You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 1
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 2
5 EKİM DÜNYA ÖĞRETMENLER GÜNÜ’YLE İLGİLİ
BASIN AÇIKLAMASI
Geçtiğimiz Ocak ayından bu yana dünyayı etkisi altına alan Covit-19 salgını sağlık ve
eğitim hizmetlerini derinden etkilemektedir.
Salgın adeta yeni bir dünya düzeni kurmaktadır. Ekonomiler küçülürken, işsizlik,
yoksulluk, insan hakları ve demokrasi konularında hemen her ülke geriye gitmektedir.
Ülkemizde de sermaye desteklenirken işyerleri kapanan, işlerini kaybeden, üretimin
daraldığı tarımda ki desteklerin yetersizliği yoksulluğu derinleştirmekte, toplumsal
cinnet, kadına, çocuğa, güçsüze şiddeti artırmaktadır. Gün geçtikçe hak arama yolları
tıkanıyor, baskı artıyor, muhalif yaklaşımlar şiddetle karşılık görürken insan hakları
savunucuları, gazeteciler tutuklanıyor, muhalif siyasetçilere operasyonlar yapılıyor.
Koşullar hepimiz için ağırlaşıyor.
Ülkemizde Mart ayından sonra okullarımız kapatılarak uzaktan öğretim yoluna gidilmesi
eğitim çağındaki çocuklarımız arasında eşitsizliği derinleştirirken öğretmenlerimizin yeni
sorunlarla karşı karşıya kalmasına neden olmaktadır.
Pandemi döneminde çocuklarımızın geleceği adına her türlü özveriye hazır olan
öğretmenlerimizi karar mekanizmalarına katmadan sürecin merkezci bir anlayışla
yürütülmesi yaşanan sorunları büyütmektedir. Özellikle okulların kapalı olduğu
dönemde “çalışmıyorlar, okulların açılmasını istemiyorlar” gibi akıl dışı yaklaşımların
topluma verilmesi öğretmenlik mesleğinin saygınlığına, angarya işlerin dayatılmasına,
ekonomik kayıpların yaşanmasına yol açmaktadır.
EĞİT DER
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 3
gibi; hedeflenen cumhuriyetin egemenlik
kaynağını da dile getirmekteydi.
CUMHURİYETE DAİR
Mustafa DEMİR
Bugün Türkiye’de Cumhuriyet yönetiminin
resmen kuruluşunun 97. yıl dönümü
kutlanmaktadır. Resmi kutlamalar ve devlet
büyüklerinin alışılmış söz ve konuşmalarının
yanında, devlet erkini elinde bulunduranların
Covit 19 bahanesiyle, halk için, kutlamaların
genel yasağa dönüştürülmesinin amaçlandığı
görülmektedir.
Öncelikle tarihsel olan şu gerçeği hatırlatmak
istiyorum: Modern cumhuriyetler mutlak ya da
meşru monarşilere, hanedan rejimlerine,
sömürge imparatorluklarına karşı savaşılarak,
güç kullanılarak ve ihtilallerle kuruldu. Tarihte
hiçbir “monark” ya da “hanedan”ın iktidarı kendi
iradesiyle ve özgür seçimlerle halka bıraktığı
görülmemiştir.
Başka bir tarihi gerçekse cumhuriyet rejimleri
özünde demokratik ilkeler içerse de ilk
dönemlerde hep otoriter yönetimler olarak
varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bunun için de
cumhuriyet yönetimlerinin ilk dönemlerinde
demokrasi kavgası bazen açık ve sert, bazen
de kapalı olarak sürdürülmüştür.
Türkiye’de, Cumhuriyetin ilk yıllarında her
ihtilalin sonunda olduğu gibi otoriter bir yapı
oluşturulmuş olsa da hedef, çok partili
demokratik rejimdi. Bu hedefe çeyrek yüzyıl gibi
toplumların hayatında kısa sayılabilecek bir
sürede ulaşıldı.
Ancak 1946 yılında kurulan ve ‘çok partili rejim’
denilen şey şeklen demokrasiydi. Çünkü sınıflı
toplumlarda yani burjuvazinin bir kesiminin ya
da kesimlerinin iktidarda olduğu ülkelerde, halk
hareketleri ve istekleri doğrultusunda
kurulmamış demokrasiler ancak göstermelik
demokrasilerdir. Türkiye’de de böyle oldu:
Türkiye’de de Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu
gerçeklerden farklı bir süreç yaşanmamıştır.
Saltanatın kaldırıldığı günün (1 Kasım 1922)
erken saatlerinde Meclis’te toplanan komisyon
üyeleri arasında yer alan hacılar, hocalar ve
mollalar şeriat tartışmalarını uzatınca Mustafa
Kemal bu komisyona hitaben: “Efendiler!
Hâkimiyet ve saltanat hiç kimseye, ilim icabıdır
diye, müzakere ile münakaşa ile verilmez;
kudretle ve zorla alınır. Nitekim Türk milleti
hâkimiyet ve saltanatı, isyan ederek eline bilfiil
almıştır”. diyerek bir ihtilal gerçeğini hatırlattığı
1950’de, finans kapitalin temsilcisi olan bankacı
Celal Bayar ile toprak ağalarının temsilcisi ve
kendisi de bir toprak ağası olan Adnan
Menderes’in oluşturduğu ittifakın, popülist
söylemlerle kazandıkları seçim, göstermelik
demokrasinin temellerinin atılmasının
başlangıcı oldu. Böylece bir “banker-yunker”
ittifakının iktidarı ele geçirmesiyle yeni siyasal
rejimin geleceği de belirlenmeye başladı. Ayrıca
adına ‘çok partili’ rejim denilen bu gelişme, aynı
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 4
zamanda, yeni bir sınıf hegemonyasının
oluşturulması sürecinin de başlangıcı oldu.
Artık, gerçek demokrasi kavgası ve kazanımları
bu hegemonya altında ve bu hegemonyaya
karşı halkçı ve toplumcu güçler tarafından
yürütülecekti. Kısmen de böyle oldu.
Ancak bu alanda en büyük kazanımlar ne yazık
ki demokratik olmayan ve hatta tamamen
antidemokratik yollarla, 27 Mayıs Anayasası ile
sağlandı. Zamanın ruhuna uygun olarak
Anayasa Mahkemesi; bağımsız yargı; işçilere
sendika kurma ve grev hakkı; üniversite
özerkliği; basın özgürlüğü; görsel ve işitsel
medya (TRT) özerkliği vb hep bu anayasa ile
sağlandı. Tüm bunlara rağmen ‘sosyalizm
korkusu’ ve ‘NATO’yla girilen angajmanlar’
gereği egemen sınıfların hegemonyasına
dokunulmadı. Böyle bir niyeti zaten yoktu.
Canını, toprağını, namusunu ve kültürünü;
ülkesini ve onurunu işgalcilere karşı korumak
için başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere
yurt sever aydınlarla birlikte kurtuluş savaşı
veren ve ‘saray tasallutuna’ son vererek eşitlikçi
ve laik bir sistem içinde yaşamak için bu
cumhuriyeti kuran halkımızdır. Ancak
Cumhuriyete ihanet eden burjuvazinin araladığı
kapıdan içeriye giren gerici ve ırkçı Osmanlı
hayranlarının “Cumhur İttifakı” adı altında
zincirin son halkalarını ördükleri bugünlere
geldik.
İşte gelinen bu noktada ülkenin önünde bir yol
ayrımı bulunmaktadır. Gerici ve ırkçıların bu
son halkayı tamamlaması; ya da Cumhuriyetin
yok edilen değerlerinin çağın gerekleri
doğrultusunda ve emek ekseninde yeniden
kurulması…
Düğümü burasıdır ve gelecek bu düğümü kimin
ve nasıl çözeceğine bağlıdır…
Canim, Sevdiğim, Yüreğim
Kısa bir süre sonra, 1961 Anayasası
kırpılmaya, radikal küçük burjuvazi ve
emekçilerin bu Anayasayla elde ettiği haklar
birer birer geri alınmaya başlandı. Demirel’in ilk
hükümetleri, 12 Mart yönetimi, Milliyetçi
Cepheler, 12 Eylül faşist yönetimi, Özal,
Erbakan, Çiller, hepsi de bu konuda ellerinden
geleni yaptılar. Tabi TSK’nın ‘emir komuta
zinciri’ içinde ‘beka bekciliği’de yabana atılacak
gibi değil.
Bugüne kadar gelen bu sürecin birçok halkası
var. Her halkanın içinde faili meçhuller,
katliamlar, idamlar, yargısız infazlar, keyfi
tutuklamalar ve yılarca hapis yatırmalar gibi
ıstıraplar bulunuyor.
Bu duvarlar yetmiyor bizi ayırmaya bilesin...
Bu parmaklıklar, bu demir kapılar, bu hava, inan...
Bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü,
Bazen bir serçe kadar güçsüzsem, bir nedeni
vardır...
Hangi zorluğu yenmemiş insanoğlu.
Hele taşıyorsa içinde bu insanca sevgiyi.
Güzel günler zorlu duraklardan geçer sevdiğim.
Damla damla birikiyor insan.
Damla damla sevgili...
Bir gün akıp gideceğiz hayata...
Duvarlar yıkılacak, açılacak bütün kapılar bilesin.
Benim yüreğim sensin şimdi, seni vurur durur...
Ve yine damla damla çoğalıyorsun içimde.
Yılmaz Güney*
* 09 Eylül 1984 Yılmaz Güney’in ölüm yıl dönümü
olduğundan bu sayı da onun şiirlerine yer vermeyi uygun
gördük.
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 5
YÜZ YÜZE VEYA ONLİNE
EĞİTİME HAZIR MIYIZ?
Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ
Çukurova Üniversitesi
doğru olur, tartışılır. Bilimsel olarak önce
sorunun doğru tanımlanması ve sonra da
çözüm arayışının sağlanması gerekir.
Yeni dönemde eğitimin yüz yüze yapılıp
yapılmaması konusu insanların aklına çeşitli
sorular getirmektedir. Bunların birkaçını burada
yeniden sorabiliriz:
Online Eğitim İstenilen Başarıyı
Gösteremedi
Korona virüs nedeniyle 2020 Mart ayının
ortasından sonra zorunlu olarak her kademede
eğitim öğretimi uzaktan eğitim ile yapmaya
çalıştık. Hepimiz ulusal düzeyde alınan karara
uyduk.
Online olarak 8 hafta süresince dersler yapıldı
ancak öğrencilerimin derse ilgisi, devam
durumu ve sınavdaki başarıları dikkate
alındığında online eğitimin bu aşamada çok
başarılı geçmediğini yaşadığımız deneyimler ile
değerlendirebiliriz. Öğrencilerin % 80’ninden
fazlasının derse devam etmediği, bilgisayarını
veya TV’deki sistemi açık tutan ancak sorulara
cevap vermeyen öğrencilerin aslında derse
katılmadığı görüldü. Derse katılanların büyük
çoğunluğunun ise ya dersi dinlemedikleri ya da
anlatılanları anlamadıkları çoğumuzun ortak
kanaatini oluşturuyor.
O halde uzaktan eğitim yüz yüze eğitimin yerini
tutmuyor, bu açık. Ancak yeni dönemin
yaklaştığı Eylül ayı içinde okulların ve
üniversitelerin açılıp açılamayacağı, eğitimin
yüz yüze yapılıp yapılmayacağı ciddi bir sorun
olarak bizim ve tüm insanlığın önünde
durmaktadır.
Bu bilgiler ışığı altında salgın halen devam ettiği
için haklı olarak dünyada olduğu gibi ülkemizde
de önümüzdeki dönem için dersler yüz yüze mi
yoksa online mi olsun tartışmaları sürmektedir.
Tabii konu sağlık olduğu için ciddi bir durum.
Bizlerin kendi başımıza karar alması ne denli
A. Eğitim Yüz Yüze Yapılacak Sağlık
Koşullarına Hazır mı?
1- Yüz yüze etiğim yapılacaksa
salgının yaygınlaşmaması için gerekli
alt yapı ve önlemler standartlara
uygun şekilde sağlandı mı?
a)Özellikle yükseköğretimde
milyonlarca öğrenci için yurt imkânı,
uygun barınma, ulaşım ve beslenme
koşulları mümkün mü?
b)Mevcut eğitim ortamı ve fiziki
koşulları öğrenciler tarafından
mikrobik hastalığın yayılımını
engelleyecek şekilde düzenlenmiş
mi?
c) Öğretmen-öğrenciler risk ve
pandemi konusunda çok yönlü olarak
eğitildiler mi?
d) Bütünlüklü bir risk analizi ve çözüm
önerileri planlaması yapıldı mı?
Hepimizin de kabul ettiği gibi eğitim ve
öğretim olgusunun başarısı doğrudan
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 6
yüz yüze etkileşimle sağlanmaktadır.
Yalnız ders anlatmak değil, öğrencinin
sosyalleşmesi, sağlıklı ilişkiler
kurması, etkileşimler içinde
bulunması, sorgulaması ve öğrenmesi
açısından yüz yüze eğitimin zorunlu
olmasını gerektirmektedir. Mevcut
müfredatımız da bu eksende
şekillenmiştir.
Bu koşullar sağlanmadan en azından
her sınıfa 10-12 öğrenci gelecek
şekilde uygun fiziki mesafe, kademeli
yerleştirme gibi önlemler alınmadan
ilk ve orta öğretimin sağlıklı bir şekilde
yüz yüze yapılmayacağı, bu aşamada
basına yansıyan bilgi ve
görüntülerden halen ülkemizde yüz
yüze eğitimin yapılmasının riskleri
barındırdığını görmekteyiz. Örnek
olarak İsrail’de okulların açılması
sonrası korana virüsün artığı ve
yayılımın şiddetlendiği belirtilmektedir.
Online Olacaksa Öğrencilerimizin Dersleri
Dinleyerek ve Kendi Başına Çalışarak
Öğrenecek Farkındalığa ve Bilince Sahip mi?
a. Hangi derslerin online üzerinde
yapılabileceği ve kesinlikle yüz yüze
yapılması ve görmesi gereken dersler
ve programları bilimsel veriler ışığında
belirlendi mi?
b. Öğrencilerin bilgisayar, TV ve
internete erişim olanağı ve maddi
durumu var mı?
c. Öğrenciler, okuduğunu veya
duyduğunu anlama becerisi ve
öğrenme tekniklerini biliyor mu?
d. Yüz yüze derse göre belirlenmiş
müfredat ve ders programları online
gibi kısa süreli ve sanal ortama uygun
hale getirildi mi?
B) Pekâlâ, Dersleri Online Olarak Yapmaya
Hazır Mıyız?
Geçen dönem yarı yolda online sisteme
geçilmesi sürecinde yaşanan sorunlardan çok
daha fazlasının yaşanacağı görülmektedir. Yeni
başlayan ilk ve ortaokul öğrencileri ve üniversite
öğrencileri için ilk defa farklı bir ortama
gelmeleri nedeniyle ortamı, arkadaşlarını ve
hocalarını ve de öğrenme materyallerini
öğrenmesi bakımından eğitime başlamaları son
derece önemli. İlkokula yeni başlayacak bir
öğrenci okuma yazmayı ancak yüz yüze
ortamda sağlayabilir. Üniversiteler içinde
öğrenciler üniversite eğitimi gibi düşünceye
dayalı öğrenme ve deneyimleme için ilk yılda
üniversite ortamı ile buluşması gerekmektedir.
İnsan beyninin de öğrenmesi temelde aralıklarla
tekrarlamayı ve çalışma yanında, sürekli sorma,
birlikte değerlendirme, alıştırma ve sınavdan
geçirilerek düşündürme yolu ile sağlanmaktadır.
Kaldı ki öğrencilerimizin yüz yüze eğitim
soncuna göre de başarılı olmadığı LGS, PISSA,
ÖSYM ve ALES sınav sonuçları ile tespitlidir.
Okuduğunu anlama, sorun çözme konusunda
OECD ülkeleri arasında 50.sırada yani en
sonlarda yer almaktadır. En basit tanımı ile
2020 sınav sonuçları “TYT Türkçede Türkiye
ortalaması 40 soruda 14.5 Sosyal Bilimlerde 20
soruda 7.9 Temel Matematikte 40’da 6, en
vahimi Fen Bilimleri 20 soruda ortalama 3.2 “
sonuçları gösteriyor ki öğrencilerimiz yüz yüze
eğitim ortamında bile dersleri
öğrenememektedir.
Veriler bütünlüklü olarak analiz edildiğinde
bölgeler arasındaki ve anne bebesı
yükseköğretim mezunu olanlarla olmayanlar
arasındaki eşitsizliklerin her geçen yıl daha da
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 7
derinleştiği ve bu derinleşmenin öğrencilerin
öğrenmesi üzerinden etki ettiği anlaşılmaktadır.
Bütün veriler dikkate alındığında sağlıklı
olduğumuz zamanda bile durum geleceğe
yönelik umut vermemektedir.
Sorumluluk YÖK’te Mi, Üniversite
Senatolarında Mı?
Bu aralar Yükseköğretim Kurulu (YÖK)’ten peş
peşe gelen yazılar gelmekte ve basına
yansıyan bilgiler derslerin %40 online yapılması
yönünde. Anladığımız kadarı ile ve YÖK
üzerinden gelen bilgiler ışığında pandemi
kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. Ancak
süreç devam ettiği için eğitim ve öğretimi biraz
online biraz da yüz yüze veya ikisinin karışımı
bir yapı ile eğitim yapılsın denilmektedir. Son
gelen yazılarda da lisansüstü dersler içinde
benzer öneri getirilmiştir. Ayrıca genel derslerin
online olarak yapılması önerilirken uzmanlık
alan dersleri ve seminerlerin ise yüz yüze
yapılması önerildiği belirtiliyor. Ayrıca YÖK
üniversitelerin kendi durumuna göre karar
almasını da önererek adeta sorunu
üniversitelere havale etmiş durumdadır.
YÖK’ün 13.08.2020 tarihli toplantısında alınan
“Salgının bölgesel ve yerel seyrine göre farklı
programlar için yapılacak olan uygulamalara
yönelik hususlarda üniversitelerimizin ilgili
kurulları karar verecektir”. YÖK,
"Üniversitelerimizin eğitim öğretim takvimlerini 1
Ekim 2020 tarihi sonrasında başlayacak şekilde
planlamaları istenmiştir" denildi. Ayrıca YÖK
"Üniversitelerimizin fakülte ve program bazında
farklı uygulamalar yapabilmeleri mümkün hale
gelmiştir" denilmektedir. Türkiye’de 45 bine
yakın program bulunduğu için her birinin
alacağı karar faklı olacaktır.
YÖK’ün açıklaması sonrası rektörlükler,
birimlerden ders işleme şekli hakkında talep
toplama yaklaşımı bölümden bölüme, öğretim
üyesinden öğretim üyesine farklılıklar
oluşturacağı kaygısını oluşturmaya başlamıştır.
Yani kısacası YÖK ve kurumlarımız bizlerden
görüş almaları çok kıymetli. Keşke YÖK her
zaman bizlerin görüşünü sorsa. Ancak bu sağlık
konusu teknik bir konu ve konunun uzmanları
gelişmelere göre eğitim kurumlarının ne tür
tedbir almaları gerektiği konusunda uyarmaları
gerekir. Bu tür konularda alınacak kararların
kişisel keyfiyeti olmayacağı bilinci ile kamusal
düzeyde bir kararın alınması gerekir.
Keşke hastalık ülkemizde yurt geneline
yayılmasaydı. Hâlbuki salgın konusu bütünlüklü
olarak bir ortam ile ilgili olduğu için tek tek karar
almak değil birlikte karar almayı gerektiriyor.
Bulaşıcılığın kontrolü zor olduğu için bütünlüklü
yaklaşım şart gibi görülüyor. Diğer taraftan ders
almasını önereceğim herhangi bir öğrencinin
sınıfta diğer bir arkadaşından virüs kaparak
hastalanması durumunda sorumluluk kimde
olacak? YÖK konunun hassasiyetinin farkında
ancak sorumluluğu üniversitelerin birimlerinin
dikkatine bırakmış görülüyor.
Üniversite senatoları bölgedeki sağlık kurulları
ile birlikte karar alabilir ama bu durumda da tüm
salgın bilgilerinin açık olması gerekir ki, sağlıklı
bir karar alınabilsin. Mevcut sistemde bilgiler
açık olmadığı konusunda yapılan bütün
eleştiriler cevapsız kalırken, karar ve
sorumluluk da merkezi otoriteden
beklenmektedir.
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 8
Ölçü Olmadıkça Üniversitelerde Pek Çok
Çelişkili Durumlar Yaşanacak
Üniversiteler, birimler ve öğretim üyeleri
arasında online ders yapan yapmayan ayrımı
oluşmamalı ki diğer bir durum olan öğrencilerin
ders almada seçim yapması daha da zor.
Bir bölüm ders yapacak, biri yapmayacak, Bir
hoca dersi yüz yüze, biri online yapacak. Bu
durumda kafalar çok karışık ve öğrenciler için
durum daha da zor. Böyle bir durum birçok
yönden sağlıklı olmaz. Öğrencinize ders
aldırırken öğrenciler ile hoca ders seçimi
konusunda çelişecek. Kimimiz ders yapalım,
kimimiz de Online yapalım diyoruz. . Çoğu
öğrenci bu durumda yüz yüze eğitimi veren
dersi tercih etmeyebilir. Çoğunun derslere
gelmemek için bahanesi olur ve Online ders
seçmek isteyebilir. Bir öğrenci bir derse gelecek
diğer derse gelmeyecek.
Yüksek Lisans, Doktora Eğitimi ve
Araştırmaların Sürdürülmesi Daha da
Önemli
Karantina süresince alınan kararlara
üniversiteler, birimler, öğretim üyeleri ve
öğrenciler tarafından uyuldu. Şimdi karantina
olmayacak derslerin özelliklede lisans eğitiminin
yüz yüze yapılması, lisansüstü ve doktorada
ağırlıkla olarak online yapılması öneriliyor.
Kaldı ki lisansüstü eğitim alan öğrenciler
araştırma öğrencileridirler. Bütün dünyada
araştırma devam ediyor ve aksatılmamaya
çalışılıyor. Bugün çoğu araştırma
laboratuvarları ve ülkelerin araştırıcıları
arasında aşı ve ilaç için yarışlar devam
ediyor. Kaldı ki birçok alanda başta aşı, ilaç ve
diğer birçok alanda başta araştırma
üniversitelerinde çalışmalar ülkemizde ve
dünyada yürütülmektedir. Her şeye rağmen
önlemleri almak kaydı ile araştırmalara devam
edilmesinden yanayım.
Günümüzde başta gelişmiş ülkeler arasında
ciddi bir rekabet yaşanmaktadır. Bir an bile
geride kalan her toplum hızla geride kalmakta
ve yarıştan kopmaktadır. Türkiye gibi
gelişmekte olan bir ülkenin 25 milyon
öğrencisini bir an bile dünyadaki gelişmlerden
uzak tutamaz ve gerisinden takip ettiremez ve
ettirmemeli. Dünyadaki bilimsel gelişmelerden
kopmamak için araştırma, barınma, diğer
zorunlu giderler için planlama yapmak
zorundayız.
New York Üniversitesi öğretim üyesi Hürriyet
Gazetesi yazarı Selçuk Şirin, okulların açılması
gerektiğini ve okulların açılmaması durumunda
yıl kaybının yaşanacağını belirtiyor (11 Ağustos
2020, Habertürk TV). Mevcut hali ile salgının ne
kadar süreceği de belirsiz. 21.09.2020 tarihli
basında İngiliz hükümetinin eski baş bilim
danışmanı Prof. Mark Walport, “yeni tip
Koronavirüs'ün "sonsuza kadar" çevrede
olacağını ve insanların büyük ihtimalle düzenli
olarak aşı yaptırması gerekeceğini ifade etti”.
Bu durumda eğer pandemi devam edecekse,
ülkemizin yetişmiş insan gücü için bütün olası
önlemleri ve hazırlıkları yaparak eğitime devam
etmemiz gerekir.
Ders Derste Öğrenilir, Sonradan Öğrenmek
Zor Oluyor
Her ne kadar teknoloji gelişmiş olsa da
üniversite eğitimi hele de lisansüstü yüksek
öğenim tecrübe gerektiren, yüz yüze birlikte
çalışılarak, tartışılarak kavranılması gereken bir
konumda olması nedeniyle mutlak yüz yüze
yapılması gerekir. Yukarıda da belirtildiği gibi
öğrencilerimizin soyut düşünme ve analitik
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 9
çözümleme konusunda yeterli olmadığı
eğitimimizin en ciddi sorunudur. Öğrencilerimiz
okuduğunu tam anlamamakta, sorun çözme
becerisi ve soruya yaklaşım tutumları
konusunda zayıf bulunmaktadır.
Öğrencilerimizin farkındalığı düşük ve konudan
dolayı mutlaka derslerin sınıfta yüz yüze
yapılması zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Sınıfta öğrenilmeyen bir ders kolay kolay
kavranılmıyor.
2. Dünya Savaşı’nda koşullar gereği farklı
ülkelerde eğitime ara verilmesi sonucu yalnızca
İngiltere’de 2 milyon çocuğun okula gidemediği
biliniyor. Okuldan uzak kalmaların çocuklar
üzerindeki etkisi ile ilgili Hollanda’daki çocuklar
üzerinde yapılan bir araştırmada “savaş
sırasında bir yıl veya daha fazla süre okuldan
uzak kalan çocukların IQ puanlarındaki değişim
incelenmiştir. Araştırma sonucunda çocukların
okula geri döndükleri zaman IQ puanlarında
düşüş olduğu ancak okula devam ile birlikte bu
düşüşün hızla ortadan kalktığı belirlenmiştir”
(https://www.egitimpedia.com/pandemi-tarihive-egitim/).
Ayrıca yükseköğretimin tam olarak
gerçekleşmemesi sonucu mezun olan
mühendislerin iş hayatında ve akademik
yaşamda çok başarılı olmadığı belirtilmiştir.
Korkum odur ki pandemi sürecinde alınan bazı
kararlar kalıcı duruma geçer. Önümüzdeki
dönemler üniversiteler arasındaki farklar, online
eğitim yapanlar ve yüz yüze eğitim yapanlar
şekline gelişecektir. İmkânı olan, yüz yüze
eğitim yaptıranlar nitelikli öğrenci ve araştırma
yapar konuma gelecektir.
Sonuç olarak bütün bu olgular bir araya
getirildiğinde özellikle de öğrencilerimizin kendi
kendine öğrenme becerisi, öğrenme teknikleri,
farkındalık durumu da düşük olduğundan
uzaktan online üzerinden eğitimin pek başarılı
bir sistem olmadığını göstermektedir. Diğer
taraftan yüz yüze eğitim içinde halen aranılan
fiziki ve sağlık koşullarının da yeterli olmadığı
görülüyor.
Bulaşıcı Hastalıklarda Keyfiyet Kişilere
Bırakılmaz: Pandemi Şartlarına Hazır
Olmalıyız
Tabii önce sağlık ve gerekli tedbirleri (maske,
fiziki mesafe ve diğer önlemleri) elden
bırakmayalım anlayışı ile yaşamsal
faaliyetlerimiz gibi eğitimimizi de sürdürmek
zorundayız. Hatta eğitimli ve sorumluluk bilinci
olan yetişkin bireyler olarak tavrımızla da örnek
disiplinliğimizi göstermek zorundayız.
Diğer tarafta askerler kışlalarda, güvenlik
güçleri ve sağlık personelleri, görevlerinin
başında. kamu kurumlarının tamamı açık ve
çalışıyor. Fabrikalar, işletmeler, tarlada çalışan
işçiler çalışıyor. Lokantalar, kafeler, sokaklar,
AVM’ler açık. Bir tek eğitim kurumları kapalı
tutulmaya çalışılıyor. Konunun 24 milyon
öğrencinin barınma, yurt sorunu, kalabalık
görünümler sorunlu hassasiyetini anlıyoruz.
Ancak Türkiye’nin gelecekteki ikbali için çözüm
yolları aramak ve çözümler üretmek gerekiyor.
Öneri Olarak
Mevcut durumda sağın devam etmekte ve
şimdilik elde ne ilaç ve ne de aşı mevcut. Bilim
Kurulu Üyesi Prof. Dr. Tevfik Özlü’ ye göre
salgın birkaç yıl daha sürebilir. Her durumda
fiziki ve sağlık koşullarını sağlayarak eğitimi
sağlamak için ciddi önlemlerin alınması
gerekiyor.
1. İleride olası sorunları da düşünerek
üniversite
kontenjanlarının
sınırlandırılması. Daha kaliteli ve
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 10
nitelikli insan gücü yetiştirilmesi talebi
zorunlu olarak oluşacak.
2. Eğitim ortamının fiziki alt yapısının,
hijyen kuralları amaca uygun olarak
düzenlenmesi (Öğrenci sayısı ve
mekâna göre önlemler ile dersler
yapılabilir. 7 gün 15 saat esasına göre
ders yapılabilir. Pandemi hastaneleri
gibi prefabrik derslikler yapılarak
derslikler içinde paravanlar yardımı ile
fiziki mesafe sağlanabilir. İkili eğitim
olabilir. Sabahçı-öğlenci, ders araları
genişletilerek bir grup derslere
alınırken diğer bir grup başka bir
zamanda alınabilir). Yüz yüze
eğitimde okulda geçirilen süre
kısalmalı ve daha nitelikli hale
getirilmelidir. Bu bağlamda zorunlu
seçmeli dersler kaldırılabilir veya
online verilebilir. Müfredat yeniden
online verilecek derslere göre
sadeleştirilmeli ve temel derslerden
ortak müfredat okutulabilir. Dersler en
fazla 30 dakika sürmeli, her iki ders
arasında en az 15'er dakikalık
teneffüsler konmalı, teneffüsler
kademeli olarak düzenlenmeli ve
sınıflar tamamen boşaltılarak
havalandırılmalı ve öğrencilerin fiziki
mesafelere uygun davranması
sağlanmalı.
3. Her okulun veya üniversitenin kendi
içinde başta fiziki koşullar dikkate
alınarak kendi özelinde karar vermesi.
(Bölge, iklim durumu, okulun kentte ve
köyde olması, kalabalık durumu ve
öğretmenlerin durumu dikkate
alınmak sorundadır. Öğrencilerin
öğrenme becerileri ve tekniklerine
sahip olmaması son derece önemli bir
konudur).
4. Üniversitelerin kademeli eğitime
geçmesi, öğrencilere yerinde ve
yaparak
öğrenmeyi
gerçekleştirecekleri şartların
hazırlanması (kısmi veya bazı
derslerde online eğitim yapılacaksa
öğrencilerin bilgiye ulaşım sorunları
ortadan kaldırılmalıdır. Çoğu
öğrencinin bilgisayarı yok ve internete
erişimi sınırlı ve bu konuda maddi
olanağı da yok).
5. Konunun kişilere değil kurallara bağlı
olarak disiplin içinde uygulanması.
Lisans eğitimi (kalabalık öğrenci
yapısı, barınma ve ulaşım sorunu
nedeniyle) Lisansüstü eğitimden ayrı
ele alınmalı.
6. Lisansüstü eğitim ve araştırmalar için
fiziki koşulların sağlanmasında sorun
yaşanmayacağı görülüyor (her derse
birkaç öğrenci kayıt yaptırıyor).
Değilse bir dönem öğrenci
alınmayabilir veya kayıt dondurulabilir.
Lisansüstü eğitimin uzaktan yapılması
laboratuvarların araştırmaya
kapatılması anlamına gelir ki;
araştırma öğrencisi laboratuvara
gelmese araştırma ruhu da dışarıda
kalır anlayışı ile her koşulda araştırma
devam etmeli.
7. Eğer koşullar ağırlaşırsa artan
haftalarda Cuma’dan bir diğer
Pazartesi’ye 9 günlük toplu karantina
uygulanması, bu süreçte bulaşların
tespit edilip kontrol altına alınması,
sonrasında okula, işe, hayata devam
edilmesi (yarım tedbirlerin bir karşılığı
bulunmuyor, karantinanın sağlıklı
yönetilmesi).
8. Eğer salgın yaşam riskini çok da
artırırsa tümden okullar ve
üniversitelere gerekirse bir dönem
veya bir yıl ara verilmesi (ABD Florida
üniversitesi), bu süreçte yapmış
olmak için online ders yapmak yerine
“online danışmanlık” yaparak
öğrencilere felsefe, uygarlık tarihi,
sanat, sosyal, fen ve teknoloji eksenli
okuma, belgesel ve eğitici öneriler
sunulması düşünülebilir.
Özet olarak, konu insan sağlığı olduğu için
karar vermek zor. Bir taraftan var olma
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 11
nedenimiz sağlığımız, diğer taraftan devam
eden yaşam ve dünyanın acımasız yarışından,
çağdan kopmamak. Günümüzün maddi ve
manevi gelişmişliğini belirleyen temel faktör
eğitim-bilim-teknolojidir. Türkiye’nin nitelikli
eğitim ve bilimden kopması için yüz yüze
ve/ya online eğitime ya da karma
sistemlerden birine karar verecektir. Her
durumda olası artı ve eksiler ve riskler
yukarıda belirtildi. Konu teknik ve eğitim,
sağlık-epidemiyoloji, ekonomi, sosyal
(sosyoloji- psikoloji) gibi uzmanlıkların
bütünlüklü bir analizi ile karar
verilmesi gerekiyor. Önce insan deyip alınacak
karara da konunun önemi gereğince geniş
katılımla uyarak sorunun üstesinden
gelinmelidir. Toplum çok yoruldu, eğitim düzeyi
ve farkındalığı uzun sürede disiplinli yaşamaya
yatkın olmadığı için kurallar bozuldu ve
kaygılarda günden güne artıyor. Umarım salgını
hep beraber akıl ve bilimin öngörüleri ile hızla
atlatır ve normal hayatımıza (yüz yüze eğitime,
okullarımıza, bilim yerleşkemize) en kısa
sürede döneriz.
Hayat Bize
...hayat bize
mutlu olma şansı
vermedi sevgili
biz kendimizden
başka herkesin
üzüntüsünü üzüntümüz,
acısını acımız yaptık
çünkü. Dünyanın öbür
ucunda hiç tanımadığımız
bir insanın göz yaşı bile
içimizi parçaladı. Kedilere
ağladık, kuşların yasını tuttuk...
Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat
karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında
ne güzel şeydir insanın insana yanması
sevgili...
Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine
üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün
hayatımda hep üzüldüm, hep yandım.
Yaşamak ne güzeldir be sevgili... Sevinerek,
severek, sevilerek, düşünerek... Ve o
vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın...
Yılmaz Güney
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 12
DARBECİLER, BİR
ÖĞRETMEN OKULUNU NASIL
YÖNETİR?
ALİ TÜRER
Balıkesir Üniversitesi
Necati Eğitim Fakültesi
Geçen hafta, Türkiye 12 Eylüle doğru giderken
öğretmen yetiştirmede yaşanan çürümeyi
konuştuk. Bu hafta Necati Eğitim Enstitüsü’nde
12 Eylül darbesini takip eden günlerde neler
yaşandı, sizlerle bunu paylaşmak istiyorum.
12 Eylül 1980 darbesi ile Sıkıyönetim
Komutanlığı Necatibey Yüksek Öğretmen
Okulu’na el koyar. 12 Eylül Necati Eğitim
Enstitüsü’nü sınav döneminde yakalamıştır. O
gün sınav için gelen öğretmen ve öğrenciler,
sokağa çıkma yasağı yüzünden evlerine
yollanılırlar.
Darbenin hemen ardından Necati Yüksek
Öğretmen Okulu’nun başına daha sonra
Korgeneral olarak Hava Kuvvetleri Kurmay
Başkanlığına kadar yükselecek, 2004 yılında
emekliye ayrılacak Hava Kurmay Kıdemli Albay
Osman Nuri Solakoğlu gelecekti.
Solakoğlu okul yönetimini 15 Eylülde toplantıya
çağırdı. Toplantıya eski okul müdürü Cahit Acar
“müdür müşaviri” sıfatı ile katılacak, toplantı
tutanağını Solakoğlu imzalayacaktı.
İlk toplantının gündeminde yapılamayan güz
dönemi sınavları vardı. Toplantıda sınavların 20
Eylül 1980 Cumartesi saat 10’da yapılması
kararı çıktı. Bütün öğretmenler soru hazırlamak
için o gün sabah sekizde okulda hazır
bulunacaklardı. Her sınav kurulunu oluşturan
öğretmeler soruları birlikte hazırlayacaklar,
sınav sonrasında da kâğıtları yine birlikte
okuyacaklardı. Sınavlar şöyle yapılacaktı:
1. Sınav komisyonunda görevli öğretmenler
komisyon odalarında saat sekizde hazır
bulunacaklardır.
2. Komisyon çalışmasının başlama saatinden
sonra komisyon odasına giriş çıkış yasaktır.
3. Sınavda cevap kâğıdını kullanırken
öğrenciler, isim yazacakları bölgenin
arkasındaki yerleri boş bırakacaklardır.
4. Cevap kâğıtları sınav sonunda,
değerlendirilmeden önce, kâğıtlarda öğrenci
isimlerinin olduğu yerler kesilecektir. Cevap
kâğıtlarının okunması, cevap kâğıtları ve
isimlerin bulunduğu parçalar kodlandıktan
sonra yapılacaktır.
5. Başörtülü kız öğrenciler başörtüleri ile sınav
salonuna alınmayacaktır.
6. İmtihan kâğıtları sınavın yapıldığı günden
sonraki gün komisyon üyeleri tarafından
birlikte okunacaktır.
7. İmtihan kâğıtları 9.00-12.00 saatleri arasında
okunacak ve sonuç bir sirküler ile öğrencilere
duyurulacaktır.
8. Komisyon odasına müdür Solakoğlu ve
müdür müşaviri Cahit Acar’dan başkası
giremez.
9. Sınav salonlarını bölüm şefleri denetler.
10. Bölüm Şefleri ve Müdür Yardımcısı sınav
komisyonunda görevliyse, sınav salonlarında
öğrencilerin başında aynı bölümden
belirlenmiş öğretmenler duracaktır,
öğretmenleri müdür müşaviri
görevlendirecektir.
11. Bölüm şeflerine görev kâğıtları müdürlükçe
verilecektir.
12. Öğrenciler sınavda soruların anlamadıkları
kısımlarını yüksek sesle soracaklar, salonda
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 13
görevli öğretmen, bütün öğrencilerin
duyabileceği şekilde açıklama yapacaktır.
13. Bütün sınavlarda öğrenciler sadece kurşun
kalem kullanacaktır, aksi hareket eden
öğrenci kopya çekmiş sayılacaktır.
14. 3 yıllık öğrencilerin kış dönemi sınav
programları Bölüm Şefleri tarafından
hazırlanıp ilan edilecektir.
15. Kurulda alınan kararların ilgililere
duyurulmasına oy birliği ile karar verilmiştir.
(15 Eylül 1980)
Her halde bir sınav, bu kadar “disiplinli” yapılır.
Emir böyleydi, böyle olmasına da birlikte soru
hazırlayacaksın, sonra bütün kâğıtların öğrenci
isimlerinin bulunduğu bölümü keseceksin,
kotlayacaksın, kâğıtları hep birlikte okuyacak
sonra kesilen öğrenci adları ile birleştireceksin.
4500-5000 öğrencinin girdiği sınavlarda,
kâğıtların okunması ne kadar sürer siz
düşünün.
Nitekim sınavda görev alan öğretmenlerin
anlattıklarına bakılırsa, bir süre sonra kâğıtların
okuması için getirilen kurallar sulanmaya
başlamış, emirler aynı kalmış, ama hocalar, işi
bildikleri gibi sonuçlandırmışlardır.
Okul yönetiminin bir sonraki toplantısı kılık
kıyafet durumlarıyla, bir de okula giriş çıkışların
nasıl olacağı ile ilgilidir. Askerlerin en küçük
disiplinsizliğe, lakayt tutuma seyirci kalacak
halleri yoktur. Öğretmenlerin saç ve sakalları
uzun olmayacak, sade olacak, kızlar aşırı
makyaj yapmayacak, okulda öğrencilerin kimlik
kartları yakalarında asılı olacak, öğretmenler
ziyaretçilerini öğretmen odasında, öğrenciler
ziyaretçilerini konferans salonu giriş kısmında
kabul edeceklerdir.
Yönetim kurulunda alınan 24. Eylül 1980 tarihli
4. karar ise sınıfta derslerin nasıl işleneceği ile
üniversite sınavlarından gelen yeni öğrencilerin
bölümlere nasıl dağıtılacağı ile ilgiliydi. O
yıllarda öğrenciler, üniversite sınavı sonuçlarına
göre geniş alan yaklaşımı içinde FKB ve Sosyal
Bilgiler bölümlerini kazanıp geliyorlardı.
Sosyalcilerin öncelikle Tarihçi mi, Coğrafyacı
mı, FKB bölümünü kazanlarının öncelikle
Biyolojici, Kimyacı, Fizikçi mi olacaklarına
okulda karar veriliyordu. Askeri sıkıyönetim
koşullarında da kimin hangi alanda istihdam
edileceğine öğrencinin ilgisine, ihtiyacına
bakarak karar verilecek değildi herhalde. Okul
sorunu şöyle çözdü:
Dersler, 90’ar dakikalık 4 blok biçiminde
ikisi sabahtan, ikisi öğleden sonra
olacak şekilde işlenmek zorundadır.
(Doksan dakikalık derse öğretmen ve
öğrenci nasıl dayandı dersiniz?)
Sosyal Bilgiler bölümüne kayıt yaptıran
öğrenciler 2/3’ü Tarih ağırlıklı Coğrafya,
1/3’ü ise Coğrafya ağırlıklı Tarih
okuyacak biçimde sınıflara
dağıtılacaklardır.
FKB bölümüne kaydolan öğrenciler eşit
sayıda, Fizik-Kimya ve Biyoloji sınıflarına
yerleştirilecektir.
Öğrencilerin bu alanlarda hangi
sınıflarda okuyacakları kura ile
belirlenecektir.
Yerleştirme sonuçlandıktan sonra
öğrenciler aralarında karşılıklı becayiş
(değiştirme) yoluyla değişiklik
yapabileceklerdir.
Bakanlığın emri gereğince öğretmen
çocuklarına %5 kontenjan ayrılmıştır. Bu
öğrencilerin ön kayıt yapabilmesi için
gerekli evrak bakanlıktan istenecektir.
İstediği alanda okuyamayan öğrenci becayiş ile
bunu sağlayamadıysa artık şansına küsecekti
çaresiz. Ya da en iyisi hangi alana yerleştiyse o
alanı sevmeyi bilecekti, başka çaresi yoktu
bunun.
12 Eylül 1980 devirmesinin ardından Yönetim
Kurulu sekiz oturum yaptıktan sonra, onca iş
içinde bir de Necatibey Yüksek Öğretmen
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 14
Okulu ile ilgilenmek yük haline gelmiş olmalı ki
Albay Solakoğlu, okulu yönetmeyi Hava Kıdemli
Yüzbaşı Yıldırım Özalpman’a bırakır. Öğretmen
yetiştirme, bu tarihi eğitim kurumunda artık
vekâleten görevlendirilen bir yüzbaşı
gözetiminde yapılmak zorundadır.
Okul Yönetiminin 75 Nolu kararı ise Askeri
Yönetim altında okulda işlerin nasıl
yürüyeceğini belirler:
“Öğretmen ve öğrencilerin bakanlık,
sıkıyönetim ve okul müdürü tarafından
tebliğ edilen emir ve bildirilere aynen
uymalarını sağlamakla görevli yetkililer
gerekli titizliği göstermek zorundadırlar.
Ege ordu ve İzmir, Manisa, Aydın, Uşak,
Isparta, Denizli, Burdur, Muğla, Antalya,
Balıkesir sıkıyönetim komutanlığının 19
numaralı bildirisini tüm öğretmen ve
öğrenciler okuyacaktır.
Her öğrenciden emir ve kararları
duyduğuna dair imza alınacak, bu imza
listelerini saklanmak ise müdür
başyardımcısının görevi olacaktır. (17
Kasım 1980’de alınan karar)
İşte 12 Eylül koşullarında Necatibey Yüksek
Öğretmen Okulunda eğitim öğretim bu
koşullarda sürmüştür. Başörtüsü sorununun ilk
tohumları, Atatürkçülüğün ve Laikliğin yeni
yorumu uyarınca 12 Eylül Darbecileri tarafından
ekilmiştir.
Resim, Yazı ve Sanat Tarihi derslerine giren
okulun kadim öğretmenlerinden Cevdet
Atmaca’nın Osman Nuri Solakoğlu ile ilgili bir
anısı oldukça ilginçtir.
12 Eylül Darbesi olunca Cevdet Atmaca artık
emekliliğini isteme vaktinin geldiğini düşünür.
Ne de olsa bu kurumda 30 yıldır görev
yapmaktadır. Oysa Solakoğlu’nun Cevdet
Atmaca ile ilgili planları başkadır. Cevdet
Atmaca’yı en eski deneyimli öğretmen olarak
kendine müdür yardımcısı yapar. Atmaca’ya bir
de özel görev verir. İstihbarat almıştır, 1978’den
sonra öğrenciymiş gibi gelip, okulda ortalığı
karıştıranlar vardır. Cevdet Atmaca dosyaları
inceleyecek öğrenciymiş gibi yapan bu
provokatörü, varsa onu koruyup kollayanı
mutlaka bulacaktır, görevi budur.
Cevdet atmaca, öğrenci olarak kayıt olanlar ile
sınava girmiş diploma almış öğrencilerin
karşılaştırılması üzerinden titiz bir inceleme
yapar. Gerçekten de 12 Eylül dönemi arifesinde
Cahit Acar’ın müdürlüğü sırasında, Bursa’dan
gelmiş, okulun öğrencisi olmadığı halde
derslere, sınavlara girmiş ve diploma almış Sağ
görüşlü birini bulur. Osman Solakoğlu Cahit
Acar’ı bu olayla ilgili mahkemeye verir. Fakat
mahkeme uzar, hükümetler değişir, bir sonuç
çıkmaz. Olay kapanır, ya da kapatılır.
Bu olayda sorulması gereken bazı sorular
vardır: Solakoğlu okulda böyle bir provokatör
olduğu bilgisini nereden, nasıl almıştır? Bu
vatandaşı kim ne amaçla okula yerleştirmiştir?
Bu “sözde” öğrencinin yaşanan olaylardaki payı
var mıdır? 12 Eylül öncesi yaşananlara ışık
tutacak böyle bir olayın üstü neden
kapatılmıştır, madem üstü kapatılacaktıysa bu
olay neden kurcalanmıştır? Bu sorulara doğru
yanıtlar alabilseydik 12 Eylüle nasıl gelindiği ile
ilgili de bazı ipuçları bulabilirdik belki.
Askeri Yönetim 12 Eylül 1980 tarihinden
itibaren yönettiği okulu 1 Ocak 1981’de önce
Bakanlık Müfettişi Saim Erdem’e bırakacak,
beş ay sonra ise yerine asaleten 12 Eylül
sonrası ilk müdür Süleyman Leylak, 1 Mayıs
1981’de okula atanacaktır.
KAYNAKLAR:
Necatibey Eğitim Fakültesi arşivi, Necatibey Yüksek
Öğretmen Okulu Yönetim Kurulu Karar Defteri.
TANIKLIK:
Cevdet Atmaca, Resim-iş ve Sanat tarihi öğretmeni,
Ressam, Şair
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 15
Bu Âlemde Kral Tanımam!
Sen hiç ölümün gölgesinde özgürlügü
yaşadınmı
Bir garibanın elinden tutupta hiç kadere rest
çektinmi
Alçağın adisine ispiyoncusuna kurşun
yağdırdınmı
Dedim ya gülüm ben bu alemde kral tanımam
Sen zevkini sefanı sürerken ben hayat okulunu
okuyordum
Sen elin cilalı mermer taşlarında kibar beylerlen
dans ederken
Ben hergün azraillen dans ediyordum
Dedim ya gülüm ben bu alemde kral tanımam
Sen sıcak yatağında rahat uyurken
Ben ise parçalanmış vucudumun acısıyla
mahkeme duvarlarına
Yaslanmış,gelmeyi bilmiyen karanlığı
bekliyordum
Dedim ya gülüm ben bu alemde kral tanımam
İdam sehpasında bir mahkum yaşamayı ne
kadar çok istiyorsa
Bende seni o kadar çok seviyorum..
Aşıma katmadım haram,güzel çirkin aramam
Yanlış yapanı tanımam... bu senin içinde
geçerlidir gülüm
Dedim ya gülüm ben bu alemde kral tanımam..!
Yılmaz Güney
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 16
ABECE DEVRİMİ
Rahim GÜR
Cumhuriyet sonrasında başlatılan devrimlerin
en ilklerinden, erken olgunlaşan, yerine oturan
ve öteki devrimlerin de yerleşmesine ön koşul
oluşturanıdır Abece devrimimiz. 1 Kasım 1928’
de Latin yazaçlı yeni Türk Abece’si ‘…Bir
gecede uygulamaya konuldu, sabah
kalktığımızda cahil uyandık…’ dense de gerçek
hiç te öylesi değildir.
Tanzimat Fermanı’nın getirdiği ortamda
düzeltme iyileşme çalışmalarının engelleri
arasında okuma yazma oranımızın düşüklüğü
görülüyordu. Toplumun okuma yazma oranının
artması için yapılan/yapılacak çalışmaların
caydırıcı da Arap Abece’siyle Türkçe okuma
yazmanın güçlükleri sıralanıyor, değişik
kişilerce yeni abeceler oluşturulmaya
çalışılıyordu.
Birkaç tasarım da hazırlanmış ama uygulamaya
konulamamıştı. Kurtuluş Savaşı sürerken
toplanan maarif Kongrelerinde de Abece sorunu
sıklıkla dile getirildi. Mustafa Kemal, konunun
önemini bildiğinden tek atılımla işi bitirmekten
yanaydı. Uzun süreye yayma, savsaklama
Abece devrimizi sonuçsuz bırakabilirdi. Komşu
Sovyetler birliğinde Azerbaycan bile Latin
harflerine geçme kararı almıştı (1926). Azeri
dilinin okunup yazılmasına daha uygun
görüyordu Latin harfleri. Yunanistan dil
devrimini yapamamanın sıkıntılarını
yaşamaktaydı.
Göktürk, Uygur, Soğd (Soğdiana) Abece’sinden
sonra halifelik şanından kullanıma sokulan Arap
Abece’si ile ne çok oyalanmışız ki, Türkçemizi
unutup Farsça ve Arapça’yı ana dilimiz
sanmışız. Anadilimiz Türkçeyi hor görüp anadil
olarak sunulan Osmanlıcaya tutkulu kılınmışız.
1927 nüfus sayımında okuryazar erkeklerimiz
% 5 kadınlarımızın (A) harfini tanıyanını da
okuryazar sayarak %2,5 oluşundan rahatsızlık
duymamışız.
Mustafa Kemal’in ileri görüşlülüğü, bilimsel
düşünüşü, kararlılığı; Türkçe konuşan
insanların Arap Abece’si ile okuyup
yazamayacağı gerçeğini sonuca ulaştırmaktı.
Cumhuriyet’ten sonra en büyük devrim harf
devrimidir bence. Anadilini/ ana dilini uygun
abece ile okuyup yazmakla başlayacak kültür
devriminin kapılarını açma eylemini
küçümsemek art düşüncelilik olarak
nitelenebilir.
Yeni Türk Abecesinin kısa süremde öğrenilmesi
için başlatılan halk dershaneleri, halk evleri,
okuma -yazama kursları yoğun çalışmalar
girişirken, bir yandan da okul yapımına hız
verilmesi anlamlı değil midir? Demirci Köy,
Bozdağ Köyü, Aksaray Gazi okullarının açılış
yılı boşuna mı 1929’dur sizce?
Ulus olmanın temel öğesi dil bilicidir, dilin
gelişmesi de konuşulan dilin yazımına uygun bir
Abece’nin olmasıdır. Türkçemize uygun
olmayan Abece ile yapılan çalışmalar dilimizi
geriletmekten, yok olmaya itelemekten başka
bir işe yaramamıştır. Karamanoğlu Beyliği
Türkçesini Arap Abece’si ile yazamayan
Türkler, Yunanca Abece’sini kendilerine
uydurarak okumak yazmak zorunda
kalmışlardır.
Komşularımızın günümüz de kullandıkları
Türkçesini; Arap, Kiril, Ermeni, Yunan, Yidiş
Abece’siyle okuyup yazamıyoruz. Uzmanlarının
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 17
işidir bu aktarımlar. Latin Abece’siyle
yazılanlardan örnekler vermek istiyorum.
“Tarifi bitmeyen ömür defterim/Yanlışıma öğüt
veren mektebim/Ruhuna bir İlah gibi
taptığım/Kem gözden koruyan himayem gitti.
Mahim Roziyeva-Türkmanistan”, “Ah neyleyim
gittikçe/Doluyorum kendime/Uçtu gitti kuş
beni/Saydı adam kavmine. Hasiyet Rüstemova-
Özbekistan”, “Gelir kulağıma geceler bir ses /
Tüpler kişnemesi, köhlen neresi /Bekle
mügenna’dı o sıcak nefes / Bekle Panipet’de
babir zerbesi. Rıza-Azerbaycan”
Salt Abece’yi değiştirmek yeterli olmuyor dilin
ulusun özü olması için, başka dillerin
boyunduruğundan da kurtulması gerekiyor.
Komşu ülkelerin yazdıkları ile ortak bir bağ
kuramıyoruz, yazdıklarımızı çevirmeden
okuyamıyoruz. Ortak Abece, ortak Türkçe
yaratma konusundaki girişimler sürekli
engelleniyor kültür yayılmasından ekonomik
çıkar bekleyen ülkelerce. 1920 yılında Türkçe
nerede kalmışsa, komşularımız yine orada
duruyor. Türkçe konuşan ülkeler içinde çağdaş
dünya yazınıyla yarışan tek Türkçe, Türkiye
Türkçesidir. Gelinen noktayı Abece ve dil
devrimine borçlu olduğumuzu okudukça
ayrımlayınca Mustafa Kemal’in bizi nereler
yönlendirdiğini anlayıp saygı yükleniyorum.
Köklü bir Fars kültüründen gelen ozan Furuğ’
şiirinin çevirisini adını kapatıp bir dergiye
gönderseniz yayınlanmaz sanırım.
Çoğunluğunun ilkokul kitapları düzeyinde, ittihat
terakki dönemi Osmanlıcasında kaldıklarını
görürseniz anlarsınız kültür devrimlerinin
önemini.
Anadolu Türkçesi gırtlak, dil, diş, dudak geniz
eşgüdümüyle ancak Yeni Türk Abece’si ile
dillendirilip yazılabiliyor. Eklenecek birkaç harfe
de gerek görmüyorum. Yurdumuzda konuşulan
anamızdan öğrendiğimiz dilleri de okuyup
yazmaya yeter sanıyorum, Fransızcadan,
İngilizceden, Rusçadan ödünç alınan harflerle
özgün dil yazılıp okunur mu bilemiyorum? Akat
Devleti Sümer dili ile yazar okurdu, Akad mı
Sümer mi kalıcı oldu tarih görüntülerinde?
Fransız Abece’siyle hangi Anadolu dili okunup
yazılabilir?
Yaşayan Türkçe ile okuyup yazma, xqw
harflerini Abece’mize ekleme sevdasında
olanlar dilimiz sevdiklerini söylemesinler.
Yaşayan Türkçe kandırmacısıyla Arap, Fars ve
Osmanlıca hayranlarına şirin görünerek gizliden
gizliye Osmanlıcacılık yaptıklarının ayrımındadır
Türkçe okuryazarlarımız. Bilirler ki,
Osmanlıcılık- İttihatçılık-Cumhuriyetçilik
kavgalaşması yüz yıldır sürmektedir. Her kesim
çıkarları doğrultusunda bakar aydınlanmacı ve
bilimden yana olması gereken toplumsal
soruna. Hala muska yazan imam, el yazması
Kuran yazan hattat dar görüşlülüğünde
bocalamaktan uzaklaşamazlar.
İ.S.1000 yılından 1928 yılına değin Arap
Abece’si ile yazdık okuduk, orta boy bir köyde
kaç okuryazarımız, kaç yazarımız vardı? Halk
kendini devlet katında gerçekleştirebiliyor
muydu? Günümüzde yedi yaşında bir çocuğun
iki ayda öğrendiği okuma yazma sübyan
mektebinde kaç yılda öğrenilebiliyordu?
Yönetim erki insanların kul ümmet olmasında
görüyorsa devamlılığını sözüm yok, çağdaş
yurttaş olarak gören erklere yakışır uyar bizim
Abece’miz.
Kuşkusuz Anadolu’da konuşulan her dile
saygımız sonsuzdur, unutulup gitmelerinden
çok yaşatılmasından yana olmak biz kültür
emekçilerinin ortak dileğidir. Her dilin, her harfin
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 18
kültür geçmişimize giden karanlık yolları
aydınlatan imgeler olduğunu da biliyoruz.
Birlikte yaşatmayı deneyelim ama dilimizi
ayrılıkçı düşüncelerin oyunlarına,
sömürgecilerin tasarılarına oyuncak etmeyelim.
Yeni Türk Abece’si, dil devrimi Türkçemize
verilen değerin bir anlatımı olduğu denli çağdaş
dünya kültürü ile buluşmamızı, Türk kültürünün
dünya kültürüne katkılar yapmasını da
kolaylaştırmıştır. Doksan yıl sonra uluslararası
kültür Türkçenin katkılarını benimsemek
zorunda kalmıştır. Türkçeyi yazın ürünleri
üretiminde en işler üç dil arasında görmüşlerdir
(Rusça, İspanyolca, Türkçe).
Mustafa Kemal’in Türk Dil Kurumu’nun başına
getirdiği Agop Dilaçar’dan Etimolojik Türkçe
Sözlük (Saven Nişanyan) yazarına
baktığımızda çalışmaları içinde Osmanlıca,
Arapça, Farsça uzmanların olmayışıdır.
Cumhuriyetten sonra bazıları Türkçeyi düşman
dil olarak algılamışlar, Abece’mizi de gâvur
yazısı olarak nitelemişlerdir. İlköğrenimimim bu
kavgaların yoğun yaşandığı ortamda
geçtiğindendir Türkçemize, Abece’mize tutkum.
Dedem babam çocuklarım; 1 Kasım 1928’in
ışıklı yolunda akan okur-yazar üç kuşaktır.
Bizim Köy’de kır yoksulu olarak başlayan
yaşam akışı 2010’da üç kıtaya dağılmış, yüksek
lisans düzeyinde eğitilmiş insanları
yaratabilmişse benim için kutsaldır.
Abece ve dil devrimine katkısı olanlara, dilimizi
sevdiren öğretmenlerimize, Türkçe tutkunu
yazarlarımıza gönül borcumu saygılarımı
sunarak ödemek isterim.
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 19
EĞİTİM SORUNLARIMIZA 30 YIL
ÖNCESİNDEN BAKIŞ
İbrahim GEREDE
Ülkemizde 2020- 2021 Eğitim Öğretim Yılı,
“karanlık belirsizlikler” ve “kapkara
endişeler” ile başladı…
Çocuklarımız ve dolayısıyla tüm halkımız,
Covid- 19’un acımasızlığı ile tek kişilik
sömürü sisteminin acımasızlığı arasına
sıkıştırılmış durumda…
Sistemin tepelerinden yükselen hoyrat bir ses:
“Ey millet! Kırık katır mı istersiniz, yoksa
kırk satır mı?” diye soruyor…
ESKİŞEHİR TARİHİNDEN BİR YAPRAK…
İzninizle sizleri özel arşivimdeki belgelerin
ışığında 30 yıl öncesine götürmek istiyorum.
Tarih: 3 Kasım 1990… Yer: Eskişehir
Belediyesi Meclis Salonu
Eskişehir’de; Belediye, EĞİTİM- İŞ Sendikası
İl Temsilciği ve Eskişehir Sendikal
Dayanışma Kurulu tarafından birlikte
düzenlenen “Eskişehir’in Kültür ve Eğitim
Sorunları” konulu bir panel yapılıyor.
Eskişehir’de 18 Şubat 1990 tarihinden itibaren
çalışmalarını sürdüren Eskişehir Sendikal
Dayanışma Kurulu’nun Eskişehir Belediyesi
ile yaptığı bu toplantının organizesini EĞİTİM-
İŞ Eskişehir İl Temsilciliği yapıyor.
Panel Yöneticisi: İlhan GÖCEN- EĞİTİM- İŞ İl
Temsilcilik Kurulu Üyesi
Açılış Konuşması: Akif KUTLU- Eskişehir
Belediyesi Başkan Yardımcısı
Panelistler:
Tüm hesaplar, acımasız virüs koşullarını
sömürü fırsatına çevirme üzerine yapılıyor…
Ve ülkemizde her alanda olduğu gibi, eğitim
alanında da tam bir trajikomik durum
yaşanıyor…
Böylesi durumlarda ben sıkça yaptığım gibi yine
Nazım’ın dizelerine sığınacağım:
“Ne ah edin dostlar, ne ağlayın/ Dünü
bugüne,/ Bugünü yarına bağlayın…”
*****
İbrahim GEREDE- EĞİTİM- İŞ
Eskişehir Baştemsilcisi
Murat KAHYAOĞLU- EĞİT- DER Şube
Başkanı
Yrd. Doç. Dr. Turhan BARAZ- AÜ.
Öğretim Üyesi
Av. Kazım KURT- Halkevi Şube
Başkanı
Katılımı da kalitesi de yüksek olan bu panelde
konuşmacılar kendi alanlarıyla ilgili sunumlar
yaptılar. İzninizle o panelde benim yaptığım
“Eskişehir’in Eğitim Sorunları” başlıklı
sunumu sizlerle paylaşmak istiyorum.
******
“ESKİŞEHİR’İN EĞİTİM SORUNLARI…”
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 20
“Değerli Katılımcılar,
Öncelikle bu panelin organizesini ve
olanaklarını sağlayan Eskişehir Belediyesine;
Belediye Başkanı Sayın Selami Vardar’a,
Başkan Yardımcısı Sayın Akif Kutlu’ya ve
Halkla İlişkiler Müdürü Sayın Şermin Şanlıer’e
teşekkür ediyorum.
Ayrıca, aylardan beri süren özverili
çalışmalarıyla kentimizde Belediye ile
Demokratik Meslek Kuruluşları arasında diyalog
kurulmasında katkıda bulunan tüm kuruluş
temsilcilerine teşekkür ediyorum.
Yürütmenin tüm yetkilileri bu karara
uymalıdır.
Memurları sendikalarını kurma görevi
beklemektedir.
Ve tüm eğitim çalışanlarını “sendikal
birlik sağlamak”, Eğitim- İş’i
güçlendirmek görevi bekliyor.
Tüm siyasal partileri, işçi sendikalarını
ve diğer demokratik kuruluşları da
“memurların sendikal mücadelesine
destek olmak” görevleri bekliyor.
Ben konuşmamda sizlere, “Türkiye’nin Eğitim
Sorunları Perspektifinde, Eskişehir’in Eğitim
Sorularını ve Önerilerimizi” sunmaya
çalışacağım.
Eskişehir’e özgü eğitim sorunlarını irdelemeden
önce bazı gerçekleri görmek zorundayız.
1. Eskişehir’in eğitim sorunları Türkiye’nin
eğitim sorunlarından ayrı düşünülemez.
Görevli olduğum konuyla ilgili görüşlerimi
açıklamaya başlamadan önce, temsilcisi ve
üyesi olmaktan onur duyduğum EĞİTİM- İŞ
Sendikası hakkında mutlu bir haberi sizlerle
paylaşmak istiyorum. Çünkü bu konu
Türkiye’nin demokrasi gündemine önemli bir
olgu olarak yerleşmiştir.
Dünkü ve bugünkü (2- 3 Kasım 1990)
gazetelerden okuduğumuz gibi, “Ankara 2. İş
Mahkemesi, Ankara Valiliğinin EĞİTİM- İŞ
hakkında ‘kapatma’ istemiyle açtığı davayı
reddetmiştir.” Hem de esastan reddetmiştir.
Bu demektir ki, “sendikalaşmanın tüm kamu
görevlileri için analarının ak sütü gibi bir hak
olduğu…” yargı kararıyla onaylanmıştır.
Tarihsel bir önemi ve değeri olan bu yargı
kararından sonra:
Eğitimbilim ilkelerine ve çağdaş eğitim
ölçütlerine göre, ülkemizdeki eğitimin
niteliği düşüktür.
Özellikle laik ve demokratik eğitim
ilkeleri gereğince uygulanmamaktadır.
Eğitim programlarımız ve ders
kitaplarımız yetersizdir.
Eğitimde fırsat ve olanak eşitliği
yoktur. Bölgeler, köyler, kentler ve
kentlerdeki semtler arasında büyük
dengesizlikler vardır.
Ulusal bütçemizden eğitime ayrılan
pay düşüktür ve son yıllarda giderek
düşmektedir.
Bina (okul, derslik, laboratuvar, atölye)
yetersizliği vardır.
Öğretmen yetersizliği vardır ve
öğretmenlerin dağılımı dengesizdir.
Öğretmen yetiştiren eğitim fakültelerimiz
YÖK’leşmiştir…
Eğitim çalışanlarının ekonomik,
demokratik ve özlük hakları kısıtlıdır.
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 21
Özellikle son yıllarda öğretmenlik
mesleğinin saygınlığı büyük bir
erozyona uğratılmıştır.
2. Ülkemizde yerel yönetimlerin eğitim
üzerinde yasal yetkileri yoktur veya çok
kısıtlıdır.
Günümüzde çağdaş demokrasi ve çağdaş
yönetim bilimi “Yerel yönetimler
demokrasinin beşiğidir” diyor.
Demokrasinin temeli olan “halkın yönetime
katılımı” en gerçekçi biçimde yerel
yönetimlerde sağlanabilir.
Özetle, belediye meclisi kentin meclisi,
belediye başkanı kentin başkanı olmalıdır.
Oysa yasalarımız buna izin vermiyor. Üstelik
yasadan fazla yasakçı olan bazı insanlarımız,
belediyelerin saygınlığının düşürülmesi için ne
gerekirse yapıyor.
Sizlere Eskişehir’den eğitim alanımızla ilgili iki
örnek vermek istiyorum.
Birinci örnek: Okulların açıldığı günlerde Sayın
Belediye Başkanımız Selami Vardar bazı
okulları ziyaret ediyor. Bir okulda da derse girip
öğrencilerle görüşmek istiyor. Ancak okul
müdürü telaşa kapılıyor, “Ya Milli Eğitim’den
duyarlar da bir şey derlerse?..”
Aslında bir belediye başkanının bir okulu/
dershaneyi ziyaret etmesi; müdürler için de
öğretmenler için de, öğrenciler için de “onur”
sayılmalıdır.
İkinci örnek: “Altında belediye başkanımızın
adı olan bu panelin davetiyesi, bir
okulumuzda öğretmenler odasındaki ilan
panosuna astırılmamıştır…”
Bizce bu örnekler demokrasi ayıbıdır. Milli
eğitim yöneticileri, belediye başkanına yalnız
okul bahçeleri asfaltlanırken değil, yaşamın her
alanında saygı duymalıdırlar…
Değerli Konuklar,
Göz önünde tutulması gereken iki gerçeği
vurguladıktan sonra, kısaca Eskişehir’e
özgü eğitim sorunlarına değinmek
istiyorum:
Eskişehir’de derslik yetersizliği
vardır.
Şu anda Eskişehir’de ilk ve ortaöğretimde 122
bin öğrenci var. Normal öğretime göre her
derslikte 30 öğrenci olacağını varsayarsak 4 bin
500 civarında derslik gereklidir. Oysa
Eskişehir’deki derslik sayısı bunun yarısı
kadardır.
Öğretmen sayısı yetersizdir ve
öğretmenlerin dağılım dengesizliği
vardır.
Okul öncesi eğitim olanakları çok
kısıtlıdır.
Okulların bütçe kaynakları çok
yetersizdir. Birçok okul masrafı velilere
yüklenmektedir.
Öğretmenlerin ve öğrencilerin ulaşım
sorunları vardır.
Eskişehir’in yerel özellikleri, sorunları ve
çözüm yolları programlarda gereğince
yer almaz.
Önerilerimiz:
1. Belediyeler Eğitim ve Kültür Alanında
Daha Aktif Yer Almalıdır:
Kentteki halk eğitimi (yaşam boyu
eğitim) çalışmaları belediyelerce
yürütülmelidir.
Kentte okul/ derslik yapımı ve okullara
kaynak sağlanması konularında
belediyelere de kaynak, yetki ve
sorumluluk verilmelidir.
Okul yöneticilerinin belirlenmesi ve
öğretmen atama komisyonlarında
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 22
belediye temsilcileri de bulunmalıdır. (Bu
komisyonlar MEB, öğretmen örgütleri ve
belediye temsilcilerinden oluşmalıdır.)
2. Belediyeler, Kentteki Eğitim ve Kültür
Çalışmalarında Demokratik Meslek
Kuruluşlarıyla ‘İşbirliği’ Yapmalıdır.
Sevgi ve Sen...
Bizler, eğitim çalışanları ve onların sendikası
EĞİTİM-İŞ olarak, belediyemizin yapacağı
her türlü eğitim ve kültür çalışmasına
yardımcı ve destek olmaya hazır
olduğumuzu bildirir, hepinize saygılar
sunarım.” 3 Kasım 1990
Sağlıkla, sevgiyle, dostlukla ve muSevgi ne
demek bilen varmı,
Nerden bileceksiniz sevgiyi,
Sevgiden anlarmısın, benim gibi,
Sevgiyi severmisin, benim gibi,
Ama nerden bileceksinki sen sevgiyi,
Benim kadar sevseydin sevgiyi,
Belki o zaman anlardın sevginin önemini....
Yılmaz Güney
*****
Evet, Tarih tekerrür etmiyor, bize yol
gösteriyor…
Yaşamın her alanında “Dünü bugüne, bugünü
yarına bağlayabilmek için…”:
Bilimin DOĞRUluğu, demokrasinin İYİliği ve
sanattın GÜZELliğiyle…
Sağlıkla, sevgiyle, dostlukla ve
mutlaka “birlikte”…
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 23
ALADAĞ’IN KARLARI
Bayar ASLAN
Kemal Hoca bugün çok erken kalkmıştı. Sahile
inip yürüyüşünü ve yüzmesini tamamlayıp, gelip
duşunu aldı. Eşiyle güzel bir kahvaltıdan sonra
vazgeçilmez alışkanlığı olan gazetesini alıp
balkondaki koltuğuna gömüldü. Gazeteyi her
gün satır satır okur, sonra da bulmacasını
çözerdi. Bugün yarı okuduktan sonra, bir
haberden dolayı canı sıkılmış bir şekilde
gazeteyi katlayıp masaya bıraktı. Dudağından
şu sözcükler döküldü sessizce “Hey Allah’ım ne
günlere kaldık, Ey Türkiye’m ne günlere
kaldın?”
“Her şey ne kadar değişti bu geçen elli yıl
içinde.” Diye mırıldandı. Nasıl geçmişti zaman,
onlarca Başbakan, hükumet görmüştü. Atatürk
hariç tüm Cumhurbaşkanlarını tanımıştı. Üç
askeri darbe, birkaç tane sivil darbeler
yaşamıştı. Kubilay’ı katleden irticanın daha
fazlasına şahit olmuştu. Neler görmüştü bu göz
ve hepsini içine istemese de sindirmişti. Ama
bugünkü haber kadar mesleği ile ilgili
huzursuzluk ve mutsuzluğu hiç yaşamamıştı.
Geçmişe doğru bir yolculuk başladı içinden,
belki istemedi ama günün olayları kendisini aldı
götürdü.
Ağrı’da başlayan meslek hayatı, yurdun çeşitli
yerlerinde tam 35 yıl devam etmişti. Çok mutlu,
çok mutsuz, neşeli, umutsuz, sağlıklı, hasta,
yorgun nice günler geçirmişti. Yaşamın her
rengini yaşamıştı. Her rengin ayrı bir huzuru,
ayrı bir tadı, ayrı bir hüznü vardı. Yıllar
kendisinden o kadar çok şey götürmüştü ki!
Geriye sadece iki evlat yetiştirmenin mutluluğu
kalmıştı ama öyle de diyemiyordu. Çünkü
yurdun her tarafında, her meslekten evladı
vardı ve asıl zenginliği bu idi. Hayatının kara
tahta karşısında geçmesinin bedeli olarak bir
kışlık ve bir yazlık ev sahibi olmuştu. Bu bir
zenginlik ise, onun için hiç anlamı yoktu. Çünkü
yurdun her tarafında evi, yani öğrencileri vardı.
Aladağ’ın karlarında üremeye başlayan bu
zenginlik, hep artarak hala devam ediyordu. Bu
zenginliğe asla doyamadı.
İşini o kadar sevmişti ki ne soğuk ne sıcak ne
kar ne yağmur meslek sevdasına engel
olamamıştı. Güzelim yıllarını Anadolu
çocuklarına seve seve hediye etmişti. Dağ tepe
demeden, köy köy dolaşmış sonunda iki
çocuğunun eğitimi için İzmir’in yolunu tutmuş,
günü gelince de emekli olmuştu. Emekli
ikramiyesi ile bir ege sahil kasabasında
küçücük bahçesi olan bir ev alarak yazlarını
orada geçiriyor, rutine binmiş hayatını, yazları
yazlıkta kışları İzmir’de yaşamaya göre
sürdürüyordu. Torunları, nerdeyse yaşam
kaynaklarıydı. Mesleğinden hiç kopamaz,
Türkiye’nin eğitim politikalarını her zaman
izlerdi.
Ama bugün okuduğu haber içini sızlattı. “Biz hiç
böyle düşünmezdik, işimiz gücümüz o burnu
akan, ayakları yalın Anadolu köy çocuklarını
eğitmekti, yetiştirmekti,” diye iç geçirdi. Köy
Enstitüsü geleneği ile yetişip öyle çalıştıkları
için; meslek sevgisini bir türlü terk edememişti.
Eşi sabah kahvesini getirdiğinde, gazeteyi
erken bitirdiğini ve yüzünün asık olduğunu
gördü.
“Hayırdır Bey bir şey mi oldu? Sabah ki neşen
kaybolmuş.”
“Nasıl kaybolmasın hanım, memleketin
öğretmenlerine bir baksana.”
“Ne olmuş ki yine” deyip gazeteyi alıp ilgili
haberi okuyan kadın, eşinin öğretmenlik
ideallerinin hiç sönmediğini düşündü. Haklıydı
Kemal Bey, ama elden bir şey gelmiyordu.
“Bak Hanım, elli yıl öncesinin öğretmeni ve
eğitim durumu bugünden çok daha ilerideydi.
Eğitimi ne hale getirdiler? Yazıklar olsun! Biz
dağlarda kurtlara yem olduk, eşkıyalar
yolumuzu kesip üç kuruş maaşımız için
hançerlediler. Ben kaç defa Aladağ’ın karları ile
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 24
donmamak için boğuştum. Hiçbir gün para için,
kadro için, makam için, terfi için çalışmadık.
Aklımıza bile gelmezdi bu tür şeyler. Yazıklar
olsun maarifi bu noktaya getirenlere, lanetler
olsun öğretmenler üzerinde oyun oynayanlara!”
Durdu, isteksizce kahvesinin sonunu da içti. Eşi
böylesi anlarda sessiz kalır, Kemal Bey’in
kendiyle savaşmasını beklerdi.
“Hanım biz bu günleri böyle görmek için mi,
hayatımızı ortaya koyarak çalıştık?”
Gözleri iyiden iyiye nemlenmişti, denize doğru
daldı gitti. Kemal Beyin yüreği ile birlikte denizin
dalgaları da iyice kabarmıştı.
Haberin özetiyse; Ankara’da öğretmenler
maaşlarının zamlanması, ders ücretlerinin
yeniden ayarlanması, ücretli öğretmenlere
kadro verilmesi, atama bekleyen herkesin
atanması konularında Milli Eğitim Bakanlığının
önünde yapılan oturma eylemiydi. Bulvarın
karşı tarafında ise bir grup genç; “Milliyetçi
Türkiye” diye karşı slogan atarak sanki bu
eylemi engellemeye çalışmış. Eylem yapan
öğretmenler ise “Bağımsız Türkiye!” diye
karşılık vermişler. Birbirlerine karşı görüşlere
sahip öğretmenler grubu arasına polis barikat
kurmuştu. Neyse ki olaysız dağılmışlardı.
Mezun olur olmaz atandığı köye gidişini
anımsadı. Gözleri daldı.
Ağaçların yapraklarını döküp, ayvalara
kırağıların düştüğü, bir bağ bozumu zamanıydı
Kemal’in baba ocağından ayrılışı. Annesi uzak
yerlere gideceği için epey ağlamıştı. Babasıysa;
bir öğretmen yetiştirmiş olmaktan gururluydu.
Çiçeği burnunda yeni öğretmen olmuştu. Üç yıl
boyunca hayal ettiği diplomasını almış ve
heyecanla görev almayı bekliyordu. Nihayet
ataması yapıldı. Tayininin çıktığı Ağrı iline
uzunca süren tren ve otobüs yolculuklarının
sonunda ulaşmıştı.
Gözünün alabildiği her yer beyaza bürünmüştü.
Kent merkezinde bile yarım metreden fazla kar
vardı ve hala yağmaya devam ediyordu. Burada
sekiz ay her tarafın karla kaplı olduğunu, daha
önce burada askerlik yapanlardan duymuştu.
Doğruymuş. Ekim ayı böyle ise, kim bilir kış
ayları nasıldır?
Ertesi gün görev yerinin, Hamur ilçesine bağlı
Karalar köyü olduğunu öğrendi ve hemen ilçeye
gitti. Köyün at ile yedi saat sürdüğünü, artık bu
aydan sonra ilçeye gidip gelmenin çok zor
olduğunu ilçenin tek bakkalından öğrendi.
Bugün de köyden gelen ve birisiyle yaya olarak
gidebileceğini söyledi.
Karlar üstünde sohbet ederek yol alıyorlardı.
Kar yağışı durmuş, adının Beşir olduğunu
öğrendiği yol arkadaşı her fırsatta çok memnun
olduğunu söylüyordu. Çünkü köylerine ilk defa
bir öğretmen geliyormuş. Yoğun kar üstünde ilk
defa yürüyordu ve hoşuna da gidiyordu.
Yürüyorlardı ama etrafta köy falan
görünmüyordu. Ağrı Dağ’ı karşıda bir mızrak
gibi yükseliyordu. Onlar ise yine çok yüksek bir
dağın etrafında dolanıp duruyorlardı.
“Bu dağın adı nedir Beşir” diye sorduğunda, çok
zor anlayabildiği, değişik bir şive ile;
“Bu Aladağ’dır Öğretmen Bey, yaz kış hep
böyledir. Başı hep bembeyaz kardır. Köyümüz
bu dağın yan tarafındadır. İki saate kadar
ulaşırız. Bugün muhtarın misafiri olursun, yarın
okulu sana hazırlarız.”
“Okul yeni yapılmış herhalde, ne kadar öğrenci
vardır.”
“Okul yeni, öğretmen olarak ilk siz geliyorsunuz,
kızları saymazsanız on beş- yirmi, kızları da
sayarsanız belki otuz çocuk olur.”
Kemal Beyin keyfi kaçmıştı. ‘Kızları okula
göndermeme gibi bir durumla karşılaşabilirim’
diye düşündü bir an.
Akşam hava kararırken, köye vardılar, hava
bayağı soğumuştu. Köyde ilk dikkatini çeken
şey evleri görmeyişi idi. Karlar altında kalmış
Eskimo evleri gibi diye düşündü bir an. Beşir,
Kemal öğretmeni doğru Muhtara götürdü. O
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 25
geceyi nasıl geçirdiğini hayatı boyunca
unutamayacaktı her halde.
Nasıl unutamasındı?
Hayvan ve gübre kokusundan midesi
bulanmıştı. Sabah okula gittiğinde ilk iş tuvalete
koşmak olmuştu. Otuz öğrenci kaydı yapmıştı.
Kız öğrenciler için de bir sıkıntı yaşamamıştı.
Ancak çocuklar Türkçe bilmiyorlardı. Bilenin de
kelime haznesi on sözcüğü geçmiyordu. Nasıl
olduğunun, kendisi bile farkına varamadan
öğrenciler mart ayına kadar hem Türkçeyi hem
de okuma yazmayı, kendisi de konuşacak
kadar Kürtçe öğrenmişti. Köyde hiç bakkal falan
olmadığından köylüler gereksinimlerini
sonbahar da alıp, ilkbahara kadar idare
ediyorlardı. Kendisine bir şey söylenmediği için
hiçbir şey almadan köye gitmiş ve bir daha
ilçeye gidememişti. Dönüşümlü olarak her gün
bir evde misafir oluyor, yemeğini yedikten sonra
gelip okulun lojmanında kalıyordu. Sakalları ve
saçı oldukça uzamıştı. Çünkü hiç tıraş
olamamıştı. Ancak köylüler de aynı olduğu için
hiç kimseye garip gelmiyordu.
Günler hızla akıp gidiyordu. Nasıl geçtiğini
anlamıyordu bile. Hep okulda, hep öğrencilerle
iç içeydi. Ancak yemek için köy evlerine gidiyor,
hızla geri okula dönüyordu. Çok zevk aldığı
anlar ve olaylar oluyordu, ancak köyde bu kadar
kapalı kalmak biraz zordu. Bereket ders
malzemelerini Milli Eğitim okul yeni açıldığı için
bolca bırakmışlardı.
Köye gelmesinden tam yedi ay sonra ilçeye
gidebildi. Aladağ’ın eteklerinde karlar biraz
erimiş, yollar görünür duruma gelmişti.
Köylülerde de bir hareket başlamıştı. Hayvanlar
ahırlardan çıkmış, karlar erimeye, doğa hafiften
yeşillenmeye başlamıştı.
gösteriyordu. Köy arkada kalırken kendisi de
yedi ay öncesine dönmüştü nedense!
İlçeye geldiğinde, ilk iş maaş almak için
İlköğretim Müdürlüğüne gitmek oldu. Müdür
kendisini görür görmez;
“Bu ne hal evladım, saç sakal, bu kıyafet ne
böyle?”
“Hocam ben Aladağ’dan geliyorum, siz hiç
gittiniz mi Karalar köyüne?”
“Anladım yavrum anladım, kar yolları kapattı,
gittin ve bir daha dönemedin.”
“Evet Hocam aynen öyle oldu.”
“Otur yavrum otur, bir çay iç maaşlarını bir
hesap edip verelim. Sonrada git Ağrıya tıraş ol,
hamama git, lokantaya git. Sana üç gün izin
veriyorum, eğlen dinlen ve gel görüşelim.” Çok
zor ama çok keyifli yıllardı. O köyde iki yıl
çalışmış, ancak meslek hayatının en güzel iki
yılının orada geçtiğini her zaman dile getirmişti.
Askerlik nedeni ile Aladağ’a, Ağrı Dağı’na son
kez bakıp, selam vererek ayrıldı, ama Bişar,
Cemil, Şekko, Hacer, Cemile isimlerini hiç
unutmadı. Zenginlik unutulur muydu hiç?..
Gazeteyi ikiye katlayıp yönünü denize döndü
Kemal Bey.
“Her türlü zorluğa katlanıp mesleğini
yapmışken şimdi öğretmenlerin karşı karşıya
kalmalarına, ayrı sendikalarda dayanışmadan
uzak çatışmaları ne acı!” diye iç geçirdi.
Dalgalar hafif hafif kabarmaya başlamıştı.
Kafasını karıştıran olumsuz düşüncelerden
uzaklaşması ancak denizi izlemekle son
bulacaktı…
Yine Beşir ve yanındaki üç kişiyle birlikte yola
çıkmışlardı. Beşir atını ona vermişti. Yıl içinde
çok yardımını görmüştü. Kendisi ve diğerleri
yaya idiler. Güneşli bir hava vardı ama daha
ısıtamıyordu. Aladağ’ın kar soğuğu hala etkisini
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 26
KÖPRÜ
Sevgili,
yetmiyor 'sevgili' sözü
tek başına. Karşılamıyor
içimi dolduran duyguyu.
Oysa ben 'sevgili'
derken neler
düşünüyorum bilsen.
Sonsuz, bir güneş,
bir yudum rakı,
çiçeğe durmuş ince bir
bahar dalı,
oğlumun sıcak yanağı,
anamın acılı gözleri,
babamın tütün kokan eli,
evimizde ki kuş,
yarının güzel günleri,
anlatılması güç binlerce
duygu ve SEN...
işte sen
beni hayata baglayan
en güzel köprüsün;
köprülerin en güzelisin.
sevgilim... güzelim...
insanı yaşatan
içimizdeki hayat böceğidir.
o ölürse
hayatımızın da tadı biter.
o sakın ölmesin,
yaşat onu.
Yılmaz Güney
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 27
KÖY ENSTİTÜLERİ'NİN BİR
BENZERİ YOKTUR
Prof. Dr. Ali ARAYICI
Köy Enstitüleri, eğitbilimci İsmail Hakkı Tonguç
tarafından 17 Nisan 1940 tarihinde kuruldu.
Bundan, 79 yıl önce, 3803 sayılı Köy Enstitüleri
Kanunu, TBMM’nde (Türkiye Büyük Millet
Meclisi) resmen kabul edildi. Kemalist eğitim ve
öğretim anlayışının temel karakteri, belirleyicisi
ve özelliğiydi. Bu tarihin, Türkiye eğitim
tarihinde önemli bir yeri vardır.
Bu tarih, Kemalist devrimlerden saltanatın ve
halifeliğin kaldırılıp cumhuriyetin ilânı, medeni
kanunun yürürlüğe girmesi, eğitim-öğretim
birliği yasasının kabulü, dil devrimi, kılık-kıyafet
devrimi ve soyadı kanununun kabulü, kadınlara
oy kullanma, seçme ve seçilme hakkının
sağlanması gibi benzer devrimlerin kabul
edildiği tarihler kadar önemlidir.
Dünyada eşi ve benzeri bulunmayan Köy
Enstitüleri, cesur ve yürekli bir plân
çerçevesinde kuruldu. Hem sosyalist, hem de
kapitalist eğitim sistemlerinden esinlenen
Tonguç, adıyla-şanıyla sadece Türkiye'ye özgü
olan Köy Enstitüleri'nin fikir babası, kurucusu ve
önderidir. Köy Enstitüleri, Cumhuriyet
Türkiye'sinin dünya eğitim ve kültür tarihine dil
devrimiyle (latin harfleri) birlikte “katkı”da
bulunacak kadar önemli bir kurumdu.
Karl Marx tarafından ortaya atılan ve bugün de
gerçekliğini koruyan kuramlara göre, eğitim bir
üst yapı kurumu olup üst yapının öteki tüm
kurumları gibi, altyapı tarafından
tanımlanmasıdır. Bir insanın bilinci nasıl onun
toplumsal varlığı, üretim ilişkileri içindeki yeri ile
açıklanıyorsa; hukuk, devlet, ordu, eğitim ve
benzer üst yapı kurumları da üretime ve üretim
ilişkilerine bağlı olarak, birbiriyle olan karşılıklı
bağımlılık ilişkileri içinde tanımlanabilir.
İster kapitalist sistemde, isterse sosyalist
sistemde yaşanılsın eğitim, o sistemin istem ve
gereksinmelerine yanıt verecek bir biçimde
şekillenir ve düzenlenir. Köy Enstitüleri de,
Türkiye'nin sosyo-ekonomik, kültürel ve eğitsel
gereksinmelerine yanıt verecek şekilde
yapılandı. Enstitüler, en az düzeyde bir
yatırımla kırsal kesimi değiştirme ve
dönüştürme amacını taşıdı. Kırsal kesimin
eğitilmesinde olduğu gibi, toplumsal gelişme,
kalkınma ve en önemlisi halk eğitiminde de
önemli bir işlev gördü.
Cumhuriyetin “ulus-devlet” politikası
Kemalist iktidarlar için, yeni yetişecek ve
ülkenin geleceğini emanet edilecek kuşakların
yetiştirilmesi; üzerinde durulması gereken son
derece önemli bir sorundu. Kemalistlerin özlem
duyduğu “yeni insanı” ya da “yeni tip” aydın ve
devrimci bir kuşağın yetirilmesinde enstitüler,
önemli bir rol oynadı. Yeni insanın kafasındaki
çağdaş, laik, devrimci, bilimsel düşüncesi ve
özlediği “yeni dünya”yla; kırsal kesimde görev
aldığında, çevresinde sermayenin, gericiliğin,
yobazlığın ve tefeci-bezirğan-toprak ağası
baskısının olmaması olanaksızdı.
Köy Enstitüleri, Kemalist eğitim ve öğretim
anlayışının temel karakteri, belirleyicisi ve
özelliğiydi. Bu kurumlarda, farklılıklara saygı
duyarak onlarla birlikte özgürlük ve barış içinde
“bir arada yaşama” kültürü, özgürce düşünme,
okuma-yazma ve araştırma anlayışı egemendi.
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 28
Toplumsal yapıdaki farklı ulusal-kültürel, dilseldinsel
ve etniksel unsurlar arasında ayrım
yapmadan ve onları dışlamadan; onları
bütünleştirmede, “tekliliğe” dönüştürmede,
eşitlik, özgürlük ve barış içinde farlılıklarla “bir
arada yaşama”da önemli bir rol oynadı.
Cumhuriyet Türkiye'sinin kuruluş yıllarından
beridir, süregelen ve yaşanan “ulusal-kültürel
kimlik” sorununun aşılmasında ve
çözümlenmesinde oynadığı rol önemlidir.
Toplumsal yapıdaki farklı dilsel ve ulusalkültürel
unsurların, Türk kimliği içinde (ya da
etrafında) “bütünleştirme”si ve onları
“Türkleştirme”sinde; cumhuriyetin temel
politikası olan tekdinli-tekdilli, tekkültürlütekuluslu
bir “ulus-devlet” yaratma politikasının
başarılı kılınmasında önemli bir katkısı oldu.
Eğitim-öğretimde kız-erkek çocukları arasında
şans, olanak ve fırsat eşitsizliğinin kısmen de
olsa ortadan kaldırılmasındaki oynadığı rol
önemlidir. Eğitim-öğretim başta olmak üzere,
yaşamın her alanında köy-kent arasındaki
ayrımının (veya uçurumun) kapatılmasında,
köyü kente ve dolayısıyla siyasi iktidara
bağlamasındaki katkısı yadsınamaz. Özellikle
de, kırsal kesimde etkin olmayan siyasi
otoritenin boşluğunun doldurulmasında, yıllar
geçmesine karşın kırsal kesimde yankı
uyandırmayan; Kemalist devrim ve ilkelerin
yayılmasında etkin bir görev üstlendi.
“Önder” yetiştirmesi
Köy Enstitüleri'nde, geleceğin öğretmen
adaylarına çok yönlü bir eğitim verildi. Her
enstitü öğrencisi, öğretimini bitirdikten sonra
kendi köylerinde veya yakın köylerde çiftçilere
nasıl yardım edecekleri konusunda pratik
bilgileri edindi. Bölgenin koşullarına göre,
tarımsal etkinliklerin ve yöntemlerin nasıl
uygulanacağını, nasıl çift sürüleceğini, ekin
ekileceğini-biçileceğini, yol yapılacağını, boru
döşeneceğini, kadın doğurtacağını ve aşı
yapılacağını; sağlığı korumanın, ilk yardımın
gereklerini, yemek pişirmeyi, dikiş dikmeyi, halk
oyunlarını ve türkülerini öğrendi.
Bu kurumlar, üreten, araştıran, kurulu ve
sömürü düzenini sürdürmek isteyen sermayeye,
büyük toprak ağası ve tefeci-bezirgânlara karşı
savaşım veren; halkı bilinçlendiren bir eylem
insanı “önder” yetiştirdi. Enstitü mezunu
öğretmenlerin görevi, bulundukları köylerde
öğrencileri yetiştirmekle sınırlı değildi. Yürekleri
insan ve vatan sevgisiyle çarpan bu inançlı
öğretmenler, umutsuzluğa ve yoksulluğa karşı
tek başına savaş verdikleri gibi; genç kuşakların
da daha iyi bir dünyanın kurulmasına yardım
etmeleri için, onlara inanç ve cesaret vermeye
çalıştı.
Kırsal kesim için, sadece öğretmen yetiştirmedi.
Enstitüler, çok yönlü yetişmiş, halkın her türlü
sorunlarıyla yakından ilgilenen ve çözüm yolları
üreten aydın, devrimci, yurtsever ve sosyalist
bir “önder” yetiştirdi. Bilimsel bir çalışma
dolayısıyla, belli bir süre 1990 öncesinde Doğu
Berlin'de ve 2000'li yılların başında ise
Havana'da (Küba) bulundum. Öğretmen
yetiştiren kurumlar başta olmak üzere, bazı
okulları gezdim ve eğitim sistemini inceledim.
Eğitimin, üretime yönelik, eğitimle üretimin içiçe
olduğu, tartışma götürmez bir gerçektir. Ancak,
bu ülkelerde öğretmen yetiştiren kurumlar, Köy
Enstitüleri'nde olduğu gibi, çok yönlü bir “önder”
yetiştirmiyor.
Köy Enstitüleri'ndeki eğitim anlayışını, sosyalist
ülkelerde uygulanan eğitim anlayışından ayıran
önemli ve tek özellik, enstitülerin sadece
öğrencilerine ders veren öğretmen değil;
bununla birlikte kırsal kesimin ve toplumsal
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 29
yapının her türlü gereksinmelerine yanıt
verecek şekilde çok yönlü yetişmiş bir “önder”
yetiştirmesidir. Böyle bir öğretmen yetiştirme
sistemi ve anlayışı, dünyanın hiç bir ülkesinde
ne önce ne de şimdi yaşama geçirilmiş değildir.
Bütünleştirici rolü
Köy Enstitüleri'ndeki eğitimin özünü, sosyalist
eğitim anlayışı oluşturdu. Sosyalist eğitim
anlayışının temelini oluşturan “eğitim üretim
içindir” veya “yaşamın kendisi içindir” anlayışı;
Köy Enstitüleri'nin temel prensiplerinden biriydi.
Enstitülerde eğitim, “iş içinde, işle birlikte”
yürütüldü. Bu kurumlar, öğrencilerin eliyle
kuruldu. Öğretmenlerle öğrencilerin birlikte
çalıştığı enstitülerde bulunan çiftlikler, onların
her türlü gereksinmelerini ve kendilerine
yetmesini sağladı.
Ne yazık ki, “2. Dünya Paylaşım Savaşı”
sonrasında Türkiye'nin, 1946'lardan sonra çok
partili yaşamı benimsemesiyle birlikte, dönemin
tek partisi olan CHP (Cumhuriyet Halk Partisi);
politikalarında olabildiğince, yeni kurulan DP
(Demokrat Parti) karşısında taviz verdi. Bunun
sonucunda, Köy Enstitüleri'nin amacından
saptırılması, eğitim-öğretim kurumlarında dinsel
eksenli eğitimin artmasıyla birlikte; ayrımcılığı,
ırkçılığı, gericiliği, “ötekileştirme”yi ve pek çok
sorunları beraberinde getirdi.
Bu tarihe kadar, Köy Enstitüleri başta olmak
üzere, öğretmen yetiştiren diğer kurumlarda ve
tüm eğitim-öğretim kurumlarında okuyan
öğrenciler arasında; herhangi bir dışlanma,
ayrımcılık, bölücülük, ırkçılık ve “ötekileştirme”
söz konusu değildi. Konuyla yakından ilgili
olarak, bu konuda pek çok örnek verilebilir. Bu
durumun kanıtlarını, enstitülü öğretmenyazarların
kendi yazılarında ve çalışmalarında
bulmakta olanaklıdır.
Enstitü kökenli bütün öğretmen-yazarların
yapıtlarında, farklılıkları “ötekileştirme”den,
ayırmadan ve dışlamadan; özgürce barış içinde
“bir arada yaşama”, insan ve vatan sevgisini
bulabilmek olasıdır. İşte, bunlar arasından biri
olan enstitülü öğretmen-yazarlardan Pakize
Türkoğlu, bu konuda şunları söylemektedir:
“(...) Kimi Laz, kimi Kürt, belki Çerkez, Tatar,
Yörük, Afşar olduklarını söylerlerdi. Ama, bunlar
aramızda bizi belirleyici yanlarımız değildi.
Şakalaşırken böyle konuşurduk. Ortak
özelliklerimiz ve belirleyici yanlarımız,
çalışkanlığımız, yurtseverliğimiz ve köylü
olmamızdı”(1).
Kapatılması
Köy Enstitüleri, Türkiye'nin 1946'dan sonra çok
partili yaşama geçilmesinin tozu-dumanıyla
birlikte, sermayenin, gericiliğin ve yobazlığın
şimşeklerini üstüne çeken kurumların başında
geldi. 1950'den itibaren sahte ve demagoji
şarkılarıyla, halkın milliyetçi ve dinci duygularını
okşayarak iktidar koltuğuna oturan DP'nin,
hedef ve düşman olarak ileri sürdüğü
kurumların arasında yer aldı. En sonunda, 6234
sayılı yasayla 27 Ocak 1954 tarihinde
kapatılarak “İlköğretmen Okulu”na
dönüştürüldü.
Kuşkusuz yerine konması gereken kurumların
başında ise, İmam-Hatip Okulları yer aldı. Bu iki
kurumsal yapı, birbirine tamamen zıt
kurumlardı. Birisi, kırsal kesimin ve toplumsal
yapının her alanda gelişmesinde, değişmesinde
ve yeniden yapılanmasında; önemli bir rol
oynayan çağdaş, laik ve devrimci bir atılımdı.
Diğeri ise, tam tersine karşı devrimin
tohumlarını taşıdığı gerici, çağdışı ve yobaz
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 30
“Türk-İslam Sentezi” anlayışıydı.
Enstitülerin neden kapatılmasıyla ilgili olarak
sayısız yapıtlar yazıldı. Ancak, işin siyasi boyutu
her süre ihmal edildiği gibi, yeteri kadar
üzerinde durulmadı. Enstitülü öğretmenyazarlardan
Mahmut Makal'ın, bu konuda şu
sözleri önemlidir: “Türk eğitim tarihine
damgasını vuran 20 bin kişilik bir öğretmen
kuşağı var: Köy Enstitüsünden çıkanlar. Onlara
söylenmedik ne kaldı bu yurtta? Komünist onlar,
nalbant onlar, boz urbanın içinde ter kokan
onlar, kültür yönünden eksik yetişenler
onlar.....Şimdi şimdi anlaşılıyor işin iç yüzü.
Meğerse efendiler gerçekten hiç bir şey
bilmeyen öğretmen yetiştirmek isterlermiş.
Muratlarına son yıllarda ermişler”(2).
Değeri ve önemi
Bugün, Türkiye'nin hak ettiği saygınlığa göre
yönetilmediği, yönetim kadrolarında gerici, ırkçı
ve çağdışı bir zihniyetin egemen olduğu bir
gerçektir. Cumhuriyetin değer-yargıları ve
kazanımlarının tamamen yok olduğu ve
yaşamın her alanında dini referansların egemen
olduğu, resmi olarak adı konmamış “bir şeriat
düzeni” kurulmaya çalışılıyor. Siyasi iktidarın
yurtiçi ve yurtdışındaki işbirlikçileri tarafından,
Türkiye’nin tam bağımsızlığı ve ulusal çıkarları
yok edilerek; ABD, Rusya ve AB gibi
emperyalist ülkelerin ve siyonist İsrail'in
çıkarlarına “peşkes” edilip, Türkiye “dilenci” bir
duruma düşürüldü.
Üstelik Türkiye'de eğitim sistemi gerici, yobaz
ve çağdışı «Türk-İslam Sentezi»nin sultası
altında giderek "dinselleş”ti. Dinsel içerikli
derslerin girmediği, bir eğitim ve öğretim
kurumu kalmadı. Siyasi iktidar, yeni rejimin
inşası için, eğitimi bir araç olarak kullanıyor. Bu
bağlam da, eğitim-öğretimi sil baştan değiştirdi;
«dindar gençlik» yetiştirmek için tamamen
gerici, yobaz, çağdışı ve ümmetçi bir yapıya
dönüştürdü. Burada asıl amaç, özlemini
duydukları «şeriat düzeni”nin kurumlarını
oluşturmak ve onu savunan kuşakları
yetiştirmektir.
Türkiye'nin siyasal, sosyo-ekonomik, kültürel ve
eğitsel sorunları aşılması güç; bir “sorunlar
yumağı” haline dönüştü. Laiklik, laik,
demokratik ve bilimsel eğitim, dinsel öğretim ve
eğitim kurumlarında türban gibi sorunlar
güncelliğini koruyor. Eğitim-öğretim, okumayazma
ve anadilde öğretim sorunlarının varlığı;
eğitim-öğretimde şans, olanak ve fırsat
eşitsizliği olabildiğince sürüyor. Özellikle de
nitelikli, çağdaş ve devrimci öğretmen yetiştirme
sorununun gündemde olduğu bugünün
Türkiye'sinde; Kemalist eğitim anlayışının
özünü oluşturan Köy Enstitüleri’nin değeri ve
önemi, her geçen gün giderek daha da artıyor.
Neden unutulmuyor
Bugün, Köy Enstitüleri’nin yerinde, hiçbir amacı
ve işlevi olmayan Anadolu Öğretmen Liseleri,
Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, Sosyal Bilimler
Lisesi ve Anadolu İmam Hatip Lisesi vardır. O,
çağdaş, laik, demokratik ve bilimsel eğitim
anlayışının yerine ise; dinci, gerici, çağdışı
apayrı bir anlayış olan “Türk-İslam Sentezi”
anlayışı egemen olmuştur. Fakat Köy
Enstitüleri'nin kuruluşundan 79 yıl geçmesine
karşın, unutulmuyor ve önemini her geçen gün
daha da artırarak güncelliğini koruyor (3).
Cumhuriyet Türkiye’sinin kuruluşunun ilk
yıllarından beri süre gelen, eğitim-öğretim
alanındaki çeşitli etkinliklere ve “okuma-yazma
seferberliği”’ne karşın; Türkiye'de okuma-yazma
bilmemezlik ve eğitim-öğretim sorunları sürekli
güncelliğini koruyor. Unesco'nun son yıllardaki
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 31
verilerine göre 81 milyonluk nüfus içinde, 15
yaş ve üstündeki yetişkinlerin 4 milyonu kadın
ve 1 milyonu erkek olmak üzere yaklaşık 5
milyon (%7’i) yetişkin, hâlâ daha okuma-yazma
bilmiyor. Anaokulu eğitimi, ilk, orta ve
yükseköğretim kademelerindeki okullaşma
oranları, çağdaş ve demokratik ülkelerin
oldukça gerisinde seyrediyor.
Eğitim-öğretimde bölgeler, kadın-erkek ve köykent
arasındaki eşitsizlik sürüyor. Okul yaş
çağında olupta, insan temel hak ve
özgürlüklerinden biri olan eğitim hakkından,
yaklaşık bir milyon ve anadilde öğretim
hakkından milyonlarca çocuk yararlanamıyor.
Eğitim ve bilim emekçileri açlık sınırında
yaşamaya terk edilmiş, onların sosyo-ekonomik
ve demokratik yönlü sorunları günceldir.
Çağdaş, laik, demokratik ve bilimsel eğitim
anlayışı doğrultusunda genç kuşakların ve
devrimci öğretmen yetiştirilmesi güncelliğini
koruyor ve eğitim sorunlarının en başında
geliyor. Bu ve benzer sorunların yaşandığı
günümüz Türkiye'sinde, Köy Enstitüleri
yüzyıllarda geçse asla unutulmaz ve
unutulmayacaktır.
Kaynaklar:
MUTLU OLMA ŞANSI
Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili
biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü
üzüntümüz, acısını
acımız yaptık çünkü.
Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir
insanın gözyaşı bile
içimizi parçaladı.
Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk…
Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat
karşısında bizi zayıf yaptı.
Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması
sevgili…
Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine
üzülebilmek ve çare aramak.
Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep
yandım.
Yaşamak ne güzeldir be sevgili…
Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek…
Ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın…
Yılmaz Güney
1- P. Türkoğlu, Kısa süren hasat -Köy Enstitüleri'nde
öğrenci olmak-. İstanbul, Türkiye İş Bankası,Temmuz
2012, s. 312.
2- M. Makal, Yer altında bir Anadolu, İstanbul, Başak
Yayınları, 1971, s. 163.
3- Ayrıntılı bilgi için bkz.: A. Arayıcı, “Köy Enstitüleri
anlayışı güncelliğini koruyor” Aramızdan ayrılışının 50.
yıldönümünde İ. Hakkı Tonguç Sempozyum bildirileri,
İzmir-20-22 Mayıs, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği
Yayınları, Mayıs 2010, s. 263-275; “Les Instituts de village
en Turquie”, Perspectives, vol. XXIX, n°2, Paris,
Unesco.1999, s. 308-310.
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 32
HARUN ÜNLÜ’NÜN ANISINA
Veysel KAYMAK
Harun’la, seksenli yıllarda tanışmıştık, o
yıllarda, Çankaya-27 Aralık İlkokulunda görev
yapıyordum.
‘Çevremizin bütün kabadayıları
Silahlarını ben de denediler
Zamanın ve rüzgârın büyüsüne kapılarak
Karşı durdum Donkişot’ça
Sonunda yenilen onlar oldular’
Kızılay’da SSK binasının, (şimdi Çankaya
Belediyesinin) sekizinci katında, ’Öğretmen
Dünyası’ dergisinin bürosu vardı, zaman zaman
orada karşılaşıyorduk. Harun, derginin yazı
işlerinde bulunuyordu.
Dergide arada bir yazı ve şiirlerim
yayımlanıyordu. Bir keresinde ‘Zamana Karşı
Savaş’ başlıklı bir şiirimi, verdim, şiir şöyle
başlıyordu;
‘Çevremizin bütün astsubayları
Silahlarını bende denediler’
Derginin yetkilisi, Zeki Saruhan Bey,
‘astsubayları’ kelimesini uygun bulmadı, ben de
‘kabadayıları’ olarak değiştirmiştim.
Harun’la o yıllarda, çeşitli kurumlarca
düzenlenen kültürel etkinliklerde buluşuyorduk.
Harun bu tür etkinliklerde etkin görev alıyordu.
Sonraki yıllarda, benim de üyesi olduğum, Eğit-
Der Ankara Şube’de görüşmeye devam ettik.
Ayrı yıllarda olsa da Eğit-Der yönetiminde görev
aldık.
Şiir şöyle devam ediyor;
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 33
Harun’un, Başkanlık yaptığı dönemde, dernekte
‘Âşık Veysel’i Anma Programı’ düzenlendi.
Etkinlikte konuşmacı idim, Âşık Veysel’i
anlatmıştım.
Yine o yıllarda yayın çalışmalarına başlamıştı,
kendi yazdığı şiirleri, yazıları yayınlatmak için
çalışıyordu. Arada bir telefonla veya internet
aracılığı ile görüşüyorduk.
Rahatsızdı, illet hastalık O’nu da bulmuştu. Son
kez Kızılay’da karşılaştık, boğazında bir sorun
vardı, konuşmada zorluk çekiyordu.
-Abi bunu da atlatacağım, diyordu.
Ne yazık ki atlatamadı, yakınlarını, dostlarını
derin bir üzüntü içinde bırakarak, aramızdan
ayrıldı. Devri daim olsun, ışıklar içinde yatsın,
Sevgili Harun…
Şiirin devamı; (Harun Ünlü’nün anısına olsun)
‘Şimdi ak saçlı bir nine gibi
Yaşar durur, Dulsine
Bu masalı anlatır
Kendinden sonrakilere
Yaşayan dostluklardır, sevgilerdir
Bir de bitip tükenmeyen üretme gücü
Kalıcı olan onlardır
Bizler ise geçici.’
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 34
“GÜZ PENCERESİ”NDEN
YAŞAMA TUTUNMAK (*)
Hasan Akarsu
Yazar, eğitimci Fatma Karagülle Gazi
Üniversitesi Fransızca Bölümü’nü bitirip
öğretmenlik yapar, emekli olur. Şiirleri ve
yazıları çeşitli dergilerde yayımlanır. “Güz
Penceresi” ilk romanı olup beş bölümden oluşur
ve öğretmen yaşamından kesitler verir.
Okuldan Sarp’a bir araştırma ödevi tez olarak
verilir. Türkiye’de kadın olmanın zorluğunu,
eşinden ayrılmış kadınların yaşam
savaşımlarını inceleyip bir sonuç çıkarması
istenir. İnci öğretmen oğluna yardımcı olup 3-4
kadınla iletişim kurar ve günü gelince Sarp’ın
söyleşi yapmasını sağlar. Kendisi de söyleşilere
katılıp bir roman yazma çabası içine girer. İnci,
eşi Selim’in babasından Selim’e kalan zeytinlik
için Kuşadası’na gider. Zeytinliği bulur, köy
muhtarından yardım görür. Bu gezi sırasında o
çevreyi de güzellikleriyle tanıtır. Aydın
Öğretmen, İnci’ye evlilik önerir. İnci, oğlu
Sarp’la görüşmeden bir karar veremez.
“Duyguları Bastırılmış Bir Kuşak”
Roman, benöyküsel bir anlatımla sürer. Başkişi
anlatıcı İnci Yılmaz öğretmendir. “Zamansız bir
sonbahar” yaşar, bankada çalışan eşi Selim’i
akciğer kanserinden genç yaşta yitirir. Oğulları
Sarp’ın iyi bir eğitim alması için çırpınır. Öğleye
kadar okulunda çalışırken kaçak olarak da
dershanede çalışır. Yorucu bir çalışma içinde
kalır. Olaylar Ankara’da geçer. Oğlu Sarp
ABD’de ünlü bir üniversitede okur. İnci
Öğretmen Türkçe derslerine girer, mesleğini
severek en iyi şekilde yaparken örnek oluşturur.
Öğrencilerini ileriye dönük, çağdaş bir eğitimle
yetiştirir. Sanatı, okumayı sevmeleri için elinden
geleni yapar. Okulda, aynı branşta birlikte
çalıştığı Aydın Öğretmenle iyi anlaşır ve
aralarında sıcak ilişki gelişir. Aydın Öğretmen
de eşini yitirir, iki kızını büyütür. Özge evlenir,
daha sonra da küçük kızını evlendirir.
İnci, oğlu Sarp’ı özler, onun üç aylığına
Türkiye’ye geleceğini öğrenince sevinir.
İnci, duyguları bastırılmış bir kuşaktandır.
Öğrencilik yılları devrimci eylemler içinde geçer.
12 Eylül Darbesini yaşar, baskıları, işkenceleri,
idamları görür. Sivas-Madımak yangını, din
adamlarının saçmalıkları unutulmaz. Düşünen
insanların istenmediği bir ülkedir Türkiye.
Sarp, annesine kavuşur. Havaalanında onu İnci
ile Aydın Bey karşılar. Aydın, Sarp’ın ilgisini
çeker. Annesiyle arasında bir şeylerin olduğunu
sezinler. İnci ile Aydın’ın ilişkisi “Yeniden
Doğmak”tır. Sarp, Ankara’da annesinin
belirlediği üç kadınla görüşür, annesi de
yanındadır. Üç kadının da yaşamöyküsünü
ayrıntılarıyla saptar. İlkşen, iki kızıyla yaşar, eşi
onu aldatıp başkasıyla evlenir. Gezi olaylarında
küçük kızı Tuğçe’nin dağa çıkmasıyla yıkılır,
onun peşine düşer ve kurtarır. Büyük kızı Özge,
evlenip boşanır vb. İkinci görüşmeyi emekli
bankacı Derya Şahin’le yaparlar. İnci, sevmenin
emek istediğini bilerek yaşamını sürdürür. “Güz
Penceresi”nin insan yüreğinde çiçekler
açtırdığını görür (s.192). Derya Şahin de
aldatıldığını anlayıp eşinden ayrılır, oğlu
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 35
Kansu’yu büyütür, okutur. Kansu annesine bilgi
vermeden evlenir, annesini arayıp sormaz vb.
de yayılır. Aydın Öğretmen hastaneye kaldırılır,
test yapılır, sonucu pozitif çıkar. Bir hafta sonra
da ölür. İnci’nin “Güz Penceresi” kapanır ve
ABD’ye gider. Sarp, Camelia ile evlenir, bir
çocukları olur. İnci, torununu da sever. Çok
kalamaz ABD’de. Yurtta onu bekleyen, güz
penceresini aralayıp baharı sunan ve o
pencereden kışa yollayan Aydın Öğretmen
vardır bir de eşi Selim’in anıları.
Fatma Karagülle, “Güz Penceresi” romanında,
öğretmenlerin yaşamından önemli kesitler verir.
Birçok ailenin yaşam savaşımını yansıtarak
sevgiyi, seviyi ve eğitimi yüceltir. Sürükleyici
anlatımıyla romanın bir solukta okunmasını
sağlar.
(*) Güz Penceresi-Fatma Karagülle, Roman, Mühür
Kitaplığı, Eylül 2020, 300 s.
SEVGİ VE DOSTLUK
Kavgayı,
bir yaprağın üzerine yazmak isterdim.
sonbahar gelsin yaprak dökülsün diye...
İnci Öğretmen, “Güz penceresindeki bahara”
sığınır. İnsan yetiştirmenin zorluğunu yansıtır.
Sarp, ABD’ye erken çağrıldığı için son
görüşmeyi kuaför Hatice Ekmen’le kısa sürede
yaparlar. Onun da zorlu, uzun bir yaşam
savaşımı vardır. Sarp, koronavirüsten söz eder
annesine. Çin’den yayıldığını, dünyayı
saracağını söyler. ABD’ye bir an önce dönmesi
gerekir. Dönmeden önce Aydın Öğretmeni
evlerine yemeğe çağırırlar, anlaşırlar. İnci,
Aydın’a evlenmeden bir arada yaşamayı önerir.
Mutluluğun insanın elinde olduğunu söyler.
Sarp, söyleşilerden önemli sonuçlar çıkarır.
Erkek egemen toplumlarda kadının sindirildiğini
gözler. Aydın da şiir yazar, kitapları vardır, yeni
bir şiir kitabı bastıracaktır. İnci’nin romanıyla
birlikte bastırmayı düşünürler. Sarp, ABD’ye
döner, tezi başarılı bulunur, üniversitede
kalması sağlanır. Korona, Covid-19 Türkiye’de
Öfkeyi,
bir bulutun üzerine yazmak isterdim.
yağmur yağsın bulut yok olsun diye...
Nefreti,
karların üzerine yazmak isterdim.
güneş açsın karlar erisin diye...
...Ve dostluğu ve sevgiyi,
yeni doğmuş tüm bebeklerin yüreğine yazmak
isterdim.
onlarla birlikte büyüsün bütün dünyayı sarsın
diye..
abece Eğitim ve Ekin Dergisi Sayı: 366-367 Sayfa 36
[Belge başlığını yazın]
[Metni yazın] Sayfa 37