yaşanan meslek gaspları son zamanlarda

fazlasıyla artmış durumda.

Sosyal mecralarda kendilerini yaşam koçu,

ilişki ve aile danışmanı vb. olarak tanımlayan

kişiler tarafından mesleki haklarımız

gasp ediliyor. Bunun yanısıra verilen kurslar

sayesinde alınan sertifikaların bizim 4 yıllık

lisans eğitimimiz sonrasında aldığımız diplomalar

ile neredeyse bir tutulması fazlasıyla

rahatsızlık veriyor. Bu kurslar ve eğitim

programları, legal olarak mesleki haklarımızın

gasp edilmesine zemin hazırlıyor. Hali

hazırda var olan çalışma alanlarımızın ve

kadrolarımızın kısıtlı olması bizi yeterince

umutsuzluğa itmiyormuş gibi bir de mesleki

haklarımızın gasp edilmesi geleceğe karşı

olan umutlarımızı kaybetmemize neden oluyor.

Birçok meslek alanında var olan yetersiz

kadrolar ve meslek gaspları bir an önce

çözüme kavuşturulmalı ve ruh sağlığı yasası

yürürlüğe girmelidir.

ARAŞTIRMALAR GASBI

KANITLIYOR

2012 yılında İbrahim Keklik ve Meliha Tuzgöl

Dost tarafından yapılan bir araştırmada,

(Dost, M.T., Keklik, (2012, Haziran) alanda

çalışanların gözünden psikolojik danışma ve

rehberlik alanının sorunları. Mehmet Akif Ersoy

Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 389-

407. PDR alanının sorunları alanda çalışanların

gözünden ele almıştır. Yaş ortalaması yaklaşık

32 olan 71 kadın 37 erkekten oluşan gruba

beş adet soru sorulmuştur. Sorulardan ilki

çalıştıkları kurumda psikolojik danışman/rehber

öğretmen olarak görev yapmanın en zor

yanlarının ne olduğu üzerinedir. Çalışanların

sıraladığı en temel 10 zorluktan biri “alanı dışından

olan rehber öğretmenlerle birlikte

çalışmak” şeklinde olmuştur. Bu neticenin felsefe

öğrencileri her ne kadar psikoloji dersleri

almış olsalar da PDR alanına bir bütün olarak

bakıldığında yeterli olamamalarından kaynaklandığını

düşünüyorum. 2 haftalık ya da 36 saatlik

fark etmeksizin MEB’in açmış olduğu

rehberlik programları hiçbir zaman 4 yıllık lisans

programıyla eşdeğer olamayacaktır. Zaten

elde edilmek istenen sonuç ve yetkinlik yalnızca

rehberlik dersleriyle tamamlanabilseydi

bölümün adı psikolojik rehberlik ve danışmanlık

değil sadece rehberlik olurdu. Oysaki PDR

bir bütün olarak ele alınmalı ve hala bir rehber

öğretmene yüzden fazla öğrenci düşen yerler,

okullar varken PDR mezunları mağdur edilmemelidir.

PDR alanıda alternatif, ucuz ve kalitesiz

eğitimlere bırakılmamalıdır.


KÜLTÜR20

Görsel: Pixabay

Kızıl bir şair: Qedrî Can

Süleyman ATALAY

Diyarbakır

Hawar(dergi) ekolünün

en önemli isimlerinden

olan Qedrî

Can, 1911 yılında Mardin’in

Derik ilçesinde Abdulkadir

Can ismiyle dünyaya gelmiştir.

İlköğrenimi Derik’te tamamlayan

Qedrî Can, daha

sonra Konya Öğretmen Lisesi’nde

okumuştur. Konya’ya

gidince yaşama bakışı

değişir ve Kürtlüğünün farkına

varması süreci başlar.

Bu dönemde politik düşüncelerinden

ve Şeyh Said

ayaklanmasından dolayı devletin

kolluk güçleri tarafından

aranır. Antakya üzerinden

Suriye’nin Şam şehrine

yerleşmek zorunda kalır.

ANILARIN

ÖZLEMİYLE YANIP

TUTUŞAN QEDRÎ

CAN

Qedrî Can’ın sürgün olduğu

topraklar onun için bir

şansa dönüşür. Bütün zorluklara

rağmen Kürtçeyi yaşatmanın

ve geniş halk kitlelerine

ulaştırmanın yollarını arar.

Öykülerin ortak teması çocukluk

yılları ve anılardır diyebiliriz.

Qedrî Can, anılarını

ustalıkla edebiyat estetiği içinde

işlemiştir. Anılar Qedrî

Can’ın peşini bırakmamış ve

yaşadığı zamanlarda bile hep

Moskova’ya Gidiyorum

...

Gemiye bindim,

Beş yüz yoldaşla birlikte,

Hepsi de benden daha heyecanlı,

Kimisi Arap,

Kimisi Çerkes, Kürt, Ermeni...

Ama hepsinde aynı dil, aynı yürek,

Dostluğun dili, barışın...

Kardeşmiş gibi gidiyorlar Moskova’ya...

Şarkı, halay ve düğün,

Sevinç ve coşkularından

Minnettar oluyor denizin dalgaları, balıkları da,

Böyle böyle ulaştık Çanakkale’ye,

Sonra İstanbul,

geçmişin izini sürmüştür. Bu

anılarda ise çoğunlukla dostluğu,

tabiatı, Kürt geleneklerini

işler. Bazı feodal değerleri

eleştirmiş ve her defasında

birlikteliğe vurgu yapmıştır.

Yerel olanı işlerken dar kalıplara

girmemiş, evrensel olanı

ve insanlığın ortak dertlerini

göz ardı etmemiş, kendinden

yola çıkarken bütüne seslenmeyi

başarmıştır.

Yazılı Kürt edebiyatının ilk

ürünleri arasında yer almasına

rağmen hem kurduğu öykü

dünyası hem de dili onun

dünya edebiyatından ve gelişmelerden

haberdar olduğunu

apaçık gösterir. Çocukların

dünyasını ve geleneksel söylemlerden

dolayı oluşan batıl

inançların nasıl birer kâbusa

dönüşebileceğini bütün çıplaklığı

ve çocukluğun acımasız

dünyasının vurgusuyla işler.

Sonrasında ise viraneye dönüşen

ve bütün bir ömür boyunca

insanın peşini bırakmayan

vicdan azabına odaklanır.

Qedrî Can bütün öykülerinde

pastoral hayatı, bütün canlılığı

ve kendi gerçeklikleriyle ustalıkla

anlatır.

QEDRÎ CAN’IN ŞİİR

SANATI

Qedrî Can hem bugün bile

modern sayılan şiirleriyle (ki

en iyi şiirlerinden biri olan

Gula Sor’u(Kızıl Gül) Ciwan

Haco bestelemiştir) hem de

öyküleriyle Kürt edebiyatı

içinde kendine has bir yer edinir.

Bu besteyi ilk defa dinleyen

veya bu şiiri ilk defa okuyan

herkeste aşk şiiriymiş gibi

izlenim bırakıyor olsa da aslında

Qedrî Can bu şiirinde

komünizmi överek ona olan

ilgisini ifade eder. Şiirleri ve

öyküleri Hawar, Ronahî gibi

Kürt entelektüel dergilerinde

ve Roja Nû gazetesinde yayımlanmıştır.

Eserlerini Kürtçe’nin

Kurmancî lehçesinde

yazmıştır. Şiirlerinde enternasyonalizme

ve Kürt ulusal

bilince vurgu yapmıştır. Çağdaşları

Kürt şairi Cegerxwîn‘den,

Türk şairi Nazim

Hikmet‘ten ve Rus şairi Vladimir

Mayakovski‘den etkilenmiştir.

1957 yılında Moskova’da

gerçekleştirilecek

olan Dünya Gençlik Konferansı

Qedrî Can’ın hayatında,

politik ve sanatsal gelişiminde

büyük bir dönüm noktası olmuştur.

Yola çıkmadan önce

Kürt Profesör Qanadê Kurdo‘ya

telgraf çekerek Moskova‘ya

geleceğini belirtmiştir.

Dönemin ünlü Kürdologları

A.İ Orbelli ve Profesör Qanadê

Kurdo’nun yardımıyla Suriye’den

çıkarak, İstanbul ve

Odessa üzerinden Moskova’ya

ulaşır. Bu yolculuk sırasında

“Ez diçim Mosko”

(Moskova’ya Gidiyorum) şiirini

yazar ve şiirde İstanbul’dan

Nâzım Hikmet’in

memleketi olarak bahseder.

Memleketi ve şehri Nâzım Hikmet’in

Çocuk Nâzım Hikmet o beşikte

Sallandı,

Şefkatli annesi burada

Özgürlük ninnileri söylerdi bebek Nazım›a,

Büyük Nâzım Hikmet’in sesi

İstibdata karşı gürlerdi orada...

Amma şehir hazin bugün

Fedakâr ve vefakâr oğlundan uzakta...

İnliyor...

Amerika’nın ve vatanı satanların ayakları altında.

...

Qedrî Can - Ez diçim Mosko / Moskova’ya Gidiyorum

(Moskova-1957)

Sıla Yılmaz

Egemenliği altındayız

Acının

Hüznün

Ayrılığın

Yarınlar hüsran

Yarınlar karanlık

Bu hep böyle mi gider?

İnsanın insan sevmesi hayal olmuş

Tutsağız her birimiz

Zincirlenmişiz ruhlarımızdan

Teslim etmişiz özgürlüğümüzü

Hayallerimizi

Yarınlarımızı

Egemenliği altındayız

Eşitsizliğin

Değersizliğin

Kapitalizmin

Bu hep böyle mi gider?

Öldürülmüş geleceğe sevdalı çocuklar

Serbest bırakılmış failleri bir kararla

Yok sayılmış tüm suçlar

Hücre tipi bir yaşamda özgür medya

Prangalanmış düşünceler

Kronikleşmiş tutuklamalar

İnkâr edilmiş tüm renkler

Tek renkle boyanmış tablolar

Tutsak olmuş fikirler

Egemenliği altındayız

Baskının

Adaletsizliğin

Yarınsızlığın

Bu hep böyle mi gider?

Eşitlik istiyoruz herkes için

Alevi, Sünni, Laz

Türk, Kürt, Çerkez

Haykırıyoruz hep bir ağızdan

İnsanlık adına

Özgürlük adına

Yarın adına

İnsanız,

İnsanca yaşam istiyoruz!

Yarınlar bizim

Umut bizim

Sevda bizim

Emek bizim

Bu hayat bizim!

Emek çarkın dişidir,

Bu çark böyle dönmez!..

Bu hep

böyle mi

gider?

Görsel: Rawpixel


KÜLTÜR21

“Kimi insan ezbere sayar

yıldızların adını, ben hasretlerin ”*

Manolya GEZGİN

YTÜ

Anadolu’da bir köyün köy

mezarlığına, Hasan Bey’in vurduğu

ırgat Osman ile toprağı çocuklayıp

kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe’nin arasına

gömülmeyen, gömdürülmeyen Nazım

Hikmet’in ölümünün üzerinden elli yedi yıl

geçti. Yazıları bu elli yedi yılda elliden fazla

dile çevrildi. Bu dillerin hepsinde farklı bir

dünya özlemini, emperyalistlerin halklara

baskısını, kapitalizmin çelişkilerini anlattı.

Çok sevildi, sokaklara taştı, tarihten ilham

aldı, tarihe tanıklık etti. Şüphesiz çok

ayrılıklar çekti hasretliği tattı. Çok sevdiği

memleketinden, oğlundan, İstanbul’undan,

anasından uzakta kalmak zorunda kaldı.

Şimdiye kadar “güneşli günler görmek” ve

“motorları maviliklere sürebilmek” için

sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma

yolunda mücadeleyi onsuz sürdürdüğümüz

57 sene geçirdik. Tüm bunları haykırdığı

eserlerinin doruk noktası olarak kabul

edilen Memleketimden İnsan Manzaraları

ise altmış yılı doldurdu ancak Nazım hala

anlatmaya ve biz gençlerde ses bulmaya

devam ediyor.

ŞİİRLERİ TARİHE TANIKLIK EDER

“Memleketimden İnsan Manzaraları”

Nazım Hikmet’in haksız yere on üç yıl

yatmak zorunda kaldığı Bursa

Hapishanesi’nde yazılmaya başlanmış, ilk

başta şair tarafından on iki bin dize, dört

kitap olarak tasarlanmıştı. Eserin yazımı

planlanandan farklı gitmiş dize sayısı

yaklaşık on yedi bine kitap sayısı ise beşe

çıkmıştı. Nazım Hikmet hapishaneden

çıktıktan bir sene sonra da yazmayı

sürdürmüş dize sayısı altmış bine çıkmıştı.

Ancak Türkiye’den kaçarken yakalanıp

polisin eline düşmesi korkusuyla birçok

bölümü arkadaşlarına dağıtılmıştı. Bunların

bir kısmı ise dost evlerinden polisin eline

geçmiş birçoğu ise yakılmıştı. Eserin adı

ise birkaç defa sırasıyla “Ansiklopedi,

Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, 1941 senesi

İnsan Manzaraları, 1941 Senesinde

Türkiye’de İnsan Manzaraları,

Memleketimden İnsan Manzaraları…” gibi

isimlerle değişmişti. Eser 1908-1948 yılları

arasında Türkiye’de yaşananları anlatması

bakımından önemini korur. Bir nevi tarihin

şiirli anlatımıdır. Kemal Tahir’e

hapishaneden yazdığı mektupta eserin şu

amaçları taşıyacağını söyler: Bu eserin

okunduktan sonra vıcık vıcık insan

kaynağından geçilmiş gibi hissedilmesi, bu

insan mahşerinin çeşitli sınıflara mensup

Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye’nin

sosyal durumunu tarihin diyalektik seyri ve

akışıyla anlatması, Türkiye’yi çevreleyen

dünya durumunun anlaşılması, nereden

gelinip nereye gidildiği sorularına cevap

verilmesi…

KAMERALI ŞAİR

Roman, tiyatro oyunları, öykü, çocuk

kitapları, fıkra gibi değişik türde eserler

veren ve 1926 yılında Moskova’da “Metla”

adında bir tiyatro kurup tiyatro ile

sinemanın olanaklarını birleştirmeye

çalışan Nazım Hikmet sinemanın diğer

sanat alanlarını olduğu gibi şiiri de

Nazım Hikmet Berlin’de, Wikimedia Commons

(CC by 3.0) Fotoğraf: Sturm, Horst

etkilediğini kendi şiirlerinde

deneyimlemişti. Bu yüzden onun

yönetmenliğini yaptığı en büyük filmin

“Memleketimden İnsan Manzaraları”

olduğunu söylersek yanılmış olmayız.

Sovyet yönetmen Dzigo Vertov’un yazıp

yönettiği “Kameralı Adam”” gibi biz

okuyucuya “gerçeğin düzenlenmiş halini”

ortaya koyar. Nazım da Vertov gibi

gözünün önüne bir kamera koymuş ve

şiirleriyle 1908-1948 yılları arasındaki

“insan manzaralarını” aktarmıştır. Bu

insanları anlatırken onların görüşlerine

oldukça önem vermiş hapishanedeki koğuş

arkadaşlarına bu şiirlerini okumuştur. Ne

de olsa anlatılan onların gerçekliği onların

hikâyesidir. Koğuş arkadaşlarının günlük

hayatta kullanmadığı kelimeleri şiirden

atmış, onların uzun bulduğu yerleri

kesmiştir.

“İNSAN” MANZARALARI

Eserin ilk kitabında halktan kişiler

işçiler, köylüler, askerler, jandarmalar,

serseriler, işsizler, sakatlar ve

hükümlüler; ikinci kitapta yataklı

vagonlarda giden kişiler: Gazeteciler,

politikacılar, kapitalistler, küçük ve

büyük politikacılar anlatılmakta

üçüncü kitapta Sosyalist Halil ve onun

yaşamı eklenmektedir. Dördüncü kitap

Türkiye’de ağalarla köylüler arasındaki

ilişkileri, halkın çaresizlikleri ikinci

dünya savaşı gibi konular işlenirken

beşinci bölümde savaş yıllarında

İstanbul’da çekilen sıkıntılar

anlatılmaktadır. Nazım Hikmet tek tek

insanların hikâyelerini kendi sınıfsal

dilleriyle anlatarak evrenseli

yakalamayı başarmıştır. Bu insanların

çeşitli zayıflıklarını saplantılarını es

geçmeden onları kahramanlaştırmadan

ya da onları teatral özellikler içerisine

boğmadan kendi doğallıkları içerisinde

aktarmış ve yalnızca ezilenleri değil

onları ezenlerin ve bu sömürü

dünyasının çirkinliğini gerçeğin tüm

çıplaklığıyla anlatmıştır. Kendisinin

istediği gibi sanatı sokağa inmiş, halka

açılmış yalnızca estetik değil ideolojik

bir işlev kazanmıştır. Eskiye bağlı

kalmaktan kurtulmuş geleceğin

kurulmasına katkı sağlamıştır.

Şiirleri insana dair önemli bir

gerçeği tekrar insanlığın ellerine

bırakmaya devam ediyor: İnsanın

büyük bir yapabilme gücü vardır ve

kendinden başka dayanağı yoktur.

Şüphesiz elli iki yaşlarında işsiz kalan Galip

Ustalar hala kara kara yarını düşünüyor,

hala çocuk Kemaller beş yaşında

kundurasız ve gömleksiz, hala on üç

yaşındaki Atifet Tophane Caddesi,

Galata’da çorapta çalışır, on dokuzunda

Fuat’ın elleri üç arkadaş perdeleri indirip

bir kitap okudukları için kelepçelidir. Hala

canım ciğerim on üç yaşındaki işçi Kerim

yirminci yüzyılın en umutlu adamıdır.

1* Nazım Hikmet, Otobiyografi, 11 eylül

1961,Doğu Berlin

Asım Bezirci, Nazım Hikmet

2 Nazım Hikmet, Kemal Tahir’e

Mektuplar


MEKTUP

22

Covid-19 ve akademik bilgi üretimi

Çin, ABD ve AB arasında geçen aşıyı önce bulma ve piyasaya sürme rekabeti

veya Fransa menşeili Sanofi ilaç şirketinin “yatırım yapmayı göze aldıkları için”

ABD’nin siparişte öncelik hakkına sahip olacağını açıklaması bilginin kapitalist

ve emperyalist stratejilere bağlı olarak nasıl metalaştığını ortaya koyuyor.

Berke TAŞ

Onur KARADUMAN

ODTÜ

İçinde bulunduğumuz “olağanüstü”

koşulları anlayabilmek için, bu koşulları

hazırlayan “olağan” toplumsal üretim

ilişkilerine bakmak gerektiği düşünülürse

Covid-19 salgını bağlamında akademik bilgi

üretimine dair bir inceleme de kapitalizmin

işleyişinden bağımsız ele alınamayacağı

görülür. Bu doğrultuda bilginin ortaya

çıktığı koşullara baktığımızda, salgın

öncesinde olduğu gibi mevcut durumda da

üretilen bilginin tıpkı dolaşıma giren diğer

metalar gibi market ilişkilerinin yapısal

gerekliliklerine, yani kapitalist sınıf için

değer veya kar üretme stratejilerine tabi

olduğunu görürüz.

AŞI SÜRECİN NERESİNDE?

Örneğin, her ne kadar salgının ortadan

kaldırılmasında önemli çözüm araçlarından

biri olarak gözükse de bilim alanındaki

emek-sermayenin büyük bölümünün aşı

üretimine dair araştırmalarda

yoğunlaşması; halihazırda tespit

edilebilecek hastalığa yatkın nüfusun,

çalışmak zorunda olan işçilerin, okuldaki

sosyallikten kopmuş çocukların veya

değişen ev içi dinamiklerden olumsuz

etkilenebilecek öğrencilerin ve kadınların

ihtiyaçlarına yönelik planlı bir kamu sağlığı

geliştirmeye dair bilgi üretmenin ise

değersiz görülmesi, kapitalizmin bilgiyi bir

inovasyon ve teknoloji geliştirme aracı,

yeni sömürü alanlarının/pazarların

keşfinde sınıfsal bir silah ve sermayenin

sürekli genişleyen dolaşımında etken bir

güç olarak ürettiğini gösteriyor. Yani

Marx’ın meta fetişizmi betimlemesinde

üreticilerin emekleriyle kurdukları ilişkiyi

diğer üreticilerle ve sermaye ile olan

bağları üzerinden değil de metalar

arasındaki nesnel ve kendinden menkul

ilişkiler olarak algılamalarına paralel

olarak* (Marx, 2017) toplumsal aktörlerin

bir inovasyon fetişizmi ekseninde Covid-19

aşısına ve araştırmalarına üretim

ilişkilerinden soyutlanmış ideolojik bir güç

atfettiğini görüyoruz. Oysa aşının

bulunması senaryosunda bile, bunun kimin

için refah, sağlık ve zenginlik getireceği

veya kimin hangi aşamada bu hizmetten

faydalanacağı da oldukça sınıfsal bir

mesele.

Ayrıca araştırmaların gittikçe artan

oranda şirket fonlarına bağımlılığı, devletin

kapitalist sınıfsal ilişkilerin koruyucusu

olma rolü doğrultusunda market kriterleri

ve taleplerine uygun araştırmalara yatırım

yapması, üniversitelerin bir ideolojik aygıt

olarak** (Althusser, 2008) sistemin

ihtiyaçlarına yönelik veri, analiz ve

uzmanlık üretmesi ekseninde bir değer

üretme alanı olarak şirketleşmesi ve

araştırma şirketlerinin bilimsel alandaki

hakimiyeti, salgın bağlamında akademik

bilgi üretimini anlama noktasında gözden

kaçırılmaması gereken boyutlar. Bu açıdan

Çin, ABD ve AB arasında geçen aşıyı önce

bulma ve piyasaya sürme rekabeti veya

Fransa menşeili Sanofi ilaç şirketinin

“yatırım yapmayı göze aldıkları için”

ABD’nin siparişte öncelik hakkına sahip

olacağını açıklaması*** bilginin kapitalist

ve emperyalist stratejilere bağlı olarak

nasıl metalaştığını ortaya koyuyor. Bu da

aşının bulunması durumunda bir bölgedeki

ihtiyaca ya da durumun kritik olup

olmamasına dönük endişelerin ikinci

planda olacağını gösteriyor.

BİLGİ PAYLAŞIM KÜLTÜRÜNDEKİ

DEĞİŞİMLER

Öte yandan, Covid-19 salgını bağlamında

akademik araştırma pratiklerinde ve bilgi

paylaşım kültüründe de bazı değişimler

olduğu gözlemleniyor. Birçok online

akademik derginin Covid-19 hakkındaki

içeriklerini ücretsiz kullanıma açmasının

yanında, virüsle ilgili bulguların bir an önce

paylaşılması adına birçok araştırma daha

ön baskı aşamasındayken çeşitli

platformlardan dolaşıma giriyor.**** Bu

durum her ne kadar bilgiye ulaşmayı ve

mevcut bulgular ışığında yenilerine

ulaşmayı hızlandırıyor gibi gözükse de

değişmeye sürekli açık bir bilgi enflasyonu,

bilgi kirliliğinden doğan bir belirsizlik hali

ve kaotik karar alma süreçlerini de

beraberinde getiriyor. Örneğin, salgın

sürecinde bir noktada Avrupalı bazı

araştırmacılar, Fransa sağlık bakanı ve

WHO yeterli bilimsel dayanakları olmadığı

halde ibuprofen içerikli ağrı kesici

kullanımının Covid-19’un tedavisini olumsuz

etkileyebileceğini açıklamıştı, fakat daha

sonraki bulgular açıklamalarını geri

almalarını gerektirdi.***** Benzer şekilde,

bazı araştırmacılar diyabet ve

hipertansiyon ilaçlarının hastalığın seyrini

olumsuz etkileyebileceğini açıklamışlardı.

Fakat kısa süre sonra bunun da hatalı bir

görüş olduğu ortaya çıktı. Ek olarak, belki

de durumun kontrol altına alındığı

izlenimini de yaratmak amacıyla, bazı

ülkeler “ilacı bulduk” şeklinde açıklamalar

bile yaptı; oysa durum çoğunlukla sıtma

ilacı ve türevlerinin denenmesi ve tedavide

bir kısım başarı sağlanmasından ibaretti.

Bu gibi olaylar bilgi üretimi, paylaşımı ve

kullanımı süreçlerinin de kapitalizmin

yapısal olarak dayattığı seri üretim

koşulları, rekabete dayalı sermaye

oluşumu ve hızlanan karar alma/risk

yönetimi/politika üretimi gibi eğilimlerden

bağımsız düşünülemeyeceğini gösteriyor.

Yine de araştırmacılar arasında artan

etkileşim, hızlı ve ücretsiz bilgi paylaşımı

refleksi ve online akademik dergilerin

sömürü stratejilerine karşı bir cephe

oluşturabilecek alternatif paylaşım

platformlarının veya dayanışma-ortak

üretim ağlarının kurulması, bilgi üretim

alanının toplumsal ilişkilerin

metalaşmasına karşı önemli bir mücadele

hattı da teşkil edebileceğine işaret ediyor.

Bu anlamda, Covid-19 ile mücadele

kapsamında emek-sermaye üretiminde

önemli bir rol üstlenen bilimsel ve

akademik alanın, bundan sonraki

süreçlerde de çelişkilerin yoğun olarak

hissedildiği ve alternatif oluşumlara

duyarlılık geliştirebilecek bir konumda

olması kaçınılmaz gözüküyor.

Kaynakça

*Marx, K. (2010). Kapital. İstanbul: Yordam

Kitap.

**Althusser, L. (2008). On Ideology.

London-New York: Verso.

***https://www.bloomberg.com/news/

articles/2020-05-13/u-s-to-get-sanofi-covidvaccine-first-if-it-succeeds-ceo-says

****https://www.natureindex.com/newsblog/how-previous-outbreaks-preparedresearchers-for-coronavirus

*****https://theconversation.com/

coronavirus-research-done-too-fast-istesting-publishing-safeguards-bad-scienceis-getting-through-134653

İllüstrasyon: pngtree


KÜLTÜR23

SSCB'de spor

ve işçi sporu

SSBC’de sporun anlamı dar kalıplara sıkışmış ve toplumda arz talebe dayalı bir

ticari ilişkiye indirgenmiş bir anlayışın çok daha ötesindedir.

Bu yazımızda SSCB’deki spor faaliyetlerini,

sporun amacını ve işçi sporuyla burjuva

sporu arasındaki farklara değinmeye

çalışacağız. Elbette Ekim Devrimi’nden sonra

eğitim, sağlık vs gibi pek çok alanda eski

bozuşmuş sistemi yıkıp yerine halkçı ve halkın

yönetiminde söz sahibi olduğu sistemler kuran

Rusya İşçi Sınıfı spor alanında da pek çok devrim

niteliğinde işler gerçekleştirdi. Spor; devrim

öncesi Rusya’da olduğu gibi küçük bir azınlığın

gerçekleştirebildiği bir aktivite olmaktan çıkarıp,

hem ordu ve fabrikalarda çalışan işçileri diri

tutacak hem de halk sağlığı açısından herkesin

gerçekleştirebileceği bir aktivite haline getirildi.

Sadece Ekim Devrimi öncesi Rusyası değil aslında

günümüzü de düşünecek olursak bugün haftada

6 gün günde 12 saat çalışan bir işçinin bir yandan

fiziksel ve zihinsel sağlığını diri tutmak amacıyla

bir spor faaliyeti yürütmesi imkansızdır. Kaldı ki

sadece çalışma süresi ve yoğunluğuyla alakalı

değil bugün milyonlarca emekçinin ücretsiz ve

nitelikli bir şekilde faydalanabileceği spor tesisleri

de bulunmamaktadır.

REKABET VE HIRSTAN SIYRILMIŞ SPOR

SSCB’de bu sorunu çözmek amacıyla hızla

ülkenin her yerinde işçi kulüpleri kurulmaya

başlandı. Bu işçi kulüpleri işçilerin boş zamanlarını

değerlendirmeleri için oluşturulan kurumlardı.

Burada işçiler sinema, dans, spor vs. gibi

aktivitelere katılıyor hem eğleniyor hem de bir

şekilde üretici bir faaliyette bulunuyordu. Genelde

en çok tercih edilen aktivite sinemaydı ancak bu

kulüplerde işçilerin kullanabileceği spor tesisleri,

fiziksel gelişimlerini yönlendirebilecek eğitmenler

de bulunuyordu. Ayrıca zorunlu eğitim aşamasında

çocukların fiziksel gelişimini sağlamak amacıyla

jimnastik, atletizm gibi sporlar eğitimin ana

parçasını oluşturuyordu. SSCB’de sporun temel

amacı yukarıda değindiğimiz gibi hem ordu ve

fabrika işçilerinin diri tutulması hem de halk

sağlığı açısından herkesin ulaşabileceği bir

aktivite haline getirilmesiydi. Spor, rekabet ve

hırstan sıyrılmış, eğlence ve fiziksel gelişimin,

dostça ve kollektif bir şekilde üretim sürecinin

devam etmesinin bir aracı haline gelmiştir. SBKP

18. Kongresi’nden sonra revizyonizmin parti

içerisinde iktidara gelmesi, kapitalist

restorasyonun başlaması ve soğuk savaş yılları bu

anlayışı zamanla ortadan kaldırmış olsa da sporun

geniş kitlelere yayılmış olması SSCB’nin uzun yıllar

boyunca bütün spor branşlarında hep üst düzey

başarılar elde etmesini sağlamıştır.

İŞÇİ SPORLARI VS İŞÇİ OLİMPİYATLARI

İşçi sporları dediğimiz şey aslında ilk kez

SSCB’de başlayan bir şey değildir. İlk işçi jimnastik

kulübü 1891’de Viyana’da kurulmuştur. Özellikle

futbolun dünya ölçeğinde yaygınlaşmasıyla

Amerika ve Avrupa’da pek çok işçi kulübü

kurulmuştur. İşçi sınıfının çalışma sürelerini 8

saate indirdiği 1.Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi

sonrası Avrupa’da bu eski kuşak işçilerin hayalini

dahi kuramadığı bir “boş zaman” kavramının

ortaya çıkmasına sebep oldu. Burjuvazi bu boş

zamanın kendi aleyhine dönmemesini sağlamak

için spor gibi pek çok toplumsal uğraşı

biçimlendirmeye başladı. İşçiler, gençler spora

büyük ilgi duyuyordu ancak burjuvazinin

kontrolünde spor bireyciliğin, rekabetçiliğin,

cinsiyetçiliğin ve milliyetçiliğin yeniden üretildiği

ticari bir endüstri haline getiriliyordu. Çok

geçmeden işçi sınıfı ve örgütleri bu duruma el

koydu ve kurulan işçi kulüpleri burjuva sporundan

farklı bir işçi sporu kavramını ortaya attı. Burada

işçi sporuyla burjuva sporu arasındaki fark,

yapılan sporlar değil sporların yapılma amacı ve

biçimiydi. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi

önderlerinden Julian Deutsch bu iki akımı

kıyaslarken şöyle diyor; “İşçi sporları, varsıl

sınıfların sporlarıyla temelden ayrışır. İkincisi

bireyciyken ilki kolektivisttir. Burjuva spor,

bireysel performansı ve rekorları öne çıkarırken

işçi sporları kitlesel başarıyı ve dayanışmayı

önemser. Burjuva spor ve işçi sporu sadece

siyaseten zıt değildir aynı zamanda derin olgusal

farklılıklara da sahiptir… İşçi sporları yeni

proletarya kültürünün gelişimiyle yakından

ilişkilidir. İşçilerin, barları terk edip güzel tabiat

yürüyüşleri yapar hale gelmesini sağlamıştır,

vücutlarının tüm bölgelerini geliştirmelerini ve

sakatlıklardan nasıl korunacaklarını öğretmiştir,

onlara cesaret ve kendine güven aşılamış, kendi

güçlerine olan inançlarını sağlamlaştırmış böylece

entelektüel gelişimleri için gerekli koşulları

oluşturmuştur.”

“FAŞİZM KIZIL VİYANA’DA ASLA

GOL ATAMAYACAK”

İlk işçi olimpiyatı 1925 yılında 2 milyona yakın

üyesi bulunan Sosyalist İşçilerin Spor

Enternasyonali tarafından Frankfurt’ta

gerçekleştirildi. Proletaryanın bu

organizasyonunda milliyetçiliğe yer yoktu ve

ulusal bayraklar sallandırılmadı, ulusal marşlar

okunmadı. 1931 Viyana olimpiyatları ise işçi

sporlarının zirvesi olarak kabul edilir. 2500 sporcu

bu olimpiyata katılmıştı. Sosyalist Viyana

Konseyi’nin inşa ettiği stadyumda 65 bin emekçi

bu oyunları izledi. İşçi sporları ve olimpiyatları

burjuva sporunda olduğu gibi ikiyüzlü bir “Spora

siyaset karışmasın” ilkesine sahip değildi. Hatta

1931 Viyana olimpiyatlarında işçilerin taşıdığı

“Faşizm Kızıl Viyana’da Asla Gol Atamayacak”

pankartı işçi sporlarının ve olimpiyatlarının politik

tutumlarını net bir şekilde gösterir. SSCB’de

sosyalizmin yenilgisi, işçi sınıfı örgütlerinin dünya

ölçeğinde büyük darbeler aldığı neoliberal yeni

dünya düzeni dönemi itibariyle maalesef işçi

sporlarının artık kitlesel bir temsiliyeti kalmamıştır

ancak sosyalizm bütün alanlarda olduğu gibi spor

alanında insanlığa çok şey katmış ve rekabetçi,

bireyci bir spor yerine; kolektivist, kitlesel başarı

ve dayanışmanın öne çıktığı bir sporun mümkün

olduğunu bizlere göstermiştir.

Kaynakça ve Okuma Önerileri

https://www.evrensel.net/yazi/81096/iscisporlari-hareketi-1-burjuva-ve-isci-sporu-ayrimi

https://www.evrensel.net/yazi/81147/iscisporlari-hareketi-2-isci-olimpiyatlari

https://www.evrensel.net/yazi/81195/iscisporlari-hareketi-3-avusturyada-spor-veantifasist-hareket

https://ozgurlukdunyasi.org/arsiv/248-sayi-

233/602-olimpiyatlar-kimin-oyunlari

Forging a Militant Working-Class Culture,

Gabriel Kuhn

Fotoğraf:Pxhere


Dünüyle, bugünüyle, yarınıyla Genetik Mühendisliği

İllüstrasyon: Pixabay

Canlılar üzerindeki manipülasyon

insanlık tarihinde uzun zamandır

yer alan bir olay. Doğadaki

seçilimi kontrol ederek mantık ve ihtiyaç

çerçevesinde yapılan hayvanlardaki

ve bitkilerdeki “yapay seçilim” ile binlerce

yıldır çeşitli canlıların üretiliyor.

Bu yöntem seçilim üzerindeki manipülasyonlarla

kontrol altındayken genetik

mühendisliğiyle beraber evrimin çeşitlilik

yaratan mekanizmaları üzerinde

de değişikler yapabilme yetisi gelişmiş

oldu. Doğada normalde bakteriler ve

virüsler girdikleri konak hücrelere genlerini

verebilirler veya onlardaki genleri

kendi genomlarına ekleyebilirler ve

daha sonra başka bir konağa geçtikleri

zaman da bu aldıkları genleri yeni konağın

genomuna ekleyebilirler. Kalıtım

ebeveynde yavrulara aktarım şeklinde

“dikey” olarak düşünülürse; normalde

yakın akraba bile olmayan canlılar arasında

dahi gerçekleşebilecek bu aktarıma

da “yatay gen transferi” demiş oluyoruz.

Çoğu zaman genetik mühendisliğinde

yapılan da modern DNA teknolojilerini

kullanıp bir diğer canlının genomundan

belli bir parçayı alıp (tek bir baz da olabilir,

bir bölge de olabilir) bir diğer canlının

genomuna o parçanın eklenmesidir.

Bu sayede evrimsel süreçte henüz

ortaya çıkmamış genetik kombinasyonları

sağlamak mümkün olabiliyor.

GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ

ORGANİZMA

Genetiği değiştirilmiş organizmalar

(GDO) denilince her ne kadar akıllara

bitkiler gelse de tabii ki genetiği üzerinde

değişiklikler yapılan hayvanlar da bu

gruba dahildir. Aktarımlarda genelde

kullanılan bakteri ve maya mantarlarında

bu canlılardaki “plazmid” adı verilen

halkasal DNA’nın izole edilip özel enzimler

kullanılarak kesilerek DNA’nın

üzerinde boşluk yaratılmış olunur ve de

bu boşluğa da canlıya eklenmesi istenen

gen eklenebilmiş olur. 1986’ da ilk defa

besinlerin alanına giren GDO’da sıfırın

altındaki sıcaklıklara dirençli olan bakterilerin

spesifik genleri bitkilere aktarılarak

soğuğa dirençli bitkiler üretilmiştir.

Örneğin Tip-1 diyabet hastalığı olan kişilerde

üretilemeyen insülin; normalde

insülini üretecek genlerin bulunmadığı

maya mantarı ve bakteri gibi canlılara o

genler aktarılarak insülin üretimi sağlanmıştır.

Hayvanlarda da yapılan çalışmalar temel

olarak belli bir hastalığa sahip olduğu

bilinen hayvanların genlerinin değiştirilerek

yeni organların ya da kimyasalların

vücut içerisinde üretilmesini sağlamak

ve yapılan deneyler üzerinden de

hastalığın tedavisinin bulunmasını amaçlıyor.

.

GÖSTERİLMEYEN

KARANLIK YÜZ

GDO tartışmaları özellikle besin tartışmaları

üzerinden sürdürüldüğü zaman

sürekli bir “cennet” hayali üzerinden tanıtımı

yapılıyor. Hastalıksız, mükemmel,

sayıca çok fazla besinler… Ancak biliyoruz

ki kıtlık ya da besin yetersizliği sadece

bilimsel bir sorun değil daha çok toplumsal

bir sorun olarak karşımızda duruyor.

Ayrıca bahsedilen manipülasyonlar

“insanlık” yararına değil daha çok bu

tarz çalışmaları gerçekleştiren firmaların,

şirketlerin kar güdüsü ile yürüttükleri

çalışmalar olmuş oluyor.

Özellikle son zamanlarda geliştirilen

CRISPR gibi daha yüksek başarıya sahip

yöntemlerle birçok hayvan üzerinde

yapılan çalışmalar artmış durumda. Keçiler

üzerinde genomlarını düzenleyerek

daha fazla yün ve daha fazla kas dokusunun

üretimi sağlanabiliyor. Kas oluşumunu

kontrol eden gende tek harf değişikliklerle

Arnold Schwarzenegger vari

tamamen estetik amaçlı kaslı köpekler

üretildiği gibi domuz genomunda büyüme

hormonuna tepki veren bir genin etkinliğinin

durdurulmasıyla evcil olarak

kullanılmak için küçük domuzlar da üretilebiliyor.

Ayrıca laboratuvarda üretilecek etlerle

beraber sera gazı etkisinin azaltılacağına

dair yapılan reklamlar da daha çok

maliyetin düşürülmesine yönelik olan argümanların

(daha az enerji, daha az arazi,

daha az su kullanımı) sürülüyor olması

da yine asıl amacın kar güdüsü olduğunu;

doğaya bir düşmancasına yaklaşan

kapitalistlerin de böyle durumlarda doğaya

dostmuşçasına gibi gösterdikleri

durumlarında aslında yapılan işin çok

nadir gelişen bir sonucu olduğunu görebiliyoruz.

Biliyoruz ki bilimsel çalışmalar ve bilimsel

gelişmeler araştırmadan, yatırımdan,

yenilikten fazlasını gerektirmektedir.

Şimdiye kadar tamamıyla laboratuvarların

ve şirketlerin kapalı kapıları ardında

gerçekleşen deneylere halkın da

dahil olması çok önemlidir. Yapılacak

çalışmanın sebepleri ve de sonuçları üzerine

tartışılarak yapılması gerekmektedir.

Bunun için de bunu istemeli ve bunun

için mücadele etmeliyiz.

Bir Kitap: Neredeyse Bir Balina Bir film: District 9

University College’da (Londra)

genetik profesörü olan Steve

Jones’un bu kitabı, Charles

Darwin’in Türlerin Kökeni’nin 21.

yüzyıla uyarlanmış halidir.

Darwin’in büyük çalışmasını referans

alan Jones, kitabının içeriğini

de Türlerin Kökeni’ne özdeş

şekilde hazırlamıştır. AIDS’ten

Pasifik’te akıntıyla sürüklenen

çöplere kadar uzanan pek çok

güncel olguyu kullanarak

Darwin’in fikirlerini günümüze

taşıyan Jones, evrim kuramını

modern haliyle açık ve anlaşılır

bir şekilde okura sunmaktadır.

Filmde, 1982 yılında hayatta

kalan son uzaylıların,

yaşamlarını idame

ettirebilmek için dünyayı

mesken tutmalarının hikayesi

anlatılıyor. Güney Afrika’nın

bir bölgesine yerleşen

uzaylılar bir araştırma ekibi

tarafından keşfedilip gözlem

altına alınırlar. Özel bir

şirketin denetimi altında

tutulan uzaylılar, District 9

isimli bir bölgeye

konuşlandırılırlar. Bu

şirketin yetkilileri uzaylıların

teknolojisinin sırlarını

öğrenip uygulamayı,

böylece de muazzam

paralar kazanma

peşindedir. Bunun için

gerekli olan şey ise uzaylı

DNA’sıdır.

Çalma listesi

Yaz aylarını

müjdeleyen

şarkılar

Görsel: Pixabay

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!