Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Röportaj çılgınlığı<br />
n Aralık ve Ocak ayları Türk filmlerinin<br />
sinemaları doldurduğu zamanlar.<br />
Yanınızı dönüyorsunuz bir film, arkanıza<br />
bakıyorsunuz başka bir yerli yapım.<br />
Aralık ayında tam 10 tane Türk filmi<br />
seyredeceğiz. Böyle olunca biz de gündemi<br />
size taşıyabilmek için bir röportaj<br />
çılgınlığına tutulduk. Kimler yok ki? Bu<br />
yıl üç filmle sinemada kendini gösteren<br />
Türkü Turan’la “Celal Tan ve Onun Aşırı<br />
Acıklı Hikayesi” ile Musallat 2’yi konuştuk.<br />
Türk sinemasının en başarılı korku filmleri<br />
olan Musallat serisinin yaratıcıları<br />
yönetmen Alper Mestçi ve yapımcısı<br />
Banu Akdeniz bir diğer konuğumuz oldu.<br />
Entelköy Efeköy’e Karşı ile fırtına gibi<br />
esen Yüksel Aksu, Banu ile Murat’ın<br />
sorularını cevapladı. “Sen Kimsin” ile<br />
gelecek aylarda karşımıza çıkacak Tolga<br />
Çevik ile Nil konuştu. Mavi Pansiyon’un<br />
yönetmeni Necil Ülgen ve kızların kalbini<br />
çalan Tan Sağtürk de konuşmak<br />
için <strong>Cinedergi</strong>’yi seçenler arasındaydı.<br />
Aşk ve Devrim filmi vizyona girdiğinde<br />
bayağı tartışılacak sanıyorum. Biz bu<br />
tartışmalar başlamadan F. Serkan Acar<br />
ile hemen sohbete koyulduk ve merak<br />
edeceğiniz soruları sorduk. Tabii sadece<br />
röportajlar yok bu sayımızda. Yazarlarımız<br />
müthiş dosyalar hazırladılar. Banu sadizmin<br />
ve gerilimin vücut bulmuş hali<br />
rehine filmlerini sizin için inceledi. Kaan<br />
Karsan, başarı hikayelerinin peşinden<br />
gitti. Zeynep Uslu öğretmenlere bir selam<br />
çaktı ve öğretmen filmlerini topladı.<br />
Bense Zamanın Ruhu köşesinde çok<br />
tartışmalı bir konuyu mercek altına aldım.<br />
Şerif Gören’in son filmi Ay Yükselirken<br />
Uyuyamam filmini seyrettikten sonra<br />
tecrübeli yönetmenlerimizin çektiği kötü<br />
filmleri topladım. Bunun sebebi üzerine<br />
biraz kafa yordum. Portre sayfalarımızda<br />
Robin Wright ve Guy Pearce’in bilinmedik<br />
yönlerini okuyabilirsiniz. Ali Ulvi yine<br />
Filmin Özü sayfalarında kısa özetlerle<br />
filmleri size tanıttı. Bu cep kritikleri bir<br />
devrim sayılabilir ve dergimizin en fonksiyonel<br />
sayfaları. Sekiz filmin içeriğini<br />
çabucak bu sayfalardan öğrenebilirsiniz.<br />
Martin Scorsese’nin fırtınalar kopartan<br />
son filmi Hugo’yu Alper’in kaleminden<br />
okuyacaksınız. Kritik sayfalarımızda Entelköy<br />
Efeköy’e Karşı, Dedemin İnsanları,<br />
Alacakaranlık Şafak Vakti 1, Musallat 2<br />
sizleri bekler. Episode köşesinde Zeynep<br />
Bonçe muhteşem bir toplama yapmış.<br />
Yabancı dizilerin tekmili birden hizmetinizde.<br />
Kerem Akça ise bu yoğun gündemde<br />
sinemaya gitmeye vakti kalmayanlar<br />
için DVD köşesinde harika filmler<br />
öneriyor. Daha sayamadığımız bir dolu<br />
özel köşe, kitap, müzik, haber var oğlu<br />
var. Size iyi okumalar...<br />
Yayın Sahibi<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürleri<br />
Banu Bozdemir<br />
Fırat Sayıcı<br />
YAZARLAR<br />
Ali Ulvi Uyanık Murat Tolga Şen<br />
Kerem Akça Zeynep Uslu<br />
Alper Turgut<br />
Nil Özer<br />
Burak Yarkent Kaan Karsan<br />
Zeynep Bonçe Merve Genç
Yönetmen: William<br />
Brent Bell<br />
Senaryo: William<br />
Brent Bell<br />
Oyuncular: Simon<br />
Quarterman, Ionut<br />
Grama<br />
Konu: Yıllardan<br />
1989... Acil yardım<br />
hattına üç kişinin<br />
vahşi öldürüldüğüne<br />
dair bir cinayet ihbarı<br />
gelir. Telefonu açan<br />
Maria Rossi adındaki<br />
kadın cinayetleri kendisinin<br />
işlediğini itiraf<br />
etmektedir...
Yönetmen: Michael Sucsy<br />
Senaryo: Jason Katims, Abby Kohn<br />
Oyuncular: Rachel McAdams, Channing<br />
Tatum, Sam Neill<br />
Konu: Paige ve Leo’nun evlilikleri<br />
bir trafik kazası sonrası allak bullak<br />
olur. Çünkü Paige kazadan sonra<br />
hafızasını kaybetmiştir ve kocası<br />
Leo’yu hatırlamamaktadır. Yıllardır<br />
aşık olduğu karısının durumuyla<br />
ne yapacağını bilemeyen Leo’nun<br />
yapacağ tek bir şey vardır: karısının<br />
kalbini yeniden çalmak. İlk 50<br />
Öpücük filmiyle fikirsel bazda benzerlikleri<br />
olan film raomantik drama<br />
daha yakın bir türde duruyor.<br />
Yönetmen: Jean-Pierre<br />
Dardenne, Luc Dardenne<br />
Senaryo: Jean-Pierre Dardenne,<br />
Luc Dardenne<br />
Oyuncular: Cécile de France,<br />
Thomas Doret, Jérémie Renier<br />
Konu: Babasının bir yetimhaneye<br />
terk ettiği 12 yaşlarındaki<br />
Cyril’in hayatta tek bir amacı<br />
vardır, o da ne pahasına olursa<br />
olsun babasını bulmak. Babasını<br />
ararken tesadüfen kuaför salonu<br />
işleten Samantha ile tanışan<br />
Cyril, ondan koruyucu annesi<br />
olmasını ister. Babasına olan<br />
öfkesini Samantha ile geçirdiği<br />
haftasonlarında, kadının ona<br />
duyduğu sevgiyle dizginlemeye<br />
çalışan Cyril’in başı banliyö<br />
hayatıyla da derde girecektir.
Yönetmen: Alastair<br />
Fothergill, Mark Linfield<br />
Senaryo: Alastair Fothergill,<br />
Mark Linfield<br />
Yönetmen: RGerardo Naranjo<br />
Senaryo: Gerardo Naranjo<br />
Oyuncular: Stephanie Sigman, Noe Hernandez,<br />
Jessica Berlanga<br />
Konu: Lara, Meksikalı genç, güzel<br />
ve hırslı bir kadındır. Hayattaki en<br />
büyük ideali ise güzellik yarışmasında<br />
birinci gelmektir. Tesadüf eseri bir<br />
gece kulübünde narkotik polislerince<br />
işlenen bir katliama tanık olunca, hayallerine<br />
ulaşmasının yegane yolunun<br />
uyuşturucu şebekesiyle işbirliği yapmaktan<br />
geçtiğini anlar.<br />
Konu: Geçtiğimiz aylarda<br />
Maymunlar<br />
Cehennemi:Başlangıç’ı<br />
izlemiş ve oldukça<br />
beğenmiştik. Önümüzdeki<br />
aylarda ise henüz bebek<br />
bir şempanzenin<br />
ormandaki hayatını beyazperdeye<br />
taşıyan filmi<br />
izleme fırsatı bulacağız.<br />
Gerçeklere dayalı ve<br />
bir senaryo mantığında<br />
kurgulanan belgesel<br />
DisneyNature tarafından<br />
hazırlandı. Yapım, özellikle<br />
de hayvanseverlerin ve<br />
çocukların büyük ilgisini<br />
çekecek…
Yönetmen: Oren Moverman<br />
Senaryo: Oren Moverman, James Ellroy<br />
Oyuncular: Woody Harrelson, Ben Foster,<br />
Sigourney Weaver<br />
Konu: 1990ların Los Angelosında kötü polis<br />
memuru, yozlaşmış polislerin sonuncusu<br />
Dave Brown, ailesine bakmak için çok<br />
çalışmakta ve hayatını sürdürebilmek için<br />
çabalamaktadır. Woody Harrelson uzun<br />
zamandır hayranlarını tatmin etmekten<br />
uzak rollerde görülüyordu. Ancak Mickey<br />
Rourke’un “Wrestler” ile dönüşüne benzer<br />
bir performans bizi bekliyor. Rampart’ı,<br />
Behzat Ç.’nin Amerika versiyonu olarak<br />
tanımlamak da mümkün.
Yönetmen:<br />
Heitor Dhalia<br />
Senaryo: Allison Burnett<br />
Oyuncular: Amanda<br />
Seyfried, Jennifer Carpenter,<br />
Wes Bentley<br />
Konu: Kız kardeşi<br />
ortadan kaybolunca<br />
Jill, kendisini iki sene<br />
önce kaçıran seri katilin<br />
geri döndüğünü<br />
anlar. Fakat polis de<br />
dahil hiç kimseyi buna<br />
ikna edemez. Jill şimdi<br />
herkesi karşısına<br />
alarak, kız kardeşini<br />
kaçıran adamın peşine<br />
düşecektir...<br />
Yönetmen: Declan Donnellan,<br />
Nick Ormerod<br />
Senaryo: Rachel Bennette<br />
Oyuncular: Robert Pattinson,<br />
Uma Thurman,<br />
Kristin Scott Thomas<br />
Konu: Georges Duroy,<br />
sefaletten zengiliğe,<br />
kadınların bir araç<br />
olduğu sokaklardan,<br />
tutkulu güç birlikteliklerine<br />
giden yolu aşmaya<br />
çalışan akıllı ve çekici<br />
bir gençtir. Ve o yıllarda<br />
güç, hayatta kalmak için<br />
her şeydir.
n Yüksel Aksu’nun Dondurmam Gaymak Ege’de<br />
çekilen, komediyle sıvanmış, derdini ağrılı sancılı<br />
bir şekilde değil de güle oynaya anlatan bir filmdi!<br />
Evet bu 2005 yılında minimal patlamaya doğru<br />
giden sinemamızda tersine bir yoldu ve çok fazla<br />
eğlencelik kokuyordu! Yine de Yüksel Aksu’yla<br />
yaptığım röportajdan inanılmaz şekilde tatmin<br />
olmuştum.<br />
Yine aynı şey oldu Entelköy – Efeköy için de… Özel<br />
gösterimde herkesten önce izlediğim filmden öncelikle<br />
keyif aldığımı belirteyim. Biraz fazla didaktik<br />
bir dil içermesine, güldürmek için kimi yerlerde<br />
cinselliğe bastırmasına ve bazı yerler de anlamsız<br />
ve uçuk bir curcuna yaratmasına rağmen!<br />
Dondurmam Gaymak nasıl ki yok olan küçük esnafa<br />
ve onun değerlerine sahip çıkmaya çalışıyordu<br />
Entelköy – Efeköy’de aynı mantıkla yine yok<br />
olan, yok olmaya doğru hızla koşturan bir şeylerin<br />
peşinde yine! Bunu ters bir mantıkla anlatmaya<br />
çalışıyor, şehirde yaşayanların kırsal değerlere<br />
sahip çıkmaya çalıştığı, köylülerin ise ‘şeherli’ insan<br />
olma hevesinin absürtlüğüyle kendilerinden geçtiği<br />
bir anlatımı var. Köye yerleşen ‘bilinçli’ enteller tıpkı<br />
seksenli yıllarda çekilen filmlerdeki hippiler gibi.<br />
Tek farkları arı gibi çalışkan olmaları! Yani onlardan<br />
ayrılan birçok özellikleri olmasına rağmen yine<br />
bir ara Ediz Hun ile Türkan Şoray’ın oynadığı Tatlı<br />
Meleğim filmine dönüşecek, Muhtar Ali, kendini<br />
Katrin’e beğendirmek için entel kılığına girecek diye<br />
bekledim ama korktuğum başıma gelmedi! Herkes<br />
kendi inadını sürdürmek konusunda gayet ısrarcı<br />
davrandı!<br />
Filmde darbukasıyla bir nevi anlatıcı konumuna<br />
bürünen yönetmen Aksu, epizodlara ayırdığı filminde<br />
bize bir hikaye anlattığı ima etme yolunu<br />
seçiyor. Özüne dönmeye çalışan bir aşk hikayesi<br />
bu! Ege insanının hareketli yapısıyla birleşen film<br />
zaman zaman hikaye anlatma kısmını gerçeklere<br />
bağlıyor, anlatım birden ciddileşiyor. İşin içine<br />
bir konser organizasyonu, Alman Yeşiller Partisi<br />
Eşbaşkanı Claudia Roth giriyor ve film önümüzde<br />
genişledikçe genişliyor!<br />
Köylüleri fazlaca kurnaz gösteren Aksu, şehir<br />
hayatından kaçıp gelen entelleri pek bir yol gösterici<br />
resmediyor! Her entelin aklında bir süre sonra şehri<br />
terk edip küçük kasabalarda küçük hayatlar sürmek<br />
var! Eğer her terk edişin sonu bu kadar parlaksa<br />
kaçmanın vaktidir diye düşünüyor insan! Tabii olumlu<br />
bir tablo çiziyor film. Çünkü film bir olumlamaya<br />
doğru yol alıyor. Bir yerde köylülerle enteller<br />
canciğer kuzu sarma olacağı için bu beklentiyi de<br />
arttırıcı yönde ilerliyor!<br />
Filmdeki oyunculuklar filmin temposuna uygun<br />
olarak akıcı geldi bana. Muhtar Ali’yi oynayan Şahin<br />
Irmak’ı pek bir yakıştırdım o role. Büyük ihtimalle<br />
yurt dışında yaşadığı için bozuk Türkçeye konuşan<br />
Ayşe Bosse doğal güzellik açısından filme cuk<br />
oturmuş Muhtar Ali’nin sağ kolu rolündeki oyuncu<br />
daha doğrusu ilk sinema deneyimi belli ki, sular seller<br />
gibi yapmış rolünü! İşte bu benim en çok sevdiğim<br />
oyunculuk tarzı. Oynadığını bilmeden, kendi doğalını<br />
yaşama hali! Hatta filmin birkaç yerinde Nejat<br />
Yavaşaoğulları tutamamış kendisini gülmüş bu doğal<br />
ve üstün oyunculuk performansı karşısında!<br />
Sinemanın yavaşladığı, konuların tek bir sosyal<br />
mecraya sıkıştığı (onun da çözüme yönelik olduğu<br />
tartışılır) şu günlerde kaba bir güldürü anlayışıyla<br />
olsa da sosyal mesaj verme hali bana iyi geldi.<br />
Her şeyin doğallığından uzaklaştığı, iç karartıcı<br />
bir hale dönüştüğü günümüzde derdini mizahi bir<br />
tatta anlatarak, daha fazla insana ulaşma derdinin<br />
daha değerli olduğunu düşünüyorum. Sonuçta<br />
ortalık izlenmeyen filmler çöplüğüne dönecek<br />
yakında! Çevre adına yapılmış, söylenmiş her<br />
şeyin değerli olduğunu düşünüyorum artık! Bazen<br />
bunu nasıl yaptığının önemi yok! Entelköy – Efeköy<br />
eğlendirmeyi amaçlıyor ve bunu bazı anlarda iyi bir<br />
biçimde başarıyor.
n “Yazıya nasıl giriş yapmam gerektiğini uzunca<br />
düşündüm. Çünkü yazacağım film, yani;<br />
Musallat beni o kadar arada bıraktı ki, Olumlu<br />
yada tam tersi bir girişin, yazının geri kalanını<br />
da yönlendireceğinden korkuyorum. Fantastik<br />
ve korku sineması düşkünü olarak pozitif<br />
bir başlangıca karar verdim fakat bu demek<br />
değil ki ağaçtaki ham meyvaları görmezden<br />
geleceğiz…”<br />
2007′de gördüğüm ilk Musallat filminin<br />
Öteki Sinema için yaptığım kritiğine böyle<br />
girişmişim… Aradan geçen 4 yıldan sonra,<br />
benzer bir giriş yapmaktan çekinmiyorum.<br />
Alper Mestçi yine çok iyi bir film çekebilecekken<br />
yaptığı yanlış manevralar yüzünden Türk<br />
sinemasına bir korku başyapıtı sunmanın<br />
uzağına düşüyor.<br />
İnsanın 2 yaşından öncesini hatırlayamaması<br />
ve o yılların karanlığı üzerine bir film Musallat<br />
2… Elif (Türkü Turan) filmde kapkaranlık<br />
geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalan bir<br />
ressamı canlandırıyor ve yaşadığı tüm<br />
sorunların aslında geçmişindeki büyük bir<br />
hatadan kaynaklandığını öğreniyor. Bu büyük<br />
hata korkunç ve çözülmesi mümkün olmayan<br />
bir büyü..<br />
Eğer Kanal-i-zasyon faciasını görmezden gelirsek,<br />
Alper Mestçi kötü bir yönetmen değil…<br />
Güçlü sekanslar çekebiliyor ama ortada uzun<br />
metraja yetecek iyi bir hikaye olmadığında<br />
yapılacak çok bir şey yok. İlk Musallat gibi bu<br />
film de 30 dakikadan daha fazlasına ihtiyaç<br />
duymayan bir hikayeden uzun metraj çıkarma<br />
çabasında… Bu da bir türlü giremeyen, girse<br />
de yürümeyen, sonuna doğru da ne olacağı<br />
çoktan belli sıkıcı bir seyirliğe dönüşüyor.<br />
Neyse ki arada iyi çekilmiş cin çarpma sahneleri<br />
falan var ve bunlar da benim gibi<br />
doğaüstü fenomenlere takıntılı birinin aklını<br />
almaya yetiyor!<br />
Abartılı müzik kullanımı ve Hasan Karacadağ filmlerini<br />
aratmayan bağırış çağırış, filme faydadan çok zarar<br />
veriyor. Cin figürü kendi başına ve sessizce korkuturken<br />
bu kadar çığlığa, çırpınışa ne gerek var? Bir kaç yıl<br />
önce izlediğimiz The Objective bu konuda gayet iyi bir<br />
örnek… Keşke Mestçi bu filmi görmüş ya da oradaki<br />
tarifleri kapmış olabilseydi. Ayrıca bazı özenti planları da<br />
anlamlandırmak mümkün değil. Bilirsiniz, korku filmlerinde<br />
objeler üzerinden detay çekimler yapılarak seyirci az<br />
sonra izleyeceği şiddete hazırlanır. Özellikle yeni yönetmenlerin<br />
çok sevdiği bir numaradır bu… Eğer kamera masada<br />
kanlı bir biftek parçasına zoom yapıyorsa, anlarsınız<br />
ki az sonra parçalanarak ölen birine rastlayacaksınız.<br />
Alper Mestçi bu numarayı hem yanlış anlamış hem de<br />
abartmış… Sürekli yemek göstererek vakit kaybediyor!<br />
Çilekli pasta yiyen kız, yumurta kıran anne, kemik yiyen<br />
köpek, tavuk yiyen kız arkadaş… Ardından gelen bir şey<br />
olsa anlayacağım ama… Şık görünmesine rağmen filmi<br />
yavaşlatmaktan başka işe yaramayan bir çaba.<br />
Filmdeki oyunculuk için çok bir şey söylenemez. Bizde<br />
henüz kimse bir korku filminde ne yapması gerektiğini<br />
bilmiyor. Hikaye de karakterlerden çok olaylarla ilgilendiği<br />
için kahramanlarımızın başına gelenlere ya da gelemeyenlere<br />
fazla üzüldüğümüzü söyleyemeyiz. Bu arada kötü<br />
büyücünün evi geçen yıl Van’da seyrettiğim İran yapımı<br />
korku filmi Aal‘da ki mekanlara çok benziyor. Bilinçli bir<br />
taklit olduğunu düşünmüyorum.<br />
Dükkan-ül hayal ekibinin plastik makyajları yine çok iyi…<br />
Dünya standartlarında iş çıkarmışlar, ellerine sağlık ama<br />
film öncesi gösterilen tanıtım fotoğraflarındaki tavuk elli kız<br />
gibi bir sürü efekt sahnesi filmden çıkarılmış!<br />
Uzun lafın kısası; Yer gök Musallat 2 billboardlarıyla doluyken<br />
ve ben dahil olmak üzere Türk seyircisi korku<br />
filmlerini bu kadar seviyorken film mutlaka iyi iş yapacaktır.<br />
Geçenlerde izlediğim Mühürlü Köşk zavallılığından<br />
çok daha iyi bir film olduğu şüphesiz ama Alper Mestçi<br />
Alacakaranlık hikayesi bozması ve nefesi ancak 30 dk<br />
yeten bir senaryodan daha fazlasına kavuştuğunda asıl<br />
filmi izleyecekmişiz gibi geliyor.
n Alacakaranlık serisi 2008 yılında ilk filmiyle sinemaya<br />
uyarlandığında romanın başarısını katladı<br />
ve büyük bir hayran kitlesi oluşturdu. İlk film için<br />
yazdığım kritiği tekrar okuduğumda görüyorum<br />
ki söylediklerimizde haklı çıktık. Filmin iki başrol<br />
oyuncusu Kristen Stewart ve Robert Pattinson için<br />
“Bu isimleri biz daha çok konuşuruz çünkü ikisi de<br />
çok başarılı oyuncular” demişiz. Özellikle perdedeki<br />
uyumları ve aralarındaki elektrik hayranlık<br />
uyandırıcıydı. Üstelik film ve uyarlandığı roman o<br />
kadar başarılıydı ki romantik vampir filmleri diye bir<br />
moda başlattılar. Televizyonların ilgi çeken dizisi<br />
True Blood bile bu filmlerin rüzgarından yola çıktı.<br />
Twilight ile dalga geçen ve yine çok seyredilen komediler<br />
bile yapıldı.<br />
2010 yapımı Biri Beni Isırdı bunların en bilineni.<br />
Kristen Stewart ve Robert Pattinson’un film<br />
dışındaki ilişkisi de ikilinin romantik etkisini artırdı.<br />
Bütün bu uyum ve başarı içinde sırasıyla 2008’de<br />
Alacakaranlık, 2009’da Alacakaranlık Efsanesi<br />
Yeni Ay, 2010’da Alacakaranlık Efsanesi Tutulma<br />
ve bu hafta Alacakaranlık Şafak Vakti 1 vizyona<br />
girdi. 2012’de de serinin son filmini seyredeceğiz.<br />
Bu son iki film aslında serinin bitiş kitabının ikiye<br />
bölünmüş hali. Bu haftaki filmin en büyük problemi<br />
de buradan geliyor. Kitap içindeki bütünlük<br />
böyle olunca parçalanmış. Şafak Vakti’nin bu ilk<br />
bölümü sanki hızlandırılmış bir anlatım gibi. Böyle<br />
olunca da karakterler inanılmaz karikatürize olmuş.<br />
Özellikle Robert Pattinson plastik bir kimlik olarak<br />
kalmış. Kitabı okumadıysanız veya daha önceki<br />
filmleri seyretmediyseniz “Bu kim, filmdeki etkisi ne”<br />
hatta “Ne kötü oyunculuk” diyebilirsiniz. Bu noktada<br />
filmin yönetmeni Bill Condon sorumluluk sahibi<br />
tabii. Halbuki Condon başarılı bir yönetmen ve<br />
senaryo yazarı. 2004 yılında Kinsey filmi çok önemli<br />
bir yönetmenlik örneğiydi. Ne yazık ki bu filmde<br />
başarılı değil. Filmin konusuna gelince sonunda<br />
Bella ile Edward evleniyorlar. Balayına çıkıyorlar ve<br />
ilk gece Bella hamile kalıyor. Bella insan haliyle vampir<br />
bir bebeğe hamile kalınca olaylar karışıyor. Bella’nın<br />
kurt adam sevgilisi Jacob ve kabilesi olaya karışıyor.<br />
Bu arada Jacob’u canlandıran Taylor Lautner filmin en<br />
başarılı performansına sahip. Kurt adamlar bebeğin insanlar<br />
için tehlike oluşturacağını söyleyip hem Bella’yı<br />
hem de bebeği öldürmek istiyorlar. Jacob buna karşı<br />
çıkıyor ve kabilesine isyan ediyor. Nefret ettiği vampir<br />
Cullen ailesini korumak için kendi canını tehlikeye<br />
atıyor. Bella doğum yaptığı anda ölmemesi için Edward<br />
tarafından ısırılıyor. Film burada bitiyor.<br />
2012 yılında vizyona girecek final bölümünün ise çok<br />
daha aksiyonlu geçeceğini şimdiden söyleyebiliriz.<br />
Bütün hikaye için belki şu saptamayı da yapmak gerekir.<br />
Vampir, kurt adam ve aşk. Böyle bir bileşim nasıl<br />
bu kadar hayran kitlesi yarattı ve beğenildi. Dönemimiz<br />
o kadar kirli ki artık kimse kendini masum olarak<br />
göremiyor. Yaşanan katliamlar, ölen bebekler. Kapitalizmin<br />
vahşi yüzü hepimizin bir yerlerinden ortak olduğu<br />
suçlar. Herkes bu kadar masumluğunu kaybetmişken,<br />
saf romantik bir hikayeyi kimse içselleştiremiyor.<br />
İnsanlığından vazgeçen Bella ve vampir olduğu için<br />
sürekli acı çeken Edward hepimize ilginç ve yakın geliyor.<br />
Aşk vazgeçemediğimiz bir duygu. Bu kirlenmişlikte<br />
bile aşık olmanın bir yolunu bulmalıyız. Masum olmasak<br />
da o aşk masum kalabilmeli. Bu hikaye bize<br />
bunu veriyor. Masumiyet kalmadı ama aşk yaşıyor,<br />
karanlıklara saklanmak mecburiyetinde olsa bile...
n İşte yine, kağıt mendillerle sinema salonlarına<br />
seyirciyi dolduran bir Çağan Irmak filmi daha…<br />
Büyük ölçüde anılardan oluşmuş bir senaryo, güçlü<br />
oyuncuların eşliğinde, üstelik de muazzam mekanların<br />
kullanımıyla, seyirciyi alt üst etmeyi başarıyor.<br />
Ozan, Ege’de küçük bir sahil kasabasında yaşayan<br />
10 yaşında bir çocuktur. Girit göçmeni dedesi Mehmet<br />
Bey nedeniyle arkadaşları onunla “gavur” diye<br />
alay etmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan,<br />
başta dedesi olmak üzere ailesine kızar “Biz Türküz.”<br />
diyerek onlara kafa tutar. Ozan’ın dedesi Mehmet<br />
Bey, kasaba eşrafından, saygın bir adamdır. Kasaba<br />
halkına kol kanat gerer, sorunlarıyla ilgilenip,<br />
onlara yardım eder. Hoşgörürsüyle bilinen Mehmet<br />
Bey torununun bu durumundan dolayı üzülmekte<br />
ve endişe duymaktadır. Mehmet Bey daha yedi<br />
yaşındayken, ailesi zorla topraklarından kopartılmış,<br />
mübadeleyle Girit’ten göçmüşlerdir. Mehmet Bey’in<br />
en büyük arzusu ölmeden evvel doğduğu toprakları<br />
görebilmektir. Bu özlemle sık sık içinde mektuplar<br />
olan şişeleri Ege’nin mavi sularına bırakmaktadır.<br />
Çağan Irmak ve sineması hakkında konuşacak<br />
çok şey var kuşkusuz… Onun, son dönem Türk<br />
sinemasının yapıtaşlarından olan önemli bir auteur<br />
haline geldiğini söylemek de yanlış olmayacak. Irmak,<br />
sinemasının gücünü, filmlerinde kullandığı biyografik<br />
öğelerden, başından geçen hikayelerden alıyor. Bunun<br />
yanı sıra, mizansen oluşturmadaki başarısı,<br />
güçlü oyuncu yönetimi, hiçbir zaman didaktik iticiliğe<br />
düşmeyen senaryoları, karakterlerin ağzından bir<br />
çırpıda dökülen akıcı diyalogları ile de anlatımına<br />
kuvvet katıyor. Seyirci izlediği filmdeki karakterlerden<br />
herhangi biriyle kendini özdeşleştirdiği zaman<br />
yönetmenin işi her zaman daha kolay olmuştur. Ki,<br />
Çağan Irmak bu formülü nasıl kullanacağını iyi biliyor.<br />
Yaşamın içinden seçtiği birçok karakter, seyirciyi<br />
de hemen filmin içine katıyor. Özdeşleştiği filmleri<br />
diğerlerine göre daha çabuk benimseyen/seven seyirci,<br />
Çağan Irmak filmlerine de çabuk tepki veriyor ve<br />
filmin ‘güzelliği’ fısıltı gazetesiyle hemen yayılıyor. Irmak<br />
bu filminde, son dönemlerin moda konusu ‘öteki’<br />
meselesine memleketin en batısından bakıyor. Toplumda,<br />
kendinden olmayan insanların nasıl bir anda karşı<br />
kıyıya atılmak istendiğini yalın bir dille anlatıyor. Aynı<br />
zamanda mübadele yılları ve 12 Eylül darbesi gibi Türkiye<br />
tarihine damga vuran dönüm noktalarını da işin içine<br />
katıyor. Kimi zaman gülümsetiyor, kimi zaman ağlatıyor;<br />
her zaman olduğu gibi ajitasyon çiğliğine düşmeden…<br />
Çetin Tekindor’un malum oyunculuğu hakkında yorum<br />
yapmaya gerek bile yok. Ama filmde oyunculuğu ile<br />
gözüme hemen çarpan bir diğer isim de Gökçe Bahadır<br />
oldu. Dizilerden tanıdığımız Bahadır, küçük Ozan’ın<br />
annesi rolünde birçok rol arkadaşını geride bırakmış.<br />
Umarım daha fazla sinema filminde yer alır. Filme dair<br />
en rahatsız olduğum nokta ise, Ozan’ı canlandıran<br />
küçük oyuncu… Durukan Çelikkaya, filmin belki de<br />
tek dezavantajı… Daha yetenekli ve rolün altından<br />
kalkabilecek bir çocuk oyuncu bulunabilirdi kanımca.<br />
Bir dedesi Selanik’ten bir dedesi Şanlıurfa’dan<br />
İstanbul’a göçmüş ve dedelerimin tabiriyle çok şanslı bir<br />
‘torun’ olarak, Çağan Irmak’ı ve dedesine duyduğu özlemi<br />
o kadar iyi anlıyorum ki… Çünkü tıpkı filmde olduğu<br />
gibi benim dedem de, 70 yaşından sonra felç kaldığı ve<br />
ata topraklarını son bir kez olsun görmeye gidemediği<br />
için kendi canına kıymayı seçmişti. Dedelerimize,<br />
büyüklerimize, atalarımıza, kısacası geçmişte ve<br />
şimdide ‘bizi biz yapan’, çevremizdeki herkese bir saygı<br />
duruşunda bulunan bu içten filmi sakın kaçırmayın…
n “Büyük usta Martin Scorsese’nin üç boyutlu<br />
çektiği “Hugo”ya karşı önyargılıydım, kısa bir<br />
süre önce Steven Spielberg’ün “Tenten” adlı<br />
filmini izlemiş ve sevememiştim. Ancak Hugo,<br />
hem 3D’ye olan önyargımı yıktı hem de ilk denemesinde<br />
turnayı gözünden vuran Scorsese’nin<br />
ezber bozan bir yönetmen olduğunu bana bir kez<br />
daha hatırlattı. Müthiş bir yapıt “Hugo”, kesinlikle<br />
bu yıl seyrettiğim en iyi film… Sinema büyüsünü<br />
yaratanlara, 7. sanatı kuranlara bundan güzel ve<br />
bundan özel bir saygı duruşunda bulunulamazdı.<br />
Hugo’ya gidin, çocuklarınızı da götürün, pişman<br />
olmayacaksınız.<br />
Tarsem Singh’in (geçtiğimiz günlerde onun da<br />
3D filmi ‘Ölümsüz’ –Immortals- gösterime girdi<br />
ancak pek başarılı bir yapım olduğu söylenemez)<br />
sinemanın isimsiz kahramanları dublörleri<br />
onurlandırmak için çektiği “Düşüş” (The Fall)<br />
filminden bu yana, Hugo kıvamında ve lezzetinde<br />
bir film izlememiştim. Üç boyutlu sinemada<br />
devrim yaratan “Avatar” ile bir kez daha<br />
dünya gişe rekoru kıran James Cameron dahi<br />
Hugo’nun bugüne dek çekilmiş en iyi 3D film<br />
olduğunu söylüyor. Evet, Scorsese bundan<br />
sonra hep üç boyutlu film çekecekmiş, “Taksi<br />
Şoförü”nden “Kızgın Boğa”ya, “Sıkı Dostlar”dan<br />
“Köstebek”e sinema tutkumuzu kökleştiren<br />
filmler çeken Oscar’lı Marty Usta’ya yakışır,<br />
elbette…<br />
Brian Selznick’in 2007 tarihli, ödüllü ve çoksatar<br />
romanı “The Invention of Hugo Cabret”den uyarlanan<br />
filmin senaryosunu John Logan kaleme<br />
aldı. Filmin belli başlı rollerinde Ben Kingsley ,<br />
Jude Law, Sacha Baron Cohen, Chloë Grace<br />
Moretz, Michael Pitt ve Christopher Lee var.<br />
Senaryo eksiksiz, müzik enfes, görüntü yönetimi<br />
kusursuz, oyuncular da yüksek performans sergiliyor.<br />
Tıkır tıkır işleyen, 127 dakikayı seyirciye hissettirmeyen,<br />
inanan, inandıran ve öyküye insanı çeken bir film<br />
olan Hugo, internetteki en büyük sinema veri tabanına<br />
karşılık gelen imdb sitesinin tarih boyunca çekilmiş en<br />
iyi 250 film listesine 7 sıradan giriş yaptı. Başka söze ne<br />
hacet…<br />
1861-1938 yılları arasında yaşamış, ilk eserini 1896<br />
yılında yaratmış ve tam 552 filme imza atmış Fransız dahi<br />
yönetmen Georges Méliés’i anlatıyor Hugo, unutulmayı,<br />
yeniden hatırlanmayı ve elbette vefayı da hikâyesine<br />
katarak… Paris, 1930′lar ve bir tren garı. Garda yolcular,<br />
çalışanlar ve orada hayata tutunanlar var. Yetim bir<br />
çocuk Hugo, garın büyük saatlerinin çalışmasının gayrı<br />
resmi sorumlusu o, bir müze yangınında yitirdiği babasını<br />
özlüyor, annesini ise hiç tanımamış. Garda yatıp kalkan<br />
orada yaşayan Hugo, garın bekçisine yakalanmadan eski<br />
nesil bir robotu çalıştırmak için parça topluyor. Ve kader<br />
onu artık oyuncakçı dükkânı işleten ve kimliğini saklayan<br />
büyük yönetmen ile Méliés karşılaştırıyor.
Yüksel Aksu Dondurmam<br />
Gaymak’tan sonra<br />
yine memleket meselelerine<br />
komik,<br />
organik ve<br />
içeriden bir<br />
bakış atıyor ve<br />
iyi de yapıyor…<br />
Uzun, gümbürtülü<br />
bir röportaj için<br />
buyurun!<br />
BANU BOZDEMİR / MURAT TOLGA ŞEN<br />
Dondurmam Gaymak ve keza bu<br />
filminde de bir şekilde yapımcı<br />
bulan bir yönetmensin. Bu konuda<br />
becerikli mi yoksa şanslı<br />
mı olduğunu söyleyebiliriz?<br />
İyi bir yapımcı bulmak da<br />
yönetmenliğin gerekliliklerinden<br />
biri. Bu benim seçimim. 80 tane<br />
yapımcının arasından sıyrıldık<br />
gittik.<br />
Vizyona girmeden, festivallere<br />
gitmeden ödül almış Entelköy –<br />
Efeköy. Bu nasıl oldu?<br />
Manisa Tarzanı festivali<br />
komitesi filmimizi ödüle değer<br />
buldu. Filmimiz absürd, ödül<br />
sistemimiz de absürd olabilir<br />
yani. Filmin en önemli önermesi<br />
doğaya sahip çıkalım. Termik<br />
santral üzerinden yürüttüğü bir<br />
çalışma ve tartışma üzerinden<br />
yürüyerek filmin niyetine binaen<br />
verilmiş ilk ödülümüzü aldık.<br />
İnşallah ilk ve son ödülümüz<br />
olmaz. (Gülüşmeler)
Bu ödüllendirme sisteminde nasıl görüyorsunuz şansınızı?<br />
Altın Portakal bu sene prömiyer yaptı galiba. Bir yerlerde yarışmış<br />
filmleri almadılar diye biliyorum. Manisa Tarzanı ödülü etkilerse yapacak<br />
bir şey yok. Bir de başka yerde yarışmasın, ilk bizde yarışsın<br />
gibi bir mantığı ben hiç doğru bulmuyorum ve dolayısıyla da vermeyi<br />
düşünmüyorum. O kadar film üretiliyor mu ya Türkiye’de, oraya<br />
katılma buraya katılma tarzında! Öyleyse de yapacak bir şey yok ama<br />
festivallerde bir şiraze kaybı var ondan eminin ama. Ödüllerin kime<br />
verildiğinden kaynaklanmıyor bu. Bence şu anda çok önemli bir<br />
sorun var. Bu benim çok canımı sıkıyor, üzülüyorum. Türk<br />
sineması kamuoyunu kaybetti.<br />
Biraz daha açarsan sanki aynı düşünce çıkacakmışız<br />
gibi… Halk için sinema yapmaktan uzaklaştı mı demek<br />
istiyorsun?<br />
Bu iş sinemanın başladığı günden beri var<br />
aslında. Festivallerde beğenilen filmler ve<br />
popüler filmler olmak üzere bir yarılma hep<br />
var. Asıl problem şu. Popüler algı ya da<br />
ortalama seyirci beğenisiyle kanaat<br />
önderi insanların beğenisi ve bir de<br />
sinefillerin beğenisi bunlar farklı<br />
kategoriler. Meslek erbabı ve<br />
sinefillerin beğenmesi spesifik<br />
ve uzmanlıkla ilgili şeyler,<br />
değerli bir şey. Tuvali yırtmak<br />
gibi bir şey bu. Lars Von<br />
Trier ne yapıyor Dogville’de.<br />
Bilindik bütün kalıp ve<br />
kodları yırtıyor ve bir şey<br />
söylüyor, Godard keza<br />
60’larda aynısını yapıyor.<br />
Buradaki problem bir<br />
tuvali yırtan da yok.<br />
Festivallerin konvansiyonel<br />
sinemasına<br />
döndü bu janr.<br />
Ve bu resmiyete<br />
dönüştü. Kimse<br />
tuval yırtmıyor<br />
herkes birbirine<br />
benzemeye ve<br />
marke etmeye<br />
başladı.
Mesela güzel örnekler çıktığı gibi, kötü taklitlerde<br />
çıkmaya başladı. Nuri Bilge’nin<br />
sineması bir kopuştur. Bir tuval yırtmaktır, bir<br />
değeri var. Fakat taklitlerinde bir kopuş yok.<br />
Türkiye’de festivallerdeki şey ise birbiriyle<br />
aynı janrlı filmlerin yarıştığı ve maalesef üç<br />
beş seyirci yapmış adamların alınmadığı ve<br />
alınmak istenmediği bir hale gelmeye başladı.<br />
Problem burada. Kamuoyu dediğim şu. Kendi<br />
sinemamda seyirci goygoyculuğu ya da<br />
şakşakçılığı yapmıyorum, yapsaydım starları,<br />
mankenleri oynatırdım. Hamasi milliyetçilik,<br />
hamasi devrimcilik olabilir onlara oynardım.<br />
Onun yerine ben kendimi anlattım ama nasıl<br />
seyredilirlikle ilgili de kafa yordum.<br />
Dondurmam Gaymak’ın o iddiasızlığı hoştu<br />
zaten…<br />
O iddiasızlık bir sürü de seyirci yaptı. Filmimi<br />
yaptım geri çekileyim demiyorum toptan perakendeci<br />
gibi kapı kapı dolaşıp filmimi seyredin<br />
diyorum. Bunda da ayıplanacak bir şey görmüyorum.<br />
Ayıp değil, çete kurmadım, adam<br />
dövmedim, hırsızlık yapmadım. Film yaptım,<br />
onun da değerli olduğunu düşünüyorum. ‘Eyy<br />
millet benim filmimi seyredin’ diyorum. Birçok<br />
arkadaşımız bu konuda ketüm davranıyorlar.<br />
Sinema dergisi anket yaptı, en iyi yüz Türk filmi<br />
diye. Eşkıya birinci oldu. Seyirci orada kalmış.<br />
Gelmiyorlar, Babam ve Oğlum kırdı onu bir ara.<br />
Biraz Dondurmam Gaymak kırdı. Beynelminel,<br />
Takva kırdı. Anlaşılır sinemayla düşmanlığı bir<br />
kere kaldıracağız. Bir kere jüri gerekçeli karar<br />
bildirecek, ışığı nasıl kullanmış, konuyu nasıl<br />
anlatmış?<br />
Genelde isimsiz oyuncularla çalışıyorsun. Ama<br />
yapımcıların derdi isimli oyunculardır ki filmi iş<br />
yapsın. Ama sen bunu kırdın, kırabildin. Bunu<br />
nasıl yapıyorsun?<br />
Uzun yıllar reyting yapmış dizilerde yönetmenlik<br />
yaptım. Seyirci nabzı, seyirci psikolojisi<br />
denen şeyi biraz öğrendiğimi düşünüyorum.<br />
Oralardan gelmiş bir melekem var. Uzun<br />
yıllar asistanlık yaptım, Yusuf Kurçenli’den<br />
Zeki Ökten’e kadar. Bir sürü arkadaşıma da<br />
asistanlık yaparak tecrübe kazandım. Bu<br />
dönemde de ciddi yapımcılarla, prodüksiyon<br />
asistanlarıyla çalıştım. Timur Savcı mesela<br />
en iyi yapımcılardan biri artık. Bir çevreyle<br />
geldik bugünlere. Muharrem Gülmez şimdiki<br />
yapımcım, beraber başladık sektöre. Dondurmam<br />
Gaymak’ta çok kapı aşındırdım bu biçimde<br />
yapabilmek için. Olmadı biraz bakanlıktan, biraz<br />
halktan biraz ordan burada. Filmi kıvırdık ve<br />
biraz iş yaptı. Bunda da onun referansı işimi<br />
kolaylaştırdı. Yine de birazcık dolaştım canım.<br />
(Gülüşmeler) Yine de beş yıl oldu. Ya satarda<br />
anlaşamadık ya da yapım yönteminde. Ben biraz<br />
daha bağımsız ve özgür yapabilmek için bir de<br />
daha iyi şartlar sundukları için Muharrem’i ve<br />
Taha Altaylı’yı seçtim.<br />
Çevreci bir film mümkün mü peki? Filmlerinde<br />
bir nevi mesajlar, öğretici kıvamlar<br />
yaratıyorsun. Dondurmam Gaymak’ta da öyleydi.<br />
Komediyle bunların daha mı kolay olacağını<br />
düşünüyorsun?
Komediyle daha zor olur, tam tersi. Ağdalı ve<br />
ağır filmlerle didaktik olmak daha kolaydır. Kahramanlar<br />
yaratırsın devrimci ya da toplumsal.<br />
Komedinin kutsal olduğuna inanıyorum, birine<br />
bir şey öğretmek gibi bir derdim yok. Ülkedeki<br />
problemleri görmeme rağmen bardağın dolu<br />
tarafına bakıyorum. Kürt – Türk çatışmasının<br />
olduğu yerde Türk –Kürt dayanışmasına<br />
bakıyorum, hayat felsefem de böyle. Olumsuzluklara<br />
değil, olumlu taraflara bakıyorum. Komedide<br />
güldüm mü gülmedim mi diye bakarsın,<br />
nettir yani. Termik santral orada bir dekor ama<br />
şunu söylüyorum topluma. Toprağına, havana,<br />
suyuna, bitkine sahip çıkmak bir vatanseverlik<br />
görevidir. Ucuz ve hamasi milliyetçilik yerine<br />
doğaya, çevreye sahip çıkalım diyor. Esas<br />
söylediği şey de hoşgörü. Entellerle danteller<br />
ya da ara kadro kasabalılar… Buradan giden<br />
anarşistler komün köyü kuruyorlar orada,<br />
köylülerle de termik çatışmaya giriyorlar.<br />
Köylüler maaşlı iş olarak bakarken diğerleri de<br />
doğa çevre söylemi üzerine yürüyorlar. Film<br />
şunu beceriyor. Entelektüeller sadece muhalefet<br />
yapıyor Türkiye’de. Mesela termik yapma.<br />
Yapmayalım da ben ne yapalım diye köylüye iki<br />
üç cümle kuramıyor ama benim filmim kuruyor.<br />
Organik tarım yap, sıfıra mal et, iki katı kar et<br />
diyor. Ekolojik turizm yap, evine barkına sahip<br />
çık. Uluslar arası kültür turizmine açıl.<br />
Kurnazlaşan köylüye bir eleştiri var o zaman?<br />
Dondurmam Gaymak’ta da vardı ama sevimliydiler…<br />
Fazlaca var hem de. Yok olan köylüye bir<br />
serzeniş var, köylü kalmadı. Ama sevimliler,<br />
kızamazsınız. Brecht’in etkisi biraz ben<br />
de çok fazladır. Kahraman da antikahraman<br />
da değil. Neyse o. Brecht’in dediği tam da<br />
özdeşleşecekken yabancılaştır.<br />
Öbür tarafa da, entellere de var mı peki bir<br />
eleştiri?<br />
İki tarafa da. Hem nalına, hem mılına. Eleştirip<br />
şöyle yapıyorum. Köylülerle entel dantel adamlar<br />
son derece güzel bir hayat kurabilirler.<br />
Farklılıklar zenginliğimizdir. Filmden çıkan<br />
en özet laf hoşgörü. Bir renkler toplamıyız ve<br />
bunu avantaja çevirmeliyiz diyor. Aslında hikaye<br />
basit. Mahalleni sevmezsen kasabanı, onu<br />
sevemezsen şehrini ülkeni sevemezsin demeye<br />
getiriyor. Yılmaz Güney bir bölücü olarak<br />
anılmasına rağmen o en büyük vatanseverdir.<br />
Ülkesinin sorunlarına kamerasını doğrultmuş bu<br />
uğurda ölmüş gitmiş adam ya. Deniz Gezmiş’te<br />
öyle. Bana sorarsan ben ülkemi çok seviyorum<br />
ve çok eleştiriyorum. Ülkemle problemlerim var.<br />
Sistemle yani. Sistemle ülkeyi karıştırıyor çoğu<br />
aydın. Eleştirmenin sebebi de kötülükten değil<br />
sevdiğim için.<br />
Kürt meselesine ilişkin bir film çekmek istersin<br />
ve nasıl?<br />
Çekerim. Kürtlerin hoyratça, komedi unsuru<br />
olarak kullanılmasını sevmiyorum. Hoyratça trajedi<br />
malzemesi olarak kullanılmasını da sevmiyorum.<br />
Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele filmleri güzel<br />
bu anlamda. Hakir görmeden, aşağılamadan,<br />
daha içeriden bir kamerayla. Bir Züğürt Ağa<br />
belki biraz öyle. Bir tür Karagözlüştürlerek<br />
yapılan mizahı sevmiyorum. En son dağda<br />
Yörükleri çektim. Herkesle ilgili film çekebilirim.<br />
Trajikomik bir hikayem de var bu arada tabii.<br />
Türk sinemasında çok az yönetmenin başardığı<br />
şey. Hem eleştirmenin hem de sıradan seyircinin<br />
ilginse mazhar olabilmek zor bir şey.<br />
Çağan Irmak diyoruz ama onun da eleştirmenler<br />
arasında pek bir kıymeti yok. Yavuz Turgul gibi<br />
bir yönetmeni herkes seviyor. Bunu başarmak<br />
da bir meziyet.<br />
Yavuz Turgul benim şiarım. Özellikle seksenler<br />
ve doksanlar Yavuz Turgul’u. Özellikle<br />
Muhsin Bey benim için başyapıttır. İki<br />
tarafın da ilgisine mazhar olmak çok keyifli bir<br />
şey. Umarım onu başarmışımdır, daha emin<br />
değilim çünkü. Eleştirmenlerin bir bölümü hiç<br />
sevmedi Dondurmam Gaymak’ı. Herkese her<br />
şeyi beğendiremezsin. Onlar da homojen bir<br />
yapıdalar. Konjüktüre, seyir psikolojisine ve<br />
nasıl bir ortamda izlendiğine bağlı. Sinemacı<br />
olarak seyirci derdi olan birisiyim.<br />
Seyircisiz sinema yapmak mümkün mü?<br />
Mümkün, çok yapılmış. Bir önemi yok. Saygı<br />
duymak lazım. Tek yolun ve değerin seyircisizlik<br />
olmasına karşıyım. Yani sorun şu. Hiç<br />
seyirci yapmadı verelim ödülleri. Ya da çok<br />
seyirci yaptı düzeysiz bir film gibi denklemlere<br />
şiddetle itiraz ediyorum. Sonuçta bir film büyük<br />
emeklerle yapılıyor ve seyirciyle buluşması bir<br />
amaç olmalı. Gürül gürül sinema tartışmasının
yaşandığı bir coğrafyamız yok maalesef.<br />
Dizide çekiyorsunuz, şimdilerde bir sürü<br />
filme diziye beziyor eleştirisi gelmeye<br />
başladı. Dizilerin hakim dili sinemaya<br />
aktı. Bu filmi çekerken bunu düşündünüz<br />
mü?<br />
Diziye benzemek nasıl oluyor ben tam<br />
kavrayamadım. Evet açıklamalarınızdan<br />
anladığım kadarıyla böyle bir şey olabilir.<br />
Sinematografik olanlarda da başka ağır<br />
problemler var. Diziler aldı yürüdü, koca<br />
bir pazar oldu. Sinema hala endüstri<br />
olamadı. Sinema hala yönetmen ve<br />
kişisel çabalarla yürüyor. Sinemayı orijinal<br />
kılan müstakil teks olmasıdır. Benim<br />
şu an filmlerim biricik, tek. İstersem yüz<br />
bölüm dizi olur. Dondurmam Gaymak da<br />
dizi olarak çok istendi ama ben istemedim.<br />
Ben her iki sektöründen birbirinden<br />
öğreneği şey olduğunu düşünüyorum<br />
yine optimist bakıyorum. Çok sık plan<br />
kullanmaksa Almodovar’da çok plan<br />
kullanır, Oliver Stone’da. Bana göre<br />
Türkiye’de kavramlarda çok ciddi sorunlar<br />
var. Bütün deneyim ve tecrübelerin<br />
birbirini desteklemesi şart, yoksa kaos<br />
artacak. Hababam Sınıfı ya da Recep<br />
İvedik neden bu kadar seyirci yapıyor, ya<br />
da başka bir film neden seyirci yapmıyor<br />
üzerinden bakalım sürece. Ben Recep<br />
İvedik’e ‘ayy bu ne ya’ diyemem. Çünkü<br />
arkasında çok ciddi bir antropoloji var.<br />
Ezilen sıradan Türkün beyaz Türk’ten<br />
aldığı intikam hali var biraz da orada.<br />
Recep İvedik bir Karagözdür. Hacivat da<br />
metropolün kendisidir, beyaz Türklerdir.<br />
Hacivat kentli, Karagöz köylüdür.<br />
Hacivat yukarıda, karagöz aşağıda durur<br />
hep..<br />
Ben onun arkasındaki sosyal arkeolojiyi<br />
deşmek isterim. Demek ki seyircinin<br />
alt benliğinde bir yaban duruyor deyip<br />
sosyoloji yaparım, analiz ederim ama<br />
sinemacıysam ışığını, oyunculuktaki<br />
farsı ya da groteksi ya da senaryodaki<br />
bölük pörçüklüğü tartışırım. Recep<br />
İvedik’ten öğreneceğim çok şey Ertem<br />
Eğilmez’den olduğu gibi. Ama benim<br />
Semih Kaplanoğlu’ndan da öğrenecek<br />
çok şeyim var. Ama benim ülkemin<br />
sineması tartışılmıyor, bu can sıkıcı bir<br />
şey.<br />
Çok sinema konuştuk biraz filmden<br />
konuşalım. Oyunculukları nasıl yansıttın<br />
perdeye. Abartılı mı doğal mı olmasını<br />
istedin…<br />
Türkler abartılı yaşayan bir toplum.<br />
Gürültü, infial toplumu. Filmde de infialli<br />
ve coşkun yerler var. Benim sinemamda<br />
da Orta Avrupa sinemasından bakarsan<br />
abartılı denilebilir ama değil. Fars sahneler<br />
var. Onun dizaynını Mehmet Ali<br />
alabora yaptı komple. Burada daha çok<br />
yorulduk. Çünkü Dondurmam Gaymak’ta<br />
sadece Muğlalılar oynamıştı. Bu sefer<br />
hem köylüler ve Muğla halkı var hem<br />
Dondurmam Gaymak’tan tecrübe<br />
kazanmışlar var, hem de Şahin Irmak<br />
gibi oyuncular var. Almanya’da oyuncu<br />
ve mankenlikten gelen Ayşe Bosse var.<br />
Yüksel Yalova, Claude Roth, Salahattin<br />
Yıldız, Nejat Yavaşoğulları ve Mehmet<br />
Alabora gibi popüler figürler de var. Bir de<br />
turistler vardı. Yetmedi eşeklerimiz vardı.<br />
Doğal figürasyon. (Gülüşmeler) İstanbul<br />
dışında çekiyorsunuz genelde filmlerinizi,<br />
memnun musunuz?<br />
Memleketimde çekmekten memnunum.<br />
İstanbul içinde çok dizi çektim.<br />
Üçüncü filmden emin değilim, komple de<br />
sinemanın Özay Gönlüm’ü olmak istemiyorum.<br />
(gülüşmeler) Önemli değil aslında<br />
Angelopoulos da Atina’dan çıkmadı.<br />
Borges hiç Buenos Aires’ten çıkmadı.<br />
Biz biraz daha yerele sıkışıyoruz sanki,<br />
Angelopoulos sonuçta evrensel konulara<br />
imza atıyordu.<br />
Evet ilk film yerel ama evrenseldi. Bu<br />
da evrensel olup yerel olacak. Ekolojik<br />
anarşistler yerel bir yere yerleşip,<br />
yerelleşmeye çalışırken diğerlerini<br />
evrenselleştiriyorlar. Yani tersten bir durum<br />
var.<br />
Hangi tarafı daha çok kayırdınız? Yani<br />
oldu mu öyle bir şey?<br />
Kayırma denir mi bilmem ama köylülerin
gözünden entelektüellere baktım.<br />
Köylülerin evinde, kahvesinde<br />
dolaştı kamera ve onların akıl<br />
yürütmesi üzerinden entelektüellere<br />
baktık ama en son entellere gol<br />
attırdım. İlk kez Hacivat galip<br />
çıkacak. Köylü üzerinden entellere<br />
bakmak ve aşağılamak yüzyıllardır<br />
yapılan bir şey. 12 Eylül’ün<br />
kalıntısı bir de o. 12 Eylül okumuş<br />
yazmışlara entel dantel diyerek bir<br />
aşağılama kampanyası yürüttü.<br />
Entel dantel denilen hiç kimsenin<br />
otopark mafyacılığı yaptığını, çoluk<br />
çocuk dövdüğünü görmedim. Biraz<br />
depresif ve içe kapanık olabilirler<br />
ama çok iyi insanlardır. Bunlara<br />
yönelik toplumsal cehaletin devam<br />
ettiğini söylüyorum filmde de.<br />
Biraz tersine bir hal var o zaman.<br />
Bu seyirci kaybı olabilir mi?<br />
Filmlerimin çok izlenmesini<br />
istememe rağmen seyirci<br />
goygoyculuğu yapmam,<br />
yapmayacağım. Yapsaydım<br />
starları oynatırdım. Ben söylemek<br />
istediğimi söyleyeceğim ama bunun<br />
iyi anlaşılması ve izlenmesi<br />
için de gerekenleri yapacağım. Bir<br />
ütopya filmi bu. Hepimiz bir arada<br />
yaşayabiliriz filmi bu.<br />
Bu bir nevi isyan filmi o zaman…<br />
Evet isyan. Biz nereye gidiyoruz<br />
filmi. Cihangir’e niye mecbur<br />
kalayım ben ya. Ben Balat’ta da<br />
Kasımpaşa’da da oturmak istiyorum.<br />
Bu ne ayrımı böyle ya.<br />
Kapitalizmin bu ayrımından,<br />
kamplaştırmasından illet oluyorum.<br />
Enteller bir köyde tarım yapabilir,<br />
füze uçurmuyoruz sonuçta. İlla<br />
Bodrum’dan yazlık alınmak zorunda<br />
değil. Bir dağ köyünden bir<br />
ev de alınabilir. Geleneklerine sahip<br />
çıkarak da para kazanabileceğini<br />
öğretiyor. Asla depresyon yok. Komedi<br />
ve coşku var.
“Tenten’in Maceraları - The Adventures of Tintin” /<br />
Yönetmen: Steven Spielberg<br />
n Bizler Tenten’i geçen yüzyılda tanıyıp sevdik. Özellikle “Tintin et le<br />
lac aux requins”(1972) adlı animasyonda, esrarın renklerle uyumu,<br />
karakterlerin / olayların hareketlendirilmiş iki boyutluluğu, çizgilerin<br />
naifliği bizleri mutlu etti. Şimdi dijital teknoloji, ‘performans<br />
yakalama’, 3D devrede. Gizemli atmosferler, gösterişli sahneler ,<br />
her şey tamam. Ancak aksiyondaki baş döndürücü hız, Tenten’i ait<br />
olduğu yıllardan koparıyor, günümüz eğlencelerindeki bilgisayar<br />
cambazlıklarına hapsediyor. Seyredilmeyi fazlasıyla hak etse de,<br />
daha çok yeni yetmelere yönelik.
“Kule Soygunu - Tower Heist” / Yönetmen: Brett Ratner<br />
n Soygun suç mudur? Evet. Ancak kapitalist sistem içinde<br />
açıkça haksızlığa uğramış emekçiler haklarını aramak için<br />
soygun planlayıp uygularlarsa haktır! Tüm lezzetli Hollywood<br />
soygun filmlerinde soyguncuların yanında yer aldığınız için<br />
adrenaliniz giderek yükselir. Bu film, işte o eski tada günümüz<br />
problemlerine uygun bir sos ekliyor: Açıkgöz finans kurtlarına<br />
para kaptıranların intikamı! Dengeleri tamam, usta işi bir<br />
çalışma. Oyuncuların katkıları da değerini arttırmış.
“Almanya’ya Hoşgeldiniz - Almanya<br />
- Willkommen in Deutschland”<br />
Yönetmen: Yasemin Samdereli<br />
n Türkiye’den Almanya’ya emek<br />
göçünün 50. yıldönümünde bir<br />
aileden üç kuşağın öyküsünün , bu<br />
tür geniş zamana yayılan İtalyan<br />
ailelerinin hikayelerini anımsatır<br />
biçimde keyifle izlenmesinin sırrı:<br />
Zaman içinde ileri geri sıçramalarla<br />
dinamizm kazandırılmış öyküleme;<br />
gencinden yaşlısına tümü bir ‘sarılma<br />
hissi’ uyandıran oyuncu kadrosu; kültürel<br />
renkliliğin cömertçe yansıtıldığı<br />
sanat yönetimi; en önemlisi de<br />
yönetmenle ekip arasında oluşmuş<br />
sinerjinin seyirciye geçmesi. Sonuç:<br />
Bittiğinde, hüzünlendirdiği kadar<br />
mutlu eden bir güzellik.
“Alacakaranlık Efsanesi : Şafak Vakti - Bölüm 1 - The Twilight<br />
Saga: Breaking Dawn - Part 1” / Yönetmen: Bill Condon<br />
n ”Gods and Monsters”(1998) ile ‘ Uyarlama Senaryo’ Oscar<br />
ödülü kazanmış Bill Condon da, Bella Swan karakteriyle<br />
özdeşleşen ‘yeni yetme’ kız seyircinin, ‘soğuk’ beyaz vampir<br />
Edward ile ‘sıcak’ bronz kurt oğlan Jacob arasında hayaller<br />
kurmasına katkıda bulundu ya, pes! Hikayenin zaten cılkı çıkmış;<br />
üzerine çekilen tüm cila ise, bu sıkıcılığı gereksizce uzatırken<br />
daha iyi pazarlamaya yönelik. Artık hiç cazibesi kalmamış,<br />
tamamıyla ticari bir ürün.
“Tehlikeli İlişki - A Dangerous Method” /<br />
Yönetmen: David Cronenberg<br />
n Tehlike, ruhsal çözümlemede ‘cinsellik<br />
kuramının’ babası Sigmund Freud ile ondan 19 yaş<br />
genç olan, analitik psikolojinin kurucusu Carl Jung arasında<br />
ortaya çıkacak fikir ayrılıklarının / sürtüşmenin deney ya da oyun<br />
alanında , önce bir hasta daha sonra ilk kadın psikanalist olan Sabina<br />
Spielrein’ın olması! Yönetmen Cronenberg olur da, bu üç gerçek kişinin<br />
olası ilişkilerini cinselliğin derin karmaşası içinde didiklemez mi? Bu<br />
kez şoke edici değil, oldukça klasik bir anlatımla, önemli oyun yazarı<br />
Christopher Hampton’ın yoğun metnindeki her sözcüğün hakkını vermiş.<br />
Michael Fassbender (Jung) ve Viggo Mortensen (Freud) ise bitmesini<br />
istemediğiniz birer aktörlük gösterisi sunarken, anarşistliğiyle tanınan<br />
psikanalist Otto Gross rolünde kısa bir süre görünen Vincent<br />
Cassel’in rol çalmasına engel (!) olamamışlar. Sonuç:<br />
Damıtılmış bir sinema.
“İntikamın Bedeli - Seeking Justice” / Yönetmen:Roger Donaldson<br />
n “En sevdiğiniz insan saldırıya uğrayıp feci bir durumda yaşam savaşı<br />
verirken, adaletin tecellisini beklemek yerine ‘derhal intikam’ teklifini kabul<br />
edersiniz. Buraya kadar tamam, zaten sinemada bu mesele daha önce işlendi.<br />
Ancak, karısının intikamı uğruna gizli bir örgüte bulaşan öğretmen adamın<br />
‘kurtulmak için’ çabalaması inandırıcı olmayan bir aksiyona dönüşüyor ki,<br />
yönetmenin ustalığıyla bile yenilir yutulur değil! Her yıl en az iki film çeviren<br />
Nicolas Cage’in de, en sıradan işlerinden biri.
“Hediye Operasyonu - Arthur Christmas” /<br />
Yönetmen:Sarah Smith<br />
n ”Wallace & Gromit”in yaratıcısı, İngiliz Aardman Animasyon<br />
Stüdyosu’nun çalışmalarını takip edenler bu ortak yapımdaki<br />
temaları ve üslubu da sevecekler: Babadan oğla geçen Noel Baba<br />
görevlerini devretmenin tam da sırası gelmişken, dünyada hediyesi<br />
unutulmuş tek çocuğu mutlu etmek için zamanla yarışan tüm<br />
bir Noel Baba ailesi ile yüzlerce elfin, sevginin birleştirici gücüne<br />
yaptıkları vurgu, değerli bir yeni yıl mesajı. Evet, her Aralık’taki yeni<br />
yıl hikayelerinden biri, ancak geleceği bırakacağımız çocuklarımıza<br />
vereceğimiz anlamsız hediyelerden çok daha önemli.
“Zirveye Giden Yol - The Ides of March” /<br />
Yönetmen:George Clooney<br />
n Başkanlık seçimleri yolunda yarışan iki Demokrat Parti aday<br />
adayının kampanya beyin takımlarının son virajdaki müthiş<br />
stratejileri, sadakatle ihanetin birbirine karıştığı bir ‘nefes nefese’<br />
mücadele ortamında anlatılmış.Ama asıl, medya yönetme<br />
- yönlendirme uzmanı olan genç adamın yaşadığı ‘inanılmaz<br />
olaylar ve oyunlarla’ geçirdiği değişim öne çıkmış. Soru şu:<br />
Politikada yükselmek için insanlığınızı alçaltmanız şart mı?<br />
Yanıt, net olarak veriliyor. Sinemada zeka arayanlar için,<br />
sapasağlam bir hikaye ve tam bir oyunculuk ziyafeti.
Celal Tan ve Ailesi’nin Aşırı Acıklı Hikayesi ve Musallat<br />
2 filminin güzel oyuncusu Türkü Turan 2011 yılında üç<br />
filmle birden sinemalara konuk oluyor. Bu patlamanın<br />
sebeplerini ve hedeflerini konuştuk.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Onu ilk önce Reha<br />
Erdem’in filmi Kosmos’da<br />
attığı çığlıklarla ve çizgi dışı<br />
güzelliğiyle filme anlam katan<br />
performansıyla tanıdık. Bu<br />
hafta vizyona giren Onur Ünlü<br />
filmi Celal Tan ve Ailesi’nin Aşırı<br />
Acıklı Hikayesi’nde de karşımıza<br />
çıkınca “Tamam” dedik “İşte sinemanın<br />
ayrıksı bir değeri.” Türkü Turan’ı bu iki<br />
film dışında korku filmi Musallat 2’de ve<br />
Toprağın Çocukları filminde de seyredeceğiz.<br />
Düz siyah saçları, çekik gözleri ve oynadığı<br />
role kendini adamasıyla gelecekte daha çok<br />
karşımıza çıkacağına inandığımız Turan’la sizin<br />
için konuştuk.<br />
Projeyi kabul etme sebebiniz nedir?<br />
Tabii ki Onur Ünlü. Onur Ünlü adını duyunca zaten<br />
senaryoyu daha okumadan kabul etmeye karar<br />
vermiştim. Fakat alışkanlık olarak senaryoyu<br />
okuyup onun da çok güzel olduğuna karar verdim.<br />
Senaryoda size farklı gelen şey neydi?<br />
Zaten Onur Ünlü’nün bütün senaryo ve filmlerinin<br />
ortak özelliği bizim gördüğümüz konulara<br />
görmediğimiz açıdan bakıyor olması. Celal Tan ve<br />
ailesinin aşırı acıklı hikâyesinde de aile kavramına<br />
hiç bakmadığımız taraftan bakmış. Biz aileyi hep<br />
güzel, birbirine sıkı sıkı sarılan, destek olan olumlu<br />
bir düşünce olarak kabul ediyoruz, Celal Tan ve<br />
ailesinde durum biraz daha farklı. Senaryo “Aile-<br />
mize sıkı sıkı sarılırken bir gariplik var mı, bir hata<br />
yapıyor muyuz, haksızlıkları da savunuyor muyuz”<br />
diye düşündürtüyor.<br />
Film bir taşra kasabasında geçse de ilişkiler<br />
olabildiği kadar şehirli…<br />
Orta sınıf ve üstü üzerine yapılan filmlerde ve dizilerde<br />
daha çok zengin aileler görüyoruz. Orta direk<br />
içinde olan aileleri pek görmüyoruz. İzlediğim filmler<br />
ve diziler açısından bu sosyolojik statüdeki bir<br />
aileyi görmek farklı geldi. O yüzden hoşuma gitti.<br />
Rolünüzü biraz tanıtabilir misiniz?<br />
Aslında ilginç bir karakteri canlandırıyorum. Bir<br />
öğrenciyim ve Selçuk Yöntem’in canlandırdığı<br />
Celal Tan karakteri benim okuduğum okulda bir<br />
anayasa profesörü. Başıma gelen bazı talihsiz<br />
olaylardan dolayı intihara kalkışıyorum ve o beni<br />
kurtarıyor. Celal Tan ile birbirimize âşık olup evleniyoruz.<br />
Filmin başından itibaren de ilişkimizin ve<br />
ailemizin başına talihsiz şeyler geliyor.<br />
Filmin kadrosu çok geniş, çok tecrübeli isimler var.<br />
Bir oyuncu için tecrübeli isimlerle rol paylaşmak<br />
gerçekten yararlı bir şey midir? Bu yarar nedir?<br />
Kesinlikle çok yararlı bir şey. Tansu zaten<br />
Türkiye’nin en iyi oyuncularından bir tanesi ve<br />
hocalık yapıyor. Hemen onun yakasına yapışıp<br />
ne yapacağım, nasıl oynayacağım konularında<br />
fikir alışverişleri yaptım. Bülent Emin Yarar<br />
provayı izlediğinde hemen ona koşup ne yapmam<br />
gerektiğini soruyordum aynı şekilde Selçuk<br />
Yöntem’den tavsiyeler alıyordum. Değişik fikirler<br />
alabileceğim, değişik bakış açılarına sahip birçok<br />
oyuncu olduğu için çok şanslıydım.
Oyunculuk olarak bir eğitiminiz var mı?<br />
Var ama şöyle, lisedeyken 2 sene bir atölyede çalışmaları izledim. 2-3<br />
sene önce Vahide Gördüm’ün 35,5 oyunculuk atölyesinde birinci sınıfı<br />
bitirdim.<br />
Alaylı oyuncuların, mekteplilere göre avantajları oluyor mu?<br />
Tabii ki. Çünkü sete hiçbir şey bilmeden çırılçıplak gidiyorsunuz ve<br />
her şeye aç oluyorsunuz. Çok iyi oyunculuk bilip de sete giden insanlar<br />
mesela kamerayla, ışığın nereden geldiğiyle, yönetmenin nasıl<br />
baktığıyla çok ilgilenmiyorlar. Daha çok oyunculuğa bakıyorlar ama<br />
yaptığımız iş aslında ışığını almaktan tutun, objektifin kaç olduğuna kadar<br />
değişen bir şey. Tabii insan yeni olunca ister istemez her şeye dikkat<br />
etmek zorunda kalıyor. Böylece bence daha iyi öğreniliyor. Profesyonellerle<br />
çalışınca da daha yararlı şeyler öğrenebiliyorsunuz. Hiçbir şey<br />
bilmiyorum, bir egom yok. Her şeye aç bir öğrenci şeklinde gittiğim için<br />
bir şeyler almam daha kolay oluyor.<br />
Reha Erdem, Onur Ünlü çok önemli yönetmenler. Onların yönettiği filmlerde<br />
rol almanızı neye bağlıyorsunuz?<br />
Gerçekten bilmiyorum ama Reha Erdem’in çok aradığı bir tip vardı, o<br />
tipe fiziksel olarak çok yakınmışım o yüzden beni seçti. Fakat Reha<br />
Erdem beni seçtikten sonra diğer insanlar da “Reha Erdem bu kızı<br />
seçtiyse bu kızda muhtemelen bir şey var” diye düşünüp beni tercih<br />
etmiş olabilirler. Sette çok pozitifimdir, çok çalışkanımdır ve piyasa<br />
küçük olduğu için bu çok hızlı duyulan bir durum. O yüzden sette<br />
sağlam duran, dikkatli, disiplinli oyuncular daha çok tercih edilir. Sanırım<br />
bu yüzden de tercih ediyorlar.<br />
Sizin dört filminiz var. Bunun üç tanesi 2011 yılında. Bu patlama nasıl<br />
oldu? Bir kariyer planlaması mıydı?<br />
Hayır diyemeyeceğim şeyler üst üste geldi. Ben böyle bir şey beklemiyordum.<br />
Toprağın Çocukları filmi bir yıl önceden belliydi zaten. Ali Adnan<br />
Özgür’le arkadaş olduk. Filmin senaryosu hazırlanırken de beraber<br />
çalıştık. Ben o dönem Çakıl Taşları’nda oynuyordum. Çakıl Taşları erken<br />
bitti. Birkaç dizide konuk oyunculuk yaptım ama filmlere hazırlanacak<br />
çok vaktim oldu. Ondan sonra Celal Tan geldi. Baktım tarihler uyuyor.<br />
Fakat sonra ‘Musallat 2’ geldi. Bir de Toprağın Çocukları ve Musallat’ta<br />
başrol oyuncusuyum. 30 gün boyunca aralıksız çalıştım, dolayısıyla ne<br />
yapacağımı bilemedim. Bu yoğunluğu kaldırabilir miyim diye düşündüm<br />
fakat çok güzel program ayarladılar ve üçbuçuk ayda üçünü de tertemiz<br />
bir biçimde bitirmiş oldum.<br />
Yönetmen olmak gibi bir isteğiniz var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?<br />
Aslında sosyoloji okuduğunuz zaman dünyadaki bütün sanatlara ucundan<br />
değiyor. Ben Türk sineması üzerine, sosyolojiyle sinemayı harmanlayan<br />
çok fazla tez, ödev yaptım. O yüzden zaten bu kulvarda koşmak<br />
istiyordum. Oyuncu olmayı o zaman beklemiyordum.<br />
Yavaş yavaş ısınıyorsunuz kamera arkasına?<br />
Aslında ben sette, özellikle Musallat filmi setinde ışık kamyonunun<br />
içindeki malzemelerin isimlerini ve ne işe yaradıklarını öğrenmekle<br />
başladım. Celal Tan’da ne yapılıyor, nasıl açılar kullanılıyor, ne his<br />
verilmek isteniyoru inceledim. Oynadığım dizide de bakıyorum şu an.
Bu yaz Toprağın Çocukları’nda gece ışığı yapmaya başlamıştım. Beni<br />
“Best girl” olarak jeneriğe yazacaklar sanırım. Boş zamanlarımda<br />
kamerayı kurcalamaktan, gece ışığı kurmaya kadar her şeye hakim olmaya,<br />
öğrenmeye başladım. Sağ olsunlar izin verdiler. Aslında bir nevi<br />
asistanlık yapıyorum.<br />
Bir senaryo çalışmanız var mı?<br />
Bir tane senaryom var ama şu an 10 sayfa. Senaryoya dökülmüş değil<br />
ama 10 sayfalık çok ilginç bir hikayem var. Çekilmesi de çok zor. Onu<br />
ben çekemezsem Onur çeksin isterim.<br />
Türk sinemasında kadın yönetmen sayısı çok az. 80 sonrasında 90’larda<br />
sinemada feminizm bir şekilde vardı. Fakat 90’ın ikinci yarısından<br />
itibaren, özellikle 2000’lerde kadın oyuncu olarak çok fazla ve yeni<br />
isim olmasına rağmen bu derdi paylaşan, o cesareti gösteren veya<br />
o faturayı ödemek için yola çıkan isim sayısı çok az. Bu konuda ne<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Bunu zaten çok fazla dile getiriyorum. Reha Erdem’le veya Onur’la<br />
konuştuğum zaman da “Ne olur bir kadın hikâyesi çekin, kadın gözünden<br />
çekin” diye söylüyorum. Çünkü sinemada olan kadın karakterler de<br />
erkek gözünden kadınlar hep. Hatta kadın yönetmenler de erkek hikâyeleri<br />
çekiyorlar. Özellikle de sosyolojide okuduğum ve kadın dünyasını<br />
önemsediğim için benim çok takıldığım bir konu. Yazdığım hikâye kadın<br />
hikâyesi mesela. Özellikle de iyi hikâye yazan ve çeken insanlarla<br />
arkadaş oldukça kadın hikâyesi çekmeleri için baskı yapıyorum. Bizim<br />
jenerasyonumuz büyüdükçe, kendine güveni geldikçe kadın meseleleri<br />
olan senaryolar yazılacak ve filmler çekilecek.<br />
Toplumun kadına bakış açısı belli. Cesaret gerektiren rollerde oynayacak<br />
mısınız? Bunun faturasını ödemeye hazır mısınız?<br />
Eminim edeceğim. Mesela Beren Saat bunu yapıyor. Son iki dizisinde<br />
de oynadığı kadın karakter güçlü ve gerçekten kadın gözünden, kadın<br />
karakterler. Fatmagül’de tecavüze uğradığı için garip bakıyorlar. Türk<br />
toplumunda bu var. Senaryoyu gerçek zannediyoruz. Konuşulan<br />
şeylerden bunları duyuyorum ama her şeye rağmen cesaret edip o<br />
tarz karakterler canlandırmakta fayda var. Beren buna cesaret etti. O<br />
yüzden oynadığı karakterler açısından ona çok saygı duyuyorum. Bana<br />
da böyle bir şey gelirse, ben de cesaret etmek isterim.<br />
Sizin tipiniz aslında çok çizgi dışı. Bu durum sinema için çok güzel<br />
bir şey. Ancak bazen bunun dezavantajları da olabilir. Mesela Şerif<br />
Sezer’in de tipi çok değişik. Onunla konuştuğumda “Aslında tipimin<br />
farklılığı bana dezavantaj getirdi ve ben bunun faturasını ödedim”<br />
demişti.<br />
Aslında sinemada böyle bir sınır yok. Bu yaz 17 yaşında bir kızı, 27<br />
yaşında bir öğretmeni, edilgen bir kadın karakteri oynadım. Böyle<br />
küçük gösterip aslında yaşı büyük olmanın avantajı var. Fakat dizilerde<br />
bu öyle değil. Dizilerde biraz daha fiziksel olarak Türk toplumunun<br />
sevdiği, etine dolgun kadınlar tercih ediliyor. Dolayısıyla başrol, esas<br />
kadın rolleri, bütün diziyi kaldıracak roller bana çok gelmiyor. Gelse de<br />
benim çok hoşuma gitmeyen şeyler geldi. Fiziksel olarak zayıf olduğum<br />
için böyle rollerin gelmediği oluyor. Eskiden şikâyetçiydim ama artık
değilim. Bence yan karakterler de çok önemli.<br />
Güzel herhangi bir şey gelirse oynuyorum.<br />
Mesleğe televizyon dizileriyle başladınız. Yeni<br />
oyuncular için televizyon dizileriyle başlamak<br />
bazen oyunculuk anlamında bir sakatlık yaratabiliyor.<br />
Bunu nasıl geçmeyi planlıyorsunuz?<br />
Bu aslında biraz Faruk Teber sayesinde oldu.<br />
Faruk Teber alışılmış dizi yönetmenlerinin çok<br />
dışında bir adam ve beni kameranın karşısına<br />
ilk oturttuğunda ben hiçbir şey bilmiyordum.<br />
Çünkü her şey koşuşturma içinde çekildiği için<br />
dizilerde çok vakit olmuyor. Alt metin çalışması<br />
yapmak, uzun uzun rol üzerine çalışmak, sahne<br />
üzerinde konuşmak pek mümkün olmuyor<br />
ama Faruk Teber dört sahneyi bir gün içine<br />
yayarak bunların hepsini yaptı. Bana alt metnin<br />
ne olduğunu, çalışmanın, disiplinin nasıl bir<br />
şey olduğunu, karakterin nasıl çıkacağını uzun<br />
uzun anlattı ve çalıştık. Teber çok iyi bir yönetmen,<br />
diziyi sinema filmi gibi çektiği için sinema<br />
filmi oyuncusu gibi tecrübe edindim.<br />
Profesyonel bir oyuncu olarak ilk yönetmenlik tecrübesini<br />
yaşayan bir yönetmenle oynamak sizin<br />
için bir risk içeriyor mu?<br />
Kesinlikle taşımıyor. Ali Adnan Özgür’de bunu<br />
gördüm. Gerçekten ne yaptığını bilen birisi. Oturup<br />
konuştuğunuz zaman kafalarınız uyuşuyorsa, aynı<br />
yöne bakıyorsanız, filmle ilgili aynı şeyi istiyorsanız<br />
o film zaten güzel oluyor. Teknik aksaklıklar hepsinde<br />
olabilir. İsterse kötü gözüksün ama kafası<br />
çalışan, iyi hikayesi olan bütün yönetmenlerle<br />
çalışmalı bence insanlar.<br />
<strong>Cinedergi</strong> okuyucularına bir mesajınız var mı?<br />
Normalde sinemayı sanat filmi ve gişe filmi olarak<br />
ikiye ayırıyoruz. Aslında böyle bir şey yok. Herkesin<br />
izleyebileceği çok sağlam filmlerde yapılabiliyor<br />
ve bence Celal Tan bunun en iyi örneklerinden bir<br />
tanesi olacak. Hem alt yapısı çok sağlam, içinde<br />
gerçekten sanat olan bir film hem de herkesin<br />
anlayabileceği, sevebileceği bir gişe filmi de olacak.
n 1999 yılında başrollerini Hugh Grant ve Julia Roberts’in<br />
paylaştığı, Richard Curtis’in yazıp Roger Michell’in yönettiği<br />
“Notting Hill”, tüm zamanların en iyi aşk filmleri listesinden<br />
hiç çıkmayacağa benzer. Bu eşine az rastlanır romantik<br />
filmin müzikleri ve müzik koordinatörlüğü ise Trevor<br />
Jones’a ait. Filmin soundtrack’i birbirinden önemli<br />
isimlerin eserleriyle, sinemaseverleri coşkuya, heyecana,<br />
aşka ve huzura eriştiriyor, hala... Başucu albümlerinden<br />
biri olarak tanımlayabileceğimiz “Notting Hill OST”de, Elvis<br />
Costello’dan “She”, Shania Twain’den “You’ve Got A<br />
Way”, Steve Poltz’dan “Everything About You” ve tabi ki<br />
Al Green’den “Ain’t No Sunshine” öne çıkanlar arasında…
n İranlı yönetmen<br />
Bahman<br />
Ghobadi’nin yönettiği<br />
ve başrollerini<br />
Monica Bellucci,<br />
Yılmaz Erdoğan,<br />
Beren Saat, Belçim<br />
Bilgin’in paylaştığı<br />
‘Gergedan’ın Son<br />
Şiiri’ filmi ‘halk<br />
sansür’üne takıldı. Çekimlerde<br />
sevişme sahnelerinin<br />
olduğunu<br />
öğrenen Garipçe<br />
Köyü, ekibin evlerini<br />
kullanmalarına<br />
izin vermedi. Bunun<br />
üzerine ekiptekiler<br />
çevredekilerle<br />
görüşüp uygun bir<br />
ev buldu. Sevişme<br />
sahnelerinin çekimi<br />
esnasındaysa evin<br />
çevresindeki köylüler<br />
ekip tarafından<br />
uzaklaştırıldı.
n Courtney Love, başı sık sık belaya giren Lindsay<br />
Lohan’a akıl hocalığı yapacak. Şarkıcı Courtney Love,<br />
kendisi gibi başı sık sık belaya giren oyuncu Lindsay<br />
Lohan’a akıl hocalığı yapacak. “Geçmişte bana olduğu<br />
gibi Lindsay de dibe vurdu, ona yardım edeceğim”<br />
diyen Love’ın, tıpkı Lohan gibi uyuşturucu ve alkol<br />
sorunu olduğu biliniyor. Umarız her seansta oturup<br />
karşılıklı bir şişe bitirmezler…
n İç çamaşırı modeli Florence<br />
Brudenell-Bruce ‘Tatler’ dergisine<br />
poz verdi. İngiltere Veliaht<br />
Prensi Harry’nin eski sevgilisi, 25<br />
yaşındaki iç çamaşırı modeli Florence<br />
Brudenell-Bruce, ‘Tatler’ dergisine<br />
poz verdi. 2011’in başlarında<br />
iki ay boyunca flört ettiği Prens’ten<br />
ayrıldıktan sonra işleri açılan modelin<br />
şimdiki hedefi, Hollywood’a<br />
kapağı atmak.
n 19-29 Ocak tarihleri arasında<br />
düzenlenecek 2012 Sundance<br />
Film Festivali’nde, ilk kez bir<br />
Türk filmi Dünya Seçkisi’nin<br />
içinde. Raşit Çelikezer’in<br />
yönettiği ‘Can’ 14 filmlik bu<br />
seçkinin içinde kendine yer<br />
buldu. Amerika’dan 2059,<br />
dünyadan ise 1983 uzun<br />
metraj filmin başvurduğu<br />
festivalde 31 ülkeden 110<br />
film seyirciyle buluşacak. Bu<br />
filmler arasından 88’i dünya<br />
prömiyerlerini festival içinde<br />
gerçekleştirecek.<br />
n Steven Spielberg, son<br />
20 yılda çekilen filmleri<br />
izlemeyi tercih etmediğini<br />
söyledi. Oscar ödüllü<br />
Spielberg ‘sinemanın<br />
altın çağının 1950 ve<br />
60lar olduğunu’ dile getirdi.<br />
Spielberg, “Bir filme<br />
başlamadan önce birer<br />
klasik haline gelmiş Yedi<br />
Samuray, Çöl Aslanı,<br />
Arabistanlı Lawrence ve<br />
Şahane Hayat filmlerini<br />
izlerim. Eskiye gitmeyi<br />
severim. Sessiz filmleri de<br />
çok izlerim. Çünkü görselleri<br />
çok kuvvetlidir, açılar<br />
çok başarılıdır ve performanslar<br />
çok iyidir. Bana<br />
bir filme başlamak için<br />
gerekli enerjiyi verir” diye<br />
konuştu.
n The Gotham Awards, önceki<br />
gün düzenlenen törenle sahiplerini<br />
buldu. En İyi Film Ödülü’nü geçen<br />
hafta Türkiye’de de vizyona giren<br />
Terrence Malick’in Hayat Ağacı/<br />
The Tree of Life ve Milke Mills’in<br />
Beginners filmi paylaştı. Alexander<br />
Payne’in, George Clooney’nin rol<br />
aldığı ve Oscar’da iddialı olduğu<br />
yönünde yorumlar yapılan filmi<br />
The Descendants, üç kategoride<br />
aday olduğu ödüllerden eli boş<br />
döndü. The Descendants ’ın yerine,<br />
Mike Mills’in yönettiği Beginners,<br />
New York’ta düzenlenen ve<br />
sunuculuğunu Edie Falco ve Oliver<br />
Platt’ın üstlendiği törende, En İyi<br />
Toplu Performans Ödülü’ne değer<br />
görüldü.<br />
n Ünlü yaratıcı yönetmen<br />
David Lynch, savaş<br />
sonrasında bunalıma<br />
giren gazileri meditasyon<br />
öğretmeye teşvik ediyor.<br />
Psikolojik sorunlardan<br />
kurtulma adına meditasyon<br />
tekniklerinin büyük<br />
ölçüde işe yaradığını<br />
savunan usta yönetmen,<br />
savaş gazilerinin bu imkanlardan<br />
faydalanması<br />
için 1 milyon dolar<br />
tutarında bağış yaptı. Bu<br />
meblağdan özellikle de<br />
Irak ve Afganistan gazileri<br />
yararlanacak.
n Ata Demirer ve Müjde Ar, Aysel<br />
Gürel’e saygı albümüiçin stüdyoya<br />
girecek... Konservatuar mezunu olan ve<br />
Makara adına albüm çıkaran, Eyvah Eyvah<br />
filminde de şarkı söyleyen Demirer,<br />
‘Ayselim’ adlı albümde Müjde Ar’la<br />
birlikte düet yapacak. İkili “Yalnızca<br />
Sitem” ve “Gençlik Başımda Duman”<br />
şarkılarından birisini seslendirecek…<br />
Bakalım hem sinema hem de müzik<br />
camiasından konuyla ilgili nasıl yorumlar<br />
gelecek?<br />
n Bu yıl 6.si düzenlenen ,<br />
Kültürler arası Diyalog temalı<br />
kısa filmlerin yarıştığı JCI<br />
ISTANBUL CROSSROADS<br />
ULUSLARARASI KISA FİLM<br />
FESTİVALİ yarışma sonuçları<br />
11 Aralık 2011 Pazar gecesi<br />
Beykent Üniversitesi Taksim<br />
yerleşkesinde yapılacak<br />
galada açıklanacak. Ebru<br />
Akel, Hüseyin Kuzu, Yosi<br />
Mizrahi, Sadi Çilingir, Selim<br />
Demirdelen, Kıvanç<br />
Terzioğlu, Ali Arıkan ve Bülent<br />
Doruker’in jüri üyesi<br />
olarak yer aldığı festivale<br />
bu yıl 48’i Türkiye’den, 12’si<br />
yurtdışından olmak üzere<br />
toplam 60 kısa film başvurdu.<br />
Her yıl “Kültürler Arası Diyalog”<br />
temasını işleyen yarışma<br />
bölümünün ödülü Digital<br />
Film Academy’den toplam<br />
10,000TLlik eğitim bursu.<br />
Festival Resmi Sitesi : www.<br />
jciistanbulcrossroads.com
2. Malatya Film Festivali, Anadolu’nun kültür savaşının en önemli<br />
ayağı olmaya aday bir etkinlik. Doğu’da sinema sevgisinin<br />
büyümesine büyük etkisi olacağına inanıyoruz.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n 2. Malatya Uluslararası Film<br />
Festivali sona erdi. Anadolu’nun<br />
bu en yeni ulusal sinema festivali<br />
Türk sineması için önemli<br />
tespitler yapmamıza sebep<br />
oldu. Önce festivali kendi içinde<br />
değerlendirmeliyiz. Geçen yıl bu<br />
sıralar Malatya’da bir sinema festivali<br />
yapılacağını duyduğumuzda<br />
heyecanlanmıştık. Özellikle<br />
bunun Malatya Valiliği tarafından<br />
yapılması işi iyice ilginçleştirdi.<br />
Çünkü böyle bir uygulamayı<br />
fazla görmedik ülkemizde.<br />
Anadolu’daki çoğu festival buna<br />
Adana ve Antalya da dahil belediyelerin<br />
himayesinde yapılır.<br />
Böyle olunca kurumsallaşma ve<br />
devamlılık anlamında problemler<br />
yaşanır. Buna en iyi örnek<br />
Bursa Film Festivali’dir. Belediye<br />
başkanı değişince dört yıldır<br />
sürmekte olan başarılı bir festival<br />
bıçakla kesilmiş gibi yok oldu.<br />
Valilik ise iç dinamikler sayesinde<br />
devamlılığı olan bir kurumdur.<br />
Vali Ulvi Saran sinemayı seven<br />
bir yönetici aslında bu sevgiden<br />
biraz fazlası, tutkun diyebiliriz.<br />
Zaten bu yüzden de bu festival<br />
hayata geçmiş. Ulvi Saran’ın<br />
görev yeri değişebilir ama onun<br />
yerine gelen valinin bu festivali<br />
devam ettirmek isteyeceğini<br />
şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü<br />
bürokraside devamlılık önemlidir<br />
hatta bu bir ahlaktır. Onun<br />
için Malatya Film Festivali’nin<br />
geleceğini parlak görüyorum. İlk<br />
yıl festival bir konsept üzerine<br />
kurulmuştu. Kemal Sunal’ın<br />
anısına komedi filmleri ana<br />
odaktaydı ilk festivalde. Ama bu<br />
yıl Malatya ulusal ve uluslararası<br />
yarışma düzenlemeye karar<br />
verdi. Bu bir anlamda ileriye<br />
bir adım olarak kabul edilse de<br />
bence gözden geçirilmesi gereken<br />
bir karardı. Çünkü Türkiye’de<br />
bir çok festival var. Halbuki Türk<br />
simeması son dönemlerde üretim<br />
olarak gelişme kaydetse de bu<br />
kadar festivali besleyecek bir havuza<br />
sahip değil. Hele üretimlerin<br />
kalitesine bakarsak durumun<br />
daha da problemli olduğu<br />
görünüyor. Bu yıl Malatya da<br />
bunun sıkıntısını yaşadı. Toplam<br />
yedi filmin yarıştığı seçki, Adana<br />
ve Antalya’nın ödüllü filmlerinin<br />
tekrar kozlarını paylaştığı bir<br />
süreç oldu. Mar, Gelecek Uzun<br />
Sürer ve Eylül bu festivalde bir<br />
kez daha karşılaştı. Geriye kalan<br />
filmler ise daha önce birçok kez<br />
festivallere katılmış yani biraz da<br />
yokluktan kabul edilmiş filmlerdi.<br />
Bu sözlerim o filmlerin kalitesiyle<br />
ilişkilendirilmesin sadece<br />
yeni değillerdi. Kar Beyaz, Saklı<br />
Yüzler, Küçük Günahlar… Bir<br />
kere yedi film sayı olarak az.<br />
Bir de yeni üretimler olmadıkları
düşünülürse problem daha da<br />
açık görünür. Sonuçta ikincisi<br />
yapılan ama ilk kez yarışma bölümünün<br />
olduğu bir festival için bunu<br />
anlaşılabilecek bir durum olarak<br />
kabul edebiliriz. Ama önümüzdeki<br />
yılın seçkisinin daha kuvetli olması<br />
gerektiğini düşünüyoruz. Ödüller<br />
belli olduğunda Gelecek Uzun<br />
Sürer’in En İyi Film ve Yönetmen<br />
ödülü alarak baskın çıktığı bir<br />
yarışma oldu. Caner Erzincan’ın<br />
yönettiği Mar filminin ise Jüri Özel<br />
Ödülü, SİYAD (Sinema Yazarları<br />
Derneği) ödülü ve En İyi Erkek<br />
Oyuncu ödüllerini alarak Gelecek<br />
Uzun sürer’i takip ettiğini görüyoruz.<br />
Burada benim de yer aldığım<br />
SİYAD jürisinin ödülü verirken<br />
okuduğu gerekçeyi yazmak istiyorum,<br />
“SİYAD Jürisi, 2. Malatya<br />
Uluslararası Film Festivali Ulusal<br />
yarışması dahilinde gördüğü<br />
filmler içinde seyrettiği hiçbir<br />
yapıtı çok başarılı bulmamakla<br />
birlikte, ele aldığı konuya<br />
duyarlı yaklaşımı, moda olan<br />
öteki meselesine hiçbir biçimde<br />
yüz vermeyen anlayışı ve<br />
belli bir üslup yaratmanın ilk<br />
adımlarını tutarlılıkla atma inadı<br />
dolayısıyla, Caner Erzincan’ın<br />
Mar filmini ödüle değer<br />
bulmuştur.” Aslında bu gerekçede<br />
Türk sinemasının eleştirisinin özü<br />
yatmakta. Bu konuyu şimdilik<br />
kapatıp festivalin şehre katkısını<br />
da konuşmalıyız. Bu film festivalinin<br />
Malatya’da yapılması çok önemli.<br />
Anadolu’daki bir çok şehrimizin<br />
kültür sanat hayatının kısırlığı<br />
bir gerçek. Bu durumun en<br />
önemli çıkışlarından biridir festivaller.<br />
Malatya halkı festivalinin<br />
değerini bilmeli ve destek verip<br />
ondan yararlanmalı. Bu anlamda<br />
Malatya’daki üniversitelerin,<br />
belediyenin daha fazla festivali<br />
benimsemesi ve destek vermesi<br />
gerekir. Önümüzdeki yıl çok daha<br />
iyi bir festivalle karşılaşacağımızı<br />
umuyor emeği geçen herkese de<br />
teşekkür ediyorum.<br />
Ödüllerin tam listesi:<br />
Ulusal Uzun En İyi Film:<br />
Gelecek Uzun Sürer<br />
Ulusal Uzun En İyi Yönetmen:<br />
Özcan Alper<br />
Ulusal Uzun En İyi Senaryo:<br />
Saklı Hayatlar-Haluk Ünal<br />
Ulusal Uzun En İyi Kadın<br />
Oyuncu: Salima Hamed<br />
Ulusal Uzun En İyi Erkek<br />
Oyuncu: Volga Sorgu<br />
Ulusal Uzun En İyi Özgün Müzik:<br />
Gelecek Uzun Sürer-Mustafa<br />
Biber<br />
Ulusal Uzun Jüri Özel Ödülü: Mar<br />
SİYAD Ödülü: Mar<br />
Uluslararası En İyi Film: Altıncı<br />
Kattaki Kadınlar<br />
Uluslararası En İyi Yönetmen:<br />
Philippe LeGuay / Altıncı Kattaki<br />
Kadınlar<br />
Uluslararası En İyi Senaryo: Parmak-<br />
Carina Catelli/ Parmak<br />
Uluslararası En İyi Kadın Oyuncu:<br />
Natalia Verbeke/Altıncı Kattaki<br />
Kadınlar<br />
Uluslararası En İyi Erkek Oyuncu:<br />
Fabian Vena/Parmak<br />
Uluslararası En İyi Müzik: Super<br />
Charango//Parmak<br />
En İyi Kısa Film: Ekmek<br />
Kısa Jüri Özel Ödülü: Toros<br />
Canavarı
NİL ÖZER<br />
n Ünlü yönetmen ve müzisyen Nezih<br />
Ünen’in ikinci filmi vizyona girdi. Romantik<br />
drama türündeki filmin başrollerini Yunus<br />
Güner, Fadik Sevin Atasoy, Tan Sağtürk,<br />
Veysel Diker, Pelin Acar ve Özlem Tekin<br />
paylaşıyor. Günümüz aşklarını nasıl<br />
değerlendiriyorsunuz sorusuna yönetmen<br />
Nezih Ünen, ‘’ Yeni aşklarda insanlar<br />
ilişkilerinde huzur değil, çatışma arıyor’’<br />
diyor. Filmde yakışıklı, romantik Koray<br />
karekterini canlandıran Tan Sağtürk ile<br />
yönetmen Nezih Ünen’le keyifli bir söyleyişi<br />
yaptık.<br />
Mavi Pansiyon nasıl gelişti?<br />
Nezih Ünen: İlişkiler hakkında bir film<br />
çekmek istedim. İlişkiler son zamanlar<br />
ister istemez çok kafa yorduğum bir konu.<br />
Sonuçta mutlu olmak için yaşıyoruz. Daha<br />
genç insanlar için kafa karışıklığı yok, onlar<br />
zaten yeni aşk için doğup büyümüşler.<br />
Benim de içinde olduğum bir grup var ki<br />
bizler eski aşkı tanıdık, bir kısmımız hala<br />
o eski aşklarda, bir kısmımızsa yeni aşkı<br />
kavramış adapte olmuş bile. Bu filmde<br />
seyirciye keyifli anlar yaşatmak için hem de<br />
konunun ilişkilere odaklanması için pansiyonda<br />
bir araya gelmiş insanlardan oluşan<br />
bir hikaye yapmak istedim.<br />
Kabul etmenizdeki etkenler nelerdir?<br />
Tan Sağtürk: En önemlisi bir aşk filmi.<br />
Çocukluğumdan beri içinde hep aşk<br />
olan eserlerde canlandırma yapmak zorunda<br />
kaldım. Zorunda diyorum çünkü<br />
10 yaşında bir mesleğe başlıyorsunuz.<br />
Tekniğiniz değil yorumlamanız önemlidir.<br />
Hissediyor olmanız gerekir. Bugüne
kadar çok değişik aşklar yorumladım.<br />
Senaryoyu okuduktan sonra bugüne<br />
kadar yaptığım her şeyin çok dışında bir<br />
başka ilişki tipi vardı. İlk önce bu etkiledi<br />
daha sonrasında da kişiler. Nezih’in<br />
‘Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’ filmi evet<br />
dememde çok etkili oldu. Benim için çok<br />
sağlam bir tohum ekilmiş oldu.<br />
Konusundan biraz bahseder misiniz?<br />
Nezih Ünen: Günümüz ilişkilerin<br />
değişiminden bahsetmek istedim. Eskisi<br />
gibi değil ilişkiler. Yeni aşkların filmi diyebiliriz.<br />
İnsanların ihtiyaçları ve beklentileri<br />
değişti. İlişkilerinde çatışma istiyorlar.<br />
Mesela Tan’ın (Sağtürk) canlandırdığı<br />
Koray karekteri, romantik, başarılı ideal<br />
bir erkek. Eğer 20 yıl önce çekseydik<br />
bu filmi Tan (Sağtürk) başrol olurdu.<br />
Günümüzde Fadik’in (Sevin Atasoy)<br />
canlandırdığı Bahar karekteri, daha serseri<br />
komplike olan Ahmet (Yusuf Güner)<br />
karekterini çekici buluyor. Burdan da şu<br />
anlaşılıyor ki günümüz ilişkilerinde insanlar<br />
huzur yerine çatışma arıyorlar.<br />
İlk profesyonel sinema tecrübeniz...<br />
Tan Sağtürk: Özgüvensizlik vardı<br />
bende. Mesleğim ve kariyerim<br />
açısından da hissedemediğim<br />
aslında çok da bilmediğim bir<br />
mecradır sinema konusu. Çok<br />
az örneklerde bulundum. O<br />
yüzden bir güven duygusu<br />
üzerine kurmak gerekiyordu<br />
Eski aşkları arıyor musunuz?<br />
Nezih Ünen: Valla bana<br />
sorarsanız ben hala<br />
eskilerdeyim. Benim<br />
için ilişkiler insanların
hikaye yazmak için ya da kendi hayatımı bir hikayeye<br />
dönüştürmek için ilişki aramıyorum. Bu durumu<br />
çok sağlıksız buluyorum. Biz bir plak almak<br />
için harçlık biriktirirdik, şimdi ellerinin altında şarkı<br />
sayısını bilmedikleri Mp3 ler var. İlişkileri de Mp3<br />
gibi artık. Değeri çok az. Benim için ilişkiler bir<br />
çabayla ulaşılan elde edildiği zaman kıymetlidir.<br />
Okul zamanında platonik olarak yaşadığım<br />
aşklarımın hiç birini unutmamışımdır. Günümüzde<br />
insanlar müziği, mekanları ve aşkları çok çabuk<br />
tüketiyorlar.<br />
Oyunuculuk kariyeriniz için neler söylemek isttersiniz?<br />
Tan Sağtürk: Sinemayla ilgili bir başlangıç olabilir.<br />
Bilemiyorum zaman gösterecektir, endişem ve<br />
ümitlerim yok bu konuda. Keyifle seyredip gurur<br />
duyacağımız bir yerde tutmak isteğindeyim.<br />
Peki Türkiye aşkı biliyor mu?<br />
Nezih Ünen: İyi bilen ülkelerden biri. Çok farklı kültürlerin<br />
bir arada yaşadığı bir ülkeye sahibiz. Aşk<br />
insanların en önemli ortak noktası. Filmde de üç<br />
ayrı kültürdeki ilişkileri görüyoruz ama birleştikleri<br />
nokta aşk Yaşadığımız olumsuzluklarla birbirimize<br />
duyduyumuz sevgi sayesinde üstesinden geliyoruz.<br />
Aşkı daha çok sevgi olarak görüyorum.<br />
Yeni aşkları yadırgıyor musunuz?<br />
Tan Sağtürk: Kolay değil reçetesini bulamamış<br />
olmak, çünkü formüller vardı uzun süreli ilişkiler<br />
vardı gıpta ile baktığımız. Birbirini gerçekten seven,<br />
saygı duyulan uzun ilişkilere özenle bakıyoruz.<br />
Korumak çok önemli bulamamakta çok acı verici<br />
bir şey. Evlendim, koruyabilirsek benim en değerli<br />
ilişkim olacak. Çocuğumun annesi ilişkimizi başka<br />
bir boyuta götürdü.<br />
Kadro nasıl bir araya geldi. Yazarken isimler belli<br />
miydi?<br />
Nezih Ünen: İlk başta kafamızda isimler vardı ama<br />
sinemada oluşana kadar isimler değişebiliyor. Yazarken<br />
tipler canlanıyordu, oyuncular canlanıyordu.<br />
Veysel Diker’in oynadığı karekteri kafamda<br />
ilk başta Haluk Bilginer olarak düşünmüştüm.<br />
Temasa bile geçmedik. Düşündüğüm gibi<br />
gelişmedi olaylar. Pelin acar sürpriz bir isim oldu.<br />
Yeteğini performansını hayretle karşıladım. Tan<br />
‘ın(Sağtürk) olmasını çok istedim çünkü onun<br />
pozitif enerjisine ihtiyacım vardı.<br />
Unutamadığınız aşk filmeri var mı tekrar tekrar<br />
seyrettiğiniz?
Tan Sağtürk: Klasik İtalyan sineması filmleri<br />
çok severim. Sophia Loren’in oynadığı filmlere<br />
bayılıyorum. Son dönem filmlerinden Avatar’da<br />
bence çok güzel bir aşk vardı. Adamlar sanatın tohumunu<br />
gömmüşler ve bundan da para kazanmayı<br />
bilmişler bence çok önemli bir şey.<br />
Çekerken sizi etkileyen bir an var mı?<br />
Nezih Ünen: Tan’ın Fadik’le bir dans sahnesi vardı<br />
ama önceden bir hazırlık yapmamıştık. Son günlerimizdi<br />
bir telaş içerisindeydik anlayacağınız.<br />
Tan ve Fadik kendi aralarında dans sahnesini<br />
çalışmışlar, gördüklerime çok şaşırdım, monitör<br />
başında çok duygulandım, etkilendim. Bu an’ı unutamam.<br />
Sizin aşkınız...<br />
Tan Sağtürk: İlk önce eşim. Evliliğimi korumak<br />
zorundayım. Kızım da çok önemli tabii ki ama ben<br />
evliliğimi koruyamazsam kurduğum bütün düzen<br />
bozulur.<br />
Biz sizi müzik adamı olarak tanıdık. Yönetmen Nezih<br />
Ünen’in hikayesini öğrenebilir miyiz?<br />
Nezih Ünen: Müzik sinemaya çok yakın, ortak çok<br />
yönleri var. Müzik yönetmenliği tabir edilen işi çok<br />
uzun zaman yaptım. Anadolu’nun Kayıp Şarkıları<br />
projesi ile her şeyi kendim yapmayı öğrendim.<br />
Kamera kullanmayı, montajı...Bir baktım ki sinemayla<br />
ilgili çok şey öğrenmişim. Bir yönetmenin<br />
söyleyecek sözü olması gerekiyor. Şu döneminde<br />
hayatımın anahtarını yakaladığım bir dönemdeyim.<br />
Yönetmenliğe kendi projelerinizle mi devam edeceksiniz?<br />
Nezih Ünen: Hayatımın şu noktasında<br />
yaşadıklarımdan dolayı anlatmak istediğim hikayelerim<br />
çok. Bu nedenle şu anda çekilmeye hazır<br />
birkaç projem beklemede. Önümüzdeki yaz bunlardan<br />
bir tanesini hayata geçireceğim. Böyle yaparsam<br />
insanlar gelir para kazanırım değil, muhakkak<br />
bunu anlatmalıyım derdinde olan bir yönetmenim.<br />
Mavi Pansiyon seyircide nasıl bir tat bırakacak?<br />
Nezih Ünen: Mavi Pansiyonu seyretmek için<br />
koltuğuna oturan seyirci en başta şunu garanti ediyorum<br />
çok keyifli bir film seyredecek. Seyrederken<br />
güzel yerlere gidecek. İlişkilerde de yeni aşkların<br />
yaşandığı bir ortamda kendini bulacak. İlişkilerin<br />
biçimi dışında baktığımız zaman zamanı olmayan<br />
ortamlara tanık olacak. Kadromuz çok iyi, müzikler<br />
şahane daha ne olsun...
KAAN KARSAN<br />
n Sinema bazen izleyenine güç verir,<br />
umut verir. Çıkan binbir zorluğa göğüs<br />
geren, yol üzerindeki engellere rağmen<br />
yılmayan gerçek ya da gerçek ötesi karaktelerin<br />
yuvası oluverir. Sinema, inancın,<br />
güvenin ve arzunun son tahlilde tebessüm<br />
ettiren yansıması ve dipten zirveye,<br />
yenilgiden başarıya giden yolların<br />
dilidir bazen. Bu ay vizyona girecek<br />
olan Moneyball’ın hatrına beyaz perdede sıkça<br />
karşımıza çıkan başarı öykülerinin genel bir derlemesini<br />
yapmaya heveslendik.<br />
The Pride of the Yankees (1942)<br />
Bizim kültürümüze fazla adapte olamamış bir<br />
spor dalı olan Baseball sporunun efsanevi isimlerinden<br />
Lou Gehrig’e odaklanan film sinemadaki<br />
başarı öykülerinin atalarından biri. Sam<br />
Wood’un filmi kendinden sonra defalarca benzerlerine<br />
rastlanılacak filmler için önemli bir prototip<br />
oluşturuyor. Genç yaşta ölen Lou Gehrig’in
aşarılarla dolu ancak kısa kariyerini son<br />
derece başarılı bir şekilde anlatan film,<br />
sinema tarihinde ayrı bir öneme sahip. Maalesef<br />
çok fazla tanıyamadığımız Lou Gehrig’i<br />
bize tanıtma konusunda harika bir iş çıkaran<br />
Gary Cooper ise her türlü övgüyü hak ediyor.<br />
Birçok dalda Oscar’a aday gösterilen ve<br />
en iyi kurgu Oscar’ını da kapıp götüren film,<br />
sinemada başarı öykülerinin nasıl yollardan<br />
geçtiğini görmek açısından da sinemaseverler<br />
için farklı bir önem teşkil ediyor.<br />
Rocky (1976)<br />
Sinemayla az buçuk ilgilenen herkesin tanıdığı<br />
boks fenomeni Rocky, gösterildiği dönem izleyicisine<br />
duygusunu öyle bir geçirmişti ki, sinema<br />
seyircisiyle tek yürek olmayı başarmıştı. Sylvester<br />
Stallone’nin kısa süre içerisinde gişe canavarı<br />
bir seriye dönüşen eseri en iyi film Oscar’ını da<br />
kapmıştı. Rocky kadar karşılaştığı rakipleri de<br />
ezberlenmiş ve kısa süre içerisinde sınırlı bir<br />
mitoloji yaratılmıştı. Rocky’nin yaptığı müthiş ün,<br />
yıllarca tartışılmış, filmin alt metinlerinde soğuk<br />
savaş göndermeleri aranmış hatta Rocky’nin<br />
yarattığı sempati ters istikamete çevirilmeye<br />
çalışmıştı; ancak filmin hayranları bu karakterle<br />
öyle bir duygusal bağ kurmuştu ki Rocky fenomenine<br />
zarar vermek imkansız görünüyordu.<br />
Sonuç olarak Rocky’nin öyküsü, sinema olduğu<br />
müddetçe her daim hatırlanılacak bir başarı hikayesiydi.<br />
Chariots of Fire (1981)<br />
Hugh Hudson’ın 1924 olimpiyatlarına katılan iki<br />
İngiliz atletin hikayesini anlattığı bol ödüllü azim<br />
filmi Chariots of Fire, günümüz olimpiyatlarının<br />
da gayriresmi tema müziğini medyaya<br />
kazandırmıştır. Filmin klasik “imkansız yoktur”<br />
söylemini sunmak ile birlikte sporun ruhunu<br />
layığıyla beyaz perdeye taşımakta başarılı olduğu<br />
pekala söylenebilir. İyi çekilmiş sahneleriyle,<br />
başarılı oyunculuklarıyla spor-başarı filmleri<br />
arasında kendine özel bir yer edinen film sınıfsal<br />
farklılıklara attığı eleştirel bakışla da mevzusunu<br />
derinleştirmeyi başarmıştır. Sporun ya da daha<br />
özel bir bakışla atletizmin yalnızca bir hedefe,<br />
bir ödüle doğru yapılan bir koşu olmadığını
söyleyen ve bu söyleminin altını doldurmakta<br />
da başarılı olan Chariots of Fire,<br />
listemizin en önemli filmlerinden biri.<br />
Forrest Gump (1994)<br />
Düşük IQ’suna<br />
rağmen kendisini<br />
sevdirmeyi,<br />
kalkıştığı her işte bir<br />
yerlere gelebilmeyi<br />
başaran müthiş<br />
bir karakter: Forrest<br />
Gump. Kimse<br />
onun uzun bir zaman<br />
dilimine yayılan<br />
öyküsünün başarı<br />
dolu ya da ilham<br />
verici olduğunu reddetmeyecektir.<br />
Robert Zemeckis’in bütün<br />
dünyaya sevdirmeye başardığı başarılı<br />
filmi hem sinemanın gördüğü en sevimli<br />
karakterlerden biri ile bizi tanıştırıyor<br />
hem de Tom Hanks’in ne kadar iyi bir<br />
oyuncu olduğuna vurgu yapıyordu. Forrest<br />
Gump’ın, aldığı tüm önemli Oscar’lar<br />
bir yana, yıllar içerisinde defalarca anılıp<br />
kendini yeniden izletmesi bile ne kadar<br />
iyi bir film olduğunun özeti niteliğinde<br />
aslında. Birçok repliğiyle akıllara kazınan<br />
ve eminim ki birçok insanın hayatına<br />
önemli etkisi olan film, izleyebileceğiniz<br />
en ilginç başarı öykülerinden biri belki de.<br />
Remember The Titans (2000)<br />
Amerikalılar için çok şey ifade eden;<br />
ancak okyanus ötesinde tadına çok da<br />
varılamayan bir spor olan Amerikan Futbolu,<br />
kuşkusuz başarıya ulaşan ekiplerin<br />
filmlerinde önemli bir role sahip. Gerçek<br />
bir hikayeden uyarlanan Remember The<br />
Titans ise bu sporla fazla ilgili olmayan<br />
bünyeleri bile sarıp sarmalayacak, ırkçılık<br />
konusunda bilindik ancak her daim etkileyici<br />
söylemleri olan eli yüzü düzgün bir<br />
filmdi. Zaten gösterildiği dönemde özellikle<br />
seyirci tarafından çok iyi karşılanmış<br />
ve seyirci dostu olmasının mükafatını<br />
da gişede almıştı. Denzel Washington’ın<br />
oyunculuğu için bile izlenmeyi hak eden<br />
bir film olan Remember The Titans, çok<br />
önemli bir film olmasa da “başarı öyküleri”<br />
denilince hatırlanmayacak filmlerden<br />
biri de değil.<br />
Seabiscuit (2003)<br />
İyi çekilmiş başarı öykülerine<br />
karşı bariz bir zaafı<br />
olan Akademi’nin de tam<br />
yedi Oscar adaylığı ile<br />
ödüllendirdiği Seabiscuit iyi<br />
bir film olmasının ötesinde,<br />
Pleasantville’den bu yana<br />
oldukça özlediğimiz Gary<br />
Ross’u tekrar sinema sahnesine<br />
çıkarmasından ötürü<br />
ayrı bir önem kazanıyordu.<br />
Laura Hillenbrand’ın gerçek<br />
bir hikayeden yola<br />
çıkarak yazdığı romandan Gary Ross’un kendi<br />
senaryosuyla uyarlanan film, efsanevi bir yarış<br />
atının başarı öyküsüne odaklanıyordu. Tıpkı diğer<br />
başarı filmleri gibi ilham vermesinin yanı sıra<br />
güzel çekilmiş yarış sahneleriyle ayrı bir dikkat<br />
çekiyordu. Filmden daha çok keyif almanın yolu<br />
ise “İstediğimiz her şeyi başarabiliriz” gibi beylik<br />
iletilerini çok fazla ciddiye almamaktan geçiyordu.<br />
Cinderella Man (2005)<br />
Bir yandan Amerika’nın<br />
büyük bunalımının<br />
sonuçlarına odaklanan diğer<br />
yandan ise Jim Braddock’un<br />
çaresizlikten umuda doğru<br />
olan yolculuğunu anlatan<br />
Ron Howard filmi, tipik başarı<br />
filmlerinin dokusuna bir de<br />
dönem arka planını katmakta<br />
oldukça başarılıydı. Boks<br />
filmleri arasında her ne kadar<br />
özel bir yere sahip olamayacak<br />
olsa da anlatımıyla<br />
ve oyunculuklarıyla oldukça sürükleyici ve can<br />
sıkmayan bir filmi Cinderella Man. Russell Crowe,<br />
Paul Giamatti ve Renee Zellweger gibi son derece<br />
yetenekli oyunculardan bolca yararlanan Ron<br />
Howard hem seyircinin hem de eleştirmenlerin<br />
beğenisini kazanmayı başarmıştı. “Gerçek bir<br />
hikayeden uyarlanmıştır” ibaresi ise, her filmde<br />
olduğu gibi bu filmin de duygusal kuvvetini arttıran<br />
cinstendi.<br />
There Will Be Blood (2007)<br />
Genelde spor filmi janrına kayan başarı öyküleri<br />
arasında Daniel Plainview’ın unutulmaz fakirlikten<br />
zenginliğe yolculuğunu gözardı etmek büyük<br />
hata olacaktır. Paul Thomas Anderson’ın hırs<br />
denilen kavramı tüyler ürperten bir sinemayla
görselleştirdiği “Kan Dökülecek” yalnızca<br />
geçtiğimiz on yılın en başarılı filmlerinden biri<br />
değil, aynı zamanda özgün bir yükseliş hikayesiydi.<br />
Daniel Day Lewis’in müthiş Daniel<br />
Planview kompozisyonu, oyunculuk namına<br />
dudak uçukatıyordu. Paul Thomas Anderson,<br />
öyküyü aslen bir başarı hikayesi formülü<br />
üzerine kurmamış olsa da Daniel Planview’in<br />
adım adım güçlenişini görmek her ne kadar<br />
diğer çoğu filmde olduğu gibi bir “kendini iyi<br />
hisset” tadı sunmasa da farklı bir haz veriyordu.<br />
“There Will Be Blood” bütünüyle bir<br />
başyapıttı.<br />
Invictus (2009)<br />
Sinemayla dolup taşan kariyerinin son<br />
demlerinde bile yorulmadan<br />
her sene yeni<br />
bir film sunan usta<br />
Clint Eastwood’un<br />
politik açıdan oldukça<br />
karmaşık bir durumda<br />
olan Güney Afrika’nın<br />
95 Rugby Dünya<br />
Kupası’nda ulaştığı<br />
başarıya odaklandığı<br />
kalburüstü filmi, bu<br />
başarı öyküsünün<br />
yanında döneme dair<br />
dikkat çekici politik tespitler<br />
de içeriyordu. Eastwood’un tıpkı çoğu<br />
filmi gibi oldukça başarılı bir şekilde kotardığı<br />
filmi, gerçek bir olayı anlatmasıyla etkisini<br />
iki katına çıkarıyor ve akıllarda yer etmeyi<br />
kesinlikle başarıyordu. Nelson Mandela’yı rol<br />
yapmasa bile oynayabilecek bir oyuncu olan<br />
Morgan Freeman ile takım kaptanını oynayan<br />
Matt Damon çok başarılılardı. Sonuç olarak ortada<br />
baştan sona keyifle izlenen, duygulandıran,<br />
ilham veren bir başarı filmi vardı.<br />
The Blind Side (2009)<br />
Sandra Bullock’a zannımca<br />
hak etmediği bir Oscar<br />
kazandıran ve herhangi<br />
bir azim filminden farkını<br />
göremediğim “The Blind<br />
Side”, Amerikan seyircisinin<br />
son yıllarda en<br />
sevdiği başarı öykülerinden<br />
biri oldu. Ötekileştirilen<br />
siyahi bir çocuğun<br />
anlayışlı bir aileyle beraber<br />
yaşamaya başlamasının sonucu<br />
olarak saklı yeteneklerini keşfetmesinden<br />
ve başarıya doğru yola çıkmasından hareketlenen<br />
film keyifli ve dokunaklı bir seyirlik olsa da<br />
duygusal seyircisinin zaaflarından yararlanmaya<br />
çalışmaktaydı. Gişede başarılı olan ve seyirci<br />
tarafından oldukça beğenilen film Amerikan<br />
futbolu hayranlarını cezbedebilecek bir öyküye<br />
sahipti. Sonuç olarak Michael Oher’in güncel<br />
hikayesi, son dönem başarı filmleri arasında en<br />
çok öne çıkanlardan birisiydi.<br />
The Social Network (2010)<br />
Mark Zuckerberg’in her<br />
daim güncel kalacakmış<br />
gibi gözüken başarı öyküsü<br />
David Fincher’ın ellerinde<br />
Aaron Sorkin’in yazdığı<br />
kusursuz senaryo ile birlikte<br />
çok yönlü bir yalnızlık<br />
öyküsüne dönüşse de<br />
genel hatlarıyla listemizin<br />
gerekliliklerini karşılıyor<br />
denebilir. Zuckerberg’in<br />
yarattığı her birimizin<br />
hayatından bir parçayı ele<br />
geçiren sosyal medya platformu<br />
Facebook’un internet alemindeki yükselişi<br />
birçok genci de köşeyi dönme hayalleriyle doldurdu.<br />
Halbuki Fincher’ın temas ettiği çok daha<br />
derin mevzular vardı filmin içerisinde. Hatta<br />
filmin, adına başarı denilen kavramın bazen oldukça<br />
nankör bir olgu olduğuna dikkat çektiği bile<br />
söylenebilir belki de. Her şeye rağmen bir yandan<br />
da temelinde sade bir başarı yolculuğunu<br />
da barındıran film, son yılların en dikkat çekici<br />
işlerinden biriydi.
Türkiye’nin 90’lı yıllar gençliğini anlatan ilk film<br />
olan Aşk ve Devrim’in yönetmeni F.Serkan Acar<br />
bu filmi Türk solunun son 30 yılını anlatmayı<br />
planladığı üçlemenin ilk adımı olarak görüyor.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türkiye sinemasında ilk defa 90’lı yıllar<br />
gençliğini anlatan Aşk ve Devrim’in yönetmen<br />
koltuğunda, Sonbahar filminin başarılı<br />
yapımcısı F. Serkan Acar oturuyor. Filmin<br />
başrollerinde Adana Altın Koza Film<br />
Festivali’nde Umut Veren En İyi Genç Erkek<br />
ve Genç Kadın Oyuncu ödüllerini filmde<br />
canlandırdıkları Kemal ve Leyla karakterleriyle<br />
kazanan Gün Koper ve Deniz Denker<br />
bulunuyor. Adana’da Jüri Özel Ödülü ve En<br />
İyi Sanat Yönetimi dallarında toplam dört<br />
ödül alan filmin yönetmeni F. Serkan Acar’la,<br />
16 Aralık’ta vizyona girmeden önce Aşk ve<br />
Devrim’i konuştuk<br />
Proje nasıl oluştu?<br />
Yapmak istediğim bir üçleme aslında. Türkiye<br />
solunun son 30 yılına yakın plan kamerayı<br />
tuttuğum bir süreç olacak bu. 80 sonrasından<br />
itibaren 2010’lu yıllara kadar üç film olacak.<br />
Filmlerin hepsi hazır aslında. İkinci filmden<br />
başlamayı düşünüyordum. Uzun Yürüyüş ismiyle<br />
bir gerilla kızın dönüşünü anlatacaktım.<br />
Türk solundan gerillaya katılmış bir kızın<br />
gerilladan ayrılıp hayata tekrar katılması ve<br />
yaşadıkları... Bu aslında bir Türk sorunu. Yani<br />
Kürt sorunu Türk sorunudur aslında. Bu 80’lerin<br />
sonu, tam bizim üniversiteye girdiğimiz<br />
dönemdeki devrimci gençler üzerinden<br />
Türkiye’nin sorununu anlatan, sosyalizmin<br />
yıkıldığı kirli savaşın başladığı bir dönem.<br />
Türkiye’de sol hareketlerin darbeden sonra<br />
çıkıp ne yapıp ettiklerine dair bir film projesiydi<br />
bu. Kafamda bir öykü vardı, Serkan’ın<br />
da (Turhan) birkaç öyküsü vardı. Onların<br />
içinden bunu, Aşk ve Devrim’i yazdık. İkinci<br />
film Uzun Yol, üçüncü film de Red olacak.<br />
O da 2010’lu yıllarda geçen bir anarşistin<br />
hikâyesi olacak. Sistemin göbeğinde<br />
yaşarken birden sistemle bütün bağlarını<br />
kopartan 40 yaşlarında bir adamın hikâyesi.<br />
Bunların hepsi Türkiye sol hareketinde<br />
aktif rol oynayan insanların hikayeleri. Aynı<br />
kahraman değil ama birbirinin özelliklerini<br />
taşıyan alegorik simgesel yanları var. Aşk<br />
yönüne dönecek olursak... Fonda dünyadaki<br />
değişimi anlatıyoruz. Bu dönemdeki bir<br />
gencin aşk ve devrimle tutku ilişkisi. Fakat<br />
biliyorsunuz her tutkunun içinde bir çelişki<br />
olur ve bu da insanı ihanete kadar götürür.<br />
Filmin aslında ana teması ihanet. Bütün<br />
dünyada olan, insanlığa da bir ihanet... Birincisi<br />
yanlışları da olsa ütopyanın çözülüşü,
ortadan kaldırılışı, insanların tamamen<br />
ütopyasız kalması. İkincisi<br />
düğümün Türkiye’deki çözülüşü.<br />
Üçüncüsü ise bireydeki, kişideki<br />
çözülüşü.<br />
“Solcular bugünün en büyük kapitalistleridir”<br />
diye bir söylem vardır.<br />
İhaneti böyle de mi algılamak lazım<br />
yoksa dediğiniz gibi hepsi midir?<br />
Böyle algılamamak lazım tabiî ki.<br />
İhanet bireysel bir edimdir. Bizim<br />
filmimizde de kimine göre ihanettir<br />
kimine göre değildir. Bu da ihaneti<br />
tartışmaya açan bir konudur. Ben<br />
filmin yönetmeni olarak bunu ihanet<br />
olarak görmüyorum. Oyuncuların<br />
bakışı bu. İranlı filozof Hafız’ın bir<br />
sözü vardır “Sen nasıl bakıyorsan<br />
dünya öyledir.” Bunu kimisi ihanet<br />
olarak görürken, kimisi de adamın<br />
yaptığının doğru olduğunu söyleyebilir.<br />
Filmde yaptığım en önemli<br />
şeylerden biri hiçbir karakteri<br />
idealize etmemek. 68-78-88 bu<br />
üç kuşağın arasındaki ilişkiyi<br />
de anlatıyor, kişilerin arasındaki<br />
meselelerden de bahsediyor. Bu<br />
kişilerin o zamanki duruma bakış<br />
açısını gösteriyor. Yani karakterlerde<br />
kahramanlık yaratmadım,<br />
idealize bir karakter yok. Tüm<br />
karakterler olduğu gibi, bütün<br />
açmazlarıyla yer alıyorlar.<br />
Sanki hiçbir yere ait olmamaktan<br />
kaynaklanan bir sorun var. 68-<br />
78 kuşağına ait olmamak ve 80<br />
sonrasında da ait olacak bir şey<br />
bulamamak. Biraz bunun etkisi<br />
olabilir mi söylediğiniz?<br />
Filmde bahsettiğimiz dönem<br />
80 sonralarında geçiyor. 20’li<br />
yaşların başında kişiler bunlar.<br />
80 aslında sadece darbe değildi,<br />
neo-liberal dalganın tüm dünyayı
etkisi altına aldığı ve en sonunda bir ütopyanın kapitalist<br />
dünya tarafından liberalizme ikame edildiği bir zamandı.<br />
İnsanların burada büyük bir kimlik karmaşası yaşaması çok<br />
normal. Ne kadar inançlı bir komünist de olsanız bundan<br />
kaçamazsınız çünkü izole bir toplumda yaşamıyorsunuz. Ben<br />
de mesela 1980 darbesinde 6 yaşındaydım İstanbul’a geldik.<br />
Ondan önce yasak olan bir sürü şeyin hepsinin serbest<br />
olduğu bir dönemdi. Sol anlatı içinde sizin büyük tecrübeleriniz,<br />
yöneldiği şey hep geçmişe referans verir. Bu anlamda<br />
bu film bu meselelerin etrafında gezinen bir film. Ama film<br />
genel ve basit olarak aşk ve devrimin Türkiye nesnelliğindeki<br />
imkânsızlığını konu ediyor.<br />
Kast size mi ait?<br />
Kast tamamen tanınmamış isimlerden oluşuyor. Bilindik isimler<br />
olarak Ayberk Pekcan ve küçük bir rolde Derya Durmaz<br />
var. Onun dışındakiler hep genç ve ilk kez kamera karşısına<br />
çıkmış isimler.<br />
Tercihiniz neden böyle oldu?<br />
İnandırıcılığa çok fazla önem veren bir insanım. Bir Sinem<br />
Kobal’ı ya da bir Nurgül Yeşilay’ı devrimci olarak oynatmam.<br />
Dört aylık bir kast dönemimiz oldu. Hepsi de tiyatro kökenli.<br />
Hepsi devlet konservatuarından oyuncular. Bir tek Canım<br />
Ailem dizisinde oynamış Deniz Denker var ama o da çok<br />
fazla bilindik bir yüz değil. Nefrin Tokyay var o da bir dramaturg<br />
yazarıdır aynı zamanda. Ferhan Şensoy’la daha önce<br />
oynamış. Bu ikinci filmi, ilk filmi Lütfi Akad’la yapmış.<br />
Filmin başka festivale katılma durumu var mı?<br />
Evet var. Yurtdışını da düşünüyoruz. San Sebastian’la<br />
görüşüyoruz ama henüz oradan bir sonuç gelmedi,<br />
umarım katılabilir. Açıkçası Avrupa festivallerinin filme ilgi<br />
göstereceğini düşünüyorum. Türkiye’de bizim çok bildiğimiz<br />
ama devletin, sıradan yurttaşın terörist anarşist olarak<br />
algıladığı insanları ve onların devrimci ve insani olarak faaliyetlerini<br />
anlatan yaşamlarına odaklanan bir film. Devrimciler<br />
bugüne kadar yan öğe olarak yer alıyorlardı filmlerde. Televizyon<br />
dizilerinde de bu böyle. Hep esas mesele başkaydı.<br />
Şimdi onların çatışmalarıyla, meselelere bakışlarıyla, en<br />
azından böyle bir niyetle bir film yapıldı. Zorlayıcı bir tarafı<br />
da var. Adamların mücadele ettiğini gösteren bir film.<br />
Arkadaşlarımıza da izlettik, aldığımız eleştiriler de oldu. Filmin<br />
müziklerini Kemal Sahir Gürel yaptı. Baştan mırın kırın etti<br />
ama ikna ettim. Çünkü o dönemin, Grup Yorum’un ruhunu iyi<br />
bilen birisi. Bir de filmde çok fazla müzik yok zaten o dönemin<br />
sanatçılarından Ahmet Kaya, Ezginin Günlüğü, Edip<br />
Akbayram gibi isimler var. Radyodan gelen müzikler hep<br />
filmin müzikleri. O dönemin güncel yaşamını anlatan adam<br />
akıllı bir sinema filmi yok. Ben çok beğenmesem de Bahoz’u
(Fırtına) bir tek öyle gördüm. Aslında Fırtına’yla benim filmim<br />
arasında paralellikler var. Kazım’ın (Öz) filmi çok uzundu<br />
sarkıyordu ve çok mesele vardı. Ben merkeze tek bir şey<br />
alıp bir sendika direnişi üzerinden her şeyi anlatılıyorum.<br />
Sinemaya baktığımızda, hayatta bir yer kaplayan<br />
mevzuların bir şey ürettiğini görüyoruz, dediğiniz konularda<br />
üretim yapılmamasının nedeni nedir?<br />
Üretilmemesinin sebebi şuydu... Ben 68 kuşağını anlatan<br />
bir film yapmak için kendimi yetkin görmüyorum.<br />
Ama bunları yaşadığım, bildiğim için anlatabiliyorum. 78<br />
kuşağını ben şu şekilde anlatabilirim, bizim ağabeylerimiz<br />
o kuşağın adamlarıydı. Biz aslında onları kendimize rol<br />
model alarak devrimci olduk. 68 kuşağındakiler o zaman<br />
iyi ailelerin çocuklarıydı. 78’de Anadolu’dan da katılanlar<br />
oldu. Bizim kuşağımız 89 ise en parlayan zamanı oldu.<br />
Aleviler ve yoksul ailelerden gelen insanlardı çoğunluğu. Bu<br />
insanlar yargısız infaz edilirken kıyametin kopmamasının<br />
sebebi annelerinin babalarının elit noktalarda, yüksek yerlerde<br />
olmamasıydı. Görmezden gelindi bu insanlar. Aşk<br />
meselesi de filmde önemli bir yer tutuyor. Filmde iki aşk var<br />
aslında. Birisi bizim kahramanımızın aşkı ve bu film boyunca<br />
anlatılıyor ve bir de ağabeyinin anlattığı aşk hikayesi var.<br />
Kamera olarak ne kullandınız?<br />
Filmi Alexa ile çektim. Kopyasını Almanya’da basacağım.<br />
Görüntü kalitesi daha farklı olabilir diye düşünüyorum. Alexa<br />
dijital bir makine HD hem de.<br />
Bazı filmleri Canon’la çekiyorlar siz bununla ilgili ne<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Ben teknolojinin ilerlemesinin film üretimine faydası<br />
olduğunu düşünüyorum. Ama önemli olan içeriktir. Biraz da<br />
yaptığınız projenin niteliğiyle ilgili bir şey. Kullandığınız enstrümanlar<br />
anlattığınız konu bunlarla bağlantılı. Çünkü biçim<br />
ve içerik birbirini tamamlamalıdır. Bunlar birbirini tamamlayan<br />
süreçlerdir. Yani tek başına Panasonic 35 mm ile çekmek<br />
değil mesele. Ama yenilik yarattığını düşünüyorum filmlerde.<br />
Setiniz neredeydi ve çekimleri ne kadar sürdü?<br />
İstanbul’daydı ve altı hafta sürdü. Karadeniz’de ufak bir<br />
çekimimiz oldu.<br />
Filmin bütçesiyle ilgili ne söylersiniz?<br />
Tüm kopyalarıyla birlikte 900-1000 arası bir şey olacağını<br />
tahmin ediyorum.<br />
Yeni oyuncularla oynadınız ve bu filmle parlayacağını<br />
düşündüğünüz isimler var mı?<br />
Hepsinin dikkat çekeceğini düşünüyorum. Özellikle yan rollerde<br />
Bedir (Bedir) ve Serkan’ın (Tınmaz) çok iyi performans<br />
gösterdiğini düşünüyorum. Rollerinin az olmasına rağmen<br />
bence oyunculukları dikkat çekiciydi.
n Yeni diziler ne kadar genç<br />
ve çekici olursa olsun, eski<br />
alışkanlıklarımızı kolay kolay<br />
bırakamayız söz konusu diziler<br />
olduğunda. Senelerce haftada<br />
bir kez gördüğümüz, dertlerine<br />
ağladığımız, heyecanlarına<br />
ortak olduğumuz, esprilerine<br />
güldüğümüz bu kahramanlar,<br />
neredeyse çoğu arkadaşımızdan<br />
daha yakındır bize. Yine de<br />
hiçbir dostluğun sonsuza kadar<br />
süreceğinin garantisi yoktur. İlk<br />
hatalarını görmezden gelir, hatta<br />
onları bizim kadar sevmeyenlere<br />
karşı bahaneler uydururuz<br />
onların adına. İkinci hatalarını<br />
biz de itiraf etsek de, bırakmayız<br />
izlemeyi. Lakin üçüncü de bir<br />
de bakmışız o gün televizyonu<br />
açmayı unutmuşuz. Bu senenin<br />
kaybedilen ve yeniden kazanılan<br />
dostlarına gelirsek…<br />
İMAN GÜCÜYLE YENİDEN<br />
Dexter, geçen sezonunda çok<br />
izleyici kaybetti. Dördüncü sezon<br />
sonunda bitmesi gerektiğini<br />
yazmıştım hatta daha önce. Güçlü<br />
bir sezon ve mükemmel bir sezon<br />
finalinden sonra inandırıcılıktan<br />
uzak antipatik bir beşinci sezon<br />
ile hayranlarını hayal<br />
kırıklığına uğratmıştı. Senaristler<br />
de yaptıkları hatanın farkında<br />
olacaklar ki, toparlamak için en<br />
garantili numaraya başvurdular.<br />
Yuhanna’nın Vahiy’i... Doğru<br />
uygulanıldığı sürece her kurguda<br />
işe yarayan kıyamet göndermelerini,<br />
eski usûl bir seri katille ve<br />
onun saf çırağıyla harmanlayan<br />
dizi, araya Dexter’ın yapay ama<br />
izlemesi keyifli dini sorgularını<br />
da ekleyince, eski formunu<br />
yakalamış oldu. Daha önümüzde<br />
en az iki sezonu olan dizi,<br />
umarım hızından bir şey kaybetmez<br />
ve geçen sezon yaptığı<br />
hataları bir daha tekrarlamaz.<br />
TANRIYI BEKLERKEN…<br />
Supernatural özellikle dördüncü<br />
sezondan sonra içine girdiği<br />
teolojik senaryosuyla aniden<br />
yön değiştirip, basit bir fantastik<br />
dizi olmaktan, epik bir kurgu<br />
olmaya doğru ilerlemişti. Her<br />
sezonun oyun sonu canavarı<br />
bir öncekinden daha beterdi.<br />
Önce üst düzey bir iblisi alt eden<br />
kahramanlarımız, sonrasında
hem iblislerle, hem de en büyük meleklerle<br />
savaştılar. Üstüne ilk iblis olan<br />
Lilith’i öldürüp, Lucifer’ı yani şeytanı<br />
yendiler. Yanında da Baş Melek Michael’ı<br />
hapsettiler. Yani cennet ve cehennemin<br />
en üstün yaratıklarını zaten harcadı senaristler.<br />
Geriye dördüncü sezondan<br />
beri merak ettiğimiz tek bir soru kaldı.<br />
Tanrı nerede? Her Supernatural izleyicisinin<br />
beklediği son savaş buydu. Ama<br />
karşımıza onun yerine Vahiy’de sadece<br />
kıyamet elementlerinden biri olarak<br />
geçen Leviathan çıktı. Leviathanlar –dizide<br />
birden fazlalar- güçlü yaratıklar<br />
olmalarına rağmen bizi kesmediler. Bu<br />
sezon maalesef Dexter’ın bir önceki sezonu<br />
gibi bir geçiş sezonu olarak kalacak<br />
sanırım.<br />
ZOMBİLERİ DAHA ÇOK SEVMEK<br />
MÜMKÜNMÜŞ<br />
The Walking Dead geçen sezonun en<br />
başarılı dizilerinden biriydi. Şu an bu<br />
başarının sırrının sadece ve sadece<br />
Frank Darabont olduğunu görebiliyoruz. Dizi<br />
mantıksızlıklar yüzünden başları durmadan<br />
derde giren beceriksiz, sevimsiz, sinir bozucu<br />
karakterlerin başlarından geçen gereksiz<br />
olaylar dizisine dönüştü. Karakterlerin<br />
tamamı ölse zerre kadar üzülmeyeceğimi fark<br />
ettiğimde de, izlemeyi bıraktım zaten. Senaryo<br />
ve yapımcı ekibin durmadan basına yansıyan<br />
kavgaları ve çekişmeleri de yapımın temelden<br />
sarsıldığını ve yıkılmaya mahkum olduğunu<br />
kanıtlar nitelikte.<br />
USTALIK BUDUR<br />
Geçen senenin diğer bir bombası Boardwalk<br />
Empire’ın bu sezonunun ise fazlası var<br />
eksiği yok. Dizide adı geçen her karakterin<br />
altı sağlam temellere oturtulmaya ve yeri<br />
geldiğinde izleyici o karakterin beyninin en<br />
derin kıvrımlarında dolaştırılmaya devam<br />
ediyor. Bir anda bambaşka gözlerle izliyoruz<br />
uzun zamandır sadece görünüp kaybolan<br />
birini. Hala anlatılmaz yaşanır deneyimlerden<br />
biri Boardwalk Empire.<br />
KALAN SAĞLAR BİZİM Mİ?<br />
Dizilerden ayrılan kilit karakterler, her seferinde<br />
az ya da çok bir darbe vururlar diziye.<br />
Bu kaçınılmazdır. Lakin sanırım Misfits’in<br />
Nathan’ının gidişi kadar yaralamadı hiçbir<br />
veda izleyiciyi. Kiminle konuşsam dertli,<br />
kime sorsam kırgın… Nathan’ın gidişi dizinin<br />
gidişatını da değiştirdi. Bu yeni halini sevenler<br />
de var, sevmeyenler de. Ben sevenlerdenim<br />
ama kızgın olanları da anlayabiliyorum. İlk<br />
iki sezon, izlediği en komik diziyi izleyenler<br />
birden komik olmaktan ziyade karanlık bir<br />
diziyle karşılaştılar. Yeni karakterimiz Rudi ile<br />
Nathan’ın benzerlikleri su götürmez olsa da,<br />
Rudi’de Nathan’ın sevimliliği olmadığından,<br />
geriye sadece aşırı müstehcen bir kara mizah<br />
kalıyor. Yine de dizinin başından beri bir komedi<br />
dizisi olmadığını, güldüğünüz kadarının<br />
yanınıza kar kalması gerektiğini ve şimdi<br />
artık çok daha olgun bir diziyle karşı karşıya<br />
olduğunuzu düşünün ve bir şans daha verin<br />
Misfits’e.
MAYINLI BÖLGEDE YÜRÜMEYİ<br />
SEVEN DİZİ: FRİNGE<br />
Fringe ikinci sezonundan beri iptalle yüz<br />
yüze. Her sene hayranlarının hop oturup hop<br />
kalktığı dizi, bu sezon da iyi başlamadı reyting<br />
savaşına. Senaryo ise haddinden fazla<br />
güçlü bu sene. Zaten yeterince alternatif dünya<br />
izlemiş, her karakterin en az iki versiyonunu<br />
bilen kafası karışık izleyiciye, yepyeni iki dünya<br />
ve yepyeni iki set karakter daha tanıtan dizi,<br />
başından beri ortalama izleyiciyi hedeflemiyordu<br />
zaten. Derdi hep seyirciyi soru işaretleriyle<br />
baş başa bırakmak olan Fringe, bu sezon bunu<br />
biraz abarttı sanki. Hayranları açısından bu<br />
bir sorun olmasa da, ortalama izleyici git gide<br />
uzaklaşacak eğer senaryo acilen normale dönmezse.<br />
Alıştığımız herkesin gittiği yeni Fringe,<br />
kafasını boşaltmak için televizyon izleyenlere<br />
göre değil ve sanırım bu sezon üçüncü kez<br />
zıplayamayacak.<br />
KABAK TADI<br />
House sanırım hiç bitmeyecek. İzleyici sayısı<br />
da hiç değişmeyecek. Ne iyiye, ne de gözle<br />
görülür bir şekilde kötüye giden dizinin asıl<br />
finali beşinci sonun sonuydu bence. Orada<br />
bitmedi ya House, sanırım bir daha nerede biterse<br />
bitsin fark etmeyecek. Senaryoyu şairane<br />
bir şekilde çevirmedikleri sürece de izlense de<br />
izlenmese de bir fark yaratmayacak. Yine de<br />
hayatımızdan koparıp atmanın kolay olmadığı<br />
karakterlerden biri House. Kendisi gitmedikçe,<br />
hiçbirimiz onu kovamayacağız evimizden.<br />
Kabak tadı verenler bu kadar değil elbet. The<br />
Mentalist, Criminal Minds, Castle da biterse<br />
üzülmeyeceğimiz ancak bu sezon güçlü finallerle<br />
veda ederlerse hasretle anacağımız<br />
diziler arasında. Yoksa izleyici kendiliğinden<br />
uzaklaşacak ve değerlerinden çok şey<br />
kaybetmiş olarak bitecekler.
SERDAR AKBIYIK<br />
n Şerif Gören’in son filmi Ay Büyürken Uyuyamam’ı<br />
seyrettikten sonra kafama şöyle bir soru takıldı.<br />
En iyi filmlerini 80’lerde veren tecrübeli yönetmenlerimizin<br />
son filmleri nasıl bu kadar kötü olabiliyor.<br />
Sadece Şerif Gören’in filmiyle ilgili değil bu<br />
söylediğim. 2008 yılında Erden Kıral’ın Vicdan filmini<br />
de, Ali Özgentürk’ün Yengeç Oyunu ve Görünmeyen<br />
filmlerini de, Yavuz Özkan’ın İlkbahar – Sonbahar<br />
filmini de, Tunç Başaran’ın Vesaire Vesaire<br />
filmini de seyrettiğimde hep aynı şeyi düşündüm.
Bu isimlerin her biri 1940’larda doğmuş. En<br />
iyi filmlerini de 80’lerde üretmişler. 60’lı yılları<br />
deviren isimler bu yönetmenler. Mesela Şerif<br />
Gören 1979 yılında Almanya Acı Vatan’ı çekip<br />
80’lerde Yol, Yılanların Öcü, Kurbağalar ve<br />
Katırcılar’ı çekti. 1993 yılında Amerikalı’dan<br />
sonra ise suskunluğa gömüldü. Çektiği dizilerle<br />
onun ismini duyduk. Ta ki bu hafta vizyona<br />
giren Ay Büyürken Uyuyamam filmine kadar.<br />
Erden Kıral ise 1979’da Bereketli Topraklar<br />
Üzerinde ile gönlümüze düştü. Ardından da<br />
1982’de Hakkari’de Bir Mevsim ile başarısını<br />
tekrarladı. 2005 yılında çektiği Yolda filmiyle de<br />
tartışmalar yarattı. Yılmaz Güney’in Yol filmini<br />
çekerken bizzat Güney tarafından el çektirildiği<br />
bu projenin bir hikayesi gibiydi Yolda. Sonra<br />
2008 yılında Vicdan ile karşımıza çıktı. 2008’de<br />
Vicdan için yaptığım kritiğe baktığımda şunları<br />
yazmışım, “Bu kadar parıltının altından ne yazık<br />
ki ham oyunculuklar, oturmamış karakterler<br />
çıkıyor. Adem’in Trenleri’nde müthiş performans<br />
gösteren, Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında<br />
da benzer bir rolü başarıyla oynayan Yeşilçay<br />
nasıl böyle komik duruma düşüyor? Aralarında<br />
sadece Tülin Özen kendini kurtarabiliyor. Zaten<br />
öykü onun rolünün sonlanmasıyla iyice<br />
çekilmez hale geliyor.” Gelelim Ali Özgentürk’e.<br />
1981’de At ile hatırlarım ilk kez onu, 1986’da<br />
Bekçi 1987’de Su Da Yanar aklımda kalanlar.<br />
Son iki filmi ise beni büyük hüsrana uğrattı.<br />
2009’da Yengeç Oyunu ve Görünmeyen’i keşke<br />
seyretmeseydim. Yengeç Oyunu için yazdığım<br />
kritiğe “Bu yengeç geri geri yürüyor” diye<br />
başlık vermiş ve şu satırları yazmışım: “Ali<br />
Özgentürk’ün beş yıl sonra çektiği film, Yengeç<br />
Oyunu tam bir hayal kırıklığı. Osmanlı’da işlenen<br />
bir cinayetten yola çıkılarak toplum içinde<br />
kadının yerinin tartışıldığı film, kurgu hatalarıyla<br />
dolu. Filmde başta oyuncu yönetimi olmak<br />
üzere adeta her şey iflas etmiş.” Bu jenerasyonun<br />
bir diğer önemli ismi de Yavuz Özkan.<br />
1978 yılı yapımı Maden ve 1988 yapımı Umut<br />
Yarına Kaldı sevdiğim filmlerdir. 1989 yılında<br />
çektiği Büyük Yalnızlık ise tartışmalar yarattı,<br />
şarkı söylemeyen bir Sezen Aksu ve komedi<br />
yapmayan bir Ferhan Şensoy herkes tarafından<br />
garipsenmişti. Ama 2009’da gelen İlkbahar –<br />
Sonbahar gibi büyük bir düşüşü kimse beklemiyordu<br />
Özkan’dan. Sanıyorum Antalya’da<br />
festivalde seyrettik filmi. Herkesin öyle büyük<br />
beklentisi vardı ki salonda yer bulamamış<br />
Alper Turgut ile birlikte merdivenlere oturup<br />
seyretmiştik. Filmin yarısı olmadan millet terk
etmişti salonu. Bunu en iyi biz biliriz<br />
çünkü dediğim gibi tam kapının<br />
önünde merdivenlerde oturuyorduk.<br />
Tabii bu isimlerin en yaşlısı olan Tunç<br />
Başaran’dan da bahsetmemiz gerekir.<br />
1989 yılında Uçurtmayı Vurmasınlar,<br />
1991’de Uzun İnce Bir Yol, 1992’de<br />
Piano Piano Bacaksız Başaran’ın en<br />
sevdiğim filmleri. Daha sonra 2005’te<br />
Sinema Bir Mucize’dir geldi. 2008’de<br />
ise Vesaire Vesaire. Başaran bu filmleriyle<br />
diğerlerine göre daha az eleştiri<br />
aldı. Bunun sebebi ise filmlerinin<br />
konularının daha kişisel ve evrensel<br />
olmasından kaynaklanıyordu diye<br />
düşünüyorum. Vesaire Vesaire’de<br />
yaşı 50’ye dayanmış bir adamın kendinden<br />
çok küçük kızla olan ilişkisi,<br />
Sinema Bir Mucizedir’de ise Ülkü<br />
Tamer’in hikayelerinin derlenmesiyle<br />
oluşturulan film 1950<br />
yazının Antep’inde,<br />
11 yaşında sinema<br />
âşığı bir çocuğun<br />
sinema sahibi ile olan<br />
dostluğu çerçevesinde,<br />
Antepliler’in sinema<br />
sevgisini, bu sevginin<br />
onların hayatındaki<br />
yansımalarını<br />
anlatıyordu. Bence<br />
işin sırrı da burada.<br />
Bütün bu isimler Türk<br />
sinemasının en elit<br />
filmlerini çekmişler ama<br />
2000’lerde ürettikleriyle<br />
büyük düşüşler<br />
yaşamışlar. Saydığımız<br />
isimlerin hepsi 12<br />
Eylül darbesiyle<br />
başlayan bir toplumsal<br />
dönüşümün sonucu<br />
olan ve bu dönüşüme<br />
tepki duyan üretimleri<br />
hayata geçirmişler.<br />
Hem Türkiye hem de<br />
dünyanın genelinde<br />
özellikle 80’lerin sonunda ve 90’larda daha<br />
önce olmadığı kadar hızlı bir değişim oldu. Bu<br />
değişim hem toplumsal hem siyasal dengeleri<br />
olduğu gibi değiştirdi. 1960’larda yaşanan<br />
gençlik hareketlerinden çok daha temelden<br />
bir değişim getirdi. Her değişim daha doğruya<br />
evrilmez. Dünyanın genelinde yaşanan bu<br />
değişimin iyiye doğru olduğunu ben söyleyemiyorum.<br />
Ne yazık ki herşey daha kötüye<br />
doğru gidiyor. Yozlaşan bir değişim bu. Bu<br />
noktada zaten belirli yaşı devirmiş yönetmenlerimizin<br />
bu değişimi anlaması hatta kabullenmesi<br />
çok zor. Ne yazık ki çektikleri filmler ne<br />
sistemin kendisini yansıtıyor artık ne de yeni<br />
bir cevap sunuyor. Onların filmleriyle verdiği<br />
cevaplar problemlere ilaç olamıyor. Bu zor bir<br />
miras. Artık yanlışa düşen cevapların sahiplerine<br />
“Bir daha cevapla” diyoruz çektikleri yeni<br />
filmlerle. Halbuki onlar hep eskiyi çekiyorlar.<br />
Yanlış cevapları tekrarlıyorlar. Şerif Gören’in<br />
Ay Büyürken Uyumam filmi<br />
bunun en son örneği. Bu filmlerin<br />
acıklı hikayesinin sosyolojik<br />
dökümünü anlattık<br />
ama hala cevaplayamadığımız<br />
bir soru var. Tamam günü<br />
yakalayamıyorlar ama peki en<br />
basitinden bir filmin kurgusunu<br />
da mı yapamıyorlar? Oyuncu<br />
yönetmeyi de mi unuttular?<br />
Senaryodaki mantık silsilesini<br />
bu kadar önemsemez olabilirler<br />
mi? Bunlar bizim hala<br />
cevabını bulamadığımız sorular.<br />
Aşağıda, bahsettiğimiz<br />
filmlerin kısa konularını yazdık<br />
belki hatırlamak istersiniz...<br />
Ay Büyürken Uyuyamam - Şerif<br />
Gören<br />
Necati Cumalı’nın Ay Büyürken<br />
Uyuyamam, adlı kitabından,<br />
aynı isimle Şerif Gören<br />
tarafından uyarlanan hikayede:<br />
Uzaktan sakin ve huzur dolu,<br />
deniz kenarında bir Ege<br />
kasabası. Kasaba halkının<br />
yalnız bir anne ve iki kızı üzeri-
nde kurduğu mahalle baskısı.<br />
Hem güçlü hem de kurban bu üçlünün,<br />
çarkın dişlileri arasında kalmamak için<br />
verdikleri mücadele. Kasaba sakinlerinin<br />
rayından çıkmış ahlaki tutumları ve sosyal<br />
bir depreme doğru gidişleri. Kadın ,erkek,<br />
cinsellik, din ve psikolojik çarpanları olan bir<br />
denkleme, ahlak ve<br />
ahlaksızlığa, namus<br />
ve namussuzluğa<br />
provakatif bir bakış<br />
açısı.<br />
Vicdan – Erden<br />
Kıral<br />
Küçük bir kasabada<br />
yaşayıp,<br />
emeğiyle var olmaya<br />
çalışan üç<br />
kişinin arasında<br />
geçen tutkulu ve<br />
karmaşa içeren<br />
acımasız bir aşk<br />
hikâyesi. Aydanur hayatın ona sunduklarıyla<br />
da pek yetinmiyor, ‘yırtmak’ istiyor. Mahmut<br />
ise Aydanur ile karısı Songül arasında<br />
kalıyor. Ama belli ki Aydanur ağır basıyor<br />
yüreğinde. İkisinin yolu böylece bir pavyonda<br />
kesişiyor. Üçlü bir aşk üzerinden bir vicdanî<br />
hesaplaşmayı anlatıyor Vicdan.<br />
Görünmeyen – Ali<br />
Özgentürk<br />
Recep ve nişanlısı<br />
Ebru, yola<br />
çıktıklarında tek<br />
bildikleri, ufak bir<br />
aile ziyaretine gittikleridir.<br />
İkisi de<br />
farklı kültürlerden<br />
gelmektedirler.<br />
Ebru, İstanbullu bir<br />
ailenin kızı, Recep<br />
ise Anadolu’da dağ<br />
köyünde yaşayan<br />
bir ailenin oğludur. Sevgilerinin “görünmeyen”<br />
farklılıkları gün yüzüne çıkaracağı bu<br />
yolculuk ikisini de tedirgin ederken, tarih ve<br />
kader onlara bir sürpriz hazırlamıştır.<br />
İlkbahar Sonbahar - Yavuz Ökan<br />
Dünyanın gidişatından<br />
memnun olmayan 68<br />
kuşağından bir yönetmenin<br />
hayata müdahale<br />
etmeye karar<br />
verişini anlatan İlkbahar<br />
Sonbahar’ın senaryosu<br />
da Yavuz Özkan’a ait.<br />
Coşkulu bir manifesto<br />
yayınlayarak gençlere<br />
çağrı yapan yönetmen,<br />
“Kendinize ait<br />
bir hikâyeniz yoksa<br />
başkalarının hikâyelerinde<br />
yer alırsınız” diyerek<br />
macerayı başlatır.<br />
Filmin başrollerinde<br />
Alpay İzbırak, Yiğit Sertdemir, Sermet Yeşil yer<br />
alıyor. İlkbahar Sonbahar yönetmenin 14.filmi<br />
olma özelliğine de sahip.<br />
Vesaire Vesaire - Tunç Başaran<br />
Sağlığı bozulan ünlü yazar Arda Başar içinde<br />
bulunduğu koşullardan sıkılıp bir anda yaşadığı<br />
şehri değiştirme kararı alır. Nereye gideceği<br />
konusunda hiçbir fikri olmadan eşyalarını toplar<br />
ve kendisini güney sahillerimizden Marmaris’te<br />
bulur.. Bu küçük sahil kasabasında tesadüf<br />
sonucu peşpeşe tanıştığı sevimli bir köpek,<br />
genç bir kız ve bilge bir ayyaş Arda’nın hayatının<br />
akışını beklenmedik bir şekilde değiştirirler.<br />
Kahramanımıza<br />
ise bu yeni<br />
hayatına<br />
şaşkınlık içinde<br />
ayak uydurmak<br />
düşerken<br />
Arda’nın bu<br />
değişimine<br />
gizlice şahit<br />
olan sevimli<br />
komşusu<br />
Rıfkı’nın da<br />
hayatı en az<br />
onun kadar<br />
renklenmiştir.
n 1973 doğumlu olmanın güzel yanlarından biri<br />
de, şu an gırtlağımıza kadar gömüldüğümüz sanal<br />
alemden uzak bir çocukluk geçirmekti sanırım.<br />
Bilgisayar oyunlarının, internetin, facebook’un<br />
olmadığı, yarım ekmek arası domates/peynirden<br />
sonra çizgi roman okuyarak uyukladığımız nefis<br />
zamanlar… O yüzden belki de, 70′ler de doğanların<br />
çoğu okumayı çok sever ve dünya klasiklerini de en<br />
az bir defa okumuşlardır. Ben de öyle yapmıştım.<br />
Güliver’in Maceraları, Define Adası, İki Sene<br />
Okul tatili, Kaptan Grant’ın Çocukları gibi egzotik<br />
maceraların lezzeti hala damağımda. Fakat zoraki<br />
seyyahlık konusunda hiç bir eser Robinson Crusoe<br />
kadar etkileyici olmayı başaramamıştır. O kadar<br />
güzel anlatılıyordu ki Robinson’un maceraları, insan<br />
gönüllü olarak bu izolasyona katlanmak istiyordu.<br />
Robinson Crusoe‘nun pek çok farklı edisyonunu<br />
okudum. İlk okuduklarım yaşıma uygun, özet<br />
sayılabilecek bir yaklaşıma sahip ve son derece<br />
masum maceralar iken, romanın aslında karanlık<br />
bir öykü olduğunu ve pek çok ırkçı mesaj içerdiğini<br />
de gördüm yıllar içinde…<br />
Yazıldığı günden bu zamana kadar pek çok<br />
sanatçıyı etkilemiş ve epey yağmalanmış fikirlere<br />
sahip olan Robinson Crusoe romanı, 1964 yılında<br />
ünlü The War of the Worlds‘u da de çekmiş olan Byron<br />
Haskins tarafından sinemaya uyarlanmış. Fakat<br />
bu defa macera bambaşka bir fona taşınmış… İşte<br />
öteki sinema severlerin kayıtsız kalamayacağı bir<br />
eski zaman bilim kurgusu; Robinson Crusoe on<br />
Mars<br />
Kumandan Kit Draper ve Albay Dan McReady<br />
bir keşif görevi için uzay gemileriyle birlikte Mars<br />
yörüngesinde turlamaktadır. Kendilerine doğru<br />
gelen bir meteordan kaçmak için gerçekleştirdikleri<br />
manevra yüzünden gemiyi terk etmek zorunda
kalırlar ve ayrı kapsüllerde Mars’a iniş yaparlar.<br />
Mars’ın sıcaklığı insan yaşamına uygun olmakla<br />
birlikte hava insanın ancak çok kısa bir süre<br />
soluyabileceği kadar incedir. Kit Draper kısıtlı oksijeni<br />
ve yiyeceği ile bir hayatta kalma mücadelesi<br />
verirken bir yandan da takım arkadaşı McReady’i<br />
aramaktadır. Bir süre sonra korkunç gerçekle<br />
yüzyüze gelir. Mcready’nin kapsülü iniş sırasında<br />
parçalanmış ve Albay ölmüştür. Kit Draper bu<br />
yabancı gezegende yalnızlıktan çıldırmak üzere iken<br />
gezegeni sömüren bir ırkın köle olarak çalıştırdığı<br />
“Cuma” ile karşılaşır ve macera başlar…<br />
Filmin benim için en ilginç noktası ise şu oldu. Çok<br />
beğendiğim bir bilim kurgu olan, başrolünü Dennis<br />
Quaid’in oynadığı, Wolfgang Petersen mamülü<br />
Enemy Mine filmi, meğer bu filme kocaman bir<br />
gönderme içeriyormuş! Filmde “Drag” savaşcısı<br />
Jeriba’nın ırkını aynı şekilde köle olarak başka<br />
gezegenlerden maden toplamak için çalıştırıyorlardı<br />
ve Dennis Quaid’de onlara karşı mücadele veriyordu.<br />
Robinson Crusoe on Mars’da Cuma yabancı<br />
gemileri her gördüğünde “Enemy” diye bağırınca bağ<br />
kurulmuş oldu.<br />
Robinson Crusoe on Mars, izlediği herşeyi mantık<br />
süzgecinden geçiren günümüz izleyicisi için pek<br />
kabul edilir fikirler barındırmıyor aslında… Bilgi çağı<br />
toplumunun insanı, üzerinde tişörtle sadece 15
dakikada bir oksijen tüpünden bir nefes çekerek<br />
parkta gezer gibi Mars’da gezen Kit Draper’ı<br />
görünce hemen Wikipedia’ya girip Mars maddesinde<br />
yazan “Mars atmosferi %95 karbondioksit,<br />
%3 nitrojen, %1.6 argondan oluşmaktadır.” yazısı<br />
ile irkilecektir kuşkusuz. Ayrıca 2009 yılının izleyicisi<br />
için Facit’den bozma seyrüsefer cihazları ve siyah<br />
beyaz tüplü ekranlarla haberleşerek Mars’a gidebilmek<br />
pek olası gelmiyor.<br />
Ama tüm bunları eski zaman fantazyalarının<br />
hatırına bir kenara bırakacak olursanız oldukça<br />
keyifli ve naif bir 1.5 saat geçirebilirsiniz. Robinson<br />
Crusoe on Mars, yağmurlu bir günde ya da<br />
geceyarısından sonra seyretmek için doğru bir<br />
seçim olacaktır. Kit Draper rolündeki Paul Mantee,<br />
Uzay Robinson’u rolünün hakkını veriyor. Eski<br />
Mısırlıları andıran Cuma için aynı şeyi söylemek<br />
güç olsa da, filmin cırtlak uzay maymunu Mona<br />
onun açığını kapatıyor.<br />
Görsel efektler için ise bazı başarılı anlara karşı<br />
vasat diyebileceğim. Tabi o yılın şartlarına göre<br />
düşünerek. Uzay sekanslarında çizgi film kalitesindeki<br />
(hatta direk çizilmiş olan) efektler, Mars<br />
yüzeyinde iken daha durumu kurtarır bir haldeler.<br />
Meraklısına özel:<br />
Mars yüzeyinde geçen sahnelerin çoğu Kaliforniya<br />
Ölüm vadisindeki Zabriskie Point‘te filme çekilmiş…<br />
Marslıların uzay araçları Dünyalar Savaşı filminden<br />
olduğu gibi alınmış. Yapımcı George Pal,<br />
Byron Haskin‘e daha önce pek çok projede birlikte<br />
çalıştıkları için izin vermiş….<br />
Ölüm vadisindeki çekimler esnasında yasal koruma<br />
alanı içinde oldukları için ekibin herhangi bir bitki<br />
ya da canlıya dokunması kesinlikle yasaktı ve buna<br />
uyulup uyulmadığını denetleyen bir ordu mensubu<br />
hazır bekliyordu.<br />
Lobi kartından; “Bu film bilim-kurgusal özgünlüğü<br />
temsil ediyor ve günümüzün gerçekliğinden sadece<br />
bir adım ötede” (Demekki o zamanlar insanlar<br />
Marsa gidilip oradaki canlılarla karşılaşılacağına<br />
gerçekten inanıyorlarmış!)<br />
Robinson Crusoe: Invisible Galaxy adında bir devam<br />
filmi de planlanmış fakat beklenen gişe elde<br />
edilemeyince vazgeçilmiş.<br />
Filmdeki dişi maymun Mona aslında erkek!<br />
Robinson ve Cuma’nın hayatta kalabilmek için<br />
kullandıkları “hava hapları” (Air pills) aslında M&M<br />
çikolatası ve Mars bitkisi “Poi” diye yedikleri şey de<br />
bildiğimiz Pepperoni! (Ecnebi sucuğu)
Film Yapımı Temelleri - Yapım<br />
Charlotte Worthinghton<br />
n Film Yapımı Temelleri: Yapım, sinematv<br />
dünyasına dahil olmak isteyenler<br />
için gerekli olan temel bilgi ve becerileri<br />
belirleyerek, öğrenci ve yapımcı adaylarını<br />
kurmaca, belgesel ve magazin programı<br />
yapımcılığı dünyasıyla tanıştırıyor. Kitap,<br />
öğrenci yapımcının, yapım sürecini,<br />
geliştirme aşamasından yapım sonrası ve<br />
dağıtım aşamasına kadar kavraması ve<br />
yönetebilmesine yardımcı olmak amacıyla<br />
tasarlanmış bir şekilde yapımın farklı alanlarına<br />
geniş ve çaplı bir bakış açısı sunuyor.<br />
Türk Sineması’na Eleştirel Bakış<br />
Özgür Yılmazkol<br />
n Türk Sineması daha proje aşamasındayken<br />
aldığı ulusal ve uluslararası desteklerle farklı<br />
tür ve anlatı yapısına sahip filmlerin çekildiği bir<br />
süreci yaşar hale gelmiştir. Bu çalışmada 2000 ve<br />
sonrası Türk sineması on yıllık dönem; yönetmen,<br />
akım, anlatı, dil, oyuncu, biçim, senaryo, estetik<br />
ve tür bağlamında özellikle kültürel çalışmalar<br />
perspektifinden irdelenmiş, böylelikle söz konusu<br />
zaman diliminin ışığında Türk Sineması’nın genel<br />
profili çıkarılmaya çalışılmış.<br />
Okur Kitaplığı / 286 Syf.<br />
Literatür Yayınları / 176 Syf.
BANU BOZDEMİR<br />
n Rehin alınma üzerine bir dolu film var etrafta.<br />
Ama rehin alınmanın, zorla alıkonulmanın<br />
psikolojisi, baskısı ve bizde yarattığı derin<br />
sıkıntı üzerinden gidelim dedik. Benim en deriniyle<br />
daraldığım ve sonrasında bağlandığım<br />
filmlerden birisidir Funny Games. Hadi birini<br />
rehin aldın diyelim, hadi ellerini ayaklarını da<br />
bağladın diyelim ama sonrasında inceden inceye<br />
uygulanan o şiddet hali nedir diye sorası<br />
geliyor insanın! Rehin alınan insanların psikolojisinin<br />
peşindeyiz bu kez!<br />
Banu Bozdemir<br />
Funny Games / Ölümcül Oyunlar<br />
Bana Michael Haneke’yi sevdiren film diyebilirim.<br />
Anna, Georg ve küçük oğullarından<br />
oluşan aile yazlık evlerine giderler. Evlerine<br />
vardıklarında yerleşme telaşı başlar. Anna<br />
evdeki düzeni sağlamaya çalışırken, baba ve<br />
oğul yelkenli ile uğraşmaktadır. Tam bu sırada<br />
kapılarına beyaz eldivenli, golf kıyafetlerine<br />
benzer bir kostüm giyinmiş iki genç gelir. Temkinli<br />
yaklaşan Anna, Paul ve Peter isimli bu<br />
iki gencin komşu evlerine gelmiş misafirler<br />
olduğunu düşünür. Ancak gençler düşündükleri<br />
gibi değildir ve önce kibar yaklaşan Paul ve<br />
Peter bu üç kişilik küçük burjuva ailesini rehin<br />
alacaktır. İstekleri ne para, ne de maddi<br />
bir kazançtır. Onların tek amacı ölümcül bir<br />
oyun oynamaktır. Oyun bütün seyirciyi de<br />
kapsıyordu!<br />
Panik Odası / Panic Room<br />
Kocasından yeni boşanmış olan Meg Altman<br />
kızıyla birlikte yaşamak üzere, nafaka parasıyla<br />
eski bir ev satın alır. Meg, evi dolaşırken eski<br />
sahipleri tarafından garip bir oda yaptırılmış<br />
olduğunu fark eder. Oda, istenmeyen kişilerin<br />
giremeyeceği kadar sağlamdır, monitörlerle<br />
evin her tarafı görülebilmekte, dışarıya direkt<br />
telefon hattı bile bulunmaktadır. Ev halkı, acil<br />
bir durum olduğunda bu odada uzun zaman<br />
geçirebilmektedir. Bir gece üç soyguncu eve<br />
girerler. Meg ve kızı Sarah, tahmin ettiklerinden<br />
çok daha önce bu panik odasını kullanmak zorunda<br />
kalırlar. Fakat bu adamlar sıradan soyguncular<br />
değillerdir, sahip oldukları bilgi, durumu<br />
sanıldığından çok daha korkunç<br />
hale getirecektir. Filmde gerilimli rehin<br />
alınma durumunu sonuna kadar<br />
yaşıyoruz! David Fincher imzasını<br />
taşıyan film, gerilim dozu ve tarzıyla<br />
Hitchcock filmlerini andırıyor. Jodie<br />
Foster ise Kuzuların Sessizliği’nden<br />
beri en iyi rolünü sergiliyor.<br />
Uçuş Planı / Flight Plan<br />
Eşinin ölümünden sonra zor günler<br />
içeren Kyle Pratt kızı ile beraber bir<br />
yolculuğa çıkar. Son derece modern<br />
bir jet uçakta geçen bu yolculuk<br />
sırasında küçük kızı aniden kaybolur.<br />
Çıldırma noktasına gelen kadın<br />
kızını hiç bir yerde bulamaz. Üstelik<br />
hosteslerden bazıları seyahati boyunca<br />
yalnız olduğunu ve uçak listesinde kızının<br />
adına benzer bir kayıt olmadığını söylerler. Kyle<br />
gerçekten aklını mı kaçırmaktadır yoksa uçaktaki<br />
herkesin dahil olduğu bir komplo ile karşı<br />
karşıya mıdır? Genç kadının cevaplaması gereken<br />
kocaman bir soru işareti bütün gizemiyle<br />
onu beklemektedir. Hepimiz rehin alınmış gibi<br />
hissetmiştik ve Jodie Foster yine başrolde ve<br />
yine harkaydı!<br />
The Collector / Koleksiyoncu<br />
Kumar borcunu ödemek için, tesisatçı olarak<br />
çalıştığı evi soymaya karar veren Arkin, evde<br />
kimsenin olmadığını sandığı bir akşam eve<br />
girer. Fakat malikanede onu kötü bir<br />
sürpriz beklemektedir. Arkin soymak<br />
için zorla girdiği evde, ev halkını<br />
esir almış psikopat bir katille karşı<br />
karşıya kalmıştır. Yani avcıyken av<br />
konumuma geliyor ama film İşkence<br />
pornosu’ tadından özenle kaçınıyor.<br />
Ve biz de gerilimli bir rehin alma<br />
vakasının ortasında kalıyoruz. The<br />
Collector /Kelebek Koleksiyoncusu<br />
adıyla 1965 yılında vizyona giren<br />
filmin de farklı bir rehin alma duygusu<br />
vardı. Çevresi tarafından ezilen,<br />
asosyal bir banka çalışanıyken, eline<br />
geçen yüklü bir para ile şehir dışında<br />
büyük bir ev satın alıp tüm zamanını
kelebek koleksiyonuna ayıran Freddie Clegg,<br />
sanat öğrencisi Miranda Grey’i kaçırır ve evinin<br />
bodrumuna kapatır. Amacı kızın kendisine<br />
bağlanmasını sağlamaktır. İkisi arasındaki tuhaf<br />
ilişki, sevgi-nefret çizgisinde ilerleyerek filme<br />
çarpıcı bir final hazırlar. Bu da koleksiyoncular<br />
üzerinden psikopati bir tat sunuyor bizlere!<br />
Gece Uçuşu / Red Eye<br />
Lisa Reisert uçak yolculuğundan nefret eden bir<br />
kadındır. Miami’ye yapmak zorunda kaldığı gece<br />
uçuşu sırasında terörün yanıbaşında olduğunu<br />
fark edecektir. Uçağın havalanışından kısa<br />
süre sonra Lisa’nın yanındaki koltukta oturan<br />
Jackson adlı bir<br />
adam, gayet nazik<br />
bir ses tonuyla bu<br />
yolculuğa çıkışının<br />
gerçek sebebini<br />
açıklar. Çok zengin<br />
bir işadamını<br />
öldürmekle<br />
görevlendirilmiş gizli<br />
ajandır. Lisa ise<br />
onun başarısının<br />
anahtarı olacaktır.<br />
Eğer işbirliği<br />
yapmayı kabul etmezse<br />
genç kadının<br />
babası bir suikastçi<br />
tarafından derhal<br />
öldürülecektir. Bu cinayet için Jackson’ın bir<br />
telefonu yeterli olacaktır. Yeryüzünden 10.000<br />
metre yüksekteki uçağın içinde tuzağa düşen<br />
Lisa’nın kaçacak yeri yoktur. Babasının hayatını<br />
ve kendi hayatını tehlikeye atmamak için çevreden<br />
yardım istemeye de cesaret edemez. Saniyeler<br />
hızla ilerlerken zamanın azaldığını bilmektedir.<br />
Çaresizlik içindedir. Kendisini rehin alan<br />
acımasız kişiyi alt etmenin ve olası bir cinayeti<br />
önlemenin yolunu bulmaya çalışır.<br />
Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen? / My Son,<br />
My Son, What Have Ye Done<br />
Gerçek bir olaya dayanan, Wernwr Herzog’un<br />
yönettiği filmin kahramanı, sabah kahvesine<br />
gittikleri komşularının evinde, gözleri önünde,<br />
önce bir elindeki baseball sopasını gösterdiği<br />
komşudan kendisini bununla öldürmesini ister,<br />
sonra diğer elindeki eski kılıçla, son sözleri “my<br />
son, my son, what have ye done?” olan annesini<br />
biçer. Eve kapanıp, iki rehinesi olduğunu öne<br />
süren genç, -bu noktaya gelişi, geri dönüşlerle<br />
anlatılırken-<br />
Peru’da, rafting<br />
için uygun görünmeyen<br />
nehre girmeye<br />
hazırlanan<br />
arkadaşlarına<br />
(galiba) müslüman<br />
olacağını<br />
bildirir, oğlanların<br />
boğulmalarından<br />
sonra San Diego’ya<br />
döner, çok değiştiği<br />
konusunda herkes<br />
hemfikirdir.<br />
Ev<br />
Biri Bizi Gözetliyor?<br />
yarışması benzeri<br />
evlerden birinde<br />
yarışmacılar, hayallerine kavuşmak ve beklentilerini<br />
karşılamak amacıyla 100 gün bir evde<br />
yaşamayı kabul ederler. Ev yarışmacıları için<br />
sürprizlerle dolu bu süreç, hayatları boyunca<br />
unutamayacakları bir tecrübeye dönüşecektir.
Canlı yayın yolunda devam ederken, birdenbire<br />
Ev’e silahlı bir adam girer ve yarışmacıları<br />
rehin alır. Saldırganın amacı oyunun<br />
kurallarını değiştirmektir. Yarışmacılar içeride<br />
ecel terleri dökerken aynı zamanda tüm Türkiye<br />
de bu gerilim dolu saatlere canlı canlı tanık<br />
olacaktır.<br />
Günbatımından Şafağa / From Dusk Till Dawn<br />
Gecko biraderler, rüzgarı arkalarına alıp<br />
Meksika’nın özgür ortamına doğru bir<br />
yolculuğa çıkarlar. Texas’ta sıkı bir soygun<br />
yaptıklarından dolayı, ne olur ne olmaz diye<br />
bir rahip ve ailesini<br />
de yanlarında rehin<br />
olarak bulundururlar.<br />
Buluşma için bir Meksika<br />
barının kapısını<br />
aşındırdıklarında<br />
başlarına geleceklerden<br />
habersizdirler.<br />
Mekan<br />
kesinlikle vampirlerin<br />
içeri alınmadığı barlardan<br />
değildir! Quentin<br />
Tarantino’nun<br />
senaryosunu yazıp<br />
başrollerinden birine<br />
geçtiği film, Robert Rodriguez’in kariyerinin<br />
başındaki filmlerden.<br />
Ölüm Kitabı / Misery<br />
Paul Sheldon kolay okunan popüler romanlar<br />
yazarıdır. Artık kariyerinde bir<br />
dönüm noktasında olduğunu düşünür,<br />
seri maceralarını yazdığı karakteri Misery<br />
Chastain’in öldürüp diziyi bitirir. Paul taşrada<br />
geçirdiği bir araba kazasından yaralı kurtulur.<br />
Onu bulup evinde bakmaya başlayan Annie<br />
Wilkes, şans eseri Paul’un sadık okurlarından<br />
biridir ve kahramanı Misery Chastain’in de sıkı<br />
bir hayranıdır. Son kitabı okuyup Misery’nin<br />
ölümüyle şoke olan kadın öfkeye kapılır ve<br />
Paul’u ayağından feci şekilde yaralayarak<br />
onu yatağa hapseder. Hem bölge şerifi hem<br />
de menajeri umutsuzca Paul’ü ararken o,<br />
gardiyanı Annie’ye özel bir Misery macerası<br />
daha yazmak zorundadır. Harry ile Sally<br />
Tanışınca yönetmeni Rob Reiner’ın bu müthiş<br />
başarılı Stephen King uyarlaması, o zamana<br />
dek gölgede kalmış aktris Kathy Bates’i<br />
şöhretle tanıştırmakla kalmamış, onu Oscar’la<br />
da buluşturmuştu.<br />
Metrodan<br />
Kaçış / The Taking of Pelham 1 2 3<br />
Metrodan Kaçış”ta, Denzel Washington, sıradan<br />
günü cüretkar bir suçla, bir başka deyişle bir<br />
metro treninin kaçırılmasıyla kaosa dönüşen,<br />
New York şehri metro hareket memuru Garber’ı<br />
canlandırıyor. John Travolta ise baştan aşağı<br />
silahlı dört kişilik çetenin lideri ve beyni Ryder<br />
olarak, bir saat içinde yüklü bir fidye<br />
ödenmediği takdirde yolcuları öldürmekle<br />
tehdit eder.<br />
Ayaklarının<br />
altındaki gerilim<br />
artarken,<br />
Garber, Ryder’ı<br />
zekasıyla alt<br />
edip rehineleri<br />
kurtarabilmek<br />
için metro<br />
sistemi üzerine<br />
engin bilgisinden<br />
yararlanır.<br />
Ama Garber’ın<br />
çözemediği bir<br />
muamma vardır:<br />
Hırsızlar parayı<br />
alsalar bile, nasıl<br />
kaçabilirler ki?
n Dünya ortalamasında kısa<br />
film yarışmalarında en çok ödül<br />
kazanan eserlerin süreleri 7<br />
dakikadır. Ancak, Türkiye’deki<br />
kısa filmcilerin çoğu ideal kısa<br />
film süresinin 7-10 dakika<br />
olduğunu bilmesine rağmen<br />
buna uymayı tercih etmiyor. Süre<br />
konusunda 15 dakikanın altında<br />
akıllıca kotarılmış işler görmek<br />
pek mümkün değil. Daha çok<br />
15 dakika ve üstü, çoğu zaman<br />
ortalama 20 dakika, ara<br />
sıra da 25-30 dakikalık işlerle<br />
karşılaşıyoruz festivallerde ve<br />
katıldığımız yarışma jürilerinde.<br />
Son olarak Kasım ayında 23.sü<br />
düzenlenen ve Türkiye’nin en<br />
köklü kısa film festivali/yarışması<br />
olan İstanbul Uluslararası Kısa<br />
Film Festivali’nde jüri üyeliği<br />
yaptım. Hilmi Etikan’ın büyük<br />
bir özveriyle uzun yıllardır<br />
gerçekleştirdiği festivalin diğer<br />
jüri üyeleri arasında yönetmen<br />
Selim Güneş, sinema yazarı<br />
Banu Bozdemir, görüntü yönetmeni<br />
Feza Çaldıran, oyuncu<br />
Devin Özgür Çınar, yönetmen<br />
Mehmet Güleryüz, televizyon<br />
yapımcısı Binnur Feyizli, belgeselci<br />
Yasin Ali Türkeri vardı.<br />
İlk beş ismin kurmaca dalında<br />
değerlendirmede bulunduğu<br />
ortalama 250 filmin arasından<br />
28 tanesi gösterime hak<br />
kazandı. Açıkça söylemek gerekirse<br />
ilk kez fazla tartışmaların<br />
olmadığı bir jüriydi. Jürinin büyük<br />
çoğunluğu sonuçlarda hemfikirdi.<br />
Buradan yola çıkarak 2010-2011<br />
dönemi içerisinde Türkiye’de<br />
çekilen kısa filmler hakkında<br />
gözlemlerimi aktarmak istiyorum.<br />
Tabi bunu yaparken film<br />
isimleri kullanıp o filmleri çeken<br />
arkadaşları üzmek istemem.<br />
Dolayısıyla da sadece benim<br />
değil, diğer jüri üyelerinin de<br />
ortak kanılarını aktararak genel<br />
gözlemler sunacağım, daha iyiye<br />
hep beraber ulaşmak adına…<br />
Öncelikle yazımızın başlığında<br />
da olduğu gibi teknoloji konusunu<br />
açmakta yarar var. Zira 2000’lerin<br />
başına dek kısa film çekmek<br />
için zor bela kamera, ışık..vs. gibi<br />
teknik imkanlar bulan yönetmenler,<br />
şimdilerde ise, neredeyse 35<br />
mm tadında görüntüler sunan<br />
kameralar (ve hatta fotoğraf makineleri),<br />
eskisine nazaran daha<br />
portatif ve güçlü ışıklar, daha<br />
ucuz ses ekipmanları…vs. bulabiliyorlar.<br />
Peki ya sonuçlar? %80’i<br />
yetersiz… 30-40 yıldan bahsetmiyorum,<br />
sadece 10 yıl öncesindeki<br />
imkanların yanında ne büyük<br />
avantajlarının olduğunu bile bilmiyorlar.<br />
Edindikleri son model HD<br />
kameraları nereye koyacaklarına<br />
bir türlü karar veremeyen ve<br />
ağırlıkla standart dışına çıkmaktan<br />
korkan yönetmenler, hikayelerini ifade<br />
etmekte de yetersiz kalıyorlar.<br />
Kapalı mekanlarda ışıklandırma<br />
yaparken ya aşırıya kaçan (patlak<br />
diye tabir ettiğimiz) resimler ya da<br />
utanmasa grenlenecek! derece
karanlık görüntüler elde ediyorlar.<br />
Sese ise hiç girmeyelim… Ortam<br />
sesi almaktan ve bunu kullanmaktan<br />
bile aciz yönetmenlerin<br />
varlığı bizleri hayli şaşırtıyor.<br />
Gelelim biraz da filmlerin cast<br />
durumlarına. Eskisine nazaran<br />
daha az görülse de, eş dost<br />
akrabayı oynatma garipliği<br />
halen devam etmekte. Amatör<br />
oyuncuların varlığı bile filmi<br />
1-0 mağlup başlatıyor. Hele ki,<br />
normalde 35-40 yaşlarındaki<br />
şahısların canlandırması gereken<br />
rolleri, hala 20-25 yaş<br />
grubundakilerin canlandırdığını<br />
görünce dumur oluyoruz. Özellikle<br />
son yıllarda gözlenen (ve<br />
aslında zaten olması gereken)<br />
olumlu bir gelişme bile bazı<br />
filmlerin başarısını arttıramıyor<br />
maalesef; profesyonel oyuncu<br />
kullanmak… Çoğu konservatuar<br />
kökenli ünlü oyuncuların rol<br />
aldığı filmlere büyük umutlarla<br />
izlemeye girişip, ‘bu da mı gol<br />
değil be!’ düşünceleriyle baş<br />
başa kalmak bir hayli umut kırıcı<br />
oluyor. Zira genç yönetmenlerimiz<br />
bir şekilde filmlerinde<br />
oynamaya ikna ettikleri söz<br />
konusu isimleri yönetemeyince,<br />
onlara istedikleri doğrultuda rol<br />
veremeyince, sonuç hüsranla<br />
noktalanıyor. Çoğunlukla da<br />
bu kötü deneyimle karşılaşan<br />
oyuncu, bir sonraki kısa film<br />
teklifine oldukça temkinle<br />
yaklaşıyor. Bu durumu artıya<br />
çevirmek için sanırım çok daha<br />
iyi hazırlanmış bir set ve oyuncuyla<br />
baş başa uzun bir prova<br />
gerekiyor.<br />
Kısa filmin özü, parlak fikri en<br />
kısa yoldan yine parlak bir finale<br />
taşımaktır. Senaryo konusunda<br />
özgün işler çıkmıyor değil ancak<br />
yine bunların çoğu parlak<br />
fikirlerini hedefe ulaştıramıyorlar.<br />
Bir kısa filme yakışmayacak<br />
şekilde uzun ve ağdalı bir<br />
anlatım süreciyle örülen filmler,<br />
özgün fikirlerini de bu sayede<br />
kurban ediyorlar. Özene bezene<br />
çektikleri ama montajda<br />
atmaya bir türlü kıyamadıkları<br />
sahneler, filmlerinin de katili<br />
oluyor çoğunlukla. Yeri gelmişken<br />
rahatsız olunan bir durumu da<br />
dile getirmem gerek. Çoğu filmin<br />
başında<br />
-inanması<br />
güç bir şekilde- sanki bir uzun<br />
metraja başlıyor edasıyla jenerik<br />
mevcut. Oyuncuların adı,<br />
yönetmenin adı ve işi daha da<br />
ileri götürenlerde sesçisinden,<br />
ışıkçısına tüm ekibin adı yer<br />
alıyor. Hayretle izliyoruz…<br />
Tüm bu amatörlüklerin, aceleye<br />
getirmelerin kanımca iki sebebi<br />
var. Bu filmleri üretenlerin<br />
büyük bir çoğunluğu Sinema-<br />
Tv öğrencileri. Dolayısıyla da<br />
okudukları okullarda, hocaların<br />
verdikleri ödevler, ders geçme ya<br />
da bitirme projeleri (ki bunların<br />
en büyük amacı sinema yapmayı
öğretmektir/öğrenmektir) olarak çekilen eserler<br />
festivallere/yarışmalara gönderilince işler<br />
karışıyor. Çekiliş amacıyla ulaşılmak istenen<br />
amaç birbirinden fersah fersah uzakta. Hal<br />
böyleyken ödüle ulaşmak ya da beğeni toplamak<br />
ya da en azından festival seçkisine girmek<br />
oldukça zorlaşıyor. Nasıl olsa ders için bir kısa<br />
film çekmiştim, bunu neden bir yarışmaya göndermeyim<br />
ki? düşüncesi öğrenci arkadaşların<br />
en büyük yanılgısı. Bu arkadaşlar, böyle bir işe<br />
kalkışacaklarsa da, en azından filmi yeniden<br />
kurgulayıp, fazlalıkları atsınlar derim. Diğer<br />
önemli sebep de bu tarz noksan kısa film üreten<br />
arkadaşların amacının, kısa filmi bir sıçrama/<br />
öğrenme tahtası olarak görmesi. Uzun metraja,<br />
diziye, klipe, televizyona, reklama bir basamak<br />
olarak görmek ve bu doğrultuda antrenmanlar<br />
yapmak elbette ki yanlış değil. Yanlış olan, bu<br />
tarz çalışmalarla festivallerden olumlu sonuçlar<br />
elde edilebileceğini düşünmek. Zira zamanında<br />
yaptıkları işlerle her festivale damgasını vuran<br />
isimlerin çoğunun sektör içinde (Akademisyen,<br />
reklamcı, televizyoncu…vs.) yitip gittiğine şahit<br />
oluyoruz. (Sözüm yanlış anlaşılmasın, bu kayıplar<br />
kısa filmcilik adına kötü gelişmeler sadece…)<br />
Uzun lafın kısası, kısa film, kendine has<br />
bir felsefesi olan, özveri isteyen, kesinlikle baştan<br />
savma bir çalışma sistemini hak etmeyen bir<br />
sanat ürünüdür. Bu noktalara dikkat eden kısa<br />
filmci arkadaşların bu doğrultuda bir yaklaşımla<br />
çok daha iyi sonuçlar elde edebileceği ise aşikar.<br />
Tıpkı dünyada olduğu gibi…
ZEYNEP USLU<br />
n <strong>Cinedergi</strong>’ye yazmaya başladığımdan<br />
beri aklımda hep bir öğretmen filmleri<br />
dosyası oldu ama kasım ayı, öğretmenler<br />
günü dolayısıyla bu yazı için en uygun<br />
zamandı. Derginin sıkışıklığından dolayı<br />
bu dosyayı Aralık’a kaydırmak zorunda<br />
kaldık. Geç olsun güç olmasın diyelim<br />
ve dosyamıza geçelim. Öğretmenlerin<br />
hayatımızda ne kadar büyük bir etkisi<br />
olduğunu, tercihlerimizi, beğenilerimizi ve<br />
hatta ileride seçeceğimiz mesleği tetikleyen<br />
hayati unsurlar olduğunu fark etmeyiz<br />
çoğu zaman. Çoğumuzun, asla hatırlamak<br />
istemeyeceği öğretmen figürleri kadar, bir<br />
o kadar unutulmaz olan emektar, idealist<br />
öğretmen figürleri vardır. Belki de onları<br />
unutulmaz kılan, çağın ihtiyaçlarını her<br />
zaman bir adım geriden takip eden eğitim<br />
sisteminde, bir adım önde olma cesaretini<br />
göstermeleridir. Dahası, bugünkü modern<br />
eğitim anlayışındaki pek çok yeniliğin<br />
bile öğretmenlerin tek tek mücadeleleri<br />
ve ödedikleri bedeller karşılığı olmasıdır.<br />
“Ölü Ozanlar Derneği”ni bir sinema<br />
klasiği yapan, öğrencilerine ulaşmak<br />
için okul idaresi ve aileler de dahil olmak<br />
üzere bütün sınırları zorlayan pek çok<br />
gerçek öğretmen hikayesinden biri olma<br />
özelliğini taşımasıdır. Hababam Sınıfı,<br />
bizi güldüren sahneleri kadar Mahmut<br />
Hoca’nın tatlı sert mizacının ardında<br />
öğrencilerine olan koşulsuz sevgisiyle<br />
hafızalarımıza kazınır. İdealist öğretmen<br />
filmleri, konu itibariyle birbirine benzer<br />
görünse de, ortak çaba ve özverinin<br />
benzerliğidir bu. Gerçek olamayacak kadar<br />
idealist bu karakterler, kuşkusuz her<br />
insan gibi zaaflar taşırlar ve filmlerde onlara<br />
eşlik eden, sisteme uyumlu, duyarsız,<br />
kimi zaman öğrenci düşmanı diğer<br />
meslektaşları (bu da başka bir dosyanın<br />
konusudur) kadar gerçektirler.
İki Dil Bir Bavul / 2009<br />
İki Dil Bir Bavul, öğretmenliğe başladığı yıl,<br />
Doğu Anadolu’da bir Kürt köyüne atanan Türk<br />
bir öğretmenin karşılaştığı zorlukları ortaya koyan<br />
bir belgesel çalışma. Türkçe bilmeyen çocuklar,<br />
zor hayat şartları ve gurbet, yeni öğretmenin<br />
sabrını ve azmini sınayan herşey kameraya onun<br />
gözünden yansıyor. Orhan Eskiköy ve Özgür<br />
Doğan’ın yönetmenliği üstlendiği film, özellikle<br />
gönüllü bir öğretmen ve gönüllü bir köyün<br />
rızasıyla çekilmiş gerçek zamanlı bir belgesel<br />
olma özelliğiyle öne çıkıyor.<br />
Öğretmen / 1988<br />
Yönetmenliğini Kartal Tibet’in<br />
yaptığı filmde, Kemal Sunal, Hüsnü<br />
öğretmeni canlandırıyor. Hüsnü<br />
Öğretmen, idealist öğretmen motifine<br />
oldukça aşina olan sinemamızın<br />
dramatik karakterlerinden biri.<br />
Oldukça başarılı bir öğretmen olan<br />
Hüsnü öğretmen, ödüllendirilerek<br />
İstanbul’a atanır. Büyük hayallerle<br />
İstanbul’a göçen öğretmen ve ailesi<br />
daha ilk gün geçim sıkıntısıyla<br />
yüzleşir. Bir yandan okulda<br />
öğrencileriyle ilgilenmeye çalışan<br />
Hüsnü öğretmen, diğer yandan<br />
ailesini geçindirmek için işportacılık<br />
yapmak zorunda kalacaktır.<br />
Öğrencilerinin sevgisi ve desteğine<br />
rağmen, bu zor yaşam koşullarıyla<br />
baş etmek mümkün değildir.<br />
Koro ( Les Choristes) / 2004<br />
Koro, bir yetimhanede öğretmenlik<br />
yapmaya başlayan Clement<br />
Mathieu’nun buradaki asi ve gözden<br />
çıkarılmış öğrencilere ulaşmak<br />
için müziği kullanarak bir koro<br />
kurmasının hikayesi. Yine bir Fransız<br />
filmi olan 1946 yapımı “Bülbül<br />
Yuvası” filminin yeniden çevrimi olan<br />
film, müzik ve ses dallarında pek<br />
çok ödül almıştı. Koro’da dikkatimizi<br />
çeken özellik öğretiminimizin bir<br />
kahramandan çok sistemin akıl<br />
dışılığına karşı kendiliğinden bir<br />
çaba gösteren sıradan bir karakter<br />
olması.<br />
Karatahta ( Takhte Siah) / 2000<br />
Karatahta, Samira Makhmalbaf’ın<br />
henüz yirmi yaşında çektiği bir İran<br />
filmi. Halepçe katliamının hemen<br />
ardından yaşanan göç ortamında<br />
sırtlarında kara tahta köy köy<br />
dolaşan ancak ders verecek öğrenci<br />
bile bulamayan öğretmenler. Eğitim<br />
teferruatlaştığı bir ortamda çocuk<br />
işçiler. Makhmalbaf, oturuduğumuz<br />
yerden “eğitim şart” diyerek<br />
kurduğumuz buyurgan denklemi<br />
savaş ortamının parametreleriyle<br />
tersinden kurup suratımıza çarpıyor<br />
bu filminde.
Sınıf (Entre Les<br />
Murs) / 2008<br />
Fransız banliyölerinden<br />
birinde, farklı<br />
etnik köken ve<br />
inançtan gençlerin<br />
okuduğu<br />
bir okulda<br />
öğretmenlik yapan<br />
François ve<br />
sınıf öğretmeni<br />
olduğu sınıfla<br />
yaşadığı<br />
problemlerin<br />
anlatıldığı film, bir belgesel tadında,<br />
oldukça doğal ve sınırları zorlayıcı bir<br />
gerçekçiliğe sahip. . François, kimi zaman<br />
öfkesine yenilse, bazen çaresiz<br />
kalsa da öğrencilerine yardım etmek<br />
için çırpınıyor. Neredeyse tamamı, sınıf<br />
ortamında geçen film, dört duvar arasında<br />
Fransa’nın bir portresini çiziyor, ülkenin<br />
gerçeklerini ve çatışmalarını, sömürge<br />
sisteminin sonuçlarına varana kadar<br />
bir sınıfın ve okulun duvarları içinde<br />
tartışıyor.<br />
Özgürlük Yazarları<br />
( Freedom Writers) / 2007<br />
Öğretmenliğe yeni başlayan Erin Gruwell,<br />
büyük çoğunluğu çete mensubu<br />
olan gençlerin doluştuğu bir sınıfta<br />
öğretmenliğe başlar. İdealist bir babanın<br />
idealist kızı olan Gruwell’in hikayesini<br />
özgün kılan, öğrencilerin yaşamlarına dair<br />
verdiği ayrıntılar ve onların birbirlerine olan<br />
düşmanlıklarına karşı savaş açması. Siyahın<br />
çekik gözlüye, Latinin siyaha ve tabi herkesin<br />
beyaza düşman olduğu sınıfta, tarihin en<br />
büyük soykırımı ve sonuçları üzerinden empati<br />
sağlayan Gruwell’in otobiyografik kitabından<br />
uyarlanan filme adını veren Özgürlük Yazarları<br />
bir akım olarak pek çok okula yayılmış ve pek<br />
çok öğrenciye ulaşmış.<br />
Sakıncalı Düşünceler<br />
(Dangerous Minds) /<br />
1995<br />
Bu kez Michelle<br />
Pfeiffer’i iflah olmaz<br />
siyahi ve göçmen<br />
öğrencilere ulaşmaya<br />
çalışan öğretmen rolunde<br />
izlediğimiz film,<br />
idealist öğretmen<br />
filmlerinin öncülü<br />
sayılabilir. Bir kenar mahalle<br />
okulunda sorunlu<br />
öğrencilerin olduğu bir<br />
sınıfta öğretmenliğe<br />
başlayan Louanne Johnson, klasik yöntemlerin<br />
işe yaramadığını görecek ve kendi yöntemlerini<br />
üretmek zorunda kalacaktır.<br />
Muhteşem Munazaracılar (The Great Debaters) /<br />
2007<br />
Denzel Washington’un yönetmenliğini ve prof.<br />
Tolson rolünü üstlendiği film, yine gerçek bir<br />
öğretmen hikayesinden uyarlama. 1935 yılında,<br />
siyahların görece özgürlüklerine kavuşmaya<br />
başladığı bir<br />
dönemde, siyahi<br />
öğrencilerden<br />
oluşmuş bir<br />
grubu ülkenin<br />
en iyi münazara<br />
takımlarından<br />
biri haline getiren<br />
Prof. Tomson’un<br />
hikayesi, dönemin<br />
can alıcı gerçekleri<br />
ve siyahi<br />
öğrencilerin kendilerini<br />
ispat etme<br />
öyküleriyle iç içe<br />
ele alınıyor.
Musallat 2 cinlerin musallat olduğu insanların korkunç<br />
hikayesini anlatıyor. Filmin yönetmeni Alper Mestçi ve yapımcısı<br />
Banu Akdeniz cinlere inandıklarını söylediler…<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Musallat 2 filmi vizyona girdi. Cinlerin insanlara musallat<br />
olmasından yola çıkan filmin yönetmeni Alper Mestçi ve<br />
korku filmlerinin güzel yapımcısı Banu Akdeniz sorularımızı<br />
cevapladı. Cinlere inandığını söyleyen ikili filmin oyuncularını<br />
ararken tanınmamış isimlerle çalıştıklarını söylediler. Kıvanç<br />
Tatlıtuğ gelse “Bedava oynayacağım” dese kabul etmem diyen<br />
ikili Tatlıtuğ ile romantik komedi çekilebilir dediler…<br />
İlk filmin ardından dört yıl ara vermenizin sebebi nedir?<br />
Alper Mestçi: Üç yıldır yapımcımız Banu (Akdeniz) çekelim<br />
diye söylüyor ama hep proje aşamasında kaldı. Bu sene iyice<br />
gaza getirdi beni.<br />
Banu Akdeniz: Aslında gaza getirdi değil. Ben Trabzonluyum<br />
ve Trabzon’a gittim. Uzun zamandan beri de Musallat 2’yi<br />
çekmeyi çok istiyordum. İlk filmden iki yıl sonra çekmek gibi<br />
bir isteğim vardı. Trabzon’da yaşlı bir kadından gerçek bir<br />
hikaye dinledim ve o hikaye beni çok etkiledi. O gece zaten<br />
uyuyamadım. Sonra Alper’i aradım dinlediklerimi anlattım.<br />
Alper de hikâyeyi beğendi. Oturdu senaryosunu yazdı. Zaten<br />
Alper’e inanılmaz güveniyorum. Montaja bile gitmedim. Her<br />
şeyi Alper’e teslim ettim. Gerçek bir hikayeyi yansıttık, büyülerle<br />
ilgili yapılan araştırmalara baktık. O şekilde oluşturduk<br />
filmimizi.<br />
Alper Mestçi: Filmin ismine gelirsek… Musallat bir durum belirtiyor.<br />
Her şeyi kapsayan güzel bir isim bulduk aslında. Cinlerin<br />
insanlara musallat olması kullanılan bir kavram. Filmde<br />
de aynı durum söz konusu. Biz cinlerin musallat olmasıyla<br />
ilgili yapacağımız her filme Musallat ismini koymaya devam<br />
edeceğiz. İlk filmde de bir musallat olma durumu vardı. Bu<br />
filmde de var. Bu yüzden film Musallat 2 olarak geçiyor.<br />
Fal baktırmayı filmin yapımcısı, yönetmeni, senaristi olarak<br />
yanlış mı buluyorsunuz?<br />
Alper Mestçi: Ben neticede fal baktıran birisi değilim. Öyle<br />
bir düşüncem yok. Oradaki sorun fal değil. Fal baktırmak<br />
daha masumane duruyor. Fala inanıyorsan büyücüye de<br />
gidebiliyorsun demektir. Bir falcıya gittiğinde “Bak bu dediği<br />
çıktı” diye düşünüyorsan o kadın sana “Gel büyü yapalım”<br />
dediğinde yaptırırsın.
Banu Akdeniz: Bir de her ne kadar,<br />
ben fala baktırıyorum ama<br />
inanmıyorum diyorsa da insanlar,<br />
tartışmasız falın etkisinde kalıyorlar.<br />
İlk basamak fal baktırmak, ikinci<br />
basamak hocaya gitmek, üçüncü<br />
basamak ise büyü.<br />
Alper Mestçi: Bir de korkunç olan<br />
bence büyünün yapılması değil,<br />
buna inanan insanların olması.<br />
Büyü yaptırırsın, işler veya işlemez.<br />
Ben büyücüyüm diyenlerin birçoğu<br />
sahtekâr zaten.<br />
Yurt dışında korku filmleri Kiliseler<br />
Birliği tarafından dini propaganda<br />
amacıyla kullanılır. Sizin filminizin<br />
Diyanet’le bir ilişkisi oldu mu?<br />
Banu Akdeniz: Direk Diyanet’le<br />
değil de İlahiyat Fakültesi’ndeki<br />
hocalarla görüştük. Musallat 2’yi<br />
inanılmaz desteklediler. Biz Alper’le<br />
çok ciddi bir şaşkınlık içerisinde<br />
kaldık. Adapazarı’nda bir beyefendiyle<br />
cinlerle ilgili görüştük.<br />
İsmini vermemizi istemedi. Yoksa<br />
ben finalde ona teşekkür edecektim.<br />
Bize çok katkısı oldu. Vermek<br />
istediğimiz mesaj onu çok mutlu<br />
etti. Bize birçok şey anlattı. Filmin<br />
açılış sahnesinde cinleri kullanarak<br />
bir define bulma olayı var. Hocayla<br />
biz bunu konuştuk. Cinleri kullanarak<br />
define aramaya çıkan insanlar<br />
özellikle de Anadolu’da bulunuyor.<br />
Bakara suresinde büyünün ne<br />
kadar kötü bir şey olduğunu anlatan<br />
bir ayet olduğunu söyledi ve filmin<br />
sonunda bunu koymamızı rica etti.<br />
Alper’e de mantıklı geldi, kafasına<br />
yattı. Kendisini de kırmak istemedik<br />
ve doğru bir şeye karar verdik.<br />
O beyefendi bize inanılmaz şeyler<br />
anlattı. Örneğin Mozart da cinleri<br />
kullanarak bazı bilgiler ediniyormuş.<br />
Bu dinlediklerimiz arasında en basit<br />
örnek.<br />
Bunlara inanıyor musunuz?<br />
Alper Mestçi: Valla ben bilinmeyen<br />
varlıklara inanıyorum. İsmini çok<br />
net koyamıyorum. Her kültürde bu<br />
değişiyor. İnsandan daha tuhaf bir şey<br />
yok. İnsan varsa her şey vardır diye<br />
bakıyorum ben olaya. Kişisel olarak<br />
cin, hayalet demiyorum ama bilinmeyen<br />
şeylerin var olduğuna inanıyorum.<br />
Bu bir tezat oluşturmuyor mu? Kuran-ı<br />
Kerim; bunlar günahtır bunlara<br />
inanmayın diyor. Bir akademisyen<br />
bunların olduğunu söylüyor.<br />
Alper Mestçi: Akademisyen inanmayın<br />
demiyor. Yaptırmayın diyor. Fala<br />
büyüye inanmayın derken, bunların<br />
olduğunu ama günah olduğunu<br />
söylüyor. Kur’an-ı Kerim’de de sihir<br />
olarak bahsediliyor. Sihir zaten<br />
İslam’ın kabul ettiği bir şey. Bu kitaba<br />
inanıyorsanız, buna da inanmak<br />
zorundasınız. Cinler de Kuran’da<br />
geçen bir şey. Hz Muhammed’in<br />
söylediği şey “Büyüye, fala<br />
inanıyorsanız bu kitaba inanmayın” ki<br />
bence bu söz çok ağır.<br />
Banu Akdeniz: Büyü tek başına bir<br />
büyücü tarafından değil cinlerden<br />
destek alınarak yapılır. Ben cinlerin<br />
varlığına, Kuran- ı Kerim’e, Allah’a,<br />
Peygamber Efendimize inanıyorum<br />
ve hep şunu söylüyorum “Allah’ım<br />
kötü insanlarla karşılaştırma.” Bu çok<br />
önemli bir şey. Gerçekten kötü niyete<br />
ve cinlere sahip bir hoca hayatınızı<br />
bitirebilir. Büyücüler ve hocalar, cinlerin<br />
desteğini almadan asla büyü<br />
yapamazlar.<br />
Alper Mestçi: Bir yardım alınıyor<br />
sonuçta. Aslında o büyülerde de<br />
birilerine sesleniliyor. Varlıktan yardım<br />
alınıyor. En azından İslam dinindeki<br />
büyülerde bu böyle. Vudu büyüsünde,<br />
Hıristiyanlıkta yapılan büyülerde<br />
de hayaletler, ruhlar var. Sonuçta<br />
kullanılan bir varlık her zaman var.<br />
Etik olarak bu söyledikleriniz nereye<br />
kadar doğru?<br />
Alper Mestçi: Sinema da etik olarak<br />
hiç doğru olmadı. Bir film ne kadar
gerçekse, seyirciye o kadar<br />
geçtiği için sinemanın kendisinde<br />
etik olarak bir sorun var. Sinema<br />
kurmaca bir şey. Dolayısıyla o<br />
sinema içinde bütün teknikleri<br />
kullanmak mubahtır. Bunu<br />
kullandığınız zaman, hakikaten<br />
gerçek bir hikayeyi nasıl<br />
kullanacağız diye düşünülüyor<br />
ama bence gerçek bir hikaye<br />
belgesel niteliğindedir. Gerçek<br />
bir hikayenin sinemada işi<br />
yoktur. Şu anda Hollywood’da<br />
korku filmlerinin yüzde 99’unda<br />
gerçekliği daha da artırmak için<br />
“Gerçek hikayeden uyarlamadır”<br />
yazıyor. İçinde hayal gücü tabii<br />
ki olacak. Biz de bir hikâyeden<br />
yola çıktık. Banu’ya anlatılan<br />
hikaye ne kadar gerçekse, bizim<br />
filmimiz de o kadar gerçek.<br />
Anlatılan, yaşanmış bir şey var.<br />
Siz seyirci olarak da buna inanmak<br />
zorundasınız. Filmi gerçek<br />
bir hikaye olarak seyrediyorsan,<br />
öyle seyretmek istiyorsan buna<br />
inanmak zorundasın. Fantezi var<br />
mı? Tabii ki var. Bizim filmimizde<br />
gerçek bir hikayedir yazmıyor.<br />
Biz bunu sağlamak için gerçek<br />
fotoğraflar kullandık. Gerçek bir<br />
hikayeden uyarlamadır yazısı<br />
artık bana inandırıcı gelmiyor.<br />
Türkiye’de dizi ekonomisinin<br />
sinema ekonomisinden çok daha<br />
kuvvetli olması bir şans mı?<br />
Banu Akdeniz: Dizide para<br />
kaybetme olasılığı olmadığı<br />
için oraya yükleniliyor. Sinema<br />
biraz daha az gelişiyor. Ama<br />
yeni jenerasyon yapımcılar<br />
inanılmaz yürekli ve gerçekten<br />
para harcıyorlar. Ben ne kadar<br />
para harcanırsa kalite o kadar<br />
artar diye düşünüyorum. İzleyici<br />
de artık bilinçlendiği için ona<br />
göre gidiyor sinemalara. Körü<br />
körüne sinemaya giden yok artık.<br />
Örneğin Dabbe 3 girse yapacağı<br />
gişe 50 bini geçmez.<br />
Kastı nasıl ayarladınız?<br />
Banu Akdeniz: Musallat için özellikle<br />
fazla tanınmamış oyuncuları<br />
tercih ettik. Çünkü korku filmi<br />
olduğu için inandırıcılığını kaybetmemesi<br />
gerekiyordu. Bizimki<br />
tamamen bir stratejiydi. Ben<br />
Türkü’yü bayağı düşündüm. Çünkü<br />
tanınmamış bir oyuncu değil.<br />
Sonra zararlı olmadığını düşündük<br />
ve Türkü’de karar kıldık. İyi ki de<br />
kılmışız. İnanılmaz kolay çalıştık hiç<br />
zorlanmadık, harika bir iş çıkardı.<br />
Zaten Musallat 2’de oynayan herkes<br />
(Tülay Bursa dışında) deli<br />
gibi korku filmi izleyicisi. Teklif<br />
götürdüğümüzde inanılmaz mutlu<br />
oldular, hiç düşünmeden evet<br />
dediler. Hiç biriyle oturup da para<br />
pazarlığı yapmadık. Herkes çok<br />
netti. “Biz Musallat 2’de olmalıyız”<br />
diye düşünüyorlardı. Bu bile benim<br />
için çok büyük mutluluk verici bir<br />
şey.<br />
Korku filminde oynamış oyuncu çok<br />
azdır. Yönetmen olarak istediğiniz<br />
sonucu alabildiniz mi?<br />
Banu Akdeniz: Kıvanç Tatlıtuğ’u bir<br />
korku filminde izleseniz ne kadar<br />
etkili olur ki. Ama tanımadığımız<br />
bir oyuncu izlediğimizde etki daha<br />
farklı olur. Bu da ayrı bir strateji.<br />
Alper Mestçi: Mesela beş genç dağ<br />
evine giderler, orada bir katil vardır.<br />
Kıvanç’la bu tarz bir gençlik korku<br />
filmi olabilir. Ama dini konulu bir film<br />
asla olmaz.<br />
Banu Akdeniz: İnsanlar sinema<br />
filminde Kıvanç’ı oynatmak için<br />
taklalar atıyorlar, bu çok net bir<br />
durum. Kıvanç gelip bize, ben para<br />
almadan Musallat 2’de oynamak istiyorum<br />
dese ben kabul etmezdim.<br />
Ama bir romantik komedi filmi çekecek<br />
olsam ilk gideceğim adamlardan<br />
biri de Kıvanç’tır.
Yüzündeki<br />
çizgilere rağmen<br />
kendine<br />
güvenini<br />
kaybetmeyen,<br />
güçlü kadın<br />
imajının en iyi<br />
örneklerinden<br />
Robin Wright<br />
bu ay Kazanma<br />
Sanatı ile<br />
beyazperdeye<br />
konuk olacak...
SERDAR AKBIYIK<br />
n Robin Wright’ı bütün dünya Forrest<br />
Gump’la tanıdı. Zaten kariyerindeki<br />
en büyük başarısını da bu<br />
filmdeki Jenny rolüyle elde etti ve<br />
Altın Küre’ye aday gösterildi.<br />
Robin Virginia Gayle Wright,<br />
1966’da Dallas-Texas’ta dünyaya<br />
geldi ve 14 yaşında modellik kariyerine<br />
başladı. Liseden sonra<br />
çıktığı Avrupa turundan ABD’ye<br />
dönüşünde oyunculuk üzerine<br />
yoğunlaştı. 1984’ten 1988’e kadar<br />
Santa Barbara dizisinde rol aldı ve<br />
üç kez Emmy’ye aday gösterildi.<br />
1986 yılında evlendiği Santa Barbara<br />
oyuncularından Dane Witherspoon<br />
ile 1988 yılında ayrıldı.<br />
Televizyonun yanısıra film<br />
dünyasına da adım atarak 1987’de<br />
başrollerinde Peter Falk ve Billy<br />
Crystal’in yer aldığı Rob Reiner’in<br />
The Princess Bride filminde<br />
oynadı.<br />
1990 yılında State of Grace filminin<br />
çekimlerinde tanıştığı ünlü aktör<br />
Sean Penn’le iki çocuğu olduktan<br />
bir kaç yıl sonra 1996 yılında evlendiler.<br />
2010 yılında ayrılana kadar<br />
Robin Wright, eşinin soyadını<br />
da taşıdı.<br />
Genelde yanlış anlaşılmış ve<br />
boşanmış kadınları canlandırdığı<br />
filmleriyle tanınan Robin Wright<br />
kendisine yapılan bir çok film<br />
teklifini geri çevirmesiyle de bilinir.<br />
Aralarında Robin Hood, Batman<br />
Forever’in de bulunduğu 20 kadar<br />
rolü reddetmiştir.
BANU BOZDEMİR<br />
n 5 Ekim 1967, İngiltere doğumlu<br />
Guy Pearce herhalde hepimizin<br />
aklında Momento / Akıl Defteri’yle<br />
yer etti.<br />
Bir başka özelliği de farklı rolleri<br />
canlandırmadaki ustalığı! İlk olarak<br />
adını bir travestiyi canlandırdığı<br />
“The Adventures of Priscilla,<br />
Queen of the Desert / Çöller<br />
Kraliçesi Priscilla ile duyurdu.<br />
Vizyona girdiği zaman gişeleri alt<br />
üst eden bu film, Avustralya film<br />
tarihinin en iyi 10 filmi arasında<br />
gösterildi ve bir Oscar, iki Altın<br />
Küre, iki BAFTA ve sayısız AFI<br />
Ödülü adaylığı aldı.<br />
Oynadığı farklı karakterlerden biri<br />
de, yazının girişinde bahsettiğim<br />
gerilim filmi “Memento” da (Akıl<br />
Defteri) canlandırdığı hafıza<br />
kaybına uğramış bir adam olan<br />
Leonard Shelby karakteridir.<br />
Ayrıca senaryosunu Nick Cave’in<br />
yazdığı IF Ödüllü film “The Proposition<br />
/ Kanlı Teklif ” filmidir.<br />
Aslında film kötüydü ama Pearce<br />
iyi iş çıkarmıştı bu filmde.<br />
Jean-Jacques Annaud tarafından<br />
çekilen Two Brothers, yazar Alexandre<br />
Dumas’ın romanından<br />
uyarlanan yüksek bütçeli film “The<br />
Count of Monte Cristo” (Monte<br />
Cristo Kontu), Edie Sedgwick’in,<br />
hayatını anlatan Edie, Zoraki Kral,<br />
Öldüren Cazibe adlı filmlerde de<br />
rol alan oyuncu bu ay İntikamın<br />
Bedeli filminde Nicolas Cage ile<br />
oynayacak…
‘Komedi Dükkanı’ ile sıkı bir hayran kitlesi edinen ekranın komiği Tolga<br />
Çevik, bu kez şansını beyazperdede deniyor. İlk sinema filminde<br />
Çevik’in rol arkadaşlarından biri de Pelin Körmükçü.<br />
NİL ÖZER<br />
n ÜYapımcılığını BKM’in üstlendiği,<br />
yönetmenliğini Ozan Açıktan’ın, senaryosunu<br />
ve başrolünde Tolga Çevik, Köksal Engür, Pelin<br />
Körmükçü, Toprak Sergen ve Zeynep Özder’in<br />
rol aldığı ‘Sen Kimsin’ in çekimlerini tamamladı.<br />
Filmde, Tekin adında bir dedektifi canlandıran<br />
Tolga Çevik ‘Hakikaten çok komik oldu, yapacak<br />
bir şey yok’ dedi.<br />
Hayalinize kavuştunuz mu?<br />
Ya galiba öyle oldu. Biz çok eğlendik. Sonuçları<br />
yönetmenimiz Ozan (Açıktan) haber veriyor<br />
‘’Tam istediğin gibi’’ diyor. Galiba çok az kaldı<br />
gerçekleşmesine. Seyirci yıllarca beklediğimiz<br />
komedi bu diyecek.<br />
Bize Tekin’den söz eder misiniz?<br />
Tekin tek başına kalmış bir tip. Bir de İsmail<br />
diye bir abisi var. Dedektif olduğunu düşünen<br />
bir gencimiz. Hayatta tek sıkıntısı bir şeyleri<br />
çözmek için kendi formülünü uygulamakta<br />
ısrarcı olması.<br />
Kadro nasıl oluştu?<br />
Komedi filminde kadro çok önemlidir. Ben,<br />
Necati Abi (Akpınar), yönetmenimiz ve senaristimizle<br />
karar verdik. Dramatik filmlerde konu<br />
önemlidir, kişiler değil. Ama komedide oyuncu<br />
emeği çok fazladır. Oyuncu arkadaşlarımızın tiyatro<br />
kökenli olmasına dikkat ettik. Çünkü oyuncunun<br />
hası oradan gelir. Ben “Çok güzel görünmeliyim”<br />
diyenle değil, “Anlatmak istediğimi<br />
çok güzel anlatmalıyım” diyenlerle çalışmaktan<br />
yanayım.<br />
Bu sezon iddialı Türk filmleri var...<br />
Biz çok iddalıyız. Bunu söyleyebilirim. Aylardır<br />
setteyiz, çevremle ilişkimi kestim. Önümüze<br />
yemek koyarlarsa ancak karnımızı doyurabilir<br />
haldeydik. Şimdi rahatladık, en kısa za-<br />
manda bu açığı kapayacağım. Önümüzdeki<br />
haftadan itibaren abilerimize, ablalarımıza vakit<br />
ayıracağım.<br />
Seyirci Behzat Ç. ve Recep İvedik’i pek sevdi,<br />
Tekin’i de bağrına basacak mı?<br />
Bağra basılacak bir adam yarattık. Tekin’i çok<br />
sevecekler, onda istedikleri her şey var. ‘’Ahh<br />
canım yazık, bunu alalım yanımıza’’ diyecekler.<br />
Hakikaten çok komik. Bakıyorum bakıyorum<br />
gerçekten çok komik. Yapacak bir şey yok.<br />
Peter Seller’in Pembe Panter’inden esinlenme<br />
var mı?<br />
Hayır, hayır asla yok. Ondan esinlenme olmasın<br />
diye elimden geleni yaptım. Pembe Panter çok<br />
ironik bir karakter, dedektif deyince insanın<br />
aklına o geliyor ama böyle düşünürsek dedektiflik<br />
üzerine bir şey yapamayız. Öyle görmek<br />
isteyeni engelleyemezsiniz ama matetematik<br />
olarak alakası yok.<br />
Başarılı olursa ‘Sen Kimsin’in devamı gelir mi?<br />
Böyle giderse olur. Ben de çok isterim. Bu<br />
konuda mütavazı olmayacağım çünkü eşim<br />
kızıyor.(Gülüyor)<br />
Televizyon sayfasını şimdilik kapattınız mı?<br />
Kesinlikle evet. Artık sinemada ve tiyatroda<br />
yüzmek istiyorum. Tek kişilik bir oyun,<br />
sonrasında büyük bir proje düşünüyorum.<br />
Kalabalık ve uğraştıracak bir iş.<br />
Pelin Körmükçü sizden ‘’Star olup starlığın<br />
farkında olmayan biri’’ diye söz ediyor...<br />
Ayy canım sağolsun. Starlığı sahnede yapma<br />
taraftarıyım, sokakta değil. Öyle havalı, havalı<br />
yürüyüşler bize göre değil. İşini yapıyorsa seyirci<br />
zaten sana star olduğunu gösterir. İlk önce<br />
aile babasıyım, sonra starsam evet starım. Bir<br />
araba aldım diye bu kelimeyi yakıştırıyorlar ama<br />
çalışıyorum da alıyorum değil mi?
n Dünya sinemasında her türden seyircinin en az 3-5<br />
filmine bayıldığı ender aktörlerden olan 55 yaşındaki<br />
Tom Hanks, birçok adaylığı, ödülleri ve de 2 Oscar’ı<br />
olan başarılı bir oyuncu. Kariyer konusunda Forrest<br />
gibi uzun soluklu koşarak birçok rakibini geride bırakan<br />
Hanks, Hollywood ormanında Chuck gibi hayatta kalmayı<br />
başardı. İlk bakışta utangaç gibi görünse de, konuştukça<br />
açılan, rahatladıkça coşan ünlü aktörün en büyük hobisi<br />
ise antika daktilo koleksiyonunu genişletmek. Rol<br />
aldığı her filminden genç oyuncuların büyük dersler<br />
çıkaracağını bilmek bile yetiyor bizlere…
İlk İzlenim: Sıradan, işini ve iş arkadaşlarını seven<br />
biri…<br />
Konuştukça: Hayat dolu, çalışkan, gözlemci…<br />
Artıları: Hayata tutunmak adına her yolu deneyen,<br />
mücadeleci bir ruhu var.<br />
Handikapları: Yok denecek kadar az…<br />
Yaşam Felsefesi: Ölmenin yeri ve zamanı değil!<br />
Hayattaki Düsturu: Kendin için değil, sevdiklerin<br />
için yaşa…<br />
Tanıyınca: Ansızın bir ıssız adaya düşen Chuck, tam<br />
bir survivor! Yalnızlık hissetmemek için bir toptan<br />
bile hayali arkadaş yaratacak kadar yaşamı seven<br />
biri. Issız bir adaya düşecek olursanız yanınıza<br />
almanız gereken 3 şeyden biri Chuck olmalı mutlaka.<br />
İlk İzlenim: Saf, sade, olağan.<br />
Konuştukça: İyi yürekli, aklı kıt ve tatminkar.<br />
Artıları: Çevresinde ondan daha hızlı koşan kimse<br />
yoktur.<br />
Handikapları: En büyük eksikliği IQ’su…<br />
Yaşam Felsefesi: Zeki biri değilim belki ama aşkın<br />
ne olduğunu iyi bilirim!<br />
Hayattaki Düsturu: Hayat bir kutu çikolata gibidir.<br />
Ne zaman bittiğini anlayamazsın bile…<br />
Tanıyınca: İyi yürekli kalbi, hız konusunda çevresindeki<br />
birçok insandan avantajlı ayakları ve aşka<br />
olan inancı, tüm eksiklerini örten bir perde gibi.<br />
Onunla tanışırsanız, ona sakın sokağın sonuna dek<br />
yarışalım mı demeyin. Kaybedersiniz…
n Muhalefet tarihinden dramatik bir<br />
hikaye daha beyaz perdeye aktarılıyor.<br />
Filmin yönetmenliğini Ömer Leventoğlu<br />
üstleniyor. Çekimleri 4 hafta sürecek<br />
olan filmde ana karakter Doktor Pınar’ı<br />
sinemanın genç yetenekleri arasında<br />
sayılan Ezgi Çelik oynuyor. Cannes’den<br />
ödüllü Nazmi Kırık’ın da Colombo lakaplı<br />
siyasi mahkumu oynadığı Mavi Ring’de;<br />
Kemal Ulusoy, Diyar Dersim, Giyasettin<br />
Şehir, Erdal Ceviz, Bilal Bulut, gibi<br />
oyuncular rol alıyor. Filmin asıl amacını<br />
ise “şiddetin ölçüsünden ziyade, insanın<br />
dayanabilme kapasitesine odaklanmak”<br />
diyen Leventoğlu, “Başlangıçta<br />
klasik ve sert bir hapishane hikâyesini<br />
andıran Mavi Ring’deki yolculuk, hiç bir<br />
şeyin göründüğü gibi olmayabileceğini<br />
anlatmaktadır” diye konuşuyor.<br />
n Oyuncu Yeşim Ceren Bozoğlu, 2012’de 3<br />
farklı kadın olarak karşımıza çıkacak. Belçika,<br />
Fransa, Türkiye ortak yapımı ‘Gizli Yüzler’ ve<br />
İsmail Güneş’in yönettiği ‘Ateşin Düştüğü Yer’<br />
adlı birbirinden tamamen farklı iki film ve şu an<br />
açıklanmayan sürpriz bir tiyatro projesiyle yeni<br />
yılda izleyiciyle buluşacak.Dram ve gerilimin<br />
iç içe geçtiği Gizli Yüzler filminde şaşırtıcı bir<br />
rol üstlenen ve şehirli bir kadını canlandıran<br />
Bozoğlu, ‘Ateşin Düştüğü Yer’ filminde ise<br />
töre cinayetinin tam ortasında üç çocuklu,<br />
üstüne üstlük hamile bir kadını oynuyor.<br />
Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak<br />
çekilen film, Bozoğlu’nun psikolojik olarak çok<br />
zorlanmasına da neden oldu.
n Tamer Karadağlı’nın hem yönetip hem de<br />
başrolde yer aldığı ‘Süpertürk’ adlı sinema<br />
filminin çekimleri devam ediyor. Olağanüstü<br />
güçleri olan ‘Süpertürk’ün hikayesini esprili<br />
bir dille anlatan filmde, Tamer Karadağlı’yla<br />
birlikte Arzu Balkan, Suna Keskin, Atilla Arcan,<br />
Buket Dereoğlu, Necmi Yapıcı, Cem Emüler<br />
ve Murat Serezli de rol alıyor. Çengelli iğneyle<br />
tutturulmuş pelerini, göğsündeki yıldız arması,<br />
elindeki tespihi ve topuklarına bastığı siyah<br />
ayakkabısıyla Türkiye’ye özgü bir kahraman<br />
olan ‘Süpertürk’; 17 Şubat’ta vizyona girecek.<br />
Türklere özgü süper kahraman ‘Süpertürk’ filminin<br />
konusu şöyle: Uzayda patlayacak olan bir<br />
gezegenden dünyaya gönderilen iki kapsülden<br />
biri Amerika’ya, diğeri de Türkiye’nin Küçükköy<br />
kasabasındaki çocukları olmayan bir çiftin<br />
bahçesine düşer.<br />
n TTolga Çevik’in<br />
senaryosunu yazıp<br />
başrolünde oynadığı<br />
ilk sinema filminin<br />
adı ‘Hayırdır Tekin’<br />
iken ‘Sen Kimsin?’<br />
olarak değişti. Ozan Açıktan’ın yönetmenliğini<br />
üstlendiği filmin oyuncu kadrosunda Çevik’in<br />
dışında Toprak Sergen, Zeynep Özder, Köksal<br />
Engür ve Pelin Körmükçü de yer alıyor. 24<br />
Şubat’ta vizyona girecek olan filmle ilgili yönetmenin<br />
küçük tüyoları… Filmimiz ‘Sen Kimsin?’<br />
vatana millete hayırlı olsun. Filmimizin kesin<br />
ismi ‘Sen Kimsin?’dir. Çünkü filmi gerçekten<br />
en iyi anlatan cümle budur. Bu senaryoyu yazarken<br />
en büyük takıntım yaş sınırıydı.<br />
n Mahsun Kırmızıgül’ün filmi ‘Güneşi Gördüm’<br />
ile sinemaya adım atan Hande Subaşı; yönetmen<br />
Çağan Irmak’ı çok başarılı buluyor ve<br />
ekliyor: “Gönlümde Çağan Irmak filmleri<br />
yatıyor.” Mahsun Kırmızıgül’ün ‘Güneşi<br />
Gördüm’ filmiyle sinemaya adım atan,<br />
ardından da dizi oyunculuğu yapan Hande<br />
Subaşı “Oyunculuktan çok keyif alıyorum,<br />
kendimi bu alanda geliştirmeye çalışıyorum”<br />
diyerek kariyeri ile ilgili açıklamalarda<br />
bulunmuş ama bence kendini geliştirmezse bu<br />
işi pek da hakkıyla sürdüremeyecek!