You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Sinema kadar diziler de bizden sorulur<br />
n <strong>Cinedergi</strong>’nin yenilikleri bitmez. Ülkemizde<br />
ve artık bütün dünyada dizi furyası<br />
sinemayı sıkıştırıyor. Yurt dışında Jean<br />
Reno’dan Steven Spielberg’e, Robert De<br />
Niro’dan Kevin Spacey’e kadar oyuncusundan<br />
yönetmenine herkes dizi çekiyor.<br />
Türkiye’de de aynı durum sözkonusu,<br />
Çağan Irmak’tan Onur Ünlü’ye, Berrak<br />
Tüzünataç’tan Nejat İşler’e kadar sinemayla<br />
anılan herkes artık dizilerde. Durum<br />
böyle olunca dizi dünyasını görmezlikten<br />
gelmek gereksiz bir burnu büyüklük. Biz<br />
de bundan sonra dergimizin içinde özel bir<br />
ek yapıyoruz. Dizilerin ünlü oyuncularının<br />
röportajları ve yabancı dizi dünyası artık<br />
<strong>Cinedergi</strong>’de. Buket Kahraman’ın yaptığı<br />
Dizimania röportaj köşesi ilginizi çekecek<br />
sanıyorum. Zaten Episode köşesiyle Burcu<br />
Mercan’ın yazılarını çok seviyoruz. Dizidergi<br />
adını verdiğimiz köşemizin en önemli<br />
yazarlarından Burcu Mercan. Sinemayı da<br />
geriye atmadık tabii. Öteki Sinema’nın kurucusu<br />
ve sinema eleştirmenlerinin ayrıksı<br />
sesi Murat Tolga Şen yepyeni bir köşe<br />
yapıyor dergimiz için bundan sonra. Susmayan<br />
Köşe’nin susmayan yazarı tartışma<br />
yaratacak yazılarıyla bu köşede artık<br />
sizinle. İşte ilk yazısının başlığı “Yeni Türk<br />
sinemasının kabızlığı.” Bu ay vizyona giren<br />
Türk filmlerinin oyuncuları konuşmak için<br />
yine <strong>Cinedergi</strong>’yi seçti. Mutlu Aile Defteri’nin<br />
başrol oyuncuları Goncagül Sunar ve<br />
Bülent Emrah Parlak dramın içinde hep<br />
komedi de olduğunu söylediler. Taş Mektep<br />
filminin isimleri Orhan Kılıç ile Ayça<br />
Varlıer ise Kurtuluş Savaşı’nda şehit<br />
olan 63 öğrenciye karşı sorumlulukları<br />
olduğunu belirttiler. Hollywood sineması<br />
ünlüleri de <strong>Cinedergi</strong>’de artık. Zero Dark<br />
Thirty filminin yönetmeni Kathryn Bigelow<br />
çok önemli bir röportajla misafirimiz<br />
oluyor. Portre sayfalarımızda ise Gemma<br />
Arterton ve Gerard Butler’ı odağımıza<br />
aldık. Dergimizin önemli kalemlerinden<br />
yönetmen Merve İnce bağlanma problemini<br />
mercek altına aldı. Onun yazıları hep<br />
okunulası. Yepyeni bir kalemimiz daha<br />
var. İzmir’den Başak Bıçak muhteşem<br />
bir dosyaya imza atmış. Suikastleri ve<br />
skandallarıyla ABD başkanları Başak’ın<br />
konusu. Yazı işleri müdürümüz Banu Bozdemir<br />
lider filmlerini toplamış, Gandhi’den<br />
Lincoln’e Stalin’den Che’ye kadar bütün<br />
liderler burada. Tabii okuyucu köşemiz<br />
de devam ediyor. Bu sayının misafiri Esra<br />
Çolak. Yazılarınızı bekliyoruz cinedergi@<br />
gmail.com adresine. Dergi doldu taştı,<br />
haberler, vizyondakiler, pekyakında, kritikler<br />
ve daha neler neler...<br />
Yayın Sahibi<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
Banu Bozdemir<br />
YAZARLAR<br />
Alper Turgut Fırat Sayıcı<br />
Burak Yarkent Murat Tolga Şen<br />
Aysıt Genç Burcu Mercan<br />
Merve İnce Merve Genç<br />
Başak Bıçak Buket Kahraman
n ‘Elemiyoruz, ellemiyoruz’ sloganıyla yola<br />
çıkan ve 20- 24 Şubat 2013 tarihleri arasında<br />
yedincisi düzenlenecek olan ANKAmall 2. El<br />
Film Festivali bu kez ritim konsepti ile sinemaseverlerle<br />
buluşacak. Festivale film başvuruları<br />
ise 22 Ocak 2013 tarihinde son bulacak.<br />
6 yıldır düzenlenen festival, 7. yılından itibaren<br />
Türk Sineması’nın emekçilerine ve duayenlerine<br />
sinemaya katkılarından dolayı ‘Ahde Vefa<br />
Ödülleri’ adı altında teşekkür etmeye karar verdi.<br />
Festival 7. yılında 7 isme ödül verecek. Bu<br />
sene ödül verilecek isimler ise şöyle: Adı Türkiye<br />
sınırlarını aşan yönetmen Çetin İnanç, filme<br />
çekilmiş 395 senaryosu ile dünyanın en ilgi<br />
Yedi Notanın Beşincisi!<br />
NTV Radyo’nun basın desteği ile yedincisi<br />
düzenlenecek olan festivalde 2013 yılı için<br />
ritim konsepti seçilmişti. Bu doğrultuda<br />
film başlıklarını yedi nota üzerinden kategorilendiren<br />
festivalde; ilk nota DO- Denedin<br />
Olmadıysa, ikinci nota RE- Reddettiler<br />
Elendiysen, üçüncü nota Mİ- Mantığına<br />
İnanmadılarsa, dördüncü nota FA- Farkını<br />
Anlamadılarsa sloganı ile açıklanmıştı. Beşinci<br />
nota ise ‘SOL- Sinemaya Odaklanmak Lazımsa’<br />
başlığı ile festival seyircisinin karşısına<br />
çıkacak.<br />
Uluslararası 2. El Film Festivali’nden ‘Türk<br />
Sineması’na Vefa Sözü
çekici rekorlarının yer aldığı Guinness Rekorlar<br />
Kitabı’na giren Safa Önal, Türk sinemasının<br />
yakışıklı jönü Salih Güney, ilk kadın sinema<br />
yazarı olarak kabul gören Sevin Okyay, Türk<br />
sinemasının anı<br />
defteri Agah Özgüç,<br />
Türk filmlerinin<br />
unutulmaz ismi<br />
Sümer Tilmaç, Türk<br />
sinemasının başarılı<br />
kadın oyuncusu<br />
Selda Alkor.<br />
Peki Ödüller Nasıl<br />
Verilecek?<br />
24 Şubat 2013<br />
tarihinde ANKAmall<br />
Sanatolia<br />
Sahnesi’nde gerçekleştirilecek olan festivalin<br />
kapanış töreninde verilecek olan ödüller, sahiplerine<br />
kavuşarak ölümsüzleşecek. Ödüllerini<br />
almak için festivale katılacak olan bu<br />
isimler festival izleyicisi ile bulaşacak. Kapanış<br />
töreninde yapacakları konuşmalar ile duygu ve<br />
düşüncelerini aktaracak olan, Ahde Vefa Ödülü<br />
sahipleri festival boyunca Ankara’da olacaklar.<br />
Ahde Vefa Ödülleri kriterleri ise şöyle:<br />
— Türk Sineması’na en az 22 yıl hizmet etme<br />
şartı aranmaktadır.<br />
— Ödüller sadece ulusal olarak verilmektedir.<br />
— Ödül alan her sinema emekçisi, ömür boyu<br />
festivalin onur konuğu listesinde yer alacaktır.
Konu: Victor Hugo’nun<br />
19. Yüzyıl Fransa’sında<br />
geçen klasik romanından<br />
kurgulanan başarılı sahne<br />
müzikalinin bu uyarlamasında<br />
şartlı tahliyeyle salınmış Jean Valjean<br />
kurtuluş aramaktadır.Mahkum 24601,<br />
Jean Valjean hapishaneden şartlı<br />
tahliyeyle çıkmıştır ve inatçı müfettiş<br />
Javert’ten uzak durmaya çalışırken<br />
bir yandan da yeni bir hayat kurmaya<br />
çalışmaktadır. 19. Yüzyıl Fransa’sında<br />
geçen hikaye 1832 Temmuz<br />
Devrimi’nin perde arkasında sonuca<br />
bağlanmaktadır.<br />
Yönetmen: KTom Hooper<br />
Senaryo: Alain Boublil<br />
Oyuncular: Helena Bonham<br />
Carter, Russell Crowe,<br />
Hugh Jackman, Anne Hathaway,<br />
Amanda Seyfried
Yönetmen: Richard LaGravenese<br />
Senaryo: Richard LaGravenese<br />
Oyuncular: Emmy Rossum, Kyle<br />
Gallner, Emma Thompson, Viola<br />
Davis, Lance E. Nichols<br />
Konu: Genç Ethan yaşadığı kente<br />
taşınan gizemli bir kıza ilgi duymaya<br />
başlar. Fakat Lena adındaki bu<br />
kızda, lisedeki diğer öğrencilerden<br />
farklı bir şey vardır. Lena’nın ailesi<br />
ve tüm soyu aslında büyücüdür.<br />
Kurallara göre 16 yaşını dolduran<br />
tüm genç cadılar iyi veya kötü taraf<br />
arasında bir seçim yapmalılardır.<br />
Lena’nın ise 16 yaşını doldurmasına<br />
sadece 2 ay kalmıştır.<br />
Yönetmen: Ruben Fleischer<br />
Senaryo: Will Beall<br />
Oyuncular: Josh Brolin, Ryan<br />
Gosling, Sean Penn, Nick Nolte<br />
Konu: Los Angeles, 1949.<br />
Acımasız mafya babası Mickey<br />
Cohen, uyuşturucu, silâhlar,<br />
fuhuş ve Chicago’da yapılan<br />
tüm büyük bahislerden kirli<br />
kazanç elde etmektedir.<br />
Tüm bunları sadece kendi<br />
adamlarının değil, polisler ve<br />
politikacıların korumasıyla<br />
yapmaktadır. Ancak Polis<br />
teşkilâtının, Çavuş John<br />
O’Mara ve Jerry Wooters’ın<br />
idaresindeki küçük bir grubu<br />
Cohen’in dünyasını yerle bir<br />
etmeye kararlıdır.
Yönetmen: Sam Raimi<br />
Senaryo: Mitchell Kapner<br />
Oyuncular: Mila Kunis, Rachel Weisz, James<br />
Franco ile Michelle Williams<br />
Konu: Oscar Diggs, küçük çaplı bir sirk<br />
sihirbazıdır fakat pek de ahlâklı biri değildir. Toz<br />
toprak içindeki Kansas’tayken kendini bir anda<br />
canlı Oz diyarında bulan Oscar Diggs, turnayı<br />
gözünden vurduğunu düşünür. Şöhret ve servet<br />
kazanması çok kolay olacaktır. Oscar, kendini<br />
büyük Oz Büyücüsü’ne dönüştürmekle kalmaz,<br />
daha iyi bir adam haline de getirir.<br />
Yönetmen: Emrah Erdoğan<br />
Senaryo: Emrah Erdoğan<br />
Oyuncular: Orhan Alkaya,<br />
Ayten Uncuoğlu, Hasan<br />
Küçükçetin, Beyza Şekerci
Yönetmen: Alphan Eşeli<br />
Senaryo: Serdar Tantekin<br />
Oyuncular: Uğur Polat, Nergis Öztürk, Serdar<br />
Orçin ile Muharrem Bayra<br />
Konu: Sosyal medyada ‘ağlama garantili film’<br />
diye anılan Emrah Erdoğan’ın senaryosunu<br />
yazıp yönettiği ‘Gelmeyen Bahar’ filminin<br />
yayınlanan fragmanında Kuran-ı Kerim’in<br />
önünde eşi ‘Songül’ü öldüresiye döven ‘Mirza’<br />
görülüyor. İnandırıcı olması bakımından defalarca<br />
çekilen sahnenin yer aldığı tanıtım<br />
filmi, video paylaşım sitelerinde binlerce kişi<br />
tarafından izlendi.<br />
Konu: Film, binlerce askerin şehit düştüğü<br />
Sarıkamış Harekâtı’nın hemen ardından<br />
yaşanan karmaşa ve savaş fonunda, toplumun<br />
değişik sınıflarından bir grup insanın,<br />
ıssızlığın ortasında, vahşi doğa ile çevrili,<br />
korkunç kış koşullarının sürdüğü terk<br />
edilmiş bir köydeki gerilim dolu hayatta<br />
kalma mücadelesini anlatıyor.
Yönetmen: Osman Sınav<br />
Senaryo: Osman Sınav<br />
Oyuncular: Nurgül<br />
Yeşilçay, Tayanç Ayaydın,<br />
Ezgi Asaroğlu, Teoman<br />
Kumbaracıbaşı<br />
Konu: Aşkın hüzünlü,<br />
sarsıcı ve tutku dolu<br />
hikâyesini seyirciyle<br />
buluşturacak olan “Aşk<br />
Kırmızı”oyuncu kadrosuyla<br />
da dikkatleri çekiyor.<br />
Nurgül Yeşilçay ve<br />
Tayanç Ayaydın’ın yanı<br />
sıra Ezgi Asaroğlu ile yine<br />
birçok projede yer alan<br />
Teoman Kumbaracıbaşı<br />
Aşk Kırmızı’da yer alıyor.<br />
Nazlıgül, Zeynep ve<br />
Ferhat’ın, iç içe geçen aşk<br />
hikâyesi göz yaşartıyor.<br />
Yönetmen: Kemal Uzun<br />
Senaryo: Alphan Dikmen<br />
Oyuncular: Gürkan Uygun,<br />
Berrak Tüzünataç, Umut Kurt,<br />
Fikret Yıldırım Urağ, Stephen<br />
Chance<br />
Konu: 25 Nisan 1915… Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun direniş kapısı<br />
olan Çanakkale, gemi yoluyla<br />
geçilememiş ve işgalciler, çaresiz<br />
bir manevrayla Gelibolu kıyılarına<br />
çıkartma yapmaya başlamışlardır.<br />
İşgal kuvvetlerinin belki de en<br />
büyük direnişi gördükleri koy, o<br />
andan sonra mağlup bir ordunun<br />
adıyla anılacaktır; Anzak Koyu.
n Hani “Cihanın ilk sevgilisi ve ilk gerillası” Spartaküs<br />
demiş ya; “Gelenek zincirleri artık bizi<br />
bağlamayacak, kalkın ey köleler, artık esir değiliz!”<br />
İşte, zincirlerinden ziyadesiyle kurtulmuş, Spartaküs<br />
ve yoldaşları gibi maruz kaldığı şiddetten<br />
kaçarak değil, aynen ve hatta misliyle iade ederek<br />
özgürlüğü seçen ve aşkının peşine düşen siyahi<br />
adamın öyküsü bu… Evet, delidolu, komik, enerjik<br />
bir film “Django Unchained” (Zincirsiz)... Şimdi<br />
absürt, hayli tuhaf, aşırı abartılı, mavrasında,<br />
dalgasında kölelik karşıtı Spagetti Western mi olur<br />
diye soracaksınız, belki. Olur, arkadaşım, niye<br />
olmasın? Ciddiyet ile anlatamadığın pek çok şey,<br />
mizah ile izah edilebilir, en nihayetinde…<br />
Şimdi sizlere Quentin Tarantino’yu anlatacak<br />
değilim. Elbette Rezervuar Köpekleri ve Ucuz<br />
Roman’ı ayrı bir yere koyarım, bu iki başyapıt onun<br />
doruğu, sonra kendini eğlenceye ve istisnasız her<br />
şey ile alay etmeye verdi, hiç kuşkusuz. Elbette<br />
Kill Bill, Soysuzlar Çetesi ve diğerlerini de sevdim,<br />
lakin salt gülüp geçtim, çünkü kaliteli birer sabun<br />
köpüğü idiler, ötesi yoktu. Tamam, Nazilerle de<br />
dalgasını geçiyordu, karakter demeyelim de, renkli<br />
tiplemelerle beyazperdeyi boyuyordu, ancak işte<br />
o kadar. Pulp Fiction’ın derinlikli ve katmanlı senaryosu<br />
nerede, adını andığım diğer filmlerin metni<br />
nerede? Yönetmenlik becerisi ve zekâ, vasatı aşan<br />
oyunculuklar, B tipi filmlerin kaliteyle süslenmesi,<br />
filmlere göndermeler, intikam takıntısı, ani ölümler,<br />
sürprizler, bolca kan, çokça karikatürize kötü,<br />
anti-kahraman çeşitliliği, amansız ve kimi anlamsız<br />
diyaloglar, haddinden fazla lakırdı ve dahası…<br />
Sinemaseverler, ortaya çıkan kokteyli sevdiler,<br />
Michael Haneke gibi, Tarantino filmlerini, şiddeti<br />
legalleştirme girişimi olarak görmediler. Keyif<br />
aldılar, dikkate almadılar. Aldılar mı yoksa? O<br />
zaman sorun var demektir. İroniden anlamayan<br />
nesle aşina değiliz. Neyse… Biz 165 dakikalık<br />
‘Zenci’ kovboy filmi Cango’ya bakalım ve Kuzey-<br />
Güney Savaşı’na, ya da bilenen adıyla Amerikan İç<br />
Savaşı öncesine dönelim. Filmde yok yok, hatta Jamie<br />
Foxx, Christoph Waltz, Leonardo Di Caprio, Samuel L.<br />
Jackson ve hatta Franco Nero bile var. Hele Christoph<br />
Waltz, Altın Küre’den sonra Oscar’ı da alır, öyle güzel<br />
oynamış, tadından yenmez!<br />
Müzikler ve efektler ile film, bildiğiniz şamataya çevriliyor.<br />
Ateş ediyor kahraman, vurulan kötünün cesedi,<br />
sırt üstü devrilmek varken, misal sola kaçıyor, şiddet<br />
işte tam da bu yüzden, sarsıcı ve akılda kalıcı olmuyor,<br />
ölüme bile gülünüyor. Onun freni yok, bir sahnede kendini<br />
de havaya uçurtuyor. Deha olmak, sanırım böyle<br />
bir şey. Cango da, çok sevdiği karısı Broomhilda da<br />
köledir, isyan ruhlarında vardır ve köleciler onları ayırır.<br />
Sonra Alman asıllı kelle avcısı Doktor King Schultz,<br />
Cango’yu kurtarır ve ironiye gel, eleman zamanla kölelik<br />
karşıtı olur. Irkçı Almanlara, Soysuzlar Çetesi’yle çok<br />
yüklenen Tarantino, iyi Almanlar da var diyor bu kez,<br />
gönüllerini alıyor. Filmin en komik bölümü ise acemi Ku<br />
Klux Klan üyelerine dair, Tarantino, affedersiniz ırkçıları<br />
itin k.çına sokuyor.<br />
Cango, kabiliyetli, azimli ve öfkeli bir adam, silahşora<br />
dönüşmekte gecikmiyor ve artık eküri olan Cango ve<br />
King, kanun kaçaklarına aman vermiyorlar, birer, ikişer,<br />
üçer, beşer cesetlerini toplayıp, paraya para demiyorlar.<br />
Hep iz peşindeler ve köleciliğin kalesi Mississipi’ye at<br />
sürmekte tereddüt etmiyorlar. Çünkü Broomhilda, köleci<br />
çiftlik sahibi Calvin Candie’ye satılmış. Calvin tehlikeli<br />
bir beyaz, ancak tam tekmil itaatkâr, düzen yanlısı, kötü<br />
kalpli ve aynı kaderi yaşadığı insanlara düşman olan<br />
yaşlı ‘zenci’ kâhyası kadar beyaz ve tehdit unsuru değil.<br />
Zinciri kıran, kafayı sıyıran Cango ve King, “Candyland”<br />
çiftliğine sızarlar, ölmek, tutsak edilmek pahasına… Aşk<br />
ve özgürlük, kölecilikten büyüktür diyerek…
n Sinema artık sadece bir sanat dalı veya eğlence<br />
aracı değil. Onu nasıl kullandığınız çok önemli. Bu<br />
işin zirvesi olan Hollywood zaten sinemanın gücünü<br />
kullanarak dünya tarihini yeniden şekillendirmeye<br />
çalışıyor. Bu herkes tarafından biliniyor. Bir de<br />
yakın tarihimiz var, hatta bugünümüz. 11 Eylül’de<br />
yaşananlar dünyanın önemli değerlerini altüst<br />
etti. Bu altüst etme değerlerin tekrar şekillenmesi<br />
anlamına da geliyor. ABD o gün yaşananları gerekçe<br />
göstererek Müslüman ülkelere savaş açtı.<br />
Birçok ülkeye girdi. Girmediklerinin ise iç dinamikleriyle<br />
oynadı. Libya, Mısır ve Suriye bunun<br />
son örneği. Bütün bunlar yaşanırken bu saldırının<br />
müsebbibi olarak ilan edilen Usame Bin Ladin bir<br />
türlü yakalanamadı. Tam 10 yıl ABD, Usame Bin<br />
Ladin’in peşinde koştu. Bu 10 yıl içinde iki ABD<br />
başkanı değişti. Irak, Afganistan ve birçok ülkeyi<br />
kana boğan savaşlar oldu. Her istediğini yapan<br />
hatta dağların bile içine girip yer altındaki tünellerde<br />
arama yapan koskoca Amerika, Bin Ladin’i<br />
bulamadı. Irak olayını hatırlayın, Saddam Hüseyin<br />
kendi ülkesinde saklanırken kendi kasabasında<br />
bir kuyunun içinde bulundu ve idam edildi. Üstelik<br />
Irak’a açılan savaşın nedeni olarak gösterilen kitle<br />
imha silahları bulunmamışken bunlar yapıldı. Her<br />
istediği bulan, asan veya iktidar yapan Amerika, bir<br />
Usame Bin Ladin’i bulamadı. Şimdi böylesi saçma<br />
bir durumu kim beyazperdeye çekip komik duruma<br />
düşmeyi göze alır? Tabii geçen yılın Oscar kazanını<br />
Kathryn Bigelow hazır kıta. En koyu Amerikan<br />
milliyetçisinden daha koyu olan Bigelow sinema<br />
sayesinde bütün bu aşırılıklarını ne yazık ki bize<br />
de bulaştırıyor. Hurt Locker’daki şiddet aşığı askeri<br />
yücelten Bigelow bu yıl En İyi Film, En İyi Kadın<br />
başta olmak üzere beş dalda Oscar adaylığı alan<br />
Zero Dark Thirty filmiyle işkenceyi resmileştiriyor.<br />
Eğer bir film size şu soruyu sordurmaya çalışıyorsa<br />
o film faşizmin temellerini atıyor demektir, „İşkence<br />
yapıyoruz. Ama bir sor bakalım niye yapıyoruz.“<br />
İşkencenin niçin yapıldığı sorgulanamaz ama Zero<br />
Dark Thirty „Teröre dur diyebilmek için işkence<br />
yapılabilir“ savını insana hissettiriyor. Bunu net<br />
olarak söylemiyor ama işkenceyi yapan insanların iyi,<br />
işkenceye uğrayanların kötü olarak verilmesi bunu<br />
size hissettiriyor. Bigelow bununla da kalmıyor. Usame<br />
Bin Ladin bütün dünyada aranırken Pakistan’da bir<br />
köşkte bulunma skandalını allayıp pullayıp bir gerçeklik<br />
kazandırmaya çalışıyor. Bir köy evinde kuyunun<br />
dibinde Saddam’ı bulanlar şehrin ortasında bir köşkte<br />
hem de köşkün ikinci katında yaşayan Ladin’i nasıl<br />
bulunamaz? Efendim Kathryn Bigelow’a göre gündüz<br />
bahçeye çıkmıyormuş Usame Bin Ladin onun için<br />
10 yıldır bulunamıyormuş. Peki bir soru. Hala terör<br />
saldırıları olabileceğini düşünüyorlarsa bunların sorumlusu<br />
Usame bin Ladin ise niye hemen öldürdüler<br />
Ladin’i. Niye sorgulamadılar? Bigelow’un filmi bütün bu<br />
soruları es geçip Ladin’in yakalanma projesini yöneten<br />
işkenceci bir kadın CIA ajanını güzellemekle meşgul.<br />
Üstelik bu film sinema olarak Hurt Locker’dan da daha<br />
iyi. Bu filmi seyredin ama içinizden sorgulayın…
n ABasın gösterimi yapılmayan Şafak Sezer’in<br />
son filmi G.D.O. Karakedi’yi görmek için<br />
sinemanın yolunu tuttum. Bu isimlerin filmlerini<br />
seyirciyle birlikte izlemeyi seviyorum çünkü<br />
onların reaksiyonu sinemamızın nereye ve<br />
neden gittiğini anlamak açısından çok önemli...<br />
Sinemaya gittiğim anda gördüğüm şey, adına<br />
‘sinema seyircisi’ dediğimiz kitlenin 15-20 yaş<br />
arası genç insanlardan oluştuğuydu. Artık<br />
hepimizin kabul etmesi gereken bir şey var, o<br />
da bu insanların sinemaya giderken öncelikli<br />
amaçlarının ‘eğlenmek’ olduğunu kabul etmek.<br />
Gişe için üretilen tüm komedi filmlerinin en<br />
büyük motivasyonu da bu...<br />
Oradayken farkına vardığım bir başka şey<br />
de ‘bilet satan’ üç popüler komedyenin filmlerinin<br />
aynı günde afişe çıkmış olmasıydı.<br />
G.D.O Karakedi için salona girmeden önce<br />
CM101MMXI FUNDAMENTALS ve Celal ile<br />
Ceren’in gösterildiği salonlara da bir göz attım.<br />
Cem Yılmaz 4. Haftasına girerken hala salonu<br />
dolu tutmayı başarıyor, Şahan Gökbakar’ın<br />
Celal ile Ceren’in ise ancak 3 seans sonrasına<br />
bilet bulunabiliyor. Peki ya Şafak Sezer ve saz<br />
arkadaşlarının son işi olan G.D.O Karakedi?<br />
G.D.O Karakedi artık Şafak Sezer’in temsil<br />
ettiği ve “Bitirim Komedisi” olarak<br />
adlandırabileceğimiz türden bir film... G.D.O<br />
isimlendirmesi de filmin kahramanı üç kardeşin<br />
adlarından geliyor; Gürkan (Şafak Sezer)<br />
Duran (Volkan Başaran ve Orhan (Serkan<br />
Şengül), yani ortada gıdasal bir durum yok!<br />
En küçük kardeş Orhan’ın nohut-plav tezgahı<br />
olduğunu saymazsanız tabİi ama onun da<br />
işine karıştırdığı en büyük hile, kuyruk yağı<br />
kullanması!<br />
En büyük kardeş Gürkan, kendi halinde,<br />
iyiliksever bir taksici ama bir miktar anksiyete<br />
sorunu yaşıyor. Duran ise iyice mahalle<br />
delikanlılığına özenmiş, abisinin deyimiyle,<br />
k***na alacak don parası yokken kız kaçırmaya<br />
kalkmış aklı havada bir tip. Orhan ise “aman abilerim, sorun<br />
çıkmasın” diyerek ortalarda dolaşırken durumları idare<br />
etmek için tam bir yalan makinesine dönüşmüş ama iyi niyetli,<br />
sakin biri. Bu üç kardeşin yolu kazara gerçekleşen bir<br />
ölüm, sonu ölümle biten bir elmas hırsızlığı ve kız kaçırma<br />
vakası sebebiyle kesişiyor. Jeneriği bile umursamadan<br />
hızlı giriş yapan film ilk 15 dakikasında durum komedisi<br />
yaratmak için gerekli bahaneleri sağlıyor ve sonrası Şafak<br />
Sezer filmlerinden alışık olduğumuz olaylar, olaylar...<br />
Filmi Maskeli Beşler serisiyle tanıdığımız ve gişe için filmler<br />
yapan Murat Aslan yönetmiş, bazı devamlılık hataları<br />
dışında temiz bir kurgusu olan filmin senaryosu da Şafak<br />
Sezer’e ait. G.D.O Karakedi diğer Şafak Sezer işlerine<br />
göre daha fazla prodüksiyon değeri içeriyor. Havalı flycam<br />
çekimleri, göle araba atma ve iyi kotarılmış çatışma sahneleriyle<br />
dolu... Çatışma sahneleri demişken, film bir yerden<br />
sonra İngiliz suç komedilerinde rastlayacağımız türden bir,<br />
birbirini tanımayan ama öldürmekte sakınca görmeyen<br />
arızalı tipler arenasına dönüşüyor. Bu açıdan bakıldığında<br />
başı, sonu bir değil filmin... Son 20 dakikasındaki şiddet<br />
ve duygusallık yüküne ne gerek vardı diye düşünmeden<br />
edemiyor insan? Neyse ki bu anlar Durul Bazan’ın<br />
canlandırdığı “psikopat” karakteri sayesinde izleniyor. Yine<br />
kısa bir rolde de olsa Erdem Akakçe’yi görmek mutluluk<br />
verici... Şafak Sezer filmlerinde genelde isimsiz bir cast<br />
görev alır. Bu hem yapım maliyetini düşüren hem de alanı<br />
“one man show” için temiz tutan bir endişe... Bu filmde de<br />
Şafak Sezer’in yukarıda saydığım iki iyi oyuncuyla karşılıklı<br />
sahnesi yok, kendi planlarının efendisi, yine kendisi...<br />
Son paragrafta, başta cevapsız bıraktığımız durumu<br />
açıklayayım; salonda benimle birlikte en fazla 20 kişi vardı.<br />
Şafak Sezer’li G.D.O Karakedi daha ilk gününde gişede<br />
kaybetmiş gibi görünüyor. Gösterime çıkmak için talihsiz<br />
bir zaman... 10 dakika aradan önce pek reaksiyon göstermeyen<br />
seyircinin hemen sonra açıldığını, bolca güldüğünü<br />
ancak final kısmında da şok yaşadığını ekleyeyim. G.D.O<br />
Karakedi gerilim yüklü duygusal bir komedi filmi... Tanımın<br />
tuhaflığının farkındayım ama öyle! Şafak Sezer ve bitirim<br />
komedilerini sevenler için.
n Tamam ben de çok istedim klasik masalların<br />
yapısını bozmayı… Hatta bozuldu da… Catherine<br />
Hardwick imzalı Kız ve Kurt’tan tutun, Rupert<br />
Sanders’in yönettiği Pamuk Prenses ve Avcı’ya<br />
kadar yapısı değişen masallar dünyası önümüzde<br />
uzandı. Evet Hansel ve Gretel Kardeşler’in akışının<br />
diğer masalların aksine daha yüksek bir bozulma<br />
içerdiğini söyleyebilirim. Ama hikaye kardeşlerin<br />
filmin ismine de taşınan aksiyonları dışında<br />
sonrasında bir şey vaat etmiyor.<br />
Evet babaları tarafından ormanda bir başlarına<br />
bırakılıp giden, sonrasında şeker ve çikolata<br />
kaplı evi fark eden ve kısa bir süre mutlu olan<br />
kardeşlerin, aslında bir cadının eline düştüklerini<br />
fark etmeleri ve sonrasında onu halledip cadı<br />
avcısı olmaları belli bir mantık içinde gayet doğru<br />
gibi duruyor.<br />
Çok şeker yemekten şeker hastası Hansel<br />
ve kızkardeşi Gretel’in ormanda cadı avını<br />
başlatmaları, hikayenin aksiyona yaslanan anlatımı<br />
gerçekten de ayrıntıları boğuyor, eziyor ve hikayeyi<br />
aynı kalıplar içerisinden çıkamayan bir<br />
anlatıya dönüştürüyor. Tabii Gretel’in iyi kalpli bir<br />
dev Trol’le olan arkadaşlığı ve Hansel’in iyi cadıyla<br />
başlayan duygusal ilişkisi hikayeye açmaya çalışan<br />
yan kişilikler ama yine de hikayede tatmin etmeye bir<br />
şey var. Onun da anlatım olduğunu filmin tamamını<br />
kapsayan aksiyondan anlıyoruz.<br />
O yüzden yapısı değişerek cadıyı kazana atan ama<br />
taa başından beri zaten iki kardeşi cadı avcısı yapan<br />
hikayenin kahramanlarını cadı avcısı olarak görmek<br />
biraz feminen dokularımızı zedelese de izliyoruz<br />
ama dediğim gibi olay örgüsü keşke biraz daha<br />
kapsamlı olsaydı. Filmin sonunda bu filmin devamı<br />
gelir bir algı yarattı hafiften film ben de ama bu<br />
haliyle devamı pek fazla işlemez. Yani cadı avcılığı<br />
mevzusu nereye kadar gider bilemem… O yüzden<br />
Norveçli yönetmen Tommy Wirkola ve senaryo<br />
ortağı Dante Harper birazcık bizim sinemacılar gibi<br />
yapıp ilk fikrin peşine takılmışlar ama ne yazık ki pek<br />
geliştirememişler masalı… Jeremy Renner ve Gemma<br />
Aterton Hanel ve Gretel’e can verirken ne yazık<br />
ki performansları göz dolduramıyor. Hansel ve Gretel<br />
hikayesi klasik hikayeyi ters yüz ettiği sanırken<br />
onu başka kalıplarda boğuyor ne yazık ki! Filmin üç<br />
boyutlu olmasının diğer bazı filmlerdeki gibi hikayeye<br />
ve görsele pek bir katkısı yok, amaç çağa uydurmak<br />
olsun gibi olmuş biraz…
Oscar adayı Zero Dark Thirty filminin yönetmeni Kathryn Bigelow ve<br />
filmin senaristi Mark Boal, Usame Bin Ladin’in ölümünü anlatmanın<br />
çok riskli olduğunu özellikle karakterlerin fiziksel olarak gerçeğine benzememesinde<br />
azami dikkat gösterdiklerini söylediler...<br />
n Hurt Locker ile Oscar kazanan Kathryn Bigelow<br />
o filmle çok eleştirilmişti. Herşeyden önce<br />
Hurt Locker’ın militarist rengi bu eleştirilerin<br />
odağında yer alıyordu. Ünlü yönetmen bütün bu<br />
tartışmalardan sıkılmamış olacak ki ikinci filminde<br />
daha sansanyonel bir işe imza attı. Usame<br />
Bin Ladin’in öldürülmesini gerçeğe uygun bir<br />
şekilde beyazperdeye taşıdı. Bigelow, senarist<br />
Mark Boal ile CIA ve ABD hükümetiyle kurdukları<br />
ilişkiler sayesinde filmi gerçek kişilere ve hikayeye<br />
dayandırdıklarını söylediler. Özellikle Bin Ladin’in<br />
evini tekrar inşa ettikleri Ürdün’deki yapının çok<br />
etkileyici olduğunu şu sözlerle dile getirdi Bigelow<br />
“İnanılmaz olan şey Abbottabad’ta değilde,<br />
Ürdün’de olsak bile kesinlikle evin daha önceki<br />
sahiplerinin varlığını hissedebiliyordunuz. O kadar<br />
gerçeğine sadık kalınarak yapıldı ki ürkütücü ve<br />
garip bir şekilde sanki onları hayata geri döndürdü.”<br />
İşte yönetmen ve senaristin film hakkında söyledikleri...<br />
Bin Ladin filmi için çalışmaya 2006’da başladınız.<br />
2011’de çekimlere başlamadan birkaç ay önce Bin<br />
Ladin öldürüldü. Haberi nasıl öğrendiniz?<br />
Kathryn Bigelow: İkimiz de ofisteydik, başka bir<br />
projemiz üzerinde çalışıyorduk. E-mailler gelmeye<br />
ve telefonlar çalmaya başladı.<br />
Mark Boal: Televizyonda izliyorduk ve bunun filmimiz<br />
için ne demek olduğunu öğrenmek isteyen<br />
bir gazeteciden e-mail aldım. Ve ben “Ah evet! Bu<br />
gerçekten iyi bir soru.” diye düşündüm.<br />
Bigelow: Hemen bir manevra yapmamız gerektiğini<br />
biliyordum. Hiç tereddüdümüz yoktu. Olmamış gibi<br />
davranamazsınız.<br />
Boal: Biraz araştırma yaptıktan sonra Bin Ladin’in<br />
yakalanışının bir film için yeterliden öte olduğunu<br />
anladık. Sanki gerçek hayattan bir dedektiflik<br />
hikâyesi gibiydi. Elimizde olan büyük ihtimalle<br />
dünya üstünde yürütülen en kapsamlı insan<br />
avıydı. Yani drama için oldukça üretken bir konu.<br />
Mark, sen senaryoyu yazmaya başlamadan önce<br />
normal olmayacak kadar çok sayıda orijinal raporlama<br />
yaptın. Nasıl yaptın bunu?<br />
Boal: İçine gömüldüm. Sanki bir dergi haberiymiş<br />
gibi araştırdım ve raporladım. Zordu. Demek<br />
istediğim bu öyle bir hikâye ki Amerika’daki en sır<br />
dolu iki devlet ajansı (CIA ve Savunma Bakanlığı)<br />
ile muhatap oluyorsunuz. Ama bir gazeteci gibi<br />
yaklaştım, konuşabildiğim kadar çok insanla<br />
konuştum. Ve sonra bir senarist olarak bilgileri<br />
aldım. Onları bilgilere sadık kalarak ekrana<br />
taşıdım ama seyirciyi de aksiyonun merkezinde<br />
tuttum.<br />
Peki, “Zero Dark Thirty” ne kadar gerçek?<br />
Boal: Film olayla ilk elden ilgilenen ve direkt olarak<br />
dâhil olmuş kişileri taban alarak yapıldı.<br />
Bu kışın en çok satan kitapları arasında olan “No<br />
Easy Day”de Bin Ladin‘in hikâyesini anlatan eski<br />
denizci hikâyenin ortasına kadın bir CIA ajanını<br />
yerleştirmiş. Jessica Chastain karakterinin ne<br />
kadarı gerçek?<br />
Boal: Filmdeki karakterlerin hepsi gerçek<br />
kişilerden esinlenerek oluşturuldu, bunlara Maya<br />
da dâhil. Ama karakterlerin kişiliklerinin filmi etkilememesi<br />
ve tehlikeye atmaması için çok uğraştık.<br />
Kastı yaparken oyuncuların fiziksel özelliklerinin<br />
esinlenilen kişilere benzemediklerinden emin<br />
olduk. Ayrıca insanların noktaları birleştirebileceği<br />
olayları filme koymadık. Çünkü bu kişilerin çoğu<br />
hala çalışıyor. Onları korumayı ciddiye alıyoruz.<br />
Bigelow: Beni en çok büyüleyen şey bu kişilerin<br />
azmiydi… Komplike ve teleskopik bir takip için<br />
gereken psikolojiye sahipler. Yapılması gerekeni<br />
yapmak için sahip oldukları kendini adamışlık ve<br />
cesaret. Yaşadıkları sürecin çok az bir bölümü
çalıştıkları topluluk (istihbarat) dışında biliniyor.<br />
Samanlıkta iğneyi nasıl bulursunuz? Birilerinin<br />
lideri olan bu adamı nasıl bulursunuz? Daha sonra<br />
bulduğunuzda da Abbottabad’taki yerleşkeye kadar<br />
izini nasıl sürersiniz?<br />
Başkan Obama filmde yer almıyor. Neden böyle bir<br />
karar aldınız?<br />
Boal: Büyük ihtimalle ileride bu konu hakkında birçok<br />
film yapılacak ve Obama’nın bakış açısı büyük<br />
ihtimalle harika bir film de olur. Ama biz çalışanların<br />
gözünden anlatılan bir film yapmayı tercih ettik.<br />
Bize göre bu kişiler bilinmiyor. İnanıyorum ki insanlar<br />
filmi seyrettiğinde bunun taraf olan bir film<br />
olmadığını görecekler. Hiçbir zaman niyetimiz bu<br />
olmadı. Aynı “The Hurt Locker”daki gibi askerlerin<br />
üstünde yoğunlaştık.<br />
İşkence ya da sert sorgulama sahnelerini filme<br />
alırken bazı endişeleriniz oldu mu?<br />
Boal: Bunun kısa bir cevabı var. Bu olay tarihimizin<br />
bir parçası ve biz de tarihimizin bu parçasını göstermek<br />
istedik. Göstermek istediğimiz tarihin bir<br />
parçası takip etme sahnelerini yeniden yaratmaktı,<br />
bir parçası sorgulama sahnelerinin karmaşık<br />
psikolojisini yeniden yaratmak, bir parçası operasyona<br />
dâhil olan kişilerin şahsi mücadeleleri ve bir<br />
parçası da içinde bulundukları tehlikeyi yeniden<br />
yaratmaktı. Yaptığınız araştırmaya sadık kalmaya<br />
çalışıyorsunuz.<br />
Bigelow: Çok zor olduğu tartışmasız ama inkâr<br />
etmek hatalı bir davranış olurdu.<br />
Jessica Chastain yakın zamanda verdiği bir röportajda<br />
çoğunlukla Ürdün ve Hindistan’da çekilen<br />
“Zero Dark Thirty”nin şu ana kadar çektiği en zor<br />
film olduğunu söyledi. Filmin çekimini bu kadar zor<br />
kılan neydi?<br />
Bigelow: Kesinlikle şu ana kadar karşılaştığım<br />
en zorlayıcı filmdi. Uzun bir zaman için yer<br />
değiştiriyorsunuz ve gittiğiniz yer öyle bir yer ki<br />
kafanızı çevirdiğiniz her yönde insanlığın yıkıldığını<br />
görüyorsunuz. Fiziksel olarak da zor. Çekimler 66<br />
gün sürdü ve bu süre üç farklı kıtada çekilen bir<br />
film için oldukça iddialı. Hava inanılmaz sıcaktı.<br />
Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde The Hurt<br />
Locker’da olduğu gibi kendimi aşırı derecede sıcak<br />
mekânlarda buluyorum.<br />
Boal: “Suriye’ye 5 kilometre.” diyen tabelaların<br />
olduğu yerlerde çekim yapmak her zaman<br />
eğlencelidir.
Bigelow: Bu hikâyeyi ele alırken hepimizin<br />
hissettiği bir sorumluluk duygusu vardı. Bu belli<br />
bir ağırlık başlılık ve itibar gerektiriyor.<br />
Hikâye Bin Ladin’in yerleşkesine yapılan<br />
baskınla zirve noktasına ulaşıyor. Sizin bu filmdeki<br />
sahneleri çekiş tarzınız gibisini daha önce<br />
hiç görmedim, ne olduğunu tam göremiyorsunuz,<br />
ama bir şekilde anlıyorsunuz.<br />
Bigelow: Sadece gece görüşlü çekimler değil,<br />
aynı zamanda ışıksız çekimler de var. Zifiri<br />
karanlık olan bir çevredesiniz. Hikâye sadece<br />
gece saatlerinde geçmiyor aynı zamanda ayın<br />
olmadığı karanlık vakitlerde de geçiyor.<br />
Boal: Deniz ve Kara timinin girişlerinin ve her<br />
katta yaptıklarının temsili neredeyse tamamen<br />
gerçeğe uygun. Kathryn atılan adımlardan,<br />
hangi köşeden dönüldüğüne kadar yapılan her<br />
şeyin doğru olması için üstünde çok zaman<br />
harcadı.<br />
Bigelow: Hareketlerinin sistemli doğası diğer<br />
her şey gibi araştırıldı ve prova edildi ve prova<br />
edildi ve prova edildi. 150 kişinin taşlık bir<br />
çevrede olduğunu ve hiç bir şey göremediklerini<br />
hayal edin. Yani oldukça çetin bir çekim oldu.<br />
Bin Ladin’in yerleşkesinin benzerini nereye inşa<br />
ettiniz?<br />
Bigelow: Ölü Deniz’in yakınlarında Ürdün’de ve<br />
gerçek bir ev inşa ettik. Doğal olarak binanın<br />
her katının Hollywood’ta başka bir sahnede<br />
olduğu düşünülüyor. Ama gerçek binanın<br />
ölçülerine olabildiğince yakın inşa ettik. Yani<br />
bulunduğumuz çevre bazen aşırı derecede<br />
sıkışık, sıcak ve havasız olabiliyordu.<br />
Boal: Set ekibini çok iyi tanıyabildik.<br />
Bigelow: Ama inanılmaz olan şey Abbottabad’ta<br />
değilde, Ürdün’de olsak bile kesinlikle evin daha<br />
önceki sahiplerinin varlığını hissedebiliyordunuz.<br />
O kadar gerçeğine sadık kalınarak yapıldı ki<br />
ürkütücü ve garip bir şekilde sanki onları hayata<br />
geri döndürdü.<br />
Bir sonraki projenizin ne olacağına dair bir<br />
fikriniz var mı? Birlikte çalışmaya devam edecek<br />
misiniz?<br />
Bigelow: Umarım.<br />
Boal: Bu proje ikimiz için de çok önemliydi ve<br />
filmi yaparken ikimiz de neredeyse tüm eforumuzu,<br />
kanımızı ve terimizi kattık. Şu an için Bin<br />
Ladin’in avından sonrasını düşünmek biraz zor.
Kadın ve erkek tanıştı, aşık oldular, sonunda<br />
kaçınılmaz aldatma yaşandı. Bu dosyamızın<br />
konusu Bağlanma Fobisi, bir başka adıyla<br />
Issız Adam Sendromu...
MERVE İNCE<br />
n Bağlanamama sorunu sanki bir trend. Hemen<br />
hemen herkesin çevresinde bu sorunu yaşayan<br />
ya da buna maruz kalan biri mutlaka var. Sorun<br />
esasen fobi. Her ne kadar sadece erkeklerde<br />
görülmesede Türkiye deki en yakın ve en çok<br />
bilinen örneği Issız Adam filmi olduğu için terim<br />
bağlanma fobisi yerine Issız Adam fenomeni<br />
olarak zihinlere yerleşti.<br />
Yerli ve yabancı sinemada da bu konuyla alakalı<br />
karakter örnekleri her geçen gün artıyor. Bu<br />
da demek oluyor ki bu fobi gittikçe çoğalıyor.<br />
Benimde kendi çevremde buna sıkça rastlıyor<br />
olmam beni sinemaya yansıyan karekter<br />
örneklerini düşünmeye itti. Bu sebeple bu ay<br />
hafızamı zorlayarak aklıma gelen ve konuyla<br />
ilgili filmleri ele almak istedim.<br />
İlk aklıma gelen film Closer. Filmin dili tiyatro<br />
oyunundan uyarlandığı için çok yapay gelsede<br />
filmin sonunda tek yapay olan şeyin dili<br />
olduğuna karar vermek oldukça kolay.Anna (Julia<br />
Roberts) başarılı bir fotoğrafçı. Yine kendisi<br />
gibi başarılı olan dermatolog Larry ile hayatını<br />
birleştiriyor ama aklı sürekli olarak aklını çelmeye<br />
çalışan başarısız ama duygusal yazar<br />
Dan’de kalıyor. En sonunda ise Dan Anna’nin<br />
aklını çelmeyi başarıyor. Kocasını aldatıyor. Bir<br />
sene sonra vicdan azabıyla onu terk etmek için<br />
beklerken Larry onu bir fahişeyle aldattığıni<br />
itiraf ediyor. İşler bu noktada da kolaylaşmiyor<br />
çünkü Larry ayrılmak istemiyor. Anna’nın Dan’e<br />
aşık olduğunu itiraf etmesine rağmen. Dan ise<br />
Alice’le (Nathalie Portman), Londra sokaklarında<br />
ona araba çarptığında onu kurtarıp hastaneye<br />
götürdüğü günden beri birlikte. Yani filmin ilk<br />
sahnesi itibariyle. Ortada birbilerini aldatan 3<br />
karakter var. 3’ü de karşısinda ki artık yabancı<br />
olmadığında başka birine yöneliyor. 3’üde masum<br />
değil ama fazlasıyla dürüst. Seyirci olarak<br />
3’ünede öfke duyabiliyoruz. Diğer tarafta ise<br />
striptizci olup seksten ve aldatmaktan çok<br />
uzakta olan bir karakter var. En başından beri<br />
onun için üzülmemek elde değil. Diğer 3 karakter<br />
bağlanma fobisi yaşarken o tam tersi ilk<br />
günden beri Dan’e bağlı. En başından beri terk<br />
edilme korkusu yaşıyor , en başından beri kendine<br />
güvensiz ve en başıdan beri yoğun bir<br />
biçimde Dan’e odaklı. Bu sebeplerle o mükemmel<br />
bir kaygılı/kararsız bağlanma örneği. Filmin<br />
sonunda ki sahneyle birbirlerine karşı sadakatsiz<br />
ama bir o kadar dürüst olan bu 3 karakterin<br />
karşısında sadakatli ama en başından beri<br />
kendi kimliğini saklayarak aslında en başından<br />
beri dürüst olmayan Anna filmin en büyük ve<br />
en karmaşık süprizi. Konusu, tarzı ve içinde<br />
barındırdığı karakterleriyle benim izlerken hala<br />
muazzam bir keyif aldığım bu film Bağlanma
Fobisi (Commitment Phobia) verilebilecek en iyi<br />
örneklerden bir tanesi.<br />
Filmden biraz daha bahsetmek gerekirse:<br />
1964 doğumlu Ingiliz oyun yazarı Patrick<br />
Marber’ın yazdığı Closer’ı yine kendi sinemaya<br />
uyarladı. Yönetmenliğini de The Graduate filmiyle<br />
en iyi yönetmen ödülünü almış olan Mike<br />
Nichols üstlendi. Filmdeki rolleri ile Clive Owen<br />
ve Natalie Portman Akademi Ödüllerine aday<br />
gösterildi.<br />
olamadık.<br />
Hikaye içine Alper’in geçmişini bilen tek unsur<br />
olarak giren anneye rağmen film bize<br />
neyin neden olduğunu söylemedi. Bu sebeple<br />
Issız Adam benim için ıssız adam olmaktan<br />
çok “eksik adam” olarak kaldı. Yine de bir<br />
çoğunluğu etkileyip, en azından durumu bu<br />
kadar net anlatabildiği ve konusuyla Türkiye<br />
deki nadir örneklerinden biri olduğu için,<br />
konu bağlanma korkusu olunca Issız Adam’ı<br />
hatırlamadan ve anmadan geçmek imkansız.<br />
Ps: Ben filmin sonunda adam eşcinsel<br />
olduğunu keşvedecek sanmıştım. Tahminim<br />
yanlış çıkıncada baya moral bozukluğu<br />
yaşamıştım.<br />
Gelelim Issız adama..<br />
Kendini Ada’yla özleştiren kadınlar, içlerinde ki<br />
Alper’le beyaz perde de yüzleşen erkekler ve<br />
sinema da akıtılan göz yaşları.. Aradan uzun<br />
yıllar geçmedi. Bu yüzden film çıktığı dönemde<br />
olanlar ve konuşulanlar sanırım eksiksiz<br />
hafızamda. Alper 30’lu yaşlarında<br />
bağlanma sorunu yaşayan bir<br />
erkek. İlişkilerini sadece cinsellik<br />
üzerine kuruyor. Sonrasın da ise<br />
Adayla tanışıyor. Önce onu elde<br />
etmek için elinden gelen her seyi<br />
yapıyor. Belki de gerçekten aşık<br />
oluyor ondan sonrada terk ediyor<br />
ve çektiği ayrılık acısı beyaz perdeye<br />
yansıtılıyor.<br />
Issız Adam bağlanma sorunu<br />
tanımının çok net ve en doğru<br />
tanımlarından bir tanesi. Nitekim<br />
kişisel fikrim o gün bu gündür<br />
değişmedi. Filmde bir şeyler eksik! Olayları<br />
seyirci olarak çok net gözlemleme şansı bulsakta<br />
sebepler konusunda Alper’in neden<br />
böyle davrandığı konusunda çokta fikir sahibi
The Unbearable Lightness of Being (1987)<br />
Türkçesiyle Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği..<br />
Bir Philip Kaufman filmi olsada filmin ismi<br />
söylendiğinde aklıma gelen Kaufman dan daha<br />
çok Milan Kundera oluyor. Kitabın tadı ayrı<br />
yinede Daniel Day-Lewis’le birlikte filmin yeri<br />
de bir o kadar ayrı.<br />
Bu filmle ilgili bahsecek çok sey var nitekim<br />
konudan sapmamak gerektiği için filmi sadece<br />
Bağlanma Sorunu Sorunsalı ile ele alacağım.<br />
Çapkın doktor Tomas’ı anlayan bir tek Sabina<br />
var. Başka kadınlarla ilişlerine devam ederken<br />
sıklıkla Sabina’ya dönmeye oldukça sadık ve<br />
bağlı. Diğer yandan naïf ve duygusal Tereza ile<br />
evlendikten sonra hayatı az da olsa değişiyor<br />
ama tek kadına bağlı olmayı başaramıyor. Filmin<br />
en güzel noktalarından bir tanesini bağlanma<br />
olgusunu sadece ilişkilerle vermemesi. Tereza<br />
kocasına olduğu kadar ülkesine de bağlı.<br />
Prag’da ki komunist işgalinin peşini İsviçreye<br />
gidince de bırakmıyor. Bir sure sonra da başka<br />
bir ülkede olmak istemiyor ve işgale rağmen<br />
ülkesine geri dönuyor. Onun sadakati her şeye<br />
ve herkese baki. Tomas ise başka bir ülkede<br />
olup olmayı önemsemiyor. Tereza gibi ülkesine<br />
olanları her an yüzünden okuyamıyoruz. Diğer<br />
yandan Sabinayı görmekten ve Tereza’nın<br />
peşinden ülkesine geri dönmekten de kendini<br />
alamıyor. Bağlanma sorunu olan biri için<br />
kadınlarından vazgeçememek de oldukça<br />
çelişkili ve ironik bir bağlılık. Çapkın ve sadakatsiz<br />
Tomas’a rağmen filmdeki en büyük ve en<br />
düşündürücü bağlanma sorunu Sabina’ya ait.<br />
Kendisine seçtiği erkek profili olarak Tomas’dan<br />
sonra evli bir profosörle ilişkisi başlıyor. Profosör<br />
karısından Sabina için ayrılınca da Sabina<br />
ortadan yok olmayı seçiyor. En başından<br />
bağlılığın olmayacağı ilişki ve erkek modellerini<br />
seçmesi aslında kendisinde var olan bağlanma
sorunuyla doğrudan ilgili. Bağlanma sorunu<br />
olarakta tanımın filmde Tomas’dan bile açık<br />
örneği.<br />
Başında söylediğim gibi The Unbearable Lightness<br />
of Being içinde tarihide barındıran çok<br />
yönlü bir film, bir hikaye. Daniel Day-Lewis bu<br />
sene Oscar’a adayken ve alma şansı çok yüksekken<br />
eski filmlerini hatırlamak isteyenler işe<br />
bu filmle başlayabilirler.<br />
Harold and Maude<br />
Bu filmin janrının<br />
komedi diye<br />
anılmasını bir türlü<br />
anlayamadım. Her<br />
anı ve her saniyesi<br />
izlediğimde beni<br />
oldukça üzmüştü.<br />
Depresif karakterli<br />
ve ölüm takıntılı 20<br />
yaşındaki Harold,<br />
hayata bir türlü<br />
tutunamayarak boş<br />
zamanlarını sürekli<br />
cenazelere katılarak<br />
geçirir. Defalarca intihar<br />
teşebbüsünde<br />
bulur. Bu girişimlerin hiçbiri başarılı olmasa da,<br />
takıntısından bir türlü kurtulamaz.<br />
Bir gün, yine gittiği bir cenaze sırasında<br />
tanıştığı 79 yaşındaki Maude ile çok sıradışı bir<br />
arkadaşlık geliştirirler. Harold’un aksine, son<br />
derece neşeli ve hayata bağlı bir karakter olan<br />
Maude, Harold’a hayatla ilgili bilmediği tatlar<br />
yaşatır ve olay bir aşk hikayesine döner. Annesinin<br />
evlendirme teşebbüslerinin hepsine<br />
karşı çıkan Harold, bir gün herkese Maude ile<br />
evlenmek istediğini açıklar. Aralarında ki yaş<br />
farkı sebebiyle de bu kimse tarafından sevinçle<br />
karşılanmaz.<br />
Filmde ki bağlanma sorunu Maude’a ait. Bunu<br />
anlamak için filmin sonuna kadar beklemek<br />
gerek. Bu filmi izlememiş olanlar olabileceğini<br />
düşündüğüm için daha fazla spoiler vermek<br />
istemiyorum. Tek ekleyebileceğim hikayesi ve
içinde barındırdığı bağlanma sorunuyla klişeden<br />
cok uzakta bir film olduğu..<br />
Duvara Karşı (Gegen die Wand) Uyuşturucu<br />
bağımlısı bir erkek<br />
ve intihara meyilli<br />
daha öncede<br />
girişimde bulunmus<br />
bir kadın. Ikisininde<br />
bağlanma problem<br />
var ikisininde son<br />
durumda ki hallerine<br />
gelmek icin<br />
geçmişten gelen<br />
trajik sebepleri var.<br />
Bütün bunların yanı<br />
sıra birbirlerine aşık<br />
olacak olmalarıda<br />
ekstra bir sorun<br />
olarak filme dahil olduktan sonra daha da film<br />
daha da karmaşık ve dramatik bir yola seyirciyi<br />
sokuyor. Fatih Akının bol ödüllü bu filmi<br />
bağlanma sorunları konu başlığı altında da bir<br />
kez daha izlenmeyi kesinlikle hak ediyor.<br />
Konu sinema açısından bile oldukça hassas. Bu<br />
sebeple her filmden kısaca bahsedip geçmek<br />
imkansız. Hazır başlamışken bu konuyla ilgili<br />
daha fazla film izlemek isteyenler için son<br />
dönem Hollywood sinemasından daha light<br />
seçeneklerden Love and Other Drugs (2010),<br />
Life as We Know It (2010) ve No Strings Attached(<br />
2011) tavsiye edebilirim. Daha alternatif<br />
seçenekleri seçmek isteyenler ise The<br />
Banishment (2007), The Good Night (2007) ve<br />
Blue Valentine filmlerini tercih edebilirler. Türk<br />
sinemasından devam etmek isteyenlere de Kaybedenler<br />
Kulübüyle Türk sinemasının kültleşmiş<br />
filmi Selvi Boylum Al Yazmalım son iki tavsiyem<br />
olabilir.<br />
Son olarak ‘Bağlanma Sorunun’ toplumda<br />
görülme sıklığına gore sinemada karakterlere<br />
yansımasının hala az olduğun düşünüyorum.<br />
Bu sebeple ilerleyen dönemlerde konunun<br />
sinemada daha sık ve daha farklı karakterlerle<br />
karşımıza çıkacağı kehanetinde bulunabilirim.
n Milliyet gazetesinden Asu Maro,<br />
Nejat İşler’le güzel bir röportaj<br />
yapmış, soruyor ünlü oyuncuya,<br />
“Neden yoksun artık sinemada”<br />
diye… Nejat İşler cevaplıyor;<br />
“Gelmiyor düzgün bir şey. Şimdi<br />
kimsenin hakkını yemek gibi<br />
olmasın ama Adana’ya gittim ya,<br />
Altın Koza’da jüri üyesiydim, 16 tane<br />
film seyrettik, güzel filmler var ama<br />
saçmalıklar da var bir sürü. İyi hikâye<br />
gelmiyor, hepsi kurulmuş şeyler. Ya<br />
uzun planlar, garip bunalımlı çocuk,<br />
ya “Issız Adam” versiyonları... “Laz<br />
Vampir” için bile teklif geldi bana<br />
ya, öyle garip şeyler... Samimi bir<br />
şey bulamıyorum. Oğlum buradan<br />
iki bulut çakalım, arkadan iki koyun<br />
geçir, biraz da Türkiye’deki durumları<br />
eleştir, ne fenayız” yap, Avrupa’da<br />
festival gez işte. Tahammül edemiyorum<br />
artık. Öyle şeyler seyrettik ki<br />
aklın durur.”<br />
Güzel, bunu artık jürilerde görev<br />
almış sinemacıların dile getirmesi<br />
daha da güzel. Nejat İşler’in<br />
açıklamalarını, bir de geçenlerde<br />
keşfettiğim “Karşıt Sinema Manifestosu”<br />
ile birleştirince, tüm bunları,<br />
uzun zamandır yazdığım, festivaller<br />
için formülize edilmiş, hikâye<br />
sinemasından kaçan çünkü hikaye<br />
anlatabilme yeteneği olmayan, bu<br />
yüzden de uzun planlar ve zorlanmış<br />
kurmaca karakterlerle ve biçimsel<br />
tuzaklarla dolu özenti sinema<br />
anlayışına bir tepki olarak gördüm<br />
Malum, sinemamızın rotası fena<br />
halde şaşmış durumda. Çünkü bizim<br />
aydın geçinen entelektüel kesimin<br />
en sevdiği şey, halkın beğenilerinin<br />
üstüne basarak yükselmektir.
Eşkıya ile başlayan yeni sinemasal milattan<br />
bu yana neticeyi paylaşıyoruz. Bir tarafta,<br />
tamamen yozlaşmış, hap yaparak para kapma<br />
derdinde bir ticari sinema anlayışı, diğer<br />
tarafta, kültür bakanlığı fonlarından nemalanarak<br />
yapılmış, festivalleri<br />
gezip poz yapan minimalist<br />
dertler… Seyirci ne ister,<br />
neyi özler, şimdilik kimsenin<br />
umurunda değilmiş gibi<br />
görünüyor ama alarm zilleri<br />
çoktan çalmaya başladı.<br />
Karşıt Sinema Manifestosu’<br />
da meseleye çok radikal bir<br />
yaklaşım getiriyor. Hepsi<br />
geleceğin sinemacısı olacak<br />
20’li yaşlardaki bu gençler<br />
artık mevcut işleyişten ve<br />
sinemasal anlayıştan iyice<br />
bunalmış ve ayağa kalkmış<br />
durumda…<br />
Karşıt Sinema Manifetosunu<br />
okumak için: www.karsitsinema.com<br />
Bu tanımlamaya girenlerin gözünde Türk<br />
sineması başından beri bir avam eğlencesidir.<br />
Olduğu gibi sevmek mümkün değildir.<br />
Değişmeli ya da zorla dönüştürülmelidir.<br />
Hollywood’a benzememelidir ama nedense bir<br />
Fransız yeni dalgası ya da Rus sinemasının<br />
kötü bir taklitçisi olmasının sakıncası yoktur.<br />
Bu iklimde bazı yönetmenler ağızlarıyla kuş<br />
tutsa bile yaranamazlar, oysa taklit edilmiş bir<br />
Doğu Avrupa duygusallığını kamera ayağına<br />
beton dökerek, sinopsisden bozma bir senaryo<br />
ile filme çeken “artauss” sinemacı hemen<br />
kulübe kabul edilir.<br />
Bu meselede bir seyirciye,<br />
bir de adam gibi filmler<br />
çekebilecekken kendini<br />
jürilere beğendirme derdine<br />
düşüp, seyircisiz bir ilk filme imza atan ve<br />
sonrasında borç ödemekle kuruyan sinemacı<br />
arkadaşlara üzülürüm. Umarım tez zamanda<br />
titreyip kendimize geliriz!
Çatlak Film / Yönetmen: Peter<br />
Farrelly, Will Graham, Steve Carr...<br />
n Birbirinden bağımsız 11 kısa<br />
filmin, konuları bağlayarak “Çatlak<br />
Film”de anlatılması aslında<br />
bir ilk değil. 1977 yılında kısa<br />
filmlerin bir araya getirilmesi fikri<br />
yönetmen John Landis ve senaristler<br />
David Zucker, Jim Abrahams<br />
ve Jerry Zucker’den çıkıyor.<br />
Ve absürt komedi türündeki ilk<br />
film olan “The Kentucky Fried<br />
Movie”yi yapıyorlar. “Çatlak Film”<br />
in oluşturulmasında da “The<br />
Kentucky Fried Movie”den esinleniliyor<br />
ve ortaya 11 kısa filmden<br />
oluşan absürt komedi türünde bir<br />
film çıkıyor.
Hükümet Kadın /<br />
Yönetmen: Sermiyan Midyat<br />
n 8 çocuklu Midyatlı sıradan bir<br />
kadın olan Xate’nin komşularından<br />
tek farkı, kocasının Midyat Belediye<br />
Başkanı olmasıydı. Birgün, başına<br />
gelenler onun da Midyatlıların da<br />
hayatını değiştirdi, Xate Midyat<br />
Belediye Başkanı oldu. Devlet<br />
işlerinde çocuklarının kendi<br />
aralarındaki çocukça rekabeti<br />
Midyat halkına kahkahalar attıran<br />
maceralara neden oldu. Demet<br />
Akbağ, Xate karakteri ile sinema<br />
perdesinde yine unutulmayacak bir<br />
karakter yaratıyor ve seyirciye yine<br />
neşe dolu bir film vaadediyor.
No / Yönetmen: Pablo Larrain<br />
n Diktatör Augusto Pinochet’i baskılarla<br />
ülkeyi referandum oylamasına götürmüştür.<br />
Muhalefet kanadı ise bu fırsatı kullanıp<br />
onu alaşağı etmek için, René Saavedra’nın<br />
yönettiği, “Hayır” odaklı ciddi bir reklam<br />
kampanyası başlatır. Bu kampanya, Augusto<br />
Pinochet’in sonunu getirecek ve tarihin<br />
yönünü değiştirecek midir? Şili’nin Oscar<br />
adayı olan film özellikle Şili ve Türkiye’nin<br />
siyasi tarihinin benzerliğiyle dikkati çekiyor.<br />
Kaçırmamanız gereken bir yapım... tek<br />
kopya ile vizyona giren No sadece Beyoğlu<br />
sinemasında seyredilebilir...
Parker / Yönetmen: Taylor Hackford<br />
n Yönetmenliğini Şeytanın Avukatı,<br />
Ray gibi ödüllü yapımlara imza<br />
atmış olan Oscarlı sinemacı Taylor<br />
Hackford’ın üstlendiği aksiyon<br />
ve suç filminin baş rolünde Jason<br />
Statham yer alıyor.Jennifer<br />
Lopez,Nick Nolte ve Michael Chiklis<br />
ise öne çıkan diğer isimler. Donald<br />
Westlake’in uzun soluklu roman<br />
serisinden uyarlanan film, işinde<br />
‘merhametiyle’ ün yapmış hırsız<br />
Parker’ı odak noktasına alıyor.
Zarafa / Yönetmen: Jean-Christophe Lie<br />
n 10 yaşındaki Maki ile Fransa kralına<br />
hediye olarak gönderilen öksüz Zürafa’nın<br />
ebedi dostluk hikâyesi. Hassan, Mısır kralı<br />
tarafından küçük öksüz Zürafa’yı Fransa’ya<br />
götürmekle görevlendirilir. Ama Maki, küçük<br />
Zürafa’nın annesine söz verdiğinden, hayatını<br />
riske atmak anlamına gelse de, Hassan’ın bu<br />
görevini yerine getirmesini önlemek, Zürafa’yı<br />
yeniden doğduğu topraklara götürmek için<br />
her şeyi göze alır...
G.D.O. KaraKedi / Murat Aslan<br />
n İstanbul’un eski semtlerinden olan<br />
Balat’ta yaşayan ve kendi yağlarıyla<br />
kavrulan üç kardeş, taksicilikle<br />
hayatını kazanan Gürkan, pilavcılık<br />
yapan Orhan ve iflah olmaz biçimde<br />
aşık olan Duran... Herkes gibi yaşam<br />
mücadelelerini sürdürürken, sıradan<br />
dertlerini de çözmeye çalışan bu üç<br />
kardeşin hayatı bir gün başlarına<br />
gelen bir kazanın yol açtığı, cinayet,<br />
mafya, kız kaçırma üç geniyle allak<br />
bullak olur.
Ligimizde heyecan zirveye vurmuşken<br />
taraftarların nefreti engellenemezken<br />
sinemada futbol nasıl algılanıyor,<br />
taraftarların hikayeleri nasıl yer buluyor<br />
bir bakalım dedik...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Sinema ve futbol insanları<br />
heyecanlandıran, peşinde koşturan iki<br />
kavram. Futbol yeşil sahada oynanıyor<br />
ama aslında insanların bütün hayatını etkiliyor.<br />
Çoğumuz onla sevinip üzülüyoruz.<br />
Hatta tuttuğumuz takım yenildiğinde<br />
ertesi gün işe bile gelmek istemiyoruz.<br />
Kolay mı bizi bekleyen ve dalga geçecek<br />
arkadaşlarımız her daim hazırlar. Simon<br />
Kuper’in kitabında dediği gibi, “Futbol<br />
asla sadece futbol değildir.” Peki futbol<br />
nedir? Bunun cevabını belki beyazperdede<br />
bulabiliriz. Sinema hayatımızın<br />
yansıması demiyor muyuz? Peki bu<br />
sinema futbol için ne diyor? Futbolu ve<br />
taraftarlığı konu edinen filmleri topladık<br />
sizin için. İki başlığa ayırdık. Bir yeşil<br />
saha içindeki futbolu konu edinen filmler<br />
bir de yüreğimizdeki futbolu anlatanlar.<br />
Taraftarlık ve holiganizm bu filmlerde<br />
biraz içiçe geçmiş duruyor. Zaten gerçek<br />
hayatta da öyle değil mi? Bu iki kategori<br />
dışında Türk sinemasında da bir yerinden<br />
futbola bulaşmış filmleri sizin için<br />
listeledik. İşte dörtbaşı mamur futbolun<br />
sineması...<br />
FUTBOL FİLMLERİ<br />
Cehennemde İki Devre – 1962<br />
Sinema tarihinin ilk futbol filmi olarak<br />
anılan yapıt, usta Macar yönetmen<br />
Zoltan Fabri’nin imzasını taşıyor. “Zafere<br />
Kaçış”ın esin kaynağı olan eser, SS<br />
kampındaki mahkum Macarlar ile Alman<br />
subayların maçına odaklanıyor.<br />
Libero - 1973<br />
Almanların en büyük efsanesi Franz
Beckenbauer’in hayatındaki iniş çıkışları anlatan<br />
ve futbolcunun kendisi olarak başrolde<br />
oynadığı, yönetmenliğini Wigbert Wicker’in<br />
yaptığı “Libero” filmi, 1973’te gösterime<br />
girdi.<br />
Zafere Kaçış - 1981<br />
Yönetmenliğini John Huston’ın yaptığı ve<br />
oyuncu kadrosunda Sylvester Stallone ve<br />
Michael Caine’in yanı sıra yaşayan futbol efsanesi<br />
Pelé’nin de yer aldığı unutulmaz film.<br />
Filmde 2. Dünya Savaşı sırasında esir düşen<br />
bir grup müttefik askerin işgal kuvvetlerinin<br />
ellerinden kaçma planları konu edilmiştir.<br />
A Shot at Glory - 2000<br />
Ünlü İskoç futbolcu Ally McCoist de<br />
başrolde. Düşüşe geçen eski bir golcü kupada<br />
final hedefleyen 2.lig takımlarından Raith<br />
Rovers’dan teklif alır ve hikayemiz başlar. Dolu<br />
dolu futbol bulacağınız bir yapım. Teknik direktör<br />
rolünde ünlü oyuncu Robert Duvall döktürüyor.<br />
Mean Machine - 2001<br />
Wimbeldon’un delisi Vinnie Jones futbolu<br />
bıraktıktan sonra sert mizacını bu sefer beyaz<br />
perdede gösteriyor. Tıpkı gerçek hayattaki gibi<br />
sorunlu bir futbol yıldızını canlandırıyor bu<br />
filmde. İçerde gardiyanlardan çeken mahkumları<br />
örgütleyerek büyük bir maç organize etme<br />
çabasına giriyor.<br />
Bend It Like Beckham - 2002<br />
İngiltere’de yaşayan Hintli bir kızın futbola<br />
olan tutkusunun hikayesi. Jessie (Parminder<br />
K. Nagra) ailesinden gizli bir şekilde küçük bir<br />
kadınlar takımında oynamaya başlar. Fakat bir<br />
gün ailesinin bunu öğrenmesiyle hayalleri suya<br />
düşer gibi olur.
Das Wunder von Bern – 2003<br />
1954 Dünya Kupası Türkiye’nin katıldığı<br />
ilk büyük turnuva olması nedeniyle ülkemizde<br />
ayrı bir yere sahip. Öte yandan o<br />
senenin kazananı Almanya’ydı. II. Dünya<br />
Savaşı’nda ağır bir yenilgi alan Almanlar,<br />
kırık gururlarını bu turnuvadaki zaferleriyle<br />
bir nebze olsun onarmışlardı. Bern<br />
Mucizesi filmi Almanların bu serüvenini<br />
birbirine paralel üç hikayeyle aktarıyor.<br />
The Game of their Lives - 2005<br />
Geoffrey Douglas’ ın aynı adlı kitabından<br />
Angelo Pizzo tarafından senaryolaştırılan<br />
film, 1950 Dünya Kupası’na katılan ABD<br />
Milli takımının, Brezilya’da İngiltere’yi<br />
1-0 yendiği maçta elde ettiği başarıyı<br />
anlatıyor.<br />
Goal serisi – 2006 - 2007 - 2009<br />
Küçük yaşta ailesiyle Amerika’ya göç<br />
eden Meksikalı Munez’in tek hayali bir<br />
gün futbol yıldızı olabilmektir. Ailesinden<br />
destek göremeyen Munez, bir gün eski<br />
bir futbolcu tarafından keşfedilir. Futbolun<br />
adeta bir din, St.James Park’ın ise<br />
bir katedral kabul edildiği ülkede, Latin<br />
Amerikalı genç için kendisini ispatlama<br />
ve bu inanılmaz şansı değerlendirerek<br />
yıldız olma mücadelesi başlamıştır.<br />
Zidane, un portrait du 21e siècle - 2006<br />
Zinedine Zidane 23 Nisan 2005 tarihinde<br />
Santiago Bernabeu stadında oynanan<br />
Real Madrid-Villa Real maçının 90<br />
dakikasında 19 ayrı kamera ile görüntülendi<br />
ve ortaya bu film çıktı. Zidane’ın<br />
maç içersindeki her anı kaydedildi.<br />
Akıttığı terin parıldayışı, karakterini<br />
yansıtan hareketlerin altını çizen yakın<br />
plan çekimler filme renk kattı.<br />
Gracie - 2007<br />
15 yaşındaki Gracie, New Jersey’de<br />
üç erkek kardeşin içinde tek kızdır.<br />
Büyük kardeşi Johnny okulun gözde<br />
futbolcularından biridir, ancak bir araba<br />
çarpması sonucu hayata veda eder. Gracie<br />
hem kardeşinin anısını taze tutabilmek<br />
için, hem de spor tutkusu yüzünden futbol<br />
takımına girmeye karar verir.<br />
Tanrı’nın Eli - 2007<br />
Futbol meraklılarının ve futbol oyununun<br />
ötesinde insan hikayelerine ilgi<br />
duyanların beğeneceği türden bir biyografi<br />
olan “Maradona: Tanrı’nın Eli” filminin<br />
ismi, dünya kupasında eliyle gol atan<br />
Maradona’nın maç sonrası bir televizyon<br />
muhabirinin yönelttiği “Golü kafa ile mi, el<br />
ile mi attın” sorusuna verdiği ironik cevaptan<br />
geliyor.
u turnuvayı altı oyuncuyu merkeze alarak<br />
anlatıyor.<br />
The Damned United / Lanet Takım - 2009<br />
Efsane İngiliz teknik direktör Brian Clough’un<br />
Leeds United’ta geçirdiği 44 günü anlatan ve<br />
futbol filmleri kategorisinde hatırı sayılır bir<br />
yeri olan film. Filmde Peter Taylor’ı usta oyuncu<br />
Timothy Spall, Brian Clough’u da Michael<br />
Sheen canladırıyor.<br />
İki Escobar – 2010<br />
Spor, Medellin, uyuşturucu ve politika Kolombiya<br />
toplumunun ayrılmaz parçalarıydı. Pablo<br />
Escobar, Medellin kartelini yöneten, dünyanın<br />
en zengin, en güçlü uyuşturucu taciriydi, Andres<br />
Escobar ise Kolombiya’nın en büyük futbol<br />
yıldızı. Kişisel bir bağlantıları yoktu ama<br />
kaderleri birbirine dolanmıştı.<br />
TARAFTAR FİLMLERİ<br />
Hillsborogh - 1996<br />
15 Nisan 1989’da Steven Gerrard’ın 10<br />
yaşındaki yeğeninin de aralarında bulunduğu<br />
ve hayatını kaybettiği, Hillsborogh’da oynanan<br />
Liverpool- Nottingham Forest F.A Cup yarı final<br />
maçında meydana gelen ve 95 kişinin ezilerek<br />
öldüğü faciayı konu alan film...<br />
Maradona - 2008<br />
Emir Kusturica’nın yönettiği belgesel,<br />
Arjantinli futbolcu Diego Maradona’nın<br />
hayatını anlatmaktadır. Maradona genellikle<br />
dünyanın en iyi futbolcusu olarak<br />
gösterilmektedir ve uyuşturucu bağımlılığı<br />
da sık sık dile getirilmektedir. Maradona’nın<br />
gerçek yüzünü aktarabilmeyi amaçlayan<br />
Kusturica, belgeselde onun içten bir portresini<br />
çiziyor.<br />
Kicking It - 2008<br />
Evsizler Dünya Kupası 2003’ten beri her<br />
sene düzenlenen uluslararası bir futbol<br />
turnuvası… Kicking It, 2006’da Güney<br />
Afrika-Cape Town’ın ev sahipliğini yaptığı<br />
Fever Pitch - 1997<br />
Nick Hornby’nin romanından uyarlanan bu<br />
film Arsenal fanı bir öğretmenin futbola olan<br />
tutkusunu zaman zaman çocukluğuna inerek<br />
anlatıyor. Diğer futbol filmlerine göre biraz<br />
daha az bilinen bir yapım. Ünlü oyuncu Colin<br />
Firth başrolde. Özellikle Arsenal fanları bu filmi<br />
kaçırmasın derim. Filmin beyzbola uyarlanmış<br />
bir Hollywood versiyonu da var. Bulabilirseniz<br />
izleyin<br />
The Football Factory - 2004<br />
Sert bir holigan filmi. Mean Machine’de de<br />
oyanayan Dany Dyer başrolde. Millwall ve Chelsea<br />
holiganlarının şiddet yüklü kapışmaları,<br />
holiganların hayatlarına yakın çekim yapan gerçekçi<br />
ve agresif bir film.
Green Street Hooligans - 2005<br />
Rastlantı eseri İngiltere’ye gelen<br />
Amerikalı bir öğrencinin West Ham<br />
United taraftar grubunun içine girdikten<br />
sonra yaşadıkları. Futbolu<br />
ve şiddeti birbirinden ayıramayan<br />
holiganların dünyasını gözler<br />
önüne seren yapım... Taraftar filmleri<br />
içinde bir klasik.<br />
Looking For Eric - 2009<br />
Manchester United’a gönül vermiş<br />
ve bir Eric Cantona hayranı olan<br />
postacı Eric Bishop, hayatının<br />
büyük kısmını kendinden ve<br />
başkalarından kaçarak, bunalım<br />
içinde geçirmiştir. Hayatı yokuş<br />
aşağı giderken kendine hayali bir<br />
arkadaş bulur, Eric Cantona...<br />
The Firm - 2009<br />
The Football Factory’ nin yönetmeni<br />
Nick Love’dan bir futbol filmi<br />
daha. “Hayatımda break dance ve<br />
ot içmekten başka bir şey daha<br />
olmalı” diyen Dominic’in (Calum<br />
McNab) West Hamlı holigan grupla<br />
bir şekilde yollarının kesişmesi<br />
ve ekip lideriyle kurduğu geçici<br />
kankalık müessesini ele alıyor film.<br />
TÜRK FİLMLERİ<br />
Hababam Sınıfı serisi<br />
Gönül Kimi Severse 1959<br />
Şekerli misin Vay Vay 1964<br />
Taçsız Kıral 1965<br />
Uyanık Kardeşler 1974<br />
Gol Kralı 1980<br />
Ya Ya Ya Şa Şa Şa 1985<br />
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar 2000<br />
Eski Açık Sarı Desene 2003<br />
Takım Böyle Tutulur 2005<br />
Aşk Tutulması 2008<br />
Adı Aşk Bu Eziyetin 2010<br />
Kaledeki Yalnızlık 2011
Kurtuluş Savaşı’nda şehit olan 63 lise öğrencisinin hikayesini<br />
anlatan Taş Mektep filminin oyuncuları Orhan<br />
Kılıç ve Ayça Varlıer şehitlere karşı sorumluluğumuz<br />
var. Bu film bizim için sinemadan öte dediler...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Taş Mektep filmi izleyenlerin yüreğini<br />
dağlayacak. Kurtuluş savaşında<br />
Yunanlılar’a karşı okullarını terk edip<br />
cepheye giden lise öğrencilerinin<br />
hiç biri geri dönmedi. Ama savaş<br />
meydanındaki o küçükcük ölmüş vücutlardan<br />
koskoca bir ülke doğdu. İşte<br />
Taş Mektep bunun hikayesini anlatıyor.<br />
Filmin başrolünde oynayan Orhan Kılıç<br />
ve Ayça Varlıer sorularımızı cevaplarken<br />
özellikle bunun üzerinde durdular,<br />
“Bizim sorumluluğumuz izleyiciye<br />
olduğu kadar o filmin uyarlandığı gerçek<br />
hikayede canlarını veren küçücük<br />
çocuklara karşı. Onların anısına<br />
karşı kendimizi sorumlu hissediyoruz.”<br />
Türk sinemasının en önemli<br />
sorumluluklarından biri de bu ülkenin<br />
tarihine karşıdır. Çok az olsa bile bazen<br />
böyle filmler karşımıza çıkıyor da<br />
içimiz rahatlıyor. İşte Taş Mektep’in<br />
oyuncularının önemli röportajı...<br />
Proje size geldiğinde kabul etmenize<br />
neden olan etken neydi?<br />
Orhan Kılıç: Ben zaten bir sene kadar<br />
dizilere ara verme niyetindeydim,<br />
verdim de. O sırada böyle bir teklif<br />
geldi. Sinema filmi tabii ki her oyuncunun<br />
yapmak istediği bir şey, adam akıllı<br />
bir sinema filmi olmadığı için ve dönem<br />
filmi olduğu için özellikle dedim ki “Altı<br />
haftalık bir iş, çeker gelirim.” Aslında<br />
temel olarak buydu, bir oyuncu olarak<br />
baktığımda. Ama tabii ki senaryonun<br />
nasıl olduğu önemliydi. Yüzbaşı Tevfik<br />
ele avuca gelir bir karakter olarak<br />
göründü gözüme. “Bunu severek<br />
yapabilirim” dedim; dönem filmlerini<br />
de çok sevdiğim için, kendime yakın<br />
hissettiğim için, tarihle alakalı olduğum<br />
için kabul ettim.<br />
Ayça Varlıer: Katılıyorum Orhan’ın<br />
söylediklerine. Bu benim ilk sinema<br />
filmim. Filmde herkes için ilkler<br />
yaşanıyor. Yönetmenimizin ilki, bir çok<br />
oyuncularımızın da ilk filmi ve bu bizi<br />
çok heyecanlandıran bir hikaye çünkü<br />
gerçek bir olaydan kurgulanmış. Bu<br />
çocukların hikayesi aslında. Benim<br />
canlandırdığım Güzide karakterine<br />
gelirsek; karakter kendi içinde biraz<br />
değişime uğruyor. Önce çocukların gitmesini<br />
istemiyor ve onları gitmemeleri<br />
için ikna etmeye çalışıyor. Çocukların<br />
gideceğine artık ikna olduktan sonra<br />
onları yalnız bırakmama adına anaçlığı<br />
devreye giriyor, idealistliği devreye gidiyor,<br />
vatanı uğruna, toprakları uğruna<br />
onlarla birlikte ölümü göze alarak<br />
savaşa gidiyor.<br />
Bu tür filmler zor filmlerdir. İçinde<br />
Atatürk olan, Kurtuluş Savaşı’yla, yakın<br />
tarihimizle ilgili filmler ya çevrilmez,<br />
ya da çevrildiğinde büyük eleştirilere<br />
uğrar. Flmi kabul ederken, senaryoyu<br />
okurken nelere dikkat ettiniz?
Orhan Kılıç: Aslında Türkiye’de hiç bir senaryo yeterince bitmiş<br />
değil. Her zaman biraz deve kervanı yolda düzülür bu ülkede.<br />
Bu bildiğimiz gerçek, karşılıklı oturup birbirimizi tavlamayalım,<br />
durum Türkiye’de böyle. Bu proje de aslında farklı değildi. Setin<br />
savaş seti olmasından yola çıkarsak başımızda olan adam, yani<br />
bizim cephe kumandanımız Altan Dönmez basiretli bir adam çıktı<br />
ve bütün bu olumsuzluklara rağmen elinden geleni yapmaya<br />
çalıştı. Senaryoda değişmesi gereken yerler vardı, bulunduğumuz<br />
ortamla senaryo yazılan ortam birbirine uygun değildi... Elde<br />
olmayan, öngörülemeyen şeyler her zaman var. Filmde de hiç<br />
planınız yoksa o zaman sizi daha çok vurur bu filmde olduğu<br />
gibi. Bunlar Türkiye gibi bir ülkede olağan şeyler maalesef. Biz<br />
tarihimiz konusunda yeterince nötr olamıyoruz. Yani biz bu zamandan,<br />
2013’ten geriye bakıp bu andaki ideolojimizle herşeyi<br />
değerlendiriyoruz. Bu benim kendi şahsi görüşüm, filmle alakalı<br />
değil, mesela her filmde ille Atatürk’ü göstermek zorunda mıyız?<br />
Zaten yapamıyoruz. Zaten yapılamayan bir şeyi niye zorluyoruz.<br />
Ve Atatürk ille Atatürk’e benzetilmek zorunda mı? İlle o makyaj<br />
yapılacak, ille Atatürk’e benzeyecek... Bir sarışın mavi gözlü adam<br />
da olabilir, hiç makyajsız. Seyirci aptal değil, önünde beş tane<br />
orgeneral durup “Paşam” diyorsa o Atatürk’tür. Tiyatroda oyuncu<br />
sahneye çıkarken imzalanmamış, dile getirilmemiş bir anlaşma<br />
vardır, oturan seyirci bilir ki bu adam Kral Lear, yanındaki de onun<br />
karısı. Sinemaya gelen adam da bunu biliyor. “Sarışın mavi gözlü<br />
Atatürk olmalı herhalde, herkes arkasında yürüyor” diye düşünür.<br />
Bu tür sıkıntılar var Türkiye’de. Dikkat edilmesi gereken bunun<br />
dışında da fazla bir şey yoktu. Allahtan bizim Atatürk’ümüzü biz o<br />
kadar benzetmek zorunda kalmadık, gerçi oynayan arkadaş da<br />
Atatürk’e yeterince benziyordu. Altan da benimle aynı fikirdeydi,<br />
beni mutlu etti bu.<br />
Senaryonun içinde Atatürk’ün olup olmamaması gerektiğinin<br />
konuştunuz mu?<br />
Orhan Kılıç: Cephe savaşı olduğu için göstermekte biraz fayda<br />
olduğunu düşündüğümüzden dolayı Atatürk de vardı. Çünkü Sakarya<br />
Meydan Muharebesi’nde vardır.<br />
Ayça Varlıer: Bir de o Polatlı Savaşı esasında. O olay gerçekten<br />
olmuş. Biz gerçeğe yakın bir kurguda sergilemeye çalıştık.<br />
Atatürk’ün gelip oradan savaşın sonunda bakması, bayrağın<br />
dikilmesi gerekiyordu...<br />
Kurtuluş Savaşı’nda çok kadın karakterlerimiz var fakat biz sinemada<br />
bunlardan fazla yararlanamadık. Sizinki de aslında öyle bir<br />
karakter. Fragmanında cepheye de gittiği görülüyor galiba.<br />
Ayça Varlıer: Çocuklar için gidiyor, onları yalnız bırakmamak için.<br />
Orada sonuçta hemşireler de var. Yaralıları tedavi etmek, onları<br />
yalnız bırakmamak için orada. Ben savaşmak istiyordum aslında.<br />
Savaşmak demek ille eline tüfeği almak değil, orada olmak,<br />
yardım etmek, o savaşın içinde, bombaların içinde olmak demek.<br />
Hakikaten biz onu hissettik ve yaşadık. Kulaklarımız sağır oldu,
üç gün boyunca zombi gibi dolaştık. Hakikaten çok enteresan<br />
bir tecrübeydi.<br />
Profesyonel oyuncusunuz, dediğim gibi böyle karakterler Türk<br />
sinemasında fazla canlandırılmıyor halbuki Türkiye için önemli<br />
bunlar. Amerika’nın tarihini Hollywood baştan aşağı yazar ve<br />
bütün karakterler çok önemlidir...<br />
Ayça Varlıer: Kara Fatma diye bir kadın var biliyorsunuz. Biz biraz<br />
da ondan esinlendik. Onun kıyafetlerinden birazcık esinlendik.<br />
O siyahlara bürünme... Çünkü kadın bir değişim yaşıyor,<br />
biraz sert bir değişim. Öğretmen kıyafetiyle gayet Avrupai;<br />
Batı görünümlü kadından birdenbire 180 derece bir değişim<br />
yaşıyor. Savaş olgusu taşıyan o kıyafetlere bürünüyor. Seyirci<br />
bunu nasıl karşılayacak bilmiyorum ama bu tip kadınlar varmış;<br />
Çanakkale Savaşları’nda özellikle.<br />
Sizi nasıl etkiledi? Bu karakteri gördünüz, Türkiye için de<br />
önemli bir karakter, profesyonellik dışında karakterden etkilendiniz<br />
mi?<br />
Ayça Varlıer: Kadın hikayeleri genelde filmlerde işlenmiyor,<br />
dizilerde de çok az işleniyor. Bildiğimiz kadınlar, mağlup,<br />
mağdur, ezilen, dövülen... Çok güçlü kadınlar genellikle<br />
işlenmiyor. Neden böyle bilmiyorum. Beni bu çok cezbetti,<br />
çünkü ben de kendi hayatımda savaşçı ruhlu bir insanım,<br />
idealistimdir, yardımseverimdir. Bu kadın belki yurtdışında<br />
eğitim görmüş. Hikayesi var Güzide’nin ve Atatürk ilkelerinin<br />
arkasında, Meclis Ankara’da olduğu için bütün herşeyini<br />
bırakıp Kayseri’de Taşmektep Lisesi’nde öğretmenlik yapıyor,<br />
sonra müdireliğe terfi oluyor. Tamamıyla eğitim uğruna kendisini<br />
vermiş. Bu tipler o dönem zaten az görülüyordu. Kadın<br />
olmak bir yana, öğretmen olmak bir yana bir de müdür<br />
olması... Türkiye’de o dönemde bir elin parmaklarını geçmezdi.<br />
Kadın öğretmenler de çok az görülen bir durum. O yüzden<br />
beni çok cezbetti. İnşallah oyunculuk kariyerimde benim<br />
önümü açar, belki bu rolleri oynamak için fırsat olur çünkü<br />
çok güzel bir rol, değişime uğrayan bir rol. Güzide’nin yanı<br />
sıra, çocukların da yanı sıra Tevfik Yüzbaşı ile yaşadığı ya da<br />
yaşayamadıkları ilişki... Çünkü Tevfik de çok idealist bir karakter.<br />
O dönem bambaşka bir dönem. O dönemin içine girdiğiniz<br />
zaman bambaşka duygular yaşıyorsunuz. Bazı şeyleri<br />
kanıksıyorsunuz. Savaş artık kanıksanmış.<br />
Batı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok filminde de bir öğretmen<br />
vardır. Almanya yenilmek üzeredir, öğretmen bütün<br />
öğrencilerini savaşmak için etkiler. Alman milliyetçiliğini<br />
kullanır ve öğrenciler asker olup Batı Cephesi’ne giderler, çok<br />
büyük dramlar yaşanır, sonuçta tek bir tanesi kurtulur, geri<br />
döner sınıfa ve öğretmenin sınıftaki öğrencilere aynı şeyleri<br />
anlattığını görür, hayatın ne kadar anlamsız olduğunu hisseder<br />
ve çıkar. Sizin filminizle çok ters aslında. Sonuçta Almanya<br />
sömürgeci bir devletti başka ülkelere saldırıyordu, Türkiye
kendi topraklarında bağımsızlık savaşını veriyordu. Filmin bu anlamda<br />
kavramsal yönüne baktınız mı?<br />
Orhan Kılıç: Filmin evrensel söylemine bakılmaz Türkiye’de, bu bir gerçek.<br />
Yapılan filmlerden, yaptığımız şeylerden bunu biliriz. Ne kadar güzel,<br />
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ta çocuk sınıfa gelir aynı öğretmen,<br />
aynı şeyleri söyler. A’dan Z’ye bir daire çizilir ve daire sonunda noktalanır.<br />
Seyirci de seninle beraber bu macerada sonuna kadar ulaşır, baş karakterinle<br />
beraber bütün bu maceraları yaşayıp, onunla ağlamış, onunla<br />
gülmüş, onunla bir yolculuğu öğrenmiştir. O noktaya gelir ve “Evet” der,<br />
yönetmenin büyük katkısıyla. Ama Türkiye’de böyle şeyler genellikle yok.<br />
Çünkü biz bu sinemayı yapmıyoruz. Bizim yaptığımız film hamasetten<br />
uzak, gerçekten uzak. Biz en azından nötr anlatmaya çalıştık bazı şeyleri.<br />
Özellikle yönetmen Altan Dönmez kendi ideolojik kaygılarını oraya<br />
katmadı, “Güzide de çok laisist bir kadın, zaten olmamış şeyi biliyordu o<br />
zamandan” gibi tavırlara girmedik. Olduğu gibi anlattık bazı şeyleri. Ama<br />
çok isterdim sorduğunuz sorudaki gibi zeka ve yorum olarak evrensel<br />
ağırlığı olan filmlerle cevap vermeyi. Bu filmin nasıl bir mesaj verdiğini,<br />
seyircinin hangi maceradan sonra hangi noktaya geldiğini hep beraber<br />
göreceğiz.Bu soruyu yönetmenlere ve yapımcılara sorsaydınız ne cevap<br />
vereceklerdi merak ederdim. Ama ben kişi olarak “Filmin entellektüel<br />
kısmına nasıl bakılır” sorusuna binaen şunu söyleyeceğim: O karakteri<br />
okuduktan sonra ne kadar derin yazılmamış olsa da, biraz zeki adamsan<br />
ve mesleğini seviyorsan kendi kendine bazı şeyleri kurarsın. Aslında<br />
benim oynadığım karakter bazen bunu yapıyor. Maalesef kesilmiş sahnelerimiz<br />
var, seyircinin göremeyeceği sahneler var. Bence en önemli sahnelerden<br />
bir tanesi Ayça’nın karakteri Güzide Hoca, Tevfik Yüzbaşı’nın<br />
odasına geldiği sahneydi. O sahne kesildi maalesef. Bence o sahne<br />
bütün filmin mesajını içeren sahneydi. Orada biz bir savaşın, değişimin,<br />
kabuk kırılmalarının özetini veriyorduk. Ama o sahne maalesef yok.<br />
Bütün filmi bir tarafa koyun o sahnede çok şey vardı. Aşkın, olamazlığın,<br />
bir askerin ve bir kadının aşık olup olmamaya karar vermesi, olmayan,<br />
olamayan çok şeyin özetini veriyordu orada. Ama maalesef bütün olayın<br />
omuriliği dışarıda kalmış.<br />
Ayça Varlıer: Ben biraz önce “Öyle bir sahne çektik ki Orhan’la onun karakterini,<br />
benim karakterimi, o savaş dönemindeki olamamazlıkları, aşkın<br />
inkansızlığını, Tevfik karakterinin nereden geldiğini, niye o kadar katı<br />
olduğunu anlatıyor” diyecektim. Kırılma noktasıydı o sahne ve film özellikle<br />
o sahnede çözülüyordu çünkü Tevfik karakteri çocuklara gelip eğitim<br />
veriyor fakat bir yandan da o kadar üzülüyor ki, bağlanmamaya çalışıyor,<br />
orada işte onun sırrını veriyordu. Neyse olmayan sahneler üzerine<br />
konuşmayalım.<br />
Orhan Kılıç: Sorunuza dönersek bütün cevabı o sahnedeydi ve gerçekten<br />
çok şey kaybettiğini düşünüyorum. Ve çok iyi oynanmış bir sahneydi,<br />
ben gördüm. Niye bizim sinemamız yurtdışında ilgili görmüyor, Türklerin<br />
yaşamadığı yerlerde, Almanya’yı falan saymıyorum? İşte bu yüzden, bu<br />
sorduğunuz sorunun cevabının olmamasından. Bir gün inşallah “Bakın<br />
bakalım sorunuzun cevabını bulabilecek misiniz” deme fırsatı inşallah<br />
bana düşer.
Yönetmenlik planınız mı var?<br />
Orhan Kılıç: Var tabii ki. En büyük zevklerimden biri yaratmak, onu perdeye<br />
aktarmak.<br />
Senaryo?<br />
Orhan Kılıç: Yine bizden çıkıyor.<br />
Sizin de bir çok alanda çalışmalarınız var. Bir albüm de çıkarıyorsunuz<br />
bildiğim kadarıyla. Yönetmenlik ve senaryo yazma hakkındaki<br />
düşünceleriniz nelerdir? Çünkü Türk sinemasının kadın yönetmenlere,<br />
kadın senaristlere bazı şeylere kafasını yoran kadınlara ihtiyacı var.<br />
Ayça Varlıer: Var ve çok iyi kadın yönetmenlerimiz var. Yeşim Ustaoğlu<br />
gibi, onun dışında Zeynep Tan gibi dizi yönetmenlerimiz var.<br />
Orhan Kılıç: Özür dilerim burada keseceğim. Arkadaşlar Türkiye’de<br />
gereğinden fazla kadın yönetmen var. Almanya’da bu kadar kadın yönetmen<br />
yok. Türkiye’de dünya standartlarının üzerinde kadın yönetmen var,<br />
siz hala yok diyorsunuz çarpılacaksınız.<br />
Kadın yönetmenler, kadın senaristler kadın kimlikleriyle yazamıyorlar ki,<br />
bir sonraki sorum oydu.<br />
Ayça Varlıer: O ayrı bir hikaye. Yönetmenin kadın olması ille kadın hikayesi<br />
olmasını getirmiyor. Gidiyor kadın yönetmen aksiyon filmi çekiyor.<br />
Dediği doğru dünya çapında genelleme yaparsak kadın yönetmenlerin<br />
sayısı yüksek.<br />
Orhan Kılıç: Almanya’da üç tane kadın yönetmen sayamam. Fransa’da<br />
da sayamam, İtalya’da da sayamam.<br />
1980 ve 90’nın ikinci yarısına kadar Türk sinemasında feminizmin ayak<br />
sesleri çokça duyuluyordu. 2000’lerin sonunda sinemada bu anlamda bir<br />
geriye adım atıldı bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
Ayça Varlıer: Valla ben dizi sektörüne bağlıyorum. Ve dizi sektöründe<br />
inanılmaz derecede popülizm var. Şu anda dizi sektörü, sinema sektöründen<br />
çok daha önde gidiyor. Ve dizi sektöründe yapılan hikayeler<br />
bu anlamda kadını ikinci plana atıyor, hep mağdur olan, hep ezilen, hep<br />
dövülen, ensest ilişkiler... Ya da entrikaların içinde. Bu konular dizi sektöründe<br />
ele alındığı için o sizin bahsettiğiniz 80’lerde kadın kimliğinin<br />
daha ön plana çıktığı, daha feminist ve protest duruşu engelliyor. Çünkü<br />
para burada.<br />
Peki kişisel olarak bu tür roller olsa size gelse, siz kabul edebilir misiniz?<br />
Ayça Varlıer: Ben hiç feminist bir kadın değilim, öyle bir şeyim yok. Ama<br />
sonuçta kadın ille ezilen, dövülen, tecavüze uğrayan değildir. Kendimiz<br />
söyledik bir sürü kadın yönetmenlerimiz var. Şu anda kadınlar belki<br />
erkeklerden daha çok para kazanmaya başladı, ekonomik statüleri<br />
birazcık daha dengelenmeye başladı. Kadınlar kimlik bulmaya başladılar<br />
2000’li yıllardan sonra. Tabii Doğu Anadolu’dan bahsetmiyorum. Bizim<br />
camiadan, daha şehirsel hayattan bahsediyorum. Bu neden işlenmiyor?<br />
Biraz kültürel etkenlerden. Ağlatan para kazandırır, ajitasyon para<br />
kazandırır. Bütün okuduğum senaryolarda görüyorum, kadın tiplemeleri<br />
aşağı yukarı aynı. İlle güzel kadın, jönfi olmak zorunda değil. Dünyada<br />
artık böyle bir şey yok. Yurtdışındaki dizileri seyredin, illa jönfi ya da jön<br />
kalmadı, tam tersi. Dünya artık doğala dönüyor. Hollywood da doğala<br />
dönüyor. Bizde ille bir tipleme, siyah saçlı olacak. Bir Türk kadını tipleme-
tiplemesi vardır ki ben onun çok dışındayım o<br />
yönden dezavantajlarım var kendi adıma söyleyeyim.<br />
Olabilir. Ama maalesef dediğiniz konu<br />
sektörle alakalı. Mainstream müzik furyası varsa,<br />
mainstream dizi furyası varsa sinema da bundan<br />
etkileniyor bence. Ama bu beş, on sene sonra<br />
daha bir oturacak herhalde, daha fazla kimlik<br />
sahibi olacağız inşallah.<br />
Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?<br />
Orhan Kılıç: Türkiye’deki sinema tarihine bakmak<br />
lazım. Yönetmenlerin, oyuncuların tarihine<br />
bakmak lazım, bütün bunların dışında<br />
coğrafyaya bakmak lazım. Ortadoğu,<br />
şarktayız. Birini diğerinden soyutlayıp<br />
alamayız. Bence tüm bunlara rağmen<br />
cumhuriyetin kurulmasıyla beraber<br />
hatta 1800’li yılların sonlarından<br />
başlayarak gelen bir kadın hareketi<br />
vardır. Halide Edipler isimlerini<br />
bilmediğim çok sayıda insanlar, çok<br />
sayıda kadın şairlerimiz var. Bunlar<br />
henüz bilinmiyor. Biz herşeyi cumhuriyetle<br />
başlamış farzediyoruz ve bu<br />
doğru değil. 1800’li yılların sonunda<br />
da vardı kadın öğretmenler, artık<br />
öğretmenlik yapabiliyorlardı, muallim<br />
olabiliyorlardı. Osmanlı’nın son<br />
dönemlerinde kadın uyanışı diye bir<br />
şey başlıyor. Ben Avrupa’yı görmüş,<br />
yaşamış ve sindirmiş bir adam olarak<br />
bunu söylüyorum, komplekse gerek<br />
yok. Avrupa bizden belki bir adım ileri<br />
bazı konularda. Seçme seçilme hakkı<br />
verildiği zaman İsviçre’de böyle bir<br />
durum yok.<br />
Avrupa’yla karşılaştırdığımızda öyle de 80’lerle<br />
2000’lerin karşılaştırılmasında kadın oyunculuklar<br />
anlamında siz bir şey görmüyor musunuz?<br />
Orhan Kılıç: Ayça biraz önce söyledi, sinema<br />
olayı televizyon dizilerine döndü artık. Ve burada<br />
ben kadınların azınlıkta olduğuna inanmıyorum.<br />
Hangi yapımcıya giderseniz gidin, hangi kanala<br />
giderseniz gidin size “Kadın hikayesi tutuyor”<br />
diyor. Sayalım dizileri isterseniz kaç tane erkek<br />
hikayesi var Kurtlar Vadisi’nin dışında. Kadınları<br />
nasıl kullandığımız önemli bu dizilerde. Evet<br />
Ayça’nın dediği gibi ağlak acı çeken... Bunlar<br />
belki bir durumu anlatmanın arabeskleştirilmiş,<br />
kolaylaştırılmış hali ama kadınlar yine ağırlıkta.<br />
Kadın hikayeleri anlatılıyor TV’lerde. Fakat onların<br />
arkasında duran ideolojik tavır belki de değişti; o<br />
zaman bir ideolojik tavırdan yola çıkılıyordu. 80<br />
ihtilali ve sonrasında gelen bir duruş, aykırı duruş,<br />
ideolojik bir durum vardı 2000 yılına kadar. Müjde Ar<br />
da bundan payını almıştır, negatif veya pozitif. Ama<br />
Müjde Ar’ı Müjde Ar yapan o filmlerdir. Şu anda yine<br />
kadınların sıkıntıları anlatılmakta. Kahramanlık filmi<br />
yok mesela, bir Polat Alemdar var yıllardan beri o<br />
artık evimizin erkeği hiç bir şey dediğimiz yok ama<br />
onun dışında kadınlardır her zaman ön<br />
planda olan. Ama nasıl lanse edildikleri<br />
önemli. Muhteşem Yüzyıl dekoltelerle,<br />
Beren Saat’in oynadığı yeni dizi tabii ki<br />
kadının şurasıyla burasıyla, arkadaki<br />
ideolojik durum yok artık. Orada bir tek<br />
şey var kapital; Das Kapital. Türkiye’de<br />
kadın davamız da her davamızın<br />
olduğu gibi, paraya daha çok paraya<br />
boyun eğmek zorunda. Bütün ananelerimiz,<br />
bütün değerlerimiz, verdiğimiz<br />
bütün savaşlar para karşısında eziliyor<br />
ve ezilmeye devam edecek.<br />
Filminiz vizyona girecek, benim size<br />
sormadığım fakat izleyiciler için sizin<br />
söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />
Orhan Kılıç: Bizim tarihimiz bir türlü<br />
aktarılamayan bir tarih maalesef. Burada<br />
sadece özel sektörün suçu yok,<br />
burada devletin çok büyük suçu var.<br />
Neye sahip çıkacağına, neye sahip<br />
çıkmayacağına bir türlü karar veremiyor.<br />
Sahip çıktığı şeyi de idelojilerle<br />
karıştırıyor, bu her devirde böyle. Kim iktidarsa ona<br />
göre yaptırmaya çalıştılar. Biz bu filmde okyanustan<br />
bir damlayı aldık sadece. İşte okyanusun bu<br />
damlasını seyretmek isteyenler için güzel bir enstantene<br />
olacak. Güzel bir şey ortaya çıktı, inşallah zevk<br />
alarak izlerler.<br />
Ayça Varlıer: Ben seyretmediğim için o konuda bir<br />
şey söylemeyeceğim ama çok duygulanarak çektim<br />
bu filmi. Bir çok sahnede duygularıma yenik düştüm;<br />
bir tek ben değil bütün ekip bunu kalben yaptık. Sorumluluk<br />
taşıdığımız bir iş. Şehit olmuş 63 öğrencinin<br />
anısına karşı sorumluluk hissediyoruz. Seyirciden<br />
önce bizim bence taşıdığımız sorumluluk bu. O<br />
sorumluluğu yerine getirirsek ben “Oh” diyeceğim.
n Sony’nin, Ejderha Dövmeli Kız’ın<br />
ikinci bölümünde Daniel Craig’i<br />
oynatmayabileceğine yönelik söylentiler<br />
artıyor. Prodüksiyon firmasının<br />
bu bölümde bütçeyi düşük tutmayı<br />
hedeflediği, Craig’in istediği ücretin ise<br />
bu hedefe pek uygun olmadığı söyleniyor.<br />
Yönetmen David Fincher,<br />
Prodüktör Scott Rudin ve Senaryo Yazarı<br />
Steve Zaillian’dan vazgeçmek istemeyen<br />
şirket, Skyfall’ın 1 milyar doları aşan<br />
sansasyonel gişe hasılatından sonra<br />
fiyatını artıran Daniel Craig için ise aynı<br />
şeyi düşünmüyor olmalı...
n Bu yaz Süpermen yine dünya<br />
semalarında süzülecek. 21 Haziran’da<br />
gösterime girmesi planlanan Man of<br />
Steel’de Süpermen’i canlandıracak Henry<br />
Cavill ağır bir mirası devralıyor. Kült<br />
dizi The Tudors ve Ölümsüzler 3D (Immortals)<br />
filminden sonra Hollywood’da<br />
yükselişe geçen Cavill aslında oldukça<br />
zor bir yükün altına girmiş bulunuyor,<br />
çünkü önünde 1978-1986 yılları<br />
arasında dört filmle beyaz perdede<br />
Süpermen efsanesini yaratan Christopher<br />
Reeve gibi bir başarı öyküsü var.<br />
Henry Cavill’den önce süper kahramanı<br />
en son 2006 yılında Brandon Routh<br />
canlandırmış; yıldız yönetmen Bryan<br />
Singer’a rağmen Superman Returns<br />
tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Çok<br />
az kişinin bildiği ise Brandon Routh’tan<br />
önce dünya çapında bir yıldızın<br />
Süpermen’liğe soyunduğuydu. Süpermen<br />
giysileri içindeki Nicolas Cage’in<br />
geçtiğimiz günlerde ilk kez yayınlanan<br />
fotoğrafı, yönetmenliğini Tim Burton’ın<br />
yapacağı ama hiç çekilmeyen Superman<br />
Lives filminde işlerin ne kadar ciddiye<br />
bindiğinin göstergesi gibi. O zamanlar<br />
Warner şirketi projeye milyonlarca dolar<br />
ayırmış ancak daha sonra filmin yeteri<br />
kadar başarılı olamayacağı düşüncesiyle<br />
geri çekilmişti. Warner yöneticilerinin bu<br />
kararında özellikle filmin senaryosunun<br />
etkili olduğu söyleniyor. İddiaya göre<br />
bağımsız filmlerin kralı Kevin Smith,<br />
Superman Lives’de tüm zamanların en<br />
karanlık ve en aykırı Süpermen karakterini<br />
yaratmış, bu da şirketi herşeyden<br />
vazgeçecek kadar korkutmuş.
n Sin City’nin ikinci bölümünde<br />
Fransız oyuncu<br />
Eva Green’in rol alacağı<br />
kesinleşti. Aralarında Angelina<br />
Jolie’nin de bulunduğu<br />
diğer adayları geride bırakan<br />
32 yaşındaki Eva Green, Sin<br />
City: A Dame To Kill For’da<br />
çizgi romanın Femme Fatale<br />
karakteri Ava Lord’u<br />
canlandıracak. Bu güzel<br />
kadın yüzünden ölümcül bir<br />
oyuna bulaşan fotoğrafçıyı<br />
ise Josh Brolin oynayacak.<br />
2005 yılındaki Sin City’nin<br />
ilk bölümünde olduğu gibi<br />
yönetmenliği yine Robert<br />
Rodriguez ve Frank Miller<br />
yapacak. Eski ekipten Mickey<br />
Rourke, Jessica Alba ve<br />
Bruce Willis aynen devam<br />
ederken Joseph Gordon-<br />
Levitt, Ray Liotta ve Juno<br />
Temple de onlara katılacak.
n Wesley Snipes bugünlerde<br />
hapisten çıkacağı 19<br />
Temmuz 2013’ü iple çekiyor.<br />
Vergi kaçırma suçundan<br />
hüküm giyen ünlü sanatçı<br />
9 Aralık 2010 yılından beri<br />
New York City’nin 400 km<br />
kuzeybatasında, Kanada<br />
sınırı yakınlarındaki McKean<br />
Hapishanesi’nde cezasını<br />
çekiyor. Aslında üç yıl hapis<br />
cezasına çarptırılan Wesley<br />
Snipes iyi halden dolayı<br />
erken salıverilecek. Snipes<br />
hapisten çıkar çıkmaz<br />
2006’dan beri yılan hikayesine<br />
dönen ve son sahnelerini<br />
bir türlü çekemediği Gallowwalkers<br />
filmini bitirecek.<br />
Hemen ardından da Sylvester<br />
Stallone’nin ısrarıyla<br />
The Expendables 3 (Cehennem<br />
Melekleri) ekibine<br />
katılması bekleniyor. Tabii<br />
hayranlarının kendisinden<br />
yeni bir Blade beklediğini<br />
söylemeye hiç gerek yok.
n Bu ay vizyona giren Zero Dark<br />
Thirty ve Lilcoln filmleri çok ses<br />
getireceğe benziyor. Liderlerin<br />
hayatlarını anlatan filmlerde Zero<br />
Dark Thirty El Kaide lideri Usame<br />
Bin Ladin’in hayatını anlatıyor,<br />
diğeri de adı üstünde Amerika’nın<br />
16. Başkanı Lilcoln’ü…<br />
Diğerlerine de göz atalım dedik…<br />
BANU BOZDEMİR<br />
Zero Dark Thirty<br />
11 Eylül’ün katilleri Amerika<br />
halkında yeni bir korku<br />
ve nefret psikolojisinin<br />
doğmasına neden oldular.<br />
11 Eylül saldırılarının<br />
arkasındaki örgüt El<br />
Kaide’nin lideri Usama bin<br />
Ladin’in yakalanması ve<br />
öldürülmesi için Pentagon<br />
ve CIA’in yüksek düzeyde<br />
bir işbirliğiyle yaptığı operasyonun<br />
konu alındığı filmin<br />
başrollerini Joel Edgerton<br />
,Jessica Chastain , Chris Pratt , Mark Strong<br />
ve Jennifer Ehler paylaşıyor. The Hurt Locker<br />
filmiyle Oscar Ödülü kazanan yönetmen Kathryn<br />
Bigelow, bu film de Bin Laden’in ölümüne<br />
kadar yaşanan zamanın kronolojik olarak<br />
altını çiziyor.<br />
Lilcoln<br />
Film, Amerika Birleşik Devletleri’nin 16.<br />
Başkanı olan ve kuzey eyaletlerinde 1861-1865<br />
yılları arasında yaşanan iç savaşa öncülük<br />
eden Lincoln’un son dönemlerine ışık tutuyor.<br />
İç Savaş’ın hararetli günleri geride kalınca,<br />
Abraham Lincoln ile kabinesi arasında fikir<br />
ayrılıkları da su yüzüne çıkacaktır. En ciddi<br />
görüş ayrılığı ise kölelik konusunda
yaşanacaktır. Senaryosunu Pulitzer Ödüllü<br />
tarihçi Doris Kearns Goodwin’in çok satan<br />
kitabından ödüllü senarist Tony Kushner’in<br />
(Münih (Munich) uyarladığı yapımın baş<br />
rolünde Daniel Day-Lewis yer alırken, yönetmen<br />
koltuğundaysa Steven Spielberg oturuyor.<br />
12 dalda Oscar’a aday olan film Altın<br />
Küre’de sadece Daniel Day-Lewis’e “En İyi<br />
Erkek Oyuncu” ödülünü getirdi.<br />
Stalin<br />
Tarihin en merak edilen ve en<br />
gölgede bırakılan karakterlerinden<br />
Sovyet lider Joseph<br />
Stalin’in hayatını anlatan<br />
film, konusunun yanı sıra<br />
gösterişli Kremlin Sarayı’nın<br />
içinde gerçekleştirilen<br />
çekimleriyle de Stalin<br />
hakkında yapılan diğer<br />
yapımlardan ayrılıyor. Ivan<br />
Passer’ın yönetmenliğini<br />
üstlendiği Stalin, Sovyet<br />
Devrimi’nin öncüsü Vladimir<br />
Lenin, Stalin’in eskiden yoldaş sonrasında<br />
da düşman olduğu Leon Trotsky ve Nikita<br />
Khrushchev gibi karakterleriyle de ünlü liderin<br />
kariyerinin ve duruşunun bilinmeyen yanlarını<br />
ekrana taşıyor. Oscar’lı Robert Duvall’ın<br />
başrolünü üstlendiği Stalin, oyuncuya bir de<br />
Altın Küre kazandırırken, filmin senaristini de<br />
Altın Küre sahibi yaptı. 1992 yılında çekilen<br />
filmin süresi 166 dakika.<br />
Michael Collins<br />
Bir grup isyancı 1916 yılında İrlanda’da Dublin<br />
Posta Binası’nı kuşatarak başkaldırıda bulunur.<br />
Bu isyancıların<br />
başında Eamon De<br />
Valera vardır ve<br />
kurtulan tek kişidir.<br />
İrlanda, çok uzun<br />
yıllardır İngiltere’nin<br />
yönetiminden kurtulma<br />
çabasında,<br />
bağımsızlık mücadelesi<br />
vermektedir.<br />
Bu olayda söz<br />
konusu liderin tüm<br />
destekçileri hapse
girerler. Bir tanesinin kader çok farklı ilerler.<br />
O da Micheal Collins’tir. O hapisten<br />
kurtulduğunda isyana dair başka bir bakış<br />
açısı ile ortaya çıkar. Bu işte onunla olan yol<br />
ve daa arkadaşı Harry Boland ile beraber<br />
İrlandalı Gönüllüler harekatına ön ayak olur.<br />
Terörist saldırılar, gerilla savaşı ve bir casusluk<br />
operasyonunu birlikte planlayıp başlatan<br />
Collins, fazla zaman geçmeden İngiliz hükümetini<br />
zora sokup, sıkıştırıverir. Artık Cumhuriyet<br />
doğmuştur ve bu yolda Collins bir<br />
kahraman ilan edilir. Ancak tam da o noktada<br />
De Valera, kendini ortaya atarak karşı savunma<br />
başlatır. Neil Jordan bir kez daha İrlanda<br />
meselesi üzerine yoğunlaşıyor bu filmde.<br />
Liam Neeson ve Julia Roberts başrolde.<br />
Gandhi<br />
20. yüzyılın ilk<br />
yarısında İngiliz<br />
sömürgesi altındaki<br />
Hindistan’da geçen<br />
film, bağımsızlık<br />
mücadelesi için<br />
İngiliz yönetimine<br />
karşı “Pasif Direniş”i<br />
örgütleyen Mahatma<br />
Gandhi’nin<br />
hayatından bir kesit<br />
anlatıyor.En iyi biyografik<br />
çalışmalardan<br />
biri olarak kabul edilen<br />
Gandhi, 11 dalda aday olduğu Oscar ödüllerinden<br />
“en iyi film” ve “en iyi yönetmen”<br />
dahil tam 8 ödülle döndü. Gandhi rolünde<br />
sinema tarihinin en iyi performanslarından<br />
birine imza atan usta oyuncu Ben Kingsley’nin<br />
ise “en iyi erkek oyuncu” dalında heykelciğe<br />
uzanmasıysa pek zor olmadı. Cenaze sahnesinde<br />
yaklaşık 300.000 kişinin yer almasıyla<br />
da bir film sahnesinde yer alan en kalabalık<br />
insan sayısı rekorunu da elinde bulunduran<br />
film, çarpıcı sahneleriyle hafızalardan silinmeyecek<br />
bir yapıt.<br />
Malcolm X<br />
Babası Klu Klux Klan tarafından öldürülen<br />
Malcolm, gençlik yıllarında sokak çetelerinin<br />
arasına karışır. Hırsızlık gibi adi suçlarla<br />
yaşamını sürdüren Malcolm sonunda hapse
düşer. Burada İslam öğretisi ile tanışan Malcolm<br />
bir aydınlanma yaşar ve hayatını değiştirmeye<br />
karar verir. Hapisten çıktıktan sonra kendisini<br />
insan hakları savunuculuğuna ve siyah<br />
yurttaşların sözcülüğüne adar. Spike Lee’nin<br />
yönettiği filmde Denzel Washington başrolde.<br />
Che<br />
Uzunluğu dolayısıyla<br />
‘Che’ filmini ikiye bölen<br />
Steven Soderbergh, ilk<br />
bölüm ‘The Argentine’de<br />
Küba Devrimini ele<br />
alıyor. 19<strong>56</strong> yılında Fidel<br />
Castro aralarında o zaman<br />
doktor olan Ernesto<br />
Che Guevera’nın<br />
da bulunduğu bir<br />
grup isyancıyla<br />
Küba’ya yelken açar.<br />
Amaçları Amerika’nın<br />
desteklediği diktatör<br />
Batista Rejimi’ni devirmektir. Savaşçı ruhu<br />
ve insanları etkileme gücüyle Che çok kısa<br />
zamanda Küba’da geniş bir hareket başlatır.<br />
Doktorluktan geniş kitlelerce desteklenen bir<br />
devrimciye dönüşmüştür. Başrolünde usta<br />
oyuncu Benicio Del Toro’nun oynadığı Che’nin<br />
ilk filmi The Argentine, oyuncuya Cannes Film<br />
Festivali’nde ‘en iyi erkek oyuncu’ ödülünü de<br />
kazandırmıştı.<br />
Veda<br />
Gazi Mustafa Kemal<br />
Atatürk’ün Salih Bozok<br />
ile Selânik’te<br />
çocukluktan başlayan<br />
arkadaşlığı önce<br />
silâh arkadaşlığına<br />
sonrasında cumhuriyetle<br />
birlikte aynı ideallerin<br />
peşinde yürüyen<br />
yarım asırlık dostluğa<br />
ve ölene kadar süren<br />
kardeşliğe dönüştü.<br />
Veda, Salih Bozok’un anlatımıyla, bu dostluğun,<br />
Atatürk’ün hayatının dönüm noktalarının,<br />
vatanı kurtarmak için ölüme meydan okuyan<br />
bir kuşağın komutanının hikâyesi. Zülfü<br />
Livaneli’nin yönettiği film 2010 yapımı bir film.
Bundan sonra <strong>Cinedergi</strong> dizi dünyasının da nabzını tutacak.<br />
Buket Kahraman sorularıyla dizi yıldızlarını terletecek. İşte ilk<br />
konuklarımız, Leyla ile Mecnun’un yıldızları burada...<br />
n Eflatun film Onur Ünlü’nün yapımcılığını<br />
üstlendiği, Senaryosunu Burak Aksak’ın<br />
yazdığı, Yönetmenliğini Murat Onbul’un<br />
üstlendiği dizi “Leyla il Mecnun” temel<br />
olarak efsanevî karakterler olan Leylâ ile<br />
Mecnun’un hikayesi üzerine kurgulanmış bir<br />
komedi dizisi.<br />
TRT 1’in pazartesi akşamları yayınlanan<br />
fenomen dizisi “Leyla İle Mecnun”u çekimlerin<br />
yapıldığı Sarıyer’de ziyaret ettik. Dizinin<br />
yıldızları Star gazetesine çok samimi itiraflarda<br />
bulundu.<br />
Serkan Keskin (İsmail ağabey)<br />
Çekimler nasıl geçiyor?<br />
Çekimlerimiz çok yoğun geçiyor.Uuzn zamandır hep<br />
birlikte olduğumuz sahneler olmamıştı bugün hep<br />
birlikteyiz.Özlemişiz birbirimizi.<br />
İsmail abinin en çok hangi yönü ilgini çekiyor?<br />
Hayatta hiç bir şeyi sallamaması, umut ediyor<br />
olması, iyi niyetli olması, dürüst, güvenilir olması.<br />
Aslında hepimizin hayalini kurduğu bir insan şekli.<br />
Hayali bir adam böyle bir admın dünya üzerinde<br />
olduğunu tahmin edemiyorum. İçinden ne geliyorsa<br />
onu yaparak yaşayayan bir adam.Kompleksi olma-
yan biri.İçinde çok fazla acısını çektiği şey var.<br />
Babası gitti aşık olduğu kadın gitti. Ama buna<br />
rağmen daha umutlu bakıyor hayata.Mahalle<br />
içindeki en kendi başına olan adam.işsiz biri.<br />
İsmail abi ne kadar açık olsada kendi içinde bir<br />
gizemi var..<br />
Geçmişine dair bir takım şeyleri biliyoruz ama halen<br />
nerde oturuyor bilmiyoruz. Nasıl bir evi olduğunu o<br />
elbiseleri nerden bulduğunu bilmiyoruz.<br />
Hemen sorayım o zaman neden hep renkli takım<br />
elbiseler giyiyor?<br />
Annesi terkettiği zaman babasına annem bizi<br />
neden terketti diye soruyor. Babasıda daha renkli<br />
bir hayat istediği için gittiğini söylüyor. İsmail’de<br />
daha renkli bir hayatımız olsaydı kalırmıydı diyor.<br />
İşte O günden beri annesi tekrar döner umudu ile<br />
hep renkli takımlar giyiniyor.<br />
Diziye duyulan ilgiden memnun musun?<br />
Çok seviliyor.Çok mutluyum.Daha çok sevilmesi<br />
için gösterdikleri ilgiye layık olmaya çalışıyoruz.<br />
İnsanların bukadar çok ilgi gösterdiği bir dizide rol<br />
almak çok güzel bir şey. Bu güzel ama bir sürü<br />
insan benim “İsmail ağabey” gibi olmamı istiyor.Ben<br />
sette İsmail ağabey’im dışarda sadece Serkan’ım.<br />
İnsanlar bazen İsmail ağabeymişim gibi reaksiyon<br />
göstermemi bekliyorlar sonra göremeyince hayal<br />
kırıklığına uğrayabiliyorlar. Üzülenler oluyor hatta<br />
niye gülmüyorsun niye mutsuzsun diye soranlar<br />
oluyor.<br />
Dizinin bukadar çok izlenmesinin nedeni nedir?<br />
Mahalle’de yaşanan olaylardan beslenmesi aile<br />
arkadaş dostluk dürüstlük kavramlarına önem vermesi,<br />
şimdiye kadar olanın dışında farklı bir anlayış<br />
farklı bir dizi. Her bölümde söylenmesi gerekeni<br />
kendi dili ile söylüyor. Her şeyi kendi sinerjimiz ile<br />
yapıyoruz televizyon dünyasında olması gerektiği
gibi değil. Bir kaygı ile değil içimizden geldiği gibi<br />
yapıyoruz.<br />
Müzikle de ilgileniyorsun..<br />
Evet kendi aramızda bir şeyler çalıyoruz söylüyoruz.<br />
Seviyorum. Kendi aramızda eğleniyoruz.<br />
Dizi dışında uğraştığın bir şey var mı?<br />
Tiyatro yapıyorum.Her cuma cumartesi günleri<br />
oynuyoruz. Kocamustafa paşa çevre tiyatrosu kendi<br />
sahnemiz. Semaver Kumpanya. Onur Ünlü ile geçen<br />
yaz çektiğimiz bir sinema filmi var “Sen aydınlatırsın<br />
geceyi” henüz vizyona girmedi.<br />
Osman Sonat (Yavuz)<br />
Senaryoyu gördünüz ve,,,<br />
Beni projeye istediklerinde inanmadım. Senaryoyu<br />
okuduğumda şaka yaptıklarını sandım.Hatta bir ara<br />
Enis bey tabiki Türkiyenin hiç bir yerinde böyle bir<br />
senaryo çekilmeyecek bizim asıl senaryomuz şudur<br />
diceklerini düşündüm.<br />
Neden kabul ettin..<br />
Bunun hemen öncesinde eşimle konuşuyordum hiç<br />
olmayacak mı böyle farklı bir iş gelse oynasam. Türkiye<br />
de ilk defa denenen bir şey olsa diye. Hatta çok<br />
mu hayal kuruyorum diye düşündüm. Bir hafta sonra<br />
bu proje geldi.<br />
Yavuz nasıl biri..<br />
Yavuz yaptığı şeyleri açık eden. Yüzsüz. Yaptığı<br />
şeyi çok normalmiş gibi gösteren çalışan bir hırsızdı.<br />
Kendini performans sanatçısı olarak ilan ediyordu.<br />
Mahalleli ile yakınlaşmaya başladığında arkadaş<br />
olduğunda çok farklı yönleri ortaya çıkmaya başladı.<br />
Bütün becerilerini arkadaşları içinde kullanabildiği<br />
gerçeği ortaya çıktı. Sonra sempatikleşmeye başladı<br />
sonra aşık oldu. Aşık olmalarıyla çok romantik bir<br />
tarafı ortaya çıkmaya başladı.Kitap şiir okumaya<br />
başladı.Şuanda Eylül’e aşık.<br />
Sürekli değişen bir aşk çemberi var dizide..<br />
Bizim bayan kadromöuzda biraz değişiklikler oluyor<br />
her yıl değişik sebeplerden. Özellikle Leyla çok<br />
değişti.Ondan mütebellit herkesin baştan bir aşık<br />
olma süreçleri oluyor. Yeni Leyla Melis Birkan çok<br />
çabuk adapte oldu diziye biz çok seviyoruz.Bizim<br />
dizide erkek takımı çok sahiplenildiği için onların<br />
karşısına çıkan kadınlar kolay kabul edilmiyor.<br />
Kıskanılıyor biraz.Seyirci kıskanıyor.Bu sene biraz<br />
daha kabul edilebilir hale geldi.Hikaye de ona göre<br />
yürüdğü için sıkıntı yaşamıyoruz şuanda.
Cengiz Bozkurt (Erdal Bakkal)<br />
Leyla ile Mecnun abzürt bir komedi..<br />
Biz hiç öyle bir şey demedik başkaları öyle dedi.<br />
Biz bir mahallenin komedisini yapıyoruz. Karakterleri<br />
anlatıyoruz. Bu insanların dünyayı algılayışları<br />
farklı olduğu için hayatta bazı şeylere verdiği reaksiyonlar<br />
alışagelmişin dışında oluyor. Bu da insanlarda<br />
gülme hissi yaratıyor. Abes komedi diyebiliriz.<br />
Dizimizde eleştirmejk istediğimiz bazı şeyleri<br />
eleştirebiliyoruz. Şiddetle alakalı hayvanseverlerle<br />
alakalı mesajlar veriyoruz. Bir katagoriye koymak<br />
gerekirse gülme efektsiz komedi diyebiliriz.<br />
Erdal Bakkal marka oldu mu?<br />
Onu bilmiyorum ama dizinin izleyicilerinin gönüllerinde<br />
taht kurdum. Herkesin favori karakteri vardır.<br />
Benimde İsmail ağabeyi çok seviyorum.<br />
Dizide ki erkek dayanışmanız çok güzel..<br />
Bizim dizinin dili erkek dili. Dizi geldiği aşamada<br />
Mecnun ile Leyla oldu. Leylalar değişiyor Mecnun<br />
sabit. Bunun için zaten erkek bakışı var.Senaristimiz<br />
Yönetmenimiz genel kordinesini Onur Ünlü ediyor.<br />
Erkek bakış açısı tabiki var. Ekeklerinde duygusal<br />
olabildiğini erkeklerinde açılmakta zorluk çektiğini<br />
bu hayatın yükü altında ezildiğini toplumun onlara<br />
çok yük verdiğini. İstatistikler intihar oranını erkelerde<br />
iki katı olduğunu gösteriyor. Kadın seyircimizde<br />
çok fazla erkelerin o açılamayışlarını izlemeyi seviyorlar.<br />
Liseli gençler geliyor. Ağabey ilk defa sizin<br />
sayenizde duygusal bir erkek olduğumu farkettim.<br />
Bazı sahnelerde ağlıyorum diyen bir sürü genç<br />
çocuk var.<br />
Erdal bakkal nasıl biri..<br />
Erdal bakkal paragöz bir adam ama aynı zamanda<br />
aileci bir adam. Eşi nurtene lise yıllarında kazara<br />
aşk oluyor. Aşk denen şey sonradan gelen şeydir<br />
diyen adam işte.Önce evlenirsin sonra aşık olursun<br />
diyen adam Erdal bakkal. Mahalleyi seven mahalleden<br />
çıkınca hiç bir şey yapamayacak biri. Mahallede<br />
değer bulan.<br />
Leyla ile Mecnun’u diğer dizilerden ayıran nedir?<br />
insanlar aynı tür dizilerden sıkıldılar. Farklı bir<br />
şey arıyorlarmış. Mizh dergileri ile kuşaklar boyu<br />
büyüyyen iki üç nesil var. Abes komediyi tuhaf<br />
komediyi mizah dergilerinde gören ve seven. Ve<br />
bunların karşılığını hiç bir zaman televizyonda<br />
bulamamıştı belki de biz ona karşılık geldik ilk defa.
Murat Onbul (Yönetmen)<br />
Dizide sürekli yönetmen ve Leyla değişiyor..<br />
Onur Ünlü diziyi çekti 17.Bölüme kadar sonra<br />
ben geldim.Daha sonra ben gittim sitcom<br />
çektim.Başka bir yönetmen geldi. Bu sezonun<br />
başında tekrar Leyla İle Mecnun yönetmen<br />
koltuğuna geri döndüm.<br />
Leyla’lar tek tek döküldü..<br />
İlk leyla Ezgi Asıroğlu malum olaylardan<br />
dolayı ayrıldı diziden. Daha sonrasındaki<br />
gelişmeler senaryo grubunun değişiklikleri ile<br />
alakalı.Bu sezonda Yeni Leyla Melis Birkan<br />
ile devam ediyoruz. Süpriz bir şarkı yaptık<br />
Ali Atay(Mecnun) ile birlikte önümüzde ki<br />
bölümde dinleyecekler. Ben Aliye albüm<br />
yapmasını söylüyorum. Kesinlikle yapmalı.<br />
Ben Ali Osman Serkan toplanınca şarkı<br />
yapıyoruz. Vay be diye bir şarkı yaptık albüme<br />
konulacak bir şarkı. Daha çok diziye<br />
hizmet eden şarkılar yapmaya çalışıyoruz.<br />
Ben klip yönetmenlğide yaptığım için sürekli<br />
müziklerlede uğraşmayı seviyorum. Bu dizi<br />
akıllı bir dizi zeki bir dizi. Seyirciyi küçümsemiyoruz.Yaptığımız<br />
esprinin kendimiz için<br />
komik olduğunu düşünmüyoruz.Seyirciyi aptal<br />
yerine koymuyoruz. Seyircide bunu görüyor.<br />
Algılarının ve hayal güçlerinin sınırlarını zorluyoruz.Bu<br />
da onların hoşuna gidiyor.<br />
Neslihan Aker (Gotik Leyla)<br />
Leyla ile Mecnun’u izliyordum. Çok beğeniyordum.<br />
Ve Onur hocaya mail attım. Bir gece ansızın Eflatun<br />
film^den mail geldi. Benimle tanışmak istiyorlarmış.<br />
Çığlık attım. Bir rol olduğunu düşündüm ve<br />
görüşmeye gittim. Bir rol olursa aklımızdasın dediler.<br />
Umudum yoktu. İki hafta sonra aradılar ve diziye<br />
dahil oldum. Başta bölümlüktü ama sonra çok iyi<br />
arkadaşlar var burada kalmama yardımcı oldular.<br />
Gotik Leyla nasıl bir karakter..<br />
Nurten’in almanyadan gelen yeğeniyim. Mecnun<br />
ile evlenmek üzere geldim. Nikah masasında<br />
Mecnun’u bırakıp başka birine kaçtım. Kaçtığım kişi<br />
sonra beni nikah masasında bıraktı. Tuhaf ve çok<br />
yalnız bir kız. Bu kızın böyle olmasında yalnızlığının<br />
etkisi var.Konuşmuyor.Söyleddikleri alt yazı olarak<br />
altta geçiyor. Benim diziye ilk dahil olduğum<br />
bölümde lafım vardı.Onur hoca başka bir şey yapmak<br />
istedi. Cengiz Bozkurt lafımı alt yazı şeklinde<br />
yapsak güzel olur diye Onur hoca ile konuştu.Onur<br />
hocanında hoşuna gidince öyle devam ettik.<br />
Nalan Kuruçim (Nurten)<br />
Erdal bakkal’ın karısıyım. Biraz karanlık bir kadın.<br />
Bunun nedeni bölümlerde kurgulanarak ilerledi.<br />
Bu da oyunculuk olarak fırsat veriyor. Erdal bakkal<br />
benim otoritemden korkuyor. Onur Ünlü ile çalışmak<br />
istiyordum. Ben gittim konuştum. Ve dâhil oldum.<br />
Çevremde bana Nurten abla diyorlar. Herkes bu<br />
karakterlerin bir yerinden bir şey yakalıyor.
n Sezon arası tatiline giren dizilerimiz, Ocak ayı itibariyle<br />
birer birer ekrana geri dönerlerken, bir taraftan<br />
da yeni dizilerin haberlerini almaya başladık. Yeni<br />
dizilerin bir kısmı yakın zamanda başlayacak (hatta<br />
bazıları siz bu satırları okurken başladı), bir kısmının<br />
başlaması için ise Nisan - Mayıs aylarına kadar beklememiz<br />
gerekecek. Yeni dizilerin dikkat çekenlerinden<br />
bahsetmeye başlamadan önce kış sezonunda<br />
ekranlarda daha çok “polisiye, suç, dram” dizisi<br />
izleyecek olduğumuzu belirtelim.<br />
İşte yeni dizilere dair size hazırladığımız rehber;<br />
Cult (The CW)<br />
Tarih: 19 Şubat<br />
Oyuncular: Robert Knepper<br />
(Prison Break, Carnivale),<br />
Matt Davis (The Vampire Diaries),<br />
Alana Toll (Supernatural),<br />
Jessica Lucas (Melrose<br />
Place)<br />
Konu: Jeff Sefton (Davis)<br />
takıntılı kardeşi Nate’in bir<br />
anda kaybolması üzerine Cult<br />
isimli TV dizisini araştırmaya<br />
başlar, zira kardeşi en son<br />
bu diziyle ilgili paronayalarından bahsetmiştir kendisine.<br />
Araştırmacı gazeteci Jeff Sefton’a bu mücadelesinde<br />
dizi ile ilgili şüpheleri bulunan araştırma<br />
görevlisi Skye(Lucas) yardım edecektir. Bu arada<br />
Cult ise, kült lider Billy Grimm (Knepper) ve LAPD
dedektifi Kelly Collins (Toll) arasındaki kedi - fare<br />
oyunu etrafında yoğunlaşan, fanatik hayranları bulunan<br />
(burada da bir “tarikat” durumuz söz konusu)<br />
kurgusal bir programdır.<br />
İzlenmeli çünkü; TV ekranlarından tanıdığımız,<br />
sevdiğimiz oyuncular bir arada bu projede. Ayrıca<br />
“kurgu içinde kurgu”ya sahip, gerçekliği sorgulayan<br />
farklı bir hikaye oldukça cezbedici geliyor<br />
kulağa.<br />
The Following (Fox)<br />
Tarih: 21 Ocak<br />
Oyuncular: Kevin Bacon, James Purefoy (Episodes),<br />
Maggie Grace (Lost), Natalie Zea (Californication,<br />
Justified)<br />
Konu: Sekiz yıl önce hapse attığı ve idamını bekleyen<br />
seri katil Joe Carroll (Purefoy) hapisten kaçınca,<br />
eski FBI ajanı - yeni alkolik Ryan Hardy (Bacon)<br />
yardıma çağırılıyor. Olaya Carroll’ın eski karısı (Zea)<br />
ile küçük oğlu, öldürmeyi başaramadığı son kurbanı<br />
(Grace) ve Carroll’ın takipçisi bir çeşit “tarikat”da<br />
dahil olunca zeka dolu bir kovalamaca başlıyor.<br />
İzlenmeli çünkü; içinde Kevin Bacon var! Ayrıca<br />
Edgar Allan Poe göndermeleri ve sağlam kadrosuyla<br />
sezonun en iddialı polisiyelerinden. Ve pilot<br />
bölüm ağzımızda biraz Luther tadı bıraktı.<br />
The Americans (FX)<br />
Tarih: 30 Ocak<br />
Oyuncular:<br />
Keri Russell,<br />
Matthew Rhys<br />
(Brothers &<br />
Sisters), Noah<br />
Emmerich<br />
Konu: 80’li<br />
yıllarda<br />
Amerika<br />
– Rusya<br />
arasındaki<br />
soğuk savaş<br />
döneminin<br />
Amerika’sında geçecek dizide, Amerikalı sıradan bir<br />
karı-koca gibi görünen ama aslında KGB ajanı olan<br />
bir çiftin hikayesini izleyeceğiz.<br />
İzlenmeli çünkü; her ne kadar soğuk savaş dönemine<br />
dair yüzlerle hikaye izlediysek de şu zamana<br />
dek, dizinin Homeland’ın ayak izlerini takip ettiğinin<br />
söylenmesi ve FX kanalının kötü dizi yapmaması<br />
(Charlie Sheen hariç) bizi şimdiden ikna etti.
Zero Hour (ABC)<br />
Tarih: 13 Şubat<br />
Oyuncular: Anthony Edwards (ER), Jacinda<br />
Barrett (Californication), Scott Michael<br />
Foster<br />
Konu: Paronormal olaylar üzerine dergi<br />
yazarlarlığı yapan Hank Galliston’ın (Edwards)<br />
antika saat koleksiyonu yapan<br />
karısı Laila Galliston (Barrett)bilinmeyen<br />
bir sebeple, bilinmeyen kişiler tarafından<br />
kaçırılınca; Hank’in kendi başına geleceğini<br />
tahmin bile etmediği bir korku ve gizem<br />
dolu bir kovolamaca başlıyor. İşin içerisine<br />
Naziler, dini öğeler, bulunması gereken<br />
12 saat ve çözülmesi gereken şifreler de<br />
girince karşımıza “Da Vinci Şifresi” tadında<br />
bir dizi çıkıyor.<br />
İzlenmeli çünkü; hep birlikte kabul edelim<br />
merakımıza yenik düşüyor ve komplo teorilerini<br />
izlemeye bayılıyoruz. Ve yine kendimize<br />
engel olamayıp izleyeceğiz bu diziyi<br />
de. Umudumuz sonunun “The Event” gibi<br />
olmaması yönünde.<br />
Defiance (Syfy)<br />
Tarih: Nisan 2013<br />
Oyuncular: Grant Bowler (True Blood, Ugly<br />
Betty), Julie Benz (Dexter, A Gifted Man),<br />
Tony Curran, Jaime Murray (Dexter, Spartacus),<br />
Mia Kirshner (The L World, The Vampire<br />
Diaries)<br />
Konu: Defiance; uzun yıllar devam eden<br />
savaşın ardından dünyada birlikte yaşama<br />
çabası gösteren uzaylılar ve insanların<br />
birlikte yaşama çabasını anlatacak olan bir<br />
“post-apokaliptik” dizi. Firefly (ya da belki<br />
de Battlestar Galactica) tadı alınabilecek
dizinin en ilginç tarafı ise dizi ile eş zamanlı<br />
devam eden bir MMO oyununun bulunacak<br />
olması<br />
İzlenmeli çünkü;Fringe’in final yapmasıyla<br />
izleyecek eli yüzü düzgün bir bilim-kurgu<br />
bulamıyoruz ekranlarda, bu dizi tam<br />
zamanında başlayacak. Ve hem kadro, hem<br />
de hikaye iştahımızı kabartıyor.<br />
Hannibal (NBC)<br />
Tarih: Mart ayında yayınlanacağı açıklanan<br />
dizi yaz aylarına bırakılmış görünüyor.<br />
Oyuncular: Hugh Dancy, Mads Mikkelsen<br />
(The Big C), Caroline Dhavernas (Off the<br />
Map), Laurence Fishburne<br />
Konu: “The Silence of the Lambs”in prequeli<br />
olacak dizi, FBI ajanı Will Graham<br />
(Dancy) ile Dr. Hannibal Lecter’ın (Mikkelsen)<br />
ilişkilerinin başladığı dönemi bize<br />
anlatacak.<br />
İzlenmeli çünkü; Dead Like Me, Pushing<br />
Diasies, Heroes , Wonderfalls gibi dizilerin<br />
yazarı Bryan Fuller iş başında! Kendine<br />
has kara-komedi tadında bir üslubu<br />
olan Fuller’in bu bilindik hikayeye nasıl<br />
bir yorum katacağı merak konusu. Ayrıca<br />
Mads Mikkelsen’ı Hannibal rolünde izlemek<br />
de ilginç bir deneyim olacak. Ve pek tabii<br />
Laurence Fishburne’ün varlığı da bizi ikna<br />
ediyor.
Bu hafta vizyona giren Mutlu Aile Defteri’nin başrol oyuncuları<br />
Goncagül Sunar ve Bülent Emrah Parlak filmlerinin izleyiciyi<br />
güldüreceğini ama yaralarını da kanatacağını söylediler...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Son dönem komedi filmleri furyası kendini<br />
gösteriyor sinemamızda. Bu suya sabuna dokunmayan<br />
komediler gişede iş yapıyor ama ne<br />
sinema adına ne de oyuncularımız için çok da<br />
şey ifade etmiyor. Bu hafta vizyona giren Mutlu<br />
Aile Defteri böyle bir komdi değil. Dramatik yapısı<br />
yerinde olan, kadrosu çok zengin bir yapım. Tuncel<br />
Kurtiz’in baba rolünde karşımıza çıktığı Mutlu<br />
Aile Defterin’de oğul rolünü oynayan Bülent Emrah<br />
Parlak ve gelini canlandıran Goncagül Sunar komedinin<br />
ciddi röportajını yaptılar. İki oyuncu da filmlerine<br />
çok güvendiklerini, izleyicinin gülerken toplumun<br />
değerlerini de yargılayacaklarını belirttiler.<br />
Senaryo size geldiğinde rolü kabul etmenizi tetikleyen<br />
şey ne oldu?<br />
Goncagül Sunar: Ayça’nın çok geride duran bir<br />
karakter olmasına rağmen kadroyu gördüğümde o<br />
kadronun içinde olmak istedim.<br />
Bülent Emrah: Benim için de kadrosu çok önemliydi.<br />
Tuncel Kurtiz’i duyduğum zaman çok sevindim.<br />
Bu işin babalarından olan, birlikte oynamak<br />
istediğim birkaç insandan birisidir. Bu filmde baba<br />
oğulu oynamak da benim için çok büyük bir fırsattı.<br />
Rol de çok hoşuma gitti. Oyunculuk jargonunda dişi<br />
diyebileceğimiz, her şeye açık bir rol. Ayrıca kadroda<br />
Binnur (Kaya) ve İlker’i (Aksum) duyunca da çok<br />
sevindim. Goncagül’ü daha önceden biliyordum<br />
onunla da çalışma imkanımız oldu. Kısacası kadro<br />
çok önemliydi.<br />
Filmde eski Yeşilçam komedilerinin havası var.<br />
Absürt komediden uzak bir film. Bu noktada değeri<br />
daha fazla. Filmin bir bütünlüğü var. Senaryoyu<br />
elinize aldığınızda bunu düşündünüz mü?<br />
Goncagül: Evet baktığınızda bütünüyle komedi<br />
filmi değildi. Aile faktörünün yoğun olduğu bir<br />
film. İşlenişi önemli, belki biraz daha farklı bir<br />
dil kullanılırsa daha tatlı bir anlatımı olabilir diye<br />
düşündüm. Dramatik yapısı da iyiydi. Aile içinde<br />
insanların birbirine güveni sarsılabilir diye bir durum<br />
da var. Okuduğumda bana böyle bir his geldi.<br />
Bülent Emrah: Daha önce de televizyonda 3- 4<br />
sene komedi yaptım ve seyirci beni öyle tanıdı.<br />
Ben yeni yapılan şeylere belli bir mizahı, belli bir<br />
dili varsa çok açık bakıyorum ve denenmesini<br />
istiyorum. Bazen deneniyor tutmuyor, anlaşılmıyor.<br />
Bence tüm bunlara rağmen hepsi denenmeli.<br />
Son dönemlerde birçok senaryo okudum ama<br />
bu senaryo içlerinde en farklısıydı. Basit olmayan<br />
bir akışı var. Yeşilçam’daki Bizim Aile, Aile<br />
Şerefi gibi filmlerdeki basitlik de var ama acaba<br />
nasıl çekilecek nasıl olacak dediğim yerler çok<br />
oldu. Bu durum da okuduğum andan itibaren beni<br />
heyecanlandırdı.<br />
Komedi aslında çok da siyasi bir filmdir çünkü<br />
eleştirileri en fazla tüketilecek şekilde veren türdür.<br />
Bizim sinemamızda komedi neredeyse o anlamda<br />
süzgeçten geçirilip üretilmeye başlandı. Fakat<br />
sizin filminizde bir baba, bir otorite var. Çocukların<br />
o otoriteyle savaşını en kaba haliyle iktidar ve halk<br />
savaşına kadar indirgeyebilirsiniz bu anlamda da<br />
siyasi bir alt metni de var filmin. Bu konuda ne<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Bülent Emrah: Toplumsal meselelerden kolaylıkla<br />
bir komedi çıkarılabiliyor. Ustalarımız da “Her<br />
komedinin içinde bir dram, her dramın içinde bir<br />
komedi vardır” der. Öyle olunca unutulmuyor. Bir<br />
de popcorn dediğimiz komediler var. Suya sabuna<br />
dokunmayan ama güldüren filmler. Temeli en<br />
sağlam olanı, bir şey anlatan filmler. Bu filmde<br />
de beni etkileyen şey söylediğiniz gibi otorite<br />
oldu. Biz hayatımızda ne kadar rahat bir aileden<br />
geldiğimizi söylesek bile bizim toplumumuz bazı<br />
otoritelerden oluşuyor. Bazı kurallarımız var. Biz o<br />
kuralları istemesek de kabulleniyor, bir süre sonra
iz de çocuğumuza, arkadaşlarımıza, çevremize yapıyoruz.<br />
Bunlar zincirleme giden şeyler. Beni en çok tavlayan temelin<br />
bir yere oturtulması, daha sonra zaten konu rahatlıkla çıkıyor.<br />
Goncagül: Evet, asker bir babanın çocukları olmak da kolay<br />
değil. Hayatta çok ters köşe tipler olmuşlar. İnceden bir kara<br />
mizah tarafı da var. O otoritenin etrafında idealize edilen<br />
çocuklar da olamıyor.<br />
Aile içi ilişkiler aslında çok problemli. İnsanların<br />
mutluluklarını, üzüntülerini çok belirliyor ve bu durum<br />
da kişiliklerine yansıyor. Türk aile yapısının sinemayla<br />
buluşmasında eksik olduğunu düşünüyor musunuz?<br />
Bülent Emrah: Dertleriyle beraber bir filmi anlatmak için<br />
özgürlüğün çok fazla olması gerekiyor ama bizim ülkemizde<br />
özgürlük çok kısıtlı. Birçok yerden müdahale edilip itiraz gelebiliyor.<br />
Tüm bu itirazlara rağmen o filmi yapabiliyorsan iş kült<br />
filmlere doğru gidebiliyor.<br />
Goncagül: Aile çok hassas bir konu. Türk aile yapısının ironisini<br />
yeterince görmüyoruz. Dizilerde de olmuyor bu. Maalesef<br />
bu özgürlüğe sahip bir ülkede yaşamıyoruz. Sorun buradan<br />
başlıyor.<br />
Cem Yılmaz’ın tiyatrosunun sinemada gösterimi var. Bana<br />
bunu sorduklarında çok olumlu bulmuştum. Bir sanatın halkla<br />
buluşması için her türlü yol kullanılabilir. Sinemasal anlamda<br />
baktığımızda ise bir takım problem ortaya çıkıyor. Bağımsız<br />
filmler veya başka komediler salon bulamazken bilmem kaç<br />
yüz kopya bir tiyatro oyununu perdede seyretmeyi tercih ediyor<br />
insanlar. Zaten rekor kırmış durumda. Burada bir sakatlık<br />
görmüyor musunuz?<br />
Bülent Emin: Bizim setimizde, oyuncuların durumunda,<br />
projelerde, herkesin birbiriyle yaşadığı ilişkilerde zaten bir<br />
sakatlık var. Biz kapitalist bir toplumda yaşıyor, gerekenleri<br />
yerine getirmeye çalışıyor ve popüler bir iş yapıyoruz. Politik<br />
deyince herkes geriliyor ama biz sohbet ederken bile içinde<br />
politika var. Bundan hep kaçındıkları için hep öteleniyor.<br />
Oyuncular arasında örgütlenme olursa o tip işlerin de önü<br />
açılacak ama zor çünkü ne kadar az maliyet o kadar çok kar<br />
bakış açısı uygulanıyor. İmkanım olursa bunu değiştirmek<br />
isterim.<br />
Goncagül: Anlattığın derdi çok göz önündeysen, çok popülersen<br />
dinliyorlar. Başka türlü çok zor. Böyle bir algı var ve<br />
bu algı nasıl kırılacak bilmiyorum. Sosyal medyanın etkisiyle<br />
günden güne daha çok artan bir durum bu. Başka biri tiyatroyu<br />
sinemaya taşısa kimse böyle bir işin yüzüne bakmaz.<br />
Bülent Emrah: Komedi sürekli değişen bir şey. 10 sene<br />
önce kahkahayla güldüğümüz şeye şimdi gülmüyoruz. Bazı<br />
ustalarımız güzel şeyler yapmışlar zamanla değişmiş bu algı.<br />
Şimdi diyorlar ki “Komedi algısını değiştirmeyin. Daha basit,<br />
daha ucuz işler yapın. At yere kendini seyirci gülsün. Gülsün
ve unutsun derdini seyirci...” Ama bilinçli biri de ”Ben onun<br />
derdini unutmasını istemiyorum derdini daha çok kanatmak<br />
istiyorum, kanatırken de güldürmeyi düşünüyorum” diyor.<br />
Güldürürken düşündürme çok eskidi gibi görünüyor ama<br />
hala geçerli.<br />
Türk sinemasında kadın olgusu hakkında ne<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Goncagül: Çok basit, sade kadın hikayeleri neden<br />
yazılmıyor. Kuaför bir kadının hayatı mesela. Basit anlatmak<br />
yerine fantastik olaylar katıp ana fikirden uzaklaştırıyorlar.<br />
Bu senaryolar yazılsa, bunların çok sağlam bir siyasi, politik<br />
tabanı olsa. Bu rolleri oynamak size rahatsızlık yaratmaz<br />
mı?<br />
Bülent Emrah: Benim açımdan senaryoyu okuduğumda<br />
içime sinerse hiç problem yok. Bu bir dönüşüm meselesi.<br />
Bir şeye faydamız olsun. Sanatçı toplumun değiştiricisidir<br />
denir ama hiçbir şeyi değiştirdiğimizi göremiyorum.<br />
Değiştireceksek hemen kabul edebilirim. Bazı şeyler biz<br />
fatura ödeyemediğimiz için değişmiyor. Yılmaz Güney bu<br />
ülkede bazı şeyleri değiştirdi. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge<br />
Ceylan da yapıyor. Halktan kopuk deniliyor ya... Halktan<br />
koparıldı zaten. Entelektüellerimiz biraz halkla birleşmeye<br />
kafa yormalılar. Biz popüler bir kanalda, popüler bir mizah<br />
programı yapıyorduk. Mizahın ana fikri varsa o zaten gidip<br />
yolunu buluyor. Sivas, Tokat, Hakkari, Trabzon bizi<br />
anladığı zaman “Tamam. Bunların üstüne bir şey daha<br />
koyacağız, kendimizi onlarla birlikte geliştireceğiz” diyorduk.<br />
Çünkü onların anlamadığı, onlardan kopuk bir şeyler<br />
yaparsak olmazdı. Burada bir gala yapıyoruz gelip izliyorlar,<br />
yazıyorlar ama bizi kimse duymuyor. O zaman da olmuyor.<br />
Onun olabilmesi için biraz yaklaşmak gerekiyor, bu bir adım<br />
aşağı atmaksa atalım, anlayacakları yerden anlatmaya<br />
çalışalım.<br />
Goncagül: Ben de içime siniyorsa oynarım. Hatta suya<br />
sabuna dokunan, söyleyecek derdi olan filmlerde oynamak<br />
isterim. Şimdiye kadar sadece dizi olarak biraz daha tatlı<br />
su gibi olsa da Çemberim’de Gül Oya”da oynadım ama film<br />
olarak bir politik filmde oynamak isterim.<br />
Tiyatro izleyicisi sinema izleyicisine göre bu tür konuları<br />
daha mı rahat algılıyor?<br />
Bülent Emrah: Ben zannetmiyorum. Çok bir farkı yok.<br />
Devlet tiyatrosu birçok oyun koyuyor. Avrupa’daki sanat<br />
akımlarından oyunlar da koyuyorlar ben gidip anlamayanı<br />
çok duydum. Bu da çok normal. Biz okulda okurken<br />
bile bazılarını anlamıyorduk. Evde düşündüğümüzde<br />
anlamadığımızı kendimize söylediğimizde birazcık<br />
rahatlıyorduk. Biz felsefe göremeden mezun olduk. O<br />
yüzden Diyarbakır’a Hamlet gittiği zaman insanlar gitmiyor
çünkü anlamıyorlar. Hamlet’in<br />
edebi bir metin olduğunu bilip<br />
derslerde görseler o zaman gider,<br />
izler, anlar ve değer verirlerdi.<br />
Şimdi kimseyi eleştirmenin bir<br />
anlamı yok.<br />
Filminizi değerlendirdiğinizde izleyici<br />
farklı olarak ne bulacak?<br />
Goncagül: Dinamik, kimyası<br />
tutmuş bir kadro görecek. Tatlı bir<br />
hikaye seyredecek. Sıra dışı bir<br />
komedi göreceğini düşünmüyorum<br />
ama iyi vakit geçirecek. Romantik<br />
komedi gibi de bakılabilir. Ailecek<br />
de izlenebilecek bir film.<br />
Bülent Emrah: Çıktıklarında<br />
kafasının bir yerinde “Ben de<br />
öyle yapmıştım bizim oğlana”<br />
diye düşünmeleri yeterli. Bu otoriteyi<br />
eleştirtmeye başlatırsak bir<br />
kaç kişiyi yeterli. Ağalık, paşalık,<br />
iktidar çok önemli. Hala plakasına<br />
ağa yazdıranlar var. Eskiden Kibar<br />
Feyzo’yu izlediğimizde “Ağalık<br />
ne saçmaymış, ben marabadan<br />
yanayım” dedirtebildilerse bize<br />
Şener Şen, Kemal Sunal, o filmlerin<br />
yönetmenleri, bu filmde de<br />
otoriteyle ilgili bir sıkıntı yaratırsa<br />
beyninde benim için yeterli.<br />
Bu filmden sonra tiyatro, dizi ve<br />
sinemayla ilgili bir projeniz var mı?<br />
Bülent Emrah: Benim<br />
görüştüklerim oluyor. Çok yüksekten<br />
konuşmayayım da özellikle<br />
televizyonda keyif alabileceğim<br />
senaryosu tatlı, seti de güzel<br />
bir iş olursa düşünürüm. Biz<br />
popüler bir ikonuz televizyondan<br />
para kazanıyoruz. Tiyatro<br />
çok farklı bir alan. Orada burada<br />
yapamadıklarımı yapayım diye<br />
düşünüyor insan.<br />
Goncagül: Beni çok<br />
heyecanlandıran iki tane film<br />
projesi var. Biri zaman olarak<br />
sarktı, diğeri de yazın çekilecek.<br />
Benim için ilk kez sinemada nihayet<br />
diyebileceğim, ağırlığı olacak<br />
bir proje. Tiyatroda da İkinci<br />
Kat’ta bir oyunda olmak istiyorum<br />
ama annelik durumum söz<br />
konusu ve tiyatro benim için lüks.<br />
Çocuğuma bakıcısız bakıyorum<br />
o yüzden onu seneye erteleyebilirim.<br />
Birazcık da müzikle<br />
ilgiliyim. Bir şarkı ve ona klip<br />
yaptım. İnternette paylaşacağım.<br />
Dizi görüşmeleri de sürüyor. Ne<br />
olacağı belli olmuyor. Bu kış bir<br />
dizi olacaktı o Temmuz’a ertelendi.<br />
Son dönemlerde dizilerin dili ve<br />
senaryoları biraz daha iyileşmeye<br />
başlamış gibi. Buna katılıyor<br />
musunuz?<br />
Bülent Emrah: Evet. Artık çok iyi<br />
yazar grupları var.<br />
Goncagül: Çok fazla adaptasyon<br />
işler var ve bu rahatsız<br />
edici. Senaryo yazmak isteyen,<br />
anlatacak hikayesi olan gençler<br />
var ve bunlara fırsat verilmiyor.<br />
Neden risk alınmadığını<br />
anlamıyorum. Yabancı dizilerin,<br />
Türk romanlarının uyarlamalarını<br />
tercih ediyorlar. Bakın mesela Leyla<br />
ile Mecnun seyirciden karşılık<br />
bulabiliyor. Dizi yazmak isteyen<br />
genç nesillere bir alan yok gibi<br />
gözüküyor bu çok üzücü. Ve<br />
sürelerin derhal kısaltılması gerekiyor.<br />
Sabahlara kadar çalışma<br />
durumu çok abartılıyor.<br />
Bülent Emrah: Engin Günaydın’ın<br />
işi 45-50 dakika çekilecek bu çok<br />
iyi bir örnek olacak. Koşullar çok<br />
kötü. Bir hafta içinde bir sinema<br />
filmiyle aynı uzunlukta bir proje<br />
yetiştiriyorsun. Bu kötü koşullarda<br />
iyi senaryşolar çıkıyor şu anda.<br />
İyi yazarlar artık el atıyorlar. Bu<br />
biraz tabii kaliteyi yükseltiyor. Ben<br />
bu süreçte bunları önemsiyorum<br />
ve değerli buluyorum.
Yönettikleri ülkenin dünya siyasetindeki konumu sebebiyle,<br />
dönemlerinin en güçlü liderleri olan ABD Başkanları’nın izledikleri<br />
politikalar ne kadar önemliyse; uğradıkları suikastlar,<br />
yaşam tarzları, skandalları ve gafları da bir o kadar meşhur oldu.<br />
BAŞAK BIÇAK<br />
Amerikan Birliği’ni sağlayan ama suikast sonucu<br />
ölen Lincoln, Japonya’ya atom bombası atan<br />
Truman, derin devlete karşı politikalar izlediği<br />
için öldürülen Kennedy, Watergate ile ünlenen<br />
Nixon, Irak’a kafasını takmış baba-oğul Bush,<br />
evlilik dışı ilişkileri nedeniyle büyük sıkıntılar<br />
yaşayan Clinton ve daha nicesi…<br />
Sinema dünyası için böylesine popüler malzemeler<br />
veren başkanların hayatları da, kaçınılmaz<br />
olarak yönetmenler ve yapımcılar için eşsiz birer<br />
konu haline geldi ve pek çok sinema filminin<br />
çekilmesine neden oldu. Bunların arasında şu<br />
sıralar adından en çok söz ettiren şüphesiz, 12<br />
dalda Oscar adaylığıyla Lincoln. Fakat onun<br />
dışında oldukça önemli yapımlar da mevcut:<br />
Kennedy Suikastı sonrası yaşananları anlatan<br />
JFK, Watergate çerçevesinde Richard Nixon’ın<br />
hayatını konu anlatan Nixon, George Bush’un<br />
2008 yapımı W.’si ile Frost/Nixon. Fakat ben,<br />
bunların arasında en önemlileri olduğunu<br />
düşündüğüm Lincoln, JFK ve Nixon’a öncelik<br />
tanıdım ve biraz tarihi bilgiler ekleyerek skandallarla<br />
dolu hayatlarıyla dünyanın en güçlü<br />
adamlarından bahsettim…<br />
Keyifli okumalar…<br />
Lincoln (2012)<br />
Amerika tarihinin en sevilen başkanlarından<br />
Abraham Lincoln, Total Film’e göre Dünya<br />
sinemasının en iyi yönetmenlerinden biri olan<br />
Steven Spielberg ve Time dergisince yaşayan<br />
en iyi aktör olarak kabul edilen Daniel Day-Lew-<br />
is… Filmin çekileceği haberi duyulduğunda bu<br />
üçlünün bir araya gelmesi beklentileri ne kadar<br />
yükselttiyse, Lincoln de vizyona girdiğinde o derece<br />
muazzam bir yapım olarak karşımıza çıktı.<br />
Geçen yıl War Horse ile beklediği başarıyı elde<br />
edemeyen Steven Spielberg, böylece bir süredir<br />
devam eden durgunluğunu Lincoln ile bozmuş<br />
oldu ve özlediğimiz tarzda bir eserle geri döndü.<br />
Yılın en iddialı filmleri arasında yer alan Lincoln,<br />
12 dalda adaylığıyla Oscar ödül törenine de<br />
damgasını vuracak gibi görünüyor.<br />
1860 yılında Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan adayı<br />
Abraham Lincoln, seçilmeden önce köleliği<br />
kaldırma sözü vererek henüz sanayileşmemiş<br />
bazı bölgeler için tehlike çanlarının çalındığını<br />
gösterdi. Çünkü Kuzey bölgelerine nazaran,<br />
Güney eyaletlerinde hala tarıma dayalı ekonomi<br />
devam ediyor ve kök salmış yapının<br />
dayanak noktasını kölelik oluşturuyordu.<br />
Lincoln’ün seçimleri kazanmasından sonra ise,<br />
endişeye kapılan 7 eyalet bağımsızlığını ilan<br />
etti ve ardından diğer eyaletlerin de katılımıyla<br />
Amerikan İç Savaşı başlamış oldu. Başkanlığı<br />
süresince Amerikan İç Savaşı’yla uğraşan A. Lincoln,<br />
bunun dışındaki en büyük mücadelesini ise<br />
köleliğin kaldırılması konusunda verdi. Spielberg<br />
tarafından, Team of Rivals: The Political Genius<br />
of Abraham Lincoln adlı kitaptan uyarlanan Lincoln,<br />
Amerikan İç Savaşı’nın son zamanlarında<br />
13. Ek madde değişikliği tartışmalarından,<br />
Başkan’ın suikast sonucu öldürülmesine<br />
kadarki süreci konu alıyor. Alışılmış milliyetçi<br />
duygularla Lincoln’ü yere göğe sığdıramayan,
övgülerle bezenmiş bir film yerine, onun daha çok<br />
insani yönünü ön plana çıkaran, hatta çoğu zaman<br />
sıradanlığını göstermek için çabalayan bir<br />
film var karşımızda bu kez. Hemen her sahnede<br />
önemli bir adam olduğunu kanıtlamaya çalışan bir<br />
Lincoln değil; naif duruşuyla hikâyeler anlatan,<br />
yorgunluğunu her halinden belli eden bir siyasetçi,<br />
kederini yüzünden hissettiren bir baba var. Bir yandan<br />
siyasi entrikalar ve politik oyunlarla mücadele<br />
ederken öte yandan da Lincoln’ün aile bağları<br />
üzerinde duran filmin en büyük kozu ise kuşkusuz<br />
Daniel Day-Lewis. Oyunculuk kariyerinde oldukça<br />
seçici olduğu bilinen ve My Left Food ile There<br />
Will Be Blood filmleriyle Oscar kazanan aktörün bu<br />
filmdeki performansıyla da aday gösterilmesine<br />
şaşırmamak gerek. Çünkü fiziksel olarak da<br />
Abraham Lincoln’e oldukça benzeyen Daniel<br />
Day-Lewis, yürüyüşünden duruşuna kadar<br />
tam anlamıyla canlandırdığı karaktere<br />
bürünmüş. Özellikle Abraham Lincoln’ün<br />
yürüyüşündeki detayı bile göstermeyi<br />
başaran oyuncu kusursuz bir<br />
performans sergiliyor. En İyi Film<br />
ya da En İyi Yönetmen kategorilerinde<br />
net bir şey söylemek<br />
mümkün değil fakat En İyi<br />
Erkek Oyuncu dalında Oscar<br />
heykelciğini Daniel<br />
Day-Lewis’in alacağını<br />
düşünüyorum.<br />
Senaryosunu<br />
Munich’te de birlikte<br />
çalıştığı Tony<br />
Kushner’e emanet<br />
eden Spielberg bu<br />
kez durgun olmasına<br />
rağmen oldukça<br />
sürükleyici ve zengin<br />
diyaloglarla süslü bir<br />
anlatımı tercih etmiş.<br />
Birçok yerde konuya<br />
dair hiçbir detayın<br />
atlanmadığı görülürken,<br />
özellikle meclis sahnel-
sahnelerinde ders verici nitelikte konuşmalar<br />
olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Siyahî<br />
kölelere özgürlük verilmesi konusu tartışılırken<br />
günümüzde muhafazakâr kimlikleriyle tanınan<br />
Cumhuriyetçilerin, söz konusu dönemlerde Demokratlara<br />
göre çok daha özgürlükçü düşünceye<br />
sahip olduklarını görmek filmdeki çarpıcı detaylardan<br />
biriydi. Bunun yanı sıra film boyunca en az<br />
Daniel Day-Lewis kadar göz dolduran bir performans<br />
sergileyen Tommy Lee Jones’un, meclis<br />
konuşmaları kısmı ve Lee Pace ile atışmaları<br />
oldukça keyifli. Filmde Abraham Lincoln, bir yandan<br />
siyasette böylesine önemli bir kampanyayı<br />
yürütürken, diğer yandan da ailevi sorunlardan<br />
muzdarip bir siyasetçi olarak karşımıza çıkıyor.<br />
Nitekim bu sahnelerde A. Lincoln ile birlikte<br />
izlediğimiz ve Lincoln’ün eşini canlandıran<br />
Sally Field, Tommy Lee Jones ile birlikte En İyi<br />
Yardımcı oyuncu kategorilerinde adaylığa hak<br />
kazandı. Ayrıca geçen yıl 50/50 filmiyle büyük<br />
başarı yakalayan ve bu sene de The Dark Knight<br />
Rises ve Looper’da izlediğimiz Joseph Gordon-<br />
Levitt’i bu kez Lincoln’ün oğlu rolünde görüyoruz.<br />
Genç oyuncu var olan savaş nedeniyle askere<br />
katılmak isteyen ancak babasının gölgesinde<br />
kalan bir oğul olarak Robert Lincoln’ü, kısa süreli<br />
sahneleri boyunca başarıyla canlandırıyor. Farklı<br />
türlerde filmler yapmayı seven Steven Spielberg<br />
bu denli durgun senaryoya sahip bir dönem filminde,<br />
zengin bir oyuncu kadrosuyla yola çıkarak<br />
ne kadar doğru bir iş yaptığını kanıtlıyor. Yıllardır<br />
birlikte çalıştığı John Williams’ın müziklerinin<br />
yanı sıra kostüm ve sanat yönetimiyle de başarılı<br />
bir işe imza atan yönetmen, Amerikalı siyahî<br />
vatandaşlar için tarihi bir karar veren ve suikast<br />
sonucu hayatını kaybeden özgürlükçü bir<br />
Başkan’ın hakkını da vermiş oluyor. Lincoln,<br />
sadece Daniel Day-Lewis’in müthiş oyunculuğu<br />
ve Steven Spielberg’in kusursuz yönetmenliği<br />
için bile izlenebilir. Ancak bundan daha önemli bir<br />
sebep daha var ki, o da filmin başında Lincoln’ün<br />
meşhur Gettsbury konuşmasına beyaz ve siyahî<br />
askerlerin farklı bakış açılarının gösterildiği<br />
sekans… Özgürlük, demokrasi, ulus ve mücadeleye<br />
dair bu farklı yaklaşım, dönemin Amerika’sını<br />
ve ulus anlayışını en iyi özetleyen olgu ve bana<br />
göre Lincoln’ün en unutulmaz yanı…<br />
JFK (1991)<br />
Amerika’da köleliğin kaldırılmasını sağlayan<br />
fakat bu uğurda bir suikast sonucu hayatını<br />
kaybeden Abraham Lincoln’den sonra, siyahîler<br />
için büyük mücadele veren ve onların<br />
vatandaş olmalarının önünü açan bir Başkan<br />
daha vardır ki, o da John F. Kennedy’dir. Afro-<br />
Amerikalıların hakları konusunda adımlar atan<br />
ve bir yasa tasarısı hazırlayan Kennedy’nin<br />
1963’te uğradığı bir silahlı saldırı sonucunda<br />
hayatını kaybetmesiyle gelişen olayları konu<br />
alan JFK, Oliver Stone’un politik sinemaya en<br />
önemli katkılarından biridir.<br />
Oliver Stone, Midnight Express gibi Türkiye<br />
nezdinde kötü şöhrete sahip bir filmin senaristi<br />
olması sebebiyle, ülkemizde uzun süre<br />
pek de iyi bir izlenime sahip olmadı. Stone<br />
Amerika’yı öven, milliyetçi duygularla savaş<br />
başarılarını anlatan filmler yerine ülkesinin<br />
sistemini eleştiren, Vietnam’da savaşması sebebiyle<br />
savaş karşıtı filmler yapmaktan çekinmeyen<br />
bir yönetmen. Platoon, Born on the<br />
Fourth of July, Heaven and Earth gibi filmlerle<br />
bir yandan savaşın çirkin yüzünü göstermeye<br />
çalışırken diğer yandan da ABD Başkanlarının<br />
hayatlarına değindi. Aynı zamanda Natural<br />
Born Killers, The Doors dışında Alexander gibi<br />
büyük bütçeli filmler de çekti. Amerika tarihine
damgasını vuran olaylar, skandallar ve kişiler<br />
onun hep ilgisini çeken konular oldu. Bu sebeple<br />
tarihlerinde kara bir leke olarak anılan Kennedy<br />
suikastını es geçmeyerek filmografisine önemli<br />
bir yapım daha kazandırmış oldu. Belgeselci<br />
tarafını da filmde bolca hissettiren Oliver Stone,<br />
Kennedy’nin ölümünden hemen sonra suikastın<br />
örtbas edilmesini, derin devleti, komploları<br />
yaklaşık üç buçuk saat süren film boyunca<br />
müthiş bir kurgu ile aktarıyor. Film, Başkan’ın<br />
ölümü sonrası suçlu olarak ilan edilen Lee<br />
Oswald’ın suikastı tek başına düzenlemediğine<br />
inanan savcı Jim Garrison’ın (Kevin Costner)<br />
olayın üzerinden üç yıl geçmesine rağmen hala<br />
araştırmaya devam etmesini konu alıyor. Jim Garrison<br />
başarılı bir savcı ve mutlu bir aile babası.<br />
Ancak bürosundaki çalışanlarla birlikte Kennedy<br />
suikastını incelemeye devam ettikçe derin<br />
devlete yaklaşmaya başlıyor; birilerinin işine<br />
çomak soktukça da baskı ve ölüm tehditleriyle<br />
karşılaşıyor. Bir süre sonra arkadaşlarıyla<br />
yaşadığı sorunlara bir de ailevi meseleleri<br />
eklenince olaylar içinden çıkılmaz bir hal alıyor.<br />
Film böylece siyasi bir olayı kişisel çatışmalara<br />
dönüştürerek heyecanın dozunu her an yüksek<br />
tutmayı başarıyor. JFK’in yaklaşık iki saati delillerin<br />
toplanması ve şahitlerin bulunmasıyla<br />
geçerken, geçmiş olayların anlatıldığı kısımların<br />
siyah-beyaz olarak verilmesi ise Stone’un belgeselci<br />
yanını en fazla hissettiğimiz noktalar oluyor.<br />
Nitekim ulaşılan yeni bilgilerin anlatıldığı bölümlerde<br />
en küçük bir detayın dahi atlanmaması<br />
ortada nasıl bir emek olduğunun da kanıtı. Aynı<br />
şekilde Garrison’ın bir saatlik mahkeme sahnesi<br />
boyunca yaptığı konuşma, filmlerde eşine az<br />
rastlanır türden bir söyleme sahip. Sırf çıkarlarına<br />
uymuyor diye Kennedy’yi ortadan kaldıran Amerikan<br />
derin devletini eleştiren ve sistemi apaçık<br />
sorgulayan bu uzun konuşmanın etkileyiciliğinde<br />
Kevin Costner’ın kusursuz performansının da payı<br />
elbette büyük. Kevin Costner’ın yanı sıra Oswald<br />
rolünde izlediğimiz Gary Oldman, eşcinsel Clay<br />
Shaw’u canlandıran Tommy Lee Jones, Joe Pesci<br />
ve Sissy Spacek ile güçlü bir kadroya sahip olan<br />
JFK, Tommy Lee Jones’un performansı da dâhil<br />
birçok dalda Oscar’a aday gösterilirken sadece En<br />
İyi Kurgu ve En İyi Görüntü Yönetmenliği kategorilerinde<br />
ödüle hak kazandı. Süresinin uzunluğuna<br />
rağmen temposu hiç düşmeyen JFK, verdiği bilgilerle<br />
ve yaptığı eleştiriyle de politik gerilim türünün<br />
güzel bir örneğini oluşturuyor. Hitler’in “Yalan<br />
ne kadar büyükse inananı da o kadar çoktur”<br />
sözünden yola çıkarak, Başkan Kennedy’nin Lee<br />
Oswald tarafından öldürülmesinin Amerikalılara<br />
söylenmiş en büyük yalan olduğunu kanıtlamaya<br />
çalışması JFK’in en önemli özelliği. Nitekim<br />
film sonrasında suikastın yeniden araştırılmaya<br />
açılması da oldukça ilginç bir anekdot. Kennedy<br />
hiç şüphesiz, dönemin özgürlük hareketinin<br />
en önemli figürlerinden biriydi. Sıcak savaşın<br />
karşısında olan Kennedy’nin bu tutumu onun<br />
sonuna getirirken, siyahî Amerikalıların vatandaş<br />
statüsüne kavuşmasını da geciktirdi. Lyndon<br />
B. Johnson döneminde (bizde meşhur Johnson<br />
mektubuyla tanınır) siyahîlere vatandaşlık ve oy<br />
kullanma hakları tanınsa da Vietnam Savaşı’nın<br />
başlaması ve Martin Luther King, Malcolm X ve<br />
Robert Kennedy suikastlarının yaşanması, JFK’de<br />
derin devletin gücünü gösteren en çarpıcı özellik.<br />
Oliver Stone bu açıdan filmlerinde sıkça dile<br />
getirdiği savaş karşıtlığını, Amerika’da neden<br />
savaş olması gerektiği teziyle açıklayarak tarihe<br />
bambaşka bir pencereden bakmamıza sebep<br />
oluyor. Günümüzde de çokça aşina olduğumuz bu<br />
“devlet işleri” için JFK, mutlaka izlenmesi gereken<br />
önemli yapıtlardan biri.
Nixon (1995)<br />
Monica Lewinsky olayını saymazsak, ABD tarihine<br />
damgasını vurmuş en çok konuşulan skandallardan<br />
biri de Watergate’dir. 1972 yılında<br />
gerçekleşen bu olay dönemin başkanı Richard M.<br />
Nixon’ın istifasıyla sonuçlandı ve Nixon, görevi<br />
bırakan ilk ABD Başkanı oldu. Gerçek olaylara<br />
dayanan filmler çekmeyi seven Oliver Stone<br />
buradan yola çıkarak Watergate arka planlı,<br />
Nixon’ın gerçek kişiliğini, aile ilişkilerini ve siyasi<br />
hayatını konu alan müthiş bir film ortaya koymuş.<br />
Adeta Anthony Hopkins’in tek kişilik bir şovuna<br />
dönüşen Nixon, bana göre politik film türünün en<br />
iyilerinden…<br />
Soğuk Savaş dönemi, diplomasinin belki de en<br />
fazla önem kazandığı zamanlardandır. Doğu ve<br />
Batı bloklarına bölünen Dünya’nın birçok yerinde<br />
devletlerarası mücadeleler komünizm üzerinden<br />
yürütüldü ve türlü diplomasi oyunlarıyla<br />
olası bir dünya savaşı engellenmeye çalışıldı.<br />
Johnson’dan Vietnam Savaşı’nı devralan R.<br />
Nixon bu durumun en iyi örneğini oluşturdu ve<br />
başkanlığı süresince arkasına Henry Kissenger<br />
gibi bir “beyni” de alarak müthiş bir diplomasi<br />
trafiği yürüttü. Ancak elinde bulundurduğu gücün<br />
bedeli olarak gittikçe paranoyaklaşan Nixon, Oval<br />
Ofis’teki konuşmaları ve Abdülhamitvari bir hafiye<br />
sistemiyle Demokratik Parti’nin telefonlarını<br />
dinlemeye kalkışınca başı belaya girdi ve iki<br />
yıl süren skandallar zincirinin ilk halkasını<br />
oluşturdu. İşte bu olayın perde arkasını konu alan<br />
ve Watergate Oteli’nde yaşananlarla açılış yapan<br />
Nixon filmi, üç saati geçen süresi boyunca geriye<br />
dönüşlerle Başkan’ın çocukluğunu, gençliğini,<br />
eşiyle olan ilişkilerini ve siyasi yaşamından kesitlerle<br />
derinlemesine işliyor.<br />
Kaybetmekten nefret eden ve bu sebeple yıllar<br />
geçtikçe agresif bir adama dönüşen Nixon’ın,<br />
insanların onu sevmediğini düşünmesi iyice<br />
yalnızlaşmasına ve yanındakilere olan<br />
güvensizliğinin artmasına yol açıyor. Ekran<br />
karşısına çıktığında ya da halktan biri ile<br />
karşılaştığında bambaşka bir kişiliğe ve yüz<br />
ifadesine bürünen Nixon’ı bunu yapmaya<br />
iten nedenleri ise ancak onu tanıdıkça fark<br />
ediyoruz. Nitekim birkaç öğrencinin hayatını<br />
kaybettiği olaylardan sonra aslında özür dilemesi<br />
gerektiğini düşünen Nixon’ın bir iki saniyelik<br />
duraksamanın ardından “ama Nixon bunu<br />
yapamaz” demesi bu tavrının en iyi örneklerinden.<br />
Hatta bu sahne öncesinde, Nixon’ın yediği<br />
kırmızı etin etrafından yayılan yoğun kan,<br />
boğazına kadar savaşa batmış bir ülkeye çok<br />
iyi bir göndermeydi.<br />
Hırsları, stresi ve korkularıyla ekranda<br />
neredeyse gerçek bir Richard Nixon görmemize<br />
yol açan Anthony Hopkins’in filmin bu denli<br />
başarı kazanmasındaki rolü yadsınamaz. 1991<br />
yılında Kuzuların Sessizliği’nde Hannibal Lecter<br />
karakteriyle ününe ün katan Hopkins, kusursuz<br />
bir oyunculuk sergileyerek tek başına bütün<br />
filmi sırtlamış ve eşini canlandıran Joen Allen<br />
dışındaki hemen herkesi gölgesinde bırakmış.<br />
Ekran karşısına geçtiğinde ışıklandırma sebebiyle<br />
terlemesiyle meşhur Richard Nixon’ın,<br />
(bu durum basın tarafından sıkça alay konusu<br />
yapılmıştır) o sürekli terli hallerine bile<br />
değinilmiş.<br />
Nixon filminin en sıkıntılı olduğu noktalardan<br />
biri de, neredeyse tamamen Beyaz Saray içi<br />
konuşmalardan oluşması. Geçmişe dönülerek<br />
bolca tarih dersi verilirken, bir taraftan da<br />
sürekli siyasi olaylar hakkında konuşmaların<br />
geçmesi, zaten süresi uzun olan film boyunca<br />
seyircinin dikkatini toplamakta güçlük çekmesine<br />
neden olabiliyor. Hele ki konu hakkında<br />
bilgi sahibi olmayanlar adapte olmakta güçlük<br />
çekebilirler. Yine de her şeye rağmen Nixon,<br />
anlattığı olaylar üzerinden verdiği mesajlarla,<br />
dikkatinizi verdiğiniz takdirde dönemi ve Soğuk<br />
Savaş psikolojisini çok iyi kavrayabileceğiniz<br />
nitelikli bir film.<br />
Dünyaca ünlü “Diplomasi” kitabıyla tanınan ve<br />
dönemin en önemli isimlerinden biri olan Henry<br />
Kissenger’ın yanı sıra, geçtiğimiz yıl Leonardo<br />
DiCaprio’nun canlandırdığı J. Edgar Hoover’ı<br />
da Oliver Stone yorumuyla izliyoruz. Ayrıca<br />
Dallas’ın J.R.’ı Larry Hagman’ı kısa süreliğine<br />
de olsa Nixon’da görmek seyir zevkinizi arttıran<br />
detaylardan biri. Sonuç olarak, En İyi Erkek<br />
Oyuncu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu da<br />
dâhil olmak üzere 4 dalda Oscar adayı olan Nixon,<br />
Anthony Hopkins’in müthiş performansıyla<br />
Oliver Stone sinemasının kaçırılmaması gereken<br />
yapı taşları arasında yer alıyor.
n Guillermo Del Toro’nun mu yoksa Yüzüklerin<br />
Efendisi’nin yönetmeni Peter Jackson’ın mı çekeceği<br />
belirsizliği yaşanan, davalarla ertelenerek yılan hikayesine<br />
dönen Hobbit nihayet vizyonda!<br />
Türkçe çevirisiyle 1997 yılında daha fazla Türk okurla<br />
buluşan “Yüzüklerin Efendisi” serisinin Peter Jackson’ın<br />
yönetmen koltuğuna oturduğu film uyarlaması büyük başarı<br />
yakalamıştı. Bu kez Peter Jackson ve ekibi Yüzüklerin<br />
Efendisi’nden 60 yıl öncesine dayanan ve aslında seriye<br />
giriş niteliği taşıyan “Hobbit” i izleyiciyle buluşturdu. Aslında<br />
Hobbit, John Ronald Reuel Tolkien tarafından çocuklarına<br />
anlatılmak üzere oluşturulmaya başlanmıştı ki yüce<br />
filoloğumuzun daha sonra kendisinin de beklemediği bir<br />
başarıya ulaşacaktı.<br />
ESRA ÇOLAK<br />
14 Aralık’ta vizyona giren film, RED Epic kameralarla 3<br />
boyutlu ve HD’den 4 kat fazla çözünürlükle çekildi. Türkiye<br />
salonlarında 48 fps High Frame Rate olarak izleyemediğimiz<br />
film, dünyada ilk defa bu teknolojiyle çekilen film olma<br />
niteliğine sahip. Standart 24 fps’den 2 kat hızlı olması<br />
nedeniyle daha gerçekçi etki yaratan bu teknolojiyi Avatar’ın<br />
devam filmini de yüksek hızda çekmeyi düşünen James<br />
Cameron da Yeni Zelanda’daki dünya prömiyerine katılıp
filmi ilk izleyenlerden olmuştu. Yeni tanıştığımız<br />
bu teknolojiyi gerçekçiliğinden ötürü beğenenler<br />
de oldu; fazla gerçekçi, baş ağrısı/dönmesi, mide<br />
bulantısı gibi yan etkiler oluşturduğundan şikayet<br />
edenler de. Hatırlarsanız 3 boyut teknolojisiyle yeni<br />
tanıştığımızda da bu tür tartışmalar, fikir ayrılıkları<br />
olmuştu. Peter Jackson’ın görüşü de “Bu yeni bir<br />
teknoloji ve insanlar alışacaklardır” yönünde oldu.<br />
Elbette bu konuda kendi görüşümüzü bildirebilmek<br />
için filmi HFR izleyebiliyor olmamızı dilerdim,<br />
belki ikinci filme… Ben filmin 24 fps 3D ve IMAX<br />
3D versiyonlarını izledim. Özelikle IMAX devinin<br />
önünde filmin baş döndürücü olduğu bir gerçek!<br />
Ama bazı hızlı yakın çekim<br />
anları haricinde iyi yönde bir<br />
baş döndürücü etki bu. Kendinizi<br />
tünellerde kaçarken<br />
buluvermek işten bile değil!<br />
İçerik olarak baktığımızda,<br />
kitaba birebir sadık kalınması<br />
gerektiğini düşünen Tolkien<br />
hayranları tarafından<br />
eleştirilmeyecek bir film değil.<br />
Ama bu zaten Yüzüklerin<br />
Efendisi üçlemesinde de<br />
gördüğümüz bir durumdu. Aslında Peter Jackson<br />
(ve senaristler) bu sayede kendi imzasını atmış<br />
oluyor. Belki başarısının sırrı da buradadır. Sadece<br />
hayal gücüyle değil, kendi çeşitlemeleriyle de ilgi<br />
ve merak uyandırıyor ve heyecanı ayakta tutuyor.<br />
Kitabı okuyanlara ve hatta Tolkien’in bütün “legendarium”<br />
unu bilenlere bile yapıyor bunu, bu durumdan<br />
hoşnut olsalar da olmasalar da. Kitapta sadece<br />
bir ya da birkaç kez adı geçen ve hatta hiç geçmeyen<br />
karakterlere bile filmde rastlamak mümkün.<br />
Aslında böylece sadece Hobbit kitabında geçenler<br />
değil; Yüzüklerin Efendisi, bütün efsanenin temelini<br />
oluşturan Silmarillion ve genel anlamda Orta Dünya<br />
tarihi ve karakterlerinden de ögeler barındırıyor.<br />
Keza Peter Jackson kendisi de Tolkien’in<br />
notlarından da filmin beslendiğini belirtmiştir. Ayrıca<br />
unutulmaması gereken başka bir nokta da zaten<br />
Tolkien’in Hobbit’ in en az 3 versiyonunu yazmış ve<br />
hatta sil baştan yazmayı bile düşünmüş olduğudur.<br />
Bu şekilde bakınca filmin, kitabın son halinden<br />
birebir uyarlanmış olmaması, bazı farklı unsurlar<br />
içeriyor olması bir olumsuzluk yerine zenginlik<br />
olarak görülebilir. Bir başka eleştiri de cüce karakterlere<br />
derinlik katılmadığı, ayırt etmenin zor olduğu<br />
yönündeydi. Evet, belki kitapta da çok merkezde<br />
olmayan cüceler için bu söylenebilir. Ama üçlemeye<br />
daha yeni başladık ve ileride hangi cüceyi ne kadar<br />
iyi tanıyacağımızı henüz bilmiyoruz. Fakat kitaptan<br />
bildiğimiz ve filmde de gördüğümüz üzere cücelerin<br />
lideri Thorin, baskınlığını son ana kadar koruyacak<br />
gibi. Ayrıca karakteri canlandıran Richard<br />
Armitage’in oyunculuğu da takdire değer ve seriyle<br />
birlikte kariyerinde bir sıçrama yaşaması an meselesi.<br />
Gollum, Yüzüklerin Efendisi’nde olduğundan<br />
daha genç, daha oyuncu ve daha duygusal.<br />
Duygularını dışavurum şekli<br />
birçok kez seyirciyi güldürmeyi<br />
başarıyor. Tabi ki bunda<br />
ona hayat veren ve aynı zamanda<br />
filmin ikinci birim<br />
yönetmenliğini yapan Andy<br />
Serkis’in payı tartışılmaz. Aynı<br />
zamanda, Hobbit’ in önceki<br />
üçleme kadar sert ve ciddi bir<br />
tonu olmaması da buna bir<br />
sebep oluşturmakta.<br />
Film, yaşlı Bilbo’nun Yüzüklerin<br />
Efendisi’nde izlediğimiz<br />
Çıkın Çıkmazı’ na veda etmeden önceki parti<br />
gününden başlıyor. Frodo, Yüzüklerin Efendisi’nden<br />
bildiğimiz, başına geleceklerden habersiz Gandalf’ı<br />
karşılamak üzere ormana doğru giderken, Bilbo<br />
hikayeyi anlatmaya başlıyor:<br />
“Topraktaki bir oyukta bir hobbit yaşardı.”<br />
İşte her şey böyle başladı. Gandalf bu hobbiti,<br />
Genç Bilbo’yu, bir maceraya davet etti. Thorin<br />
ve yoldaşları doğuya, Yalnız Dağ’a gidip ejderha<br />
Smaug tarafından çalınan hazinelerini ve<br />
yurtlarını geri alacaktı ve Bilbo da bu macerada<br />
“hırsız” olarak onlara yardım edecekti. Ama en<br />
kötüsü Smaug değildi. Bu sırada Bilbo tesadüfen<br />
Tek Yüzüğe sahip oldu. Çoook eskiden bir hobbit<br />
olan -ve adı o zamanlar Sméagol olan- Gollum,<br />
yüzüğünü kaybettiğine çok üzülecekti. Ve daha da<br />
kötüsü yüksek Elflerin bile 60 yıl sonrasına kadar<br />
bilemeyeceği karanlık, kötücül şeyler hortlamıştı.<br />
Sonunda bir şey beklendiğinden önce ortaya çıktı<br />
ve Smaug uyandı! Bundan sonra neler olacak?<br />
Önümüzdeki yıl göreceğiz.
Bu ay vizyona giren Hansel ve Gretel<br />
filminin eli oklu güzel İngiliz dilberi<br />
Gemma Arterton Bond Kızı olarak<br />
mesleğe başladı...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n İngiliz aktiristlerinin kariyerlerinin<br />
başlangıcında mutlaka geçmeleri gereken<br />
bir sınav var. Eğer güzellikleri<br />
yeterliyse Bond kızı olmak onların en<br />
büyük sınavı... 2007 yılında Royal Academy<br />
of Dramatic Art’tan mezun olan<br />
Gemma elini çabuk tutup 2008’de Quantum<br />
of Solace filminde Daniel Craig’in<br />
karşısına geçti. Filmdeki asıl Bond Kızı<br />
Olga Kurylengo’yu bile gölgede bırakan<br />
yıldız gişe filmlerinin aranan ismi oldu.<br />
Zaten yer aldığı filmlere baktığımızda<br />
Clash Of Titan, Quantum of Solace,<br />
Prince of Persia: The Sands of Time ve<br />
kariyerinin başlangıç filmi olan komedi<br />
filmi St. Trinian’s yıldızın şanslı tercihler<br />
yaptığını görüyoruz. Tabii elinden<br />
kaçırdıkları da var. Mesela Iron Man’de<br />
Scarlett Johansson’a My Fair Lady’de<br />
Keira Knightley’e rolleri kaptırmış.<br />
Bildiğimiz ince kemikleri çıkık güzellere<br />
hiç benzemiyor Gemma. Etine dolgun<br />
ve yuvarlak yüz hatlarıyla neredeyse bir<br />
Yeşilçam yıldızı. Biz ne dersek deyelim<br />
Gemma hala güzelliğiyle bütün rolleri<br />
kapıyor. Kolay değil büyük bütçeli Hansel<br />
ve Gratel’in yıldızı olmak. Elindeki<br />
yay ve okla bütün cadıları avlayan Gratel<br />
filmin sonuna doğru kendisi de cadı<br />
çıkıyor. Güzel cadı gerçek hayatında öyle<br />
el bebek gül bebek yetişmemiş. Birçok<br />
sıkıntı atlatmış. Daha doğduğunda iki<br />
elinde toplam 12 parmak varmış. Bunlar<br />
ameliyatla düzeltilmeş. Bir kulağınında<br />
formu bozukmuş. Bu da ameliyat<br />
edilmiş. Daha dört yaşındayken anne
ve babası ayrılmış. Kendinden küçük<br />
olan kız kardeşiyle annesinin yanında<br />
kalmış Gemma. Babası mimar olan güzel<br />
yıldız temizlikçi annesinin emekleriyle<br />
büyümüş. Royal Academy of Dramatic<br />
Art’ta okurken geçinmek için tezgahtarlık<br />
yapmış. Büyük annesi uzun yıllar depresyon<br />
tedavisi görse de bir biçakla intihar<br />
etmiş. Mişler mışlar arasında bütün bu<br />
sıkıntılar geride kalmış ve Gemma çirkin<br />
ördek yavrusundan güzel prensesliğe terfi<br />
etmiş. Bakın son röportajında ne söylüyor,<br />
“Louis Vuitton’dan vaz geçmem.” Artık<br />
dertleri böyle... Empire Magazin tarafından<br />
2010’un “En Ateşli Pilici” seçildi. Channing<br />
Tatum, Zoe Saldana, Marion Cotillard,<br />
Mia Wasikowska gibi rakipleri geçip<br />
bu ünvanı aldı. Gemma Atterton’u izlemeye<br />
doyamayanlar içinse şu an yedi filmin<br />
çekimlerini yaptığını söyleyelim. 2013 ve<br />
2014 onun yılı olacak gibi...
BANU BOZDEMİR<br />
n 1969 yılında Glasgow’da doğan Butler aslen<br />
İskoç. Annesi ve babasının boşanması üzerine,<br />
babası ile 16 yaşına kadar görüşmedi. Üniversitede<br />
okuduğu hukuk bölümün kişiliğine çok şey<br />
kattığını düşünüyor. Üniversite yıllarında bir rock<br />
grubunun vokalliğini yaptı. Mrs. Brown adlı filmin<br />
çekimlerinde buz gibi suya çıplak bir atlayış<br />
yapması gerekiyordu. Sahneyi başarıyla bitiren<br />
Butler, çekimin hemen ardından hipotermi geçirdi.<br />
Aynı filmin çekimleri sırasında nehre düşen<br />
bir çocuğu kurtardığı için The Royal Humane<br />
Society tarafında Cesaret Ödülü’nü kazandı. Joel<br />
Schumacher’in 2004 yapımı müzikal uyarlaması<br />
The Phantom of the Opera filmiyle ciddi bir takdir<br />
topladı. 2007’de Kral Leonidas rolünü üstlendiği<br />
300 filmiyle dünya çapında tanındı. En çok da<br />
‘this is Spartaaa’ nidasıyla! Sonrasında, P.S. I<br />
Love You, Macera Adası, RocknRolla, The Ugly<br />
Truth, Gamer, Law Abiding Citizen ve The Bounty<br />
Hunter filmleri başta olmak üzere birçok projede<br />
yer aldı. Bu ay birbirinden bağımsız 11 filmin yer<br />
aldığı Movie 43 / Çatlak Film’de onlarca oyuncudan<br />
biri olarak karşımıza çıkacak. Az da olsa<br />
hayranlarını memnun edecek!