01.05.2016 Views

Cinedergi 18

Binder18

Binder18

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Sınırları zorluyoruz<br />

Bütün sıkıntılara inat kendimizi aşmaya<br />

çalışıyoruz, size yeni ve daha güçlü bir şeyler<br />

ulaştırmak için. Türk sineması son iki haftada<br />

6 filmle yüzünü biraz gösterdi. Açıkçası çok<br />

da mutluluk verici şeyler söyleyemeyeceğiz.<br />

Biraz korktuğumuz oluyor gibi ama zaman<br />

tanımak lazım hem yeni yönetmenlere hem de<br />

sinemamızın belirli bir kalıba oturması için. Biz<br />

moralimizi bozmadan devam edelim dedik. Gelecekten<br />

Bir Gün filmiyle yakın zamanda vizyon<br />

alacak olan Türkiye Güzeli Hande Subaşı’yla<br />

konuştuk. Bu önemli isim dışında Banu (Bozdemir)<br />

bu hafta kendini aştı ve iki röportaja<br />

imza attı. Melekler Ve Kumarbazlar’ın başrol<br />

oyuncusu Cem Davran, İki Dil Bir Bavul’un<br />

yönetmeni Orhan Eskiköy bence bu yılın en<br />

iyi filmi olan üretimleri ve Kürt açılımıyla ilgili<br />

görüşlerini açıkladı. Tabii Ekim ayı festival ayı,<br />

Antalya Altın Portakal ve Film Ekimi’nin bütün<br />

programını sayfalarımızda bulabileceksiniz.<br />

Her iki festivali de yerinden bütün kadro sizin<br />

için izleyeceğiz. Amerika’dan bizim için yazan<br />

yepyeni bir isim var. Hollywood’a yakınlığıyla<br />

bilinen Burak Yarkent Türkiye’de vizyona<br />

girmemiş dev yapımları orada seyrederek sizin<br />

için <strong>Cinedergi</strong>’ye taşıyor. Özellikle onun yakın<br />

ilişkileri sayesinde hiçbir yerde bulamayacağınız<br />

Hollywood haberleri de artık Haber bölümümüzde<br />

yer alacak. Bundan sonra bizim haberlerimizi<br />

birçok yayın kuruluşunda göreceksiniz<br />

sanıyorum. Bu konuda bize yardımcı olan<br />

Burak’a (Yarkent) teşekkürü bir borç bilirim.<br />

Gelelim dergimizin politik yüzü olan Alper’e.<br />

Onun dosyalarını bu derginin yöneticisi<br />

olarak değil bir sinemasever olarak büyük<br />

bir merakla bekliyorum. Geçen Hafta<br />

yaptığı Politik Filmler dosyasının tadı<br />

damağımdayken bu hafta daha da dikkat<br />

çekici bir çalışmanın altına imzasını attı.<br />

ABD’de vizyona giren Burak’ın geçen ay<br />

eleştirisini yaptığı District 9 adlı filmden<br />

yola çıkarak Getto kavramını işleyen filmlerin<br />

bir incelemesini yaptı Alper. Kesinlikle<br />

kaçırmamanızı öneririm çünkü önümüzdeki<br />

aylarda sürekli District 9’un yarattığı etkiyi<br />

hissedeceksiniz. Ben ise sizin için Türk<br />

Sineması’nda Kadın Filmleri dosyasını<br />

hazırladım. Çok düşündürücü bir çalışma<br />

oldu. Müjde Ar’dan, Hülya Avşar’dan nerelere<br />

geldiğimizi anlamak için önemli bir<br />

dosya. Fırat Sayıcı ise Mesela Dedik ile yine<br />

bizi güldürmeye devam ediyor. CineMüzik<br />

köşesinde ise bir efsaneyi konu etmiş kendine,<br />

Bach severlerin kaçırmaması gereken<br />

bir yazı olmuş Fırat Sayıcı’nın çalışması.<br />

Tabii portre sayfalarımızda Kate Beckinsale<br />

ve Joseph Gordon Lewitt gibi iki ünlü isim,<br />

Zamanın Ruhu köşemizde yiyeceğimize<br />

el uzatan kirli eller gözümüzden kaçmadı.<br />

Vizyondakiler, DVD’ler ve kritikler sizlerin<br />

ilgisini bekliyor. Evet gerçekten bunların<br />

hepsini hazırlamak zor. Ama sinema sevgisi<br />

bizim için itici güç. Bu sayede, <strong>Cinedergi</strong><br />

sizlere ulaşıyor.<br />

İyi okumalar<br />

diliyorum…<br />

Yayın Sahibi<br />

Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />

ETHEM SANCAK<br />

İcra Kurulu Başkanı<br />

MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />

İcra Kurulu Başkan Yardımcısı<br />

LEVENT GÜLTEKİN<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

Webmaster<br />

Tayfun Salcı, Azad Purliyev<br />

Katkida Bulunanlar<br />

Ali Ulvi Uyanık<br />

Kerem Akça<br />

Alper Turgut<br />

Burak Yarkent<br />

Zeynep Bonçe


Yönetmen: Fred Wolf<br />

Senaryo: Karen McCullah Lutz, Kirsten Smith<br />

Oyuncular: Anna Faris, Colin Hanks, Emma<br />

Stone, Kat Dennings<br />

Konu: Shelly Playboy köşkünde atılana dek<br />

dertsiz, kaygısız bir hayat yaşamaktadır.<br />

Hiçbir gidecek yeri olmayan Shelly’nin kaderi<br />

onu kız öğrenci birliği olan Zeta Alpha<br />

Zeta’ya sürükler. Ancak bu asosyal kızlar<br />

sözleşmeyi imzamazlarsa evlerini düzenbaz<br />

Phi Iota Mu grubuna kaptıracaklardır. Kızlar,<br />

evi kaybetmemek için de erkekler ve makyaj<br />

hakkında usta olan Shelly’e bel bağlarlar. Aynı<br />

zamanda Alpha Zeta grubu Shelly’e kişiliğini<br />

geliştirmek adına yardım ederler. Bu kombinasyon<br />

kızları rol yapmak, taklit etmekten<br />

uzaklaştırıp kendi kişiliklerini kazanmalarını<br />

sağlar.


Yönetmen: Rob Marshall<br />

Senaryo: Michael Tolkin, Anthony Minghella<br />

Oyuncular: Daniel Day-Lewis, Marion Cotillard,<br />

Penélope Cruz, Judi Dench, Nicole Kidman,<br />

Kate Hudson, Sophia Loren<br />

Konu: Orta yaş krizine girmiş bir yönetmen<br />

olan Guido Contini, yeni filmini bitirmeye<br />

çalışmaktadır. Kafasında bu film olmasına<br />

rağmen, Contini filmi bir türlü bitirememektir.<br />

Nedeni hayatında çok fazla kadına<br />

yer vermesidir. Karısı Luisa, seksi metresi<br />

Carla, ilham perisi Claudia ve diğerleri...<br />

Contini için hepsi ayrı bir anlam ifade etse<br />

de, beklentiler arasında boğulduğunu hissetmeye<br />

başlar.<br />

Yönetmen: Neil Marshall<br />

Senaryo: Neil Marshall<br />

Oyuncular: Caryn Peterson,<br />

Adeola Ariyo, Emma Cleasby,<br />

Christine Tomlinson<br />

Konu: 30 yıl önce İskoçya’da<br />

ortaya çıkan bir virüs tüm<br />

insanların yaşamını alt üst<br />

etmiştir. Bu ölümcül virüsün<br />

yayılmaması için karantina<br />

altına alınan ülkede hâlâ hayatta<br />

olan insanlar ölüme terk<br />

edilir. Duvarın ardında yıllarca<br />

izole edilen virüs, İngiltere’de<br />

yeniden ortaya çıkar. Hükümet<br />

bu virüsü yok etmesi ve tedavi<br />

yöntemi bulması için bir ekibi<br />

duvarın ardına yollar. Duvarın<br />

arkasında ne olduğunu bilinmemektedir.


Yönetmen: Terrence Malick<br />

Senaryo: Terrence Malick<br />

Oyuncular: Brad Pitt, Sean Penn, Danielle<br />

Rene, Jackson Hurst, Fiona Shaw<br />

Konu: Aile ilişkilerine odaklanan film 50’li<br />

yıllarda geçiyor. Brad Pitt’in canlandırdığı rol<br />

için başta Heath Ledger düşünülmüş ancak,<br />

Ledger ölünce Brad Pitt’te karar kılınmış. Pitt’in<br />

karşısında ise yine iyi bir isim Sean Penn var.<br />

Film 2010’da gösterime girecek.<br />

Yönetmen: Andreas<br />

Prochaska<br />

Senaryo: Andreas<br />

Prochaska, Agnes Pluch<br />

Oyuncular: Michou Friesz,<br />

Andreas Kiendl, Anna Rot


Yönetmen: Tom McGrath<br />

Senaryo: Alan Schoolcraft, Brent Simons<br />

Konu: Nina ve arkadaşları aldıkları bu cep<br />

telefonu mesajının aptalca bir şaka olduğunu<br />

düşünürler; ancak Nina’nın erkek arkadaşı<br />

ertesi sabah, ayaklarına beton bir blok bağlı<br />

şekilde göle atılmış olarak bulunur. Bir<br />

başka arkadaşlarının da vahşi bir saldırıya<br />

uğraması ile gençler hayatlarının tehlikede<br />

olduğunu fark ederler. Nina ve arkadaşları<br />

ölüm listesindedir. Peki ama neden? Nina,<br />

peşlerindeki kana susamış katilin kimliğini<br />

açığa çıkaracak bir ipucuna ulaşır.<br />

Konu: Zalim Oobermind 20 yıldır<br />

Dünya’yı fethetmeye çalışmaktadır, ancak<br />

her seferinde süper kahraman Metro<br />

Man tarafından engellenir. Metro Man’i<br />

öldürdüğünde monotonluktan sıkılır ve<br />

yeni bir süper rakip yaratır. Metro Man’in<br />

hiç olmadığı kadar büyük ve güçlü<br />

bir düşman. Ancak yeni güçlü adam<br />

dünyayı yok etme savaşını başlattığında,<br />

Oobermind’ın karar vermesi gerekir:<br />

Kendi yarattığı bu şeytanı yenebilir mi?


Yönetmen: Anton Corbijn<br />

Senaryo: Deborah Curtis, Matt<br />

Greenhalgh<br />

Oyuncular: Samantha Morton,<br />

Sam Riley, Alexandra Maria<br />

Lara, Joe Anderson<br />

Konu: Joy Division grubunun<br />

vokalisti Ian Curtis’in<br />

öyküsünü anlatan Kontrol,<br />

topladığı övgü ve ödüllerle<br />

özellikle öne çıkıyor. Orijinal<br />

punk sound’unun en ünlü<br />

takipçilerinden olan, çoğu<br />

müzik eleştirmenince en önemli<br />

post-punk grubu kabûl edilen<br />

Joy Division, sadece iki stüdyo<br />

albümüyle büyük bir başarı<br />

yakalamış ve solistleri Ian<br />

Curtis’in 1980 yılında intihar<br />

etmesi üzerine dağılmıştı.<br />

Yönetmen: Matthew Aeberhard,<br />

Leander Ward<br />

Senaryo: Melanie Finn<br />

Konu: Afrika’nın gözlerden<br />

uzak topraklarında doğanın son<br />

harikalarından birisi gerçekleşir:<br />

Koyu kırmızı kanatlı milyonlarca<br />

flamingonun doğumu, yaşamı ve<br />

hayatta kalma mücadelesi. Daha<br />

önce film ekiplerinin hiç ayak<br />

basmadığı doğal alanlarda çekilen<br />

filmde, bu gizemli kuşların hayatta<br />

kalma, her türlü tehlikenin üstesinde<br />

gelme çabalarına tanık<br />

olunuyor.


n ADünya sinemasında, özellikle de sinemanın<br />

sıkı takipçileri arasında zombi filmlerinin ayrı bir<br />

yeri olduğunu hepimiz biliriz. George Romero<br />

ustanın bu külliyata çok şey kattığını, yapıtaşlarını<br />

belirlediğini, kuralları çizdiğini de bilmeyen yoktur.<br />

Bir virüs gibi yayılan zombilik mefhumu, potansiyel<br />

zombi olan sıradan insanları tehdit ederken<br />

olaylar gelişir; kan, şiddet, yer yer izlemesi zor<br />

sahneler, kapana kısılma, kaçma kovalamaca…<br />

vs. Zombi literatürüne yenilikler getirmeye çalışan<br />

ender filmlerden biri ise yazımızın konusu “Öldüren<br />

Kelimeler”. Üstelik öyle bir yenilik ki, kimisine göre<br />

sindirmesi zor, kimine göre akıllıca.<br />

Karşınızda zeka dolu bir zombi filmi var. Bu filmde<br />

insan eti yiyen gerizekalı zombiler ve onlarla köşe<br />

kapmaca yapan talihsiz insanlar yok. Küçük bir<br />

kasabaya yayın yapan cool bir radyo istasyonunda<br />

yani tek bir mekanda geçen filmin alt metinlerinde<br />

Kanada milliyetçiliğini görmemek çok da zor<br />

değil. Kelimelerden ( nedense sadece İngilizce<br />

kelimeler) virüs kapan insanlar, kendilerini bilmez<br />

bir hale geldikçe salgın yaygınlaşmakta. Mazy,<br />

Pontypool kasaba radyosunda program yapmaktadır.<br />

Kasabada korkunç şiddet olayları olduğu şeklinde<br />

söylenti yayılmaya başlar. Radyo ekibi, bu söylentilerin<br />

İngilizceyle yayılmış bir virüsten kaynaklandığını anlarlar.<br />

Kurtarılma ümidiyle yayını sürdürürken acaba radyo<br />

dalgalarıyla virüsün yayılmasına yardım mı etmektedirler?<br />

Daha çok televizyon işleriyle ve düşük bütçeli filmlerle<br />

tanınan Bruce McDonald, zekasını ve zombi filmlerine<br />

olan saygısını aynı kapta bu filme sunmuş. Dilin ve<br />

yanında iletişimin kirlenmesi, medya gücünün topluma<br />

ettikleri ya da edemedikleri gibi, verdiği alt mesajlarla<br />

metnini güçlendiren yönetmen ileride “Öldüren<br />

Kelimeler”in ikincisini de çekebileceğini söylüyor. Filmin<br />

oyuncu sayısının az olması bile bir zombi filmine ters<br />

düşüyor. Ama buna rağmen özellikle de başrolde<br />

tok sesli bir radyocuyu canlandıran Stephen McHattie,<br />

filmi sadece konuşarak sürükleyen isimlerden.<br />

Bir yere kısılıp kalmışlık, merak, bilinmeyenden korkmak<br />

gibi türün genel çizgisini koruyan çalışma, son<br />

dönemlerde izlediğimiz en etkili yapımlardan biri olarak<br />

tanımlanabilir. İkincisi nasıl olacak merakla bekliyoruz…


n 11’e 10 Kala, Oyun belgeselini çeken Pelin<br />

Esmer’in ilk uzun metrajı… Film ilk defa<br />

geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde seyirci<br />

karşısına çıktı. Öncelikle film çok uzundu.<br />

Festivalin yoğun film bombardımanından sonra<br />

koltukta külçe gibi yığıldığımı hatırlıyorum. Ama<br />

hikayesi bana güzel gelmişti, o yüzden filmin<br />

uzunluğuna çok takılmadım. Sonra her zamanki<br />

tartışmalar başladı, Köprüdekiler filminin de en<br />

iyi film kazanmasıyla… Kimileri belgesel dedi,<br />

kimileri konulu…<br />

Adana’da en iyi senaryo ödülü (aynı zamanda<br />

en iyi film) aldığında bu ödülü hak ettiğini<br />

düşündüm. Sonuçta iyi bir konuydu anlatılan…<br />

Öncelikle filmle ilgili bazı ayrıntıları vermek<br />

gerekiyor. Film Pelin Esmer’in arşivci amcasının<br />

hayatını anlatıyor. Başroldeki Mithat Esmer de o<br />

amca… Ve Pelin Esmer bu konuyu daha önce<br />

belgesel olarak çekti… Gerçekten de konu orijinal.<br />

Ben de bu kadar ince eleyip sık dokuyan<br />

bir amcam olsa malzeme olarak kullanırdım…<br />

Filmin evde çekilmesinin mümkün olmadığı,<br />

başka bir yerde, bir depoda çekildiği de başka<br />

ayrıntılar…. Eskiyle yeninin, kıymet vermeyle<br />

her şeyi çarçur etmenin çatışmasını anlatıyor. Bunu<br />

uzun, belgesel diliyle yaptığı için seyircide rehavet duygusu<br />

yaratıyor… Film ayrıca Antalya Film Festivali’nin<br />

uluslararası yarışma bölümünde Türkiye’yi temsil<br />

ediyor… Amca eline ne geçerse biriktirenlerden…. O<br />

yüzden ev çöp ev duygusu yaratıyor. Apartman sakinleri<br />

bu durumdan rahatsız. Çünkü malzeme kapının<br />

dışına taşmış durumda… Ve evdeki ağırlık, deprem<br />

gerçeğini de bir şekilde konunun içine dahil ediveriyor…<br />

Amcanın bir yiğeni, bir de kapıcı var muhatap olduğu…<br />

Artık biriktirdikleri onu da aşmış durumda. Ama hayata<br />

tutunma çabaları onun için o birikim… Diğer bir yandan<br />

Nejat İşler’in canlandırdığı kapıcı Ali de hayata tutunma<br />

çabaları içinde. Ama daha basit bir yerden ve daha<br />

kurgusal… Yani herkes hayata tutunma değerlerinin<br />

savaşımı içinde. Ama bu arada bina çatlıyor insanlar<br />

arası bu vurdumduymazlık ilişkisi içinde…<br />

İlk film olduğu için bildik bir yerden başlıyor, biraz ağdalı<br />

ve uzun bir anlatım dili kullanıyor. Sanki biriktiren, yaş<br />

almış bir izleyici kitlesini hedefliyor… Ama öyküsü<br />

güzel.. Keşke biraz daha dinamik bir anlatım yolunu<br />

seçseydi yönetmen diye düşünmeden edemiyor yine de<br />

insan…


n GBu hafta vizyona giren Sarı Saten:<br />

Günahkarların Aşkı bizim çok şeyler<br />

beklediğimiz bir yapımdı. Ama ne yazık ki<br />

hevesimizi kursağımızda bıraktı. Niçin biz<br />

Sarı Saten’den çok şeyler bekliyorduk? Öncelikle<br />

son dönem Türk sinemasına yeni bir kan<br />

aşılayan Almanya’daki Türk sinemacıların bir<br />

devamı niteliğindeydi filmi üretenler. Yönetmen<br />

Mehmet Çoban uzun süredir Almanya’da<br />

yaşayan bir isim. Üstelik Dortmund üniversitesinde<br />

sinema okumuş. Başrolde oynayan<br />

ve filmin senaryosunu yazan Hatice Balaban<br />

Çoban da Almanya’da yetişen bir oyuncu.<br />

Bu iki ismin Almanya’daki Türk toplumunun<br />

gerçeklerine vakıf olacaklarını ve televizyon<br />

tecrübeleriyle çarpıcı filmler çıkaracağını<br />

zannetmiştik. Fatih Akın’ın, Birol Ünel’in ve<br />

Sibel Kekilli’nin açtığı yolda üste koyarak<br />

devam edeceklerini düşünmüştük. Ama tam<br />

bir fiyasko ile karşılaştık. Bir kere film töre ile<br />

hesaplaşmak üzere yola çıkan kadın karakter<br />

üstünden sap ile samanı birbirine karıştırıyor.<br />

Töre Türk olmanın gereği değildir. Nasıl töreye<br />

uymak adına katil olanlar bunu cahilliklerinden<br />

ve toplum baskısından yapıyorlarsa Türk örf<br />

ve adetlerini töre ile aynı konuma koyanlar da<br />

aynı derecede cahildirler. Namus için kardeşini<br />

katleden bir adamın dramını ve canavarlığını<br />

Türk olmak ile özdeştiremezsiniz. Zorla<br />

amcasının oğlu Bilal ile evlendirilen Melek,<br />

katil ruhlu Bilal’in tecavüzüne uğramıştır. Daha<br />

sonra onu bıçaklayarak kaçar. Onu yaralı<br />

bir şekilde sokakta bulan taksici Galip genç<br />

kızı korur ve hamisi olur. Kimliğini değiştiren<br />

Meryem, Maria adını alarak kızıyla beraber<br />

hayatını devam ettirir. Filmin bundan sonrası<br />

ise darmadağın bir öyküye sahip. Hiçbir karakter<br />

yerine oturmuyor. Meryem’in kızı rolünde<br />

oynayan Lisa Hahn ne fizik olarak ne de olayları algılayışı<br />

anlamında Türk gibi değil. Yani biz ne kadar gözümüzü<br />

kapatarak onun Türk olduğunu düşünmeye çalışsak ta<br />

bunu başaramıyoruz. Aynı problem katil ruhlu amcayı<br />

canlandıran Mark Zak için de geçerli. Hiçbir inandırıcılıkları<br />

yok. Filmde Meryem’in kızına söylediği Türkler ile arkadaş<br />

olmayacaksın sözünü bu kadar tekrarlamak neyin nesi?<br />

Meryem bütün yaşadıklarını nasıl olur da Türk toplumuna<br />

mal eder. Onun tavrından çıkartılacak tek şey herkesin bir<br />

katil Bilal olduğu mu?<br />

Peki kızı Esra’nın duygusal olarak yakınlaştığı Türk<br />

çocuğu Mahmut’un inançlarını bu anlamda sorgulamak,<br />

onu rüyasında saatli bombayla görüp terörizm ile<br />

ilişkilendirmek ne kadar doğru? Bu filmi Almanlar çekse<br />

anlayış göstereceğim ama oradaki toplumun içinden<br />

insanların çekmesini kabul edemiyorum. Yabancı kültürün<br />

propagandasının altında kalıp kendi gerçeklerini bu<br />

kadar geriye atmak nasıl izah edilmeli. Filmin senaryosu<br />

ve karakter dönüşümleri o kadar havada kalıyor ki hangisini<br />

eleştirsek şaşırıyorum. Senaryonun içeriğindeki ve<br />

yazının başından beri saydığımız yanlışlıkları mı, karakterlerin<br />

öyküyü destekleyen dönüşümlerinin basitliğini<br />

mi eleştirelim? Son olarak filmin Türkçe dublajlı olarak<br />

gösterilmesi ayrı bir hata. Filmin duygusal şiddeti ve<br />

gerçekliği bu dublaj sayesinde iyice kayboluyor. Türk<br />

rolü oynayan Alman oyuncuların Türkçe konuşmasının<br />

zorluğundan bu yol seçilmiş herhalde. Ama film en büyük<br />

zararı bu tercihle görmüş. Sarı Saten: Günahkarların Aşkı<br />

ve 11’e 10 Kala ile iki haftada toplam altı Türk filmi vizyon<br />

aldı. Açıkçası filmlerin kalitesi gerçekten düşündürücü.<br />

Böyle devam ederse Türk sineması gişe anlamında büyük<br />

zarara uğrayacak. Ümit ederiz böyle davam etmez.


n Christian Bale ve Mark Wahlberg, David O.<br />

Russel’ın son filmi “The Fighter ”da buluştu.<br />

Dickie Ecklund (Christian Bale) ismindeki<br />

boksörün gerçek hayat hikayesinden uyarlanan<br />

film, genç yaşlarında zirve yapmış bir<br />

boksörün, üvey kardeşi Mickey Ward’ı (Mark<br />

Walhberg) eğitmek amacıyla tekrar ringlere<br />

dönmesini anlatıyor.<br />

Üzerinde uzun zamandır çalışılan filmde, ilk<br />

başlarda, Mickey Ward karakteri için Mark<br />

Wahlberg, Dickie Ecklund karakteri için<br />

Brad Pitt, yönetmesi için ise Darren Arronofsky<br />

düşünülüyordu. Daha sonra Russel’ın<br />

gayretleri sonucunda Ecklund karakteri için<br />

Brad Pitt yerine Matt Damon’un bu role daha<br />

uygun olacağı dülşünüldü. En sonunda ise<br />

Christian Bale’da karar kılındı.<br />

Filmin ilk sahneleri elimize ulaştı, biz de<br />

sizinle paylaşalım dedik..


n Suha Arın tarafından başlatılan ve kesintisiz olarak<br />

sürdürülen “Uluslararası Altın Safran Belgesel Film<br />

Festivali”nin 24-26 Eylül tarihlerinde bu yıl onuncusu<br />

düzenleniyor. Uluslararası bir nitelik de kazanan festival<br />

etkinlikleri kapsamında 26 Eylül 2009 Cumartesi<br />

günü, “Suha Arın Kültür ve Sanat Merkezi”nin açılışı da<br />

yapılacak. Bu Kültür Başkentimizin ilk konaklarından<br />

olan, geçtiğimiz yıllarda restore edilen “Mektepçiler<br />

Konağı”nda, Suha Arın’ın ulusal ve uluslararası ödülleri,<br />

çalışma masası, kütüphanesi gibi eşyalarının yanı<br />

sıra “Safranbolu’da Zaman” belgesel filmini çektiği<br />

kamera ve filme ait materyal de sergilenecek.<br />

n Duyduğumuza göre Marvel Studyoları<br />

çekimleri biten Iron Man 2 filmini 3 boyutlu<br />

olarak beyaz perdeye taşımak istiyor. Bu<br />

tür keskin bir geçiş, çekimleri bitmiş ve<br />

hazırlanma aşamasında film için ne kadar<br />

doğru bir karar olur, filmin ilerki dönem<br />

çalışmalarını ne derece etkiler bilemiyoruz<br />

ama aldığımız bilgiler ışığında Marvel<br />

Studyoları’nın filmi 3 boyuta geçirmek<br />

istediğini ve çalışmaların durmaksızın bu<br />

yönde ilerlediğini size rahatlıkla söyleyebiliriz.<br />

Şu an icin Marvel Studyoları’nın önündeki<br />

tek engel bütçe gibi görünüyor. Çünkü bir<br />

film normal çekildikten sonra 3 boyuta<br />

çevrildiğinde fiyat muazzam derecede artıyor.


n Darwin hakkında çekilen ilk<br />

sinema filmi “Creation” ABD’de<br />

dağıtımcı bulamadı. Film Darwin’in<br />

en büyük kızı Annie ile arasındaki<br />

ilişkiye yoğunlaşarak, Annie’nin<br />

erken ölümünün Darwin üzerindeki<br />

etkisini de inceliyor. Galası Toronto<br />

Film Festivali’nde yapılan film,<br />

Avustralya’dan İskandinavya’ya kadar<br />

tüm dünyada gösterime girerken,<br />

ABD dağıtımcıları tarafından “Amerikan<br />

halkının ‘evrim teorisi’ne karşı<br />

olumsuz tutumu” nedeniyle reddedildi.<br />

Filmin yapımcısı Jeremy Thomas,<br />

“Seyredenler bu yıl izledikleri en iyi<br />

film olduğunu söylüyor, fakat sırf<br />

konusu sebebiyle hiçbir dağıtımcıyla<br />

anlaşma yapılmadı” derken bu konunun<br />

ABD’de hâlâ tabu olmasına<br />

şaşırdığını da sözlerine ekledi.


n Blade Runner filminin<br />

yönetmeni Ridley Scott,<br />

edebiyat tarihindeki önemli<br />

isimlerden biri olan Aldous<br />

Huxley’in eserinden uyarlanan<br />

“Brave New World” filminin<br />

ekibine katıldı.<br />

Filmin yapımcılığını da Leonardo<br />

DiCaprio ile birlikte üstlenecek<br />

olan başarılı yönetmen,<br />

aynı zamanda filmi yönetecek.<br />

Mel Gibson’un Apocalypto<br />

filminin yazarlarından Farhad<br />

Safinia’yı da kadrosuna katan<br />

ekibin en kısa zamanda<br />

aktif bir şekilde calışmalara<br />

başlaması bekleniyor.<br />

n Atlas Entertainment<br />

and Hollywood<br />

Gang şirketlerinin<br />

yapımcılığını üstlendiği<br />

ve hiç zaman kaybetmeden<br />

yönetmenlik<br />

görevi için Nicolai Fuglsig<br />

ile anlaştığı Robin<br />

Hood filmi için kollar<br />

sıvandı. Filmin bazı<br />

yüzeysel detaylarını<br />

basın ile paylaşan<br />

yetkililer filmin bu<br />

yeni görüntüsü ile<br />

çok etkileyici bir hale<br />

bürüneceği ve Robin<br />

Hood efsanesinin yükselen<br />

bir ivme ile devam<br />

edeceği müjdesini verdiler.


n 2011 yılında gösterime<br />

girmesi kesinleşen efsane<br />

film ismini buldu, “On Stranger<br />

Tides”<br />

Disney tarafından düzenlenen<br />

D23 fuarından gelen haberlere<br />

göre “Pirates of the Caribbean”<br />

Serisi’nin yeni filminin<br />

gösterime giriş tarihi ve<br />

ismi belli oldu. 2011 yılında<br />

gösterime girecek olan filmin<br />

yönetmeni Rob Marshall.<br />

Disney Dünyası’ndan bir<br />

başka haber ise, “National<br />

Treasure” filminin 3. bölümünün<br />

yolda olduğu.<br />

n Paramount Pictures ve<br />

yapımcılar Tom Cruise ile J.<br />

J. Abrams “Mission Impossible”<br />

serisinin 4. bölümü<br />

için çalışmalara son hızla<br />

başladılar, ve bu çalışmanın<br />

ilk aşaması olarak da, senaryo<br />

için Josh Applebaum<br />

ve Andre Nemec ile anlaşma<br />

sağladılar. “Alias” filminin<br />

yapımcıları arasında<br />

da yer alan Applebaum ve<br />

Nemec daha önce Abrams<br />

ile birlikte tasarladıkları<br />

hikayeyi film senaryosuna<br />

dönüştürecekler.<br />

Şu an için film hakkında<br />

bilinen tek gerçek, yukarıda<br />

da bahsettiğimiz gibi Tom<br />

Cruise ve J.J. Abrams’ın,<br />

filmin yapımcılığını birlikte<br />

üstlenecek olmaları.


n Harry Potter efsanesinden<br />

esinlenen bir tema parkı gelecek<br />

yıl ilkbaharda ABD’nin Florida<br />

eyaletinde açılacak. Tema<br />

parklarının kurucusu ve işletmecisi<br />

Universal Orlando Resort’tan<br />

yapılan açıklamada, ziyaretçilerin<br />

genç büyücünün sihir dünyasına<br />

dalabilecekleri parkın adının Harry<br />

Potter’ın Sihirli Dünyası olacağı<br />

ve Britanyalı yazar J.K. Rowling’in<br />

kitaplarındaki tüm kişilikler ve<br />

yerlerin bulunacağı belirtildi.<br />

Eğlence parkı yüksek hızlı trenler<br />

ve uçan araçlarla birlikte son<br />

teknolojiye sahip olacak.<br />

n Disney/Pixar’ın dahi çocuğu John Lasseter,<br />

katıldığı D23 Fuarı’nda “Toy Story 3” ve “Cars 2”<br />

filmleri hakkında bilgiler verdi.<br />

Bu bilgiler dahilinde, Wall-E filminde kaptan<br />

karakterini seslendiren Jeff Garlin, ve Whoopi<br />

Goldberg “Toy Story 3” filmde seslendirmelere<br />

katılacaklar. Aynı zamanda ilk iki filmde<br />

kahramanımız Andy’e sesiyle hayat veren John<br />

Morris, yine aynı görevi üstlenecek.<br />

“Cars 2” filmi ve karakterleri hakkında biraz<br />

daha fazla bilgi veren Lasseter, filmin Lightning,<br />

Mater and Doc<br />

karakterleri üzerinde<br />

yoğunlaştığını ve bu<br />

karakterlere Avrupa ve<br />

Uzak Doğulu araba<br />

karakterlerinin katılacağı<br />

bilgisini verdi.


The Informant<br />

ABD’den selamlar... Bundan sonra her ay Amerika’da vizyon almış<br />

ama Türkiye’de gösterime girmemiş filmlerle bu sayfada sizlerle<br />

olacağız. Bundan sonra dev yapımlardan Türkiye’de herkesten önce<br />

siz haberdar olacaksınız. Güzel günlerde görüşmek üzere...<br />

n Steven Soderbergh’in yönettiği ve Matt<br />

Damon’un harikalar yarattığı film.. Amerika tarihine<br />

başka bir kara leke süren bu sahtekarlik olayına<br />

trajikomik bir bakış açısı yaratıyor.<br />

bunun ise “bireylere” çok büyük gelir kazandırdığını<br />

bilmektedir. Bu fiyat değişiklikleri önceden belli bir<br />

kısım yöneticilere, ve seçilmiş bazı hisse sahiplerine<br />

masa altından bildirilmektedir.<br />

Illinois Eyaleti’nin Decatur şehrinde bulunan ve<br />

Amerika’nın en büyük 50 şirketi arasında gösterilen,<br />

Archer Daniels Midland’ın (ADM) üst düzey<br />

yöneticiliği görevinde bulunan Whitacre’nin attığı<br />

her adımı izleyen, hayatının bir dönemini didik didik<br />

eden enteresan ve bir o kadar da tuhaf bir film.<br />

Whitacre, Illinois Eyaleti’nin Decatur şehrinde bulunan<br />

ve Amerika’nın en büyük 50 şirketi arasında<br />

gösterilen, Archer Daniels Midland’ın (ADM) üst<br />

düzey yöneticiliği görevinde bulunmaktadır. ADM<br />

ise soya fasulyesinden tatlandırıcıya, ethel alkolden<br />

nişastaya kadar değişik ürünler ureten devasa bir<br />

şirket.<br />

Whitacre, ADM’nin diğer rakip şirketler ile anlaşmalı<br />

olarak dünya çapında fiyat değişikliği yaptığını ve<br />

Decatur’un, her tabakadan ayrı ayrı insanın bir arada<br />

yaşadığı, bir arada yemek yiyip, bir arada eğlendiği,<br />

kısacası kendi halinde, küçük bir şehir olması sebebiyle<br />

de bu durum fazla göze batmamaktadır.<br />

Whitacre deniz aşırı bir ülkelerde bulunan anahtar<br />

görevindeki rakip firmalar ile ADM arasındaki,<br />

gayrıresmi birçok konuşmaya, bilgi alışverişine birçok<br />

kez tanıklık eder.<br />

Zamanla Decatur’da bulunan FBI ajanları (Scott<br />

Bakula and Joel McHale) da olayın içine dahil olurlar,<br />

ve Whitacre’nin de içinde göründüğü bu olayı sorgulamaya<br />

başlarlar.<br />

Kendisinin bu konuyla uzaktan yakından hiçbir<br />

ilişkisinin olmadığını ispatlayan, ve olaydan bir şekilde


sıyrılan Whitacre, hem bu olaylardan haberdar<br />

olan karısı Ginger’ın (Melanie Lynskey) tavsiyesi<br />

hem de vicdanen rahat olmaması sebebiyle FBI<br />

ajanlarını olaydan haberdar edip herşeyi tüm<br />

açıklığıyla su yüzüne çıkarır. Bu<br />

gelişmelerden sonra da FBI kendisini<br />

muhbir olarak kullanmaya<br />

başlar.<br />

Bundan sonra<br />

Whitacre’nin hayatı<br />

tamamiyle değişmiştir.<br />

Tam bir FBI ajanı kıvamında<br />

vücuduna kablolar, telsizler<br />

bağlayıp eskisi gibi şirketin fiyat<br />

belirleyici toplantılarına katılır, bazı<br />

toplantıları kameraya çeker, ve sıkı bir<br />

davanın oluşmasında kilit rol üstlenir.<br />

ADM’nin müdür yardımcısı Michael Andreas, ve<br />

ADM’nin kurucusunun oğlu suçlu bulunur ve şirket<br />

toplamda $500 milyon’lık bir ceza alır.<br />

Peki ya Whitacre? FBI’a yardım edip, suçluları<br />

ele veren Whitacre’nin suçu nedir? İyi halden<br />

8,5 yılda, hem de FBI tarafından “kahraman”<br />

ilan edilip hapisten çıkan, şu anda da Kaliforniya<br />

Eyaleti’nde bir şirkette yönetici olarak çalışan<br />

Whitacre…<br />

Bunun cevabını verip de film zevkinize tecavüz<br />

etmek istemiyorum açıkçası. Eminim ki, merak<br />

edecek, izleyecek, göreceksiniz..<br />

Film biraz daha maceraperest ve Hollywoodvari<br />

düşünülüp 1999 yılında Russel Crowe’un<br />

başrolünü oynadığı Michael Mann imzasını<br />

taşıyan “The Insider” filmine dönüştürülebilirdi. O<br />

zaman yukarıda da bahsettiğim gibi diğer Hollywood<br />

yapımlarından hiçbir farkı olmaz, 3-5 sene<br />

sonunda da unutulup giderdi.<br />

“The Informant!”… Tam anlamıyla büyüleyici bir<br />

film. İkinci bir defa seyretmek istemenizin, ve hatta<br />

bir kopyasını alıp kitaplığınızda saklamak istemenizin<br />

doğal sayılabileceği ender yapımlardan<br />

bir tanesi olacak.


İlk kez bir komedide rol alan Hande Subaşı kadın<br />

oyuncular, Kürt açılımı, sinemada cinsellik gibi pek<br />

çok konuda görüşlerini anlattı.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

2005 yılında `Türkiye Güzeli` seçilen katıldığı<br />

‘Dünya Güzellik Yarışması’nda en iyi kostüm ödülünü<br />

alan manken oyuncu Hande Subaşı Mahsun<br />

Kırmızıgül’ün Güneşi Gördüm filminden sonra<br />

Gelecekten bir Gün filmiyle yine karşımıza çıkıyor.<br />

Kariyerinde ilk kez bir komedi filminde oynadığını<br />

söyleyen Subaşı sinema, kadın oyuncular, Kürt<br />

açılımı, sinemada cinsellik gibi bir çok konuda<br />

görüşlerini Star Cumartesi’ye anlattı. Kendisinin bu<br />

ülkede yaşadığını onun için oyunculuk ve mankenlikte<br />

bazı kuralları olduğunu söyleyen Hande<br />

Subaşı “Bu benim yapamadıklarımı yapanları<br />

eleştirdiğim anlamına gelmesin. Bir model<br />

transparan elbise giyiyorsa ona bir şey diyemem.<br />

Ben kendi açımdan göz ardı edemiyorum ne ailemi,<br />

ne çevremi, ne yaşadığım toplumu” dedi.<br />

Gelecekten Bir Gün filmindeki rolünüzden bahseder<br />

misiniz?<br />

Rolüm çok enteresan bir rol değil. Bugüne kadar<br />

oynadıklarımın içinde en sade ve normal karakter.<br />

Şehirli, zengin... Bugüne kadar hep yöresel işlerde<br />

yer aldığım için diğerlerine göre farklı. Biraz daha<br />

kendime yakın bir rol oldu. Ama sade ve çok fazla<br />

ayrıntısı yok aslında. Hikâyenin gidişini sağlayan<br />

bir karakter.<br />

Bu sizin uzun metraj olarak ikinci filminiz. Mahsun<br />

Kırmızıgül’ün Güneşi Gördüm filminde oynadınız.<br />

O çok sosyal içerikli bir filmdi, bu ise bir komedi<br />

filmi. Böyle bir değişikliği nasıl karşıladınız?<br />

Benim zaten içinde bulunduğum projelerden en<br />

farklı olanı buydu. Bugüne kadar hiç bu tarz bir şeyin<br />

içinde yer almamıştım. Yaptıklarım hep dram işlerdi.<br />

Zaten o cezp etti, o farklı geldi biraz bana. Filmin<br />

öyküsünün günümüzde geçmesi, daha şehirli bir<br />

kent kızı oynuyor olmam… Bu da bana çok keyifli<br />

geldi. İlk başlarda hep özellikle dramatik işleri tercih<br />

ediyordum. Ama şimdi yeni yeni bunun da keyifli<br />

olduğunu görmeye başladım. Bu konuda da çok<br />

içinde durabileceğimi hissediyorum.<br />

Oyunculuk anlamında bir farklılık, bir zorluk var mı?<br />

İzleyici için dramatik rolü oynamak daha değerli,<br />

daha çok çalışma gerektiren gibi duruyor hâlbuki<br />

biliyoruz ki komedi yapmak daha zordur.<br />

Komedi yapmak kesinlikle çok zor bir şey. Zaten<br />

benim çok fazla komedyen yönüm var diyemem.<br />

Filmde oynadığım rolde durum komedileri var; karakterin<br />

özellikle yaptığı bir şey yok aslında. Fakat o durumun<br />

içinde bulunmak bile çok kolay bir şey değil.<br />

Tamam, dramatik işlerde onu hissetmek, yaşamak<br />

da çok önemli ama komedide zannedildiği gibi basit<br />

bir iş değil.<br />

Beraber oynadığınız Hayrettin Karaoğuz’la<br />

iletişiminiz nasıl oldu?<br />

Hayrettin çok iyi, çok tatlı bir çocuk. Çok da yetenekli<br />

buluyorum ben. Acayip bir potansiyel var. Çok<br />

yetenekli buluyorum, ileride de kendinden çok bahsettirecek<br />

gibi geliyor bana. Arkadaş olarak da çok iyi<br />

anlaştık, çok iyi çalıştık.<br />

Türk sinemasında Alaylı oyuncu, okullu oyuncu<br />

tartışması hep gündemde, bu kadar çok film


çekilirken bu tartışmayı nasıl<br />

değerlendiriyorsunuz?<br />

Ben bir alaylı olarak yetenek olduğunu<br />

düşünüyorum. Kimse kimseye ne yapması<br />

gerektiğini söyleyemez. Kimse kimseyi<br />

kısıtlayamaz da. Tüm dünyada da böyle; şarkıcı<br />

da dizide oynuyor, sinemada oynuyor. Oyuncu da<br />

gidip kaset çıkartıyor. Model de oyuncu oluyor. Bu<br />

tüm dünyada böyle işliyor. Amerikan sinemasından<br />

bahsediyoruz ve en çok örnekler de orada. Madem<br />

orayı örnek alıyor ve gözümüzde büyütüyorsak<br />

kendi ülkemizde yapılınca neden göze batıyor.<br />

Hepsi sanatın bir parçası. İnsanın doğuştan<br />

yeteneği varsa her işi yapabilir bence. Hiçbir<br />

meslekte kimsenin tekelinde değil açıkçası. Tabii<br />

ki eğitimini almak önemli, muhakkak ki çok büyük<br />

faydası var. Ama eğitimini alıp çok başarısız olan<br />

oyuncular da var. Bence önce yetenek gerekiyor<br />

insanda. Kendini geliştirmek, eğitimini almak büyük<br />

bir artı getirir. Mahsun Kırmızıgül de bunun bir<br />

örneğidir. İlk olarak şarkıcı olarak tanındı ve devam<br />

etti. Ama o da zamanında oyunculuğa başladı.<br />

Ama sonuçta da iki tane çok beğenilen, sosyal<br />

içerikli ve çokça seyredilen filmler yaptı ve başarılı<br />

oldu. Müzikleriyle ilgilendi, senaryosunu yaptı,<br />

yönetti, kendisi oynadı. Çok kolay bir şey değil,<br />

hakikatten çok zor. Ama doğuştan Allah vergisi.<br />

Hepsine karşı bir eğilimi bir yeteneği var ve bunu<br />

da çok güzel değerlendiriyor, çok da güzel oluyor.<br />

Şu an döneme damga vuran şey Kürt açılımı. Bu<br />

anlamda da Güneşi Gördüm filminin çok tartışıldığı<br />

bir gerçek. Şu ortama etkisi olduğunu düşünüyor<br />

musunuz?<br />

Daha olumsuz bakanlar için etkisi olmuş olabilir.<br />

Çünkü filmde çok ılıman, taraf tutmadan iki fikir<br />

içinde çok güzel tüyolar vardı. Kürtlere, onların<br />

beklentilerine de belki ılımlı bakılmasını sağladı.<br />

Film kesinlikle taraf tutmuyor. Bu Türk-Kürt sorunu<br />

değil aslında. Bir şekilde Türkiye toprakları<br />

içerisinde yaşanan bazı eksiklikler. Ama bunu<br />

sadece Kürtlere de dayamak istemiyorum. Sonuçta<br />

Ege’de, Anadolu’da da aynı şartlarda yaşayan<br />

insanlar var. Biraz o bahane yapılıyormuş,<br />

kullanılıyormuş gibi geliyor bana.<br />

Siz bir röportajınızda “Şöhret beni çok<br />

etkilemiyor.”demiştiniz. Hala aynı fikirde misiniz?<br />

Özellikle Miss Turkey’den sonra hep sorulan bir<br />

soruydu. Son dört yıldır da hep aynı şeyi söylüyorum<br />

aslında. Belki ben hayatımı bu şekilde yaşamayı<br />

tercih ediyorum. Kendi özel hayatım içindeyken çok<br />

fazla çevremin farkında olmuyorum. İstanbul’a gelip<br />

bu hayata başlamadan önce nasıl biriysem, işimi<br />

yaparken de, özel hayatımda da aynı kişiyim. Çok<br />

fazla çevremle ilgilenmiyorum. O yönümü unutuyorum<br />

aslında. Burada normal Hande Subaşı olarak<br />

duruyorum. O yüzden ben çok şöhreti yaşamıyorum.<br />

Belki de çok popüler, çok sansasyonel olmadığım<br />

için. Bunu yaşadığım zamanda rahatsız olmuyorum,<br />

tam tersine mutlu oluyorum. Alışveriş merkezinde ya<br />

da sokakta insanlar gelip güzel şeyler söylediğinde<br />

ya da fotoğraf çektirmek istediğinde bu beni rahatsız<br />

etmiyor açıkçası.<br />

Siz bir güzellik kraliçesisiniz. Bu oyunculuğunuzu<br />

nasıl etkiliyor? Projeleri kabul ederken bu ödül<br />

üstünüzde baskı oluşturuyor mu?<br />

Sırf maddiyat için, bana popülerlik getirecek diye<br />

bugüne kadar çok izlenen, çok talep gören işler tercih<br />

etmedim. Rol “kolay mı, zor mu”dan ziyade projenin<br />

büyüklüğü önemliydi benim için. Birkaç senedir<br />

bana çok sinema teklifi geldi fakat benim bir türlü<br />

içime sinmedi. Kendimi o projelerin içinde göremedim.<br />

İlk olacağı için de çok özen göstermiştim. Ama<br />

kısmet geçen sene Mahsun’un projesinde çalıştım.<br />

Ufak bir roldü, tercihim olmayabilirdi. Ama neden kabul<br />

ettim? Güzel bir proje, içinde çok değerli oyuncular<br />

var. Öyle ciddi ve düzgün bir işin içinde bulunmak<br />

benim için bir artı. En azından benim bu işi ciddiye<br />

almamı sağladı. Yani az çok piyasadaki insanlar<br />

biliyor işi bu sırf oyunculuk için değil modellik içinde<br />

aynı şey geçerli, televizyon işleri içinde aynı şeyler<br />

geçerli. Para ya da şöhret için önüme gelen her işi<br />

kabul etmiyorum. Benim izlediğim yol bu.<br />

Sizin müzikle de aranız var. Müzik, oyunculuk, modellik,<br />

dizi oyunculuğu bütün bunların hepsinin birden<br />

olma sebebi nedir?<br />

Yani hemen hemen hepsinin demeyelim. Çünkü<br />

hepsini yapmaya vakit olmuyor. Dönem dönem<br />

değişkenlik gösterebiliyor. Mesela ben iki yıldır,<br />

içime sinen bir proje olmadığı için ya da başka<br />

anlaşmazlıklar olduğundan dizi çekmedim ve bu iki<br />

yılı başka şekilde değerlendirdim. Foto modellikle,<br />

kampanya çekimleriyle, geçen bütün bir kışı TRT’de<br />

canlı televizyon programı sundum. Ona yönelmiş<br />

oldum o dönem mesela. Arada film çektik. Yani hepsi<br />

üst üste gelmiyor zaten. Çünkü yetişmeniz mümkün<br />

değil öyle bir tempoya. Müzik zaten doğuştan


olan bir şey. Ben küçüklüğümde de dört yıl<br />

TRT Türk Sanat Müziği çocuk korosunda<br />

bulundum. İlkokul yıllarımda orada eğitim<br />

aldım. Sonra show dünyasında olduğum<br />

için Şarkı Söylemek Lazım’ la birlikte<br />

benim yeteneğim beğenildi. İnsanlar müzik<br />

anlamında bir şey beklemeye başladılar.<br />

Müzikle ilgili profesyonel bir şey yapmadım<br />

bugüne kadar. Ama şuan amatör olarak<br />

yapıyorum.<br />

Metin Arolat’la düet yapacağınız diye bir<br />

haber var. Bu doğru mu?<br />

Bu yarışmadan beri olan bir şey. Metin<br />

albüm çıkaracak herhalde bu sene, onun albümünün<br />

içerisinde uygun bir parça olursa<br />

böyle bir şey yapabiliriz demiştik.<br />

Son dönemlerde fazlasıyla kadın filmleri<br />

yapılıyor. Vicdan, İki Genç Kız, Dilber’in<br />

Sekiz Günü gibi. Bunların hepside bu döneme<br />

denk geldi. Sizce bunun sebebi ne<br />

olabilir? Kadının toplumda bulunduğu yerle<br />

ilgili Türk sineması yeni bir bakış açısı mı<br />

kazandı?<br />

İnşallah. Çünkü bayan oyuncuların çoğunun<br />

dert yandığı bir konuydu bu. Hep erkek<br />

hikâyeleri yapılıyor, hep erkekler ön planda.<br />

Aslında dünyada da biraz öyle ama herkes<br />

çok dert yanıyordu. Sebebini ben de bilmiyorum.<br />

Bütün oyuncular böyle söylendiği<br />

için yapımcılar, senaristler böyle bir şey<br />

yapalım demiş olabilirler.<br />

1980’lerde Müjde Ar’ın, daha sonra hülya<br />

Avşar’ın açtığı bir yol vardı. Kadın oyunculuk<br />

anlamında çok cesaretli de bir<br />

yoldu. Günümüze geldiğimizde bu anlamda<br />

bir kapanma söz konusu. Bunu nasıl<br />

değerlendiriyorsunuz?<br />

Toplumun kültürel yapısıyla bağlantılı<br />

olduğunu düşünüyorum. Diyeceksiniz ki<br />

neden duruldu? O dönemlerde de seksenlerde<br />

de toplumun bunu çok hazmederek<br />

izlediğini düşünmüyorum. İnsanlar bunun<br />

farkına vardıkça da geri çekilmeye başladı<br />

bu sefer. Bence ona bağlı. Yoksa toplumdaki<br />

yaşama baktığımızda artık kadınların<br />

hayat içerisinde ki güçlü duruşlarında<br />

bir jenerasyon bile çok fark ediyor. Yani<br />

bir ablayla kız kardeşin yaşadığı hayat


ambaşka bir nokta da. Biz hayatımızı çok rahat<br />

yaşıyoruz, kendi ayaklarımızın üzerinde duruyoruz<br />

ama netice de benim modellik içinde prensiplerim<br />

vardı. Hep bunu söylüyorum. Türkiye’de yaşıyorum,<br />

bir Avrupa’da Amerika’da yaşasam belki bende daha<br />

farklı bakabilirdim. Kendimce benimde kısıtlamalarım<br />

var ama bu benim güçsüz olduğumu göstermiyor.<br />

Sadece bu ülkenin şartlarında yaşadığım için<br />

yeterince ayak uydurmaya çalışıyorum. Çünkü<br />

bende bunun bir parçasıyım. Bu örf, adet ve kültürel<br />

yapıda büyümüş biriyim. Çok cesur olanlara,<br />

yani oyunculuğu hakkıyla yapanlara da kesinlikle<br />

bir şey demem. Hakkıyla yapıyor derken ben bir<br />

şeyi yapamıyorsam ve o onu da yapıyorsa hakkıyla<br />

yapıyor diyebilirim. Ya da podyumda sahneye<br />

transparanla çıkanlara diyemem bir şey. Bu benim<br />

kendi özel seçimim. Tamamen yaşadığım ülkenin<br />

koşullarıyla bağlantılı. Yani göz ardı edemiyorum<br />

bende ne ailemi, ne çevremi, ne yaşadığım toplumu.<br />

Çok özellikle şunu yapmam, bunu yapmam demiyorum<br />

ama seçiyorum kendimce.<br />

Bir sanatçı, oyuncu, üreten bir toplumun önünde<br />

olmak ve toplumun kurallarıyla savaşmak mecburiyetindedir.<br />

Meslek kavramında, onun tanımında<br />

bu var. Türkiye’de acaba bu tanıma uyan sanatçı<br />

anlamında bir problem mi var?<br />

Ben sanatçı değilim. Var olandan bir şeyler<br />

yapıyorum. Toplumu bir yere sürükleyecek<br />

yaratıcılıkta bulunmuyorum. Bugün Türkiye’de birçok<br />

insana sanatçı deniliyor. Bence yanlış bir anlama bu.<br />

Sanatçı kime denir oda tartışılır. Gerçekten sanatçı<br />

dediğimiz insanları bile tartışmak gerekir belki. Zaten<br />

bende çok fazla olmadığını düşünüyorum.<br />

Yeni bir projeniz var mı?<br />

Film 1 Ocak’ta vizyona giriyor. Uzun zamandır yaz<br />

başından beri içinde bulunduğumuz bir dizi projesi<br />

vardı, bir takım aksilikler olduğu için o iptal oldu.<br />

Şimdi filmi bekliyorum. Şuan içerisinde olduğum bir<br />

dizi çalışması yok.<br />

Hangi diziydi bu?<br />

Plato filmle başlamıştık. Kafkas isimli dönem dizisi<br />

olacaktı. Ama iptal oldu, rafa kaldırıldı. Şuan bekliyorum,<br />

dizi projelerini değerlendireceğim.<br />

Neco’yla çalışmak nasıl bir şeydi?<br />

Çok tatlı birisi, çok iyi anlaştık. Hiç egoları olmayan<br />

bir insan. Ben çevremdekileri ezeyim diyen biri<br />

değil. Çok uyumlu, sabırlı, ılıman bir insan. Ben çok<br />

sevdim.


n Antalya bu sene 46. yılını kutluyor. Yıllar çabucak<br />

geçtiği için bizim tanıklığımız da her geçen<br />

gün artıyor… Festival bu yıl 10 – 17 Ekim tarihleri<br />

arasında yapılıyor ve yerli yapımlar daha fazla<br />

öne çıkarıyor. Bundan on sene evvel festivale<br />

katılacak Türk filmi bulunamazken, bu sene rekor<br />

seviyeye ulaşan bir katılım oldu. Seçici Kurul tam<br />

43 film arasından, zorlanarak olduğunu tahmin<br />

ediyoruz, 16 film seçti… Bu seçim nasıl oldu tahmin<br />

etmek güç değil tabii… Kısa filmde 26, belgesel<br />

dalında ise 25 film yarışacak…<br />

Başkanlığını Erden Kıral’ın yaptığı ulusal jüri; üç<br />

tanesi vizyon yüzü görmüş, dört tanesi festivallerde<br />

boy göstermiş, dokuz tanesi de taze<br />

taze festivale yetiştirilmiş filmler arasında zorlu<br />

bir mücadele verecekmiş gibi görünüyor. Filmlerin<br />

yarısı ilk film olma özelliği taşıdığından<br />

festivalde ayrıca ilk film dalında da bir birincilik<br />

veriliyor. Emre Şahin’in 40, Kutluğ Ataman’ın<br />

Aya Seyahat, Meriç Demiray’ın ilk filmi “Babam<br />

Büfe, İlksen Başarır’ın ilk filmi “Başka Dilde<br />

Aşk”, Onur Ünlü’nün yönettiği “Beş Şehir”, İnan<br />

Temelkuran’ın yönettiği “Bornova Bornova”,<br />

Murat Saraçoğlu’nun yönettiği “Deli Deli Olma”,


Ümit Ünal’ın yönettiği “Gölgesizler”, Orhan Eskiköy ve<br />

Özgür Doğan’ın birlikte imza attıkları ilk filmleri “İki Dil Bir<br />

Bavul”, Yavuz Özkan’ın yönettiği “İlkbahar Sonbahar”,<br />

Mehmet Bahadır Er ve Maryna Gorbach’ın birlikte kamera<br />

arkasına geçtikleri ilk filmleri “Kara Köpekler Havlarken”,<br />

Zeki Demirkubuz’un yönettiği “Kıskanmak”, Reha<br />

Erdem’in yönettiği “Kosmos”, Miraz Bezar’ın ilk filmi “Min<br />

Dit”, Bahadır Karataş’ın ilk filmi “Usta” ve Mahmut Fazıl<br />

Coşkun’un ilk filmi “Uzak İhtimal” bu maratonun filmleri.<br />

Uluslar arası uzun<br />

Bulgar Yönetmen Kamen Kalev, “Eastern Plays - Şark<br />

Oyunları” ile iki kardeşin gözünden<br />

günümüz Bulgaristan’ını yorumluyor.<br />

Filmin oyuncuları arasında Saadet<br />

Işıl Aksoy ve Hatice Aslan da var.<br />

Çekoslavakya’nın 1968’deki Sovyet<br />

işgalini konu alan iki film, Çek yapımı<br />

“English Strawberries- İngiliz Çilekleri”<br />

ve Polonya Çek Cumhuriyeti ortak<br />

yapımı “Operation Danube – Tuna<br />

Operasyonu”,1960’lı yıllar Rusya’sında<br />

kozmonotların yetiştirildiği bir okulda<br />

geçen “Paper Soldier – Kağıttan<br />

Asker” yarışmanın geçmişe ayna tutan<br />

filmleri arasında. Sırp yönetmen<br />

Goran Radovanović’in “Ambulance<br />

- Ambulans”ı Montreal’den sonra Antalya<br />

Altın Portakal Film Festivali’nde.<br />

Mülteci sorununa değinen iki film,<br />

“The Other Bank - Öteki Yaka” ve<br />

“East Of Me – Benim Doğum” de “En<br />

İyi Film” ödülü için yarışacak. 59.<br />

Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı<br />

ödülü alan “Katalin Varga” toplumsal<br />

baskılara direnen bir kadının öyküsünü<br />

anlatırken; Pelin Esmer’in “11’e 10<br />

Kala” tutkulu bir koleksiyoncu olan<br />

Mithat Bey’in yaşamını konu alıyor.<br />

Yarışmanın kurgu belgesel türündeki<br />

yapımı “Border - Sınır” Ermeni yönetmen<br />

Harutyun Khachatryan’ın imzasını<br />

taşıyor. Uluslararası yarışmada yer alan<br />

bir diğer Türk filmi de Abdullah Oğuz’un<br />

yönettiği “Sıcak”. İtalya’dan katılan<br />

“Freedom – Özgürlük” ; 46. Festival’in<br />

uluslararası bölümünde yarışacak bir<br />

diğer film.<br />

Kısa Film’de uzun koşu<br />

Kısa filmde 234 film arasından yapılan<br />

elemede 26 film yarışmaya hak kazandı,<br />

bu durumda kısa film için gerçekten de<br />

uzun bir koşu yapmış oldu ön jüri…<br />

Araf (Yılmaz Deniz Aydemir), Artı 5 De-


Derece (Şenol Çöm), Aşkın El Hali (Demet Öztürk),<br />

Ateş Böcekleri (Mehmet Güven), Beş Lira (İmdat<br />

Serhat Karaaslan), Dalga Teorisi (Deniz Tarsus-<br />

Gökhan Okur), Defin (Göksel Ergene), Döldöş<br />

(Gözde Sukmenyıldız), Dönek (Eli Kasavi), Geri<br />

Dönüşüm Günlüğü (Efe Conker), Gördüm (Murat<br />

Uğurlu), İki Asker (Altan Yücel), İnce İnce İşledim<br />

(Nazlı Eda Noyan), İnsansılar (Akın Andırın),<br />

Kayıp Aranıyor (Ozan Yıldırım), Kırmızı İp (Mehmet<br />

Ali Baran), Kısır Döngü (Aksel Zeydan Göz),<br />

Köy (Mustafa Dok), Salıncak (Bilal Çakay), Sapak<br />

(Fırat Mançuhan), Tamirci Çırağı (Cahit Çeçen),<br />

Un Ya Da İrmik Helvası (Övünç Anğun), Uyuyan<br />

Günah Da İşlemez (Veysel Çelik), Üçte Bir (Ferit<br />

Katipoğlu), Vol (Hüseyin Bulut), 2932 (Veysel<br />

Çelik).<br />

Belgeselde belgesel gözü…<br />

92 belgeselin başvurduğu belgesel dalında 25<br />

film yarışmaya hak kazandı.<br />

Hakan Aytekin, Fatih Orbay ve Hüseyin<br />

Çimrin’den oluşan ön jürinin değerlendirmesi<br />

sonunda Altın Portakal için yarışacak belgeseller<br />

şunlar: Alamet-İ Üstüvane (Serdar Güven),<br />

Ben Ve Nuri Bala (Melisa Önel), Beyoğlu<br />

Kontu Giovannı Scognamıllo (Beste Demirel<br />

Çobanoğlu), Çanlar İplikler Ve Mucizeler (Marianna<br />

Economou), Çürüğüm Askerim Reddediyorum<br />

(Aydın Öztek), Dönüş (Soner Yıldırım<br />

– Mehtap Köseoğlu), Kağıthane (Oğuz Karabeli<br />

– Belgin Cengiz), Kaptan Kemal Bir Yoldaş (Fotos<br />

Lamprınos), Kara Altından Altın Mikrofona<br />

(Metin Avdaç), Kelebeğin Göçü (Merve Tutaşı),<br />

Kıvırcık Saçlı Bir Adam (Tekin Timoçin- Abdurrahman<br />

Öner), Kocaoğlan’ı Kurtarmak (Savaş<br />

Karakaş), Lady Muhtar (Didem Şahin), Mezra<br />

Ezidiya (Rodi Yüzbaşı), Ölüm Elbisesi Kumalık<br />

(Müjde Arslan), Özgürlüğe Mahkum (Nurullah<br />

Dinçer), Sahipsiz İstanbul (Öykü Yağcı), Sokağın<br />

Sesi (Mihriban Sezen), Son Değirmenler (Aygün<br />

Filiz), Şairin Ölümü (Elif Ergezen), Türk Gibi<br />

Başla Alman Gibi Bitir (Murat Şeker), Ustanın<br />

Sırrı (Nesrin Aktolun), Ziyaretçiler (Melis Birder),<br />

100 Bin Kişiydiler (Metin Kaya), 5 Nolu Ceza<br />

Evi (Çayan Demirel).<br />

Unutulmayan filmler yeniden…<br />

Bu yıl, Altın Portakal’ın da doğduğu yıllar olan<br />

1960’ların Türk sinemasına odaklanılıyor.<br />

Altın Portakal’ın onur ödülü alacak olan<br />

sanatçılarının birer filmlerinin yanı sıra kısa<br />

bir süre önce kaybettiğimiz Aykut Oray, Ersin<br />

Pertan, Salih Dikişçi ve Yücel Çakmaklı da birer<br />

filmleriyle ‘Sevgiyle Anıyoruz’ bölümünde yer<br />

alıyor. Sinemada 40. Yılını kutlayacak olan Kadir<br />

İnanır’a ithafen Vadullah Taş’ın hazırladığı “40<br />

Yılın Anısına 40 Kadir İnanır Filmi” afiş sergisi<br />

düzenlenecek.<br />

‘Sinemanın Müziği Müziğin Sineması’<br />

Müzik aynı zamanda festivalin bu yılki teması.<br />

“Sinemanın Müziği Müziğin Sineması” başlığı<br />

altında sinema-müzik ilişkisini irdeleyen yapıtlar<br />

yer alıyor. “Coco Chanel ve Igor Starvinsky”nin<br />

yönetmenliğini Han Kounen yapıyor. “Rüzgar<br />

Yolculukları – Los Viajes del Viento”nda, gezgin<br />

akordeoncu Ignacio Carrillo, son yolculuğunda<br />

Karayip kültürünün bilinmeyenlerine uzanırken;


“Tandoori Love” farklı kültürden gelen iki insanın aşkına<br />

değinen bir müzikal. Alessandro Baricco’nun ilk filmi<br />

olan “Ders 21 – Lezione 21”, seyirciyi 9. Senfoni’nin<br />

Viyana’daki ilk performans gecesinden günümüze uzanan<br />

bir yolculuğa çıkarıyor. “Dağları Yerinden Oynatan İhtiyar<br />

Adam – Yugong Yishan”, bölümün 2008 yapımı belgesel<br />

çalışması olarak dikkat çekiyor. Yönetmenin kendi deyimi<br />

ile bir “pop-art opera” olan “Cherbourg Şemsiyeleri<br />

– Les Parapluies de Cherbourg”, usta yönetmen Jacques<br />

Demy’e bir saygı sunuşu niteliğinde.<br />

Dünyanın Halleri<br />

Bu bölümdeki filmler geçmişten günümüze, dünyanın<br />

farklı köşelerinden toplumsal çalkantılara ışık tutuyor.<br />

Pavel Lungin’in “Çar” Warwick Thornton’ın senaryosunu<br />

yazıp yönettiği “Samson&Delilah”, Raya Martin,’in<br />

“Independencia”, Haile Gerima’nın yönettiği “Teza”,<br />

Christina Goda imzalı “Zafer Çocukları – Children of<br />

Glory” Annemarie Jacir’in “Bu Denizin Tuzu - Salt of this<br />

Sea”, Adrian Biniez imzalı “Gigante”,<br />

Aida Begic Zubcevic’in yönettiği “Kar -<br />

Snow”, Artan Minarolli imzalı “Alive” ile<br />

‘’Dünyanın Halleri’ne bakıyoruz.<br />

Ustaların Gözünden<br />

Ustaların son filmleri bu bölümde yer<br />

alıyor. Costa Gavras’ın göçmenliğe<br />

değinen filmi “Cennet Batıda - Eden a<br />

l’Ouest”, Angelopoulos’un 2009 Altın<br />

Palmiye ödüllü “Beyaz Kurdela - White<br />

Ribbon” bu bölümün ağır topları. Ken<br />

Loach’un son filmi “Hayata Çalım At -<br />

Looking for Eric”, yıldız futbolcu Eric<br />

Cantona’yı ağırlarken, Jane Campion’un<br />

“Parlak Yıldız - Bright Star”ı <strong>18</strong>21 yılında<br />

tüberkülozdan ölen şair John Keats’ın<br />

dokunaklı aşk hikayesini konu ediniyor.<br />

Stephen Frears, 1920’li yılların<br />

başlarındaki Paris‘in üst kesimlerini<br />

konu alan “Aşkım - Cheri”da ünlü aktrist<br />

Michelle Pfeiffer ile çalışıyor.<br />

Türkiye’de “Old Boy - İhtiyar Delikanlı”<br />

ile çok sevilen yönetmen Chan-Wook<br />

Park “Kan Arzusu - Thirst” ile toplumsal<br />

göndermeler içeren modern bir<br />

vampir hikayesi anlatıyor. Sürdürdüğü<br />

elit hayatı daha bohem bir yaşam için<br />

terk etmeye kararlı bir New Yorklu’nun<br />

hayatına eğilen “Kim Kiminle Nerede -<br />

Whatever Works” ilginç karakterleriyle<br />

tipik bir Woody Allen yapıtı olarak dikkat<br />

çekiyor. Sokakta yaşayan çocukların<br />

dünyasını anlatan Kira Muratova’nın<br />

“Melodiya Dlya Sharmanki - The Melody<br />

For A Street Organ” isimli filmi de festivalde…<br />

Avrasya Sinemaları<br />

Kırgız dağlarında yasak bir aşk hikâyesini<br />

konu alan “Tengri: Blue Heavens”<br />

(Mavi Cennet), Batı Moğolistan’da bir<br />

çocuğun büyüme serüvenine tanıklık<br />

eden “The Eagle Hunter’s Son” (Kartal<br />

Avcısının Oğlu) ve Kırgız yönetmen<br />

Marat Sarulu’nun 2008 yapımı filmi<br />

“Songs From Southern Seas” Güney<br />

Denizinden Şarkılar) Avrasya Sinemaları


ölümünde izleyici ile buluşacak olan<br />

yapımlar…<br />

Yeni Dalga ve Sonrası<br />

Fransız Yeni Dalga akımının 50’nci<br />

yılını taçlandırmayı amaçlayan “Yeni<br />

Dalga ve Sonrası” bölümünde Jean Luc<br />

Godard’ın “Serseri Aşıklar”ı, François<br />

Truffaut’nun “Penceredeki Kadın”ı,<br />

Agnes Varda’nın “Toplayıcılar”ı,<br />

Claude Chabrol’un “Bir Kadın Meselesi”<br />

ve “Madam Bovary”si izleyici ile<br />

buluşacak.<br />

Altın Portakal’ın belgeselleri<br />

Belgesel ustası Joris Iven’e saygı<br />

niteliği taşıyan ve yönetmene ait kısa<br />

ve uzun metrajlarından bir seçki niteliği<br />

taşıyan bölümde “The Seine Meets<br />

Paris”, “For the Mistral”, “17th Paralel”<br />

ve “A Tale of the Wind” gösterilecek. Michael<br />

Moore’nun merakla beklenen filmi<br />

“Kapitalizm: Bir Aşk Hikayesi - Capitalism:<br />

A Love Story”, Peter Kerekes’in<br />

farklı bir bakış açısı getiren “Tarihi<br />

Pişirenler - Cooking History”, Philippe<br />

Cosson’un filmi “Şeytan’ın Yağmuru -<br />

Devil’s Rain”, Hans Christian Schmid’in<br />

yönettiği “The Wondrous World of<br />

Laundry”, kamerasını Yunan mahkeme<br />

salonlarında dolaşan Marco Gastine’nin<br />

yönettiği “Themis” ve Osman Okkan ve<br />

Simone Sitte’nin yönettiği “Barış İçin<br />

Sürülenler” yer alıyor.<br />

Altın Portakal’ın ‘onur’ ve ‘emek’ ödülleri<br />

46. Uluslararası Antalya Altın Portakal<br />

Film Festivali’nin ‘Onur Ödülleri’,<br />

‘Yıldırım Önal Anı Ödülü’ ve ‘Emek<br />

Ödülü’nün bu yılki sahipleri açıklandı.<br />

Senarist-Yazar Vedat Türkali, Yönetmen<br />

Ülkü Erakalın, Besteci Yalçın Tura ve<br />

Sinema Sanatçısı Sevda Ferdağ “Onur<br />

Ödülü”ne; Erol Günaydın “Yıldırım Önal<br />

Anı Ödülü”ne değer görülürken; “Emek<br />

Ödülü” set işçisi Halil Dede’ye veriliyor.<br />

Festival her yıl olduğu gibi bu yılda


yedi ayrı mekanda sergi düzenliyor,<br />

paneller ve söyleşiler gerçekleştiriyor<br />

ve festivali kitaplarla süslüyor. Festival<br />

kitapları arasında onur ödülü alan Vedat<br />

Türkali, Ülkü Erakalın, Yalçın Tura, Sevda<br />

Ferdağ; bir süre önce aramızdan ayrılan<br />

Aykut Oray adına yayınlanacak kitaplar;<br />

“Sinemamızın 60’lı Yılları” ve “Türk Sinema<br />

Tarihi” adlı kitaplar yer alıyor.<br />

Vecdi Sayar (Festival Yönetmeni)<br />

Bu yıl festivale en yüksek katılımlardan<br />

biri oldu. Biz de beş yıllık bir programla<br />

yola çıktık. Festivalin 50 yıllık bir dökümünü<br />

yapacağız. 50 yılın yönetmeni,<br />

filmi. 60’lı yıllardan başlayıp günümüze<br />

kadar geleceğiz. Yani seneye 70’ler,<br />

ondan sonraki sene 80’ler gibi… Böylece<br />

elli filmden oluşan bir görsel<br />

hafızamız oluşacak, kitaplar yapacağız.<br />

Ama kitapların bir kısmına ulaşmak da<br />

zorlanıyoruz. Ayrıca bu sene senaryo,<br />

görüntü yönetmenliği, yönetim, oyunculuk<br />

gibi sanatsal alanları da daha fazla ön<br />

plana çıkarmayı amaçlıyoruz.<br />

Bu yıl temamız müzik. Müzikal filmler<br />

temaya uygun olarak programımızda. Bu<br />

yıl 43 film başvurdu. Ön jüri üç haftada<br />

izledi. Ön jüri duyurulmadı. Ana jüri de<br />

gençler ve ustalar var. Böyle bir denge<br />

olsun istedik. Zorlu ve keyifli bir seçim<br />

yapacaklarını düşünüyorum.<br />

Açılış gecesi 60’lar temasıyla yapılacak.<br />

14 Ekim akşamı onur ödülleri verilecek.<br />

Ülkü Erakalın, Yalçın Tura, Sevda<br />

Ferdağ’a, emek ödülü Halil Dede’ye verilecek.<br />

Yıldırım Önal Anı Ödülü ise Erol<br />

Günaydın’a sunulacak.<br />

Dünyanı her yanından film var. Usta<br />

yönetmenlerin son filmleri, 2009 yapımı<br />

filmler de Antalya’nın uluslar arası<br />

yönünü temsil edecek. Belgeselleriyle,<br />

kısa filmlerle, kitaplar, paneller ve<br />

söyleşilerle dolu dolu bir festival bekliyor<br />

herkesi<br />

Hazırlayan: Banu Bozdemir


n İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından<br />

düzenlenen Filmekimi, sekizinci yaşında<br />

17–25 Ekim tarihlerinde yine Beyoğlu<br />

Emek Sineması’nda. Filmekimi, Beyoğlu<br />

Emek Sineması’nın yanı sıra bu yıl 23 -25<br />

Ekim günlerinde Cinebonus Maçka G-mall<br />

Sineması’nda da izleyiciyle buluşacak.<br />

Filmekimi’nin programında aralarında Berlin,<br />

Cannes, Venedik gibi saygın festivallerde<br />

boy gösteren ödüllü filmlerin, büyük ustaların<br />

merakla beklenen son yapıtlarının da<br />

bulunduğu 24 film yer alıyor. Geçen senelerde<br />

olduğu gibi Filmekimi’nde yine hafta içi<br />

her akşam 21.30 seansında Türkiye’de vizyona<br />

girmeyi bekleyen bir filmin ilk gösterimi<br />

yapılacak.<br />

Festivallerin Ödüllü Filmleri<br />

Huzursuz edici, zorlayıcı, ürpertici filmlerin<br />

uzlaşmaz yönetmeni Michael Haneke’nin son<br />

filmi Beyaz Bant merakla beklenen gala filmlerinden.<br />

Film bu yıl Cannes’da Altın Palmiye ve<br />

FIPRESCI Ödülleri’nin de sahibi oldu. Bouchareb<br />

/ Londra Nehri, en son 2007 Uluslararası<br />

İstanbul Film Festivali’nde İsimsiz Kahramanlar<br />

filmini izlediğimiz yönetmen Rachid<br />

Bouchareb’in yeni filmi. 2007’de İstanbul Film<br />

Festivali’ne konuk olan Güney Koreli senarist<br />

ve yönetmen Park Chan-wook’un son filmi<br />

Kan Arzusu 2009 Cannes Film Festivali’nde<br />

Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. Güney Kore’de<br />

gişe geliri sıralamasında bir numaraya ulaşan<br />

film daha şimdiden bu ülkede bir milyon kişi<br />

tarafından izlendi. Deney, Çöküş ve İstila<br />

filmleriyle tanıdığımız Olivier Hirschbiegel’in<br />

ödüllü filmi Cennete Beş Dakika, Kuzey<br />

İrlanda’nın çalkantılarla dolu yakın tarihini<br />

inceleyen çarpıcı ve düşündürücü bir dram.<br />

2009 Sundance’te Bağımsızlık Ruhu Jüri Özel<br />

Ödülü alan Lynn Shelton’ın filmi Gel Porno Çe-


virelim özgün bir Amerikan komedisi.<br />

Filmekimi’nin ses getirecek filmlerden<br />

birisi Cannes ve Goya Ödülleri’nde<br />

Benicio Del Toro’ya En İyi Erkek<br />

Oyuncu ödülünü kazandıran Che.<br />

Yedi yıl süren “takıntılı bir araştırma”<br />

sürdüren Benicio Del Toro ve Steven<br />

Soderbergh’in ortak yapımcılığı sonucu<br />

ortaya çıkan Che iki iki ayrı seansta<br />

gösterilecek.<br />

Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi adlı son filminde,<br />

meslek yaşamı boyunca izini sürdüğü<br />

“kapitalizm”i mizahi bir dille mercek altına<br />

alıyor. Eski New York Times muhabiri Kurt<br />

Eichenwald’ın aynı adlı kitabından uyarlanan<br />

İspiyoncu yönetmen Steven Soderbergh<br />

imzası taşıyor. Johnnie To’nun son filmi<br />

İntikam Peşinde, Fransız şarkıcı ve oyuncu<br />

Johnny Hallyday’in başrolde olduğu aksiyon<br />

dolu bir neo-noir gangster filmi.<br />

Usta Yönetmenlerin Son Filmleri<br />

Woody Allen’ın Kim Kiminle Nerede<br />

Filmekimi’nin öne çıkan gala filmlerinden.<br />

Larry David’in başrolde olduğu<br />

film Allen’ın son 10 yılda çektiği en<br />

iyi film olarak tanımlanıyor. Büyük<br />

sinemacı Theo Angelopoulos’un yıllardır beklenen<br />

son eseri Zamanın Tozu da Filmekimi galalarından.<br />

Üçlemenin ikinci filmi, son elli yılda 20. Yüzyıla<br />

damgasını vurmuş olaylara ve sonsuz tarihe<br />

doğru bir yolculuğu anlatıyor. Jane Campion’n<br />

son filmi Parlak Yıldız yirmi beş yaşında ölen<br />

İngiliz şair John Keats’in Fanny Brawne’la olan<br />

aşkını anlatıyor. Stephen Frears’ın yönetmenliğini<br />

üstlendiği Aşkım, Fransız yazar Colette’in şatafatlı<br />

Belle Epoque döneminde geçen romanından<br />

sinemaya uyarlanmış. Ken Loach’un komedi ve<br />

dram öğelerini barındıran filmi Hayata Çalım At<br />

efsane oyuncu Eric Cantona’yı hayallerinde gören<br />

Manchester’lı bir postacının hikâyesini anlatıyor.<br />

Coen Kardeşlerin son filmi Ciddi Bir Adam, Larry<br />

Gopnik’in 1967 yılında tamamen dibe vuran aile<br />

hayatını muzip bir gözle anlatıyor. Costa-Gavras’ın<br />

son filmi Cennet Batıda dram, şiir ve mizah dolu<br />

bir yol hikâyesi. Muhalif belgeselci Michael Moore,


Merakla Beklenen Filmler Vizyonu<br />

Beklemeden Shane Acker’ın uyarladığı 9,<br />

yapımcılığını yaratıcılıkta sınır tanımayan<br />

yönetmen Tim Burton ve Timur<br />

Bekmambetov’un üstlendiği canlandırma<br />

bir bilim-kurgu-aksiyon filmi. Tüyler ürpertici<br />

atmosferi ve güçlü oyuncu kadrosuyla<br />

Marina de Van’ın son filmi Dönüşüm<br />

psikolojik gerilim<br />

türünün bildik öğelerinin alışılmadık<br />

biçimlerde kullanıyor. Rock yıldızı David<br />

Bowie’nin oğlu Duncan Jones’un (Zowie Bowie)<br />

ilk yönetmenlik denemesi olan Ay, ilk gösterimi<br />

Sundance’te gerçekleştirilen, NASA’nın Houston<br />

Uzay Merkezi’nde ders programına alınan bir bilimkurgu<br />

gerilim filmi. Mayıs ayında Cannes’da Yönetmenlerin<br />

On Beş Günü bölümünde ilk kez gösterime<br />

çıkan Şark Oyunları, reklam ve video klip yönetmeni<br />

Kamen Kalev’in ilk uzun metrajlı filmi. Gerçek<br />

olaylardan izler taşıyan filmin oyuncu kadrosunda<br />

Türkiye’den de isimler yer alıyor: Saadet Işıl Aksoy,<br />

Hatice Aslan ve Kerem Atabeyoğlu…Romanya’nın<br />

tanınmış yönetmenleri Hanno Höffer, Marculescu,<br />

Cristian Mungiu, Popescu ve Ioana Uricaru’nin Altın<br />

Çağdan Öyküler adlı filmi Romanya tarihinin en berbat<br />

dönemi<br />

olarak adlandırılan ama buna r<br />

ağmen, zamanın propaganda<br />

mekanizması tarafından<br />

“Altın Çağ” olarak anılan<br />

Çavuşesku rejiminin son on<br />

beş yılını anlatıyor. “Politeknik<br />

Katliamı” olarak bilinen olayı<br />

iki öğrencinin gözünden<br />

anlatan Polytechnique<br />

siyah-beyaz ve filmin yönetmeni<br />

Denis Villeneuve. Nicolas<br />

Winding Refn imzalı, MS 1000<br />

yılında geçen epik Viking filmi<br />

Cennetin Kapısında adını Kuzey<br />

mitolojisinde savaşçıların<br />

cennetinden alıyor.


AYSIT GENÇ<br />

Neden polisler arama yapmak için girdikleri evlerde<br />

ışıkları yakmazlar? Neden kovalamaca sahnelerinde<br />

kahramanımız aşağı inmek yerine yukarı<br />

doğru çıkar? Neden eski Doğu Bloku ülkelerinde<br />

geçen filmlerde mevsim hep kıştır?<br />

E.T. - 1982<br />

Filmlerde ay her<br />

zaman dolunaydır<br />

ve olduğundan<br />

çok büyük<br />

görünür.<br />

Bütün bu soruların mantıklı bir cevabı yok,<br />

çünkü bunların hepsi en ünlü yönetmenlerin<br />

bile kullanmaktan vazgeçemediği film<br />

klişeleridir.<br />

İşte özellikle Hollywood filmlerinde çok sık<br />

rastlanan klişelerden birkaç örnek.<br />

Curse of the Pink Panther - 1983<br />

Eğer filmin<br />

başrolündeki iki kişi<br />

satranç oynuyorsa,<br />

oyunun gösterildiği<br />

süre ne kadar kısa<br />

olursa olsun mutlaka<br />

biri diğerine şah çeker,<br />

mümkünse “Şah<br />

Mat” olur ve sahne<br />

şahın yan yatmasıyla<br />

son bulur.<br />

Zaman ayarlı bütün bombalarda<br />

mutlaka bir kırmızı<br />

bir de yeşil tel vardır.<br />

Executive Decision - 1996


Catwoman - 2004<br />

İstediği kadar büyük ve korunaklı<br />

olsun filmlerdeki evlerin<br />

camlarına küçük bir kesik atmak<br />

içeriye girmek için yeterlidir.<br />

Hardcover - 2008<br />

Birisi izleniyorsa<br />

mutlaka<br />

filmin bir yerinde<br />

jaluzileri aralayıp<br />

dışarıda kendisini<br />

izleyenleri<br />

görmeye çalışır.<br />

The Saint - 1997<br />

Amerikan filmlerinde<br />

Rusya ya da<br />

eski Doğu Bloku<br />

ülkeleri gösterilecekse<br />

mevsim<br />

mutlaka kıştır, ya<br />

da en azından ıslak<br />

ve soğuk sonbahar<br />

aylarıdır. Eski Doğu<br />

Bloku’nda güneş<br />

yüzünü hiç göstermez.<br />

Bakınız ‘The<br />

Saint’, ‘The Bourne<br />

Identity’, ‘True<br />

Lies’...


War Games - 1983<br />

İçinde dünyanın en gizli bilgileri de olsa<br />

bilgisayarlar her zaman tahmin yoluyla<br />

bulunabilecek şifrelere sahiptir.<br />

Morte a Venezia - 1971<br />

Kahramanımız<br />

öksürüyorsa<br />

bu mutlaka<br />

ölümcül bir<br />

hastalığının<br />

olduğunu<br />

gösterir.<br />

Diamonds Are Forever - 1971<br />

Yatakta bir erkek ve bir<br />

kadın varsa, üstlerindeki<br />

örtü erkeğin beline,<br />

kadının ise boğazına<br />

kadar çekilmiştir.<br />

The Da Vinci Code<br />

2006<br />

Bütün filmlerde ölülerin<br />

gözünü kapatmak adettendir.<br />

Texas Chainsaw Massacre<br />

- 2006<br />

Korku filmlerinde işler<br />

karıştığında erkek kahraman<br />

kadına dönüp “Sen<br />

burada bekle ben etrafa<br />

bakayım” der ve kadını<br />

korku içinde bırakıp<br />

ortadan kaybolur. Sonra<br />

da kötü adam gelip eliyle<br />

koymuş gibi kadını bulur<br />

ve genelde de sürükleyerek<br />

götürür.


Flipper - 1964/68<br />

Filmlerdeki bütün yunuslar Flipper<br />

gibi ses çıkarır, her ne kadar<br />

Flipper gerçek bir yunus gibi ses<br />

çıkarmasa da...<br />

24 - 2001<br />

Eğer birisi polisi arıyorsa yerinin<br />

saptanabilmesi için 30 saniye telefonunu<br />

açık tutması için oyalanmaya<br />

çalışılır. Oysa cep telefonu<br />

çağında artık biliyoruz ki birinin<br />

yerinin saptanabilmesi için sadece<br />

telefonunun açık olması yeterlidir.<br />

American<br />

Ninja 4<br />

1990<br />

Kahramanımız<br />

kötülere karşı<br />

savaşıyorsa,<br />

kötülerin hepsi<br />

birden üzerine<br />

atılmazlar. Tek<br />

tek gelirler ve<br />

kahramanımız<br />

hepsini birer birer<br />

alt eder.<br />

Gotcha - 1985<br />

İlk sevişmenin ardından<br />

ertesi sabah bütün<br />

kadın kahramanlar sanki<br />

emir gelmiş gibi erkek<br />

kahramanın gömleğini<br />

giyerler.


Seven Days to Live<br />

2000<br />

Polisler bir evde arama<br />

yapacaklarsa asla ışığı<br />

açmazlar her zaman bir<br />

el feneri kullanırlar.<br />

The Fast and the Furious - 2001)<br />

Otomobiller<br />

virajları alırken<br />

her zaman<br />

lastik sesi<br />

duyulur ve<br />

genellikle de<br />

jant kapağı<br />

savrulup kendi<br />

etrafında bir<br />

tur attıktan<br />

sonra durur.<br />

Crank - 2006<br />

Birisi merdiveni<br />

olan herhangi<br />

bir yerde<br />

kovalanıyorsa<br />

aşağı inmek<br />

yerine mutlaka<br />

yukarı çıkar.<br />

Her ne hikmetse<br />

peşindeki<br />

adam da bu<br />

ilkeyi biliyordur.<br />

Sonra ikisi<br />

sözleşmiş gibi<br />

çatıda buluşup<br />

dövüşürler.<br />

The Lookout - 2007<br />

Kahramanımız<br />

sabahları bir<br />

radyo sesiyle<br />

uyanıyorsa,<br />

radyoda her<br />

zaman tam o<br />

anı kollamış<br />

gibi “Günaydın.<br />

Bugün çok<br />

güzel bir gün<br />

olacak” diyen<br />

bir ses olur.


X2 - 2003<br />

Bütün kötüler<br />

PC, bütün<br />

iyiler Mac<br />

kullanır.<br />

Böylece<br />

bir bakışta<br />

kimin iyi,<br />

kimin kötü<br />

olduğunu anlayabiliriz.<br />

Honey - 2003<br />

Kahramanlarımız bir eğlence<br />

ortamındaysa onlar her<br />

konuştuğunda her ne hikmetse<br />

canlı müziğin sesi<br />

kısılıverir.<br />

Bütün gemi kazaları<br />

gece olur ve kazazedeler<br />

mutlaka güneş<br />

doğduğunda karaya<br />

çıkar.<br />

Cast Away - 2000<br />

Altars Of Desire - 1927<br />

Sinemanın ilk zamanlarından beri kadın ve erkek<br />

koşuyorsa kadın mutlaka bileğini incitir, erkek<br />

kahramanımız da onu tedavi eder.


Büyük gladyatörlerin dövüşü arenada sürmektedir.<br />

Başta dövüşü izleyen Sezar ve Brütüs olmak üzere,<br />

dövüşen Achilles ve Maximus da son anda arenaya<br />

katılan Zeyna’yı karşılarında görünce ne yapacaklarını<br />

şaşırmışlardır. Çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu<br />

arena izleyicisi ise, gelmiş geçmiş en büyük tezahüratı<br />

Zeyna için yapar…<br />

Zeyna’ya doğru kılıcıyla koşar) Ulan Zeyna şimdi<br />

senin…<br />

Zeyna, iyi bir hamleyle Maximus’u savurur, Maximus<br />

yere kapaklanır. Arena ayağa kalkar.<br />

Arena Seyircisi: Zeeeeeeyna! Zeeeeeeeeyna!<br />

Achilles: (Ortama kendini kaptırmıştır) Zeeeeyna!<br />

Zeeeeyna!<br />

Maximus: (Dik dik Achilles’e bakar) Oğlum manyak<br />

mısın lan! Ona tezahürat edeceğine planı uygulasana<br />

dangalak herif!<br />

Achilles: (Birden kendine gelir) Haa, pardon yaa<br />

dalmışım.<br />

Achilles, Sezar’ın yanına doğru gider. Arena’dan<br />

Sezar’ın oturduğu şeref tribününe doğru seslenir.<br />

Achilles: Yüce Sezar! Bir dakikalığına aşağıya<br />

yanıma gelebilir misiniz? Memleketten getirdiğim<br />

küçük bir hediye var da onu takdim edeyim size.<br />

Arena Seyircisi: Zeeeeeeyna! Zeeeeeeeeyna!<br />

Achilles: ( Elindeki kılıcı yere atarak, Maximus’a)<br />

Olmadı hocam şimdi. Ben hiçbir kadına el kaldırmam.<br />

Bu sırada Zeyna elindeki mızrağı Achilles’a fırlatır.<br />

Mızrak sıyırıp geçer, arenada oturan bir adama<br />

saplanır.<br />

Maximus: Arkadaşım bir daha düşün istersen.<br />

Achilles: (Yere attığı kılıcı tekrar alıp, kalkanının<br />

arkasına sığınır.) Vay anam vay! Hatun dişli çıktı desene.<br />

Arena Seyircisi: Zeeeeeeyna! Zeeeeeeeeyna!<br />

Maximus: Ne sandın toprağım? Zeyna bu! Adamın<br />

aklını da alır, canını da…<br />

Achilles: Ne yapacağız şimdi peki?<br />

Maximus: Birlikte saldırıp işini bitireceğiz.<br />

Achilles ve Maximus kafa kafaya verip bir plan yaparlar.<br />

Arena sessizliğe gömülmüş, herkes şaşkınlık<br />

içindedir. Sezar sinirlenerek ayağa kalkar.<br />

Sezar: Hoooop! Arkadaşım! Ne yapıyorsunuz lan siz?<br />

Dövüşsenize be! Ne kendi aranızda konuşuyorsunuz?<br />

Zeyna, Achilles ve Maximus’un konuşmasını fırsat<br />

bilip, ikisine doğru, o meşhur çelikten halka silahını<br />

fırlatır. Halka hem Achilles’in hem de Maximus’un koluna<br />

çarparak derin bir yara bırakır.<br />

Arena Seyircisi: Zeeeeeeyna! Zeeeeeeeeyna!<br />

Achilles: Yandım anaaaam!<br />

Maximus: (Kolundaki yaraya bakar, sinirlenip


Brütüs: Hayır efendim sakın aşağıya inmeyin! Çok<br />

tehlikeli!<br />

Sezar: Ulan ödlek herif ne olacak ki? Ben iki dakka<br />

bi inip alayım hediyemi. Hem şimdi aşağı inmezsem<br />

halkım beni korkak zanneder di mi ama?<br />

Brütüs: Peki efendim siz bilirsiniz. (Kendi kendine)<br />

Ulan ne beleşçi herifsin sen de be. Beleşi bulunca<br />

dünyanın öbür ucuna bile gidersin sen.<br />

Sezar: Bir şey mi dedin sen Brüt?<br />

Brütüs: Yok efendim, ne münasebet? Kendi kendime<br />

konuşuyorum işte.<br />

Sezar, aşağı iner. Achilles ona yanında getirdiği<br />

hediyeyi takdim eder.<br />

Achilles: Buyrun efendim. Çam sakızı çoban<br />

armağanı, memleketimi temsilen minik bir Truva atı<br />

heykeli.<br />

Sezar: Ayyyy canım çok mersi. Çok sevindim.<br />

Odamın en güzel yerine koyacam bunu söz.<br />

Maximus: (Uzaktan bağırır) Aloooo? Achilles!<br />

Hadisene oğlum uygulasana planı!<br />

Zeyna, bir şeylerden işkillenmiş Achilles’e doğru<br />

temkinli adımlarla yürümeye başlar.<br />

Achilles: Haa, pardon ya. Unutmuşum. Koskoca<br />

Sezar’ı görünce karşımda heyecanlandım birden.<br />

(Sezar’a) Yüce Sezar. Bu kadın çok tehlikeli.<br />

Size de zarar gelebilir. En iyisi siz benim arkama<br />

saklanın. Bakın yaklaşıyor.<br />

Zeyna Achilles’e doğru koşar. Kılıçlarını<br />

konuşturmaya başlarlar. Kıran kırana ölüm kalım<br />

mücadelesi sürerken, Sezar korkudan tir tir titremekte,<br />

Achilles’i kalkan olarak kullanmaktadır.<br />

Arena Seyircisi: Zeeeeeeyna! Zeeeeeeeeyna!<br />

Brütüs: (Aşağıya bağırır) Efendim dikkat edin bir<br />

tarafınıza bir şey olmasın!<br />

Bu sırada Achilles hızlı ve akıllıca bir atak yaparak,<br />

kılıcıyla Zeyna’nın saçlarının yarısını keser. Zeyna<br />

bu sinirle Achilles’e son bir hamle yapar. Achilles<br />

aniden kenara çekilince de kılıç Sezarın karnına<br />

girer. Zeyna dahil herkes donup kalır. Arena susar.<br />

Brütüs: Hayııııır! Olamaaaaz!<br />

Sezar: Ahhh anaaaam! Ölüyorum galiba?<br />

(Zeyna’ya bakarak) Sen de mi Zeyna?<br />

Brütüs: (Bir hamleyle arenaya atlayan Brütüs,<br />

Zeyna’yı kovalamaya başlar) Ne yaaaptın lan sen<br />

kaltak karı! Onu ben öldürecektim. Tarihe ben<br />

geçecektim. Gel lan buraya, gebertecem seni.<br />

Olanları fırsat bilen Maximus ve Achilles planlarını<br />

uygulamış, yandan yandan arenadan sıvışırlar.<br />

Arenadan iyice uzaklaştıktan sonra duydukları<br />

büyük tezahürat olaya son noktayı koyar.<br />

Arena Seyircisi: Brüüüütüs! Brüüüüütüs!


Sinemanın komik adamlarından biri Cem Davran… Ama Ertekin Akpınar’ın<br />

yönettiği Melekler ve Kumarbazlar filminde gayet trajik bir karakterle karşımıza<br />

çıkıyor. Şehsuvar karakteri için hayatından vazgeçtiğini söyleyen Davran, yönetmene<br />

‘neden ben’ diye sorduğunda ‘hüznüne talibim’ demiş yönetmen. Depremin<br />

bir fon olduğu, insanların depremden sonraki hayatlarına değinen film ve<br />

rolü hakkında Davran’la konuştuk… Farklı bir Cem Davran’la karşılaştık…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

Öncelikle bu filme nasıl dahil oldunuz?<br />

Yaklaşık iki sene önce Ertekin Akpınar’la Burak<br />

Saraçoğlu (filmin yapımcısı) aradı beni. O zaman<br />

bir senaryo okudum çok hoşuma gitti.<br />

Beni ciğerimden yakaladı. Ama biz o senaryonun<br />

25. versiyonunu falan çektik. O zamana<br />

dek ben Balalayka’yı dışında tutarak söylüyorum,<br />

daha çok komedi filmlerinde oynamıştım.<br />

Film beni yüreğimden yakaladı ama ne zaman<br />

çekileceği belli değildi. İş de bana önerilen<br />

karakter de benim bugüne kadar yaptığım<br />

şeylerden farklıydı. Tiyatroda oynamıştım ama<br />

sinemada olmamıştı…<br />

Peki niye siz?<br />

İşte ben de aynen bu soruyu sordum. Ertekin<br />

sinema aşığı biri, onun birikimine çok güveniyorum.<br />

Zaten ikinci gün de kırk yıllık dost gibi<br />

olduk. Normalde bunu bir aktör söylemez.<br />

Başrol öneriliyor bana… Bu arada bana başka<br />

işler de geldi, ama hepsi komedi ağırlıklıydı…<br />

Hem Yusuf ile Kenan’da hem de Balalayka’da<br />

yüzünde bir hüzün var, ben o hüzne talibim<br />

dedi. Damardan yakaladı beni. Ama benim de<br />

ruhen ve kafaca buna hazırlanmam lazımdı.<br />

Ben de hazır değildim çünkü. Benim de kendi<br />

içimde bir geçiş dönemi yaşadığım, kendimi<br />

sorguladığım bir dönemdi. Yusuf İle Kenan’dan<br />

Kahpe Bizans’a hem ben hem de Türkiye<br />

değişti. Ama sonra çekilemedi film bu süreç<br />

içinde. Ben bir iki projeye başlamak üzereyken<br />

Ertekin tekrar aradı. Kültür Bakanlığı’ndan<br />

küçük bir destek var, borç harç çekiyorum ben<br />

bu filmi dedi. Var mısın dedi. Varım dedim.<br />

Ben bir yıl falan bu filme çalıştım. Ben çok az<br />

projeye böyle çalıştım. Kendimden vazgeçtim<br />

diyebilirim. Her şeyi bıraktım, oyunculuğa yeni<br />

başlamış gibi bu role çalıştım. Yönetmenin<br />

kuş gibi yanında dolaştım. Aradaki mesafeyi<br />

kapatmaya çalıştım, o yıllardır bu işin içinde…<br />

Çekimimin olmadığı günlerde dahi setteydim,<br />

monitörün başındaydım. Yattım kalktım…<br />

Oynadığınız karakteri biraz anlatır mısınız? Nasıl<br />

bu kadar etkiledi sizi?<br />

Şehsuvar karakterini oynuyorum. Her şey onunla<br />

başlıyor ve bitiyor. Bir deprem ya da depremle<br />

ilgili bir film değil. Fonda deprem var… Hani<br />

bir duvarın önünde fotoğraf çektirirsiniz ya.<br />

O duvarda bir sürü fotoğraf vardır, deprem de<br />

bunlardan biri. Ama bir sürü başka şey var.<br />

1999’da yaşanan depremden on yıl sonrasına<br />

denk düşüyor. On yılda olanlarla birlikte, on yıl<br />

sonra patlayan bir volkan gibi bir şey. Şehsuvar<br />

tahsilli, kültürlü ama bir taşra erkeği.<br />

Taşra imgesi filmin içine fazla yayılıyor gibi zaten…<br />

Taşra, büyükşehirlerin yakınlarındaki küçük<br />

şehirlerdir biliyorsunuz… Yol üstü şehirleri.<br />

İçine girmeyiz, yol üstünde bir çay içeriz.<br />

Adapazarı da böyle bir şehir. Bu gerçek bir<br />

hikaye biliyorsunuz. Ertekin’in binlerce sayfalık<br />

notlardan çıkardığı, tanıklık ettiği, dinlediği<br />

şeyler. Bütün hikayeler dramatik ama çok insana<br />

ve hayata dair.<br />

Peki bu insanların hepsi depreme tanıklık ediyorlar<br />

mı? Ondan sonraki halleri yani?<br />

Evet, ediyorlar. Şehsuvar hep bir çıkış arayan<br />

biri. Diğerleri tıkanmışlar. Bir tanesi hayatın


ittiğini düşünüyor. Bir diğeri yaşamanın anlamsız<br />

olduğunu. Filmde başlangıç olacak şey belki de<br />

sonun başlangıcı olacak. Yaşadıkları deprem bile<br />

bir taşrada erkek yoğunlukta ilişkilerin içinde, sertlikte<br />

yaşanıyor. Naif kalmaya çalışıyor ama o da<br />

nasibini alıyor.<br />

Erkek dünyasını biraz daha açabilir misiniz?<br />

Fight Club’a benzetiyorum biraz filmin duygusunu.<br />

Aslında erkek dünyası diyoruz ama filmde bize dokunan<br />

hikayelerden birisi de İrem Altuğ’un oynadığı<br />

Zeynep’in hikayesi. Filmden duygu cümleleri<br />

kurmaya çalışıyorum ki, konu olarak çok da ele<br />

vermek istemiyorum filmi. Zeynep’in sevdiği adam<br />

depremde ölüyor. Zeynep Şehsuvar’la nişanlı,<br />

ölen adam Şehsuvar’ın en yakın arkadaşı. Her şey<br />

gerçek olamayacak kötü. Ama filmin kendisi kötüyü<br />

öneren bir film değil. Sadece gerçeklik payı var.<br />

Yaşayanların çoğuyla tanıştık zaten.<br />

Şehsuvar karakterini nasıl biçimledirdiniz peki?<br />

Rain Man filminde Dustin Hoffman ve Tom Cruise<br />

ele alalım. Aktörlük tekniği açısından kolay rol<br />

Dustin Hoffman’ın rolüdür. Çünkü otistiği oynuyor.<br />

Köşeli, akıllı çalışırsan o rol sana yardım eder, seni<br />

taşır. Şehsuvar’da her şey var ama içinde. Mesela<br />

Selami karakteri var. Hakan Gerçek, çok da güzel<br />

oynadı. Ama çok net şeyleri var. Bir şeye kafayı<br />

taktığı zaman bakıyor ve siyah – beyaz tv’leri<br />

aşağıya atıyor. Gerçekte de Selami orada ve onun<br />

siyah – beyaz televizyon deposu var. Kardeşim<br />

Haydar mesela. Bülent Şakrak oynadı. Harika<br />

oynamış. O da manyağın teki.<br />

Peki Şehsuvar’ın patlama noktası oluyor mu?<br />

Bir kere patlıyor ama herkesin hak verdiği yerde.<br />

Çok sonra patlıyor. Sıradan gibi görünen ama her<br />

şeyi içinde yaşayan bir karakter. Derinliği olan bir<br />

rolü aktörün çalışması, oynaması her zaman daha<br />

zordur. Bir anla iki sayfa şeyi anlatmanız gerekiyor.<br />

Derinlik yüzünden oynaması zor bir karakterdi.<br />

Taşra ve erkek daha mı yakışıyor birbirine sanki?<br />

Ben de doğma büyüme Kasımpaşalıyım bu arada.<br />

İstanbul’da da bazı semtler vardır ya. Üsküdar, Tophane<br />

gibi. Buralarda erkeklerin ön planda olduğu<br />

bir kültür yaşanır. Bitirim ve sokağın hakim olduğu<br />

bir kültür. Taşra biraz da kendi kaderiyle baş başa<br />

olma hali. Depremde olduğu gibi. Bu insanlar da<br />

böyle. Orada ortak bir duygu hali var. Sıradan bir<br />

şey bile orada farklı yaşanıyor. Taşra gri oluyor.<br />

Adapazarı öyle yani. Sana grilik hissettiriyor.<br />

Entelektüel düzeyleri de yüksek. Şaşırttılar beni.<br />

Kapalı yaşamaktan bir derinlik oluşmuş.<br />

Gerçekten de öyküsü travmatik…<br />

Yönetmen de filmine tam bir güven duyuyor, siz<br />

de öyle?<br />

Ben sinemasına çok güveniyorum filmin. Filmin<br />

insanlarla buluşacağına güveniyorum. Gönül ister<br />

ki 500 kopya girelim. Ama bu tarz filmler 50 kopya<br />

falan giriyor. Bizimki 100 kopya giriyoruz. Filmimize<br />

güvendiğimiz için tabii.<br />

Filminizi bağımsız film olarak nitelendirir misiniz?<br />

Bağımsız filmlerin abisi diyebiliriz. Ama o tarz filmleri<br />

bin kişi falan izliyor. Benim 400-500 binden<br />

az izlenmiş filmim yok. Ben bin kişinin izleyeceği<br />

film çekmem.<br />

Gişe kaygım var.<br />

Bağımsız filmlerin<br />

masturbatif<br />

bir tarafı var.<br />

Onu içeriyorsa<br />

öyle değil. Ben<br />

Gora’nın, Recep<br />

İvedik ve Babam<br />

ve Oğlum’un izleyicisine<br />

talibim.<br />

Bu film tokat bir<br />

film, sarsılmış<br />

halde çıkacaklar<br />

salondan. Birçok<br />

insanın hayatı eski-


si gibi olmayacak. Bunu şu yüzden bu kadar iddialı<br />

söylüyorum. Değişik insanlara izlettirdim bu filmi.<br />

Edebi cümleler kurmaktan da korkuyorum. Derinlik<br />

derken vurgun yemeyelim yani. Sıkıcı filmlerden<br />

değil yani. Popüler filmdir, sektör filmidir.<br />

Bu tarz filmler gerçek olduğu kadar duygu sömürüsü<br />

riski de taşırlar. Bazen kontrol edilemez<br />

duygular? Ne dersiniz?<br />

Zerre abartmadık. Belki başkasının elinde olsaydı,<br />

çok rahat öyle bir film olurdu. Çok müsait çünkü.<br />

Salon hüngür hüngür ağlayabilirdi. Filmimizde gülünecek<br />

ağlanacak yerler var ama hepsini dozunda<br />

bıraktık. Hiçbir şeyi kanırtmadık ve kışkırtmadık.<br />

Sinemaya çok erken yaşlarda başladınız. Ama<br />

ülkemizin sinema düzensizliğinden de kaynaklı<br />

olarak belki de çok fazla filmde rol almadınız…<br />

Yusuf ile Kenan çok<br />

ödül aldı. Ben de o<br />

zamanlar çok gençtim.<br />

Seksenli yıllarda<br />

zengin ve umutsuz<br />

kadın filmleri çekilmeye<br />

başladı. Ömer Kavur<br />

o dönemde sinema<br />

yapma, tiyatro yap dedi<br />

bana. Ben belli bir süre<br />

film çekmedim. Asılacak<br />

Kadın’da oynadım.<br />

Sonra şartlar değişti.<br />

Özel televizyonlarda<br />

ünlenince sinemada<br />

tekrar başroller gelmeye<br />

başladı. Kahpe Bizans, Balalayka falan. Bu arada<br />

birçok filmde oynamadım tabii. Yanlış mı doğru mu<br />

yaptım bilmiyorum. Sonra bu film geldi. Melekler ve<br />

Kumarbazlar. Üç filmi reddettim bu film için. Sayıyla<br />

içerik ilişkisini çok kuramıyorum. Ben de artık 45<br />

yaşındayım. Bir aktörün en güzel yılları. Hala gencim<br />

ama deneyimim de var. Şimdi biraz yüreğimin<br />

götürdüğü yere gidiyorum. Ama şimdi karar vereyim,<br />

önümüzdeki yıl beş film çekerim. Buna maddi ve<br />

manevi olarak gücüm de var.<br />

Türk sineması da hareketlendi bu arada…<br />

Bundan sonra 270 film de çekilebilir. Ama sektörün<br />

festivallerde dahi olmak üzere kendisini toparlaması<br />

gerekiyor. Hala sektör değil. Sayı önemli değil, içerik<br />

önemli. Bir de yeni bir kuşak geliyor. Canavar gibi<br />

insanlar. Kendime okumam ve onların gerisinde<br />

kalmamam lazım diyorum. Sanatsal anlamda çok<br />

gelişti ama teknik ve organizasyon anlamında çok<br />

yetersiziz hala.<br />

Biraz da rol olarak izleyiciye ters köşe<br />

yapacaksınız…<br />

Evet. Hatta sitemde birisi yazmış. ‘Abi seni bu filmde<br />

de izleyeceğiz ama senden sonra bir komedi bekliyoruz’<br />

diye. Komediyi de çok önemsiyorum, ciddi bir<br />

iş olarak görüyorum ama böyle işler de yapacağım.<br />

Beynim ve ruhum yenileniyor. Benden komedi isteyenleri<br />

bu filme bekliyorum. Yoksa tehdit ediyorum<br />

komedi çekmem.<br />

Komedyenler sinemada bir tipleme yaratma<br />

derdinde… Sizin öyle bir isteğiniz olabilir mi?<br />

Tiplemeler tutuyor, bir karakter yaratalım, İnek<br />

Şaban, Recep İvedik yaratalım düşüncesi yok. Ama<br />

düşündüğüm bir adamın hikayesi var. Yıllar önce<br />

tiyatroda tek kişilik oyun olarak oynamış ve ödül<br />

almıştım. Gani Müjde’nin fikrinden yola çıkılarak<br />

yazılmıştı. Fikri Alansatan diye bir adamın hikayesi.<br />

Beyefendi diye oynamıştım ben onu. Onu yapmayı<br />

düşünüyorum. Onun dışında çok güzel, duygusal<br />

tarafları olan bir aile hikayesi var. Lüküs Hayat müzikali<br />

sinemada oynamak istiyorum. Komedi hayattan<br />

bir yere dokunmazsa benim için anlamı olmaz. Bir<br />

yerinde hüzün saklı olmalı yani…<br />

Son olarak ne söylersiniz?<br />

İlk akla gelenlerle bakılmasın bu filme. Melekler ve<br />

Kumarbazlar popüler bir film, sektör filmi, gişe filmi.<br />

Herkes izlemeli… Filmimizin kelebek etkisi olacağını<br />

düşünüyorum. Umarım herkesi etkiler, içine alır.


Underworld’ün güzel vampiri Kate Beckinsale bu ay vizyona<br />

girecek olan Soğuk Ölüm-Whiteout ile karşımıza çıkacak.<br />

Özel hayatında da başarıya odaklanmış olan güzel yıldız<br />

görünen o ki bizi kendine hayran bırakmaya devam edecek<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Bu ay vizyona girecek olan Soğuk<br />

Ölüm-Whiteout’un yıldızı Kate Beckinsale<br />

tam bir kazanan. Çok az insan<br />

hem bu kadar güzel hem de başarılı<br />

ve yetenekli olur. Belki bu kadar<br />

başarılı bir kariyere sahip olmasını 6<br />

yaşında babasını kaybettikten sonra<br />

girdiği bunalıma borçludur. Ünlü bir<br />

komedyen olan babası 31 yaşında<br />

öldüğünde küçük Beckinsale hayatın<br />

gerçekleriyle tanışmak zorunda kaldı.<br />

Mükemmelliyetçiliği yüzünden anoreksi<br />

ile boğuştu. Bütün bu bunalımlardan<br />

sonra aktör babasının yolundan<br />

giden Beckinsale bundan sonra hiç<br />

kaybetmedi. Belki o günlerden kalan<br />

tek kötü özelliği çok sıkı bir sigara<br />

tiryakisi olması. Michael Sheen ile<br />

beraberliğinden Lily Mo Sheen adlı<br />

bir kızı oldu. Hayatı boyunca sigarayı<br />

bıraktığı tek dönemin hamilelik zamanı<br />

olduğunu söyledi. Beckinsale’de ne<br />

arasanız var. Bir kere iyi bir yazar.<br />

İngiltere’de önemli bir yarışma olan W.<br />

H. Smith Genç Yazarlar Yarışması’nda<br />

2 defa ödül kazandı. Bunla yetinmedi<br />

Oxford Üniversitesi’nde Rus ve Fransız<br />

edebiyatı okudu. Üniversiteyi üçüncü<br />

sınıftayken gelen bir oyunculuk teklifi<br />

için terk etti. Bir iki dizi ve kısa film<br />

derken Shekspeare uyarlamalarından<br />

rol aldı, en sonunda 2001 yapımı Michael<br />

Bay’ın yönettiği Pearl Harbour<br />

ile patlama yaptı. Daha sonra sırasıyla,<br />

eleştirmenlerden çok iyi notlar alamayan<br />

‘Serendipity’ (2001), ‘Underworld’<br />

(2003) ve ‘Van Helsing’ (2004) gibi Amerikan<br />

yapımlarında oynadı. Ayrıca tüm<br />

dünyada beğenilen ‘The Aviator’(2004)<br />

filminde Ava Gardner rolündeydi, bu rol<br />

için yaklaşık 10 kilo aldı. Underworld<br />

onun hayatında dönüm noktasıdır. Michael<br />

Sheen ile beraber rol aldığı filmin<br />

çekimlerinde yönetmen Len Wiseman’la<br />

birberaberliği oldu. Daha sonra Beckinsale<br />

Len Wiseman’la evlendi. Çekik<br />

gözleri ve minyon tipiyle 2002 yılında<br />

da Hello Magazine dergisi tarafından<br />

İngiltere’nin en güzel kadını seçildi.<br />

2005 ve 2006 yıllarında Beckinsale,<br />

FHM Dergisi’nin ‘Dünyanın En Seksi<br />

100 Kadını’ sıralamasında 78. ve 71.<br />

sıradaydı. Beckinsale’in güzelliği kariyerinde<br />

önemli ama aklı ve kabiliyetleri<br />

de hayatta aldığı rol açısından en az<br />

güzelliği kadar önemli. Acımasız bir kariyer<br />

savaşında kazanmak için tasarlanmış<br />

dişi bir vampir gibi.


ALPER TURGUT<br />

n “District 9”, garibim uzaylıları dünyaya geldiklerine<br />

bin pişman eden vahşi insanoğluna<br />

dair, zeki, etkileyici ve kafa karıştırıcı bir bilimkurgu<br />

filmi. Hayli matrak, tek kelimeyle tuhaf<br />

ve inadına güzel bir film bu... Üstelik tümden<br />

sosyal içerikli ve kara kara düşündürtmeye<br />

meyilli de... Ucundan kıyısından ırkçılığa eğilimli<br />

olması ise tehlikeli (alt metinden yedirseler de biz<br />

uyandık ve bu durum canımızı sıkmadı değil)...<br />

Güney Afrika’da ne aradıkları anlaşılmayan<br />

ve film boyunca aşağılanan Nijeryalılar... İşte<br />

aksiyon, atraksiyon, atmasyon... Kâfi ölçüde<br />

mizah ve bilcümle heyecan bu filmde... Dünya<br />

yaşamına ayak uyduramayan uzaylıların<br />

öyküsü (Alien Nation) 20 yıl kadar önce de<br />

işlenmişti ancak tam gaz yol almaya ve hızını<br />

kesmek isteyen klişelerden sakınmaya çabalayan<br />

bu filmin tadı bambaşka... District<br />

9, Türkiye’de 6 Kasım 2009 günü gösterime<br />

Filmi sırtlayanlar mı? Ziyadesiyle yetenekli ve<br />

şeytani...<br />

Filmi, 30 yaşındaki Güney Afrikalı sinemacı Neill<br />

Blomkamp yazdı ve yönetti. 30 milyon dolara mal<br />

olan District 9’un yapımcılığını ise Yüzüklerin<br />

Efendisi’nin Yeni Zelandalı rejisörü Peter Jackson<br />

üstlendi. Türler arası fuhuş, “uzaylılar<br />

giremez” yazılı dükkânlar, yaratık eti yiyen çete<br />

reisi, sadece uzaylıların kullanabildiği eksantrik<br />

silahlar ve çok amaçlı robotlar, kara büyü,<br />

girecek. Sakın kaçırmayın.<br />

Yıl; 1982... Gaipten gelen dev ve oldukça<br />

teferruatlı uzay gemisi, yerküreyi ziyaret eder.<br />

Ve ne hikmetse üzerinde asılı duracağı kenti,<br />

bilindiği üzere hiçbir zamazingoyu kati suretle<br />

kaçırmayan ABD’den değil de, Güney Afrika<br />

Cumhuriyeti’nden seçer. Dünyamız büyük bir<br />

şaşkınlık içerisindedir, ülkenin en büyük kenti<br />

Johannesburg ise davetsiz misafirin yüzü suyu<br />

hürmetine esaslı bir ilginin odağı olmuştur.


Sadede gelirsek, Johannesburg ile dünya dışı<br />

zımbırtı, uzun bir müddet karşılıklı bakışırlar.<br />

Sanırım herkesin o an aklındaki soru şudur;<br />

“acaba bunlar, dost mu, düşman mı?”<br />

İnsanoğlu, doğası gereği sabırsızdır ya;<br />

sonunda dayanamayıp harekete geçerler<br />

ve uzay gemisinin kapısını, meşakkatli bir<br />

uğraşının ardından aralarlar. Gördükleri diz<br />

boyu sefalettir. Uzaylıların tamamı açlıktan<br />

mevcut.<br />

“Beyaz azınlık efendi, siyah çoğunluk köle olsun”<br />

... Güney Afrika Cumhuriyeti ve onun kanlı<br />

apartheid rejimi... Afrika’nın Antarktika’ya bakan<br />

ucu merhametsizlerin bembeyaz yurdu idi o<br />

zamanlar, sahip çıkanların da yüzlerini şeytan<br />

görsün! Bu nasıl bir ironi? Bütün siyahlar bitti,<br />

şimdi de uzaylıları tıktılar mülteci kamplarına...<br />

bitap düşmüştür ve acil tarifesinden bir<br />

yardıma muhtaçtırlar. İnsanlar, zor durumdaki<br />

ve sağlıksız koşullardaki bedbaht yaratıklara<br />

acır (bu acıma hissi daha sonra kin, nefret<br />

ve öfke olarak geri dönecektir) ve zilyon tane<br />

uzaylı, Johannesburg’daki “9. Bölge” kampına<br />

yerleştirilir. Burada 40 yıl önce siyahların şiddet<br />

ve cebirle kovularak, sadece ve sadece mesut<br />

beyazların yaşamasına müsaade edilen yerleşim<br />

birimine nam-ı diğer District 6’ya bir gönderme<br />

“GETTO”, SİNEMA VE TARİHİN TEKERRÜRÜ<br />

Gettolar, toplama kampları, tehcir kampları,<br />

çalışma kampları, mülteci kampları... (Bu<br />

“Getto” terimi, İtalyan kökenli ve yaklaşık beş<br />

yüz yıl kadar eski... Venedik kentinde söz sahibi<br />

olanların, Yahudileri bir arada yaşamaya<br />

zorladıkları mahallenin adından geliyor)<br />

Soykırım, katliam, açlık, sefalet, zulüm...<br />

Meşhur Theodor Adorno, “Auschwitz’den<br />

sonra şiir yazmak barbarlıktır” dememiş miydi?


İnsanın insana ettiğini anlamak ve anlatmak ne<br />

zor... Ama bilinmeli tüm olup bitenler, bir daha<br />

yaşanmaması ise şayet tek dileğimiz; inadına ve<br />

ısrarla yazılmalı, çizilmeli, söylenmeli, aktarılmalı,<br />

çekilmeli, gösterilmeli... Yoksa “tarih tekerrürden<br />

ibarettir” martavalını torunlarımıza hatta<br />

onlarında torunlarına vasiyet bırakmış olacağız.<br />

Peki, gettolara dair filmler... Sinemada istisnasız<br />

bin bir örneği vardır. Misal; Varşova Gettosu en<br />

ünlüsüdür. Roman Polanski’nin 3 Oscar’lı eseri<br />

“Piyanist”, TV filmi “Ayaklanma” (Uprising<br />

/ 2001)... Temcit pilavı demeye dilim varmıyor<br />

ama yetmez, yetemez... 1948 tarihli “Sınır Sokağı<br />

(Ulica Graniczna), “Generallerin Gecesi”, “Nackt<br />

unter Wölfen”, “Jeszcze tylko ten las”... Madem<br />

sonu gelmeyecek noktayı biz koyalım. Biraz da<br />

Afrika’ya uzanalım mı? “Hotel Rwanda”, “Shooting<br />

Dogs”, “Kanlı Elmas”... Sonra Ortadoğu’dan<br />

“Kaplumbağalar da Uçar”, Sabra ve Şatilla<br />

Katliamını anlatan “Beşir’le Vals”... Ya banliyöler...<br />

Başyapıt “La Haine” (Nefret / Protesto)<br />

ile başlarız, “Banlieue 13” (2004) ve “Banlieue<br />

13 – Ultimatum” dan (2009) çıkabiliriz. Lanet olası<br />

Apartheid rejimini de boş geçmeyelim. Mücadele<br />

adamı Nelson Mandela’ya kameralarını çeviren<br />

“Özgürlüğün Rengi” (Goodbye Bafana) ne güne<br />

duruyor.<br />

ADI KONULMAMIŞ BİR SAVAŞ, SÜRGÜN VE<br />

KEDİ MAMASI<br />

İnsanların “karides” ve “çöp yiyenler” adlarını<br />

taktıkları bu yaratıklar, araba lastiği ve kedi<br />

maması lüpletmekten müthiş keyif alıyorlar. 9.<br />

Bölge Kampı’nı, Nijeryalı gangsterle paylaşan<br />

uzaylıların sayısı da aradan geçen 20 yılda<br />

çoğalıyor ve rakam 1,8 milyona dayanıyor (kürtaj<br />

zorunluluğu getirilmesine karşın uzaylılar gizliden<br />

gizliye yumurtluyorlar, filmin sonunda 2,5<br />

milyon yaratıktan söz ediliyor). Zamanla Johannesburglular<br />

ile aralarında adı konulmamış bir<br />

savaş patlak veriyor. Ne yapsın zavallılar; araba<br />

yakmayı, trenleri raydan çıkarmayı eğlenceli<br />

buluyorlar. Taraflar zayiat vermeyi sürdürence<br />

bu kez devreye silahlı bir birimi de (kelle avcıları)<br />

bulunan Dünya Dışı Medeniyetler (MNU) adındaki<br />

şaibeli örgütlenme giriyor. MNU’ya bağlı Uzaylı<br />

İlişkileri Departmanı’nda operasyon saha şefi<br />

olarak çalışan Wikus van de Merwe (çiçeği<br />

burnunda aktör Sharlto Copley resmen<br />

döktürmüş), uzaylıları, kentten 200 kilometre<br />

ötede kurulan daha da rezil yeni kampa (10.<br />

Bölge) taşınmaya ikna etmekle yükümlüdür.<br />

Aslında MNU, dünyanın en önemli silah<br />

üreticisidir ve uzaylıların lazer güdümlü<br />

oyuncaklarına göz dikmiştir. Tahliye için<br />

yapılan tehdit içerikli ikna turları sırasında<br />

beklenmedik bir kaza olur. Aslen saf,<br />

silik ve sakar bir tipe karşılık gelen Wikus,<br />

yaratıkların en zekisi Christopher<br />

Johnson’un 20 yılda oluşturabildiği –Çünkü<br />

Christopher, kumanda modülüne sahiptir<br />

ve uzay gemisini tekrar çalıştırıp oğluyla<br />

birlikte dünyayı terk etmek istemektediryaşamsal<br />

öneme haiz uzay sıvısını üstüne<br />

bulaştırır. Artık her geçen saat Wikus için<br />

işkenceyi de beraberinde getirecektir. Önce<br />

kolu ardından da tüm bedeni... Karideslerle<br />

dalga geçen Wikus’un yaratığa dönüşme<br />

süreci başlamıştır. Biricik aşkı karısından<br />

ayrı düşmenin üzüntüsüyle yıkılan Wikus,<br />

bir anda dünyanın en değerli adamı haline<br />

gelmiştir. Uzaylılardan başka kimsenin<br />

ateşleyemediği silahlar, bir insanın elinde


Bir Uzakdoğu klasiği “Bir Başkasının Yüzü”<br />

(Tanin no kao), Sovyetler Birliği’nden “Kin-<br />

Dza-Dza”... 57 yıl aradan sonra yeniden<br />

çevrilen ve ne yazık ki; aynı tadı vermeyen<br />

“Dünyanın Durduğu Gün”. 1932 tarihli H.G.<br />

Wells’ten adapte edilen “Kayıp Sırlar Adası”.<br />

Bir bilimkurgu efendisi olan Wells’in “Görünmez<br />

Adam”, “Zaman Makinesi” ve “Dünyalar<br />

Savaşı”nı da unutmayalım. İki çevrimi de<br />

olmamış, kotarılamamış “Dr. Moreau’nun<br />

Adası”nı ise yekten unutalım.<br />

Henüz izleme fırsatı yakalayamadığımız<br />

2007 tarihli Japon bilimkurgu animasyonu<br />

“Evangerion shin gekijôban: Jo” ile 2006’da<br />

çekilen “Toki o kakeru shôjo”... Hazır animasyon<br />

demişken “Demir Dev” ile “Ghost in the<br />

Shell”i (şimdilik üçlediler) de atlamayalım.<br />

kükremeye hazırdır. Kendini, yaratıkların kesip<br />

biçildiği laboratuarda bulan kahramanımız, can<br />

havliyle kaçıp kurtulur. Şimdi uzaylı Christopher<br />

ile işbirliği yapma ve yeniden insan olabilmek<br />

için kavga etme zamanıdır.<br />

METROPOLİS’TEN DISTRICT 9’A BİLİMKURGU<br />

SİNEMASI<br />

82 yıllık “Metropolis”ten bu güne bilimkurgu<br />

sineması, rüyalarımızı süslemeyi sürdürüyor.<br />

Altı değil 66 film çekilse doyamayacağımız<br />

“Yıldız Savaşları”ndan iyi başlayıp sonunda<br />

da bir çuval inciri berbat eden “Matrix”e,<br />

çocukların pek sevdiği “E.T.”den çarpıcı seyirlik<br />

“Yaratık”a, kült klasik “Bıçak Sırtı”ndan<br />

bilimkurgu masalı “Yapay Zeka”ya neler neler<br />

var zulamızda... Sonra Stanley Kubrick’in<br />

şaheseri “2001: Bir Uzay Destanı”nı, Andrei<br />

Tarkovsky’nin “Solaris” ve “Stalker”i,<br />

Terry Gilliam’ın “Brazil”i, Hayao Miyazaki’nin<br />

“Rüzgârlı Vadi”si... Seriler halinde ilerleyeceksek<br />

eğer “Maymunlar Cehennemi”, “Terminatör”<br />

ve “Geleceğe Dönüş”ü tartışmasız<br />

liste başı yapabiliriz. Efsanevi “Donnie Darko”,<br />

dizisi ve filmleriyle pek meşhur “Uzay<br />

Yolu”... Ardından “V”, “Şey”, “12 Maymun”,<br />

“Frankeştayn”...<br />

Elbette, yakın tarihli filmler arasından da biz<br />

bilimkurgu hayranlarını mutlu eden yapıtlar<br />

çıktı. “Son Umut”, “Serenity”, çizgi roman<br />

uyarlaması “Demir Adam”, “Dünyalı” ve<br />

“Vol.İ”yi bir çırpıda sayabiliriz... Bu ay vizyona<br />

sokulacak olan “Zaman Yolcusu’nun Karısı”<br />

(Time Traveller’s Wife) ile “Suretler”i (Surrogates)<br />

de büyük bir merakla beklemekteyiz.<br />

Umarım, hüsrana uğramayız. Bunun dışında<br />

Filmekimi’nde de merak uyandıran iki bilimkurgu<br />

filmi var. Biri Shane Acker’ın “9”u...<br />

Yapımcılığını Tim Burton ve Timur Bekmambetov<br />

gibi iki delifişeğin üstlendiği 9, resmen<br />

iştahımızı kabartıyor. Öykü kısaca şu; yakın<br />

bir gelecekte makinelerin başkaldırıp insanları<br />

yok etmelerinin ardından dokuz bez bebeğe<br />

can verilir. Sizce de ilginç değil mi? Diğer<br />

filmimiz ise rock müzik yıldızı David Bowie’nin<br />

oğlu Duncan Jones’un (Zowie Bowie)<br />

yönettiği “Ay” (Moon)... NASA’nın Houston<br />

Uzay Merkezi’nde ders programına alınan<br />

bir bilimkurgu gerilim filmi... Ay, 1970’lerle<br />

1980’lerin bilimkurgularına (Yaratık, Silent<br />

Running, Outland, Bıçak Sırtı) ithaf edilmiş.<br />

Ne denir? Yakışır.<br />

Not; IMDB’de şimdilik 134 uyarlaması görünen<br />

çocuk düşlerimizin kılavuzu Jules Verne’i de<br />

anmadan noktayı koymayalım.


Bazılarına göre Heath Ledger’a benzeyen<br />

Joseph Gordon Lewitt kepçe kulakları ve<br />

uzun boynuyla hiç te alışık olmadığımız<br />

bir Hollywood ünlüsü...<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n 17 Şubat 1981 doğumlu Amerikalı aktör. Sinema<br />

oyuncularına gereğinden fazla önem verildiğini<br />

söyleyen oyuncu, öğretmenleri ve astronotları oyunculara<br />

göre daha karizmatik bulduğunu söylüyor! Ama<br />

oyunculuk kariyerinde her role bürünerek, mesleğinin<br />

hakkını verenlerden… Kimilerine göre bağımsız<br />

sinemanın yeni Eric Stoltz’u olmaya aday, kimilerine<br />

göre Ten Things i Hate About You filmindeki rol<br />

arkadaşı Heath Ledger’a (kaderi benzemesin!) benziyor.<br />

Kepçe kulakları ve uzun boynu karakterlerine<br />

eziklik katıyor, rolü her ne kadar karizmatik olsa da!<br />

Hala gelecek vaat eden aktör kategorisinde anılsa<br />

da neredeyse çocukluğuna dayanıyor Ten Things i<br />

Hate About You’da rol alması… Güzel bir gençlik filmi<br />

olarak kazındı kafalara, hem de müzikleriyle… Akıl<br />

hastanesinde geçen Manic, bol küfürleri nedeniyle<br />

gerçekliğini yitiren bir filmdi, Lewitt’de kaybolur gider<br />

o küfürlerin arasında… Hem gay hem de jigolo olur<br />

Mysterious Skin’de… Ama performansı on numaradır!<br />

Brick de, kız arkadaşının peşinde koşan saf bir<br />

liseli, The Lookout da hafızasının oyununa gelen<br />

bir adam, Killshot da ise kiralık bir katildir… Filmlerinin<br />

ortamında genel bir şiddet havası vardır…<br />

Ama herkesin gözünde ‘bu çocukta iş var, adamım’<br />

konumundadır… Son olarak G.I Joe da karşımıza<br />

çıktı… Bu ay da 500 Days of Summer da karşımızda<br />

olacak… Şirin bir aşık olarak bizi aşkının doğruluğuna<br />

inandırmaya çalışacak! Bence inandıracak!


We feed the World yediklerimiz<br />

ve küreselleşme, balıkçılar ve<br />

çiftçiler, büyük firmalar ve<br />

küçük insanlar, varlık ve<br />

yokluk hakkında bir belgesel<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Avusturyalı yönetmen Erwin Wagenhofer<br />

yediklerimizin peşinden giderken,<br />

gıda ticaretinin karanlık yüzünü de gözler<br />

önüne seriyor. Varlık içinde yokluğun neden<br />

yaşandığını, küreselleşme çağında büyük<br />

firmaların girdikleri ükelerde yerel halkı nasıl<br />

yokluğa mahkum ettiklerini ortaya koyuyor.<br />

“We feed the World” küreselleşme ile birlikte<br />

tarım ve balıkçılıkta endüştrileşmeyi bir<br />

kavram olmaktan çıkarıp elle tutulur hale<br />

getiriyor.<br />

Sahile vuran iki dalga arasındaki süreden<br />

açık denizdeki dalga boyunu nasıl tahmin<br />

ettiğini anlatan doğayla dost Fransız<br />

balıkçı bize AB üyeliğinden sonra yaşanan<br />

değişimi çok güzel anlatıyor: Etrafları bir<br />

anda bilim adamlarıyla sarılmış ve her bir<br />

balıkçıdan ne zaman, nerede, ne kadar balık<br />

tuttuğunu bir deftere not etmeleri istenmiş.<br />

O defterlerin ne işe yarayacağını çok iyi<br />

biliyor balıkçı ama elinden bir şey gelmiyor;


AB kuralları böyle çünkü. O defterler gelecekte<br />

küçük balıkçılara hayat hakkı tanımayacak<br />

dev şirketlerin dev gemilerinin denizi kendi<br />

kümesleriymiş gibi dibine kadar sömürmelerini<br />

sağlayacak.<br />

Peki bu dev gemilerin avladıkları balıklar, orta<br />

halli Fransız balıkçısının avladıklarına benzeyecek<br />

mi? Belgeselde görüyoruz ki, hiç benzemeyecek.<br />

Fransa’nın Bretagne bölgesinde<br />

balıkçılık yapan Philippe Cleuziou buzhanede<br />

bu gemilerle avlanmış pelte gibi balıkları<br />

tek tek elinde sallıyor. Onun anlattıklarından<br />

anlıyoruz ki bu balıkların pelte gibi olmaktan<br />

başka şansları yok çünkü bu tür avlanma yönteminde<br />

çok büyük miktarda balık sürüleri atılan<br />

ağlarda korkunç bir baskı altında kaldıkları<br />

için renkleri kararıp gözleri patlıyor. Uzun süre<br />

ağlarda kaldıkları için daha denizden çıkmadan<br />

bayatlıyorlar. Balıkları parmağının ucuyla tutarak<br />

şöyle diyor Fransız balıkçı: Ben bunları yemem.<br />

Biz bunlara ‘Yenmek değil, satılmak içindir’ deriz.<br />

Küreselleşmenin denize etkileri böyle. Peki ya<br />

toprakta durum farklı mı? Hayır. Denizde balığa<br />

nasıl bakıyorsa, toprakta tohuma da öyle bakıyor<br />

dev uluslararası şirketler.<br />

Dünya çapında 60 milyon hektarlık bir alanda<br />

genetiği değiştirilmiş bitkilerin ekimi yapılıyor.<br />

Genetiği ile oynanmış bitkilerin yüzde 58’ini<br />

soya, yüzde 23’ünü mısır, yüzde 12’sini pamuk,<br />

yüzde 7’sini ise kolza oluşturuyor.<br />

AB, GDO’lu (Genetik Olarak Değiştirilmiş Organizma)<br />

gıdalara karşı hem tüketici hem de üretici<br />

kesimden gelen direniş karşısında 2004 yılına kadar<br />

transgenik tohumların ithaline karşı moratoryum<br />

ilan etmiş, ancak Dünya Ticaret Örgütü’nün<br />

yoğun baskıları karşısında 2004’te ABD’de<br />

yaygın olarak üretilen tatlı mısırın pazarına girmesini<br />

kabul ederek moratoryumu sona erdirmiş.<br />

O günden sonra da genteknolojisi ağırlıklı<br />

olarak Merkez ve Doğu Avrupa’da özellikle de<br />

bunları talep eden Bulgaristan, Hırvatistan ve<br />

Romanya’da yaygınlaşmaya başlamış.


İşte o Romanya’daki Pioneer Tohumculuk’un<br />

(ki bu şirket Türkiye’de de faaliyet gösteriyor)<br />

Üretim Direktörü Karl Otrok da konuşuyor<br />

belgeselde: “Genteknolojisinden yoksun hiçbir<br />

gıda maddesi olmadığı fikrine artık alışmalıyız”<br />

diyor. Aldığınız ürünlerin üzerinde GDO ibaresini<br />

görmeseniz bile gen teknolojisi bir şekilde,<br />

mesela hayvan yemi olarak onların içine sızmış<br />

olabiliyor. Hayvanların protein ihtiyacının<br />

karşılandığı soya büyük ölçüde genetiğiyle<br />

oynanmış (transgenik) oluyor. Bunun hayvan<br />

ve insanlar üzerindeki etkilerinin ne olacağı ise<br />

şimdilik kesin olarak bilinmiyor.<br />

Tarımda bir diğer problemi ise OECD ülkelerindeki<br />

sübvansiyonların dünyanın geri<br />

kalanındaki çiftçileri aç bırakması.<br />

We feed the World’de sık sık araya girip<br />

konuyu toparlayan BM Gıda Hakkı Raportörü<br />

Jean Ziegler bu eşitsizliği “Senegal’de pazara<br />

giderseniz, Avrupa’dan gelen meyvelerin yerel<br />

fiyatların üçte birine satıldığını görürsünüz.<br />

Senegalli bir çiftçi günde <strong>18</strong> saat çalışsa<br />

da, meyveleri yılın 365 günü güneş içinde<br />

olgunlaşsa da bu fiyatlarla baş etme şansına<br />

sahip değildir” diyerek kendi ülkelerinde<br />

kazançları kısıtlanan insanların, kaçak göçmen<br />

olarak Avrupa ülkelerinin sınırlarına dayanmaktan<br />

başka şanslarının kalmadığını anlatıyor.<br />

Rakamlar, geri kalmış ülkelerde tarımın yıldan<br />

yıla ağırlaşan durumunu özetliyor: 2004<br />

yılında OECD devletleri tarım ekonomilerine<br />

226 milyar Euro ile destek çıkmışlardı. Ama<br />

OECD içinde önemli farklılıklar vardı. En altta<br />

çiftçilerine yüzde 5 ile destekleyen Avustralya<br />

ve Yeni Zelanda yer alıyor, en üstte ise yüzde 70<br />

destekle İzlanda, Norveç ve İsveç yer alıyordu.<br />

AB ise yüzde 34 destekle, yüzde 30 olan OECD<br />

ortalamasının üzerine çıkıyordu. Bu teşviklerin<br />

önemli bir bölümü, iç pazarda satılmayan tarım<br />

ürünü fazlasının dünya pazarlarında satılmasına<br />

yardımcı olacak ihracat sübvansiyonuydu. Bu<br />

suni ucuzlaştırma dünya pazar fiyatları üzerinde<br />

baskı yarattı ve dünyanın geri kalan bir<br />

çok bölgesinde tarımı rantabl olmaktan çıkardı.<br />

Oysa OECD üyesi gibi zengin ülkelerde tarımla<br />

uğraşanların sayısı nüfusun yüzde beşini,<br />

tarımın kendisi gayrisafi milli hasılanın yüzde<br />

2’sini oluştururken, gelişmekte olan ülkelerde<br />

tarımla uğraşanların sayısı çalışan nüfusun<br />

yüzde 70’ini oluşturuyor, tarım gayrisafi milli<br />

hasılanın yüzde 36’sını oluşturuyordu.<br />

Ya hayvancılık?<br />

35 bin hayvan kapasiteli bir tavuk üretme<br />

çiftliğinin yöneticiliğini yapan Hannes Schulz<br />

dev tesislerdeki üretim sürecini anlattıktan sonra<br />

“Bunları satın alanların ve tüketicinin neyin,<br />

nasıl yapıldığı hakkında hiçbir fikri yok. İnsanlar<br />

giderek doğaya daha fazla yabancılaşıyor, daha<br />

sert ve daha acımasız oluyor. Ticarette fiyat öne<br />

çıkıyor, tat ise bir kriter olmaktan çıkıyor” diyor.<br />

Belgeselde, endüstrileşmiş gıda üretiminde söz<br />

hakkı olan uzmanlar bile yaptıkları işi savunmak


ir yana açıkça karşısında tavır alıyorlar.<br />

Bir tek Nestle’nin üst düzey yöneticisi<br />

hariç... Nestle CEO’su Peter Brabeck bütün<br />

inançlı kapitalistler gibi çalıştığı firmayı<br />

içselleştirmiş. Gıda üretimi de diğerleri gibi<br />

bir iştir diyor ve sözü hemen suya getiriyor:<br />

“Su bugün dünyada sahip olduğumuz en<br />

önemli hammadedir. Halk için su temininin<br />

özelleştirilip özelleştirilmeyeceği tartışılıyor<br />

bugün. Bu konuda iki farklı bakış açısı<br />

var. Biri, ki buna aşırı görüş diyeceğim,<br />

bazı sivil toplum kuruluşları tarafından<br />

savunuluyor. Onlar suyun kamusal bir<br />

hak olduğunu savunuyorlar. Yani insan<br />

olarak herkesin suya sahip olma hakkının<br />

olduğunu savunuyorlar. Bu aşırı bir çözüm.<br />

Diğer görüş ise suyun bir gıda maddesi<br />

olduğunu ve bütün diğer gıda maddeleri<br />

gibi bir piyasa değerinin olması gerektiğini<br />

savunuyor. Benim kişisel görüşüme göre,<br />

bir gıda maddesine bir değer biçilir ve hepimiz<br />

böylece onun bir değer olduğunu biliriz.<br />

Suya erişimi olmayanlar için özel önlemler<br />

alınabilir ve daha farklı bir çok çözüm bulunabilir.<br />

“<br />

Sonra bakın ben de duyarlı bir insanım ve<br />

insanların iyiliğini düşünüyorum anlamına<br />

geleceğini farzederek şöyle konuşuyor:<br />

“Ben bir CEO’nun en büyük sosyal<br />

sorumluluğunun, kendi firmasının başarılı<br />

ve karlı geleceğini kurmak ve güvenlik<br />

altına almak olduğuna inanıyorum. Çünkü ancak<br />

uzun vadede ayakta kalabilirsek, dünya üzerindeki<br />

problemlerin çözümüne aktif olarak katkıda bulunabiliriz.<br />

Ancak bu şekilde iş alanları yaratabiliriz.<br />

Burada 275 bin, 1,2 milyon da dünya çapında, ki<br />

bu da onlara bağlı ailelerle birlikte 4,5 milyon kişi<br />

eder, bunların hepsi doğrudan bize bağlı kişiler... İş<br />

yaratmak istiyorsanız o zaman kendiniz çalışmak<br />

zorundasınız. Geçmişte olduğu gibi mevcut işleri<br />

bölüştürme yoluna gitmemelisiniz. Hatırlarsanız<br />

geçmişte haftada 35 saatlik çalışmayı savunların<br />

temel iddiası, ortada belli bir iş olduğu bu yüzden<br />

daha az çalışırsak var olan işi daha fazla kişiye<br />

dağıtabileceğimizdi. Daha sonra bunun tamamıyla<br />

yanlış olduğu görüldü. Eğer daha fazla iş yaratmak<br />

istiyorsanız daha fazla çalışmak zorundasınız.<br />

Buna ek olarak insanlar için daha pozitif bir dünya<br />

imajı yaratmalıyız ve daha pozitif bir dünya imajı<br />

yaratılmaması için hiçbir sebep görmüyorum. Daha<br />

önce hiç bu kadar iyi yaşamamıştık, hiç bu kadar<br />

fazla paramız olmamıştı, hiç bu kadar sağlıklı<br />

olmamıştık, hiç bu kadar uzun yaşamamıştık.<br />

İstediğimiz herşeye sahibiz. Buna rağmen psikolojik<br />

açıdan bakıldığı sanki yastaymış gibi bir hava<br />

içindeyiz.”<br />

Bu sözler üzerine çok şeyler söylenebilir.<br />

Söylenmiş de zaten... Birisi belgeselin bu bölümünü<br />

alıp YouTube’a koymuş. Altında, alaydan<br />

başlayıp açık tepki ve küfüre kadar uzanan<br />

İngilizce, İspanyolca ve Almanca yorumlar bütün<br />

hislere tercüman olmuş...


n Adana’da izledim ilk defa İki Dil<br />

Bir Bavul’u… Anlatımı, karakterleri<br />

gerçekliği ve kendi içindeki<br />

komik anlarıyla sarıp sarmalandım.<br />

Sonra SİYAD ve Yılmaz Güney Özel<br />

Ödülü’nü kazanınca sorunların<br />

beklentileri ve çözümleriyle<br />

insanların bekleştiklerini hissettim.<br />

Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın<br />

yönettikleri film Antalya’da yarışacak,<br />

sonra vizyona girecek… Ve herkesin<br />

içinde hüzünle karışık bir gülümseme<br />

yaratacak! Orhan yanıtladı<br />

sorularımızı ama Özgür’ün de<br />

selamları var hepinize…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

Böyle bir konuyu sinemaya aktarmak<br />

nereden aklınıza geldi?<br />

Böyle bir film yapmanın çıkış<br />

noktası, bir öğretmen arkadaşımızın<br />

yaşadıklarıydı. Bu sorunun hala<br />

yaşandığını anlattığında Özgür ben<br />

de bunları yaşadım dedi. 2003’de<br />

düşünmeye başladık. 2007’de ancak<br />

çekimlere başlayabildik.<br />

Film için kurmaca mı yoksa doku-drama<br />

mı dersiniz? Kurmacaysa o karakterler<br />

gerçek bir süreçten mi geçiyor,<br />

yoksa kurmaca bir süreçten mi?<br />

Bu hikaye gerçeğin yaratıcı yorumudur.<br />

Gerçek neyse ona sadık kalmaya<br />

çalıştık. Ancak bizim yorumumuzun<br />

varlığı da işin içinde. Kurmaca ile<br />

belgesel arasındaki belirsizliği sonuna<br />

kadar kullandık. Yeni bir dil arayışı diyebiliriz.<br />

Ama ne kurmaca ne de dokudrama.<br />

Gerçek bir hikayeyi sinemanın<br />

bütün olanaklarını kullanarak anlattık.<br />

Dolayısıyla akıllarda oluşan hiçbir belgesel<br />

tanımına girmiyor mesela film.


‘Kürt açılımı’ da mevzuya daha çok ‘dil’<br />

açısından bakıyor. Bu durumda sizin<br />

‘açılıma’ bakış açınız olumlu mu yoksa olumsuz<br />

yönde mi?<br />

İlk önce açılım lafına takıldığımızı söylememiz<br />

lazım. Bir ülkenin kurulmasında temel<br />

görevleri üstlenmiş bir topluluğa devlet<br />

neden açılma ihtiyacı duyuyor. Her devlet<br />

vatandaşları için vardır. O vatandaşlar devletten<br />

bir şey talep ediyorsa devlet de bunu<br />

yerine getirir. Kürtler’in, Hemşinliler’in,<br />

Aleviler’in aklınıza kim geliyorsa bir sıkıntısı<br />

varsa bunu devlet çözmekle yükümlüdür.<br />

Çözemiyorsa ya da çözmek istemiyorsa ortaya<br />

çıkacak sosyolojik sorunlardan da sorumludur.<br />

En azından birkaç yıldır Türkler’den<br />

ve Sünni’lerden başka kimlikteki insanların<br />

da bu ülkede yaşadığını kabul etti devlet.<br />

Bunu bir gelişme olarak görmek gerek.<br />

Devlet kendi eliyle ayrımcılık yapıyordu artık<br />

bundan vazgeçeceğini anlıyoruz-umut ediyoruz.<br />

Dolayısıyla şimdilik ortada en azından<br />

bir umut var. Daha önce de verdiklerini<br />

aldığı gibi bundan sonra da aynı şeyi yapabilir<br />

devletimiz(!). Dolayısıyla çok da umut<br />

bağlamamak gerekir.<br />

Bu filmle asıl göstermek istediğiniz neydi?<br />

Doğu – batı arasındaki kopukluk mu? Devlet<br />

politikalının sivil halk üzerindeki etkisi mi?<br />

Ya da başka bir şey mi?<br />

Bu filmde göstermek istediğimiz aslında<br />

Türkler’le Kürtler’in birbirini anlamadığıydı.<br />

Kürt sorununun başlangıç noktasını göstermekti.<br />

Devletin vatandaşım dediği insanlara<br />

uyguladığı adaletsizlikti. Bir ülkede adalet<br />

duygusu topluma geçmiyorsa o ülkedeki<br />

insanların mutlu olmasını bekleyemeyiz.<br />

Kürtler mutsuz. Oraya giden öğretmenler<br />

mutsuz. Her şeyi kendi haline bırakmışız.<br />

Öğretmeni atadın bir köye gönderdin. Sonra?<br />

Bunu merak etmiyor sistem. Bir öğretmen<br />

var mı? Var. O kadar. Bedava kitap veriyor<br />

öğrenciye. Kitap bedava mı? Evet. O öğrenci<br />

bu kitabı anlıyor mu? Kimse bunu sormuyor.<br />

Devlet, medya sürekli Kürtler hakkında bir<br />

şeyler söylüyor. Türkler bunlara inanıyor.<br />

Sonra bu iki toplum birbirinden kopuyor.<br />

Söylenecek çok şey var aslında. Ama<br />

insanların filme bakıp düşünmelerini tercih<br />

ediyoruz şimdi.<br />

Oyuncuları nasıl seçtiniz? Onları kendi haline<br />

mi bıraktınız, yoksa bir oyuncu – yönetmen<br />

ilişkisi yarattınız mı?<br />

Gerçek kişilerle film yapmanın bazı zorlukları<br />

var. Bu zorluk düşündüğünüz gibi birisini<br />

bulmakla ilgilidir. Kurmaca bir filmde hayal<br />

ettiğiniz karaktere en uygun kişiyi seçer<br />

sonra da ona şekil verirsiniz. Ama bu tarz<br />

filmlerde hayal ettiğiniz kişiye en yakın gerçek<br />

karakteri bulmak zorundasınız. Meselenin<br />

en güç tarafı burası. Bu yüzden Emre<br />

öğretmeni bulana kadar çok zorlandık. Belli<br />

şeyler vardı aradığımız. İlk önce Doğu’yu ilk<br />

kez görmeliydi, ülkenin Batısında doğmuş<br />

olmalıydı. İdealist olmalıydı v.s. Duygularını<br />

paylaşmaktan kaçınmamalıydı bir de. Bu<br />

özelliklerin hepsi Emre’de vardı. Sonra ona<br />

nasıl bir film yapmak istediğimizi anllattık.<br />

Kabul etti. Zaman zaman zorlandık. Her zaman<br />

aynı motivasyonla kamera önünde<br />

duramadı. Bu zamanlarda geri çekildik. Ya da<br />

onu motive edecek şeyler bulduk. Konuştuk


yeni baştan. Onu ne tam anlamıyla kendi haline<br />

bıraktık yani ne de bir şekle sokmaya çalıştık.<br />

Siz de aynı zorlukları yaşadınız mı? Okuma yazma<br />

öğrenmenin bu kadar zor ve anlamlı olduğu<br />

bir coğrafyayı anlatırken özdeşlik kurduğunuz<br />

bir olay var mı?<br />

Ben yaşamadım. Benim ana dilim Türkçe ama<br />

Özgür de ilk okula başladığında Türkçe bilmiyordu.<br />

Özgür açısından daha duygusal anlar<br />

oldu elbette. Bazen çocuklara yardım etmek<br />

filan istedi. Yani kendisinin yaşadığı zorlukları<br />

onların da başadığını bildiği halde<br />

Ve bu filmi o nedenle çektiğimiz halde çocuklara<br />

yardım etmek istedi. Çünkü Emre 30<br />

çocuğa da aynı ilgiyi gösteremiyordu. Bazıları<br />

geri kaldığında Özgür o çocuklarla ilgilenmek<br />

istedi. Ancak bu filmin doğasını bozabilir diye<br />

devam edemedi. Zor bir durum tabii. Aradan<br />

20 yıl geçmiş kendi çocukluğundan aynı şeyler<br />

yaşanmaya devam ediyor.<br />

Filmi çekmek için hangi ‘zorlu’ aşamalardan<br />

geçtiniz? Filmin gerçekten de çok samimi bir<br />

havası. Çocuklar çok sevimli. Onlarla iletişim<br />

kurmak da siz de öğretmen gibi zorlandınız mı?<br />

Çocuklarla iletişim kurmakta biz de zorlandık<br />

başta. Özgür Zazaca konuşuyor. Köyde Kurmanci<br />

konuşulduğu için biz de çok zorlandık.<br />

Ancak Özgür’ün kulağı aşina olduğu için bir<br />

süre sonra bazı şeyleri anlamaya ve konuşmaya<br />

başladı. Bu işimize yaradı. Ancak köylüler onları<br />

anlamadığımızı düşündükleri için çok rahattılar.<br />

Ne konuşmak istiyorlarsa kameranın varlığını<br />

hiçe sayarak devam ettiler hayatlarına. Filmin<br />

samimiyeti karakterlerin ve hikayenin gerçek<br />

olmasından geliyor. İnsanlar ikna oluyorlar<br />

izlerken.<br />

Doğuda film çekmek fiziki koşullar açısından<br />

nasıl? Zorlayıcı mı?<br />

Eğer bütçeniz yoksa her yerde film çekmek<br />

zordur. Ama fiziki koşullarla başa çıkabilmek<br />

için size birileri yardım ederse hayatınız daha<br />

kolay olur. Bu da bütçeyle çok ilgili. Biz çekim<br />

boyunca iki kişiydik. Her şeyi biz yaptık yani.<br />

Bu çok yorucuydu. Onun dışında belli konforlara<br />

alışmış olmak köyde kalmayı zorlaştırdı.<br />

Orada olduğumuz sürece sinirli olduğumuzu<br />

hatırlıyorum. Bir de çok soğuk oldu. Her<br />

gittiğimizde hastalandık yataklara düştük.<br />

Öğretmen Emre’yi nasıl buldunuz? Zor<br />

anlarında telefona sarılıp annesini araması<br />

çok etkiliydi gerçekten de?<br />

Emre Aydın’ı Siverek öğretmen evinde<br />

bulduk. Öğretmen evinde başı ellerinin<br />

arasında oturuyor ve sigara üstüne sigara<br />

yakıyordu. Hiç beklemediği bir yerdi.<br />

Şaşkındı. Ne yapacağını da bilmiyordu. O ana<br />

kadar karşılaştığımız öğretmenlerin hiçbirine<br />

benzemiyordu. Saçlar jöleli filan. Oraya hiç<br />

uymuyordu görüntüsüyle de. Birkaç sorucevaptan<br />

sonra karakterinin de istediğimiz<br />

gibi olduğunu gördük. Onda karar kıldık. Annesi<br />

Emre için çok önemliydi. Annesi olmasa<br />

dertleşeceği kimse kalmıyordu. Hikayeyi yazarken<br />

de telefon görüşmelerini öngörmüştük.<br />

Duygularını en iyi dışa vuracağı anlar o<br />

anlardı. Ancak çoğu köyde telefon çekmez<br />

mesela. Telefonun çekeceği yeri bulması da<br />

hikayenin bir parçası olacaktı. Ancak GSM<br />

şirketi çok yakın bir zamanda o bölgeye<br />

bir verici yerleştirmiş. Dolayısıyla telefon<br />

görüşmelerinin sadece dertleşme boyutunu<br />

koyabildik.<br />

Filminiz ilgi gördü, festivallerde gösterildi,<br />

ödüller kazandı. Bir yönetmenin isteği de<br />

budur. Vizyondaki öngörünüz nedir?<br />

Hayal ettiğimiz noktaya geldi film. Ama o zaman<br />

sorulsa bu soru buraya kadar geleceğini<br />

hayal ettiğimizi söyleyemezdik. Ödüller ve<br />

övgüler aldı film. Herkesin dillendirmek<br />

istediği bir meseleyi bir sinema filmine<br />

dönüştürmüş olmanın ve bu filmin sinemalarda<br />

gösterilecek olmasının heyecanını<br />

yaşıyoruz. Vizyonda benim hayalim 50 bin<br />

kişinin filmi izlemesi. Özgür daha yüksek bir<br />

rakam hayal ediyor. Filmi sahiplenen onlarca<br />

yeni arkadaşımız oldu. Onlara çok şey borçluyuz.<br />

Film bu noktaya onların sayesinde<br />

geldi. Onların hayal ettiği rakamlar çok daha<br />

fazla. Ama ben o kadarını hayal etmiyorum.<br />

Son olarak neler söylersiniz?<br />

Film Altın Portakal’da da yarışacak vizyondan<br />

hemen önce. 45 filmin başvurduğu bu<br />

yılda yarışmada olmak çok heyecan verici.<br />

Vizyon öncesi de bize çok önemli bir moral<br />

oldu bu.


n Şüphesiz dünya sinemasının en çok<br />

tanınan ve sevilen erkek ismi Bruce Willis,<br />

bugün 54 yaşında. Hollywood sinemasına<br />

damgasına vuran Willis, neredeyse<br />

canlandırdığı tüm karakterlerde başarıyı<br />

yakaladı. Çıkış yaptığı David gibi, sempatik,<br />

şirin, kadınları peşinde koşturan<br />

ve kadınların peşinde koşan Willis, John<br />

McClane kadar da, güçlü, yıkılmayan ve<br />

her hamlesinde zeki atılımlar yapan biri.<br />

John McClane gibi karısı Demi Moore’dan<br />

boşanan Bruce Willis, hala onunla olan bağını<br />

koparmış değil. Gerçek kişiliğinden parçaları<br />

canlandırdığı rollerde de görmek mümkün.<br />

Örneğin gerçek hayatta saatini bileğinin iç<br />

tarafına gelecek şekilde takan ünlü aktör, birçok<br />

filminde de bu şekilde görülüyor. Hiçbir sinemaseverin<br />

vazgeçemeyeceği yegane oyunculardan<br />

olan Bruce Willis daha uzun yıllar sinemaya<br />

emek verecek diye düşünüyoruz.


İlk İzlenim: Karizmatik, güçlü, mesafeli, iddialı.<br />

Konuştukça: İnce bir mizah anlayışına sahip, zor<br />

işleri seven biri.<br />

Artıları: Standartların üstünde bir zekası, zor anlar<br />

karşısında çabuk karar verme yeteneği, fiziksel<br />

olarak da güçlü bir yanı var.<br />

Handikapları: Zaman zaman içinde kıvrandığı intikam<br />

aşkı, onu yanlış hamleler yapmaya zorluyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Şurası kesin ki, yatağımda huzur<br />

içinde ölmeyeceğim!<br />

Hayattaki Düsturu: Sana soruyorum mankafa…<br />

Neden beni öldürmeye çalışmıyorsun?<br />

Tanıyınca: O ya da bu şekilde şehri tehdit eden<br />

teröristlerin azılı belası... Atik ve zeki bir dedektif…<br />

Duygusal hayatı her ne kadar sorunlu geçse de,<br />

kendini işine ve adrenaline vermiş.<br />

İlk İzlenim: Sempatik, inatçı, dağınık.<br />

Konuştukça: Kendinden emin ve biraz burnu havada.<br />

Artıları: Anlayışlı, düşünceli, bazen de saygılı.<br />

Handikapları: Kendine aşırı güveni bazen başına dertler<br />

açmıyor değil. Bu bir handikap mı bilinmez ama<br />

Maddie’ye deliler gibi aşık.<br />

Yaşam Felsefesi: Sorun şu ki, kadınlarla<br />

yaşayamazsın. Ama onlarla işin bitince de çekip gidemezsin.<br />

Hayattaki Düsturu: Önce iş, sonra aşk… Yok, yok,<br />

öyle değil… Önce aşk, sonra iş!<br />

Tanıyınca: Kendine has gülüşüyle kadınları peşinden<br />

sürükleyen, romantik bir dedektif. Ne kadınlarla, ne<br />

de onlarsız yapamıyor. Çevresinde oluşturduğu ilgi<br />

haresi onun değerini daha da arttırıyor.


Sinemamızda son dönemde üretilen kadın odaklı veya<br />

kadının toplumdaki yerini sorgulayan, işaret eden, bu olgudan<br />

yararlanan filmleri dosyamızda inceledik 1980 ve 90 larda<br />

günümüze Türk sinemasında feminist bakışın aldığı veya<br />

alamadığı ivmeyi görmeye çalıştık.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türkiye’de toplum açısından veya toplumun<br />

her parçasında gelinen noktada ilerleme<br />

ve gerileme saptaması yaparken problem<br />

yaşıyoruz. Sinemamız da bundan nasibini<br />

alıyor. Zaten tersini düşünmek imkansız.<br />

Çünkü sinema içinden çıktığı toplumun bir<br />

yansıması. Bu bağlamda Türk sineması son<br />

üretimleriyle yaşadığımız toplum hakkında<br />

görmezlikten gelemeyeceğimiz ipuçlarını<br />

barındırıyor. Eğer sinema üretiminin<br />

artmasına dayanarak sinema endüstrisinin<br />

ileriye gittiğini düşünüyorsak bu biraz sakat<br />

bir çıkarsama olur. Ama bu yazının konusunun<br />

odağı sinemamızın nereye geldiği değil.<br />

Sinemamızda son dönemde üretilen kadın<br />

odaklı veya kadının toplumdaki yerini sorgulayan,<br />

işaret eden, bu olgudan yararlanan<br />

filmler...<br />

Böyle bir konu seçmemizin en büyük sebebi<br />

göreceli de olsa kadınlardan yola çıkan veya<br />

onların konumunu sorgulayan filmlerin son<br />

4-5 yılda artmış olmasıdır. Biz burada son beş<br />

yılda vizyona girmiş 14 filmi gözlem altına<br />

alacağız. Bu 14 film toplumumuzun çeşitli<br />

sınıflarından kadınların sorunlarına Türk<br />

sinemasının nasıl baktığını ve feminist bir<br />

söylemin söz konusu olup olmadığını bize<br />

göstermesi açısından çok önemli.<br />

Kültürel anlamda parçalanmış bir toplumun<br />

üretimlerini sanki tek bir kaynaktan çıkmış


gibi gösteremez veya inceleyemeyiz. Yaşadığımız<br />

toplumda kadın olmak bulunduğunuz sınıfa, ait<br />

olduğunuz coğrafyaya göre birçok anlama geliyor.<br />

Bunları elimizden geldiği kadar sınırlayarak 4 kategoride<br />

topladık.<br />

Birinci kategoriye töre baskısı altında yaşayan, ölen,<br />

intihar ettirilen kadınları anlatan veya ucundan dokunan<br />

filmleri aldık. 2007 yapımı Handan İpekçi’nin<br />

yönettiği Saklı Yüzler, Cemal Şan’ın yönettiği Dilber’in<br />

Sekiz Günü, Mehmet Güleryüz’ün Havar’ı, Abdullah<br />

Oğuz’un Mutluluk’u ve Mehmet Çoban’ın Almanya’da<br />

yaşayan Türk toplumundan çıkardığı hikaye ile çektiği<br />

Sarı Saten...<br />

İkinci kategoride ise varoşlarda yaşayan, köyden<br />

kente göç etmiş, ne töre baskısından kurtulabilmiş<br />

ne de çağdaş bir yaşamı özümseyebilmiş kadınların<br />

veya fakirliğin vurduğu varoşun ne köyde ne şehirde<br />

yaşanmayan hayatlarının hikayeleri, çıkışsızlıklarının<br />

anlatıldığı filmler var. Semih Kaplanoğlu’nun Meleğin<br />

Düşüşü, Zeki Demirkubuz’un Kader’i ve Erden Kıral’ın<br />

Vicdan’ı bu filmleri temsil ediyor.<br />

Üçüncü kategoride ise şehir yaşamının gereği<br />

iletişimsizliğin, modern ilişkiler içinde en yalnız rolü<br />

üstlenen kadınların hikayeleri var. Aslında modern<br />

toplum içindeki kadını konu edinen bu filmler feminist<br />

önermeler açısından daha fazla umut beslenmesi<br />

gereken yapımlar ama öyle mi bunu da küçük<br />

incelememizde tartışacağız. Bu kategoride ise Kutluğ<br />

Ataman’ın İki Genç Kız’ı, Cemal Şan’ın Zeynep’in<br />

Sekiz Günü, Yeşim Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu<br />

ve Ümit Ünal’ın Ara filmi var.<br />

Son kategoride ise dönem filmlerinde kadına bir bakış<br />

atan, Cumhuriyet öncesi dönemden yola çıkmamıza<br />

yardımcı olacak veya olmasını umduğumuz filmler<br />

var ki bunların sayısı zaten çok az. Atıf Yılmaz’ın filmi<br />

Eğreti Gelin ve daha vizyona girmemiş olan fakat<br />

yönetmeni Ezel Akay’ın açıklamalarıyla dikkatimizi<br />

çeken 7 Kocalı Hürmüz konuşacağımız filmler.<br />

Bu 14 film üzerinden derdimizi sinemamızdan<br />

tırnaklarımızla kazırken bir şeye de dikkat çekmek<br />

gerektiğine inanıyorum. Türk sinemasında


kadının izinden giderken bu filmleri üreten<br />

yönetmenlerin sadece ikisinin kadın olması<br />

başka bir sorun elbette. Saklı Yüzler’de Handan<br />

İpekçi, Pandora’nın Kutusu’nda Yeşim<br />

Ustaoğlu çok az kadın sinemacımızdan<br />

ikisi. Üreticisi erkek olan bir filmde kadın<br />

rolünün erkek gözüyle yorumlanmış olması<br />

kaçamayacağımız bir gerçek. Bu anlamda<br />

büyük bir eksik olduğunu söylemeliyiz. Yani<br />

baştan sinemamızdaki kadın olgusunun erkek<br />

gözüyle beyazperdeye aktarıldığını kabul<br />

etmeliyiz. Tabi bu satırları yazan benim de<br />

erkek olmam aslında benzer bir durum. Ne<br />

kadar doğru bir bakış açısına sahip olabilirim<br />

bilmiyorum. Sanıyorum bu noktada kadın<br />

yönetmenlere, oyunculara, yazarlara ne kadar<br />

iş düşüyorsa kadın sinema yazarlarının da bir<br />

sorumluluğu olduğunu hatırlatmalıyız.<br />

1) Töre<br />

Saklı Yüzler<br />

Handan<br />

İpekçi’nin<br />

yönettiği<br />

ve yazdığı<br />

filmin<br />

başrolünde<br />

Şenay Aydın<br />

oynuyor.<br />

Berk Hakman,<br />

İştar Gökseven filmin diğer başarılı performans<br />

gösteren oyuncuları. Şenay Aydın’ın<br />

canlandırdığı karakter köyde sevdiği delikanlı<br />

ile evlenmek ister. Fakat gencin ailesi fakirdir<br />

ve başlık parasını toplayamaz. Bu noktaya<br />

kadar her şey bilindik filmde. Ama genç kız bu<br />

sisteme isyan eder. Ve sevdiği gençle cinsel<br />

ilişkiye girer, sonunda hamile kalır. Bu aslında<br />

isyan etmek değil tabi bu coğrafyada. Olsa<br />

olsa canla ödenecek bir faturanın altına atılan<br />

kanlı bir imza. Doğan çocuk erkek kardeş<br />

tarafından ailenin zorlamasıyla boğularak<br />

öldürülür. Kız ise babası tarafından öldürülecektir.<br />

Ama baba kız arası sihrin sonucu<br />

baba bunu yapamaz ve kendi canına kıyar. Kız<br />

kurtulur ve kasabanın savcısının desteğiyle<br />

başka bir isimde yeni bir hayata başlar. Filmde<br />

Şenay Aydın’ın canlandırdığı kız sinemamızın en<br />

güçlü karakterlerinden biridir. Hem kaderini kendi<br />

elinde tutmak açısından hem kadınlığını yaşama<br />

cesareti bu karakteri sinemamızın ayrıcalıklı bir<br />

yerine koyar. Filmde kız karakter dışında törenin<br />

erkeklere ödettiği bedeller de verilmiştir. Bebeği<br />

boğan kardeş kendini asla affedemez, babaysa<br />

töreye karşı gelememenin cezasını canıyla<br />

ödemiştir zaten.<br />

Dilber’in 8<br />

Günü<br />

Dilber’in 8<br />

Günü ile Saklı<br />

Yüzler’in<br />

birbirine zıt<br />

iki hikaye<br />

döngüsü var.<br />

Aslında büyük<br />

benzerlikler barındıran öykülerin birinin sertliği<br />

diğerinin naifliği bu zıtlığı oluşturuyor. Cemal<br />

Şan’ın üçlemesinin en başarılı ayağı olan Dilber’in<br />

8 Günü’nde başrolde Nesrin Cavadzade oynuyor.<br />

Cavadzade’nin karşısında ise Fırat Tanış hikayeye<br />

renk katıyor. Aynı Saklı Yüzler’deki gibi Dilber’de<br />

de köyde bir delikanlıya aşık olan kız var. Fakat<br />

töre önlerinde büyük engel. Çünkü çocuk beşik<br />

kertmesiyle başka kıza nişanlanmış. Bu duruma<br />

Dilber isyan eder. Ama bu isyan bizim alıştığımız<br />

isyanlara benzemez. Bir kadının kendi kaderini<br />

eline alması anlamında en etkili sahnedir bu.<br />

Dilber elinde bir orakla sevdiği adamın evini basar.<br />

Dilber’in arkasında ona engel olmak isteyen<br />

ailesi, önünde ise tekmelediği kapıyı açan sevgilisi,<br />

babası ve annesi vardır. Dilber’in öfkesi töreyedir<br />

ama daha da fazla bu töreye uşak olan babaya<br />

anneye ve oğlanadır. Aşk adına açtığı savaşta<br />

onu yalnız bırakan erkeğine, sevgilisinedir. Onun<br />

öfkesi oğlanın töreyle onu aldatmasınadır. Zaten<br />

filmin sonunda töre oğlanı iğfal ederek, Dilber’in<br />

kapısının önüne atar. Bu Dilber’in sevgilisiyle ve<br />

ailesiyle yüzleşme sahnesi sinemamız için çok<br />

önemli bir çekim. Orada Nesrin Cavadzade’nin<br />

yorumu da çok önemli. O kadar başarılı bir yorum<br />

getirmiştir ki o sahneye Cavadzade, yönetmen<br />

Cemal Şan bu sahneden etkilenerek Acı


filmini çekmiştir. Ve Nesrin Cavadzade’yi başrolde<br />

oynatır.<br />

Havar<br />

Mehmet Güleryüz’ün yönettiği<br />

Havar törenin açtığı yaraları<br />

tanımlamak için çok önemli<br />

bir yapım. 10 yıllar evvel<br />

sadece petrol ile özdeşleşen<br />

Batman’ın kızlarının kara<br />

kaderini anlamak için çok<br />

önemli bir çalışma Havar.<br />

Film bu yörenin halkıyla<br />

beraber çekildi. Gerçek<br />

hayatta namus cinayetlerinin,<br />

intiharların başrol oyuncuları bu sefer Havar filminde<br />

oynadılar. Bu filmin yapılması bile o kızların<br />

kaderlerine karşı kazanılmış bir çatışmadır. Savaş<br />

bitmemiştir ama Mehmet Güleryüz sayesinde bir<br />

çatışma kazanılmıştır. Filmin oyuncularının yöre<br />

halkından olması, geçtiği coğrafya ve öykünün<br />

gerçeklikle bağlantısı sinemanın hayatımızda ne<br />

kadar önemli rol oynayabileceğini bir kere daha<br />

göstermiştir. Filmde başrolü oynayan Çiçek Tekdemir<br />

o coğrafyanın bütün özelliklerini taşıyan<br />

çehresiyle filmin afişinde de yer almış ve bizleri<br />

kendine hayran bırakmıştır.<br />

Mutluluk<br />

Zülfü Livaneli’nin Avrupa ve ABD’de çok satan<br />

kitabından uyarlanan, Abdullah Oğuz’un yönettiği<br />

Mutluluk filmi de töre kurbanı iki genç ile,<br />

yaşadığı kimlik bunalımı sonucu şehri terk eden<br />

bir profesörün karşılaşmaları sonucu yaşadıkları<br />

tecrübeye odaklanmış. Açıkçası Abdullah<br />

Oğuz’un popüler sinemasal anlatımı ve Özgü<br />

Namal’ın bu role pek de uymayan fiziği yüzünden<br />

önceki örneklerden biraz daha geride duran bir<br />

yapım. Yine de Zülfü Livaneli gibi bir ustanın<br />

yaratıcılığının izlerini bulmak mümkün. Filmin<br />

en ilginç tarafı Özgü Namal’ın canlandırdığı<br />

Meryem karakterinin kendisini öldürmekle<br />

görevlendirilmiş akrabası Cemal ve profesör<br />

Kemal arasında kalışı… Erkek karakterler üzerinden<br />

anlatılan doğunun töresiyle batı medeniyetinin<br />

kadın üstünde kurmaya çalıştığı iktidar<br />

çatışması filmin bizim listemize girmesinin<br />

sebebi.<br />

Sarı Saten: Günahkarların Aşkı<br />

Mehmet Çoban’ın yönettiği film Almanya’da<br />

Türk toplumunda kadın rolü için önemli bir<br />

çaba. Töre kurbanı olan Meryem karakterinin<br />

Türk toplumuna karşı beslediği nefret belki<br />

anlaşılabilirdi ama bu nefretin bir faturası<br />

olsaydı. Zaten filmin en büyük derdi alt metinlerine<br />

konulmak istenen mesajların önemiyle<br />

eldeki malzemenin oluşturduğu tezat. Biz bu<br />

büyük eksiğin dışına çıkarak filmin ana karakterine<br />

odaklanırsak, tek başına ayakta durmaya<br />

çalışan, kızını büyüten ve kimliğini gizleyen bir<br />

kadınla karşılaşırız. Kadın üzerinden yürütülen<br />

kimlik çatışmasının kurbanı kadını tartışmaya<br />

çıkaran filmin belki de en büyük başarısı bu.<br />

Türban ile Müslüman kadın, taksi şoförü olarak<br />

Batı medeniyetinde<br />

kadın, ailesini terk<br />

etmeden önce<br />

amcasının oğluyla<br />

zorla evlendirilen<br />

tutucu aile kavramı<br />

içinde kadın rolleri<br />

filmin senaryosunun<br />

alt metinlerini<br />

oluşturuyor. Ama<br />

filmin bu kavramlara<br />

bir önermesi<br />

yok. Final veya<br />

olay örgüsünden<br />

de bir çıkarımda<br />

bulunamıyoruz.<br />

Yani önemli ama<br />

boşa atılan bir taş olarak karşımıza çıkıyor Sarı<br />

Saten: Günahkarların Aşkı .


2) Varoşlar<br />

Meleğin Düşüşü<br />

Semih Kaplanoğlu’nun bol ödüllü filmi. Film<br />

bol ödüllü ama büyük eleştiriler de aldığı<br />

bir gerçek. Özellikle filmin ağır çekimleri ve<br />

Kaplanoğlu’nun<br />

sinema dilindeki<br />

tercihleri<br />

tartışıldı. Filmin<br />

en büyük etkisi<br />

bence başrol<br />

oyuncusu<br />

Tülin Özen’i<br />

gündemimize<br />

getirmesiydi.<br />

Bütün eleştirilere rağmen Özen’in sayesinde<br />

filmin özüne daha kolay girebildiğimizi<br />

düşünüyorum. Fakirliğin, çaresizliğin ve<br />

yalnızlığın çevrelediği kızın topluma, yaşama<br />

teslimiyeti filmin odağında yer alıyor. Babası<br />

tarafından tacize uğrayan fakat yalnız<br />

hayatında insan sıcaklığını hissettiği bu<br />

sapkın ilişkiyi bile kabullenen bir kız-kadın<br />

durumu var. Zaten insan sıcaklığını hissetmek<br />

için bulunulan özverinin büyüklüğü<br />

filmin karanlık dehlizlerini yaratıyor. Filmdeki<br />

karakterin toplumla yüzleşmek adına feda<br />

ettiklerinin aslında toplumda bulunmayan<br />

değerler olabileceği belki de filmin getirdiği<br />

en sert eleştiri.<br />

Vicdan<br />

Erden Kıral’ın<br />

yönettiği film<br />

belki de tam<br />

anlamıyla<br />

bu sınıfın<br />

içinde yer<br />

almamalıydı.<br />

Ama filmin<br />

devamında<br />

kahramanların yaşadığı coğrafya varoşlarda<br />

veya şehrin batakhanelerinde geçtiği için<br />

en çok bu kategoriye yakıştığını düşündük.<br />

Tülin Özen, Nurgül Yeşilçay ve Murat<br />

Han’ın oynadığı filmde kasabada yaşayan<br />

iki kadın ve bir erkeğin üçlü ilişkisi söz konusu.<br />

Araya sokulmuş kasabanın sıkıştırdığı<br />

kadın hikayeleri de çabası. Öncelikle filmi ilk<br />

seyrettiğimden itibaren çok başarısız buldum.<br />

Ama Türk sinemasında fazlaca rastlanılmayan<br />

bir intikam şekli. Veya hayatın cinsellik üzerinden<br />

farklılaştırılması ilgimi çekti. Yıllarca beraber<br />

yaşadığı kocası Mahmut’un (Murat Han) çocukluk<br />

arkadaşı Aydanur (Nurgül Yeşilçay) ile beraber<br />

olmasını kendine yediremeyen ve yıllarca bunun<br />

olmasından korkarak yaşayan Songül (Tülin<br />

Özen) dostluğun sıcak kollarına kendini atmak<br />

ister. Aydanur ile kocasını paylaşacağına hayatını<br />

paylaşmak onun için çok daha onurlu bir harekettir.<br />

Böylece içten içe kocasından da intikam<br />

alacaktır. Özellikle bunu kapalı kapılar ardında<br />

değil bütün kasabanın gözünün önünde yaparak<br />

kendine en büyük darbeyi vuran kocasının erkeklik<br />

gururunu parçalayacaktır. Onu hem aldatacak,<br />

hem de sevgilisini elinden alacaktır. Erkeksi bir<br />

iktidara sahip olup onu güçsüz hale sokacaktır.<br />

Bu bağlamda aldatılmış kadın rolünün en vurucu<br />

intikam hikayelerinden sayılabilir Vicdan.<br />

Çünkü bir kadının erkeği aldatmasından daha<br />

önemli olan erkeğinin elindeki kadını almasıdır<br />

burada önemli olan. Tülin Özen’in canlandırdığı<br />

Songül aslında bu noktada iktidar anlamında hem<br />

erkektir, hem kadındır. Fakat yerleşmiş değerleri<br />

değiştirmenin de bir faturası vardır. Ve Songül<br />

bunu ödeyecektir.<br />

Kader<br />

Varoşlarda kadın olmanın altını kalın çizgilerle<br />

çizen en önemli film. Zeki Demirkubuz’un soğuk<br />

veya haince gerçekçiliğinin bakışları altında<br />

kadın olmanın sırlarını saklıyor Kader içinde. Bu<br />

noktada cehennemvari bir toplum yaratan yönetmen,<br />

kadın karakterini bu cehennemin ortasına<br />

yerleştiriyor. Bu sert gerçekçiliğin ortasında<br />

bütün fazlalıklardan kurtulan karakter erkek<br />

dünyasına karşı kadınsal güçlerini kullanıyor. Bu<br />

bazen bir halı almak için satıcının gönlünü almak,<br />

bazen serserilerden kurtulmak için en serserinin<br />

koruması altına girmek gibi davranışlarla vücut<br />

buluyor. Vildan Atasever’in oynadığı Uğur karakteri<br />

kadının erkek üzerindeki kesin hükmünün<br />

göstergesi olmasının yanı sıra varoşların bütün<br />

iktidarının sahiplendiği vücut olmaktan


da kaçamıyor. Cinsellik özellikle bu coğrafyada<br />

kadının hem silahı hem de zenginliği. Filmde de<br />

göründüğü gibi dünya kadın üstüne ama bazen<br />

de üstünde dönüyor. Demirkubuz filmlerinin en<br />

sevdiğim yanı insanın aslında mantıkla çözümlenemez<br />

oluşunu bana hatırlatması. Hani bir hayvan<br />

acıktığında avlanır veya sürünün en güçlüsü bütün<br />

dişilerle çiftleşir, diğer erkekler ise canlarını<br />

korumak için alfaya saldırmaz… Ama insanoğlu<br />

böyle değil. Onu felakete sürükleyeceğini<br />

gördüğü arzularının peşinden gitmeyi terk etmeyebilir.<br />

Yani bile bile hırslarının ve arzularının<br />

kurbanı olur. İşte Vildan Atasever’in canlandırdığı<br />

Uğur karakteri peşinden ölüme gidilecek bir arzu<br />

nesnesi olması ve aynı zamanda kendi arzuları<br />

için hayatını yok sayan dönüşümün, yani kadın<br />

olmanın çözülemeyen denkleminin filmdeki<br />

anlatımıdır.<br />

3) Şehir<br />

İki Genç Kız<br />

İki Genç Kız yaşadığımız toplumda kendi<br />

ayakları üzerinde durmaya çalışan kadının üç<br />

rolünü odağına alıyor. Filmin başrollerinde<br />

oynayan Vildan Atasever, Feride Çetin ve<br />

Hülya Avşar günümüzün kadın kimliği üzerine<br />

Kutluğ Ataman’ın oluşturduğu üç karakteri<br />

canlandırıyor. Hülya Avşar’ın canlandırdığı Leman<br />

güzel bir kadın. Bunun farkında ve sonuna<br />

kadar güzelliğinden yararlanarak hayatını<br />

yaşamaya çalışıyor. Evli bir erkeğin metresi<br />

olarak evini geçindiriyor kızını büyütüyor.<br />

Ama sorumlulukları yüzünden bu yolu tercih<br />

ettiğini söylemek biraz zor. Türk sinemasında<br />

gördüğümüz diğer kadın karakterlerden farklı<br />

biraz. Büyük travmalar yüzünden bu yolu<br />

seçmiş değil. Sadece hayatı böyle daha kolay<br />

yaşayabileceği sanısı ve kolaycılığı yüzünden<br />

seçmiş hissi var filmde. Üstelik kadınlığı<br />

böyle taşıyor üstünde Leman karakteri. Kendi<br />

kızını da bu yolla eğitiyor. Kızı Handan ise<br />

Leman’dan da daha pırıltılı. İnsanların gözünün<br />

içine bakarken gülümseyebilen bir kişiliği<br />

var. Sıcak olmanın vücut bulmuş hali. Kadın<br />

olmanın bütün zayıflıklarını pozitife çevirebilen<br />

bir yapısı var ve en önemlisi içinden<br />

çok acımasız bir insan. Onun en büyük gücü<br />

hayatta kalabilme güdüsü. Arkadaşı Behiye ise<br />

(Feride Çetin) görünürde en isyankar ve sert<br />

karakter. Fakir bir ailenin isyankar kızıdır. Bir<br />

noktada Handan’ın tam tersidir. Handan ne kadar<br />

neşeli ise o tam tersi soğuktur. Handan ne<br />

kadar girişkense Behiye o kadar insanlardan<br />

kaçar. Handan güneşi başında taşırken Behiye<br />

yağmuruyla beraber yürür. Handan insanlarla<br />

kavga etmezken Behiye isyanını insanların<br />

suratına vurur. Artı ve eksi birbirini çeker.<br />

Filmde iki arkadaş arasında lezbiyen göndermeler<br />

olsa da bunlar çok silik göndermelerdir.<br />

Film baştan sona kadın tiplerinin hayatla<br />

hesaplaşması halinde geçer. Tabi biz bunları<br />

hep Kutluğ Ataman’ın gözünden izleriz. Bence<br />

Türk sinemasının en önemli kadın filmidir İki<br />

Genç Kız.<br />

Zeynep’in Sekiz Günü<br />

Cemal Şan’ın yönettiği Zeynep’in Sekiz<br />

Günü’nün başrolünü Fadik Sevin Atasoy<br />

üstleniyor. Modern yaşamın iletişimsizliğinin<br />

üzerine bir de kendini hayattan izole eden bir<br />

kadını düşünün onun kesif yalnızlığı filmin ana


konusu. Atasoy’un canlandırdığı Zeynep karakterinin<br />

psikolojik problemlerinin de olması<br />

bu karakteri genellememizi engelliyor. Yani<br />

toplum içinde kadın olmanın zorluklarına bir<br />

de psikolojik problemler ekleniyor. Kendini<br />

hapsettiği hücreden hastalıklı bir aşk sayesinde<br />

çıkan Zeynep bütün korkularına Ali için<br />

savaş açar. Ama seksi yaşadıkları ilk geceden<br />

itibaren Ali ortadan yok olur. Kısacası kadın<br />

en değerli şeyini vermiş ama karşılığında<br />

erkeğin güvenirliğini elde edememiştir.<br />

Kadının topluma duyduğu güvensizliği haklı<br />

çıkaran bir öykü.<br />

Ara<br />

Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği Ara filmi modern<br />

toplumda evli çiftler üzerine söyleyecek<br />

en fazla sözü olan filmdir. Toplumun çeşitli<br />

katmanlarından karakterlerin evliliğin tıkadığı<br />

hayatlarına kirli bir bakış atmalarının hikayesi<br />

özellikle kadın karakterler üzerinden<br />

yürümektedir. Aslında filmde toplumun geneli<br />

tarafından kabul edilen “Kadın istemezse<br />

bir şey olmaz, isterse her şey olur” düsturu<br />

filmin hikayesine yön vermekte. Filmin<br />

başrolünde Selen Uçer, Erdem Akakçe, Betül<br />

Çobanoğlu, Serhat Tutumluer rol almakta.<br />

Bu incelemenin en başında demiştik bu ülkenin<br />

bir bütünlük problemi var diye. İşte<br />

belki kendini en yalnız hisseden grubun filmi<br />

Ara. Entelektüel açılımın mecburi kapanımını<br />

yaşayan şehirli insanlar ve kadınlar var burada.<br />

Selen Uçer filmin sonunda halka açılıyor.<br />

Yüreği acıyla kapanıyor ama halka açılmayı<br />

başarıyor. Kamera da bu açılımın şerefine bütün<br />

filmin geçtiği dairenin penceresinden ilk kez<br />

sokağa çıkıyor. Kadınlar ve hayat üzerine çok<br />

üzücü, etkileyici bir film.<br />

Pandora’nın Kutusu<br />

Yeşim Ustaoğlu sayesinde yönetmeni kadın olan<br />

iki filmimizden biri olan Pandora’nın Kutusu<br />

ayrıcalıklı bir yere oturuyor dosyamızda. Öyle<br />

üç kadın karakter var ki yapımda her biri oyunculuk<br />

denen mesleğin zirvesinde geziniyorlar.<br />

Karadeniz’den İstanbul’a göç etmiş orta direk bir<br />

ailenin üç kardeşi ve Alzheimer olan annelerinin<br />

bize anlatacakları şehirli toplumun insan ilişkileri<br />

açısından hem aile içi ilişkiler açısından hem de<br />

kadın olmanın bu ilişkilerde nerede durduğunu<br />

görmek açısından çok önemli. Karadeniz’in<br />

yemyeşil dağlarında yaşayan çocukları büyüyüp<br />

kendini terk ettikten sonra yalnız yaşamına devam<br />

eden Nusret Hanım bir anda her şeyi kaybeder.<br />

Kendini belirsizliğin içine yürürken bulur<br />

ama bunun farkında bile değildir. Çünkü Alzheimer<br />

belası onu yakalamıştır. Derya Alabora,<br />

Övül Avkıran ve Osman Sonat’ın canlandırdığı<br />

üç kardeş annelerini alır ve İstanbul’a dönerler.<br />

Büyük kardeş Nesrin yalnızlığını oğlunun üstünde<br />

kurduğu baskıyla geçiştirir. Ortanca kız kardeş<br />

Güzin ise bütün kimliğini sevdiği kendini teslim<br />

ettiği erkeğin varlığında kaybeder. Aslında iki<br />

karakter de Türkiye’de modern toplumun içinde<br />

yaşayıp kendileri modernleşememiş kadın figürleridir.<br />

Bir bireyden daha çok kadın olmanın<br />

yanılsamalarını yaşarlar. Bu halleriyle belki de<br />

toplum içinde kadının alması gereken rolün ne<br />

olduğunu bütün açıklığıyla bize gösterirler.


4) Dönem Filmleri<br />

Eğreti Gelin<br />

Gelin’i canlandırırken Osmanlı’nın gizli<br />

sırlarından birini açık eder. Burada kadın olgusu<br />

için en ilginç olan ise Ali’nin nişanlısının<br />

durumudur. Hiç bir konuda söz hakkı olmayan<br />

kadın gerdek gecesiyle beraber erkeğinin<br />

üstünde söz hakkına sahip olur. Anne olduktan<br />

sonra ise evin üstünde söz hakkı vardır. Modern<br />

Türk toplumunun üstüne kurduğu ilişkiler<br />

karmaşasını Eğreti Gelin çok güzel bir şekilde<br />

anlatmaktadır.<br />

7 Kocalı Hürmüz<br />

Çekimleri biten filmin bu listeye girmesinin<br />

iki sebebi var. Yönetmen Ezel Akay filmini<br />

tanımlarken Türk sinemasının en güçlü kadın<br />

karakterlerinden olan Hürmüz’ü anlatırken<br />

kadınların filmini yapmak istediğini söylemiş<br />

olması ve Nurgül Yeşilçay’ın oyunun haklarını<br />

satın alarak Ezel Akay’a kendisinin getirmiş<br />

olması. Yeşilçay bunun sebebini şöyle<br />

açıklıyor; “Bu film her dönemde kadın izleyiciyi<br />

çeker diye düşündüm. Çünkü kadının intikamcı<br />

tarafına vurgu yapıyor. Onlar dört karıyı idare<br />

edebiliyorsa biz de yedi kocayı idare ederiz,<br />

ohh gibi bir durum vardı. Bu yüzden bir kadın<br />

olarak projeyi sahiplendim ve en masalsı sinema<br />

dili olan Ezel Akay’a teslim etmek istedim.”<br />

Atıf Yılmaz’ın son filmi. Vefatından önce sinemasevere<br />

son bir hediye... Nurgül Yeşilçay, Onur<br />

Ünsal, Müjde Ar, Fikret Hakan, Şevket Çoruh,<br />

Eylem Yıldız, Pınar Öğün, Nilüfer Aydan gibi dev<br />

kadroya sahip film çok ilginç bir konuyu işliyor.<br />

17 yaşına gelmesine rağmen davranış biçimi ve<br />

ruhen çocuk kalmış olan, şehrin Belediye reisinin<br />

oğlu Ali’ye, annesinin ısrarıyla, o dönemde, o<br />

bölgede hala yaşayan Eğreti Gelinlik kurumundan<br />

bir Eğreti Gelin tutulur. Eğreti gelinlerin görevi,<br />

15-16 yaşlarına gelmiş erkek çocukları evliliğe<br />

hazırlayan, evlilik yaşamında mutlu olabilmeleri<br />

için gerekli bilgileri veren bir nevi eğitimcilik,<br />

hocalık, mürebbiyeliktir. Nurgül Yeşilçay Eğreti


n Böbrek yetmezliği rahatsızlıkları<br />

nedeniyle diyaliz ünitelerinde<br />

yaşam mücadelesi verenlerin<br />

hikâyesi, bir aşk öyküsüyle<br />

harmanlanarak beyaz perdeye<br />

aktarılıyor... Senaryosunu Ulaş Çobancı’nın<br />

yazdığı, yönetmenliğini Mustafa Özen’in yaptığı<br />

filmin başrollerinde Tolga Karel, Levent Özdilek,<br />

Nihal Menzil, Seren Fosforoğlu gibi oyuncular<br />

yer alıyor.<br />

n Mahsun<br />

Kırmızıgül’ün ‘New<br />

York’ta 5 Minare’<br />

adlı filminde<br />

iki polis, FBI’ın<br />

yakaladığı ünlü<br />

bir Türk kaçakçıyı<br />

almak için New York’a gider. Tam<br />

uçağa binecekken suçlu kaçar. İki<br />

polis çaresizlikten intihar etmek<br />

için ‘Empire State’ binasına çıkar.<br />

Kentin görüntüsünden etkilenen<br />

Kırmızıgül, ‘New York’ta 5 Minare’<br />

türküsünü söyler. Mustafa Sandal<br />

oyuncular arasında…<br />

n Reha Erdem<br />

yeni filmi<br />

Kosmos’u Kars’ta<br />

çekti. Mucizeler<br />

yaratan bir hırsızın<br />

öyküsünün konu<br />

edildiği film için<br />

Karslılar alternatif<br />

bir öykü üretmişler<br />

bile: İşgalci bir<br />

uzaylı yaratığın<br />

Kars’ta yaşadıkları... Sermet Yeşil<br />

ve Türkü Turan’ın oynadığı filmde<br />

yönetmen bir nevi bir masal<br />

anlattığını söylüyor.<br />

n Oyuncu Sermiyan Midyat, Aylavyu adlı bir sinema filmini<br />

hem yazdı, hem de yönetti. Sinan Çetin’in yapımcısı olduğu<br />

Aylavyu’da Amerikalı oyuncular Steve Guttenberg, Mariel<br />

Hemingway, Kathie Gill, Josh Folan ile Fadik Sevin Atasoy da<br />

rol alıyor. Aralık ayında vizyona girecek olan ‘Aylavyu’ bir süredir<br />

tartışılan demokratik açılım sürecine komik bir hikayeyle<br />

yaklaşıyor.


n Boğaçhan Dündar’ın yönettiği<br />

ve Hayrettin Karaoğuz, Hande<br />

Subaşı, Rasim Öztekin ile<br />

Neco’nun oynadığı Gelecekten Bir<br />

Gün, 01 Ocak 2010’da vizyonda<br />

olacak. Hande Subaşı’nın ilk kez<br />

bir şehirli kız oynayacağı, Rasim<br />

Öztekin’in ‘melek’ olacağı filmde,<br />

Kızsız Adam adlı kısa metrajıyla<br />

şöhret olan Hayrettin Karaoğuz da<br />

bulunuyor. Filmde her şeyi kötü<br />

giden, hayata umutsuz bakan bir<br />

adamın umut aşılayan tavrına<br />

tanık olunacak.<br />

n Mine Kılıç, Tayanç<br />

Ayaydın, Çiğdem Batur ve<br />

Coşku Cem Akkaya’nın<br />

başrolleri paylaştığı filmin<br />

yönetmeni Alper Çağlar.<br />

Film, Alper Çağlar’ın ilk uzun<br />

metrajı olmasının yanında,<br />

Bahadır Boysal’ın aynı adlı<br />

çizgi kahramanının sinema<br />

uyarlaması. Büşra’nın hikayesi<br />

dört yalnız insanın,<br />

dört farklı bakış açısının<br />

ve dört trajik öykünün<br />

düğümlenmesiyle gelişiyor.<br />

Mart 2010’da vizyonda<br />

n Yönetmen Ümit Ünal bu yıl iki filmle seyirci karşısına çıkacak.<br />

Ünal, aksiyon komedi filmi Kaptan Feza’dan sonra Ses’i çekecek.<br />

Hakan Karahan’ın, Ahmet Mümtaz Taylan, Meral Okay, Mine Tugay<br />

ve Dila Bölükbaş ile başrol oynadığı filmde 70’li yılların Yeşilçam<br />

bilimkurgu filmi Kaptan Feza tutkunu altı yaşındaki bir çocukla,<br />

bir mafya tetikçisinin bir günlük öyküsünü konu ediyor. Ümit Ünal,<br />

Kaptan Feza’dan sonra ekim ayında Uygar Şirin’in senaryosunu<br />

yazdığı gerilim filmi Ses’i çekecek. Ünal arka arkaya çekimler için;<br />

‘Daha ne isteyeyim bir yönetmen olarak. Boş durmuyorum. Ayrıca<br />

gençliğimde çok bekledim zaman kaybettim’ diyor.


n California deyince hepimizin aklına yaklaşık<br />

olarak aynı şeyler geliyor olmalı. Deniz, güneş,<br />

sörf, yarı çıplak kızlar, gösteri dünyasının dejenere<br />

eğlenceleri, milyon dolarlık evler, son model arabalar,<br />

alkol, uyuşturucu, seks ve hayal edebileceğiniz<br />

her baştan çıkarıcı detay...<br />

Prime-time sonrası 26 dakikalık ‘komedi’ dizileri<br />

hayatımıza yeni yeni girmeye başlamışken,<br />

bu alanda izleyip izleyebileceğimiz en sağlam<br />

yapımlardan biri olan Californication ile tanışmış<br />

olduk. (Bir diğeri de Weeds’tir.) Daha önce Red<br />

Hot Chilli Peppers’ın bir albümüyle tanıdığımız<br />

‘Californication’ teriminin, California ve Fornication<br />

(zina) kelimelerinin birleşmesinden meydana<br />

geldiğini düşünen de, California’nın dünyanın<br />

geri kalanı üzerindeki etkisini anlatmak üzere<br />

‘Kaliforniyalaştırmak’ anlamında uydurulduğunu<br />

düşünen de var. İkisine de yanlış demek zor. Zira<br />

bu eyalet hem seksin çok eşli, çok şekilli ve çok<br />

bol olduğu, hem de dünyayı da etkisi altına alan bir<br />

merkez. Dizideki anlamının ise zinayla ilgili olduğu<br />

aşikar.<br />

Bilimkurgu fenomeni X Files’tan tanıdığımız, hatta<br />

bir daha Ajan Mulder’dan başka bir karaktere<br />

yakıştıramayacağımızı düşündüğümüz David<br />

Duchonovy, Califorcation’daki oyunculuğu ile hepimizi<br />

şaşırtmayı başardı.<br />

Baş karakterimiz Hank Moody, yer altı<br />

edebiyatında kendine sadık bir okur kitlesi edinmiş<br />

ama uzun süredir bir tıkanma yaşayan ve bunun<br />

sorumlusunun California’nın dejenerasyonu<br />

olduğunu düşünen bir yazardır. Hiç evlenmediği<br />

ama hayatının kadını olan Karen’dan 12 yaşında<br />

bir kızı vardır. Sevdiği kadının başka biriyle nişanlı<br />

olması hayatının iyice raydan çıkmasına sebep<br />

olsa da, bir yandan da Karen’a iyi bir baba ve iyi<br />

bir koca olabileceğini ispatlayarak onu geri kazanmaya<br />

çalışır. Tabi California’nın tahrik edici ortamında<br />

bu pek de mümkün olmaz.<br />

Tom Kapinos’un yapımcısı olduğu dizinin senaryosu<br />

izleyiciyi her daim tetikte tutmayı bir şekilde başarıyor.<br />

Hank Moody’nin şahsına münhasır karakteri bir yana,<br />

dizinin yan karakterleri de bir o kadar eğlenceliler.<br />

Özellikle Moody’nin mastürbasyon bağımlısı yayıncısı<br />

ve onun kokain bağımlısı karısının bulunduğu her<br />

sahne, zekice yazılmış diyaloglar ve muazzam<br />

oyuncu performansları sayesinde izleyicinin televizyon<br />

karşısında kahkaha atmakla, pür dikkat dinlemek<br />

arasında gidip gelmesini sağlıyor. Moody’nin<br />

çocuğunun annesi rolündeki Natacha McElhone’u ve<br />

diziye ikinci sezon girerek Moody’ye ayna tutan rock<br />

müzik yapımcısı Lew Ashby rolündeki Callum Keith<br />

Rennie’yi izlemek de ayrı bir keyif.<br />

Yazarımızın kitaplarına gelince; yayınlanan üç<br />

kitabının da Slayer isimli efsane metal grubunun<br />

albüm isimleri olması dizinin en esprili detayı.(God<br />

Hates Us All, Seasons in the Abyss ve South of<br />

Heaven). Moody’nin yazdıklarını hiç okumasak da,<br />

Chuck Palanhiuk ve Charles Bukowski arasında gidip<br />

gelen bir tarzı olduğunu tahmin ediyoruz. Zaten daha<br />

pilot bölümünde Bukowski istemsizce aklınıza geliyor.<br />

Kadınları fazlasıyla seven, her çeşit kadını da çocuksu<br />

cazibesiyle kendine çeken ve sanki bu kadar çapkın<br />

olmaya mecbur kalmış ama aslında kadınlar bıraksa<br />

aseksüel bir hayatı pekala yaşayabilirmiş gibi duran<br />

bir karakter Hank Moody. Benzerlerinden en büyük<br />

farkı ise, başına bela açan bir kadına bile normal<br />

erkeklerin sevdikleri kadınlara davrandığından daha<br />

centilmence davranması.<br />

Amerika’da üçüncü sezonu eylül ayında başlamış<br />

bulunan ve Show Time kanalında gösterilen dizinin<br />

pilot bölümü yayınlanır yayınlanmaz, birçok ülkede<br />

Californication karşıt kampanyalar düzenlenmiş, tutucu<br />

kesimler tarafından dizi yerden yere vurulmuştu.


Bir fikir edinmeniz açısından pilot bölümün ilk sahnesini anlatmakta<br />

fayda var. Hank Moody eski model Porche’unu bir kilisenin<br />

bahçesine park eder. Ağzındaki sigarayı kiliseye girince kutsal suya<br />

atarak söndürür. İsa heykelinin önünde ‘kendince’ dua ederken<br />

yanına yaklaşan rahibeyle muhabbete başlar. Ona, bir süredir<br />

yazamadığından dert yanar. Rahibe ihtiyacı olan şeyin oral seks<br />

olduğunu söyleyip, başındaki örtüyü atarak yardım ‘elini’ uzatır.<br />

Moody uyandığında yorganın altından yukarı doğru süzülen güzel<br />

bir kadın, gördüklerinin en azından bir kısmının rüya olmadığını<br />

kanıtlamaktadır...


n Sinemada da kullanılabileceğini tahmin<br />

edemezdi elbette. Kendinden sonra gelen<br />

bütün klasik müzik bestecilerini derinden<br />

etkileyen Bach, sinemada ilk kez 1931 yapımı<br />

“Dr. Jekyll and Mr. Hyde” da kullanıldı. “Barry<br />

Lyndon”dan “Solaris”e, “Geç Saatler”den<br />

“Baba”ya, “Kaçak Gelin”den “Şeytan’ın<br />

Avukatı”na kadar bir çok önemli filmde<br />

kullanılan Bach’ın eserleri, Türk sinemasında<br />

da ara sıra yer aldı. Özellikle de Çağan Irmak<br />

filmlerinde... Klasik Alman tarzına,<br />

özellikle İtalyan ve Fransız melodileri<br />

katarak barok tarzın en tipik örneklerini<br />

vermiş ve barok akımını en olgun seviyesine<br />

getiren Johann Sebastian<br />

Bach, iki defa evlenmiş ve 20 çocuğu<br />

olmuştur. Biliyoruz ki, sinemacılar, taze<br />

üretilecek müzikleri kullanamayınca,<br />

sahnelerin doygunluğunu arttırmak için<br />

hala Bach’ın yapıtlarına başvuracaklar.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!