Derleme Kitap - Ermeni Katliami ve Sorunu Uzerine Yazilar ... - Köxüz
Derleme Kitap - Ermeni Katliami ve Sorunu Uzerine Yazilar ... - Köxüz
Derleme Kitap - Ermeni Katliami ve Sorunu Uzerine Yazilar ... - Köxüz
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
<strong>Ermeni</strong> Katliamı<br />
<strong>ve</strong><br />
“<strong>Sorunu</strong>” Üzerine<br />
Yazılar<br />
Demir Küçükaydın<br />
köXüz<br />
1
<strong>Ermeni</strong> Katliamı <strong>ve</strong> “<strong>Sorunu</strong>” Üzerine Yazılar<br />
Yazan:<br />
Demir Küçükaydın<br />
Bu kitapta yer alan yazılar daha önce çeşitli gazete <strong>ve</strong> internet sitelerinde<br />
yayınlanmıştır<br />
<strong>Derleme</strong> tarihi: 24.04.2009<br />
<strong>Köxüz</strong> Dijital Yayınlar<br />
İndir – Bas – Dağıt<br />
Bu kitap <strong>Köxüz</strong> sitesinin dijital yayınıdır.<br />
İndirmek, Dijital olarak basmak <strong>ve</strong> dağıtmak ticari olmamak koşuluyla<br />
serbesttir.<br />
Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir<br />
2
<strong>Ermeni</strong> Katliamı <strong>ve</strong> “<strong>Sorunu</strong>” Üzerine Yazılar<br />
İçindekiler<br />
1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı <strong>ve</strong> Tartışmalar..................................... 5<br />
<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong>........................................................................................................................ 6<br />
Egemen Ulus Sosyalistlerinin Görevleri.............................................................................. 12<br />
<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong> Üzerine Sunsay’a Cevap............................................................................. 14<br />
<strong>Ermeni</strong> Katliamı Karşısında Tavır ....................................................................................... 18<br />
Bir Başka Polemik................................................................................................................ 21<br />
Aynı Kişiye İkinci Bir Eleştiri ............................................................................................. 24<br />
Sosyalistler, Mihri Belli, <strong>Ermeni</strong> Katliamı Üzerine............................................................. 26<br />
Gazete Makaleleri ............................................................................................. 29<br />
Türk Nedir? .......................................................................................................................... 30<br />
Tarihin Laneti....................................................................................................................... 32<br />
Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar .............................................................................................. 36<br />
Ararat.................................................................................................................................... 38<br />
Türklüğü <strong>ve</strong> Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı ............................................................... 40<br />
Orhan Pamuk, İHD <strong>ve</strong> Sosyalistler ...................................................................................... 43<br />
Geliyorum Diyen Felaket..................................................................................................... 45<br />
Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz.................................................................................... 47<br />
Kemalizm <strong>ve</strong> İslam............................................................................................................... 58<br />
Köln’de Yapılan Açık Oturumdaki Konuşma...................................................................... 60<br />
3
“<strong>Ermeni</strong> Tehciri” <strong>ve</strong> Günümüzde Politika ........................................................................... 63<br />
Talat Paşa Jakoben miydi? ................................................................................................... 66<br />
Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus <strong>ve</strong> Marksizm............................................................. 74<br />
Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi? .................................... 86<br />
Türkler, Gü<strong>ve</strong>rcinler <strong>ve</strong> İnsanlar .......................................................................................... 92<br />
Hrant Dink <strong>ve</strong> Behiç Aşçı <strong>ve</strong> Kar Topu Etkisi..................................................................... 95<br />
Panel İlanı............................................................................................................................. 99<br />
<strong>Ermeni</strong> Soykırımı, Milliyetçilik, Nedenleri <strong>ve</strong> Günümüze Etkileri Paneli İçin Taslak Notlar<br />
............................................................................................................................................ 100<br />
Özür Dilemenin Sorunları <strong>ve</strong> Her şeye Rağmen Niçin Kampanyaya Destek? .................. 104<br />
Tarih <strong>ve</strong> Demokrasi............................................................................................................ 108<br />
4
1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı <strong>ve</strong> Tartışmalar<br />
<strong>Ermeni</strong> katliamı <strong>ve</strong> “sorunu” üzerine ilk yazıyı 1980’lerin başında Niğde cezaevi’nde iken<br />
yazmıştım. Bu yazı gizlice cezaevinden dışarı çıkarılmış <strong>ve</strong> daha sonra Almanya’da Çıkan<br />
Der Weg –Yol adlı dergide de yayınlanmıştı.<br />
Daha sonra Avrupa’da Sürgünlük yaşamına başladığımızda bu dergileri görme olanağımız<br />
oldu. Yazının bir kısmı yayınlanabilmiş <strong>ve</strong> dergi daha sonra yayınını durdurmuştu. İşte<br />
aşağıdaki metin bu dergide yayınlanabilmiş ilk bölümü oluşturuyor. Devamı bizim de elimizde<br />
yok.<br />
Yine de yazı bu eksik haliyle bile yakın zamana kadar üzerine hemen hemen hiçbir yazının<br />
bulunmadığı <strong>Ermeni</strong> Katliamı konusunda artık bu gün tarihsel bir belge özelliği taşıyor.<br />
Bu dergide yayınlanan ilk bölümünü, İnternette özellikle <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Süryani katliamı<br />
konusunda yoğunlaşan Tarih <strong>ve</strong> Demokrasi sitesinde yayınlamıştık.<br />
Bu yayın <strong>ve</strong> onunla ilgili tartışmalar aşağıda bu derlemenin ilk bölümünü oluşturuyor.<br />
5
<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong><br />
Son yıllarda Türk burjuvazisinin birçok diplomatının <strong>Ermeni</strong> örgütlerince öldürülmeleri, Türk<br />
burjuvazisinin iğrenç bir susuşla yıllardır karanlığa boğup unutturmaya çalıştığı <strong>Ermeni</strong><br />
sorununu yeniden gündeme getirdi. <strong>Ermeni</strong>lerin Türk diplomatlarını öldürmeleri <strong>ve</strong> diğer<br />
eylemleri burjuva basınının hemen her günkü konularından oldu. Bu yazılar dikkatle<br />
okunursa, burjuvazinin kendi diplomatlarının ölümüne timsah gözyaşları döktüğü görülür.<br />
Çünkü bu malzeme sayesindedir ki, şo<strong>ve</strong>nizm körüklenmekte, Türk halkının korkunç bir<br />
komplo karşısında bulunduğu propagandasıyla kendi komplosunu gizlemekte, dikkati "dış<br />
düşmanlara" çekerek içteki sınıf mücadelesini bastırmaktadır.<br />
Liberal burjuva basınındaki solcu köşe yazarları da özünde aynı koroya katılmaktadır. Tek<br />
fark şudur: Finans-Kapital propagandacıları <strong>Ermeni</strong> eylemlerinin ardında Sovyetleri <strong>ve</strong><br />
"uluslararası Komünizmi" göstermekte <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>lere karşı oluşturdukları düşmanlığı antikomünizm<br />
kanalına akıtmaya çalışmakta iken, reformistler çeşitli emperyalist ülkelere ağırlık<br />
<strong>ve</strong>rmekte, kendilerinin daha tutarlı milliyetçiler olduklarını kanıtlamaya çalışmaktadırlar.<br />
Reformistlerin dediği özetle şudur: Finans-Kapital egemenliği Türkiye'yi zayıflatmıştır,<br />
zayıflığı fırsat bilen diğer ülkeler de <strong>Ermeni</strong>leri kışkırtarak Türkiye'yi bölmeye<br />
çalışmaktadırlar. Sonuç: Türkiye'yi güçlendirelim! Bu nasıl olacak? Sınıf çelişkilerini<br />
yumuşatarak, "haysiyetli dış politika" izleyerek... Hasılı hepsinin amacı birdir. Türkiye'yi,<br />
yani Türkiye'deki burjuva düzeni güçlendirmek..., ama "rivayetleri muhteliftir"<br />
Bizim amacımız ise Türkiye'deki burjuva düzenini yıkmaktır. Biz probleme uluslar değil,<br />
sınıflar açısından bakarız. Çünkü çağımızın hiç bir problemi sınıflar <strong>ve</strong> sınıf mücadelesi alanı<br />
dışında anlaşılamaz. Bizzat burjuvazinin tavrını açıklayan da sınıf mücadelesi öğretisidir.<br />
Türkiye'deki Marksist yazında <strong>Ermeni</strong> sorunu üzerine -ilerde ele alacağımız tek istisna<br />
dışında- hemen hemen hiç bir yazı yoktur. Sorun bütünüyle burjuva basının tekelinde gibidir.<br />
Peki bu sorun karşısında biz Devrimci Marksistlerin tutumu ne olmalıdır? Bu yazıda bu<br />
soruna genel hatları ile açıklık getirmeye çalışacağız.<br />
***<br />
Bugün Türkiye toprakları üzerinde bir <strong>Ermeni</strong> ulusu yoktur. <strong>Ermeni</strong>ler birkaç büyük şehirde<br />
azınlıklar halinde yaşamaktadırlar <strong>ve</strong> en büyük bölümü de İstanbul'da toplanmıştır. Halbuki<br />
çok değil, daha 60-70 yıl öncesine kadar Anadolu'da milyonlarca <strong>Ermeni</strong> yaşıyordu.<br />
Osmanlılar bugün "Doğu İlleri" denen yere açıkça "<strong>Ermeni</strong>stan-Kürdistan" diyorlardı. Bugün,<br />
bu koskoca ulus hiç bir iz bırakmadan yitmiş gibidir.<br />
Ne var ki, bu bir yanılsamadır. VAROLAN bugünkü toplumsal yapı YOKOLAN <strong>Ermeni</strong><br />
ulusu olmadan açıklanamaz. Bugünkü toplumsal yapının varlığını belirleyen yok olan <strong>Ermeni</strong><br />
6
ulusudur. Diğer bir deyişle, yok olmuş <strong>Ermeni</strong> ulusu, bugünkü Türkiye'nin toplum <strong>ve</strong> kültür<br />
yapısında capcanlı yaşamaktadır. Birkaç örnek <strong>ve</strong>relim.<br />
Köroğlu destanı bilinir. Yiğitlik, zalime baş kaldırma denince akla Köroğlu gelir. Köroğlu<br />
destanı biraz dikkatlice incelenirse, içinde "Bolu beyi" filan geçmesine rağmen, destanın<br />
Kafkaslar ile Ağrı arasında, yani Osmanlı'nın <strong>Ermeni</strong>stan dediği bölgede geçtiği görülür.<br />
Destanda geçen toplum yapısı <strong>ve</strong> destanda geçen kültür, Türk-Müslüman toplum <strong>ve</strong> kültür<br />
yapısından bambaşkadır. Köroğlu bir <strong>Ermeni</strong> destanıdır, Köroğlu da bir <strong>Ermeni</strong> yiğidi, halk<br />
kahramanı. Demek yok sanılan <strong>Ermeni</strong> ulusunun kültürü, Köroğlu olmuş bizi belirlemiştir.<br />
Bizim varlığımız <strong>Ermeni</strong> ulusunun yok oluşuyla diyalektik bir birlik içindedir. Hiç bir ulus iz<br />
bırakmadan yok edilemez. Hele kültür <strong>ve</strong> medeniyet seviyesi yüksek bir ulus hiç. <strong>Ermeni</strong>ler<br />
ise kültür <strong>ve</strong> medeniyet düzeyi bakımından Anadolu'da en ileri ulustular.<br />
Bu düzey farkının en basit kanıtlarından biri şu sözden bile çıkarılabilir: "<strong>Ermeni</strong> ustanın eli<br />
değmeyen caminin kubbesi <strong>ve</strong> minaresi ayakta kalmaz (yıkılır)". <strong>Ermeni</strong>ler Hıristiyan’dır,<br />
Anadolu'nun geri kalanı Müslüman. Ama Anadolu'da kaç cami bulunabilir bir <strong>Ermeni</strong> ustanın<br />
elinden çıkmamış. Pek az. <strong>Ermeni</strong>ler Anadolu'nun zanaatkarları <strong>ve</strong> tüccarlarıydılar.<br />
Bugün bile Kürdistan'da hemen bütün kasaba <strong>ve</strong> şehirlerdeki ağa, eşraf, bey konakları, evleri,<br />
arazilerinin hep <strong>Ermeni</strong>lerden kalma olduğu görülür. Kürdistan'ın güçlü derebeyliğinin<br />
varlığını, <strong>Ermeni</strong>lerin yokluğu belirlemiştir. Kürdistan derebeyleri, <strong>Ermeni</strong> yok oluşunun<br />
sosyal yapıya damgasını vurmuş canlı tanığıdır.<br />
Batı'da Rum, Doğuda <strong>Ermeni</strong>lerden kalan gizli hazinelerin <strong>ve</strong> o hazineleri bulup zengin<br />
olanların hikayeleri, umutsuzluk içinde mucize arayan Anadolu emekçisinin ilginç bir tipi<br />
olan "hazineci"lerin dilinden düşmez.<br />
Tarihin en korkunç katliamlarından birine uğrayarak fizik olarak yok edilmiş, ama yarattığı<br />
maddi-manevi kültür öğeleriyle hala içimizde capcanlı varolan bir ulustur <strong>Ermeni</strong>ler.<br />
<strong>Ermeni</strong>ler bilinmeden bugünkü Türkiye-Kürdistan gerçekliği tam olarak anlaşılamaz.<br />
Anlaşılamayan şey ise değiştirilemez. Burjuvazi bunun çok iyi bilincindedir. Kürtlük gibi<br />
<strong>Ermeni</strong>lik de legal basında, halka karşı tam bir karanlığa gömülür, susuşla geçilir, ama gizli<br />
MİT arşivlerinde bütün anlamıyla yerini alırlar. Burjuvazi "deliye taşı andırmamak" için susar<br />
ama içinden tek düşündüğü söylemediğidir.<br />
<strong>Ermeni</strong> sorununda Türkiye'deki Marksist literatürde tek dikkate değer inceleme -bildiğimiz<br />
kadarıyla- Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın "İhtiyat Kuv<strong>ve</strong>t: Milliyet (Şark)" adlı 1930'ların başında<br />
yazılmış kitabında bulunmaktadır. Onun için <strong>Ermeni</strong> sorununu ele alırken bu kitaptaki<br />
<strong>Ermeni</strong>likle ilgili bölümü temel olarak ele alacağız. Bu bölümde doğru olanı koruyup yanlış<br />
olanı eleştirerek <strong>Ermeni</strong> sorununu çözümlemeye çalışacağız.<br />
Osmanlı İmparatorluğunun tarihine baktığımız zaman <strong>Ermeni</strong>lerin özellikle zanaatkarlık <strong>ve</strong><br />
ticaret merkezlerinde bezirganlık alanında gelişkin, etkili olduğu görülür. Bu tarihsel arka<br />
plan, Asya kıtasındaki Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan uluslar içinde (Türkler, Kürtler,<br />
Araplar) modern burjuva gelişiminin dolayısıyla milliyetçi fikirlerin <strong>Ermeni</strong>ler arasında<br />
öncelikle gelişimine yol açmıştır. Liman şehirlerinde gelişen <strong>Ermeni</strong> burjuvazisi <strong>Ermeni</strong><br />
milliyetçiliğinin esas temelini oluşturmuştur. Yine aynı şekilde <strong>Ermeni</strong> zanaatkarlar kapitalist<br />
7
münasebetlerin gelişimiyle birlikte Osmanlı devleti proletaryasının ilk öncüleri arasında<br />
önemli bir yer edinmişler <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> burjuvazisinin hemen ardından kendi partilerini<br />
kurmuşlardır. Engels, Komünist Manifesto'ya yazdığı önsözlerin birinde, Manifesto'nun<br />
<strong>Ermeni</strong>ce'ye çevrildiğini haber <strong>ve</strong>rir. Keza Osmanlı topraklarına ilk sosyalist fikirler, Balkan<br />
uluslarının yanı sıra <strong>Ermeni</strong>ler aracılığıyla girmiştir. Osmanlı Mebusan Meclisinde sosyalist<br />
<strong>Ermeni</strong> millet<strong>ve</strong>killeri vardır.<br />
Ne var ki, cılız <strong>ve</strong> geç gelmiş, daha doğarken karşısında proletaryayı bulmuş <strong>Ermeni</strong><br />
burjuvazisi, <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> diğer emekçilerden ziyade çarlık Rusya'sına dayanmayı yeğliyordu.<br />
Çarlık Rusya'sı <strong>ve</strong> İngiliz Emperyalizmi arasında Asya pazarları için süregelen çatışmada kilit<br />
noktanın <strong>Ermeni</strong>stan olması, bu pazarlara egemen olma ile bir <strong>Ermeni</strong> devleti kurulup<br />
kurulmaması sorunu iç içe geçiyordu. Elbet, bir ulusun bağımsızlığını kazanabilmek için<br />
egemen devletin <strong>ve</strong> diğer emperyalistlerin çelişkilerinden yararlanması olağandır <strong>ve</strong><br />
gereklidir. Nitekim Balkanlardaki ulusların birçoğu bağımsızlıklarını kazanırken bu<br />
çelişkilerden büyük ölçüde yararlanmışlardır. Ne var ki, <strong>Ermeni</strong>ler için bu durum<br />
Balkanlardakinin tam zıddı bir sonuç yarattı.<br />
Balkanlar Avrupa'ya daha yakın olduğu, tefeci-bezirgan soysuzlaşmasına daha az uğradığı<br />
için orada modern kapitalist münasebetler pre kapitalist (kapitalizm öncesi) münasebetlere<br />
üstün gelebilecek kadar güçlenmişti. Buna karşılık Asya'da <strong>Ermeni</strong> burjuva gelişimi<br />
derebeylik denizinde bir ada gibiydi.<br />
Osmanlı devletindeki Müslüman-Hıristiyan çatışması, özünde derebeylik-burjuva çelişkisinin<br />
bir ifadesiydi. Hıristiyanlık kapitalizmi-burjuvaziyi, Müslümanlık derebeyliği, burjuva<br />
kurtuluşunu engelleyen antik Osmanlı devletini temsil ediyordu. Hıristiyanlık balkanlarda<br />
Müslümanlığı yenebilirken, Anadolu'da Müslümanlık <strong>Ermeni</strong>-Hıristiyanlığı ezdi. Bu<br />
derebeyliğin kapitalist gelişmeye üstün gelmesi anlamına geliyordu. Yani Anadolu'da modern<br />
gelişimin engellenmesi.<br />
Bu nedenle Türk-Kürt Müslümanlığın <strong>Ermeni</strong> Hıristiyanlığı katletmesi, bir ulus <strong>ve</strong> din<br />
çatışması görünümü almakla birlikte, derebeylik-burjuva çatışmasının bir ifadesiydi. Tarihte<br />
derebeyliğin burjuva gelişimi zorla, katliamla engellediği çok görülür. Sen Barthelmy<br />
katliamı <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> katliamı özünde aynı çelişkiden kaynaklanmıştır. Sonuçları da pek farklı<br />
olmamış, Fransa, burjuva devrimini İngiltere'den ancak yüz yıl sonra yapabilmiştir.<br />
Osmanlı imparatorluğunun Batısı <strong>ve</strong> Doğusu arasındaki gelişim zıtlıkları Avrupa'da da<br />
görülebilir. Protestanlığın Katolikliğe üstün gelebildiği -tıpkı Balkanlarda Hıristiyanlığın<br />
Müslümanlığa üstün gelmesi gibi- Kuzey Avrupa'nın daha barbar uluslarında kapitalizm daha<br />
erken <strong>ve</strong> hızlı gelişme olanağı bulabilmiş; buna karşılık, Katolikliğin Protestanlığı cadı<br />
kazanlarında, Sen Barthelmy katliamlarında yok ettiği Güney Avrupa ülkelerinde doğru<br />
dürüst bir kapitalist gelişmenin yolu tıkanmıştır. Bugün bile güney Avrupa Kuzey Avrupa'dan<br />
daha geridir. Güney Avrupa Protestanların şahsında kendi modern gelişimini yakıyordu. Türk<br />
<strong>ve</strong> Kürtler de <strong>Ermeni</strong>leri keserken, Anadolu'nun bir dereceye kadar olsun modern gelişiminin<br />
yollarını tıkıyorlardı.<br />
Şimdi burada kısaca değindiğimiz noktaları bir de Kıvılcımlı'nın kitabından daha özlü<br />
anlatımıyla okuyalım:<br />
8
"Osmanlı İmparatorluğu, Çarlık Rusya'sı ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya<br />
pazarları üstüne başlayan rekabete kilit <strong>ve</strong> anahtar noktası, bugünkü Şark Vilayetlerinde, bir<br />
<strong>Ermeni</strong>stan hükümeti <strong>ve</strong>ya muhtariyeti kurup kurmamak meselesi idi. Bu meseleye bir<br />
zamanlar "Şark Meselesi" denildi. Osmanlı İmparatorluğu derebey <strong>ve</strong> saltanat şeklini<br />
muhafaza ettiği müddetçe, Şark vilayetlerinde iki zümre vardı: 1- Kürtlük: Daha ziyade<br />
derebey, klan <strong>ve</strong> aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde idi. 2-<br />
<strong>Ermeni</strong>lik: Genellikle burjuvalaşan <strong>ve</strong> İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki<br />
kodaman sermaye ırktaşları ile sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç<br />
Asya'ya taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerine kurulmuş bezirganlık<br />
manzumesi demekti. Emperyalist tezatların dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle<br />
alevlenen Kürt-<strong>Ermeni</strong> zıddiyeti, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil <strong>ve</strong> ilh. Farklardan<br />
ziyade, adeta bu iki rejim farkından doğma derebey-burjuva zıddiyeti oldu. İki kutup, Osmanlı<br />
Avrupa'sı'nda geniş çapta rol oynayan: Müslüman-Hıristiyan (derebey-burjuva) tezadı, daha<br />
ziyade tarihi <strong>ve</strong> mevzii şartlar yüzünden Şark vilayetlerinde, Balkanlardakinin aksine,<br />
ikincilerin mağlubiyetiyle halloldu.<br />
"Meşrutiyet burjuvazisi "Şark Meselesi”nin tedhişi altında, ilk <strong>ve</strong> büyük tehlike olarak<br />
gördüğü <strong>Ermeni</strong>liğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış milletler içinde, -<br />
Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilinç <strong>ve</strong> teşkilata kavuşmuş keskin metalipli (talepler<br />
ileri süren- y.n.) yığın <strong>Ermeni</strong>lerdir. Meşrutiyet Burjuvazisi, birçok sahalarda olduğu gibi,<br />
<strong>Ermeni</strong> milliyetçiliğine karşı da derebeylikle el ele <strong>ve</strong>rdi. Elele <strong>ve</strong>rdiği derebeylik, öteden beri<br />
iki ayrı rejim zıddiyeti ile <strong>Ermeni</strong>liğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat <strong>ve</strong> Terakki<br />
devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis teşkilatlar halinde<br />
silahlandırıldı, Türklükle Kürtlük, <strong>Ermeni</strong>leri dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde<br />
katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk meşrutiyet burjuvazisi kadar <strong>ve</strong> belki ondan çok<br />
daha fazlasıyla istifade edenler Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan'da derebeylik biraz daha<br />
rakipsiz, çapul ettiği <strong>Ermeni</strong> mallarıyla biraz daha şişman oldu." (S.19-20)<br />
1915'teki "tehcir"de katledilen <strong>Ermeni</strong>ler birkaç milyonu bulmaktadır. Bunlardan canını<br />
kurtarabilenler Suriye'ye yerleşmişlerdir. Katledilen <strong>Ermeni</strong>lerin arazilerine, evlerine Kürt <strong>ve</strong><br />
Türkler, özellikle eşraf ağa takımı konmuştur. El konulan bu malları koruma kaygısı Antep,<br />
Maraş, Adana'nın Fransızlardan kurtuluşu için silaha sarılmalarında az rol oynamamıştır.<br />
Fransız işgalciler, <strong>Ermeni</strong>lerden birlikler kurup buralara sevk edince mahalli direnişler<br />
başlamıştır.<br />
Katliamda özellikle Şafi Kürtler önemli rol oynamışlardır. Buna karşılık ilkel-komuna<br />
geleneklerinin daha güçlü olduğu Alevi Kürtler birçok <strong>Ermeni</strong>'yi katliamdan kurtarmış,<br />
saklamış, evlat <strong>ve</strong>ya eş edinmiştir. "Dersim Tarihi" yazarı en az kırk bin <strong>Ermeni</strong>'nin Dersim'e<br />
sığındığını yazar. Bunların kalıntıları menekşe yada yeşil renkli gözleriyle özellikle<br />
Kürdistan'da sık sık görülebilir.<br />
"Bugün <strong>Ermeni</strong> denince ne anlıyoruz" diye soruyor Kıvılcımlı 1930'da <strong>ve</strong> cevap <strong>ve</strong>riyor:<br />
"Verilen resmi rakamlara inanmak lazım gelirse, <strong>Ermeni</strong>stan'da 900 bin, Türkiye'de 75 bin,<br />
Suriye'de 150 bin, Yunanistan'da 35 bin kadar <strong>Ermeni</strong> vardır. Bugün Şark vilayetlerinin<br />
"mesameleri" içinde gizlenip kalmış bir hayli <strong>Ermeni</strong> ırkından insan var. Fakat bunlar,<br />
9
dinleri ile birlikte dillerini de günden güne kayıp ediyor <strong>ve</strong> hakim Kürt psikolojisi <strong>ve</strong> tesiri<br />
altında Kürtleşiyorlar. Şark vilayetlerinde şimdi 'mühtedi' (islamiyete kabul edilen- y.n.) sıfatı<br />
ile tanınan eski <strong>Ermeni</strong>ler adeta hayatlarını kurtaranların bir nevi gönüllü köleliğini unutmak<br />
<strong>ve</strong> unutturmak için, <strong>Ermeni</strong>liklerini henüz unutmamış olmalarına rağmen eski hatıralarına<br />
karşı bir ölüm sukutu ile mütehassıs olmak mecburiyetindedirler. Birkaç nesil sonra her şeyi<br />
unutmaya mahkum olan bu 'mühtedi'ler, bugün Şark vilayetlerinin en yoksul (...) marabaları<br />
halinde, bugün bile zaten aralarında daha ziyade bir din farkı bulunan <strong>ve</strong> ırk <strong>ve</strong> kültürce aynı<br />
kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı tabii <strong>ve</strong> sosyal çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle<br />
kaynaşmış <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>'den ziyade Kürtleşmiş bir haldedir. Onun için bu mühtedileri Şark<br />
vilayetinin Kürt camiasından ayırmak oldukça suni <strong>ve</strong> güç olacaktır..." (s.21)<br />
Buraya kadar öngörülenler bugün gerçekleşmiştir. Anadolu'da hemen hiç <strong>Ermeni</strong> kalmamış<br />
gibidir. <strong>Ermeni</strong>ler özellikle birkaç büyük şehirde yoğunlaşmış olmakla birlikte sayıları<br />
hakkında hiç bir istatistik yok. Bu şehirlerde bile küçük azınlıklar halinde bulunmaktadırlar.<br />
1930'lara göre muhtemelen nüfusa oranları da azalmış olabilir. Bugün Türkiye'de Kürtlerinki<br />
gibi bir <strong>Ermeni</strong> ulusundan <strong>ve</strong> ulusal hareketinden söz edilemez. Ne var ki, <strong>Ermeni</strong>'ler tüm<br />
diğer azınlıklar gibi ezildikleri, sürekli tedhiş altında tutuldukları için bu duruma son <strong>ve</strong>recek<br />
gerçek bir eşitliği kurmak, devrimin objektif demokratik görevleri arasındadır. <strong>Ermeni</strong><br />
azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini oluşturur. <strong>Ermeni</strong><br />
burjuvaları ise, kilise <strong>ve</strong> Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını arttırmaktan, düzenini<br />
korumaktan başka bir şey düşünmemektedir.<br />
Kıvılcımlı'nın 1930'larda ulaştığı sonuç ta aynı yöndedir. Orada "Türkiye'nin bugünkü<br />
hudutları içinde sırf bir ermeni fikir hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tamamı ile uzaktır.<br />
Başka tabir ile, geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir <strong>Ermeni</strong>lik<br />
meselesi Türkiye içinde imkansızdır" sonucuna ulaşıyor.<br />
Bugün Türkiye'de bir <strong>Ermeni</strong> Hareketi yoktur. Ama devrimci hareketi yakından tanıyanlar<br />
bilirler ki, devrimci hareket içindeki <strong>Ermeni</strong>lerin oranı nüfus içindeki oranları ile<br />
kıyaslanmayacak ölçüde yüksektir. Genç <strong>ve</strong> yoksul <strong>Ermeni</strong>ler, tam bir enternasyonalist<br />
kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, <strong>ve</strong> Marksizm-<br />
Leninizm bayrağı altında dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında<br />
<strong>Ermeni</strong>ler vardır <strong>ve</strong> birçok devrim şehidi <strong>ve</strong>rmişlerdir. <strong>Ermeni</strong> yoldaşlar şimdiye dek hemen<br />
hiç bundist eğilim –yani proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu<br />
tavırları tüm dünyadaki <strong>Ermeni</strong> gençlere, proleterlere örnek olmaktadır.<br />
(DEVAMI GELECEK SAYIDA)<br />
(Yazının yayınlanan kısmı burada bitiyor.)<br />
(Yazının İnternette daha sonraki yayınlanışında yazının devamına ilişkin yazılan not.)<br />
Yazının devamına ilişkin not:<br />
*<br />
<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong> başlıklı bu yazı, Almanya'da Yol - Der Weg dergisinin 1982 yılındaki Mayıs-<br />
Temmuz tarihli 22-24. Toplu sayısında yayınlanmış. Bu dergi bundan sonra çıkamadı,<br />
dolayısıyla devamı da yayınlanamadı. Yazının devamı benim elimde de yok. Yazıyı cezaevinde<br />
10
yazmış <strong>ve</strong> gizlice dışarı çıkarıp Yol'u çıkaranlara iletmiştim. Yazı, dışarı çıkarılabilmek için,<br />
Selpak kağıt mendile yazılmıştı. Yazının devamı ne oldu bilmiyorum. Yazı benim adımla değil,<br />
Temel Ateş imzasıyla yayınlanmıştı. (Bu dergide çıkan yazıların çoğu bana aitti <strong>ve</strong> çeşitli<br />
isimler kullanıyordum). Fakat Temel Ateş, tesadüfen bir CHP millet<strong>ve</strong>kilinin de adıymış, bu<br />
millet<strong>ve</strong>kilinin sorguya çekildiğini, kendisinin bir isim benzerliğinden başka bir ilgisi<br />
olmadığını ben de tesadüfen bir gazetede okumuş <strong>ve</strong> hatta böylece yazıların yayınlanmış<br />
olduğunu anlamıştım.<br />
Yazının devamında ne vardı?. Yanılıyor olabilirim ama hatırladığım kadarıyla şöyleydi:<br />
Önce Hikmet Kıvılcımlı'nın bir eleştirisine giriyordum. Yazının sonraki bölümünde yine<br />
Kıvılcımlı'dan alıntılar yapıyordum. Bu alıntılarda, 1930'larda, Sovyet <strong>Ermeni</strong>stan'ının<br />
Diasporadaki <strong>Ermeni</strong>lere mutlu bir gelecek vaat ettiği <strong>ve</strong> Dünyadaki <strong>Ermeni</strong>lerin artık oraya<br />
göç ettikleri, dolayısıyla Sosyalizmin <strong>Ermeni</strong> sorununu da dolaylı bir şekilde çözdüğünü<br />
söylüyordu. Ben de bu noktada Kıvılcımlı'yı eleştiriyor, ne yazık ki bu öngörü<br />
gerçekleşmemiştir, 1930'lardaki eğilim tersine dönmüştür, Sovyet <strong>Ermeni</strong>stan'ı <strong>Ermeni</strong><br />
sorununu çözememiştir diyor, bunun, bu öngörü yanlışlığının Kıvılcımlı'nın Sovyetlerdeki<br />
değişiklikleri, Stalinizmi anlamamasından kaynaklandığını belirtiyordum. Tam da meselenin<br />
hallolmadığının bir kanıtı olarak diaspora'daki <strong>Ermeni</strong> gençlerinin ASALA gibi örgütler<br />
kurduklarını yazıyordum.<br />
<strong>Ermeni</strong> sorununun çözülmemişliği ile bağlantılı <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> yoksullarının <strong>ve</strong> gençlerinin<br />
memnuniyetsizliğinin bir ifadesi olmakla birlikte, bu hareketlerin anlayış <strong>ve</strong> yöntemce yanlış<br />
olmalarının yanı sıra, bazı istihbarat teşkilatlarının yönlendirmesine de uğramış olduklarının<br />
düşünülmesi gerektiğini belirtiyordum. Bu bağlamda, Suriye <strong>ve</strong> Lübnan'ın Fransa ile eski<br />
bağları, Avrupa'da Türkiye'nin Almanya'nın, Yunanistan'ın da Fransa'nın etkinlik alanı içinde<br />
yer aldığını. Keza Yunanistan <strong>ve</strong> Fransa'nın da eskiden beri <strong>Ermeni</strong>lerle güçlü <strong>ve</strong> geleneksel<br />
ilişkileri olduğunu belirtiyor, bu bağlamda, ASALA'nın Türk Diplomatlarına karşı<br />
eylemlerinin Türkiye'nin Kıbrıs'ı işgalinden sonra hız kazandığına dikkati çekiyor <strong>ve</strong> buradan<br />
da ASALA'nın eylemlerinin, Türkiye'yi baskı altına almak isteyen Yunan <strong>ve</strong> Fransız çıkar <strong>ve</strong><br />
gizli servislerinin manüplasyonu altında bulunduğunu belirtiyordum. Sonra da, yoksul <strong>ve</strong><br />
ezilen <strong>Ermeni</strong> gençlerinin yolu sosyalist <strong>ve</strong> sınıfsal bir mücadelede aramaları gerektiğini<br />
söylüyordum.<br />
Emin değilim ama aşağı yukarı böyle bir seyir izliyordu yazı.<br />
8. Ocak. 1998)<br />
11
Bu yazıdaki bir yaklaşımımınn öz eleştirisini de daha sonra yazdığım bir yazıda yapmıştım.<br />
Bu yazıyla doğrudan bağlantılı olduğu için o yazıyı da aşağıya aktarıyorum.<br />
Egemen Ulus Sosyalistlerinin Görevleri<br />
Sayın Gökyüzü, Tarih <strong>ve</strong> Demokrasi platformunda sınıfsal baskı <strong>ve</strong> ulusal baskı konusunda<br />
Bertal Kahraman ile bir polemik çerçe<strong>ve</strong>sinde bazı görüşler ifade etmiş bulunuyor.<br />
Benzer konularda epeydir yazmak istediğimden bu tartışmayı <strong>ve</strong>sile bularak konumumu<br />
ortaya koyayım dedim.<br />
Sayın Bertal Kahraman, sayın Gökyüzü'ne karşı söylenmesi gerekenleri söylemiş durumda,<br />
onun dediklerine katılıyorum. Ama bunu, ezen ulustan bir insan olarak bir kez daha<br />
belirtmem gerektiği kanısındayım.<br />
Sayın Gökyüzü'nün tavrı, tam da, ezilen ulusun sorununu kavramayan ezen ulus sosyalisti<br />
tavrıdır. Gökyüzü kanımca daha önceki yazılarımda dile gelmiş yargılarımın somut bir<br />
örneğini sunuyor. Ve bu tavır elbette genel bir eğilimi ifade etmektedir. Yani bugün somut<br />
olarak ÖDP'ye egemen olan anlayış.<br />
*<br />
Bu anlayış, Ezilen ulusların, cinslerin, ırkların şerefsizlerini, sömürücülerini vs.lerini bu<br />
ezilme biçimlerinden dolayı savunmak görevini anlamamaktır, ezen ulus, cins, ırktan bir insan<br />
ya da sosyalist olarak.<br />
Bu görev: son elli yılın toplumsal mücadeleler tarihinin klasik anlayışlara getirdiği en önemli<br />
değişikliklerden biridir.<br />
Bu <strong>ve</strong>sileyle, kendimle ilgili bir özeleştiriye bir kez daha dikkati çekmek isterim.<br />
Bir sosyalist olarak kişisel evrimimde, ezilen ulus, sınıf, ırkların sorunları karşısında, bu<br />
baskının özgül niteliğini kavramayan bir yanım vardı. Ancak Avrupa'ya geldikten, Avrupalı<br />
sosyalistlerin geri ülke sosyalistleri karşısında, Avrupa merkezli, hatta rafine ırkçı denebilecek<br />
tavırlarını gördükten sonra. (Çünkü, Avrupa'da bir Türk olarak, Türkiye'de bir Kürt gibiydim.)<br />
Türkiye'de Kürtler karşısında bir Türk sosyalisti olarak nasıl benzer tavırlar içinde olduğumu<br />
fark ettim. O zamandan beri bu konularda çok hassasım <strong>ve</strong> davranış <strong>ve</strong> yazılarımla eski<br />
yaklaşımla kopuşmuş durumdayım.<br />
Ancak, bu eski anlayışım, "<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong> Üzerine Eski Bir Yazı" başlığıyla yayınladığım<br />
yazıda bir şekilde ifadesini buluyordu. Çünkü o yazıyı daha önce yazmıştım. Bu yazıyı,<br />
bulabildiğim kısımlarıyla yeniden yayınladığımda, (aslında yıllar sonra ben de ilk defa<br />
okumuş oluyordum) beni rahatsız eden cümleler bulunduğunu gördüm. Ama bir belge<br />
olduğu için olduğu gibi yayınladım.<br />
12
Ve Bekledim, kimse bu noktayı fark edip eleştirecek mi diye? Maalesef kimsenin dikkatini<br />
çekmedi <strong>ve</strong> eğer dikkat eden olduysa da kimse bunu belirtmedi.<br />
Beni rahatsız eden cümleler şunlardı:<br />
"<strong>Ermeni</strong> azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini<br />
oluşturur. <strong>Ermeni</strong> burjuvaları ise, kilise <strong>ve</strong> Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını<br />
arttırmaktan, düzenini korumaktan başka bir şey düşünmemektedir."<br />
(...)<br />
"Genç <strong>ve</strong> yoksul <strong>Ermeni</strong>ler, tam bir enternasyonalist kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının<br />
sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, <strong>ve</strong> Marksizm-Leninizm bayrağı altında<br />
dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında <strong>Ermeni</strong>ler vardır <strong>ve</strong> birçok<br />
devrim şehidi <strong>ve</strong>rmişlerdir. <strong>Ermeni</strong> yoldaşlar şimdiye dek hemen hiç Bundist eğilim –yani<br />
proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu tavırları tüm dünyadaki<br />
<strong>Ermeni</strong> gençlere, proleterlere örnek olmaktadır."<br />
Açık ki, buraya aktardığım satırlarımda, <strong>Ermeni</strong>lerin uğradığı özgül ulusal baskı karşısında<br />
bir körlüğüm bulunmakta. Yani, <strong>Ermeni</strong> burjuvaların, <strong>Ermeni</strong> olmalarından dolayı uğradıkları<br />
baskıyı görmeme, anlamama söz konusu. Benim böyle bir bağlamda onların sömürücü yanına<br />
değil, <strong>Ermeni</strong> olarak ezilmelerine <strong>ve</strong> sosyalist <strong>ve</strong> işçilerin onların bu özgül ezilme biçimlerine<br />
karşı çıkmalarına vurgu yapmam gerekirdi.<br />
<strong>Ermeni</strong> Devrimci arkadaşlarla ilgili de aynı şey söz konusu. Onlara Egemen ulustan bir insan<br />
olarak enternasyonalistlik payesi <strong>ve</strong>rir durumdayım. Benim vurgu yapmam gereken şey ise,<br />
onların, sosyalist hareket içinde, uğradıkları özgül baskıyı açığa çıkartan, egemen ulus<br />
sosyalistlerini bu yönde eğiten bir özerk yapılanmaları da olması gerektiği idi.<br />
*<br />
Bütün sosyal mücadeleler tarihi şunu gösteriyor: bir baskı biçimine uğramak <strong>ve</strong> ona karşı<br />
direnmek otomatikman diğer baskılara da hassasiyeti <strong>ve</strong> karşı olmayı getirmiyor. Genel kural,<br />
baskıya uğrayan ancak ayaklandıktan sonra, baskıyı yapan <strong>ve</strong> o baskı biçimine kör olan<br />
sosyalistlerin, bir özeleştiri <strong>ve</strong> eğitim sürecine girdiğidir.<br />
Örneğin kadın hareketinde böyle oldu. İlk başta kadın hareketi, sosyalist <strong>ve</strong> işçi hareketi<br />
tarafından bölücülükle suçlandı. Ancak bu hareket bütün ağırlığıyla ortaya çıktıktan sonra<br />
bugün kadınların özerk örgütlenmeleri <strong>ve</strong> uğradıkları spesifik baskılara karşı tedbirler sol <strong>ve</strong><br />
işçi hareketi içinde olağan hale gelebildi.<br />
Egemen ulus, cins ya da ırk sosyalistlerini <strong>ve</strong> işçilerini, ezilen ulus, cins, ırk hareketleri eğitir.<br />
Bu anlamda, keşke, <strong>Ermeni</strong> Yoldaşlar "daha az enternasyonalist" olsalardı da, biz Türk<br />
sosyalistlerini, bu sorunlar karşısındaki körlüğümüzden dolayı daha sert eleştirselerdi, o<br />
zaman daha iyi enternasyonalistler olarak eğitilmiş olurduk.<br />
Demir Küçükaydın<br />
15 Nisan 1998 Çarşamba<br />
14:59<br />
13
Bundan başka, başka bir tartışmacı “<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong>” adlı yazı bağlamında şöyle bir soru<br />
sormuştu:<br />
*<br />
“Sayin Kucukaydin,<br />
II. Dunya Savasi sirasinda Nazilerle isbirligine giden <strong>Ermeni</strong>lere nasil bir paye <strong>ve</strong>riyorsunuz?<br />
Gonullu olarak Nazi Ordusuna kaydolan talan <strong>ve</strong> yagmalardan payini alip ayni zamanda<br />
Yahudi katliamlari yapan <strong>ve</strong> tum bunlari <strong>Ermeni</strong>stan hayaliyle yapan <strong>Ermeni</strong>ler, bagimsiz<br />
olmak kutsaldir bu yolda 1915'de Ruslarla isbirligine gitmeleri normaldir" sozunun altinda<br />
degerlendirilebilirler mi?<br />
Bagimsizlik icin Nazilerle bile birolan <strong>Ermeni</strong> hareketini sosyalist bir hareket olarak tanimlar<br />
misiniz?<br />
Saygilar”<br />
Bu yazıya <strong>ve</strong>rdiğim cevapta da şunları yazıyordum:<br />
Sayın Sunsay,<br />
<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong> Üzerine Sunsay’a Cevap<br />
2. Dünya savaşında Nazilerle işbirliği yapan <strong>Ermeni</strong>ler hakkında maalesef bir bilgim yok.<br />
Bunu ilk defa sizden duyuyorum. Olabilir <strong>ve</strong> olduğunu kabul ediyorum. Görüşümü buna göre<br />
yazayım.<br />
Her ulusun içinden her türlü eğilim <strong>ve</strong> insan çıkar. <strong>Ermeni</strong>lerin bir bölümü Nazilere<br />
işbirlikçilik yapmış olabilir. Rusların da, Türklerin de, Tatarların da, Yunanlıların da,<br />
Fransızların da, hasılı her ulusun içinden hiç de küçümsenmeyecek oranda işbirlikçiler<br />
çıkmıştır. Çoğu kez bunlar çoğunluk da olmuşlardır. Biliyorsunuz, Hırvatların büyük bir<br />
bölümü Nazi işbirlikçisiydi, ama Nazi işgaline karşı en büyük halk direnişini örgütleyen Tito<br />
da bir Hırvat idi.<br />
Dolayısıyla, bir ulusun içinden bir kesimin, ki bu kesim çoğunluk da olabilir, Nazi'lere<br />
işbirlikçilik yapmış olması, o ulusu mahkum etmek için bir <strong>ve</strong>sile yapılamaz <strong>ve</strong><br />
yapılmamalıdır. Çünkü her ulusun içinde bu tür politikalara karşı çıkanlar <strong>ve</strong> bunu canlarıyla<br />
ödeyenler de olur.<br />
Kaldı ki, Nazilere karşı savaş konusunda, bu <strong>ve</strong>sileyle belirteyim ki, Fransa'daki <strong>Ermeni</strong>ler<br />
örneğin meşhur Fransız Resistans (Direniş) hareketinin başını çekmiş <strong>ve</strong> çok büyük oranda<br />
yer almışlar, nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde kayıp <strong>ve</strong>rmişlerdir.<br />
*<br />
14
(Küçük bir anı bu arada. 70'li yıllarda, ölüme gidenlerin son mektupları gibi bir başlığı olan<br />
bir kitapta, ölüme mahkum olmuş Fransız direnişçilerinin son mektuplarını okuyordum.<br />
Oradaki <strong>Ermeni</strong> isimlerinin çokluğu dikkatimi çekmişti. Yıllar sonra, dolaylı olarak,<br />
Fransa'daki direniş hareketinde <strong>Ermeni</strong>lerin rolünün büyük ölçüde unutturulup, örtüldüğünü,<br />
bu nedenle bir skandal koptuğunu bile duydum. Yani yakalanan Fransızlar genellikle<br />
<strong>Ermeni</strong>lerin adını okumuşlar. <strong>Ermeni</strong> azınlığın bu çokluğu beni daha sonraki gözlemlerim<br />
ışığında şaşırtmadı. Bütün dünyada, sosyalist hareketlerin önemli bir kaynağı ezilen<br />
azınlıklardır. Türkiye'de Kürtler <strong>ve</strong> Aleviler nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak<br />
ölçüde sol hareketlerin içinde yer almışlardır. İngiltere'ye gidin orada aynı durumda<br />
İrlandalıları görürsünüz. Demek Fransa'da da <strong>Ermeni</strong>lermiş.)<br />
Ama şimdi gelelim, sizin esas olarak sorduğunuz soruya. Bir ulusal Kurtuluş ya da<br />
bağımsızlık hareketi, bağımsızlık amacına ulaşmak için, ezen uluslar arasındaki çelişkilerden<br />
yararlanmalı mıdır, yararlanmamalı mıdır?<br />
Tabii, siz benim tavrımı tahmin ettiğinizden, zor durumda bırakmak için, <strong>Ermeni</strong>lerin<br />
Nazilerle işbirliği olayını örnek olarak getiriyorsunuz.<br />
*<br />
Birincisi, herhangi bir ulusal hareket karşısındaki tavır, elbette dünya ölçüsündeki sınıf<br />
mücadeleleri bağlamında değerlendirilmelidir. Bu genel çerçe<strong>ve</strong>de, 2. Dünya savaşı sırasında,<br />
<strong>Ermeni</strong>lerin Nazilerle işbirliği yapmasına karşıyımdır. Ama bu, <strong>Ermeni</strong>lerin, Sovyetler<br />
Birliği'nde ezilen bir ulus olduğu gerçeğine gözleri kapamayı gerektirmez. Elbet bağımsızlık<br />
için kendilerini ezenler arasındaki çelişkilerden yararlanmaları gerektiği, ama o ezenler<br />
arasında, o somut koşullarda, dünya tarihi bağlamında eşit bir ilişki olmadığı, Nazilerin<br />
insanlık için en tehlikeli egemen olduğu, bu nedenle yaptıklarının yanlış olduğu<br />
belirtilmelidir. Kaldı ki, bunu belirten <strong>Ermeni</strong>ler daima olmuştur. Benim yapmam gereken şey<br />
onların bu tavrını desteklemek olabilir.<br />
Türkiye'nin Kemalist'leri bu mantığı Kürt ulusal hareketine karşı kullanmak istiyorlar.<br />
Diyorlar ki, Türkiye'nin güçlenmesini istemeyen emperyalist ülkeler var, böyle bir durumda<br />
Kürtler savaşarak Türkiye'yi zayıf düşürüyor, o halde anti-emperyalizmi zayıflatıyorlar. Aşağı<br />
yukarı böyle bir çizgi.<br />
Ama bunun yukarıdaki bağlamla ilgisi yok. Türkiye'nin kendisi zaten emperyalist sistemin bir<br />
parçası. Türk ordusu bütün Batı silahlarıyla donanmış durumda. Türk ordusu Amerika,<br />
Almanya'dan silah alıyor, Kürtler alsa emperyalizmin oyunu oluyor. Bunların ciddiye<br />
alınacak bir yanı yok. Bugünün dünyasında, 2. Dünya Savaşı sırasında olana benzer bir durum<br />
yok. Bütün devletlerin hepsi aynı bokun soyu. Bu bakımdan, her ulusal baskıya karşı hareket,<br />
nereden silah alırsa alsın haklıdır bugün. Çünkü ezenlerin karakterleri aynıdır. Bir sınıfsal fark<br />
yoktur aralarında.<br />
Türkiye Amerika <strong>ve</strong> Almanya'dan silah alıyorsa, PKK da Suriye'den, Yunanistan'dan,<br />
Rusya'dan <strong>ve</strong>ya Amerika'dan silah almakla haklılığından hiç bir şey kaybetmez. Bu<br />
çelişkilerden yararlanması tamamen hakkıdır. Aynı şeyi zamanında Türkler de yapmıştır.<br />
Fransız, İtalyan <strong>ve</strong> İngilizlerin, bunların hepsiyle Sovyet Rusya'nın çelişkilerinden<br />
15
yararlanmıştır. Sovyetler Birliği'ni <strong>ve</strong> onunla ilişkileri, İngiltere <strong>ve</strong> Fransa'ya karşı tehdit<br />
unsuru olarak kullanmıştır. İlk Büyük Millet Meclisi'nde, millet<strong>ve</strong>killeri, "Bolşevik de oluruz,<br />
şeytan da" derken, bunu yapıyorlardı. Etkili de oldu. İngiltere desteği kesti, Fransa el altından<br />
destekledi. Buna karşılık da Ankara hükümeti, bir tür köylü sosyalizmini ifade eden Çerkes<br />
Ethem'i tasfiye etti, Ali Fuat'ı Batı Cephesi Komutanlığı'ndan aldı, Suphi'leri temizletti.<br />
Bunun karşılığında da, örneğin Yunan mevzilerinin en küçük ayrıntılarına kadar planlarını<br />
gizli servisler onlara <strong>ve</strong>rdiler.<br />
İlke olarak, dünya tarihsel bakımdan, İkinci Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi, ezenler<br />
arasında bir nitelik farkı varsa, tavır genel duruma bağlı olmalıdır. Yok eğer böyle bir durum<br />
yoksa, ezilen ulus hareketi ezen ulusun diğerleriyle olan çelişkisinden yararlanmalıdır <strong>ve</strong><br />
yararlanabilir. Örneğin, birinci Dünya Savaşı sırasında, İrlanda milliyetçi hareketini Almanya,<br />
rakibi İngiltere’yi zayıflatmak için destekliyor böylece İrlanda ulusal hareketi de bu çelişkiden<br />
yararlanıyordu. Bunların ikisi de aynı kalitede emperyalist olduğundan, Lenin örneğin,<br />
yukarıda özetlediğim tavra uygun olarak, bunu meşru görüyor <strong>ve</strong> destekliyordu.<br />
Ancak, birinci hal konusunda burada bir açıklama daha yapmak gerekiyor. Dünya tarihsel<br />
durumun 2. Dünya savaşı gibi olduğu koşullarda bile, pekala faşistlerle işbirliği yapmadan da<br />
bağımsızlık savaşı <strong>ve</strong>rilebilir. Stalin'in bilinen politikası, dünyadaki komünist partilerini<br />
Sovyet dış politikasının basit araçlarına indirgeyen politikası, bu olanağı ortadan kaldırmıştır.<br />
Bunun en kötü sonuçları örneğin Hindistan'da görülmüştür. Hint halkının İngiliz<br />
emperyalistlerine karşı direnişine, Hint Komünistleri sahip çıkmayıp öncülük etmemişler,<br />
bunu müttefikleri zayıflatmamaya dayandırmışlar <strong>ve</strong> böylece köle ruhlu Gandi'ye meydanı<br />
boş bırakmışlardır.<br />
Bağımsız bir Hindistan, İngiltere sömürgesi bir Hindistan'dan çok daha fazla anti-faşizme güç<br />
<strong>ve</strong>rirdi.<br />
*<br />
Gelelim 1915'e. <strong>Ermeni</strong>ler Osmanlı egemenliğine baş kaldırdılar. Gelişmiş burjuvazileri<br />
nedeniyle Türk'lerden çok daha önce uluslaşmaya başladılar. Osmanlı Devleti ya da Çarlık<br />
Rusya’sı, al birini vur ötekine, aynı karakterde yarı antika yarı modern, ömrünü doldurmuş iki<br />
gerici devletti. Yani ikinci dünya savaşı sırasındaki gibi bir durum yoktu. Birinci savaşta<br />
savaşan taraflar aynı nitelikteydi. Hepsi emperyalistti. O halde, ezilen bir ulusun, yani<br />
<strong>Ermeni</strong>lerin, bağımsız bir devlet kurmak için, Osmanlı'nın düşmanı uluslarla işbirliği yapması<br />
son derece normaldir. Haklılığına bir halel getirmez. Nasıl Kafkas uluslarının da Osmanlı<br />
desteğini Çarlık Rusya’sına karşı kullanmaları <strong>ve</strong> aramaları onların haklılığına bir halel<br />
getirmez idiyse.<br />
Tabii bu noktada, Türk milliyetçisinin kafası şöyle çalışmaya başlar. "Eh arkadaş, madem o<br />
benim düşmanımdan yararlanıyor <strong>ve</strong> onunla aynı safta yer alıyor, beni yok etmeye çalışıyor,<br />
benim de onu yok etmeye çalışmam, cephemin gerisini emniyete almam en tabii hakkımdır.<br />
Ne yapalım, gücü gücü yetene. Onlar bizi temizleyeceklerine, biz onları temizledik."<br />
Ama bu akıl yürütmede yanlış olan şunlar:<br />
16
a) <strong>Ermeni</strong>ler, Osmanlı İmparatorluğu karşısında eşit bir konumda değildiler, ezilen bir<br />
ulustular. Yani özünde haklı durumdaydılar. Ezen durumda değildiler.<br />
b) Tarihsel bakımdan, yarı feodal bir düzene karşı, modern burjuva bir sistemi temsil<br />
ediyorlardı. Yani o zamanın dünyasına göre ilerici bir niteliği vardı.<br />
c) Normal devletler savaşında bile, sivil halka yönelik imha <strong>ve</strong> saldırılar, en azından formel<br />
olarak reddedilir. Osmanlı Devleti, sivil halkı yok etti.<br />
Ama bütün bunlardan öte, en korkuncu <strong>ve</strong> önemlisi, bunun tek olası çözüm gibi koyulmasıdır.<br />
Pekala <strong>Ermeni</strong>ler üzerindeki ulusal baskı kaldırılarak da bir çözüm bulunulabilirdi. Sanki bu<br />
olanak hiç yokmuş gibi tartışılıyor mesele. Osmanlı Devleti, tehcir <strong>ve</strong> imha değil, ama<br />
örneğin, <strong>Ermeni</strong>lere özerklik, kendi dillerini geliştirme hakkı, Müslümanlarla eşitlik <strong>ve</strong>rerek<br />
de bir çözüm sağlayabilirdi. Bu yapılmamıştır. Bunun yapılmamışlığı eleştirilecek yerde,<br />
varolan tek olası yolmuş <strong>ve</strong> başka çare mümkün değilmiş gibi koyuluyor. Bunu<br />
meşrulaştırmak için de, diğer ulusların yaptıkları örnek <strong>ve</strong>riliyor. Örneğin İkinci Dünya<br />
Savaşı sırasında Amerika'nın Japon asıllıları kampa koyması vs.. Bu tam Sinizmdir. İnsan<br />
olanın söylemesi gereken, Amerika'nın yaptığı da, Osmanlı'nın yaptığı da, insan olarak<br />
savunulamaz olmalıdır. Birinin yaptığında diğerinin meşruiyetini bulmak değil.<br />
Aslında akıllı bir Türk milliyetçisi için bugün sorunu çözmek son derece kolaydır.<br />
“Osmanlı imparatorluğu gerici feodal; ulusların önünde engel bir devletti. Biz Türkler de bu<br />
devletin egemenliğinden kurtulan son ulusuz. Nice halklara nice acılar tattıran bu devletin<br />
mezarını biz kazdık, bir bakıma o halkların vasiyetini yerine getirdik. Bu devletin yaptığı<br />
katliamları lanetliyoruz.”<br />
*<br />
Bu kadar kolayca, yağdan kıl çekerce bu işi çözmek mümkündür Türk milliyetçileri açısından<br />
aslında.<br />
Ama bu niçin mümkün olmamakta, bu katliamı inkar <strong>ve</strong>ya savunma akıl dışı boyutlara<br />
varmaktadır? Bunun sırrı da, o katliam <strong>ve</strong> daha sonraki mübadele ile elde edilen<br />
zenginliklerde <strong>ve</strong> bu katliamın suç ortaklığındadır. Muazzam bir ser<strong>ve</strong>t transferi vardır. Türk<br />
milliyetçiliği bu laneti üzerinde taşımakta, tümüyle kendi çıkarı açısından bile akıl dışılığa<br />
varmaktadır.<br />
Bunu artık eski kuşakların kefaretini üzerinde taşımayan yeni Türk kuşakları aşabilir.<br />
Komplekssizce gidip <strong>Ermeni</strong> ulusuna kardeşlik eli uzatabilirler. Koşullar bunun için olgundur<br />
artık. Bir Özcan Soysal'ın yaptıkları bir rastlantı değildir. Çok alametler belirdi. Bunun olması<br />
sadece bir zaman sorunu. Kürt ulusal hareketinin yükselişi <strong>ve</strong> başarısı bunu hızlandırır <strong>ve</strong><br />
gerçekleştirir.<br />
Umarım cevaplarım sizin sorularını karşılıyordur <strong>ve</strong> sizi tatmin etmiştir.<br />
Selamlar<br />
16.04.1998<br />
17
Yine aynı dönemde Engin Deniz adlı bir tartışmacının yazısına karşı şunları yazmışız:<br />
Sayın Deniz Engin,<br />
*<br />
<strong>Ermeni</strong> Katliamı Karşısında Tavır<br />
(Engin Deniz’in Eleştirisine Cevap)<br />
Ben sorunu olgular düzeyinde değil de, metodolojik yanıyla tartışmak istiyorum.<br />
Ama önce olgu düzeyinde dediklerinize bir itirazım var. Sizler sanıyorsunuz ki, bütün dünya<br />
işi bırakmış da Türklerle uğraşıyor, Örneğin şöyle diyorsunuz:<br />
“Gerçekten anlayamıyorum, neden tüm dunya sozlesmis gibi <strong>Ermeni</strong> soykirimini (belki de bir<br />
silah gibi) kullaniyor? Kusuruma bakmayin ama ben bunun ardinda bir artniyet ariyorum.”<br />
Bu Türklerin bir fobisi ya da megalomanisi. Biraz Yalova Kaymakamı hikayesine benziyor.<br />
Emin olun, Türkiye dışında, kim takar Yalova Kaymakamını. Her gün renkli basında görülen,<br />
"Antalya sahillerinde tatilini geçiren Helga Türk erkeklerine bayıldı" türünden haberler ne<br />
kadar gerçeği yansıtırsa, dünyanın Türklerle uğraştığı yönündeki gazete haberleri de o kadar<br />
yansıtır. Aslında aynı tip dezinformasyonun iki farklı biçimidirler. Ve siz, biraz olsun aklı<br />
başında şeyler yazmak istiyorsunuz güya, bu saçmalıkları bir delil gibi getiriyorsunuz.<br />
(Ama bunlar sadece bir dezinformasyon da değildir. Bunlar bir ulusun şizofrenik ruh halinin,<br />
aşağılık kompleksinden kaynaklanan övünmelerinin yansımalarıdırlar.)<br />
Neyse, esas konu bakımından bunun önemi yok. Yazınızdan anladığım kadarıyla, siz resmen<br />
"<strong>Ermeni</strong> Tehciri" denen olgunun sonuçlarını inkar etmiyorsunuz. Sizin itirazınız, böyle bir<br />
olayın ilk defa ya da bu çapta ilk defa burada olmadığı.<br />
Olgu düzeyinde tartışmaya girmeyi bile gereksiz görerek, sizin dediğinizin doğru olduğunu,<br />
başka ulusların tarihinde de benzer katliamlar bulunduğunu kabul edelim. Ayrıca bunda<br />
büyük bir doğruluk payı da var.<br />
Ama sizin mantığınız nereye gidiyor? Siz aslında, savaş ya da başka bir nedenle, bunların<br />
başka uluslarca da yapılmış olmasını meşru görmüş oluyorsunuz. Ve kapıdan kovduğunuzu,<br />
bacadan içeri alıyorsunuz. Yazınızın başında, katliamlara karşı olduğunuzu söylüyorsunuz,<br />
ama bütün yazınız boyunca, diğer katliamları emsal olarak gösteriyorsunuz.<br />
Burada iki açıdan yanlışınız var. Birincisi bir Türk olarak, ikincisi bir İnsan olarak.<br />
*<br />
18
Önce Türk olarak yanlışınız şurada: madem ki siz bir demokrat <strong>ve</strong> katliamlara karşı bir<br />
insansınız. Olaya şöyle yaklaşmanız gerekir:<br />
“Başka Ulusların katliamları beni bu anlamda ilgilendirmez. Biz bir katliam yaptık, bunun<br />
belki bir sürü hafifletici sebebi de bulunabilir (Savaş, <strong>Ermeni</strong> Çeteler vs.) Ama bu hafifletici<br />
sebepleri bulmak <strong>ve</strong> söylemek de bize düşmez. Biz bir ulusu yok ettik. Kişi olarak bundan<br />
sorumlu olup olmamanız da önemli değildir. Bu yok edişi açıkça ortaya koyup lanetlememiz<br />
gerekir. Bunu yapmadığımız takdirde, geçmiş kuşakların hatalarıyla bütünleşmiş, bu<br />
şizofrenik durumu devam ettirmiş oluruz. Hatalar bizden hızlı koşarlar. Yüzlerce yıl sonra<br />
bile lanetlerini üstümüze taşırlar. Ruhsal bir arınma, ancak insanın ya da ulusun kendi<br />
hatalarına karşı acımasız oluşuyla mümkündür. Uluslar da insanlar gibi, düşmanlarına <strong>ve</strong><br />
komşularına karşı toleranslı <strong>ve</strong> anlayışlı, kendine karşı acımasız, hoşgörüsüz <strong>ve</strong> gaddar<br />
olmalıdır.”<br />
Böyle bir yaklaşım, insani ilişkilerde nasıl, olgun, kendine karşı acımasız, kendisiyle alay<br />
eden bir kişiliğin ifadesiyse, bir ulus için de sağlıklı bir ruh halini <strong>ve</strong> olgunluğu ifade eder.<br />
Ne yazık ki, siz de, binlerce <strong>ve</strong> milyonlarca Türk gibi, zayıf kişilikli, ham insanların kendi<br />
geçmişleri <strong>ve</strong> hataları karşısındaki tavırlarıyla davranıyorsunuz. Ve farkına varmadan, ulusal<br />
bir şizofreni yaşayan, Türk ulusunun bu şizofrenik halini yansıtmakla kalmıyor, Türklerin bu<br />
şizofreniden kurtulmasının yolunu tıkıyorsunuz.<br />
Sayın Soysal'ın yaptığı işin önemi buradadır. O bir Türk olarak bunu yapıyor. Bir Türk olarak,<br />
hiç bir özür getirmeden bir pisliği mahkum ediyor. Bunun ilk defa gerçekleşmiş olmasının<br />
Türkler için nasıl sağlatıcı bir önemi olduğunu hiç anlamıyorsunuz. Aslında içinizde Türk<br />
ulusunun sağlıklı bir ulus olması için, hem de Türk ulusunun adeta toptan bir şizofreni<br />
yaşadığı bir dönemde, en büyük işi yapan insan o. Bu kadar basit bir gerçeği görmüyorsunuz.<br />
Bundan yirmi otuz yıl önce bile Türkler nispeten daha sağlıklı insanlardı. Örneğin<br />
kendileriyle alay edebilirlerdi. Örneğin "Türkün aklı ya kaçarken ya da sıçarken gelir" gibi<br />
lafları her yerde duyabilirdiniz. Ya da bir <strong>Ermeni</strong> katliamı olduğu kimse için bir sır değildi.<br />
Hatta, <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Rum mallarına konanların çoğu sonradan görme zenginler olduğu için, fakir<br />
insanlar, bu insanları aşağılamak için, o ser<strong>ve</strong>tlerin kaynağındaki kanlı eylemleri her yerde<br />
afişe ederlerdi. İnsanın ya da bir ulusun kendisiyle, kendi hatalarıyla alay edebilmesi, onları<br />
afişe edebilmesi, onun ruhsal sağlığının <strong>ve</strong> olgunluğunun ifadesidir. Ama artık Türkler,<br />
kendileriyle alay etmeyi bir kenara bırakın, sadece kendilerini övüyorlar. Eskiden insanlar<br />
yukarıdaki türden haberlere gülerlerdi, ama artık inanıyorlar <strong>ve</strong> öyle düşünüyorlar. Bu tam bir<br />
toplumsal şizofreni durumu.<br />
Çok değil, bundan yirmi otuz yıl önce, insanlar arası ilişkilerde, kendini ö<strong>ve</strong>nler, kendi en<br />
ufak hatalarını ortaya koyup kendisiyle alay edemeyenler ciddiye alınmazdı. İnsanlar arası<br />
ilişkilerde bu tür insanların pek bir değeri de olmazdı. Ama bu gün tam tersi bir anlayış<br />
sadece insanlar arası ilişkilere değil, tüm Türklere egemen olmuş durumda.<br />
Bir Türk olarak, lütfen, kendinize karşı gaddar, başkalarına karşı toleranslı olmayı deneyin. O<br />
zaman da belki kimi <strong>Ermeni</strong>ler <strong>ve</strong>ya Rumlar çıkıp "Yahu kendine karşı o kadar da haksızlık<br />
etme, biz de az haltlar işlemedik" der. Ama bunun için, önce sizin başlamanız gerekir. İşte<br />
19
sayın Soysal'ın yaptığı bu. Sorun burada, bunu anlayın. Ve en önemlisi, o bunu bir Türk<br />
olarak yapıyor.<br />
Aynı şeyi örneğin ben yapsam, anlamsız olur. Çünkü ben kendimi bir Türk olarak<br />
görmüyorum. İnsanın bir milliyeti olması zorunluluğuna karşı çıkıyorum. Bu durumda benim,<br />
sayın Soysal gibi davranmam ne Türkler ne de <strong>Ermeni</strong>ler açısından değerli bir davranış<br />
olmaz. Türk açısından ben zaten hainimdir, <strong>Ermeni</strong> açısından ise zaten Türk değilimdir. Tıpkı<br />
bir ateist olarak, başka dinlere karşı Sünni Müslümanların yaptığı herzelerden dolayı özür<br />
dilememe benzer. Müslüman beni zaten kafir gördüğünden, yaptığım ya da söylediğim ona<br />
bir anlam ifade etmez, diğer dinden olan da beni Müslüman görmeyecektir.<br />
Peki bu durumda yapacak bir şey yok mudur? Elbette vardır. Bütün bu katliamlarla, ulusun,<br />
ulusçuluğun, sermayenin, sömürünün ilişkileri üzerinde durur, böylece bütün katliamlara karşı<br />
kökten bir eleştiri yöneltirsiniz.<br />
Çünkü, Soysalın ya da sağlıklı bir Türk olmaya çalışan bir Türk'ün Tavrı, ahlaki bir tavırdır<br />
ama sorunun köküne inmez, <strong>ve</strong> sadece kendi kapısının önünü süpürür. Lanetler ama neden<br />
konusunda susar. Çünkü aynı ulusçuluk ufkunun içindedir. Ama lanetler, ulusçuluk var<br />
olduğu sürece, yeni ulus katliamlarını hiç bir şekilde engellemez.<br />
Bu durumda, “yahu bu yaşananlar kader değildir, uluslar olmadan da bir dünya olabilir bir<br />
ulusa girmek, çıkmak, bir ulus kurmak kişinin bir vicdan <strong>ve</strong> inanç sorunu olmalıdır” diyerek<br />
de karşı çıkılabilir. Bu çok köktenci, tabii bugünkü dünyada <strong>ve</strong> hele Türkiye'de pek taraftar<br />
bulamayacak, bir yaklaşımdır. Ama böyle bir yaklaşım da mümkündür. Ve işte, sizde böyle<br />
bir yaklaşımı bir yana bırakalım, böyle bir yaklaşıma yönelik bir seziş bile yok. Gerçekliğin<br />
karşısında kölece eğiliyor <strong>ve</strong> ona karşı diklenmeyi aklınızdan bile geçirmiyorsunuz.<br />
Ulusları mutlak kategoriler olarak ele alıyorsunuz. Ve onları reddetmek gereğini<br />
duymuyorsunuz. Ve istemeden de olsa, başka ulusal katliamlara suç ortağı oluyorsunuz.<br />
Elbette iyi niyetlisinizdir. bundan kuşku yok. Ama cehenneme giden yollar da iyi niyet<br />
taşlarıyla döşelidir.<br />
Bu da sizin İnsan olarak metodolojik yanlışınız.<br />
20
<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong> ile ilgili yazıyı Özcan Soysal’ın Tarih <strong>ve</strong> Demokrasi sitesinde yayınlamıştım.<br />
Bu tartışmalar da orada oluyordu. Bu arada bir başka tartışmacıyla tartışırken,<br />
<strong>Ermeni</strong>lerden Türk olarak özür dileyen Özcan Soysal’ın bu davranışı <strong>ve</strong>silesiyle başka bir<br />
tartışmacıyla <strong>Ermeni</strong>lerden özür dilemenin anlamı üzerine bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı da<br />
aşağıya aktarıyorum:<br />
Sayın Hakan,<br />
Şöyle Yazıyorsunuz:<br />
Bir Başka Polemik<br />
"ama onun bir Türk olduğunu düsünmüyorum ki zaten kendisi de, sizin aksinize, Türklüğü<br />
kabul etmiyor, Web sayfasinin sonunda onunla ilgili bilgileri incelerseniz goreceksinizki<br />
kendisi, baba <strong>ve</strong> anne tarafindan turk oldugunu belirtilmektedir. Yani bu su demektir, ben<br />
istemedim ama olmus bir kere, bunuda kabul etmek zorunda degilim <strong>ve</strong> kabul etmiyorum"<br />
Ne garip? Ben ise tam aksini düşünüyorum. Tam da Türk olarak <strong>Ermeni</strong>lerden özür dilediğini<br />
vurgulamak için öyle yazdığını düşünüyorum.<br />
Birincisi, <strong>Ermeni</strong>lerden Tarih önünde özür dileyen bir Türkün Türklerden nasıl "<strong>Ermeni</strong><br />
Tohumu" gibilerden hakaretler yiyeceği belli olduğundan, <strong>ve</strong> muhtemelen bu tür hakaretlere<br />
de bol bol uğradığından, bu tür hakaretler edecek olanlara bir cevap olarak koyulduğunu<br />
düşünüyorum.<br />
(Parantez içi şunu belirteyim ki, "<strong>Ermeni</strong> Tohumu" olmanın "Türk Tohumu" olmaktan daha<br />
iyi ya da kötü olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla böyle denmenin bir hakaret olduğunu<br />
yazarken kendi fikrimi değil, bu lafları hakaret <strong>ve</strong> saldırı amacıyla edenlerin anlayışını<br />
yansıtmayı amaçlıyorum. Bu sayfayı okuyan <strong>Ermeni</strong>ler varsa, lütfen yanlış anlamasınlar.)<br />
Bizzat, Soysal'ın sayfasına yazı yazanlar içinde onun <strong>Ermeni</strong> olduğunu ya da <strong>Ermeni</strong><br />
desteğiyle bunu yaptığını düşünenler çok <strong>ve</strong> bunu açıkça da yazıyorlar. Bu nedenle,<br />
Türklüğünü Türklere karşı vurgulamaktadır.<br />
İkincisi, Sayın Soysal, yaptığı iş bakımından, <strong>Ermeni</strong>lere karşı da Türklüğünü vurgulama<br />
durumunda. Yani, bu işi, ben bir Türk olarak yapıyorum diyor.<br />
Bu kadar zor mu bunu anlamak? Anasının babasının Türklüğünden bahsetmesi, herhangi bir<br />
ezilen azınlıkla bağının olmadığını, ezen bir ulustan bir kişi olarak durumunu vurgulamak<br />
içindir, yoksa Türklükle ilgisizliğini vurgulamak anlamında değil.<br />
Kaldı ki, diğer bir çok konularda, Soysal ile yaptığımız tartışmaları incelerseniz, analiz<br />
ederseniz, onun gerçekten iyi niyetli bir Türk Milliyetçisi olduğunu görürsünüz. O<br />
batılılaşmış, modern, demokratik, toleranslı bir Türk ulusu <strong>ve</strong> Türkiye istiyor <strong>ve</strong> bunun için<br />
çabalıyor. Soysal'ın Türk milliyetçiliği, alışılmış, şo<strong>ve</strong>n, faşizan ya da Kemalist<br />
milliyetçiliklerden farklı, bu günün milliyetçiliğine uygun bir milliyetçilik. Tabiri caiz ise<br />
Post-modern bir milliyetçilik. Bu milliyetçilik türüne henüz Türkiye'de pek rastlanmıyor,<br />
sadece çok ince bir sol <strong>ve</strong> aydın katman içinde izleri görülüyor. Aslında, dünya ekonomisinin<br />
21
<strong>ve</strong> teknik gelişimin ihtiyacı olan milliyetçilik bu tür bir milliyetçiliktir. Aslında Türk<br />
burjuvazisinin ihtiyacı olan da böyle bir şeydir. Çok kültürlü, etnik <strong>ve</strong> kültürel çeşitliliği bir<br />
kazanç olarak gören, eskiden her şeyi tek etni <strong>ve</strong> kültüre bağlamak için yapılmış hareketleri<br />
lanetleyen bir milliyetçiliktir bu.<br />
Bu tür milliyetçiliğin Türkiye'de pek görülmemesinin nedeni, Kürt Ulusal kurtuluş hareketi<br />
karşısında Türklerin, kendi kıytırık imtiyazlarını korumak için, genel kurmayın <strong>ve</strong> çetelerin<br />
altına utanmazca yatmalarıdır. En ilkel, faşizan milliyetçiliğin şakşakçısı olmalarıdır.<br />
Toplumsal çürüme <strong>ve</strong> cinnettir bugünkü Türkiye'deki.<br />
Bu tür milliyetçilik, aslında ulus ilkesini reddetmez, hatta onu yaşatmak için son teşebbüstür.<br />
Örneğin, bunun en mükemmel biçimini Avrupa'da görüyoruz. Çok uluslu, kültürlü bir Avrupa<br />
Ulusu yaratılıyor.<br />
Bugün, dünya ticaretinin üretimden daha hızlı büyüdüğü, her türlü ulustan işgücünün,<br />
milyonlarca insanın oradan oraya aktığı bir çağda, o akan işgücünü haklardan yoksun bir<br />
durumda, ama üretime amade tutmanın bir aracıdır bu milliyetçilik. Türkiye'nin taş devrinden<br />
kalma milliyetçilikleri bunu kavramaktan acizdir <strong>ve</strong> buralarda kendilerine karşı paranoyakça<br />
komplolar görürler.<br />
Diğer yandan, teknik gelişme böyle bir kültürel çokluğa olanak sağlamaktadır. Tipik bir örnek<br />
<strong>ve</strong>reyim: Daha beş altı yıl önce, bilgisayarda yazı yazan, kendini ANSİ <strong>ve</strong> ASCI kotlar denen,<br />
aslında gelişmiş batılı ülkelerin kullandığı harflerden oluşan bir kaç yüz şekille sınırlamak<br />
zorundaydı. (Bu sayfada hala tam bir Türkçe'yle yazamamızın nedeni de bu geçmişin kalıntısı<br />
yük aslında.) Ama bugün, Unikot ile, yeryüzündeki bütün dillerle yazmak mümkündür. Bu tür<br />
teknik gelişmelerdir, kültürel çeşitliliğe olanak sağlayan. Elbette bu teknik temelin<br />
milliyetçiliği de, her şeyin bir farecik tıkırtısı uzaklığa düştüğü bir dünyanın (Internet <strong>ve</strong> orada<br />
dolaşmayı kastediyorum) milliyetçiliği de ancak böyle bir milliyetçilik olabilir.<br />
Kürtçe'yi yasaklasanız da işe yaramaz artık. MED-TV uzaydan yayınını sürdürür.<br />
Bilgisayarınız varsa, Kürdistan’la ilgili bütün haberlere girebilirsiniz. Türk genelkurmayı<br />
kumda çomak oynasın. Böyle bir dünyada ulus ilkesini <strong>ve</strong> milliyetçiliği sürdürmenin tek yolu,<br />
Soysal'ın yaptığını yapmaktır.<br />
Aslında, bu foruma yazanlar içinde, en akıllı <strong>ve</strong> modern Türk milliyetçisi <strong>ve</strong> Türk sayın<br />
Soysal.<br />
***<br />
Soysal'a ilişkin bu kadar. Gelelim diğerlerine. Siz sanıyorsunuz ki, sadece Soysal böyle bir<br />
şey yapıyor. Soysal'ın yaptığını, en azından yarım yüzyıldır yapmış, yığınlarca Rum ya da<br />
<strong>Ermeni</strong> sosyalisti olmuştur. Girin onların iç tartışmalarına dil bilginiz varsa, orada da onların<br />
kendi "hainlerini" görürsünüz. Muhtemelen örneğin <strong>Ermeni</strong>stan'da, muhakkak oradaki çeşitli<br />
azınlıkların haklarını savunan <strong>Ermeni</strong>, ya da Yunanistan'da Grek Soysal'lar, "Türk Tohumları"<br />
vardır. Nasıl Türklerin çoğunluğu sizler gibi en kaba <strong>ve</strong> bayağı milliyetçiliğin pençesindeyse,<br />
onların çoğunluğu da öyledir.<br />
Ama daima, az da olsa, bu kayıkçı dövüşüne katılmayan, bir üçüncü yolun mümkün olduğunu<br />
varoluşuyla kanıtlayanlar da olmuştur.<br />
22
Sorun hangi kritere göre bir bölünmeden yana olacağınızdır. Kendi milliyetçinizle mi<br />
bölüneceksiniz ya da başka milletlerle mi? Başkalarıyla değil de kendi milliyetçileriyle<br />
bölününler de vardır. Sizin yeriniz neresidir? Birini seçmek kişiye hiç bir yük <strong>ve</strong> zorluk<br />
getirmez, ama diğeri? Hangisini seçiyorsunuz?<br />
31.01.1998<br />
23
Aynı kişiye yönelik yine ermeni <strong>Sorunu</strong>yla ilişkili ikinci bir eleştiride de şunları yazmışız:<br />
Sayın Hakan,<br />
Aynı Kişiye İkinci Bir Eleştiri<br />
Sayın Soysal'ın Künye ile ilgili açıklamalarından sonra yeni bir şey eklemek gerektiğini<br />
düşünmüyorum. Kendisini ben de tanımam. Ama bu açıklamalardan sonra en azından<br />
yaklaşımınızın metodolojisini, nasıl ön yargıyla bakmış olduğunuzu gözden geçirmeniz<br />
gerekir gibime geliyor. Tabii, bu açıklamaların da gerçeği yansıtmadığını da düşünebilirsiniz.<br />
Ben de sizin onu hainlikle suçladığınızı söylemedim. Böyle deneceğini söyledim. Ve denmiş<br />
de zaten. Böyle olacağını bilmek için kahin olmaya da gerek yok. Türkiye'de yaşayan ya da<br />
yaşamış herkes bunu bilir.<br />
***<br />
Fakat esas problem, sizin olaylara <strong>ve</strong> tarihe yaklaşımınızdaki çocukça bir kavrayıştı. Sanki<br />
gerçekliğin insan ya da toplumsal grupların çıkarlarından bağımsızcasına ortaya koyulacağını<br />
sanıyorsunuz. Diyorsunuz ki, "e<strong>ve</strong>t biz böyle bir şey yaptık ama onlar da şunu şunu yapmıştı,<br />
bu da yanlıştı." Bu daha doğru bir yöntem.<br />
Ama bir şeyi unutuyorsunuz. Eğer insan çıkarlarına aykırı olsaydı, matematik aksiyomlar bile<br />
tartışma konusu olurdu. Milyonlarca <strong>Ermeni</strong> kesilip sürülünce bu insanların malları ne oldu?<br />
Bu mallara kimler kondu? Bu mallara konanlar daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin<br />
kuruluşunda <strong>ve</strong> sonrasında nasıl bir toplumsal konumda bulundular? Bu soruları<br />
sormuyorsunuz. İşin tam da can alıcı noktası burasıdır. Çünkü bu insanlar Türkiye'nin son<br />
döneminin kaderini belirlemişlerdir <strong>ve</strong> devlete, özellikle de şu derin devlet denen şeye hala<br />
egemendirler. Bu egemen tabakaların çıkarları <strong>ve</strong> varlığıdır söz konusu olan. Dolayısıyla sizin<br />
önerdiğiniz türden yaklaşımlar, Türkiye'yi ya da Toplumu sanki hiç tanımayan birisinin<br />
yaklaşımları gibi olmaktadır. Bu yaklaşım, ortadaki büyük katliamı relatifleştirmekten başka<br />
bir şeye yaramaz. Türk burjuvazisi, ilk sermaye birikimini tabiri caiz ise <strong>Ermeni</strong> katliamıyla<br />
yapmıştır bile denebilir.<br />
Türk burjuvazisi <strong>ve</strong> devleti, çıkıp, şu ya da bu nedenle, biz bu <strong>Ermeni</strong>leri yok ettik, diyor mu?<br />
Bundan pişmanlık duyuyoruz diyor mu? Gazeteler ya da Parti başkanları <strong>Ermeni</strong>liği ya da<br />
<strong>Ermeni</strong> olmayı hakaret olarak kullandığında bunlar içeri tıkılıyor mu? Ya da bu tür<br />
davranışları protesto eden yüz binlerin katıldığı mitingler yapılıyor mu? Bütün bu <strong>ve</strong> benzeri<br />
hiç bir örnek yok. Durum böyleyken, "onlar da şunu şunu yapmıştı, o zaman başka çaremiz<br />
yoktu" demek, varolan sistemi korumak, ona destek çıkmak demektir. Temel metodolojik<br />
sorunu gözden kaçırmak, tartışmayı olgular <strong>ve</strong> ayrıntılar alanına çekmektir. MİT<br />
görevlilerinin, Türkiye'nin resmi görevlilerinin çizgisi de tam budur. Yani sizin savunduğunuz<br />
çizgi. Mızrak çuvala sığacak gibi olmadığından, sorunu eşit güçler arasında bir çatışma gibi<br />
gösterip, önemsizleştirmedir.<br />
Siz Türk devlet adamlarının anılarını hiç okumadınız mı? Onlarda Devlet adamlığının raconu<br />
olaraktan hep şöyle satırlar görülür. "Bunlar hakkında yazmayacağım. Bunlar benimle birlikte<br />
24
mezara gidecektir." Niye yazılır böyle satırlar? Söz konusu olan nedir? Kürtlerin,<br />
<strong>Ermeni</strong>lerin, başka ezilenlerin uğradıkları katliamlardır bunlar. Hangi objektiflikten<br />
bahsediyorsunuz.<br />
Sonra Nasrettin Hoca'nın hikayesini de unutmayın. Hoca'nın eşeği çalınınca, herkes hocaya<br />
"şunu yapsaydın böyle olmazdı" deyince. Hoca da dayanamayıp: "Yahu bu hırsızın hiç mi<br />
suçu yok" demiş. Ortada Koca bir ulus, Milyonlarca <strong>Ermeni</strong> vardı, şimdi bunlar yok. Sanki<br />
bunları yok edenlerin hiç bir suçu yok. El insaf!<br />
<strong>Ermeni</strong> sorunundaki Tavır, özünde, Türkiye'nin geleceğine, dolayısıyla bugünkü toplumsal<br />
ilişkilerine değin bir tavırdır. Türkiye'nin, gerçekten Batılı anlamda demokratik, gelişkin bir<br />
ülke olmasını isteyenler; şu Devlet sınıflarını yani ordunun <strong>ve</strong>sayetinden <strong>ve</strong> egemenliğinden<br />
çıkmasını isteyenler, Soysal'ınki gibi bir tavrı geliştirmek <strong>ve</strong> savunmak zorundadır. Varolan<br />
güçlerle <strong>ve</strong> kıytırık düzenlemelerle bugünkü sistemin devamından yana olanlar da, sizin ya da<br />
çeşitli varyantları olun resmi görüşün savunucusudurlar. Zaten çoğu da maaşlıdır <strong>ve</strong> bu işten<br />
geliri vardır. <strong>Ermeni</strong> sorunu üzerine tartışma, aslında Türkiye'nin bugünü <strong>ve</strong> geleceği üzerine<br />
bir tartışmadır. Özünde programatik bir tartışmadır. Ağaçlardan ormanı görmeme durumunda<br />
kalmayın lütfen. MİT'in, Devlet'in olayı çekmeye çalıştığı yer tam da budur. Objektiflik<br />
görünümü altında, ayrıntılar içinde olayı boğuntuya getirmek. İşin ilginci, bu sayfalarda<br />
görüldüğü gibi, epey etkili de oluyor.<br />
Ama ben bu etkinin onun bilimselliğinden değil, ikna gücünden değil, Türklerin, özellikle<br />
Kürt sorunu nedeniyle, yani çıkarları nedeniyle etkilendiklerini düşünüyorum. Bugün<br />
milyonlarca Kürdün, köylerinin yakılıp sürülmesi karşısında ses çıkarmayanların, <strong>Ermeni</strong>lerin<br />
tehciri karşısında bir şey söylemeleri beklenemez.<br />
***<br />
Sosyalistlerin hataları saymakla bitmez. Bizzat ben de Ulusal sorun konusunda bütün sosyalist<br />
teorinin yanlışlığına değin şeyler yazdım buralara yolladığım yazılarda. Ama bunlar<br />
karşısında iki tavır vardır. Bu hataları, eşitlikçi <strong>ve</strong> dayanışmacı bir toplum ideali <strong>ve</strong> bu uğurda<br />
mücadeleleri anlamsız, değersiz, aşağı göstermek için öne sürmek, bir de, yine o amaca<br />
ulaşmak için bu hataların eleştirisi. Benimkisi ikincisi, sizinkisi birincisi.<br />
02.02.1998<br />
25
Yine aynı sayfadaki tartışmalarda Özcan Soysal’ın yaklaşımlarındaki kestirmecilik<br />
bağlamında şunları yazmışız:<br />
Sosyalistler, Mihri Belli, <strong>Ermeni</strong> Katliamı Üzerine<br />
Bir süre önce, sayın Özcan Soysal, bazı alıntılarla "Devrimci Örgütler <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> Soykırımı"<br />
adlı bir yazı yazdı, daha sonra da "Mihri Belli <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong>" başlıklı bu yazının devamı<br />
sayılabilecek bir ikinci yazı yazdı. Bu yazılardan birincisi yankısız kalırken ikincisine<br />
Gökyüzü "83 Yaşındaki Genç Mihri Belli" başlıklı bir cevap <strong>ve</strong>rdi. Daha sonra da "Ayna" adlı<br />
kişi Gökyüzü'ne destek çıktı. (Gökyüzü bu destekten rahatsızlığını daha sonra başka bir<br />
<strong>ve</strong>sileyle belirtti.) Bu kısa hatırlatmadan sonra konuya ilişkin görüşlerimi dile getirmek<br />
istiyorum.<br />
Sayın Soysal'ın alıntılarına, yani olgulara diyeceğim bir şey yok. Bunların doğru olduğunu<br />
kabul ediyorum. Zaten Türkiye'deki sol hareketi biraz tanıyan bunların doğru olacağını az çok<br />
tahmin edebilir. Benim itirazım, sayın Soysal'ın çıkarsamalarına <strong>ve</strong> olguyu açıklarkenki<br />
kestirmeciliğine olacak. Ancak bu kestirmeciliğe karşı çıkışların, sanki olayı meşrulaştırmak,<br />
haklı göstermekmiş gibi algılanacağını biliyorum. Ama tam bu tür algılama da bizzat o<br />
kestirmeciliğin bir yansıması kanımca.<br />
Birinci yanlış şu. Sanılıyor ki, Sosyalistler zemzem suyuyla yıkanmış, Stalin'in deyimiyle<br />
"özel kumaştan yapılmış" uzaydan gelmiş yaratıklardır. Bu anlayış, Ö. Soysal'da şöyle<br />
yansıyor örneğin:<br />
"70 yil demokratligi,ilericiligi devrimciligi,sosyalist <strong>ve</strong>ya komunist olma sifatini kendinde<br />
görenler türk halkina ermeni düsmanligi kuv<strong>ve</strong>tle <strong>ve</strong> yaygin olarak siringalanmasina <strong>ve</strong><br />
körüklenmesine karsin neler yaptilar?”<br />
Yani ortada bir halk var en azından nötr ya da masum, bir yanda bunun dışında ona <strong>Ermeni</strong><br />
düşmanlığını şırıngalayan bir güç var, diğer yanda da yine onun dışında, ama aşağı yukarı<br />
aynı konumda bu konuda farklı bir tavrı olması gerekirken ona karşı hiç bir şey yapmayan<br />
solcular var.<br />
Sosyalistler, gökten zembille inmezler. Bizzat o halkın içinden çıkarlar. Sosyalist bir programı<br />
benimsemek, kendini sosyalist olarak nitelemek o içinden çıkılan halkın içine işlemiş ön <strong>ve</strong><br />
bön yargılardan kurtulmak anlamına gelmez. Sosyalist olmakla belki bunlardan kurtuluş için<br />
bir yola girilmiş olur. Yani sosyalistler içinden çıktıkları <strong>ve</strong> içinde yaşadıkları halkın bütün ön<br />
yargılarını, alışkanlıklarını vs. içlerinde taşıyarak ortaya çıkarlar. Diğer bir deyişle, hepimiz<br />
"Turhallı bir hallı"yızdır.<br />
Ancak, sosyalist ideallerle başlangıç noktasındaki yerleşik kabuller arasında bir çelişki vardır,<br />
siyasi mücadele içinde bu çelişkinin aşılması, radikalleşmek beklenir. Ama bu radikalleşme<br />
her zaman olmayabilir. Elbette sosyalist bir insan, en azından bütün ulusları eşit görür, içinde<br />
herhangi bir ulusa karşı düşmanlık beslemez, ezilen ya da ezilmiş uluslara özel bir sempati<br />
besler vs. Aşağı yukarı bütün sosyalistler böyledir <strong>ve</strong> en azından böyle olduklarını düşünürler<br />
<strong>ve</strong> iddia ederler. Ama bu kabul ile, somut konulardaki tavır arasında çoğu kez büyük farklar<br />
26
olur. Ama bu farkların nedeni, sayın Özcan Soysal'ın kestirmeden attığı Şo<strong>ve</strong>nizm değil, hatta<br />
bizzat, milliyetçilikten tamamiyle kopmuşluk bile olabilir. Bu karmaşık mekanizmaları<br />
görmek istemiyor Sayın Özcan Soysal <strong>ve</strong> tavırlar ile ideoloji arasında mekanik <strong>ve</strong> birebir<br />
ilişki varmış gibi ele alıyor.<br />
1) Sosyalistte bütün ön yargılar var.<br />
2) Ezilenlik durumu var<br />
3) Sovyetlerin tavrı var<br />
4) Türk ezilen sınıflarına ters düşmeme, onlarla aktüel olan bir sorundan dolayı sorun<br />
çıkarmama kaygısı var<br />
5) Egemen sınıflardan korku var<br />
6) Bizzat kendi konumu var.<br />
Önce Mihri Belli'den başlayalım. Sayın Mihri Belli'nin Kemalizm’in çok güçlü etkisi altında<br />
olduğu bir sır değildir. Hatta 1970'lerde Kırmızı Aydınlık'dan THKP-C <strong>ve</strong> Kıvılcımlı'nın<br />
kopuşunun ardında onun bu milliyetçi <strong>ve</strong> Kemalist eğilimleri ile bir sınır çekme çabası vardı.<br />
Mihri Belli örneğin, Jaures'ten alıntılarla, "Milliyetçiliğin derini insanı enternasyonalizme<br />
götürür" derken, Kıvılcımlı "Faşizme de götürmez mi" diye onu eleştiriyordu.<br />
Mihri Belli'nin bu günkü yazıları okununca da aynı eğilim açıkça görülür. Ama bu milliyetçi<br />
<strong>ve</strong> Kemalist eğilim aynı zamanda Mihri Belli'nin, herkesin şo<strong>ve</strong>nizm dalgasına kapıldığı<br />
bugünkü kritik ortamda Kürt ulusal kurtuluş hareketi karşısında onu yüzde yüz destekleyen<br />
bir tavır içinde bulunmasını engellememektedir.<br />
Aslında gerçek bir milliyetçinin hatta Kemalist’in Kürt ulusal kurtuluş hareketini<br />
desteklemesinde bir çelişki yoktur, hatta gerçek Türk milliyetçisi (yani Türkiye’nin<br />
gelişmesini <strong>ve</strong> zenginleşmesini, güçlenmesini isteyenler) <strong>ve</strong> gerçek Kemalist (Türkiye'nin<br />
batılılaşmasını isteyenler) için tek çıkış yolu Kürt ulusal kurtuluş hareketini desteklemektir.<br />
Şöyle bir örnek <strong>ve</strong>reyim. Sosyalistlerde faşizmi sadece sermayenin (hatta onun en gerici <strong>ve</strong> en<br />
şo<strong>ve</strong>n kesimlerinin) bir diktatörlüğü olarak tanıma eğilimi epey güçlüdür. E<strong>ve</strong>t, faşizm aynı<br />
zamanda budur da, ama hangi diktatörlük, hatta hangi bati demokrasisi böyle değildir ki.<br />
Dolayısıyla, faşizmi böyle tanımlayarak hiç bir şey açıklamış olmazsınız. Ama sosyalistlerin<br />
bu tür tanımlamalarının ardında şöyle bir varsayım yatmaktadır, ezilen sınıfların<br />
hareketlerinden sadece demokratik <strong>ve</strong> ilerici eğilimler çıkar. Bu doğru değildir. Ezilen<br />
sınıfların çıkarları, karakterleri, ideolojileri <strong>ve</strong> bunlar arasındaki ilişkiler sorunu böyle<br />
mekanik değildir <strong>ve</strong> çok daha karmaşıktır. Ezilen sınıfların hareketleri pekala belli tarihsel<br />
koşullarda, en gerici, en şo<strong>ve</strong>n, en kanlı diktatörlüklere temel oluşturabilir.<br />
1970'lerin sonu <strong>ve</strong> 80'lerin başında sosyalistler arasında Faşizm üzerine bir tartışma<br />
yürüyordu. Bu tartışmada, örneğin ben, faşizmin ayırt edici niteliğinin onun kitle hareketi<br />
özelliği olduğunu, işçi sınıfının bazı kesimleri <strong>ve</strong> küçük burjuvazinin tepkisinin ifadesi<br />
olduğunu söylediğimde, muhataplarımca, sanki onun cinayetlerini meşrulaştırıyormuşum gibi<br />
algılanıyordum. Yukarıda sözünü ettiğim yanlış varsayım <strong>ve</strong> mekanik anlayış nedeniyle böyle<br />
yorumlanıyordum. Ama ilginçtir ki, bu davranışın bizzat kendisi de, tam o ezilenlerin gerçek<br />
27
çıkarları ile tepkilerinin biçimleri <strong>ve</strong> görünüşleri arasında birebir bir uyum olmadığının örneği<br />
idi. Beni böyle itham edenler bir yanılsamadan hareket ediyorlardı tıpkı yine yanılsamalardan<br />
hareket ederek bir zamanlar faşist partilerin peşine takılanlar gibi.<br />
13.04.1998<br />
(Böylece “<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong>” adlı yazının yayınlanabilen kısmını yıllar sonra İnternette tekrar<br />
yayınlama <strong>ve</strong>silesiyle yapılmış tartışmaları aktarmış bulunuyoruz.)<br />
28
Gazete Makaleleri<br />
2000’lerin başından itibaren Kürt Ulusal hareketinin basınında <strong>Ermeni</strong> katliamı <strong>ve</strong> “sorunu”<br />
ile doğrudan <strong>ve</strong>ya dolaylı olarak ilgili bir çok yazılar yazdık. Onlar da bu derlemenin ikinci<br />
bölümünü oluşturuyor.<br />
29
Türk Nedir?<br />
Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda, ne kültür ne de soyca “Türklük”<br />
denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse<br />
kendini Türk olarak tanımlamıyordu. İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar<br />
Müslüman’ım, Kızılbaşım, Çerkezim, Türkmenim, Yörüküm, Kürdüm, Arnavutum diyorlardı<br />
ama Türküm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı<br />
gibi, bir etniyi ya da dil konuşan insanları değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü <strong>ve</strong><br />
yoksul Müslümanları kategorize etmeye yarayan kaba <strong>ve</strong> görgüsüz anlamına gelen; devlete<br />
egemen Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına “Türk” dense,<br />
kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu.<br />
Ve bu gün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları üzerinde milyonlarca insan<br />
kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk ulusunun torunları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın<br />
bir Türk devleti olmadığı ise, artık o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde.<br />
Osmanlı devletini “Türkiye” <strong>ve</strong> ona egemen olan Müslüman kastı “Türkler” olarak<br />
tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk <strong>ve</strong> Türkiye isimleri bile, bu gün Türkiye denen<br />
topraklarda yaşayan insanların kendilerini <strong>ve</strong> ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler<br />
değil, onlara batılı devletlerin <strong>ve</strong>rdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bu gün<br />
kendine Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtulduklarında, ilk<br />
yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine <strong>ve</strong>rdiği adları reddetmek oldu <strong>ve</strong> kendilerini <strong>ve</strong><br />
ülkelerini kendi <strong>ve</strong>rdikleri adlarla adlandırmayı denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe”<br />
dediler. Ama Türkler, ülkelerini <strong>ve</strong> kendilerini Batılının <strong>ve</strong>rdiği isimle anmakta bu güne kadar<br />
hiç bir sorun görmediler.<br />
Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih <strong>ve</strong> unutulması gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü<br />
ulusların tarihi yoktur <strong>ve</strong> bunun yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik<br />
Türk ulusunda saçmalığın zir<strong>ve</strong>lerine varır <strong>ve</strong> hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi<br />
insanlar vardır, daha doğarken hasta <strong>ve</strong> sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle.<br />
Alman Emperyalizminin Hint yolu <strong>ve</strong> Rusya’yı güneyden çevirme planlarının ihtiyaçlarına<br />
uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü. Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu<br />
Türklüğe sahiplenen Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce<br />
Anadolu’daki Türkmen <strong>ve</strong> Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı<br />
Bizans’ı fetih ettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir <strong>ve</strong> Bizans’ın devamıdır. Bu fatihler<br />
sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için, Bizans tarafından din <strong>ve</strong> dil olarak fetih<br />
edilemediler. Onun haricinde, müzikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey<br />
Bizanslıdır bu devlete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan <strong>ve</strong><br />
Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak <strong>ve</strong> ona dayanmak<br />
Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına da cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk<br />
milliyetçilerinin Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin Kültürü de, tıpkı<br />
müslüman devlete egemen Kast gibi tipik doğu Akdeniz - Bizans kültüründen başka bir şey<br />
30
değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı <strong>ve</strong> Levant’ın Yahudi<br />
burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur Türkler.<br />
İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları<br />
yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı<br />
<strong>ve</strong> sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi<br />
suretinde yarattı. Türk ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini <strong>ve</strong>ren nedir?<br />
Bizans Kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> kültürü demektir. Bu gün bile<br />
dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> ile karşılaşan şunu görür: din <strong>ve</strong> dil<br />
haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu Türkçe bilir <strong>ve</strong> konuşur.) Türkleri Rum <strong>ve</strong><br />
<strong>Ermeni</strong>lerden ayırmak olanaksızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk<br />
ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı tıpkı Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> gibi bir Bizanslıdır. Ve<br />
dolayısıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de.<br />
Ama bu Ulus var oluşunu Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>leri yok etmeye borçlu olduğundan, gerçek<br />
kimliğini unutmak <strong>ve</strong> hafıza kaybına uğramak zorundadır. Bu da ona hasta <strong>ve</strong> şizofrenik bir<br />
karakter <strong>ve</strong>rir.<br />
Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan Rumluk <strong>ve</strong><br />
<strong>Ermeni</strong>likten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğramış yaşayan Bizanslılıktır.<br />
Ama o, varlığını bu gerçeği inkar <strong>ve</strong> unutma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk,<br />
aslını inkar eden bir haramzadedir. İnanmayan Türk <strong>ve</strong> Müslüman burjuvazinin ser<strong>ve</strong>tlerinin<br />
kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>lerin imhası, sürgünü ile edinilmiş<br />
bir ilkel sermaye birikimi vardır.<br />
Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtulabilmeleri, kendi<br />
geçmişlerini inkardan <strong>ve</strong> unutmadan kurtulmaları için ulus olarak bir tür toplumsal terapi<br />
görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile öylesine bütünleşmiş <strong>ve</strong> onların öylesine esiri olmuş<br />
bulunuyorlar ki, kendi güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde<br />
küçük kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal <strong>ve</strong> siyasi hareket yok. O küçük<br />
kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu.<br />
Kürt hareketi Demokratikleşme <strong>ve</strong> Orta Doğu projelerinde bir başarıya ulaşabilirse, bu<br />
Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlikleriyle barışmasının yolunu açabilir.<br />
Dünyadaki <strong>ve</strong> bölgedeki iktisadi gelişmeler <strong>ve</strong> zorunluluklar bu değişimi zorluyor ama o<br />
kendi egemenliğini sürdürebilmek için Türklüğü yaratan <strong>ve</strong> hala gücünü koruyan Osmanlı-<br />
Bizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hastalığını tüm topluma<br />
zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir sağlıklı gelişim için “baba katili”<br />
olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden bağımsız bir kişilik gelişemez.<br />
26 Eylül 2000 Salı<br />
demir@comlink.de<br />
31
Tarihin Laneti<br />
Kıta Avrupa’sı <strong>ve</strong> İngiltere arasındaki gelişim zıtlıkları, Balkanlar <strong>ve</strong> Anadolu’daki gelişim<br />
zıtlıklarına benzer.<br />
Avrupa’da Kapitalizm ya da burjuvazi, önce Hıristiyanlık içinde, Püriten/Protestan mezhepler<br />
biçiminde eğilim <strong>ve</strong> çıkarlarını yansıttı. Ne var ki, bu Burjuva muhalefetin kaderi, Kıta<br />
Avrupa’sı <strong>ve</strong> İngiltere’de farklı yollar izledi. Püritenlik İngiltere’de iktidar olurken, aynı<br />
Protestanlar Fransa’da, Sen Barthelmi katliamlarında bire kadar kılıçtan geçiriliyordu. (Doğan<br />
burjuva dünyasının Osmanlı’ya sığınan Kılıç artıklarının, Hügontların, Osmanlı<br />
modernleşmesindeki etkileri ayrıca incelenmeye değer bir konudur.)<br />
Bu modern, burjuva ruhun katledilmesinin sonucu, Avrupa’da burjuva gelişiminin yüz yıl<br />
gecikmesi oldu. İngiltere 1688’lerde burjuva devrimini yaparken, Fransa aynı devrimi<br />
1789’da yapabiliyordu.<br />
Ama devrimin şiddeti birikimin ölçüsünde sert oldu, Katoliklik adına Protestanları kesenler,<br />
yüz yıl sonra Hıristiyanlığı tasfiye edip önce akıl dini önerecekler, sonra da en azından dini<br />
politik alanın dışına iteceklerdi.<br />
Balkanlar <strong>ve</strong> Anadolu’nun tarihsel kaderi bu tarihsel sürece paralellik gösterir. Fransız<br />
ihtilalinden yüz yıl sonra, Osmanlı’nın Müslüman devlet kastlarının kapitalizm öncesi<br />
dünyasına karşı, Balkanların Hıristiyan kapitalizmi, tıpkı İngiltere adalarında, Prütenliğin<br />
zafer kazanması gibi, zafer kazandı <strong>ve</strong> Osmanlı egemenliğini <strong>ve</strong> Müslümanlığı balkanlardan<br />
süpürdü. Müslüman kapitalizm öncesi ise, bunun rövanşını <strong>Ermeni</strong> katliamları <strong>ve</strong> Rumların<br />
temizlenmesiyle, yani burjuva <strong>ve</strong> modern olan her şeyin tasfiyesiyle Anadolu’da aldı. <strong>Ermeni</strong><br />
<strong>ve</strong> Rumların Anadolu’dan tasfiyesi, Sen Barthelmi’nin Anadolu’daki paralelidir.<br />
Bu nedenle Anadolu Balkanları yüz yıl geriden izler. Balkan ülkelerinin bu günkü durumu<br />
kimseyi yanıltmamalıdır. Bu ülkeler İkinci Dünya savaşından sonra Sovyet işgal bölgesinde<br />
kalmasalardı, en azından şimdiki Yunanistan’ın gelişmişlik <strong>ve</strong> zenginlik düzeyinde<br />
bulunurlardı. Örneğin Bükreş’e yüzyılın başında, “Doğu’nun Paris’i” deniyordu, Panait Istrati<br />
gibi yazarlar <strong>ve</strong> başka Bolşevik partisinde çalışan uluslararası Marksist teorisyenler<br />
yetiştirebiliyordu o zamanlar Romanya.<br />
Batı Avrupa’da burjuva muhalefeti dinsel biçimde var olmuştu, Avrupa’nın doğusunda ise<br />
aynı muhalefet, modern çağın dini olan ulusçuluk biçiminde ortaya çıktı. Balkan uluslarının<br />
kuruluşu, Protestanlığın zaferine denk düşüyordu; Anadolu’da Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> ulusçuluğunun<br />
tasfiyesi ise, Protestanların katledilmesine. Ama Kıta Avrupa’sında Protestanlığı katledenler<br />
nasıl yüz yıl sonra tümüyle Hıristiyanlığı yok etme, bir akıl dini geçirme <strong>ve</strong> sonra da en<br />
azından dini politik alının dışına atma zorunda kaldılarsa, Anadolu’da <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Rum<br />
ulusçuluğunu katledenler, ulusçuluğu, ulusu dil, kültür <strong>ve</strong> etni olarak tanımlayan klasik<br />
biçimiyle yok etmek, bütünüyle hukuki bir ulusçuluk kurmak zorunda kalacaklardır. Patlama<br />
birikimin ölçüsünde derin olacaktır. Kürt hareketinin el yordamıyla yaptığı, tarihin bu emrini<br />
yerine getirmekten başka bir şey değildir.<br />
32
Burjuvazinin tasfiyesi, Türkler <strong>ve</strong> Müslümanlar için aynı zamanda bir modernleşme,<br />
uluslaşma, burjuvalaşma anlamına da gelmiştir. Yani Türk burjuva devrimleri, burjuvaziye<br />
karşı, kapitalizm öncesi Osmanlı’nın devlet sınıfları tarafından güdülen, burjuvaziyi tasfiye<br />
eden, kapitalizm öncesi sınıf <strong>ve</strong> ilişkileri güçlendiren burjuva devrimleridir. Tarihin laneti<br />
budur.<br />
Görmesini gören gözler bilir. Tasfiye edilen Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> burjuvazisinin malları, Türk <strong>ve</strong><br />
Kürt ağaların <strong>ve</strong> tefeci bezirganların ser<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong> sermayeleri, ya da Osmanlı’nın ruhu devletin<br />
daireleri olmuştur.<br />
Böylece yıllarca, Modern <strong>Ermeni</strong> burjuvalarının mallarına konmuş feodal ağaların<br />
kontrolünde, ortaçağ karanlığında, bezirgan partilerin oy deposu oldu Kürtler. Aynı durum<br />
aşağı yukarı Anadolu’nun bütün bölgeleri için de geçerliydi. 12 Eylül bile hala, Büyük<br />
şehirlerdeki sola yatkın işçi oylarını dengelemek için, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere daha<br />
fazla temsilci <strong>ve</strong>riyordu.<br />
İşte bu denge alt üst olmuş bulunuyor. Kürtler adeta toplu olarak, var olan sistemin karşısına<br />
geçmiş bulunuyor. HADEP’in oyaları silme götürmesinin anlamı budur. Egemen sistemin<br />
Kürtler içinde, maaşlı koruculardan başka dayanağı kalmadı.<br />
Normal bir parlamenter işleyiş için, Kürtler içinde bir toplumsal temel bulmak, korucuları,<br />
ağaları, aşiretleri bir yana iterek, modern Kürt burjuvazisiyle tekrar bir ittifak sistemi kurması<br />
gerekir Türk burjuvazisinin. Ama bunun yapılabilmesi, Kürt <strong>ve</strong> Türk burjuvazisinin eşit bir<br />
partner olarak iş birliğine girmesi, bu günkü ordunun <strong>ve</strong>sayeti, egemen ideoloji <strong>ve</strong><br />
politikalarla olamaz. Durum değişmedikçe, burjuvazinin egemenliği için gerekli bir normal<br />
parlamenter sistem işleyemez. Bu durumda ordunun ağırlığı giderek dayanılmaz olmaya<br />
devam edecektir.<br />
Eski sistem, sanki Susurluk, bankalar, çeteler günah tekeleriyle ellerini yıkayıp yeniden<br />
yürüyebilecekmiş gibi görünüyor. Kimi Partilerin biçimsel değişmeleriyle, makyajlarla, hatta<br />
Kürtçe radyo <strong>ve</strong> televizyon ile varlığını sürdürebilirmiş gibi görünüyor. Yürüyemez.<br />
Toplumdaki <strong>ve</strong> sınıf ilişkilerindeki derin değişiklik eski politik sistemle götürülemez.<br />
İdeolojisi, partileri, ordusuyla bu günkü sistem, ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, Kürt<br />
burjuvazisinin desteğini sağlayacak bir politik biçim bulmadıkça bunalımlardan çıkamaz. Bu<br />
politik sistemin tasfiyesi için ise, büyük kitlelerin aktif eylemi gerekir. Tarihin lanetine ancak<br />
büyük kitle hareketleri son <strong>ve</strong>rebilir.<br />
Yüz yılın başında Osmanlı devlet sınıflarının işbirliği ile Hıristiyan kapitalizmini tasfiye<br />
ederek tarihin lanetine uğrayan Müslüman Türk <strong>ve</strong> Kürtler şimdi bu lanetten kurtulmak için,<br />
kendi 1789’larını yapmak durumundalar.<br />
Ama çok el<strong>ve</strong>rişsiz koşullarda. Burjuvazi korkak, İşçiler tarihin en büyük yenilgileriyle dünya<br />
çapında bir demoralizasyon, programsızlık, yönelimsizlik içindeler. Kürt hareketi yapayalnız.<br />
Bu günkü hareketsizlik <strong>ve</strong> çürüme kimseyi yanıltmamalıdır. Unutmamalı en güzel çiçekler<br />
bataklıklarda yetişir.<br />
20 Kasım 2000 Pazartesi<br />
33
Kötü Olabilme <strong>ve</strong> Yanlış Yapabilme Hakkı<br />
Son yıllarda, "beton" kafalı Türk <strong>ve</strong> Sünni çoğunluğu, başka din, inanç, ulus <strong>ve</strong> dilden<br />
insanlara karşı "toleranslı" olmaya çağıran yine çoğunluktan olan "mozaik" kafalıların temel<br />
argümanları, onların ne kadar iyi oldukları; onların varlığının kendilerini de zenginleştireceği<br />
gibi noktalarda toplanıyor.<br />
Ne var ki, bu argümanın kendisi, ırkçılığı yeniden üretmektedir. Yani kendilerini<br />
zenginleştirmese hiç de gerekmeyeceği zımnen kabul edilmektedir. Ya da "azınlıklar" iyi<br />
insanlar olmasa, hiç de gerekmeyecektir onlara karşı "toleranslı" olmak.<br />
"Azınlıklar", yani çoğunluğu oluşturan ulustan, dinden olmayanlar, her zaman "iyi<br />
insanlar"dır. Türkiye'de Rumlar, <strong>Ermeni</strong>ler, Yahudiler, Süryaniler, Aleviler, Kürtler hep "iyi<br />
insanlar"dır. Çünkü onlar "iyi" olmak zorundadırlar. Çoğunluğun şiddetini çekmemek için her<br />
davranışını kılı kırk yararak yapmak, her zaman haklı bir durumda bulunmak zorundadırlar.<br />
Çünkü "iyi olmak" onların biricik savunma silahıdır. Bu kahredici çoğunluk bu insanları "iyi"<br />
olmaya zorlamaktadır. Onların iyi olmama hakları yoktur.<br />
Bir Türk'ün cinayet işleme, hırsızlık yapma, her hangi bir kötülük yapma hakkı vardır. Bir<br />
Türk cinayet işlediğinde, o belli bir insanın eylemi olarak mahkum edilir. Hiç bir yayın organı<br />
onun aynı zamanda bir Türk olduğunu belirtmez. Ama mazallah bir <strong>Ermeni</strong> bir suç işlese,<br />
önünde bir de <strong>Ermeni</strong> sıfatı olmadan adının anılması mümkün değildir. Hatta adının bile<br />
önemi yoktur, o bir <strong>Ermeni</strong>'dir.<br />
Ezilen ulus <strong>ve</strong> inançtakilerin hakları, onlar sizi zenginleştireceği ya da iyi oldukları için değil;<br />
sizi fakirleştirecekseler de savunulmalıdır. Onların kötü olabilme, adlarının önüne ulus ya da<br />
inançları bir sıfat olarak koyulmadan kötülük yapabilme hakları savunulmalıdır.<br />
Aslında, Kürt uyanışı karşısında, Türk mozaiklerinin bu kadar soğuk <strong>ve</strong> düşmanca<br />
durmalarının ardında bu gizli ırkçılık yatmaktadır. Çünkü Kürtler, artık "iyi" Tom Amca<br />
olmaktan çıkıyorlar, onlar artık "iyi" olmadıkları, kötü olmayı göze aldıkları <strong>ve</strong> kötü olma<br />
hakkı uğruna mücadele ettikleri için, beton kafalıların düşmanlığını kazandıkları kadar<br />
mozaik kafalıların sempatisinden de mahrum kalmaktadırlar. Halbuki onlar "iyi" olmaya<br />
devam etseler, mozaiklerin betonlar karşısındaki argümanlarına kanıt oluşturmaya devam<br />
etseler; mozaikler betonları ikna edebilirler bir gün!<br />
"Azınlıkların" kötü olabilme hakkı gibi ezilenlerin, baskı <strong>ve</strong> sömürüye karşı direnenlerin hata<br />
yapma hakkı da yok. Şu an cezaevlerinde yüzlerce mahkum ölümün sınırında geri dönüşü<br />
olmayan bir noktada. Ve de çıt çıkmıyor, çünkü onlar hatalı!<br />
*<br />
Ölüm oruçları karşısında kimi solcuların tavrı mozaik kafalıların tavrından farklı değildi.<br />
(Aslında bunlar büyük ölçüde çakışırlar.) Nasıl onlar kötülük yapma hakkını savunmaya hazır<br />
34
değilseler; kimi solcular da ezilenlerin, kavgada haklı olanların mücadelesini, ancak "doğru"<br />
yapıyorlarsa desteklemeye hazırlar.<br />
Sanki ortadaki bir sportif mücadele <strong>ve</strong> önceden belirlenmiş kurallar var gibi olaya<br />
yaklaşıyorlar. Yok devlet haksızmış ama öbürküler de şöyle yapmalıymış!.. En mahkumdan<br />
yana görünen solcu <strong>ve</strong> gazeteci "arabulucu"lar bile, bir sportif karşılaşmanın hakemi gibi<br />
yaklaşıyorlar olaya.<br />
Ne çabuk unutuldu ki, bu mücadelelerde, biri daha baştan yeniktir, alttadır; öbürü daha baştan<br />
zaferi kazanmıştır <strong>ve</strong> üsttedir. Biri ne kadar aptalca, ne kadar yanlış mücadele yürütürse<br />
yürütsün, haklılığına zerrece halel gelmez; öbürü ne kadar akıllıca <strong>ve</strong> doğru mücadele<br />
yürütürse o kadar tehlikeli <strong>ve</strong> o kadar yanlıştır. Ezen <strong>ve</strong> ezilenin kavgasında tarafsızlık<br />
mümkün değildir. Koca bir adam küçük bir çocuğu dö<strong>ve</strong>rken tarafsızlık çocuğun dövülmesine<br />
yardım etmektir. Küçük çocuk gücü yetmediği için, adamın taşaklarına tekme attığında,<br />
mozaik kafalı solcular, "belden aşağı vurma" diye itiraz ediyorlar. Ezilenlerin belden aşağı<br />
vurma hakkını savunmayı akıllarına bile getirmiyorlar; onlarla aralarına mesafe koymak <strong>ve</strong><br />
hata yapmayan solcular olduklarını kanıtlamak için çırpınıyorlar.<br />
Bu bayların tavrı, ezilenlerin kendi içinde, kendi çıkarları <strong>ve</strong> mücadeleleri açısından yaptıkları<br />
tartışmalarla <strong>ve</strong> ayrılıklarla karıştırılmamalıdır. Öyle bir tartışmada yanlış yapabilme hakkı<br />
zaten <strong>ve</strong>ridir; kendi aralarında bir ön kabul olarak fiilen vardır. Mozaik kafalı solcu hakemler,<br />
ezenler karşısında ezilenlerin; devlet karşısında mahpusların; iş<strong>ve</strong>ren karşısında işçilerin;<br />
erkek karşısında kadınların; ezen ulus karşısında ezilen ulusların özünde her zaman haklı<br />
olduğunu; ne kadar aptalca işler yaparlarsa yapsınlar bunun o özdeki haklılığı ortadan<br />
kaldıramayacağını <strong>ve</strong> ezilenlerin de yanlış yapabilme hakları olması gerektiğini anlamak<br />
istemiyorlar ya da unutmak istiyorlar. Ve bunu hala hatırlatmak isteyen dinazorlarla köprüleri<br />
atıyorlar.<br />
Bizim işimiz alttakilerin, ezilenlerin kötü olabilme <strong>ve</strong> yanlış yapabilme hakkını savunmaktır.<br />
demir@comlink.de<br />
http://www.comlink.de/demir/<br />
20 Ocak 2001 Cumartesi<br />
35
Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar<br />
Fransa'nın kararı ile birlikte, <strong>Ermeni</strong> Katliamı üzerine tartışmalar gündeme oturdu. Aslında ne<br />
Fransa'nın aldığı kararın, ne de bu günkü tepkilerin <strong>Ermeni</strong> Katliamı ile ilgisi yoktur. <strong>Ermeni</strong><br />
Katliamı konusu, başka bir politik çatışmanın aracıdır. Arkada libero oynayan Almanya'nın<br />
öne sürdüğü Fransa, bu kararla, Avrupa Ordusu'na Amerika'nın desteğiyle çomak sokan<br />
Türkiye'ye politik baskı amaçlıyordu. Özel Savaşçılar için de Fransa'nın kararı, hem şiddet<br />
politikasına dönüşün gerçek nedenini gizlemeye yarayan, hem de onu haklı göstermeye<br />
yarayan bir gerekçe olarak gökten inmiş bir nimetti. Böylece barış <strong>ve</strong> demokratikleşmeden<br />
yana olanları, "milli menfaatlere" kaygısız Avrupa'nın gönüllü işbirlikçileri olarak suçlayıp<br />
savunma mevzilerine sokabilirdi. Yani karar da, tepkiler de, doğrudan <strong>Ermeni</strong>ler <strong>ve</strong>ya <strong>Ermeni</strong><br />
katliamıyla ilgili olamayan başka politik hedeflerin bir aracından başka bir şey değildirler.<br />
Zaten bu da, tarihin, tarihten ziyade günümüzle, günümüzdeki sınıfların <strong>ve</strong> politik güçlerin<br />
konum <strong>ve</strong> çıkarlarıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu nedenle, Tarih tarihçilere bırakılamayacak<br />
kadar politik bir konudur. Keza tarihi tarihçilere bırakmanın kendisi de tarihsel gerçeği bulma<br />
değil, günün politik kaygılarıyla ilgili basit bir taktikten başka bir şey değildir <strong>ve</strong> ciddiye<br />
alınacak bir yanı da yoktur.<br />
Elbet bu tartışmalar, başka bir çatışmanın aracı, Kürtlere karşı saldırının sis örtüsüdür ama<br />
bütün bunlara rağmen aynı zamanda, bizzat bu katliamın varlığının bu yükseltilen inkarıyla<br />
bile, Türkiye'nin egemenleri için bir yenilgidir. Çünkü Türk kimliği, hafıza kaybına<br />
dayanılarak oluşturulmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet bütün gerçek geçmişi unutma <strong>ve</strong><br />
unutturmaya dayanıyordu. "Harf Devrimi" bile, kapitalist dünya ile ticareti kolaylaştırmak<br />
kadar, bu geçmişi unutma <strong>ve</strong> unutturma çabasının da bir ifadesidir.<br />
Hatalar insanlardan hızlı koşarlar. Onlardan kaçıp kurtulma olanağı yoktur. Tam<br />
unutulduğunu, kurtulduğunuzu sandığınız anda, karşınıza aşılmaz bir duvar gibi dikilirler<br />
Türk ulusu da, kendi hafızasını yitirme bahasına, doğuştan günahlarını unutmak <strong>ve</strong><br />
unutturmak, onlardan kaçıp kurtulmak istiyordu. Altmışlı <strong>ve</strong> yetmişli yıllarda neredeyse<br />
hedefe varılmış gibi görünüyordu. Günahları işleyip onların lanetini üzerinde taşıyan kuşak<br />
yavaş yavaş sırasını savıp giderken, önceki kuşağın günahlarından habersiz kuşaklar meydanı<br />
dolduruyordu. O günahları hatırlatacak kimse de kalmamıştı ülkede. O günahların<br />
kurbanlarının diyasporadaki kalıntıları da aynı şekilde sıralarını savıyorlardı. Sonraki nesiller<br />
ise zaten doğdukları ülkelerin insanları olmuşlardı. Galiba bu sefer günahlardan kaçmak,<br />
onlardan kurtulmak, o günahların hafızalardan yitip gitmesini sağlamak başarılmış gibi<br />
görünüyordu.<br />
Yeni kuşaklar için bu unutturulma öyle başarıya ulaşmış görünüyordu ki, çoğu sola ilgi<br />
duyan, hatta Marksist yeni kuşaklar, Türkiye'deki sınıf ilişkileri <strong>ve</strong> toplumsal yapı ile bu<br />
günahlar arasında bir ilişki bile kurma yeteneği gösteremiyordu. Örneğin sosyalistler arası<br />
toplumsal yapı, sınıflar, tarih konularında yoğun tartışmaların yaşandığı <strong>ve</strong> bu tahlillerden<br />
strateji <strong>ve</strong> programların çıkarıldığı altmışlı <strong>ve</strong> yetmişli yıllarda <strong>Ermeni</strong> Katliamı, sonraki<br />
mübadeleler, Kafkas <strong>ve</strong> Balkanlardan insan göçleri <strong>ve</strong> bunların sistemin örgütlenmesi <strong>ve</strong> sınıf<br />
36
ilişkilerinin şekillenmesi bakımından etkileri gibi konularda hemen hemen hiç bir şey<br />
bulunmaz. Bu konular <strong>ve</strong> kavramlar, Türkiye'nin toplumsal yapısı <strong>ve</strong> sınıf ilişkileri<br />
bağlamında değil; bu paradigmalar ortadan kaybolduktan sonra; hatta bu paradigmalara karşı<br />
olarak doksanlı yıllarda solcuların tartışmalarına girmeye başlamıştı.<br />
Örneğin, <strong>Ermeni</strong> katliamı, hangi tarihsel <strong>ve</strong> toplumsal ilişkilerin sonucu olarak gerçekleştiği<br />
<strong>ve</strong> bu katliamın sonraki Türkiye'nin toplumsal <strong>ve</strong> sınıfsal ilişkileri üzerindeki etkileri gibi bir<br />
bağlamda değil de; <strong>Ermeni</strong>lerin katledilmesi <strong>ve</strong> sonradan yok olup gitmesinin çok renkliliği<br />
azalttığı gibi (aslında gizli bir ırkçılığı da yansıtan) bağlamlarda konuya yaklaşıldı, zamanın<br />
ruhuna uygun olarak. Yani konunun tarihsel <strong>ve</strong> toplumsal ilişkiler bağlamında tartışılabileceği<br />
dönemde <strong>Ermeni</strong> Katliamı diye bir konu akla gelmiyordu dolayısıyla o analizler havada<br />
kalıyordu; <strong>Ermeni</strong> Katliamının gündeme geldiği dönemde ise, konuyu toplumsal <strong>ve</strong> tarihsel<br />
bağlamda; politik mücadele stratejisi bağlamında tartışacak paradigma <strong>ve</strong> kavramsal araçlar<br />
bir kenara atılmış bulunuyordu.<br />
Bu arka plan, sanki sınıfsal <strong>ve</strong> Marksist bakış açısıyla örneğin <strong>Ermeni</strong> sorununun tartışılması<br />
arasında bir çelişki <strong>ve</strong> uzlaşmazlık varmış gibi bir yanılsama ortaya çıkmaktadır. Ama<br />
Türkiye'deki sınıf ilişkileri, bizzat bu katliam <strong>ve</strong> sonraki Rum mübadeleleri olmadan<br />
anlaşılamaz.<br />
Türkiye <strong>ve</strong> Kürdistan'da egemen sınıflar bu katliam <strong>ve</strong> başka zorunlu göçlerden elde ettikleri<br />
ser<strong>ve</strong>tle oluşmuştur. Denebilir ki, ilk sermaye birikimi batıda nasıl korsanlık <strong>ve</strong> köle ticaretine<br />
dayanırsa, Türkiye'de de <strong>Ermeni</strong> katliamına <strong>ve</strong> Rumların sürülme <strong>ve</strong> mübadelesine<br />
dayanmıştır. Bütün egemen devlet kastının <strong>ve</strong> sınıfların ser<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong> sermayelerinin kaynağında<br />
bu katliam <strong>ve</strong> mübadeleler bulunmaktadır.<br />
<strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Rumlar nispeten kapitalist ilişkilerin geliştiği burjuvalardı. Tasfiye <strong>ve</strong> katil, aslında<br />
aynı zamanda, modern toplumsal ilişkilerin de tasfiyesi olmuştur. Modern Kapitalist Rum <strong>ve</strong><br />
<strong>Ermeni</strong>lerin malları <strong>ve</strong> sermayeleri; prekapitalist tefeci-bezirgan sermayeye dönüşmüş <strong>ve</strong>ya<br />
toprak ağalığını <strong>ve</strong> ortaçağ artığı iktisadi, sınıfsal ilişkileri güçlendirmiştir. Böylece katliamla<br />
birlikte gerilik <strong>ve</strong> gericilik birbirini üretir olmuştur. Türkiye ancak, 1960'lı yıllarda, katliam<br />
öncesinin ekonomik düzeyini yakalayabilmiştir.<br />
Bu nedenlerle egemenler, hem kendi egemenlik <strong>ve</strong> imtiyazlarının kaynağını gizlemek; hem de<br />
bir ulus yaratabilmek için unutmaya <strong>ve</strong> hafıza kaybına dayanabilirlerdi. İşte tam başardıklarını<br />
sandıkları anda, geçmiş günahları karşılarında aşılmaz bir duvar olarak dikilmiş bulunuyor.<br />
Bütün yaptıkları olmamışa döndü, her şey unutmaya <strong>ve</strong> unutturmaya dayanmıştı, bu proje<br />
çöktü; bu nedenle ağır bir darbedir Türkiye'nin egemenleri için.<br />
<strong>Ermeni</strong> Katliamının, inkar için bile olsa tartışılmak zorunda kalınması, unutulmaması <strong>ve</strong><br />
tekrar hatırlanması bile projenin iflasıdır. Çünkü Türk Kimliği, unutmak <strong>ve</strong> hafıza kaybı ile<br />
şekillendiriliyordu. Şimdi bu suskunluk yıkıldı.<br />
demir@comlink.de<br />
http://www.comlink.de/demir/<br />
10 Şubat 2001 Cumartesi<br />
37
Ararat<br />
Geçen hafta Atom Egoyan’ın Ararat filmini görebildim. Bu film üzerine <strong>ve</strong> film <strong>ve</strong>silesiyle<br />
bir kaç şey söylemek gerekiyor.<br />
Atom Egoyan’ın filmi sadece film içinde bir film değil, iç içe geçen bir çok hikayeden<br />
oluşuyor. Film, <strong>Ermeni</strong> katliamı üzerine bir film; <strong>Ermeni</strong> katliamı üzerine bir <strong>Ermeni</strong> olarak<br />
film yapmanın sorunları üzerine bir film; İki binli yıllarda Kanada’da yaşayan bir <strong>Ermeni</strong><br />
olarak bu konuda film yapmanın sorunları üzerine bir film; modern batı metropollerinde<br />
yaşayan insanların ilişkileri <strong>ve</strong> ilişkisizliği üzerine bir film; kuşaklar çatışması üzerine bir<br />
film; ünlü ressam Arshile Gorky’nin hayatı üzerine bir film; Babasız büyüyen çocukların <strong>ve</strong>ya<br />
babalarının anısı altında ezilen çocukların sorunları üzerine bir film; mit yaratmak üzerine bir<br />
film; mitlerin gerçek hayatları üzerine de bir film; Dr. Ussher’in anıları üzerine bir belgesel;<br />
ama belgesellerin ne kadar belgesel olduğu; onların ne kadar gerçeği yansıttığı <strong>ve</strong>ya<br />
yansıtabileceği üzerine de bir film. Burada saymakla bitmeyecek <strong>ve</strong> her bir hikayenin, her bir<br />
konunun diğerine ayna görevi gördüğü; bir yabancılaşma etkisi yaratmak için de kullanıldığı,<br />
zaman <strong>ve</strong> mekan <strong>ve</strong> hikaye geçişlerinin büyük bir ustalıkla yapıldığı sanat değeri yüksek bir<br />
film Ararat.<br />
Ben de kısaca Ararat film üzerine, yani bir <strong>Ermeni</strong> tarafından <strong>Ermeni</strong> katliamı üzerine<br />
yapılmış bir film üzerine bir Türk olarak yazı yazmanın sorunları üzerine bir yazı yazmak<br />
istiyorum.<br />
Bu film üzerine, her türlü politik kaygıdan azade olarak, sırf estetik kaygılarla, sırf felsefi<br />
kaygılarla bir yazı yazmak isterdim. Filmin çok önemli gördüğüm bir zaafı üzerine bir yazı<br />
yazmak isterdim.<br />
Ama böyle bir yazı yazamam.<br />
Çünkü Türkiye’de devlet <strong>ve</strong> toplumun büyük çoğunluğu, bir <strong>Ermeni</strong>, Süryani katliamı<br />
olduğunu inkar ediyor.<br />
Çünkü bu film Türkiye’de oynatılamıyor. (Osmanlı’da oyun çok. Baktılar doğrudan<br />
yasaklasalar olmayacak, önce serbest bıraktılar, sonra iyi saatte olsunlar faşist çeteler piyasaya<br />
sürülüp, “halkın tepkisi” nedeniyle sinemaların oynatmaması sağlandı. Halbuki demokratik<br />
bir ülkede, devletin görevi o “halkın tepkisi”ne karşı, bir tek kişinin bile o filmi seyretme<br />
hakkını savunmak olur.)<br />
Ne zaman Türkiye’de <strong>Ermeni</strong>-Asuri katliamı inkar edilmez <strong>ve</strong> üzerine açıkça tartışılır; ne<br />
zaman bu film Türkiye’de serbestçe oynar <strong>ve</strong> her hangi bir engellemeye girişenlere karşı<br />
devlet güçleri insanların bu filmi seyretme özgürlüğünü garantiye alır, ancak o zaman<br />
Egoyan’ın filmi üzerine her türlü politik kaygıdan azade olarak bir yazı yazılabilir.<br />
Yani bir Türk olarak, bu film üzerine bir yazı yazma özgürlüğüm bulunmamaktadır. İnkar<br />
edilen bir olay üzerine çevrilmiş yasaklanmış bir film üzerine yazı yazmak, elleri bağlı <strong>ve</strong><br />
savunmasız bir insana vurmaktan farklı olmaz.<br />
*<br />
38
Bu <strong>ve</strong>sileyle Türkiye’nin sosyalistlerine bir çağrı.<br />
Politikadan <strong>ve</strong> demokratik görevlerden kaçmak için, işçilere bilinç götürmeyi; emekçi halkın<br />
sıkıntılarından bahsetmeyi; globalizme karşı dünyanın bilmem neresindeki gelişmelerin<br />
ateşiyle ısınmayı falan bırakın artık. Nasıl olsa işçiler <strong>ve</strong> halk sizi dinlemiyor. Ama başka bir<br />
şekilde işe yarayabilirsiniz. Örneğin politik sonuçları olan kültürel <strong>ve</strong> kalıcı etkiler bırakan<br />
çalışmalara yönelebilirsiniz.<br />
Örneğin, Atom Egoyan’ın filmi faşistlerin gösterisiyle oynatılmıyor mu? Bu filmin<br />
gösterilmesi için, “Ararat'ı seyretme özgürlüğümü savunmayan devleti protesto ediyorum”<br />
diye filmin oynatılması için kampanya başlatabilirsiniz.<br />
Emin olun böyle bir şey yapmanın, yüz işçi grevi örgütlemek; bin işçiyi sendikalı yapmak; on<br />
işçiyi sosyalist yapmak kadar sevabı vardır.<br />
Bu filmin oynatılıp oynatılmaması üzerine, toplumda bir tartışma başlatmanız, filimin<br />
oynatılması sağlanamasa bile, başlı başına bir zafer olur.<br />
Ya da örneğin, dedelerinizin, babalarınızın <strong>Ermeni</strong> Süryani katliamında, nerelerde ne<br />
yaptığını ifşa eden, alttan bir hareket başlatabilirsiniz. Herkes tek tek ailesini araştırır,<br />
dedelerinin bu katliamlar sırasında ne yaptığını. Ailesinde bu katliamlardan gelen bir gayrı<br />
menkul, bir ser<strong>ve</strong>t, ahretlik türünden bir ev kölesi vs. olanlar bunları kamu oyu önünde<br />
anlatıp, bu katliamı lanetleyebilir.<br />
<strong>Ermeni</strong>, Süryani <strong>ve</strong> Rum katliamları, sürgünleri <strong>ve</strong> mübadeleleri devlet <strong>ve</strong> ilk sermaye<br />
birikimini bu kanlı olaylarla sağlamış zengin sınıflar tarafından inkar dilmektedir ama, sıradan<br />
halk bu katliamı <strong>ve</strong> somut olayları bilmektedir. Bu halkın anlattıkları derlenerek, devletin <strong>ve</strong><br />
egemen sınıfların <strong>ve</strong> gerici Türk milliyetçilerinin inkarlarına karşı, aşağıdan bir hareket<br />
başlatılabilir.<br />
Hasılı bir çok şey yapılabilir. Sosyalistler, böyle çabaların başını çekerlerse, tekrar altmışlı<br />
yıllardaki gibi, demokratik mücadelenin önüne geçip, küçük güçlerine rağmen toplumun<br />
gündemini belirlemeyi başarabilirler.<br />
Yani sadece sevabı yok, politik bir işlev <strong>ve</strong> anlam da kazandırır sosyalistlere.<br />
Değmez mi böyle girişimlere.<br />
04 Mayıs 2004 Salı<br />
demir@comlink.de<br />
http://www.comlink.de/demir/<br />
39
Türklüğü <strong>ve</strong> Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı<br />
Kürt olduğu için vurulan 5 C öğrencisi Uğur’un Anısına<br />
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında<br />
Bir teneffüs daha yaşasaydı<br />
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür<br />
Devlet dersinde öldürülmüştür<br />
Devletin <strong>ve</strong> tabiatın ortak <strong>ve</strong> yanlış sorusu şuydu:<br />
-Ma<strong>ve</strong>raünnehir nereye dökülür?<br />
En arka sırada bir parmağın tek <strong>ve</strong> doğru karşılığı:<br />
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.<br />
(...)<br />
Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı<br />
Geçen haftaki “Türk Nedir?” başlıklı, aslında dört yıl önce yazılmış yazı, hem çok tepki, hem<br />
de çok takdir aldı. Ama her iki taraf da yazıda ne dendiğini anlamamışlardı. Yazı Türkler<br />
tarafından Türk ulusunun yeniden tanımlanması olarak anlaşıldı.<br />
Anlaşılamamasının nedeni şudur: Bu gün dünyadaki insanların neredeyse tamamı, (ki buna en<br />
hızlı komünist <strong>ve</strong> enternasyonalistler de dahildir) ulusçudurlar <strong>ve</strong> bunun dışında başka bir var<br />
oluşu tasavvur bile edemezler.<br />
Ama sadece bu kadar değil. Bir de bunun çifte kavrulmuşu var. Dile, dine, kültüre, etniye<br />
dayanan gerici ulusçular da bu ulusçuların yüzde doksanını oluştururlar.<br />
Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar. Çifte kavrulmuşlar ise bırakalım ulusçuluğu,<br />
demokratik bir ulusçuluğun bile ne olduğunu anlayamazlar.<br />
Bizim yazılarımızın trajedisi de buradadır. Neredeyse bütün okuyucuları, ezen ya da ezilen<br />
ulustan olsun, kendine ister sosyalist ister milliyetçi desin, ulusçu ya da gerici ulusçu olanlara<br />
ulusun <strong>ve</strong> ulusçuluğun ne olduğunu anlatmaya çalışmaktadırlar.<br />
Bu beyhude işe devam edip bir başka açıdan daha anlatmayı deneyelim.<br />
Özellikle son zamanlarda güçlenmiş söyle bir akım var. Bu gün Türkiye’de Türk denenler<br />
aslında, Bizans, Osmanlı’nın mirasçısıdırlar, kültürce onların devamcısıdırlar. Bizans da esas<br />
olarak Rumluk <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>lik olarak tanımlanabileceğinden, Orta Asya’daki uluslar değil ama<br />
Rumlar <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>ler Türklerin en yakın kardeşleridirler.<br />
40
Diyelim ki bu akım güç kazandı, devletin resmi ideolojisi haline geldi. Tarih kitaplarında bu<br />
yönde değişiklikler yapılıyor, <strong>Ermeni</strong>stan <strong>ve</strong> Yunanistan’la vizeler kaldırılıyor. Türk<br />
başbakanları gidip, 1915’de katledilmiş <strong>Ermeni</strong>lerin anıtı önünde Willy Brandt gibi özür<br />
dileyip, Türklüğü İslamiyet <strong>ve</strong> orta Asya Türklüğü ile tanımlayan anlayışların bu katliamlara<br />
yol açtığını söyleyip mahkum ediyorlar vs..<br />
Kendini böyle tanımlamış bir Türk ulusçuluğu, elbette, gerçek duruma daha yakın olduğu<br />
için, en azından bu günkü hafıza kaybına dayanan kişilik parçalanmasına uğramış<br />
karakterinden bir parça olsun kurtulmuş olur. Bu aynı zamanda, bu günkü dünya dengelerinin<br />
<strong>ve</strong> Türk burjuvazisinin <strong>ve</strong> hatta egemen Devlet kastının ihtiyaçlarına daha uygun bir Türk<br />
ulusçuluğu olur ama, gerici bir ulusçuluk olma karakterini yitirmez.<br />
Çünkü burada yeniden tanımlanan Türkiye Toprakları üzerinde yaşayan ulus değil,<br />
Türklüktür. Ulusun Türklüğe göre tanımlanması değişmemiş, sadece Türklüğün tanımı<br />
değiştirilmiş olur.<br />
Halbuki demokratik bir Cumhuriyette ya da ulusçulukta, ulusun tanımı değiştirilir, Türklüğün,<br />
Kürtlüğün ya da her hangi bir şeyin, şöyle ya da böyle tanımlanmasının hiçbir politik anlamı<br />
ya da sonucu olmaz. Bunlar insanların özel sorunu olur.<br />
Diyelim ki Anayasasında, “Türkiye Ulusu (Bu Anadolu Ulusu <strong>ve</strong>ya başka bir şey de olabilir.<br />
Türkiye burada coğrafi bir alanı tanımlar, devletin egemen olduğu alanı) Türkiye Cumhuriyeti<br />
denen devletin yurttaşlarından oluşur. Devletin <strong>ve</strong> ulusun, dini, dili, soyu, kültürü, etnisi<br />
yoktur. Her yurttaş eşittir. Herkesin istediği dilde <strong>ve</strong> ana dilinde eğitim hakkı vardır. Ortak bir<br />
konuşma dilinin ne olacağına Yurttaşlar kendileri karar <strong>ve</strong>rirler.” tarzında bir madde olan bir<br />
ulus ise, ulusu yeniden tanımlamış olur. Bu ulustan insanlar, ortak konuşma dili olarak pek ala<br />
ülkede konuşulmayan bir dili de seçebilirler, örneğin İngilizce <strong>ve</strong>ya Arapça’yı. Bu o ulusu,<br />
İngiliz ya da Arap ulusu yapmaz.<br />
Ve bu ulusun, kendilerinin Türk olduğuna inanan yurttaşlarının bir kısma Türklüğün Orta<br />
Asyalılık <strong>ve</strong> İslamiyet’le tanımlanacağını savunabilir <strong>ve</strong> inanabilirler; bir kısmı Rumluk,<br />
<strong>Ermeni</strong>lik <strong>ve</strong>ya Bizanslılıkla. Bir kısmı da Türklerin insanlığı kurtarma özel misyonuyla<br />
uzaylılar tarafından Dünyayı tohumlamak üzerine gönderildiklerine inanabilirler. Demokratik<br />
bir cumhuriyette bunların hiçbir politik anlamı olmaz. Tıpkı gerçek laik bir ülkede, şu <strong>ve</strong>ya bu<br />
inançtan olmanın, insanların cennetten, uzaydan <strong>ve</strong>ya maymundan geldiğine inanmanın hiçbir<br />
politik anlamı <strong>ve</strong> sonucu olmaması gibi.<br />
O halde dikkat! Öcalan’ın Türkiye Ulusu <strong>ve</strong> örneğin Türkçe’nin ortak konuşma dili olması<br />
önerisi, ulusu yeniden tanımlamaktadır <strong>ve</strong> devrimci demokratik bir karakteri vardır. Ama<br />
örneğin son tartışmalarda Bizanslıyız diyerek Türklüğü yeniden tanımlayanlar, ulusun dile,<br />
dine, etniye, kültüre, geleneğe göre tanımlanmasını, yani gerici bir ulusçuluğu tartışma<br />
konusu yapmamaktadırlar. O dili, geleneği, etniyi vs. yeniden tanımlamaktadırlar. Dolayısıyla<br />
aynı gerici ulusçuluk anlayışının günümüz ihtiyaçlarına uyarlanmış biçimini<br />
savunmaktadırlar.<br />
Biz ise tıpkı dinsiz olduğunuz gibi ulussuzuz da. (Tabii bu ulusçuların kabul edemeyeceği bir<br />
şeydir.) Amacımız demokratik bir ulusçuluk değil, genel olarak, ne kadar demokratik olursa<br />
41
olsun, ulusçuluğu ortadan kaldırmaktır. Yani politik olanı ulusal olana göre belirlemeyi;<br />
ulusal devlet <strong>ve</strong> sınırları.<br />
Dolayısıyla Türklerin Bizans’ın torunu mu, Orta Asyalı mı oldukları bizim sorunumuz<br />
değildir. Bizi ilgilendiren, insanların niçin dün Orta Asya Türklüğünde kan bağları ararken,<br />
bu gün niçin Bizans’ın torunu olduğunu keşfettikleri; bu değişikliklere yol açan iktisadi <strong>ve</strong><br />
sınıfsal değişimler; bunların politik sonuçları <strong>ve</strong> yer yüzünden sömürü <strong>ve</strong> baskıyı kaldırma<br />
mücadelesini bunların nasıl etkileyebileceğidir.<br />
01 Aralık 2004 Çarşamba<br />
demiraltona@hotmail.com<br />
42
Orhan Pamuk, İHD <strong>ve</strong> Sosyalistler<br />
Bugün Türkiye’de demokratik bir parti yoktur. Neredeyse tek demokratik tepkiler <strong>ve</strong>rebilen<br />
odak İHD <strong>ve</strong> Orhan Pamuk gibi birkaç aydındır.<br />
Kimi demokratik talepleri olan, özellikle Kürt Özgürlük hareketine dayanan partiler vardır<br />
ama bunların programları sistemli bir demokratik talepler manzumesi içermediği <strong>ve</strong> bunu<br />
içerecek bir ideolojik <strong>ve</strong> teorik bir arka plan <strong>ve</strong> hazırlıktan da yoksun olduğu için, bunlar da<br />
tam bir demokratik parti özelliği göstermezler. Hele bu demokratik özellikler somut<br />
politikada, bu hareketin içinde etkili burjuvazinin dar <strong>ve</strong> kısa görüşlü kısır politikalarının<br />
prizmasından geçip çarpıldığından demokratik bir nitelik iyice gözden kaybolur.<br />
Böylece demokrasi mücadelesi sadece anti demokratik kanun <strong>ve</strong> uygulamalara tepki gösteren<br />
bir dernek <strong>ve</strong> birkaç aydının sırtına kalınca, tepeden tırnağa örgütlü <strong>ve</strong> silahlı bürokrasi <strong>ve</strong><br />
örgütlü burjuvazi, onları her zaman kolayca tecrit edip ezebilmektedir.<br />
Ama bunun baş suçlusu sosyalistlerdir. Açın sosyalistlerin organlarını bakın, Aydınlık, TKP<br />
gibi Genel Kurmay desteklilerin bütün program <strong>ve</strong> mücadeleleri, sözde bir anti emperyalizm<br />
ardına gizlenmiş anti demokratik gerici bir milliyetçiliğin savunusudur.<br />
Açıktan bu durumda olmayanları ise neredeyse sadece sendikalist <strong>ve</strong> ekonomist bir<br />
propagandayla uğraşırlar <strong>ve</strong> işçileri tüm toplumun önündeki demokratik özlemeler için<br />
mücadeleden uzaklaştırmanın aracıdırlar. Yani aşağı yukarı bütün işçi hareketiyle ilgilenen<br />
aydınlar, sendikacılar <strong>ve</strong> işçici küçük sol grupların yaptığı budur.<br />
Biraz daha radikal görünmek isteyenleri de enternasyonalizmin ardına sığınarak demokratik<br />
mücadele görevinden kaçarlar.<br />
En keskin görünenleri ise, “demokrasi de neymiş, biz sürekli devrimden sosyalist devrimden<br />
yanayız” derler.<br />
Bütün bunların hepsinin ortak yanı devrimci demokratik bir programı <strong>ve</strong> bunun için<br />
mücadeleyi gündemden çıkarmaları; işçi sınıfının demokratik bir programla toplumun önüne<br />
çıkmasını engellemeleridir.<br />
Demokrasiden sonuna kadar çıkarlı tek sınıf olan işçiler olmayınca da demokratik bir cephe<br />
kurulamamakta, sınıfsal bir çekirdek bulunmadığı için bütün demokratik muhalefet bu<br />
güçsüzlüğünü, Avrupa Birliği koşullarının zorlamaları ile bir derece olsun kapamaya<br />
çalışmaktadır. Bu da onları, gerici milliyetçiliğe dayanan burjuvazi <strong>ve</strong> bürokrasi karşısında<br />
daha zayıf bırakmakta <strong>ve</strong> daha da tecrit olmaktadırlar.<br />
Bu mekanizmayı iki olayla görelim. Geçenlerde Orhan Pamuk, “bu memlekette bir milyon<br />
<strong>Ermeni</strong> ile otuz bin Kürt öldürüldü bunu kimse söylemiyor bari ben söyleyeyim” dedi. Zaten<br />
Avrupa Birliği’nden tarih alındığından beri o zamana kadar gevşettiği ipleri tekrar sıkmış<br />
bulunan devletluların tüm özel savaş aparatı, bir merkezden emir almışçasına Orhan Pamuğa<br />
karşı harekete geçti.<br />
Bir diğer örnek, birkaç gün önce, ders kitaplarındaki ırkçı, başka din, dil <strong>ve</strong> kültürden<br />
insanları aşağılayıcı ifadelere karşı İnsan Hakları Derneği kampanya yaptı.<br />
43
Peki sosyalistler ne yaptı? Hiç.<br />
Niçin? Sosyalistlerin kendileri gerici milliyetçilerdir de ondan. Sosyalizm bunu gizlemenin<br />
bir aracıdır.<br />
Devrimci demokrasi, her şeyden önce, ulusun her türlü dinsel, dilsel, kültürel., ırksal, soysal,<br />
tarihsel belirlenimden azade kılınması demektir. Yani tüm dillerin, kültürlerin, dinlerin<br />
eşitliğidir, Bu eşitlik ise devletin dini, dili, soyu, etnisi, tarihi olmaması demektir. Yurttaşlığın<br />
insan haklarıyla tanımlanması demektir.<br />
Bir Orhan Pamuk ya da İnsan Hakları Derneği, bu gerici milliyetçiliğe dayanan devletin<br />
politikasının sonuçlarına tepki gösterebilir ama ona karşı ayrı bir sistematik program<br />
koyamaz.<br />
Bu siyasi partilerin işidir. Türk devletinin Türk devleti olmasını; yani ulusun bir dile, etniye<br />
göre tanımlanmasını en büyük sorun olarak gören <strong>ve</strong> işçileri bunun için mücadeleye çağıran<br />
<strong>ve</strong> bunu programının başına yazmış bir sosyalist parti var mı? Yok.<br />
Böyle bir parti olduğunda, Orhan Pamuk zaten böyle bir şeyi söylemek için yapayalnız öne<br />
çıkmak zorunda kalmaz. Çıktığında da bu parti örneğin tüm üyelerini <strong>ve</strong> toplumdaki tüm<br />
demokratik güçleri, “E<strong>ve</strong>t Orhan Pamuğa katılıyorum. Bu ülkede bir milyon <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> otuz<br />
bir Kürt öldürüldü. Bunu ben de imzalıyorum <strong>ve</strong> Orhan Pamuğu tebrik ediyorum” diye<br />
kampanyaya çağırırdı. Bu partinin yönetici <strong>ve</strong> militanları hedef olarak öne geçerdi. Bu<br />
kanaldan, ulusu bir dil <strong>ve</strong> etniyle tanımlamaya karşı program somut olarak savunulabilirdi.<br />
O zaman azınlıkta bile kalsanız, toplumu sizin dediğinizi tartışmak zorunda bırakır <strong>ve</strong> en<br />
önemlisi sağlıklı bölünmeler yaratırdınız. Örneğin ulusu bir dile, dine, etniye, tarihe, kültüre<br />
göre tanımlayanlarla, bu türden her türlü belirlemeden azade kılıp, insan haklarına göre<br />
tanımlamak isteyenler; bu günkü gerici <strong>ve</strong> ilkel milliyetçilerle demokratik milliyetçiler<br />
arasında bir bölünme olurdu bu. Çünkü bu bölünmenin olmadığı yerde, her biri gerici<br />
ulusçuluğa dayananların bölünmesi olur. Onun sonuçlarının ne olduğunu merak eden<br />
Balkanlar <strong>ve</strong> Kafkaslara baksın.<br />
Böyle bir bölünme olduğunda, bölünmeler Aleviler ya da Sünniler; Kürtler ya da Türkler<br />
arasında değil; devleti, yani politik olanı, yani ulusu bir dine, dile, soya, kültüre göre<br />
tanımlayanlar <strong>ve</strong> böyle tanımlanmasında bir sorun görmeyen Alevi, Sünni, Türk <strong>ve</strong> Kürtler ile<br />
bunu baş sorun olarak gören Alevi, Sünni, Kürt <strong>ve</strong> Türkler arasında olurdu.<br />
Ama için de sosyalistlerin, işçilere işçilerin sorunlarından bahsetmeyi bırakması, İşçileri<br />
Kürtlerin <strong>ve</strong> Alevilerin sorunları için mücadeleye çağırması gerekir. Birincisini Sendikacılar<br />
yapar, Lenin’in Ne Yapmalı’da gösterdiği gibi bunun adı “ekonomizm”dir, ilkelliktir,<br />
Sendikalizmdir. İkincisini sosyalistler yapar. Bir parti, işçileri değil, toplumdaki tüm gayrı<br />
memnunları bağrında toplayıp, onların sözcüsü olduğunda adına layık bir sosyalist <strong>ve</strong> işçi<br />
partisi olur. İşçi hareketinin işçi hareketi olmak için, işçi hareketi olmaktan çıkması gerekir.<br />
Ne Yapmalı’nın bu temel dersini bile hatırlayan yok bu gün. Onun için, tüm demokratik<br />
muhalefet bir Orhan Pamuk ile İHD’nin cılız omuzlarında.<br />
15 Şubat 2005 Salı<br />
44
Geliyorum Diyen Felaket<br />
Bugünkü Irak, giderek, parçalanmadan önceki Yugoslavya’ya benziyor. Orada da, tıpkı bir<br />
zamanların Yugoslavya’sında olduğu gibi etniler <strong>ve</strong> dinler bölünmesine karşı çıkanların sesi<br />
daha az duyulur oluyor <strong>ve</strong> etkileri azalıyor. Bir çok gazeteci gibi, Cemal Uçar’ın da aktardığı<br />
izlenimler, bir etniler <strong>ve</strong> dinler boğazlaşmasına doğru hızla yol alındığını gösteriyor.<br />
Etniye, dile, soya, dine, tarihe dayanan gerici milliyetçilik, doğduğu günden beri, her zaman<br />
halkların katliamlarına yol açmıştır. En katliama yol açmadığı yerlerde bile, zorunlu kitle<br />
sürgünlerine.<br />
Bu milliyetçiliğin ilk büyük zafer yürüyüşü Balkanlarda oldu. Bunu Balkanlar’dan<br />
Müslümanların sürülüşü <strong>ve</strong> daha sonra da bizzat kalanların birbirini boğazlaması izledi. Bunu,<br />
Anadolu’daki <strong>Ermeni</strong> katliamları, Mübadeleler izledi; onu Yahudilerin toplu imhası. Pek az<br />
bilineni <strong>ve</strong> bu gün Hitler’in günahları nedeniyle sözü edilmeyeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan<br />
sonra yine bu gerici milliyetçiliğin bütün Avrupa’da milyonlarca Almanın sürülmesine <strong>ve</strong> bu<br />
sürgünlerde tıpkı <strong>Ermeni</strong>lerinkinde olduğu gibi yüz binlerce, kimi tahminlere göre<br />
milyonlarca insanın ölümüne yol açtığıdır. İsrail, tıpkı Türkiye’nin <strong>Ermeni</strong>, Süryani<br />
katliamları <strong>ve</strong> Rum mübadeleleri üzerinde yükselişi gibi, Arapların sürülüşü <strong>ve</strong> katliamı<br />
üzerinde var oldu. Ve şimdi Irak dolu dizgin bu noktaya doğru gidiyor.<br />
Bu gidiş durdurulabilirdi. Barzani <strong>ve</strong> Talabani, eğer PKK gibi bir programa sahip olsalardı,<br />
ulusu Kürtlük <strong>ve</strong>ya Araplık gibi, etnik, dilsel, tarihsel biçimde tanımlamayıp, Irak’ta, tıpkı<br />
gerçek bir laik sistemde devletin nasıl dini olmaz <strong>ve</strong> bütün dinler eşit olursa, dili, etnisi, soyu,<br />
tarihi olmayan bir demokratik Irak <strong>ve</strong> Orta Doğu’yu savunsalardı, bütün bölge ezilenlerinin<br />
kalplerini <strong>ve</strong> desteğini kazanırlar; Irak’ı parçalamak isteyen <strong>ve</strong> bunun için de Irak’ı dil, etni <strong>ve</strong><br />
din dengelerine göre örgütleyerek bu türden bölünmelerin yolunu açan ABD <strong>ve</strong> diğer<br />
emperyalistlere karşı direnişin mayalandığı bir merkez olabilirlerdi. Böylece Irak’ın, <strong>ve</strong><br />
muhtemelen sonra da bütün Orta doğu’nun bu kanlı boğazlaşmaya gidişini durdurabilirlerdi.<br />
Ama bunu yapabilecek ne sınıfsal temelleri vardı ne de ideolojik şekillenmeleri. Kerkük’ün<br />
Kürtlüğü noktasında yoğunlaşarak; daha önce Saddam’ın etniye dayanan milliyetçiliği ile<br />
yaptığına, yani Kürt <strong>ve</strong> Türkmenleri Kerkük'ten sürmeye; aynı mantıkla cevap <strong>ve</strong>rmeye<br />
kalktılar. Bir tarihsel haksızlığı yeni bir haksızlıkla düzeltmeye kalktılar.<br />
“Kerküğün Kürt <strong>ve</strong>ya Arap olması önemli değildir. Bizler insanların Kürt, Arap, Türkmen,<br />
<strong>Ermeni</strong>, Süryani; Sünni, Şii olmalarının hiçbir politik anlamlarının olmadığı bir demokratik<br />
Irak istiyoruz. Bu demokratik Irak’ın, tarihi, dili, dini, etnisi olması gerekmiyor. Tıpkı<br />
Amerika’da olduğu gibi, yurttaşlık <strong>ve</strong> onun insan <strong>ve</strong> yurttaş olarak hak <strong>ve</strong> görevleri ulusu<br />
tanımlamalıdır” demediler.<br />
Elbette, Kürtler, bu bizzat kendileri gerici ulusçuluğa göre şekillenmiş, dile, etniye, dine,<br />
soya, tarihe dayanan devletlerde ezilmektedirler. Ama bu ezilmeden kurtulmanın yolu,<br />
kurbanı olunan gerici milliyetçiliğin bir benzeri olamazdı. Elbette çok el<strong>ve</strong>rişli güç<br />
45
dengelerinde bu da olur <strong>ve</strong> her zaman olduğu gibi, yine etnilerin, dillerin, dinlerin sürgün <strong>ve</strong><br />
imhasıyla olur.<br />
Ama büyük politikacı, Tarihin önüne sunduğu istisnai anda, güçlü olduğu noktada, var olan<br />
paradigmaları aşıp, yeni bir açılım getirendir. Barzani <strong>ve</strong> Talabani, bu fırsatı elde ettiler <strong>ve</strong> her<br />
zaman olduğu gibi, sınıfsal konumları, ideolojik şekillenmeleri nedeniyle Padişah olsa<br />
soğanın cücüğünü yiyecek bir çobandan daha fazla bir ufuk genişliği <strong>ve</strong> çözüm gücü<br />
gösteremediler.<br />
İşin kötüsü, kendisi bizzat Kürtlerin de büyük felaketlerine yol açacak bu politika, PKK gibi<br />
şu an bu etniye, dile, oya dayanan milletçiliği aşabilecek <strong>ve</strong> bunu programlaştırmış biricik<br />
hareketin de sarsılmasına yol açtı.<br />
Çok yazık! PKK’nın politikasının <strong>ve</strong> projesinin, Orta Doğu’da ulusları dile, dine, soya, etniye<br />
gör tanımlayanlarla bölünmüş bir Demokratik Cumhuriyetin biricik doğru proje <strong>ve</strong> politika<br />
olduğu, kanlı katliamlar <strong>ve</strong> sürgünlerden geçerek anlaşılacak. Ve bu anlaşıldığında insanlar<br />
dillere, dinlere, etnilere göre öylesine derin bölünmelere uğramış olabilir ki, tekrar bir birliğin<br />
bütün yolları tıkanmış olabilir.<br />
ABD buna oynuyor. Kendileri gerici milliyetçiliğe dayanan <strong>ve</strong> bun nedenle Kürtleri ezen<br />
uluslar <strong>ve</strong> devletlere ile; onlara karşı yine onların dayandığı milliyetçilik anlayışıyla cevap<br />
<strong>ve</strong>rmeye kalkan Barzani <strong>ve</strong> Talabaniler bu oyunun başarısının en büyük destekçileri oluyor.<br />
Bosna’daki savaşın en hızlı günlerinden birinde çalıştığım taksiye Yugoslavya’dan geldiği<br />
belli olan Boşnak olduğunu sandığım bir genç binmişti. Konuşurken Sırp mı, Hırvat mı,<br />
Boşnak mı olduğunu sormuştum. “Saraybosnalıyım” demişti.<br />
Şehrini sormadığımı, Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mı olduğun sorduğumu söyleyip soruyu<br />
tekrarlayınca; o da tekrar “Saraybosnalı’yım” dedi. O zaman bunu bilinçli olarak söylediğini<br />
fark ettim. Karşımdakinin soya, etniye, dile, dine dayanan milliyetçiliği reddeden biri<br />
olduğunu tahmin edemezdim. Karşımda, hala o etniler <strong>ve</strong> dinler boğazlaşmasında beynini <strong>ve</strong><br />
yüreğini yitirmemiş bir insan vardı. Kendisini Boşnak, Sırp, Hırvat vs. olarak, bir etniye, bir<br />
dine göre tanımlamayı reddediyordu.<br />
Bu gün de Irak’ta (Sadece Irak’ta mı? Her yerde ama Özellikle Orta doğu’da) “Türk müsün,<br />
Kürt müsün, Arap mısın, Fars mısın, Yahudi misin?” sorusuna, her türlü etnik, dilsel, dinsel,<br />
tarihsel göndermeyi reddederek, Kerküklüyüm, Musulluyum; Bağdatlıyım, diyecek, Kürt,<br />
Türk, Arap, Fars olmayı reddedecek, o Saraybosnalı genç gibi insanlar gerekiyor.<br />
27 Temmuz 2004 Salı<br />
demir@demirden-kapilar.net<br />
http://www.comlink.de/demir/<br />
*<br />
46
Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz<br />
Son günlerde azınlıklar konusu Türkiye’deki tartışma gündeminin önemli maddelerinden biri<br />
oldu. Ama konu burjuvazi tarafından Avrupa Birliği’ne girme, Devlet bürokrasisi tarafından<br />
da Lozan anlaşmalarındaki hukuki <strong>ve</strong>ya siyasi tanımları çerçe<strong>ve</strong>sinde <strong>ve</strong> Türkler <strong>ve</strong>ya<br />
“çoğunluk” tarafından tartışılıyor.<br />
Kürtler ise, ulusal baskıdan kurtulmak için, “kurucu” olarak kabul edilmek için mi , yoksa<br />
şimdilik “azınlık” olmayı kabul edip sonra o haklara dayanarak daha el<strong>ve</strong>rişli koşullarda<br />
mücadele etme olanakların tepmeyen bir mücadelenin mi daha doğru olduğu bağlamında,<br />
aslında bir strateji <strong>ve</strong> taktik sorunu olarak tartışıyorlar.<br />
Sosyalistler her zaman olduğu gibi bu gibi sorunları gündeme almayı <strong>ve</strong> tartışmayı neredeyse<br />
bir sapkınlık olarak görüyorlar. Son derece bayağı olarak anlaşılmış mekanik <strong>ve</strong>ya ekonomik<br />
maddeci Marksizm anlayışıyla, bu gibi sorunlarda bir şey söylemektense, hiçbir şey<br />
söylemeyerek her hangi bir işçi direnişi <strong>ve</strong>ya iş koşullarındaki kötülükten <strong>ve</strong>ya genel olarak<br />
yoksulluktan söz etmeyi sosyalizmin şanından sanıyorlar.<br />
Bunu “ekonomizm” olarak gören daha “enternasyonalist” olanları ise politikadan kaçışlarını<br />
<strong>ve</strong> politikasızlıklarını, dünyanın her hangi bir ülkesinde yapılmış bir toplantının <strong>ve</strong>ya eylemin<br />
ateşinde ısınarak gizlemeye çalışıyorlar.<br />
Böylece bu tartışmalarda, bırakalım sosyalist bir yaklaşımı bir yana, devrimci demokratik<br />
denebilecek bir perspektifin bile izi tozu görülmüyor. Bayağılık <strong>ve</strong> gerici bakış açıları <strong>ve</strong><br />
kavramlar, yerleşilmiş <strong>ve</strong> doğrulukları zerrece eleştiri süzgecinden geçirilmemiş yaklaşımlar<br />
bu tartışmalarda en ileri görünen görüşlere bile damgasını vuruyor.<br />
Eleştirel <strong>ve</strong> devrimci Marksist geleneğe dayanan <strong>ve</strong> onu içinde taşıyarak aşmaya çalışan bir<br />
yaklaşımın yokluğu bu bayağılığın temel nedenlerinden biridir. 1960’lar Türkiye’sini<br />
hatırlayanlar bilirler. O zamanlar da sosyalistler, toplumun belki bu günkünden de küçük bir<br />
bölümünü oluşturuyorlardı, ama ortaya koydukları yeni sorunlar <strong>ve</strong> bakış açılarıyla toplumun<br />
üzerinde tartışılmaz bir entelektüel <strong>ve</strong> ideolojik üstünlük kuruyor, tartışmaları o günün<br />
ölçüleriyle çok ileri noktalara çekiyorlardı.<br />
Çok sembolik bir örnek alınabilir. Altmışlı <strong>ve</strong> yetmişli yıllarda, sosyalistler, en azından bir<br />
kısmı, Türk halkından değil, Türkiye Halkı <strong>ve</strong>ya Halklarından söz ediyorlardı, bildirilerine bu<br />
hitapla başlıyorlardı. O zamanın Türk devletinin Türklükle tanımlanmış niteliğini kimsenin<br />
sorgulamadığı <strong>ve</strong> sorgulamayı aklından bile geçirmediği Türkiye’sinde bu çok ileri bir<br />
yaklaşımı ifade ediyordu. Bu gün, Kürt hareketi; Demokrasi <strong>ve</strong> refah özlemlerinin ifadesi olan<br />
Avrupa Birliğine katılma; goloballeşmenin zorladığı değişimler <strong>ve</strong> ABD’nin Irak’ı işgali gibi<br />
gelişmelerin baskısı altında, toplum neredeyse, sosyalistlerin Altmışlarda, söyledikleri için<br />
partilerinin kapatıldığı, işkence gördükleri, hapislerde çürüdüklerini, kabullendiği bir noktaya<br />
gelmişken, yani Türkiyelilik tartışılırken <strong>ve</strong> Genel Kurmay Başkanı bile Türklüğü etnik <strong>ve</strong>ya<br />
dilsel bir kapsamdan çıkarıp neredeyse Türkiye Devletinin yurttaşlarıyla sınırlı bir kavram<br />
47
olarak tanımlamak zorunda kalırken, sosyalistler bu geç <strong>ve</strong> dolaylı gelmiş zaferlerini bile<br />
savunma noktasında olmadıklarından, bu gün varılan nokta, liberallerin, globalizm<br />
hayranlarının, ABD <strong>ve</strong>ya Avrupa’yı destekleyenlerin çabalarının bir sonucu gibi görülüyor <strong>ve</strong><br />
onların kontosuna bir artı olarak geçiyor.<br />
İşin kötüsü, kendine sosyalistim diyenler altmışlarda savunduklarından da daha geri bir<br />
noktaya kaymış bulunuyorlar. O zamanlar Türkiye Halkı <strong>ve</strong>ya Halkları, statükoya bir meyden<br />
okuma, devrimci demokratik özlemlerin bir ifadesi iken, bu günkü sosyalistlerin sözde anti<br />
emperyalizm, anti globalizm, Avrupa’ya karşı olma adına bu tartışmaların karşısında<br />
durmaları, en gerici, devletin en derin <strong>ve</strong> anti demokratik kesimlerinin destekçiliğinden başka<br />
bir anlam taşımıyor. Eskiden Türk devletine karşı Türkiye Halklarını savunuyorlardı, şimdi<br />
Türkiye’cilere karşı Türk devletinin zımni <strong>ve</strong>ya açık savunucusu durumundalar.<br />
Kimileri Türkiyeli sosyalistlerin bu evriminin günahını sosyalizm idealine <strong>ve</strong>ya Marksizme<br />
yükleyerek bundan ideolojik bir kar da elde etmeye çalışıyorlar. Ama bunu yaparken,<br />
Marksizmin o son derece temel önermesini unutmuş <strong>ve</strong> tersinden doğrulamış oluyorlar:<br />
İnsanların varlıklarını bilinçlerinin değil; bilinçlerini varlıklarının belirlediği.<br />
Türkiye’de sosyalistlerin <strong>ve</strong> toplumun bu ters yönlerdeki evriminin nedeninin Marksizmde<br />
<strong>ve</strong>ya sosyalizm ideallerinde değil, somut sosyolojik <strong>ve</strong> ekonomik gelişmelerde aranması<br />
gerektiği.<br />
Bunun en büyük kanıtı aynı zamanda genel akıma karşı durmuş <strong>ve</strong> bunların sosyalizm <strong>ve</strong>ya<br />
Marksizmle ilgisinin olmadığını söyleyen; sosyalistlere karşı sosyalizm mücadelesi <strong>ve</strong>ren;<br />
sosyalistlere karşı sosyalizmi savunan sosyalistlerin varlığıdır. Nasıl Papalığın <strong>ve</strong>ya<br />
Muaviye’nin cinayetlerinin nedeni İsa ya da Muhammet’in öğretileri değil idiyse <strong>ve</strong> Papalığa<br />
<strong>ve</strong> Muaviye’ye karşı sapkınlar olduysa <strong>ve</strong> bizzat bu sapkınların varlığı bunun kanıysa öyle.<br />
Ne var ki, toplumun bu gün otuz yıl önce sosyalistlerin söylediklerinin haklılığını kabul<br />
etmesi, bu kabulün bu günün dünyasının <strong>ve</strong>ya Türkiye’sinin sorunlarına bir çözüm olduğu<br />
anlamına gelmiyor.<br />
*<br />
Bu günün sosyalisti de tıpkı otuz kırk yıl öncesinin sosyalisti gibi yine topluma ters bir<br />
noktada olmalıdır. Ancak o takdirde sosyalizm tekrar, fiziki gücü olmasa bile, teorik <strong>ve</strong><br />
entelektüel gücün kazanabilir. Kendisinin katillerini <strong>ve</strong> cellatlarını vasiyetini yerine getirmeye<br />
zorlayabilir. Hiç unutmamak gerekiyor, eğer insanlık tarihinde bir ilerlemeden, bir ileriye<br />
gidişten söz etmek mümkünse <strong>ve</strong>ya böyle sayılabilecek kimi değişmeler olmuşsa, bu her<br />
zaman, yenilenlerin bir katkısıdır.<br />
Bu günkü demokrasi denen şey aslında, işçi <strong>ve</strong> sosyalist hareketin bir seri yenilgi ile bitmiş<br />
mücadelelerinde, galiplerin yendiklerinin vasiyetlerini gerçekleştirmek zorunda olmalarının<br />
sonucudur.<br />
Altmışların <strong>ve</strong> yetmişlerin, aslında kendini her ne kadar öyle tanımlasa da sosyalist değil<br />
devrimci demokratik karakterli olan, sosyalist hareketi olmasaydı; seksenlerin <strong>ve</strong> doksanların<br />
Kürt hareketi olmasaydı, bu gün kimse ne Türklüğü sorgular ne de azınlıkları tartışırdı. İki<br />
48
hareket de çok ağır yenilgiler aldı. Ama galipler en güçlü oldukları noktada yendiklerinin<br />
vasiyetini yerine getirmekten başka bir şey yapamaz durumdalar.<br />
Ama onlar şimdi bizim vasiyetimizi yerine getirirlerken, bizim onların karşısına geçerek,<br />
bunu hatırlatma ile yetinmemiz, sonumuz olur. Biz şimdi başka yenilgilerin peşinde<br />
olmalıyız. Ancak o zaman ezilenlerin kurtuluş mücadelesine bir parçacık da olsa bir katkıda<br />
bulunabiliriz.<br />
Sosyalist olmak bilinçli olarak “yenilgi enayiliği”ni seçmek demektir.<br />
En azından şimdiye kadar yaşanan tarih bunu kabul ederek yola çıkmak gerektiğini<br />
göstermektedir.<br />
O halde, göre<strong>ve</strong> devam, önümüzdeki yenilgilerin konularını belirlemeye başlayalım.<br />
*<br />
Bu gün toplum otuz kırk yıl önce sosyalistlerin dediklerine geldi ama arada geçen zamanda<br />
gerek toplumsal mücadeleler gerek bu mücadelelerden çıkan teorik sonuçlar çok uzun bir yol<br />
kat ettiler <strong>ve</strong> çok başka noktalara vardılar. Dün sosyalistlerin dedikleri <strong>ve</strong> bu gün toplumun<br />
vardığı yer, aslında bu günün dünyasının sorunları karşısında gerici <strong>ve</strong> tutucu bir konuma<br />
karşılık düşer. Ama sadece dünyanın sorunları bakımından değil, teorik <strong>ve</strong> metodolojik olarak<br />
da çok geri bir yaklaşıma karşılık düşer.<br />
Azınlıklar konusu da böyledir. Azınlıklar konusunun Türkiye’de tartışıldığı biçim <strong>ve</strong> bu biçim<br />
içinde, en sol <strong>ve</strong> en ilerici gibi görünen tavırlar <strong>ve</strong> kavramsal araçlar bile, bu günün<br />
dünyasının koşullarında aslında gerici bir çözüm önerisinden başka bir şey değildirler.<br />
Azınlıklar konusunda son yirmi yılda bir çok yazı yazdık. Bu yazılarda bu mücadelenin<br />
deneylerinden yola çıkılarak, önümüzdeki yeni yenilgilerin yaşanacağı alanlar<br />
tanımlanmaktadır. Elbette bu tanımlama, el yordamıyla, daha önce hiç el atılmamış alanlarda,<br />
bakir <strong>ve</strong> keşfedilmemiş bir alanda yapıldığından, yeni olan çoğu kez eski biçimler içindedir.<br />
Yeni yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi paytaktır. Sık sık düşer. Ama yine de her seferinde<br />
yeni bir alana girmeyi, yeni bir kıtayı keşfetmeyi başarır, çoğu kez, Kristof Kolomb gibi<br />
bunun yeni bir kıta olduğunun farkına varmasa bile. Aşağıdaki yazılar aynı zamanda bu<br />
evrimin izlediği yolu gösterir.<br />
*<br />
Seksenlerin ortasında o güne kadar Türk, Erkek, Beyaz olmuş <strong>ve</strong> böyle olduğunun bilincinde<br />
olmayan, düşüncesinde böyle kategoriler bile bulunmayan bir sosyalist olarak Avrupa’da<br />
sürgün yaşamına başladığımızda, bu gün artık örneğin kültür, azınlık, farklılık gibi,<br />
sıradanlaşmış kavramlar, ne Avrupa’daki sosyalist harekette ne de içinden geldiğimiz Türkiye<br />
sosyalist hareketinin geleneğinde <strong>ve</strong> terminolojisinde bulunmazdı. Devletin, paranın ne<br />
olduğunu bilmeyen kabilelerin dilinde bunların karşılığı olan kavramların bulunmaması gibi.<br />
Biz bu gün bile Türkiyeli sosyalistlerin hala kenarına bile varamadıkları klasik Marksist<br />
geleneğe uygun olarak, emeğin kurtuluşunun ne yerel ne de ulusal bir sorun olamayacağı<br />
önermesinin, mantıki <strong>ve</strong> geleneksel sonucuna uygun olarak, Avrupa’ya gelince, görevimizi<br />
Avrupa’daki işçi hareketine azami katkıyı nasıl yapabileceğimiz olarak belirlemiştik. Bu<br />
49
çerçe<strong>ve</strong>de, Almanya’daki işçilerin önemli bir bölümünü oluşturan Türkiye kökenli işçiler,<br />
dillerini <strong>ve</strong> yapılarını en iyi bildiğimiz için esas ilgi <strong>ve</strong> çalışma alanımız olarak beliriyordu.<br />
Ama daha bu görev tanımlamasında bile, bütün Türkiye sosyalistlerinden farklıydık. Onlar<br />
için Türkiye’li <strong>ve</strong>ya Kürdistan’lı işçileri, Türkiye <strong>ve</strong>ya Kürdistan’daki mücadeleye tabi olarak<br />
<strong>ve</strong> oradaki mücadeleye maddi manevi destek bağlamında ele alınırken; biz aynı kesimi<br />
Avrupa işçi hareketinin bir parçası olarak ele alıyorduk. Bizim sorunumuz, bu Avrupa işçi<br />
hareketinin nasıl birleştirileceği idi, onlar ise, fiilen Avrupa’lı işçileri uluslara göre bölerek<br />
örgütlemiş oluyorlardı. Dolayısıyla bütün Türk <strong>ve</strong> Kürt soluna karşı bir konumda bulunuyor,<br />
onların milliyetçiliğine karşı, klasik devrimci <strong>ve</strong> enternasyonalist bir konumu savunuyorduk.<br />
Tabii bu klasik Marksist konuma uygun olarak da, tıpkı bir şehirden başka bir şehre giden bir<br />
parti üyesinin gittiği şehrin organında çalışması gibi, Avrupa’da bulunduğumuz ülkelerdeki<br />
seksiyonlarda çalışmaya başladık. Önce Dördüncü Enternasyonal’in Fransa seksiyonunda<br />
(LCR’de Devrimci Komünist Liga), sonra Almanya’ya geçince Alman Seksiyonunda,<br />
(GİM’de Enternasyonalist Marksist Grup) yer aldık.<br />
Ancak Almanya’da daha ilk adımda, bu klasik yaklaşımın gerekli ama yeterli olmadığını<br />
görmeye <strong>ve</strong> gözlemlemeye başladık <strong>ve</strong> birden bire, İşçi örgütlerinde <strong>ve</strong> partilerinde azınlıklar<br />
konusuyla azınlıktan bir insan olarak (Almanya’da Türkiyeli işçiler, Türkiyeliler de Örgüt<br />
içinde bir azınlıktı) karşı karşıya kaldık.<br />
Bu karşı karşıya kalışın bulunduğu ortamı <strong>ve</strong> tartışmaların bağlamını aktarabilmek için, biraz<br />
geriye gitmek gerekiyor.<br />
1950’li yıllarda, klasik Birinci <strong>ve</strong> Üçüncü Enternasyonal’in geleneğini <strong>ve</strong> programını savunan<br />
Dördüncü Enternasyonal henüz 1968 yükselişinin rüzgarlarıyla yelkenlerini doldurmamış,<br />
küçük gruplardan oluşan bir örgüttü <strong>ve</strong> Avrupa’daki militanlarını özellikle Cezayir halkının<br />
kurtuluş savaşını desteklemeye yöneltmişti. Gizli silah fabrikaları kurmak gibi işler<br />
yapıyorlardı Avrupalı kalifiye işçi <strong>ve</strong> sosyalistler.<br />
Ama böylece bir çok Avrupalı İşçi <strong>ve</strong> Sosyalist ilk kez üçüncü dünyalılarla, Avrupa İşçi sınıfı<br />
merkezli bakış açısıyla, kendisi kurtarılacak olarak görülenlerle, nesne olanlarla, onların özne<br />
oldukları mücadelede, onlara yardım etme durumunda bulunuyorlardı.<br />
Babalar <strong>ve</strong> analar çocuklarından çocuklarının kendilerinden öğrendiğinden daha fazlasını<br />
öğrenirler. Bu faaliyetlere katılanlar da kendi Avrupa Merkezciliklerinin farkına daha çok<br />
vardılar. Bunlar Avrupalı örgütlerin içinde, Avrupalı örgütlerin Avrupa merkezci<br />
düşünüşlerinin en önemli eleştirmenleri olarak varlıklarını sürdürdüler.<br />
Onlar bir yanda bu örgütler içinde var olmaya devam ederken, Türkiye’de iki hareketin içinde<br />
şöyle bir gelişme oldu yetmişlerin sonunda.<br />
Vatan Partisi içinde biz Üçüncü Enternasyonalin lağvı, Sovyetlerin sınıf karakteri, Faşizme<br />
karşı mücadelenin sorunlarından hareketle, Stalinizmle kopuşup klasik Marksist geleneği<br />
sürdüren Troçkist geleneğe katılmıştık. Benzeri bir gelişim Rızgari saflarında da görülüyor <strong>ve</strong><br />
onlar da yavaş yavaş bu sorunları, Stalinizmi vs. gündeme getiriyorlardı. Ama bu teorik<br />
olarak son derece korkak bir biçimde yapılıyor <strong>ve</strong> esas itici gücünü Stalinizmin Kürt sorunu<br />
karşısındaki tutarsızlığının eleştirisinden aldığından, ulusçu bir hareket noktası bu arayışlara<br />
50
sürekli damgasını vuruyor <strong>ve</strong> bu da onların mantık sonuçlarına ulaşmasını engelliyor, genel<br />
olarak merkezci tabir edilen bir konumda bulunuyorlardı. Ama yine de, bu tabuların yıkılışı,<br />
bizim yazılarımız <strong>ve</strong> evrimimizin de dolaylı etkisiyle bu harekete yakın duran bazı kişilerin<br />
Rızgari hareketinden kopması <strong>ve</strong> Troçkizme yönelmesi sonucunu doğurmuştu.<br />
İşte bu gelişmelerle bağlı olarak, bu hareketlerin Almanya’daki taraftarları arasında da bu<br />
yönde bir evrim yaşanmıştı. Türkiye’deki bu evrimin sonucu olarak <strong>ve</strong> ondan etkilenmeyle,<br />
çoğu bulunduğu fabrikada işyeri konseyi üyesi <strong>ve</strong>ya sendika aktivisti de olan, yıllardır bir<br />
şekilde politik mücadele yürüten işçi <strong>ve</strong> aydınlardan bir grup, Troçkist olduk deyip Dördüncü<br />
Enternasyonal’in kapısını çalmışlardı.<br />
Avrupa sanayiinin kalbi Ruhr bölgesinde, Duisburg’ta, <strong>ve</strong>ya Stuttgart’da Mersedes<br />
fabrikalarında grev yöneten Türkiyeli, sosyalist maden <strong>ve</strong> çelik işçisi, en az beş on yıllık<br />
politik <strong>ve</strong> örgütsel tecrübesi olan işçiler bu küçük örgütün kapısını çalınca örgüt tam<br />
anlamıyla bir şok yaşar. Örgütün bütünüyle ufku dışında kalmış bu kesim bulutsuz gökte<br />
çakan bir şimşek gibi örgütün içine girmiştir.<br />
Ernest Mandel Kürt işçilerin örgütlenmesi Kürdistan’da sosyalist bir seksiyonun<br />
örgütlenmesine katkı olabilir diyerek, kendi cebinden aldığı IBM elektrikli daktiloyu bu gruba<br />
hediye eder. Çı Bıkın isimli bir dergi çıkmaya başlar. Bu arada 12 Eylül darbesi olmuş,<br />
göçmenler daha da hareketlenmiştir. Türkiye’den kaçanların da etkisiyle Avrupa’da<br />
politikleşme <strong>ve</strong> aktifleşme yükselmeye devam etmektedir. Yol dergisi etrafında toplanan bu<br />
kişiler, 12 Eylül’e karşı mitinglerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Hasılı<br />
küçük Alman seksiyonu, gelen Türkiyeli Kürt <strong>ve</strong> Türk işçiler aracılığıyla başına devlet kuşu<br />
konmuş gibidir.<br />
Ne var ki, ilk cicim ayları bitince, 12 Eylül yenilgisi <strong>ve</strong> dünyadaki yeni muhafazakar<br />
rüzgarların da etkisi altında (Teatcher, Reagan, Özal, Kohl) hem bir gerileme <strong>ve</strong> özele<br />
çekilmeler hem de tam da azınlık olmaktan doğan sorunlar kendini göstermeye başlar. Kürt <strong>ve</strong><br />
Türk üyeler bir türlü örgütsel yaşama katılamamakta, hep kendilerini dışlanmış<br />
hissetmektedirler. Bu nedir, nereden gelmektedir? Bu iki sorun birleşince, Türk <strong>ve</strong> Kürt<br />
üyelerin çoğu bir süre sonra örgütü terk eder. Birkaç kişi kalır sadece.<br />
Bunun üzerinde örgütte bu başarısızlığın nedenleri üzerine bir tartışma başlar. Ama tartışma<br />
aslında yine tam anlamıyla örgüt içinde olmaktan ziyade, yabancılar <strong>ve</strong> yabancılarla<br />
ilgilenenler arasında yürütülmektedir.<br />
İşte bu tartışmalarda, Cezayir Kurtuluş savaşana dayanışmada çalışmış, oralarda yaşamış bir<br />
Alman üye, örgüt içinde Türk <strong>ve</strong> Kürtlerin ayrı bir otonom örgütlenme içinde olmasını<br />
savunmakta; Lenin’in Bundçularla tartışmasının yanlış bilindiğini, aslında Lenin’in fiilen<br />
özeleştiri yaptığını, Yahudi işçilerin RSDİP içinde otonom yapılarının olduğunu<br />
söylemektedir. Ve bunu söyleyen örgüt içinde yabancıları en iyi anlayan, onlara en yakın,<br />
örgütün Avrupa merkezciliğine <strong>ve</strong> ırkçılığına karşı onları savunan; örgütün ırkçı olduğunu<br />
söyleyen bu kişidir.<br />
51
İşte ilk kez bu kişinin söyledikleri <strong>ve</strong> bu tartışma içinde, “azınlık sorunu” ile, sosyalist<br />
örgütlerde azınlıkların sorunu bağlamında yukarıda kısaca değinilen koşullar <strong>ve</strong> atmosfer<br />
içinde karşılaştık.<br />
Tabii ilk tepkimiz, yabancı olarak bu Alman üyenin dediklerine yani örgüt içinde yabancıların<br />
otonom örgütlenmesi olmasına karşı çıkmak oldu. Bu daha önce hiç duymadığımız bir şeydi.<br />
“<strong>Kitap</strong>ta yeri yok”tu. Böylece biz yabancılar otonomiyi reddederken, bir Alman, ama Cezayir<br />
kurtuluş savaşı aracılığıyla bir önemli deney yaşamış bir Alman, bize rağmen bizlerin otonom<br />
bir yapı oluşturmamızı öneriyor <strong>ve</strong> savunuyordu.<br />
Ancak bu sırada Kadın hareketinin de bir yükselişi yaşanıyordu <strong>ve</strong> kadın hareketi sol örgütleri<br />
<strong>ve</strong> işçi örgütlerini sarsmaya başlamıştı. Ayrıca Kadın, Barış <strong>ve</strong> Ekoloji hareketlerinin<br />
partileşmesi olarak görülebilecek Yeşiller de seçimlerden büyük bir başarıyla çıkmış <strong>ve</strong> bütün<br />
paradigmalar <strong>ve</strong> politik manzara değişmiş, sol örgütler bu gelişmelerin baskısı altına<br />
girmişlerdi. Bunun etkisiyle de, örgütler içinde kadın üyeler fiilen otonom yapılar<br />
oluşturmuşlar <strong>ve</strong>ya oluşturuyorlardı.<br />
Aslında yabancıların durumu da tıpkı kadınlara benziyordu: Paralellikler en kör göze bile<br />
batıyor. Avrupa’daki kadın hareketi her ne kadar beyaz bir karakter taşısa; yabancılar da<br />
kadınlar karşısında seksist <strong>ve</strong> erkek egemen bir damardan geliyorduysa da; örgüt içindeki<br />
ırkçılığa <strong>ve</strong> seksizme karşı ister istemez benzer sorunlardan gelen bir yakınlaşma da oluyordu.<br />
Bunun üzerine, klasik literütürde yeri olmayan çevre, kadın, siyah (yabancılar, azınlıklar)<br />
hareketleri <strong>ve</strong> konuları üzerine teorik bir yoğunlaşmaya girdik. Bu yoğunlaşmanın ilk<br />
sonuçları örgüt içinde fiilen otonom olarak çıkardığımız Ne Yapmalı adlı, üç sayı çıkabilmiş<br />
dergide görülebilir. (Bu dönemin kısa bir özeti, Hamburg Dersleri adlı yazıda bulunmaktadır.)<br />
Bu arada, Hamburg’ta bir Türk dazlaklar tarafından öldürüldü <strong>ve</strong> Türk göçmenlerin hızlı bir<br />
radikalleşme <strong>ve</strong> politikleşmesi başladı: Türk gençleri kendiliğinden öz savunma ihtiyacına<br />
uygun olarak çeteler kurmaya başladılar. Türkiyelilerin içinde neler için nasıl mücadele<br />
etmeliyiz, ne yapmalıyız gibi sorunlar tartışılmaya başlandı. Burada önemli olan şudur. Artık<br />
Almanlar Türkiyelileri değil, Türkiyeliler kendilerinin ne yapacağını tartışıyorlardı. Yani<br />
Azınlıklar sorunu değil; Azınlıklar Alman sorunun tartışıyorlardı. Bu günkü Türkiye’deki<br />
tartışmaların diline çevirirsek; Türkler azınlık sorununu değil; Azınlıklar şu Türk sorununu<br />
nasıl halledeceklerini tartışıyorlardı.<br />
Bu gelişmelerin <strong>ve</strong> tartışmaların en başından itibaren içinde yer aldık. Artık, bir Alman<br />
sosyalist örgütünde, sosyalist biri olarak azınlıklar sorununu değil; fiilen var olan bir azınlık<br />
hareketi içinde, azınlıktan bir sosyalist olarak azınlık hareketinin <strong>ve</strong>ya azınlık hareketi<br />
içindeki işçi <strong>ve</strong> sosyalistlerin ne yapması gerektiğini tartışıyorduk.<br />
İşte ilişikteki ilk üç metin bu tartışmalar içinde bizim savunduklarımızın birer belgesidir.<br />
Daha sonra, buradan çıkardığımız dersleri, Kürt hareketinin <strong>ve</strong>ya Türkiye’deki demokrasi<br />
mücadelesinin stratejisi bağlamında tekrar çeşitli yazılarda ele aldık. Son üç metin de bunun<br />
örneğidir.<br />
*<br />
52
Ama bütün bu yazlarda çok temel bir yanlışımız bulunmaktadır <strong>ve</strong> bu bizim ancak son<br />
dönemde çözüp aşabildiğimiz bir sorundur. Zaten bu sorunun çözümü, Marksist Din, Ulus,<br />
Üstyapılar, Demokratik cumhuriyet, Proletarya Diktatörlüğü gibi sorunları bir çırpıda yepyeni<br />
bir ışık altında çözmektedir.<br />
Temel yanlışımız, bu yazılarda ulusu, ulusçular gibi tanımlamamızdır. Yani bir dil, etni ya da<br />
tarihle. Böylece sanki ortada iki farklı sorun varmış gibi görülmektedir. Bir yanda azınlık<br />
sorunu, bir yanda da ulusal sorun. Ulusal sorununun çözümü için Ulusların Kaderini Tayin<br />
Hakkı; Azınlık sorunu için, dil, kültür, ulus <strong>ve</strong> etnilerin eşitliği.<br />
Peki, eğer politik olan dil, etni, soy, kavime vs. göre tanımlanmamışsa, azınlık mı olur?<br />
Ayın şey demokratik cumhuriyet bağlamında da görülür. Bir yandan, Ulusların kaderini Tayın<br />
hakkının aslında ulusal sorunla ilgili değil; nasıl bir devlet biçimiyle ilgili olduğunu söyleriz;<br />
yani bir tek köyün bile ayrılma hakkı olması gerektiğinden; ayrılmak için bir ulus olmanın<br />
şart olmadığından söz ederiz; diğer yanda ulusların kaderini tayin hakkından söz ederiz.<br />
Ulusların kaderini tayin hakkının aslında dile, dine dayanan ulusal devletler kurmak hakkı<br />
olduğunu göremeyiz.<br />
Peki bu küçük adımı niçin bir türlü atamayız? Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibilerin üzerimizdeki<br />
otoritesi öyle büyüktür ki, Onların hepsinin bu sloganı savunmuş olması, o sloganı eleştiri<br />
ateşinden geçirmemizi engellemektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’deki Kürt mücadelesine<br />
<strong>ve</strong>rdiğimiz destek de bu ilkeye dayandığından, bu ilkenin nesnel ilerici yönü nedeniyle,<br />
ideolojik olarak gerici olduğunu göremeyiz.<br />
Bu nedenle, aslında 1990’ların en geç ortalarında atmamız gereken adımı ancak on sene sonra<br />
atabiliriz. Bu nedenle aşağıdaki yazılar bu çelişkileriyle birlikte <strong>ve</strong> bu çelişkinin çözümünde<br />
bir aşama, belli bir tıkanıklığın manevi bir otorite yüzünden aşılamamasının; zihnin<br />
bilinmeyen yerlere adım atarken nasıl korkak <strong>ve</strong> ürkek hareket ettiğinin bir örneği olarak da<br />
okunabilir.<br />
Ulusal Sorun <strong>ve</strong> Azınlıklar sorunu (Türkiye’deki tartışmalarda Ulusal sorun <strong>ve</strong> Milliyetler<br />
sorunu diye ayrılan şey) iki ayrı sorun değildir. Ya da daha doğrusu şöyle diyelim. Dile, dine,<br />
etniye dayanan ulusçuluk açısından, bir ulusal sorun bir de azınlıklar ya da milliyetler sorunu<br />
vardır. Milliyetler, azınlıklar yüzdeki sivilceler gibi katlanılması gereken sorunlardır. Ya da<br />
sivilceleri sağlık işareti gören bir anlayışla sivilceler zamanın modasına göre, sivilceler bir<br />
sağlık <strong>ve</strong> güzellik işareti olarak da alınabilir. Bu günün azınlıkları renklilik <strong>ve</strong> çeşitlilik olarak<br />
tanımlayan anlayış, asılında bütün o ilerici görünüşünün ardında; gerici ulusçuluğun bütün<br />
varsayımlarını paylaşır. Azınlığı yok etmez, sadece onun karşısındaki tavrını değiştirir. Sorun<br />
olarak değil zenginlik olarak görmeye başlar. Yani azınlıklar zenginlik olmasa derhal tavrını<br />
değiştirecektir.<br />
Halbuki, ulusu, dil, din, etni, tarih vs, ile tanımlamayı reddeden; tüm dillerin, kültürlerin,<br />
etnilerin eşitliğine dayanan; bunların politik olanın tanımından dışlandığı bir devrimci<br />
demokratik ulusçulukta, çoğunluk olmadığı için (Dile dine etniye dayanan bir millet olmadığı<br />
için), azınlıklar da (milliyetler de) olmaz.<br />
53
Ama tam da bunların olmadığı yerde, kelimenin gerçek anlamıyla “azınlıklar sorunu”,<br />
gerçekten aritmetik ya da sayısal anlamıyla azınlık olmaktan doğun sorunlar gündeme<br />
gelebilir.<br />
Bu günkü tartışmalara gelince. Buraya kadar söylenenler bir de bu bağlamda somutlayalım.<br />
Türkiye’de Azınlıklar konusundaki son tartışmalar hep çoğunluk tarafından yapılmakta <strong>ve</strong><br />
yanlış varsayımlara dayanarak yapılmaktadır.<br />
Birinci yanlış şudur:<br />
Azınlık sorununu azınlıkları yok ederek değil, azınlıkların varlığına dayanarak çözmek<br />
tartışılmaktadır.<br />
<strong>Sorunu</strong>n tartışılmasına en kritik yanlış: matematik olarak azınlık ile hukuki <strong>ve</strong> politik olarak<br />
azınlık kavramının karıştırılmasıdır.<br />
Azınlık sorunu öncelikle, politik <strong>ve</strong> hukuki bir sorun olarak ele alınabilir.<br />
*<br />
Politik <strong>ve</strong> hukuki bir çözüm için, bırakalım sosyalizmi bir yana, “Azınlık sorunu”nun,<br />
devrimci demokratik bir çözümü, Azınlıkları yok ederek mümkün olur. Azınlıkları yok<br />
etmenin biricik yolu ise, çoğunluğu yok etmektir. Ve bu da bir tek taleple ifade edilebilir:<br />
Tüm dillerin, etnilerin, kültürlerin, “ulusların”, kavimlerin eşitliği; devletin dini, etnisi,<br />
kültürü, kavmi, “ulusu” olmaması. Tıpkı gerçek bir laiklikte din karşısında nasıl bir konumda<br />
olursa, diller, etniler, kültürler, kavimler <strong>ve</strong> “uluslar” karşısında da aynı konumda bulunması.<br />
Zina tartışmalarındaki geri <strong>ve</strong> gerici konumlar azınlık tartışmalarına da damgasını vurmuştur.<br />
Aslında sorun son derece kolay <strong>ve</strong> basit olarak çözülür. Nasıl hukuken evliliğin olmadığı<br />
yerde, hukuken zina da olmazsa, politik ya da hukuki olarak tanımlanmış bir kritere göre<br />
çoğunluğun olmadığı yerde, azınlık da olmaz.<br />
Konu azınlıklar tartışmasında dinsel, ulusal, dilsel, kültürel azınlıklar olduğuna göre, bu<br />
azınlıkları yok etmenin yolu: bu kriterlere dayanan çoğunluğu yok etmekten geçer.<br />
Yani Ulusun ya da devletin tanımından Türklüğü kaldırdığınız zaman <strong>Ermeni</strong>liği, Süryaniliği,<br />
Rumluğu, Zazalığı vs.yi de yok etmiş olursunuz.<br />
Elbette politik <strong>ve</strong> hukuki anlamı olmayan bir kavram olarak Türkler, <strong>Ermeni</strong>ler, Rumlar,<br />
Süryaniler var olmaya devam ederler. Ama devlet ya da politik olan, her hangi bir dil, din,<br />
etni, kültür ile tanımlanmadığı için; ortada politik ya da hukuki olarak bir çoğunluk bulunmaz.<br />
İşte gerçek anlamıyla azınlık sorunu, tam da burada, politik olarak tanımlanmış çoğunlukların<br />
olmadığı noktada ortaya çıkar.<br />
Yani ulusun ya da devletin dini, dili, etnisi, tarihi, soyu olmadığı durumda da, politik ya da<br />
hukuki anlamı olmamakla birlikte, aritmetiksel olarak azınlıklar var almaya devam ederler.<br />
Aritmetik olarak azınlıkta olmanın kendisi bizzat o azınlıktakilerin, politika <strong>ve</strong> hukuk dışında<br />
ekonomi <strong>ve</strong> kültür alanlarında baskı altında kalmasına yol açar. Çoğunluk olmanın kendisi<br />
zaten bir güç olmayı ifade eder.<br />
54
Gerçek bir demokraside, yani özel türden bir demokraside, devletin görevi: var olan politik <strong>ve</strong><br />
hukuki eşitliğe rağmen, politika dışında, sosyal hayatta, her an yeniden ortaya çıkacak<br />
eşitsizlikleri dengelemek olmalıdır.<br />
Bunun ne olduğunu hiç de politik olmadığı hemen görülecek, bu gün de politik anlamı<br />
olmayan başka bir azınlık örneğiyle açıklamaya çalışalım.<br />
Örneğin, özürlüler, tekerlekli sandalye aracılığıyla hareket edenler. Hukuken <strong>ve</strong> politik olarak<br />
ayaklarıyla yürüyenlerle eşit olmalarına rağmen, bütün yollar, kaldırımlar, tuvaletler vs. hep<br />
ayaklarıyla yürüyen çoğunluk gözetilerek yapılır. Tekerlekli sandalye ile hareket edenlerle<br />
yürüyenler hukuken <strong>ve</strong> politik olarak eşit olmasına rağmen, tekerlekli sandalye ile hareket<br />
edenler, sürekli bir baskı altında <strong>ve</strong> daha zor hayat koşullarında yaşarlar.<br />
Burada toplum şu soruyla karşı karşıyadır: özürlülerin bu fiili eşitsizliğini dengeleyecek<br />
tedbirler alacak mıdır, yoksa onları bir yük, bir hastalık gibi görüp kendi kaderleriyle baş başa<br />
mı bırakacaktır?<br />
Burada, toplum açısından çok büyük bir masrafa yol açsa da, fiili olarak ortaya çıkan<br />
eşitsizliği gidermek için özürlülere uyan yollar, tuvaletler vs. yapılması <strong>ve</strong> onların nüfus<br />
içindeki oranları <strong>ve</strong> katkılarından çok daha büyük bir meblağın bu fiili eşitsizliğin giderilmesi<br />
için kullanılması <strong>ve</strong> kotalama gibi (örneğin özürlülere işlerde öncelik <strong>ve</strong>rilmesi <strong>ve</strong>ya kota<br />
uygulanması) gibi tedbirler, bir ölçüde olsun bu eşitsizliği gidermeye yararlar. Gerçek<br />
anlamda azınlıklar sorunu <strong>ve</strong> çözümü budur.<br />
Aynı durum kolaylıkla, dilsel, dinsel vs. azınlıklara da aktarılabilir. Devletin dilinin, dininin<br />
olmadığı; bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir toplumda da sadece sayıca azınlık<br />
dininden <strong>ve</strong>ya dilinden olmak bile bir sürü eşitsizliklerin <strong>ve</strong> azınlıklar üzerinde fiili kültürel<br />
baskıların oluşmasına yol açar.<br />
Örneğin büyük bir çoğunluğu Sünni olan bir ülkede, Alevi <strong>ve</strong>ya Hıristiyan olmak, günlük<br />
hayatta bir çok kültürel baskı <strong>ve</strong> dezavantajlı duruma yol açar. Tıpkı özürlüler örneğinde<br />
olduğu gibi, devletin görevi, bu fiili dezavantajı dengeleyecek tedbirler almak olmalıdır.<br />
Örneğin, Türkçe büyük çoğunluğun ana dili olduğundan, devletin resmi dili, her hangi bir<br />
eşitsizliğe yol açmamak için örneğin İngilizce olsa bile (Bir çok Afrika ülkesinde, bu kaygıyla<br />
olmasa da fiilen böyle bir durum vardır.) çoğunluğun günlük hayatta Türkçe konuşması, diğer<br />
diller karşısında bu dil ana dili olanların avantajlı bir durumda olmasına <strong>ve</strong> diğer dillerin<br />
zamanla yok oluşuna yol açar. Ana dili Türkçe olmayanların bin bir biçimde kültürel baskı<br />
altında olmasına yol açar. Azınlıklar sorunu, bu fiili eşitsizlikleri dengeleyecek bir program<br />
sorunudur.<br />
Hemen görüleceği gibi, Türkiye’de tartışılan azınlık sorunu değil, ulusun nasıl tanımlanacağı<br />
sorunudur.<br />
Ne Türkiye’lilik üst kimliği, ne Kürt Türk kurucu üyeliği, bu konuda tutarlı bir çözüm<br />
oluşturmaz. Aynı şekilde, bu gün Türkiye’de resmen azınlık olarak tanımlanmış azınlıkların<br />
dinsel olarak tanımlanmış olması, devletin laik olmadığının da zımni bir itirafıdır. Bu günkü<br />
azınlık tanımı, laik bir devletle de uyuşmaz.<br />
55
O halde, azınlıklar sorunuyla karşı karşıya kalabilmek için, politik <strong>ve</strong> hukuki olarak, tüm<br />
azınlıkların dolayısıyla çoğunluğun yok edilmesi gerekir. Ancak bundan sonra gerçek<br />
anlamıyla azınlıklar sorunu tartışılabilir hali gelir.<br />
(Gerçek anlamda azınlıklar sorununun tümüyle yok olması ise, demokrasinin ötesindeki<br />
özgürlükler aleminde; “herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olmadığı; dolayısıyla her<br />
hangi bir yaptırıma artık ihtiyaç duyulmayacak bir toplumda; “herkesten yeteneği kadar,<br />
herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin geçerli olduğu zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumda<br />
gerçekleşebilir.)<br />
Bütün bunlar olsa, yani devletin nasıl dini olmaması gerekiyorsa, dili, etnisi, soyu, sopu,<br />
kavmi “ulusu” olmasa bile, kimi aklı ev<strong>ve</strong>llerin çok sevdiği ifadeyle bu “ulus devletin sonu”<br />
değil; etniye, dile, soya dayanan ulusçuluğun <strong>ve</strong> böyle tanımlanmış bir ulus devletin sonu<br />
olur. Ulus <strong>ve</strong> ulusçuluk, dine, dile, etniye dayanmayan; insan haklarına dayanan bir ulusçuluk<br />
<strong>ve</strong> ulusal devlet olarak var olmaya devam eder.<br />
Yani bu şimdi artık kimsenin hayal bile edemediği çözüm de aslında, ulusçuluğun <strong>ve</strong> ulusal<br />
devletin sonu değildir <strong>ve</strong> bu günün dünyasının sorunları karşısında gerçekte bir çözüm değil;<br />
sorunun ta kendisidir.<br />
Türkiye’deki tartışmalarda, sözde en radikal konumda olanlar arasında bile hiç konu<br />
edilmeyen <strong>ve</strong> tartışılmayan da budur.<br />
Ulus devletin sonu, politik olanın (yani devletin), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olana<br />
göre tanımlanmasının reddi; yani fiilen ulusal devletlerin yıkılması; bu da fiilen dünya<br />
çapında bir “Proletarya Diktatörlüğü” demektir. Diğer bir ifadeyle Proletarya Diktatörlüğü,<br />
somutta politik olanı ulusal olarak tanımlama üzerinde bir diktatörlük, ulusal olanı politika<br />
dışında tutmadır. Yani bu günkü ulusçuluğun klasik dinlere yaptığını ulusçuluğa yapmaktır.<br />
Türkiye’deki tartışmaların ikinci özelliği, onların çoğunluk tarafından yapılan bir azınlıklar<br />
tartışması olmasıdır. Yani çoğunluk azınlığın nasıl tanımlanacağını <strong>ve</strong> azınlıkların ne<br />
olacağını tartışmaktadır. Azınlıklar tartışmanın öznesi değil nesnesidirler.<br />
Halbuki, Avrupa’daki Türkler, seksenli yıllarda, bir azınlık olarak, hangi hedefler için<br />
mücadele edecekleri yönünde tartışmışlardı. Biz de bu tartışmaların içinde yer almıştık.<br />
İlişikteki metinler, azınlıkların bir özne olarak sorunu nasıl tartıştıkları <strong>ve</strong> tartışabilecekleri<br />
konusunda önemli dersler içermektedir.<br />
*<br />
Birinci ders, azınlıkların içinde de, azınlıkların hangi hedefler için nasıl mücadele edileceğine<br />
dair bir sınıf mücadelesi olduğudur.<br />
İkincisi, azınlıklar içindeki sosyalistler, azınlıkların sadece kendi sorunlarıyla uğraşmasının en<br />
önemli eleştirmeni olmak zorundadır.<br />
Üçüncüsü de bu ikinciden çıkar. Azınlıklar, toplumun çoğunluğunu taleplerine kazanabilmek<br />
için, tüm toplumun önüne kendi sorunlarıyla birlikte büyük çoğunluğun sorunlarını da çözen<br />
bir programla çıkmak zorundadırlar.<br />
56
Almanya’da seksenli yıllarda yapılmış tartışmalar bağlamında yazılanların, Azınlıklar<br />
sorunun tartışılmasını epey aydınlatacağını düşünüyoruz.<br />
03 Kasım 2004 Çarşamba<br />
demir@gmx.,li<br />
http://www.comlink.de/demir<br />
57
Kemalizm <strong>ve</strong> İslam<br />
Kemalizm <strong>ve</strong> Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e;<br />
Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır.<br />
Türkiye batılılaştıkça, modernleştikçe <strong>ve</strong> de laikleştikçe Müslümanlaşmıştır. Türkiye bu kadar<br />
laik <strong>ve</strong> batılı olmasaydı bu kadar Müslüman olmazdı. Osmanlı güya bir İslam imparatorluğu<br />
idi, nüfusunun büyük bölümü Müslüman değildi; Türkiye Cumhuriyeti ise laik, batıcı <strong>ve</strong> de<br />
batılıdır ama, Politik İslam’ın çok sevdiği ifadeyle, nüfusunun yüzde doksan dokuzunu<br />
Müslüman yapmayı başarmıştır. (Alevileri Müslüman saymakta Politik İslam’ın Kemalizm’e<br />
bir itirazı yoktur.)<br />
Osmanlı’ya egemen olanlar, Müslüman devşirmelerdi, onlara Türk diyen batılılardı; onlar<br />
kendilerini Türk olarak görmüyor <strong>ve</strong> Türk’ü kaba, cahil anlamında bir hakaret sıfatı olarak<br />
kullanıyorlardı. Bu sınıfın sonradan uydurması olan “Türklerin devlet geleneği” denen şey<br />
aslında, Bizans-Osmanlı’dan beri gelen <strong>ve</strong> kökleri Sümer’e dayanan bu sınıfın geleneği <strong>ve</strong><br />
ideolojisidir. Tarihte bir tek Türk devleti vardır: Türkiye Cumhuriyeti. Ve onu da Türkler<br />
değil işte bu Türklerin devlet geleneğinden söz eden, Bizans-Osmanlı artığı sınıf kurmuştur.<br />
Daha doğrusu zaten var olan devleti Türk devleti yapmıştır.<br />
Bu Müslüman devşirmeler kastı ya da sınıfı; varlığını <strong>ve</strong> egemenliğini borçlu olduğu devleti<br />
sürdürebilmek için her şeyi yapmaya <strong>ve</strong> her şey olmaya hazırdı. Birinci Büyük Millet<br />
Meclisinde bunu açıkça da ifade ediyorlardı: “Şeytan da oluruz Bolşevik de” diye.<br />
Milliyetçiliğin Osmanlı’ya geldiği dönemde, artık milliyetçilik eski demokratik <strong>ve</strong><br />
cumhuriyetçi niteliğini yitirdiğinden, Balkan <strong>ve</strong> Anadolu’da bir burjuvazi de Hıristiyanlar<br />
arasında geliştiğinden, Burjuvazinin milliyetçiliği, bir etniye <strong>ve</strong> dine dayanan, çoğu kez de<br />
etni <strong>ve</strong> din çakıştığı için ikisine birden dayanan bir milliyetçilikti. Burjuvazinin bu<br />
milliyetçiliği, Bizans-Osmanlı devletçiliğini <strong>ve</strong> varlığı buna bağlı Müslüman Devlet<br />
Sınıflarını tehdit ediyordu. Bu nedenle onlar, egemenliğini sürdürmek için Osmanlı<br />
Ulusçuluğu para etmeyince bir süre Pan İslamizm ile oyalandıktan sonra, Türk ulusçuluğunda<br />
karar kıldılar <strong>ve</strong> Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratıldı.<br />
Ne bu ulusu <strong>ve</strong> ulusçuluğu yaratan kastın; ne de kendisinden bu ulus yaratılan nüfusun soy<br />
olarak Türklükle bir ilgisi bulunmuyordu. Balkan <strong>ve</strong> Kafkas göçmenlerinden; Anadolu’nun<br />
büyük ölçüde Müslümanlaşmış ahalisinden, biraz da Türkmen <strong>ve</strong> Oğuz soyundan göçebe <strong>ve</strong><br />
köylülerden yaratıldı bu ulus. Öyle ki, soy <strong>ve</strong> dilce herkesten daha Türk olan Karamanlılar,<br />
sırf Ortodoks oldukları için zorla Yunanistan’a sürüldüler; Adaların bir kelime Türkçe<br />
bilmeyen muhtemelen Rum asıllı Müslümanları da onlara karşılık alındılar.<br />
Müslüman Hıristiyan çelişkisi gibi görünen aslında, Kapitalizm öncesini temsil eden Osmanlı<br />
Devlet sınıfları ile Hıristiyanlar arasında gelişmiş modern burjuvazinin çatışmasıydı.<br />
Osmanlıcılık da, Pan İslamizm de, Türk milliyetçiliği de gerici Bizans-Osmanlı devletçiliğini<br />
temsil ediyordu. Başta <strong>Ermeni</strong>ler olmak üzere, Hıristiyan ahalinin katliam, sürgün <strong>ve</strong><br />
58
mübadeleleri, kapitalizmin tasfiyesi, prekapitalizmin güçlenmesidir. Bu tıpkı, “devlet benim”<br />
deyişinin çıktığı Fransız devletçiliğinin, Sen Bartelmi katliamlarında Protestanlığı, yani<br />
burjuva gelişimi katletmesi gibidir. Bu katliam Fransa’nın modern burjuva gelişime girişini<br />
100 yıl geciktirmiş <strong>ve</strong> sonunda Fransız Devrimi bu gecikmenin acısını çıkarmıştır.<br />
Hıristiyan burjuvazinin devlet sınıflarınca tasfiyesi, devletçiliğin yanı sıra prekapitalist toprak<br />
ağa <strong>ve</strong> şeyhliğinin; tefeci bezirganlığın güçlenmesi sonucunu <strong>ve</strong>rmiştir. Bu tefeci<br />
bezirganlığın <strong>ve</strong> ağalığın ideolojisi ise Müslümanlıktı. Güçlendirdiği tefeci bezirganlığı<br />
kontrol altına alabilmek için, devlet sınıfları kendi İslam yorumunu devlet dini yaptı <strong>ve</strong> bu<br />
resmi Müslümanlığa da laiklik adını <strong>ve</strong>rdi. Bu devletçilik Hıristiyan katliamlarıyla, laikliğin<br />
temeli olan nüfusu <strong>ve</strong> toplumsal ilişkileri bizzat kendi yok etmişti.<br />
Ne var ki, 1970’lere kadar, İslam genel olarak tefeci bezirganlığın ideolojisiyken, 1970’lerden<br />
sonra yeni çıkan <strong>ve</strong> çoğu bu tefeci bezirganların çocukları olan, Anadolu Burjuvazisinin<br />
bayrağı oldu. Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, sadece devletçiliğin keyfiliğinden<br />
bıkmış işçileri değil, büyük şehirlerin Seküler burjuvazisinin bile desteğini aldı. Bu destekle<br />
birlikte de eskiden Müslüman yazarların konusu olan Sabetaycı Komplo teorileri<br />
Kemalistlerin başlıca ilgi konularından oldu.<br />
Ama dikkat edilsin, Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, devlet sınıflarına karşı gerçekten<br />
onları tecrit edecek, politik iktidarın seçilmiş temsilcilerin elinde bulunacağı tedbirler<br />
almıyor; böyle girişimlerde bulunmuyor.<br />
Devletin her türlü din eğitiminden elini çekmesi, İmam Hatiplerin kapanması; Diyanet<br />
İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının <strong>ve</strong>rgilerden ödenmesine son <strong>ve</strong>rilmesi <strong>ve</strong><br />
bunların Müslümanların bağışlarıyla geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü <strong>ve</strong><br />
eşitliğini garanti altına alması gibi gerçekten laik girişim <strong>ve</strong> talepleri ağızlarına bile<br />
almıyorlar. Halbuki böyle talep <strong>ve</strong> girişimler bir anda, Türkiye’deki bütün Alevilerin,<br />
dinsizlerin, şehir orta sınıflarının desteğini alır <strong>ve</strong> Kemalist bürokrasinin bütün demagojisini<br />
açığa çıkarıp onu tecrit eder.<br />
Böyle gerçek bir laiklik, ki demokratikleşmenin şartlı olan devletçiliğin tecridini de getirir,<br />
Kemalizm’in laiklik denen resmi İslam’ını yok edeceğinden, Politik İslam’ın mazlumu<br />
oynama şansı kalmaz. Bu da geniş ezilen yığınların hızla burjuvazisin etkisinden sıyrılışını<br />
getirir. Bu nedenle AKP Kemalist devletçiliği tümüyle tasfiye edecek hiçbir adım atmıyor.<br />
Çünkü, ancak bir Kemalist İslam olan Laiklik var olursa Burjuvazinin Politik İslam’ı var<br />
olmaya devam edebilir <strong>ve</strong> bu ideolojik kayıkçı dövüşünü sürdürebilir.<br />
28 Mayıs 2004 Cuma<br />
59
Köln’de Yapılan Açık Oturumdaki Konuşma<br />
5 Mart 2005 günü „90. yıl <strong>Ermeni</strong> Soykırımı <strong>ve</strong> Toplumsal Sorumluluk“ adı altında Köln<br />
Dom Forum’da Almanya <strong>Ermeni</strong>leri Merkez Konseyi <strong>ve</strong> Almanya <strong>Ermeni</strong> Kilisesi içinde yer<br />
alan “24 Nisan Grubu” tarafından organize edilen <strong>ve</strong> yazar Doğan Akhanlı’nın sunduğu<br />
panele Demir Küçükaydın, Recep Maraşlı <strong>ve</strong> Ragıp Zarakolu katıldı.<br />
(Demir Küçükaydın’ın Konuşmasının Çözümü)<br />
Bu panel soykırım kurbanlarına saygısızlık paneli değildir <strong>ve</strong> çerçe<strong>ve</strong>si bellidir. Başka bir<br />
ifadeyle panelin konusu soykırım oldu mu, olmadı mı değildir. Panelin konusu soykırım <strong>ve</strong><br />
izdüşümleridir, yani anlaşılmaz olanı anlamaya çaba göstereceğimiz bir platformdur.<br />
Arkadaşlar, yüzyılın başında olan bu <strong>ve</strong> benzeri felaketler üzerine bütün tartışmaları <strong>ve</strong><br />
konuşmaları incelediğimizde şöyle bir eksiklik görürüz: Bu olayın olup olmadığı, nasıl<br />
tanımlanacağı üzerine zengin bir literatür vardır, ama bu olay neden olmuştur? Bunun<br />
sosyalist açıklaması hemen hemen hiç yoktur.<br />
Bu yokluk bir sürü gizli varsayımı bir arada bulundurur. Ben biraz tartışmayı başka bir<br />
noktaya çekme denemesinde bulunacağım. Çünkü bu olayın eksik görünen yanı bu kanımca.<br />
Arkadaşlarım, bu soykırım ilk değil, son da değil. Ama biz ulusçuluğun ortaya çıkışıyla<br />
birlikte olan bu soykırımı ele alalım. Çünkü ondan önce de St. Barthélemy katliamında<br />
Farnsa’da Kıta Avrupası’nda protestanlar katledildi, soykırım yapıldı. Ama biz modern<br />
tarihle, ulusçulukla ortaya çıkanlara baktığımızda gerçekten de yüzyılın başındaki <strong>Ermeni</strong><br />
Soykırımı tek soykırım değil. Örneğin Almanya’daki Yahudilerin, İkinci Dünya Savaşında<br />
faşizm, Nazi döneminde başına gelenleri biliyoruz. Daha birkaç yıl önce Afrika’da olanları<br />
biliyoruz. Çok yakın zamanda Balkanlar’da eski Yugoslavya’da olanları biliyoruz. Ve çok<br />
daha az bilinen birşeyi de ben hatırlatayım: Mesela savaş sonrasında bugünkü Almanya’nın<br />
hudutlarının dışında bulunan Almanların oralardan sürülmeleri sırasında ölenlerin -bir iki<br />
milyon kadar Alman ölmüş bildiğim kadarıyla- bugün kimse adını anmıyor. Yani en az<br />
<strong>Ermeni</strong>ler kadar da Alman öldürülmüş durumda, açlıktan <strong>ve</strong> sefaletten. . . Hem de en<br />
mükemmel olanakların olduğu koşullarda. . .<br />
Bu bize şunu göstermektedir; ne Almanlar, ne müttefikler ne hiç kimse bu konuyu anmıyor.<br />
<strong>Ermeni</strong> sorununun, <strong>Ermeni</strong> soykırımının da anılmaması bu nedenle. Tarih tarihle ilgili<br />
60
değildir arkadaşlar. Tarih doğrudan doğruya bugünle var <strong>ve</strong> bugünün var olan toplumsal<br />
güçleriyle ilgilidir. Argümanlarla kimsenin dünyada ikna edildiği görülmemiştir. Şu an dünya<br />
dengeleri eğer uygun olsa, muhtemelen gündemin baş sırasına savaş sonrasındaki Almanların<br />
sürülmesi esnasındaki ölümler de gelebilir. Bugün Almanya’nın İsrail’den özür dilemesi,<br />
boyun eğmesi, günah çıkarması aslında Almanya’nın bunları tanımalarıyla ilgili değil,<br />
bütünüyle Almanya’nın politik çıkarlarıyla, Orta Doğu’da İsrail’in prosedürünün dünya<br />
dengeleriyle ilgilidir. Bu bize şunu gösterir. Tersinden gitmek gerekir diyoruz. Şimdiye kadar<br />
hep şöyle gidiliyor: Biz argümanlar getirelim, onlar tanısın. . . Bizler o güçlere karşı ciddi<br />
mücadele edebildigimizde onun yan ürünleri olarak zaten bu olayın nedenleri <strong>ve</strong> kendisi<br />
insanların bilincine çıkacaktır. Türkiye ya da dünya, emin olun <strong>Ermeni</strong>stan’da iyi petrol<br />
olsaydı, muhtemelen bu iş çoktan dünyanın gündemine girmişti. Ya da <strong>Ermeni</strong>stan büyükçe<br />
bir ülke olsaydı <strong>ve</strong> Türkiye oradaki pazara girebilseydi, Türk burjuvazisi “<strong>Ermeni</strong>stan’la<br />
ticaret yaparız. Ne olacak gideriz, diz çökeriz, boyun eğeriz” derlerdi. Bu nedenle olaya şu<br />
açıdan yaklaşalım diyorum ben; <strong>Ermeni</strong> katliamını mahkum etmek, suçlamak, özür dilemek<br />
ne bu olayı anlamamızı sağlar, ne de onun benzerlerinin bu dünyada yinelenmesini. . . Şu ana<br />
kadar bütün diskusyon, diskurs bunun özür dilenmesi, kabul edilmesi, edilmemesi bağlamında<br />
yürüyor. Bunda bir yanlışlık var. Soykırımın olduğunu tartışmak bile istemiyorum. Çünkü<br />
argümanlarla öyle bir olay olup olmadığını Türkiye Devleti’ne kabul ettiremezsiniz. Ancak,<br />
Türkiye’de güçlü bir demokatik muhalefet oluşur, o zaman devlet hepsini kabul eder.<br />
Argümanların bu zamana kadar insanları bir şeylere ikna ettiği görülmemiştir. Nesnel,<br />
çıkarlara dayanan güçlü bir sosyal hareket bir şeyleri başarabilir. Almanya’nın ya da<br />
Türkiye’nin <strong>ve</strong>ya herhangi birisinin katliamı kabul etmesini mi istiyorsunuz, o bağlamda inkar<br />
eden güce karşı başka bir sosyal gücü harekete geçirmeniz gerekir, onu örgütlemeniz gerekir,<br />
ona bu programı dayatmanız gerekir. Eksik olan bu.<br />
Doğan:<br />
Burada merak ettiğim bir nokta var. Geçmişteki soykırım <strong>ve</strong> katliamlara ilgisiz kalmak<br />
sadece devlet politikasında yatmakta değil. Temel olarak bakıldığında solda da aynı<br />
sorun var <strong>ve</strong> Çin’den Arnavutluk’a kadar yeryüzünün bütün ihtilal yapmış ülkerlerde,<br />
tarihi çok iyi bilenler, teşkilatlar, organizasyonlar, hem Türkiye tarihi konusunda<br />
analizden yoksunlar -ya da yazılar pek yok- hem de soykırım konusunda politik bir<br />
tutum da yok. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
Demir Küçükaydın<br />
Politik tutum olmaması her zaman bir politik tutumdur. Politik tutum yok diye bir şey olmaz.<br />
Var. Sorun şöyle: Bu soruna gelindiğinde Sol kendisiyle hesaplaşmak zorundadır. Bu<br />
katliamın temelinde ulusçuluk denen olay vardır, ama ulusçuluğun gerici bir biçimi vardır.<br />
Ulusçuluk denen 1848’den sonra dünyaya yayılan dile, dine, etniye göre tanımlanmış gerici<br />
ulusçuluk dediğimiz biçim bu siyasi, bu modern toplumun varoluş biçimi olmasaydı, <strong>Ermeni</strong><br />
katliamı olmazdı. Tutsilerin, Hutuların katliamı olmazdı, Yugoslavya’daki olmazdı <strong>ve</strong> yakın<br />
zamanda Orta Doğu’da göreceklerimiz de olmayacaktır. Sol bütün dünyada gerici,<br />
milliyetçidir. Buna özlem olarak karşı durmasına rağmen, sosyalizm maalesef doğarken<br />
aydınlanmanın kalıntıları nedeniyle milliyetçiliğin ne olduğunu anlamamış, işin kötüsü Ekim<br />
61
Devrimi’nden sonra en gerici milliyetçi hale gelmiştir. Düşünün arkadaşlar, dünyanın her<br />
tarafında dine, dile, etniye dayanan uluslar, sosyalistler tarafından kurulmuştur. Özbekistan,<br />
Bulgaristan, Kırgızistan vs. bunları kuranlar burjuvalar değil sosyalistler. . . Bir ulusu<br />
Burgarlıkla, Özbeklikle bilemem neyle tanımlamaya başladığınız andan itibaren, ondan<br />
olmayanlar, sizin gözünüzle katlanılması gereken, tolerans edilmesi gereken sivilceler olarak<br />
görülmeye başlanacaktır. Soruna böyle yaklaşmanız lazım. Eğer bugün özeleştiri yapması<br />
gereken varsa, biz sosyalistleriz derim. Biz daha doğarken ulusçuluk karşısında yeterince bir<br />
bağışıklık oluşturabilseydik, insanlık bugün olduğu yerde olmazdı. İnsanlarda modern<br />
toplumun bu var oluş biçimine karşı çok güçlü bir direniş, bir bilinç, bir karşı hareket olurdu.<br />
Biz bunu yaratamadık. Bu nedenle eğer bir suçlu aranıyorsa, biziz bunun suçlusu.<br />
62
“<strong>Ermeni</strong> Tehciri” <strong>ve</strong> Günümüzde Politika<br />
Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar politik bir iştir. Tarih üzerine en soyut <strong>ve</strong> bu gün ile<br />
ilgisizmiş gibi görünen tartışmalar bile aslında bu günkü toplumsal güçlerin çıkar, hedef <strong>ve</strong><br />
politikaları bağlamında yapılırlar. Tarihi değil ama günümüzün çatışan politik güçlerini,<br />
onların hedef <strong>ve</strong> çıkarlarını anlamak istiyorsanız tarih üzerine yapılan tartışmalara bakınız.<br />
Bundan doksan yıl önce gerçekleşen <strong>Ermeni</strong> Tehciri-Katliamı-Soykırımı söz konusu<br />
olduğunda da tartışılan <strong>Ermeni</strong> katliamı değildir aslında. Bu gün var olan güçlerin çıkarları<br />
çatışmaktadır. Bir yanda varlığını <strong>ve</strong> egemenliğini, bizzat bu katliamla doğmuş olan Türklüğe<br />
dayandıran Sümer, Bizans, Osmanlı devletçiliğinin yaşayan son halkası, Türkiye politikasının<br />
gerçek egemeni “Sünuf-u Devlet” <strong>ve</strong> onun gücü sarsılırsa kendisinin de ekonomiye<br />
egemenliğinin sarsılacağını gören Müslüman <strong>ve</strong> Türk burjuvazi; diğer yanda, bu Türklüğe<br />
göre tanımlanmış devleti daha esnek hale getirip çağın gereklerine ayarlamaya çalışan<br />
liberaller. Bu çatışmada devrimci demokrasinin <strong>ve</strong> sosyalizmin izi bile yoktur. Kendine<br />
sosyalist diyen milliyetçi <strong>ve</strong> liberaller ise bu iki gücün çatışmasında tarafların yedekleri<br />
durumundadırlar.<br />
Bu bizzat yapılan tartışmaların mantığında da görülür. Örneğin <strong>Ermeni</strong> Katliamı üzerine<br />
bütün tartışmalar şu düzeyde yürütülmektedir: olan katliam mı, soykırım mı, öz savunma mı,<br />
kaza mı? Devlet sınıfları <strong>ve</strong> onların gücü <strong>ve</strong> egemenliğini savunanlar bunun bir öz savunma<br />
<strong>ve</strong>ya kaza; liberaller de katliam <strong>ve</strong>ya jenosit olduğunu savunmaktadırlar. Ya da tartışma<br />
soykırım kavramının ne olduğu <strong>ve</strong> sınırları gibi hukuki tanımlara alanına yayılmaktadır.<br />
Yapılan tartışma aslında şöyle bir benzetmeyle daha iyi anlaşılabilir. Ortada bir ceset <strong>ve</strong><br />
cinayet vardır. Bir taraf bunun taammüden işlenmiş bir cinayet olduğunu söylemektedir;<br />
diğeri ise ölümde bir kasıt olmadığını (“göç ettirilirlerken savaş koşulları nedeniyle öldüler”)<br />
<strong>ve</strong>ya bir nefsi müdafaa (“Ruslarla iş birliği yaptılar” <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya “onlar da bize saldırıyorlardı”)<br />
olduğunu söylemektedir.<br />
Peki bu tartışma özünde nedir? Bu tartışma hukuki bir tartışmadır, sosyolojik bir tartışma<br />
değildir. Hukuki tartışmalar ise var olanı olumlayan dünyanın en gerici tartışmalarıdır.<br />
İyi bir avukat, hayatın karmaşıklığının yarattığı nice ayrıntıyı kullanarak, en planlanarak<br />
işlenmiş cinayeti bile bir meşru savunma gibi gösterebilir. Kaldı ki son duruşmada,<br />
jüridekilerin kültürel kotlarının, ideolojilerinin <strong>ve</strong>ya çıkarlarının taraflardan hangisinin<br />
iddiasını doğru kabul edeceğini belirlediği de bir sır değildir.<br />
İşte Türk devletinin tam da sorunu çekmek istediği <strong>ve</strong> çektiği alan budur. Bu tartışmaya<br />
girerek, liberaller daha baştan savaşı devlet sınıflarının istediği alanda kabullenmekte <strong>ve</strong><br />
onlarla zımni bir suç ortaklığına girmektedirler. Şu çok açıktır ki, Türk devletinin <strong>ve</strong> devlete<br />
63
egemen zümrenin uluslararası politika alanında başka güçlerle çelişkileri de bulunmaktadır. O<br />
güçler de baskı için, onun hareket alanını daraltmak <strong>ve</strong>ya tecrit etmek için parlamentoya gelen<br />
karar tasarılarıyla <strong>Ermeni</strong> katliamını uluslar arası bir hukuk sorunu olarak ortaya<br />
koymaktadırlar. Böylece devlet sınıfları kendi egemenliğine yönelmiş bir muhalefeti kolayca<br />
kendisine baskı uygulayan diğer devletlerin işbirlikçisi gibi gösterebilmekte <strong>ve</strong> etkisizleştirip<br />
tecrit etmekte, marjinalleştirmekdir.<br />
Ama daha da kötüsü şudur: liberaller dengeler değişip başarı kazansalar bile bu katliamın<br />
nedenini açıklamış <strong>ve</strong> o nedeni ortadan kaldırmış olmaz.<br />
Çünkü hiçbir hukuki tartışma cinayetlerin nedeni nedir sorusunu sormaz. Hukuk nedenlerle<br />
ilgilendiğinde bile, tek bir olayın hukuki nedenleriyle ilgilenir, sosyolojik nedenleriyle<br />
ilgilenmez. Ama ortadaki olay, sosyolojik bakımdan açıklanmayı bekleyen son derece önemli<br />
<strong>ve</strong> ciddi bir olaydır. <strong>Sorunu</strong> hukuki düzeyde tartışmanın kendisi, onun önemini <strong>ve</strong> ciddiyetini<br />
gizleyen bir utanmazlıktır.<br />
Bir olayın nedenleri açıklanmadan <strong>ve</strong> o nedenler ortadan kaldırılmadan sorun çözülmüş<br />
olmaz. Bu konudaki bütün tartışmalara bakın, olayın sosyolojik olarak açıklanması üzerine bir<br />
tartışma bir literatür neredeyse bulamazsınız. Bütün tartışma suç var mıdır <strong>ve</strong> suçlu kimdir<br />
varsa cezası ne olmalıdır bağlamında yürütülmektedir. Ama bu tartışmanın kendisi gericidir<br />
<strong>ve</strong> nedenler üzerine bir tartışmayı gündemden çıkarmaktadır. Nedenler üzerine bir tartışmayı<br />
gündeme koymaya kalktığınız an, o ana kadar birbirine karşı mücadele eden taraflar, o<br />
tarafların dayandığı varsayımları sorguladığınız için birlikte karşınızda yer alacaklardır.<br />
Devrimci Demokrasi <strong>ve</strong> işçi sınıfı (Sosyalizm) olayı şöyle koymalıdır. Biz 1915’te Osmanlı<br />
Devleti toprakları üzerinede yaşayan <strong>Ermeni</strong>lerin toplu halde yok edildiği gerçeğini tartışmayı<br />
reddediyoruz. Buna hukuken jenosit mi, katliam mı, tehcir mi, göç ettirme mi deneceğinin bir<br />
önemi bulunmamaktadır. Bunlar sosyolojik değil hukuksal kavramlardır. Olayı açıklamazlar,<br />
bizzat kendileri açıklanması gereken fenomenlerdir.<br />
Bizi ilgilendiren esas sorun şudur: niçin bir dine ya da etniye ait insanlar yok edilmektedir.<br />
Çünkü bu sadece burada yaşanmadı. Tersinden kısmen Balkanlar’da yaşandı. 1920’lerdeki<br />
Türk Yunan Mübadelesi aynı olgunun “kansız” biçimidir. Yahudilerin Nazilerce yok<br />
edilmesi; Yugoslavya <strong>ve</strong>ya Afrika’da olanlar; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanlara<br />
yapılan tehcir <strong>ve</strong> milyonları bulan ölüler. Bütün bunlar ortada nedenlerinin açıklanmasını<br />
bekleyen çok ciddi bir fenomen olduğunu <strong>ve</strong> bu nedenler ortadan kalkmadığı sürece<br />
yenilerinin olacağını göstermektedir.<br />
Bu nedenlere girince şunu görürüz: ulusun bir dine, dile, etniye göre tanımlanması; yani<br />
1800’lerde Amerikan <strong>ve</strong> Fransız devrimlerinin demokratik <strong>ve</strong> insan haklarıyla tanımlanmış<br />
ulusçuluğunun yerini gerici ulusçuluk aldığı andan itibaren bu tür katliamlar ortaya çıkar.<br />
Fransız devrimi Yahudileri gettodan çıkardığı <strong>ve</strong> eşit haklı yurttaşlar yaptığı gibi; Alsas<br />
Loren’in Almanlarını da eşit haklı yurttaşlar yapıyor, feodal bağımlılıklardan kurtarıyor özgür<br />
kılıyordu. Bu nedenle Yahudiler de, Alsas-Loren’in Almanları da devrimi savunan orduların<br />
safında savaşıyorlardı. Bu sonra hiçbir burjuvazide görülmedi. Ama daha kötüsü, işçi hareketi<br />
de zamanla bu programı; bu dile, dine, etniye dayanmayan; yurttaşlık <strong>ve</strong> insan haklarının<br />
64
özdeş olduğu bu ulusçuluğu unuttu <strong>ve</strong> gerici ulusçuluğun birer savunucusu <strong>ve</strong> bu ilkeye göre<br />
kurulmuş ulusların kurucusuna dönüştü.<br />
Bir ulusu, bir din, dil, etni, tarih ile tanımlamaya başladığınız andan itibaren, bütün o tanımın<br />
dışındakiler en iyisinden katlanılması gereken birer arıza olurlar eğer güç dengeleri el <strong>ve</strong>rip de<br />
yok edilemiyorlarsa. Ya da şimdi olduğu gibi, kültürel zenginlik <strong>ve</strong>ya esnekliğe yol açtığı için<br />
korunması <strong>ve</strong>ya tolerans gösterilmesi gereken bir süs gibi görülürler, ilk zorlukta satılacak.<br />
İşte hukuki tartışma bu esas nedeni gündemden düşürmektedir. Çünkü her iki taraf da aynı<br />
gerici ulusçuluğa dayanmakta <strong>ve</strong> onun dışında başka bir var oluşu reddetmektedir.<br />
Biz ise bu reddin kendisini reddediyoruz.<br />
Şöyle formüyle edersek daha iyi anlaşılabilir.<br />
Sorun Türk devletinin özür dilemesi değildir. Türk devletninin Türk devleti olmaktan<br />
çıkarılmasıdır. <strong>Sorunu</strong> böyle koyduğunuzda, Türk devletini <strong>ve</strong> onunla çıkar çatışması içindeki<br />
diğer devletlerin dayandığı ilkeyi sorgular; ezilen sınıf, ulus, din, dil, etni <strong>ve</strong> cinsleri yanınıza<br />
alırsınız. Yani sorun aynı zamanda bir strateji <strong>ve</strong> program sorunudur.<br />
Ve eğer bu korkunç cinayet için bir suçlu aranıyorsa, bunun gerçek suçlusu, bu ulusçuluk<br />
belasını bir türlü açıklayamayan; ona karşı daha baştan doğru dürüst bir program<br />
geliştiremeyen; sonunda bizzat kendileri gerici ulusçulara <strong>ve</strong> ulus kurucularına dönüşen biz<br />
sosyalistleriz. Sosyalizm <strong>ve</strong> işçi hareketinin daha doğarken, genel olarak uluslara <strong>ve</strong><br />
ulusçuluğa; özel olarak da dile, dine, etniye, soya dayanan gerici ulusçuluğa <strong>ve</strong> uluslara karşı<br />
bir bir programı olsaydı, bu katliamların hiç biri yaşanmaz; bu gün insanlık çok başka bir<br />
yerde bulunabilirdi.<br />
Bu satırlar geç de olsa bunun için bir başlangıçtır.<br />
demiraltona@hotmail.com<br />
http://www.comlink.de/demir/<br />
08 Mart 2005 Salı<br />
65
Talat Paşa Jakoben miydi?<br />
Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir?<br />
Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği <strong>ve</strong> milliyetçiliği savunan Doğu<br />
Perinçek <strong>ve</strong> partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi <strong>ve</strong> kavramları alt üst ederek bu<br />
günkü gerici <strong>ve</strong> ırkçı politikalara sol bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar <strong>ve</strong><br />
kavramlar, o an izlenen gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri<br />
boşaltılacak <strong>ve</strong> istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır.<br />
Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de<br />
cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim <strong>ve</strong> Ütopya” dergisinde “Silahlı Peygamber<br />
Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel yazısında bay Doğu Perinçek:<br />
“Hz. Muhammed de, bütün devlet <strong>ve</strong> medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce<br />
kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç<br />
varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile<br />
toplumundan devlet <strong>ve</strong> medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte<br />
İslam Peygamberi'nin büyük başarısı da buradadır.<br />
Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in<br />
İngiliz demokrasisi, Washington <strong>ve</strong> Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız<br />
demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla<br />
kurulmadılar mı?”<br />
Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah <strong>ve</strong> savaş aracına baş vurdukları<br />
için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki, farklı sınıfların <strong>ve</strong> tarihsel dönemlerin<br />
ifadesi olan kişi <strong>ve</strong> hareketler, sadece silaha baş vurmalarından hareketle aynı sepete<br />
atılmaktadır.<br />
Bay Perinçek, İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah<br />
kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah<br />
kullanmasında değildir, aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak istediği düzen göz<br />
önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı su başlarını kesmiş<br />
<strong>ve</strong> adım adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık <strong>ve</strong> devlet dini yapmıştır. Tümü<br />
silahlı <strong>ve</strong> eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak kararlar aldıkları ilk günlerin yerini,<br />
Müslümanların silahsız olduğu, silahın sadece devlet <strong>ve</strong> onun asker <strong>ve</strong> zaptiyelerinde<br />
bulunduğu; Camilerin devletin başındakilerin kararlarının halka duyurulma <strong>ve</strong> bu karar <strong>ve</strong><br />
uygulamaları meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal<br />
eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik, soygun <strong>ve</strong> zulüm<br />
düzeni almıştır.<br />
66
Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldığı noktadadır.<br />
Eğer Muhammet ile bu gün arasında bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün Muhammet’i,<br />
tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile<br />
tanımlayan devletlere karşı, “vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” parolasıyla bu devletleri<br />
yıkmak için mücadele eden olabilir. O günün putları <strong>ve</strong> aşiretleri, <strong>ve</strong> soy kardeşliği ne ise <strong>ve</strong><br />
nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri <strong>ve</strong> onların putlarını parçaladı ise, bu günün Muhammet’i<br />
de bu günün dünyasının aşiretleri olun ulusları, bu günün dünyasının putları olan ulusal<br />
bayrakları; bu günün soydaşlığı olan ulusçuluğa <strong>ve</strong> ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün<br />
ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görendir.<br />
Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kurmak gerekirse, bu gün<br />
bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için<br />
silah kullanmak Muhammet’in yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı<br />
kabileye (Kureyş’e) <strong>ve</strong> şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin <strong>ve</strong> Kureyşliliğin<br />
yerine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın ifadesini<br />
bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman olmak, tüm insan<br />
kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kabeye girip putları<br />
yakmasının bu günkü karşılığı, bir Türkiyeli <strong>ve</strong>ya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk<br />
bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi savaş açmak,<br />
bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir.<br />
Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi gibi görmektedir. Doğu<br />
Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı, hala o Kureyş <strong>ve</strong> aşiretler dönemini savunan<br />
Ebu Cehil’lerdir.<br />
Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah <strong>ve</strong> şiddettir. Devrimi şiddet<br />
olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır.<br />
Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Harekatı”da Talat Paşa denen<br />
darbeci Bonapartı, Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için Jakobenlik kavramının<br />
içini boşaltır <strong>ve</strong> onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların<br />
gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vaz geçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama<br />
aynen sahip çıkar.<br />
Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni kuşaklarca Jakoben’in gerçek<br />
<strong>ve</strong> otantik anlamı unutulmuş bulunuyor.<br />
Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır. Jakobene bu anlamını<br />
<strong>ve</strong>renler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik <strong>ve</strong> yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip<br />
liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı <strong>ve</strong> öyle<br />
bilindi.<br />
Belli bir çağın ruhu <strong>ve</strong> sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup<br />
kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam<br />
değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi.<br />
Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten gelir <strong>ve</strong> bir zamanlar zanaat ehlini<br />
tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürümesilyle birlikte emeğiyle yaşamanın,<br />
67
zanaatın toplumdaki değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz <strong>ve</strong> aşağılayıcı<br />
anlamını almıştır.<br />
Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de, hatta dünyada.<br />
Devrici demokrasiyi, burjuva devrimleri ideallerinin ezilen <strong>ve</strong> yoksullar tarafından sonuna<br />
kadar savunulmasını ifade eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin<br />
yükseldiği atmosferde, Wajda’nın Dandon gibi filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel<br />
anlamından boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi.<br />
Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin ideallerini Plepçe, avamca<br />
gerçekleştirmeye denir.<br />
Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik <strong>ve</strong>ya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun<br />
tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben<br />
derneklerinde örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu<br />
görüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok<br />
etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların<br />
Jakobenizm.<br />
Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespiyer, idam cezasının<br />
kaldırılmasını ilk isteyendir.<br />
Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’ür.<br />
İkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında, Jakobenlerdir, yani<br />
Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, birinci Paris Komünü’nün o yarı esnaf işçileri az çok<br />
modern proletarya oldukları için, ikincisinde, Jakobenizm fiilen bir İşçi İktidarı olur, Marks’ın<br />
“Güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı.<br />
Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşevikler de yukarıdan<br />
darbeci değildiler,dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi <strong>ve</strong> köylülerin ayaklanmasının öne<br />
çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer gibi, karşı devrimin kuşatma <strong>ve</strong> saldırısına karşı<br />
Kızıl Orduyu kuran Troçki de İdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk<br />
günlerinde.<br />
Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin <strong>ve</strong> insan öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi<br />
yoktur. Bu Doğu Perincek gibi nasyonal sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi<br />
savunmak için buna baş vurmuşlar <strong>ve</strong> onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir.<br />
Yani Jakobenizm, burujuva devriminin <strong>ve</strong> aydınlanmasının, tüm insanların eşitliği; fikir <strong>ve</strong><br />
örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin,<br />
PKK bir Jakoben hareket karakteri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri<br />
Jakoben sayılabilirdi.<br />
Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı anlamını <strong>ve</strong>ren liberal<br />
aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene<br />
benzeyen bir şeyler aranırsa, son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu <strong>ve</strong><br />
çetelerin güçlü <strong>ve</strong> egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine<br />
benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi <strong>ve</strong> Ali<br />
68
Fuat Cebesoy’un batı Cephesi komutanlığından alınıp onan yerine İsmet İnönü’nün<br />
getirilmesidir. Bonapart’ın İmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır.<br />
Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte, kendisi de evrim<br />
geçirmiş <strong>ve</strong> Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür. Paris’in yarı esnaf “san kilot”ları<br />
Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespiyer <strong>ve</strong><br />
Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin <strong>ve</strong> Troçki’dir. O zamanlar hızlı geçinen<br />
Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir.<br />
Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üreticiler de bunlara<br />
dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar<br />
daha korumasız olduklarından, kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi<br />
gösterirler. Eğer bu radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların<br />
yaşadığı bir çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiyle<br />
ittifaka girebilir. Sandinist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda Jakoben devrimlerdir.<br />
Ama gericiliğin <strong>ve</strong> devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radikalleşme pek ala<br />
faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir.<br />
Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi<br />
sınıfının yeterince Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportunist günahlarının<br />
bir cezası olarak ortaya çıkar.<br />
*<br />
Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin kazanımlarına oturur <strong>ve</strong><br />
onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle başka ülkeleri istila eder.<br />
Bonapartizm’e adını <strong>ve</strong>ren Napolyon Bonapart böyledir. Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı<br />
Muvaiye’dir. İslamiyet’in Robespiyer’i Ali’dir. Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin<br />
Troçki’dir, Bonapartı Stalin’dir. Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da<br />
Jirondenler; İslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanav, Buharin’li dönem<br />
vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bunlardan sonra imparator olacak güce<br />
ulaşırlar.<br />
Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ideal <strong>ve</strong> amaçların terk<br />
etmesinde <strong>ve</strong> bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir.<br />
Bonapartizm, devrimi, bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde<br />
olur. Egemen sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız<br />
devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını İmparatorluk<br />
Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında, Askerlerinin mızraklarının<br />
ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi<br />
dokunulmaz tabu yaparak karşı devrimini yapmıştı.<br />
Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir Jakoben?<br />
Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü, Osmanlı’da burjuvazi<br />
çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali<br />
terk edilmiş, ulus bir etni, dil <strong>ve</strong>ya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan.,<br />
Rusya’nın aksine, bir modern <strong>ve</strong> büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında,<br />
69
u Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm çok sınırlı<br />
<strong>ve</strong> cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da.<br />
Jakobenizm’e en yakın eğilim, <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Rumlar <strong>ve</strong> Balkan halkları arasındaki işçi <strong>ve</strong><br />
sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de<br />
ezildikleri için, Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile<br />
sınırlıdır. Çünkü, sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici<br />
milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, <strong>Ermeni</strong>lik, Türklük, Rumluk,<br />
Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır.<br />
Fransız devrimi olduğunda Fransa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyordu. Fransız olmanın<br />
devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yoktu;. Fransız imparatorluğunun yayılmış<br />
oluğu topraklarda yaşayan yurttaşlar anlamına geliyordu.<br />
Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen Müslüman devlet kastının<br />
kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci <strong>ve</strong><br />
Sosyalist Hınçak partisi bile, hiçbir zaman, tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim<br />
yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz., etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı<br />
düşünmezdi, bir <strong>Ermeni</strong> partisi olmaktan öteye gidemedi.<br />
Bu anlamda, içinde Türk <strong>ve</strong> başka din <strong>ve</strong> milliyetlerden komutanlar yöneticiler bulunan <strong>ve</strong><br />
etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi<br />
temsil eder. Osmanlı’da en devrimci <strong>ve</strong> sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde,<br />
Kürtler, Türkler, Rumlar <strong>ve</strong> diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir jakoben<br />
sayılmazdı.<br />
Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya layık olarak Tevfik<br />
Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanm yeryüzü milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir etni,<br />
dil, din, soy aidiyetini, ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi<br />
ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur.<br />
Sadece bu idealleri sonuna kadar <strong>ve</strong> tutarlı savunmaz, bunlara ulaşmak <strong>ve</strong> bunları savunmak<br />
için, tıpkı jakobenler gibi her şeye de hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan<br />
İkinci Abdülhamit’e suikast yapan <strong>Ermeni</strong> devrimcinin bombasının biraz geç patalaması <strong>ve</strong><br />
bu nedenle müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı,<br />
1908 devrimini (Babıali Baskını denen) darbeyle gömen, <strong>Ermeni</strong>leri katleden Talat Paşa’nın<br />
öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı.<br />
Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini çoğu Genel Kurmayın<br />
peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları<br />
rahatsız etmez <strong>ve</strong> sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş<br />
bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile,<br />
Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i<br />
olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin <strong>Ermeni</strong> “Komünist”i olmaları gibi.<br />
1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat Terakki’nin babıali baskını, yani darbesidir.<br />
1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur.<br />
70
İşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik <strong>ve</strong> özgürlük idealleri yerine<br />
devleti yaşatma <strong>ve</strong> korumayı geçiren adamdır.<br />
Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok<br />
ettiği için Hitler’e ilham <strong>ve</strong>ren <strong>Ermeni</strong> katliamının örgütleyicisi olmuştur.<br />
Biz sosyalistler <strong>ve</strong> devrimci demokrasi, Talat’ın değil, <strong>ve</strong>ya Ulusu din yani İslam ile<br />
tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı Mehmet Akif’in değil;<br />
“Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir din, etni, dil ya da toprak<br />
parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden, tarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana koyan,<br />
kadın haklarını savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva<br />
devrimlerinin idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu belki de tek<br />
Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız.<br />
Bu <strong>ve</strong>sileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen <strong>Ermeni</strong> devrimcisinin başarısız kalan<br />
teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu Jakobeni analım:<br />
Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle:<br />
bir anlık gecikme<br />
bir patlama...bir duman...<strong>ve</strong> bütün bir şenlik alayı,<br />
sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın<br />
tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,<br />
yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...<br />
ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,<br />
kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?<br />
arkanda bin meraklı bakış <strong>ve</strong> sen yoksun,<br />
görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.<br />
sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki<br />
her yerde hak <strong>ve</strong> kurtuluş duygusunu tetikler.<br />
vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,<br />
en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.<br />
silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin<br />
bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.<br />
ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!<br />
attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!<br />
dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,<br />
ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç,<br />
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş<br />
*<br />
71
ir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.<br />
ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,<br />
güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,<br />
birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,<br />
söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;<br />
yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,<br />
zulüm tarihine bir övünme önsözünü.<br />
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;<br />
ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:<br />
bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)<br />
bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini<br />
Orijinal dilinde:<br />
bir lahza i teahhur<br />
bir darbe... bir duman... <strong>ve</strong> bütün bir gürûh-ı sûr,<br />
bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur<br />
tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,<br />
yüseldi gavr-ı cev<strong>ve</strong> bacak, kelle, kan, kemik...<br />
ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim,<br />
kimsin? nesin? bu sal<strong>ve</strong>te sâik, sebeb ne? kim?<br />
arkanda bin nigâh-ı tecessüs, <strong>ve</strong> sen nihân,<br />
bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.<br />
mâlik sensin o ser<strong>ve</strong>t-i ra'dîn-i gayza ki<br />
her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki.<br />
sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün,<br />
en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün.<br />
silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin<br />
bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.<br />
ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!<br />
atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!<br />
dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn,<br />
72
yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn,<br />
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş<br />
bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.<br />
lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi,<br />
âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,<br />
birden yetişdi mah<strong>ve</strong> bu tedbîr-i hârikı,<br />
söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı;<br />
nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr<br />
târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr.<br />
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam;<br />
lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm:<br />
bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî)<br />
bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!<br />
-5 temmuz 1322-<br />
-18 temmuz 1906-<br />
tevfik fikret<br />
Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı kayfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı<br />
devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için?<br />
Demokratı bırakalım sosyalist var mı?<br />
Yok.<br />
Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor.<br />
Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün.<br />
Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi <strong>ve</strong> Jakobeni bir yana.<br />
16 Mart 2006 Perşembe<br />
Demir Küçükaydın<br />
demiraltona@hotmail.com<br />
http://www.koxuz.org<br />
73
Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus <strong>ve</strong> Marksizm<br />
Murat Belge iyi yetişmiş bir entelektüeldir. Eh insan Kemalizmi doktrinleştirme iddialı <strong>ve</strong><br />
onu şu solun başına bela eden önemli kaynaklardan biri olan “Kadro”nun kadrosundan <strong>ve</strong><br />
Menderes’in “Çeşnici Başı” yemek uzmanı Burhan Belge’nin oğlu; yine “Kadro’nun<br />
Kadrosu”ndan Yakup Kadri’nin yeğeni ise, yani Türkiye’nin Asyalı, köylü <strong>ve</strong> bürokrat<br />
ortamında az çok modern burjuva birikimi olan bir dünyada gözlerini dünyaya açmış <strong>ve</strong><br />
büyümüşse; Avrupa’larda iyi bir eğitim görmüşse; <strong>ve</strong> de hele gençliğini 60’lı yollarda, o<br />
yirminci yüzyılın son entelektüel <strong>ve</strong> teorik “kuğu çığılığı”nda geçirmişse, iyi yetişmiş bir<br />
entelektüel olmamak için büyük bir yetenek gerekir.<br />
Murat Belge, şehir orta sınıflarının eğilimlerini yansıtan bir aydındır. Hatta bundan öte,<br />
onların, sosyalizme sempati duyanlarının, sosyalizan eğilimlilerinin teorisyenidir.<br />
Türkiye’de bu sol eğilimin somut ifadesi, Dev-Yol, ÖDP çizgisidir. Murat Belge <strong>ve</strong> Birikim<br />
dergisi de bu eğilimin “gizli teorisyeni”dir.<br />
“Gizli Teorisyen” dememizin nedeni şu: Diğer sol örgüt <strong>ve</strong>ya hareketlerin teorisyenleri ile o<br />
hareket <strong>ve</strong>ya örgüt arasında organik <strong>ve</strong> çoğu kez örgütsel bir ilişki vardır. Teorisyen genellikle<br />
o örgütün <strong>ve</strong>ya hareketin lider kadrosunda yer alan bir isimdir <strong>ve</strong>ya doğrudan lideridir. Murat<br />
Belge <strong>ve</strong> Birikim ile (Ömer Laçiner de kısmen onun gibidir) Dev-Yol arasında böyle bir ilişki<br />
yoktur.<br />
Dev-Yol’un önder kadrosunun esas özelliği, tipik “aparatçiki”, yani tipik örgütsel aparat<br />
adamı, olmalarıdır. Zaten bu nedenledir ki, Türkiye’in en demokratik örgütü geçinen Dev-<br />
Yol’on önder kadrosu, hiçbir zaman şu beğenmediği Stalinist örgütler kadar bile olsun,<br />
önderliğinin seçildiği <strong>ve</strong>ya hesap <strong>ve</strong>rdiği bir örgütsel yapı <strong>ve</strong> kongre bile yaşamamıştır. O<br />
Önder kadronun daha teoriye meraklıları aslında popularizasyoncudurlar.<br />
Biraz de<strong>ve</strong>kuşu gibi bir durum vardır. Ortada adı konmuş bir örgüt yoktur ama fiilen de bir<br />
örgüt vardır. Kongre yapmak, program <strong>ve</strong> ilkeler belirlemek, yöneticileri seçmek <strong>ve</strong>ya onların<br />
hesap <strong>ve</strong>rmesi gibi işler söz konusu olduğunda ortada örgüt yoktur. Ama henüz şekillenmemiş<br />
bir hareketin kendiliğindenliği <strong>ve</strong> kendiliğinden işleyen bir demokrasisi arandığında, ortada<br />
son derece güçlü, her şeyi belirleyen bir kadro-aparat vardır.<br />
Tabii bu durumun, Kuran’ı yorumlama hakkını ele geçirmiş İran’ın mollaları gibi, fiili olarak<br />
aparatın başındakilere, hiçbir örgütte bulunmayacak, muazzam bir güç bahşedeceği açıktır.<br />
Fiilen tüm kontrol ellerindedir ama aynı zamanda hiçbir sorumlulukları yoktur; hiçbir organ<br />
tarafından seçilmemişlerdir, onlara “Biat” edilmiştir; geri alınamazlar <strong>ve</strong> hesap <strong>ve</strong>rmezler.<br />
Biraz da bu nedenledir ki, bir zamanlar ÖDP ile ilgili yazdığımız bir yazıda, “Oğuzhan bu gün<br />
ne derse, yarın Dev-Yol, dolayısıyla da ÖDP onu der” diye yazmıştık.<br />
74
Elbette özellikle 70’lerdeki Dev-Yol bu modele daha yakındı. Sonra bölünmeler oldu vs..<br />
Elbet Dev-Yol içinde bu duruma itiraz edenler de oldu. Dev yol bir kitlesel hareket olduğu<br />
için onda diğer sınıfların eğilimleri de bir şekilde ifadesini bulmuştu. Ama bu çizgi esas<br />
olarak bu gün ÖDP içinde de devam ediyor.<br />
Dev-Yol (ÖDP) <strong>ve</strong> Murat Belge (Birikim) ilişkisi de diyalektik olarak o fiili Dev-Yol örgüt <strong>ve</strong><br />
liderlik işleyiş modeline tencere <strong>ve</strong> kapağı gibi uyar. Teorisyenin de “Hareket” ya da<br />
“örgütle” hiçbir organik ya da örgütsel bağı yoktur, dolayısıyla bir sorumluluğu. Belge’nin<br />
dedikleri, Belge’nin dedikleri olarak kalır; Birikim’deki görüşler Birikim’deki görüşler olarak<br />
kalır. Ama fiiliyatta onlar çok kısa bir süre sonra Dev-Yol <strong>ve</strong>ya ÖDP’lilerin görüşleri olurlar.<br />
Böylece tıpkı önder kadro gibi teorisyen de her türlü tartışma dışında kalır <strong>ve</strong> bir teorik<br />
tartışma <strong>ve</strong> gelişme olmaz.<br />
Dikkat edilirse Dev-Yol’un hiçbir zaman teorik bir yayın organı olmamıştır. En kıytırık sol<br />
örgüt bile, bir tane teorik, bir tane politik bir tane de (ekonomik) kitle yayın organı çıkarmaya<br />
çalışmıştır. Dev-Yol’da böyle bir teorik organ da olmamıştır. Bunun nedeni, Birikim’in<br />
aslında Dev-Yol’un teorik organı olmasıdır. Dev-Yol’un bütün kadrolarının ufkunu o belirler<br />
<strong>ve</strong> teorik gıdalarını ondan alırlar. Ya da tersi, Birikim <strong>ve</strong> Murat Belge, onlara ihtiyaçları olan<br />
yaklaşım, kavram <strong>ve</strong>ya formülasyonları sağlar. Burada bilinçli bir çabadan söz etmiyoruz.<br />
İşler kendiliğinden öyle yürür.<br />
Bu nedenle, istese de istemese de, Murat Belge (<strong>ve</strong> de Birikim) Dev-Yol’un (ÖDP’nin)<br />
teorisyenidir <strong>ve</strong> bir anlamda da şehir orta sınıflarının eğilimlerini dile getirir.<br />
Bu durumda; kötü kopyalarla, popülarizasyonlarla uğraşmaktansa, kaynağıyla ilgilenmek çok<br />
daha doğru olur. Belge’ye bu eleştiri aslında bir Dev-Yol (ÖDP) eleştirisi olarak da;<br />
Türkiye’deki Sol hareketi kakırdatan, Dev-Yol (ÖDP) <strong>ve</strong> Şehir Orta sınıflarına egemen, gerici<br />
Türk milliyetçiliğinin eleştirisi olarak da okunabilir<br />
*<br />
Bir süredir, Türkiye sosyalistlerinin iliklerine, kanlarına işlemiş gerici milliyetçiliklerini<br />
somut olarak göstermek babından özellikle “Biz” <strong>ve</strong> “Türk Toplumu” <strong>ve</strong>ya “Türkiye<br />
Toplumu” gibi kullanım <strong>ve</strong> kavramlara ilişkin bir yazı yazmayı düşünüyorduk. Ama olayların<br />
akışı içinde “aman şu konuyu da boş bırakmayalım” gibi kaygılarla, gelişmelerin peşinde<br />
koşmaktan, buna hiçbir zaman vakit bulamıyorduk.<br />
Derken, bugün, yine “aslolan hayattır” diye bir e-gruptan Murat Belge’nin bu günkü<br />
Radikal’de yayınlanan “Yaşamaya Doğru” yazısının tavsiyesi gelince, artık sırasıdır hiç<br />
olmazsa konuyu çıtlatalım diyerek işte bu satırları yazmaya başladık.<br />
Murat Belge’nin yazısına geçmeden önce şu “Biz” <strong>ve</strong> “Türkiye Toplumu” kavramlarını <strong>ve</strong><br />
kullanımlarını, bunların neyi nasıl gizlediği konusunu biraz açalım.<br />
Bir sosyalist’in “Biz”i, ezilenler, eğer bu sosyalist kendine Marksist falan da diyorsa, Dünya<br />
İşçi Sınıfı olur <strong>ve</strong>ya olmalıdır. Bir ulus, hatta bir ülkenin işçileri bile olamaz <strong>ve</strong> olmamalıdır.<br />
Yani o dünyaya dünya işçi sınıfının çıkarları açısından bakmalıdır; onun bir unsuru olarak<br />
*<br />
75
düşünmeli <strong>ve</strong> davranmalıdır. Biz’in bunun dışındaki her kullanımı en gericisinden<br />
milliyetçiliktir. Çünkü İşçi Sınıfından başka bir özne açısından düşünmek <strong>ve</strong> davranmak<br />
demektir bu. Bunun da Marksistlikle bir ilişkisi olmaz. Marks’ın da daha Komünist<br />
Manifesto’da çok açık olarak belirttiği gibi, Komünistler, İşçi sınıfı’nın tarihsel <strong>ve</strong> genel<br />
çıkarını savunurlar <strong>ve</strong>ya öyle olanlara Komünist denir.<br />
Bu nedenle, her hangi birisinin bir yazısı <strong>ve</strong>ya bir konuşmasını incelerken, gerçekte ne<br />
dediğini anlamak isterken, öncelikle onun, gizli öznesini; hangi özne açısından konuştuğunu<br />
<strong>ve</strong> muhataplarının kimler olduğunu analiz edip ortaya çıkarmak, sınıf mücadelesinin<br />
labirentlerinde kaybolup gitmek istemeyen için ilk yapılması gereken iştir.<br />
Başka bir özne açısından <strong>ve</strong> ezilenleri <strong>ve</strong> işçileri içsel olarak muhatap almayan en doğru gibi<br />
görünen sözler bile, yanlıştır.<br />
“Biz”in dünya işçi sınıfı dışında bir özne olması <strong>ve</strong>ya ezilenler <strong>ve</strong> işçiler dışında bir muhatap,<br />
fiiliyatta en gerici milliyetçilikle sonuçlanır dedik. Niçin?<br />
Çünkü, “Biz”i, her hangi bir ülkenin işçi sınıfı anlamında kullanmak; <strong>ve</strong>ya fiilen öyle bir özne<br />
açsından düşünüp davranmak, bu günkü dünya, kendini, dile, dine, kültüre, yere vs. göre<br />
tanımlamış ulusal devletlerden oluştuğundan, o devlet içindeki işçileri kastettiğinden, gerici<br />
bir ulusçuluğa göre tanımlanmış bir işçi bölüğü anlamında kullanılmış olacağından<br />
milliyetçidir.<br />
Ayrıca işçi sınıfı yerine (ki işçi sınıfı ancak dünya ölçüsünde, “Dünya tarihsel” bir sınıftır),<br />
onun bir zümresini kastettiğinden, yani zümre çıkarını sınıf çıkarının önüne aldığından,<br />
oportunisttir. Oportunizmin Marksist teorideki tanımı, “zümre çıkarını sınıf çıkarına üstün<br />
tutmak”tır.<br />
Bu sadece “Biz”i belli bir ulusun işçileri anlamında kullanmada bile böyledir.<br />
Ama şu ara Kürt sorunuyla yüzleşmekten kaçmak için çok hızlı “sınıfçı” kesilen Türk<br />
Solunun aslında sınıfla falan pek ilgisi olmadığından, onlar “Biz”i bu anlamda bile hiç<br />
kullanmazlar. “Biz” dediklerinde, kendi örgütlerini kastetmiyorlarsa, daima Türk ulusunu<br />
kastederler. Yani aslında bir Marksist, bir sosyalist olarak değil, bir Türk olarak, bir Türk’ün<br />
gözüyle dünyaya bakarlar. Onlar sözde en “Marksist”, en “demokrat” en “devrimci”sözleri<br />
bile ederken, bu “Biz” onların gerçek gözlerini, gerçek öznelerini, gerçek ideolojilerini ele<br />
<strong>ve</strong>rir.<br />
“Gözler yalan söylemez” diye bir söz vardır. “Biz”ler de yalan söylemez.<br />
*<br />
Örneğin, şu an elimin altında yok, ama örneğin Taner Akçam’ın Türk ulusçuluğu ya da<br />
<strong>Ermeni</strong> katliamı konusunda yazılarını okurken bu “Biz”in gerçek karşılığı çok açık görülür. O<br />
bütün sorunu bir Türk olarak tartışır.<br />
(Burada pedagojik olarak, Türk olmayan birinin, “biz”i Türklük, Türk vatandaşlığı,<br />
Türkiyelilik olmayan birinin, “Türk” gibi konuşması söz konusu değildir.<br />
76
Örneğin, biz bir tarihte “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak için Türk Girişimi” kurmuştuk.<br />
Burada özellikle Türk vurgusu yapmamızın nedeni, kendimizi Türk olarak görmememize<br />
rağmen; elimizde olmadan Türk olduğumuz, ezen ulustan olduğumuz için, bu durumu<br />
vurgulayan, buradan hareketle tavır koyan politik bir duruşu net olarak koyabilmekti amaç.<br />
Çünkü Türklerin hepsi onun kanını içmek istiyor <strong>ve</strong>ya daha demokrat <strong>ve</strong> solcuları “aman bu<br />
dertten de kurtulduk”, “istemem yan cebime koy” diyerekten için için seviniyorlardı. Buna<br />
karşı provakatif olarak Türk’lük yapmak başkadır. Bir Türk özne açısından dünyaya bakmak<br />
başkadır. Bu kısa parantezden sonra devam edelim.)<br />
Taner Akçam <strong>ve</strong>ya onlarca başka yazarınki böyle bir “Türk”lüğü ortadan kaldırmak için,<br />
onunla daha iyi mücadele edebilmek için “Türklük” yapmak değildir. Onlar kendiliğinden,<br />
kendilerini Türk olarak kabul ederek, Türklüğü nasıl daha iyi, daha demokratik yapacaklarını<br />
tartışırlar.<br />
Yani aralarından rastgele Taner Akçam’ı örnek olarak aldığımız onlarca, yüzlerce, sosyalist<br />
bilinen <strong>ve</strong>ya kendini öyle tanımlayan yazarın “Biz”i dünya işçi sınıfı değil, “Türklük”dür.<br />
İster Evrensel’i açın, ister en radikal yayınların makalelerini, inceleyin, onların gizli<br />
“biz”lerini, analiz edin, hepsinin altından aslında Türkiye, Türk ulusu çıkar. Sorunları o özne<br />
açısından tartıştıklarını <strong>ve</strong> muhataplarının o ulusun içindeki belli kesimler olduğunu<br />
görürsünüz. Çok nadirdir aksi durumlar.<br />
Bu durum en açık biçimde, <strong>Ermeni</strong> katliamı <strong>ve</strong> Jenositi tartışmalarında görülür.<br />
Türkler sorunu, ister sağcı, ister solcu olsun, özür dileyip dilememe bağlamında tartışırlar.<br />
Özür dilemek gerekir diyenler de Türk olarak tartışmaktadırlar. Onların “biz”leri, <strong>Ermeni</strong><br />
soykırımının en radikal mahkum edilişlerinde bile, hap Türklük olarak kalır. Çünkü “Özür”<br />
ancak Türklerin, kendini Türk olarak kabul edenlerin yapacağı bir eylem <strong>ve</strong>ya düşüncedir.<br />
Türklük ile sorunu Özür Dileme bağlamında tartışmak arasında kopmaz bir bağ vardır.<br />
Sosyalist, Marksist bir insan; sorunu Dünya İşçi Sınıfı’nın öznesi olarak tartışan bir insan ise,<br />
sorunu Özür dileyip dilememe değil, nedenlerini anlama <strong>ve</strong> mahkum edip etmeme<br />
bağlamında tartışır.<br />
*<br />
Bir sosyalist, E<strong>ve</strong>t, bir <strong>Ermeni</strong> Katliamı olmuştur, bir soykırım olmuştur, bunu Türk devleti<br />
yapmıştır (<strong>ve</strong>ya Türkler Kürtler <strong>ve</strong>ya Osmanlılar vs.) milliyetçilik <strong>ve</strong> milliyeti bir din, dil ile<br />
tanımlayan bir milliyetçilik bunun gerçek müsebbibidir, o halde ulusun dil, din, etni,<br />
(Türklük, Kürtlük, <strong>Ermeni</strong>lik) ile tanımlanmasını ortadan kaldıralım; genel olarak ulusları yok<br />
edelim der.<br />
Türk olarak tartışan ise, kendine ne kadar “kızıl komünist” derse desin, Özür dileyelim,<br />
Türklüğü bu suçlardan arındıralım, Türklüğü başka türlü tanımlayalım der. Onun sorunu<br />
ulusla değil, hatta ulusun bir dil, din, etni, kültür, soy ile tanımlanmasıyla değil; bu ulusun<br />
(Türk ulusunun) <strong>ve</strong> Türklüğün nasıl tanımlanacağı noktasındadır.<br />
Bu nedenle, <strong>Ermeni</strong>lerden Türk olarak özür dilemek, aslında bütün demokratik görünümüne<br />
rağmen, devrimci demokratik bile değildir. Dil, Din, Etni, Tarih, Soy vs. ile tanımlanmış<br />
biçimler; örneğin, Türklük, Kürtlük, <strong>Ermeni</strong>lik gibi biçimler dışında, başka bir ulus var<br />
77
oluşunu kabul etmediği; kendini bunlarla tanımlamayı reddeden bir ulusçuluğu bile<br />
savunmadığı, hatta onu reddettiği için, ancak Türklüğe dayanan bir ulusçuluğu savunanların<br />
yapabileceği bir iştir.<br />
Örneğin ulusun her hangi bir dil, din etni, tarih, soy ile tanımlanmasını reddeden bir<br />
demokratik ulusçu, (dikkat edin sosyalist bile değil, devrimci demokratik bir ulusçu), yani bir<br />
burjuva devrimcisi bile <strong>Ermeni</strong> katliamının suçlusunun ulusçuluk değil, demokratik ulusçuluk<br />
değil; ulusun bu gerici kriterlere göre tanımlanması olduğunu söyleyebilir.<br />
Diğer bir ifadeyle Türk olarak Özür dilemekten söz edenler, devrimci demokratik bir ulusçu<br />
bile değildirler, onlar ulusun Türklük, Kürtlük, <strong>Ermeni</strong>lik ile tanımlanmasını sorun<br />
etmemektedir; Onların sorunu Türklüğün nasıl tanımlanacağıdır.<br />
Yani örneğin Türklüğü Orta Asya’dan gelmekle, kanla, ırkla da tanımlayabilirsiniz ya da<br />
Anadolu’daki bütün medeniyetlerin mirasçısı olmakla da. Böyle Anadolu’daki tarih <strong>ve</strong><br />
kültürle tanımlanmış bir Türklük, Türk Ulusu, daha doğrusu Türk ulusçuluğu da mümkündür.<br />
<strong>Ermeni</strong>lerden Türkler olarak Özür dilemeyi savunanlar, aslında ulusun Türklükle<br />
tanımlanmasına karşı değildirler; Türklüğün neyle tanımlanacağını tartışmaktadırlar.<br />
Bu fark tıpkı klasik sömürgecilik ile modern yeni sömürgecilik arasındaki fark gibidir. Klasik<br />
sömürgecilik, biyolojik bir ırkçılığa dayanıyordu; yeni sömürgecilik ise kültürel bir ırkçılığa<br />
dayanır.<br />
Benzer şekilde, Klasik Türk Milliyetçiliği, kana, ırka, Orta Asya’ya dayanan bir<br />
milliyetçiliktir. Tıpkı klasik sömürgeciliğin <strong>ve</strong> ırkçılığın tıkanması gibi bu milliyetçilik<br />
sınırlarına ulaşmış bulunuyor. Bu durumda, tıpkı emperyalist ülkelerin, klasik<br />
sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe, dolayısıyla biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa<br />
geçmeleri gibi, aslında Türk ulusçuluğu da, kana dayanan bir ulusçuluktan kültürel bir<br />
ulusçuluğa geçmeye çalışıyor. <strong>Ermeni</strong> soykırımı konusundaki tartışmalarda, özür dilemeyi<br />
<strong>ve</strong>ya bu soykırımın tanınmasını <strong>ve</strong>ya mahkum edilmesini isteyen Türkler, burada bu geçişi<br />
savunanlardır.<br />
Bu günkü politik konjonktürde, tıpkı biyolojik ırkçılık karşısında kültürel ırkçılığın;<br />
sömürgecilik karşısında yen sömürgeciliğin ilericilik olarak görülmesi gibi; kültürel<br />
milliyetçilik daha demokratik <strong>ve</strong> ilerici görünmektedir. Ancak, özünde, ulusun bir dil, din,<br />
etni, soy, tarih ile tanımlanmasını reddetmediği için, aynı ölçüde gerici bir ulusçuluktur. Bu<br />
günkü dünyada, territoryal bir ulusçuluk bile, dünyanın yoksullarını bin bantustana tıkmak,<br />
bir apartheit rejimini savunmak, yani ırkçılık sonucu <strong>ve</strong>rirken, kültürel bir ulusçuluk aslında<br />
çok daha büyük bir gericilik anlamına gelir.<br />
O zaman şu olgunun nedeni de daha açık olarak ortaya çıkar: Türkiye’deki demokratik<br />
hareketin zayıflığı.<br />
Kendine demokratik diyenler <strong>ve</strong>ya bu gün öyle görünenler, savundukları ulusçuluk<br />
anlayışlarıyla aslında demokratik kategorisine bile girmezler. Bu günün Türkiye’sindeki<br />
tartışma, devrimci <strong>ve</strong> demokratik bir ulusçulukla gerici bir ulusçuluk arasında olmaktan<br />
ziyade; gerici ulusçuluğun hangi biçimlerinin çağa daha uygun olduğuna ilişkin bir<br />
tartışmadır. Ulusun Türklükle tanımlanmasına değil; Türklüğün neyle tanımlanacağına ilişkin<br />
78
ir tartışmadır. Ve zaten bu bağlamda ancak bir özür dileme <strong>ve</strong> dilememe tartışması<br />
yapılabilir. Özür dileyelim diyenler de dilemeyelim diyenler de aynı gerici ulusçuluk<br />
anlayışını paylaşmaktadırlar. Tam da aynı anlayışı paylaştıkları için, tartışma özür dileyip<br />
dilememe bağlamında yürümekte <strong>ve</strong> gerici ulusçuluğa karşı, yani ulusun Türklükle<br />
tanımlanmasına karşı bir tartışmaya dönüşememektedir.<br />
Bu tartışma olmadığı, yani ulusun bir dil, etni, soy, tarih ile tartışmasını reddeden bir<br />
demokratik ulusçuluk bile bulunmadığı içindir ki de, “özür dileyelim” diyenler bunca zayıftır.<br />
Çünkü reformlar aslında devrimci mücadelenin yan ürünleri olur. Gerçek bir devrimci<br />
demokratik bir ulusçu hareket olsaydı; ulusun Türklükle, yani bir dil, din, etni, soy, tarih ile<br />
tanımlanmasına karşı bir güçlü hareket olsaydı, o zaman pabucu pahalı gören kana, ırka, Orta<br />
Asya’ya dayanan Türk milliyetçilerinin hepsi, Türklüğü kültürle tanımlama reformatörleri<br />
olurlardı. Aslında MHP’de son zamanlarda görülen bu yönde zayıf bir eğilimdir.<br />
Görüldüğü gibi, o basit gibi görünen, Türkçe’de çoğu kez, “biz” zamirini bile kullanmadan,<br />
cümlenin içeriğine yedirilmiş olarak kullanılan <strong>ve</strong> bu nedenle de tespiti bazan epey zor olan o<br />
“Biz”, nasıl bir milliyetçilik <strong>ve</strong> millet sorunuyla <strong>ve</strong> programla ilgilidir <strong>ve</strong> hiç de öyle masum<br />
değildir.<br />
*<br />
İşte, açın Türk solcularının <strong>ve</strong>ya sosyalistlerinin yazılarını, hepinin “Biz”i Türklük, “Türk<br />
devletinin yurttaşları”; “Türkiye’de yaşayan insanlar” <strong>ve</strong>ya “Türkiye’nin ezilenleri” gibi<br />
anlamlarda kullandığını görürsünüz. Bu, sosyalistlerin sosyalist olmadıklarının, basit<br />
milliyetçiler olduklarını, hatta Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak isteyen<br />
gerici milliyetçiler olduklarını görürsünüz. Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak<br />
gerici bir ulusçuluğu savunmak olmaktan çıkmaz. Yıllarca bütün dünya komünist partilerinin<br />
yaptığı tam da buydu. Ve tam bu nedenledir ki, hepsi sıfır numara gerici milliyetçiler<br />
biçiminde ortaya çıktılar.<br />
Peki bu işin Murat belge ile ilişkisi ne?<br />
İşte Murat Belge’nin “Biz”i hep Türk halkı, Türkler, Türk devletinin yurttaşları, yani Türk<br />
ulusudur. Bütün ÖDP <strong>ve</strong> Dev-Yol geleneği de böyledir. Meraklısı ciddi bir tarama yaparak,<br />
bunu yüzlerce binlerce kere kanıtlayabilir. Zaten Belge’nin şehir orta sınıflarının eğilimlerini<br />
yansıtmasının nedeni budur. Onlar bu kullanımdan dolayı bilinçsizce bir yakınlık hissederler,<br />
tıpkı kendi duygu <strong>ve</strong> düşüncelerini yansıtan bir müziği dinleyen bir insanın duyduğu duygu <strong>ve</strong><br />
düşünce yakınlığını duyarlar.<br />
*<br />
Bu gerici milliyetçiliğin, özne olarak Dünya İşçi Sınıfının değil de, Bir ulusun, Türk ulusunun<br />
bakış açısında sorunları ele almanın <strong>ve</strong> sorunları o özne açısından tartışmanın, gizli “Biz”den<br />
daha rafine, özel bir biçimi daha vardır.<br />
Bunda “Biz” iyice gizlenmiş, nesnel, taraf <strong>ve</strong> olayların dışında bir bilim adamı kis<strong>ve</strong>sine<br />
bürünmüştür. Keşfi çok daha zordur.<br />
79
Sanki milliyetle <strong>ve</strong> milliyetçilikle, Türklükle vs. hiç ilişkinizi yok gibi görünürsünüz, ama<br />
aslında bütünüyle Türk ulusunun sorunların tartışıyorsunuzdur.<br />
Bu da “Türk Toplumu” ya da “Türkiye Toplumu” kavramlarıyla sağlanır. Hatta bazen de<br />
sadece “Toplum” kavramı kullanılır. Ama bu kavramların gerçek içeriğini incelediğinizde<br />
karşınıza yine o Türk Ulusu çıkar.<br />
Dev-Yol’cu (ÖDP’li) söylemin <strong>ve</strong>ya terminolojinin ayrılmaz bir bileşenidir “Türkiye<br />
Toplumu” <strong>ve</strong>ya “Türk Toplumu” kavramları.<br />
Aslında, metodolojik <strong>ve</strong> bilimsel olarak en küçük bir eleştiriye dayanamayan saçma bir<br />
kavram çiftidir. Bunu kısaca gösterelim.<br />
“Toplum” diye bir şey yoktur dünyada. Toplum sosyolojik bir kavram, sosyolojik bir<br />
soyutlamadır. “Türkiye Toplumu” olmaz. “Türkiye Halkı”, “Türk Ulusu”, “Türkiye Ulusu”,<br />
“Türk Devletinin Yurttaşları” vs. olabilir. Bütün bunlar hukuk, politik <strong>ve</strong> ideolojik<br />
kavramlardır.<br />
*<br />
Toplum ise sosyolojik bir kavramdır. Bir imparatorluk, bir devlet, bir ülke, bir ulus <strong>ve</strong>ya<br />
ulusun bir bölümü ile özdeşleştirilemez <strong>ve</strong>ya o anlamlarda kullanılamaz. Bu yanlıştır. Toplum<br />
kavramının bunlarla çiftleştirilmesi otomatikman onu da bir ideolojik kavram haline getirir.<br />
Bu nedenle Yanlışlığı bilindiği takdirde, yanlışlığı biline biline, “galatı meşhur lügati<br />
sahihten yeğdir” babından kullanılabilir. Ama mantık bu yanlışa göre kurulamaz.<br />
Örneğin “Osmanlı Toplumu” diye bir şey yoktur. Osmanlı Devleti <strong>ve</strong>ya İmparatorluğu, ülkesi<br />
vs. vardır. Ama “Osmanlı Toplumu” yoktur. Bu, politik bir kavram ile (Osmanlı) sosyolojik<br />
bir kavramı (Toplum) çiftleştirmektir.<br />
“Türk” ya da “Türkiye” toplumu da öyledir. Türk ya da Türkiye, politik <strong>ve</strong> ideolojik<br />
kavramlardır, sosyolojik kavramlar değildirler. Örneğin “Türkiye” dendiğinde eğer bir toprak<br />
parçası <strong>ve</strong>ya orada yaşayan insanlar kast ediliyorsa, bu toprak parçasının belirlenmesi<br />
bütünüyle politiktir. Dolayısıyla orada yaşayan insanların tanımlanışı da politiktir. Türk ile<br />
örneğin belli bir devletin yurttaşları kast ediliyorsa, bu bütünüyle politik bir kavramdır. Bu<br />
durumda yapılan iş, politik bir kavram ile, sosyolojik bir kavram ile çiftleştirilmektir. Bu ise<br />
en temel mantık hatasıdır. “İki kere iki mum eder” gibi bir hatadır. İki kere iki bir milyon eder<br />
derseniz mantıkta bir hata yoktur, hesap hatası vardır. Ama iki kere iki mum eder derseniz,<br />
mantık hatası yapmış olursunuz. Örneğin yeşil iyilik gibi saçma bir kavram çifti yaratmış<br />
olursunuz. Böyle bir çift pek ala edebi bir imgenin aracı olarak kullanılabilir. Ama biz<br />
imgeleri değil, bilimsel kavramları tartışıyoruz.<br />
Bir zamanlar “Revizyonist Ülkeler” gibi bir kavram çifti vardı örneğin. Revizyonizm bir<br />
düşüncede bir doktrinde olabilir. Bir sosyo ekonomik formasyon, bir rejim, bir üretim biçimi<br />
değildir. Ama bu kullanımda tam da bu anlamlarda kullanılır. Ülke’nin revizyonisti olmaz,<br />
düşünce <strong>ve</strong>ya bir doktrinin revizyonisti olur. Mantıken bir yanlış vardır ortada.<br />
80
Örneğin bir “feodal toplum”dan, bir “kapitalist toplum”dan söz edilebilir ama “İngiliz<br />
Toplumu”ndan, “Fransız Toplumu”ndan söz edilemez. Feodal ya da kapitalist sosyolojik<br />
kavramlardır, ama İngiltere ya da Fransa politik <strong>ve</strong> ideolojik kavramlar.<br />
İşte, Türkiye Toplumu, Türk Toplumu ya da bunlar karşılığı kullanılan “Toplum” kavramları,<br />
her şeyden önce böyle bir mantık <strong>ve</strong> metodoloji hatasıyla maluldürler.<br />
*<br />
Solcular içlerine işlemiş olan milliyetçiliğin kavramlarını kullanmamak, gerçek<br />
milliyetçiliklerini gizlemek için, böyle saçma kavram çiftleri yaratırlar. “Türk ulusu” dese,<br />
“Türk devletinin yurttaşları” dese, o zaman Türk Ulusunun, Türk devletinin yurttaşlarının<br />
sorunlarını tartıştığı, onlara çözüm aradığı; dolayısıyla Türk Ulusu <strong>ve</strong> Devletini olumladıkları<br />
<strong>ve</strong> zımnen savundukları ortaya çıkacaktır.<br />
Bunu gizlemek için, “Türk toplumu” der, “Türkiye toplumu” derler. Sanki sosyolojik bir<br />
sorunu tartışıyormuş gibi bir izlenim yaratırlar. “Toplum” boru mu bu? Toplumcu lafı bile<br />
ondan geliyor. Böylece sosyalist <strong>ve</strong> de tarihsel maddeci, Marksist bir ton da <strong>ve</strong>rilmiş, bir ima<br />
da yapılmış olur. Bir taşta iki kuş.<br />
“Türkiye Toplumu”ndan söz eden metinleri alın, hepsinde aslında Türk ulusunun, hatta Türk<br />
devletinin sorunlarının tartışıldığını görürsünüz. Aslında o özne açısındandır bütün yaklaşım,<br />
ama “Toplum” lafının ardında nesnellik <strong>ve</strong> bilimsellik örtüsünün altına gizlenmiştir.<br />
İşte burada artık esas konumuz olan, Murat Belge’ye gelelim.<br />
Biz yazıları hep bu arka plan ile okuduğumuzdan, Murat Belge’nin bu çok ilerici gibi<br />
görünen, bu yazının başında sözünü ettiğimiz yazısında, aslında, son derce gerici bir özne<br />
açısından sorunu tartıştığı hemen dikkatimizi çekti.<br />
Murat Belge, bu yazısında “Toplum” kavramını kullanıyor. Ama “toplum”u sadece bir<br />
bütün olarak ulus anlamında değil, o ulusa egemen <strong>ve</strong>ya onu yaratan, egemen<br />
bürokratik oligarşi anlamında kullanıyor <strong>ve</strong> aslında, tam da o öznenin bakış açısından<br />
bütün sorunu tartışıyor. O Özneye “böyle gitmez” diyor.<br />
Şimdi önce okuyucu Murat Belge’nin yazısı okusun. Aşağıya yazıyı olduğu gibi aktarıyoruz:<br />
“Yaşamaya doğru<br />
Murat Belge<br />
02/05/2006<br />
*<br />
Türkiye'de modernizasyon hamlelerinde başı çeken kadrolar kadar, modernizasyonun içinde<br />
geliştiği genel koşulların da mahiyeti, doğal olarak, bu sürecin biçimlenmesini belirlemiştir.<br />
Modernizasyonun kendisi, aslında Tanzimat'la bile değil, II. Mahmud'la <strong>ve</strong> Vaka-i Hayriye ile<br />
başlamış olsa da, bu uzun sürecin 1876 sonrası, yani 93 Harbi'ni izleyen bölümünün özel bir<br />
önemi olduğunu düşünüyorum.<br />
81
Rus ordusunun Yeşilköy'e kadar yürümesi, mütareke koşulları, <strong>ve</strong>rilen kayıplar<br />
('territorialism' zihniyetinden çıkamayan bu devlette her şeyden önemlisi buydu), daha sonra<br />
Berlin'de geri alınan birkaç şeyin karşılaşılan bütün sorunlara bir 'ölüm kalım kavgası'<br />
çerçe<strong>ve</strong>sinde bakmak, bir alışkanlık haline geldi.<br />
Ama 20'nci yüzyıla giriş biçimi, bu karamsarlığın üzerine yeni yeni bulutlar getirip yığdı.<br />
1876'da I. Meşrutiyet'in ilanı ile 93 Harbi'nin başlaması üst üste gelmişti. 1908'de II.<br />
Meşrutiyet'in ilanının sevinci ile Avusturya'nın Bosna-Hersek'i resmen ilhak etmesinin<br />
burukluğu da benzer bir biçimde çakıştı. Ama bunu 1911 Trablus, 1912 Balkan Harbi <strong>ve</strong><br />
nihayet büyük Dünya Harbi izledi. Bunların hepsi yenilgi <strong>ve</strong> toprak kaybıyla sonuçlandı.<br />
'Makûs talih' işte 93'ten başlayan bu diziydi. Savaş, iyiden iyiye bir kader haline gelmişti. Yok<br />
olmak kaderse bu savaşla gelecek, ama ufukta bir kurtuluş varsa bu da savaşla kazanılacaktı.<br />
Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen <strong>ve</strong> doğrudan doğruya etkiledi. Örneğin<br />
Harp Mecmuası... Harbiye Nezareti'nin yayımladığı bu derginin ilk sayısı 1915'te çıkmış <strong>ve</strong><br />
yayın 1918'e, savaşın sonuna kadar devam etmiştir.<br />
İyi kâğıda basılan, bol fotoğraflı dergi, doğal olarak, bir propaganda dergisiydi (yeni<br />
harflerle özet baskısı yakında yapıldı: Kaynak Yayınları, 2004). Dünya tarihinde, 'topyekûn<br />
harp' kavramının günün yeni gerçeği olarak yerini aldığı bir evrede, bütün bir toplumun<br />
savaşa hazırlanması amacıyla yayımlanıyordu. Her sayısında, 'Yaşayan Ölüler' <strong>ve</strong> 'Mübaret<br />
Şehitlerimiz' başlıklarıyla, savaşta can <strong>ve</strong>renlerin fotoğrafları yayımlanır. Bu, ister istemez,<br />
toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını <strong>ve</strong>rmek gibi bir şeydir.<br />
Savaş sonuna doğru, Cenap Şahabettin'in Rıza Tevfik'e mektubundan öğrendiğimiz gibi, en<br />
tanınmış yazarlar, dolgun ücret karşılığında, 'milli, vatanî, hamasî' edebiyat yapmaya<br />
çağrılır. Ama bu edebiyat zaten yapılmaktadır. Mehmet Akif 'Çanakkale Şehitleri'ni yazarken<br />
'dolgun ücret' düşünmemiştir. Çevre koşulları, eli kalem tutan insanlara zaten üzerinde<br />
yoğunlaşacak başka konu bırakmamaktadır.<br />
Bu olaylarda yadırganacak bir şey yok. Savaşlarda kaybettiği insanlara borcunu, onları en<br />
içten sevgi <strong>ve</strong> saygıyla anarak ödemekten kaçınacak bir toplum herhalde düşünülemez.<br />
Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme <strong>ve</strong> öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün <strong>ve</strong><br />
değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan<br />
da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı <strong>ve</strong> anlaşılır bir<br />
duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir. Değindiğim zor koşullar, son analizde, somut<br />
bir konjonktürün getirdiği şeylerdi. O konjonkürü ebedileştirmek de sağlıklı bir şey değil.<br />
Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli direnci<br />
de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme <strong>ve</strong> öldürme'<br />
edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur. Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın<br />
kutsanmasına <strong>ve</strong> yüceltilmesinedir.”<br />
Murat belge’nin yazısında Toplum sözü geçen şu sözleri önce alt alta aktaralım:<br />
“Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen <strong>ve</strong> doğrudan doğruya etkiledi.”<br />
*<br />
82
“Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını <strong>ve</strong>rmek gibi bir şeydir.”<br />
“Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme <strong>ve</strong> öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün <strong>ve</strong><br />
değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan<br />
da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı <strong>ve</strong> anlaşılır bir<br />
duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir”<br />
“Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli<br />
direnci de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme <strong>ve</strong><br />
öldürme' edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur.”<br />
“Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın kutsanmasına <strong>ve</strong> yüceltilmesinedir.”<br />
Biraz dikkatli bir analiz, Murat Belge’nin Toplum sözünü aslında “Uluslar” <strong>ve</strong>ya “Türk<br />
Ulusu” karşılığında kullandığını ortaya çıkarır.<br />
Ama sadece bu kadar değildir. Murat belge, “toplum”u aynı zamanda, Osmanlı’ya egemen<br />
olan <strong>ve</strong> Türk ulusunu yaratan Bürokratik kast karşılığı da kullanmaktadır.<br />
Örneğin, bir sürü yenilgiyi sıraladıktan sonra, “Bu maddi koşullar, toplumun manevi<br />
dünyasını hemen <strong>ve</strong> doğrudan doğruya etkiledi.” diyor.<br />
Söz konusu “Toplum” Osmanlı İmparatorluğu’dur. Peki “Toplum” denen Osmanlı<br />
İmparatorluğu içinde hiç de böyle olmayan “Toplum”lar yok muydu?<br />
Bir kere Balkan Ulusları, Rumlar, <strong>Ermeni</strong>ler, hiç de o “Toplum” denen Osmanlı bürokrasisi<br />
gibi düşünmüyorlardı. Osmanlı Bürokrasisi için yenilgi <strong>ve</strong> kayıp olan onlar için kazançtı.<br />
Eğer Toplum gerçekten nötr bir kavram olarak, Osmanlı’da yaşayan bütün insanları kast<br />
ediyorsa, o zaman Belge’nin ifadesi doğru değildir <strong>ve</strong> gerçeği yansıtmamaktadır.<br />
O İnsanların bir bölümünün duygu <strong>ve</strong> düşüncelerini, olayları algılayışını, “toplumun” diyerek<br />
tüm imparatorluk ahalisinin algılayışı olarak tanımlamaktadır.<br />
*<br />
Ayrıca bu algılayış, sadece Hıristiyan değil, Osmanlı’nın Müslüman ahalisinin de algılayışı<br />
değildi. Anadolu’daki köylünün böyle bir derdi olmadığını, zaten yeğeni Olduğu Yakup Kadri<br />
Yaban’da anlatmaz mı? O algılayış küçük bir bürokratik kastın algılayışıdır.<br />
Aslında Toplum derken, Murat Belge’nin ilk cümlede, kastettiği, Osmanlı Bürokratik<br />
oligarşisidir. Onların ruh haldir. Ama bunu toplumun ruh hali gibi koymaktadır. Çünkü kendi<br />
ruh halidir aynı zamanda, o özne açsından düşünmekte <strong>ve</strong> hissetmektedir. Zaten kendisi de bir<br />
şekilde onlara dahildir.<br />
Bu nedenle, bilinçsizce, tam da Freudyen biçimde, güdük fiiller <strong>ve</strong>ya dil sürçmelerinde<br />
olduğu gibi, onların kendi ruh hallerini tüm Müslüman ahalinin ruh hali yapma <strong>ve</strong> onlardan<br />
bir ulus yaratma çabalarını da hep toplumun yasaları gibi koymaktadır.<br />
İkinci Cümlede, “Toplum” aslında, kendisinden ulus yaratılacak olan Müslüman ahali<br />
anlamında kullanılmaktadır.<br />
*<br />
83
“Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını <strong>ve</strong>rmek gibi bir şeydir.”<br />
Osmanlı’nın en azından Trakya, Anadolu’daki Hıristiyan yurttaşları için “Sıra sana gelebilir”<br />
her halde anlamsızdı. Egemen bürokrasinin onlara böyle bir mesaj <strong>ve</strong>rmek gibi bir derdi de<br />
yoktu. Çünkü onlar aslında, Osmanlı egemenliğinden kurtuluş için sıranın kendilerine<br />
gelmesini bekliyorlar <strong>ve</strong>ya bunun için çalışıyorlardı. Belge, tam bir Türk milliyetçisi gibi<br />
düşünmekte <strong>ve</strong> algılamaktadır Osmanlı’yı, yani sadece Müslüman ahali olarak. Biz’ine<br />
dolayısıyla “Toplum”una dahil değildir Murat Belge’nin, Osmanlı’nın Hıristiyan ahalisi.<br />
Ancak böyle bir arka planla insan böyle bir cümle kurabilir. Burada, “Toplum”un aslında<br />
gerici ulusçuluk anlamında bir “Biz”in yerine kullanılması çok açık olarak görülmektedir.<br />
Elbette bu makaleyi Murat Belge, öyle iş olsun diye yazmıyor. Tarih aslında bu günkü politik<br />
<strong>ve</strong>ya programatik duruşlara bir gerekçe sağlamaya yöneliktir. Tarihin tarihle ilgisinin<br />
olmadığı açıktır.<br />
*<br />
Murat Belge’nin “toplum”u Müslüman ahali <strong>ve</strong> egemen Bürokratik kast anlamında kullandığı<br />
görüldü. Bu anlamlarla okuduğumuzda, dediği şudur Bürokratik kasta, <strong>ve</strong>ya kendisinden artık<br />
bugün Türk ulusu yaratılmış ahaliye, yani Türk ulusuna:<br />
“Ölümü kutsayan” bir Türk ulusçuluğu iyi değildir, “hayatı kutsayan” bir Türk ulusçuluğu<br />
daha iyidir.<br />
“Toplum”ların karşılığı olan gerçek anlamları koyduğumuzda, Murat Belge’nin yaptığının,<br />
aslında nasıl bir Türk milliyetçiliğine ihtiyaç bulunduğu; nasıl bir milliyetçiliğin <strong>ve</strong>ya Türk<br />
tanımının, “Türk” <strong>ve</strong>ya “Türkiye “Toplumu”nun çıkarlarına daha uygun olacağıdır.<br />
Tıpkı klasik sömürgeciliğin <strong>ve</strong> ırkçılığın ölümü <strong>ve</strong> şiddeti kustaması, yeni sömürgeciliğin,<br />
kültürel ırkçılığın bunu reddetmesi gibi; Murat Belge de klasik Türk ulusçuluğunun,<br />
bürokrasinin Türklüğü, ırka, dile, soya dayanarak tanımlayan ulusçuluğunun ayrılmaz kardeşi<br />
olan “ölümü kutsayan” bir ulusçuluğun yerine; Türklüğü kültürel olarak tanımlayan bir<br />
ulusçuluk gibi, “Hayatı kutsayan” bir ulusçuluk öneriyor.<br />
Bunu kime öneriyor? Bu kimin sorunu olabilir?<br />
Türk ulusçulusun sorunudur. Ve Türk ulusçuluğunun yaratıcısı bürokratik kasta öneriyor.<br />
Hem de dışından bile değil içinden.<br />
İşte en entelektüel <strong>ve</strong> demokrat bilinen Murat Belge’nin o güzel sözlerinin ardındaki acı<br />
gerçek.<br />
Mey<strong>ve</strong>nin etli kısımlarını soyduğumuzda elimizde kalan, sert <strong>ve</strong> zehirli çekirdek: Türklüğün<br />
nasıl tanımlanacağı tartışmasıdır.<br />
Önerilen: ölümü değil, yaşamı yücelten bir Türklük, dolayısıyla Türk ulusçuluğu.<br />
Muhatap da Özne de Osmanlı yadigarı egemen bürokratik Oligarşi.<br />
Kadro’nun yaptığı da, Bu Bürokratik Oligarşi’ye bir doktrin oluşturmak değil miydi?<br />
*<br />
84
Anlaşılan herşey aslına dönüyor.<br />
Topraktan geldik gene toprak oluyoruz.<br />
02 Mayıs 2006 Salı<br />
demiraltona@hotmail.com<br />
http://www.koxuz.biz<br />
85
Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi?<br />
Daha önce “Biz” i Türkler, Türklük, Türk Ulusu vs. olarak ele almanın sosyalizmle <strong>ve</strong><br />
sosyalistlikle uzlaşmayacağını, bunun en gericisinden milliyetçilik olduğunu ele almıştık.<br />
(Bakınız: “Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus <strong>ve</strong> Marksizm”<br />
http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=717&Itemid=360 )<br />
Şimdi bir başka somut örnekte, bunun masıl gerici, tarihi allak bullak eden bir tarih anlayışına<br />
yol açtığını <strong>ve</strong>ya onunla bir arada bulunabileceğini görelim.<br />
Aslında bu konuyu, daha önce, Tersinden Kemalizm adlı kitapta, Kıvılcımlı’yı eleştirdiğimiz<br />
bölümde, onun “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” başlıklı yazısını eleştirirken kısaca <strong>ve</strong><br />
dolaylı biçimde ele almıştık. Burada bu eleştiriyi biraz daha detaylandıralım, ete kemiğe<br />
büründürelim.<br />
Örnek olarak ele alacağımız kitap, Erdoğan Aydın’ın “Türklerin Müslümanlaştırılmasının<br />
Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?” (Başak Yayınları, 1994)<br />
Dikkat edelim. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı, “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?” gibi bir<br />
isim değil. “Nasıl Müslüman Olduk?”. Yani biz zamiriyle soruluyor soru. Soruyu soran özne,<br />
yani “biz”: Türkler’dir. Diğer bir ifadeyle, Erdoğan aydın bir Türk olarak konuyu<br />
tartışmaktadır.<br />
Halbuki daha önce görmüştük ki, bir sosyalistin, bir Marksist’in “Biz”i ancak <strong>ve</strong> ancak,<br />
dünya işçi sınıfı olabilir. O tüm olayları bu öznenin bakış açısından ele alır <strong>ve</strong> almalıdır.<br />
Hele hele bu “Biz”in, son derece gerici; kendini bir dil, tarih, soy ile tanımlamış bir ulus, yani<br />
Türklük olması, hiçbir şekilde kabul edilemez.<br />
Peki Erdoğan Aydın bir Marksist mi? Ya da öyle olduğunu mu iddia ediyor?<br />
Böyle bir iddiası yoksa, elbette sorun yoktur. Türkler Türklerin nasıl Müslüman olduğu<br />
üzerine yazabilirler. Çünkü daha sonra görüleceği gibi, Türklerin nasıl Müslüman olduğu,<br />
ancak Türklerin sorabileceği bir sorudur. Marksist açıdan böyle bir soru olanaksızdır <strong>ve</strong>ya<br />
saçmalıktır. Bir Marksist böyle bir soru soramaz çünkü bu sorunun kendisi ideolojik <strong>ve</strong> yanlış<br />
bir sorudur <strong>ve</strong> yanlış sorulara doğru cevaplar <strong>ve</strong>rilemez.<br />
Ama bir Marksist’in, Marksist olduğu iddiasındaki birinin, biz zamiriyle, Türklüğü özne<br />
olarak kabul ederek böyle bir soru sorması katmerli bir yanlıştır. Bu nedenle önce bakalım<br />
Erdoğan Aydın Marksist mi? Ya da böyle bir iddiası var mı?<br />
E<strong>ve</strong>t, Erdoğan aydın kendisinin Marksist olduğu iddiasındadır. Örneğin aynen şöyle yazıyor:<br />
“Tarihsel Materyalist bir dünya görüşünün savunucusu olarak...” (sayfa: 18)<br />
86
Marksizm, Tarihsel Materyalizmin kısaltılmış bir ifadesinden başka bir şey olmadığına göre,<br />
Eroğan Aydın bir Marksist olduğu iddiasındadır. (Burada Tarihsel Materyalizmin bir “Dünya<br />
görüşü” değil, bir Bilim, bir yöntem olduğu konusunu ise, konuyu dağıtmamak için bir kenara<br />
bırakıyoruz.)<br />
O halde, bir yandan kendisinin Marksist olduğunu iddia eden, hatta kitabını Marksist açıdan<br />
yazdığı iddiasında olan ama diğer yandan, kendisini Türk olarak tanımlayan, olaylara<br />
Türkler açısından bakan; Türk ulusçusu olarak yazan bir yazar karşısındayız.Bu ikisinin bir<br />
arada bulunamayacağı, ortadakinin Marksizm postuna bürünmüş bir milliyetçilik, hem de<br />
ilkel <strong>ve</strong> gerici bir milliyetçilik olduğu açıktır.<br />
Ama haydi yine bir kredi daha açalım. Denebilir ki bu yargı çok acımasız. Onun biz olarak<br />
Türklüğü kastetmesi, Türk olarak yazması, Türk milliyetçisi olduğu anlamına gelmez. İnsan<br />
pek ala Türk olabilir de Türk milliyetçisi olmayabilir.<br />
Bu doğru değildir. Çünkü bu günkü Türk ulusunun, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olduğunu<br />
soya, ırka, tarihe dayanan bir milliyetçiliğin taraftarları savunabilir. Erdoğan Aydın’ın<br />
kitabının adı <strong>ve</strong> içeriği, nasıl Müslüman olduk sorusuna, Orta Asya’da cevap arıyor. Burada<br />
var olan gizli varsayım, bu günkü Türk Ulusunun, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı<br />
olduğu varsayımıdır. Bütün Emin Oktay Tarih kitapları, bütün Türk Dil <strong>ve</strong> Tarih Kurumu,<br />
bütün üni<strong>ve</strong>rsiteler, bu hikayeyi anlatır <strong>ve</strong> inşa ederler.<br />
Bu günkü Türklerin, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı olduğu iddiası, ırka, soya dayanan<br />
bir milliyetçiliğin iddiasıdır. Ve bizim “Tarihsel Maddeciliği dünya görüşü” olarak<br />
benimsemiş, Türk-Marksisti Erdoğan Aydın (Türk-Marksist, Kapitalist-Sosyalizm gibi bir<br />
saçmalıktır <strong>ve</strong> kendi içinde çelişir. İkisi bir arada olmaz.) ırkçı Türk ulusçuluğunun bu<br />
yalanını olduğu gibi kabul edip, fiilen bu yalanın yayılmasına hizmet ederek, onu yayarak<br />
ırkçı Türkçü <strong>ve</strong> Marksist nasıl olunabileceğinin bir örneğini bizlere sunuyor.<br />
Bunun nasıl bir Irkçı Türkçülük olduğunu gösterebilmek için, başka tür bir Türk<br />
ulusçuluğunun, örneğin “kültürel <strong>ve</strong> Anadolucu” bir Türk ulusçuluğun da bu soruyu<br />
sorabileceğini <strong>ve</strong> buna bambaşka bir cevap <strong>ve</strong>rebileceğini gösterelim.<br />
Pek ala şöyle bir Türk Ulusçuluğu da mümkündür. Ki böyle bir Türk ulusçuluğu Türk<br />
burjuvazisinin bu günkü ihtiyaçlarına <strong>ve</strong> tarihsel olaylara daha denk düşer.<br />
“Bizans topraklarını feth eden Oğuzlar geldiğinde, Anadolu’da şehirler <strong>ve</strong> köyler boş değildi.<br />
Orada binlerce yıldır yaşamış insanların torunları yaşıyordu. Keza bu fatihler de bu insanları<br />
katledip sürmediler. Onların üzerine egemen oldular. Ve bu egemen fatihler, fethettikleri<br />
yerlerin ahalisine göre çok küçük bir azınlıktılar.<br />
Bütün dünyada bu böyledir. Fatihler Feth ettikleri ülkelerin nüfusunun çok küçük bir<br />
yüzdesini oluştururlar. Ve kısa bir süre sonda, ya feth ettikleri ülkenin daha gelişmiş kültürü<br />
tarafından feth edilirler, yani onun dili ili dillenir <strong>ve</strong> diniyle dinlenirler <strong>ve</strong>ya o yerli ahaliden<br />
daha gelişmiş bir uygarlık <strong>ve</strong> kurumlar sistemine sahipseler, yerli ahali fatihlerin dili <strong>ve</strong><br />
dinini benimser. Bu da kısa zaman içinde, fatihlerin genetik olarak çoğunluktaki yerli ahaliyle<br />
karışmaları, bir süre sonra onların fiziksel özelliklerine de sahip olmaları sonucunu doğurur.<br />
87
Anadolu’da da tarih boyunca defalarca böyle olmuştur. Son arkeolojik kazıların <strong>ve</strong><br />
antropolojik araştırmaların da kanıtladığı gibi, örneğin Hitit kalıntılarının bulunduğu yerde<br />
bu gün yaşayanlar Orta Asya’dan gelenler <strong>ve</strong>ya daha önceki tarihlere gelmiş akıncıların <strong>ve</strong><br />
fatihlerin torunları değil, bizzat o Hititlilerin torunlarıdır. Bu bütün dünyada da böyledir.<br />
Bu şöyle bir benzetmeye daha iyi anlaşılabilir. Eskiden üzerine yazı yazılabilecek papirüs,<br />
kağıt, deri gibi malzemeler az bulunuyordu <strong>ve</strong> pahalıydı. Bu nedenle, aynı papirüs üzerindeki<br />
yazılar silinerek, <strong>ve</strong>ya zamanla silindiği için, defalarca farklı uygarlıkların farklı yazılarıyla<br />
bile kullanılabiliyordu. (Hiçbir silinme tam olmadığından, bu gün çok özel tekniklele, bir<br />
papirüsün üzerindeki farklı yazılar okunabilmektedir.) Böylece, bir papirüs hep aynı olmasına<br />
rağmen üzerindeki yazılar, dil vs. zamanla değişiyordu. İşte bu günkü Anadolu da böyledir.<br />
İnsanlar biyolojik olarak hep aynı insanlardır. Onların dilleri <strong>ve</strong> dinleri sürekli değişmiştir,<br />
tıpkı bir papirüsün üzerine başka yazılar yazılması gibi.<br />
Bu yaklaşımdan hareketle, bu günkü Türk ulusu da, böyle bu tarihin ürünüdür, bütün bu<br />
halkların <strong>ve</strong> uygarlıkların kültürünün mirasçısıyız bir Türkler. Bu Kültürün içinde Orta<br />
Asya’dan gelen Fatih Oğuz’ların oranı, onların küçük bir fatih azınlık olarak genetik<br />
oranından daha fazla değildir”<br />
Yani böyle bir Türk milliyetçiliği de mümkündür <strong>ve</strong> bu gün ilk örnekleri Halikarnas<br />
Balıkçısı’nda görülen böyle bir Türk milliyetçiliğini savunanlar da vardır.<br />
Böyle bir milliyetçilik de Türk milliyetçiliğidir, ama 1920-30’ların ideolojik atmosferine göre<br />
şekillenmiş kana, ırka dayanan bir Türklükle değil, daha günün ihtiyaçlarına uygun,<br />
globalleşmenin <strong>ve</strong> post modernitenin çokluğu <strong>ve</strong> çeşitliliği zenginlik gören yaklaşımlarına<br />
uygun daha “çağdaş”, daha kültüre göre tanımlanmış bir milliyetçilik olur.<br />
Ve böyle bir milliyetçilik, olgulara daha denk düşen bir milliyetçiliktir de.<br />
Şimdi böyle bir milliyetçilik açısından, “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, bu günkü Türk<br />
ulusunu, Orta Asya’dan gelenlerin ahvadı olarak gören ırkçı <strong>ve</strong> kana dayanan Türk<br />
milliyetçiliğinden farklı bir anlama <strong>ve</strong> içeriğe sahip olurdu. O zaman bu soru, Anadolu’da<br />
binlerce yıldır yaşayanların, fatihler küçük bir egemen azınlık olmalarına rağmen nasıl<br />
Müslüman olduğunu; ya da Balkan, Kafkas göçleri <strong>ve</strong> katliamlarla Anadolu’nun nasıl<br />
Müslüman bir çoğunluğa ulaştığını araştırırdı.<br />
Yani kültüre dayanan bir Türk milliyetçisi için “nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabı,<br />
Anadolu’nun, İslamiyet zırhıyla kuşanmış göçebe fatihlerce fethi ile daha sonraki dönemlerde<br />
ahalinin nasıl Müslüman olduğu (örneğin, Haraçtan kurtulmak için, daha az <strong>ve</strong>rgi <strong>ve</strong>rmek<br />
için) <strong>ve</strong> nihayet yerli Hıristiyanların katledip sürülmesi <strong>ve</strong> Balkan <strong>ve</strong> Kafkaslardan gelenler<br />
vs. gibi noktalarda yoğunlaşırdı.<br />
Yani Erdoğan Aydın’ınkinden çok farklı bir yer <strong>ve</strong> zamanda arardı böyle bir milliyetçilik<br />
“Nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabını. Erdoğan Aydın’ın kitabı, yani ırka, soya<br />
dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak Orta Asya <strong>ve</strong> zaman olarak 7-13.<br />
yüzyıllar arasında yoğunlaşırken, kültüre dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak<br />
Anadolu (Balkan <strong>ve</strong> Kafkaslar)<strong>ve</strong> zaman olarak da diğerinin bittiği yerde, 12-13 yüzyıllar<br />
sonrasında başlardı.<br />
88
Erdoğan Aydın bu sorunun cevabını Orta Asya’da <strong>ve</strong> 13 yüzyıl öncesinde aradığından, Irkçı,<br />
kana dayanan Türk milliyetçiliğinin bütün yalanlarına <strong>ve</strong> varsayımlarına dayanmakla, onları<br />
kabul etmekle kalmıyor, aynı zamanda onları yayıyor <strong>ve</strong> pekiştiriyor.<br />
Sanırız bu örnek, Türkiye’de ilerici, demokrat <strong>ve</strong> hatta “tarihsel maddeci dünya görüşünü<br />
benimsemiş” solcu, aydın <strong>ve</strong> de Komünistlerin nasıl saf kan gerici milliyetçiler olduklarını;<br />
onların ilerici <strong>ve</strong> demokratlığının ancak böyle gerici <strong>ve</strong> ırkçı bir milliyetçilik içinde “ilerici”<br />
<strong>ve</strong> “Demokrat”lık olduğunu yeterince açık olarak gösterir.<br />
Ancak İster Kültür’e <strong>ve</strong> Anadolu’ya dayansın, ister, ırka, soya <strong>ve</strong> Orta Asya’ya dayansın her<br />
iki milliyetçilik de, ulusların tarihi olmadığı gerçeğini inkar ederler <strong>ve</strong> uluslara bir tarih<br />
yaratma çabasıdırlar. İkisi de gerici milliyetçiliklerdir bu nedenle.<br />
Şu çok basit gerçek bir türlü kavranılmaz, ulusların tarihi yoktur. Türk ulusu, Türk Ulusunun<br />
kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Ondan önce bir tarihi yoktur <strong>ve</strong> olamaz, ister<br />
Anadolu’ya <strong>ve</strong> kültüre, ister Orta Asya’ya <strong>ve</strong> Türklüğe dair bir tarih iddiası, bütünüyle<br />
ulusçuların bir inşasıdır.<br />
Bir an için Orta Asya’dan gelenlerin, Anadolu’nun yerli ahalisini yok edip onun yerini<br />
aldıklarını, bu günkü Türk ulusunu oluşturanların, onların genetik, kültürel devamcıları<br />
olduklarını var sayalım.<br />
*<br />
Bir çok kez Tarihteki kavimler kendilerinin kendilerini tanımladıkları isimlerle değil ama<br />
genellikle uygarların onlara <strong>ve</strong>rdikleri isimlerle adlandırılırlar. Biz bunu bir yana da bırakalım<br />
<strong>ve</strong> Türklerin kendilerini Türk olarak tanımladıklarını var sayalım.<br />
Bu koşulda bile o gelenlerin Türklüğü ile, Türk ulusunun Türklüğü arasında hiçbir ilişki<br />
yoktur.<br />
Ulus olarak Türklük, tamamen politik bir kavramdır. Türklüğün, o ulus ırkçı bir Türk<br />
kavramına bile dayansa, genetik <strong>ve</strong> soya dayanan bir Türklükle ilişkisi yoktur.<br />
Bir zamanlar kendilerine Türk diyen insanlar için ise, Türklüğün politik hiçbir anlamı<br />
bulunmuyordu. Bu sadece uzaklardaki ortak bir kökene <strong>ve</strong>ya yine bu kökenle bağlantılı ortak<br />
bir dile tekabül ediyordu. O insanlar, şu <strong>ve</strong>ya bu toteme bağlıydılar. Onların tüm<br />
davranışlarını, toplumsal üstyapılarını bu belirliyordu.<br />
Yani Türkler Müslümanlaşmadı, şu <strong>ve</strong>ya bu totemden, şu <strong>ve</strong>ya bu boylar Müslüman oldular,<br />
şu <strong>ve</strong>ya bu boyun, soyun örgütlenme <strong>ve</strong> hukukunun yerini İslam hukuku <strong>ve</strong> örgütlenmesi aldı.<br />
Türklerin Müslümanlaştığı, Türk milliyetçiliğinin yarattığı bir kavramdır, Irka göre<br />
tanımlanmış bir Türk ulusuna Tarih yaratma çabasının sonucu ortaya çıkan bir uydurmadır.<br />
Burada karışıklığı yaratan, bir zamanlar şu <strong>ve</strong>ya bu soydan <strong>ve</strong>ya boydan insanların, uzak bir<br />
ortaklığa bir gönderme ile, hiçbir dinsel <strong>ve</strong>ya politik anlamı olmadan Türk olarak kendilerini<br />
tanımlamaları ile, bu günün sadece politik olanın tanımlanmasının aracı Türk kavramının,<br />
aynı sözcükle karşılanmasıdır. Yani Tarih’teki Türkler Türk değildiler <strong>ve</strong> olamazlardı; onlar<br />
ancak Kınık boyundan, Kayı boyundan <strong>ve</strong>ya Müslüman, Hıristiyan olabilirlerdi. Boy ya da<br />
Din, bunlar tüm toplumsal yaşamı, ilişkileri <strong>ve</strong> örgütlenmeyi belirliyordu.<br />
89
Ama ulus olarak Türk ulusundan olanlar ise, şu <strong>ve</strong>ya bu boydan, şu <strong>ve</strong>ya bu dinden olamazlar.<br />
Politik anlamı olmadan, elbette şu <strong>ve</strong>ya bu boydan, şu <strong>ve</strong>ya bu dinden olduklarını<br />
söyleyebilirler ama bunun hiçbir politik anlamı yoktur <strong>ve</strong> olmamalıdır. Özel olarak, inanç<br />
olarak, kültürel olarak (ki hepsi aynı anlamdadır, yani politik olmayan anlamında) öyle<br />
olabilirler. Ama bir toteme ya da uygarlık dininin bir inanç olduğu da tam ulusçuluğun<br />
dayandığı bir kabuldür. Yani insanlar, Türk ise, Türk ulusundan ise, Müslüman, Hıristiyan ya<br />
da Kayı boyundan, atmaca soyundan olamaz. Müslüman, Hıristiyan, Atmaca soyundan, Kayı<br />
boyundan ise Türk olamaz, Türk ulusundan olamaz. Çünkü dinler aslında bir inanç değildir,<br />
tümüyle üstyapıyı örgütlerler. Nasıl Müslüman olmak için, putu parçalamak, yani kabilenin<br />
totemini parçalamak, kan kardeşliği yerine din kardeşliğini geçirmek gerekirse; Türk olmak<br />
için de Müslüman olmaktan çıkmak; Allah’ın kanunları yerine Türk ulusunun kanunlarını;<br />
Allah’ın sınırları yerine ulusun sınırlarını, Din kardeşliği yerine ulus kardeşliğini geçirmek<br />
gerekir. Aynı şekilde Komün’ün soyun, totemin, Şaman’ın kanunları <strong>ve</strong> aşiret kardeşliği<br />
yerine Türk ulusunun kanunları <strong>ve</strong> kardeşliği geçer.<br />
Tekrar edelim. O Orta Asya’dakiler için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Onlar önceleri şu<br />
<strong>ve</strong>ya bu boydan, soydandılar. Onlar şu <strong>ve</strong>ya totemin soyundan olarak vardılar. Daha sonra da<br />
Müslüman <strong>ve</strong>ya başka bir dindendiler. O zaman da onlar için Türklük hiçbir şey ifade<br />
etmiyordu. Nasıl Müslümanlık ile Onların boyları arasında bir ilişki yok idiyse, onların<br />
boyları <strong>ve</strong> sonraki dinleri ile Türklük arasında da bir ilişki yoktu.<br />
Uluslar, dolayısıyla da Türklük, ne tarih, ne de soy, kan, kültür vs. ile ilgili değildir. Bir ulus<br />
olmak için, bunların hiç biri gerekmez. Bu gerici ulusçuluğun bir uydurması, inşasıdır.<br />
Dünyanın ilk ulusu olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktu <strong>ve</strong> Amerikan ulusu için bir Tarih<br />
gerekmemişti. Aksine ulus tarihsiz olarak ortaya çıkmıştı. Dil <strong>ve</strong> soy ise hiç söz konusu bile<br />
değildir. Aynı dil <strong>ve</strong> soydan insanlara karşı bir savaş içinde bu ulus kurulmuştu.<br />
O halde, bir soy <strong>ve</strong>ya tarihin olduğu, ulusun onun sonucu ortaya çıktığı, bir ulusçu yalanıdır.<br />
Hem de gerici ulusçuluğun bir yalanıdır. Çünkü, tıpkı ABD’de olduğu gibi, ulusların tarihi<br />
olmadığı anlayışıyla da bir ulusçu olunabilir. İlk aydınlanmanın demokratik ulusçuluğu<br />
aşağı yukarı böyle bir şeydi. Ulusların bir tarihi olduğu, gerici ulusçuluğun bir<br />
kabulüdür.<br />
İster Kültüre <strong>ve</strong> Anadolu’ya dayansın, ister ırka, soya dayanıp köklerini Orta Asya’da arayan<br />
ulusçuluk olsun, ulusların bir tarihi olduğuna inanan <strong>ve</strong> bunu savunan ulusçuluklar<br />
gerici ulusçuluklardır.<br />
Demokratik bir ulusçuluk, ulusların bir tarihi olduğu ilkesini reddeder <strong>ve</strong> tarihsiz, Tarihe karşı<br />
olarak ulusu kurmaya çalışır.<br />
Çünkü, demokratik bir ulusçuluk, insan haklarına dayanır, <strong>ve</strong> insanı bir soy, tarih, dil, bölge<br />
ile tanımlamayı reddeder. Demokratik ulusçuluk, “Vatanım Yeryüzü, Milletim İnsanlık” diyen<br />
ulusçuluktur. Çünkü, ulusçuluk özünde, politik diye ayrı bir alanın varlığının kabulü <strong>ve</strong> daha<br />
önceki çağlarda hukuki <strong>ve</strong> politik olanı belirleyenin, yani dinlerin özel’e atılmasıdır. Bütün<br />
insanlar dini, dili vs. eşittir önermesinin özü, ulusçuluk öncesi toplum yaşamını, hukukunu,<br />
90
devletin örgütlenmesini vs. belirleyen dinlerin buradan uzaklaştırılması, özele atılmasıdır.<br />
Bunun için de ulusçuluğun, yani demokratik bir ulusçuluğun tarihe ihtiyacı yoktur.<br />
Soınuç olarak, Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, ulusların tarihi<br />
olduğunu savunan gerici ulusçuluğun bir sorusudur.<br />
Ulusların tarihi olmadığından yola çıkan ise, bu tarihsiz şeyin, nasıl yaratıldığını anlatır?<br />
Devrimci <strong>ve</strong> demokratik ulusçuluğun sorusu ise şudur?<br />
“Anadolu’nun Müslüman ahalisinden nasıl Türk ulusu yaratıldı?”<br />
İşte o “nasıl Müslüman Olduk?” sorusu , Müslüman Anadolu ahalisinden, Orta Asya<br />
Türklüğüne, kana, ırka dayalı bir ulusu yaratanların bir sorusu olarak ortaya çıkar <strong>ve</strong> bu<br />
yaratılışın nasıl olduğunu gösterir bizlere.<br />
Yani, bizzat bu sorunun kendisiyle.<br />
Erdoğan aydın, kitabıyla, kana, soya, ırka dayanan bir ulusun inşasına hizmet etmektedir.<br />
İşte, Aleviler içinde ilerici bilinen, demokrat bilinen <strong>ve</strong> hatta “Tarihsel maddeciliği bir dünya<br />
görüşü” olarak benimseyen Erdoğan Aydın’ın nasıl boğazına kadar bir gerici milliyetçilik<br />
içinde olduğu.<br />
Tabii burada Erdoğan Arkadaşımıza haksızlık etmiş olmamak için şunu belirtelim. Bu<br />
yaklaşım <strong>ve</strong> görüşler sadece Erdoğan’ın değil, Türk sosyalistlerinin <strong>ve</strong> hatta dünya<br />
sosyalistlerinin yüzde doksan dokuzunun görüşleridir. Biz sadece Erdoğan Aydın’ı bir örnek<br />
olarak seçtik.<br />
Onu seçmemizin nedeni ise meşrebimiz. Bizim meşrebimiz de, yakınlarımıza <strong>ve</strong><br />
arkadaşlarımıza karşı gaddar, bize uzak olanlara <strong>ve</strong> düşmanlarımıza karşı anlayışlı <strong>ve</strong><br />
toleranslı olmak olarak özetlenebilir.<br />
Demir Küçükaydın<br />
25 Mayıs 2006 Perşembe<br />
*<br />
91
Türkler, Gü<strong>ve</strong>rcinler <strong>ve</strong> İnsanlar<br />
Hrant Dink’in “Ruh halimin Gü<strong>ve</strong>rcin Tedirginliği” başlıklı yazısının son satırlarında<br />
umudunu <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nini şu sözlerle dile getiriyor:<br />
“E<strong>ve</strong>t kendimi bir gü<strong>ve</strong>rcinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede<br />
insanlar gü<strong>ve</strong>rcinlere dokunmaz.<br />
Gü<strong>ve</strong>rcinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.<br />
E<strong>ve</strong>t biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.”<br />
Ama bu satırların, son yazının son satırları olması, aynı zamanda bu umudun <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nin<br />
hiçbir dayanağı olmadığını da kanıtlamış bulunuyor.<br />
Niçin böyle?<br />
Çünkü bu ülke Türkiye’dir <strong>ve</strong> Burada İnsanlar değil Türkler yaşıyor.<br />
Dink’in anlamadığı <strong>ve</strong>ya iyi niyetle görmek istemediği Türklerin İnsan olmadığıydı.<br />
Dink’in zikrettiği, bir zamanlar, aralarında gü<strong>ve</strong>rcinlerin yaşamasına müsaade eden <strong>ve</strong> “bu<br />
ülkede” yaşayan insanları, Türk değil Müslüman’dılar.<br />
Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarına değil, Allah’ın yasalarına göre düşünüp davranmaya<br />
çalışırlardı. En zararlı bilinen böceği bile, o da Allah yaratığıdır diye öldürmekten<br />
çekinirlerdi.<br />
Ama Türkler’de Allah korkusu yoktur, onlarda Türk Devleti korkusu vardır. Devlet<br />
gü<strong>ve</strong>rcinlerin kafasını koparın dediğinden, gü<strong>ve</strong>rcinlerin kafasını koparırlar.<br />
Devlet Türklük düşmanlarını yaşatmayacağız dediğinde, gü<strong>ve</strong>rcinlerin kafasını koparın<br />
demektedir örneğin. Hatta şimdi Hrant Dink’in öldürülmesini bile Türklüğe <strong>ve</strong>ya Türk<br />
devletine sıkılmış bir kurşun olarak tanımladıklarında, diğer gü<strong>ve</strong>rcinlerin kafasını da koparın<br />
demekte, Dink’in ölüsü üzerinden yeni cinayetlerin sinyalini <strong>ve</strong>rmektedirler.<br />
Dink’in anlamadığı,eskiden insanların Türk olmadığıydı. Onlar Allah’tan korkan<br />
Müslümanlardı. Türkiye Cumhuriyeti <strong>ve</strong> İttihat Terakki, bu insanları Türk haline dönüştürdü.<br />
Bu gün kendine Müslüman diyenleri Türklük öncesinin Müslümanlarıyla karıştırmamalı. Bu<br />
günün Müslümanları Müslüman değildirler: Allah için değil, Türklük için, devlet <strong>ve</strong> Türk<br />
milleti için yaşarlar. Allah’ın kanunlarına değil, Türk devletinin kanunlarına uyarlar. Onlar<br />
Türklerin ezilenlerini yanıltmak için kendilerine Müslüman diyen Türklerdir.<br />
Müslümanlar Allah için yaşarlar, Allah için ölürler, Allah’tan korkarlar, her işlerini Allah için<br />
yaparlardı.<br />
92
Türkler Türk Devleti <strong>ve</strong> Türklük için yaşarlar, Türklük <strong>ve</strong> Türk devleti için ölürler, Sadece<br />
Türk devletinden korkarlar <strong>ve</strong> her işlerini Türklük için yaparlar.<br />
Elbette Türkler de, Türk olmadan önce bu topraklarda yaşayan Müslümanlar gibi biyolojik<br />
olarak insandırlar. Ama Hitler de biyolojik olarak insandır. En acımasız katiller de.<br />
Biyolojik olarak insan olmak başkadır, sosyal olarak insan olmak başkadır.<br />
Sosyal olarak İnsan olan Türk ya da Müslüman olamaz.<br />
Nasıl bir Türk Müslüman olamazsa <strong>ve</strong> bir Müslüman da Türk olamazsa öyle.<br />
Türk, Türk devletinin kanunlarına uyan <strong>ve</strong> onu kabul edendir.<br />
Müslüman Allah’ın kanunlarına uyan <strong>ve</strong> onu kabul edendir.<br />
Müslüman isen Türk, Türk isen Müslüman olamazsın. Ya Allahın ya da Türkiye Cumhuriyeti<br />
denen devletin kanunlarına uyacaksın.<br />
Benim dinim İslam; Milletim Türk diyenler, tam da Türklerin Ulus <strong>ve</strong> Din tanımlarına uygun<br />
davrandıklarından, kendilerine Müslüman diyen Türklerdir ama Müslüman değildirler. Bunlar<br />
İnsan’ların birer dinleri <strong>ve</strong> milletleri olduğunu söylerler. Bu en büyük yalandır.<br />
Bu en büyük yalandır. Çünkü millet de bir dindir: Ama din Milliyetçilerin <strong>ve</strong> Milletlerin din<br />
dediği yani sadece kişisel bir şey değildir. Din insanların tüm yaşamını örgütler. Millet denen<br />
din de, insanların tüm yaşamlarını örgütler.<br />
Bu nedenle din <strong>ve</strong> millet, farklı kategorilerden değil, aynı kategoriden oluşumlardır.<br />
Dolayısıyla bir insanın bir dini <strong>ve</strong>ya bir milleti olabileceği, din <strong>ve</strong> milletin farklı<br />
kategorilerden oluşumlar olduğu milletlerin <strong>ve</strong> milliyetçilerin bir yalanıdır.<br />
Nasıl bir İnsan hem putlara hem Allah’a tapamaz, toplumsal hayat hem bir puta hem Allah’a<br />
göre düzenlenemezse, insan hem Türk hem Müslüman olamaz.<br />
Aynı şekilde, İnsan (burada biyolojik bir varlık olarak insandan söz ediyoruz) hem İnsan<br />
(Sosyolojik olarak insan) <strong>ve</strong> hem de Türk, Müslüman <strong>ve</strong>ya Puta tapar olamaz.<br />
İnsan (Burada sosyolojik olarak, insanların (Burada biyolojik olarak) dili, dini, etnisi, soyu,<br />
sopu, ırkı, ne olursa olsun eşit olduğuna inanan <strong>ve</strong> bu inanca göre yaşamak için mücadele<br />
edendir. Yani, insanların eşit olduğunu kabul etmeyenler sosyolojik olarak insan değildirler<br />
<strong>ve</strong> olamazlar.<br />
Bu inanca göre yaşamak ise, bir ulustan olmakla, bir dinden olmakla bağdaşmaz. Bütün<br />
insanlar eşitse, niye birileri şu <strong>ve</strong>ya bu soy, tarih, dil vs. (yani örneğin Türk, Kürt, <strong>Ermeni</strong><br />
Fransız) denerek bu eşitliğin dışında tutulmaktadır? Bu kendisiyle çelişir.<br />
İnsan olmak her şeydan önce, ulusal olanın, tıpkı din gibi, politik olmaktan çıkarılması kişisel<br />
bir sorun olarak ele alınması ile mümkün olabilir.<br />
İnsanlar devletin her hangi bir ulusla tanımlanmasını reddeden bir toplumda var olabilir <strong>ve</strong> bu<br />
günkü ulus devletler içinde bunun için mücadele edenlerdir.<br />
Yani insan olmak için her şeyden önce, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasına,<br />
uluslara karşı mücadele etmek gerekir.<br />
93
Uluslar içinde mücadele edilen tarafsız ortamlar değil, kendilerine karşı mücadele edilmesi<br />
gereken her şeyden önce siyasi birimler <strong>ve</strong> üstyapılardır.<br />
İnsanlar, Türklüğün şimdi tıpkı dinin olması gerektiği gibi, tamamıyla kişisel bir sorun, özel<br />
bir sorun olması için mücadele edenlerdir.<br />
Diğer bir ifadeyle politik bir kimlik olarak Türklüğü reddeden <strong>ve</strong> Türk devletini yıkıp, ulusa<br />
göre değil, dili, dini, etnisi, soyu cinsi ne olursa olsun tüm insanların eşit olarak yaşayacağı<br />
bir toplum için mücadele edenler insanlardır.<br />
Bu gün sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın, sosyalistlere değil, İnsan’lara ihtiyacı var.<br />
Sosyalizm için değil, öncelikle insanlık için mücadele etmek, yani her biri uluslara göre<br />
tanımlanmış devletleri (ki bunların her biri de ulusları farklı ölçütlerle tanımlamaktadır)<br />
yıkma mücadelesine girmek gerekiyor.<br />
Sosyalist olabilmek için de her şeyden önce insan olmak; Türk, Kürt, <strong>Ermeni</strong>, Fransız,<br />
Amerikalı, Avrupalı olmaktan çıkmak <strong>ve</strong> bunlara karşı mücadele etmek gerekiyor.<br />
Sosyalistlerin hedefi, Ulusların kaderini tayin hakkı değildir. Sosyalistlerin hedefi, ulusal<br />
olanın da politik olmaktan çıkarılması <strong>ve</strong> özele ilişkin olması olabilir. Böylece asfari olarak<br />
biçimsel eşitlik sağlandıktan sonra sosyalistler gerçek bir eşitliği isteyebilirler.<br />
Sosyalistlerin Hedefi: ulusların kaderini tayin hakkı değil; isteyen üç kişinin bir araya gelip,<br />
istediği ulusu kurma, girme, çıkma <strong>ve</strong> ulussuz olma hakkı olmalıdır. Bu günün ulusal<br />
devletlerle kaplı dünyasında insanların ulussuz olma hakkı, dolayısıyla insan olma hakkı<br />
yoktur.<br />
Sosyalistler ise, her şeyden önce insan olma hakkı, yani ulussuz olma hakkı için mücadele<br />
etmelidirler.<br />
Ulussuz olma hakkının ilk koşulu da politik olanı ulusal olana göre tanımlayan ulusal<br />
devletlerin yıkılmasıdır.<br />
Hrant Dink aslında böyle net ifade edememiş olsa da böyle bir dünya için mücadele ediyordu.<br />
O her şeyden önce bir Humanist <strong>ve</strong> Demokrattı.<br />
İnsanlığını insanca bir düzende yaşayamayan bir insandı.<br />
Bunun için Türkler tarafından öldürüldü.<br />
Çünkü her ulus gibi Türklük de insanlığın düşmanıdır.<br />
İnsanın olduğu yerde Türk, Türk’ün olduğu yerde de insanlar var olamaz.<br />
20 Ocak 2007 Cumartesi<br />
demiraltona@hotmail.com<br />
http://www.koxuz.biz<br />
94
Hrant Dink <strong>ve</strong> Behiç Aşçı <strong>ve</strong> Kar Topu Etkisi<br />
Hrant Dink’i öldüren, Genel Kurmayın emri <strong>ve</strong> komutası altıdaki “Ergenekon” <strong>ve</strong>ya “Özel<br />
Harp Dairesi” <strong>ve</strong>ya “Kontr Gerila” <strong>ve</strong>ya “Seferberlik Tetkik Kurulu” <strong>ve</strong>ya en bilinen adıyla<br />
“Derin Devlet” bu eylemi planlar <strong>ve</strong> yaparken belli ki bir <strong>Ermeni</strong> öldürüp on binlerce <strong>Ermeni</strong><br />
yaratacağını; bir demokrat öldürüp on binlerce demokrat yaratacağını hiç hesaplamamıştı.<br />
Düşünüyordu ki on beş yıldır tüm toplumu teslim almıştır. Bir zamanların devletten gelen her<br />
şeye son derece sağlıklı bir kuşku <strong>ve</strong> düşmanlıkla yanaşan, millet din neymiş önemli olan<br />
insanlıktır diyen insanları, Devletçi <strong>ve</strong> Türkçü birer canavara çevirmiştir. Örgüt üyelerini<br />
infaz eden polisleri alkışlayan, “Şehit Cenazeleri”ne katılan, Kürtlere karşı egemen ulustan<br />
olmanın keyfini çıkaran <strong>ve</strong> Kürtlerin çektikleri acılara kör <strong>ve</strong> sağır olan insanlar damgasını<br />
vurur cinayet sonrası ortama. Ve böylece bu cinayet <strong>ve</strong> Kürtleri sindirmek için bir etnik savaş<br />
<strong>ve</strong> katliam tehdidi olarak işlev görür, kirişleri gerer.<br />
Ne var ki evdeki hesap çarşıyı tutmadı. Gerici <strong>ve</strong> saldırgan milliyetçi değil, demokratik bir<br />
tepki damgasını vurdu politik ortama.<br />
Demokrasi güçleri önce 12 Eylül’ün darbesini yemişlerdi. Sonra Teacher Reagan döneminin,<br />
Turgut Özal’ın yeni Muhafazakarlığının darbesini yediler. Tam biraz toparlanır gibi<br />
olmuşlardı ki Duvar yıkıldı. Ve bu ideolojik iklimde özel savaş ekibi tüm ülkeyi teslim aldı.<br />
Tek direniş noktası Kürt Özgürlük Hareketiydi <strong>ve</strong> o de tecrit olmuştu. Genel kurmay <strong>ve</strong> Özel<br />
Harp Dairesi bir parti gibi neredeyse tüm toplumu örgütlemiş <strong>ve</strong> kontrol altına almış<br />
bulunuyordu.<br />
Ama hiçbir süreç ebediyen sürmez. Bir noktadan hiç ön görülmeyen eğilimleri yaratır <strong>ve</strong><br />
besler.<br />
Daha önce bu değişimin ilk izleri kimi şehit ailelerinin başbakanı geri adım atmaya zorlayan<br />
“vatan sağ olsun demiyorum” tepkilerinde ortaya çıkmıştı.<br />
“Türkiye barışını Arıyor” konferansı, yine de hiç küçümsenmeyecek yankılar <strong>ve</strong> tartışmalara<br />
yol açmış en azından gazetelerde birkaç haber <strong>ve</strong> yoruma konu olabilmişti.<br />
Hrant Dink’in öldürülmesi ise, neredeyse unutulmuş ama derinden derine de belli bir birikim<br />
yapmış insani <strong>ve</strong> demokratik tepkilerin adeta patlarcasına ortaya çıkışına yol açtı.<br />
Bu hiç hesapta olmayan tepki, cinayeti işleyen gizli merkezler kadar Hükümet’i de şaşırttı.<br />
Hükümetin açıklamaları bizzat kendi destekçileri tarafından bile eleştirildi. Kimse<br />
Genelkurmayın adını ağzına almıyor <strong>ve</strong> bundan çekiniyor ama toplumun bilincinin<br />
derinliklerinde bu cinayetin Genelkurmayın emir <strong>ve</strong> komutası altındaki “Derin Devlet”<br />
tarafından işlendiğine dair en küçük bir kuşku bile bulunmuyor.<br />
95
Türkler arasında Demokratik hareket o kadar zayıflamıştı ki demokratik refleksler sadece<br />
İnsan Hakları Derneği’nin cılız omuzlarına kalmıştı. O da PKK’nı yan kuruluşu olarak<br />
tanınıyor <strong>ve</strong> tam bir tecrit içinde bulunuyordu.<br />
Hrant Dink’in ölümüne tepkiler, bu boğucu <strong>ve</strong> zehirli atmosferi bir parça olsun dağıtır gibi<br />
oldu. Dengeler bir anda değişikliğe uğradı. Gericiliği besleyen kendini yaratan mekanizma<br />
şimdi demokrasi mücadelesinde kendini besleyen bir mekanizma <strong>ve</strong> kartopu etkisi yaratabilir.<br />
"Reformlar devrimci mücadelenin yan ürünüdür" diye bir söz vardır. Bunun somut bir<br />
örneğini F tipi cezaevleri ile ilgili düzenlemede şimdi görmüş bulunuyoruz. Eğer Hrant<br />
Dink’in öldürülmesine böyle güçlü bir demokratik tepki olmasa, hükümetin bu ölüm<br />
karşısındaki tavrına kendini destekleyen İslamcı aydın <strong>ve</strong> liberal çevrelerden bile böyle tepki<br />
gelmese, Hükümet F Tipi cezaevleri ile ilgili yeni düzenlemeyi yapmaz <strong>ve</strong> Behiç Aşçı’da<br />
bunun üzerine ölüm orucuna ara <strong>ve</strong>rmezdi. (Belki çok geç, belki de geri dönülebilecek<br />
noktayı çoktan aştılar.)<br />
Bir bakıma Hrant Dink’in ölümü <strong>ve</strong> buna gösterilen demokratik tepki bir yan ürün olarak<br />
Behiç Aşçı <strong>ve</strong> diğer ölüm orucundakilerin de hayatını kurtardı <strong>ve</strong> kanayan bir yara olan ölüm<br />
oruçlarındaki kanamaya son <strong>ve</strong>rdi.<br />
Elbette bunda, Behiç Aşçı’nın bir avukat <strong>ve</strong> özgür bir insan olarak ölüm orucuna başlaması,<br />
keskin bir dildense toparlayıcı, insanların <strong>ve</strong> toplumun vicdanlarına seslenen bir üslup<br />
tutturması; talepler çıtasını en asgari noktaya indirmesi, insani özellikleri <strong>ve</strong> içtenliği, tıpkı<br />
Hrant Dink’in özelikleri gibi, hiç küçümsenmeyecek bir etkiye sahip olmuştur.<br />
Bunlar Hrant Dink’in ölümüne tepkilerle birleşince <strong>ve</strong> hükümet liberal çevreler <strong>ve</strong> İslamcı<br />
aydınlarla ciddi bir kopukluk içine girince, durumunu tekrar güçlendirmek için, ölüm<br />
oruçlarının bitmesi için gerekli adımı atmak zorunda kalmıştır.<br />
Bu uzun, çok uzun yıllardır, demokratik hareketin ilk kazanımıdır. Ve muhakkak ki<br />
demokratik güçlerin toparlanma <strong>ve</strong> kendine gü<strong>ve</strong>nlerini besleyici bir etki yapacaktır.<br />
Bu demokratik tepki muhtemelen, devletin, iktidar partisinin <strong>ve</strong> CHP’nin içindeki farklı<br />
strateji savunanları da güçlendirecek <strong>ve</strong> bir karşı baskı unsuru oluşturacaktır. Bu demokratik<br />
tepkinin ilk yankıları yakında CHP içinde Baykal’ın çizgisine karşı daha sert <strong>ve</strong> güçlü<br />
eleştiriler çıkmasına yol açabilir. Aynı şekilde devletin içinde de, inkar <strong>ve</strong> imha politikalarıyla<br />
bu işlerin gitmeyeceği yoksa her şeyin yitirileceğini söyleyenlerin manevra alanları <strong>ve</strong><br />
etkilerinde bir genişleme olacaktır. Bu da ırkçı, inkarcı <strong>ve</strong> saldırgan Türk milliyetçiliğinin <strong>ve</strong><br />
bu zemin üzerinde istediği gibi at koşturan derin devletin hareket alanını daraltıcı etki<br />
yapacaktır. Bu da demokrasi güçlerinin alanını genişleterek, onlara moral <strong>ve</strong>rerek kendini<br />
besleyen bir sürece yol açabilir.<br />
Elbette bu gibi gidişler düz bir çizgi izlemezler. İnişler <strong>ve</strong> çıkışlarla giderler. Ama dibe vuruş<br />
noktasının aşıldığını gösteren belirtiler var.<br />
Ne var ki, fazla umutlu da olmamak gerekiyor.<br />
Birincisi, demokratik güçler hala çok cılız <strong>ve</strong> zayıf <strong>ve</strong> ince bir katman oluşturmaktadır.<br />
Sadece Hrant Dink’in ölümüyle ilgili çeşitli haberlerin altındaki yorumları okumak bile yeter.<br />
96
Her zaman birkaç demokratik yorumun karşısında, onlarca ırkçı, saldırgan, faşist yorum<br />
bulunmaktadır.<br />
Bu güçlü demokratik tepki olayın İstanbul’da özellikle de sol <strong>ve</strong> liberal bir kitlenin bulunduğu<br />
bir bölgede gerçekleşmesi <strong>ve</strong> oradaki insanların Türkiye ortalamasına göre çok farklı <strong>ve</strong><br />
istisnai olmalarıyla gerçekte toplum içinde olduğundan daha güçlü görünmektedir.<br />
Bu cinayet İstanbul’un başka bir semtinde <strong>ve</strong>ya başka bir şehirde olsaydı, bu kendiliğinden<br />
demokratik tepki damgasını vuramazdı <strong>ve</strong> gazetelerdeki ırkçı <strong>ve</strong> faşist yorumları yazanların<br />
esas ortamı belirlemeye devam ederlerdi.<br />
İkincisi. Bir demokratik tepkiden söz ediyoruz ama, Hrant Dink’in ölümüne tepki<br />
gösterenlerin üzülme <strong>ve</strong> tepki nedenlerine bakıldığında, bırakalım humanist ya da demokrat<br />
gerekçeleri bir yana, çoğu kez milliyetçi <strong>ve</strong> hatta ırkçı gerekçelerin tersine dönmüş bir<br />
biçimde dile getirildiği görülmektedir. Aslında siyasi <strong>ve</strong> ideolojik olarak hiç de demokratik <strong>ve</strong><br />
hatta liberal bile olmayan geniş bir kitle bulunmaktadır Dink’in ölümüne tepki gösterenler<br />
içinde.<br />
Diğer yandan yine geniş bir kitle de demokratik değil, liberal bir özellik göstermektedir.<br />
Aslında gerçekten demokratik bir özellik gösterenler, tepki gösterenlerin çok küçük bir<br />
bölümüdür. Ama bunlar başta girişim yeteneği göstererek en azından “Hepimiz <strong>Ermeni</strong>yiz”<br />
gibi sloganların yerleşmesine <strong>ve</strong> demokratik özlemlerin gerçekte var olduklarından çok daha<br />
güçlü görünmesine yol açmışlardır. Ama örneğin Devleti <strong>ve</strong> Genelkurmayı suçlayan <strong>ve</strong>ya<br />
Özel Savaş Dairesinin kapatılmasını isteyen sloganlar demokrat olmayan bu geniş kitle<br />
tarafından benimsenmemekte onlar tarafından tepki gösterilmektedir.<br />
Gerçi bu da normaldir. Her devrimci <strong>ve</strong> demokratik kabarış böyle başlar. 1905 devrimi<br />
başladığında İşçiler Çar babalarına ikonlarla yalvarmaya gidiyorlardı. Ama bir gün içinde<br />
birçok şey değişi<strong>ve</strong>rmişti.<br />
Gerçi burada henüz bir devrimci <strong>ve</strong> demokratik kabarıştan söz etmek için bir neden yok ama<br />
geniş insan kitleleri bizzat kendisi eylem içinde öğrenir <strong>ve</strong> değişir. Bu nedenle olabildiğince<br />
geniş bir katılımı korumak <strong>ve</strong> tecrit olmamak için azami esneklik göstermek demokratik<br />
güçlerin bu cılız başlangıcı koruması <strong>ve</strong> sürdürmesi için en önemli koşuldur. Bizzat Hrant<br />
Dink <strong>ve</strong> Behiç Aşçı gibi örnekler bunun nasıl bir şey olduğunun somut örneklerini, ortaya<br />
koydukları hayatlarının pratiğinde göstermiş bulunuyorlar.<br />
*<br />
“Derin Devlet”in hiç hesapta olmayan bu sonuçlara rağmen hedefinden var geçtiği<br />
sanılmamalıdır. Hrant Dink bir <strong>Ermeni</strong> idi <strong>ve</strong> özellikle bir <strong>Ermeni</strong> olduğu için öldürüldü ama<br />
esas hedef Kürtlerdi. Çünkü katliamlar sonucu Türkiye’de <strong>Ermeni</strong>ler artık politik bir güç<br />
değildirler. Hrant Dink’in öldürülmesi aslında toplumu bir Türk Kürt savaşına çekme, germe,<br />
aydınları sindirme, saldırgan bir Türk milliyetçiliğini geliştirme operasyonun bir parçası<br />
olarak görülmelidir.<br />
İktidarlarının Orta Doğu’daki dengelerin değişmesiyle böyle eskisi gibi yürümeyeceğini<br />
görenler, son bir çabayla her türlü çılgınlığı yapmaya hazırlanıyorlar. Tıpkı daha önce<br />
Kıbrıs’ta yaptıkları gibi, özel savaş dairesi aracılığıyla örgütlenip, ABD’nin zor durumda<br />
97
kalıp bir şey demeyeceğini umdukları bir momentte, ilk fırsatta Kerkük’ü de işgal etmeyi<br />
planlıyorlar. Bu işgale paralel olarak da cephe gerisini sağlama almak için, Türkiye’de<br />
Kürtleri sindirmek üzere bir Kürt katliamı düşündüklerine kesin gözle bakılabilir. Çünkü<br />
askerler planlarını her zaman cephe gerisini emniyete almak <strong>ve</strong> temizlemek üzerinden<br />
kurarlar. Nasıl ABD savaşı daha da yayarak içine düştüğü bataktan çıkmak istiyorsa, kediye<br />
göre budu Türk devletinin de fırsat bulduğunda aynı şeyi yapacağına hiç kuşku yoktur.<br />
ABD’nin işinin zorlaşması <strong>ve</strong> savaşı yayabilmek için İran’a karşı Türk ordusunun gücüyle<br />
destek karşılığında güney Kürtlerini <strong>ve</strong> Kerkük petrollerini Türk devletine peşkeş<br />
çekebileceğinin hesabını yapmaktadır Türk Genel Kurmayı.<br />
Güney Kürdistan’ı özel timlerle doldurmak <strong>ve</strong> Hrant Dink Cinayeti, ilan edilmiş ateşkesi<br />
zerrece dikkate almadan operasyonlara devam <strong>ve</strong> baharda PKK’nın ateşkese son <strong>ve</strong>rmesi için<br />
her türlü provakasyon, bütün bunlar bu konsept içinde değerlendirilmelidir.<br />
Bütün bunlar göz önüne alınınca, Hrant’ın öldürülmesine gösterilen demokratik tepkinin<br />
gelişiminin önündeki zorluklar daha iyi görülmektedir.<br />
23 Ocak 2007 Salı<br />
Demir Küçükaydın<br />
demiraltona@hotmail.com<br />
http://www.koxuz.biz<br />
98
Panel İlanı<br />
<strong>Ermeni</strong> Soykırımı,<br />
Milliyetçilik,<br />
Nedenleri <strong>ve</strong> Günümüze Etkileri<br />
Panel<br />
Abut Can (Eğitmen, Siyasetçi - Hamburg)<br />
Recep Maraşlı (Yazar, Yayıncı - Berlin)<br />
Feleknas Uca (Avrupa Parlamenteri - Brüksel)<br />
Dr. Rafi Kantian (Yazar, yayıncı - Hanno<strong>ve</strong>r)<br />
Corry Guttstadt (Araştırmacı Yazar - Hamburg)<br />
Demir Küçükaydın (Yazar - Hamburg)<br />
Tarih: 21.04.2007, Cumartesi<br />
Saat: 14.00 – 19.00 arası<br />
Yer:<br />
Department für Wirtschaft und Politik (DWP) der Uni<strong>ve</strong>rsität Hamburg,<br />
Von-Melle-Park 9, Hamburg<br />
Eine Veranstaltung der „Fachschaftsrat Department für Wirtschaft und Politik (DWP) der<br />
Uni<strong>ve</strong>rsität Hamburg“ mit Unterstützung der Initiati<strong>ve</strong> “Hrant Dink Demokrasi Girişimi Hamburg”<br />
99
<strong>Ermeni</strong> Soykırımı, Milliyetçilik, Nedenleri <strong>ve</strong> Günümüze Etkileri Paneli<br />
İçin Taslak Notlar<br />
Hukuki <strong>ve</strong> Sosyolojik tartışma Üzerine<br />
1) Bir yanılş anlamaya meydan <strong>ve</strong>rmemek için şunu belirteyim ki, uluslar arası<br />
organlarca yapılmış hukuki tanıma göre 1915’de olanlar bir soykırımdır.<br />
2) Hukuki bakımdan tanım <strong>ve</strong> kanunların makabline şamil olmayacağı, soykırım<br />
kavramının İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkıp tanımlandığı bu nedenle<br />
soykırım denip denemeyeceği gibi tartışmalar hukukçuların işidir.<br />
3) Bizi burada hukuki kavramlar <strong>ve</strong> tanımlar ilgilendirmiyor. Ve şunu biliyoruz ki,<br />
hukukçular var olan ilkeleri <strong>ve</strong> normları sorgulamazlar olguların tanımlara uygun olup<br />
olmadığına bakarlar.<br />
4) Ama varsayalım ki, dünyanın bütün en ileri gelen hukukçuları bu olayın soykırım<br />
olmadığına karar <strong>ve</strong>rdi. Bu yaşananların daha az korkunç olduğu anlamına gelmez. Bu<br />
o sürgün, katliam <strong>ve</strong> toplu öldürmenin nedenlerini araştırmamak gerektiği anlamına<br />
gelmez.<br />
5) Çünkü soykırım dense <strong>ve</strong>ya denmese bu olanın korkunçluğunu abartma <strong>ve</strong>ya küçültme<br />
gibi anlaşılıyor. Bu kavramın kullanılıp kullanılmamasının bu olgunun anlaşılmasıyla<br />
ilgisi yoktur.<br />
6) Çünkü soykırım hukuki bir kavramdır: hukuki kavramlarla sosyolojik olgular<br />
anlaşılamazlar.<br />
Metodolojik İlkeler<br />
1) İnsan maddeyi araçlarla, olguları kavramlarla işler. Hiç kimse balık avlamaya yarayan<br />
olta ile kuş avlamaya ya da geyik avlamaya kalkmaz. Ya da tersine kuş avlamaya<br />
yarayan bir sapanla <strong>ve</strong>ya saçma atan av tüfeğiyle balık avlamaya kalkmaz.<br />
2) Ama olgular söz konusu olduğunda, bunların özünü anlamak söz konusu olduğunda,<br />
işin kötüsü tam da böyle davranılmaktadır. Örneğin hukukun kavramları sosyolojinin<br />
kavramları yerine geçirilir <strong>ve</strong>ya olguların özünü açıklamaya değil gizlemeye yönelik<br />
kavramlar sanki bilimsel kavramlar gibi kullanılır.<br />
3) Soykırım, hukuki bir kavramdır, sosyolojik bir kavram değildir. Dolayısıyla bu<br />
olguyu, yani <strong>Ermeni</strong>lerin toplu halde göçürülmesi <strong>ve</strong> öldürülmesinin sosyolojik<br />
100
nedenlerini açıklamak için bu kavramı kullanmak, balık avlamaya yarayan oltayla kuş<br />
avlamaya benzer.<br />
4) Adam öldürmek cinayettir dediğinizde, bu sosyolojik bir önerme olmaz. Bu hukuki bir<br />
önerme olur.<br />
5) Sosyoloji hangi koşullarda niçin adam öldürmeye cinayet dendiğini <strong>ve</strong> niye insanların<br />
birbirini öldürdüğünü, bunu nedenlerini inceler.<br />
6) Bir dinden, etniden, inançtan, cinsten, ulustan vs. insanların toplu halde öldürülmüsi,<br />
sürülmesi vs. soykırımdır dediğinizde, adam öldürmek cinayettir diyenden farklı bir<br />
şey söylemiş olmazsınız. Hukuki bir tanım yapmış olursunuz.<br />
7) Sosyolojinin konusu ise, neyin hangi koşullarda soykırım olarak tanımlandığını, niye o<br />
soykırım olarak tanımlanan toplu öldürmelerin gerçekleştiğini araştırmaktır.<br />
Konuya Yaklaşım<br />
1) Bir insanı öldürmek her zaman cinayet olara tanımlanmıyor. Bir savaşta örneğin, insan<br />
öldürmek cinayet olarak değil, onur duyulacak bir şey olarak görülüyor, ne kadar çok<br />
insan öldürdü iseniz o kadar şerefli de olabilirsiniz.<br />
2) Ama dikkat edin, burada can alıcı kavram insan kavramıdır.<br />
3) Öldürenler için acaba öldürülenler insan mıydı? Biyolojik bir kavram olarak insan<br />
kavramı ile çeşitli toplumların insan kavramları özdeş değildir.<br />
4) Örneağin ilk kabilelerde, insan kavramı o kabileden olanları kapsar. Onları biyolojik<br />
olarak başka insanları öldürdüklerinde <strong>ve</strong> hatta onları yediklerinde insanları yemezler.<br />
Başka canlıları öldürmüş <strong>ve</strong> yemiş olurlar. Ama onlar örneğin, bir ayı ya da kurdun<br />
soyundan geldiğin rüşünen bir kabile ise, siz bir ayı ya da geyik öldürdüğünüzde insan<br />
oldürmüş olursunuz.<br />
5) Bu bakımdan, yamyamlık ya da kanibalizm kavramı, başka toplumları modern<br />
toplumun insan kavramıyla tanımlamaktır. Tarihte kanibalizm ya da yamyamlık<br />
yoktur.<br />
6) Bir cinayetin nedenlerinden söz ettiğinizde onun ancak hukuki düzeydeki nedenleri<br />
söz konusu olur.<br />
7) Sosyoloji bir öldürme olayının nedenlerini araştırmaya cinayet sözcüğü ile<br />
başlayamaz.<br />
8) Sosyoloji, o öldürmeye niçin cinayet dendiği, nerede cinayet dendiği, o öldürme<br />
olayının ardındaki nedenler ile uğraşır. Çünkü biliyoruz ki, her öldürmeye cinayet<br />
denmemektedir toplumda. Bir taraf için cinayet olarak tanımlanan diğeri için<br />
ulaşılmaz bir kahramanlık olarak da görülür savaşlarda olduğu gibi. Sosyoloji niçin<br />
aynı olguya bir tarafın böyle, diğer tarafın öyle dediğini araştırır.<br />
101
9) Soykırımın nedenlerinden söz ettiğinizde, bir cinayetin nedenlerinden söz etmiş<br />
olursunuz. Dolayısıyla daha baştan olguya belli değer yargılarıyla bakıyorsunuz<br />
demektir.<br />
10) Sosyolojinin konusu, işte tam da bunu açıklamaktadır; yani niye böyle nedenler<br />
araştırılırken<br />
11) Bunu araştırmaya başladığınızda, şunu görürsünüz: her hangi bir olguyu şöyle <strong>ve</strong>ya<br />
böyle tanımlamanın ardında farklı toplumsal grupların çıkarları yatmaktadır. Her<br />
toplumsal grubun ya da sınıfın ortak kabul edeceği, evrensel kavramlar yoktur.<br />
***<br />
• <strong>Ermeni</strong> jenosit <strong>ve</strong>ya katliamı hakkında bunu bir istisna gibi görme eğilimi var. Ne<br />
yazık ki bir istisna değil <strong>ve</strong> bir çok kereler başka yerlerde de yaşanmıştır <strong>ve</strong><br />
yaşanmaktadır <strong>ve</strong> de böyle giderse yaşanacaktır. Balkan savaşlarının sonundaki<br />
arındırmalar, 1925’teki mübadele, Yahudiler, Çingeneler, Ezidiler <strong>ve</strong> diğerlerine<br />
yapılanlar, Yugoslavya <strong>ve</strong> Afrika’da olanlar, yakında muhtemelen Orta doğu’da<br />
yaşancaklar.<br />
• Deniliyor ki, işti bu özü dilenirse bir daha olmaz. Ya da hafızadan silinmezse bir daha<br />
olmaz. Bunlar çocukça görüşlerdir <strong>ve</strong> sadece iki örnek bunların geçerli olamayacağını<br />
gösterir.<br />
o Yahudiler oluşturdu bir bakıma bu günkü İsrael devletini. Ama İsrael'i bir ırk<br />
<strong>ve</strong> kan temelinde tanımladıkları için, Araplara karşı soykırımı <strong>ve</strong> ayrımcılığı<br />
bizzat kendileri yapıyorlar.<br />
o Bir başka örnek. Modern holocoustu yapan Almanya’dır. Yurttaşlığı hala<br />
büyük ölçüde kana dayanmaktadır. Bunu da esnettiler ama ilkesel olarak<br />
reddetmediler. Sadece ikisadi ihtiyaçlar nedeniyle genişlettiler.<br />
• Demek ki, sorun bunu mahkum etmek değildir. Mahkum etmek <strong>ve</strong>ya özür dilemek<br />
üzerinden yapılan bir tartışma hiçbir şekilde yeni jenositlerin olmasını engeleyemez.<br />
• Sorun bunun nedenlerini ortaya çıkarmak <strong>ve</strong> o nedenleri yok etmektir. Nedenler<br />
derken tek bir olayın nedenleri değil.<br />
o Konuyu tek bir olay olarak ele aldığınız sürece, nedenler hakkında<br />
yanılınabilir. Örneğin İttihat <strong>ve</strong> Terakki <strong>ve</strong>ya belli bir yönetici kliğin, <strong>ve</strong>ya<br />
kimi koşulların olağanüstü bir çakışmasının özel bir soncu gibi görülebilir bir<br />
tür olaylar.<br />
• Halbuki bu tür olayların tamamına genel olarak baktığımızda böyle olmadığını<br />
görürüz. Onun nedenleri derindeki nedenleri ortaya çıkarılmalıdır. Bu düa başka bir<br />
toplumsal sistem demektir.<br />
102
• Dolayısıyla nedenler üzerine yapılan tartışma aslında bu güne <strong>ve</strong> geleceğe ilişkin bir<br />
tartışmadır. Eğer ufkunuz ulusçulğun dışında bir var oluş kabul etmiyorsa, hatta bir<br />
dile, dine, etniye, soya dayanan bir ulus biçiminden başka bir var oluş düşünmüyor <strong>ve</strong><br />
tasavvur etmiyorsanız, sizin jenositlerle nasıl mücadele edileceğine ilişkin anlayışınız<br />
bir özür dileme <strong>ve</strong>ya suçluyu cezalandırma gibi biçimlerde olacaktır.<br />
• Ama örneğin, nisbeten demokratik bir ulusçuluktan yana seniz, yani ulusu, her hargi<br />
bir dil, din, etni ile tanımlamayı reddeden <strong>ve</strong> belli bir toprak parçasında yaşayan<br />
insanlar ile tanımlayan bir ulusçuluktan yana iseniz, nedenler hakkındaki görüşleriniz<br />
çok daha farklı, cinayetleri bu gerici ulusçuluğun sonucu olarak görme eğiliminde<br />
olacaksınız demektir.<br />
• Ama eğer sorunu sadece demokratik ulusçuluk değil, genel olarak ulusçuluk, ister<br />
demokratik, ister gerici ulusçuluk olsun, bunun kendisinde görüyorsanız, yani modern<br />
toplumun kendisinde <strong>ve</strong> her türlü en demokratik biçimiyle bile ulusçuluğun özel bir<br />
sorun olmasını savunuyorsanız, o zaman bunun temellerini, bizzat modern toplumun<br />
kendisinde bulursunuz.<br />
o Örneğin holocoustu böyle açıklayanlar var. Diyor ki, o insanlar işlerini<br />
yapıyorlardı.<br />
• Am bu nedir aslında? Bu ayrımın kökeninde ne vardır? Nasıl olmaktadır da sıradan<br />
insanlar hiçbir sorumluluk duymadan makinanın basit bir dişlisi olarak bu işleri<br />
yapmaktadırlar?<br />
• Bunun kökeninde hayatın farklı alanlarının birbirinden ayrıldığın görürsünüz. İş<br />
vardır, özel, vardır, politik vardır, dinsel vardır, seküler vardır. Burnların her birinin<br />
ayrı ayrı kuralları olduğu düşünülmeaktedir.<br />
• Moden toplumun özü tam da budur. Bu ayrımın kendisi bunu meşru<br />
kılmaktadır.<br />
• Eskiden insanların kendisine göre bütün davranışlarını tanımladıkları "nesnel akıl" da<br />
denebilecek tanrılar vardı. İnsanlar Allah için yaşıyorlar, onun için yemek yiyorlar,<br />
onun için ölüyorlardı. Aslında Allah bir toplum <strong>ve</strong> o toplumsal düzenin kendisiydi.<br />
• Şimdi sevişirken kendisi için, çalışırken ailesi için, ölürken ulusu için vs. yapıyorlar<br />
bu işleri.<br />
• Bu korkunç bir biçimde insanların davranışlarına yön <strong>ve</strong>recek bir kerteriz noktasını<br />
yitirmesine yol açmaktadır. İnsanlar görevlerini yapmaktadırlar.<br />
103
Özür Dilemenin Sorunları <strong>ve</strong> Her şeye Rağmen Niçin Kampanyaya Destek?<br />
"Özür Dileme" bir özne açısından bir hatayı kabullenme, bir otokritik yapmadır. Başka bir<br />
özne açısından başka bir özne için özür dilemek <strong>ve</strong>ya otokritik yapmak anlamsız olur.<br />
Papalığın <strong>ve</strong>ya Muaviye'nin cinayetleri yüzünden bir ateistin özür dilemesi saçma olur. Bu<br />
cinayetlerden dolayı bir özeleştiriyi bir Papa <strong>ve</strong>ya bir Halife <strong>ve</strong>ya herhangi bir Katolik <strong>ve</strong>ya<br />
Sünni Müslüman yaparsa anlamlı olabilir.<br />
Bu Özür Dileme kampanyası da, kendini Türklükle özdeşleştirmeyenleri, Papalığın <strong>ve</strong>ya<br />
Muaviye'nin cinayetleri yüzünden özür dileyen bir Ateist durumuna düşürmektedir.<br />
Gerçek bir demokrat, bir ulusun bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle, vs. tanımlanmasını<br />
reddeden insandır. Yani hem ulusun Türklükle (<strong>ve</strong>ya her hangi bir dille, dinle, tarihle vs.)<br />
tanımlanmasını kabul edip hem de demokrat olunamaz. Bu ırkçı demokratlık <strong>ve</strong>ya kapitalist<br />
sosyalizm gibi bir saçmalıktır. İnsan hem bir Türk hem de Demokrat olamaz.<br />
Neden?<br />
Ulusçuluk, "politik olan ile ulusal olanın çakışmasını" kabul etmek <strong>ve</strong> savunmaktır.<br />
Ulusçuluğu belirleyen, ulusal olarak belirlenenin politik olanla çakışmasını savunmaktır.<br />
Ulusal olan pek ala, bir dil, din, tarih, kültür vs. ile tanımlamaya karşı da tanımlanabilir.<br />
Bu demokratik bir ulusçuluk olur. Böyle bir ulusçuluk savunulmadan demokrat<br />
olunamaz.<br />
Nasıl hem laikliği savunup hem de Diyaneti savunmak olamazsa, hem ulusun Türklükle<br />
tanımlanmasını kabullenmek hem de Demokratlık olamaz<br />
Diyelim ki bir mucize gerçekleşti <strong>ve</strong> Türkiye'de bir demokratik devrim oldu. Anayasa'dan<br />
ulusun tanımına ilişkin bir dil, tarih, ırk vs. göndermesi yapan bütün kavramlar, tıpkı gerçek<br />
laik bir ülkedeki dinler gibi, çıkarıldı. Tamamen nötral, örneğin "Ön Asya Demokratik<br />
Cumhuriyeti" gibi bir isim alındı. Ulusu tanımlayan dil olmayacağından herkese ana dilinde<br />
eğitim, temel bir yurttaşlık hakkı olarak belirlendi. Tarih kitaplarından bir dile, dine, soya<br />
dayanan ulusçuluğun tarihleri de çıkarıldı. Genel bir insanlık tarihi <strong>ve</strong> uluslar tarihi okutulur<br />
oldu.<br />
*<br />
*<br />
Elbet bu ülkede kendini Türk, Kürt vs. olarak tanımlayanlar olur ama bunun gerçekten laik bir<br />
ülkede farklı dinlerden oluştan bir farkı bulunmaz. Yani bunların politik bir anlamı olmaz;<br />
bu o insanların özel sorunu olur. Kendini Türk olarak kabul edenler, elbette, Türklerin tarihine<br />
ilişkin dernekler kurabilirler yayınlar yapabilirler. Örneğin kimileri Türklerin insanlığı<br />
104
kurtarmak üzere Uzaydan geldiği, onların aslında hafızasını yitirmiş <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Rumlar<br />
olduğu şeklindeki görüşlerini yaymak üzere kendi Türk Tarih <strong>ve</strong> Dil kurumlarını kurabilirler.<br />
Tabii bunları sadece Türkler değil, Kürtler vs. de yapabilir. Ve isteyen üç kişi bir araya gelip<br />
yeni uluslar da kurabilirler. Tabii tıpkı ateistler gibi, kendini herhangi bir "ulus"tan görmeyen<br />
"ulussuzlar" da bütün bunların saçma olduğu üzerine, tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki<br />
ateistler gibi kendi yayınlarını <strong>ve</strong> derneklerini kurabilirler. Devletin görevi bu inanç <strong>ve</strong><br />
düşünce farklarını ifade özgürlüğünü garanti etmek olur.<br />
Böyle bir demokratın, bu özür dileme metnine imza atması kendini inkar anlamına gelir.<br />
Çünkü demokrat olmanın koşulu katliamlara yol açan gerici ulusçuluğu ret <strong>ve</strong> ona karşı<br />
mücadeledir. Reddettiği <strong>ve</strong> kendisine karşı mücadele ettiği bir anlayış adına ya da o anlayışı<br />
savunuyormuş gibi özür dilemek, başka bir anlama gelmez.<br />
Bu metin demokratları çok kötü bir açmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu metni yazanlar<br />
demokratların da bu "Büyük Felaketi" mahkum etmek isteyebileceklerini hiç<br />
hesaplamamışlardır <strong>ve</strong>ya böyle bir ulusçuluk <strong>ve</strong> demokrasi anlayışı olabileceğinden<br />
bihaberdirler. İnsanları belli bir özneye hapseden "Özür Dileme" yerine herkesin kendi<br />
öznesini özgürce belirleyeceği "Mahkum Etme" gibi bir fiili koysaydılar Demokratları böyle<br />
bir açmaza düşmekten kurtarmış olurlardı.<br />
*<br />
Bir Demokrat özür dilese, Papalığı mahkum eden <strong>ve</strong> ona karşı mücadele <strong>ve</strong>ren bir Protestanın<br />
Papalığın işlediği cinayetlerden dolayı özür dilemesi gibi bir pozisyona düşer.<br />
Özür dilemese, şu gericinin gericisi devlete karşı bir muhalefet hareketinin dışında kalmış<br />
olacaktır.<br />
Ne yapsın?<br />
Peki neden bu metne imza atıyorum?<br />
Öncelikle kavramların gerçek anlamları ile onlara yüklenen farklı anlamlar arasındaki<br />
ayrım nedeniyle.<br />
*<br />
Özür metnini imzalayan <strong>ve</strong> özür dileyen bir çok insan için, bu özür dileme, vicdanları sızlatan<br />
bir olayı mahkum etme, kurbanların acısını paylaşma, Türk Devletini bu olayı inkardan<br />
vaz geçmeye zorlamak için bir baskı uygulama, ırkçı <strong>ve</strong> kana dayanan Türk<br />
Milliyetçiliğine karşı duruşu ifade etme gibi anlamlara sahiptir.<br />
Bu anlamda "Özür dileme"ye pek takılmamak gerekir.<br />
Ezilenlerin mücadelelerinde bir çok kereler görüldüğü gibi, yanlış bir teorik içerik, tarihsel<br />
<strong>ve</strong> sosyal olarak doğru <strong>ve</strong> haklı bir duruşun aracı olabilir.<br />
Örneğin "Emekten yana" sloganı teorik olarak burjuvaziden yana anlamına gelir <strong>ve</strong> çok<br />
yanlıştır; ama insanlar bununla "İşçiden yana" demek isterler <strong>ve</strong>ya öyle söylediklerini<br />
sanırlar.<br />
105
Her şeyden önce bu nedenle imzalıyorum.<br />
Diğer gerekçem pedagojiktir.<br />
Toplumsal mücadelelerde insanlar <strong>ve</strong> farklı gruplar aynı hızla aynı tecrübeleri yaşamazlar.<br />
Arkadan gelenlerin ya da "okula" yeni başlayanların eğitimi gibi ciddi bir sorun vardır.<br />
*<br />
Yukarıdan, "bu yanlıştır, doğrusu şudur" demek, çoğu kez tepki yaratır. Bunun yerine, bir çok<br />
durumda, o yanlışın yanlış olduğunu bile bile, bir yandan yanlış olduğunu söylerken diğer<br />
yandan o biçim olarak yanlış ama içerikte doğru <strong>ve</strong> haklı davranışı birlikte yapmak <strong>ve</strong> o<br />
insanların kendi deneyleriyle bu yanlışı görmelerinin daha hızlı <strong>ve</strong> daha az kayıpla<br />
gerçekleşmesine çalışmak çok daha <strong>ve</strong>rimli sonuçlar doğurabilir.<br />
Bu nedenle, Irkçı <strong>ve</strong> gerici milliyetçi Türk Devletinin politikalarına karşı haklı olanın,<br />
ezilenlerin yanında olduğu için, ne kadar yanlış gerekçelendirilirse gerekçelendirsin,<br />
imzalıyorum.<br />
Bir diğer neden, Türk <strong>ve</strong>ya bir ulustan olmamanın zorluğuyla <strong>ve</strong> istemeden paylaşılan<br />
imtiyazlarla ilgilidir.<br />
*<br />
Fikirler ağızdan çıktığı andan itibaren farklı çıkarların <strong>ve</strong> toplumsal konumların savunmasının<br />
aracına dönüşürler <strong>ve</strong> içerikleri hiç akla gelmeyecek anlam kaymalarına uğrar.<br />
B. Anderson'un "Hayali Cemaatler" kavramı, en demokratik görevlerden bile kaçmanın,<br />
özellikle "Kürt sorunu"ndan kaçmanın bir aracı olmuştur.<br />
Buna göre "Uluslar hayali cemaatlerdir, ben Türk değilim kendimi öyle hissetmiyorum"<br />
dediğiniz andan itibaren, o "hayali" cemaatin dışına çıkıp, ulusçuluk dışı bir pozisyona<br />
geçebilir <strong>ve</strong> örneğin Kürtlerin mücadelelerini "Ulusçudur, ben ulusları reddediyorum <strong>ve</strong> her<br />
türlü ulusçuluğu mahkum ediyorum" diyerek tarafsız kalma hakkını elde edebilirsiniz.<br />
Ama "Hayali Cemaatler"in yazarının da dediği gibi bu ulus denen "hayali cemaatler" "Politik<br />
cemaatler"dir. Yani devlete ilişkin cemaatlerdir. Yani kanla, şiddetle, demirle, çelikle, tankla<br />
tüfekle, hapisle, karakolla var olan cemaatledir.<br />
Yani "ben Türk değilim" diyerek Türklükten kurtulmak öyle kolay değildir. Bu Türklüğün<br />
politik bir anlamı olmadı Demokratik Bir Cumhuriyette mümkün olur. Ulusu Türklükle<br />
tanımlamış bir ülkede Türklükten ayrılmak çok zordur.<br />
Türk olmamak için, bu devletin hüviyetini yırtıp atmanız; bu devlete <strong>ve</strong>rgi <strong>ve</strong>rmemeniz; onun<br />
okullarına gitmemeniz; pasaportunu, polisini, ordusunu, mahkemelerini, yasalarını<br />
tanımamanız vs. gerekir en azından.<br />
Bütün bunları yaptığınızda Türk olmadığınızı söyleyebilirsiniz.<br />
Ama bunları yaptığınızda, en iyi ihtimalle bir hapishane hücresinde, tımarhanede <strong>ve</strong>ya<br />
mezarda olursunuz. Bu "hayali cemaat" size şiddet araçlarıyla nasıl politik olduğunu gösterir.<br />
106
Yani Türk olmamak, hatta bugün dünyada her hangi bir ulustan olmamak olanaksız<br />
derecesinde zordur.<br />
"Ben Türk değilim, her hangi bir ulustan değilim" diyenlerin yaptığı, kelimei şahadet getirip,<br />
namaz kılıp, oruç tutup, zekat <strong>ve</strong>rip hacca gidip ondan sonra da ben Müslüman değilim<br />
demeye benzer.<br />
Dolayısıyla ben elimde olmadan Türk'üm. Ve Türk olduğum için Türk olmanın imtiyazlarını<br />
yaşarım. Türklüğün sefasını sürüyorsam, cefasını da çekmem gerekir.<br />
Türklüğün imtiyazları olur mu? E<strong>ve</strong>t.<br />
Diyelim ki ırk ayrımcılığının olduğu bir ülkede ırk kavramına <strong>ve</strong> ayrımcılığına karşı bir<br />
beyazsınız. Bu bir beyaz olarak beyazların yaşadığı imtiyazları yaşamanızı ortadan kaldırmaz.<br />
Yani yolda giderken bir siyahın duyduğu korkuyu <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nsizliği dumazsınız vs..<br />
Bir baskı uygulanırsa bu sizin derinizin renginden dolayı değil fikirlerinizden dolayı olacaktır.<br />
Özetle ırkçılığa karşı mücadele eden bir beyaz olmanız sizi beyazlığın imtiyazlarından azade<br />
kılmaz.<br />
Türk olmak da böyledir. Ne kadar ulussuz olursanız olun, kendini Türklükle tanımlamış bir<br />
devlette Türk olmanın imtiyazlarını yaşarsınız. Eğer bir parça demokratsanız, "bu imtiyazları<br />
yaşıyorsam bunun kefaretini de ödemem gerekir" demeniz <strong>ve</strong> en azından böyle bir bildiriye<br />
bir şekilde destek <strong>ve</strong>rmeniz gerekir.<br />
Ve elbette, bütün yanlışına rağmen, bu "Büyük Felaket"i tekrar tartışma konusu yapabileceği,<br />
bunun en yanlış <strong>ve</strong> saçma biçimde tartışılmasının, gündem oluşturmasının bile Türk devleti<br />
için bir yenilgi anlamına geleceği için, unutmaya <strong>ve</strong> unutturmaya karşı bu nesnel işlevi<br />
nedeniyle, tamamen taktik gerekçelerle de imzalamayı destekliyorum.<br />
demiraltona@gmail.com<br />
*<br />
*<br />
107
Tarih <strong>ve</strong> Demokrasi<br />
Tarih'in geçmişle değil bugünle ilgili olduğu; Tarih üzerine tartışmaların aslında geçmiş<br />
üzerine değil bu güne <strong>ve</strong> geleceğe ilişkin programlarla <strong>ve</strong> tasavvurlarla, dolayısıyla da bu<br />
program <strong>ve</strong> tasavvurları şekillendiren, onların ardındaki sınıfsal konum <strong>ve</strong> çıkarlarla iligili<br />
olduğu bir "Lapalis hakikati"dir.<br />
Ama sadece bu kadarı eksik bir doğrudur. Bunun daha da doğrusu, bugünün <strong>ve</strong> geleceğin<br />
aslında geçmişte şekillendirildiğidir. Geçmişi başka türlü ele alıp anlatmayan hiçbir hareket<br />
bugünün mücadelelerini <strong>ve</strong> geleceği başka türlü şekillendirememiştir <strong>ve</strong> şekillendiremez.<br />
Bu geçmişte böyleydi, bugün de böyledir <strong>ve</strong> gelecekte de böyle olacaktır.<br />
Her mitolojik hikaye bir tarihtir. Ve bugün bilinen bütün mitolojiler, aslında artık bilinmeyen<br />
<strong>ve</strong>ya unutulmuş tarihlerin yerine başka bir tarih yazımlarından başka bir şey değildir. Örneğin<br />
Kadınların ezilmesi için önce tarih yeniden yazılmıştır; ana tanrıçalar birer meduza<br />
yapılmıştır. Tanrıların kavgaları <strong>ve</strong> ilişkileri toplulukların <strong>ve</strong> toplumsal sınıfların kavgaları <strong>ve</strong><br />
ilişkilerinden başka bir şey değildir.<br />
Akdeniz <strong>ve</strong> Ortadoğu havzasında, dünyanın en el<strong>ve</strong>rişli ulaşım koşulu olan denizin (Akdeniz)<br />
sağladığı müthiş ticaret olanağının mümkün <strong>ve</strong> gerekli kıldığı tek tanrılı dinlerin kitapları,<br />
aslında, aydınlanma tarihçiliğince mitoloji diye tanımlanacak, tarihlere karşı başka bir tarih<br />
yazımından, dolayısıyla başka toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinden başka bir şey değildi.<br />
Klasik Akdeniz uygarlığının tek tanrılı dinleri, önceki tarihleri ("mitolojileri") yok edip,<br />
örneğin "klasik Greko Romen mitolojisinin", yani tarihinin yerine "Peygamberler Tarihi"ni;<br />
Kaos, Kozmos, Kronos vs. yerine Allah, Adem <strong>ve</strong> Havva'yı; Tanrılar yerine Peygamberleri<br />
anlatırken sadece başka bir tarih yazmıyor; bu tarih aracılığıyla başka bir topluluk tanımlıyor,<br />
başka bir toplumsal düzen kuruyor, yani geleceği geçmiş aracılığıyla şekillendiriyordu.<br />
Aydınlanma da, yani şu modern toplumun din olmadığını söyleyen dini de, kutsal kitapların<br />
tarihine karşı kendi tarihini yazdı. Bu tarihi yazarken kutsal kitapların anlattığı tarihi "İnanç"<br />
sorunu olarak akıl dışına sürdü <strong>ve</strong> karanlık bir ortaçağ kavramıyla bu tarihi cehenneme<br />
yolladı.<br />
Sosyalist hareket de bu yasanın dışında değildi, daha doğarken, aslında farklı bir tarih<br />
anlayışını taslaklaştırarak (Tarihsel maddecilik) geleceği şekillendirmeyi deniyordu. O<br />
gelceğe ilişkin bir program olarak aslında başka bir tarih anlatarak yola çıktı.<br />
Aydınlanma humanizmi karşısında ulus gericiliği de aynı şekilde tarihi birer uluslar tarihi<br />
olarak yazarak ulusları kurdu <strong>ve</strong> geleceği şekillendirebildi. Örneğin bir Türk tarihi yazılmadan<br />
bir Türk Devleti <strong>ve</strong> Türk Ulusu olamazdı.<br />
108
O halde, Türkiye'de demokratik hareket eğer gelişmek <strong>ve</strong> bir başarı kazanmak, bu günü <strong>ve</strong><br />
geleceği şekillendirmek istiyorsa, önce demokratik bir tarih yazmak zorundadır. Tarih<br />
demokratik olmadan bugün <strong>ve</strong> gelecek demokratik olamaz.<br />
Demokratik hareketin zayıflığı aynı zamanda demokratik bir tarih olmamasında yankısını<br />
bulmaktadır ya da tersinden demokratik bir tarihçiliğin yokluğu demokratik hareketin<br />
zayıflığının en önemli nedenlerinden biridir.<br />
Demokratik bir tarihi yazabilmeye en yatkın güçlerin işçi hareketi <strong>ve</strong> sosyalist hareket olması<br />
gerekir.<br />
Ama bu hareketler Demokratik bir tarih yazmamışlar <strong>ve</strong> yazamamışlardır. Bırakalım<br />
demokratik tarihi kendi kendi sosyalist tarihlerini bile Türk ulusçuluğunun tarih kavramı<br />
içinde tanımlamışlar; Türk tarihi ile bir mücadeleye girmemişlerdir.<br />
Örneğin Türkiye sosyalist hareketi <strong>ve</strong> işçi hareketi hep Müslümanlarla <strong>ve</strong> Türklerle<br />
başlatılmıştır. İstisnasız Türkiye'deki bütünsosyalist akımlar, Türkiye'de sosyalist hareketi<br />
TKP <strong>ve</strong> onun Bakü kongresiyle başlatırlar. Osmanlıdaki sosyalist akımlar <strong>ve</strong> hareketler birer<br />
tarih öncesi olarak bile pek ele alınmaz. bunlar birkaç akademisyenin ilgi alanı dışında yer<br />
bulamazlar. Türkçeyle <strong>ve</strong> Türklükle tanımlanmış bir ulusla kendini başlatan bir sosyalist<br />
hareket, en gerici ulusçuluğu yeniden üretmekten başka bir şey yapamazdı. Bırakalım<br />
sosyalisti bir yana, demokratik bir tarihçilik ise, bu tarihi ulusu Türkyük, vs. ile tanımlayan<br />
tarihçiliklere karşı hareketlerle tanımlar <strong>ve</strong> başlatırdı. yani örneğin, Türkiye Komünist<br />
Partisi'nin Bakü kongresi değil, Komünist Manifesto'nun ilk <strong>Ermeni</strong>ceye çevrilişi bu modern<br />
sosyalist hareketin başlangıç noktası olurdu. Böyle bir başlangıç noktasının kendisi bile var<br />
olan Türk devletine <strong>ve</strong> ulusçuluğuna karşı bir mücadele anlamı taşır; sosyalistler gerici<br />
ulusçuluğun yeniden üreticileri olmazlardı.<br />
En tutarlı demokrat olan ya da olması gereken sosyalist <strong>ve</strong> işçi hareketi, demokratik tarihi de<br />
örneğin Mithat Paşa <strong>ve</strong>ya İkinci Meşrutiyet ile değil; Selanikli işçilerle, Balkanlardaki<br />
devrimci demokrat <strong>ve</strong> sosyalist akımlarla <strong>ve</strong> köylü çetelerle, <strong>Ermeni</strong> sosyalist hareketiyle,<br />
Velestinli Rigasla, Tigran Za<strong>ve</strong>n'le, Tevfik Fikret ile başlatırdı.<br />
Böyle bir tarihe dayanan bir sosyalist <strong>ve</strong> Demokratik hareket, mitinglerde, anma<br />
toplantılarında, bu cılız ama nitelik bakımdan son derece önemli demokratik öncülerin<br />
isimlerini <strong>ve</strong> resimlerini taşır, onların unutulmasına karşı anmalar yapardı. Bu takdirde anma<br />
toplantıları birer Pazar vaazı, birer ruhsuz seremoni olmaktan çıkar her biri demokrasi<br />
mücadelesinin bir savaşı olurdu.<br />
Böyle bir tarih, Balkan uluslarının kuruluşunu, <strong>Ermeni</strong> katliamlarını, Mübadeleleri, Türkiye<br />
Cumhuriyetinin kuruluşunu birer "ilerici" demokratik dönüşüm <strong>ve</strong>ya devrim değil,<br />
aydınlanmanın demokratik ideallerinin terki <strong>ve</strong> gerici <strong>ve</strong> karşı devrimci hareketler olarak<br />
anlatırdı.<br />
Böyle bir tarih içinde, Mustafa Suphi'lerin kurduğu Türkiye Komünist Partisi, Ulusu<br />
Türklükle tanımlayan bu gericiliğin <strong>ve</strong> karşı devrimciliğin sosyalist harekete sızması <strong>ve</strong> ele<br />
geçirmesi olarak görülürdü.<br />
*<br />
109
Böyle bir tarih, İkinci Meşrutiyet için yapılan askeri ayaklanmayı, Osmanlı devlet sınıflarının<br />
demokratik harekete karşı bir manevrası; bütün balkanları sarmış devrimi bastırmak için onun<br />
başına geçme <strong>ve</strong> daha sonraki İttihat Terakki'nin darbesini bunun sonuca ulaşması <strong>ve</strong> karşı<br />
devrim olarak anlatırdı.<br />
Sosyalist <strong>ve</strong> Demokratik hareketin böyle bir geleneğe dayandığı yerde, Kürtler üzerindeki<br />
baskıya karşı demokratik <strong>ve</strong> devrimci direniş, devrimci ikonografisini, Ergenekon benzeri<br />
Kava efsaneleriyle değil, bu topraklardaki Demokratik mücadelenin ilk başlatıcılarıyla, yani<br />
Velensinli Rigaslarla, Tigran Za<strong>ve</strong>n'lerle kurardı. (Kürt hareketinin zaten Kemal Pir'ler<br />
aracılığıyla bu eksikliği bir parça olsun gidermeye çalışmaktadır <strong>ve</strong> bu çabalar o demokratik<br />
karakterin bir yansımasıdır.)<br />
Bir insan hem Demokrat hem de Türk, Kürt vs. olamaz. Demokrat her şeyden önce, bir<br />
ulusun bir dille, bir tarihle, bir soyla, bir etniyle tanımlanmasını reddeden; bunların bütünüyle<br />
özele ilişkin olmasını savunan olabilir.<br />
Türkiye'nin demokratları, Türkiye'nin laikleri gibidirler. Laikler nasıl Diyanet işleri, İmam<br />
hatipler, din dersleri vs. gibi gerici <strong>ve</strong> anti laik bir kurumların varlığı ile laiklik arasında bir<br />
sorun görmeyen <strong>ve</strong> hatta bunu laiklik olarak tanımlayan anti laiklerse; Türkiye'nin<br />
demokratları da ulusun <strong>ve</strong> devletin, Türklük ile tanımlanmasında, resmi dilinin Türkçe<br />
olmasında, Türk tarihi okutulmasında sorun görmeyen kendini Demokarat sanan anti<br />
demokratik Türklerdir.<br />
Türklüğü (ya da Kürtlüğü <strong>ve</strong>ya başka bir soyu, tarihi, dili vs.) kişinin bütünüyle özel sorunu<br />
yapmayı hedeflemeyen, ulusu bir dil, bir tarih, bir din, bir etni vs. ile tanımlamayı<br />
reddetmeyen bir demokratik hareket olamaz.<br />
Demokratik bir devlet Türk Devletinin, Demokratik bir ulusçuluk gerici ulusçuluğun yerini;<br />
demokratik bir ulus Türk <strong>ve</strong> Kürt uluslarının yerini ancak, Tarihi Türklerin, Kürtlerin,<br />
<strong>Ermeni</strong>lerin değil; Demokratlarla, Türklerin, Kürtlerin, <strong>Ermeni</strong>lerin mücadelesinin tarihi<br />
olarak yazdığında, alabilir.<br />
Bunun haricindeki bütün değişimler, demokrasi değil, bu günkü gericiliğin kendini zamana<br />
uydurmasından <strong>ve</strong> ömrünü uzatmasından başka bir anlama gelmez.<br />
17 Mart 2009 Salı<br />
Demir Küçükaydın<br />
demiraltona@gmail.com<br />
http://www.demirden-kapilar.org<br />
http://www.koxuz.org<br />
110