Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Sınırları zorluyoruz<br />
Bütün sıkıntılara inat kendimizi aşmaya<br />
çalışıyoruz, size yeni ve daha güçlü bir şeyler<br />
ulaştırmak için. Türk sineması son iki haftada<br />
6 filmle yüzünü biraz gösterdi. Açıkçası çok<br />
da mutluluk verici şeyler söyleyemeyeceğiz.<br />
Biraz korktuğumuz oluyor gibi ama zaman<br />
tanımak lazım hem yeni yönetmenlere hem de<br />
sinemamızın belirli bir kalıba oturması için. Biz<br />
moralimizi bozmadan devam edelim dedik. Gelecekten<br />
Bir Gün filmiyle yakın zamanda vizyon<br />
alacak olan Türkiye Güzeli Hande Subaşı’yla<br />
konuştuk. Bu önemli isim dışında Banu (Bozdemir)<br />
bu hafta kendini aştı ve iki röportaja<br />
imza attı. Melekler Ve Kumarbazlar’ın başrol<br />
oyuncusu Cem Davran, İki Dil Bir Bavul’un<br />
yönetmeni Orhan Eskiköy bence bu yılın en<br />
iyi filmi olan üretimleri ve Kürt açılımıyla ilgili<br />
görüşlerini açıkladı. Tabii Ekim ayı festival ayı,<br />
Antalya Altın Portakal ve Film Ekimi’nin bütün<br />
programını sayfalarımızda bulabileceksiniz.<br />
Her iki festivali de yerinden bütün kadro sizin<br />
için izleyeceğiz. Amerika’dan bizim için yazan<br />
yepyeni bir isim var. Hollywood’a yakınlığıyla<br />
bilinen Burak Yarkent Türkiye’de vizyona<br />
girmemiş dev yapımları orada seyrederek sizin<br />
için <strong>Cinedergi</strong>’ye taşıyor. Özellikle onun yakın<br />
ilişkileri sayesinde hiçbir yerde bulamayacağınız<br />
Hollywood haberleri de artık Haber bölümümüzde<br />
yer alacak. Bundan sonra bizim haberlerimizi<br />
birçok yayın kuruluşunda göreceksiniz<br />
sanıyorum. Bu konuda bize yardımcı olan<br />
Burak’a (Yarkent) teşekkürü bir borç bilirim.<br />
Gelelim dergimizin politik yüzü olan Alper’e.<br />
Onun dosyalarını bu derginin yöneticisi<br />
olarak değil bir sinemasever olarak büyük<br />
bir merakla bekliyorum. Geçen Hafta<br />
yaptığı Politik Filmler dosyasının tadı<br />
damağımdayken bu hafta daha da dikkat<br />
çekici bir çalışmanın altına imzasını attı.<br />
ABD’de vizyona giren Burak’ın geçen ay<br />
eleştirisini yaptığı District 9 adlı filmden<br />
yola çıkarak Getto kavramını işleyen filmlerin<br />
bir incelemesini yaptı Alper. Kesinlikle<br />
kaçırmamanızı öneririm çünkü önümüzdeki<br />
aylarda sürekli District 9’un yarattığı etkiyi<br />
hissedeceksiniz. Ben ise sizin için Türk<br />
Sineması’nda Kadın Filmleri dosyasını<br />
hazırladım. Çok düşündürücü bir çalışma<br />
oldu. Müjde Ar’dan, Hülya Avşar’dan nerelere<br />
geldiğimizi anlamak için önemli bir<br />
dosya. Fırat Sayıcı ise Mesela Dedik ile yine<br />
bizi güldürmeye devam ediyor. CineMüzik<br />
köşesinde ise bir efsaneyi konu etmiş kendine,<br />
Bach severlerin kaçırmaması gereken<br />
bir yazı olmuş Fırat Sayıcı’nın çalışması.<br />
Tabii portre sayfalarımızda Kate Beckinsale<br />
ve Joseph Gordon Lewitt gibi iki ünlü isim,<br />
Zamanın Ruhu köşemizde yiyeceğimize<br />
el uzatan kirli eller gözümüzden kaçmadı.<br />
Vizyondakiler, DVD’ler ve kritikler sizlerin<br />
ilgisini bekliyor. Evet gerçekten bunların<br />
hepsini hazırlamak zor. Ama sinema sevgisi<br />
bizim için itici güç. Bu sayede, <strong>Cinedergi</strong><br />
sizlere ulaşıyor.<br />
İyi okumalar<br />
diliyorum…<br />
Yayın Sahibi<br />
Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />
ETHEM SANCAK<br />
İcra Kurulu Başkanı<br />
MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />
İcra Kurulu Başkan Yardımcısı<br />
LEVENT GÜLTEKİN<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürleri<br />
Banu Bozdemir<br />
Fırat Sayıcı<br />
Webmaster<br />
Tayfun Salcı, Azad Purliyev<br />
Katkida Bulunanlar<br />
Ali Ulvi Uyanık<br />
Kerem Akça<br />
Alper Turgut<br />
Burak Yarkent<br />
Zeynep Bonçe
Yönetmen: Fred Wolf<br />
Senaryo: Karen McCullah Lutz, Kirsten Smith<br />
Oyuncular: Anna Faris, Colin Hanks, Emma<br />
Stone, Kat Dennings<br />
Konu: Shelly Playboy köşkünde atılana dek<br />
dertsiz, kaygısız bir hayat yaşamaktadır.<br />
Hiçbir gidecek yeri olmayan Shelly’nin kaderi<br />
onu kız öğrenci birliği olan Zeta Alpha<br />
Zeta’ya sürükler. Ancak bu asosyal kızlar<br />
sözleşmeyi imzamazlarsa evlerini düzenbaz<br />
Phi Iota Mu grubuna kaptıracaklardır. Kızlar,<br />
evi kaybetmemek için de erkekler ve makyaj<br />
hakkında usta olan Shelly’e bel bağlarlar. Aynı<br />
zamanda Alpha Zeta grubu Shelly’e kişiliğini<br />
geliştirmek adına yardım ederler. Bu kombinasyon<br />
kızları rol yapmak, taklit etmekten<br />
uzaklaştırıp kendi kişiliklerini kazanmalarını<br />
sağlar.
Yönetmen: Rob Marshall<br />
Senaryo: Michael Tolkin, Anthony Minghella<br />
Oyuncular: Daniel Day-Lewis, Marion Cotillard,<br />
Penélope Cruz, Judi Dench, Nicole Kidman,<br />
Kate Hudson, Sophia Loren<br />
Konu: Orta yaş krizine girmiş bir yönetmen<br />
olan Guido Contini, yeni filmini bitirmeye<br />
çalışmaktadır. Kafasında bu film olmasına<br />
rağmen, Contini filmi bir türlü bitirememektir.<br />
Nedeni hayatında çok fazla kadına<br />
yer vermesidir. Karısı Luisa, seksi metresi<br />
Carla, ilham perisi Claudia ve diğerleri...<br />
Contini için hepsi ayrı bir anlam ifade etse<br />
de, beklentiler arasında boğulduğunu hissetmeye<br />
başlar.<br />
Yönetmen: Neil Marshall<br />
Senaryo: Neil Marshall<br />
Oyuncular: Caryn Peterson,<br />
Adeola Ariyo, Emma Cleasby,<br />
Christine Tomlinson<br />
Konu: 30 yıl önce İskoçya’da<br />
ortaya çıkan bir virüs tüm<br />
insanların yaşamını alt üst<br />
etmiştir. Bu ölümcül virüsün<br />
yayılmaması için karantina<br />
altına alınan ülkede hâlâ hayatta<br />
olan insanlar ölüme terk<br />
edilir. Duvarın ardında yıllarca<br />
izole edilen virüs, İngiltere’de<br />
yeniden ortaya çıkar. Hükümet<br />
bu virüsü yok etmesi ve tedavi<br />
yöntemi bulması için bir ekibi<br />
duvarın ardına yollar. Duvarın<br />
arkasında ne olduğunu bilinmemektedir.
Yönetmen: Terrence Malick<br />
Senaryo: Terrence Malick<br />
Oyuncular: Brad Pitt, Sean Penn, Danielle<br />
Rene, Jackson Hurst, Fiona Shaw<br />
Konu: Aile ilişkilerine odaklanan film 50’li<br />
yıllarda geçiyor. Brad Pitt’in canlandırdığı rol<br />
için başta Heath Ledger düşünülmüş ancak,<br />
Ledger ölünce Brad Pitt’te karar kılınmış. Pitt’in<br />
karşısında ise yine iyi bir isim Sean Penn var.<br />
Film 2010’da gösterime girecek.<br />
Yönetmen: Andreas<br />
Prochaska<br />
Senaryo: Andreas<br />
Prochaska, Agnes Pluch<br />
Oyuncular: Michou Friesz,<br />
Andreas Kiendl, Anna Rot
Yönetmen: Tom McGrath<br />
Senaryo: Alan Schoolcraft, Brent Simons<br />
Konu: Nina ve arkadaşları aldıkları bu cep<br />
telefonu mesajının aptalca bir şaka olduğunu<br />
düşünürler; ancak Nina’nın erkek arkadaşı<br />
ertesi sabah, ayaklarına beton bir blok bağlı<br />
şekilde göle atılmış olarak bulunur. Bir<br />
başka arkadaşlarının da vahşi bir saldırıya<br />
uğraması ile gençler hayatlarının tehlikede<br />
olduğunu fark ederler. Nina ve arkadaşları<br />
ölüm listesindedir. Peki ama neden? Nina,<br />
peşlerindeki kana susamış katilin kimliğini<br />
açığa çıkaracak bir ipucuna ulaşır.<br />
Konu: Zalim Oobermind 20 yıldır<br />
Dünya’yı fethetmeye çalışmaktadır, ancak<br />
her seferinde süper kahraman Metro<br />
Man tarafından engellenir. Metro Man’i<br />
öldürdüğünde monotonluktan sıkılır ve<br />
yeni bir süper rakip yaratır. Metro Man’in<br />
hiç olmadığı kadar büyük ve güçlü<br />
bir düşman. Ancak yeni güçlü adam<br />
dünyayı yok etme savaşını başlattığında,<br />
Oobermind’ın karar vermesi gerekir:<br />
Kendi yarattığı bu şeytanı yenebilir mi?
Yönetmen: Anton Corbijn<br />
Senaryo: Deborah Curtis, Matt<br />
Greenhalgh<br />
Oyuncular: Samantha Morton,<br />
Sam Riley, Alexandra Maria<br />
Lara, Joe Anderson<br />
Konu: Joy Division grubunun<br />
vokalisti Ian Curtis’in<br />
öyküsünü anlatan Kontrol,<br />
topladığı övgü ve ödüllerle<br />
özellikle öne çıkıyor. Orijinal<br />
punk sound’unun en ünlü<br />
takipçilerinden olan, çoğu<br />
müzik eleştirmenince en önemli<br />
post-punk grubu kabûl edilen<br />
Joy Division, sadece iki stüdyo<br />
albümüyle büyük bir başarı<br />
yakalamış ve solistleri Ian<br />
Curtis’in 1980 yılında intihar<br />
etmesi üzerine dağılmıştı.<br />
Yönetmen: Matthew Aeberhard,<br />
Leander Ward<br />
Senaryo: Melanie Finn<br />
Konu: Afrika’nın gözlerden<br />
uzak topraklarında doğanın son<br />
harikalarından birisi gerçekleşir:<br />
Koyu kırmızı kanatlı milyonlarca<br />
flamingonun doğumu, yaşamı ve<br />
hayatta kalma mücadelesi. Daha<br />
önce film ekiplerinin hiç ayak<br />
basmadığı doğal alanlarda çekilen<br />
filmde, bu gizemli kuşların hayatta<br />
kalma, her türlü tehlikenin üstesinde<br />
gelme çabalarına tanık<br />
olunuyor.
n ADünya sinemasında, özellikle de sinemanın<br />
sıkı takipçileri arasında zombi filmlerinin ayrı bir<br />
yeri olduğunu hepimiz biliriz. George Romero<br />
ustanın bu külliyata çok şey kattığını, yapıtaşlarını<br />
belirlediğini, kuralları çizdiğini de bilmeyen yoktur.<br />
Bir virüs gibi yayılan zombilik mefhumu, potansiyel<br />
zombi olan sıradan insanları tehdit ederken<br />
olaylar gelişir; kan, şiddet, yer yer izlemesi zor<br />
sahneler, kapana kısılma, kaçma kovalamaca…<br />
vs. Zombi literatürüne yenilikler getirmeye çalışan<br />
ender filmlerden biri ise yazımızın konusu “Öldüren<br />
Kelimeler”. Üstelik öyle bir yenilik ki, kimisine göre<br />
sindirmesi zor, kimine göre akıllıca.<br />
Karşınızda zeka dolu bir zombi filmi var. Bu filmde<br />
insan eti yiyen gerizekalı zombiler ve onlarla köşe<br />
kapmaca yapan talihsiz insanlar yok. Küçük bir<br />
kasabaya yayın yapan cool bir radyo istasyonunda<br />
yani tek bir mekanda geçen filmin alt metinlerinde<br />
Kanada milliyetçiliğini görmemek çok da zor<br />
değil. Kelimelerden ( nedense sadece İngilizce<br />
kelimeler) virüs kapan insanlar, kendilerini bilmez<br />
bir hale geldikçe salgın yaygınlaşmakta. Mazy,<br />
Pontypool kasaba radyosunda program yapmaktadır.<br />
Kasabada korkunç şiddet olayları olduğu şeklinde<br />
söylenti yayılmaya başlar. Radyo ekibi, bu söylentilerin<br />
İngilizceyle yayılmış bir virüsten kaynaklandığını anlarlar.<br />
Kurtarılma ümidiyle yayını sürdürürken acaba radyo<br />
dalgalarıyla virüsün yayılmasına yardım mı etmektedirler?<br />
Daha çok televizyon işleriyle ve düşük bütçeli filmlerle<br />
tanınan Bruce McDonald, zekasını ve zombi filmlerine<br />
olan saygısını aynı kapta bu filme sunmuş. Dilin ve<br />
yanında iletişimin kirlenmesi, medya gücünün topluma<br />
ettikleri ya da edemedikleri gibi, verdiği alt mesajlarla<br />
metnini güçlendiren yönetmen ileride “Öldüren<br />
Kelimeler”in ikincisini de çekebileceğini söylüyor. Filmin<br />
oyuncu sayısının az olması bile bir zombi filmine ters<br />
düşüyor. Ama buna rağmen özellikle de başrolde<br />
tok sesli bir radyocuyu canlandıran Stephen McHattie,<br />
filmi sadece konuşarak sürükleyen isimlerden.<br />
Bir yere kısılıp kalmışlık, merak, bilinmeyenden korkmak<br />
gibi türün genel çizgisini koruyan çalışma, son<br />
dönemlerde izlediğimiz en etkili yapımlardan biri olarak<br />
tanımlanabilir. İkincisi nasıl olacak merakla bekliyoruz…
n 11’e 10 Kala, Oyun belgeselini çeken Pelin<br />
Esmer’in ilk uzun metrajı… Film ilk defa<br />
geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde seyirci<br />
karşısına çıktı. Öncelikle film çok uzundu.<br />
Festivalin yoğun film bombardımanından sonra<br />
koltukta külçe gibi yığıldığımı hatırlıyorum. Ama<br />
hikayesi bana güzel gelmişti, o yüzden filmin<br />
uzunluğuna çok takılmadım. Sonra her zamanki<br />
tartışmalar başladı, Köprüdekiler filminin de en<br />
iyi film kazanmasıyla… Kimileri belgesel dedi,<br />
kimileri konulu…<br />
Adana’da en iyi senaryo ödülü (aynı zamanda<br />
en iyi film) aldığında bu ödülü hak ettiğini<br />
düşündüm. Sonuçta iyi bir konuydu anlatılan…<br />
Öncelikle filmle ilgili bazı ayrıntıları vermek<br />
gerekiyor. Film Pelin Esmer’in arşivci amcasının<br />
hayatını anlatıyor. Başroldeki Mithat Esmer de o<br />
amca… Ve Pelin Esmer bu konuyu daha önce<br />
belgesel olarak çekti… Gerçekten de konu orijinal.<br />
Ben de bu kadar ince eleyip sık dokuyan<br />
bir amcam olsa malzeme olarak kullanırdım…<br />
Filmin evde çekilmesinin mümkün olmadığı,<br />
başka bir yerde, bir depoda çekildiği de başka<br />
ayrıntılar…. Eskiyle yeninin, kıymet vermeyle<br />
her şeyi çarçur etmenin çatışmasını anlatıyor. Bunu<br />
uzun, belgesel diliyle yaptığı için seyircide rehavet duygusu<br />
yaratıyor… Film ayrıca Antalya Film Festivali’nin<br />
uluslararası yarışma bölümünde Türkiye’yi temsil<br />
ediyor… Amca eline ne geçerse biriktirenlerden…. O<br />
yüzden ev çöp ev duygusu yaratıyor. Apartman sakinleri<br />
bu durumdan rahatsız. Çünkü malzeme kapının<br />
dışına taşmış durumda… Ve evdeki ağırlık, deprem<br />
gerçeğini de bir şekilde konunun içine dahil ediveriyor…<br />
Amcanın bir yiğeni, bir de kapıcı var muhatap olduğu…<br />
Artık biriktirdikleri onu da aşmış durumda. Ama hayata<br />
tutunma çabaları onun için o birikim… Diğer bir yandan<br />
Nejat İşler’in canlandırdığı kapıcı Ali de hayata tutunma<br />
çabaları içinde. Ama daha basit bir yerden ve daha<br />
kurgusal… Yani herkes hayata tutunma değerlerinin<br />
savaşımı içinde. Ama bu arada bina çatlıyor insanlar<br />
arası bu vurdumduymazlık ilişkisi içinde…<br />
İlk film olduğu için bildik bir yerden başlıyor, biraz ağdalı<br />
ve uzun bir anlatım dili kullanıyor. Sanki biriktiren, yaş<br />
almış bir izleyici kitlesini hedefliyor… Ama öyküsü<br />
güzel.. Keşke biraz daha dinamik bir anlatım yolunu<br />
seçseydi yönetmen diye düşünmeden edemiyor yine de<br />
insan…
n GBu hafta vizyona giren Sarı Saten:<br />
Günahkarların Aşkı bizim çok şeyler<br />
beklediğimiz bir yapımdı. Ama ne yazık ki<br />
hevesimizi kursağımızda bıraktı. Niçin biz<br />
Sarı Saten’den çok şeyler bekliyorduk? Öncelikle<br />
son dönem Türk sinemasına yeni bir kan<br />
aşılayan Almanya’daki Türk sinemacıların bir<br />
devamı niteliğindeydi filmi üretenler. Yönetmen<br />
Mehmet Çoban uzun süredir Almanya’da<br />
yaşayan bir isim. Üstelik Dortmund üniversitesinde<br />
sinema okumuş. Başrolde oynayan<br />
ve filmin senaryosunu yazan Hatice Balaban<br />
Çoban da Almanya’da yetişen bir oyuncu.<br />
Bu iki ismin Almanya’daki Türk toplumunun<br />
gerçeklerine vakıf olacaklarını ve televizyon<br />
tecrübeleriyle çarpıcı filmler çıkaracağını<br />
zannetmiştik. Fatih Akın’ın, Birol Ünel’in ve<br />
Sibel Kekilli’nin açtığı yolda üste koyarak<br />
devam edeceklerini düşünmüştük. Ama tam<br />
bir fiyasko ile karşılaştık. Bir kere film töre ile<br />
hesaplaşmak üzere yola çıkan kadın karakter<br />
üstünden sap ile samanı birbirine karıştırıyor.<br />
Töre Türk olmanın gereği değildir. Nasıl töreye<br />
uymak adına katil olanlar bunu cahilliklerinden<br />
ve toplum baskısından yapıyorlarsa Türk örf<br />
ve adetlerini töre ile aynı konuma koyanlar da<br />
aynı derecede cahildirler. Namus için kardeşini<br />
katleden bir adamın dramını ve canavarlığını<br />
Türk olmak ile özdeştiremezsiniz. Zorla<br />
amcasının oğlu Bilal ile evlendirilen Melek,<br />
katil ruhlu Bilal’in tecavüzüne uğramıştır. Daha<br />
sonra onu bıçaklayarak kaçar. Onu yaralı<br />
bir şekilde sokakta bulan taksici Galip genç<br />
kızı korur ve hamisi olur. Kimliğini değiştiren<br />
Meryem, Maria adını alarak kızıyla beraber<br />
hayatını devam ettirir. Filmin bundan sonrası<br />
ise darmadağın bir öyküye sahip. Hiçbir karakter<br />
yerine oturmuyor. Meryem’in kızı rolünde<br />
oynayan Lisa Hahn ne fizik olarak ne de olayları algılayışı<br />
anlamında Türk gibi değil. Yani biz ne kadar gözümüzü<br />
kapatarak onun Türk olduğunu düşünmeye çalışsak ta<br />
bunu başaramıyoruz. Aynı problem katil ruhlu amcayı<br />
canlandıran Mark Zak için de geçerli. Hiçbir inandırıcılıkları<br />
yok. Filmde Meryem’in kızına söylediği Türkler ile arkadaş<br />
olmayacaksın sözünü bu kadar tekrarlamak neyin nesi?<br />
Meryem bütün yaşadıklarını nasıl olur da Türk toplumuna<br />
mal eder. Onun tavrından çıkartılacak tek şey herkesin bir<br />
katil Bilal olduğu mu?<br />
Peki kızı Esra’nın duygusal olarak yakınlaştığı Türk<br />
çocuğu Mahmut’un inançlarını bu anlamda sorgulamak,<br />
onu rüyasında saatli bombayla görüp terörizm ile<br />
ilişkilendirmek ne kadar doğru? Bu filmi Almanlar çekse<br />
anlayış göstereceğim ama oradaki toplumun içinden<br />
insanların çekmesini kabul edemiyorum. Yabancı kültürün<br />
propagandasının altında kalıp kendi gerçeklerini bu<br />
kadar geriye atmak nasıl izah edilmeli. Filmin senaryosu<br />
ve karakter dönüşümleri o kadar havada kalıyor ki hangisini<br />
eleştirsek şaşırıyorum. Senaryonun içeriğindeki ve<br />
yazının başından beri saydığımız yanlışlıkları mı, karakterlerin<br />
öyküyü destekleyen dönüşümlerinin basitliğini<br />
mi eleştirelim? Son olarak filmin Türkçe dublajlı olarak<br />
gösterilmesi ayrı bir hata. Filmin duygusal şiddeti ve<br />
gerçekliği bu dublaj sayesinde iyice kayboluyor. Türk<br />
rolü oynayan Alman oyuncuların Türkçe konuşmasının<br />
zorluğundan bu yol seçilmiş herhalde. Ama film en büyük<br />
zararı bu tercihle görmüş. Sarı Saten: Günahkarların Aşkı<br />
ve 11’e 10 Kala ile iki haftada toplam altı Türk filmi vizyon<br />
aldı. Açıkçası filmlerin kalitesi gerçekten düşündürücü.<br />
Böyle devam ederse Türk sineması gişe anlamında büyük<br />
zarara uğrayacak. Ümit ederiz böyle davam etmez.
n Christian Bale ve Mark Wahlberg, David O.<br />
Russel’ın son filmi “The Fighter ”da buluştu.<br />
Dickie Ecklund (Christian Bale) ismindeki<br />
boksörün gerçek hayat hikayesinden uyarlanan<br />
film, genç yaşlarında zirve yapmış bir<br />
boksörün, üvey kardeşi Mickey Ward’ı (Mark<br />
Walhberg) eğitmek amacıyla tekrar ringlere<br />
dönmesini anlatıyor.<br />
Üzerinde uzun zamandır çalışılan filmde, ilk<br />
başlarda, Mickey Ward karakteri için Mark<br />
Wahlberg, Dickie Ecklund karakteri için<br />
Brad Pitt, yönetmesi için ise Darren Arronofsky<br />
düşünülüyordu. Daha sonra Russel’ın<br />
gayretleri sonucunda Ecklund karakteri için<br />
Brad Pitt yerine Matt Damon’un bu role daha<br />
uygun olacağı dülşünüldü. En sonunda ise<br />
Christian Bale’da karar kılındı.<br />
Filmin ilk sahneleri elimize ulaştı, biz de<br />
sizinle paylaşalım dedik..
n Suha Arın tarafından başlatılan ve kesintisiz olarak<br />
sürdürülen “Uluslararası Altın Safran Belgesel Film<br />
Festivali”nin 24-26 Eylül tarihlerinde bu yıl onuncusu<br />
düzenleniyor. Uluslararası bir nitelik de kazanan festival<br />
etkinlikleri kapsamında 26 Eylül 2009 Cumartesi<br />
günü, “Suha Arın Kültür ve Sanat Merkezi”nin açılışı da<br />
yapılacak. Bu Kültür Başkentimizin ilk konaklarından<br />
olan, geçtiğimiz yıllarda restore edilen “Mektepçiler<br />
Konağı”nda, Suha Arın’ın ulusal ve uluslararası ödülleri,<br />
çalışma masası, kütüphanesi gibi eşyalarının yanı<br />
sıra “Safranbolu’da Zaman” belgesel filmini çektiği<br />
kamera ve filme ait materyal de sergilenecek.<br />
n Duyduğumuza göre Marvel Studyoları<br />
çekimleri biten Iron Man 2 filmini 3 boyutlu<br />
olarak beyaz perdeye taşımak istiyor. Bu<br />
tür keskin bir geçiş, çekimleri bitmiş ve<br />
hazırlanma aşamasında film için ne kadar<br />
doğru bir karar olur, filmin ilerki dönem<br />
çalışmalarını ne derece etkiler bilemiyoruz<br />
ama aldığımız bilgiler ışığında Marvel<br />
Studyoları’nın filmi 3 boyuta geçirmek<br />
istediğini ve çalışmaların durmaksızın bu<br />
yönde ilerlediğini size rahatlıkla söyleyebiliriz.<br />
Şu an icin Marvel Studyoları’nın önündeki<br />
tek engel bütçe gibi görünüyor. Çünkü bir<br />
film normal çekildikten sonra 3 boyuta<br />
çevrildiğinde fiyat muazzam derecede artıyor.
n Darwin hakkında çekilen ilk<br />
sinema filmi “Creation” ABD’de<br />
dağıtımcı bulamadı. Film Darwin’in<br />
en büyük kızı Annie ile arasındaki<br />
ilişkiye yoğunlaşarak, Annie’nin<br />
erken ölümünün Darwin üzerindeki<br />
etkisini de inceliyor. Galası Toronto<br />
Film Festivali’nde yapılan film,<br />
Avustralya’dan İskandinavya’ya kadar<br />
tüm dünyada gösterime girerken,<br />
ABD dağıtımcıları tarafından “Amerikan<br />
halkının ‘evrim teorisi’ne karşı<br />
olumsuz tutumu” nedeniyle reddedildi.<br />
Filmin yapımcısı Jeremy Thomas,<br />
“Seyredenler bu yıl izledikleri en iyi<br />
film olduğunu söylüyor, fakat sırf<br />
konusu sebebiyle hiçbir dağıtımcıyla<br />
anlaşma yapılmadı” derken bu konunun<br />
ABD’de hâlâ tabu olmasına<br />
şaşırdığını da sözlerine ekledi.
n Blade Runner filminin<br />
yönetmeni Ridley Scott,<br />
edebiyat tarihindeki önemli<br />
isimlerden biri olan Aldous<br />
Huxley’in eserinden uyarlanan<br />
“Brave New World” filminin<br />
ekibine katıldı.<br />
Filmin yapımcılığını da Leonardo<br />
DiCaprio ile birlikte üstlenecek<br />
olan başarılı yönetmen,<br />
aynı zamanda filmi yönetecek.<br />
Mel Gibson’un Apocalypto<br />
filminin yazarlarından Farhad<br />
Safinia’yı da kadrosuna katan<br />
ekibin en kısa zamanda<br />
aktif bir şekilde calışmalara<br />
başlaması bekleniyor.<br />
n Atlas Entertainment<br />
and Hollywood<br />
Gang şirketlerinin<br />
yapımcılığını üstlendiği<br />
ve hiç zaman kaybetmeden<br />
yönetmenlik<br />
görevi için Nicolai Fuglsig<br />
ile anlaştığı Robin<br />
Hood filmi için kollar<br />
sıvandı. Filmin bazı<br />
yüzeysel detaylarını<br />
basın ile paylaşan<br />
yetkililer filmin bu<br />
yeni görüntüsü ile<br />
çok etkileyici bir hale<br />
bürüneceği ve Robin<br />
Hood efsanesinin yükselen<br />
bir ivme ile devam<br />
edeceği müjdesini verdiler.
n 2011 yılında gösterime<br />
girmesi kesinleşen efsane<br />
film ismini buldu, “On Stranger<br />
Tides”<br />
Disney tarafından düzenlenen<br />
D23 fuarından gelen haberlere<br />
göre “Pirates of the Caribbean”<br />
Serisi’nin yeni filminin<br />
gösterime giriş tarihi ve<br />
ismi belli oldu. 2011 yılında<br />
gösterime girecek olan filmin<br />
yönetmeni Rob Marshall.<br />
Disney Dünyası’ndan bir<br />
başka haber ise, “National<br />
Treasure” filminin 3. bölümünün<br />
yolda olduğu.<br />
n Paramount Pictures ve<br />
yapımcılar Tom Cruise ile J.<br />
J. Abrams “Mission Impossible”<br />
serisinin 4. bölümü<br />
için çalışmalara son hızla<br />
başladılar, ve bu çalışmanın<br />
ilk aşaması olarak da, senaryo<br />
için Josh Applebaum<br />
ve Andre Nemec ile anlaşma<br />
sağladılar. “Alias” filminin<br />
yapımcıları arasında<br />
da yer alan Applebaum ve<br />
Nemec daha önce Abrams<br />
ile birlikte tasarladıkları<br />
hikayeyi film senaryosuna<br />
dönüştürecekler.<br />
Şu an için film hakkında<br />
bilinen tek gerçek, yukarıda<br />
da bahsettiğimiz gibi Tom<br />
Cruise ve J.J. Abrams’ın,<br />
filmin yapımcılığını birlikte<br />
üstlenecek olmaları.
n Harry Potter efsanesinden<br />
esinlenen bir tema parkı gelecek<br />
yıl ilkbaharda ABD’nin Florida<br />
eyaletinde açılacak. Tema<br />
parklarının kurucusu ve işletmecisi<br />
Universal Orlando Resort’tan<br />
yapılan açıklamada, ziyaretçilerin<br />
genç büyücünün sihir dünyasına<br />
dalabilecekleri parkın adının Harry<br />
Potter’ın Sihirli Dünyası olacağı<br />
ve Britanyalı yazar J.K. Rowling’in<br />
kitaplarındaki tüm kişilikler ve<br />
yerlerin bulunacağı belirtildi.<br />
Eğlence parkı yüksek hızlı trenler<br />
ve uçan araçlarla birlikte son<br />
teknolojiye sahip olacak.<br />
n Disney/Pixar’ın dahi çocuğu John Lasseter,<br />
katıldığı D23 Fuarı’nda “Toy Story 3” ve “Cars 2”<br />
filmleri hakkında bilgiler verdi.<br />
Bu bilgiler dahilinde, Wall-E filminde kaptan<br />
karakterini seslendiren Jeff Garlin, ve Whoopi<br />
Goldberg “Toy Story 3” filmde seslendirmelere<br />
katılacaklar. Aynı zamanda ilk iki filmde<br />
kahramanımız Andy’e sesiyle hayat veren John<br />
Morris, yine aynı görevi üstlenecek.<br />
“Cars 2” filmi ve karakterleri hakkında biraz<br />
daha fazla bilgi veren Lasseter, filmin Lightning,<br />
Mater and Doc<br />
karakterleri üzerinde<br />
yoğunlaştığını ve bu<br />
karakterlere Avrupa ve<br />
Uzak Doğulu araba<br />
karakterlerinin katılacağı<br />
bilgisini verdi.
The Informant<br />
ABD’den selamlar... Bundan sonra her ay Amerika’da vizyon almış<br />
ama Türkiye’de gösterime girmemiş filmlerle bu sayfada sizlerle<br />
olacağız. Bundan sonra dev yapımlardan Türkiye’de herkesten önce<br />
siz haberdar olacaksınız. Güzel günlerde görüşmek üzere...<br />
n Steven Soderbergh’in yönettiği ve Matt<br />
Damon’un harikalar yarattığı film.. Amerika tarihine<br />
başka bir kara leke süren bu sahtekarlik olayına<br />
trajikomik bir bakış açısı yaratıyor.<br />
bunun ise “bireylere” çok büyük gelir kazandırdığını<br />
bilmektedir. Bu fiyat değişiklikleri önceden belli bir<br />
kısım yöneticilere, ve seçilmiş bazı hisse sahiplerine<br />
masa altından bildirilmektedir.<br />
Illinois Eyaleti’nin Decatur şehrinde bulunan ve<br />
Amerika’nın en büyük 50 şirketi arasında gösterilen,<br />
Archer Daniels Midland’ın (ADM) üst düzey<br />
yöneticiliği görevinde bulunan Whitacre’nin attığı<br />
her adımı izleyen, hayatının bir dönemini didik didik<br />
eden enteresan ve bir o kadar da tuhaf bir film.<br />
Whitacre, Illinois Eyaleti’nin Decatur şehrinde bulunan<br />
ve Amerika’nın en büyük 50 şirketi arasında<br />
gösterilen, Archer Daniels Midland’ın (ADM) üst<br />
düzey yöneticiliği görevinde bulunmaktadır. ADM<br />
ise soya fasulyesinden tatlandırıcıya, ethel alkolden<br />
nişastaya kadar değişik ürünler ureten devasa bir<br />
şirket.<br />
Whitacre, ADM’nin diğer rakip şirketler ile anlaşmalı<br />
olarak dünya çapında fiyat değişikliği yaptığını ve<br />
Decatur’un, her tabakadan ayrı ayrı insanın bir arada<br />
yaşadığı, bir arada yemek yiyip, bir arada eğlendiği,<br />
kısacası kendi halinde, küçük bir şehir olması sebebiyle<br />
de bu durum fazla göze batmamaktadır.<br />
Whitacre deniz aşırı bir ülkelerde bulunan anahtar<br />
görevindeki rakip firmalar ile ADM arasındaki,<br />
gayrıresmi birçok konuşmaya, bilgi alışverişine birçok<br />
kez tanıklık eder.<br />
Zamanla Decatur’da bulunan FBI ajanları (Scott<br />
Bakula and Joel McHale) da olayın içine dahil olurlar,<br />
ve Whitacre’nin de içinde göründüğü bu olayı sorgulamaya<br />
başlarlar.<br />
Kendisinin bu konuyla uzaktan yakından hiçbir<br />
ilişkisinin olmadığını ispatlayan, ve olaydan bir şekilde
sıyrılan Whitacre, hem bu olaylardan haberdar<br />
olan karısı Ginger’ın (Melanie Lynskey) tavsiyesi<br />
hem de vicdanen rahat olmaması sebebiyle FBI<br />
ajanlarını olaydan haberdar edip herşeyi tüm<br />
açıklığıyla su yüzüne çıkarır. Bu<br />
gelişmelerden sonra da FBI kendisini<br />
muhbir olarak kullanmaya<br />
başlar.<br />
Bundan sonra<br />
Whitacre’nin hayatı<br />
tamamiyle değişmiştir.<br />
Tam bir FBI ajanı kıvamında<br />
vücuduna kablolar, telsizler<br />
bağlayıp eskisi gibi şirketin fiyat<br />
belirleyici toplantılarına katılır, bazı<br />
toplantıları kameraya çeker, ve sıkı bir<br />
davanın oluşmasında kilit rol üstlenir.<br />
ADM’nin müdür yardımcısı Michael Andreas, ve<br />
ADM’nin kurucusunun oğlu suçlu bulunur ve şirket<br />
toplamda $500 milyon’lık bir ceza alır.<br />
Peki ya Whitacre? FBI’a yardım edip, suçluları<br />
ele veren Whitacre’nin suçu nedir? İyi halden<br />
8,5 yılda, hem de FBI tarafından “kahraman”<br />
ilan edilip hapisten çıkan, şu anda da Kaliforniya<br />
Eyaleti’nde bir şirkette yönetici olarak çalışan<br />
Whitacre…<br />
Bunun cevabını verip de film zevkinize tecavüz<br />
etmek istemiyorum açıkçası. Eminim ki, merak<br />
edecek, izleyecek, göreceksiniz..<br />
Film biraz daha maceraperest ve Hollywoodvari<br />
düşünülüp 1999 yılında Russel Crowe’un<br />
başrolünü oynadığı Michael Mann imzasını<br />
taşıyan “The Insider” filmine dönüştürülebilirdi. O<br />
zaman yukarıda da bahsettiğim gibi diğer Hollywood<br />
yapımlarından hiçbir farkı olmaz, 3-5 sene<br />
sonunda da unutulup giderdi.<br />
“The Informant!”… Tam anlamıyla büyüleyici bir<br />
film. İkinci bir defa seyretmek istemenizin, ve hatta<br />
bir kopyasını alıp kitaplığınızda saklamak istemenizin<br />
doğal sayılabileceği ender yapımlardan<br />
bir tanesi olacak.
İlk kez bir komedide rol alan Hande Subaşı kadın<br />
oyuncular, Kürt açılımı, sinemada cinsellik gibi pek<br />
çok konuda görüşlerini anlattı.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
2005 yılında `Türkiye Güzeli` seçilen katıldığı<br />
‘Dünya Güzellik Yarışması’nda en iyi kostüm ödülünü<br />
alan manken oyuncu Hande Subaşı Mahsun<br />
Kırmızıgül’ün Güneşi Gördüm filminden sonra<br />
Gelecekten bir Gün filmiyle yine karşımıza çıkıyor.<br />
Kariyerinde ilk kez bir komedi filminde oynadığını<br />
söyleyen Subaşı sinema, kadın oyuncular, Kürt<br />
açılımı, sinemada cinsellik gibi bir çok konuda<br />
görüşlerini Star Cumartesi’ye anlattı. Kendisinin bu<br />
ülkede yaşadığını onun için oyunculuk ve mankenlikte<br />
bazı kuralları olduğunu söyleyen Hande<br />
Subaşı “Bu benim yapamadıklarımı yapanları<br />
eleştirdiğim anlamına gelmesin. Bir model<br />
transparan elbise giyiyorsa ona bir şey diyemem.<br />
Ben kendi açımdan göz ardı edemiyorum ne ailemi,<br />
ne çevremi, ne yaşadığım toplumu” dedi.<br />
Gelecekten Bir Gün filmindeki rolünüzden bahseder<br />
misiniz?<br />
Rolüm çok enteresan bir rol değil. Bugüne kadar<br />
oynadıklarımın içinde en sade ve normal karakter.<br />
Şehirli, zengin... Bugüne kadar hep yöresel işlerde<br />
yer aldığım için diğerlerine göre farklı. Biraz daha<br />
kendime yakın bir rol oldu. Ama sade ve çok fazla<br />
ayrıntısı yok aslında. Hikâyenin gidişini sağlayan<br />
bir karakter.<br />
Bu sizin uzun metraj olarak ikinci filminiz. Mahsun<br />
Kırmızıgül’ün Güneşi Gördüm filminde oynadınız.<br />
O çok sosyal içerikli bir filmdi, bu ise bir komedi<br />
filmi. Böyle bir değişikliği nasıl karşıladınız?<br />
Benim zaten içinde bulunduğum projelerden en<br />
farklı olanı buydu. Bugüne kadar hiç bu tarz bir şeyin<br />
içinde yer almamıştım. Yaptıklarım hep dram işlerdi.<br />
Zaten o cezp etti, o farklı geldi biraz bana. Filmin<br />
öyküsünün günümüzde geçmesi, daha şehirli bir<br />
kent kızı oynuyor olmam… Bu da bana çok keyifli<br />
geldi. İlk başlarda hep özellikle dramatik işleri tercih<br />
ediyordum. Ama şimdi yeni yeni bunun da keyifli<br />
olduğunu görmeye başladım. Bu konuda da çok<br />
içinde durabileceğimi hissediyorum.<br />
Oyunculuk anlamında bir farklılık, bir zorluk var mı?<br />
İzleyici için dramatik rolü oynamak daha değerli,<br />
daha çok çalışma gerektiren gibi duruyor hâlbuki<br />
biliyoruz ki komedi yapmak daha zordur.<br />
Komedi yapmak kesinlikle çok zor bir şey. Zaten<br />
benim çok fazla komedyen yönüm var diyemem.<br />
Filmde oynadığım rolde durum komedileri var; karakterin<br />
özellikle yaptığı bir şey yok aslında. Fakat o durumun<br />
içinde bulunmak bile çok kolay bir şey değil.<br />
Tamam, dramatik işlerde onu hissetmek, yaşamak<br />
da çok önemli ama komedide zannedildiği gibi basit<br />
bir iş değil.<br />
Beraber oynadığınız Hayrettin Karaoğuz’la<br />
iletişiminiz nasıl oldu?<br />
Hayrettin çok iyi, çok tatlı bir çocuk. Çok da yetenekli<br />
buluyorum ben. Acayip bir potansiyel var. Çok<br />
yetenekli buluyorum, ileride de kendinden çok bahsettirecek<br />
gibi geliyor bana. Arkadaş olarak da çok iyi<br />
anlaştık, çok iyi çalıştık.<br />
Türk sinemasında Alaylı oyuncu, okullu oyuncu<br />
tartışması hep gündemde, bu kadar çok film
çekilirken bu tartışmayı nasıl<br />
değerlendiriyorsunuz?<br />
Ben bir alaylı olarak yetenek olduğunu<br />
düşünüyorum. Kimse kimseye ne yapması<br />
gerektiğini söyleyemez. Kimse kimseyi<br />
kısıtlayamaz da. Tüm dünyada da böyle; şarkıcı<br />
da dizide oynuyor, sinemada oynuyor. Oyuncu da<br />
gidip kaset çıkartıyor. Model de oyuncu oluyor. Bu<br />
tüm dünyada böyle işliyor. Amerikan sinemasından<br />
bahsediyoruz ve en çok örnekler de orada. Madem<br />
orayı örnek alıyor ve gözümüzde büyütüyorsak<br />
kendi ülkemizde yapılınca neden göze batıyor.<br />
Hepsi sanatın bir parçası. İnsanın doğuştan<br />
yeteneği varsa her işi yapabilir bence. Hiçbir<br />
meslekte kimsenin tekelinde değil açıkçası. Tabii<br />
ki eğitimini almak önemli, muhakkak ki çok büyük<br />
faydası var. Ama eğitimini alıp çok başarısız olan<br />
oyuncular da var. Bence önce yetenek gerekiyor<br />
insanda. Kendini geliştirmek, eğitimini almak büyük<br />
bir artı getirir. Mahsun Kırmızıgül de bunun bir<br />
örneğidir. İlk olarak şarkıcı olarak tanındı ve devam<br />
etti. Ama o da zamanında oyunculuğa başladı.<br />
Ama sonuçta da iki tane çok beğenilen, sosyal<br />
içerikli ve çokça seyredilen filmler yaptı ve başarılı<br />
oldu. Müzikleriyle ilgilendi, senaryosunu yaptı,<br />
yönetti, kendisi oynadı. Çok kolay bir şey değil,<br />
hakikatten çok zor. Ama doğuştan Allah vergisi.<br />
Hepsine karşı bir eğilimi bir yeteneği var ve bunu<br />
da çok güzel değerlendiriyor, çok da güzel oluyor.<br />
Şu an döneme damga vuran şey Kürt açılımı. Bu<br />
anlamda da Güneşi Gördüm filminin çok tartışıldığı<br />
bir gerçek. Şu ortama etkisi olduğunu düşünüyor<br />
musunuz?<br />
Daha olumsuz bakanlar için etkisi olmuş olabilir.<br />
Çünkü filmde çok ılıman, taraf tutmadan iki fikir<br />
içinde çok güzel tüyolar vardı. Kürtlere, onların<br />
beklentilerine de belki ılımlı bakılmasını sağladı.<br />
Film kesinlikle taraf tutmuyor. Bu Türk-Kürt sorunu<br />
değil aslında. Bir şekilde Türkiye toprakları<br />
içerisinde yaşanan bazı eksiklikler. Ama bunu<br />
sadece Kürtlere de dayamak istemiyorum. Sonuçta<br />
Ege’de, Anadolu’da da aynı şartlarda yaşayan<br />
insanlar var. Biraz o bahane yapılıyormuş,<br />
kullanılıyormuş gibi geliyor bana.<br />
Siz bir röportajınızda “Şöhret beni çok<br />
etkilemiyor.”demiştiniz. Hala aynı fikirde misiniz?<br />
Özellikle Miss Turkey’den sonra hep sorulan bir<br />
soruydu. Son dört yıldır da hep aynı şeyi söylüyorum<br />
aslında. Belki ben hayatımı bu şekilde yaşamayı<br />
tercih ediyorum. Kendi özel hayatım içindeyken çok<br />
fazla çevremin farkında olmuyorum. İstanbul’a gelip<br />
bu hayata başlamadan önce nasıl biriysem, işimi<br />
yaparken de, özel hayatımda da aynı kişiyim. Çok<br />
fazla çevremle ilgilenmiyorum. O yönümü unutuyorum<br />
aslında. Burada normal Hande Subaşı olarak<br />
duruyorum. O yüzden ben çok şöhreti yaşamıyorum.<br />
Belki de çok popüler, çok sansasyonel olmadığım<br />
için. Bunu yaşadığım zamanda rahatsız olmuyorum,<br />
tam tersine mutlu oluyorum. Alışveriş merkezinde ya<br />
da sokakta insanlar gelip güzel şeyler söylediğinde<br />
ya da fotoğraf çektirmek istediğinde bu beni rahatsız<br />
etmiyor açıkçası.<br />
Siz bir güzellik kraliçesisiniz. Bu oyunculuğunuzu<br />
nasıl etkiliyor? Projeleri kabul ederken bu ödül<br />
üstünüzde baskı oluşturuyor mu?<br />
Sırf maddiyat için, bana popülerlik getirecek diye<br />
bugüne kadar çok izlenen, çok talep gören işler tercih<br />
etmedim. Rol “kolay mı, zor mu”dan ziyade projenin<br />
büyüklüğü önemliydi benim için. Birkaç senedir<br />
bana çok sinema teklifi geldi fakat benim bir türlü<br />
içime sinmedi. Kendimi o projelerin içinde göremedim.<br />
İlk olacağı için de çok özen göstermiştim. Ama<br />
kısmet geçen sene Mahsun’un projesinde çalıştım.<br />
Ufak bir roldü, tercihim olmayabilirdi. Ama neden kabul<br />
ettim? Güzel bir proje, içinde çok değerli oyuncular<br />
var. Öyle ciddi ve düzgün bir işin içinde bulunmak<br />
benim için bir artı. En azından benim bu işi ciddiye<br />
almamı sağladı. Yani az çok piyasadaki insanlar<br />
biliyor işi bu sırf oyunculuk için değil modellik içinde<br />
aynı şey geçerli, televizyon işleri içinde aynı şeyler<br />
geçerli. Para ya da şöhret için önüme gelen her işi<br />
kabul etmiyorum. Benim izlediğim yol bu.<br />
Sizin müzikle de aranız var. Müzik, oyunculuk, modellik,<br />
dizi oyunculuğu bütün bunların hepsinin birden<br />
olma sebebi nedir?<br />
Yani hemen hemen hepsinin demeyelim. Çünkü<br />
hepsini yapmaya vakit olmuyor. Dönem dönem<br />
değişkenlik gösterebiliyor. Mesela ben iki yıldır,<br />
içime sinen bir proje olmadığı için ya da başka<br />
anlaşmazlıklar olduğundan dizi çekmedim ve bu iki<br />
yılı başka şekilde değerlendirdim. Foto modellikle,<br />
kampanya çekimleriyle, geçen bütün bir kışı TRT’de<br />
canlı televizyon programı sundum. Ona yönelmiş<br />
oldum o dönem mesela. Arada film çektik. Yani hepsi<br />
üst üste gelmiyor zaten. Çünkü yetişmeniz mümkün<br />
değil öyle bir tempoya. Müzik zaten doğuştan
olan bir şey. Ben küçüklüğümde de dört yıl<br />
TRT Türk Sanat Müziği çocuk korosunda<br />
bulundum. İlkokul yıllarımda orada eğitim<br />
aldım. Sonra show dünyasında olduğum<br />
için Şarkı Söylemek Lazım’ la birlikte<br />
benim yeteneğim beğenildi. İnsanlar müzik<br />
anlamında bir şey beklemeye başladılar.<br />
Müzikle ilgili profesyonel bir şey yapmadım<br />
bugüne kadar. Ama şuan amatör olarak<br />
yapıyorum.<br />
Metin Arolat’la düet yapacağınız diye bir<br />
haber var. Bu doğru mu?<br />
Bu yarışmadan beri olan bir şey. Metin<br />
albüm çıkaracak herhalde bu sene, onun albümünün<br />
içerisinde uygun bir parça olursa<br />
böyle bir şey yapabiliriz demiştik.<br />
Son dönemlerde fazlasıyla kadın filmleri<br />
yapılıyor. Vicdan, İki Genç Kız, Dilber’in<br />
Sekiz Günü gibi. Bunların hepside bu döneme<br />
denk geldi. Sizce bunun sebebi ne<br />
olabilir? Kadının toplumda bulunduğu yerle<br />
ilgili Türk sineması yeni bir bakış açısı mı<br />
kazandı?<br />
İnşallah. Çünkü bayan oyuncuların çoğunun<br />
dert yandığı bir konuydu bu. Hep erkek<br />
hikâyeleri yapılıyor, hep erkekler ön planda.<br />
Aslında dünyada da biraz öyle ama herkes<br />
çok dert yanıyordu. Sebebini ben de bilmiyorum.<br />
Bütün oyuncular böyle söylendiği<br />
için yapımcılar, senaristler böyle bir şey<br />
yapalım demiş olabilirler.<br />
1980’lerde Müjde Ar’ın, daha sonra hülya<br />
Avşar’ın açtığı bir yol vardı. Kadın oyunculuk<br />
anlamında çok cesaretli de bir<br />
yoldu. Günümüze geldiğimizde bu anlamda<br />
bir kapanma söz konusu. Bunu nasıl<br />
değerlendiriyorsunuz?<br />
Toplumun kültürel yapısıyla bağlantılı<br />
olduğunu düşünüyorum. Diyeceksiniz ki<br />
neden duruldu? O dönemlerde de seksenlerde<br />
de toplumun bunu çok hazmederek<br />
izlediğini düşünmüyorum. İnsanlar bunun<br />
farkına vardıkça da geri çekilmeye başladı<br />
bu sefer. Bence ona bağlı. Yoksa toplumdaki<br />
yaşama baktığımızda artık kadınların<br />
hayat içerisinde ki güçlü duruşlarında<br />
bir jenerasyon bile çok fark ediyor. Yani<br />
bir ablayla kız kardeşin yaşadığı hayat
ambaşka bir nokta da. Biz hayatımızı çok rahat<br />
yaşıyoruz, kendi ayaklarımızın üzerinde duruyoruz<br />
ama netice de benim modellik içinde prensiplerim<br />
vardı. Hep bunu söylüyorum. Türkiye’de yaşıyorum,<br />
bir Avrupa’da Amerika’da yaşasam belki bende daha<br />
farklı bakabilirdim. Kendimce benimde kısıtlamalarım<br />
var ama bu benim güçsüz olduğumu göstermiyor.<br />
Sadece bu ülkenin şartlarında yaşadığım için<br />
yeterince ayak uydurmaya çalışıyorum. Çünkü<br />
bende bunun bir parçasıyım. Bu örf, adet ve kültürel<br />
yapıda büyümüş biriyim. Çok cesur olanlara,<br />
yani oyunculuğu hakkıyla yapanlara da kesinlikle<br />
bir şey demem. Hakkıyla yapıyor derken ben bir<br />
şeyi yapamıyorsam ve o onu da yapıyorsa hakkıyla<br />
yapıyor diyebilirim. Ya da podyumda sahneye<br />
transparanla çıkanlara diyemem bir şey. Bu benim<br />
kendi özel seçimim. Tamamen yaşadığım ülkenin<br />
koşullarıyla bağlantılı. Yani göz ardı edemiyorum<br />
bende ne ailemi, ne çevremi, ne yaşadığım toplumu.<br />
Çok özellikle şunu yapmam, bunu yapmam demiyorum<br />
ama seçiyorum kendimce.<br />
Bir sanatçı, oyuncu, üreten bir toplumun önünde<br />
olmak ve toplumun kurallarıyla savaşmak mecburiyetindedir.<br />
Meslek kavramında, onun tanımında<br />
bu var. Türkiye’de acaba bu tanıma uyan sanatçı<br />
anlamında bir problem mi var?<br />
Ben sanatçı değilim. Var olandan bir şeyler<br />
yapıyorum. Toplumu bir yere sürükleyecek<br />
yaratıcılıkta bulunmuyorum. Bugün Türkiye’de birçok<br />
insana sanatçı deniliyor. Bence yanlış bir anlama bu.<br />
Sanatçı kime denir oda tartışılır. Gerçekten sanatçı<br />
dediğimiz insanları bile tartışmak gerekir belki. Zaten<br />
bende çok fazla olmadığını düşünüyorum.<br />
Yeni bir projeniz var mı?<br />
Film 1 Ocak’ta vizyona giriyor. Uzun zamandır yaz<br />
başından beri içinde bulunduğumuz bir dizi projesi<br />
vardı, bir takım aksilikler olduğu için o iptal oldu.<br />
Şimdi filmi bekliyorum. Şuan içerisinde olduğum bir<br />
dizi çalışması yok.<br />
Hangi diziydi bu?<br />
Plato filmle başlamıştık. Kafkas isimli dönem dizisi<br />
olacaktı. Ama iptal oldu, rafa kaldırıldı. Şuan bekliyorum,<br />
dizi projelerini değerlendireceğim.<br />
Neco’yla çalışmak nasıl bir şeydi?<br />
Çok tatlı birisi, çok iyi anlaştık. Hiç egoları olmayan<br />
bir insan. Ben çevremdekileri ezeyim diyen biri<br />
değil. Çok uyumlu, sabırlı, ılıman bir insan. Ben çok<br />
sevdim.
n Antalya bu sene 46. yılını kutluyor. Yıllar çabucak<br />
geçtiği için bizim tanıklığımız da her geçen<br />
gün artıyor… Festival bu yıl 10 – 17 Ekim tarihleri<br />
arasında yapılıyor ve yerli yapımlar daha fazla<br />
öne çıkarıyor. Bundan on sene evvel festivale<br />
katılacak Türk filmi bulunamazken, bu sene rekor<br />
seviyeye ulaşan bir katılım oldu. Seçici Kurul tam<br />
43 film arasından, zorlanarak olduğunu tahmin<br />
ediyoruz, 16 film seçti… Bu seçim nasıl oldu tahmin<br />
etmek güç değil tabii… Kısa filmde 26, belgesel<br />
dalında ise 25 film yarışacak…<br />
Başkanlığını Erden Kıral’ın yaptığı ulusal jüri; üç<br />
tanesi vizyon yüzü görmüş, dört tanesi festivallerde<br />
boy göstermiş, dokuz tanesi de taze<br />
taze festivale yetiştirilmiş filmler arasında zorlu<br />
bir mücadele verecekmiş gibi görünüyor. Filmlerin<br />
yarısı ilk film olma özelliği taşıdığından<br />
festivalde ayrıca ilk film dalında da bir birincilik<br />
veriliyor. Emre Şahin’in 40, Kutluğ Ataman’ın<br />
Aya Seyahat, Meriç Demiray’ın ilk filmi “Babam<br />
Büfe, İlksen Başarır’ın ilk filmi “Başka Dilde<br />
Aşk”, Onur Ünlü’nün yönettiği “Beş Şehir”, İnan<br />
Temelkuran’ın yönettiği “Bornova Bornova”,<br />
Murat Saraçoğlu’nun yönettiği “Deli Deli Olma”,
Ümit Ünal’ın yönettiği “Gölgesizler”, Orhan Eskiköy ve<br />
Özgür Doğan’ın birlikte imza attıkları ilk filmleri “İki Dil Bir<br />
Bavul”, Yavuz Özkan’ın yönettiği “İlkbahar Sonbahar”,<br />
Mehmet Bahadır Er ve Maryna Gorbach’ın birlikte kamera<br />
arkasına geçtikleri ilk filmleri “Kara Köpekler Havlarken”,<br />
Zeki Demirkubuz’un yönettiği “Kıskanmak”, Reha<br />
Erdem’in yönettiği “Kosmos”, Miraz Bezar’ın ilk filmi “Min<br />
Dit”, Bahadır Karataş’ın ilk filmi “Usta” ve Mahmut Fazıl<br />
Coşkun’un ilk filmi “Uzak İhtimal” bu maratonun filmleri.<br />
Uluslar arası uzun<br />
Bulgar Yönetmen Kamen Kalev, “Eastern Plays - Şark<br />
Oyunları” ile iki kardeşin gözünden<br />
günümüz Bulgaristan’ını yorumluyor.<br />
Filmin oyuncuları arasında Saadet<br />
Işıl Aksoy ve Hatice Aslan da var.<br />
Çekoslavakya’nın 1968’deki Sovyet<br />
işgalini konu alan iki film, Çek yapımı<br />
“English Strawberries- İngiliz Çilekleri”<br />
ve Polonya Çek Cumhuriyeti ortak<br />
yapımı “Operation Danube – Tuna<br />
Operasyonu”,1960’lı yıllar Rusya’sında<br />
kozmonotların yetiştirildiği bir okulda<br />
geçen “Paper Soldier – Kağıttan<br />
Asker” yarışmanın geçmişe ayna tutan<br />
filmleri arasında. Sırp yönetmen<br />
Goran Radovanović’in “Ambulance<br />
- Ambulans”ı Montreal’den sonra Antalya<br />
Altın Portakal Film Festivali’nde.<br />
Mülteci sorununa değinen iki film,<br />
“The Other Bank - Öteki Yaka” ve<br />
“East Of Me – Benim Doğum” de “En<br />
İyi Film” ödülü için yarışacak. 59.<br />
Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı<br />
ödülü alan “Katalin Varga” toplumsal<br />
baskılara direnen bir kadının öyküsünü<br />
anlatırken; Pelin Esmer’in “11’e 10<br />
Kala” tutkulu bir koleksiyoncu olan<br />
Mithat Bey’in yaşamını konu alıyor.<br />
Yarışmanın kurgu belgesel türündeki<br />
yapımı “Border - Sınır” Ermeni yönetmen<br />
Harutyun Khachatryan’ın imzasını<br />
taşıyor. Uluslararası yarışmada yer alan<br />
bir diğer Türk filmi de Abdullah Oğuz’un<br />
yönettiği “Sıcak”. İtalya’dan katılan<br />
“Freedom – Özgürlük” ; 46. Festival’in<br />
uluslararası bölümünde yarışacak bir<br />
diğer film.<br />
Kısa Film’de uzun koşu<br />
Kısa filmde 234 film arasından yapılan<br />
elemede 26 film yarışmaya hak kazandı,<br />
bu durumda kısa film için gerçekten de<br />
uzun bir koşu yapmış oldu ön jüri…<br />
Araf (Yılmaz Deniz Aydemir), Artı 5 De-
Derece (Şenol Çöm), Aşkın El Hali (Demet Öztürk),<br />
Ateş Böcekleri (Mehmet Güven), Beş Lira (İmdat<br />
Serhat Karaaslan), Dalga Teorisi (Deniz Tarsus-<br />
Gökhan Okur), Defin (Göksel Ergene), Döldöş<br />
(Gözde Sukmenyıldız), Dönek (Eli Kasavi), Geri<br />
Dönüşüm Günlüğü (Efe Conker), Gördüm (Murat<br />
Uğurlu), İki Asker (Altan Yücel), İnce İnce İşledim<br />
(Nazlı Eda Noyan), İnsansılar (Akın Andırın),<br />
Kayıp Aranıyor (Ozan Yıldırım), Kırmızı İp (Mehmet<br />
Ali Baran), Kısır Döngü (Aksel Zeydan Göz),<br />
Köy (Mustafa Dok), Salıncak (Bilal Çakay), Sapak<br />
(Fırat Mançuhan), Tamirci Çırağı (Cahit Çeçen),<br />
Un Ya Da İrmik Helvası (Övünç Anğun), Uyuyan<br />
Günah Da İşlemez (Veysel Çelik), Üçte Bir (Ferit<br />
Katipoğlu), Vol (Hüseyin Bulut), 2932 (Veysel<br />
Çelik).<br />
Belgeselde belgesel gözü…<br />
92 belgeselin başvurduğu belgesel dalında 25<br />
film yarışmaya hak kazandı.<br />
Hakan Aytekin, Fatih Orbay ve Hüseyin<br />
Çimrin’den oluşan ön jürinin değerlendirmesi<br />
sonunda Altın Portakal için yarışacak belgeseller<br />
şunlar: Alamet-İ Üstüvane (Serdar Güven),<br />
Ben Ve Nuri Bala (Melisa Önel), Beyoğlu<br />
Kontu Giovannı Scognamıllo (Beste Demirel<br />
Çobanoğlu), Çanlar İplikler Ve Mucizeler (Marianna<br />
Economou), Çürüğüm Askerim Reddediyorum<br />
(Aydın Öztek), Dönüş (Soner Yıldırım<br />
– Mehtap Köseoğlu), Kağıthane (Oğuz Karabeli<br />
– Belgin Cengiz), Kaptan Kemal Bir Yoldaş (Fotos<br />
Lamprınos), Kara Altından Altın Mikrofona<br />
(Metin Avdaç), Kelebeğin Göçü (Merve Tutaşı),<br />
Kıvırcık Saçlı Bir Adam (Tekin Timoçin- Abdurrahman<br />
Öner), Kocaoğlan’ı Kurtarmak (Savaş<br />
Karakaş), Lady Muhtar (Didem Şahin), Mezra<br />
Ezidiya (Rodi Yüzbaşı), Ölüm Elbisesi Kumalık<br />
(Müjde Arslan), Özgürlüğe Mahkum (Nurullah<br />
Dinçer), Sahipsiz İstanbul (Öykü Yağcı), Sokağın<br />
Sesi (Mihriban Sezen), Son Değirmenler (Aygün<br />
Filiz), Şairin Ölümü (Elif Ergezen), Türk Gibi<br />
Başla Alman Gibi Bitir (Murat Şeker), Ustanın<br />
Sırrı (Nesrin Aktolun), Ziyaretçiler (Melis Birder),<br />
100 Bin Kişiydiler (Metin Kaya), 5 Nolu Ceza<br />
Evi (Çayan Demirel).<br />
Unutulmayan filmler yeniden…<br />
Bu yıl, Altın Portakal’ın da doğduğu yıllar olan<br />
1960’ların Türk sinemasına odaklanılıyor.<br />
Altın Portakal’ın onur ödülü alacak olan<br />
sanatçılarının birer filmlerinin yanı sıra kısa<br />
bir süre önce kaybettiğimiz Aykut Oray, Ersin<br />
Pertan, Salih Dikişçi ve Yücel Çakmaklı da birer<br />
filmleriyle ‘Sevgiyle Anıyoruz’ bölümünde yer<br />
alıyor. Sinemada 40. Yılını kutlayacak olan Kadir<br />
İnanır’a ithafen Vadullah Taş’ın hazırladığı “40<br />
Yılın Anısına 40 Kadir İnanır Filmi” afiş sergisi<br />
düzenlenecek.<br />
‘Sinemanın Müziği Müziğin Sineması’<br />
Müzik aynı zamanda festivalin bu yılki teması.<br />
“Sinemanın Müziği Müziğin Sineması” başlığı<br />
altında sinema-müzik ilişkisini irdeleyen yapıtlar<br />
yer alıyor. “Coco Chanel ve Igor Starvinsky”nin<br />
yönetmenliğini Han Kounen yapıyor. “Rüzgar<br />
Yolculukları – Los Viajes del Viento”nda, gezgin<br />
akordeoncu Ignacio Carrillo, son yolculuğunda<br />
Karayip kültürünün bilinmeyenlerine uzanırken;
“Tandoori Love” farklı kültürden gelen iki insanın aşkına<br />
değinen bir müzikal. Alessandro Baricco’nun ilk filmi<br />
olan “Ders 21 – Lezione 21”, seyirciyi 9. Senfoni’nin<br />
Viyana’daki ilk performans gecesinden günümüze uzanan<br />
bir yolculuğa çıkarıyor. “Dağları Yerinden Oynatan İhtiyar<br />
Adam – Yugong Yishan”, bölümün 2008 yapımı belgesel<br />
çalışması olarak dikkat çekiyor. Yönetmenin kendi deyimi<br />
ile bir “pop-art opera” olan “Cherbourg Şemsiyeleri<br />
– Les Parapluies de Cherbourg”, usta yönetmen Jacques<br />
Demy’e bir saygı sunuşu niteliğinde.<br />
Dünyanın Halleri<br />
Bu bölümdeki filmler geçmişten günümüze, dünyanın<br />
farklı köşelerinden toplumsal çalkantılara ışık tutuyor.<br />
Pavel Lungin’in “Çar” Warwick Thornton’ın senaryosunu<br />
yazıp yönettiği “Samson&Delilah”, Raya Martin,’in<br />
“Independencia”, Haile Gerima’nın yönettiği “Teza”,<br />
Christina Goda imzalı “Zafer Çocukları – Children of<br />
Glory” Annemarie Jacir’in “Bu Denizin Tuzu - Salt of this<br />
Sea”, Adrian Biniez imzalı “Gigante”,<br />
Aida Begic Zubcevic’in yönettiği “Kar -<br />
Snow”, Artan Minarolli imzalı “Alive” ile<br />
‘’Dünyanın Halleri’ne bakıyoruz.<br />
Ustaların Gözünden<br />
Ustaların son filmleri bu bölümde yer<br />
alıyor. Costa Gavras’ın göçmenliğe<br />
değinen filmi “Cennet Batıda - Eden a<br />
l’Ouest”, Angelopoulos’un 2009 Altın<br />
Palmiye ödüllü “Beyaz Kurdela - White<br />
Ribbon” bu bölümün ağır topları. Ken<br />
Loach’un son filmi “Hayata Çalım At -<br />
Looking for Eric”, yıldız futbolcu Eric<br />
Cantona’yı ağırlarken, Jane Campion’un<br />
“Parlak Yıldız - Bright Star”ı <strong>18</strong>21 yılında<br />
tüberkülozdan ölen şair John Keats’ın<br />
dokunaklı aşk hikayesini konu ediniyor.<br />
Stephen Frears, 1920’li yılların<br />
başlarındaki Paris‘in üst kesimlerini<br />
konu alan “Aşkım - Cheri”da ünlü aktrist<br />
Michelle Pfeiffer ile çalışıyor.<br />
Türkiye’de “Old Boy - İhtiyar Delikanlı”<br />
ile çok sevilen yönetmen Chan-Wook<br />
Park “Kan Arzusu - Thirst” ile toplumsal<br />
göndermeler içeren modern bir<br />
vampir hikayesi anlatıyor. Sürdürdüğü<br />
elit hayatı daha bohem bir yaşam için<br />
terk etmeye kararlı bir New Yorklu’nun<br />
hayatına eğilen “Kim Kiminle Nerede -<br />
Whatever Works” ilginç karakterleriyle<br />
tipik bir Woody Allen yapıtı olarak dikkat<br />
çekiyor. Sokakta yaşayan çocukların<br />
dünyasını anlatan Kira Muratova’nın<br />
“Melodiya Dlya Sharmanki - The Melody<br />
For A Street Organ” isimli filmi de festivalde…<br />
Avrasya Sinemaları<br />
Kırgız dağlarında yasak bir aşk hikâyesini<br />
konu alan “Tengri: Blue Heavens”<br />
(Mavi Cennet), Batı Moğolistan’da bir<br />
çocuğun büyüme serüvenine tanıklık<br />
eden “The Eagle Hunter’s Son” (Kartal<br />
Avcısının Oğlu) ve Kırgız yönetmen<br />
Marat Sarulu’nun 2008 yapımı filmi<br />
“Songs From Southern Seas” Güney<br />
Denizinden Şarkılar) Avrasya Sinemaları
ölümünde izleyici ile buluşacak olan<br />
yapımlar…<br />
Yeni Dalga ve Sonrası<br />
Fransız Yeni Dalga akımının 50’nci<br />
yılını taçlandırmayı amaçlayan “Yeni<br />
Dalga ve Sonrası” bölümünde Jean Luc<br />
Godard’ın “Serseri Aşıklar”ı, François<br />
Truffaut’nun “Penceredeki Kadın”ı,<br />
Agnes Varda’nın “Toplayıcılar”ı,<br />
Claude Chabrol’un “Bir Kadın Meselesi”<br />
ve “Madam Bovary”si izleyici ile<br />
buluşacak.<br />
Altın Portakal’ın belgeselleri<br />
Belgesel ustası Joris Iven’e saygı<br />
niteliği taşıyan ve yönetmene ait kısa<br />
ve uzun metrajlarından bir seçki niteliği<br />
taşıyan bölümde “The Seine Meets<br />
Paris”, “For the Mistral”, “17th Paralel”<br />
ve “A Tale of the Wind” gösterilecek. Michael<br />
Moore’nun merakla beklenen filmi<br />
“Kapitalizm: Bir Aşk Hikayesi - Capitalism:<br />
A Love Story”, Peter Kerekes’in<br />
farklı bir bakış açısı getiren “Tarihi<br />
Pişirenler - Cooking History”, Philippe<br />
Cosson’un filmi “Şeytan’ın Yağmuru -<br />
Devil’s Rain”, Hans Christian Schmid’in<br />
yönettiği “The Wondrous World of<br />
Laundry”, kamerasını Yunan mahkeme<br />
salonlarında dolaşan Marco Gastine’nin<br />
yönettiği “Themis” ve Osman Okkan ve<br />
Simone Sitte’nin yönettiği “Barış İçin<br />
Sürülenler” yer alıyor.<br />
Altın Portakal’ın ‘onur’ ve ‘emek’ ödülleri<br />
46. Uluslararası Antalya Altın Portakal<br />
Film Festivali’nin ‘Onur Ödülleri’,<br />
‘Yıldırım Önal Anı Ödülü’ ve ‘Emek<br />
Ödülü’nün bu yılki sahipleri açıklandı.<br />
Senarist-Yazar Vedat Türkali, Yönetmen<br />
Ülkü Erakalın, Besteci Yalçın Tura ve<br />
Sinema Sanatçısı Sevda Ferdağ “Onur<br />
Ödülü”ne; Erol Günaydın “Yıldırım Önal<br />
Anı Ödülü”ne değer görülürken; “Emek<br />
Ödülü” set işçisi Halil Dede’ye veriliyor.<br />
Festival her yıl olduğu gibi bu yılda
yedi ayrı mekanda sergi düzenliyor,<br />
paneller ve söyleşiler gerçekleştiriyor<br />
ve festivali kitaplarla süslüyor. Festival<br />
kitapları arasında onur ödülü alan Vedat<br />
Türkali, Ülkü Erakalın, Yalçın Tura, Sevda<br />
Ferdağ; bir süre önce aramızdan ayrılan<br />
Aykut Oray adına yayınlanacak kitaplar;<br />
“Sinemamızın 60’lı Yılları” ve “Türk Sinema<br />
Tarihi” adlı kitaplar yer alıyor.<br />
Vecdi Sayar (Festival Yönetmeni)<br />
Bu yıl festivale en yüksek katılımlardan<br />
biri oldu. Biz de beş yıllık bir programla<br />
yola çıktık. Festivalin 50 yıllık bir dökümünü<br />
yapacağız. 50 yılın yönetmeni,<br />
filmi. 60’lı yıllardan başlayıp günümüze<br />
kadar geleceğiz. Yani seneye 70’ler,<br />
ondan sonraki sene 80’ler gibi… Böylece<br />
elli filmden oluşan bir görsel<br />
hafızamız oluşacak, kitaplar yapacağız.<br />
Ama kitapların bir kısmına ulaşmak da<br />
zorlanıyoruz. Ayrıca bu sene senaryo,<br />
görüntü yönetmenliği, yönetim, oyunculuk<br />
gibi sanatsal alanları da daha fazla ön<br />
plana çıkarmayı amaçlıyoruz.<br />
Bu yıl temamız müzik. Müzikal filmler<br />
temaya uygun olarak programımızda. Bu<br />
yıl 43 film başvurdu. Ön jüri üç haftada<br />
izledi. Ön jüri duyurulmadı. Ana jüri de<br />
gençler ve ustalar var. Böyle bir denge<br />
olsun istedik. Zorlu ve keyifli bir seçim<br />
yapacaklarını düşünüyorum.<br />
Açılış gecesi 60’lar temasıyla yapılacak.<br />
14 Ekim akşamı onur ödülleri verilecek.<br />
Ülkü Erakalın, Yalçın Tura, Sevda<br />
Ferdağ’a, emek ödülü Halil Dede’ye verilecek.<br />
Yıldırım Önal Anı Ödülü ise Erol<br />
Günaydın’a sunulacak.<br />
Dünyanı her yanından film var. Usta<br />
yönetmenlerin son filmleri, 2009 yapımı<br />
filmler de Antalya’nın uluslar arası<br />
yönünü temsil edecek. Belgeselleriyle,<br />
kısa filmlerle, kitaplar, paneller ve<br />
söyleşilerle dolu dolu bir festival bekliyor<br />
herkesi<br />
Hazırlayan: Banu Bozdemir
n İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından<br />
düzenlenen Filmekimi, sekizinci yaşında<br />
17–25 Ekim tarihlerinde yine Beyoğlu<br />
Emek Sineması’nda. Filmekimi, Beyoğlu<br />
Emek Sineması’nın yanı sıra bu yıl 23 -25<br />
Ekim günlerinde Cinebonus Maçka G-mall<br />
Sineması’nda da izleyiciyle buluşacak.<br />
Filmekimi’nin programında aralarında Berlin,<br />
Cannes, Venedik gibi saygın festivallerde<br />
boy gösteren ödüllü filmlerin, büyük ustaların<br />
merakla beklenen son yapıtlarının da<br />
bulunduğu 24 film yer alıyor. Geçen senelerde<br />
olduğu gibi Filmekimi’nde yine hafta içi<br />
her akşam 21.30 seansında Türkiye’de vizyona<br />
girmeyi bekleyen bir filmin ilk gösterimi<br />
yapılacak.<br />
Festivallerin Ödüllü Filmleri<br />
Huzursuz edici, zorlayıcı, ürpertici filmlerin<br />
uzlaşmaz yönetmeni Michael Haneke’nin son<br />
filmi Beyaz Bant merakla beklenen gala filmlerinden.<br />
Film bu yıl Cannes’da Altın Palmiye ve<br />
FIPRESCI Ödülleri’nin de sahibi oldu. Bouchareb<br />
/ Londra Nehri, en son 2007 Uluslararası<br />
İstanbul Film Festivali’nde İsimsiz Kahramanlar<br />
filmini izlediğimiz yönetmen Rachid<br />
Bouchareb’in yeni filmi. 2007’de İstanbul Film<br />
Festivali’ne konuk olan Güney Koreli senarist<br />
ve yönetmen Park Chan-wook’un son filmi<br />
Kan Arzusu 2009 Cannes Film Festivali’nde<br />
Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. Güney Kore’de<br />
gişe geliri sıralamasında bir numaraya ulaşan<br />
film daha şimdiden bu ülkede bir milyon kişi<br />
tarafından izlendi. Deney, Çöküş ve İstila<br />
filmleriyle tanıdığımız Olivier Hirschbiegel’in<br />
ödüllü filmi Cennete Beş Dakika, Kuzey<br />
İrlanda’nın çalkantılarla dolu yakın tarihini<br />
inceleyen çarpıcı ve düşündürücü bir dram.<br />
2009 Sundance’te Bağımsızlık Ruhu Jüri Özel<br />
Ödülü alan Lynn Shelton’ın filmi Gel Porno Çe-
virelim özgün bir Amerikan komedisi.<br />
Filmekimi’nin ses getirecek filmlerden<br />
birisi Cannes ve Goya Ödülleri’nde<br />
Benicio Del Toro’ya En İyi Erkek<br />
Oyuncu ödülünü kazandıran Che.<br />
Yedi yıl süren “takıntılı bir araştırma”<br />
sürdüren Benicio Del Toro ve Steven<br />
Soderbergh’in ortak yapımcılığı sonucu<br />
ortaya çıkan Che iki iki ayrı seansta<br />
gösterilecek.<br />
Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi adlı son filminde,<br />
meslek yaşamı boyunca izini sürdüğü<br />
“kapitalizm”i mizahi bir dille mercek altına<br />
alıyor. Eski New York Times muhabiri Kurt<br />
Eichenwald’ın aynı adlı kitabından uyarlanan<br />
İspiyoncu yönetmen Steven Soderbergh<br />
imzası taşıyor. Johnnie To’nun son filmi<br />
İntikam Peşinde, Fransız şarkıcı ve oyuncu<br />
Johnny Hallyday’in başrolde olduğu aksiyon<br />
dolu bir neo-noir gangster filmi.<br />
Usta Yönetmenlerin Son Filmleri<br />
Woody Allen’ın Kim Kiminle Nerede<br />
Filmekimi’nin öne çıkan gala filmlerinden.<br />
Larry David’in başrolde olduğu<br />
film Allen’ın son 10 yılda çektiği en<br />
iyi film olarak tanımlanıyor. Büyük<br />
sinemacı Theo Angelopoulos’un yıllardır beklenen<br />
son eseri Zamanın Tozu da Filmekimi galalarından.<br />
Üçlemenin ikinci filmi, son elli yılda 20. Yüzyıla<br />
damgasını vurmuş olaylara ve sonsuz tarihe<br />
doğru bir yolculuğu anlatıyor. Jane Campion’n<br />
son filmi Parlak Yıldız yirmi beş yaşında ölen<br />
İngiliz şair John Keats’in Fanny Brawne’la olan<br />
aşkını anlatıyor. Stephen Frears’ın yönetmenliğini<br />
üstlendiği Aşkım, Fransız yazar Colette’in şatafatlı<br />
Belle Epoque döneminde geçen romanından<br />
sinemaya uyarlanmış. Ken Loach’un komedi ve<br />
dram öğelerini barındıran filmi Hayata Çalım At<br />
efsane oyuncu Eric Cantona’yı hayallerinde gören<br />
Manchester’lı bir postacının hikâyesini anlatıyor.<br />
Coen Kardeşlerin son filmi Ciddi Bir Adam, Larry<br />
Gopnik’in 1967 yılında tamamen dibe vuran aile<br />
hayatını muzip bir gözle anlatıyor. Costa-Gavras’ın<br />
son filmi Cennet Batıda dram, şiir ve mizah dolu<br />
bir yol hikâyesi. Muhalif belgeselci Michael Moore,
Merakla Beklenen Filmler Vizyonu<br />
Beklemeden Shane Acker’ın uyarladığı 9,<br />
yapımcılığını yaratıcılıkta sınır tanımayan<br />
yönetmen Tim Burton ve Timur<br />
Bekmambetov’un üstlendiği canlandırma<br />
bir bilim-kurgu-aksiyon filmi. Tüyler ürpertici<br />
atmosferi ve güçlü oyuncu kadrosuyla<br />
Marina de Van’ın son filmi Dönüşüm<br />
psikolojik gerilim<br />
türünün bildik öğelerinin alışılmadık<br />
biçimlerde kullanıyor. Rock yıldızı David<br />
Bowie’nin oğlu Duncan Jones’un (Zowie Bowie)<br />
ilk yönetmenlik denemesi olan Ay, ilk gösterimi<br />
Sundance’te gerçekleştirilen, NASA’nın Houston<br />
Uzay Merkezi’nde ders programına alınan bir bilimkurgu<br />
gerilim filmi. Mayıs ayında Cannes’da Yönetmenlerin<br />
On Beş Günü bölümünde ilk kez gösterime<br />
çıkan Şark Oyunları, reklam ve video klip yönetmeni<br />
Kamen Kalev’in ilk uzun metrajlı filmi. Gerçek<br />
olaylardan izler taşıyan filmin oyuncu kadrosunda<br />
Türkiye’den de isimler yer alıyor: Saadet Işıl Aksoy,<br />
Hatice Aslan ve Kerem Atabeyoğlu…Romanya’nın<br />
tanınmış yönetmenleri Hanno Höffer, Marculescu,<br />
Cristian Mungiu, Popescu ve Ioana Uricaru’nin Altın<br />
Çağdan Öyküler adlı filmi Romanya tarihinin en berbat<br />
dönemi<br />
olarak adlandırılan ama buna r<br />
ağmen, zamanın propaganda<br />
mekanizması tarafından<br />
“Altın Çağ” olarak anılan<br />
Çavuşesku rejiminin son on<br />
beş yılını anlatıyor. “Politeknik<br />
Katliamı” olarak bilinen olayı<br />
iki öğrencinin gözünden<br />
anlatan Polytechnique<br />
siyah-beyaz ve filmin yönetmeni<br />
Denis Villeneuve. Nicolas<br />
Winding Refn imzalı, MS 1000<br />
yılında geçen epik Viking filmi<br />
Cennetin Kapısında adını Kuzey<br />
mitolojisinde savaşçıların<br />
cennetinden alıyor.
AYSIT GENÇ<br />
Neden polisler arama yapmak için girdikleri evlerde<br />
ışıkları yakmazlar? Neden kovalamaca sahnelerinde<br />
kahramanımız aşağı inmek yerine yukarı<br />
doğru çıkar? Neden eski Doğu Bloku ülkelerinde<br />
geçen filmlerde mevsim hep kıştır?<br />
E.T. - 1982<br />
Filmlerde ay her<br />
zaman dolunaydır<br />
ve olduğundan<br />
çok büyük<br />
görünür.<br />
Bütün bu soruların mantıklı bir cevabı yok,<br />
çünkü bunların hepsi en ünlü yönetmenlerin<br />
bile kullanmaktan vazgeçemediği film<br />
klişeleridir.<br />
İşte özellikle Hollywood filmlerinde çok sık<br />
rastlanan klişelerden birkaç örnek.<br />
Curse of the Pink Panther - 1983<br />
Eğer filmin<br />
başrolündeki iki kişi<br />
satranç oynuyorsa,<br />
oyunun gösterildiği<br />
süre ne kadar kısa<br />
olursa olsun mutlaka<br />
biri diğerine şah çeker,<br />
mümkünse “Şah<br />
Mat” olur ve sahne<br />
şahın yan yatmasıyla<br />
son bulur.<br />
Zaman ayarlı bütün bombalarda<br />
mutlaka bir kırmızı<br />
bir de yeşil tel vardır.<br />
Executive Decision - 1996
Catwoman - 2004<br />
İstediği kadar büyük ve korunaklı<br />
olsun filmlerdeki evlerin<br />
camlarına küçük bir kesik atmak<br />
içeriye girmek için yeterlidir.<br />
Hardcover - 2008<br />
Birisi izleniyorsa<br />
mutlaka<br />
filmin bir yerinde<br />
jaluzileri aralayıp<br />
dışarıda kendisini<br />
izleyenleri<br />
görmeye çalışır.<br />
The Saint - 1997<br />
Amerikan filmlerinde<br />
Rusya ya da<br />
eski Doğu Bloku<br />
ülkeleri gösterilecekse<br />
mevsim<br />
mutlaka kıştır, ya<br />
da en azından ıslak<br />
ve soğuk sonbahar<br />
aylarıdır. Eski Doğu<br />
Bloku’nda güneş<br />
yüzünü hiç göstermez.<br />
Bakınız ‘The<br />
Saint’, ‘The Bourne<br />
Identity’, ‘True<br />
Lies’...
War Games - 1983<br />
İçinde dünyanın en gizli bilgileri de olsa<br />
bilgisayarlar her zaman tahmin yoluyla<br />
bulunabilecek şifrelere sahiptir.<br />
Morte a Venezia - 1971<br />
Kahramanımız<br />
öksürüyorsa<br />
bu mutlaka<br />
ölümcül bir<br />
hastalığının<br />
olduğunu<br />
gösterir.<br />
Diamonds Are Forever - 1971<br />
Yatakta bir erkek ve bir<br />
kadın varsa, üstlerindeki<br />
örtü erkeğin beline,<br />
kadının ise boğazına<br />
kadar çekilmiştir.<br />
The Da Vinci Code<br />
2006<br />
Bütün filmlerde ölülerin<br />
gözünü kapatmak adettendir.<br />
Texas Chainsaw Massacre<br />
- 2006<br />
Korku filmlerinde işler<br />
karıştığında erkek kahraman<br />
kadına dönüp “Sen<br />
burada bekle ben etrafa<br />
bakayım” der ve kadını<br />
korku içinde bırakıp<br />
ortadan kaybolur. Sonra<br />
da kötü adam gelip eliyle<br />
koymuş gibi kadını bulur<br />
ve genelde de sürükleyerek<br />
götürür.
Flipper - 1964/68<br />
Filmlerdeki bütün yunuslar Flipper<br />
gibi ses çıkarır, her ne kadar<br />
Flipper gerçek bir yunus gibi ses<br />
çıkarmasa da...<br />
24 - 2001<br />
Eğer birisi polisi arıyorsa yerinin<br />
saptanabilmesi için 30 saniye telefonunu<br />
açık tutması için oyalanmaya<br />
çalışılır. Oysa cep telefonu<br />
çağında artık biliyoruz ki birinin<br />
yerinin saptanabilmesi için sadece<br />
telefonunun açık olması yeterlidir.<br />
American<br />
Ninja 4<br />
1990<br />
Kahramanımız<br />
kötülere karşı<br />
savaşıyorsa,<br />
kötülerin hepsi<br />
birden üzerine<br />
atılmazlar. Tek<br />
tek gelirler ve<br />
kahramanımız<br />
hepsini birer birer<br />
alt eder.<br />
Gotcha - 1985<br />
İlk sevişmenin ardından<br />
ertesi sabah bütün<br />
kadın kahramanlar sanki<br />
emir gelmiş gibi erkek<br />
kahramanın gömleğini<br />
giyerler.
Seven Days to Live<br />
2000<br />
Polisler bir evde arama<br />
yapacaklarsa asla ışığı<br />
açmazlar her zaman bir<br />
el feneri kullanırlar.<br />
The Fast and the Furious - 2001)<br />
Otomobiller<br />
virajları alırken<br />
her zaman<br />
lastik sesi<br />
duyulur ve<br />
genellikle de<br />
jant kapağı<br />
savrulup kendi<br />
etrafında bir<br />
tur attıktan<br />
sonra durur.<br />
Crank - 2006<br />
Birisi merdiveni<br />
olan herhangi<br />
bir yerde<br />
kovalanıyorsa<br />
aşağı inmek<br />
yerine mutlaka<br />
yukarı çıkar.<br />
Her ne hikmetse<br />
peşindeki<br />
adam da bu<br />
ilkeyi biliyordur.<br />
Sonra ikisi<br />
sözleşmiş gibi<br />
çatıda buluşup<br />
dövüşürler.<br />
The Lookout - 2007<br />
Kahramanımız<br />
sabahları bir<br />
radyo sesiyle<br />
uyanıyorsa,<br />
radyoda her<br />
zaman tam o<br />
anı kollamış<br />
gibi “Günaydın.<br />
Bugün çok<br />
güzel bir gün<br />
olacak” diyen<br />
bir ses olur.
X2 - 2003<br />
Bütün kötüler<br />
PC, bütün<br />
iyiler Mac<br />
kullanır.<br />
Böylece<br />
bir bakışta<br />
kimin iyi,<br />
kimin kötü<br />
olduğunu anlayabiliriz.<br />
Honey - 2003<br />
Kahramanlarımız bir eğlence<br />
ortamındaysa onlar her<br />
konuştuğunda her ne hikmetse<br />
canlı müziğin sesi<br />
kısılıverir.<br />
Bütün gemi kazaları<br />
gece olur ve kazazedeler<br />
mutlaka güneş<br />
doğduğunda karaya<br />
çıkar.<br />
Cast Away - 2000<br />
Altars Of Desire - 1927<br />
Sinemanın ilk zamanlarından beri kadın ve erkek<br />
koşuyorsa kadın mutlaka bileğini incitir, erkek<br />
kahramanımız da onu tedavi eder.
Büyük gladyatörlerin dövüşü arenada sürmektedir.<br />
Başta dövüşü izleyen Sezar ve Brütüs olmak üzere,<br />
dövüşen Achilles ve Maximus da son anda arenaya<br />
katılan Zeyna’yı karşılarında görünce ne yapacaklarını<br />
şaşırmışlardır. Çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu<br />
arena izleyicisi ise, gelmiş geçmiş en büyük tezahüratı<br />
Zeyna için yapar…<br />
Zeyna’ya doğru kılıcıyla koşar) Ulan Zeyna şimdi<br />
senin…<br />
Zeyna, iyi bir hamleyle Maximus’u savurur, Maximus<br />
yere kapaklanır. Arena ayağa kalkar.<br />
Arena Seyircisi: Zeeeeeeyna! Zeeeeeeeeyna!<br />
Achilles: (Ortama kendini kaptırmıştır) Zeeeeyna!<br />
Zeeeeyna!<br />
Maximus: (Dik dik Achilles’e bakar) Oğlum manyak<br />
mısın lan! Ona tezahürat edeceğine planı uygulasana<br />
dangalak herif!<br />
Achilles: (Birden kendine gelir) Haa, pardon yaa<br />
dalmışım.<br />
Achilles, Sezar’ın yanına doğru gider. Arena’dan<br />
Sezar’ın oturduğu şeref tribününe doğru seslenir.<br />
Achilles: Yüce Sezar! Bir dakikalığına aşağıya<br />
yanıma gelebilir misiniz? Memleketten getirdiğim<br />
küçük bir hediye var da onu takdim edeyim size.<br />
Arena Seyircisi: Zeeeeeeyna! Zeeeeeeeeyna!<br />
Achilles: ( Elindeki kılıcı yere atarak, Maximus’a)<br />
Olmadı hocam şimdi. Ben hiçbir kadına el kaldırmam.<br />
Bu sırada Zeyna elindeki mızrağı Achilles’a fırlatır.<br />
Mızrak sıyırıp geçer, arenada oturan bir adama<br />
saplanır.<br />
Maximus: Arkadaşım bir daha düşün istersen.<br />
Achilles: (Yere attığı kılıcı tekrar alıp, kalkanının<br />
arkasına sığınır.) Vay anam vay! Hatun dişli çıktı desene.<br />
Arena Seyircisi: Zeeeeeeyna! Zeeeeeeeeyna!<br />
Maximus: Ne sandın toprağım? Zeyna bu! Adamın<br />
aklını da alır, canını da…<br />
Achilles: Ne yapacağız şimdi peki?<br />
Maximus: Birlikte saldırıp işini bitireceğiz.<br />
Achilles ve Maximus kafa kafaya verip bir plan yaparlar.<br />
Arena sessizliğe gömülmüş, herkes şaşkınlık<br />
içindedir. Sezar sinirlenerek ayağa kalkar.<br />
Sezar: Hoooop! Arkadaşım! Ne yapıyorsunuz lan siz?<br />
Dövüşsenize be! Ne kendi aranızda konuşuyorsunuz?<br />
Zeyna, Achilles ve Maximus’un konuşmasını fırsat<br />
bilip, ikisine doğru, o meşhur çelikten halka silahını<br />
fırlatır. Halka hem Achilles’in hem de Maximus’un koluna<br />
çarparak derin bir yara bırakır.<br />
Arena Seyircisi: Zeeeeeeyna! Zeeeeeeeeyna!<br />
Achilles: Yandım anaaaam!<br />
Maximus: (Kolundaki yaraya bakar, sinirlenip
Brütüs: Hayır efendim sakın aşağıya inmeyin! Çok<br />
tehlikeli!<br />
Sezar: Ulan ödlek herif ne olacak ki? Ben iki dakka<br />
bi inip alayım hediyemi. Hem şimdi aşağı inmezsem<br />
halkım beni korkak zanneder di mi ama?<br />
Brütüs: Peki efendim siz bilirsiniz. (Kendi kendine)<br />
Ulan ne beleşçi herifsin sen de be. Beleşi bulunca<br />
dünyanın öbür ucuna bile gidersin sen.<br />
Sezar: Bir şey mi dedin sen Brüt?<br />
Brütüs: Yok efendim, ne münasebet? Kendi kendime<br />
konuşuyorum işte.<br />
Sezar, aşağı iner. Achilles ona yanında getirdiği<br />
hediyeyi takdim eder.<br />
Achilles: Buyrun efendim. Çam sakızı çoban<br />
armağanı, memleketimi temsilen minik bir Truva atı<br />
heykeli.<br />
Sezar: Ayyyy canım çok mersi. Çok sevindim.<br />
Odamın en güzel yerine koyacam bunu söz.<br />
Maximus: (Uzaktan bağırır) Aloooo? Achilles!<br />
Hadisene oğlum uygulasana planı!<br />
Zeyna, bir şeylerden işkillenmiş Achilles’e doğru<br />
temkinli adımlarla yürümeye başlar.<br />
Achilles: Haa, pardon ya. Unutmuşum. Koskoca<br />
Sezar’ı görünce karşımda heyecanlandım birden.<br />
(Sezar’a) Yüce Sezar. Bu kadın çok tehlikeli.<br />
Size de zarar gelebilir. En iyisi siz benim arkama<br />
saklanın. Bakın yaklaşıyor.<br />
Zeyna Achilles’e doğru koşar. Kılıçlarını<br />
konuşturmaya başlarlar. Kıran kırana ölüm kalım<br />
mücadelesi sürerken, Sezar korkudan tir tir titremekte,<br />
Achilles’i kalkan olarak kullanmaktadır.<br />
Arena Seyircisi: Zeeeeeeyna! Zeeeeeeeeyna!<br />
Brütüs: (Aşağıya bağırır) Efendim dikkat edin bir<br />
tarafınıza bir şey olmasın!<br />
Bu sırada Achilles hızlı ve akıllıca bir atak yaparak,<br />
kılıcıyla Zeyna’nın saçlarının yarısını keser. Zeyna<br />
bu sinirle Achilles’e son bir hamle yapar. Achilles<br />
aniden kenara çekilince de kılıç Sezarın karnına<br />
girer. Zeyna dahil herkes donup kalır. Arena susar.<br />
Brütüs: Hayııııır! Olamaaaaz!<br />
Sezar: Ahhh anaaaam! Ölüyorum galiba?<br />
(Zeyna’ya bakarak) Sen de mi Zeyna?<br />
Brütüs: (Bir hamleyle arenaya atlayan Brütüs,<br />
Zeyna’yı kovalamaya başlar) Ne yaaaptın lan sen<br />
kaltak karı! Onu ben öldürecektim. Tarihe ben<br />
geçecektim. Gel lan buraya, gebertecem seni.<br />
Olanları fırsat bilen Maximus ve Achilles planlarını<br />
uygulamış, yandan yandan arenadan sıvışırlar.<br />
Arenadan iyice uzaklaştıktan sonra duydukları<br />
büyük tezahürat olaya son noktayı koyar.<br />
Arena Seyircisi: Brüüüütüs! Brüüüüütüs!
Sinemanın komik adamlarından biri Cem Davran… Ama Ertekin Akpınar’ın<br />
yönettiği Melekler ve Kumarbazlar filminde gayet trajik bir karakterle karşımıza<br />
çıkıyor. Şehsuvar karakteri için hayatından vazgeçtiğini söyleyen Davran, yönetmene<br />
‘neden ben’ diye sorduğunda ‘hüznüne talibim’ demiş yönetmen. Depremin<br />
bir fon olduğu, insanların depremden sonraki hayatlarına değinen film ve<br />
rolü hakkında Davran’la konuştuk… Farklı bir Cem Davran’la karşılaştık…<br />
BANU BOZDEMİR<br />
Öncelikle bu filme nasıl dahil oldunuz?<br />
Yaklaşık iki sene önce Ertekin Akpınar’la Burak<br />
Saraçoğlu (filmin yapımcısı) aradı beni. O zaman<br />
bir senaryo okudum çok hoşuma gitti.<br />
Beni ciğerimden yakaladı. Ama biz o senaryonun<br />
25. versiyonunu falan çektik. O zamana<br />
dek ben Balalayka’yı dışında tutarak söylüyorum,<br />
daha çok komedi filmlerinde oynamıştım.<br />
Film beni yüreğimden yakaladı ama ne zaman<br />
çekileceği belli değildi. İş de bana önerilen<br />
karakter de benim bugüne kadar yaptığım<br />
şeylerden farklıydı. Tiyatroda oynamıştım ama<br />
sinemada olmamıştı…<br />
Peki niye siz?<br />
İşte ben de aynen bu soruyu sordum. Ertekin<br />
sinema aşığı biri, onun birikimine çok güveniyorum.<br />
Zaten ikinci gün de kırk yıllık dost gibi<br />
olduk. Normalde bunu bir aktör söylemez.<br />
Başrol öneriliyor bana… Bu arada bana başka<br />
işler de geldi, ama hepsi komedi ağırlıklıydı…<br />
Hem Yusuf ile Kenan’da hem de Balalayka’da<br />
yüzünde bir hüzün var, ben o hüzne talibim<br />
dedi. Damardan yakaladı beni. Ama benim de<br />
ruhen ve kafaca buna hazırlanmam lazımdı.<br />
Ben de hazır değildim çünkü. Benim de kendi<br />
içimde bir geçiş dönemi yaşadığım, kendimi<br />
sorguladığım bir dönemdi. Yusuf İle Kenan’dan<br />
Kahpe Bizans’a hem ben hem de Türkiye<br />
değişti. Ama sonra çekilemedi film bu süreç<br />
içinde. Ben bir iki projeye başlamak üzereyken<br />
Ertekin tekrar aradı. Kültür Bakanlığı’ndan<br />
küçük bir destek var, borç harç çekiyorum ben<br />
bu filmi dedi. Var mısın dedi. Varım dedim.<br />
Ben bir yıl falan bu filme çalıştım. Ben çok az<br />
projeye böyle çalıştım. Kendimden vazgeçtim<br />
diyebilirim. Her şeyi bıraktım, oyunculuğa yeni<br />
başlamış gibi bu role çalıştım. Yönetmenin<br />
kuş gibi yanında dolaştım. Aradaki mesafeyi<br />
kapatmaya çalıştım, o yıllardır bu işin içinde…<br />
Çekimimin olmadığı günlerde dahi setteydim,<br />
monitörün başındaydım. Yattım kalktım…<br />
Oynadığınız karakteri biraz anlatır mısınız? Nasıl<br />
bu kadar etkiledi sizi?<br />
Şehsuvar karakterini oynuyorum. Her şey onunla<br />
başlıyor ve bitiyor. Bir deprem ya da depremle<br />
ilgili bir film değil. Fonda deprem var… Hani<br />
bir duvarın önünde fotoğraf çektirirsiniz ya.<br />
O duvarda bir sürü fotoğraf vardır, deprem de<br />
bunlardan biri. Ama bir sürü başka şey var.<br />
1999’da yaşanan depremden on yıl sonrasına<br />
denk düşüyor. On yılda olanlarla birlikte, on yıl<br />
sonra patlayan bir volkan gibi bir şey. Şehsuvar<br />
tahsilli, kültürlü ama bir taşra erkeği.<br />
Taşra imgesi filmin içine fazla yayılıyor gibi zaten…<br />
Taşra, büyükşehirlerin yakınlarındaki küçük<br />
şehirlerdir biliyorsunuz… Yol üstü şehirleri.<br />
İçine girmeyiz, yol üstünde bir çay içeriz.<br />
Adapazarı da böyle bir şehir. Bu gerçek bir<br />
hikaye biliyorsunuz. Ertekin’in binlerce sayfalık<br />
notlardan çıkardığı, tanıklık ettiği, dinlediği<br />
şeyler. Bütün hikayeler dramatik ama çok insana<br />
ve hayata dair.<br />
Peki bu insanların hepsi depreme tanıklık ediyorlar<br />
mı? Ondan sonraki halleri yani?<br />
Evet, ediyorlar. Şehsuvar hep bir çıkış arayan<br />
biri. Diğerleri tıkanmışlar. Bir tanesi hayatın
ittiğini düşünüyor. Bir diğeri yaşamanın anlamsız<br />
olduğunu. Filmde başlangıç olacak şey belki de<br />
sonun başlangıcı olacak. Yaşadıkları deprem bile<br />
bir taşrada erkek yoğunlukta ilişkilerin içinde, sertlikte<br />
yaşanıyor. Naif kalmaya çalışıyor ama o da<br />
nasibini alıyor.<br />
Erkek dünyasını biraz daha açabilir misiniz?<br />
Fight Club’a benzetiyorum biraz filmin duygusunu.<br />
Aslında erkek dünyası diyoruz ama filmde bize dokunan<br />
hikayelerden birisi de İrem Altuğ’un oynadığı<br />
Zeynep’in hikayesi. Filmden duygu cümleleri<br />
kurmaya çalışıyorum ki, konu olarak çok da ele<br />
vermek istemiyorum filmi. Zeynep’in sevdiği adam<br />
depremde ölüyor. Zeynep Şehsuvar’la nişanlı,<br />
ölen adam Şehsuvar’ın en yakın arkadaşı. Her şey<br />
gerçek olamayacak kötü. Ama filmin kendisi kötüyü<br />
öneren bir film değil. Sadece gerçeklik payı var.<br />
Yaşayanların çoğuyla tanıştık zaten.<br />
Şehsuvar karakterini nasıl biçimledirdiniz peki?<br />
Rain Man filminde Dustin Hoffman ve Tom Cruise<br />
ele alalım. Aktörlük tekniği açısından kolay rol<br />
Dustin Hoffman’ın rolüdür. Çünkü otistiği oynuyor.<br />
Köşeli, akıllı çalışırsan o rol sana yardım eder, seni<br />
taşır. Şehsuvar’da her şey var ama içinde. Mesela<br />
Selami karakteri var. Hakan Gerçek, çok da güzel<br />
oynadı. Ama çok net şeyleri var. Bir şeye kafayı<br />
taktığı zaman bakıyor ve siyah – beyaz tv’leri<br />
aşağıya atıyor. Gerçekte de Selami orada ve onun<br />
siyah – beyaz televizyon deposu var. Kardeşim<br />
Haydar mesela. Bülent Şakrak oynadı. Harika<br />
oynamış. O da manyağın teki.<br />
Peki Şehsuvar’ın patlama noktası oluyor mu?<br />
Bir kere patlıyor ama herkesin hak verdiği yerde.<br />
Çok sonra patlıyor. Sıradan gibi görünen ama her<br />
şeyi içinde yaşayan bir karakter. Derinliği olan bir<br />
rolü aktörün çalışması, oynaması her zaman daha<br />
zordur. Bir anla iki sayfa şeyi anlatmanız gerekiyor.<br />
Derinlik yüzünden oynaması zor bir karakterdi.<br />
Taşra ve erkek daha mı yakışıyor birbirine sanki?<br />
Ben de doğma büyüme Kasımpaşalıyım bu arada.<br />
İstanbul’da da bazı semtler vardır ya. Üsküdar, Tophane<br />
gibi. Buralarda erkeklerin ön planda olduğu<br />
bir kültür yaşanır. Bitirim ve sokağın hakim olduğu<br />
bir kültür. Taşra biraz da kendi kaderiyle baş başa<br />
olma hali. Depremde olduğu gibi. Bu insanlar da<br />
böyle. Orada ortak bir duygu hali var. Sıradan bir<br />
şey bile orada farklı yaşanıyor. Taşra gri oluyor.<br />
Adapazarı öyle yani. Sana grilik hissettiriyor.<br />
Entelektüel düzeyleri de yüksek. Şaşırttılar beni.<br />
Kapalı yaşamaktan bir derinlik oluşmuş.<br />
Gerçekten de öyküsü travmatik…<br />
Yönetmen de filmine tam bir güven duyuyor, siz<br />
de öyle?<br />
Ben sinemasına çok güveniyorum filmin. Filmin<br />
insanlarla buluşacağına güveniyorum. Gönül ister<br />
ki 500 kopya girelim. Ama bu tarz filmler 50 kopya<br />
falan giriyor. Bizimki 100 kopya giriyoruz. Filmimize<br />
güvendiğimiz için tabii.<br />
Filminizi bağımsız film olarak nitelendirir misiniz?<br />
Bağımsız filmlerin abisi diyebiliriz. Ama o tarz filmleri<br />
bin kişi falan izliyor. Benim 400-500 binden<br />
az izlenmiş filmim yok. Ben bin kişinin izleyeceği<br />
film çekmem.<br />
Gişe kaygım var.<br />
Bağımsız filmlerin<br />
masturbatif<br />
bir tarafı var.<br />
Onu içeriyorsa<br />
öyle değil. Ben<br />
Gora’nın, Recep<br />
İvedik ve Babam<br />
ve Oğlum’un izleyicisine<br />
talibim.<br />
Bu film tokat bir<br />
film, sarsılmış<br />
halde çıkacaklar<br />
salondan. Birçok<br />
insanın hayatı eski-
si gibi olmayacak. Bunu şu yüzden bu kadar iddialı<br />
söylüyorum. Değişik insanlara izlettirdim bu filmi.<br />
Edebi cümleler kurmaktan da korkuyorum. Derinlik<br />
derken vurgun yemeyelim yani. Sıkıcı filmlerden<br />
değil yani. Popüler filmdir, sektör filmidir.<br />
Bu tarz filmler gerçek olduğu kadar duygu sömürüsü<br />
riski de taşırlar. Bazen kontrol edilemez<br />
duygular? Ne dersiniz?<br />
Zerre abartmadık. Belki başkasının elinde olsaydı,<br />
çok rahat öyle bir film olurdu. Çok müsait çünkü.<br />
Salon hüngür hüngür ağlayabilirdi. Filmimizde gülünecek<br />
ağlanacak yerler var ama hepsini dozunda<br />
bıraktık. Hiçbir şeyi kanırtmadık ve kışkırtmadık.<br />
Sinemaya çok erken yaşlarda başladınız. Ama<br />
ülkemizin sinema düzensizliğinden de kaynaklı<br />
olarak belki de çok fazla filmde rol almadınız…<br />
Yusuf ile Kenan çok<br />
ödül aldı. Ben de o<br />
zamanlar çok gençtim.<br />
Seksenli yıllarda<br />
zengin ve umutsuz<br />
kadın filmleri çekilmeye<br />
başladı. Ömer Kavur<br />
o dönemde sinema<br />
yapma, tiyatro yap dedi<br />
bana. Ben belli bir süre<br />
film çekmedim. Asılacak<br />
Kadın’da oynadım.<br />
Sonra şartlar değişti.<br />
Özel televizyonlarda<br />
ünlenince sinemada<br />
tekrar başroller gelmeye<br />
başladı. Kahpe Bizans, Balalayka falan. Bu arada<br />
birçok filmde oynamadım tabii. Yanlış mı doğru mu<br />
yaptım bilmiyorum. Sonra bu film geldi. Melekler ve<br />
Kumarbazlar. Üç filmi reddettim bu film için. Sayıyla<br />
içerik ilişkisini çok kuramıyorum. Ben de artık 45<br />
yaşındayım. Bir aktörün en güzel yılları. Hala gencim<br />
ama deneyimim de var. Şimdi biraz yüreğimin<br />
götürdüğü yere gidiyorum. Ama şimdi karar vereyim,<br />
önümüzdeki yıl beş film çekerim. Buna maddi ve<br />
manevi olarak gücüm de var.<br />
Türk sineması da hareketlendi bu arada…<br />
Bundan sonra 270 film de çekilebilir. Ama sektörün<br />
festivallerde dahi olmak üzere kendisini toparlaması<br />
gerekiyor. Hala sektör değil. Sayı önemli değil, içerik<br />
önemli. Bir de yeni bir kuşak geliyor. Canavar gibi<br />
insanlar. Kendime okumam ve onların gerisinde<br />
kalmamam lazım diyorum. Sanatsal anlamda çok<br />
gelişti ama teknik ve organizasyon anlamında çok<br />
yetersiziz hala.<br />
Biraz da rol olarak izleyiciye ters köşe<br />
yapacaksınız…<br />
Evet. Hatta sitemde birisi yazmış. ‘Abi seni bu filmde<br />
de izleyeceğiz ama senden sonra bir komedi bekliyoruz’<br />
diye. Komediyi de çok önemsiyorum, ciddi bir<br />
iş olarak görüyorum ama böyle işler de yapacağım.<br />
Beynim ve ruhum yenileniyor. Benden komedi isteyenleri<br />
bu filme bekliyorum. Yoksa tehdit ediyorum<br />
komedi çekmem.<br />
Komedyenler sinemada bir tipleme yaratma<br />
derdinde… Sizin öyle bir isteğiniz olabilir mi?<br />
Tiplemeler tutuyor, bir karakter yaratalım, İnek<br />
Şaban, Recep İvedik yaratalım düşüncesi yok. Ama<br />
düşündüğüm bir adamın hikayesi var. Yıllar önce<br />
tiyatroda tek kişilik oyun olarak oynamış ve ödül<br />
almıştım. Gani Müjde’nin fikrinden yola çıkılarak<br />
yazılmıştı. Fikri Alansatan diye bir adamın hikayesi.<br />
Beyefendi diye oynamıştım ben onu. Onu yapmayı<br />
düşünüyorum. Onun dışında çok güzel, duygusal<br />
tarafları olan bir aile hikayesi var. Lüküs Hayat müzikali<br />
sinemada oynamak istiyorum. Komedi hayattan<br />
bir yere dokunmazsa benim için anlamı olmaz. Bir<br />
yerinde hüzün saklı olmalı yani…<br />
Son olarak ne söylersiniz?<br />
İlk akla gelenlerle bakılmasın bu filme. Melekler ve<br />
Kumarbazlar popüler bir film, sektör filmi, gişe filmi.<br />
Herkes izlemeli… Filmimizin kelebek etkisi olacağını<br />
düşünüyorum. Umarım herkesi etkiler, içine alır.
Underworld’ün güzel vampiri Kate Beckinsale bu ay vizyona<br />
girecek olan Soğuk Ölüm-Whiteout ile karşımıza çıkacak.<br />
Özel hayatında da başarıya odaklanmış olan güzel yıldız<br />
görünen o ki bizi kendine hayran bırakmaya devam edecek<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bu ay vizyona girecek olan Soğuk<br />
Ölüm-Whiteout’un yıldızı Kate Beckinsale<br />
tam bir kazanan. Çok az insan<br />
hem bu kadar güzel hem de başarılı<br />
ve yetenekli olur. Belki bu kadar<br />
başarılı bir kariyere sahip olmasını 6<br />
yaşında babasını kaybettikten sonra<br />
girdiği bunalıma borçludur. Ünlü bir<br />
komedyen olan babası 31 yaşında<br />
öldüğünde küçük Beckinsale hayatın<br />
gerçekleriyle tanışmak zorunda kaldı.<br />
Mükemmelliyetçiliği yüzünden anoreksi<br />
ile boğuştu. Bütün bu bunalımlardan<br />
sonra aktör babasının yolundan<br />
giden Beckinsale bundan sonra hiç<br />
kaybetmedi. Belki o günlerden kalan<br />
tek kötü özelliği çok sıkı bir sigara<br />
tiryakisi olması. Michael Sheen ile<br />
beraberliğinden Lily Mo Sheen adlı<br />
bir kızı oldu. Hayatı boyunca sigarayı<br />
bıraktığı tek dönemin hamilelik zamanı<br />
olduğunu söyledi. Beckinsale’de ne<br />
arasanız var. Bir kere iyi bir yazar.<br />
İngiltere’de önemli bir yarışma olan W.<br />
H. Smith Genç Yazarlar Yarışması’nda<br />
2 defa ödül kazandı. Bunla yetinmedi<br />
Oxford Üniversitesi’nde Rus ve Fransız<br />
edebiyatı okudu. Üniversiteyi üçüncü<br />
sınıftayken gelen bir oyunculuk teklifi<br />
için terk etti. Bir iki dizi ve kısa film<br />
derken Shekspeare uyarlamalarından<br />
rol aldı, en sonunda 2001 yapımı Michael<br />
Bay’ın yönettiği Pearl Harbour<br />
ile patlama yaptı. Daha sonra sırasıyla,<br />
eleştirmenlerden çok iyi notlar alamayan<br />
‘Serendipity’ (2001), ‘Underworld’<br />
(2003) ve ‘Van Helsing’ (2004) gibi Amerikan<br />
yapımlarında oynadı. Ayrıca tüm<br />
dünyada beğenilen ‘The Aviator’(2004)<br />
filminde Ava Gardner rolündeydi, bu rol<br />
için yaklaşık 10 kilo aldı. Underworld<br />
onun hayatında dönüm noktasıdır. Michael<br />
Sheen ile beraber rol aldığı filmin<br />
çekimlerinde yönetmen Len Wiseman’la<br />
birberaberliği oldu. Daha sonra Beckinsale<br />
Len Wiseman’la evlendi. Çekik<br />
gözleri ve minyon tipiyle 2002 yılında<br />
da Hello Magazine dergisi tarafından<br />
İngiltere’nin en güzel kadını seçildi.<br />
2005 ve 2006 yıllarında Beckinsale,<br />
FHM Dergisi’nin ‘Dünyanın En Seksi<br />
100 Kadını’ sıralamasında 78. ve 71.<br />
sıradaydı. Beckinsale’in güzelliği kariyerinde<br />
önemli ama aklı ve kabiliyetleri<br />
de hayatta aldığı rol açısından en az<br />
güzelliği kadar önemli. Acımasız bir kariyer<br />
savaşında kazanmak için tasarlanmış<br />
dişi bir vampir gibi.
ALPER TURGUT<br />
n “District 9”, garibim uzaylıları dünyaya geldiklerine<br />
bin pişman eden vahşi insanoğluna<br />
dair, zeki, etkileyici ve kafa karıştırıcı bir bilimkurgu<br />
filmi. Hayli matrak, tek kelimeyle tuhaf<br />
ve inadına güzel bir film bu... Üstelik tümden<br />
sosyal içerikli ve kara kara düşündürtmeye<br />
meyilli de... Ucundan kıyısından ırkçılığa eğilimli<br />
olması ise tehlikeli (alt metinden yedirseler de biz<br />
uyandık ve bu durum canımızı sıkmadı değil)...<br />
Güney Afrika’da ne aradıkları anlaşılmayan<br />
ve film boyunca aşağılanan Nijeryalılar... İşte<br />
aksiyon, atraksiyon, atmasyon... Kâfi ölçüde<br />
mizah ve bilcümle heyecan bu filmde... Dünya<br />
yaşamına ayak uyduramayan uzaylıların<br />
öyküsü (Alien Nation) 20 yıl kadar önce de<br />
işlenmişti ancak tam gaz yol almaya ve hızını<br />
kesmek isteyen klişelerden sakınmaya çabalayan<br />
bu filmin tadı bambaşka... District<br />
9, Türkiye’de 6 Kasım 2009 günü gösterime<br />
Filmi sırtlayanlar mı? Ziyadesiyle yetenekli ve<br />
şeytani...<br />
Filmi, 30 yaşındaki Güney Afrikalı sinemacı Neill<br />
Blomkamp yazdı ve yönetti. 30 milyon dolara mal<br />
olan District 9’un yapımcılığını ise Yüzüklerin<br />
Efendisi’nin Yeni Zelandalı rejisörü Peter Jackson<br />
üstlendi. Türler arası fuhuş, “uzaylılar<br />
giremez” yazılı dükkânlar, yaratık eti yiyen çete<br />
reisi, sadece uzaylıların kullanabildiği eksantrik<br />
silahlar ve çok amaçlı robotlar, kara büyü,<br />
girecek. Sakın kaçırmayın.<br />
Yıl; 1982... Gaipten gelen dev ve oldukça<br />
teferruatlı uzay gemisi, yerküreyi ziyaret eder.<br />
Ve ne hikmetse üzerinde asılı duracağı kenti,<br />
bilindiği üzere hiçbir zamazingoyu kati suretle<br />
kaçırmayan ABD’den değil de, Güney Afrika<br />
Cumhuriyeti’nden seçer. Dünyamız büyük bir<br />
şaşkınlık içerisindedir, ülkenin en büyük kenti<br />
Johannesburg ise davetsiz misafirin yüzü suyu<br />
hürmetine esaslı bir ilginin odağı olmuştur.
Sadede gelirsek, Johannesburg ile dünya dışı<br />
zımbırtı, uzun bir müddet karşılıklı bakışırlar.<br />
Sanırım herkesin o an aklındaki soru şudur;<br />
“acaba bunlar, dost mu, düşman mı?”<br />
İnsanoğlu, doğası gereği sabırsızdır ya;<br />
sonunda dayanamayıp harekete geçerler<br />
ve uzay gemisinin kapısını, meşakkatli bir<br />
uğraşının ardından aralarlar. Gördükleri diz<br />
boyu sefalettir. Uzaylıların tamamı açlıktan<br />
mevcut.<br />
“Beyaz azınlık efendi, siyah çoğunluk köle olsun”<br />
... Güney Afrika Cumhuriyeti ve onun kanlı<br />
apartheid rejimi... Afrika’nın Antarktika’ya bakan<br />
ucu merhametsizlerin bembeyaz yurdu idi o<br />
zamanlar, sahip çıkanların da yüzlerini şeytan<br />
görsün! Bu nasıl bir ironi? Bütün siyahlar bitti,<br />
şimdi de uzaylıları tıktılar mülteci kamplarına...<br />
bitap düşmüştür ve acil tarifesinden bir<br />
yardıma muhtaçtırlar. İnsanlar, zor durumdaki<br />
ve sağlıksız koşullardaki bedbaht yaratıklara<br />
acır (bu acıma hissi daha sonra kin, nefret<br />
ve öfke olarak geri dönecektir) ve zilyon tane<br />
uzaylı, Johannesburg’daki “9. Bölge” kampına<br />
yerleştirilir. Burada 40 yıl önce siyahların şiddet<br />
ve cebirle kovularak, sadece ve sadece mesut<br />
beyazların yaşamasına müsaade edilen yerleşim<br />
birimine nam-ı diğer District 6’ya bir gönderme<br />
“GETTO”, SİNEMA VE TARİHİN TEKERRÜRÜ<br />
Gettolar, toplama kampları, tehcir kampları,<br />
çalışma kampları, mülteci kampları... (Bu<br />
“Getto” terimi, İtalyan kökenli ve yaklaşık beş<br />
yüz yıl kadar eski... Venedik kentinde söz sahibi<br />
olanların, Yahudileri bir arada yaşamaya<br />
zorladıkları mahallenin adından geliyor)<br />
Soykırım, katliam, açlık, sefalet, zulüm...<br />
Meşhur Theodor Adorno, “Auschwitz’den<br />
sonra şiir yazmak barbarlıktır” dememiş miydi?
İnsanın insana ettiğini anlamak ve anlatmak ne<br />
zor... Ama bilinmeli tüm olup bitenler, bir daha<br />
yaşanmaması ise şayet tek dileğimiz; inadına ve<br />
ısrarla yazılmalı, çizilmeli, söylenmeli, aktarılmalı,<br />
çekilmeli, gösterilmeli... Yoksa “tarih tekerrürden<br />
ibarettir” martavalını torunlarımıza hatta<br />
onlarında torunlarına vasiyet bırakmış olacağız.<br />
Peki, gettolara dair filmler... Sinemada istisnasız<br />
bin bir örneği vardır. Misal; Varşova Gettosu en<br />
ünlüsüdür. Roman Polanski’nin 3 Oscar’lı eseri<br />
“Piyanist”, TV filmi “Ayaklanma” (Uprising<br />
/ 2001)... Temcit pilavı demeye dilim varmıyor<br />
ama yetmez, yetemez... 1948 tarihli “Sınır Sokağı<br />
(Ulica Graniczna), “Generallerin Gecesi”, “Nackt<br />
unter Wölfen”, “Jeszcze tylko ten las”... Madem<br />
sonu gelmeyecek noktayı biz koyalım. Biraz da<br />
Afrika’ya uzanalım mı? “Hotel Rwanda”, “Shooting<br />
Dogs”, “Kanlı Elmas”... Sonra Ortadoğu’dan<br />
“Kaplumbağalar da Uçar”, Sabra ve Şatilla<br />
Katliamını anlatan “Beşir’le Vals”... Ya banliyöler...<br />
Başyapıt “La Haine” (Nefret / Protesto)<br />
ile başlarız, “Banlieue 13” (2004) ve “Banlieue<br />
13 – Ultimatum” dan (2009) çıkabiliriz. Lanet olası<br />
Apartheid rejimini de boş geçmeyelim. Mücadele<br />
adamı Nelson Mandela’ya kameralarını çeviren<br />
“Özgürlüğün Rengi” (Goodbye Bafana) ne güne<br />
duruyor.<br />
ADI KONULMAMIŞ BİR SAVAŞ, SÜRGÜN VE<br />
KEDİ MAMASI<br />
İnsanların “karides” ve “çöp yiyenler” adlarını<br />
taktıkları bu yaratıklar, araba lastiği ve kedi<br />
maması lüpletmekten müthiş keyif alıyorlar. 9.<br />
Bölge Kampı’nı, Nijeryalı gangsterle paylaşan<br />
uzaylıların sayısı da aradan geçen 20 yılda<br />
çoğalıyor ve rakam 1,8 milyona dayanıyor (kürtaj<br />
zorunluluğu getirilmesine karşın uzaylılar gizliden<br />
gizliye yumurtluyorlar, filmin sonunda 2,5<br />
milyon yaratıktan söz ediliyor). Zamanla Johannesburglular<br />
ile aralarında adı konulmamış bir<br />
savaş patlak veriyor. Ne yapsın zavallılar; araba<br />
yakmayı, trenleri raydan çıkarmayı eğlenceli<br />
buluyorlar. Taraflar zayiat vermeyi sürdürence<br />
bu kez devreye silahlı bir birimi de (kelle avcıları)<br />
bulunan Dünya Dışı Medeniyetler (MNU) adındaki<br />
şaibeli örgütlenme giriyor. MNU’ya bağlı Uzaylı<br />
İlişkileri Departmanı’nda operasyon saha şefi<br />
olarak çalışan Wikus van de Merwe (çiçeği<br />
burnunda aktör Sharlto Copley resmen<br />
döktürmüş), uzaylıları, kentten 200 kilometre<br />
ötede kurulan daha da rezil yeni kampa (10.<br />
Bölge) taşınmaya ikna etmekle yükümlüdür.<br />
Aslında MNU, dünyanın en önemli silah<br />
üreticisidir ve uzaylıların lazer güdümlü<br />
oyuncaklarına göz dikmiştir. Tahliye için<br />
yapılan tehdit içerikli ikna turları sırasında<br />
beklenmedik bir kaza olur. Aslen saf,<br />
silik ve sakar bir tipe karşılık gelen Wikus,<br />
yaratıkların en zekisi Christopher<br />
Johnson’un 20 yılda oluşturabildiği –Çünkü<br />
Christopher, kumanda modülüne sahiptir<br />
ve uzay gemisini tekrar çalıştırıp oğluyla<br />
birlikte dünyayı terk etmek istemektediryaşamsal<br />
öneme haiz uzay sıvısını üstüne<br />
bulaştırır. Artık her geçen saat Wikus için<br />
işkenceyi de beraberinde getirecektir. Önce<br />
kolu ardından da tüm bedeni... Karideslerle<br />
dalga geçen Wikus’un yaratığa dönüşme<br />
süreci başlamıştır. Biricik aşkı karısından<br />
ayrı düşmenin üzüntüsüyle yıkılan Wikus,<br />
bir anda dünyanın en değerli adamı haline<br />
gelmiştir. Uzaylılardan başka kimsenin<br />
ateşleyemediği silahlar, bir insanın elinde
Bir Uzakdoğu klasiği “Bir Başkasının Yüzü”<br />
(Tanin no kao), Sovyetler Birliği’nden “Kin-<br />
Dza-Dza”... 57 yıl aradan sonra yeniden<br />
çevrilen ve ne yazık ki; aynı tadı vermeyen<br />
“Dünyanın Durduğu Gün”. 1932 tarihli H.G.<br />
Wells’ten adapte edilen “Kayıp Sırlar Adası”.<br />
Bir bilimkurgu efendisi olan Wells’in “Görünmez<br />
Adam”, “Zaman Makinesi” ve “Dünyalar<br />
Savaşı”nı da unutmayalım. İki çevrimi de<br />
olmamış, kotarılamamış “Dr. Moreau’nun<br />
Adası”nı ise yekten unutalım.<br />
Henüz izleme fırsatı yakalayamadığımız<br />
2007 tarihli Japon bilimkurgu animasyonu<br />
“Evangerion shin gekijôban: Jo” ile 2006’da<br />
çekilen “Toki o kakeru shôjo”... Hazır animasyon<br />
demişken “Demir Dev” ile “Ghost in the<br />
Shell”i (şimdilik üçlediler) de atlamayalım.<br />
kükremeye hazırdır. Kendini, yaratıkların kesip<br />
biçildiği laboratuarda bulan kahramanımız, can<br />
havliyle kaçıp kurtulur. Şimdi uzaylı Christopher<br />
ile işbirliği yapma ve yeniden insan olabilmek<br />
için kavga etme zamanıdır.<br />
METROPOLİS’TEN DISTRICT 9’A BİLİMKURGU<br />
SİNEMASI<br />
82 yıllık “Metropolis”ten bu güne bilimkurgu<br />
sineması, rüyalarımızı süslemeyi sürdürüyor.<br />
Altı değil 66 film çekilse doyamayacağımız<br />
“Yıldız Savaşları”ndan iyi başlayıp sonunda<br />
da bir çuval inciri berbat eden “Matrix”e,<br />
çocukların pek sevdiği “E.T.”den çarpıcı seyirlik<br />
“Yaratık”a, kült klasik “Bıçak Sırtı”ndan<br />
bilimkurgu masalı “Yapay Zeka”ya neler neler<br />
var zulamızda... Sonra Stanley Kubrick’in<br />
şaheseri “2001: Bir Uzay Destanı”nı, Andrei<br />
Tarkovsky’nin “Solaris” ve “Stalker”i,<br />
Terry Gilliam’ın “Brazil”i, Hayao Miyazaki’nin<br />
“Rüzgârlı Vadi”si... Seriler halinde ilerleyeceksek<br />
eğer “Maymunlar Cehennemi”, “Terminatör”<br />
ve “Geleceğe Dönüş”ü tartışmasız<br />
liste başı yapabiliriz. Efsanevi “Donnie Darko”,<br />
dizisi ve filmleriyle pek meşhur “Uzay<br />
Yolu”... Ardından “V”, “Şey”, “12 Maymun”,<br />
“Frankeştayn”...<br />
Elbette, yakın tarihli filmler arasından da biz<br />
bilimkurgu hayranlarını mutlu eden yapıtlar<br />
çıktı. “Son Umut”, “Serenity”, çizgi roman<br />
uyarlaması “Demir Adam”, “Dünyalı” ve<br />
“Vol.İ”yi bir çırpıda sayabiliriz... Bu ay vizyona<br />
sokulacak olan “Zaman Yolcusu’nun Karısı”<br />
(Time Traveller’s Wife) ile “Suretler”i (Surrogates)<br />
de büyük bir merakla beklemekteyiz.<br />
Umarım, hüsrana uğramayız. Bunun dışında<br />
Filmekimi’nde de merak uyandıran iki bilimkurgu<br />
filmi var. Biri Shane Acker’ın “9”u...<br />
Yapımcılığını Tim Burton ve Timur Bekmambetov<br />
gibi iki delifişeğin üstlendiği 9, resmen<br />
iştahımızı kabartıyor. Öykü kısaca şu; yakın<br />
bir gelecekte makinelerin başkaldırıp insanları<br />
yok etmelerinin ardından dokuz bez bebeğe<br />
can verilir. Sizce de ilginç değil mi? Diğer<br />
filmimiz ise rock müzik yıldızı David Bowie’nin<br />
oğlu Duncan Jones’un (Zowie Bowie)<br />
yönettiği “Ay” (Moon)... NASA’nın Houston<br />
Uzay Merkezi’nde ders programına alınan<br />
bir bilimkurgu gerilim filmi... Ay, 1970’lerle<br />
1980’lerin bilimkurgularına (Yaratık, Silent<br />
Running, Outland, Bıçak Sırtı) ithaf edilmiş.<br />
Ne denir? Yakışır.<br />
Not; IMDB’de şimdilik 134 uyarlaması görünen<br />
çocuk düşlerimizin kılavuzu Jules Verne’i de<br />
anmadan noktayı koymayalım.
Bazılarına göre Heath Ledger’a benzeyen<br />
Joseph Gordon Lewitt kepçe kulakları ve<br />
uzun boynuyla hiç te alışık olmadığımız<br />
bir Hollywood ünlüsü...<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n 17 Şubat 1981 doğumlu Amerikalı aktör. Sinema<br />
oyuncularına gereğinden fazla önem verildiğini<br />
söyleyen oyuncu, öğretmenleri ve astronotları oyunculara<br />
göre daha karizmatik bulduğunu söylüyor! Ama<br />
oyunculuk kariyerinde her role bürünerek, mesleğinin<br />
hakkını verenlerden… Kimilerine göre bağımsız<br />
sinemanın yeni Eric Stoltz’u olmaya aday, kimilerine<br />
göre Ten Things i Hate About You filmindeki rol<br />
arkadaşı Heath Ledger’a (kaderi benzemesin!) benziyor.<br />
Kepçe kulakları ve uzun boynu karakterlerine<br />
eziklik katıyor, rolü her ne kadar karizmatik olsa da!<br />
Hala gelecek vaat eden aktör kategorisinde anılsa<br />
da neredeyse çocukluğuna dayanıyor Ten Things i<br />
Hate About You’da rol alması… Güzel bir gençlik filmi<br />
olarak kazındı kafalara, hem de müzikleriyle… Akıl<br />
hastanesinde geçen Manic, bol küfürleri nedeniyle<br />
gerçekliğini yitiren bir filmdi, Lewitt’de kaybolur gider<br />
o küfürlerin arasında… Hem gay hem de jigolo olur<br />
Mysterious Skin’de… Ama performansı on numaradır!<br />
Brick de, kız arkadaşının peşinde koşan saf bir<br />
liseli, The Lookout da hafızasının oyununa gelen<br />
bir adam, Killshot da ise kiralık bir katildir… Filmlerinin<br />
ortamında genel bir şiddet havası vardır…<br />
Ama herkesin gözünde ‘bu çocukta iş var, adamım’<br />
konumundadır… Son olarak G.I Joe da karşımıza<br />
çıktı… Bu ay da 500 Days of Summer da karşımızda<br />
olacak… Şirin bir aşık olarak bizi aşkının doğruluğuna<br />
inandırmaya çalışacak! Bence inandıracak!
We feed the World yediklerimiz<br />
ve küreselleşme, balıkçılar ve<br />
çiftçiler, büyük firmalar ve<br />
küçük insanlar, varlık ve<br />
yokluk hakkında bir belgesel<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Avusturyalı yönetmen Erwin Wagenhofer<br />
yediklerimizin peşinden giderken,<br />
gıda ticaretinin karanlık yüzünü de gözler<br />
önüne seriyor. Varlık içinde yokluğun neden<br />
yaşandığını, küreselleşme çağında büyük<br />
firmaların girdikleri ükelerde yerel halkı nasıl<br />
yokluğa mahkum ettiklerini ortaya koyuyor.<br />
“We feed the World” küreselleşme ile birlikte<br />
tarım ve balıkçılıkta endüştrileşmeyi bir<br />
kavram olmaktan çıkarıp elle tutulur hale<br />
getiriyor.<br />
Sahile vuran iki dalga arasındaki süreden<br />
açık denizdeki dalga boyunu nasıl tahmin<br />
ettiğini anlatan doğayla dost Fransız<br />
balıkçı bize AB üyeliğinden sonra yaşanan<br />
değişimi çok güzel anlatıyor: Etrafları bir<br />
anda bilim adamlarıyla sarılmış ve her bir<br />
balıkçıdan ne zaman, nerede, ne kadar balık<br />
tuttuğunu bir deftere not etmeleri istenmiş.<br />
O defterlerin ne işe yarayacağını çok iyi<br />
biliyor balıkçı ama elinden bir şey gelmiyor;
AB kuralları böyle çünkü. O defterler gelecekte<br />
küçük balıkçılara hayat hakkı tanımayacak<br />
dev şirketlerin dev gemilerinin denizi kendi<br />
kümesleriymiş gibi dibine kadar sömürmelerini<br />
sağlayacak.<br />
Peki bu dev gemilerin avladıkları balıklar, orta<br />
halli Fransız balıkçısının avladıklarına benzeyecek<br />
mi? Belgeselde görüyoruz ki, hiç benzemeyecek.<br />
Fransa’nın Bretagne bölgesinde<br />
balıkçılık yapan Philippe Cleuziou buzhanede<br />
bu gemilerle avlanmış pelte gibi balıkları<br />
tek tek elinde sallıyor. Onun anlattıklarından<br />
anlıyoruz ki bu balıkların pelte gibi olmaktan<br />
başka şansları yok çünkü bu tür avlanma yönteminde<br />
çok büyük miktarda balık sürüleri atılan<br />
ağlarda korkunç bir baskı altında kaldıkları<br />
için renkleri kararıp gözleri patlıyor. Uzun süre<br />
ağlarda kaldıkları için daha denizden çıkmadan<br />
bayatlıyorlar. Balıkları parmağının ucuyla tutarak<br />
şöyle diyor Fransız balıkçı: Ben bunları yemem.<br />
Biz bunlara ‘Yenmek değil, satılmak içindir’ deriz.<br />
Küreselleşmenin denize etkileri böyle. Peki ya<br />
toprakta durum farklı mı? Hayır. Denizde balığa<br />
nasıl bakıyorsa, toprakta tohuma da öyle bakıyor<br />
dev uluslararası şirketler.<br />
Dünya çapında 60 milyon hektarlık bir alanda<br />
genetiği değiştirilmiş bitkilerin ekimi yapılıyor.<br />
Genetiği ile oynanmış bitkilerin yüzde 58’ini<br />
soya, yüzde 23’ünü mısır, yüzde 12’sini pamuk,<br />
yüzde 7’sini ise kolza oluşturuyor.<br />
AB, GDO’lu (Genetik Olarak Değiştirilmiş Organizma)<br />
gıdalara karşı hem tüketici hem de üretici<br />
kesimden gelen direniş karşısında 2004 yılına kadar<br />
transgenik tohumların ithaline karşı moratoryum<br />
ilan etmiş, ancak Dünya Ticaret Örgütü’nün<br />
yoğun baskıları karşısında 2004’te ABD’de<br />
yaygın olarak üretilen tatlı mısırın pazarına girmesini<br />
kabul ederek moratoryumu sona erdirmiş.<br />
O günden sonra da genteknolojisi ağırlıklı<br />
olarak Merkez ve Doğu Avrupa’da özellikle de<br />
bunları talep eden Bulgaristan, Hırvatistan ve<br />
Romanya’da yaygınlaşmaya başlamış.
İşte o Romanya’daki Pioneer Tohumculuk’un<br />
(ki bu şirket Türkiye’de de faaliyet gösteriyor)<br />
Üretim Direktörü Karl Otrok da konuşuyor<br />
belgeselde: “Genteknolojisinden yoksun hiçbir<br />
gıda maddesi olmadığı fikrine artık alışmalıyız”<br />
diyor. Aldığınız ürünlerin üzerinde GDO ibaresini<br />
görmeseniz bile gen teknolojisi bir şekilde,<br />
mesela hayvan yemi olarak onların içine sızmış<br />
olabiliyor. Hayvanların protein ihtiyacının<br />
karşılandığı soya büyük ölçüde genetiğiyle<br />
oynanmış (transgenik) oluyor. Bunun hayvan<br />
ve insanlar üzerindeki etkilerinin ne olacağı ise<br />
şimdilik kesin olarak bilinmiyor.<br />
Tarımda bir diğer problemi ise OECD ülkelerindeki<br />
sübvansiyonların dünyanın geri<br />
kalanındaki çiftçileri aç bırakması.<br />
We feed the World’de sık sık araya girip<br />
konuyu toparlayan BM Gıda Hakkı Raportörü<br />
Jean Ziegler bu eşitsizliği “Senegal’de pazara<br />
giderseniz, Avrupa’dan gelen meyvelerin yerel<br />
fiyatların üçte birine satıldığını görürsünüz.<br />
Senegalli bir çiftçi günde <strong>18</strong> saat çalışsa<br />
da, meyveleri yılın 365 günü güneş içinde<br />
olgunlaşsa da bu fiyatlarla baş etme şansına<br />
sahip değildir” diyerek kendi ülkelerinde<br />
kazançları kısıtlanan insanların, kaçak göçmen<br />
olarak Avrupa ülkelerinin sınırlarına dayanmaktan<br />
başka şanslarının kalmadığını anlatıyor.<br />
Rakamlar, geri kalmış ülkelerde tarımın yıldan<br />
yıla ağırlaşan durumunu özetliyor: 2004<br />
yılında OECD devletleri tarım ekonomilerine<br />
226 milyar Euro ile destek çıkmışlardı. Ama<br />
OECD içinde önemli farklılıklar vardı. En altta<br />
çiftçilerine yüzde 5 ile destekleyen Avustralya<br />
ve Yeni Zelanda yer alıyor, en üstte ise yüzde 70<br />
destekle İzlanda, Norveç ve İsveç yer alıyordu.<br />
AB ise yüzde 34 destekle, yüzde 30 olan OECD<br />
ortalamasının üzerine çıkıyordu. Bu teşviklerin<br />
önemli bir bölümü, iç pazarda satılmayan tarım<br />
ürünü fazlasının dünya pazarlarında satılmasına<br />
yardımcı olacak ihracat sübvansiyonuydu. Bu<br />
suni ucuzlaştırma dünya pazar fiyatları üzerinde<br />
baskı yarattı ve dünyanın geri kalan bir<br />
çok bölgesinde tarımı rantabl olmaktan çıkardı.<br />
Oysa OECD üyesi gibi zengin ülkelerde tarımla<br />
uğraşanların sayısı nüfusun yüzde beşini,<br />
tarımın kendisi gayrisafi milli hasılanın yüzde<br />
2’sini oluştururken, gelişmekte olan ülkelerde<br />
tarımla uğraşanların sayısı çalışan nüfusun<br />
yüzde 70’ini oluşturuyor, tarım gayrisafi milli<br />
hasılanın yüzde 36’sını oluşturuyordu.<br />
Ya hayvancılık?<br />
35 bin hayvan kapasiteli bir tavuk üretme<br />
çiftliğinin yöneticiliğini yapan Hannes Schulz<br />
dev tesislerdeki üretim sürecini anlattıktan sonra<br />
“Bunları satın alanların ve tüketicinin neyin,<br />
nasıl yapıldığı hakkında hiçbir fikri yok. İnsanlar<br />
giderek doğaya daha fazla yabancılaşıyor, daha<br />
sert ve daha acımasız oluyor. Ticarette fiyat öne<br />
çıkıyor, tat ise bir kriter olmaktan çıkıyor” diyor.<br />
Belgeselde, endüstrileşmiş gıda üretiminde söz<br />
hakkı olan uzmanlar bile yaptıkları işi savunmak
ir yana açıkça karşısında tavır alıyorlar.<br />
Bir tek Nestle’nin üst düzey yöneticisi<br />
hariç... Nestle CEO’su Peter Brabeck bütün<br />
inançlı kapitalistler gibi çalıştığı firmayı<br />
içselleştirmiş. Gıda üretimi de diğerleri gibi<br />
bir iştir diyor ve sözü hemen suya getiriyor:<br />
“Su bugün dünyada sahip olduğumuz en<br />
önemli hammadedir. Halk için su temininin<br />
özelleştirilip özelleştirilmeyeceği tartışılıyor<br />
bugün. Bu konuda iki farklı bakış açısı<br />
var. Biri, ki buna aşırı görüş diyeceğim,<br />
bazı sivil toplum kuruluşları tarafından<br />
savunuluyor. Onlar suyun kamusal bir<br />
hak olduğunu savunuyorlar. Yani insan<br />
olarak herkesin suya sahip olma hakkının<br />
olduğunu savunuyorlar. Bu aşırı bir çözüm.<br />
Diğer görüş ise suyun bir gıda maddesi<br />
olduğunu ve bütün diğer gıda maddeleri<br />
gibi bir piyasa değerinin olması gerektiğini<br />
savunuyor. Benim kişisel görüşüme göre,<br />
bir gıda maddesine bir değer biçilir ve hepimiz<br />
böylece onun bir değer olduğunu biliriz.<br />
Suya erişimi olmayanlar için özel önlemler<br />
alınabilir ve daha farklı bir çok çözüm bulunabilir.<br />
“<br />
Sonra bakın ben de duyarlı bir insanım ve<br />
insanların iyiliğini düşünüyorum anlamına<br />
geleceğini farzederek şöyle konuşuyor:<br />
“Ben bir CEO’nun en büyük sosyal<br />
sorumluluğunun, kendi firmasının başarılı<br />
ve karlı geleceğini kurmak ve güvenlik<br />
altına almak olduğuna inanıyorum. Çünkü ancak<br />
uzun vadede ayakta kalabilirsek, dünya üzerindeki<br />
problemlerin çözümüne aktif olarak katkıda bulunabiliriz.<br />
Ancak bu şekilde iş alanları yaratabiliriz.<br />
Burada 275 bin, 1,2 milyon da dünya çapında, ki<br />
bu da onlara bağlı ailelerle birlikte 4,5 milyon kişi<br />
eder, bunların hepsi doğrudan bize bağlı kişiler... İş<br />
yaratmak istiyorsanız o zaman kendiniz çalışmak<br />
zorundasınız. Geçmişte olduğu gibi mevcut işleri<br />
bölüştürme yoluna gitmemelisiniz. Hatırlarsanız<br />
geçmişte haftada 35 saatlik çalışmayı savunların<br />
temel iddiası, ortada belli bir iş olduğu bu yüzden<br />
daha az çalışırsak var olan işi daha fazla kişiye<br />
dağıtabileceğimizdi. Daha sonra bunun tamamıyla<br />
yanlış olduğu görüldü. Eğer daha fazla iş yaratmak<br />
istiyorsanız daha fazla çalışmak zorundasınız.<br />
Buna ek olarak insanlar için daha pozitif bir dünya<br />
imajı yaratmalıyız ve daha pozitif bir dünya imajı<br />
yaratılmaması için hiçbir sebep görmüyorum. Daha<br />
önce hiç bu kadar iyi yaşamamıştık, hiç bu kadar<br />
fazla paramız olmamıştı, hiç bu kadar sağlıklı<br />
olmamıştık, hiç bu kadar uzun yaşamamıştık.<br />
İstediğimiz herşeye sahibiz. Buna rağmen psikolojik<br />
açıdan bakıldığı sanki yastaymış gibi bir hava<br />
içindeyiz.”<br />
Bu sözler üzerine çok şeyler söylenebilir.<br />
Söylenmiş de zaten... Birisi belgeselin bu bölümünü<br />
alıp YouTube’a koymuş. Altında, alaydan<br />
başlayıp açık tepki ve küfüre kadar uzanan<br />
İngilizce, İspanyolca ve Almanca yorumlar bütün<br />
hislere tercüman olmuş...
n Adana’da izledim ilk defa İki Dil<br />
Bir Bavul’u… Anlatımı, karakterleri<br />
gerçekliği ve kendi içindeki<br />
komik anlarıyla sarıp sarmalandım.<br />
Sonra SİYAD ve Yılmaz Güney Özel<br />
Ödülü’nü kazanınca sorunların<br />
beklentileri ve çözümleriyle<br />
insanların bekleştiklerini hissettim.<br />
Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın<br />
yönettikleri film Antalya’da yarışacak,<br />
sonra vizyona girecek… Ve herkesin<br />
içinde hüzünle karışık bir gülümseme<br />
yaratacak! Orhan yanıtladı<br />
sorularımızı ama Özgür’ün de<br />
selamları var hepinize…<br />
BANU BOZDEMİR<br />
Böyle bir konuyu sinemaya aktarmak<br />
nereden aklınıza geldi?<br />
Böyle bir film yapmanın çıkış<br />
noktası, bir öğretmen arkadaşımızın<br />
yaşadıklarıydı. Bu sorunun hala<br />
yaşandığını anlattığında Özgür ben<br />
de bunları yaşadım dedi. 2003’de<br />
düşünmeye başladık. 2007’de ancak<br />
çekimlere başlayabildik.<br />
Film için kurmaca mı yoksa doku-drama<br />
mı dersiniz? Kurmacaysa o karakterler<br />
gerçek bir süreçten mi geçiyor,<br />
yoksa kurmaca bir süreçten mi?<br />
Bu hikaye gerçeğin yaratıcı yorumudur.<br />
Gerçek neyse ona sadık kalmaya<br />
çalıştık. Ancak bizim yorumumuzun<br />
varlığı da işin içinde. Kurmaca ile<br />
belgesel arasındaki belirsizliği sonuna<br />
kadar kullandık. Yeni bir dil arayışı diyebiliriz.<br />
Ama ne kurmaca ne de dokudrama.<br />
Gerçek bir hikayeyi sinemanın<br />
bütün olanaklarını kullanarak anlattık.<br />
Dolayısıyla akıllarda oluşan hiçbir belgesel<br />
tanımına girmiyor mesela film.
‘Kürt açılımı’ da mevzuya daha çok ‘dil’<br />
açısından bakıyor. Bu durumda sizin<br />
‘açılıma’ bakış açınız olumlu mu yoksa olumsuz<br />
yönde mi?<br />
İlk önce açılım lafına takıldığımızı söylememiz<br />
lazım. Bir ülkenin kurulmasında temel<br />
görevleri üstlenmiş bir topluluğa devlet<br />
neden açılma ihtiyacı duyuyor. Her devlet<br />
vatandaşları için vardır. O vatandaşlar devletten<br />
bir şey talep ediyorsa devlet de bunu<br />
yerine getirir. Kürtler’in, Hemşinliler’in,<br />
Aleviler’in aklınıza kim geliyorsa bir sıkıntısı<br />
varsa bunu devlet çözmekle yükümlüdür.<br />
Çözemiyorsa ya da çözmek istemiyorsa ortaya<br />
çıkacak sosyolojik sorunlardan da sorumludur.<br />
En azından birkaç yıldır Türkler’den<br />
ve Sünni’lerden başka kimlikteki insanların<br />
da bu ülkede yaşadığını kabul etti devlet.<br />
Bunu bir gelişme olarak görmek gerek.<br />
Devlet kendi eliyle ayrımcılık yapıyordu artık<br />
bundan vazgeçeceğini anlıyoruz-umut ediyoruz.<br />
Dolayısıyla şimdilik ortada en azından<br />
bir umut var. Daha önce de verdiklerini<br />
aldığı gibi bundan sonra da aynı şeyi yapabilir<br />
devletimiz(!). Dolayısıyla çok da umut<br />
bağlamamak gerekir.<br />
Bu filmle asıl göstermek istediğiniz neydi?<br />
Doğu – batı arasındaki kopukluk mu? Devlet<br />
politikalının sivil halk üzerindeki etkisi mi?<br />
Ya da başka bir şey mi?<br />
Bu filmde göstermek istediğimiz aslında<br />
Türkler’le Kürtler’in birbirini anlamadığıydı.<br />
Kürt sorununun başlangıç noktasını göstermekti.<br />
Devletin vatandaşım dediği insanlara<br />
uyguladığı adaletsizlikti. Bir ülkede adalet<br />
duygusu topluma geçmiyorsa o ülkedeki<br />
insanların mutlu olmasını bekleyemeyiz.<br />
Kürtler mutsuz. Oraya giden öğretmenler<br />
mutsuz. Her şeyi kendi haline bırakmışız.<br />
Öğretmeni atadın bir köye gönderdin. Sonra?<br />
Bunu merak etmiyor sistem. Bir öğretmen<br />
var mı? Var. O kadar. Bedava kitap veriyor<br />
öğrenciye. Kitap bedava mı? Evet. O öğrenci<br />
bu kitabı anlıyor mu? Kimse bunu sormuyor.<br />
Devlet, medya sürekli Kürtler hakkında bir<br />
şeyler söylüyor. Türkler bunlara inanıyor.<br />
Sonra bu iki toplum birbirinden kopuyor.<br />
Söylenecek çok şey var aslında. Ama<br />
insanların filme bakıp düşünmelerini tercih<br />
ediyoruz şimdi.<br />
Oyuncuları nasıl seçtiniz? Onları kendi haline<br />
mi bıraktınız, yoksa bir oyuncu – yönetmen<br />
ilişkisi yarattınız mı?<br />
Gerçek kişilerle film yapmanın bazı zorlukları<br />
var. Bu zorluk düşündüğünüz gibi birisini<br />
bulmakla ilgilidir. Kurmaca bir filmde hayal<br />
ettiğiniz karaktere en uygun kişiyi seçer<br />
sonra da ona şekil verirsiniz. Ama bu tarz<br />
filmlerde hayal ettiğiniz kişiye en yakın gerçek<br />
karakteri bulmak zorundasınız. Meselenin<br />
en güç tarafı burası. Bu yüzden Emre<br />
öğretmeni bulana kadar çok zorlandık. Belli<br />
şeyler vardı aradığımız. İlk önce Doğu’yu ilk<br />
kez görmeliydi, ülkenin Batısında doğmuş<br />
olmalıydı. İdealist olmalıydı v.s. Duygularını<br />
paylaşmaktan kaçınmamalıydı bir de. Bu<br />
özelliklerin hepsi Emre’de vardı. Sonra ona<br />
nasıl bir film yapmak istediğimizi anllattık.<br />
Kabul etti. Zaman zaman zorlandık. Her zaman<br />
aynı motivasyonla kamera önünde<br />
duramadı. Bu zamanlarda geri çekildik. Ya da<br />
onu motive edecek şeyler bulduk. Konuştuk
yeni baştan. Onu ne tam anlamıyla kendi haline<br />
bıraktık yani ne de bir şekle sokmaya çalıştık.<br />
Siz de aynı zorlukları yaşadınız mı? Okuma yazma<br />
öğrenmenin bu kadar zor ve anlamlı olduğu<br />
bir coğrafyayı anlatırken özdeşlik kurduğunuz<br />
bir olay var mı?<br />
Ben yaşamadım. Benim ana dilim Türkçe ama<br />
Özgür de ilk okula başladığında Türkçe bilmiyordu.<br />
Özgür açısından daha duygusal anlar<br />
oldu elbette. Bazen çocuklara yardım etmek<br />
filan istedi. Yani kendisinin yaşadığı zorlukları<br />
onların da başadığını bildiği halde<br />
Ve bu filmi o nedenle çektiğimiz halde çocuklara<br />
yardım etmek istedi. Çünkü Emre 30<br />
çocuğa da aynı ilgiyi gösteremiyordu. Bazıları<br />
geri kaldığında Özgür o çocuklarla ilgilenmek<br />
istedi. Ancak bu filmin doğasını bozabilir diye<br />
devam edemedi. Zor bir durum tabii. Aradan<br />
20 yıl geçmiş kendi çocukluğundan aynı şeyler<br />
yaşanmaya devam ediyor.<br />
Filmi çekmek için hangi ‘zorlu’ aşamalardan<br />
geçtiniz? Filmin gerçekten de çok samimi bir<br />
havası. Çocuklar çok sevimli. Onlarla iletişim<br />
kurmak da siz de öğretmen gibi zorlandınız mı?<br />
Çocuklarla iletişim kurmakta biz de zorlandık<br />
başta. Özgür Zazaca konuşuyor. Köyde Kurmanci<br />
konuşulduğu için biz de çok zorlandık.<br />
Ancak Özgür’ün kulağı aşina olduğu için bir<br />
süre sonra bazı şeyleri anlamaya ve konuşmaya<br />
başladı. Bu işimize yaradı. Ancak köylüler onları<br />
anlamadığımızı düşündükleri için çok rahattılar.<br />
Ne konuşmak istiyorlarsa kameranın varlığını<br />
hiçe sayarak devam ettiler hayatlarına. Filmin<br />
samimiyeti karakterlerin ve hikayenin gerçek<br />
olmasından geliyor. İnsanlar ikna oluyorlar<br />
izlerken.<br />
Doğuda film çekmek fiziki koşullar açısından<br />
nasıl? Zorlayıcı mı?<br />
Eğer bütçeniz yoksa her yerde film çekmek<br />
zordur. Ama fiziki koşullarla başa çıkabilmek<br />
için size birileri yardım ederse hayatınız daha<br />
kolay olur. Bu da bütçeyle çok ilgili. Biz çekim<br />
boyunca iki kişiydik. Her şeyi biz yaptık yani.<br />
Bu çok yorucuydu. Onun dışında belli konforlara<br />
alışmış olmak köyde kalmayı zorlaştırdı.<br />
Orada olduğumuz sürece sinirli olduğumuzu<br />
hatırlıyorum. Bir de çok soğuk oldu. Her<br />
gittiğimizde hastalandık yataklara düştük.<br />
Öğretmen Emre’yi nasıl buldunuz? Zor<br />
anlarında telefona sarılıp annesini araması<br />
çok etkiliydi gerçekten de?<br />
Emre Aydın’ı Siverek öğretmen evinde<br />
bulduk. Öğretmen evinde başı ellerinin<br />
arasında oturuyor ve sigara üstüne sigara<br />
yakıyordu. Hiç beklemediği bir yerdi.<br />
Şaşkındı. Ne yapacağını da bilmiyordu. O ana<br />
kadar karşılaştığımız öğretmenlerin hiçbirine<br />
benzemiyordu. Saçlar jöleli filan. Oraya hiç<br />
uymuyordu görüntüsüyle de. Birkaç sorucevaptan<br />
sonra karakterinin de istediğimiz<br />
gibi olduğunu gördük. Onda karar kıldık. Annesi<br />
Emre için çok önemliydi. Annesi olmasa<br />
dertleşeceği kimse kalmıyordu. Hikayeyi yazarken<br />
de telefon görüşmelerini öngörmüştük.<br />
Duygularını en iyi dışa vuracağı anlar o<br />
anlardı. Ancak çoğu köyde telefon çekmez<br />
mesela. Telefonun çekeceği yeri bulması da<br />
hikayenin bir parçası olacaktı. Ancak GSM<br />
şirketi çok yakın bir zamanda o bölgeye<br />
bir verici yerleştirmiş. Dolayısıyla telefon<br />
görüşmelerinin sadece dertleşme boyutunu<br />
koyabildik.<br />
Filminiz ilgi gördü, festivallerde gösterildi,<br />
ödüller kazandı. Bir yönetmenin isteği de<br />
budur. Vizyondaki öngörünüz nedir?<br />
Hayal ettiğimiz noktaya geldi film. Ama o zaman<br />
sorulsa bu soru buraya kadar geleceğini<br />
hayal ettiğimizi söyleyemezdik. Ödüller ve<br />
övgüler aldı film. Herkesin dillendirmek<br />
istediği bir meseleyi bir sinema filmine<br />
dönüştürmüş olmanın ve bu filmin sinemalarda<br />
gösterilecek olmasının heyecanını<br />
yaşıyoruz. Vizyonda benim hayalim 50 bin<br />
kişinin filmi izlemesi. Özgür daha yüksek bir<br />
rakam hayal ediyor. Filmi sahiplenen onlarca<br />
yeni arkadaşımız oldu. Onlara çok şey borçluyuz.<br />
Film bu noktaya onların sayesinde<br />
geldi. Onların hayal ettiği rakamlar çok daha<br />
fazla. Ama ben o kadarını hayal etmiyorum.<br />
Son olarak neler söylersiniz?<br />
Film Altın Portakal’da da yarışacak vizyondan<br />
hemen önce. 45 filmin başvurduğu bu<br />
yılda yarışmada olmak çok heyecan verici.<br />
Vizyon öncesi de bize çok önemli bir moral<br />
oldu bu.
n Şüphesiz dünya sinemasının en çok<br />
tanınan ve sevilen erkek ismi Bruce Willis,<br />
bugün 54 yaşında. Hollywood sinemasına<br />
damgasına vuran Willis, neredeyse<br />
canlandırdığı tüm karakterlerde başarıyı<br />
yakaladı. Çıkış yaptığı David gibi, sempatik,<br />
şirin, kadınları peşinde koşturan<br />
ve kadınların peşinde koşan Willis, John<br />
McClane kadar da, güçlü, yıkılmayan ve<br />
her hamlesinde zeki atılımlar yapan biri.<br />
John McClane gibi karısı Demi Moore’dan<br />
boşanan Bruce Willis, hala onunla olan bağını<br />
koparmış değil. Gerçek kişiliğinden parçaları<br />
canlandırdığı rollerde de görmek mümkün.<br />
Örneğin gerçek hayatta saatini bileğinin iç<br />
tarafına gelecek şekilde takan ünlü aktör, birçok<br />
filminde de bu şekilde görülüyor. Hiçbir sinemaseverin<br />
vazgeçemeyeceği yegane oyunculardan<br />
olan Bruce Willis daha uzun yıllar sinemaya<br />
emek verecek diye düşünüyoruz.
İlk İzlenim: Karizmatik, güçlü, mesafeli, iddialı.<br />
Konuştukça: İnce bir mizah anlayışına sahip, zor<br />
işleri seven biri.<br />
Artıları: Standartların üstünde bir zekası, zor anlar<br />
karşısında çabuk karar verme yeteneği, fiziksel<br />
olarak da güçlü bir yanı var.<br />
Handikapları: Zaman zaman içinde kıvrandığı intikam<br />
aşkı, onu yanlış hamleler yapmaya zorluyor.<br />
Yaşam Felsefesi: Şurası kesin ki, yatağımda huzur<br />
içinde ölmeyeceğim!<br />
Hayattaki Düsturu: Sana soruyorum mankafa…<br />
Neden beni öldürmeye çalışmıyorsun?<br />
Tanıyınca: O ya da bu şekilde şehri tehdit eden<br />
teröristlerin azılı belası... Atik ve zeki bir dedektif…<br />
Duygusal hayatı her ne kadar sorunlu geçse de,<br />
kendini işine ve adrenaline vermiş.<br />
İlk İzlenim: Sempatik, inatçı, dağınık.<br />
Konuştukça: Kendinden emin ve biraz burnu havada.<br />
Artıları: Anlayışlı, düşünceli, bazen de saygılı.<br />
Handikapları: Kendine aşırı güveni bazen başına dertler<br />
açmıyor değil. Bu bir handikap mı bilinmez ama<br />
Maddie’ye deliler gibi aşık.<br />
Yaşam Felsefesi: Sorun şu ki, kadınlarla<br />
yaşayamazsın. Ama onlarla işin bitince de çekip gidemezsin.<br />
Hayattaki Düsturu: Önce iş, sonra aşk… Yok, yok,<br />
öyle değil… Önce aşk, sonra iş!<br />
Tanıyınca: Kendine has gülüşüyle kadınları peşinden<br />
sürükleyen, romantik bir dedektif. Ne kadınlarla, ne<br />
de onlarsız yapamıyor. Çevresinde oluşturduğu ilgi<br />
haresi onun değerini daha da arttırıyor.
Sinemamızda son dönemde üretilen kadın odaklı veya<br />
kadının toplumdaki yerini sorgulayan, işaret eden, bu olgudan<br />
yararlanan filmleri dosyamızda inceledik 1980 ve 90 larda<br />
günümüze Türk sinemasında feminist bakışın aldığı veya<br />
alamadığı ivmeyi görmeye çalıştık.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türkiye’de toplum açısından veya toplumun<br />
her parçasında gelinen noktada ilerleme<br />
ve gerileme saptaması yaparken problem<br />
yaşıyoruz. Sinemamız da bundan nasibini<br />
alıyor. Zaten tersini düşünmek imkansız.<br />
Çünkü sinema içinden çıktığı toplumun bir<br />
yansıması. Bu bağlamda Türk sineması son<br />
üretimleriyle yaşadığımız toplum hakkında<br />
görmezlikten gelemeyeceğimiz ipuçlarını<br />
barındırıyor. Eğer sinema üretiminin<br />
artmasına dayanarak sinema endüstrisinin<br />
ileriye gittiğini düşünüyorsak bu biraz sakat<br />
bir çıkarsama olur. Ama bu yazının konusunun<br />
odağı sinemamızın nereye geldiği değil.<br />
Sinemamızda son dönemde üretilen kadın<br />
odaklı veya kadının toplumdaki yerini sorgulayan,<br />
işaret eden, bu olgudan yararlanan<br />
filmler...<br />
Böyle bir konu seçmemizin en büyük sebebi<br />
göreceli de olsa kadınlardan yola çıkan veya<br />
onların konumunu sorgulayan filmlerin son<br />
4-5 yılda artmış olmasıdır. Biz burada son beş<br />
yılda vizyona girmiş 14 filmi gözlem altına<br />
alacağız. Bu 14 film toplumumuzun çeşitli<br />
sınıflarından kadınların sorunlarına Türk<br />
sinemasının nasıl baktığını ve feminist bir<br />
söylemin söz konusu olup olmadığını bize<br />
göstermesi açısından çok önemli.<br />
Kültürel anlamda parçalanmış bir toplumun<br />
üretimlerini sanki tek bir kaynaktan çıkmış
gibi gösteremez veya inceleyemeyiz. Yaşadığımız<br />
toplumda kadın olmak bulunduğunuz sınıfa, ait<br />
olduğunuz coğrafyaya göre birçok anlama geliyor.<br />
Bunları elimizden geldiği kadar sınırlayarak 4 kategoride<br />
topladık.<br />
Birinci kategoriye töre baskısı altında yaşayan, ölen,<br />
intihar ettirilen kadınları anlatan veya ucundan dokunan<br />
filmleri aldık. 2007 yapımı Handan İpekçi’nin<br />
yönettiği Saklı Yüzler, Cemal Şan’ın yönettiği Dilber’in<br />
Sekiz Günü, Mehmet Güleryüz’ün Havar’ı, Abdullah<br />
Oğuz’un Mutluluk’u ve Mehmet Çoban’ın Almanya’da<br />
yaşayan Türk toplumundan çıkardığı hikaye ile çektiği<br />
Sarı Saten...<br />
İkinci kategoride ise varoşlarda yaşayan, köyden<br />
kente göç etmiş, ne töre baskısından kurtulabilmiş<br />
ne de çağdaş bir yaşamı özümseyebilmiş kadınların<br />
veya fakirliğin vurduğu varoşun ne köyde ne şehirde<br />
yaşanmayan hayatlarının hikayeleri, çıkışsızlıklarının<br />
anlatıldığı filmler var. Semih Kaplanoğlu’nun Meleğin<br />
Düşüşü, Zeki Demirkubuz’un Kader’i ve Erden Kıral’ın<br />
Vicdan’ı bu filmleri temsil ediyor.<br />
Üçüncü kategoride ise şehir yaşamının gereği<br />
iletişimsizliğin, modern ilişkiler içinde en yalnız rolü<br />
üstlenen kadınların hikayeleri var. Aslında modern<br />
toplum içindeki kadını konu edinen bu filmler feminist<br />
önermeler açısından daha fazla umut beslenmesi<br />
gereken yapımlar ama öyle mi bunu da küçük<br />
incelememizde tartışacağız. Bu kategoride ise Kutluğ<br />
Ataman’ın İki Genç Kız’ı, Cemal Şan’ın Zeynep’in<br />
Sekiz Günü, Yeşim Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu<br />
ve Ümit Ünal’ın Ara filmi var.<br />
Son kategoride ise dönem filmlerinde kadına bir bakış<br />
atan, Cumhuriyet öncesi dönemden yola çıkmamıza<br />
yardımcı olacak veya olmasını umduğumuz filmler<br />
var ki bunların sayısı zaten çok az. Atıf Yılmaz’ın filmi<br />
Eğreti Gelin ve daha vizyona girmemiş olan fakat<br />
yönetmeni Ezel Akay’ın açıklamalarıyla dikkatimizi<br />
çeken 7 Kocalı Hürmüz konuşacağımız filmler.<br />
Bu 14 film üzerinden derdimizi sinemamızdan<br />
tırnaklarımızla kazırken bir şeye de dikkat çekmek<br />
gerektiğine inanıyorum. Türk sinemasında
kadının izinden giderken bu filmleri üreten<br />
yönetmenlerin sadece ikisinin kadın olması<br />
başka bir sorun elbette. Saklı Yüzler’de Handan<br />
İpekçi, Pandora’nın Kutusu’nda Yeşim<br />
Ustaoğlu çok az kadın sinemacımızdan<br />
ikisi. Üreticisi erkek olan bir filmde kadın<br />
rolünün erkek gözüyle yorumlanmış olması<br />
kaçamayacağımız bir gerçek. Bu anlamda<br />
büyük bir eksik olduğunu söylemeliyiz. Yani<br />
baştan sinemamızdaki kadın olgusunun erkek<br />
gözüyle beyazperdeye aktarıldığını kabul<br />
etmeliyiz. Tabi bu satırları yazan benim de<br />
erkek olmam aslında benzer bir durum. Ne<br />
kadar doğru bir bakış açısına sahip olabilirim<br />
bilmiyorum. Sanıyorum bu noktada kadın<br />
yönetmenlere, oyunculara, yazarlara ne kadar<br />
iş düşüyorsa kadın sinema yazarlarının da bir<br />
sorumluluğu olduğunu hatırlatmalıyız.<br />
1) Töre<br />
Saklı Yüzler<br />
Handan<br />
İpekçi’nin<br />
yönettiği<br />
ve yazdığı<br />
filmin<br />
başrolünde<br />
Şenay Aydın<br />
oynuyor.<br />
Berk Hakman,<br />
İştar Gökseven filmin diğer başarılı performans<br />
gösteren oyuncuları. Şenay Aydın’ın<br />
canlandırdığı karakter köyde sevdiği delikanlı<br />
ile evlenmek ister. Fakat gencin ailesi fakirdir<br />
ve başlık parasını toplayamaz. Bu noktaya<br />
kadar her şey bilindik filmde. Ama genç kız bu<br />
sisteme isyan eder. Ve sevdiği gençle cinsel<br />
ilişkiye girer, sonunda hamile kalır. Bu aslında<br />
isyan etmek değil tabi bu coğrafyada. Olsa<br />
olsa canla ödenecek bir faturanın altına atılan<br />
kanlı bir imza. Doğan çocuk erkek kardeş<br />
tarafından ailenin zorlamasıyla boğularak<br />
öldürülür. Kız ise babası tarafından öldürülecektir.<br />
Ama baba kız arası sihrin sonucu<br />
baba bunu yapamaz ve kendi canına kıyar. Kız<br />
kurtulur ve kasabanın savcısının desteğiyle<br />
başka bir isimde yeni bir hayata başlar. Filmde<br />
Şenay Aydın’ın canlandırdığı kız sinemamızın en<br />
güçlü karakterlerinden biridir. Hem kaderini kendi<br />
elinde tutmak açısından hem kadınlığını yaşama<br />
cesareti bu karakteri sinemamızın ayrıcalıklı bir<br />
yerine koyar. Filmde kız karakter dışında törenin<br />
erkeklere ödettiği bedeller de verilmiştir. Bebeği<br />
boğan kardeş kendini asla affedemez, babaysa<br />
töreye karşı gelememenin cezasını canıyla<br />
ödemiştir zaten.<br />
Dilber’in 8<br />
Günü<br />
Dilber’in 8<br />
Günü ile Saklı<br />
Yüzler’in<br />
birbirine zıt<br />
iki hikaye<br />
döngüsü var.<br />
Aslında büyük<br />
benzerlikler barındıran öykülerin birinin sertliği<br />
diğerinin naifliği bu zıtlığı oluşturuyor. Cemal<br />
Şan’ın üçlemesinin en başarılı ayağı olan Dilber’in<br />
8 Günü’nde başrolde Nesrin Cavadzade oynuyor.<br />
Cavadzade’nin karşısında ise Fırat Tanış hikayeye<br />
renk katıyor. Aynı Saklı Yüzler’deki gibi Dilber’de<br />
de köyde bir delikanlıya aşık olan kız var. Fakat<br />
töre önlerinde büyük engel. Çünkü çocuk beşik<br />
kertmesiyle başka kıza nişanlanmış. Bu duruma<br />
Dilber isyan eder. Ama bu isyan bizim alıştığımız<br />
isyanlara benzemez. Bir kadının kendi kaderini<br />
eline alması anlamında en etkili sahnedir bu.<br />
Dilber elinde bir orakla sevdiği adamın evini basar.<br />
Dilber’in arkasında ona engel olmak isteyen<br />
ailesi, önünde ise tekmelediği kapıyı açan sevgilisi,<br />
babası ve annesi vardır. Dilber’in öfkesi töreyedir<br />
ama daha da fazla bu töreye uşak olan babaya<br />
anneye ve oğlanadır. Aşk adına açtığı savaşta<br />
onu yalnız bırakan erkeğine, sevgilisinedir. Onun<br />
öfkesi oğlanın töreyle onu aldatmasınadır. Zaten<br />
filmin sonunda töre oğlanı iğfal ederek, Dilber’in<br />
kapısının önüne atar. Bu Dilber’in sevgilisiyle ve<br />
ailesiyle yüzleşme sahnesi sinemamız için çok<br />
önemli bir çekim. Orada Nesrin Cavadzade’nin<br />
yorumu da çok önemli. O kadar başarılı bir yorum<br />
getirmiştir ki o sahneye Cavadzade, yönetmen<br />
Cemal Şan bu sahneden etkilenerek Acı
filmini çekmiştir. Ve Nesrin Cavadzade’yi başrolde<br />
oynatır.<br />
Havar<br />
Mehmet Güleryüz’ün yönettiği<br />
Havar törenin açtığı yaraları<br />
tanımlamak için çok önemli<br />
bir yapım. 10 yıllar evvel<br />
sadece petrol ile özdeşleşen<br />
Batman’ın kızlarının kara<br />
kaderini anlamak için çok<br />
önemli bir çalışma Havar.<br />
Film bu yörenin halkıyla<br />
beraber çekildi. Gerçek<br />
hayatta namus cinayetlerinin,<br />
intiharların başrol oyuncuları bu sefer Havar filminde<br />
oynadılar. Bu filmin yapılması bile o kızların<br />
kaderlerine karşı kazanılmış bir çatışmadır. Savaş<br />
bitmemiştir ama Mehmet Güleryüz sayesinde bir<br />
çatışma kazanılmıştır. Filmin oyuncularının yöre<br />
halkından olması, geçtiği coğrafya ve öykünün<br />
gerçeklikle bağlantısı sinemanın hayatımızda ne<br />
kadar önemli rol oynayabileceğini bir kere daha<br />
göstermiştir. Filmde başrolü oynayan Çiçek Tekdemir<br />
o coğrafyanın bütün özelliklerini taşıyan<br />
çehresiyle filmin afişinde de yer almış ve bizleri<br />
kendine hayran bırakmıştır.<br />
Mutluluk<br />
Zülfü Livaneli’nin Avrupa ve ABD’de çok satan<br />
kitabından uyarlanan, Abdullah Oğuz’un yönettiği<br />
Mutluluk filmi de töre kurbanı iki genç ile,<br />
yaşadığı kimlik bunalımı sonucu şehri terk eden<br />
bir profesörün karşılaşmaları sonucu yaşadıkları<br />
tecrübeye odaklanmış. Açıkçası Abdullah<br />
Oğuz’un popüler sinemasal anlatımı ve Özgü<br />
Namal’ın bu role pek de uymayan fiziği yüzünden<br />
önceki örneklerden biraz daha geride duran bir<br />
yapım. Yine de Zülfü Livaneli gibi bir ustanın<br />
yaratıcılığının izlerini bulmak mümkün. Filmin<br />
en ilginç tarafı Özgü Namal’ın canlandırdığı<br />
Meryem karakterinin kendisini öldürmekle<br />
görevlendirilmiş akrabası Cemal ve profesör<br />
Kemal arasında kalışı… Erkek karakterler üzerinden<br />
anlatılan doğunun töresiyle batı medeniyetinin<br />
kadın üstünde kurmaya çalıştığı iktidar<br />
çatışması filmin bizim listemize girmesinin<br />
sebebi.<br />
Sarı Saten: Günahkarların Aşkı<br />
Mehmet Çoban’ın yönettiği film Almanya’da<br />
Türk toplumunda kadın rolü için önemli bir<br />
çaba. Töre kurbanı olan Meryem karakterinin<br />
Türk toplumuna karşı beslediği nefret belki<br />
anlaşılabilirdi ama bu nefretin bir faturası<br />
olsaydı. Zaten filmin en büyük derdi alt metinlerine<br />
konulmak istenen mesajların önemiyle<br />
eldeki malzemenin oluşturduğu tezat. Biz bu<br />
büyük eksiğin dışına çıkarak filmin ana karakterine<br />
odaklanırsak, tek başına ayakta durmaya<br />
çalışan, kızını büyüten ve kimliğini gizleyen bir<br />
kadınla karşılaşırız. Kadın üzerinden yürütülen<br />
kimlik çatışmasının kurbanı kadını tartışmaya<br />
çıkaran filmin belki de en büyük başarısı bu.<br />
Türban ile Müslüman kadın, taksi şoförü olarak<br />
Batı medeniyetinde<br />
kadın, ailesini terk<br />
etmeden önce<br />
amcasının oğluyla<br />
zorla evlendirilen<br />
tutucu aile kavramı<br />
içinde kadın rolleri<br />
filmin senaryosunun<br />
alt metinlerini<br />
oluşturuyor. Ama<br />
filmin bu kavramlara<br />
bir önermesi<br />
yok. Final veya<br />
olay örgüsünden<br />
de bir çıkarımda<br />
bulunamıyoruz.<br />
Yani önemli ama<br />
boşa atılan bir taş olarak karşımıza çıkıyor Sarı<br />
Saten: Günahkarların Aşkı .
2) Varoşlar<br />
Meleğin Düşüşü<br />
Semih Kaplanoğlu’nun bol ödüllü filmi. Film<br />
bol ödüllü ama büyük eleştiriler de aldığı<br />
bir gerçek. Özellikle filmin ağır çekimleri ve<br />
Kaplanoğlu’nun<br />
sinema dilindeki<br />
tercihleri<br />
tartışıldı. Filmin<br />
en büyük etkisi<br />
bence başrol<br />
oyuncusu<br />
Tülin Özen’i<br />
gündemimize<br />
getirmesiydi.<br />
Bütün eleştirilere rağmen Özen’in sayesinde<br />
filmin özüne daha kolay girebildiğimizi<br />
düşünüyorum. Fakirliğin, çaresizliğin ve<br />
yalnızlığın çevrelediği kızın topluma, yaşama<br />
teslimiyeti filmin odağında yer alıyor. Babası<br />
tarafından tacize uğrayan fakat yalnız<br />
hayatında insan sıcaklığını hissettiği bu<br />
sapkın ilişkiyi bile kabullenen bir kız-kadın<br />
durumu var. Zaten insan sıcaklığını hissetmek<br />
için bulunulan özverinin büyüklüğü<br />
filmin karanlık dehlizlerini yaratıyor. Filmdeki<br />
karakterin toplumla yüzleşmek adına feda<br />
ettiklerinin aslında toplumda bulunmayan<br />
değerler olabileceği belki de filmin getirdiği<br />
en sert eleştiri.<br />
Vicdan<br />
Erden Kıral’ın<br />
yönettiği film<br />
belki de tam<br />
anlamıyla<br />
bu sınıfın<br />
içinde yer<br />
almamalıydı.<br />
Ama filmin<br />
devamında<br />
kahramanların yaşadığı coğrafya varoşlarda<br />
veya şehrin batakhanelerinde geçtiği için<br />
en çok bu kategoriye yakıştığını düşündük.<br />
Tülin Özen, Nurgül Yeşilçay ve Murat<br />
Han’ın oynadığı filmde kasabada yaşayan<br />
iki kadın ve bir erkeğin üçlü ilişkisi söz konusu.<br />
Araya sokulmuş kasabanın sıkıştırdığı<br />
kadın hikayeleri de çabası. Öncelikle filmi ilk<br />
seyrettiğimden itibaren çok başarısız buldum.<br />
Ama Türk sinemasında fazlaca rastlanılmayan<br />
bir intikam şekli. Veya hayatın cinsellik üzerinden<br />
farklılaştırılması ilgimi çekti. Yıllarca beraber<br />
yaşadığı kocası Mahmut’un (Murat Han) çocukluk<br />
arkadaşı Aydanur (Nurgül Yeşilçay) ile beraber<br />
olmasını kendine yediremeyen ve yıllarca bunun<br />
olmasından korkarak yaşayan Songül (Tülin<br />
Özen) dostluğun sıcak kollarına kendini atmak<br />
ister. Aydanur ile kocasını paylaşacağına hayatını<br />
paylaşmak onun için çok daha onurlu bir harekettir.<br />
Böylece içten içe kocasından da intikam<br />
alacaktır. Özellikle bunu kapalı kapılar ardında<br />
değil bütün kasabanın gözünün önünde yaparak<br />
kendine en büyük darbeyi vuran kocasının erkeklik<br />
gururunu parçalayacaktır. Onu hem aldatacak,<br />
hem de sevgilisini elinden alacaktır. Erkeksi bir<br />
iktidara sahip olup onu güçsüz hale sokacaktır.<br />
Bu bağlamda aldatılmış kadın rolünün en vurucu<br />
intikam hikayelerinden sayılabilir Vicdan.<br />
Çünkü bir kadının erkeği aldatmasından daha<br />
önemli olan erkeğinin elindeki kadını almasıdır<br />
burada önemli olan. Tülin Özen’in canlandırdığı<br />
Songül aslında bu noktada iktidar anlamında hem<br />
erkektir, hem kadındır. Fakat yerleşmiş değerleri<br />
değiştirmenin de bir faturası vardır. Ve Songül<br />
bunu ödeyecektir.<br />
Kader<br />
Varoşlarda kadın olmanın altını kalın çizgilerle<br />
çizen en önemli film. Zeki Demirkubuz’un soğuk<br />
veya haince gerçekçiliğinin bakışları altında<br />
kadın olmanın sırlarını saklıyor Kader içinde. Bu<br />
noktada cehennemvari bir toplum yaratan yönetmen,<br />
kadın karakterini bu cehennemin ortasına<br />
yerleştiriyor. Bu sert gerçekçiliğin ortasında<br />
bütün fazlalıklardan kurtulan karakter erkek<br />
dünyasına karşı kadınsal güçlerini kullanıyor. Bu<br />
bazen bir halı almak için satıcının gönlünü almak,<br />
bazen serserilerden kurtulmak için en serserinin<br />
koruması altına girmek gibi davranışlarla vücut<br />
buluyor. Vildan Atasever’in oynadığı Uğur karakteri<br />
kadının erkek üzerindeki kesin hükmünün<br />
göstergesi olmasının yanı sıra varoşların bütün<br />
iktidarının sahiplendiği vücut olmaktan
da kaçamıyor. Cinsellik özellikle bu coğrafyada<br />
kadının hem silahı hem de zenginliği. Filmde de<br />
göründüğü gibi dünya kadın üstüne ama bazen<br />
de üstünde dönüyor. Demirkubuz filmlerinin en<br />
sevdiğim yanı insanın aslında mantıkla çözümlenemez<br />
oluşunu bana hatırlatması. Hani bir hayvan<br />
acıktığında avlanır veya sürünün en güçlüsü bütün<br />
dişilerle çiftleşir, diğer erkekler ise canlarını<br />
korumak için alfaya saldırmaz… Ama insanoğlu<br />
böyle değil. Onu felakete sürükleyeceğini<br />
gördüğü arzularının peşinden gitmeyi terk etmeyebilir.<br />
Yani bile bile hırslarının ve arzularının<br />
kurbanı olur. İşte Vildan Atasever’in canlandırdığı<br />
Uğur karakteri peşinden ölüme gidilecek bir arzu<br />
nesnesi olması ve aynı zamanda kendi arzuları<br />
için hayatını yok sayan dönüşümün, yani kadın<br />
olmanın çözülemeyen denkleminin filmdeki<br />
anlatımıdır.<br />
3) Şehir<br />
İki Genç Kız<br />
İki Genç Kız yaşadığımız toplumda kendi<br />
ayakları üzerinde durmaya çalışan kadının üç<br />
rolünü odağına alıyor. Filmin başrollerinde<br />
oynayan Vildan Atasever, Feride Çetin ve<br />
Hülya Avşar günümüzün kadın kimliği üzerine<br />
Kutluğ Ataman’ın oluşturduğu üç karakteri<br />
canlandırıyor. Hülya Avşar’ın canlandırdığı Leman<br />
güzel bir kadın. Bunun farkında ve sonuna<br />
kadar güzelliğinden yararlanarak hayatını<br />
yaşamaya çalışıyor. Evli bir erkeğin metresi<br />
olarak evini geçindiriyor kızını büyütüyor.<br />
Ama sorumlulukları yüzünden bu yolu tercih<br />
ettiğini söylemek biraz zor. Türk sinemasında<br />
gördüğümüz diğer kadın karakterlerden farklı<br />
biraz. Büyük travmalar yüzünden bu yolu<br />
seçmiş değil. Sadece hayatı böyle daha kolay<br />
yaşayabileceği sanısı ve kolaycılığı yüzünden<br />
seçmiş hissi var filmde. Üstelik kadınlığı<br />
böyle taşıyor üstünde Leman karakteri. Kendi<br />
kızını da bu yolla eğitiyor. Kızı Handan ise<br />
Leman’dan da daha pırıltılı. İnsanların gözünün<br />
içine bakarken gülümseyebilen bir kişiliği<br />
var. Sıcak olmanın vücut bulmuş hali. Kadın<br />
olmanın bütün zayıflıklarını pozitife çevirebilen<br />
bir yapısı var ve en önemlisi içinden<br />
çok acımasız bir insan. Onun en büyük gücü<br />
hayatta kalabilme güdüsü. Arkadaşı Behiye ise<br />
(Feride Çetin) görünürde en isyankar ve sert<br />
karakter. Fakir bir ailenin isyankar kızıdır. Bir<br />
noktada Handan’ın tam tersidir. Handan ne kadar<br />
neşeli ise o tam tersi soğuktur. Handan ne<br />
kadar girişkense Behiye o kadar insanlardan<br />
kaçar. Handan güneşi başında taşırken Behiye<br />
yağmuruyla beraber yürür. Handan insanlarla<br />
kavga etmezken Behiye isyanını insanların<br />
suratına vurur. Artı ve eksi birbirini çeker.<br />
Filmde iki arkadaş arasında lezbiyen göndermeler<br />
olsa da bunlar çok silik göndermelerdir.<br />
Film baştan sona kadın tiplerinin hayatla<br />
hesaplaşması halinde geçer. Tabi biz bunları<br />
hep Kutluğ Ataman’ın gözünden izleriz. Bence<br />
Türk sinemasının en önemli kadın filmidir İki<br />
Genç Kız.<br />
Zeynep’in Sekiz Günü<br />
Cemal Şan’ın yönettiği Zeynep’in Sekiz<br />
Günü’nün başrolünü Fadik Sevin Atasoy<br />
üstleniyor. Modern yaşamın iletişimsizliğinin<br />
üzerine bir de kendini hayattan izole eden bir<br />
kadını düşünün onun kesif yalnızlığı filmin ana
konusu. Atasoy’un canlandırdığı Zeynep karakterinin<br />
psikolojik problemlerinin de olması<br />
bu karakteri genellememizi engelliyor. Yani<br />
toplum içinde kadın olmanın zorluklarına bir<br />
de psikolojik problemler ekleniyor. Kendini<br />
hapsettiği hücreden hastalıklı bir aşk sayesinde<br />
çıkan Zeynep bütün korkularına Ali için<br />
savaş açar. Ama seksi yaşadıkları ilk geceden<br />
itibaren Ali ortadan yok olur. Kısacası kadın<br />
en değerli şeyini vermiş ama karşılığında<br />
erkeğin güvenirliğini elde edememiştir.<br />
Kadının topluma duyduğu güvensizliği haklı<br />
çıkaran bir öykü.<br />
Ara<br />
Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği Ara filmi modern<br />
toplumda evli çiftler üzerine söyleyecek<br />
en fazla sözü olan filmdir. Toplumun çeşitli<br />
katmanlarından karakterlerin evliliğin tıkadığı<br />
hayatlarına kirli bir bakış atmalarının hikayesi<br />
özellikle kadın karakterler üzerinden<br />
yürümektedir. Aslında filmde toplumun geneli<br />
tarafından kabul edilen “Kadın istemezse<br />
bir şey olmaz, isterse her şey olur” düsturu<br />
filmin hikayesine yön vermekte. Filmin<br />
başrolünde Selen Uçer, Erdem Akakçe, Betül<br />
Çobanoğlu, Serhat Tutumluer rol almakta.<br />
Bu incelemenin en başında demiştik bu ülkenin<br />
bir bütünlük problemi var diye. İşte<br />
belki kendini en yalnız hisseden grubun filmi<br />
Ara. Entelektüel açılımın mecburi kapanımını<br />
yaşayan şehirli insanlar ve kadınlar var burada.<br />
Selen Uçer filmin sonunda halka açılıyor.<br />
Yüreği acıyla kapanıyor ama halka açılmayı<br />
başarıyor. Kamera da bu açılımın şerefine bütün<br />
filmin geçtiği dairenin penceresinden ilk kez<br />
sokağa çıkıyor. Kadınlar ve hayat üzerine çok<br />
üzücü, etkileyici bir film.<br />
Pandora’nın Kutusu<br />
Yeşim Ustaoğlu sayesinde yönetmeni kadın olan<br />
iki filmimizden biri olan Pandora’nın Kutusu<br />
ayrıcalıklı bir yere oturuyor dosyamızda. Öyle<br />
üç kadın karakter var ki yapımda her biri oyunculuk<br />
denen mesleğin zirvesinde geziniyorlar.<br />
Karadeniz’den İstanbul’a göç etmiş orta direk bir<br />
ailenin üç kardeşi ve Alzheimer olan annelerinin<br />
bize anlatacakları şehirli toplumun insan ilişkileri<br />
açısından hem aile içi ilişkiler açısından hem de<br />
kadın olmanın bu ilişkilerde nerede durduğunu<br />
görmek açısından çok önemli. Karadeniz’in<br />
yemyeşil dağlarında yaşayan çocukları büyüyüp<br />
kendini terk ettikten sonra yalnız yaşamına devam<br />
eden Nusret Hanım bir anda her şeyi kaybeder.<br />
Kendini belirsizliğin içine yürürken bulur<br />
ama bunun farkında bile değildir. Çünkü Alzheimer<br />
belası onu yakalamıştır. Derya Alabora,<br />
Övül Avkıran ve Osman Sonat’ın canlandırdığı<br />
üç kardeş annelerini alır ve İstanbul’a dönerler.<br />
Büyük kardeş Nesrin yalnızlığını oğlunun üstünde<br />
kurduğu baskıyla geçiştirir. Ortanca kız kardeş<br />
Güzin ise bütün kimliğini sevdiği kendini teslim<br />
ettiği erkeğin varlığında kaybeder. Aslında iki<br />
karakter de Türkiye’de modern toplumun içinde<br />
yaşayıp kendileri modernleşememiş kadın figürleridir.<br />
Bir bireyden daha çok kadın olmanın<br />
yanılsamalarını yaşarlar. Bu halleriyle belki de<br />
toplum içinde kadının alması gereken rolün ne<br />
olduğunu bütün açıklığıyla bize gösterirler.
4) Dönem Filmleri<br />
Eğreti Gelin<br />
Gelin’i canlandırırken Osmanlı’nın gizli<br />
sırlarından birini açık eder. Burada kadın olgusu<br />
için en ilginç olan ise Ali’nin nişanlısının<br />
durumudur. Hiç bir konuda söz hakkı olmayan<br />
kadın gerdek gecesiyle beraber erkeğinin<br />
üstünde söz hakkına sahip olur. Anne olduktan<br />
sonra ise evin üstünde söz hakkı vardır. Modern<br />
Türk toplumunun üstüne kurduğu ilişkiler<br />
karmaşasını Eğreti Gelin çok güzel bir şekilde<br />
anlatmaktadır.<br />
7 Kocalı Hürmüz<br />
Çekimleri biten filmin bu listeye girmesinin<br />
iki sebebi var. Yönetmen Ezel Akay filmini<br />
tanımlarken Türk sinemasının en güçlü kadın<br />
karakterlerinden olan Hürmüz’ü anlatırken<br />
kadınların filmini yapmak istediğini söylemiş<br />
olması ve Nurgül Yeşilçay’ın oyunun haklarını<br />
satın alarak Ezel Akay’a kendisinin getirmiş<br />
olması. Yeşilçay bunun sebebini şöyle<br />
açıklıyor; “Bu film her dönemde kadın izleyiciyi<br />
çeker diye düşündüm. Çünkü kadının intikamcı<br />
tarafına vurgu yapıyor. Onlar dört karıyı idare<br />
edebiliyorsa biz de yedi kocayı idare ederiz,<br />
ohh gibi bir durum vardı. Bu yüzden bir kadın<br />
olarak projeyi sahiplendim ve en masalsı sinema<br />
dili olan Ezel Akay’a teslim etmek istedim.”<br />
Atıf Yılmaz’ın son filmi. Vefatından önce sinemasevere<br />
son bir hediye... Nurgül Yeşilçay, Onur<br />
Ünsal, Müjde Ar, Fikret Hakan, Şevket Çoruh,<br />
Eylem Yıldız, Pınar Öğün, Nilüfer Aydan gibi dev<br />
kadroya sahip film çok ilginç bir konuyu işliyor.<br />
17 yaşına gelmesine rağmen davranış biçimi ve<br />
ruhen çocuk kalmış olan, şehrin Belediye reisinin<br />
oğlu Ali’ye, annesinin ısrarıyla, o dönemde, o<br />
bölgede hala yaşayan Eğreti Gelinlik kurumundan<br />
bir Eğreti Gelin tutulur. Eğreti gelinlerin görevi,<br />
15-16 yaşlarına gelmiş erkek çocukları evliliğe<br />
hazırlayan, evlilik yaşamında mutlu olabilmeleri<br />
için gerekli bilgileri veren bir nevi eğitimcilik,<br />
hocalık, mürebbiyeliktir. Nurgül Yeşilçay Eğreti
n Böbrek yetmezliği rahatsızlıkları<br />
nedeniyle diyaliz ünitelerinde<br />
yaşam mücadelesi verenlerin<br />
hikâyesi, bir aşk öyküsüyle<br />
harmanlanarak beyaz perdeye<br />
aktarılıyor... Senaryosunu Ulaş Çobancı’nın<br />
yazdığı, yönetmenliğini Mustafa Özen’in yaptığı<br />
filmin başrollerinde Tolga Karel, Levent Özdilek,<br />
Nihal Menzil, Seren Fosforoğlu gibi oyuncular<br />
yer alıyor.<br />
n Mahsun<br />
Kırmızıgül’ün ‘New<br />
York’ta 5 Minare’<br />
adlı filminde<br />
iki polis, FBI’ın<br />
yakaladığı ünlü<br />
bir Türk kaçakçıyı<br />
almak için New York’a gider. Tam<br />
uçağa binecekken suçlu kaçar. İki<br />
polis çaresizlikten intihar etmek<br />
için ‘Empire State’ binasına çıkar.<br />
Kentin görüntüsünden etkilenen<br />
Kırmızıgül, ‘New York’ta 5 Minare’<br />
türküsünü söyler. Mustafa Sandal<br />
oyuncular arasında…<br />
n Reha Erdem<br />
yeni filmi<br />
Kosmos’u Kars’ta<br />
çekti. Mucizeler<br />
yaratan bir hırsızın<br />
öyküsünün konu<br />
edildiği film için<br />
Karslılar alternatif<br />
bir öykü üretmişler<br />
bile: İşgalci bir<br />
uzaylı yaratığın<br />
Kars’ta yaşadıkları... Sermet Yeşil<br />
ve Türkü Turan’ın oynadığı filmde<br />
yönetmen bir nevi bir masal<br />
anlattığını söylüyor.<br />
n Oyuncu Sermiyan Midyat, Aylavyu adlı bir sinema filmini<br />
hem yazdı, hem de yönetti. Sinan Çetin’in yapımcısı olduğu<br />
Aylavyu’da Amerikalı oyuncular Steve Guttenberg, Mariel<br />
Hemingway, Kathie Gill, Josh Folan ile Fadik Sevin Atasoy da<br />
rol alıyor. Aralık ayında vizyona girecek olan ‘Aylavyu’ bir süredir<br />
tartışılan demokratik açılım sürecine komik bir hikayeyle<br />
yaklaşıyor.
n Boğaçhan Dündar’ın yönettiği<br />
ve Hayrettin Karaoğuz, Hande<br />
Subaşı, Rasim Öztekin ile<br />
Neco’nun oynadığı Gelecekten Bir<br />
Gün, 01 Ocak 2010’da vizyonda<br />
olacak. Hande Subaşı’nın ilk kez<br />
bir şehirli kız oynayacağı, Rasim<br />
Öztekin’in ‘melek’ olacağı filmde,<br />
Kızsız Adam adlı kısa metrajıyla<br />
şöhret olan Hayrettin Karaoğuz da<br />
bulunuyor. Filmde her şeyi kötü<br />
giden, hayata umutsuz bakan bir<br />
adamın umut aşılayan tavrına<br />
tanık olunacak.<br />
n Mine Kılıç, Tayanç<br />
Ayaydın, Çiğdem Batur ve<br />
Coşku Cem Akkaya’nın<br />
başrolleri paylaştığı filmin<br />
yönetmeni Alper Çağlar.<br />
Film, Alper Çağlar’ın ilk uzun<br />
metrajı olmasının yanında,<br />
Bahadır Boysal’ın aynı adlı<br />
çizgi kahramanının sinema<br />
uyarlaması. Büşra’nın hikayesi<br />
dört yalnız insanın,<br />
dört farklı bakış açısının<br />
ve dört trajik öykünün<br />
düğümlenmesiyle gelişiyor.<br />
Mart 2010’da vizyonda<br />
n Yönetmen Ümit Ünal bu yıl iki filmle seyirci karşısına çıkacak.<br />
Ünal, aksiyon komedi filmi Kaptan Feza’dan sonra Ses’i çekecek.<br />
Hakan Karahan’ın, Ahmet Mümtaz Taylan, Meral Okay, Mine Tugay<br />
ve Dila Bölükbaş ile başrol oynadığı filmde 70’li yılların Yeşilçam<br />
bilimkurgu filmi Kaptan Feza tutkunu altı yaşındaki bir çocukla,<br />
bir mafya tetikçisinin bir günlük öyküsünü konu ediyor. Ümit Ünal,<br />
Kaptan Feza’dan sonra ekim ayında Uygar Şirin’in senaryosunu<br />
yazdığı gerilim filmi Ses’i çekecek. Ünal arka arkaya çekimler için;<br />
‘Daha ne isteyeyim bir yönetmen olarak. Boş durmuyorum. Ayrıca<br />
gençliğimde çok bekledim zaman kaybettim’ diyor.
n California deyince hepimizin aklına yaklaşık<br />
olarak aynı şeyler geliyor olmalı. Deniz, güneş,<br />
sörf, yarı çıplak kızlar, gösteri dünyasının dejenere<br />
eğlenceleri, milyon dolarlık evler, son model arabalar,<br />
alkol, uyuşturucu, seks ve hayal edebileceğiniz<br />
her baştan çıkarıcı detay...<br />
Prime-time sonrası 26 dakikalık ‘komedi’ dizileri<br />
hayatımıza yeni yeni girmeye başlamışken,<br />
bu alanda izleyip izleyebileceğimiz en sağlam<br />
yapımlardan biri olan Californication ile tanışmış<br />
olduk. (Bir diğeri de Weeds’tir.) Daha önce Red<br />
Hot Chilli Peppers’ın bir albümüyle tanıdığımız<br />
‘Californication’ teriminin, California ve Fornication<br />
(zina) kelimelerinin birleşmesinden meydana<br />
geldiğini düşünen de, California’nın dünyanın<br />
geri kalanı üzerindeki etkisini anlatmak üzere<br />
‘Kaliforniyalaştırmak’ anlamında uydurulduğunu<br />
düşünen de var. İkisine de yanlış demek zor. Zira<br />
bu eyalet hem seksin çok eşli, çok şekilli ve çok<br />
bol olduğu, hem de dünyayı da etkisi altına alan bir<br />
merkez. Dizideki anlamının ise zinayla ilgili olduğu<br />
aşikar.<br />
Bilimkurgu fenomeni X Files’tan tanıdığımız, hatta<br />
bir daha Ajan Mulder’dan başka bir karaktere<br />
yakıştıramayacağımızı düşündüğümüz David<br />
Duchonovy, Califorcation’daki oyunculuğu ile hepimizi<br />
şaşırtmayı başardı.<br />
Baş karakterimiz Hank Moody, yer altı<br />
edebiyatında kendine sadık bir okur kitlesi edinmiş<br />
ama uzun süredir bir tıkanma yaşayan ve bunun<br />
sorumlusunun California’nın dejenerasyonu<br />
olduğunu düşünen bir yazardır. Hiç evlenmediği<br />
ama hayatının kadını olan Karen’dan 12 yaşında<br />
bir kızı vardır. Sevdiği kadının başka biriyle nişanlı<br />
olması hayatının iyice raydan çıkmasına sebep<br />
olsa da, bir yandan da Karen’a iyi bir baba ve iyi<br />
bir koca olabileceğini ispatlayarak onu geri kazanmaya<br />
çalışır. Tabi California’nın tahrik edici ortamında<br />
bu pek de mümkün olmaz.<br />
Tom Kapinos’un yapımcısı olduğu dizinin senaryosu<br />
izleyiciyi her daim tetikte tutmayı bir şekilde başarıyor.<br />
Hank Moody’nin şahsına münhasır karakteri bir yana,<br />
dizinin yan karakterleri de bir o kadar eğlenceliler.<br />
Özellikle Moody’nin mastürbasyon bağımlısı yayıncısı<br />
ve onun kokain bağımlısı karısının bulunduğu her<br />
sahne, zekice yazılmış diyaloglar ve muazzam<br />
oyuncu performansları sayesinde izleyicinin televizyon<br />
karşısında kahkaha atmakla, pür dikkat dinlemek<br />
arasında gidip gelmesini sağlıyor. Moody’nin<br />
çocuğunun annesi rolündeki Natacha McElhone’u ve<br />
diziye ikinci sezon girerek Moody’ye ayna tutan rock<br />
müzik yapımcısı Lew Ashby rolündeki Callum Keith<br />
Rennie’yi izlemek de ayrı bir keyif.<br />
Yazarımızın kitaplarına gelince; yayınlanan üç<br />
kitabının da Slayer isimli efsane metal grubunun<br />
albüm isimleri olması dizinin en esprili detayı.(God<br />
Hates Us All, Seasons in the Abyss ve South of<br />
Heaven). Moody’nin yazdıklarını hiç okumasak da,<br />
Chuck Palanhiuk ve Charles Bukowski arasında gidip<br />
gelen bir tarzı olduğunu tahmin ediyoruz. Zaten daha<br />
pilot bölümünde Bukowski istemsizce aklınıza geliyor.<br />
Kadınları fazlasıyla seven, her çeşit kadını da çocuksu<br />
cazibesiyle kendine çeken ve sanki bu kadar çapkın<br />
olmaya mecbur kalmış ama aslında kadınlar bıraksa<br />
aseksüel bir hayatı pekala yaşayabilirmiş gibi duran<br />
bir karakter Hank Moody. Benzerlerinden en büyük<br />
farkı ise, başına bela açan bir kadına bile normal<br />
erkeklerin sevdikleri kadınlara davrandığından daha<br />
centilmence davranması.<br />
Amerika’da üçüncü sezonu eylül ayında başlamış<br />
bulunan ve Show Time kanalında gösterilen dizinin<br />
pilot bölümü yayınlanır yayınlanmaz, birçok ülkede<br />
Californication karşıt kampanyalar düzenlenmiş, tutucu<br />
kesimler tarafından dizi yerden yere vurulmuştu.
Bir fikir edinmeniz açısından pilot bölümün ilk sahnesini anlatmakta<br />
fayda var. Hank Moody eski model Porche’unu bir kilisenin<br />
bahçesine park eder. Ağzındaki sigarayı kiliseye girince kutsal suya<br />
atarak söndürür. İsa heykelinin önünde ‘kendince’ dua ederken<br />
yanına yaklaşan rahibeyle muhabbete başlar. Ona, bir süredir<br />
yazamadığından dert yanar. Rahibe ihtiyacı olan şeyin oral seks<br />
olduğunu söyleyip, başındaki örtüyü atarak yardım ‘elini’ uzatır.<br />
Moody uyandığında yorganın altından yukarı doğru süzülen güzel<br />
bir kadın, gördüklerinin en azından bir kısmının rüya olmadığını<br />
kanıtlamaktadır...
n Sinemada da kullanılabileceğini tahmin<br />
edemezdi elbette. Kendinden sonra gelen<br />
bütün klasik müzik bestecilerini derinden<br />
etkileyen Bach, sinemada ilk kez 1931 yapımı<br />
“Dr. Jekyll and Mr. Hyde” da kullanıldı. “Barry<br />
Lyndon”dan “Solaris”e, “Geç Saatler”den<br />
“Baba”ya, “Kaçak Gelin”den “Şeytan’ın<br />
Avukatı”na kadar bir çok önemli filmde<br />
kullanılan Bach’ın eserleri, Türk sinemasında<br />
da ara sıra yer aldı. Özellikle de Çağan Irmak<br />
filmlerinde... Klasik Alman tarzına,<br />
özellikle İtalyan ve Fransız melodileri<br />
katarak barok tarzın en tipik örneklerini<br />
vermiş ve barok akımını en olgun seviyesine<br />
getiren Johann Sebastian<br />
Bach, iki defa evlenmiş ve 20 çocuğu<br />
olmuştur. Biliyoruz ki, sinemacılar, taze<br />
üretilecek müzikleri kullanamayınca,<br />
sahnelerin doygunluğunu arttırmak için<br />
hala Bach’ın yapıtlarına başvuracaklar.