13.05.2016 Views

Cinedergi 90

Binder90

Binder90

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

4 MART<br />

5. Dalga / 5th Wave<br />

Ceberrut<br />

Kaçma Birader<br />

Babalar Savaşıyor / Daddy´s Home<br />

Ali Kundilli 2<br />

Kod Adı: Londra / London Has Fallen<br />

Ölüm ve Ötesi / The Corpse of Anna Fritz<br />

11 MART<br />

Hasret<br />

Naciye<br />

Roma’da Aşk Başkadır / All Roads Lead To<br />

Rome<br />

Dedektif Galban / Exposed<br />

Uyumsuz Serisi: Yandaş / The Divergent<br />

Series: Allegiant<br />

Annemin Yarası<br />

Kolpaçino 3.Devre<br />

18 MART<br />

Miss You Already<br />

Türk Lokumu<br />

Olaylar Olaylar<br />

A Perfect Day<br />

Kod 999 / Triple 9<br />

Şeytan Tüyü<br />

Kung Fu Panda 3<br />

25 MART<br />

A Walk in the Woods<br />

Hatıraların Masumiyeti<br />

Sol Şerit<br />

Leblebi Tozu<br />

Emicem Hospital<br />

Kahraman Koala / Blinky Bill the Movie<br />

Küçük Esnaf<br />

Azazil 2: Büyü<br />

Batman v Superman: Adaletin Şafağı / Batman v<br />

Superman: Dawn of Justice<br />

AYIN FİLMLERİ


Mart kapıdan baktırır <strong>Cinedergi</strong> yaptırır<br />

n <strong>90</strong>. sayımızı çıkarıyoruz. Yani <strong>90</strong> aydır<br />

<strong>Cinedergi</strong>’yi yapıyoruz dile kolay. İnanın<br />

hiç bir yıl böyle zayıf bir Mart ayıyla<br />

karşılaşmadık. Ne kayda değer bir Türk<br />

filmi ne de yabancı film var. Batman<br />

Süpermen’e Karşı olmasa ne yapardık<br />

bilemedim. Ama biz size yine de dolu dolu<br />

bir <strong>Cinedergi</strong> yapmayı becerdik. İlk önce<br />

Şahan Gökbakar ve kardeşi Togan Gökbakar<br />

ile konuştuk. Sonra Dünyanın En<br />

Güzel Kokusu filminin yönetmeni Mustafa<br />

Uğur Yağcıoğlu ve filmin güzel oyuncusu<br />

Esra Ruşan’a teybimizi uzattık. Ayrıksı<br />

film Senarist’in yönetmeni Hulusi Orkun<br />

Eser ile oyuncusu Dilara Büyükbayraktar<br />

<strong>Cinedergi</strong>’de yer alan bir diğer röportaj<br />

oldu. Kısa film dünyasının önemli köşesi<br />

Uzunun Kısası’nda ise Fırat ödüllü film<br />

Genç Pehlivanlar’ın yapımcısı Aslı Akdağ<br />

ile konuştu. Banu da yine ödüllü kısa film<br />

yönetmeni Ali Kemal Çınar ile röportaj yaptı.<br />

Semra Güzel Korver ise Bilge Olgaç ile<br />

ilgili muhteşem bir yazı yazmış. Okumanızı<br />

tavsiye ederim. Başarılı kalemimiz Didem<br />

Peker Başaran bu sefer sayfalarına Handan<br />

İpekçi’yi konuk etmiş. Benim kişisel olarak<br />

çok zevk aldığım Yırtık Perde köşesinde<br />

ise Beril Ayşe Teyzesi ile Truman Show’u<br />

seyretmiş. Meltem ise Farklı Açı köşesinde<br />

Sen Dünyaya Gelmeden filmiyle haşır neşir<br />

olmuş. Televizyon dünyasında Nergiz ilk<br />

önce Hayat Şarkısı dizisini odağına almış<br />

sonra da Kiralık Aşk filminden Kerem<br />

Fırtına ile röportaj yapmış. Yabancı dizilerin<br />

usta kalemi Şenay Tanrıvermiş ise<br />

American Crime Story dizisini sayfalarına<br />

taşımış. Durun daha dosyalarımız var.<br />

Batman Süpermen’e karşı herkesten önce<br />

<strong>Cinedergi</strong>’de, Egemen Tokatlıoğlu kaleminden<br />

sizlerle buluşuyor. Melis son dönem<br />

ergen bilimkurgularını eleştirip önemli bir<br />

iş yapmış. Obduratör köşesinde Masis<br />

benim de çok sevdiğim Ryan Reynolds’u<br />

konu edinmiş. Banu Diren Sinemada farklı<br />

bir yazı yazmış ve ağaçların geçtiği filmleri<br />

toplamış, köklerinizi sıkı sarın demiş.<br />

Murat Kızılca ise Bilinmeyen köşesinde<br />

İtalyan korku sinemasının usta yönetmeni<br />

Lamberto Bava’yı bize tanıtmış. Susmayan<br />

köşenin ağır ağbisi Murat Tolga Şen<br />

Nagehan Alçı’ya kafa göz girmiş. Utku<br />

Oscar gecesinin görülmeyenlerini bizim<br />

için özetlemiş. Ve böyle kıt bir ayda hala<br />

konularımız bitmedi, vizyondakiler, portreler,<br />

eleştiriler, pekyakındalar ve daha neler<br />

neler. İyi okumalar.<br />

Yayın Sahibi<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürü<br />

Banu Bozdemir<br />

Teknik Müdür<br />

Ali Abakan<br />

YAZARLAR<br />

Alper Turgut<br />

Masis Üşenmez<br />

Egemen Tokatlıoğlu<br />

Didem Peker Başaran<br />

Nergiz Karadaş<br />

Tuğçe Madayanti Dizici<br />

Şenay Tanrıvermiş<br />

Beril Ateşoğlu<br />

Fırat Sayıcı<br />

Murat Tolga Şen<br />

Melis Zararsız<br />

Murat Kızılca<br />

Utku Ögetürk<br />

Halil İbrahim Sağlam<br />

Meltem Yılmaz<br />

Başak Bıçak<br />

Semra Güzel Korver


Yönetmen:<br />

John Crowley<br />

Senaryo:<br />

Nick Hornby<br />

Oyuncular:<br />

Saoirse Ronan,<br />

Domhnall Gleeson,<br />

Emory Cohen<br />

Konu: 1950’lerin Brooklyn’ine<br />

yerleşerek çabucak âşkı bulan<br />

İrlandalı göçmen bir genç kız,<br />

ardında bıraktıkları hayatını<br />

etkilemeye başladığında iki<br />

ülke ve bu ülkelerdeki hayatı<br />

arasında tercih yapmak durumda<br />

kalır. Colm Tóibín’in aynı<br />

adlı romanından beyaz perdeye<br />

aktarılmıştır.


Yönetmen: Dexter Fletcher<br />

Senaryo: Simon Kelton<br />

Oyuncular: Taron Egerton, Hugh Jackman,<br />

Christopher Walken<br />

Konu: Film, İngiltere tarihindeki en<br />

ünlü kayak atlamacı Michael Edwards<br />

nam-ı değer Eddie the Eagle’ ın ilham<br />

verici üstün başarısını konu ediniyor.<br />

Edwards’ın spora ‘asla ölüm deme’<br />

yaklaşımı tasvir edilir. Film aynı zamanda<br />

Edwars’ın sıra dışı ihtimaller ve mücadeleler<br />

karşısındaki insani ruhunu ve<br />

direncini kutlar. Taron Egerton, Eddie<br />

the Eagle’ ı rolü ile karşımıza çıkarken<br />

Hugh Jackman ise Eddie’ nin Calgary<br />

Olimpiyatlarına hazırlanması için yardım<br />

eden Lake Plocidli bir kayak atlama<br />

uzmanı canlandırıyor.<br />

Yönetmen: Jean-Marc Vallée<br />

Senaryo: Bryan Sipe<br />

Oyuncular: Jake Gyllenhaal,<br />

Naomi Watts, Chris Cooper<br />

Konu: Jake Gyllenhaal’ı Davis<br />

rolünde izlyeceğimiz filmde Davis<br />

bir trafik kazasında karısını<br />

kaybeder ve hayatını devam<br />

ettirmekte zorlanmaktadır.<br />

Bir gün bir otomat makinası<br />

şirketine şikayet mektubu<br />

yazan Davis, zamanla bu<br />

mektupları kendi kişisel itiraf<br />

mektuplarına dönüştürür.<br />

Zamanla bu mektuplar şirkette<br />

çalışan Karen’in dikkatini çeker<br />

ve ikili için alışılmamış bir ilişki<br />

başlar.


Yönetmen: Jon Favreau<br />

Senaryo: Gee Malik Linton<br />

Oyuncular: Neel Sethi, Ritesh Rajan, Sara Arrington<br />

Konu: Ailesini kaybeden bir erkek çocuk vahşi<br />

ormanın derinliklerinde bir ayı, bir siyah panter<br />

ve bir kurt sürüsü tarafından büyütülür. Bagheera,<br />

Mowgli’ye bu macerada akıl hocalığı<br />

yapacaktır. Canlı-aksiyon ve epik türündeki bu<br />

hikayede, kurtlar tarafından yetiştirilen Mowgli<br />

evi bildiği tek yeri terketmek zorunda kalınca,<br />

hem kendisini hem dış dünyayı keşfetmek için<br />

yeni bir arayışa çıkacaktır. Rudyard Kipling‘in<br />

klasik çocuk romanından uyarlanıyor.<br />

Yönetmen:<br />

Cedric Nicolas-<br />

Troyan<br />

Senaryo: Craig<br />

Mazin<br />

Oyuncular: Chris<br />

Hemsworth,<br />

Charlize Theron,<br />

Emily Blunt


Konu: Seriye yeni dahil olan Emily<br />

Blunt’un Buz Kraliçesi’ni Jessica<br />

Chastain’ın ise savaşçıyı<br />

canlandıracağı yapımda ilk filmin<br />

avcısı Chris Hemsworth ve kötü<br />

kraliçesi Charlize Theron rolleri için<br />

tekrar kamera karşısına geçiyor. Film,<br />

gücünü kaybeden kardeşi Ravenna’yı<br />

(Theron) diriltmek için sihirli aynanın<br />

peşine düşen Buz Kraliçesi ile Chris<br />

Hemsworth ile güçlerini birleştiren<br />

bir diğer avcı Jessica Chastain’ın<br />

arasında geçen mücadeleyi işleyecek.<br />

Aynayı geri almak için bir avcı birliğini<br />

görevlendiren kraliçeye karşı iki iyi<br />

kalpli avcı güç birliği yapacak.<br />

Yönetmen: Hou Hsiao-Hsien<br />

Senaryo: Cheng Ah<br />

Oyuncular: Shu Qi, Chang Chen, Yun Zhou<br />

Konu: The Assassin rahipler tarafından,<br />

özel bir büyü kullanan bir suikastçı olarak<br />

yetiştirilen bir genç kadının hikayesini ele<br />

alıyor. Üç yıllık sürgünün ardından evine geri<br />

dönen genç kadın ustası tarafından kuzenini<br />

öldürmesi için görevlendirilince kuzeni ve onu<br />

yetiştirenlere duyduğu sadakat arasında seçim<br />

yapmak zorunda kalır. Hou Hsiao Hsien’ın<br />

kamera arkasına geçtiği ve başrolde güzel<br />

yıldız Shu Qi’yi izlediğimiz film, “The Extensive<br />

Records Of The Taiping Era” adlı öyküden yola<br />

çıkılarak beyazperdeye aktarılıyor.


Yönetmen: Ben Stiller<br />

Senaryo: Justin Theroux<br />

Oyuncular: Ben Stiller,<br />

Owen Wilson, Penélope<br />

Cruz<br />

Konu: Yönetmenliğini Ben<br />

Stiller’ın üstlendiği 2001<br />

tarihli Zoolander filmi 13<br />

yıl aradan sonra yeniden<br />

perdeye konuk oluyor.<br />

Aklı kıt modelimiz Derek,<br />

bu defa Hansel ile birlikte<br />

farklı markaların yüzü olmaya<br />

soyunarak yepyeni bir<br />

rekabetin alevini harlamanın<br />

peşindeler. Fakat rakip<br />

firmalarının reklam yüzü<br />

olan ikili, bu defa gönülsüz<br />

bir rekabetin kucağına<br />

düşerler. Bu sefer hem filmin<br />

kamera arkasına geçen<br />

hem de senaryosuna mürekkep<br />

damlatan isim genç<br />

yönetmen Justin Threoux.<br />

Yönetmen: Christian Ditter<br />

Senaryo: Dana Fox<br />

Oyuncular: Dakota Johnson, Rebel Wilson,<br />

Leslie Mann<br />

Konu: New York şehri Alice, Robin, Lucy,<br />

Meg, Tom ve David gibi binlerce yalnız<br />

ve kalbi kırık bekâr insan ile dolu. Herkes<br />

kendisine doğru eşi ya da aşk dolu<br />

bir ilişkiyi arıyor; pek çoğu ise orta karar<br />

bir birlikteliğe bile razı! Baştan çıkartıcı<br />

mesajlaşmalar ve tek gecelik ilişkilerin<br />

ortasında tüm bu bekar insanların,<br />

bekarlığı ve yalnızlığı yönetmesini<br />

öğrenmeleri gerekiyor! Yönetmenliğini<br />

Christian Ditter’ın üstlendiği filmin oyuncu<br />

kadrosunda Dakota Johnson, Alison Brie<br />

ve Rebel Wilson gibi isimler yer alıyor.


Şahan Gökbakar’ın Osman Pazarlama<br />

filmi bu hafta vizyonda. Şahan<br />

Gökbakar filmin yönetmeni kardeşi<br />

Togan ile Türkiye’de güldürüyü en iyi<br />

yapan isimler olduklarını iddia etti.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Şahan Gökbakar 2000 sonrasının sinemadaki en başarılı ismi<br />

olduğunu söylemek sanıyorum doğru olur. Çünkü yaptığı neredeyse her<br />

film gişe rekorları kırdı. Özellikle Recep İvedik filminin dört serisi de aynı<br />

başarıyı gösterdi. Bu devasa başarının dışında sinema otoritelerinin<br />

veya enetelektüel sınıfın eleştirilerine maruz kaldı. Açıkçası bu eleştiriler<br />

o kadar arttı ki gözlemime göre “Ben ayrıcalıklıyım, entelektüelim” demenin<br />

bir ön şartı olarak görülmeye başlandı. Halbuki aynı sınıfın çok<br />

daha kaba espriler üreten ABD’li sanatçı Borat’ın filmlerine kahkahalarla<br />

güldüklerini biliyoruz. Biz de Şahan Gökbakar’a bunları sorduk. Son filmi<br />

Osman Pazarlama ve en baştan beri kardeşi Togan Gökbakar’la nasıl bir<br />

yolculuğa çıktığı röportajımızın ana konularıydı. İyi okumalar.<br />

Osman Pazarlama karakteri nasıl ortaya çıktı? Sinema çekmeye nasıl<br />

karar verdiniz?<br />

Togan Gökbakar: Osman Pazarlama karakteri, Şahan ile geçen muhabbetlerden<br />

yavaş yavaş doğmaya başladı. Aslında Osman bizim<br />

küçüklüğümüzden beri gördüğümüz esnaf tiplemesinin bir ortalaması,<br />

birçok insanın bir birleşimi diyebiliriz. Herkesin hayatında en az bir kere<br />

karşılaştığı, girişimci bir esnaftan, vapurda tarak satan girişimciye kadar<br />

aşina olduğumuz karakter özelliklerinin birleşiminden oluşuyor. Şahan<br />

Bey’in önceden oynadığı ve sonradan filme dökülen bir karakter değil.<br />

Bir dolu karakter yarattınız sonra Recep İvedik’I sinemaya uyarladınız,<br />

bu karakterler sinemaya geçtiğinde ne tarz değişimler geçiriyor. Bir<br />

dizide veya sahnede canlandırdığınız karakterle sinema arasındaki fark<br />

nedir?<br />

Şahan Gökbakar: Haftalık yaptığım televizyon şovlarında o karakterin<br />

sadece üç veya beş dakikalık bir anını gösteriyordum, daha yüzeysel<br />

bir şekilde yaklaşıyordum karakterin derinliğine. Fakat iş film boyutuna<br />

taşındığında bu yetmiyor tabii. Bir dünya kurmanız gerekiyor o karakterin<br />

etrafında. Her şeyini düşünmeye başlıyorsunuz. Bu tabii ki çok daha<br />

uzun bir süreç. Ancak benim en büyük şansım hem film hem de karakter<br />

anlamında sürekli fikir alışverişinde bulunabileceğim bir kardeşimin<br />

olması. Aynı zamanda yönetmen olması hasebiyle de bu işin dramatik<br />

yapısına ve akışına başka bir gözle de şahit olabiliyor. Dolayısıyla bana<br />

da sadece Togan’la beraber bu esprileri köpürtmek kalıyor. Mesela


Recep’i ilk yaptığımızda sadece pencere önünde<br />

oturan bir adamdı. Sonra Recep’i bir hikayenin<br />

içine koyduk. Sonrasında kuzeninden babaannesine<br />

kadar her şeyi içine aldık. Bu karakterde<br />

de öyle. Büyük bir perspektiften bakınca büyüyor<br />

haliyle. Sinema bence apayrı bir şey.<br />

Peki şimdi toplumumuzun durumu belli, herkes<br />

bir sinir içinde, sürekli bir negatiflik, sürekli<br />

bir çatışma ortamı var. Böyle bir ortamda komedi<br />

yapmak zor. Bir yönetmen olarak baskıda<br />

hissediyor musunuz?<br />

Togan Gökbakar: Açıkcası hissetmiyorum. Biz<br />

genelde aklımıza ve ruhumuza hoş gözüken<br />

şeyleri yapıyoruz. “İnsanlar şunu dedi öyleyse<br />

bunu yapayım” demedik hiçbir zaman. Onun<br />

için bize komik gelen, biz izlesek eğleneceğimiz<br />

filmleri yapıyoruz. Yani eleştrilier ve beğeniler her<br />

zaman olabcaktır ancak biz kendi rüzgarımıza<br />

göre yön alıyoruz.<br />

Şahan Gökbakar: içinde yaşanılan toplumun<br />

sıkıntıları dertleri tabii ki de sen de o toplumda<br />

olduğun için seni de etkiliyor. Kimi zaman çok<br />

kötü sabahlara uyanıyoruz. O zamanlarda bazen<br />

komedi senaryosuyla uğraşıyor oluyorsun<br />

ancak modun düşük olduğundan çalışmak içinden<br />

gelmiyor. Bu tarz günler yaşadığım oldu<br />

ancak eninde sonunda bir şekilde hayat devam<br />

ediyor ve insanlar bu karamsarlıkla uzun süre<br />

yaşayamıyor çünkü bu hem ruha hem sağlığa<br />

zararlı. Bir yanda bir rahatlamak bir gülmek<br />

ihtiyacı hissediyor insanlar ve ben de aslında<br />

yaptığım o filmlerin birazcık bir toplumsal tedavi<br />

yönü de olduğunu düşünüyorum. Hep beraber bir<br />

salona girip kahkaha atmak aslında tedavi edici<br />

bir şey. Iki saat de olsa bunu sağlayabilmek için<br />

yılmadan devam ediyoruz. Tabii ki etkileniyoruz<br />

kötü olaylardan ancak yılmıyoruz. Gülmeye ve<br />

güldürmeye çalışarak devam ediyoruz.<br />

Recep İvedik, Türkiye’deki feminist hareketten<br />

çok tepki aldı, sonrasında Ceren ve Celal geldi,<br />

şimdi ise Osman Pazarlama var. Osman Pazarlama<br />

bu anlamda nerde duruyor?<br />

Togan Gökbakar: Osman Pazarlama bu anlamda<br />

iki yerde de durmuyor. Ne çok tepki çekecek bir<br />

şey ne de hiç tepki verilmeyecek, toparlanacak<br />

bir yerde. Bu filmin içinde 3 tane kadın teması<br />

var. Annesi, sevdiği kız ve onu seven kız. Annesinin<br />

evlenmesini istediği kız onu seven kız. Bu<br />

iki kız arasında gidip gelişini de hissediyoruz ancak bir<br />

grubu rahatsız edecek kadar ağır bir şey değil bu.<br />

Sizin beraberliğiniz uzun zamandır devam ediyor fakat<br />

aslında dışardaki insanlar bunun ne kadar zamandır<br />

devam ettiğini bilmiyorlar. Recep İvedik yönetmeni<br />

olarak tanındın halbuki okulda daha mesleğin başında<br />

Şahan’ın kısa filmlerini sen çekiyormuşsun. Bu<br />

beraberliğin biraz da kökünü konuşmak lazım insanlar<br />

bilsin. Sonuçta bu abi kardeşlikten de öte aslında bir<br />

meslek savaşının nasıl verildiğiyle alakalı.<br />

Şahan Gökbakar: Tabii ben Togan’dan dört yaş büyük<br />

olduğum için ilk bu meslek seçimini ben yaptım. Üniversiteye<br />

başlarken ve oyunculuk sınavlarına girmeye karar<br />

verdiğim sırada Togan da liseye yeni geçiyordu. Şimdi<br />

tabii ben o yola kanalize oldum oyunculuk sınavlarına<br />

girdim derken, Togan sinemacı olmak istediğini söyledi.<br />

Annem için tabii buhranlar. Çünkü annem ODTÜ’LÜ,<br />

babam ODTÜ’lü herkes ODTÜ’lü. O yüzden herkes<br />

“Bir bileziğin olsun sonra ne yaparsan yap” modunda.


Togan da benden küçük, sinemacı olmak istediğini<br />

söyleyince kara bir tablo çıktı. Annem çabuk<br />

alıştı, çabuk adapte olur. Togan bir de ÖSS’de<br />

çok iyi derece yapmıştı. İlk 50’ye girmişti. Acayip<br />

çalışkandı o yüzden herkes kuantum profosorü filan<br />

olmasını bekliyordu. Öyle olmayınca Togan gitti o<br />

puanla Sinema Televizyon bölümüne kayıt oldu ve<br />

İstanbul’a taşındı. Benimse Ankara’da okulum biraz<br />

daha devam etti. Sonrasında ben de İstanbul’a<br />

geldim ve aynı eve taşındık. Benim gelişim kariyerimi<br />

oluşturmak amaçlıydı, o ise okulunu devam<br />

ettiriyordu. Ben gidip gidip Togan’a “Kısa bir şey<br />

çeksene ben oynayayım” diyordum. O ise sürekli<br />

“Abi ödevim var yaa” diyordu. Bu modda başladı.<br />

Tabii Togan kariyer anlamında sinemada kendine<br />

bambaşka ve yurtdışında da bir yol çizebilirdi böyle<br />

bir isteği de vardı ancak hayat tabii. Bir filmi ondan<br />

çekmesini rica ettiğimde beni kırmadığı zamanlarda<br />

serüvenimiz başlamış oldu, bu zamana kadar da bu<br />

şekilde ilerledik. Iyi de oldu.<br />

Togan Gökbakar: Ama bizim abi kardeş olmak, beraber<br />

çalışmanın ötesinde aynı evde yaşıyorduk. Abi<br />

kardeş olmanın ötesinde ev arkadaşıydık. Genelde<br />

abi kardeşler o kadar samimi olmuyor. Biz beraber<br />

yaşamanın verdiği o yakınlıkla her şeyi beraber<br />

yapıyorduk. Beraber tatile vesaire çıkıyorduk. Haliyle<br />

onun benden istediği şeyleri de ben yapıyordum.<br />

Bir gazetede bir anket yapmışlar, Türkiye’de sözüne<br />

en çok güvendiğiniz adam kim diye, listenin 15.<br />

isme Şahan Gökbakar. Nasıl hissettiriyor?<br />

Şahan Gökbakar: Yani incelemedim listeyi ancak<br />

Şahan Gökbakar olarak var. Mesela listedeki diğer<br />

isimler çok ilginç isimler. Bu liste için nasıl sorular<br />

sordular da böyle bir liste oluştu acaba? Sonuçta<br />

çok farklı skalalardan insanlar, haberci var popçu<br />

var oyuncu var sunucu var, ilginç bir liste. Bana<br />

güveniliyor çünkü ben hiçbir zaman kimsenin güvenini<br />

boşa çıkartmadım. Benim vaadettiğim şey<br />

güldürmek, sinemaya geliyorlar güldürüyorum ben.<br />

Neden daha yukarda değilim?!<br />

Cem Yılmaz’ın iki tür filminden bahsedebiliyoruz.<br />

Bir sahnedeki performansının devamı olan absürt<br />

komediler, Yahşi Batı gibi. Bir de daha sinemasal<br />

duygusu yoğun olan, dramatik derinliği olan filmler<br />

Hokkabaz gibi. Halbüki sen tek türde devam ediyorsun.<br />

Filmlerinde daha değişik sanatsal kaygıların<br />

var mı? Bu yol sana yetiyor mu?<br />

Şahan Gökbakar: Ben bu yaptığım filmlerin hepsini<br />

Türk izleyicisine yapıyorum. Dolayısıyla demin de<br />

söylediğim gibi herhangi bir tarafa göz kırpma veya<br />

bir entellektüel grubu tatmin etmek gibi bir amacım<br />

yok. Öyle bir isteğim arzum da yok. Benim tek<br />

amacım insanları güldürmek. Çünkü bir komedyen<br />

olan birisinin amacı bu olmalı. Basit, insanların içine<br />

rahatça girebileceği hikayeler, karakterle yolculuk<br />

edebileceği ve bolca kahkaha atıp bütün enerjisini<br />

salona bırakacağı ve verdiği paranın karşılığını<br />

alacağı filmler çekmeye çalışıyorum. Ben kendi<br />

adıma bunu doğru yol olarak görüyorum. Öteki tarzda<br />

tabii ki, insanların kendi mutlulukları için çektikleri<br />

filmler olabilir, belki de kendi istekleri üzerine<br />

çekiyorlardır. Onunla mutlu oluyorlardır. O da bir<br />

seçim ancak ben kendi adıma eğer bugün Türkiye<br />

ortalamasında yedi buçuk milyon insanı sinemaya<br />

götürüp ceplerinden para ödettiriyorsam onlara, o<br />

filmi izletmek için, o paranın karşılığını kahkaha ile<br />

ödemek mecburiyetinde olduğumu hissediyorum.


Kendi mutluluğumu sinemada görmek için değil,<br />

kendi mutlu olduğum filmi insanları güldürmek<br />

için yapıyorum. Dolayısıyla bunu bu şekilde<br />

özetleyebilirim. Biz abi kardeş, Türkiye’de bu işi<br />

en iyi yapan insanlarız ve insanları da kahkahaya<br />

boğuyoruz.<br />

Peki Togan, şimdi tabii ki Şahan Gökbakar’ın<br />

çoğunlukla karakterlerinden çıkan filmler, kendi<br />

espri anlayışı ve fiziki tınısıyla oluşan karakterler.<br />

Ancak komedi öyle bir şey ki, içine girildiğinde<br />

insanın kendine has bir komedi anlayışı vardır.<br />

Şahan’ın karakterlerini bir kenara bırakarak, ne<br />

tarz komediden hoşlanıyorsun?<br />

Togan Gökbakar: Ben açıkcası kara mizahtan<br />

da çok hoşlanırım ancak bizim filmlerimizde<br />

Şahan’la ortak bir güldüğümüz espri yapılarımız<br />

var. O yönlerden örtüşüyoruz, o öyle bir espri<br />

yapınca ona çok gülüyorum. Mesela bir insan<br />

modelinin söylediği klişe şeylere çok gülerim.<br />

Tamamen laf olsun diye bir şey söylenilen komediler<br />

çok hoşuma gider. Türkiye’de yapılan<br />

komediler direkt bir otosansürle yapılıyor. Belli<br />

konular işin içine asla girmez. Belli hassasiyetlere<br />

saygıyla yapılıyor. Ancak Amerika’da böyle değil.<br />

En saygın adamlar üzerinden bile komedi dönebiliyor.<br />

Herkes istediğini söyleyebiliyor. O tabii ki<br />

tabuların yıkılmasına sebep olduğu için benim<br />

adıma daha büyük komediler üretiyor. Onun<br />

dışında bu aralar Youtuberlar var, kendi kendine<br />

videolar çekiyorlar onlar da çok hoşuma gidiyor.<br />

Gerçek insanların absurd olaylara verdiği tepkiler<br />

hoşuma gidiyor.<br />

Peki Recep İvedik’in animasyonu olacak mı?<br />

Şahan Gökbakar: Olacak diye yola çıktık, aslında<br />

istiyoruz da ama bu “Animasyonu da olsun” diye<br />

yola çıkılacak bir şey değilmiş onu anladık. Zaten<br />

Türkiye’de bunu yapan 1-2 yer var. Anima<br />

mesela, Kötü Kedi Şerafettin derken, bizim<br />

projeler darken kaynadı. Tabii animasyon filmlerin<br />

Türkiye’de nasıl bir oranla izleniyor ona baktık,<br />

yatırılan paranın geri dönüşü olur mu olmaz mı<br />

onu hesap ettik. Biraz muallak şeyler gördük<br />

ancak Recep İvedik’te böyle bir kaygı minimale<br />

iniyor ve işin güzel görünmesi gerekiyor o yüzden<br />

belki de yurdışından bir grupla bu işe girmek<br />

lazım. Bu şekilde yükseldik fakat başka projeler<br />

vesaireler nedeniyle şimdilik animasyon fikri<br />

birazcık bekliyor.<br />

Animasyonun olursa eğer yönetmeni sen mi<br />

olacaksın?<br />

Togan Gökbakar: Animasyon yönetmenliği apayrı bir<br />

mesele, belki birkaç teknik insan ile yapılırsa olabilirim,<br />

neden olmayayım. Animasyon filmi kulağa sanki normal<br />

filmden daha ucuz ve daha kolay yapılırmış gibi<br />

geliyor fakat aslında tam tersi. Hem de çocuk filmi gibi<br />

bir öngörüsü var insanlar tarafından. Recep İvedik’I<br />

eğer animasyon yaparsak içeriğini nasıl yapacağız<br />

bilemiyorum. Normal bir Recep İvedik filmi çekmek<br />

animasyon çekmekten daha kolayımıza geliyor şu<br />

durumda.<br />

Son soru olarak benim size sormadığım ancak sizin<br />

filmle ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />

Şahan Gökbakar: 19 Şubat’ta herkesi bekliyoruz.<br />

Zaten ön satışlara başlamışlar, salonlar dolmaya<br />

başlamış, teşekkür ediyoruz bize böyle bir mutluluk<br />

yaşattıkları için. Film 7+ 13A aldı. Yani bu da 7<br />

yaşından büyüklerin de keyifle izleyebileceği, aileleriyle<br />

gelebileceği bir film olduğunu belirtiyor. Biz güzel bir<br />

yemek hazırladık, izleyicilere de afiyet olsun.<br />

Togan Gökbakar: Herkesi 19 Şubat’ta bekliyoruz, Osman,<br />

hayalperest naif bir karakter, hayalleri olan ve<br />

hayallerinin peşinde koşan insanların filmi seveceğini<br />

düşünüyorum.


n Bilimkurguyu çok severim. İnsanı bilindik dünyadan<br />

koparır, yaratıcı zihinlerin var ettiği yeni dünyalara<br />

göz atmamızı sağlar. Rutin yaşamdan kaçamak<br />

yapmak için birebirdir. En büyük handikapı ise hayal<br />

dünyasının yarattığı bu evrenlerin kendi gerçeklik<br />

çizgisinin çok kolay bozulabiliyor olmasıdır ki bu<br />

filmi anormal ucuzlaştırır. Hollywood bu taktiksel<br />

hataya düşmemek için özellikle bilimkurgularda roman<br />

ve hikaye uyarlamalarına dayanır. Bizim çok<br />

önem verdiğimiz, hatta klasikleşen birçok bilimkurgu<br />

aslında edebiyat uyarlamasıdır. Dune, Minority Report,<br />

Blade Runner gibi filmler bunlara örnek olarak<br />

verilebilir. 19<strong>90</strong>’ların sonuna kadar ciddi politik<br />

göndermeleri olan, güncel hayata dair gelecek için<br />

önemli öngörüler yapan bilimkurguların 2000’lerdan<br />

itibaren farklılaştığını görüyoruz. Bütün ideolojiler<br />

nasıl kapitalizm tarafından sömürülüyorsa ve herşey<br />

popüler olma ihtiyacı yüzünden basitleşiyorsa ne<br />

yazık ki bilimkurgular da aynı süreçten geçiyor. Hollywood<br />

bu sürecin sonucu olarak gençlik filmleriyle<br />

bilimkurguyu birleştiren bir yol yarattı. Kendi adıma<br />

ben bu tür filmlere “ergenkurguları” diyorum. Örnek<br />

olarak Twillight, Maze Runner ve Açlık Oyunları<br />

serilerini verebiliriz. Hepsinde genç güzel bir kız ya<br />

uzaylılarla veya doğaüstü güçlerle uğraşır. Arada<br />

mutlaka bir aile ilişkisi, anne, baba, kardeş sevgisi<br />

ve kurtarma güdüsü vardır. Ve tabii mutlaka bir aşk<br />

yaşanır. Hayattan daha hiç bir ders almamış çıtır<br />

kızımız yaşadığı talihsizliklerden sonra eline bir silah<br />

alır başlar savaşmaya. Bu arada bu tür filmlerin<br />

senaryolarında saçma bir devrim vurgusu da yapılır<br />

illa. Bağdat Caddesi’nde Che tişörtüyle dolaşan<br />

ergenin devrimi tadında yani. Bu noktada herşey<br />

ucuzlaşıyor. Saçma bir kahramanlık hikayesiyle<br />

yüceltilmiş çıtır kız ve çıtır oğlan hikayelerine de biz<br />

yeni bilimkurgu dünyası demek zorunda kalıyoruz.<br />

İşte bu hafta vizyona giren 5. Dalga tam da böyle<br />

bir film. Rick Yancey’nin romanına dayanan filmin<br />

senaristlerine bir bakayım dedim üç isim var hepsi<br />

de kariyerlerinde romantik film senaryoları yazmak<br />

dışında bir şey yapmamışlar. Yönetmen J.Blakson<br />

ise kariyerinin ikinci filmini yönetiyor. Aslında onun<br />

da senarist kökenli olduğunu söylemeliyiz ama<br />

geçmişinde bilimkurguyla uzaktan yakından ilgisinin<br />

olmadığı yaptığı işlerden ortada. Kısacası<br />

bilimkurgu türü popüler ve ucuz romantizm ile<br />

pişmiş ellerde türün sadece bir gölgesi olarak devam<br />

etmekte. 5. Dalga filminin çıtır kızıysa Chloe<br />

Grace Moretz. Carry filminden hatırlayabileceğimiz<br />

1997 doğumlu Moretz son dönemin yükselen<br />

yıldızı. Diğer meslektaşlarına göre en büyük<br />

avantajı aslında oyunculuk gücü değil. Fiziki olarak<br />

birçoğundan iyi. Bu da ucuzlaşan standartların en


aradığı değer herhalde. Tabii haksızlık da yapmak<br />

istemiyorum. Bu tür filmlerin de kendi içinde iyileri<br />

ve kötüleri var. Mesela Twilight bence bu türün en<br />

iyileri arasında, 5. Dalga’ya gelirsek en kötülerinden<br />

diyebilirim. Filmin konusunu kısaca anlatayım,<br />

5. Dalga’da, uzaylılar tarafından yapılan öldürücü<br />

gücü gitgide artan dört saldırı dalgası Dünya’nın<br />

büyük bir kısmını kırıp geçirmiştir. Korku ve<br />

güvensizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda, Cassie<br />

umutsuzca erkek kardeşini bulmaya çalıştığı bir<br />

koşturmacanın içindedir. Kaçınılmaz ve ölümcül<br />

5. dalgaya hazırlanırken, genç kız kendisinin son<br />

umudu olabilecek genç bir adamla işbirliği yapar.<br />

Bu birliktelik Cassie’nin hiç tahmin etmediği bir<br />

gerçeğin ortaya çıkmasıyla dezavantaja dönüşür.<br />

Filmde Chloe Grace Moretz’in rol arkadaşı yakışıklı<br />

çocuğu oynayan Alex Rose’un karakteri tam bir<br />

klişe. Böyle diyorum ama hangi rol klişe değil diye<br />

sorsanız inanın cevap veremem. Kısacası eğer<br />

lisede arkadaşlarla okul sonrası bir filme gitmek<br />

istiyorsanız bu film iyidir. Ama bilimkurgu türüne<br />

gönül vermiş biriyseniz size Allah sabır versin.


n BBize Babalar Savaşıyor olarak çevrilen Daddy’s<br />

Home özlük ve üveylik kavramları üzerinden<br />

gayet yüzeysel bir sorgulamanın içine atıyor bizi.<br />

Tabii mevzu komedi olduğu için derin mevzular<br />

bize pek gevşek yansıyor.<br />

Son olarak Patrondan Kurtulma Sanatı 2’yle<br />

karşımıza çıkan senarist ve yönetmen Sean Anders<br />

bu kez Mark Wahlberg ve Will Ferrell’i karşı<br />

karşıya getirmiş. Ve ortaya gayet sulu sepken<br />

bir komedi çıkmış ama bir yandan da bu mevzu<br />

başka türlü nasıl anlatılabilirdi diye düşünmeden<br />

edemiyor insan. Filmin komik adamı elbette Will<br />

Ferrell olunca bütün bombardımanlar onun üzerinden<br />

olur. Bir daha asla baba olacağını Brad,<br />

karısının iki çocuğunu kendi çocukları gibi bağrına<br />

basar. Ama gerçek babalarının yolunu gözleyen<br />

iki afacanın Brad’i sürekli ezme çabalarına gerçek<br />

baba Dusty’nin de baskıları eklenince Brad’e<br />

üzülmekten başka bir şey gelmiyor elimizden.<br />

Yani film komedi unsurunun içine bir güzel dramı da<br />

katmış oluyor çaktırmadan.<br />

Filmi izlerken üvey baba Brad’e yapılanları çok fazla<br />

buldum, tabii bunların hepsi aşağılama edebiyatı<br />

üzerinden yapılan komiklikler. Yani bu kadarı da<br />

fazla dedirtmeyi başardı. Eve dadanan ve fazlaca<br />

göze batan ustayı da unutmamak lazım. Bir yandan<br />

da filmin karakterleri aracılığıyla verdiği dürüstlüğü<br />

sevdim. Dusty harbice üvey babayı alt etmeye<br />

geldiğini, karısını ve çocuklarını tekrar kazanmak<br />

için her şeyi yapacağını söylüyor. Yani Brad hızlıca<br />

inişe geçerken Dusty her anlamda yükseliyor. Filmi<br />

Robert De Niro’nun Zor Baba filmine benzettim.<br />

Sürekli yükselip alçalan rekabet ivmesinin dozu yok,<br />

burada da aynısı oluyor. Film sonrasında fazlaca<br />

gerdiği mevzuyu toplama yoluna gidiyor ve Dusty’e<br />

de her şeyin herkesin başına gelebileceği gerçeğini<br />

hatırlatmaktan geri durmuyor.


n Geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde gösterilen<br />

Ben Hopkins’in çektiği belgesel Hasret bu ay vizyona<br />

giriyor. Yer yer stilize, sofistike ve gerçeği hayali<br />

süslemelerle taçlandıran Hasret, izledikten sonra<br />

ağızda güzel bir tat bırakıyor. Altın Portakal’da<br />

“Pazar Bir Ticaret Masalı” filmiyle en iyi film ödülünü<br />

alan Ben Hopkinsbu kez de etkili bir belgeselle<br />

karşımızda.<br />

Almanyalı küçük bir film ekibi, kendi ülkelerindeki<br />

yerel bir kanal için İstanbul’a dair bir film çekmek<br />

amacıyla Türkiye’ye gelir. Yaşayan şehirden<br />

geçmişin şehrine doğru bir yolculuğa çıkar ve<br />

İstanbul’un gizli saklı kalan gerçeklerini keşfeder.<br />

Eski mahallelerin yıkılması ve yenilenmesi, göçmen<br />

işçiler, hükümete karşı direniş, şehirde<br />

yaşayan çok çeşitli dinler ve topluluklar, İstanbul’un<br />

tuhaf derecede melankolisi onu içine çekecektir.<br />

Belgesel çekmek zaten zor bir işken, şehir belgeseli<br />

çekmek daha da zor bir iş. O şehrin dokusunu,<br />

insanlarını, kokusunu, seslerini, mekanlarını iyi<br />

tanımanız gerekir. O şehirde yaşıyor olmanız bu<br />

işi bir nebze olsun kolaylaştırır. Ancak bir yabancı<br />

olarak o şehre dahil olmak ve o şehri dakikalara<br />

sığdırmak ustalık gerektirir. İşte, Ben Hopkins<br />

bunu başarabilmiş bir yönetmen. Hopkins,<br />

Berlin’de yaşayan bir İngiliz yönetmen. Belki de<br />

bu kültür çeşitliliğinin İstanbul’u iyi aktarmasında<br />

sağladığı yarar da vardır. Üstelik “Pazar Bir Ticaret<br />

Masalı”yla da Türkiye’ye ve Türklere dair<br />

oldukça bilgi sahibi. Yıllar önce, adını maalesef<br />

hatırlayamıyorum ama, Enis Rıza Sakızlı sayesinde<br />

bir şehir belgeseli izlemiştim. Münih üzerine,<br />

enfes bir belgeseldi. Çok etkilenmiştim. Orayı hiç<br />

görmeden kuvvetli bir bağ oluşmuştu bende. Yıllar<br />

sonra Münih’e gittiğimde o bağ yeniden canlandı<br />

ve hatıramda eşsiz bir şehir olarak yer almakta<br />

hala Münih. Bir şehir belgeselinin sıradan insanda<br />

yarattığı yoğun duyguya bakın... “Hasret”, bir<br />

yabancıda bu kadar güçlü bağlar bırakabilir mi<br />

bilmiyorum ama doyurucu, bilgilendirici ve belgeleyici<br />

yönü oldukça sağlam!<br />

Martılardan kedilere, balıkçılardan bakkallara, güzel<br />

manzaralardan leş sokaklara çok şey görebilirsiniz<br />

Hasret’te, İstanbul’a dair. Taksim’in arka sokaklarında<br />

gezi olaylarına katılan gencin söylemlerine de Fatih’te<br />

tarikat müridi olduğu her halinden belli olan bir adamın<br />

dinle ilgili görüşlerine de şahit olabilirsiniz. Gücünü bir<br />

şehrin sosyo-kültürel düzleminden alan belgesel hiç<br />

sıkmadan, bıkıp usanmadan izleyebileceğiniz özgünlükte.<br />

Yer yer kurgusal anlara da yer veren Hasret’in en<br />

güzel yönlerinden biri de seyircinin bilinçaltına işlediği<br />

şiirsellik.<br />

İstanbul özelinde memleketin değişiminin de altını<br />

çizebilen, yer yer bu şehre ve yaşayanlarına dair güçlü<br />

tespitler sunan Hasret, mutlaka sinemada izlenmesi<br />

gereken yapımlardan biri. Hopkins’in Türkiye’yi plato<br />

olarak daha sık kullanması dileğiyle!


n 88. Akademi Ödülleri ya da hepimizin bildiği<br />

ismiyle Oscar Ödülleri, Los Angeles’ta bulunan<br />

Dolby Tiyatrosu’nda düzenlenen törenle<br />

sahiplerini buldu. Chris Rock’ın sunuculuğunu<br />

üstlendiği törende En İyi Film Oscar’ının sahibi<br />

Spotlight olurken Mad Max: Fury Road 6, The<br />

Revenant 3 ödül kazandı. Gecenin sürprizini ise<br />

En İyi Görsel Efekt kategorisinde ödüle uzanan<br />

ve tören öncesinde bu kategorinin en zayıf<br />

halkası olarak görünen Ex Machina yaptı.<br />

Geride bıraktığımız yılın adayları arasında seyirci<br />

tarafından en çok sevilen film hiç kuşku yok<br />

ki, The Grand Budapest Hotel olmuştu. Geceye<br />

kostüm ve makyaj gibi kategorilerde ödüllerle<br />

başlayan film yönetmen ve film kategorilerinde<br />

görmezden gelinerek toplamda 4 ödülle geceyi<br />

tamamlamıştı. Bu sene de benzer bir süreç Mad<br />

Max: Fury Road ile yaşandı. Senaryo ödüllerinin<br />

ardından açıklanan neredeyse tüm ödülleri silip<br />

süpüren film; makyaj, kostüm ve prodüksiyon<br />

tasarımı gibi kategorilerde topladığı ödüllerle<br />

geceyi en fazla ödül alan film unvanıyla kapadı.<br />

Yönetmen kategorisinin iddialı isimlerinden<br />

olan, filmin yönetmeni George Miller ise bu<br />

kategoride ödülü The Revanant’ın yönetmeni<br />

Alejandro González Iñárritu’ya kaptırdı. Iñárritu<br />

bu ödülle birlikte Birdman’in ardından art arda<br />

ikinci kez yönetmen ödülüne layık görülmüş<br />

oldu. Miller ile Iñárritu arasında kişisel tercihim<br />

Miller’dan yana olsa da tıpkı geçen yıl olduğu<br />

gibi bu yılda Iñárritu ödülü sonuna kadar hak<br />

ediyordu.<br />

Oyunculuk kategorilerinde ise herhangi bir<br />

sürpriz yaşanmadı. Artık neredeyse tüm


dünyanın en önemli sorunu haline gelen<br />

Leonardo DiCaprio’nun Oscar alamamış<br />

olması, başarılı oyuncunun The Revanant’taki<br />

performansıyla ödüle layık görülmesiyle son<br />

buldu. Ne yazık ki, hatıralarımızda yakın tarihten<br />

The Wolf of Wall Street gibi bir örnek<br />

varken DiCaprio’nun belki de en az hak ettiği<br />

performansıyla ödüle uzandığını söyleyebiliriz.<br />

Bu kategoride ödülü hak eden ismin<br />

ise Eddie Redmayne olduğunu eklemek gerekiyor.<br />

Ancak hem geçen sene almış olduğu<br />

ödül, hem de Akademi’nin üzerindeki Di-<br />

Caprio baskısı genç oyuncunun törenden eli<br />

boş ayrılmasına sebep oldu. Yardımcı erkek<br />

kategorisinde ise ödül Mark Rylance’ın oldu;<br />

Sylvester Stallone bir kez daha - belki de<br />

son kez - törenden eli boş ayrıldı. Oyunculuk<br />

kategorilerini incelemeye devam edecek olursak,<br />

En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde ödül<br />

sezon un başından bu yana belli olduğu gizi<br />

Room filmindeki performansıyla Brie Larson’un<br />

oldu. Hem Room’un hem de Brie Larson’ın<br />

performansının Akademi tarafından bu denli<br />

sevilmiş olmasını anlamak mümkün değil.<br />

Sıradan hatta vasat bir uyarlama olan Room’un<br />

ödül töreninde En İyi Film dahil dört kategoride<br />

aday gösterilmesi ve törenden oyunculuk kategorisinde<br />

ödülle ayrılması Oscarlar’ın filmle<br />

ilgili değil yapımcılarının reklam çalışmalarıyla<br />

ilgili olduğunu bir kez daha kanıtlar nitelikte.<br />

Yardımcı kadın kategorisinde ise ödül<br />

yine beklendiği üzere The Danish Girl’deki<br />

performansıyla Alicia Vikander’ın oldu. Bu<br />

kategoride haksızlıktan bahsetemesek de ödül<br />

sezonu boyuncu Jennifer Jason Leigh’in görmezden<br />

gelinmesi son derece enteresandı.


Deniz Gamze Ergüven’in uzun metraj çalışması<br />

Mustang’in Türkiye’den değil de Fransa’dan<br />

aday gösterilmesiyle başlayan ve bizim ülkemizde<br />

de bir hayli ses getiren Yabancı Dilde En<br />

İyi Film kategorisinin kazananı Son of Saul oldu.<br />

Bazı popüler isimlerin Mustang filmini dillerine<br />

dolaması sebebiyle ödül sezonunu yakından<br />

takip etmeyenler için Mustang’in ödül alabilme<br />

ihtimali heyecan yaratsa da ödül hak edene Son<br />

of Saul’a verildi.<br />

Her yıl olduğu gibi bu yıl da ödül sezonunun<br />

başlamasıyla birlikte filmler ve bu filmlerin Oscar<br />

şansları büyük farklılıklar gösterdi. Sezona<br />

favoriler arasında giren Spotlight ve The Big<br />

Short’un şanslarının her geçen gün azaldığı bir<br />

tablo karşımıza çıkarken Alejandro González<br />

Iñárritu’nun The Revenant’ı favori durumuna<br />

yükseldi. Spotlight ve The Big Short geceye<br />

senaryo ödülleriyle başlasa da en iyi film kategorisine<br />

geçilmeden önce iki filmin haznesinde<br />

de sadece birer ödül yer alıyordu. Morgan<br />

Freemen, En İyi Film Oscar’ını açıklamak<br />

için sahneye çıktığında neredeyse herkes ünlü<br />

oyuncunun ağzından “The Revenant” kelimelerinin<br />

çıkacağına emindi ancak ödül benim de<br />

kişisel favorim olan Spotlight’ın oldu. Uzun<br />

yıllar sonra neredeyse ilk kez kişisel olarak<br />

desteklediğim filmin büyük ödülü kazanması<br />

sebebiyle farklı bir mutluluk yaşadığımı itiraf<br />

etmeliyim. El aldığı konuyu tüm boyutlarıyla<br />

inceleyen, belgesel ile kurmaca arasındaki ince<br />

çizgide son derece doğru bir yerde konum-


lanan, görsel bir şölen sunmak yerine sade<br />

ancak etkileyici bir anlatı tercih eden film sonuna<br />

kadar hak ettiği bir ödüle layık görülmüş<br />

oldu.<br />

Törenin Ardından Kısa Kısa…<br />

*Emmanuel Lubezki art arda üçüncü kez Oscar<br />

kazanan ilk görüntü yönetmeni oldu. Usta<br />

görüntü yönetmeni Roger Deakins ise 13. kez<br />

aday olduğu Akademi Ödülleri’nden yine eli<br />

boş döndü.<br />

*Spotlight, en iyi film kazananları için süregelen<br />

üç ödül kuralını da yıktı. Film, Cecil B.<br />

DeMille’in yönettiği 1952 yapımı The Greatest<br />

Show on Earth’ten tam 63 yıl sonra toplamda<br />

üç ödüle uzanamadan En İyi Film Oscar<br />

Ödülü’nü kazanan ilk film oldu<br />

*Pek çok klasik filmin müziklerinde imzası bulunan<br />

ve sinemaseverler tarafından çok sevilen<br />

İtalyan bestekâr Ennio Morricone, Akademi<br />

Ödüllerindeki beş adaylığının ardından The<br />

Hateful Eight’te yaratmış olduğu şaheseriyle<br />

nihayetinde En İyi Film Müziği dalında Oscar<br />

Ödülünün sahibi oldu.<br />

*Alejandro González Iñárritu, The Birdman’ın<br />

ardından The Revanant ile de En İyi Yönetmen<br />

Oscar’ına layık görülerek bu ödülü art arda<br />

kazanmış oldu. Iñárritu’dan önce bu ödüleThe<br />

Grapes of Wrath (1940) - How Green Was My<br />

Valley (1941) filmleriyle John Ford ve A Letter<br />

to Three Wives (1949) - All About Eve (1950)<br />

filmleriyle Joseph L. Mankiewicz art arda layık<br />

görülmüştü.


n Ha geldi ha gelecek derken yılın<br />

süper kahraman karşılaşması, Batman<br />

ve Superman’i karşı karşıya getirecek<br />

olan Batman v Superman: Dawn of<br />

Justice son çeyreğe girdi. Hayranların<br />

büyük merakla beklediği bu kapışma<br />

öncesinde Batman ve Superman’in<br />

geçmişine şöyle bir göz atalım.<br />

Bob Kane ve yazar Bill Finger<br />

tarafından ilk defa 1939 yılında yaratılan<br />

Batman yani Yarasa Adam, çizgi roman<br />

dünyasının yanı sıra pek çok kez<br />

televizyon ve beyazperdeye uyarlanmış<br />

oldukça da ilgi görmüş bir karakter. İlk<br />

olarak 1943 yılında seyirci ile buluşan<br />

Gotham’ın kara şövalyesi ardından<br />

1949 yılında Batman and Robin filmi<br />

ile seyirci ile buluştu. 1966 yılında ise<br />

adeta karakterle özdeşleşmiş olan<br />

Adam West’in karakteri canlandırdığı<br />

Batman: The Movie çekildi. Sonrasında<br />

televizyona transfer olan Batman, 1966<br />

- 1968 yılları arasında ekranda boy<br />

gösterdi.<br />

1989 yılında ise başarılı yönetmen Tim


Burton’un ellerinde yeniden<br />

şekillenen kara şövalye bu sefer<br />

Michael Keaton ile hayat<br />

buldu. Burton’un tarzına<br />

yakışır karanlık bir konseptte<br />

çekilen ilk iki film<br />

(Batman 1989, Batman<br />

Returns, 1992) ardından<br />

yapımcılar daha renkli<br />

ve çocuklara daha çok<br />

hitap eden bir Batman<br />

uyarlamasını tercih ettiler ve<br />

karakteri Val Kilmer’a emanet ettiler.<br />

1995 yılında vizyona Batman Forever<br />

renkli cast çalışması ile dikkat çekiyordu.<br />

Bu sefer yönetmen koltuğunda<br />

aksiyon filmleri ile meşhur Joel<br />

Schumacher vardı. Burton’un karanlık<br />

konseptinden uzaklaşılmış, daha<br />

popüler bir kitleye hitap eden bu yeni<br />

tarz dönülmez bir yolun da sonunu<br />

gösteriyordu.<br />

1997 yılında yine Schumacher’in<br />

yönetmenliğinde bir devam filmi geldi<br />

ki film adeta adını tarihe yazdırdı. Bu


ad yazdırma elbette ki vasat özellikleriyle<br />

oldu... Batman rolünde George Clooney yıllar<br />

geçmesine rağmen hala özür diliyor, Joel<br />

Schumacher “benim suçum değil yapımcılar<br />

böyle istedi” diyor ama sonuç itibarı ile<br />

hafızalardan silinmeyecek vasatlıkta bir film<br />

ortaya çıkıyordu. Film adeta bir lunapark<br />

eğlencesi gibiydi. Birbirinden ünlü oyuncular<br />

rengarenk kostümler ve oyuncaklar içerisinde<br />

kötü bir uyarlama ile seyircilerin karşına<br />

geçiyorlardı. Filmde kimler yoktu ki, Arnold<br />

Schwarzenegger’den Uma Thurman’a, Alicia<br />

Silverstone’dan Chris O’Donnell’a birbirinden<br />

farklı ve kimyaları tuhaf kaçan oyuncular bir<br />

aradaydı.<br />

Bu kötü uyarlamadan sonra Gotham’ın kara<br />

şövalyesi derin bir sessizliğe gömüldü. Ta ki<br />

yetenekli yönetmen Christopher Nolan 2005<br />

yılında yeniden diriltene kadar. Batman Begins,<br />

diğer uyarlamalara oranla daha gerçekçi<br />

bir konsept sergileyerek filmden polisiye<br />

tadı almamızı da sağlıyordu. Bu sefer Batman<br />

rolünde Christian Bale vardı. Müthiş<br />

bir cast, yönetmenlik ve hikaye ile film Batman<br />

hayranlarından tam puan alıyordu. İki<br />

de devam filmi çekilen seri (her ne kadar son<br />

filmi film Dark Knight Rises benim olduğu gibi<br />

çoğu kişinin içine sinmese de) muazzam bir<br />

üçleme ile sonlanıyordu.<br />

Superman’in yolculuğu ise 1933 yılında<br />

başladı. Jerry Siegel ve Joe Shuster<br />

tarafından yaratılan karakter pek çok evreden<br />

sonra son halini almıştır. Kripton gezegeninden<br />

dünyamıza gelen, uçma kabiliyetine sahip<br />

süper güçleri olan kahraman 1948 yılında<br />

seyirci ile buluştu. Ancak onu asıl seyirci ile<br />

tanıştıran 1978 yapımı, başrolünde Christopher<br />

Reeve ve Gene Hackman’ın olduğu film<br />

oldu. Richard Donner yönetmenliğindeki film<br />

oldukça beğenildi ve Superman karakterinin<br />

Christopher Reeve ile anılmasına neden oldu.<br />

Üç de devamı çekilen seriden sonra Superman<br />

çeşitli dizi ve animasyon konseptleriyle<br />

televizyonda seyirci ile buluştu. 2006<br />

yılına gelindiğinde ise film yetenekli yönetmen<br />

Bryan Singer yönetmenliğinde “Superman<br />

Returns” adı ile çekildi. Bu sefer SUperman<br />

rolünde genç aktör Brandon Routh vardı.<br />

Superman’in ezeli düşmanı Lex Luthor’u ise<br />

Kevin Spacey canlandırıyordu. Film istenen etkiyi<br />

bırakmadı. Yönetmen koltuğunda X-Men serisini<br />

bırakıp Superman’e yönelen Singer da bir fark<br />

yaratamayınca tek film ile kaldı Superman’in bu<br />

yeni macerası.<br />

Uzun bir sessizlikten sonra, Nolan’ın Batman<br />

serisinin de getirdiği ses ile birlikte “300”,<br />

“Watchmen” gibi filmlere imza atan başarılı<br />

yönetmen Zack Snyder, arkasına kankası Christopher<br />

Nolan’ı da alan alarak yeni nesil bir Superman<br />

filmine el atmaya niyetlendi. 2013 yılında<br />

çekilen ve Superman efsanesini baştan anlatan<br />

yapımda birbirinden ünlü isimler yer aldı. Kevin<br />

Costner, Russell Crowe, Michael Shannon,<br />

Amy Adams, Laurence Fishburne gibi yıldızlar<br />

topluluğunun oluşturduğı filmde Superman karakterini<br />

Henry Cavill canlandırıyordu. Günümüz<br />

dijital efektleri ve yeni nesil hikaye konsepti ile<br />

Superman “Man of Steel” ile bizlere selam veriyordu.<br />

Zack Snyder’ın kendisine has üslubu ile<br />

ortaya çıkan bu film hem gişe bağlamında hem de<br />

eleştiri bağlamında oldukça iyi geri dönüşler aldı.<br />

Çok geçmeden Superman’in bu başarısını devam


Bilindiği gibi Ben Affleck 1997 yapımı dram Good<br />

Will Hunting ile en iyi senaryo Oscar’ı kazanmış,<br />

ardından 2013 yapımı tartışmalı film Argo ile en<br />

iyi yönetmen ödülüne layık görülmüştü. Kamera<br />

arkasında çok daha iyi iş yaptığını düşünen<br />

kesim azımsanmayacak kadar fazla. Ancak Affleck<br />

Batman konusunda daha ilk günden beri<br />

fazlasıyla hevesli. Yönetmen Snyder’a göre de<br />

Affleck bu işin altından hakkıyla kalkmış durumda.<br />

filmi ile taçlandırmak isteyen başarılı yönetmen<br />

Snyder, bu sefer filme Batman’i de dahil etmek<br />

niyetindeydi. Batman’i tekrar canlandırılması<br />

gündemde olsa da Dark Knight serisinde<br />

başarılı performansı ile akıllara kazınan Christian<br />

Bale rolü kibar bir şekilde geri çevirdi.<br />

Başka birini Batman olarak görecek olmanın<br />

keyifli olacağını dile getirdi. Bundan sonrası<br />

adeta dedikodu kazanı... Batman karakteri için<br />

ortaya bir çok aktörün ismi atıldı ancak hiçbiri<br />

doğrulanmadı. Ta ki bir sabah güne gözlerimizi<br />

açtığımızda karşımızda yeni Batman’in ismini<br />

görene kadar. Öyle ki çoğumuzu şok eden bu<br />

isim Ben Affleck’ten başkası değildi.<br />

Affleck, daha önce yine bir çizgi roman<br />

kahramanı olan Daredevil’ı canlandırmış ancak<br />

film hem prodüksiyon anlamında hem de<br />

gişe anlamında istenen sonucu vermemişti.<br />

Bu nedenle hayranların temkinli yaklaştığı isim<br />

ilk fargman yayınlanana kadar hep bir soru<br />

işaretiydi. Hayranlar Affleck’in nasıl bir Batman<br />

olacağını kara kara düşünürken ilk görsel düştü<br />

ve hayranların içi bir nebze rahatladı. Diğer<br />

Batman’lere oranla daha olgun, yaşını almış bir<br />

karakter vardı karşımızda. Superman’a karşı<br />

vereceği mücadele ise sabırsızlıkla bekleniyor.<br />

Fragmanlara baktığımızda biz de çok<br />

yadırgamasak da en iyi sonucu izleyince<br />

alacağımız aşikar. Superman’i yine Hanry<br />

Cavill’in canlandıracağı, Batman’e ise Ben<br />

Affleck’in hayat vereceği Batman v Superman:<br />

Dawn of Justice’da “Man of Steel” kadrosuna ek<br />

olarak ayrıca Jesse Eisenberg, Jason Momoa,<br />

Gal Gadot, Jeremy Irons gibi birbirinden usta<br />

isimler katılıyor. Beyazperdede ilk defa Batman<br />

ve Superman’in birbirileri ile olan karşılaşmasını<br />

izleyecek hayranlar sabırsızlıkla vizyon gününü<br />

bekliyor. Daha önce çizgi serilerde defalarca<br />

birlikte izlediğimiz bu iki efsane karakterin<br />

kapışmaları şimdiden fargmanlar sayesinde olay<br />

yaratmış durumda. Geçmiş yıllarda izlediğimiz<br />

Batman ve Superman uyarlamalarından çok daha<br />

farklı bir konseptin bizi beklediği belli. Film de<br />

ayrıca yine çizgi roman dünyasından tanıdığımız<br />

Wonder Woman, Aquaman, Flash gibi isimleri<br />

de ilk defa bir arada görecek olmanın heyecanı<br />

mevcut. Birbirinden başarılı isimlerin bir arada<br />

bulunduğu ve Batman ile Superman’i karşı<br />

karşıya getirecek Batman v Superman: Dawn of<br />

Justice 25 Mart 2016’da seyirci ile buluşacak.<br />

Seri bu kadarla da kalmayacak aynı ekibi bir<br />

araya toplayacak The Justice League Part One<br />

2017’de, Justice League Part Two da 2019’da<br />

hayranlar ile buluşacak. Marvel serisinin peş<br />

peşe atak yaptığı şu günlerde DC’de şaha kalkmak<br />

üzere. Seriyle bağlantılı Suicide Squad’ı<br />

da Ağustos ayında izleyeceğimizi artı parantez<br />

belirtmek gerek. Ayrıca Wonder Woman, Aquaman<br />

ve Flash’ın da solo filmlerinin peş peşe<br />

geleceğini hatırlatalım. Ne diyelim önümüzdeki<br />

yıllarda da süper kahraman filmlerine doymaya<br />

devam edeceğiz gibi görünüyor.


Bu hafta vizyona giren Senarist filminin yönetmeni Hulusi<br />

Orkun Eser ile başrol oyuncusu Dilara Büyükbayraktar<br />

filmlerinin kolay tüketilecek bir yapım olmadığını, izleyicinin<br />

filmi bir kere daha izlemek isteyeceğini söylediler...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasında bir kalite sorunu olduğu<br />

ortada. Birçok yönetmen bu problemi aşmak için<br />

iyice basitleştirdikleri yapımlarla izleyiciye yükleniyor.<br />

Ama bu hafta vizyona giren Senarist gibi bir<br />

filmde var. Yönetmeni Hulusi Orkun Eser ve başrol<br />

oyuncusu Dilara Büyükbayraktar filmlerinin kolay<br />

anlaşılabilecek bir film olmadığını söylüyorlar. Hatta<br />

filmi anlamak için ikinci kere seyredecek izleyiciler<br />

olacağını iddia ediyorlar.<br />

Senarist’i yazma fikri nasıl başladı?<br />

Hulusi Orkun Eser: Benim kitaplardan biraz psikolojiye<br />

merakım vardı. Filmin alt meni Türkiye’nin<br />

siyasi konularına değiniyor. Bunlara da ilgim vardı,<br />

araştırıyordum. Temeli buradan çıktı aslında. Temel<br />

konuları belirleyip 1-1.5 yıllık süreçte araştırma<br />

yapıp 6 aylık yazım süreciyle gelişti.<br />

Sizi tetikleyen bir olay bir hikaye var mıydı? Yoksa<br />

tamamıyla kurmaca mı?<br />

Hulusi Orkun Eser: Aslında filmdeki karakterler<br />

kurmaca. Ama hepsinin dayandırıldığı bir yer var.<br />

Filmdeki olay evrensel aslında çok kurmaca değil.<br />

Her yerde bir şekilde insanların gözüne sokulmadan<br />

yaşandırılıyor olaylar.<br />

Peki senaryo size geldiğinde filmde neden olmak<br />

istediniz? Biraz da rolünüzden bahseder misiniz?<br />

Dilara Büyükbayraktar: Bu benim ilk beyaz perde<br />

tecrübem. Ben Konya’da çalışıyordum bir dizide.<br />

Orkun da gelip benimle çalışmak istediğini<br />

söylediğinde çok heyecanlandım. Çünkü filmin<br />

içinde Siyonizm var. O sıralar ben de çok<br />

araştırıyordum siyonizmi. Dolayısıyla dikkatimi<br />

çekti. Oynadığım karakter de filmde erdemli bir<br />

karakter. Film de bir taraf erdemler bir taraf karanlık.<br />

Ben de iyi bir karakter oynamayı istiyordum uzun<br />

süreden beri. O yüzden beni çeken şey bu oldu. Bir<br />

de ilk tecrübem, Orkun da sağ olsun iyi bir yönetmen.<br />

Ufak ufak adımlar atmaya başladı. İnşaallah çok iyi<br />

bir yönetmen olacak ileride.<br />

Hulusi Orkun Eser: İnşaallah.<br />

Dilara Büyükbayraktar: Dolayısıyla böyle bir ekiple<br />

çalışmayı çok istedim.<br />

Normalde sizin genellikle dizileriniz var. Bu ilk filminiz.<br />

Daha önce projeler geliyor muydu? Yoksa rast mı<br />

geldi?<br />

Dilara Büyükbayraktar: Yoo rast geldi. Şöyle Konya<br />

da dizi çekildiği için dolayısıyla çok fazla insan<br />

tanımıyorum. Bulunduğum yerden dolayı da çok fazla<br />

proje gelmiyordu açıkçası. Orkun’la beraber başladı<br />

bu serüven. Bakalım bundan sonra iyi şeyler olacak<br />

inşallah.<br />

Türk sineması için aslında çok tecrübe edilmemiş bir<br />

tür Senarist filmi. Birçok tür var fakat gizem filmlerini<br />

daha çok dünya sinemasında görüyoruz.<br />

Hulusi Orkun Eser: Bu tür de birçok filmin analizini<br />

yaptım. Takip ettiğim bazı yönetmenler var. Belli başlı<br />

hayranı olduğum filmler var. Zaten filmde esintiler<br />

var. Asıl onları referans aldım. Nasıl anlatmışlar, nasıl<br />

yansıtmışlar. Sadece Türkiye ile sınırlı olsun istemedim<br />

film, ne kadar gider, nasıl yurtdışına açılabiliriz<br />

onu bilmiyorum. Ama en azından yabancı biri de filmi<br />

izlediğinde anlayabilsin istedim. Biraz daha evrensel<br />

bir film olsun istedim. O yüzden filmleri inceleyerek<br />

nasıl daha evrensel bir anlatım yakalayabilirim diye<br />

baktım. Etkilendiğim yönetmenleri sıkı markaja alarak<br />

filmin teknik kısmında kullandım. Sonuçta ilk filmim.<br />

Daha önce onlarca reklam filmi çektim, dizilere görsel<br />

efekt yaptım. Tanıtım, animasyon filmi yaptım. Piyasa


tecrübem var ama sinemaya dair tecrübem yoktu.<br />

Açıkçası başlayalım allah ne verdiyse dedik.<br />

Peki rol üzerine nasıl hazırlandınız?<br />

Dilara Büyükbayraktar: Çok fazla bir hazırlık<br />

sürecim olmadı. Çünkü aynı zamanda dizi de<br />

çalışıyordum. Dizi setinden çıkıp filmin setine geliyordum.<br />

Daha çok Mustafa Uzunyılmaz ve Tuncay<br />

Bey’le sahnelerim vardı. Onlar da yılların tecrübeli<br />

tiyatrocusu, oyuncusu aynı zamanda. Onlar destek<br />

oldular önümü görmem açısından, sağ olsunlar. Onlardan<br />

destek alarak hazırlandım diyelim.<br />

Siz filmin hazırlık aşamasında neleri örnek aldınız?<br />

Literatür çalışmanız oldu mu?<br />

Dilara Büyükbayraktar: Dediğim gibi benim bu<br />

konuya biraz ilgim vardı. Araştırıyordum zaten<br />

nedir ne değildir diye. Filmden de çok bahsetmek<br />

istemiyorum. Çünkü bir şey söylersem o başka bir<br />

şeyi anlatacak. Biraz bulmaca var filmin içinde.<br />

Dolayısıyla filme başlamadan önce bildiğim birkaç<br />

bir şey vardı. Onların da benim kafam da açtığı bazı<br />

kapılar oldu. Filmin içinde onlar sayesinde karakteri<br />

oluşturdum. Türkiye’de çok fazla bilinen bir tür<br />

değil. Hani bir filmi izlersiniz ilk izlediğinizde bir şey<br />

anlamazsınız sonra ya bir film vardı neydi bir daha<br />

izleyim dersiniz işte bizim filmde böyle bir film oldu.<br />

Bir kere izlemekle insanlar doymayacak.<br />

Alaylı mı okullu musunuz?<br />

Dilara Büyükbayraktar: Evet Okulluyum. Eskişehir<br />

Anadolu Konservatuar 2011 mezunuyum. Ufak bir<br />

tiyatro, ardından dizi tecrübem şimdi de sinema<br />

tecrübem oldu.<br />

Yeşilçam veya Hollywood’ta, büyük sinema sektörlerinde<br />

sinema oyuncuları vardır. Bunlar isimlerini<br />

sinemada sağlamıştır. Ardından dizi ve tiyatro<br />

da oynarlar. Ama Türkiye’de nerdeyse tiyatro<br />

oyunculuğundan geçenler tartışmalıyken sinema<br />

oyuncusu hiç kalmadı. Özellikle genç oyuncular<br />

dizi de sinema da tecrübelerini aldıkları için<br />

sinema dili oluşturmada problem yaşıyorlar. Bu<br />

durumun avantajları veya dezavantajlarını nasıl<br />

yaşıyorsunuz?<br />

Dilara Büyükbayraktar: Dediğiniz o kadar doğru ki.<br />

Ülkemizde şöyle bir şey var belki başka ülkelerde<br />

de vardır bilmiyorum. Okul döneminde sınav stresleri,<br />

oyunlar, verilen onca emek var. Mezun olduktan<br />

sonra da bunun üzerine gidiyorum. Biz sadece<br />

tiyatro eğitimi almıyoruz. Oyunculuk namına nerde<br />

ne işi yaparsanız onun disiplinini öğreniyorsunuz.<br />

Fakat dışarı çıktığınızda o kadar farklı bir dünya<br />

var ki bazı yönetmenler, önüne oyuncu kataloğu<br />

geldiğinde hangi yarışmadan birinci olan mankenler<br />

varsa onunla çalışmak istiyorlar. Görselliği ön planda<br />

tutuyorlar. Bu noktadan sonra o kadar okul emeği can<br />

acıtıyor.<br />

Siz cast’ı nasıl hazırladınız?<br />

Hulusi Orkun Eser: Halis (Bayraktaroğlu) ağabey<br />

ve Mustafa (Uzunyılmaz) ağabeyi, rolleri yazarken<br />

düşünüyordum. Halis ağabeyin oyunculuğunu biliyordum.<br />

İlk yazmaya başladığımda aklımdaydılar. Diğer<br />

roller de Dilara ve Ebru uygundu. Tuncay ağabeyle<br />

de 5-6 görüşme sonrası anlaştık.<br />

Bazı yönetmenler var özellikle isim yapmış oyuncularla<br />

çalışmıyorlar. Kendi istedikleri elbiseyi daha<br />

rahat giydirebilmek için veya yanlarındaki tanınırlığın<br />

senaryoya etki etmemesi için. Siz hangisini tercih<br />

ediyorsunuz?<br />

Hulusi Orkun Eser: Bugüne kadar yapılmış iki<br />

filmim var. Böyle bir istatistik yapabilecek kadar film


geçmişim yok. Şahsi tercihim karaktere kim oturuyorsa<br />

onu isterdim. Senarist’te öyle yaptık. Fakat<br />

seyirci tanınmış oyuncu istiyor. Çünkü gişe yapmadan<br />

bir sonraki filme hazırlanmak zor.<br />

Film kaç kopya giriyor?<br />

Hulusi Orkun Eser: Şu an da 80-100 kopya arası<br />

ama artacak gibi duruyor.<br />

Türkiye’de kadın oyuncular 80’ler <strong>90</strong>’ların ikinci<br />

yarısına kadar feminizm etkisindeydi. Bunu yazan<br />

senaristler, yönetmenler oyuncular vardı. Fakat<br />

daha sonrasında geri adım atıldı. Bunu omuzlayacak<br />

cesaretli kadın oyuncular ve hikayeler azaldı.<br />

Siz bu konula ilgili ne düşünüyorsunuz?<br />

Dilara Büyükbayraktar: Biz oyuncuyuz, benim<br />

önüme ne verilirse onu oynarım. Kurallarım yok<br />

ama bir öpüşme sahnesi neye hizmet veriyor.<br />

Seyirci için mi rol için mi? Altı boşsa bana bir şey<br />

katmayacaksa oynamam. Böyle kriterlerim var. Ama<br />

onun haricinde feminist rol geldi oynamam gibi bir<br />

durum yok. Keşke gelse de oynasam.<br />

Hangi film türünü seviyorsunuz?<br />

Dilara Büyükbayraktar: Ben aksiyon severim.<br />

İzlemeyi de çok seviyorum. Onun haricinde psikolojik<br />

filmleri çok seviyorum.<br />

Türkiye’de sinema parçalanmış halde. Bir tarafta<br />

gişe filmleri bir tarafta festival filmleri diğer tarafta<br />

yönetmen ve korku filmleri. Bu nokta da tercihiniz?<br />

Dilara Büyükbayraktar: Gişe filmleri şu an çok kötü.<br />

İçi boş. Bunda sadece senarist, yönetmen, ve oyuncuya<br />

kızamıyorsunuz. Çünkü halk bunu istiyor. Komedi<br />

ya da romantik komedi istiyor. Ben bu noktada<br />

sanatsal filmler tercih ederim. Ama sanatsal filmler<br />

de karın doyurmuyor.<br />

Sizin içinde geçerli. Çektiğiniz film gişe filmi değil.<br />

Sonuçta içerik olarak kendi derdi olan ve tüketilmesi<br />

zor film. Fakat ikinci filmi çekmek için iş yapması<br />

lazım diyorsunuz, bu çıkmazdan nasıl çıkmayı<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Hulusi Orkun Eser: Aslında “Senarist” biraz arada<br />

oldu. Daha doğrusu sanat tarafındaydı ama araya<br />

çekildi gibi. Film duyurulmaya başlandıktan sonra<br />

reklamsız ciddi bir izlenme oranına kavuştu.<br />

Avantajımız bizim karşımızda pek filmin olmaması.<br />

Osman Pazarlama var, ama o da tam anlamıyla<br />

gişeyi doldurmaz. Osman Pazarlamaya gitmeyenler,<br />

Senarist için bu güzelmiş deyip gideceği bir<br />

film. Aslında şöyle istiyorum. Gişe filmi olsun. Ama<br />

bir değeri de olsun. Bir İnception ya da Prestij niye<br />

bizde olmasın. Tabi olmaması için birçok nedeni var.<br />

Ben bu yola doğru gitmek istiyorum. Türkiye’deki<br />

sanat filmlerini sanat filmi olarak görmüyorum.<br />

Peki son olarak filme gelecek izleyiciye söylemek<br />

istedikleriniz ne var desem?<br />

Hulusi Orkun Eser: Gelenler inşallah bol olur. Gelenlere<br />

de dikkatli izlemelerini tavsiye ederim. Çünkü<br />

film bulmaca tadında. İnşaallah keyif alırlar.<br />

Dilara Büyükbayraktar: İzleyiciyi farklı şeyler bekliyor.<br />

Seyirci başından sonuna kadar izlemeli. Hani<br />

bir filme gidersiniz birkaç sahneden sonrasını tahmin<br />

edersiniz ya. Senarist böyle değil. Başı, ortası<br />

ve sonu farklı.<br />

Dizi mi sinema mı desem?<br />

Dilara Büyükbayraktar: Dizi setleri çok uzun. Sinemada<br />

böyle olmuyor, çalışma saatleri çok uygun.<br />

Dizi ile arasında dağlar kadar fark var. Sinema<br />

yormuyor, çalışma saatleri belli teknik ekibi kaliteli.<br />

Sinema şu an için bana daha profesyonel geliyor.


n Mart başında vizyona 5th Wave giriyor. 5th<br />

Wave, Rick Yancey’nin romanından Susannah<br />

Grant, Akiva Goldsman ve Jeff Pinkner tarafından<br />

beyazperdeye uyarlandı. Filmin başrollerinde<br />

Chloë Grace Moretz, Nick Robinson, Ron Livingston<br />

gibi isimler var, yönetmen koltuğunda ise J<br />

Blakeson var. Filmde uzaylılar tarafından yapılan<br />

saldırıdan kurtulan genç bir kız, kaybolan erkek<br />

kardeşini aramaya koyuluyor. Kardeşini arama<br />

çalışmalarına bir çocuk yardımcı oluyor ama<br />

acaba uzaylı mıdır, insan mıdır? Cassie (Chloë<br />

Grace Moretz)’nin bu yabancıya güvenmekten<br />

başka çaresi yoktur. Görsel efektler anlamında<br />

başarılı görünen filmin, içerik anlamında zayıf<br />

kalmış olduğunu duyduk. Ergenlerin okudukları<br />

bilim kurgu/fantastik türündeki roman serilerinin<br />

beyazperdeye aktarılması formülüne alıştık artık<br />

ama son yıllardaki örnekler ne kadar başarılı? Her<br />

uyarlama da bir Harry Potter değil ki mübarekler?<br />

Ender’s Game: 2013’te vizyona giren Enders<br />

Game 2070’de geçen bir konuya sahip. Orson<br />

Scott Card’ın romanından beyazperdeye uyarlanan<br />

filmin yönetmen koltuğunda Oscar’lı yönetmen<br />

Gavin Hood bulunuyor. Fütüristik filmde<br />

dünyaya yapılan bir uzaylı saldırısı sonrasında<br />

savaşmaya başlayan insanlık, gezegenlerini ele<br />

geçirmeye çalışan yaratıklara karşı büyük bir<br />

mücadeleye girişiyorlar. İnsanoğlu, bu yaratıkları<br />

yok etmek için özel olarak çalışacak olan IF isimli<br />

seçkin bir ordu kuruyor. Hikayenin başkarakteri<br />

Ender ise özel yeteneklere sahip bir çocuk ve<br />

özel olarak eğitiliyor. Film, romanın hayranları<br />

tarafından çok fazla beğenilmemişti ama yine<br />

de vasat üstü bir ergen fütüristik filmi diyebiliriz.<br />

Divergent: Veronica Roth’un çok satanlar<br />

listesinden inmeyen Divergent (2011) , Insurgent<br />

(2012) ve Allegiant (2013) üçleme<br />

serisinden uyarlanan film, ilk romanı temel<br />

alıyor. Roman serisinin diğer iki kitabı da<br />

beyazperdeye uyarlanmakta gecikmedi.<br />

Yandaş isimli bölümleri 2016 ve 2017’de<br />

izleyeceğiz. Young adult filmleri arasında<br />

çok da fena sayılmayan bir uyarlama bu,<br />

Twilight’lardan daha içi dolu olduğu<br />

kesin, ama yine de Açlık Oyunları kadar<br />

başarılı olduğunu söylememiz<br />

imkansız. Senaryo hem duyguları<br />

sömüren hem de genç kızlara hitap<br />

eden bir yapıda.<br />

Twilight: Stephenie Meyer’ın<br />

dünya çapında çok satmış romanı<br />

Twilight kitabından uyarlanan<br />

serinin ilk filmini 2008’de<br />

izledik. Yine kitap serisinin<br />

hayranı kızlara hitap eden bir<br />

sinema serisi oldu bunlar<br />

da. Konu malum: Ergen kız<br />

Bella Swan, isyankar bir<br />

genç. Edward ise, küçük<br />

kasabasında yıllardan<br />

beri ailesiyle yaşayan<br />

gizemli, genç bir adam.<br />

Edward, uzun süreden<br />

beri vampir kimliklerini<br />

saklamış olan<br />

bir aileye mensup.<br />

Edward’a karşı tuhaf<br />

bir çekim hisseden<br />

Bella, bir<br />

süre sonra


Edward’ın vampir olduğunu öğrenmesine<br />

rağmen ondan vazgeçemez ve olaylar gelişir.<br />

Maze Runner: Gişe garantili edebiyat<br />

uyarlamalarından biri daha. Harry Potter’ın<br />

açtığı, Suzanne Colins imzalı Açlık Oyunları<br />

uyarlamalarının genişlettiği bu yolda çok fazla<br />

film çekilmeye başlandı. Maze Runner ise James<br />

Dashner’ın genç okuyuculara yönelik üçlemesinden<br />

sinema perdesine geçen Labirent: Ölümcül<br />

Kaçış! Benzer bir yapı da olsa, senaryonun akışı<br />

daha başarılı bu sefer. Bu arada yazarın referans<br />

noktalarından birinin meşhur roman Sineklerin<br />

Tanrısı olduğunu da hatırlatalım. Gizemli hikayede<br />

Thomas uyandığında kendini bir asansörde<br />

buluyor. Asansörün kapıları açılıyor ve<br />

karşısında kendi yaşlarında bir grup genç görüyor.<br />

Koloni gibi görünen gençler bu onu geniş<br />

bir alanda karşılıyor, burada Thomas geçmişine<br />

ait hiçbir şey hatırlayamıyor. Gençler ona her<br />

sabah labirente gidilen dev bir kapının açıldığını<br />

anlatıyorlar ve olaylar gelişiyor diyelim yine.<br />

**Önümüzde güzel olacağını düşündüğüm iki<br />

benzer türde film var: Steven Spielberg’in<br />

yönetmen koltuğuna oturduğu, bir Roald<br />

Dahl kitabı olan The BFG’nin sinema<br />

uyarlaması ile yazar Patrick Ness<br />

imzalı A Monster Calls adlı romanın<br />

Juan Antonio Bayona tarafından<br />

filmleştirilmesi. Bunlar bilim<br />

kurguya değil fantastik dünyalara<br />

daha yakın, masalsı<br />

örnekler tabii. Merakla<br />

bekliyoruz.


n Ağaçların yaşamasına kök söktürüldüğü<br />

günlerden geçiyoruz, ağaca, yeşile tahammülü<br />

olmayan, her yeşil alanda bina, HES, maden<br />

ve rant rüyaları kuran insanlarla uğraşmak<br />

ne kadar da zormuş. İçlerinde yeşile dahi bir<br />

kırıntı aramaktan yorgun düştük, her yeşilin<br />

üzerine atlayıp onu korumaktan bıkmıyoruz<br />

ve bıkmayacağız! Bu dünyanın en güzel<br />

nimetlerinden biri olan ağaçları saçma sapan<br />

zevkleri, üretimsiz beyinleri için peşkeş çekmek<br />

isteyenlere yeşil bir zeytin dalı uzatma<br />

zamanları çok geride kaldı. Artık ağaçlar bizim<br />

köklerimiz, bizler de onların kollarıyız!<br />

Ağaçlara duyduğumuz saygıdan dolayı ağaçlı<br />

filmlerin bazılarına göz atalım istedim.<br />

Limon Ağacı<br />

Dünyanın en talihsiz coğrafyalarından birinde,<br />

Kudüs’te geçen filmde ağaçları için mücadele<br />

eden kadının dramı anlatılıyor. Irk ve din<br />

savaşlarının eksik olmadığı, toprağın kanla<br />

sulandığı bu garip coğrafyada genç bir kadın<br />

olan Selma, evinin önündeki toprağına limon<br />

ağacı dikip onu suyla besler! Bu ironik ve<br />

iyimser dramın kahramanı Selma’nın derdi<br />

de o zaman başlamış olur. Duvarın İsrail<br />

tarafına İsrail savunma bakanı bir villa inşa<br />

edince, Selma’nın limon<br />

bahçesi, ulusal<br />

güvenliği tehdit eden bir unsur olarak tanımlanır<br />

ve yıkılmasına karar verilir Hakkını ve limon<br />

ağaçlarını korumak için elinden geleni esirgemeyen<br />

Selma, tuttuğu avukata âşık olup, bir<br />

de üzerine davası uluslararası bir hadiseye<br />

dönüşünce her şey karmakarışık olur. 2008<br />

yılında Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyeri<br />

gerçekleştirilen Limon Ağacı, Panorama İzleyici<br />

Ödülü’nün de sahibi olmuş ironik ve iyimser bir<br />

dram.<br />

The Tree<br />

Julie Bertuccelli’nin<br />

‘Otar Gittiğinden<br />

Beri’ filminden sonra<br />

çektiği ikinci filmi olan<br />

‘Ağaç’, yavaş ve hisli<br />

bir film. Cannes Film<br />

Festivali’nin kapanış<br />

filmi olarak gösterilen<br />

‘Ağaç’ın kahramanı,<br />

sekiz yaşındaki Simone,<br />

ölen babasının evlerinin<br />

bahçesindeki dev ağacın<br />

yaprakları aracılığıyla


ona fısıldadığını düşünür. Küçük kıza göre<br />

babası onları korumak için geri dönecektir.<br />

Uzun sürmez, Simone’un annesi ve erkek<br />

kardeşleri de ağacın bu ‘’tılsımlı’ özelliğine<br />

inanır ve bu sayede kendilerini güvende hissederler.<br />

Fakat anne bir adamla görüşmeye<br />

başladığında evdeki hassas dengeler<br />

bozulacaktır. Duyguları incinen ve artık<br />

ağaca yaptığı tahta evde yaşamaya başlayan<br />

Simone, oradan inmemeye kararlıdır.<br />

İnsan ve ağacın ruhsal ve bedensel olarak<br />

bütünleştiği, kahramanı Simone’la da daha<br />

da farklılaşan bir hikaye.<br />

Küçük Ağacın Eğitimi<br />

1930’ların Tennessee Smoky Dağlarındaki<br />

sekiz yaşındaki bir erkek çocuğunun<br />

maceralarını anlatan<br />

ve çok satan<br />

romanından<br />

uyarlanmış filmde<br />

James Cromwell<br />

rol alıyor. Küçük<br />

Ağaç anne ve<br />

babasını kaybetmesinin<br />

ardından<br />

büyük anne ve<br />

babasıyla yaşamak<br />

üzere dağlara<br />

gönderilir. Böylece<br />

Küçük Ağaç<br />

için keşiflerle ve mistik Kızılderili Willow<br />

John gibi iyi arkadaşlarla yeni bir hayat<br />

başlar. Büyük buhran zamanlarında hayatın<br />

tüm zorluklarına rağmen Küçük Ağaç unutulmaz<br />

zamanlar geçirir. Zaten filmin ruhu<br />

Kızılderili gibi geçtiği için doğayla uyum<br />

içinde, doğanın iyi ve zor yanlarını her<br />

koşulda deneyimleyen bir çocuğun hayatını<br />

anlatıyor, yazar Forest Carter’ın hayatından<br />

izler taşıdığı söylenen roman / filmin ana<br />

fikirlerinden biri sanal ilişkilerle, hiper gerçeklikle<br />

sarmalandığımız gündelik hayatımızı,<br />

yapıp ettiklerimizi derinden sorgulamamızı<br />

sağlaması. İlişkilerin yalnızca insanlarla<br />

değil; doğayla, dünya üzerinde var olan bütün<br />

canlılarla birlikte sürdürülmesi gerektiğini<br />

vurgular. Ağaçlar da buna dahil!<br />

Akasya / Acacia<br />

Küçük bir oğlan çocuğu olan Jin-Sung annesinin<br />

ölümünden sonra yalnız kalınca yetimhanede<br />

yaşamaya başlar. Yaşadığı bu üzücü olay<br />

sonrasında gittikçe içine kapanarak sessizleşir.<br />

Ağaçlara karşı kimsenin anlam veremediği bir<br />

sevgisi vardır. Neredeyse bütün zamanını değişik<br />

ağaç resimleri yaparak geçirmektedir. Diğer çocuklardan<br />

daha zeki ve yetenekli olması çocuğu olmayan<br />

bir çiftin dikkatini çeker ve onu evlatlık<br />

edinirler. Kısa bir zaman sonra yeni ailesine alışır.<br />

Evlerinin arka bahçesindeki akasya ağacı onun en<br />

yakın arkadaşı olur. Sürprizlerle dolu hayat, genç<br />

çifte yakında çocukları olacağı müjdesini verir.<br />

Bebeğin gelmesiyle beraber kendini unutulmuş<br />

hisseden Jin-Sung, tekrar içine kapanmaya başlar.<br />

Bir gün aniden ortadan kaybolur ve bütün aramalara<br />

rağmen izine bile rastlanmaz. Yakın bir zaman<br />

sonra evin bahçesinde sıra dışı olaylar meydana<br />

gelmeye başlar.


Mandalina Bahçesi<br />

1992 yılında Gürcü-Abhaz Savaşı’nın<br />

başlamasıyla, yüz yıldır bölgede yaşayan<br />

Estonyalılar köylerini terk ederek atalarının<br />

yurduna döndü; geriye sadece birkaç kişi kaldı.<br />

Gürcü yönetmen Zaza Urushadze’nin festivalleri<br />

dolaşan son filmi Mandalina Bahçesi bu savaşın<br />

gölgesinde geçen bir dram. Ivo ve Markus,<br />

Abhazya’da savaş yüzünden terk edilen bu Estonya<br />

köyünde kalan son iki kişidir. Mandalina<br />

hasadı ve savaş yaklaşmışken bütün hesapları<br />

alt üst olur. Arazilerinde biri Gürcü biri Gürcü olmayan,<br />

ama birbirlerine düşman oldukları kesin<br />

iki yaralı bulur ve ikisini de iyileşinceye kadar<br />

evlerinde misafir etmeye karar verirler. Dinsel<br />

ve milliyetçi nefrete dair Gandivari bir yaklaşım<br />

izleyen Mandalina Bahçesi, bir savaş filmi<br />

olmamasına rağmen savaşın saçmalığına dair<br />

zekice kurgulanmış, mikro bütçeli bir film.<br />

Prenses Mononoke<br />

Huzurlu bir şekilde yaşamını devam ettiren<br />

Ashitaka, bir gün ormandan gelen bir kötülüğün<br />

farkına varır. Orman Tanrısı, tüm tavizsizliğiyle<br />

ve sınırsız gücüyle, temas ettiği her varlığı<br />

yıkarak yoluna devam etmektedir. Küçük bir kızı<br />

kurtarmak için Orman Tanrı’sına karşı koymaya<br />

çabalayan Ashitaka lanetlenir. Bu lanetten kurtulabilmesi<br />

için ona yardım edebilecek tek varlık<br />

olan ‘Ormanın Ruhu’nu bulması gerekmektedir.<br />

Ancak bu arayış için çıkacağı yolculuk, pek de<br />

tekin ya da tehlikesiz değildir. Ashitaka kendi<br />

korkularıyla yüzleşirken adına savaş denilen<br />

bu mücadelede herkesin zarar gördüğünü gözlemleyecektir.<br />

Film, ormanı koruyan doğaüstü<br />

yaratıklarla, doğanın kaynaklarını hızla ve<br />

acımasızca tüketen insanlar arasındaki mücadeleyi<br />

anlatır. ‘Mononoke’ bir isim değildir,<br />

Japonca’da ruhlar veya canavarlar için<br />

kullanılan genel bir ifadedir.


Dünyanın En Güzel Kokusu filminin yönetmeni Mustafa<br />

Uğur Yağcıoğlu ve oyuncusu Esra Ruşen ile hem<br />

filmlerini hem de sinemanın dertlerini konuştuk.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Gişe filmlerinin kalitesizliği sinemamızın bir<br />

çok probleminin önemlilerinden biri. Geçtiğimiz<br />

ayın sükse yapan filmlerinden biri olan Dünyanın<br />

En Güzel Kokusu bu kalite çizgisini kendi adına<br />

yukarıya taşıyan bir filmdi. Biz de yönetmen Mustafa<br />

Uğur Yağcıoğlu ve oyuncu Esra Ruşen ile<br />

hem filmi hem de genel dertleri konuştuk. Özellikle<br />

fiziğiyle sinemanın ayrıksı yüzlerinden biri olmaya<br />

aday Esra Ruşen’e niye daha çok onu perdede<br />

göremediğimizi sorduk.<br />

İlk önce senaryo ile başlayalım, yazının hikayesini<br />

alalım sizden.<br />

Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Gerçek bir hikayeden<br />

esinlendim, bir arkadaşımla şakalaşırken, filmin ana<br />

çizgisi ortaya çıktı, sonrasında konuşulurken de<br />

“Bu bir film konusu oluyor galiba” demeye başladık.<br />

Sonrasında üzerinden aylar geçti ve yine başka bir<br />

arkadaşımla konuşurken yükseldim, sonrasında iki<br />

hikayeyi birleştirip bir senaryo yazdım.<br />

Aslında farklı farklı birden fazla hikayeden esinlenerek<br />

yazdınız yani. Peki sizin rolünüz hakkında<br />

bilgi alalım.<br />

Esra Ruşan: Kübra benim karakterimin adı,<br />

başroldeki kızımızın en yakın arkadaşı, İstanbul’da<br />

yaşayan iki arkadaş bunlar, çok yakınlar, her<br />

şeylerini birbirlerine anlatırlar, akıl alırlar, akıl verirler.<br />

Dobralar da birbirlerine karşı. Böyle bir karakter,<br />

tatlı, enerjik, çalışan, akıllı eğtimli bir kız.<br />

Aslında filminizin en ayrıcalıklı kısmı İstanbul’da<br />

geçiyor olması. Daha burjuva sınıfının veya orta<br />

sınıfın içinde geçiyor olması. Ve bizde de pek fazla<br />

böyle hikaye yok. Dilinizi nasıl oluşturdunuz? Bu tür<br />

hikayeleri daha çok romantic komedilerde görürüz,<br />

temeli nerden aldınız?<br />

Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Bizde her karakter, aslında<br />

toplumda belli bir sınıfı temsil ediyor. Kübra da öyle,<br />

çok önemli, seyircinin o karakterle özdeşleşecek,<br />

“Benim gibi.” Diyebileceği karakterler var. zaten<br />

basın bültenimizde de “Modern zaman masalı.” Diye.<br />

Dediğiniz gibi bu zamanın o burjuva hayatı, modern<br />

zaman hayatıyla biraz daha geride bıraktığımız, daha<br />

sakin hayatları kıyaslayan bir tarafı da var ana hikaye<br />

dışında.<br />

Peki dilinizi nasıl oluşturdunuz? Yani hangi dile daha<br />

yakınsınız?<br />

Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Bu konuda en büyük<br />

iddiamız filmde, çok gerçek hayat bir dil kullandık.<br />

Ilişkileriyle, mekanlarıyla, insanlarıyla, yani, örnek<br />

Esra’ya ben senaryoyu yolladığımda, “sanki bizim<br />

olduğumuz ortama kamera koymuşsun” demişti.<br />

Böyle geri dönüşler aldım ben. Onda da gerçek<br />

dünyadan izdüşümleri almaya çalıştım. Gerçek<br />

olmasına uğraştım, tesadüf değil, denedim. Olmuş<br />

mu olmamış mı bilemedim.<br />

Oyuncular, rollerine hazırlanır ama bazı roller<br />

vardır ki, bence hazırlanması en zor roller onlardır<br />

çünkü kendisini elinde tutan hikayelerin içindeki<br />

rollerdir. bu role kendinizden ne kattınız? ne şekilde<br />

hazırlandınız? role hazırlanmak sizin için zor olmadı<br />

mı<br />

Esra Ruşan: Aslında zor olmadı. bir tarafıyla aslında<br />

çok hazırdı benim için. bir de Uğur’la biraz konuştuk<br />

başlamadan, çok güzel tipler verdi bana karakterle ilgili.<br />

belli bir açıdan bana çok benziyor ancak bazı tepkileri<br />

hiç de benim yapacağım türden değil. İki tarafı<br />

dengelemeye çalıştım. Sahnede de, daha çekim<br />

sırasında da yaptığım bazı şeyler vardı. Ve keyifliydi.<br />

2012’de son filminizi görüyoruz. O süreçten bu zamana<br />

neler yaptınız?<br />

Esra Ruşan: Ben en son bu yaz Tatlı Küçük<br />

Yalancılar’da oynadım. 2015 yazında. 13 bölüm<br />

kadar sürdü, sonra bitti. Devam eden uzun bir tiyatro<br />

hayatım vardı.<br />

Tiyatro çok önemli bir şey, ve sizi ayakta tutuyor ancak<br />

sinema dünyasının bir oyuncu olarak sizi ayakta<br />

tutacağına inanıyor musunuz? Bu ortam sizi tatmin<br />

ediyor mu?


Esra Ruşan: Ben çok mutluyum çünkü çok genç<br />

yazar, yönetmen, oyuncular çıkıyor. Sinemada<br />

çeşitlilik ve farklılık olmaya başlandı. Çeşitliliğin<br />

artması bence hem oyuncu hem de izleyiciler için<br />

çok iştah açıcı bir şey. Ben oldukça umutluyum.<br />

Zaten yönetmenlerle buluşulduğu sürece sorun<br />

olmuyor, oyuncular bunun için var.<br />

Peki siz de bir yönetmen olarak aynı şeyleri mi<br />

düşünüyorsunuz? Sinema dünyası bir yönetmenin<br />

kendi dilini oluşturmasına izin verecek kadar yoğun<br />

mu? Veya aksaklıklar olsa bile yolunda gidiyor mu?<br />

Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Yoğundur. Şu anki sinema<br />

dünyası isteyene ve bu yolda çabalayana, yönetmen<br />

ve yazarlar açısından söylersem, imkanlar<br />

sunuyor. Bir şekilde vazgeçilmezse eğer sonunda<br />

istenilenler yapılıyor. Çok çeşitlilik var, ve marketi de<br />

var çeşitliliğin. Bu yüzden çok da fazla film yapılıyor.<br />

Ben de yaptığım işlerin kendi yerini bulduğuna<br />

inanıyorum.<br />

Bence bir sinemada en önemli ilişki usta - çırak<br />

ilişkisidir. Ancak artık bizim sinemamızda böyle<br />

bir şey işlemiyor. Hangi yönetmenin kimin<br />

devamı olduğu pek bilinmiyor. Bu anlamda sizin<br />

başlangıcınız nasıl oldu? Takip ettiğiniz, usta<br />

diyebileceğiniz yönetmen kimdi?<br />

Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Söylediğiniz doğru, bizim<br />

sinemamızda böyle bir ilişki var. Filmin sonuna<br />

da yazdık biz, “Her yazar kendinden öncekilerin<br />

yetiştirmesidir.” diye bir laf var. Her yönetmen de<br />

öyledir. Ama tek bir usta diyorsanız, öyle bir ilişkim<br />

olmadı kimseyle. Herkesi takip etmeye, birsürü<br />

tariften kendimizinkini çıkartmaya çalışıyoruz. Biraz<br />

da sanırım Yeşilçam’dan bugünün sinemasına<br />

geçilirken o usta - çırak ilişkisi dağıldı. Bugün çok<br />

daha çeşitli, çok daha kafa karıştırıcı bir sektör. Bir<br />

tarafta endüstri haline gelmiş bir dizi sektörü var, bir<br />

tarafta metropol ve insanların öncelikleri değişiyor,<br />

bunlar da dağınıklık getiriyor.<br />

Yeşilçam dönemi oyuncularında bir star sistemi<br />

vardı. Bu filmin aslında Yeşilçam’ın dönüşmüş<br />

hikayelerinden birisi olduğunu söyleyebiliriz,<br />

biliyoruz ki Yeşilçam da şehirli hikayelerini anlatır<br />

aslında. Siz bu tür filmlerin yıldızlar üstünden<br />

yürümesini onaylıyor musunuz? Yıldız sistemine<br />

nasıl bakıyorsunuz? No name veya yıldız olmayan<br />

kişilerin de kendilerini ifade etmesi için yeterli mi?<br />

Esra Ruşan: Tabii ki. Yönetmenler artık çok da<br />

fazla bunu tercih etmiyor bence. Seyirci de çok


fazla buna abanmıyor bence. Uğur da öyle, hayal<br />

ettiği, güvendiği için oyuncusunu seçiyor. Bence<br />

artık yönetmenler oyuncusunu tanıdığı için seçiyor,<br />

sınırlarını bilen, neler yapabileceğini kestirebildikleri<br />

insanları istiyorlar. Bir şekilde bu olayın halka etkisi<br />

var tabii ki, eğer ben perdede daha çok bulunursam,<br />

daha çok insan beni tanır ve yönetmenler de benim<br />

nerelere gidebileceğimi anlayıp daha çok yer verbilirler<br />

bana filmlerinde. Ama bu biraz yönetmen oyuncu<br />

ilişkisi. Yıldız sistemi tabii ki hala devam ediyor ufaktan<br />

ancak genel olarak tanıdıklarına yönelmiş durumda<br />

yönetmenler bence.<br />

Bence tam olarak da olan şeyi açıkladınız. Sizin<br />

filminiz sonuçta bir gişe filmi sayılır. Gişe filmlerinin<br />

yıldız sistemiyle daha çok önlerinin açılabileceğini<br />

düşünüyor musunuz? Bunu sormamın sebebi de gişe<br />

filmlerinin kalitesizliğidir. Bu biraz Yeşilçam’daki yıldız<br />

sisteminin yıkılmasından da sebepleniyor olabilir mi?<br />

Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Biraz tersi olduğunu<br />

düşünüyorum, bizim filmimizden yola çıkarak cevap<br />

vereyeim; bir kıyafeti olmayan birine oldurmaya<br />

çalışmak işi başarısız hale getiriyor. İnanmadığımız,<br />

inanmayacağımız bir starı bir rolde görmektense,<br />

belki o kadar endüstri içinde star olmayan ama oraya<br />

yakışan birini görmenin endüstriyi yükselteceğini<br />

düşünüyorum. Hollywood’un da yaptığı bu aslında.<br />

İnandırıcılık hepsinden çok daha önemli.<br />

1980’lerle, <strong>90</strong>’ların ortasına kadar feminizmin çok<br />

büyük etkisini gördük, oyuncular, senaryolar ve<br />

yönetmenler bazında. Ancak 2000’lerin başlamasıyla<br />

bu konuda bir geriye adım atıldığını düşünüyor musunuz?<br />

Esra Ruşan: Ben biraz kadın filmlerinde eksiklik<br />

olduğunu düşünüyorum. Kadın hikayeleri pek fazla<br />

yazılmıyor bu ülkede. Mesela Uğur’unki büyük bir<br />

bölümüyle bir kadın hikayesi bence. Ki kadın filmi<br />

olduğunda içinde feminist bir yaklaşım da olacaktır<br />

illa ki. Kadın hikayeleri eksik olduğu için bu bahsedilen<br />

şeyde eksiklik hissediyorum ben bir oyuncu<br />

olarak.<br />

80’ler öncesinde, erkek yönetmenler veya senaristler<br />

açısından farklı değildi olay ancak, yine erkekler<br />

yazıyordu filmleri. Fakat yazdıkları hikayeyi dolduracak<br />

kadın oyuncuları vardı ellerinde.<br />

Esra Ruşan: Şu an olmadığını mı düşünüyorsunuz?<br />

Olmadığını düşünüyorum.<br />

Esra Ruşan: Kadın oyuncu mu?<br />

O cesareti gösterebilecek kadın oyuncu


olmadığından dolayı senaryoların bu şekilde<br />

yazıldığını düşünüyorum.<br />

Esra Ruşan: Politikadan uzun uzun konuşabiliriz<br />

öyleyse?<br />

Ancak unutmayın, bahsettiğim dönemler darbe<br />

sonrası dönemlerdi.<br />

Esra Ruşan: Ancak Türkiye daha açık bir ülkeydi.<br />

Yani gerçekten bunun politika sonucu bir şey<br />

olduğunu düşünüyorsunuz?<br />

Esra Ruşan: Evet. Bir yapı var, bu yapı tamamen<br />

yerlebir oluyor ve onu yeniden yapılandırmak için<br />

yeni yollara başvuruluyor. Bu değişikliklerden tabii<br />

ki sanat da etkilenecek. İnsanlar yeni şeyler denemeye<br />

çalışıyor ve bunlar da birsürü hareketi bir arada<br />

getiriyor. Ve böylelikle de birçok durum ve olayla<br />

ilgili filmler çekiliyor. Ben günümüzde bu tarz konulara<br />

yaklaışdığını ama insanların derdinin başka<br />

olduğunu düşünüyorum.<br />

Peki bu tartışmanın bir ayağı da sizsiniz, sonuçta<br />

senaristlikten gelmesiniz. Siz bu konu hakkında ne<br />

düşünüyorsunuz? Kaleminizi elinize aldığınızda<br />

toplumsal baskılar sebebiyle endişeleniyor musunuz<br />

yoksa, yazdıklarını oynatacak kişi kıtlığından<br />

mı muzdarip oluyorsunuz?<br />

Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Aslında şunu söyleyebilirim<br />

ki, toplumsal baskının sanat için tahrik<br />

edici bir yanı vardır. 80’lerin ardından o tarz filmlerin<br />

yapılmasının sebebi de çok önemli toplumsal<br />

baskıların ardından bir yerlerden o gazın<br />

fışkırmasıdır. Esra’nın söylediğine katılıyorum. Her<br />

dönemin daha popüler dertleri vardır. Aslında doğal<br />

seleksiyon, sinema kendi derdini buluyor, kendi<br />

derdiyle ilgili filmler yapıyor. Demeye çalıştığım, bu<br />

dönemde de bu tarz filmler illa ki yapılıyordur ancak<br />

nicelik olarak azlığı sorun oluyor olabilir.<br />

Peki benim size sormadığım ancak sizin filmle ilgili<br />

söylemek istediğiniz herhangi bir şey var mı?<br />

Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Ciddi bir hazırlık döneminden<br />

geçtik. Özellikle ana aşk hikayemizi yaşayan<br />

iki oyuncumuzu çok uzun dönemli bir hazırlığa soktuk.<br />

Ben yönetmen olarak onlara ayak uydurmaya<br />

çalıştım. Onları burdan tebrik ediyorum. Emeği geçen<br />

bütün arkadaşlarımıza da teşekkür ediyoruz.<br />

Esra Ruşan: Bence çok sıcak, çok gerçek bir film.<br />

İzleyiciyle buluştuğunda da yerini bulacaktır diye<br />

düşünüyorum. Bütün arkadaşlarım çok emek verdiler,<br />

çok emek verildiğinde de bence onun hakkı alınıyor.<br />

İçinde bulunduğum için mutluyum. Bence iyi oldu ya,<br />

bence izlenilecek.


n Ryan Reynolds’un kariyeri ilginç kırılmalar<br />

ile dolu. Kendisi de bu noktaya nasıl<br />

gelebildiğini pek açıklayamıyor. Reynolds<br />

“Kariyerim tam olarak düşündüğüm gibi ilerlemedi.”<br />

diyor. Los Angeles’a ilk geldiğinde<br />

tek düşüncesi seçildiği “Two Guys, a Girl<br />

and a Pizza Place”deki yancı rolü imiş. 1998-<br />

2001 arasında süren sit-com Reynolds’a ilginç<br />

bir şekilde Hollywood’un kapılarını açtı.<br />

Yirmibeş yılı aşkın oyunculuk kariyerinde bu<br />

sene oynadığı ve prodüktörü olduğu Deadpool<br />

ile aksiyon yıldızları arasında sağlam bir yer<br />

edindiği artık söylenebilir.<br />

1976 yılında Vancouver, Kanada’da dört<br />

kardeşin en küçüğü olarak doğan Raynolds,<br />

Deadpool’un setini de buraya taşıyarak köklerine<br />

dönmeyi tercih etmiş. Hala evi olarak<br />

gördüğü Kanada’da Hillside adlı gençlik<br />

dizisindeki rolü ile kariyerine başlamıştı. Ünlü<br />

aktör o zamanlar için “Gerçekten kafamda<br />

oyunculuk yapmak gibi bir hedef yoktu. Dizi<br />

seti yakında idi ve evden çıkıp şansımı denemek<br />

istedim.” diyor.<br />

Sonrasında büyük dizilerdeki ufak roller ile<br />

kariyerini sürdürdü. Kendisini X-Files’da<br />

ölürken ya da The Outer Limits’in farklı bölümlerinde<br />

başka başka karakterleri oynarken<br />

görebilirsiniz. Ancak Vancouver’da geçen kariyerinin<br />

daha bir yere gidemeyeceğini anlayınca<br />

Los Angeles’da şansını denemek istemiş. Bir<br />

süre işsiz kalıp paralar suyunu çekerken de<br />

parlama fırsatını yakalamış.<br />

ABC’nin 4 sezonluk sit com dizisi “Two Guys, a<br />

Girl and a Pizza Place”deki Michael ‘Berg’ Bergen<br />

karakteri Reynolds’a ufak çaplı bir komedi<br />

şöhreti kazandırmışdı. Ancak ilk büyük rolü ilginç<br />

bir şekilde Blade: Trinity(2004)’deki vampir<br />

avcısı tiplemesi ile geldi. Bu sayede ilk aksiyon<br />

rolünün altından yaptığı rejim ve spor ile kalkan<br />

Reynolds dikkatleri üzerine çekmeyi bildi. Hatta<br />

bir çoklarına göre Wesley Snipes’ın Blade’inden<br />

çok daha iyi bir vampir avcısı olmuştu. Ancak<br />

filmin efsane olan Blade’in en zayıf halkası oldu<br />

ve istediği başarıyı yakalayamadı.


Deadpool’un tam karşıtı diyebiliriz. Green<br />

Lantern’in temiz yeşili ile Deadpool’un kirli<br />

kırmızısı adeta aydınlık ve karanlığı temsil ediyor.<br />

Bu iki farklı çizgi roman karakterine de aynı<br />

aktörün hayat vermesi gerçekten de ilginç bir<br />

nokta.<br />

Blade’deki rolünden sonra gelen pek çok aksiyon<br />

rolünü reddettiğini söyleyen aktör Berg<br />

gibi ilginç karakterler arıyordum diyor. Belki de<br />

Deadpool bu yönden oynadığı en başarılı aksiyon<br />

rollerinden biri oldu.<br />

Bu seçici tavrı yüzünden Smokin’ Aces(2006),<br />

Firelies In The Garden(2008) gibi tek oyuncuya<br />

dayanmayan hafif rollerde oynamayı tercih<br />

etmiş.<br />

Sadece 220 milyon gişe yaparak zarar etmemeyi<br />

az da olsa başaran Green Lantern<br />

için Reynolds “Mega Bütçeli filmlerin alanına<br />

girdiğim tek filmdi, yönetmenin işi çok zordu ve<br />

stüdyo klasik olarak senaryoyu düzeltmeden<br />

çekimlere başlanması için baskı yapıyordu.”<br />

diyor. Ne kadar kötü eleştiriler alsa da Green<br />

Lantern’deki rolü Reynolds için dönüm<br />

noktalarından biri oldu. Hem parasal açıdan<br />

daha seçici olabilmesini hem de artı olarak eşi<br />

ile tanışmasını sağladı.<br />

Deadpool gibi bir filmde olmasının belki de en<br />

önemli nedeni kariyerinde gişe korkusuna hiç<br />

düşmemiş olması. Ne kadar hasarla atlatsa bile<br />

Sonraki büyük aksyion rolü ise X-Men<br />

Baslangıç: Wolverine(2009)’da yan karakterlerden<br />

olan Wade Wilson ile geldi. Gene<br />

X-Men külliyatı içinde çok da sevilmeyen filmlerden<br />

biri olsa da Deadpool’un temellerinin<br />

atılmasına neden oldu.<br />

Martin Campbell mega bütçeli Green Lantern(2011)<br />

ile kapısına geldiğinde bu projeye<br />

de hayır diyemedi. Green Lantern’e aslında


hemen bir sonraki projelere odaklanıp kafasına<br />

göre filmler çekmeyi biliyor. Bunlardan biri belki<br />

de Deadpool’a kadarki en iyi rolü olan Rodrigo<br />

Cortés’in Buried(2010)’ı. Bir mezarın içinde<br />

esir alınmış bir askeri canlandıran Reynolds<br />

tek mekanda geçen filmler arasında bir klasik<br />

yaratmayı bu filmle başarıyor. Neredeyse tamamı<br />

oyuncu üzerine kurulmuş olan film seyirciyi germeyi<br />

iyi biliyor. “Nerede ise kaşif gibiydik” diyor<br />

Reynolds. “Hiç denenmemiş bir şeyler yapma<br />

peşinde idik ve kimsenin bundan bir beklentisi<br />

yoktu. Ancak ortaya oldukça müthiş bir şey<br />

çıktı.”<br />

“Kariyerim boyunca hiç bir çizgiyi takip etmeyi<br />

düşünmedim. Her rol benim için önemli idi<br />

ve karaktere yoğunlaşan filmlerde oynamaya<br />

çalıştım. Çok farklı rollerde oynadıkça seyircinin<br />

sizden beklentileri de karışabiliyor.<br />

Karakter oyuncusu ya da oyuncu olmak ayrı<br />

şeyler.” diyor Reynolds.<br />

Deadpool’un başarısından sonra ne yapacağı<br />

sorulduğunda ise gene beklenmeyeni söylüyor.<br />

Jaume Collet-Serra’nın The Shallows adlı<br />

köpek balığı geriliminde dadıyı oynamak. Yan<br />

komşudan dadılığa giden kariyerinin gelecek<br />

durağını merakla bekliyoruz.


n “Ayşe teyze bugün değişik bir film<br />

izleyeceğiz.” “Aman vurdulu kırdılı olmasında!”<br />

“yok yok merak etme.” Yalan değil fiziksel<br />

olarak bir vurdusu kırdısı yok ama duygusal<br />

olarak alınan darbeleri saymıyoruz.. Filmimiz<br />

insanların sahte oyunculuklardan sıkıldıkları için<br />

bir insanın yani zavallı Truman’ın hayatını an<br />

be an izleyen bir program hazırlandığını anlatarak<br />

başlıyor. “Beril, bu adamın bütün hayatını<br />

dünya izliyor öyle mi? “ “Aynen öyle” Ayşe<br />

teyze bu pırıl pırıl herkesin çok kibar ve tertemiz<br />

olduğu filmi yüzünde hem buruk hem de içten<br />

içe öfkeli bir ifadeyle izlemeye devam etti. Truman<br />

Fiji adasından ve oraya gitmek istediğinden<br />

bahsettiği zamanlarda gözleri dolu dolu gülümsüyordu.<br />

Trumanın hayal kurmasına bile izin<br />

vermeyen şartlı hava şartları onu her seferinde<br />

güvenli bölgeye yani evine ulaştırıyordu. “ bu<br />

ne biçim iş, adam iki dakika hayal kuracak hemen<br />

yağdırıveriyorlar yağmuru.” “zaten hayal<br />

kurmasını istemiyorlar.” Aklıma dahiyane bir<br />

fikir geldi☺ “Ayşe teyze sen hayal kurar mısın?”<br />

Sanki çay içer misin demişim gibi sakin bir ifadeyle<br />

bana bile bakmadan kafasını minik minik<br />

sallayarak “tabi tabi” dedi. Benim dahiyane<br />

fikrim Ayşe teyze için çok sıradan bir durumdu,<br />

aslında bu cevaba baya sevindim. Demekki<br />

Ayşe teyze sık sık hayal kuruyordu. Belliydi<br />

zaten, yoksa bu filmi bu kadar büyük bir ciddiyetle<br />

izleyip duygulanmazdı. Benimkide soru!<br />

Truman’ın sokakta babasıyla karşılaşmasıyla<br />

birlikte ortalık iyice karıştı. Truman’ın yolunu<br />

kesmeye çalışanlar arttıkça Ayşe teyzenin sesi<br />

de yükseliyordu. “aaaa Beril bu kadarıda fazla<br />

artık. Adam bal gibi gördü babasını baksana<br />

nasıl karınca sürüsü gibi kestiler önünü cık<br />

cık cık ayıp ayıp,” Ben de en az Ayşe teyze<br />

kadar sinir oluyordum bu durumlara. Truman<br />

evinde karısının yanında da rahat değildi,<br />

karısı onu bu yalan dünyasında tutmak için<br />

uğraşan en güçlü insandı. “Hadi Tirimun’un<br />

birşeyden haberi yok peki bu kadına ne oluyor?<br />

Böyle iş olur mu? Sırf rol için mi evlendi<br />

adamla birde sürekli reklam yapıp duruyor<br />

terbiyesiz. İyice delirtecekler adamı. Ay Beril<br />

kapat vallaha sinirim bozuldu!” Benim de bozuldu,<br />

bozulmaz mı? “Ayşe teyze merak etme<br />

Truman’ı yine hayaller kurtaracak” Kafasına<br />

koyduğu yolculuğa çıkmak için hiç bir engeli<br />

dinlemeyeceğini anlarız artık. Artık izleyiciler<br />

de Truman’ın özgürlüğünü beklemektedir.<br />

Hatta zenci otobüs şöförü Truman’ın bindiği<br />

Chicago otobüsünün mecburi aksakığından<br />

dolayı Trumandan özür diler. “Özür dilerim evlat!”<br />

hayallerine ulaşmana yardım edemediğim<br />

için, hayatının bir eğlence uğruna buraya<br />

hapsedilmesine ortak olduğum için özür dilerim…<br />

Gözlerinde yazıyordu bu cümleler ve<br />

Ayşe teyze de okumuştu, ağlamamk için zor<br />

tutuyordu kendini. Truman’ın ilk ve tek aşkı da<br />

onu soluksuz izliyordu. “Adamı sevdiğine de<br />

vermemişler bak, ama kıza helal olsun bak nasıl<br />

anlatmaya çalıştı Tirimun’a bir tek delikanlı<br />

oymuş.” Ee insann sevdiğini uzağında ister mi,<br />

hem de koca bir yalanın içinde bırakıp gidebilir<br />

mi? Gider… Sylvia da gitti ama kalbi, hayaller<br />

hala Truman ile birllikte. “Ayşe teyze, belki de<br />

kızın bitmeyen aşkı Truman’ı ayakta tutuyordur?<br />

Insanlar birbirlerini görmeseler bile aşkı<br />

hissedebilirler mi?” “Ben kocamı 12 senedir<br />

görmüyorum, onun hayali, onun sevgisi beni<br />

hiç bırakmadı. Ah Beril ah.. sen aşkı bizim<br />

küçük kalplarimize sığacak kadar küçük mü


sandın!” Ayşe teyzenin fonuna<br />

geyikli bir duvar halısı yerleşti, elinde<br />

bir bağlama yanık türküler geliyordu<br />

sanki. Truman’ın sahte denizde<br />

bocaladığı fırtına bizim içimizde<br />

kopan fıtınayla aşık atamazdı. Truman<br />

ölüme yaklaştıkça programın<br />

reytingleri tavana vuruyordu. “Beril<br />

adamı öldürecekler , ne yapıyor bunlar,<br />

programları batsın!” Truman’ın<br />

babasından bile yakın olduğu ama<br />

hiç tanımadığı hatta konuşmadığı<br />

Truman show’un yaratıcısı Truman’ın<br />

fonu yırtmasıyla mikrofonu eline<br />

aldı. Artık herşey ortaya çıkmıştı<br />

saklanacak bir şey kalmamıştı. Truman<br />

çıkış kapısının önündeydi. Ne<br />

yapacaktı? “Çıkacak oradan Beril<br />

çıkacak!” “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”<br />

“Ne için kalsın? Sahte<br />

güvenli dünyası için mi, sevmediği<br />

karısı için mi? yalan denizler,<br />

yağmurlar, tenine değmeyen güneş<br />

için mi kalsın?” Truman arkasına<br />

bile bakmadan kapıdan çıkmıştı! Şov<br />

bitti! Kanal siyah ekran gösteriyordu<br />

ve izleyiciler hemen olanları unutup<br />

yeni bir kanala geçmişlerdi bile…<br />

Ne kadarda gerçekti herşey! O kadar<br />

gerçekki korkutuyordu insanı. “<br />

afferin Tirimun o kızı bul ve onu alıp<br />

Fijiye git buradakilerde b*k yesin!”<br />

Ayşe teyze okadar içten söylemiştiki<br />

bunları gülmeden duramadım, hemen<br />

ağzımın payını aldım zaten.<br />

“Esas komik olan bir insanın kalbinde<br />

aşk, aklında hayalleri olduktan<br />

sonra ona tasma takılabileceklerine<br />

inanmaları. Aşk ve hayallar gibi Iki<br />

koca savaşçın olduktan sonra ne<br />

para, ne yalanlar, ne de şöhret seni<br />

hiç bir yere bağlayamaz!” Artık<br />

herşeyi pespembe görüyordum! Film<br />

saatlerimi gün geçtikçe daha çok<br />

sevdim! Bir film, bin nasihat! Ama<br />

Ayşe teyze varsa!! Ayşe teyze sen ve<br />

hayallerin Her filmimde varsınız!!


Bu ay vizyona giren 5. Dalga filminin 19 yaşındaki çıtır güzeli Chloë<br />

Grace Moretz karanlık filmlerde oynamaktan hoşlandığını söylüyor.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Hollywood tam bir star fabrikası. Özellikle küçük<br />

yaştan itibaren bir çok ismi zirveye taşıması ve<br />

yıldız sistemini bu şekilde beslemesi bu endüstrinin<br />

en büyük başarısı. İşte o çıtır yıldızlardan biri Chloe<br />

Grace Moretz bu ayın konuğu. 1997 yılında doğan<br />

güzel yıldız kendinden büyük dört erkek kardeşe<br />

sahip. Babası estetik cerrah annesi ise hemşire.<br />

Chloe küçükken (yani gerçekten küçükken) ebeveynleri<br />

boşanmış. Chloe annesi ve kardeşleriyle<br />

New York’a taşınmış. Ağabeylerinden Trevor oyunculuk<br />

okumak istemiş. Chloe onun çalışmalarına<br />

yardım ederken gönlünü oyunculuğa kaptırmış.<br />

Bu arada ilk oyunculuğa 7 yaşında başlamış<br />

hangi ara ağabeyine yardım etmiş anlamadım<br />

ama Vikipedia’da böyle yazıyor gerçekten. Her<br />

neyse daha sonra ağabeyi ile birlikte 2003 yılında<br />

Los Angeles’a taşınmış. Şimdi 19 yaşında. bu zamana<br />

dek The Amityville Horror 2005, Aşkın 500<br />

Günü 2009, Saftirik Greg’in Günlüğü 2010, Göster<br />

Gününü 2010, Let Me In 2010, Hugo 2011, Karanlık<br />

Gölgeler 2012, Movie 43 2013, Göster Gününü 2<br />

2013, Carrie: Günah Tohumu 2013, Dark Place 2014,<br />

Equalizer 2014 ve bu ay seyredeceğimiz 5. Dalga<br />

filmlerinde oynamış. Çıtır kızımız bunlar yetmezmiş<br />

gibi aynı zamanda moda dünyasının da aranan bir<br />

ismi. Birçok moda dergisinin kapaklarında onu<br />

görmek mümkün. Bu ışıl ışıl parlayan güzelliğin,<br />

sapsarı saçların, mavi gözlerin arkasında ise kendi<br />

çapında dramlarda yatıyor. Babasının evi terketmesini<br />

hiç unutmayan Chloe’nun bir de doğum<br />

esnasında ölen bir kız kardeşi varmış. Bunun<br />

acısını yüreğinde hissettiğini söyleyen Chloe<br />

kardeşinin isminin baş harfini sağ bacağına dövme<br />

olarak yaptırmış. Belki de bu sebeplerden karanlık<br />

filmlerde rol almayı sevdiğini söylüyor. Oynadığı<br />

Kanıma Gir, Carrie, Karanlık Yerler gibi filmler de<br />

oyuncunun söylediklerini destekliyor.


BANU BOZDEMİR<br />

n 8 Şubat 1941 Nebraska, Omaha<br />

doğumlu asıl adı Nicholas King<br />

Nolte olan Nick Nolte aktör, model<br />

ve fil yapımcısıdır. Yerel bir tiyatroda<br />

sahneye çıkarak oyunculuk<br />

hayatına başlayan Nolte ilk popüler<br />

rolünü 1976 yılında oynadığı TV<br />

dizisi Zengin ve Yoksul ile almıştır.<br />

Hatta bu dizi fazlasıyla tutulmuştu<br />

biz de ve canlandırdığı iyi kalpli<br />

Tom Jordache öldüğünde ülkecek<br />

yas tuttuğumuz rivayet<br />

edilir. Oyuncunun filmografisinde<br />

Lorenzo’nun Yağı, Dalgaların Prensi,<br />

Kurtlar Şehri, İnce Kırmızı Hat,<br />

Şampiyonların Kahvaltısı, Bela,<br />

Hotel Rwanda, Tropik Fırtına, Suç<br />

Çetesi, Nuh: Büyük Tufan gibi filmler<br />

rol alıyor. Oyuncu birçok filmde<br />

ödüle layık görülmüştür hatta 1992<br />

yılında People dergisi tarafından en<br />

seksi kişi bile seçilmiştir!<br />

Oyuncu bu ay başrollerinde<br />

Emma Thompson ve Robert Redford<br />

ile birlikte rol aldığı A Walk<br />

in the Woods filmiyle karşımızda<br />

olacak. Bir yol hikayesi olan film<br />

iki arkadaşın içsel yolculuğuna da<br />

odaklanıyor. İki oyuncuyu bir arada<br />

ve sırt çantalı görmek hayranları için<br />

iyi gelecek!


n KKanal D ekranlarından Şubat ayından<br />

itibaren izleyici ile buluşamaya başlayan<br />

dizi Hayat Şarkısı’nın başrollerinde Burcu<br />

Biricik (Hülya), Birkan Sokullu (Kerim), Tayanç<br />

Ayaydın (Hüseyin), Ecem Özkaya (Melek)<br />

, Ahmet Mümtaz Taylan (Bayram) ve Seray<br />

Gözler (Süheyla) yer alıyor. Dizi Bayram’ın,<br />

köydeki kan kardeşi Salih ile birbirlerine verdikleri<br />

sözden temellenen bir hikâyeyi anlatır.<br />

Salih ve Bayram uzun yıllar birbirlerine küs<br />

kalmışlardır. Bayram’ın nişanlı olduğu Emine<br />

ile Salih evlenmiştir. Bu küslük Salih’in zor<br />

durumda olduğunu duyan Bayram’ın köye<br />

dönüp onunla barışma yolları aramasıyla son<br />

bulur. Bayram’ın Kerim ve Hüseyin adında<br />

iki oğlu, Salih’in ise Melek ve Hülya adında<br />

iki kızı vardır. İki yakın arkadaş büyüdüklerinde<br />

Kerim ve Melek’i evlendireceklerine dair<br />

birbirlerine söz verirler.<br />

Bayram ailesi ile İstanbul da oturmaktadır<br />

ve zengin bir iş adamıdır. Aile zengin olsa<br />

da temelde değerlerine bağlıdırlar. Ancak<br />

çocukların bu söze dair bir bağlılıkları yoktur.<br />

Kerim Almanya’da okumakta ve araştırmacı<br />

olmak istemektedir. Babasının işlerine yardım<br />

etme ve evlenme gibi bir planı yoktur. Diğer<br />

yandan zaten çocukluğundan beri Kerim<br />

ile evlenmek isteyen Melek değil, Hülya’dır.<br />

Hülya, Kerim ile evlenerek hem çocukluk<br />

aşkına kavuşacağını hem de Cevher ailesinin<br />

gelini olarak fakir hayatına veda edeceğini<br />

düşünmektedir. Bu amacına ulaşmak için kendi<br />

ablasına bile oyun oynamaktan çekinmeyecek<br />

kadar bencil. Oynadığı oyun babasının kalp krizi<br />

geçirip ölmesine neden olur. Hülya karakterinin<br />

bu kadar bencil ve/veya kötü olabilmesi ama bir<br />

anda yaptığı şeyleri bir şekilde meşrulaştıracak<br />

bahaneler üretebilmesi onun ne iyi ne kötü gri<br />

bir karakter olmasına neden olmaktadır.<br />

Yaptığı bütün kötülüklere rağmen onun yanında<br />

olan üniversiteyi bitirmesi için elinden geleni<br />

yapacağını söyleyen yine ablası olur. Bu arada<br />

ablası herkesten hatta Hülya’dan gizli olarak<br />

Hülya’nın kızına annelik yapmaktadır. Henüz bu<br />

sürece ve Hülya’nın neden tekrar bebek sahibi<br />

olamayacağına ilişkin bilgimiz olmamakla birlik-


te bu durumun ileride yaşanacaklara ön hazırlık<br />

olduğu ortada.<br />

Salih’in ölümü Hüseyin’in sözünü biran önce<br />

tutmasına neden olur. Bu noktada Hülya’nın<br />

planları devreye girer ve babasının maddi desteğini<br />

kaybetmeyi göze alamayan Kerim ile Hülya nikâh<br />

masasına oturur. Düğün gecesi Kerim, Hülya’ya<br />

bir miktar para bırakarak ve bıraktığı mektupla<br />

meseleyi fazla büyütmemesini rica ederek<br />

kaçıp Almanya’ya geri döner. Ancak Hülya’dan<br />

kurtulması o kadar kolay olmayacaktır. Cevher<br />

ailesine Kerim’in onu bırakıp kaçtığını söylemeyen<br />

Hülya, ona bu yaptığını ödetmeye yemin eder.<br />

Hülya Kerim’in peşinden Almanya’ya gittiğinde<br />

Kerim’in bir başka kadınla ilişkisi olduğunu ve<br />

hatta bu kadının hamile olduğunu öğrenir. Kerim<br />

kariyeriyle ilgili hayallerini hayatının merkezine<br />

koyduğu için bu bebeği<br />

de istemez. Kızı bebeği<br />

aldırmaktan vazgeçiren ise<br />

Hülya olur. Para karşılığında<br />

Filiz’in bebeği kendisine<br />

vermesi için ikna eder ve<br />

yüklü bir paraya anlaşır.<br />

Bu süreçte Kerim’in Kenya’da iş gezisinde<br />

olması Hülya’nın işlerini kolaylaştırır. Aileye<br />

de kendisinin hamile olduğunu söyler.<br />

Filiz, zaman zaman pazarlığı kızıştırmak için<br />

bebeği vermekten vazgeçtiğini söylese de<br />

işler bir şekilde Hülya’nın istediği şekilde<br />

yolunda gider. Bebeğin erkek olması ise<br />

Cevher ailesine ve özellikle Bayram’a sonsuz<br />

bir mutluluk yaşatır.<br />

Kerim, Berlin’e dönüp bebeği öğrendiğinde<br />

ailesi de orada olduğu için bir şey yapamaz.<br />

Ancak Türkiye’ye dönmesi konusunda<br />

babasına karşı çıkınca ipler gerilir. Ailesinin<br />

dönmesiyle bebeği Filiz’e götürür.<br />

Hülya’nın oynadığı oyunlar ve Filiz’in bebeği<br />

büyütemeyeceğine olan inancı ve birazda<br />

Filiz’in eski sevgilisi Mahir’in desteğiyle<br />

bebek Kerim’in evine geri döner. Hülya ona<br />

Filiz’in bebeği istemediğini söyler. Çaresiz<br />

kalan ve bebeğe tek başına bakamayacağını<br />

düşünen Kerim sabahında evden kovduğu<br />

Hülya’ya evde kalması için yalvarır. Ancak<br />

eşi değil ev arkadaşı olarak kalmasını<br />

istemesi Hülya’nın Kerim’e karşı daha da<br />

hırslanmasına neden olur.<br />

Hülya’nın attığı her adım, oynadığı her<br />

yeni oyun işleri biraz daha karıştıracak ve<br />

dizinin tansiyonunu sürekli yüksek tutacak<br />

görünmektedir. Bunun yanı sıra Melek ve<br />

Hüseyin’de tesadüf sonucu karşılaşmışlar<br />

ve birbirlerine yakınlaşmaya başlamışlardır.<br />

Bu durum dizide yaşanacak bir diğer<br />

deprem için tehlike çanları çalmaktadır.<br />

Erkek evladın idealize edildiği, kız torunun<br />

onun kadar önemsenmediği dizi hikâyesi<br />

itibariyle Yeşilçam’da babaları birbirlerine<br />

söz verdiği için ya da mirası kaybetmemek<br />

için evlenen ve sonradan bir birine âşık olan<br />

karakterlerin hikâyelerini anımsattığı için<br />

izleyicimize çok yabancı gelmemiştir diye<br />

düşünüyorum.


NERGİZ KARADAŞ<br />

n Ortaks Yapım’ın yapımcılığında Star<br />

TV ekranlarından izleyiciyle buluşan ve<br />

yayınlanmaya başladığı günden itibaren büyük<br />

beğeniyle izlenen Kiralık Aşk adlı dizinin sevilen<br />

açık sözlü, mert mahalle delikanlısı İsmail’i<br />

canlandıran Kerem Fırtına ile hayata bakışı,<br />

oyunculuğu, dizi ve sinema dünyasına ilişkin<br />

görüşleri ve tabii ki Kiralık Aşk’ı konuştuk. Keyifli<br />

okumalar olsun…<br />

Kısaca tanımlasanız. Kimdir Kerem Fırtına?<br />

23 Eylül ekinoksunda, 1981 yılında, Üsküdar<br />

Çiçekçi’de doğdum. Hala burada<br />

yaşıyorum. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler<br />

Fakültesi’nden mezun oldum. Beşiktaşlıyım. En<br />

yakın arkadaşım babam. Mühendis kendisi. Çok<br />

iyi matematik kafası vardır. Eve gidince babamın<br />

anlatacağını bildiğim için okul hayatım boyunca<br />

matematik derslerinde hocalarımı dinlemedim.<br />

Ama karnemde hiç 4 gelmedi. Profesyonel<br />

oyunculuğa kadar da özel matematik dersi vererek<br />

para kazandım.<br />

Nedir Kerem’in hayat felsefesi?<br />

Adalet ve merhamet. Bunları atlamamaya, unutmamaya<br />

çalışıyorum. Benim hayat felsefem adil<br />

olabilmek. Adalet benim için çok önemli, bu konuda<br />

çok hassas olduğumu söyleyebilirim.<br />

Adil misin peki?<br />

Çabalıyorum. Ne kadar başarabiliyorsam artık.<br />

Ama aklımdan çıkartmıyorum. İnsanlarda da<br />

dikkat ettiğim bir nokta. Dolayısıyla bende kendimde<br />

bu noktaları sürekli yargılıyorum. Sürekli<br />

değerlendiriyorum. Hayatta kötülüğün destek<br />

bulması çok çaresiz bırakıyor. Omzumu düşüren<br />

bir şey bunu görmek. Evet… Hayatta kötülük var.<br />

Her şey zıddıyla var. Ama kötünün savunucusunun<br />

çok olması çaresiz bırakıyor. Saf kötülük<br />

karşısında gardım düşüyor benim.<br />

Oyunculuk kariyerinizden bahseder misiniz?<br />

Oyunculuğa ortaokulda başladım, bu mahallede<br />

başladım. Üsküdar İmar Kültür Derneği diye bir<br />

dernek ve bu derneğin bir tiyatro grubu var. 13<br />

yaşında oranın sınavlarına girdim. Kazandıktan<br />

sonra orada tiyatro eğitimi aldım. Yazın başında<br />

3 ay tiyatro eğitimi veriyorlar. Bu açıdan şanslı bir<br />

amatör tiyatro grubuydu. En küçük üyesi bendim<br />

grubun sonrada hiç bırakmadım tiyatroyu. Ama<br />

hep siyasal bilgiler okumak istiyordum. Küçükken<br />

başbakan olmak istiyordum çünkü. Düzeltmem gereken<br />

şeyler olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden<br />

lise sonda bir sene tiyatroya ara verdim. Üniversite<br />

sınavına hazırlandım Kazandım üniversiteyi.<br />

Fakülteye başlayınca Şahika Tekand’da oyunculuk<br />

eğitimi almaya başladım. Sonra profesyonel oyunculuk<br />

başladı.<br />

Oyunculuk hayatınızda neyi değiştirdi? Şöhret<br />

olmak mesela? Kendinize zaman ayırabiliyor musunuz?<br />

Hiçbir şey değiştirmedi. Kendime zaman<br />

ayırıyorum. Bu motivasyonunuzla ilgili. Ben de<br />

zaman zaman bundan çok daha az çalışıp hiçbir<br />

şeye vakit bulamıyorum. Çünkü o dönemde motivasyonum<br />

yetmiyor. Karadayı’nın son üç bölümüyle<br />

Kiralık Aşk’ın ilk iki bölümü çakıştı. İki sete<br />

birden gidiyordum. Birde Sarp ile (Akkaya) radyo<br />

programı yapıyorum. Yani her an çalışıyordum.<br />

Her şeye de vakit buluyordum. Bence bir şeye<br />

vakit ayırıp ayırmamak tamamen kişinin kendi<br />

enerjisi ile ilgili.<br />

Hayatınıza, kariyerinize ilişkin hayalleriniz ve<br />

hedefleriniz neler?<br />

Ben hep kafamdaki şeyleri yapıyorum ya da yapmaya<br />

çalışıyorum. Benim motivasyonum hiçbir<br />

zaman kesintisiz devam etmiyor hayatta. Sekteye<br />

uğradığı zamanlar oluyor. Bazen üretiyorum,<br />

bazen duruyorum. Ama hayal etmek hiç durmuyor.<br />

Benim için her şey istediğim, yaptığım ve<br />

yapamadığım kadarıyla devam ettiği için bunlarla<br />

örtüşen şeyler gelirse gelir ve yaparım. Gelmezse<br />

de onu çekip onun gerginliğiyle devam etmek


ana göre değil. Yada bana göre olmadığını<br />

öğrendim. Son iki senedir böyle. Zaten ihtiraslı<br />

bir adam değildim. İsteklerim vardı ama ihtiraslı<br />

bir adam olmadım. Benim didişme alanlarım<br />

başka. Bir şey kazanma alanında çok didişemem<br />

biriyle. Önder (Çakar) abi ile biz bir film yazdık.<br />

Sonra ben Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar romanını<br />

sinema filmine uyarladım. İkisi de henüz çekilmedi.<br />

Ama ben “ikisi de çekilmedi vah vah”<br />

demiyorum. Belki hiç çekilmezler. Ama her birini<br />

yaparken hayatımda birçok şey değişti Çünkü o<br />

filmi yazıyor olmanın hayatımda etkilediği şeyler<br />

önemli. Belki de çekilmesi için yazmadım. O<br />

filmi yazma sürecimde başıma gelen olayların<br />

yaşanması için yazıyordum belki de. Hayattan<br />

beklentilerim var ama plan yapmayı bıraktım.<br />

Daha çok ilkeler ve isteklerim üzerinden ilerliyorum.<br />

İsmail karakterinin izleyici ile ilişkisi nasıl? Ne tür<br />

geri bildirimler alıyorsunuz?<br />

“Helal İso” diyorlar. Bende teşekkür ediyorum.<br />

Sosyal medyadan ya da yolda karşılaştığımızda<br />

alıyorum bu tepkileri. Ama mesela izleyicilerden<br />

biri kalabalıkta yüksek sesle, fotoğraf çektirelim,<br />

dediğinde etraftan “kim ki bu adam” diye bakan<br />

birileri de varsa o bakışlardan utanıyorum.<br />

İsmail, kendisinden farklı olan bir kadına,<br />

Yasemin’e aşık oldu. Bu konuda ne söylemek<br />

istersin?<br />

İso kendi sınıfından olmayan bir kadına âşık oldu.<br />

Ama aşk bu… zıtlık olur, paralel olur. Olur, yani<br />

belli olmaz.<br />

Siz bu kadroya nasıl dâhil oldunuz? İsmail karakterini<br />

canlandırmasaydınız dizide hangi karakteri<br />

canlandırmak isterdiniz?<br />

Karadayı’da oynarken çağırdılar. Zaten daha<br />

önceden tanıyordum Müge hanimi (Turalı). Müslüm<br />

Gürses’le oynadığım Esrarlı Gözler adlı<br />

filmin yapımcısıydı. Benim için önemliydi Müslüm<br />

Gürses’le sahnem olması. Kiralık ask’ in senaryosunu<br />

gönderdiler. Senaryoyu okuduğumda<br />

Müge Hanım’a “benim bu reytinglerle ilgili bilgim<br />

ve tahminim yok ama bence bu dizi tutar” dedim.<br />

Karadayı bittikten sonra girecekti yayına ve kabul<br />

ettim rolü. Dizide İso olmasaydım Defo olurdum.<br />

Çünkü ikisi de ‘O’ ile bitiyor.<br />

Karakter olarak İsmail’e benziyor musun.?<br />

Bizim dizilerde senaristler karakteri yaratıyor.<br />

Sonrası oyuncuyla ilerliyor. Yani bizde yabancı<br />

dizileri gibi dizinin 39 bölümü yazılmış olarak<br />

başlamıyoruz. 3 bölüm yazılmış başlarsa şansına.<br />

Çünkü bizim sektörümüzdeki profesyonel işleyiş<br />

bu değil maalesef. Başlarken dizinin devam edip<br />

etmeyeceği kesin değil, hiçbir şey kesin değil.<br />

Öyle başlıyorsun. O yüzden karakterler daha çok<br />

senaristle paslaşma şeklinde, karşılıklı kontak<br />

kurularak yazılıyor. Bizim Meriç Acemi ile öyle<br />

bir kontak kuruldu aramızda sanırım. Ben onun<br />

İso’yla vermek istediği karakteri anladım. Buna<br />

ne ekleyebilirim diye düşündüm. İso çıktı ortaya.<br />

Bu konuda Meriç ve bütün senaryo ekibine çok<br />

minnettarım. Hem rahat bir ortam buldum İso’yu<br />

çalışırken, hem de çok desteklediler beni. Mesela<br />

dikkat ettikleri nokta İso ve Defne arasındaki ilişki<br />

üzerinden bir kadın ve bir erkeğin birbirini çok<br />

sevip yoldaş olabileceği dost olabileceği vurgusu


yapmaktı. Bu benim için çok kıymetliydi. Onlar ne<br />

yazsa benim üzerine ne koyacağımı tahmin ediyorlar<br />

ve bende onların ne demeye çalıştıklarını anlıyorum.<br />

Bunun dışında sürekli ‘kibir’ in sinsice bize neler<br />

kaybettirdiğini vurguluyorlar. Bunu kıymetli buluyorum.<br />

Dizi komedi unsurları barındırıyor ve sanırım genç<br />

ve enerjik kadrosundan kaynaklı ve bir türlü mutlu<br />

olamayan âşıklarına rağmen keyifle izleniyor? Peki,<br />

ekip nasıl izleyiciye yansıyan enerji sette de var mı?<br />

Evet, evet keyifli. Oyuncuların yaşları birbirine<br />

yakın. bu iktidar mücadelesi gibi başka bir sonuçta<br />

doğurabilirdi. Ama bizde böyle bir şey olmadı. herkes<br />

birbirini sever. Tatlı tatlı yolunda gidiyor her şey.<br />

Kerem Fırtına’nın birlikte çalışmak adına hayalini<br />

kurduğu yönetmen ve oyuncu kim?<br />

İyi senaryoda oynamak isterim. Benim için önemli<br />

olan bir senaryo, iki yönetmen, sonrada kast gelir.<br />

Ama öncelik senaryo. Senaryo iyiyse her şey iyi olabilir<br />

gibi geliyor bana.<br />

Peki, siz nasıl bir izleyicisiniz?<br />

Film izlemeyi seviyorum. Biz eskiden videocuyduk.<br />

Burada Çiçekçi de Fırtına Müzik Market. Filmlere<br />

ilgim o zamandan geliyor. Dizilerde de kendi yer<br />

aldığım projeleri izlemem gerekiyor. Çünkü ne<br />

yaptığımı, ekip olarak ne yaptığımızı takip etmeliyim.<br />

Onun dışında dizi izleme merakım yok. Sadece<br />

Türk dizisi izlemiyorum gibi bir şey değil. Bence<br />

Amerikan dizilerinin çoğunluğu iyidir. Ama ne kadar<br />

izleyeceğim. İlk bölümünü izliyim tamam muhteşem.<br />

İkinci bölüm harika. Ama dört sene onu izleyemiyorum.<br />

Popüler iş deyip geçmiyorum. Olay bu da<br />

değil. Tam tersi bir yerde yoğun beğeni varsa dönüp<br />

bakmak gerektiğine inanıyorum. Popüler kültürün<br />

müşterisi değilim ama bu işler arasında da iyiler ve<br />

kötüler var bence.<br />

Film konusunda izlediğim takip ettiğim çok kişi<br />

var. Sinema açısından önemsediğim çok isim var.<br />

Sinemada merak ettiğim takip ettiğim yönetmenler<br />

var. Oyuncu ya da yönetmen ismi veremem çünkü<br />

daima değişir. Festival filmlerine, Avrupa sinemasına<br />

bayılıyorum. Hollywood’un, Avrupa sinemasına<br />

benzeyen filmlerini seviyorum. Hollywood’a tepki<br />

ya da sanatsal seçkinlikten değil her şeyin aynı<br />

olduğu popülist filmleri sevmiyorum. Uzak Doğu<br />

sinemasında da çok iyi filmler yapılıyor. Vampir filmleri<br />

Hollywood’un uzmanlık alanı mesela ama Thirst<br />

başka bir şey yarattı.<br />

Bu yıl Türk filmlerinden Abluka’yı ve Sivas’ i izledim.<br />

İkisine beğendim. Özellikle Sivas. Bu arada Başka<br />

Sinema’ya teşekkür ediyorum. Sayelerinde yönetmenler<br />

filmlerini izleyici ile buluşturabiliyor ve tabiî ki<br />

izleyici de vizyon şansı bulamayan filmleri izleyebiliyor.<br />

Başka Sinema, Türkiye’de sinema salonlarının<br />

kartelleşmesi ile ilgili soruna merhem olamasa da,<br />

kriz noktasında bir açığı kapatıyor şuan. Bu yinede<br />

yeterli değil tabii ki.<br />

Hayranlarınıza buradan ne söylemek istersiniz?<br />

Ufukta yeni projeler var mı?<br />

Her Cumartesi Rock fm Turkiye’ de Sarp Akkaya ile<br />

radyo programı yapıyoruz. Kapak, adi. Onun dışında<br />

proje bitmez kafamda. Çünkü kendimi bildim bileli<br />

hayal kuruyorum. Ama neyi ne zaman yaparım?<br />

Yapar mıyım? Becerebilir miyim? Beceremez miyim?<br />

Bakacağız.


n American Horror Story ile aynı temelde<br />

hareket eden yapım her sezon Amerikan<br />

halkının zaten ezbere bildiği gerçek suçlu<br />

karakterlerin hikayesini dizi formatında<br />

işleyecek. İlk sezonun ünlü suçlusu O. J.<br />

Simpson ve yapımcılar aslında en büyük<br />

ve yaratıcı öykülerin yaşamın ta kendisi<br />

olduğunun gayet farkında olarak hikayeyi<br />

dizi mecrasında sunmanın sorumluluğunun<br />

altından başarıyla kalkıyorlar. Kahramanın<br />

dünyasına karakterin gözünden çok hayran<br />

kitlesinin kör gözlerinden de bakarak ve<br />

diğer karakterlerin perspektifiyle çoklu açılar<br />

sunarak bilinene farkındalık kazandıran bir<br />

yapı oluşturuyorlar. Dolayısıyla seyirciye<br />

bildiğini zannettiği yakın tarih vakası üzerinden<br />

değerlendirme sistemlerini tekrar gözden<br />

geçirme ve üzerinde bir daha düşünme şansı<br />

ve davetiyesi sunan izlemesi çok keyifli bir iş<br />

çıkıyor.<br />

Hikayenin başını ve sonunu zaten bilen seyirciye<br />

diziyi izlettirmenin ve yine de heyecan<br />

ve merak duymasının yolunu yapımcılar<br />

toplumun genel yapısına ayna tutarak<br />

sağlıyorlar. Anlatı, siyahın insan olarak<br />

değil iyi ya da kötü ama illa ki siyah olarak<br />

yargılanmasındaki çıkışsız ve iyileşmesi<br />

imkansız kısır döngüye işaret ediyor ve<br />

dizi bu çıkışsızlığı nefis bir gerçeklikle<br />

anlatıyor. Metnin işleyişi bir çeşit toplumsal<br />

analiz ve yüzleşmeye iten sorular soruyor.<br />

Karakterlerin nasıl göründüğünü, görünen<br />

üzerinden oluşan algıyı ve algıyı yönetme ve<br />

kullanmanın tekniklerini ama en çokta Amerikan<br />

halkının homi k. Bhabha’nın terminolojisiyle<br />

değerlendirilecek olursa ‘melez’leşen bir<br />

kahramanını yakından inceleme şansı ve zevki<br />

sunuyor. Siyah olduğu için ülkedeki tüm siyahilerin<br />

ve siyah gibi davranmayıp hatta beyaz<br />

gibi yaşadığı için beyazların da hayranlığını kazanan<br />

bir karakterin yükseliş ve düşüşü özneye<br />

çok boyutlu bakışı mümkün kılıyor.<br />

Aslında homi k. Bhabha modern toplumların<br />

genel olarak ‘melez’ olduğu fikrini ortaya attarken<br />

özellikle ‘öteki’ olanın ‘arada’ ve ‘geçit’<br />

oluşturanın, taklit öznelere dönüşmesini sorgular.<br />

Ve O. J. Simpson dizideki söylemiyle<br />

tam olarak katı Amerikan ırkçılığını ve saplantılı<br />

statükocuları yumuşatan melez bir karakter<br />

olarak değerlendirilebilir. Çünkü şöhretle beraber<br />

gelen gücünü hiçbir zaman siyahlara<br />

yapılan haksızlıklar için kullanmıyor hatta ilk işi<br />

beyazların yaşadığı lüks ve konfor dolu bir semte<br />

taşınmak oluyor. Yani beyazları taklit eden ve<br />

siyahlığını unutan ancak bu iki çelişkili duruşu<br />

üzerinde taşıdığı için daha da güç kazanan bir<br />

figür. O. J. Simpson bunu elbette bilerek değil<br />

içgüdüsel olarak yapıyor ve kendisinin çıktığı<br />

‘öteki’ler topluluğu için bu haliyle ümit dolu bir<br />

rüyaya dönüşüyor. Meşhur ve çoktan kabus<br />

olduğu ispatlanan Amerikan rüyasına inanmak<br />

isteyenlere nefes kesen pembe bir dünya


sunuluyor. Bir yanıyla ‘Eğer istersen, dürüst<br />

ve çok çalışkan olursan siyah olman sorun<br />

olmaz ancak yanlışa saparsan adalet<br />

yerini bulur ve bitersin…’ diyen fırsatlar ülkesi,<br />

ve diğer yanıyla siyah nüfusu sadece<br />

siyah olduğu için aklayarak ve/ya karalayarak<br />

statükodan taviz veriyor gibi görünerek<br />

sağlamlaştırılan sert ve monolitik ırk<br />

saplantısı…<br />

Özellikle O. J. Simpson’un dizide kendisini<br />

başta siyah olarak tanımlamadığı ve<br />

savunmasını ırkı üzerinden yapmayı reddettiği<br />

ancak bunu ırkçı ideolojiye karşı olduğu<br />

için değil kendini inkar ettiği için yaptığı göz<br />

önüne alınırsa öznedeki ‘ötekiliği’ karakterin<br />

kendi içinde büyüten çok tuhaf ve katmanlı<br />

bir psikolojik ve sosyolojik çalışma yapmayı<br />

gerekiyor. Artık yaptığı taklide dönüşen ve<br />

kendi benine dönmesi imkansızlaşan ekonomik,<br />

politik ve sosyolojik bir vaka! Bir özne<br />

olmayıp vakaya dönüşen karakterin her alanda<br />

gösterdiği değişkenlik ise tekinsiz zeminde inşa<br />

ettiği kimliksizliğinden kaynaklanıyor elbette.<br />

Öteki olmayı kırdığını zannederken zirvede O. J.<br />

Simpson olarak muğlaklık inşa etmediği sürece<br />

daha da öteki olacağını anlaması, üstelik<br />

siyahlığa geri dönmezse tamamen belirsizliğe<br />

ve yani suça gömüleceğiyle yüzleşmesi sistemin<br />

ağır, acımasız ve iki yüzlü yapısını da açığa<br />

çıkarıyor. Otoritenin bir parçası olmak için otoriteyi<br />

taklit eden O. J. Simpson’un siyah derisi<br />

hem başının belası hem de içine sığınabileceği<br />

tek emniyetli kılıftır. Ne var ki uzunca inkardan<br />

sonra kendiyle ve geldiği köklerle yaşadığı<br />

yabancılaşma sonrası tamamen kendi postu,<br />

derisi de değildir artık!<br />

Kısacası 2016’nın en hakikatli ve seyir zevki<br />

sunan işlerinden biri!


n İtalyan Korku Sineması’nın altın çağının en<br />

önemli temsilcilerinden Mario Bava’nın isminin<br />

önüne maestro, ‘giallo’nun ateşleyicisi,<br />

‘slasher’ın büyükbabası gibi bir dolu şaşaalı<br />

sıfat ekleyebilirsiniz ama gene de onu övmekte<br />

eksik kalırsınız. Böylesi bir ustanın oğlu<br />

olmak kolay değil, hele onunla aynı mesleği<br />

icra ediyorsanız, hiç değil. 1944 doğumlu<br />

Lamberto Bava,<br />

sinemaya babasının<br />

yanında yönetmen<br />

yardımcısı olarak<br />

başladı. Daha sonra<br />

Ruggero Deodato ve<br />

Dario Argento gibi<br />

önemli yönetmenlerle<br />

birlikte çalışan Lamberto<br />

Bava, ilk sinema filmi<br />

Macabre’yi 1980 yılında<br />

yönetti. Babasının filmi<br />

izledikten sonra “artık<br />

huzur içinde ölebilirim,” dediği söylenir ki Mario<br />

Bava aynı yıl içinde vefat etti. Korku filmleri<br />

yönetmeye devam eden Lamberto Bava,<br />

A Blade in the Dark (1983), Demons (1985) ve<br />

Demons 2 (1986) gibi ses getiren işlere imza<br />

attı ama hala başyapıt diyebileceğimiz bir<br />

filmi yoktu. 1987 yılı mahsulü Delirium’dan<br />

sonra daha çok televizyon için üretilen<br />

projelerde yer almaya başladı ve kariyeri asla ilk<br />

dönemki kadar parlak olmadı.<br />

Lamberto Bava ilginç bir sinemacı. Filmografisinde,<br />

kalburüstü birçok filmin yanında ismine<br />

hiç yakışmayan ucuz ve “kötü” örnekler de bulunuyor.<br />

Ancak nasıl beceriyorsa beceriyor, her<br />

filminde büyüleyici bir bölüme, bir sekansa ya da<br />

bir ana muhakkak rastlanıyor. Bu yazıda yönetmenin<br />

dengesiz filmografisinin bir aynası gibi<br />

gördüğüm Brivido giallo isimli seriden bahsetmek<br />

istiyorum.<br />

Seri, kablolu bir TV kanalı için çekilen, birbirinden<br />

bağımsız dört uzun metrajlı televizyon filminden<br />

oluşuyor. Her birinin yönetmenliğini Lamberto<br />

Bava üstlenirken, senaryolarda Bava ile dönemin<br />

neredeyse bütün önemli sinemacılarıyla çalışmış<br />

olan Dardano Sacchetti’nin imzası var. Müzikler<br />

ise İtalyan Korku Sineması hayranlarının aşina<br />

olduğu İngiliz müzisyen Simon Boswell’e emanet.<br />

Graveyard Disturbance<br />

Serinin, televizyonda gösterim sırasına göre ilk<br />

filmi olan Graveyard Disturbance, diğerlerine göre<br />

daha eli yüzü düzgün bir yapım. Bir marketten<br />

ıvır zıvır bir şeyler aşırdıktan sonra minibüslerine<br />

atlayıp kaçan beş genç, yolda karşılaştıkları polisten<br />

kurtulmak için şeritlerle kapatılmış bir toprak<br />

yola girerler. (Bu arada market sahibi rolünde<br />

kısacık bir süre de olsa Lamberto Bava’yı izliyoruz.)<br />

Yoğun bir sis tabakası içinden geçen gençler,<br />

ufak bir kaza sonrası minibüsü terk etmek<br />

zorunda kalırlar. Geceyi geçirmek<br />

için harabeye dönmüş gizemli bir<br />

yapının kalıntılarına sığınırlar. Gecenin<br />

ilerleyen saatlerinde kaldıkları<br />

yerin hemen altındaki tavernayı fark<br />

edip oraya geçerler. Tavernanın<br />

altında bulunan yer altı mezarında<br />

bütün bir geceyi geçirebilirlerse,<br />

mekânın orta yerinde duran hazineyi<br />

kazanabileceklerini öğrenince<br />

şanslarını denemeye karar verirler.


Mezarlıkta onları zombiler, garip yaratıklar<br />

ve hortlaklar beklemektedir. Graveyard Disturbance,<br />

bir market, marketten bir şeyler<br />

aşıran gençler, polisten kaçış gibi gerçek<br />

dünyaya aitmiş gibi duran öğelerle başlıyor<br />

ama kaportasının tamamı 80’li yılların gençlik<br />

ikonlarıyla boyalı minibüs, bir anlığına da olsa<br />

izleyeni gerçeklikten koparmayı başarıyor<br />

ve aslında sonrasında sunulacak fantastik<br />

dünyaya hazırlıyor. Hele sislerle kaplı toprak<br />

yola girdiklerinde karakterlerin artık başka bir<br />

boyuta geçtiklerine tamamen emin oluyoruz.<br />

(Bir tabut taşıyan sürücüsüz at arabasından<br />

bahsetmiyorum bile.)<br />

Seksenlerin mizah anlayışıyla harmanlanan<br />

Graveyard Disturbance, korku komedi olarak<br />

sınıflandırılabilir. Finale doğru iyice kayışları<br />

koparan film, zaman zaman tekrara düşse de<br />

vadettiği eğlenceli dakikaların sözünü tutmayı<br />

başarıyor. Özel efektler bir televizyon filminden<br />

beklenmeyecek denli iyi. Rock ağırlıklı<br />

müzikler dönemi yansıtması açısından önemli.<br />

Filmle ilgili tek sorunum finali. Biraz daha<br />

iyimser bir final uğruna belli bir mantık dizgesine<br />

oturan çember onarılmayacak biçimde<br />

kırılmış. Gerçi bu denli uçuk bir filmde böylesi<br />

bir final çok da fazla sırıtmıyor.<br />

Until Death<br />

“There must be ghosts all over the world.<br />

They must be as countless as the grains of<br />

the sands.” (Bütün dünyada hayaletler olmalı.<br />

Kum taneleri kadar çok sayıda olmalılar.) Henrik<br />

Ibsen<br />

Linda, hamile olmasına rağmen sevgilisi<br />

Carlo ile bir olup kocasını öldürür ve ormanın<br />

derinliklerinde bir yere gömer. Aradan sekiz<br />

sene geçer. Carlo ile beraber kocasından kalan<br />

göl kıyısındaki restoranı işletmeye devam<br />

eden Linda, bir yandan da oğlu Alex’in bitmek<br />

bilmeyen kâbuslarıyla baş etmeye çalışır.<br />

Yağmurlu bir gecede evlerine sığınan Marco<br />

isimli yabancı, süregiden düzeni bozmaya<br />

niyetli gibidir.<br />

The Postman Always Rings Twice (Postacı<br />

Kapıyı 2 Defa Çalar, 1981) ve Teorema’nın<br />

(1968) bileşimi şeklinde tarif edebileceğimiz<br />

Until Death, Graveyard Disturbance ile beraber<br />

serinin yüz akı filmlerinden. Bava,<br />

çok az sayıda karakter ve gösterişsiz bir mekân<br />

kullanmasına rağmen muhteşem bir atmosfer<br />

yaratmayı başarmış. “Bir yabancı gelir ve bütün<br />

düzen altüst olur” kalıbını doğaüstü imgelerle<br />

süsleyen film, gerilimi son ana kadar zirvede tutmakta<br />

hiçbir sıkıntı yaşamıyor. Finali çok tatmin<br />

edici değil belki ama kalan her şey deneyimlemeye<br />

değer.<br />

The Ogre<br />

Cheryl, çocukluğundan beri korkunç kâbusların<br />

esiridir. Yaşı ilerlediğinde bu durumu lehine<br />

kullanır ve rüyalarını kaleme alarak çok tanınmış<br />

bir korku-gerilim yazarı olur. Kocası ve oğlu ile<br />

İtalya’nın küçük bir köyündeki eski bir şatoya<br />

gelir. Burada hem tatil yapmayı hem de yeni<br />

romanını tamamlamayı amaçlar. Ancak uzun<br />

zamandır yakasını bırakmış olan kâbuslar, şatoda<br />

kaldıkları ilk geceden itibaren yeniden ortaya<br />

çıkar. Şatonun mahzenine inen Cheryl, şaşkınlıkla<br />

burasının çocukken rüyalarına giren mekânın ta<br />

kendisi olduğunu görür ve rüyalarında doğuşuna


gün doğana kadar kendisini öldürmenin bir yolunu<br />

bulmalarını, yoksa onların kanını emeceğini<br />

söyler.<br />

Serinin son filmi olan Dinner with a Vampire,<br />

işin mizahi boyutuna yüklenen bir korku komedi.<br />

Hatta bütün korku öğelerinin üzerlerinin mizahla<br />

örtüldüğü göz önüne alınırsa, sadece komedi<br />

bile denebilir. Bütün bir gece boyunca süren<br />

şatodaki kovalamacadan mizah üretmeye çalışan<br />

film, hafif bir komedi olmaktan öteye gidemiyor.<br />

Hatta filmin içinde güya Jurek’in yönettiği siyah<br />

beyaz bir vampir filmi gösteriliyor ve Murnau’nun<br />

Nosferatu’sunu (1922) andıran bu sessiz film,<br />

A Dinner with a Vampire’ın tamamından çok<br />

daha ilgi çekici. Bu arada bir sahnede Roman<br />

Polanski’nin The Fearless Vampire Killers (1967)<br />

isimli filminin VHS’sini ısıran Jurek’in ne demek<br />

istediği ise tartışmaya açık.<br />

tanık olduğu, bir türlü kaçıp kurtulamadığı<br />

‘ogre’nin burada gerçekten yaşadığına inanmaya<br />

başlar.<br />

İtalya kırsalında geçen filmin görselleri, Lamberto<br />

Bava’nın iş bilir varlığını da hesaba katarsak<br />

sorunsuz olmaktan öte etkileyici bir arka<br />

plan olarak filme olumlu katkı sağlıyor. Hiç fena<br />

olmayan senaryoyu da üstüne koyunca ister<br />

istemez kalburüstü bir işmiş gibi duruyor ama<br />

ucuza kaçan özel efektler ve makyaj ile zayıf<br />

kalan final, filmin yumuşak karnını oluşturuyor.<br />

Sonuç Lamberto Bava hayranları için bile hayal<br />

kırıklığı oluyor.<br />

Dinner with a Vampire<br />

Monica, Rita, Sasha ve Johnny, yapılan<br />

seçmeleri kazanıp korku sinemasının ünlü<br />

yönetmenlerinden Jurek’in son filminde rol<br />

almaya hak kazanmıştır. Özel bir arabayla alınıp<br />

yönetmenin yaşadığı şatoya getirilen gençler,<br />

Jurek ile akşam yemeğinde tanışır. Yemekte bir<br />

vampir olduğunu açıklayan Jurek, gençlerden<br />

80’li yılların sonunda finansman sıkıntısı nedeniyle<br />

sinema filmleri çekme fırsatı bulamayan<br />

Lamberto Bava, kendi deyişiyle mecburen televizyona<br />

yöneldi. Bir röportajında söylediği gibi<br />

asla sinema filmi olarak çekmeyeceği, belli bir<br />

derinlikten yoksun ve daha az şiddet içeren<br />

öyküleri kullanarak vücuda getirdiği Brivido giallo<br />

serisi, yönetmenin elindeki eksik malzemeyle<br />

“izlenebilir”in ötesinde filmler çekme hünerini<br />

görmek adına önemli.


Milliyet yazarı Nagehan Alç<br />

dinine saldırmakla ve öteki<br />

Murat Tolga Şen, filmi ve iş<br />

n Sevgili Nagehan Alçı, Milliyet gazetesindeki<br />

köşesinde İftarlık Gazoz filmine<br />

ağır laflar ediyor ve filmi “inceden inceye<br />

İslam’ı ötekileştirmek, öcüleştirmek istiyor.<br />

Bunu açıkça yapsa kabul edilebilir,<br />

ifade özgürlüğü içinde değerlendirilebilir<br />

ancak gizlice, riyakârca yapıyor.” diyerek<br />

suçluyor.<br />

İftarlık Gazoz’u, basın gösteriminde herkesten<br />

önce izledim. Yüksel Aksu’nun<br />

“seyyar dondurmacı şirketlere karşı”<br />

ve “kentten köye göç ”gibi toplumcu<br />

ama neşeli konulardan yani güvenli<br />

limanından çıkıp “ölüm orucu” gibi zor bir<br />

konuya yöneldiğinde başına gelecekleri<br />

de az çok tahmin ediyordum, o yüzden<br />

gelen eleştiri yazılarına şaşırmadım.<br />

Star’da Bedir Acar’ın imzasıyla<br />

yayınlanan yazı yerinde saptamalar içeriyordu<br />

ancak Nagehan Alçı’nın yazdıkları<br />

insafsızca…<br />

Öncelikle, filmde İslam dinine yönelik bir<br />

ötekileştirme yok, varsa da ben görmedim.<br />

Yüksel Aksu, Cinema Paradiso, Mediterraneo<br />

ve daha bir sürü filmden ödünç<br />

alınmış bir Akdeniz duygusallığıyla filmler<br />

çekiyor, o kadar kötücül fikirlere sahip<br />

olduğunu düşünmüyorum. İftarlık Gazoz,<br />

Çağan Irmak sinemasına yakın bir iş<br />

olarak yorumlandı, katılıyorum ancak bu<br />

tür film yapma şekli Çağan’ın icadı değil,<br />

o da Uçurtmayı Vurmasınlar, Teyzem, Piyano<br />

Piyano Bacaksız ve başka filmlerden<br />

etkilendi. Sıkıntılı bir meseleyi ya da bir<br />

eski zaman hatırasını, odağa masum<br />

bir çocuk karakteri yerleştirerek anlatmak<br />

insanları bir tür zaman yolculuğuna<br />

çıkarıyor, lezzetli bir seyir hissi yaratıyor.


ı, İftarlık Gazoz filmini İslam<br />

leştirmekle suçladı.<br />

in doğrusunu yazıyor...<br />

Evet, Yüksel Aksu’nun, sol dünya görüşüne<br />

sahip biri olarak Ağa oğlu Gomünist Hasan’ı<br />

filmin ideal karakteri olarak sunması şaşırtıcı<br />

değil ancak bunu yaparken kasaba halkına,<br />

yaşayışına, caminin içine-dışına, esnafa,<br />

imama, ağaya, ameleye olumsuz bir fikir<br />

yerleştirmesi yapmıyor,<br />

hatta neredeyse bir<br />

belgesel kamerası<br />

sahiciliğiyle yaklaşıyor<br />

çocukluğumuza…<br />

Yüksel Aksu, basın<br />

toplantısında, “bu filmi<br />

Ege’de çektik ama<br />

Türkiye’nin her yerinde<br />

benzer hikâyeler<br />

yaşanabilir” demişti. Çok<br />

doğru, ben de çocukken<br />

tütüne gittim, yazın<br />

esnaf yanında çıraklık<br />

ettim, benim de solcu<br />

ağabeylerim-ablalarım<br />

vardı, dayımın kahvesi<br />

tarandı, Kıratçı amcamla<br />

Ecevitçi babam yıllarca<br />

küs kaldılar ve ben de<br />

yaz tatilinde Kuran kursuna gitmekten hiç<br />

hoşlanmazdım. Eğer, burada bir ötekileştirme<br />

varsa, ne olduğunu çocukken gittiğimiz kuran<br />

kurslarında kafamızı hurafelerle dolduran cami<br />

imamlarına sormak lazım. Kendi hafızanızı<br />

yoklayın, yazlık Kuran kurslarında “şöyle<br />

yaparsanız cennete, böyle yaparsanız cehenneme”<br />

diyen hocalar yok muydu? Oysa, bu<br />

filmdeki İmam (Macit Koper müthiş oynamış) o<br />

kadar masum ki öyle bir hocanın kursuna gitsem<br />

hiç kaçmazdım. Zaten o kadar çok kaçtım<br />

ki, ailem bir sonraki sene Kuran kursuna değil,<br />

teyzemlerin yazlığına gönderdi. Canıma minnet!<br />

Nagehan Alçı boşuna endişe etmiş, kimsenin<br />

kimseyi hizaya çektiği falan yok. Zorlama bir iddia<br />

bu… Hatta ben de filmi eleştiren bu yazının<br />

amacının zaten iyice sesi kısılmış insanları<br />

hizaya çekmek olduğunu düşünüyorum. Sınıf<br />

başkanı Nagehan Alçı, tahtaya yaramazlık<br />

yapanları yazmış, öğretmen gelsin de görsün<br />

diye...<br />

Bir film eleştirmeni olarak yazıyorum; film<br />

şimdiki sınıfsal ayrışmaların bir zamanlar<br />

hayatımızda olmadığını göstermeye çalışmış,<br />

başarmış ve evet, biraz muğlak bir şekilde ölüm<br />

oruçlarına bağlanmış konu<br />

ama filmde ille de suçlu bir<br />

karakter aranıyorsa o Adem<br />

çocuğun ta kendisidir. Adem’in<br />

hikayesi bir yere bağlanmadığı<br />

iddia edilen rüya sekanslarında<br />

gizli…<br />

Adem çok zeki ve aşırı duyarlı<br />

bir çocuk ama ona söylenenleri<br />

çocuk zekasıyla yorumlayarak<br />

bir felakete yol açıyor ve kefaretini<br />

kendi yoluyla ödemeyi<br />

tercih ediyor. Yüksel Aksu filminin<br />

genelinde bir uzlaşmaya<br />

yol açmak için elinden geleni<br />

yapmış, Adem’in ölüm orucu<br />

eyleminde ölmesi bile<br />

kasabalının ondan utanmasına<br />

yol açmıyor. Sağcısı-solcusu<br />

hepsi birlikte Adem’in cenazesini omuzlarında<br />

taşıyor. Yüksel Aksu bu filmde bugünümüzü<br />

suçluyor, siyaseten yakın olduklarımız dışında<br />

kimsenin acısına sarılmayışımızı eleştiriyor.<br />

Bundan öte bir mesaj ararsanız o gazozu fazlaca<br />

çalkalamış olursunuz, gazı kaçar.<br />

Bu arada; Cibar Kemal’in mahdumları,<br />

babalarını “içki içen, oruç bozan, küfür eden”<br />

biri olarak gösterdiği için filmden şikayetçi<br />

olmuşlar. Filmi izleyenlere soruyorum; siz<br />

orada nasıl bir adam gördünüz? Bu ülkede, her<br />

şeyi en kaba hatlarıyla görüyor ve acımasız bir<br />

şekilde yorumluyor olmamız o kadar acı ki...


n Bilge Olgaç’ın sinemayla kurduğu tutkulu ve<br />

üretken ilişkinin, kendi sözleriyle anlatımı bu kadar<br />

yalın.<br />

Bilge Olgaç, ilk kadın yönetmen olarak değil ama<br />

hayatının sonuna kadar film çeken ilk kadın yönetmen<br />

olarak sinema tarihimize geçer. Bir meslek<br />

olarak gördüğü sinema hayatında, 40 filme yönetmen,<br />

31 filme de senarist olarak imza atar.<br />

Bilge Olgaç’tan ve sinemasından söz edilirken ilk<br />

olarak kadın oluşuna vurgu yapılır; ancak O, kadın<br />

sıfatını sadece cinsiyeti kadın olduğu için kullanır.<br />

Bu özelliği ve bakış açısıyla da kendime yakın<br />

hissettiğim bir sinema üreticisidir. Feza Sınar’ın<br />

Bilge Olgaç’ı anlattığı ‘Kameranın Arkasındaki<br />

Kadın: Bilge Olgaç’ adlı belgeselde bir yönetmen<br />

olarak kadın olmayı şöyle ifade ediyor: “Sinema<br />

açısından kadın-erkek ayrımını kabul eden biri<br />

değilim. Aynı beyni, aynı standartları taşıyoruz.<br />

Sinemacı kadın ayrıntılara daha özen gösteriyor<br />

olabilir belki ama sinema aşk gibi insan içine girdi<br />

mi başka her şeyi unutturuyor.” Gerçekten de öyle!<br />

İnsanın içine girdi mi bu aşk, hem kadın oluyorsun,<br />

hem erkek. Bana göre film yönetmenliği üniseks bir<br />

alan. Aynı anda hem kadın hem erkek dünyasına<br />

girebildiğiniz, hem erkek hem kadın gibi düşünüp<br />

hissettiğiniz bir dünya. Yönetmen sadece yönetmendir.<br />

Cinsiyetsizdir benim için.<br />

‘Kadın yönetmenler’ ve ‘kadın olan yönetmenler’<br />

ayrımını göz önünde bulundurursak, Bilge<br />

Olgaç’ın yerini anlamamız kolaylaşabilir. Olgaç’ın<br />

farklılığı kadınlar arasında en üretken ve geçimini<br />

sadece sinemadan sağlayan uzun soluklu bir ‘yönetmen’<br />

olmasıdır. Benim için ürettikleri ve tarzı ile ‘kadın<br />

yönetmen’ tanımından sıyrılmış bir yönetmendir.<br />

Sinemanın farklı estetik kaygılarını barındıran birbirinden<br />

farklı filmleri; toplumsal gerçekçi yazarlarla iyi bir<br />

iş bölümü yapması; teknik ekibini de, oyuncularını da<br />

yaratıcı sürece katmasını bilmesi… Daha geniş bir<br />

seyirci kitlesine seslenmeye gayret ederek filmlerini<br />

toplumsal işleviyle ele alması Bilge Olgaç’ı ‘Bilge Olgaç’<br />

yapan özellikler. Evet, Yeşilçam geleneklerinden<br />

ve alışkanlıklarından çok da uzaklaşmamıştır. Böyle<br />

davranması da haklı gerekçelere dayanır. Filmlerini<br />

Türk filmlerinin seyircisi-tüketicisi için gerçekleştirir.


Filmlerini izlerken yönetmenin kadın mı, erkek mi<br />

olduğunu hissettirmez bana. Yönetmen koltuğunda<br />

duyarlı bir kadından daha çok, duyarlı bir insan<br />

oturur benim gözümde.<br />

İlk Filmler<br />

Olgaç sinemaya ilk olarak<br />

Memduh Ün’ün sonrasında<br />

İlhan Engin, Halif Refiğ<br />

ve Hasan Kazankaya’nın<br />

asistanlığını yaparak girer.<br />

1965’te 25 yaşında yönetmen<br />

koltuğuna oturur. İlk<br />

filmi “Üçünüzü de Mıhlarım”<br />

hapisten çıkınca, kan davası<br />

nedeniyle öldürdüğü adamın<br />

oğullarıyla çatışmaya giren ve hayatta kalmaya<br />

çalışan bir adamın hikâyesini anlatır. Yılmaz Güney,<br />

Tuncel Kurtiz ve Pervin Par başrolleri paylaşır.<br />

1966’da “Nikâhsızlar” ve 1968’de “Öksüz” filmlerini<br />

bir yana bırakırsak, o ilk yıllarda vurdulu-kırdılı,<br />

erkek kahramanlı, Yeşilçam formlarına uygun<br />

avantür filmler çeker. Yeşilçam’ın o dönemki sosyoekonomik<br />

yapısı içinde kendi duyarlılığını ve bakışını<br />

pek de öne çıkarmaz, çıkaramaz. Herhangi bir<br />

yönetmenden farklı olmaksızın ilk ürünlerini verir.<br />

Krallar Kralı, Silahsız Dövüşelim, Kanlı Şafak bunlar<br />

arasında yer alır. Öncelikli olarak erkek seyirciyi<br />

hedeflemesi, ticari öğeleri öne çıkarması, kendini<br />

biraz gizleyerek atmosfer içine eklenebilmesi ile<br />

açıklanabilir ve anlaşılabilir bir durum.


Sosyal Filmler<br />

1970 yılında Kerim Korcan’ın<br />

aynı adlı romanından uyarlayarak,<br />

senaryosunu da Korcan<br />

ile birlikte yazarak çektiği<br />

“Linç”, meslek hayatında bir<br />

dönüm noktası olur. Tarihi Sultanahmet<br />

Cezaevi’nde çekilen<br />

filmde bir-iki sahne dışında hiç<br />

kadın oyuncu yoktur. Cezaevindeki<br />

mahkûmlar arasında<br />

yaşanan iktidar savaşını anlatan film, hapishanenin<br />

katı kurallarına karşı çıkıp, sonunda mahkûmlar<br />

tarafından linç edilen Arap Kadir’in başına gelenleri<br />

sade bir dille anlatır. En iyi hapishane filmlerinden<br />

biri olarak sinema tarihimize geçer. Başrollerde<br />

Danyal Topatan, Ali Şen, Necip Tekçe gibi karakter<br />

oyuncuları vardır. Linç, sahnelerinde çok fazla<br />

küfür ve argo olması sebebiyle sansüre uğrar ve<br />

elden geçirilir.<br />

Erkek dünyasına ve hapishane hayatına dair gözlemleri,<br />

kamera ve oyuncu yönetimindeki başarısı<br />

ile dönemin yapısı ve koşulları düşünüldüğünde<br />

gerçekten kayda değer bir film. Zaten 2. Altın Koza<br />

Film Festivali’nde Yılmaz Güney, Halit Refiğ, Memduh<br />

Ün ve Orhan Elmas’ı geride bırakarak “En İyi<br />

Yönetmen” ödülünü ve “En İyi Üçüncü Film”, “En iyi<br />

Görüntü Yönetmeni” ödüllerini alır. Olgaç için artık<br />

yeni bir dönem başlamıştır.<br />

1974’de Türkan Şoray ve<br />

Mehmet Keskinoğlu’nun<br />

başrollerini paylaştığı senaryosunu<br />

da kendisinin yazdığı<br />

“Açlık” filmini çeker. Bir köy<br />

ağası genç bir kızın ırzına<br />

geçer. Sonra onu yoksul bir<br />

delikanlıyla evlendirir. Kısa<br />

süre sonra iki genç, birbirlerini<br />

severler. Bu arada büyük bir<br />

kuraklık başlar, bunu açlık<br />

izler. Delikanlı, ailenin geçimini sağlamak için<br />

büyük kente gittiğinde genç kadın ve çocukları<br />

açlıktan ölecek hale gelir. Film ataerkil yapıyı, ağakadın-erkek<br />

ilişkilerinde feodal sistemi eleştirir. Ana<br />

karakter Meryem, sistemin kurbanıdır. Kadın ve<br />

anne olarak suiistimal edilir ve bir eşya gibi muamele<br />

görür. Buna rağmen çocukları için kendisini<br />

feda eder.<br />

Açlık, kapalı ve dar bir mekânda başarılı bir atmosfer<br />

yaratmaya örnek bir filmdir. Açlık duygusunu seyirciye<br />

geçirmesiyle, baştan sona sade anlatımıyla da beni<br />

etkileyen filmlerinden biridir Olgaç’ın.<br />

1975 yılında çektiği “Bir Gün Mutlaka”, o yıllarda ülkeyi<br />

saran öğrenci olaylarını ve işçi sınıfının sorunlarını<br />

konu edinir. Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı Bir<br />

Gün Mutlaka’nın oyuncuları arasında ise Azra Balkan,<br />

Güven Şengil ve Oktay Sözbir vardır.<br />

Yarı belgesel yarı kurmaca olan film, siyasi olaylara<br />

bakışı ile oldukça dikkat çeker. Ancak Olgaç, bu filmden<br />

sonra seks filmleri furyasından birçok meslektaşı<br />

gibi olumsuz etkilenerek uzun yıllar sinemadan uzak<br />

kalır. Bu uzun arada reklam filmleri çekerek yaşamını<br />

devam ettirir.<br />

Bilge Olgaç’ın 1965-75 arası filmografisine<br />

baktığımızda erkek dünyasını keşfetmeye çalıştığını ve


onların öykülerini anlattığını görürüz… Toprak sorunu,<br />

feodalite, kan davası, hapishane hayatı gibi<br />

erkek âlemine ait sorunlar bu konularla harmanlanan<br />

sevdalarla daha da vurgulanır.<br />

Kadın Meseleleri<br />

Bilge Olgaç, 1984’te çektiği<br />

“Kaşık Düşmanı” ile Yeşilçam’a<br />

dönüş yapar ve olgunluk<br />

dönemi başlar. Başrollerde<br />

Halil Ergün ve Perihan Savaş<br />

yer alır. Senaryosunda da<br />

imzası olan film gerçek bir<br />

olaya dayanır. Ankara’nın Keskin<br />

ilçesine bağlı Danacıbaşı<br />

köyünde meydana gelen bir<br />

faciadan esinlenir. Bir köy<br />

düğünü sırasında patlayan tüple paniğe kapılan<br />

çok sayıda kadın ve çocuk yaşamını yitirir. Facia sonunda<br />

kadınsız kalan köy erkekleri civar köylerden<br />

evlenecek kadın arayışına girer. Yaşanan bu felaketi<br />

film yapmak için bir Alman TV ekibi köye gelir. Köyün<br />

düğüne katılmayan tek kadını, artık ruh sağlığını<br />

yitirmiş olsa da bu ekibin foyasını fark eden ilk kişi<br />

olur. Başlık parasını, töreleri ironik bir dille eleştiren<br />

film, 21.Antalya Altın Portakal Film Festivalinde, En<br />

İyi Senaryo ve En İyi Üçüncü Film ödüllerini kazanır.<br />

Aynı yıl Fransa’da yapılan 7.Créteil Uluslararası<br />

Kadın Yönetmenler Festivali’nde En iyi Film ve<br />

Basın Özel Ödülü alır.<br />

Olgaç ard arda, yine kadın meselelerine değindiği<br />

Gülüşan (1985), Üç Halka (1986) ve İpekçe’yi (1987)<br />

çeker.<br />

Gülüşan, kumalık kurumunu;<br />

hem işgücü, hem de erkek evlat<br />

vermesi için birbiri üzerine aynı<br />

eve getirilen kadınları anlatır.<br />

İlk iki karısından da çocuk sahibi<br />

olamadığı için Mestan,<br />

yolda rastladığı ve kendine<br />

baktığını sandığı yetim Gülüşan’ı<br />

kaçırır. Eve geldiğinde kızın<br />

kör olduğunu anlar. İlk iki karısı<br />

Cennet ve Zekiye kısır, sonuncusu<br />

ise kördür. Kör Gülüşan’a aşık olan Mestan<br />

üçüncü karısından da çocuk sahibi olamaz. Cennet<br />

ve Zekiye, Mestan’a ve birbirlerine duydukları nefretin<br />

tümünü Gülüşan’a yansıtırlar. Mestan iki kadının<br />

da Gülüşan’a bakması için emirler yağdırır, kendi<br />

de sevdiği kadına hizmet etmekten geri kalmaz.<br />

Oyuncular Halil Ergün, Yaprak Özdemiroğlu, Meral<br />

Orhonsay ve Güler Ökten’dir.<br />

Cennet’in, Zekiye’nin, Gülüşan’ın ve Mestan’ın,<br />

bu dört kişilik dünyanın duygusal gelgitlerini,<br />

dışarıdan çok basit gibi görünen hayatlarının hiç<br />

de öyle olmadığını, kendileri ve birbirleriyle olan<br />

hesaplaşmalarını karakterlerin<br />

iç seslerini ustalıkla kullanarak<br />

anlatır yönetmen ve senarist<br />

Bilge Olgaç.<br />

“Üç Halka 25” de kasabaya<br />

gelen panayırda halka attıran<br />

adamın, genç ve güzel kızını<br />

sattığına inanan kasabalının yol<br />

açtığı trajediyi anlatarak kadın<br />

meselelerine yönelik yaklaşımını


sürdürür. Bu kez Hülya Avşar ve Hakan Balamir<br />

vardır başrollerde.<br />

Gerçek bir öyküden yola çıkan<br />

“İpekçe” filminde ise, kadın<br />

meselesine dair sözlerine ve<br />

göstermek istediklerine devam<br />

eder Olgaç. Bir tırla köye<br />

getirilen, beline kadar uzanan<br />

ipeksi saçlarıyla ahalinin dikkatini<br />

çeken ve sevgisini kazanan<br />

bir kadın… Köylüler kadını<br />

bir kulübeye yerleştirir. Kadın<br />

kulübesini süsleyen nakışçıya<br />

âşık olunca, köylülerin ataerkil ahlak anlayışları<br />

ile karşı karşıya kalır. Bir fahişenin değişmeyen<br />

kaderini, çevresindeki insanların çelişkili, ikiyüzlü<br />

yaklaşımını ele alan İpekçe “Kültür Bakanlığı En<br />

İyi Film”, İzmir Film Şenliğinde ise, “Altın Artemis”<br />

ödülünü kazanır. Bu filmde Perihan Savaş ile<br />

başrolü paylaşan Berhan Şimşek kendi oyunculuk<br />

serüvenine dair şöyle der: “Benim oyunculuğum<br />

Bilge Olgaç Sineması’ndan önce ve Bilge Olgaç<br />

Sineması’ndan sonra diye ikiye ayrılır.”<br />

Kadın meselelerine duyarlılığının nedeni bence<br />

kendisinin kadın olması değil sadece. Sanatçının<br />

içinde yaşadığı toplumu ve değişen yaşam<br />

koşullarının yarattığı değişimi yakından gözlemlemesiyle<br />

de ilintilidir. Ses getiren bu filmlerini,<br />

1980’lerde feminist akımların toplumumuzda<br />

ağırlık kazanmaya başladığı bir dönemde çekmiş<br />

olmasına, yani “gündemi” o açıdan da izlemiş<br />

olmasına da bağlıyorum. Ancak Olgaç, kadına<br />

dayalı öyküler anlatırken diğer kadın yönetmenler<br />

gibi aynayı sürekli kendine tutmaktan kaçınır. O<br />

gerçek kadınların öykülerini anlatır.<br />

Film Bitti<br />

19<strong>90</strong>’lara gelindiğinde Olgaç’ın “Aşkın Kesişme<br />

Noktası”, “Umut Hep Vardı”, “Kurşun Adres<br />

Sormaz”, filmlerini görürüz afişlerde.<br />

“Bir Yanımız Bahar Bahçe” yine senaryosunu<br />

kendisinin yazdığı son filmidir. Başrollerde Halil<br />

Ergün ve Sibel Turnagöl oynar. 3 Mart 1994 günü<br />

talihsiz bir şekilde, evinde çıkan bir yangın sonucu<br />

hayata veda eden Olgaç, ölümünden beş gün önce<br />

TRT 2’nin “Sinema Sinema” programına bakın son<br />

olduğunu bilmediği son filmiyle ilgili neler anlatmış:<br />

“Bir Yanımız Bahar Bahçe, sözcüğü ne anlatıyorsa<br />

bir kere film de onu anlatıyor gerçekten. Hayatın<br />

bir yanı bahar-bahçe ise, bir yanı yaprak döküyor.<br />

Selda’nın bir türküsünden esinlenerek bu ismi koyduk.<br />

Bir yanıyla bahar-bahçe yaşamanın tadını, bir yanı<br />

ile yaprak dökmenin acısını yaşayan iki insanın bu iki<br />

çelişkili duygusunu anlatıyor. Tabi bunların arkasındaki<br />

toplumsal, kişisel, tarihi nedenleriyle birlikte anlatıyor<br />

kuşkusuz. Kırık bir aşk hikâyesi. Biraz yaş farkı olan<br />

bir ilişki. Benim de ilk aşk filmim. Aşk hayatın kopmaz<br />

bir parçası. Belki de geç kaldım. Aşk filmi çekmek de<br />

hoşmuş. İnsan geçmiş birlikteliklerini tadıyor yeniden.<br />

Şöyle bir çekişme oldu sette Halil Ergün’le aramızda.<br />

Ben dedim ki: ‘Bak bu bir aşk filmi, biz senle farklı<br />

filmler çektik oynayabilecek misin?’ O da : ‘Sen çekebilecek<br />

misin?’ dedi. Sonunda ben 1-0 galip geldim.<br />

İyi bir aşk filmi oldu sanıyorum. Sadece aşk filmi değil<br />

tabii ki.<br />

Hiçbir yönetmen filmi bittiğinde tam olarak tatmin oldum<br />

diyemiyor. Çünkü güzel sürekli kendini aşıyor, daha<br />

güzeli istiyor keyifle seyredilecek bir film olduğunu<br />

düşünüyorum”<br />

Film biter ancak Olgaç, filmi sinema salonunda seyircisiyle<br />

izleyemez. Sinemaya adadığı ömrü ve seyirci<br />

ile kurduğu yakınlıkla Bilge Olgaç, sinemamızın, bana<br />

göre ‘kadın yönetmen’ bölümünde değil, ‘yönetmen’<br />

bölümünde yer alıyor.<br />

Ölümünün 22. yıldönümünde kendisini, sinemamıza<br />

bıraktığı deneyim ve filmler için saygı ve teşekkürle<br />

anıyorum.


n Miyorkartımızı yırtmaya elverişli, bir önceki<br />

dönümünden farkı olmayan takvim, bu sayıda<br />

Handan İpekçi’nin 23 yıllık sinemasında ara<br />

vermeye çentik atar. Çok nedenli buluşmayı<br />

saygıyla hak eden filmografi ve göze alınan türlü<br />

aşındırma şekillerini ‘birkaç sayfayla anlatmaya<br />

niyetlendiğim için pişman olacağım’ bir sinema<br />

İpekçi’ninki. Yargıç bir babanın kızı olarak<br />

doğduğu Ankara’da çok kalmayıp Urfa’daki az<br />

ışıklı ortaöğrenim sürecini sıkıca tutan, malik<br />

dönemin hırçınlığına ise Rize Kalkandere’de<br />

hazırlanan bir girizgah…Üç şehri de bağlarını<br />

koparmadan uğurlayıp her fidye talebinde<br />

dost fotoğraflarından sızan. Gazi Üniversitesi<br />

Basın-Yayın eğitimiyle Halk Bankası memuriyetini<br />

bir arada sürdürürken evlenip İstanbul’a<br />

yerleşir. Küçük adımlarını hızlandıran politik<br />

dönem, İlerici Kadın Derneği’ndeki aktif<br />

çalışmalarıyla arkasında devamsızlıktan silinen<br />

bir okul kaydı bırakır. 80 askeri darbesi, hapishane<br />

ziyaretleri ve ev arasına sıkışmak üzere<br />

bezenmiş 2.5 yıl süren bir direnci isabet alırken<br />

sırada Ankara’daki okuluna dönerek apolitik<br />

sıra arkadaşlarıyla tamamlanması ön görülmüş<br />

bir eğitim vardır, bir de yanında sekiz yaşında<br />

bir oğul. Yazıldığı gibi bir çırpıda yaşanmayan<br />

şehirler arası bu göçler saygı duruşunu, her ufalanma<br />

sonrası toparlandığı yerden alır; gücünü<br />

daha içeriden. Pek çok televizyon programı, dizi<br />

ve reklam filminde çalışan yönetmen, 1989 senesinde<br />

Memduh Şevket Esendal’ın aynı adlı eseri TRT’ye<br />

TV dizisi olarak uyarlanan projeyi, yönetmen olarak<br />

göğüsler…Turgut Yasalar’ın senaryolaştırdığı Ayaşlı ve<br />

Kiracıları İpekçi için, 35 mm dizilerden kendi filmlerine<br />

kalkabileceğinin tezkeresi olur. Ve yeni bir başlangıç<br />

daha…İlk uzun metraj filmi Babam Askerde(1993)’yi<br />

kadraja almasıyla onun istediği yerde tanışmamızın<br />

bedelini bir bir almaya başlayacaktır. Gelişmekte olan<br />

ülkelerin meşhur lezzetlerinden, iyilik ve yanında hazır<br />

edilen ceza ritüeli, hümanizma piramiti çoktan çatlamış<br />

toplumlar için yeni bir şey olmasa gerektir, şöhret kolay<br />

kazanılmamaktadır(!) Zira, yönetmenin film dizelgesinde,<br />

yürütmeye yapılan temyiz başvurusu az bir<br />

matematikle film adedinden büyüktür. Takip eden Büyük<br />

Adam Küçük Aşk(2001), Saklı Yüzler(2007) ve Çınar<br />

Ağacı(2010) gibi yapımları, engeller gösterimlere nasıl<br />

dönüşmekte; zümreler gruplara- kümeler demetlere<br />

nasıl iyi gelmektedir kanıtı olur. Yönetmen, her bir<br />

sinema unsurunu ayrı ağırlıkta bulmasına karşın tek bir<br />

ölçütü hepsinin önünde tutar. İyi bir senaryoyu kötü bir<br />

yönetmenin dahi bozabileceğine inanmayan anlayışına<br />

göre senaryo, sette kullanılacak teknik bir metin, ekibin<br />

elindeki kılavuz. Öte yandan iyi bir yazma tekniğiyle,<br />

dört dörtlük aritmetiği olan bir senaryoda, samimiyet ya<br />

da yaklaşmak istediği duygu seyirciye geçiremiyorsa<br />

sayfalarla gerçeklik arasına koyulan karbon kağıdında<br />

kayma var demektir. İletileni iyi tanımak, konuya hakimiyet<br />

samimiyetin geçmesinde belirleyicidir. Naif olmayan<br />

şeyleri, perdesine naifçe düşürdüğü filmlerinde, memleket<br />

idaresinden aile idaresine çocuk göze doluşanları<br />

döker. Önüne boşaltılanların içinden Kürt düşmanlığını<br />

sonlandıracak onurlu küçük eller, 12 Eylül’ün tayin ettiği<br />

babalar ve dönemin çukurundan çıkamayan tek kapılı<br />

çocukları düşerken Cumhuriyet’e duyulan müteşekkir<br />

tavrı da hiç kaybetmez. Konuşkan diyalog ağıyla ördüğü<br />

senaryolarının set içi ve film dışı koyu bir rehber olduğu,<br />

akıcı ve birbirini tekrar etmeyen bir duyum bıraktığı belirtilmelidir.


Sahiciliği yakın planına alan yönetmenin, oyuncu<br />

seçimindeki öncül etkeni, filmin karakterine çok uzak<br />

olmayan bir cast anlayışıdır. Hiç köyde bulunmamış<br />

birine köylü rolü vermeye yakın durmaz. Ezcümle,<br />

iyi bir oyuncu yönetimi ve anlatılmak istenen duyguyu<br />

yaşatabilmek, yönetmenlikte mühim tuttuğu<br />

iki kıstastır. Kendi işçiliğinde bu iki unsuru ustalıkla<br />

uyguladığı seyircideki hatır seviyesiyle ölçümlenebilir.<br />

Senaryo ve oyunculuk ağırlık merkezine<br />

alınırken, görüntü ve sanat yönetiminde fotoğrafların<br />

benzerlik taşıması tuzağına göz yumulmaz, kendi<br />

hürriyetinde kalmış bir sinemacıdır İpekçi. Mekan,<br />

kostüm, ışık kullanımı ve diğer yardımcıları yerinde<br />

ve doğalındadır, gidişat ne kadar aydınlıksa perdeye<br />

o kadarını sızdırır. Müzik ve ses yerleştirimi hikayenin<br />

egemenliğine teslimdir, boş odanın bile sesi olduğuna<br />

haksızlık edilmeden amaca birlikle bağlanırlar. 1993<br />

yılında yönetimini üstlendiği Kemençenin Türküsü<br />

belgeselini ilk uzun metraj filmi takip eder… 12 Eylül<br />

darbesinde babası hapse giren üç ayrı sınıftan<br />

çocuğun Zuhal Gencer, Füsun Demirel ve Yasemin<br />

Alkaya anneliğinde yürüyen hikayesi Babam<br />

Askerde, sponsor desteği ve yoğun bir emekle<br />

çekilmesine karşın ilk yasaklanan filmi olur. Kendi<br />

imkanlarıyla düzenlenen gösterimler, 10 bin izleyiciye<br />

ulaşırken Berlin Film Festivali’nin Panorama<br />

Bölümü’nde yer alan film, Ankara’da Umut Veren<br />

Yeni Senaryo Yazarı ve Umut Veren Yeni Yönetmen<br />

ödülleriyle İpekçi’yi karşılar. Aslında işin dahası<br />

bir sonraki yapım Büyük Adam Küçük Aşk (2001)’ta<br />

işaretlenecektir; ustalığın da boyu uzamaktadır ve<br />

tam da burada dağıtacaktır kişi başı gayri safi milli<br />

gerçeği. Ailesini çatışmada kaybeden beş yaşındaki<br />

Hejar(Dilan Sönmez), emaneten bırakıldığı evde<br />

başlayan polis operasyonunda saklanıp karşı komşu,<br />

emekli yargıç Rıfat Bey (Şükran Güngör)’in evine<br />

kaçar. Eşini yıllar önce kaybetmiş, milli ilkelerine<br />

faşist düğümler atmış yaşlı çatıda, evin yardımcısı<br />

Sakine / Rojbin (Füsun Demirel)’nin desteğiyle hangi<br />

dilin konuşulduğu yavaşça huzurevine yerleştirilir.<br />

Şüphesiz değer hükmü, ‘süre ve inceleme unsurları’<br />

açısından verilmesi en kolay kararlardan biri(!) Devlet<br />

temsilindeki Rıfat Bey ’in o güne değin ezberlediklerini<br />

yavaş yavaş unutturan; dikenle bezenmiş<br />

hükümlerini sihirli değnek yapaylığına düşmeksizin<br />

iade alan, barışmaya devrilen bir tavrı ortalar İpekçi…<br />

Ağırlık merkezine diyalogların oturtulduğu film, ajiteyi<br />

tırmandıran müzik motifi ve ülke panoramasını bu<br />

denli iyi resmetmesine karşın evrensel boyutundan<br />

taviz vermemiştir. Kültür Bakanlığı desteğiyle çekilen<br />

film, polis baskını sahnesi kaynak gösterilerek Emniyet<br />

Müdürlüğü’nden gelen talep üzerine girdiği ikinci<br />

denetimde yasaklanırken yönetmeni de 1-3 yıl arası<br />

hapis istemiyle soruşturma açılır. Danıştaya açılan<br />

yürütmeyi durdurma davası lehte sonuçlanmasıyla<br />

İpekçi’nin beraat kararıyla birlikte film, 2002 Haziran<br />

ayında vizyondadır. Büyük Adam Küçük Aşk, 38.<br />

Antalya Altın Portakal Film Festivali’ nde En İyi Film<br />

Ödülü, En İyi Senaryo, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu<br />

(Füsun Demirel), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu<br />

(İsmail Hakkı Şen), Jüri Özel Ödülü, 22.İstanbul Film<br />

Festivali Radikal Halk Ödülü olmak üzere yurt içi


ve yurt dışı gösterimlerden toplam 21 ödülle ayrılır.<br />

Çocuk oyuncu Dilan Sönmez’in 150 çocuk arasından<br />

bizzat Handan İpekçi tarafından seçildiği, başarılı<br />

yönetiminin yanına not düşülmelidir. Çekimlerine<br />

2005’de başlanan üçüncü filmi Saklı Yüzler’de, Urfa,<br />

İstanbul, İznik ve Duisburg olmak üzere dört ayrı şehri<br />

mekan alarak töre cinayeti meselesine eğilir. Şenay<br />

Aydın ve İştar Gökseven baş oyunculuğundaki film,<br />

ailesi tarafından ölüm kararı verilen Zühre’nin yüzü,<br />

parça parça yürüyen usta kurgusu, oyuncu yönetimi<br />

ve Kültür Bakanlığı’ndan aldığı fonla Handan İpekçi<br />

klasiği olmak için hazırdır. Sağlık problemleri gibi<br />

mücbir sebeplerle, filmin belirtilen tarihte teslim edilemeyecek<br />

olması ve buna bağlı olarak ödeneğin<br />

son taksitinde uğradığı sekte sonucu Kültür<br />

Bakanlığı ilk iki filmi haciz yoluyla sahiplenir. Saklı<br />

Yüzler, bir işin sonucu kadar nasıl bir sürece<br />

tabii olduğuyla ilgilenen seyirci için de kıymetini<br />

ve saygınlığını saklı tutar; tıpkı yönetmeni gibi.<br />

Rakamsal boyutu tenzih ederek vurgulamak<br />

istediğim, 2014 yılında sonlanan ve iki katı kadar<br />

ödenen bir destek fonunun, yönetmeni ‘kendi<br />

sineması’ndan dışarı çıkartan erdeminde gizlidir(!)<br />

Zira en son filmi, Çınar Ağacı(2010) bir muhasebe<br />

hesabını kapatırken başka bir muhakemeyi<br />

çalıştıracak, bahsi geçen ‘kendi sineması’nı kısa<br />

boylu olmasını yeğlediğimiz kapıda bekletecektir.<br />

Kalıp olarak ezberlenen hissiyat silsilesi,<br />

sinemada da kendini var edecek alan bulur…Ya<br />

kendini tamamen trajediye adayan ya da gülmeye<br />

hizalanmış bir mizah için kollarını bağlayıp<br />

bekleyen taraftar seyirciden bahsediyorum …<br />

Anımsatan ve anımsanan film, ringte ziyadesiyle<br />

dövüştürülür…içinde çocuk ile göz yaşı birlikteliği<br />

varsa Babam ve Oğlum, anneanne ve torun ilişkisi<br />

varsa Pandora’nın Kutusu, çağrışım ağın küçük<br />

gelmiyor, notu düşüreceksin(!) Çekimleri Bursa’da<br />

tamamlanan Çınar Ağacı(2010)’ nda, yaşamını<br />

dört çocuğunun evinde sırayla kalarak geçiren<br />

Adviye Hanım (Celile Toyon)’ın, hepsi kendi hayat<br />

prensiplerinde ezilmiş(!) çocuklarıyla tıkalı ve 5,5<br />

yaşındaki torunu Barış(Deniz Deha Lostar)’ la<br />

güneş alan ilişkisini hikayelendirir İpekçi. Yönetmen<br />

sinemasının ışığını az kısmasına karşın<br />

çocuk kafasında olup bitenler Feza Çaldıran’ın<br />

görüntüleriyle filmografideki yerini, iyi niyetli bir<br />

buluşma olarak almalıdır. Son filmini takip eden 3<br />

yıl süresince Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar<br />

Fakültesi Sinema Televizyon bölümü ve İzmir<br />

Ekonomi Üniversitesi’nde senaryo dersleri veren<br />

yönetmen, bu çalışmalarını kurucusu olduğu Yeni<br />

Yapım Film bünyesindeki atölyede devam ettirmekte;<br />

proje geliştirme ve senaryo danışmanlığı üzerine<br />

3 aylık eğitim programlarıyla yeni sinemacılara<br />

kılavuzluk etmektedir. Sona doğru, Avrupa İnsan<br />

Hakları Mahkemesi’nden gelecek olan ve devam<br />

etmek için gerekli sıvazlamayı sağlayacak<br />

irili ufaklı bir haber İpekçi’yi Güvercin Karakterli<br />

Kadın’ı çekmeye sürükler mi sorusuyla kalırım…<br />

miyokartı sökülen yerlerinden üflemek şart ya da<br />

umut.


n Bu ayki film, yönetmenliğini Sergio<br />

Castellitto’nun yaptığı, başrollerinde<br />

Penélope Cruz, Emile Hirsch, Adnan Haskovich,<br />

Saadet Işıl Aksoy’un rol aldığı,<br />

İtalyan- Alman ortak yapımı “Sen Dünyaya<br />

Gelmeden”.<br />

2012 tarihli İtalyan- Alman ortak<br />

yapımındaki film, Bosna Savaşı’nın bir silindir<br />

gibi ezip geçtiği hayatları, son derece<br />

çarpıcı örnekler üzerinden ele alıyor. Ne<br />

var ki ben bu filmde, savaşın yıkıcılığından<br />

ziyade, aşkın mı yoksa vicdan azabının<br />

mı daha güçlü bir duygu olduğu üstünde<br />

düşünmemizi istiyorum.<br />

Film, ana karakter Gemma’nın, akademik<br />

bir araştırma için Saraybosna’ya gitmesiyle<br />

başlıyor. Burada tanıştığı genç<br />

fotoğrafçı Diego ile yaşadıkları tek gecelik<br />

ilişki bununla sınırlı kalmıyor. Zira<br />

Gemma İtalya’ya döndüğünde, Diego<br />

da onun peşini bırakmaz. Motosikletine<br />

atlayıp, kilometreler kat edip Gemma’yı<br />

bulan Diego, kadına evlenme teklif eder.<br />

Diego, gerçekten de tutkulu bir aşktır<br />

ancak Gemma da duyguların renkli<br />

büyüsünde savrulmayacak kadar mantıklı<br />

bir kadındır. Evlenmeleri durumunda<br />

nerde, nasıl yaşayacaklardır? Diego<br />

bilmediği bir ülkede nasıl para kazanacak,<br />

nasıl ev geçindirecektir? Böyle bir evlilik<br />

ne kadar sağlıklı yürüyebilir? Ancak<br />

Diego’nun, Gemma’nın tüm bu sorularına<br />

cevabı hazırdır: Fotoğraf makinesiyle<br />

yapamayacağı iş olmadığını söyler. Gerçekten<br />

de Diego’nun Gemma’yu mutlu<br />

etmek için yapmayacağı şey olmadığını<br />

görürüz.<br />

Evlenirler. Diego, bir anaokulunda<br />

fotoğrafçılık yapıp evi geçindirirken<br />

Gemma, genç kocasına derin bir aşkla<br />

bağlanır. Ancak evliliklerinin üzerine<br />

düşen kara bir gölge, geleceklerini de<br />

karartacaktır: Gemma yüzde 99 oranında<br />

kısırdır ve hamile kalması nerdeyse<br />

imkansızdır. Bu gerçek Gemma’yı kelimenin<br />

tam anlamıyla yıkıma sürükler, ve<br />

bir süre sonra kadında ciddi psikolojik<br />

sorunlar ortaya çıkar. Öyle ki Gemma<br />

artık “Diego’ya bir çocuk vermekten”<br />

başka hiçbir şey düşünemez hale<br />

gelmiştir. Gemma anne olma takıntısının<br />

esiri olup, günden güne eriyen bir<br />

kadındır...<br />

Diego ise başta Gemma’ya bir çocuk<br />

sahibi olup olmamanın hiçbir önemi<br />

olmadığını söylese de, bir süre sonra<br />

kadının bu takıntılı haliyle başa çıkamaz.<br />

Ve sonunda “taşıyıcı anne” ile çocuk<br />

sahibi olmaya karar verirler. Bu sırada<br />

Saraybosna’daki savaş korkunç bir hal<br />

almıştır. Gemma ve Diego, dostlarına<br />

yardım etmek için Saraybosna’ya gittiklerinde,<br />

burada taşıyıcı anne olabilecek<br />

bir genç kadınla tanışırlar.<br />

Ve işler öyle bir noktaya gelir ki, Gemma,<br />

bu işin daha fazla uzamaması için<br />

Diego’yla, taşıyıcı anne olması planlanan<br />

Aska cinsel birliktelik yaşamasını kendisi<br />

ister. Zira Gemma kendinden emin olduğu<br />

kadar Diego’nun da aşkından emindir.<br />

Ancak tam da bu noktada, Gemma’nın<br />

yıllar sonra öğreneceği korkunç bir olay<br />

yaşanır. Diego ile Aska’nın cinsel birliktelikleri<br />

hiç de duygusuz bir şekilde


aşlamaz, dahası tam birlikte olacakları<br />

sırada evi basan Sırp askerler, Aska’ya<br />

tecavüz edip işkence ederler. BU sırada<br />

olayları gizli bir bölmeden izleyen Diego’nun<br />

psikolojisi altüst olur.<br />

Ancak Gemma’nın bu olaydan haberi yoktur.<br />

Kocası ile Aska arasında cinsel birliktelik<br />

yaşandığı, yakında bir çocuğu olacağı<br />

güvencesiyle, kocasını da alıp İtalya’ya geri<br />

döner. Ne var ki Diego hiç sağlıklı bir halde<br />

değildir. Zaten kısa süre sonra İtalya’san adeta<br />

kaçarak Saraybosna’ya, savaşın göbeğine<br />

tekrar döner. Gemma bu olanlara bir türlü<br />

anlam veremez, kocasının peşinden kalkıp o<br />

da Saraybosna’ya gider. Ve burada gördükleri<br />

karşısında şoke olur: Diego, hamile olan<br />

Aska’nın yanına gitmiştir. Gemma bu gerçek<br />

karşısında yıkılır, kocası artık onu değil,<br />

Aska’yı sevmektedir. Bir süre sonra Aska<br />

karnındaki çocuğu doğurduğunda Diego<br />

çocuğu Gemma’ya vererek kadını İtalya’ya<br />

gönderir, kendisi ise Saraybosna’da kalmaya<br />

devam eder…<br />

Gemma artık emindir. Kocası, Aska’yı sevmiş,<br />

onunla kalmayı tercih etmiştir. Bir süre sonra<br />

Diego savaşta hayatını kaybeder , bu sırada<br />

Gemma da başka biriyle evlenir. Ancak Gemma,<br />

gerçeği yıllar sonra öğrenecektir. Oğlunu da alıp<br />

Saraybosna’ya gittiğinde, Aska’nın o gün Sırp<br />

askerlerin tecavüzüne uğradığını, çocuğun o<br />

askerlerden birinden olduğunu, Diego’nun her<br />

şeyi görüp müdahale edememesinin verdiği vicdan<br />

azabıyla Aska’nın yanında kaldığı gerçeği…<br />

İşte tam bu noktada yazının başında gündeme<br />

getirdiğim soruya dönmek istiyorum:<br />

Aşk mı yoksa vicdan azabı mı daha güçlü bir<br />

duygu? Bu elbette kişiden kişiye değişiyor<br />

peki siz olsanız hangisini seçerdiniz? Film,<br />

izleyicinin kendisine bu soruyu sormasını<br />

sağlayarak yoğun bir empatiye neden olması<br />

açısından son derece başarılı. Bu durum,<br />

filmin gereğinden uzun olması, bir karakterin<br />

fazladan işlevlendirilmesi, kimi sahnelerin gereksiz<br />

detaylandırılması gibi birtakım eksiklerikusurları<br />

görmezden gelmem için bir neden.<br />

Ülkemizdeki savaş çığırtkanlarının empati<br />

yaptırmada bu derece başarılı birkaç filmi izlemelerini<br />

çok isterdim. Bakalım o zaman da bu<br />

kadar ruhsuz kalabilecekler mi.<br />

Önümüzdeki ay görüşmek üzere.


n Geçtiğimiz ay dünyanın en<br />

önemli festivallerinden biri sayılan<br />

Berlin Film Festivali’nden özel<br />

mansiyon ödülüyle dönen “Genç<br />

Pehlivanlar” belgeselinin yapımcısı<br />

Aslı Akdağ bu ay özel konuğum.<br />

Yapımcılık konusunda yüksek<br />

lisanslı... Kendisi aynı zamanda<br />

bir avukat. Ağırlıklı olarak sinema<br />

ve tv sektöründeki davalara bakmakta.<br />

Bu konuda da bir hayli<br />

başarılı olduğunu söylemeden<br />

geçemeyeceğim. Sinemaya, özellikle<br />

de belgesele verdiği emek ve<br />

sevgi ise onu hayatta en çok mutlu<br />

eden nedenlerin başında geliyor.<br />

Bu yıl İstanbul Film Festivali<br />

Köprüde Buluşmalar’a da bir projesi<br />

seçilen istekli ve başarılı yapımcı<br />

eminim ki, çok kısa bir sürede<br />

adından daha sık söz ettirecek.<br />

Öncelikle biraz kendinden ve neler<br />

yaptığından bahseder misin?<br />

Ankara’da doğup Denizli’de<br />

büyüdüm ve Dokuz Eylül Üni.<br />

Hukuktan mezun olduktan sonrası<br />

İstanbul’a geldim. Ortaokul<br />

yıllarından başlayan ve ilk çalışma<br />

yıllarıma kadar da devam eden<br />

oyunculuk sevdasıyla başladı<br />

esasen benim yapımcılığa uzanan<br />

serüvenim. Tiyatro, setler.. Tüm<br />

bu süreçte bir taraftan avukatlığa<br />

da devam ediyordum. Tabi ilgi<br />

alanım dolayısıyla Fikri mülkiyet<br />

haklarında uzmanlaşmaya<br />

yöneldim. Ardından Hukuk<br />

formasyonunun etkisiyle de olsa<br />

gerek yapımcılığın ne kadar<br />

keyifli bir süreç olabileceğini<br />

keşfettim. Mutfaktaki şefi seçen,<br />

menüyü oluşturan, nasıl bir<br />

kitleye hitap edeceğini bilen;<br />

dekoru, tasarımı, müziği buna<br />

göre seçerek insanları haz<br />

almasını sağlayan bir maestro<br />

gibi... Tabi daha da güzeli buradaki<br />

yapılan iş dünyaya etki<br />

edebilecek potansiyele sahip,<br />

tüm duyulara hitap edebilen bir<br />

anlatım diline, sinemeya dairdi.<br />

Bu merakım sonucunda işi daha<br />

da iyi öğrenebilmek adına Kadir<br />

Has Film ve Drama Yapımcılık<br />

programında yüksek lisans yaptım.<br />

Buradaki derslerim esnasında da<br />

sektörün önde gelen yapımcılarının<br />

atölyelerine katıldım; mesleğimi<br />

de sürdürürken yapımcılığa dair<br />

kendimi besleyebileceğim ne varsa<br />

katılmaya çalıştım. 2011 yılı iki işim<br />

için de bir dönüm noktası oldu. Fikri<br />

mülkiyet alanında çalıştığım hukuk<br />

büromu, Royal-T Danışmanlık<br />

firmasını kurdum. Yapımcılık<br />

alanında Türkiyenin önemli isimlerinden<br />

olan Zeynep Atakan’ın<br />

yanındaki kısa çalışma süremde<br />

yolumun kesiştiği Mete Gümürhan<br />

ile de Türkiye’de Kaliber Film<br />

şirketini kurduk. Bağımsız ve yenilikçi<br />

işler yapmayı hedefledik. Nitekim<br />

“Genç Pehlivanlar” isimli, benim<br />

yapımcısı olduğum Mete’ninse<br />

yönetmenliğini üstlendiği belge-


selimiz dünya prömiyerini Berlin’de<br />

yaptı ve burada Özel Mansiyon<br />

Ödülüne layık görüldü. Farklı bir<br />

iş yaptığımıza ve filmin daha da<br />

çok başarılara imza atacağına<br />

inanıyoruz. Ben daha çok belgesel<br />

yapımına dönmemden ötürü kendi firmamla<br />

yapımcılık serüvenime devam<br />

etmeyi planlıyorum. Fm FilmWorks<br />

ile yapımını gerçekleştireceğim<br />

belgesel projem Sınır Bozukluğu,<br />

Köprüde Buluşmalar kapsamında<br />

ilk sınavını verecek. Bir taraftan<br />

da fikri mülkiyet alanında doktora<br />

çalışmalarıma ve avukatlığa devam<br />

ediyorum.<br />

Senin için belgeselin tanımı nedir?<br />

Belgesel, adı üzerinde gerçekliklere<br />

dayalı olarak çekilen, sinemasal bir<br />

anlatım türüdür. Bu dilin dünyada<br />

pekçok farklı örnekleri mevcut. Benim<br />

burada zamansal bir çizgiden,<br />

konuşan kafalardan oluşan<br />

bir yapımla gerçeklikleri aktarmak<br />

tercih konusu değil.<br />

Dökü drama, Mockumentary<br />

gibi türlere henüz ülkemizde<br />

pek rastlayamıyoruz.<br />

Ben sanırım bazı gerçeklikleri<br />

anlatırken<br />

anlatılanın ağırlığına uygun<br />

olacak şekilde buna biraz<br />

mizah sosu da katılması<br />

gerektiğini düşünüyorum.<br />

Ya da Genç Pehlivanlar<br />

filminde yaptığımız üzere,<br />

gerçek olayları manipüle<br />

etmeden bir belgeseli çekmek<br />

de, yönetmenlerin<br />

önündeki zorlu bir yol ve<br />

de ulaşılması keyifli bir<br />

hedef gibi bana kalırsa.<br />

Türkiye’de anlatılacak çok<br />

hikaye var ancak yenilikçi<br />

düşünen yönetmenlere de<br />

ihtiyacımız var. Yönetmenlerimiz<br />

kurmacaya yönelmek<br />

yerine kurmacaya yakın bir<br />

anlatım diliyle de belgesel<br />

çekmeyi deneyebilirler diye<br />

düşünüyorum.<br />

Belgeseli bir araç olarak<br />

mı görüyorsun? Yoksa söz<br />

gelişi bir 10 yıl sonra da,<br />

kısa filmler, belgeseller<br />

çekeceğim diyor musun?<br />

10 yıl uzun bir süreç<br />

ama şunu biliyorum ki<br />

belgesel yapmak, beni<br />

heyecanlandıran, farklı bir<br />

iş. Önemli olan tutkuyla<br />

savunabildiğiniz ve sizi<br />

harekete geçiren bir proje<br />

bulmak. Bu uzun metraj bir<br />

film de olabilir ancak bunun<br />

zamanı var. Önce kafamdaki<br />

belgesel projeleri tamamlamak<br />

hedefim. Bir de animasyon<br />

film hayalim var. Ama<br />

her şey doğru zamanda.<br />

“Genç Pehlivanlar”ın hikayesi<br />

neydi?<br />

Önce iki pehlivan kardeşi çekecekken<br />

ailenin muvafakatini geri<br />

çekmesi üzerine yatılı bir güreş<br />

okulunu keşfetmemiz sonucunda<br />

yaptığımız bir kurmaca<br />

belgesel filmdir Genç Pehlivanlar.<br />

Buradaki ‘kötü’de kesinlikle<br />

bir ‘iyi’ vardı ki bu olay bizi, çok<br />

daha katmanlı bir serüvene<br />

tanık olabileceğimiz bir yere<br />

sürükledi. Amasya’da yatılı bir<br />

güreş okulunda okuyan 10 ila<br />

17 yaşındaki küçük pehlivan<br />

adaylarının bu okulda görüşmeyi<br />

öğrenirken diğer bir okulda da<br />

genel eğitimlerini tamamladığı<br />

bu hikayedenin anlatımına dair<br />

hedefimizde, güreş sporundan<br />

çok bu çocukların psikolojisini


ve yaşantısını aktarabilmek vardı.<br />

“Genç Pehlivanlar”daki karakterlerden biraz<br />

bahseder misin?<br />

‘Genç Pehlivanlar’, çocukluktan yetişkinliğe<br />

geçen ve ailesinden ilk defa ayrı düşen küçük<br />

pehlivan adaylarının hayata karşı olan mücadelesine<br />

tanık olmamızı sağlıyor. İlk defa yuvadan<br />

kopuş, arkadaşlarının aynı zamanda rakipleri<br />

olması, şampiyonluk hedefi, özlem, hırslar,<br />

kaygılar.. Ancak içeriğinde pekçok mücadeleyi<br />

barındıran bu filmin asıl vurucu ve farklı olan<br />

tarafı, ergenliğe geçişte ve kimlik arayışında<br />

ekstra bir çabayı gerektiren bir sorumluluğun<br />

yüklendiği ufak bedenlerin hikayesini aktarabilmesi.<br />

Bu yılların zorluğunu iyi kötü hepimiz<br />

hatırlarız. Genç Pehlivanlar’daki 10 ile 17<br />

yaşındaki bu küçük kahramanlarımızın kendilerinden<br />

bir de beklenen şampiyonluk hayalleri<br />

var. Ekonomik olarak yüksek gelirli ailelere<br />

mensup olmayan bu çocukların hepsinin hayali<br />

dünya şampiyonu olmak; ailelerin arzusu da<br />

bu yönde olunca elbet kendini sadece kendine<br />

değil; ailene, arkadaşlarına, çevrene ve dünyaya<br />

da kanıtlamak durumundasın.<br />

Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli yönetmenler<br />

kimler?<br />

Yerli yönetmenlerden Aslı Özge, Yeşim Ustaoğlu,<br />

Nuri Bilge Ceylan ilk aklıma gelenler ama onlarca iyi<br />

isim olduğunu da düşünüyorum.<br />

Türkiye’deki film festivalleri ve belgeselcilere<br />

yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />

Antalya Film Festivali kapsamında Antalya Film<br />

Forum geçtiğimiz yıl belgeselcilere kapılarını<br />

açtı. Keza İstanbul Film Festivali kapsamındaki<br />

Köprüde Buluşmalar da öyle. Türkiye’de de belgeselin<br />

sinemasal gücü keşfedildi. İyiye gidişin daha<br />

da desteklenebilmesi için daha fazla fon olmalı.<br />

Bakanlığın fonu –özellikle son derece kısa bir çekim<br />

takvimini zorunlu kılıyor olmalar dolayısıyla da- oldukça<br />

yetersiz kalıyor maddi açıdan.<br />

Son olarak gelecek planlarından bahsedelim… Yeni<br />

projelerin neler?<br />

Sınır Bozukluğu, özellikle sınırlara duyduğumuz<br />

takıntıdan yola çıkarak geliştirdiğimiz bir proje.<br />

Henüz geliştirme safhasında olduğu için çok<br />

detaylarına girmeyi tercih etmiyorum. Özetle 2<br />

belgesel, bir kurmaca ve bir animasyon projesi<br />

üzerinde çalışıyorum. Sinemasal olarak tatmin edici<br />

olacağını anladığımız noktada reklam projeleri gibi<br />

farklı işlere de birlikte çalıştığım arkadaşlarımla<br />

ılımlı bakıyoruz.


BANU BOZDEMİR<br />

n 2013 yılında Antalya Altın Portakal’da yerli film<br />

kategorisinde yarışan filmi Kurte Film (Kısa Film)<br />

ile dikkatimizi çeken Ali Kemal Çınar, ikinci filmi<br />

Veşarti (Gizli) ile Keşif bölümünün birincisi oldu.<br />

Bu kez beden değişimi konusuna değinen Çınar<br />

etkili, masalsı ve ironik bir dünyanın kapılarını<br />

başarıyla açmayı başarıyor.<br />

Biz seni Kurte / Kısa Film ve şimdi de Veşarti’yle<br />

biliyoruz daha çok. Ama çokça kısa filmin var,<br />

Diyarbakır’da yaşıyorsun. İnsanlara, sektöre<br />

ulaşmada sıkıntı yaşayıp yaşamadığını merak<br />

ediyorum doğrusu?<br />

On tane kısa film çektim ama dediğin gibi bir<br />

tanesinin bile herkese ulaştığı olmadı. Ben Kurte<br />

Film’i yaptığımda da bu nereden çıktı gibi bir tepki<br />

de oldu. Ama arkasında bir emek, süreç vardı.<br />

Kurte Film’in konusu kısa filmlerle ilgiliydi biraz.<br />

Beden Eğitimi ve spor bölümünü bitirdim ama<br />

oradan itibaren yapabilir miyim fikri oluşmuştu.<br />

Sonra Diyarbakır Sanat Merkezi bünyesinde<br />

bir sinema kulübüne dahil oldum ve kısa filmler<br />

çekmeye başladım. 2013 yılında da Kurte Filmi<br />

tamamladım.<br />

Antalya Film Festivali’nde karşımıza çıkınca<br />

şaşırdık aslında. Yarışmaya dahil olan filmlerden<br />

ayrı bir havası vardı. Süresi kısa ve deneyseldi.<br />

Oraya seçildiğinde neler hissettin, ihtimal vermiş<br />

miydin?<br />

Bana mucize gibi geliyor. Çünkü çok düşük bir<br />

bütçeyle ve teknik yetersizliklerle yapılmış bir<br />

filmdi. Ama altında da bir fikir vardı. Seçilip diğer<br />

filmlere bakınca benim burada ne işim var dedim<br />

açıkçası. Seçilmesi, ön jüriden geçmesi çok iyi<br />

oldu. Kısa filmlerde hep takılıyordu, o yüzden<br />

sevindiğim bir an oldu.<br />

Filmde sorunlu bir baba oğul ilişkisi, çocuğun<br />

kabız olma hali. Üretimsizliğin kabızlığını sürekli<br />

tuvalette gidermeye çalışan bir adamın hali. Biraz<br />

direkt, bodoslama bir hali vardı filmin, neden<br />

böyle bir anlatım şekli?<br />

Amaç buydu aslında. Auteur sinema algısı var ya,<br />

bunu nasıl parçalayabilirim diye düşündüm. Bir<br />

dışavurumdu aslında. Yumuşak bir giriş yapsaydım<br />

kabul edilmesi de kolay olurdu ama ben olabilecek<br />

en sert hali neyse bir ‘göt’ meselesiyle oradan<br />

hareket etmek istedim. Başlangıç tırnak içinde iyi<br />

olursa gerisini, her şeyi kabul ettirebilirsiniz yani.<br />

Doğru bir hedefti benim için Kurte Film.<br />

Kürt sinemacıların beslendikleri konular daha politik<br />

oluyor genelde. Ama senin filmlerin daha farklı bir<br />

çizgide duruyor, evet kırma meselesinden bahsettin<br />

ama bir yandan da bu duyguyu anlatmanı isterim…<br />

Evet oluşmuş bir film iklimi var haliyle. Kürtlerin de<br />

diğer sinemacıların da yapmış olduğu. Sonuçta<br />

ben de sinemayı takip ediyorum, az çok biliyorum.<br />

Temaları, güncel ve siyasal dertleri biliyorum. Ben<br />

bu iklimin dışında bir şeyler yapmak gerektiğine<br />

inanan biriyim. Çok planlı projeli olmuyor, genelde<br />

hissettiğim gibi yapıyorum. Politik sinema yapma<br />

gibi bir hissiyat olsaydı elbette yapardım, bundan<br />

da şaşmazdım. Yine kişisel, varoluşsal, ama<br />

Kürtlere ilişkin olmasını tercih ettim.<br />

Uyumsuzluk sürelerde de kendisini gösteriyor. Doksan<br />

dakikaya tamamlama zorunluluğu olmadan,<br />

kimi zaman riskler alarak yapıyorsun belki de<br />

bunu…<br />

Hikayem bu kadarsa bu kadardır, yapacağım bir<br />

şey yok. Aslı <strong>90</strong> dakikadır diyemem de. Bu tarz 60,<br />

70 dakikalık filmler de var zaten. Sanat sineması<br />

bu, gereksiz uzatamam, neyse bendeki duygusu<br />

o. Bir filmin süresinin ne olması gerektiği üzerine<br />

de tartışılabilinir aslında. Bazı filmlerin <strong>90</strong>’a tamamlamak<br />

için uzatılmış olduğunu görüyoruz. En az<br />

tahribatla bitirmek gerek diye düşünüyorum filmi.<br />

Gelelim Gizli’ye. İlk başta ağızlara daha doğrusu<br />

ağızları görememeye takıldım. Neden konuşmaları<br />

karşı tarafın üzerine düşürdün. Teknik bir detay<br />

ama sende farklı anlamları vardı belki de?<br />

Bendeki hissiyat şu oluyor her seferinde. Biraz<br />

deneyselliğe kaymak gibi bir derdim oluyor. Deneysellik<br />

sinemada her zaman denenmesi gereken bir<br />

şey bence. Seyirci de bunu yaşamalı. Bu filmde<br />

kafamdan geçen bu hikaye sözlü bir hikaye. Diyaloglar<br />

üzerinden giden bir hikaye. Bu dengbej<br />

geleneğini nasıl bununla birleştirebilirim. Sözel<br />

olarak, görüntüyü biraz arka plana iten, sözün


ön plana çıktığı bir film olmasını istedim. Bunu<br />

yaptıktan sonra bir süre arkadaş farklı yorumlar<br />

da getirdi. Ters diyalogu cinsel değişime yoran<br />

oldu. Bu benim gayet hoşuma giden bir görüş<br />

oldu. Dinlemenin ön planda, konuşmanın arka<br />

planda kaldığını söyleyenler de oldu. Görüntünün<br />

bu kadar baskın olduğu, göze sokulduğu bir<br />

dönemde geri plana çekilmesi benim için yeterli<br />

oldu.<br />

Mem-ü Zin hikayesinden kavuşamama halini<br />

beslemişsin sanırım. Orada karakterin biri iyi,<br />

bir diğeri de kötüdür. Ama oraya girmeden sen<br />

sanırım daha çok kavuşama haline değiniyor gibisin,<br />

yanılıyor muyum? Sendeki etkisi ne oldu?<br />

Beden ve giysi değişimi evet. Ama hikayenin<br />

tamamına girmeden giriş kısmını aktarmak istedim.<br />

İkisinin tanıştığı, karşı karşıya geldiği ve<br />

kıyafetlerini değiştikleri sahne vardır. Cinsiyetin<br />

değişimi gibi sembolik bir bağ kurmak istedim<br />

onunla. Hikayedeki Berfin karakterinin tiyatrocu<br />

olması, oyun sergilemeye yönelik bir çalışma<br />

içine girmesi benim için yeterliydi. Gelenekle bağ<br />

kurma haliydi.<br />

Gösterdiğin beden değişimini bir yandan da<br />

olduğumuz bedenlere sığamayan ruh haliyle, yani<br />

cinsel kimlikle uzlaşmama haliyle bağdaştırabilir<br />

miyiz?<br />

Cinsiyet ve kimlik üzerine yapılan bir filmde<br />

olmaması mümkün değil. Ama ben Kuir bir sinema<br />

yapıyorum demek değil bu. Ama cinsel kimliği<br />

de görmezden gelemem. Hatta tam tersine önermesi<br />

de şu: Beden giysi gibidir, onu giyip diğerini<br />

atarsınız. Hissiyatınıza zıt bir bedeniniz de olabilir<br />

bunun hiçbir önemi yok. Bu meselenin filmde<br />

olması gerekiyordu, öbür türlü saçma olurdu. Bir<br />

arkadaşımın bu filme ilgili bir tanımı var. Çok sinsi<br />

diyor, hiç bakmadan meseleyi tartışıyor.<br />

Geleneksel bir hikaye, dayatma yok, bir durum<br />

var sadece. Masalsı bir havası var, özellikle mi<br />

tercih ettin bu yanını?<br />

Sözel anlatımla ilgili biraz da bu. Sanat değişik<br />

formları denemeye olanak tanıyor. Bu film sanat<br />

böyle de olabilire yanıt veriyor.<br />

İmkansız bir aşk ama bir yandan imkanlı da<br />

olabilir. Karşı taraf bu beden değişimine tamam<br />

derse belki çözüm olacak ama kadına da bir kimlik<br />

dayatması var gibi. Toplumda var ve sen bunu<br />

da dile getirmek istemiş gibisin.<br />

Kadının da bekaret gibi bir handikabı var. Sadece<br />

cinsel değişim değil de, sadece kadın olarak kaldığı<br />

süre içerisinde toplum tarafından dayatılan ve artık<br />

onun da doru olarak kabul ettiği bir mevzu söz<br />

konusu. Onunda en büyük değişimi bundan kurtulacak<br />

olması. Ama sevgi bazen kişisel kararların<br />

gerisinde kalabilir, bu onun en doğal hakkı. Zorunlu<br />

bir hal olmadıkça tercihler çok anlaşılabilir.<br />

Nüktedan bir hali de var filmin…<br />

Evet o geçtiği zaman hoşuma giden bir şey<br />

olur. Çünkü oyunbaz bir hale gelmesi lazım.<br />

Dönüşümler, sevgi sorgulamaları, kendi içsel engellerine<br />

takıldığı bir duruma dönüşmesi ve oradan bir<br />

ironi yaratması bence ulaşırsa güzel kalabilecek bir<br />

his yani.<br />

Ali Kemal’in hissiyatı ne peki?<br />

Onun başına gelen bir felaket. Bir yandan da<br />

başına gelmeden de sorgulayamayacağı bir durum.<br />

Ama başına geldikten sonra bunu kabul etmem<br />

lazım durumuna geliyor. Onda da dönüşüm böyle<br />

gerçekleşiyor ister istemez.<br />

Filmle ilgili konuşuyoruz ama bir yandan da bu<br />

konuda film yapmak nereden aklına geldi diye<br />

sorayım…<br />

Ben atölyelere falan çok katıldım sinemayla ilgili.


7-8 yıl önce katıldığım bir atölyede hoca bir iki cümlelik<br />

bir hikaye istemişti. O biraz daha farklıydı. Bir<br />

çocuğa anne ve babasının yer değiştireceği söyleniyordu.<br />

Anne baba, baba da anne olacaktı o geceden<br />

itibaren. Yazdım ama tepki alırım diye okuyamadım.<br />

Öyle kaldı bende ama bir gün nasıl yapayım diye<br />

de düşünüyordum. Bedenle ilişkili bir tarafı da var,<br />

sporculuktan gelen bir tarafım var, beden üzerine de<br />

düşündüğüm çok olur.<br />

Kürtçe film çekmekten daha doğal bir şey olamaz bir<br />

Kürt olarak ama başka nedenler var mı?<br />

Dilin neyse o dilde film yapmak istiyorsun, politik bir<br />

tavır olarak yansıtmak istemiyorsun. Bu dil bir slogan<br />

değil, organik, yaşayan bir dil. Ama televizyon haberleri<br />

dışında hepsi baştan sona Kürtçeydi. Belki bizde<br />

her alanda, yüzde yüz Kürtçe konuşmuyoruz ama bu<br />

fantastik yanı da olan hikayede baştan sona tek dilden<br />

şaşmayayım diye de bir derdim oldu açıkçası.<br />

Yine teknik bir detay siyah beyaz çekmişsin filmi.<br />

Onun bir sebebi var mıydı?<br />

Kemal heteroseksüel bir karakter. Onun dünyasından<br />

geçtiği için kadın ve erkeği temsil ediyor. Ama filmin<br />

ulaşmaya çalıştığı önerme o değil. Renkli bir dünya.<br />

İnsanların yönelimlerini yaşadığı bir dünya. Filmin<br />

finalinde renkleniyor zaten. Orayı bir geçiş gibi<br />

düşündüm.<br />

Kendin, kendi isminle oynuyorsun filmlerinde. Bu<br />

her şeyi ben yapıyorum tepkisi mi, yoksa denk mi<br />

düşüyor?<br />

Tesadüf diyelim. Kurte Filmi bir buçuk yılda<br />

tamamladım. Senaryo yoktu elimde, parça parça<br />

tamamlandı. O dönemde başkasını dahil etsem<br />

olmayacaktı, uzayan bir durum vardı. Kendimi<br />

istediğim zaman çekerim dedim. O yüzden kendim<br />

oynadım, sonra hoşuma da gitti oyunculuk denen<br />

şey. Belki devamı gelir ve Ali Kemal’in her yanını<br />

göreceğimiz bir albüme dönüşür bu filmler.<br />

Diyarbakır’da yaşıyorsun, nasıl geçiyor orada<br />

hayat? Neler yapıyorsun?<br />

Valla sinema dışında bir şey yapmıyorum. Zaman<br />

zaman televizyon işleri yaptığım oldu ama artık<br />

onu da yapmıyorum. Çok zaman alıyor çünkü.<br />

Zor oluyor ama bunu göze aldım. Aslında sinema<br />

yapmak orada daha kolay. İstanbul’da yapmaya<br />

çalıştığınız şey maliyete ve zaman darlığına<br />

dönüşüyor. Orada çalışmak bana tam denk bir<br />

şey.<br />

Yeni film gelecek mi?<br />

Evet tretmanı hazır bir fikir var. Belki iki üç ay<br />

içinde başlarım diye düşünüyorum.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!