07.05.2016 Views

Cinedergi 44

Binder44

Binder44

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Röportaj çılgınlığı<br />

n Aralık ve Ocak ayları Türk filmlerinin<br />

sinemaları doldurduğu zamanlar.<br />

Yanınızı dönüyorsunuz bir film, arkanıza<br />

bakıyorsunuz başka bir yerli yapım.<br />

Aralık ayında tam 10 tane Türk filmi<br />

seyredeceğiz. Böyle olunca biz de gündemi<br />

size taşıyabilmek için bir röportaj<br />

çılgınlığına tutulduk. Kimler yok ki? Bu<br />

yıl üç filmle sinemada kendini gösteren<br />

Türkü Turan’la “Celal Tan ve Onun Aşırı<br />

Acıklı Hikayesi” ile Musallat 2’yi konuştuk.<br />

Türk sinemasının en başarılı korku filmleri<br />

olan Musallat serisinin yaratıcıları<br />

yönetmen Alper Mestçi ve yapımcısı<br />

Banu Akdeniz bir diğer konuğumuz oldu.<br />

Entelköy Efeköy’e Karşı ile fırtına gibi<br />

esen Yüksel Aksu, Banu ile Murat’ın<br />

sorularını cevapladı. “Sen Kimsin” ile<br />

gelecek aylarda karşımıza çıkacak Tolga<br />

Çevik ile Nil konuştu. Mavi Pansiyon’un<br />

yönetmeni Necil Ülgen ve kızların kalbini<br />

çalan Tan Sağtürk de konuşmak<br />

için <strong>Cinedergi</strong>’yi seçenler arasındaydı.<br />

Aşk ve Devrim filmi vizyona girdiğinde<br />

bayağı tartışılacak sanıyorum. Biz bu<br />

tartışmalar başlamadan F. Serkan Acar<br />

ile hemen sohbete koyulduk ve merak<br />

edeceğiniz soruları sorduk. Tabii sadece<br />

röportajlar yok bu sayımızda. Yazarlarımız<br />

müthiş dosyalar hazırladılar. Banu sadizmin<br />

ve gerilimin vücut bulmuş hali<br />

rehine filmlerini sizin için inceledi. Kaan<br />

Karsan, başarı hikayelerinin peşinden<br />

gitti. Zeynep Uslu öğretmenlere bir selam<br />

çaktı ve öğretmen filmlerini topladı.<br />

Bense Zamanın Ruhu köşesinde çok<br />

tartışmalı bir konuyu mercek altına aldım.<br />

Şerif Gören’in son filmi Ay Yükselirken<br />

Uyuyamam filmini seyrettikten sonra<br />

tecrübeli yönetmenlerimizin çektiği kötü<br />

filmleri topladım. Bunun sebebi üzerine<br />

biraz kafa yordum. Portre sayfalarımızda<br />

Robin Wright ve Guy Pearce’in bilinmedik<br />

yönlerini okuyabilirsiniz. Ali Ulvi yine<br />

Filmin Özü sayfalarında kısa özetlerle<br />

filmleri size tanıttı. Bu cep kritikleri bir<br />

devrim sayılabilir ve dergimizin en fonksiyonel<br />

sayfaları. Sekiz filmin içeriğini<br />

çabucak bu sayfalardan öğrenebilirsiniz.<br />

Martin Scorsese’nin fırtınalar kopartan<br />

son filmi Hugo’yu Alper’in kaleminden<br />

okuyacaksınız. Kritik sayfalarımızda Entelköy<br />

Efeköy’e Karşı, Dedemin İnsanları,<br />

Alacakaranlık Şafak Vakti 1, Musallat 2<br />

sizleri bekler. Episode köşesinde Zeynep<br />

Bonçe muhteşem bir toplama yapmış.<br />

Yabancı dizilerin tekmili birden hizmetinizde.<br />

Kerem Akça ise bu yoğun gündemde<br />

sinemaya gitmeye vakti kalmayanlar<br />

için DVD köşesinde harika filmler<br />

öneriyor. Daha sayamadığımız bir dolu<br />

özel köşe, kitap, müzik, haber var oğlu<br />

var. Size iyi okumalar...<br />

Yayın Sahibi<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

YAZARLAR<br />

Ali Ulvi Uyanık Murat Tolga Şen<br />

Kerem Akça Zeynep Uslu<br />

Alper Turgut<br />

Nil Özer<br />

Burak Yarkent Kaan Karsan<br />

Zeynep Bonçe Merve Genç


Yönetmen: William<br />

Brent Bell<br />

Senaryo: William<br />

Brent Bell<br />

Oyuncular: Simon<br />

Quarterman, Ionut<br />

Grama<br />

Konu: Yıllardan<br />

1989... Acil yardım<br />

hattına üç kişinin<br />

vahşi öldürüldüğüne<br />

dair bir cinayet ihbarı<br />

gelir. Telefonu açan<br />

Maria Rossi adındaki<br />

kadın cinayetleri kendisinin<br />

işlediğini itiraf<br />

etmektedir...


Yönetmen: Michael Sucsy<br />

Senaryo: Jason Katims, Abby Kohn<br />

Oyuncular: Rachel McAdams, Channing<br />

Tatum, Sam Neill<br />

Konu: Paige ve Leo’nun evlilikleri<br />

bir trafik kazası sonrası allak bullak<br />

olur. Çünkü Paige kazadan sonra<br />

hafızasını kaybetmiştir ve kocası<br />

Leo’yu hatırlamamaktadır. Yıllardır<br />

aşık olduğu karısının durumuyla<br />

ne yapacağını bilemeyen Leo’nun<br />

yapacağ tek bir şey vardır: karısının<br />

kalbini yeniden çalmak. İlk 50<br />

Öpücük filmiyle fikirsel bazda benzerlikleri<br />

olan film raomantik drama<br />

daha yakın bir türde duruyor.<br />

Yönetmen: Jean-Pierre<br />

Dardenne, Luc Dardenne<br />

Senaryo: Jean-Pierre Dardenne,<br />

Luc Dardenne<br />

Oyuncular: Cécile de France,<br />

Thomas Doret, Jérémie Renier<br />

Konu: Babasının bir yetimhaneye<br />

terk ettiği 12 yaşlarındaki<br />

Cyril’in hayatta tek bir amacı<br />

vardır, o da ne pahasına olursa<br />

olsun babasını bulmak. Babasını<br />

ararken tesadüfen kuaför salonu<br />

işleten Samantha ile tanışan<br />

Cyril, ondan koruyucu annesi<br />

olmasını ister. Babasına olan<br />

öfkesini Samantha ile geçirdiği<br />

haftasonlarında, kadının ona<br />

duyduğu sevgiyle dizginlemeye<br />

çalışan Cyril’in başı banliyö<br />

hayatıyla da derde girecektir.


Yönetmen: Alastair<br />

Fothergill, Mark Linfield<br />

Senaryo: Alastair Fothergill,<br />

Mark Linfield<br />

Yönetmen: RGerardo Naranjo<br />

Senaryo: Gerardo Naranjo<br />

Oyuncular: Stephanie Sigman, Noe Hernandez,<br />

Jessica Berlanga<br />

Konu: Lara, Meksikalı genç, güzel<br />

ve hırslı bir kadındır. Hayattaki en<br />

büyük ideali ise güzellik yarışmasında<br />

birinci gelmektir. Tesadüf eseri bir<br />

gece kulübünde narkotik polislerince<br />

işlenen bir katliama tanık olunca, hayallerine<br />

ulaşmasının yegane yolunun<br />

uyuşturucu şebekesiyle işbirliği yapmaktan<br />

geçtiğini anlar.<br />

Konu: Geçtiğimiz aylarda<br />

Maymunlar<br />

Cehennemi:Başlangıç’ı<br />

izlemiş ve oldukça<br />

beğenmiştik. Önümüzdeki<br />

aylarda ise henüz bebek<br />

bir şempanzenin<br />

ormandaki hayatını beyazperdeye<br />

taşıyan filmi<br />

izleme fırsatı bulacağız.<br />

Gerçeklere dayalı ve<br />

bir senaryo mantığında<br />

kurgulanan belgesel<br />

DisneyNature tarafından<br />

hazırlandı. Yapım, özellikle<br />

de hayvanseverlerin ve<br />

çocukların büyük ilgisini<br />

çekecek…


Yönetmen: Oren Moverman<br />

Senaryo: Oren Moverman, James Ellroy<br />

Oyuncular: Woody Harrelson, Ben Foster,<br />

Sigourney Weaver<br />

Konu: 1990ların Los Angelosında kötü polis<br />

memuru, yozlaşmış polislerin sonuncusu<br />

Dave Brown, ailesine bakmak için çok<br />

çalışmakta ve hayatını sürdürebilmek için<br />

çabalamaktadır. Woody Harrelson uzun<br />

zamandır hayranlarını tatmin etmekten<br />

uzak rollerde görülüyordu. Ancak Mickey<br />

Rourke’un “Wrestler” ile dönüşüne benzer<br />

bir performans bizi bekliyor. Rampart’ı,<br />

Behzat Ç.’nin Amerika versiyonu olarak<br />

tanımlamak da mümkün.


Yönetmen:<br />

Heitor Dhalia<br />

Senaryo: Allison Burnett<br />

Oyuncular: Amanda<br />

Seyfried, Jennifer Carpenter,<br />

Wes Bentley<br />

Konu: Kız kardeşi<br />

ortadan kaybolunca<br />

Jill, kendisini iki sene<br />

önce kaçıran seri katilin<br />

geri döndüğünü<br />

anlar. Fakat polis de<br />

dahil hiç kimseyi buna<br />

ikna edemez. Jill şimdi<br />

herkesi karşısına<br />

alarak, kız kardeşini<br />

kaçıran adamın peşine<br />

düşecektir...<br />

Yönetmen: Declan Donnellan,<br />

Nick Ormerod<br />

Senaryo: Rachel Bennette<br />

Oyuncular: Robert Pattinson,<br />

Uma Thurman,<br />

Kristin Scott Thomas<br />

Konu: Georges Duroy,<br />

sefaletten zengiliğe,<br />

kadınların bir araç<br />

olduğu sokaklardan,<br />

tutkulu güç birlikteliklerine<br />

giden yolu aşmaya<br />

çalışan akıllı ve çekici<br />

bir gençtir. Ve o yıllarda<br />

güç, hayatta kalmak için<br />

her şeydir.


n Yüksel Aksu’nun Dondurmam Gaymak Ege’de<br />

çekilen, komediyle sıvanmış, derdini ağrılı sancılı<br />

bir şekilde değil de güle oynaya anlatan bir filmdi!<br />

Evet bu 2005 yılında minimal patlamaya doğru<br />

giden sinemamızda tersine bir yoldu ve çok fazla<br />

eğlencelik kokuyordu! Yine de Yüksel Aksu’yla<br />

yaptığım röportajdan inanılmaz şekilde tatmin<br />

olmuştum.<br />

Yine aynı şey oldu Entelköy – Efeköy için de… Özel<br />

gösterimde herkesten önce izlediğim filmden öncelikle<br />

keyif aldığımı belirteyim. Biraz fazla didaktik<br />

bir dil içermesine, güldürmek için kimi yerlerde<br />

cinselliğe bastırmasına ve bazı yerler de anlamsız<br />

ve uçuk bir curcuna yaratmasına rağmen!<br />

Dondurmam Gaymak nasıl ki yok olan küçük esnafa<br />

ve onun değerlerine sahip çıkmaya çalışıyordu<br />

Entelköy – Efeköy’de aynı mantıkla yine yok<br />

olan, yok olmaya doğru hızla koşturan bir şeylerin<br />

peşinde yine! Bunu ters bir mantıkla anlatmaya<br />

çalışıyor, şehirde yaşayanların kırsal değerlere<br />

sahip çıkmaya çalıştığı, köylülerin ise ‘şeherli’ insan<br />

olma hevesinin absürtlüğüyle kendilerinden geçtiği<br />

bir anlatımı var. Köye yerleşen ‘bilinçli’ enteller tıpkı<br />

seksenli yıllarda çekilen filmlerdeki hippiler gibi.<br />

Tek farkları arı gibi çalışkan olmaları! Yani onlardan<br />

ayrılan birçok özellikleri olmasına rağmen yine<br />

bir ara Ediz Hun ile Türkan Şoray’ın oynadığı Tatlı<br />

Meleğim filmine dönüşecek, Muhtar Ali, kendini<br />

Katrin’e beğendirmek için entel kılığına girecek diye<br />

bekledim ama korktuğum başıma gelmedi! Herkes<br />

kendi inadını sürdürmek konusunda gayet ısrarcı<br />

davrandı!<br />

Filmde darbukasıyla bir nevi anlatıcı konumuna<br />

bürünen yönetmen Aksu, epizodlara ayırdığı filminde<br />

bize bir hikaye anlattığı ima etme yolunu<br />

seçiyor. Özüne dönmeye çalışan bir aşk hikayesi<br />

bu! Ege insanının hareketli yapısıyla birleşen film<br />

zaman zaman hikaye anlatma kısmını gerçeklere<br />

bağlıyor, anlatım birden ciddileşiyor. İşin içine<br />

bir konser organizasyonu, Alman Yeşiller Partisi<br />

Eşbaşkanı Claudia Roth giriyor ve film önümüzde<br />

genişledikçe genişliyor!<br />

Köylüleri fazlaca kurnaz gösteren Aksu, şehir<br />

hayatından kaçıp gelen entelleri pek bir yol gösterici<br />

resmediyor! Her entelin aklında bir süre sonra şehri<br />

terk edip küçük kasabalarda küçük hayatlar sürmek<br />

var! Eğer her terk edişin sonu bu kadar parlaksa<br />

kaçmanın vaktidir diye düşünüyor insan! Tabii olumlu<br />

bir tablo çiziyor film. Çünkü film bir olumlamaya<br />

doğru yol alıyor. Bir yerde köylülerle enteller<br />

canciğer kuzu sarma olacağı için bu beklentiyi de<br />

arttırıcı yönde ilerliyor!<br />

Filmdeki oyunculuklar filmin temposuna uygun<br />

olarak akıcı geldi bana. Muhtar Ali’yi oynayan Şahin<br />

Irmak’ı pek bir yakıştırdım o role. Büyük ihtimalle<br />

yurt dışında yaşadığı için bozuk Türkçeye konuşan<br />

Ayşe Bosse doğal güzellik açısından filme cuk<br />

oturmuş Muhtar Ali’nin sağ kolu rolündeki oyuncu<br />

daha doğrusu ilk sinema deneyimi belli ki, sular seller<br />

gibi yapmış rolünü! İşte bu benim en çok sevdiğim<br />

oyunculuk tarzı. Oynadığını bilmeden, kendi doğalını<br />

yaşama hali! Hatta filmin birkaç yerinde Nejat<br />

Yavaşaoğulları tutamamış kendisini gülmüş bu doğal<br />

ve üstün oyunculuk performansı karşısında!<br />

Sinemanın yavaşladığı, konuların tek bir sosyal<br />

mecraya sıkıştığı (onun da çözüme yönelik olduğu<br />

tartışılır) şu günlerde kaba bir güldürü anlayışıyla<br />

olsa da sosyal mesaj verme hali bana iyi geldi.<br />

Her şeyin doğallığından uzaklaştığı, iç karartıcı<br />

bir hale dönüştüğü günümüzde derdini mizahi bir<br />

tatta anlatarak, daha fazla insana ulaşma derdinin<br />

daha değerli olduğunu düşünüyorum. Sonuçta<br />

ortalık izlenmeyen filmler çöplüğüne dönecek<br />

yakında! Çevre adına yapılmış, söylenmiş her<br />

şeyin değerli olduğunu düşünüyorum artık! Bazen<br />

bunu nasıl yaptığının önemi yok! Entelköy – Efeköy<br />

eğlendirmeyi amaçlıyor ve bunu bazı anlarda iyi bir<br />

biçimde başarıyor.


n “Yazıya nasıl giriş yapmam gerektiğini uzunca<br />

düşündüm. Çünkü yazacağım film, yani;<br />

Musallat beni o kadar arada bıraktı ki, Olumlu<br />

yada tam tersi bir girişin, yazının geri kalanını<br />

da yönlendireceğinden korkuyorum. Fantastik<br />

ve korku sineması düşkünü olarak pozitif<br />

bir başlangıca karar verdim fakat bu demek<br />

değil ki ağaçtaki ham meyvaları görmezden<br />

geleceğiz…”<br />

2007′de gördüğüm ilk Musallat filminin<br />

Öteki Sinema için yaptığım kritiğine böyle<br />

girişmişim… Aradan geçen 4 yıldan sonra,<br />

benzer bir giriş yapmaktan çekinmiyorum.<br />

Alper Mestçi yine çok iyi bir film çekebilecekken<br />

yaptığı yanlış manevralar yüzünden Türk<br />

sinemasına bir korku başyapıtı sunmanın<br />

uzağına düşüyor.<br />

İnsanın 2 yaşından öncesini hatırlayamaması<br />

ve o yılların karanlığı üzerine bir film Musallat<br />

2… Elif (Türkü Turan) filmde kapkaranlık<br />

geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalan bir<br />

ressamı canlandırıyor ve yaşadığı tüm<br />

sorunların aslında geçmişindeki büyük bir<br />

hatadan kaynaklandığını öğreniyor. Bu büyük<br />

hata korkunç ve çözülmesi mümkün olmayan<br />

bir büyü..<br />

Eğer Kanal-i-zasyon faciasını görmezden gelirsek,<br />

Alper Mestçi kötü bir yönetmen değil…<br />

Güçlü sekanslar çekebiliyor ama ortada uzun<br />

metraja yetecek iyi bir hikaye olmadığında<br />

yapılacak çok bir şey yok. İlk Musallat gibi bu<br />

film de 30 dakikadan daha fazlasına ihtiyaç<br />

duymayan bir hikayeden uzun metraj çıkarma<br />

çabasında… Bu da bir türlü giremeyen, girse<br />

de yürümeyen, sonuna doğru da ne olacağı<br />

çoktan belli sıkıcı bir seyirliğe dönüşüyor.<br />

Neyse ki arada iyi çekilmiş cin çarpma sahneleri<br />

falan var ve bunlar da benim gibi<br />

doğaüstü fenomenlere takıntılı birinin aklını<br />

almaya yetiyor!<br />

Abartılı müzik kullanımı ve Hasan Karacadağ filmlerini<br />

aratmayan bağırış çağırış, filme faydadan çok zarar<br />

veriyor. Cin figürü kendi başına ve sessizce korkuturken<br />

bu kadar çığlığa, çırpınışa ne gerek var? Bir kaç yıl<br />

önce izlediğimiz The Objective bu konuda gayet iyi bir<br />

örnek… Keşke Mestçi bu filmi görmüş ya da oradaki<br />

tarifleri kapmış olabilseydi. Ayrıca bazı özenti planları da<br />

anlamlandırmak mümkün değil. Bilirsiniz, korku filmlerinde<br />

objeler üzerinden detay çekimler yapılarak seyirci az<br />

sonra izleyeceği şiddete hazırlanır. Özellikle yeni yönetmenlerin<br />

çok sevdiği bir numaradır bu… Eğer kamera masada<br />

kanlı bir biftek parçasına zoom yapıyorsa, anlarsınız<br />

ki az sonra parçalanarak ölen birine rastlayacaksınız.<br />

Alper Mestçi bu numarayı hem yanlış anlamış hem de<br />

abartmış… Sürekli yemek göstererek vakit kaybediyor!<br />

Çilekli pasta yiyen kız, yumurta kıran anne, kemik yiyen<br />

köpek, tavuk yiyen kız arkadaş… Ardından gelen bir şey<br />

olsa anlayacağım ama… Şık görünmesine rağmen filmi<br />

yavaşlatmaktan başka işe yaramayan bir çaba.<br />

Filmdeki oyunculuk için çok bir şey söylenemez. Bizde<br />

henüz kimse bir korku filminde ne yapması gerektiğini<br />

bilmiyor. Hikaye de karakterlerden çok olaylarla ilgilendiği<br />

için kahramanlarımızın başına gelenlere ya da gelemeyenlere<br />

fazla üzüldüğümüzü söyleyemeyiz. Bu arada kötü<br />

büyücünün evi geçen yıl Van’da seyrettiğim İran yapımı<br />

korku filmi Aal‘da ki mekanlara çok benziyor. Bilinçli bir<br />

taklit olduğunu düşünmüyorum.<br />

Dükkan-ül hayal ekibinin plastik makyajları yine çok iyi…<br />

Dünya standartlarında iş çıkarmışlar, ellerine sağlık ama<br />

film öncesi gösterilen tanıtım fotoğraflarındaki tavuk elli kız<br />

gibi bir sürü efekt sahnesi filmden çıkarılmış!<br />

Uzun lafın kısası; Yer gök Musallat 2 billboardlarıyla doluyken<br />

ve ben dahil olmak üzere Türk seyircisi korku<br />

filmlerini bu kadar seviyorken film mutlaka iyi iş yapacaktır.<br />

Geçenlerde izlediğim Mühürlü Köşk zavallılığından<br />

çok daha iyi bir film olduğu şüphesiz ama Alper Mestçi<br />

Alacakaranlık hikayesi bozması ve nefesi ancak 30 dk<br />

yeten bir senaryodan daha fazlasına kavuştuğunda asıl<br />

filmi izleyecekmişiz gibi geliyor.


n Alacakaranlık serisi 2008 yılında ilk filmiyle sinemaya<br />

uyarlandığında romanın başarısını katladı<br />

ve büyük bir hayran kitlesi oluşturdu. İlk film için<br />

yazdığım kritiği tekrar okuduğumda görüyorum<br />

ki söylediklerimizde haklı çıktık. Filmin iki başrol<br />

oyuncusu Kristen Stewart ve Robert Pattinson için<br />

“Bu isimleri biz daha çok konuşuruz çünkü ikisi de<br />

çok başarılı oyuncular” demişiz. Özellikle perdedeki<br />

uyumları ve aralarındaki elektrik hayranlık<br />

uyandırıcıydı. Üstelik film ve uyarlandığı roman o<br />

kadar başarılıydı ki romantik vampir filmleri diye bir<br />

moda başlattılar. Televizyonların ilgi çeken dizisi<br />

True Blood bile bu filmlerin rüzgarından yola çıktı.<br />

Twilight ile dalga geçen ve yine çok seyredilen komediler<br />

bile yapıldı.<br />

2010 yapımı Biri Beni Isırdı bunların en bilineni.<br />

Kristen Stewart ve Robert Pattinson’un film<br />

dışındaki ilişkisi de ikilinin romantik etkisini artırdı.<br />

Bütün bu uyum ve başarı içinde sırasıyla 2008’de<br />

Alacakaranlık, 2009’da Alacakaranlık Efsanesi<br />

Yeni Ay, 2010’da Alacakaranlık Efsanesi Tutulma<br />

ve bu hafta Alacakaranlık Şafak Vakti 1 vizyona<br />

girdi. 2012’de de serinin son filmini seyredeceğiz.<br />

Bu son iki film aslında serinin bitiş kitabının ikiye<br />

bölünmüş hali. Bu haftaki filmin en büyük problemi<br />

de buradan geliyor. Kitap içindeki bütünlük<br />

böyle olunca parçalanmış. Şafak Vakti’nin bu ilk<br />

bölümü sanki hızlandırılmış bir anlatım gibi. Böyle<br />

olunca da karakterler inanılmaz karikatürize olmuş.<br />

Özellikle Robert Pattinson plastik bir kimlik olarak<br />

kalmış. Kitabı okumadıysanız veya daha önceki<br />

filmleri seyretmediyseniz “Bu kim, filmdeki etkisi ne”<br />

hatta “Ne kötü oyunculuk” diyebilirsiniz. Bu noktada<br />

filmin yönetmeni Bill Condon sorumluluk sahibi<br />

tabii. Halbuki Condon başarılı bir yönetmen ve<br />

senaryo yazarı. 2004 yılında Kinsey filmi çok önemli<br />

bir yönetmenlik örneğiydi. Ne yazık ki bu filmde<br />

başarılı değil. Filmin konusuna gelince sonunda<br />

Bella ile Edward evleniyorlar. Balayına çıkıyorlar ve<br />

ilk gece Bella hamile kalıyor. Bella insan haliyle vampir<br />

bir bebeğe hamile kalınca olaylar karışıyor. Bella’nın<br />

kurt adam sevgilisi Jacob ve kabilesi olaya karışıyor.<br />

Bu arada Jacob’u canlandıran Taylor Lautner filmin en<br />

başarılı performansına sahip. Kurt adamlar bebeğin insanlar<br />

için tehlike oluşturacağını söyleyip hem Bella’yı<br />

hem de bebeği öldürmek istiyorlar. Jacob buna karşı<br />

çıkıyor ve kabilesine isyan ediyor. Nefret ettiği vampir<br />

Cullen ailesini korumak için kendi canını tehlikeye<br />

atıyor. Bella doğum yaptığı anda ölmemesi için Edward<br />

tarafından ısırılıyor. Film burada bitiyor.<br />

2012 yılında vizyona girecek final bölümünün ise çok<br />

daha aksiyonlu geçeceğini şimdiden söyleyebiliriz.<br />

Bütün hikaye için belki şu saptamayı da yapmak gerekir.<br />

Vampir, kurt adam ve aşk. Böyle bir bileşim nasıl<br />

bu kadar hayran kitlesi yarattı ve beğenildi. Dönemimiz<br />

o kadar kirli ki artık kimse kendini masum olarak<br />

göremiyor. Yaşanan katliamlar, ölen bebekler. Kapitalizmin<br />

vahşi yüzü hepimizin bir yerlerinden ortak olduğu<br />

suçlar. Herkes bu kadar masumluğunu kaybetmişken,<br />

saf romantik bir hikayeyi kimse içselleştiremiyor.<br />

İnsanlığından vazgeçen Bella ve vampir olduğu için<br />

sürekli acı çeken Edward hepimize ilginç ve yakın geliyor.<br />

Aşk vazgeçemediğimiz bir duygu. Bu kirlenmişlikte<br />

bile aşık olmanın bir yolunu bulmalıyız. Masum olmasak<br />

da o aşk masum kalabilmeli. Bu hikaye bize<br />

bunu veriyor. Masumiyet kalmadı ama aşk yaşıyor,<br />

karanlıklara saklanmak mecburiyetinde olsa bile...


n İşte yine, kağıt mendillerle sinema salonlarına<br />

seyirciyi dolduran bir Çağan Irmak filmi daha…<br />

Büyük ölçüde anılardan oluşmuş bir senaryo, güçlü<br />

oyuncuların eşliğinde, üstelik de muazzam mekanların<br />

kullanımıyla, seyirciyi alt üst etmeyi başarıyor.<br />

Ozan, Ege’de küçük bir sahil kasabasında yaşayan<br />

10 yaşında bir çocuktur. Girit göçmeni dedesi Mehmet<br />

Bey nedeniyle arkadaşları onunla “gavur” diye<br />

alay etmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan,<br />

başta dedesi olmak üzere ailesine kızar “Biz Türküz.”<br />

diyerek onlara kafa tutar. Ozan’ın dedesi Mehmet<br />

Bey, kasaba eşrafından, saygın bir adamdır. Kasaba<br />

halkına kol kanat gerer, sorunlarıyla ilgilenip,<br />

onlara yardım eder. Hoşgörürsüyle bilinen Mehmet<br />

Bey torununun bu durumundan dolayı üzülmekte<br />

ve endişe duymaktadır. Mehmet Bey daha yedi<br />

yaşındayken, ailesi zorla topraklarından kopartılmış,<br />

mübadeleyle Girit’ten göçmüşlerdir. Mehmet Bey’in<br />

en büyük arzusu ölmeden evvel doğduğu toprakları<br />

görebilmektir. Bu özlemle sık sık içinde mektuplar<br />

olan şişeleri Ege’nin mavi sularına bırakmaktadır.<br />

Çağan Irmak ve sineması hakkında konuşacak<br />

çok şey var kuşkusuz… Onun, son dönem Türk<br />

sinemasının yapıtaşlarından olan önemli bir auteur<br />

haline geldiğini söylemek de yanlış olmayacak. Irmak,<br />

sinemasının gücünü, filmlerinde kullandığı biyografik<br />

öğelerden, başından geçen hikayelerden alıyor. Bunun<br />

yanı sıra, mizansen oluşturmadaki başarısı,<br />

güçlü oyuncu yönetimi, hiçbir zaman didaktik iticiliğe<br />

düşmeyen senaryoları, karakterlerin ağzından bir<br />

çırpıda dökülen akıcı diyalogları ile de anlatımına<br />

kuvvet katıyor. Seyirci izlediği filmdeki karakterlerden<br />

herhangi biriyle kendini özdeşleştirdiği zaman<br />

yönetmenin işi her zaman daha kolay olmuştur. Ki,<br />

Çağan Irmak bu formülü nasıl kullanacağını iyi biliyor.<br />

Yaşamın içinden seçtiği birçok karakter, seyirciyi<br />

de hemen filmin içine katıyor. Özdeşleştiği filmleri<br />

diğerlerine göre daha çabuk benimseyen/seven seyirci,<br />

Çağan Irmak filmlerine de çabuk tepki veriyor ve<br />

filmin ‘güzelliği’ fısıltı gazetesiyle hemen yayılıyor. Irmak<br />

bu filminde, son dönemlerin moda konusu ‘öteki’<br />

meselesine memleketin en batısından bakıyor. Toplumda,<br />

kendinden olmayan insanların nasıl bir anda karşı<br />

kıyıya atılmak istendiğini yalın bir dille anlatıyor. Aynı<br />

zamanda mübadele yılları ve 12 Eylül darbesi gibi Türkiye<br />

tarihine damga vuran dönüm noktalarını da işin içine<br />

katıyor. Kimi zaman gülümsetiyor, kimi zaman ağlatıyor;<br />

her zaman olduğu gibi ajitasyon çiğliğine düşmeden…<br />

Çetin Tekindor’un malum oyunculuğu hakkında yorum<br />

yapmaya gerek bile yok. Ama filmde oyunculuğu ile<br />

gözüme hemen çarpan bir diğer isim de Gökçe Bahadır<br />

oldu. Dizilerden tanıdığımız Bahadır, küçük Ozan’ın<br />

annesi rolünde birçok rol arkadaşını geride bırakmış.<br />

Umarım daha fazla sinema filminde yer alır. Filme dair<br />

en rahatsız olduğum nokta ise, Ozan’ı canlandıran<br />

küçük oyuncu… Durukan Çelikkaya, filmin belki de<br />

tek dezavantajı… Daha yetenekli ve rolün altından<br />

kalkabilecek bir çocuk oyuncu bulunabilirdi kanımca.<br />

Bir dedesi Selanik’ten bir dedesi Şanlıurfa’dan<br />

İstanbul’a göçmüş ve dedelerimin tabiriyle çok şanslı bir<br />

‘torun’ olarak, Çağan Irmak’ı ve dedesine duyduğu özlemi<br />

o kadar iyi anlıyorum ki… Çünkü tıpkı filmde olduğu<br />

gibi benim dedem de, 70 yaşından sonra felç kaldığı ve<br />

ata topraklarını son bir kez olsun görmeye gidemediği<br />

için kendi canına kıymayı seçmişti. Dedelerimize,<br />

büyüklerimize, atalarımıza, kısacası geçmişte ve<br />

şimdide ‘bizi biz yapan’, çevremizdeki herkese bir saygı<br />

duruşunda bulunan bu içten filmi sakın kaçırmayın…


n “Büyük usta Martin Scorsese’nin üç boyutlu<br />

çektiği “Hugo”ya karşı önyargılıydım, kısa bir<br />

süre önce Steven Spielberg’ün “Tenten” adlı<br />

filmini izlemiş ve sevememiştim. Ancak Hugo,<br />

hem 3D’ye olan önyargımı yıktı hem de ilk denemesinde<br />

turnayı gözünden vuran Scorsese’nin<br />

ezber bozan bir yönetmen olduğunu bana bir kez<br />

daha hatırlattı. Müthiş bir yapıt “Hugo”, kesinlikle<br />

bu yıl seyrettiğim en iyi film… Sinema büyüsünü<br />

yaratanlara, 7. sanatı kuranlara bundan güzel ve<br />

bundan özel bir saygı duruşunda bulunulamazdı.<br />

Hugo’ya gidin, çocuklarınızı da götürün, pişman<br />

olmayacaksınız.<br />

Tarsem Singh’in (geçtiğimiz günlerde onun da<br />

3D filmi ‘Ölümsüz’ –Immortals- gösterime girdi<br />

ancak pek başarılı bir yapım olduğu söylenemez)<br />

sinemanın isimsiz kahramanları dublörleri<br />

onurlandırmak için çektiği “Düşüş” (The Fall)<br />

filminden bu yana, Hugo kıvamında ve lezzetinde<br />

bir film izlememiştim. Üç boyutlu sinemada<br />

devrim yaratan “Avatar” ile bir kez daha<br />

dünya gişe rekoru kıran James Cameron dahi<br />

Hugo’nun bugüne dek çekilmiş en iyi 3D film<br />

olduğunu söylüyor. Evet, Scorsese bundan<br />

sonra hep üç boyutlu film çekecekmiş, “Taksi<br />

Şoförü”nden “Kızgın Boğa”ya, “Sıkı Dostlar”dan<br />

“Köstebek”e sinema tutkumuzu kökleştiren<br />

filmler çeken Oscar’lı Marty Usta’ya yakışır,<br />

elbette…<br />

Brian Selznick’in 2007 tarihli, ödüllü ve çoksatar<br />

romanı “The Invention of Hugo Cabret”den uyarlanan<br />

filmin senaryosunu John Logan kaleme<br />

aldı. Filmin belli başlı rollerinde Ben Kingsley ,<br />

Jude Law, Sacha Baron Cohen, Chloë Grace<br />

Moretz, Michael Pitt ve Christopher Lee var.<br />

Senaryo eksiksiz, müzik enfes, görüntü yönetimi<br />

kusursuz, oyuncular da yüksek performans sergiliyor.<br />

Tıkır tıkır işleyen, 127 dakikayı seyirciye hissettirmeyen,<br />

inanan, inandıran ve öyküye insanı çeken bir film<br />

olan Hugo, internetteki en büyük sinema veri tabanına<br />

karşılık gelen imdb sitesinin tarih boyunca çekilmiş en<br />

iyi 250 film listesine 7 sıradan giriş yaptı. Başka söze ne<br />

hacet…<br />

1861-1938 yılları arasında yaşamış, ilk eserini 1896<br />

yılında yaratmış ve tam 552 filme imza atmış Fransız dahi<br />

yönetmen Georges Méliés’i anlatıyor Hugo, unutulmayı,<br />

yeniden hatırlanmayı ve elbette vefayı da hikâyesine<br />

katarak… Paris, 1930′lar ve bir tren garı. Garda yolcular,<br />

çalışanlar ve orada hayata tutunanlar var. Yetim bir<br />

çocuk Hugo, garın büyük saatlerinin çalışmasının gayrı<br />

resmi sorumlusu o, bir müze yangınında yitirdiği babasını<br />

özlüyor, annesini ise hiç tanımamış. Garda yatıp kalkan<br />

orada yaşayan Hugo, garın bekçisine yakalanmadan eski<br />

nesil bir robotu çalıştırmak için parça topluyor. Ve kader<br />

onu artık oyuncakçı dükkânı işleten ve kimliğini saklayan<br />

büyük yönetmen ile Méliés karşılaştırıyor.


Yüksel Aksu Dondurmam<br />

Gaymak’tan sonra<br />

yine memleket meselelerine<br />

komik,<br />

organik ve<br />

içeriden bir<br />

bakış atıyor ve<br />

iyi de yapıyor…<br />

Uzun, gümbürtülü<br />

bir röportaj için<br />

buyurun!<br />

BANU BOZDEMİR / MURAT TOLGA ŞEN<br />

Dondurmam Gaymak ve keza bu<br />

filminde de bir şekilde yapımcı<br />

bulan bir yönetmensin. Bu konuda<br />

becerikli mi yoksa şanslı<br />

mı olduğunu söyleyebiliriz?<br />

İyi bir yapımcı bulmak da<br />

yönetmenliğin gerekliliklerinden<br />

biri. Bu benim seçimim. 80 tane<br />

yapımcının arasından sıyrıldık<br />

gittik.<br />

Vizyona girmeden, festivallere<br />

gitmeden ödül almış Entelköy –<br />

Efeköy. Bu nasıl oldu?<br />

Manisa Tarzanı festivali<br />

komitesi filmimizi ödüle değer<br />

buldu. Filmimiz absürd, ödül<br />

sistemimiz de absürd olabilir<br />

yani. Filmin en önemli önermesi<br />

doğaya sahip çıkalım. Termik<br />

santral üzerinden yürüttüğü bir<br />

çalışma ve tartışma üzerinden<br />

yürüyerek filmin niyetine binaen<br />

verilmiş ilk ödülümüzü aldık.<br />

İnşallah ilk ve son ödülümüz<br />

olmaz. (Gülüşmeler)


Bu ödüllendirme sisteminde nasıl görüyorsunuz şansınızı?<br />

Altın Portakal bu sene prömiyer yaptı galiba. Bir yerlerde yarışmış<br />

filmleri almadılar diye biliyorum. Manisa Tarzanı ödülü etkilerse yapacak<br />

bir şey yok. Bir de başka yerde yarışmasın, ilk bizde yarışsın<br />

gibi bir mantığı ben hiç doğru bulmuyorum ve dolayısıyla da vermeyi<br />

düşünmüyorum. O kadar film üretiliyor mu ya Türkiye’de, oraya<br />

katılma buraya katılma tarzında! Öyleyse de yapacak bir şey yok ama<br />

festivallerde bir şiraze kaybı var ondan eminin ama. Ödüllerin kime<br />

verildiğinden kaynaklanmıyor bu. Bence şu anda çok önemli bir<br />

sorun var. Bu benim çok canımı sıkıyor, üzülüyorum. Türk<br />

sineması kamuoyunu kaybetti.<br />

Biraz daha açarsan sanki aynı düşünce çıkacakmışız<br />

gibi… Halk için sinema yapmaktan uzaklaştı mı demek<br />

istiyorsun?<br />

Bu iş sinemanın başladığı günden beri var<br />

aslında. Festivallerde beğenilen filmler ve<br />

popüler filmler olmak üzere bir yarılma hep<br />

var. Asıl problem şu. Popüler algı ya da<br />

ortalama seyirci beğenisiyle kanaat<br />

önderi insanların beğenisi ve bir de<br />

sinefillerin beğenisi bunlar farklı<br />

kategoriler. Meslek erbabı ve<br />

sinefillerin beğenmesi spesifik<br />

ve uzmanlıkla ilgili şeyler,<br />

değerli bir şey. Tuvali yırtmak<br />

gibi bir şey bu. Lars Von<br />

Trier ne yapıyor Dogville’de.<br />

Bilindik bütün kalıp ve<br />

kodları yırtıyor ve bir şey<br />

söylüyor, Godard keza<br />

60’larda aynısını yapıyor.<br />

Buradaki problem bir<br />

tuvali yırtan da yok.<br />

Festivallerin konvansiyonel<br />

sinemasına<br />

döndü bu janr.<br />

Ve bu resmiyete<br />

dönüştü. Kimse<br />

tuval yırtmıyor<br />

herkes birbirine<br />

benzemeye ve<br />

marke etmeye<br />

başladı.


Mesela güzel örnekler çıktığı gibi, kötü taklitlerde<br />

çıkmaya başladı. Nuri Bilge’nin<br />

sineması bir kopuştur. Bir tuval yırtmaktır, bir<br />

değeri var. Fakat taklitlerinde bir kopuş yok.<br />

Türkiye’de festivallerdeki şey ise birbiriyle<br />

aynı janrlı filmlerin yarıştığı ve maalesef üç<br />

beş seyirci yapmış adamların alınmadığı ve<br />

alınmak istenmediği bir hale gelmeye başladı.<br />

Problem burada. Kamuoyu dediğim şu. Kendi<br />

sinemamda seyirci goygoyculuğu ya da<br />

şakşakçılığı yapmıyorum, yapsaydım starları,<br />

mankenleri oynatırdım. Hamasi milliyetçilik,<br />

hamasi devrimcilik olabilir onlara oynardım.<br />

Onun yerine ben kendimi anlattım ama nasıl<br />

seyredilirlikle ilgili de kafa yordum.<br />

Dondurmam Gaymak’ın o iddiasızlığı hoştu<br />

zaten…<br />

O iddiasızlık bir sürü de seyirci yaptı. Filmimi<br />

yaptım geri çekileyim demiyorum toptan perakendeci<br />

gibi kapı kapı dolaşıp filmimi seyredin<br />

diyorum. Bunda da ayıplanacak bir şey görmüyorum.<br />

Ayıp değil, çete kurmadım, adam<br />

dövmedim, hırsızlık yapmadım. Film yaptım,<br />

onun da değerli olduğunu düşünüyorum. ‘Eyy<br />

millet benim filmimi seyredin’ diyorum. Birçok<br />

arkadaşımız bu konuda ketüm davranıyorlar.<br />

Sinema dergisi anket yaptı, en iyi yüz Türk filmi<br />

diye. Eşkıya birinci oldu. Seyirci orada kalmış.<br />

Gelmiyorlar, Babam ve Oğlum kırdı onu bir ara.<br />

Biraz Dondurmam Gaymak kırdı. Beynelminel,<br />

Takva kırdı. Anlaşılır sinemayla düşmanlığı bir<br />

kere kaldıracağız. Bir kere jüri gerekçeli karar<br />

bildirecek, ışığı nasıl kullanmış, konuyu nasıl<br />

anlatmış?<br />

Genelde isimsiz oyuncularla çalışıyorsun. Ama<br />

yapımcıların derdi isimli oyunculardır ki filmi iş<br />

yapsın. Ama sen bunu kırdın, kırabildin. Bunu<br />

nasıl yapıyorsun?<br />

Uzun yıllar reyting yapmış dizilerde yönetmenlik<br />

yaptım. Seyirci nabzı, seyirci psikolojisi<br />

denen şeyi biraz öğrendiğimi düşünüyorum.<br />

Oralardan gelmiş bir melekem var. Uzun<br />

yıllar asistanlık yaptım, Yusuf Kurçenli’den<br />

Zeki Ökten’e kadar. Bir sürü arkadaşıma da<br />

asistanlık yaparak tecrübe kazandım. Bu<br />

dönemde de ciddi yapımcılarla, prodüksiyon<br />

asistanlarıyla çalıştım. Timur Savcı mesela<br />

en iyi yapımcılardan biri artık. Bir çevreyle<br />

geldik bugünlere. Muharrem Gülmez şimdiki<br />

yapımcım, beraber başladık sektöre. Dondurmam<br />

Gaymak’ta çok kapı aşındırdım bu biçimde<br />

yapabilmek için. Olmadı biraz bakanlıktan, biraz<br />

halktan biraz ordan burada. Filmi kıvırdık ve<br />

biraz iş yaptı. Bunda da onun referansı işimi<br />

kolaylaştırdı. Yine de birazcık dolaştım canım.<br />

(Gülüşmeler) Yine de beş yıl oldu. Ya satarda<br />

anlaşamadık ya da yapım yönteminde. Ben biraz<br />

daha bağımsız ve özgür yapabilmek için bir de<br />

daha iyi şartlar sundukları için Muharrem’i ve<br />

Taha Altaylı’yı seçtim.<br />

Çevreci bir film mümkün mü peki? Filmlerinde<br />

bir nevi mesajlar, öğretici kıvamlar<br />

yaratıyorsun. Dondurmam Gaymak’ta da öyleydi.<br />

Komediyle bunların daha mı kolay olacağını<br />

düşünüyorsun?


Komediyle daha zor olur, tam tersi. Ağdalı ve<br />

ağır filmlerle didaktik olmak daha kolaydır. Kahramanlar<br />

yaratırsın devrimci ya da toplumsal.<br />

Komedinin kutsal olduğuna inanıyorum, birine<br />

bir şey öğretmek gibi bir derdim yok. Ülkedeki<br />

problemleri görmeme rağmen bardağın dolu<br />

tarafına bakıyorum. Kürt – Türk çatışmasının<br />

olduğu yerde Türk –Kürt dayanışmasına<br />

bakıyorum, hayat felsefem de böyle. Olumsuzluklara<br />

değil, olumlu taraflara bakıyorum. Komedide<br />

güldüm mü gülmedim mi diye bakarsın,<br />

nettir yani. Termik santral orada bir dekor ama<br />

şunu söylüyorum topluma. Toprağına, havana,<br />

suyuna, bitkine sahip çıkmak bir vatanseverlik<br />

görevidir. Ucuz ve hamasi milliyetçilik yerine<br />

doğaya, çevreye sahip çıkalım diyor. Esas<br />

söylediği şey de hoşgörü. Entellerle danteller<br />

ya da ara kadro kasabalılar… Buradan giden<br />

anarşistler komün köyü kuruyorlar orada,<br />

köylülerle de termik çatışmaya giriyorlar.<br />

Köylüler maaşlı iş olarak bakarken diğerleri de<br />

doğa çevre söylemi üzerine yürüyorlar. Film<br />

şunu beceriyor. Entelektüeller sadece muhalefet<br />

yapıyor Türkiye’de. Mesela termik yapma.<br />

Yapmayalım da ben ne yapalım diye köylüye iki<br />

üç cümle kuramıyor ama benim filmim kuruyor.<br />

Organik tarım yap, sıfıra mal et, iki katı kar et<br />

diyor. Ekolojik turizm yap, evine barkına sahip<br />

çık. Uluslar arası kültür turizmine açıl.<br />

Kurnazlaşan köylüye bir eleştiri var o zaman?<br />

Dondurmam Gaymak’ta da vardı ama sevimliydiler…<br />

Fazlaca var hem de. Yok olan köylüye bir<br />

serzeniş var, köylü kalmadı. Ama sevimliler,<br />

kızamazsınız. Brecht’in etkisi biraz ben<br />

de çok fazladır. Kahraman da antikahraman<br />

da değil. Neyse o. Brecht’in dediği tam da<br />

özdeşleşecekken yabancılaştır.<br />

Öbür tarafa da, entellere de var mı peki bir<br />

eleştiri?<br />

İki tarafa da. Hem nalına, hem mılına. Eleştirip<br />

şöyle yapıyorum. Köylülerle entel dantel adamlar<br />

son derece güzel bir hayat kurabilirler.<br />

Farklılıklar zenginliğimizdir. Filmden çıkan<br />

en özet laf hoşgörü. Bir renkler toplamıyız ve<br />

bunu avantaja çevirmeliyiz diyor. Aslında hikaye<br />

basit. Mahalleni sevmezsen kasabanı, onu<br />

sevemezsen şehrini ülkeni sevemezsin demeye<br />

getiriyor. Yılmaz Güney bir bölücü olarak<br />

anılmasına rağmen o en büyük vatanseverdir.<br />

Ülkesinin sorunlarına kamerasını doğrultmuş bu<br />

uğurda ölmüş gitmiş adam ya. Deniz Gezmiş’te<br />

öyle. Bana sorarsan ben ülkemi çok seviyorum<br />

ve çok eleştiriyorum. Ülkemle problemlerim var.<br />

Sistemle yani. Sistemle ülkeyi karıştırıyor çoğu<br />

aydın. Eleştirmenin sebebi de kötülükten değil<br />

sevdiğim için.<br />

Kürt meselesine ilişkin bir film çekmek istersin<br />

ve nasıl?<br />

Çekerim. Kürtlerin hoyratça, komedi unsuru<br />

olarak kullanılmasını sevmiyorum. Hoyratça trajedi<br />

malzemesi olarak kullanılmasını da sevmiyorum.<br />

Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele filmleri güzel<br />

bu anlamda. Hakir görmeden, aşağılamadan,<br />

daha içeriden bir kamerayla. Bir Züğürt Ağa<br />

belki biraz öyle. Bir tür Karagözlüştürlerek<br />

yapılan mizahı sevmiyorum. En son dağda<br />

Yörükleri çektim. Herkesle ilgili film çekebilirim.<br />

Trajikomik bir hikayem de var bu arada tabii.<br />

Türk sinemasında çok az yönetmenin başardığı<br />

şey. Hem eleştirmenin hem de sıradan seyircinin<br />

ilginse mazhar olabilmek zor bir şey.<br />

Çağan Irmak diyoruz ama onun da eleştirmenler<br />

arasında pek bir kıymeti yok. Yavuz Turgul gibi<br />

bir yönetmeni herkes seviyor. Bunu başarmak<br />

da bir meziyet.<br />

Yavuz Turgul benim şiarım. Özellikle seksenler<br />

ve doksanlar Yavuz Turgul’u. Özellikle<br />

Muhsin Bey benim için başyapıttır. İki<br />

tarafın da ilgisine mazhar olmak çok keyifli bir<br />

şey. Umarım onu başarmışımdır, daha emin<br />

değilim çünkü. Eleştirmenlerin bir bölümü hiç<br />

sevmedi Dondurmam Gaymak’ı. Herkese her<br />

şeyi beğendiremezsin. Onlar da homojen bir<br />

yapıdalar. Konjüktüre, seyir psikolojisine ve<br />

nasıl bir ortamda izlendiğine bağlı. Sinemacı<br />

olarak seyirci derdi olan birisiyim.<br />

Seyircisiz sinema yapmak mümkün mü?<br />

Mümkün, çok yapılmış. Bir önemi yok. Saygı<br />

duymak lazım. Tek yolun ve değerin seyircisizlik<br />

olmasına karşıyım. Yani sorun şu. Hiç<br />

seyirci yapmadı verelim ödülleri. Ya da çok<br />

seyirci yaptı düzeysiz bir film gibi denklemlere<br />

şiddetle itiraz ediyorum. Sonuçta bir film büyük<br />

emeklerle yapılıyor ve seyirciyle buluşması bir<br />

amaç olmalı. Gürül gürül sinema tartışmasının


yaşandığı bir coğrafyamız yok maalesef.<br />

Dizide çekiyorsunuz, şimdilerde bir sürü<br />

filme diziye beziyor eleştirisi gelmeye<br />

başladı. Dizilerin hakim dili sinemaya<br />

aktı. Bu filmi çekerken bunu düşündünüz<br />

mü?<br />

Diziye benzemek nasıl oluyor ben tam<br />

kavrayamadım. Evet açıklamalarınızdan<br />

anladığım kadarıyla böyle bir şey olabilir.<br />

Sinematografik olanlarda da başka ağır<br />

problemler var. Diziler aldı yürüdü, koca<br />

bir pazar oldu. Sinema hala endüstri<br />

olamadı. Sinema hala yönetmen ve<br />

kişisel çabalarla yürüyor. Sinemayı orijinal<br />

kılan müstakil teks olmasıdır. Benim<br />

şu an filmlerim biricik, tek. İstersem yüz<br />

bölüm dizi olur. Dondurmam Gaymak da<br />

dizi olarak çok istendi ama ben istemedim.<br />

Ben her iki sektöründen birbirinden<br />

öğreneği şey olduğunu düşünüyorum<br />

yine optimist bakıyorum. Çok sık plan<br />

kullanmaksa Almodovar’da çok plan<br />

kullanır, Oliver Stone’da. Bana göre<br />

Türkiye’de kavramlarda çok ciddi sorunlar<br />

var. Bütün deneyim ve tecrübelerin<br />

birbirini desteklemesi şart, yoksa kaos<br />

artacak. Hababam Sınıfı ya da Recep<br />

İvedik neden bu kadar seyirci yapıyor, ya<br />

da başka bir film neden seyirci yapmıyor<br />

üzerinden bakalım sürece. Ben Recep<br />

İvedik’e ‘ayy bu ne ya’ diyemem. Çünkü<br />

arkasında çok ciddi bir antropoloji var.<br />

Ezilen sıradan Türkün beyaz Türk’ten<br />

aldığı intikam hali var biraz da orada.<br />

Recep İvedik bir Karagözdür. Hacivat da<br />

metropolün kendisidir, beyaz Türklerdir.<br />

Hacivat kentli, Karagöz köylüdür.<br />

Hacivat yukarıda, karagöz aşağıda durur<br />

hep..<br />

Ben onun arkasındaki sosyal arkeolojiyi<br />

deşmek isterim. Demek ki seyircinin<br />

alt benliğinde bir yaban duruyor deyip<br />

sosyoloji yaparım, analiz ederim ama<br />

sinemacıysam ışığını, oyunculuktaki<br />

farsı ya da groteksi ya da senaryodaki<br />

bölük pörçüklüğü tartışırım. Recep<br />

İvedik’ten öğreneceğim çok şey Ertem<br />

Eğilmez’den olduğu gibi. Ama benim<br />

Semih Kaplanoğlu’ndan da öğrenecek<br />

çok şeyim var. Ama benim ülkemin<br />

sineması tartışılmıyor, bu can sıkıcı bir<br />

şey.<br />

Çok sinema konuştuk biraz filmden<br />

konuşalım. Oyunculukları nasıl yansıttın<br />

perdeye. Abartılı mı doğal mı olmasını<br />

istedin…<br />

Türkler abartılı yaşayan bir toplum.<br />

Gürültü, infial toplumu. Filmde de infialli<br />

ve coşkun yerler var. Benim sinemamda<br />

da Orta Avrupa sinemasından bakarsan<br />

abartılı denilebilir ama değil. Fars sahneler<br />

var. Onun dizaynını Mehmet Ali<br />

alabora yaptı komple. Burada daha çok<br />

yorulduk. Çünkü Dondurmam Gaymak’ta<br />

sadece Muğlalılar oynamıştı. Bu sefer<br />

hem köylüler ve Muğla halkı var hem<br />

Dondurmam Gaymak’tan tecrübe<br />

kazanmışlar var, hem de Şahin Irmak<br />

gibi oyuncular var. Almanya’da oyuncu<br />

ve mankenlikten gelen Ayşe Bosse var.<br />

Yüksel Yalova, Claude Roth, Salahattin<br />

Yıldız, Nejat Yavaşoğulları ve Mehmet<br />

Alabora gibi popüler figürler de var. Bir de<br />

turistler vardı. Yetmedi eşeklerimiz vardı.<br />

Doğal figürasyon. (Gülüşmeler) İstanbul<br />

dışında çekiyorsunuz genelde filmlerinizi,<br />

memnun musunuz?<br />

Memleketimde çekmekten memnunum.<br />

İstanbul içinde çok dizi çektim.<br />

Üçüncü filmden emin değilim, komple de<br />

sinemanın Özay Gönlüm’ü olmak istemiyorum.<br />

(gülüşmeler) Önemli değil aslında<br />

Angelopoulos da Atina’dan çıkmadı.<br />

Borges hiç Buenos Aires’ten çıkmadı.<br />

Biz biraz daha yerele sıkışıyoruz sanki,<br />

Angelopoulos sonuçta evrensel konulara<br />

imza atıyordu.<br />

Evet ilk film yerel ama evrenseldi. Bu<br />

da evrensel olup yerel olacak. Ekolojik<br />

anarşistler yerel bir yere yerleşip,<br />

yerelleşmeye çalışırken diğerlerini<br />

evrenselleştiriyorlar. Yani tersten bir durum<br />

var.<br />

Hangi tarafı daha çok kayırdınız? Yani<br />

oldu mu öyle bir şey?<br />

Kayırma denir mi bilmem ama köylülerin


gözünden entelektüellere baktım.<br />

Köylülerin evinde, kahvesinde<br />

dolaştı kamera ve onların akıl<br />

yürütmesi üzerinden entelektüellere<br />

baktık ama en son entellere gol<br />

attırdım. İlk kez Hacivat galip<br />

çıkacak. Köylü üzerinden entellere<br />

bakmak ve aşağılamak yüzyıllardır<br />

yapılan bir şey. 12 Eylül’ün<br />

kalıntısı bir de o. 12 Eylül okumuş<br />

yazmışlara entel dantel diyerek bir<br />

aşağılama kampanyası yürüttü.<br />

Entel dantel denilen hiç kimsenin<br />

otopark mafyacılığı yaptığını, çoluk<br />

çocuk dövdüğünü görmedim. Biraz<br />

depresif ve içe kapanık olabilirler<br />

ama çok iyi insanlardır. Bunlara<br />

yönelik toplumsal cehaletin devam<br />

ettiğini söylüyorum filmde de.<br />

Biraz tersine bir hal var o zaman.<br />

Bu seyirci kaybı olabilir mi?<br />

Filmlerimin çok izlenmesini<br />

istememe rağmen seyirci<br />

goygoyculuğu yapmam,<br />

yapmayacağım. Yapsaydım<br />

starları oynatırdım. Ben söylemek<br />

istediğimi söyleyeceğim ama bunun<br />

iyi anlaşılması ve izlenmesi<br />

için de gerekenleri yapacağım. Bir<br />

ütopya filmi bu. Hepimiz bir arada<br />

yaşayabiliriz filmi bu.<br />

Bu bir nevi isyan filmi o zaman…<br />

Evet isyan. Biz nereye gidiyoruz<br />

filmi. Cihangir’e niye mecbur<br />

kalayım ben ya. Ben Balat’ta da<br />

Kasımpaşa’da da oturmak istiyorum.<br />

Bu ne ayrımı böyle ya.<br />

Kapitalizmin bu ayrımından,<br />

kamplaştırmasından illet oluyorum.<br />

Enteller bir köyde tarım yapabilir,<br />

füze uçurmuyoruz sonuçta. İlla<br />

Bodrum’dan yazlık alınmak zorunda<br />

değil. Bir dağ köyünden bir<br />

ev de alınabilir. Geleneklerine sahip<br />

çıkarak da para kazanabileceğini<br />

öğretiyor. Asla depresyon yok. Komedi<br />

ve coşku var.


“Tenten’in Maceraları - The Adventures of Tintin” /<br />

Yönetmen: Steven Spielberg<br />

n Bizler Tenten’i geçen yüzyılda tanıyıp sevdik. Özellikle “Tintin et le<br />

lac aux requins”(1972) adlı animasyonda, esrarın renklerle uyumu,<br />

karakterlerin / olayların hareketlendirilmiş iki boyutluluğu, çizgilerin<br />

naifliği bizleri mutlu etti. Şimdi dijital teknoloji, ‘performans<br />

yakalama’, 3D devrede. Gizemli atmosferler, gösterişli sahneler ,<br />

her şey tamam. Ancak aksiyondaki baş döndürücü hız, Tenten’i ait<br />

olduğu yıllardan koparıyor, günümüz eğlencelerindeki bilgisayar<br />

cambazlıklarına hapsediyor. Seyredilmeyi fazlasıyla hak etse de,<br />

daha çok yeni yetmelere yönelik.


“Kule Soygunu - Tower Heist” / Yönetmen: Brett Ratner<br />

n Soygun suç mudur? Evet. Ancak kapitalist sistem içinde<br />

açıkça haksızlığa uğramış emekçiler haklarını aramak için<br />

soygun planlayıp uygularlarsa haktır! Tüm lezzetli Hollywood<br />

soygun filmlerinde soyguncuların yanında yer aldığınız için<br />

adrenaliniz giderek yükselir. Bu film, işte o eski tada günümüz<br />

problemlerine uygun bir sos ekliyor: Açıkgöz finans kurtlarına<br />

para kaptıranların intikamı! Dengeleri tamam, usta işi bir<br />

çalışma. Oyuncuların katkıları da değerini arttırmış.


“Almanya’ya Hoşgeldiniz - Almanya<br />

- Willkommen in Deutschland”<br />

Yönetmen: Yasemin Samdereli<br />

n Türkiye’den Almanya’ya emek<br />

göçünün 50. yıldönümünde bir<br />

aileden üç kuşağın öyküsünün , bu<br />

tür geniş zamana yayılan İtalyan<br />

ailelerinin hikayelerini anımsatır<br />

biçimde keyifle izlenmesinin sırrı:<br />

Zaman içinde ileri geri sıçramalarla<br />

dinamizm kazandırılmış öyküleme;<br />

gencinden yaşlısına tümü bir ‘sarılma<br />

hissi’ uyandıran oyuncu kadrosu; kültürel<br />

renkliliğin cömertçe yansıtıldığı<br />

sanat yönetimi; en önemlisi de<br />

yönetmenle ekip arasında oluşmuş<br />

sinerjinin seyirciye geçmesi. Sonuç:<br />

Bittiğinde, hüzünlendirdiği kadar<br />

mutlu eden bir güzellik.


“Alacakaranlık Efsanesi : Şafak Vakti - Bölüm 1 - The Twilight<br />

Saga: Breaking Dawn - Part 1” / Yönetmen: Bill Condon<br />

n ”Gods and Monsters”(1998) ile ‘ Uyarlama Senaryo’ Oscar<br />

ödülü kazanmış Bill Condon da, Bella Swan karakteriyle<br />

özdeşleşen ‘yeni yetme’ kız seyircinin, ‘soğuk’ beyaz vampir<br />

Edward ile ‘sıcak’ bronz kurt oğlan Jacob arasında hayaller<br />

kurmasına katkıda bulundu ya, pes! Hikayenin zaten cılkı çıkmış;<br />

üzerine çekilen tüm cila ise, bu sıkıcılığı gereksizce uzatırken<br />

daha iyi pazarlamaya yönelik. Artık hiç cazibesi kalmamış,<br />

tamamıyla ticari bir ürün.


“Tehlikeli İlişki - A Dangerous Method” /<br />

Yönetmen: David Cronenberg<br />

n Tehlike, ruhsal çözümlemede ‘cinsellik<br />

kuramının’ babası Sigmund Freud ile ondan 19 yaş<br />

genç olan, analitik psikolojinin kurucusu Carl Jung arasında<br />

ortaya çıkacak fikir ayrılıklarının / sürtüşmenin deney ya da oyun<br />

alanında , önce bir hasta daha sonra ilk kadın psikanalist olan Sabina<br />

Spielrein’ın olması! Yönetmen Cronenberg olur da, bu üç gerçek kişinin<br />

olası ilişkilerini cinselliğin derin karmaşası içinde didiklemez mi? Bu<br />

kez şoke edici değil, oldukça klasik bir anlatımla, önemli oyun yazarı<br />

Christopher Hampton’ın yoğun metnindeki her sözcüğün hakkını vermiş.<br />

Michael Fassbender (Jung) ve Viggo Mortensen (Freud) ise bitmesini<br />

istemediğiniz birer aktörlük gösterisi sunarken, anarşistliğiyle tanınan<br />

psikanalist Otto Gross rolünde kısa bir süre görünen Vincent<br />

Cassel’in rol çalmasına engel (!) olamamışlar. Sonuç:<br />

Damıtılmış bir sinema.


“İntikamın Bedeli - Seeking Justice” / Yönetmen:Roger Donaldson<br />

n “En sevdiğiniz insan saldırıya uğrayıp feci bir durumda yaşam savaşı<br />

verirken, adaletin tecellisini beklemek yerine ‘derhal intikam’ teklifini kabul<br />

edersiniz. Buraya kadar tamam, zaten sinemada bu mesele daha önce işlendi.<br />

Ancak, karısının intikamı uğruna gizli bir örgüte bulaşan öğretmen adamın<br />

‘kurtulmak için’ çabalaması inandırıcı olmayan bir aksiyona dönüşüyor ki,<br />

yönetmenin ustalığıyla bile yenilir yutulur değil! Her yıl en az iki film çeviren<br />

Nicolas Cage’in de, en sıradan işlerinden biri.


“Hediye Operasyonu - Arthur Christmas” /<br />

Yönetmen:Sarah Smith<br />

n ”Wallace & Gromit”in yaratıcısı, İngiliz Aardman Animasyon<br />

Stüdyosu’nun çalışmalarını takip edenler bu ortak yapımdaki<br />

temaları ve üslubu da sevecekler: Babadan oğla geçen Noel Baba<br />

görevlerini devretmenin tam da sırası gelmişken, dünyada hediyesi<br />

unutulmuş tek çocuğu mutlu etmek için zamanla yarışan tüm<br />

bir Noel Baba ailesi ile yüzlerce elfin, sevginin birleştirici gücüne<br />

yaptıkları vurgu, değerli bir yeni yıl mesajı. Evet, her Aralık’taki yeni<br />

yıl hikayelerinden biri, ancak geleceği bırakacağımız çocuklarımıza<br />

vereceğimiz anlamsız hediyelerden çok daha önemli.


“Zirveye Giden Yol - The Ides of March” /<br />

Yönetmen:George Clooney<br />

n Başkanlık seçimleri yolunda yarışan iki Demokrat Parti aday<br />

adayının kampanya beyin takımlarının son virajdaki müthiş<br />

stratejileri, sadakatle ihanetin birbirine karıştığı bir ‘nefes nefese’<br />

mücadele ortamında anlatılmış.Ama asıl, medya yönetme<br />

- yönlendirme uzmanı olan genç adamın yaşadığı ‘inanılmaz<br />

olaylar ve oyunlarla’ geçirdiği değişim öne çıkmış. Soru şu:<br />

Politikada yükselmek için insanlığınızı alçaltmanız şart mı?<br />

Yanıt, net olarak veriliyor. Sinemada zeka arayanlar için,<br />

sapasağlam bir hikaye ve tam bir oyunculuk ziyafeti.


Celal Tan ve Ailesi’nin Aşırı Acıklı Hikayesi ve Musallat<br />

2 filminin güzel oyuncusu Türkü Turan 2011 yılında üç<br />

filmle birden sinemalara konuk oluyor. Bu patlamanın<br />

sebeplerini ve hedeflerini konuştuk.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Onu ilk önce Reha<br />

Erdem’in filmi Kosmos’da<br />

attığı çığlıklarla ve çizgi dışı<br />

güzelliğiyle filme anlam katan<br />

performansıyla tanıdık. Bu<br />

hafta vizyona giren Onur Ünlü<br />

filmi Celal Tan ve Ailesi’nin Aşırı<br />

Acıklı Hikayesi’nde de karşımıza<br />

çıkınca “Tamam” dedik “İşte sinemanın<br />

ayrıksı bir değeri.” Türkü Turan’ı bu iki<br />

film dışında korku filmi Musallat 2’de ve<br />

Toprağın Çocukları filminde de seyredeceğiz.<br />

Düz siyah saçları, çekik gözleri ve oynadığı<br />

role kendini adamasıyla gelecekte daha çok<br />

karşımıza çıkacağına inandığımız Turan’la sizin<br />

için konuştuk.<br />

Projeyi kabul etme sebebiniz nedir?<br />

Tabii ki Onur Ünlü. Onur Ünlü adını duyunca zaten<br />

senaryoyu daha okumadan kabul etmeye karar<br />

vermiştim. Fakat alışkanlık olarak senaryoyu<br />

okuyup onun da çok güzel olduğuna karar verdim.<br />

Senaryoda size farklı gelen şey neydi?<br />

Zaten Onur Ünlü’nün bütün senaryo ve filmlerinin<br />

ortak özelliği bizim gördüğümüz konulara<br />

görmediğimiz açıdan bakıyor olması. Celal Tan ve<br />

ailesinin aşırı acıklı hikâyesinde de aile kavramına<br />

hiç bakmadığımız taraftan bakmış. Biz aileyi hep<br />

güzel, birbirine sıkı sıkı sarılan, destek olan olumlu<br />

bir düşünce olarak kabul ediyoruz, Celal Tan ve<br />

ailesinde durum biraz daha farklı. Senaryo “Aile-<br />

mize sıkı sıkı sarılırken bir gariplik var mı, bir hata<br />

yapıyor muyuz, haksızlıkları da savunuyor muyuz”<br />

diye düşündürtüyor.<br />

Film bir taşra kasabasında geçse de ilişkiler<br />

olabildiği kadar şehirli…<br />

Orta sınıf ve üstü üzerine yapılan filmlerde ve dizilerde<br />

daha çok zengin aileler görüyoruz. Orta direk<br />

içinde olan aileleri pek görmüyoruz. İzlediğim filmler<br />

ve diziler açısından bu sosyolojik statüdeki bir<br />

aileyi görmek farklı geldi. O yüzden hoşuma gitti.<br />

Rolünüzü biraz tanıtabilir misiniz?<br />

Aslında ilginç bir karakteri canlandırıyorum. Bir<br />

öğrenciyim ve Selçuk Yöntem’in canlandırdığı<br />

Celal Tan karakteri benim okuduğum okulda bir<br />

anayasa profesörü. Başıma gelen bazı talihsiz<br />

olaylardan dolayı intihara kalkışıyorum ve o beni<br />

kurtarıyor. Celal Tan ile birbirimize âşık olup evleniyoruz.<br />

Filmin başından itibaren de ilişkimizin ve<br />

ailemizin başına talihsiz şeyler geliyor.<br />

Filmin kadrosu çok geniş, çok tecrübeli isimler var.<br />

Bir oyuncu için tecrübeli isimlerle rol paylaşmak<br />

gerçekten yararlı bir şey midir? Bu yarar nedir?<br />

Kesinlikle çok yararlı bir şey. Tansu zaten<br />

Türkiye’nin en iyi oyuncularından bir tanesi ve<br />

hocalık yapıyor. Hemen onun yakasına yapışıp<br />

ne yapacağım, nasıl oynayacağım konularında<br />

fikir alışverişleri yaptım. Bülent Emin Yarar<br />

provayı izlediğinde hemen ona koşup ne yapmam<br />

gerektiğini soruyordum aynı şekilde Selçuk<br />

Yöntem’den tavsiyeler alıyordum. Değişik fikirler<br />

alabileceğim, değişik bakış açılarına sahip birçok<br />

oyuncu olduğu için çok şanslıydım.


Oyunculuk olarak bir eğitiminiz var mı?<br />

Var ama şöyle, lisedeyken 2 sene bir atölyede çalışmaları izledim. 2-3<br />

sene önce Vahide Gördüm’ün 35,5 oyunculuk atölyesinde birinci sınıfı<br />

bitirdim.<br />

Alaylı oyuncuların, mekteplilere göre avantajları oluyor mu?<br />

Tabii ki. Çünkü sete hiçbir şey bilmeden çırılçıplak gidiyorsunuz ve<br />

her şeye aç oluyorsunuz. Çok iyi oyunculuk bilip de sete giden insanlar<br />

mesela kamerayla, ışığın nereden geldiğiyle, yönetmenin nasıl<br />

baktığıyla çok ilgilenmiyorlar. Daha çok oyunculuğa bakıyorlar ama<br />

yaptığımız iş aslında ışığını almaktan tutun, objektifin kaç olduğuna kadar<br />

değişen bir şey. Tabii insan yeni olunca ister istemez her şeye dikkat<br />

etmek zorunda kalıyor. Böylece bence daha iyi öğreniliyor. Profesyonellerle<br />

çalışınca da daha yararlı şeyler öğrenebiliyorsunuz. Hiçbir şey<br />

bilmiyorum, bir egom yok. Her şeye aç bir öğrenci şeklinde gittiğim için<br />

bir şeyler almam daha kolay oluyor.<br />

Reha Erdem, Onur Ünlü çok önemli yönetmenler. Onların yönettiği filmlerde<br />

rol almanızı neye bağlıyorsunuz?<br />

Gerçekten bilmiyorum ama Reha Erdem’in çok aradığı bir tip vardı, o<br />

tipe fiziksel olarak çok yakınmışım o yüzden beni seçti. Fakat Reha<br />

Erdem beni seçtikten sonra diğer insanlar da “Reha Erdem bu kızı<br />

seçtiyse bu kızda muhtemelen bir şey var” diye düşünüp beni tercih<br />

etmiş olabilirler. Sette çok pozitifimdir, çok çalışkanımdır ve piyasa<br />

küçük olduğu için bu çok hızlı duyulan bir durum. O yüzden sette<br />

sağlam duran, dikkatli, disiplinli oyuncular daha çok tercih edilir. Sanırım<br />

bu yüzden de tercih ediyorlar.<br />

Sizin dört filminiz var. Bunun üç tanesi 2011 yılında. Bu patlama nasıl<br />

oldu? Bir kariyer planlaması mıydı?<br />

Hayır diyemeyeceğim şeyler üst üste geldi. Ben böyle bir şey beklemiyordum.<br />

Toprağın Çocukları filmi bir yıl önceden belliydi zaten. Ali Adnan<br />

Özgür’le arkadaş olduk. Filmin senaryosu hazırlanırken de beraber<br />

çalıştık. Ben o dönem Çakıl Taşları’nda oynuyordum. Çakıl Taşları erken<br />

bitti. Birkaç dizide konuk oyunculuk yaptım ama filmlere hazırlanacak<br />

çok vaktim oldu. Ondan sonra Celal Tan geldi. Baktım tarihler uyuyor.<br />

Fakat sonra ‘Musallat 2’ geldi. Bir de Toprağın Çocukları ve Musallat’ta<br />

başrol oyuncusuyum. 30 gün boyunca aralıksız çalıştım, dolayısıyla ne<br />

yapacağımı bilemedim. Bu yoğunluğu kaldırabilir miyim diye düşündüm<br />

fakat çok güzel program ayarladılar ve üçbuçuk ayda üçünü de tertemiz<br />

bir biçimde bitirmiş oldum.<br />

Yönetmen olmak gibi bir isteğiniz var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?<br />

Aslında sosyoloji okuduğunuz zaman dünyadaki bütün sanatlara ucundan<br />

değiyor. Ben Türk sineması üzerine, sosyolojiyle sinemayı harmanlayan<br />

çok fazla tez, ödev yaptım. O yüzden zaten bu kulvarda koşmak<br />

istiyordum. Oyuncu olmayı o zaman beklemiyordum.<br />

Yavaş yavaş ısınıyorsunuz kamera arkasına?<br />

Aslında ben sette, özellikle Musallat filmi setinde ışık kamyonunun<br />

içindeki malzemelerin isimlerini ve ne işe yaradıklarını öğrenmekle<br />

başladım. Celal Tan’da ne yapılıyor, nasıl açılar kullanılıyor, ne his<br />

verilmek isteniyoru inceledim. Oynadığım dizide de bakıyorum şu an.


Bu yaz Toprağın Çocukları’nda gece ışığı yapmaya başlamıştım. Beni<br />

“Best girl” olarak jeneriğe yazacaklar sanırım. Boş zamanlarımda<br />

kamerayı kurcalamaktan, gece ışığı kurmaya kadar her şeye hakim olmaya,<br />

öğrenmeye başladım. Sağ olsunlar izin verdiler. Aslında bir nevi<br />

asistanlık yapıyorum.<br />

Bir senaryo çalışmanız var mı?<br />

Bir tane senaryom var ama şu an 10 sayfa. Senaryoya dökülmüş değil<br />

ama 10 sayfalık çok ilginç bir hikayem var. Çekilmesi de çok zor. Onu<br />

ben çekemezsem Onur çeksin isterim.<br />

Türk sinemasında kadın yönetmen sayısı çok az. 80 sonrasında 90’larda<br />

sinemada feminizm bir şekilde vardı. Fakat 90’ın ikinci yarısından<br />

itibaren, özellikle 2000’lerde kadın oyuncu olarak çok fazla ve yeni<br />

isim olmasına rağmen bu derdi paylaşan, o cesareti gösteren veya<br />

o faturayı ödemek için yola çıkan isim sayısı çok az. Bu konuda ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Bunu zaten çok fazla dile getiriyorum. Reha Erdem’le veya Onur’la<br />

konuştuğum zaman da “Ne olur bir kadın hikâyesi çekin, kadın gözünden<br />

çekin” diye söylüyorum. Çünkü sinemada olan kadın karakterler de<br />

erkek gözünden kadınlar hep. Hatta kadın yönetmenler de erkek hikâyeleri<br />

çekiyorlar. Özellikle de sosyolojide okuduğum ve kadın dünyasını<br />

önemsediğim için benim çok takıldığım bir konu. Yazdığım hikâye kadın<br />

hikâyesi mesela. Özellikle de iyi hikâye yazan ve çeken insanlarla<br />

arkadaş oldukça kadın hikâyesi çekmeleri için baskı yapıyorum. Bizim<br />

jenerasyonumuz büyüdükçe, kendine güveni geldikçe kadın meseleleri<br />

olan senaryolar yazılacak ve filmler çekilecek.<br />

Toplumun kadına bakış açısı belli. Cesaret gerektiren rollerde oynayacak<br />

mısınız? Bunun faturasını ödemeye hazır mısınız?<br />

Eminim edeceğim. Mesela Beren Saat bunu yapıyor. Son iki dizisinde<br />

de oynadığı kadın karakter güçlü ve gerçekten kadın gözünden, kadın<br />

karakterler. Fatmagül’de tecavüze uğradığı için garip bakıyorlar. Türk<br />

toplumunda bu var. Senaryoyu gerçek zannediyoruz. Konuşulan<br />

şeylerden bunları duyuyorum ama her şeye rağmen cesaret edip o<br />

tarz karakterler canlandırmakta fayda var. Beren buna cesaret etti. O<br />

yüzden oynadığı karakterler açısından ona çok saygı duyuyorum. Bana<br />

da böyle bir şey gelirse, ben de cesaret etmek isterim.<br />

Sizin tipiniz aslında çok çizgi dışı. Bu durum sinema için çok güzel<br />

bir şey. Ancak bazen bunun dezavantajları da olabilir. Mesela Şerif<br />

Sezer’in de tipi çok değişik. Onunla konuştuğumda “Aslında tipimin<br />

farklılığı bana dezavantaj getirdi ve ben bunun faturasını ödedim”<br />

demişti.<br />

Aslında sinemada böyle bir sınır yok. Bu yaz 17 yaşında bir kızı, 27<br />

yaşında bir öğretmeni, edilgen bir kadın karakteri oynadım. Böyle<br />

küçük gösterip aslında yaşı büyük olmanın avantajı var. Fakat dizilerde<br />

bu öyle değil. Dizilerde biraz daha fiziksel olarak Türk toplumunun<br />

sevdiği, etine dolgun kadınlar tercih ediliyor. Dolayısıyla başrol, esas<br />

kadın rolleri, bütün diziyi kaldıracak roller bana çok gelmiyor. Gelse de<br />

benim çok hoşuma gitmeyen şeyler geldi. Fiziksel olarak zayıf olduğum<br />

için böyle rollerin gelmediği oluyor. Eskiden şikâyetçiydim ama artık


değilim. Bence yan karakterler de çok önemli.<br />

Güzel herhangi bir şey gelirse oynuyorum.<br />

Mesleğe televizyon dizileriyle başladınız. Yeni<br />

oyuncular için televizyon dizileriyle başlamak<br />

bazen oyunculuk anlamında bir sakatlık yaratabiliyor.<br />

Bunu nasıl geçmeyi planlıyorsunuz?<br />

Bu aslında biraz Faruk Teber sayesinde oldu.<br />

Faruk Teber alışılmış dizi yönetmenlerinin çok<br />

dışında bir adam ve beni kameranın karşısına<br />

ilk oturttuğunda ben hiçbir şey bilmiyordum.<br />

Çünkü her şey koşuşturma içinde çekildiği için<br />

dizilerde çok vakit olmuyor. Alt metin çalışması<br />

yapmak, uzun uzun rol üzerine çalışmak, sahne<br />

üzerinde konuşmak pek mümkün olmuyor<br />

ama Faruk Teber dört sahneyi bir gün içine<br />

yayarak bunların hepsini yaptı. Bana alt metnin<br />

ne olduğunu, çalışmanın, disiplinin nasıl bir<br />

şey olduğunu, karakterin nasıl çıkacağını uzun<br />

uzun anlattı ve çalıştık. Teber çok iyi bir yönetmen,<br />

diziyi sinema filmi gibi çektiği için sinema<br />

filmi oyuncusu gibi tecrübe edindim.<br />

Profesyonel bir oyuncu olarak ilk yönetmenlik tecrübesini<br />

yaşayan bir yönetmenle oynamak sizin<br />

için bir risk içeriyor mu?<br />

Kesinlikle taşımıyor. Ali Adnan Özgür’de bunu<br />

gördüm. Gerçekten ne yaptığını bilen birisi. Oturup<br />

konuştuğunuz zaman kafalarınız uyuşuyorsa, aynı<br />

yöne bakıyorsanız, filmle ilgili aynı şeyi istiyorsanız<br />

o film zaten güzel oluyor. Teknik aksaklıklar hepsinde<br />

olabilir. İsterse kötü gözüksün ama kafası<br />

çalışan, iyi hikayesi olan bütün yönetmenlerle<br />

çalışmalı bence insanlar.<br />

<strong>Cinedergi</strong> okuyucularına bir mesajınız var mı?<br />

Normalde sinemayı sanat filmi ve gişe filmi olarak<br />

ikiye ayırıyoruz. Aslında böyle bir şey yok. Herkesin<br />

izleyebileceği çok sağlam filmlerde yapılabiliyor<br />

ve bence Celal Tan bunun en iyi örneklerinden bir<br />

tanesi olacak. Hem alt yapısı çok sağlam, içinde<br />

gerçekten sanat olan bir film hem de herkesin<br />

anlayabileceği, sevebileceği bir gişe filmi de olacak.


n 1999 yılında başrollerini Hugh Grant ve Julia Roberts’in<br />

paylaştığı, Richard Curtis’in yazıp Roger Michell’in yönettiği<br />

“Notting Hill”, tüm zamanların en iyi aşk filmleri listesinden<br />

hiç çıkmayacağa benzer. Bu eşine az rastlanır romantik<br />

filmin müzikleri ve müzik koordinatörlüğü ise Trevor<br />

Jones’a ait. Filmin soundtrack’i birbirinden önemli<br />

isimlerin eserleriyle, sinemaseverleri coşkuya, heyecana,<br />

aşka ve huzura eriştiriyor, hala... Başucu albümlerinden<br />

biri olarak tanımlayabileceğimiz “Notting Hill OST”de, Elvis<br />

Costello’dan “She”, Shania Twain’den “You’ve Got A<br />

Way”, Steve Poltz’dan “Everything About You” ve tabi ki<br />

Al Green’den “Ain’t No Sunshine” öne çıkanlar arasında…


n İranlı yönetmen<br />

Bahman<br />

Ghobadi’nin yönettiği<br />

ve başrollerini<br />

Monica Bellucci,<br />

Yılmaz Erdoğan,<br />

Beren Saat, Belçim<br />

Bilgin’in paylaştığı<br />

‘Gergedan’ın Son<br />

Şiiri’ filmi ‘halk<br />

sansür’üne takıldı. Çekimlerde<br />

sevişme sahnelerinin<br />

olduğunu<br />

öğrenen Garipçe<br />

Köyü, ekibin evlerini<br />

kullanmalarına<br />

izin vermedi. Bunun<br />

üzerine ekiptekiler<br />

çevredekilerle<br />

görüşüp uygun bir<br />

ev buldu. Sevişme<br />

sahnelerinin çekimi<br />

esnasındaysa evin<br />

çevresindeki köylüler<br />

ekip tarafından<br />

uzaklaştırıldı.


n Courtney Love, başı sık sık belaya giren Lindsay<br />

Lohan’a akıl hocalığı yapacak. Şarkıcı Courtney Love,<br />

kendisi gibi başı sık sık belaya giren oyuncu Lindsay<br />

Lohan’a akıl hocalığı yapacak. “Geçmişte bana olduğu<br />

gibi Lindsay de dibe vurdu, ona yardım edeceğim”<br />

diyen Love’ın, tıpkı Lohan gibi uyuşturucu ve alkol<br />

sorunu olduğu biliniyor. Umarız her seansta oturup<br />

karşılıklı bir şişe bitirmezler…


n İç çamaşırı modeli Florence<br />

Brudenell-Bruce ‘Tatler’ dergisine<br />

poz verdi. İngiltere Veliaht<br />

Prensi Harry’nin eski sevgilisi, 25<br />

yaşındaki iç çamaşırı modeli Florence<br />

Brudenell-Bruce, ‘Tatler’ dergisine<br />

poz verdi. 2011’in başlarında<br />

iki ay boyunca flört ettiği Prens’ten<br />

ayrıldıktan sonra işleri açılan modelin<br />

şimdiki hedefi, Hollywood’a<br />

kapağı atmak.


n 19-29 Ocak tarihleri arasında<br />

düzenlenecek 2012 Sundance<br />

Film Festivali’nde, ilk kez bir<br />

Türk filmi Dünya Seçkisi’nin<br />

içinde. Raşit Çelikezer’in<br />

yönettiği ‘Can’ 14 filmlik bu<br />

seçkinin içinde kendine yer<br />

buldu. Amerika’dan 2059,<br />

dünyadan ise 1983 uzun<br />

metraj filmin başvurduğu<br />

festivalde 31 ülkeden 110<br />

film seyirciyle buluşacak. Bu<br />

filmler arasından 88’i dünya<br />

prömiyerlerini festival içinde<br />

gerçekleştirecek.<br />

n Steven Spielberg, son<br />

20 yılda çekilen filmleri<br />

izlemeyi tercih etmediğini<br />

söyledi. Oscar ödüllü<br />

Spielberg ‘sinemanın<br />

altın çağının 1950 ve<br />

60lar olduğunu’ dile getirdi.<br />

Spielberg, “Bir filme<br />

başlamadan önce birer<br />

klasik haline gelmiş Yedi<br />

Samuray, Çöl Aslanı,<br />

Arabistanlı Lawrence ve<br />

Şahane Hayat filmlerini<br />

izlerim. Eskiye gitmeyi<br />

severim. Sessiz filmleri de<br />

çok izlerim. Çünkü görselleri<br />

çok kuvvetlidir, açılar<br />

çok başarılıdır ve performanslar<br />

çok iyidir. Bana<br />

bir filme başlamak için<br />

gerekli enerjiyi verir” diye<br />

konuştu.


n The Gotham Awards, önceki<br />

gün düzenlenen törenle sahiplerini<br />

buldu. En İyi Film Ödülü’nü geçen<br />

hafta Türkiye’de de vizyona giren<br />

Terrence Malick’in Hayat Ağacı/<br />

The Tree of Life ve Milke Mills’in<br />

Beginners filmi paylaştı. Alexander<br />

Payne’in, George Clooney’nin rol<br />

aldığı ve Oscar’da iddialı olduğu<br />

yönünde yorumlar yapılan filmi<br />

The Descendants, üç kategoride<br />

aday olduğu ödüllerden eli boş<br />

döndü. The Descendants ’ın yerine,<br />

Mike Mills’in yönettiği Beginners,<br />

New York’ta düzenlenen ve<br />

sunuculuğunu Edie Falco ve Oliver<br />

Platt’ın üstlendiği törende, En İyi<br />

Toplu Performans Ödülü’ne değer<br />

görüldü.<br />

n Ünlü yaratıcı yönetmen<br />

David Lynch, savaş<br />

sonrasında bunalıma<br />

giren gazileri meditasyon<br />

öğretmeye teşvik ediyor.<br />

Psikolojik sorunlardan<br />

kurtulma adına meditasyon<br />

tekniklerinin büyük<br />

ölçüde işe yaradığını<br />

savunan usta yönetmen,<br />

savaş gazilerinin bu imkanlardan<br />

faydalanması<br />

için 1 milyon dolar<br />

tutarında bağış yaptı. Bu<br />

meblağdan özellikle de<br />

Irak ve Afganistan gazileri<br />

yararlanacak.


n Ata Demirer ve Müjde Ar, Aysel<br />

Gürel’e saygı albümüiçin stüdyoya<br />

girecek... Konservatuar mezunu olan ve<br />

Makara adına albüm çıkaran, Eyvah Eyvah<br />

filminde de şarkı söyleyen Demirer,<br />

‘Ayselim’ adlı albümde Müjde Ar’la<br />

birlikte düet yapacak. İkili “Yalnızca<br />

Sitem” ve “Gençlik Başımda Duman”<br />

şarkılarından birisini seslendirecek…<br />

Bakalım hem sinema hem de müzik<br />

camiasından konuyla ilgili nasıl yorumlar<br />

gelecek?<br />

n Bu yıl 6.si düzenlenen ,<br />

Kültürler arası Diyalog temalı<br />

kısa filmlerin yarıştığı JCI<br />

ISTANBUL CROSSROADS<br />

ULUSLARARASI KISA FİLM<br />

FESTİVALİ yarışma sonuçları<br />

11 Aralık 2011 Pazar gecesi<br />

Beykent Üniversitesi Taksim<br />

yerleşkesinde yapılacak<br />

galada açıklanacak. Ebru<br />

Akel, Hüseyin Kuzu, Yosi<br />

Mizrahi, Sadi Çilingir, Selim<br />

Demirdelen, Kıvanç<br />

Terzioğlu, Ali Arıkan ve Bülent<br />

Doruker’in jüri üyesi<br />

olarak yer aldığı festivale<br />

bu yıl 48’i Türkiye’den, 12’si<br />

yurtdışından olmak üzere<br />

toplam 60 kısa film başvurdu.<br />

Her yıl “Kültürler Arası Diyalog”<br />

temasını işleyen yarışma<br />

bölümünün ödülü Digital<br />

Film Academy’den toplam<br />

10,000TLlik eğitim bursu.<br />

Festival Resmi Sitesi : www.<br />

jciistanbulcrossroads.com


2. Malatya Film Festivali, Anadolu’nun kültür savaşının en önemli<br />

ayağı olmaya aday bir etkinlik. Doğu’da sinema sevgisinin<br />

büyümesine büyük etkisi olacağına inanıyoruz.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n 2. Malatya Uluslararası Film<br />

Festivali sona erdi. Anadolu’nun<br />

bu en yeni ulusal sinema festivali<br />

Türk sineması için önemli<br />

tespitler yapmamıza sebep<br />

oldu. Önce festivali kendi içinde<br />

değerlendirmeliyiz. Geçen yıl bu<br />

sıralar Malatya’da bir sinema festivali<br />

yapılacağını duyduğumuzda<br />

heyecanlanmıştık. Özellikle<br />

bunun Malatya Valiliği tarafından<br />

yapılması işi iyice ilginçleştirdi.<br />

Çünkü böyle bir uygulamayı<br />

fazla görmedik ülkemizde.<br />

Anadolu’daki çoğu festival buna<br />

Adana ve Antalya da dahil belediyelerin<br />

himayesinde yapılır.<br />

Böyle olunca kurumsallaşma ve<br />

devamlılık anlamında problemler<br />

yaşanır. Buna en iyi örnek<br />

Bursa Film Festivali’dir. Belediye<br />

başkanı değişince dört yıldır<br />

sürmekte olan başarılı bir festival<br />

bıçakla kesilmiş gibi yok oldu.<br />

Valilik ise iç dinamikler sayesinde<br />

devamlılığı olan bir kurumdur.<br />

Vali Ulvi Saran sinemayı seven<br />

bir yönetici aslında bu sevgiden<br />

biraz fazlası, tutkun diyebiliriz.<br />

Zaten bu yüzden de bu festival<br />

hayata geçmiş. Ulvi Saran’ın<br />

görev yeri değişebilir ama onun<br />

yerine gelen valinin bu festivali<br />

devam ettirmek isteyeceğini<br />

şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü<br />

bürokraside devamlılık önemlidir<br />

hatta bu bir ahlaktır. Onun<br />

için Malatya Film Festivali’nin<br />

geleceğini parlak görüyorum. İlk<br />

yıl festival bir konsept üzerine<br />

kurulmuştu. Kemal Sunal’ın<br />

anısına komedi filmleri ana<br />

odaktaydı ilk festivalde. Ama bu<br />

yıl Malatya ulusal ve uluslararası<br />

yarışma düzenlemeye karar<br />

verdi. Bu bir anlamda ileriye<br />

bir adım olarak kabul edilse de<br />

bence gözden geçirilmesi gereken<br />

bir karardı. Çünkü Türkiye’de<br />

bir çok festival var. Halbuki Türk<br />

simeması son dönemlerde üretim<br />

olarak gelişme kaydetse de bu<br />

kadar festivali besleyecek bir havuza<br />

sahip değil. Hele üretimlerin<br />

kalitesine bakarsak durumun<br />

daha da problemli olduğu<br />

görünüyor. Bu yıl Malatya da<br />

bunun sıkıntısını yaşadı. Toplam<br />

yedi filmin yarıştığı seçki, Adana<br />

ve Antalya’nın ödüllü filmlerinin<br />

tekrar kozlarını paylaştığı bir<br />

süreç oldu. Mar, Gelecek Uzun<br />

Sürer ve Eylül bu festivalde bir<br />

kez daha karşılaştı. Geriye kalan<br />

filmler ise daha önce birçok kez<br />

festivallere katılmış yani biraz da<br />

yokluktan kabul edilmiş filmlerdi.<br />

Bu sözlerim o filmlerin kalitesiyle<br />

ilişkilendirilmesin sadece<br />

yeni değillerdi. Kar Beyaz, Saklı<br />

Yüzler, Küçük Günahlar… Bir<br />

kere yedi film sayı olarak az.<br />

Bir de yeni üretimler olmadıkları


düşünülürse problem daha da<br />

açık görünür. Sonuçta ikincisi<br />

yapılan ama ilk kez yarışma bölümünün<br />

olduğu bir festival için bunu<br />

anlaşılabilecek bir durum olarak<br />

kabul edebiliriz. Ama önümüzdeki<br />

yılın seçkisinin daha kuvetli olması<br />

gerektiğini düşünüyoruz. Ödüller<br />

belli olduğunda Gelecek Uzun<br />

Sürer’in En İyi Film ve Yönetmen<br />

ödülü alarak baskın çıktığı bir<br />

yarışma oldu. Caner Erzincan’ın<br />

yönettiği Mar filminin ise Jüri Özel<br />

Ödülü, SİYAD (Sinema Yazarları<br />

Derneği) ödülü ve En İyi Erkek<br />

Oyuncu ödüllerini alarak Gelecek<br />

Uzun sürer’i takip ettiğini görüyoruz.<br />

Burada benim de yer aldığım<br />

SİYAD jürisinin ödülü verirken<br />

okuduğu gerekçeyi yazmak istiyorum,<br />

“SİYAD Jürisi, 2. Malatya<br />

Uluslararası Film Festivali Ulusal<br />

yarışması dahilinde gördüğü<br />

filmler içinde seyrettiği hiçbir<br />

yapıtı çok başarılı bulmamakla<br />

birlikte, ele aldığı konuya<br />

duyarlı yaklaşımı, moda olan<br />

öteki meselesine hiçbir biçimde<br />

yüz vermeyen anlayışı ve<br />

belli bir üslup yaratmanın ilk<br />

adımlarını tutarlılıkla atma inadı<br />

dolayısıyla, Caner Erzincan’ın<br />

Mar filmini ödüle değer<br />

bulmuştur.” Aslında bu gerekçede<br />

Türk sinemasının eleştirisinin özü<br />

yatmakta. Bu konuyu şimdilik<br />

kapatıp festivalin şehre katkısını<br />

da konuşmalıyız. Bu film festivalinin<br />

Malatya’da yapılması çok önemli.<br />

Anadolu’daki bir çok şehrimizin<br />

kültür sanat hayatının kısırlığı<br />

bir gerçek. Bu durumun en<br />

önemli çıkışlarından biridir festivaller.<br />

Malatya halkı festivalinin<br />

değerini bilmeli ve destek verip<br />

ondan yararlanmalı. Bu anlamda<br />

Malatya’daki üniversitelerin,<br />

belediyenin daha fazla festivali<br />

benimsemesi ve destek vermesi<br />

gerekir. Önümüzdeki yıl çok daha<br />

iyi bir festivalle karşılaşacağımızı<br />

umuyor emeği geçen herkese de<br />

teşekkür ediyorum.<br />

Ödüllerin tam listesi:<br />

Ulusal Uzun En İyi Film:<br />

Gelecek Uzun Sürer<br />

Ulusal Uzun En İyi Yönetmen:<br />

Özcan Alper<br />

Ulusal Uzun En İyi Senaryo:<br />

Saklı Hayatlar-Haluk Ünal<br />

Ulusal Uzun En İyi Kadın<br />

Oyuncu: Salima Hamed<br />

Ulusal Uzun En İyi Erkek<br />

Oyuncu: Volga Sorgu<br />

Ulusal Uzun En İyi Özgün Müzik:<br />

Gelecek Uzun Sürer-Mustafa<br />

Biber<br />

Ulusal Uzun Jüri Özel Ödülü: Mar<br />

SİYAD Ödülü: Mar<br />

Uluslararası En İyi Film: Altıncı<br />

Kattaki Kadınlar<br />

Uluslararası En İyi Yönetmen:<br />

Philippe LeGuay / Altıncı Kattaki<br />

Kadınlar<br />

Uluslararası En İyi Senaryo: Parmak-<br />

Carina Catelli/ Parmak<br />

Uluslararası En İyi Kadın Oyuncu:<br />

Natalia Verbeke/Altıncı Kattaki<br />

Kadınlar<br />

Uluslararası En İyi Erkek Oyuncu:<br />

Fabian Vena/Parmak<br />

Uluslararası En İyi Müzik: Super<br />

Charango//Parmak<br />

En İyi Kısa Film: Ekmek<br />

Kısa Jüri Özel Ödülü: Toros<br />

Canavarı


NİL ÖZER<br />

n Ünlü yönetmen ve müzisyen Nezih<br />

Ünen’in ikinci filmi vizyona girdi. Romantik<br />

drama türündeki filmin başrollerini Yunus<br />

Güner, Fadik Sevin Atasoy, Tan Sağtürk,<br />

Veysel Diker, Pelin Acar ve Özlem Tekin<br />

paylaşıyor. Günümüz aşklarını nasıl<br />

değerlendiriyorsunuz sorusuna yönetmen<br />

Nezih Ünen, ‘’ Yeni aşklarda insanlar<br />

ilişkilerinde huzur değil, çatışma arıyor’’<br />

diyor. Filmde yakışıklı, romantik Koray<br />

karekterini canlandıran Tan Sağtürk ile<br />

yönetmen Nezih Ünen’le keyifli bir söyleyişi<br />

yaptık.<br />

Mavi Pansiyon nasıl gelişti?<br />

Nezih Ünen: İlişkiler hakkında bir film<br />

çekmek istedim. İlişkiler son zamanlar<br />

ister istemez çok kafa yorduğum bir konu.<br />

Sonuçta mutlu olmak için yaşıyoruz. Daha<br />

genç insanlar için kafa karışıklığı yok, onlar<br />

zaten yeni aşk için doğup büyümüşler.<br />

Benim de içinde olduğum bir grup var ki<br />

bizler eski aşkı tanıdık, bir kısmımız hala<br />

o eski aşklarda, bir kısmımızsa yeni aşkı<br />

kavramış adapte olmuş bile. Bu filmde<br />

seyirciye keyifli anlar yaşatmak için hem de<br />

konunun ilişkilere odaklanması için pansiyonda<br />

bir araya gelmiş insanlardan oluşan<br />

bir hikaye yapmak istedim.<br />

Kabul etmenizdeki etkenler nelerdir?<br />

Tan Sağtürk: En önemlisi bir aşk filmi.<br />

Çocukluğumdan beri içinde hep aşk<br />

olan eserlerde canlandırma yapmak zorunda<br />

kaldım. Zorunda diyorum çünkü<br />

10 yaşında bir mesleğe başlıyorsunuz.<br />

Tekniğiniz değil yorumlamanız önemlidir.<br />

Hissediyor olmanız gerekir. Bugüne


kadar çok değişik aşklar yorumladım.<br />

Senaryoyu okuduktan sonra bugüne<br />

kadar yaptığım her şeyin çok dışında bir<br />

başka ilişki tipi vardı. İlk önce bu etkiledi<br />

daha sonrasında da kişiler. Nezih’in<br />

‘Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’ filmi evet<br />

dememde çok etkili oldu. Benim için çok<br />

sağlam bir tohum ekilmiş oldu.<br />

Konusundan biraz bahseder misiniz?<br />

Nezih Ünen: Günümüz ilişkilerin<br />

değişiminden bahsetmek istedim. Eskisi<br />

gibi değil ilişkiler. Yeni aşkların filmi diyebiliriz.<br />

İnsanların ihtiyaçları ve beklentileri<br />

değişti. İlişkilerinde çatışma istiyorlar.<br />

Mesela Tan’ın (Sağtürk) canlandırdığı<br />

Koray karekteri, romantik, başarılı ideal<br />

bir erkek. Eğer 20 yıl önce çekseydik<br />

bu filmi Tan (Sağtürk) başrol olurdu.<br />

Günümüzde Fadik’in (Sevin Atasoy)<br />

canlandırdığı Bahar karekteri, daha serseri<br />

komplike olan Ahmet (Yusuf Güner)<br />

karekterini çekici buluyor. Burdan da şu<br />

anlaşılıyor ki günümüz ilişkilerinde insanlar<br />

huzur yerine çatışma arıyorlar.<br />

İlk profesyonel sinema tecrübeniz...<br />

Tan Sağtürk: Özgüvensizlik vardı<br />

bende. Mesleğim ve kariyerim<br />

açısından da hissedemediğim<br />

aslında çok da bilmediğim bir<br />

mecradır sinema konusu. Çok<br />

az örneklerde bulundum. O<br />

yüzden bir güven duygusu<br />

üzerine kurmak gerekiyordu<br />

Eski aşkları arıyor musunuz?<br />

Nezih Ünen: Valla bana<br />

sorarsanız ben hala<br />

eskilerdeyim. Benim<br />

için ilişkiler insanların


hikaye yazmak için ya da kendi hayatımı bir hikayeye<br />

dönüştürmek için ilişki aramıyorum. Bu durumu<br />

çok sağlıksız buluyorum. Biz bir plak almak<br />

için harçlık biriktirirdik, şimdi ellerinin altında şarkı<br />

sayısını bilmedikleri Mp3 ler var. İlişkileri de Mp3<br />

gibi artık. Değeri çok az. Benim için ilişkiler bir<br />

çabayla ulaşılan elde edildiği zaman kıymetlidir.<br />

Okul zamanında platonik olarak yaşadığım<br />

aşklarımın hiç birini unutmamışımdır. Günümüzde<br />

insanlar müziği, mekanları ve aşkları çok çabuk<br />

tüketiyorlar.<br />

Oyunuculuk kariyeriniz için neler söylemek isttersiniz?<br />

Tan Sağtürk: Sinemayla ilgili bir başlangıç olabilir.<br />

Bilemiyorum zaman gösterecektir, endişem ve<br />

ümitlerim yok bu konuda. Keyifle seyredip gurur<br />

duyacağımız bir yerde tutmak isteğindeyim.<br />

Peki Türkiye aşkı biliyor mu?<br />

Nezih Ünen: İyi bilen ülkelerden biri. Çok farklı kültürlerin<br />

bir arada yaşadığı bir ülkeye sahibiz. Aşk<br />

insanların en önemli ortak noktası. Filmde de üç<br />

ayrı kültürdeki ilişkileri görüyoruz ama birleştikleri<br />

nokta aşk Yaşadığımız olumsuzluklarla birbirimize<br />

duyduyumuz sevgi sayesinde üstesinden geliyoruz.<br />

Aşkı daha çok sevgi olarak görüyorum.<br />

Yeni aşkları yadırgıyor musunuz?<br />

Tan Sağtürk: Kolay değil reçetesini bulamamış<br />

olmak, çünkü formüller vardı uzun süreli ilişkiler<br />

vardı gıpta ile baktığımız. Birbirini gerçekten seven,<br />

saygı duyulan uzun ilişkilere özenle bakıyoruz.<br />

Korumak çok önemli bulamamakta çok acı verici<br />

bir şey. Evlendim, koruyabilirsek benim en değerli<br />

ilişkim olacak. Çocuğumun annesi ilişkimizi başka<br />

bir boyuta götürdü.<br />

Kadro nasıl bir araya geldi. Yazarken isimler belli<br />

miydi?<br />

Nezih Ünen: İlk başta kafamızda isimler vardı ama<br />

sinemada oluşana kadar isimler değişebiliyor. Yazarken<br />

tipler canlanıyordu, oyuncular canlanıyordu.<br />

Veysel Diker’in oynadığı karekteri kafamda<br />

ilk başta Haluk Bilginer olarak düşünmüştüm.<br />

Temasa bile geçmedik. Düşündüğüm gibi<br />

gelişmedi olaylar. Pelin acar sürpriz bir isim oldu.<br />

Yeteğini performansını hayretle karşıladım. Tan<br />

‘ın(Sağtürk) olmasını çok istedim çünkü onun<br />

pozitif enerjisine ihtiyacım vardı.<br />

Unutamadığınız aşk filmeri var mı tekrar tekrar<br />

seyrettiğiniz?


Tan Sağtürk: Klasik İtalyan sineması filmleri<br />

çok severim. Sophia Loren’in oynadığı filmlere<br />

bayılıyorum. Son dönem filmlerinden Avatar’da<br />

bence çok güzel bir aşk vardı. Adamlar sanatın tohumunu<br />

gömmüşler ve bundan da para kazanmayı<br />

bilmişler bence çok önemli bir şey.<br />

Çekerken sizi etkileyen bir an var mı?<br />

Nezih Ünen: Tan’ın Fadik’le bir dans sahnesi vardı<br />

ama önceden bir hazırlık yapmamıştık. Son günlerimizdi<br />

bir telaş içerisindeydik anlayacağınız.<br />

Tan ve Fadik kendi aralarında dans sahnesini<br />

çalışmışlar, gördüklerime çok şaşırdım, monitör<br />

başında çok duygulandım, etkilendim. Bu an’ı unutamam.<br />

Sizin aşkınız...<br />

Tan Sağtürk: İlk önce eşim. Evliliğimi korumak<br />

zorundayım. Kızım da çok önemli tabii ki ama ben<br />

evliliğimi koruyamazsam kurduğum bütün düzen<br />

bozulur.<br />

Biz sizi müzik adamı olarak tanıdık. Yönetmen Nezih<br />

Ünen’in hikayesini öğrenebilir miyiz?<br />

Nezih Ünen: Müzik sinemaya çok yakın, ortak çok<br />

yönleri var. Müzik yönetmenliği tabir edilen işi çok<br />

uzun zaman yaptım. Anadolu’nun Kayıp Şarkıları<br />

projesi ile her şeyi kendim yapmayı öğrendim.<br />

Kamera kullanmayı, montajı...Bir baktım ki sinemayla<br />

ilgili çok şey öğrenmişim. Bir yönetmenin<br />

söyleyecek sözü olması gerekiyor. Şu döneminde<br />

hayatımın anahtarını yakaladığım bir dönemdeyim.<br />

Yönetmenliğe kendi projelerinizle mi devam edeceksiniz?<br />

Nezih Ünen: Hayatımın şu noktasında<br />

yaşadıklarımdan dolayı anlatmak istediğim hikayelerim<br />

çok. Bu nedenle şu anda çekilmeye hazır<br />

birkaç projem beklemede. Önümüzdeki yaz bunlardan<br />

bir tanesini hayata geçireceğim. Böyle yaparsam<br />

insanlar gelir para kazanırım değil, muhakkak<br />

bunu anlatmalıyım derdinde olan bir yönetmenim.<br />

Mavi Pansiyon seyircide nasıl bir tat bırakacak?<br />

Nezih Ünen: Mavi Pansiyonu seyretmek için<br />

koltuğuna oturan seyirci en başta şunu garanti ediyorum<br />

çok keyifli bir film seyredecek. Seyrederken<br />

güzel yerlere gidecek. İlişkilerde de yeni aşkların<br />

yaşandığı bir ortamda kendini bulacak. İlişkilerin<br />

biçimi dışında baktığımız zaman zamanı olmayan<br />

ortamlara tanık olacak. Kadromuz çok iyi, müzikler<br />

şahane daha ne olsun...


KAAN KARSAN<br />

n Sinema bazen izleyenine güç verir,<br />

umut verir. Çıkan binbir zorluğa göğüs<br />

geren, yol üzerindeki engellere rağmen<br />

yılmayan gerçek ya da gerçek ötesi karaktelerin<br />

yuvası oluverir. Sinema, inancın,<br />

güvenin ve arzunun son tahlilde tebessüm<br />

ettiren yansıması ve dipten zirveye,<br />

yenilgiden başarıya giden yolların<br />

dilidir bazen. Bu ay vizyona girecek<br />

olan Moneyball’ın hatrına beyaz perdede sıkça<br />

karşımıza çıkan başarı öykülerinin genel bir derlemesini<br />

yapmaya heveslendik.<br />

The Pride of the Yankees (1942)<br />

Bizim kültürümüze fazla adapte olamamış bir<br />

spor dalı olan Baseball sporunun efsanevi isimlerinden<br />

Lou Gehrig’e odaklanan film sinemadaki<br />

başarı öykülerinin atalarından biri. Sam<br />

Wood’un filmi kendinden sonra defalarca benzerlerine<br />

rastlanılacak filmler için önemli bir prototip<br />

oluşturuyor. Genç yaşta ölen Lou Gehrig’in


aşarılarla dolu ancak kısa kariyerini son<br />

derece başarılı bir şekilde anlatan film,<br />

sinema tarihinde ayrı bir öneme sahip. Maalesef<br />

çok fazla tanıyamadığımız Lou Gehrig’i<br />

bize tanıtma konusunda harika bir iş çıkaran<br />

Gary Cooper ise her türlü övgüyü hak ediyor.<br />

Birçok dalda Oscar’a aday gösterilen ve<br />

en iyi kurgu Oscar’ını da kapıp götüren film,<br />

sinemada başarı öykülerinin nasıl yollardan<br />

geçtiğini görmek açısından da sinemaseverler<br />

için farklı bir önem teşkil ediyor.<br />

Rocky (1976)<br />

Sinemayla az buçuk ilgilenen herkesin tanıdığı<br />

boks fenomeni Rocky, gösterildiği dönem izleyicisine<br />

duygusunu öyle bir geçirmişti ki, sinema<br />

seyircisiyle tek yürek olmayı başarmıştı. Sylvester<br />

Stallone’nin kısa süre içerisinde gişe canavarı<br />

bir seriye dönüşen eseri en iyi film Oscar’ını da<br />

kapmıştı. Rocky kadar karşılaştığı rakipleri de<br />

ezberlenmiş ve kısa süre içerisinde sınırlı bir<br />

mitoloji yaratılmıştı. Rocky’nin yaptığı müthiş ün,<br />

yıllarca tartışılmış, filmin alt metinlerinde soğuk<br />

savaş göndermeleri aranmış hatta Rocky’nin<br />

yarattığı sempati ters istikamete çevirilmeye<br />

çalışmıştı; ancak filmin hayranları bu karakterle<br />

öyle bir duygusal bağ kurmuştu ki Rocky fenomenine<br />

zarar vermek imkansız görünüyordu.<br />

Sonuç olarak Rocky’nin öyküsü, sinema olduğu<br />

müddetçe her daim hatırlanılacak bir başarı hikayesiydi.<br />

Chariots of Fire (1981)<br />

Hugh Hudson’ın 1924 olimpiyatlarına katılan iki<br />

İngiliz atletin hikayesini anlattığı bol ödüllü azim<br />

filmi Chariots of Fire, günümüz olimpiyatlarının<br />

da gayriresmi tema müziğini medyaya<br />

kazandırmıştır. Filmin klasik “imkansız yoktur”<br />

söylemini sunmak ile birlikte sporun ruhunu<br />

layığıyla beyaz perdeye taşımakta başarılı olduğu<br />

pekala söylenebilir. İyi çekilmiş sahneleriyle,<br />

başarılı oyunculuklarıyla spor-başarı filmleri<br />

arasında kendine özel bir yer edinen film sınıfsal<br />

farklılıklara attığı eleştirel bakışla da mevzusunu<br />

derinleştirmeyi başarmıştır. Sporun ya da daha<br />

özel bir bakışla atletizmin yalnızca bir hedefe,<br />

bir ödüle doğru yapılan bir koşu olmadığını


söyleyen ve bu söyleminin altını doldurmakta<br />

da başarılı olan Chariots of Fire,<br />

listemizin en önemli filmlerinden biri.<br />

Forrest Gump (1994)<br />

Düşük IQ’suna<br />

rağmen kendisini<br />

sevdirmeyi,<br />

kalkıştığı her işte bir<br />

yerlere gelebilmeyi<br />

başaran müthiş<br />

bir karakter: Forrest<br />

Gump. Kimse<br />

onun uzun bir zaman<br />

dilimine yayılan<br />

öyküsünün başarı<br />

dolu ya da ilham<br />

verici olduğunu reddetmeyecektir.<br />

Robert Zemeckis’in bütün<br />

dünyaya sevdirmeye başardığı başarılı<br />

filmi hem sinemanın gördüğü en sevimli<br />

karakterlerden biri ile bizi tanıştırıyor<br />

hem de Tom Hanks’in ne kadar iyi bir<br />

oyuncu olduğuna vurgu yapıyordu. Forrest<br />

Gump’ın, aldığı tüm önemli Oscar’lar<br />

bir yana, yıllar içerisinde defalarca anılıp<br />

kendini yeniden izletmesi bile ne kadar<br />

iyi bir film olduğunun özeti niteliğinde<br />

aslında. Birçok repliğiyle akıllara kazınan<br />

ve eminim ki birçok insanın hayatına<br />

önemli etkisi olan film, izleyebileceğiniz<br />

en ilginç başarı öykülerinden biri belki de.<br />

Remember The Titans (2000)<br />

Amerikalılar için çok şey ifade eden;<br />

ancak okyanus ötesinde tadına çok da<br />

varılamayan bir spor olan Amerikan Futbolu,<br />

kuşkusuz başarıya ulaşan ekiplerin<br />

filmlerinde önemli bir role sahip. Gerçek<br />

bir hikayeden uyarlanan Remember The<br />

Titans ise bu sporla fazla ilgili olmayan<br />

bünyeleri bile sarıp sarmalayacak, ırkçılık<br />

konusunda bilindik ancak her daim etkileyici<br />

söylemleri olan eli yüzü düzgün bir<br />

filmdi. Zaten gösterildiği dönemde özellikle<br />

seyirci tarafından çok iyi karşılanmış<br />

ve seyirci dostu olmasının mükafatını<br />

da gişede almıştı. Denzel Washington’ın<br />

oyunculuğu için bile izlenmeyi hak eden<br />

bir film olan Remember The Titans, çok<br />

önemli bir film olmasa da “başarı öyküleri”<br />

denilince hatırlanmayacak filmlerden<br />

biri de değil.<br />

Seabiscuit (2003)<br />

İyi çekilmiş başarı öykülerine<br />

karşı bariz bir zaafı<br />

olan Akademi’nin de tam<br />

yedi Oscar adaylığı ile<br />

ödüllendirdiği Seabiscuit iyi<br />

bir film olmasının ötesinde,<br />

Pleasantville’den bu yana<br />

oldukça özlediğimiz Gary<br />

Ross’u tekrar sinema sahnesine<br />

çıkarmasından ötürü<br />

ayrı bir önem kazanıyordu.<br />

Laura Hillenbrand’ın gerçek<br />

bir hikayeden yola<br />

çıkarak yazdığı romandan Gary Ross’un kendi<br />

senaryosuyla uyarlanan film, efsanevi bir yarış<br />

atının başarı öyküsüne odaklanıyordu. Tıpkı diğer<br />

başarı filmleri gibi ilham vermesinin yanı sıra<br />

güzel çekilmiş yarış sahneleriyle ayrı bir dikkat<br />

çekiyordu. Filmden daha çok keyif almanın yolu<br />

ise “İstediğimiz her şeyi başarabiliriz” gibi beylik<br />

iletilerini çok fazla ciddiye almamaktan geçiyordu.<br />

Cinderella Man (2005)<br />

Bir yandan Amerika’nın<br />

büyük bunalımının<br />

sonuçlarına odaklanan diğer<br />

yandan ise Jim Braddock’un<br />

çaresizlikten umuda doğru<br />

olan yolculuğunu anlatan<br />

Ron Howard filmi, tipik başarı<br />

filmlerinin dokusuna bir de<br />

dönem arka planını katmakta<br />

oldukça başarılıydı. Boks<br />

filmleri arasında her ne kadar<br />

özel bir yere sahip olamayacak<br />

olsa da anlatımıyla<br />

ve oyunculuklarıyla oldukça sürükleyici ve can<br />

sıkmayan bir filmi Cinderella Man. Russell Crowe,<br />

Paul Giamatti ve Renee Zellweger gibi son derece<br />

yetenekli oyunculardan bolca yararlanan Ron<br />

Howard hem seyircinin hem de eleştirmenlerin<br />

beğenisini kazanmayı başarmıştı. “Gerçek bir<br />

hikayeden uyarlanmıştır” ibaresi ise, her filmde<br />

olduğu gibi bu filmin de duygusal kuvvetini arttıran<br />

cinstendi.<br />

There Will Be Blood (2007)<br />

Genelde spor filmi janrına kayan başarı öyküleri<br />

arasında Daniel Plainview’ın unutulmaz fakirlikten<br />

zenginliğe yolculuğunu gözardı etmek büyük<br />

hata olacaktır. Paul Thomas Anderson’ın hırs<br />

denilen kavramı tüyler ürperten bir sinemayla


görselleştirdiği “Kan Dökülecek” yalnızca<br />

geçtiğimiz on yılın en başarılı filmlerinden biri<br />

değil, aynı zamanda özgün bir yükseliş hikayesiydi.<br />

Daniel Day Lewis’in müthiş Daniel<br />

Planview kompozisyonu, oyunculuk namına<br />

dudak uçukatıyordu. Paul Thomas Anderson,<br />

öyküyü aslen bir başarı hikayesi formülü<br />

üzerine kurmamış olsa da Daniel Planview’in<br />

adım adım güçlenişini görmek her ne kadar<br />

diğer çoğu filmde olduğu gibi bir “kendini iyi<br />

hisset” tadı sunmasa da farklı bir haz veriyordu.<br />

“There Will Be Blood” bütünüyle bir<br />

başyapıttı.<br />

Invictus (2009)<br />

Sinemayla dolup taşan kariyerinin son<br />

demlerinde bile yorulmadan<br />

her sene yeni<br />

bir film sunan usta<br />

Clint Eastwood’un<br />

politik açıdan oldukça<br />

karmaşık bir durumda<br />

olan Güney Afrika’nın<br />

95 Rugby Dünya<br />

Kupası’nda ulaştığı<br />

başarıya odaklandığı<br />

kalburüstü filmi, bu<br />

başarı öyküsünün<br />

yanında döneme dair<br />

dikkat çekici politik tespitler<br />

de içeriyordu. Eastwood’un tıpkı çoğu<br />

filmi gibi oldukça başarılı bir şekilde kotardığı<br />

filmi, gerçek bir olayı anlatmasıyla etkisini<br />

iki katına çıkarıyor ve akıllarda yer etmeyi<br />

kesinlikle başarıyordu. Nelson Mandela’yı rol<br />

yapmasa bile oynayabilecek bir oyuncu olan<br />

Morgan Freeman ile takım kaptanını oynayan<br />

Matt Damon çok başarılılardı. Sonuç olarak ortada<br />

baştan sona keyifle izlenen, duygulandıran,<br />

ilham veren bir başarı filmi vardı.<br />

The Blind Side (2009)<br />

Sandra Bullock’a zannımca<br />

hak etmediği bir Oscar<br />

kazandıran ve herhangi<br />

bir azim filminden farkını<br />

göremediğim “The Blind<br />

Side”, Amerikan seyircisinin<br />

son yıllarda en<br />

sevdiği başarı öykülerinden<br />

biri oldu. Ötekileştirilen<br />

siyahi bir çocuğun<br />

anlayışlı bir aileyle beraber<br />

yaşamaya başlamasının sonucu<br />

olarak saklı yeteneklerini keşfetmesinden<br />

ve başarıya doğru yola çıkmasından hareketlenen<br />

film keyifli ve dokunaklı bir seyirlik olsa da<br />

duygusal seyircisinin zaaflarından yararlanmaya<br />

çalışmaktaydı. Gişede başarılı olan ve seyirci<br />

tarafından oldukça beğenilen film Amerikan<br />

futbolu hayranlarını cezbedebilecek bir öyküye<br />

sahipti. Sonuç olarak Michael Oher’in güncel<br />

hikayesi, son dönem başarı filmleri arasında en<br />

çok öne çıkanlardan birisiydi.<br />

The Social Network (2010)<br />

Mark Zuckerberg’in her<br />

daim güncel kalacakmış<br />

gibi gözüken başarı öyküsü<br />

David Fincher’ın ellerinde<br />

Aaron Sorkin’in yazdığı<br />

kusursuz senaryo ile birlikte<br />

çok yönlü bir yalnızlık<br />

öyküsüne dönüşse de<br />

genel hatlarıyla listemizin<br />

gerekliliklerini karşılıyor<br />

denebilir. Zuckerberg’in<br />

yarattığı her birimizin<br />

hayatından bir parçayı ele<br />

geçiren sosyal medya platformu<br />

Facebook’un internet alemindeki yükselişi<br />

birçok genci de köşeyi dönme hayalleriyle doldurdu.<br />

Halbuki Fincher’ın temas ettiği çok daha<br />

derin mevzular vardı filmin içerisinde. Hatta<br />

filmin, adına başarı denilen kavramın bazen oldukça<br />

nankör bir olgu olduğuna dikkat çektiği bile<br />

söylenebilir belki de. Her şeye rağmen bir yandan<br />

da temelinde sade bir başarı yolculuğunu<br />

da barındıran film, son yılların en dikkat çekici<br />

işlerinden biriydi.


Türkiye’nin 90’lı yıllar gençliğini anlatan ilk film<br />

olan Aşk ve Devrim’in yönetmeni F.Serkan Acar<br />

bu filmi Türk solunun son 30 yılını anlatmayı<br />

planladığı üçlemenin ilk adımı olarak görüyor.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türkiye sinemasında ilk defa 90’lı yıllar<br />

gençliğini anlatan Aşk ve Devrim’in yönetmen<br />

koltuğunda, Sonbahar filminin başarılı<br />

yapımcısı F. Serkan Acar oturuyor. Filmin<br />

başrollerinde Adana Altın Koza Film<br />

Festivali’nde Umut Veren En İyi Genç Erkek<br />

ve Genç Kadın Oyuncu ödüllerini filmde<br />

canlandırdıkları Kemal ve Leyla karakterleriyle<br />

kazanan Gün Koper ve Deniz Denker<br />

bulunuyor. Adana’da Jüri Özel Ödülü ve En<br />

İyi Sanat Yönetimi dallarında toplam dört<br />

ödül alan filmin yönetmeni F. Serkan Acar’la,<br />

16 Aralık’ta vizyona girmeden önce Aşk ve<br />

Devrim’i konuştuk<br />

Proje nasıl oluştu?<br />

Yapmak istediğim bir üçleme aslında. Türkiye<br />

solunun son 30 yılına yakın plan kamerayı<br />

tuttuğum bir süreç olacak bu. 80 sonrasından<br />

itibaren 2010’lu yıllara kadar üç film olacak.<br />

Filmlerin hepsi hazır aslında. İkinci filmden<br />

başlamayı düşünüyordum. Uzun Yürüyüş ismiyle<br />

bir gerilla kızın dönüşünü anlatacaktım.<br />

Türk solundan gerillaya katılmış bir kızın<br />

gerilladan ayrılıp hayata tekrar katılması ve<br />

yaşadıkları... Bu aslında bir Türk sorunu. Yani<br />

Kürt sorunu Türk sorunudur aslında. Bu 80’lerin<br />

sonu, tam bizim üniversiteye girdiğimiz<br />

dönemdeki devrimci gençler üzerinden<br />

Türkiye’nin sorununu anlatan, sosyalizmin<br />

yıkıldığı kirli savaşın başladığı bir dönem.<br />

Türkiye’de sol hareketlerin darbeden sonra<br />

çıkıp ne yapıp ettiklerine dair bir film projesiydi<br />

bu. Kafamda bir öykü vardı, Serkan’ın<br />

da (Turhan) birkaç öyküsü vardı. Onların<br />

içinden bunu, Aşk ve Devrim’i yazdık. İkinci<br />

film Uzun Yol, üçüncü film de Red olacak.<br />

O da 2010’lu yıllarda geçen bir anarşistin<br />

hikâyesi olacak. Sistemin göbeğinde<br />

yaşarken birden sistemle bütün bağlarını<br />

kopartan 40 yaşlarında bir adamın hikâyesi.<br />

Bunların hepsi Türkiye sol hareketinde<br />

aktif rol oynayan insanların hikayeleri. Aynı<br />

kahraman değil ama birbirinin özelliklerini<br />

taşıyan alegorik simgesel yanları var. Aşk<br />

yönüne dönecek olursak... Fonda dünyadaki<br />

değişimi anlatıyoruz. Bu dönemdeki bir<br />

gencin aşk ve devrimle tutku ilişkisi. Fakat<br />

biliyorsunuz her tutkunun içinde bir çelişki<br />

olur ve bu da insanı ihanete kadar götürür.<br />

Filmin aslında ana teması ihanet. Bütün<br />

dünyada olan, insanlığa da bir ihanet... Birincisi<br />

yanlışları da olsa ütopyanın çözülüşü,


ortadan kaldırılışı, insanların tamamen<br />

ütopyasız kalması. İkincisi<br />

düğümün Türkiye’deki çözülüşü.<br />

Üçüncüsü ise bireydeki, kişideki<br />

çözülüşü.<br />

“Solcular bugünün en büyük kapitalistleridir”<br />

diye bir söylem vardır.<br />

İhaneti böyle de mi algılamak lazım<br />

yoksa dediğiniz gibi hepsi midir?<br />

Böyle algılamamak lazım tabiî ki.<br />

İhanet bireysel bir edimdir. Bizim<br />

filmimizde de kimine göre ihanettir<br />

kimine göre değildir. Bu da ihaneti<br />

tartışmaya açan bir konudur. Ben<br />

filmin yönetmeni olarak bunu ihanet<br />

olarak görmüyorum. Oyuncuların<br />

bakışı bu. İranlı filozof Hafız’ın bir<br />

sözü vardır “Sen nasıl bakıyorsan<br />

dünya öyledir.” Bunu kimisi ihanet<br />

olarak görürken, kimisi de adamın<br />

yaptığının doğru olduğunu söyleyebilir.<br />

Filmde yaptığım en önemli<br />

şeylerden biri hiçbir karakteri<br />

idealize etmemek. 68-78-88 bu<br />

üç kuşağın arasındaki ilişkiyi<br />

de anlatıyor, kişilerin arasındaki<br />

meselelerden de bahsediyor. Bu<br />

kişilerin o zamanki duruma bakış<br />

açısını gösteriyor. Yani karakterlerde<br />

kahramanlık yaratmadım,<br />

idealize bir karakter yok. Tüm<br />

karakterler olduğu gibi, bütün<br />

açmazlarıyla yer alıyorlar.<br />

Sanki hiçbir yere ait olmamaktan<br />

kaynaklanan bir sorun var. 68-<br />

78 kuşağına ait olmamak ve 80<br />

sonrasında da ait olacak bir şey<br />

bulamamak. Biraz bunun etkisi<br />

olabilir mi söylediğiniz?<br />

Filmde bahsettiğimiz dönem<br />

80 sonralarında geçiyor. 20’li<br />

yaşların başında kişiler bunlar.<br />

80 aslında sadece darbe değildi,<br />

neo-liberal dalganın tüm dünyayı


etkisi altına aldığı ve en sonunda bir ütopyanın kapitalist<br />

dünya tarafından liberalizme ikame edildiği bir zamandı.<br />

İnsanların burada büyük bir kimlik karmaşası yaşaması çok<br />

normal. Ne kadar inançlı bir komünist de olsanız bundan<br />

kaçamazsınız çünkü izole bir toplumda yaşamıyorsunuz. Ben<br />

de mesela 1980 darbesinde 6 yaşındaydım İstanbul’a geldik.<br />

Ondan önce yasak olan bir sürü şeyin hepsinin serbest<br />

olduğu bir dönemdi. Sol anlatı içinde sizin büyük tecrübeleriniz,<br />

yöneldiği şey hep geçmişe referans verir. Bu anlamda<br />

bu film bu meselelerin etrafında gezinen bir film. Ama film<br />

genel ve basit olarak aşk ve devrimin Türkiye nesnelliğindeki<br />

imkânsızlığını konu ediyor.<br />

Kast size mi ait?<br />

Kast tamamen tanınmamış isimlerden oluşuyor. Bilindik isimler<br />

olarak Ayberk Pekcan ve küçük bir rolde Derya Durmaz<br />

var. Onun dışındakiler hep genç ve ilk kez kamera karşısına<br />

çıkmış isimler.<br />

Tercihiniz neden böyle oldu?<br />

İnandırıcılığa çok fazla önem veren bir insanım. Bir Sinem<br />

Kobal’ı ya da bir Nurgül Yeşilay’ı devrimci olarak oynatmam.<br />

Dört aylık bir kast dönemimiz oldu. Hepsi de tiyatro kökenli.<br />

Hepsi devlet konservatuarından oyuncular. Bir tek Canım<br />

Ailem dizisinde oynamış Deniz Denker var ama o da çok<br />

fazla bilindik bir yüz değil. Nefrin Tokyay var o da bir dramaturg<br />

yazarıdır aynı zamanda. Ferhan Şensoy’la daha önce<br />

oynamış. Bu ikinci filmi, ilk filmi Lütfi Akad’la yapmış.<br />

Filmin başka festivale katılma durumu var mı?<br />

Evet var. Yurtdışını da düşünüyoruz. San Sebastian’la<br />

görüşüyoruz ama henüz oradan bir sonuç gelmedi,<br />

umarım katılabilir. Açıkçası Avrupa festivallerinin filme ilgi<br />

göstereceğini düşünüyorum. Türkiye’de bizim çok bildiğimiz<br />

ama devletin, sıradan yurttaşın terörist anarşist olarak<br />

algıladığı insanları ve onların devrimci ve insani olarak faaliyetlerini<br />

anlatan yaşamlarına odaklanan bir film. Devrimciler<br />

bugüne kadar yan öğe olarak yer alıyorlardı filmlerde. Televizyon<br />

dizilerinde de bu böyle. Hep esas mesele başkaydı.<br />

Şimdi onların çatışmalarıyla, meselelere bakışlarıyla, en<br />

azından böyle bir niyetle bir film yapıldı. Zorlayıcı bir tarafı<br />

da var. Adamların mücadele ettiğini gösteren bir film.<br />

Arkadaşlarımıza da izlettik, aldığımız eleştiriler de oldu. Filmin<br />

müziklerini Kemal Sahir Gürel yaptı. Baştan mırın kırın etti<br />

ama ikna ettim. Çünkü o dönemin, Grup Yorum’un ruhunu iyi<br />

bilen birisi. Bir de filmde çok fazla müzik yok zaten o dönemin<br />

sanatçılarından Ahmet Kaya, Ezginin Günlüğü, Edip<br />

Akbayram gibi isimler var. Radyodan gelen müzikler hep<br />

filmin müzikleri. O dönemin güncel yaşamını anlatan adam<br />

akıllı bir sinema filmi yok. Ben çok beğenmesem de Bahoz’u


(Fırtına) bir tek öyle gördüm. Aslında Fırtına’yla benim filmim<br />

arasında paralellikler var. Kazım’ın (Öz) filmi çok uzundu<br />

sarkıyordu ve çok mesele vardı. Ben merkeze tek bir şey<br />

alıp bir sendika direnişi üzerinden her şeyi anlatılıyorum.<br />

Sinemaya baktığımızda, hayatta bir yer kaplayan<br />

mevzuların bir şey ürettiğini görüyoruz, dediğiniz konularda<br />

üretim yapılmamasının nedeni nedir?<br />

Üretilmemesinin sebebi şuydu... Ben 68 kuşağını anlatan<br />

bir film yapmak için kendimi yetkin görmüyorum.<br />

Ama bunları yaşadığım, bildiğim için anlatabiliyorum. 78<br />

kuşağını ben şu şekilde anlatabilirim, bizim ağabeylerimiz<br />

o kuşağın adamlarıydı. Biz aslında onları kendimize rol<br />

model alarak devrimci olduk. 68 kuşağındakiler o zaman<br />

iyi ailelerin çocuklarıydı. 78’de Anadolu’dan da katılanlar<br />

oldu. Bizim kuşağımız 89 ise en parlayan zamanı oldu.<br />

Aleviler ve yoksul ailelerden gelen insanlardı çoğunluğu. Bu<br />

insanlar yargısız infaz edilirken kıyametin kopmamasının<br />

sebebi annelerinin babalarının elit noktalarda, yüksek yerlerde<br />

olmamasıydı. Görmezden gelindi bu insanlar. Aşk<br />

meselesi de filmde önemli bir yer tutuyor. Filmde iki aşk var<br />

aslında. Birisi bizim kahramanımızın aşkı ve bu film boyunca<br />

anlatılıyor ve bir de ağabeyinin anlattığı aşk hikayesi var.<br />

Kamera olarak ne kullandınız?<br />

Filmi Alexa ile çektim. Kopyasını Almanya’da basacağım.<br />

Görüntü kalitesi daha farklı olabilir diye düşünüyorum. Alexa<br />

dijital bir makine HD hem de.<br />

Bazı filmleri Canon’la çekiyorlar siz bununla ilgili ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Ben teknolojinin ilerlemesinin film üretimine faydası<br />

olduğunu düşünüyorum. Ama önemli olan içeriktir. Biraz da<br />

yaptığınız projenin niteliğiyle ilgili bir şey. Kullandığınız enstrümanlar<br />

anlattığınız konu bunlarla bağlantılı. Çünkü biçim<br />

ve içerik birbirini tamamlamalıdır. Bunlar birbirini tamamlayan<br />

süreçlerdir. Yani tek başına Panasonic 35 mm ile çekmek<br />

değil mesele. Ama yenilik yarattığını düşünüyorum filmlerde.<br />

Setiniz neredeydi ve çekimleri ne kadar sürdü?<br />

İstanbul’daydı ve altı hafta sürdü. Karadeniz’de ufak bir<br />

çekimimiz oldu.<br />

Filmin bütçesiyle ilgili ne söylersiniz?<br />

Tüm kopyalarıyla birlikte 900-1000 arası bir şey olacağını<br />

tahmin ediyorum.<br />

Yeni oyuncularla oynadınız ve bu filmle parlayacağını<br />

düşündüğünüz isimler var mı?<br />

Hepsinin dikkat çekeceğini düşünüyorum. Özellikle yan rollerde<br />

Bedir (Bedir) ve Serkan’ın (Tınmaz) çok iyi performans<br />

gösterdiğini düşünüyorum. Rollerinin az olmasına rağmen<br />

bence oyunculukları dikkat çekiciydi.


n Yeni diziler ne kadar genç<br />

ve çekici olursa olsun, eski<br />

alışkanlıklarımızı kolay kolay<br />

bırakamayız söz konusu diziler<br />

olduğunda. Senelerce haftada<br />

bir kez gördüğümüz, dertlerine<br />

ağladığımız, heyecanlarına<br />

ortak olduğumuz, esprilerine<br />

güldüğümüz bu kahramanlar,<br />

neredeyse çoğu arkadaşımızdan<br />

daha yakındır bize. Yine de<br />

hiçbir dostluğun sonsuza kadar<br />

süreceğinin garantisi yoktur. İlk<br />

hatalarını görmezden gelir, hatta<br />

onları bizim kadar sevmeyenlere<br />

karşı bahaneler uydururuz<br />

onların adına. İkinci hatalarını<br />

biz de itiraf etsek de, bırakmayız<br />

izlemeyi. Lakin üçüncü de bir<br />

de bakmışız o gün televizyonu<br />

açmayı unutmuşuz. Bu senenin<br />

kaybedilen ve yeniden kazanılan<br />

dostlarına gelirsek…<br />

İMAN GÜCÜYLE YENİDEN<br />

Dexter, geçen sezonunda çok<br />

izleyici kaybetti. Dördüncü sezon<br />

sonunda bitmesi gerektiğini<br />

yazmıştım hatta daha önce. Güçlü<br />

bir sezon ve mükemmel bir sezon<br />

finalinden sonra inandırıcılıktan<br />

uzak antipatik bir beşinci sezon<br />

ile hayranlarını hayal<br />

kırıklığına uğratmıştı. Senaristler<br />

de yaptıkları hatanın farkında<br />

olacaklar ki, toparlamak için en<br />

garantili numaraya başvurdular.<br />

Yuhanna’nın Vahiy’i... Doğru<br />

uygulanıldığı sürece her kurguda<br />

işe yarayan kıyamet göndermelerini,<br />

eski usûl bir seri katille ve<br />

onun saf çırağıyla harmanlayan<br />

dizi, araya Dexter’ın yapay ama<br />

izlemesi keyifli dini sorgularını<br />

da ekleyince, eski formunu<br />

yakalamış oldu. Daha önümüzde<br />

en az iki sezonu olan dizi,<br />

umarım hızından bir şey kaybetmez<br />

ve geçen sezon yaptığı<br />

hataları bir daha tekrarlamaz.<br />

TANRIYI BEKLERKEN…<br />

Supernatural özellikle dördüncü<br />

sezondan sonra içine girdiği<br />

teolojik senaryosuyla aniden<br />

yön değiştirip, basit bir fantastik<br />

dizi olmaktan, epik bir kurgu<br />

olmaya doğru ilerlemişti. Her<br />

sezonun oyun sonu canavarı<br />

bir öncekinden daha beterdi.<br />

Önce üst düzey bir iblisi alt eden<br />

kahramanlarımız, sonrasında


hem iblislerle, hem de en büyük meleklerle<br />

savaştılar. Üstüne ilk iblis olan<br />

Lilith’i öldürüp, Lucifer’ı yani şeytanı<br />

yendiler. Yanında da Baş Melek Michael’ı<br />

hapsettiler. Yani cennet ve cehennemin<br />

en üstün yaratıklarını zaten harcadı senaristler.<br />

Geriye dördüncü sezondan<br />

beri merak ettiğimiz tek bir soru kaldı.<br />

Tanrı nerede? Her Supernatural izleyicisinin<br />

beklediği son savaş buydu. Ama<br />

karşımıza onun yerine Vahiy’de sadece<br />

kıyamet elementlerinden biri olarak<br />

geçen Leviathan çıktı. Leviathanlar –dizide<br />

birden fazlalar- güçlü yaratıklar<br />

olmalarına rağmen bizi kesmediler. Bu<br />

sezon maalesef Dexter’ın bir önceki sezonu<br />

gibi bir geçiş sezonu olarak kalacak<br />

sanırım.<br />

ZOMBİLERİ DAHA ÇOK SEVMEK<br />

MÜMKÜNMÜŞ<br />

The Walking Dead geçen sezonun en<br />

başarılı dizilerinden biriydi. Şu an bu<br />

başarının sırrının sadece ve sadece<br />

Frank Darabont olduğunu görebiliyoruz. Dizi<br />

mantıksızlıklar yüzünden başları durmadan<br />

derde giren beceriksiz, sevimsiz, sinir bozucu<br />

karakterlerin başlarından geçen gereksiz<br />

olaylar dizisine dönüştü. Karakterlerin<br />

tamamı ölse zerre kadar üzülmeyeceğimi fark<br />

ettiğimde de, izlemeyi bıraktım zaten. Senaryo<br />

ve yapımcı ekibin durmadan basına yansıyan<br />

kavgaları ve çekişmeleri de yapımın temelden<br />

sarsıldığını ve yıkılmaya mahkum olduğunu<br />

kanıtlar nitelikte.<br />

USTALIK BUDUR<br />

Geçen senenin diğer bir bombası Boardwalk<br />

Empire’ın bu sezonunun ise fazlası var<br />

eksiği yok. Dizide adı geçen her karakterin<br />

altı sağlam temellere oturtulmaya ve yeri<br />

geldiğinde izleyici o karakterin beyninin en<br />

derin kıvrımlarında dolaştırılmaya devam<br />

ediyor. Bir anda bambaşka gözlerle izliyoruz<br />

uzun zamandır sadece görünüp kaybolan<br />

birini. Hala anlatılmaz yaşanır deneyimlerden<br />

biri Boardwalk Empire.<br />

KALAN SAĞLAR BİZİM Mİ?<br />

Dizilerden ayrılan kilit karakterler, her seferinde<br />

az ya da çok bir darbe vururlar diziye.<br />

Bu kaçınılmazdır. Lakin sanırım Misfits’in<br />

Nathan’ının gidişi kadar yaralamadı hiçbir<br />

veda izleyiciyi. Kiminle konuşsam dertli,<br />

kime sorsam kırgın… Nathan’ın gidişi dizinin<br />

gidişatını da değiştirdi. Bu yeni halini sevenler<br />

de var, sevmeyenler de. Ben sevenlerdenim<br />

ama kızgın olanları da anlayabiliyorum. İlk<br />

iki sezon, izlediği en komik diziyi izleyenler<br />

birden komik olmaktan ziyade karanlık bir<br />

diziyle karşılaştılar. Yeni karakterimiz Rudi ile<br />

Nathan’ın benzerlikleri su götürmez olsa da,<br />

Rudi’de Nathan’ın sevimliliği olmadığından,<br />

geriye sadece aşırı müstehcen bir kara mizah<br />

kalıyor. Yine de dizinin başından beri bir komedi<br />

dizisi olmadığını, güldüğünüz kadarının<br />

yanınıza kar kalması gerektiğini ve şimdi<br />

artık çok daha olgun bir diziyle karşı karşıya<br />

olduğunuzu düşünün ve bir şans daha verin<br />

Misfits’e.


MAYINLI BÖLGEDE YÜRÜMEYİ<br />

SEVEN DİZİ: FRİNGE<br />

Fringe ikinci sezonundan beri iptalle yüz<br />

yüze. Her sene hayranlarının hop oturup hop<br />

kalktığı dizi, bu sezon da iyi başlamadı reyting<br />

savaşına. Senaryo ise haddinden fazla<br />

güçlü bu sene. Zaten yeterince alternatif dünya<br />

izlemiş, her karakterin en az iki versiyonunu<br />

bilen kafası karışık izleyiciye, yepyeni iki dünya<br />

ve yepyeni iki set karakter daha tanıtan dizi,<br />

başından beri ortalama izleyiciyi hedeflemiyordu<br />

zaten. Derdi hep seyirciyi soru işaretleriyle<br />

baş başa bırakmak olan Fringe, bu sezon bunu<br />

biraz abarttı sanki. Hayranları açısından bu<br />

bir sorun olmasa da, ortalama izleyici git gide<br />

uzaklaşacak eğer senaryo acilen normale dönmezse.<br />

Alıştığımız herkesin gittiği yeni Fringe,<br />

kafasını boşaltmak için televizyon izleyenlere<br />

göre değil ve sanırım bu sezon üçüncü kez<br />

zıplayamayacak.<br />

KABAK TADI<br />

House sanırım hiç bitmeyecek. İzleyici sayısı<br />

da hiç değişmeyecek. Ne iyiye, ne de gözle<br />

görülür bir şekilde kötüye giden dizinin asıl<br />

finali beşinci sonun sonuydu bence. Orada<br />

bitmedi ya House, sanırım bir daha nerede biterse<br />

bitsin fark etmeyecek. Senaryoyu şairane<br />

bir şekilde çevirmedikleri sürece de izlense de<br />

izlenmese de bir fark yaratmayacak. Yine de<br />

hayatımızdan koparıp atmanın kolay olmadığı<br />

karakterlerden biri House. Kendisi gitmedikçe,<br />

hiçbirimiz onu kovamayacağız evimizden.<br />

Kabak tadı verenler bu kadar değil elbet. The<br />

Mentalist, Criminal Minds, Castle da biterse<br />

üzülmeyeceğimiz ancak bu sezon güçlü finallerle<br />

veda ederlerse hasretle anacağımız<br />

diziler arasında. Yoksa izleyici kendiliğinden<br />

uzaklaşacak ve değerlerinden çok şey<br />

kaybetmiş olarak bitecekler.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Şerif Gören’in son filmi Ay Büyürken Uyuyamam’ı<br />

seyrettikten sonra kafama şöyle bir soru takıldı.<br />

En iyi filmlerini 80’lerde veren tecrübeli yönetmenlerimizin<br />

son filmleri nasıl bu kadar kötü olabiliyor.<br />

Sadece Şerif Gören’in filmiyle ilgili değil bu<br />

söylediğim. 2008 yılında Erden Kıral’ın Vicdan filmini<br />

de, Ali Özgentürk’ün Yengeç Oyunu ve Görünmeyen<br />

filmlerini de, Yavuz Özkan’ın İlkbahar – Sonbahar<br />

filmini de, Tunç Başaran’ın Vesaire Vesaire<br />

filmini de seyrettiğimde hep aynı şeyi düşündüm.


Bu isimlerin her biri 1940’larda doğmuş. En<br />

iyi filmlerini de 80’lerde üretmişler. 60’lı yılları<br />

deviren isimler bu yönetmenler. Mesela Şerif<br />

Gören 1979 yılında Almanya Acı Vatan’ı çekip<br />

80’lerde Yol, Yılanların Öcü, Kurbağalar ve<br />

Katırcılar’ı çekti. 1993 yılında Amerikalı’dan<br />

sonra ise suskunluğa gömüldü. Çektiği dizilerle<br />

onun ismini duyduk. Ta ki bu hafta vizyona<br />

giren Ay Büyürken Uyuyamam filmine kadar.<br />

Erden Kıral ise 1979’da Bereketli Topraklar<br />

Üzerinde ile gönlümüze düştü. Ardından da<br />

1982’de Hakkari’de Bir Mevsim ile başarısını<br />

tekrarladı. 2005 yılında çektiği Yolda filmiyle de<br />

tartışmalar yarattı. Yılmaz Güney’in Yol filmini<br />

çekerken bizzat Güney tarafından el çektirildiği<br />

bu projenin bir hikayesi gibiydi Yolda. Sonra<br />

2008 yılında Vicdan ile karşımıza çıktı. 2008’de<br />

Vicdan için yaptığım kritiğe baktığımda şunları<br />

yazmışım, “Bu kadar parıltının altından ne yazık<br />

ki ham oyunculuklar, oturmamış karakterler<br />

çıkıyor. Adem’in Trenleri’nde müthiş performans<br />

gösteren, Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında<br />

da benzer bir rolü başarıyla oynayan Yeşilçay<br />

nasıl böyle komik duruma düşüyor? Aralarında<br />

sadece Tülin Özen kendini kurtarabiliyor. Zaten<br />

öykü onun rolünün sonlanmasıyla iyice<br />

çekilmez hale geliyor.” Gelelim Ali Özgentürk’e.<br />

1981’de At ile hatırlarım ilk kez onu, 1986’da<br />

Bekçi 1987’de Su Da Yanar aklımda kalanlar.<br />

Son iki filmi ise beni büyük hüsrana uğrattı.<br />

2009’da Yengeç Oyunu ve Görünmeyen’i keşke<br />

seyretmeseydim. Yengeç Oyunu için yazdığım<br />

kritiğe “Bu yengeç geri geri yürüyor” diye<br />

başlık vermiş ve şu satırları yazmışım: “Ali<br />

Özgentürk’ün beş yıl sonra çektiği film, Yengeç<br />

Oyunu tam bir hayal kırıklığı. Osmanlı’da işlenen<br />

bir cinayetten yola çıkılarak toplum içinde<br />

kadının yerinin tartışıldığı film, kurgu hatalarıyla<br />

dolu. Filmde başta oyuncu yönetimi olmak<br />

üzere adeta her şey iflas etmiş.” Bu jenerasyonun<br />

bir diğer önemli ismi de Yavuz Özkan.<br />

1978 yılı yapımı Maden ve 1988 yapımı Umut<br />

Yarına Kaldı sevdiğim filmlerdir. 1989 yılında<br />

çektiği Büyük Yalnızlık ise tartışmalar yarattı,<br />

şarkı söylemeyen bir Sezen Aksu ve komedi<br />

yapmayan bir Ferhan Şensoy herkes tarafından<br />

garipsenmişti. Ama 2009’da gelen İlkbahar –<br />

Sonbahar gibi büyük bir düşüşü kimse beklemiyordu<br />

Özkan’dan. Sanıyorum Antalya’da<br />

festivalde seyrettik filmi. Herkesin öyle büyük<br />

beklentisi vardı ki salonda yer bulamamış<br />

Alper Turgut ile birlikte merdivenlere oturup<br />

seyretmiştik. Filmin yarısı olmadan millet terk


etmişti salonu. Bunu en iyi biz biliriz<br />

çünkü dediğim gibi tam kapının<br />

önünde merdivenlerde oturuyorduk.<br />

Tabii bu isimlerin en yaşlısı olan Tunç<br />

Başaran’dan da bahsetmemiz gerekir.<br />

1989 yılında Uçurtmayı Vurmasınlar,<br />

1991’de Uzun İnce Bir Yol, 1992’de<br />

Piano Piano Bacaksız Başaran’ın en<br />

sevdiğim filmleri. Daha sonra 2005’te<br />

Sinema Bir Mucize’dir geldi. 2008’de<br />

ise Vesaire Vesaire. Başaran bu filmleriyle<br />

diğerlerine göre daha az eleştiri<br />

aldı. Bunun sebebi ise filmlerinin<br />

konularının daha kişisel ve evrensel<br />

olmasından kaynaklanıyordu diye<br />

düşünüyorum. Vesaire Vesaire’de<br />

yaşı 50’ye dayanmış bir adamın kendinden<br />

çok küçük kızla olan ilişkisi,<br />

Sinema Bir Mucizedir’de ise Ülkü<br />

Tamer’in hikayelerinin derlenmesiyle<br />

oluşturulan film 1950<br />

yazının Antep’inde,<br />

11 yaşında sinema<br />

âşığı bir çocuğun<br />

sinema sahibi ile olan<br />

dostluğu çerçevesinde,<br />

Antepliler’in sinema<br />

sevgisini, bu sevginin<br />

onların hayatındaki<br />

yansımalarını<br />

anlatıyordu. Bence<br />

işin sırrı da burada.<br />

Bütün bu isimler Türk<br />

sinemasının en elit<br />

filmlerini çekmişler ama<br />

2000’lerde ürettikleriyle<br />

büyük düşüşler<br />

yaşamışlar. Saydığımız<br />

isimlerin hepsi 12<br />

Eylül darbesiyle<br />

başlayan bir toplumsal<br />

dönüşümün sonucu<br />

olan ve bu dönüşüme<br />

tepki duyan üretimleri<br />

hayata geçirmişler.<br />

Hem Türkiye hem de<br />

dünyanın genelinde<br />

özellikle 80’lerin sonunda ve 90’larda daha<br />

önce olmadığı kadar hızlı bir değişim oldu. Bu<br />

değişim hem toplumsal hem siyasal dengeleri<br />

olduğu gibi değiştirdi. 1960’larda yaşanan<br />

gençlik hareketlerinden çok daha temelden<br />

bir değişim getirdi. Her değişim daha doğruya<br />

evrilmez. Dünyanın genelinde yaşanan bu<br />

değişimin iyiye doğru olduğunu ben söyleyemiyorum.<br />

Ne yazık ki herşey daha kötüye<br />

doğru gidiyor. Yozlaşan bir değişim bu. Bu<br />

noktada zaten belirli yaşı devirmiş yönetmenlerimizin<br />

bu değişimi anlaması hatta kabullenmesi<br />

çok zor. Ne yazık ki çektikleri filmler ne<br />

sistemin kendisini yansıtıyor artık ne de yeni<br />

bir cevap sunuyor. Onların filmleriyle verdiği<br />

cevaplar problemlere ilaç olamıyor. Bu zor bir<br />

miras. Artık yanlışa düşen cevapların sahiplerine<br />

“Bir daha cevapla” diyoruz çektikleri yeni<br />

filmlerle. Halbuki onlar hep eskiyi çekiyorlar.<br />

Yanlış cevapları tekrarlıyorlar. Şerif Gören’in<br />

Ay Büyürken Uyumam filmi<br />

bunun en son örneği. Bu filmlerin<br />

acıklı hikayesinin sosyolojik<br />

dökümünü anlattık<br />

ama hala cevaplayamadığımız<br />

bir soru var. Tamam günü<br />

yakalayamıyorlar ama peki en<br />

basitinden bir filmin kurgusunu<br />

da mı yapamıyorlar? Oyuncu<br />

yönetmeyi de mi unuttular?<br />

Senaryodaki mantık silsilesini<br />

bu kadar önemsemez olabilirler<br />

mi? Bunlar bizim hala<br />

cevabını bulamadığımız sorular.<br />

Aşağıda, bahsettiğimiz<br />

filmlerin kısa konularını yazdık<br />

belki hatırlamak istersiniz...<br />

Ay Büyürken Uyuyamam - Şerif<br />

Gören<br />

Necati Cumalı’nın Ay Büyürken<br />

Uyuyamam, adlı kitabından,<br />

aynı isimle Şerif Gören<br />

tarafından uyarlanan hikayede:<br />

Uzaktan sakin ve huzur dolu,<br />

deniz kenarında bir Ege<br />

kasabası. Kasaba halkının<br />

yalnız bir anne ve iki kızı üzeri-


nde kurduğu mahalle baskısı.<br />

Hem güçlü hem de kurban bu üçlünün,<br />

çarkın dişlileri arasında kalmamak için<br />

verdikleri mücadele. Kasaba sakinlerinin<br />

rayından çıkmış ahlaki tutumları ve sosyal<br />

bir depreme doğru gidişleri. Kadın ,erkek,<br />

cinsellik, din ve psikolojik çarpanları olan bir<br />

denkleme, ahlak ve<br />

ahlaksızlığa, namus<br />

ve namussuzluğa<br />

provakatif bir bakış<br />

açısı.<br />

Vicdan – Erden<br />

Kıral<br />

Küçük bir kasabada<br />

yaşayıp,<br />

emeğiyle var olmaya<br />

çalışan üç<br />

kişinin arasında<br />

geçen tutkulu ve<br />

karmaşa içeren<br />

acımasız bir aşk<br />

hikâyesi. Aydanur hayatın ona sunduklarıyla<br />

da pek yetinmiyor, ‘yırtmak’ istiyor. Mahmut<br />

ise Aydanur ile karısı Songül arasında<br />

kalıyor. Ama belli ki Aydanur ağır basıyor<br />

yüreğinde. İkisinin yolu böylece bir pavyonda<br />

kesişiyor. Üçlü bir aşk üzerinden bir vicdanî<br />

hesaplaşmayı anlatıyor Vicdan.<br />

Görünmeyen – Ali<br />

Özgentürk<br />

Recep ve nişanlısı<br />

Ebru, yola<br />

çıktıklarında tek<br />

bildikleri, ufak bir<br />

aile ziyaretine gittikleridir.<br />

İkisi de<br />

farklı kültürlerden<br />

gelmektedirler.<br />

Ebru, İstanbullu bir<br />

ailenin kızı, Recep<br />

ise Anadolu’da dağ<br />

köyünde yaşayan<br />

bir ailenin oğludur. Sevgilerinin “görünmeyen”<br />

farklılıkları gün yüzüne çıkaracağı bu<br />

yolculuk ikisini de tedirgin ederken, tarih ve<br />

kader onlara bir sürpriz hazırlamıştır.<br />

İlkbahar Sonbahar - Yavuz Ökan<br />

Dünyanın gidişatından<br />

memnun olmayan 68<br />

kuşağından bir yönetmenin<br />

hayata müdahale<br />

etmeye karar<br />

verişini anlatan İlkbahar<br />

Sonbahar’ın senaryosu<br />

da Yavuz Özkan’a ait.<br />

Coşkulu bir manifesto<br />

yayınlayarak gençlere<br />

çağrı yapan yönetmen,<br />

“Kendinize ait<br />

bir hikâyeniz yoksa<br />

başkalarının hikâyelerinde<br />

yer alırsınız” diyerek<br />

macerayı başlatır.<br />

Filmin başrollerinde<br />

Alpay İzbırak, Yiğit Sertdemir, Sermet Yeşil yer<br />

alıyor. İlkbahar Sonbahar yönetmenin 14.filmi<br />

olma özelliğine de sahip.<br />

Vesaire Vesaire - Tunç Başaran<br />

Sağlığı bozulan ünlü yazar Arda Başar içinde<br />

bulunduğu koşullardan sıkılıp bir anda yaşadığı<br />

şehri değiştirme kararı alır. Nereye gideceği<br />

konusunda hiçbir fikri olmadan eşyalarını toplar<br />

ve kendisini güney sahillerimizden Marmaris’te<br />

bulur.. Bu küçük sahil kasabasında tesadüf<br />

sonucu peşpeşe tanıştığı sevimli bir köpek,<br />

genç bir kız ve bilge bir ayyaş Arda’nın hayatının<br />

akışını beklenmedik bir şekilde değiştirirler.<br />

Kahramanımıza<br />

ise bu yeni<br />

hayatına<br />

şaşkınlık içinde<br />

ayak uydurmak<br />

düşerken<br />

Arda’nın bu<br />

değişimine<br />

gizlice şahit<br />

olan sevimli<br />

komşusu<br />

Rıfkı’nın da<br />

hayatı en az<br />

onun kadar<br />

renklenmiştir.


n 1973 doğumlu olmanın güzel yanlarından biri<br />

de, şu an gırtlağımıza kadar gömüldüğümüz sanal<br />

alemden uzak bir çocukluk geçirmekti sanırım.<br />

Bilgisayar oyunlarının, internetin, facebook’un<br />

olmadığı, yarım ekmek arası domates/peynirden<br />

sonra çizgi roman okuyarak uyukladığımız nefis<br />

zamanlar… O yüzden belki de, 70′ler de doğanların<br />

çoğu okumayı çok sever ve dünya klasiklerini de en<br />

az bir defa okumuşlardır. Ben de öyle yapmıştım.<br />

Güliver’in Maceraları, Define Adası, İki Sene<br />

Okul tatili, Kaptan Grant’ın Çocukları gibi egzotik<br />

maceraların lezzeti hala damağımda. Fakat zoraki<br />

seyyahlık konusunda hiç bir eser Robinson Crusoe<br />

kadar etkileyici olmayı başaramamıştır. O kadar<br />

güzel anlatılıyordu ki Robinson’un maceraları, insan<br />

gönüllü olarak bu izolasyona katlanmak istiyordu.<br />

Robinson Crusoe‘nun pek çok farklı edisyonunu<br />

okudum. İlk okuduklarım yaşıma uygun, özet<br />

sayılabilecek bir yaklaşıma sahip ve son derece<br />

masum maceralar iken, romanın aslında karanlık<br />

bir öykü olduğunu ve pek çok ırkçı mesaj içerdiğini<br />

de gördüm yıllar içinde…<br />

Yazıldığı günden bu zamana kadar pek çok<br />

sanatçıyı etkilemiş ve epey yağmalanmış fikirlere<br />

sahip olan Robinson Crusoe romanı, 1964 yılında<br />

ünlü The War of the Worlds‘u da de çekmiş olan Byron<br />

Haskins tarafından sinemaya uyarlanmış. Fakat<br />

bu defa macera bambaşka bir fona taşınmış… İşte<br />

öteki sinema severlerin kayıtsız kalamayacağı bir<br />

eski zaman bilim kurgusu; Robinson Crusoe on<br />

Mars<br />

Kumandan Kit Draper ve Albay Dan McReady<br />

bir keşif görevi için uzay gemileriyle birlikte Mars<br />

yörüngesinde turlamaktadır. Kendilerine doğru<br />

gelen bir meteordan kaçmak için gerçekleştirdikleri<br />

manevra yüzünden gemiyi terk etmek zorunda


kalırlar ve ayrı kapsüllerde Mars’a iniş yaparlar.<br />

Mars’ın sıcaklığı insan yaşamına uygun olmakla<br />

birlikte hava insanın ancak çok kısa bir süre<br />

soluyabileceği kadar incedir. Kit Draper kısıtlı oksijeni<br />

ve yiyeceği ile bir hayatta kalma mücadelesi<br />

verirken bir yandan da takım arkadaşı McReady’i<br />

aramaktadır. Bir süre sonra korkunç gerçekle<br />

yüzyüze gelir. Mcready’nin kapsülü iniş sırasında<br />

parçalanmış ve Albay ölmüştür. Kit Draper bu<br />

yabancı gezegende yalnızlıktan çıldırmak üzere iken<br />

gezegeni sömüren bir ırkın köle olarak çalıştırdığı<br />

“Cuma” ile karşılaşır ve macera başlar…<br />

Filmin benim için en ilginç noktası ise şu oldu. Çok<br />

beğendiğim bir bilim kurgu olan, başrolünü Dennis<br />

Quaid’in oynadığı, Wolfgang Petersen mamülü<br />

Enemy Mine filmi, meğer bu filme kocaman bir<br />

gönderme içeriyormuş! Filmde “Drag” savaşcısı<br />

Jeriba’nın ırkını aynı şekilde köle olarak başka<br />

gezegenlerden maden toplamak için çalıştırıyorlardı<br />

ve Dennis Quaid’de onlara karşı mücadele veriyordu.<br />

Robinson Crusoe on Mars’da Cuma yabancı<br />

gemileri her gördüğünde “Enemy” diye bağırınca bağ<br />

kurulmuş oldu.<br />

Robinson Crusoe on Mars, izlediği herşeyi mantık<br />

süzgecinden geçiren günümüz izleyicisi için pek<br />

kabul edilir fikirler barındırmıyor aslında… Bilgi çağı<br />

toplumunun insanı, üzerinde tişörtle sadece 15


dakikada bir oksijen tüpünden bir nefes çekerek<br />

parkta gezer gibi Mars’da gezen Kit Draper’ı<br />

görünce hemen Wikipedia’ya girip Mars maddesinde<br />

yazan “Mars atmosferi %95 karbondioksit,<br />

%3 nitrojen, %1.6 argondan oluşmaktadır.” yazısı<br />

ile irkilecektir kuşkusuz. Ayrıca 2009 yılının izleyicisi<br />

için Facit’den bozma seyrüsefer cihazları ve siyah<br />

beyaz tüplü ekranlarla haberleşerek Mars’a gidebilmek<br />

pek olası gelmiyor.<br />

Ama tüm bunları eski zaman fantazyalarının<br />

hatırına bir kenara bırakacak olursanız oldukça<br />

keyifli ve naif bir 1.5 saat geçirebilirsiniz. Robinson<br />

Crusoe on Mars, yağmurlu bir günde ya da<br />

geceyarısından sonra seyretmek için doğru bir<br />

seçim olacaktır. Kit Draper rolündeki Paul Mantee,<br />

Uzay Robinson’u rolünün hakkını veriyor. Eski<br />

Mısırlıları andıran Cuma için aynı şeyi söylemek<br />

güç olsa da, filmin cırtlak uzay maymunu Mona<br />

onun açığını kapatıyor.<br />

Görsel efektler için ise bazı başarılı anlara karşı<br />

vasat diyebileceğim. Tabi o yılın şartlarına göre<br />

düşünerek. Uzay sekanslarında çizgi film kalitesindeki<br />

(hatta direk çizilmiş olan) efektler, Mars<br />

yüzeyinde iken daha durumu kurtarır bir haldeler.<br />

Meraklısına özel:<br />

Mars yüzeyinde geçen sahnelerin çoğu Kaliforniya<br />

Ölüm vadisindeki Zabriskie Point‘te filme çekilmiş…<br />

Marslıların uzay araçları Dünyalar Savaşı filminden<br />

olduğu gibi alınmış. Yapımcı George Pal,<br />

Byron Haskin‘e daha önce pek çok projede birlikte<br />

çalıştıkları için izin vermiş….<br />

Ölüm vadisindeki çekimler esnasında yasal koruma<br />

alanı içinde oldukları için ekibin herhangi bir bitki<br />

ya da canlıya dokunması kesinlikle yasaktı ve buna<br />

uyulup uyulmadığını denetleyen bir ordu mensubu<br />

hazır bekliyordu.<br />

Lobi kartından; “Bu film bilim-kurgusal özgünlüğü<br />

temsil ediyor ve günümüzün gerçekliğinden sadece<br />

bir adım ötede” (Demekki o zamanlar insanlar<br />

Marsa gidilip oradaki canlılarla karşılaşılacağına<br />

gerçekten inanıyorlarmış!)<br />

Robinson Crusoe: Invisible Galaxy adında bir devam<br />

filmi de planlanmış fakat beklenen gişe elde<br />

edilemeyince vazgeçilmiş.<br />

Filmdeki dişi maymun Mona aslında erkek!<br />

Robinson ve Cuma’nın hayatta kalabilmek için<br />

kullandıkları “hava hapları” (Air pills) aslında M&M<br />

çikolatası ve Mars bitkisi “Poi” diye yedikleri şey de<br />

bildiğimiz Pepperoni! (Ecnebi sucuğu)


Film Yapımı Temelleri - Yapım<br />

Charlotte Worthinghton<br />

n Film Yapımı Temelleri: Yapım, sinematv<br />

dünyasına dahil olmak isteyenler<br />

için gerekli olan temel bilgi ve becerileri<br />

belirleyerek, öğrenci ve yapımcı adaylarını<br />

kurmaca, belgesel ve magazin programı<br />

yapımcılığı dünyasıyla tanıştırıyor. Kitap,<br />

öğrenci yapımcının, yapım sürecini,<br />

geliştirme aşamasından yapım sonrası ve<br />

dağıtım aşamasına kadar kavraması ve<br />

yönetebilmesine yardımcı olmak amacıyla<br />

tasarlanmış bir şekilde yapımın farklı alanlarına<br />

geniş ve çaplı bir bakış açısı sunuyor.<br />

Türk Sineması’na Eleştirel Bakış<br />

Özgür Yılmazkol<br />

n Türk Sineması daha proje aşamasındayken<br />

aldığı ulusal ve uluslararası desteklerle farklı<br />

tür ve anlatı yapısına sahip filmlerin çekildiği bir<br />

süreci yaşar hale gelmiştir. Bu çalışmada 2000 ve<br />

sonrası Türk sineması on yıllık dönem; yönetmen,<br />

akım, anlatı, dil, oyuncu, biçim, senaryo, estetik<br />

ve tür bağlamında özellikle kültürel çalışmalar<br />

perspektifinden irdelenmiş, böylelikle söz konusu<br />

zaman diliminin ışığında Türk Sineması’nın genel<br />

profili çıkarılmaya çalışılmış.<br />

Okur Kitaplığı / 286 Syf.<br />

Literatür Yayınları / 176 Syf.


BANU BOZDEMİR<br />

n Rehin alınma üzerine bir dolu film var etrafta.<br />

Ama rehin alınmanın, zorla alıkonulmanın<br />

psikolojisi, baskısı ve bizde yarattığı derin<br />

sıkıntı üzerinden gidelim dedik. Benim en deriniyle<br />

daraldığım ve sonrasında bağlandığım<br />

filmlerden birisidir Funny Games. Hadi birini<br />

rehin aldın diyelim, hadi ellerini ayaklarını da<br />

bağladın diyelim ama sonrasında inceden inceye<br />

uygulanan o şiddet hali nedir diye sorası<br />

geliyor insanın! Rehin alınan insanların psikolojisinin<br />

peşindeyiz bu kez!<br />

Banu Bozdemir<br />

Funny Games / Ölümcül Oyunlar<br />

Bana Michael Haneke’yi sevdiren film diyebilirim.<br />

Anna, Georg ve küçük oğullarından<br />

oluşan aile yazlık evlerine giderler. Evlerine<br />

vardıklarında yerleşme telaşı başlar. Anna<br />

evdeki düzeni sağlamaya çalışırken, baba ve<br />

oğul yelkenli ile uğraşmaktadır. Tam bu sırada<br />

kapılarına beyaz eldivenli, golf kıyafetlerine<br />

benzer bir kostüm giyinmiş iki genç gelir. Temkinli<br />

yaklaşan Anna, Paul ve Peter isimli bu<br />

iki gencin komşu evlerine gelmiş misafirler<br />

olduğunu düşünür. Ancak gençler düşündükleri<br />

gibi değildir ve önce kibar yaklaşan Paul ve<br />

Peter bu üç kişilik küçük burjuva ailesini rehin<br />

alacaktır. İstekleri ne para, ne de maddi<br />

bir kazançtır. Onların tek amacı ölümcül bir<br />

oyun oynamaktır. Oyun bütün seyirciyi de<br />

kapsıyordu!<br />

Panik Odası / Panic Room<br />

Kocasından yeni boşanmış olan Meg Altman<br />

kızıyla birlikte yaşamak üzere, nafaka parasıyla<br />

eski bir ev satın alır. Meg, evi dolaşırken eski<br />

sahipleri tarafından garip bir oda yaptırılmış<br />

olduğunu fark eder. Oda, istenmeyen kişilerin<br />

giremeyeceği kadar sağlamdır, monitörlerle<br />

evin her tarafı görülebilmekte, dışarıya direkt<br />

telefon hattı bile bulunmaktadır. Ev halkı, acil<br />

bir durum olduğunda bu odada uzun zaman<br />

geçirebilmektedir. Bir gece üç soyguncu eve<br />

girerler. Meg ve kızı Sarah, tahmin ettiklerinden<br />

çok daha önce bu panik odasını kullanmak zorunda<br />

kalırlar. Fakat bu adamlar sıradan soyguncular<br />

değillerdir, sahip oldukları bilgi, durumu<br />

sanıldığından çok daha korkunç<br />

hale getirecektir. Filmde gerilimli rehin<br />

alınma durumunu sonuna kadar<br />

yaşıyoruz! David Fincher imzasını<br />

taşıyan film, gerilim dozu ve tarzıyla<br />

Hitchcock filmlerini andırıyor. Jodie<br />

Foster ise Kuzuların Sessizliği’nden<br />

beri en iyi rolünü sergiliyor.<br />

Uçuş Planı / Flight Plan<br />

Eşinin ölümünden sonra zor günler<br />

içeren Kyle Pratt kızı ile beraber bir<br />

yolculuğa çıkar. Son derece modern<br />

bir jet uçakta geçen bu yolculuk<br />

sırasında küçük kızı aniden kaybolur.<br />

Çıldırma noktasına gelen kadın<br />

kızını hiç bir yerde bulamaz. Üstelik<br />

hosteslerden bazıları seyahati boyunca<br />

yalnız olduğunu ve uçak listesinde kızının<br />

adına benzer bir kayıt olmadığını söylerler. Kyle<br />

gerçekten aklını mı kaçırmaktadır yoksa uçaktaki<br />

herkesin dahil olduğu bir komplo ile karşı<br />

karşıya mıdır? Genç kadının cevaplaması gereken<br />

kocaman bir soru işareti bütün gizemiyle<br />

onu beklemektedir. Hepimiz rehin alınmış gibi<br />

hissetmiştik ve Jodie Foster yine başrolde ve<br />

yine harkaydı!<br />

The Collector / Koleksiyoncu<br />

Kumar borcunu ödemek için, tesisatçı olarak<br />

çalıştığı evi soymaya karar veren Arkin, evde<br />

kimsenin olmadığını sandığı bir akşam eve<br />

girer. Fakat malikanede onu kötü bir<br />

sürpriz beklemektedir. Arkin soymak<br />

için zorla girdiği evde, ev halkını<br />

esir almış psikopat bir katille karşı<br />

karşıya kalmıştır. Yani avcıyken av<br />

konumuma geliyor ama film İşkence<br />

pornosu’ tadından özenle kaçınıyor.<br />

Ve biz de gerilimli bir rehin alma<br />

vakasının ortasında kalıyoruz. The<br />

Collector /Kelebek Koleksiyoncusu<br />

adıyla 1965 yılında vizyona giren<br />

filmin de farklı bir rehin alma duygusu<br />

vardı. Çevresi tarafından ezilen,<br />

asosyal bir banka çalışanıyken, eline<br />

geçen yüklü bir para ile şehir dışında<br />

büyük bir ev satın alıp tüm zamanını


kelebek koleksiyonuna ayıran Freddie Clegg,<br />

sanat öğrencisi Miranda Grey’i kaçırır ve evinin<br />

bodrumuna kapatır. Amacı kızın kendisine<br />

bağlanmasını sağlamaktır. İkisi arasındaki tuhaf<br />

ilişki, sevgi-nefret çizgisinde ilerleyerek filme<br />

çarpıcı bir final hazırlar. Bu da koleksiyoncular<br />

üzerinden psikopati bir tat sunuyor bizlere!<br />

Gece Uçuşu / Red Eye<br />

Lisa Reisert uçak yolculuğundan nefret eden bir<br />

kadındır. Miami’ye yapmak zorunda kaldığı gece<br />

uçuşu sırasında terörün yanıbaşında olduğunu<br />

fark edecektir. Uçağın havalanışından kısa<br />

süre sonra Lisa’nın yanındaki koltukta oturan<br />

Jackson adlı bir<br />

adam, gayet nazik<br />

bir ses tonuyla bu<br />

yolculuğa çıkışının<br />

gerçek sebebini<br />

açıklar. Çok zengin<br />

bir işadamını<br />

öldürmekle<br />

görevlendirilmiş gizli<br />

ajandır. Lisa ise<br />

onun başarısının<br />

anahtarı olacaktır.<br />

Eğer işbirliği<br />

yapmayı kabul etmezse<br />

genç kadının<br />

babası bir suikastçi<br />

tarafından derhal<br />

öldürülecektir. Bu cinayet için Jackson’ın bir<br />

telefonu yeterli olacaktır. Yeryüzünden 10.000<br />

metre yüksekteki uçağın içinde tuzağa düşen<br />

Lisa’nın kaçacak yeri yoktur. Babasının hayatını<br />

ve kendi hayatını tehlikeye atmamak için çevreden<br />

yardım istemeye de cesaret edemez. Saniyeler<br />

hızla ilerlerken zamanın azaldığını bilmektedir.<br />

Çaresizlik içindedir. Kendisini rehin alan<br />

acımasız kişiyi alt etmenin ve olası bir cinayeti<br />

önlemenin yolunu bulmaya çalışır.<br />

Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen? / My Son,<br />

My Son, What Have Ye Done<br />

Gerçek bir olaya dayanan, Wernwr Herzog’un<br />

yönettiği filmin kahramanı, sabah kahvesine<br />

gittikleri komşularının evinde, gözleri önünde,<br />

önce bir elindeki baseball sopasını gösterdiği<br />

komşudan kendisini bununla öldürmesini ister,<br />

sonra diğer elindeki eski kılıçla, son sözleri “my<br />

son, my son, what have ye done?” olan annesini<br />

biçer. Eve kapanıp, iki rehinesi olduğunu öne<br />

süren genç, -bu noktaya gelişi, geri dönüşlerle<br />

anlatılırken-<br />

Peru’da, rafting<br />

için uygun görünmeyen<br />

nehre girmeye<br />

hazırlanan<br />

arkadaşlarına<br />

(galiba) müslüman<br />

olacağını<br />

bildirir, oğlanların<br />

boğulmalarından<br />

sonra San Diego’ya<br />

döner, çok değiştiği<br />

konusunda herkes<br />

hemfikirdir.<br />

Ev<br />

Biri Bizi Gözetliyor?<br />

yarışması benzeri<br />

evlerden birinde<br />

yarışmacılar, hayallerine kavuşmak ve beklentilerini<br />

karşılamak amacıyla 100 gün bir evde<br />

yaşamayı kabul ederler. Ev yarışmacıları için<br />

sürprizlerle dolu bu süreç, hayatları boyunca<br />

unutamayacakları bir tecrübeye dönüşecektir.


Canlı yayın yolunda devam ederken, birdenbire<br />

Ev’e silahlı bir adam girer ve yarışmacıları<br />

rehin alır. Saldırganın amacı oyunun<br />

kurallarını değiştirmektir. Yarışmacılar içeride<br />

ecel terleri dökerken aynı zamanda tüm Türkiye<br />

de bu gerilim dolu saatlere canlı canlı tanık<br />

olacaktır.<br />

Günbatımından Şafağa / From Dusk Till Dawn<br />

Gecko biraderler, rüzgarı arkalarına alıp<br />

Meksika’nın özgür ortamına doğru bir<br />

yolculuğa çıkarlar. Texas’ta sıkı bir soygun<br />

yaptıklarından dolayı, ne olur ne olmaz diye<br />

bir rahip ve ailesini<br />

de yanlarında rehin<br />

olarak bulundururlar.<br />

Buluşma için bir Meksika<br />

barının kapısını<br />

aşındırdıklarında<br />

başlarına geleceklerden<br />

habersizdirler.<br />

Mekan<br />

kesinlikle vampirlerin<br />

içeri alınmadığı barlardan<br />

değildir! Quentin<br />

Tarantino’nun<br />

senaryosunu yazıp<br />

başrollerinden birine<br />

geçtiği film, Robert Rodriguez’in kariyerinin<br />

başındaki filmlerden.<br />

Ölüm Kitabı / Misery<br />

Paul Sheldon kolay okunan popüler romanlar<br />

yazarıdır. Artık kariyerinde bir<br />

dönüm noktasında olduğunu düşünür,<br />

seri maceralarını yazdığı karakteri Misery<br />

Chastain’in öldürüp diziyi bitirir. Paul taşrada<br />

geçirdiği bir araba kazasından yaralı kurtulur.<br />

Onu bulup evinde bakmaya başlayan Annie<br />

Wilkes, şans eseri Paul’un sadık okurlarından<br />

biridir ve kahramanı Misery Chastain’in de sıkı<br />

bir hayranıdır. Son kitabı okuyup Misery’nin<br />

ölümüyle şoke olan kadın öfkeye kapılır ve<br />

Paul’u ayağından feci şekilde yaralayarak<br />

onu yatağa hapseder. Hem bölge şerifi hem<br />

de menajeri umutsuzca Paul’ü ararken o,<br />

gardiyanı Annie’ye özel bir Misery macerası<br />

daha yazmak zorundadır. Harry ile Sally<br />

Tanışınca yönetmeni Rob Reiner’ın bu müthiş<br />

başarılı Stephen King uyarlaması, o zamana<br />

dek gölgede kalmış aktris Kathy Bates’i<br />

şöhretle tanıştırmakla kalmamış, onu Oscar’la<br />

da buluşturmuştu.<br />

Metrodan<br />

Kaçış / The Taking of Pelham 1 2 3<br />

Metrodan Kaçış”ta, Denzel Washington, sıradan<br />

günü cüretkar bir suçla, bir başka deyişle bir<br />

metro treninin kaçırılmasıyla kaosa dönüşen,<br />

New York şehri metro hareket memuru Garber’ı<br />

canlandırıyor. John Travolta ise baştan aşağı<br />

silahlı dört kişilik çetenin lideri ve beyni Ryder<br />

olarak, bir saat içinde yüklü bir fidye<br />

ödenmediği takdirde yolcuları öldürmekle<br />

tehdit eder.<br />

Ayaklarının<br />

altındaki gerilim<br />

artarken,<br />

Garber, Ryder’ı<br />

zekasıyla alt<br />

edip rehineleri<br />

kurtarabilmek<br />

için metro<br />

sistemi üzerine<br />

engin bilgisinden<br />

yararlanır.<br />

Ama Garber’ın<br />

çözemediği bir<br />

muamma vardır:<br />

Hırsızlar parayı<br />

alsalar bile, nasıl<br />

kaçabilirler ki?


n Dünya ortalamasında kısa<br />

film yarışmalarında en çok ödül<br />

kazanan eserlerin süreleri 7<br />

dakikadır. Ancak, Türkiye’deki<br />

kısa filmcilerin çoğu ideal kısa<br />

film süresinin 7-10 dakika<br />

olduğunu bilmesine rağmen<br />

buna uymayı tercih etmiyor. Süre<br />

konusunda 15 dakikanın altında<br />

akıllıca kotarılmış işler görmek<br />

pek mümkün değil. Daha çok<br />

15 dakika ve üstü, çoğu zaman<br />

ortalama 20 dakika, ara<br />

sıra da 25-30 dakikalık işlerle<br />

karşılaşıyoruz festivallerde ve<br />

katıldığımız yarışma jürilerinde.<br />

Son olarak Kasım ayında 23.sü<br />

düzenlenen ve Türkiye’nin en<br />

köklü kısa film festivali/yarışması<br />

olan İstanbul Uluslararası Kısa<br />

Film Festivali’nde jüri üyeliği<br />

yaptım. Hilmi Etikan’ın büyük<br />

bir özveriyle uzun yıllardır<br />

gerçekleştirdiği festivalin diğer<br />

jüri üyeleri arasında yönetmen<br />

Selim Güneş, sinema yazarı<br />

Banu Bozdemir, görüntü yönetmeni<br />

Feza Çaldıran, oyuncu<br />

Devin Özgür Çınar, yönetmen<br />

Mehmet Güleryüz, televizyon<br />

yapımcısı Binnur Feyizli, belgeselci<br />

Yasin Ali Türkeri vardı.<br />

İlk beş ismin kurmaca dalında<br />

değerlendirmede bulunduğu<br />

ortalama 250 filmin arasından<br />

28 tanesi gösterime hak<br />

kazandı. Açıkça söylemek gerekirse<br />

ilk kez fazla tartışmaların<br />

olmadığı bir jüriydi. Jürinin büyük<br />

çoğunluğu sonuçlarda hemfikirdi.<br />

Buradan yola çıkarak 2010-2011<br />

dönemi içerisinde Türkiye’de<br />

çekilen kısa filmler hakkında<br />

gözlemlerimi aktarmak istiyorum.<br />

Tabi bunu yaparken film<br />

isimleri kullanıp o filmleri çeken<br />

arkadaşları üzmek istemem.<br />

Dolayısıyla da sadece benim<br />

değil, diğer jüri üyelerinin de<br />

ortak kanılarını aktararak genel<br />

gözlemler sunacağım, daha iyiye<br />

hep beraber ulaşmak adına…<br />

Öncelikle yazımızın başlığında<br />

da olduğu gibi teknoloji konusunu<br />

açmakta yarar var. Zira 2000’lerin<br />

başına dek kısa film çekmek<br />

için zor bela kamera, ışık..vs. gibi<br />

teknik imkanlar bulan yönetmenler,<br />

şimdilerde ise, neredeyse 35<br />

mm tadında görüntüler sunan<br />

kameralar (ve hatta fotoğraf makineleri),<br />

eskisine nazaran daha<br />

portatif ve güçlü ışıklar, daha<br />

ucuz ses ekipmanları…vs. bulabiliyorlar.<br />

Peki ya sonuçlar? %80’i<br />

yetersiz… 30-40 yıldan bahsetmiyorum,<br />

sadece 10 yıl öncesindeki<br />

imkanların yanında ne büyük<br />

avantajlarının olduğunu bile bilmiyorlar.<br />

Edindikleri son model HD<br />

kameraları nereye koyacaklarına<br />

bir türlü karar veremeyen ve<br />

ağırlıkla standart dışına çıkmaktan<br />

korkan yönetmenler, hikayelerini ifade<br />

etmekte de yetersiz kalıyorlar.<br />

Kapalı mekanlarda ışıklandırma<br />

yaparken ya aşırıya kaçan (patlak<br />

diye tabir ettiğimiz) resimler ya da<br />

utanmasa grenlenecek! derece


karanlık görüntüler elde ediyorlar.<br />

Sese ise hiç girmeyelim… Ortam<br />

sesi almaktan ve bunu kullanmaktan<br />

bile aciz yönetmenlerin<br />

varlığı bizleri hayli şaşırtıyor.<br />

Gelelim biraz da filmlerin cast<br />

durumlarına. Eskisine nazaran<br />

daha az görülse de, eş dost<br />

akrabayı oynatma garipliği<br />

halen devam etmekte. Amatör<br />

oyuncuların varlığı bile filmi<br />

1-0 mağlup başlatıyor. Hele ki,<br />

normalde 35-40 yaşlarındaki<br />

şahısların canlandırması gereken<br />

rolleri, hala 20-25 yaş<br />

grubundakilerin canlandırdığını<br />

görünce dumur oluyoruz. Özellikle<br />

son yıllarda gözlenen (ve<br />

aslında zaten olması gereken)<br />

olumlu bir gelişme bile bazı<br />

filmlerin başarısını arttıramıyor<br />

maalesef; profesyonel oyuncu<br />

kullanmak… Çoğu konservatuar<br />

kökenli ünlü oyuncuların rol<br />

aldığı filmlere büyük umutlarla<br />

izlemeye girişip, ‘bu da mı gol<br />

değil be!’ düşünceleriyle baş<br />

başa kalmak bir hayli umut kırıcı<br />

oluyor. Zira genç yönetmenlerimiz<br />

bir şekilde filmlerinde<br />

oynamaya ikna ettikleri söz<br />

konusu isimleri yönetemeyince,<br />

onlara istedikleri doğrultuda rol<br />

veremeyince, sonuç hüsranla<br />

noktalanıyor. Çoğunlukla da<br />

bu kötü deneyimle karşılaşan<br />

oyuncu, bir sonraki kısa film<br />

teklifine oldukça temkinle<br />

yaklaşıyor. Bu durumu artıya<br />

çevirmek için sanırım çok daha<br />

iyi hazırlanmış bir set ve oyuncuyla<br />

baş başa uzun bir prova<br />

gerekiyor.<br />

Kısa filmin özü, parlak fikri en<br />

kısa yoldan yine parlak bir finale<br />

taşımaktır. Senaryo konusunda<br />

özgün işler çıkmıyor değil ancak<br />

yine bunların çoğu parlak<br />

fikirlerini hedefe ulaştıramıyorlar.<br />

Bir kısa filme yakışmayacak<br />

şekilde uzun ve ağdalı bir<br />

anlatım süreciyle örülen filmler,<br />

özgün fikirlerini de bu sayede<br />

kurban ediyorlar. Özene bezene<br />

çektikleri ama montajda<br />

atmaya bir türlü kıyamadıkları<br />

sahneler, filmlerinin de katili<br />

oluyor çoğunlukla. Yeri gelmişken<br />

rahatsız olunan bir durumu da<br />

dile getirmem gerek. Çoğu filmin<br />

başında<br />

-inanması<br />

güç bir şekilde- sanki bir uzun<br />

metraja başlıyor edasıyla jenerik<br />

mevcut. Oyuncuların adı,<br />

yönetmenin adı ve işi daha da<br />

ileri götürenlerde sesçisinden,<br />

ışıkçısına tüm ekibin adı yer<br />

alıyor. Hayretle izliyoruz…<br />

Tüm bu amatörlüklerin, aceleye<br />

getirmelerin kanımca iki sebebi<br />

var. Bu filmleri üretenlerin<br />

büyük bir çoğunluğu Sinema-<br />

Tv öğrencileri. Dolayısıyla da<br />

okudukları okullarda, hocaların<br />

verdikleri ödevler, ders geçme ya<br />

da bitirme projeleri (ki bunların<br />

en büyük amacı sinema yapmayı


öğretmektir/öğrenmektir) olarak çekilen eserler<br />

festivallere/yarışmalara gönderilince işler<br />

karışıyor. Çekiliş amacıyla ulaşılmak istenen<br />

amaç birbirinden fersah fersah uzakta. Hal<br />

böyleyken ödüle ulaşmak ya da beğeni toplamak<br />

ya da en azından festival seçkisine girmek<br />

oldukça zorlaşıyor. Nasıl olsa ders için bir kısa<br />

film çekmiştim, bunu neden bir yarışmaya göndermeyim<br />

ki? düşüncesi öğrenci arkadaşların<br />

en büyük yanılgısı. Bu arkadaşlar, böyle bir işe<br />

kalkışacaklarsa da, en azından filmi yeniden<br />

kurgulayıp, fazlalıkları atsınlar derim. Diğer<br />

önemli sebep de bu tarz noksan kısa film üreten<br />

arkadaşların amacının, kısa filmi bir sıçrama/<br />

öğrenme tahtası olarak görmesi. Uzun metraja,<br />

diziye, klipe, televizyona, reklama bir basamak<br />

olarak görmek ve bu doğrultuda antrenmanlar<br />

yapmak elbette ki yanlış değil. Yanlış olan, bu<br />

tarz çalışmalarla festivallerden olumlu sonuçlar<br />

elde edilebileceğini düşünmek. Zira zamanında<br />

yaptıkları işlerle her festivale damgasını vuran<br />

isimlerin çoğunun sektör içinde (Akademisyen,<br />

reklamcı, televizyoncu…vs.) yitip gittiğine şahit<br />

oluyoruz. (Sözüm yanlış anlaşılmasın, bu kayıplar<br />

kısa filmcilik adına kötü gelişmeler sadece…)<br />

Uzun lafın kısası, kısa film, kendine has<br />

bir felsefesi olan, özveri isteyen, kesinlikle baştan<br />

savma bir çalışma sistemini hak etmeyen bir<br />

sanat ürünüdür. Bu noktalara dikkat eden kısa<br />

filmci arkadaşların bu doğrultuda bir yaklaşımla<br />

çok daha iyi sonuçlar elde edebileceği ise aşikar.<br />

Tıpkı dünyada olduğu gibi…


ZEYNEP USLU<br />

n <strong>Cinedergi</strong>’ye yazmaya başladığımdan<br />

beri aklımda hep bir öğretmen filmleri<br />

dosyası oldu ama kasım ayı, öğretmenler<br />

günü dolayısıyla bu yazı için en uygun<br />

zamandı. Derginin sıkışıklığından dolayı<br />

bu dosyayı Aralık’a kaydırmak zorunda<br />

kaldık. Geç olsun güç olmasın diyelim<br />

ve dosyamıza geçelim. Öğretmenlerin<br />

hayatımızda ne kadar büyük bir etkisi<br />

olduğunu, tercihlerimizi, beğenilerimizi ve<br />

hatta ileride seçeceğimiz mesleği tetikleyen<br />

hayati unsurlar olduğunu fark etmeyiz<br />

çoğu zaman. Çoğumuzun, asla hatırlamak<br />

istemeyeceği öğretmen figürleri kadar, bir<br />

o kadar unutulmaz olan emektar, idealist<br />

öğretmen figürleri vardır. Belki de onları<br />

unutulmaz kılan, çağın ihtiyaçlarını her<br />

zaman bir adım geriden takip eden eğitim<br />

sisteminde, bir adım önde olma cesaretini<br />

göstermeleridir. Dahası, bugünkü modern<br />

eğitim anlayışındaki pek çok yeniliğin<br />

bile öğretmenlerin tek tek mücadeleleri<br />

ve ödedikleri bedeller karşılığı olmasıdır.<br />

“Ölü Ozanlar Derneği”ni bir sinema<br />

klasiği yapan, öğrencilerine ulaşmak<br />

için okul idaresi ve aileler de dahil olmak<br />

üzere bütün sınırları zorlayan pek çok<br />

gerçek öğretmen hikayesinden biri olma<br />

özelliğini taşımasıdır. Hababam Sınıfı,<br />

bizi güldüren sahneleri kadar Mahmut<br />

Hoca’nın tatlı sert mizacının ardında<br />

öğrencilerine olan koşulsuz sevgisiyle<br />

hafızalarımıza kazınır. İdealist öğretmen<br />

filmleri, konu itibariyle birbirine benzer<br />

görünse de, ortak çaba ve özverinin<br />

benzerliğidir bu. Gerçek olamayacak kadar<br />

idealist bu karakterler, kuşkusuz her<br />

insan gibi zaaflar taşırlar ve filmlerde onlara<br />

eşlik eden, sisteme uyumlu, duyarsız,<br />

kimi zaman öğrenci düşmanı diğer<br />

meslektaşları (bu da başka bir dosyanın<br />

konusudur) kadar gerçektirler.


İki Dil Bir Bavul / 2009<br />

İki Dil Bir Bavul, öğretmenliğe başladığı yıl,<br />

Doğu Anadolu’da bir Kürt köyüne atanan Türk<br />

bir öğretmenin karşılaştığı zorlukları ortaya koyan<br />

bir belgesel çalışma. Türkçe bilmeyen çocuklar,<br />

zor hayat şartları ve gurbet, yeni öğretmenin<br />

sabrını ve azmini sınayan herşey kameraya onun<br />

gözünden yansıyor. Orhan Eskiköy ve Özgür<br />

Doğan’ın yönetmenliği üstlendiği film, özellikle<br />

gönüllü bir öğretmen ve gönüllü bir köyün<br />

rızasıyla çekilmiş gerçek zamanlı bir belgesel<br />

olma özelliğiyle öne çıkıyor.<br />

Öğretmen / 1988<br />

Yönetmenliğini Kartal Tibet’in<br />

yaptığı filmde, Kemal Sunal, Hüsnü<br />

öğretmeni canlandırıyor. Hüsnü<br />

Öğretmen, idealist öğretmen motifine<br />

oldukça aşina olan sinemamızın<br />

dramatik karakterlerinden biri.<br />

Oldukça başarılı bir öğretmen olan<br />

Hüsnü öğretmen, ödüllendirilerek<br />

İstanbul’a atanır. Büyük hayallerle<br />

İstanbul’a göçen öğretmen ve ailesi<br />

daha ilk gün geçim sıkıntısıyla<br />

yüzleşir. Bir yandan okulda<br />

öğrencileriyle ilgilenmeye çalışan<br />

Hüsnü öğretmen, diğer yandan<br />

ailesini geçindirmek için işportacılık<br />

yapmak zorunda kalacaktır.<br />

Öğrencilerinin sevgisi ve desteğine<br />

rağmen, bu zor yaşam koşullarıyla<br />

baş etmek mümkün değildir.<br />

Koro ( Les Choristes) / 2004<br />

Koro, bir yetimhanede öğretmenlik<br />

yapmaya başlayan Clement<br />

Mathieu’nun buradaki asi ve gözden<br />

çıkarılmış öğrencilere ulaşmak<br />

için müziği kullanarak bir koro<br />

kurmasının hikayesi. Yine bir Fransız<br />

filmi olan 1946 yapımı “Bülbül<br />

Yuvası” filminin yeniden çevrimi olan<br />

film, müzik ve ses dallarında pek<br />

çok ödül almıştı. Koro’da dikkatimizi<br />

çeken özellik öğretiminimizin bir<br />

kahramandan çok sistemin akıl<br />

dışılığına karşı kendiliğinden bir<br />

çaba gösteren sıradan bir karakter<br />

olması.<br />

Karatahta ( Takhte Siah) / 2000<br />

Karatahta, Samira Makhmalbaf’ın<br />

henüz yirmi yaşında çektiği bir İran<br />

filmi. Halepçe katliamının hemen<br />

ardından yaşanan göç ortamında<br />

sırtlarında kara tahta köy köy<br />

dolaşan ancak ders verecek öğrenci<br />

bile bulamayan öğretmenler. Eğitim<br />

teferruatlaştığı bir ortamda çocuk<br />

işçiler. Makhmalbaf, oturuduğumuz<br />

yerden “eğitim şart” diyerek<br />

kurduğumuz buyurgan denklemi<br />

savaş ortamının parametreleriyle<br />

tersinden kurup suratımıza çarpıyor<br />

bu filminde.


Sınıf (Entre Les<br />

Murs) / 2008<br />

Fransız banliyölerinden<br />

birinde, farklı<br />

etnik köken ve<br />

inançtan gençlerin<br />

okuduğu<br />

bir okulda<br />

öğretmenlik yapan<br />

François ve<br />

sınıf öğretmeni<br />

olduğu sınıfla<br />

yaşadığı<br />

problemlerin<br />

anlatıldığı film, bir belgesel tadında,<br />

oldukça doğal ve sınırları zorlayıcı bir<br />

gerçekçiliğe sahip. . François, kimi zaman<br />

öfkesine yenilse, bazen çaresiz<br />

kalsa da öğrencilerine yardım etmek<br />

için çırpınıyor. Neredeyse tamamı, sınıf<br />

ortamında geçen film, dört duvar arasında<br />

Fransa’nın bir portresini çiziyor, ülkenin<br />

gerçeklerini ve çatışmalarını, sömürge<br />

sisteminin sonuçlarına varana kadar<br />

bir sınıfın ve okulun duvarları içinde<br />

tartışıyor.<br />

Özgürlük Yazarları<br />

( Freedom Writers) / 2007<br />

Öğretmenliğe yeni başlayan Erin Gruwell,<br />

büyük çoğunluğu çete mensubu<br />

olan gençlerin doluştuğu bir sınıfta<br />

öğretmenliğe başlar. İdealist bir babanın<br />

idealist kızı olan Gruwell’in hikayesini<br />

özgün kılan, öğrencilerin yaşamlarına dair<br />

verdiği ayrıntılar ve onların birbirlerine olan<br />

düşmanlıklarına karşı savaş açması. Siyahın<br />

çekik gözlüye, Latinin siyaha ve tabi herkesin<br />

beyaza düşman olduğu sınıfta, tarihin en<br />

büyük soykırımı ve sonuçları üzerinden empati<br />

sağlayan Gruwell’in otobiyografik kitabından<br />

uyarlanan filme adını veren Özgürlük Yazarları<br />

bir akım olarak pek çok okula yayılmış ve pek<br />

çok öğrenciye ulaşmış.<br />

Sakıncalı Düşünceler<br />

(Dangerous Minds) /<br />

1995<br />

Bu kez Michelle<br />

Pfeiffer’i iflah olmaz<br />

siyahi ve göçmen<br />

öğrencilere ulaşmaya<br />

çalışan öğretmen rolunde<br />

izlediğimiz film,<br />

idealist öğretmen<br />

filmlerinin öncülü<br />

sayılabilir. Bir kenar mahalle<br />

okulunda sorunlu<br />

öğrencilerin olduğu bir<br />

sınıfta öğretmenliğe<br />

başlayan Louanne Johnson, klasik yöntemlerin<br />

işe yaramadığını görecek ve kendi yöntemlerini<br />

üretmek zorunda kalacaktır.<br />

Muhteşem Munazaracılar (The Great Debaters) /<br />

2007<br />

Denzel Washington’un yönetmenliğini ve prof.<br />

Tolson rolünü üstlendiği film, yine gerçek bir<br />

öğretmen hikayesinden uyarlama. 1935 yılında,<br />

siyahların görece özgürlüklerine kavuşmaya<br />

başladığı bir<br />

dönemde, siyahi<br />

öğrencilerden<br />

oluşmuş bir<br />

grubu ülkenin<br />

en iyi münazara<br />

takımlarından<br />

biri haline getiren<br />

Prof. Tomson’un<br />

hikayesi, dönemin<br />

can alıcı gerçekleri<br />

ve siyahi<br />

öğrencilerin kendilerini<br />

ispat etme<br />

öyküleriyle iç içe<br />

ele alınıyor.


Musallat 2 cinlerin musallat olduğu insanların korkunç<br />

hikayesini anlatıyor. Filmin yönetmeni Alper Mestçi ve yapımcısı<br />

Banu Akdeniz cinlere inandıklarını söylediler…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Musallat 2 filmi vizyona girdi. Cinlerin insanlara musallat<br />

olmasından yola çıkan filmin yönetmeni Alper Mestçi ve<br />

korku filmlerinin güzel yapımcısı Banu Akdeniz sorularımızı<br />

cevapladı. Cinlere inandığını söyleyen ikili filmin oyuncularını<br />

ararken tanınmamış isimlerle çalıştıklarını söylediler. Kıvanç<br />

Tatlıtuğ gelse “Bedava oynayacağım” dese kabul etmem diyen<br />

ikili Tatlıtuğ ile romantik komedi çekilebilir dediler…<br />

İlk filmin ardından dört yıl ara vermenizin sebebi nedir?<br />

Alper Mestçi: Üç yıldır yapımcımız Banu (Akdeniz) çekelim<br />

diye söylüyor ama hep proje aşamasında kaldı. Bu sene iyice<br />

gaza getirdi beni.<br />

Banu Akdeniz: Aslında gaza getirdi değil. Ben Trabzonluyum<br />

ve Trabzon’a gittim. Uzun zamandan beri de Musallat 2’yi<br />

çekmeyi çok istiyordum. İlk filmden iki yıl sonra çekmek gibi<br />

bir isteğim vardı. Trabzon’da yaşlı bir kadından gerçek bir<br />

hikaye dinledim ve o hikaye beni çok etkiledi. O gece zaten<br />

uyuyamadım. Sonra Alper’i aradım dinlediklerimi anlattım.<br />

Alper de hikâyeyi beğendi. Oturdu senaryosunu yazdı. Zaten<br />

Alper’e inanılmaz güveniyorum. Montaja bile gitmedim. Her<br />

şeyi Alper’e teslim ettim. Gerçek bir hikayeyi yansıttık, büyülerle<br />

ilgili yapılan araştırmalara baktık. O şekilde oluşturduk<br />

filmimizi.<br />

Alper Mestçi: Filmin ismine gelirsek… Musallat bir durum belirtiyor.<br />

Her şeyi kapsayan güzel bir isim bulduk aslında. Cinlerin<br />

insanlara musallat olması kullanılan bir kavram. Filmde<br />

de aynı durum söz konusu. Biz cinlerin musallat olmasıyla<br />

ilgili yapacağımız her filme Musallat ismini koymaya devam<br />

edeceğiz. İlk filmde de bir musallat olma durumu vardı. Bu<br />

filmde de var. Bu yüzden film Musallat 2 olarak geçiyor.<br />

Fal baktırmayı filmin yapımcısı, yönetmeni, senaristi olarak<br />

yanlış mı buluyorsunuz?<br />

Alper Mestçi: Ben neticede fal baktıran birisi değilim. Öyle<br />

bir düşüncem yok. Oradaki sorun fal değil. Fal baktırmak<br />

daha masumane duruyor. Fala inanıyorsan büyücüye de<br />

gidebiliyorsun demektir. Bir falcıya gittiğinde “Bak bu dediği<br />

çıktı” diye düşünüyorsan o kadın sana “Gel büyü yapalım”<br />

dediğinde yaptırırsın.


Banu Akdeniz: Bir de her ne kadar,<br />

ben fala baktırıyorum ama<br />

inanmıyorum diyorsa da insanlar,<br />

tartışmasız falın etkisinde kalıyorlar.<br />

İlk basamak fal baktırmak, ikinci<br />

basamak hocaya gitmek, üçüncü<br />

basamak ise büyü.<br />

Alper Mestçi: Bir de korkunç olan<br />

bence büyünün yapılması değil,<br />

buna inanan insanların olması.<br />

Büyü yaptırırsın, işler veya işlemez.<br />

Ben büyücüyüm diyenlerin birçoğu<br />

sahtekâr zaten.<br />

Yurt dışında korku filmleri Kiliseler<br />

Birliği tarafından dini propaganda<br />

amacıyla kullanılır. Sizin filminizin<br />

Diyanet’le bir ilişkisi oldu mu?<br />

Banu Akdeniz: Direk Diyanet’le<br />

değil de İlahiyat Fakültesi’ndeki<br />

hocalarla görüştük. Musallat 2’yi<br />

inanılmaz desteklediler. Biz Alper’le<br />

çok ciddi bir şaşkınlık içerisinde<br />

kaldık. Adapazarı’nda bir beyefendiyle<br />

cinlerle ilgili görüştük.<br />

İsmini vermemizi istemedi. Yoksa<br />

ben finalde ona teşekkür edecektim.<br />

Bize çok katkısı oldu. Vermek<br />

istediğimiz mesaj onu çok mutlu<br />

etti. Bize birçok şey anlattı. Filmin<br />

açılış sahnesinde cinleri kullanarak<br />

bir define bulma olayı var. Hocayla<br />

biz bunu konuştuk. Cinleri kullanarak<br />

define aramaya çıkan insanlar<br />

özellikle de Anadolu’da bulunuyor.<br />

Bakara suresinde büyünün ne<br />

kadar kötü bir şey olduğunu anlatan<br />

bir ayet olduğunu söyledi ve filmin<br />

sonunda bunu koymamızı rica etti.<br />

Alper’e de mantıklı geldi, kafasına<br />

yattı. Kendisini de kırmak istemedik<br />

ve doğru bir şeye karar verdik.<br />

O beyefendi bize inanılmaz şeyler<br />

anlattı. Örneğin Mozart da cinleri<br />

kullanarak bazı bilgiler ediniyormuş.<br />

Bu dinlediklerimiz arasında en basit<br />

örnek.<br />

Bunlara inanıyor musunuz?<br />

Alper Mestçi: Valla ben bilinmeyen<br />

varlıklara inanıyorum. İsmini çok<br />

net koyamıyorum. Her kültürde bu<br />

değişiyor. İnsandan daha tuhaf bir şey<br />

yok. İnsan varsa her şey vardır diye<br />

bakıyorum ben olaya. Kişisel olarak<br />

cin, hayalet demiyorum ama bilinmeyen<br />

şeylerin var olduğuna inanıyorum.<br />

Bu bir tezat oluşturmuyor mu? Kuran-ı<br />

Kerim; bunlar günahtır bunlara<br />

inanmayın diyor. Bir akademisyen<br />

bunların olduğunu söylüyor.<br />

Alper Mestçi: Akademisyen inanmayın<br />

demiyor. Yaptırmayın diyor. Fala<br />

büyüye inanmayın derken, bunların<br />

olduğunu ama günah olduğunu<br />

söylüyor. Kur’an-ı Kerim’de de sihir<br />

olarak bahsediliyor. Sihir zaten<br />

İslam’ın kabul ettiği bir şey. Bu kitaba<br />

inanıyorsanız, buna da inanmak<br />

zorundasınız. Cinler de Kuran’da<br />

geçen bir şey. Hz Muhammed’in<br />

söylediği şey “Büyüye, fala<br />

inanıyorsanız bu kitaba inanmayın” ki<br />

bence bu söz çok ağır.<br />

Banu Akdeniz: Büyü tek başına bir<br />

büyücü tarafından değil cinlerden<br />

destek alınarak yapılır. Ben cinlerin<br />

varlığına, Kuran- ı Kerim’e, Allah’a,<br />

Peygamber Efendimize inanıyorum<br />

ve hep şunu söylüyorum “Allah’ım<br />

kötü insanlarla karşılaştırma.” Bu çok<br />

önemli bir şey. Gerçekten kötü niyete<br />

ve cinlere sahip bir hoca hayatınızı<br />

bitirebilir. Büyücüler ve hocalar, cinlerin<br />

desteğini almadan asla büyü<br />

yapamazlar.<br />

Alper Mestçi: Bir yardım alınıyor<br />

sonuçta. Aslında o büyülerde de<br />

birilerine sesleniliyor. Varlıktan yardım<br />

alınıyor. En azından İslam dinindeki<br />

büyülerde bu böyle. Vudu büyüsünde,<br />

Hıristiyanlıkta yapılan büyülerde<br />

de hayaletler, ruhlar var. Sonuçta<br />

kullanılan bir varlık her zaman var.<br />

Etik olarak bu söyledikleriniz nereye<br />

kadar doğru?<br />

Alper Mestçi: Sinema da etik olarak<br />

hiç doğru olmadı. Bir film ne kadar


gerçekse, seyirciye o kadar<br />

geçtiği için sinemanın kendisinde<br />

etik olarak bir sorun var. Sinema<br />

kurmaca bir şey. Dolayısıyla o<br />

sinema içinde bütün teknikleri<br />

kullanmak mubahtır. Bunu<br />

kullandığınız zaman, hakikaten<br />

gerçek bir hikayeyi nasıl<br />

kullanacağız diye düşünülüyor<br />

ama bence gerçek bir hikaye<br />

belgesel niteliğindedir. Gerçek<br />

bir hikayenin sinemada işi<br />

yoktur. Şu anda Hollywood’da<br />

korku filmlerinin yüzde 99’unda<br />

gerçekliği daha da artırmak için<br />

“Gerçek hikayeden uyarlamadır”<br />

yazıyor. İçinde hayal gücü tabii<br />

ki olacak. Biz de bir hikâyeden<br />

yola çıktık. Banu’ya anlatılan<br />

hikaye ne kadar gerçekse, bizim<br />

filmimiz de o kadar gerçek.<br />

Anlatılan, yaşanmış bir şey var.<br />

Siz seyirci olarak da buna inanmak<br />

zorundasınız. Filmi gerçek<br />

bir hikaye olarak seyrediyorsan,<br />

öyle seyretmek istiyorsan buna<br />

inanmak zorundasın. Fantezi var<br />

mı? Tabii ki var. Bizim filmimizde<br />

gerçek bir hikayedir yazmıyor.<br />

Biz bunu sağlamak için gerçek<br />

fotoğraflar kullandık. Gerçek bir<br />

hikayeden uyarlamadır yazısı<br />

artık bana inandırıcı gelmiyor.<br />

Türkiye’de dizi ekonomisinin<br />

sinema ekonomisinden çok daha<br />

kuvvetli olması bir şans mı?<br />

Banu Akdeniz: Dizide para<br />

kaybetme olasılığı olmadığı<br />

için oraya yükleniliyor. Sinema<br />

biraz daha az gelişiyor. Ama<br />

yeni jenerasyon yapımcılar<br />

inanılmaz yürekli ve gerçekten<br />

para harcıyorlar. Ben ne kadar<br />

para harcanırsa kalite o kadar<br />

artar diye düşünüyorum. İzleyici<br />

de artık bilinçlendiği için ona<br />

göre gidiyor sinemalara. Körü<br />

körüne sinemaya giden yok artık.<br />

Örneğin Dabbe 3 girse yapacağı<br />

gişe 50 bini geçmez.<br />

Kastı nasıl ayarladınız?<br />

Banu Akdeniz: Musallat için özellikle<br />

fazla tanınmamış oyuncuları<br />

tercih ettik. Çünkü korku filmi<br />

olduğu için inandırıcılığını kaybetmemesi<br />

gerekiyordu. Bizimki<br />

tamamen bir stratejiydi. Ben<br />

Türkü’yü bayağı düşündüm. Çünkü<br />

tanınmamış bir oyuncu değil.<br />

Sonra zararlı olmadığını düşündük<br />

ve Türkü’de karar kıldık. İyi ki de<br />

kılmışız. İnanılmaz kolay çalıştık hiç<br />

zorlanmadık, harika bir iş çıkardı.<br />

Zaten Musallat 2’de oynayan herkes<br />

(Tülay Bursa dışında) deli<br />

gibi korku filmi izleyicisi. Teklif<br />

götürdüğümüzde inanılmaz mutlu<br />

oldular, hiç düşünmeden evet<br />

dediler. Hiç biriyle oturup da para<br />

pazarlığı yapmadık. Herkes çok<br />

netti. “Biz Musallat 2’de olmalıyız”<br />

diye düşünüyorlardı. Bu bile benim<br />

için çok büyük mutluluk verici bir<br />

şey.<br />

Korku filminde oynamış oyuncu çok<br />

azdır. Yönetmen olarak istediğiniz<br />

sonucu alabildiniz mi?<br />

Banu Akdeniz: Kıvanç Tatlıtuğ’u bir<br />

korku filminde izleseniz ne kadar<br />

etkili olur ki. Ama tanımadığımız<br />

bir oyuncu izlediğimizde etki daha<br />

farklı olur. Bu da ayrı bir strateji.<br />

Alper Mestçi: Mesela beş genç dağ<br />

evine giderler, orada bir katil vardır.<br />

Kıvanç’la bu tarz bir gençlik korku<br />

filmi olabilir. Ama dini konulu bir film<br />

asla olmaz.<br />

Banu Akdeniz: İnsanlar sinema<br />

filminde Kıvanç’ı oynatmak için<br />

taklalar atıyorlar, bu çok net bir<br />

durum. Kıvanç gelip bize, ben para<br />

almadan Musallat 2’de oynamak istiyorum<br />

dese ben kabul etmezdim.<br />

Ama bir romantik komedi filmi çekecek<br />

olsam ilk gideceğim adamlardan<br />

biri de Kıvanç’tır.


Yüzündeki<br />

çizgilere rağmen<br />

kendine<br />

güvenini<br />

kaybetmeyen,<br />

güçlü kadın<br />

imajının en iyi<br />

örneklerinden<br />

Robin Wright<br />

bu ay Kazanma<br />

Sanatı ile<br />

beyazperdeye<br />

konuk olacak...


SERDAR AKBIYIK<br />

n Robin Wright’ı bütün dünya Forrest<br />

Gump’la tanıdı. Zaten kariyerindeki<br />

en büyük başarısını da bu<br />

filmdeki Jenny rolüyle elde etti ve<br />

Altın Küre’ye aday gösterildi.<br />

Robin Virginia Gayle Wright,<br />

1966’da Dallas-Texas’ta dünyaya<br />

geldi ve 14 yaşında modellik kariyerine<br />

başladı. Liseden sonra<br />

çıktığı Avrupa turundan ABD’ye<br />

dönüşünde oyunculuk üzerine<br />

yoğunlaştı. 1984’ten 1988’e kadar<br />

Santa Barbara dizisinde rol aldı ve<br />

üç kez Emmy’ye aday gösterildi.<br />

1986 yılında evlendiği Santa Barbara<br />

oyuncularından Dane Witherspoon<br />

ile 1988 yılında ayrıldı.<br />

Televizyonun yanısıra film<br />

dünyasına da adım atarak 1987’de<br />

başrollerinde Peter Falk ve Billy<br />

Crystal’in yer aldığı Rob Reiner’in<br />

The Princess Bride filminde<br />

oynadı.<br />

1990 yılında State of Grace filminin<br />

çekimlerinde tanıştığı ünlü aktör<br />

Sean Penn’le iki çocuğu olduktan<br />

bir kaç yıl sonra 1996 yılında evlendiler.<br />

2010 yılında ayrılana kadar<br />

Robin Wright, eşinin soyadını<br />

da taşıdı.<br />

Genelde yanlış anlaşılmış ve<br />

boşanmış kadınları canlandırdığı<br />

filmleriyle tanınan Robin Wright<br />

kendisine yapılan bir çok film<br />

teklifini geri çevirmesiyle de bilinir.<br />

Aralarında Robin Hood, Batman<br />

Forever’in de bulunduğu 20 kadar<br />

rolü reddetmiştir.


BANU BOZDEMİR<br />

n 5 Ekim 1967, İngiltere doğumlu<br />

Guy Pearce herhalde hepimizin<br />

aklında Momento / Akıl Defteri’yle<br />

yer etti.<br />

Bir başka özelliği de farklı rolleri<br />

canlandırmadaki ustalığı! İlk olarak<br />

adını bir travestiyi canlandırdığı<br />

“The Adventures of Priscilla,<br />

Queen of the Desert / Çöller<br />

Kraliçesi Priscilla ile duyurdu.<br />

Vizyona girdiği zaman gişeleri alt<br />

üst eden bu film, Avustralya film<br />

tarihinin en iyi 10 filmi arasında<br />

gösterildi ve bir Oscar, iki Altın<br />

Küre, iki BAFTA ve sayısız AFI<br />

Ödülü adaylığı aldı.<br />

Oynadığı farklı karakterlerden biri<br />

de, yazının girişinde bahsettiğim<br />

gerilim filmi “Memento” da (Akıl<br />

Defteri) canlandırdığı hafıza<br />

kaybına uğramış bir adam olan<br />

Leonard Shelby karakteridir.<br />

Ayrıca senaryosunu Nick Cave’in<br />

yazdığı IF Ödüllü film “The Proposition<br />

/ Kanlı Teklif ” filmidir.<br />

Aslında film kötüydü ama Pearce<br />

iyi iş çıkarmıştı bu filmde.<br />

Jean-Jacques Annaud tarafından<br />

çekilen Two Brothers, yazar Alexandre<br />

Dumas’ın romanından<br />

uyarlanan yüksek bütçeli film “The<br />

Count of Monte Cristo” (Monte<br />

Cristo Kontu), Edie Sedgwick’in,<br />

hayatını anlatan Edie, Zoraki Kral,<br />

Öldüren Cazibe adlı filmlerde de<br />

rol alan oyuncu bu ay İntikamın<br />

Bedeli filminde Nicolas Cage ile<br />

oynayacak…


‘Komedi Dükkanı’ ile sıkı bir hayran kitlesi edinen ekranın komiği Tolga<br />

Çevik, bu kez şansını beyazperdede deniyor. İlk sinema filminde<br />

Çevik’in rol arkadaşlarından biri de Pelin Körmükçü.<br />

NİL ÖZER<br />

n ÜYapımcılığını BKM’in üstlendiği,<br />

yönetmenliğini Ozan Açıktan’ın, senaryosunu<br />

ve başrolünde Tolga Çevik, Köksal Engür, Pelin<br />

Körmükçü, Toprak Sergen ve Zeynep Özder’in<br />

rol aldığı ‘Sen Kimsin’ in çekimlerini tamamladı.<br />

Filmde, Tekin adında bir dedektifi canlandıran<br />

Tolga Çevik ‘Hakikaten çok komik oldu, yapacak<br />

bir şey yok’ dedi.<br />

Hayalinize kavuştunuz mu?<br />

Ya galiba öyle oldu. Biz çok eğlendik. Sonuçları<br />

yönetmenimiz Ozan (Açıktan) haber veriyor<br />

‘’Tam istediğin gibi’’ diyor. Galiba çok az kaldı<br />

gerçekleşmesine. Seyirci yıllarca beklediğimiz<br />

komedi bu diyecek.<br />

Bize Tekin’den söz eder misiniz?<br />

Tekin tek başına kalmış bir tip. Bir de İsmail<br />

diye bir abisi var. Dedektif olduğunu düşünen<br />

bir gencimiz. Hayatta tek sıkıntısı bir şeyleri<br />

çözmek için kendi formülünü uygulamakta<br />

ısrarcı olması.<br />

Kadro nasıl oluştu?<br />

Komedi filminde kadro çok önemlidir. Ben,<br />

Necati Abi (Akpınar), yönetmenimiz ve senaristimizle<br />

karar verdik. Dramatik filmlerde konu<br />

önemlidir, kişiler değil. Ama komedide oyuncu<br />

emeği çok fazladır. Oyuncu arkadaşlarımızın tiyatro<br />

kökenli olmasına dikkat ettik. Çünkü oyuncunun<br />

hası oradan gelir. Ben “Çok güzel görünmeliyim”<br />

diyenle değil, “Anlatmak istediğimi<br />

çok güzel anlatmalıyım” diyenlerle çalışmaktan<br />

yanayım.<br />

Bu sezon iddialı Türk filmleri var...<br />

Biz çok iddalıyız. Bunu söyleyebilirim. Aylardır<br />

setteyiz, çevremle ilişkimi kestim. Önümüze<br />

yemek koyarlarsa ancak karnımızı doyurabilir<br />

haldeydik. Şimdi rahatladık, en kısa za-<br />

manda bu açığı kapayacağım. Önümüzdeki<br />

haftadan itibaren abilerimize, ablalarımıza vakit<br />

ayıracağım.<br />

Seyirci Behzat Ç. ve Recep İvedik’i pek sevdi,<br />

Tekin’i de bağrına basacak mı?<br />

Bağra basılacak bir adam yarattık. Tekin’i çok<br />

sevecekler, onda istedikleri her şey var. ‘’Ahh<br />

canım yazık, bunu alalım yanımıza’’ diyecekler.<br />

Hakikaten çok komik. Bakıyorum bakıyorum<br />

gerçekten çok komik. Yapacak bir şey yok.<br />

Peter Seller’in Pembe Panter’inden esinlenme<br />

var mı?<br />

Hayır, hayır asla yok. Ondan esinlenme olmasın<br />

diye elimden geleni yaptım. Pembe Panter çok<br />

ironik bir karakter, dedektif deyince insanın<br />

aklına o geliyor ama böyle düşünürsek dedektiflik<br />

üzerine bir şey yapamayız. Öyle görmek<br />

isteyeni engelleyemezsiniz ama matetematik<br />

olarak alakası yok.<br />

Başarılı olursa ‘Sen Kimsin’in devamı gelir mi?<br />

Böyle giderse olur. Ben de çok isterim. Bu<br />

konuda mütavazı olmayacağım çünkü eşim<br />

kızıyor.(Gülüyor)<br />

Televizyon sayfasını şimdilik kapattınız mı?<br />

Kesinlikle evet. Artık sinemada ve tiyatroda<br />

yüzmek istiyorum. Tek kişilik bir oyun,<br />

sonrasında büyük bir proje düşünüyorum.<br />

Kalabalık ve uğraştıracak bir iş.<br />

Pelin Körmükçü sizden ‘’Star olup starlığın<br />

farkında olmayan biri’’ diye söz ediyor...<br />

Ayy canım sağolsun. Starlığı sahnede yapma<br />

taraftarıyım, sokakta değil. Öyle havalı, havalı<br />

yürüyüşler bize göre değil. İşini yapıyorsa seyirci<br />

zaten sana star olduğunu gösterir. İlk önce<br />

aile babasıyım, sonra starsam evet starım. Bir<br />

araba aldım diye bu kelimeyi yakıştırıyorlar ama<br />

çalışıyorum da alıyorum değil mi?


n Dünya sinemasında her türden seyircinin en az 3-5<br />

filmine bayıldığı ender aktörlerden olan 55 yaşındaki<br />

Tom Hanks, birçok adaylığı, ödülleri ve de 2 Oscar’ı<br />

olan başarılı bir oyuncu. Kariyer konusunda Forrest<br />

gibi uzun soluklu koşarak birçok rakibini geride bırakan<br />

Hanks, Hollywood ormanında Chuck gibi hayatta kalmayı<br />

başardı. İlk bakışta utangaç gibi görünse de, konuştukça<br />

açılan, rahatladıkça coşan ünlü aktörün en büyük hobisi<br />

ise antika daktilo koleksiyonunu genişletmek. Rol<br />

aldığı her filminden genç oyuncuların büyük dersler<br />

çıkaracağını bilmek bile yetiyor bizlere…


İlk İzlenim: Sıradan, işini ve iş arkadaşlarını seven<br />

biri…<br />

Konuştukça: Hayat dolu, çalışkan, gözlemci…<br />

Artıları: Hayata tutunmak adına her yolu deneyen,<br />

mücadeleci bir ruhu var.<br />

Handikapları: Yok denecek kadar az…<br />

Yaşam Felsefesi: Ölmenin yeri ve zamanı değil!<br />

Hayattaki Düsturu: Kendin için değil, sevdiklerin<br />

için yaşa…<br />

Tanıyınca: Ansızın bir ıssız adaya düşen Chuck, tam<br />

bir survivor! Yalnızlık hissetmemek için bir toptan<br />

bile hayali arkadaş yaratacak kadar yaşamı seven<br />

biri. Issız bir adaya düşecek olursanız yanınıza<br />

almanız gereken 3 şeyden biri Chuck olmalı mutlaka.<br />

İlk İzlenim: Saf, sade, olağan.<br />

Konuştukça: İyi yürekli, aklı kıt ve tatminkar.<br />

Artıları: Çevresinde ondan daha hızlı koşan kimse<br />

yoktur.<br />

Handikapları: En büyük eksikliği IQ’su…<br />

Yaşam Felsefesi: Zeki biri değilim belki ama aşkın<br />

ne olduğunu iyi bilirim!<br />

Hayattaki Düsturu: Hayat bir kutu çikolata gibidir.<br />

Ne zaman bittiğini anlayamazsın bile…<br />

Tanıyınca: İyi yürekli kalbi, hız konusunda çevresindeki<br />

birçok insandan avantajlı ayakları ve aşka<br />

olan inancı, tüm eksiklerini örten bir perde gibi.<br />

Onunla tanışırsanız, ona sakın sokağın sonuna dek<br />

yarışalım mı demeyin. Kaybedersiniz…


n Muhalefet tarihinden dramatik bir<br />

hikaye daha beyaz perdeye aktarılıyor.<br />

Filmin yönetmenliğini Ömer Leventoğlu<br />

üstleniyor. Çekimleri 4 hafta sürecek<br />

olan filmde ana karakter Doktor Pınar’ı<br />

sinemanın genç yetenekleri arasında<br />

sayılan Ezgi Çelik oynuyor. Cannes’den<br />

ödüllü Nazmi Kırık’ın da Colombo lakaplı<br />

siyasi mahkumu oynadığı Mavi Ring’de;<br />

Kemal Ulusoy, Diyar Dersim, Giyasettin<br />

Şehir, Erdal Ceviz, Bilal Bulut, gibi<br />

oyuncular rol alıyor. Filmin asıl amacını<br />

ise “şiddetin ölçüsünden ziyade, insanın<br />

dayanabilme kapasitesine odaklanmak”<br />

diyen Leventoğlu, “Başlangıçta<br />

klasik ve sert bir hapishane hikâyesini<br />

andıran Mavi Ring’deki yolculuk, hiç bir<br />

şeyin göründüğü gibi olmayabileceğini<br />

anlatmaktadır” diye konuşuyor.<br />

n Oyuncu Yeşim Ceren Bozoğlu, 2012’de 3<br />

farklı kadın olarak karşımıza çıkacak. Belçika,<br />

Fransa, Türkiye ortak yapımı ‘Gizli Yüzler’ ve<br />

İsmail Güneş’in yönettiği ‘Ateşin Düştüğü Yer’<br />

adlı birbirinden tamamen farklı iki film ve şu an<br />

açıklanmayan sürpriz bir tiyatro projesiyle yeni<br />

yılda izleyiciyle buluşacak.Dram ve gerilimin<br />

iç içe geçtiği Gizli Yüzler filminde şaşırtıcı bir<br />

rol üstlenen ve şehirli bir kadını canlandıran<br />

Bozoğlu, ‘Ateşin Düştüğü Yer’ filminde ise<br />

töre cinayetinin tam ortasında üç çocuklu,<br />

üstüne üstlük hamile bir kadını oynuyor.<br />

Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak<br />

çekilen film, Bozoğlu’nun psikolojik olarak çok<br />

zorlanmasına da neden oldu.


n Tamer Karadağlı’nın hem yönetip hem de<br />

başrolde yer aldığı ‘Süpertürk’ adlı sinema<br />

filminin çekimleri devam ediyor. Olağanüstü<br />

güçleri olan ‘Süpertürk’ün hikayesini esprili<br />

bir dille anlatan filmde, Tamer Karadağlı’yla<br />

birlikte Arzu Balkan, Suna Keskin, Atilla Arcan,<br />

Buket Dereoğlu, Necmi Yapıcı, Cem Emüler<br />

ve Murat Serezli de rol alıyor. Çengelli iğneyle<br />

tutturulmuş pelerini, göğsündeki yıldız arması,<br />

elindeki tespihi ve topuklarına bastığı siyah<br />

ayakkabısıyla Türkiye’ye özgü bir kahraman<br />

olan ‘Süpertürk’; 17 Şubat’ta vizyona girecek.<br />

Türklere özgü süper kahraman ‘Süpertürk’ filminin<br />

konusu şöyle: Uzayda patlayacak olan bir<br />

gezegenden dünyaya gönderilen iki kapsülden<br />

biri Amerika’ya, diğeri de Türkiye’nin Küçükköy<br />

kasabasındaki çocukları olmayan bir çiftin<br />

bahçesine düşer.<br />

n TTolga Çevik’in<br />

senaryosunu yazıp<br />

başrolünde oynadığı<br />

ilk sinema filminin<br />

adı ‘Hayırdır Tekin’<br />

iken ‘Sen Kimsin?’<br />

olarak değişti. Ozan Açıktan’ın yönetmenliğini<br />

üstlendiği filmin oyuncu kadrosunda Çevik’in<br />

dışında Toprak Sergen, Zeynep Özder, Köksal<br />

Engür ve Pelin Körmükçü de yer alıyor. 24<br />

Şubat’ta vizyona girecek olan filmle ilgili yönetmenin<br />

küçük tüyoları… Filmimiz ‘Sen Kimsin?’<br />

vatana millete hayırlı olsun. Filmimizin kesin<br />

ismi ‘Sen Kimsin?’dir. Çünkü filmi gerçekten<br />

en iyi anlatan cümle budur. Bu senaryoyu yazarken<br />

en büyük takıntım yaş sınırıydı.<br />

n Mahsun Kırmızıgül’ün filmi ‘Güneşi Gördüm’<br />

ile sinemaya adım atan Hande Subaşı; yönetmen<br />

Çağan Irmak’ı çok başarılı buluyor ve<br />

ekliyor: “Gönlümde Çağan Irmak filmleri<br />

yatıyor.” Mahsun Kırmızıgül’ün ‘Güneşi<br />

Gördüm’ filmiyle sinemaya adım atan,<br />

ardından da dizi oyunculuğu yapan Hande<br />

Subaşı “Oyunculuktan çok keyif alıyorum,<br />

kendimi bu alanda geliştirmeye çalışıyorum”<br />

diyerek kariyeri ile ilgili açıklamalarda<br />

bulunmuş ama bence kendini geliştirmezse bu<br />

işi pek da hakkıyla sürdüremeyecek!

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!