15.09.2013 Views

Derleme Kitap - Ermeni Katliami ve Sorunu Uzerine Yazilar ... - Köxüz

Derleme Kitap - Ermeni Katliami ve Sorunu Uzerine Yazilar ... - Köxüz

Derleme Kitap - Ermeni Katliami ve Sorunu Uzerine Yazilar ... - Köxüz

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>Ermeni</strong> Katliamı<br />

<strong>ve</strong><br />

“<strong>Sorunu</strong>” Üzerine<br />

Yazılar<br />

Demir Küçükaydın<br />

köXüz<br />

1


<strong>Ermeni</strong> Katliamı <strong>ve</strong> “<strong>Sorunu</strong>” Üzerine Yazılar<br />

Yazan:<br />

Demir Küçükaydın<br />

Bu kitapta yer alan yazılar daha önce çeşitli gazete <strong>ve</strong> internet sitelerinde<br />

yayınlanmıştır<br />

<strong>Derleme</strong> tarihi: 24.04.2009<br />

<strong>Köxüz</strong> Dijital Yayınlar<br />

İndir – Bas – Dağıt<br />

Bu kitap <strong>Köxüz</strong> sitesinin dijital yayınıdır.<br />

İndirmek, Dijital olarak basmak <strong>ve</strong> dağıtmak ticari olmamak koşuluyla<br />

serbesttir.<br />

Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir<br />

2


<strong>Ermeni</strong> Katliamı <strong>ve</strong> “<strong>Sorunu</strong>” Üzerine Yazılar<br />

İçindekiler<br />

1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı <strong>ve</strong> Tartışmalar..................................... 5<br />

<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong>........................................................................................................................ 6<br />

Egemen Ulus Sosyalistlerinin Görevleri.............................................................................. 12<br />

<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong> Üzerine Sunsay’a Cevap............................................................................. 14<br />

<strong>Ermeni</strong> Katliamı Karşısında Tavır ....................................................................................... 18<br />

Bir Başka Polemik................................................................................................................ 21<br />

Aynı Kişiye İkinci Bir Eleştiri ............................................................................................. 24<br />

Sosyalistler, Mihri Belli, <strong>Ermeni</strong> Katliamı Üzerine............................................................. 26<br />

Gazete Makaleleri ............................................................................................. 29<br />

Türk Nedir? .......................................................................................................................... 30<br />

Tarihin Laneti....................................................................................................................... 32<br />

Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar .............................................................................................. 36<br />

Ararat.................................................................................................................................... 38<br />

Türklüğü <strong>ve</strong> Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı ............................................................... 40<br />

Orhan Pamuk, İHD <strong>ve</strong> Sosyalistler ...................................................................................... 43<br />

Geliyorum Diyen Felaket..................................................................................................... 45<br />

Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz.................................................................................... 47<br />

Kemalizm <strong>ve</strong> İslam............................................................................................................... 58<br />

Köln’de Yapılan Açık Oturumdaki Konuşma...................................................................... 60<br />

3


“<strong>Ermeni</strong> Tehciri” <strong>ve</strong> Günümüzde Politika ........................................................................... 63<br />

Talat Paşa Jakoben miydi? ................................................................................................... 66<br />

Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus <strong>ve</strong> Marksizm............................................................. 74<br />

Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi? .................................... 86<br />

Türkler, Gü<strong>ve</strong>rcinler <strong>ve</strong> İnsanlar .......................................................................................... 92<br />

Hrant Dink <strong>ve</strong> Behiç Aşçı <strong>ve</strong> Kar Topu Etkisi..................................................................... 95<br />

Panel İlanı............................................................................................................................. 99<br />

<strong>Ermeni</strong> Soykırımı, Milliyetçilik, Nedenleri <strong>ve</strong> Günümüze Etkileri Paneli İçin Taslak Notlar<br />

............................................................................................................................................ 100<br />

Özür Dilemenin Sorunları <strong>ve</strong> Her şeye Rağmen Niçin Kampanyaya Destek? .................. 104<br />

Tarih <strong>ve</strong> Demokrasi............................................................................................................ 108<br />

4


1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı <strong>ve</strong> Tartışmalar<br />

<strong>Ermeni</strong> katliamı <strong>ve</strong> “sorunu” üzerine ilk yazıyı 1980’lerin başında Niğde cezaevi’nde iken<br />

yazmıştım. Bu yazı gizlice cezaevinden dışarı çıkarılmış <strong>ve</strong> daha sonra Almanya’da Çıkan<br />

Der Weg –Yol adlı dergide de yayınlanmıştı.<br />

Daha sonra Avrupa’da Sürgünlük yaşamına başladığımızda bu dergileri görme olanağımız<br />

oldu. Yazının bir kısmı yayınlanabilmiş <strong>ve</strong> dergi daha sonra yayınını durdurmuştu. İşte<br />

aşağıdaki metin bu dergide yayınlanabilmiş ilk bölümü oluşturuyor. Devamı bizim de elimizde<br />

yok.<br />

Yine de yazı bu eksik haliyle bile yakın zamana kadar üzerine hemen hemen hiçbir yazının<br />

bulunmadığı <strong>Ermeni</strong> Katliamı konusunda artık bu gün tarihsel bir belge özelliği taşıyor.<br />

Bu dergide yayınlanan ilk bölümünü, İnternette özellikle <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Süryani katliamı<br />

konusunda yoğunlaşan Tarih <strong>ve</strong> Demokrasi sitesinde yayınlamıştık.<br />

Bu yayın <strong>ve</strong> onunla ilgili tartışmalar aşağıda bu derlemenin ilk bölümünü oluşturuyor.<br />

5


<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong><br />

Son yıllarda Türk burjuvazisinin birçok diplomatının <strong>Ermeni</strong> örgütlerince öldürülmeleri, Türk<br />

burjuvazisinin iğrenç bir susuşla yıllardır karanlığa boğup unutturmaya çalıştığı <strong>Ermeni</strong><br />

sorununu yeniden gündeme getirdi. <strong>Ermeni</strong>lerin Türk diplomatlarını öldürmeleri <strong>ve</strong> diğer<br />

eylemleri burjuva basınının hemen her günkü konularından oldu. Bu yazılar dikkatle<br />

okunursa, burjuvazinin kendi diplomatlarının ölümüne timsah gözyaşları döktüğü görülür.<br />

Çünkü bu malzeme sayesindedir ki, şo<strong>ve</strong>nizm körüklenmekte, Türk halkının korkunç bir<br />

komplo karşısında bulunduğu propagandasıyla kendi komplosunu gizlemekte, dikkati "dış<br />

düşmanlara" çekerek içteki sınıf mücadelesini bastırmaktadır.<br />

Liberal burjuva basınındaki solcu köşe yazarları da özünde aynı koroya katılmaktadır. Tek<br />

fark şudur: Finans-Kapital propagandacıları <strong>Ermeni</strong> eylemlerinin ardında Sovyetleri <strong>ve</strong><br />

"uluslararası Komünizmi" göstermekte <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>lere karşı oluşturdukları düşmanlığı antikomünizm<br />

kanalına akıtmaya çalışmakta iken, reformistler çeşitli emperyalist ülkelere ağırlık<br />

<strong>ve</strong>rmekte, kendilerinin daha tutarlı milliyetçiler olduklarını kanıtlamaya çalışmaktadırlar.<br />

Reformistlerin dediği özetle şudur: Finans-Kapital egemenliği Türkiye'yi zayıflatmıştır,<br />

zayıflığı fırsat bilen diğer ülkeler de <strong>Ermeni</strong>leri kışkırtarak Türkiye'yi bölmeye<br />

çalışmaktadırlar. Sonuç: Türkiye'yi güçlendirelim! Bu nasıl olacak? Sınıf çelişkilerini<br />

yumuşatarak, "haysiyetli dış politika" izleyerek... Hasılı hepsinin amacı birdir. Türkiye'yi,<br />

yani Türkiye'deki burjuva düzeni güçlendirmek..., ama "rivayetleri muhteliftir"<br />

Bizim amacımız ise Türkiye'deki burjuva düzenini yıkmaktır. Biz probleme uluslar değil,<br />

sınıflar açısından bakarız. Çünkü çağımızın hiç bir problemi sınıflar <strong>ve</strong> sınıf mücadelesi alanı<br />

dışında anlaşılamaz. Bizzat burjuvazinin tavrını açıklayan da sınıf mücadelesi öğretisidir.<br />

Türkiye'deki Marksist yazında <strong>Ermeni</strong> sorunu üzerine -ilerde ele alacağımız tek istisna<br />

dışında- hemen hemen hiç bir yazı yoktur. Sorun bütünüyle burjuva basının tekelinde gibidir.<br />

Peki bu sorun karşısında biz Devrimci Marksistlerin tutumu ne olmalıdır? Bu yazıda bu<br />

soruna genel hatları ile açıklık getirmeye çalışacağız.<br />

***<br />

Bugün Türkiye toprakları üzerinde bir <strong>Ermeni</strong> ulusu yoktur. <strong>Ermeni</strong>ler birkaç büyük şehirde<br />

azınlıklar halinde yaşamaktadırlar <strong>ve</strong> en büyük bölümü de İstanbul'da toplanmıştır. Halbuki<br />

çok değil, daha 60-70 yıl öncesine kadar Anadolu'da milyonlarca <strong>Ermeni</strong> yaşıyordu.<br />

Osmanlılar bugün "Doğu İlleri" denen yere açıkça "<strong>Ermeni</strong>stan-Kürdistan" diyorlardı. Bugün,<br />

bu koskoca ulus hiç bir iz bırakmadan yitmiş gibidir.<br />

Ne var ki, bu bir yanılsamadır. VAROLAN bugünkü toplumsal yapı YOKOLAN <strong>Ermeni</strong><br />

ulusu olmadan açıklanamaz. Bugünkü toplumsal yapının varlığını belirleyen yok olan <strong>Ermeni</strong><br />

6


ulusudur. Diğer bir deyişle, yok olmuş <strong>Ermeni</strong> ulusu, bugünkü Türkiye'nin toplum <strong>ve</strong> kültür<br />

yapısında capcanlı yaşamaktadır. Birkaç örnek <strong>ve</strong>relim.<br />

Köroğlu destanı bilinir. Yiğitlik, zalime baş kaldırma denince akla Köroğlu gelir. Köroğlu<br />

destanı biraz dikkatlice incelenirse, içinde "Bolu beyi" filan geçmesine rağmen, destanın<br />

Kafkaslar ile Ağrı arasında, yani Osmanlı'nın <strong>Ermeni</strong>stan dediği bölgede geçtiği görülür.<br />

Destanda geçen toplum yapısı <strong>ve</strong> destanda geçen kültür, Türk-Müslüman toplum <strong>ve</strong> kültür<br />

yapısından bambaşkadır. Köroğlu bir <strong>Ermeni</strong> destanıdır, Köroğlu da bir <strong>Ermeni</strong> yiğidi, halk<br />

kahramanı. Demek yok sanılan <strong>Ermeni</strong> ulusunun kültürü, Köroğlu olmuş bizi belirlemiştir.<br />

Bizim varlığımız <strong>Ermeni</strong> ulusunun yok oluşuyla diyalektik bir birlik içindedir. Hiç bir ulus iz<br />

bırakmadan yok edilemez. Hele kültür <strong>ve</strong> medeniyet seviyesi yüksek bir ulus hiç. <strong>Ermeni</strong>ler<br />

ise kültür <strong>ve</strong> medeniyet düzeyi bakımından Anadolu'da en ileri ulustular.<br />

Bu düzey farkının en basit kanıtlarından biri şu sözden bile çıkarılabilir: "<strong>Ermeni</strong> ustanın eli<br />

değmeyen caminin kubbesi <strong>ve</strong> minaresi ayakta kalmaz (yıkılır)". <strong>Ermeni</strong>ler Hıristiyan’dır,<br />

Anadolu'nun geri kalanı Müslüman. Ama Anadolu'da kaç cami bulunabilir bir <strong>Ermeni</strong> ustanın<br />

elinden çıkmamış. Pek az. <strong>Ermeni</strong>ler Anadolu'nun zanaatkarları <strong>ve</strong> tüccarlarıydılar.<br />

Bugün bile Kürdistan'da hemen bütün kasaba <strong>ve</strong> şehirlerdeki ağa, eşraf, bey konakları, evleri,<br />

arazilerinin hep <strong>Ermeni</strong>lerden kalma olduğu görülür. Kürdistan'ın güçlü derebeyliğinin<br />

varlığını, <strong>Ermeni</strong>lerin yokluğu belirlemiştir. Kürdistan derebeyleri, <strong>Ermeni</strong> yok oluşunun<br />

sosyal yapıya damgasını vurmuş canlı tanığıdır.<br />

Batı'da Rum, Doğuda <strong>Ermeni</strong>lerden kalan gizli hazinelerin <strong>ve</strong> o hazineleri bulup zengin<br />

olanların hikayeleri, umutsuzluk içinde mucize arayan Anadolu emekçisinin ilginç bir tipi<br />

olan "hazineci"lerin dilinden düşmez.<br />

Tarihin en korkunç katliamlarından birine uğrayarak fizik olarak yok edilmiş, ama yarattığı<br />

maddi-manevi kültür öğeleriyle hala içimizde capcanlı varolan bir ulustur <strong>Ermeni</strong>ler.<br />

<strong>Ermeni</strong>ler bilinmeden bugünkü Türkiye-Kürdistan gerçekliği tam olarak anlaşılamaz.<br />

Anlaşılamayan şey ise değiştirilemez. Burjuvazi bunun çok iyi bilincindedir. Kürtlük gibi<br />

<strong>Ermeni</strong>lik de legal basında, halka karşı tam bir karanlığa gömülür, susuşla geçilir, ama gizli<br />

MİT arşivlerinde bütün anlamıyla yerini alırlar. Burjuvazi "deliye taşı andırmamak" için susar<br />

ama içinden tek düşündüğü söylemediğidir.<br />

<strong>Ermeni</strong> sorununda Türkiye'deki Marksist literatürde tek dikkate değer inceleme -bildiğimiz<br />

kadarıyla- Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın "İhtiyat Kuv<strong>ve</strong>t: Milliyet (Şark)" adlı 1930'ların başında<br />

yazılmış kitabında bulunmaktadır. Onun için <strong>Ermeni</strong> sorununu ele alırken bu kitaptaki<br />

<strong>Ermeni</strong>likle ilgili bölümü temel olarak ele alacağız. Bu bölümde doğru olanı koruyup yanlış<br />

olanı eleştirerek <strong>Ermeni</strong> sorununu çözümlemeye çalışacağız.<br />

Osmanlı İmparatorluğunun tarihine baktığımız zaman <strong>Ermeni</strong>lerin özellikle zanaatkarlık <strong>ve</strong><br />

ticaret merkezlerinde bezirganlık alanında gelişkin, etkili olduğu görülür. Bu tarihsel arka<br />

plan, Asya kıtasındaki Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan uluslar içinde (Türkler, Kürtler,<br />

Araplar) modern burjuva gelişiminin dolayısıyla milliyetçi fikirlerin <strong>Ermeni</strong>ler arasında<br />

öncelikle gelişimine yol açmıştır. Liman şehirlerinde gelişen <strong>Ermeni</strong> burjuvazisi <strong>Ermeni</strong><br />

milliyetçiliğinin esas temelini oluşturmuştur. Yine aynı şekilde <strong>Ermeni</strong> zanaatkarlar kapitalist<br />

7


münasebetlerin gelişimiyle birlikte Osmanlı devleti proletaryasının ilk öncüleri arasında<br />

önemli bir yer edinmişler <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> burjuvazisinin hemen ardından kendi partilerini<br />

kurmuşlardır. Engels, Komünist Manifesto'ya yazdığı önsözlerin birinde, Manifesto'nun<br />

<strong>Ermeni</strong>ce'ye çevrildiğini haber <strong>ve</strong>rir. Keza Osmanlı topraklarına ilk sosyalist fikirler, Balkan<br />

uluslarının yanı sıra <strong>Ermeni</strong>ler aracılığıyla girmiştir. Osmanlı Mebusan Meclisinde sosyalist<br />

<strong>Ermeni</strong> millet<strong>ve</strong>killeri vardır.<br />

Ne var ki, cılız <strong>ve</strong> geç gelmiş, daha doğarken karşısında proletaryayı bulmuş <strong>Ermeni</strong><br />

burjuvazisi, <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> diğer emekçilerden ziyade çarlık Rusya'sına dayanmayı yeğliyordu.<br />

Çarlık Rusya'sı <strong>ve</strong> İngiliz Emperyalizmi arasında Asya pazarları için süregelen çatışmada kilit<br />

noktanın <strong>Ermeni</strong>stan olması, bu pazarlara egemen olma ile bir <strong>Ermeni</strong> devleti kurulup<br />

kurulmaması sorunu iç içe geçiyordu. Elbet, bir ulusun bağımsızlığını kazanabilmek için<br />

egemen devletin <strong>ve</strong> diğer emperyalistlerin çelişkilerinden yararlanması olağandır <strong>ve</strong><br />

gereklidir. Nitekim Balkanlardaki ulusların birçoğu bağımsızlıklarını kazanırken bu<br />

çelişkilerden büyük ölçüde yararlanmışlardır. Ne var ki, <strong>Ermeni</strong>ler için bu durum<br />

Balkanlardakinin tam zıddı bir sonuç yarattı.<br />

Balkanlar Avrupa'ya daha yakın olduğu, tefeci-bezirgan soysuzlaşmasına daha az uğradığı<br />

için orada modern kapitalist münasebetler pre kapitalist (kapitalizm öncesi) münasebetlere<br />

üstün gelebilecek kadar güçlenmişti. Buna karşılık Asya'da <strong>Ermeni</strong> burjuva gelişimi<br />

derebeylik denizinde bir ada gibiydi.<br />

Osmanlı devletindeki Müslüman-Hıristiyan çatışması, özünde derebeylik-burjuva çelişkisinin<br />

bir ifadesiydi. Hıristiyanlık kapitalizmi-burjuvaziyi, Müslümanlık derebeyliği, burjuva<br />

kurtuluşunu engelleyen antik Osmanlı devletini temsil ediyordu. Hıristiyanlık balkanlarda<br />

Müslümanlığı yenebilirken, Anadolu'da Müslümanlık <strong>Ermeni</strong>-Hıristiyanlığı ezdi. Bu<br />

derebeyliğin kapitalist gelişmeye üstün gelmesi anlamına geliyordu. Yani Anadolu'da modern<br />

gelişimin engellenmesi.<br />

Bu nedenle Türk-Kürt Müslümanlığın <strong>Ermeni</strong> Hıristiyanlığı katletmesi, bir ulus <strong>ve</strong> din<br />

çatışması görünümü almakla birlikte, derebeylik-burjuva çatışmasının bir ifadesiydi. Tarihte<br />

derebeyliğin burjuva gelişimi zorla, katliamla engellediği çok görülür. Sen Barthelmy<br />

katliamı <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> katliamı özünde aynı çelişkiden kaynaklanmıştır. Sonuçları da pek farklı<br />

olmamış, Fransa, burjuva devrimini İngiltere'den ancak yüz yıl sonra yapabilmiştir.<br />

Osmanlı imparatorluğunun Batısı <strong>ve</strong> Doğusu arasındaki gelişim zıtlıkları Avrupa'da da<br />

görülebilir. Protestanlığın Katolikliğe üstün gelebildiği -tıpkı Balkanlarda Hıristiyanlığın<br />

Müslümanlığa üstün gelmesi gibi- Kuzey Avrupa'nın daha barbar uluslarında kapitalizm daha<br />

erken <strong>ve</strong> hızlı gelişme olanağı bulabilmiş; buna karşılık, Katolikliğin Protestanlığı cadı<br />

kazanlarında, Sen Barthelmy katliamlarında yok ettiği Güney Avrupa ülkelerinde doğru<br />

dürüst bir kapitalist gelişmenin yolu tıkanmıştır. Bugün bile güney Avrupa Kuzey Avrupa'dan<br />

daha geridir. Güney Avrupa Protestanların şahsında kendi modern gelişimini yakıyordu. Türk<br />

<strong>ve</strong> Kürtler de <strong>Ermeni</strong>leri keserken, Anadolu'nun bir dereceye kadar olsun modern gelişiminin<br />

yollarını tıkıyorlardı.<br />

Şimdi burada kısaca değindiğimiz noktaları bir de Kıvılcımlı'nın kitabından daha özlü<br />

anlatımıyla okuyalım:<br />

8


"Osmanlı İmparatorluğu, Çarlık Rusya'sı ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya<br />

pazarları üstüne başlayan rekabete kilit <strong>ve</strong> anahtar noktası, bugünkü Şark Vilayetlerinde, bir<br />

<strong>Ermeni</strong>stan hükümeti <strong>ve</strong>ya muhtariyeti kurup kurmamak meselesi idi. Bu meseleye bir<br />

zamanlar "Şark Meselesi" denildi. Osmanlı İmparatorluğu derebey <strong>ve</strong> saltanat şeklini<br />

muhafaza ettiği müddetçe, Şark vilayetlerinde iki zümre vardı: 1- Kürtlük: Daha ziyade<br />

derebey, klan <strong>ve</strong> aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde idi. 2-<br />

<strong>Ermeni</strong>lik: Genellikle burjuvalaşan <strong>ve</strong> İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki<br />

kodaman sermaye ırktaşları ile sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç<br />

Asya'ya taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerine kurulmuş bezirganlık<br />

manzumesi demekti. Emperyalist tezatların dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle<br />

alevlenen Kürt-<strong>Ermeni</strong> zıddiyeti, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil <strong>ve</strong> ilh. Farklardan<br />

ziyade, adeta bu iki rejim farkından doğma derebey-burjuva zıddiyeti oldu. İki kutup, Osmanlı<br />

Avrupa'sı'nda geniş çapta rol oynayan: Müslüman-Hıristiyan (derebey-burjuva) tezadı, daha<br />

ziyade tarihi <strong>ve</strong> mevzii şartlar yüzünden Şark vilayetlerinde, Balkanlardakinin aksine,<br />

ikincilerin mağlubiyetiyle halloldu.<br />

"Meşrutiyet burjuvazisi "Şark Meselesi”nin tedhişi altında, ilk <strong>ve</strong> büyük tehlike olarak<br />

gördüğü <strong>Ermeni</strong>liğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış milletler içinde, -<br />

Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilinç <strong>ve</strong> teşkilata kavuşmuş keskin metalipli (talepler<br />

ileri süren- y.n.) yığın <strong>Ermeni</strong>lerdir. Meşrutiyet Burjuvazisi, birçok sahalarda olduğu gibi,<br />

<strong>Ermeni</strong> milliyetçiliğine karşı da derebeylikle el ele <strong>ve</strong>rdi. Elele <strong>ve</strong>rdiği derebeylik, öteden beri<br />

iki ayrı rejim zıddiyeti ile <strong>Ermeni</strong>liğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat <strong>ve</strong> Terakki<br />

devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis teşkilatlar halinde<br />

silahlandırıldı, Türklükle Kürtlük, <strong>Ermeni</strong>leri dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde<br />

katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk meşrutiyet burjuvazisi kadar <strong>ve</strong> belki ondan çok<br />

daha fazlasıyla istifade edenler Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan'da derebeylik biraz daha<br />

rakipsiz, çapul ettiği <strong>Ermeni</strong> mallarıyla biraz daha şişman oldu." (S.19-20)<br />

1915'teki "tehcir"de katledilen <strong>Ermeni</strong>ler birkaç milyonu bulmaktadır. Bunlardan canını<br />

kurtarabilenler Suriye'ye yerleşmişlerdir. Katledilen <strong>Ermeni</strong>lerin arazilerine, evlerine Kürt <strong>ve</strong><br />

Türkler, özellikle eşraf ağa takımı konmuştur. El konulan bu malları koruma kaygısı Antep,<br />

Maraş, Adana'nın Fransızlardan kurtuluşu için silaha sarılmalarında az rol oynamamıştır.<br />

Fransız işgalciler, <strong>Ermeni</strong>lerden birlikler kurup buralara sevk edince mahalli direnişler<br />

başlamıştır.<br />

Katliamda özellikle Şafi Kürtler önemli rol oynamışlardır. Buna karşılık ilkel-komuna<br />

geleneklerinin daha güçlü olduğu Alevi Kürtler birçok <strong>Ermeni</strong>'yi katliamdan kurtarmış,<br />

saklamış, evlat <strong>ve</strong>ya eş edinmiştir. "Dersim Tarihi" yazarı en az kırk bin <strong>Ermeni</strong>'nin Dersim'e<br />

sığındığını yazar. Bunların kalıntıları menekşe yada yeşil renkli gözleriyle özellikle<br />

Kürdistan'da sık sık görülebilir.<br />

"Bugün <strong>Ermeni</strong> denince ne anlıyoruz" diye soruyor Kıvılcımlı 1930'da <strong>ve</strong> cevap <strong>ve</strong>riyor:<br />

"Verilen resmi rakamlara inanmak lazım gelirse, <strong>Ermeni</strong>stan'da 900 bin, Türkiye'de 75 bin,<br />

Suriye'de 150 bin, Yunanistan'da 35 bin kadar <strong>Ermeni</strong> vardır. Bugün Şark vilayetlerinin<br />

"mesameleri" içinde gizlenip kalmış bir hayli <strong>Ermeni</strong> ırkından insan var. Fakat bunlar,<br />

9


dinleri ile birlikte dillerini de günden güne kayıp ediyor <strong>ve</strong> hakim Kürt psikolojisi <strong>ve</strong> tesiri<br />

altında Kürtleşiyorlar. Şark vilayetlerinde şimdi 'mühtedi' (islamiyete kabul edilen- y.n.) sıfatı<br />

ile tanınan eski <strong>Ermeni</strong>ler adeta hayatlarını kurtaranların bir nevi gönüllü köleliğini unutmak<br />

<strong>ve</strong> unutturmak için, <strong>Ermeni</strong>liklerini henüz unutmamış olmalarına rağmen eski hatıralarına<br />

karşı bir ölüm sukutu ile mütehassıs olmak mecburiyetindedirler. Birkaç nesil sonra her şeyi<br />

unutmaya mahkum olan bu 'mühtedi'ler, bugün Şark vilayetlerinin en yoksul (...) marabaları<br />

halinde, bugün bile zaten aralarında daha ziyade bir din farkı bulunan <strong>ve</strong> ırk <strong>ve</strong> kültürce aynı<br />

kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı tabii <strong>ve</strong> sosyal çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle<br />

kaynaşmış <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>'den ziyade Kürtleşmiş bir haldedir. Onun için bu mühtedileri Şark<br />

vilayetinin Kürt camiasından ayırmak oldukça suni <strong>ve</strong> güç olacaktır..." (s.21)<br />

Buraya kadar öngörülenler bugün gerçekleşmiştir. Anadolu'da hemen hiç <strong>Ermeni</strong> kalmamış<br />

gibidir. <strong>Ermeni</strong>ler özellikle birkaç büyük şehirde yoğunlaşmış olmakla birlikte sayıları<br />

hakkında hiç bir istatistik yok. Bu şehirlerde bile küçük azınlıklar halinde bulunmaktadırlar.<br />

1930'lara göre muhtemelen nüfusa oranları da azalmış olabilir. Bugün Türkiye'de Kürtlerinki<br />

gibi bir <strong>Ermeni</strong> ulusundan <strong>ve</strong> ulusal hareketinden söz edilemez. Ne var ki, <strong>Ermeni</strong>'ler tüm<br />

diğer azınlıklar gibi ezildikleri, sürekli tedhiş altında tutuldukları için bu duruma son <strong>ve</strong>recek<br />

gerçek bir eşitliği kurmak, devrimin objektif demokratik görevleri arasındadır. <strong>Ermeni</strong><br />

azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini oluşturur. <strong>Ermeni</strong><br />

burjuvaları ise, kilise <strong>ve</strong> Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını arttırmaktan, düzenini<br />

korumaktan başka bir şey düşünmemektedir.<br />

Kıvılcımlı'nın 1930'larda ulaştığı sonuç ta aynı yöndedir. Orada "Türkiye'nin bugünkü<br />

hudutları içinde sırf bir ermeni fikir hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tamamı ile uzaktır.<br />

Başka tabir ile, geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir <strong>Ermeni</strong>lik<br />

meselesi Türkiye içinde imkansızdır" sonucuna ulaşıyor.<br />

Bugün Türkiye'de bir <strong>Ermeni</strong> Hareketi yoktur. Ama devrimci hareketi yakından tanıyanlar<br />

bilirler ki, devrimci hareket içindeki <strong>Ermeni</strong>lerin oranı nüfus içindeki oranları ile<br />

kıyaslanmayacak ölçüde yüksektir. Genç <strong>ve</strong> yoksul <strong>Ermeni</strong>ler, tam bir enternasyonalist<br />

kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, <strong>ve</strong> Marksizm-<br />

Leninizm bayrağı altında dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında<br />

<strong>Ermeni</strong>ler vardır <strong>ve</strong> birçok devrim şehidi <strong>ve</strong>rmişlerdir. <strong>Ermeni</strong> yoldaşlar şimdiye dek hemen<br />

hiç bundist eğilim –yani proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu<br />

tavırları tüm dünyadaki <strong>Ermeni</strong> gençlere, proleterlere örnek olmaktadır.<br />

(DEVAMI GELECEK SAYIDA)<br />

(Yazının yayınlanan kısmı burada bitiyor.)<br />

(Yazının İnternette daha sonraki yayınlanışında yazının devamına ilişkin yazılan not.)<br />

Yazının devamına ilişkin not:<br />

*<br />

<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong> başlıklı bu yazı, Almanya'da Yol - Der Weg dergisinin 1982 yılındaki Mayıs-<br />

Temmuz tarihli 22-24. Toplu sayısında yayınlanmış. Bu dergi bundan sonra çıkamadı,<br />

dolayısıyla devamı da yayınlanamadı. Yazının devamı benim elimde de yok. Yazıyı cezaevinde<br />

10


yazmış <strong>ve</strong> gizlice dışarı çıkarıp Yol'u çıkaranlara iletmiştim. Yazı, dışarı çıkarılabilmek için,<br />

Selpak kağıt mendile yazılmıştı. Yazının devamı ne oldu bilmiyorum. Yazı benim adımla değil,<br />

Temel Ateş imzasıyla yayınlanmıştı. (Bu dergide çıkan yazıların çoğu bana aitti <strong>ve</strong> çeşitli<br />

isimler kullanıyordum). Fakat Temel Ateş, tesadüfen bir CHP millet<strong>ve</strong>kilinin de adıymış, bu<br />

millet<strong>ve</strong>kilinin sorguya çekildiğini, kendisinin bir isim benzerliğinden başka bir ilgisi<br />

olmadığını ben de tesadüfen bir gazetede okumuş <strong>ve</strong> hatta böylece yazıların yayınlanmış<br />

olduğunu anlamıştım.<br />

Yazının devamında ne vardı?. Yanılıyor olabilirim ama hatırladığım kadarıyla şöyleydi:<br />

Önce Hikmet Kıvılcımlı'nın bir eleştirisine giriyordum. Yazının sonraki bölümünde yine<br />

Kıvılcımlı'dan alıntılar yapıyordum. Bu alıntılarda, 1930'larda, Sovyet <strong>Ermeni</strong>stan'ının<br />

Diasporadaki <strong>Ermeni</strong>lere mutlu bir gelecek vaat ettiği <strong>ve</strong> Dünyadaki <strong>Ermeni</strong>lerin artık oraya<br />

göç ettikleri, dolayısıyla Sosyalizmin <strong>Ermeni</strong> sorununu da dolaylı bir şekilde çözdüğünü<br />

söylüyordu. Ben de bu noktada Kıvılcımlı'yı eleştiriyor, ne yazık ki bu öngörü<br />

gerçekleşmemiştir, 1930'lardaki eğilim tersine dönmüştür, Sovyet <strong>Ermeni</strong>stan'ı <strong>Ermeni</strong><br />

sorununu çözememiştir diyor, bunun, bu öngörü yanlışlığının Kıvılcımlı'nın Sovyetlerdeki<br />

değişiklikleri, Stalinizmi anlamamasından kaynaklandığını belirtiyordum. Tam da meselenin<br />

hallolmadığının bir kanıtı olarak diaspora'daki <strong>Ermeni</strong> gençlerinin ASALA gibi örgütler<br />

kurduklarını yazıyordum.<br />

<strong>Ermeni</strong> sorununun çözülmemişliği ile bağlantılı <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> yoksullarının <strong>ve</strong> gençlerinin<br />

memnuniyetsizliğinin bir ifadesi olmakla birlikte, bu hareketlerin anlayış <strong>ve</strong> yöntemce yanlış<br />

olmalarının yanı sıra, bazı istihbarat teşkilatlarının yönlendirmesine de uğramış olduklarının<br />

düşünülmesi gerektiğini belirtiyordum. Bu bağlamda, Suriye <strong>ve</strong> Lübnan'ın Fransa ile eski<br />

bağları, Avrupa'da Türkiye'nin Almanya'nın, Yunanistan'ın da Fransa'nın etkinlik alanı içinde<br />

yer aldığını. Keza Yunanistan <strong>ve</strong> Fransa'nın da eskiden beri <strong>Ermeni</strong>lerle güçlü <strong>ve</strong> geleneksel<br />

ilişkileri olduğunu belirtiyor, bu bağlamda, ASALA'nın Türk Diplomatlarına karşı<br />

eylemlerinin Türkiye'nin Kıbrıs'ı işgalinden sonra hız kazandığına dikkati çekiyor <strong>ve</strong> buradan<br />

da ASALA'nın eylemlerinin, Türkiye'yi baskı altına almak isteyen Yunan <strong>ve</strong> Fransız çıkar <strong>ve</strong><br />

gizli servislerinin manüplasyonu altında bulunduğunu belirtiyordum. Sonra da, yoksul <strong>ve</strong><br />

ezilen <strong>Ermeni</strong> gençlerinin yolu sosyalist <strong>ve</strong> sınıfsal bir mücadelede aramaları gerektiğini<br />

söylüyordum.<br />

Emin değilim ama aşağı yukarı böyle bir seyir izliyordu yazı.<br />

8. Ocak. 1998)<br />

11


Bu yazıdaki bir yaklaşımımınn öz eleştirisini de daha sonra yazdığım bir yazıda yapmıştım.<br />

Bu yazıyla doğrudan bağlantılı olduğu için o yazıyı da aşağıya aktarıyorum.<br />

Egemen Ulus Sosyalistlerinin Görevleri<br />

Sayın Gökyüzü, Tarih <strong>ve</strong> Demokrasi platformunda sınıfsal baskı <strong>ve</strong> ulusal baskı konusunda<br />

Bertal Kahraman ile bir polemik çerçe<strong>ve</strong>sinde bazı görüşler ifade etmiş bulunuyor.<br />

Benzer konularda epeydir yazmak istediğimden bu tartışmayı <strong>ve</strong>sile bularak konumumu<br />

ortaya koyayım dedim.<br />

Sayın Bertal Kahraman, sayın Gökyüzü'ne karşı söylenmesi gerekenleri söylemiş durumda,<br />

onun dediklerine katılıyorum. Ama bunu, ezen ulustan bir insan olarak bir kez daha<br />

belirtmem gerektiği kanısındayım.<br />

Sayın Gökyüzü'nün tavrı, tam da, ezilen ulusun sorununu kavramayan ezen ulus sosyalisti<br />

tavrıdır. Gökyüzü kanımca daha önceki yazılarımda dile gelmiş yargılarımın somut bir<br />

örneğini sunuyor. Ve bu tavır elbette genel bir eğilimi ifade etmektedir. Yani bugün somut<br />

olarak ÖDP'ye egemen olan anlayış.<br />

*<br />

Bu anlayış, Ezilen ulusların, cinslerin, ırkların şerefsizlerini, sömürücülerini vs.lerini bu<br />

ezilme biçimlerinden dolayı savunmak görevini anlamamaktır, ezen ulus, cins, ırktan bir insan<br />

ya da sosyalist olarak.<br />

Bu görev: son elli yılın toplumsal mücadeleler tarihinin klasik anlayışlara getirdiği en önemli<br />

değişikliklerden biridir.<br />

Bu <strong>ve</strong>sileyle, kendimle ilgili bir özeleştiriye bir kez daha dikkati çekmek isterim.<br />

Bir sosyalist olarak kişisel evrimimde, ezilen ulus, sınıf, ırkların sorunları karşısında, bu<br />

baskının özgül niteliğini kavramayan bir yanım vardı. Ancak Avrupa'ya geldikten, Avrupalı<br />

sosyalistlerin geri ülke sosyalistleri karşısında, Avrupa merkezli, hatta rafine ırkçı denebilecek<br />

tavırlarını gördükten sonra. (Çünkü, Avrupa'da bir Türk olarak, Türkiye'de bir Kürt gibiydim.)<br />

Türkiye'de Kürtler karşısında bir Türk sosyalisti olarak nasıl benzer tavırlar içinde olduğumu<br />

fark ettim. O zamandan beri bu konularda çok hassasım <strong>ve</strong> davranış <strong>ve</strong> yazılarımla eski<br />

yaklaşımla kopuşmuş durumdayım.<br />

Ancak, bu eski anlayışım, "<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong> Üzerine Eski Bir Yazı" başlığıyla yayınladığım<br />

yazıda bir şekilde ifadesini buluyordu. Çünkü o yazıyı daha önce yazmıştım. Bu yazıyı,<br />

bulabildiğim kısımlarıyla yeniden yayınladığımda, (aslında yıllar sonra ben de ilk defa<br />

okumuş oluyordum) beni rahatsız eden cümleler bulunduğunu gördüm. Ama bir belge<br />

olduğu için olduğu gibi yayınladım.<br />

12


Ve Bekledim, kimse bu noktayı fark edip eleştirecek mi diye? Maalesef kimsenin dikkatini<br />

çekmedi <strong>ve</strong> eğer dikkat eden olduysa da kimse bunu belirtmedi.<br />

Beni rahatsız eden cümleler şunlardı:<br />

"<strong>Ermeni</strong> azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini<br />

oluşturur. <strong>Ermeni</strong> burjuvaları ise, kilise <strong>ve</strong> Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını<br />

arttırmaktan, düzenini korumaktan başka bir şey düşünmemektedir."<br />

(...)<br />

"Genç <strong>ve</strong> yoksul <strong>Ermeni</strong>ler, tam bir enternasyonalist kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının<br />

sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, <strong>ve</strong> Marksizm-Leninizm bayrağı altında<br />

dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında <strong>Ermeni</strong>ler vardır <strong>ve</strong> birçok<br />

devrim şehidi <strong>ve</strong>rmişlerdir. <strong>Ermeni</strong> yoldaşlar şimdiye dek hemen hiç Bundist eğilim –yani<br />

proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu tavırları tüm dünyadaki<br />

<strong>Ermeni</strong> gençlere, proleterlere örnek olmaktadır."<br />

Açık ki, buraya aktardığım satırlarımda, <strong>Ermeni</strong>lerin uğradığı özgül ulusal baskı karşısında<br />

bir körlüğüm bulunmakta. Yani, <strong>Ermeni</strong> burjuvaların, <strong>Ermeni</strong> olmalarından dolayı uğradıkları<br />

baskıyı görmeme, anlamama söz konusu. Benim böyle bir bağlamda onların sömürücü yanına<br />

değil, <strong>Ermeni</strong> olarak ezilmelerine <strong>ve</strong> sosyalist <strong>ve</strong> işçilerin onların bu özgül ezilme biçimlerine<br />

karşı çıkmalarına vurgu yapmam gerekirdi.<br />

<strong>Ermeni</strong> Devrimci arkadaşlarla ilgili de aynı şey söz konusu. Onlara Egemen ulustan bir insan<br />

olarak enternasyonalistlik payesi <strong>ve</strong>rir durumdayım. Benim vurgu yapmam gereken şey ise,<br />

onların, sosyalist hareket içinde, uğradıkları özgül baskıyı açığa çıkartan, egemen ulus<br />

sosyalistlerini bu yönde eğiten bir özerk yapılanmaları da olması gerektiği idi.<br />

*<br />

Bütün sosyal mücadeleler tarihi şunu gösteriyor: bir baskı biçimine uğramak <strong>ve</strong> ona karşı<br />

direnmek otomatikman diğer baskılara da hassasiyeti <strong>ve</strong> karşı olmayı getirmiyor. Genel kural,<br />

baskıya uğrayan ancak ayaklandıktan sonra, baskıyı yapan <strong>ve</strong> o baskı biçimine kör olan<br />

sosyalistlerin, bir özeleştiri <strong>ve</strong> eğitim sürecine girdiğidir.<br />

Örneğin kadın hareketinde böyle oldu. İlk başta kadın hareketi, sosyalist <strong>ve</strong> işçi hareketi<br />

tarafından bölücülükle suçlandı. Ancak bu hareket bütün ağırlığıyla ortaya çıktıktan sonra<br />

bugün kadınların özerk örgütlenmeleri <strong>ve</strong> uğradıkları spesifik baskılara karşı tedbirler sol <strong>ve</strong><br />

işçi hareketi içinde olağan hale gelebildi.<br />

Egemen ulus, cins ya da ırk sosyalistlerini <strong>ve</strong> işçilerini, ezilen ulus, cins, ırk hareketleri eğitir.<br />

Bu anlamda, keşke, <strong>Ermeni</strong> Yoldaşlar "daha az enternasyonalist" olsalardı da, biz Türk<br />

sosyalistlerini, bu sorunlar karşısındaki körlüğümüzden dolayı daha sert eleştirselerdi, o<br />

zaman daha iyi enternasyonalistler olarak eğitilmiş olurduk.<br />

Demir Küçükaydın<br />

15 Nisan 1998 Çarşamba<br />

14:59<br />

13


Bundan başka, başka bir tartışmacı “<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong>” adlı yazı bağlamında şöyle bir soru<br />

sormuştu:<br />

*<br />

“Sayin Kucukaydin,<br />

II. Dunya Savasi sirasinda Nazilerle isbirligine giden <strong>Ermeni</strong>lere nasil bir paye <strong>ve</strong>riyorsunuz?<br />

Gonullu olarak Nazi Ordusuna kaydolan talan <strong>ve</strong> yagmalardan payini alip ayni zamanda<br />

Yahudi katliamlari yapan <strong>ve</strong> tum bunlari <strong>Ermeni</strong>stan hayaliyle yapan <strong>Ermeni</strong>ler, bagimsiz<br />

olmak kutsaldir bu yolda 1915'de Ruslarla isbirligine gitmeleri normaldir" sozunun altinda<br />

degerlendirilebilirler mi?<br />

Bagimsizlik icin Nazilerle bile birolan <strong>Ermeni</strong> hareketini sosyalist bir hareket olarak tanimlar<br />

misiniz?<br />

Saygilar”<br />

Bu yazıya <strong>ve</strong>rdiğim cevapta da şunları yazıyordum:<br />

Sayın Sunsay,<br />

<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong> Üzerine Sunsay’a Cevap<br />

2. Dünya savaşında Nazilerle işbirliği yapan <strong>Ermeni</strong>ler hakkında maalesef bir bilgim yok.<br />

Bunu ilk defa sizden duyuyorum. Olabilir <strong>ve</strong> olduğunu kabul ediyorum. Görüşümü buna göre<br />

yazayım.<br />

Her ulusun içinden her türlü eğilim <strong>ve</strong> insan çıkar. <strong>Ermeni</strong>lerin bir bölümü Nazilere<br />

işbirlikçilik yapmış olabilir. Rusların da, Türklerin de, Tatarların da, Yunanlıların da,<br />

Fransızların da, hasılı her ulusun içinden hiç de küçümsenmeyecek oranda işbirlikçiler<br />

çıkmıştır. Çoğu kez bunlar çoğunluk da olmuşlardır. Biliyorsunuz, Hırvatların büyük bir<br />

bölümü Nazi işbirlikçisiydi, ama Nazi işgaline karşı en büyük halk direnişini örgütleyen Tito<br />

da bir Hırvat idi.<br />

Dolayısıyla, bir ulusun içinden bir kesimin, ki bu kesim çoğunluk da olabilir, Nazi'lere<br />

işbirlikçilik yapmış olması, o ulusu mahkum etmek için bir <strong>ve</strong>sile yapılamaz <strong>ve</strong><br />

yapılmamalıdır. Çünkü her ulusun içinde bu tür politikalara karşı çıkanlar <strong>ve</strong> bunu canlarıyla<br />

ödeyenler de olur.<br />

Kaldı ki, Nazilere karşı savaş konusunda, bu <strong>ve</strong>sileyle belirteyim ki, Fransa'daki <strong>Ermeni</strong>ler<br />

örneğin meşhur Fransız Resistans (Direniş) hareketinin başını çekmiş <strong>ve</strong> çok büyük oranda<br />

yer almışlar, nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde kayıp <strong>ve</strong>rmişlerdir.<br />

*<br />

14


(Küçük bir anı bu arada. 70'li yıllarda, ölüme gidenlerin son mektupları gibi bir başlığı olan<br />

bir kitapta, ölüme mahkum olmuş Fransız direnişçilerinin son mektuplarını okuyordum.<br />

Oradaki <strong>Ermeni</strong> isimlerinin çokluğu dikkatimi çekmişti. Yıllar sonra, dolaylı olarak,<br />

Fransa'daki direniş hareketinde <strong>Ermeni</strong>lerin rolünün büyük ölçüde unutturulup, örtüldüğünü,<br />

bu nedenle bir skandal koptuğunu bile duydum. Yani yakalanan Fransızlar genellikle<br />

<strong>Ermeni</strong>lerin adını okumuşlar. <strong>Ermeni</strong> azınlığın bu çokluğu beni daha sonraki gözlemlerim<br />

ışığında şaşırtmadı. Bütün dünyada, sosyalist hareketlerin önemli bir kaynağı ezilen<br />

azınlıklardır. Türkiye'de Kürtler <strong>ve</strong> Aleviler nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak<br />

ölçüde sol hareketlerin içinde yer almışlardır. İngiltere'ye gidin orada aynı durumda<br />

İrlandalıları görürsünüz. Demek Fransa'da da <strong>Ermeni</strong>lermiş.)<br />

Ama şimdi gelelim, sizin esas olarak sorduğunuz soruya. Bir ulusal Kurtuluş ya da<br />

bağımsızlık hareketi, bağımsızlık amacına ulaşmak için, ezen uluslar arasındaki çelişkilerden<br />

yararlanmalı mıdır, yararlanmamalı mıdır?<br />

Tabii, siz benim tavrımı tahmin ettiğinizden, zor durumda bırakmak için, <strong>Ermeni</strong>lerin<br />

Nazilerle işbirliği olayını örnek olarak getiriyorsunuz.<br />

*<br />

Birincisi, herhangi bir ulusal hareket karşısındaki tavır, elbette dünya ölçüsündeki sınıf<br />

mücadeleleri bağlamında değerlendirilmelidir. Bu genel çerçe<strong>ve</strong>de, 2. Dünya savaşı sırasında,<br />

<strong>Ermeni</strong>lerin Nazilerle işbirliği yapmasına karşıyımdır. Ama bu, <strong>Ermeni</strong>lerin, Sovyetler<br />

Birliği'nde ezilen bir ulus olduğu gerçeğine gözleri kapamayı gerektirmez. Elbet bağımsızlık<br />

için kendilerini ezenler arasındaki çelişkilerden yararlanmaları gerektiği, ama o ezenler<br />

arasında, o somut koşullarda, dünya tarihi bağlamında eşit bir ilişki olmadığı, Nazilerin<br />

insanlık için en tehlikeli egemen olduğu, bu nedenle yaptıklarının yanlış olduğu<br />

belirtilmelidir. Kaldı ki, bunu belirten <strong>Ermeni</strong>ler daima olmuştur. Benim yapmam gereken şey<br />

onların bu tavrını desteklemek olabilir.<br />

Türkiye'nin Kemalist'leri bu mantığı Kürt ulusal hareketine karşı kullanmak istiyorlar.<br />

Diyorlar ki, Türkiye'nin güçlenmesini istemeyen emperyalist ülkeler var, böyle bir durumda<br />

Kürtler savaşarak Türkiye'yi zayıf düşürüyor, o halde anti-emperyalizmi zayıflatıyorlar. Aşağı<br />

yukarı böyle bir çizgi.<br />

Ama bunun yukarıdaki bağlamla ilgisi yok. Türkiye'nin kendisi zaten emperyalist sistemin bir<br />

parçası. Türk ordusu bütün Batı silahlarıyla donanmış durumda. Türk ordusu Amerika,<br />

Almanya'dan silah alıyor, Kürtler alsa emperyalizmin oyunu oluyor. Bunların ciddiye<br />

alınacak bir yanı yok. Bugünün dünyasında, 2. Dünya Savaşı sırasında olana benzer bir durum<br />

yok. Bütün devletlerin hepsi aynı bokun soyu. Bu bakımdan, her ulusal baskıya karşı hareket,<br />

nereden silah alırsa alsın haklıdır bugün. Çünkü ezenlerin karakterleri aynıdır. Bir sınıfsal fark<br />

yoktur aralarında.<br />

Türkiye Amerika <strong>ve</strong> Almanya'dan silah alıyorsa, PKK da Suriye'den, Yunanistan'dan,<br />

Rusya'dan <strong>ve</strong>ya Amerika'dan silah almakla haklılığından hiç bir şey kaybetmez. Bu<br />

çelişkilerden yararlanması tamamen hakkıdır. Aynı şeyi zamanında Türkler de yapmıştır.<br />

Fransız, İtalyan <strong>ve</strong> İngilizlerin, bunların hepsiyle Sovyet Rusya'nın çelişkilerinden<br />

15


yararlanmıştır. Sovyetler Birliği'ni <strong>ve</strong> onunla ilişkileri, İngiltere <strong>ve</strong> Fransa'ya karşı tehdit<br />

unsuru olarak kullanmıştır. İlk Büyük Millet Meclisi'nde, millet<strong>ve</strong>killeri, "Bolşevik de oluruz,<br />

şeytan da" derken, bunu yapıyorlardı. Etkili de oldu. İngiltere desteği kesti, Fransa el altından<br />

destekledi. Buna karşılık da Ankara hükümeti, bir tür köylü sosyalizmini ifade eden Çerkes<br />

Ethem'i tasfiye etti, Ali Fuat'ı Batı Cephesi Komutanlığı'ndan aldı, Suphi'leri temizletti.<br />

Bunun karşılığında da, örneğin Yunan mevzilerinin en küçük ayrıntılarına kadar planlarını<br />

gizli servisler onlara <strong>ve</strong>rdiler.<br />

İlke olarak, dünya tarihsel bakımdan, İkinci Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi, ezenler<br />

arasında bir nitelik farkı varsa, tavır genel duruma bağlı olmalıdır. Yok eğer böyle bir durum<br />

yoksa, ezilen ulus hareketi ezen ulusun diğerleriyle olan çelişkisinden yararlanmalıdır <strong>ve</strong><br />

yararlanabilir. Örneğin, birinci Dünya Savaşı sırasında, İrlanda milliyetçi hareketini Almanya,<br />

rakibi İngiltere’yi zayıflatmak için destekliyor böylece İrlanda ulusal hareketi de bu çelişkiden<br />

yararlanıyordu. Bunların ikisi de aynı kalitede emperyalist olduğundan, Lenin örneğin,<br />

yukarıda özetlediğim tavra uygun olarak, bunu meşru görüyor <strong>ve</strong> destekliyordu.<br />

Ancak, birinci hal konusunda burada bir açıklama daha yapmak gerekiyor. Dünya tarihsel<br />

durumun 2. Dünya savaşı gibi olduğu koşullarda bile, pekala faşistlerle işbirliği yapmadan da<br />

bağımsızlık savaşı <strong>ve</strong>rilebilir. Stalin'in bilinen politikası, dünyadaki komünist partilerini<br />

Sovyet dış politikasının basit araçlarına indirgeyen politikası, bu olanağı ortadan kaldırmıştır.<br />

Bunun en kötü sonuçları örneğin Hindistan'da görülmüştür. Hint halkının İngiliz<br />

emperyalistlerine karşı direnişine, Hint Komünistleri sahip çıkmayıp öncülük etmemişler,<br />

bunu müttefikleri zayıflatmamaya dayandırmışlar <strong>ve</strong> böylece köle ruhlu Gandi'ye meydanı<br />

boş bırakmışlardır.<br />

Bağımsız bir Hindistan, İngiltere sömürgesi bir Hindistan'dan çok daha fazla anti-faşizme güç<br />

<strong>ve</strong>rirdi.<br />

*<br />

Gelelim 1915'e. <strong>Ermeni</strong>ler Osmanlı egemenliğine baş kaldırdılar. Gelişmiş burjuvazileri<br />

nedeniyle Türk'lerden çok daha önce uluslaşmaya başladılar. Osmanlı Devleti ya da Çarlık<br />

Rusya’sı, al birini vur ötekine, aynı karakterde yarı antika yarı modern, ömrünü doldurmuş iki<br />

gerici devletti. Yani ikinci dünya savaşı sırasındaki gibi bir durum yoktu. Birinci savaşta<br />

savaşan taraflar aynı nitelikteydi. Hepsi emperyalistti. O halde, ezilen bir ulusun, yani<br />

<strong>Ermeni</strong>lerin, bağımsız bir devlet kurmak için, Osmanlı'nın düşmanı uluslarla işbirliği yapması<br />

son derece normaldir. Haklılığına bir halel getirmez. Nasıl Kafkas uluslarının da Osmanlı<br />

desteğini Çarlık Rusya’sına karşı kullanmaları <strong>ve</strong> aramaları onların haklılığına bir halel<br />

getirmez idiyse.<br />

Tabii bu noktada, Türk milliyetçisinin kafası şöyle çalışmaya başlar. "Eh arkadaş, madem o<br />

benim düşmanımdan yararlanıyor <strong>ve</strong> onunla aynı safta yer alıyor, beni yok etmeye çalışıyor,<br />

benim de onu yok etmeye çalışmam, cephemin gerisini emniyete almam en tabii hakkımdır.<br />

Ne yapalım, gücü gücü yetene. Onlar bizi temizleyeceklerine, biz onları temizledik."<br />

Ama bu akıl yürütmede yanlış olan şunlar:<br />

16


a) <strong>Ermeni</strong>ler, Osmanlı İmparatorluğu karşısında eşit bir konumda değildiler, ezilen bir<br />

ulustular. Yani özünde haklı durumdaydılar. Ezen durumda değildiler.<br />

b) Tarihsel bakımdan, yarı feodal bir düzene karşı, modern burjuva bir sistemi temsil<br />

ediyorlardı. Yani o zamanın dünyasına göre ilerici bir niteliği vardı.<br />

c) Normal devletler savaşında bile, sivil halka yönelik imha <strong>ve</strong> saldırılar, en azından formel<br />

olarak reddedilir. Osmanlı Devleti, sivil halkı yok etti.<br />

Ama bütün bunlardan öte, en korkuncu <strong>ve</strong> önemlisi, bunun tek olası çözüm gibi koyulmasıdır.<br />

Pekala <strong>Ermeni</strong>ler üzerindeki ulusal baskı kaldırılarak da bir çözüm bulunulabilirdi. Sanki bu<br />

olanak hiç yokmuş gibi tartışılıyor mesele. Osmanlı Devleti, tehcir <strong>ve</strong> imha değil, ama<br />

örneğin, <strong>Ermeni</strong>lere özerklik, kendi dillerini geliştirme hakkı, Müslümanlarla eşitlik <strong>ve</strong>rerek<br />

de bir çözüm sağlayabilirdi. Bu yapılmamıştır. Bunun yapılmamışlığı eleştirilecek yerde,<br />

varolan tek olası yolmuş <strong>ve</strong> başka çare mümkün değilmiş gibi koyuluyor. Bunu<br />

meşrulaştırmak için de, diğer ulusların yaptıkları örnek <strong>ve</strong>riliyor. Örneğin İkinci Dünya<br />

Savaşı sırasında Amerika'nın Japon asıllıları kampa koyması vs.. Bu tam Sinizmdir. İnsan<br />

olanın söylemesi gereken, Amerika'nın yaptığı da, Osmanlı'nın yaptığı da, insan olarak<br />

savunulamaz olmalıdır. Birinin yaptığında diğerinin meşruiyetini bulmak değil.<br />

Aslında akıllı bir Türk milliyetçisi için bugün sorunu çözmek son derece kolaydır.<br />

“Osmanlı imparatorluğu gerici feodal; ulusların önünde engel bir devletti. Biz Türkler de bu<br />

devletin egemenliğinden kurtulan son ulusuz. Nice halklara nice acılar tattıran bu devletin<br />

mezarını biz kazdık, bir bakıma o halkların vasiyetini yerine getirdik. Bu devletin yaptığı<br />

katliamları lanetliyoruz.”<br />

*<br />

Bu kadar kolayca, yağdan kıl çekerce bu işi çözmek mümkündür Türk milliyetçileri açısından<br />

aslında.<br />

Ama bu niçin mümkün olmamakta, bu katliamı inkar <strong>ve</strong>ya savunma akıl dışı boyutlara<br />

varmaktadır? Bunun sırrı da, o katliam <strong>ve</strong> daha sonraki mübadele ile elde edilen<br />

zenginliklerde <strong>ve</strong> bu katliamın suç ortaklığındadır. Muazzam bir ser<strong>ve</strong>t transferi vardır. Türk<br />

milliyetçiliği bu laneti üzerinde taşımakta, tümüyle kendi çıkarı açısından bile akıl dışılığa<br />

varmaktadır.<br />

Bunu artık eski kuşakların kefaretini üzerinde taşımayan yeni Türk kuşakları aşabilir.<br />

Komplekssizce gidip <strong>Ermeni</strong> ulusuna kardeşlik eli uzatabilirler. Koşullar bunun için olgundur<br />

artık. Bir Özcan Soysal'ın yaptıkları bir rastlantı değildir. Çok alametler belirdi. Bunun olması<br />

sadece bir zaman sorunu. Kürt ulusal hareketinin yükselişi <strong>ve</strong> başarısı bunu hızlandırır <strong>ve</strong><br />

gerçekleştirir.<br />

Umarım cevaplarım sizin sorularını karşılıyordur <strong>ve</strong> sizi tatmin etmiştir.<br />

Selamlar<br />

16.04.1998<br />

17


Yine aynı dönemde Engin Deniz adlı bir tartışmacının yazısına karşı şunları yazmışız:<br />

Sayın Deniz Engin,<br />

*<br />

<strong>Ermeni</strong> Katliamı Karşısında Tavır<br />

(Engin Deniz’in Eleştirisine Cevap)<br />

Ben sorunu olgular düzeyinde değil de, metodolojik yanıyla tartışmak istiyorum.<br />

Ama önce olgu düzeyinde dediklerinize bir itirazım var. Sizler sanıyorsunuz ki, bütün dünya<br />

işi bırakmış da Türklerle uğraşıyor, Örneğin şöyle diyorsunuz:<br />

“Gerçekten anlayamıyorum, neden tüm dunya sozlesmis gibi <strong>Ermeni</strong> soykirimini (belki de bir<br />

silah gibi) kullaniyor? Kusuruma bakmayin ama ben bunun ardinda bir artniyet ariyorum.”<br />

Bu Türklerin bir fobisi ya da megalomanisi. Biraz Yalova Kaymakamı hikayesine benziyor.<br />

Emin olun, Türkiye dışında, kim takar Yalova Kaymakamını. Her gün renkli basında görülen,<br />

"Antalya sahillerinde tatilini geçiren Helga Türk erkeklerine bayıldı" türünden haberler ne<br />

kadar gerçeği yansıtırsa, dünyanın Türklerle uğraştığı yönündeki gazete haberleri de o kadar<br />

yansıtır. Aslında aynı tip dezinformasyonun iki farklı biçimidirler. Ve siz, biraz olsun aklı<br />

başında şeyler yazmak istiyorsunuz güya, bu saçmalıkları bir delil gibi getiriyorsunuz.<br />

(Ama bunlar sadece bir dezinformasyon da değildir. Bunlar bir ulusun şizofrenik ruh halinin,<br />

aşağılık kompleksinden kaynaklanan övünmelerinin yansımalarıdırlar.)<br />

Neyse, esas konu bakımından bunun önemi yok. Yazınızdan anladığım kadarıyla, siz resmen<br />

"<strong>Ermeni</strong> Tehciri" denen olgunun sonuçlarını inkar etmiyorsunuz. Sizin itirazınız, böyle bir<br />

olayın ilk defa ya da bu çapta ilk defa burada olmadığı.<br />

Olgu düzeyinde tartışmaya girmeyi bile gereksiz görerek, sizin dediğinizin doğru olduğunu,<br />

başka ulusların tarihinde de benzer katliamlar bulunduğunu kabul edelim. Ayrıca bunda<br />

büyük bir doğruluk payı da var.<br />

Ama sizin mantığınız nereye gidiyor? Siz aslında, savaş ya da başka bir nedenle, bunların<br />

başka uluslarca da yapılmış olmasını meşru görmüş oluyorsunuz. Ve kapıdan kovduğunuzu,<br />

bacadan içeri alıyorsunuz. Yazınızın başında, katliamlara karşı olduğunuzu söylüyorsunuz,<br />

ama bütün yazınız boyunca, diğer katliamları emsal olarak gösteriyorsunuz.<br />

Burada iki açıdan yanlışınız var. Birincisi bir Türk olarak, ikincisi bir İnsan olarak.<br />

*<br />

18


Önce Türk olarak yanlışınız şurada: madem ki siz bir demokrat <strong>ve</strong> katliamlara karşı bir<br />

insansınız. Olaya şöyle yaklaşmanız gerekir:<br />

“Başka Ulusların katliamları beni bu anlamda ilgilendirmez. Biz bir katliam yaptık, bunun<br />

belki bir sürü hafifletici sebebi de bulunabilir (Savaş, <strong>Ermeni</strong> Çeteler vs.) Ama bu hafifletici<br />

sebepleri bulmak <strong>ve</strong> söylemek de bize düşmez. Biz bir ulusu yok ettik. Kişi olarak bundan<br />

sorumlu olup olmamanız da önemli değildir. Bu yok edişi açıkça ortaya koyup lanetlememiz<br />

gerekir. Bunu yapmadığımız takdirde, geçmiş kuşakların hatalarıyla bütünleşmiş, bu<br />

şizofrenik durumu devam ettirmiş oluruz. Hatalar bizden hızlı koşarlar. Yüzlerce yıl sonra<br />

bile lanetlerini üstümüze taşırlar. Ruhsal bir arınma, ancak insanın ya da ulusun kendi<br />

hatalarına karşı acımasız oluşuyla mümkündür. Uluslar da insanlar gibi, düşmanlarına <strong>ve</strong><br />

komşularına karşı toleranslı <strong>ve</strong> anlayışlı, kendine karşı acımasız, hoşgörüsüz <strong>ve</strong> gaddar<br />

olmalıdır.”<br />

Böyle bir yaklaşım, insani ilişkilerde nasıl, olgun, kendine karşı acımasız, kendisiyle alay<br />

eden bir kişiliğin ifadesiyse, bir ulus için de sağlıklı bir ruh halini <strong>ve</strong> olgunluğu ifade eder.<br />

Ne yazık ki, siz de, binlerce <strong>ve</strong> milyonlarca Türk gibi, zayıf kişilikli, ham insanların kendi<br />

geçmişleri <strong>ve</strong> hataları karşısındaki tavırlarıyla davranıyorsunuz. Ve farkına varmadan, ulusal<br />

bir şizofreni yaşayan, Türk ulusunun bu şizofrenik halini yansıtmakla kalmıyor, Türklerin bu<br />

şizofreniden kurtulmasının yolunu tıkıyorsunuz.<br />

Sayın Soysal'ın yaptığı işin önemi buradadır. O bir Türk olarak bunu yapıyor. Bir Türk olarak,<br />

hiç bir özür getirmeden bir pisliği mahkum ediyor. Bunun ilk defa gerçekleşmiş olmasının<br />

Türkler için nasıl sağlatıcı bir önemi olduğunu hiç anlamıyorsunuz. Aslında içinizde Türk<br />

ulusunun sağlıklı bir ulus olması için, hem de Türk ulusunun adeta toptan bir şizofreni<br />

yaşadığı bir dönemde, en büyük işi yapan insan o. Bu kadar basit bir gerçeği görmüyorsunuz.<br />

Bundan yirmi otuz yıl önce bile Türkler nispeten daha sağlıklı insanlardı. Örneğin<br />

kendileriyle alay edebilirlerdi. Örneğin "Türkün aklı ya kaçarken ya da sıçarken gelir" gibi<br />

lafları her yerde duyabilirdiniz. Ya da bir <strong>Ermeni</strong> katliamı olduğu kimse için bir sır değildi.<br />

Hatta, <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Rum mallarına konanların çoğu sonradan görme zenginler olduğu için, fakir<br />

insanlar, bu insanları aşağılamak için, o ser<strong>ve</strong>tlerin kaynağındaki kanlı eylemleri her yerde<br />

afişe ederlerdi. İnsanın ya da bir ulusun kendisiyle, kendi hatalarıyla alay edebilmesi, onları<br />

afişe edebilmesi, onun ruhsal sağlığının <strong>ve</strong> olgunluğunun ifadesidir. Ama artık Türkler,<br />

kendileriyle alay etmeyi bir kenara bırakın, sadece kendilerini övüyorlar. Eskiden insanlar<br />

yukarıdaki türden haberlere gülerlerdi, ama artık inanıyorlar <strong>ve</strong> öyle düşünüyorlar. Bu tam bir<br />

toplumsal şizofreni durumu.<br />

Çok değil, bundan yirmi otuz yıl önce, insanlar arası ilişkilerde, kendini ö<strong>ve</strong>nler, kendi en<br />

ufak hatalarını ortaya koyup kendisiyle alay edemeyenler ciddiye alınmazdı. İnsanlar arası<br />

ilişkilerde bu tür insanların pek bir değeri de olmazdı. Ama bu gün tam tersi bir anlayış<br />

sadece insanlar arası ilişkilere değil, tüm Türklere egemen olmuş durumda.<br />

Bir Türk olarak, lütfen, kendinize karşı gaddar, başkalarına karşı toleranslı olmayı deneyin. O<br />

zaman da belki kimi <strong>Ermeni</strong>ler <strong>ve</strong>ya Rumlar çıkıp "Yahu kendine karşı o kadar da haksızlık<br />

etme, biz de az haltlar işlemedik" der. Ama bunun için, önce sizin başlamanız gerekir. İşte<br />

19


sayın Soysal'ın yaptığı bu. Sorun burada, bunu anlayın. Ve en önemlisi, o bunu bir Türk<br />

olarak yapıyor.<br />

Aynı şeyi örneğin ben yapsam, anlamsız olur. Çünkü ben kendimi bir Türk olarak<br />

görmüyorum. İnsanın bir milliyeti olması zorunluluğuna karşı çıkıyorum. Bu durumda benim,<br />

sayın Soysal gibi davranmam ne Türkler ne de <strong>Ermeni</strong>ler açısından değerli bir davranış<br />

olmaz. Türk açısından ben zaten hainimdir, <strong>Ermeni</strong> açısından ise zaten Türk değilimdir. Tıpkı<br />

bir ateist olarak, başka dinlere karşı Sünni Müslümanların yaptığı herzelerden dolayı özür<br />

dilememe benzer. Müslüman beni zaten kafir gördüğünden, yaptığım ya da söylediğim ona<br />

bir anlam ifade etmez, diğer dinden olan da beni Müslüman görmeyecektir.<br />

Peki bu durumda yapacak bir şey yok mudur? Elbette vardır. Bütün bu katliamlarla, ulusun,<br />

ulusçuluğun, sermayenin, sömürünün ilişkileri üzerinde durur, böylece bütün katliamlara karşı<br />

kökten bir eleştiri yöneltirsiniz.<br />

Çünkü, Soysalın ya da sağlıklı bir Türk olmaya çalışan bir Türk'ün Tavrı, ahlaki bir tavırdır<br />

ama sorunun köküne inmez, <strong>ve</strong> sadece kendi kapısının önünü süpürür. Lanetler ama neden<br />

konusunda susar. Çünkü aynı ulusçuluk ufkunun içindedir. Ama lanetler, ulusçuluk var<br />

olduğu sürece, yeni ulus katliamlarını hiç bir şekilde engellemez.<br />

Bu durumda, “yahu bu yaşananlar kader değildir, uluslar olmadan da bir dünya olabilir bir<br />

ulusa girmek, çıkmak, bir ulus kurmak kişinin bir vicdan <strong>ve</strong> inanç sorunu olmalıdır” diyerek<br />

de karşı çıkılabilir. Bu çok köktenci, tabii bugünkü dünyada <strong>ve</strong> hele Türkiye'de pek taraftar<br />

bulamayacak, bir yaklaşımdır. Ama böyle bir yaklaşım da mümkündür. Ve işte, sizde böyle<br />

bir yaklaşımı bir yana bırakalım, böyle bir yaklaşıma yönelik bir seziş bile yok. Gerçekliğin<br />

karşısında kölece eğiliyor <strong>ve</strong> ona karşı diklenmeyi aklınızdan bile geçirmiyorsunuz.<br />

Ulusları mutlak kategoriler olarak ele alıyorsunuz. Ve onları reddetmek gereğini<br />

duymuyorsunuz. Ve istemeden de olsa, başka ulusal katliamlara suç ortağı oluyorsunuz.<br />

Elbette iyi niyetlisinizdir. bundan kuşku yok. Ama cehenneme giden yollar da iyi niyet<br />

taşlarıyla döşelidir.<br />

Bu da sizin İnsan olarak metodolojik yanlışınız.<br />

20


<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong> ile ilgili yazıyı Özcan Soysal’ın Tarih <strong>ve</strong> Demokrasi sitesinde yayınlamıştım.<br />

Bu tartışmalar da orada oluyordu. Bu arada bir başka tartışmacıyla tartışırken,<br />

<strong>Ermeni</strong>lerden Türk olarak özür dileyen Özcan Soysal’ın bu davranışı <strong>ve</strong>silesiyle başka bir<br />

tartışmacıyla <strong>Ermeni</strong>lerden özür dilemenin anlamı üzerine bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı da<br />

aşağıya aktarıyorum:<br />

Sayın Hakan,<br />

Şöyle Yazıyorsunuz:<br />

Bir Başka Polemik<br />

"ama onun bir Türk olduğunu düsünmüyorum ki zaten kendisi de, sizin aksinize, Türklüğü<br />

kabul etmiyor, Web sayfasinin sonunda onunla ilgili bilgileri incelerseniz goreceksinizki<br />

kendisi, baba <strong>ve</strong> anne tarafindan turk oldugunu belirtilmektedir. Yani bu su demektir, ben<br />

istemedim ama olmus bir kere, bunuda kabul etmek zorunda degilim <strong>ve</strong> kabul etmiyorum"<br />

Ne garip? Ben ise tam aksini düşünüyorum. Tam da Türk olarak <strong>Ermeni</strong>lerden özür dilediğini<br />

vurgulamak için öyle yazdığını düşünüyorum.<br />

Birincisi, <strong>Ermeni</strong>lerden Tarih önünde özür dileyen bir Türkün Türklerden nasıl "<strong>Ermeni</strong><br />

Tohumu" gibilerden hakaretler yiyeceği belli olduğundan, <strong>ve</strong> muhtemelen bu tür hakaretlere<br />

de bol bol uğradığından, bu tür hakaretler edecek olanlara bir cevap olarak koyulduğunu<br />

düşünüyorum.<br />

(Parantez içi şunu belirteyim ki, "<strong>Ermeni</strong> Tohumu" olmanın "Türk Tohumu" olmaktan daha<br />

iyi ya da kötü olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla böyle denmenin bir hakaret olduğunu<br />

yazarken kendi fikrimi değil, bu lafları hakaret <strong>ve</strong> saldırı amacıyla edenlerin anlayışını<br />

yansıtmayı amaçlıyorum. Bu sayfayı okuyan <strong>Ermeni</strong>ler varsa, lütfen yanlış anlamasınlar.)<br />

Bizzat, Soysal'ın sayfasına yazı yazanlar içinde onun <strong>Ermeni</strong> olduğunu ya da <strong>Ermeni</strong><br />

desteğiyle bunu yaptığını düşünenler çok <strong>ve</strong> bunu açıkça da yazıyorlar. Bu nedenle,<br />

Türklüğünü Türklere karşı vurgulamaktadır.<br />

İkincisi, Sayın Soysal, yaptığı iş bakımından, <strong>Ermeni</strong>lere karşı da Türklüğünü vurgulama<br />

durumunda. Yani, bu işi, ben bir Türk olarak yapıyorum diyor.<br />

Bu kadar zor mu bunu anlamak? Anasının babasının Türklüğünden bahsetmesi, herhangi bir<br />

ezilen azınlıkla bağının olmadığını, ezen bir ulustan bir kişi olarak durumunu vurgulamak<br />

içindir, yoksa Türklükle ilgisizliğini vurgulamak anlamında değil.<br />

Kaldı ki, diğer bir çok konularda, Soysal ile yaptığımız tartışmaları incelerseniz, analiz<br />

ederseniz, onun gerçekten iyi niyetli bir Türk Milliyetçisi olduğunu görürsünüz. O<br />

batılılaşmış, modern, demokratik, toleranslı bir Türk ulusu <strong>ve</strong> Türkiye istiyor <strong>ve</strong> bunun için<br />

çabalıyor. Soysal'ın Türk milliyetçiliği, alışılmış, şo<strong>ve</strong>n, faşizan ya da Kemalist<br />

milliyetçiliklerden farklı, bu günün milliyetçiliğine uygun bir milliyetçilik. Tabiri caiz ise<br />

Post-modern bir milliyetçilik. Bu milliyetçilik türüne henüz Türkiye'de pek rastlanmıyor,<br />

sadece çok ince bir sol <strong>ve</strong> aydın katman içinde izleri görülüyor. Aslında, dünya ekonomisinin<br />

21


<strong>ve</strong> teknik gelişimin ihtiyacı olan milliyetçilik bu tür bir milliyetçiliktir. Aslında Türk<br />

burjuvazisinin ihtiyacı olan da böyle bir şeydir. Çok kültürlü, etnik <strong>ve</strong> kültürel çeşitliliği bir<br />

kazanç olarak gören, eskiden her şeyi tek etni <strong>ve</strong> kültüre bağlamak için yapılmış hareketleri<br />

lanetleyen bir milliyetçiliktir bu.<br />

Bu tür milliyetçiliğin Türkiye'de pek görülmemesinin nedeni, Kürt Ulusal kurtuluş hareketi<br />

karşısında Türklerin, kendi kıytırık imtiyazlarını korumak için, genel kurmayın <strong>ve</strong> çetelerin<br />

altına utanmazca yatmalarıdır. En ilkel, faşizan milliyetçiliğin şakşakçısı olmalarıdır.<br />

Toplumsal çürüme <strong>ve</strong> cinnettir bugünkü Türkiye'deki.<br />

Bu tür milliyetçilik, aslında ulus ilkesini reddetmez, hatta onu yaşatmak için son teşebbüstür.<br />

Örneğin, bunun en mükemmel biçimini Avrupa'da görüyoruz. Çok uluslu, kültürlü bir Avrupa<br />

Ulusu yaratılıyor.<br />

Bugün, dünya ticaretinin üretimden daha hızlı büyüdüğü, her türlü ulustan işgücünün,<br />

milyonlarca insanın oradan oraya aktığı bir çağda, o akan işgücünü haklardan yoksun bir<br />

durumda, ama üretime amade tutmanın bir aracıdır bu milliyetçilik. Türkiye'nin taş devrinden<br />

kalma milliyetçilikleri bunu kavramaktan acizdir <strong>ve</strong> buralarda kendilerine karşı paranoyakça<br />

komplolar görürler.<br />

Diğer yandan, teknik gelişme böyle bir kültürel çokluğa olanak sağlamaktadır. Tipik bir örnek<br />

<strong>ve</strong>reyim: Daha beş altı yıl önce, bilgisayarda yazı yazan, kendini ANSİ <strong>ve</strong> ASCI kotlar denen,<br />

aslında gelişmiş batılı ülkelerin kullandığı harflerden oluşan bir kaç yüz şekille sınırlamak<br />

zorundaydı. (Bu sayfada hala tam bir Türkçe'yle yazamamızın nedeni de bu geçmişin kalıntısı<br />

yük aslında.) Ama bugün, Unikot ile, yeryüzündeki bütün dillerle yazmak mümkündür. Bu tür<br />

teknik gelişmelerdir, kültürel çeşitliliğe olanak sağlayan. Elbette bu teknik temelin<br />

milliyetçiliği de, her şeyin bir farecik tıkırtısı uzaklığa düştüğü bir dünyanın (Internet <strong>ve</strong> orada<br />

dolaşmayı kastediyorum) milliyetçiliği de ancak böyle bir milliyetçilik olabilir.<br />

Kürtçe'yi yasaklasanız da işe yaramaz artık. MED-TV uzaydan yayınını sürdürür.<br />

Bilgisayarınız varsa, Kürdistan’la ilgili bütün haberlere girebilirsiniz. Türk genelkurmayı<br />

kumda çomak oynasın. Böyle bir dünyada ulus ilkesini <strong>ve</strong> milliyetçiliği sürdürmenin tek yolu,<br />

Soysal'ın yaptığını yapmaktır.<br />

Aslında, bu foruma yazanlar içinde, en akıllı <strong>ve</strong> modern Türk milliyetçisi <strong>ve</strong> Türk sayın<br />

Soysal.<br />

***<br />

Soysal'a ilişkin bu kadar. Gelelim diğerlerine. Siz sanıyorsunuz ki, sadece Soysal böyle bir<br />

şey yapıyor. Soysal'ın yaptığını, en azından yarım yüzyıldır yapmış, yığınlarca Rum ya da<br />

<strong>Ermeni</strong> sosyalisti olmuştur. Girin onların iç tartışmalarına dil bilginiz varsa, orada da onların<br />

kendi "hainlerini" görürsünüz. Muhtemelen örneğin <strong>Ermeni</strong>stan'da, muhakkak oradaki çeşitli<br />

azınlıkların haklarını savunan <strong>Ermeni</strong>, ya da Yunanistan'da Grek Soysal'lar, "Türk Tohumları"<br />

vardır. Nasıl Türklerin çoğunluğu sizler gibi en kaba <strong>ve</strong> bayağı milliyetçiliğin pençesindeyse,<br />

onların çoğunluğu da öyledir.<br />

Ama daima, az da olsa, bu kayıkçı dövüşüne katılmayan, bir üçüncü yolun mümkün olduğunu<br />

varoluşuyla kanıtlayanlar da olmuştur.<br />

22


Sorun hangi kritere göre bir bölünmeden yana olacağınızdır. Kendi milliyetçinizle mi<br />

bölüneceksiniz ya da başka milletlerle mi? Başkalarıyla değil de kendi milliyetçileriyle<br />

bölününler de vardır. Sizin yeriniz neresidir? Birini seçmek kişiye hiç bir yük <strong>ve</strong> zorluk<br />

getirmez, ama diğeri? Hangisini seçiyorsunuz?<br />

31.01.1998<br />

23


Aynı kişiye yönelik yine ermeni <strong>Sorunu</strong>yla ilişkili ikinci bir eleştiride de şunları yazmışız:<br />

Sayın Hakan,<br />

Aynı Kişiye İkinci Bir Eleştiri<br />

Sayın Soysal'ın Künye ile ilgili açıklamalarından sonra yeni bir şey eklemek gerektiğini<br />

düşünmüyorum. Kendisini ben de tanımam. Ama bu açıklamalardan sonra en azından<br />

yaklaşımınızın metodolojisini, nasıl ön yargıyla bakmış olduğunuzu gözden geçirmeniz<br />

gerekir gibime geliyor. Tabii, bu açıklamaların da gerçeği yansıtmadığını da düşünebilirsiniz.<br />

Ben de sizin onu hainlikle suçladığınızı söylemedim. Böyle deneceğini söyledim. Ve denmiş<br />

de zaten. Böyle olacağını bilmek için kahin olmaya da gerek yok. Türkiye'de yaşayan ya da<br />

yaşamış herkes bunu bilir.<br />

***<br />

Fakat esas problem, sizin olaylara <strong>ve</strong> tarihe yaklaşımınızdaki çocukça bir kavrayıştı. Sanki<br />

gerçekliğin insan ya da toplumsal grupların çıkarlarından bağımsızcasına ortaya koyulacağını<br />

sanıyorsunuz. Diyorsunuz ki, "e<strong>ve</strong>t biz böyle bir şey yaptık ama onlar da şunu şunu yapmıştı,<br />

bu da yanlıştı." Bu daha doğru bir yöntem.<br />

Ama bir şeyi unutuyorsunuz. Eğer insan çıkarlarına aykırı olsaydı, matematik aksiyomlar bile<br />

tartışma konusu olurdu. Milyonlarca <strong>Ermeni</strong> kesilip sürülünce bu insanların malları ne oldu?<br />

Bu mallara kimler kondu? Bu mallara konanlar daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin<br />

kuruluşunda <strong>ve</strong> sonrasında nasıl bir toplumsal konumda bulundular? Bu soruları<br />

sormuyorsunuz. İşin tam da can alıcı noktası burasıdır. Çünkü bu insanlar Türkiye'nin son<br />

döneminin kaderini belirlemişlerdir <strong>ve</strong> devlete, özellikle de şu derin devlet denen şeye hala<br />

egemendirler. Bu egemen tabakaların çıkarları <strong>ve</strong> varlığıdır söz konusu olan. Dolayısıyla sizin<br />

önerdiğiniz türden yaklaşımlar, Türkiye'yi ya da Toplumu sanki hiç tanımayan birisinin<br />

yaklaşımları gibi olmaktadır. Bu yaklaşım, ortadaki büyük katliamı relatifleştirmekten başka<br />

bir şeye yaramaz. Türk burjuvazisi, ilk sermaye birikimini tabiri caiz ise <strong>Ermeni</strong> katliamıyla<br />

yapmıştır bile denebilir.<br />

Türk burjuvazisi <strong>ve</strong> devleti, çıkıp, şu ya da bu nedenle, biz bu <strong>Ermeni</strong>leri yok ettik, diyor mu?<br />

Bundan pişmanlık duyuyoruz diyor mu? Gazeteler ya da Parti başkanları <strong>Ermeni</strong>liği ya da<br />

<strong>Ermeni</strong> olmayı hakaret olarak kullandığında bunlar içeri tıkılıyor mu? Ya da bu tür<br />

davranışları protesto eden yüz binlerin katıldığı mitingler yapılıyor mu? Bütün bu <strong>ve</strong> benzeri<br />

hiç bir örnek yok. Durum böyleyken, "onlar da şunu şunu yapmıştı, o zaman başka çaremiz<br />

yoktu" demek, varolan sistemi korumak, ona destek çıkmak demektir. Temel metodolojik<br />

sorunu gözden kaçırmak, tartışmayı olgular <strong>ve</strong> ayrıntılar alanına çekmektir. MİT<br />

görevlilerinin, Türkiye'nin resmi görevlilerinin çizgisi de tam budur. Yani sizin savunduğunuz<br />

çizgi. Mızrak çuvala sığacak gibi olmadığından, sorunu eşit güçler arasında bir çatışma gibi<br />

gösterip, önemsizleştirmedir.<br />

Siz Türk devlet adamlarının anılarını hiç okumadınız mı? Onlarda Devlet adamlığının raconu<br />

olaraktan hep şöyle satırlar görülür. "Bunlar hakkında yazmayacağım. Bunlar benimle birlikte<br />

24


mezara gidecektir." Niye yazılır böyle satırlar? Söz konusu olan nedir? Kürtlerin,<br />

<strong>Ermeni</strong>lerin, başka ezilenlerin uğradıkları katliamlardır bunlar. Hangi objektiflikten<br />

bahsediyorsunuz.<br />

Sonra Nasrettin Hoca'nın hikayesini de unutmayın. Hoca'nın eşeği çalınınca, herkes hocaya<br />

"şunu yapsaydın böyle olmazdı" deyince. Hoca da dayanamayıp: "Yahu bu hırsızın hiç mi<br />

suçu yok" demiş. Ortada Koca bir ulus, Milyonlarca <strong>Ermeni</strong> vardı, şimdi bunlar yok. Sanki<br />

bunları yok edenlerin hiç bir suçu yok. El insaf!<br />

<strong>Ermeni</strong> sorunundaki Tavır, özünde, Türkiye'nin geleceğine, dolayısıyla bugünkü toplumsal<br />

ilişkilerine değin bir tavırdır. Türkiye'nin, gerçekten Batılı anlamda demokratik, gelişkin bir<br />

ülke olmasını isteyenler; şu Devlet sınıflarını yani ordunun <strong>ve</strong>sayetinden <strong>ve</strong> egemenliğinden<br />

çıkmasını isteyenler, Soysal'ınki gibi bir tavrı geliştirmek <strong>ve</strong> savunmak zorundadır. Varolan<br />

güçlerle <strong>ve</strong> kıytırık düzenlemelerle bugünkü sistemin devamından yana olanlar da, sizin ya da<br />

çeşitli varyantları olun resmi görüşün savunucusudurlar. Zaten çoğu da maaşlıdır <strong>ve</strong> bu işten<br />

geliri vardır. <strong>Ermeni</strong> sorunu üzerine tartışma, aslında Türkiye'nin bugünü <strong>ve</strong> geleceği üzerine<br />

bir tartışmadır. Özünde programatik bir tartışmadır. Ağaçlardan ormanı görmeme durumunda<br />

kalmayın lütfen. MİT'in, Devlet'in olayı çekmeye çalıştığı yer tam da budur. Objektiflik<br />

görünümü altında, ayrıntılar içinde olayı boğuntuya getirmek. İşin ilginci, bu sayfalarda<br />

görüldüğü gibi, epey etkili de oluyor.<br />

Ama ben bu etkinin onun bilimselliğinden değil, ikna gücünden değil, Türklerin, özellikle<br />

Kürt sorunu nedeniyle, yani çıkarları nedeniyle etkilendiklerini düşünüyorum. Bugün<br />

milyonlarca Kürdün, köylerinin yakılıp sürülmesi karşısında ses çıkarmayanların, <strong>Ermeni</strong>lerin<br />

tehciri karşısında bir şey söylemeleri beklenemez.<br />

***<br />

Sosyalistlerin hataları saymakla bitmez. Bizzat ben de Ulusal sorun konusunda bütün sosyalist<br />

teorinin yanlışlığına değin şeyler yazdım buralara yolladığım yazılarda. Ama bunlar<br />

karşısında iki tavır vardır. Bu hataları, eşitlikçi <strong>ve</strong> dayanışmacı bir toplum ideali <strong>ve</strong> bu uğurda<br />

mücadeleleri anlamsız, değersiz, aşağı göstermek için öne sürmek, bir de, yine o amaca<br />

ulaşmak için bu hataların eleştirisi. Benimkisi ikincisi, sizinkisi birincisi.<br />

02.02.1998<br />

25


Yine aynı sayfadaki tartışmalarda Özcan Soysal’ın yaklaşımlarındaki kestirmecilik<br />

bağlamında şunları yazmışız:<br />

Sosyalistler, Mihri Belli, <strong>Ermeni</strong> Katliamı Üzerine<br />

Bir süre önce, sayın Özcan Soysal, bazı alıntılarla "Devrimci Örgütler <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> Soykırımı"<br />

adlı bir yazı yazdı, daha sonra da "Mihri Belli <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong>" başlıklı bu yazının devamı<br />

sayılabilecek bir ikinci yazı yazdı. Bu yazılardan birincisi yankısız kalırken ikincisine<br />

Gökyüzü "83 Yaşındaki Genç Mihri Belli" başlıklı bir cevap <strong>ve</strong>rdi. Daha sonra da "Ayna" adlı<br />

kişi Gökyüzü'ne destek çıktı. (Gökyüzü bu destekten rahatsızlığını daha sonra başka bir<br />

<strong>ve</strong>sileyle belirtti.) Bu kısa hatırlatmadan sonra konuya ilişkin görüşlerimi dile getirmek<br />

istiyorum.<br />

Sayın Soysal'ın alıntılarına, yani olgulara diyeceğim bir şey yok. Bunların doğru olduğunu<br />

kabul ediyorum. Zaten Türkiye'deki sol hareketi biraz tanıyan bunların doğru olacağını az çok<br />

tahmin edebilir. Benim itirazım, sayın Soysal'ın çıkarsamalarına <strong>ve</strong> olguyu açıklarkenki<br />

kestirmeciliğine olacak. Ancak bu kestirmeciliğe karşı çıkışların, sanki olayı meşrulaştırmak,<br />

haklı göstermekmiş gibi algılanacağını biliyorum. Ama tam bu tür algılama da bizzat o<br />

kestirmeciliğin bir yansıması kanımca.<br />

Birinci yanlış şu. Sanılıyor ki, Sosyalistler zemzem suyuyla yıkanmış, Stalin'in deyimiyle<br />

"özel kumaştan yapılmış" uzaydan gelmiş yaratıklardır. Bu anlayış, Ö. Soysal'da şöyle<br />

yansıyor örneğin:<br />

"70 yil demokratligi,ilericiligi devrimciligi,sosyalist <strong>ve</strong>ya komunist olma sifatini kendinde<br />

görenler türk halkina ermeni düsmanligi kuv<strong>ve</strong>tle <strong>ve</strong> yaygin olarak siringalanmasina <strong>ve</strong><br />

körüklenmesine karsin neler yaptilar?”<br />

Yani ortada bir halk var en azından nötr ya da masum, bir yanda bunun dışında ona <strong>Ermeni</strong><br />

düşmanlığını şırıngalayan bir güç var, diğer yanda da yine onun dışında, ama aşağı yukarı<br />

aynı konumda bu konuda farklı bir tavrı olması gerekirken ona karşı hiç bir şey yapmayan<br />

solcular var.<br />

Sosyalistler, gökten zembille inmezler. Bizzat o halkın içinden çıkarlar. Sosyalist bir programı<br />

benimsemek, kendini sosyalist olarak nitelemek o içinden çıkılan halkın içine işlemiş ön <strong>ve</strong><br />

bön yargılardan kurtulmak anlamına gelmez. Sosyalist olmakla belki bunlardan kurtuluş için<br />

bir yola girilmiş olur. Yani sosyalistler içinden çıktıkları <strong>ve</strong> içinde yaşadıkları halkın bütün ön<br />

yargılarını, alışkanlıklarını vs. içlerinde taşıyarak ortaya çıkarlar. Diğer bir deyişle, hepimiz<br />

"Turhallı bir hallı"yızdır.<br />

Ancak, sosyalist ideallerle başlangıç noktasındaki yerleşik kabuller arasında bir çelişki vardır,<br />

siyasi mücadele içinde bu çelişkinin aşılması, radikalleşmek beklenir. Ama bu radikalleşme<br />

her zaman olmayabilir. Elbette sosyalist bir insan, en azından bütün ulusları eşit görür, içinde<br />

herhangi bir ulusa karşı düşmanlık beslemez, ezilen ya da ezilmiş uluslara özel bir sempati<br />

besler vs. Aşağı yukarı bütün sosyalistler böyledir <strong>ve</strong> en azından böyle olduklarını düşünürler<br />

<strong>ve</strong> iddia ederler. Ama bu kabul ile, somut konulardaki tavır arasında çoğu kez büyük farklar<br />

26


olur. Ama bu farkların nedeni, sayın Özcan Soysal'ın kestirmeden attığı Şo<strong>ve</strong>nizm değil, hatta<br />

bizzat, milliyetçilikten tamamiyle kopmuşluk bile olabilir. Bu karmaşık mekanizmaları<br />

görmek istemiyor Sayın Özcan Soysal <strong>ve</strong> tavırlar ile ideoloji arasında mekanik <strong>ve</strong> birebir<br />

ilişki varmış gibi ele alıyor.<br />

1) Sosyalistte bütün ön yargılar var.<br />

2) Ezilenlik durumu var<br />

3) Sovyetlerin tavrı var<br />

4) Türk ezilen sınıflarına ters düşmeme, onlarla aktüel olan bir sorundan dolayı sorun<br />

çıkarmama kaygısı var<br />

5) Egemen sınıflardan korku var<br />

6) Bizzat kendi konumu var.<br />

Önce Mihri Belli'den başlayalım. Sayın Mihri Belli'nin Kemalizm’in çok güçlü etkisi altında<br />

olduğu bir sır değildir. Hatta 1970'lerde Kırmızı Aydınlık'dan THKP-C <strong>ve</strong> Kıvılcımlı'nın<br />

kopuşunun ardında onun bu milliyetçi <strong>ve</strong> Kemalist eğilimleri ile bir sınır çekme çabası vardı.<br />

Mihri Belli örneğin, Jaures'ten alıntılarla, "Milliyetçiliğin derini insanı enternasyonalizme<br />

götürür" derken, Kıvılcımlı "Faşizme de götürmez mi" diye onu eleştiriyordu.<br />

Mihri Belli'nin bu günkü yazıları okununca da aynı eğilim açıkça görülür. Ama bu milliyetçi<br />

<strong>ve</strong> Kemalist eğilim aynı zamanda Mihri Belli'nin, herkesin şo<strong>ve</strong>nizm dalgasına kapıldığı<br />

bugünkü kritik ortamda Kürt ulusal kurtuluş hareketi karşısında onu yüzde yüz destekleyen<br />

bir tavır içinde bulunmasını engellememektedir.<br />

Aslında gerçek bir milliyetçinin hatta Kemalist’in Kürt ulusal kurtuluş hareketini<br />

desteklemesinde bir çelişki yoktur, hatta gerçek Türk milliyetçisi (yani Türkiye’nin<br />

gelişmesini <strong>ve</strong> zenginleşmesini, güçlenmesini isteyenler) <strong>ve</strong> gerçek Kemalist (Türkiye'nin<br />

batılılaşmasını isteyenler) için tek çıkış yolu Kürt ulusal kurtuluş hareketini desteklemektir.<br />

Şöyle bir örnek <strong>ve</strong>reyim. Sosyalistlerde faşizmi sadece sermayenin (hatta onun en gerici <strong>ve</strong> en<br />

şo<strong>ve</strong>n kesimlerinin) bir diktatörlüğü olarak tanıma eğilimi epey güçlüdür. E<strong>ve</strong>t, faşizm aynı<br />

zamanda budur da, ama hangi diktatörlük, hatta hangi bati demokrasisi böyle değildir ki.<br />

Dolayısıyla, faşizmi böyle tanımlayarak hiç bir şey açıklamış olmazsınız. Ama sosyalistlerin<br />

bu tür tanımlamalarının ardında şöyle bir varsayım yatmaktadır, ezilen sınıfların<br />

hareketlerinden sadece demokratik <strong>ve</strong> ilerici eğilimler çıkar. Bu doğru değildir. Ezilen<br />

sınıfların çıkarları, karakterleri, ideolojileri <strong>ve</strong> bunlar arasındaki ilişkiler sorunu böyle<br />

mekanik değildir <strong>ve</strong> çok daha karmaşıktır. Ezilen sınıfların hareketleri pekala belli tarihsel<br />

koşullarda, en gerici, en şo<strong>ve</strong>n, en kanlı diktatörlüklere temel oluşturabilir.<br />

1970'lerin sonu <strong>ve</strong> 80'lerin başında sosyalistler arasında Faşizm üzerine bir tartışma<br />

yürüyordu. Bu tartışmada, örneğin ben, faşizmin ayırt edici niteliğinin onun kitle hareketi<br />

özelliği olduğunu, işçi sınıfının bazı kesimleri <strong>ve</strong> küçük burjuvazinin tepkisinin ifadesi<br />

olduğunu söylediğimde, muhataplarımca, sanki onun cinayetlerini meşrulaştırıyormuşum gibi<br />

algılanıyordum. Yukarıda sözünü ettiğim yanlış varsayım <strong>ve</strong> mekanik anlayış nedeniyle böyle<br />

yorumlanıyordum. Ama ilginçtir ki, bu davranışın bizzat kendisi de, tam o ezilenlerin gerçek<br />

27


çıkarları ile tepkilerinin biçimleri <strong>ve</strong> görünüşleri arasında birebir bir uyum olmadığının örneği<br />

idi. Beni böyle itham edenler bir yanılsamadan hareket ediyorlardı tıpkı yine yanılsamalardan<br />

hareket ederek bir zamanlar faşist partilerin peşine takılanlar gibi.<br />

13.04.1998<br />

(Böylece “<strong>Ermeni</strong> <strong>Sorunu</strong>” adlı yazının yayınlanabilen kısmını yıllar sonra İnternette tekrar<br />

yayınlama <strong>ve</strong>silesiyle yapılmış tartışmaları aktarmış bulunuyoruz.)<br />

28


Gazete Makaleleri<br />

2000’lerin başından itibaren Kürt Ulusal hareketinin basınında <strong>Ermeni</strong> katliamı <strong>ve</strong> “sorunu”<br />

ile doğrudan <strong>ve</strong>ya dolaylı olarak ilgili bir çok yazılar yazdık. Onlar da bu derlemenin ikinci<br />

bölümünü oluşturuyor.<br />

29


Türk Nedir?<br />

Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda, ne kültür ne de soyca “Türklük”<br />

denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse<br />

kendini Türk olarak tanımlamıyordu. İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar<br />

Müslüman’ım, Kızılbaşım, Çerkezim, Türkmenim, Yörüküm, Kürdüm, Arnavutum diyorlardı<br />

ama Türküm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı<br />

gibi, bir etniyi ya da dil konuşan insanları değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü <strong>ve</strong><br />

yoksul Müslümanları kategorize etmeye yarayan kaba <strong>ve</strong> görgüsüz anlamına gelen; devlete<br />

egemen Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına “Türk” dense,<br />

kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu.<br />

Ve bu gün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları üzerinde milyonlarca insan<br />

kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk ulusunun torunları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın<br />

bir Türk devleti olmadığı ise, artık o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde.<br />

Osmanlı devletini “Türkiye” <strong>ve</strong> ona egemen olan Müslüman kastı “Türkler” olarak<br />

tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk <strong>ve</strong> Türkiye isimleri bile, bu gün Türkiye denen<br />

topraklarda yaşayan insanların kendilerini <strong>ve</strong> ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler<br />

değil, onlara batılı devletlerin <strong>ve</strong>rdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bu gün<br />

kendine Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtulduklarında, ilk<br />

yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine <strong>ve</strong>rdiği adları reddetmek oldu <strong>ve</strong> kendilerini <strong>ve</strong><br />

ülkelerini kendi <strong>ve</strong>rdikleri adlarla adlandırmayı denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe”<br />

dediler. Ama Türkler, ülkelerini <strong>ve</strong> kendilerini Batılının <strong>ve</strong>rdiği isimle anmakta bu güne kadar<br />

hiç bir sorun görmediler.<br />

Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih <strong>ve</strong> unutulması gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü<br />

ulusların tarihi yoktur <strong>ve</strong> bunun yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik<br />

Türk ulusunda saçmalığın zir<strong>ve</strong>lerine varır <strong>ve</strong> hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi<br />

insanlar vardır, daha doğarken hasta <strong>ve</strong> sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle.<br />

Alman Emperyalizminin Hint yolu <strong>ve</strong> Rusya’yı güneyden çevirme planlarının ihtiyaçlarına<br />

uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü. Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu<br />

Türklüğe sahiplenen Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce<br />

Anadolu’daki Türkmen <strong>ve</strong> Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı<br />

Bizans’ı fetih ettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir <strong>ve</strong> Bizans’ın devamıdır. Bu fatihler<br />

sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için, Bizans tarafından din <strong>ve</strong> dil olarak fetih<br />

edilemediler. Onun haricinde, müzikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey<br />

Bizanslıdır bu devlete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan <strong>ve</strong><br />

Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak <strong>ve</strong> ona dayanmak<br />

Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına da cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk<br />

milliyetçilerinin Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin Kültürü de, tıpkı<br />

müslüman devlete egemen Kast gibi tipik doğu Akdeniz - Bizans kültüründen başka bir şey<br />

30


değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı <strong>ve</strong> Levant’ın Yahudi<br />

burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur Türkler.<br />

İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları<br />

yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı<br />

<strong>ve</strong> sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi<br />

suretinde yarattı. Türk ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini <strong>ve</strong>ren nedir?<br />

Bizans Kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> kültürü demektir. Bu gün bile<br />

dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> ile karşılaşan şunu görür: din <strong>ve</strong> dil<br />

haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu Türkçe bilir <strong>ve</strong> konuşur.) Türkleri Rum <strong>ve</strong><br />

<strong>Ermeni</strong>lerden ayırmak olanaksızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk<br />

ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı tıpkı Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> gibi bir Bizanslıdır. Ve<br />

dolayısıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de.<br />

Ama bu Ulus var oluşunu Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>leri yok etmeye borçlu olduğundan, gerçek<br />

kimliğini unutmak <strong>ve</strong> hafıza kaybına uğramak zorundadır. Bu da ona hasta <strong>ve</strong> şizofrenik bir<br />

karakter <strong>ve</strong>rir.<br />

Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan Rumluk <strong>ve</strong><br />

<strong>Ermeni</strong>likten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğramış yaşayan Bizanslılıktır.<br />

Ama o, varlığını bu gerçeği inkar <strong>ve</strong> unutma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk,<br />

aslını inkar eden bir haramzadedir. İnanmayan Türk <strong>ve</strong> Müslüman burjuvazinin ser<strong>ve</strong>tlerinin<br />

kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>lerin imhası, sürgünü ile edinilmiş<br />

bir ilkel sermaye birikimi vardır.<br />

Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtulabilmeleri, kendi<br />

geçmişlerini inkardan <strong>ve</strong> unutmadan kurtulmaları için ulus olarak bir tür toplumsal terapi<br />

görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile öylesine bütünleşmiş <strong>ve</strong> onların öylesine esiri olmuş<br />

bulunuyorlar ki, kendi güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde<br />

küçük kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal <strong>ve</strong> siyasi hareket yok. O küçük<br />

kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu.<br />

Kürt hareketi Demokratikleşme <strong>ve</strong> Orta Doğu projelerinde bir başarıya ulaşabilirse, bu<br />

Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlikleriyle barışmasının yolunu açabilir.<br />

Dünyadaki <strong>ve</strong> bölgedeki iktisadi gelişmeler <strong>ve</strong> zorunluluklar bu değişimi zorluyor ama o<br />

kendi egemenliğini sürdürebilmek için Türklüğü yaratan <strong>ve</strong> hala gücünü koruyan Osmanlı-<br />

Bizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hastalığını tüm topluma<br />

zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir sağlıklı gelişim için “baba katili”<br />

olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden bağımsız bir kişilik gelişemez.<br />

26 Eylül 2000 Salı<br />

demir@comlink.de<br />

31


Tarihin Laneti<br />

Kıta Avrupa’sı <strong>ve</strong> İngiltere arasındaki gelişim zıtlıkları, Balkanlar <strong>ve</strong> Anadolu’daki gelişim<br />

zıtlıklarına benzer.<br />

Avrupa’da Kapitalizm ya da burjuvazi, önce Hıristiyanlık içinde, Püriten/Protestan mezhepler<br />

biçiminde eğilim <strong>ve</strong> çıkarlarını yansıttı. Ne var ki, bu Burjuva muhalefetin kaderi, Kıta<br />

Avrupa’sı <strong>ve</strong> İngiltere’de farklı yollar izledi. Püritenlik İngiltere’de iktidar olurken, aynı<br />

Protestanlar Fransa’da, Sen Barthelmi katliamlarında bire kadar kılıçtan geçiriliyordu. (Doğan<br />

burjuva dünyasının Osmanlı’ya sığınan Kılıç artıklarının, Hügontların, Osmanlı<br />

modernleşmesindeki etkileri ayrıca incelenmeye değer bir konudur.)<br />

Bu modern, burjuva ruhun katledilmesinin sonucu, Avrupa’da burjuva gelişiminin yüz yıl<br />

gecikmesi oldu. İngiltere 1688’lerde burjuva devrimini yaparken, Fransa aynı devrimi<br />

1789’da yapabiliyordu.<br />

Ama devrimin şiddeti birikimin ölçüsünde sert oldu, Katoliklik adına Protestanları kesenler,<br />

yüz yıl sonra Hıristiyanlığı tasfiye edip önce akıl dini önerecekler, sonra da en azından dini<br />

politik alanın dışına iteceklerdi.<br />

Balkanlar <strong>ve</strong> Anadolu’nun tarihsel kaderi bu tarihsel sürece paralellik gösterir. Fransız<br />

ihtilalinden yüz yıl sonra, Osmanlı’nın Müslüman devlet kastlarının kapitalizm öncesi<br />

dünyasına karşı, Balkanların Hıristiyan kapitalizmi, tıpkı İngiltere adalarında, Prütenliğin<br />

zafer kazanması gibi, zafer kazandı <strong>ve</strong> Osmanlı egemenliğini <strong>ve</strong> Müslümanlığı balkanlardan<br />

süpürdü. Müslüman kapitalizm öncesi ise, bunun rövanşını <strong>Ermeni</strong> katliamları <strong>ve</strong> Rumların<br />

temizlenmesiyle, yani burjuva <strong>ve</strong> modern olan her şeyin tasfiyesiyle Anadolu’da aldı. <strong>Ermeni</strong><br />

<strong>ve</strong> Rumların Anadolu’dan tasfiyesi, Sen Barthelmi’nin Anadolu’daki paralelidir.<br />

Bu nedenle Anadolu Balkanları yüz yıl geriden izler. Balkan ülkelerinin bu günkü durumu<br />

kimseyi yanıltmamalıdır. Bu ülkeler İkinci Dünya savaşından sonra Sovyet işgal bölgesinde<br />

kalmasalardı, en azından şimdiki Yunanistan’ın gelişmişlik <strong>ve</strong> zenginlik düzeyinde<br />

bulunurlardı. Örneğin Bükreş’e yüzyılın başında, “Doğu’nun Paris’i” deniyordu, Panait Istrati<br />

gibi yazarlar <strong>ve</strong> başka Bolşevik partisinde çalışan uluslararası Marksist teorisyenler<br />

yetiştirebiliyordu o zamanlar Romanya.<br />

Batı Avrupa’da burjuva muhalefeti dinsel biçimde var olmuştu, Avrupa’nın doğusunda ise<br />

aynı muhalefet, modern çağın dini olan ulusçuluk biçiminde ortaya çıktı. Balkan uluslarının<br />

kuruluşu, Protestanlığın zaferine denk düşüyordu; Anadolu’da Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> ulusçuluğunun<br />

tasfiyesi ise, Protestanların katledilmesine. Ama Kıta Avrupa’sında Protestanlığı katledenler<br />

nasıl yüz yıl sonra tümüyle Hıristiyanlığı yok etme, bir akıl dini geçirme <strong>ve</strong> sonra da en<br />

azından dini politik alının dışına atma zorunda kaldılarsa, Anadolu’da <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Rum<br />

ulusçuluğunu katledenler, ulusçuluğu, ulusu dil, kültür <strong>ve</strong> etni olarak tanımlayan klasik<br />

biçimiyle yok etmek, bütünüyle hukuki bir ulusçuluk kurmak zorunda kalacaklardır. Patlama<br />

birikimin ölçüsünde derin olacaktır. Kürt hareketinin el yordamıyla yaptığı, tarihin bu emrini<br />

yerine getirmekten başka bir şey değildir.<br />

32


Burjuvazinin tasfiyesi, Türkler <strong>ve</strong> Müslümanlar için aynı zamanda bir modernleşme,<br />

uluslaşma, burjuvalaşma anlamına da gelmiştir. Yani Türk burjuva devrimleri, burjuvaziye<br />

karşı, kapitalizm öncesi Osmanlı’nın devlet sınıfları tarafından güdülen, burjuvaziyi tasfiye<br />

eden, kapitalizm öncesi sınıf <strong>ve</strong> ilişkileri güçlendiren burjuva devrimleridir. Tarihin laneti<br />

budur.<br />

Görmesini gören gözler bilir. Tasfiye edilen Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> burjuvazisinin malları, Türk <strong>ve</strong><br />

Kürt ağaların <strong>ve</strong> tefeci bezirganların ser<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong> sermayeleri, ya da Osmanlı’nın ruhu devletin<br />

daireleri olmuştur.<br />

Böylece yıllarca, Modern <strong>Ermeni</strong> burjuvalarının mallarına konmuş feodal ağaların<br />

kontrolünde, ortaçağ karanlığında, bezirgan partilerin oy deposu oldu Kürtler. Aynı durum<br />

aşağı yukarı Anadolu’nun bütün bölgeleri için de geçerliydi. 12 Eylül bile hala, Büyük<br />

şehirlerdeki sola yatkın işçi oylarını dengelemek için, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere daha<br />

fazla temsilci <strong>ve</strong>riyordu.<br />

İşte bu denge alt üst olmuş bulunuyor. Kürtler adeta toplu olarak, var olan sistemin karşısına<br />

geçmiş bulunuyor. HADEP’in oyaları silme götürmesinin anlamı budur. Egemen sistemin<br />

Kürtler içinde, maaşlı koruculardan başka dayanağı kalmadı.<br />

Normal bir parlamenter işleyiş için, Kürtler içinde bir toplumsal temel bulmak, korucuları,<br />

ağaları, aşiretleri bir yana iterek, modern Kürt burjuvazisiyle tekrar bir ittifak sistemi kurması<br />

gerekir Türk burjuvazisinin. Ama bunun yapılabilmesi, Kürt <strong>ve</strong> Türk burjuvazisinin eşit bir<br />

partner olarak iş birliğine girmesi, bu günkü ordunun <strong>ve</strong>sayeti, egemen ideoloji <strong>ve</strong><br />

politikalarla olamaz. Durum değişmedikçe, burjuvazinin egemenliği için gerekli bir normal<br />

parlamenter sistem işleyemez. Bu durumda ordunun ağırlığı giderek dayanılmaz olmaya<br />

devam edecektir.<br />

Eski sistem, sanki Susurluk, bankalar, çeteler günah tekeleriyle ellerini yıkayıp yeniden<br />

yürüyebilecekmiş gibi görünüyor. Kimi Partilerin biçimsel değişmeleriyle, makyajlarla, hatta<br />

Kürtçe radyo <strong>ve</strong> televizyon ile varlığını sürdürebilirmiş gibi görünüyor. Yürüyemez.<br />

Toplumdaki <strong>ve</strong> sınıf ilişkilerindeki derin değişiklik eski politik sistemle götürülemez.<br />

İdeolojisi, partileri, ordusuyla bu günkü sistem, ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, Kürt<br />

burjuvazisinin desteğini sağlayacak bir politik biçim bulmadıkça bunalımlardan çıkamaz. Bu<br />

politik sistemin tasfiyesi için ise, büyük kitlelerin aktif eylemi gerekir. Tarihin lanetine ancak<br />

büyük kitle hareketleri son <strong>ve</strong>rebilir.<br />

Yüz yılın başında Osmanlı devlet sınıflarının işbirliği ile Hıristiyan kapitalizmini tasfiye<br />

ederek tarihin lanetine uğrayan Müslüman Türk <strong>ve</strong> Kürtler şimdi bu lanetten kurtulmak için,<br />

kendi 1789’larını yapmak durumundalar.<br />

Ama çok el<strong>ve</strong>rişsiz koşullarda. Burjuvazi korkak, İşçiler tarihin en büyük yenilgileriyle dünya<br />

çapında bir demoralizasyon, programsızlık, yönelimsizlik içindeler. Kürt hareketi yapayalnız.<br />

Bu günkü hareketsizlik <strong>ve</strong> çürüme kimseyi yanıltmamalıdır. Unutmamalı en güzel çiçekler<br />

bataklıklarda yetişir.<br />

20 Kasım 2000 Pazartesi<br />

33


Kötü Olabilme <strong>ve</strong> Yanlış Yapabilme Hakkı<br />

Son yıllarda, "beton" kafalı Türk <strong>ve</strong> Sünni çoğunluğu, başka din, inanç, ulus <strong>ve</strong> dilden<br />

insanlara karşı "toleranslı" olmaya çağıran yine çoğunluktan olan "mozaik" kafalıların temel<br />

argümanları, onların ne kadar iyi oldukları; onların varlığının kendilerini de zenginleştireceği<br />

gibi noktalarda toplanıyor.<br />

Ne var ki, bu argümanın kendisi, ırkçılığı yeniden üretmektedir. Yani kendilerini<br />

zenginleştirmese hiç de gerekmeyeceği zımnen kabul edilmektedir. Ya da "azınlıklar" iyi<br />

insanlar olmasa, hiç de gerekmeyecektir onlara karşı "toleranslı" olmak.<br />

"Azınlıklar", yani çoğunluğu oluşturan ulustan, dinden olmayanlar, her zaman "iyi<br />

insanlar"dır. Türkiye'de Rumlar, <strong>Ermeni</strong>ler, Yahudiler, Süryaniler, Aleviler, Kürtler hep "iyi<br />

insanlar"dır. Çünkü onlar "iyi" olmak zorundadırlar. Çoğunluğun şiddetini çekmemek için her<br />

davranışını kılı kırk yararak yapmak, her zaman haklı bir durumda bulunmak zorundadırlar.<br />

Çünkü "iyi olmak" onların biricik savunma silahıdır. Bu kahredici çoğunluk bu insanları "iyi"<br />

olmaya zorlamaktadır. Onların iyi olmama hakları yoktur.<br />

Bir Türk'ün cinayet işleme, hırsızlık yapma, her hangi bir kötülük yapma hakkı vardır. Bir<br />

Türk cinayet işlediğinde, o belli bir insanın eylemi olarak mahkum edilir. Hiç bir yayın organı<br />

onun aynı zamanda bir Türk olduğunu belirtmez. Ama mazallah bir <strong>Ermeni</strong> bir suç işlese,<br />

önünde bir de <strong>Ermeni</strong> sıfatı olmadan adının anılması mümkün değildir. Hatta adının bile<br />

önemi yoktur, o bir <strong>Ermeni</strong>'dir.<br />

Ezilen ulus <strong>ve</strong> inançtakilerin hakları, onlar sizi zenginleştireceği ya da iyi oldukları için değil;<br />

sizi fakirleştirecekseler de savunulmalıdır. Onların kötü olabilme, adlarının önüne ulus ya da<br />

inançları bir sıfat olarak koyulmadan kötülük yapabilme hakları savunulmalıdır.<br />

Aslında, Kürt uyanışı karşısında, Türk mozaiklerinin bu kadar soğuk <strong>ve</strong> düşmanca<br />

durmalarının ardında bu gizli ırkçılık yatmaktadır. Çünkü Kürtler, artık "iyi" Tom Amca<br />

olmaktan çıkıyorlar, onlar artık "iyi" olmadıkları, kötü olmayı göze aldıkları <strong>ve</strong> kötü olma<br />

hakkı uğruna mücadele ettikleri için, beton kafalıların düşmanlığını kazandıkları kadar<br />

mozaik kafalıların sempatisinden de mahrum kalmaktadırlar. Halbuki onlar "iyi" olmaya<br />

devam etseler, mozaiklerin betonlar karşısındaki argümanlarına kanıt oluşturmaya devam<br />

etseler; mozaikler betonları ikna edebilirler bir gün!<br />

"Azınlıkların" kötü olabilme hakkı gibi ezilenlerin, baskı <strong>ve</strong> sömürüye karşı direnenlerin hata<br />

yapma hakkı da yok. Şu an cezaevlerinde yüzlerce mahkum ölümün sınırında geri dönüşü<br />

olmayan bir noktada. Ve de çıt çıkmıyor, çünkü onlar hatalı!<br />

*<br />

Ölüm oruçları karşısında kimi solcuların tavrı mozaik kafalıların tavrından farklı değildi.<br />

(Aslında bunlar büyük ölçüde çakışırlar.) Nasıl onlar kötülük yapma hakkını savunmaya hazır<br />

34


değilseler; kimi solcular da ezilenlerin, kavgada haklı olanların mücadelesini, ancak "doğru"<br />

yapıyorlarsa desteklemeye hazırlar.<br />

Sanki ortadaki bir sportif mücadele <strong>ve</strong> önceden belirlenmiş kurallar var gibi olaya<br />

yaklaşıyorlar. Yok devlet haksızmış ama öbürküler de şöyle yapmalıymış!.. En mahkumdan<br />

yana görünen solcu <strong>ve</strong> gazeteci "arabulucu"lar bile, bir sportif karşılaşmanın hakemi gibi<br />

yaklaşıyorlar olaya.<br />

Ne çabuk unutuldu ki, bu mücadelelerde, biri daha baştan yeniktir, alttadır; öbürü daha baştan<br />

zaferi kazanmıştır <strong>ve</strong> üsttedir. Biri ne kadar aptalca, ne kadar yanlış mücadele yürütürse<br />

yürütsün, haklılığına zerrece halel gelmez; öbürü ne kadar akıllıca <strong>ve</strong> doğru mücadele<br />

yürütürse o kadar tehlikeli <strong>ve</strong> o kadar yanlıştır. Ezen <strong>ve</strong> ezilenin kavgasında tarafsızlık<br />

mümkün değildir. Koca bir adam küçük bir çocuğu dö<strong>ve</strong>rken tarafsızlık çocuğun dövülmesine<br />

yardım etmektir. Küçük çocuk gücü yetmediği için, adamın taşaklarına tekme attığında,<br />

mozaik kafalı solcular, "belden aşağı vurma" diye itiraz ediyorlar. Ezilenlerin belden aşağı<br />

vurma hakkını savunmayı akıllarına bile getirmiyorlar; onlarla aralarına mesafe koymak <strong>ve</strong><br />

hata yapmayan solcular olduklarını kanıtlamak için çırpınıyorlar.<br />

Bu bayların tavrı, ezilenlerin kendi içinde, kendi çıkarları <strong>ve</strong> mücadeleleri açısından yaptıkları<br />

tartışmalarla <strong>ve</strong> ayrılıklarla karıştırılmamalıdır. Öyle bir tartışmada yanlış yapabilme hakkı<br />

zaten <strong>ve</strong>ridir; kendi aralarında bir ön kabul olarak fiilen vardır. Mozaik kafalı solcu hakemler,<br />

ezenler karşısında ezilenlerin; devlet karşısında mahpusların; iş<strong>ve</strong>ren karşısında işçilerin;<br />

erkek karşısında kadınların; ezen ulus karşısında ezilen ulusların özünde her zaman haklı<br />

olduğunu; ne kadar aptalca işler yaparlarsa yapsınlar bunun o özdeki haklılığı ortadan<br />

kaldıramayacağını <strong>ve</strong> ezilenlerin de yanlış yapabilme hakları olması gerektiğini anlamak<br />

istemiyorlar ya da unutmak istiyorlar. Ve bunu hala hatırlatmak isteyen dinazorlarla köprüleri<br />

atıyorlar.<br />

Bizim işimiz alttakilerin, ezilenlerin kötü olabilme <strong>ve</strong> yanlış yapabilme hakkını savunmaktır.<br />

demir@comlink.de<br />

http://www.comlink.de/demir/<br />

20 Ocak 2001 Cumartesi<br />

35


Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar<br />

Fransa'nın kararı ile birlikte, <strong>Ermeni</strong> Katliamı üzerine tartışmalar gündeme oturdu. Aslında ne<br />

Fransa'nın aldığı kararın, ne de bu günkü tepkilerin <strong>Ermeni</strong> Katliamı ile ilgisi yoktur. <strong>Ermeni</strong><br />

Katliamı konusu, başka bir politik çatışmanın aracıdır. Arkada libero oynayan Almanya'nın<br />

öne sürdüğü Fransa, bu kararla, Avrupa Ordusu'na Amerika'nın desteğiyle çomak sokan<br />

Türkiye'ye politik baskı amaçlıyordu. Özel Savaşçılar için de Fransa'nın kararı, hem şiddet<br />

politikasına dönüşün gerçek nedenini gizlemeye yarayan, hem de onu haklı göstermeye<br />

yarayan bir gerekçe olarak gökten inmiş bir nimetti. Böylece barış <strong>ve</strong> demokratikleşmeden<br />

yana olanları, "milli menfaatlere" kaygısız Avrupa'nın gönüllü işbirlikçileri olarak suçlayıp<br />

savunma mevzilerine sokabilirdi. Yani karar da, tepkiler de, doğrudan <strong>Ermeni</strong>ler <strong>ve</strong>ya <strong>Ermeni</strong><br />

katliamıyla ilgili olamayan başka politik hedeflerin bir aracından başka bir şey değildirler.<br />

Zaten bu da, tarihin, tarihten ziyade günümüzle, günümüzdeki sınıfların <strong>ve</strong> politik güçlerin<br />

konum <strong>ve</strong> çıkarlarıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu nedenle, Tarih tarihçilere bırakılamayacak<br />

kadar politik bir konudur. Keza tarihi tarihçilere bırakmanın kendisi de tarihsel gerçeği bulma<br />

değil, günün politik kaygılarıyla ilgili basit bir taktikten başka bir şey değildir <strong>ve</strong> ciddiye<br />

alınacak bir yanı da yoktur.<br />

Elbet bu tartışmalar, başka bir çatışmanın aracı, Kürtlere karşı saldırının sis örtüsüdür ama<br />

bütün bunlara rağmen aynı zamanda, bizzat bu katliamın varlığının bu yükseltilen inkarıyla<br />

bile, Türkiye'nin egemenleri için bir yenilgidir. Çünkü Türk kimliği, hafıza kaybına<br />

dayanılarak oluşturulmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet bütün gerçek geçmişi unutma <strong>ve</strong><br />

unutturmaya dayanıyordu. "Harf Devrimi" bile, kapitalist dünya ile ticareti kolaylaştırmak<br />

kadar, bu geçmişi unutma <strong>ve</strong> unutturma çabasının da bir ifadesidir.<br />

Hatalar insanlardan hızlı koşarlar. Onlardan kaçıp kurtulma olanağı yoktur. Tam<br />

unutulduğunu, kurtulduğunuzu sandığınız anda, karşınıza aşılmaz bir duvar gibi dikilirler<br />

Türk ulusu da, kendi hafızasını yitirme bahasına, doğuştan günahlarını unutmak <strong>ve</strong><br />

unutturmak, onlardan kaçıp kurtulmak istiyordu. Altmışlı <strong>ve</strong> yetmişli yıllarda neredeyse<br />

hedefe varılmış gibi görünüyordu. Günahları işleyip onların lanetini üzerinde taşıyan kuşak<br />

yavaş yavaş sırasını savıp giderken, önceki kuşağın günahlarından habersiz kuşaklar meydanı<br />

dolduruyordu. O günahları hatırlatacak kimse de kalmamıştı ülkede. O günahların<br />

kurbanlarının diyasporadaki kalıntıları da aynı şekilde sıralarını savıyorlardı. Sonraki nesiller<br />

ise zaten doğdukları ülkelerin insanları olmuşlardı. Galiba bu sefer günahlardan kaçmak,<br />

onlardan kurtulmak, o günahların hafızalardan yitip gitmesini sağlamak başarılmış gibi<br />

görünüyordu.<br />

Yeni kuşaklar için bu unutturulma öyle başarıya ulaşmış görünüyordu ki, çoğu sola ilgi<br />

duyan, hatta Marksist yeni kuşaklar, Türkiye'deki sınıf ilişkileri <strong>ve</strong> toplumsal yapı ile bu<br />

günahlar arasında bir ilişki bile kurma yeteneği gösteremiyordu. Örneğin sosyalistler arası<br />

toplumsal yapı, sınıflar, tarih konularında yoğun tartışmaların yaşandığı <strong>ve</strong> bu tahlillerden<br />

strateji <strong>ve</strong> programların çıkarıldığı altmışlı <strong>ve</strong> yetmişli yıllarda <strong>Ermeni</strong> Katliamı, sonraki<br />

mübadeleler, Kafkas <strong>ve</strong> Balkanlardan insan göçleri <strong>ve</strong> bunların sistemin örgütlenmesi <strong>ve</strong> sınıf<br />

36


ilişkilerinin şekillenmesi bakımından etkileri gibi konularda hemen hemen hiç bir şey<br />

bulunmaz. Bu konular <strong>ve</strong> kavramlar, Türkiye'nin toplumsal yapısı <strong>ve</strong> sınıf ilişkileri<br />

bağlamında değil; bu paradigmalar ortadan kaybolduktan sonra; hatta bu paradigmalara karşı<br />

olarak doksanlı yıllarda solcuların tartışmalarına girmeye başlamıştı.<br />

Örneğin, <strong>Ermeni</strong> katliamı, hangi tarihsel <strong>ve</strong> toplumsal ilişkilerin sonucu olarak gerçekleştiği<br />

<strong>ve</strong> bu katliamın sonraki Türkiye'nin toplumsal <strong>ve</strong> sınıfsal ilişkileri üzerindeki etkileri gibi bir<br />

bağlamda değil de; <strong>Ermeni</strong>lerin katledilmesi <strong>ve</strong> sonradan yok olup gitmesinin çok renkliliği<br />

azalttığı gibi (aslında gizli bir ırkçılığı da yansıtan) bağlamlarda konuya yaklaşıldı, zamanın<br />

ruhuna uygun olarak. Yani konunun tarihsel <strong>ve</strong> toplumsal ilişkiler bağlamında tartışılabileceği<br />

dönemde <strong>Ermeni</strong> Katliamı diye bir konu akla gelmiyordu dolayısıyla o analizler havada<br />

kalıyordu; <strong>Ermeni</strong> Katliamının gündeme geldiği dönemde ise, konuyu toplumsal <strong>ve</strong> tarihsel<br />

bağlamda; politik mücadele stratejisi bağlamında tartışacak paradigma <strong>ve</strong> kavramsal araçlar<br />

bir kenara atılmış bulunuyordu.<br />

Bu arka plan, sanki sınıfsal <strong>ve</strong> Marksist bakış açısıyla örneğin <strong>Ermeni</strong> sorununun tartışılması<br />

arasında bir çelişki <strong>ve</strong> uzlaşmazlık varmış gibi bir yanılsama ortaya çıkmaktadır. Ama<br />

Türkiye'deki sınıf ilişkileri, bizzat bu katliam <strong>ve</strong> sonraki Rum mübadeleleri olmadan<br />

anlaşılamaz.<br />

Türkiye <strong>ve</strong> Kürdistan'da egemen sınıflar bu katliam <strong>ve</strong> başka zorunlu göçlerden elde ettikleri<br />

ser<strong>ve</strong>tle oluşmuştur. Denebilir ki, ilk sermaye birikimi batıda nasıl korsanlık <strong>ve</strong> köle ticaretine<br />

dayanırsa, Türkiye'de de <strong>Ermeni</strong> katliamına <strong>ve</strong> Rumların sürülme <strong>ve</strong> mübadelesine<br />

dayanmıştır. Bütün egemen devlet kastının <strong>ve</strong> sınıfların ser<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong> sermayelerinin kaynağında<br />

bu katliam <strong>ve</strong> mübadeleler bulunmaktadır.<br />

<strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Rumlar nispeten kapitalist ilişkilerin geliştiği burjuvalardı. Tasfiye <strong>ve</strong> katil, aslında<br />

aynı zamanda, modern toplumsal ilişkilerin de tasfiyesi olmuştur. Modern Kapitalist Rum <strong>ve</strong><br />

<strong>Ermeni</strong>lerin malları <strong>ve</strong> sermayeleri; prekapitalist tefeci-bezirgan sermayeye dönüşmüş <strong>ve</strong>ya<br />

toprak ağalığını <strong>ve</strong> ortaçağ artığı iktisadi, sınıfsal ilişkileri güçlendirmiştir. Böylece katliamla<br />

birlikte gerilik <strong>ve</strong> gericilik birbirini üretir olmuştur. Türkiye ancak, 1960'lı yıllarda, katliam<br />

öncesinin ekonomik düzeyini yakalayabilmiştir.<br />

Bu nedenlerle egemenler, hem kendi egemenlik <strong>ve</strong> imtiyazlarının kaynağını gizlemek; hem de<br />

bir ulus yaratabilmek için unutmaya <strong>ve</strong> hafıza kaybına dayanabilirlerdi. İşte tam başardıklarını<br />

sandıkları anda, geçmiş günahları karşılarında aşılmaz bir duvar olarak dikilmiş bulunuyor.<br />

Bütün yaptıkları olmamışa döndü, her şey unutmaya <strong>ve</strong> unutturmaya dayanmıştı, bu proje<br />

çöktü; bu nedenle ağır bir darbedir Türkiye'nin egemenleri için.<br />

<strong>Ermeni</strong> Katliamının, inkar için bile olsa tartışılmak zorunda kalınması, unutulmaması <strong>ve</strong><br />

tekrar hatırlanması bile projenin iflasıdır. Çünkü Türk Kimliği, unutmak <strong>ve</strong> hafıza kaybı ile<br />

şekillendiriliyordu. Şimdi bu suskunluk yıkıldı.<br />

demir@comlink.de<br />

http://www.comlink.de/demir/<br />

10 Şubat 2001 Cumartesi<br />

37


Ararat<br />

Geçen hafta Atom Egoyan’ın Ararat filmini görebildim. Bu film üzerine <strong>ve</strong> film <strong>ve</strong>silesiyle<br />

bir kaç şey söylemek gerekiyor.<br />

Atom Egoyan’ın filmi sadece film içinde bir film değil, iç içe geçen bir çok hikayeden<br />

oluşuyor. Film, <strong>Ermeni</strong> katliamı üzerine bir film; <strong>Ermeni</strong> katliamı üzerine bir <strong>Ermeni</strong> olarak<br />

film yapmanın sorunları üzerine bir film; İki binli yıllarda Kanada’da yaşayan bir <strong>Ermeni</strong><br />

olarak bu konuda film yapmanın sorunları üzerine bir film; modern batı metropollerinde<br />

yaşayan insanların ilişkileri <strong>ve</strong> ilişkisizliği üzerine bir film; kuşaklar çatışması üzerine bir<br />

film; ünlü ressam Arshile Gorky’nin hayatı üzerine bir film; Babasız büyüyen çocukların <strong>ve</strong>ya<br />

babalarının anısı altında ezilen çocukların sorunları üzerine bir film; mit yaratmak üzerine bir<br />

film; mitlerin gerçek hayatları üzerine de bir film; Dr. Ussher’in anıları üzerine bir belgesel;<br />

ama belgesellerin ne kadar belgesel olduğu; onların ne kadar gerçeği yansıttığı <strong>ve</strong>ya<br />

yansıtabileceği üzerine de bir film. Burada saymakla bitmeyecek <strong>ve</strong> her bir hikayenin, her bir<br />

konunun diğerine ayna görevi gördüğü; bir yabancılaşma etkisi yaratmak için de kullanıldığı,<br />

zaman <strong>ve</strong> mekan <strong>ve</strong> hikaye geçişlerinin büyük bir ustalıkla yapıldığı sanat değeri yüksek bir<br />

film Ararat.<br />

Ben de kısaca Ararat film üzerine, yani bir <strong>Ermeni</strong> tarafından <strong>Ermeni</strong> katliamı üzerine<br />

yapılmış bir film üzerine bir Türk olarak yazı yazmanın sorunları üzerine bir yazı yazmak<br />

istiyorum.<br />

Bu film üzerine, her türlü politik kaygıdan azade olarak, sırf estetik kaygılarla, sırf felsefi<br />

kaygılarla bir yazı yazmak isterdim. Filmin çok önemli gördüğüm bir zaafı üzerine bir yazı<br />

yazmak isterdim.<br />

Ama böyle bir yazı yazamam.<br />

Çünkü Türkiye’de devlet <strong>ve</strong> toplumun büyük çoğunluğu, bir <strong>Ermeni</strong>, Süryani katliamı<br />

olduğunu inkar ediyor.<br />

Çünkü bu film Türkiye’de oynatılamıyor. (Osmanlı’da oyun çok. Baktılar doğrudan<br />

yasaklasalar olmayacak, önce serbest bıraktılar, sonra iyi saatte olsunlar faşist çeteler piyasaya<br />

sürülüp, “halkın tepkisi” nedeniyle sinemaların oynatmaması sağlandı. Halbuki demokratik<br />

bir ülkede, devletin görevi o “halkın tepkisi”ne karşı, bir tek kişinin bile o filmi seyretme<br />

hakkını savunmak olur.)<br />

Ne zaman Türkiye’de <strong>Ermeni</strong>-Asuri katliamı inkar edilmez <strong>ve</strong> üzerine açıkça tartışılır; ne<br />

zaman bu film Türkiye’de serbestçe oynar <strong>ve</strong> her hangi bir engellemeye girişenlere karşı<br />

devlet güçleri insanların bu filmi seyretme özgürlüğünü garantiye alır, ancak o zaman<br />

Egoyan’ın filmi üzerine her türlü politik kaygıdan azade olarak bir yazı yazılabilir.<br />

Yani bir Türk olarak, bu film üzerine bir yazı yazma özgürlüğüm bulunmamaktadır. İnkar<br />

edilen bir olay üzerine çevrilmiş yasaklanmış bir film üzerine yazı yazmak, elleri bağlı <strong>ve</strong><br />

savunmasız bir insana vurmaktan farklı olmaz.<br />

*<br />

38


Bu <strong>ve</strong>sileyle Türkiye’nin sosyalistlerine bir çağrı.<br />

Politikadan <strong>ve</strong> demokratik görevlerden kaçmak için, işçilere bilinç götürmeyi; emekçi halkın<br />

sıkıntılarından bahsetmeyi; globalizme karşı dünyanın bilmem neresindeki gelişmelerin<br />

ateşiyle ısınmayı falan bırakın artık. Nasıl olsa işçiler <strong>ve</strong> halk sizi dinlemiyor. Ama başka bir<br />

şekilde işe yarayabilirsiniz. Örneğin politik sonuçları olan kültürel <strong>ve</strong> kalıcı etkiler bırakan<br />

çalışmalara yönelebilirsiniz.<br />

Örneğin, Atom Egoyan’ın filmi faşistlerin gösterisiyle oynatılmıyor mu? Bu filmin<br />

gösterilmesi için, “Ararat'ı seyretme özgürlüğümü savunmayan devleti protesto ediyorum”<br />

diye filmin oynatılması için kampanya başlatabilirsiniz.<br />

Emin olun böyle bir şey yapmanın, yüz işçi grevi örgütlemek; bin işçiyi sendikalı yapmak; on<br />

işçiyi sosyalist yapmak kadar sevabı vardır.<br />

Bu filmin oynatılıp oynatılmaması üzerine, toplumda bir tartışma başlatmanız, filimin<br />

oynatılması sağlanamasa bile, başlı başına bir zafer olur.<br />

Ya da örneğin, dedelerinizin, babalarınızın <strong>Ermeni</strong> Süryani katliamında, nerelerde ne<br />

yaptığını ifşa eden, alttan bir hareket başlatabilirsiniz. Herkes tek tek ailesini araştırır,<br />

dedelerinin bu katliamlar sırasında ne yaptığını. Ailesinde bu katliamlardan gelen bir gayrı<br />

menkul, bir ser<strong>ve</strong>t, ahretlik türünden bir ev kölesi vs. olanlar bunları kamu oyu önünde<br />

anlatıp, bu katliamı lanetleyebilir.<br />

<strong>Ermeni</strong>, Süryani <strong>ve</strong> Rum katliamları, sürgünleri <strong>ve</strong> mübadeleleri devlet <strong>ve</strong> ilk sermaye<br />

birikimini bu kanlı olaylarla sağlamış zengin sınıflar tarafından inkar dilmektedir ama, sıradan<br />

halk bu katliamı <strong>ve</strong> somut olayları bilmektedir. Bu halkın anlattıkları derlenerek, devletin <strong>ve</strong><br />

egemen sınıfların <strong>ve</strong> gerici Türk milliyetçilerinin inkarlarına karşı, aşağıdan bir hareket<br />

başlatılabilir.<br />

Hasılı bir çok şey yapılabilir. Sosyalistler, böyle çabaların başını çekerlerse, tekrar altmışlı<br />

yıllardaki gibi, demokratik mücadelenin önüne geçip, küçük güçlerine rağmen toplumun<br />

gündemini belirlemeyi başarabilirler.<br />

Yani sadece sevabı yok, politik bir işlev <strong>ve</strong> anlam da kazandırır sosyalistlere.<br />

Değmez mi böyle girişimlere.<br />

04 Mayıs 2004 Salı<br />

demir@comlink.de<br />

http://www.comlink.de/demir/<br />

39


Türklüğü <strong>ve</strong> Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı<br />

Kürt olduğu için vurulan 5 C öğrencisi Uğur’un Anısına<br />

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında<br />

Bir teneffüs daha yaşasaydı<br />

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür<br />

Devlet dersinde öldürülmüştür<br />

Devletin <strong>ve</strong> tabiatın ortak <strong>ve</strong> yanlış sorusu şuydu:<br />

-Ma<strong>ve</strong>raünnehir nereye dökülür?<br />

En arka sırada bir parmağın tek <strong>ve</strong> doğru karşılığı:<br />

-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.<br />

(...)<br />

Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı<br />

Geçen haftaki “Türk Nedir?” başlıklı, aslında dört yıl önce yazılmış yazı, hem çok tepki, hem<br />

de çok takdir aldı. Ama her iki taraf da yazıda ne dendiğini anlamamışlardı. Yazı Türkler<br />

tarafından Türk ulusunun yeniden tanımlanması olarak anlaşıldı.<br />

Anlaşılamamasının nedeni şudur: Bu gün dünyadaki insanların neredeyse tamamı, (ki buna en<br />

hızlı komünist <strong>ve</strong> enternasyonalistler de dahildir) ulusçudurlar <strong>ve</strong> bunun dışında başka bir var<br />

oluşu tasavvur bile edemezler.<br />

Ama sadece bu kadar değil. Bir de bunun çifte kavrulmuşu var. Dile, dine, kültüre, etniye<br />

dayanan gerici ulusçular da bu ulusçuların yüzde doksanını oluştururlar.<br />

Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar. Çifte kavrulmuşlar ise bırakalım ulusçuluğu,<br />

demokratik bir ulusçuluğun bile ne olduğunu anlayamazlar.<br />

Bizim yazılarımızın trajedisi de buradadır. Neredeyse bütün okuyucuları, ezen ya da ezilen<br />

ulustan olsun, kendine ister sosyalist ister milliyetçi desin, ulusçu ya da gerici ulusçu olanlara<br />

ulusun <strong>ve</strong> ulusçuluğun ne olduğunu anlatmaya çalışmaktadırlar.<br />

Bu beyhude işe devam edip bir başka açıdan daha anlatmayı deneyelim.<br />

Özellikle son zamanlarda güçlenmiş söyle bir akım var. Bu gün Türkiye’de Türk denenler<br />

aslında, Bizans, Osmanlı’nın mirasçısıdırlar, kültürce onların devamcısıdırlar. Bizans da esas<br />

olarak Rumluk <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>lik olarak tanımlanabileceğinden, Orta Asya’daki uluslar değil ama<br />

Rumlar <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong>ler Türklerin en yakın kardeşleridirler.<br />

40


Diyelim ki bu akım güç kazandı, devletin resmi ideolojisi haline geldi. Tarih kitaplarında bu<br />

yönde değişiklikler yapılıyor, <strong>Ermeni</strong>stan <strong>ve</strong> Yunanistan’la vizeler kaldırılıyor. Türk<br />

başbakanları gidip, 1915’de katledilmiş <strong>Ermeni</strong>lerin anıtı önünde Willy Brandt gibi özür<br />

dileyip, Türklüğü İslamiyet <strong>ve</strong> orta Asya Türklüğü ile tanımlayan anlayışların bu katliamlara<br />

yol açtığını söyleyip mahkum ediyorlar vs..<br />

Kendini böyle tanımlamış bir Türk ulusçuluğu, elbette, gerçek duruma daha yakın olduğu<br />

için, en azından bu günkü hafıza kaybına dayanan kişilik parçalanmasına uğramış<br />

karakterinden bir parça olsun kurtulmuş olur. Bu aynı zamanda, bu günkü dünya dengelerinin<br />

<strong>ve</strong> Türk burjuvazisinin <strong>ve</strong> hatta egemen Devlet kastının ihtiyaçlarına daha uygun bir Türk<br />

ulusçuluğu olur ama, gerici bir ulusçuluk olma karakterini yitirmez.<br />

Çünkü burada yeniden tanımlanan Türkiye Toprakları üzerinde yaşayan ulus değil,<br />

Türklüktür. Ulusun Türklüğe göre tanımlanması değişmemiş, sadece Türklüğün tanımı<br />

değiştirilmiş olur.<br />

Halbuki demokratik bir Cumhuriyette ya da ulusçulukta, ulusun tanımı değiştirilir, Türklüğün,<br />

Kürtlüğün ya da her hangi bir şeyin, şöyle ya da böyle tanımlanmasının hiçbir politik anlamı<br />

ya da sonucu olmaz. Bunlar insanların özel sorunu olur.<br />

Diyelim ki Anayasasında, “Türkiye Ulusu (Bu Anadolu Ulusu <strong>ve</strong>ya başka bir şey de olabilir.<br />

Türkiye burada coğrafi bir alanı tanımlar, devletin egemen olduğu alanı) Türkiye Cumhuriyeti<br />

denen devletin yurttaşlarından oluşur. Devletin <strong>ve</strong> ulusun, dini, dili, soyu, kültürü, etnisi<br />

yoktur. Her yurttaş eşittir. Herkesin istediği dilde <strong>ve</strong> ana dilinde eğitim hakkı vardır. Ortak bir<br />

konuşma dilinin ne olacağına Yurttaşlar kendileri karar <strong>ve</strong>rirler.” tarzında bir madde olan bir<br />

ulus ise, ulusu yeniden tanımlamış olur. Bu ulustan insanlar, ortak konuşma dili olarak pek ala<br />

ülkede konuşulmayan bir dili de seçebilirler, örneğin İngilizce <strong>ve</strong>ya Arapça’yı. Bu o ulusu,<br />

İngiliz ya da Arap ulusu yapmaz.<br />

Ve bu ulusun, kendilerinin Türk olduğuna inanan yurttaşlarının bir kısma Türklüğün Orta<br />

Asyalılık <strong>ve</strong> İslamiyet’le tanımlanacağını savunabilir <strong>ve</strong> inanabilirler; bir kısmı Rumluk,<br />

<strong>Ermeni</strong>lik <strong>ve</strong>ya Bizanslılıkla. Bir kısmı da Türklerin insanlığı kurtarma özel misyonuyla<br />

uzaylılar tarafından Dünyayı tohumlamak üzerine gönderildiklerine inanabilirler. Demokratik<br />

bir cumhuriyette bunların hiçbir politik anlamı olmaz. Tıpkı gerçek laik bir ülkede, şu <strong>ve</strong>ya bu<br />

inançtan olmanın, insanların cennetten, uzaydan <strong>ve</strong>ya maymundan geldiğine inanmanın hiçbir<br />

politik anlamı <strong>ve</strong> sonucu olmaması gibi.<br />

O halde dikkat! Öcalan’ın Türkiye Ulusu <strong>ve</strong> örneğin Türkçe’nin ortak konuşma dili olması<br />

önerisi, ulusu yeniden tanımlamaktadır <strong>ve</strong> devrimci demokratik bir karakteri vardır. Ama<br />

örneğin son tartışmalarda Bizanslıyız diyerek Türklüğü yeniden tanımlayanlar, ulusun dile,<br />

dine, etniye, kültüre, geleneğe göre tanımlanmasını, yani gerici bir ulusçuluğu tartışma<br />

konusu yapmamaktadırlar. O dili, geleneği, etniyi vs. yeniden tanımlamaktadırlar. Dolayısıyla<br />

aynı gerici ulusçuluk anlayışının günümüz ihtiyaçlarına uyarlanmış biçimini<br />

savunmaktadırlar.<br />

Biz ise tıpkı dinsiz olduğunuz gibi ulussuzuz da. (Tabii bu ulusçuların kabul edemeyeceği bir<br />

şeydir.) Amacımız demokratik bir ulusçuluk değil, genel olarak, ne kadar demokratik olursa<br />

41


olsun, ulusçuluğu ortadan kaldırmaktır. Yani politik olanı ulusal olana göre belirlemeyi;<br />

ulusal devlet <strong>ve</strong> sınırları.<br />

Dolayısıyla Türklerin Bizans’ın torunu mu, Orta Asyalı mı oldukları bizim sorunumuz<br />

değildir. Bizi ilgilendiren, insanların niçin dün Orta Asya Türklüğünde kan bağları ararken,<br />

bu gün niçin Bizans’ın torunu olduğunu keşfettikleri; bu değişikliklere yol açan iktisadi <strong>ve</strong><br />

sınıfsal değişimler; bunların politik sonuçları <strong>ve</strong> yer yüzünden sömürü <strong>ve</strong> baskıyı kaldırma<br />

mücadelesini bunların nasıl etkileyebileceğidir.<br />

01 Aralık 2004 Çarşamba<br />

demiraltona@hotmail.com<br />

42


Orhan Pamuk, İHD <strong>ve</strong> Sosyalistler<br />

Bugün Türkiye’de demokratik bir parti yoktur. Neredeyse tek demokratik tepkiler <strong>ve</strong>rebilen<br />

odak İHD <strong>ve</strong> Orhan Pamuk gibi birkaç aydındır.<br />

Kimi demokratik talepleri olan, özellikle Kürt Özgürlük hareketine dayanan partiler vardır<br />

ama bunların programları sistemli bir demokratik talepler manzumesi içermediği <strong>ve</strong> bunu<br />

içerecek bir ideolojik <strong>ve</strong> teorik bir arka plan <strong>ve</strong> hazırlıktan da yoksun olduğu için, bunlar da<br />

tam bir demokratik parti özelliği göstermezler. Hele bu demokratik özellikler somut<br />

politikada, bu hareketin içinde etkili burjuvazinin dar <strong>ve</strong> kısa görüşlü kısır politikalarının<br />

prizmasından geçip çarpıldığından demokratik bir nitelik iyice gözden kaybolur.<br />

Böylece demokrasi mücadelesi sadece anti demokratik kanun <strong>ve</strong> uygulamalara tepki gösteren<br />

bir dernek <strong>ve</strong> birkaç aydının sırtına kalınca, tepeden tırnağa örgütlü <strong>ve</strong> silahlı bürokrasi <strong>ve</strong><br />

örgütlü burjuvazi, onları her zaman kolayca tecrit edip ezebilmektedir.<br />

Ama bunun baş suçlusu sosyalistlerdir. Açın sosyalistlerin organlarını bakın, Aydınlık, TKP<br />

gibi Genel Kurmay desteklilerin bütün program <strong>ve</strong> mücadeleleri, sözde bir anti emperyalizm<br />

ardına gizlenmiş anti demokratik gerici bir milliyetçiliğin savunusudur.<br />

Açıktan bu durumda olmayanları ise neredeyse sadece sendikalist <strong>ve</strong> ekonomist bir<br />

propagandayla uğraşırlar <strong>ve</strong> işçileri tüm toplumun önündeki demokratik özlemeler için<br />

mücadeleden uzaklaştırmanın aracıdırlar. Yani aşağı yukarı bütün işçi hareketiyle ilgilenen<br />

aydınlar, sendikacılar <strong>ve</strong> işçici küçük sol grupların yaptığı budur.<br />

Biraz daha radikal görünmek isteyenleri de enternasyonalizmin ardına sığınarak demokratik<br />

mücadele görevinden kaçarlar.<br />

En keskin görünenleri ise, “demokrasi de neymiş, biz sürekli devrimden sosyalist devrimden<br />

yanayız” derler.<br />

Bütün bunların hepsinin ortak yanı devrimci demokratik bir programı <strong>ve</strong> bunun için<br />

mücadeleyi gündemden çıkarmaları; işçi sınıfının demokratik bir programla toplumun önüne<br />

çıkmasını engellemeleridir.<br />

Demokrasiden sonuna kadar çıkarlı tek sınıf olan işçiler olmayınca da demokratik bir cephe<br />

kurulamamakta, sınıfsal bir çekirdek bulunmadığı için bütün demokratik muhalefet bu<br />

güçsüzlüğünü, Avrupa Birliği koşullarının zorlamaları ile bir derece olsun kapamaya<br />

çalışmaktadır. Bu da onları, gerici milliyetçiliğe dayanan burjuvazi <strong>ve</strong> bürokrasi karşısında<br />

daha zayıf bırakmakta <strong>ve</strong> daha da tecrit olmaktadırlar.<br />

Bu mekanizmayı iki olayla görelim. Geçenlerde Orhan Pamuk, “bu memlekette bir milyon<br />

<strong>Ermeni</strong> ile otuz bin Kürt öldürüldü bunu kimse söylemiyor bari ben söyleyeyim” dedi. Zaten<br />

Avrupa Birliği’nden tarih alındığından beri o zamana kadar gevşettiği ipleri tekrar sıkmış<br />

bulunan devletluların tüm özel savaş aparatı, bir merkezden emir almışçasına Orhan Pamuğa<br />

karşı harekete geçti.<br />

Bir diğer örnek, birkaç gün önce, ders kitaplarındaki ırkçı, başka din, dil <strong>ve</strong> kültürden<br />

insanları aşağılayıcı ifadelere karşı İnsan Hakları Derneği kampanya yaptı.<br />

43


Peki sosyalistler ne yaptı? Hiç.<br />

Niçin? Sosyalistlerin kendileri gerici milliyetçilerdir de ondan. Sosyalizm bunu gizlemenin<br />

bir aracıdır.<br />

Devrimci demokrasi, her şeyden önce, ulusun her türlü dinsel, dilsel, kültürel., ırksal, soysal,<br />

tarihsel belirlenimden azade kılınması demektir. Yani tüm dillerin, kültürlerin, dinlerin<br />

eşitliğidir, Bu eşitlik ise devletin dini, dili, soyu, etnisi, tarihi olmaması demektir. Yurttaşlığın<br />

insan haklarıyla tanımlanması demektir.<br />

Bir Orhan Pamuk ya da İnsan Hakları Derneği, bu gerici milliyetçiliğe dayanan devletin<br />

politikasının sonuçlarına tepki gösterebilir ama ona karşı ayrı bir sistematik program<br />

koyamaz.<br />

Bu siyasi partilerin işidir. Türk devletinin Türk devleti olmasını; yani ulusun bir dile, etniye<br />

göre tanımlanmasını en büyük sorun olarak gören <strong>ve</strong> işçileri bunun için mücadeleye çağıran<br />

<strong>ve</strong> bunu programının başına yazmış bir sosyalist parti var mı? Yok.<br />

Böyle bir parti olduğunda, Orhan Pamuk zaten böyle bir şeyi söylemek için yapayalnız öne<br />

çıkmak zorunda kalmaz. Çıktığında da bu parti örneğin tüm üyelerini <strong>ve</strong> toplumdaki tüm<br />

demokratik güçleri, “E<strong>ve</strong>t Orhan Pamuğa katılıyorum. Bu ülkede bir milyon <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> otuz<br />

bir Kürt öldürüldü. Bunu ben de imzalıyorum <strong>ve</strong> Orhan Pamuğu tebrik ediyorum” diye<br />

kampanyaya çağırırdı. Bu partinin yönetici <strong>ve</strong> militanları hedef olarak öne geçerdi. Bu<br />

kanaldan, ulusu bir dil <strong>ve</strong> etniyle tanımlamaya karşı program somut olarak savunulabilirdi.<br />

O zaman azınlıkta bile kalsanız, toplumu sizin dediğinizi tartışmak zorunda bırakır <strong>ve</strong> en<br />

önemlisi sağlıklı bölünmeler yaratırdınız. Örneğin ulusu bir dile, dine, etniye, tarihe, kültüre<br />

göre tanımlayanlarla, bu türden her türlü belirlemeden azade kılıp, insan haklarına göre<br />

tanımlamak isteyenler; bu günkü gerici <strong>ve</strong> ilkel milliyetçilerle demokratik milliyetçiler<br />

arasında bir bölünme olurdu bu. Çünkü bu bölünmenin olmadığı yerde, her biri gerici<br />

ulusçuluğa dayananların bölünmesi olur. Onun sonuçlarının ne olduğunu merak eden<br />

Balkanlar <strong>ve</strong> Kafkaslara baksın.<br />

Böyle bir bölünme olduğunda, bölünmeler Aleviler ya da Sünniler; Kürtler ya da Türkler<br />

arasında değil; devleti, yani politik olanı, yani ulusu bir dine, dile, soya, kültüre göre<br />

tanımlayanlar <strong>ve</strong> böyle tanımlanmasında bir sorun görmeyen Alevi, Sünni, Türk <strong>ve</strong> Kürtler ile<br />

bunu baş sorun olarak gören Alevi, Sünni, Kürt <strong>ve</strong> Türkler arasında olurdu.<br />

Ama için de sosyalistlerin, işçilere işçilerin sorunlarından bahsetmeyi bırakması, İşçileri<br />

Kürtlerin <strong>ve</strong> Alevilerin sorunları için mücadeleye çağırması gerekir. Birincisini Sendikacılar<br />

yapar, Lenin’in Ne Yapmalı’da gösterdiği gibi bunun adı “ekonomizm”dir, ilkelliktir,<br />

Sendikalizmdir. İkincisini sosyalistler yapar. Bir parti, işçileri değil, toplumdaki tüm gayrı<br />

memnunları bağrında toplayıp, onların sözcüsü olduğunda adına layık bir sosyalist <strong>ve</strong> işçi<br />

partisi olur. İşçi hareketinin işçi hareketi olmak için, işçi hareketi olmaktan çıkması gerekir.<br />

Ne Yapmalı’nın bu temel dersini bile hatırlayan yok bu gün. Onun için, tüm demokratik<br />

muhalefet bir Orhan Pamuk ile İHD’nin cılız omuzlarında.<br />

15 Şubat 2005 Salı<br />

44


Geliyorum Diyen Felaket<br />

Bugünkü Irak, giderek, parçalanmadan önceki Yugoslavya’ya benziyor. Orada da, tıpkı bir<br />

zamanların Yugoslavya’sında olduğu gibi etniler <strong>ve</strong> dinler bölünmesine karşı çıkanların sesi<br />

daha az duyulur oluyor <strong>ve</strong> etkileri azalıyor. Bir çok gazeteci gibi, Cemal Uçar’ın da aktardığı<br />

izlenimler, bir etniler <strong>ve</strong> dinler boğazlaşmasına doğru hızla yol alındığını gösteriyor.<br />

Etniye, dile, soya, dine, tarihe dayanan gerici milliyetçilik, doğduğu günden beri, her zaman<br />

halkların katliamlarına yol açmıştır. En katliama yol açmadığı yerlerde bile, zorunlu kitle<br />

sürgünlerine.<br />

Bu milliyetçiliğin ilk büyük zafer yürüyüşü Balkanlarda oldu. Bunu Balkanlar’dan<br />

Müslümanların sürülüşü <strong>ve</strong> daha sonra da bizzat kalanların birbirini boğazlaması izledi. Bunu,<br />

Anadolu’daki <strong>Ermeni</strong> katliamları, Mübadeleler izledi; onu Yahudilerin toplu imhası. Pek az<br />

bilineni <strong>ve</strong> bu gün Hitler’in günahları nedeniyle sözü edilmeyeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan<br />

sonra yine bu gerici milliyetçiliğin bütün Avrupa’da milyonlarca Almanın sürülmesine <strong>ve</strong> bu<br />

sürgünlerde tıpkı <strong>Ermeni</strong>lerinkinde olduğu gibi yüz binlerce, kimi tahminlere göre<br />

milyonlarca insanın ölümüne yol açtığıdır. İsrail, tıpkı Türkiye’nin <strong>Ermeni</strong>, Süryani<br />

katliamları <strong>ve</strong> Rum mübadeleleri üzerinde yükselişi gibi, Arapların sürülüşü <strong>ve</strong> katliamı<br />

üzerinde var oldu. Ve şimdi Irak dolu dizgin bu noktaya doğru gidiyor.<br />

Bu gidiş durdurulabilirdi. Barzani <strong>ve</strong> Talabani, eğer PKK gibi bir programa sahip olsalardı,<br />

ulusu Kürtlük <strong>ve</strong>ya Araplık gibi, etnik, dilsel, tarihsel biçimde tanımlamayıp, Irak’ta, tıpkı<br />

gerçek bir laik sistemde devletin nasıl dini olmaz <strong>ve</strong> bütün dinler eşit olursa, dili, etnisi, soyu,<br />

tarihi olmayan bir demokratik Irak <strong>ve</strong> Orta Doğu’yu savunsalardı, bütün bölge ezilenlerinin<br />

kalplerini <strong>ve</strong> desteğini kazanırlar; Irak’ı parçalamak isteyen <strong>ve</strong> bunun için de Irak’ı dil, etni <strong>ve</strong><br />

din dengelerine göre örgütleyerek bu türden bölünmelerin yolunu açan ABD <strong>ve</strong> diğer<br />

emperyalistlere karşı direnişin mayalandığı bir merkez olabilirlerdi. Böylece Irak’ın, <strong>ve</strong><br />

muhtemelen sonra da bütün Orta doğu’nun bu kanlı boğazlaşmaya gidişini durdurabilirlerdi.<br />

Ama bunu yapabilecek ne sınıfsal temelleri vardı ne de ideolojik şekillenmeleri. Kerkük’ün<br />

Kürtlüğü noktasında yoğunlaşarak; daha önce Saddam’ın etniye dayanan milliyetçiliği ile<br />

yaptığına, yani Kürt <strong>ve</strong> Türkmenleri Kerkük'ten sürmeye; aynı mantıkla cevap <strong>ve</strong>rmeye<br />

kalktılar. Bir tarihsel haksızlığı yeni bir haksızlıkla düzeltmeye kalktılar.<br />

“Kerküğün Kürt <strong>ve</strong>ya Arap olması önemli değildir. Bizler insanların Kürt, Arap, Türkmen,<br />

<strong>Ermeni</strong>, Süryani; Sünni, Şii olmalarının hiçbir politik anlamlarının olmadığı bir demokratik<br />

Irak istiyoruz. Bu demokratik Irak’ın, tarihi, dili, dini, etnisi olması gerekmiyor. Tıpkı<br />

Amerika’da olduğu gibi, yurttaşlık <strong>ve</strong> onun insan <strong>ve</strong> yurttaş olarak hak <strong>ve</strong> görevleri ulusu<br />

tanımlamalıdır” demediler.<br />

Elbette, Kürtler, bu bizzat kendileri gerici ulusçuluğa göre şekillenmiş, dile, etniye, dine,<br />

soya, tarihe dayanan devletlerde ezilmektedirler. Ama bu ezilmeden kurtulmanın yolu,<br />

kurbanı olunan gerici milliyetçiliğin bir benzeri olamazdı. Elbette çok el<strong>ve</strong>rişli güç<br />

45


dengelerinde bu da olur <strong>ve</strong> her zaman olduğu gibi, yine etnilerin, dillerin, dinlerin sürgün <strong>ve</strong><br />

imhasıyla olur.<br />

Ama büyük politikacı, Tarihin önüne sunduğu istisnai anda, güçlü olduğu noktada, var olan<br />

paradigmaları aşıp, yeni bir açılım getirendir. Barzani <strong>ve</strong> Talabani, bu fırsatı elde ettiler <strong>ve</strong> her<br />

zaman olduğu gibi, sınıfsal konumları, ideolojik şekillenmeleri nedeniyle Padişah olsa<br />

soğanın cücüğünü yiyecek bir çobandan daha fazla bir ufuk genişliği <strong>ve</strong> çözüm gücü<br />

gösteremediler.<br />

İşin kötüsü, kendisi bizzat Kürtlerin de büyük felaketlerine yol açacak bu politika, PKK gibi<br />

şu an bu etniye, dile, oya dayanan milletçiliği aşabilecek <strong>ve</strong> bunu programlaştırmış biricik<br />

hareketin de sarsılmasına yol açtı.<br />

Çok yazık! PKK’nın politikasının <strong>ve</strong> projesinin, Orta Doğu’da ulusları dile, dine, soya, etniye<br />

gör tanımlayanlarla bölünmüş bir Demokratik Cumhuriyetin biricik doğru proje <strong>ve</strong> politika<br />

olduğu, kanlı katliamlar <strong>ve</strong> sürgünlerden geçerek anlaşılacak. Ve bu anlaşıldığında insanlar<br />

dillere, dinlere, etnilere göre öylesine derin bölünmelere uğramış olabilir ki, tekrar bir birliğin<br />

bütün yolları tıkanmış olabilir.<br />

ABD buna oynuyor. Kendileri gerici milliyetçiliğe dayanan <strong>ve</strong> bun nedenle Kürtleri ezen<br />

uluslar <strong>ve</strong> devletlere ile; onlara karşı yine onların dayandığı milliyetçilik anlayışıyla cevap<br />

<strong>ve</strong>rmeye kalkan Barzani <strong>ve</strong> Talabaniler bu oyunun başarısının en büyük destekçileri oluyor.<br />

Bosna’daki savaşın en hızlı günlerinden birinde çalıştığım taksiye Yugoslavya’dan geldiği<br />

belli olan Boşnak olduğunu sandığım bir genç binmişti. Konuşurken Sırp mı, Hırvat mı,<br />

Boşnak mı olduğunu sormuştum. “Saraybosnalıyım” demişti.<br />

Şehrini sormadığımı, Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mı olduğun sorduğumu söyleyip soruyu<br />

tekrarlayınca; o da tekrar “Saraybosnalı’yım” dedi. O zaman bunu bilinçli olarak söylediğini<br />

fark ettim. Karşımdakinin soya, etniye, dile, dine dayanan milliyetçiliği reddeden biri<br />

olduğunu tahmin edemezdim. Karşımda, hala o etniler <strong>ve</strong> dinler boğazlaşmasında beynini <strong>ve</strong><br />

yüreğini yitirmemiş bir insan vardı. Kendisini Boşnak, Sırp, Hırvat vs. olarak, bir etniye, bir<br />

dine göre tanımlamayı reddediyordu.<br />

Bu gün de Irak’ta (Sadece Irak’ta mı? Her yerde ama Özellikle Orta doğu’da) “Türk müsün,<br />

Kürt müsün, Arap mısın, Fars mısın, Yahudi misin?” sorusuna, her türlü etnik, dilsel, dinsel,<br />

tarihsel göndermeyi reddederek, Kerküklüyüm, Musulluyum; Bağdatlıyım, diyecek, Kürt,<br />

Türk, Arap, Fars olmayı reddedecek, o Saraybosnalı genç gibi insanlar gerekiyor.<br />

27 Temmuz 2004 Salı<br />

demir@demirden-kapilar.net<br />

http://www.comlink.de/demir/<br />

*<br />

46


Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz<br />

Son günlerde azınlıklar konusu Türkiye’deki tartışma gündeminin önemli maddelerinden biri<br />

oldu. Ama konu burjuvazi tarafından Avrupa Birliği’ne girme, Devlet bürokrasisi tarafından<br />

da Lozan anlaşmalarındaki hukuki <strong>ve</strong>ya siyasi tanımları çerçe<strong>ve</strong>sinde <strong>ve</strong> Türkler <strong>ve</strong>ya<br />

“çoğunluk” tarafından tartışılıyor.<br />

Kürtler ise, ulusal baskıdan kurtulmak için, “kurucu” olarak kabul edilmek için mi , yoksa<br />

şimdilik “azınlık” olmayı kabul edip sonra o haklara dayanarak daha el<strong>ve</strong>rişli koşullarda<br />

mücadele etme olanakların tepmeyen bir mücadelenin mi daha doğru olduğu bağlamında,<br />

aslında bir strateji <strong>ve</strong> taktik sorunu olarak tartışıyorlar.<br />

Sosyalistler her zaman olduğu gibi bu gibi sorunları gündeme almayı <strong>ve</strong> tartışmayı neredeyse<br />

bir sapkınlık olarak görüyorlar. Son derece bayağı olarak anlaşılmış mekanik <strong>ve</strong>ya ekonomik<br />

maddeci Marksizm anlayışıyla, bu gibi sorunlarda bir şey söylemektense, hiçbir şey<br />

söylemeyerek her hangi bir işçi direnişi <strong>ve</strong>ya iş koşullarındaki kötülükten <strong>ve</strong>ya genel olarak<br />

yoksulluktan söz etmeyi sosyalizmin şanından sanıyorlar.<br />

Bunu “ekonomizm” olarak gören daha “enternasyonalist” olanları ise politikadan kaçışlarını<br />

<strong>ve</strong> politikasızlıklarını, dünyanın her hangi bir ülkesinde yapılmış bir toplantının <strong>ve</strong>ya eylemin<br />

ateşinde ısınarak gizlemeye çalışıyorlar.<br />

Böylece bu tartışmalarda, bırakalım sosyalist bir yaklaşımı bir yana, devrimci demokratik<br />

denebilecek bir perspektifin bile izi tozu görülmüyor. Bayağılık <strong>ve</strong> gerici bakış açıları <strong>ve</strong><br />

kavramlar, yerleşilmiş <strong>ve</strong> doğrulukları zerrece eleştiri süzgecinden geçirilmemiş yaklaşımlar<br />

bu tartışmalarda en ileri görünen görüşlere bile damgasını vuruyor.<br />

Eleştirel <strong>ve</strong> devrimci Marksist geleneğe dayanan <strong>ve</strong> onu içinde taşıyarak aşmaya çalışan bir<br />

yaklaşımın yokluğu bu bayağılığın temel nedenlerinden biridir. 1960’lar Türkiye’sini<br />

hatırlayanlar bilirler. O zamanlar da sosyalistler, toplumun belki bu günkünden de küçük bir<br />

bölümünü oluşturuyorlardı, ama ortaya koydukları yeni sorunlar <strong>ve</strong> bakış açılarıyla toplumun<br />

üzerinde tartışılmaz bir entelektüel <strong>ve</strong> ideolojik üstünlük kuruyor, tartışmaları o günün<br />

ölçüleriyle çok ileri noktalara çekiyorlardı.<br />

Çok sembolik bir örnek alınabilir. Altmışlı <strong>ve</strong> yetmişli yıllarda, sosyalistler, en azından bir<br />

kısmı, Türk halkından değil, Türkiye Halkı <strong>ve</strong>ya Halklarından söz ediyorlardı, bildirilerine bu<br />

hitapla başlıyorlardı. O zamanın Türk devletinin Türklükle tanımlanmış niteliğini kimsenin<br />

sorgulamadığı <strong>ve</strong> sorgulamayı aklından bile geçirmediği Türkiye’sinde bu çok ileri bir<br />

yaklaşımı ifade ediyordu. Bu gün, Kürt hareketi; Demokrasi <strong>ve</strong> refah özlemlerinin ifadesi olan<br />

Avrupa Birliğine katılma; goloballeşmenin zorladığı değişimler <strong>ve</strong> ABD’nin Irak’ı işgali gibi<br />

gelişmelerin baskısı altında, toplum neredeyse, sosyalistlerin Altmışlarda, söyledikleri için<br />

partilerinin kapatıldığı, işkence gördükleri, hapislerde çürüdüklerini, kabullendiği bir noktaya<br />

gelmişken, yani Türkiyelilik tartışılırken <strong>ve</strong> Genel Kurmay Başkanı bile Türklüğü etnik <strong>ve</strong>ya<br />

dilsel bir kapsamdan çıkarıp neredeyse Türkiye Devletinin yurttaşlarıyla sınırlı bir kavram<br />

47


olarak tanımlamak zorunda kalırken, sosyalistler bu geç <strong>ve</strong> dolaylı gelmiş zaferlerini bile<br />

savunma noktasında olmadıklarından, bu gün varılan nokta, liberallerin, globalizm<br />

hayranlarının, ABD <strong>ve</strong>ya Avrupa’yı destekleyenlerin çabalarının bir sonucu gibi görülüyor <strong>ve</strong><br />

onların kontosuna bir artı olarak geçiyor.<br />

İşin kötüsü, kendine sosyalistim diyenler altmışlarda savunduklarından da daha geri bir<br />

noktaya kaymış bulunuyorlar. O zamanlar Türkiye Halkı <strong>ve</strong>ya Halkları, statükoya bir meyden<br />

okuma, devrimci demokratik özlemlerin bir ifadesi iken, bu günkü sosyalistlerin sözde anti<br />

emperyalizm, anti globalizm, Avrupa’ya karşı olma adına bu tartışmaların karşısında<br />

durmaları, en gerici, devletin en derin <strong>ve</strong> anti demokratik kesimlerinin destekçiliğinden başka<br />

bir anlam taşımıyor. Eskiden Türk devletine karşı Türkiye Halklarını savunuyorlardı, şimdi<br />

Türkiye’cilere karşı Türk devletinin zımni <strong>ve</strong>ya açık savunucusu durumundalar.<br />

Kimileri Türkiyeli sosyalistlerin bu evriminin günahını sosyalizm idealine <strong>ve</strong>ya Marksizme<br />

yükleyerek bundan ideolojik bir kar da elde etmeye çalışıyorlar. Ama bunu yaparken,<br />

Marksizmin o son derece temel önermesini unutmuş <strong>ve</strong> tersinden doğrulamış oluyorlar:<br />

İnsanların varlıklarını bilinçlerinin değil; bilinçlerini varlıklarının belirlediği.<br />

Türkiye’de sosyalistlerin <strong>ve</strong> toplumun bu ters yönlerdeki evriminin nedeninin Marksizmde<br />

<strong>ve</strong>ya sosyalizm ideallerinde değil, somut sosyolojik <strong>ve</strong> ekonomik gelişmelerde aranması<br />

gerektiği.<br />

Bunun en büyük kanıtı aynı zamanda genel akıma karşı durmuş <strong>ve</strong> bunların sosyalizm <strong>ve</strong>ya<br />

Marksizmle ilgisinin olmadığını söyleyen; sosyalistlere karşı sosyalizm mücadelesi <strong>ve</strong>ren;<br />

sosyalistlere karşı sosyalizmi savunan sosyalistlerin varlığıdır. Nasıl Papalığın <strong>ve</strong>ya<br />

Muaviye’nin cinayetlerinin nedeni İsa ya da Muhammet’in öğretileri değil idiyse <strong>ve</strong> Papalığa<br />

<strong>ve</strong> Muaviye’ye karşı sapkınlar olduysa <strong>ve</strong> bizzat bu sapkınların varlığı bunun kanıysa öyle.<br />

Ne var ki, toplumun bu gün otuz yıl önce sosyalistlerin söylediklerinin haklılığını kabul<br />

etmesi, bu kabulün bu günün dünyasının <strong>ve</strong>ya Türkiye’sinin sorunlarına bir çözüm olduğu<br />

anlamına gelmiyor.<br />

*<br />

Bu günün sosyalisti de tıpkı otuz kırk yıl öncesinin sosyalisti gibi yine topluma ters bir<br />

noktada olmalıdır. Ancak o takdirde sosyalizm tekrar, fiziki gücü olmasa bile, teorik <strong>ve</strong><br />

entelektüel gücün kazanabilir. Kendisinin katillerini <strong>ve</strong> cellatlarını vasiyetini yerine getirmeye<br />

zorlayabilir. Hiç unutmamak gerekiyor, eğer insanlık tarihinde bir ilerlemeden, bir ileriye<br />

gidişten söz etmek mümkünse <strong>ve</strong>ya böyle sayılabilecek kimi değişmeler olmuşsa, bu her<br />

zaman, yenilenlerin bir katkısıdır.<br />

Bu günkü demokrasi denen şey aslında, işçi <strong>ve</strong> sosyalist hareketin bir seri yenilgi ile bitmiş<br />

mücadelelerinde, galiplerin yendiklerinin vasiyetlerini gerçekleştirmek zorunda olmalarının<br />

sonucudur.<br />

Altmışların <strong>ve</strong> yetmişlerin, aslında kendini her ne kadar öyle tanımlasa da sosyalist değil<br />

devrimci demokratik karakterli olan, sosyalist hareketi olmasaydı; seksenlerin <strong>ve</strong> doksanların<br />

Kürt hareketi olmasaydı, bu gün kimse ne Türklüğü sorgular ne de azınlıkları tartışırdı. İki<br />

48


hareket de çok ağır yenilgiler aldı. Ama galipler en güçlü oldukları noktada yendiklerinin<br />

vasiyetini yerine getirmekten başka bir şey yapamaz durumdalar.<br />

Ama onlar şimdi bizim vasiyetimizi yerine getirirlerken, bizim onların karşısına geçerek,<br />

bunu hatırlatma ile yetinmemiz, sonumuz olur. Biz şimdi başka yenilgilerin peşinde<br />

olmalıyız. Ancak o zaman ezilenlerin kurtuluş mücadelesine bir parçacık da olsa bir katkıda<br />

bulunabiliriz.<br />

Sosyalist olmak bilinçli olarak “yenilgi enayiliği”ni seçmek demektir.<br />

En azından şimdiye kadar yaşanan tarih bunu kabul ederek yola çıkmak gerektiğini<br />

göstermektedir.<br />

O halde, göre<strong>ve</strong> devam, önümüzdeki yenilgilerin konularını belirlemeye başlayalım.<br />

*<br />

Bu gün toplum otuz kırk yıl önce sosyalistlerin dediklerine geldi ama arada geçen zamanda<br />

gerek toplumsal mücadeleler gerek bu mücadelelerden çıkan teorik sonuçlar çok uzun bir yol<br />

kat ettiler <strong>ve</strong> çok başka noktalara vardılar. Dün sosyalistlerin dedikleri <strong>ve</strong> bu gün toplumun<br />

vardığı yer, aslında bu günün dünyasının sorunları karşısında gerici <strong>ve</strong> tutucu bir konuma<br />

karşılık düşer. Ama sadece dünyanın sorunları bakımından değil, teorik <strong>ve</strong> metodolojik olarak<br />

da çok geri bir yaklaşıma karşılık düşer.<br />

Azınlıklar konusu da böyledir. Azınlıklar konusunun Türkiye’de tartışıldığı biçim <strong>ve</strong> bu biçim<br />

içinde, en sol <strong>ve</strong> en ilerici gibi görünen tavırlar <strong>ve</strong> kavramsal araçlar bile, bu günün<br />

dünyasının koşullarında aslında gerici bir çözüm önerisinden başka bir şey değildirler.<br />

Azınlıklar konusunda son yirmi yılda bir çok yazı yazdık. Bu yazılarda bu mücadelenin<br />

deneylerinden yola çıkılarak, önümüzdeki yeni yenilgilerin yaşanacağı alanlar<br />

tanımlanmaktadır. Elbette bu tanımlama, el yordamıyla, daha önce hiç el atılmamış alanlarda,<br />

bakir <strong>ve</strong> keşfedilmemiş bir alanda yapıldığından, yeni olan çoğu kez eski biçimler içindedir.<br />

Yeni yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi paytaktır. Sık sık düşer. Ama yine de her seferinde<br />

yeni bir alana girmeyi, yeni bir kıtayı keşfetmeyi başarır, çoğu kez, Kristof Kolomb gibi<br />

bunun yeni bir kıta olduğunun farkına varmasa bile. Aşağıdaki yazılar aynı zamanda bu<br />

evrimin izlediği yolu gösterir.<br />

*<br />

Seksenlerin ortasında o güne kadar Türk, Erkek, Beyaz olmuş <strong>ve</strong> böyle olduğunun bilincinde<br />

olmayan, düşüncesinde böyle kategoriler bile bulunmayan bir sosyalist olarak Avrupa’da<br />

sürgün yaşamına başladığımızda, bu gün artık örneğin kültür, azınlık, farklılık gibi,<br />

sıradanlaşmış kavramlar, ne Avrupa’daki sosyalist harekette ne de içinden geldiğimiz Türkiye<br />

sosyalist hareketinin geleneğinde <strong>ve</strong> terminolojisinde bulunmazdı. Devletin, paranın ne<br />

olduğunu bilmeyen kabilelerin dilinde bunların karşılığı olan kavramların bulunmaması gibi.<br />

Biz bu gün bile Türkiyeli sosyalistlerin hala kenarına bile varamadıkları klasik Marksist<br />

geleneğe uygun olarak, emeğin kurtuluşunun ne yerel ne de ulusal bir sorun olamayacağı<br />

önermesinin, mantıki <strong>ve</strong> geleneksel sonucuna uygun olarak, Avrupa’ya gelince, görevimizi<br />

Avrupa’daki işçi hareketine azami katkıyı nasıl yapabileceğimiz olarak belirlemiştik. Bu<br />

49


çerçe<strong>ve</strong>de, Almanya’daki işçilerin önemli bir bölümünü oluşturan Türkiye kökenli işçiler,<br />

dillerini <strong>ve</strong> yapılarını en iyi bildiğimiz için esas ilgi <strong>ve</strong> çalışma alanımız olarak beliriyordu.<br />

Ama daha bu görev tanımlamasında bile, bütün Türkiye sosyalistlerinden farklıydık. Onlar<br />

için Türkiye’li <strong>ve</strong>ya Kürdistan’lı işçileri, Türkiye <strong>ve</strong>ya Kürdistan’daki mücadeleye tabi olarak<br />

<strong>ve</strong> oradaki mücadeleye maddi manevi destek bağlamında ele alınırken; biz aynı kesimi<br />

Avrupa işçi hareketinin bir parçası olarak ele alıyorduk. Bizim sorunumuz, bu Avrupa işçi<br />

hareketinin nasıl birleştirileceği idi, onlar ise, fiilen Avrupa’lı işçileri uluslara göre bölerek<br />

örgütlemiş oluyorlardı. Dolayısıyla bütün Türk <strong>ve</strong> Kürt soluna karşı bir konumda bulunuyor,<br />

onların milliyetçiliğine karşı, klasik devrimci <strong>ve</strong> enternasyonalist bir konumu savunuyorduk.<br />

Tabii bu klasik Marksist konuma uygun olarak da, tıpkı bir şehirden başka bir şehre giden bir<br />

parti üyesinin gittiği şehrin organında çalışması gibi, Avrupa’da bulunduğumuz ülkelerdeki<br />

seksiyonlarda çalışmaya başladık. Önce Dördüncü Enternasyonal’in Fransa seksiyonunda<br />

(LCR’de Devrimci Komünist Liga), sonra Almanya’ya geçince Alman Seksiyonunda,<br />

(GİM’de Enternasyonalist Marksist Grup) yer aldık.<br />

Ancak Almanya’da daha ilk adımda, bu klasik yaklaşımın gerekli ama yeterli olmadığını<br />

görmeye <strong>ve</strong> gözlemlemeye başladık <strong>ve</strong> birden bire, İşçi örgütlerinde <strong>ve</strong> partilerinde azınlıklar<br />

konusuyla azınlıktan bir insan olarak (Almanya’da Türkiyeli işçiler, Türkiyeliler de Örgüt<br />

içinde bir azınlıktı) karşı karşıya kaldık.<br />

Bu karşı karşıya kalışın bulunduğu ortamı <strong>ve</strong> tartışmaların bağlamını aktarabilmek için, biraz<br />

geriye gitmek gerekiyor.<br />

1950’li yıllarda, klasik Birinci <strong>ve</strong> Üçüncü Enternasyonal’in geleneğini <strong>ve</strong> programını savunan<br />

Dördüncü Enternasyonal henüz 1968 yükselişinin rüzgarlarıyla yelkenlerini doldurmamış,<br />

küçük gruplardan oluşan bir örgüttü <strong>ve</strong> Avrupa’daki militanlarını özellikle Cezayir halkının<br />

kurtuluş savaşını desteklemeye yöneltmişti. Gizli silah fabrikaları kurmak gibi işler<br />

yapıyorlardı Avrupalı kalifiye işçi <strong>ve</strong> sosyalistler.<br />

Ama böylece bir çok Avrupalı İşçi <strong>ve</strong> Sosyalist ilk kez üçüncü dünyalılarla, Avrupa İşçi sınıfı<br />

merkezli bakış açısıyla, kendisi kurtarılacak olarak görülenlerle, nesne olanlarla, onların özne<br />

oldukları mücadelede, onlara yardım etme durumunda bulunuyorlardı.<br />

Babalar <strong>ve</strong> analar çocuklarından çocuklarının kendilerinden öğrendiğinden daha fazlasını<br />

öğrenirler. Bu faaliyetlere katılanlar da kendi Avrupa Merkezciliklerinin farkına daha çok<br />

vardılar. Bunlar Avrupalı örgütlerin içinde, Avrupalı örgütlerin Avrupa merkezci<br />

düşünüşlerinin en önemli eleştirmenleri olarak varlıklarını sürdürdüler.<br />

Onlar bir yanda bu örgütler içinde var olmaya devam ederken, Türkiye’de iki hareketin içinde<br />

şöyle bir gelişme oldu yetmişlerin sonunda.<br />

Vatan Partisi içinde biz Üçüncü Enternasyonalin lağvı, Sovyetlerin sınıf karakteri, Faşizme<br />

karşı mücadelenin sorunlarından hareketle, Stalinizmle kopuşup klasik Marksist geleneği<br />

sürdüren Troçkist geleneğe katılmıştık. Benzeri bir gelişim Rızgari saflarında da görülüyor <strong>ve</strong><br />

onlar da yavaş yavaş bu sorunları, Stalinizmi vs. gündeme getiriyorlardı. Ama bu teorik<br />

olarak son derece korkak bir biçimde yapılıyor <strong>ve</strong> esas itici gücünü Stalinizmin Kürt sorunu<br />

karşısındaki tutarsızlığının eleştirisinden aldığından, ulusçu bir hareket noktası bu arayışlara<br />

50


sürekli damgasını vuruyor <strong>ve</strong> bu da onların mantık sonuçlarına ulaşmasını engelliyor, genel<br />

olarak merkezci tabir edilen bir konumda bulunuyorlardı. Ama yine de, bu tabuların yıkılışı,<br />

bizim yazılarımız <strong>ve</strong> evrimimizin de dolaylı etkisiyle bu harekete yakın duran bazı kişilerin<br />

Rızgari hareketinden kopması <strong>ve</strong> Troçkizme yönelmesi sonucunu doğurmuştu.<br />

İşte bu gelişmelerle bağlı olarak, bu hareketlerin Almanya’daki taraftarları arasında da bu<br />

yönde bir evrim yaşanmıştı. Türkiye’deki bu evrimin sonucu olarak <strong>ve</strong> ondan etkilenmeyle,<br />

çoğu bulunduğu fabrikada işyeri konseyi üyesi <strong>ve</strong>ya sendika aktivisti de olan, yıllardır bir<br />

şekilde politik mücadele yürüten işçi <strong>ve</strong> aydınlardan bir grup, Troçkist olduk deyip Dördüncü<br />

Enternasyonal’in kapısını çalmışlardı.<br />

Avrupa sanayiinin kalbi Ruhr bölgesinde, Duisburg’ta, <strong>ve</strong>ya Stuttgart’da Mersedes<br />

fabrikalarında grev yöneten Türkiyeli, sosyalist maden <strong>ve</strong> çelik işçisi, en az beş on yıllık<br />

politik <strong>ve</strong> örgütsel tecrübesi olan işçiler bu küçük örgütün kapısını çalınca örgüt tam<br />

anlamıyla bir şok yaşar. Örgütün bütünüyle ufku dışında kalmış bu kesim bulutsuz gökte<br />

çakan bir şimşek gibi örgütün içine girmiştir.<br />

Ernest Mandel Kürt işçilerin örgütlenmesi Kürdistan’da sosyalist bir seksiyonun<br />

örgütlenmesine katkı olabilir diyerek, kendi cebinden aldığı IBM elektrikli daktiloyu bu gruba<br />

hediye eder. Çı Bıkın isimli bir dergi çıkmaya başlar. Bu arada 12 Eylül darbesi olmuş,<br />

göçmenler daha da hareketlenmiştir. Türkiye’den kaçanların da etkisiyle Avrupa’da<br />

politikleşme <strong>ve</strong> aktifleşme yükselmeye devam etmektedir. Yol dergisi etrafında toplanan bu<br />

kişiler, 12 Eylül’e karşı mitinglerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Hasılı<br />

küçük Alman seksiyonu, gelen Türkiyeli Kürt <strong>ve</strong> Türk işçiler aracılığıyla başına devlet kuşu<br />

konmuş gibidir.<br />

Ne var ki, ilk cicim ayları bitince, 12 Eylül yenilgisi <strong>ve</strong> dünyadaki yeni muhafazakar<br />

rüzgarların da etkisi altında (Teatcher, Reagan, Özal, Kohl) hem bir gerileme <strong>ve</strong> özele<br />

çekilmeler hem de tam da azınlık olmaktan doğan sorunlar kendini göstermeye başlar. Kürt <strong>ve</strong><br />

Türk üyeler bir türlü örgütsel yaşama katılamamakta, hep kendilerini dışlanmış<br />

hissetmektedirler. Bu nedir, nereden gelmektedir? Bu iki sorun birleşince, Türk <strong>ve</strong> Kürt<br />

üyelerin çoğu bir süre sonra örgütü terk eder. Birkaç kişi kalır sadece.<br />

Bunun üzerinde örgütte bu başarısızlığın nedenleri üzerine bir tartışma başlar. Ama tartışma<br />

aslında yine tam anlamıyla örgüt içinde olmaktan ziyade, yabancılar <strong>ve</strong> yabancılarla<br />

ilgilenenler arasında yürütülmektedir.<br />

İşte bu tartışmalarda, Cezayir Kurtuluş savaşana dayanışmada çalışmış, oralarda yaşamış bir<br />

Alman üye, örgüt içinde Türk <strong>ve</strong> Kürtlerin ayrı bir otonom örgütlenme içinde olmasını<br />

savunmakta; Lenin’in Bundçularla tartışmasının yanlış bilindiğini, aslında Lenin’in fiilen<br />

özeleştiri yaptığını, Yahudi işçilerin RSDİP içinde otonom yapılarının olduğunu<br />

söylemektedir. Ve bunu söyleyen örgüt içinde yabancıları en iyi anlayan, onlara en yakın,<br />

örgütün Avrupa merkezciliğine <strong>ve</strong> ırkçılığına karşı onları savunan; örgütün ırkçı olduğunu<br />

söyleyen bu kişidir.<br />

51


İşte ilk kez bu kişinin söyledikleri <strong>ve</strong> bu tartışma içinde, “azınlık sorunu” ile, sosyalist<br />

örgütlerde azınlıkların sorunu bağlamında yukarıda kısaca değinilen koşullar <strong>ve</strong> atmosfer<br />

içinde karşılaştık.<br />

Tabii ilk tepkimiz, yabancı olarak bu Alman üyenin dediklerine yani örgüt içinde yabancıların<br />

otonom örgütlenmesi olmasına karşı çıkmak oldu. Bu daha önce hiç duymadığımız bir şeydi.<br />

“<strong>Kitap</strong>ta yeri yok”tu. Böylece biz yabancılar otonomiyi reddederken, bir Alman, ama Cezayir<br />

kurtuluş savaşı aracılığıyla bir önemli deney yaşamış bir Alman, bize rağmen bizlerin otonom<br />

bir yapı oluşturmamızı öneriyor <strong>ve</strong> savunuyordu.<br />

Ancak bu sırada Kadın hareketinin de bir yükselişi yaşanıyordu <strong>ve</strong> kadın hareketi sol örgütleri<br />

<strong>ve</strong> işçi örgütlerini sarsmaya başlamıştı. Ayrıca Kadın, Barış <strong>ve</strong> Ekoloji hareketlerinin<br />

partileşmesi olarak görülebilecek Yeşiller de seçimlerden büyük bir başarıyla çıkmış <strong>ve</strong> bütün<br />

paradigmalar <strong>ve</strong> politik manzara değişmiş, sol örgütler bu gelişmelerin baskısı altına<br />

girmişlerdi. Bunun etkisiyle de, örgütler içinde kadın üyeler fiilen otonom yapılar<br />

oluşturmuşlar <strong>ve</strong>ya oluşturuyorlardı.<br />

Aslında yabancıların durumu da tıpkı kadınlara benziyordu: Paralellikler en kör göze bile<br />

batıyor. Avrupa’daki kadın hareketi her ne kadar beyaz bir karakter taşısa; yabancılar da<br />

kadınlar karşısında seksist <strong>ve</strong> erkek egemen bir damardan geliyorduysa da; örgüt içindeki<br />

ırkçılığa <strong>ve</strong> seksizme karşı ister istemez benzer sorunlardan gelen bir yakınlaşma da oluyordu.<br />

Bunun üzerine, klasik literütürde yeri olmayan çevre, kadın, siyah (yabancılar, azınlıklar)<br />

hareketleri <strong>ve</strong> konuları üzerine teorik bir yoğunlaşmaya girdik. Bu yoğunlaşmanın ilk<br />

sonuçları örgüt içinde fiilen otonom olarak çıkardığımız Ne Yapmalı adlı, üç sayı çıkabilmiş<br />

dergide görülebilir. (Bu dönemin kısa bir özeti, Hamburg Dersleri adlı yazıda bulunmaktadır.)<br />

Bu arada, Hamburg’ta bir Türk dazlaklar tarafından öldürüldü <strong>ve</strong> Türk göçmenlerin hızlı bir<br />

radikalleşme <strong>ve</strong> politikleşmesi başladı: Türk gençleri kendiliğinden öz savunma ihtiyacına<br />

uygun olarak çeteler kurmaya başladılar. Türkiyelilerin içinde neler için nasıl mücadele<br />

etmeliyiz, ne yapmalıyız gibi sorunlar tartışılmaya başlandı. Burada önemli olan şudur. Artık<br />

Almanlar Türkiyelileri değil, Türkiyeliler kendilerinin ne yapacağını tartışıyorlardı. Yani<br />

Azınlıklar sorunu değil; Azınlıklar Alman sorunun tartışıyorlardı. Bu günkü Türkiye’deki<br />

tartışmaların diline çevirirsek; Türkler azınlık sorununu değil; Azınlıklar şu Türk sorununu<br />

nasıl halledeceklerini tartışıyorlardı.<br />

Bu gelişmelerin <strong>ve</strong> tartışmaların en başından itibaren içinde yer aldık. Artık, bir Alman<br />

sosyalist örgütünde, sosyalist biri olarak azınlıklar sorununu değil; fiilen var olan bir azınlık<br />

hareketi içinde, azınlıktan bir sosyalist olarak azınlık hareketinin <strong>ve</strong>ya azınlık hareketi<br />

içindeki işçi <strong>ve</strong> sosyalistlerin ne yapması gerektiğini tartışıyorduk.<br />

İşte ilişikteki ilk üç metin bu tartışmalar içinde bizim savunduklarımızın birer belgesidir.<br />

Daha sonra, buradan çıkardığımız dersleri, Kürt hareketinin <strong>ve</strong>ya Türkiye’deki demokrasi<br />

mücadelesinin stratejisi bağlamında tekrar çeşitli yazılarda ele aldık. Son üç metin de bunun<br />

örneğidir.<br />

*<br />

52


Ama bütün bu yazlarda çok temel bir yanlışımız bulunmaktadır <strong>ve</strong> bu bizim ancak son<br />

dönemde çözüp aşabildiğimiz bir sorundur. Zaten bu sorunun çözümü, Marksist Din, Ulus,<br />

Üstyapılar, Demokratik cumhuriyet, Proletarya Diktatörlüğü gibi sorunları bir çırpıda yepyeni<br />

bir ışık altında çözmektedir.<br />

Temel yanlışımız, bu yazılarda ulusu, ulusçular gibi tanımlamamızdır. Yani bir dil, etni ya da<br />

tarihle. Böylece sanki ortada iki farklı sorun varmış gibi görülmektedir. Bir yanda azınlık<br />

sorunu, bir yanda da ulusal sorun. Ulusal sorununun çözümü için Ulusların Kaderini Tayin<br />

Hakkı; Azınlık sorunu için, dil, kültür, ulus <strong>ve</strong> etnilerin eşitliği.<br />

Peki, eğer politik olan dil, etni, soy, kavime vs. göre tanımlanmamışsa, azınlık mı olur?<br />

Ayın şey demokratik cumhuriyet bağlamında da görülür. Bir yandan, Ulusların kaderini Tayın<br />

hakkının aslında ulusal sorunla ilgili değil; nasıl bir devlet biçimiyle ilgili olduğunu söyleriz;<br />

yani bir tek köyün bile ayrılma hakkı olması gerektiğinden; ayrılmak için bir ulus olmanın<br />

şart olmadığından söz ederiz; diğer yanda ulusların kaderini tayin hakkından söz ederiz.<br />

Ulusların kaderini tayin hakkının aslında dile, dine dayanan ulusal devletler kurmak hakkı<br />

olduğunu göremeyiz.<br />

Peki bu küçük adımı niçin bir türlü atamayız? Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibilerin üzerimizdeki<br />

otoritesi öyle büyüktür ki, Onların hepsinin bu sloganı savunmuş olması, o sloganı eleştiri<br />

ateşinden geçirmemizi engellemektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’deki Kürt mücadelesine<br />

<strong>ve</strong>rdiğimiz destek de bu ilkeye dayandığından, bu ilkenin nesnel ilerici yönü nedeniyle,<br />

ideolojik olarak gerici olduğunu göremeyiz.<br />

Bu nedenle, aslında 1990’ların en geç ortalarında atmamız gereken adımı ancak on sene sonra<br />

atabiliriz. Bu nedenle aşağıdaki yazılar bu çelişkileriyle birlikte <strong>ve</strong> bu çelişkinin çözümünde<br />

bir aşama, belli bir tıkanıklığın manevi bir otorite yüzünden aşılamamasının; zihnin<br />

bilinmeyen yerlere adım atarken nasıl korkak <strong>ve</strong> ürkek hareket ettiğinin bir örneği olarak da<br />

okunabilir.<br />

Ulusal Sorun <strong>ve</strong> Azınlıklar sorunu (Türkiye’deki tartışmalarda Ulusal sorun <strong>ve</strong> Milliyetler<br />

sorunu diye ayrılan şey) iki ayrı sorun değildir. Ya da daha doğrusu şöyle diyelim. Dile, dine,<br />

etniye dayanan ulusçuluk açısından, bir ulusal sorun bir de azınlıklar ya da milliyetler sorunu<br />

vardır. Milliyetler, azınlıklar yüzdeki sivilceler gibi katlanılması gereken sorunlardır. Ya da<br />

sivilceleri sağlık işareti gören bir anlayışla sivilceler zamanın modasına göre, sivilceler bir<br />

sağlık <strong>ve</strong> güzellik işareti olarak da alınabilir. Bu günün azınlıkları renklilik <strong>ve</strong> çeşitlilik olarak<br />

tanımlayan anlayış, asılında bütün o ilerici görünüşünün ardında; gerici ulusçuluğun bütün<br />

varsayımlarını paylaşır. Azınlığı yok etmez, sadece onun karşısındaki tavrını değiştirir. Sorun<br />

olarak değil zenginlik olarak görmeye başlar. Yani azınlıklar zenginlik olmasa derhal tavrını<br />

değiştirecektir.<br />

Halbuki, ulusu, dil, din, etni, tarih vs, ile tanımlamayı reddeden; tüm dillerin, kültürlerin,<br />

etnilerin eşitliğine dayanan; bunların politik olanın tanımından dışlandığı bir devrimci<br />

demokratik ulusçulukta, çoğunluk olmadığı için (Dile dine etniye dayanan bir millet olmadığı<br />

için), azınlıklar da (milliyetler de) olmaz.<br />

53


Ama tam da bunların olmadığı yerde, kelimenin gerçek anlamıyla “azınlıklar sorunu”,<br />

gerçekten aritmetik ya da sayısal anlamıyla azınlık olmaktan doğun sorunlar gündeme<br />

gelebilir.<br />

Bu günkü tartışmalara gelince. Buraya kadar söylenenler bir de bu bağlamda somutlayalım.<br />

Türkiye’de Azınlıklar konusundaki son tartışmalar hep çoğunluk tarafından yapılmakta <strong>ve</strong><br />

yanlış varsayımlara dayanarak yapılmaktadır.<br />

Birinci yanlış şudur:<br />

Azınlık sorununu azınlıkları yok ederek değil, azınlıkların varlığına dayanarak çözmek<br />

tartışılmaktadır.<br />

<strong>Sorunu</strong>n tartışılmasına en kritik yanlış: matematik olarak azınlık ile hukuki <strong>ve</strong> politik olarak<br />

azınlık kavramının karıştırılmasıdır.<br />

Azınlık sorunu öncelikle, politik <strong>ve</strong> hukuki bir sorun olarak ele alınabilir.<br />

*<br />

Politik <strong>ve</strong> hukuki bir çözüm için, bırakalım sosyalizmi bir yana, “Azınlık sorunu”nun,<br />

devrimci demokratik bir çözümü, Azınlıkları yok ederek mümkün olur. Azınlıkları yok<br />

etmenin biricik yolu ise, çoğunluğu yok etmektir. Ve bu da bir tek taleple ifade edilebilir:<br />

Tüm dillerin, etnilerin, kültürlerin, “ulusların”, kavimlerin eşitliği; devletin dini, etnisi,<br />

kültürü, kavmi, “ulusu” olmaması. Tıpkı gerçek bir laiklikte din karşısında nasıl bir konumda<br />

olursa, diller, etniler, kültürler, kavimler <strong>ve</strong> “uluslar” karşısında da aynı konumda bulunması.<br />

Zina tartışmalarındaki geri <strong>ve</strong> gerici konumlar azınlık tartışmalarına da damgasını vurmuştur.<br />

Aslında sorun son derece kolay <strong>ve</strong> basit olarak çözülür. Nasıl hukuken evliliğin olmadığı<br />

yerde, hukuken zina da olmazsa, politik ya da hukuki olarak tanımlanmış bir kritere göre<br />

çoğunluğun olmadığı yerde, azınlık da olmaz.<br />

Konu azınlıklar tartışmasında dinsel, ulusal, dilsel, kültürel azınlıklar olduğuna göre, bu<br />

azınlıkları yok etmenin yolu: bu kriterlere dayanan çoğunluğu yok etmekten geçer.<br />

Yani Ulusun ya da devletin tanımından Türklüğü kaldırdığınız zaman <strong>Ermeni</strong>liği, Süryaniliği,<br />

Rumluğu, Zazalığı vs.yi de yok etmiş olursunuz.<br />

Elbette politik <strong>ve</strong> hukuki anlamı olmayan bir kavram olarak Türkler, <strong>Ermeni</strong>ler, Rumlar,<br />

Süryaniler var olmaya devam ederler. Ama devlet ya da politik olan, her hangi bir dil, din,<br />

etni, kültür ile tanımlanmadığı için; ortada politik ya da hukuki olarak bir çoğunluk bulunmaz.<br />

İşte gerçek anlamıyla azınlık sorunu, tam da burada, politik olarak tanımlanmış çoğunlukların<br />

olmadığı noktada ortaya çıkar.<br />

Yani ulusun ya da devletin dini, dili, etnisi, tarihi, soyu olmadığı durumda da, politik ya da<br />

hukuki anlamı olmamakla birlikte, aritmetiksel olarak azınlıklar var almaya devam ederler.<br />

Aritmetik olarak azınlıkta olmanın kendisi bizzat o azınlıktakilerin, politika <strong>ve</strong> hukuk dışında<br />

ekonomi <strong>ve</strong> kültür alanlarında baskı altında kalmasına yol açar. Çoğunluk olmanın kendisi<br />

zaten bir güç olmayı ifade eder.<br />

54


Gerçek bir demokraside, yani özel türden bir demokraside, devletin görevi: var olan politik <strong>ve</strong><br />

hukuki eşitliğe rağmen, politika dışında, sosyal hayatta, her an yeniden ortaya çıkacak<br />

eşitsizlikleri dengelemek olmalıdır.<br />

Bunun ne olduğunu hiç de politik olmadığı hemen görülecek, bu gün de politik anlamı<br />

olmayan başka bir azınlık örneğiyle açıklamaya çalışalım.<br />

Örneğin, özürlüler, tekerlekli sandalye aracılığıyla hareket edenler. Hukuken <strong>ve</strong> politik olarak<br />

ayaklarıyla yürüyenlerle eşit olmalarına rağmen, bütün yollar, kaldırımlar, tuvaletler vs. hep<br />

ayaklarıyla yürüyen çoğunluk gözetilerek yapılır. Tekerlekli sandalye ile hareket edenlerle<br />

yürüyenler hukuken <strong>ve</strong> politik olarak eşit olmasına rağmen, tekerlekli sandalye ile hareket<br />

edenler, sürekli bir baskı altında <strong>ve</strong> daha zor hayat koşullarında yaşarlar.<br />

Burada toplum şu soruyla karşı karşıyadır: özürlülerin bu fiili eşitsizliğini dengeleyecek<br />

tedbirler alacak mıdır, yoksa onları bir yük, bir hastalık gibi görüp kendi kaderleriyle baş başa<br />

mı bırakacaktır?<br />

Burada, toplum açısından çok büyük bir masrafa yol açsa da, fiili olarak ortaya çıkan<br />

eşitsizliği gidermek için özürlülere uyan yollar, tuvaletler vs. yapılması <strong>ve</strong> onların nüfus<br />

içindeki oranları <strong>ve</strong> katkılarından çok daha büyük bir meblağın bu fiili eşitsizliğin giderilmesi<br />

için kullanılması <strong>ve</strong> kotalama gibi (örneğin özürlülere işlerde öncelik <strong>ve</strong>rilmesi <strong>ve</strong>ya kota<br />

uygulanması) gibi tedbirler, bir ölçüde olsun bu eşitsizliği gidermeye yararlar. Gerçek<br />

anlamda azınlıklar sorunu <strong>ve</strong> çözümü budur.<br />

Aynı durum kolaylıkla, dilsel, dinsel vs. azınlıklara da aktarılabilir. Devletin dilinin, dininin<br />

olmadığı; bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir toplumda da sadece sayıca azınlık<br />

dininden <strong>ve</strong>ya dilinden olmak bile bir sürü eşitsizliklerin <strong>ve</strong> azınlıklar üzerinde fiili kültürel<br />

baskıların oluşmasına yol açar.<br />

Örneğin büyük bir çoğunluğu Sünni olan bir ülkede, Alevi <strong>ve</strong>ya Hıristiyan olmak, günlük<br />

hayatta bir çok kültürel baskı <strong>ve</strong> dezavantajlı duruma yol açar. Tıpkı özürlüler örneğinde<br />

olduğu gibi, devletin görevi, bu fiili dezavantajı dengeleyecek tedbirler almak olmalıdır.<br />

Örneğin, Türkçe büyük çoğunluğun ana dili olduğundan, devletin resmi dili, her hangi bir<br />

eşitsizliğe yol açmamak için örneğin İngilizce olsa bile (Bir çok Afrika ülkesinde, bu kaygıyla<br />

olmasa da fiilen böyle bir durum vardır.) çoğunluğun günlük hayatta Türkçe konuşması, diğer<br />

diller karşısında bu dil ana dili olanların avantajlı bir durumda olmasına <strong>ve</strong> diğer dillerin<br />

zamanla yok oluşuna yol açar. Ana dili Türkçe olmayanların bin bir biçimde kültürel baskı<br />

altında olmasına yol açar. Azınlıklar sorunu, bu fiili eşitsizlikleri dengeleyecek bir program<br />

sorunudur.<br />

Hemen görüleceği gibi, Türkiye’de tartışılan azınlık sorunu değil, ulusun nasıl tanımlanacağı<br />

sorunudur.<br />

Ne Türkiye’lilik üst kimliği, ne Kürt Türk kurucu üyeliği, bu konuda tutarlı bir çözüm<br />

oluşturmaz. Aynı şekilde, bu gün Türkiye’de resmen azınlık olarak tanımlanmış azınlıkların<br />

dinsel olarak tanımlanmış olması, devletin laik olmadığının da zımni bir itirafıdır. Bu günkü<br />

azınlık tanımı, laik bir devletle de uyuşmaz.<br />

55


O halde, azınlıklar sorunuyla karşı karşıya kalabilmek için, politik <strong>ve</strong> hukuki olarak, tüm<br />

azınlıkların dolayısıyla çoğunluğun yok edilmesi gerekir. Ancak bundan sonra gerçek<br />

anlamıyla azınlıklar sorunu tartışılabilir hali gelir.<br />

(Gerçek anlamda azınlıklar sorununun tümüyle yok olması ise, demokrasinin ötesindeki<br />

özgürlükler aleminde; “herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olmadığı; dolayısıyla her<br />

hangi bir yaptırıma artık ihtiyaç duyulmayacak bir toplumda; “herkesten yeteneği kadar,<br />

herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin geçerli olduğu zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumda<br />

gerçekleşebilir.)<br />

Bütün bunlar olsa, yani devletin nasıl dini olmaması gerekiyorsa, dili, etnisi, soyu, sopu,<br />

kavmi “ulusu” olmasa bile, kimi aklı ev<strong>ve</strong>llerin çok sevdiği ifadeyle bu “ulus devletin sonu”<br />

değil; etniye, dile, soya dayanan ulusçuluğun <strong>ve</strong> böyle tanımlanmış bir ulus devletin sonu<br />

olur. Ulus <strong>ve</strong> ulusçuluk, dine, dile, etniye dayanmayan; insan haklarına dayanan bir ulusçuluk<br />

<strong>ve</strong> ulusal devlet olarak var olmaya devam eder.<br />

Yani bu şimdi artık kimsenin hayal bile edemediği çözüm de aslında, ulusçuluğun <strong>ve</strong> ulusal<br />

devletin sonu değildir <strong>ve</strong> bu günün dünyasının sorunları karşısında gerçekte bir çözüm değil;<br />

sorunun ta kendisidir.<br />

Türkiye’deki tartışmalarda, sözde en radikal konumda olanlar arasında bile hiç konu<br />

edilmeyen <strong>ve</strong> tartışılmayan da budur.<br />

Ulus devletin sonu, politik olanın (yani devletin), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olana<br />

göre tanımlanmasının reddi; yani fiilen ulusal devletlerin yıkılması; bu da fiilen dünya<br />

çapında bir “Proletarya Diktatörlüğü” demektir. Diğer bir ifadeyle Proletarya Diktatörlüğü,<br />

somutta politik olanı ulusal olarak tanımlama üzerinde bir diktatörlük, ulusal olanı politika<br />

dışında tutmadır. Yani bu günkü ulusçuluğun klasik dinlere yaptığını ulusçuluğa yapmaktır.<br />

Türkiye’deki tartışmaların ikinci özelliği, onların çoğunluk tarafından yapılan bir azınlıklar<br />

tartışması olmasıdır. Yani çoğunluk azınlığın nasıl tanımlanacağını <strong>ve</strong> azınlıkların ne<br />

olacağını tartışmaktadır. Azınlıklar tartışmanın öznesi değil nesnesidirler.<br />

Halbuki, Avrupa’daki Türkler, seksenli yıllarda, bir azınlık olarak, hangi hedefler için<br />

mücadele edecekleri yönünde tartışmışlardı. Biz de bu tartışmaların içinde yer almıştık.<br />

İlişikteki metinler, azınlıkların bir özne olarak sorunu nasıl tartıştıkları <strong>ve</strong> tartışabilecekleri<br />

konusunda önemli dersler içermektedir.<br />

*<br />

Birinci ders, azınlıkların içinde de, azınlıkların hangi hedefler için nasıl mücadele edileceğine<br />

dair bir sınıf mücadelesi olduğudur.<br />

İkincisi, azınlıklar içindeki sosyalistler, azınlıkların sadece kendi sorunlarıyla uğraşmasının en<br />

önemli eleştirmeni olmak zorundadır.<br />

Üçüncüsü de bu ikinciden çıkar. Azınlıklar, toplumun çoğunluğunu taleplerine kazanabilmek<br />

için, tüm toplumun önüne kendi sorunlarıyla birlikte büyük çoğunluğun sorunlarını da çözen<br />

bir programla çıkmak zorundadırlar.<br />

56


Almanya’da seksenli yıllarda yapılmış tartışmalar bağlamında yazılanların, Azınlıklar<br />

sorunun tartışılmasını epey aydınlatacağını düşünüyoruz.<br />

03 Kasım 2004 Çarşamba<br />

demir@gmx.,li<br />

http://www.comlink.de/demir<br />

57


Kemalizm <strong>ve</strong> İslam<br />

Kemalizm <strong>ve</strong> Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e;<br />

Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır.<br />

Türkiye batılılaştıkça, modernleştikçe <strong>ve</strong> de laikleştikçe Müslümanlaşmıştır. Türkiye bu kadar<br />

laik <strong>ve</strong> batılı olmasaydı bu kadar Müslüman olmazdı. Osmanlı güya bir İslam imparatorluğu<br />

idi, nüfusunun büyük bölümü Müslüman değildi; Türkiye Cumhuriyeti ise laik, batıcı <strong>ve</strong> de<br />

batılıdır ama, Politik İslam’ın çok sevdiği ifadeyle, nüfusunun yüzde doksan dokuzunu<br />

Müslüman yapmayı başarmıştır. (Alevileri Müslüman saymakta Politik İslam’ın Kemalizm’e<br />

bir itirazı yoktur.)<br />

Osmanlı’ya egemen olanlar, Müslüman devşirmelerdi, onlara Türk diyen batılılardı; onlar<br />

kendilerini Türk olarak görmüyor <strong>ve</strong> Türk’ü kaba, cahil anlamında bir hakaret sıfatı olarak<br />

kullanıyorlardı. Bu sınıfın sonradan uydurması olan “Türklerin devlet geleneği” denen şey<br />

aslında, Bizans-Osmanlı’dan beri gelen <strong>ve</strong> kökleri Sümer’e dayanan bu sınıfın geleneği <strong>ve</strong><br />

ideolojisidir. Tarihte bir tek Türk devleti vardır: Türkiye Cumhuriyeti. Ve onu da Türkler<br />

değil işte bu Türklerin devlet geleneğinden söz eden, Bizans-Osmanlı artığı sınıf kurmuştur.<br />

Daha doğrusu zaten var olan devleti Türk devleti yapmıştır.<br />

Bu Müslüman devşirmeler kastı ya da sınıfı; varlığını <strong>ve</strong> egemenliğini borçlu olduğu devleti<br />

sürdürebilmek için her şeyi yapmaya <strong>ve</strong> her şey olmaya hazırdı. Birinci Büyük Millet<br />

Meclisinde bunu açıkça da ifade ediyorlardı: “Şeytan da oluruz Bolşevik de” diye.<br />

Milliyetçiliğin Osmanlı’ya geldiği dönemde, artık milliyetçilik eski demokratik <strong>ve</strong><br />

cumhuriyetçi niteliğini yitirdiğinden, Balkan <strong>ve</strong> Anadolu’da bir burjuvazi de Hıristiyanlar<br />

arasında geliştiğinden, Burjuvazinin milliyetçiliği, bir etniye <strong>ve</strong> dine dayanan, çoğu kez de<br />

etni <strong>ve</strong> din çakıştığı için ikisine birden dayanan bir milliyetçilikti. Burjuvazinin bu<br />

milliyetçiliği, Bizans-Osmanlı devletçiliğini <strong>ve</strong> varlığı buna bağlı Müslüman Devlet<br />

Sınıflarını tehdit ediyordu. Bu nedenle onlar, egemenliğini sürdürmek için Osmanlı<br />

Ulusçuluğu para etmeyince bir süre Pan İslamizm ile oyalandıktan sonra, Türk ulusçuluğunda<br />

karar kıldılar <strong>ve</strong> Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratıldı.<br />

Ne bu ulusu <strong>ve</strong> ulusçuluğu yaratan kastın; ne de kendisinden bu ulus yaratılan nüfusun soy<br />

olarak Türklükle bir ilgisi bulunmuyordu. Balkan <strong>ve</strong> Kafkas göçmenlerinden; Anadolu’nun<br />

büyük ölçüde Müslümanlaşmış ahalisinden, biraz da Türkmen <strong>ve</strong> Oğuz soyundan göçebe <strong>ve</strong><br />

köylülerden yaratıldı bu ulus. Öyle ki, soy <strong>ve</strong> dilce herkesten daha Türk olan Karamanlılar,<br />

sırf Ortodoks oldukları için zorla Yunanistan’a sürüldüler; Adaların bir kelime Türkçe<br />

bilmeyen muhtemelen Rum asıllı Müslümanları da onlara karşılık alındılar.<br />

Müslüman Hıristiyan çelişkisi gibi görünen aslında, Kapitalizm öncesini temsil eden Osmanlı<br />

Devlet sınıfları ile Hıristiyanlar arasında gelişmiş modern burjuvazinin çatışmasıydı.<br />

Osmanlıcılık da, Pan İslamizm de, Türk milliyetçiliği de gerici Bizans-Osmanlı devletçiliğini<br />

temsil ediyordu. Başta <strong>Ermeni</strong>ler olmak üzere, Hıristiyan ahalinin katliam, sürgün <strong>ve</strong><br />

58


mübadeleleri, kapitalizmin tasfiyesi, prekapitalizmin güçlenmesidir. Bu tıpkı, “devlet benim”<br />

deyişinin çıktığı Fransız devletçiliğinin, Sen Bartelmi katliamlarında Protestanlığı, yani<br />

burjuva gelişimi katletmesi gibidir. Bu katliam Fransa’nın modern burjuva gelişime girişini<br />

100 yıl geciktirmiş <strong>ve</strong> sonunda Fransız Devrimi bu gecikmenin acısını çıkarmıştır.<br />

Hıristiyan burjuvazinin devlet sınıflarınca tasfiyesi, devletçiliğin yanı sıra prekapitalist toprak<br />

ağa <strong>ve</strong> şeyhliğinin; tefeci bezirganlığın güçlenmesi sonucunu <strong>ve</strong>rmiştir. Bu tefeci<br />

bezirganlığın <strong>ve</strong> ağalığın ideolojisi ise Müslümanlıktı. Güçlendirdiği tefeci bezirganlığı<br />

kontrol altına alabilmek için, devlet sınıfları kendi İslam yorumunu devlet dini yaptı <strong>ve</strong> bu<br />

resmi Müslümanlığa da laiklik adını <strong>ve</strong>rdi. Bu devletçilik Hıristiyan katliamlarıyla, laikliğin<br />

temeli olan nüfusu <strong>ve</strong> toplumsal ilişkileri bizzat kendi yok etmişti.<br />

Ne var ki, 1970’lere kadar, İslam genel olarak tefeci bezirganlığın ideolojisiyken, 1970’lerden<br />

sonra yeni çıkan <strong>ve</strong> çoğu bu tefeci bezirganların çocukları olan, Anadolu Burjuvazisinin<br />

bayrağı oldu. Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, sadece devletçiliğin keyfiliğinden<br />

bıkmış işçileri değil, büyük şehirlerin Seküler burjuvazisinin bile desteğini aldı. Bu destekle<br />

birlikte de eskiden Müslüman yazarların konusu olan Sabetaycı Komplo teorileri<br />

Kemalistlerin başlıca ilgi konularından oldu.<br />

Ama dikkat edilsin, Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, devlet sınıflarına karşı gerçekten<br />

onları tecrit edecek, politik iktidarın seçilmiş temsilcilerin elinde bulunacağı tedbirler<br />

almıyor; böyle girişimlerde bulunmuyor.<br />

Devletin her türlü din eğitiminden elini çekmesi, İmam Hatiplerin kapanması; Diyanet<br />

İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının <strong>ve</strong>rgilerden ödenmesine son <strong>ve</strong>rilmesi <strong>ve</strong><br />

bunların Müslümanların bağışlarıyla geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü <strong>ve</strong><br />

eşitliğini garanti altına alması gibi gerçekten laik girişim <strong>ve</strong> talepleri ağızlarına bile<br />

almıyorlar. Halbuki böyle talep <strong>ve</strong> girişimler bir anda, Türkiye’deki bütün Alevilerin,<br />

dinsizlerin, şehir orta sınıflarının desteğini alır <strong>ve</strong> Kemalist bürokrasinin bütün demagojisini<br />

açığa çıkarıp onu tecrit eder.<br />

Böyle gerçek bir laiklik, ki demokratikleşmenin şartlı olan devletçiliğin tecridini de getirir,<br />

Kemalizm’in laiklik denen resmi İslam’ını yok edeceğinden, Politik İslam’ın mazlumu<br />

oynama şansı kalmaz. Bu da geniş ezilen yığınların hızla burjuvazisin etkisinden sıyrılışını<br />

getirir. Bu nedenle AKP Kemalist devletçiliği tümüyle tasfiye edecek hiçbir adım atmıyor.<br />

Çünkü, ancak bir Kemalist İslam olan Laiklik var olursa Burjuvazinin Politik İslam’ı var<br />

olmaya devam edebilir <strong>ve</strong> bu ideolojik kayıkçı dövüşünü sürdürebilir.<br />

28 Mayıs 2004 Cuma<br />

59


Köln’de Yapılan Açık Oturumdaki Konuşma<br />

5 Mart 2005 günü „90. yıl <strong>Ermeni</strong> Soykırımı <strong>ve</strong> Toplumsal Sorumluluk“ adı altında Köln<br />

Dom Forum’da Almanya <strong>Ermeni</strong>leri Merkez Konseyi <strong>ve</strong> Almanya <strong>Ermeni</strong> Kilisesi içinde yer<br />

alan “24 Nisan Grubu” tarafından organize edilen <strong>ve</strong> yazar Doğan Akhanlı’nın sunduğu<br />

panele Demir Küçükaydın, Recep Maraşlı <strong>ve</strong> Ragıp Zarakolu katıldı.<br />

(Demir Küçükaydın’ın Konuşmasının Çözümü)<br />

Bu panel soykırım kurbanlarına saygısızlık paneli değildir <strong>ve</strong> çerçe<strong>ve</strong>si bellidir. Başka bir<br />

ifadeyle panelin konusu soykırım oldu mu, olmadı mı değildir. Panelin konusu soykırım <strong>ve</strong><br />

izdüşümleridir, yani anlaşılmaz olanı anlamaya çaba göstereceğimiz bir platformdur.<br />

Arkadaşlar, yüzyılın başında olan bu <strong>ve</strong> benzeri felaketler üzerine bütün tartışmaları <strong>ve</strong><br />

konuşmaları incelediğimizde şöyle bir eksiklik görürüz: Bu olayın olup olmadığı, nasıl<br />

tanımlanacağı üzerine zengin bir literatür vardır, ama bu olay neden olmuştur? Bunun<br />

sosyalist açıklaması hemen hemen hiç yoktur.<br />

Bu yokluk bir sürü gizli varsayımı bir arada bulundurur. Ben biraz tartışmayı başka bir<br />

noktaya çekme denemesinde bulunacağım. Çünkü bu olayın eksik görünen yanı bu kanımca.<br />

Arkadaşlarım, bu soykırım ilk değil, son da değil. Ama biz ulusçuluğun ortaya çıkışıyla<br />

birlikte olan bu soykırımı ele alalım. Çünkü ondan önce de St. Barthélemy katliamında<br />

Farnsa’da Kıta Avrupası’nda protestanlar katledildi, soykırım yapıldı. Ama biz modern<br />

tarihle, ulusçulukla ortaya çıkanlara baktığımızda gerçekten de yüzyılın başındaki <strong>Ermeni</strong><br />

Soykırımı tek soykırım değil. Örneğin Almanya’daki Yahudilerin, İkinci Dünya Savaşında<br />

faşizm, Nazi döneminde başına gelenleri biliyoruz. Daha birkaç yıl önce Afrika’da olanları<br />

biliyoruz. Çok yakın zamanda Balkanlar’da eski Yugoslavya’da olanları biliyoruz. Ve çok<br />

daha az bilinen birşeyi de ben hatırlatayım: Mesela savaş sonrasında bugünkü Almanya’nın<br />

hudutlarının dışında bulunan Almanların oralardan sürülmeleri sırasında ölenlerin -bir iki<br />

milyon kadar Alman ölmüş bildiğim kadarıyla- bugün kimse adını anmıyor. Yani en az<br />

<strong>Ermeni</strong>ler kadar da Alman öldürülmüş durumda, açlıktan <strong>ve</strong> sefaletten. . . Hem de en<br />

mükemmel olanakların olduğu koşullarda. . .<br />

Bu bize şunu göstermektedir; ne Almanlar, ne müttefikler ne hiç kimse bu konuyu anmıyor.<br />

<strong>Ermeni</strong> sorununun, <strong>Ermeni</strong> soykırımının da anılmaması bu nedenle. Tarih tarihle ilgili<br />

60


değildir arkadaşlar. Tarih doğrudan doğruya bugünle var <strong>ve</strong> bugünün var olan toplumsal<br />

güçleriyle ilgilidir. Argümanlarla kimsenin dünyada ikna edildiği görülmemiştir. Şu an dünya<br />

dengeleri eğer uygun olsa, muhtemelen gündemin baş sırasına savaş sonrasındaki Almanların<br />

sürülmesi esnasındaki ölümler de gelebilir. Bugün Almanya’nın İsrail’den özür dilemesi,<br />

boyun eğmesi, günah çıkarması aslında Almanya’nın bunları tanımalarıyla ilgili değil,<br />

bütünüyle Almanya’nın politik çıkarlarıyla, Orta Doğu’da İsrail’in prosedürünün dünya<br />

dengeleriyle ilgilidir. Bu bize şunu gösterir. Tersinden gitmek gerekir diyoruz. Şimdiye kadar<br />

hep şöyle gidiliyor: Biz argümanlar getirelim, onlar tanısın. . . Bizler o güçlere karşı ciddi<br />

mücadele edebildigimizde onun yan ürünleri olarak zaten bu olayın nedenleri <strong>ve</strong> kendisi<br />

insanların bilincine çıkacaktır. Türkiye ya da dünya, emin olun <strong>Ermeni</strong>stan’da iyi petrol<br />

olsaydı, muhtemelen bu iş çoktan dünyanın gündemine girmişti. Ya da <strong>Ermeni</strong>stan büyükçe<br />

bir ülke olsaydı <strong>ve</strong> Türkiye oradaki pazara girebilseydi, Türk burjuvazisi “<strong>Ermeni</strong>stan’la<br />

ticaret yaparız. Ne olacak gideriz, diz çökeriz, boyun eğeriz” derlerdi. Bu nedenle olaya şu<br />

açıdan yaklaşalım diyorum ben; <strong>Ermeni</strong> katliamını mahkum etmek, suçlamak, özür dilemek<br />

ne bu olayı anlamamızı sağlar, ne de onun benzerlerinin bu dünyada yinelenmesini. . . Şu ana<br />

kadar bütün diskusyon, diskurs bunun özür dilenmesi, kabul edilmesi, edilmemesi bağlamında<br />

yürüyor. Bunda bir yanlışlık var. Soykırımın olduğunu tartışmak bile istemiyorum. Çünkü<br />

argümanlarla öyle bir olay olup olmadığını Türkiye Devleti’ne kabul ettiremezsiniz. Ancak,<br />

Türkiye’de güçlü bir demokatik muhalefet oluşur, o zaman devlet hepsini kabul eder.<br />

Argümanların bu zamana kadar insanları bir şeylere ikna ettiği görülmemiştir. Nesnel,<br />

çıkarlara dayanan güçlü bir sosyal hareket bir şeyleri başarabilir. Almanya’nın ya da<br />

Türkiye’nin <strong>ve</strong>ya herhangi birisinin katliamı kabul etmesini mi istiyorsunuz, o bağlamda inkar<br />

eden güce karşı başka bir sosyal gücü harekete geçirmeniz gerekir, onu örgütlemeniz gerekir,<br />

ona bu programı dayatmanız gerekir. Eksik olan bu.<br />

Doğan:<br />

Burada merak ettiğim bir nokta var. Geçmişteki soykırım <strong>ve</strong> katliamlara ilgisiz kalmak<br />

sadece devlet politikasında yatmakta değil. Temel olarak bakıldığında solda da aynı<br />

sorun var <strong>ve</strong> Çin’den Arnavutluk’a kadar yeryüzünün bütün ihtilal yapmış ülkerlerde,<br />

tarihi çok iyi bilenler, teşkilatlar, organizasyonlar, hem Türkiye tarihi konusunda<br />

analizden yoksunlar -ya da yazılar pek yok- hem de soykırım konusunda politik bir<br />

tutum da yok. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Demir Küçükaydın<br />

Politik tutum olmaması her zaman bir politik tutumdur. Politik tutum yok diye bir şey olmaz.<br />

Var. Sorun şöyle: Bu soruna gelindiğinde Sol kendisiyle hesaplaşmak zorundadır. Bu<br />

katliamın temelinde ulusçuluk denen olay vardır, ama ulusçuluğun gerici bir biçimi vardır.<br />

Ulusçuluk denen 1848’den sonra dünyaya yayılan dile, dine, etniye göre tanımlanmış gerici<br />

ulusçuluk dediğimiz biçim bu siyasi, bu modern toplumun varoluş biçimi olmasaydı, <strong>Ermeni</strong><br />

katliamı olmazdı. Tutsilerin, Hutuların katliamı olmazdı, Yugoslavya’daki olmazdı <strong>ve</strong> yakın<br />

zamanda Orta Doğu’da göreceklerimiz de olmayacaktır. Sol bütün dünyada gerici,<br />

milliyetçidir. Buna özlem olarak karşı durmasına rağmen, sosyalizm maalesef doğarken<br />

aydınlanmanın kalıntıları nedeniyle milliyetçiliğin ne olduğunu anlamamış, işin kötüsü Ekim<br />

61


Devrimi’nden sonra en gerici milliyetçi hale gelmiştir. Düşünün arkadaşlar, dünyanın her<br />

tarafında dine, dile, etniye dayanan uluslar, sosyalistler tarafından kurulmuştur. Özbekistan,<br />

Bulgaristan, Kırgızistan vs. bunları kuranlar burjuvalar değil sosyalistler. . . Bir ulusu<br />

Burgarlıkla, Özbeklikle bilemem neyle tanımlamaya başladığınız andan itibaren, ondan<br />

olmayanlar, sizin gözünüzle katlanılması gereken, tolerans edilmesi gereken sivilceler olarak<br />

görülmeye başlanacaktır. Soruna böyle yaklaşmanız lazım. Eğer bugün özeleştiri yapması<br />

gereken varsa, biz sosyalistleriz derim. Biz daha doğarken ulusçuluk karşısında yeterince bir<br />

bağışıklık oluşturabilseydik, insanlık bugün olduğu yerde olmazdı. İnsanlarda modern<br />

toplumun bu var oluş biçimine karşı çok güçlü bir direniş, bir bilinç, bir karşı hareket olurdu.<br />

Biz bunu yaratamadık. Bu nedenle eğer bir suçlu aranıyorsa, biziz bunun suçlusu.<br />

62


“<strong>Ermeni</strong> Tehciri” <strong>ve</strong> Günümüzde Politika<br />

Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar politik bir iştir. Tarih üzerine en soyut <strong>ve</strong> bu gün ile<br />

ilgisizmiş gibi görünen tartışmalar bile aslında bu günkü toplumsal güçlerin çıkar, hedef <strong>ve</strong><br />

politikaları bağlamında yapılırlar. Tarihi değil ama günümüzün çatışan politik güçlerini,<br />

onların hedef <strong>ve</strong> çıkarlarını anlamak istiyorsanız tarih üzerine yapılan tartışmalara bakınız.<br />

Bundan doksan yıl önce gerçekleşen <strong>Ermeni</strong> Tehciri-Katliamı-Soykırımı söz konusu<br />

olduğunda da tartışılan <strong>Ermeni</strong> katliamı değildir aslında. Bu gün var olan güçlerin çıkarları<br />

çatışmaktadır. Bir yanda varlığını <strong>ve</strong> egemenliğini, bizzat bu katliamla doğmuş olan Türklüğe<br />

dayandıran Sümer, Bizans, Osmanlı devletçiliğinin yaşayan son halkası, Türkiye politikasının<br />

gerçek egemeni “Sünuf-u Devlet” <strong>ve</strong> onun gücü sarsılırsa kendisinin de ekonomiye<br />

egemenliğinin sarsılacağını gören Müslüman <strong>ve</strong> Türk burjuvazi; diğer yanda, bu Türklüğe<br />

göre tanımlanmış devleti daha esnek hale getirip çağın gereklerine ayarlamaya çalışan<br />

liberaller. Bu çatışmada devrimci demokrasinin <strong>ve</strong> sosyalizmin izi bile yoktur. Kendine<br />

sosyalist diyen milliyetçi <strong>ve</strong> liberaller ise bu iki gücün çatışmasında tarafların yedekleri<br />

durumundadırlar.<br />

Bu bizzat yapılan tartışmaların mantığında da görülür. Örneğin <strong>Ermeni</strong> Katliamı üzerine<br />

bütün tartışmalar şu düzeyde yürütülmektedir: olan katliam mı, soykırım mı, öz savunma mı,<br />

kaza mı? Devlet sınıfları <strong>ve</strong> onların gücü <strong>ve</strong> egemenliğini savunanlar bunun bir öz savunma<br />

<strong>ve</strong>ya kaza; liberaller de katliam <strong>ve</strong>ya jenosit olduğunu savunmaktadırlar. Ya da tartışma<br />

soykırım kavramının ne olduğu <strong>ve</strong> sınırları gibi hukuki tanımlara alanına yayılmaktadır.<br />

Yapılan tartışma aslında şöyle bir benzetmeyle daha iyi anlaşılabilir. Ortada bir ceset <strong>ve</strong><br />

cinayet vardır. Bir taraf bunun taammüden işlenmiş bir cinayet olduğunu söylemektedir;<br />

diğeri ise ölümde bir kasıt olmadığını (“göç ettirilirlerken savaş koşulları nedeniyle öldüler”)<br />

<strong>ve</strong>ya bir nefsi müdafaa (“Ruslarla iş birliği yaptılar” <strong>ve</strong>/<strong>ve</strong>ya “onlar da bize saldırıyorlardı”)<br />

olduğunu söylemektedir.<br />

Peki bu tartışma özünde nedir? Bu tartışma hukuki bir tartışmadır, sosyolojik bir tartışma<br />

değildir. Hukuki tartışmalar ise var olanı olumlayan dünyanın en gerici tartışmalarıdır.<br />

İyi bir avukat, hayatın karmaşıklığının yarattığı nice ayrıntıyı kullanarak, en planlanarak<br />

işlenmiş cinayeti bile bir meşru savunma gibi gösterebilir. Kaldı ki son duruşmada,<br />

jüridekilerin kültürel kotlarının, ideolojilerinin <strong>ve</strong>ya çıkarlarının taraflardan hangisinin<br />

iddiasını doğru kabul edeceğini belirlediği de bir sır değildir.<br />

İşte Türk devletinin tam da sorunu çekmek istediği <strong>ve</strong> çektiği alan budur. Bu tartışmaya<br />

girerek, liberaller daha baştan savaşı devlet sınıflarının istediği alanda kabullenmekte <strong>ve</strong><br />

onlarla zımni bir suç ortaklığına girmektedirler. Şu çok açıktır ki, Türk devletinin <strong>ve</strong> devlete<br />

63


egemen zümrenin uluslararası politika alanında başka güçlerle çelişkileri de bulunmaktadır. O<br />

güçler de baskı için, onun hareket alanını daraltmak <strong>ve</strong>ya tecrit etmek için parlamentoya gelen<br />

karar tasarılarıyla <strong>Ermeni</strong> katliamını uluslar arası bir hukuk sorunu olarak ortaya<br />

koymaktadırlar. Böylece devlet sınıfları kendi egemenliğine yönelmiş bir muhalefeti kolayca<br />

kendisine baskı uygulayan diğer devletlerin işbirlikçisi gibi gösterebilmekte <strong>ve</strong> etkisizleştirip<br />

tecrit etmekte, marjinalleştirmekdir.<br />

Ama daha da kötüsü şudur: liberaller dengeler değişip başarı kazansalar bile bu katliamın<br />

nedenini açıklamış <strong>ve</strong> o nedeni ortadan kaldırmış olmaz.<br />

Çünkü hiçbir hukuki tartışma cinayetlerin nedeni nedir sorusunu sormaz. Hukuk nedenlerle<br />

ilgilendiğinde bile, tek bir olayın hukuki nedenleriyle ilgilenir, sosyolojik nedenleriyle<br />

ilgilenmez. Ama ortadaki olay, sosyolojik bakımdan açıklanmayı bekleyen son derece önemli<br />

<strong>ve</strong> ciddi bir olaydır. <strong>Sorunu</strong> hukuki düzeyde tartışmanın kendisi, onun önemini <strong>ve</strong> ciddiyetini<br />

gizleyen bir utanmazlıktır.<br />

Bir olayın nedenleri açıklanmadan <strong>ve</strong> o nedenler ortadan kaldırılmadan sorun çözülmüş<br />

olmaz. Bu konudaki bütün tartışmalara bakın, olayın sosyolojik olarak açıklanması üzerine bir<br />

tartışma bir literatür neredeyse bulamazsınız. Bütün tartışma suç var mıdır <strong>ve</strong> suçlu kimdir<br />

varsa cezası ne olmalıdır bağlamında yürütülmektedir. Ama bu tartışmanın kendisi gericidir<br />

<strong>ve</strong> nedenler üzerine bir tartışmayı gündemden çıkarmaktadır. Nedenler üzerine bir tartışmayı<br />

gündeme koymaya kalktığınız an, o ana kadar birbirine karşı mücadele eden taraflar, o<br />

tarafların dayandığı varsayımları sorguladığınız için birlikte karşınızda yer alacaklardır.<br />

Devrimci Demokrasi <strong>ve</strong> işçi sınıfı (Sosyalizm) olayı şöyle koymalıdır. Biz 1915’te Osmanlı<br />

Devleti toprakları üzerinede yaşayan <strong>Ermeni</strong>lerin toplu halde yok edildiği gerçeğini tartışmayı<br />

reddediyoruz. Buna hukuken jenosit mi, katliam mı, tehcir mi, göç ettirme mi deneceğinin bir<br />

önemi bulunmamaktadır. Bunlar sosyolojik değil hukuksal kavramlardır. Olayı açıklamazlar,<br />

bizzat kendileri açıklanması gereken fenomenlerdir.<br />

Bizi ilgilendiren esas sorun şudur: niçin bir dine ya da etniye ait insanlar yok edilmektedir.<br />

Çünkü bu sadece burada yaşanmadı. Tersinden kısmen Balkanlar’da yaşandı. 1920’lerdeki<br />

Türk Yunan Mübadelesi aynı olgunun “kansız” biçimidir. Yahudilerin Nazilerce yok<br />

edilmesi; Yugoslavya <strong>ve</strong>ya Afrika’da olanlar; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanlara<br />

yapılan tehcir <strong>ve</strong> milyonları bulan ölüler. Bütün bunlar ortada nedenlerinin açıklanmasını<br />

bekleyen çok ciddi bir fenomen olduğunu <strong>ve</strong> bu nedenler ortadan kalkmadığı sürece<br />

yenilerinin olacağını göstermektedir.<br />

Bu nedenlere girince şunu görürüz: ulusun bir dine, dile, etniye göre tanımlanması; yani<br />

1800’lerde Amerikan <strong>ve</strong> Fransız devrimlerinin demokratik <strong>ve</strong> insan haklarıyla tanımlanmış<br />

ulusçuluğunun yerini gerici ulusçuluk aldığı andan itibaren bu tür katliamlar ortaya çıkar.<br />

Fransız devrimi Yahudileri gettodan çıkardığı <strong>ve</strong> eşit haklı yurttaşlar yaptığı gibi; Alsas<br />

Loren’in Almanlarını da eşit haklı yurttaşlar yapıyor, feodal bağımlılıklardan kurtarıyor özgür<br />

kılıyordu. Bu nedenle Yahudiler de, Alsas-Loren’in Almanları da devrimi savunan orduların<br />

safında savaşıyorlardı. Bu sonra hiçbir burjuvazide görülmedi. Ama daha kötüsü, işçi hareketi<br />

de zamanla bu programı; bu dile, dine, etniye dayanmayan; yurttaşlık <strong>ve</strong> insan haklarının<br />

64


özdeş olduğu bu ulusçuluğu unuttu <strong>ve</strong> gerici ulusçuluğun birer savunucusu <strong>ve</strong> bu ilkeye göre<br />

kurulmuş ulusların kurucusuna dönüştü.<br />

Bir ulusu, bir din, dil, etni, tarih ile tanımlamaya başladığınız andan itibaren, bütün o tanımın<br />

dışındakiler en iyisinden katlanılması gereken birer arıza olurlar eğer güç dengeleri el <strong>ve</strong>rip de<br />

yok edilemiyorlarsa. Ya da şimdi olduğu gibi, kültürel zenginlik <strong>ve</strong>ya esnekliğe yol açtığı için<br />

korunması <strong>ve</strong>ya tolerans gösterilmesi gereken bir süs gibi görülürler, ilk zorlukta satılacak.<br />

İşte hukuki tartışma bu esas nedeni gündemden düşürmektedir. Çünkü her iki taraf da aynı<br />

gerici ulusçuluğa dayanmakta <strong>ve</strong> onun dışında başka bir var oluşu reddetmektedir.<br />

Biz ise bu reddin kendisini reddediyoruz.<br />

Şöyle formüyle edersek daha iyi anlaşılabilir.<br />

Sorun Türk devletinin özür dilemesi değildir. Türk devletninin Türk devleti olmaktan<br />

çıkarılmasıdır. <strong>Sorunu</strong> böyle koyduğunuzda, Türk devletini <strong>ve</strong> onunla çıkar çatışması içindeki<br />

diğer devletlerin dayandığı ilkeyi sorgular; ezilen sınıf, ulus, din, dil, etni <strong>ve</strong> cinsleri yanınıza<br />

alırsınız. Yani sorun aynı zamanda bir strateji <strong>ve</strong> program sorunudur.<br />

Ve eğer bu korkunç cinayet için bir suçlu aranıyorsa, bunun gerçek suçlusu, bu ulusçuluk<br />

belasını bir türlü açıklayamayan; ona karşı daha baştan doğru dürüst bir program<br />

geliştiremeyen; sonunda bizzat kendileri gerici ulusçulara <strong>ve</strong> ulus kurucularına dönüşen biz<br />

sosyalistleriz. Sosyalizm <strong>ve</strong> işçi hareketinin daha doğarken, genel olarak uluslara <strong>ve</strong><br />

ulusçuluğa; özel olarak da dile, dine, etniye, soya dayanan gerici ulusçuluğa <strong>ve</strong> uluslara karşı<br />

bir bir programı olsaydı, bu katliamların hiç biri yaşanmaz; bu gün insanlık çok başka bir<br />

yerde bulunabilirdi.<br />

Bu satırlar geç de olsa bunun için bir başlangıçtır.<br />

demiraltona@hotmail.com<br />

http://www.comlink.de/demir/<br />

08 Mart 2005 Salı<br />

65


Talat Paşa Jakoben miydi?<br />

Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir?<br />

Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği <strong>ve</strong> milliyetçiliği savunan Doğu<br />

Perinçek <strong>ve</strong> partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi <strong>ve</strong> kavramları alt üst ederek bu<br />

günkü gerici <strong>ve</strong> ırkçı politikalara sol bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar <strong>ve</strong><br />

kavramlar, o an izlenen gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri<br />

boşaltılacak <strong>ve</strong> istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır.<br />

Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de<br />

cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim <strong>ve</strong> Ütopya” dergisinde “Silahlı Peygamber<br />

Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel yazısında bay Doğu Perinçek:<br />

“Hz. Muhammed de, bütün devlet <strong>ve</strong> medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce<br />

kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç<br />

varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile<br />

toplumundan devlet <strong>ve</strong> medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte<br />

İslam Peygamberi'nin büyük başarısı da buradadır.<br />

Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in<br />

İngiliz demokrasisi, Washington <strong>ve</strong> Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız<br />

demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla<br />

kurulmadılar mı?”<br />

Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah <strong>ve</strong> savaş aracına baş vurdukları<br />

için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki, farklı sınıfların <strong>ve</strong> tarihsel dönemlerin<br />

ifadesi olan kişi <strong>ve</strong> hareketler, sadece silaha baş vurmalarından hareketle aynı sepete<br />

atılmaktadır.<br />

Bay Perinçek, İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah<br />

kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah<br />

kullanmasında değildir, aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak istediği düzen göz<br />

önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı su başlarını kesmiş<br />

<strong>ve</strong> adım adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık <strong>ve</strong> devlet dini yapmıştır. Tümü<br />

silahlı <strong>ve</strong> eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak kararlar aldıkları ilk günlerin yerini,<br />

Müslümanların silahsız olduğu, silahın sadece devlet <strong>ve</strong> onun asker <strong>ve</strong> zaptiyelerinde<br />

bulunduğu; Camilerin devletin başındakilerin kararlarının halka duyurulma <strong>ve</strong> bu karar <strong>ve</strong><br />

uygulamaları meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal<br />

eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik, soygun <strong>ve</strong> zulüm<br />

düzeni almıştır.<br />

66


Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldığı noktadadır.<br />

Eğer Muhammet ile bu gün arasında bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün Muhammet’i,<br />

tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile<br />

tanımlayan devletlere karşı, “vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” parolasıyla bu devletleri<br />

yıkmak için mücadele eden olabilir. O günün putları <strong>ve</strong> aşiretleri, <strong>ve</strong> soy kardeşliği ne ise <strong>ve</strong><br />

nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri <strong>ve</strong> onların putlarını parçaladı ise, bu günün Muhammet’i<br />

de bu günün dünyasının aşiretleri olun ulusları, bu günün dünyasının putları olan ulusal<br />

bayrakları; bu günün soydaşlığı olan ulusçuluğa <strong>ve</strong> ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün<br />

ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görendir.<br />

Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kurmak gerekirse, bu gün<br />

bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için<br />

silah kullanmak Muhammet’in yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı<br />

kabileye (Kureyş’e) <strong>ve</strong> şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin <strong>ve</strong> Kureyşliliğin<br />

yerine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın ifadesini<br />

bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman olmak, tüm insan<br />

kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kabeye girip putları<br />

yakmasının bu günkü karşılığı, bir Türkiyeli <strong>ve</strong>ya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk<br />

bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi savaş açmak,<br />

bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir.<br />

Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi gibi görmektedir. Doğu<br />

Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı, hala o Kureyş <strong>ve</strong> aşiretler dönemini savunan<br />

Ebu Cehil’lerdir.<br />

Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah <strong>ve</strong> şiddettir. Devrimi şiddet<br />

olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır.<br />

Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Harekatı”da Talat Paşa denen<br />

darbeci Bonapartı, Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için Jakobenlik kavramının<br />

içini boşaltır <strong>ve</strong> onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların<br />

gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vaz geçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama<br />

aynen sahip çıkar.<br />

Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni kuşaklarca Jakoben’in gerçek<br />

<strong>ve</strong> otantik anlamı unutulmuş bulunuyor.<br />

Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır. Jakobene bu anlamını<br />

<strong>ve</strong>renler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik <strong>ve</strong> yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip<br />

liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı <strong>ve</strong> öyle<br />

bilindi.<br />

Belli bir çağın ruhu <strong>ve</strong> sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup<br />

kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam<br />

değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi.<br />

Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten gelir <strong>ve</strong> bir zamanlar zanaat ehlini<br />

tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürümesilyle birlikte emeğiyle yaşamanın,<br />

67


zanaatın toplumdaki değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz <strong>ve</strong> aşağılayıcı<br />

anlamını almıştır.<br />

Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de, hatta dünyada.<br />

Devrici demokrasiyi, burjuva devrimleri ideallerinin ezilen <strong>ve</strong> yoksullar tarafından sonuna<br />

kadar savunulmasını ifade eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin<br />

yükseldiği atmosferde, Wajda’nın Dandon gibi filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel<br />

anlamından boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi.<br />

Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin ideallerini Plepçe, avamca<br />

gerçekleştirmeye denir.<br />

Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik <strong>ve</strong>ya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun<br />

tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben<br />

derneklerinde örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu<br />

görüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok<br />

etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların<br />

Jakobenizm.<br />

Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespiyer, idam cezasının<br />

kaldırılmasını ilk isteyendir.<br />

Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’ür.<br />

İkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında, Jakobenlerdir, yani<br />

Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, birinci Paris Komünü’nün o yarı esnaf işçileri az çok<br />

modern proletarya oldukları için, ikincisinde, Jakobenizm fiilen bir İşçi İktidarı olur, Marks’ın<br />

“Güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı.<br />

Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşevikler de yukarıdan<br />

darbeci değildiler,dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi <strong>ve</strong> köylülerin ayaklanmasının öne<br />

çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer gibi, karşı devrimin kuşatma <strong>ve</strong> saldırısına karşı<br />

Kızıl Orduyu kuran Troçki de İdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk<br />

günlerinde.<br />

Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin <strong>ve</strong> insan öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi<br />

yoktur. Bu Doğu Perincek gibi nasyonal sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi<br />

savunmak için buna baş vurmuşlar <strong>ve</strong> onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir.<br />

Yani Jakobenizm, burujuva devriminin <strong>ve</strong> aydınlanmasının, tüm insanların eşitliği; fikir <strong>ve</strong><br />

örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin,<br />

PKK bir Jakoben hareket karakteri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri<br />

Jakoben sayılabilirdi.<br />

Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı anlamını <strong>ve</strong>ren liberal<br />

aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene<br />

benzeyen bir şeyler aranırsa, son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu <strong>ve</strong><br />

çetelerin güçlü <strong>ve</strong> egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine<br />

benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi <strong>ve</strong> Ali<br />

68


Fuat Cebesoy’un batı Cephesi komutanlığından alınıp onan yerine İsmet İnönü’nün<br />

getirilmesidir. Bonapart’ın İmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır.<br />

Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte, kendisi de evrim<br />

geçirmiş <strong>ve</strong> Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür. Paris’in yarı esnaf “san kilot”ları<br />

Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespiyer <strong>ve</strong><br />

Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin <strong>ve</strong> Troçki’dir. O zamanlar hızlı geçinen<br />

Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir.<br />

Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üreticiler de bunlara<br />

dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar<br />

daha korumasız olduklarından, kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi<br />

gösterirler. Eğer bu radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların<br />

yaşadığı bir çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiyle<br />

ittifaka girebilir. Sandinist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda Jakoben devrimlerdir.<br />

Ama gericiliğin <strong>ve</strong> devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radikalleşme pek ala<br />

faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir.<br />

Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi<br />

sınıfının yeterince Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportunist günahlarının<br />

bir cezası olarak ortaya çıkar.<br />

*<br />

Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin kazanımlarına oturur <strong>ve</strong><br />

onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle başka ülkeleri istila eder.<br />

Bonapartizm’e adını <strong>ve</strong>ren Napolyon Bonapart böyledir. Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı<br />

Muvaiye’dir. İslamiyet’in Robespiyer’i Ali’dir. Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin<br />

Troçki’dir, Bonapartı Stalin’dir. Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da<br />

Jirondenler; İslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanav, Buharin’li dönem<br />

vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bunlardan sonra imparator olacak güce<br />

ulaşırlar.<br />

Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ideal <strong>ve</strong> amaçların terk<br />

etmesinde <strong>ve</strong> bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir.<br />

Bonapartizm, devrimi, bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde<br />

olur. Egemen sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız<br />

devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını İmparatorluk<br />

Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında, Askerlerinin mızraklarının<br />

ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi<br />

dokunulmaz tabu yaparak karşı devrimini yapmıştı.<br />

Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir Jakoben?<br />

Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü, Osmanlı’da burjuvazi<br />

çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali<br />

terk edilmiş, ulus bir etni, dil <strong>ve</strong>ya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan.,<br />

Rusya’nın aksine, bir modern <strong>ve</strong> büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında,<br />

69


u Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm çok sınırlı<br />

<strong>ve</strong> cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da.<br />

Jakobenizm’e en yakın eğilim, <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Rumlar <strong>ve</strong> Balkan halkları arasındaki işçi <strong>ve</strong><br />

sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de<br />

ezildikleri için, Rum <strong>ve</strong> <strong>Ermeni</strong> ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile<br />

sınırlıdır. Çünkü, sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici<br />

milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, <strong>Ermeni</strong>lik, Türklük, Rumluk,<br />

Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır.<br />

Fransız devrimi olduğunda Fransa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyordu. Fransız olmanın<br />

devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yoktu;. Fransız imparatorluğunun yayılmış<br />

oluğu topraklarda yaşayan yurttaşlar anlamına geliyordu.<br />

Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen Müslüman devlet kastının<br />

kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci <strong>ve</strong><br />

Sosyalist Hınçak partisi bile, hiçbir zaman, tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim<br />

yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz., etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı<br />

düşünmezdi, bir <strong>Ermeni</strong> partisi olmaktan öteye gidemedi.<br />

Bu anlamda, içinde Türk <strong>ve</strong> başka din <strong>ve</strong> milliyetlerden komutanlar yöneticiler bulunan <strong>ve</strong><br />

etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi<br />

temsil eder. Osmanlı’da en devrimci <strong>ve</strong> sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde,<br />

Kürtler, Türkler, Rumlar <strong>ve</strong> diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir jakoben<br />

sayılmazdı.<br />

Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya layık olarak Tevfik<br />

Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanm yeryüzü milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir etni,<br />

dil, din, soy aidiyetini, ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi<br />

ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur.<br />

Sadece bu idealleri sonuna kadar <strong>ve</strong> tutarlı savunmaz, bunlara ulaşmak <strong>ve</strong> bunları savunmak<br />

için, tıpkı jakobenler gibi her şeye de hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan<br />

İkinci Abdülhamit’e suikast yapan <strong>Ermeni</strong> devrimcinin bombasının biraz geç patalaması <strong>ve</strong><br />

bu nedenle müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı,<br />

1908 devrimini (Babıali Baskını denen) darbeyle gömen, <strong>Ermeni</strong>leri katleden Talat Paşa’nın<br />

öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı.<br />

Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini çoğu Genel Kurmayın<br />

peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları<br />

rahatsız etmez <strong>ve</strong> sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş<br />

bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile,<br />

Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i<br />

olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin <strong>Ermeni</strong> “Komünist”i olmaları gibi.<br />

1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat Terakki’nin babıali baskını, yani darbesidir.<br />

1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur.<br />

70


İşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik <strong>ve</strong> özgürlük idealleri yerine<br />

devleti yaşatma <strong>ve</strong> korumayı geçiren adamdır.<br />

Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok<br />

ettiği için Hitler’e ilham <strong>ve</strong>ren <strong>Ermeni</strong> katliamının örgütleyicisi olmuştur.<br />

Biz sosyalistler <strong>ve</strong> devrimci demokrasi, Talat’ın değil, <strong>ve</strong>ya Ulusu din yani İslam ile<br />

tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı Mehmet Akif’in değil;<br />

“Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir din, etni, dil ya da toprak<br />

parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden, tarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana koyan,<br />

kadın haklarını savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva<br />

devrimlerinin idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu belki de tek<br />

Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız.<br />

Bu <strong>ve</strong>sileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen <strong>Ermeni</strong> devrimcisinin başarısız kalan<br />

teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu Jakobeni analım:<br />

Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle:<br />

bir anlık gecikme<br />

bir patlama...bir duman...<strong>ve</strong> bütün bir şenlik alayı,<br />

sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın<br />

tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,<br />

yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...<br />

ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,<br />

kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?<br />

arkanda bin meraklı bakış <strong>ve</strong> sen yoksun,<br />

görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.<br />

sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki<br />

her yerde hak <strong>ve</strong> kurtuluş duygusunu tetikler.<br />

vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,<br />

en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.<br />

silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin<br />

bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.<br />

ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!<br />

attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!<br />

dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,<br />

ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç,<br />

kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş<br />

*<br />

71


ir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.<br />

ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,<br />

güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,<br />

birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,<br />

söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;<br />

yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,<br />

zulüm tarihine bir övünme önsözünü.<br />

kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;<br />

ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:<br />

bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)<br />

bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini<br />

Orijinal dilinde:<br />

bir lahza i teahhur<br />

bir darbe... bir duman... <strong>ve</strong> bütün bir gürûh-ı sûr,<br />

bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur<br />

tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,<br />

yüseldi gavr-ı cev<strong>ve</strong> bacak, kelle, kan, kemik...<br />

ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim,<br />

kimsin? nesin? bu sal<strong>ve</strong>te sâik, sebeb ne? kim?<br />

arkanda bin nigâh-ı tecessüs, <strong>ve</strong> sen nihân,<br />

bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.<br />

mâlik sensin o ser<strong>ve</strong>t-i ra'dîn-i gayza ki<br />

her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki.<br />

sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün,<br />

en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün.<br />

silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin<br />

bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.<br />

ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!<br />

atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!<br />

dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn,<br />

72


yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn,<br />

kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş<br />

bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.<br />

lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi,<br />

âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,<br />

birden yetişdi mah<strong>ve</strong> bu tedbîr-i hârikı,<br />

söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı;<br />

nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr<br />

târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr.<br />

kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam;<br />

lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm:<br />

bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî)<br />

bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!<br />

-5 temmuz 1322-<br />

-18 temmuz 1906-<br />

tevfik fikret<br />

Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı kayfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı<br />

devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için?<br />

Demokratı bırakalım sosyalist var mı?<br />

Yok.<br />

Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor.<br />

Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün.<br />

Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi <strong>ve</strong> Jakobeni bir yana.<br />

16 Mart 2006 Perşembe<br />

Demir Küçükaydın<br />

demiraltona@hotmail.com<br />

http://www.koxuz.org<br />

73


Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus <strong>ve</strong> Marksizm<br />

Murat Belge iyi yetişmiş bir entelektüeldir. Eh insan Kemalizmi doktrinleştirme iddialı <strong>ve</strong><br />

onu şu solun başına bela eden önemli kaynaklardan biri olan “Kadro”nun kadrosundan <strong>ve</strong><br />

Menderes’in “Çeşnici Başı” yemek uzmanı Burhan Belge’nin oğlu; yine “Kadro’nun<br />

Kadrosu”ndan Yakup Kadri’nin yeğeni ise, yani Türkiye’nin Asyalı, köylü <strong>ve</strong> bürokrat<br />

ortamında az çok modern burjuva birikimi olan bir dünyada gözlerini dünyaya açmış <strong>ve</strong><br />

büyümüşse; Avrupa’larda iyi bir eğitim görmüşse; <strong>ve</strong> de hele gençliğini 60’lı yollarda, o<br />

yirminci yüzyılın son entelektüel <strong>ve</strong> teorik “kuğu çığılığı”nda geçirmişse, iyi yetişmiş bir<br />

entelektüel olmamak için büyük bir yetenek gerekir.<br />

Murat Belge, şehir orta sınıflarının eğilimlerini yansıtan bir aydındır. Hatta bundan öte,<br />

onların, sosyalizme sempati duyanlarının, sosyalizan eğilimlilerinin teorisyenidir.<br />

Türkiye’de bu sol eğilimin somut ifadesi, Dev-Yol, ÖDP çizgisidir. Murat Belge <strong>ve</strong> Birikim<br />

dergisi de bu eğilimin “gizli teorisyeni”dir.<br />

“Gizli Teorisyen” dememizin nedeni şu: Diğer sol örgüt <strong>ve</strong>ya hareketlerin teorisyenleri ile o<br />

hareket <strong>ve</strong>ya örgüt arasında organik <strong>ve</strong> çoğu kez örgütsel bir ilişki vardır. Teorisyen genellikle<br />

o örgütün <strong>ve</strong>ya hareketin lider kadrosunda yer alan bir isimdir <strong>ve</strong>ya doğrudan lideridir. Murat<br />

Belge <strong>ve</strong> Birikim ile (Ömer Laçiner de kısmen onun gibidir) Dev-Yol arasında böyle bir ilişki<br />

yoktur.<br />

Dev-Yol’un önder kadrosunun esas özelliği, tipik “aparatçiki”, yani tipik örgütsel aparat<br />

adamı, olmalarıdır. Zaten bu nedenledir ki, Türkiye’in en demokratik örgütü geçinen Dev-<br />

Yol’on önder kadrosu, hiçbir zaman şu beğenmediği Stalinist örgütler kadar bile olsun,<br />

önderliğinin seçildiği <strong>ve</strong>ya hesap <strong>ve</strong>rdiği bir örgütsel yapı <strong>ve</strong> kongre bile yaşamamıştır. O<br />

Önder kadronun daha teoriye meraklıları aslında popularizasyoncudurlar.<br />

Biraz de<strong>ve</strong>kuşu gibi bir durum vardır. Ortada adı konmuş bir örgüt yoktur ama fiilen de bir<br />

örgüt vardır. Kongre yapmak, program <strong>ve</strong> ilkeler belirlemek, yöneticileri seçmek <strong>ve</strong>ya onların<br />

hesap <strong>ve</strong>rmesi gibi işler söz konusu olduğunda ortada örgüt yoktur. Ama henüz şekillenmemiş<br />

bir hareketin kendiliğindenliği <strong>ve</strong> kendiliğinden işleyen bir demokrasisi arandığında, ortada<br />

son derece güçlü, her şeyi belirleyen bir kadro-aparat vardır.<br />

Tabii bu durumun, Kuran’ı yorumlama hakkını ele geçirmiş İran’ın mollaları gibi, fiili olarak<br />

aparatın başındakilere, hiçbir örgütte bulunmayacak, muazzam bir güç bahşedeceği açıktır.<br />

Fiilen tüm kontrol ellerindedir ama aynı zamanda hiçbir sorumlulukları yoktur; hiçbir organ<br />

tarafından seçilmemişlerdir, onlara “Biat” edilmiştir; geri alınamazlar <strong>ve</strong> hesap <strong>ve</strong>rmezler.<br />

Biraz da bu nedenledir ki, bir zamanlar ÖDP ile ilgili yazdığımız bir yazıda, “Oğuzhan bu gün<br />

ne derse, yarın Dev-Yol, dolayısıyla da ÖDP onu der” diye yazmıştık.<br />

74


Elbette özellikle 70’lerdeki Dev-Yol bu modele daha yakındı. Sonra bölünmeler oldu vs..<br />

Elbet Dev-Yol içinde bu duruma itiraz edenler de oldu. Dev yol bir kitlesel hareket olduğu<br />

için onda diğer sınıfların eğilimleri de bir şekilde ifadesini bulmuştu. Ama bu çizgi esas<br />

olarak bu gün ÖDP içinde de devam ediyor.<br />

Dev-Yol (ÖDP) <strong>ve</strong> Murat Belge (Birikim) ilişkisi de diyalektik olarak o fiili Dev-Yol örgüt <strong>ve</strong><br />

liderlik işleyiş modeline tencere <strong>ve</strong> kapağı gibi uyar. Teorisyenin de “Hareket” ya da<br />

“örgütle” hiçbir organik ya da örgütsel bağı yoktur, dolayısıyla bir sorumluluğu. Belge’nin<br />

dedikleri, Belge’nin dedikleri olarak kalır; Birikim’deki görüşler Birikim’deki görüşler olarak<br />

kalır. Ama fiiliyatta onlar çok kısa bir süre sonra Dev-Yol <strong>ve</strong>ya ÖDP’lilerin görüşleri olurlar.<br />

Böylece tıpkı önder kadro gibi teorisyen de her türlü tartışma dışında kalır <strong>ve</strong> bir teorik<br />

tartışma <strong>ve</strong> gelişme olmaz.<br />

Dikkat edilirse Dev-Yol’un hiçbir zaman teorik bir yayın organı olmamıştır. En kıytırık sol<br />

örgüt bile, bir tane teorik, bir tane politik bir tane de (ekonomik) kitle yayın organı çıkarmaya<br />

çalışmıştır. Dev-Yol’da böyle bir teorik organ da olmamıştır. Bunun nedeni, Birikim’in<br />

aslında Dev-Yol’un teorik organı olmasıdır. Dev-Yol’un bütün kadrolarının ufkunu o belirler<br />

<strong>ve</strong> teorik gıdalarını ondan alırlar. Ya da tersi, Birikim <strong>ve</strong> Murat Belge, onlara ihtiyaçları olan<br />

yaklaşım, kavram <strong>ve</strong>ya formülasyonları sağlar. Burada bilinçli bir çabadan söz etmiyoruz.<br />

İşler kendiliğinden öyle yürür.<br />

Bu nedenle, istese de istemese de, Murat Belge (<strong>ve</strong> de Birikim) Dev-Yol’un (ÖDP’nin)<br />

teorisyenidir <strong>ve</strong> bir anlamda da şehir orta sınıflarının eğilimlerini dile getirir.<br />

Bu durumda; kötü kopyalarla, popülarizasyonlarla uğraşmaktansa, kaynağıyla ilgilenmek çok<br />

daha doğru olur. Belge’ye bu eleştiri aslında bir Dev-Yol (ÖDP) eleştirisi olarak da;<br />

Türkiye’deki Sol hareketi kakırdatan, Dev-Yol (ÖDP) <strong>ve</strong> Şehir Orta sınıflarına egemen, gerici<br />

Türk milliyetçiliğinin eleştirisi olarak da okunabilir<br />

*<br />

Bir süredir, Türkiye sosyalistlerinin iliklerine, kanlarına işlemiş gerici milliyetçiliklerini<br />

somut olarak göstermek babından özellikle “Biz” <strong>ve</strong> “Türk Toplumu” <strong>ve</strong>ya “Türkiye<br />

Toplumu” gibi kullanım <strong>ve</strong> kavramlara ilişkin bir yazı yazmayı düşünüyorduk. Ama olayların<br />

akışı içinde “aman şu konuyu da boş bırakmayalım” gibi kaygılarla, gelişmelerin peşinde<br />

koşmaktan, buna hiçbir zaman vakit bulamıyorduk.<br />

Derken, bugün, yine “aslolan hayattır” diye bir e-gruptan Murat Belge’nin bu günkü<br />

Radikal’de yayınlanan “Yaşamaya Doğru” yazısının tavsiyesi gelince, artık sırasıdır hiç<br />

olmazsa konuyu çıtlatalım diyerek işte bu satırları yazmaya başladık.<br />

Murat Belge’nin yazısına geçmeden önce şu “Biz” <strong>ve</strong> “Türkiye Toplumu” kavramlarını <strong>ve</strong><br />

kullanımlarını, bunların neyi nasıl gizlediği konusunu biraz açalım.<br />

Bir sosyalist’in “Biz”i, ezilenler, eğer bu sosyalist kendine Marksist falan da diyorsa, Dünya<br />

İşçi Sınıfı olur <strong>ve</strong>ya olmalıdır. Bir ulus, hatta bir ülkenin işçileri bile olamaz <strong>ve</strong> olmamalıdır.<br />

Yani o dünyaya dünya işçi sınıfının çıkarları açısından bakmalıdır; onun bir unsuru olarak<br />

*<br />

75


düşünmeli <strong>ve</strong> davranmalıdır. Biz’in bunun dışındaki her kullanımı en gericisinden<br />

milliyetçiliktir. Çünkü İşçi Sınıfından başka bir özne açısından düşünmek <strong>ve</strong> davranmak<br />

demektir bu. Bunun da Marksistlikle bir ilişkisi olmaz. Marks’ın da daha Komünist<br />

Manifesto’da çok açık olarak belirttiği gibi, Komünistler, İşçi sınıfı’nın tarihsel <strong>ve</strong> genel<br />

çıkarını savunurlar <strong>ve</strong>ya öyle olanlara Komünist denir.<br />

Bu nedenle, her hangi birisinin bir yazısı <strong>ve</strong>ya bir konuşmasını incelerken, gerçekte ne<br />

dediğini anlamak isterken, öncelikle onun, gizli öznesini; hangi özne açısından konuştuğunu<br />

<strong>ve</strong> muhataplarının kimler olduğunu analiz edip ortaya çıkarmak, sınıf mücadelesinin<br />

labirentlerinde kaybolup gitmek istemeyen için ilk yapılması gereken iştir.<br />

Başka bir özne açısından <strong>ve</strong> ezilenleri <strong>ve</strong> işçileri içsel olarak muhatap almayan en doğru gibi<br />

görünen sözler bile, yanlıştır.<br />

“Biz”in dünya işçi sınıfı dışında bir özne olması <strong>ve</strong>ya ezilenler <strong>ve</strong> işçiler dışında bir muhatap,<br />

fiiliyatta en gerici milliyetçilikle sonuçlanır dedik. Niçin?<br />

Çünkü, “Biz”i, her hangi bir ülkenin işçi sınıfı anlamında kullanmak; <strong>ve</strong>ya fiilen öyle bir özne<br />

açsından düşünüp davranmak, bu günkü dünya, kendini, dile, dine, kültüre, yere vs. göre<br />

tanımlamış ulusal devletlerden oluştuğundan, o devlet içindeki işçileri kastettiğinden, gerici<br />

bir ulusçuluğa göre tanımlanmış bir işçi bölüğü anlamında kullanılmış olacağından<br />

milliyetçidir.<br />

Ayrıca işçi sınıfı yerine (ki işçi sınıfı ancak dünya ölçüsünde, “Dünya tarihsel” bir sınıftır),<br />

onun bir zümresini kastettiğinden, yani zümre çıkarını sınıf çıkarının önüne aldığından,<br />

oportunisttir. Oportunizmin Marksist teorideki tanımı, “zümre çıkarını sınıf çıkarına üstün<br />

tutmak”tır.<br />

Bu sadece “Biz”i belli bir ulusun işçileri anlamında kullanmada bile böyledir.<br />

Ama şu ara Kürt sorunuyla yüzleşmekten kaçmak için çok hızlı “sınıfçı” kesilen Türk<br />

Solunun aslında sınıfla falan pek ilgisi olmadığından, onlar “Biz”i bu anlamda bile hiç<br />

kullanmazlar. “Biz” dediklerinde, kendi örgütlerini kastetmiyorlarsa, daima Türk ulusunu<br />

kastederler. Yani aslında bir Marksist, bir sosyalist olarak değil, bir Türk olarak, bir Türk’ün<br />

gözüyle dünyaya bakarlar. Onlar sözde en “Marksist”, en “demokrat” en “devrimci”sözleri<br />

bile ederken, bu “Biz” onların gerçek gözlerini, gerçek öznelerini, gerçek ideolojilerini ele<br />

<strong>ve</strong>rir.<br />

“Gözler yalan söylemez” diye bir söz vardır. “Biz”ler de yalan söylemez.<br />

*<br />

Örneğin, şu an elimin altında yok, ama örneğin Taner Akçam’ın Türk ulusçuluğu ya da<br />

<strong>Ermeni</strong> katliamı konusunda yazılarını okurken bu “Biz”in gerçek karşılığı çok açık görülür. O<br />

bütün sorunu bir Türk olarak tartışır.<br />

(Burada pedagojik olarak, Türk olmayan birinin, “biz”i Türklük, Türk vatandaşlığı,<br />

Türkiyelilik olmayan birinin, “Türk” gibi konuşması söz konusu değildir.<br />

76


Örneğin, biz bir tarihte “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak için Türk Girişimi” kurmuştuk.<br />

Burada özellikle Türk vurgusu yapmamızın nedeni, kendimizi Türk olarak görmememize<br />

rağmen; elimizde olmadan Türk olduğumuz, ezen ulustan olduğumuz için, bu durumu<br />

vurgulayan, buradan hareketle tavır koyan politik bir duruşu net olarak koyabilmekti amaç.<br />

Çünkü Türklerin hepsi onun kanını içmek istiyor <strong>ve</strong>ya daha demokrat <strong>ve</strong> solcuları “aman bu<br />

dertten de kurtulduk”, “istemem yan cebime koy” diyerekten için için seviniyorlardı. Buna<br />

karşı provakatif olarak Türk’lük yapmak başkadır. Bir Türk özne açısından dünyaya bakmak<br />

başkadır. Bu kısa parantezden sonra devam edelim.)<br />

Taner Akçam <strong>ve</strong>ya onlarca başka yazarınki böyle bir “Türk”lüğü ortadan kaldırmak için,<br />

onunla daha iyi mücadele edebilmek için “Türklük” yapmak değildir. Onlar kendiliğinden,<br />

kendilerini Türk olarak kabul ederek, Türklüğü nasıl daha iyi, daha demokratik yapacaklarını<br />

tartışırlar.<br />

Yani aralarından rastgele Taner Akçam’ı örnek olarak aldığımız onlarca, yüzlerce, sosyalist<br />

bilinen <strong>ve</strong>ya kendini öyle tanımlayan yazarın “Biz”i dünya işçi sınıfı değil, “Türklük”dür.<br />

İster Evrensel’i açın, ister en radikal yayınların makalelerini, inceleyin, onların gizli<br />

“biz”lerini, analiz edin, hepsinin altından aslında Türkiye, Türk ulusu çıkar. Sorunları o özne<br />

açısından tartıştıklarını <strong>ve</strong> muhataplarının o ulusun içindeki belli kesimler olduğunu<br />

görürsünüz. Çok nadirdir aksi durumlar.<br />

Bu durum en açık biçimde, <strong>Ermeni</strong> katliamı <strong>ve</strong> Jenositi tartışmalarında görülür.<br />

Türkler sorunu, ister sağcı, ister solcu olsun, özür dileyip dilememe bağlamında tartışırlar.<br />

Özür dilemek gerekir diyenler de Türk olarak tartışmaktadırlar. Onların “biz”leri, <strong>Ermeni</strong><br />

soykırımının en radikal mahkum edilişlerinde bile, hap Türklük olarak kalır. Çünkü “Özür”<br />

ancak Türklerin, kendini Türk olarak kabul edenlerin yapacağı bir eylem <strong>ve</strong>ya düşüncedir.<br />

Türklük ile sorunu Özür Dileme bağlamında tartışmak arasında kopmaz bir bağ vardır.<br />

Sosyalist, Marksist bir insan; sorunu Dünya İşçi Sınıfı’nın öznesi olarak tartışan bir insan ise,<br />

sorunu Özür dileyip dilememe değil, nedenlerini anlama <strong>ve</strong> mahkum edip etmeme<br />

bağlamında tartışır.<br />

*<br />

Bir sosyalist, E<strong>ve</strong>t, bir <strong>Ermeni</strong> Katliamı olmuştur, bir soykırım olmuştur, bunu Türk devleti<br />

yapmıştır (<strong>ve</strong>ya Türkler Kürtler <strong>ve</strong>ya Osmanlılar vs.) milliyetçilik <strong>ve</strong> milliyeti bir din, dil ile<br />

tanımlayan bir milliyetçilik bunun gerçek müsebbibidir, o halde ulusun dil, din, etni,<br />

(Türklük, Kürtlük, <strong>Ermeni</strong>lik) ile tanımlanmasını ortadan kaldıralım; genel olarak ulusları yok<br />

edelim der.<br />

Türk olarak tartışan ise, kendine ne kadar “kızıl komünist” derse desin, Özür dileyelim,<br />

Türklüğü bu suçlardan arındıralım, Türklüğü başka türlü tanımlayalım der. Onun sorunu<br />

ulusla değil, hatta ulusun bir dil, din, etni, kültür, soy ile tanımlanmasıyla değil; bu ulusun<br />

(Türk ulusunun) <strong>ve</strong> Türklüğün nasıl tanımlanacağı noktasındadır.<br />

Bu nedenle, <strong>Ermeni</strong>lerden Türk olarak özür dilemek, aslında bütün demokratik görünümüne<br />

rağmen, devrimci demokratik bile değildir. Dil, Din, Etni, Tarih, Soy vs. ile tanımlanmış<br />

biçimler; örneğin, Türklük, Kürtlük, <strong>Ermeni</strong>lik gibi biçimler dışında, başka bir ulus var<br />

77


oluşunu kabul etmediği; kendini bunlarla tanımlamayı reddeden bir ulusçuluğu bile<br />

savunmadığı, hatta onu reddettiği için, ancak Türklüğe dayanan bir ulusçuluğu savunanların<br />

yapabileceği bir iştir.<br />

Örneğin ulusun her hangi bir dil, din etni, tarih, soy ile tanımlanmasını reddeden bir<br />

demokratik ulusçu, (dikkat edin sosyalist bile değil, devrimci demokratik bir ulusçu), yani bir<br />

burjuva devrimcisi bile <strong>Ermeni</strong> katliamının suçlusunun ulusçuluk değil, demokratik ulusçuluk<br />

değil; ulusun bu gerici kriterlere göre tanımlanması olduğunu söyleyebilir.<br />

Diğer bir ifadeyle Türk olarak Özür dilemekten söz edenler, devrimci demokratik bir ulusçu<br />

bile değildirler, onlar ulusun Türklük, Kürtlük, <strong>Ermeni</strong>lik ile tanımlanmasını sorun<br />

etmemektedir; Onların sorunu Türklüğün nasıl tanımlanacağıdır.<br />

Yani örneğin Türklüğü Orta Asya’dan gelmekle, kanla, ırkla da tanımlayabilirsiniz ya da<br />

Anadolu’daki bütün medeniyetlerin mirasçısı olmakla da. Böyle Anadolu’daki tarih <strong>ve</strong><br />

kültürle tanımlanmış bir Türklük, Türk Ulusu, daha doğrusu Türk ulusçuluğu da mümkündür.<br />

<strong>Ermeni</strong>lerden Türkler olarak Özür dilemeyi savunanlar, aslında ulusun Türklükle<br />

tanımlanmasına karşı değildirler; Türklüğün neyle tanımlanacağını tartışmaktadırlar.<br />

Bu fark tıpkı klasik sömürgecilik ile modern yeni sömürgecilik arasındaki fark gibidir. Klasik<br />

sömürgecilik, biyolojik bir ırkçılığa dayanıyordu; yeni sömürgecilik ise kültürel bir ırkçılığa<br />

dayanır.<br />

Benzer şekilde, Klasik Türk Milliyetçiliği, kana, ırka, Orta Asya’ya dayanan bir<br />

milliyetçiliktir. Tıpkı klasik sömürgeciliğin <strong>ve</strong> ırkçılığın tıkanması gibi bu milliyetçilik<br />

sınırlarına ulaşmış bulunuyor. Bu durumda, tıpkı emperyalist ülkelerin, klasik<br />

sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe, dolayısıyla biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa<br />

geçmeleri gibi, aslında Türk ulusçuluğu da, kana dayanan bir ulusçuluktan kültürel bir<br />

ulusçuluğa geçmeye çalışıyor. <strong>Ermeni</strong> soykırımı konusundaki tartışmalarda, özür dilemeyi<br />

<strong>ve</strong>ya bu soykırımın tanınmasını <strong>ve</strong>ya mahkum edilmesini isteyen Türkler, burada bu geçişi<br />

savunanlardır.<br />

Bu günkü politik konjonktürde, tıpkı biyolojik ırkçılık karşısında kültürel ırkçılığın;<br />

sömürgecilik karşısında yen sömürgeciliğin ilericilik olarak görülmesi gibi; kültürel<br />

milliyetçilik daha demokratik <strong>ve</strong> ilerici görünmektedir. Ancak, özünde, ulusun bir dil, din,<br />

etni, soy, tarih ile tanımlanmasını reddetmediği için, aynı ölçüde gerici bir ulusçuluktur. Bu<br />

günkü dünyada, territoryal bir ulusçuluk bile, dünyanın yoksullarını bin bantustana tıkmak,<br />

bir apartheit rejimini savunmak, yani ırkçılık sonucu <strong>ve</strong>rirken, kültürel bir ulusçuluk aslında<br />

çok daha büyük bir gericilik anlamına gelir.<br />

O zaman şu olgunun nedeni de daha açık olarak ortaya çıkar: Türkiye’deki demokratik<br />

hareketin zayıflığı.<br />

Kendine demokratik diyenler <strong>ve</strong>ya bu gün öyle görünenler, savundukları ulusçuluk<br />

anlayışlarıyla aslında demokratik kategorisine bile girmezler. Bu günün Türkiye’sindeki<br />

tartışma, devrimci <strong>ve</strong> demokratik bir ulusçulukla gerici bir ulusçuluk arasında olmaktan<br />

ziyade; gerici ulusçuluğun hangi biçimlerinin çağa daha uygun olduğuna ilişkin bir<br />

tartışmadır. Ulusun Türklükle tanımlanmasına değil; Türklüğün neyle tanımlanacağına ilişkin<br />

78


ir tartışmadır. Ve zaten bu bağlamda ancak bir özür dileme <strong>ve</strong> dilememe tartışması<br />

yapılabilir. Özür dileyelim diyenler de dilemeyelim diyenler de aynı gerici ulusçuluk<br />

anlayışını paylaşmaktadırlar. Tam da aynı anlayışı paylaştıkları için, tartışma özür dileyip<br />

dilememe bağlamında yürümekte <strong>ve</strong> gerici ulusçuluğa karşı, yani ulusun Türklükle<br />

tanımlanmasına karşı bir tartışmaya dönüşememektedir.<br />

Bu tartışma olmadığı, yani ulusun bir dil, etni, soy, tarih ile tartışmasını reddeden bir<br />

demokratik ulusçuluk bile bulunmadığı içindir ki de, “özür dileyelim” diyenler bunca zayıftır.<br />

Çünkü reformlar aslında devrimci mücadelenin yan ürünleri olur. Gerçek bir devrimci<br />

demokratik bir ulusçu hareket olsaydı; ulusun Türklükle, yani bir dil, din, etni, soy, tarih ile<br />

tanımlanmasına karşı bir güçlü hareket olsaydı, o zaman pabucu pahalı gören kana, ırka, Orta<br />

Asya’ya dayanan Türk milliyetçilerinin hepsi, Türklüğü kültürle tanımlama reformatörleri<br />

olurlardı. Aslında MHP’de son zamanlarda görülen bu yönde zayıf bir eğilimdir.<br />

Görüldüğü gibi, o basit gibi görünen, Türkçe’de çoğu kez, “biz” zamirini bile kullanmadan,<br />

cümlenin içeriğine yedirilmiş olarak kullanılan <strong>ve</strong> bu nedenle de tespiti bazan epey zor olan o<br />

“Biz”, nasıl bir milliyetçilik <strong>ve</strong> millet sorunuyla <strong>ve</strong> programla ilgilidir <strong>ve</strong> hiç de öyle masum<br />

değildir.<br />

*<br />

İşte, açın Türk solcularının <strong>ve</strong>ya sosyalistlerinin yazılarını, hepinin “Biz”i Türklük, “Türk<br />

devletinin yurttaşları”; “Türkiye’de yaşayan insanlar” <strong>ve</strong>ya “Türkiye’nin ezilenleri” gibi<br />

anlamlarda kullandığını görürsünüz. Bu, sosyalistlerin sosyalist olmadıklarının, basit<br />

milliyetçiler olduklarını, hatta Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak isteyen<br />

gerici milliyetçiler olduklarını görürsünüz. Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak<br />

gerici bir ulusçuluğu savunmak olmaktan çıkmaz. Yıllarca bütün dünya komünist partilerinin<br />

yaptığı tam da buydu. Ve tam bu nedenledir ki, hepsi sıfır numara gerici milliyetçiler<br />

biçiminde ortaya çıktılar.<br />

Peki bu işin Murat belge ile ilişkisi ne?<br />

İşte Murat Belge’nin “Biz”i hep Türk halkı, Türkler, Türk devletinin yurttaşları, yani Türk<br />

ulusudur. Bütün ÖDP <strong>ve</strong> Dev-Yol geleneği de böyledir. Meraklısı ciddi bir tarama yaparak,<br />

bunu yüzlerce binlerce kere kanıtlayabilir. Zaten Belge’nin şehir orta sınıflarının eğilimlerini<br />

yansıtmasının nedeni budur. Onlar bu kullanımdan dolayı bilinçsizce bir yakınlık hissederler,<br />

tıpkı kendi duygu <strong>ve</strong> düşüncelerini yansıtan bir müziği dinleyen bir insanın duyduğu duygu <strong>ve</strong><br />

düşünce yakınlığını duyarlar.<br />

*<br />

Bu gerici milliyetçiliğin, özne olarak Dünya İşçi Sınıfının değil de, Bir ulusun, Türk ulusunun<br />

bakış açısında sorunları ele almanın <strong>ve</strong> sorunları o özne açısından tartışmanın, gizli “Biz”den<br />

daha rafine, özel bir biçimi daha vardır.<br />

Bunda “Biz” iyice gizlenmiş, nesnel, taraf <strong>ve</strong> olayların dışında bir bilim adamı kis<strong>ve</strong>sine<br />

bürünmüştür. Keşfi çok daha zordur.<br />

79


Sanki milliyetle <strong>ve</strong> milliyetçilikle, Türklükle vs. hiç ilişkinizi yok gibi görünürsünüz, ama<br />

aslında bütünüyle Türk ulusunun sorunların tartışıyorsunuzdur.<br />

Bu da “Türk Toplumu” ya da “Türkiye Toplumu” kavramlarıyla sağlanır. Hatta bazen de<br />

sadece “Toplum” kavramı kullanılır. Ama bu kavramların gerçek içeriğini incelediğinizde<br />

karşınıza yine o Türk Ulusu çıkar.<br />

Dev-Yol’cu (ÖDP’li) söylemin <strong>ve</strong>ya terminolojinin ayrılmaz bir bileşenidir “Türkiye<br />

Toplumu” <strong>ve</strong>ya “Türk Toplumu” kavramları.<br />

Aslında, metodolojik <strong>ve</strong> bilimsel olarak en küçük bir eleştiriye dayanamayan saçma bir<br />

kavram çiftidir. Bunu kısaca gösterelim.<br />

“Toplum” diye bir şey yoktur dünyada. Toplum sosyolojik bir kavram, sosyolojik bir<br />

soyutlamadır. “Türkiye Toplumu” olmaz. “Türkiye Halkı”, “Türk Ulusu”, “Türkiye Ulusu”,<br />

“Türk Devletinin Yurttaşları” vs. olabilir. Bütün bunlar hukuk, politik <strong>ve</strong> ideolojik<br />

kavramlardır.<br />

*<br />

Toplum ise sosyolojik bir kavramdır. Bir imparatorluk, bir devlet, bir ülke, bir ulus <strong>ve</strong>ya<br />

ulusun bir bölümü ile özdeşleştirilemez <strong>ve</strong>ya o anlamlarda kullanılamaz. Bu yanlıştır. Toplum<br />

kavramının bunlarla çiftleştirilmesi otomatikman onu da bir ideolojik kavram haline getirir.<br />

Bu nedenle Yanlışlığı bilindiği takdirde, yanlışlığı biline biline, “galatı meşhur lügati<br />

sahihten yeğdir” babından kullanılabilir. Ama mantık bu yanlışa göre kurulamaz.<br />

Örneğin “Osmanlı Toplumu” diye bir şey yoktur. Osmanlı Devleti <strong>ve</strong>ya İmparatorluğu, ülkesi<br />

vs. vardır. Ama “Osmanlı Toplumu” yoktur. Bu, politik bir kavram ile (Osmanlı) sosyolojik<br />

bir kavramı (Toplum) çiftleştirmektir.<br />

“Türk” ya da “Türkiye” toplumu da öyledir. Türk ya da Türkiye, politik <strong>ve</strong> ideolojik<br />

kavramlardır, sosyolojik kavramlar değildirler. Örneğin “Türkiye” dendiğinde eğer bir toprak<br />

parçası <strong>ve</strong>ya orada yaşayan insanlar kast ediliyorsa, bu toprak parçasının belirlenmesi<br />

bütünüyle politiktir. Dolayısıyla orada yaşayan insanların tanımlanışı da politiktir. Türk ile<br />

örneğin belli bir devletin yurttaşları kast ediliyorsa, bu bütünüyle politik bir kavramdır. Bu<br />

durumda yapılan iş, politik bir kavram ile, sosyolojik bir kavram ile çiftleştirilmektir. Bu ise<br />

en temel mantık hatasıdır. “İki kere iki mum eder” gibi bir hatadır. İki kere iki bir milyon eder<br />

derseniz mantıkta bir hata yoktur, hesap hatası vardır. Ama iki kere iki mum eder derseniz,<br />

mantık hatası yapmış olursunuz. Örneğin yeşil iyilik gibi saçma bir kavram çifti yaratmış<br />

olursunuz. Böyle bir çift pek ala edebi bir imgenin aracı olarak kullanılabilir. Ama biz<br />

imgeleri değil, bilimsel kavramları tartışıyoruz.<br />

Bir zamanlar “Revizyonist Ülkeler” gibi bir kavram çifti vardı örneğin. Revizyonizm bir<br />

düşüncede bir doktrinde olabilir. Bir sosyo ekonomik formasyon, bir rejim, bir üretim biçimi<br />

değildir. Ama bu kullanımda tam da bu anlamlarda kullanılır. Ülke’nin revizyonisti olmaz,<br />

düşünce <strong>ve</strong>ya bir doktrinin revizyonisti olur. Mantıken bir yanlış vardır ortada.<br />

80


Örneğin bir “feodal toplum”dan, bir “kapitalist toplum”dan söz edilebilir ama “İngiliz<br />

Toplumu”ndan, “Fransız Toplumu”ndan söz edilemez. Feodal ya da kapitalist sosyolojik<br />

kavramlardır, ama İngiltere ya da Fransa politik <strong>ve</strong> ideolojik kavramlar.<br />

İşte, Türkiye Toplumu, Türk Toplumu ya da bunlar karşılığı kullanılan “Toplum” kavramları,<br />

her şeyden önce böyle bir mantık <strong>ve</strong> metodoloji hatasıyla maluldürler.<br />

*<br />

Solcular içlerine işlemiş olan milliyetçiliğin kavramlarını kullanmamak, gerçek<br />

milliyetçiliklerini gizlemek için, böyle saçma kavram çiftleri yaratırlar. “Türk ulusu” dese,<br />

“Türk devletinin yurttaşları” dese, o zaman Türk Ulusunun, Türk devletinin yurttaşlarının<br />

sorunlarını tartıştığı, onlara çözüm aradığı; dolayısıyla Türk Ulusu <strong>ve</strong> Devletini olumladıkları<br />

<strong>ve</strong> zımnen savundukları ortaya çıkacaktır.<br />

Bunu gizlemek için, “Türk toplumu” der, “Türkiye toplumu” derler. Sanki sosyolojik bir<br />

sorunu tartışıyormuş gibi bir izlenim yaratırlar. “Toplum” boru mu bu? Toplumcu lafı bile<br />

ondan geliyor. Böylece sosyalist <strong>ve</strong> de tarihsel maddeci, Marksist bir ton da <strong>ve</strong>rilmiş, bir ima<br />

da yapılmış olur. Bir taşta iki kuş.<br />

“Türkiye Toplumu”ndan söz eden metinleri alın, hepsinde aslında Türk ulusunun, hatta Türk<br />

devletinin sorunlarının tartışıldığını görürsünüz. Aslında o özne açısındandır bütün yaklaşım,<br />

ama “Toplum” lafının ardında nesnellik <strong>ve</strong> bilimsellik örtüsünün altına gizlenmiştir.<br />

İşte burada artık esas konumuz olan, Murat Belge’ye gelelim.<br />

Biz yazıları hep bu arka plan ile okuduğumuzdan, Murat Belge’nin bu çok ilerici gibi<br />

görünen, bu yazının başında sözünü ettiğimiz yazısında, aslında, son derce gerici bir özne<br />

açısından sorunu tartıştığı hemen dikkatimizi çekti.<br />

Murat Belge, bu yazısında “Toplum” kavramını kullanıyor. Ama “toplum”u sadece bir<br />

bütün olarak ulus anlamında değil, o ulusa egemen <strong>ve</strong>ya onu yaratan, egemen<br />

bürokratik oligarşi anlamında kullanıyor <strong>ve</strong> aslında, tam da o öznenin bakış açısından<br />

bütün sorunu tartışıyor. O Özneye “böyle gitmez” diyor.<br />

Şimdi önce okuyucu Murat Belge’nin yazısı okusun. Aşağıya yazıyı olduğu gibi aktarıyoruz:<br />

“Yaşamaya doğru<br />

Murat Belge<br />

02/05/2006<br />

*<br />

Türkiye'de modernizasyon hamlelerinde başı çeken kadrolar kadar, modernizasyonun içinde<br />

geliştiği genel koşulların da mahiyeti, doğal olarak, bu sürecin biçimlenmesini belirlemiştir.<br />

Modernizasyonun kendisi, aslında Tanzimat'la bile değil, II. Mahmud'la <strong>ve</strong> Vaka-i Hayriye ile<br />

başlamış olsa da, bu uzun sürecin 1876 sonrası, yani 93 Harbi'ni izleyen bölümünün özel bir<br />

önemi olduğunu düşünüyorum.<br />

81


Rus ordusunun Yeşilköy'e kadar yürümesi, mütareke koşulları, <strong>ve</strong>rilen kayıplar<br />

('territorialism' zihniyetinden çıkamayan bu devlette her şeyden önemlisi buydu), daha sonra<br />

Berlin'de geri alınan birkaç şeyin karşılaşılan bütün sorunlara bir 'ölüm kalım kavgası'<br />

çerçe<strong>ve</strong>sinde bakmak, bir alışkanlık haline geldi.<br />

Ama 20'nci yüzyıla giriş biçimi, bu karamsarlığın üzerine yeni yeni bulutlar getirip yığdı.<br />

1876'da I. Meşrutiyet'in ilanı ile 93 Harbi'nin başlaması üst üste gelmişti. 1908'de II.<br />

Meşrutiyet'in ilanının sevinci ile Avusturya'nın Bosna-Hersek'i resmen ilhak etmesinin<br />

burukluğu da benzer bir biçimde çakıştı. Ama bunu 1911 Trablus, 1912 Balkan Harbi <strong>ve</strong><br />

nihayet büyük Dünya Harbi izledi. Bunların hepsi yenilgi <strong>ve</strong> toprak kaybıyla sonuçlandı.<br />

'Makûs talih' işte 93'ten başlayan bu diziydi. Savaş, iyiden iyiye bir kader haline gelmişti. Yok<br />

olmak kaderse bu savaşla gelecek, ama ufukta bir kurtuluş varsa bu da savaşla kazanılacaktı.<br />

Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen <strong>ve</strong> doğrudan doğruya etkiledi. Örneğin<br />

Harp Mecmuası... Harbiye Nezareti'nin yayımladığı bu derginin ilk sayısı 1915'te çıkmış <strong>ve</strong><br />

yayın 1918'e, savaşın sonuna kadar devam etmiştir.<br />

İyi kâğıda basılan, bol fotoğraflı dergi, doğal olarak, bir propaganda dergisiydi (yeni<br />

harflerle özet baskısı yakında yapıldı: Kaynak Yayınları, 2004). Dünya tarihinde, 'topyekûn<br />

harp' kavramının günün yeni gerçeği olarak yerini aldığı bir evrede, bütün bir toplumun<br />

savaşa hazırlanması amacıyla yayımlanıyordu. Her sayısında, 'Yaşayan Ölüler' <strong>ve</strong> 'Mübaret<br />

Şehitlerimiz' başlıklarıyla, savaşta can <strong>ve</strong>renlerin fotoğrafları yayımlanır. Bu, ister istemez,<br />

toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını <strong>ve</strong>rmek gibi bir şeydir.<br />

Savaş sonuna doğru, Cenap Şahabettin'in Rıza Tevfik'e mektubundan öğrendiğimiz gibi, en<br />

tanınmış yazarlar, dolgun ücret karşılığında, 'milli, vatanî, hamasî' edebiyat yapmaya<br />

çağrılır. Ama bu edebiyat zaten yapılmaktadır. Mehmet Akif 'Çanakkale Şehitleri'ni yazarken<br />

'dolgun ücret' düşünmemiştir. Çevre koşulları, eli kalem tutan insanlara zaten üzerinde<br />

yoğunlaşacak başka konu bırakmamaktadır.<br />

Bu olaylarda yadırganacak bir şey yok. Savaşlarda kaybettiği insanlara borcunu, onları en<br />

içten sevgi <strong>ve</strong> saygıyla anarak ödemekten kaçınacak bir toplum herhalde düşünülemez.<br />

Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme <strong>ve</strong> öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün <strong>ve</strong><br />

değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan<br />

da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı <strong>ve</strong> anlaşılır bir<br />

duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir. Değindiğim zor koşullar, son analizde, somut<br />

bir konjonktürün getirdiği şeylerdi. O konjonkürü ebedileştirmek de sağlıklı bir şey değil.<br />

Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli direnci<br />

de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme <strong>ve</strong> öldürme'<br />

edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur. Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın<br />

kutsanmasına <strong>ve</strong> yüceltilmesinedir.”<br />

Murat belge’nin yazısında Toplum sözü geçen şu sözleri önce alt alta aktaralım:<br />

“Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen <strong>ve</strong> doğrudan doğruya etkiledi.”<br />

*<br />

82


“Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını <strong>ve</strong>rmek gibi bir şeydir.”<br />

“Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme <strong>ve</strong> öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün <strong>ve</strong><br />

değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan<br />

da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı <strong>ve</strong> anlaşılır bir<br />

duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir”<br />

“Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli<br />

direnci de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme <strong>ve</strong><br />

öldürme' edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur.”<br />

“Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın kutsanmasına <strong>ve</strong> yüceltilmesinedir.”<br />

Biraz dikkatli bir analiz, Murat Belge’nin Toplum sözünü aslında “Uluslar” <strong>ve</strong>ya “Türk<br />

Ulusu” karşılığında kullandığını ortaya çıkarır.<br />

Ama sadece bu kadar değildir. Murat belge, “toplum”u aynı zamanda, Osmanlı’ya egemen<br />

olan <strong>ve</strong> Türk ulusunu yaratan Bürokratik kast karşılığı da kullanmaktadır.<br />

Örneğin, bir sürü yenilgiyi sıraladıktan sonra, “Bu maddi koşullar, toplumun manevi<br />

dünyasını hemen <strong>ve</strong> doğrudan doğruya etkiledi.” diyor.<br />

Söz konusu “Toplum” Osmanlı İmparatorluğu’dur. Peki “Toplum” denen Osmanlı<br />

İmparatorluğu içinde hiç de böyle olmayan “Toplum”lar yok muydu?<br />

Bir kere Balkan Ulusları, Rumlar, <strong>Ermeni</strong>ler, hiç de o “Toplum” denen Osmanlı bürokrasisi<br />

gibi düşünmüyorlardı. Osmanlı Bürokrasisi için yenilgi <strong>ve</strong> kayıp olan onlar için kazançtı.<br />

Eğer Toplum gerçekten nötr bir kavram olarak, Osmanlı’da yaşayan bütün insanları kast<br />

ediyorsa, o zaman Belge’nin ifadesi doğru değildir <strong>ve</strong> gerçeği yansıtmamaktadır.<br />

O İnsanların bir bölümünün duygu <strong>ve</strong> düşüncelerini, olayları algılayışını, “toplumun” diyerek<br />

tüm imparatorluk ahalisinin algılayışı olarak tanımlamaktadır.<br />

*<br />

Ayrıca bu algılayış, sadece Hıristiyan değil, Osmanlı’nın Müslüman ahalisinin de algılayışı<br />

değildi. Anadolu’daki köylünün böyle bir derdi olmadığını, zaten yeğeni Olduğu Yakup Kadri<br />

Yaban’da anlatmaz mı? O algılayış küçük bir bürokratik kastın algılayışıdır.<br />

Aslında Toplum derken, Murat Belge’nin ilk cümlede, kastettiği, Osmanlı Bürokratik<br />

oligarşisidir. Onların ruh haldir. Ama bunu toplumun ruh hali gibi koymaktadır. Çünkü kendi<br />

ruh halidir aynı zamanda, o özne açsından düşünmekte <strong>ve</strong> hissetmektedir. Zaten kendisi de bir<br />

şekilde onlara dahildir.<br />

Bu nedenle, bilinçsizce, tam da Freudyen biçimde, güdük fiiller <strong>ve</strong>ya dil sürçmelerinde<br />

olduğu gibi, onların kendi ruh hallerini tüm Müslüman ahalinin ruh hali yapma <strong>ve</strong> onlardan<br />

bir ulus yaratma çabalarını da hep toplumun yasaları gibi koymaktadır.<br />

İkinci Cümlede, “Toplum” aslında, kendisinden ulus yaratılacak olan Müslüman ahali<br />

anlamında kullanılmaktadır.<br />

*<br />

83


“Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını <strong>ve</strong>rmek gibi bir şeydir.”<br />

Osmanlı’nın en azından Trakya, Anadolu’daki Hıristiyan yurttaşları için “Sıra sana gelebilir”<br />

her halde anlamsızdı. Egemen bürokrasinin onlara böyle bir mesaj <strong>ve</strong>rmek gibi bir derdi de<br />

yoktu. Çünkü onlar aslında, Osmanlı egemenliğinden kurtuluş için sıranın kendilerine<br />

gelmesini bekliyorlar <strong>ve</strong>ya bunun için çalışıyorlardı. Belge, tam bir Türk milliyetçisi gibi<br />

düşünmekte <strong>ve</strong> algılamaktadır Osmanlı’yı, yani sadece Müslüman ahali olarak. Biz’ine<br />

dolayısıyla “Toplum”una dahil değildir Murat Belge’nin, Osmanlı’nın Hıristiyan ahalisi.<br />

Ancak böyle bir arka planla insan böyle bir cümle kurabilir. Burada, “Toplum”un aslında<br />

gerici ulusçuluk anlamında bir “Biz”in yerine kullanılması çok açık olarak görülmektedir.<br />

Elbette bu makaleyi Murat Belge, öyle iş olsun diye yazmıyor. Tarih aslında bu günkü politik<br />

<strong>ve</strong>ya programatik duruşlara bir gerekçe sağlamaya yöneliktir. Tarihin tarihle ilgisinin<br />

olmadığı açıktır.<br />

*<br />

Murat Belge’nin “toplum”u Müslüman ahali <strong>ve</strong> egemen Bürokratik kast anlamında kullandığı<br />

görüldü. Bu anlamlarla okuduğumuzda, dediği şudur Bürokratik kasta, <strong>ve</strong>ya kendisinden artık<br />

bugün Türk ulusu yaratılmış ahaliye, yani Türk ulusuna:<br />

“Ölümü kutsayan” bir Türk ulusçuluğu iyi değildir, “hayatı kutsayan” bir Türk ulusçuluğu<br />

daha iyidir.<br />

“Toplum”ların karşılığı olan gerçek anlamları koyduğumuzda, Murat Belge’nin yaptığının,<br />

aslında nasıl bir Türk milliyetçiliğine ihtiyaç bulunduğu; nasıl bir milliyetçiliğin <strong>ve</strong>ya Türk<br />

tanımının, “Türk” <strong>ve</strong>ya “Türkiye “Toplumu”nun çıkarlarına daha uygun olacağıdır.<br />

Tıpkı klasik sömürgeciliğin <strong>ve</strong> ırkçılığın ölümü <strong>ve</strong> şiddeti kustaması, yeni sömürgeciliğin,<br />

kültürel ırkçılığın bunu reddetmesi gibi; Murat Belge de klasik Türk ulusçuluğunun,<br />

bürokrasinin Türklüğü, ırka, dile, soya dayanarak tanımlayan ulusçuluğunun ayrılmaz kardeşi<br />

olan “ölümü kutsayan” bir ulusçuluğun yerine; Türklüğü kültürel olarak tanımlayan bir<br />

ulusçuluk gibi, “Hayatı kutsayan” bir ulusçuluk öneriyor.<br />

Bunu kime öneriyor? Bu kimin sorunu olabilir?<br />

Türk ulusçulusun sorunudur. Ve Türk ulusçuluğunun yaratıcısı bürokratik kasta öneriyor.<br />

Hem de dışından bile değil içinden.<br />

İşte en entelektüel <strong>ve</strong> demokrat bilinen Murat Belge’nin o güzel sözlerinin ardındaki acı<br />

gerçek.<br />

Mey<strong>ve</strong>nin etli kısımlarını soyduğumuzda elimizde kalan, sert <strong>ve</strong> zehirli çekirdek: Türklüğün<br />

nasıl tanımlanacağı tartışmasıdır.<br />

Önerilen: ölümü değil, yaşamı yücelten bir Türklük, dolayısıyla Türk ulusçuluğu.<br />

Muhatap da Özne de Osmanlı yadigarı egemen bürokratik Oligarşi.<br />

Kadro’nun yaptığı da, Bu Bürokratik Oligarşi’ye bir doktrin oluşturmak değil miydi?<br />

*<br />

84


Anlaşılan herşey aslına dönüyor.<br />

Topraktan geldik gene toprak oluyoruz.<br />

02 Mayıs 2006 Salı<br />

demiraltona@hotmail.com<br />

http://www.koxuz.biz<br />

85


Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi?<br />

Daha önce “Biz” i Türkler, Türklük, Türk Ulusu vs. olarak ele almanın sosyalizmle <strong>ve</strong><br />

sosyalistlikle uzlaşmayacağını, bunun en gericisinden milliyetçilik olduğunu ele almıştık.<br />

(Bakınız: “Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus <strong>ve</strong> Marksizm”<br />

http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=717&Itemid=360 )<br />

Şimdi bir başka somut örnekte, bunun masıl gerici, tarihi allak bullak eden bir tarih anlayışına<br />

yol açtığını <strong>ve</strong>ya onunla bir arada bulunabileceğini görelim.<br />

Aslında bu konuyu, daha önce, Tersinden Kemalizm adlı kitapta, Kıvılcımlı’yı eleştirdiğimiz<br />

bölümde, onun “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” başlıklı yazısını eleştirirken kısaca <strong>ve</strong><br />

dolaylı biçimde ele almıştık. Burada bu eleştiriyi biraz daha detaylandıralım, ete kemiğe<br />

büründürelim.<br />

Örnek olarak ele alacağımız kitap, Erdoğan Aydın’ın “Türklerin Müslümanlaştırılmasının<br />

Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?” (Başak Yayınları, 1994)<br />

Dikkat edelim. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı, “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?” gibi bir<br />

isim değil. “Nasıl Müslüman Olduk?”. Yani biz zamiriyle soruluyor soru. Soruyu soran özne,<br />

yani “biz”: Türkler’dir. Diğer bir ifadeyle, Erdoğan aydın bir Türk olarak konuyu<br />

tartışmaktadır.<br />

Halbuki daha önce görmüştük ki, bir sosyalistin, bir Marksist’in “Biz”i ancak <strong>ve</strong> ancak,<br />

dünya işçi sınıfı olabilir. O tüm olayları bu öznenin bakış açısından ele alır <strong>ve</strong> almalıdır.<br />

Hele hele bu “Biz”in, son derece gerici; kendini bir dil, tarih, soy ile tanımlamış bir ulus, yani<br />

Türklük olması, hiçbir şekilde kabul edilemez.<br />

Peki Erdoğan Aydın bir Marksist mi? Ya da öyle olduğunu mu iddia ediyor?<br />

Böyle bir iddiası yoksa, elbette sorun yoktur. Türkler Türklerin nasıl Müslüman olduğu<br />

üzerine yazabilirler. Çünkü daha sonra görüleceği gibi, Türklerin nasıl Müslüman olduğu,<br />

ancak Türklerin sorabileceği bir sorudur. Marksist açıdan böyle bir soru olanaksızdır <strong>ve</strong>ya<br />

saçmalıktır. Bir Marksist böyle bir soru soramaz çünkü bu sorunun kendisi ideolojik <strong>ve</strong> yanlış<br />

bir sorudur <strong>ve</strong> yanlış sorulara doğru cevaplar <strong>ve</strong>rilemez.<br />

Ama bir Marksist’in, Marksist olduğu iddiasındaki birinin, biz zamiriyle, Türklüğü özne<br />

olarak kabul ederek böyle bir soru sorması katmerli bir yanlıştır. Bu nedenle önce bakalım<br />

Erdoğan Aydın Marksist mi? Ya da böyle bir iddiası var mı?<br />

E<strong>ve</strong>t, Erdoğan aydın kendisinin Marksist olduğu iddiasındadır. Örneğin aynen şöyle yazıyor:<br />

“Tarihsel Materyalist bir dünya görüşünün savunucusu olarak...” (sayfa: 18)<br />

86


Marksizm, Tarihsel Materyalizmin kısaltılmış bir ifadesinden başka bir şey olmadığına göre,<br />

Eroğan Aydın bir Marksist olduğu iddiasındadır. (Burada Tarihsel Materyalizmin bir “Dünya<br />

görüşü” değil, bir Bilim, bir yöntem olduğu konusunu ise, konuyu dağıtmamak için bir kenara<br />

bırakıyoruz.)<br />

O halde, bir yandan kendisinin Marksist olduğunu iddia eden, hatta kitabını Marksist açıdan<br />

yazdığı iddiasında olan ama diğer yandan, kendisini Türk olarak tanımlayan, olaylara<br />

Türkler açısından bakan; Türk ulusçusu olarak yazan bir yazar karşısındayız.Bu ikisinin bir<br />

arada bulunamayacağı, ortadakinin Marksizm postuna bürünmüş bir milliyetçilik, hem de<br />

ilkel <strong>ve</strong> gerici bir milliyetçilik olduğu açıktır.<br />

Ama haydi yine bir kredi daha açalım. Denebilir ki bu yargı çok acımasız. Onun biz olarak<br />

Türklüğü kastetmesi, Türk olarak yazması, Türk milliyetçisi olduğu anlamına gelmez. İnsan<br />

pek ala Türk olabilir de Türk milliyetçisi olmayabilir.<br />

Bu doğru değildir. Çünkü bu günkü Türk ulusunun, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olduğunu<br />

soya, ırka, tarihe dayanan bir milliyetçiliğin taraftarları savunabilir. Erdoğan Aydın’ın<br />

kitabının adı <strong>ve</strong> içeriği, nasıl Müslüman olduk sorusuna, Orta Asya’da cevap arıyor. Burada<br />

var olan gizli varsayım, bu günkü Türk Ulusunun, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı<br />

olduğu varsayımıdır. Bütün Emin Oktay Tarih kitapları, bütün Türk Dil <strong>ve</strong> Tarih Kurumu,<br />

bütün üni<strong>ve</strong>rsiteler, bu hikayeyi anlatır <strong>ve</strong> inşa ederler.<br />

Bu günkü Türklerin, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı olduğu iddiası, ırka, soya dayanan<br />

bir milliyetçiliğin iddiasıdır. Ve bizim “Tarihsel Maddeciliği dünya görüşü” olarak<br />

benimsemiş, Türk-Marksisti Erdoğan Aydın (Türk-Marksist, Kapitalist-Sosyalizm gibi bir<br />

saçmalıktır <strong>ve</strong> kendi içinde çelişir. İkisi bir arada olmaz.) ırkçı Türk ulusçuluğunun bu<br />

yalanını olduğu gibi kabul edip, fiilen bu yalanın yayılmasına hizmet ederek, onu yayarak<br />

ırkçı Türkçü <strong>ve</strong> Marksist nasıl olunabileceğinin bir örneğini bizlere sunuyor.<br />

Bunun nasıl bir Irkçı Türkçülük olduğunu gösterebilmek için, başka tür bir Türk<br />

ulusçuluğunun, örneğin “kültürel <strong>ve</strong> Anadolucu” bir Türk ulusçuluğun da bu soruyu<br />

sorabileceğini <strong>ve</strong> buna bambaşka bir cevap <strong>ve</strong>rebileceğini gösterelim.<br />

Pek ala şöyle bir Türk Ulusçuluğu da mümkündür. Ki böyle bir Türk ulusçuluğu Türk<br />

burjuvazisinin bu günkü ihtiyaçlarına <strong>ve</strong> tarihsel olaylara daha denk düşer.<br />

“Bizans topraklarını feth eden Oğuzlar geldiğinde, Anadolu’da şehirler <strong>ve</strong> köyler boş değildi.<br />

Orada binlerce yıldır yaşamış insanların torunları yaşıyordu. Keza bu fatihler de bu insanları<br />

katledip sürmediler. Onların üzerine egemen oldular. Ve bu egemen fatihler, fethettikleri<br />

yerlerin ahalisine göre çok küçük bir azınlıktılar.<br />

Bütün dünyada bu böyledir. Fatihler Feth ettikleri ülkelerin nüfusunun çok küçük bir<br />

yüzdesini oluştururlar. Ve kısa bir süre sonda, ya feth ettikleri ülkenin daha gelişmiş kültürü<br />

tarafından feth edilirler, yani onun dili ili dillenir <strong>ve</strong> diniyle dinlenirler <strong>ve</strong>ya o yerli ahaliden<br />

daha gelişmiş bir uygarlık <strong>ve</strong> kurumlar sistemine sahipseler, yerli ahali fatihlerin dili <strong>ve</strong><br />

dinini benimser. Bu da kısa zaman içinde, fatihlerin genetik olarak çoğunluktaki yerli ahaliyle<br />

karışmaları, bir süre sonra onların fiziksel özelliklerine de sahip olmaları sonucunu doğurur.<br />

87


Anadolu’da da tarih boyunca defalarca böyle olmuştur. Son arkeolojik kazıların <strong>ve</strong><br />

antropolojik araştırmaların da kanıtladığı gibi, örneğin Hitit kalıntılarının bulunduğu yerde<br />

bu gün yaşayanlar Orta Asya’dan gelenler <strong>ve</strong>ya daha önceki tarihlere gelmiş akıncıların <strong>ve</strong><br />

fatihlerin torunları değil, bizzat o Hititlilerin torunlarıdır. Bu bütün dünyada da böyledir.<br />

Bu şöyle bir benzetmeye daha iyi anlaşılabilir. Eskiden üzerine yazı yazılabilecek papirüs,<br />

kağıt, deri gibi malzemeler az bulunuyordu <strong>ve</strong> pahalıydı. Bu nedenle, aynı papirüs üzerindeki<br />

yazılar silinerek, <strong>ve</strong>ya zamanla silindiği için, defalarca farklı uygarlıkların farklı yazılarıyla<br />

bile kullanılabiliyordu. (Hiçbir silinme tam olmadığından, bu gün çok özel tekniklele, bir<br />

papirüsün üzerindeki farklı yazılar okunabilmektedir.) Böylece, bir papirüs hep aynı olmasına<br />

rağmen üzerindeki yazılar, dil vs. zamanla değişiyordu. İşte bu günkü Anadolu da böyledir.<br />

İnsanlar biyolojik olarak hep aynı insanlardır. Onların dilleri <strong>ve</strong> dinleri sürekli değişmiştir,<br />

tıpkı bir papirüsün üzerine başka yazılar yazılması gibi.<br />

Bu yaklaşımdan hareketle, bu günkü Türk ulusu da, böyle bu tarihin ürünüdür, bütün bu<br />

halkların <strong>ve</strong> uygarlıkların kültürünün mirasçısıyız bir Türkler. Bu Kültürün içinde Orta<br />

Asya’dan gelen Fatih Oğuz’ların oranı, onların küçük bir fatih azınlık olarak genetik<br />

oranından daha fazla değildir”<br />

Yani böyle bir Türk milliyetçiliği de mümkündür <strong>ve</strong> bu gün ilk örnekleri Halikarnas<br />

Balıkçısı’nda görülen böyle bir Türk milliyetçiliğini savunanlar da vardır.<br />

Böyle bir milliyetçilik de Türk milliyetçiliğidir, ama 1920-30’ların ideolojik atmosferine göre<br />

şekillenmiş kana, ırka dayanan bir Türklükle değil, daha günün ihtiyaçlarına uygun,<br />

globalleşmenin <strong>ve</strong> post modernitenin çokluğu <strong>ve</strong> çeşitliliği zenginlik gören yaklaşımlarına<br />

uygun daha “çağdaş”, daha kültüre göre tanımlanmış bir milliyetçilik olur.<br />

Ve böyle bir milliyetçilik, olgulara daha denk düşen bir milliyetçiliktir de.<br />

Şimdi böyle bir milliyetçilik açısından, “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, bu günkü Türk<br />

ulusunu, Orta Asya’dan gelenlerin ahvadı olarak gören ırkçı <strong>ve</strong> kana dayanan Türk<br />

milliyetçiliğinden farklı bir anlama <strong>ve</strong> içeriğe sahip olurdu. O zaman bu soru, Anadolu’da<br />

binlerce yıldır yaşayanların, fatihler küçük bir egemen azınlık olmalarına rağmen nasıl<br />

Müslüman olduğunu; ya da Balkan, Kafkas göçleri <strong>ve</strong> katliamlarla Anadolu’nun nasıl<br />

Müslüman bir çoğunluğa ulaştığını araştırırdı.<br />

Yani kültüre dayanan bir Türk milliyetçisi için “nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabı,<br />

Anadolu’nun, İslamiyet zırhıyla kuşanmış göçebe fatihlerce fethi ile daha sonraki dönemlerde<br />

ahalinin nasıl Müslüman olduğu (örneğin, Haraçtan kurtulmak için, daha az <strong>ve</strong>rgi <strong>ve</strong>rmek<br />

için) <strong>ve</strong> nihayet yerli Hıristiyanların katledip sürülmesi <strong>ve</strong> Balkan <strong>ve</strong> Kafkaslardan gelenler<br />

vs. gibi noktalarda yoğunlaşırdı.<br />

Yani Erdoğan Aydın’ınkinden çok farklı bir yer <strong>ve</strong> zamanda arardı böyle bir milliyetçilik<br />

“Nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabını. Erdoğan Aydın’ın kitabı, yani ırka, soya<br />

dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak Orta Asya <strong>ve</strong> zaman olarak 7-13.<br />

yüzyıllar arasında yoğunlaşırken, kültüre dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak<br />

Anadolu (Balkan <strong>ve</strong> Kafkaslar)<strong>ve</strong> zaman olarak da diğerinin bittiği yerde, 12-13 yüzyıllar<br />

sonrasında başlardı.<br />

88


Erdoğan Aydın bu sorunun cevabını Orta Asya’da <strong>ve</strong> 13 yüzyıl öncesinde aradığından, Irkçı,<br />

kana dayanan Türk milliyetçiliğinin bütün yalanlarına <strong>ve</strong> varsayımlarına dayanmakla, onları<br />

kabul etmekle kalmıyor, aynı zamanda onları yayıyor <strong>ve</strong> pekiştiriyor.<br />

Sanırız bu örnek, Türkiye’de ilerici, demokrat <strong>ve</strong> hatta “tarihsel maddeci dünya görüşünü<br />

benimsemiş” solcu, aydın <strong>ve</strong> de Komünistlerin nasıl saf kan gerici milliyetçiler olduklarını;<br />

onların ilerici <strong>ve</strong> demokratlığının ancak böyle gerici <strong>ve</strong> ırkçı bir milliyetçilik içinde “ilerici”<br />

<strong>ve</strong> “Demokrat”lık olduğunu yeterince açık olarak gösterir.<br />

Ancak İster Kültür’e <strong>ve</strong> Anadolu’ya dayansın, ister, ırka, soya <strong>ve</strong> Orta Asya’ya dayansın her<br />

iki milliyetçilik de, ulusların tarihi olmadığı gerçeğini inkar ederler <strong>ve</strong> uluslara bir tarih<br />

yaratma çabasıdırlar. İkisi de gerici milliyetçiliklerdir bu nedenle.<br />

Şu çok basit gerçek bir türlü kavranılmaz, ulusların tarihi yoktur. Türk ulusu, Türk Ulusunun<br />

kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Ondan önce bir tarihi yoktur <strong>ve</strong> olamaz, ister<br />

Anadolu’ya <strong>ve</strong> kültüre, ister Orta Asya’ya <strong>ve</strong> Türklüğe dair bir tarih iddiası, bütünüyle<br />

ulusçuların bir inşasıdır.<br />

Bir an için Orta Asya’dan gelenlerin, Anadolu’nun yerli ahalisini yok edip onun yerini<br />

aldıklarını, bu günkü Türk ulusunu oluşturanların, onların genetik, kültürel devamcıları<br />

olduklarını var sayalım.<br />

*<br />

Bir çok kez Tarihteki kavimler kendilerinin kendilerini tanımladıkları isimlerle değil ama<br />

genellikle uygarların onlara <strong>ve</strong>rdikleri isimlerle adlandırılırlar. Biz bunu bir yana da bırakalım<br />

<strong>ve</strong> Türklerin kendilerini Türk olarak tanımladıklarını var sayalım.<br />

Bu koşulda bile o gelenlerin Türklüğü ile, Türk ulusunun Türklüğü arasında hiçbir ilişki<br />

yoktur.<br />

Ulus olarak Türklük, tamamen politik bir kavramdır. Türklüğün, o ulus ırkçı bir Türk<br />

kavramına bile dayansa, genetik <strong>ve</strong> soya dayanan bir Türklükle ilişkisi yoktur.<br />

Bir zamanlar kendilerine Türk diyen insanlar için ise, Türklüğün politik hiçbir anlamı<br />

bulunmuyordu. Bu sadece uzaklardaki ortak bir kökene <strong>ve</strong>ya yine bu kökenle bağlantılı ortak<br />

bir dile tekabül ediyordu. O insanlar, şu <strong>ve</strong>ya bu toteme bağlıydılar. Onların tüm<br />

davranışlarını, toplumsal üstyapılarını bu belirliyordu.<br />

Yani Türkler Müslümanlaşmadı, şu <strong>ve</strong>ya bu totemden, şu <strong>ve</strong>ya bu boylar Müslüman oldular,<br />

şu <strong>ve</strong>ya bu boyun, soyun örgütlenme <strong>ve</strong> hukukunun yerini İslam hukuku <strong>ve</strong> örgütlenmesi aldı.<br />

Türklerin Müslümanlaştığı, Türk milliyetçiliğinin yarattığı bir kavramdır, Irka göre<br />

tanımlanmış bir Türk ulusuna Tarih yaratma çabasının sonucu ortaya çıkan bir uydurmadır.<br />

Burada karışıklığı yaratan, bir zamanlar şu <strong>ve</strong>ya bu soydan <strong>ve</strong>ya boydan insanların, uzak bir<br />

ortaklığa bir gönderme ile, hiçbir dinsel <strong>ve</strong>ya politik anlamı olmadan Türk olarak kendilerini<br />

tanımlamaları ile, bu günün sadece politik olanın tanımlanmasının aracı Türk kavramının,<br />

aynı sözcükle karşılanmasıdır. Yani Tarih’teki Türkler Türk değildiler <strong>ve</strong> olamazlardı; onlar<br />

ancak Kınık boyundan, Kayı boyundan <strong>ve</strong>ya Müslüman, Hıristiyan olabilirlerdi. Boy ya da<br />

Din, bunlar tüm toplumsal yaşamı, ilişkileri <strong>ve</strong> örgütlenmeyi belirliyordu.<br />

89


Ama ulus olarak Türk ulusundan olanlar ise, şu <strong>ve</strong>ya bu boydan, şu <strong>ve</strong>ya bu dinden olamazlar.<br />

Politik anlamı olmadan, elbette şu <strong>ve</strong>ya bu boydan, şu <strong>ve</strong>ya bu dinden olduklarını<br />

söyleyebilirler ama bunun hiçbir politik anlamı yoktur <strong>ve</strong> olmamalıdır. Özel olarak, inanç<br />

olarak, kültürel olarak (ki hepsi aynı anlamdadır, yani politik olmayan anlamında) öyle<br />

olabilirler. Ama bir toteme ya da uygarlık dininin bir inanç olduğu da tam ulusçuluğun<br />

dayandığı bir kabuldür. Yani insanlar, Türk ise, Türk ulusundan ise, Müslüman, Hıristiyan ya<br />

da Kayı boyundan, atmaca soyundan olamaz. Müslüman, Hıristiyan, Atmaca soyundan, Kayı<br />

boyundan ise Türk olamaz, Türk ulusundan olamaz. Çünkü dinler aslında bir inanç değildir,<br />

tümüyle üstyapıyı örgütlerler. Nasıl Müslüman olmak için, putu parçalamak, yani kabilenin<br />

totemini parçalamak, kan kardeşliği yerine din kardeşliğini geçirmek gerekirse; Türk olmak<br />

için de Müslüman olmaktan çıkmak; Allah’ın kanunları yerine Türk ulusunun kanunlarını;<br />

Allah’ın sınırları yerine ulusun sınırlarını, Din kardeşliği yerine ulus kardeşliğini geçirmek<br />

gerekir. Aynı şekilde Komün’ün soyun, totemin, Şaman’ın kanunları <strong>ve</strong> aşiret kardeşliği<br />

yerine Türk ulusunun kanunları <strong>ve</strong> kardeşliği geçer.<br />

Tekrar edelim. O Orta Asya’dakiler için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Onlar önceleri şu<br />

<strong>ve</strong>ya bu boydan, soydandılar. Onlar şu <strong>ve</strong>ya totemin soyundan olarak vardılar. Daha sonra da<br />

Müslüman <strong>ve</strong>ya başka bir dindendiler. O zaman da onlar için Türklük hiçbir şey ifade<br />

etmiyordu. Nasıl Müslümanlık ile Onların boyları arasında bir ilişki yok idiyse, onların<br />

boyları <strong>ve</strong> sonraki dinleri ile Türklük arasında da bir ilişki yoktu.<br />

Uluslar, dolayısıyla da Türklük, ne tarih, ne de soy, kan, kültür vs. ile ilgili değildir. Bir ulus<br />

olmak için, bunların hiç biri gerekmez. Bu gerici ulusçuluğun bir uydurması, inşasıdır.<br />

Dünyanın ilk ulusu olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktu <strong>ve</strong> Amerikan ulusu için bir Tarih<br />

gerekmemişti. Aksine ulus tarihsiz olarak ortaya çıkmıştı. Dil <strong>ve</strong> soy ise hiç söz konusu bile<br />

değildir. Aynı dil <strong>ve</strong> soydan insanlara karşı bir savaş içinde bu ulus kurulmuştu.<br />

O halde, bir soy <strong>ve</strong>ya tarihin olduğu, ulusun onun sonucu ortaya çıktığı, bir ulusçu yalanıdır.<br />

Hem de gerici ulusçuluğun bir yalanıdır. Çünkü, tıpkı ABD’de olduğu gibi, ulusların tarihi<br />

olmadığı anlayışıyla da bir ulusçu olunabilir. İlk aydınlanmanın demokratik ulusçuluğu<br />

aşağı yukarı böyle bir şeydi. Ulusların bir tarihi olduğu, gerici ulusçuluğun bir<br />

kabulüdür.<br />

İster Kültüre <strong>ve</strong> Anadolu’ya dayansın, ister ırka, soya dayanıp köklerini Orta Asya’da arayan<br />

ulusçuluk olsun, ulusların bir tarihi olduğuna inanan <strong>ve</strong> bunu savunan ulusçuluklar<br />

gerici ulusçuluklardır.<br />

Demokratik bir ulusçuluk, ulusların bir tarihi olduğu ilkesini reddeder <strong>ve</strong> tarihsiz, Tarihe karşı<br />

olarak ulusu kurmaya çalışır.<br />

Çünkü, demokratik bir ulusçuluk, insan haklarına dayanır, <strong>ve</strong> insanı bir soy, tarih, dil, bölge<br />

ile tanımlamayı reddeder. Demokratik ulusçuluk, “Vatanım Yeryüzü, Milletim İnsanlık” diyen<br />

ulusçuluktur. Çünkü, ulusçuluk özünde, politik diye ayrı bir alanın varlığının kabulü <strong>ve</strong> daha<br />

önceki çağlarda hukuki <strong>ve</strong> politik olanı belirleyenin, yani dinlerin özel’e atılmasıdır. Bütün<br />

insanlar dini, dili vs. eşittir önermesinin özü, ulusçuluk öncesi toplum yaşamını, hukukunu,<br />

90


devletin örgütlenmesini vs. belirleyen dinlerin buradan uzaklaştırılması, özele atılmasıdır.<br />

Bunun için de ulusçuluğun, yani demokratik bir ulusçuluğun tarihe ihtiyacı yoktur.<br />

Soınuç olarak, Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, ulusların tarihi<br />

olduğunu savunan gerici ulusçuluğun bir sorusudur.<br />

Ulusların tarihi olmadığından yola çıkan ise, bu tarihsiz şeyin, nasıl yaratıldığını anlatır?<br />

Devrimci <strong>ve</strong> demokratik ulusçuluğun sorusu ise şudur?<br />

“Anadolu’nun Müslüman ahalisinden nasıl Türk ulusu yaratıldı?”<br />

İşte o “nasıl Müslüman Olduk?” sorusu , Müslüman Anadolu ahalisinden, Orta Asya<br />

Türklüğüne, kana, ırka dayalı bir ulusu yaratanların bir sorusu olarak ortaya çıkar <strong>ve</strong> bu<br />

yaratılışın nasıl olduğunu gösterir bizlere.<br />

Yani, bizzat bu sorunun kendisiyle.<br />

Erdoğan aydın, kitabıyla, kana, soya, ırka dayanan bir ulusun inşasına hizmet etmektedir.<br />

İşte, Aleviler içinde ilerici bilinen, demokrat bilinen <strong>ve</strong> hatta “Tarihsel maddeciliği bir dünya<br />

görüşü” olarak benimseyen Erdoğan Aydın’ın nasıl boğazına kadar bir gerici milliyetçilik<br />

içinde olduğu.<br />

Tabii burada Erdoğan Arkadaşımıza haksızlık etmiş olmamak için şunu belirtelim. Bu<br />

yaklaşım <strong>ve</strong> görüşler sadece Erdoğan’ın değil, Türk sosyalistlerinin <strong>ve</strong> hatta dünya<br />

sosyalistlerinin yüzde doksan dokuzunun görüşleridir. Biz sadece Erdoğan Aydın’ı bir örnek<br />

olarak seçtik.<br />

Onu seçmemizin nedeni ise meşrebimiz. Bizim meşrebimiz de, yakınlarımıza <strong>ve</strong><br />

arkadaşlarımıza karşı gaddar, bize uzak olanlara <strong>ve</strong> düşmanlarımıza karşı anlayışlı <strong>ve</strong><br />

toleranslı olmak olarak özetlenebilir.<br />

Demir Küçükaydın<br />

25 Mayıs 2006 Perşembe<br />

*<br />

91


Türkler, Gü<strong>ve</strong>rcinler <strong>ve</strong> İnsanlar<br />

Hrant Dink’in “Ruh halimin Gü<strong>ve</strong>rcin Tedirginliği” başlıklı yazısının son satırlarında<br />

umudunu <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nini şu sözlerle dile getiriyor:<br />

“E<strong>ve</strong>t kendimi bir gü<strong>ve</strong>rcinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede<br />

insanlar gü<strong>ve</strong>rcinlere dokunmaz.<br />

Gü<strong>ve</strong>rcinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.<br />

E<strong>ve</strong>t biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.”<br />

Ama bu satırların, son yazının son satırları olması, aynı zamanda bu umudun <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nin<br />

hiçbir dayanağı olmadığını da kanıtlamış bulunuyor.<br />

Niçin böyle?<br />

Çünkü bu ülke Türkiye’dir <strong>ve</strong> Burada İnsanlar değil Türkler yaşıyor.<br />

Dink’in anlamadığı <strong>ve</strong>ya iyi niyetle görmek istemediği Türklerin İnsan olmadığıydı.<br />

Dink’in zikrettiği, bir zamanlar, aralarında gü<strong>ve</strong>rcinlerin yaşamasına müsaade eden <strong>ve</strong> “bu<br />

ülkede” yaşayan insanları, Türk değil Müslüman’dılar.<br />

Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarına değil, Allah’ın yasalarına göre düşünüp davranmaya<br />

çalışırlardı. En zararlı bilinen böceği bile, o da Allah yaratığıdır diye öldürmekten<br />

çekinirlerdi.<br />

Ama Türkler’de Allah korkusu yoktur, onlarda Türk Devleti korkusu vardır. Devlet<br />

gü<strong>ve</strong>rcinlerin kafasını koparın dediğinden, gü<strong>ve</strong>rcinlerin kafasını koparırlar.<br />

Devlet Türklük düşmanlarını yaşatmayacağız dediğinde, gü<strong>ve</strong>rcinlerin kafasını koparın<br />

demektedir örneğin. Hatta şimdi Hrant Dink’in öldürülmesini bile Türklüğe <strong>ve</strong>ya Türk<br />

devletine sıkılmış bir kurşun olarak tanımladıklarında, diğer gü<strong>ve</strong>rcinlerin kafasını da koparın<br />

demekte, Dink’in ölüsü üzerinden yeni cinayetlerin sinyalini <strong>ve</strong>rmektedirler.<br />

Dink’in anlamadığı,eskiden insanların Türk olmadığıydı. Onlar Allah’tan korkan<br />

Müslümanlardı. Türkiye Cumhuriyeti <strong>ve</strong> İttihat Terakki, bu insanları Türk haline dönüştürdü.<br />

Bu gün kendine Müslüman diyenleri Türklük öncesinin Müslümanlarıyla karıştırmamalı. Bu<br />

günün Müslümanları Müslüman değildirler: Allah için değil, Türklük için, devlet <strong>ve</strong> Türk<br />

milleti için yaşarlar. Allah’ın kanunlarına değil, Türk devletinin kanunlarına uyarlar. Onlar<br />

Türklerin ezilenlerini yanıltmak için kendilerine Müslüman diyen Türklerdir.<br />

Müslümanlar Allah için yaşarlar, Allah için ölürler, Allah’tan korkarlar, her işlerini Allah için<br />

yaparlardı.<br />

92


Türkler Türk Devleti <strong>ve</strong> Türklük için yaşarlar, Türklük <strong>ve</strong> Türk devleti için ölürler, Sadece<br />

Türk devletinden korkarlar <strong>ve</strong> her işlerini Türklük için yaparlar.<br />

Elbette Türkler de, Türk olmadan önce bu topraklarda yaşayan Müslümanlar gibi biyolojik<br />

olarak insandırlar. Ama Hitler de biyolojik olarak insandır. En acımasız katiller de.<br />

Biyolojik olarak insan olmak başkadır, sosyal olarak insan olmak başkadır.<br />

Sosyal olarak İnsan olan Türk ya da Müslüman olamaz.<br />

Nasıl bir Türk Müslüman olamazsa <strong>ve</strong> bir Müslüman da Türk olamazsa öyle.<br />

Türk, Türk devletinin kanunlarına uyan <strong>ve</strong> onu kabul edendir.<br />

Müslüman Allah’ın kanunlarına uyan <strong>ve</strong> onu kabul edendir.<br />

Müslüman isen Türk, Türk isen Müslüman olamazsın. Ya Allahın ya da Türkiye Cumhuriyeti<br />

denen devletin kanunlarına uyacaksın.<br />

Benim dinim İslam; Milletim Türk diyenler, tam da Türklerin Ulus <strong>ve</strong> Din tanımlarına uygun<br />

davrandıklarından, kendilerine Müslüman diyen Türklerdir ama Müslüman değildirler. Bunlar<br />

İnsan’ların birer dinleri <strong>ve</strong> milletleri olduğunu söylerler. Bu en büyük yalandır.<br />

Bu en büyük yalandır. Çünkü millet de bir dindir: Ama din Milliyetçilerin <strong>ve</strong> Milletlerin din<br />

dediği yani sadece kişisel bir şey değildir. Din insanların tüm yaşamını örgütler. Millet denen<br />

din de, insanların tüm yaşamlarını örgütler.<br />

Bu nedenle din <strong>ve</strong> millet, farklı kategorilerden değil, aynı kategoriden oluşumlardır.<br />

Dolayısıyla bir insanın bir dini <strong>ve</strong>ya bir milleti olabileceği, din <strong>ve</strong> milletin farklı<br />

kategorilerden oluşumlar olduğu milletlerin <strong>ve</strong> milliyetçilerin bir yalanıdır.<br />

Nasıl bir İnsan hem putlara hem Allah’a tapamaz, toplumsal hayat hem bir puta hem Allah’a<br />

göre düzenlenemezse, insan hem Türk hem Müslüman olamaz.<br />

Aynı şekilde, İnsan (burada biyolojik bir varlık olarak insandan söz ediyoruz) hem İnsan<br />

(Sosyolojik olarak insan) <strong>ve</strong> hem de Türk, Müslüman <strong>ve</strong>ya Puta tapar olamaz.<br />

İnsan (Burada sosyolojik olarak, insanların (Burada biyolojik olarak) dili, dini, etnisi, soyu,<br />

sopu, ırkı, ne olursa olsun eşit olduğuna inanan <strong>ve</strong> bu inanca göre yaşamak için mücadele<br />

edendir. Yani, insanların eşit olduğunu kabul etmeyenler sosyolojik olarak insan değildirler<br />

<strong>ve</strong> olamazlar.<br />

Bu inanca göre yaşamak ise, bir ulustan olmakla, bir dinden olmakla bağdaşmaz. Bütün<br />

insanlar eşitse, niye birileri şu <strong>ve</strong>ya bu soy, tarih, dil vs. (yani örneğin Türk, Kürt, <strong>Ermeni</strong><br />

Fransız) denerek bu eşitliğin dışında tutulmaktadır? Bu kendisiyle çelişir.<br />

İnsan olmak her şeydan önce, ulusal olanın, tıpkı din gibi, politik olmaktan çıkarılması kişisel<br />

bir sorun olarak ele alınması ile mümkün olabilir.<br />

İnsanlar devletin her hangi bir ulusla tanımlanmasını reddeden bir toplumda var olabilir <strong>ve</strong> bu<br />

günkü ulus devletler içinde bunun için mücadele edenlerdir.<br />

Yani insan olmak için her şeyden önce, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasına,<br />

uluslara karşı mücadele etmek gerekir.<br />

93


Uluslar içinde mücadele edilen tarafsız ortamlar değil, kendilerine karşı mücadele edilmesi<br />

gereken her şeyden önce siyasi birimler <strong>ve</strong> üstyapılardır.<br />

İnsanlar, Türklüğün şimdi tıpkı dinin olması gerektiği gibi, tamamıyla kişisel bir sorun, özel<br />

bir sorun olması için mücadele edenlerdir.<br />

Diğer bir ifadeyle politik bir kimlik olarak Türklüğü reddeden <strong>ve</strong> Türk devletini yıkıp, ulusa<br />

göre değil, dili, dini, etnisi, soyu cinsi ne olursa olsun tüm insanların eşit olarak yaşayacağı<br />

bir toplum için mücadele edenler insanlardır.<br />

Bu gün sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın, sosyalistlere değil, İnsan’lara ihtiyacı var.<br />

Sosyalizm için değil, öncelikle insanlık için mücadele etmek, yani her biri uluslara göre<br />

tanımlanmış devletleri (ki bunların her biri de ulusları farklı ölçütlerle tanımlamaktadır)<br />

yıkma mücadelesine girmek gerekiyor.<br />

Sosyalist olabilmek için de her şeyden önce insan olmak; Türk, Kürt, <strong>Ermeni</strong>, Fransız,<br />

Amerikalı, Avrupalı olmaktan çıkmak <strong>ve</strong> bunlara karşı mücadele etmek gerekiyor.<br />

Sosyalistlerin hedefi, Ulusların kaderini tayin hakkı değildir. Sosyalistlerin hedefi, ulusal<br />

olanın da politik olmaktan çıkarılması <strong>ve</strong> özele ilişkin olması olabilir. Böylece asfari olarak<br />

biçimsel eşitlik sağlandıktan sonra sosyalistler gerçek bir eşitliği isteyebilirler.<br />

Sosyalistlerin Hedefi: ulusların kaderini tayin hakkı değil; isteyen üç kişinin bir araya gelip,<br />

istediği ulusu kurma, girme, çıkma <strong>ve</strong> ulussuz olma hakkı olmalıdır. Bu günün ulusal<br />

devletlerle kaplı dünyasında insanların ulussuz olma hakkı, dolayısıyla insan olma hakkı<br />

yoktur.<br />

Sosyalistler ise, her şeyden önce insan olma hakkı, yani ulussuz olma hakkı için mücadele<br />

etmelidirler.<br />

Ulussuz olma hakkının ilk koşulu da politik olanı ulusal olana göre tanımlayan ulusal<br />

devletlerin yıkılmasıdır.<br />

Hrant Dink aslında böyle net ifade edememiş olsa da böyle bir dünya için mücadele ediyordu.<br />

O her şeyden önce bir Humanist <strong>ve</strong> Demokrattı.<br />

İnsanlığını insanca bir düzende yaşayamayan bir insandı.<br />

Bunun için Türkler tarafından öldürüldü.<br />

Çünkü her ulus gibi Türklük de insanlığın düşmanıdır.<br />

İnsanın olduğu yerde Türk, Türk’ün olduğu yerde de insanlar var olamaz.<br />

20 Ocak 2007 Cumartesi<br />

demiraltona@hotmail.com<br />

http://www.koxuz.biz<br />

94


Hrant Dink <strong>ve</strong> Behiç Aşçı <strong>ve</strong> Kar Topu Etkisi<br />

Hrant Dink’i öldüren, Genel Kurmayın emri <strong>ve</strong> komutası altıdaki “Ergenekon” <strong>ve</strong>ya “Özel<br />

Harp Dairesi” <strong>ve</strong>ya “Kontr Gerila” <strong>ve</strong>ya “Seferberlik Tetkik Kurulu” <strong>ve</strong>ya en bilinen adıyla<br />

“Derin Devlet” bu eylemi planlar <strong>ve</strong> yaparken belli ki bir <strong>Ermeni</strong> öldürüp on binlerce <strong>Ermeni</strong><br />

yaratacağını; bir demokrat öldürüp on binlerce demokrat yaratacağını hiç hesaplamamıştı.<br />

Düşünüyordu ki on beş yıldır tüm toplumu teslim almıştır. Bir zamanların devletten gelen her<br />

şeye son derece sağlıklı bir kuşku <strong>ve</strong> düşmanlıkla yanaşan, millet din neymiş önemli olan<br />

insanlıktır diyen insanları, Devletçi <strong>ve</strong> Türkçü birer canavara çevirmiştir. Örgüt üyelerini<br />

infaz eden polisleri alkışlayan, “Şehit Cenazeleri”ne katılan, Kürtlere karşı egemen ulustan<br />

olmanın keyfini çıkaran <strong>ve</strong> Kürtlerin çektikleri acılara kör <strong>ve</strong> sağır olan insanlar damgasını<br />

vurur cinayet sonrası ortama. Ve böylece bu cinayet <strong>ve</strong> Kürtleri sindirmek için bir etnik savaş<br />

<strong>ve</strong> katliam tehdidi olarak işlev görür, kirişleri gerer.<br />

Ne var ki evdeki hesap çarşıyı tutmadı. Gerici <strong>ve</strong> saldırgan milliyetçi değil, demokratik bir<br />

tepki damgasını vurdu politik ortama.<br />

Demokrasi güçleri önce 12 Eylül’ün darbesini yemişlerdi. Sonra Teacher Reagan döneminin,<br />

Turgut Özal’ın yeni Muhafazakarlığının darbesini yediler. Tam biraz toparlanır gibi<br />

olmuşlardı ki Duvar yıkıldı. Ve bu ideolojik iklimde özel savaş ekibi tüm ülkeyi teslim aldı.<br />

Tek direniş noktası Kürt Özgürlük Hareketiydi <strong>ve</strong> o de tecrit olmuştu. Genel kurmay <strong>ve</strong> Özel<br />

Harp Dairesi bir parti gibi neredeyse tüm toplumu örgütlemiş <strong>ve</strong> kontrol altına almış<br />

bulunuyordu.<br />

Ama hiçbir süreç ebediyen sürmez. Bir noktadan hiç ön görülmeyen eğilimleri yaratır <strong>ve</strong><br />

besler.<br />

Daha önce bu değişimin ilk izleri kimi şehit ailelerinin başbakanı geri adım atmaya zorlayan<br />

“vatan sağ olsun demiyorum” tepkilerinde ortaya çıkmıştı.<br />

“Türkiye barışını Arıyor” konferansı, yine de hiç küçümsenmeyecek yankılar <strong>ve</strong> tartışmalara<br />

yol açmış en azından gazetelerde birkaç haber <strong>ve</strong> yoruma konu olabilmişti.<br />

Hrant Dink’in öldürülmesi ise, neredeyse unutulmuş ama derinden derine de belli bir birikim<br />

yapmış insani <strong>ve</strong> demokratik tepkilerin adeta patlarcasına ortaya çıkışına yol açtı.<br />

Bu hiç hesapta olmayan tepki, cinayeti işleyen gizli merkezler kadar Hükümet’i de şaşırttı.<br />

Hükümetin açıklamaları bizzat kendi destekçileri tarafından bile eleştirildi. Kimse<br />

Genelkurmayın adını ağzına almıyor <strong>ve</strong> bundan çekiniyor ama toplumun bilincinin<br />

derinliklerinde bu cinayetin Genelkurmayın emir <strong>ve</strong> komutası altındaki “Derin Devlet”<br />

tarafından işlendiğine dair en küçük bir kuşku bile bulunmuyor.<br />

95


Türkler arasında Demokratik hareket o kadar zayıflamıştı ki demokratik refleksler sadece<br />

İnsan Hakları Derneği’nin cılız omuzlarına kalmıştı. O da PKK’nı yan kuruluşu olarak<br />

tanınıyor <strong>ve</strong> tam bir tecrit içinde bulunuyordu.<br />

Hrant Dink’in ölümüne tepkiler, bu boğucu <strong>ve</strong> zehirli atmosferi bir parça olsun dağıtır gibi<br />

oldu. Dengeler bir anda değişikliğe uğradı. Gericiliği besleyen kendini yaratan mekanizma<br />

şimdi demokrasi mücadelesinde kendini besleyen bir mekanizma <strong>ve</strong> kartopu etkisi yaratabilir.<br />

"Reformlar devrimci mücadelenin yan ürünüdür" diye bir söz vardır. Bunun somut bir<br />

örneğini F tipi cezaevleri ile ilgili düzenlemede şimdi görmüş bulunuyoruz. Eğer Hrant<br />

Dink’in öldürülmesine böyle güçlü bir demokratik tepki olmasa, hükümetin bu ölüm<br />

karşısındaki tavrına kendini destekleyen İslamcı aydın <strong>ve</strong> liberal çevrelerden bile böyle tepki<br />

gelmese, Hükümet F Tipi cezaevleri ile ilgili yeni düzenlemeyi yapmaz <strong>ve</strong> Behiç Aşçı’da<br />

bunun üzerine ölüm orucuna ara <strong>ve</strong>rmezdi. (Belki çok geç, belki de geri dönülebilecek<br />

noktayı çoktan aştılar.)<br />

Bir bakıma Hrant Dink’in ölümü <strong>ve</strong> buna gösterilen demokratik tepki bir yan ürün olarak<br />

Behiç Aşçı <strong>ve</strong> diğer ölüm orucundakilerin de hayatını kurtardı <strong>ve</strong> kanayan bir yara olan ölüm<br />

oruçlarındaki kanamaya son <strong>ve</strong>rdi.<br />

Elbette bunda, Behiç Aşçı’nın bir avukat <strong>ve</strong> özgür bir insan olarak ölüm orucuna başlaması,<br />

keskin bir dildense toparlayıcı, insanların <strong>ve</strong> toplumun vicdanlarına seslenen bir üslup<br />

tutturması; talepler çıtasını en asgari noktaya indirmesi, insani özellikleri <strong>ve</strong> içtenliği, tıpkı<br />

Hrant Dink’in özelikleri gibi, hiç küçümsenmeyecek bir etkiye sahip olmuştur.<br />

Bunlar Hrant Dink’in ölümüne tepkilerle birleşince <strong>ve</strong> hükümet liberal çevreler <strong>ve</strong> İslamcı<br />

aydınlarla ciddi bir kopukluk içine girince, durumunu tekrar güçlendirmek için, ölüm<br />

oruçlarının bitmesi için gerekli adımı atmak zorunda kalmıştır.<br />

Bu uzun, çok uzun yıllardır, demokratik hareketin ilk kazanımıdır. Ve muhakkak ki<br />

demokratik güçlerin toparlanma <strong>ve</strong> kendine gü<strong>ve</strong>nlerini besleyici bir etki yapacaktır.<br />

Bu demokratik tepki muhtemelen, devletin, iktidar partisinin <strong>ve</strong> CHP’nin içindeki farklı<br />

strateji savunanları da güçlendirecek <strong>ve</strong> bir karşı baskı unsuru oluşturacaktır. Bu demokratik<br />

tepkinin ilk yankıları yakında CHP içinde Baykal’ın çizgisine karşı daha sert <strong>ve</strong> güçlü<br />

eleştiriler çıkmasına yol açabilir. Aynı şekilde devletin içinde de, inkar <strong>ve</strong> imha politikalarıyla<br />

bu işlerin gitmeyeceği yoksa her şeyin yitirileceğini söyleyenlerin manevra alanları <strong>ve</strong><br />

etkilerinde bir genişleme olacaktır. Bu da ırkçı, inkarcı <strong>ve</strong> saldırgan Türk milliyetçiliğinin <strong>ve</strong><br />

bu zemin üzerinde istediği gibi at koşturan derin devletin hareket alanını daraltıcı etki<br />

yapacaktır. Bu da demokrasi güçlerinin alanını genişleterek, onlara moral <strong>ve</strong>rerek kendini<br />

besleyen bir sürece yol açabilir.<br />

Elbette bu gibi gidişler düz bir çizgi izlemezler. İnişler <strong>ve</strong> çıkışlarla giderler. Ama dibe vuruş<br />

noktasının aşıldığını gösteren belirtiler var.<br />

Ne var ki, fazla umutlu da olmamak gerekiyor.<br />

Birincisi, demokratik güçler hala çok cılız <strong>ve</strong> zayıf <strong>ve</strong> ince bir katman oluşturmaktadır.<br />

Sadece Hrant Dink’in ölümüyle ilgili çeşitli haberlerin altındaki yorumları okumak bile yeter.<br />

96


Her zaman birkaç demokratik yorumun karşısında, onlarca ırkçı, saldırgan, faşist yorum<br />

bulunmaktadır.<br />

Bu güçlü demokratik tepki olayın İstanbul’da özellikle de sol <strong>ve</strong> liberal bir kitlenin bulunduğu<br />

bir bölgede gerçekleşmesi <strong>ve</strong> oradaki insanların Türkiye ortalamasına göre çok farklı <strong>ve</strong><br />

istisnai olmalarıyla gerçekte toplum içinde olduğundan daha güçlü görünmektedir.<br />

Bu cinayet İstanbul’un başka bir semtinde <strong>ve</strong>ya başka bir şehirde olsaydı, bu kendiliğinden<br />

demokratik tepki damgasını vuramazdı <strong>ve</strong> gazetelerdeki ırkçı <strong>ve</strong> faşist yorumları yazanların<br />

esas ortamı belirlemeye devam ederlerdi.<br />

İkincisi. Bir demokratik tepkiden söz ediyoruz ama, Hrant Dink’in ölümüne tepki<br />

gösterenlerin üzülme <strong>ve</strong> tepki nedenlerine bakıldığında, bırakalım humanist ya da demokrat<br />

gerekçeleri bir yana, çoğu kez milliyetçi <strong>ve</strong> hatta ırkçı gerekçelerin tersine dönmüş bir<br />

biçimde dile getirildiği görülmektedir. Aslında siyasi <strong>ve</strong> ideolojik olarak hiç de demokratik <strong>ve</strong><br />

hatta liberal bile olmayan geniş bir kitle bulunmaktadır Dink’in ölümüne tepki gösterenler<br />

içinde.<br />

Diğer yandan yine geniş bir kitle de demokratik değil, liberal bir özellik göstermektedir.<br />

Aslında gerçekten demokratik bir özellik gösterenler, tepki gösterenlerin çok küçük bir<br />

bölümüdür. Ama bunlar başta girişim yeteneği göstererek en azından “Hepimiz <strong>Ermeni</strong>yiz”<br />

gibi sloganların yerleşmesine <strong>ve</strong> demokratik özlemlerin gerçekte var olduklarından çok daha<br />

güçlü görünmesine yol açmışlardır. Ama örneğin Devleti <strong>ve</strong> Genelkurmayı suçlayan <strong>ve</strong>ya<br />

Özel Savaş Dairesinin kapatılmasını isteyen sloganlar demokrat olmayan bu geniş kitle<br />

tarafından benimsenmemekte onlar tarafından tepki gösterilmektedir.<br />

Gerçi bu da normaldir. Her devrimci <strong>ve</strong> demokratik kabarış böyle başlar. 1905 devrimi<br />

başladığında İşçiler Çar babalarına ikonlarla yalvarmaya gidiyorlardı. Ama bir gün içinde<br />

birçok şey değişi<strong>ve</strong>rmişti.<br />

Gerçi burada henüz bir devrimci <strong>ve</strong> demokratik kabarıştan söz etmek için bir neden yok ama<br />

geniş insan kitleleri bizzat kendisi eylem içinde öğrenir <strong>ve</strong> değişir. Bu nedenle olabildiğince<br />

geniş bir katılımı korumak <strong>ve</strong> tecrit olmamak için azami esneklik göstermek demokratik<br />

güçlerin bu cılız başlangıcı koruması <strong>ve</strong> sürdürmesi için en önemli koşuldur. Bizzat Hrant<br />

Dink <strong>ve</strong> Behiç Aşçı gibi örnekler bunun nasıl bir şey olduğunun somut örneklerini, ortaya<br />

koydukları hayatlarının pratiğinde göstermiş bulunuyorlar.<br />

*<br />

“Derin Devlet”in hiç hesapta olmayan bu sonuçlara rağmen hedefinden var geçtiği<br />

sanılmamalıdır. Hrant Dink bir <strong>Ermeni</strong> idi <strong>ve</strong> özellikle bir <strong>Ermeni</strong> olduğu için öldürüldü ama<br />

esas hedef Kürtlerdi. Çünkü katliamlar sonucu Türkiye’de <strong>Ermeni</strong>ler artık politik bir güç<br />

değildirler. Hrant Dink’in öldürülmesi aslında toplumu bir Türk Kürt savaşına çekme, germe,<br />

aydınları sindirme, saldırgan bir Türk milliyetçiliğini geliştirme operasyonun bir parçası<br />

olarak görülmelidir.<br />

İktidarlarının Orta Doğu’daki dengelerin değişmesiyle böyle eskisi gibi yürümeyeceğini<br />

görenler, son bir çabayla her türlü çılgınlığı yapmaya hazırlanıyorlar. Tıpkı daha önce<br />

Kıbrıs’ta yaptıkları gibi, özel savaş dairesi aracılığıyla örgütlenip, ABD’nin zor durumda<br />

97


kalıp bir şey demeyeceğini umdukları bir momentte, ilk fırsatta Kerkük’ü de işgal etmeyi<br />

planlıyorlar. Bu işgale paralel olarak da cephe gerisini sağlama almak için, Türkiye’de<br />

Kürtleri sindirmek üzere bir Kürt katliamı düşündüklerine kesin gözle bakılabilir. Çünkü<br />

askerler planlarını her zaman cephe gerisini emniyete almak <strong>ve</strong> temizlemek üzerinden<br />

kurarlar. Nasıl ABD savaşı daha da yayarak içine düştüğü bataktan çıkmak istiyorsa, kediye<br />

göre budu Türk devletinin de fırsat bulduğunda aynı şeyi yapacağına hiç kuşku yoktur.<br />

ABD’nin işinin zorlaşması <strong>ve</strong> savaşı yayabilmek için İran’a karşı Türk ordusunun gücüyle<br />

destek karşılığında güney Kürtlerini <strong>ve</strong> Kerkük petrollerini Türk devletine peşkeş<br />

çekebileceğinin hesabını yapmaktadır Türk Genel Kurmayı.<br />

Güney Kürdistan’ı özel timlerle doldurmak <strong>ve</strong> Hrant Dink Cinayeti, ilan edilmiş ateşkesi<br />

zerrece dikkate almadan operasyonlara devam <strong>ve</strong> baharda PKK’nın ateşkese son <strong>ve</strong>rmesi için<br />

her türlü provakasyon, bütün bunlar bu konsept içinde değerlendirilmelidir.<br />

Bütün bunlar göz önüne alınınca, Hrant’ın öldürülmesine gösterilen demokratik tepkinin<br />

gelişiminin önündeki zorluklar daha iyi görülmektedir.<br />

23 Ocak 2007 Salı<br />

Demir Küçükaydın<br />

demiraltona@hotmail.com<br />

http://www.koxuz.biz<br />

98


Panel İlanı<br />

<strong>Ermeni</strong> Soykırımı,<br />

Milliyetçilik,<br />

Nedenleri <strong>ve</strong> Günümüze Etkileri<br />

Panel<br />

Abut Can (Eğitmen, Siyasetçi - Hamburg)<br />

Recep Maraşlı (Yazar, Yayıncı - Berlin)<br />

Feleknas Uca (Avrupa Parlamenteri - Brüksel)<br />

Dr. Rafi Kantian (Yazar, yayıncı - Hanno<strong>ve</strong>r)<br />

Corry Guttstadt (Araştırmacı Yazar - Hamburg)<br />

Demir Küçükaydın (Yazar - Hamburg)<br />

Tarih: 21.04.2007, Cumartesi<br />

Saat: 14.00 – 19.00 arası<br />

Yer:<br />

Department für Wirtschaft und Politik (DWP) der Uni<strong>ve</strong>rsität Hamburg,<br />

Von-Melle-Park 9, Hamburg<br />

Eine Veranstaltung der „Fachschaftsrat Department für Wirtschaft und Politik (DWP) der<br />

Uni<strong>ve</strong>rsität Hamburg“ mit Unterstützung der Initiati<strong>ve</strong> “Hrant Dink Demokrasi Girişimi Hamburg”<br />

99


<strong>Ermeni</strong> Soykırımı, Milliyetçilik, Nedenleri <strong>ve</strong> Günümüze Etkileri Paneli<br />

İçin Taslak Notlar<br />

Hukuki <strong>ve</strong> Sosyolojik tartışma Üzerine<br />

1) Bir yanılş anlamaya meydan <strong>ve</strong>rmemek için şunu belirteyim ki, uluslar arası<br />

organlarca yapılmış hukuki tanıma göre 1915’de olanlar bir soykırımdır.<br />

2) Hukuki bakımdan tanım <strong>ve</strong> kanunların makabline şamil olmayacağı, soykırım<br />

kavramının İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkıp tanımlandığı bu nedenle<br />

soykırım denip denemeyeceği gibi tartışmalar hukukçuların işidir.<br />

3) Bizi burada hukuki kavramlar <strong>ve</strong> tanımlar ilgilendirmiyor. Ve şunu biliyoruz ki,<br />

hukukçular var olan ilkeleri <strong>ve</strong> normları sorgulamazlar olguların tanımlara uygun olup<br />

olmadığına bakarlar.<br />

4) Ama varsayalım ki, dünyanın bütün en ileri gelen hukukçuları bu olayın soykırım<br />

olmadığına karar <strong>ve</strong>rdi. Bu yaşananların daha az korkunç olduğu anlamına gelmez. Bu<br />

o sürgün, katliam <strong>ve</strong> toplu öldürmenin nedenlerini araştırmamak gerektiği anlamına<br />

gelmez.<br />

5) Çünkü soykırım dense <strong>ve</strong>ya denmese bu olanın korkunçluğunu abartma <strong>ve</strong>ya küçültme<br />

gibi anlaşılıyor. Bu kavramın kullanılıp kullanılmamasının bu olgunun anlaşılmasıyla<br />

ilgisi yoktur.<br />

6) Çünkü soykırım hukuki bir kavramdır: hukuki kavramlarla sosyolojik olgular<br />

anlaşılamazlar.<br />

Metodolojik İlkeler<br />

1) İnsan maddeyi araçlarla, olguları kavramlarla işler. Hiç kimse balık avlamaya yarayan<br />

olta ile kuş avlamaya ya da geyik avlamaya kalkmaz. Ya da tersine kuş avlamaya<br />

yarayan bir sapanla <strong>ve</strong>ya saçma atan av tüfeğiyle balık avlamaya kalkmaz.<br />

2) Ama olgular söz konusu olduğunda, bunların özünü anlamak söz konusu olduğunda,<br />

işin kötüsü tam da böyle davranılmaktadır. Örneğin hukukun kavramları sosyolojinin<br />

kavramları yerine geçirilir <strong>ve</strong>ya olguların özünü açıklamaya değil gizlemeye yönelik<br />

kavramlar sanki bilimsel kavramlar gibi kullanılır.<br />

3) Soykırım, hukuki bir kavramdır, sosyolojik bir kavram değildir. Dolayısıyla bu<br />

olguyu, yani <strong>Ermeni</strong>lerin toplu halde göçürülmesi <strong>ve</strong> öldürülmesinin sosyolojik<br />

100


nedenlerini açıklamak için bu kavramı kullanmak, balık avlamaya yarayan oltayla kuş<br />

avlamaya benzer.<br />

4) Adam öldürmek cinayettir dediğinizde, bu sosyolojik bir önerme olmaz. Bu hukuki bir<br />

önerme olur.<br />

5) Sosyoloji hangi koşullarda niçin adam öldürmeye cinayet dendiğini <strong>ve</strong> niye insanların<br />

birbirini öldürdüğünü, bunu nedenlerini inceler.<br />

6) Bir dinden, etniden, inançtan, cinsten, ulustan vs. insanların toplu halde öldürülmüsi,<br />

sürülmesi vs. soykırımdır dediğinizde, adam öldürmek cinayettir diyenden farklı bir<br />

şey söylemiş olmazsınız. Hukuki bir tanım yapmış olursunuz.<br />

7) Sosyolojinin konusu ise, neyin hangi koşullarda soykırım olarak tanımlandığını, niye o<br />

soykırım olarak tanımlanan toplu öldürmelerin gerçekleştiğini araştırmaktır.<br />

Konuya Yaklaşım<br />

1) Bir insanı öldürmek her zaman cinayet olara tanımlanmıyor. Bir savaşta örneğin, insan<br />

öldürmek cinayet olarak değil, onur duyulacak bir şey olarak görülüyor, ne kadar çok<br />

insan öldürdü iseniz o kadar şerefli de olabilirsiniz.<br />

2) Ama dikkat edin, burada can alıcı kavram insan kavramıdır.<br />

3) Öldürenler için acaba öldürülenler insan mıydı? Biyolojik bir kavram olarak insan<br />

kavramı ile çeşitli toplumların insan kavramları özdeş değildir.<br />

4) Örneağin ilk kabilelerde, insan kavramı o kabileden olanları kapsar. Onları biyolojik<br />

olarak başka insanları öldürdüklerinde <strong>ve</strong> hatta onları yediklerinde insanları yemezler.<br />

Başka canlıları öldürmüş <strong>ve</strong> yemiş olurlar. Ama onlar örneğin, bir ayı ya da kurdun<br />

soyundan geldiğin rüşünen bir kabile ise, siz bir ayı ya da geyik öldürdüğünüzde insan<br />

oldürmüş olursunuz.<br />

5) Bu bakımdan, yamyamlık ya da kanibalizm kavramı, başka toplumları modern<br />

toplumun insan kavramıyla tanımlamaktır. Tarihte kanibalizm ya da yamyamlık<br />

yoktur.<br />

6) Bir cinayetin nedenlerinden söz ettiğinizde onun ancak hukuki düzeydeki nedenleri<br />

söz konusu olur.<br />

7) Sosyoloji bir öldürme olayının nedenlerini araştırmaya cinayet sözcüğü ile<br />

başlayamaz.<br />

8) Sosyoloji, o öldürmeye niçin cinayet dendiği, nerede cinayet dendiği, o öldürme<br />

olayının ardındaki nedenler ile uğraşır. Çünkü biliyoruz ki, her öldürmeye cinayet<br />

denmemektedir toplumda. Bir taraf için cinayet olarak tanımlanan diğeri için<br />

ulaşılmaz bir kahramanlık olarak da görülür savaşlarda olduğu gibi. Sosyoloji niçin<br />

aynı olguya bir tarafın böyle, diğer tarafın öyle dediğini araştırır.<br />

101


9) Soykırımın nedenlerinden söz ettiğinizde, bir cinayetin nedenlerinden söz etmiş<br />

olursunuz. Dolayısıyla daha baştan olguya belli değer yargılarıyla bakıyorsunuz<br />

demektir.<br />

10) Sosyolojinin konusu, işte tam da bunu açıklamaktadır; yani niye böyle nedenler<br />

araştırılırken<br />

11) Bunu araştırmaya başladığınızda, şunu görürsünüz: her hangi bir olguyu şöyle <strong>ve</strong>ya<br />

böyle tanımlamanın ardında farklı toplumsal grupların çıkarları yatmaktadır. Her<br />

toplumsal grubun ya da sınıfın ortak kabul edeceği, evrensel kavramlar yoktur.<br />

***<br />

• <strong>Ermeni</strong> jenosit <strong>ve</strong>ya katliamı hakkında bunu bir istisna gibi görme eğilimi var. Ne<br />

yazık ki bir istisna değil <strong>ve</strong> bir çok kereler başka yerlerde de yaşanmıştır <strong>ve</strong><br />

yaşanmaktadır <strong>ve</strong> de böyle giderse yaşanacaktır. Balkan savaşlarının sonundaki<br />

arındırmalar, 1925’teki mübadele, Yahudiler, Çingeneler, Ezidiler <strong>ve</strong> diğerlerine<br />

yapılanlar, Yugoslavya <strong>ve</strong> Afrika’da olanlar, yakında muhtemelen Orta doğu’da<br />

yaşancaklar.<br />

• Deniliyor ki, işti bu özü dilenirse bir daha olmaz. Ya da hafızadan silinmezse bir daha<br />

olmaz. Bunlar çocukça görüşlerdir <strong>ve</strong> sadece iki örnek bunların geçerli olamayacağını<br />

gösterir.<br />

o Yahudiler oluşturdu bir bakıma bu günkü İsrael devletini. Ama İsrael'i bir ırk<br />

<strong>ve</strong> kan temelinde tanımladıkları için, Araplara karşı soykırımı <strong>ve</strong> ayrımcılığı<br />

bizzat kendileri yapıyorlar.<br />

o Bir başka örnek. Modern holocoustu yapan Almanya’dır. Yurttaşlığı hala<br />

büyük ölçüde kana dayanmaktadır. Bunu da esnettiler ama ilkesel olarak<br />

reddetmediler. Sadece ikisadi ihtiyaçlar nedeniyle genişlettiler.<br />

• Demek ki, sorun bunu mahkum etmek değildir. Mahkum etmek <strong>ve</strong>ya özür dilemek<br />

üzerinden yapılan bir tartışma hiçbir şekilde yeni jenositlerin olmasını engeleyemez.<br />

• Sorun bunun nedenlerini ortaya çıkarmak <strong>ve</strong> o nedenleri yok etmektir. Nedenler<br />

derken tek bir olayın nedenleri değil.<br />

o Konuyu tek bir olay olarak ele aldığınız sürece, nedenler hakkında<br />

yanılınabilir. Örneğin İttihat <strong>ve</strong> Terakki <strong>ve</strong>ya belli bir yönetici kliğin, <strong>ve</strong>ya<br />

kimi koşulların olağanüstü bir çakışmasının özel bir soncu gibi görülebilir bir<br />

tür olaylar.<br />

• Halbuki bu tür olayların tamamına genel olarak baktığımızda böyle olmadığını<br />

görürüz. Onun nedenleri derindeki nedenleri ortaya çıkarılmalıdır. Bu düa başka bir<br />

toplumsal sistem demektir.<br />

102


• Dolayısıyla nedenler üzerine yapılan tartışma aslında bu güne <strong>ve</strong> geleceğe ilişkin bir<br />

tartışmadır. Eğer ufkunuz ulusçulğun dışında bir var oluş kabul etmiyorsa, hatta bir<br />

dile, dine, etniye, soya dayanan bir ulus biçiminden başka bir var oluş düşünmüyor <strong>ve</strong><br />

tasavvur etmiyorsanız, sizin jenositlerle nasıl mücadele edileceğine ilişkin anlayışınız<br />

bir özür dileme <strong>ve</strong>ya suçluyu cezalandırma gibi biçimlerde olacaktır.<br />

• Ama örneğin, nisbeten demokratik bir ulusçuluktan yana seniz, yani ulusu, her hargi<br />

bir dil, din, etni ile tanımlamayı reddeden <strong>ve</strong> belli bir toprak parçasında yaşayan<br />

insanlar ile tanımlayan bir ulusçuluktan yana iseniz, nedenler hakkındaki görüşleriniz<br />

çok daha farklı, cinayetleri bu gerici ulusçuluğun sonucu olarak görme eğiliminde<br />

olacaksınız demektir.<br />

• Ama eğer sorunu sadece demokratik ulusçuluk değil, genel olarak ulusçuluk, ister<br />

demokratik, ister gerici ulusçuluk olsun, bunun kendisinde görüyorsanız, yani modern<br />

toplumun kendisinde <strong>ve</strong> her türlü en demokratik biçimiyle bile ulusçuluğun özel bir<br />

sorun olmasını savunuyorsanız, o zaman bunun temellerini, bizzat modern toplumun<br />

kendisinde bulursunuz.<br />

o Örneğin holocoustu böyle açıklayanlar var. Diyor ki, o insanlar işlerini<br />

yapıyorlardı.<br />

• Am bu nedir aslında? Bu ayrımın kökeninde ne vardır? Nasıl olmaktadır da sıradan<br />

insanlar hiçbir sorumluluk duymadan makinanın basit bir dişlisi olarak bu işleri<br />

yapmaktadırlar?<br />

• Bunun kökeninde hayatın farklı alanlarının birbirinden ayrıldığın görürsünüz. İş<br />

vardır, özel, vardır, politik vardır, dinsel vardır, seküler vardır. Burnların her birinin<br />

ayrı ayrı kuralları olduğu düşünülmeaktedir.<br />

• Moden toplumun özü tam da budur. Bu ayrımın kendisi bunu meşru<br />

kılmaktadır.<br />

• Eskiden insanların kendisine göre bütün davranışlarını tanımladıkları "nesnel akıl" da<br />

denebilecek tanrılar vardı. İnsanlar Allah için yaşıyorlar, onun için yemek yiyorlar,<br />

onun için ölüyorlardı. Aslında Allah bir toplum <strong>ve</strong> o toplumsal düzenin kendisiydi.<br />

• Şimdi sevişirken kendisi için, çalışırken ailesi için, ölürken ulusu için vs. yapıyorlar<br />

bu işleri.<br />

• Bu korkunç bir biçimde insanların davranışlarına yön <strong>ve</strong>recek bir kerteriz noktasını<br />

yitirmesine yol açmaktadır. İnsanlar görevlerini yapmaktadırlar.<br />

103


Özür Dilemenin Sorunları <strong>ve</strong> Her şeye Rağmen Niçin Kampanyaya Destek?<br />

"Özür Dileme" bir özne açısından bir hatayı kabullenme, bir otokritik yapmadır. Başka bir<br />

özne açısından başka bir özne için özür dilemek <strong>ve</strong>ya otokritik yapmak anlamsız olur.<br />

Papalığın <strong>ve</strong>ya Muaviye'nin cinayetleri yüzünden bir ateistin özür dilemesi saçma olur. Bu<br />

cinayetlerden dolayı bir özeleştiriyi bir Papa <strong>ve</strong>ya bir Halife <strong>ve</strong>ya herhangi bir Katolik <strong>ve</strong>ya<br />

Sünni Müslüman yaparsa anlamlı olabilir.<br />

Bu Özür Dileme kampanyası da, kendini Türklükle özdeşleştirmeyenleri, Papalığın <strong>ve</strong>ya<br />

Muaviye'nin cinayetleri yüzünden özür dileyen bir Ateist durumuna düşürmektedir.<br />

Gerçek bir demokrat, bir ulusun bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle, vs. tanımlanmasını<br />

reddeden insandır. Yani hem ulusun Türklükle (<strong>ve</strong>ya her hangi bir dille, dinle, tarihle vs.)<br />

tanımlanmasını kabul edip hem de demokrat olunamaz. Bu ırkçı demokratlık <strong>ve</strong>ya kapitalist<br />

sosyalizm gibi bir saçmalıktır. İnsan hem bir Türk hem de Demokrat olamaz.<br />

Neden?<br />

Ulusçuluk, "politik olan ile ulusal olanın çakışmasını" kabul etmek <strong>ve</strong> savunmaktır.<br />

Ulusçuluğu belirleyen, ulusal olarak belirlenenin politik olanla çakışmasını savunmaktır.<br />

Ulusal olan pek ala, bir dil, din, tarih, kültür vs. ile tanımlamaya karşı da tanımlanabilir.<br />

Bu demokratik bir ulusçuluk olur. Böyle bir ulusçuluk savunulmadan demokrat<br />

olunamaz.<br />

Nasıl hem laikliği savunup hem de Diyaneti savunmak olamazsa, hem ulusun Türklükle<br />

tanımlanmasını kabullenmek hem de Demokratlık olamaz<br />

Diyelim ki bir mucize gerçekleşti <strong>ve</strong> Türkiye'de bir demokratik devrim oldu. Anayasa'dan<br />

ulusun tanımına ilişkin bir dil, tarih, ırk vs. göndermesi yapan bütün kavramlar, tıpkı gerçek<br />

laik bir ülkedeki dinler gibi, çıkarıldı. Tamamen nötral, örneğin "Ön Asya Demokratik<br />

Cumhuriyeti" gibi bir isim alındı. Ulusu tanımlayan dil olmayacağından herkese ana dilinde<br />

eğitim, temel bir yurttaşlık hakkı olarak belirlendi. Tarih kitaplarından bir dile, dine, soya<br />

dayanan ulusçuluğun tarihleri de çıkarıldı. Genel bir insanlık tarihi <strong>ve</strong> uluslar tarihi okutulur<br />

oldu.<br />

*<br />

*<br />

Elbet bu ülkede kendini Türk, Kürt vs. olarak tanımlayanlar olur ama bunun gerçekten laik bir<br />

ülkede farklı dinlerden oluştan bir farkı bulunmaz. Yani bunların politik bir anlamı olmaz;<br />

bu o insanların özel sorunu olur. Kendini Türk olarak kabul edenler, elbette, Türklerin tarihine<br />

ilişkin dernekler kurabilirler yayınlar yapabilirler. Örneğin kimileri Türklerin insanlığı<br />

104


kurtarmak üzere Uzaydan geldiği, onların aslında hafızasını yitirmiş <strong>Ermeni</strong> <strong>ve</strong> Rumlar<br />

olduğu şeklindeki görüşlerini yaymak üzere kendi Türk Tarih <strong>ve</strong> Dil kurumlarını kurabilirler.<br />

Tabii bunları sadece Türkler değil, Kürtler vs. de yapabilir. Ve isteyen üç kişi bir araya gelip<br />

yeni uluslar da kurabilirler. Tabii tıpkı ateistler gibi, kendini herhangi bir "ulus"tan görmeyen<br />

"ulussuzlar" da bütün bunların saçma olduğu üzerine, tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki<br />

ateistler gibi kendi yayınlarını <strong>ve</strong> derneklerini kurabilirler. Devletin görevi bu inanç <strong>ve</strong><br />

düşünce farklarını ifade özgürlüğünü garanti etmek olur.<br />

Böyle bir demokratın, bu özür dileme metnine imza atması kendini inkar anlamına gelir.<br />

Çünkü demokrat olmanın koşulu katliamlara yol açan gerici ulusçuluğu ret <strong>ve</strong> ona karşı<br />

mücadeledir. Reddettiği <strong>ve</strong> kendisine karşı mücadele ettiği bir anlayış adına ya da o anlayışı<br />

savunuyormuş gibi özür dilemek, başka bir anlama gelmez.<br />

Bu metin demokratları çok kötü bir açmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu metni yazanlar<br />

demokratların da bu "Büyük Felaketi" mahkum etmek isteyebileceklerini hiç<br />

hesaplamamışlardır <strong>ve</strong>ya böyle bir ulusçuluk <strong>ve</strong> demokrasi anlayışı olabileceğinden<br />

bihaberdirler. İnsanları belli bir özneye hapseden "Özür Dileme" yerine herkesin kendi<br />

öznesini özgürce belirleyeceği "Mahkum Etme" gibi bir fiili koysaydılar Demokratları böyle<br />

bir açmaza düşmekten kurtarmış olurlardı.<br />

*<br />

Bir Demokrat özür dilese, Papalığı mahkum eden <strong>ve</strong> ona karşı mücadele <strong>ve</strong>ren bir Protestanın<br />

Papalığın işlediği cinayetlerden dolayı özür dilemesi gibi bir pozisyona düşer.<br />

Özür dilemese, şu gericinin gericisi devlete karşı bir muhalefet hareketinin dışında kalmış<br />

olacaktır.<br />

Ne yapsın?<br />

Peki neden bu metne imza atıyorum?<br />

Öncelikle kavramların gerçek anlamları ile onlara yüklenen farklı anlamlar arasındaki<br />

ayrım nedeniyle.<br />

*<br />

Özür metnini imzalayan <strong>ve</strong> özür dileyen bir çok insan için, bu özür dileme, vicdanları sızlatan<br />

bir olayı mahkum etme, kurbanların acısını paylaşma, Türk Devletini bu olayı inkardan<br />

vaz geçmeye zorlamak için bir baskı uygulama, ırkçı <strong>ve</strong> kana dayanan Türk<br />

Milliyetçiliğine karşı duruşu ifade etme gibi anlamlara sahiptir.<br />

Bu anlamda "Özür dileme"ye pek takılmamak gerekir.<br />

Ezilenlerin mücadelelerinde bir çok kereler görüldüğü gibi, yanlış bir teorik içerik, tarihsel<br />

<strong>ve</strong> sosyal olarak doğru <strong>ve</strong> haklı bir duruşun aracı olabilir.<br />

Örneğin "Emekten yana" sloganı teorik olarak burjuvaziden yana anlamına gelir <strong>ve</strong> çok<br />

yanlıştır; ama insanlar bununla "İşçiden yana" demek isterler <strong>ve</strong>ya öyle söylediklerini<br />

sanırlar.<br />

105


Her şeyden önce bu nedenle imzalıyorum.<br />

Diğer gerekçem pedagojiktir.<br />

Toplumsal mücadelelerde insanlar <strong>ve</strong> farklı gruplar aynı hızla aynı tecrübeleri yaşamazlar.<br />

Arkadan gelenlerin ya da "okula" yeni başlayanların eğitimi gibi ciddi bir sorun vardır.<br />

*<br />

Yukarıdan, "bu yanlıştır, doğrusu şudur" demek, çoğu kez tepki yaratır. Bunun yerine, bir çok<br />

durumda, o yanlışın yanlış olduğunu bile bile, bir yandan yanlış olduğunu söylerken diğer<br />

yandan o biçim olarak yanlış ama içerikte doğru <strong>ve</strong> haklı davranışı birlikte yapmak <strong>ve</strong> o<br />

insanların kendi deneyleriyle bu yanlışı görmelerinin daha hızlı <strong>ve</strong> daha az kayıpla<br />

gerçekleşmesine çalışmak çok daha <strong>ve</strong>rimli sonuçlar doğurabilir.<br />

Bu nedenle, Irkçı <strong>ve</strong> gerici milliyetçi Türk Devletinin politikalarına karşı haklı olanın,<br />

ezilenlerin yanında olduğu için, ne kadar yanlış gerekçelendirilirse gerekçelendirsin,<br />

imzalıyorum.<br />

Bir diğer neden, Türk <strong>ve</strong>ya bir ulustan olmamanın zorluğuyla <strong>ve</strong> istemeden paylaşılan<br />

imtiyazlarla ilgilidir.<br />

*<br />

Fikirler ağızdan çıktığı andan itibaren farklı çıkarların <strong>ve</strong> toplumsal konumların savunmasının<br />

aracına dönüşürler <strong>ve</strong> içerikleri hiç akla gelmeyecek anlam kaymalarına uğrar.<br />

B. Anderson'un "Hayali Cemaatler" kavramı, en demokratik görevlerden bile kaçmanın,<br />

özellikle "Kürt sorunu"ndan kaçmanın bir aracı olmuştur.<br />

Buna göre "Uluslar hayali cemaatlerdir, ben Türk değilim kendimi öyle hissetmiyorum"<br />

dediğiniz andan itibaren, o "hayali" cemaatin dışına çıkıp, ulusçuluk dışı bir pozisyona<br />

geçebilir <strong>ve</strong> örneğin Kürtlerin mücadelelerini "Ulusçudur, ben ulusları reddediyorum <strong>ve</strong> her<br />

türlü ulusçuluğu mahkum ediyorum" diyerek tarafsız kalma hakkını elde edebilirsiniz.<br />

Ama "Hayali Cemaatler"in yazarının da dediği gibi bu ulus denen "hayali cemaatler" "Politik<br />

cemaatler"dir. Yani devlete ilişkin cemaatlerdir. Yani kanla, şiddetle, demirle, çelikle, tankla<br />

tüfekle, hapisle, karakolla var olan cemaatledir.<br />

Yani "ben Türk değilim" diyerek Türklükten kurtulmak öyle kolay değildir. Bu Türklüğün<br />

politik bir anlamı olmadı Demokratik Bir Cumhuriyette mümkün olur. Ulusu Türklükle<br />

tanımlamış bir ülkede Türklükten ayrılmak çok zordur.<br />

Türk olmamak için, bu devletin hüviyetini yırtıp atmanız; bu devlete <strong>ve</strong>rgi <strong>ve</strong>rmemeniz; onun<br />

okullarına gitmemeniz; pasaportunu, polisini, ordusunu, mahkemelerini, yasalarını<br />

tanımamanız vs. gerekir en azından.<br />

Bütün bunları yaptığınızda Türk olmadığınızı söyleyebilirsiniz.<br />

Ama bunları yaptığınızda, en iyi ihtimalle bir hapishane hücresinde, tımarhanede <strong>ve</strong>ya<br />

mezarda olursunuz. Bu "hayali cemaat" size şiddet araçlarıyla nasıl politik olduğunu gösterir.<br />

106


Yani Türk olmamak, hatta bugün dünyada her hangi bir ulustan olmamak olanaksız<br />

derecesinde zordur.<br />

"Ben Türk değilim, her hangi bir ulustan değilim" diyenlerin yaptığı, kelimei şahadet getirip,<br />

namaz kılıp, oruç tutup, zekat <strong>ve</strong>rip hacca gidip ondan sonra da ben Müslüman değilim<br />

demeye benzer.<br />

Dolayısıyla ben elimde olmadan Türk'üm. Ve Türk olduğum için Türk olmanın imtiyazlarını<br />

yaşarım. Türklüğün sefasını sürüyorsam, cefasını da çekmem gerekir.<br />

Türklüğün imtiyazları olur mu? E<strong>ve</strong>t.<br />

Diyelim ki ırk ayrımcılığının olduğu bir ülkede ırk kavramına <strong>ve</strong> ayrımcılığına karşı bir<br />

beyazsınız. Bu bir beyaz olarak beyazların yaşadığı imtiyazları yaşamanızı ortadan kaldırmaz.<br />

Yani yolda giderken bir siyahın duyduğu korkuyu <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nsizliği dumazsınız vs..<br />

Bir baskı uygulanırsa bu sizin derinizin renginden dolayı değil fikirlerinizden dolayı olacaktır.<br />

Özetle ırkçılığa karşı mücadele eden bir beyaz olmanız sizi beyazlığın imtiyazlarından azade<br />

kılmaz.<br />

Türk olmak da böyledir. Ne kadar ulussuz olursanız olun, kendini Türklükle tanımlamış bir<br />

devlette Türk olmanın imtiyazlarını yaşarsınız. Eğer bir parça demokratsanız, "bu imtiyazları<br />

yaşıyorsam bunun kefaretini de ödemem gerekir" demeniz <strong>ve</strong> en azından böyle bir bildiriye<br />

bir şekilde destek <strong>ve</strong>rmeniz gerekir.<br />

Ve elbette, bütün yanlışına rağmen, bu "Büyük Felaket"i tekrar tartışma konusu yapabileceği,<br />

bunun en yanlış <strong>ve</strong> saçma biçimde tartışılmasının, gündem oluşturmasının bile Türk devleti<br />

için bir yenilgi anlamına geleceği için, unutmaya <strong>ve</strong> unutturmaya karşı bu nesnel işlevi<br />

nedeniyle, tamamen taktik gerekçelerle de imzalamayı destekliyorum.<br />

demiraltona@gmail.com<br />

*<br />

*<br />

107


Tarih <strong>ve</strong> Demokrasi<br />

Tarih'in geçmişle değil bugünle ilgili olduğu; Tarih üzerine tartışmaların aslında geçmiş<br />

üzerine değil bu güne <strong>ve</strong> geleceğe ilişkin programlarla <strong>ve</strong> tasavvurlarla, dolayısıyla da bu<br />

program <strong>ve</strong> tasavvurları şekillendiren, onların ardındaki sınıfsal konum <strong>ve</strong> çıkarlarla iligili<br />

olduğu bir "Lapalis hakikati"dir.<br />

Ama sadece bu kadarı eksik bir doğrudur. Bunun daha da doğrusu, bugünün <strong>ve</strong> geleceğin<br />

aslında geçmişte şekillendirildiğidir. Geçmişi başka türlü ele alıp anlatmayan hiçbir hareket<br />

bugünün mücadelelerini <strong>ve</strong> geleceği başka türlü şekillendirememiştir <strong>ve</strong> şekillendiremez.<br />

Bu geçmişte böyleydi, bugün de böyledir <strong>ve</strong> gelecekte de böyle olacaktır.<br />

Her mitolojik hikaye bir tarihtir. Ve bugün bilinen bütün mitolojiler, aslında artık bilinmeyen<br />

<strong>ve</strong>ya unutulmuş tarihlerin yerine başka bir tarih yazımlarından başka bir şey değildir. Örneğin<br />

Kadınların ezilmesi için önce tarih yeniden yazılmıştır; ana tanrıçalar birer meduza<br />

yapılmıştır. Tanrıların kavgaları <strong>ve</strong> ilişkileri toplulukların <strong>ve</strong> toplumsal sınıfların kavgaları <strong>ve</strong><br />

ilişkilerinden başka bir şey değildir.<br />

Akdeniz <strong>ve</strong> Ortadoğu havzasında, dünyanın en el<strong>ve</strong>rişli ulaşım koşulu olan denizin (Akdeniz)<br />

sağladığı müthiş ticaret olanağının mümkün <strong>ve</strong> gerekli kıldığı tek tanrılı dinlerin kitapları,<br />

aslında, aydınlanma tarihçiliğince mitoloji diye tanımlanacak, tarihlere karşı başka bir tarih<br />

yazımından, dolayısıyla başka toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinden başka bir şey değildi.<br />

Klasik Akdeniz uygarlığının tek tanrılı dinleri, önceki tarihleri ("mitolojileri") yok edip,<br />

örneğin "klasik Greko Romen mitolojisinin", yani tarihinin yerine "Peygamberler Tarihi"ni;<br />

Kaos, Kozmos, Kronos vs. yerine Allah, Adem <strong>ve</strong> Havva'yı; Tanrılar yerine Peygamberleri<br />

anlatırken sadece başka bir tarih yazmıyor; bu tarih aracılığıyla başka bir topluluk tanımlıyor,<br />

başka bir toplumsal düzen kuruyor, yani geleceği geçmiş aracılığıyla şekillendiriyordu.<br />

Aydınlanma da, yani şu modern toplumun din olmadığını söyleyen dini de, kutsal kitapların<br />

tarihine karşı kendi tarihini yazdı. Bu tarihi yazarken kutsal kitapların anlattığı tarihi "İnanç"<br />

sorunu olarak akıl dışına sürdü <strong>ve</strong> karanlık bir ortaçağ kavramıyla bu tarihi cehenneme<br />

yolladı.<br />

Sosyalist hareket de bu yasanın dışında değildi, daha doğarken, aslında farklı bir tarih<br />

anlayışını taslaklaştırarak (Tarihsel maddecilik) geleceği şekillendirmeyi deniyordu. O<br />

gelceğe ilişkin bir program olarak aslında başka bir tarih anlatarak yola çıktı.<br />

Aydınlanma humanizmi karşısında ulus gericiliği de aynı şekilde tarihi birer uluslar tarihi<br />

olarak yazarak ulusları kurdu <strong>ve</strong> geleceği şekillendirebildi. Örneğin bir Türk tarihi yazılmadan<br />

bir Türk Devleti <strong>ve</strong> Türk Ulusu olamazdı.<br />

108


O halde, Türkiye'de demokratik hareket eğer gelişmek <strong>ve</strong> bir başarı kazanmak, bu günü <strong>ve</strong><br />

geleceği şekillendirmek istiyorsa, önce demokratik bir tarih yazmak zorundadır. Tarih<br />

demokratik olmadan bugün <strong>ve</strong> gelecek demokratik olamaz.<br />

Demokratik hareketin zayıflığı aynı zamanda demokratik bir tarih olmamasında yankısını<br />

bulmaktadır ya da tersinden demokratik bir tarihçiliğin yokluğu demokratik hareketin<br />

zayıflığının en önemli nedenlerinden biridir.<br />

Demokratik bir tarihi yazabilmeye en yatkın güçlerin işçi hareketi <strong>ve</strong> sosyalist hareket olması<br />

gerekir.<br />

Ama bu hareketler Demokratik bir tarih yazmamışlar <strong>ve</strong> yazamamışlardır. Bırakalım<br />

demokratik tarihi kendi kendi sosyalist tarihlerini bile Türk ulusçuluğunun tarih kavramı<br />

içinde tanımlamışlar; Türk tarihi ile bir mücadeleye girmemişlerdir.<br />

Örneğin Türkiye sosyalist hareketi <strong>ve</strong> işçi hareketi hep Müslümanlarla <strong>ve</strong> Türklerle<br />

başlatılmıştır. İstisnasız Türkiye'deki bütünsosyalist akımlar, Türkiye'de sosyalist hareketi<br />

TKP <strong>ve</strong> onun Bakü kongresiyle başlatırlar. Osmanlıdaki sosyalist akımlar <strong>ve</strong> hareketler birer<br />

tarih öncesi olarak bile pek ele alınmaz. bunlar birkaç akademisyenin ilgi alanı dışında yer<br />

bulamazlar. Türkçeyle <strong>ve</strong> Türklükle tanımlanmış bir ulusla kendini başlatan bir sosyalist<br />

hareket, en gerici ulusçuluğu yeniden üretmekten başka bir şey yapamazdı. Bırakalım<br />

sosyalisti bir yana, demokratik bir tarihçilik ise, bu tarihi ulusu Türkyük, vs. ile tanımlayan<br />

tarihçiliklere karşı hareketlerle tanımlar <strong>ve</strong> başlatırdı. yani örneğin, Türkiye Komünist<br />

Partisi'nin Bakü kongresi değil, Komünist Manifesto'nun ilk <strong>Ermeni</strong>ceye çevrilişi bu modern<br />

sosyalist hareketin başlangıç noktası olurdu. Böyle bir başlangıç noktasının kendisi bile var<br />

olan Türk devletine <strong>ve</strong> ulusçuluğuna karşı bir mücadele anlamı taşır; sosyalistler gerici<br />

ulusçuluğun yeniden üreticileri olmazlardı.<br />

En tutarlı demokrat olan ya da olması gereken sosyalist <strong>ve</strong> işçi hareketi, demokratik tarihi de<br />

örneğin Mithat Paşa <strong>ve</strong>ya İkinci Meşrutiyet ile değil; Selanikli işçilerle, Balkanlardaki<br />

devrimci demokrat <strong>ve</strong> sosyalist akımlarla <strong>ve</strong> köylü çetelerle, <strong>Ermeni</strong> sosyalist hareketiyle,<br />

Velestinli Rigasla, Tigran Za<strong>ve</strong>n'le, Tevfik Fikret ile başlatırdı.<br />

Böyle bir tarihe dayanan bir sosyalist <strong>ve</strong> Demokratik hareket, mitinglerde, anma<br />

toplantılarında, bu cılız ama nitelik bakımdan son derece önemli demokratik öncülerin<br />

isimlerini <strong>ve</strong> resimlerini taşır, onların unutulmasına karşı anmalar yapardı. Bu takdirde anma<br />

toplantıları birer Pazar vaazı, birer ruhsuz seremoni olmaktan çıkar her biri demokrasi<br />

mücadelesinin bir savaşı olurdu.<br />

Böyle bir tarih, Balkan uluslarının kuruluşunu, <strong>Ermeni</strong> katliamlarını, Mübadeleleri, Türkiye<br />

Cumhuriyetinin kuruluşunu birer "ilerici" demokratik dönüşüm <strong>ve</strong>ya devrim değil,<br />

aydınlanmanın demokratik ideallerinin terki <strong>ve</strong> gerici <strong>ve</strong> karşı devrimci hareketler olarak<br />

anlatırdı.<br />

Böyle bir tarih içinde, Mustafa Suphi'lerin kurduğu Türkiye Komünist Partisi, Ulusu<br />

Türklükle tanımlayan bu gericiliğin <strong>ve</strong> karşı devrimciliğin sosyalist harekete sızması <strong>ve</strong> ele<br />

geçirmesi olarak görülürdü.<br />

*<br />

109


Böyle bir tarih, İkinci Meşrutiyet için yapılan askeri ayaklanmayı, Osmanlı devlet sınıflarının<br />

demokratik harekete karşı bir manevrası; bütün balkanları sarmış devrimi bastırmak için onun<br />

başına geçme <strong>ve</strong> daha sonraki İttihat Terakki'nin darbesini bunun sonuca ulaşması <strong>ve</strong> karşı<br />

devrim olarak anlatırdı.<br />

Sosyalist <strong>ve</strong> Demokratik hareketin böyle bir geleneğe dayandığı yerde, Kürtler üzerindeki<br />

baskıya karşı demokratik <strong>ve</strong> devrimci direniş, devrimci ikonografisini, Ergenekon benzeri<br />

Kava efsaneleriyle değil, bu topraklardaki Demokratik mücadelenin ilk başlatıcılarıyla, yani<br />

Velensinli Rigaslarla, Tigran Za<strong>ve</strong>n'lerle kurardı. (Kürt hareketinin zaten Kemal Pir'ler<br />

aracılığıyla bu eksikliği bir parça olsun gidermeye çalışmaktadır <strong>ve</strong> bu çabalar o demokratik<br />

karakterin bir yansımasıdır.)<br />

Bir insan hem Demokrat hem de Türk, Kürt vs. olamaz. Demokrat her şeyden önce, bir<br />

ulusun bir dille, bir tarihle, bir soyla, bir etniyle tanımlanmasını reddeden; bunların bütünüyle<br />

özele ilişkin olmasını savunan olabilir.<br />

Türkiye'nin demokratları, Türkiye'nin laikleri gibidirler. Laikler nasıl Diyanet işleri, İmam<br />

hatipler, din dersleri vs. gibi gerici <strong>ve</strong> anti laik bir kurumların varlığı ile laiklik arasında bir<br />

sorun görmeyen <strong>ve</strong> hatta bunu laiklik olarak tanımlayan anti laiklerse; Türkiye'nin<br />

demokratları da ulusun <strong>ve</strong> devletin, Türklük ile tanımlanmasında, resmi dilinin Türkçe<br />

olmasında, Türk tarihi okutulmasında sorun görmeyen kendini Demokarat sanan anti<br />

demokratik Türklerdir.<br />

Türklüğü (ya da Kürtlüğü <strong>ve</strong>ya başka bir soyu, tarihi, dili vs.) kişinin bütünüyle özel sorunu<br />

yapmayı hedeflemeyen, ulusu bir dil, bir tarih, bir din, bir etni vs. ile tanımlamayı<br />

reddetmeyen bir demokratik hareket olamaz.<br />

Demokratik bir devlet Türk Devletinin, Demokratik bir ulusçuluk gerici ulusçuluğun yerini;<br />

demokratik bir ulus Türk <strong>ve</strong> Kürt uluslarının yerini ancak, Tarihi Türklerin, Kürtlerin,<br />

<strong>Ermeni</strong>lerin değil; Demokratlarla, Türklerin, Kürtlerin, <strong>Ermeni</strong>lerin mücadelesinin tarihi<br />

olarak yazdığında, alabilir.<br />

Bunun haricindeki bütün değişimler, demokrasi değil, bu günkü gericiliğin kendini zamana<br />

uydurmasından <strong>ve</strong> ömrünü uzatmasından başka bir anlama gelmez.<br />

17 Mart 2009 Salı<br />

Demir Küçükaydın<br />

demiraltona@gmail.com<br />

http://www.demirden-kapilar.org<br />

http://www.koxuz.org<br />

110

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!