Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Hazırlayan
Borsa İstanbul Zeytinburnu Anadolu Lisesi
KAPAK:
İlker Ahmet GÜNDOĞDU (9-E sınıfından)
Editörler:
Matematik öğretmenimiz Z. Pınar CİHAN
Biyoloji öğretmenimiz Gönül ŞİMŞEK
Kimya öğretmenimiz Ahmet SÖĞÜT
Fizik öğretmenimiz Ömer DALKIRAN
İÇİNDEKİLER
1. ÖNSÖZ
2. Evren Oluşum Teorileri
3. En Büyük ve En Küçük Cüce Gezegen
4. Yıldız Yapımı
5. Yıldızların Sesi
6. Evrenin En Büyük Yıldızı
7. Betelgeuse Yıldızı
8. İki Nötron Yıldızının Çarpışması
9. Uydunun Uydusu
10. ISS (Uluslar Arası Uzay İstasyonu)
11. Yapay Organ Yapımı
12. Genetik
13. Çağımızın Felaketi Corona
14. Anatomi
15. Hava Yolu Taşımacılığı ve Gerçek Kahramanları
16. Kimya Bilimine Giriş
17. Portre Köşesi (Üç Bilim İnsanı)
18. İlaçların Tarihi Gelişimi
19. Nükleer Felaket Plutonyum
20. Deprem Dalgaları
21. İzafiyet Teorisi
22. Matematik Müzik İlişkisi
23. Matematik Spor İlişkisi
24. Sayıların Tarihçesi
25. Matrisler
26. Vektörler
27. Şifreleme Dünyası
28. Şifreleme ile ilgili Bulmaca
29. Matematik ve Kimya ile ilgili Bulmaca
30. Bunları Biliyor musunuz?
31. Cevap Anahtarı
ÖNSÖZ
2020 yılının başlarından beri tüm dünyayı kasıp kavuran bir virüs salgını sebebiyle başlayan
uzaktan eğitim sürecinde öğrencilerimizi bu negatif durumdan daha az etkilenmelerini sağlamak
amacıyla onlara bilimsel anlamda merak ettikleri her şeyi araştırıp birer yazı yazmaları ve bana
yollamaları ile ilgili bir ödev vermiştim. Dersine girdiğim tüm 9 ve 10. sınıf öğrencilerinden
gerçekten birer yazı ve hatta yaptıkları maketlerin fotoğrafları da mailime geldi, onların içinden
beğendiklerimi seçerek böyle bir sanal dergi oluşturmayı planladım. Bu fikri öğrencilerime
söylediğimde de onların ne kadar heyecanlandığını görmek ve onlara ait bu tür bir çalışma için
ne gerekiyorsa yapacaklarını işitmek beni çok heyecanlandırdı. Bu sebeple bunu mutlaka onların
emekleri için gerçekleştirmeliyiz diye düşünerek hemen çalışmalara başladım. Şimdi onlara
verdiğim sözü gerçekleştirerek bu dergiyi sanal olarak yayımlıyoruz.
Bu çalışmamız ilgi çeker ve devamı gelsin istenirse okulumuza ait bir projeye dönüştürebiliriz
diye düşünerek ilk denememizi yapıyoruz ve bu sebeple dergimizin bu sayısına sıfır dedik . Bu
konuda bana yardım etmelerini istediğim okulumuz biyoloji öğretmeni Gönül ŞİMŞEK, kimya
öğretmeni Ahmet SÖĞÜT ve fizik öğretmenimiz Ömer DALKIRAN’ a yaptıkları değerli katkılardan
ötürü ve elbetteki emeği geçen tüm öğrencilerimize gönülden teşekkür ederim.
Son olarak ne zaman bir çalışmaya kalkışmak istesek her zaman destekleyeceğini söyleyen sayın
okul müdürümüz Erdal BAKIRTAŞ Bey’e de bu değerli sözleriyle bizi çalışmaya teşvikinden ötürü
ayrıca teşekkürlerimi sunarım.
Öğrencilerimizle hazırladığımız bu özgün çalışmamızı umarız beğenirsiniz…
Zekiye Pınar CİHAN
Matematik Öğretmeni
EVREN OLUŞUM TEORİLERİ
1.BAŞLANGICI OLMAYAN EVREN TEORİSİ: Evrenin hakkında ilk görüş
olan bu teori 1600’lü yıllarda Newton tarafından ortaya atılmıştır.Bu görüşe
göre evren sonsuzdan beri var olmuştur ve sonsuza kadar varlığını ve şu
anki halini koruyacaktır
2.BAŞLANGICI OLAN EVREN TEORİSİ: Evrenin oluşumu hakkındaki
ikinci görüş çoğu bilim adamı tarafından kabul edilen evrenin bir
başlangıcının olduğu görüşüdür.Bu görüşe göre evrenin bir başlangıcı
vardır ve evren sürekli bir genişleme içindedir. BİG BANG TEORİSİ
‣ 1927 yılında Belçikalı fizikçi ve din adamı Georges Lemaitre,
Einstein'ın geliştirdiği genel izafiyet teorisi denklemlerinden
hareketle Big Bang (Büyük Patlama) teorisini ortaya attı. Bu
teoriye göre yaşadığımız evren bundan 13.8 milyar yıl önce "Big
Bang" olarak bilinen açılma ile ortaya çıktı. Evrende
gözlemlediğimiz tüm madde, başlangıçta, bir fındıktan daha küçük
bir alana sıkışmıştı. Evrenin tüm maddesi bu çok sıcak ve çok
yoğun noktacığın içindeydi. Uzay, zaman ve etrafımızda
gördüğümüz her şey bu açılmayla, bu fındıktan küçük alandan
ortaya çıktı. Başlangıçtan önce ise bu fındık tanesi kadar alan bile
tanımsızdı.
‣ Evrenin hemen başlarında yer çekimi ortaya çıktı ve evrenin
genişlemesini yavaşlattı. Saniyede, evren bir anda enflasyon
olarak bilinen olayla çok çok hızlı bir biçimde genişledi. Saniyede,
evrenin sıcaklığı 2 trilyon dereceye düştü ve önce maddenin
bilinen en temel yapı taşları olan kuarklar oluştu, daha sonra da
bunlardan atom çekirdeğini oluşturan proton ve nötronlar
oluştu.Evren 380 bin yaşına girdiğinde, elektronların protonlara
bağlanmasıyla ilk atomlar oluşmaya başladı. Big Bang'ten 100
milyon yıl sonra hidrojen ve helyum atomları yoğun oldukları
yerlerde bir araya gelip ilk yıldızları oluşturmaya başladılar.
İLK SANİYE VE IŞIĞIN DOĞUMU
NASA’ya göre; evrenin başlamasından hemen sonraki anda,
çevre sıcaklığı yaklaşık 5.5 milyar santigrat derece idi. Kozmoz
nötronlar, elektronlar ve protonlar gibi temel parçacıkların
geniş bir dizisini içeriyordu. Evren soğudukça bu parçacıklar
bozuldular ya da birleştiler. Bu ilkel çorbayı gözlemlemek
neredeyse imkansızdır, çünkü ışık bunun içerisine
taşınamıyordu. NASA bu durumu şöyle tanımlıyor: Serbest
elektronlar; bulutlardaki yağmur damlacıklarından güneş
ışığının saçılmasına benzer bir biçimde ışığın
(fotonların) saçılmasına sebep olmuş olabilir. Fakat zaman
geçtikçe bu serbest elektronlar bir çekirdekle bir araya geldiler
ve nötr atomları oluşturdular. Bu ilk ışık –bazen Büyük
Patlama’nın “görüntüsü” olarak isimlendirilir– daha uygun bir
isim olarak kozmik mikrodalga arka alan ışınımı (KMA) olarak
bilinir. Ve ilk olarak 1948 yılında Ralph Alpher ve diğer bilim
insanları tarafından ileri sürülmüş, fakat neredeyse 20 yıl sonra
kazara bulunmuştur.
EVRENİN YAŞI VE HESAPLANMASI
Evren'in yaşı, Büyük Patlama'dan günümüze dek geçen zamandır. Şu
anki teori ve gözlemler, Evren'in yaşının 13,5 ile 14 milyar arası
olduğunu gösmektedir.Bu yaş aralığı birçok bilimsel araştırma
projesinin görüş birliğiyle elde edilmiştir. Bu projeler arasında arka
plan ışınımı ölçümlerini ve Evren'in genişlemesinin ölçümü için
kullanılan diğer pek çok farklı yöntemi de içerir. Arka plan ışınımı
ölçümleri Evren'in Büyük Patlama'dan bu yana olan soğuma süresini
verir. Evren'in genişlediğine dair kanıtlardan biri olan kırmızıya
kayma gözlemleri ise Evren'in yaşının hesaplanması için kesin
bilgiler verir.
EVRENİN YAŞININ HESAPLANMASI İÇİN KULLANILAN YÖNTEMLER
• TEORİK YAKLAŞIM : Burada yapılan teorik hesaplama,
gözlemsel olarak elde edilen parametreler kullanılarak yapılır ki
bunlardan biri evrenin genişleme miktarını ifade eden Hubble
sabitidir.
• KÜRESEL KÜMELER İLE YAŞ TAYİNİ : Küresel yıldız kümeleri,
galaksimizde bulunan en yaşlı gök cisimleridir ve bu kümeler
üzerinde yapılan metal bolluk analizleri, Güneş’teki metal
bolluğundan yüz kat az metal bolluğu olduğunu göstermektedir.
Bu da burada yer alan yıldızların çoğunun, Güneş gibi ikinci
nesil bir yıldız olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla küme
üzerinden yapılan yaş tayini, evrenin yaş tayini üzerinde önemli
bir kısıtlamaya sahiptir
• BEYAZ CÜCE SOĞUMASI: Beyaz cüceler, Güneş benzeri kütleye
sahip yıldızların ömürlerinin sonlarında gezegenimsi bulutsu
geçirerek geriye bıraktıkları sıcak ve çekirdeklerinde nükleer
füzyon gerçekleştirmeyen sıkışık gök cisimleridir. . Yeni bir
enerji üretimi olmadığı için mevcut sıcaklıklarından dolayı bir
ışıma yaparlar ve ışıma yaptıkça, saldıkları fotonlar sebebiyle
enerjilerini zamanla kaybeder, yani soğurlar. Dolayısıyla bir
beyaz cücenin gözlemi yapılarak, başlangıçtan bu yana ne kadar
soğuduğu bulunursa, yaşı da bulunabilir. Bir küme içerisinde
yer alan beyaz cücenin yaşı ya da mevcut gözlemlerimizle elde
ettiğimiz en yaşlı beyaz cüce gözlemi, bize evrenin yaşı
hakkında iyi bir fikir verecektir. Şu ana kadar yapılan gözlemler,
13.8 milyar yıl değeriyle uyum göstermektedir.
HAZIRLAYAN:IŞILAY OLGUN 9-B
KAYNAKÇA
✓ https://prezi.com/p/sz2lalrvtpby/evrenin-olusum-teorileri/
✓ http://www.tfv.org.tr/belgeler/evren.pdf
✓ http://rasyonalist.org/yazi/kozmoloji-evrenin-yasinasilhesaplanir/
Güneş Sistemimizin Bilinen En Büyük ve
En Küçük Cüce Gezegenleri
PLÜTON
Kaşifi Clyde Tombaugh olan
Plüton, Güneş Sistemi'nde bilinen
en büyük cüce gezegen ve
Neptün ötesi cisim ve doğrudan
Güneş etrafında dolanan en
büyük on altıncı cisim. Plüton,
günümüzdeyse bir cüce gezegen
olarak sınıflandırılan bir gök
cismidir. Plüton'un Güneş
etrafındaki yörüngesi o kadar
geniştir ki, cüce gezegen Plüton,
ilk defa keşfedildiği 18 Şubat
1930'dan beri Güneş etrafında
halen 1 tam turunu tamamlamadı.
Bu turu, 23 Mart 2178 Pazartesi
günü tamamlayarak 1 yılını
doldurması bekleniyor. Bir diğer
deyişle, Plüton'un 1 yılı yaklaşık
olarak 248.09 Dünya yılıdır.
Astronomlar, 1978'de Plüton'un
en büyük uydusu olan Charon'u
keşfedip kütlesini tespit edene
kadar (Charon, Dünya'nın %0.21'i
kadar kütleye sahiptir) Plüton'un
boyutlarını bilemiyorlardı. Bu keşif
sayesinde Plüton'un 2.400
kilometre çapa sahip olduğu
hesaplandı. Plüton oldukça
küçüktür; ancak Merkür'ün
sadece 4.880 kilometre çapa
sahip olduğu düşünülürse, o
kadar da küçük değildir. Plüton,
Güneş'ten en uzak cüce
gezegenlerden birisi olmakla
birlikte, Kuiper Kuşağı adı verilen,
Güneş Sistemi'nin sınırı olarak
bilinen binlerce gök cisminden
oluşan kuşağa çok yakındır. Şu
anda kuşak içerisinde 70.000 adet
100 kilometreden büyük çaplı,
buzla kaplı gök cismi olduğu
düşünülmektedir.
Plüton'un ekvatorundaki
çapı 2.274 kilometredir. Dünya'nın
ekvatoral çapı olan 12.756
kilometreye kıyasla oldukça
ufaktır. Kütlesel olarak da
Dünya'nın yüzde 0.2'si kadar bir
kütleye sahiptir.
Bir gök cisminin, örneğin
Plüton'un, büyük bir kütleye sahip
olamamasının ana sebebi, 4.57
milyar yıl önce Güneş Sistemi'miz
oluşurken, bu gök cisimlerini
oluşturacak materyallerin çok
fazla kütlede olmamasıdır.
Genellikle bu tip ufak gök
cisimlerinin etrafında ondan daha
büyük gök cisimleri oluşmuş ve
materyalin büyük kısmı onların
kütleçekimi sebebiyle onların
yapısına katılmıştır.
Güneş Sistemimizin Bilinen En Büyük ve
Plüton, çevresel olarak ise
ekvatorda 7323 kilometredir. Bu,
Dünya'nın ekvatoral çevresinin
yüzde 18'ine eşittir. Plüton'un
yüzeyi, Rusya'nın yüzölçümünden
küçüktür.
En Küçük Cüce Gezegenleri
Kaynakça
1. https://tr.m.wikipedia.org/wi
ki/Pl%C3%BCton
2. https://www.google.com/am
p/s/evrimagaci.org/plutonnedir-nedenartik-birgezegen-degil-tekrargezegen-olacak-mi-
1033/amp
Samet Coşkun 9/A
YENİ CÜCE GEZEGEN
GOBLİN
Küçük bir cüce gezegen olarak
adlandırılan Goblin yaklaşık olarak
Plüton’un 2,5 katı olma özelliğini
taşır.Goblin, bizim dünyamızın da
yaptığı gibi Güneş'in çevresinde belirli
bir yörüngede bulunuyor. Ancak pek
güçlü etki ve kuvvetlere sahip sayılmaz,
bu yüzden cüce gezegen olarak
sınıflandırıldı. Bilim insanları Goblin'i,
Güneş'e yaklaşık 7.4 milyar mil
uzaklıkta buldular.Yani, Plüton'dan 2.5
kat uzak bir mesafe bu. Goblin'in
yörüngede Güneş'e en yakın olduğu
mesafenin de 6 milyar mil uzaklıkta
olduğu tahmin edilirken, en uzak olduğu
noktadaki uzaklığı ise tahminen 214
milyar mil dir.
2015 TG387 takma adını taşıyan
oldukça küçük olan bu gezegen
neredeyse 300 kilometre (186 mil)
çapında. Goblin sıra dışı bir yörüngede
yer alıyor. Araştırmacılara göre, bu
Gezegen X’in soğuk ve karanlıkta bir
yerlerde olduğunu tespit etti. Araştırma,
Carnegie Institution of Science’ın
astronomlarından Scott Sheppard ve
Kuzey Arizona Üniversitesi’nden
arkadaşları ve Chad Üniversitesi’nden
Christian Tholen ve Hawaii
Üniversitesi’nden David Tholen
tarafından bulundu. Bu takım Gezegeni
X’in arayışına öncülük
ediyor.
Keşfedildiğinde Goblin yaklaşık 80
astronomik birimdeydi. Goblin sadece
Güneş’in etrafında bir kez dönüşü
40.000 yıl sürüyor.
Goblin ile alakalı söylenebilecek en
önemli ve dikkat çeken şey bilim
insanlarının ilk etapta onu fark etmiş
olmalarıdır. Orada, yani uzayda şu an
hala dolaşan binlerce bilinmeyen nesne
var. Ancak onların uzaklığı, onları
mevcut araçlarımız ve ekipmanlarımız
ile tespiti neredeyse -şu an içinimkansız
kılıyor. Araştırma ekibinin
belirttiğine göre TG387, 40.000 yıllık
yörüngesi bulunan bu cüce gezegenin
yörüngesinin %99'u boyunca
görülemeyeceğini, yani doğru yerde
doğru zamanda bulunduklarını
anlatıyor.
Selin DEVECİ 9/C
Kaynakça;https://www.webt
ekno.com/gunes-sisteminegoblin-isminde-bir-cuce-gezegenkatildi-h54569.html
https://osr.org/tr/blog/astron
omi/yeni-bir-cuce-gezegengoblin/
http://www.ntboxmag.com/2018/1
0/02/yeni-cuce-gezegengoblin/
YILDIZLARIN
OLUŞUMU
Yıldızların oluşumu
sırasında gerçekleşen
süreçlerin tamamen
anlaşıldığı söylenemez.
Ancak günümüzde
evrende oluşmakta olan
yıldızların gözlemlenmesi
ve kuramsal hesaplar,
yıldız oluşumunu
anlamamıza yardımcı
oluyor.
Yıldızlar, gökadalardaki
moleküler bulutların
görece yüksek yoğunluklu
olan kısımlarının
çökmesiyle oluşur. Bu
bölgelerdeki moleküllerin
birbirleriyle çarpışmaları
sırasında hareket
enerjilerinin bir kısmı
moleküllerin içsel
enerjisine (moleküllerin
titreşimlerinden ve
dönüşlerinden
kaynaklanan enerjisine)
aktarılır. Böylece
uyarılmış duruma geçen
moleküller, temel enerji
seviyelerine geri dönerken
sahip oldukları içsel
enerjinin bir kısmını
kızılötesi ışık olarak
yayar. Enerjinin
elektromanyetik
dalgalarla (ışıkla)
moleküler bulutun dışına
taşınmasıyla yüksek
yoğunluklu bölgenin
sıcaklığı düşer. Moleküler
bulutun kendi iç
basıncının kendi
kütleçekimini
dengeleyememesi sonucu,
bulut çökmeye başlar.
Zamanla yoğunluğun
artmasıyla ışığın dışarıya
kaçması zorlaşır. Çünkü
ışığın büyük kısmı
moleküller tarafından
soğurulur. Böylece
bulutun iç kısımlarının
sıcaklığı artmaya başlar.
En sıcak bölge olan
merkezin sıcaklığı 2000
Kelvin’i aştığı zaman
hidrojen molekülleri (H2)
hidrojen atomlarına
ayrışmaya başlar. Daha
sonra hidrojen ve helyum
atomları iyonlaşır. Bu
ısınma aşaması bulutun
kendi iç basıncı kendi
kütleçekimini
dengeleyene kadar devam
eder. Böylece bir önyıldız
oluşur. Bu önyıldız zaman
içinde ışıma yoluyla
enerji kaybederek
küçülmeye ve ısınmaya
devam eder. Merkezin
sıcaklığı belirli bir
değerin üzerine ulaştığı
zaman çekirdek
tepkimeleri
gerçekleşmeye başlar ve
böylece bir yıldız oluşur.
Yıldızlar ağırlıklı olarak
hidrojen (H) ve helyumdan
(He) oluşan , geceleri
gökyüzüne baktığımızda
nokta gibi gördüğümüz , ışık
saçan plazma küreleridir.
Öncelikle size yıldız
yapımının tarifini vereceğim
, ihtiyacımız olan dev bir
hidrojen atomu topluluğu ;
hidrojen atomları
birbirleriyle etkileşime
geçmesi ile yoğunlaşmaya
başlayacak ve sıcaklığı git
gide artacak. Hidrojen
atomları artık birbirine o
kadar yaklaşacak ki kütle
merkezi dediğimiz
hidrojenlerin toplandığı
yerde artık sıcaklık 10
milyon kelvine ulaşacak.
Bu noktadan sonra basınç
etkisiyle iki hidrojen atomu
birleşerek helyumu
oluşturacak ve bir enerji
ortaya çıkacak.(Not:
Hidrojen önce döteryuma
daha sonra döteryum
helyuma dönüşür.) Bu olaya
”füzyon ateşlemesi”
diyoruz. Bu enerji dışa
dönük basınç uygulayarak
daha fazla çökmeyi
engelleyecek. Bu kısımda
anakol yıldızı (cüce yıldız)
oluşturduk. Fakat dikkat
edin yeterince basınç ve
sıcaklık olması gerekir
yoksa yıldız oluşmayabilir.
Şimdi ise sizlere yıldızların
gelişim ve ölüm süreçlerini
kısaca anlatmak istiyorum.
Tarifini verdiğim yıldız
yapımında elimizde eğer
minimum düzeyde fakat
yıldız olmaya yetecek kütle
varsa oluşturduğumuz yapı
küçük kütleli yıldızdır. Bu
küçük kütleli yıldız da
büyüyecek ve ”Kırmızı Dev”
haline gelecek. ( Güneşimiz
de bu evreyi yaşayacak !)
Kırmızı dev evresinden
itibaren büyük miktarda
kütle kaybedecek ve
atmosferini de kaybedeceği
için sıcak çekirdeği açığa
çıkacak ve bu çekirdek
etrafında bir kabuk
oluşacak. Biz bu durumda
ona ”Gezegenimsi Bulutsu”
diyoruz. Bu evreden sonra
da artık uzaya ortamına
yayılmaya başlar fakat en
son çekirdek kaldığı zaman
bile ışık yaymaya devam
eder. Bu anda yıldızımız
”beyaz cüce”ye dönüşmüş
olur. Beyaz cücenin enerjisi
zamanla tükenir ve ”siyah
cüce” olarak ışık yaymaz
halde yaşamı sona erer
.
Eğer yıldız oluşumu
sırasında elimizde yeteri
kadardan fazla kütle varsa ,
büyük yıldız elde ederiz.
Büyük yıldız büyümeye
devam eder ve ” Süper
Dev”e dönüşür. Bu
aşamadan sonra iç içe
füzyonlar gerçekleşir.(
Helyum karbona , karbon
oksijene gibi) Bu
reaksiyonlar demirin
oluşmasıyla son bulur .
Çekirdekte sıcaklık ve basınç
etkisiyle gerçekleşen olaylar
yüzünden yıldız içine
çökmeye başlar. Ve büyük
bir patlama meydana gelir.
Bu patlamaya ”Süpernova”
denir.
Bu patlama eğer yeterince
büyük olan yıldızda
meydana gelirse yıldız
hayatına ”Karadelik ” olarak
son verir. Yeterince büyük
değilse ”nötron yıldızı”
olarak yaşamını bitirir.
KAYNAKÇA:
https://www.bilim
genc.tubitak.gov.tr
BEYZA
ALTINKÖPRÜ
9B
Yıldızların Sesleri
Sir Arthur Eddington “Yıldızların İç Anayasası” adlı bir kitabın
yazarıdır. Şöyle demiş : “İlk bakışta Güneşin ve yıldızların derin iç
kısmının evrenin diğer bölgelerinden daha az erişilebilir olduğu
görülüyor. Hangi cihaz bir yıldızın dış katmanlarını delebilir ve
içindeki koşulları test edebilir? ” Sorusunun cevabı şimdi biliniyor.
Yıldızınların sesleri.
Jeologlar Dünya’nın içini anlamak için depremleri kullanır benzer
şekilde, gökbilimciler titreşen yıldızların iç kısımlarını öğrenebilir. Bu
titreşimler, yıldız boyunca hareket eden çok düşük ses dalgaları gibidir.
Bize yıldızın içinde gezerek olan şeyleri anlatan bir rehber diyebiliriz.
Ve bu rehberin anlattıklarını dinleyerek kendi başımıza keşfedip
öğrenemeyeceğimiz şeyler öğreniriz. Ancak bunu yapabilmemiz için
dalgaların milyonlarca kat daha hızlı hareket etmesini sağlamamız
lazım. Bu şekilde yıldızların seslerini duyabiliriz.
Farklı yıldız türleri farklı seslere sahip olurdu. Kendi Güneşimizinki
gibi sesler yapan yakınımızdaki Alfa Centauridir. Xi Hydrae gibi
kocaman bir yıldızın daha derin bir tonu vardır. GD 358 gibi küçük
beyaz cüce bir yıldız daha yüksek notaları çalar. Gördüğümüz gibi
yıldızların sesleri büyüklüğüne göre değişir. Yıldız büyüdükçe ses
derinleşir, küçüldükçe daha tiz ve yüksek sesler çıkarır yorumunu
yapabiliriz.
Bir gökbilimci bu seslerden benzersiz bir müzik çıkarmak için bir
besteci ile çalışmıştır.
Yağmur Bekar 9/B
KAYNAKÇA :
https://www.windows2universe.org/the_universe/Stars/sounds.html
https://youtu.be/IzeJq3CbiZM
1
GERÇEKTEN EN BÜYÜĞÜ
Şu, hepimizin aklına yerleşmiş olan ‘Güneş çok büyüktür!’ cümlesini bir daha gözden
geçirelim. Gerçekten büyük müdür? En büyük yıldız o mu? Hayır. İşte bilinen en büyük
yıldız: UY Scuti!
Evrenin en büyük yıldızı olarak kabul edilen UY Scuti, 5 milyar tane Güneş’i içinde
barındırabilecek kadar büyük! En büyük yıldızın Güneş olduğunu düşünenlere adeta bir
cevap olan bu yıldız, sosyal medya da sık sık karşımıza çıkıyor. Şimdiden bütün astronomi
tutkunlarının gözdesi olan UY Scuti; çıplak gözle bile gözlemlenebilecek kadar büyük.
Ne Kadar Büyük Bu Yıldız?
Sabahları bize otuz iki diş sırıtan Güneş’in tam 1708 katı büyüklüğünde! Öyle ki, şöyle
uzaktan bir
baktığımızda UY Scuti’nin yanında Güneş’i göremiyoruz bile! UY Scuti gibi olan diğer tüm
kırmızı süper dev yıldızların çevresinde meydana gelen disk, yıldızların tam boyutunun
belirlenmesini zorlaştırıyor. Aynı durum UY Scuti için de geçerli. Tam boyutunun kesin olarak
belirlenememesine karşın, UY
Scuti’nin yarıçapı yaklaşık olarak 2,375,828,000 km olarak hesaplandı. Çapını hesaplamak
için ise sayılar yetersiz kalır… En büyük yıldız olarak kabul edilen Canis Majoris’e bile toz
yutturan bu yıldızın merkezinden yüzeyine gitmek için Dünya ile Güneş arasındaki mesafeyi
8 defa gidip gelmek gerekirdi.
Peki, Tam Olarak Nerede?
Dünya’dan 9 bin 500 ışık yılı uzaklıktaki Scutum (Kalkan) Takımyıldızı’nda bulunuyor.
Bulunduğu takımyıldızda 38. yıldız olan UY Scuti, kendi büyüklüğüne yakın olan Gamma
Scuti Yıldızı’ndan sadece birkaç derece kuzeyde bulunuyor.
Peki, Güneş Kadar Parlak Mı?
Kat kat daha fazla. Güneş’ten tam 340.000 kat daha parlak! Yani şuan için Güneş’in UY Scuti
ile boy ölçüşmesinin imkanı yok. Dünya’ya yakınlık konusunda Güneş galip gelirdi ama UY
Scuti yine de hepimizin şampiyonu.
Alperen İNCAL 9/C 47.
Kaynakça: eodev.com/webtekno.com
Betelgeuse Yıldızı
Betelgeuse hali hazırda 'patlamaya mahkûm' yıldızlar kategorisinde.
Mesele, patlayıp patlamaması değil, ne zaman patlayacağı.
Gök bilimciler, hayatlarında 1 kez yaşayabilecekleri olayı kaçırmamak
için gözlerini gökyüzünden ayırmıyor; Bilim insanları, bu yıldızın
beklenilenden daha erken patlayacağını düşünüyor ve söylüyorlar. Bu
yıldızın kozmik ölçülerde patlamasının yakın olması kaçınılmaz bir
gerçek olmasına rağmen yeni gelişmelere göre de sandıklarından çok
daha yakın bir zamanda patlayacağı kesinleşti sayılır.
Bu yıldız, süpernova olarak patlayacak bir kırmızı dev yıldız. Yıldız
Dünyadan 700 ışık yılı uzaktadır. Yalnızca 8 ila 10 milyon yaşında
olmasına rağmen içindeki radyoaktif enerjiyi çok çabuk harcıyor. Biz ne
kadar patlayacak desek de bu çok kozmik bir yakınlık yani önümüzdeki
100.000 yıl içinde patlaması bekleniyor ama bilemeyiz belki yarın belki
yarından da yakın…
Ayrıca çapı Güneşinkinin 500 ila 900 katı. 500 ile 900 dedik çünkü bu
yıldız hala titreşimde olan bir yıldız yani hala daralıp genişliyor.
Son gelişmelerden biri Aralık 2019 yılında çekilen bir fotoğraf ile
belirlendi enerjisinin büyük bir kısmını kullanarak iyice sönmüş olan bu
yıldız bütün gök bilimcileri heyecanlandırdı. Biliyoruz ki süpernovalar
çok aşırı şekilde enerji ve güç saçıyor etrafına bundan dolayı akla gelen
ilk soru: “Yıldızın dünyaya gayet yakın bu patlamasının bize zararı
olması ihtimal midir?” oluyor. Kesinlikle hayır çünkü açıklanan verilere
göre 50 ışık yılından az durumlarda tehlike olduğudur. Bu heyecan
verici gelişmeleri takip etmek bütün bilim insanlarını
heyecanlandırmaktadır. Ayrıca patladıktan sonra etkisinin uzun bir süre
kalacağı söyleniyor. Bu etki, gökyüzünde ay benzeri ışık saçacaktır.
Birkaç gün içinde aydan daha parlak bir hale geleceği ön görülüyor yani
cisimlerde gölge bırakabilecek hale gelecek. Hala kararsız olup
genişleme daralma yaptığı için patlama zamanının net bir tahmini çok
zorlaşmaktadır.
Emirhan ŞEN 9-E
İki Nötron Yıldızının Çarpışması
Yeni Bir Element Oluşturabilir mi?
İki nötron yıldızının çarpışması sadece uzay-zaman
dokusunu bozmakla kalmaz; aynı zamanda
nötronların yüksek enerjisi, yeni ağır metalleri
meydana getirir. Gök bilimciler aslen teorik olarak
ileri sürülen bu olguyu ilk defa gerçekten gözlemeyi
başardılar.
2017 yılında yapılan spektral analizler, ikili bir nötron
yıldızı çarpışmasında "ağır stronsiyum"
oluşabileceğini doğruladı. Stronsiyum, altın, kurşun
veya uranyum yalnızca böyle güçlü kozmik
çarpışmalar sırasında ortaya çıkabilmektedir.
Periyodik tabloda yer alan çoğu element, Büyük
Patlama’dan hemen sonra oluşan uzay-zaman
dokusunda Evren'in ilk yıllarında henüz var
olmamışlardı. O zaman uzay-zamanı dolduran
elementler, hidrojen ve bir miktar helyum ile
lityumdu. İlkel yıldızların oluşmaya başlamasıyla
birlikte atomlar, nükleer füzyonla birlikte ilk ağır
elementleri oluşturmaya başladılar.
Buna rağmen bu ilk oluşan yıldızlardaki nükleer
füzyon, demirden daha ağır atom çekirdeği üretme
gücüne sahip değildi. Mevcut teoriye göre bu tür
elementler, nötronların, ayrı ayrı ve kademeli olarak
mevcut atom çekirdeğine bağlanması olarak bilinen
nötron yakalanması olgusuyla oluştular. Radyoaktif
bozunma nedeniyle, bu nötronların bazıları
protonlara dönüşerek yeni bir element yaratma
gücünü sahip oldular.
Muhammed Yusuf Temiz
Uyduların Uyduları Olabilir mi ?
Gezegenler yıldızların, uydular da gezegenlerin etrafında dolanır.
Peki büyük uyduların küçük uydulara sahip olması da mümkün
müdür? Eğer bu tür “altuydular” sadece etrafında dolandıkları
uydunun kütleçekimi etkisinde hareket etseydi cevap kesinlikle
evet olurdu. Ancak altuydular sadece etraflarında dolandıkları
uydunun değil, aynı zamanda uydunun etrafında dolandığı
gezegenin de kütleçekiminden önemli ölçüde etkilenecektir. Bu
durum altuyduların yörüngelerinin kararsızlaşmasına sebep
olabilir.
Prof. Dr. Juna Kollmeier ve Prof. Dr. Sean Raymond önderliğinde
çalışmalar yapan bir grup gökbilimci, altuyduların hangi koşullar
altında kararlı yörüngelere sahip olabileceğini kuramsal
yöntemlerle incelemiş. Monthly Notices of the Royal Society’de
yayımlanan sonuçlara göre, ancak gezegenine uzak yörüngelerde
dolanan büyük kütleli uydular altuydulara sahip olabilir. Güneş
Sistemi’nde altuydulara sahip olabilecek dört uydu var: Jüpiter’in
uydusu Callisto, Satürn’ün uyduları Titan ve Iapetus ve Dünya’nın
uydusu Ay. Ancak bu uyduların hiçbirinin etrafında dolanan bir
altuydu yok.
Yakın zamanlarda keşfedilen, Jüpiter büyüklüğündeki Kepler
1625b ötegezegeninin etrafında dolanan bir öteuydunun da
altuydulara sahip olabilecek bir kütlesi ve yörüngesi olduğu
belirtiliyor. Ancak öteuyduların etrafında dolanan altuyduları tespit
edebilmek çok zor.
Muhammed Yusuf Temiz
ISS (ULUSLAR ARASI UZAY İSTASYONU)
Üzerinde yaşanılabilen modüler sistemlerin birleşmesi ile oluşturmuş, dünya
yörüngesinde bulunan en büyük yapay uydudur. İlk modülü 199’de fırlatılarak
yerleştirilmiş ve ilk misafirlerini 2000 senesinde ağırlamaya başlamış bir istasyondur.
Modüler sistemde daha çok güneş panelleri ve basınçlı modüler yapıyı destekleyici dış
iskeletten oluşmaktadır.
Dünya etrafındaki bir turunu 15,5 günde tamamlamaktadır. Bugüne kadar 15 ayrı
milletten çok sayıda astronot orada görev yapmıştır. Bu istasyon Astronomi, Jeoloji,
biyoloji, fizik, kimya, meteoroloji gibi alanlarda çalışma yapmak için tasarlanmıştır. Bu
şekildeki pek çok bilimsel alanda düşük yerçekimi sayesinde deney yapmaya elverişli
bir ortamı vardır.
30 Mayıs 2020 tarihinde Amerika’nın Filorida Eyaletindeki NASA’ya ait bir uzay
istasyonundan Space X Dragon uzay gemisi (özel bir şirkete ait bir uzay gemisi) iki
astronot ile ISS’e yollandı. Bu iki astronotun oradaki görevi önümüzdeki yıllarda Space
X firmasının başlatacağı “Uzay Yolculuğu” ile ilgili veriler toplamak. Astronotların görev
süresi 2 ile 4 ay arasındadır. Ayrıca 2020 Nisan ayında da bu uzay istasyonuna iki Rus
Kozmonot 3D printer aracılığı ile yapay kemik yapmak amaçlı görevli olarak
gönderilmiş olup yaptıkları bu kemik ve yumuşak dokuları dünyaya döndüklerinde
fareler üzerinde deneyecekler ve başarılı olursa daha büyüterek insanlar için de
üretiminin yapılması gelecekte planlanıyor.
ISS, yerçekimsiz bir ortamdan oluştuğu için bazı yapay iç organların 3D yazıcıları
aracılığı ile yapımının bu ortamda daha elverişli olduğu düşünülmektedir. Henüz deney
aşamasında olan bu organ üretimleri gelecekte biz insanlar için oldukça önemli rol
oynayacağa benzemekte.(Kaynak Vikipedi'dir)
Hazırlayan : Z. Pınar CİHAN (Matematik Öğrt.)
****** Milyonlarca Hastanın Umudu Yapay Organlar *******
1800’lü yıllarda insan ömrü ortalama 45 iken tıptaki gelişmelerle günümüzde
75 yaşa kadar uzamıştır. Ortalama insan ömrünün daha da uzatılması için tıp
dünyası önemli adımlar atmakta ve yaşlanan dokuların yerine yenisinin
konmasına yönelik önemli çalışmalar ortaya koymaktadır.
Fizyolojik görevini tam olarak yerine getiremeyen hayati organların yerine
mekanik malzemelerden tasarlanan doku mühendisliği ile üretilen organlara
yapay organ denilmektedir.
Yapay doku ve organ üretimi sayesinde engelli bireylerin sorunları ortadan
kaldırılacaktır. İlaçlara bağımlı yaşamak zorunda kalan, kimi zaman yıllarca
uygun organ bulmak için bekleyen kişilerin hayatı büyük ölçüde değişecek ve
yaşam kalitesi artacaktır.
Ülkemizde organ nakli konusunda başarılı çalışmalar gerçekleştirilmektedir
ancak organ bağışı konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Çok sayıda
organ bekleyen hasta olmasına rağmen ya yeterince organ bulunamamakta
ya da bulunsa da nakledilen organ ile ilgili dokunun reddi gibi sıkıntılar
yaşanmaktadır.
Organ nakli konusunda en ilerici çözümlerden biri doku mühendisliğiyle yapay
organlar üretip, insanlara hem kendi dokularıyla barışık organlar nakletmek,
hem de ihtiyacı gidermektir. Bugün kök hücre ile kas, damar gibi basit
dokular üretilebilmekte ancak hücreleri teker teker birleştirip böbrek, kalp,
akciğer, karaciğer gibi daha kompleks organlar haline getirmekte sıkıntılar
yaşanmaktadır. Kök hücrelerin laboratuvar koşullarında çoğaltılmasında
yaşanan zorluklar ve yapay organların fizyolojik yönden doğal organların
işlevlerini tam olarak yerine getirememesi yapay organ üretiminde şimdilik
temel sorunlardır.
Böbreğin işlevlerini yerine getirmek üzere tasarlanan diyaliz makinası ilk
yapay organ olarak gösterilebilir. Yetmezlik sorunu çeken böbreğe, diyaliz
yaşam kurtaran fakat ideal olmaktan uzak bir çözümdür. Diyaliz makinesi
üre ve diğer istenmeyen atıkları ve tuzları kandan arıtarak böbreğin
işlevlerinin bir kısmını üstlenebilmekle birlikte doğal bir böbreğin
kullanılmayan besinleri tekrar kan dolaşımına katma işlevini yerine
getiremez.
Tüm dünyada transplant yapan tüm hekimlerin en büyük hayali üç
boyutlu yapay organ ile nakil yapmaktır. Yapay bio-böbrek hastanın
kendi hücrelerini yapay bir yapıda kullanarak diyaliz makinalarının
yerine getiremediği hormon ve bağışıklık faktörleri salgılamak gibi
doğal böbrek işlevlerini sağlamayı amaçlamaktadır.
Bugün üç boyutlu yazıcı teknolojisi bir kağıda resim basar gibi üç
boyutlu şekiller oluşturulmasına imkan vermekte ve endüstride
plastik, metal gibi çeşitli materyaller kullanılarak daha önceden
taranmış cisimlerin kopyaları yapılabilmektedir.
İsveç'te doktorlar, dünyanın ilk sentetik organ nakli ameliyatını gerçekleştirdi. Londra'da geliştirdikleri
yapay bir nefes borusunu, hastadan alınan kök hücrelerle kapladılar.
Tıp dünyasında da doku mühendisliği ile yapılan çalışmalarda kök
hücreden elde edilen hücrelerin, bu yazıcıların içine konulması,
plastik, metal gibi materyaller yerine hücreler püskürtülerek 3
boyutlu değişik hücre tiplerini içeren, kompleks organların üretilmesi
amaçlanmaktadır.3 boyutlu yazıcılar ile istenilen formda ve hastaya
özgü organ basma çalışmaları ile, örneğin bir çocuk hasta için onun
anotomisine uygun boyutta, çok deforme kemik hasarı olan bir
hasta için onun iskelet yapısına uygun şekilde doku iskeleleri
hazırlanabilmektedir.
Diğer bir yapay organ üretim yaklaşımı da yapay-bio pankreastır. Bu
metot uyarıldığında endokrin hormonu salgılayabilen hücre
adacıklarından oluşan dokuların doku mühendisliği tekniğiyle
üretilip nakil edilebilir hale getirilmesini amaçlanmaktadır ancak
bununla birlikte, akciğer 40 farklı çeşit ve yapay şekilde taklit
edilmesi çok zor olan hücreler içerir. Bu her bir hücrenin işlevleri
henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Bu sebeplerden dolayı henüz
sadece yardımcı solunum ve gaz değişim aletleri geliştirilebilmiştir
ve bu aletler genellikle ameliyatlarda kullanılır.
(3 boyutlu yazılarla yapay organ üretimi)
Diğer geliştirilmiş ya da geliştirilmekte olan yapay organlar genel
olarak yapay deri, yapay kulak, yapay göz, yapay burun,
yapay gırtlak olarak sıralanabilir.
Eğer üretilen yapay organlar insan bedeninde, tüm fizyolojik
işlevlerini yerine getirecek düzeyde çalışırsa bu, organ naklinde eşsiz
bir sağlık devrimi olacaktır…
GÖNÜL ŞİMŞEK
BİYOLOJİ ÖĞRETMENİ
GENETİK
Genetik ya da kalıtım bilimi biyolojinin mikroorganizmalardaki kalıtım ve çeşitliliğini inceleyen
bilim dalıdır. Genetik bilimi 19.yüzyılın ortalarında Gregor Mendel’in yaptığı çalışmalarla
başlamıştır.
Mendel, bezelyeler üzerinde yaptığı 10 yıl süren gözlemler ve deneyler sonucunda,
çalışmasının önemli bulgularını “Versuche Über Pflanzenhybriden” (“Bitki melezleri üzerinde
denemeler”) adlı ünlü inceleme yazısıyla yayımladı ve bu yazıyı 1865’te Brunn Doğa Tarihi
Derneğine sundu. Mendel, bezelye bitkilerindeki bazı özelliklerin kalıtımsal tekrarını izlemiş
ve bunların matematiksel olarak tanımlanabileceğini göstermiştir. Mendel'in çalışması
kalıtımın edinilmiş değil, tanecikli olduğunu ve pek çok özelliğin kalıtımının basit kural ve
orantılar ile açıklanabileceğini öne sürmüştür. Mendel´in ölümünden sonra 1860´lara kadar
yaptığı çalışmanın önemi pek anlaşılamamıştır. O dönemde benzer problemler üzerinde
çalışan başka bilimciler onun çalışmalarını tekrar keşfetmişlerdir. Ölümünden 16 yıl sonra
Hollanda’da Hugo De Vries, Almanya’da Correns ve Avusturya’da E. Von Tschermak adlı
üç biyolog, çeşitli bitki türlerinde, birbirlerinden habersiz yaptıkları araştırmalarda, Mendel´in
yasalarının geçerliliğini gösterdiler ve tüm sonuçları "Mendel yasaları" adı altında
toparladılar. "Genetik" terimi, 1905’te Mendel’in çalışmasının önemli savunucularından
William Bateson tarafından Adam Sedgwick’e gönderilen bir mektupta ortaya
atılmıştır. Bateson 1906’da Londra’da yapılan Üçüncü Uluslararası Bitki Melezleri
Konferansı’nda yaptığı açış konuşmasında kalıtım çalışmasını tanımlarken “genetik” terimini
kullanarak, bu terimin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Thomas Hunt Morgan 1910’da
genlerin kromozomlarda yer aldığını ileri sürmüş ve 1911’de mutasyonların varlığını ortaya
koymuştur. Morgan'ın öğrencisi Alfred Sturtevant ise genetik bağlantı fenomenini kullanmış
ve 1913’te genlerin kromozom boyunca birbirini izleyen dizilişi ve düzenini gösteren, ilk
“genetik harita”yı yayımlamıştır.1952´de İngiliz kimyager Rosalind Franklin, DNA´yı büyütmek
için X ışınlarını kullandı. James D. Watson ve Francis Crick 1953´te DNA´nın yapısını
çözdüler ve DNA molekülünün sarmal yapıda olduğunu gösterdiler.1990 yılında bilim
insanları tüm DNA´yı merak eder ve İnsan Genom Projesi´ni başlatır. 1996 yılında İskoç bilim
insanları beyaz yünlü koyunun meme hücresinin çekirdeğini alıp, siyah yünlü koyunun
yumurtasına aktarır. Sonra yumurtayı taşıyıcı anneye yerleştirirler.150 gün sonra taşıyıcı
anne beyaz yünlü bir kuzu dünyaya getirir. Çekirdeği alınan meme hücresine sahip olan
koyunun birebir genetik kopyasıdır. Ve koyun Dolly ilk klonlanan memeli olarak tarihe
geçer.2000 yılında 10 yıllık yapılan araştırma ve deneylerden sonra tüm insan genomunun
taslağını sunar.
DNA yaşamın taslağıdır. Neredeyse hakkımızdaki her şeyi DNA belirler. Ama bilinen tüm
bilgiler bile DNA´nın yaklaşık %1.2´sidir.Bilim insanları %98.8´lik kısmının ne olduğu
hakkındaki çalışmalarını sürdürüyor. DNA okuyabilme yeteneği 20.yüzyılın en önemli
gelişmelerinden biridir. DNA´nın açılımı Deoksiribo Nükleik Asittir. Vücudumuzdaki her
hücrede çekirdeğinde genom vardır. Genomlar 23 çift, kıvrımlı kromozomlardan oluşur.
Yarısı anneden, yarısı babadan gelir. Her kromozomda DNA bulunur. Bu sarmal yapıdaki
DNA´da çiftli eşleşen dört moleküler baz bulunur: adenin-timin, guanin-sitozin. Bu bazların
eşleşerek belli sırayla bir araya gelmesiyle oluşan gen dediğimiz yapılar hücreye belirli
proteinler üretmesini söyler; yani vücuttaki her fonksiyondan sorumlu molekülü.
Genetik mühendislerinin yaptıkları müdahalelerle kalıtımsal değişikliğe yol açtığı
organizmalara GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) denir. GDO´lu ürünler yalnızca
tarımda değil; endüstride, sağlıkta vb. daha birçok yerde görülür.
Şu anda üzerinde çalışılan bir diğer konu ise kök hücre tedavisi.
Kök hücre; vücutta tüm doku ve organların yapısını oluşturan hücrelerdir. Organizma içinde
yer alan tüm hücrelere dönüşebilen ve ana hücre olarak tanımlanan kök hücreler, vücutta
ihtiyaç duyulan her bölgede yer alır. Böylece hastalanan veya hasarlanan tüm doku ve
organların yenilenmesinde rol oynar. İhtiyaç duyulan hücre tipine dönüşerek; hastalık,
yaralanma ve diğer sebepler nedeniyle oluşan organ ve doku hasarı ya da kaybını onarır.
Kök hücre tedavisi ise; kişinin kendisinden, uyumlu ya da yarı uyumlu olan donörden alınan
kök hücreler, hasta kişiye nakledilerek hastanın hasarlanan hücre, doku ve organlarının
yenilenmesi için kullanılan bir tedavi yöntemidir. Önceden sadece kemik iliğinden alınan kök
hücreler ile tedavi yapılabilirken şu anda birçok yerden alınan kök hücre ile yapılabilmektedir.
Hatta vereceğiniz kandan ve göbek bağından da kök hücre alınabilir. Bu sebeplerden kan
bağışı ve yeni doğan bebeklerin göbek bağlarının da göbek kordonu saklama bankalarında
muhafaza edilmesi önemlidir.
Genetiğin ilk çalışmalarından beri geçmişten günümüze birçok şey değişti ve hala değişiyor.
Peki bu kadar şey gelişmekteyken bilim her zaman iyiye mi sonuç verecek? Bu tüm gelişen
şeylerin bize zararı olacak mı? Ya da ne olacak? Soruları merak konusu.
Eylül Kars 9/C
Kaynakça: www.wikipedia.org, www.labmedya.com, www.tubitak.gov.tr,
www.bbc.com
YÜZYILIN KÜRESEL DALGASI
eçtiğimiz Aralık aylarından itibaren dünyamızı adeta alarma geçiren Koronavirüs Çin’ in Wuhan
kentinde bizlere kendini yeniden tanıtma fırsatını yakaladı. Bu küçük partiküllerin soylarına bir mercek
tuttuğumuzda ise milattan önce sekiz bin yıllarına kadar uzanan birbiri içerisine geçmiş yüzyıllık halkalar
bizleri karşılamakta. Tarihin bu denli karanlık dönemlerinden itibaren sıcakkanlı, uçabilen ve omurgalı
hayvanların vücutlarını ideal konakları olarak kullanıp nesillerini devam ettirebilmeleri, yayılmaları ve
evrimlerindeki ana faktörlerinden biridir.
İçerisinde bulundurduğu genetik meteryali olan tek ipçikli RNA’ sı bugüne kadar tespit edilmiş en büyük
genom dizilimene sahiptir. Geniş glikolipit tabakalarında oluşan belirgin çıkıntıları nedeniyle de güneş tacı
denilen gök olayına benzetilmiş, İngilizce’ de taç anlamına gelen “Corona” adı verilmiştir. (şekil 1 ve şekil 2).
Senede en az bir- iki kez yakalanılan grip hastalığının septomlarıyla kamufle olan yeni tip virüs; aynı
zamanda seyrek de olsa tat alma veya koku duyusunun kaybı, ciltte döküntü, el ve ayak uzuvlarında renk
değişimi gibi belirtilerle de kişinin bağışıklık sistemini etkisi altına almakta. Klasik yaşam rutinlerine devam
eden insanlar ise büyük bir tehdit ile karşı karşıya. Gün içerisinde farkında olmaksızın onlarca yüzeye temas
ediyor, ellerimizi ise belirli bir alışkanlık adı altına konulmuş hareketlerle vücudumuzun kapısı olan
yüzlerimize götürüyoruz. Yaptığımız bu saniyelik hareketler de bizlerin enfekte olma oranlarını
yükseltmekten çekinmiyor.
Genel ağdaki çeşitli haberlerin gündemine oturan virüs, yakın zamanlarda salgın kavramının sınırlarından
dışarı çıkmış; pandemi boyutuna ulaşarak ciddiyetle bakılması gereken bir sorun olmuştur. Uzmanlar ise
bireylerin sağlıklı kalması ve vaka sayısının kontrol altına alınması için aynı noktalara parmak basmaktalar.
Artan maske alımları, kullanılan litrelerce dezenfekte edici ürünler, hiç şüphesiz ki bu zamanlarda oldukça
revaçtalar ancak bu iki ürüne verilen önem kadar sosyal mesafenin de üzerinde durulmalıdır. Asıl anlamı,
kişisel alan ile kamusal alan arasında kalan yüz yirmi ila iki yüz santimetre arasında değişen uzaklık olan ve
bir diğer adıyla da sosyal alanın tanımı gibi uygulaması da epey kolay. Tek yapılması gereken ise bireylerin
karşılarındaki kişilerin birkaç adım uzağında bulunmasıdır. Bizlere oldukça yeni gelen bu kavramı
desteklemek, faydasını görebilmek için de çeşitli kısıtlamalar getirilmekte örneğin okulların, işyerlerinin,
alışveriş merkezlerinin aktif olarak kullanıldıkları zaman dilimleri sınırlandırılmakta.
Ülkelerin elinde bulundurdukları sağlık sektörleri, ilaç sanayiileri gibi alanlarında Koronavirüs’ e karşı
herhangi bir antiviral ajanlar üretilememiştir.
Doğada var olan hiçbir virüs tamamen yok edilememektedir sadece birlikte yaşamanın, bağışıklık
kazanmanın sırrı çözülebilmektedir.
(Şekil1: Koronavirüs)
( Şekil 2 : Güneş tacı)
HELİN
YILMAZ
VÜCUDUMUZU TANIYALIM
Vücudumuzu dışarıdan bir göz olarak bile incelediğimizde eklemlerimizin nasıl hareket
ettiğini, herhangi bir şeye uzanabilmek ya da bir şeyi tutabilmek için yaptığımız hareketlerin
ne kadar mucizevi olduğunu fark ederiz. Bununla birlikte kemiklerimiz, eklemlerimiz,
organlarımız ve aldığımız besinler bir bütünü yani bizi oluşturur. Şimdi bu bütünü inceleyelim.
ANATOMİ
Anatomi canlıların yapısı ve düzeni ile ilgilenen bilim dalıdır. İnsan anatomisi ise insan
vücudundaki organların tanımlanması, büyüklük, biçim gibi özelliklerinin ortaya konması,
birbirleriyle olan ilişkilerinin belirlenmesi ve bunların hekimliğe uygulanmasıyla ilgilenir. Güzel
Türkçemiz insan vücudunda benzetmeleri kullanarak ne de güzel isimlendirmeler yapmış!
Anatominin alt dalları vardır: Topografik, sistematik, karşılaştırmalı, klinik, gelişimsel,
radyolojik, mikroskobik, patolojik ve nöröanatomi.
Ve tıp fakültesinde anatomi temel derslerden biridir.
Vücudumuzun temel ihtiyacı olan yemek yemeyi istediğimiz zaman yapıyoruz. Fakat
aldığımız besinlerin hangi saatte almamız gerektiğini hiç düşünmüyoruz. Yemek yemek ciddi
bir iştir. Hangi besini ne zaman yediğimiz önemli! Çünkü zamansız beslenmek sirkadiyen
ritmimizi yani vücudumuzun hormonlara bağlı çalışma düzenini, iç saatini bozabiliyor.
Günlük alınan kalorinin öğünlere dağılımı önemli: Çoğunun akşam öğününde alınması Tiip2
diyabet, insülin direncini ve obezite riskini arttırıyor.
Karbonhidratlar: Daha çok kahvaltıda tüketilmeli. Akşam öğününde tüketilen karbonhidrat
kan şekerini ve insülini daha çok yükseltiyor, ertesi günkü besin alma miktarını arttırıyor.
Glisemik indeks/tüketme zamanı ilişkisi: Akşam öğününde tüketilen yüksek glisemik
indeksli/glisemik yüklü besinler sabah öğününe göre kan şekerini daha çok yükseltiyor.
Yağlar: Sabah karbonhidrat yerine daha çok yağ tüketmek diyabeti ve metabolik sendromu
önlüyor.
Protein: Akşam öğününde daha çok protein tüketmek kan şekerinin düzenlenmesi için daha
uygundur.
Yağ ve proteini tüketme zamanı karbonhidrata bağlı gelişen kan şekeri ve insülin yüksekliğini
engelleyebiliyor:
• Patates yemeden yarım saat önce zeytinyağı içmek
• Eti pirinçten 15 dakika önce tüketmek
• En sağlıklı sıralama ise önce sebze, sonra et ve en son pirinç (karbonhidrat)
Bazı besinlerin de tüketilme zamanı kan şekerini düzenleyebiliyor:
• Yemekten sonra yeşil çay tüketmek
• Sabah kahvaltıdan sonra tüketilen kahve bir sonraki öğünde kan şekerini daha çok
yükseltirken, öğlen içilen kahve bir sonraki öğünde kan şekerinin daha az
yükselmesini sağlıyor.
Mevsiminde olmayan meyve sebze yemek sirkadiyen ritmimizi bozarak hastalıklara neden
olabiliyor.
Besin gruplarıyla ilgili en çok sorulan sorulardan biri: Protein almak için neler tüketelim?
Bunun cevabına kaliteli proteinlerden zengin beslenelim diyebiliriz. Peki nedir kaliteli protein?
Besinlerle yeterli protein almak kadar onu yeterince sindirebilmek de önemli. Eğer mide
asidiniz yeterli değilse, asit azaltıcı mide ilacı alıyorsanız ya da proteinleri sindirecek sindirim
enzimleriniz yeterli değilse yediğiniz proteinleri sindirmede sorun olur.
Hayvansal ve bitkisel proteinlerin hem aminoasit, vitamin ve mineral içeriği, hem de
vücudumuza alabilme oranımız (biyoyararlanımı) aynı değildir. İşte farklar:
• Hayvansal proteinlerde mutlaka dışarıdan besinle almamız gereken (esansiyel)
aminoasitlerden metiyonin, triptofan, lizin, izolösin daha çok bulunuyor.
• Hayvansal proteinlerde B12, D vitaminleri, çinko, demir, omega3, yağ asitleri, DHA
(docosaheksaenoik asit) daha çok.
• Hayvansal proteini, demiri, çinkoyu, A vitaminini vücudumuza daha iyi alıyoruz, yani
biyoyararlanımı daha fazla.
• Bitkisel proteini, demiri ve mineralleri vücudumuza yeterince alamıyoruz.
Proteinlerin vücut tarafından emilimi puanlandırılarak biyoyararlanımına göre
puanlandırılıyor.
EMİLİM SKORU:
• 100’ün üstünde ise yüksek kaliteli protein: kırmızı veya beyaz et, deniz ürünleri,
yumurta, soya fasulyesi.
• 75-100 arası iyi kalitede protein: kuru fasulye, nohut, bezelye, yeşil mercimek.
• 75’in altı düşük kalitede protein: mercimek, börlüce, kuruyemişler, sebzeler.
Not: Vegan veya vejeteryan iseniz, besin açıklarınız olabileceğinden vitamin ve mineral
dengenizi düzenli kontrol altında tutmalısınız.
Et tüketmeyenler için yumurta protein kalitesi bakımından harika bir seçenek.
Fazla şeker yediğimizde vücudumuzu şiş hissederiz çünkü her bir şeker molekülü 21
molekülü suya bağlar. Peki bu kadar su nereden alınır?
Tabii bir kısmı içtiğimiz su ile ama daha büyük bir kısmı hücrelerimizin içindeki su ile
karşılanır. Yani şekerli yediğimizde hücrelerimiz susuz kalır. Yeterince su içmezseniz de o
hücreler görevini yeterince yapamaz, atıklar birikir, hücreye zarar verir, hücrenin ölümüne
neden olabilir.
Şeker yememek için birçok sebepten bir diğeri! Şeker yemeyi bıraktığınızda sonraki 3 gün
içinde 2-3 kilo kaybetmeniz bu nedenledir.
HAVA YOLU TAŞIMACILIĞINDAKİ
GERÇEK KAHRAMANLAR
Uçaklar, dünyanın en güvenli ikinci
araçlarıdır. Birinciyi soracak olursanız
cevap ne arabalar ne trenler ne de
gemilerdir. Şaşırtıcı bir şekilde cevap
asansörlerdir. Çünkü uçakları geçebilecek
teknolojide ve gelişmişlikte olan ve günlük
hayatımızda A noktasından B noktasına
gitmemizi sağlayan başka bir araç daha
üretilmemiştir. Peki ya bu kadar gelişmiş
bir düzenek nasıl olur da kaza yapar? İşte
en büyük uçak kazası ve oluşma nedenleri.
Öncelikle bu kadar dillendirdiğim uçak
teknolojisini kısaca bir tanırsak; hepimizin
bildiği gibi büyük bir kokpitten oluşuyor ve
bu kokpitte olan her tuştan bir tane de
yedekleri bulunuyor. Çünkü olası bir acil
durumda eğer bir tanesi çalışmazsa hemen
diğeri devreye giriyor. Her şey kontrol
edildikten sonra o uçuşta uçan pilot ve
kuleyle iletişimi sağlayacak pilota karar
veriliyor. Yani aslında kaptan pilotyardımcı
pilot ayrımı yapılmıyor.
Her şey kontrol edildikten sonra da uçuş
başlıyor. Aynı Tenerife Hava Faciasındaki
biri Los Angles biri de Amsterdam'dan
kalkan iki Boing 747 gibi.
Toplam 644 yolcuyla Gran Canaria adasına
giden bu 2 uçağın kaptanları inecekleri
pistte bomba ihbarı verilmesi üzerine
Tenerife'de bir yanardağın yanında
bulunan oldukça küçük bir piste inme
kararı alıyorlar ve uçaklar piste indikten
sonra uzunca bir süre bekliyorlar
Uçaklardan biri(KLM) ineceği pistte alması
gereken 50.000 ton yakıtı bulunduğu
pistte almaya karar veriyor ve bu fazladan
30 dakika daha beklemeye neden oluyor.
Fakat 30 dakika yanardağdan gelecek olan
sisin bütün piste yayılması için yeterli bir
süre oluyor.
Peki ya bu kadar küçük bir pist bu uçakları
ve sisi kaldırabilecek mi?
Uçaklardan biri (KLM) taksi yoluna geçiş
izni alarak piste geçiyor. Ardından diğer
Boing 747 (Pan AM) 'de aynı piste geçiş
izni isteyerek geçiyor ve bu kulenin en
büyük hatası. Aynı piste iki aktif uçağın
geçmesine izin vermek, hem de sisli bir
havada.
Kalkış hazırlıklarını tamamlayan KLM uçağı
hazır olduklarını kuleye haber veriyor ve
bütün olay işte tam burada başlıyor.
Kalkış izni isteyen KLM uçağına kulenin
cevabı ''Tamam,siz bekleyin ben sizi
arayacaım'' olmuştu. Fakat KLM uçağı
diğer uçak (Pan AM)'in araya girip ''Biz
hala pistteyiz'' diyerek araya girmesiyle
kulenin sadece ''tamam'' cevabını duydu
ve kalkışa geçti. Kuleyle KLM pilotları
arasında yaşanan bu anlaşmazlık hala
pistte olan Pan AM uçağına tam gaz kalkışa
geçmiş olan KLM uçağının çarpmasıyla son
buldu ve kaza sonucu tam 583 hayata veda
etti. B u da havacılığın ''Havacılık kuralları
kanla yazılmıştır'' sözüne uyarak havacılığa
yeni kurallar getiren ve dünyanın en büyük
kazası olarak adlandırılan Tenerife Hava
Faciasının sonuydu...
prensiplerini anlayabilmeniz için de iyi
derecede İngilizce bilmeniz gerekmektedir.
Kısacası bu ilginç örnekten de anlaşılacağı
gibi havacılıkta yapılan ufacık bir kule
problemi bile çok büyük kayıplara neden
olabiliyor. Bu yüzden bir uçak pilotu ya da
kule santrali olabilmek için öncelikle iyi bir
hafızanızın, analitik düşünme
kabiliyetinizin ve yüksek düzeyde
sabrınızın olması gereklidir. Bu önemli
özelliklere matematik– fizik bilgisi de
eklemek gerekir. Çünkü, uçakların uçuş
kabinlerinde bir sürü düğme ve bunların
bağlı olduğu göstergeler vardır, sizin de
bunları okuyup hızlı bir şekilde algılamanız
ve gerekli yükseklik, hız ve buna bağlı
olarak kullanacağınızın yakıtın ne kadar
gideceğini hesaplayabilmeniz gerekir.
Peki bu bilgi ve becerilerinize
güveniyorsanız nasıl pilot olursunuz? Biraz
da ülkemizde pilot eğitimlerinin nereden
alabileceğinize değinelim. İster üniversite
sınavı isterseniz de uçuş okulu ile bu
mesleğe kavuşabilirsiniz. Fakat en son
gireceğiniz mülakatta size o an
bulunduğunuz odanın hacmi bile
sorulabilir. Bu yüzden pilotlar pratik zekâlı
ve yoğun stres altında bile sakin kalmayı
başarabilen insanlar olmalıdır. Şu an ben
bile size sorsam odanızın hacmi kaç diye,
kaçınız bu kadar rahat bir ortamdayken
bile hızlı şekilde doğru bir cevap verebilir?
NERIS ALTUNOK
9/c Sınıfı
KAYNAKÇA :
https://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q
=&esrc=s&source=web&cd=&ved=2ahUKEwib
14jftI7qAhUbi1wKHXCdCEsQFjAPegQIBBAB&u
rl=http%3A%2F%2Fweb.shgm.gov.tr%2Ftr%2F
havacilik-personeli%2F2129-
hava&usg=AOvVaw1k_l-CyrNGsOsR3BJSJ4bz
Benzer şekilde bir kule trafik kontrolörü
iseniz önünüzde en az 20 tane monitör ve
her birinde kalkış veya iniş için hazırlık
yapan sizden bunun için talimat bekleyen
uçaklar bulunmakta pist durumu ve bu
uçakların durumlarını düşünerek hızlı
hesaplamalar yaparak tüm pistin güvenliği
ve buna paralel olarak oradaki yolcu ve
mürettebatın can güvenliği sizin
kontrolünüzdedir. Bu becerilere ilaveten
ileri olan bu teknolojik cihazların çalışma
KİMYA BİLİMİNE AİT ÖN SÖZ ve SON SÖZ
Kimya, maddeyi inceleyen bilim dalı. Kısa kitabi tanımı bu. Peki farklı bir tanım
yapabilir miyiz? Mesela,‘ ’Maddeyi tanıma sanatıdır yada
kimya,“ İnsandır,
doğadır, hayattır, evrendir’’ diyebilir miyiz? Elbette çünkü, vücudumuz
mükemmel işleyen bir kimya laboratuvarıdır. Sağlıklı olmamız işte
vücudumuzdaki birçok kimyasal sürecin kusursuz işlemesinde gizli. Bazen alın
terimizde, saç ve göz rengimizin belirlenmesinde bazen de aşımızdaki lezzette,
arının yaptığı balda, yağmurun yağmasında hissettirir kendini.
SON SÖZ
Kimya ‘yla kalın sağlıcakla kalın.
Ahmet SÖĞÜT
(Kimya Öğrt.)
Soru köşesi
Türk Einstein olarak bilinen,”Bye Bye Türkçe” adlı kitabı
olan ve kimya bilimine önemli katkıları olan bilim insanı
kimdir?
İpucu: (5+9=14 harfli)
,
Hep söylüyoruz, yine söyleyelim.. Kimya, hayattır. Hayatımızın her anında kimya
vardır. İnanmıyorsanız buyrun birbirinden ilginç bilgilerle görelim..
• Çakmak 1816 yılında J.W.Dobereiner tarafından, kibrit 1826 yılında John
Walker tarafından bulunmuştur. Yani aslında çakmak, kibritten önce
keşfedilmiştir.
• Aynı miktarda limon, çilekten daha fazla şeker içerir.
• Dinamit içerisinde yer fıstığı içerir.
• Elementlerin % 75’ den fazlası Dünya yer kabuğunda izotopları ile beraber
karışık halde bulunurlar.
• Doğadaki en pahalı element Kaliforniyum’dur. 1 gramının yaklaşık değeri 27
milyon dolardır.
• Hala büyük tartışmalar olmasına rağmen kimya kelimesinin kökeni Mısır’ın
eski kullandığı dilden gelir ve anlamı “Dünya”dır. (ki böyle olması çok da
anlamlı olur değil mi?)
Kaynaklar:
• Oksijen, Dünya yer kabuğunda, suda ve atmosferde en fazla bulunan
http://chemistry.about.com/od/chemistryforkids/a/Fun-And-Interesting-Chemistry-
Facts.htm elementtir.
• Radyasyon ve beyin tümörlerin tedavisinde kullanılan Astatin elementi
doğada sadece 28 gram kadar bulunur.
• Değerli taşların çoğu birkaç elementten oluşur, sadece elmas tamamen
karbondan oluşur.
• Sıcak su soğuk sudan daha çabuk donmaktadır.
• Zehirli etkilerinden dolayı Klor elementi, 1.Dünya savaşında kimyasal silah
http://lmrcbse.weebly.com/darshans-blog/some-interesting-chemistry-facts
10 Interesting Facts About Chemistry
Kaynakça :
olarak kullanılmıştır.
http://izismile.com/2014/03/24/interesting_chemistry_facts_everyone_should_know_28_pi
cs.html pas kalıntıları bulundurmasındandır.
• Mars’ın yüzeyinin kızıl olmasının nedeni üzerinde çokça demir oksit ya da
• Susuzluk hissettiğimizde vücudumuzdaki yaklaşık %1 lik suyu kaybetmiş
oluruz.
25 Weird Chemistry Facts
Abdulhamit Aydın
KİMYANIN ÖNEMLİ ÜÇ
BİLİM İNSANI
genç kızlara X ışını teknolojisini
öğretmeye başladı. 1934 yılında kan
kanserinden öldüğü zaman hastalığı
aşırı dozlarda maruz kalmış olduğu
radyasyona bağlandı ve bundan dolayı
da ona bilim için ölen kadın denildi.
Dünyaca ünlü Polonya asıllı
kimyager ve fizikçi olan Marie
Curie, bir diğer deyişle Madam
Curie, Polonya denildiğinde akla
gelen ilk isimlerden bir tanesidir…
Bilim adına birçok önemli
başarılara imza atan Marie
Curie’nin 19. yüzyılın sonlarından
kalma defterleri halen o kadar
yüksek radyoaktiviteye sahiptir
ki, korunmasız olarak incelemek
mümkün değildir. Bu defterlerin en
azından 3511 yılına kadar radyoaktif
faaliyetlerini sürdüreceği tahmin
ediliyor. 1898 yılında ışın üzerine
yapmış olduğu çalışmalara hız verdi ve
ona bu çalışmalar esnasında eşi de
yardım etmeye başladı. Aynı sene
Temmuz ayında Uranyumun
radyoaktif bozunması sonrasında
ortaya çıkan Polonyum elementini
bulduklarını duyurdular. Elemente
Polonyum adının verilmesinin sebebi
ise Marie Curie’nin vatanının Polonya
olmasıydı.
1911 yılında Polonyum ve Radyumun
keşfinden ötürü Nobel Kimya
Ödülü’ne layık görüldü. 1. Dünya
Savaşı esnasında taşınabilir röntgen
cihazını yaptı ve kızı Irene ile birlikte
Kütlenin
korunumu yasasını bulmuştur. Antoine
Laurent Lavoisier (1743-1794) metal
oksitlerinin, daha önce keşfedilmiş
bulunan oksijen ile metallerin verdiği
bileşikler olduğunu kanıtlayıp, yanma ve
oksitlenme olaylarının bugün bile geçerli
olan açıklamasını yaparak kimyada devrim
yaratmış; kimyasal adlandırma konusunda
son derece değerli çalışmalarda bulunmuş;
kapalı kaplarda yaptığı deneylerde,
kimyasal tepkimeler sırasında kütlenin
değişmediğini saptamıştır. Lavoisier’nin
1789’da yayınladığı Traité Élémentaire de
Chimie (Temel Kimya İncelemesi) adlı
yapıtı, fizikte Newton’un Principia’sına
eşdeğer biçimde kimyada devrime yol
açmıştır.
Prof. Dr. Aziz Sancar, 1963 yılında girdiği
İstanbul Tıp Fakültesinden 1969 yılında
mezun oldu. Daha sonra Dallas’a giderek
Dallas Texas Üniversitesinde Moleküler
Biyoloji dalında doktora yaptı. Yale
Universitesin'de DNA onarımı dalında
doçentlik tezini tamamladı. Sonraki
yıllarda DNA onarımı, hücre dizilimi,
kanser tedavisi ve biyolojik saat üzerinde
çalışmalarını sürdürdü.415 bilimsel makale
ve 33 kitap yayınladı. Aziz Sancar,
Hücrelerin hasar gören DNA ları nasıl
onardığını ve genetik bilgisini koruduğunu
haritalandıran araştırmaları sayesinde
2015 Nobel Kimya Ödülünü kazandı. Ödüle
ABD'li Paul Modrich ve lsveçli Tomas
Lindahl ile birlikte layık görüldü.Aziz
Sancar, Nobel Ödülü alan ikinci, bilim
alanında bu ödülü alan ilk Türk
vatandaşıdır.
Kaynakça : Vikipedia
Hazırlayan: Ahmet SÖĞÜT
İLAÇLARIN GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE GELİŞİMİ
Dünya Sağlık Örgütü`ne göre ilaç ; fizyolojik durumları ya da patolojik olayları alanın yararı için
değiştirmek, incelemek amacıyla kullanılan veya kullanılması öngörülen bir madde ya da üründür.
İlaçlar, yazının icadından önce belki de ilk insanların varlığından beridir hayatımızdalar. Yazı öncesi
çağlarda ilaç kullanımı kayıt altına alınmadığı için takip etmesi biraz zordur ancak yapılan arkeolojik
çalışmalar bize ilacın on binlerce, yüz binlerce yıldır hayatımızda olduğunu gösteriyor. Hatta Huffman
2000 yılında yayınladığı makalesinde bazı hayvanların da belli bitkileri tedavi amacıyla
tükettiklerinden ve bir süre sonra oradaki yerli halkın da hayvanların bu davranışlarını taklit ettiğini
söyler.
İlaç kullanımının en ilkel örneği Kuzey Irak`taki Zagros dağlarında bulunan
80.000 yıllık olduğu düşünülen bir Neandertal iskeletidir. Bu iskeletin yakınında ağaç dalları ve bitki
kalıntıları da bulunmuştur. Yapılan araştırmalar sonrası bu kalıntıların ve dalların sinir sistemine etki
eden efedra bitkisi olduğu görülmüştür. Yani buradan psikoloji ilaçları en eski zamanlardan beri
koruduğu anlamı çıkar.
Avrupa`da bulunan ilk ilaç örneği ise İtalya- Almanya sınırındaki
Alp dağlarında bir buzulda bulunan "İceman Ötzi" ismi verilmiş bir erkek bedenidir. İyi korunmuş
bedenin giysilerinde huş mantarı bulunmuştur. Ayrıca bağırsaklarında parazitler görülür, huş
mantarının geçici ishale neden olması bu adamın huş mantarını ilaç olarak kullandığını
düşündürtmüştür.
Yazının bulunmasından sonra pek çok uygarlık yaptıklarını kayıt almaya başlamıştır. Mezopotamya,
Mısır, Çin ve Hint uygarlıklarıyla ilgili yapılan arkeolojik kazılarda kil tablet, papirüs ve kağıtlara
yazılmış pek çok reçeteye ve tıbbi çalışmalara rastlanılmıştır.
Bunlardan
en önemlilerinde biri Eski Mısır`a ait "Ebers" adı verilen papirüstür. MÖ 1534-3000`li yıllarda yazıldığı
var sayılan papirüs 876 reçete içermekte ve kulak, göz, burun rahatsızlıklarından, hareket sistemi
rahatsızlıklarına hatta kellik ve baş ağrısı gibi sorunlara karşı çözümleri bulundurmaktadır.
Yunan hekim Dioscorides`in MS 77`de hazırladığı "Peri hyles
iatrikes" ( İlaç bilgisi üzerine) farmakolojinin en temel kitapları arasında yer edinip bu konuyla ilgili
yazılan en eski eser olma niteliğini taşır. 5 ciltlik olan bu eser 600 farklı bitkiden ve farmakolojinin
batıdaki gelişiminden bahseder. Ayrıca Dioscorides, Roma için çalışmış orduya ilaç sağlamıştır.
Roma İmparatorluğu`nun dağılmasının ardından Ortaçağ Avrupa`sında tıp gerilerken Arap hekimleri
tıbbı Yunan, Hint, İran ve Asur uygarlıklarından kalma bilgilerle ileri taşıdı.
Arap tıbbının Avrupa`ya gelişi 8. yüzyılda İspanya`ya giden Emeviler ile olmuştu ve yüzyıllar boyunca
bu anlayış benimsenmişti. Ancak Arap tıbbı gelenekseldi yani deneye
başvurulmadan genellikle bitki ve hayvanlardan elde edilenlerin kullanıldığı, bilimsel olmayan bir tıp
türüydü. Alman hekim Paracelcus buna karşı çıktı ve modern tıp böylece başlamış oldu. Paracelcus`un
öncülüğünde 17. ve 18. yüzyıllarda hekimler geleneksel tıptan uzaklaşıp deneyselleşmeye geçtiler. İlk
kez bu dönemde hayvanlar ve insanlar üzerinde deneyler yapılmaya başlandı.
Kullanılan ilk modern ilaçlar anestezikler oldu. Afyondan üretilen morfin 1806`da, eter 1842`da,
kloroform 1847`de, son olarak kokain 1860`da kullanılmaya başlandı. 1820`de Fransız kimya bilginleri
Pierre- Joseph Pelletier ve Joseph Bienaimé Caventou, kınakına ağacının kabuğundan faydalanarak
sıtma tedavisinde kullanılacakları kinin alkaolidini elde ettiler. Böylece bu iki olayla birlikte tedavi
edici bitkilerin bu maddeleri elde edilmek için kullanılmasıyla modern farmakoloji gelişmeye başladı
ve yavaş yavaş şuan kullandığımız ilaçlar bulundu.
Sonuç olarak; insanlar ve bazı hayvanlar var olduklarından beri sağlıkları için bilinçli bilinçsiz pek çok
yola başvurdu ve bugünlere kadar geldik.
Ancak her ilacın tamamen fayda sağladığını söyleyemeyiz. Örneğin antibiyotikler ve kanser ilaçları
sorunlarımıza her ne kadar çözüm bulsa da vücudumuza bir o kadar zarar vermekte. Artık bilim
dünyası bu zararları en aza indirme peşinde. Antibiyotikler bağışıklık sistemine verdiği zararlardan
dolayı artık sadece gerekli durumlarda tavsiye ediliyor. Kanser tedavisinde kullanılan akıllı ilaçlar
sayesinde ise hastaların yaşam süresi artarken vücuda verilen zarar, ilacın yan etkileri en aza
indirgenmeye başlandı.
Öyle ya da böyle kimyasallar hayatın bir gerçeği, önemli olan onları bilinçli bir şekilde kullanmak.
İPEK ÖZPARLA 9/C
Nükleer Kâbus Plütonyum Nedir? (Özellikleri,
Zararları)
Plütonyum, dünyadaki en radyoaktif ve zehirli maddelerden biridir. Atom bombalarında ve
nükleer enerji üretiminde kullanılır.
Plütonyum, nükleer silahların hammaddesi olarak kullanılan ve bilinen en toksik, en
radyoaktif elementlerden biridir. Doğada çok nadir bulunduğu için nükleer reaktörlerde suni
olarak elde edilir. Devasa enerji potansiyeli sebebiyle kitle imha silahı olarak kullanılmıştır.
Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan çekilmesini sağlayan atom bombalarının ikincisinde
plütonyumun izi vardır. Bu bombaların yaydığı radyoaktivite milyonlarca insanın hayatına
mal olmuş, milyonlarcasını yaralamış ve onarılmaz çevre felaketlerine yol açmıştır.
Plütonyum, uranyumdan üretilen ve uranyuma alternatif olarak kullanılabilen bir radyoaktif
elementtir. Adını Plüton gezegeninden almıştır. Plüton’u fotoğraflayan uzay aracının yakıt
pillerinde plütonyum kullanılmıştır. Kötü amaçlar için kullanıldığında insanlığın felaketi
olabilecek kapasitesi olan plütonyum, yıllarca yetecek enerji kaynağı da olabilir.
Tarihçesi
Plütonyum, 1940 yılında bir grup bilim adamı tarafından atom hızlandırıcıda elde edildi.
“Siklotron” adı verilen atom hızlandırıcıda Uranyum-235 izotopunun nötron bombardımanı
ile üretilmiştir. Berkley Üniversitesi bilim adamlarından Glenn T. Seaborg, Edward M.
McMillan, Josephe W. Kennedy ve Aerthur C. Wohl tarafından 152 santimetrelik siklotronda
uranyumun döteryum (alfa çekirdeği) ile bombardımanı sonucu plütonyum elde edildi. Ekip,
Uranyum-238 izotopu ve Neptünyum-238 izotopunu iki serbest nötron üreten cihazda
hızlandırdı ve döteryumla bombardımana tutarak plütonyumu keşfetti. Neptünyum-238,
daha sonra beta çürümesiyle Plütonyum-238’e dönüştü. Bu deney, 1946 yılına kadar bilim
dünyası ile paylaşılmadı. “Plütonyum” kelimesi, Plüton gezegeninden esinlenerek
türetilmiştir. İngilizcesi “plutonium”dur.
Fiziksel ve Kimyasal Özellikleri
Plütonyumun kimyasal simgesi “Pu”dur. Atom numarası 94, atom ağırlığı 244, yoğunluğu
19,81 gcm3’tür. Erime noktası 640 derece, kaynama noktası 3228 derecedir. Periyodik
tablonun 3-B grubunda aktinitler element serisinde yer alır. Kristal yapısı monoklinik yani tek
eğriliklidir. Gümüşi renkte katı bir metaldir. Fiziksel özellikleri bakımından birçok metalle, en
çok da nikelle benzerlik gösterir. Oda sıcaklığındaki plütonyuma “alfa formu” adı verilir.
Plütonyum kırılgandır, ısı ve elektriği iletmez. Plütonyumun dış kabuğundaki elektronların
sayısı sürekli değişir ve diğer elektronlarla eşleşmediği için elektronları asla bir manyetik
alanda hizalanmaz. Bu sebeple plütonyum magnetik değildir ve herhangi bir mıknatısa
tutunmaz. Plütonyum ısıtıldığında veya elektrik akımı verildiğinde diğer elementlere göre
daha fazla genişler ve büzülmeye uğrar.
Plütonyumun bütün izotopları radyoaktif ve toksiktir. Diğer aktinitler gibi plütonyum da
toprakta nadir bulunur. Uranyum cevherleri eser miktarda plütonyum içerir. Transuranyum
serisi elemenler arasında ikinci sıradadır. Doğal Uranyum-238 çekirdeğinin nötron yakalaması
sonucu Uranyum-239 elde edilir. Uranyum-239’un iki defa beta ışıması sonucu nükleer
reaktör içinde Neptünyum-239 izotopu ile birlikte Plütonyum-239 elde edilir. Plütonyum-239
da, alfa ışıması sonucu Uranyum-235 izotopuna dönüşür. Atom kütle numaraları 232-246
arasında değişen en az 15 izotopu elde edilebilmektedir. Bunların arasında en önemli izotop
Pu-239’dur. Bu izotopun yarılanma ömrü, 24 bin 360 yıldır. Diğer önemli izotopları Pu-238’in
yarılanma ömrü 86,4 yıl, Pu-224’ün ise 76 milyon yıldır. Bu iki izotop alfa ışıması yaparak
yarılanırlar.
Plütonyum birçok bileşik ve alaşım oluşturabilir. Halojenlerle, karbonla, azotla ve silisyumlar
bileşikler meydana getirebilir. Oksihalojenür bileşikleri verebilir. Alüminyum, gümüş, kobalt,
berilyum, demir, mangan ve nikelle alaşım meydana getirebilir. Hızla okside olabilir.
Oksijenle tepkimesi sonucu rengi önce kahverengiye, sonra maviye dönüşür. Havada
oksitlendiğinde donuk gri, sarı ve zeytin yeşili renklerinde lekelenir. Konsantre mineral
asitlerle çabuk erir.
Plütonyum Üretim Süreci
Plütonyum, doğada çok nadir bulunduğu için yapay olarak elde edilebilen elementlerdendir.
Plütonyumu reaktördeki diğer radyasyon yayan maddelerden ayırarak saflaştırmak için çeşitli
kimyasal işlemler uygulanır. Reaktördeki uranyum ve plütonyum karışımından plütonyumu
ayırmak için karışım nitrik aside katılır. Çözünen karışımdaki plütonyum +6 oksidasyon
basamağına kadar yükseltgenir. Daha sonra bir amino asit türü olan hekzon ile karışımdan
çekilip alınır. Daha sonra alüminyum nitrat çözeltisi ile bir kimyasal işlem uygulanır.
Alüminyum nitrat çözeltisi plütonyumu 3+ oksidasyon kademesine indirger. Saf plütonyum
elde edilinceye kadar bu işlem birkaç defa tekrar edilir. Plütonyum, nötronlarla bölünme
tepkimesine girebildiği için fazla miktarda elde edilebilir.
Hangi Alanlarda Kullanılır?
Plütonyum, laboratuarlarda ve nükleer reaktörlerde kullanılmak üzere suni olarak üretilir.
Suni olarak elde edilen Pu-239, fisyon (çekirdek bölünmesi) özelliğine sahiptir. Nükleer
reaktörlerde yan ürün olarak elde edilir. Bu sebeple Pu-239, atom ve hidrojen bombalarında
kullanılan önemli bir nükleer patlayıcıdır. Pu-239, hafif su soğutmalı nükleer reaktörlerde
yılda 200-250 kilogram arasında yan ürün olarak üretilir. Bu ürün tekrar işleme sokularak
plütonyum oksit ve uranyum oksit içeren yakıt çubukları olarak nükleer reaktörlerde
kullanılır. Aynı zamanda sıvı metal soğutmalı nükleer reaktörlerde de kullanımı
planlanmaktadır. Plütonyumun diğer transuranyum elementlerinden ayıran en önemli
özellik; hem nükleer silah olarak kullanılabilmesi hem de nükleer reaktörlerde uranyumun
yerini alabilmesidir.
Pu-238 izotopu ise, yapay kalp üretim çalışmalarında kullanılmaktadır. Tıp ve metalürji
uygulamalarında da Pu-242 ve Pu-244 izotopları kullanılmaktadır. Atom pillerinin üretiminde
de plütonyumdan faydalanılır. Nükleer enerji üretimi için önemli bir maddedir. U-238’in
ışıması sonucu üretilen plütonyum, askeri amaçlı kullanılmaktadır. Nükleer silah üretiminde
yüzde 90 oranında Pu-239 içeren plütonyum kullanılır. Kobaltve galyumla alaşımları düşük
sıcaklıklarda süper iletken olarak kullanılır. Alüminyum alaşımı nükleer yakıtın bir bileşenidir.
Plütonyumun Sağlığa ve Çevreye Zararları
Plütonyum, insan sağlığı ve çevreye oldukça zararlı ve zehirli bir maddedir. Çok tehlikeli bir
madde olduğu üzerindeki çalışmalar için özel aygıtlar ve kıyafetlerle yapılır. Yayılıp çevreye
zarar vermemesi için de çok güvenli bir ortamda korunması gerekir. Havadaki plütonyum
miktarı metreküpte 0,00003 mikrogramı geçerse hem çevre hem de insanlar için tehlike
oluşturabilir. Ancak plütonyumun insan için zehirli olabilmesi, vücuda hangi yollarla ve hangi
bileşik halinde alındığı ile bağlantılıdır.
Deri üzerindeki açık bir yaraya mikrogramlarla ifade edilen miktarda plütonyum temas
etmesi halinde o bölgede kansere yol açar. Plütonyum zerrecikleri havada askıda kalabilir. Bu
sebeple plütonyum içeren hava solunum yoluyla akciğerlere alınabilir. Bu durumda akciğer
kanserine yol açabilir. Vücuda alınan plütonyum kemiklere de saldırarak kemik kanserine yol
açar.
Plütonyum atıkları, çevreye zarar verir. Nükleer reaktörlerdeki plütonyum artıkları ve nükleer
denemeler sebebiyle çevreye plütonyum yayılmaktadır. Bu sebeple özellikle nükleer testlerin
yapıldığı bölgede çevre felaketlerine yol açmaktadır.
Bunları Biliyor Musunuz?
Bir kilogram plütonyumun enerji potansiyeli, 20 milyon kilovat saat ısı enerjisi ile eş değerdir.
Bir miktar plütonyuma dokunulduğunda yaydığı ısı eli yakar, suyu kaynatabilir.
Yüzde 90 oranında Pu-239 içeren bir bomba üretimi için en az 10 kilogram plütonyum
gerekmektedir.
Bir ton uranyumdan 1 kilogram plütonyum elde edilebilmektedir. Bir kilogram içinde en
önemli ve kullanılabilen izotop olan Pu-239’un miktarı ise 590 gramdır.
Bir kilogramlık plütonyumun tamamen patlaması 10 bin ton kimyasal patlayıcı ile eşdeğerdir.
Dört kilogramdan daha az miktarlardaki plütonyum, askeri amaçlar veya nükleer silah üretimi
için yeterli değildir.
Dünya atmosferinde nükleer testler ve diğer yollarla yayılmış 5 ton plütonyum bulunduğu
tahmin ediliyor.
Plütonyum üzerindeki ilk nükleer çalışmalar, İkinci Dünya Savaşı sırasında nükleer silah
üretmek üzere ABD, Kanada ve İngiltere tarafından başlatılan ve Manhattan Projesi adı
verilen projede yapılmıştır.
1945 yılında “Trinity” adı verilen ilk nükleer silah denemesinde plütonyum kullanılmıştır. Bu
testte “The Gadget” adı verilen dünyanın ilk atom bombası patlatılmıştır. Bu patlamanın 20
bin ton TNT patlayıcı ile eşdeğer olduğu açıklanmıştır.
1945 yılında yapılan nükleer test sürecinin sonunda üretilen ve Japonya’nın Nagazaki kentine
atılan “Fat Man” adlı atom bombasında Pu-239 izotopu kullanılmıştır.
Apollo uzay programında kullanılan uzay araçlarında elektrik üretmek için Pu-238’in alfa ışını
yayarken çıkardığı ısı kullanılmıştır.
19 Ocak 2006 yılında “cüce gezegen” Plüton’un fotoğraflarını çekmek üzere gönderilen New
Horizons adlı uzay aracının yakıtında plütonyum kullanılmıştır. Nisan 2015’te Plüton’un
fotoğraflarını gönderen New Horizons, Kuiper Kuşağı’na doğru yol almaya devam etmektedir.
New Horizons’un plütonyum yakıtlı pillerinin ise 2050 yılına kadar aktif olacağı tahmin
edilmektedir.
NASA’nın uzay programlarında kullanılmak üzere önümüzdeki 10 yıl içinde en az 20 kilogram
plütonyuma ihtiyacı olduğu belirtiliyor.
KAYNAKCA\https://www.makaleler.com/plutonyu
m-nedir-ozellikleri-zararlari
HAZIRLAYAN\ŞÜKRİYE ÇAKUŞ 9\B 641
DEPREM DALGALARI
Yeryüzünü oluşturan tabakaların kırılması veya hareket etmesi sonucu ortaya çıkan
enerjinin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yeryüzünün belli bir bölümünü
sarsması olayına deprem denir.
Bir depremde açığa çıkan enerji depremin büyüklüğü ile ilgili, yıkım etkisi ise şiddeti ile
ilgilidir. Yer kabuğunda oluşan arazi kırığına fay, bu kırığın başlama ve bitme noktası
arasındaki mesafeye fay hattı denir. Deprem dalgalarının yeryüzüne en kısa yerden ulaştığı
yere merkez üssü, yer altında depremin meydana geldiği yere odak noktası denir. Ana
depremden önce meydana gelen küçük sarsıntılara öncü deprem,ana depremden sonra, ana
depremin büyüklüğünü geçmeyen sarsıntılara ise artçı deprem denir.
Deprem ile ilgili çalışmalar yapan bilim dalına sismoloji denir.
Deprem dalgalarını kayıt eden ve depremin büyüklüğünü ölçen cihazlara sismograf denir.
Depremin büyüklüğü Richter ölçeği ile ölçülür. Bu ölçek 1’den 9’a kadardır. Ölçekte 1 birimlik
artış depremin sarsıntı etkisinin 10 katı artması demektir. (5 büyüklüğündeki depremin 2
büyüklüğündeki depreme göre yıkıcı etkisi, aradaki artış miktarı 3 olduğundan dolayı 10
üzeri 3 yani 1000 kat fazladır.)
Şimdi, depremin nasıl yayıldığını inceleyelim. Deprem oluşumunda açığa çıkan enerji
deprem merkezinden çevreye doğru sismik dalgalarla aktarılır. Deprem dalgaları olarak
adlandırılan bu sismik dalgalar, önce hafif bir sarsıntı ile yer içerisinden gelen top seslerini
andıran gürültüler şeklinde hissedilmektedir. Daha sonra sarsıntılar birden bire
şiddetlenmeye başlar ve bir süre sonra en yüksek mertebeye ulaşır. En şiddetli sarsıntıyı
oluşturduktan sonra deprem yeniden yavaşlar ve durur.
KAYNAKÇA : Fizik Ders Kitabı ve yardımcı kaynakları
TACETTİN IŞIK
10/E SINIFI
ÖZEL VE GENEL
GÖRELİLİK KURAMI
Genel Görelilik Kuramı,
Albert Einstein tarafından
1915 yılında yayımlanan,
kütle çekimin geometrik
kuramıdır ve bugün
modern fizikte kütle-çekimi
tanımladığı
düşünülmektedir. 1905
yılında Özel Görelilik
(İzafiyet) Kuramını
yayımlayan Albert Einstein,
bu sayede Genel Görelilik
Kuramı'nın da temellerini
atmış oldu. Bu kuramın
esas olarak 2 dayanağı
bulunmaktadır. Bunlar:
Görelilik İlkesi ve Işık
Hızının sabitliğidir.
Esasında bu iki ilke daha
önce ispatlanmıştı. Galileo
ve Lorentz Dönüşümleri
görelilik ilkesini,
Michelson-Morley deneyi
ise ışığın sabit hızını daha
önce ortaya koymuştu.
Einstein'ın yaptığı bunları
birleştirip anlam vererek
ortaya bambaşka bir dünya
görüşü koymaktı. Bu
kuramlar hakkında bilgi
verecek olursak; Görelilik
Kuramına göre Fizik
yasaları bütün eylemsiz
sistemlerde aynıdır. Bir
referans noktasına göre
sabit duran bir gözlemci
ile o referans noktasına
göre düzgün doğrusal
(İvmesiz, sabit hızlı)
hareket eden başka bir
gözlemci bütün hareket
yasalarını aynı algılarlar.
Başka bir deyişle, sabit
hızla hareket eden bir
araç içinde yapılan bir
gözlem ile bir
laboratuvarda yapılan
gözlem aynı sonucu verir.
Kapalı bir araçta yol alan
birisi camdan bakmadıkça
hareket edip etmediğini
anlayamaz. Aynı şekilde
dünyaya uzaydan
bakmadıkça dünyanın
döndüğünü anlayamayız.
Bu Newton'un eylemsizlik
yasasıyla da çelişmez. Işık
hızının sabitliğine göre
ışığın boşluktaki hızı
evrensel bir sabittir.
Gözlemcilerin birbirlerine
göre hızları ne olursa
olsun, ışık hızı bütün
gözlemciler için aynıdır.
Örneğin duran bir
kaynaktan çıkan ışığın hızı
ile, hızla hareket eden bir
arabadan yayılan ışık hızı;
duran bir gözlemciye göre
de hareket eden bir
gözlemciye göre de hep
aynıdır. Einstein'in 1905
yılında yayımlamış olduğu
Özel Görelilik Kuramı,
Newton'un hareket ve
kütle çekim yasalarını
derinden sarsmış ve
zamanın göreliliğini ortaya
atmıştır. Çünkü, kütle
çekimi etkisi altında
bulunan zamanın
normalden daha da yavaş
aktığı çıkarımı Einstein'ın,
hızlanan referans
çerçevesinde zamanın
daha yavaş akması
gerektiğini öne sürdüğü
Özel Görelilik Kuramı’nın
bir sonucudur. Bu
durumda eşitlik
prensibinden yola çıkılarak,
hızlanan bir referans
çerçevesinde zaman daha
yavaş akıyorsa, kütleçekim
alanında bulunan zamanın
da bu yolla yavaş akması
gerektiği sonucuna varılır.
(Eşitlik prensibinde
Einstein daha da ileri
giderek hızlanmanın ve
kütle çekimi alanında
bulunmanın aslında aynı
şey olduğunu söyler.)
Klasik fiziğe göre, Newton
mekaniğinde, zaman, tüm
gözlemciler için mutlaktır,
değişmez. Einstein, Özel
Görelilik Kuramı ile bu
tanımın dışına çıkarak,
zamanın göreli olduğunu
göstermek istemiş ve bu
amaçla bazı düşünce
deneyleri tasarlamıştır. Bu
çalışmaların ardından
Einstein, kuramına
ivmelenmeyi de dahil
edebilmek için uğraşmış
ve 10 yıl sonra bunu
başararak Genel Görelilik
Kuramı'nı ortaya atmıştır.
Genel Görelilik Kuramı'nın
ortaya çıkış hikayesini bu
şekilde ortaya koyduktan
sonra, bu kuramın
kendisini incelemeye
başlayabiliriz. Einstein'in
1915 yılında yayınladığı
Genel Görelilik Kuramı,
evrenin uzayzaman olarak
isimlendirilen dört boyutlu
bir süreklilik olduğunu ve
kütleçekim kuvvetinin de
bu dört boyutlu yapının
geometrisindeki
bükülmeden ileri geldiğini
öne süren kuramdır. Bu
kuram, karadeliklerin
tanımlanmasına büyük bir
katkıda bulunma ve kütle
çekime farklı bir boyut
kazandırmanın (Einstein,
Genel Görelilik Kuramında
kütle çekimi diye bir
kuvvet olmadığını, kütle
çekimi olarak
nitelendirdiğimiz olaya
sebep olanın uzay-zaman
bükülmesi olduğunu ortaya
koymuştur) dışında bilimde
de birçok yeniliğe yol
açmıştır. Genel Görelilik
Kuramı, uzay ve zamanın
birbirine bağlı yani
uzayzaman adında tek bir
şey olduğunu söyler.
Birbirlerinden bağımsız var
olamazlar. Gezegenler ve
yıldızlar gibi maddeler
uzayzamanın dokusunu
bozarlar ve bir kütle çekim
(Yerçekimi) aldanması
yaratırlar. Çünkü kütle
çekim bir kuvvet değil,
uzayzamanın bir özelliğidir.
Dünya üzerinde bir kütle
çekimi hissederiz ama bu,
Dünya bizi merkezine
çektiği için değil, uzay bizi
Dünya’ya ittiği içindir.
Kütlesi çok yüksek
nesnelerin yanında
uzayzaman o kadar
bükülür ki zaman
yavaşlamaya başlar. Yani
ister bir gezegen, ister bir
yıldızı ele alın, onun kütlesi
etrafındaki uzayzamanın
bükümü, kütle çekimini
verir. Einstein’ın denklemi
karadeliğin merkezinde
hacim sıfıra yaklaşırken,
sınırsız kütle çekimin
oluşmasını öngörmektedir..
Fizikte bunun adı
Tekillik’tir. Tekillik
durumunda tüm fizik
kuralları birbirlerinden
ayırt edilemez bir hale
gelir ve uzay-zaman
birbirine bağlı şeyler
olmaktan çıkıp ayırt
edilemeyecek şekilde
birleşirler. Böylece uzayzaman
anlamını yitirir.
Einstein'in Genel Görelilik
Kuramında küte-çekime
farklı bir şekilde daha
değinilmektedir ve bu da
kütle-çekimin ışığın yolunu
saptırmasıdır. Einstein,
1915 yılında yayımladığı
Genel Görelilik Kuramında,
büyük bir cismin
oluşturduğu kütleçekimi
kuvveti (Uzayzaman
bükülmesi) nedeniyle bu
cismin yakınına yaklaşan
ışığın yolunun sapacağını,
diğer bir deyişle
büküleceğini belirtir. 1919
yılında İngiliz astronom
Arthur Eddington,
Einstein'in Görelilik
Kuramını kanıtlamak
amacıyla giriştiği ünlü Güneş
Tutulması gözleminde, tıpkı
Einstein'in tahmin ettiği gibi
büyük bir kütleye sahip
Güneş'in çevresinde
oluşturduğu uzay-zaman
bükülmesi sayesinde arka
planda kalan yıldızlardan
gelen ışığın Güneş'in
oluşturduğu bükülü uzaydan
geçerken gerçekten de
yolunun değiştiğini
gözlemlemiştir. Bu gözlem,
Genel Görelilik Kuramını
kanıtladığı için çok kısa
sürede Einstein'ın büyük bir
üne kavuşmasına sebep
olmuştur. Genel Görelilik
Kuramının bir diğer önemli
özelliği ise, uzun bir süre
boyunca açıklanamayan bir
konu olan Merkür’ün
Güneş‘e en yakın
noktadayken, yörünge
merkezinde meydana gelen
değişikliği
açıklayabilmesidir.
Einstein'in teorisinin, bilim
dünyasını uğraştıran bu 200
yıllık gizemi çözmesi Genel
Görelilik Kuramını daha
yüksek bir konuma
taşımıştır. Genel Görelilik
Kuramının yankıları hala
sürmektedir. Bugün
kullandığımız GPS
cihazlarımızı bile ona
borçluyuz. Bu kuram
sayesinde kara delikler,
karanlık madde, Büyük
Patlama ve evrenimizin
genişlemesi gibi fikirlerin de
önü açılmıştır. Bu kuramın
etkileri burada da bitmiyor.
Uzayzamanın yapısındaki bir
çeşit doku olan kütleçekimsel
dalga gibi şeyleri
görebilmek için hala
bekliyoruz. Belki de bu
kuramın en büyük etkisi,
varoluşumuzdan beri
bulmaya çalıştığımız Her
Şeyin Teorisi’ne katkı
sağlamasıdır. Einstein‘ın bu
küçük adımı insanlık için o
kadar büyüktü ki belki
hepsini görebilmemiz için
bir yüzyıl daha beklemek
gerekiyor. Artık makalenin
sonuna geldik. Umarım
keyifle okumuşsunuzdur ve
lütfen unutmayın; bu
makalede yazılı olanlar
buzdağının sadece görünen
kısmı… Bu konuyu kendiniz
araştırabilir ve ilginizi
çekecek çok daha fazla bilgi
elde edebilirsiniz.
Okuduğunuz için teşekkür
ederim…
Hakan Arda Ataman
KAYNAKÇA:
www.fizikbilimi.gen.tr
bilgioloji.com
tr.wikipedia.org
webders.net evrimagaci.org
www.evrenbilim.com
bilimfili.com
BİRBİRİNDEN AYRILMAZ İKİLİ:MATEMATİK VE MÜZİK
Müzik, gizli bir aritmetik alıştırmasıdır.
MATEMATİĞİN MÜZİKLE İLİŞKİSİ:
Matematik ve müzik antik devirlerden itibaren karşılaştırılmış
ve ilişkilendirilmiştir.Her ikisinde de estetik vardır.Her ikisinde
de evrensel dil vardır.Her ikisinde de bir stil vardır.Bir
müzisyen Bach’ı nasıl ilk melodilerinden anlayabiliyorsa,bir
matematikçi de Gauss’u ilk satırlardan fark edebilir.Ayrıca
tarih boyunca pek çok matematikçi müzikle ilgilenmiştir.Eski
Yunan’da müzik,matematiğin 4 ana dalından biri olarak kabul
edilmiştir.Pythagoras okulunun programına göre
müzik;aritmetik,geometri ve astronomi ile aynı düzeyde kabul
görmüştür.Bir telin değişik boyları ile değişik sesler elde
edildiğini ortaya çıkartan Pisagor,M.Ö.6.yüzyılda yaşamıştır
ve bugün kullanılmakta olan müzikal dizisinin temelini
oluşturması açısından oldukça önemli bir iş yapmıştır.
MÜZİKTEKİ SES ARALIKLARI:
‣ Müzik kuramında aralık;sesler arasındaki çeşitli
sayısal oranlardır.Küçük üçlü,büyük altılı,sekizli vb.
gibi.
‣ Pisagor’un en büyük başarısı müziğin
temelde,sayıların orantılı aralıklarına dayandığını
keşfetmesidir.
‣ Pisagor,telin 8/9’u ile 1 tam ton elde etmiştir,ancak
bir notaya 6 kez tam ton ilave edildiğinde neredeyse
o notanın oktavı elde edilmiştir ki bu da PİSAGOR
KOMASI olarak adlandırılır.
ALTIN ORAN NEDİR?
Altın oran, matematik ve sanatta, bir bütünün parçaları
arasında gözlemlenen, uyum açısından en yetkin boyutları
verdiği sanılan geometrik ve sayısal bir oran bağıntısıdır.
KEMANDAKİ ALTIN ORAN:
‣ Antonio Stradivarius (1644-1737) en ünlü keman
yapımcısıdır.
‣ Yaptığı kemanların ölçüleri,altın oranla uyumludur.
‣ AB/BC ve AC/CD=ΦΦ*
‣ AD/AC=Φ
‣ AC/AB=Φ
‣ CD/BC=Φ
‣ Günümüzde yapılan kemanlar hala bu oranlara
sahiptir.
‣ ΦΦ* Fi sayısı
MÜZİKTE ALTIN ORAN:
‣ Wolfgang Amodeus Mozart’ın altın oran bildiğine
inanılır.
‣ Mozart’ın «C Major Sonar No.1» adlı
eserindeki,38/62=0,613 değerleri yaklaşık olarak
altın oranı vermektedir.
‣ Beethoven’ın «5 senfonisi» matematikteki altın
oranla oluşturulmuş şaheserlerdir.
MÜZİK,RUHUN GİZLİ BİR MATEMATİKSEL
PROBLEMİDİR.
ECRİN ÖNAL 9/B
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Prof. Dr. Ece Karşal- MATEMATİKSEL
Onedio-SIKI SIKIYA İLİŞKİLİ MATEMATİK VE MÜZİK
SlideShare-SAYILAR VE MÜZİK Dr. Vural Yiğit
SPOR VE MATEMATİK
Her spor dalının matematikle bir ilişkisi vardır. Çünkü her spor belli bir
alanda oynanır ve bu alanlar geometrik cisimlerden oluşur ama bazı
sporların içinde matematik diğerlerine oranla daha fazla bulunur.
Örneğin ok atarken yayın belli bir açıyla tutulup ona göre çekilip
bırakılması gereklidir. Aynı zamanda mesafeler ve puanlamalar da
matematik sayesinde hesaplanır. Başka bir spor dalı olan golfte de
rüzgar hesaplanır ve topa ona göre vurulur. Bu konu hakkında tek bir
spor dalını konuşmak hata olur çünkü her sporun dalının içinde
matematik görmezden gelinemeyecek kadar fazladır.
Sporların oynandığı toplar da matematik sayesinde oluşturulur.
Örneğin futbol topu tam küre değildir. 1960’lı yıllarda 20 düzgün
altıgen, ve 12 düzgün beşgen kullanılarak şişirildiğinde kusursuza yakın
bir küre olan futbol topu tasarlanmıştır. Bu tasarım bucky ball ismiyle
anıldı ve 1970 yılında Meksika Dünya Kupası’nda ilk kez kullanılmaya
başlandı. Daha sonra futbol topu farklılıklara uğrasa bile futbol topu
dendiğinde aklımıza ilk gelen tasarım budur.
Sporların en prestijli turnuvası olan olimpiyatlarda birçok branş
bulunur. Bu branşlardan biri olan atletizm de içinde matematiğe
fazlasıyla yer veren branşlardan biridir. Atletizmde mesafeler ve süre
çok önemlidir. Bunlar matematik yardımıyla kolayca ölçülür ve
şampiyon en doğru sonuçlarla belirlenir. Yani sizlerin de anlayacağı
üzere matematik sporda dahil her zaman hayatımızın içindedir ama
çoğu zaman biz bunun farkında olamayız.
Ömer Efe Odabaş
9/C SInıfı
Kaynakça: https://www.matematikkafe.com/?pnum=39&pt=Spor+
ve+Matematik
SAYILARIN
TARİHÇESİ
Sayı ve biçime ilişkin kavramlarla
tanışmamız Yontma Taş Devri’ne kadar
uzanır. Yüzbinlerce yıl boyunca insanlar,
hayvanların yaşadığı koşullardan pek
farklı olmayan bir biçimde mağaralarda
yaşadılar. Enerjilerinin çoğunu nerede
yiyecek bulurlarsa onu toplamaya
harcıyorlardı. Avlanmak ve balık tutmak
için silahları, birbiriyle anlaşmak için
konuşma dilini geliştirdiler, Yontma Taş
Devri ‘nin sonlarına doğru da yaratıcı
sanatlarla heykelcikler ve resimler
yaparak
yaşamlarını
renklendirdiler.İlkçağ insanları (ilkel
insan,mağara insanı) sayıları kullanma
ihtiyacı duymuştur.Bu devir insanı
ihtiyaçlarını kaydedip saklamasını da iyi
biliyordu.Avladıkları hayvanların veya
sürüsündeki koyunların sayılarını
belirtmek için yaşadıkları mağara
duvarlarına çentikler çizmişler. İlkçağda
kullanılan bu çentik ve çizgiler sayıların
gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Ağaç
dallarını not defteri amacıyla üzerinde
anlayacakları şekilde sembol
çizmişlerdir.Bazen de ,ipe düğüm atmışlar
veya çakıl taşlarını kullanmışlardır.Bir taş
veya sopa üzerinde işaretlenmiş bir adet
çentik ,tek koyunu ifade ederdi. Belli bir
zaman sonra eğer her bir taş veya çentik
için bir koyun yoksa ,o insan bir veya
birkaç koyunun kayıp olduğunu anlardı.
Kazmayı veya kesilmiş ağaç dalına
çentikler yapmaya başlamakla,ilk
defa,sayıları yazılı olarak ifade etmiş
oluyorlardı.İlkçağ insanının kullandığı bu
işaretler, sayı ve hesaplamaların ilk yazılı
ifadeleridir.
Bunların yanında ;ilkel insanlar ,sayıları
belirtmek için,değişik ses ve kelimler de
kullanmışlardır.ancak
bugünkü
kullandığımız sayılara ulaşmsı yüzyılları
almıştır. Örneğin insanlık yüzyıllarca bir iki
ve çoku kullanmışlardır diğer sayılar çok
çok sonra bulunmuştur tarih gelecek
MÖ:3300 yılına baktığımızda da
eskimısırlılıarın kullandıkları hiyeroglif
resim yazsıdı dikkat çeker bilinen eski
sayma sistemlerinden biri,Eski
Mısırlılarının kullandıklarıdır.Eski
Mısırlılılarının kullandıkları resim yazısının
(hiyeroglif) başlangıç tarihi,M.Ö. 3300
yılına kadar geri gider.buazısına
bakıldığının eski mısırlılara hiyeroglif
yazısına ait sayma sistemi,ilkçağ lardaki
insanlarının kullandığı mağara insanın
kullandığı sayma sisteminin gelişmiş
şeklidir.
HİYEROGLİF YAZISI
Eski Mısır aritmetiği hakkındaki bilgimizi
de ,kullandıkları papirüs tomarlarından
anlarız . Bugün bu papirüsler ; bilim
tarihinde ,M.Ö. 1900-1800 yılları için
adlandırılan, Kahun ve Berlin papirüsleri ile
ters yap ,M.Ö. 1700 ile 1600 yılları için
adlandırılan Hiksoslar Devrinden kalma
Rhind ve Moskova matematik papirüsleri
tarih olduka önem taşır M.Ö.1788-1580
kalma Rhind ve Moskova matematik
papirüsleridir. Mısır matematiği
hakkındaki diğer kaynaklar,birkaç
parşömen tomarı ile kil ve tahta tabletlere
dayanmaktadır.Eski Mısır’da rakam ve
sayılar bazı sembollerin (şekillerin) yan
yana gelmesiyle ortaya çıkıyordu. Bütün
rakamlar 7 değişik şeklin bir araya
gelmesiyle oluşuyordu ve yazım biçimi de
sağdan sola doğru ifade ediliyordu.
Eski Mısırlılar; bu sembolleri gerektiğinde
tahta, ağaç ve taş üzerine de oymuşlardır.
Bu rakamları birkaç kez kullanarak,
istenilen sayıları göstermişlerdir. Bu
sistemde, gruplamalar onarlık
yapıldığında, sistem onluk sistemidir.
Eski Mısır sistemi aşağıdaki belirtilen
özelliklerinden dolayı mağara insanının
kullandığı sistemin geliştirilmiş şeklidir.
a) Bir kümede bulunan şeylerin
toplam sayısı, sadece bir tek
sembolle belirtilmiştir. Örneği : 10
sayısının bir topuk kemiği sembolü
ile belirtmesi gibi.
b) Diğer sayıları göstermek için aynı
semboller tekrarlanmıştır.
c) Bu sistemde 10 luk gruplar esas
alınmıştır. On düşey çizgi, bir topuk
kemiği sembolünü, on topuk
kemiği sembolü de , bir çengel
sembolüne eş değerdir. Bu şekilde
devam eder.
Tarihte Babillere baktığımda da sıfır
rakamını gösteren bir sembol yoktur.
Rakamları sağdan sola doğru yazarak ifade
ettikleri anlaşılmaktadır. Babilliler, kil
tabletler üzerine ‘’sitilüs’’ adı verilen tahta
parçası ile yazarlardı. Bu tür yazıya ÇİVİ
YAZISI denir.Kağıt yapmayı , henüz
bilmediklerinden, kilden yapılmış levhalar
kullanmışlardır. Babiller ilk kez çakıl
taşlarından faydalanarak aritmetiksel
işlemler yapmışlardır. Buna da kakilüs
denir.
DÖRT TEMEL İŞLEM
Toplama:Rakamları (işaretleri) yan yana
yazarak yapıyorlardı.
Çarpma: Toplama işlemine benzer, çok
yorucu bir yol uyguluyorlardı. Bu kadar
uzun işlemlerin zorluğu karşısında, özel
çarpma tabloları hazırlamışlardır.
Kesirler: Çoğu zaman kesirler, paydası
birim (yani 60 ) olan sayı ile ifade
ediliyordu. Yalnız, çok eski tarihten beri
Babil’de 1/3, 2/3 ,5/6 gibi bir çok basit
kesirlerin kullanıldığı da anlaşılmaktadır.
Romalılara bakıldığına da, Eski
Mısırlılarının yıllarca önce yaptıkları gibi,
önceleri, bazı sembolleri tekrarlayarak
sayıları yazdıkları görülmüştür.
ÖRNEK:
XXXXX =10+10+10+10+10= 50
MDCLXVI = 1000 + 500 + 100 + 50 +
10 + 1 = 1666
DLXIII = 500 + 50 + 10 + 1 + 1 + 1 =
563
Örnek II :
XC = 100 -10 = 90
IX = 10 -1 = 9
Başlangıçta değişik bazı sembol ve
harfleri, rakam olarak kullanmışlardır.
Bu rakamları, ilk olarak Romalılar
kullandıkları için, aritmetikte ‘’Roma
Rakamları ‘’ ya da ‘’ Romen Rakamları ‘’
olarak adlandırılır.Yıllarca Avrupalılar da
roma rakamları ile işlem yapmışlardır.
Kaynaklar, Roma rakamlarının bir elin
parmaklarından esinlenerek ortaya
konduğunu belirtir. Romalılar, bugün
kullandığımız 1,2,3,4 rakamları yerine
I,II,III,IIII sembollerni ve 5’i belirtmek için
de, V sembolünü,değişik biçimde iki kez
kullanarak X sembolünü elde ettiler.
(Çaprazlanmış iki düşey çizgi.) Diğer
rakamları da alfabelerindeki harflerden
aldılar.
Romalılar sayıları belirtmek için, 7 ayrı
harfi rakam olarak kullanmışlardır. Roma
sembollerinin değer bir özelliği de, binleri
göstermek için sembolün üzerine bir yatay
çizgi, milyonları göstermek için de; ilgili
sembolün üzerine iki yatay çizgi çizilerek
ifade edilir.
Görülüyor ki; Roma sayma düzeni, sadece
toplama ve çıkarma işlemine
dayanmaktadır. Sıfır ve basamak sistemi
(kavramı) yoktur. Bu nedenle, aritmetik
işlem yapmaya uygun değildir. Şöyle ki:
Roma’da Forum Meydanı’ndaki süslü
hitabet kürsüsünün ‘’Columna Restrata’’
sütununda 2.200.000 sayısını belirtmek
için yirmi iki adet ‘’yüz bin’’ i gösteren
sembol (sayı işareti) oyulmuştur.
Roma rakamları bu özellikleri dolayısıyla;
bugün matematik işlemleri yapmak
amacıyla kullanılmamaktadır. Ancak, çok
sınırı olan, bazı özel gösterimler için
kullanılmaktadır.
Tarih Öncesi Çağlarda Aritmetik
Maden Devrinde ticaret öylesine
gelişmişti ki , yüzlerce mil uzaklıktaki
köyler arasındaki ilişkilerin izleri fark
edilebiliyordu . Önce bakırın daha
sonra da tuncun eritilmesiyle bu
metallerden araçlar ve silahlar yapıldı.
Bu da ticaretin ve yeni dillerin daha da
gelişmesine yol açtı. Bu dillerdeki
nesnelerin çoğunlukla somut ; yani elle
tutulur ve gözle görülür nesneleri
belirtmesine ve az sayıda olmasına
karşın bazı sayısal terimler ortaya çıktı.
Buradan da anlaşılacağı üzere
aritmetiğe en yoğun ihtiyacın olduğu
çağın maden çağı olduğu anlaşılır.
Ünlü bir matematikçi olan Adam Smith
‘in ‘’insan aklının ürünü en soyut
düşünceler’’ olarak tanımladığı sayısal
terimlerin kullanılmaya başlanması çok
yavaş oldu .Bunlar ilk ortaya
çıktıklarında bir cismin sayısını değil
niteliğini gösteriyordu. Örneğin ; ‘’bir
insan’’ değil sadece ‘’insan’’ kavramını
gösteriyordu. Sayısal kavramların bu
niteliksel kökenlerinin izleri hala
Yunanca ve Keltçe gibi bazı dillerdeki
ikili terimlerde görülebilir. Sayı kavramı
geliştikçe toplama yoluyla daha büyük
sayılar oluşturuldu:2 ile 1 toplanarak 3,
2 ile 2 toplanarak 4, 2 ile 3 toplanarak 5
bulundu.
Günümüzdek aritmetiğe nasıl
geldik?
ONLUK (DESİMAL) SAYI SİSTEMLERİ
Dijital (sayısal) elektronikte dört çeşit sayı
sistemi kullanılmaktadır. Bunlar ;
1- İkilik (binary) sayı sistemi
2- Onlu (desimal) sayı sistemi
3- Sekizli (oktal) sayı sistemi
4- On altılı (hexadesimal) sayı sistemi
Desimal sayı sistemi hepimizin
bildiği 0 1 2 3 4 5 6 7 8 9
rakamlarını kullanan bir sistemdir.
Sistemin tabanı 10′dur.
Örnek olarak 231 sayısını ele alalım;
231 = 2. 10² + 3. 10¹ + 1. 10º
iki rakamdan oluşan Binary (ikili) sayılarla
tanımlayabilmemiz, sayısal sistemlerin iki
voltaj seviyesini kullanarak farklı
büyüklüklerin
tanımlanmasının
anlaşılmasını sağlamaktadır.
a) Boole cebrine dayanan lojik verilerin
temsili ve lojik işlemlerin
gerçekleştirilmesi için en uygun olan sayı
sistemidir.
b) Aritmetik işlemlerin basit ve hızlı bir
şekilde gerçekleştirilmesini sağlar.
c) Çoğu fiziki olaylar ikili sistem için çok
müsaittir. Mesela gerilim var/yok, ışık
var/yok, kontak açık/kapalı, magnetlenme
var/yok vs.
d) Bilgisayarlarda veri ile ilgili bellekteki
adresi belirtmek için kullanılır.
e) Komut kodu olarak kullanılır.
f) Alfabetik ve sayısal olmayan karakterleri
temsil etmek için kullanılır.
g) Bilgisayarlarda dahili ve harici olarak
bulunan devrelerin durumlarını belirlemek
için bir sayı grubu olarak kullanılır.
1- İkilik (Binary) Sayı Sistemi :
Binary (İkili) Sayı sisteminin tabanı 2’ dir.
Ve bu sistemde sadece “0” ve “1”
rakamları kullanılmaktadır. Binary (ikili)
Sayı sisteminde bulunan her ‘0’ veya ‘1’
rakamları BIT (Binary Digit) adı ile
tanımlanır. Decimal (onlu) sayıları, sadece
1.ÖRNEK:
Onlu tabanda verilen 25 sayısının ikili
tabandaki karşılığını bulalım. (2510 = X2);
25 = 2 4 +2 3 +2 2 + 2 1 + 2 0
25 = (11001)2
Sonuç X = (11001)2 elde edilir.
2 ÖRNEK: Onlu tabanda verilen 23
sayısının ikili tabandaki karşılığını bulalım.
(2310 = X2);
23 = 2 4 + 2 3 +2 2 + 2 1 + 2 0
Sonuç 23 = (10111)2
Decimal (Onlu) Sayı Sistemi
Decimal (onlu) Sayı sistemi günlük hayatta
kullandığımız 0 1 2 3 4 5 6 7 8 9
rakamlarından oluşur. Decimal (onlu) Sayı
sisteminde her sayı bulunduğu basamağa
göre değer alır. Bu sayı sisteminde ise dört
matematiksel işlem bilindiği
gibidir. Sistemin tabanı 10’ dur.
Örnek 1 042.203.005 Sayısını analiz
edelim;
Sonuç: 5×10 0 + 0x10 1 + 0x10 2 + 3×10 3 +
0x10 4 + 2×10 5 + 2×10 6 + 4×10 7 + 0x10 8 =
042.203.005 sayısını elde ederiz.
Örnek 2 2784 sayısını analiz edelim.
2784=2×10 3 +7×10 2 +8×10 1 +4×10 0
2784=2×1000+7×100+8×10+4×1
2784=200+700+80+4
2784=2784 elde ederiz.
Oktal (Sekizli) Sayı Sistemi
Sayısal Sistemler her ne kadar ikili sayı
sistemini kullansalar da bir tasarımcı için
binary (ikili) sayılarla işlem yapmak
zahmetli bir işlem olduğundan farklı sayı
sistemlerinin kullanımı tasarımcılar
arasında yaygınlaşmıştır. Kullanılan bu
sayı sistemlerinden Sekizli (oktal) Sayı
sisteminin tabanı sekiz olup 0, 1, 2, 3, 4, 5,
6, 7 rakamları bu sayı sisteminde kullanılır.
İşlemci yalnız ikili sistemi anladığı,
kullanıcı ise 10` lu sisteme alıştığı için 60′
lı yıllara kadar bilgisayarla kullanıcı
arasında iletişim zorluğu vardı. Bu
zorluklar özellikle bilgisayara adres bilgisi
aktarmak, bilgisayardan adres bilgisi
almak, registerlerin durumlarını izleyerek
gereken ayarlamaları yapmak, belleğin
içeriğini kontrol etmek ve gereken
değişiklikleri yapmak, işlemciye hemen
kullanılacak veriyi aktarmak vs. gibi
problemlerin çözümü sırasında yoğun
olarak karşıya çıkmaktaydı. Bu problemi
hafifletmek amacı ile 2’ li sistemden daha
anlaşılır, bilgisayar için ise ikili sistem
kadar anlaşılabilen bir aralık sayı
sisteminin olması gerekirdi. Böyle bir
sistem olarak 8’ li sayı sistemi seçilmişti.
Bu tercih sebebi ise 8 = 2 3 olduğu için, 8′ li
sayının her bir rakamının yerine mekanik
olarak onun 3 rakamlı ikili karşılığını
koymakla 8’ li sayının 2’ li karşılığını
almasıdır.
Örnek 1 (34507,0216)8 = (?)2
(34507,0216)8 = 011 100 101 000
111 , 000 010 001 110 sonucu elde
edilir.
3 4 5 0 7 , 0 2
1 6
Hexadecimal (Onaltılı) Sayı Sistemi
1960‘ larda Latin alfabesinin ve
noktalama, kontrol, matematik vs.
işaretlerin genel amaçlı bilgisayarların
alfabesine girmesiyle; bilgi ölçme ve
temsil birimi olarak byte (8 basamaklı ikili
kod) kabul edilmiştir. Bundan sonra 8 / 3 =
2,66 tamsayı olmadığı için 8′ li sayıların
bellekte yerleştirilmesi ve incelenmesi
zorlaşmış, buna karşılık olarak iki rakamı
tam bir byte’ da yerleşen 16’ lı sistem
alternatifsiz bir aralık sistem olarak
kullanılmaya başlamıştır. Bundan başka,
10’ lu (BCD) sayıların da her bir rakamının
temsil edilebilmesi için 4 bit gerekir.
Böylece 16’ lı ve 10’ lu sayıların bellekte
yerleştirilmesi yöntemi ve araçları, bunlar
üzerinde yapılan birçok işlemler ve bunları
gerçekleştiren program ve donanım
araçları, büyük bir ölçüde her iki sayı
sistemi için de ortak olur. 16 = 2 4 olduğu
için 16’ lı ve ikili sistemler birbirine direkt
olarak çevrilebilir.
Hexadecimal (Onaltılı) Sayı sisteminin
tabanı 16 olup, 0 – 9′ a kadar rakamlar ve
A – F’ ye kadar harfler bu sayı sisteminde
tanımlıdır. Bu sayı sisteminde rakamlar bu
sembollerin yan yana yazılmasından elde
edilir. Hanelerin basamak ağırlıkları
sağdan sola doğru 16′ nın artan kuvvetleri
ile belirtilir.
16 = 2 4 olduğu için 16’ lı sayının her bir
rakamının yerine onun 4 rakamlı 2’ li
karşılığını koymakla 16’ lı sayının 2’ li
karşılığını bulabiliriz.
Örnek 1 (A10C,B72F)16 = (?)2
1010 0001 0000 1100 , 1011
0111 0010 1111
A10C,B72F = A 1 0
C , B 7 2 F
Örnek 2 Onaltılık F3 sayısının onlu
tabanda karşılığını bulalım.
(F3)16 = [Fx(16) 1 +3x(16 0 )] = (243)10 sayısı
elde edilir.
MELİSSA BALTA 9/C
Matrisler
Matematikte matris veya dizey, dikdörtgen bir sayılar tablosu
veya daha genel bir açıklamayla, toplanabilir veya çarpılabilir
soyut miktarlar tablosudur.
Matris (dizey) sayıları dikdörtgen halinde dizip gösteren bir
matematiksel tablodur. Köşeli parantezle gösterilebileceği gibi
eğri parantezle de gösterilebilir.
Bir matristeki düz yatay sıraya satır dikey sıraya sütun adı
verilir. Bir matris içinde dizilip gösterilen sayısal öğe veya
eleman olarak adlandırılır. Matrisin büyüklüğü satır sayısı ile
sütun sayısı birlikte verilmesi ile ifade edilir. Örnek olan verilen
matrisler 4x3 (yani 4 satırlı 3 sütunlu) matrislerdir.
Genel matematiksel notasyon olarak bir matris büyük harf ile
ifade edilir. Bazen matrislerin daha açık olarak ifadesi
notasyonda kullanılan büyük harf vurgulanması ile yapılır. Bu vurgu bilgisayar ile yazılırsa
tipografik kalın harf vurgusu ile; elle yazısı ile matris harfinin altına bir (bazen iki) çizgi veya
küçük dalgalı bir çizgi koymak suretiyle yapılır. Örneğin m satırlı n sütunlu mxn türünden bir A
matrisi;
1. A veya
2. veya
3.
olarak notasyonla ifade edilir.
Matris Türleri
1. Kare Matris
Satır sayısı sütun sayısına eşit olan matrislerdir.
A dizeyi 2x2 türünden bir kare matristir.
2. Birim Matris
3. Sıfır Matris
Kare matrislerin yaygın bir örneği ise, köşegenin üzerindeki öğelerinin
1 geri kalan yerlerdeki öğelerin 0 olduğu birim matristir. Satır ve sütun
sayısı n olan bir birim matrisi göstermek için (başka bir yerde
kullanılmamışsa) genelde /n kullanılır. I, 3x3'lük bir birim matristir.
Tüm elemanları sıfır olan matristir.
A dizeyi 2x3 türünden bir sıfır matristir.
4. Satır ve Sütun Matris
Sadece bir satırdan oluşan matrislere satır, sadece bir sütundan oluşan
matrislere ise sütun matris denir.
Eğer bir matrisin boyutlarından biri 1 ise (yani ya satır sayısı 1 veya sütun sayısı
1 ise yani satır matrisi veya sütun matrisi ise) bu matris, bir yöney veya
vektör veya Euclid-tipi vektör olarak da tanımlanır.
1. Matris Toplaması
Cebirsel İşlemler
Matrisler bileşenleri karşılıklı olarak toplanırlar. İki matrisin toplanabilmesi için satır ve sütun
sayılarının eşit olması gerekir.
2. Sayıyla (Skalerle) Çarpma
Bir matris, bir sayıyla çarpılırsa her bileşeni o sayıyla çarpılır.
Matematiksel Matris Kavramının Tarihsel Kaynağı
Doğrusal denklemler sistemlerinin çözülmesi için matris kavramlarının kullanılmasının çok uzun bir
tarihi bulunmaktadır. Doğrusal denklemler sistemlerin ilk matris kullanarak açıklanıp çözülmesi,
özellikle kare matrislerle ifade edilip determinant kullanımı dahil, MÖ.300 ile MS.200 arasında
yazılmış olan Jiu Zhang Suan Shu (Matematik Sanatinda Dokuz Bölüm) adlı eserde bulunduğu
anlaşılmıştır. Bundan sonra matris kavramı 2000 yıl kadar sonra 1683'te "Seki Kowa" adlı Japon
matematikçisi ve Batı Avrupa'da ilk defa 1693’te Alman matematikçisi Leibniz tarafından ortaya
atılmış ve ilk determinant kullanarak pratik çözüm olarak Cramer'in kuralı 1750'de Gabriel Cramer
tarafından gösterilmiştir.
Matris terimi isim olarak ilk defa J.J.Syvester adlı İngiliz matematikçisi tarafından kullanılmıştır. Bu
matematikçi determinantları açıp sayısal değerlerini bulmak için sütun ve satırları silip gittikçe daha
küçük determinant (minor) elde ederek bu sonuca bulma üzerinde uğraşı göstermiş ve sanki bir
ana determinanttan gittikçe küçülen "çocuk" determinantların bulunmasından ilham alarak şimdi
matris olarak adlandırdığımız kavrama Latince kökten mater (anne) sözcüğünden çıkardığı matrix
adını vermiştir.
Kaynakça: Vikipedi
Hazırlayan: Çığ Tokgöz 10 / E
Hazırlayan: Mikail Dönmez
VEKTÖR
Vektör veya yöney, sayısal büyüklüğü ve birimi yanında, skaler niceliklerden farklı olarak yönü de olan
niceliktir. Hız, kuvvet, ivme ve ağırlık örnek birer vektörel niceliktir. Vektörler bir sayı (skaler) ile veya başka
bir vektör ile çarpılabilir ve bölünebilir. Aynı zamanda yönü değiştirilmemek şartı ile ötelenebilirler.
Vektörlerin yönlü doğru parçalarından farkı budur. Yönlü doğru parçalarının koordinat sistemindeki yeri
sabitken, vektörler ötelenebilirler.
Köken:
İngilizcede bu yapı için kullanılan sözcük "vector" dür. Kökeni, "taşımak"/"bir yöne aktarmak"/"göndermek"
anlamına gelen "vehere" Latince fiil gövdesidir. Sözcüğün anlamı "taşıyıcı"/"yöncü" olarak düşünülebilir. Bu
yüzden olabilir ki Türkçede (büyük ihtimalle Fransızcadan devşirilmiş olan) vektör karşılığından
sonra yöney karşılığı kullanılmaktadır.
Gösterimi:
Fiziksel vektörler veya geometrik vektörler, başlangıç noktası A, bitim noktası B olan [AB] doğru parçasına yönlü
doğru parçası denir. Bu vektör;
ile gösterilir.
Ok vektörün yönünü gösterir. Doğru parçasının uzunluğu ise, vektör
orantılıdır.
büyüklüğü ile doğru
A'dan B'ye işaret eden vektör oku
Vektörlerle Nasıl İşlemler Yaparız:
İki Vektörün Skaler Çarpımı:
Bu iki vektörü ele alırsak:
Nokta Çarpım da denilen çarpım yöntemiyle yapılan çarpımdır.
Bileşenleri türünden çarpımı:
Örnek:
Bu iki vektörü ele alırsak:
Aralarındaki açı türünden çarpımı:
Hazırlayan: Mikail Dönmez
Bu iki vektörü ele alırsak:
'’nın değerini bulmak için:
Vektörel Toplama:
İki vektörün toplamı üçüncü bir vektöre eşittir. 1.şekil parelelkenar metodu, 2.si ise uç uca ekleme
metodudur.
Şekil 1 Şekil 2
ŞİFRELEME YANİ KRİPTOLOJİ
DÜNYASI
Hayatımızın her alanında yer alan teknoloji
ile kimi durumlarda en özel verilerimizin
başkalarının kullanımına açık hale geldi.
Her türdeki bilginin güvenilir kişiler
arasında ve güvenli bir şekilde aktarılması
“şifreleme bilimi” ya da “kriptoloji” ile
mümkün olabilir. Bu matematikteki
“sayılar teorisi” üzerine kurulu bir
matematik bilimidir.
Kriptografi; kriptoloji biliminin içinde yer
alan bilginin şifrelenerek saklanmasını
sağlayan bir alandır. Kriptoanaliz ise;
saklanan bilginin çözülmesini ya da başka
bir deyişle ele geçirilmesini sağlayan
kriptoloji içinde bir alandır. Kriptografi
Yunanca kökenli bir kelime olup “kript”
sözcüğü ile “graf” sözcüğünün
birleşmesinden oluşur ve “gizli yazı”
anlamına gelmektedir.
Tarihsel gelişimine bakıldığında, kriptoloji
daha çok askeri haberleşmede kullanılmış
olduğu görülür. Günümüzde ise gelişmiş
teknoloji içerisinde kişiler yada devlet
kurumları arasındaki mesajlaşmada her
türlü özel ve gizli bilginin şifrelenmesinde
kullanılmaktadır. Örneğin, internet
bankacılığı işlemlerimizde veya kredi kartı
alışverişlerimizde özel bilgilerimizin
güvenliğini sağlayabilmek amacı ile en
yaygın şekilde kullanılır. Buna benzer pek
çok kurumda kişisel veya devletlere ait özel
verilerin korunmasında kriptolojiye
başvurulur.
Bilinen en eski şifreleme yöntemi “Sezar
Şifrelemesi” dir. Sezar (M.Ö. 100 – M.Ö.
44)komutanlarına gönderilen mesajların
düşmanları tarafından okunmasını
engellemek amacı ile mesajları
oluştururken harf atlama yöntemi
kullanmıştır. Bu şifre her harf yerine o
harften birkaç sonraki ya da önceki
harflerin kullanılmasıyla yapılmaktadır.
Örneğin 2 atlamalı Sezar Şifresi :
şeklinde gösterilebilir. Örneğin “Matematik
sanattır.” Cümlesini 2 atlatmalı olarak Sezar
şifreleme yöntemi ile şifrelersek ve alfabeyi
şekildeki gibi kaydırarak yazarsak sonuç
“jvrcjvrğı övkvrrgo” şeklinde bulunur.
Arada boşluk bırakmadan yazacak olursak
da “jvrcjvrğıövkvrrgo” şeklinde anlaşılması
daha zor bir şifre elde edilmiş olur. Ancak
bunu çözmek kolaydır bizim alfabemiz 29
harften oluşmakta bu sebeple 29 tane
ihtimal vardır.
Diğer bir şifreleme örneği de alfabeyi
yazarsınız ve her harfin altına sıfırdan
başlayarak numaralandırışınız. Bu
verdiğiniz numaralardan faydalanarak bir
kelime yazıp sonra belirleyeceğiniz bir
anahtar sayıyı bu her sayıya ekleyerek
şifreli sözcük elde edebilirsiniz. Örneğin,
“Matematik Sanattır” cümlesini bu şekilde
şifreleyelim ve anahtarımız da “K = 9”
olsun.
A B C Ç D E F G Ğ H I İ J K L
0 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1
0
1
1
1
2
1
3
1
4
M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z
1
5
1
6
1
7
1
8
1
9
2
0
2
1
2
2
2
3
2
4
2
5
2
6
2
7
2
8
Bu tablodan “15 0 23 5 15 0 23 11 13 21 0
16 0 23 23 10 20” şeklinde her harfe denk
gelen sayıları yazıp şimdi bu her sayıysa
anahtarımızı ekliyoruz eğer sonuç
alfabedeki son harfe denk gelen sayıdan
yani 28’den büyük olursa sonuçtan 28
çıkarıyoruz en son olarak da yeni
bulduğumuz sayılara denk gelen harfleri
yazarak şifrelemiş oluyoruz. Yani şifremiz
“uhdluhdrş chühşşpb” şeklinde şifrelemiş
olduk. Bunu çözebilmek için kullandığımız
anahtarı kullanarak ters işlem yapılması ile
mümkün olabilir. İşte bu şekildeki şifreleme
türlerine “simetrik şifreleme” denir.
Çözülmesi kolay olduğu için güvenli değildir
ancak bu tür şifreleme türlerini bu
dergimizde sizlere bir bulmaca olarak
sunduk.
Şimdi 1977 yılında Amerikalı 3 matematikçi
tarafından üretilmiş RSA sistemine
değinelim. RSA, bu üç matematikçinin
adlarının baş harfleridir (Rivest, Shamir,
Adleman). Bu sistemde iki anahtar
bulunmaktadır. Anahtarlardan biri herkese
açık, diğeri ise gizli anahtardır. Demek
istediğimizi şöyle bir örneklendirirsek:
Ayşe ile Ali aralarında bu yöntemle
mesajlaşsın. Şu aşamalar kullanılır:
1. Ali açık anahtarı halka açar,
2. Ayşe bu anahtardan yararlanarak
Ali’ye yollayacağı metni şifreler,
3. Ayşe, bu şifrelediği mesajı Ali’ye
yollar,
4. Ali aldığı bu şifreli mesajı kimseyle
paylaşmadığı açık anahtarla ilişkili
gizli anahtarıyla çözer.
Bunu fonksiyonlarla ifade etmek istersek;
açık anahtarı “f” fonksiyonu ve gizli
anahtarı da “g” fonksiyonu ile ifade
edersek, bu iki fonksiyonun bileşkesi birim
fonksiyondur. Yani (fog)(x) = x şeklinde bir
birim fonksiyondur. Ancak f’nin biliniyor
olması g’nin çözülebileceği anlamına
gelmez.
Asıl amaç verilerin güvenliğinin
sağlanabilmesi için şifrelerin kolayca
çözülememesidir. Bu sebeple RSA diğer
kodlama türüne göre daha kullanışlıdır.
Temeli tamsayıları çarpanlarına ayırmanın
algoritmik zorluğuna dayanır. Örneğin 10
basamaklı iki sayısı çarpmak çok uzun
sürmez ancak 300 basamaklı bir sayısı iki
asal sayıya ayırmak çok daha fazla vakit alır.
Yani bu sistem asal sayılar ve modüler
aritmetik üzerine kuruludur. Bunun çalışma
prensibini basitçe örneklersek:
1. Öncelikle iki asal sayı seçelim bunlar
sırasıyla p ve q olsunlar. ve
q = 11olsun.
p = 3
2. Bu p ve q sayışlarını çarparak bir N
sayısı elde etmemiz gerekir
. Bu N sayısı hem
N = p. q = 3.11 = 33
açık hem de gizli anahtar üretmek için
modül tabanı olarak kullanılacaktır.
3. Şimdide
sayısını
a = ( p −1)( q − 1) = 2.10 = 20
oluşturalım.
4. Ardından, bulduğumuz bu 20 sayısının
ortak bölenlerinden olmayan bir sayı
alalım bu da mesela olsun.
5. Şimdi de bir d sayısı bulacağız. Şöyleki;
yani anlamı 7 ile
7. d 1(mod 20)
e = 7
hangi sayıyı çarparsak sonucu 20 ile
böldüğümüzde kalan 1’dir. Buna göre
d = 3 bulunur.
6. Oluşturduğumuz d ve N sayıları gizli
anahtarlardır. Açık anahtar ise e ve N
sayılarıdır.
Yani Ali’nin oluşturduğu açık anahtar
; gizli anahtar ise d = 3, N = 33
e= 7, N = 33
dür. Ayşe’nin şifrelediği mesaj “A” harfi olsun.
Genelde bu sistemde alfabedeki harfler ASCII
kodları ile sayısal değerlerini alır. Buna göre “A”
harfinin sayısal değeri “16” olsun. Buna göre
Ayşe’nin şifrelemesi :
7
X = 16 = 268.435.456 25(mod33) .
Ali, Ayşe’den gelen bu 25 sayısına karşılık gelen
mesajı çözmek için de gizli anahtarını şu şekilde
kullanır:
Y = =
3
25 15625 16(mod33)
Böylece 16’ya ulaşır. Ayşe’nin alfabeyi hangi
sayı sistemine göre kodladığını bildiğinden 16
sayısına karşılık gelen mesajın “A” olduğunu
bulabilir.
Bu sistemdeki kodlama şekline asimetrik
şifreleme denir. Simetrik şifreleme türlerine
giren bir de bilgisayar sistemlerindeki
“XOR” sistemi ile şifreleme vardır. Bu
binary yani ikilik sayı sistemlerine göre
yapılır. Sayı sistemleri oluşturdukları
sayılarda kullanılan rakam sayısına göre
isimlendirilir. Yani ikilik sayı sistemini
oluşturan rakamların kümesi
0,1
biçimindedir. Bu XOR işlemi iki biti karşılaştırıp
sadece bitler farklı ise 1 diğer durumda 0 veren
bir işlemdir. Bu işlemi şöyle tanımlayabiliriz:
xXORy = x + y − 2xy
.
şeklinde ifade
edebiliriz. Yani binary sistemde çalıştığımızda
durum :
0XOR0 = 0
0XOR1 = 1
1XOR0 = 1
1XOR1 = 0
Mesela, elimizde gizli anahtarımız
K=01010111 olsun. Şifrelemek istediğimiz
metin de M=10001100 olsun. Bu ve K ve M
bitlerini alt alta yazıp XOR işleminin
sonucunu bulabiliriz
K = 01010111
M = 10001100
Şifre( M , K) = 11011011
Olur. Şifrelenmiş bu metni yine XOR kullanarak
çözebiliriz.
Bunun sırrı, eğer
f ( f ( x, y), y)
= x
XOR = f
dersek
fonksiyon işlemini bulmuş
oluruz. Bunun anlamı y’yi kullanarak x’i iki kez
kararsak yine x’i bulmuş oluruz.
Bu simetrik şifrelemelerin en önemli özelliği
hızlı olmasıdır. Bundan dolayı da yaygın
kullanılırlar.
Bir de güvenli fonksiyonel hesaplamalar vardır.
Bunları da şöyle düşünebiliriz; n kişinin olduğu
bir ortamda her kişiyi
simgeleyelim. Bu her
olsun bunu da
x i
P i
P1, P2,..., Pn
şeklinde
kişisinin gizli bir mesajı
ile gösterelim bu şekilde n
mesaj yapacak yani. Bu n kişinin gizli mesajları
f x1 x2
x n
( , ,..., )
fonksiyonunun
hesabıyla
ortaya çıkar. Bu problem, güvenli fonksiyonel
hesaplamalar olarak adlandırılır. Bu da
• Açık Artırma,
• Elektronik Oy,
• Biyometrik Şifreleme,
• Gizli Bilgi Erişimi,
• Elektronik Kontrat İmzalama
Gibi alanlarda kullanılır. Bu problemlerin
çözümü için de kriptografik protokoller
dizayn edilerek pratik olarak
kullanılabilmektedir.
Hazırlayan : Z. Pınar CİHAN
Matematik Öğrt.
KAYNAKÇA: 2009 Yılı 80 Sayılı Matematik
Dünyası Dergisinden sayfa 116-120
alınıtlanmıştır.
Şifre( M , K ) = 11011011
K = 01010111
M = 10001011
ŞİFRELEME ve KODLAMA İLE İLGİLİ BULMACALAR
Bildiğiniz üzere bilgisayar düzenekleri yazıları belli bir kod doğrultusunda
oluşturur. Bunu yaparken de matrisleri kullanır, daha önce de belirttiğimiz gibi
matrisler bir çeşit tablolama sistemidir. Matematiksel olarak bir kelimeyi bu
matrisler aracılığı ile bu bölümde yapacağız ve vereceğimiz örnek yardımı ile
çözmeniz beklenen sorularımızı yazacağız. Şimdiden kolay gelsin.
ÖRNEK : Bu bölümdeki sorular ve örnek için anahtar (112) olarak belirlendi.
Anahtar bu şekilde bir satır matrisi olup şifrelenmiş bir sözcüğü çözmemizi
sağlayacak bir araçtır aynı zamanda. Örnek sorumuz ise
sözcüğü bulunuz.
5160
5051 şeklinde şifrelenmiş
5050
ÇÖZÜM : Bunun için anahtar olarak verdiğimiz satır matrisimizle soruda verilen matrisi çarpmamız
gerekmekte :
5160
112 5051 = 201211
5050
( ) ( )
bu çıkan sonuçtaki satırın her bir elemanı bir harfi simgelemektedir.
Burada alfabemizi 1’den başlatarak numaralandırdık buna göre :
20 ---→ P, 1---→ A, 21--→ R, 1--→ A
Olduğunu buluruz yani şifrelenmiş kelimemiz “PARA” imiş.
(Not : Matris çarpımlarının nasıl yapıldığı matris yazımız içinde anlatılmıştır.)
Şimdi aşağıdaki matrislerin içine gizlenmiş şifreli kelimeleri de siz bulun.
203103232
202113154
235210323
,
19761−
4
056601
262802
bu iki şifreyi U=(112) anahtarı ile;
108918
217511
208612
017
6212 ,
bu iki şifreli sözcüğü de V=(011) anahtarı ile çözüp düzenlediğinizde anlamlı bir
620
cümle bulacaksınız. Kolay gelsin!
Hazırlayan: Gökay YUMUK 10/E
Hazırlayan:
Azad Kılıç 10/E
BULMACA
5
1)
2
3
4
1)
2
4
5
6
3
Soldan Sağa
1)Hangi üçgen çeşidinde yükseklik hem açıortay hem de kenarotaydır? 2)Bir sayı dizisinde
en çok tekralanan sayıya ne ad verilir?3)Binom katsayılarını içeren üçgensel diziye ne ad
verilir?4)0! neye eşittir?5)Bir sayı dizisi küçükten büyüğe sıralandığında serinin
ortasındaki sayıya ne ad verilir?6)Karmaşık sayıların sanal kısmına ne ad verilir?
Yukarıdan Aşağıya
1)x 2 +4x+10=0 denkleminin kökler toplamı nedir?2)2.Dereceden denklemlerin çözümü
için kullanılan ve b 2 -4ac formülü ile bulunan matematiksel terime ne ad verilir?3)Hasse-
Arf Teoremini ortaya koyan Türk Matematikçi kimdir?4)Ayın haritasını ilk çizen Türk
Matematikçi kimdir?5)2.dereceden denklemlerde eğer iki kök eşitse buna ne ad verilir?
BUNLARI BİLİYORMUSUNUZ KÖŞESİ
9/D Ayşe ELİBOL
Kaynak: How It Works
Dergisi
BULMACALARIN CEVAP ANAHTARI
Matris Şifreleme Bulmacası Cevap Anahtarı : “DÜNYA GELECEĞİ İÇİN ÇALIŞ”
Kimya Bulmacası için Cevap Anahtarı :
1. ELEKTROLİT
2. KOLİGATİF
3. ÇÖZELTİ
4. EMÜLSİYON
5. HİDRATASYON
6. DOYMAMIŞ
7. HETEROJEN
8. İYON-DİPOL
9. HİDROJEN BAĞI
10. AERESOL
11. KOLOİT
Matematik Bulmacası Cevap Anahtarı :
Yukarıdan Aşağı :
1. EKSİDÖRT
2. DİSKRİMİNANT
3. CAHİTARF
4. ALİKUŞÇU
5. ÇAKIŞIK
Soldan Sağa :
1. İKİZKENAR
2. MOD
3. PASKAL
4. BİR
5. MEDYAN
6. İMAJİNER