Genç Hayat 361. Sayı
İşçi, işsiz, öğrenci gençliğin özgürce yazıp çizebileceği gençliğin dergisi, gençliğin kürsüsü Genç Hayat'ın 361. sayısı ile sizlerle.
İşçi, işsiz, öğrenci gençliğin özgürce yazıp çizebileceği gençliğin dergisi, gençliğin kürsüsü Genç Hayat'ın 361. sayısı ile sizlerle.
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
27 Mayıs 2020 - 9 Haziran 2020 Sayı: 361
/GencHayat
/gencevrensel
/genclik@evrensel.net /genchayatt
İÇİNDEKİLER
SUNU 2
Kelepçeden izole üslere: yeni normal kimin?........4
Mesut BAYLAV
Kar hırsı eşittir işçi düşmanlığı...............................5
Esenyurt’tan Genç Bir İşçi
Karanlık gelecek ve yanan AVM ışıkları...................6
Murat UYSAL/ Ozan ONGULU
Başka türlü bir şey benim istediğim…...............…..7
Sıla ALTUN
MEB yine sınıfta kaldı...............................................8
Eren YÜCEBOY
Sağlığımız mı geleceğimiz mi...................................9
Berfin ERDOĞAN
Askıya alınan geleceğimiz........................................9
Tuzluçayır Anadolu Lisesi’nden bir öğrenci
Maskeyle 5 dakika duramazken sınavda nasıl 3
saat duracağız?........................................................9
Ege Lisesi’nden bir öğrenci
Sadece dezenfektan değil öğrenciye verilen değer....9
Adana’dan Lise Öğrencileri
Belirsizlikler motivasyon düşürüyor.......................9
Ali KARADAĞ
Sistemin görünmezlik pelerini kalkıyor........………10
Hazan İLİK
Akademide cinsiyetçi söylemlerin
kaynağı neresi?.........................................................11
Cemre KAVALA
İstediğim saatte diş fırçalayabilmek
üzerine mülahazalar…………....................………….12
Şeyda DEMİRTAŞ
Kazanım birlikten gelir……………......................…...13
Elif TURGUT
Covid-19’a karşı maske YÖK’e karşı ÖTK.................14
Can ADAK
#DeüSınıftaKaldı…………………......................………15
İnşaat Mühendisliği öğrencisi
Tıp öğrencilerinin ihtiyacı olan...............................16
Gamze SAHİLLİOĞULLARI
Hiçbir kupa sağlıktan önemli değildir.................…16
Ali ALTUN
Hacette Üniversitesi öğrencilerden 0 not aldı.......17
Ezgi KAYA
Bu anlayışla her eğitim mağdur eder!....................18
PDR alanında meslek gaspı….........................……..19
Emre AKTAY/Selin ALKAN
Tek bir seçenek bir sürü belirsizlik…..............……19
Eylül Dilara KILIÇ
Kızıl bir şair: Qedrî Can…………...........………………20
Süleyman ATALAY
Bu hep böyle mi gider?………......…..…………………20
Sıla YILMAZ
“Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını,
ben hasretlerin”……………….…............................…21
Manolya GEZGİN
Cvid-19 ve akademik bilgi üretimi.........................22
Onur KARADUMAN/ Berke TAŞ
SSCB’de spor ve işçi sporu…………........……………23
Dünüyle, bugünüyle, yarınıyla
GenetikMühendisliği………………....................…….24
Adım adım karanlığını deldiğimiz
bir gökyüzümüz var. Ne salgın ne
yasak, pencerelerimiz, balkonlarımız
var. Tarihin hatırı sayılır bir kısmından
geçiyoruz, öylesine uğradığımız
bir kapı değil burası. Kendi hayatımızı,
mücadeleyle kazandıklarımızla kuruyoruz
zira başka türlüsü de mümkün değil.
Ülke gündemine, sınıf gruplarından tartışa
tartışa yükselttiğimiz taleplerimizi
yazıyoruz, sokağa çıkmasak da kendimizi
ve hayatımızı görünür kılacak bir yol buluyoruz.
Ne dünya dönmeyi bırakıyor
ekseninde ne de biz kazanımlarımızı ve
onlar için mücadele etmeyi çıkarıyoruz
gündemimizden. Bize göre, tam da bizim
için bir eğitim istiyoruz, her şey bu
denli karmaşıkken bir de anlamsız uygulamaların,
akıl almaz ödev yüklerinin altında
ezilmeyi kabul etmiyoruz. Tam da
bize göre bir hayat için, bir bir heybemize
topluyoruz aldıklarımızı, onlardan
başka bir hayat inşa etmenin kıvancıyla
doluyuz. Teker teker sınıfta kalan üniversite
yönetimleri ve bilimselliğin zar
zor tutunduğu çığırından çıkan bir akademi
içinde biz ise tek bir şeye tutunuyoruz.
Değiştirebileceğimizi bilmenin
verdiği inanca. Bugüne dair beslediğimiz
umut dünden hatırladığımız gücümüzden
geliyor, kuvvetlice bir hatıra bu. Karanlığa
sırtımızı dönüyorduk daha dün,
alamadığımız eğitim, ödeyemediğimiz
harçlar, fahiş yemekhane ücretleri, bilimsellikten
uzak açıklamalar, baskıcı yönetimler
karşısında boykottaydık, üniversite
amfilerinde ve kampüslerinde bağırmaktaydık
istediklerimizi. Daha dün
sapkınca ve düşmanca açıklamalar yapan
akademisyenleri sosyal medyadan yükselttiğimiz
birlikteliğimizle aldırdık görevlerinden,
akademide cinsiyetçi söylemlerin
hiçbir türlüsüne izin vermeyeceğimiz
bir kez daha ortaya koyduk, istediğimiz
eğitimi almak için de görev başındaydık
klavyelerimizle. Ülkenin dört
bir yanından üniversiteliler olarak birçoğumuz
Türkiye gündemine girdik, bir bir
söyledik eğitim namına atılan uzun
pdf’leri haftada 10 ödevle kapatıldığı sanılan
eksiklikleri, sürekli çöken sistemleri….
Ve birçok yerde ya yan yana gelip
sesimizi yükseltmenin deneyimini yaşadık
ya da kazanımla sonuçlandırdık taleplerimizi.
Öyle ya da böyle buradaydık, ekranların
arkasında olmamız eksiltmiyor hatırladıklarımız
ve yapacaklarımızı. Şimdi
her birimiz ayrı hanelerde olsak da, akademi
de biziz derslik de, buradayız, bir
yere de gitmeye de niyetli değiliz hiç.
Sunu fotoğrafı: Pxhere
Kapak Görseli: Russolo the revolt, 1911
Günlük EVRENSEL Gazetesi’nin ücretsiz özel
ekidir.
Türü: Yaygın süreli
Bülten Basın Yayın Reklamcılık Tic. Ltd. Şti.
Adına Sa hi bi: Kürşat Yılmaz
Ge nel Ya yın Yö net me ni: Fatih Polat
So rum lu Ya zıiş le ri Mü dü rü: Görkem Kınacı
Yayın Kurulu: Berfin Ezgi Tatlı - Cenk Yılmaz Bayır -
Elif Tur gut - Zehra Özöcal-Armanç Yılmaz
Yö ne tim Ye ri: Mehmet
Akif Ersoy Cad. Mehmet
Çıbıkçı İş Merkezi No: 2 K:
2 Işyeri No: 21 Şirinevler/B.
Evler-ISTANBUL
Tel: (0212) 909 48 01
Faks: (0212) 654 15 04
Da ğıtım: Turkuvaz
Dağıtım AŞ
İstanbul Baskı: Kuzey Veb Ofset San. Tic. Ltd.
Şti Tayakadın Mah. Yassıören Cad. No:75/1 Arnavutköy/İstanbul
Tel: 0212 682 61 62
Adana Baskı: Arslan Güneydoğu Gazetecilik,
Matbaacılık ve Kağıtçılık A.Ş. Yeni Doğan
Mh. 2108 Sk. No: 18/A Yüreğir/ADANA
ROTA 3
Kurtuluş için bir gemi
Ekonomik krizin faturasının bedeli
Türkiye gençliği için çok
ağır. “Tek adam yönetimi ve
temsilciliğini yaptığı güçler, Türkiye
gençliğinin bugününü karanlık, geleceğini
belirsiz kılarak bu faturayı
ödetme peşinde” diye tartışırken
dünya geneline yayılan Covid-19 salgını
mart ayı ortalarından bu yana
Türkiye’de bugünü de geleceği de karanlık
ve belirsiz kıldı. 7 Milyar insana
yetip de artacak milyarlarca insan
tarafından üretilen zenginliğin, parmakla
sayılabilecek kadar az sayıda
insana satın alınmış adalarda, yalı
bahçelerinde “güvenli ve sağlıklı”
karantina günleri sağlamaktan başka
bir şeye yaramadığı gözler önüne serildi.
Tek adamın 100 milyar liralık
paketin 98 milyar TL’sini kapitalistlere,
2 milyar lirasını halka pay ettiği
de durumu gözler önüne seren örneklerden
biri.
Bir avuç patronun zenginliği için
üretimi esas alan kapitalist sistemin foyalarını
döken ama dökerken de çok
sınıfsal etkiler bırakan bir virüs bu korona!
Şimdi “yeni normal-ikinci dönem”
paketleri açıklanıyor. Ekonomik krizde
iken Covid-19’un görüldüğü Türkiye’de
tek adamın paketlerinden kapitalistlere
yardım, teşvik, işçi sınıfının ve
emekçilere ve onların çocuklarına ve
genç kuşaklarına ise yüklü bir fatura
çıkıyor. Üstelik bu yüklü fatura yalnızca
maddi açıdan ağır değil. “Turizm
kadar değerimiz yok’ duygusuna hapsediliyor
liseliler. “Canımız patronun
kâr hırsından daha değerli değil” duygusuna
hapsediliyor işçi gençler;
“Akademik yaşantı ve eğitimimiz
kimsenin umurunda değil’ duygusu ile
vize-final dönemlerine hapsediliyor
üniversiteliler. Kapitalist üretimin
çarkları kâr için dönerken gençliğin gelecek
özlemlerini de öğütüyor. Bağımlı
kapitalist bir ülkenin işçi sınıfının genç
kuşaklarının ve emekçi çocuklarının bu
çarkların en ucuza dönmesini sağlamaları
dışında kapitalistler gözünde bir
değeri olmadığını Covid-19 salgınında
hükümetin ve arkasındaki sermaye
güçlerinin aldığı tutumlar, açıkladıkları
paketler bir kez daha gösterdi.
SORULAR, SORULAR
Şimdi milyonlarca genç bunalımın,
umutsuzluğun, karamsarlığın pençesinde
debeleniyor.
Tüm bu tablo içinde ne olacak? Gelecek
planları nasıl yapılacak? Eğitim
hayatı ne olacak, iş bulunabilecek mi,
mevcut çalışılan işte kalmanın garantisi,
geçinebilmenin teminatı var mı? Bu
tablodan en az zararla nasıl çıkılabilir?
İşte tam bu noktada burjuvazinin
gençliğe önerdiği bir plan var. Aslında
bu plan yeni duyulan, ilk kez ortaya
atılan bir plan değil. İşçi sınıfının genç
kuşakları ve emekçilerin çocukları
“Kendini kurtar” öğütleri ile çok daha
sert ve giderek vahşileşen bireysel bir
rekabetin içine çekilmek isteniyor.
“Kendi gemisini kurtaran kaptanlar”
olma hayali daha pahalıya satılıyor; öyle
bir gemi ortada olmamasına rağmen.
İşyerinde ispiyonculuğun, fakültede
notlarını arkadaşlarından gizlemenin,
her ne olursa olsun kendini bu
cendereden kurtarma için yılana
sarılmanın öğütlendiği ve örgütlendiği
bir plan bu.
Covid salgının ortaya bir bir
döktüğü kapitalist sistemin gerçeklerine
göz kulak kapayıp, bunalım
cenderesinde sıkışmaya
devam mı edilecek yoksa bu gerçeklere
göz kulak açıp; kendini
kurtar öğütleri ile örgütlenen bir
bunalımın karşısında bu cendereden
birlikte çıkmak üzere harekete
mi geçilecek?
Bu soruya Türkiye gençliği hep
birlikte gündelik yaşamından başlayarak
pratik bir cevap vermek
zorunda.
İkinci seçenek etrafında birleşmedikçe
sıkışmışlık hissinin giderek artacağını,
“kendi gemisini kurtaran kaptanların”
burjuvazinin ideoloğu twitter
fenomenlerinin tweetlerinden başka
bir yerde gerçek olamayacağı günlerin
kapıda olduğunu bilmek zorundayız.
Denize düşen yılana sarılır sözü, zor
durumda kalanın en olmayacak yollara
başvurmak zorunda kalacağını belirtmek
için kullanılır. Türkiye gençliği
uzunca bir süredir zaten fırtınalı ve sürekli
dalgaların yükseldiği bir denizin
içinde. Üstelik sarılacak bir yılan bulmanın
bile giderek zorlaştığı, sarınılan
sertifikaların, işten atılmamak için haksızlıklara
boyun eğmenin kar etmediği
bir dönemden geçiyoruz.
SENİN GEMİN HANGİSİ?
Buna karşın, hem bu fırtınalara sebep
olan hem de kendilerini bu dalgalı
denizin tehlikelerinden koruyabilecek
lüks ve güvenlikli gemiye binmiş olan
sömürücü sınıflar “bırak boğulanları,
sen şuradaki yılana sarıl belki kurtulursun”
demeye devam ediyor. Can simidi
olarak MESS SAFE kelepçelerini atıyor
güverteden, can yeleği olarak
“EBA TV’yi” fırlatıyor. Sığınılacak,
kurtuluş için sarılacak bir gemi var elbette.
Yükselen dalgaları bu fırtınalardan
kurtulabilmek için değerlendiren,
rekabet ile değil kolektif çabayla ilerleyen
bir gemi. Örgütlü mücadelenin ta
kendisi. Gerçek bir kurtuluşun o lüks
geminin güvertesinden atılanlarda değil
de birleşmekte, dayanışmakta olduğunu
belirleyen, rotasını o “korunaklı”
geminin yüzmesini sağlayan kapitalist
üretim ilişkilerini ortadan kaldırmak
olarak belirlemiş bir gemi.
Bu dergiyi okuyan; çalışma koşullarının
içinde boğulan, “turizm kadar değeri
olmadığını” düşünen liselilerin,
eğitimini almadığı konuların online sınavına
hazırlanmaya çalışan üniversitelilerin
bunca karanlık ve belirsizlik içinde
binmesi gereken, sarılması gereken
yer burasıdır. Türkiye gençliğinin rotası
örgütlü bir mücadeleye dönmedikçe,
kurtuluş yolunda daha nice yılanlar, nice
bunalımlar peyda olacaktır. Bunu
kapitalizmin 200 yıllık tarihi defalarca
kez kanıtladı. Öyleyse yeni normal denen
şeyin daha fırtınalı, daha zorlu bir
döneme işaret ettiğini unutmadan:
Vahşi rekabet koşullarının karşısına
güçlü bir dayanışma ve birliktelikle çıkmak
üzere!
Kelepçeden, izole üslere:
Yeni normal kimin?
GÜNCEL 4
Mesut BAYLAV
Adana
“Bir adım ötesi toplama kampı! İzole
üretim üsleri kuruluyor” *
“Metal işçileri: ‘MESS-Safe uygulaması
kölelik düzenini andırıyor” **
Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası
(MESS) ve Müstakil
Sanayici ve İş Adamları Derneği
(MÜSİAD) Türkiye burjuvazisinin
iki büyük örgütü. İktidarın ve
sermaye güçlerinin salgın sürecinde
üretimi sürdürme hamlelerine son
dönemde yaptıkları öneriler ile gündeme
geldiler. Dertleri de kaygıları
da ortak...
MESS, işçilere elektronik kelepçe
takarak, sosyal mesafeye uymayanlara
bu sayede uyarı yapılacağını söyleyerek
emekçilerin sağlığının” kendileri
için ne kadar da önemli olduğunu”
açıkladı. MESS Yönetim Kurulu
Başkanı Özgür Burak Akkol, “MESS
SAFE ile korunan, teknolojiyle
dönüşen üretim diyoruz. Ülkemizde
üretim durmasın, istihdamımız korunsun
ve artsın. Bu süreçten güçlenerek
çıkalım. Bu zorlu süreç sonrası geleceğin
normalinin merkezi Türkiye
olsun istiyoruz” diyerek geleceğin
“normaline” de göz kırptı. MÜSİAD
ise yedi yıl önce “orta ölçekli sanayi
bölgeleri” olarak başlattığı projeyi bugün
“izole üretim üslerine” dönüştürdüğünü
açıkladı. İlki 15 Haziran’da
Tekirdağ’da açılacak olan üslere ilişkin
MÜSİAD, sitesinde üslerin nasıl
olacağına dair bir sunum yayınladı.
İktidarın ve patronların çokça sevdiği
ve fırsata çevirmekten elbette imtina
etmediği krizler MÜSİAD’ın sunumunda
da yerini aldı elbette. “BU
KRİZ BİR FIRSAT OLSUN!” yazısı
kırmızı ve büyük puntolarla göze çarpıyor.
SÖMÜRÜNÜN
ARTIRILMASINA YENİ
ÖRTÜ
Projenin çıkış noktasına ilişkin
“Böylesi krizler her tekrarlandığında
izole mi olacağız? ... sürekli hazır olmanın
zamanı gelmedi mi?” gibi demogojik
bir nara atarak yol aldığını
görüyoruz MÜSİAD’ın. O da tıpkı
MESS gibi kriz sonrası sürece ilişkin,
“Dünyadaki temel algılar değişmektedir.
Bunu lehimize kullanmak durumundayız”
diyerek geleceğin “normalinde”
sömürü kamplarını iyi
değerlendirmenin önemine vurgu
yapıyor. “Temel algılar” diyerek çıktığı
nokta Dünya piyasasında Çin’in virüsten
kaynaklı kaybettiği prestij. Bu
prestij kaybının da Türkiye’yi öne çıkarabileceği
ve bu uğurda her yola
başvurmanın mubah sayılması düşüncesi.
Çin ile rekabet edebilme düşüncesinin
çıkacağı ilk yolun emekçilerin
haklarına saldırılara çıkacağı kesin.
İşçiler, salgın koşulları ortaya
çıktığından beri kendilerinin, ailelerinin,
halkın sağlığı hiçe sayılarak çalıştırılırken
MESS’in çıkıp da
“elektronik kelepçe ile işçilerin
sağlığını korumaya çalışacağız”
demesinin elbette bir gerçekliği yok.
Patron örgütlerinin çağrısı net: “Krizlerin
doğurduğu fırsat zincirinde
sömürüyü katmerleştirelim! Kelepçe
de takalım, ileride oluşacak salgın
ihtimallerine karşı emekçileri gerekirse
fanuslara kapatalım da çalıştıralım.
Ama ne pahasına olursa olsun üretimin
aksamamasını sağlayalım.”
Patron örgütlerinin çağrısı net:
“Krizlerin doğurduğu fırsat zincirinde
sömürüyü katmerleştirelim!”
“HİÇBİR ŞEYİN ESKİSİ
GİBİ OLMAYACAĞI” AMA
ESKİSİ GİBİ OLACAĞI
“YENİ NORMAL”
Kapitalizmin yeni normali kelepçelerde,
insanlıktan izole çalışma kamplarında
çıkış arıyor. Tarih boyunca her
kriz döneminde sermaye çeşitli çıkış
yolu önerileri, pratikleri ortaya çıkardı.
Üzerine konuştuğumuz bu iki
adım da bu şemanın içerisinde yer
alıyor. Emek rejimine dair söz söylerken
MÜSİAD’ın yapacağı üslere meslek
lisesi açacağını da söylemesi elbette
ki tesadüf değil. Kendi ihtiyaçlarına
paralel olarak emekçi çocuklarını da
orada yetiştirmek ve ucuz iş gücü haline
getirebilmek, emekçileri topyekûn
kuşatma altına almak, çarkın
dişlilerinin sivriltilmesini sağlamak,
bir bütün halinde sömürüye tabi tutmak
da en temel hedeflerinden. Atılan
adımlar toplumsal yaşamın her
alanında geniş emekçi kesimler üzerinde
otoriter bir etiket olarak etkisini
sürdürecektir, istenen ve beklenen de
budur.
Patronlar ve iktidar “Hiçbir şey eskisi
gibi olmayacak” söyleminin pratik
adımlarını atıyor, atmaya da devam
edecekler. Sermaye cephesinde durum
buyken, halihazırda dağınık olan
emek güçlerinin bu devasa saldırılara
vereceği yanıt, eski-yeni arasında kurulacak
ilişkinin seyrini belirleyecek.
*https://www.evrensel.net/haber/404794/
bir-adim-otesi-toplama-kampi-izole-uretim-usleri-kuruluyor
**https://www.evrensel.net/haber/405289/
metal-iscileri-mess-safe-uygulamasi-kolelik-duzenini-hatirlatiyor
İllüstrasyon: pch.vector / Freepik
MEKTUP
5
Kâr hırsı eşittir işçi düşmanlığı
Sosyal mesafe ve evde vakit geçirme üzerine çokça konuşulduğu bir dönemde bunların
ikisine de çok uzak olanların varlığı gözden kaçırılıyor. İşçiler için pandeminin koşullarını
şekillendiren temel şey ise kâr hırsı oldu.
Genç bir işçi
İstanbul/Esenyurt
Korona salgını nedeniyle neredeyse
üç ayı aşan bir süredir
evlerimizde kalarak, sosyal yaşamdan
izole bir şekilde yaşamaya çalışıyoruz.
Bu süreçte tüm toplumsal
kesimlerin, öğrencilerin, memurların,
emekçilerin yaşadığı sorunlar gibi sınıfsal
konumu gereği “evde kalamamak”
en büyük sorun olarak karşımızda
duruyor. Sadece hayatın devam etmesini
sağlayacak üretim alanlarının
üretime devam etmesi gerekirken, kâr
hırsı ve pazarların kaybedilmemesi uğruna
üretimin zorunlu olmadığı alanlarda
da üretim sürdürülüyor. Onlarca
fabrikada işçilerin koronavirüs testinin
pozitif çıkmasına rağmen her şey normalmiş
gibi salgına yakalanan işçiler
işten çıkarılıyor. Gerekirse işçi alımı
yapılıyor. Hatta işçinin koronavirüs
testinin pozitif çıkması durumunda cezai
işlem uygulamayı da kendinde hak
olarak buluyorlar. İşçinin enfekte olması
durumu meslek hastalığına dâhil
edilmiyor. Keza hayatını kaybetmesi iş
“kazası” olarak da değerlendirilmiyor.
Bu yolla işçi kıdem tazminatı hakkından
yararlanamaz hale getiriliyor. Tüm
bunlar işçinin sağlığı ve yaşamı açısından
anormal durumlar ama “normalleşiyoruz”
derken kastedilen ne?
SÖMÜRÜ PANDEMİ
DİNLEMİYOR
Bu süreç kapitalistlerin niyetini açık
bir şekilde gösterdi, metaya bağımlılığı
gereği koşullar ne olursa olsun üretimin
her halükarda devam edilmesi gerektiğini,
halkın sağlığı ne derecede kötüye giderse
gitsin mühim olanın sermayedarların
kazancının sağlıklı bir şekilde devam
etmesi gerektiğini yaşayarak gördük.
Üretimin önünde engel olarak duracak
veyahut onu yavaşlatacak olan
pandemiye karşı kapitalistler, üretimden
hiçbir şekilde ödün vermeden üretime
devam ederek ama aynı zamanda da
“normalleşiyoruz” propagandasını güçlendirerek
bu süreci “sağlıklı” bir şekilde
geçirmeye çalışıyor. İstenilen şey kapitalist
üretimin eski temposuna dönmesi,
sağlığımıza kavuştuğumuza yönelik
algıyı verilerle güçlendirerek bunu işçi
sınıfı nezdinde meşru zeminde yürütmek.
Bir can pazarı olarak nitelendirdiğimiz
kapitalist üretimin yılda binlerce
işçinin canına kıymasını göz önüne alırsak,
kapitalist üretimle birlikte salgın dediğimizde
işçi sınıfı açısından ortaya iç
açıcı bir sonuç çıkacağını düşünemeyiz
bile.
Benim çalıştığım fabrika ihracat üzerine
üretim yaptığı için ülkemizde salgın
görüldükten sonra yurtdışı siparişlerinin
durmasıyla üretime ara verildi. Bizim
çalışmadığımız durumda maaşımızın yatıp
yatmayacağına, kesik atılıp atılmayacağına
dair sorularımıza “yönetim işçileri
mağdur etmeyecek” cevabı ardından
“E abi aksi durumda gelirimiz olmadan
nasıl yaşayacağız?” sorusuna da “önce
sağlığımızı düşünelim” cevabı geldi. Bu
belirsizlik bizim yönetime güvenimizi
sağlamadı elbette. Genç işçi arkadaşlarım
part time iş bulmanın gerekli olduğunu
düşünüp “herhangi bir iş olursa
haberleşelim” diye konuşmaya başlamışlardı.
İki ay önce izne ayrılmıştık, bu ara
içerisinde kimimiz ailesinin geçimini nasıl
sağlayacağını düşünerek geçirdi. Çünkü
ücretsiz izin ödeneğinden yararlanan
işçilerin alabileceği ücret 1170 liraydı.
Ücretsiz izinden yararlanamayan benim
gibi sigorta priminin istenilen güne ulaşmamış
olan genç işçi arkadaşlarım ise
yardım fonu olarak gönderilen 500 lira
ile yetinmek zorunda bırakıldı. Bölüm
müdürümüze bu ücretin kabul edilir bir
şey olmadığını söylediğimizde “işten
atılmadığınıza dua edin” dedi. Sonuç,
söylenenin aksine mağdur edildik.
“NORMALE” DÖNME
SERÜVENİMİZ BÖYLE
GERÇEKLEŞTİ
Bu ancak benim çalıştığım fabrikadan
ama çok öznel olmayan bir sorun. Türkiye
işçi sınıfının tamamı bu ücretsiz izin
sorununu yaşadı ve daha öznel sorunlara,
hak gasplarına, işten atmalara maruz
kalan binlerce işçi olduğunu da söyleyebiliriz.
Kapitalist, üretim araçları üzerinde
sahip olduğu özel mülkiyeti ile üretim
üzerinde sömürü olanaklarını geliştirme
özgürlüğüne de sahip. Bu yüzden
dilediğinde işçiyi sigortasız çalıştırabilir,
düşük ücrete mahkûm bırakabilir,
MESS-SAFE projesi ile de işçiyi takip
edebilir. İktidarın, sermayedarların işini
kolaylaştıracak ekonomi politikalarının
karşısında bizim hayatımızın garantisi,
güvencesiz çalıştırıldığı işe gitmek için
dışarı çıktığında kalbinden vurulan mülteci
Ali’nin hayatı ile aynıdır. Bu yüzden
biz genç işçilerin sınıfsal konumu gereği
hayatları birbirine bağlıdır. Birbirimizden
kopuk ve bağımsız şekilde hayatımızı
kurtaramayacağımız ortada. Birleşmekten
kaçınmamalı, hayatımıza kastı
olana gardımızı almalıyız.
Coit Kulesi Duvar Resmi, Fabrika
Kaynak: Joe Crawford/Flickr (CC BY 2.0)
RÖPORTAJ
6
Karanlık gelecek ve yanan AVM ışıkları
“Kısa çalışma ödeneğinin şartları en büyük problemimiz. 8 aydır çalışıyorum bu
yüzden ne çalıştığım mağazadan ne de herhangi bir devlet kurumundan maddi
destek alamadım.”
Murat UYSAL
Ozan ONGULU
İstanbul
Covid-19 pandemisi sürecinde hükümet normalleşmenin
ilk adımı olarak AVM’leri açtı. Çalışanlarının
büyük çoğunluğununu gençlerin
oluşturduğu AVM’lerin açılmasına tepkiler yükselirken,
AVM çalışanı gençler yaşadıkları problemleri
gençliğin kürsüsü Genç Hayat’a anlattı.
KYK BORCU BOĞAZLARI SIKIYOR
Ataşehir Palladium AVM’de çalışan Ahmet alınan
önlemleri yetersiz bulduğunu şu sözlerle ifade ediyor:
“Önlemden kasıtları dezenfektan ve kolonya
ise bunlar sağlandı fakat virüsten korunmak için
dezenfektan ve kolonyanın yeterli olduğunu düşünmüyorum.”
Önceden 10 saat olan çalışma saatleri
en fazla 8 saate çekilmiş. Ahmet düşürülen
çalışma saatlerini yerinde bulduğunu söylüyor. Çalıştığı
mağazada kendisiyle beraber 4 personelin
çalıştığını söyleyen Ahmet “Hem benim çalıştığım
mağaza hem de AVM içerisindeki diğer mağazalar
birçok çalışanını ya ücretsiz izne çıkardı ya da işten
attı” diyor. Çalışmadığı süre boyunca birçok sıkıntıyla
karşılaştığını söyleyen Ahmet kısa çalışma
ödeneğinden faydalanamayışını şöyle anlatıyor:
“Kısa çalışma ödeneğinin şartları en büyük problemimiz.
Kısa çalışma ödeneğinden faydalanabilmemiz
için son 60 gününün iş akdi olması, son üç senede
sigortalı gün sayısının 450 gün olması gerekiyor.
Çalıştığım yerde 8 aydır çalışıyorum bu yüzden
ne çalıştığım mağazadan ne de herhangi bir
devlet kurumunda maddi destek alamadı.”
İç mekân tasarımı bölümünden geçen sene
mezun olan Ahmet mezun olduğundan bu yana
AVM’de bu mağazada çalışıyor. Oturduğu evin kirasının
faturalarının üstüne bir de ödemesi gereken
KYK borcunun boğazını sıktığını belirtiyor. Ahmet’e
beklentilerini ve taleplerini soruyoruz o da bir bir
sıralıyor. “Öncelikle biz işçilere virüs bitene kadar
bizi mağdur etmeyecek kadar maddi destek sağlanmalıydı.
Kira ve fatura ödemelerinden muaf tutulmalıydık.
Şu süreçten sonra KYK kredilerinin
ödemeleri ya ertelenmeli ya da tamamen silinmeli.
Ülkenin gelirleri önce halk sağlığına aktarılmalı,
virüs bitene kadar sokağa çıkma yasağı getirilmeli
bu dönemde ihtiyaçlarımız karşılanmalıydı” dedi.
“OKURKEN ÇALIŞMAK ZORUNDA
KALMAK İSTEMEZDİM”
Gazetecilik öğrencisi Ayşe Covid-19 salgınından
önce Viaport AVM’de bir mağazada part-time olarak
çalışıyormuş. AVM’lerin açılacağını duyduğu ilk
anda birçok duyguyu bir anda yaşamış. Uzun süredir
çalışmadığı ve ekonomik olarak zor durumda
olduğu için başta AVM’lerin açılacağı haberine sevinmiş
fakat koronavirüs riski onu tedirgin etmiş.
Mağazadan aldığı bir mesajla sadece sürekli çalışanların
işe çağrıldığını öğrenen Ayşe koronavirüs
riskinden kısmen uzak evinde maddi sıkıntılarıyla
baş başa kalmış. “Mağazadan çağırsalar gider
miydin?” diye sorduğumuzda Ayşe, “Mecburen gidecektim
çünkü kendimce borçlarım var. Ailemden
isteyemiyorum çünkü onlarda benim gibi çalışmıyorlar”
diye yanıtlıyor. Başka mağazalarda
işçi alımının olduğunu öğrendiğini söyleyen Ayşe
“İnternet üzerinde eleman arayan mağazalara
başvuru yaptım. Çağırırlarsa gideceğim” diyor. Gelecekten
beklentisinin neler olduğunu sorduğumuzda
ise “Geleceğe umutla bakmayı ben de isterdim”
diye yanıtlıyor bizi ve sıralıyor beklentilerini:
“Okuduğum bölüme eskisi kadar inanmıyorum
bence gazetecilik için uygun bir ülkede değiliz. Nasıl
gazetecilik yaparsan yap her zaman ipin üstündesin.
Gazeteciliğin daha iyi yapılabildiği bir ülkede
olmak isterdim. Bu röportajı vermek yani okurken
çalışmak zorunda kalmak istemezdim.”
ÜNİVERSİTEDEN MEZUN OLAN AVM’DE
ÇALIŞMAYA BAŞLIYOR
Viaport çalışanı Emre, Ayşe’den farklı olarak
mağazanın sürekli çalışanlarından. AVM’nin girişinde
ateşlerinin ölçüldüğünü dezenfektanların yerleştirildiğini
söylüyor. Her gün maske ve eldiven
dağıtıldığını söyleyen Emre “Diğer AVM’lere göre
önlemler yeterli” diyor. Üniversite okumanın bir
faydasının olmadığını söyleyen Emre polis okulu sınavlarına
hazırlandığını söylüyor. “Bu mağazadaki
birçok arkadaşım ya üniversite okuyor
ya da mezun olup burada çalışıyor.
Yarı zamanlı ve tam zamanlı
çalışanların arasındaki
tek fark tam
zamanlıların
üniversiteyi
bitirip gelmiş olması” diyor gülerek. Normalleşmenin
bir yerden başlaması gerekiyordu diyen Emre
“Fakat ilk olarak AVM’lerin açılması ne kadar doğru
bilemiyorum” diyerek sözlerini sonlandırıyor.
Aldığımız görüşlerin de bize gösterdiği gibi geleceğe
dair umudu tükenen gençler yarına çıkabilmenin
hesabını yapabiliyor sadece. Gençliğin
umudunu tüketen, hayallerini çalan sistem, Covid-19
pandemisi sürecinde de gençliğe gelecek
için açık kapı bırakmıyor. Sürüklendiğimiz bu uçuruma
karşı koymak bizi çıkmaza itenlere dur demek
için yan yana gelmekten başka çaremiz yok.
*Görüştüğümüz AVM çalışanı gençler işten atılma
kaygısıyla ismini vermekten çekindikleri için
gerçek isimlerinin yerine sahte
isimler kullanılmıştır.
Görsel: Pixabay
MEKTUP
7
Başka türlü bir şey
benim istediğim
Halkın çıkarlarını koruyabilecek, sömürüyü ve
ezilmişliği sonlandırabilecek demokratik bir
yönetim ancak işçi sınıfının yani halkın geniş
kesimlerinin yönetimi olacaktır.
İllüstrasyon:Needpix
Sıla ALTUN
ODTÜ
Koronavirüs uzun bir
süredir gündemi meşgul
ediyor. İktidar,
pandemiyle birlikte halktan destek
kazandığını belirtirken, erken
seçim tartışmalarının fitiline de
ateşlemiş oldu. Erken seçim
meselesi yalanlanmış olsa da,
tartışmaların etkisiyle CHP
Genel Başkanı Kılıçdaroğlu,
olası bir “baskın” seçimde
DEVA ve Gelecek Partisi’ne
zamanında İYİ Parti’ye verdikleri
destek gibi, “demokrasiye
kurulan kumpası bozmak”
amacıyla destek verebileceklerini
açıkladı.
Tek parti tek adam rejiminin
inşası, yönetimdeki despotlaşma,
ekonomik krizin üzerimizde
oluşturduğu ve oluşturmaya devam
ettiği yük ve temel hak ve özgürlüklerin
kısıtlanması gibi etkenler,
toplumda başka bir arayışın
başlamasına sebebiyet verdi. Gelecek
Partisi ve DEVA Partisi ise
bu arayışa cevap olacağını iddia
ederek gündeme geldi. Fakat, bugünün
koşulları içinde DEVA Partisi
ya da AKP dışında herhangi bir
burjuva partisi, demokratikleşmeyi
sağlayacak bir kahraman görevi mi
görecektir? Ya da bu partiler, bu
denli yıkıma uğratılmış bir toplum
için alternatif midir?
BOL KESEDEN
DEMOKRASİ VAKİTLERİ
Burada karşılaştığımız sorunlardan
biri, demokrasinin yalnızca
parti seçme ve oy verme davranışı
üzerinden okunmasıdır. Yeni bir
siyasi yapboz yapma peşindeki bir
parti, yukarıdan halka demokratik
bir yaşam vadeder ve halk yalnızca
o partinin ya da partilerin vaatlerine
bakarak kime oy vereceğine karar
verir. Demokrasi yalnızca buraya
indirgenir. Bugün daha acil bir
durum olan pandemiyle mücadele,
karantina koşullarının iyileştirilmesi,
gençlere ve işçilere bu dönemde
gerekli desteğin sağlanmasının tartışılması
ve bu desteklerin uygulamaya
geçirilmesi yerine erken seçimin
gündeme gelmesi bile bunun
bir göstergesidir. Burjuva sınıfının
farklı grupları, güç kazanabilmek
adına toplumun yaşama hakkının
bile üzerine basmaktadır.
Bugün CHP’nin DEVA Partisi
ve Gelecek Partisi’ne destek olma
fikri yani “demokrasiye kurulan
kumpası bozma meselesi” iktidar
partisinin geriletilmesi fikrini içerse
de temel ekseni, yine emekçi
halkın kendi ortak çıkarları doğrultusunda
karar alabildiği değil; oy
verdikleri partilerin burjuva sınıfının
çıkarı doğrultusunda hareket
etmesine dayanmaktadır. Türkiye’nin
siyasi tarihi bu gibi örneklerle
dolup taşmaktadır. Bu kapsamda
verilebilecek ilk örneklerde biri
Demokrat Parti olabilir. DP,
CHP’nin devlet eliti yönetimine
karşı çıkıp, söz sırası millettedir diyerek
iktidara geldikten kısa bir süre
sonra verdiği tüm sözlerinden
dönmüştür. Muhalefetteyken atıp
tutan ama iktidara geldiğinde burjuva
sınıfının çıkarına yönelik hareket
eden ve bunun uğrunda en temel
hak ve özgürlükleri dahi ayaklarının
altında çiğneyen, işçi ve
emekçi halkların, gençlerin ve kadınların
yoksulluk altında boğulmasına
göz yuman ve buna göz
yummak bir yana dursun bunu
kendi eliyle yapan bir hale dönüşür
burjuva muhalefet partileri. Zaten
iktidarda kalabilmelerinin yegâne
koşulu budur. Yine örnek vermek
gerekirse, bunun en yakın örneği
iktidar partisi Adalet ve Kalkınma
Partisi’dir.
GERÇEK BİR
DEMOKRASİ İÇİN
DEVA Partisi Genel Başkanı
Babacan ise onların iktidarda olduğu
bir dönemde bu şekilde bir
bozuşma yaşanmayacağını parti tüzüğünü
referans alarak garanti
edeceğini söylüyor. Ne yazık ki garanti
olan tek şey şudur, hiçbir burjuva
partisi ya da bu partilerin liderleri
birer demokrasi kahramanı
değildir. Sihirli bir değnekle yüzde
24,5 olan genç işsizliği, kadınlara
yönelik ayrımcılığı, ezilen ulusların
sorunlarını çözmeyi tercih dahi etmezler.
Tercih edilen şey, diğer burjuva
partileri ve klikleriyle olan çatışmadan
galip çıkabilmek ve kendi
sermaye gruplarının çıkarlarını ön
plana çıkarabilmektir. Durum böyleyken
söylenen demokrasi, basın
özgürlüğü lafları ancak sömürülen
işçi ve emekçi kesimlere iyi geceler
masalı anlatmaktır. Bu noktada,
farklı bir alternatif arayışında olan
işçilerin, emekçilerin ve gençlerin
şunun farkına varmaları gerekmektedir:
halkın çıkarlarını koruyabilecek,
sömürüyü ve ezilmişliği sonlandırabilecek
demokratik bir yönetim
ancak işçi sınıfının yani halkın geniş
kesimlerinin yönetimi olacaktır. İşçi
ve emekçilerin, gençlerin, kadınların
mücadelesiyle ancak demokrasiye
ulaşabiliriz.
LİSE
8
MEB yine sınıfta kaldı
Mevcut sınav sistemi gençleri yeterince
zorluyorken zaten gençler sınav heyecan ve stresini
yeterince yaşıyorken alınan karar öğrencileri iyice zor bir
duruma sokmuştur.
Eren YÜCEBOY
İstanbul/Kartal
Bildiğimiz gibi, salgın sürecinin
henüz ilk haftasında yapılan
açıklama ile birlikte YKS, 25-26
Temmuz tarihlerine ertelenmiş ancak
sonrasında 4 Mayıs günü Recep Tayyip
Erdoğan’ın yaptığı bir son dakika açıklaması
ile 27-28 Haziran’da sınavların
yapılacağı yeniden ilan edilmişti. Bugün,
bu yazı aracılığıyla YKS tarihlerinin
değişimi özelinde tek adam hükümetinin
eğitim politikalarını tartışmaya
çalışacağız. Tartışmaya henüz başlamadan
şu kabulü bir kez daha hatırlatmakta
fayda var: Sınıflı toplumlarda,
eğitim, hakim sınıfın ideolojik tahakkümünün
bir aracıdır. Kapitalist toplum
da gençleri kendi sınıf çıkarlarının gerektirdiği
şekilde sosyalizasyonunu sağlamak
amacıyla eğitim aracından faydalanmaktadır.
Dolayısıyla eğitim,
mevcut üretim ilişkilerinden bağımsız
düşünülebilecek bir faaliyet değildir.
Buradan da hareketle söyleyebiliriz ki
AKP iktidarının eğitim konusunda
üretmiş, uygulamış olduğu bütün politikalar
da temsilcisi olduğu burjuva sınıfının
çıkar ve gerekliliklerine sıkı sıkıya
bağlıdır. Bu sıkı sıkıya bağlı ilişkiyi
daha önceden de gördük, tanıyoruz:
Meslek liselerinin sınavsız geçiş hakkının
elinden alınması, meslek liselerindeki
staj sömürüsü, temel liseye teşvik
amacıyla yapılan indirimler…
Bütün sınıflı toplum tarihlerinde
ortak olan bu mesele hakkında yine de
AKP iktidarına kısa bir paragraf açmak
gerekirse şu söylenebilir:
GENÇLERİN SAĞLIĞI
ÖNEMSENMEDİ
Eğitim alanında alınan kararların da
bizatihi Recep Tayyip Erdoğan
tarafından alınıyor ve yine bizzat onun
tarafından duyuruluyor olması,
eğitimin tek adamın inisiyatifine
kaldığının bir kanıtıdır. Öyle ki Milli
Eğitim Bakanı Ziya Selçuk basın
toplantısında kendisine yöneltilen
sorulardan dahi kaçınmakta ve “Bu
kararı daha sonra Cumhurbaşkanımız
sizinle paylaşacaktır” minvalinde
cevaplar vermektedir. Yani, özetle,
günümüzde eğitim politikalarına dair
alınan kararların burjuvaziye hizmet
etmek amacıyla bizzat tek adam
tarafından alındığını söylemek doğru
olacaktır. Ertelenen YKS tarihinin
tekrar öne çekilmesine de bu
perspektiften bakmak gerekir. Tarihin
öne çekilme sebebiyle ilgili olarak en
kuvvetli görüş, turizm sezonunun geç
açılmaması için böyle bir kararın
alındığı yönünde. Yani AKP iktidarı
birkaç turizm şirketinin bir sezonda
elde edeceği kârı, milyonlarca
öğrenciden daha çok önemseyerek
böylesi bir karara imza atmıştır.
Patronların kâr hırsına hizmet eden
Zaten mevcut sınav sistemi gençleri
yeterince zorluyorken, zaten gençler
sınav heyecan ve stresini yeterince
yaşıyorken alınan bu karar sınavı onları
iyice zor bir duruma sokmuştur.
Gençler salgının yarattığı sağlıksız
koşullarda, yakın zamana kadar sınava
daha 1 ayın olduğunun bilinciyle
hazırlanmış olarak girecekler bu sınava.
Haliyle sınav sisteminin bu seneki
mağdurları, kendilerinden önceki sınav
mağdurlarından çok daha olumsuz
koşullara sahipler. Bu olumsuz koşul da
beraberinde daha büyük bir
umutsuzluk, çaresizlik yarattı. Ama aynı
zamanda büyük de bir öfkenin
oluştuğunu söyleyebiliriz. Öyle ki
kararın hemen ilk saatlerinde mağdur
olacak öğrenciler hızlı bir refleks
göstererek “2023’te görüşürüz” şeklinde
bir hasthag çalışması başlattılar. Yani,
lise öğrencileri büyük oranda
kendilerine dair alınan kararların kim
tarafından alındığının, eğitimin
politikadan ayrılamaz olduğunun
bilincinde olarak bir tepki koydular
ortaya. Bu tepkinin, öfkenin AKP
iktidarını ne kadar tedirgin ettiğini de
yine peşi sıra görmüş olduk.
Öğrencilerin tepkisini biraz olsun
dindirebilmek için, sınav süresinin
uzatılması veya baraj puanının daha
düşük bir puana çekilmesi gibi kararlar
aldı ama öğrencilerin tepkisini biraz
olsun dindiremedi.
LİSE ÖĞRENCİLERİNİN
ÖFKESİ DİNMEYECEK
Puanın üniversite niteliğine paralel
olduğu varsayımını bir an için yaparsak
da şunu görüyoruz ki bu ülkede puanı
çok yüksek olan yani nitelik açısından
iyi diye değerlendirebileceğimiz üniversiteler
dahi akademik eğitimin niteliği,
bilimselliği konusunda yetersiz kalıyor.
Lise öğrencileri de doğal olarak barajın
geri çekilmesi gibi bir kararla öfkelerini
kimseye teslim etmiyorlar. Hatta AKP
iktidarı öğrencilerin öfkesini dindirmek
için yaptığı bir parmak bal ile gençliğe
dair kendi bakışlarını bir kez daha
teşhir etmiş oldu: Bu ülkede lise
eğitiminin müfredatını, düzeyini
belirleyen ve bunu uygulayan bir kurum
nasıl olur da lise öğrencilerine baraj
puanını geçmiş olmayı bir lütuf olarak
kabul ettirmeyi deneyebilir? Nasıl olur
da öğrencilerin kendilerini başarılı
hissetmeleri için onlara hedef
gösterilebilecek tek şey olarak düşük
baraj puanı işaret edilebilir? AKP’nin
gençlik içerisinde kendi hükümetinin
geleceğini sağlayamayan bir parti olduğu
zaten herkesçe bilinen bir durum.
Gençlik AKP’ye güvenmiyor. Lise öğrencileri
bugün düşmüş oldukları bu
mağduriyete, yılgınlığa rağmen hala
sandığı AKP iktidarının karşısına koyuyorsa
bunların kanıtıdır. Ancak tartışmayı
sonlandırırken şunu da belirtmekte
fayda var: Gençlerin AKP ile sandıkta
görüşme resti çekmesi şüphesiz bu
karar karşısında gösterilmiş çok değerli
bir tepkidir. Ancak gençlerin AKP iktidarı
ile mücadele etmesinin tek aracı
sandıklar değildir. Sınava bu yıl girecek
olan yaklaşık 2-3 milyon öğrenci, seçimde
AKP karşısında olacak bir nicelikten
ibaret değildir. Bu 2-3 milyonluk nicelik
bu gençlik grubu içerisinde dinamizmi
barındırmaktadır, yaratıcılığı barındırmaktadır.
AKP iktidarı ile hesaplaşmak
için gençliğin ihtiyacı olan, biraz da bu niteliklerinden
faydalanarak kendi talepleri
etrafında bir araya gelmek, gelebilmektir.
Görsel: Freesvg
LISE
9
Berfin ERDOĞAN
Şehit Doğukan Tazegül
Anadolu Lisesi
Günler ve saatler ilerlerken
hayatımızı değiştirecek
olan sınav git gide yaklaşıyor.
Öğrenciler virüsten kaynaklı
olarak sınavı düşünemiyorken ya
da virüs stresinden sınav stresini
bile yaşayamıyorken sınavın
tarihinin geriye alınma kararı sizce
gerçekten mantık işi mi? Benim
Sağlımız mı
geleceğimiz mi?
gibi binlerce, yüz binlerce öğrenci
mağdur duruma getirildi. Üstelik
bu dönem okula doğru düzgün gidemedik.
Öğrenmemiz gereken
konuları yetiştiremedik bu yüzden
bilgiler yerine bile oturmadı. Yani
şu anki hali ile ne okul ne de dershaneler
eksiklerimizi tamamladı.
Bir de alın bunlarla yetinin der gibi
sınava 30 dakika ek süre eklendi
ve baraj puanı düşürüldü. Şimdi
soruyorum, bu öğrenciler sınava
girerken sağlığını mı düşünsünler
geleceğini mi?
Ege Lisesi’nden bir öğrenci
Koronavirüs yüzünden ertelenen Yükseköğretim Sınavı
tarihi öğrenciler için kısmen iyi olmuştu. Ancak aradan
belli bir zaman geçtikten sonra koronavirüs vakaları ülkemizde
azaldı ve YKS tarihi de bu gerekçe ile tekrar öne
alındı. Fakat virüse yakalanma riski hala devam ediyor. Şu
anki durum itibariyle öğrencilerin yaşamı bir oyun haline
geldi. Önce ileri atılıp sonra tekrar geri alınan sınav tarihi
bizlerin geleceğini, virüsün hâlâ ülkemizde bulunma durumu
ise bizlerin hayatını tehlikeye atıyor. 30 kişilik sınıflarda
Tuzluçayır Anadolu
Lisesi’nden bir öğrenci
Maskeyle 5 dakika duramazken
sınavda 3 saat nasıl duracağız?
Askıya alınan geleceğimiz
20 öğrenci sınava girse bile virüsün öğrencilere bulaşma ihtimali
bir hayli yüksek. Maske ile 5 dakika nefes alınamıyorken
bizlere 3 saat maske taktırılacak. Yani okulların ikinci
döneminde okula neredeyse hiç gitmeyen öğrencileri korkunç
bir yola sürüklemekten başka hiçbir şey yapılmıyor.
Öğrenciler ise “Ya virüs bana bulaşırsa” tedirginliğiyle sınava
girecek. Devlet tarafından maske ve dezenfektan sağlanması
bizlerin virüsten korunacağı anlamına gelmiyor. Sonuç
olarak alınan bu kararın, sınava girecek öğrencilerin
hayatını tehlikeye atmaktan başka hiçbir getirisi yok.
Emek verdiğimiz, uykularımızdan
gezmemizden tozmamızdan
ödün verdiğimiz,
dünyayı saran ve sarsan koronavirüs
sebebiyle ertelenen Yükseköğretim
Sınavı’nın turizm için tekrar
geriye alınması sınava girecek tüm
öğrencileri olumsuz etkiledi. Çocuk
oyuncağı gibi önce ileri bir tarihe
ertelediler, sonra tekrar geriye
aldılar. Öğrenciler bütün planlarını
Temmuz ayında sınava
girecekmiş gibi yaptı, ben de aynı
şekilde. Uzun bir süredir evde olduğumuzdan
dolayı psikolojik olarak
zaten sıkıntıdaydık. Şimdi sınavın
geriye alınmasıyla iyice elimiz
ayağımız birbirine dolaştı.
Herhalde bizden sınav parası olarak
aldıkları 140 TL yetmemiş ki
hala ceplerini doldurma peşindeler.
Turizmden gelecek parayı 3
milyon öğrencinin geleceğinden
daha önemli gören bu hükümete
gençlik 2023’te gereken cevabı verecektir.
Bu kararı veren kişi bugüne
kadar bütün eğitim sistemlerine
boyun eğen öğrencilerden
korkmaya başlasın. Hayallerimizle
oynayanın, emeğimizle oyuncak gibi
oynayanın o koltukta işi yoktur.
Sadece dezenfektan değil
öğrenciye verilen değer
Adana’dan Lise Öğrencileri
Adana Milli Eğitim Müdürlüğü okullara alınacak
dezenfektanların okulların kendi bütçesinden
yani biz öğrencilerden alınan paralar ile alınmasını
istemiş. Binden fazla okulun olduğu şehre beş
yüz dezenfektan siparişi verilmiş.
Öncelikle her okul bunu karşılayacak durumda
değil. Sadece belli bölgelerde olan okullarda dezenfektan
olursa bu bir eşitsizlik yaratır. Bir tarafta sınava
girenler hijyenik bir şekilde sınava girerken; diğerleri
herhangi bir dezenfektan kullanmadan sınava girer.
Bu da koronavirüsün yayılması için bir risk oluşturur.
Böyle bir sistem doğru değil, üstelik devletin
bunu karşılayacak bütçesi varken. Yazık yani onca
para, toplanılan milyarlarca para neyinize yetmiyor.
Her şey apaçık ortadayken Milli Eğitim bir de dezenfektan
alınmasının zorunlu olmadığını söylemiş. İşte
insan sağlığı bu kadar ucuzlamış bunların gözünde.
Devletin bunu bile karşılamaktan aciz olmasi çok
komik. Okullardaki tuvaletlerde sabun bile sıkıntıdaydı
okullar açık olduğu dönem. Bunun için bizden aidat
istiyorlardı. Tüm okullar için 1 milyon lira bile yapmıyor
dezenfektan parası. Bizlerin sağlığını düşünmeyip
kendi ceplerini düşünüyorlar. Sağlığımızdan kaygı duyuyoruz,
bir an evvel bu meselenin çözüme kavuşturulmasını
ve bütün okullara dezenfektanların merkezi
bütçeden karşılanmasını istiyoruz.
Ali KARADAĞ
Başkent Anadolu Lisesi
Bizler “Bütün ümidim gençliktedir” diyen
Atatürk’ün eğitimden ümidini kesmek
üzere olan genç nesilleriyiz. Her ne kadar
ders çalışmaktan başka şansımız olmadığını
bilsek de içinde bulunduğumuz kaos,
eğitim sistemimizin yetersizliğiyle birleştiğinde
kaçınılmaz bir motivasyon eksikliği yaratıyor.
Sürekli olarak ertelenen tarihler, yeterli
Belirsizlikler
motivasyon düşürüyor
olmayan dersler, giriş yapmakta zorlandığımız
EBA ve seneye gireceğim üniversite sınavını
düşündüğümde korkunç bir gelecek
kaygısı içinde olduğumu söyleyebilirim. Üstelik
ülkedeki işsizlik ve atama oranları gibi istatistikler
doğrultusunda üniversite ve meslek
tercihi yapmakta zorlanıyoruz. Bütün
bunları göz önüne aldığımızda liseli gençler
olarak düzgün bir eğitim, düzgün bir yönetim
istiyoruz.
Sayfadaki Tüm Görseller: Pngtree
Sistemin görünmezlik
pelerini kalkıyor
GÜNCEL10
Bugün açısından tek adam rejimi ve arkasındaki sermaye güçlerinin
iktidarını korumak için saldırganlığı arttırmaktan başka çaresi yok.
Hazan İLİK
İstanbul
Pandemi tüm dünyada kapitalist sistemin
üzerindeki görünmezlik pelerinini kaldırmaya
devam ediyor. Böyle bir sistemin
sürdürülemeyeceğine ilişkin tartışmalar
yapılıyor ve önümüzdeki günlerde hem bu
tartışmaların daha fazla yoğunlaşacağının,
hem de sınıf mücadelesinin sertleşeceğinin
belirtileri bugünden görülebiliyor.
HIZ KESMEDEN DEVAM EDEN
BASKI POLİTİKALARI
Erdoğan-AKP iktidarı ise TTB, TMMOB
gibi emek ve meslek örgütlerinin etkisizleştirmeye
yönelme, beş HDP’li belediyeye daha
kayyum atama, darbe tartışmaları gibi söylem
ve adımlarla gerilimi tırmandırıyor. Salgın koşullarını
fırsat bilerek geleceğe dönük yatırımlarını
hızlandırıyor. Salgından öncesinde de
sermaye egemenliğinin politik biçimlerinden
biri olarak “tek adam
tek parti yönetimi” son yıllarda grev yasakları,
iş cinayetleri, güvencesiz çalışma gibi sömürü
politikalarını yoğunlaştırarak, sosyal ve siyasal
baskıları arttırarak, içeride-dışarıda savaş politikalarına
hız vererek yoluna devam ediyordu.
Bugünse pandeminin dünya ekonomisinde
yarattığı daralma, Türkiye’deki mevcut krizin
yeni özellikler kazanarak derinleşmesine sebep
oluyor. Henüz pandeminin ekonomik sonuçlarını
resmi veriler ile görmesek de TÜİK’in şubat
ayına dair açıkladığı veriler gençlik nezdinde
yaklaşan karanlık hakkında ip uçları veriyor.
15-29 yaş arası 5 milyon 400 bin kişi ne işte ne
de eğitimde, hiçbir faaliyette bulunmuyor. Bu
sayı, 15-29 yaş arasındaki gençlerin yaklaşık
%30’una denk geliyor, yani her üç gençten biri
toplumsal yaşamın nerdeyse tamamen dışında.
1.7 milyon üniversite mezunu ise iş gücünün dışına
çıkmış, yani artık iş aramayı bırakmış. Erdoğan
ve AKP iktidarı ise var olan ve salgınla
birlikte daha da ağırlaşan bu yıkım koşullarını
fırsata çevirmekten bahsederken bu dün uyguladığı
sömürü ve baskı politikalarını daha da
arttırmaktan geçiyor.
İKTİDARIN SALDIRGANLIKTAN
BAŞKA ÇARESİ YOK
İktidar salgının başından beri “ölen ölsün,
çarklar dönsün” çizgisinden ödün vermeyerek
pandemiyle katmerlenmiş ekonomik krizin yükünü
işçi sınıfı ve emekçilere yükleyerek, sermayenin
en vahşi ve saldırgan çıkarlarının ifadesi
olan programı hayata geçiriyor. Bu gerçeğin
görülmesinin önüne geçmek, gerçeğin ufak
tezahürlerine karşı bile olsa tepkileri engellemek
için yasakları, cezaları, baskıları yönetim
tarzı olarak devreye sokuyor. Fakat baskının
envai türüne rağmen iktidarın uyguladığı politikalar
aynı zamanda emekçiler ve gençlik kesimleri
içinde hoşnutsuzluğu ve öfkeyi arttırmaya
devam ediyor. Dolayısıyla bugün açısından
tek adam rejimi ve arkasındaki sermaye
güçlerinin iktidarını korumak için saldırganlığı
arttırmaktan başka çaresi yok.
Virüsle mücadelenin ortaya çıkardığı koşulları
dayanarak yapan iktidar ve egemen sınıflar
bugünden geleceğe dönük bir hamlelerle “hiçbir
şey eskisi gibi olmayacak” derken sömürü
sistemini ayakta tutmak ihtiyacıyla baskıların,
yasakların, her tür özgürlük ve demokrasi talebini
sınırlamanın kalıcı hale geleceği bir “yeni
normal” inşa etmeye çalışıyorlar.
Bugünden iktidarın muhalefeti ezmek için
attığı adımlar, keskinleşen çelişkiler ve giderek
ağırlaşan yaşam koşulları düşünüldüğünde, tek
adam tek parti yönetiminin emekçilere ve
gençliğe vadettiği karanlık geleceğin karşısında
tıpkı iktidarın yaptığı gibi, yarın
için bugünden birleşmek ve
mücadele etmekten
başka yol görünmüyor.
Görsel: Pngtree
GÜNCEL11
Akademide cinsiyetçi söylemlerin
kaynağı neresi?
Kadınlarla ilgili cinsiyetçi söylemleri hayatın her
alanında var eden politikalar akademiye nasıl
yansıyor ve akademiyi nasıl biçimlendiriyor?
İllüstrasyon: Needpix
Cemre KAVALA
Kocaeli Üniversitesi
Geçtiğimiz günlerde Gazi Üniversitesi Fen
Fakültesi dekanı Orhan Acar’ın video
görüşmesinde yayının sesini açık unutup
“Kızların resimlerini de görüyoruz böylece ha,
çaktırma” sözleri büyük tepki topladı. Ardından
dekana soruşturma açıldı ve dekan istifa etti.
Üstünden çok çekmeden İstanbul Aydın
Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Muttalip
Kutluk Özgüven Akit Tv’de bir programda
“Süpermen’i bilmem ama süper kadın diye bir ırk
var. Bu da 13-16 yaş arasında. İstediğiniz doktora
sorun, en üstün nitelikli insan bu yaşlardakiler.
Hadi biraz büyütelim 12-17 olsun; çok muazzam
rejenerasyon kabiliyeti var, vücudu mükemmel.”
sözlerini söyledi. Başta üniversitede bulunan
kadın araştırmaları kulüpleri olmak üzere gelen
tepkiler karşısında üniversite öğretim görevlisi ile
ilişiğini kesti. Yaşanan bu iki örnek üzerinden
akademiyi ve genç kadınları konuşmak bugün
açısından daha da önemli. Çünkü yaşanılanlar
akademideki cinsiyetçiliğin sadece birkaç
örneği. Geçtiğimiz yıllarda da benzer birçok olay
yaşanmış ve kadınların tepkileri ile somut
kazanımlar elde edilmişti. Bu örnekler üzerinden
bakacak olursak eğer iktidarın kadına yönelik
politikalarının akademide yansımasını açıkça
görmemizi sağlıyor. Mayıs ayının başından beri
tartışılan “normalleşme”yi AKP hükümeti 2016
yılından beri üniversitelere uygulama çalışıyor.
İhraçlarla başlayan süreçte akademi
bilimsellikten uzak bir hale getirilirken, akademi
içinde muhalif olabilecek herkes ve her hareket
kısıtlandı. Bahsettiğimiz “normalleşme” iktidarın
akademiyi bilimden uzak, kendi sözünü söylediği,
propagandasını yapabildiği kurumlar haline
getirmesiydi. İktidarın bu adımlarından
etkilenenlerden biri de biz genç kadınlar olduk.
AKP’NİN KADINA BAKIŞI
AKP hükümeti iktidara geldiği günden bugüne
dek kadınlara bakış açısını ifade etmekten geri
durmadı. Her geçen yıl da söylemleri ve çıkarmaya
çalıştıkları yasalarla bu bakış açısını daha da
ortaya çıkardı. Kadının görevi ev işlerini yapmak,
çocuk doğurup büyütmek, eşine ev içinde hizmet
etmekmiş gibi temellendirebileceğimiz gibi
söylemler ağızlardan hiç düşmedi. Kadın
sorununu ele alışları da bu yüzden hep aile
üzerinden oldu. Üstelik çıkılan televizyon
programlarında, basın açıklamalarında ya da
konuşma fırsatını buldukları her yerde kadının eve
ait, aileyi çekip çekirip bir birey olduğu
söylemlerini hepimiz hatırlarız. Geçtiğimiz
günlerde mecliste görüşülen ve yasalaşan infaz
yasası da bunun en yakın örneği. İktidar ne kadar
cinsel suçlar ve kadına yönelik şiddet suçluları
yararlanmayacak dese de geçen maddeler
arasında cinsel suçlar ve kadınlar için tehdit
oluşturabilecek pek çok suç için af anlamına
gelebilecek maddeler var.* Şimdi de Haziran’da
meclis gündemine getirilecek madde çocuk
istismarına evlilikle affı sağlayacak. Daha önce
de farklı yollarla sunulan bu önerge her seferinde
kadınların tepkisiyle geri çekildi. Şimdi de salgın
dönemini fırsat bilen iktidar bu tasarıyı yeniden
gündeme getirerek ve tepkinin daha az olacağını
düşünerek oldu bittiye getirmeye çalışıyor. Her
geçen gün çıkarmaya çalıştıkları yasalarla,
söylemleriyle kadınlar üzerinde kurmaya
çalıştıkları baskıyı, çocuk istismarını aklama
çabalarını kamuya kendilerince daha net açıklar
hale gelebiliyorlar. Bugün
üniversitelerde yaşadıklarımız da bu yüzden
bunların bir yansımasıdır.
ÜNİVERSİTELERE YANSIYAN DURUM
Üniversiteler iktidarın kadına yönelik
politikalarının yansıması son birkaç yılda birçok
üniversitede meydana gelen taciz ve şiddet
olayları ile yer buldu. Her seferinde kadınların
büyük tepkisi ve mücadelesiyle karşılık bulan bu
yansımalar duraklatıldı. Bugün hala bu olayları
yaşıyor olmamızın nedeni, iktidarın ısrarında
yatıyor. Çünkü bir yandan taciz ve şiddet olayları
artarken, diğer yandan önleyici mekanizmalar ve
yaptırımlar da giderek yok diyebileceğimiz bir
noktaya getirildi. Bu noktada biraz verilere ve
yaşananlara bakmak önemli. Ülkemizde 200’ü
aşkın üniversite bulunuyor. Bu üniversiteler
içinde sadece 16 tanesinde cinsel taciz önleme
birimi yer alıyor. Yani 16 üniversite dışında
öğrencilerin taciz veya şiddet durumunda
başvurabileceği ya da destek alabileceği bir
mekanizma yok. Bahsettiğimiz birimler
üniversitelerde cinsel taciz ve hak ihlallerini
önlemek, bu suçlara karşı gerekli yaptırımları
uygulamakla görevli birimler. Bunun yanından
birçok üniversitede Kadın Sorunları Araştırma
Merkezleri kaynak yetersizliğinden ya da daha
dar çalışma alanına sıkıştırıldığı için işlevsiz hale
getiriliyor. Aynı zamanda birçok üniversitede
öğrenciler tarafından kurulan kadın çalışmaları
toplulukları ya da kulüpleri de üniversite
yönetimleri tarafından yok sayılıyor. Buraya kadar
bahsettiklerimiz üniversitelerdeki kadınların
yaşadığı şiddet ve taciz olaylarını arttırırken,
üniversite kürsülerindeki cinsiyetçi söylemlerin
de önünü açan noktalardan birkaçı.
SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ BİZİMLE
Bugün geldiğimiz noktada üniversitelerde
kadınların taciz ve şiddet olaylarını önleyecek
mekanizmalara ihtiyacı olduğu ortada. İşlevsiz
hale getirilen önleyici ve destekleyici kurumlar
olan cinsel tacizi önleme birimleri, kadın sorunları
araştırma merkezlerinin yeniden ve daha geniş
şekilde işlerlik kazanması elbette önemlidir. Bu
mekanizmalar üniversite içinde bizlerin daha
özgür olmasını sağlasa da meseleye daha geniş
bakmak gerekli. Baştan beri bahsettiğimiz iktidar
politikalarına geri adım attırabilmek en önemli
nokta. Bugün infaz yasasıyla çocuk istismarının
aklanmasının önünü kesmek, yarın daha güvenli
kampüslerde eğitim görmemizin önünü açıyor.
Biz kadınlar bahsettiğimiz kazanımları pek çok
defa gördük. İstismarı aklama yasası her
önümüze getirildiğinde yan yana gelerek geri
adım attırdık, Şule Çet için intihar etti dediklerinde
vazgeçmeyip katillerinin yakalanmasını sağladık.
Bugün de daha güvenli kampüsleri oluşmasını
sağlamak bizim elimizde. Bu belki bir kadın
çalışmaları topluluğunda, belki bir sosyal medya
kampanyasında. Bizim akademide artan tacize,
şiddete ve cinsiyetçi söylemlere de, iktidarın bize
dayattığı politikalara da karşı yan yana
gelebileceğimi alanları yaratma, kazanımlar elde
etme gücümüz var birlikte oldukça daha da
artacaktır.
*https://ekmekvegul.net/gundem/dunmecliste-ne-oldu-cocuk-istismari-kadinayonelik-siddet-aklandi-mi
MEKTUP12
İstediğim saatte diş
fırçalayabilmek üzerine
mülahazalar
Şeyda DEMİRTAŞ
İstanbul Üniversitesi
İnsana kendini çok güvensiz bir
zeminde duruyormuş ya da
durmaya çalışıyormuş da
duramıyormuş hissi veren bir durum
oruç tutmak zorunda olmak. Başka
bir şekilde ifade edilecek olursa, oruç
tutuyor gibi yapmak. Ben bu dine
inanmıyor olabilirim, dine ve
görevlerine inanıyor ama görevlerini
yerine getirmek istemiyor olabilirim.
Bunları ifade edemeyeceğiniz,
ettiğinizde can güvenliğinizin
olmadığı bir evde yaşamak galiba
karantinada geçirilecek günlerin
kederini de öfkesini de iki katına
çıkarıyor.
Bütün gün aç durmak, bütün gün
boşu boşuna aç durmak sinirlerimi
yıpratıyor ve güzel şeyler
yapabileceğim vakitleri çok verimsiz
geçirmeme sebep olurken ruhsal ayrı
fiziksel apayrı sıkıntılar yaşıyorum. İşte
bu, birçok özgürlüğün elimizden alınıp
kupkuru bir zorbalığa mahkum
edildiğimizi gösteriyor. Karantina
sürecinin insanlara olan etkisinin
sınıfsal olduğu gibi cinsel yönelim,
kimlik ve cinsiyet ayırt ettiğini de çok
yakından yaşayarak
gözlemleyebiliyorum. Benliğimi var
eden her bir parçayı itinayla saklamak
zorunda kalmam karşılığında
yaşayabildiğim bir yer burası. Aksi hali,
şiddet, hatta ölüm korkusuyla
yaşamaya çalışmak… Gizlemek
zorunda olduğum şeyler okuduğum
kitapların isimlerinden, seyrettiğim
dizilere kadar uzanan büyük bir
yelpazeyi kapsıyor ve bu yelpazenin
içinde ve en başında belki, dini inanç
meselesi duruyor. İstediğim şeye
inanabilmek ya da herhangi bir şeye
inanmamak için öncelikle amansız
savaşlar vermek zorundayım. İnsanın,
evim dediği yerde dahi, ki burası
tehlikenin tedirginliğin ve korkunun
olmadığı yerdir(!), sürekli bir yaşam
mücadelesi vermek durumunda
olması, her an tetikte ya da savunmada
olmak zorunda olması gerçekten çok
huzursuz edici bir durum. Bu konuda
yalnız olmadığımı biliyorum ve aslında
aynı şeyleri yaşamak durumunda
kalanlarla hissettiklerimi ve
düşündüklerimi paylaşmak istediğim
için yazıyorum bunları.
SİSTEM SORUNU AİLEYE
DE YANSIYOR
Biz zaten gündelik hayatta her
an, zorbalığın, şiddetin, sömürünün
her türlüsüne karşı mücadelemizi
sürdürüyoruz. İstediğimiz şey ise
evimiz; dinlenebildiğimiz ya da yeni
çalışmalar için gerekli gücü
toparlayabildiğimiz güzel bir yer
olsun. Bunu dedikten sonra fark
ettiğim şey benim kendi hayatım
için neler yapacağım, nerede
konumlanacağım konusunda büyük
bir öneme sahip. Çünkü içinde
olduğum, burjuvazinin yürüttüğü
siyasetten etkilenen ve onu
benimseyen bir aile. İktidarın olanca
zorbalığının, baskısının mikro
ölçeklerde bir eve yansımış halini var
ediyor bu aile ortamı. Diyanet İşleri
Başkanı çıkıp yeryüzündeki
felaketlerden Lgbt+i bireyleri sorumlu
tutup üzerimize nefret kustuğunda, bu
tutumun evlerin içlerine karanlık,
soğuk ve fobik yansıması biliyoruz ki
çok uzun sürmüyor. Adaletten haberi
olmayan bakanların, hâkimlerin kadına
şiddeti aklamaları ve hatta bu şiddeti
destekler yönde adımlar atmasıyla
evdeki şiddet tabii ki artıyor ve
büyüyor. Bu aslında oldukça basit bir
denklem. Bugün pandemi tehlikesiyle
de baş etmeye çalışan, yalnızca yandaş
olmadığı için hapse atılmış yüzlerce
siyasi “suçlu” var. Hal böyleyken
evlerimizin içinde de düşüncelerimiz
yüzünden yargılanıyoruz. Bu yargılama
eşitlikçi bir yargılama olmuyor, tıpkı
iktidarınki gibi.
İşte bu yüzden bir aile yalnızca bir
aile olmaktan çıkıyor benim için.
Egemen sınıfın siyasi temsilcilerinin
bir yansımasının evlerimize sızdığını
gördükçe; bunun kişisel ya da aileyi
ilgilendiren bir mesele olmadığını,
koca bir sistem sorunu olduğunu
anlıyorum.
BAŞKA TÜRLÜSÜ
MÜMKÜN DEĞİL
Sorunu net şekilde ortaya
koyduktan sonra, yani; benliğimizi
tahrip etmelerine, gençliğimizi çalıp
bizi geleceksizliğe, şiddete korkuya,
baskıya mahkûm etmeye çalışmalarına;
bunu da aileyi, eğitimi, dini kullanarak
sağlamlaştırmaya çalışmalarına boyun
eğmiyorum. Ve yalnız olmadığımı
biliyorum. Daha da çoğalacağımıza
inanıyorum. Biz bir araya geldikçe,
sorunlarımızı tartışıp çözüm aramaya
çalıştıkça, yan yana durdukça bizden
çaldıkları ne varsa geri alacağız. İşte
biz, dişlerini istediği saatte
fırçalayamayacağını sabaha karşı dört
gibi fark edenler, birtakım acılar
dolayısıyla mide ağrılarıyla kıvranıyor
ve fakat başucumuzdaki kitaplara
bakıp yarının okuma planını da
çıkarmaktan geri durmuyoruz.
Çünkü başka türlüsü mümkün
değil. Çünkü evet, olduğumuz
her yerde ve yapabildiğimizin
en iyisiyle, koşulları iyi
değerlendirip ona göre
hareket ederek mücadeleyi
büyütüyoruz.
Görsel: pngtree
MEKTUP13
İllüstrasyon:Pixabay
Kazanım birlikten gelir
Bugünler belki de İTÜ’de öğrencilerin
üniversite yönetiminde söz hakkı sahibi olmasını
sağlayacak yeni mekanizmaları inşa etmelerinin bir ön adımı olacaktır
Elif TURGUT
İTÜ
Geçtiğimiz iki ay içerisinde üniversite öğrencileri
yaşamlarında hızlı, belki uzun süre düşünseler
akıllarına gelmeyecek değişimler yaşadılar.
Bir gece uykularından uyandırılıp yurtlarını boşaltmaları
gerekenler, 3 haftalık eğitime ara sebebiyle
memleketine dönüp geri dönemeyenler, hayatında
ilk defa kredi başvurusu yapanlar, aile evinde online
eğitime katılabilmek için 3 kardeşle bir bilgisayarı
paylaşmak zorunda kalanlar, aile evine wifi bağlatmaya
çalışıp internet sorununu çözmeye çalışanlar,
çok severek tuttuğu öğrenci evini alelacele
devredip memleketine dönmek zorunda kalanlar,
kitaplarını yurdunda bıraktığı için internette pdf avına
çıkanlar ve daha neler neler… Pandemi süreci
üniversite eğitimini dijitalden sürdürmeye mecbur
bırakırken üniversite öğrencilerinin yaşadıkları sıkıntıları
daha da artırdı. Koronavirüs hastalığına yönelik
önlemleri bireysel sorumluluklara sıkıştıran ülke
yönetiminden farksız üniversite yönetimleri de
öğrencilerin online derslere katılabilmesi ve olası
aksaklıklarda eğitim yaşamının etkilenmemesi için
alınması gereken önlemleri öğrencilerin sırtına yükledi.
Elimizi sallasak bir üniversiteye çarpan ülkemizde
en köklüsünden en apartman üniversitesi
olarak adlandırılana kadar çoğunda üniversite öğrencilerinin
derslere katılımını garanti altına alacak
önlemler alınmadı, internet- bilgisayar yardımları
sağlanmadı ve üniversitelerin sistemleri yoğunluktan
çöktü. İmkanı olmayan öğrencilere dersi bırakma
önerileri yapıldı, üniversiteler online eğitim sürecinde
öğrencilerin söz hakkını tanımadı.
BİRLİKTELİKLER SINIR TANIMIYOR
Ancak konu gelecekse gerisi teferruat. Yaz okulu
yapılmayacağı için dönemi uzayacak olan, zorunlu
stajlara dair belirsizlik olduğu için mezuniyetinden
endişe duyan, derslere çeşitli imkansızlıklar sebebiyle
katılamayan ya da dikkatini toparlayamayıp
kalmaktan çekinen öğrenciler Türkiye’nin dört bir
yanından kendi üniversitelerinin yönetimlerine seslerini
duyurmak için aramıza mesafe koyan dijital
sınırları kendi lehlerine kullanmak için harekete
geçti. Yaz okulu talebi için, seçmeli kaldı/geçti sistemi
için, harçların geri ödenmesi için, kafasındaki
belirsizlere yanıt almak için hashtag çalışmaları
başlattı, toplu dilekçeler topladı, online buluşmalar
gerçekleştirdi… Tweeter’daHer gün istisnasız, bazen
Türkiye bazen dünya gündemine giren üniversiteliler;
şeffaflık, kararlar alınırken fikirlerinin alınmasını
ve taleplerinin görünmesini istedi. İTÜ de bu
üniversitelerden biri.
Online eğitim başladığından beri belirsizliğini koruyan
birçok soru İTÜ’lüler için hala tam olarak yanıtlanmış
değil. Akademik takvim açıklanmadan yaz
okulunun olmayacağına dair çıkan söylentilere karşın
bir sonraki dönemlerdeki şartlı derslerini etkilememesi,
dönemlerinin uzamaması için öğrenciler
yaz okulu talebi için online platformlarda buluştular,
okula toplu dilekçe gönderdiler, bununla da kalmadılar
hashtag çalışmaları gerçekleştirdiler. Bu sırada
da Taşkışla’da artık yanyana gelme refleksini
kazanmış kulüpler online eğitimde yaşanan sorunları
değerlendirdi, bir anket çalışması başlattı ve haberi
geçtiğimiz günlerde Evrensel gazetesinde yayımlanan
3 bin kişilik anketin sonuçları öğrencilerin
bu süreçte ne kadar zorlandıklarını ve üniversite
yönetimleri tarafından ne kadar yalnız bırakıldıklarını
gösteriyordu. Bu sonuçlar eşliğinde İTÜ’lü birlik
olması çağrısıyla Twitter’da hashtag çalışması yapan
öğrenciler birlik olduklarında üniversite yönetimi
tarafından görüldüğünü fark etti. Ancak talebini
dile getirmesinin bir sonucu olarak birçok öğrenci
Zaytung haberi olarak tarif edilebilecek bir şeyle
karşılaştı: üniversitelerinin rektörü Twitter’dan sesini
duyurmaya çalışan, süreçte mağdur olmak istemeyen
öğrencileri gördü, fark etti ve “engelledi.” Ancak
öğrenciler taleplerinde ısrarcı olduğu sürece
görmezden gelinemezlerdi. Öğrencilerin yaşadığı
online eğitim sorunlarının çözülmesi için Kulüpler
Birliği bile öğrencilerden taleplerinin yerine gelmesi
için “destek” istedi, oysa yardımcı değil asıl özne öğrenciler
olmadan bir kazanım elde edilemeyeceği
açık.
DAHA FAZLASI İÇİN...
Geçtiğimiz günlerde İTÜ Rektörü Twitter hesabından
yaz okulu kararının senatodan çıktığını açıkladı.
Kazanım ancak daha fazlasını istemek için motivasyona
dönüştükçe kazanımdır. Pandemi sürecinin
yarattığı psikolojik ve fiziksel zorluklar öğrencilerin
derse katılımının, sınava girmesinin önüne geçerken
bir de bu süreçte yaşayacakları aksaklıklar
sebebiyle not ortalamalarının düşebileceği kaygısını
taşıyorlar ve öğrenciye seçme hakkı tanınan geçme-kaldı
sisteminin getirilmesini istediklerini farklı
araçlar yoluyla dile getiriyorlar. Rektörün yaptığı
seçmeli geçti-kaldı sisteminin getirilmeyeceği yönündeki
açıklamanın öğrencilerin ısrarı karşısında
ne kadar dayanacağını bilemeyiz. Lisans öğrencileri
bu taleplerini dillendirirken Hazırlık sınıfı öğrencileri
lisansa geçmek için yapılacak yeterlilik sınavının
Temmuz ayı sonunda okulda yüz yüze yapılacağını
öğrendi. Online eğitim süreci başladığından beri sınavın
ne olacağı hocalardan duydukları söylentilerden
ibaret olan öğrenciler virüs koşullarında yüz
yüze bir sınava girmek istemedikleri için hızla bir
araya gelebilecekleri bir ağ oluşturup çevrelerini de
kattılar ve üniversite yönetimine toplu dilekçe göndermeye
başladılar. İmkan eşitsizliği, sürecin psikolojik
etkisi, konaklama ve ulaşım masraflarının yükünden
bahseden öğrenciler dilekçelerinde şartlı
geçiş ya da lisans döneminde ek zorunlu İngilizce
dersi konmasını talep ettiler.
Üniversite yönetiminde öğrencinin söz hakkı bulunmadığı
ve bu tarz mekanizmaların içinin boşaltıldığı
ya da öğrencilerin elinden alındığı bir geçmişle
geldiğimiz bugünler belki de İTÜ’de öğrencilerin üniversite
yönetiminde söz hakkı sahibi olmasını sağlayacak
yeni mekanizmaları inşa etmelerinin bir ön
adımı olacaktır. Süreç İTÜ’de öğrencilerin ısrarla taleplerini
buldukları imkanlar ve araçlar dahilinde
farklı şekillerde yan yana gelerek duyurmaya çalışmasıyla
devam ederken İTÜ’lülerin birlik olduğu ölçüde
taleplerine ulaşmasının yolunun ne kadar açıldığını
göreceğiz.
MEKTUP14
Covid-19’a karşı önlem
YÖK’e karşı ÖTK
Can ADAK
ODTÜ
Covid-19 Mart ayından beri hayatımızın
büyük bir kısmını işgal
etmeye devam ediyor. Mart
ayından önce bir virüsün bir insana yapabileceği
etkilerin sadece insan vücudu
üzerinde etkisi olacağını düşünürken;
gün geçtikçe korona virüs salgını
bir sağlık krizinden daha büyük bir
toplumsal krize evirilmektedir. Şimdiye
kadar alışılmış yaşam pratiklerimizi
değiştirmemiz gereken bu süreçte en
önemli değişimlerden biri ise eğitim
sürecinde yaşandı.
ATANMIŞLAR VE YÖK
GÖLGESİNDE EĞİTİM
Yüksek Öğretim Kurulu içinde bulunduğumuz
bahar döneminin eğitim vize
final dahil olmak üzere tamamıyla
uzaktan eğitim şeklinde tamamlanmasını
uygulama koydu. Bu karar tahmin
edilenden çok daha fazla tartışmayı
beraberinde getirdi. Korona pandemisi
içerisinde belki de en fazla
fikir ayrılıklarının yaşandığı
tartışmalar eğitim ekseninde
gerçekleşti. YÖK öğrencilere
gönderdiği mail de üniversitelere
ve öğretim üyelerine
esneklik tanındığını söyleyerek
bir nevi topu kendinden
üniversitelerin yönetimlerine
ve öğretim üyelerine
attı. Üniversite yönetimleri
ise kendilerine bırakılan
bu karar mekanizmasını
bahsi geçen online eğitim sürecinin
bizatihi muhatabı
olan öğrencilere herhangi bir
danışma yapmadan uygulamayı
tercih etti. Bilmek lazım
ki üniversiteler güncel
yönetmelikle Cumhurbaşkanı’nın
atadığı YÖK’ün;
yeniden cumhurbaşkanına
önerdiği 3 rektör adayının
cumhurbaşkanı tarafından
seçilmesi ve bu rektöründe
üniversitedeki kendi yardımcılarını
ve fakülte dekanlarını
ataması, bu atanmış
fakülte dekanları ve yöneticilerinin
katılımıyla oluşan
senato ve üniversite yönetim
kurulu aracıyla kararlarını alırlar.
Görüldüğü gibi bu sistemde hem öğrencinin
hem de kararlar ile ilgili rektörlüklerle
farklı düşünmesi muhtemel diğer
öğretim üyelerinin esamesi okunmuyor.
Üniversitelerin yönetimlerinin öğrencilerin
sorunlarının ve taleplerinin ne olduğunu
bilmek açısından bir kaygısı
yokken bazı derslerdeki bazı öğretim
üyeleri kendi derslerinin işlenmesi adına
öğrencilerle anket veya “meetingler”
üzerinden bir eğilim yoklaması yaparak
şekil vermeye çalışsa da özellikle final,
vizeler ve değerlendirme kıstaslarında
üniversite yönetiminin genel kararına
uymak zorunda kalıyorlar. Ayrıca üniversitelerde
böyle bir olağanüstü duruma
karşı herhangi bir hazırlık olmamasından
kaynaklı neredeyse tüm üniversiteler
karar verme süreçlerinde hem geç
kaldı hem de sık sık karar değişikliğine
gitti.
Doğal olarak bu belirsizliklerden en
çok etkilenen bu kararlara göre hareket
etmek zorunda kalmasına rağmen kararların
alınışında herhangi bir etkisi bulunmayan
öğrenciler oldu.
ÖĞRENCİLER YİNE
ZARARDA
Öğrencilerin birlikte karar vermedikleri
herhangi bir karar her bir öğrenci
için ayrı bir sorun yaratabilir. Eğitim
kampüste devam etmesi virüs tehdidini
arttırabilir ancak halihazırda online eğitim
sürecine elindeki ekipman veya erişim
yetersizliği yüzünden katılamayacak
her üniversitede yüzlerce öğrenci olduğu
da bir gerçek. Bunun dışında öğrencilerin
bir kısmı süreç içerisinde yaşadıkları
sorunlar sebebiyle bu dönemki
eğitimin not ortalamasına talep ederken
dönem kaybı yaşamamak amacıyla ortalamasını
bu dönem yükseltmek zorunda
olan öğrencilerin ise elinde böyle bir seçenek
bulunmuyor. Uygulaması veya laboratuvarı
olan derslerimiz belirsizliğini
koruyor. Çoğu üniversitede olan ders
bağlama sorunu sebebiyle öğrencilerin
bir dersten dahi kalmaları kendileri için
gelecekte dönem kaybı yaratabilir. Bu
sorunlarla baş edemeyen bazı öğrenciler
için YÖK belki de kendileri için en kestirme
çözüm olarak gördükleri kayıt
dondurma seçeneğini uygulamaya koysa
da burslarının yanması veya sene kaybı
gibi kaygılar yaşayan çoğu öğrenci bu
seçeneğe sıcak bakmıyor.
ÖTK’YI DA TALEPLERİMİZİ
DE UNUTMADIK
Kısacası, içinde bulunduğumuz süreç
her bir öğrenci bazında farklı sorunlar
meydana çıkarsa da üniversiteler genele
yönelik karar alırken kendi işlerini kolaylaştırmak
adına genel ve talep dışı
uygulamalarla cevap veriyor. Tam da bu
sebeple bazı hocalarımızın bize yardım
etmek adına yaptıkları da kaybolmuş
oluyor. Peki, çözüm nedir?
Öğrencilerin taleplerini hem bu tarz
kriz durumlarında hem de normal eğitim
dönemlerinde bizatihi üniversitenin
karar alma mekanizmasına katılarak,
öğrencilerin temsilcileri vasıtasıyla fikirlerini
belirtebilecekleri ÖTK mekanizmasının
yeniden kurulması bu tip kriz
durumları ve herhangi bir karar alma
aşaması esnasında öğrencilerin taleplerini
daha güçlü sesle duyurmalarına
yardımcı olabilir. Üniversitelerin
yönetiminde tek seslilik
ve demokrasiden kopukluk
kimsenin faydasına değildir
karşılaştığımız tüm sorunları
güçlü bir mekanizma ile
yönetime iletebilmek ise
öğrencilerin kendi eğitim
hayatlarına yön verebilme
şansını tanıyacaktır. Tamamen
politik sebepler ile işleyişlerine
son verilen
ÖTK mekanizmalarının değeri
bu dönemlerde daha
kolay anlaşılabilir. Öğrencilerin
alacağı ortak kararın
üniversite yönetimine iletilmesi
ve bu kararın eğitim
sürecinin bir numaralı muhatabı
olan öğrenciler adına uygulanması
hem üniversitelerdeki
sürecin işleyişini hızlandıracak
hem de üniversitelere eski
demokratik özerk yapısını kazanmada
fayda sağlayacaktır.
Görsel: pngtree
MEKTUP15
#DeüSınıftaKaldı
İnşaat Mühendisliği öğrencisi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Görsel: Pngtree
Dokuz Eylül Üniversitesi, Covid-19
pandemisinin başlangıcının
ardından 16 Mart’ta
ilan edilen üç haftalık tatil sonrası,
geçtiğimiz ay bahar yarıyılını uzaktan
eğitimle tamamlayacağını duyurdu.
23 Mart’ta Microsoft Teams
üzerinden başlayan uzaktan eğitim
serüvenimize, 6 Nisan’da SAKAI tabanlı
bir Öğrenci Yönetim Sistemine
okulca kademeli olarak geçiş yaparak
devam ettik. Sisteme geçişimizin
sebebinin “Kişisel Verilerin
Korunması Kanunu (KVKK) çerçevesinde
her türlü verinin üniversitenin
kontrolünde tutulması gerekliliği
ve özellikle bizlerin internet kota
kısıtlamaları” olduğu açıklandı. Benim
buna ilişkin birkaç sorum olacak;
Kişisel verilerimizin tam olarak korunmadığını
düşünüyorsanız neden
daha öncesinde bu sistemi (Microsoft
Teams) kullandık?Türkiye’de bu süreçte
uzaktan eğitimini Microsoft Teams
programı üzerinden yürüten diğer
üniversiteler Kişisel Verilerin Korunması
Kanunu (KVKK) çerçevesine
aykırı mı davranmaktadırlar?
YA YETERLİ
EKİPMANIMIZ YOKSA?
Uzaktan eğitim sistemi ortaya koyulurken
bizlere yeterli internet altyapımızın
olup olmadığı, bilgisayar ve
tablet gibi teknolojik aletlere ulaşıp
ulaşamadığımız sorulmamıştır. Daha
öncesinde devam eden yüz yüze eğitimlerimizde
de ders materyallerine
ulaşımımız konusunda sıkıntı yaşarken
online sistem üzerinden verim
alıp alamadığımızın tartışılması garip
bir durum olmaktan ileriye gitmiyor.
Bazı hocalarımızın, sistemden sadece
pdf formatlı ders notu paylaşması ise
komik bir durum… “Uzaktan eğitim
sistemine herhangi bir şekilde erişemeyen
arkadaşlarımız ne yapacak?”
sorusunun tek cevabının, hak dondurma
işlemi olarak verilmesi sistemin
vahimliğini bir kez daha gözler önüne
seriyor. Hükümetin açıkladığı tedbir
paketinde öğrencilere dair herhangi
bir tedbirin olmaması da bunu gösteriyor.
17 Nisan günü TMMOB İzmir
İKK öğrencileri olarak yaşadığımız
sorunlarımızı dile getirmek amacıyla
DEÜ’deki uzaktan eğitim sorunlarını
temel alarak Twitter’da #DeüSınıfta-
Kaldı etiketi ile bir sosyal medya
kampanyası başlattık. Kampanyamız
epey ses getirdi. Bu etiketle binlerce
gönderi paylaşılarak, konu sosyal
medyada ülke gündemine yerleşti.
Gazetelerde haber olduk. Rektörlük
zorunlu olarak dekanlara tek metinle
videolu açıklama yaptırdı ve bu süreçte
yaşanan sıkıntılar nedeniyle Uzaktan
Eğitim Araştırma ve Uygulama
Merkezi Müdürü Prof. Dr. Bülent
Çavaş’da görevinden alındı.
ÖDEV YÜKÜ DEĞİL
EĞİTİM İSTİYORUZ
7 Mayıs’ta bizlere açıklanan üniversite
senatosunun kararına göre bu
dönem aldığımız derslerin değerlendirmesinin
öğrencilerin ödev, sunum,
proje vb. hazırlamasıyla yapılacağı
duyuruldu. Ara sınavlara dair tarihler
açıklandı fakat bu tarihlerden çok önce
bize ödevler verilmeye başlandı.
Bir öğretmenimiz senato kararını
görmemiş olsa gerek, finali 100 dakikalık
online sınav şeklinde yapacağını
duyurdu. Yaptığımız itirazlar doğrultusunda
bu konuya “bakacağını” söyledi.
SAKAİ sistemine ödev yüklerken
dahi zorlanan bizlerin 100 dakika
boyunca bağlantı sorunumuz olmadan
dahil olabileceğimizi ve SAKAİ
sisteminin bunu kaldıracağına emin
değiliz ve güvenmiyoruz. Arkadaşlarımızın
birçoğu evlerine döndü. Evlerinde
internetleri ve bilgisayarları olmayan
onlarca arkadaşımız var. Verilen
çizim ödevlerinin yapılması isteniyor
ve bunun için gerekli ve yeterli
donanıma sahip olup olmadığımız
hiçbir şekilde bizlere sorulmuyor. Bilgisayara
sahip olsak bile lisanslı çizim
programlarına doğrudan erişemiyoruz.
Çizim derslerini daha önce açıklanan
akademik takvime göre 15 Haziran›dan
sonra yüz yüze görmemiz
öngörülmüştü ve bizlere uzaktan eğitim
şekliyle anlatılmıyordu fakat son
karara göre bizlere ders notları ve
birkaç video atılarak dersin bu şekilde
işleneceği açıklandı. Bu şekilde verim
alamadığımızı söylemek isterim.
Ödevlerimiz genellikle 2-3 günlük süre
zarflarına sıkıştırılıyor ve buna rağmen
detaylı ve zor ödevler isteniyor…
Birbirinden haberi olmadığını
düşündüğümüz hocalarımız bayramdan
önce bu iş hallolsun düşüncesiyle
kimimize 3-4 kimimize daha fazla
ödevi aynı anda veriyorlar. Bu süreç
ve daha sonraki süreçler için bu eksikliklerden
ders çıkarılmasını, üniversitelerin
bütçelerini üniversitenin
alt yapı sistemlerini geliştirmek için
harcamasını. Hiçbir öğrencinin mağdur
edilmediği sistemler oluşturulmasını
istiyoruz.
Konuyla ilgili haberler:
https://www.evrensel.net/haber/402585/dokuz-eylul-universite-ogrencilerinin-uzaktan-egitim-sorunlari-suruyor
https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/04/19/uzaktan-egitim-dokuz-eylul-universitesinde-kaosa-donustu/
Görsel: pikisuperstar/Freepik
Soruyoruz
Uzaktan eğitim sistemine
herhangi bir
şekilde erişemeyen
arkadaşlarımız ne
yapacak?
Kişisel verilerimizin
tam olarak korunmadığını
düşünüyorsanız
neden daha öncesinde
bu sistemi (Microsoft
Teams) kullandık?
Türkiye’de bu süreçte
uzaktan eğitimini
Microsoft Teams
programı üzerinden
yürüten diğer
üniversiteler Kişisel
Verilerin Korunması
Kanunu (KVKK)
çerçevesine aykırı mı
davranmaktadırlar?
MEKTUP16
Tıp öğrencilerinin ihtiyacı olan...
Gamze SAHİLLİOĞULLARI
Tokat Gaziosmanpaşa
Üniversitesi
İçinde bulunduğumuz pandemi süreci
her kesimden insanların bilhassa
işçinin, emekçinin hayatının belirli
derecede kısıtlanmasına sebep olan
çeşitli kararların alınmasına sahne oldu.
Bu kararlardan en çok etkilenen
kesimlerden biri de biz öğrenciler oldu.
Salgının önüne geçebilmek adına önce üç
hafta olarak belirtilen ve YÖK Başkanı’nın
özellikle “Uzaktan eğitim olmayacak”
söylemine güvenen biz öğrencilerin büyük
bir çoğunluğu kitaplarını, eşyalarını
okudukları şehirlerde bırakarak evlerimize
döndük. Ardından uzayan salgın süreci ile
beraber 2019-2020 eğitim yılı bahar
döneminin uzaktan yapılacağı belirtildi.
Birçok üniversitede YÖK’ün kararı ile
tercih edilecek dijital imkanlar veya ödev
proje gibi alternatif yöntemler kullanacak
şekilde hemen hemen her an yeni kararlar
alındı.
Bizler hemen hemen her şehirdeki tıp
fakültesi öğrencileri olarak kendi
üniversitemizin bizler adına karar almasını
bekledik. Bu bekleme sürecinde kimi
okullar video, online ders portalı gibi
imkanları öğrencilere sunarken; kimi
okullarda bu dönemde herhangi bir
açıklama bile yapılmadı. Sıra sınavlara
gelince ise öğrencinin süreci en az şekilde
etkilenerek atlatacağı vaatleri kenara
bırakılarak ve her öğrencinin eşit ve en iyi
imkanlara sahip olduğu varsayılarak
çeşitli absürt sayılabilecek kararlar alındı.
YAŞANAN MAĞDURİYETLER DEVAM
EDİYOR
Bunlardan bazıları online sınavın iki
cihazla yürütülmesi, sınavdaki sorulara
birer dakika bile tanınmaması, sorulara
dönüş hakkı verilmemesi gibi kararlardı.
Aynı zamanda sınav sorularının kısıtlı
zamana rağmen zorlaştırılması, az
zamanda çok sayıda sınav yapılmak
istenmesi ve en önemlisi sosyal veya
ekonomik imkanları yeterli olmayan
öğrencilerin okula çağrılabilmesi gibi
öğrenciye güvenmeyen ve onun sağlığını
hiçe sayan kararlardı bunlar. Bizler tıp
fakültesi öğrencileri olarak yaşadığımız
mağduriyetin bir kaynağını da hala
alınamayan ve öğrenciyi mağdur etmeye
devam eden kararlarda da görüyoruz.
Tüm bunların yanı sıra diğer tıp fakülteleri
arasında da bir denge kurulamamaktadır.
Mağduriyet yaşayan öğrencilerin
akıllarında ister istemez beliren “Neden şu
üniversitenin tıp fakültesi kolaylık
sağlarken benim okulum beni bu kadar
mağdur ediyor” sorusu akılları
kurcalamakta, aynı bölümün farklı
üniversitelerinin arasındaki eşitsizlik de
gün geçtikçe artıyor. Özellikle
Anadolu’daki üniversitelerinin bu süreçte
bu kararları alma açısından sınıfta
kaldığını söyleyebiliriz.
Karantina sürecinin ilk dönemlerinde
söylenen “Sizleri mağdur etmeyeceğiz”
söylemleri bir yalandan ibaret olup hala
ülkenin dört bir yayından seslerini
duyurmaya çalışan fakat bir türlü
dinlenmeyen hekim adayları özellikle de
psikolojik açıdan son derece mağdur
edilmiştir. İlerde yaşanabilecek başka bir
salgın sürecinde şu anın hekim adaylarının
daha profesyonel davranan, öğrenciyi
gerçekten düşünen kararlar almaya
çalışan üniversite yetkililerine ihtiyacı
olduğu açıktır.
Fotoğraf: Pixabay
Hiçbir kupa sağlıktan
önemli değildir
Fotoğraf: Pixabay
Ali ALTUN
Hacettepe Üniversitesi
Salgınla birlikte kapatılan liglerin geri açılma
tartışmalarını Hacettepe Üniversitesi
UNIGFB sorumlu üyesi Onur Öktem ile konuştuk.
Futbolun endüstrileşmesiyle birlikte okumamız
gereken bu liglerin açılması durumu ilk
Almanya’da başladı. Türkiye’de buna itiraz edilse
de sonradan Fatih Terim’in açıklaması ile
durum tekrar tartışılmaya başlandı. Başlamadaki
bu ısrara karşı Onur: “Geri açılması şu dönemlerde
çok riskli bir durum öncelikle. Israr
eden kulüplerin ısrarı da ligde iyi bir form yakalamış
oldukları için diye tahmin ediyorum” dedi.
Bunun akabinde ligin devamı durumuna dair
açıklamalarda seyircisiz oynama ve takımlara
sürekli test yapılacağı belirtildi. Pozitif çıkan
kulüplerde eleme olacak ve lig böyle devam
edecek. Buna dair futbolcuların ve teknik direktörlerin
tavrını konuştuğumuzda “Sezon iptali
olmalı veya tamamen şu durumu atlattığımız
zaman devam etmeli geri kalan maçlar.
Yüksek mevkideki insanlar maça çıkalım para
alalım, kazanalım derdinde fakat sahada, salonda
vs. durum böyle değil oyuncular tedirgin.
Her ne kadar önlem alınsa da orda her türlü iletişim
yakın mesafe olacak. Mesela gol atmaya
giden bir futbolcu ya sosyal mesafeye uyalım
diye rakip takım müdahale etmeyecek mi? Futbolcuların
ve teknik direktörün tavrı gayet ciddi
olmalı maça çıkmak istememeli ki zaten
bence kulüpler karşı çıkmalı ilk önce. Hiçbir kupa
sağlıktan daha önemli değil.” dedi.
TAKIMIMIZI DESTEKLEMEK
İSTESEK DE...
Bu süreçte taraftarların tartışmalara ve sürece
dâhil edilmemesine karşı şunları söyledi:
“Ben de tutkulu bir taraftarım. Tekrar lig başlasın
bağıralım, hayatımızı adadığımız takım uğruna
maçlara gitmek istiyoruz ama maalesef
buna biraz ara vermek durumundayız. Her takımın
kendi renklerine bağlı tutkulu taraftar
kitlesi vardır. Ne yaparsanız yapın ne yasaklar
ne kurallar engel olabilir buna. Taraftarların olmaması
ev sahibi takımlar için olumsuz bir etkendir
ama eğer olur da maçlar başlarsa taraftarların
tribünlerde olması daha riskli sonuçlar
verebilir. Bundan dolayı taraftarın maçlara dâhil
olmaması lazım. Bildiğimiz gibi salgın sürecinde
işçi ve emekçiler çalışmaya devam ettiler.
Bu dönemde çalışmaya devam edilmesinin
nedeni işçi ve emekçilerin sağlığının düşünülmesi
değil aslında sermayenin sürekliliğin devamının
garantisidir. Birçok alanda bunun örneklerini
görmüş bulunuyoruz. Önemli olan kulüp
çalışanları, işçiler ve emekçiler, değil ligin
devamıyla birlikte sağlanacak kazançtır.”
Hacette Üniversitesi
MEKTUP17
öğrencilerden 0 not aldı
Ezgi KAYA
Hacettepe Üniversitesi
Örgün eğitimden online eğitim
sistemine geçilmesi birçok
tartışmayı beraberinde getirdi.
Salgın süreci öncesinde de ders
materyallerine -notlar, kaynak kitaplar-
erişemediğimiz, derslerden tutalım
da sınavlara kadar öğrenci odaklı
olmayan, ezbere dayalı, bilimsellikten
uzak bir eğitim alıyorduk. Ancak online
eğitime geçilmesiyle birlikte bu
sorunlar daha görünür ve yakıcı bir
hale geldi. Her ne kadar rektörlük tarafından
olabilecek ‘’en iyi’’ şekilde
yürütüldüğü söylense de online eğitimin
Hacettepe halini öğrencilerin gözünden
görmek ve çözüm yolunu daha
iyi tartışmak için bir anket düzenledik.
Anketimiz 12 sorudan oluşuyor ve
ankete 21 bölümden 300’e yakın öğrenci
katıldı. Ankete katılanların
%52,5’i 4’ten fazla ders için online eğitim
almıyor. Hatta anket sırasında konuştuğumuz
arkadaşlarımızla birkaç
bölümde online eğitimin sadece PDF
paylaşmakla kaldığını, böylesine niteliksiz
bir eğitim sürecinden sonra yapılacak
sınavlarınsa tüm bunlar gözetilmeden
online ve tüm konuları içerecek
şekilde yapılacağını bunun büyük bir
kaygı yarattığını aktardı. Hacettepe
Üniversitesi gerek sıhhiye kampüsünde
gerek mühendislik fakültelerinde oldukça
fazla laboratuvar dersi olan bir
üniversite ve bu dersler eğitimin önemli
bir kısmını kaplıyor. Genelde gelecek
senelerdeki laboratuvarlarla bağlantılı
birbirini takip eder vaziyette ilerliyor.
Bu süreçte “uygulamalı derslerin”
akıbeti ve yaz okulu konusundaki belirsizlik
belli fakültelerde sürüyor ve verilere
göre öğrencilerin %78,3’ü her zaman
%12,3’ü ise zaman zaman bu konu
hakkında kaygılandırıyor. Okulun
ise %91,3 oranında oyla bu belirsizlikleri
giderme noktasında yeterli ve hızlı
adım atmadığı genel bir kanı diyebiliriz.
ÖĞRENCİLERİN NE
BİLGİSAYARI NE
İNTERNET ERİŞİMİ VAR!
Online eğitime ulaşmakta zorluk çekenlerse
toplamın %26,3’ünü oluşturuyor.
Bu erişim sıkıntısının nedenlerinin
başında %42,9’la internet erişimi sağlayacak
bir aracın (bilgisayar, tablet)
yokluğu devamında %32,9’la maddi
imkânların yetersizliği ve onu izleyen
%24,7 ile bulunduğu yerde internet erişiminin
olmaması geliyor. Bu da başta
değindiğimiz gibi eğitime parasız ulaşma
hakkımızın bile olmadığını bu süreçte
daha da net görüyoruz. Hadi internet
erişimimizi bir şekilde hallettik.
Sonrasında karşımıza çıkansa online
eğitim sırasında yaşadığımız aksaklıklar
(sesin kesilmesi, slaytların okunmaması,
videonun duraklaması vb.) Böyle bir
sorun yaşadınız mı diye sorduğumuz
soruya verilen cevaplar okulun internet
erişimini bize sağlamadığı gibi bu konuda
öğretim üyelerine de gerekli desteği
sunmadığının göstergesi. %66,1
oranında evet… Bunun ne sıklıkla gerçekleştiği
şeklindeki soruya ise verilen
yoğunluklu cevaplar %57,1 ile birkaç
kez ve %31 ile çoğu kez oluyor.
Mezuniyet senesindeki arkadaşlarımızın
mezun olabilmekle ilgili kaygı
yaşayıp yaşamadıklarını sorduğumuz
soruya ise %85,5 gibi büyük bir kısım
evet cevabını veriyor. Bu da aslında
birkaç önceki soruyla da bağlantılı olarak
okulun bu konuda belirsizliği ve
kaygıyı azaltıcı açıklamalar yapmıyor
önlemler almıyor oluşundan kaynaklı
diyebiliriz.
OKUL YÖNETİMİ HER ŞEYİ
GÖZ ARDI EDİYOR
Eğitimin niteliğini 1 ile 10 arasında
puanlamalarını isteyen soruya ise verilen
cevaplar %29,4 ile en çok 3 verildiği,
6’dan sonrası içinse %10’dan daha
az işaretlendiğini görüyoruz. Zaten önceki
sorularda verilen yanıtlar da bunu
destekler nitelikte. Son soru olarak bu
aksaklıkların giderilmesi için sizce ne
yapılmalı diyerek birden çok şık işaretlenebilen
bir soru soruyoruz. Bu soruyu
ise okul yönetiminden hiç duymuyoruz.
Arkadaşlarımızdan 137’si herkes
için online eğitimlerde kullanılmak
üzere ücretsiz internet sağlanmalı
şıkkını, 126’sı sınavların ödev şeklinde
yapılması şıkkını 64 kişi sınavların yaz
döneminde yüz yüze yapılması şıkkını
84 kişi isteğe bağlı “pass/fail” uygulaması
getirilmesi şıkkını, 182 kişi ise sınavların
anlık olmamak kaydıyla internet
üzerinden yapılması şıkkını işaretlemiş.
Çözüm önerisi için çokça işaretlenen
şıklardan hiçbiri şu an için genel
bir yöntem olarak uygulanmıyor. Hatta
çoğu bölümde online sınavlar öğrencilerin
internete erişim problemi gözetilmeden
yapılmaya devam ediliyor. Bu
da aslında öğrencileri bu kadar ilgilendiren
bire bir içinde oldukları ve yaşadıkları
sürece neredeyse hiç dâhil edilmediklerini
kanıtlar nitelikte.
Görsel: Freepik
MEKTUP18
Bu anlayışla her eğitim
mağdur eder!
Hacettepe Üniversitesi
Son zamanlarda hayatımızın
bir parçası haline gelen
uzaktan eğitim beraberinde
birçok sorunla karşımıza çıktı.
Bilgisayar eksikliği, internete erişimin
güç olması, YÖK destekli
göstermelik internet paketinin
çekmemesi, hocaların bu dönemde
canlı dersi kaydetmek gibi
önerileri kabul etmeyerek öğrencilere
destek çıkmaması, akademinin
bu sorunlar karşısındaki
tavırları ve Hacettepe Üniversitesi’nin
sistemsel sorunları çoğu
öğrenciyi mağdur etti. Hacettepe
Üniversitesi Aile ve Tüketici Bilimleri
öğrencilerine bu sorunlara
dair düşüncelerini sorduk.
Verimsiz dersler
Onur ÖKTEM
1.sınıf
Uzaktan eğitim sadece sözel
dersler açısından iyi oldu çünkü
okulda da slayttan işlenen
derslerdi. Ama bu durumda bazı
sayısal derslerde ne yapılması
gerektiğini hocadan görememek
büyük bir kayıp. Formüller nerede,
nasıl kullanılır bunu biz slayttan
anlayamayız. Örnek soru da yok
ayrıca. Yüz yüze eğitim her zaman
öğretmen öğrenci ilişkisi içinde olduğu
için daha faydalı.
“Erişim problemleri giderilsin”
Eşitsizlik okul duvarlarını aşıyor
Nuri HALİLGİL
2.sınıf
Bence virüsün yayılma tehlikesine
karşı eğitimin bu
şekilde online devam etmesi
daha doğru ama sonuçta
herkes internet, bilgisayar, telefon
vs. gibi araçlara kolayca erişemiyor.
Bu şekilde erişim problemi
yaşayan arkadaşlar adına
devlet özellikle toplanan yardımlar
ile destek olabilir. Ayrıca
sınavlar da anlık olması yerine
daha uzun zaman aralığında yapılabilir
ya da ödev verilebilir.
Bir de dersleri takip ettiğimiz ve
ödev yüklediğimiz platformda
zaman zaman yaşanan donma,
çökme sorunları giderilebilir.
Çünkü bazen sırf bu yüzden çalışmalarımızı
siteye yükleyemiyoruz.
Bu gibi sıkıntılarla karşılaşılması
durumunda alternatif
çözümler oluşturulmalı diye düşünüyorum.
Fatih YALÇIN
3.sınıf
Hocaların istekleri açık değil
hiçbir şekilde. Gerek
sınavlardan ve bize verecekleri
ödevlerden nasıl bir ödev
istedikleri, sırf prosedür gereği
uygulama yapmaları ve hiçbir
açıklama yapmadan bu konuda
bir ödev hazırlayın demeleri sorun
teşkil ediyor benim açımdan.
21. yüzyıl gibi teknolojinin geliştiği
bir dönemde bir kesimin sorunsuz
bir şekilde eğitime erişmesi
bir kesiminse derslerden geri kalarak
bu ilkel sorunları yaşaması bizlere
eğitim eşitsizliğinin okul duvarlarından
aştığını gösterdi. Bu
sorunlar öğrencilerin final kaygılarını
da arttırıyor. Dönemin sonuna
yaklaşırken sorunların hala devam
ediyor olması birçoğumuzun hafızasında
bu dönemleri sorunlarla
hatırlamaktan, süreci iyi yönetememekten
öteye geçmeyecek. Bugün
yürütebileceğimiz en etkili yol
sıkılmadan bu sorunları birlikte dile
getirmek ve birlikte ses çıkarmak.
Hiçbir şey toz pembe değil
Eksik ve yanlış öğrenilen bilgiler
İsmail YILMAZ
2.sınıf
Bu sürecin ilk kez yaşandığını göz önünde
bulundurarak doğruyu yanlıştan
ayırabiliriz. İnsanlar bir amaç uğruna
çabalıyor. Belki işini layıkıyla yapan eğitimciler
de var. Gelgelim bu oran diğerlerine
göre çok düşük. İşini yapmış olmak için yapan
bir sürü birey var. Şayet öyle olmasaydı
bugün dertlerimiz yerine geleceğimizi
konuşuyor olurduk. Uzaktan eğitim bir yere
kadar faydalı. Hocaların sadece puan
verebilmek için ödev vermesi, öğrenci ve
öğretmen arasındaki iletişimsizlik bu eğitim
sürecini zorluyor. Kendi durumumuzu ele
alalım. Hocalar aynı az evvel bahsettiğim
gibi bir şeyleri aradan çıkarmaya çalışıyor.
Bir ödev gönderiyorsun gitti mi gitmedi mi
belli değil. Bir de her şey olağanüstü yolundaymış
gibi kopya riskini azaltmaya çalışan
eğitimciler var ki, evinde imkânın olsa dahi
derslerini verebilmek namümkün. Başta
iyimser duygularla düşünmek istedim. Her
şey çok yeniydi. Fakat bugün gelinen nokta
her şeyin hiç de tozpembe olmadığını gözler
önüne seriyor.
Hacettepe Üniversitesi
öğrencisi
Yüz yüze eğitimin avantajları yüksek
çünkü bir konuyu anlamadığımız anda
sorabiliyorduk veya derse gitmek için
fiziksel olarak bir hazırlık içinde olduğumuz
için beyin kendini derse hazırlıyordu. Ders
verimi açısından bu bizim için avantajdı. Online
olduğunda derse 1 dakika içinde girebiliyoruz
ve bu duruma beyin kendini hazırlayamıyor.
Verim açısından online eğitimin düşük
olma sebeplerinden birisi bence bu. Bu
süreçte bazı sınavların soru şeklinde değil
araştırma seklinde olması bilgileri öğrenmeyi,
yorumlamayı sağlayacak. Bu da sınav
sisteminden daha verimli olacaktır. Online
sistemden çıkarılan ders bu olmalı. Ayrıca
PDF üzerinden konulan konuları kendi kafamızda
olanlara göre anlıyoruz. Herhangi bir
yanlış anlaşılmada veya anlaşılmayan bir
konu olduğunda ders sorumlusuna ulaşmak
zor. Bunun sonucu olaraksa bilgiyi eksik
ya da yanlış öğrenmiş olacağız.
Tek bir seçenek
MEKTUP19
bir sürü belirsizlik
Bize
tek bir
seçenek sunuldu
ama bu bir sürü
problemimiz olduğu
gerçeğini
değiştirmiyordu.
Görsel: Pngtree
Eylül Dilara KILIÇ
Ege Üniversitesi
Bundan bir yıl önce bizlere “ilerde
dünyanız virüsle karşılaşacak, hepinizin
geleceği belirsizliğe sürüklenecek”
deselerdi muhtemelen hiçbirimiz ciddiye almazdık
ve hayatımıza devam ederdik. Bugüne
göre kampüsümüzde, sınıflarımızda, derslerimizde
yaşadığımız sıkıntıları kolayca dile
getirebiliyorduk. Hepimizin hayalini
kurup güç aldığı bir gelecek vardı
ve gözümüzde bugüne göre
belki biraz daha netti.
“HERKESE
EŞİT
FIRSATLAR
SUNULMADI”
Bu süreçte önce alt
yapısı yetersiz online
bir sistem koyuldu önümüze,
o sistem üzerinden
eğitim amaçlanmıştı
ama interneti olmayan
öğrenciler vardı ve arkadaşlarınızla
yardımlaşın,
olmazsa
okulu dondurun dediler.
Sisteme erişen
öğrenciler açısından da sorunlar vardı çünkü
sisteme yüklenen dersler yetersizdi. Aslında
eğitim yoktu, adı eğitim olan birkaç pdf’ten
ibaretti derslerimiz. Çünkü biz hiçbir şey öğrenmedik.
Uygulamalı dersler için proje ödevleri
istendi. Belki internetimiz yoktu, bilgisayarımız
yoktu belki de virüse yakalanmıştık ama
her durumda biz online sınavdan, ödevden ya
da projelerden sorumlu tutulduk. Puanlamalar
için değerlendirme ölçütleri belli değil. Neye
göre not alıyoruz bilmiyoruz. Fakat sorumluluğumuzu
yerine getiremediğimiz takdirde hayallerimizi
bir yıl ertelemek zorunda kalacaktık.
Herkese eşit fırsatlar sunulmadı. Bize tek
bir seçenek sunuldu ama bu bir sürü problemimiz
olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
Hayallerimizi ciddiye alan sadece kendimiz
gibi hissettik. Birçok öğrencinin geleceğe dair
inançları yok oldu. Sürekli yeni bir haber geliyor,
öğrencinin kafası daha çok karışıyor ve
kimse de net bir şey söylemiyordu. Biliyoruz ki
bizler hayatımızın her alanında eğitimden, geleceksizliğe,
işsizliğe kadar sesimizi duyurmaya
çalışıyoruz. Tüm bunlardan öğrendiğiniz tek
bir şey var; bizler tüm bunlara karşı haklı taleplerimizin
arkasında durarak, bunun için mücadele
ederek kazanabiliriz. Birlikte ses çıkardığımız
zaman bir şeylerin değişebileceğini görüyoruz
bu yüzden biz bizi düşünerek birbirimize
destek olmalıyız.
PDR’de meslek gaspı
Görsel: Freepik
Emre AKTAY
Selin ALKAN
Yıldız Teknik Üniversitesi
Psikolojik danışmanlık ve rehberlik alanında
yaşanan meslek gaspları son zamanlarda
fazlasıyla artmış durumda.
Sosyal mecralarda kendilerini yaşam koçu,
ilişki ve aile danışmanı vb. olarak tanımlayan
kişiler tarafından mesleki haklarımız
gasp ediliyor. Bunun yanısıra verilen kurslar
sayesinde alınan sertifikaların bizim 4 yıllık
lisans eğitimimiz sonrasında aldığımız diplomalar
ile neredeyse bir tutulması fazlasıyla
rahatsızlık veriyor. Bu kurslar ve eğitim
programları, legal olarak mesleki haklarımızın
gasp edilmesine zemin hazırlıyor. Hali
hazırda var olan çalışma alanlarımızın ve
kadrolarımızın kısıtlı olması bizi yeterince
umutsuzluğa itmiyormuş gibi bir de mesleki
haklarımızın gasp edilmesi geleceğe karşı
olan umutlarımızı kaybetmemize neden oluyor.
Birçok meslek alanında var olan yetersiz
kadrolar ve meslek gaspları bir an önce
çözüme kavuşturulmalı ve ruh sağlığı yasası
yürürlüğe girmelidir.
ARAŞTIRMALAR GASBI
KANITLIYOR
2012 yılında İbrahim Keklik ve Meliha Tuzgöl
Dost tarafından yapılan bir araştırmada,
(Dost, M.T., Keklik, (2012, Haziran) alanda
çalışanların gözünden psikolojik danışma ve
rehberlik alanının sorunları. Mehmet Akif Ersoy
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 389-
407. PDR alanının sorunları alanda çalışanların
gözünden ele almıştır. Yaş ortalaması yaklaşık
32 olan 71 kadın 37 erkekten oluşan gruba
beş adet soru sorulmuştur. Sorulardan ilki
çalıştıkları kurumda psikolojik danışman/rehber
öğretmen olarak görev yapmanın en zor
yanlarının ne olduğu üzerinedir. Çalışanların
sıraladığı en temel 10 zorluktan biri “alanı dışından
olan rehber öğretmenlerle birlikte
çalışmak” şeklinde olmuştur. Bu neticenin felsefe
öğrencileri her ne kadar psikoloji dersleri
almış olsalar da PDR alanına bir bütün olarak
bakıldığında yeterli olamamalarından kaynaklandığını
düşünüyorum. 2 haftalık ya da 36 saatlik
fark etmeksizin MEB’in açmış olduğu
rehberlik programları hiçbir zaman 4 yıllık lisans
programıyla eşdeğer olamayacaktır. Zaten
elde edilmek istenen sonuç ve yetkinlik yalnızca
rehberlik dersleriyle tamamlanabilseydi
bölümün adı psikolojik rehberlik ve danışmanlık
değil sadece rehberlik olurdu. Oysaki PDR
bir bütün olarak ele alınmalı ve hala bir rehber
öğretmene yüzden fazla öğrenci düşen yerler,
okullar varken PDR mezunları mağdur edilmemelidir.
PDR alanıda alternatif, ucuz ve kalitesiz
eğitimlere bırakılmamalıdır.
KÜLTÜR20
Görsel: Pixabay
Kızıl bir şair: Qedrî Can
Süleyman ATALAY
Diyarbakır
Hawar(dergi) ekolünün
en önemli isimlerinden
olan Qedrî
Can, 1911 yılında Mardin’in
Derik ilçesinde Abdulkadir
Can ismiyle dünyaya gelmiştir.
İlköğrenimi Derik’te tamamlayan
Qedrî Can, daha
sonra Konya Öğretmen Lisesi’nde
okumuştur. Konya’ya
gidince yaşama bakışı
değişir ve Kürtlüğünün farkına
varması süreci başlar.
Bu dönemde politik düşüncelerinden
ve Şeyh Said
ayaklanmasından dolayı devletin
kolluk güçleri tarafından
aranır. Antakya üzerinden
Suriye’nin Şam şehrine
yerleşmek zorunda kalır.
ANILARIN
ÖZLEMİYLE YANIP
TUTUŞAN QEDRÎ
CAN
Qedrî Can’ın sürgün olduğu
topraklar onun için bir
şansa dönüşür. Bütün zorluklara
rağmen Kürtçeyi yaşatmanın
ve geniş halk kitlelerine
ulaştırmanın yollarını arar.
Öykülerin ortak teması çocukluk
yılları ve anılardır diyebiliriz.
Qedrî Can, anılarını
ustalıkla edebiyat estetiği içinde
işlemiştir. Anılar Qedrî
Can’ın peşini bırakmamış ve
yaşadığı zamanlarda bile hep
Moskova’ya Gidiyorum
...
Gemiye bindim,
Beş yüz yoldaşla birlikte,
Hepsi de benden daha heyecanlı,
Kimisi Arap,
Kimisi Çerkes, Kürt, Ermeni...
Ama hepsinde aynı dil, aynı yürek,
Dostluğun dili, barışın...
Kardeşmiş gibi gidiyorlar Moskova’ya...
Şarkı, halay ve düğün,
Sevinç ve coşkularından
Minnettar oluyor denizin dalgaları, balıkları da,
Böyle böyle ulaştık Çanakkale’ye,
Sonra İstanbul,
geçmişin izini sürmüştür. Bu
anılarda ise çoğunlukla dostluğu,
tabiatı, Kürt geleneklerini
işler. Bazı feodal değerleri
eleştirmiş ve her defasında
birlikteliğe vurgu yapmıştır.
Yerel olanı işlerken dar kalıplara
girmemiş, evrensel olanı
ve insanlığın ortak dertlerini
göz ardı etmemiş, kendinden
yola çıkarken bütüne seslenmeyi
başarmıştır.
Yazılı Kürt edebiyatının ilk
ürünleri arasında yer almasına
rağmen hem kurduğu öykü
dünyası hem de dili onun
dünya edebiyatından ve gelişmelerden
haberdar olduğunu
apaçık gösterir. Çocukların
dünyasını ve geleneksel söylemlerden
dolayı oluşan batıl
inançların nasıl birer kâbusa
dönüşebileceğini bütün çıplaklığı
ve çocukluğun acımasız
dünyasının vurgusuyla işler.
Sonrasında ise viraneye dönüşen
ve bütün bir ömür boyunca
insanın peşini bırakmayan
vicdan azabına odaklanır.
Qedrî Can bütün öykülerinde
pastoral hayatı, bütün canlılığı
ve kendi gerçeklikleriyle ustalıkla
anlatır.
QEDRÎ CAN’IN ŞİİR
SANATI
Qedrî Can hem bugün bile
modern sayılan şiirleriyle (ki
en iyi şiirlerinden biri olan
Gula Sor’u(Kızıl Gül) Ciwan
Haco bestelemiştir) hem de
öyküleriyle Kürt edebiyatı
içinde kendine has bir yer edinir.
Bu besteyi ilk defa dinleyen
veya bu şiiri ilk defa okuyan
herkeste aşk şiiriymiş gibi
izlenim bırakıyor olsa da aslında
Qedrî Can bu şiirinde
komünizmi överek ona olan
ilgisini ifade eder. Şiirleri ve
öyküleri Hawar, Ronahî gibi
Kürt entelektüel dergilerinde
ve Roja Nû gazetesinde yayımlanmıştır.
Eserlerini Kürtçe’nin
Kurmancî lehçesinde
yazmıştır. Şiirlerinde enternasyonalizme
ve Kürt ulusal
bilince vurgu yapmıştır. Çağdaşları
Kürt şairi Cegerxwîn‘den,
Türk şairi Nazim
Hikmet‘ten ve Rus şairi Vladimir
Mayakovski‘den etkilenmiştir.
1957 yılında Moskova’da
gerçekleştirilecek
olan Dünya Gençlik Konferansı
Qedrî Can’ın hayatında,
politik ve sanatsal gelişiminde
büyük bir dönüm noktası olmuştur.
Yola çıkmadan önce
Kürt Profesör Qanadê Kurdo‘ya
telgraf çekerek Moskova‘ya
geleceğini belirtmiştir.
Dönemin ünlü Kürdologları
A.İ Orbelli ve Profesör Qanadê
Kurdo’nun yardımıyla Suriye’den
çıkarak, İstanbul ve
Odessa üzerinden Moskova’ya
ulaşır. Bu yolculuk sırasında
“Ez diçim Mosko”
(Moskova’ya Gidiyorum) şiirini
yazar ve şiirde İstanbul’dan
Nâzım Hikmet’in
memleketi olarak bahseder.
Memleketi ve şehri Nâzım Hikmet’in
Çocuk Nâzım Hikmet o beşikte
Sallandı,
Şefkatli annesi burada
Özgürlük ninnileri söylerdi bebek Nazım›a,
Büyük Nâzım Hikmet’in sesi
İstibdata karşı gürlerdi orada...
Amma şehir hazin bugün
Fedakâr ve vefakâr oğlundan uzakta...
İnliyor...
Amerika’nın ve vatanı satanların ayakları altında.
...
Qedrî Can - Ez diçim Mosko / Moskova’ya Gidiyorum
(Moskova-1957)
Sıla Yılmaz
Egemenliği altındayız
Acının
Hüznün
Ayrılığın
Yarınlar hüsran
Yarınlar karanlık
Bu hep böyle mi gider?
İnsanın insan sevmesi hayal olmuş
Tutsağız her birimiz
Zincirlenmişiz ruhlarımızdan
Teslim etmişiz özgürlüğümüzü
Hayallerimizi
Yarınlarımızı
Egemenliği altındayız
Eşitsizliğin
Değersizliğin
Kapitalizmin
Bu hep böyle mi gider?
Öldürülmüş geleceğe sevdalı çocuklar
Serbest bırakılmış failleri bir kararla
Yok sayılmış tüm suçlar
Hücre tipi bir yaşamda özgür medya
Prangalanmış düşünceler
Kronikleşmiş tutuklamalar
İnkâr edilmiş tüm renkler
Tek renkle boyanmış tablolar
Tutsak olmuş fikirler
Egemenliği altındayız
Baskının
Adaletsizliğin
Yarınsızlığın
Bu hep böyle mi gider?
Eşitlik istiyoruz herkes için
Alevi, Sünni, Laz
Türk, Kürt, Çerkez
Haykırıyoruz hep bir ağızdan
İnsanlık adına
Özgürlük adına
Yarın adına
İnsanız,
İnsanca yaşam istiyoruz!
Yarınlar bizim
Umut bizim
Sevda bizim
Emek bizim
Bu hayat bizim!
Emek çarkın dişidir,
Bu çark böyle dönmez!..
Bu hep
böyle mi
gider?
Görsel: Rawpixel
KÜLTÜR21
“Kimi insan ezbere sayar
yıldızların adını, ben hasretlerin ”*
Manolya GEZGİN
YTÜ
Anadolu’da bir köyün köy
mezarlığına, Hasan Bey’in vurduğu
ırgat Osman ile toprağı çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe’nin arasına
gömülmeyen, gömdürülmeyen Nazım
Hikmet’in ölümünün üzerinden elli yedi yıl
geçti. Yazıları bu elli yedi yılda elliden fazla
dile çevrildi. Bu dillerin hepsinde farklı bir
dünya özlemini, emperyalistlerin halklara
baskısını, kapitalizmin çelişkilerini anlattı.
Çok sevildi, sokaklara taştı, tarihten ilham
aldı, tarihe tanıklık etti. Şüphesiz çok
ayrılıklar çekti hasretliği tattı. Çok sevdiği
memleketinden, oğlundan, İstanbul’undan,
anasından uzakta kalmak zorunda kaldı.
Şimdiye kadar “güneşli günler görmek” ve
“motorları maviliklere sürebilmek” için
sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma
yolunda mücadeleyi onsuz sürdürdüğümüz
57 sene geçirdik. Tüm bunları haykırdığı
eserlerinin doruk noktası olarak kabul
edilen Memleketimden İnsan Manzaraları
ise altmış yılı doldurdu ancak Nazım hala
anlatmaya ve biz gençlerde ses bulmaya
devam ediyor.
ŞİİRLERİ TARİHE TANIKLIK EDER
“Memleketimden İnsan Manzaraları”
Nazım Hikmet’in haksız yere on üç yıl
yatmak zorunda kaldığı Bursa
Hapishanesi’nde yazılmaya başlanmış, ilk
başta şair tarafından on iki bin dize, dört
kitap olarak tasarlanmıştı. Eserin yazımı
planlanandan farklı gitmiş dize sayısı
yaklaşık on yedi bine kitap sayısı ise beşe
çıkmıştı. Nazım Hikmet hapishaneden
çıktıktan bir sene sonra da yazmayı
sürdürmüş dize sayısı altmış bine çıkmıştı.
Ancak Türkiye’den kaçarken yakalanıp
polisin eline düşmesi korkusuyla birçok
bölümü arkadaşlarına dağıtılmıştı. Bunların
bir kısmı ise dost evlerinden polisin eline
geçmiş birçoğu ise yakılmıştı. Eserin adı
ise birkaç defa sırasıyla “Ansiklopedi,
Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, 1941 senesi
İnsan Manzaraları, 1941 Senesinde
Türkiye’de İnsan Manzaraları,
Memleketimden İnsan Manzaraları…” gibi
isimlerle değişmişti. Eser 1908-1948 yılları
arasında Türkiye’de yaşananları anlatması
bakımından önemini korur. Bir nevi tarihin
şiirli anlatımıdır. Kemal Tahir’e
hapishaneden yazdığı mektupta eserin şu
amaçları taşıyacağını söyler: Bu eserin
okunduktan sonra vıcık vıcık insan
kaynağından geçilmiş gibi hissedilmesi, bu
insan mahşerinin çeşitli sınıflara mensup
Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye’nin
sosyal durumunu tarihin diyalektik seyri ve
akışıyla anlatması, Türkiye’yi çevreleyen
dünya durumunun anlaşılması, nereden
gelinip nereye gidildiği sorularına cevap
verilmesi…
KAMERALI ŞAİR
Roman, tiyatro oyunları, öykü, çocuk
kitapları, fıkra gibi değişik türde eserler
veren ve 1926 yılında Moskova’da “Metla”
adında bir tiyatro kurup tiyatro ile
sinemanın olanaklarını birleştirmeye
çalışan Nazım Hikmet sinemanın diğer
sanat alanlarını olduğu gibi şiiri de
Nazım Hikmet Berlin’de, Wikimedia Commons
(CC by 3.0) Fotoğraf: Sturm, Horst
etkilediğini kendi şiirlerinde
deneyimlemişti. Bu yüzden onun
yönetmenliğini yaptığı en büyük filmin
“Memleketimden İnsan Manzaraları”
olduğunu söylersek yanılmış olmayız.
Sovyet yönetmen Dzigo Vertov’un yazıp
yönettiği “Kameralı Adam”” gibi biz
okuyucuya “gerçeğin düzenlenmiş halini”
ortaya koyar. Nazım da Vertov gibi
gözünün önüne bir kamera koymuş ve
şiirleriyle 1908-1948 yılları arasındaki
“insan manzaralarını” aktarmıştır. Bu
insanları anlatırken onların görüşlerine
oldukça önem vermiş hapishanedeki koğuş
arkadaşlarına bu şiirlerini okumuştur. Ne
de olsa anlatılan onların gerçekliği onların
hikâyesidir. Koğuş arkadaşlarının günlük
hayatta kullanmadığı kelimeleri şiirden
atmış, onların uzun bulduğu yerleri
kesmiştir.
“İNSAN” MANZARALARI
Eserin ilk kitabında halktan kişiler
işçiler, köylüler, askerler, jandarmalar,
serseriler, işsizler, sakatlar ve
hükümlüler; ikinci kitapta yataklı
vagonlarda giden kişiler: Gazeteciler,
politikacılar, kapitalistler, küçük ve
büyük politikacılar anlatılmakta
üçüncü kitapta Sosyalist Halil ve onun
yaşamı eklenmektedir. Dördüncü kitap
Türkiye’de ağalarla köylüler arasındaki
ilişkileri, halkın çaresizlikleri ikinci
dünya savaşı gibi konular işlenirken
beşinci bölümde savaş yıllarında
İstanbul’da çekilen sıkıntılar
anlatılmaktadır. Nazım Hikmet tek tek
insanların hikâyelerini kendi sınıfsal
dilleriyle anlatarak evrenseli
yakalamayı başarmıştır. Bu insanların
çeşitli zayıflıklarını saplantılarını es
geçmeden onları kahramanlaştırmadan
ya da onları teatral özellikler içerisine
boğmadan kendi doğallıkları içerisinde
aktarmış ve yalnızca ezilenleri değil
onları ezenlerin ve bu sömürü
dünyasının çirkinliğini gerçeğin tüm
çıplaklığıyla anlatmıştır. Kendisinin
istediği gibi sanatı sokağa inmiş, halka
açılmış yalnızca estetik değil ideolojik
bir işlev kazanmıştır. Eskiye bağlı
kalmaktan kurtulmuş geleceğin
kurulmasına katkı sağlamıştır.
Şiirleri insana dair önemli bir
gerçeği tekrar insanlığın ellerine
bırakmaya devam ediyor: İnsanın
büyük bir yapabilme gücü vardır ve
kendinden başka dayanağı yoktur.
Şüphesiz elli iki yaşlarında işsiz kalan Galip
Ustalar hala kara kara yarını düşünüyor,
hala çocuk Kemaller beş yaşında
kundurasız ve gömleksiz, hala on üç
yaşındaki Atifet Tophane Caddesi,
Galata’da çorapta çalışır, on dokuzunda
Fuat’ın elleri üç arkadaş perdeleri indirip
bir kitap okudukları için kelepçelidir. Hala
canım ciğerim on üç yaşındaki işçi Kerim
yirminci yüzyılın en umutlu adamıdır.
1* Nazım Hikmet, Otobiyografi, 11 eylül
1961,Doğu Berlin
Asım Bezirci, Nazım Hikmet
2 Nazım Hikmet, Kemal Tahir’e
Mektuplar
MEKTUP
22
Covid-19 ve akademik bilgi üretimi
Çin, ABD ve AB arasında geçen aşıyı önce bulma ve piyasaya sürme rekabeti
veya Fransa menşeili Sanofi ilaç şirketinin “yatırım yapmayı göze aldıkları için”
ABD’nin siparişte öncelik hakkına sahip olacağını açıklaması bilginin kapitalist
ve emperyalist stratejilere bağlı olarak nasıl metalaştığını ortaya koyuyor.
Berke TAŞ
Onur KARADUMAN
ODTÜ
İçinde bulunduğumuz “olağanüstü”
koşulları anlayabilmek için, bu koşulları
hazırlayan “olağan” toplumsal üretim
ilişkilerine bakmak gerektiği düşünülürse
Covid-19 salgını bağlamında akademik bilgi
üretimine dair bir inceleme de kapitalizmin
işleyişinden bağımsız ele alınamayacağı
görülür. Bu doğrultuda bilginin ortaya
çıktığı koşullara baktığımızda, salgın
öncesinde olduğu gibi mevcut durumda da
üretilen bilginin tıpkı dolaşıma giren diğer
metalar gibi market ilişkilerinin yapısal
gerekliliklerine, yani kapitalist sınıf için
değer veya kar üretme stratejilerine tabi
olduğunu görürüz.
AŞI SÜRECİN NERESİNDE?
Örneğin, her ne kadar salgının ortadan
kaldırılmasında önemli çözüm araçlarından
biri olarak gözükse de bilim alanındaki
emek-sermayenin büyük bölümünün aşı
üretimine dair araştırmalarda
yoğunlaşması; halihazırda tespit
edilebilecek hastalığa yatkın nüfusun,
çalışmak zorunda olan işçilerin, okuldaki
sosyallikten kopmuş çocukların veya
değişen ev içi dinamiklerden olumsuz
etkilenebilecek öğrencilerin ve kadınların
ihtiyaçlarına yönelik planlı bir kamu sağlığı
geliştirmeye dair bilgi üretmenin ise
değersiz görülmesi, kapitalizmin bilgiyi bir
inovasyon ve teknoloji geliştirme aracı,
yeni sömürü alanlarının/pazarların
keşfinde sınıfsal bir silah ve sermayenin
sürekli genişleyen dolaşımında etken bir
güç olarak ürettiğini gösteriyor. Yani
Marx’ın meta fetişizmi betimlemesinde
üreticilerin emekleriyle kurdukları ilişkiyi
diğer üreticilerle ve sermaye ile olan
bağları üzerinden değil de metalar
arasındaki nesnel ve kendinden menkul
ilişkiler olarak algılamalarına paralel
olarak* (Marx, 2017) toplumsal aktörlerin
bir inovasyon fetişizmi ekseninde Covid-19
aşısına ve araştırmalarına üretim
ilişkilerinden soyutlanmış ideolojik bir güç
atfettiğini görüyoruz. Oysa aşının
bulunması senaryosunda bile, bunun kimin
için refah, sağlık ve zenginlik getireceği
veya kimin hangi aşamada bu hizmetten
faydalanacağı da oldukça sınıfsal bir
mesele.
Ayrıca araştırmaların gittikçe artan
oranda şirket fonlarına bağımlılığı, devletin
kapitalist sınıfsal ilişkilerin koruyucusu
olma rolü doğrultusunda market kriterleri
ve taleplerine uygun araştırmalara yatırım
yapması, üniversitelerin bir ideolojik aygıt
olarak** (Althusser, 2008) sistemin
ihtiyaçlarına yönelik veri, analiz ve
uzmanlık üretmesi ekseninde bir değer
üretme alanı olarak şirketleşmesi ve
araştırma şirketlerinin bilimsel alandaki
hakimiyeti, salgın bağlamında akademik
bilgi üretimini anlama noktasında gözden
kaçırılmaması gereken boyutlar. Bu açıdan
Çin, ABD ve AB arasında geçen aşıyı önce
bulma ve piyasaya sürme rekabeti veya
Fransa menşeili Sanofi ilaç şirketinin
“yatırım yapmayı göze aldıkları için”
ABD’nin siparişte öncelik hakkına sahip
olacağını açıklaması*** bilginin kapitalist
ve emperyalist stratejilere bağlı olarak
nasıl metalaştığını ortaya koyuyor. Bu da
aşının bulunması durumunda bir bölgedeki
ihtiyaca ya da durumun kritik olup
olmamasına dönük endişelerin ikinci
planda olacağını gösteriyor.
BİLGİ PAYLAŞIM KÜLTÜRÜNDEKİ
DEĞİŞİMLER
Öte yandan, Covid-19 salgını bağlamında
akademik araştırma pratiklerinde ve bilgi
paylaşım kültüründe de bazı değişimler
olduğu gözlemleniyor. Birçok online
akademik derginin Covid-19 hakkındaki
içeriklerini ücretsiz kullanıma açmasının
yanında, virüsle ilgili bulguların bir an önce
paylaşılması adına birçok araştırma daha
ön baskı aşamasındayken çeşitli
platformlardan dolaşıma giriyor.**** Bu
durum her ne kadar bilgiye ulaşmayı ve
mevcut bulgular ışığında yenilerine
ulaşmayı hızlandırıyor gibi gözükse de
değişmeye sürekli açık bir bilgi enflasyonu,
bilgi kirliliğinden doğan bir belirsizlik hali
ve kaotik karar alma süreçlerini de
beraberinde getiriyor. Örneğin, salgın
sürecinde bir noktada Avrupalı bazı
araştırmacılar, Fransa sağlık bakanı ve
WHO yeterli bilimsel dayanakları olmadığı
halde ibuprofen içerikli ağrı kesici
kullanımının Covid-19’un tedavisini olumsuz
etkileyebileceğini açıklamıştı, fakat daha
sonraki bulgular açıklamalarını geri
almalarını gerektirdi.***** Benzer şekilde,
bazı araştırmacılar diyabet ve
hipertansiyon ilaçlarının hastalığın seyrini
olumsuz etkileyebileceğini açıklamışlardı.
Fakat kısa süre sonra bunun da hatalı bir
görüş olduğu ortaya çıktı. Ek olarak, belki
de durumun kontrol altına alındığı
izlenimini de yaratmak amacıyla, bazı
ülkeler “ilacı bulduk” şeklinde açıklamalar
bile yaptı; oysa durum çoğunlukla sıtma
ilacı ve türevlerinin denenmesi ve tedavide
bir kısım başarı sağlanmasından ibaretti.
Bu gibi olaylar bilgi üretimi, paylaşımı ve
kullanımı süreçlerinin de kapitalizmin
yapısal olarak dayattığı seri üretim
koşulları, rekabete dayalı sermaye
oluşumu ve hızlanan karar alma/risk
yönetimi/politika üretimi gibi eğilimlerden
bağımsız düşünülemeyeceğini gösteriyor.
Yine de araştırmacılar arasında artan
etkileşim, hızlı ve ücretsiz bilgi paylaşımı
refleksi ve online akademik dergilerin
sömürü stratejilerine karşı bir cephe
oluşturabilecek alternatif paylaşım
platformlarının veya dayanışma-ortak
üretim ağlarının kurulması, bilgi üretim
alanının toplumsal ilişkilerin
metalaşmasına karşı önemli bir mücadele
hattı da teşkil edebileceğine işaret ediyor.
Bu anlamda, Covid-19 ile mücadele
kapsamında emek-sermaye üretiminde
önemli bir rol üstlenen bilimsel ve
akademik alanın, bundan sonraki
süreçlerde de çelişkilerin yoğun olarak
hissedildiği ve alternatif oluşumlara
duyarlılık geliştirebilecek bir konumda
olması kaçınılmaz gözüküyor.
Kaynakça
*Marx, K. (2010). Kapital. İstanbul: Yordam
Kitap.
**Althusser, L. (2008). On Ideology.
London-New York: Verso.
***https://www.bloomberg.com/news/
articles/2020-05-13/u-s-to-get-sanofi-covidvaccine-first-if-it-succeeds-ceo-says
****https://www.natureindex.com/newsblog/how-previous-outbreaks-preparedresearchers-for-coronavirus
*****https://theconversation.com/
coronavirus-research-done-too-fast-istesting-publishing-safeguards-bad-scienceis-getting-through-134653
İllüstrasyon: pngtree
KÜLTÜR23
SSCB'de spor
ve işçi sporu
SSBC’de sporun anlamı dar kalıplara sıkışmış ve toplumda arz talebe dayalı bir
ticari ilişkiye indirgenmiş bir anlayışın çok daha ötesindedir.
Bu yazımızda SSCB’deki spor faaliyetlerini,
sporun amacını ve işçi sporuyla burjuva
sporu arasındaki farklara değinmeye
çalışacağız. Elbette Ekim Devrimi’nden sonra
eğitim, sağlık vs gibi pek çok alanda eski
bozuşmuş sistemi yıkıp yerine halkçı ve halkın
yönetiminde söz sahibi olduğu sistemler kuran
Rusya İşçi Sınıfı spor alanında da pek çok devrim
niteliğinde işler gerçekleştirdi. Spor; devrim
öncesi Rusya’da olduğu gibi küçük bir azınlığın
gerçekleştirebildiği bir aktivite olmaktan çıkarıp,
hem ordu ve fabrikalarda çalışan işçileri diri
tutacak hem de halk sağlığı açısından herkesin
gerçekleştirebileceği bir aktivite haline getirildi.
Sadece Ekim Devrimi öncesi Rusyası değil aslında
günümüzü de düşünecek olursak bugün haftada
6 gün günde 12 saat çalışan bir işçinin bir yandan
fiziksel ve zihinsel sağlığını diri tutmak amacıyla
bir spor faaliyeti yürütmesi imkansızdır. Kaldı ki
sadece çalışma süresi ve yoğunluğuyla alakalı
değil bugün milyonlarca emekçinin ücretsiz ve
nitelikli bir şekilde faydalanabileceği spor tesisleri
de bulunmamaktadır.
REKABET VE HIRSTAN SIYRILMIŞ SPOR
SSCB’de bu sorunu çözmek amacıyla hızla
ülkenin her yerinde işçi kulüpleri kurulmaya
başlandı. Bu işçi kulüpleri işçilerin boş zamanlarını
değerlendirmeleri için oluşturulan kurumlardı.
Burada işçiler sinema, dans, spor vs. gibi
aktivitelere katılıyor hem eğleniyor hem de bir
şekilde üretici bir faaliyette bulunuyordu. Genelde
en çok tercih edilen aktivite sinemaydı ancak bu
kulüplerde işçilerin kullanabileceği spor tesisleri,
fiziksel gelişimlerini yönlendirebilecek eğitmenler
de bulunuyordu. Ayrıca zorunlu eğitim aşamasında
çocukların fiziksel gelişimini sağlamak amacıyla
jimnastik, atletizm gibi sporlar eğitimin ana
parçasını oluşturuyordu. SSCB’de sporun temel
amacı yukarıda değindiğimiz gibi hem ordu ve
fabrika işçilerinin diri tutulması hem de halk
sağlığı açısından herkesin ulaşabileceği bir
aktivite haline getirilmesiydi. Spor, rekabet ve
hırstan sıyrılmış, eğlence ve fiziksel gelişimin,
dostça ve kollektif bir şekilde üretim sürecinin
devam etmesinin bir aracı haline gelmiştir. SBKP
18. Kongresi’nden sonra revizyonizmin parti
içerisinde iktidara gelmesi, kapitalist
restorasyonun başlaması ve soğuk savaş yılları bu
anlayışı zamanla ortadan kaldırmış olsa da sporun
geniş kitlelere yayılmış olması SSCB’nin uzun yıllar
boyunca bütün spor branşlarında hep üst düzey
başarılar elde etmesini sağlamıştır.
İŞÇİ SPORLARI VS İŞÇİ OLİMPİYATLARI
İşçi sporları dediğimiz şey aslında ilk kez
SSCB’de başlayan bir şey değildir. İlk işçi jimnastik
kulübü 1891’de Viyana’da kurulmuştur. Özellikle
futbolun dünya ölçeğinde yaygınlaşmasıyla
Amerika ve Avrupa’da pek çok işçi kulübü
kurulmuştur. İşçi sınıfının çalışma sürelerini 8
saate indirdiği 1.Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi
sonrası Avrupa’da bu eski kuşak işçilerin hayalini
dahi kuramadığı bir “boş zaman” kavramının
ortaya çıkmasına sebep oldu. Burjuvazi bu boş
zamanın kendi aleyhine dönmemesini sağlamak
için spor gibi pek çok toplumsal uğraşı
biçimlendirmeye başladı. İşçiler, gençler spora
büyük ilgi duyuyordu ancak burjuvazinin
kontrolünde spor bireyciliğin, rekabetçiliğin,
cinsiyetçiliğin ve milliyetçiliğin yeniden üretildiği
ticari bir endüstri haline getiriliyordu. Çok
geçmeden işçi sınıfı ve örgütleri bu duruma el
koydu ve kurulan işçi kulüpleri burjuva sporundan
farklı bir işçi sporu kavramını ortaya attı. Burada
işçi sporuyla burjuva sporu arasındaki fark,
yapılan sporlar değil sporların yapılma amacı ve
biçimiydi. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi
önderlerinden Julian Deutsch bu iki akımı
kıyaslarken şöyle diyor; “İşçi sporları, varsıl
sınıfların sporlarıyla temelden ayrışır. İkincisi
bireyciyken ilki kolektivisttir. Burjuva spor,
bireysel performansı ve rekorları öne çıkarırken
işçi sporları kitlesel başarıyı ve dayanışmayı
önemser. Burjuva spor ve işçi sporu sadece
siyaseten zıt değildir aynı zamanda derin olgusal
farklılıklara da sahiptir… İşçi sporları yeni
proletarya kültürünün gelişimiyle yakından
ilişkilidir. İşçilerin, barları terk edip güzel tabiat
yürüyüşleri yapar hale gelmesini sağlamıştır,
vücutlarının tüm bölgelerini geliştirmelerini ve
sakatlıklardan nasıl korunacaklarını öğretmiştir,
onlara cesaret ve kendine güven aşılamış, kendi
güçlerine olan inançlarını sağlamlaştırmış böylece
entelektüel gelişimleri için gerekli koşulları
oluşturmuştur.”
“FAŞİZM KIZIL VİYANA’DA ASLA
GOL ATAMAYACAK”
İlk işçi olimpiyatı 1925 yılında 2 milyona yakın
üyesi bulunan Sosyalist İşçilerin Spor
Enternasyonali tarafından Frankfurt’ta
gerçekleştirildi. Proletaryanın bu
organizasyonunda milliyetçiliğe yer yoktu ve
ulusal bayraklar sallandırılmadı, ulusal marşlar
okunmadı. 1931 Viyana olimpiyatları ise işçi
sporlarının zirvesi olarak kabul edilir. 2500 sporcu
bu olimpiyata katılmıştı. Sosyalist Viyana
Konseyi’nin inşa ettiği stadyumda 65 bin emekçi
bu oyunları izledi. İşçi sporları ve olimpiyatları
burjuva sporunda olduğu gibi ikiyüzlü bir “Spora
siyaset karışmasın” ilkesine sahip değildi. Hatta
1931 Viyana olimpiyatlarında işçilerin taşıdığı
“Faşizm Kızıl Viyana’da Asla Gol Atamayacak”
pankartı işçi sporlarının ve olimpiyatlarının politik
tutumlarını net bir şekilde gösterir. SSCB’de
sosyalizmin yenilgisi, işçi sınıfı örgütlerinin dünya
ölçeğinde büyük darbeler aldığı neoliberal yeni
dünya düzeni dönemi itibariyle maalesef işçi
sporlarının artık kitlesel bir temsiliyeti kalmamıştır
ancak sosyalizm bütün alanlarda olduğu gibi spor
alanında insanlığa çok şey katmış ve rekabetçi,
bireyci bir spor yerine; kolektivist, kitlesel başarı
ve dayanışmanın öne çıktığı bir sporun mümkün
olduğunu bizlere göstermiştir.
Kaynakça ve Okuma Önerileri
https://www.evrensel.net/yazi/81096/iscisporlari-hareketi-1-burjuva-ve-isci-sporu-ayrimi
https://www.evrensel.net/yazi/81147/iscisporlari-hareketi-2-isci-olimpiyatlari
https://www.evrensel.net/yazi/81195/iscisporlari-hareketi-3-avusturyada-spor-veantifasist-hareket
https://ozgurlukdunyasi.org/arsiv/248-sayi-
233/602-olimpiyatlar-kimin-oyunlari
Forging a Militant Working-Class Culture,
Gabriel Kuhn
Fotoğraf:Pxhere
Dünüyle, bugünüyle, yarınıyla Genetik Mühendisliği
İllüstrasyon: Pixabay
Canlılar üzerindeki manipülasyon
insanlık tarihinde uzun zamandır
yer alan bir olay. Doğadaki
seçilimi kontrol ederek mantık ve ihtiyaç
çerçevesinde yapılan hayvanlardaki
ve bitkilerdeki “yapay seçilim” ile binlerce
yıldır çeşitli canlıların üretiliyor.
Bu yöntem seçilim üzerindeki manipülasyonlarla
kontrol altındayken genetik
mühendisliğiyle beraber evrimin çeşitlilik
yaratan mekanizmaları üzerinde
de değişikler yapabilme yetisi gelişmiş
oldu. Doğada normalde bakteriler ve
virüsler girdikleri konak hücrelere genlerini
verebilirler veya onlardaki genleri
kendi genomlarına ekleyebilirler ve
daha sonra başka bir konağa geçtikleri
zaman da bu aldıkları genleri yeni konağın
genomuna ekleyebilirler. Kalıtım
ebeveynde yavrulara aktarım şeklinde
“dikey” olarak düşünülürse; normalde
yakın akraba bile olmayan canlılar arasında
dahi gerçekleşebilecek bu aktarıma
da “yatay gen transferi” demiş oluyoruz.
Çoğu zaman genetik mühendisliğinde
yapılan da modern DNA teknolojilerini
kullanıp bir diğer canlının genomundan
belli bir parçayı alıp (tek bir baz da olabilir,
bir bölge de olabilir) bir diğer canlının
genomuna o parçanın eklenmesidir.
Bu sayede evrimsel süreçte henüz
ortaya çıkmamış genetik kombinasyonları
sağlamak mümkün olabiliyor.
GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ
ORGANİZMA
Genetiği değiştirilmiş organizmalar
(GDO) denilince her ne kadar akıllara
bitkiler gelse de tabii ki genetiği üzerinde
değişiklikler yapılan hayvanlar da bu
gruba dahildir. Aktarımlarda genelde
kullanılan bakteri ve maya mantarlarında
bu canlılardaki “plazmid” adı verilen
halkasal DNA’nın izole edilip özel enzimler
kullanılarak kesilerek DNA’nın
üzerinde boşluk yaratılmış olunur ve de
bu boşluğa da canlıya eklenmesi istenen
gen eklenebilmiş olur. 1986’ da ilk defa
besinlerin alanına giren GDO’da sıfırın
altındaki sıcaklıklara dirençli olan bakterilerin
spesifik genleri bitkilere aktarılarak
soğuğa dirençli bitkiler üretilmiştir.
Örneğin Tip-1 diyabet hastalığı olan kişilerde
üretilemeyen insülin; normalde
insülini üretecek genlerin bulunmadığı
maya mantarı ve bakteri gibi canlılara o
genler aktarılarak insülin üretimi sağlanmıştır.
Hayvanlarda da yapılan çalışmalar temel
olarak belli bir hastalığa sahip olduğu
bilinen hayvanların genlerinin değiştirilerek
yeni organların ya da kimyasalların
vücut içerisinde üretilmesini sağlamak
ve yapılan deneyler üzerinden de
hastalığın tedavisinin bulunmasını amaçlıyor.
.
GÖSTERİLMEYEN
KARANLIK YÜZ
GDO tartışmaları özellikle besin tartışmaları
üzerinden sürdürüldüğü zaman
sürekli bir “cennet” hayali üzerinden tanıtımı
yapılıyor. Hastalıksız, mükemmel,
sayıca çok fazla besinler… Ancak biliyoruz
ki kıtlık ya da besin yetersizliği sadece
bilimsel bir sorun değil daha çok toplumsal
bir sorun olarak karşımızda duruyor.
Ayrıca bahsedilen manipülasyonlar
“insanlık” yararına değil daha çok bu
tarz çalışmaları gerçekleştiren firmaların,
şirketlerin kar güdüsü ile yürüttükleri
çalışmalar olmuş oluyor.
Özellikle son zamanlarda geliştirilen
CRISPR gibi daha yüksek başarıya sahip
yöntemlerle birçok hayvan üzerinde
yapılan çalışmalar artmış durumda. Keçiler
üzerinde genomlarını düzenleyerek
daha fazla yün ve daha fazla kas dokusunun
üretimi sağlanabiliyor. Kas oluşumunu
kontrol eden gende tek harf değişikliklerle
Arnold Schwarzenegger vari
tamamen estetik amaçlı kaslı köpekler
üretildiği gibi domuz genomunda büyüme
hormonuna tepki veren bir genin etkinliğinin
durdurulmasıyla evcil olarak
kullanılmak için küçük domuzlar da üretilebiliyor.
Ayrıca laboratuvarda üretilecek etlerle
beraber sera gazı etkisinin azaltılacağına
dair yapılan reklamlar da daha çok
maliyetin düşürülmesine yönelik olan argümanların
(daha az enerji, daha az arazi,
daha az su kullanımı) sürülüyor olması
da yine asıl amacın kar güdüsü olduğunu;
doğaya bir düşmancasına yaklaşan
kapitalistlerin de böyle durumlarda doğaya
dostmuşçasına gibi gösterdikleri
durumlarında aslında yapılan işin çok
nadir gelişen bir sonucu olduğunu görebiliyoruz.
Biliyoruz ki bilimsel çalışmalar ve bilimsel
gelişmeler araştırmadan, yatırımdan,
yenilikten fazlasını gerektirmektedir.
Şimdiye kadar tamamıyla laboratuvarların
ve şirketlerin kapalı kapıları ardında
gerçekleşen deneylere halkın da
dahil olması çok önemlidir. Yapılacak
çalışmanın sebepleri ve de sonuçları üzerine
tartışılarak yapılması gerekmektedir.
Bunun için de bunu istemeli ve bunun
için mücadele etmeliyiz.
Bir Kitap: Neredeyse Bir Balina Bir film: District 9
University College’da (Londra)
genetik profesörü olan Steve
Jones’un bu kitabı, Charles
Darwin’in Türlerin Kökeni’nin 21.
yüzyıla uyarlanmış halidir.
Darwin’in büyük çalışmasını referans
alan Jones, kitabının içeriğini
de Türlerin Kökeni’ne özdeş
şekilde hazırlamıştır. AIDS’ten
Pasifik’te akıntıyla sürüklenen
çöplere kadar uzanan pek çok
güncel olguyu kullanarak
Darwin’in fikirlerini günümüze
taşıyan Jones, evrim kuramını
modern haliyle açık ve anlaşılır
bir şekilde okura sunmaktadır.
Filmde, 1982 yılında hayatta
kalan son uzaylıların,
yaşamlarını idame
ettirebilmek için dünyayı
mesken tutmalarının hikayesi
anlatılıyor. Güney Afrika’nın
bir bölgesine yerleşen
uzaylılar bir araştırma ekibi
tarafından keşfedilip gözlem
altına alınırlar. Özel bir
şirketin denetimi altında
tutulan uzaylılar, District 9
isimli bir bölgeye
konuşlandırılırlar. Bu
şirketin yetkilileri uzaylıların
teknolojisinin sırlarını
öğrenip uygulamayı,
böylece de muazzam
paralar kazanma
peşindedir. Bunun için
gerekli olan şey ise uzaylı
DNA’sıdır.
Çalma listesi
Yaz aylarını
müjdeleyen
şarkılar
Görsel: Pixabay