08.05.2016 Views

Cinedergi 56

Binder56

Binder56

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Sinema kadar diziler de bizden sorulur<br />

n <strong>Cinedergi</strong>’nin yenilikleri bitmez. Ülkemizde<br />

ve artık bütün dünyada dizi furyası<br />

sinemayı sıkıştırıyor. Yurt dışında Jean<br />

Reno’dan Steven Spielberg’e, Robert De<br />

Niro’dan Kevin Spacey’e kadar oyuncusundan<br />

yönetmenine herkes dizi çekiyor.<br />

Türkiye’de de aynı durum sözkonusu,<br />

Çağan Irmak’tan Onur Ünlü’ye, Berrak<br />

Tüzünataç’tan Nejat İşler’e kadar sinemayla<br />

anılan herkes artık dizilerde. Durum<br />

böyle olunca dizi dünyasını görmezlikten<br />

gelmek gereksiz bir burnu büyüklük. Biz<br />

de bundan sonra dergimizin içinde özel bir<br />

ek yapıyoruz. Dizilerin ünlü oyuncularının<br />

röportajları ve yabancı dizi dünyası artık<br />

<strong>Cinedergi</strong>’de. Buket Kahraman’ın yaptığı<br />

Dizimania röportaj köşesi ilginizi çekecek<br />

sanıyorum. Zaten Episode köşesiyle Burcu<br />

Mercan’ın yazılarını çok seviyoruz. Dizidergi<br />

adını verdiğimiz köşemizin en önemli<br />

yazarlarından Burcu Mercan. Sinemayı da<br />

geriye atmadık tabii. Öteki Sinema’nın kurucusu<br />

ve sinema eleştirmenlerinin ayrıksı<br />

sesi Murat Tolga Şen yepyeni bir köşe<br />

yapıyor dergimiz için bundan sonra. Susmayan<br />

Köşe’nin susmayan yazarı tartışma<br />

yaratacak yazılarıyla bu köşede artık<br />

sizinle. İşte ilk yazısının başlığı “Yeni Türk<br />

sinemasının kabızlığı.” Bu ay vizyona giren<br />

Türk filmlerinin oyuncuları konuşmak için<br />

yine <strong>Cinedergi</strong>’yi seçti. Mutlu Aile Defteri’nin<br />

başrol oyuncuları Goncagül Sunar ve<br />

Bülent Emrah Parlak dramın içinde hep<br />

komedi de olduğunu söylediler. Taş Mektep<br />

filminin isimleri Orhan Kılıç ile Ayça<br />

Varlıer ise Kurtuluş Savaşı’nda şehit<br />

olan 63 öğrenciye karşı sorumlulukları<br />

olduğunu belirttiler. Hollywood sineması<br />

ünlüleri de <strong>Cinedergi</strong>’de artık. Zero Dark<br />

Thirty filminin yönetmeni Kathryn Bigelow<br />

çok önemli bir röportajla misafirimiz<br />

oluyor. Portre sayfalarımızda ise Gemma<br />

Arterton ve Gerard Butler’ı odağımıza<br />

aldık. Dergimizin önemli kalemlerinden<br />

yönetmen Merve İnce bağlanma problemini<br />

mercek altına aldı. Onun yazıları hep<br />

okunulası. Yepyeni bir kalemimiz daha<br />

var. İzmir’den Başak Bıçak muhteşem<br />

bir dosyaya imza atmış. Suikastleri ve<br />

skandallarıyla ABD başkanları Başak’ın<br />

konusu. Yazı işleri müdürümüz Banu Bozdemir<br />

lider filmlerini toplamış, Gandhi’den<br />

Lincoln’e Stalin’den Che’ye kadar bütün<br />

liderler burada. Tabii okuyucu köşemiz<br />

de devam ediyor. Bu sayının misafiri Esra<br />

Çolak. Yazılarınızı bekliyoruz cinedergi@<br />

gmail.com adresine. Dergi doldu taştı,<br />

haberler, vizyondakiler, pekyakında, kritikler<br />

ve daha neler neler...<br />

Yayın Sahibi<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürü<br />

Banu Bozdemir<br />

YAZARLAR<br />

Alper Turgut Fırat Sayıcı<br />

Burak Yarkent Murat Tolga Şen<br />

Aysıt Genç Burcu Mercan<br />

Merve İnce Merve Genç<br />

Başak Bıçak Buket Kahraman


n ‘Elemiyoruz, ellemiyoruz’ sloganıyla yola<br />

çıkan ve 20- 24 Şubat 2013 tarihleri arasında<br />

yedincisi düzenlenecek olan ANKAmall 2. El<br />

Film Festivali bu kez ritim konsepti ile sinemaseverlerle<br />

buluşacak. Festivale film başvuruları<br />

ise 22 Ocak 2013 tarihinde son bulacak.<br />

6 yıldır düzenlenen festival, 7. yılından itibaren<br />

Türk Sineması’nın emekçilerine ve duayenlerine<br />

sinemaya katkılarından dolayı ‘Ahde Vefa<br />

Ödülleri’ adı altında teşekkür etmeye karar verdi.<br />

Festival 7. yılında 7 isme ödül verecek. Bu<br />

sene ödül verilecek isimler ise şöyle: Adı Türkiye<br />

sınırlarını aşan yönetmen Çetin İnanç, filme<br />

çekilmiş 395 senaryosu ile dünyanın en ilgi<br />

Yedi Notanın Beşincisi!<br />

NTV Radyo’nun basın desteği ile yedincisi<br />

düzenlenecek olan festivalde 2013 yılı için<br />

ritim konsepti seçilmişti. Bu doğrultuda<br />

film başlıklarını yedi nota üzerinden kategorilendiren<br />

festivalde; ilk nota DO- Denedin<br />

Olmadıysa, ikinci nota RE- Reddettiler<br />

Elendiysen, üçüncü nota Mİ- Mantığına<br />

İnanmadılarsa, dördüncü nota FA- Farkını<br />

Anlamadılarsa sloganı ile açıklanmıştı. Beşinci<br />

nota ise ‘SOL- Sinemaya Odaklanmak Lazımsa’<br />

başlığı ile festival seyircisinin karşısına<br />

çıkacak.<br />

Uluslararası 2. El Film Festivali’nden ‘Türk<br />

Sineması’na Vefa Sözü


çekici rekorlarının yer aldığı Guinness Rekorlar<br />

Kitabı’na giren Safa Önal, Türk sinemasının<br />

yakışıklı jönü Salih Güney, ilk kadın sinema<br />

yazarı olarak kabul gören Sevin Okyay, Türk<br />

sinemasının anı<br />

defteri Agah Özgüç,<br />

Türk filmlerinin<br />

unutulmaz ismi<br />

Sümer Tilmaç, Türk<br />

sinemasının başarılı<br />

kadın oyuncusu<br />

Selda Alkor.<br />

Peki Ödüller Nasıl<br />

Verilecek?<br />

24 Şubat 2013<br />

tarihinde ANKAmall<br />

Sanatolia<br />

Sahnesi’nde gerçekleştirilecek olan festivalin<br />

kapanış töreninde verilecek olan ödüller, sahiplerine<br />

kavuşarak ölümsüzleşecek. Ödüllerini<br />

almak için festivale katılacak olan bu<br />

isimler festival izleyicisi ile bulaşacak. Kapanış<br />

töreninde yapacakları konuşmalar ile duygu ve<br />

düşüncelerini aktaracak olan, Ahde Vefa Ödülü<br />

sahipleri festival boyunca Ankara’da olacaklar.<br />

Ahde Vefa Ödülleri kriterleri ise şöyle:<br />

— Türk Sineması’na en az 22 yıl hizmet etme<br />

şartı aranmaktadır.<br />

— Ödüller sadece ulusal olarak verilmektedir.<br />

— Ödül alan her sinema emekçisi, ömür boyu<br />

festivalin onur konuğu listesinde yer alacaktır.


Konu: Victor Hugo’nun<br />

19. Yüzyıl Fransa’sında<br />

geçen klasik romanından<br />

kurgulanan başarılı sahne<br />

müzikalinin bu uyarlamasında<br />

şartlı tahliyeyle salınmış Jean Valjean<br />

kurtuluş aramaktadır.Mahkum 24601,<br />

Jean Valjean hapishaneden şartlı<br />

tahliyeyle çıkmıştır ve inatçı müfettiş<br />

Javert’ten uzak durmaya çalışırken<br />

bir yandan da yeni bir hayat kurmaya<br />

çalışmaktadır. 19. Yüzyıl Fransa’sında<br />

geçen hikaye 1832 Temmuz<br />

Devrimi’nin perde arkasında sonuca<br />

bağlanmaktadır.<br />

Yönetmen: KTom Hooper<br />

Senaryo: Alain Boublil<br />

Oyuncular: Helena Bonham<br />

Carter, Russell Crowe,<br />

Hugh Jackman, Anne Hathaway,<br />

Amanda Seyfried


Yönetmen: Richard LaGravenese<br />

Senaryo: Richard LaGravenese<br />

Oyuncular: Emmy Rossum, Kyle<br />

Gallner, Emma Thompson, Viola<br />

Davis, Lance E. Nichols<br />

Konu: Genç Ethan yaşadığı kente<br />

taşınan gizemli bir kıza ilgi duymaya<br />

başlar. Fakat Lena adındaki bu<br />

kızda, lisedeki diğer öğrencilerden<br />

farklı bir şey vardır. Lena’nın ailesi<br />

ve tüm soyu aslında büyücüdür.<br />

Kurallara göre 16 yaşını dolduran<br />

tüm genç cadılar iyi veya kötü taraf<br />

arasında bir seçim yapmalılardır.<br />

Lena’nın ise 16 yaşını doldurmasına<br />

sadece 2 ay kalmıştır.<br />

Yönetmen: Ruben Fleischer<br />

Senaryo: Will Beall<br />

Oyuncular: Josh Brolin, Ryan<br />

Gosling, Sean Penn, Nick Nolte<br />

Konu: Los Angeles, 1949.<br />

Acımasız mafya babası Mickey<br />

Cohen, uyuşturucu, silâhlar,<br />

fuhuş ve Chicago’da yapılan<br />

tüm büyük bahislerden kirli<br />

kazanç elde etmektedir.<br />

Tüm bunları sadece kendi<br />

adamlarının değil, polisler ve<br />

politikacıların korumasıyla<br />

yapmaktadır. Ancak Polis<br />

teşkilâtının, Çavuş John<br />

O’Mara ve Jerry Wooters’ın<br />

idaresindeki küçük bir grubu<br />

Cohen’in dünyasını yerle bir<br />

etmeye kararlıdır.


Yönetmen: Sam Raimi<br />

Senaryo: Mitchell Kapner<br />

Oyuncular: Mila Kunis, Rachel Weisz, James<br />

Franco ile Michelle Williams<br />

Konu: Oscar Diggs, küçük çaplı bir sirk<br />

sihirbazıdır fakat pek de ahlâklı biri değildir. Toz<br />

toprak içindeki Kansas’tayken kendini bir anda<br />

canlı Oz diyarında bulan Oscar Diggs, turnayı<br />

gözünden vurduğunu düşünür. Şöhret ve servet<br />

kazanması çok kolay olacaktır. Oscar, kendini<br />

büyük Oz Büyücüsü’ne dönüştürmekle kalmaz,<br />

daha iyi bir adam haline de getirir.<br />

Yönetmen: Emrah Erdoğan<br />

Senaryo: Emrah Erdoğan<br />

Oyuncular: Orhan Alkaya,<br />

Ayten Uncuoğlu, Hasan<br />

Küçükçetin, Beyza Şekerci


Yönetmen: Alphan Eşeli<br />

Senaryo: Serdar Tantekin<br />

Oyuncular: Uğur Polat, Nergis Öztürk, Serdar<br />

Orçin ile Muharrem Bayra<br />

Konu: Sosyal medyada ‘ağlama garantili film’<br />

diye anılan Emrah Erdoğan’ın senaryosunu<br />

yazıp yönettiği ‘Gelmeyen Bahar’ filminin<br />

yayınlanan fragmanında Kuran-ı Kerim’in<br />

önünde eşi ‘Songül’ü öldüresiye döven ‘Mirza’<br />

görülüyor. İnandırıcı olması bakımından defalarca<br />

çekilen sahnenin yer aldığı tanıtım<br />

filmi, video paylaşım sitelerinde binlerce kişi<br />

tarafından izlendi.<br />

Konu: Film, binlerce askerin şehit düştüğü<br />

Sarıkamış Harekâtı’nın hemen ardından<br />

yaşanan karmaşa ve savaş fonunda, toplumun<br />

değişik sınıflarından bir grup insanın,<br />

ıssızlığın ortasında, vahşi doğa ile çevrili,<br />

korkunç kış koşullarının sürdüğü terk<br />

edilmiş bir köydeki gerilim dolu hayatta<br />

kalma mücadelesini anlatıyor.


Yönetmen: Osman Sınav<br />

Senaryo: Osman Sınav<br />

Oyuncular: Nurgül<br />

Yeşilçay, Tayanç Ayaydın,<br />

Ezgi Asaroğlu, Teoman<br />

Kumbaracıbaşı<br />

Konu: Aşkın hüzünlü,<br />

sarsıcı ve tutku dolu<br />

hikâyesini seyirciyle<br />

buluşturacak olan “Aşk<br />

Kırmızı”oyuncu kadrosuyla<br />

da dikkatleri çekiyor.<br />

Nurgül Yeşilçay ve<br />

Tayanç Ayaydın’ın yanı<br />

sıra Ezgi Asaroğlu ile yine<br />

birçok projede yer alan<br />

Teoman Kumbaracıbaşı<br />

Aşk Kırmızı’da yer alıyor.<br />

Nazlıgül, Zeynep ve<br />

Ferhat’ın, iç içe geçen aşk<br />

hikâyesi göz yaşartıyor.<br />

Yönetmen: Kemal Uzun<br />

Senaryo: Alphan Dikmen<br />

Oyuncular: Gürkan Uygun,<br />

Berrak Tüzünataç, Umut Kurt,<br />

Fikret Yıldırım Urağ, Stephen<br />

Chance<br />

Konu: 25 Nisan 1915… Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun direniş kapısı<br />

olan Çanakkale, gemi yoluyla<br />

geçilememiş ve işgalciler, çaresiz<br />

bir manevrayla Gelibolu kıyılarına<br />

çıkartma yapmaya başlamışlardır.<br />

İşgal kuvvetlerinin belki de en<br />

büyük direnişi gördükleri koy, o<br />

andan sonra mağlup bir ordunun<br />

adıyla anılacaktır; Anzak Koyu.


n Hani “Cihanın ilk sevgilisi ve ilk gerillası” Spartaküs<br />

demiş ya; “Gelenek zincirleri artık bizi<br />

bağlamayacak, kalkın ey köleler, artık esir değiliz!”<br />

İşte, zincirlerinden ziyadesiyle kurtulmuş, Spartaküs<br />

ve yoldaşları gibi maruz kaldığı şiddetten<br />

kaçarak değil, aynen ve hatta misliyle iade ederek<br />

özgürlüğü seçen ve aşkının peşine düşen siyahi<br />

adamın öyküsü bu… Evet, delidolu, komik, enerjik<br />

bir film “Django Unchained” (Zincirsiz)... Şimdi<br />

absürt, hayli tuhaf, aşırı abartılı, mavrasında,<br />

dalgasında kölelik karşıtı Spagetti Western mi olur<br />

diye soracaksınız, belki. Olur, arkadaşım, niye<br />

olmasın? Ciddiyet ile anlatamadığın pek çok şey,<br />

mizah ile izah edilebilir, en nihayetinde…<br />

Şimdi sizlere Quentin Tarantino’yu anlatacak<br />

değilim. Elbette Rezervuar Köpekleri ve Ucuz<br />

Roman’ı ayrı bir yere koyarım, bu iki başyapıt onun<br />

doruğu, sonra kendini eğlenceye ve istisnasız her<br />

şey ile alay etmeye verdi, hiç kuşkusuz. Elbette<br />

Kill Bill, Soysuzlar Çetesi ve diğerlerini de sevdim,<br />

lakin salt gülüp geçtim, çünkü kaliteli birer sabun<br />

köpüğü idiler, ötesi yoktu. Tamam, Nazilerle de<br />

dalgasını geçiyordu, karakter demeyelim de, renkli<br />

tiplemelerle beyazperdeyi boyuyordu, ancak işte<br />

o kadar. Pulp Fiction’ın derinlikli ve katmanlı senaryosu<br />

nerede, adını andığım diğer filmlerin metni<br />

nerede? Yönetmenlik becerisi ve zekâ, vasatı aşan<br />

oyunculuklar, B tipi filmlerin kaliteyle süslenmesi,<br />

filmlere göndermeler, intikam takıntısı, ani ölümler,<br />

sürprizler, bolca kan, çokça karikatürize kötü,<br />

anti-kahraman çeşitliliği, amansız ve kimi anlamsız<br />

diyaloglar, haddinden fazla lakırdı ve dahası…<br />

Sinemaseverler, ortaya çıkan kokteyli sevdiler,<br />

Michael Haneke gibi, Tarantino filmlerini, şiddeti<br />

legalleştirme girişimi olarak görmediler. Keyif<br />

aldılar, dikkate almadılar. Aldılar mı yoksa? O<br />

zaman sorun var demektir. İroniden anlamayan<br />

nesle aşina değiliz. Neyse… Biz 165 dakikalık<br />

‘Zenci’ kovboy filmi Cango’ya bakalım ve Kuzey-<br />

Güney Savaşı’na, ya da bilenen adıyla Amerikan İç<br />

Savaşı öncesine dönelim. Filmde yok yok, hatta Jamie<br />

Foxx, Christoph Waltz, Leonardo Di Caprio, Samuel L.<br />

Jackson ve hatta Franco Nero bile var. Hele Christoph<br />

Waltz, Altın Küre’den sonra Oscar’ı da alır, öyle güzel<br />

oynamış, tadından yenmez!<br />

Müzikler ve efektler ile film, bildiğiniz şamataya çevriliyor.<br />

Ateş ediyor kahraman, vurulan kötünün cesedi,<br />

sırt üstü devrilmek varken, misal sola kaçıyor, şiddet<br />

işte tam da bu yüzden, sarsıcı ve akılda kalıcı olmuyor,<br />

ölüme bile gülünüyor. Onun freni yok, bir sahnede kendini<br />

de havaya uçurtuyor. Deha olmak, sanırım böyle<br />

bir şey. Cango da, çok sevdiği karısı Broomhilda da<br />

köledir, isyan ruhlarında vardır ve köleciler onları ayırır.<br />

Sonra Alman asıllı kelle avcısı Doktor King Schultz,<br />

Cango’yu kurtarır ve ironiye gel, eleman zamanla kölelik<br />

karşıtı olur. Irkçı Almanlara, Soysuzlar Çetesi’yle çok<br />

yüklenen Tarantino, iyi Almanlar da var diyor bu kez,<br />

gönüllerini alıyor. Filmin en komik bölümü ise acemi Ku<br />

Klux Klan üyelerine dair, Tarantino, affedersiniz ırkçıları<br />

itin k.çına sokuyor.<br />

Cango, kabiliyetli, azimli ve öfkeli bir adam, silahşora<br />

dönüşmekte gecikmiyor ve artık eküri olan Cango ve<br />

King, kanun kaçaklarına aman vermiyorlar, birer, ikişer,<br />

üçer, beşer cesetlerini toplayıp, paraya para demiyorlar.<br />

Hep iz peşindeler ve köleciliğin kalesi Mississipi’ye at<br />

sürmekte tereddüt etmiyorlar. Çünkü Broomhilda, köleci<br />

çiftlik sahibi Calvin Candie’ye satılmış. Calvin tehlikeli<br />

bir beyaz, ancak tam tekmil itaatkâr, düzen yanlısı, kötü<br />

kalpli ve aynı kaderi yaşadığı insanlara düşman olan<br />

yaşlı ‘zenci’ kâhyası kadar beyaz ve tehdit unsuru değil.<br />

Zinciri kıran, kafayı sıyıran Cango ve King, “Candyland”<br />

çiftliğine sızarlar, ölmek, tutsak edilmek pahasına… Aşk<br />

ve özgürlük, kölecilikten büyüktür diyerek…


n Sinema artık sadece bir sanat dalı veya eğlence<br />

aracı değil. Onu nasıl kullandığınız çok önemli. Bu<br />

işin zirvesi olan Hollywood zaten sinemanın gücünü<br />

kullanarak dünya tarihini yeniden şekillendirmeye<br />

çalışıyor. Bu herkes tarafından biliniyor. Bir de<br />

yakın tarihimiz var, hatta bugünümüz. 11 Eylül’de<br />

yaşananlar dünyanın önemli değerlerini altüst<br />

etti. Bu altüst etme değerlerin tekrar şekillenmesi<br />

anlamına da geliyor. ABD o gün yaşananları gerekçe<br />

göstererek Müslüman ülkelere savaş açtı.<br />

Birçok ülkeye girdi. Girmediklerinin ise iç dinamikleriyle<br />

oynadı. Libya, Mısır ve Suriye bunun<br />

son örneği. Bütün bunlar yaşanırken bu saldırının<br />

müsebbibi olarak ilan edilen Usame Bin Ladin bir<br />

türlü yakalanamadı. Tam 10 yıl ABD, Usame Bin<br />

Ladin’in peşinde koştu. Bu 10 yıl içinde iki ABD<br />

başkanı değişti. Irak, Afganistan ve birçok ülkeyi<br />

kana boğan savaşlar oldu. Her istediğini yapan<br />

hatta dağların bile içine girip yer altındaki tünellerde<br />

arama yapan koskoca Amerika, Bin Ladin’i<br />

bulamadı. Irak olayını hatırlayın, Saddam Hüseyin<br />

kendi ülkesinde saklanırken kendi kasabasında<br />

bir kuyunun içinde bulundu ve idam edildi. Üstelik<br />

Irak’a açılan savaşın nedeni olarak gösterilen kitle<br />

imha silahları bulunmamışken bunlar yapıldı. Her<br />

istediği bulan, asan veya iktidar yapan Amerika, bir<br />

Usame Bin Ladin’i bulamadı. Şimdi böylesi saçma<br />

bir durumu kim beyazperdeye çekip komik duruma<br />

düşmeyi göze alır? Tabii geçen yılın Oscar kazanını<br />

Kathryn Bigelow hazır kıta. En koyu Amerikan<br />

milliyetçisinden daha koyu olan Bigelow sinema<br />

sayesinde bütün bu aşırılıklarını ne yazık ki bize<br />

de bulaştırıyor. Hurt Locker’daki şiddet aşığı askeri<br />

yücelten Bigelow bu yıl En İyi Film, En İyi Kadın<br />

başta olmak üzere beş dalda Oscar adaylığı alan<br />

Zero Dark Thirty filmiyle işkenceyi resmileştiriyor.<br />

Eğer bir film size şu soruyu sordurmaya çalışıyorsa<br />

o film faşizmin temellerini atıyor demektir, „İşkence<br />

yapıyoruz. Ama bir sor bakalım niye yapıyoruz.“<br />

İşkencenin niçin yapıldığı sorgulanamaz ama Zero<br />

Dark Thirty „Teröre dur diyebilmek için işkence<br />

yapılabilir“ savını insana hissettiriyor. Bunu net<br />

olarak söylemiyor ama işkenceyi yapan insanların iyi,<br />

işkenceye uğrayanların kötü olarak verilmesi bunu<br />

size hissettiriyor. Bigelow bununla da kalmıyor. Usame<br />

Bin Ladin bütün dünyada aranırken Pakistan’da bir<br />

köşkte bulunma skandalını allayıp pullayıp bir gerçeklik<br />

kazandırmaya çalışıyor. Bir köy evinde kuyunun<br />

dibinde Saddam’ı bulanlar şehrin ortasında bir köşkte<br />

hem de köşkün ikinci katında yaşayan Ladin’i nasıl<br />

bulunamaz? Efendim Kathryn Bigelow’a göre gündüz<br />

bahçeye çıkmıyormuş Usame Bin Ladin onun için<br />

10 yıldır bulunamıyormuş. Peki bir soru. Hala terör<br />

saldırıları olabileceğini düşünüyorlarsa bunların sorumlusu<br />

Usame bin Ladin ise niye hemen öldürdüler<br />

Ladin’i. Niye sorgulamadılar? Bigelow’un filmi bütün bu<br />

soruları es geçip Ladin’in yakalanma projesini yöneten<br />

işkenceci bir kadın CIA ajanını güzellemekle meşgul.<br />

Üstelik bu film sinema olarak Hurt Locker’dan da daha<br />

iyi. Bu filmi seyredin ama içinizden sorgulayın…


n ABasın gösterimi yapılmayan Şafak Sezer’in<br />

son filmi G.D.O. Karakedi’yi görmek için<br />

sinemanın yolunu tuttum. Bu isimlerin filmlerini<br />

seyirciyle birlikte izlemeyi seviyorum çünkü<br />

onların reaksiyonu sinemamızın nereye ve<br />

neden gittiğini anlamak açısından çok önemli...<br />

Sinemaya gittiğim anda gördüğüm şey, adına<br />

‘sinema seyircisi’ dediğimiz kitlenin 15-20 yaş<br />

arası genç insanlardan oluştuğuydu. Artık<br />

hepimizin kabul etmesi gereken bir şey var, o<br />

da bu insanların sinemaya giderken öncelikli<br />

amaçlarının ‘eğlenmek’ olduğunu kabul etmek.<br />

Gişe için üretilen tüm komedi filmlerinin en<br />

büyük motivasyonu da bu...<br />

Oradayken farkına vardığım bir başka şey<br />

de ‘bilet satan’ üç popüler komedyenin filmlerinin<br />

aynı günde afişe çıkmış olmasıydı.<br />

G.D.O Karakedi için salona girmeden önce<br />

CM101MMXI FUNDAMENTALS ve Celal ile<br />

Ceren’in gösterildiği salonlara da bir göz attım.<br />

Cem Yılmaz 4. Haftasına girerken hala salonu<br />

dolu tutmayı başarıyor, Şahan Gökbakar’ın<br />

Celal ile Ceren’in ise ancak 3 seans sonrasına<br />

bilet bulunabiliyor. Peki ya Şafak Sezer ve saz<br />

arkadaşlarının son işi olan G.D.O Karakedi?<br />

G.D.O Karakedi artık Şafak Sezer’in temsil<br />

ettiği ve “Bitirim Komedisi” olarak<br />

adlandırabileceğimiz türden bir film... G.D.O<br />

isimlendirmesi de filmin kahramanı üç kardeşin<br />

adlarından geliyor; Gürkan (Şafak Sezer)<br />

Duran (Volkan Başaran ve Orhan (Serkan<br />

Şengül), yani ortada gıdasal bir durum yok!<br />

En küçük kardeş Orhan’ın nohut-plav tezgahı<br />

olduğunu saymazsanız tabİi ama onun da<br />

işine karıştırdığı en büyük hile, kuyruk yağı<br />

kullanması!<br />

En büyük kardeş Gürkan, kendi halinde,<br />

iyiliksever bir taksici ama bir miktar anksiyete<br />

sorunu yaşıyor. Duran ise iyice mahalle<br />

delikanlılığına özenmiş, abisinin deyimiyle,<br />

k***na alacak don parası yokken kız kaçırmaya<br />

kalkmış aklı havada bir tip. Orhan ise “aman abilerim, sorun<br />

çıkmasın” diyerek ortalarda dolaşırken durumları idare<br />

etmek için tam bir yalan makinesine dönüşmüş ama iyi niyetli,<br />

sakin biri. Bu üç kardeşin yolu kazara gerçekleşen bir<br />

ölüm, sonu ölümle biten bir elmas hırsızlığı ve kız kaçırma<br />

vakası sebebiyle kesişiyor. Jeneriği bile umursamadan<br />

hızlı giriş yapan film ilk 15 dakikasında durum komedisi<br />

yaratmak için gerekli bahaneleri sağlıyor ve sonrası Şafak<br />

Sezer filmlerinden alışık olduğumuz olaylar, olaylar...<br />

Filmi Maskeli Beşler serisiyle tanıdığımız ve gişe için filmler<br />

yapan Murat Aslan yönetmiş, bazı devamlılık hataları<br />

dışında temiz bir kurgusu olan filmin senaryosu da Şafak<br />

Sezer’e ait. G.D.O Karakedi diğer Şafak Sezer işlerine<br />

göre daha fazla prodüksiyon değeri içeriyor. Havalı flycam<br />

çekimleri, göle araba atma ve iyi kotarılmış çatışma sahneleriyle<br />

dolu... Çatışma sahneleri demişken, film bir yerden<br />

sonra İngiliz suç komedilerinde rastlayacağımız türden bir,<br />

birbirini tanımayan ama öldürmekte sakınca görmeyen<br />

arızalı tipler arenasına dönüşüyor. Bu açıdan bakıldığında<br />

başı, sonu bir değil filmin... Son 20 dakikasındaki şiddet<br />

ve duygusallık yüküne ne gerek vardı diye düşünmeden<br />

edemiyor insan? Neyse ki bu anlar Durul Bazan’ın<br />

canlandırdığı “psikopat” karakteri sayesinde izleniyor. Yine<br />

kısa bir rolde de olsa Erdem Akakçe’yi görmek mutluluk<br />

verici... Şafak Sezer filmlerinde genelde isimsiz bir cast<br />

görev alır. Bu hem yapım maliyetini düşüren hem de alanı<br />

“one man show” için temiz tutan bir endişe... Bu filmde de<br />

Şafak Sezer’in yukarıda saydığım iki iyi oyuncuyla karşılıklı<br />

sahnesi yok, kendi planlarının efendisi, yine kendisi...<br />

Son paragrafta, başta cevapsız bıraktığımız durumu<br />

açıklayayım; salonda benimle birlikte en fazla 20 kişi vardı.<br />

Şafak Sezer’li G.D.O Karakedi daha ilk gününde gişede<br />

kaybetmiş gibi görünüyor. Gösterime çıkmak için talihsiz<br />

bir zaman... 10 dakika aradan önce pek reaksiyon göstermeyen<br />

seyircinin hemen sonra açıldığını, bolca güldüğünü<br />

ancak final kısmında da şok yaşadığını ekleyeyim. G.D.O<br />

Karakedi gerilim yüklü duygusal bir komedi filmi... Tanımın<br />

tuhaflığının farkındayım ama öyle! Şafak Sezer ve bitirim<br />

komedilerini sevenler için.


n Tamam ben de çok istedim klasik masalların<br />

yapısını bozmayı… Hatta bozuldu da… Catherine<br />

Hardwick imzalı Kız ve Kurt’tan tutun, Rupert<br />

Sanders’in yönettiği Pamuk Prenses ve Avcı’ya<br />

kadar yapısı değişen masallar dünyası önümüzde<br />

uzandı. Evet Hansel ve Gretel Kardeşler’in akışının<br />

diğer masalların aksine daha yüksek bir bozulma<br />

içerdiğini söyleyebilirim. Ama hikaye kardeşlerin<br />

filmin ismine de taşınan aksiyonları dışında<br />

sonrasında bir şey vaat etmiyor.<br />

Evet babaları tarafından ormanda bir başlarına<br />

bırakılıp giden, sonrasında şeker ve çikolata<br />

kaplı evi fark eden ve kısa bir süre mutlu olan<br />

kardeşlerin, aslında bir cadının eline düştüklerini<br />

fark etmeleri ve sonrasında onu halledip cadı<br />

avcısı olmaları belli bir mantık içinde gayet doğru<br />

gibi duruyor.<br />

Çok şeker yemekten şeker hastası Hansel<br />

ve kızkardeşi Gretel’in ormanda cadı avını<br />

başlatmaları, hikayenin aksiyona yaslanan anlatımı<br />

gerçekten de ayrıntıları boğuyor, eziyor ve hikayeyi<br />

aynı kalıplar içerisinden çıkamayan bir<br />

anlatıya dönüştürüyor. Tabii Gretel’in iyi kalpli bir<br />

dev Trol’le olan arkadaşlığı ve Hansel’in iyi cadıyla<br />

başlayan duygusal ilişkisi hikayeye açmaya çalışan<br />

yan kişilikler ama yine de hikayede tatmin etmeye bir<br />

şey var. Onun da anlatım olduğunu filmin tamamını<br />

kapsayan aksiyondan anlıyoruz.<br />

O yüzden yapısı değişerek cadıyı kazana atan ama<br />

taa başından beri zaten iki kardeşi cadı avcısı yapan<br />

hikayenin kahramanlarını cadı avcısı olarak görmek<br />

biraz feminen dokularımızı zedelese de izliyoruz<br />

ama dediğim gibi olay örgüsü keşke biraz daha<br />

kapsamlı olsaydı. Filmin sonunda bu filmin devamı<br />

gelir bir algı yarattı hafiften film ben de ama bu<br />

haliyle devamı pek fazla işlemez. Yani cadı avcılığı<br />

mevzusu nereye kadar gider bilemem… O yüzden<br />

Norveçli yönetmen Tommy Wirkola ve senaryo<br />

ortağı Dante Harper birazcık bizim sinemacılar gibi<br />

yapıp ilk fikrin peşine takılmışlar ama ne yazık ki pek<br />

geliştirememişler masalı… Jeremy Renner ve Gemma<br />

Aterton Hanel ve Gretel’e can verirken ne yazık<br />

ki performansları göz dolduramıyor. Hansel ve Gretel<br />

hikayesi klasik hikayeyi ters yüz ettiği sanırken<br />

onu başka kalıplarda boğuyor ne yazık ki! Filmin üç<br />

boyutlu olmasının diğer bazı filmlerdeki gibi hikayeye<br />

ve görsele pek bir katkısı yok, amaç çağa uydurmak<br />

olsun gibi olmuş biraz…


Oscar adayı Zero Dark Thirty filminin yönetmeni Kathryn Bigelow ve<br />

filmin senaristi Mark Boal, Usame Bin Ladin’in ölümünü anlatmanın<br />

çok riskli olduğunu özellikle karakterlerin fiziksel olarak gerçeğine benzememesinde<br />

azami dikkat gösterdiklerini söylediler...<br />

n Hurt Locker ile Oscar kazanan Kathryn Bigelow<br />

o filmle çok eleştirilmişti. Herşeyden önce<br />

Hurt Locker’ın militarist rengi bu eleştirilerin<br />

odağında yer alıyordu. Ünlü yönetmen bütün bu<br />

tartışmalardan sıkılmamış olacak ki ikinci filminde<br />

daha sansanyonel bir işe imza attı. Usame<br />

Bin Ladin’in öldürülmesini gerçeğe uygun bir<br />

şekilde beyazperdeye taşıdı. Bigelow, senarist<br />

Mark Boal ile CIA ve ABD hükümetiyle kurdukları<br />

ilişkiler sayesinde filmi gerçek kişilere ve hikayeye<br />

dayandırdıklarını söylediler. Özellikle Bin Ladin’in<br />

evini tekrar inşa ettikleri Ürdün’deki yapının çok<br />

etkileyici olduğunu şu sözlerle dile getirdi Bigelow<br />

“İnanılmaz olan şey Abbottabad’ta değilde,<br />

Ürdün’de olsak bile kesinlikle evin daha önceki<br />

sahiplerinin varlığını hissedebiliyordunuz. O kadar<br />

gerçeğine sadık kalınarak yapıldı ki ürkütücü ve<br />

garip bir şekilde sanki onları hayata geri döndürdü.”<br />

İşte yönetmen ve senaristin film hakkında söyledikleri...<br />

Bin Ladin filmi için çalışmaya 2006’da başladınız.<br />

2011’de çekimlere başlamadan birkaç ay önce Bin<br />

Ladin öldürüldü. Haberi nasıl öğrendiniz?<br />

Kathryn Bigelow: İkimiz de ofisteydik, başka bir<br />

projemiz üzerinde çalışıyorduk. E-mailler gelmeye<br />

ve telefonlar çalmaya başladı.<br />

Mark Boal: Televizyonda izliyorduk ve bunun filmimiz<br />

için ne demek olduğunu öğrenmek isteyen<br />

bir gazeteciden e-mail aldım. Ve ben “Ah evet! Bu<br />

gerçekten iyi bir soru.” diye düşündüm.<br />

Bigelow: Hemen bir manevra yapmamız gerektiğini<br />

biliyordum. Hiç tereddüdümüz yoktu. Olmamış gibi<br />

davranamazsınız.<br />

Boal: Biraz araştırma yaptıktan sonra Bin Ladin’in<br />

yakalanışının bir film için yeterliden öte olduğunu<br />

anladık. Sanki gerçek hayattan bir dedektiflik<br />

hikâyesi gibiydi. Elimizde olan büyük ihtimalle<br />

dünya üstünde yürütülen en kapsamlı insan<br />

avıydı. Yani drama için oldukça üretken bir konu.<br />

Mark, sen senaryoyu yazmaya başlamadan önce<br />

normal olmayacak kadar çok sayıda orijinal raporlama<br />

yaptın. Nasıl yaptın bunu?<br />

Boal: İçine gömüldüm. Sanki bir dergi haberiymiş<br />

gibi araştırdım ve raporladım. Zordu. Demek<br />

istediğim bu öyle bir hikâye ki Amerika’daki en sır<br />

dolu iki devlet ajansı (CIA ve Savunma Bakanlığı)<br />

ile muhatap oluyorsunuz. Ama bir gazeteci gibi<br />

yaklaştım, konuşabildiğim kadar çok insanla<br />

konuştum. Ve sonra bir senarist olarak bilgileri<br />

aldım. Onları bilgilere sadık kalarak ekrana<br />

taşıdım ama seyirciyi de aksiyonun merkezinde<br />

tuttum.<br />

Peki, “Zero Dark Thirty” ne kadar gerçek?<br />

Boal: Film olayla ilk elden ilgilenen ve direkt olarak<br />

dâhil olmuş kişileri taban alarak yapıldı.<br />

Bu kışın en çok satan kitapları arasında olan “No<br />

Easy Day”de Bin Ladin‘in hikâyesini anlatan eski<br />

denizci hikâyenin ortasına kadın bir CIA ajanını<br />

yerleştirmiş. Jessica Chastain karakterinin ne<br />

kadarı gerçek?<br />

Boal: Filmdeki karakterlerin hepsi gerçek<br />

kişilerden esinlenerek oluşturuldu, bunlara Maya<br />

da dâhil. Ama karakterlerin kişiliklerinin filmi etkilememesi<br />

ve tehlikeye atmaması için çok uğraştık.<br />

Kastı yaparken oyuncuların fiziksel özelliklerinin<br />

esinlenilen kişilere benzemediklerinden emin<br />

olduk. Ayrıca insanların noktaları birleştirebileceği<br />

olayları filme koymadık. Çünkü bu kişilerin çoğu<br />

hala çalışıyor. Onları korumayı ciddiye alıyoruz.<br />

Bigelow: Beni en çok büyüleyen şey bu kişilerin<br />

azmiydi… Komplike ve teleskopik bir takip için<br />

gereken psikolojiye sahipler. Yapılması gerekeni<br />

yapmak için sahip oldukları kendini adamışlık ve<br />

cesaret. Yaşadıkları sürecin çok az bir bölümü


çalıştıkları topluluk (istihbarat) dışında biliniyor.<br />

Samanlıkta iğneyi nasıl bulursunuz? Birilerinin<br />

lideri olan bu adamı nasıl bulursunuz? Daha sonra<br />

bulduğunuzda da Abbottabad’taki yerleşkeye kadar<br />

izini nasıl sürersiniz?<br />

Başkan Obama filmde yer almıyor. Neden böyle bir<br />

karar aldınız?<br />

Boal: Büyük ihtimalle ileride bu konu hakkında birçok<br />

film yapılacak ve Obama’nın bakış açısı büyük<br />

ihtimalle harika bir film de olur. Ama biz çalışanların<br />

gözünden anlatılan bir film yapmayı tercih ettik.<br />

Bize göre bu kişiler bilinmiyor. İnanıyorum ki insanlar<br />

filmi seyrettiğinde bunun taraf olan bir film<br />

olmadığını görecekler. Hiçbir zaman niyetimiz bu<br />

olmadı. Aynı “The Hurt Locker”daki gibi askerlerin<br />

üstünde yoğunlaştık.<br />

İşkence ya da sert sorgulama sahnelerini filme<br />

alırken bazı endişeleriniz oldu mu?<br />

Boal: Bunun kısa bir cevabı var. Bu olay tarihimizin<br />

bir parçası ve biz de tarihimizin bu parçasını göstermek<br />

istedik. Göstermek istediğimiz tarihin bir<br />

parçası takip etme sahnelerini yeniden yaratmaktı,<br />

bir parçası sorgulama sahnelerinin karmaşık<br />

psikolojisini yeniden yaratmak, bir parçası operasyona<br />

dâhil olan kişilerin şahsi mücadeleleri ve bir<br />

parçası da içinde bulundukları tehlikeyi yeniden<br />

yaratmaktı. Yaptığınız araştırmaya sadık kalmaya<br />

çalışıyorsunuz.<br />

Bigelow: Çok zor olduğu tartışmasız ama inkâr<br />

etmek hatalı bir davranış olurdu.<br />

Jessica Chastain yakın zamanda verdiği bir röportajda<br />

çoğunlukla Ürdün ve Hindistan’da çekilen<br />

“Zero Dark Thirty”nin şu ana kadar çektiği en zor<br />

film olduğunu söyledi. Filmin çekimini bu kadar zor<br />

kılan neydi?<br />

Bigelow: Kesinlikle şu ana kadar karşılaştığım<br />

en zorlayıcı filmdi. Uzun bir zaman için yer<br />

değiştiriyorsunuz ve gittiğiniz yer öyle bir yer ki<br />

kafanızı çevirdiğiniz her yönde insanlığın yıkıldığını<br />

görüyorsunuz. Fiziksel olarak da zor. Çekimler 66<br />

gün sürdü ve bu süre üç farklı kıtada çekilen bir<br />

film için oldukça iddialı. Hava inanılmaz sıcaktı.<br />

Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde The Hurt<br />

Locker’da olduğu gibi kendimi aşırı derecede sıcak<br />

mekânlarda buluyorum.<br />

Boal: “Suriye’ye 5 kilometre.” diyen tabelaların<br />

olduğu yerlerde çekim yapmak her zaman<br />

eğlencelidir.


Bigelow: Bu hikâyeyi ele alırken hepimizin<br />

hissettiği bir sorumluluk duygusu vardı. Bu belli<br />

bir ağırlık başlılık ve itibar gerektiriyor.<br />

Hikâye Bin Ladin’in yerleşkesine yapılan<br />

baskınla zirve noktasına ulaşıyor. Sizin bu filmdeki<br />

sahneleri çekiş tarzınız gibisini daha önce<br />

hiç görmedim, ne olduğunu tam göremiyorsunuz,<br />

ama bir şekilde anlıyorsunuz.<br />

Bigelow: Sadece gece görüşlü çekimler değil,<br />

aynı zamanda ışıksız çekimler de var. Zifiri<br />

karanlık olan bir çevredesiniz. Hikâye sadece<br />

gece saatlerinde geçmiyor aynı zamanda ayın<br />

olmadığı karanlık vakitlerde de geçiyor.<br />

Boal: Deniz ve Kara timinin girişlerinin ve her<br />

katta yaptıklarının temsili neredeyse tamamen<br />

gerçeğe uygun. Kathryn atılan adımlardan,<br />

hangi köşeden dönüldüğüne kadar yapılan her<br />

şeyin doğru olması için üstünde çok zaman<br />

harcadı.<br />

Bigelow: Hareketlerinin sistemli doğası diğer<br />

her şey gibi araştırıldı ve prova edildi ve prova<br />

edildi ve prova edildi. 150 kişinin taşlık bir<br />

çevrede olduğunu ve hiç bir şey göremediklerini<br />

hayal edin. Yani oldukça çetin bir çekim oldu.<br />

Bin Ladin’in yerleşkesinin benzerini nereye inşa<br />

ettiniz?<br />

Bigelow: Ölü Deniz’in yakınlarında Ürdün’de ve<br />

gerçek bir ev inşa ettik. Doğal olarak binanın<br />

her katının Hollywood’ta başka bir sahnede<br />

olduğu düşünülüyor. Ama gerçek binanın<br />

ölçülerine olabildiğince yakın inşa ettik. Yani<br />

bulunduğumuz çevre bazen aşırı derecede<br />

sıkışık, sıcak ve havasız olabiliyordu.<br />

Boal: Set ekibini çok iyi tanıyabildik.<br />

Bigelow: Ama inanılmaz olan şey Abbottabad’ta<br />

değilde, Ürdün’de olsak bile kesinlikle evin daha<br />

önceki sahiplerinin varlığını hissedebiliyordunuz.<br />

O kadar gerçeğine sadık kalınarak yapıldı ki<br />

ürkütücü ve garip bir şekilde sanki onları hayata<br />

geri döndürdü.<br />

Bir sonraki projenizin ne olacağına dair bir<br />

fikriniz var mı? Birlikte çalışmaya devam edecek<br />

misiniz?<br />

Bigelow: Umarım.<br />

Boal: Bu proje ikimiz için de çok önemliydi ve<br />

filmi yaparken ikimiz de neredeyse tüm eforumuzu,<br />

kanımızı ve terimizi kattık. Şu an için Bin<br />

Ladin’in avından sonrasını düşünmek biraz zor.


Kadın ve erkek tanıştı, aşık oldular, sonunda<br />

kaçınılmaz aldatma yaşandı. Bu dosyamızın<br />

konusu Bağlanma Fobisi, bir başka adıyla<br />

Issız Adam Sendromu...


MERVE İNCE<br />

n Bağlanamama sorunu sanki bir trend. Hemen<br />

hemen herkesin çevresinde bu sorunu yaşayan<br />

ya da buna maruz kalan biri mutlaka var. Sorun<br />

esasen fobi. Her ne kadar sadece erkeklerde<br />

görülmesede Türkiye deki en yakın ve en çok<br />

bilinen örneği Issız Adam filmi olduğu için terim<br />

bağlanma fobisi yerine Issız Adam fenomeni<br />

olarak zihinlere yerleşti.<br />

Yerli ve yabancı sinemada da bu konuyla alakalı<br />

karakter örnekleri her geçen gün artıyor. Bu<br />

da demek oluyor ki bu fobi gittikçe çoğalıyor.<br />

Benimde kendi çevremde buna sıkça rastlıyor<br />

olmam beni sinemaya yansıyan karekter<br />

örneklerini düşünmeye itti. Bu sebeple bu ay<br />

hafızamı zorlayarak aklıma gelen ve konuyla<br />

ilgili filmleri ele almak istedim.<br />

İlk aklıma gelen film Closer. Filmin dili tiyatro<br />

oyunundan uyarlandığı için çok yapay gelsede<br />

filmin sonunda tek yapay olan şeyin dili<br />

olduğuna karar vermek oldukça kolay.Anna (Julia<br />

Roberts) başarılı bir fotoğrafçı. Yine kendisi<br />

gibi başarılı olan dermatolog Larry ile hayatını<br />

birleştiriyor ama aklı sürekli olarak aklını çelmeye<br />

çalışan başarısız ama duygusal yazar<br />

Dan’de kalıyor. En sonunda ise Dan Anna’nin<br />

aklını çelmeyi başarıyor. Kocasını aldatıyor. Bir<br />

sene sonra vicdan azabıyla onu terk etmek için<br />

beklerken Larry onu bir fahişeyle aldattığıni<br />

itiraf ediyor. İşler bu noktada da kolaylaşmiyor<br />

çünkü Larry ayrılmak istemiyor. Anna’nın Dan’e<br />

aşık olduğunu itiraf etmesine rağmen. Dan ise<br />

Alice’le (Nathalie Portman), Londra sokaklarında<br />

ona araba çarptığında onu kurtarıp hastaneye<br />

götürdüğü günden beri birlikte. Yani filmin ilk<br />

sahnesi itibariyle. Ortada birbilerini aldatan 3<br />

karakter var. 3’ü de karşısinda ki artık yabancı<br />

olmadığında başka birine yöneliyor. 3’üde masum<br />

değil ama fazlasıyla dürüst. Seyirci olarak<br />

3’ünede öfke duyabiliyoruz. Diğer tarafta ise<br />

striptizci olup seksten ve aldatmaktan çok<br />

uzakta olan bir karakter var. En başından beri<br />

onun için üzülmemek elde değil. Diğer 3 karakter<br />

bağlanma fobisi yaşarken o tam tersi ilk<br />

günden beri Dan’e bağlı. En başından beri terk<br />

edilme korkusu yaşıyor , en başından beri kendine<br />

güvensiz ve en başıdan beri yoğun bir<br />

biçimde Dan’e odaklı. Bu sebeplerle o mükemmel<br />

bir kaygılı/kararsız bağlanma örneği. Filmin<br />

sonunda ki sahneyle birbirlerine karşı sadakatsiz<br />

ama bir o kadar dürüst olan bu 3 karakterin<br />

karşısında sadakatli ama en başından beri<br />

kendi kimliğini saklayarak aslında en başından<br />

beri dürüst olmayan Anna filmin en büyük ve<br />

en karmaşık süprizi. Konusu, tarzı ve içinde<br />

barındırdığı karakterleriyle benim izlerken hala<br />

muazzam bir keyif aldığım bu film Bağlanma


Fobisi (Commitment Phobia) verilebilecek en iyi<br />

örneklerden bir tanesi.<br />

Filmden biraz daha bahsetmek gerekirse:<br />

1964 doğumlu Ingiliz oyun yazarı Patrick<br />

Marber’ın yazdığı Closer’ı yine kendi sinemaya<br />

uyarladı. Yönetmenliğini de The Graduate filmiyle<br />

en iyi yönetmen ödülünü almış olan Mike<br />

Nichols üstlendi. Filmdeki rolleri ile Clive Owen<br />

ve Natalie Portman Akademi Ödüllerine aday<br />

gösterildi.<br />

olamadık.<br />

Hikaye içine Alper’in geçmişini bilen tek unsur<br />

olarak giren anneye rağmen film bize<br />

neyin neden olduğunu söylemedi. Bu sebeple<br />

Issız Adam benim için ıssız adam olmaktan<br />

çok “eksik adam” olarak kaldı. Yine de bir<br />

çoğunluğu etkileyip, en azından durumu bu<br />

kadar net anlatabildiği ve konusuyla Türkiye<br />

deki nadir örneklerinden biri olduğu için,<br />

konu bağlanma korkusu olunca Issız Adam’ı<br />

hatırlamadan ve anmadan geçmek imkansız.<br />

Ps: Ben filmin sonunda adam eşcinsel<br />

olduğunu keşvedecek sanmıştım. Tahminim<br />

yanlış çıkıncada baya moral bozukluğu<br />

yaşamıştım.<br />

Gelelim Issız adama..<br />

Kendini Ada’yla özleştiren kadınlar, içlerinde ki<br />

Alper’le beyaz perde de yüzleşen erkekler ve<br />

sinema da akıtılan göz yaşları.. Aradan uzun<br />

yıllar geçmedi. Bu yüzden film çıktığı dönemde<br />

olanlar ve konuşulanlar sanırım eksiksiz<br />

hafızamda. Alper 30’lu yaşlarında<br />

bağlanma sorunu yaşayan bir<br />

erkek. İlişkilerini sadece cinsellik<br />

üzerine kuruyor. Sonrasın da ise<br />

Adayla tanışıyor. Önce onu elde<br />

etmek için elinden gelen her seyi<br />

yapıyor. Belki de gerçekten aşık<br />

oluyor ondan sonrada terk ediyor<br />

ve çektiği ayrılık acısı beyaz perdeye<br />

yansıtılıyor.<br />

Issız Adam bağlanma sorunu<br />

tanımının çok net ve en doğru<br />

tanımlarından bir tanesi. Nitekim<br />

kişisel fikrim o gün bu gündür<br />

değişmedi. Filmde bir şeyler eksik! Olayları<br />

seyirci olarak çok net gözlemleme şansı bulsakta<br />

sebepler konusunda Alper’in neden<br />

böyle davrandığı konusunda çokta fikir sahibi


The Unbearable Lightness of Being (1987)<br />

Türkçesiyle Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği..<br />

Bir Philip Kaufman filmi olsada filmin ismi<br />

söylendiğinde aklıma gelen Kaufman dan daha<br />

çok Milan Kundera oluyor. Kitabın tadı ayrı<br />

yinede Daniel Day-Lewis’le birlikte filmin yeri<br />

de bir o kadar ayrı.<br />

Bu filmle ilgili bahsecek çok sey var nitekim<br />

konudan sapmamak gerektiği için filmi sadece<br />

Bağlanma Sorunu Sorunsalı ile ele alacağım.<br />

Çapkın doktor Tomas’ı anlayan bir tek Sabina<br />

var. Başka kadınlarla ilişlerine devam ederken<br />

sıklıkla Sabina’ya dönmeye oldukça sadık ve<br />

bağlı. Diğer yandan naïf ve duygusal Tereza ile<br />

evlendikten sonra hayatı az da olsa değişiyor<br />

ama tek kadına bağlı olmayı başaramıyor. Filmin<br />

en güzel noktalarından bir tanesini bağlanma<br />

olgusunu sadece ilişkilerle vermemesi. Tereza<br />

kocasına olduğu kadar ülkesine de bağlı.<br />

Prag’da ki komunist işgalinin peşini İsviçreye<br />

gidince de bırakmıyor. Bir sure sonra da başka<br />

bir ülkede olmak istemiyor ve işgale rağmen<br />

ülkesine geri dönuyor. Onun sadakati her şeye<br />

ve herkese baki. Tomas ise başka bir ülkede<br />

olup olmayı önemsemiyor. Tereza gibi ülkesine<br />

olanları her an yüzünden okuyamıyoruz. Diğer<br />

yandan Sabinayı görmekten ve Tereza’nın<br />

peşinden ülkesine geri dönmekten de kendini<br />

alamıyor. Bağlanma sorunu olan biri için<br />

kadınlarından vazgeçememek de oldukça<br />

çelişkili ve ironik bir bağlılık. Çapkın ve sadakatsiz<br />

Tomas’a rağmen filmdeki en büyük ve en<br />

düşündürücü bağlanma sorunu Sabina’ya ait.<br />

Kendisine seçtiği erkek profili olarak Tomas’dan<br />

sonra evli bir profosörle ilişkisi başlıyor. Profosör<br />

karısından Sabina için ayrılınca da Sabina<br />

ortadan yok olmayı seçiyor. En başından<br />

bağlılığın olmayacağı ilişki ve erkek modellerini<br />

seçmesi aslında kendisinde var olan bağlanma


sorunuyla doğrudan ilgili. Bağlanma sorunu<br />

olarakta tanımın filmde Tomas’dan bile açık<br />

örneği.<br />

Başında söylediğim gibi The Unbearable Lightness<br />

of Being içinde tarihide barındıran çok<br />

yönlü bir film, bir hikaye. Daniel Day-Lewis bu<br />

sene Oscar’a adayken ve alma şansı çok yüksekken<br />

eski filmlerini hatırlamak isteyenler işe<br />

bu filmle başlayabilirler.<br />

Harold and Maude<br />

Bu filmin janrının<br />

komedi diye<br />

anılmasını bir türlü<br />

anlayamadım. Her<br />

anı ve her saniyesi<br />

izlediğimde beni<br />

oldukça üzmüştü.<br />

Depresif karakterli<br />

ve ölüm takıntılı 20<br />

yaşındaki Harold,<br />

hayata bir türlü<br />

tutunamayarak boş<br />

zamanlarını sürekli<br />

cenazelere katılarak<br />

geçirir. Defalarca intihar<br />

teşebbüsünde<br />

bulur. Bu girişimlerin hiçbiri başarılı olmasa da,<br />

takıntısından bir türlü kurtulamaz.<br />

Bir gün, yine gittiği bir cenaze sırasında<br />

tanıştığı 79 yaşındaki Maude ile çok sıradışı bir<br />

arkadaşlık geliştirirler. Harold’un aksine, son<br />

derece neşeli ve hayata bağlı bir karakter olan<br />

Maude, Harold’a hayatla ilgili bilmediği tatlar<br />

yaşatır ve olay bir aşk hikayesine döner. Annesinin<br />

evlendirme teşebbüslerinin hepsine<br />

karşı çıkan Harold, bir gün herkese Maude ile<br />

evlenmek istediğini açıklar. Aralarında ki yaş<br />

farkı sebebiyle de bu kimse tarafından sevinçle<br />

karşılanmaz.<br />

Filmde ki bağlanma sorunu Maude’a ait. Bunu<br />

anlamak için filmin sonuna kadar beklemek<br />

gerek. Bu filmi izlememiş olanlar olabileceğini<br />

düşündüğüm için daha fazla spoiler vermek<br />

istemiyorum. Tek ekleyebileceğim hikayesi ve


içinde barındırdığı bağlanma sorunuyla klişeden<br />

cok uzakta bir film olduğu..<br />

Duvara Karşı (Gegen die Wand) Uyuşturucu<br />

bağımlısı bir erkek<br />

ve intihara meyilli<br />

daha öncede<br />

girişimde bulunmus<br />

bir kadın. Ikisininde<br />

bağlanma problem<br />

var ikisininde son<br />

durumda ki hallerine<br />

gelmek icin<br />

geçmişten gelen<br />

trajik sebepleri var.<br />

Bütün bunların yanı<br />

sıra birbirlerine aşık<br />

olacak olmalarıda<br />

ekstra bir sorun<br />

olarak filme dahil olduktan sonra daha da film<br />

daha da karmaşık ve dramatik bir yola seyirciyi<br />

sokuyor. Fatih Akının bol ödüllü bu filmi<br />

bağlanma sorunları konu başlığı altında da bir<br />

kez daha izlenmeyi kesinlikle hak ediyor.<br />

Konu sinema açısından bile oldukça hassas. Bu<br />

sebeple her filmden kısaca bahsedip geçmek<br />

imkansız. Hazır başlamışken bu konuyla ilgili<br />

daha fazla film izlemek isteyenler için son<br />

dönem Hollywood sinemasından daha light<br />

seçeneklerden Love and Other Drugs (2010),<br />

Life as We Know It (2010) ve No Strings Attached(<br />

2011) tavsiye edebilirim. Daha alternatif<br />

seçenekleri seçmek isteyenler ise The<br />

Banishment (2007), The Good Night (2007) ve<br />

Blue Valentine filmlerini tercih edebilirler. Türk<br />

sinemasından devam etmek isteyenlere de Kaybedenler<br />

Kulübüyle Türk sinemasının kültleşmiş<br />

filmi Selvi Boylum Al Yazmalım son iki tavsiyem<br />

olabilir.<br />

Son olarak ‘Bağlanma Sorunun’ toplumda<br />

görülme sıklığına gore sinemada karakterlere<br />

yansımasının hala az olduğun düşünüyorum.<br />

Bu sebeple ilerleyen dönemlerde konunun<br />

sinemada daha sık ve daha farklı karakterlerle<br />

karşımıza çıkacağı kehanetinde bulunabilirim.


n Milliyet gazetesinden Asu Maro,<br />

Nejat İşler’le güzel bir röportaj<br />

yapmış, soruyor ünlü oyuncuya,<br />

“Neden yoksun artık sinemada”<br />

diye… Nejat İşler cevaplıyor;<br />

“Gelmiyor düzgün bir şey. Şimdi<br />

kimsenin hakkını yemek gibi<br />

olmasın ama Adana’ya gittim ya,<br />

Altın Koza’da jüri üyesiydim, 16 tane<br />

film seyrettik, güzel filmler var ama<br />

saçmalıklar da var bir sürü. İyi hikâye<br />

gelmiyor, hepsi kurulmuş şeyler. Ya<br />

uzun planlar, garip bunalımlı çocuk,<br />

ya “Issız Adam” versiyonları... “Laz<br />

Vampir” için bile teklif geldi bana<br />

ya, öyle garip şeyler... Samimi bir<br />

şey bulamıyorum. Oğlum buradan<br />

iki bulut çakalım, arkadan iki koyun<br />

geçir, biraz da Türkiye’deki durumları<br />

eleştir, ne fenayız” yap, Avrupa’da<br />

festival gez işte. Tahammül edemiyorum<br />

artık. Öyle şeyler seyrettik ki<br />

aklın durur.”<br />

Güzel, bunu artık jürilerde görev<br />

almış sinemacıların dile getirmesi<br />

daha da güzel. Nejat İşler’in<br />

açıklamalarını, bir de geçenlerde<br />

keşfettiğim “Karşıt Sinema Manifestosu”<br />

ile birleştirince, tüm bunları,<br />

uzun zamandır yazdığım, festivaller<br />

için formülize edilmiş, hikâye<br />

sinemasından kaçan çünkü hikaye<br />

anlatabilme yeteneği olmayan, bu<br />

yüzden de uzun planlar ve zorlanmış<br />

kurmaca karakterlerle ve biçimsel<br />

tuzaklarla dolu özenti sinema<br />

anlayışına bir tepki olarak gördüm<br />

Malum, sinemamızın rotası fena<br />

halde şaşmış durumda. Çünkü bizim<br />

aydın geçinen entelektüel kesimin<br />

en sevdiği şey, halkın beğenilerinin<br />

üstüne basarak yükselmektir.


Eşkıya ile başlayan yeni sinemasal milattan<br />

bu yana neticeyi paylaşıyoruz. Bir tarafta,<br />

tamamen yozlaşmış, hap yaparak para kapma<br />

derdinde bir ticari sinema anlayışı, diğer<br />

tarafta, kültür bakanlığı fonlarından nemalanarak<br />

yapılmış, festivalleri<br />

gezip poz yapan minimalist<br />

dertler… Seyirci ne ister,<br />

neyi özler, şimdilik kimsenin<br />

umurunda değilmiş gibi<br />

görünüyor ama alarm zilleri<br />

çoktan çalmaya başladı.<br />

Karşıt Sinema Manifestosu’<br />

da meseleye çok radikal bir<br />

yaklaşım getiriyor. Hepsi<br />

geleceğin sinemacısı olacak<br />

20’li yaşlardaki bu gençler<br />

artık mevcut işleyişten ve<br />

sinemasal anlayıştan iyice<br />

bunalmış ve ayağa kalkmış<br />

durumda…<br />

Karşıt Sinema Manifetosunu<br />

okumak için: www.karsitsinema.com<br />

Bu tanımlamaya girenlerin gözünde Türk<br />

sineması başından beri bir avam eğlencesidir.<br />

Olduğu gibi sevmek mümkün değildir.<br />

Değişmeli ya da zorla dönüştürülmelidir.<br />

Hollywood’a benzememelidir ama nedense bir<br />

Fransız yeni dalgası ya da Rus sinemasının<br />

kötü bir taklitçisi olmasının sakıncası yoktur.<br />

Bu iklimde bazı yönetmenler ağızlarıyla kuş<br />

tutsa bile yaranamazlar, oysa taklit edilmiş bir<br />

Doğu Avrupa duygusallığını kamera ayağına<br />

beton dökerek, sinopsisden bozma bir senaryo<br />

ile filme çeken “artauss” sinemacı hemen<br />

kulübe kabul edilir.<br />

Bu meselede bir seyirciye,<br />

bir de adam gibi filmler<br />

çekebilecekken kendini<br />

jürilere beğendirme derdine<br />

düşüp, seyircisiz bir ilk filme imza atan ve<br />

sonrasında borç ödemekle kuruyan sinemacı<br />

arkadaşlara üzülürüm. Umarım tez zamanda<br />

titreyip kendimize geliriz!


Çatlak Film / Yönetmen: Peter<br />

Farrelly, Will Graham, Steve Carr...<br />

n Birbirinden bağımsız 11 kısa<br />

filmin, konuları bağlayarak “Çatlak<br />

Film”de anlatılması aslında<br />

bir ilk değil. 1977 yılında kısa<br />

filmlerin bir araya getirilmesi fikri<br />

yönetmen John Landis ve senaristler<br />

David Zucker, Jim Abrahams<br />

ve Jerry Zucker’den çıkıyor.<br />

Ve absürt komedi türündeki ilk<br />

film olan “The Kentucky Fried<br />

Movie”yi yapıyorlar. “Çatlak Film”<br />

in oluşturulmasında da “The<br />

Kentucky Fried Movie”den esinleniliyor<br />

ve ortaya 11 kısa filmden<br />

oluşan absürt komedi türünde bir<br />

film çıkıyor.


Hükümet Kadın /<br />

Yönetmen: Sermiyan Midyat<br />

n 8 çocuklu Midyatlı sıradan bir<br />

kadın olan Xate’nin komşularından<br />

tek farkı, kocasının Midyat Belediye<br />

Başkanı olmasıydı. Birgün, başına<br />

gelenler onun da Midyatlıların da<br />

hayatını değiştirdi, Xate Midyat<br />

Belediye Başkanı oldu. Devlet<br />

işlerinde çocuklarının kendi<br />

aralarındaki çocukça rekabeti<br />

Midyat halkına kahkahalar attıran<br />

maceralara neden oldu. Demet<br />

Akbağ, Xate karakteri ile sinema<br />

perdesinde yine unutulmayacak bir<br />

karakter yaratıyor ve seyirciye yine<br />

neşe dolu bir film vaadediyor.


No / Yönetmen: Pablo Larrain<br />

n Diktatör Augusto Pinochet’i baskılarla<br />

ülkeyi referandum oylamasına götürmüştür.<br />

Muhalefet kanadı ise bu fırsatı kullanıp<br />

onu alaşağı etmek için, René Saavedra’nın<br />

yönettiği, “Hayır” odaklı ciddi bir reklam<br />

kampanyası başlatır. Bu kampanya, Augusto<br />

Pinochet’in sonunu getirecek ve tarihin<br />

yönünü değiştirecek midir? Şili’nin Oscar<br />

adayı olan film özellikle Şili ve Türkiye’nin<br />

siyasi tarihinin benzerliğiyle dikkati çekiyor.<br />

Kaçırmamanız gereken bir yapım... tek<br />

kopya ile vizyona giren No sadece Beyoğlu<br />

sinemasında seyredilebilir...


Parker / Yönetmen: Taylor Hackford<br />

n Yönetmenliğini Şeytanın Avukatı,<br />

Ray gibi ödüllü yapımlara imza<br />

atmış olan Oscarlı sinemacı Taylor<br />

Hackford’ın üstlendiği aksiyon<br />

ve suç filminin baş rolünde Jason<br />

Statham yer alıyor.Jennifer<br />

Lopez,Nick Nolte ve Michael Chiklis<br />

ise öne çıkan diğer isimler. Donald<br />

Westlake’in uzun soluklu roman<br />

serisinden uyarlanan film, işinde<br />

‘merhametiyle’ ün yapmış hırsız<br />

Parker’ı odak noktasına alıyor.


Zarafa / Yönetmen: Jean-Christophe Lie<br />

n 10 yaşındaki Maki ile Fransa kralına<br />

hediye olarak gönderilen öksüz Zürafa’nın<br />

ebedi dostluk hikâyesi. Hassan, Mısır kralı<br />

tarafından küçük öksüz Zürafa’yı Fransa’ya<br />

götürmekle görevlendirilir. Ama Maki, küçük<br />

Zürafa’nın annesine söz verdiğinden, hayatını<br />

riske atmak anlamına gelse de, Hassan’ın bu<br />

görevini yerine getirmesini önlemek, Zürafa’yı<br />

yeniden doğduğu topraklara götürmek için<br />

her şeyi göze alır...


G.D.O. KaraKedi / Murat Aslan<br />

n İstanbul’un eski semtlerinden olan<br />

Balat’ta yaşayan ve kendi yağlarıyla<br />

kavrulan üç kardeş, taksicilikle<br />

hayatını kazanan Gürkan, pilavcılık<br />

yapan Orhan ve iflah olmaz biçimde<br />

aşık olan Duran... Herkes gibi yaşam<br />

mücadelelerini sürdürürken, sıradan<br />

dertlerini de çözmeye çalışan bu üç<br />

kardeşin hayatı bir gün başlarına<br />

gelen bir kazanın yol açtığı, cinayet,<br />

mafya, kız kaçırma üç geniyle allak<br />

bullak olur.


Ligimizde heyecan zirveye vurmuşken<br />

taraftarların nefreti engellenemezken<br />

sinemada futbol nasıl algılanıyor,<br />

taraftarların hikayeleri nasıl yer buluyor<br />

bir bakalım dedik...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Sinema ve futbol insanları<br />

heyecanlandıran, peşinde koşturan iki<br />

kavram. Futbol yeşil sahada oynanıyor<br />

ama aslında insanların bütün hayatını etkiliyor.<br />

Çoğumuz onla sevinip üzülüyoruz.<br />

Hatta tuttuğumuz takım yenildiğinde<br />

ertesi gün işe bile gelmek istemiyoruz.<br />

Kolay mı bizi bekleyen ve dalga geçecek<br />

arkadaşlarımız her daim hazırlar. Simon<br />

Kuper’in kitabında dediği gibi, “Futbol<br />

asla sadece futbol değildir.” Peki futbol<br />

nedir? Bunun cevabını belki beyazperdede<br />

bulabiliriz. Sinema hayatımızın<br />

yansıması demiyor muyuz? Peki bu<br />

sinema futbol için ne diyor? Futbolu ve<br />

taraftarlığı konu edinen filmleri topladık<br />

sizin için. İki başlığa ayırdık. Bir yeşil<br />

saha içindeki futbolu konu edinen filmler<br />

bir de yüreğimizdeki futbolu anlatanlar.<br />

Taraftarlık ve holiganizm bu filmlerde<br />

biraz içiçe geçmiş duruyor. Zaten gerçek<br />

hayatta da öyle değil mi? Bu iki kategori<br />

dışında Türk sinemasında da bir yerinden<br />

futbola bulaşmış filmleri sizin için<br />

listeledik. İşte dörtbaşı mamur futbolun<br />

sineması...<br />

FUTBOL FİLMLERİ<br />

Cehennemde İki Devre – 1962<br />

Sinema tarihinin ilk futbol filmi olarak<br />

anılan yapıt, usta Macar yönetmen<br />

Zoltan Fabri’nin imzasını taşıyor. “Zafere<br />

Kaçış”ın esin kaynağı olan eser, SS<br />

kampındaki mahkum Macarlar ile Alman<br />

subayların maçına odaklanıyor.<br />

Libero - 1973<br />

Almanların en büyük efsanesi Franz


Beckenbauer’in hayatındaki iniş çıkışları anlatan<br />

ve futbolcunun kendisi olarak başrolde<br />

oynadığı, yönetmenliğini Wigbert Wicker’in<br />

yaptığı “Libero” filmi, 1973’te gösterime<br />

girdi.<br />

Zafere Kaçış - 1981<br />

Yönetmenliğini John Huston’ın yaptığı ve<br />

oyuncu kadrosunda Sylvester Stallone ve<br />

Michael Caine’in yanı sıra yaşayan futbol efsanesi<br />

Pelé’nin de yer aldığı unutulmaz film.<br />

Filmde 2. Dünya Savaşı sırasında esir düşen<br />

bir grup müttefik askerin işgal kuvvetlerinin<br />

ellerinden kaçma planları konu edilmiştir.<br />

A Shot at Glory - 2000<br />

Ünlü İskoç futbolcu Ally McCoist de<br />

başrolde. Düşüşe geçen eski bir golcü kupada<br />

final hedefleyen 2.lig takımlarından Raith<br />

Rovers’dan teklif alır ve hikayemiz başlar. Dolu<br />

dolu futbol bulacağınız bir yapım. Teknik direktör<br />

rolünde ünlü oyuncu Robert Duvall döktürüyor.<br />

Mean Machine - 2001<br />

Wimbeldon’un delisi Vinnie Jones futbolu<br />

bıraktıktan sonra sert mizacını bu sefer beyaz<br />

perdede gösteriyor. Tıpkı gerçek hayattaki gibi<br />

sorunlu bir futbol yıldızını canlandırıyor bu<br />

filmde. İçerde gardiyanlardan çeken mahkumları<br />

örgütleyerek büyük bir maç organize etme<br />

çabasına giriyor.<br />

Bend It Like Beckham - 2002<br />

İngiltere’de yaşayan Hintli bir kızın futbola<br />

olan tutkusunun hikayesi. Jessie (Parminder<br />

K. Nagra) ailesinden gizli bir şekilde küçük bir<br />

kadınlar takımında oynamaya başlar. Fakat bir<br />

gün ailesinin bunu öğrenmesiyle hayalleri suya<br />

düşer gibi olur.


Das Wunder von Bern – 2003<br />

1954 Dünya Kupası Türkiye’nin katıldığı<br />

ilk büyük turnuva olması nedeniyle ülkemizde<br />

ayrı bir yere sahip. Öte yandan o<br />

senenin kazananı Almanya’ydı. II. Dünya<br />

Savaşı’nda ağır bir yenilgi alan Almanlar,<br />

kırık gururlarını bu turnuvadaki zaferleriyle<br />

bir nebze olsun onarmışlardı. Bern<br />

Mucizesi filmi Almanların bu serüvenini<br />

birbirine paralel üç hikayeyle aktarıyor.<br />

The Game of their Lives - 2005<br />

Geoffrey Douglas’ ın aynı adlı kitabından<br />

Angelo Pizzo tarafından senaryolaştırılan<br />

film, 1950 Dünya Kupası’na katılan ABD<br />

Milli takımının, Brezilya’da İngiltere’yi<br />

1-0 yendiği maçta elde ettiği başarıyı<br />

anlatıyor.<br />

Goal serisi – 2006 - 2007 - 2009<br />

Küçük yaşta ailesiyle Amerika’ya göç<br />

eden Meksikalı Munez’in tek hayali bir<br />

gün futbol yıldızı olabilmektir. Ailesinden<br />

destek göremeyen Munez, bir gün eski<br />

bir futbolcu tarafından keşfedilir. Futbolun<br />

adeta bir din, St.James Park’ın ise<br />

bir katedral kabul edildiği ülkede, Latin<br />

Amerikalı genç için kendisini ispatlama<br />

ve bu inanılmaz şansı değerlendirerek<br />

yıldız olma mücadelesi başlamıştır.<br />

Zidane, un portrait du 21e siècle - 2006<br />

Zinedine Zidane 23 Nisan 2005 tarihinde<br />

Santiago Bernabeu stadında oynanan<br />

Real Madrid-Villa Real maçının 90<br />

dakikasında 19 ayrı kamera ile görüntülendi<br />

ve ortaya bu film çıktı. Zidane’ın<br />

maç içersindeki her anı kaydedildi.<br />

Akıttığı terin parıldayışı, karakterini<br />

yansıtan hareketlerin altını çizen yakın<br />

plan çekimler filme renk kattı.<br />

Gracie - 2007<br />

15 yaşındaki Gracie, New Jersey’de<br />

üç erkek kardeşin içinde tek kızdır.<br />

Büyük kardeşi Johnny okulun gözde<br />

futbolcularından biridir, ancak bir araba<br />

çarpması sonucu hayata veda eder. Gracie<br />

hem kardeşinin anısını taze tutabilmek<br />

için, hem de spor tutkusu yüzünden futbol<br />

takımına girmeye karar verir.<br />

Tanrı’nın Eli - 2007<br />

Futbol meraklılarının ve futbol oyununun<br />

ötesinde insan hikayelerine ilgi<br />

duyanların beğeneceği türden bir biyografi<br />

olan “Maradona: Tanrı’nın Eli” filminin<br />

ismi, dünya kupasında eliyle gol atan<br />

Maradona’nın maç sonrası bir televizyon<br />

muhabirinin yönelttiği “Golü kafa ile mi, el<br />

ile mi attın” sorusuna verdiği ironik cevaptan<br />

geliyor.


u turnuvayı altı oyuncuyu merkeze alarak<br />

anlatıyor.<br />

The Damned United / Lanet Takım - 2009<br />

Efsane İngiliz teknik direktör Brian Clough’un<br />

Leeds United’ta geçirdiği 44 günü anlatan ve<br />

futbol filmleri kategorisinde hatırı sayılır bir<br />

yeri olan film. Filmde Peter Taylor’ı usta oyuncu<br />

Timothy Spall, Brian Clough’u da Michael<br />

Sheen canladırıyor.<br />

İki Escobar – 2010<br />

Spor, Medellin, uyuşturucu ve politika Kolombiya<br />

toplumunun ayrılmaz parçalarıydı. Pablo<br />

Escobar, Medellin kartelini yöneten, dünyanın<br />

en zengin, en güçlü uyuşturucu taciriydi, Andres<br />

Escobar ise Kolombiya’nın en büyük futbol<br />

yıldızı. Kişisel bir bağlantıları yoktu ama<br />

kaderleri birbirine dolanmıştı.<br />

TARAFTAR FİLMLERİ<br />

Hillsborogh - 1996<br />

15 Nisan 1989’da Steven Gerrard’ın 10<br />

yaşındaki yeğeninin de aralarında bulunduğu<br />

ve hayatını kaybettiği, Hillsborogh’da oynanan<br />

Liverpool- Nottingham Forest F.A Cup yarı final<br />

maçında meydana gelen ve 95 kişinin ezilerek<br />

öldüğü faciayı konu alan film...<br />

Maradona - 2008<br />

Emir Kusturica’nın yönettiği belgesel,<br />

Arjantinli futbolcu Diego Maradona’nın<br />

hayatını anlatmaktadır. Maradona genellikle<br />

dünyanın en iyi futbolcusu olarak<br />

gösterilmektedir ve uyuşturucu bağımlılığı<br />

da sık sık dile getirilmektedir. Maradona’nın<br />

gerçek yüzünü aktarabilmeyi amaçlayan<br />

Kusturica, belgeselde onun içten bir portresini<br />

çiziyor.<br />

Kicking It - 2008<br />

Evsizler Dünya Kupası 2003’ten beri her<br />

sene düzenlenen uluslararası bir futbol<br />

turnuvası… Kicking It, 2006’da Güney<br />

Afrika-Cape Town’ın ev sahipliğini yaptığı<br />

Fever Pitch - 1997<br />

Nick Hornby’nin romanından uyarlanan bu<br />

film Arsenal fanı bir öğretmenin futbola olan<br />

tutkusunu zaman zaman çocukluğuna inerek<br />

anlatıyor. Diğer futbol filmlerine göre biraz<br />

daha az bilinen bir yapım. Ünlü oyuncu Colin<br />

Firth başrolde. Özellikle Arsenal fanları bu filmi<br />

kaçırmasın derim. Filmin beyzbola uyarlanmış<br />

bir Hollywood versiyonu da var. Bulabilirseniz<br />

izleyin<br />

The Football Factory - 2004<br />

Sert bir holigan filmi. Mean Machine’de de<br />

oyanayan Dany Dyer başrolde. Millwall ve Chelsea<br />

holiganlarının şiddet yüklü kapışmaları,<br />

holiganların hayatlarına yakın çekim yapan gerçekçi<br />

ve agresif bir film.


Green Street Hooligans - 2005<br />

Rastlantı eseri İngiltere’ye gelen<br />

Amerikalı bir öğrencinin West Ham<br />

United taraftar grubunun içine girdikten<br />

sonra yaşadıkları. Futbolu<br />

ve şiddeti birbirinden ayıramayan<br />

holiganların dünyasını gözler<br />

önüne seren yapım... Taraftar filmleri<br />

içinde bir klasik.<br />

Looking For Eric - 2009<br />

Manchester United’a gönül vermiş<br />

ve bir Eric Cantona hayranı olan<br />

postacı Eric Bishop, hayatının<br />

büyük kısmını kendinden ve<br />

başkalarından kaçarak, bunalım<br />

içinde geçirmiştir. Hayatı yokuş<br />

aşağı giderken kendine hayali bir<br />

arkadaş bulur, Eric Cantona...<br />

The Firm - 2009<br />

The Football Factory’ nin yönetmeni<br />

Nick Love’dan bir futbol filmi<br />

daha. “Hayatımda break dance ve<br />

ot içmekten başka bir şey daha<br />

olmalı” diyen Dominic’in (Calum<br />

McNab) West Hamlı holigan grupla<br />

bir şekilde yollarının kesişmesi<br />

ve ekip lideriyle kurduğu geçici<br />

kankalık müessesini ele alıyor film.<br />

TÜRK FİLMLERİ<br />

Hababam Sınıfı serisi<br />

Gönül Kimi Severse 1959<br />

Şekerli misin Vay Vay 1964<br />

Taçsız Kıral 1965<br />

Uyanık Kardeşler 1974<br />

Gol Kralı 1980<br />

Ya Ya Ya Şa Şa Şa 1985<br />

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar 2000<br />

Eski Açık Sarı Desene 2003<br />

Takım Böyle Tutulur 2005<br />

Aşk Tutulması 2008<br />

Adı Aşk Bu Eziyetin 2010<br />

Kaledeki Yalnızlık 2011


Kurtuluş Savaşı’nda şehit olan 63 lise öğrencisinin hikayesini<br />

anlatan Taş Mektep filminin oyuncuları Orhan<br />

Kılıç ve Ayça Varlıer şehitlere karşı sorumluluğumuz<br />

var. Bu film bizim için sinemadan öte dediler...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Taş Mektep filmi izleyenlerin yüreğini<br />

dağlayacak. Kurtuluş savaşında<br />

Yunanlılar’a karşı okullarını terk edip<br />

cepheye giden lise öğrencilerinin<br />

hiç biri geri dönmedi. Ama savaş<br />

meydanındaki o küçükcük ölmüş vücutlardan<br />

koskoca bir ülke doğdu. İşte<br />

Taş Mektep bunun hikayesini anlatıyor.<br />

Filmin başrolünde oynayan Orhan Kılıç<br />

ve Ayça Varlıer sorularımızı cevaplarken<br />

özellikle bunun üzerinde durdular,<br />

“Bizim sorumluluğumuz izleyiciye<br />

olduğu kadar o filmin uyarlandığı gerçek<br />

hikayede canlarını veren küçücük<br />

çocuklara karşı. Onların anısına<br />

karşı kendimizi sorumlu hissediyoruz.”<br />

Türk sinemasının en önemli<br />

sorumluluklarından biri de bu ülkenin<br />

tarihine karşıdır. Çok az olsa bile bazen<br />

böyle filmler karşımıza çıkıyor da<br />

içimiz rahatlıyor. İşte Taş Mektep’in<br />

oyuncularının önemli röportajı...<br />

Proje size geldiğinde kabul etmenize<br />

neden olan etken neydi?<br />

Orhan Kılıç: Ben zaten bir sene kadar<br />

dizilere ara verme niyetindeydim,<br />

verdim de. O sırada böyle bir teklif<br />

geldi. Sinema filmi tabii ki her oyuncunun<br />

yapmak istediği bir şey, adam akıllı<br />

bir sinema filmi olmadığı için ve dönem<br />

filmi olduğu için özellikle dedim ki “Altı<br />

haftalık bir iş, çeker gelirim.” Aslında<br />

temel olarak buydu, bir oyuncu olarak<br />

baktığımda. Ama tabii ki senaryonun<br />

nasıl olduğu önemliydi. Yüzbaşı Tevfik<br />

ele avuca gelir bir karakter olarak<br />

göründü gözüme. “Bunu severek<br />

yapabilirim” dedim; dönem filmlerini<br />

de çok sevdiğim için, kendime yakın<br />

hissettiğim için, tarihle alakalı olduğum<br />

için kabul ettim.<br />

Ayça Varlıer: Katılıyorum Orhan’ın<br />

söylediklerine. Bu benim ilk sinema<br />

filmim. Filmde herkes için ilkler<br />

yaşanıyor. Yönetmenimizin ilki, bir çok<br />

oyuncularımızın da ilk filmi ve bu bizi<br />

çok heyecanlandıran bir hikaye çünkü<br />

gerçek bir olaydan kurgulanmış. Bu<br />

çocukların hikayesi aslında. Benim<br />

canlandırdığım Güzide karakterine<br />

gelirsek; karakter kendi içinde biraz<br />

değişime uğruyor. Önce çocukların gitmesini<br />

istemiyor ve onları gitmemeleri<br />

için ikna etmeye çalışıyor. Çocukların<br />

gideceğine artık ikna olduktan sonra<br />

onları yalnız bırakmama adına anaçlığı<br />

devreye giriyor, idealistliği devreye gidiyor,<br />

vatanı uğruna, toprakları uğruna<br />

onlarla birlikte ölümü göze alarak<br />

savaşa gidiyor.<br />

Bu tür filmler zor filmlerdir. İçinde<br />

Atatürk olan, Kurtuluş Savaşı’yla, yakın<br />

tarihimizle ilgili filmler ya çevrilmez,<br />

ya da çevrildiğinde büyük eleştirilere<br />

uğrar. Flmi kabul ederken, senaryoyu<br />

okurken nelere dikkat ettiniz?


Orhan Kılıç: Aslında Türkiye’de hiç bir senaryo yeterince bitmiş<br />

değil. Her zaman biraz deve kervanı yolda düzülür bu ülkede.<br />

Bu bildiğimiz gerçek, karşılıklı oturup birbirimizi tavlamayalım,<br />

durum Türkiye’de böyle. Bu proje de aslında farklı değildi. Setin<br />

savaş seti olmasından yola çıkarsak başımızda olan adam, yani<br />

bizim cephe kumandanımız Altan Dönmez basiretli bir adam çıktı<br />

ve bütün bu olumsuzluklara rağmen elinden geleni yapmaya<br />

çalıştı. Senaryoda değişmesi gereken yerler vardı, bulunduğumuz<br />

ortamla senaryo yazılan ortam birbirine uygun değildi... Elde<br />

olmayan, öngörülemeyen şeyler her zaman var. Filmde de hiç<br />

planınız yoksa o zaman sizi daha çok vurur bu filmde olduğu<br />

gibi. Bunlar Türkiye gibi bir ülkede olağan şeyler maalesef. Biz<br />

tarihimiz konusunda yeterince nötr olamıyoruz. Yani biz bu zamandan,<br />

2013’ten geriye bakıp bu andaki ideolojimizle herşeyi<br />

değerlendiriyoruz. Bu benim kendi şahsi görüşüm, filmle alakalı<br />

değil, mesela her filmde ille Atatürk’ü göstermek zorunda mıyız?<br />

Zaten yapamıyoruz. Zaten yapılamayan bir şeyi niye zorluyoruz.<br />

Ve Atatürk ille Atatürk’e benzetilmek zorunda mı? İlle o makyaj<br />

yapılacak, ille Atatürk’e benzeyecek... Bir sarışın mavi gözlü adam<br />

da olabilir, hiç makyajsız. Seyirci aptal değil, önünde beş tane<br />

orgeneral durup “Paşam” diyorsa o Atatürk’tür. Tiyatroda oyuncu<br />

sahneye çıkarken imzalanmamış, dile getirilmemiş bir anlaşma<br />

vardır, oturan seyirci bilir ki bu adam Kral Lear, yanındaki de onun<br />

karısı. Sinemaya gelen adam da bunu biliyor. “Sarışın mavi gözlü<br />

Atatürk olmalı herhalde, herkes arkasında yürüyor” diye düşünür.<br />

Bu tür sıkıntılar var Türkiye’de. Dikkat edilmesi gereken bunun<br />

dışında da fazla bir şey yoktu. Allahtan bizim Atatürk’ümüzü biz o<br />

kadar benzetmek zorunda kalmadık, gerçi oynayan arkadaş da<br />

Atatürk’e yeterince benziyordu. Altan da benimle aynı fikirdeydi,<br />

beni mutlu etti bu.<br />

Senaryonun içinde Atatürk’ün olup olmamaması gerektiğinin<br />

konuştunuz mu?<br />

Orhan Kılıç: Cephe savaşı olduğu için göstermekte biraz fayda<br />

olduğunu düşündüğümüzden dolayı Atatürk de vardı. Çünkü Sakarya<br />

Meydan Muharebesi’nde vardır.<br />

Ayça Varlıer: Bir de o Polatlı Savaşı esasında. O olay gerçekten<br />

olmuş. Biz gerçeğe yakın bir kurguda sergilemeye çalıştık.<br />

Atatürk’ün gelip oradan savaşın sonunda bakması, bayrağın<br />

dikilmesi gerekiyordu...<br />

Kurtuluş Savaşı’nda çok kadın karakterlerimiz var fakat biz sinemada<br />

bunlardan fazla yararlanamadık. Sizinki de aslında öyle bir<br />

karakter. Fragmanında cepheye de gittiği görülüyor galiba.<br />

Ayça Varlıer: Çocuklar için gidiyor, onları yalnız bırakmamak için.<br />

Orada sonuçta hemşireler de var. Yaralıları tedavi etmek, onları<br />

yalnız bırakmamak için orada. Ben savaşmak istiyordum aslında.<br />

Savaşmak demek ille eline tüfeği almak değil, orada olmak,<br />

yardım etmek, o savaşın içinde, bombaların içinde olmak demek.<br />

Hakikaten biz onu hissettik ve yaşadık. Kulaklarımız sağır oldu,


üç gün boyunca zombi gibi dolaştık. Hakikaten çok enteresan<br />

bir tecrübeydi.<br />

Profesyonel oyuncusunuz, dediğim gibi böyle karakterler Türk<br />

sinemasında fazla canlandırılmıyor halbuki Türkiye için önemli<br />

bunlar. Amerika’nın tarihini Hollywood baştan aşağı yazar ve<br />

bütün karakterler çok önemlidir...<br />

Ayça Varlıer: Kara Fatma diye bir kadın var biliyorsunuz. Biz biraz<br />

da ondan esinlendik. Onun kıyafetlerinden birazcık esinlendik.<br />

O siyahlara bürünme... Çünkü kadın bir değişim yaşıyor,<br />

biraz sert bir değişim. Öğretmen kıyafetiyle gayet Avrupai;<br />

Batı görünümlü kadından birdenbire 180 derece bir değişim<br />

yaşıyor. Savaş olgusu taşıyan o kıyafetlere bürünüyor. Seyirci<br />

bunu nasıl karşılayacak bilmiyorum ama bu tip kadınlar varmış;<br />

Çanakkale Savaşları’nda özellikle.<br />

Sizi nasıl etkiledi? Bu karakteri gördünüz, Türkiye için de<br />

önemli bir karakter, profesyonellik dışında karakterden etkilendiniz<br />

mi?<br />

Ayça Varlıer: Kadın hikayeleri genelde filmlerde işlenmiyor,<br />

dizilerde de çok az işleniyor. Bildiğimiz kadınlar, mağlup,<br />

mağdur, ezilen, dövülen... Çok güçlü kadınlar genellikle<br />

işlenmiyor. Neden böyle bilmiyorum. Beni bu çok cezbetti,<br />

çünkü ben de kendi hayatımda savaşçı ruhlu bir insanım,<br />

idealistimdir, yardımseverimdir. Bu kadın belki yurtdışında<br />

eğitim görmüş. Hikayesi var Güzide’nin ve Atatürk ilkelerinin<br />

arkasında, Meclis Ankara’da olduğu için bütün herşeyini<br />

bırakıp Kayseri’de Taşmektep Lisesi’nde öğretmenlik yapıyor,<br />

sonra müdireliğe terfi oluyor. Tamamıyla eğitim uğruna kendisini<br />

vermiş. Bu tipler o dönem zaten az görülüyordu. Kadın<br />

olmak bir yana, öğretmen olmak bir yana bir de müdür<br />

olması... Türkiye’de o dönemde bir elin parmaklarını geçmezdi.<br />

Kadın öğretmenler de çok az görülen bir durum. O yüzden<br />

beni çok cezbetti. İnşallah oyunculuk kariyerimde benim<br />

önümü açar, belki bu rolleri oynamak için fırsat olur çünkü<br />

çok güzel bir rol, değişime uğrayan bir rol. Güzide’nin yanı<br />

sıra, çocukların da yanı sıra Tevfik Yüzbaşı ile yaşadığı ya da<br />

yaşayamadıkları ilişki... Çünkü Tevfik de çok idealist bir karakter.<br />

O dönem bambaşka bir dönem. O dönemin içine girdiğiniz<br />

zaman bambaşka duygular yaşıyorsunuz. Bazı şeyleri<br />

kanıksıyorsunuz. Savaş artık kanıksanmış.<br />

Batı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok filminde de bir öğretmen<br />

vardır. Almanya yenilmek üzeredir, öğretmen bütün<br />

öğrencilerini savaşmak için etkiler. Alman milliyetçiliğini<br />

kullanır ve öğrenciler asker olup Batı Cephesi’ne giderler, çok<br />

büyük dramlar yaşanır, sonuçta tek bir tanesi kurtulur, geri<br />

döner sınıfa ve öğretmenin sınıftaki öğrencilere aynı şeyleri<br />

anlattığını görür, hayatın ne kadar anlamsız olduğunu hisseder<br />

ve çıkar. Sizin filminizle çok ters aslında. Sonuçta Almanya<br />

sömürgeci bir devletti başka ülkelere saldırıyordu, Türkiye


kendi topraklarında bağımsızlık savaşını veriyordu. Filmin bu anlamda<br />

kavramsal yönüne baktınız mı?<br />

Orhan Kılıç: Filmin evrensel söylemine bakılmaz Türkiye’de, bu bir gerçek.<br />

Yapılan filmlerden, yaptığımız şeylerden bunu biliriz. Ne kadar güzel,<br />

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ta çocuk sınıfa gelir aynı öğretmen,<br />

aynı şeyleri söyler. A’dan Z’ye bir daire çizilir ve daire sonunda noktalanır.<br />

Seyirci de seninle beraber bu macerada sonuna kadar ulaşır, baş karakterinle<br />

beraber bütün bu maceraları yaşayıp, onunla ağlamış, onunla<br />

gülmüş, onunla bir yolculuğu öğrenmiştir. O noktaya gelir ve “Evet” der,<br />

yönetmenin büyük katkısıyla. Ama Türkiye’de böyle şeyler genellikle yok.<br />

Çünkü biz bu sinemayı yapmıyoruz. Bizim yaptığımız film hamasetten<br />

uzak, gerçekten uzak. Biz en azından nötr anlatmaya çalıştık bazı şeyleri.<br />

Özellikle yönetmen Altan Dönmez kendi ideolojik kaygılarını oraya<br />

katmadı, “Güzide de çok laisist bir kadın, zaten olmamış şeyi biliyordu o<br />

zamandan” gibi tavırlara girmedik. Olduğu gibi anlattık bazı şeyleri. Ama<br />

çok isterdim sorduğunuz sorudaki gibi zeka ve yorum olarak evrensel<br />

ağırlığı olan filmlerle cevap vermeyi. Bu filmin nasıl bir mesaj verdiğini,<br />

seyircinin hangi maceradan sonra hangi noktaya geldiğini hep beraber<br />

göreceğiz.Bu soruyu yönetmenlere ve yapımcılara sorsaydınız ne cevap<br />

vereceklerdi merak ederdim. Ama ben kişi olarak “Filmin entellektüel<br />

kısmına nasıl bakılır” sorusuna binaen şunu söyleyeceğim: O karakteri<br />

okuduktan sonra ne kadar derin yazılmamış olsa da, biraz zeki adamsan<br />

ve mesleğini seviyorsan kendi kendine bazı şeyleri kurarsın. Aslında<br />

benim oynadığım karakter bazen bunu yapıyor. Maalesef kesilmiş sahnelerimiz<br />

var, seyircinin göremeyeceği sahneler var. Bence en önemli sahnelerden<br />

bir tanesi Ayça’nın karakteri Güzide Hoca, Tevfik Yüzbaşı’nın<br />

odasına geldiği sahneydi. O sahne kesildi maalesef. Bence o sahne<br />

bütün filmin mesajını içeren sahneydi. Orada biz bir savaşın, değişimin,<br />

kabuk kırılmalarının özetini veriyorduk. Ama o sahne maalesef yok.<br />

Bütün filmi bir tarafa koyun o sahnede çok şey vardı. Aşkın, olamazlığın,<br />

bir askerin ve bir kadının aşık olup olmamaya karar vermesi, olmayan,<br />

olamayan çok şeyin özetini veriyordu orada. Ama maalesef bütün olayın<br />

omuriliği dışarıda kalmış.<br />

Ayça Varlıer: Ben biraz önce “Öyle bir sahne çektik ki Orhan’la onun karakterini,<br />

benim karakterimi, o savaş dönemindeki olamamazlıkları, aşkın<br />

inkansızlığını, Tevfik karakterinin nereden geldiğini, niye o kadar katı<br />

olduğunu anlatıyor” diyecektim. Kırılma noktasıydı o sahne ve film özellikle<br />

o sahnede çözülüyordu çünkü Tevfik karakteri çocuklara gelip eğitim<br />

veriyor fakat bir yandan da o kadar üzülüyor ki, bağlanmamaya çalışıyor,<br />

orada işte onun sırrını veriyordu. Neyse olmayan sahneler üzerine<br />

konuşmayalım.<br />

Orhan Kılıç: Sorunuza dönersek bütün cevabı o sahnedeydi ve gerçekten<br />

çok şey kaybettiğini düşünüyorum. Ve çok iyi oynanmış bir sahneydi,<br />

ben gördüm. Niye bizim sinemamız yurtdışında ilgili görmüyor, Türklerin<br />

yaşamadığı yerlerde, Almanya’yı falan saymıyorum? İşte bu yüzden, bu<br />

sorduğunuz sorunun cevabının olmamasından. Bir gün inşallah “Bakın<br />

bakalım sorunuzun cevabını bulabilecek misiniz” deme fırsatı inşallah<br />

bana düşer.


Yönetmenlik planınız mı var?<br />

Orhan Kılıç: Var tabii ki. En büyük zevklerimden biri yaratmak, onu perdeye<br />

aktarmak.<br />

Senaryo?<br />

Orhan Kılıç: Yine bizden çıkıyor.<br />

Sizin de bir çok alanda çalışmalarınız var. Bir albüm de çıkarıyorsunuz<br />

bildiğim kadarıyla. Yönetmenlik ve senaryo yazma hakkındaki<br />

düşünceleriniz nelerdir? Çünkü Türk sinemasının kadın yönetmenlere,<br />

kadın senaristlere bazı şeylere kafasını yoran kadınlara ihtiyacı var.<br />

Ayça Varlıer: Var ve çok iyi kadın yönetmenlerimiz var. Yeşim Ustaoğlu<br />

gibi, onun dışında Zeynep Tan gibi dizi yönetmenlerimiz var.<br />

Orhan Kılıç: Özür dilerim burada keseceğim. Arkadaşlar Türkiye’de<br />

gereğinden fazla kadın yönetmen var. Almanya’da bu kadar kadın yönetmen<br />

yok. Türkiye’de dünya standartlarının üzerinde kadın yönetmen var,<br />

siz hala yok diyorsunuz çarpılacaksınız.<br />

Kadın yönetmenler, kadın senaristler kadın kimlikleriyle yazamıyorlar ki,<br />

bir sonraki sorum oydu.<br />

Ayça Varlıer: O ayrı bir hikaye. Yönetmenin kadın olması ille kadın hikayesi<br />

olmasını getirmiyor. Gidiyor kadın yönetmen aksiyon filmi çekiyor.<br />

Dediği doğru dünya çapında genelleme yaparsak kadın yönetmenlerin<br />

sayısı yüksek.<br />

Orhan Kılıç: Almanya’da üç tane kadın yönetmen sayamam. Fransa’da<br />

da sayamam, İtalya’da da sayamam.<br />

1980 ve 90’nın ikinci yarısına kadar Türk sinemasında feminizmin ayak<br />

sesleri çokça duyuluyordu. 2000’lerin sonunda sinemada bu anlamda bir<br />

geriye adım atıldı bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Ayça Varlıer: Valla ben dizi sektörüne bağlıyorum. Ve dizi sektöründe<br />

inanılmaz derecede popülizm var. Şu anda dizi sektörü, sinema sektöründen<br />

çok daha önde gidiyor. Ve dizi sektöründe yapılan hikayeler<br />

bu anlamda kadını ikinci plana atıyor, hep mağdur olan, hep ezilen, hep<br />

dövülen, ensest ilişkiler... Ya da entrikaların içinde. Bu konular dizi sektöründe<br />

ele alındığı için o sizin bahsettiğiniz 80’lerde kadın kimliğinin<br />

daha ön plana çıktığı, daha feminist ve protest duruşu engelliyor. Çünkü<br />

para burada.<br />

Peki kişisel olarak bu tür roller olsa size gelse, siz kabul edebilir misiniz?<br />

Ayça Varlıer: Ben hiç feminist bir kadın değilim, öyle bir şeyim yok. Ama<br />

sonuçta kadın ille ezilen, dövülen, tecavüze uğrayan değildir. Kendimiz<br />

söyledik bir sürü kadın yönetmenlerimiz var. Şu anda kadınlar belki<br />

erkeklerden daha çok para kazanmaya başladı, ekonomik statüleri<br />

birazcık daha dengelenmeye başladı. Kadınlar kimlik bulmaya başladılar<br />

2000’li yıllardan sonra. Tabii Doğu Anadolu’dan bahsetmiyorum. Bizim<br />

camiadan, daha şehirsel hayattan bahsediyorum. Bu neden işlenmiyor?<br />

Biraz kültürel etkenlerden. Ağlatan para kazandırır, ajitasyon para<br />

kazandırır. Bütün okuduğum senaryolarda görüyorum, kadın tiplemeleri<br />

aşağı yukarı aynı. İlle güzel kadın, jönfi olmak zorunda değil. Dünyada<br />

artık böyle bir şey yok. Yurtdışındaki dizileri seyredin, illa jönfi ya da jön<br />

kalmadı, tam tersi. Dünya artık doğala dönüyor. Hollywood da doğala<br />

dönüyor. Bizde ille bir tipleme, siyah saçlı olacak. Bir Türk kadını tipleme-


tiplemesi vardır ki ben onun çok dışındayım o<br />

yönden dezavantajlarım var kendi adıma söyleyeyim.<br />

Olabilir. Ama maalesef dediğiniz konu<br />

sektörle alakalı. Mainstream müzik furyası varsa,<br />

mainstream dizi furyası varsa sinema da bundan<br />

etkileniyor bence. Ama bu beş, on sene sonra<br />

daha bir oturacak herhalde, daha fazla kimlik<br />

sahibi olacağız inşallah.<br />

Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?<br />

Orhan Kılıç: Türkiye’deki sinema tarihine bakmak<br />

lazım. Yönetmenlerin, oyuncuların tarihine<br />

bakmak lazım, bütün bunların dışında<br />

coğrafyaya bakmak lazım. Ortadoğu,<br />

şarktayız. Birini diğerinden soyutlayıp<br />

alamayız. Bence tüm bunlara rağmen<br />

cumhuriyetin kurulmasıyla beraber<br />

hatta 1800’li yılların sonlarından<br />

başlayarak gelen bir kadın hareketi<br />

vardır. Halide Edipler isimlerini<br />

bilmediğim çok sayıda insanlar, çok<br />

sayıda kadın şairlerimiz var. Bunlar<br />

henüz bilinmiyor. Biz herşeyi cumhuriyetle<br />

başlamış farzediyoruz ve bu<br />

doğru değil. 1800’li yılların sonunda<br />

da vardı kadın öğretmenler, artık<br />

öğretmenlik yapabiliyorlardı, muallim<br />

olabiliyorlardı. Osmanlı’nın son<br />

dönemlerinde kadın uyanışı diye bir<br />

şey başlıyor. Ben Avrupa’yı görmüş,<br />

yaşamış ve sindirmiş bir adam olarak<br />

bunu söylüyorum, komplekse gerek<br />

yok. Avrupa bizden belki bir adım ileri<br />

bazı konularda. Seçme seçilme hakkı<br />

verildiği zaman İsviçre’de böyle bir<br />

durum yok.<br />

Avrupa’yla karşılaştırdığımızda öyle de 80’lerle<br />

2000’lerin karşılaştırılmasında kadın oyunculuklar<br />

anlamında siz bir şey görmüyor musunuz?<br />

Orhan Kılıç: Ayça biraz önce söyledi, sinema<br />

olayı televizyon dizilerine döndü artık. Ve burada<br />

ben kadınların azınlıkta olduğuna inanmıyorum.<br />

Hangi yapımcıya giderseniz gidin, hangi kanala<br />

giderseniz gidin size “Kadın hikayesi tutuyor”<br />

diyor. Sayalım dizileri isterseniz kaç tane erkek<br />

hikayesi var Kurtlar Vadisi’nin dışında. Kadınları<br />

nasıl kullandığımız önemli bu dizilerde. Evet<br />

Ayça’nın dediği gibi ağlak acı çeken... Bunlar<br />

belki bir durumu anlatmanın arabeskleştirilmiş,<br />

kolaylaştırılmış hali ama kadınlar yine ağırlıkta.<br />

Kadın hikayeleri anlatılıyor TV’lerde. Fakat onların<br />

arkasında duran ideolojik tavır belki de değişti; o<br />

zaman bir ideolojik tavırdan yola çıkılıyordu. 80<br />

ihtilali ve sonrasında gelen bir duruş, aykırı duruş,<br />

ideolojik bir durum vardı 2000 yılına kadar. Müjde Ar<br />

da bundan payını almıştır, negatif veya pozitif. Ama<br />

Müjde Ar’ı Müjde Ar yapan o filmlerdir. Şu anda yine<br />

kadınların sıkıntıları anlatılmakta. Kahramanlık filmi<br />

yok mesela, bir Polat Alemdar var yıllardan beri o<br />

artık evimizin erkeği hiç bir şey dediğimiz yok ama<br />

onun dışında kadınlardır her zaman ön<br />

planda olan. Ama nasıl lanse edildikleri<br />

önemli. Muhteşem Yüzyıl dekoltelerle,<br />

Beren Saat’in oynadığı yeni dizi tabii ki<br />

kadının şurasıyla burasıyla, arkadaki<br />

ideolojik durum yok artık. Orada bir tek<br />

şey var kapital; Das Kapital. Türkiye’de<br />

kadın davamız da her davamızın<br />

olduğu gibi, paraya daha çok paraya<br />

boyun eğmek zorunda. Bütün ananelerimiz,<br />

bütün değerlerimiz, verdiğimiz<br />

bütün savaşlar para karşısında eziliyor<br />

ve ezilmeye devam edecek.<br />

Filminiz vizyona girecek, benim size<br />

sormadığım fakat izleyiciler için sizin<br />

söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />

Orhan Kılıç: Bizim tarihimiz bir türlü<br />

aktarılamayan bir tarih maalesef. Burada<br />

sadece özel sektörün suçu yok,<br />

burada devletin çok büyük suçu var.<br />

Neye sahip çıkacağına, neye sahip<br />

çıkmayacağına bir türlü karar veremiyor.<br />

Sahip çıktığı şeyi de idelojilerle<br />

karıştırıyor, bu her devirde böyle. Kim iktidarsa ona<br />

göre yaptırmaya çalıştılar. Biz bu filmde okyanustan<br />

bir damlayı aldık sadece. İşte okyanusun bu<br />

damlasını seyretmek isteyenler için güzel bir enstantene<br />

olacak. Güzel bir şey ortaya çıktı, inşallah zevk<br />

alarak izlerler.<br />

Ayça Varlıer: Ben seyretmediğim için o konuda bir<br />

şey söylemeyeceğim ama çok duygulanarak çektim<br />

bu filmi. Bir çok sahnede duygularıma yenik düştüm;<br />

bir tek ben değil bütün ekip bunu kalben yaptık. Sorumluluk<br />

taşıdığımız bir iş. Şehit olmuş 63 öğrencinin<br />

anısına karşı sorumluluk hissediyoruz. Seyirciden<br />

önce bizim bence taşıdığımız sorumluluk bu. O<br />

sorumluluğu yerine getirirsek ben “Oh” diyeceğim.


n Sony’nin, Ejderha Dövmeli Kız’ın<br />

ikinci bölümünde Daniel Craig’i<br />

oynatmayabileceğine yönelik söylentiler<br />

artıyor. Prodüksiyon firmasının<br />

bu bölümde bütçeyi düşük tutmayı<br />

hedeflediği, Craig’in istediği ücretin ise<br />

bu hedefe pek uygun olmadığı söyleniyor.<br />

Yönetmen David Fincher,<br />

Prodüktör Scott Rudin ve Senaryo Yazarı<br />

Steve Zaillian’dan vazgeçmek istemeyen<br />

şirket, Skyfall’ın 1 milyar doları aşan<br />

sansasyonel gişe hasılatından sonra<br />

fiyatını artıran Daniel Craig için ise aynı<br />

şeyi düşünmüyor olmalı...


n Bu yaz Süpermen yine dünya<br />

semalarında süzülecek. 21 Haziran’da<br />

gösterime girmesi planlanan Man of<br />

Steel’de Süpermen’i canlandıracak Henry<br />

Cavill ağır bir mirası devralıyor. Kült<br />

dizi The Tudors ve Ölümsüzler 3D (Immortals)<br />

filminden sonra Hollywood’da<br />

yükselişe geçen Cavill aslında oldukça<br />

zor bir yükün altına girmiş bulunuyor,<br />

çünkü önünde 1978-1986 yılları<br />

arasında dört filmle beyaz perdede<br />

Süpermen efsanesini yaratan Christopher<br />

Reeve gibi bir başarı öyküsü var.<br />

Henry Cavill’den önce süper kahramanı<br />

en son 2006 yılında Brandon Routh<br />

canlandırmış; yıldız yönetmen Bryan<br />

Singer’a rağmen Superman Returns<br />

tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Çok<br />

az kişinin bildiği ise Brandon Routh’tan<br />

önce dünya çapında bir yıldızın<br />

Süpermen’liğe soyunduğuydu. Süpermen<br />

giysileri içindeki Nicolas Cage’in<br />

geçtiğimiz günlerde ilk kez yayınlanan<br />

fotoğrafı, yönetmenliğini Tim Burton’ın<br />

yapacağı ama hiç çekilmeyen Superman<br />

Lives filminde işlerin ne kadar ciddiye<br />

bindiğinin göstergesi gibi. O zamanlar<br />

Warner şirketi projeye milyonlarca dolar<br />

ayırmış ancak daha sonra filmin yeteri<br />

kadar başarılı olamayacağı düşüncesiyle<br />

geri çekilmişti. Warner yöneticilerinin bu<br />

kararında özellikle filmin senaryosunun<br />

etkili olduğu söyleniyor. İddiaya göre<br />

bağımsız filmlerin kralı Kevin Smith,<br />

Superman Lives’de tüm zamanların en<br />

karanlık ve en aykırı Süpermen karakterini<br />

yaratmış, bu da şirketi herşeyden<br />

vazgeçecek kadar korkutmuş.


n Sin City’nin ikinci bölümünde<br />

Fransız oyuncu<br />

Eva Green’in rol alacağı<br />

kesinleşti. Aralarında Angelina<br />

Jolie’nin de bulunduğu<br />

diğer adayları geride bırakan<br />

32 yaşındaki Eva Green, Sin<br />

City: A Dame To Kill For’da<br />

çizgi romanın Femme Fatale<br />

karakteri Ava Lord’u<br />

canlandıracak. Bu güzel<br />

kadın yüzünden ölümcül bir<br />

oyuna bulaşan fotoğrafçıyı<br />

ise Josh Brolin oynayacak.<br />

2005 yılındaki Sin City’nin<br />

ilk bölümünde olduğu gibi<br />

yönetmenliği yine Robert<br />

Rodriguez ve Frank Miller<br />

yapacak. Eski ekipten Mickey<br />

Rourke, Jessica Alba ve<br />

Bruce Willis aynen devam<br />

ederken Joseph Gordon-<br />

Levitt, Ray Liotta ve Juno<br />

Temple de onlara katılacak.


n Wesley Snipes bugünlerde<br />

hapisten çıkacağı 19<br />

Temmuz 2013’ü iple çekiyor.<br />

Vergi kaçırma suçundan<br />

hüküm giyen ünlü sanatçı<br />

9 Aralık 2010 yılından beri<br />

New York City’nin 400 km<br />

kuzeybatasında, Kanada<br />

sınırı yakınlarındaki McKean<br />

Hapishanesi’nde cezasını<br />

çekiyor. Aslında üç yıl hapis<br />

cezasına çarptırılan Wesley<br />

Snipes iyi halden dolayı<br />

erken salıverilecek. Snipes<br />

hapisten çıkar çıkmaz<br />

2006’dan beri yılan hikayesine<br />

dönen ve son sahnelerini<br />

bir türlü çekemediği Gallowwalkers<br />

filmini bitirecek.<br />

Hemen ardından da Sylvester<br />

Stallone’nin ısrarıyla<br />

The Expendables 3 (Cehennem<br />

Melekleri) ekibine<br />

katılması bekleniyor. Tabii<br />

hayranlarının kendisinden<br />

yeni bir Blade beklediğini<br />

söylemeye hiç gerek yok.


n Bu ay vizyona giren Zero Dark<br />

Thirty ve Lilcoln filmleri çok ses<br />

getireceğe benziyor. Liderlerin<br />

hayatlarını anlatan filmlerde Zero<br />

Dark Thirty El Kaide lideri Usame<br />

Bin Ladin’in hayatını anlatıyor,<br />

diğeri de adı üstünde Amerika’nın<br />

16. Başkanı Lilcoln’ü…<br />

Diğerlerine de göz atalım dedik…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

Zero Dark Thirty<br />

11 Eylül’ün katilleri Amerika<br />

halkında yeni bir korku<br />

ve nefret psikolojisinin<br />

doğmasına neden oldular.<br />

11 Eylül saldırılarının<br />

arkasındaki örgüt El<br />

Kaide’nin lideri Usama bin<br />

Ladin’in yakalanması ve<br />

öldürülmesi için Pentagon<br />

ve CIA’in yüksek düzeyde<br />

bir işbirliğiyle yaptığı operasyonun<br />

konu alındığı filmin<br />

başrollerini Joel Edgerton<br />

,Jessica Chastain , Chris Pratt , Mark Strong<br />

ve Jennifer Ehler paylaşıyor. The Hurt Locker<br />

filmiyle Oscar Ödülü kazanan yönetmen Kathryn<br />

Bigelow, bu film de Bin Laden’in ölümüne<br />

kadar yaşanan zamanın kronolojik olarak<br />

altını çiziyor.<br />

Lilcoln<br />

Film, Amerika Birleşik Devletleri’nin 16.<br />

Başkanı olan ve kuzey eyaletlerinde 1861-1865<br />

yılları arasında yaşanan iç savaşa öncülük<br />

eden Lincoln’un son dönemlerine ışık tutuyor.<br />

İç Savaş’ın hararetli günleri geride kalınca,<br />

Abraham Lincoln ile kabinesi arasında fikir<br />

ayrılıkları da su yüzüne çıkacaktır. En ciddi<br />

görüş ayrılığı ise kölelik konusunda


yaşanacaktır. Senaryosunu Pulitzer Ödüllü<br />

tarihçi Doris Kearns Goodwin’in çok satan<br />

kitabından ödüllü senarist Tony Kushner’in<br />

(Münih (Munich) uyarladığı yapımın baş<br />

rolünde Daniel Day-Lewis yer alırken, yönetmen<br />

koltuğundaysa Steven Spielberg oturuyor.<br />

12 dalda Oscar’a aday olan film Altın<br />

Küre’de sadece Daniel Day-Lewis’e “En İyi<br />

Erkek Oyuncu” ödülünü getirdi.<br />

Stalin<br />

Tarihin en merak edilen ve en<br />

gölgede bırakılan karakterlerinden<br />

Sovyet lider Joseph<br />

Stalin’in hayatını anlatan<br />

film, konusunun yanı sıra<br />

gösterişli Kremlin Sarayı’nın<br />

içinde gerçekleştirilen<br />

çekimleriyle de Stalin<br />

hakkında yapılan diğer<br />

yapımlardan ayrılıyor. Ivan<br />

Passer’ın yönetmenliğini<br />

üstlendiği Stalin, Sovyet<br />

Devrimi’nin öncüsü Vladimir<br />

Lenin, Stalin’in eskiden yoldaş sonrasında<br />

da düşman olduğu Leon Trotsky ve Nikita<br />

Khrushchev gibi karakterleriyle de ünlü liderin<br />

kariyerinin ve duruşunun bilinmeyen yanlarını<br />

ekrana taşıyor. Oscar’lı Robert Duvall’ın<br />

başrolünü üstlendiği Stalin, oyuncuya bir de<br />

Altın Küre kazandırırken, filmin senaristini de<br />

Altın Küre sahibi yaptı. 1992 yılında çekilen<br />

filmin süresi 166 dakika.<br />

Michael Collins<br />

Bir grup isyancı 1916 yılında İrlanda’da Dublin<br />

Posta Binası’nı kuşatarak başkaldırıda bulunur.<br />

Bu isyancıların<br />

başında Eamon De<br />

Valera vardır ve<br />

kurtulan tek kişidir.<br />

İrlanda, çok uzun<br />

yıllardır İngiltere’nin<br />

yönetiminden kurtulma<br />

çabasında,<br />

bağımsızlık mücadelesi<br />

vermektedir.<br />

Bu olayda söz<br />

konusu liderin tüm<br />

destekçileri hapse


girerler. Bir tanesinin kader çok farklı ilerler.<br />

O da Micheal Collins’tir. O hapisten<br />

kurtulduğunda isyana dair başka bir bakış<br />

açısı ile ortaya çıkar. Bu işte onunla olan yol<br />

ve daa arkadaşı Harry Boland ile beraber<br />

İrlandalı Gönüllüler harekatına ön ayak olur.<br />

Terörist saldırılar, gerilla savaşı ve bir casusluk<br />

operasyonunu birlikte planlayıp başlatan<br />

Collins, fazla zaman geçmeden İngiliz hükümetini<br />

zora sokup, sıkıştırıverir. Artık Cumhuriyet<br />

doğmuştur ve bu yolda Collins bir<br />

kahraman ilan edilir. Ancak tam da o noktada<br />

De Valera, kendini ortaya atarak karşı savunma<br />

başlatır. Neil Jordan bir kez daha İrlanda<br />

meselesi üzerine yoğunlaşıyor bu filmde.<br />

Liam Neeson ve Julia Roberts başrolde.<br />

Gandhi<br />

20. yüzyılın ilk<br />

yarısında İngiliz<br />

sömürgesi altındaki<br />

Hindistan’da geçen<br />

film, bağımsızlık<br />

mücadelesi için<br />

İngiliz yönetimine<br />

karşı “Pasif Direniş”i<br />

örgütleyen Mahatma<br />

Gandhi’nin<br />

hayatından bir kesit<br />

anlatıyor.En iyi biyografik<br />

çalışmalardan<br />

biri olarak kabul edilen<br />

Gandhi, 11 dalda aday olduğu Oscar ödüllerinden<br />

“en iyi film” ve “en iyi yönetmen”<br />

dahil tam 8 ödülle döndü. Gandhi rolünde<br />

sinema tarihinin en iyi performanslarından<br />

birine imza atan usta oyuncu Ben Kingsley’nin<br />

ise “en iyi erkek oyuncu” dalında heykelciğe<br />

uzanmasıysa pek zor olmadı. Cenaze sahnesinde<br />

yaklaşık 300.000 kişinin yer almasıyla<br />

da bir film sahnesinde yer alan en kalabalık<br />

insan sayısı rekorunu da elinde bulunduran<br />

film, çarpıcı sahneleriyle hafızalardan silinmeyecek<br />

bir yapıt.<br />

Malcolm X<br />

Babası Klu Klux Klan tarafından öldürülen<br />

Malcolm, gençlik yıllarında sokak çetelerinin<br />

arasına karışır. Hırsızlık gibi adi suçlarla<br />

yaşamını sürdüren Malcolm sonunda hapse


düşer. Burada İslam öğretisi ile tanışan Malcolm<br />

bir aydınlanma yaşar ve hayatını değiştirmeye<br />

karar verir. Hapisten çıktıktan sonra kendisini<br />

insan hakları savunuculuğuna ve siyah<br />

yurttaşların sözcülüğüne adar. Spike Lee’nin<br />

yönettiği filmde Denzel Washington başrolde.<br />

Che<br />

Uzunluğu dolayısıyla<br />

‘Che’ filmini ikiye bölen<br />

Steven Soderbergh, ilk<br />

bölüm ‘The Argentine’de<br />

Küba Devrimini ele<br />

alıyor. 19<strong>56</strong> yılında Fidel<br />

Castro aralarında o zaman<br />

doktor olan Ernesto<br />

Che Guevera’nın<br />

da bulunduğu bir<br />

grup isyancıyla<br />

Küba’ya yelken açar.<br />

Amaçları Amerika’nın<br />

desteklediği diktatör<br />

Batista Rejimi’ni devirmektir. Savaşçı ruhu<br />

ve insanları etkileme gücüyle Che çok kısa<br />

zamanda Küba’da geniş bir hareket başlatır.<br />

Doktorluktan geniş kitlelerce desteklenen bir<br />

devrimciye dönüşmüştür. Başrolünde usta<br />

oyuncu Benicio Del Toro’nun oynadığı Che’nin<br />

ilk filmi The Argentine, oyuncuya Cannes Film<br />

Festivali’nde ‘en iyi erkek oyuncu’ ödülünü de<br />

kazandırmıştı.<br />

Veda<br />

Gazi Mustafa Kemal<br />

Atatürk’ün Salih Bozok<br />

ile Selânik’te<br />

çocukluktan başlayan<br />

arkadaşlığı önce<br />

silâh arkadaşlığına<br />

sonrasında cumhuriyetle<br />

birlikte aynı ideallerin<br />

peşinde yürüyen<br />

yarım asırlık dostluğa<br />

ve ölene kadar süren<br />

kardeşliğe dönüştü.<br />

Veda, Salih Bozok’un anlatımıyla, bu dostluğun,<br />

Atatürk’ün hayatının dönüm noktalarının,<br />

vatanı kurtarmak için ölüme meydan okuyan<br />

bir kuşağın komutanının hikâyesi. Zülfü<br />

Livaneli’nin yönettiği film 2010 yapımı bir film.


Bundan sonra <strong>Cinedergi</strong> dizi dünyasının da nabzını tutacak.<br />

Buket Kahraman sorularıyla dizi yıldızlarını terletecek. İşte ilk<br />

konuklarımız, Leyla ile Mecnun’un yıldızları burada...<br />

n Eflatun film Onur Ünlü’nün yapımcılığını<br />

üstlendiği, Senaryosunu Burak Aksak’ın<br />

yazdığı, Yönetmenliğini Murat Onbul’un<br />

üstlendiği dizi “Leyla il Mecnun” temel<br />

olarak efsanevî karakterler olan Leylâ ile<br />

Mecnun’un hikayesi üzerine kurgulanmış bir<br />

komedi dizisi.<br />

TRT 1’in pazartesi akşamları yayınlanan<br />

fenomen dizisi “Leyla İle Mecnun”u çekimlerin<br />

yapıldığı Sarıyer’de ziyaret ettik. Dizinin<br />

yıldızları Star gazetesine çok samimi itiraflarda<br />

bulundu.<br />

Serkan Keskin (İsmail ağabey)<br />

Çekimler nasıl geçiyor?<br />

Çekimlerimiz çok yoğun geçiyor.Uuzn zamandır hep<br />

birlikte olduğumuz sahneler olmamıştı bugün hep<br />

birlikteyiz.Özlemişiz birbirimizi.<br />

İsmail abinin en çok hangi yönü ilgini çekiyor?<br />

Hayatta hiç bir şeyi sallamaması, umut ediyor<br />

olması, iyi niyetli olması, dürüst, güvenilir olması.<br />

Aslında hepimizin hayalini kurduğu bir insan şekli.<br />

Hayali bir adam böyle bir admın dünya üzerinde<br />

olduğunu tahmin edemiyorum. İçinden ne geliyorsa<br />

onu yaparak yaşayayan bir adam.Kompleksi olma-


yan biri.İçinde çok fazla acısını çektiği şey var.<br />

Babası gitti aşık olduğu kadın gitti. Ama buna<br />

rağmen daha umutlu bakıyor hayata.Mahalle<br />

içindeki en kendi başına olan adam.işsiz biri.<br />

İsmail abi ne kadar açık olsada kendi içinde bir<br />

gizemi var..<br />

Geçmişine dair bir takım şeyleri biliyoruz ama halen<br />

nerde oturuyor bilmiyoruz. Nasıl bir evi olduğunu o<br />

elbiseleri nerden bulduğunu bilmiyoruz.<br />

Hemen sorayım o zaman neden hep renkli takım<br />

elbiseler giyiyor?<br />

Annesi terkettiği zaman babasına annem bizi<br />

neden terketti diye soruyor. Babasıda daha renkli<br />

bir hayat istediği için gittiğini söylüyor. İsmail’de<br />

daha renkli bir hayatımız olsaydı kalırmıydı diyor.<br />

İşte O günden beri annesi tekrar döner umudu ile<br />

hep renkli takımlar giyiniyor.<br />

Diziye duyulan ilgiden memnun musun?<br />

Çok seviliyor.Çok mutluyum.Daha çok sevilmesi<br />

için gösterdikleri ilgiye layık olmaya çalışıyoruz.<br />

İnsanların bukadar çok ilgi gösterdiği bir dizide rol<br />

almak çok güzel bir şey. Bu güzel ama bir sürü<br />

insan benim “İsmail ağabey” gibi olmamı istiyor.Ben<br />

sette İsmail ağabey’im dışarda sadece Serkan’ım.<br />

İnsanlar bazen İsmail ağabeymişim gibi reaksiyon<br />

göstermemi bekliyorlar sonra göremeyince hayal<br />

kırıklığına uğrayabiliyorlar. Üzülenler oluyor hatta<br />

niye gülmüyorsun niye mutsuzsun diye soranlar<br />

oluyor.<br />

Dizinin bukadar çok izlenmesinin nedeni nedir?<br />

Mahalle’de yaşanan olaylardan beslenmesi aile<br />

arkadaş dostluk dürüstlük kavramlarına önem vermesi,<br />

şimdiye kadar olanın dışında farklı bir anlayış<br />

farklı bir dizi. Her bölümde söylenmesi gerekeni<br />

kendi dili ile söylüyor. Her şeyi kendi sinerjimiz ile<br />

yapıyoruz televizyon dünyasında olması gerektiği


gibi değil. Bir kaygı ile değil içimizden geldiği gibi<br />

yapıyoruz.<br />

Müzikle de ilgileniyorsun..<br />

Evet kendi aramızda bir şeyler çalıyoruz söylüyoruz.<br />

Seviyorum. Kendi aramızda eğleniyoruz.<br />

Dizi dışında uğraştığın bir şey var mı?<br />

Tiyatro yapıyorum.Her cuma cumartesi günleri<br />

oynuyoruz. Kocamustafa paşa çevre tiyatrosu kendi<br />

sahnemiz. Semaver Kumpanya. Onur Ünlü ile geçen<br />

yaz çektiğimiz bir sinema filmi var “Sen aydınlatırsın<br />

geceyi” henüz vizyona girmedi.<br />

Osman Sonat (Yavuz)<br />

Senaryoyu gördünüz ve,,,<br />

Beni projeye istediklerinde inanmadım. Senaryoyu<br />

okuduğumda şaka yaptıklarını sandım.Hatta bir ara<br />

Enis bey tabiki Türkiyenin hiç bir yerinde böyle bir<br />

senaryo çekilmeyecek bizim asıl senaryomuz şudur<br />

diceklerini düşündüm.<br />

Neden kabul ettin..<br />

Bunun hemen öncesinde eşimle konuşuyordum hiç<br />

olmayacak mı böyle farklı bir iş gelse oynasam. Türkiye<br />

de ilk defa denenen bir şey olsa diye. Hatta çok<br />

mu hayal kuruyorum diye düşündüm. Bir hafta sonra<br />

bu proje geldi.<br />

Yavuz nasıl biri..<br />

Yavuz yaptığı şeyleri açık eden. Yüzsüz. Yaptığı<br />

şeyi çok normalmiş gibi gösteren çalışan bir hırsızdı.<br />

Kendini performans sanatçısı olarak ilan ediyordu.<br />

Mahalleli ile yakınlaşmaya başladığında arkadaş<br />

olduğunda çok farklı yönleri ortaya çıkmaya başladı.<br />

Bütün becerilerini arkadaşları içinde kullanabildiği<br />

gerçeği ortaya çıktı. Sonra sempatikleşmeye başladı<br />

sonra aşık oldu. Aşık olmalarıyla çok romantik bir<br />

tarafı ortaya çıkmaya başladı.Kitap şiir okumaya<br />

başladı.Şuanda Eylül’e aşık.<br />

Sürekli değişen bir aşk çemberi var dizide..<br />

Bizim bayan kadromöuzda biraz değişiklikler oluyor<br />

her yıl değişik sebeplerden. Özellikle Leyla çok<br />

değişti.Ondan mütebellit herkesin baştan bir aşık<br />

olma süreçleri oluyor. Yeni Leyla Melis Birkan çok<br />

çabuk adapte oldu diziye biz çok seviyoruz.Bizim<br />

dizide erkek takımı çok sahiplenildiği için onların<br />

karşısına çıkan kadınlar kolay kabul edilmiyor.<br />

Kıskanılıyor biraz.Seyirci kıskanıyor.Bu sene biraz<br />

daha kabul edilebilir hale geldi.Hikaye de ona göre<br />

yürüdğü için sıkıntı yaşamıyoruz şuanda.


Cengiz Bozkurt (Erdal Bakkal)<br />

Leyla ile Mecnun abzürt bir komedi..<br />

Biz hiç öyle bir şey demedik başkaları öyle dedi.<br />

Biz bir mahallenin komedisini yapıyoruz. Karakterleri<br />

anlatıyoruz. Bu insanların dünyayı algılayışları<br />

farklı olduğu için hayatta bazı şeylere verdiği reaksiyonlar<br />

alışagelmişin dışında oluyor. Bu da insanlarda<br />

gülme hissi yaratıyor. Abes komedi diyebiliriz.<br />

Dizimizde eleştirmejk istediğimiz bazı şeyleri<br />

eleştirebiliyoruz. Şiddetle alakalı hayvanseverlerle<br />

alakalı mesajlar veriyoruz. Bir katagoriye koymak<br />

gerekirse gülme efektsiz komedi diyebiliriz.<br />

Erdal Bakkal marka oldu mu?<br />

Onu bilmiyorum ama dizinin izleyicilerinin gönüllerinde<br />

taht kurdum. Herkesin favori karakteri vardır.<br />

Benimde İsmail ağabeyi çok seviyorum.<br />

Dizide ki erkek dayanışmanız çok güzel..<br />

Bizim dizinin dili erkek dili. Dizi geldiği aşamada<br />

Mecnun ile Leyla oldu. Leylalar değişiyor Mecnun<br />

sabit. Bunun için zaten erkek bakışı var.Senaristimiz<br />

Yönetmenimiz genel kordinesini Onur Ünlü ediyor.<br />

Erkek bakış açısı tabiki var. Ekeklerinde duygusal<br />

olabildiğini erkeklerinde açılmakta zorluk çektiğini<br />

bu hayatın yükü altında ezildiğini toplumun onlara<br />

çok yük verdiğini. İstatistikler intihar oranını erkelerde<br />

iki katı olduğunu gösteriyor. Kadın seyircimizde<br />

çok fazla erkelerin o açılamayışlarını izlemeyi seviyorlar.<br />

Liseli gençler geliyor. Ağabey ilk defa sizin<br />

sayenizde duygusal bir erkek olduğumu farkettim.<br />

Bazı sahnelerde ağlıyorum diyen bir sürü genç<br />

çocuk var.<br />

Erdal bakkal nasıl biri..<br />

Erdal bakkal paragöz bir adam ama aynı zamanda<br />

aileci bir adam. Eşi nurtene lise yıllarında kazara<br />

aşk oluyor. Aşk denen şey sonradan gelen şeydir<br />

diyen adam işte.Önce evlenirsin sonra aşık olursun<br />

diyen adam Erdal bakkal. Mahalleyi seven mahalleden<br />

çıkınca hiç bir şey yapamayacak biri. Mahallede<br />

değer bulan.<br />

Leyla ile Mecnun’u diğer dizilerden ayıran nedir?<br />

insanlar aynı tür dizilerden sıkıldılar. Farklı bir<br />

şey arıyorlarmış. Mizh dergileri ile kuşaklar boyu<br />

büyüyyen iki üç nesil var. Abes komediyi tuhaf<br />

komediyi mizah dergilerinde gören ve seven. Ve<br />

bunların karşılığını hiç bir zaman televizyonda<br />

bulamamıştı belki de biz ona karşılık geldik ilk defa.


Murat Onbul (Yönetmen)<br />

Dizide sürekli yönetmen ve Leyla değişiyor..<br />

Onur Ünlü diziyi çekti 17.Bölüme kadar sonra<br />

ben geldim.Daha sonra ben gittim sitcom<br />

çektim.Başka bir yönetmen geldi. Bu sezonun<br />

başında tekrar Leyla İle Mecnun yönetmen<br />

koltuğuna geri döndüm.<br />

Leyla’lar tek tek döküldü..<br />

İlk leyla Ezgi Asıroğlu malum olaylardan<br />

dolayı ayrıldı diziden. Daha sonrasındaki<br />

gelişmeler senaryo grubunun değişiklikleri ile<br />

alakalı.Bu sezonda Yeni Leyla Melis Birkan<br />

ile devam ediyoruz. Süpriz bir şarkı yaptık<br />

Ali Atay(Mecnun) ile birlikte önümüzde ki<br />

bölümde dinleyecekler. Ben Aliye albüm<br />

yapmasını söylüyorum. Kesinlikle yapmalı.<br />

Ben Ali Osman Serkan toplanınca şarkı<br />

yapıyoruz. Vay be diye bir şarkı yaptık albüme<br />

konulacak bir şarkı. Daha çok diziye<br />

hizmet eden şarkılar yapmaya çalışıyoruz.<br />

Ben klip yönetmenlğide yaptığım için sürekli<br />

müziklerlede uğraşmayı seviyorum. Bu dizi<br />

akıllı bir dizi zeki bir dizi. Seyirciyi küçümsemiyoruz.Yaptığımız<br />

esprinin kendimiz için<br />

komik olduğunu düşünmüyoruz.Seyirciyi aptal<br />

yerine koymuyoruz. Seyircide bunu görüyor.<br />

Algılarının ve hayal güçlerinin sınırlarını zorluyoruz.Bu<br />

da onların hoşuna gidiyor.<br />

Neslihan Aker (Gotik Leyla)<br />

Leyla ile Mecnun’u izliyordum. Çok beğeniyordum.<br />

Ve Onur hocaya mail attım. Bir gece ansızın Eflatun<br />

film^den mail geldi. Benimle tanışmak istiyorlarmış.<br />

Çığlık attım. Bir rol olduğunu düşündüm ve<br />

görüşmeye gittim. Bir rol olursa aklımızdasın dediler.<br />

Umudum yoktu. İki hafta sonra aradılar ve diziye<br />

dahil oldum. Başta bölümlüktü ama sonra çok iyi<br />

arkadaşlar var burada kalmama yardımcı oldular.<br />

Gotik Leyla nasıl bir karakter..<br />

Nurten’in almanyadan gelen yeğeniyim. Mecnun<br />

ile evlenmek üzere geldim. Nikah masasında<br />

Mecnun’u bırakıp başka birine kaçtım. Kaçtığım kişi<br />

sonra beni nikah masasında bıraktı. Tuhaf ve çok<br />

yalnız bir kız. Bu kızın böyle olmasında yalnızlığının<br />

etkisi var.Konuşmuyor.Söyleddikleri alt yazı olarak<br />

altta geçiyor. Benim diziye ilk dahil olduğum<br />

bölümde lafım vardı.Onur hoca başka bir şey yapmak<br />

istedi. Cengiz Bozkurt lafımı alt yazı şeklinde<br />

yapsak güzel olur diye Onur hoca ile konuştu.Onur<br />

hocanında hoşuna gidince öyle devam ettik.<br />

Nalan Kuruçim (Nurten)<br />

Erdal bakkal’ın karısıyım. Biraz karanlık bir kadın.<br />

Bunun nedeni bölümlerde kurgulanarak ilerledi.<br />

Bu da oyunculuk olarak fırsat veriyor. Erdal bakkal<br />

benim otoritemden korkuyor. Onur Ünlü ile çalışmak<br />

istiyordum. Ben gittim konuştum. Ve dâhil oldum.<br />

Çevremde bana Nurten abla diyorlar. Herkes bu<br />

karakterlerin bir yerinden bir şey yakalıyor.


n Sezon arası tatiline giren dizilerimiz, Ocak ayı itibariyle<br />

birer birer ekrana geri dönerlerken, bir taraftan<br />

da yeni dizilerin haberlerini almaya başladık. Yeni<br />

dizilerin bir kısmı yakın zamanda başlayacak (hatta<br />

bazıları siz bu satırları okurken başladı), bir kısmının<br />

başlaması için ise Nisan - Mayıs aylarına kadar beklememiz<br />

gerekecek. Yeni dizilerin dikkat çekenlerinden<br />

bahsetmeye başlamadan önce kış sezonunda<br />

ekranlarda daha çok “polisiye, suç, dram” dizisi<br />

izleyecek olduğumuzu belirtelim.<br />

İşte yeni dizilere dair size hazırladığımız rehber;<br />

Cult (The CW)<br />

Tarih: 19 Şubat<br />

Oyuncular: Robert Knepper<br />

(Prison Break, Carnivale),<br />

Matt Davis (The Vampire Diaries),<br />

Alana Toll (Supernatural),<br />

Jessica Lucas (Melrose<br />

Place)<br />

Konu: Jeff Sefton (Davis)<br />

takıntılı kardeşi Nate’in bir<br />

anda kaybolması üzerine Cult<br />

isimli TV dizisini araştırmaya<br />

başlar, zira kardeşi en son<br />

bu diziyle ilgili paronayalarından bahsetmiştir kendisine.<br />

Araştırmacı gazeteci Jeff Sefton’a bu mücadelesinde<br />

dizi ile ilgili şüpheleri bulunan araştırma<br />

görevlisi Skye(Lucas) yardım edecektir. Bu arada<br />

Cult ise, kült lider Billy Grimm (Knepper) ve LAPD


dedektifi Kelly Collins (Toll) arasındaki kedi - fare<br />

oyunu etrafında yoğunlaşan, fanatik hayranları bulunan<br />

(burada da bir “tarikat” durumuz söz konusu)<br />

kurgusal bir programdır.<br />

İzlenmeli çünkü; TV ekranlarından tanıdığımız,<br />

sevdiğimiz oyuncular bir arada bu projede. Ayrıca<br />

“kurgu içinde kurgu”ya sahip, gerçekliği sorgulayan<br />

farklı bir hikaye oldukça cezbedici geliyor<br />

kulağa.<br />

The Following (Fox)<br />

Tarih: 21 Ocak<br />

Oyuncular: Kevin Bacon, James Purefoy (Episodes),<br />

Maggie Grace (Lost), Natalie Zea (Californication,<br />

Justified)<br />

Konu: Sekiz yıl önce hapse attığı ve idamını bekleyen<br />

seri katil Joe Carroll (Purefoy) hapisten kaçınca,<br />

eski FBI ajanı - yeni alkolik Ryan Hardy (Bacon)<br />

yardıma çağırılıyor. Olaya Carroll’ın eski karısı (Zea)<br />

ile küçük oğlu, öldürmeyi başaramadığı son kurbanı<br />

(Grace) ve Carroll’ın takipçisi bir çeşit “tarikat”da<br />

dahil olunca zeka dolu bir kovalamaca başlıyor.<br />

İzlenmeli çünkü; içinde Kevin Bacon var! Ayrıca<br />

Edgar Allan Poe göndermeleri ve sağlam kadrosuyla<br />

sezonun en iddialı polisiyelerinden. Ve pilot<br />

bölüm ağzımızda biraz Luther tadı bıraktı.<br />

The Americans (FX)<br />

Tarih: 30 Ocak<br />

Oyuncular:<br />

Keri Russell,<br />

Matthew Rhys<br />

(Brothers &<br />

Sisters), Noah<br />

Emmerich<br />

Konu: 80’li<br />

yıllarda<br />

Amerika<br />

– Rusya<br />

arasındaki<br />

soğuk savaş<br />

döneminin<br />

Amerika’sında geçecek dizide, Amerikalı sıradan bir<br />

karı-koca gibi görünen ama aslında KGB ajanı olan<br />

bir çiftin hikayesini izleyeceğiz.<br />

İzlenmeli çünkü; her ne kadar soğuk savaş dönemine<br />

dair yüzlerle hikaye izlediysek de şu zamana<br />

dek, dizinin Homeland’ın ayak izlerini takip ettiğinin<br />

söylenmesi ve FX kanalının kötü dizi yapmaması<br />

(Charlie Sheen hariç) bizi şimdiden ikna etti.


Zero Hour (ABC)<br />

Tarih: 13 Şubat<br />

Oyuncular: Anthony Edwards (ER), Jacinda<br />

Barrett (Californication), Scott Michael<br />

Foster<br />

Konu: Paronormal olaylar üzerine dergi<br />

yazarlarlığı yapan Hank Galliston’ın (Edwards)<br />

antika saat koleksiyonu yapan<br />

karısı Laila Galliston (Barrett)bilinmeyen<br />

bir sebeple, bilinmeyen kişiler tarafından<br />

kaçırılınca; Hank’in kendi başına geleceğini<br />

tahmin bile etmediği bir korku ve gizem<br />

dolu bir kovolamaca başlıyor. İşin içerisine<br />

Naziler, dini öğeler, bulunması gereken<br />

12 saat ve çözülmesi gereken şifreler de<br />

girince karşımıza “Da Vinci Şifresi” tadında<br />

bir dizi çıkıyor.<br />

İzlenmeli çünkü; hep birlikte kabul edelim<br />

merakımıza yenik düşüyor ve komplo teorilerini<br />

izlemeye bayılıyoruz. Ve yine kendimize<br />

engel olamayıp izleyeceğiz bu diziyi<br />

de. Umudumuz sonunun “The Event” gibi<br />

olmaması yönünde.<br />

Defiance (Syfy)<br />

Tarih: Nisan 2013<br />

Oyuncular: Grant Bowler (True Blood, Ugly<br />

Betty), Julie Benz (Dexter, A Gifted Man),<br />

Tony Curran, Jaime Murray (Dexter, Spartacus),<br />

Mia Kirshner (The L World, The Vampire<br />

Diaries)<br />

Konu: Defiance; uzun yıllar devam eden<br />

savaşın ardından dünyada birlikte yaşama<br />

çabası gösteren uzaylılar ve insanların<br />

birlikte yaşama çabasını anlatacak olan bir<br />

“post-apokaliptik” dizi. Firefly (ya da belki<br />

de Battlestar Galactica) tadı alınabilecek


dizinin en ilginç tarafı ise dizi ile eş zamanlı<br />

devam eden bir MMO oyununun bulunacak<br />

olması<br />

İzlenmeli çünkü;Fringe’in final yapmasıyla<br />

izleyecek eli yüzü düzgün bir bilim-kurgu<br />

bulamıyoruz ekranlarda, bu dizi tam<br />

zamanında başlayacak. Ve hem kadro, hem<br />

de hikaye iştahımızı kabartıyor.<br />

Hannibal (NBC)<br />

Tarih: Mart ayında yayınlanacağı açıklanan<br />

dizi yaz aylarına bırakılmış görünüyor.<br />

Oyuncular: Hugh Dancy, Mads Mikkelsen<br />

(The Big C), Caroline Dhavernas (Off the<br />

Map), Laurence Fishburne<br />

Konu: “The Silence of the Lambs”in prequeli<br />

olacak dizi, FBI ajanı Will Graham<br />

(Dancy) ile Dr. Hannibal Lecter’ın (Mikkelsen)<br />

ilişkilerinin başladığı dönemi bize<br />

anlatacak.<br />

İzlenmeli çünkü; Dead Like Me, Pushing<br />

Diasies, Heroes , Wonderfalls gibi dizilerin<br />

yazarı Bryan Fuller iş başında! Kendine<br />

has kara-komedi tadında bir üslubu<br />

olan Fuller’in bu bilindik hikayeye nasıl<br />

bir yorum katacağı merak konusu. Ayrıca<br />

Mads Mikkelsen’ı Hannibal rolünde izlemek<br />

de ilginç bir deneyim olacak. Ve pek tabii<br />

Laurence Fishburne’ün varlığı da bizi ikna<br />

ediyor.


Bu hafta vizyona giren Mutlu Aile Defteri’nin başrol oyuncuları<br />

Goncagül Sunar ve Bülent Emrah Parlak filmlerinin izleyiciyi<br />

güldüreceğini ama yaralarını da kanatacağını söylediler...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Son dönem komedi filmleri furyası kendini<br />

gösteriyor sinemamızda. Bu suya sabuna dokunmayan<br />

komediler gişede iş yapıyor ama ne<br />

sinema adına ne de oyuncularımız için çok da<br />

şey ifade etmiyor. Bu hafta vizyona giren Mutlu<br />

Aile Defteri böyle bir komdi değil. Dramatik yapısı<br />

yerinde olan, kadrosu çok zengin bir yapım. Tuncel<br />

Kurtiz’in baba rolünde karşımıza çıktığı Mutlu<br />

Aile Defterin’de oğul rolünü oynayan Bülent Emrah<br />

Parlak ve gelini canlandıran Goncagül Sunar komedinin<br />

ciddi röportajını yaptılar. İki oyuncu da filmlerine<br />

çok güvendiklerini, izleyicinin gülerken toplumun<br />

değerlerini de yargılayacaklarını belirttiler.<br />

Senaryo size geldiğinde rolü kabul etmenizi tetikleyen<br />

şey ne oldu?<br />

Goncagül Sunar: Ayça’nın çok geride duran bir<br />

karakter olmasına rağmen kadroyu gördüğümde o<br />

kadronun içinde olmak istedim.<br />

Bülent Emrah: Benim için de kadrosu çok önemliydi.<br />

Tuncel Kurtiz’i duyduğum zaman çok sevindim.<br />

Bu işin babalarından olan, birlikte oynamak<br />

istediğim birkaç insandan birisidir. Bu filmde baba<br />

oğulu oynamak da benim için çok büyük bir fırsattı.<br />

Rol de çok hoşuma gitti. Oyunculuk jargonunda dişi<br />

diyebileceğimiz, her şeye açık bir rol. Ayrıca kadroda<br />

Binnur (Kaya) ve İlker’i (Aksum) duyunca da çok<br />

sevindim. Goncagül’ü daha önceden biliyordum<br />

onunla da çalışma imkanımız oldu. Kısacası kadro<br />

çok önemliydi.<br />

Filmde eski Yeşilçam komedilerinin havası var.<br />

Absürt komediden uzak bir film. Bu noktada değeri<br />

daha fazla. Filmin bir bütünlüğü var. Senaryoyu<br />

elinize aldığınızda bunu düşündünüz mü?<br />

Goncagül: Evet baktığınızda bütünüyle komedi<br />

filmi değildi. Aile faktörünün yoğun olduğu bir<br />

film. İşlenişi önemli, belki biraz daha farklı bir<br />

dil kullanılırsa daha tatlı bir anlatımı olabilir diye<br />

düşündüm. Dramatik yapısı da iyiydi. Aile içinde<br />

insanların birbirine güveni sarsılabilir diye bir durum<br />

da var. Okuduğumda bana böyle bir his geldi.<br />

Bülent Emrah: Daha önce de televizyonda 3- 4<br />

sene komedi yaptım ve seyirci beni öyle tanıdı.<br />

Ben yeni yapılan şeylere belli bir mizahı, belli bir<br />

dili varsa çok açık bakıyorum ve denenmesini<br />

istiyorum. Bazen deneniyor tutmuyor, anlaşılmıyor.<br />

Bence tüm bunlara rağmen hepsi denenmeli.<br />

Son dönemlerde birçok senaryo okudum ama<br />

bu senaryo içlerinde en farklısıydı. Basit olmayan<br />

bir akışı var. Yeşilçam’daki Bizim Aile, Aile<br />

Şerefi gibi filmlerdeki basitlik de var ama acaba<br />

nasıl çekilecek nasıl olacak dediğim yerler çok<br />

oldu. Bu durum da okuduğum andan itibaren beni<br />

heyecanlandırdı.<br />

Komedi aslında çok da siyasi bir filmdir çünkü<br />

eleştirileri en fazla tüketilecek şekilde veren türdür.<br />

Bizim sinemamızda komedi neredeyse o anlamda<br />

süzgeçten geçirilip üretilmeye başlandı. Fakat<br />

sizin filminizde bir baba, bir otorite var. Çocukların<br />

o otoriteyle savaşını en kaba haliyle iktidar ve halk<br />

savaşına kadar indirgeyebilirsiniz bu anlamda da<br />

siyasi bir alt metni de var filmin. Bu konuda ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Bülent Emrah: Toplumsal meselelerden kolaylıkla<br />

bir komedi çıkarılabiliyor. Ustalarımız da “Her<br />

komedinin içinde bir dram, her dramın içinde bir<br />

komedi vardır” der. Öyle olunca unutulmuyor. Bir<br />

de popcorn dediğimiz komediler var. Suya sabuna<br />

dokunmayan ama güldüren filmler. Temeli en<br />

sağlam olanı, bir şey anlatan filmler. Bu filmde<br />

de beni etkileyen şey söylediğiniz gibi otorite<br />

oldu. Biz hayatımızda ne kadar rahat bir aileden<br />

geldiğimizi söylesek bile bizim toplumumuz bazı<br />

otoritelerden oluşuyor. Bazı kurallarımız var. Biz o<br />

kuralları istemesek de kabulleniyor, bir süre sonra


iz de çocuğumuza, arkadaşlarımıza, çevremize yapıyoruz.<br />

Bunlar zincirleme giden şeyler. Beni en çok tavlayan temelin<br />

bir yere oturtulması, daha sonra zaten konu rahatlıkla çıkıyor.<br />

Goncagül: Evet, asker bir babanın çocukları olmak da kolay<br />

değil. Hayatta çok ters köşe tipler olmuşlar. İnceden bir kara<br />

mizah tarafı da var. O otoritenin etrafında idealize edilen<br />

çocuklar da olamıyor.<br />

Aile içi ilişkiler aslında çok problemli. İnsanların<br />

mutluluklarını, üzüntülerini çok belirliyor ve bu durum<br />

da kişiliklerine yansıyor. Türk aile yapısının sinemayla<br />

buluşmasında eksik olduğunu düşünüyor musunuz?<br />

Bülent Emrah: Dertleriyle beraber bir filmi anlatmak için<br />

özgürlüğün çok fazla olması gerekiyor ama bizim ülkemizde<br />

özgürlük çok kısıtlı. Birçok yerden müdahale edilip itiraz gelebiliyor.<br />

Tüm bu itirazlara rağmen o filmi yapabiliyorsan iş kült<br />

filmlere doğru gidebiliyor.<br />

Goncagül: Aile çok hassas bir konu. Türk aile yapısının ironisini<br />

yeterince görmüyoruz. Dizilerde de olmuyor bu. Maalesef<br />

bu özgürlüğe sahip bir ülkede yaşamıyoruz. Sorun buradan<br />

başlıyor.<br />

Cem Yılmaz’ın tiyatrosunun sinemada gösterimi var. Bana<br />

bunu sorduklarında çok olumlu bulmuştum. Bir sanatın halkla<br />

buluşması için her türlü yol kullanılabilir. Sinemasal anlamda<br />

baktığımızda ise bir takım problem ortaya çıkıyor. Bağımsız<br />

filmler veya başka komediler salon bulamazken bilmem kaç<br />

yüz kopya bir tiyatro oyununu perdede seyretmeyi tercih ediyor<br />

insanlar. Zaten rekor kırmış durumda. Burada bir sakatlık<br />

görmüyor musunuz?<br />

Bülent Emin: Bizim setimizde, oyuncuların durumunda,<br />

projelerde, herkesin birbiriyle yaşadığı ilişkilerde zaten bir<br />

sakatlık var. Biz kapitalist bir toplumda yaşıyor, gerekenleri<br />

yerine getirmeye çalışıyor ve popüler bir iş yapıyoruz. Politik<br />

deyince herkes geriliyor ama biz sohbet ederken bile içinde<br />

politika var. Bundan hep kaçındıkları için hep öteleniyor.<br />

Oyuncular arasında örgütlenme olursa o tip işlerin de önü<br />

açılacak ama zor çünkü ne kadar az maliyet o kadar çok kar<br />

bakış açısı uygulanıyor. İmkanım olursa bunu değiştirmek<br />

isterim.<br />

Goncagül: Anlattığın derdi çok göz önündeysen, çok popülersen<br />

dinliyorlar. Başka türlü çok zor. Böyle bir algı var ve<br />

bu algı nasıl kırılacak bilmiyorum. Sosyal medyanın etkisiyle<br />

günden güne daha çok artan bir durum bu. Başka biri tiyatroyu<br />

sinemaya taşısa kimse böyle bir işin yüzüne bakmaz.<br />

Bülent Emrah: Komedi sürekli değişen bir şey. 10 sene<br />

önce kahkahayla güldüğümüz şeye şimdi gülmüyoruz. Bazı<br />

ustalarımız güzel şeyler yapmışlar zamanla değişmiş bu algı.<br />

Şimdi diyorlar ki “Komedi algısını değiştirmeyin. Daha basit,<br />

daha ucuz işler yapın. At yere kendini seyirci gülsün. Gülsün


ve unutsun derdini seyirci...” Ama bilinçli biri de ”Ben onun<br />

derdini unutmasını istemiyorum derdini daha çok kanatmak<br />

istiyorum, kanatırken de güldürmeyi düşünüyorum” diyor.<br />

Güldürürken düşündürme çok eskidi gibi görünüyor ama<br />

hala geçerli.<br />

Türk sinemasında kadın olgusu hakkında ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Goncagül: Çok basit, sade kadın hikayeleri neden<br />

yazılmıyor. Kuaför bir kadının hayatı mesela. Basit anlatmak<br />

yerine fantastik olaylar katıp ana fikirden uzaklaştırıyorlar.<br />

Bu senaryolar yazılsa, bunların çok sağlam bir siyasi, politik<br />

tabanı olsa. Bu rolleri oynamak size rahatsızlık yaratmaz<br />

mı?<br />

Bülent Emrah: Benim açımdan senaryoyu okuduğumda<br />

içime sinerse hiç problem yok. Bu bir dönüşüm meselesi.<br />

Bir şeye faydamız olsun. Sanatçı toplumun değiştiricisidir<br />

denir ama hiçbir şeyi değiştirdiğimizi göremiyorum.<br />

Değiştireceksek hemen kabul edebilirim. Bazı şeyler biz<br />

fatura ödeyemediğimiz için değişmiyor. Yılmaz Güney bu<br />

ülkede bazı şeyleri değiştirdi. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge<br />

Ceylan da yapıyor. Halktan kopuk deniliyor ya... Halktan<br />

koparıldı zaten. Entelektüellerimiz biraz halkla birleşmeye<br />

kafa yormalılar. Biz popüler bir kanalda, popüler bir mizah<br />

programı yapıyorduk. Mizahın ana fikri varsa o zaten gidip<br />

yolunu buluyor. Sivas, Tokat, Hakkari, Trabzon bizi<br />

anladığı zaman “Tamam. Bunların üstüne bir şey daha<br />

koyacağız, kendimizi onlarla birlikte geliştireceğiz” diyorduk.<br />

Çünkü onların anlamadığı, onlardan kopuk bir şeyler<br />

yaparsak olmazdı. Burada bir gala yapıyoruz gelip izliyorlar,<br />

yazıyorlar ama bizi kimse duymuyor. O zaman da olmuyor.<br />

Onun olabilmesi için biraz yaklaşmak gerekiyor, bu bir adım<br />

aşağı atmaksa atalım, anlayacakları yerden anlatmaya<br />

çalışalım.<br />

Goncagül: Ben de içime siniyorsa oynarım. Hatta suya<br />

sabuna dokunan, söyleyecek derdi olan filmlerde oynamak<br />

isterim. Şimdiye kadar sadece dizi olarak biraz daha tatlı<br />

su gibi olsa da Çemberim’de Gül Oya”da oynadım ama film<br />

olarak bir politik filmde oynamak isterim.<br />

Tiyatro izleyicisi sinema izleyicisine göre bu tür konuları<br />

daha mı rahat algılıyor?<br />

Bülent Emrah: Ben zannetmiyorum. Çok bir farkı yok.<br />

Devlet tiyatrosu birçok oyun koyuyor. Avrupa’daki sanat<br />

akımlarından oyunlar da koyuyorlar ben gidip anlamayanı<br />

çok duydum. Bu da çok normal. Biz okulda okurken<br />

bile bazılarını anlamıyorduk. Evde düşündüğümüzde<br />

anlamadığımızı kendimize söylediğimizde birazcık<br />

rahatlıyorduk. Biz felsefe göremeden mezun olduk. O<br />

yüzden Diyarbakır’a Hamlet gittiği zaman insanlar gitmiyor


çünkü anlamıyorlar. Hamlet’in<br />

edebi bir metin olduğunu bilip<br />

derslerde görseler o zaman gider,<br />

izler, anlar ve değer verirlerdi.<br />

Şimdi kimseyi eleştirmenin bir<br />

anlamı yok.<br />

Filminizi değerlendirdiğinizde izleyici<br />

farklı olarak ne bulacak?<br />

Goncagül: Dinamik, kimyası<br />

tutmuş bir kadro görecek. Tatlı bir<br />

hikaye seyredecek. Sıra dışı bir<br />

komedi göreceğini düşünmüyorum<br />

ama iyi vakit geçirecek. Romantik<br />

komedi gibi de bakılabilir. Ailecek<br />

de izlenebilecek bir film.<br />

Bülent Emrah: Çıktıklarında<br />

kafasının bir yerinde “Ben de<br />

öyle yapmıştım bizim oğlana”<br />

diye düşünmeleri yeterli. Bu otoriteyi<br />

eleştirtmeye başlatırsak bir<br />

kaç kişiyi yeterli. Ağalık, paşalık,<br />

iktidar çok önemli. Hala plakasına<br />

ağa yazdıranlar var. Eskiden Kibar<br />

Feyzo’yu izlediğimizde “Ağalık<br />

ne saçmaymış, ben marabadan<br />

yanayım” dedirtebildilerse bize<br />

Şener Şen, Kemal Sunal, o filmlerin<br />

yönetmenleri, bu filmde de<br />

otoriteyle ilgili bir sıkıntı yaratırsa<br />

beyninde benim için yeterli.<br />

Bu filmden sonra tiyatro, dizi ve<br />

sinemayla ilgili bir projeniz var mı?<br />

Bülent Emrah: Benim<br />

görüştüklerim oluyor. Çok yüksekten<br />

konuşmayayım da özellikle<br />

televizyonda keyif alabileceğim<br />

senaryosu tatlı, seti de güzel<br />

bir iş olursa düşünürüm. Biz<br />

popüler bir ikonuz televizyondan<br />

para kazanıyoruz. Tiyatro<br />

çok farklı bir alan. Orada burada<br />

yapamadıklarımı yapayım diye<br />

düşünüyor insan.<br />

Goncagül: Beni çok<br />

heyecanlandıran iki tane film<br />

projesi var. Biri zaman olarak<br />

sarktı, diğeri de yazın çekilecek.<br />

Benim için ilk kez sinemada nihayet<br />

diyebileceğim, ağırlığı olacak<br />

bir proje. Tiyatroda da İkinci<br />

Kat’ta bir oyunda olmak istiyorum<br />

ama annelik durumum söz<br />

konusu ve tiyatro benim için lüks.<br />

Çocuğuma bakıcısız bakıyorum<br />

o yüzden onu seneye erteleyebilirim.<br />

Birazcık da müzikle<br />

ilgiliyim. Bir şarkı ve ona klip<br />

yaptım. İnternette paylaşacağım.<br />

Dizi görüşmeleri de sürüyor. Ne<br />

olacağı belli olmuyor. Bu kış bir<br />

dizi olacaktı o Temmuz’a ertelendi.<br />

Son dönemlerde dizilerin dili ve<br />

senaryoları biraz daha iyileşmeye<br />

başlamış gibi. Buna katılıyor<br />

musunuz?<br />

Bülent Emrah: Evet. Artık çok iyi<br />

yazar grupları var.<br />

Goncagül: Çok fazla adaptasyon<br />

işler var ve bu rahatsız<br />

edici. Senaryo yazmak isteyen,<br />

anlatacak hikayesi olan gençler<br />

var ve bunlara fırsat verilmiyor.<br />

Neden risk alınmadığını<br />

anlamıyorum. Yabancı dizilerin,<br />

Türk romanlarının uyarlamalarını<br />

tercih ediyorlar. Bakın mesela Leyla<br />

ile Mecnun seyirciden karşılık<br />

bulabiliyor. Dizi yazmak isteyen<br />

genç nesillere bir alan yok gibi<br />

gözüküyor bu çok üzücü. Ve<br />

sürelerin derhal kısaltılması gerekiyor.<br />

Sabahlara kadar çalışma<br />

durumu çok abartılıyor.<br />

Bülent Emrah: Engin Günaydın’ın<br />

işi 45-50 dakika çekilecek bu çok<br />

iyi bir örnek olacak. Koşullar çok<br />

kötü. Bir hafta içinde bir sinema<br />

filmiyle aynı uzunlukta bir proje<br />

yetiştiriyorsun. Bu kötü koşullarda<br />

iyi senaryşolar çıkıyor şu anda.<br />

İyi yazarlar artık el atıyorlar. Bu<br />

biraz tabii kaliteyi yükseltiyor. Ben<br />

bu süreçte bunları önemsiyorum<br />

ve değerli buluyorum.


Yönettikleri ülkenin dünya siyasetindeki konumu sebebiyle,<br />

dönemlerinin en güçlü liderleri olan ABD Başkanları’nın izledikleri<br />

politikalar ne kadar önemliyse; uğradıkları suikastlar,<br />

yaşam tarzları, skandalları ve gafları da bir o kadar meşhur oldu.<br />

BAŞAK BIÇAK<br />

Amerikan Birliği’ni sağlayan ama suikast sonucu<br />

ölen Lincoln, Japonya’ya atom bombası atan<br />

Truman, derin devlete karşı politikalar izlediği<br />

için öldürülen Kennedy, Watergate ile ünlenen<br />

Nixon, Irak’a kafasını takmış baba-oğul Bush,<br />

evlilik dışı ilişkileri nedeniyle büyük sıkıntılar<br />

yaşayan Clinton ve daha nicesi…<br />

Sinema dünyası için böylesine popüler malzemeler<br />

veren başkanların hayatları da, kaçınılmaz<br />

olarak yönetmenler ve yapımcılar için eşsiz birer<br />

konu haline geldi ve pek çok sinema filminin<br />

çekilmesine neden oldu. Bunların arasında şu<br />

sıralar adından en çok söz ettiren şüphesiz, 12<br />

dalda Oscar adaylığıyla Lincoln. Fakat onun<br />

dışında oldukça önemli yapımlar da mevcut:<br />

Kennedy Suikastı sonrası yaşananları anlatan<br />

JFK, Watergate çerçevesinde Richard Nixon’ın<br />

hayatını konu anlatan Nixon, George Bush’un<br />

2008 yapımı W.’si ile Frost/Nixon. Fakat ben,<br />

bunların arasında en önemlileri olduğunu<br />

düşündüğüm Lincoln, JFK ve Nixon’a öncelik<br />

tanıdım ve biraz tarihi bilgiler ekleyerek skandallarla<br />

dolu hayatlarıyla dünyanın en güçlü<br />

adamlarından bahsettim…<br />

Keyifli okumalar…<br />

Lincoln (2012)<br />

Amerika tarihinin en sevilen başkanlarından<br />

Abraham Lincoln, Total Film’e göre Dünya<br />

sinemasının en iyi yönetmenlerinden biri olan<br />

Steven Spielberg ve Time dergisince yaşayan<br />

en iyi aktör olarak kabul edilen Daniel Day-Lew-<br />

is… Filmin çekileceği haberi duyulduğunda bu<br />

üçlünün bir araya gelmesi beklentileri ne kadar<br />

yükselttiyse, Lincoln de vizyona girdiğinde o derece<br />

muazzam bir yapım olarak karşımıza çıktı.<br />

Geçen yıl War Horse ile beklediği başarıyı elde<br />

edemeyen Steven Spielberg, böylece bir süredir<br />

devam eden durgunluğunu Lincoln ile bozmuş<br />

oldu ve özlediğimiz tarzda bir eserle geri döndü.<br />

Yılın en iddialı filmleri arasında yer alan Lincoln,<br />

12 dalda adaylığıyla Oscar ödül törenine de<br />

damgasını vuracak gibi görünüyor.<br />

1860 yılında Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan adayı<br />

Abraham Lincoln, seçilmeden önce köleliği<br />

kaldırma sözü vererek henüz sanayileşmemiş<br />

bazı bölgeler için tehlike çanlarının çalındığını<br />

gösterdi. Çünkü Kuzey bölgelerine nazaran,<br />

Güney eyaletlerinde hala tarıma dayalı ekonomi<br />

devam ediyor ve kök salmış yapının<br />

dayanak noktasını kölelik oluşturuyordu.<br />

Lincoln’ün seçimleri kazanmasından sonra ise,<br />

endişeye kapılan 7 eyalet bağımsızlığını ilan<br />

etti ve ardından diğer eyaletlerin de katılımıyla<br />

Amerikan İç Savaşı başlamış oldu. Başkanlığı<br />

süresince Amerikan İç Savaşı’yla uğraşan A. Lincoln,<br />

bunun dışındaki en büyük mücadelesini ise<br />

köleliğin kaldırılması konusunda verdi. Spielberg<br />

tarafından, Team of Rivals: The Political Genius<br />

of Abraham Lincoln adlı kitaptan uyarlanan Lincoln,<br />

Amerikan İç Savaşı’nın son zamanlarında<br />

13. Ek madde değişikliği tartışmalarından,<br />

Başkan’ın suikast sonucu öldürülmesine<br />

kadarki süreci konu alıyor. Alışılmış milliyetçi<br />

duygularla Lincoln’ü yere göğe sığdıramayan,


övgülerle bezenmiş bir film yerine, onun daha çok<br />

insani yönünü ön plana çıkaran, hatta çoğu zaman<br />

sıradanlığını göstermek için çabalayan bir<br />

film var karşımızda bu kez. Hemen her sahnede<br />

önemli bir adam olduğunu kanıtlamaya çalışan bir<br />

Lincoln değil; naif duruşuyla hikâyeler anlatan,<br />

yorgunluğunu her halinden belli eden bir siyasetçi,<br />

kederini yüzünden hissettiren bir baba var. Bir yandan<br />

siyasi entrikalar ve politik oyunlarla mücadele<br />

ederken öte yandan da Lincoln’ün aile bağları<br />

üzerinde duran filmin en büyük kozu ise kuşkusuz<br />

Daniel Day-Lewis. Oyunculuk kariyerinde oldukça<br />

seçici olduğu bilinen ve My Left Food ile There<br />

Will Be Blood filmleriyle Oscar kazanan aktörün bu<br />

filmdeki performansıyla da aday gösterilmesine<br />

şaşırmamak gerek. Çünkü fiziksel olarak da<br />

Abraham Lincoln’e oldukça benzeyen Daniel<br />

Day-Lewis, yürüyüşünden duruşuna kadar<br />

tam anlamıyla canlandırdığı karaktere<br />

bürünmüş. Özellikle Abraham Lincoln’ün<br />

yürüyüşündeki detayı bile göstermeyi<br />

başaran oyuncu kusursuz bir<br />

performans sergiliyor. En İyi Film<br />

ya da En İyi Yönetmen kategorilerinde<br />

net bir şey söylemek<br />

mümkün değil fakat En İyi<br />

Erkek Oyuncu dalında Oscar<br />

heykelciğini Daniel<br />

Day-Lewis’in alacağını<br />

düşünüyorum.<br />

Senaryosunu<br />

Munich’te de birlikte<br />

çalıştığı Tony<br />

Kushner’e emanet<br />

eden Spielberg bu<br />

kez durgun olmasına<br />

rağmen oldukça<br />

sürükleyici ve zengin<br />

diyaloglarla süslü bir<br />

anlatımı tercih etmiş.<br />

Birçok yerde konuya<br />

dair hiçbir detayın<br />

atlanmadığı görülürken,<br />

özellikle meclis sahnel-


sahnelerinde ders verici nitelikte konuşmalar<br />

olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Siyahî<br />

kölelere özgürlük verilmesi konusu tartışılırken<br />

günümüzde muhafazakâr kimlikleriyle tanınan<br />

Cumhuriyetçilerin, söz konusu dönemlerde Demokratlara<br />

göre çok daha özgürlükçü düşünceye<br />

sahip olduklarını görmek filmdeki çarpıcı detaylardan<br />

biriydi. Bunun yanı sıra film boyunca en az<br />

Daniel Day-Lewis kadar göz dolduran bir performans<br />

sergileyen Tommy Lee Jones’un, meclis<br />

konuşmaları kısmı ve Lee Pace ile atışmaları<br />

oldukça keyifli. Filmde Abraham Lincoln, bir yandan<br />

siyasette böylesine önemli bir kampanyayı<br />

yürütürken, diğer yandan da ailevi sorunlardan<br />

muzdarip bir siyasetçi olarak karşımıza çıkıyor.<br />

Nitekim bu sahnelerde A. Lincoln ile birlikte<br />

izlediğimiz ve Lincoln’ün eşini canlandıran<br />

Sally Field, Tommy Lee Jones ile birlikte En İyi<br />

Yardımcı oyuncu kategorilerinde adaylığa hak<br />

kazandı. Ayrıca geçen yıl 50/50 filmiyle büyük<br />

başarı yakalayan ve bu sene de The Dark Knight<br />

Rises ve Looper’da izlediğimiz Joseph Gordon-<br />

Levitt’i bu kez Lincoln’ün oğlu rolünde görüyoruz.<br />

Genç oyuncu var olan savaş nedeniyle askere<br />

katılmak isteyen ancak babasının gölgesinde<br />

kalan bir oğul olarak Robert Lincoln’ü, kısa süreli<br />

sahneleri boyunca başarıyla canlandırıyor. Farklı<br />

türlerde filmler yapmayı seven Steven Spielberg<br />

bu denli durgun senaryoya sahip bir dönem filminde,<br />

zengin bir oyuncu kadrosuyla yola çıkarak<br />

ne kadar doğru bir iş yaptığını kanıtlıyor. Yıllardır<br />

birlikte çalıştığı John Williams’ın müziklerinin<br />

yanı sıra kostüm ve sanat yönetimiyle de başarılı<br />

bir işe imza atan yönetmen, Amerikalı siyahî<br />

vatandaşlar için tarihi bir karar veren ve suikast<br />

sonucu hayatını kaybeden özgürlükçü bir<br />

Başkan’ın hakkını da vermiş oluyor. Lincoln,<br />

sadece Daniel Day-Lewis’in müthiş oyunculuğu<br />

ve Steven Spielberg’in kusursuz yönetmenliği<br />

için bile izlenebilir. Ancak bundan daha önemli bir<br />

sebep daha var ki, o da filmin başında Lincoln’ün<br />

meşhur Gettsbury konuşmasına beyaz ve siyahî<br />

askerlerin farklı bakış açılarının gösterildiği<br />

sekans… Özgürlük, demokrasi, ulus ve mücadeleye<br />

dair bu farklı yaklaşım, dönemin Amerika’sını<br />

ve ulus anlayışını en iyi özetleyen olgu ve bana<br />

göre Lincoln’ün en unutulmaz yanı…<br />

JFK (1991)<br />

Amerika’da köleliğin kaldırılmasını sağlayan<br />

fakat bu uğurda bir suikast sonucu hayatını<br />

kaybeden Abraham Lincoln’den sonra, siyahîler<br />

için büyük mücadele veren ve onların<br />

vatandaş olmalarının önünü açan bir Başkan<br />

daha vardır ki, o da John F. Kennedy’dir. Afro-<br />

Amerikalıların hakları konusunda adımlar atan<br />

ve bir yasa tasarısı hazırlayan Kennedy’nin<br />

1963’te uğradığı bir silahlı saldırı sonucunda<br />

hayatını kaybetmesiyle gelişen olayları konu<br />

alan JFK, Oliver Stone’un politik sinemaya en<br />

önemli katkılarından biridir.<br />

Oliver Stone, Midnight Express gibi Türkiye<br />

nezdinde kötü şöhrete sahip bir filmin senaristi<br />

olması sebebiyle, ülkemizde uzun süre<br />

pek de iyi bir izlenime sahip olmadı. Stone<br />

Amerika’yı öven, milliyetçi duygularla savaş<br />

başarılarını anlatan filmler yerine ülkesinin<br />

sistemini eleştiren, Vietnam’da savaşması sebebiyle<br />

savaş karşıtı filmler yapmaktan çekinmeyen<br />

bir yönetmen. Platoon, Born on the<br />

Fourth of July, Heaven and Earth gibi filmlerle<br />

bir yandan savaşın çirkin yüzünü göstermeye<br />

çalışırken diğer yandan da ABD Başkanlarının<br />

hayatlarına değindi. Aynı zamanda Natural<br />

Born Killers, The Doors dışında Alexander gibi<br />

büyük bütçeli filmler de çekti. Amerika tarihine


damgasını vuran olaylar, skandallar ve kişiler<br />

onun hep ilgisini çeken konular oldu. Bu sebeple<br />

tarihlerinde kara bir leke olarak anılan Kennedy<br />

suikastını es geçmeyerek filmografisine önemli<br />

bir yapım daha kazandırmış oldu. Belgeselci<br />

tarafını da filmde bolca hissettiren Oliver Stone,<br />

Kennedy’nin ölümünden hemen sonra suikastın<br />

örtbas edilmesini, derin devleti, komploları<br />

yaklaşık üç buçuk saat süren film boyunca<br />

müthiş bir kurgu ile aktarıyor. Film, Başkan’ın<br />

ölümü sonrası suçlu olarak ilan edilen Lee<br />

Oswald’ın suikastı tek başına düzenlemediğine<br />

inanan savcı Jim Garrison’ın (Kevin Costner)<br />

olayın üzerinden üç yıl geçmesine rağmen hala<br />

araştırmaya devam etmesini konu alıyor. Jim Garrison<br />

başarılı bir savcı ve mutlu bir aile babası.<br />

Ancak bürosundaki çalışanlarla birlikte Kennedy<br />

suikastını incelemeye devam ettikçe derin<br />

devlete yaklaşmaya başlıyor; birilerinin işine<br />

çomak soktukça da baskı ve ölüm tehditleriyle<br />

karşılaşıyor. Bir süre sonra arkadaşlarıyla<br />

yaşadığı sorunlara bir de ailevi meseleleri<br />

eklenince olaylar içinden çıkılmaz bir hal alıyor.<br />

Film böylece siyasi bir olayı kişisel çatışmalara<br />

dönüştürerek heyecanın dozunu her an yüksek<br />

tutmayı başarıyor. JFK’in yaklaşık iki saati delillerin<br />

toplanması ve şahitlerin bulunmasıyla<br />

geçerken, geçmiş olayların anlatıldığı kısımların<br />

siyah-beyaz olarak verilmesi ise Stone’un belgeselci<br />

yanını en fazla hissettiğimiz noktalar oluyor.<br />

Nitekim ulaşılan yeni bilgilerin anlatıldığı bölümlerde<br />

en küçük bir detayın dahi atlanmaması<br />

ortada nasıl bir emek olduğunun da kanıtı. Aynı<br />

şekilde Garrison’ın bir saatlik mahkeme sahnesi<br />

boyunca yaptığı konuşma, filmlerde eşine az<br />

rastlanır türden bir söyleme sahip. Sırf çıkarlarına<br />

uymuyor diye Kennedy’yi ortadan kaldıran Amerikan<br />

derin devletini eleştiren ve sistemi apaçık<br />

sorgulayan bu uzun konuşmanın etkileyiciliğinde<br />

Kevin Costner’ın kusursuz performansının da payı<br />

elbette büyük. Kevin Costner’ın yanı sıra Oswald<br />

rolünde izlediğimiz Gary Oldman, eşcinsel Clay<br />

Shaw’u canlandıran Tommy Lee Jones, Joe Pesci<br />

ve Sissy Spacek ile güçlü bir kadroya sahip olan<br />

JFK, Tommy Lee Jones’un performansı da dâhil<br />

birçok dalda Oscar’a aday gösterilirken sadece En<br />

İyi Kurgu ve En İyi Görüntü Yönetmenliği kategorilerinde<br />

ödüle hak kazandı. Süresinin uzunluğuna<br />

rağmen temposu hiç düşmeyen JFK, verdiği bilgilerle<br />

ve yaptığı eleştiriyle de politik gerilim türünün<br />

güzel bir örneğini oluşturuyor. Hitler’in “Yalan<br />

ne kadar büyükse inananı da o kadar çoktur”<br />

sözünden yola çıkarak, Başkan Kennedy’nin Lee<br />

Oswald tarafından öldürülmesinin Amerikalılara<br />

söylenmiş en büyük yalan olduğunu kanıtlamaya<br />

çalışması JFK’in en önemli özelliği. Nitekim<br />

film sonrasında suikastın yeniden araştırılmaya<br />

açılması da oldukça ilginç bir anekdot. Kennedy<br />

hiç şüphesiz, dönemin özgürlük hareketinin<br />

en önemli figürlerinden biriydi. Sıcak savaşın<br />

karşısında olan Kennedy’nin bu tutumu onun<br />

sonuna getirirken, siyahî Amerikalıların vatandaş<br />

statüsüne kavuşmasını da geciktirdi. Lyndon<br />

B. Johnson döneminde (bizde meşhur Johnson<br />

mektubuyla tanınır) siyahîlere vatandaşlık ve oy<br />

kullanma hakları tanınsa da Vietnam Savaşı’nın<br />

başlaması ve Martin Luther King, Malcolm X ve<br />

Robert Kennedy suikastlarının yaşanması, JFK’de<br />

derin devletin gücünü gösteren en çarpıcı özellik.<br />

Oliver Stone bu açıdan filmlerinde sıkça dile<br />

getirdiği savaş karşıtlığını, Amerika’da neden<br />

savaş olması gerektiği teziyle açıklayarak tarihe<br />

bambaşka bir pencereden bakmamıza sebep<br />

oluyor. Günümüzde de çokça aşina olduğumuz bu<br />

“devlet işleri” için JFK, mutlaka izlenmesi gereken<br />

önemli yapıtlardan biri.


Nixon (1995)<br />

Monica Lewinsky olayını saymazsak, ABD tarihine<br />

damgasını vurmuş en çok konuşulan skandallardan<br />

biri de Watergate’dir. 1972 yılında<br />

gerçekleşen bu olay dönemin başkanı Richard M.<br />

Nixon’ın istifasıyla sonuçlandı ve Nixon, görevi<br />

bırakan ilk ABD Başkanı oldu. Gerçek olaylara<br />

dayanan filmler çekmeyi seven Oliver Stone<br />

buradan yola çıkarak Watergate arka planlı,<br />

Nixon’ın gerçek kişiliğini, aile ilişkilerini ve siyasi<br />

hayatını konu alan müthiş bir film ortaya koymuş.<br />

Adeta Anthony Hopkins’in tek kişilik bir şovuna<br />

dönüşen Nixon, bana göre politik film türünün en<br />

iyilerinden…<br />

Soğuk Savaş dönemi, diplomasinin belki de en<br />

fazla önem kazandığı zamanlardandır. Doğu ve<br />

Batı bloklarına bölünen Dünya’nın birçok yerinde<br />

devletlerarası mücadeleler komünizm üzerinden<br />

yürütüldü ve türlü diplomasi oyunlarıyla<br />

olası bir dünya savaşı engellenmeye çalışıldı.<br />

Johnson’dan Vietnam Savaşı’nı devralan R.<br />

Nixon bu durumun en iyi örneğini oluşturdu ve<br />

başkanlığı süresince arkasına Henry Kissenger<br />

gibi bir “beyni” de alarak müthiş bir diplomasi<br />

trafiği yürüttü. Ancak elinde bulundurduğu gücün<br />

bedeli olarak gittikçe paranoyaklaşan Nixon, Oval<br />

Ofis’teki konuşmaları ve Abdülhamitvari bir hafiye<br />

sistemiyle Demokratik Parti’nin telefonlarını<br />

dinlemeye kalkışınca başı belaya girdi ve iki<br />

yıl süren skandallar zincirinin ilk halkasını<br />

oluşturdu. İşte bu olayın perde arkasını konu alan<br />

ve Watergate Oteli’nde yaşananlarla açılış yapan<br />

Nixon filmi, üç saati geçen süresi boyunca geriye<br />

dönüşlerle Başkan’ın çocukluğunu, gençliğini,<br />

eşiyle olan ilişkilerini ve siyasi yaşamından kesitlerle<br />

derinlemesine işliyor.<br />

Kaybetmekten nefret eden ve bu sebeple yıllar<br />

geçtikçe agresif bir adama dönüşen Nixon’ın,<br />

insanların onu sevmediğini düşünmesi iyice<br />

yalnızlaşmasına ve yanındakilere olan<br />

güvensizliğinin artmasına yol açıyor. Ekran<br />

karşısına çıktığında ya da halktan biri ile<br />

karşılaştığında bambaşka bir kişiliğe ve yüz<br />

ifadesine bürünen Nixon’ı bunu yapmaya<br />

iten nedenleri ise ancak onu tanıdıkça fark<br />

ediyoruz. Nitekim birkaç öğrencinin hayatını<br />

kaybettiği olaylardan sonra aslında özür dilemesi<br />

gerektiğini düşünen Nixon’ın bir iki saniyelik<br />

duraksamanın ardından “ama Nixon bunu<br />

yapamaz” demesi bu tavrının en iyi örneklerinden.<br />

Hatta bu sahne öncesinde, Nixon’ın yediği<br />

kırmızı etin etrafından yayılan yoğun kan,<br />

boğazına kadar savaşa batmış bir ülkeye çok<br />

iyi bir göndermeydi.<br />

Hırsları, stresi ve korkularıyla ekranda<br />

neredeyse gerçek bir Richard Nixon görmemize<br />

yol açan Anthony Hopkins’in filmin bu denli<br />

başarı kazanmasındaki rolü yadsınamaz. 1991<br />

yılında Kuzuların Sessizliği’nde Hannibal Lecter<br />

karakteriyle ününe ün katan Hopkins, kusursuz<br />

bir oyunculuk sergileyerek tek başına bütün<br />

filmi sırtlamış ve eşini canlandıran Joen Allen<br />

dışındaki hemen herkesi gölgesinde bırakmış.<br />

Ekran karşısına geçtiğinde ışıklandırma sebebiyle<br />

terlemesiyle meşhur Richard Nixon’ın,<br />

(bu durum basın tarafından sıkça alay konusu<br />

yapılmıştır) o sürekli terli hallerine bile<br />

değinilmiş.<br />

Nixon filminin en sıkıntılı olduğu noktalardan<br />

biri de, neredeyse tamamen Beyaz Saray içi<br />

konuşmalardan oluşması. Geçmişe dönülerek<br />

bolca tarih dersi verilirken, bir taraftan da<br />

sürekli siyasi olaylar hakkında konuşmaların<br />

geçmesi, zaten süresi uzun olan film boyunca<br />

seyircinin dikkatini toplamakta güçlük çekmesine<br />

neden olabiliyor. Hele ki konu hakkında<br />

bilgi sahibi olmayanlar adapte olmakta güçlük<br />

çekebilirler. Yine de her şeye rağmen Nixon,<br />

anlattığı olaylar üzerinden verdiği mesajlarla,<br />

dikkatinizi verdiğiniz takdirde dönemi ve Soğuk<br />

Savaş psikolojisini çok iyi kavrayabileceğiniz<br />

nitelikli bir film.<br />

Dünyaca ünlü “Diplomasi” kitabıyla tanınan ve<br />

dönemin en önemli isimlerinden biri olan Henry<br />

Kissenger’ın yanı sıra, geçtiğimiz yıl Leonardo<br />

DiCaprio’nun canlandırdığı J. Edgar Hoover’ı<br />

da Oliver Stone yorumuyla izliyoruz. Ayrıca<br />

Dallas’ın J.R.’ı Larry Hagman’ı kısa süreliğine<br />

de olsa Nixon’da görmek seyir zevkinizi arttıran<br />

detaylardan biri. Sonuç olarak, En İyi Erkek<br />

Oyuncu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu da<br />

dâhil olmak üzere 4 dalda Oscar adayı olan Nixon,<br />

Anthony Hopkins’in müthiş performansıyla<br />

Oliver Stone sinemasının kaçırılmaması gereken<br />

yapı taşları arasında yer alıyor.


n Guillermo Del Toro’nun mu yoksa Yüzüklerin<br />

Efendisi’nin yönetmeni Peter Jackson’ın mı çekeceği<br />

belirsizliği yaşanan, davalarla ertelenerek yılan hikayesine<br />

dönen Hobbit nihayet vizyonda!<br />

Türkçe çevirisiyle 1997 yılında daha fazla Türk okurla<br />

buluşan “Yüzüklerin Efendisi” serisinin Peter Jackson’ın<br />

yönetmen koltuğuna oturduğu film uyarlaması büyük başarı<br />

yakalamıştı. Bu kez Peter Jackson ve ekibi Yüzüklerin<br />

Efendisi’nden 60 yıl öncesine dayanan ve aslında seriye<br />

giriş niteliği taşıyan “Hobbit” i izleyiciyle buluşturdu. Aslında<br />

Hobbit, John Ronald Reuel Tolkien tarafından çocuklarına<br />

anlatılmak üzere oluşturulmaya başlanmıştı ki yüce<br />

filoloğumuzun daha sonra kendisinin de beklemediği bir<br />

başarıya ulaşacaktı.<br />

ESRA ÇOLAK<br />

14 Aralık’ta vizyona giren film, RED Epic kameralarla 3<br />

boyutlu ve HD’den 4 kat fazla çözünürlükle çekildi. Türkiye<br />

salonlarında 48 fps High Frame Rate olarak izleyemediğimiz<br />

film, dünyada ilk defa bu teknolojiyle çekilen film olma<br />

niteliğine sahip. Standart 24 fps’den 2 kat hızlı olması<br />

nedeniyle daha gerçekçi etki yaratan bu teknolojiyi Avatar’ın<br />

devam filmini de yüksek hızda çekmeyi düşünen James<br />

Cameron da Yeni Zelanda’daki dünya prömiyerine katılıp


filmi ilk izleyenlerden olmuştu. Yeni tanıştığımız<br />

bu teknolojiyi gerçekçiliğinden ötürü beğenenler<br />

de oldu; fazla gerçekçi, baş ağrısı/dönmesi, mide<br />

bulantısı gibi yan etkiler oluşturduğundan şikayet<br />

edenler de. Hatırlarsanız 3 boyut teknolojisiyle yeni<br />

tanıştığımızda da bu tür tartışmalar, fikir ayrılıkları<br />

olmuştu. Peter Jackson’ın görüşü de “Bu yeni bir<br />

teknoloji ve insanlar alışacaklardır” yönünde oldu.<br />

Elbette bu konuda kendi görüşümüzü bildirebilmek<br />

için filmi HFR izleyebiliyor olmamızı dilerdim,<br />

belki ikinci filme… Ben filmin 24 fps 3D ve IMAX<br />

3D versiyonlarını izledim. Özelikle IMAX devinin<br />

önünde filmin baş döndürücü olduğu bir gerçek!<br />

Ama bazı hızlı yakın çekim<br />

anları haricinde iyi yönde bir<br />

baş döndürücü etki bu. Kendinizi<br />

tünellerde kaçarken<br />

buluvermek işten bile değil!<br />

İçerik olarak baktığımızda,<br />

kitaba birebir sadık kalınması<br />

gerektiğini düşünen Tolkien<br />

hayranları tarafından<br />

eleştirilmeyecek bir film değil.<br />

Ama bu zaten Yüzüklerin<br />

Efendisi üçlemesinde de<br />

gördüğümüz bir durumdu. Aslında Peter Jackson<br />

(ve senaristler) bu sayede kendi imzasını atmış<br />

oluyor. Belki başarısının sırrı da buradadır. Sadece<br />

hayal gücüyle değil, kendi çeşitlemeleriyle de ilgi<br />

ve merak uyandırıyor ve heyecanı ayakta tutuyor.<br />

Kitabı okuyanlara ve hatta Tolkien’in bütün “legendarium”<br />

unu bilenlere bile yapıyor bunu, bu durumdan<br />

hoşnut olsalar da olmasalar da. Kitapta sadece<br />

bir ya da birkaç kez adı geçen ve hatta hiç geçmeyen<br />

karakterlere bile filmde rastlamak mümkün.<br />

Aslında böylece sadece Hobbit kitabında geçenler<br />

değil; Yüzüklerin Efendisi, bütün efsanenin temelini<br />

oluşturan Silmarillion ve genel anlamda Orta Dünya<br />

tarihi ve karakterlerinden de ögeler barındırıyor.<br />

Keza Peter Jackson kendisi de Tolkien’in<br />

notlarından da filmin beslendiğini belirtmiştir. Ayrıca<br />

unutulmaması gereken başka bir nokta da zaten<br />

Tolkien’in Hobbit’ in en az 3 versiyonunu yazmış ve<br />

hatta sil baştan yazmayı bile düşünmüş olduğudur.<br />

Bu şekilde bakınca filmin, kitabın son halinden<br />

birebir uyarlanmış olmaması, bazı farklı unsurlar<br />

içeriyor olması bir olumsuzluk yerine zenginlik<br />

olarak görülebilir. Bir başka eleştiri de cüce karakterlere<br />

derinlik katılmadığı, ayırt etmenin zor olduğu<br />

yönündeydi. Evet, belki kitapta da çok merkezde<br />

olmayan cüceler için bu söylenebilir. Ama üçlemeye<br />

daha yeni başladık ve ileride hangi cüceyi ne kadar<br />

iyi tanıyacağımızı henüz bilmiyoruz. Fakat kitaptan<br />

bildiğimiz ve filmde de gördüğümüz üzere cücelerin<br />

lideri Thorin, baskınlığını son ana kadar koruyacak<br />

gibi. Ayrıca karakteri canlandıran Richard<br />

Armitage’in oyunculuğu da takdire değer ve seriyle<br />

birlikte kariyerinde bir sıçrama yaşaması an meselesi.<br />

Gollum, Yüzüklerin Efendisi’nde olduğundan<br />

daha genç, daha oyuncu ve daha duygusal.<br />

Duygularını dışavurum şekli<br />

birçok kez seyirciyi güldürmeyi<br />

başarıyor. Tabi ki bunda<br />

ona hayat veren ve aynı zamanda<br />

filmin ikinci birim<br />

yönetmenliğini yapan Andy<br />

Serkis’in payı tartışılmaz. Aynı<br />

zamanda, Hobbit’ in önceki<br />

üçleme kadar sert ve ciddi bir<br />

tonu olmaması da buna bir<br />

sebep oluşturmakta.<br />

Film, yaşlı Bilbo’nun Yüzüklerin<br />

Efendisi’nde izlediğimiz<br />

Çıkın Çıkmazı’ na veda etmeden önceki parti<br />

gününden başlıyor. Frodo, Yüzüklerin Efendisi’nden<br />

bildiğimiz, başına geleceklerden habersiz Gandalf’ı<br />

karşılamak üzere ormana doğru giderken, Bilbo<br />

hikayeyi anlatmaya başlıyor:<br />

“Topraktaki bir oyukta bir hobbit yaşardı.”<br />

İşte her şey böyle başladı. Gandalf bu hobbiti,<br />

Genç Bilbo’yu, bir maceraya davet etti. Thorin<br />

ve yoldaşları doğuya, Yalnız Dağ’a gidip ejderha<br />

Smaug tarafından çalınan hazinelerini ve<br />

yurtlarını geri alacaktı ve Bilbo da bu macerada<br />

“hırsız” olarak onlara yardım edecekti. Ama en<br />

kötüsü Smaug değildi. Bu sırada Bilbo tesadüfen<br />

Tek Yüzüğe sahip oldu. Çoook eskiden bir hobbit<br />

olan -ve adı o zamanlar Sméagol olan- Gollum,<br />

yüzüğünü kaybettiğine çok üzülecekti. Ve daha da<br />

kötüsü yüksek Elflerin bile 60 yıl sonrasına kadar<br />

bilemeyeceği karanlık, kötücül şeyler hortlamıştı.<br />

Sonunda bir şey beklendiğinden önce ortaya çıktı<br />

ve Smaug uyandı! Bundan sonra neler olacak?<br />

Önümüzdeki yıl göreceğiz.


Bu ay vizyona giren Hansel ve Gretel<br />

filminin eli oklu güzel İngiliz dilberi<br />

Gemma Arterton Bond Kızı olarak<br />

mesleğe başladı...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n İngiliz aktiristlerinin kariyerlerinin<br />

başlangıcında mutlaka geçmeleri gereken<br />

bir sınav var. Eğer güzellikleri<br />

yeterliyse Bond kızı olmak onların en<br />

büyük sınavı... 2007 yılında Royal Academy<br />

of Dramatic Art’tan mezun olan<br />

Gemma elini çabuk tutup 2008’de Quantum<br />

of Solace filminde Daniel Craig’in<br />

karşısına geçti. Filmdeki asıl Bond Kızı<br />

Olga Kurylengo’yu bile gölgede bırakan<br />

yıldız gişe filmlerinin aranan ismi oldu.<br />

Zaten yer aldığı filmlere baktığımızda<br />

Clash Of Titan, Quantum of Solace,<br />

Prince of Persia: The Sands of Time ve<br />

kariyerinin başlangıç filmi olan komedi<br />

filmi St. Trinian’s yıldızın şanslı tercihler<br />

yaptığını görüyoruz. Tabii elinden<br />

kaçırdıkları da var. Mesela Iron Man’de<br />

Scarlett Johansson’a My Fair Lady’de<br />

Keira Knightley’e rolleri kaptırmış.<br />

Bildiğimiz ince kemikleri çıkık güzellere<br />

hiç benzemiyor Gemma. Etine dolgun<br />

ve yuvarlak yüz hatlarıyla neredeyse bir<br />

Yeşilçam yıldızı. Biz ne dersek deyelim<br />

Gemma hala güzelliğiyle bütün rolleri<br />

kapıyor. Kolay değil büyük bütçeli Hansel<br />

ve Gratel’in yıldızı olmak. Elindeki<br />

yay ve okla bütün cadıları avlayan Gratel<br />

filmin sonuna doğru kendisi de cadı<br />

çıkıyor. Güzel cadı gerçek hayatında öyle<br />

el bebek gül bebek yetişmemiş. Birçok<br />

sıkıntı atlatmış. Daha doğduğunda iki<br />

elinde toplam 12 parmak varmış. Bunlar<br />

ameliyatla düzeltilmeş. Bir kulağınında<br />

formu bozukmuş. Bu da ameliyat<br />

edilmiş. Daha dört yaşındayken anne


ve babası ayrılmış. Kendinden küçük<br />

olan kız kardeşiyle annesinin yanında<br />

kalmış Gemma. Babası mimar olan güzel<br />

yıldız temizlikçi annesinin emekleriyle<br />

büyümüş. Royal Academy of Dramatic<br />

Art’ta okurken geçinmek için tezgahtarlık<br />

yapmış. Büyük annesi uzun yıllar depresyon<br />

tedavisi görse de bir biçakla intihar<br />

etmiş. Mişler mışlar arasında bütün bu<br />

sıkıntılar geride kalmış ve Gemma çirkin<br />

ördek yavrusundan güzel prensesliğe terfi<br />

etmiş. Bakın son röportajında ne söylüyor,<br />

“Louis Vuitton’dan vaz geçmem.” Artık<br />

dertleri böyle... Empire Magazin tarafından<br />

2010’un “En Ateşli Pilici” seçildi. Channing<br />

Tatum, Zoe Saldana, Marion Cotillard,<br />

Mia Wasikowska gibi rakipleri geçip<br />

bu ünvanı aldı. Gemma Atterton’u izlemeye<br />

doyamayanlar içinse şu an yedi filmin<br />

çekimlerini yaptığını söyleyelim. 2013 ve<br />

2014 onun yılı olacak gibi...


BANU BOZDEMİR<br />

n 1969 yılında Glasgow’da doğan Butler aslen<br />

İskoç. Annesi ve babasının boşanması üzerine,<br />

babası ile 16 yaşına kadar görüşmedi. Üniversitede<br />

okuduğu hukuk bölümün kişiliğine çok şey<br />

kattığını düşünüyor. Üniversite yıllarında bir rock<br />

grubunun vokalliğini yaptı. Mrs. Brown adlı filmin<br />

çekimlerinde buz gibi suya çıplak bir atlayış<br />

yapması gerekiyordu. Sahneyi başarıyla bitiren<br />

Butler, çekimin hemen ardından hipotermi geçirdi.<br />

Aynı filmin çekimleri sırasında nehre düşen<br />

bir çocuğu kurtardığı için The Royal Humane<br />

Society tarafında Cesaret Ödülü’nü kazandı. Joel<br />

Schumacher’in 2004 yapımı müzikal uyarlaması<br />

The Phantom of the Opera filmiyle ciddi bir takdir<br />

topladı. 2007’de Kral Leonidas rolünü üstlendiği<br />

300 filmiyle dünya çapında tanındı. En çok da<br />

‘this is Spartaaa’ nidasıyla! Sonrasında, P.S. I<br />

Love You, Macera Adası, RocknRolla, The Ugly<br />

Truth, Gamer, Law Abiding Citizen ve The Bounty<br />

Hunter filmleri başta olmak üzere birçok projede<br />

yer aldı. Bu ay birbirinden bağımsız 11 filmin yer<br />

aldığı Movie 43 / Çatlak Film’de onlarca oyuncudan<br />

biri olarak karşımıza çıkacak. Az da olsa<br />

hayranlarını memnun edecek!

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!