Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
4 MART<br />
5. Dalga / 5th Wave<br />
Ceberrut<br />
Kaçma Birader<br />
Babalar Savaşıyor / Daddy´s Home<br />
Ali Kundilli 2<br />
Kod Adı: Londra / London Has Fallen<br />
Ölüm ve Ötesi / The Corpse of Anna Fritz<br />
11 MART<br />
Hasret<br />
Naciye<br />
Roma’da Aşk Başkadır / All Roads Lead To<br />
Rome<br />
Dedektif Galban / Exposed<br />
Uyumsuz Serisi: Yandaş / The Divergent<br />
Series: Allegiant<br />
Annemin Yarası<br />
Kolpaçino 3.Devre<br />
18 MART<br />
Miss You Already<br />
Türk Lokumu<br />
Olaylar Olaylar<br />
A Perfect Day<br />
Kod 999 / Triple 9<br />
Şeytan Tüyü<br />
Kung Fu Panda 3<br />
25 MART<br />
A Walk in the Woods<br />
Hatıraların Masumiyeti<br />
Sol Şerit<br />
Leblebi Tozu<br />
Emicem Hospital<br />
Kahraman Koala / Blinky Bill the Movie<br />
Küçük Esnaf<br />
Azazil 2: Büyü<br />
Batman v Superman: Adaletin Şafağı / Batman v<br />
Superman: Dawn of Justice<br />
AYIN FİLMLERİ
Mart kapıdan baktırır <strong>Cinedergi</strong> yaptırır<br />
n <strong>90</strong>. sayımızı çıkarıyoruz. Yani <strong>90</strong> aydır<br />
<strong>Cinedergi</strong>’yi yapıyoruz dile kolay. İnanın<br />
hiç bir yıl böyle zayıf bir Mart ayıyla<br />
karşılaşmadık. Ne kayda değer bir Türk<br />
filmi ne de yabancı film var. Batman<br />
Süpermen’e Karşı olmasa ne yapardık<br />
bilemedim. Ama biz size yine de dolu dolu<br />
bir <strong>Cinedergi</strong> yapmayı becerdik. İlk önce<br />
Şahan Gökbakar ve kardeşi Togan Gökbakar<br />
ile konuştuk. Sonra Dünyanın En<br />
Güzel Kokusu filminin yönetmeni Mustafa<br />
Uğur Yağcıoğlu ve filmin güzel oyuncusu<br />
Esra Ruşan’a teybimizi uzattık. Ayrıksı<br />
film Senarist’in yönetmeni Hulusi Orkun<br />
Eser ile oyuncusu Dilara Büyükbayraktar<br />
<strong>Cinedergi</strong>’de yer alan bir diğer röportaj<br />
oldu. Kısa film dünyasının önemli köşesi<br />
Uzunun Kısası’nda ise Fırat ödüllü film<br />
Genç Pehlivanlar’ın yapımcısı Aslı Akdağ<br />
ile konuştu. Banu da yine ödüllü kısa film<br />
yönetmeni Ali Kemal Çınar ile röportaj yaptı.<br />
Semra Güzel Korver ise Bilge Olgaç ile<br />
ilgili muhteşem bir yazı yazmış. Okumanızı<br />
tavsiye ederim. Başarılı kalemimiz Didem<br />
Peker Başaran bu sefer sayfalarına Handan<br />
İpekçi’yi konuk etmiş. Benim kişisel olarak<br />
çok zevk aldığım Yırtık Perde köşesinde<br />
ise Beril Ayşe Teyzesi ile Truman Show’u<br />
seyretmiş. Meltem ise Farklı Açı köşesinde<br />
Sen Dünyaya Gelmeden filmiyle haşır neşir<br />
olmuş. Televizyon dünyasında Nergiz ilk<br />
önce Hayat Şarkısı dizisini odağına almış<br />
sonra da Kiralık Aşk filminden Kerem<br />
Fırtına ile röportaj yapmış. Yabancı dizilerin<br />
usta kalemi Şenay Tanrıvermiş ise<br />
American Crime Story dizisini sayfalarına<br />
taşımış. Durun daha dosyalarımız var.<br />
Batman Süpermen’e karşı herkesten önce<br />
<strong>Cinedergi</strong>’de, Egemen Tokatlıoğlu kaleminden<br />
sizlerle buluşuyor. Melis son dönem<br />
ergen bilimkurgularını eleştirip önemli bir<br />
iş yapmış. Obduratör köşesinde Masis<br />
benim de çok sevdiğim Ryan Reynolds’u<br />
konu edinmiş. Banu Diren Sinemada farklı<br />
bir yazı yazmış ve ağaçların geçtiği filmleri<br />
toplamış, köklerinizi sıkı sarın demiş.<br />
Murat Kızılca ise Bilinmeyen köşesinde<br />
İtalyan korku sinemasının usta yönetmeni<br />
Lamberto Bava’yı bize tanıtmış. Susmayan<br />
köşenin ağır ağbisi Murat Tolga Şen<br />
Nagehan Alçı’ya kafa göz girmiş. Utku<br />
Oscar gecesinin görülmeyenlerini bizim<br />
için özetlemiş. Ve böyle kıt bir ayda hala<br />
konularımız bitmedi, vizyondakiler, portreler,<br />
eleştiriler, pekyakındalar ve daha neler<br />
neler. İyi okumalar.<br />
Yayın Sahibi<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
Banu Bozdemir<br />
Teknik Müdür<br />
Ali Abakan<br />
YAZARLAR<br />
Alper Turgut<br />
Masis Üşenmez<br />
Egemen Tokatlıoğlu<br />
Didem Peker Başaran<br />
Nergiz Karadaş<br />
Tuğçe Madayanti Dizici<br />
Şenay Tanrıvermiş<br />
Beril Ateşoğlu<br />
Fırat Sayıcı<br />
Murat Tolga Şen<br />
Melis Zararsız<br />
Murat Kızılca<br />
Utku Ögetürk<br />
Halil İbrahim Sağlam<br />
Meltem Yılmaz<br />
Başak Bıçak<br />
Semra Güzel Korver
Yönetmen:<br />
John Crowley<br />
Senaryo:<br />
Nick Hornby<br />
Oyuncular:<br />
Saoirse Ronan,<br />
Domhnall Gleeson,<br />
Emory Cohen<br />
Konu: 1950’lerin Brooklyn’ine<br />
yerleşerek çabucak âşkı bulan<br />
İrlandalı göçmen bir genç kız,<br />
ardında bıraktıkları hayatını<br />
etkilemeye başladığında iki<br />
ülke ve bu ülkelerdeki hayatı<br />
arasında tercih yapmak durumda<br />
kalır. Colm Tóibín’in aynı<br />
adlı romanından beyaz perdeye<br />
aktarılmıştır.
Yönetmen: Dexter Fletcher<br />
Senaryo: Simon Kelton<br />
Oyuncular: Taron Egerton, Hugh Jackman,<br />
Christopher Walken<br />
Konu: Film, İngiltere tarihindeki en<br />
ünlü kayak atlamacı Michael Edwards<br />
nam-ı değer Eddie the Eagle’ ın ilham<br />
verici üstün başarısını konu ediniyor.<br />
Edwards’ın spora ‘asla ölüm deme’<br />
yaklaşımı tasvir edilir. Film aynı zamanda<br />
Edwars’ın sıra dışı ihtimaller ve mücadeleler<br />
karşısındaki insani ruhunu ve<br />
direncini kutlar. Taron Egerton, Eddie<br />
the Eagle’ ı rolü ile karşımıza çıkarken<br />
Hugh Jackman ise Eddie’ nin Calgary<br />
Olimpiyatlarına hazırlanması için yardım<br />
eden Lake Plocidli bir kayak atlama<br />
uzmanı canlandırıyor.<br />
Yönetmen: Jean-Marc Vallée<br />
Senaryo: Bryan Sipe<br />
Oyuncular: Jake Gyllenhaal,<br />
Naomi Watts, Chris Cooper<br />
Konu: Jake Gyllenhaal’ı Davis<br />
rolünde izlyeceğimiz filmde Davis<br />
bir trafik kazasında karısını<br />
kaybeder ve hayatını devam<br />
ettirmekte zorlanmaktadır.<br />
Bir gün bir otomat makinası<br />
şirketine şikayet mektubu<br />
yazan Davis, zamanla bu<br />
mektupları kendi kişisel itiraf<br />
mektuplarına dönüştürür.<br />
Zamanla bu mektuplar şirkette<br />
çalışan Karen’in dikkatini çeker<br />
ve ikili için alışılmamış bir ilişki<br />
başlar.
Yönetmen: Jon Favreau<br />
Senaryo: Gee Malik Linton<br />
Oyuncular: Neel Sethi, Ritesh Rajan, Sara Arrington<br />
Konu: Ailesini kaybeden bir erkek çocuk vahşi<br />
ormanın derinliklerinde bir ayı, bir siyah panter<br />
ve bir kurt sürüsü tarafından büyütülür. Bagheera,<br />
Mowgli’ye bu macerada akıl hocalığı<br />
yapacaktır. Canlı-aksiyon ve epik türündeki bu<br />
hikayede, kurtlar tarafından yetiştirilen Mowgli<br />
evi bildiği tek yeri terketmek zorunda kalınca,<br />
hem kendisini hem dış dünyayı keşfetmek için<br />
yeni bir arayışa çıkacaktır. Rudyard Kipling‘in<br />
klasik çocuk romanından uyarlanıyor.<br />
Yönetmen:<br />
Cedric Nicolas-<br />
Troyan<br />
Senaryo: Craig<br />
Mazin<br />
Oyuncular: Chris<br />
Hemsworth,<br />
Charlize Theron,<br />
Emily Blunt
Konu: Seriye yeni dahil olan Emily<br />
Blunt’un Buz Kraliçesi’ni Jessica<br />
Chastain’ın ise savaşçıyı<br />
canlandıracağı yapımda ilk filmin<br />
avcısı Chris Hemsworth ve kötü<br />
kraliçesi Charlize Theron rolleri için<br />
tekrar kamera karşısına geçiyor. Film,<br />
gücünü kaybeden kardeşi Ravenna’yı<br />
(Theron) diriltmek için sihirli aynanın<br />
peşine düşen Buz Kraliçesi ile Chris<br />
Hemsworth ile güçlerini birleştiren<br />
bir diğer avcı Jessica Chastain’ın<br />
arasında geçen mücadeleyi işleyecek.<br />
Aynayı geri almak için bir avcı birliğini<br />
görevlendiren kraliçeye karşı iki iyi<br />
kalpli avcı güç birliği yapacak.<br />
Yönetmen: Hou Hsiao-Hsien<br />
Senaryo: Cheng Ah<br />
Oyuncular: Shu Qi, Chang Chen, Yun Zhou<br />
Konu: The Assassin rahipler tarafından,<br />
özel bir büyü kullanan bir suikastçı olarak<br />
yetiştirilen bir genç kadının hikayesini ele<br />
alıyor. Üç yıllık sürgünün ardından evine geri<br />
dönen genç kadın ustası tarafından kuzenini<br />
öldürmesi için görevlendirilince kuzeni ve onu<br />
yetiştirenlere duyduğu sadakat arasında seçim<br />
yapmak zorunda kalır. Hou Hsiao Hsien’ın<br />
kamera arkasına geçtiği ve başrolde güzel<br />
yıldız Shu Qi’yi izlediğimiz film, “The Extensive<br />
Records Of The Taiping Era” adlı öyküden yola<br />
çıkılarak beyazperdeye aktarılıyor.
Yönetmen: Ben Stiller<br />
Senaryo: Justin Theroux<br />
Oyuncular: Ben Stiller,<br />
Owen Wilson, Penélope<br />
Cruz<br />
Konu: Yönetmenliğini Ben<br />
Stiller’ın üstlendiği 2001<br />
tarihli Zoolander filmi 13<br />
yıl aradan sonra yeniden<br />
perdeye konuk oluyor.<br />
Aklı kıt modelimiz Derek,<br />
bu defa Hansel ile birlikte<br />
farklı markaların yüzü olmaya<br />
soyunarak yepyeni bir<br />
rekabetin alevini harlamanın<br />
peşindeler. Fakat rakip<br />
firmalarının reklam yüzü<br />
olan ikili, bu defa gönülsüz<br />
bir rekabetin kucağına<br />
düşerler. Bu sefer hem filmin<br />
kamera arkasına geçen<br />
hem de senaryosuna mürekkep<br />
damlatan isim genç<br />
yönetmen Justin Threoux.<br />
Yönetmen: Christian Ditter<br />
Senaryo: Dana Fox<br />
Oyuncular: Dakota Johnson, Rebel Wilson,<br />
Leslie Mann<br />
Konu: New York şehri Alice, Robin, Lucy,<br />
Meg, Tom ve David gibi binlerce yalnız<br />
ve kalbi kırık bekâr insan ile dolu. Herkes<br />
kendisine doğru eşi ya da aşk dolu<br />
bir ilişkiyi arıyor; pek çoğu ise orta karar<br />
bir birlikteliğe bile razı! Baştan çıkartıcı<br />
mesajlaşmalar ve tek gecelik ilişkilerin<br />
ortasında tüm bu bekar insanların,<br />
bekarlığı ve yalnızlığı yönetmesini<br />
öğrenmeleri gerekiyor! Yönetmenliğini<br />
Christian Ditter’ın üstlendiği filmin oyuncu<br />
kadrosunda Dakota Johnson, Alison Brie<br />
ve Rebel Wilson gibi isimler yer alıyor.
Şahan Gökbakar’ın Osman Pazarlama<br />
filmi bu hafta vizyonda. Şahan<br />
Gökbakar filmin yönetmeni kardeşi<br />
Togan ile Türkiye’de güldürüyü en iyi<br />
yapan isimler olduklarını iddia etti.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Şahan Gökbakar 2000 sonrasının sinemadaki en başarılı ismi<br />
olduğunu söylemek sanıyorum doğru olur. Çünkü yaptığı neredeyse her<br />
film gişe rekorları kırdı. Özellikle Recep İvedik filminin dört serisi de aynı<br />
başarıyı gösterdi. Bu devasa başarının dışında sinema otoritelerinin<br />
veya enetelektüel sınıfın eleştirilerine maruz kaldı. Açıkçası bu eleştiriler<br />
o kadar arttı ki gözlemime göre “Ben ayrıcalıklıyım, entelektüelim” demenin<br />
bir ön şartı olarak görülmeye başlandı. Halbuki aynı sınıfın çok<br />
daha kaba espriler üreten ABD’li sanatçı Borat’ın filmlerine kahkahalarla<br />
güldüklerini biliyoruz. Biz de Şahan Gökbakar’a bunları sorduk. Son filmi<br />
Osman Pazarlama ve en baştan beri kardeşi Togan Gökbakar’la nasıl bir<br />
yolculuğa çıktığı röportajımızın ana konularıydı. İyi okumalar.<br />
Osman Pazarlama karakteri nasıl ortaya çıktı? Sinema çekmeye nasıl<br />
karar verdiniz?<br />
Togan Gökbakar: Osman Pazarlama karakteri, Şahan ile geçen muhabbetlerden<br />
yavaş yavaş doğmaya başladı. Aslında Osman bizim<br />
küçüklüğümüzden beri gördüğümüz esnaf tiplemesinin bir ortalaması,<br />
birçok insanın bir birleşimi diyebiliriz. Herkesin hayatında en az bir kere<br />
karşılaştığı, girişimci bir esnaftan, vapurda tarak satan girişimciye kadar<br />
aşina olduğumuz karakter özelliklerinin birleşiminden oluşuyor. Şahan<br />
Bey’in önceden oynadığı ve sonradan filme dökülen bir karakter değil.<br />
Bir dolu karakter yarattınız sonra Recep İvedik’I sinemaya uyarladınız,<br />
bu karakterler sinemaya geçtiğinde ne tarz değişimler geçiriyor. Bir<br />
dizide veya sahnede canlandırdığınız karakterle sinema arasındaki fark<br />
nedir?<br />
Şahan Gökbakar: Haftalık yaptığım televizyon şovlarında o karakterin<br />
sadece üç veya beş dakikalık bir anını gösteriyordum, daha yüzeysel<br />
bir şekilde yaklaşıyordum karakterin derinliğine. Fakat iş film boyutuna<br />
taşındığında bu yetmiyor tabii. Bir dünya kurmanız gerekiyor o karakterin<br />
etrafında. Her şeyini düşünmeye başlıyorsunuz. Bu tabii ki çok daha<br />
uzun bir süreç. Ancak benim en büyük şansım hem film hem de karakter<br />
anlamında sürekli fikir alışverişinde bulunabileceğim bir kardeşimin<br />
olması. Aynı zamanda yönetmen olması hasebiyle de bu işin dramatik<br />
yapısına ve akışına başka bir gözle de şahit olabiliyor. Dolayısıyla bana<br />
da sadece Togan’la beraber bu esprileri köpürtmek kalıyor. Mesela
Recep’i ilk yaptığımızda sadece pencere önünde<br />
oturan bir adamdı. Sonra Recep’i bir hikayenin<br />
içine koyduk. Sonrasında kuzeninden babaannesine<br />
kadar her şeyi içine aldık. Bu karakterde<br />
de öyle. Büyük bir perspektiften bakınca büyüyor<br />
haliyle. Sinema bence apayrı bir şey.<br />
Peki şimdi toplumumuzun durumu belli, herkes<br />
bir sinir içinde, sürekli bir negatiflik, sürekli<br />
bir çatışma ortamı var. Böyle bir ortamda komedi<br />
yapmak zor. Bir yönetmen olarak baskıda<br />
hissediyor musunuz?<br />
Togan Gökbakar: Açıkcası hissetmiyorum. Biz<br />
genelde aklımıza ve ruhumuza hoş gözüken<br />
şeyleri yapıyoruz. “İnsanlar şunu dedi öyleyse<br />
bunu yapayım” demedik hiçbir zaman. Onun<br />
için bize komik gelen, biz izlesek eğleneceğimiz<br />
filmleri yapıyoruz. Yani eleştrilier ve beğeniler her<br />
zaman olabcaktır ancak biz kendi rüzgarımıza<br />
göre yön alıyoruz.<br />
Şahan Gökbakar: içinde yaşanılan toplumun<br />
sıkıntıları dertleri tabii ki de sen de o toplumda<br />
olduğun için seni de etkiliyor. Kimi zaman çok<br />
kötü sabahlara uyanıyoruz. O zamanlarda bazen<br />
komedi senaryosuyla uğraşıyor oluyorsun<br />
ancak modun düşük olduğundan çalışmak içinden<br />
gelmiyor. Bu tarz günler yaşadığım oldu<br />
ancak eninde sonunda bir şekilde hayat devam<br />
ediyor ve insanlar bu karamsarlıkla uzun süre<br />
yaşayamıyor çünkü bu hem ruha hem sağlığa<br />
zararlı. Bir yanda bir rahatlamak bir gülmek<br />
ihtiyacı hissediyor insanlar ve ben de aslında<br />
yaptığım o filmlerin birazcık bir toplumsal tedavi<br />
yönü de olduğunu düşünüyorum. Hep beraber bir<br />
salona girip kahkaha atmak aslında tedavi edici<br />
bir şey. Iki saat de olsa bunu sağlayabilmek için<br />
yılmadan devam ediyoruz. Tabii ki etkileniyoruz<br />
kötü olaylardan ancak yılmıyoruz. Gülmeye ve<br />
güldürmeye çalışarak devam ediyoruz.<br />
Recep İvedik, Türkiye’deki feminist hareketten<br />
çok tepki aldı, sonrasında Ceren ve Celal geldi,<br />
şimdi ise Osman Pazarlama var. Osman Pazarlama<br />
bu anlamda nerde duruyor?<br />
Togan Gökbakar: Osman Pazarlama bu anlamda<br />
iki yerde de durmuyor. Ne çok tepki çekecek bir<br />
şey ne de hiç tepki verilmeyecek, toparlanacak<br />
bir yerde. Bu filmin içinde 3 tane kadın teması<br />
var. Annesi, sevdiği kız ve onu seven kız. Annesinin<br />
evlenmesini istediği kız onu seven kız. Bu<br />
iki kız arasında gidip gelişini de hissediyoruz ancak bir<br />
grubu rahatsız edecek kadar ağır bir şey değil bu.<br />
Sizin beraberliğiniz uzun zamandır devam ediyor fakat<br />
aslında dışardaki insanlar bunun ne kadar zamandır<br />
devam ettiğini bilmiyorlar. Recep İvedik yönetmeni<br />
olarak tanındın halbuki okulda daha mesleğin başında<br />
Şahan’ın kısa filmlerini sen çekiyormuşsun. Bu<br />
beraberliğin biraz da kökünü konuşmak lazım insanlar<br />
bilsin. Sonuçta bu abi kardeşlikten de öte aslında bir<br />
meslek savaşının nasıl verildiğiyle alakalı.<br />
Şahan Gökbakar: Tabii ben Togan’dan dört yaş büyük<br />
olduğum için ilk bu meslek seçimini ben yaptım. Üniversiteye<br />
başlarken ve oyunculuk sınavlarına girmeye karar<br />
verdiğim sırada Togan da liseye yeni geçiyordu. Şimdi<br />
tabii ben o yola kanalize oldum oyunculuk sınavlarına<br />
girdim derken, Togan sinemacı olmak istediğini söyledi.<br />
Annem için tabii buhranlar. Çünkü annem ODTÜ’LÜ,<br />
babam ODTÜ’lü herkes ODTÜ’lü. O yüzden herkes<br />
“Bir bileziğin olsun sonra ne yaparsan yap” modunda.
Togan da benden küçük, sinemacı olmak istediğini<br />
söyleyince kara bir tablo çıktı. Annem çabuk<br />
alıştı, çabuk adapte olur. Togan bir de ÖSS’de<br />
çok iyi derece yapmıştı. İlk 50’ye girmişti. Acayip<br />
çalışkandı o yüzden herkes kuantum profosorü filan<br />
olmasını bekliyordu. Öyle olmayınca Togan gitti o<br />
puanla Sinema Televizyon bölümüne kayıt oldu ve<br />
İstanbul’a taşındı. Benimse Ankara’da okulum biraz<br />
daha devam etti. Sonrasında ben de İstanbul’a<br />
geldim ve aynı eve taşındık. Benim gelişim kariyerimi<br />
oluşturmak amaçlıydı, o ise okulunu devam<br />
ettiriyordu. Ben gidip gidip Togan’a “Kısa bir şey<br />
çeksene ben oynayayım” diyordum. O ise sürekli<br />
“Abi ödevim var yaa” diyordu. Bu modda başladı.<br />
Tabii Togan kariyer anlamında sinemada kendine<br />
bambaşka ve yurtdışında da bir yol çizebilirdi böyle<br />
bir isteği de vardı ancak hayat tabii. Bir filmi ondan<br />
çekmesini rica ettiğimde beni kırmadığı zamanlarda<br />
serüvenimiz başlamış oldu, bu zamana kadar da bu<br />
şekilde ilerledik. Iyi de oldu.<br />
Togan Gökbakar: Ama bizim abi kardeş olmak, beraber<br />
çalışmanın ötesinde aynı evde yaşıyorduk. Abi<br />
kardeş olmanın ötesinde ev arkadaşıydık. Genelde<br />
abi kardeşler o kadar samimi olmuyor. Biz beraber<br />
yaşamanın verdiği o yakınlıkla her şeyi beraber<br />
yapıyorduk. Beraber tatile vesaire çıkıyorduk. Haliyle<br />
onun benden istediği şeyleri de ben yapıyordum.<br />
Bir gazetede bir anket yapmışlar, Türkiye’de sözüne<br />
en çok güvendiğiniz adam kim diye, listenin 15.<br />
isme Şahan Gökbakar. Nasıl hissettiriyor?<br />
Şahan Gökbakar: Yani incelemedim listeyi ancak<br />
Şahan Gökbakar olarak var. Mesela listedeki diğer<br />
isimler çok ilginç isimler. Bu liste için nasıl sorular<br />
sordular da böyle bir liste oluştu acaba? Sonuçta<br />
çok farklı skalalardan insanlar, haberci var popçu<br />
var oyuncu var sunucu var, ilginç bir liste. Bana<br />
güveniliyor çünkü ben hiçbir zaman kimsenin güvenini<br />
boşa çıkartmadım. Benim vaadettiğim şey<br />
güldürmek, sinemaya geliyorlar güldürüyorum ben.<br />
Neden daha yukarda değilim?!<br />
Cem Yılmaz’ın iki tür filminden bahsedebiliyoruz.<br />
Bir sahnedeki performansının devamı olan absürt<br />
komediler, Yahşi Batı gibi. Bir de daha sinemasal<br />
duygusu yoğun olan, dramatik derinliği olan filmler<br />
Hokkabaz gibi. Halbüki sen tek türde devam ediyorsun.<br />
Filmlerinde daha değişik sanatsal kaygıların<br />
var mı? Bu yol sana yetiyor mu?<br />
Şahan Gökbakar: Ben bu yaptığım filmlerin hepsini<br />
Türk izleyicisine yapıyorum. Dolayısıyla demin de<br />
söylediğim gibi herhangi bir tarafa göz kırpma veya<br />
bir entellektüel grubu tatmin etmek gibi bir amacım<br />
yok. Öyle bir isteğim arzum da yok. Benim tek<br />
amacım insanları güldürmek. Çünkü bir komedyen<br />
olan birisinin amacı bu olmalı. Basit, insanların içine<br />
rahatça girebileceği hikayeler, karakterle yolculuk<br />
edebileceği ve bolca kahkaha atıp bütün enerjisini<br />
salona bırakacağı ve verdiği paranın karşılığını<br />
alacağı filmler çekmeye çalışıyorum. Ben kendi<br />
adıma bunu doğru yol olarak görüyorum. Öteki tarzda<br />
tabii ki, insanların kendi mutlulukları için çektikleri<br />
filmler olabilir, belki de kendi istekleri üzerine<br />
çekiyorlardır. Onunla mutlu oluyorlardır. O da bir<br />
seçim ancak ben kendi adıma eğer bugün Türkiye<br />
ortalamasında yedi buçuk milyon insanı sinemaya<br />
götürüp ceplerinden para ödettiriyorsam onlara, o<br />
filmi izletmek için, o paranın karşılığını kahkaha ile<br />
ödemek mecburiyetinde olduğumu hissediyorum.
Kendi mutluluğumu sinemada görmek için değil,<br />
kendi mutlu olduğum filmi insanları güldürmek<br />
için yapıyorum. Dolayısıyla bunu bu şekilde<br />
özetleyebilirim. Biz abi kardeş, Türkiye’de bu işi<br />
en iyi yapan insanlarız ve insanları da kahkahaya<br />
boğuyoruz.<br />
Peki Togan, şimdi tabii ki Şahan Gökbakar’ın<br />
çoğunlukla karakterlerinden çıkan filmler, kendi<br />
espri anlayışı ve fiziki tınısıyla oluşan karakterler.<br />
Ancak komedi öyle bir şey ki, içine girildiğinde<br />
insanın kendine has bir komedi anlayışı vardır.<br />
Şahan’ın karakterlerini bir kenara bırakarak, ne<br />
tarz komediden hoşlanıyorsun?<br />
Togan Gökbakar: Ben açıkcası kara mizahtan<br />
da çok hoşlanırım ancak bizim filmlerimizde<br />
Şahan’la ortak bir güldüğümüz espri yapılarımız<br />
var. O yönlerden örtüşüyoruz, o öyle bir espri<br />
yapınca ona çok gülüyorum. Mesela bir insan<br />
modelinin söylediği klişe şeylere çok gülerim.<br />
Tamamen laf olsun diye bir şey söylenilen komediler<br />
çok hoşuma gider. Türkiye’de yapılan<br />
komediler direkt bir otosansürle yapılıyor. Belli<br />
konular işin içine asla girmez. Belli hassasiyetlere<br />
saygıyla yapılıyor. Ancak Amerika’da böyle değil.<br />
En saygın adamlar üzerinden bile komedi dönebiliyor.<br />
Herkes istediğini söyleyebiliyor. O tabii ki<br />
tabuların yıkılmasına sebep olduğu için benim<br />
adıma daha büyük komediler üretiyor. Onun<br />
dışında bu aralar Youtuberlar var, kendi kendine<br />
videolar çekiyorlar onlar da çok hoşuma gidiyor.<br />
Gerçek insanların absurd olaylara verdiği tepkiler<br />
hoşuma gidiyor.<br />
Peki Recep İvedik’in animasyonu olacak mı?<br />
Şahan Gökbakar: Olacak diye yola çıktık, aslında<br />
istiyoruz da ama bu “Animasyonu da olsun” diye<br />
yola çıkılacak bir şey değilmiş onu anladık. Zaten<br />
Türkiye’de bunu yapan 1-2 yer var. Anima<br />
mesela, Kötü Kedi Şerafettin derken, bizim<br />
projeler darken kaynadı. Tabii animasyon filmlerin<br />
Türkiye’de nasıl bir oranla izleniyor ona baktık,<br />
yatırılan paranın geri dönüşü olur mu olmaz mı<br />
onu hesap ettik. Biraz muallak şeyler gördük<br />
ancak Recep İvedik’te böyle bir kaygı minimale<br />
iniyor ve işin güzel görünmesi gerekiyor o yüzden<br />
belki de yurdışından bir grupla bu işe girmek<br />
lazım. Bu şekilde yükseldik fakat başka projeler<br />
vesaireler nedeniyle şimdilik animasyon fikri<br />
birazcık bekliyor.<br />
Animasyonun olursa eğer yönetmeni sen mi<br />
olacaksın?<br />
Togan Gökbakar: Animasyon yönetmenliği apayrı bir<br />
mesele, belki birkaç teknik insan ile yapılırsa olabilirim,<br />
neden olmayayım. Animasyon filmi kulağa sanki normal<br />
filmden daha ucuz ve daha kolay yapılırmış gibi<br />
geliyor fakat aslında tam tersi. Hem de çocuk filmi gibi<br />
bir öngörüsü var insanlar tarafından. Recep İvedik’I<br />
eğer animasyon yaparsak içeriğini nasıl yapacağız<br />
bilemiyorum. Normal bir Recep İvedik filmi çekmek<br />
animasyon çekmekten daha kolayımıza geliyor şu<br />
durumda.<br />
Son soru olarak benim size sormadığım ancak sizin<br />
filmle ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />
Şahan Gökbakar: 19 Şubat’ta herkesi bekliyoruz.<br />
Zaten ön satışlara başlamışlar, salonlar dolmaya<br />
başlamış, teşekkür ediyoruz bize böyle bir mutluluk<br />
yaşattıkları için. Film 7+ 13A aldı. Yani bu da 7<br />
yaşından büyüklerin de keyifle izleyebileceği, aileleriyle<br />
gelebileceği bir film olduğunu belirtiyor. Biz güzel bir<br />
yemek hazırladık, izleyicilere de afiyet olsun.<br />
Togan Gökbakar: Herkesi 19 Şubat’ta bekliyoruz, Osman,<br />
hayalperest naif bir karakter, hayalleri olan ve<br />
hayallerinin peşinde koşan insanların filmi seveceğini<br />
düşünüyorum.
n Bilimkurguyu çok severim. İnsanı bilindik dünyadan<br />
koparır, yaratıcı zihinlerin var ettiği yeni dünyalara<br />
göz atmamızı sağlar. Rutin yaşamdan kaçamak<br />
yapmak için birebirdir. En büyük handikapı ise hayal<br />
dünyasının yarattığı bu evrenlerin kendi gerçeklik<br />
çizgisinin çok kolay bozulabiliyor olmasıdır ki bu<br />
filmi anormal ucuzlaştırır. Hollywood bu taktiksel<br />
hataya düşmemek için özellikle bilimkurgularda roman<br />
ve hikaye uyarlamalarına dayanır. Bizim çok<br />
önem verdiğimiz, hatta klasikleşen birçok bilimkurgu<br />
aslında edebiyat uyarlamasıdır. Dune, Minority Report,<br />
Blade Runner gibi filmler bunlara örnek olarak<br />
verilebilir. 19<strong>90</strong>’ların sonuna kadar ciddi politik<br />
göndermeleri olan, güncel hayata dair gelecek için<br />
önemli öngörüler yapan bilimkurguların 2000’lerdan<br />
itibaren farklılaştığını görüyoruz. Bütün ideolojiler<br />
nasıl kapitalizm tarafından sömürülüyorsa ve herşey<br />
popüler olma ihtiyacı yüzünden basitleşiyorsa ne<br />
yazık ki bilimkurgular da aynı süreçten geçiyor. Hollywood<br />
bu sürecin sonucu olarak gençlik filmleriyle<br />
bilimkurguyu birleştiren bir yol yarattı. Kendi adıma<br />
ben bu tür filmlere “ergenkurguları” diyorum. Örnek<br />
olarak Twillight, Maze Runner ve Açlık Oyunları<br />
serilerini verebiliriz. Hepsinde genç güzel bir kız ya<br />
uzaylılarla veya doğaüstü güçlerle uğraşır. Arada<br />
mutlaka bir aile ilişkisi, anne, baba, kardeş sevgisi<br />
ve kurtarma güdüsü vardır. Ve tabii mutlaka bir aşk<br />
yaşanır. Hayattan daha hiç bir ders almamış çıtır<br />
kızımız yaşadığı talihsizliklerden sonra eline bir silah<br />
alır başlar savaşmaya. Bu arada bu tür filmlerin<br />
senaryolarında saçma bir devrim vurgusu da yapılır<br />
illa. Bağdat Caddesi’nde Che tişörtüyle dolaşan<br />
ergenin devrimi tadında yani. Bu noktada herşey<br />
ucuzlaşıyor. Saçma bir kahramanlık hikayesiyle<br />
yüceltilmiş çıtır kız ve çıtır oğlan hikayelerine de biz<br />
yeni bilimkurgu dünyası demek zorunda kalıyoruz.<br />
İşte bu hafta vizyona giren 5. Dalga tam da böyle<br />
bir film. Rick Yancey’nin romanına dayanan filmin<br />
senaristlerine bir bakayım dedim üç isim var hepsi<br />
de kariyerlerinde romantik film senaryoları yazmak<br />
dışında bir şey yapmamışlar. Yönetmen J.Blakson<br />
ise kariyerinin ikinci filmini yönetiyor. Aslında onun<br />
da senarist kökenli olduğunu söylemeliyiz ama<br />
geçmişinde bilimkurguyla uzaktan yakından ilgisinin<br />
olmadığı yaptığı işlerden ortada. Kısacası<br />
bilimkurgu türü popüler ve ucuz romantizm ile<br />
pişmiş ellerde türün sadece bir gölgesi olarak devam<br />
etmekte. 5. Dalga filminin çıtır kızıysa Chloe<br />
Grace Moretz. Carry filminden hatırlayabileceğimiz<br />
1997 doğumlu Moretz son dönemin yükselen<br />
yıldızı. Diğer meslektaşlarına göre en büyük<br />
avantajı aslında oyunculuk gücü değil. Fiziki olarak<br />
birçoğundan iyi. Bu da ucuzlaşan standartların en
aradığı değer herhalde. Tabii haksızlık da yapmak<br />
istemiyorum. Bu tür filmlerin de kendi içinde iyileri<br />
ve kötüleri var. Mesela Twilight bence bu türün en<br />
iyileri arasında, 5. Dalga’ya gelirsek en kötülerinden<br />
diyebilirim. Filmin konusunu kısaca anlatayım,<br />
5. Dalga’da, uzaylılar tarafından yapılan öldürücü<br />
gücü gitgide artan dört saldırı dalgası Dünya’nın<br />
büyük bir kısmını kırıp geçirmiştir. Korku ve<br />
güvensizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda, Cassie<br />
umutsuzca erkek kardeşini bulmaya çalıştığı bir<br />
koşturmacanın içindedir. Kaçınılmaz ve ölümcül<br />
5. dalgaya hazırlanırken, genç kız kendisinin son<br />
umudu olabilecek genç bir adamla işbirliği yapar.<br />
Bu birliktelik Cassie’nin hiç tahmin etmediği bir<br />
gerçeğin ortaya çıkmasıyla dezavantaja dönüşür.<br />
Filmde Chloe Grace Moretz’in rol arkadaşı yakışıklı<br />
çocuğu oynayan Alex Rose’un karakteri tam bir<br />
klişe. Böyle diyorum ama hangi rol klişe değil diye<br />
sorsanız inanın cevap veremem. Kısacası eğer<br />
lisede arkadaşlarla okul sonrası bir filme gitmek<br />
istiyorsanız bu film iyidir. Ama bilimkurgu türüne<br />
gönül vermiş biriyseniz size Allah sabır versin.
n BBize Babalar Savaşıyor olarak çevrilen Daddy’s<br />
Home özlük ve üveylik kavramları üzerinden<br />
gayet yüzeysel bir sorgulamanın içine atıyor bizi.<br />
Tabii mevzu komedi olduğu için derin mevzular<br />
bize pek gevşek yansıyor.<br />
Son olarak Patrondan Kurtulma Sanatı 2’yle<br />
karşımıza çıkan senarist ve yönetmen Sean Anders<br />
bu kez Mark Wahlberg ve Will Ferrell’i karşı<br />
karşıya getirmiş. Ve ortaya gayet sulu sepken<br />
bir komedi çıkmış ama bir yandan da bu mevzu<br />
başka türlü nasıl anlatılabilirdi diye düşünmeden<br />
edemiyor insan. Filmin komik adamı elbette Will<br />
Ferrell olunca bütün bombardımanlar onun üzerinden<br />
olur. Bir daha asla baba olacağını Brad,<br />
karısının iki çocuğunu kendi çocukları gibi bağrına<br />
basar. Ama gerçek babalarının yolunu gözleyen<br />
iki afacanın Brad’i sürekli ezme çabalarına gerçek<br />
baba Dusty’nin de baskıları eklenince Brad’e<br />
üzülmekten başka bir şey gelmiyor elimizden.<br />
Yani film komedi unsurunun içine bir güzel dramı da<br />
katmış oluyor çaktırmadan.<br />
Filmi izlerken üvey baba Brad’e yapılanları çok fazla<br />
buldum, tabii bunların hepsi aşağılama edebiyatı<br />
üzerinden yapılan komiklikler. Yani bu kadarı da<br />
fazla dedirtmeyi başardı. Eve dadanan ve fazlaca<br />
göze batan ustayı da unutmamak lazım. Bir yandan<br />
da filmin karakterleri aracılığıyla verdiği dürüstlüğü<br />
sevdim. Dusty harbice üvey babayı alt etmeye<br />
geldiğini, karısını ve çocuklarını tekrar kazanmak<br />
için her şeyi yapacağını söylüyor. Yani Brad hızlıca<br />
inişe geçerken Dusty her anlamda yükseliyor. Filmi<br />
Robert De Niro’nun Zor Baba filmine benzettim.<br />
Sürekli yükselip alçalan rekabet ivmesinin dozu yok,<br />
burada da aynısı oluyor. Film sonrasında fazlaca<br />
gerdiği mevzuyu toplama yoluna gidiyor ve Dusty’e<br />
de her şeyin herkesin başına gelebileceği gerçeğini<br />
hatırlatmaktan geri durmuyor.
n Geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde gösterilen<br />
Ben Hopkins’in çektiği belgesel Hasret bu ay vizyona<br />
giriyor. Yer yer stilize, sofistike ve gerçeği hayali<br />
süslemelerle taçlandıran Hasret, izledikten sonra<br />
ağızda güzel bir tat bırakıyor. Altın Portakal’da<br />
“Pazar Bir Ticaret Masalı” filmiyle en iyi film ödülünü<br />
alan Ben Hopkinsbu kez de etkili bir belgeselle<br />
karşımızda.<br />
Almanyalı küçük bir film ekibi, kendi ülkelerindeki<br />
yerel bir kanal için İstanbul’a dair bir film çekmek<br />
amacıyla Türkiye’ye gelir. Yaşayan şehirden<br />
geçmişin şehrine doğru bir yolculuğa çıkar ve<br />
İstanbul’un gizli saklı kalan gerçeklerini keşfeder.<br />
Eski mahallelerin yıkılması ve yenilenmesi, göçmen<br />
işçiler, hükümete karşı direniş, şehirde<br />
yaşayan çok çeşitli dinler ve topluluklar, İstanbul’un<br />
tuhaf derecede melankolisi onu içine çekecektir.<br />
Belgesel çekmek zaten zor bir işken, şehir belgeseli<br />
çekmek daha da zor bir iş. O şehrin dokusunu,<br />
insanlarını, kokusunu, seslerini, mekanlarını iyi<br />
tanımanız gerekir. O şehirde yaşıyor olmanız bu<br />
işi bir nebze olsun kolaylaştırır. Ancak bir yabancı<br />
olarak o şehre dahil olmak ve o şehri dakikalara<br />
sığdırmak ustalık gerektirir. İşte, Ben Hopkins<br />
bunu başarabilmiş bir yönetmen. Hopkins,<br />
Berlin’de yaşayan bir İngiliz yönetmen. Belki de<br />
bu kültür çeşitliliğinin İstanbul’u iyi aktarmasında<br />
sağladığı yarar da vardır. Üstelik “Pazar Bir Ticaret<br />
Masalı”yla da Türkiye’ye ve Türklere dair<br />
oldukça bilgi sahibi. Yıllar önce, adını maalesef<br />
hatırlayamıyorum ama, Enis Rıza Sakızlı sayesinde<br />
bir şehir belgeseli izlemiştim. Münih üzerine,<br />
enfes bir belgeseldi. Çok etkilenmiştim. Orayı hiç<br />
görmeden kuvvetli bir bağ oluşmuştu bende. Yıllar<br />
sonra Münih’e gittiğimde o bağ yeniden canlandı<br />
ve hatıramda eşsiz bir şehir olarak yer almakta<br />
hala Münih. Bir şehir belgeselinin sıradan insanda<br />
yarattığı yoğun duyguya bakın... “Hasret”, bir<br />
yabancıda bu kadar güçlü bağlar bırakabilir mi<br />
bilmiyorum ama doyurucu, bilgilendirici ve belgeleyici<br />
yönü oldukça sağlam!<br />
Martılardan kedilere, balıkçılardan bakkallara, güzel<br />
manzaralardan leş sokaklara çok şey görebilirsiniz<br />
Hasret’te, İstanbul’a dair. Taksim’in arka sokaklarında<br />
gezi olaylarına katılan gencin söylemlerine de Fatih’te<br />
tarikat müridi olduğu her halinden belli olan bir adamın<br />
dinle ilgili görüşlerine de şahit olabilirsiniz. Gücünü bir<br />
şehrin sosyo-kültürel düzleminden alan belgesel hiç<br />
sıkmadan, bıkıp usanmadan izleyebileceğiniz özgünlükte.<br />
Yer yer kurgusal anlara da yer veren Hasret’in en<br />
güzel yönlerinden biri de seyircinin bilinçaltına işlediği<br />
şiirsellik.<br />
İstanbul özelinde memleketin değişiminin de altını<br />
çizebilen, yer yer bu şehre ve yaşayanlarına dair güçlü<br />
tespitler sunan Hasret, mutlaka sinemada izlenmesi<br />
gereken yapımlardan biri. Hopkins’in Türkiye’yi plato<br />
olarak daha sık kullanması dileğiyle!
n 88. Akademi Ödülleri ya da hepimizin bildiği<br />
ismiyle Oscar Ödülleri, Los Angeles’ta bulunan<br />
Dolby Tiyatrosu’nda düzenlenen törenle<br />
sahiplerini buldu. Chris Rock’ın sunuculuğunu<br />
üstlendiği törende En İyi Film Oscar’ının sahibi<br />
Spotlight olurken Mad Max: Fury Road 6, The<br />
Revenant 3 ödül kazandı. Gecenin sürprizini ise<br />
En İyi Görsel Efekt kategorisinde ödüle uzanan<br />
ve tören öncesinde bu kategorinin en zayıf<br />
halkası olarak görünen Ex Machina yaptı.<br />
Geride bıraktığımız yılın adayları arasında seyirci<br />
tarafından en çok sevilen film hiç kuşku yok<br />
ki, The Grand Budapest Hotel olmuştu. Geceye<br />
kostüm ve makyaj gibi kategorilerde ödüllerle<br />
başlayan film yönetmen ve film kategorilerinde<br />
görmezden gelinerek toplamda 4 ödülle geceyi<br />
tamamlamıştı. Bu sene de benzer bir süreç Mad<br />
Max: Fury Road ile yaşandı. Senaryo ödüllerinin<br />
ardından açıklanan neredeyse tüm ödülleri silip<br />
süpüren film; makyaj, kostüm ve prodüksiyon<br />
tasarımı gibi kategorilerde topladığı ödüllerle<br />
geceyi en fazla ödül alan film unvanıyla kapadı.<br />
Yönetmen kategorisinin iddialı isimlerinden<br />
olan, filmin yönetmeni George Miller ise bu<br />
kategoride ödülü The Revanant’ın yönetmeni<br />
Alejandro González Iñárritu’ya kaptırdı. Iñárritu<br />
bu ödülle birlikte Birdman’in ardından art arda<br />
ikinci kez yönetmen ödülüne layık görülmüş<br />
oldu. Miller ile Iñárritu arasında kişisel tercihim<br />
Miller’dan yana olsa da tıpkı geçen yıl olduğu<br />
gibi bu yılda Iñárritu ödülü sonuna kadar hak<br />
ediyordu.<br />
Oyunculuk kategorilerinde ise herhangi bir<br />
sürpriz yaşanmadı. Artık neredeyse tüm
dünyanın en önemli sorunu haline gelen<br />
Leonardo DiCaprio’nun Oscar alamamış<br />
olması, başarılı oyuncunun The Revanant’taki<br />
performansıyla ödüle layık görülmesiyle son<br />
buldu. Ne yazık ki, hatıralarımızda yakın tarihten<br />
The Wolf of Wall Street gibi bir örnek<br />
varken DiCaprio’nun belki de en az hak ettiği<br />
performansıyla ödüle uzandığını söyleyebiliriz.<br />
Bu kategoride ödülü hak eden ismin<br />
ise Eddie Redmayne olduğunu eklemek gerekiyor.<br />
Ancak hem geçen sene almış olduğu<br />
ödül, hem de Akademi’nin üzerindeki Di-<br />
Caprio baskısı genç oyuncunun törenden eli<br />
boş ayrılmasına sebep oldu. Yardımcı erkek<br />
kategorisinde ise ödül Mark Rylance’ın oldu;<br />
Sylvester Stallone bir kez daha - belki de<br />
son kez - törenden eli boş ayrıldı. Oyunculuk<br />
kategorilerini incelemeye devam edecek olursak,<br />
En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde ödül<br />
sezon un başından bu yana belli olduğu gizi<br />
Room filmindeki performansıyla Brie Larson’un<br />
oldu. Hem Room’un hem de Brie Larson’ın<br />
performansının Akademi tarafından bu denli<br />
sevilmiş olmasını anlamak mümkün değil.<br />
Sıradan hatta vasat bir uyarlama olan Room’un<br />
ödül töreninde En İyi Film dahil dört kategoride<br />
aday gösterilmesi ve törenden oyunculuk kategorisinde<br />
ödülle ayrılması Oscarlar’ın filmle<br />
ilgili değil yapımcılarının reklam çalışmalarıyla<br />
ilgili olduğunu bir kez daha kanıtlar nitelikte.<br />
Yardımcı kadın kategorisinde ise ödül<br />
yine beklendiği üzere The Danish Girl’deki<br />
performansıyla Alicia Vikander’ın oldu. Bu<br />
kategoride haksızlıktan bahsetemesek de ödül<br />
sezonu boyuncu Jennifer Jason Leigh’in görmezden<br />
gelinmesi son derece enteresandı.
Deniz Gamze Ergüven’in uzun metraj çalışması<br />
Mustang’in Türkiye’den değil de Fransa’dan<br />
aday gösterilmesiyle başlayan ve bizim ülkemizde<br />
de bir hayli ses getiren Yabancı Dilde En<br />
İyi Film kategorisinin kazananı Son of Saul oldu.<br />
Bazı popüler isimlerin Mustang filmini dillerine<br />
dolaması sebebiyle ödül sezonunu yakından<br />
takip etmeyenler için Mustang’in ödül alabilme<br />
ihtimali heyecan yaratsa da ödül hak edene Son<br />
of Saul’a verildi.<br />
Her yıl olduğu gibi bu yıl da ödül sezonunun<br />
başlamasıyla birlikte filmler ve bu filmlerin Oscar<br />
şansları büyük farklılıklar gösterdi. Sezona<br />
favoriler arasında giren Spotlight ve The Big<br />
Short’un şanslarının her geçen gün azaldığı bir<br />
tablo karşımıza çıkarken Alejandro González<br />
Iñárritu’nun The Revenant’ı favori durumuna<br />
yükseldi. Spotlight ve The Big Short geceye<br />
senaryo ödülleriyle başlasa da en iyi film kategorisine<br />
geçilmeden önce iki filmin haznesinde<br />
de sadece birer ödül yer alıyordu. Morgan<br />
Freemen, En İyi Film Oscar’ını açıklamak<br />
için sahneye çıktığında neredeyse herkes ünlü<br />
oyuncunun ağzından “The Revenant” kelimelerinin<br />
çıkacağına emindi ancak ödül benim de<br />
kişisel favorim olan Spotlight’ın oldu. Uzun<br />
yıllar sonra neredeyse ilk kez kişisel olarak<br />
desteklediğim filmin büyük ödülü kazanması<br />
sebebiyle farklı bir mutluluk yaşadığımı itiraf<br />
etmeliyim. El aldığı konuyu tüm boyutlarıyla<br />
inceleyen, belgesel ile kurmaca arasındaki ince<br />
çizgide son derece doğru bir yerde konum-
lanan, görsel bir şölen sunmak yerine sade<br />
ancak etkileyici bir anlatı tercih eden film sonuna<br />
kadar hak ettiği bir ödüle layık görülmüş<br />
oldu.<br />
Törenin Ardından Kısa Kısa…<br />
*Emmanuel Lubezki art arda üçüncü kez Oscar<br />
kazanan ilk görüntü yönetmeni oldu. Usta<br />
görüntü yönetmeni Roger Deakins ise 13. kez<br />
aday olduğu Akademi Ödülleri’nden yine eli<br />
boş döndü.<br />
*Spotlight, en iyi film kazananları için süregelen<br />
üç ödül kuralını da yıktı. Film, Cecil B.<br />
DeMille’in yönettiği 1952 yapımı The Greatest<br />
Show on Earth’ten tam 63 yıl sonra toplamda<br />
üç ödüle uzanamadan En İyi Film Oscar<br />
Ödülü’nü kazanan ilk film oldu<br />
*Pek çok klasik filmin müziklerinde imzası bulunan<br />
ve sinemaseverler tarafından çok sevilen<br />
İtalyan bestekâr Ennio Morricone, Akademi<br />
Ödüllerindeki beş adaylığının ardından The<br />
Hateful Eight’te yaratmış olduğu şaheseriyle<br />
nihayetinde En İyi Film Müziği dalında Oscar<br />
Ödülünün sahibi oldu.<br />
*Alejandro González Iñárritu, The Birdman’ın<br />
ardından The Revanant ile de En İyi Yönetmen<br />
Oscar’ına layık görülerek bu ödülü art arda<br />
kazanmış oldu. Iñárritu’dan önce bu ödüleThe<br />
Grapes of Wrath (1940) - How Green Was My<br />
Valley (1941) filmleriyle John Ford ve A Letter<br />
to Three Wives (1949) - All About Eve (1950)<br />
filmleriyle Joseph L. Mankiewicz art arda layık<br />
görülmüştü.
n Ha geldi ha gelecek derken yılın<br />
süper kahraman karşılaşması, Batman<br />
ve Superman’i karşı karşıya getirecek<br />
olan Batman v Superman: Dawn of<br />
Justice son çeyreğe girdi. Hayranların<br />
büyük merakla beklediği bu kapışma<br />
öncesinde Batman ve Superman’in<br />
geçmişine şöyle bir göz atalım.<br />
Bob Kane ve yazar Bill Finger<br />
tarafından ilk defa 1939 yılında yaratılan<br />
Batman yani Yarasa Adam, çizgi roman<br />
dünyasının yanı sıra pek çok kez<br />
televizyon ve beyazperdeye uyarlanmış<br />
oldukça da ilgi görmüş bir karakter. İlk<br />
olarak 1943 yılında seyirci ile buluşan<br />
Gotham’ın kara şövalyesi ardından<br />
1949 yılında Batman and Robin filmi<br />
ile seyirci ile buluştu. 1966 yılında ise<br />
adeta karakterle özdeşleşmiş olan<br />
Adam West’in karakteri canlandırdığı<br />
Batman: The Movie çekildi. Sonrasında<br />
televizyona transfer olan Batman, 1966<br />
- 1968 yılları arasında ekranda boy<br />
gösterdi.<br />
1989 yılında ise başarılı yönetmen Tim
Burton’un ellerinde yeniden<br />
şekillenen kara şövalye bu sefer<br />
Michael Keaton ile hayat<br />
buldu. Burton’un tarzına<br />
yakışır karanlık bir konseptte<br />
çekilen ilk iki film<br />
(Batman 1989, Batman<br />
Returns, 1992) ardından<br />
yapımcılar daha renkli<br />
ve çocuklara daha çok<br />
hitap eden bir Batman<br />
uyarlamasını tercih ettiler ve<br />
karakteri Val Kilmer’a emanet ettiler.<br />
1995 yılında vizyona Batman Forever<br />
renkli cast çalışması ile dikkat çekiyordu.<br />
Bu sefer yönetmen koltuğunda<br />
aksiyon filmleri ile meşhur Joel<br />
Schumacher vardı. Burton’un karanlık<br />
konseptinden uzaklaşılmış, daha<br />
popüler bir kitleye hitap eden bu yeni<br />
tarz dönülmez bir yolun da sonunu<br />
gösteriyordu.<br />
1997 yılında yine Schumacher’in<br />
yönetmenliğinde bir devam filmi geldi<br />
ki film adeta adını tarihe yazdırdı. Bu
ad yazdırma elbette ki vasat özellikleriyle<br />
oldu... Batman rolünde George Clooney yıllar<br />
geçmesine rağmen hala özür diliyor, Joel<br />
Schumacher “benim suçum değil yapımcılar<br />
böyle istedi” diyor ama sonuç itibarı ile<br />
hafızalardan silinmeyecek vasatlıkta bir film<br />
ortaya çıkıyordu. Film adeta bir lunapark<br />
eğlencesi gibiydi. Birbirinden ünlü oyuncular<br />
rengarenk kostümler ve oyuncaklar içerisinde<br />
kötü bir uyarlama ile seyircilerin karşına<br />
geçiyorlardı. Filmde kimler yoktu ki, Arnold<br />
Schwarzenegger’den Uma Thurman’a, Alicia<br />
Silverstone’dan Chris O’Donnell’a birbirinden<br />
farklı ve kimyaları tuhaf kaçan oyuncular bir<br />
aradaydı.<br />
Bu kötü uyarlamadan sonra Gotham’ın kara<br />
şövalyesi derin bir sessizliğe gömüldü. Ta ki<br />
yetenekli yönetmen Christopher Nolan 2005<br />
yılında yeniden diriltene kadar. Batman Begins,<br />
diğer uyarlamalara oranla daha gerçekçi<br />
bir konsept sergileyerek filmden polisiye<br />
tadı almamızı da sağlıyordu. Bu sefer Batman<br />
rolünde Christian Bale vardı. Müthiş<br />
bir cast, yönetmenlik ve hikaye ile film Batman<br />
hayranlarından tam puan alıyordu. İki<br />
de devam filmi çekilen seri (her ne kadar son<br />
filmi film Dark Knight Rises benim olduğu gibi<br />
çoğu kişinin içine sinmese de) muazzam bir<br />
üçleme ile sonlanıyordu.<br />
Superman’in yolculuğu ise 1933 yılında<br />
başladı. Jerry Siegel ve Joe Shuster<br />
tarafından yaratılan karakter pek çok evreden<br />
sonra son halini almıştır. Kripton gezegeninden<br />
dünyamıza gelen, uçma kabiliyetine sahip<br />
süper güçleri olan kahraman 1948 yılında<br />
seyirci ile buluştu. Ancak onu asıl seyirci ile<br />
tanıştıran 1978 yapımı, başrolünde Christopher<br />
Reeve ve Gene Hackman’ın olduğu film<br />
oldu. Richard Donner yönetmenliğindeki film<br />
oldukça beğenildi ve Superman karakterinin<br />
Christopher Reeve ile anılmasına neden oldu.<br />
Üç de devamı çekilen seriden sonra Superman<br />
çeşitli dizi ve animasyon konseptleriyle<br />
televizyonda seyirci ile buluştu. 2006<br />
yılına gelindiğinde ise film yetenekli yönetmen<br />
Bryan Singer yönetmenliğinde “Superman<br />
Returns” adı ile çekildi. Bu sefer SUperman<br />
rolünde genç aktör Brandon Routh vardı.<br />
Superman’in ezeli düşmanı Lex Luthor’u ise<br />
Kevin Spacey canlandırıyordu. Film istenen etkiyi<br />
bırakmadı. Yönetmen koltuğunda X-Men serisini<br />
bırakıp Superman’e yönelen Singer da bir fark<br />
yaratamayınca tek film ile kaldı Superman’in bu<br />
yeni macerası.<br />
Uzun bir sessizlikten sonra, Nolan’ın Batman<br />
serisinin de getirdiği ses ile birlikte “300”,<br />
“Watchmen” gibi filmlere imza atan başarılı<br />
yönetmen Zack Snyder, arkasına kankası Christopher<br />
Nolan’ı da alan alarak yeni nesil bir Superman<br />
filmine el atmaya niyetlendi. 2013 yılında<br />
çekilen ve Superman efsanesini baştan anlatan<br />
yapımda birbirinden ünlü isimler yer aldı. Kevin<br />
Costner, Russell Crowe, Michael Shannon,<br />
Amy Adams, Laurence Fishburne gibi yıldızlar<br />
topluluğunun oluşturduğı filmde Superman karakterini<br />
Henry Cavill canlandırıyordu. Günümüz<br />
dijital efektleri ve yeni nesil hikaye konsepti ile<br />
Superman “Man of Steel” ile bizlere selam veriyordu.<br />
Zack Snyder’ın kendisine has üslubu ile<br />
ortaya çıkan bu film hem gişe bağlamında hem de<br />
eleştiri bağlamında oldukça iyi geri dönüşler aldı.<br />
Çok geçmeden Superman’in bu başarısını devam
Bilindiği gibi Ben Affleck 1997 yapımı dram Good<br />
Will Hunting ile en iyi senaryo Oscar’ı kazanmış,<br />
ardından 2013 yapımı tartışmalı film Argo ile en<br />
iyi yönetmen ödülüne layık görülmüştü. Kamera<br />
arkasında çok daha iyi iş yaptığını düşünen<br />
kesim azımsanmayacak kadar fazla. Ancak Affleck<br />
Batman konusunda daha ilk günden beri<br />
fazlasıyla hevesli. Yönetmen Snyder’a göre de<br />
Affleck bu işin altından hakkıyla kalkmış durumda.<br />
filmi ile taçlandırmak isteyen başarılı yönetmen<br />
Snyder, bu sefer filme Batman’i de dahil etmek<br />
niyetindeydi. Batman’i tekrar canlandırılması<br />
gündemde olsa da Dark Knight serisinde<br />
başarılı performansı ile akıllara kazınan Christian<br />
Bale rolü kibar bir şekilde geri çevirdi.<br />
Başka birini Batman olarak görecek olmanın<br />
keyifli olacağını dile getirdi. Bundan sonrası<br />
adeta dedikodu kazanı... Batman karakteri için<br />
ortaya bir çok aktörün ismi atıldı ancak hiçbiri<br />
doğrulanmadı. Ta ki bir sabah güne gözlerimizi<br />
açtığımızda karşımızda yeni Batman’in ismini<br />
görene kadar. Öyle ki çoğumuzu şok eden bu<br />
isim Ben Affleck’ten başkası değildi.<br />
Affleck, daha önce yine bir çizgi roman<br />
kahramanı olan Daredevil’ı canlandırmış ancak<br />
film hem prodüksiyon anlamında hem de<br />
gişe anlamında istenen sonucu vermemişti.<br />
Bu nedenle hayranların temkinli yaklaştığı isim<br />
ilk fargman yayınlanana kadar hep bir soru<br />
işaretiydi. Hayranlar Affleck’in nasıl bir Batman<br />
olacağını kara kara düşünürken ilk görsel düştü<br />
ve hayranların içi bir nebze rahatladı. Diğer<br />
Batman’lere oranla daha olgun, yaşını almış bir<br />
karakter vardı karşımızda. Superman’a karşı<br />
vereceği mücadele ise sabırsızlıkla bekleniyor.<br />
Fragmanlara baktığımızda biz de çok<br />
yadırgamasak da en iyi sonucu izleyince<br />
alacağımız aşikar. Superman’i yine Hanry<br />
Cavill’in canlandıracağı, Batman’e ise Ben<br />
Affleck’in hayat vereceği Batman v Superman:<br />
Dawn of Justice’da “Man of Steel” kadrosuna ek<br />
olarak ayrıca Jesse Eisenberg, Jason Momoa,<br />
Gal Gadot, Jeremy Irons gibi birbirinden usta<br />
isimler katılıyor. Beyazperdede ilk defa Batman<br />
ve Superman’in birbirileri ile olan karşılaşmasını<br />
izleyecek hayranlar sabırsızlıkla vizyon gününü<br />
bekliyor. Daha önce çizgi serilerde defalarca<br />
birlikte izlediğimiz bu iki efsane karakterin<br />
kapışmaları şimdiden fargmanlar sayesinde olay<br />
yaratmış durumda. Geçmiş yıllarda izlediğimiz<br />
Batman ve Superman uyarlamalarından çok daha<br />
farklı bir konseptin bizi beklediği belli. Film de<br />
ayrıca yine çizgi roman dünyasından tanıdığımız<br />
Wonder Woman, Aquaman, Flash gibi isimleri<br />
de ilk defa bir arada görecek olmanın heyecanı<br />
mevcut. Birbirinden başarılı isimlerin bir arada<br />
bulunduğu ve Batman ile Superman’i karşı<br />
karşıya getirecek Batman v Superman: Dawn of<br />
Justice 25 Mart 2016’da seyirci ile buluşacak.<br />
Seri bu kadarla da kalmayacak aynı ekibi bir<br />
araya toplayacak The Justice League Part One<br />
2017’de, Justice League Part Two da 2019’da<br />
hayranlar ile buluşacak. Marvel serisinin peş<br />
peşe atak yaptığı şu günlerde DC’de şaha kalkmak<br />
üzere. Seriyle bağlantılı Suicide Squad’ı<br />
da Ağustos ayında izleyeceğimizi artı parantez<br />
belirtmek gerek. Ayrıca Wonder Woman, Aquaman<br />
ve Flash’ın da solo filmlerinin peş peşe<br />
geleceğini hatırlatalım. Ne diyelim önümüzdeki<br />
yıllarda da süper kahraman filmlerine doymaya<br />
devam edeceğiz gibi görünüyor.
Bu hafta vizyona giren Senarist filminin yönetmeni Hulusi<br />
Orkun Eser ile başrol oyuncusu Dilara Büyükbayraktar<br />
filmlerinin kolay tüketilecek bir yapım olmadığını, izleyicinin<br />
filmi bir kere daha izlemek isteyeceğini söylediler...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sinemasında bir kalite sorunu olduğu<br />
ortada. Birçok yönetmen bu problemi aşmak için<br />
iyice basitleştirdikleri yapımlarla izleyiciye yükleniyor.<br />
Ama bu hafta vizyona giren Senarist gibi bir<br />
filmde var. Yönetmeni Hulusi Orkun Eser ve başrol<br />
oyuncusu Dilara Büyükbayraktar filmlerinin kolay<br />
anlaşılabilecek bir film olmadığını söylüyorlar. Hatta<br />
filmi anlamak için ikinci kere seyredecek izleyiciler<br />
olacağını iddia ediyorlar.<br />
Senarist’i yazma fikri nasıl başladı?<br />
Hulusi Orkun Eser: Benim kitaplardan biraz psikolojiye<br />
merakım vardı. Filmin alt meni Türkiye’nin<br />
siyasi konularına değiniyor. Bunlara da ilgim vardı,<br />
araştırıyordum. Temeli buradan çıktı aslında. Temel<br />
konuları belirleyip 1-1.5 yıllık süreçte araştırma<br />
yapıp 6 aylık yazım süreciyle gelişti.<br />
Sizi tetikleyen bir olay bir hikaye var mıydı? Yoksa<br />
tamamıyla kurmaca mı?<br />
Hulusi Orkun Eser: Aslında filmdeki karakterler<br />
kurmaca. Ama hepsinin dayandırıldığı bir yer var.<br />
Filmdeki olay evrensel aslında çok kurmaca değil.<br />
Her yerde bir şekilde insanların gözüne sokulmadan<br />
yaşandırılıyor olaylar.<br />
Peki senaryo size geldiğinde filmde neden olmak<br />
istediniz? Biraz da rolünüzden bahseder misiniz?<br />
Dilara Büyükbayraktar: Bu benim ilk beyaz perde<br />
tecrübem. Ben Konya’da çalışıyordum bir dizide.<br />
Orkun da gelip benimle çalışmak istediğini<br />
söylediğinde çok heyecanlandım. Çünkü filmin<br />
içinde Siyonizm var. O sıralar ben de çok<br />
araştırıyordum siyonizmi. Dolayısıyla dikkatimi<br />
çekti. Oynadığım karakter de filmde erdemli bir<br />
karakter. Film de bir taraf erdemler bir taraf karanlık.<br />
Ben de iyi bir karakter oynamayı istiyordum uzun<br />
süreden beri. O yüzden beni çeken şey bu oldu. Bir<br />
de ilk tecrübem, Orkun da sağ olsun iyi bir yönetmen.<br />
Ufak ufak adımlar atmaya başladı. İnşaallah çok iyi<br />
bir yönetmen olacak ileride.<br />
Hulusi Orkun Eser: İnşaallah.<br />
Dilara Büyükbayraktar: Dolayısıyla böyle bir ekiple<br />
çalışmayı çok istedim.<br />
Normalde sizin genellikle dizileriniz var. Bu ilk filminiz.<br />
Daha önce projeler geliyor muydu? Yoksa rast mı<br />
geldi?<br />
Dilara Büyükbayraktar: Yoo rast geldi. Şöyle Konya<br />
da dizi çekildiği için dolayısıyla çok fazla insan<br />
tanımıyorum. Bulunduğum yerden dolayı da çok fazla<br />
proje gelmiyordu açıkçası. Orkun’la beraber başladı<br />
bu serüven. Bakalım bundan sonra iyi şeyler olacak<br />
inşallah.<br />
Türk sineması için aslında çok tecrübe edilmemiş bir<br />
tür Senarist filmi. Birçok tür var fakat gizem filmlerini<br />
daha çok dünya sinemasında görüyoruz.<br />
Hulusi Orkun Eser: Bu tür de birçok filmin analizini<br />
yaptım. Takip ettiğim bazı yönetmenler var. Belli başlı<br />
hayranı olduğum filmler var. Zaten filmde esintiler<br />
var. Asıl onları referans aldım. Nasıl anlatmışlar, nasıl<br />
yansıtmışlar. Sadece Türkiye ile sınırlı olsun istemedim<br />
film, ne kadar gider, nasıl yurtdışına açılabiliriz<br />
onu bilmiyorum. Ama en azından yabancı biri de filmi<br />
izlediğinde anlayabilsin istedim. Biraz daha evrensel<br />
bir film olsun istedim. O yüzden filmleri inceleyerek<br />
nasıl daha evrensel bir anlatım yakalayabilirim diye<br />
baktım. Etkilendiğim yönetmenleri sıkı markaja alarak<br />
filmin teknik kısmında kullandım. Sonuçta ilk filmim.<br />
Daha önce onlarca reklam filmi çektim, dizilere görsel<br />
efekt yaptım. Tanıtım, animasyon filmi yaptım. Piyasa
tecrübem var ama sinemaya dair tecrübem yoktu.<br />
Açıkçası başlayalım allah ne verdiyse dedik.<br />
Peki rol üzerine nasıl hazırlandınız?<br />
Dilara Büyükbayraktar: Çok fazla bir hazırlık<br />
sürecim olmadı. Çünkü aynı zamanda dizi de<br />
çalışıyordum. Dizi setinden çıkıp filmin setine geliyordum.<br />
Daha çok Mustafa Uzunyılmaz ve Tuncay<br />
Bey’le sahnelerim vardı. Onlar da yılların tecrübeli<br />
tiyatrocusu, oyuncusu aynı zamanda. Onlar destek<br />
oldular önümü görmem açısından, sağ olsunlar. Onlardan<br />
destek alarak hazırlandım diyelim.<br />
Siz filmin hazırlık aşamasında neleri örnek aldınız?<br />
Literatür çalışmanız oldu mu?<br />
Dilara Büyükbayraktar: Dediğim gibi benim bu<br />
konuya biraz ilgim vardı. Araştırıyordum zaten<br />
nedir ne değildir diye. Filmden de çok bahsetmek<br />
istemiyorum. Çünkü bir şey söylersem o başka bir<br />
şeyi anlatacak. Biraz bulmaca var filmin içinde.<br />
Dolayısıyla filme başlamadan önce bildiğim birkaç<br />
bir şey vardı. Onların da benim kafam da açtığı bazı<br />
kapılar oldu. Filmin içinde onlar sayesinde karakteri<br />
oluşturdum. Türkiye’de çok fazla bilinen bir tür<br />
değil. Hani bir filmi izlersiniz ilk izlediğinizde bir şey<br />
anlamazsınız sonra ya bir film vardı neydi bir daha<br />
izleyim dersiniz işte bizim filmde böyle bir film oldu.<br />
Bir kere izlemekle insanlar doymayacak.<br />
Alaylı mı okullu musunuz?<br />
Dilara Büyükbayraktar: Evet Okulluyum. Eskişehir<br />
Anadolu Konservatuar 2011 mezunuyum. Ufak bir<br />
tiyatro, ardından dizi tecrübem şimdi de sinema<br />
tecrübem oldu.<br />
Yeşilçam veya Hollywood’ta, büyük sinema sektörlerinde<br />
sinema oyuncuları vardır. Bunlar isimlerini<br />
sinemada sağlamıştır. Ardından dizi ve tiyatro<br />
da oynarlar. Ama Türkiye’de nerdeyse tiyatro<br />
oyunculuğundan geçenler tartışmalıyken sinema<br />
oyuncusu hiç kalmadı. Özellikle genç oyuncular<br />
dizi de sinema da tecrübelerini aldıkları için<br />
sinema dili oluşturmada problem yaşıyorlar. Bu<br />
durumun avantajları veya dezavantajlarını nasıl<br />
yaşıyorsunuz?<br />
Dilara Büyükbayraktar: Dediğiniz o kadar doğru ki.<br />
Ülkemizde şöyle bir şey var belki başka ülkelerde<br />
de vardır bilmiyorum. Okul döneminde sınav stresleri,<br />
oyunlar, verilen onca emek var. Mezun olduktan<br />
sonra da bunun üzerine gidiyorum. Biz sadece<br />
tiyatro eğitimi almıyoruz. Oyunculuk namına nerde<br />
ne işi yaparsanız onun disiplinini öğreniyorsunuz.<br />
Fakat dışarı çıktığınızda o kadar farklı bir dünya<br />
var ki bazı yönetmenler, önüne oyuncu kataloğu<br />
geldiğinde hangi yarışmadan birinci olan mankenler<br />
varsa onunla çalışmak istiyorlar. Görselliği ön planda<br />
tutuyorlar. Bu noktadan sonra o kadar okul emeği can<br />
acıtıyor.<br />
Siz cast’ı nasıl hazırladınız?<br />
Hulusi Orkun Eser: Halis (Bayraktaroğlu) ağabey<br />
ve Mustafa (Uzunyılmaz) ağabeyi, rolleri yazarken<br />
düşünüyordum. Halis ağabeyin oyunculuğunu biliyordum.<br />
İlk yazmaya başladığımda aklımdaydılar. Diğer<br />
roller de Dilara ve Ebru uygundu. Tuncay ağabeyle<br />
de 5-6 görüşme sonrası anlaştık.<br />
Bazı yönetmenler var özellikle isim yapmış oyuncularla<br />
çalışmıyorlar. Kendi istedikleri elbiseyi daha<br />
rahat giydirebilmek için veya yanlarındaki tanınırlığın<br />
senaryoya etki etmemesi için. Siz hangisini tercih<br />
ediyorsunuz?<br />
Hulusi Orkun Eser: Bugüne kadar yapılmış iki<br />
filmim var. Böyle bir istatistik yapabilecek kadar film
geçmişim yok. Şahsi tercihim karaktere kim oturuyorsa<br />
onu isterdim. Senarist’te öyle yaptık. Fakat<br />
seyirci tanınmış oyuncu istiyor. Çünkü gişe yapmadan<br />
bir sonraki filme hazırlanmak zor.<br />
Film kaç kopya giriyor?<br />
Hulusi Orkun Eser: Şu an da 80-100 kopya arası<br />
ama artacak gibi duruyor.<br />
Türkiye’de kadın oyuncular 80’ler <strong>90</strong>’ların ikinci<br />
yarısına kadar feminizm etkisindeydi. Bunu yazan<br />
senaristler, yönetmenler oyuncular vardı. Fakat<br />
daha sonrasında geri adım atıldı. Bunu omuzlayacak<br />
cesaretli kadın oyuncular ve hikayeler azaldı.<br />
Siz bu konula ilgili ne düşünüyorsunuz?<br />
Dilara Büyükbayraktar: Biz oyuncuyuz, benim<br />
önüme ne verilirse onu oynarım. Kurallarım yok<br />
ama bir öpüşme sahnesi neye hizmet veriyor.<br />
Seyirci için mi rol için mi? Altı boşsa bana bir şey<br />
katmayacaksa oynamam. Böyle kriterlerim var. Ama<br />
onun haricinde feminist rol geldi oynamam gibi bir<br />
durum yok. Keşke gelse de oynasam.<br />
Hangi film türünü seviyorsunuz?<br />
Dilara Büyükbayraktar: Ben aksiyon severim.<br />
İzlemeyi de çok seviyorum. Onun haricinde psikolojik<br />
filmleri çok seviyorum.<br />
Türkiye’de sinema parçalanmış halde. Bir tarafta<br />
gişe filmleri bir tarafta festival filmleri diğer tarafta<br />
yönetmen ve korku filmleri. Bu nokta da tercihiniz?<br />
Dilara Büyükbayraktar: Gişe filmleri şu an çok kötü.<br />
İçi boş. Bunda sadece senarist, yönetmen, ve oyuncuya<br />
kızamıyorsunuz. Çünkü halk bunu istiyor. Komedi<br />
ya da romantik komedi istiyor. Ben bu noktada<br />
sanatsal filmler tercih ederim. Ama sanatsal filmler<br />
de karın doyurmuyor.<br />
Sizin içinde geçerli. Çektiğiniz film gişe filmi değil.<br />
Sonuçta içerik olarak kendi derdi olan ve tüketilmesi<br />
zor film. Fakat ikinci filmi çekmek için iş yapması<br />
lazım diyorsunuz, bu çıkmazdan nasıl çıkmayı<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Hulusi Orkun Eser: Aslında “Senarist” biraz arada<br />
oldu. Daha doğrusu sanat tarafındaydı ama araya<br />
çekildi gibi. Film duyurulmaya başlandıktan sonra<br />
reklamsız ciddi bir izlenme oranına kavuştu.<br />
Avantajımız bizim karşımızda pek filmin olmaması.<br />
Osman Pazarlama var, ama o da tam anlamıyla<br />
gişeyi doldurmaz. Osman Pazarlamaya gitmeyenler,<br />
Senarist için bu güzelmiş deyip gideceği bir<br />
film. Aslında şöyle istiyorum. Gişe filmi olsun. Ama<br />
bir değeri de olsun. Bir İnception ya da Prestij niye<br />
bizde olmasın. Tabi olmaması için birçok nedeni var.<br />
Ben bu yola doğru gitmek istiyorum. Türkiye’deki<br />
sanat filmlerini sanat filmi olarak görmüyorum.<br />
Peki son olarak filme gelecek izleyiciye söylemek<br />
istedikleriniz ne var desem?<br />
Hulusi Orkun Eser: Gelenler inşallah bol olur. Gelenlere<br />
de dikkatli izlemelerini tavsiye ederim. Çünkü<br />
film bulmaca tadında. İnşaallah keyif alırlar.<br />
Dilara Büyükbayraktar: İzleyiciyi farklı şeyler bekliyor.<br />
Seyirci başından sonuna kadar izlemeli. Hani<br />
bir filme gidersiniz birkaç sahneden sonrasını tahmin<br />
edersiniz ya. Senarist böyle değil. Başı, ortası<br />
ve sonu farklı.<br />
Dizi mi sinema mı desem?<br />
Dilara Büyükbayraktar: Dizi setleri çok uzun. Sinemada<br />
böyle olmuyor, çalışma saatleri çok uygun.<br />
Dizi ile arasında dağlar kadar fark var. Sinema<br />
yormuyor, çalışma saatleri belli teknik ekibi kaliteli.<br />
Sinema şu an için bana daha profesyonel geliyor.
n Mart başında vizyona 5th Wave giriyor. 5th<br />
Wave, Rick Yancey’nin romanından Susannah<br />
Grant, Akiva Goldsman ve Jeff Pinkner tarafından<br />
beyazperdeye uyarlandı. Filmin başrollerinde<br />
Chloë Grace Moretz, Nick Robinson, Ron Livingston<br />
gibi isimler var, yönetmen koltuğunda ise J<br />
Blakeson var. Filmde uzaylılar tarafından yapılan<br />
saldırıdan kurtulan genç bir kız, kaybolan erkek<br />
kardeşini aramaya koyuluyor. Kardeşini arama<br />
çalışmalarına bir çocuk yardımcı oluyor ama<br />
acaba uzaylı mıdır, insan mıdır? Cassie (Chloë<br />
Grace Moretz)’nin bu yabancıya güvenmekten<br />
başka çaresi yoktur. Görsel efektler anlamında<br />
başarılı görünen filmin, içerik anlamında zayıf<br />
kalmış olduğunu duyduk. Ergenlerin okudukları<br />
bilim kurgu/fantastik türündeki roman serilerinin<br />
beyazperdeye aktarılması formülüne alıştık artık<br />
ama son yıllardaki örnekler ne kadar başarılı? Her<br />
uyarlama da bir Harry Potter değil ki mübarekler?<br />
Ender’s Game: 2013’te vizyona giren Enders<br />
Game 2070’de geçen bir konuya sahip. Orson<br />
Scott Card’ın romanından beyazperdeye uyarlanan<br />
filmin yönetmen koltuğunda Oscar’lı yönetmen<br />
Gavin Hood bulunuyor. Fütüristik filmde<br />
dünyaya yapılan bir uzaylı saldırısı sonrasında<br />
savaşmaya başlayan insanlık, gezegenlerini ele<br />
geçirmeye çalışan yaratıklara karşı büyük bir<br />
mücadeleye girişiyorlar. İnsanoğlu, bu yaratıkları<br />
yok etmek için özel olarak çalışacak olan IF isimli<br />
seçkin bir ordu kuruyor. Hikayenin başkarakteri<br />
Ender ise özel yeteneklere sahip bir çocuk ve<br />
özel olarak eğitiliyor. Film, romanın hayranları<br />
tarafından çok fazla beğenilmemişti ama yine<br />
de vasat üstü bir ergen fütüristik filmi diyebiliriz.<br />
Divergent: Veronica Roth’un çok satanlar<br />
listesinden inmeyen Divergent (2011) , Insurgent<br />
(2012) ve Allegiant (2013) üçleme<br />
serisinden uyarlanan film, ilk romanı temel<br />
alıyor. Roman serisinin diğer iki kitabı da<br />
beyazperdeye uyarlanmakta gecikmedi.<br />
Yandaş isimli bölümleri 2016 ve 2017’de<br />
izleyeceğiz. Young adult filmleri arasında<br />
çok da fena sayılmayan bir uyarlama bu,<br />
Twilight’lardan daha içi dolu olduğu<br />
kesin, ama yine de Açlık Oyunları kadar<br />
başarılı olduğunu söylememiz<br />
imkansız. Senaryo hem duyguları<br />
sömüren hem de genç kızlara hitap<br />
eden bir yapıda.<br />
Twilight: Stephenie Meyer’ın<br />
dünya çapında çok satmış romanı<br />
Twilight kitabından uyarlanan<br />
serinin ilk filmini 2008’de<br />
izledik. Yine kitap serisinin<br />
hayranı kızlara hitap eden bir<br />
sinema serisi oldu bunlar<br />
da. Konu malum: Ergen kız<br />
Bella Swan, isyankar bir<br />
genç. Edward ise, küçük<br />
kasabasında yıllardan<br />
beri ailesiyle yaşayan<br />
gizemli, genç bir adam.<br />
Edward, uzun süreden<br />
beri vampir kimliklerini<br />
saklamış olan<br />
bir aileye mensup.<br />
Edward’a karşı tuhaf<br />
bir çekim hisseden<br />
Bella, bir<br />
süre sonra
Edward’ın vampir olduğunu öğrenmesine<br />
rağmen ondan vazgeçemez ve olaylar gelişir.<br />
Maze Runner: Gişe garantili edebiyat<br />
uyarlamalarından biri daha. Harry Potter’ın<br />
açtığı, Suzanne Colins imzalı Açlık Oyunları<br />
uyarlamalarının genişlettiği bu yolda çok fazla<br />
film çekilmeye başlandı. Maze Runner ise James<br />
Dashner’ın genç okuyuculara yönelik üçlemesinden<br />
sinema perdesine geçen Labirent: Ölümcül<br />
Kaçış! Benzer bir yapı da olsa, senaryonun akışı<br />
daha başarılı bu sefer. Bu arada yazarın referans<br />
noktalarından birinin meşhur roman Sineklerin<br />
Tanrısı olduğunu da hatırlatalım. Gizemli hikayede<br />
Thomas uyandığında kendini bir asansörde<br />
buluyor. Asansörün kapıları açılıyor ve<br />
karşısında kendi yaşlarında bir grup genç görüyor.<br />
Koloni gibi görünen gençler bu onu geniş<br />
bir alanda karşılıyor, burada Thomas geçmişine<br />
ait hiçbir şey hatırlayamıyor. Gençler ona her<br />
sabah labirente gidilen dev bir kapının açıldığını<br />
anlatıyorlar ve olaylar gelişiyor diyelim yine.<br />
**Önümüzde güzel olacağını düşündüğüm iki<br />
benzer türde film var: Steven Spielberg’in<br />
yönetmen koltuğuna oturduğu, bir Roald<br />
Dahl kitabı olan The BFG’nin sinema<br />
uyarlaması ile yazar Patrick Ness<br />
imzalı A Monster Calls adlı romanın<br />
Juan Antonio Bayona tarafından<br />
filmleştirilmesi. Bunlar bilim<br />
kurguya değil fantastik dünyalara<br />
daha yakın, masalsı<br />
örnekler tabii. Merakla<br />
bekliyoruz.
n Ağaçların yaşamasına kök söktürüldüğü<br />
günlerden geçiyoruz, ağaca, yeşile tahammülü<br />
olmayan, her yeşil alanda bina, HES, maden<br />
ve rant rüyaları kuran insanlarla uğraşmak<br />
ne kadar da zormuş. İçlerinde yeşile dahi bir<br />
kırıntı aramaktan yorgun düştük, her yeşilin<br />
üzerine atlayıp onu korumaktan bıkmıyoruz<br />
ve bıkmayacağız! Bu dünyanın en güzel<br />
nimetlerinden biri olan ağaçları saçma sapan<br />
zevkleri, üretimsiz beyinleri için peşkeş çekmek<br />
isteyenlere yeşil bir zeytin dalı uzatma<br />
zamanları çok geride kaldı. Artık ağaçlar bizim<br />
köklerimiz, bizler de onların kollarıyız!<br />
Ağaçlara duyduğumuz saygıdan dolayı ağaçlı<br />
filmlerin bazılarına göz atalım istedim.<br />
Limon Ağacı<br />
Dünyanın en talihsiz coğrafyalarından birinde,<br />
Kudüs’te geçen filmde ağaçları için mücadele<br />
eden kadının dramı anlatılıyor. Irk ve din<br />
savaşlarının eksik olmadığı, toprağın kanla<br />
sulandığı bu garip coğrafyada genç bir kadın<br />
olan Selma, evinin önündeki toprağına limon<br />
ağacı dikip onu suyla besler! Bu ironik ve<br />
iyimser dramın kahramanı Selma’nın derdi<br />
de o zaman başlamış olur. Duvarın İsrail<br />
tarafına İsrail savunma bakanı bir villa inşa<br />
edince, Selma’nın limon<br />
bahçesi, ulusal<br />
güvenliği tehdit eden bir unsur olarak tanımlanır<br />
ve yıkılmasına karar verilir Hakkını ve limon<br />
ağaçlarını korumak için elinden geleni esirgemeyen<br />
Selma, tuttuğu avukata âşık olup, bir<br />
de üzerine davası uluslararası bir hadiseye<br />
dönüşünce her şey karmakarışık olur. 2008<br />
yılında Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyeri<br />
gerçekleştirilen Limon Ağacı, Panorama İzleyici<br />
Ödülü’nün de sahibi olmuş ironik ve iyimser bir<br />
dram.<br />
The Tree<br />
Julie Bertuccelli’nin<br />
‘Otar Gittiğinden<br />
Beri’ filminden sonra<br />
çektiği ikinci filmi olan<br />
‘Ağaç’, yavaş ve hisli<br />
bir film. Cannes Film<br />
Festivali’nin kapanış<br />
filmi olarak gösterilen<br />
‘Ağaç’ın kahramanı,<br />
sekiz yaşındaki Simone,<br />
ölen babasının evlerinin<br />
bahçesindeki dev ağacın<br />
yaprakları aracılığıyla
ona fısıldadığını düşünür. Küçük kıza göre<br />
babası onları korumak için geri dönecektir.<br />
Uzun sürmez, Simone’un annesi ve erkek<br />
kardeşleri de ağacın bu ‘’tılsımlı’ özelliğine<br />
inanır ve bu sayede kendilerini güvende hissederler.<br />
Fakat anne bir adamla görüşmeye<br />
başladığında evdeki hassas dengeler<br />
bozulacaktır. Duyguları incinen ve artık<br />
ağaca yaptığı tahta evde yaşamaya başlayan<br />
Simone, oradan inmemeye kararlıdır.<br />
İnsan ve ağacın ruhsal ve bedensel olarak<br />
bütünleştiği, kahramanı Simone’la da daha<br />
da farklılaşan bir hikaye.<br />
Küçük Ağacın Eğitimi<br />
1930’ların Tennessee Smoky Dağlarındaki<br />
sekiz yaşındaki bir erkek çocuğunun<br />
maceralarını anlatan<br />
ve çok satan<br />
romanından<br />
uyarlanmış filmde<br />
James Cromwell<br />
rol alıyor. Küçük<br />
Ağaç anne ve<br />
babasını kaybetmesinin<br />
ardından<br />
büyük anne ve<br />
babasıyla yaşamak<br />
üzere dağlara<br />
gönderilir. Böylece<br />
Küçük Ağaç<br />
için keşiflerle ve mistik Kızılderili Willow<br />
John gibi iyi arkadaşlarla yeni bir hayat<br />
başlar. Büyük buhran zamanlarında hayatın<br />
tüm zorluklarına rağmen Küçük Ağaç unutulmaz<br />
zamanlar geçirir. Zaten filmin ruhu<br />
Kızılderili gibi geçtiği için doğayla uyum<br />
içinde, doğanın iyi ve zor yanlarını her<br />
koşulda deneyimleyen bir çocuğun hayatını<br />
anlatıyor, yazar Forest Carter’ın hayatından<br />
izler taşıdığı söylenen roman / filmin ana<br />
fikirlerinden biri sanal ilişkilerle, hiper gerçeklikle<br />
sarmalandığımız gündelik hayatımızı,<br />
yapıp ettiklerimizi derinden sorgulamamızı<br />
sağlaması. İlişkilerin yalnızca insanlarla<br />
değil; doğayla, dünya üzerinde var olan bütün<br />
canlılarla birlikte sürdürülmesi gerektiğini<br />
vurgular. Ağaçlar da buna dahil!<br />
Akasya / Acacia<br />
Küçük bir oğlan çocuğu olan Jin-Sung annesinin<br />
ölümünden sonra yalnız kalınca yetimhanede<br />
yaşamaya başlar. Yaşadığı bu üzücü olay<br />
sonrasında gittikçe içine kapanarak sessizleşir.<br />
Ağaçlara karşı kimsenin anlam veremediği bir<br />
sevgisi vardır. Neredeyse bütün zamanını değişik<br />
ağaç resimleri yaparak geçirmektedir. Diğer çocuklardan<br />
daha zeki ve yetenekli olması çocuğu olmayan<br />
bir çiftin dikkatini çeker ve onu evlatlık<br />
edinirler. Kısa bir zaman sonra yeni ailesine alışır.<br />
Evlerinin arka bahçesindeki akasya ağacı onun en<br />
yakın arkadaşı olur. Sürprizlerle dolu hayat, genç<br />
çifte yakında çocukları olacağı müjdesini verir.<br />
Bebeğin gelmesiyle beraber kendini unutulmuş<br />
hisseden Jin-Sung, tekrar içine kapanmaya başlar.<br />
Bir gün aniden ortadan kaybolur ve bütün aramalara<br />
rağmen izine bile rastlanmaz. Yakın bir zaman<br />
sonra evin bahçesinde sıra dışı olaylar meydana<br />
gelmeye başlar.
Mandalina Bahçesi<br />
1992 yılında Gürcü-Abhaz Savaşı’nın<br />
başlamasıyla, yüz yıldır bölgede yaşayan<br />
Estonyalılar köylerini terk ederek atalarının<br />
yurduna döndü; geriye sadece birkaç kişi kaldı.<br />
Gürcü yönetmen Zaza Urushadze’nin festivalleri<br />
dolaşan son filmi Mandalina Bahçesi bu savaşın<br />
gölgesinde geçen bir dram. Ivo ve Markus,<br />
Abhazya’da savaş yüzünden terk edilen bu Estonya<br />
köyünde kalan son iki kişidir. Mandalina<br />
hasadı ve savaş yaklaşmışken bütün hesapları<br />
alt üst olur. Arazilerinde biri Gürcü biri Gürcü olmayan,<br />
ama birbirlerine düşman oldukları kesin<br />
iki yaralı bulur ve ikisini de iyileşinceye kadar<br />
evlerinde misafir etmeye karar verirler. Dinsel<br />
ve milliyetçi nefrete dair Gandivari bir yaklaşım<br />
izleyen Mandalina Bahçesi, bir savaş filmi<br />
olmamasına rağmen savaşın saçmalığına dair<br />
zekice kurgulanmış, mikro bütçeli bir film.<br />
Prenses Mononoke<br />
Huzurlu bir şekilde yaşamını devam ettiren<br />
Ashitaka, bir gün ormandan gelen bir kötülüğün<br />
farkına varır. Orman Tanrısı, tüm tavizsizliğiyle<br />
ve sınırsız gücüyle, temas ettiği her varlığı<br />
yıkarak yoluna devam etmektedir. Küçük bir kızı<br />
kurtarmak için Orman Tanrı’sına karşı koymaya<br />
çabalayan Ashitaka lanetlenir. Bu lanetten kurtulabilmesi<br />
için ona yardım edebilecek tek varlık<br />
olan ‘Ormanın Ruhu’nu bulması gerekmektedir.<br />
Ancak bu arayış için çıkacağı yolculuk, pek de<br />
tekin ya da tehlikesiz değildir. Ashitaka kendi<br />
korkularıyla yüzleşirken adına savaş denilen<br />
bu mücadelede herkesin zarar gördüğünü gözlemleyecektir.<br />
Film, ormanı koruyan doğaüstü<br />
yaratıklarla, doğanın kaynaklarını hızla ve<br />
acımasızca tüketen insanlar arasındaki mücadeleyi<br />
anlatır. ‘Mononoke’ bir isim değildir,<br />
Japonca’da ruhlar veya canavarlar için<br />
kullanılan genel bir ifadedir.
Dünyanın En Güzel Kokusu filminin yönetmeni Mustafa<br />
Uğur Yağcıoğlu ve oyuncusu Esra Ruşen ile hem<br />
filmlerini hem de sinemanın dertlerini konuştuk.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Gişe filmlerinin kalitesizliği sinemamızın bir<br />
çok probleminin önemlilerinden biri. Geçtiğimiz<br />
ayın sükse yapan filmlerinden biri olan Dünyanın<br />
En Güzel Kokusu bu kalite çizgisini kendi adına<br />
yukarıya taşıyan bir filmdi. Biz de yönetmen Mustafa<br />
Uğur Yağcıoğlu ve oyuncu Esra Ruşen ile<br />
hem filmi hem de genel dertleri konuştuk. Özellikle<br />
fiziğiyle sinemanın ayrıksı yüzlerinden biri olmaya<br />
aday Esra Ruşen’e niye daha çok onu perdede<br />
göremediğimizi sorduk.<br />
İlk önce senaryo ile başlayalım, yazının hikayesini<br />
alalım sizden.<br />
Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Gerçek bir hikayeden<br />
esinlendim, bir arkadaşımla şakalaşırken, filmin ana<br />
çizgisi ortaya çıktı, sonrasında konuşulurken de<br />
“Bu bir film konusu oluyor galiba” demeye başladık.<br />
Sonrasında üzerinden aylar geçti ve yine başka bir<br />
arkadaşımla konuşurken yükseldim, sonrasında iki<br />
hikayeyi birleştirip bir senaryo yazdım.<br />
Aslında farklı farklı birden fazla hikayeden esinlenerek<br />
yazdınız yani. Peki sizin rolünüz hakkında<br />
bilgi alalım.<br />
Esra Ruşan: Kübra benim karakterimin adı,<br />
başroldeki kızımızın en yakın arkadaşı, İstanbul’da<br />
yaşayan iki arkadaş bunlar, çok yakınlar, her<br />
şeylerini birbirlerine anlatırlar, akıl alırlar, akıl verirler.<br />
Dobralar da birbirlerine karşı. Böyle bir karakter,<br />
tatlı, enerjik, çalışan, akıllı eğtimli bir kız.<br />
Aslında filminizin en ayrıcalıklı kısmı İstanbul’da<br />
geçiyor olması. Daha burjuva sınıfının veya orta<br />
sınıfın içinde geçiyor olması. Ve bizde de pek fazla<br />
böyle hikaye yok. Dilinizi nasıl oluşturdunuz? Bu tür<br />
hikayeleri daha çok romantic komedilerde görürüz,<br />
temeli nerden aldınız?<br />
Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Bizde her karakter, aslında<br />
toplumda belli bir sınıfı temsil ediyor. Kübra da öyle,<br />
çok önemli, seyircinin o karakterle özdeşleşecek,<br />
“Benim gibi.” Diyebileceği karakterler var. zaten<br />
basın bültenimizde de “Modern zaman masalı.” Diye.<br />
Dediğiniz gibi bu zamanın o burjuva hayatı, modern<br />
zaman hayatıyla biraz daha geride bıraktığımız, daha<br />
sakin hayatları kıyaslayan bir tarafı da var ana hikaye<br />
dışında.<br />
Peki dilinizi nasıl oluşturdunuz? Yani hangi dile daha<br />
yakınsınız?<br />
Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Bu konuda en büyük<br />
iddiamız filmde, çok gerçek hayat bir dil kullandık.<br />
Ilişkileriyle, mekanlarıyla, insanlarıyla, yani, örnek<br />
Esra’ya ben senaryoyu yolladığımda, “sanki bizim<br />
olduğumuz ortama kamera koymuşsun” demişti.<br />
Böyle geri dönüşler aldım ben. Onda da gerçek<br />
dünyadan izdüşümleri almaya çalıştım. Gerçek<br />
olmasına uğraştım, tesadüf değil, denedim. Olmuş<br />
mu olmamış mı bilemedim.<br />
Oyuncular, rollerine hazırlanır ama bazı roller<br />
vardır ki, bence hazırlanması en zor roller onlardır<br />
çünkü kendisini elinde tutan hikayelerin içindeki<br />
rollerdir. bu role kendinizden ne kattınız? ne şekilde<br />
hazırlandınız? role hazırlanmak sizin için zor olmadı<br />
mı<br />
Esra Ruşan: Aslında zor olmadı. bir tarafıyla aslında<br />
çok hazırdı benim için. bir de Uğur’la biraz konuştuk<br />
başlamadan, çok güzel tipler verdi bana karakterle ilgili.<br />
belli bir açıdan bana çok benziyor ancak bazı tepkileri<br />
hiç de benim yapacağım türden değil. İki tarafı<br />
dengelemeye çalıştım. Sahnede de, daha çekim<br />
sırasında da yaptığım bazı şeyler vardı. Ve keyifliydi.<br />
2012’de son filminizi görüyoruz. O süreçten bu zamana<br />
neler yaptınız?<br />
Esra Ruşan: Ben en son bu yaz Tatlı Küçük<br />
Yalancılar’da oynadım. 2015 yazında. 13 bölüm<br />
kadar sürdü, sonra bitti. Devam eden uzun bir tiyatro<br />
hayatım vardı.<br />
Tiyatro çok önemli bir şey, ve sizi ayakta tutuyor ancak<br />
sinema dünyasının bir oyuncu olarak sizi ayakta<br />
tutacağına inanıyor musunuz? Bu ortam sizi tatmin<br />
ediyor mu?
Esra Ruşan: Ben çok mutluyum çünkü çok genç<br />
yazar, yönetmen, oyuncular çıkıyor. Sinemada<br />
çeşitlilik ve farklılık olmaya başlandı. Çeşitliliğin<br />
artması bence hem oyuncu hem de izleyiciler için<br />
çok iştah açıcı bir şey. Ben oldukça umutluyum.<br />
Zaten yönetmenlerle buluşulduğu sürece sorun<br />
olmuyor, oyuncular bunun için var.<br />
Peki siz de bir yönetmen olarak aynı şeyleri mi<br />
düşünüyorsunuz? Sinema dünyası bir yönetmenin<br />
kendi dilini oluşturmasına izin verecek kadar yoğun<br />
mu? Veya aksaklıklar olsa bile yolunda gidiyor mu?<br />
Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Yoğundur. Şu anki sinema<br />
dünyası isteyene ve bu yolda çabalayana, yönetmen<br />
ve yazarlar açısından söylersem, imkanlar<br />
sunuyor. Bir şekilde vazgeçilmezse eğer sonunda<br />
istenilenler yapılıyor. Çok çeşitlilik var, ve marketi de<br />
var çeşitliliğin. Bu yüzden çok da fazla film yapılıyor.<br />
Ben de yaptığım işlerin kendi yerini bulduğuna<br />
inanıyorum.<br />
Bence bir sinemada en önemli ilişki usta - çırak<br />
ilişkisidir. Ancak artık bizim sinemamızda böyle<br />
bir şey işlemiyor. Hangi yönetmenin kimin<br />
devamı olduğu pek bilinmiyor. Bu anlamda sizin<br />
başlangıcınız nasıl oldu? Takip ettiğiniz, usta<br />
diyebileceğiniz yönetmen kimdi?<br />
Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Söylediğiniz doğru, bizim<br />
sinemamızda böyle bir ilişki var. Filmin sonuna<br />
da yazdık biz, “Her yazar kendinden öncekilerin<br />
yetiştirmesidir.” diye bir laf var. Her yönetmen de<br />
öyledir. Ama tek bir usta diyorsanız, öyle bir ilişkim<br />
olmadı kimseyle. Herkesi takip etmeye, birsürü<br />
tariften kendimizinkini çıkartmaya çalışıyoruz. Biraz<br />
da sanırım Yeşilçam’dan bugünün sinemasına<br />
geçilirken o usta - çırak ilişkisi dağıldı. Bugün çok<br />
daha çeşitli, çok daha kafa karıştırıcı bir sektör. Bir<br />
tarafta endüstri haline gelmiş bir dizi sektörü var, bir<br />
tarafta metropol ve insanların öncelikleri değişiyor,<br />
bunlar da dağınıklık getiriyor.<br />
Yeşilçam dönemi oyuncularında bir star sistemi<br />
vardı. Bu filmin aslında Yeşilçam’ın dönüşmüş<br />
hikayelerinden birisi olduğunu söyleyebiliriz,<br />
biliyoruz ki Yeşilçam da şehirli hikayelerini anlatır<br />
aslında. Siz bu tür filmlerin yıldızlar üstünden<br />
yürümesini onaylıyor musunuz? Yıldız sistemine<br />
nasıl bakıyorsunuz? No name veya yıldız olmayan<br />
kişilerin de kendilerini ifade etmesi için yeterli mi?<br />
Esra Ruşan: Tabii ki. Yönetmenler artık çok da<br />
fazla bunu tercih etmiyor bence. Seyirci de çok
fazla buna abanmıyor bence. Uğur da öyle, hayal<br />
ettiği, güvendiği için oyuncusunu seçiyor. Bence<br />
artık yönetmenler oyuncusunu tanıdığı için seçiyor,<br />
sınırlarını bilen, neler yapabileceğini kestirebildikleri<br />
insanları istiyorlar. Bir şekilde bu olayın halka etkisi<br />
var tabii ki, eğer ben perdede daha çok bulunursam,<br />
daha çok insan beni tanır ve yönetmenler de benim<br />
nerelere gidebileceğimi anlayıp daha çok yer verbilirler<br />
bana filmlerinde. Ama bu biraz yönetmen oyuncu<br />
ilişkisi. Yıldız sistemi tabii ki hala devam ediyor ufaktan<br />
ancak genel olarak tanıdıklarına yönelmiş durumda<br />
yönetmenler bence.<br />
Bence tam olarak da olan şeyi açıkladınız. Sizin<br />
filminiz sonuçta bir gişe filmi sayılır. Gişe filmlerinin<br />
yıldız sistemiyle daha çok önlerinin açılabileceğini<br />
düşünüyor musunuz? Bunu sormamın sebebi de gişe<br />
filmlerinin kalitesizliğidir. Bu biraz Yeşilçam’daki yıldız<br />
sisteminin yıkılmasından da sebepleniyor olabilir mi?<br />
Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Biraz tersi olduğunu<br />
düşünüyorum, bizim filmimizden yola çıkarak cevap<br />
vereyeim; bir kıyafeti olmayan birine oldurmaya<br />
çalışmak işi başarısız hale getiriyor. İnanmadığımız,<br />
inanmayacağımız bir starı bir rolde görmektense,<br />
belki o kadar endüstri içinde star olmayan ama oraya<br />
yakışan birini görmenin endüstriyi yükselteceğini<br />
düşünüyorum. Hollywood’un da yaptığı bu aslında.<br />
İnandırıcılık hepsinden çok daha önemli.<br />
1980’lerle, <strong>90</strong>’ların ortasına kadar feminizmin çok<br />
büyük etkisini gördük, oyuncular, senaryolar ve<br />
yönetmenler bazında. Ancak 2000’lerin başlamasıyla<br />
bu konuda bir geriye adım atıldığını düşünüyor musunuz?<br />
Esra Ruşan: Ben biraz kadın filmlerinde eksiklik<br />
olduğunu düşünüyorum. Kadın hikayeleri pek fazla<br />
yazılmıyor bu ülkede. Mesela Uğur’unki büyük bir<br />
bölümüyle bir kadın hikayesi bence. Ki kadın filmi<br />
olduğunda içinde feminist bir yaklaşım da olacaktır<br />
illa ki. Kadın hikayeleri eksik olduğu için bu bahsedilen<br />
şeyde eksiklik hissediyorum ben bir oyuncu<br />
olarak.<br />
80’ler öncesinde, erkek yönetmenler veya senaristler<br />
açısından farklı değildi olay ancak, yine erkekler<br />
yazıyordu filmleri. Fakat yazdıkları hikayeyi dolduracak<br />
kadın oyuncuları vardı ellerinde.<br />
Esra Ruşan: Şu an olmadığını mı düşünüyorsunuz?<br />
Olmadığını düşünüyorum.<br />
Esra Ruşan: Kadın oyuncu mu?<br />
O cesareti gösterebilecek kadın oyuncu
olmadığından dolayı senaryoların bu şekilde<br />
yazıldığını düşünüyorum.<br />
Esra Ruşan: Politikadan uzun uzun konuşabiliriz<br />
öyleyse?<br />
Ancak unutmayın, bahsettiğim dönemler darbe<br />
sonrası dönemlerdi.<br />
Esra Ruşan: Ancak Türkiye daha açık bir ülkeydi.<br />
Yani gerçekten bunun politika sonucu bir şey<br />
olduğunu düşünüyorsunuz?<br />
Esra Ruşan: Evet. Bir yapı var, bu yapı tamamen<br />
yerlebir oluyor ve onu yeniden yapılandırmak için<br />
yeni yollara başvuruluyor. Bu değişikliklerden tabii<br />
ki sanat da etkilenecek. İnsanlar yeni şeyler denemeye<br />
çalışıyor ve bunlar da birsürü hareketi bir arada<br />
getiriyor. Ve böylelikle de birçok durum ve olayla<br />
ilgili filmler çekiliyor. Ben günümüzde bu tarz konulara<br />
yaklaışdığını ama insanların derdinin başka<br />
olduğunu düşünüyorum.<br />
Peki bu tartışmanın bir ayağı da sizsiniz, sonuçta<br />
senaristlikten gelmesiniz. Siz bu konu hakkında ne<br />
düşünüyorsunuz? Kaleminizi elinize aldığınızda<br />
toplumsal baskılar sebebiyle endişeleniyor musunuz<br />
yoksa, yazdıklarını oynatacak kişi kıtlığından<br />
mı muzdarip oluyorsunuz?<br />
Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Aslında şunu söyleyebilirim<br />
ki, toplumsal baskının sanat için tahrik<br />
edici bir yanı vardır. 80’lerin ardından o tarz filmlerin<br />
yapılmasının sebebi de çok önemli toplumsal<br />
baskıların ardından bir yerlerden o gazın<br />
fışkırmasıdır. Esra’nın söylediğine katılıyorum. Her<br />
dönemin daha popüler dertleri vardır. Aslında doğal<br />
seleksiyon, sinema kendi derdini buluyor, kendi<br />
derdiyle ilgili filmler yapıyor. Demeye çalıştığım, bu<br />
dönemde de bu tarz filmler illa ki yapılıyordur ancak<br />
nicelik olarak azlığı sorun oluyor olabilir.<br />
Peki benim size sormadığım ancak sizin filmle ilgili<br />
söylemek istediğiniz herhangi bir şey var mı?<br />
Mustafa Uğur Yağcıoğlu: Ciddi bir hazırlık döneminden<br />
geçtik. Özellikle ana aşk hikayemizi yaşayan<br />
iki oyuncumuzu çok uzun dönemli bir hazırlığa soktuk.<br />
Ben yönetmen olarak onlara ayak uydurmaya<br />
çalıştım. Onları burdan tebrik ediyorum. Emeği geçen<br />
bütün arkadaşlarımıza da teşekkür ediyoruz.<br />
Esra Ruşan: Bence çok sıcak, çok gerçek bir film.<br />
İzleyiciyle buluştuğunda da yerini bulacaktır diye<br />
düşünüyorum. Bütün arkadaşlarım çok emek verdiler,<br />
çok emek verildiğinde de bence onun hakkı alınıyor.<br />
İçinde bulunduğum için mutluyum. Bence iyi oldu ya,<br />
bence izlenilecek.
n Ryan Reynolds’un kariyeri ilginç kırılmalar<br />
ile dolu. Kendisi de bu noktaya nasıl<br />
gelebildiğini pek açıklayamıyor. Reynolds<br />
“Kariyerim tam olarak düşündüğüm gibi ilerlemedi.”<br />
diyor. Los Angeles’a ilk geldiğinde<br />
tek düşüncesi seçildiği “Two Guys, a Girl<br />
and a Pizza Place”deki yancı rolü imiş. 1998-<br />
2001 arasında süren sit-com Reynolds’a ilginç<br />
bir şekilde Hollywood’un kapılarını açtı.<br />
Yirmibeş yılı aşkın oyunculuk kariyerinde bu<br />
sene oynadığı ve prodüktörü olduğu Deadpool<br />
ile aksiyon yıldızları arasında sağlam bir yer<br />
edindiği artık söylenebilir.<br />
1976 yılında Vancouver, Kanada’da dört<br />
kardeşin en küçüğü olarak doğan Raynolds,<br />
Deadpool’un setini de buraya taşıyarak köklerine<br />
dönmeyi tercih etmiş. Hala evi olarak<br />
gördüğü Kanada’da Hillside adlı gençlik<br />
dizisindeki rolü ile kariyerine başlamıştı. Ünlü<br />
aktör o zamanlar için “Gerçekten kafamda<br />
oyunculuk yapmak gibi bir hedef yoktu. Dizi<br />
seti yakında idi ve evden çıkıp şansımı denemek<br />
istedim.” diyor.<br />
Sonrasında büyük dizilerdeki ufak roller ile<br />
kariyerini sürdürdü. Kendisini X-Files’da<br />
ölürken ya da The Outer Limits’in farklı bölümlerinde<br />
başka başka karakterleri oynarken<br />
görebilirsiniz. Ancak Vancouver’da geçen kariyerinin<br />
daha bir yere gidemeyeceğini anlayınca<br />
Los Angeles’da şansını denemek istemiş. Bir<br />
süre işsiz kalıp paralar suyunu çekerken de<br />
parlama fırsatını yakalamış.<br />
ABC’nin 4 sezonluk sit com dizisi “Two Guys, a<br />
Girl and a Pizza Place”deki Michael ‘Berg’ Bergen<br />
karakteri Reynolds’a ufak çaplı bir komedi<br />
şöhreti kazandırmışdı. Ancak ilk büyük rolü ilginç<br />
bir şekilde Blade: Trinity(2004)’deki vampir<br />
avcısı tiplemesi ile geldi. Bu sayede ilk aksiyon<br />
rolünün altından yaptığı rejim ve spor ile kalkan<br />
Reynolds dikkatleri üzerine çekmeyi bildi. Hatta<br />
bir çoklarına göre Wesley Snipes’ın Blade’inden<br />
çok daha iyi bir vampir avcısı olmuştu. Ancak<br />
filmin efsane olan Blade’in en zayıf halkası oldu<br />
ve istediği başarıyı yakalayamadı.
Deadpool’un tam karşıtı diyebiliriz. Green<br />
Lantern’in temiz yeşili ile Deadpool’un kirli<br />
kırmızısı adeta aydınlık ve karanlığı temsil ediyor.<br />
Bu iki farklı çizgi roman karakterine de aynı<br />
aktörün hayat vermesi gerçekten de ilginç bir<br />
nokta.<br />
Blade’deki rolünden sonra gelen pek çok aksiyon<br />
rolünü reddettiğini söyleyen aktör Berg<br />
gibi ilginç karakterler arıyordum diyor. Belki de<br />
Deadpool bu yönden oynadığı en başarılı aksiyon<br />
rollerinden biri oldu.<br />
Bu seçici tavrı yüzünden Smokin’ Aces(2006),<br />
Firelies In The Garden(2008) gibi tek oyuncuya<br />
dayanmayan hafif rollerde oynamayı tercih<br />
etmiş.<br />
Sadece 220 milyon gişe yaparak zarar etmemeyi<br />
az da olsa başaran Green Lantern<br />
için Reynolds “Mega Bütçeli filmlerin alanına<br />
girdiğim tek filmdi, yönetmenin işi çok zordu ve<br />
stüdyo klasik olarak senaryoyu düzeltmeden<br />
çekimlere başlanması için baskı yapıyordu.”<br />
diyor. Ne kadar kötü eleştiriler alsa da Green<br />
Lantern’deki rolü Reynolds için dönüm<br />
noktalarından biri oldu. Hem parasal açıdan<br />
daha seçici olabilmesini hem de artı olarak eşi<br />
ile tanışmasını sağladı.<br />
Deadpool gibi bir filmde olmasının belki de en<br />
önemli nedeni kariyerinde gişe korkusuna hiç<br />
düşmemiş olması. Ne kadar hasarla atlatsa bile<br />
Sonraki büyük aksyion rolü ise X-Men<br />
Baslangıç: Wolverine(2009)’da yan karakterlerden<br />
olan Wade Wilson ile geldi. Gene<br />
X-Men külliyatı içinde çok da sevilmeyen filmlerden<br />
biri olsa da Deadpool’un temellerinin<br />
atılmasına neden oldu.<br />
Martin Campbell mega bütçeli Green Lantern(2011)<br />
ile kapısına geldiğinde bu projeye<br />
de hayır diyemedi. Green Lantern’e aslında
hemen bir sonraki projelere odaklanıp kafasına<br />
göre filmler çekmeyi biliyor. Bunlardan biri belki<br />
de Deadpool’a kadarki en iyi rolü olan Rodrigo<br />
Cortés’in Buried(2010)’ı. Bir mezarın içinde<br />
esir alınmış bir askeri canlandıran Reynolds<br />
tek mekanda geçen filmler arasında bir klasik<br />
yaratmayı bu filmle başarıyor. Neredeyse tamamı<br />
oyuncu üzerine kurulmuş olan film seyirciyi germeyi<br />
iyi biliyor. “Nerede ise kaşif gibiydik” diyor<br />
Reynolds. “Hiç denenmemiş bir şeyler yapma<br />
peşinde idik ve kimsenin bundan bir beklentisi<br />
yoktu. Ancak ortaya oldukça müthiş bir şey<br />
çıktı.”<br />
“Kariyerim boyunca hiç bir çizgiyi takip etmeyi<br />
düşünmedim. Her rol benim için önemli idi<br />
ve karaktere yoğunlaşan filmlerde oynamaya<br />
çalıştım. Çok farklı rollerde oynadıkça seyircinin<br />
sizden beklentileri de karışabiliyor.<br />
Karakter oyuncusu ya da oyuncu olmak ayrı<br />
şeyler.” diyor Reynolds.<br />
Deadpool’un başarısından sonra ne yapacağı<br />
sorulduğunda ise gene beklenmeyeni söylüyor.<br />
Jaume Collet-Serra’nın The Shallows adlı<br />
köpek balığı geriliminde dadıyı oynamak. Yan<br />
komşudan dadılığa giden kariyerinin gelecek<br />
durağını merakla bekliyoruz.
n “Ayşe teyze bugün değişik bir film<br />
izleyeceğiz.” “Aman vurdulu kırdılı olmasında!”<br />
“yok yok merak etme.” Yalan değil fiziksel<br />
olarak bir vurdusu kırdısı yok ama duygusal<br />
olarak alınan darbeleri saymıyoruz.. Filmimiz<br />
insanların sahte oyunculuklardan sıkıldıkları için<br />
bir insanın yani zavallı Truman’ın hayatını an<br />
be an izleyen bir program hazırlandığını anlatarak<br />
başlıyor. “Beril, bu adamın bütün hayatını<br />
dünya izliyor öyle mi? “ “Aynen öyle” Ayşe<br />
teyze bu pırıl pırıl herkesin çok kibar ve tertemiz<br />
olduğu filmi yüzünde hem buruk hem de içten<br />
içe öfkeli bir ifadeyle izlemeye devam etti. Truman<br />
Fiji adasından ve oraya gitmek istediğinden<br />
bahsettiği zamanlarda gözleri dolu dolu gülümsüyordu.<br />
Trumanın hayal kurmasına bile izin<br />
vermeyen şartlı hava şartları onu her seferinde<br />
güvenli bölgeye yani evine ulaştırıyordu. “ bu<br />
ne biçim iş, adam iki dakika hayal kuracak hemen<br />
yağdırıveriyorlar yağmuru.” “zaten hayal<br />
kurmasını istemiyorlar.” Aklıma dahiyane bir<br />
fikir geldi☺ “Ayşe teyze sen hayal kurar mısın?”<br />
Sanki çay içer misin demişim gibi sakin bir ifadeyle<br />
bana bile bakmadan kafasını minik minik<br />
sallayarak “tabi tabi” dedi. Benim dahiyane<br />
fikrim Ayşe teyze için çok sıradan bir durumdu,<br />
aslında bu cevaba baya sevindim. Demekki<br />
Ayşe teyze sık sık hayal kuruyordu. Belliydi<br />
zaten, yoksa bu filmi bu kadar büyük bir ciddiyetle<br />
izleyip duygulanmazdı. Benimkide soru!<br />
Truman’ın sokakta babasıyla karşılaşmasıyla<br />
birlikte ortalık iyice karıştı. Truman’ın yolunu<br />
kesmeye çalışanlar arttıkça Ayşe teyzenin sesi<br />
de yükseliyordu. “aaaa Beril bu kadarıda fazla<br />
artık. Adam bal gibi gördü babasını baksana<br />
nasıl karınca sürüsü gibi kestiler önünü cık<br />
cık cık ayıp ayıp,” Ben de en az Ayşe teyze<br />
kadar sinir oluyordum bu durumlara. Truman<br />
evinde karısının yanında da rahat değildi,<br />
karısı onu bu yalan dünyasında tutmak için<br />
uğraşan en güçlü insandı. “Hadi Tirimun’un<br />
birşeyden haberi yok peki bu kadına ne oluyor?<br />
Böyle iş olur mu? Sırf rol için mi evlendi<br />
adamla birde sürekli reklam yapıp duruyor<br />
terbiyesiz. İyice delirtecekler adamı. Ay Beril<br />
kapat vallaha sinirim bozuldu!” Benim de bozuldu,<br />
bozulmaz mı? “Ayşe teyze merak etme<br />
Truman’ı yine hayaller kurtaracak” Kafasına<br />
koyduğu yolculuğa çıkmak için hiç bir engeli<br />
dinlemeyeceğini anlarız artık. Artık izleyiciler<br />
de Truman’ın özgürlüğünü beklemektedir.<br />
Hatta zenci otobüs şöförü Truman’ın bindiği<br />
Chicago otobüsünün mecburi aksakığından<br />
dolayı Trumandan özür diler. “Özür dilerim evlat!”<br />
hayallerine ulaşmana yardım edemediğim<br />
için, hayatının bir eğlence uğruna buraya<br />
hapsedilmesine ortak olduğum için özür dilerim…<br />
Gözlerinde yazıyordu bu cümleler ve<br />
Ayşe teyze de okumuştu, ağlamamk için zor<br />
tutuyordu kendini. Truman’ın ilk ve tek aşkı da<br />
onu soluksuz izliyordu. “Adamı sevdiğine de<br />
vermemişler bak, ama kıza helal olsun bak nasıl<br />
anlatmaya çalıştı Tirimun’a bir tek delikanlı<br />
oymuş.” Ee insann sevdiğini uzağında ister mi,<br />
hem de koca bir yalanın içinde bırakıp gidebilir<br />
mi? Gider… Sylvia da gitti ama kalbi, hayaller<br />
hala Truman ile birllikte. “Ayşe teyze, belki de<br />
kızın bitmeyen aşkı Truman’ı ayakta tutuyordur?<br />
Insanlar birbirlerini görmeseler bile aşkı<br />
hissedebilirler mi?” “Ben kocamı 12 senedir<br />
görmüyorum, onun hayali, onun sevgisi beni<br />
hiç bırakmadı. Ah Beril ah.. sen aşkı bizim<br />
küçük kalplarimize sığacak kadar küçük mü
sandın!” Ayşe teyzenin fonuna<br />
geyikli bir duvar halısı yerleşti, elinde<br />
bir bağlama yanık türküler geliyordu<br />
sanki. Truman’ın sahte denizde<br />
bocaladığı fırtına bizim içimizde<br />
kopan fıtınayla aşık atamazdı. Truman<br />
ölüme yaklaştıkça programın<br />
reytingleri tavana vuruyordu. “Beril<br />
adamı öldürecekler , ne yapıyor bunlar,<br />
programları batsın!” Truman’ın<br />
babasından bile yakın olduğu ama<br />
hiç tanımadığı hatta konuşmadığı<br />
Truman show’un yaratıcısı Truman’ın<br />
fonu yırtmasıyla mikrofonu eline<br />
aldı. Artık herşey ortaya çıkmıştı<br />
saklanacak bir şey kalmamıştı. Truman<br />
çıkış kapısının önündeydi. Ne<br />
yapacaktı? “Çıkacak oradan Beril<br />
çıkacak!” “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”<br />
“Ne için kalsın? Sahte<br />
güvenli dünyası için mi, sevmediği<br />
karısı için mi? yalan denizler,<br />
yağmurlar, tenine değmeyen güneş<br />
için mi kalsın?” Truman arkasına<br />
bile bakmadan kapıdan çıkmıştı! Şov<br />
bitti! Kanal siyah ekran gösteriyordu<br />
ve izleyiciler hemen olanları unutup<br />
yeni bir kanala geçmişlerdi bile…<br />
Ne kadarda gerçekti herşey! O kadar<br />
gerçekki korkutuyordu insanı. “<br />
afferin Tirimun o kızı bul ve onu alıp<br />
Fijiye git buradakilerde b*k yesin!”<br />
Ayşe teyze okadar içten söylemiştiki<br />
bunları gülmeden duramadım, hemen<br />
ağzımın payını aldım zaten.<br />
“Esas komik olan bir insanın kalbinde<br />
aşk, aklında hayalleri olduktan<br />
sonra ona tasma takılabileceklerine<br />
inanmaları. Aşk ve hayallar gibi Iki<br />
koca savaşçın olduktan sonra ne<br />
para, ne yalanlar, ne de şöhret seni<br />
hiç bir yere bağlayamaz!” Artık<br />
herşeyi pespembe görüyordum! Film<br />
saatlerimi gün geçtikçe daha çok<br />
sevdim! Bir film, bin nasihat! Ama<br />
Ayşe teyze varsa!! Ayşe teyze sen ve<br />
hayallerin Her filmimde varsınız!!
Bu ay vizyona giren 5. Dalga filminin 19 yaşındaki çıtır güzeli Chloë<br />
Grace Moretz karanlık filmlerde oynamaktan hoşlandığını söylüyor.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Hollywood tam bir star fabrikası. Özellikle küçük<br />
yaştan itibaren bir çok ismi zirveye taşıması ve<br />
yıldız sistemini bu şekilde beslemesi bu endüstrinin<br />
en büyük başarısı. İşte o çıtır yıldızlardan biri Chloe<br />
Grace Moretz bu ayın konuğu. 1997 yılında doğan<br />
güzel yıldız kendinden büyük dört erkek kardeşe<br />
sahip. Babası estetik cerrah annesi ise hemşire.<br />
Chloe küçükken (yani gerçekten küçükken) ebeveynleri<br />
boşanmış. Chloe annesi ve kardeşleriyle<br />
New York’a taşınmış. Ağabeylerinden Trevor oyunculuk<br />
okumak istemiş. Chloe onun çalışmalarına<br />
yardım ederken gönlünü oyunculuğa kaptırmış.<br />
Bu arada ilk oyunculuğa 7 yaşında başlamış<br />
hangi ara ağabeyine yardım etmiş anlamadım<br />
ama Vikipedia’da böyle yazıyor gerçekten. Her<br />
neyse daha sonra ağabeyi ile birlikte 2003 yılında<br />
Los Angeles’a taşınmış. Şimdi 19 yaşında. bu zamana<br />
dek The Amityville Horror 2005, Aşkın 500<br />
Günü 2009, Saftirik Greg’in Günlüğü 2010, Göster<br />
Gününü 2010, Let Me In 2010, Hugo 2011, Karanlık<br />
Gölgeler 2012, Movie 43 2013, Göster Gününü 2<br />
2013, Carrie: Günah Tohumu 2013, Dark Place 2014,<br />
Equalizer 2014 ve bu ay seyredeceğimiz 5. Dalga<br />
filmlerinde oynamış. Çıtır kızımız bunlar yetmezmiş<br />
gibi aynı zamanda moda dünyasının da aranan bir<br />
ismi. Birçok moda dergisinin kapaklarında onu<br />
görmek mümkün. Bu ışıl ışıl parlayan güzelliğin,<br />
sapsarı saçların, mavi gözlerin arkasında ise kendi<br />
çapında dramlarda yatıyor. Babasının evi terketmesini<br />
hiç unutmayan Chloe’nun bir de doğum<br />
esnasında ölen bir kız kardeşi varmış. Bunun<br />
acısını yüreğinde hissettiğini söyleyen Chloe<br />
kardeşinin isminin baş harfini sağ bacağına dövme<br />
olarak yaptırmış. Belki de bu sebeplerden karanlık<br />
filmlerde rol almayı sevdiğini söylüyor. Oynadığı<br />
Kanıma Gir, Carrie, Karanlık Yerler gibi filmler de<br />
oyuncunun söylediklerini destekliyor.
BANU BOZDEMİR<br />
n 8 Şubat 1941 Nebraska, Omaha<br />
doğumlu asıl adı Nicholas King<br />
Nolte olan Nick Nolte aktör, model<br />
ve fil yapımcısıdır. Yerel bir tiyatroda<br />
sahneye çıkarak oyunculuk<br />
hayatına başlayan Nolte ilk popüler<br />
rolünü 1976 yılında oynadığı TV<br />
dizisi Zengin ve Yoksul ile almıştır.<br />
Hatta bu dizi fazlasıyla tutulmuştu<br />
biz de ve canlandırdığı iyi kalpli<br />
Tom Jordache öldüğünde ülkecek<br />
yas tuttuğumuz rivayet<br />
edilir. Oyuncunun filmografisinde<br />
Lorenzo’nun Yağı, Dalgaların Prensi,<br />
Kurtlar Şehri, İnce Kırmızı Hat,<br />
Şampiyonların Kahvaltısı, Bela,<br />
Hotel Rwanda, Tropik Fırtına, Suç<br />
Çetesi, Nuh: Büyük Tufan gibi filmler<br />
rol alıyor. Oyuncu birçok filmde<br />
ödüle layık görülmüştür hatta 1992<br />
yılında People dergisi tarafından en<br />
seksi kişi bile seçilmiştir!<br />
Oyuncu bu ay başrollerinde<br />
Emma Thompson ve Robert Redford<br />
ile birlikte rol aldığı A Walk<br />
in the Woods filmiyle karşımızda<br />
olacak. Bir yol hikayesi olan film<br />
iki arkadaşın içsel yolculuğuna da<br />
odaklanıyor. İki oyuncuyu bir arada<br />
ve sırt çantalı görmek hayranları için<br />
iyi gelecek!
n KKanal D ekranlarından Şubat ayından<br />
itibaren izleyici ile buluşamaya başlayan<br />
dizi Hayat Şarkısı’nın başrollerinde Burcu<br />
Biricik (Hülya), Birkan Sokullu (Kerim), Tayanç<br />
Ayaydın (Hüseyin), Ecem Özkaya (Melek)<br />
, Ahmet Mümtaz Taylan (Bayram) ve Seray<br />
Gözler (Süheyla) yer alıyor. Dizi Bayram’ın,<br />
köydeki kan kardeşi Salih ile birbirlerine verdikleri<br />
sözden temellenen bir hikâyeyi anlatır.<br />
Salih ve Bayram uzun yıllar birbirlerine küs<br />
kalmışlardır. Bayram’ın nişanlı olduğu Emine<br />
ile Salih evlenmiştir. Bu küslük Salih’in zor<br />
durumda olduğunu duyan Bayram’ın köye<br />
dönüp onunla barışma yolları aramasıyla son<br />
bulur. Bayram’ın Kerim ve Hüseyin adında<br />
iki oğlu, Salih’in ise Melek ve Hülya adında<br />
iki kızı vardır. İki yakın arkadaş büyüdüklerinde<br />
Kerim ve Melek’i evlendireceklerine dair<br />
birbirlerine söz verirler.<br />
Bayram ailesi ile İstanbul da oturmaktadır<br />
ve zengin bir iş adamıdır. Aile zengin olsa<br />
da temelde değerlerine bağlıdırlar. Ancak<br />
çocukların bu söze dair bir bağlılıkları yoktur.<br />
Kerim Almanya’da okumakta ve araştırmacı<br />
olmak istemektedir. Babasının işlerine yardım<br />
etme ve evlenme gibi bir planı yoktur. Diğer<br />
yandan zaten çocukluğundan beri Kerim<br />
ile evlenmek isteyen Melek değil, Hülya’dır.<br />
Hülya, Kerim ile evlenerek hem çocukluk<br />
aşkına kavuşacağını hem de Cevher ailesinin<br />
gelini olarak fakir hayatına veda edeceğini<br />
düşünmektedir. Bu amacına ulaşmak için kendi<br />
ablasına bile oyun oynamaktan çekinmeyecek<br />
kadar bencil. Oynadığı oyun babasının kalp krizi<br />
geçirip ölmesine neden olur. Hülya karakterinin<br />
bu kadar bencil ve/veya kötü olabilmesi ama bir<br />
anda yaptığı şeyleri bir şekilde meşrulaştıracak<br />
bahaneler üretebilmesi onun ne iyi ne kötü gri<br />
bir karakter olmasına neden olmaktadır.<br />
Yaptığı bütün kötülüklere rağmen onun yanında<br />
olan üniversiteyi bitirmesi için elinden geleni<br />
yapacağını söyleyen yine ablası olur. Bu arada<br />
ablası herkesten hatta Hülya’dan gizli olarak<br />
Hülya’nın kızına annelik yapmaktadır. Henüz bu<br />
sürece ve Hülya’nın neden tekrar bebek sahibi<br />
olamayacağına ilişkin bilgimiz olmamakla birlik-
te bu durumun ileride yaşanacaklara ön hazırlık<br />
olduğu ortada.<br />
Salih’in ölümü Hüseyin’in sözünü biran önce<br />
tutmasına neden olur. Bu noktada Hülya’nın<br />
planları devreye girer ve babasının maddi desteğini<br />
kaybetmeyi göze alamayan Kerim ile Hülya nikâh<br />
masasına oturur. Düğün gecesi Kerim, Hülya’ya<br />
bir miktar para bırakarak ve bıraktığı mektupla<br />
meseleyi fazla büyütmemesini rica ederek<br />
kaçıp Almanya’ya geri döner. Ancak Hülya’dan<br />
kurtulması o kadar kolay olmayacaktır. Cevher<br />
ailesine Kerim’in onu bırakıp kaçtığını söylemeyen<br />
Hülya, ona bu yaptığını ödetmeye yemin eder.<br />
Hülya Kerim’in peşinden Almanya’ya gittiğinde<br />
Kerim’in bir başka kadınla ilişkisi olduğunu ve<br />
hatta bu kadının hamile olduğunu öğrenir. Kerim<br />
kariyeriyle ilgili hayallerini hayatının merkezine<br />
koyduğu için bu bebeği<br />
de istemez. Kızı bebeği<br />
aldırmaktan vazgeçiren ise<br />
Hülya olur. Para karşılığında<br />
Filiz’in bebeği kendisine<br />
vermesi için ikna eder ve<br />
yüklü bir paraya anlaşır.<br />
Bu süreçte Kerim’in Kenya’da iş gezisinde<br />
olması Hülya’nın işlerini kolaylaştırır. Aileye<br />
de kendisinin hamile olduğunu söyler.<br />
Filiz, zaman zaman pazarlığı kızıştırmak için<br />
bebeği vermekten vazgeçtiğini söylese de<br />
işler bir şekilde Hülya’nın istediği şekilde<br />
yolunda gider. Bebeğin erkek olması ise<br />
Cevher ailesine ve özellikle Bayram’a sonsuz<br />
bir mutluluk yaşatır.<br />
Kerim, Berlin’e dönüp bebeği öğrendiğinde<br />
ailesi de orada olduğu için bir şey yapamaz.<br />
Ancak Türkiye’ye dönmesi konusunda<br />
babasına karşı çıkınca ipler gerilir. Ailesinin<br />
dönmesiyle bebeği Filiz’e götürür.<br />
Hülya’nın oynadığı oyunlar ve Filiz’in bebeği<br />
büyütemeyeceğine olan inancı ve birazda<br />
Filiz’in eski sevgilisi Mahir’in desteğiyle<br />
bebek Kerim’in evine geri döner. Hülya ona<br />
Filiz’in bebeği istemediğini söyler. Çaresiz<br />
kalan ve bebeğe tek başına bakamayacağını<br />
düşünen Kerim sabahında evden kovduğu<br />
Hülya’ya evde kalması için yalvarır. Ancak<br />
eşi değil ev arkadaşı olarak kalmasını<br />
istemesi Hülya’nın Kerim’e karşı daha da<br />
hırslanmasına neden olur.<br />
Hülya’nın attığı her adım, oynadığı her<br />
yeni oyun işleri biraz daha karıştıracak ve<br />
dizinin tansiyonunu sürekli yüksek tutacak<br />
görünmektedir. Bunun yanı sıra Melek ve<br />
Hüseyin’de tesadüf sonucu karşılaşmışlar<br />
ve birbirlerine yakınlaşmaya başlamışlardır.<br />
Bu durum dizide yaşanacak bir diğer<br />
deprem için tehlike çanları çalmaktadır.<br />
Erkek evladın idealize edildiği, kız torunun<br />
onun kadar önemsenmediği dizi hikâyesi<br />
itibariyle Yeşilçam’da babaları birbirlerine<br />
söz verdiği için ya da mirası kaybetmemek<br />
için evlenen ve sonradan bir birine âşık olan<br />
karakterlerin hikâyelerini anımsattığı için<br />
izleyicimize çok yabancı gelmemiştir diye<br />
düşünüyorum.
NERGİZ KARADAŞ<br />
n Ortaks Yapım’ın yapımcılığında Star<br />
TV ekranlarından izleyiciyle buluşan ve<br />
yayınlanmaya başladığı günden itibaren büyük<br />
beğeniyle izlenen Kiralık Aşk adlı dizinin sevilen<br />
açık sözlü, mert mahalle delikanlısı İsmail’i<br />
canlandıran Kerem Fırtına ile hayata bakışı,<br />
oyunculuğu, dizi ve sinema dünyasına ilişkin<br />
görüşleri ve tabii ki Kiralık Aşk’ı konuştuk. Keyifli<br />
okumalar olsun…<br />
Kısaca tanımlasanız. Kimdir Kerem Fırtına?<br />
23 Eylül ekinoksunda, 1981 yılında, Üsküdar<br />
Çiçekçi’de doğdum. Hala burada<br />
yaşıyorum. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler<br />
Fakültesi’nden mezun oldum. Beşiktaşlıyım. En<br />
yakın arkadaşım babam. Mühendis kendisi. Çok<br />
iyi matematik kafası vardır. Eve gidince babamın<br />
anlatacağını bildiğim için okul hayatım boyunca<br />
matematik derslerinde hocalarımı dinlemedim.<br />
Ama karnemde hiç 4 gelmedi. Profesyonel<br />
oyunculuğa kadar da özel matematik dersi vererek<br />
para kazandım.<br />
Nedir Kerem’in hayat felsefesi?<br />
Adalet ve merhamet. Bunları atlamamaya, unutmamaya<br />
çalışıyorum. Benim hayat felsefem adil<br />
olabilmek. Adalet benim için çok önemli, bu konuda<br />
çok hassas olduğumu söyleyebilirim.<br />
Adil misin peki?<br />
Çabalıyorum. Ne kadar başarabiliyorsam artık.<br />
Ama aklımdan çıkartmıyorum. İnsanlarda da<br />
dikkat ettiğim bir nokta. Dolayısıyla bende kendimde<br />
bu noktaları sürekli yargılıyorum. Sürekli<br />
değerlendiriyorum. Hayatta kötülüğün destek<br />
bulması çok çaresiz bırakıyor. Omzumu düşüren<br />
bir şey bunu görmek. Evet… Hayatta kötülük var.<br />
Her şey zıddıyla var. Ama kötünün savunucusunun<br />
çok olması çaresiz bırakıyor. Saf kötülük<br />
karşısında gardım düşüyor benim.<br />
Oyunculuk kariyerinizden bahseder misiniz?<br />
Oyunculuğa ortaokulda başladım, bu mahallede<br />
başladım. Üsküdar İmar Kültür Derneği diye bir<br />
dernek ve bu derneğin bir tiyatro grubu var. 13<br />
yaşında oranın sınavlarına girdim. Kazandıktan<br />
sonra orada tiyatro eğitimi aldım. Yazın başında<br />
3 ay tiyatro eğitimi veriyorlar. Bu açıdan şanslı bir<br />
amatör tiyatro grubuydu. En küçük üyesi bendim<br />
grubun sonrada hiç bırakmadım tiyatroyu. Ama<br />
hep siyasal bilgiler okumak istiyordum. Küçükken<br />
başbakan olmak istiyordum çünkü. Düzeltmem gereken<br />
şeyler olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden<br />
lise sonda bir sene tiyatroya ara verdim. Üniversite<br />
sınavına hazırlandım Kazandım üniversiteyi.<br />
Fakülteye başlayınca Şahika Tekand’da oyunculuk<br />
eğitimi almaya başladım. Sonra profesyonel oyunculuk<br />
başladı.<br />
Oyunculuk hayatınızda neyi değiştirdi? Şöhret<br />
olmak mesela? Kendinize zaman ayırabiliyor musunuz?<br />
Hiçbir şey değiştirmedi. Kendime zaman<br />
ayırıyorum. Bu motivasyonunuzla ilgili. Ben de<br />
zaman zaman bundan çok daha az çalışıp hiçbir<br />
şeye vakit bulamıyorum. Çünkü o dönemde motivasyonum<br />
yetmiyor. Karadayı’nın son üç bölümüyle<br />
Kiralık Aşk’ın ilk iki bölümü çakıştı. İki sete<br />
birden gidiyordum. Birde Sarp ile (Akkaya) radyo<br />
programı yapıyorum. Yani her an çalışıyordum.<br />
Her şeye de vakit buluyordum. Bence bir şeye<br />
vakit ayırıp ayırmamak tamamen kişinin kendi<br />
enerjisi ile ilgili.<br />
Hayatınıza, kariyerinize ilişkin hayalleriniz ve<br />
hedefleriniz neler?<br />
Ben hep kafamdaki şeyleri yapıyorum ya da yapmaya<br />
çalışıyorum. Benim motivasyonum hiçbir<br />
zaman kesintisiz devam etmiyor hayatta. Sekteye<br />
uğradığı zamanlar oluyor. Bazen üretiyorum,<br />
bazen duruyorum. Ama hayal etmek hiç durmuyor.<br />
Benim için her şey istediğim, yaptığım ve<br />
yapamadığım kadarıyla devam ettiği için bunlarla<br />
örtüşen şeyler gelirse gelir ve yaparım. Gelmezse<br />
de onu çekip onun gerginliğiyle devam etmek
ana göre değil. Yada bana göre olmadığını<br />
öğrendim. Son iki senedir böyle. Zaten ihtiraslı<br />
bir adam değildim. İsteklerim vardı ama ihtiraslı<br />
bir adam olmadım. Benim didişme alanlarım<br />
başka. Bir şey kazanma alanında çok didişemem<br />
biriyle. Önder (Çakar) abi ile biz bir film yazdık.<br />
Sonra ben Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar romanını<br />
sinema filmine uyarladım. İkisi de henüz çekilmedi.<br />
Ama ben “ikisi de çekilmedi vah vah”<br />
demiyorum. Belki hiç çekilmezler. Ama her birini<br />
yaparken hayatımda birçok şey değişti Çünkü o<br />
filmi yazıyor olmanın hayatımda etkilediği şeyler<br />
önemli. Belki de çekilmesi için yazmadım. O<br />
filmi yazma sürecimde başıma gelen olayların<br />
yaşanması için yazıyordum belki de. Hayattan<br />
beklentilerim var ama plan yapmayı bıraktım.<br />
Daha çok ilkeler ve isteklerim üzerinden ilerliyorum.<br />
İsmail karakterinin izleyici ile ilişkisi nasıl? Ne tür<br />
geri bildirimler alıyorsunuz?<br />
“Helal İso” diyorlar. Bende teşekkür ediyorum.<br />
Sosyal medyadan ya da yolda karşılaştığımızda<br />
alıyorum bu tepkileri. Ama mesela izleyicilerden<br />
biri kalabalıkta yüksek sesle, fotoğraf çektirelim,<br />
dediğinde etraftan “kim ki bu adam” diye bakan<br />
birileri de varsa o bakışlardan utanıyorum.<br />
İsmail, kendisinden farklı olan bir kadına,<br />
Yasemin’e aşık oldu. Bu konuda ne söylemek<br />
istersin?<br />
İso kendi sınıfından olmayan bir kadına âşık oldu.<br />
Ama aşk bu… zıtlık olur, paralel olur. Olur, yani<br />
belli olmaz.<br />
Siz bu kadroya nasıl dâhil oldunuz? İsmail karakterini<br />
canlandırmasaydınız dizide hangi karakteri<br />
canlandırmak isterdiniz?<br />
Karadayı’da oynarken çağırdılar. Zaten daha<br />
önceden tanıyordum Müge hanimi (Turalı). Müslüm<br />
Gürses’le oynadığım Esrarlı Gözler adlı<br />
filmin yapımcısıydı. Benim için önemliydi Müslüm<br />
Gürses’le sahnem olması. Kiralık ask’ in senaryosunu<br />
gönderdiler. Senaryoyu okuduğumda<br />
Müge Hanım’a “benim bu reytinglerle ilgili bilgim<br />
ve tahminim yok ama bence bu dizi tutar” dedim.<br />
Karadayı bittikten sonra girecekti yayına ve kabul<br />
ettim rolü. Dizide İso olmasaydım Defo olurdum.<br />
Çünkü ikisi de ‘O’ ile bitiyor.<br />
Karakter olarak İsmail’e benziyor musun.?<br />
Bizim dizilerde senaristler karakteri yaratıyor.<br />
Sonrası oyuncuyla ilerliyor. Yani bizde yabancı<br />
dizileri gibi dizinin 39 bölümü yazılmış olarak<br />
başlamıyoruz. 3 bölüm yazılmış başlarsa şansına.<br />
Çünkü bizim sektörümüzdeki profesyonel işleyiş<br />
bu değil maalesef. Başlarken dizinin devam edip<br />
etmeyeceği kesin değil, hiçbir şey kesin değil.<br />
Öyle başlıyorsun. O yüzden karakterler daha çok<br />
senaristle paslaşma şeklinde, karşılıklı kontak<br />
kurularak yazılıyor. Bizim Meriç Acemi ile öyle<br />
bir kontak kuruldu aramızda sanırım. Ben onun<br />
İso’yla vermek istediği karakteri anladım. Buna<br />
ne ekleyebilirim diye düşündüm. İso çıktı ortaya.<br />
Bu konuda Meriç ve bütün senaryo ekibine çok<br />
minnettarım. Hem rahat bir ortam buldum İso’yu<br />
çalışırken, hem de çok desteklediler beni. Mesela<br />
dikkat ettikleri nokta İso ve Defne arasındaki ilişki<br />
üzerinden bir kadın ve bir erkeğin birbirini çok<br />
sevip yoldaş olabileceği dost olabileceği vurgusu
yapmaktı. Bu benim için çok kıymetliydi. Onlar ne<br />
yazsa benim üzerine ne koyacağımı tahmin ediyorlar<br />
ve bende onların ne demeye çalıştıklarını anlıyorum.<br />
Bunun dışında sürekli ‘kibir’ in sinsice bize neler<br />
kaybettirdiğini vurguluyorlar. Bunu kıymetli buluyorum.<br />
Dizi komedi unsurları barındırıyor ve sanırım genç<br />
ve enerjik kadrosundan kaynaklı ve bir türlü mutlu<br />
olamayan âşıklarına rağmen keyifle izleniyor? Peki,<br />
ekip nasıl izleyiciye yansıyan enerji sette de var mı?<br />
Evet, evet keyifli. Oyuncuların yaşları birbirine<br />
yakın. bu iktidar mücadelesi gibi başka bir sonuçta<br />
doğurabilirdi. Ama bizde böyle bir şey olmadı. herkes<br />
birbirini sever. Tatlı tatlı yolunda gidiyor her şey.<br />
Kerem Fırtına’nın birlikte çalışmak adına hayalini<br />
kurduğu yönetmen ve oyuncu kim?<br />
İyi senaryoda oynamak isterim. Benim için önemli<br />
olan bir senaryo, iki yönetmen, sonrada kast gelir.<br />
Ama öncelik senaryo. Senaryo iyiyse her şey iyi olabilir<br />
gibi geliyor bana.<br />
Peki, siz nasıl bir izleyicisiniz?<br />
Film izlemeyi seviyorum. Biz eskiden videocuyduk.<br />
Burada Çiçekçi de Fırtına Müzik Market. Filmlere<br />
ilgim o zamandan geliyor. Dizilerde de kendi yer<br />
aldığım projeleri izlemem gerekiyor. Çünkü ne<br />
yaptığımı, ekip olarak ne yaptığımızı takip etmeliyim.<br />
Onun dışında dizi izleme merakım yok. Sadece<br />
Türk dizisi izlemiyorum gibi bir şey değil. Bence<br />
Amerikan dizilerinin çoğunluğu iyidir. Ama ne kadar<br />
izleyeceğim. İlk bölümünü izliyim tamam muhteşem.<br />
İkinci bölüm harika. Ama dört sene onu izleyemiyorum.<br />
Popüler iş deyip geçmiyorum. Olay bu da<br />
değil. Tam tersi bir yerde yoğun beğeni varsa dönüp<br />
bakmak gerektiğine inanıyorum. Popüler kültürün<br />
müşterisi değilim ama bu işler arasında da iyiler ve<br />
kötüler var bence.<br />
Film konusunda izlediğim takip ettiğim çok kişi<br />
var. Sinema açısından önemsediğim çok isim var.<br />
Sinemada merak ettiğim takip ettiğim yönetmenler<br />
var. Oyuncu ya da yönetmen ismi veremem çünkü<br />
daima değişir. Festival filmlerine, Avrupa sinemasına<br />
bayılıyorum. Hollywood’un, Avrupa sinemasına<br />
benzeyen filmlerini seviyorum. Hollywood’a tepki<br />
ya da sanatsal seçkinlikten değil her şeyin aynı<br />
olduğu popülist filmleri sevmiyorum. Uzak Doğu<br />
sinemasında da çok iyi filmler yapılıyor. Vampir filmleri<br />
Hollywood’un uzmanlık alanı mesela ama Thirst<br />
başka bir şey yarattı.<br />
Bu yıl Türk filmlerinden Abluka’yı ve Sivas’ i izledim.<br />
İkisine beğendim. Özellikle Sivas. Bu arada Başka<br />
Sinema’ya teşekkür ediyorum. Sayelerinde yönetmenler<br />
filmlerini izleyici ile buluşturabiliyor ve tabiî ki<br />
izleyici de vizyon şansı bulamayan filmleri izleyebiliyor.<br />
Başka Sinema, Türkiye’de sinema salonlarının<br />
kartelleşmesi ile ilgili soruna merhem olamasa da,<br />
kriz noktasında bir açığı kapatıyor şuan. Bu yinede<br />
yeterli değil tabii ki.<br />
Hayranlarınıza buradan ne söylemek istersiniz?<br />
Ufukta yeni projeler var mı?<br />
Her Cumartesi Rock fm Turkiye’ de Sarp Akkaya ile<br />
radyo programı yapıyoruz. Kapak, adi. Onun dışında<br />
proje bitmez kafamda. Çünkü kendimi bildim bileli<br />
hayal kuruyorum. Ama neyi ne zaman yaparım?<br />
Yapar mıyım? Becerebilir miyim? Beceremez miyim?<br />
Bakacağız.
n American Horror Story ile aynı temelde<br />
hareket eden yapım her sezon Amerikan<br />
halkının zaten ezbere bildiği gerçek suçlu<br />
karakterlerin hikayesini dizi formatında<br />
işleyecek. İlk sezonun ünlü suçlusu O. J.<br />
Simpson ve yapımcılar aslında en büyük<br />
ve yaratıcı öykülerin yaşamın ta kendisi<br />
olduğunun gayet farkında olarak hikayeyi<br />
dizi mecrasında sunmanın sorumluluğunun<br />
altından başarıyla kalkıyorlar. Kahramanın<br />
dünyasına karakterin gözünden çok hayran<br />
kitlesinin kör gözlerinden de bakarak ve<br />
diğer karakterlerin perspektifiyle çoklu açılar<br />
sunarak bilinene farkındalık kazandıran bir<br />
yapı oluşturuyorlar. Dolayısıyla seyirciye<br />
bildiğini zannettiği yakın tarih vakası üzerinden<br />
değerlendirme sistemlerini tekrar gözden<br />
geçirme ve üzerinde bir daha düşünme şansı<br />
ve davetiyesi sunan izlemesi çok keyifli bir iş<br />
çıkıyor.<br />
Hikayenin başını ve sonunu zaten bilen seyirciye<br />
diziyi izlettirmenin ve yine de heyecan<br />
ve merak duymasının yolunu yapımcılar<br />
toplumun genel yapısına ayna tutarak<br />
sağlıyorlar. Anlatı, siyahın insan olarak<br />
değil iyi ya da kötü ama illa ki siyah olarak<br />
yargılanmasındaki çıkışsız ve iyileşmesi<br />
imkansız kısır döngüye işaret ediyor ve<br />
dizi bu çıkışsızlığı nefis bir gerçeklikle<br />
anlatıyor. Metnin işleyişi bir çeşit toplumsal<br />
analiz ve yüzleşmeye iten sorular soruyor.<br />
Karakterlerin nasıl göründüğünü, görünen<br />
üzerinden oluşan algıyı ve algıyı yönetme ve<br />
kullanmanın tekniklerini ama en çokta Amerikan<br />
halkının homi k. Bhabha’nın terminolojisiyle<br />
değerlendirilecek olursa ‘melez’leşen bir<br />
kahramanını yakından inceleme şansı ve zevki<br />
sunuyor. Siyah olduğu için ülkedeki tüm siyahilerin<br />
ve siyah gibi davranmayıp hatta beyaz<br />
gibi yaşadığı için beyazların da hayranlığını kazanan<br />
bir karakterin yükseliş ve düşüşü özneye<br />
çok boyutlu bakışı mümkün kılıyor.<br />
Aslında homi k. Bhabha modern toplumların<br />
genel olarak ‘melez’ olduğu fikrini ortaya attarken<br />
özellikle ‘öteki’ olanın ‘arada’ ve ‘geçit’<br />
oluşturanın, taklit öznelere dönüşmesini sorgular.<br />
Ve O. J. Simpson dizideki söylemiyle<br />
tam olarak katı Amerikan ırkçılığını ve saplantılı<br />
statükocuları yumuşatan melez bir karakter<br />
olarak değerlendirilebilir. Çünkü şöhretle beraber<br />
gelen gücünü hiçbir zaman siyahlara<br />
yapılan haksızlıklar için kullanmıyor hatta ilk işi<br />
beyazların yaşadığı lüks ve konfor dolu bir semte<br />
taşınmak oluyor. Yani beyazları taklit eden ve<br />
siyahlığını unutan ancak bu iki çelişkili duruşu<br />
üzerinde taşıdığı için daha da güç kazanan bir<br />
figür. O. J. Simpson bunu elbette bilerek değil<br />
içgüdüsel olarak yapıyor ve kendisinin çıktığı<br />
‘öteki’ler topluluğu için bu haliyle ümit dolu bir<br />
rüyaya dönüşüyor. Meşhur ve çoktan kabus<br />
olduğu ispatlanan Amerikan rüyasına inanmak<br />
isteyenlere nefes kesen pembe bir dünya
sunuluyor. Bir yanıyla ‘Eğer istersen, dürüst<br />
ve çok çalışkan olursan siyah olman sorun<br />
olmaz ancak yanlışa saparsan adalet<br />
yerini bulur ve bitersin…’ diyen fırsatlar ülkesi,<br />
ve diğer yanıyla siyah nüfusu sadece<br />
siyah olduğu için aklayarak ve/ya karalayarak<br />
statükodan taviz veriyor gibi görünerek<br />
sağlamlaştırılan sert ve monolitik ırk<br />
saplantısı…<br />
Özellikle O. J. Simpson’un dizide kendisini<br />
başta siyah olarak tanımlamadığı ve<br />
savunmasını ırkı üzerinden yapmayı reddettiği<br />
ancak bunu ırkçı ideolojiye karşı olduğu<br />
için değil kendini inkar ettiği için yaptığı göz<br />
önüne alınırsa öznedeki ‘ötekiliği’ karakterin<br />
kendi içinde büyüten çok tuhaf ve katmanlı<br />
bir psikolojik ve sosyolojik çalışma yapmayı<br />
gerekiyor. Artık yaptığı taklide dönüşen ve<br />
kendi benine dönmesi imkansızlaşan ekonomik,<br />
politik ve sosyolojik bir vaka! Bir özne<br />
olmayıp vakaya dönüşen karakterin her alanda<br />
gösterdiği değişkenlik ise tekinsiz zeminde inşa<br />
ettiği kimliksizliğinden kaynaklanıyor elbette.<br />
Öteki olmayı kırdığını zannederken zirvede O. J.<br />
Simpson olarak muğlaklık inşa etmediği sürece<br />
daha da öteki olacağını anlaması, üstelik<br />
siyahlığa geri dönmezse tamamen belirsizliğe<br />
ve yani suça gömüleceğiyle yüzleşmesi sistemin<br />
ağır, acımasız ve iki yüzlü yapısını da açığa<br />
çıkarıyor. Otoritenin bir parçası olmak için otoriteyi<br />
taklit eden O. J. Simpson’un siyah derisi<br />
hem başının belası hem de içine sığınabileceği<br />
tek emniyetli kılıftır. Ne var ki uzunca inkardan<br />
sonra kendiyle ve geldiği köklerle yaşadığı<br />
yabancılaşma sonrası tamamen kendi postu,<br />
derisi de değildir artık!<br />
Kısacası 2016’nın en hakikatli ve seyir zevki<br />
sunan işlerinden biri!
n İtalyan Korku Sineması’nın altın çağının en<br />
önemli temsilcilerinden Mario Bava’nın isminin<br />
önüne maestro, ‘giallo’nun ateşleyicisi,<br />
‘slasher’ın büyükbabası gibi bir dolu şaşaalı<br />
sıfat ekleyebilirsiniz ama gene de onu övmekte<br />
eksik kalırsınız. Böylesi bir ustanın oğlu<br />
olmak kolay değil, hele onunla aynı mesleği<br />
icra ediyorsanız, hiç değil. 1944 doğumlu<br />
Lamberto Bava,<br />
sinemaya babasının<br />
yanında yönetmen<br />
yardımcısı olarak<br />
başladı. Daha sonra<br />
Ruggero Deodato ve<br />
Dario Argento gibi<br />
önemli yönetmenlerle<br />
birlikte çalışan Lamberto<br />
Bava, ilk sinema filmi<br />
Macabre’yi 1980 yılında<br />
yönetti. Babasının filmi<br />
izledikten sonra “artık<br />
huzur içinde ölebilirim,” dediği söylenir ki Mario<br />
Bava aynı yıl içinde vefat etti. Korku filmleri<br />
yönetmeye devam eden Lamberto Bava,<br />
A Blade in the Dark (1983), Demons (1985) ve<br />
Demons 2 (1986) gibi ses getiren işlere imza<br />
attı ama hala başyapıt diyebileceğimiz bir<br />
filmi yoktu. 1987 yılı mahsulü Delirium’dan<br />
sonra daha çok televizyon için üretilen<br />
projelerde yer almaya başladı ve kariyeri asla ilk<br />
dönemki kadar parlak olmadı.<br />
Lamberto Bava ilginç bir sinemacı. Filmografisinde,<br />
kalburüstü birçok filmin yanında ismine<br />
hiç yakışmayan ucuz ve “kötü” örnekler de bulunuyor.<br />
Ancak nasıl beceriyorsa beceriyor, her<br />
filminde büyüleyici bir bölüme, bir sekansa ya da<br />
bir ana muhakkak rastlanıyor. Bu yazıda yönetmenin<br />
dengesiz filmografisinin bir aynası gibi<br />
gördüğüm Brivido giallo isimli seriden bahsetmek<br />
istiyorum.<br />
Seri, kablolu bir TV kanalı için çekilen, birbirinden<br />
bağımsız dört uzun metrajlı televizyon filminden<br />
oluşuyor. Her birinin yönetmenliğini Lamberto<br />
Bava üstlenirken, senaryolarda Bava ile dönemin<br />
neredeyse bütün önemli sinemacılarıyla çalışmış<br />
olan Dardano Sacchetti’nin imzası var. Müzikler<br />
ise İtalyan Korku Sineması hayranlarının aşina<br />
olduğu İngiliz müzisyen Simon Boswell’e emanet.<br />
Graveyard Disturbance<br />
Serinin, televizyonda gösterim sırasına göre ilk<br />
filmi olan Graveyard Disturbance, diğerlerine göre<br />
daha eli yüzü düzgün bir yapım. Bir marketten<br />
ıvır zıvır bir şeyler aşırdıktan sonra minibüslerine<br />
atlayıp kaçan beş genç, yolda karşılaştıkları polisten<br />
kurtulmak için şeritlerle kapatılmış bir toprak<br />
yola girerler. (Bu arada market sahibi rolünde<br />
kısacık bir süre de olsa Lamberto Bava’yı izliyoruz.)<br />
Yoğun bir sis tabakası içinden geçen gençler,<br />
ufak bir kaza sonrası minibüsü terk etmek<br />
zorunda kalırlar. Geceyi geçirmek<br />
için harabeye dönmüş gizemli bir<br />
yapının kalıntılarına sığınırlar. Gecenin<br />
ilerleyen saatlerinde kaldıkları<br />
yerin hemen altındaki tavernayı fark<br />
edip oraya geçerler. Tavernanın<br />
altında bulunan yer altı mezarında<br />
bütün bir geceyi geçirebilirlerse,<br />
mekânın orta yerinde duran hazineyi<br />
kazanabileceklerini öğrenince<br />
şanslarını denemeye karar verirler.
Mezarlıkta onları zombiler, garip yaratıklar<br />
ve hortlaklar beklemektedir. Graveyard Disturbance,<br />
bir market, marketten bir şeyler<br />
aşıran gençler, polisten kaçış gibi gerçek<br />
dünyaya aitmiş gibi duran öğelerle başlıyor<br />
ama kaportasının tamamı 80’li yılların gençlik<br />
ikonlarıyla boyalı minibüs, bir anlığına da olsa<br />
izleyeni gerçeklikten koparmayı başarıyor<br />
ve aslında sonrasında sunulacak fantastik<br />
dünyaya hazırlıyor. Hele sislerle kaplı toprak<br />
yola girdiklerinde karakterlerin artık başka bir<br />
boyuta geçtiklerine tamamen emin oluyoruz.<br />
(Bir tabut taşıyan sürücüsüz at arabasından<br />
bahsetmiyorum bile.)<br />
Seksenlerin mizah anlayışıyla harmanlanan<br />
Graveyard Disturbance, korku komedi olarak<br />
sınıflandırılabilir. Finale doğru iyice kayışları<br />
koparan film, zaman zaman tekrara düşse de<br />
vadettiği eğlenceli dakikaların sözünü tutmayı<br />
başarıyor. Özel efektler bir televizyon filminden<br />
beklenmeyecek denli iyi. Rock ağırlıklı<br />
müzikler dönemi yansıtması açısından önemli.<br />
Filmle ilgili tek sorunum finali. Biraz daha<br />
iyimser bir final uğruna belli bir mantık dizgesine<br />
oturan çember onarılmayacak biçimde<br />
kırılmış. Gerçi bu denli uçuk bir filmde böylesi<br />
bir final çok da fazla sırıtmıyor.<br />
Until Death<br />
“There must be ghosts all over the world.<br />
They must be as countless as the grains of<br />
the sands.” (Bütün dünyada hayaletler olmalı.<br />
Kum taneleri kadar çok sayıda olmalılar.) Henrik<br />
Ibsen<br />
Linda, hamile olmasına rağmen sevgilisi<br />
Carlo ile bir olup kocasını öldürür ve ormanın<br />
derinliklerinde bir yere gömer. Aradan sekiz<br />
sene geçer. Carlo ile beraber kocasından kalan<br />
göl kıyısındaki restoranı işletmeye devam<br />
eden Linda, bir yandan da oğlu Alex’in bitmek<br />
bilmeyen kâbuslarıyla baş etmeye çalışır.<br />
Yağmurlu bir gecede evlerine sığınan Marco<br />
isimli yabancı, süregiden düzeni bozmaya<br />
niyetli gibidir.<br />
The Postman Always Rings Twice (Postacı<br />
Kapıyı 2 Defa Çalar, 1981) ve Teorema’nın<br />
(1968) bileşimi şeklinde tarif edebileceğimiz<br />
Until Death, Graveyard Disturbance ile beraber<br />
serinin yüz akı filmlerinden. Bava,<br />
çok az sayıda karakter ve gösterişsiz bir mekân<br />
kullanmasına rağmen muhteşem bir atmosfer<br />
yaratmayı başarmış. “Bir yabancı gelir ve bütün<br />
düzen altüst olur” kalıbını doğaüstü imgelerle<br />
süsleyen film, gerilimi son ana kadar zirvede tutmakta<br />
hiçbir sıkıntı yaşamıyor. Finali çok tatmin<br />
edici değil belki ama kalan her şey deneyimlemeye<br />
değer.<br />
The Ogre<br />
Cheryl, çocukluğundan beri korkunç kâbusların<br />
esiridir. Yaşı ilerlediğinde bu durumu lehine<br />
kullanır ve rüyalarını kaleme alarak çok tanınmış<br />
bir korku-gerilim yazarı olur. Kocası ve oğlu ile<br />
İtalya’nın küçük bir köyündeki eski bir şatoya<br />
gelir. Burada hem tatil yapmayı hem de yeni<br />
romanını tamamlamayı amaçlar. Ancak uzun<br />
zamandır yakasını bırakmış olan kâbuslar, şatoda<br />
kaldıkları ilk geceden itibaren yeniden ortaya<br />
çıkar. Şatonun mahzenine inen Cheryl, şaşkınlıkla<br />
burasının çocukken rüyalarına giren mekânın ta<br />
kendisi olduğunu görür ve rüyalarında doğuşuna
gün doğana kadar kendisini öldürmenin bir yolunu<br />
bulmalarını, yoksa onların kanını emeceğini<br />
söyler.<br />
Serinin son filmi olan Dinner with a Vampire,<br />
işin mizahi boyutuna yüklenen bir korku komedi.<br />
Hatta bütün korku öğelerinin üzerlerinin mizahla<br />
örtüldüğü göz önüne alınırsa, sadece komedi<br />
bile denebilir. Bütün bir gece boyunca süren<br />
şatodaki kovalamacadan mizah üretmeye çalışan<br />
film, hafif bir komedi olmaktan öteye gidemiyor.<br />
Hatta filmin içinde güya Jurek’in yönettiği siyah<br />
beyaz bir vampir filmi gösteriliyor ve Murnau’nun<br />
Nosferatu’sunu (1922) andıran bu sessiz film,<br />
A Dinner with a Vampire’ın tamamından çok<br />
daha ilgi çekici. Bu arada bir sahnede Roman<br />
Polanski’nin The Fearless Vampire Killers (1967)<br />
isimli filminin VHS’sini ısıran Jurek’in ne demek<br />
istediği ise tartışmaya açık.<br />
tanık olduğu, bir türlü kaçıp kurtulamadığı<br />
‘ogre’nin burada gerçekten yaşadığına inanmaya<br />
başlar.<br />
İtalya kırsalında geçen filmin görselleri, Lamberto<br />
Bava’nın iş bilir varlığını da hesaba katarsak<br />
sorunsuz olmaktan öte etkileyici bir arka<br />
plan olarak filme olumlu katkı sağlıyor. Hiç fena<br />
olmayan senaryoyu da üstüne koyunca ister<br />
istemez kalburüstü bir işmiş gibi duruyor ama<br />
ucuza kaçan özel efektler ve makyaj ile zayıf<br />
kalan final, filmin yumuşak karnını oluşturuyor.<br />
Sonuç Lamberto Bava hayranları için bile hayal<br />
kırıklığı oluyor.<br />
Dinner with a Vampire<br />
Monica, Rita, Sasha ve Johnny, yapılan<br />
seçmeleri kazanıp korku sinemasının ünlü<br />
yönetmenlerinden Jurek’in son filminde rol<br />
almaya hak kazanmıştır. Özel bir arabayla alınıp<br />
yönetmenin yaşadığı şatoya getirilen gençler,<br />
Jurek ile akşam yemeğinde tanışır. Yemekte bir<br />
vampir olduğunu açıklayan Jurek, gençlerden<br />
80’li yılların sonunda finansman sıkıntısı nedeniyle<br />
sinema filmleri çekme fırsatı bulamayan<br />
Lamberto Bava, kendi deyişiyle mecburen televizyona<br />
yöneldi. Bir röportajında söylediği gibi<br />
asla sinema filmi olarak çekmeyeceği, belli bir<br />
derinlikten yoksun ve daha az şiddet içeren<br />
öyküleri kullanarak vücuda getirdiği Brivido giallo<br />
serisi, yönetmenin elindeki eksik malzemeyle<br />
“izlenebilir”in ötesinde filmler çekme hünerini<br />
görmek adına önemli.
Milliyet yazarı Nagehan Alç<br />
dinine saldırmakla ve öteki<br />
Murat Tolga Şen, filmi ve iş<br />
n Sevgili Nagehan Alçı, Milliyet gazetesindeki<br />
köşesinde İftarlık Gazoz filmine<br />
ağır laflar ediyor ve filmi “inceden inceye<br />
İslam’ı ötekileştirmek, öcüleştirmek istiyor.<br />
Bunu açıkça yapsa kabul edilebilir,<br />
ifade özgürlüğü içinde değerlendirilebilir<br />
ancak gizlice, riyakârca yapıyor.” diyerek<br />
suçluyor.<br />
İftarlık Gazoz’u, basın gösteriminde herkesten<br />
önce izledim. Yüksel Aksu’nun<br />
“seyyar dondurmacı şirketlere karşı”<br />
ve “kentten köye göç ”gibi toplumcu<br />
ama neşeli konulardan yani güvenli<br />
limanından çıkıp “ölüm orucu” gibi zor bir<br />
konuya yöneldiğinde başına gelecekleri<br />
de az çok tahmin ediyordum, o yüzden<br />
gelen eleştiri yazılarına şaşırmadım.<br />
Star’da Bedir Acar’ın imzasıyla<br />
yayınlanan yazı yerinde saptamalar içeriyordu<br />
ancak Nagehan Alçı’nın yazdıkları<br />
insafsızca…<br />
Öncelikle, filmde İslam dinine yönelik bir<br />
ötekileştirme yok, varsa da ben görmedim.<br />
Yüksel Aksu, Cinema Paradiso, Mediterraneo<br />
ve daha bir sürü filmden ödünç<br />
alınmış bir Akdeniz duygusallığıyla filmler<br />
çekiyor, o kadar kötücül fikirlere sahip<br />
olduğunu düşünmüyorum. İftarlık Gazoz,<br />
Çağan Irmak sinemasına yakın bir iş<br />
olarak yorumlandı, katılıyorum ancak bu<br />
tür film yapma şekli Çağan’ın icadı değil,<br />
o da Uçurtmayı Vurmasınlar, Teyzem, Piyano<br />
Piyano Bacaksız ve başka filmlerden<br />
etkilendi. Sıkıntılı bir meseleyi ya da bir<br />
eski zaman hatırasını, odağa masum<br />
bir çocuk karakteri yerleştirerek anlatmak<br />
insanları bir tür zaman yolculuğuna<br />
çıkarıyor, lezzetli bir seyir hissi yaratıyor.
ı, İftarlık Gazoz filmini İslam<br />
leştirmekle suçladı.<br />
in doğrusunu yazıyor...<br />
Evet, Yüksel Aksu’nun, sol dünya görüşüne<br />
sahip biri olarak Ağa oğlu Gomünist Hasan’ı<br />
filmin ideal karakteri olarak sunması şaşırtıcı<br />
değil ancak bunu yaparken kasaba halkına,<br />
yaşayışına, caminin içine-dışına, esnafa,<br />
imama, ağaya, ameleye olumsuz bir fikir<br />
yerleştirmesi yapmıyor,<br />
hatta neredeyse bir<br />
belgesel kamerası<br />
sahiciliğiyle yaklaşıyor<br />
çocukluğumuza…<br />
Yüksel Aksu, basın<br />
toplantısında, “bu filmi<br />
Ege’de çektik ama<br />
Türkiye’nin her yerinde<br />
benzer hikâyeler<br />
yaşanabilir” demişti. Çok<br />
doğru, ben de çocukken<br />
tütüne gittim, yazın<br />
esnaf yanında çıraklık<br />
ettim, benim de solcu<br />
ağabeylerim-ablalarım<br />
vardı, dayımın kahvesi<br />
tarandı, Kıratçı amcamla<br />
Ecevitçi babam yıllarca<br />
küs kaldılar ve ben de<br />
yaz tatilinde Kuran kursuna gitmekten hiç<br />
hoşlanmazdım. Eğer, burada bir ötekileştirme<br />
varsa, ne olduğunu çocukken gittiğimiz kuran<br />
kurslarında kafamızı hurafelerle dolduran cami<br />
imamlarına sormak lazım. Kendi hafızanızı<br />
yoklayın, yazlık Kuran kurslarında “şöyle<br />
yaparsanız cennete, böyle yaparsanız cehenneme”<br />
diyen hocalar yok muydu? Oysa, bu<br />
filmdeki İmam (Macit Koper müthiş oynamış) o<br />
kadar masum ki öyle bir hocanın kursuna gitsem<br />
hiç kaçmazdım. Zaten o kadar çok kaçtım<br />
ki, ailem bir sonraki sene Kuran kursuna değil,<br />
teyzemlerin yazlığına gönderdi. Canıma minnet!<br />
Nagehan Alçı boşuna endişe etmiş, kimsenin<br />
kimseyi hizaya çektiği falan yok. Zorlama bir iddia<br />
bu… Hatta ben de filmi eleştiren bu yazının<br />
amacının zaten iyice sesi kısılmış insanları<br />
hizaya çekmek olduğunu düşünüyorum. Sınıf<br />
başkanı Nagehan Alçı, tahtaya yaramazlık<br />
yapanları yazmış, öğretmen gelsin de görsün<br />
diye...<br />
Bir film eleştirmeni olarak yazıyorum; film<br />
şimdiki sınıfsal ayrışmaların bir zamanlar<br />
hayatımızda olmadığını göstermeye çalışmış,<br />
başarmış ve evet, biraz muğlak bir şekilde ölüm<br />
oruçlarına bağlanmış konu<br />
ama filmde ille de suçlu bir<br />
karakter aranıyorsa o Adem<br />
çocuğun ta kendisidir. Adem’in<br />
hikayesi bir yere bağlanmadığı<br />
iddia edilen rüya sekanslarında<br />
gizli…<br />
Adem çok zeki ve aşırı duyarlı<br />
bir çocuk ama ona söylenenleri<br />
çocuk zekasıyla yorumlayarak<br />
bir felakete yol açıyor ve kefaretini<br />
kendi yoluyla ödemeyi<br />
tercih ediyor. Yüksel Aksu filminin<br />
genelinde bir uzlaşmaya<br />
yol açmak için elinden geleni<br />
yapmış, Adem’in ölüm orucu<br />
eyleminde ölmesi bile<br />
kasabalının ondan utanmasına<br />
yol açmıyor. Sağcısı-solcusu<br />
hepsi birlikte Adem’in cenazesini omuzlarında<br />
taşıyor. Yüksel Aksu bu filmde bugünümüzü<br />
suçluyor, siyaseten yakın olduklarımız dışında<br />
kimsenin acısına sarılmayışımızı eleştiriyor.<br />
Bundan öte bir mesaj ararsanız o gazozu fazlaca<br />
çalkalamış olursunuz, gazı kaçar.<br />
Bu arada; Cibar Kemal’in mahdumları,<br />
babalarını “içki içen, oruç bozan, küfür eden”<br />
biri olarak gösterdiği için filmden şikayetçi<br />
olmuşlar. Filmi izleyenlere soruyorum; siz<br />
orada nasıl bir adam gördünüz? Bu ülkede, her<br />
şeyi en kaba hatlarıyla görüyor ve acımasız bir<br />
şekilde yorumluyor olmamız o kadar acı ki...
n Bilge Olgaç’ın sinemayla kurduğu tutkulu ve<br />
üretken ilişkinin, kendi sözleriyle anlatımı bu kadar<br />
yalın.<br />
Bilge Olgaç, ilk kadın yönetmen olarak değil ama<br />
hayatının sonuna kadar film çeken ilk kadın yönetmen<br />
olarak sinema tarihimize geçer. Bir meslek<br />
olarak gördüğü sinema hayatında, 40 filme yönetmen,<br />
31 filme de senarist olarak imza atar.<br />
Bilge Olgaç’tan ve sinemasından söz edilirken ilk<br />
olarak kadın oluşuna vurgu yapılır; ancak O, kadın<br />
sıfatını sadece cinsiyeti kadın olduğu için kullanır.<br />
Bu özelliği ve bakış açısıyla da kendime yakın<br />
hissettiğim bir sinema üreticisidir. Feza Sınar’ın<br />
Bilge Olgaç’ı anlattığı ‘Kameranın Arkasındaki<br />
Kadın: Bilge Olgaç’ adlı belgeselde bir yönetmen<br />
olarak kadın olmayı şöyle ifade ediyor: “Sinema<br />
açısından kadın-erkek ayrımını kabul eden biri<br />
değilim. Aynı beyni, aynı standartları taşıyoruz.<br />
Sinemacı kadın ayrıntılara daha özen gösteriyor<br />
olabilir belki ama sinema aşk gibi insan içine girdi<br />
mi başka her şeyi unutturuyor.” Gerçekten de öyle!<br />
İnsanın içine girdi mi bu aşk, hem kadın oluyorsun,<br />
hem erkek. Bana göre film yönetmenliği üniseks bir<br />
alan. Aynı anda hem kadın hem erkek dünyasına<br />
girebildiğiniz, hem erkek hem kadın gibi düşünüp<br />
hissettiğiniz bir dünya. Yönetmen sadece yönetmendir.<br />
Cinsiyetsizdir benim için.<br />
‘Kadın yönetmenler’ ve ‘kadın olan yönetmenler’<br />
ayrımını göz önünde bulundurursak, Bilge<br />
Olgaç’ın yerini anlamamız kolaylaşabilir. Olgaç’ın<br />
farklılığı kadınlar arasında en üretken ve geçimini<br />
sadece sinemadan sağlayan uzun soluklu bir ‘yönetmen’<br />
olmasıdır. Benim için ürettikleri ve tarzı ile ‘kadın<br />
yönetmen’ tanımından sıyrılmış bir yönetmendir.<br />
Sinemanın farklı estetik kaygılarını barındıran birbirinden<br />
farklı filmleri; toplumsal gerçekçi yazarlarla iyi bir<br />
iş bölümü yapması; teknik ekibini de, oyuncularını da<br />
yaratıcı sürece katmasını bilmesi… Daha geniş bir<br />
seyirci kitlesine seslenmeye gayret ederek filmlerini<br />
toplumsal işleviyle ele alması Bilge Olgaç’ı ‘Bilge Olgaç’<br />
yapan özellikler. Evet, Yeşilçam geleneklerinden<br />
ve alışkanlıklarından çok da uzaklaşmamıştır. Böyle<br />
davranması da haklı gerekçelere dayanır. Filmlerini<br />
Türk filmlerinin seyircisi-tüketicisi için gerçekleştirir.
Filmlerini izlerken yönetmenin kadın mı, erkek mi<br />
olduğunu hissettirmez bana. Yönetmen koltuğunda<br />
duyarlı bir kadından daha çok, duyarlı bir insan<br />
oturur benim gözümde.<br />
İlk Filmler<br />
Olgaç sinemaya ilk olarak<br />
Memduh Ün’ün sonrasında<br />
İlhan Engin, Halif Refiğ<br />
ve Hasan Kazankaya’nın<br />
asistanlığını yaparak girer.<br />
1965’te 25 yaşında yönetmen<br />
koltuğuna oturur. İlk<br />
filmi “Üçünüzü de Mıhlarım”<br />
hapisten çıkınca, kan davası<br />
nedeniyle öldürdüğü adamın<br />
oğullarıyla çatışmaya giren ve hayatta kalmaya<br />
çalışan bir adamın hikâyesini anlatır. Yılmaz Güney,<br />
Tuncel Kurtiz ve Pervin Par başrolleri paylaşır.<br />
1966’da “Nikâhsızlar” ve 1968’de “Öksüz” filmlerini<br />
bir yana bırakırsak, o ilk yıllarda vurdulu-kırdılı,<br />
erkek kahramanlı, Yeşilçam formlarına uygun<br />
avantür filmler çeker. Yeşilçam’ın o dönemki sosyoekonomik<br />
yapısı içinde kendi duyarlılığını ve bakışını<br />
pek de öne çıkarmaz, çıkaramaz. Herhangi bir<br />
yönetmenden farklı olmaksızın ilk ürünlerini verir.<br />
Krallar Kralı, Silahsız Dövüşelim, Kanlı Şafak bunlar<br />
arasında yer alır. Öncelikli olarak erkek seyirciyi<br />
hedeflemesi, ticari öğeleri öne çıkarması, kendini<br />
biraz gizleyerek atmosfer içine eklenebilmesi ile<br />
açıklanabilir ve anlaşılabilir bir durum.
Sosyal Filmler<br />
1970 yılında Kerim Korcan’ın<br />
aynı adlı romanından uyarlayarak,<br />
senaryosunu da Korcan<br />
ile birlikte yazarak çektiği<br />
“Linç”, meslek hayatında bir<br />
dönüm noktası olur. Tarihi Sultanahmet<br />
Cezaevi’nde çekilen<br />
filmde bir-iki sahne dışında hiç<br />
kadın oyuncu yoktur. Cezaevindeki<br />
mahkûmlar arasında<br />
yaşanan iktidar savaşını anlatan film, hapishanenin<br />
katı kurallarına karşı çıkıp, sonunda mahkûmlar<br />
tarafından linç edilen Arap Kadir’in başına gelenleri<br />
sade bir dille anlatır. En iyi hapishane filmlerinden<br />
biri olarak sinema tarihimize geçer. Başrollerde<br />
Danyal Topatan, Ali Şen, Necip Tekçe gibi karakter<br />
oyuncuları vardır. Linç, sahnelerinde çok fazla<br />
küfür ve argo olması sebebiyle sansüre uğrar ve<br />
elden geçirilir.<br />
Erkek dünyasına ve hapishane hayatına dair gözlemleri,<br />
kamera ve oyuncu yönetimindeki başarısı<br />
ile dönemin yapısı ve koşulları düşünüldüğünde<br />
gerçekten kayda değer bir film. Zaten 2. Altın Koza<br />
Film Festivali’nde Yılmaz Güney, Halit Refiğ, Memduh<br />
Ün ve Orhan Elmas’ı geride bırakarak “En İyi<br />
Yönetmen” ödülünü ve “En İyi Üçüncü Film”, “En iyi<br />
Görüntü Yönetmeni” ödüllerini alır. Olgaç için artık<br />
yeni bir dönem başlamıştır.<br />
1974’de Türkan Şoray ve<br />
Mehmet Keskinoğlu’nun<br />
başrollerini paylaştığı senaryosunu<br />
da kendisinin yazdığı<br />
“Açlık” filmini çeker. Bir köy<br />
ağası genç bir kızın ırzına<br />
geçer. Sonra onu yoksul bir<br />
delikanlıyla evlendirir. Kısa<br />
süre sonra iki genç, birbirlerini<br />
severler. Bu arada büyük bir<br />
kuraklık başlar, bunu açlık<br />
izler. Delikanlı, ailenin geçimini sağlamak için<br />
büyük kente gittiğinde genç kadın ve çocukları<br />
açlıktan ölecek hale gelir. Film ataerkil yapıyı, ağakadın-erkek<br />
ilişkilerinde feodal sistemi eleştirir. Ana<br />
karakter Meryem, sistemin kurbanıdır. Kadın ve<br />
anne olarak suiistimal edilir ve bir eşya gibi muamele<br />
görür. Buna rağmen çocukları için kendisini<br />
feda eder.<br />
Açlık, kapalı ve dar bir mekânda başarılı bir atmosfer<br />
yaratmaya örnek bir filmdir. Açlık duygusunu seyirciye<br />
geçirmesiyle, baştan sona sade anlatımıyla da beni<br />
etkileyen filmlerinden biridir Olgaç’ın.<br />
1975 yılında çektiği “Bir Gün Mutlaka”, o yıllarda ülkeyi<br />
saran öğrenci olaylarını ve işçi sınıfının sorunlarını<br />
konu edinir. Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı Bir<br />
Gün Mutlaka’nın oyuncuları arasında ise Azra Balkan,<br />
Güven Şengil ve Oktay Sözbir vardır.<br />
Yarı belgesel yarı kurmaca olan film, siyasi olaylara<br />
bakışı ile oldukça dikkat çeker. Ancak Olgaç, bu filmden<br />
sonra seks filmleri furyasından birçok meslektaşı<br />
gibi olumsuz etkilenerek uzun yıllar sinemadan uzak<br />
kalır. Bu uzun arada reklam filmleri çekerek yaşamını<br />
devam ettirir.<br />
Bilge Olgaç’ın 1965-75 arası filmografisine<br />
baktığımızda erkek dünyasını keşfetmeye çalıştığını ve
onların öykülerini anlattığını görürüz… Toprak sorunu,<br />
feodalite, kan davası, hapishane hayatı gibi<br />
erkek âlemine ait sorunlar bu konularla harmanlanan<br />
sevdalarla daha da vurgulanır.<br />
Kadın Meseleleri<br />
Bilge Olgaç, 1984’te çektiği<br />
“Kaşık Düşmanı” ile Yeşilçam’a<br />
dönüş yapar ve olgunluk<br />
dönemi başlar. Başrollerde<br />
Halil Ergün ve Perihan Savaş<br />
yer alır. Senaryosunda da<br />
imzası olan film gerçek bir<br />
olaya dayanır. Ankara’nın Keskin<br />
ilçesine bağlı Danacıbaşı<br />
köyünde meydana gelen bir<br />
faciadan esinlenir. Bir köy<br />
düğünü sırasında patlayan tüple paniğe kapılan<br />
çok sayıda kadın ve çocuk yaşamını yitirir. Facia sonunda<br />
kadınsız kalan köy erkekleri civar köylerden<br />
evlenecek kadın arayışına girer. Yaşanan bu felaketi<br />
film yapmak için bir Alman TV ekibi köye gelir. Köyün<br />
düğüne katılmayan tek kadını, artık ruh sağlığını<br />
yitirmiş olsa da bu ekibin foyasını fark eden ilk kişi<br />
olur. Başlık parasını, töreleri ironik bir dille eleştiren<br />
film, 21.Antalya Altın Portakal Film Festivalinde, En<br />
İyi Senaryo ve En İyi Üçüncü Film ödüllerini kazanır.<br />
Aynı yıl Fransa’da yapılan 7.Créteil Uluslararası<br />
Kadın Yönetmenler Festivali’nde En iyi Film ve<br />
Basın Özel Ödülü alır.<br />
Olgaç ard arda, yine kadın meselelerine değindiği<br />
Gülüşan (1985), Üç Halka (1986) ve İpekçe’yi (1987)<br />
çeker.<br />
Gülüşan, kumalık kurumunu;<br />
hem işgücü, hem de erkek evlat<br />
vermesi için birbiri üzerine aynı<br />
eve getirilen kadınları anlatır.<br />
İlk iki karısından da çocuk sahibi<br />
olamadığı için Mestan,<br />
yolda rastladığı ve kendine<br />
baktığını sandığı yetim Gülüşan’ı<br />
kaçırır. Eve geldiğinde kızın<br />
kör olduğunu anlar. İlk iki karısı<br />
Cennet ve Zekiye kısır, sonuncusu<br />
ise kördür. Kör Gülüşan’a aşık olan Mestan<br />
üçüncü karısından da çocuk sahibi olamaz. Cennet<br />
ve Zekiye, Mestan’a ve birbirlerine duydukları nefretin<br />
tümünü Gülüşan’a yansıtırlar. Mestan iki kadının<br />
da Gülüşan’a bakması için emirler yağdırır, kendi<br />
de sevdiği kadına hizmet etmekten geri kalmaz.<br />
Oyuncular Halil Ergün, Yaprak Özdemiroğlu, Meral<br />
Orhonsay ve Güler Ökten’dir.<br />
Cennet’in, Zekiye’nin, Gülüşan’ın ve Mestan’ın,<br />
bu dört kişilik dünyanın duygusal gelgitlerini,<br />
dışarıdan çok basit gibi görünen hayatlarının hiç<br />
de öyle olmadığını, kendileri ve birbirleriyle olan<br />
hesaplaşmalarını karakterlerin<br />
iç seslerini ustalıkla kullanarak<br />
anlatır yönetmen ve senarist<br />
Bilge Olgaç.<br />
“Üç Halka 25” de kasabaya<br />
gelen panayırda halka attıran<br />
adamın, genç ve güzel kızını<br />
sattığına inanan kasabalının yol<br />
açtığı trajediyi anlatarak kadın<br />
meselelerine yönelik yaklaşımını
sürdürür. Bu kez Hülya Avşar ve Hakan Balamir<br />
vardır başrollerde.<br />
Gerçek bir öyküden yola çıkan<br />
“İpekçe” filminde ise, kadın<br />
meselesine dair sözlerine ve<br />
göstermek istediklerine devam<br />
eder Olgaç. Bir tırla köye<br />
getirilen, beline kadar uzanan<br />
ipeksi saçlarıyla ahalinin dikkatini<br />
çeken ve sevgisini kazanan<br />
bir kadın… Köylüler kadını<br />
bir kulübeye yerleştirir. Kadın<br />
kulübesini süsleyen nakışçıya<br />
âşık olunca, köylülerin ataerkil ahlak anlayışları<br />
ile karşı karşıya kalır. Bir fahişenin değişmeyen<br />
kaderini, çevresindeki insanların çelişkili, ikiyüzlü<br />
yaklaşımını ele alan İpekçe “Kültür Bakanlığı En<br />
İyi Film”, İzmir Film Şenliğinde ise, “Altın Artemis”<br />
ödülünü kazanır. Bu filmde Perihan Savaş ile<br />
başrolü paylaşan Berhan Şimşek kendi oyunculuk<br />
serüvenine dair şöyle der: “Benim oyunculuğum<br />
Bilge Olgaç Sineması’ndan önce ve Bilge Olgaç<br />
Sineması’ndan sonra diye ikiye ayrılır.”<br />
Kadın meselelerine duyarlılığının nedeni bence<br />
kendisinin kadın olması değil sadece. Sanatçının<br />
içinde yaşadığı toplumu ve değişen yaşam<br />
koşullarının yarattığı değişimi yakından gözlemlemesiyle<br />
de ilintilidir. Ses getiren bu filmlerini,<br />
1980’lerde feminist akımların toplumumuzda<br />
ağırlık kazanmaya başladığı bir dönemde çekmiş<br />
olmasına, yani “gündemi” o açıdan da izlemiş<br />
olmasına da bağlıyorum. Ancak Olgaç, kadına<br />
dayalı öyküler anlatırken diğer kadın yönetmenler<br />
gibi aynayı sürekli kendine tutmaktan kaçınır. O<br />
gerçek kadınların öykülerini anlatır.<br />
Film Bitti<br />
19<strong>90</strong>’lara gelindiğinde Olgaç’ın “Aşkın Kesişme<br />
Noktası”, “Umut Hep Vardı”, “Kurşun Adres<br />
Sormaz”, filmlerini görürüz afişlerde.<br />
“Bir Yanımız Bahar Bahçe” yine senaryosunu<br />
kendisinin yazdığı son filmidir. Başrollerde Halil<br />
Ergün ve Sibel Turnagöl oynar. 3 Mart 1994 günü<br />
talihsiz bir şekilde, evinde çıkan bir yangın sonucu<br />
hayata veda eden Olgaç, ölümünden beş gün önce<br />
TRT 2’nin “Sinema Sinema” programına bakın son<br />
olduğunu bilmediği son filmiyle ilgili neler anlatmış:<br />
“Bir Yanımız Bahar Bahçe, sözcüğü ne anlatıyorsa<br />
bir kere film de onu anlatıyor gerçekten. Hayatın<br />
bir yanı bahar-bahçe ise, bir yanı yaprak döküyor.<br />
Selda’nın bir türküsünden esinlenerek bu ismi koyduk.<br />
Bir yanıyla bahar-bahçe yaşamanın tadını, bir yanı<br />
ile yaprak dökmenin acısını yaşayan iki insanın bu iki<br />
çelişkili duygusunu anlatıyor. Tabi bunların arkasındaki<br />
toplumsal, kişisel, tarihi nedenleriyle birlikte anlatıyor<br />
kuşkusuz. Kırık bir aşk hikâyesi. Biraz yaş farkı olan<br />
bir ilişki. Benim de ilk aşk filmim. Aşk hayatın kopmaz<br />
bir parçası. Belki de geç kaldım. Aşk filmi çekmek de<br />
hoşmuş. İnsan geçmiş birlikteliklerini tadıyor yeniden.<br />
Şöyle bir çekişme oldu sette Halil Ergün’le aramızda.<br />
Ben dedim ki: ‘Bak bu bir aşk filmi, biz senle farklı<br />
filmler çektik oynayabilecek misin?’ O da : ‘Sen çekebilecek<br />
misin?’ dedi. Sonunda ben 1-0 galip geldim.<br />
İyi bir aşk filmi oldu sanıyorum. Sadece aşk filmi değil<br />
tabii ki.<br />
Hiçbir yönetmen filmi bittiğinde tam olarak tatmin oldum<br />
diyemiyor. Çünkü güzel sürekli kendini aşıyor, daha<br />
güzeli istiyor keyifle seyredilecek bir film olduğunu<br />
düşünüyorum”<br />
Film biter ancak Olgaç, filmi sinema salonunda seyircisiyle<br />
izleyemez. Sinemaya adadığı ömrü ve seyirci<br />
ile kurduğu yakınlıkla Bilge Olgaç, sinemamızın, bana<br />
göre ‘kadın yönetmen’ bölümünde değil, ‘yönetmen’<br />
bölümünde yer alıyor.<br />
Ölümünün 22. yıldönümünde kendisini, sinemamıza<br />
bıraktığı deneyim ve filmler için saygı ve teşekkürle<br />
anıyorum.
n Miyorkartımızı yırtmaya elverişli, bir önceki<br />
dönümünden farkı olmayan takvim, bu sayıda<br />
Handan İpekçi’nin 23 yıllık sinemasında ara<br />
vermeye çentik atar. Çok nedenli buluşmayı<br />
saygıyla hak eden filmografi ve göze alınan türlü<br />
aşındırma şekillerini ‘birkaç sayfayla anlatmaya<br />
niyetlendiğim için pişman olacağım’ bir sinema<br />
İpekçi’ninki. Yargıç bir babanın kızı olarak<br />
doğduğu Ankara’da çok kalmayıp Urfa’daki az<br />
ışıklı ortaöğrenim sürecini sıkıca tutan, malik<br />
dönemin hırçınlığına ise Rize Kalkandere’de<br />
hazırlanan bir girizgah…Üç şehri de bağlarını<br />
koparmadan uğurlayıp her fidye talebinde<br />
dost fotoğraflarından sızan. Gazi Üniversitesi<br />
Basın-Yayın eğitimiyle Halk Bankası memuriyetini<br />
bir arada sürdürürken evlenip İstanbul’a<br />
yerleşir. Küçük adımlarını hızlandıran politik<br />
dönem, İlerici Kadın Derneği’ndeki aktif<br />
çalışmalarıyla arkasında devamsızlıktan silinen<br />
bir okul kaydı bırakır. 80 askeri darbesi, hapishane<br />
ziyaretleri ve ev arasına sıkışmak üzere<br />
bezenmiş 2.5 yıl süren bir direnci isabet alırken<br />
sırada Ankara’daki okuluna dönerek apolitik<br />
sıra arkadaşlarıyla tamamlanması ön görülmüş<br />
bir eğitim vardır, bir de yanında sekiz yaşında<br />
bir oğul. Yazıldığı gibi bir çırpıda yaşanmayan<br />
şehirler arası bu göçler saygı duruşunu, her ufalanma<br />
sonrası toparlandığı yerden alır; gücünü<br />
daha içeriden. Pek çok televizyon programı, dizi<br />
ve reklam filminde çalışan yönetmen, 1989 senesinde<br />
Memduh Şevket Esendal’ın aynı adlı eseri TRT’ye<br />
TV dizisi olarak uyarlanan projeyi, yönetmen olarak<br />
göğüsler…Turgut Yasalar’ın senaryolaştırdığı Ayaşlı ve<br />
Kiracıları İpekçi için, 35 mm dizilerden kendi filmlerine<br />
kalkabileceğinin tezkeresi olur. Ve yeni bir başlangıç<br />
daha…İlk uzun metraj filmi Babam Askerde(1993)’yi<br />
kadraja almasıyla onun istediği yerde tanışmamızın<br />
bedelini bir bir almaya başlayacaktır. Gelişmekte olan<br />
ülkelerin meşhur lezzetlerinden, iyilik ve yanında hazır<br />
edilen ceza ritüeli, hümanizma piramiti çoktan çatlamış<br />
toplumlar için yeni bir şey olmasa gerektir, şöhret kolay<br />
kazanılmamaktadır(!) Zira, yönetmenin film dizelgesinde,<br />
yürütmeye yapılan temyiz başvurusu az bir<br />
matematikle film adedinden büyüktür. Takip eden Büyük<br />
Adam Küçük Aşk(2001), Saklı Yüzler(2007) ve Çınar<br />
Ağacı(2010) gibi yapımları, engeller gösterimlere nasıl<br />
dönüşmekte; zümreler gruplara- kümeler demetlere<br />
nasıl iyi gelmektedir kanıtı olur. Yönetmen, her bir<br />
sinema unsurunu ayrı ağırlıkta bulmasına karşın tek bir<br />
ölçütü hepsinin önünde tutar. İyi bir senaryoyu kötü bir<br />
yönetmenin dahi bozabileceğine inanmayan anlayışına<br />
göre senaryo, sette kullanılacak teknik bir metin, ekibin<br />
elindeki kılavuz. Öte yandan iyi bir yazma tekniğiyle,<br />
dört dörtlük aritmetiği olan bir senaryoda, samimiyet ya<br />
da yaklaşmak istediği duygu seyirciye geçiremiyorsa<br />
sayfalarla gerçeklik arasına koyulan karbon kağıdında<br />
kayma var demektir. İletileni iyi tanımak, konuya hakimiyet<br />
samimiyetin geçmesinde belirleyicidir. Naif olmayan<br />
şeyleri, perdesine naifçe düşürdüğü filmlerinde, memleket<br />
idaresinden aile idaresine çocuk göze doluşanları<br />
döker. Önüne boşaltılanların içinden Kürt düşmanlığını<br />
sonlandıracak onurlu küçük eller, 12 Eylül’ün tayin ettiği<br />
babalar ve dönemin çukurundan çıkamayan tek kapılı<br />
çocukları düşerken Cumhuriyet’e duyulan müteşekkir<br />
tavrı da hiç kaybetmez. Konuşkan diyalog ağıyla ördüğü<br />
senaryolarının set içi ve film dışı koyu bir rehber olduğu,<br />
akıcı ve birbirini tekrar etmeyen bir duyum bıraktığı belirtilmelidir.
Sahiciliği yakın planına alan yönetmenin, oyuncu<br />
seçimindeki öncül etkeni, filmin karakterine çok uzak<br />
olmayan bir cast anlayışıdır. Hiç köyde bulunmamış<br />
birine köylü rolü vermeye yakın durmaz. Ezcümle,<br />
iyi bir oyuncu yönetimi ve anlatılmak istenen duyguyu<br />
yaşatabilmek, yönetmenlikte mühim tuttuğu<br />
iki kıstastır. Kendi işçiliğinde bu iki unsuru ustalıkla<br />
uyguladığı seyircideki hatır seviyesiyle ölçümlenebilir.<br />
Senaryo ve oyunculuk ağırlık merkezine<br />
alınırken, görüntü ve sanat yönetiminde fotoğrafların<br />
benzerlik taşıması tuzağına göz yumulmaz, kendi<br />
hürriyetinde kalmış bir sinemacıdır İpekçi. Mekan,<br />
kostüm, ışık kullanımı ve diğer yardımcıları yerinde<br />
ve doğalındadır, gidişat ne kadar aydınlıksa perdeye<br />
o kadarını sızdırır. Müzik ve ses yerleştirimi hikayenin<br />
egemenliğine teslimdir, boş odanın bile sesi olduğuna<br />
haksızlık edilmeden amaca birlikle bağlanırlar. 1993<br />
yılında yönetimini üstlendiği Kemençenin Türküsü<br />
belgeselini ilk uzun metraj filmi takip eder… 12 Eylül<br />
darbesinde babası hapse giren üç ayrı sınıftan<br />
çocuğun Zuhal Gencer, Füsun Demirel ve Yasemin<br />
Alkaya anneliğinde yürüyen hikayesi Babam<br />
Askerde, sponsor desteği ve yoğun bir emekle<br />
çekilmesine karşın ilk yasaklanan filmi olur. Kendi<br />
imkanlarıyla düzenlenen gösterimler, 10 bin izleyiciye<br />
ulaşırken Berlin Film Festivali’nin Panorama<br />
Bölümü’nde yer alan film, Ankara’da Umut Veren<br />
Yeni Senaryo Yazarı ve Umut Veren Yeni Yönetmen<br />
ödülleriyle İpekçi’yi karşılar. Aslında işin dahası<br />
bir sonraki yapım Büyük Adam Küçük Aşk (2001)’ta<br />
işaretlenecektir; ustalığın da boyu uzamaktadır ve<br />
tam da burada dağıtacaktır kişi başı gayri safi milli<br />
gerçeği. Ailesini çatışmada kaybeden beş yaşındaki<br />
Hejar(Dilan Sönmez), emaneten bırakıldığı evde<br />
başlayan polis operasyonunda saklanıp karşı komşu,<br />
emekli yargıç Rıfat Bey (Şükran Güngör)’in evine<br />
kaçar. Eşini yıllar önce kaybetmiş, milli ilkelerine<br />
faşist düğümler atmış yaşlı çatıda, evin yardımcısı<br />
Sakine / Rojbin (Füsun Demirel)’nin desteğiyle hangi<br />
dilin konuşulduğu yavaşça huzurevine yerleştirilir.<br />
Şüphesiz değer hükmü, ‘süre ve inceleme unsurları’<br />
açısından verilmesi en kolay kararlardan biri(!) Devlet<br />
temsilindeki Rıfat Bey ’in o güne değin ezberlediklerini<br />
yavaş yavaş unutturan; dikenle bezenmiş<br />
hükümlerini sihirli değnek yapaylığına düşmeksizin<br />
iade alan, barışmaya devrilen bir tavrı ortalar İpekçi…<br />
Ağırlık merkezine diyalogların oturtulduğu film, ajiteyi<br />
tırmandıran müzik motifi ve ülke panoramasını bu<br />
denli iyi resmetmesine karşın evrensel boyutundan<br />
taviz vermemiştir. Kültür Bakanlığı desteğiyle çekilen<br />
film, polis baskını sahnesi kaynak gösterilerek Emniyet<br />
Müdürlüğü’nden gelen talep üzerine girdiği ikinci<br />
denetimde yasaklanırken yönetmeni de 1-3 yıl arası<br />
hapis istemiyle soruşturma açılır. Danıştaya açılan<br />
yürütmeyi durdurma davası lehte sonuçlanmasıyla<br />
İpekçi’nin beraat kararıyla birlikte film, 2002 Haziran<br />
ayında vizyondadır. Büyük Adam Küçük Aşk, 38.<br />
Antalya Altın Portakal Film Festivali’ nde En İyi Film<br />
Ödülü, En İyi Senaryo, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu<br />
(Füsun Demirel), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu<br />
(İsmail Hakkı Şen), Jüri Özel Ödülü, 22.İstanbul Film<br />
Festivali Radikal Halk Ödülü olmak üzere yurt içi
ve yurt dışı gösterimlerden toplam 21 ödülle ayrılır.<br />
Çocuk oyuncu Dilan Sönmez’in 150 çocuk arasından<br />
bizzat Handan İpekçi tarafından seçildiği, başarılı<br />
yönetiminin yanına not düşülmelidir. Çekimlerine<br />
2005’de başlanan üçüncü filmi Saklı Yüzler’de, Urfa,<br />
İstanbul, İznik ve Duisburg olmak üzere dört ayrı şehri<br />
mekan alarak töre cinayeti meselesine eğilir. Şenay<br />
Aydın ve İştar Gökseven baş oyunculuğundaki film,<br />
ailesi tarafından ölüm kararı verilen Zühre’nin yüzü,<br />
parça parça yürüyen usta kurgusu, oyuncu yönetimi<br />
ve Kültür Bakanlığı’ndan aldığı fonla Handan İpekçi<br />
klasiği olmak için hazırdır. Sağlık problemleri gibi<br />
mücbir sebeplerle, filmin belirtilen tarihte teslim edilemeyecek<br />
olması ve buna bağlı olarak ödeneğin<br />
son taksitinde uğradığı sekte sonucu Kültür<br />
Bakanlığı ilk iki filmi haciz yoluyla sahiplenir. Saklı<br />
Yüzler, bir işin sonucu kadar nasıl bir sürece<br />
tabii olduğuyla ilgilenen seyirci için de kıymetini<br />
ve saygınlığını saklı tutar; tıpkı yönetmeni gibi.<br />
Rakamsal boyutu tenzih ederek vurgulamak<br />
istediğim, 2014 yılında sonlanan ve iki katı kadar<br />
ödenen bir destek fonunun, yönetmeni ‘kendi<br />
sineması’ndan dışarı çıkartan erdeminde gizlidir(!)<br />
Zira en son filmi, Çınar Ağacı(2010) bir muhasebe<br />
hesabını kapatırken başka bir muhakemeyi<br />
çalıştıracak, bahsi geçen ‘kendi sineması’nı kısa<br />
boylu olmasını yeğlediğimiz kapıda bekletecektir.<br />
Kalıp olarak ezberlenen hissiyat silsilesi,<br />
sinemada da kendini var edecek alan bulur…Ya<br />
kendini tamamen trajediye adayan ya da gülmeye<br />
hizalanmış bir mizah için kollarını bağlayıp<br />
bekleyen taraftar seyirciden bahsediyorum …<br />
Anımsatan ve anımsanan film, ringte ziyadesiyle<br />
dövüştürülür…içinde çocuk ile göz yaşı birlikteliği<br />
varsa Babam ve Oğlum, anneanne ve torun ilişkisi<br />
varsa Pandora’nın Kutusu, çağrışım ağın küçük<br />
gelmiyor, notu düşüreceksin(!) Çekimleri Bursa’da<br />
tamamlanan Çınar Ağacı(2010)’ nda, yaşamını<br />
dört çocuğunun evinde sırayla kalarak geçiren<br />
Adviye Hanım (Celile Toyon)’ın, hepsi kendi hayat<br />
prensiplerinde ezilmiş(!) çocuklarıyla tıkalı ve 5,5<br />
yaşındaki torunu Barış(Deniz Deha Lostar)’ la<br />
güneş alan ilişkisini hikayelendirir İpekçi. Yönetmen<br />
sinemasının ışığını az kısmasına karşın<br />
çocuk kafasında olup bitenler Feza Çaldıran’ın<br />
görüntüleriyle filmografideki yerini, iyi niyetli bir<br />
buluşma olarak almalıdır. Son filmini takip eden 3<br />
yıl süresince Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar<br />
Fakültesi Sinema Televizyon bölümü ve İzmir<br />
Ekonomi Üniversitesi’nde senaryo dersleri veren<br />
yönetmen, bu çalışmalarını kurucusu olduğu Yeni<br />
Yapım Film bünyesindeki atölyede devam ettirmekte;<br />
proje geliştirme ve senaryo danışmanlığı üzerine<br />
3 aylık eğitim programlarıyla yeni sinemacılara<br />
kılavuzluk etmektedir. Sona doğru, Avrupa İnsan<br />
Hakları Mahkemesi’nden gelecek olan ve devam<br />
etmek için gerekli sıvazlamayı sağlayacak<br />
irili ufaklı bir haber İpekçi’yi Güvercin Karakterli<br />
Kadın’ı çekmeye sürükler mi sorusuyla kalırım…<br />
miyokartı sökülen yerlerinden üflemek şart ya da<br />
umut.
n Bu ayki film, yönetmenliğini Sergio<br />
Castellitto’nun yaptığı, başrollerinde<br />
Penélope Cruz, Emile Hirsch, Adnan Haskovich,<br />
Saadet Işıl Aksoy’un rol aldığı,<br />
İtalyan- Alman ortak yapımı “Sen Dünyaya<br />
Gelmeden”.<br />
2012 tarihli İtalyan- Alman ortak<br />
yapımındaki film, Bosna Savaşı’nın bir silindir<br />
gibi ezip geçtiği hayatları, son derece<br />
çarpıcı örnekler üzerinden ele alıyor. Ne<br />
var ki ben bu filmde, savaşın yıkıcılığından<br />
ziyade, aşkın mı yoksa vicdan azabının<br />
mı daha güçlü bir duygu olduğu üstünde<br />
düşünmemizi istiyorum.<br />
Film, ana karakter Gemma’nın, akademik<br />
bir araştırma için Saraybosna’ya gitmesiyle<br />
başlıyor. Burada tanıştığı genç<br />
fotoğrafçı Diego ile yaşadıkları tek gecelik<br />
ilişki bununla sınırlı kalmıyor. Zira<br />
Gemma İtalya’ya döndüğünde, Diego<br />
da onun peşini bırakmaz. Motosikletine<br />
atlayıp, kilometreler kat edip Gemma’yı<br />
bulan Diego, kadına evlenme teklif eder.<br />
Diego, gerçekten de tutkulu bir aşktır<br />
ancak Gemma da duyguların renkli<br />
büyüsünde savrulmayacak kadar mantıklı<br />
bir kadındır. Evlenmeleri durumunda<br />
nerde, nasıl yaşayacaklardır? Diego<br />
bilmediği bir ülkede nasıl para kazanacak,<br />
nasıl ev geçindirecektir? Böyle bir evlilik<br />
ne kadar sağlıklı yürüyebilir? Ancak<br />
Diego’nun, Gemma’nın tüm bu sorularına<br />
cevabı hazırdır: Fotoğraf makinesiyle<br />
yapamayacağı iş olmadığını söyler. Gerçekten<br />
de Diego’nun Gemma’yu mutlu<br />
etmek için yapmayacağı şey olmadığını<br />
görürüz.<br />
Evlenirler. Diego, bir anaokulunda<br />
fotoğrafçılık yapıp evi geçindirirken<br />
Gemma, genç kocasına derin bir aşkla<br />
bağlanır. Ancak evliliklerinin üzerine<br />
düşen kara bir gölge, geleceklerini de<br />
karartacaktır: Gemma yüzde 99 oranında<br />
kısırdır ve hamile kalması nerdeyse<br />
imkansızdır. Bu gerçek Gemma’yı kelimenin<br />
tam anlamıyla yıkıma sürükler, ve<br />
bir süre sonra kadında ciddi psikolojik<br />
sorunlar ortaya çıkar. Öyle ki Gemma<br />
artık “Diego’ya bir çocuk vermekten”<br />
başka hiçbir şey düşünemez hale<br />
gelmiştir. Gemma anne olma takıntısının<br />
esiri olup, günden güne eriyen bir<br />
kadındır...<br />
Diego ise başta Gemma’ya bir çocuk<br />
sahibi olup olmamanın hiçbir önemi<br />
olmadığını söylese de, bir süre sonra<br />
kadının bu takıntılı haliyle başa çıkamaz.<br />
Ve sonunda “taşıyıcı anne” ile çocuk<br />
sahibi olmaya karar verirler. Bu sırada<br />
Saraybosna’daki savaş korkunç bir hal<br />
almıştır. Gemma ve Diego, dostlarına<br />
yardım etmek için Saraybosna’ya gittiklerinde,<br />
burada taşıyıcı anne olabilecek<br />
bir genç kadınla tanışırlar.<br />
Ve işler öyle bir noktaya gelir ki, Gemma,<br />
bu işin daha fazla uzamaması için<br />
Diego’yla, taşıyıcı anne olması planlanan<br />
Aska cinsel birliktelik yaşamasını kendisi<br />
ister. Zira Gemma kendinden emin olduğu<br />
kadar Diego’nun da aşkından emindir.<br />
Ancak tam da bu noktada, Gemma’nın<br />
yıllar sonra öğreneceği korkunç bir olay<br />
yaşanır. Diego ile Aska’nın cinsel birliktelikleri<br />
hiç de duygusuz bir şekilde
aşlamaz, dahası tam birlikte olacakları<br />
sırada evi basan Sırp askerler, Aska’ya<br />
tecavüz edip işkence ederler. BU sırada<br />
olayları gizli bir bölmeden izleyen Diego’nun<br />
psikolojisi altüst olur.<br />
Ancak Gemma’nın bu olaydan haberi yoktur.<br />
Kocası ile Aska arasında cinsel birliktelik<br />
yaşandığı, yakında bir çocuğu olacağı<br />
güvencesiyle, kocasını da alıp İtalya’ya geri<br />
döner. Ne var ki Diego hiç sağlıklı bir halde<br />
değildir. Zaten kısa süre sonra İtalya’san adeta<br />
kaçarak Saraybosna’ya, savaşın göbeğine<br />
tekrar döner. Gemma bu olanlara bir türlü<br />
anlam veremez, kocasının peşinden kalkıp o<br />
da Saraybosna’ya gider. Ve burada gördükleri<br />
karşısında şoke olur: Diego, hamile olan<br />
Aska’nın yanına gitmiştir. Gemma bu gerçek<br />
karşısında yıkılır, kocası artık onu değil,<br />
Aska’yı sevmektedir. Bir süre sonra Aska<br />
karnındaki çocuğu doğurduğunda Diego<br />
çocuğu Gemma’ya vererek kadını İtalya’ya<br />
gönderir, kendisi ise Saraybosna’da kalmaya<br />
devam eder…<br />
Gemma artık emindir. Kocası, Aska’yı sevmiş,<br />
onunla kalmayı tercih etmiştir. Bir süre sonra<br />
Diego savaşta hayatını kaybeder , bu sırada<br />
Gemma da başka biriyle evlenir. Ancak Gemma,<br />
gerçeği yıllar sonra öğrenecektir. Oğlunu da alıp<br />
Saraybosna’ya gittiğinde, Aska’nın o gün Sırp<br />
askerlerin tecavüzüne uğradığını, çocuğun o<br />
askerlerden birinden olduğunu, Diego’nun her<br />
şeyi görüp müdahale edememesinin verdiği vicdan<br />
azabıyla Aska’nın yanında kaldığı gerçeği…<br />
İşte tam bu noktada yazının başında gündeme<br />
getirdiğim soruya dönmek istiyorum:<br />
Aşk mı yoksa vicdan azabı mı daha güçlü bir<br />
duygu? Bu elbette kişiden kişiye değişiyor<br />
peki siz olsanız hangisini seçerdiniz? Film,<br />
izleyicinin kendisine bu soruyu sormasını<br />
sağlayarak yoğun bir empatiye neden olması<br />
açısından son derece başarılı. Bu durum,<br />
filmin gereğinden uzun olması, bir karakterin<br />
fazladan işlevlendirilmesi, kimi sahnelerin gereksiz<br />
detaylandırılması gibi birtakım eksiklerikusurları<br />
görmezden gelmem için bir neden.<br />
Ülkemizdeki savaş çığırtkanlarının empati<br />
yaptırmada bu derece başarılı birkaç filmi izlemelerini<br />
çok isterdim. Bakalım o zaman da bu<br />
kadar ruhsuz kalabilecekler mi.<br />
Önümüzdeki ay görüşmek üzere.
n Geçtiğimiz ay dünyanın en<br />
önemli festivallerinden biri sayılan<br />
Berlin Film Festivali’nden özel<br />
mansiyon ödülüyle dönen “Genç<br />
Pehlivanlar” belgeselinin yapımcısı<br />
Aslı Akdağ bu ay özel konuğum.<br />
Yapımcılık konusunda yüksek<br />
lisanslı... Kendisi aynı zamanda<br />
bir avukat. Ağırlıklı olarak sinema<br />
ve tv sektöründeki davalara bakmakta.<br />
Bu konuda da bir hayli<br />
başarılı olduğunu söylemeden<br />
geçemeyeceğim. Sinemaya, özellikle<br />
de belgesele verdiği emek ve<br />
sevgi ise onu hayatta en çok mutlu<br />
eden nedenlerin başında geliyor.<br />
Bu yıl İstanbul Film Festivali<br />
Köprüde Buluşmalar’a da bir projesi<br />
seçilen istekli ve başarılı yapımcı<br />
eminim ki, çok kısa bir sürede<br />
adından daha sık söz ettirecek.<br />
Öncelikle biraz kendinden ve neler<br />
yaptığından bahseder misin?<br />
Ankara’da doğup Denizli’de<br />
büyüdüm ve Dokuz Eylül Üni.<br />
Hukuktan mezun olduktan sonrası<br />
İstanbul’a geldim. Ortaokul<br />
yıllarından başlayan ve ilk çalışma<br />
yıllarıma kadar da devam eden<br />
oyunculuk sevdasıyla başladı<br />
esasen benim yapımcılığa uzanan<br />
serüvenim. Tiyatro, setler.. Tüm<br />
bu süreçte bir taraftan avukatlığa<br />
da devam ediyordum. Tabi ilgi<br />
alanım dolayısıyla Fikri mülkiyet<br />
haklarında uzmanlaşmaya<br />
yöneldim. Ardından Hukuk<br />
formasyonunun etkisiyle de olsa<br />
gerek yapımcılığın ne kadar<br />
keyifli bir süreç olabileceğini<br />
keşfettim. Mutfaktaki şefi seçen,<br />
menüyü oluşturan, nasıl bir<br />
kitleye hitap edeceğini bilen;<br />
dekoru, tasarımı, müziği buna<br />
göre seçerek insanları haz<br />
almasını sağlayan bir maestro<br />
gibi... Tabi daha da güzeli buradaki<br />
yapılan iş dünyaya etki<br />
edebilecek potansiyele sahip,<br />
tüm duyulara hitap edebilen bir<br />
anlatım diline, sinemeya dairdi.<br />
Bu merakım sonucunda işi daha<br />
da iyi öğrenebilmek adına Kadir<br />
Has Film ve Drama Yapımcılık<br />
programında yüksek lisans yaptım.<br />
Buradaki derslerim esnasında da<br />
sektörün önde gelen yapımcılarının<br />
atölyelerine katıldım; mesleğimi<br />
de sürdürürken yapımcılığa dair<br />
kendimi besleyebileceğim ne varsa<br />
katılmaya çalıştım. 2011 yılı iki işim<br />
için de bir dönüm noktası oldu. Fikri<br />
mülkiyet alanında çalıştığım hukuk<br />
büromu, Royal-T Danışmanlık<br />
firmasını kurdum. Yapımcılık<br />
alanında Türkiyenin önemli isimlerinden<br />
olan Zeynep Atakan’ın<br />
yanındaki kısa çalışma süremde<br />
yolumun kesiştiği Mete Gümürhan<br />
ile de Türkiye’de Kaliber Film<br />
şirketini kurduk. Bağımsız ve yenilikçi<br />
işler yapmayı hedefledik. Nitekim<br />
“Genç Pehlivanlar” isimli, benim<br />
yapımcısı olduğum Mete’ninse<br />
yönetmenliğini üstlendiği belge-
selimiz dünya prömiyerini Berlin’de<br />
yaptı ve burada Özel Mansiyon<br />
Ödülüne layık görüldü. Farklı bir<br />
iş yaptığımıza ve filmin daha da<br />
çok başarılara imza atacağına<br />
inanıyoruz. Ben daha çok belgesel<br />
yapımına dönmemden ötürü kendi firmamla<br />
yapımcılık serüvenime devam<br />
etmeyi planlıyorum. Fm FilmWorks<br />
ile yapımını gerçekleştireceğim<br />
belgesel projem Sınır Bozukluğu,<br />
Köprüde Buluşmalar kapsamında<br />
ilk sınavını verecek. Bir taraftan<br />
da fikri mülkiyet alanında doktora<br />
çalışmalarıma ve avukatlığa devam<br />
ediyorum.<br />
Senin için belgeselin tanımı nedir?<br />
Belgesel, adı üzerinde gerçekliklere<br />
dayalı olarak çekilen, sinemasal bir<br />
anlatım türüdür. Bu dilin dünyada<br />
pekçok farklı örnekleri mevcut. Benim<br />
burada zamansal bir çizgiden,<br />
konuşan kafalardan oluşan<br />
bir yapımla gerçeklikleri aktarmak<br />
tercih konusu değil.<br />
Dökü drama, Mockumentary<br />
gibi türlere henüz ülkemizde<br />
pek rastlayamıyoruz.<br />
Ben sanırım bazı gerçeklikleri<br />
anlatırken<br />
anlatılanın ağırlığına uygun<br />
olacak şekilde buna biraz<br />
mizah sosu da katılması<br />
gerektiğini düşünüyorum.<br />
Ya da Genç Pehlivanlar<br />
filminde yaptığımız üzere,<br />
gerçek olayları manipüle<br />
etmeden bir belgeseli çekmek<br />
de, yönetmenlerin<br />
önündeki zorlu bir yol ve<br />
de ulaşılması keyifli bir<br />
hedef gibi bana kalırsa.<br />
Türkiye’de anlatılacak çok<br />
hikaye var ancak yenilikçi<br />
düşünen yönetmenlere de<br />
ihtiyacımız var. Yönetmenlerimiz<br />
kurmacaya yönelmek<br />
yerine kurmacaya yakın bir<br />
anlatım diliyle de belgesel<br />
çekmeyi deneyebilirler diye<br />
düşünüyorum.<br />
Belgeseli bir araç olarak<br />
mı görüyorsun? Yoksa söz<br />
gelişi bir 10 yıl sonra da,<br />
kısa filmler, belgeseller<br />
çekeceğim diyor musun?<br />
10 yıl uzun bir süreç<br />
ama şunu biliyorum ki<br />
belgesel yapmak, beni<br />
heyecanlandıran, farklı bir<br />
iş. Önemli olan tutkuyla<br />
savunabildiğiniz ve sizi<br />
harekete geçiren bir proje<br />
bulmak. Bu uzun metraj bir<br />
film de olabilir ancak bunun<br />
zamanı var. Önce kafamdaki<br />
belgesel projeleri tamamlamak<br />
hedefim. Bir de animasyon<br />
film hayalim var. Ama<br />
her şey doğru zamanda.<br />
“Genç Pehlivanlar”ın hikayesi<br />
neydi?<br />
Önce iki pehlivan kardeşi çekecekken<br />
ailenin muvafakatini geri<br />
çekmesi üzerine yatılı bir güreş<br />
okulunu keşfetmemiz sonucunda<br />
yaptığımız bir kurmaca<br />
belgesel filmdir Genç Pehlivanlar.<br />
Buradaki ‘kötü’de kesinlikle<br />
bir ‘iyi’ vardı ki bu olay bizi, çok<br />
daha katmanlı bir serüvene<br />
tanık olabileceğimiz bir yere<br />
sürükledi. Amasya’da yatılı bir<br />
güreş okulunda okuyan 10 ila<br />
17 yaşındaki küçük pehlivan<br />
adaylarının bu okulda görüşmeyi<br />
öğrenirken diğer bir okulda da<br />
genel eğitimlerini tamamladığı<br />
bu hikayedenin anlatımına dair<br />
hedefimizde, güreş sporundan<br />
çok bu çocukların psikolojisini
ve yaşantısını aktarabilmek vardı.<br />
“Genç Pehlivanlar”daki karakterlerden biraz<br />
bahseder misin?<br />
‘Genç Pehlivanlar’, çocukluktan yetişkinliğe<br />
geçen ve ailesinden ilk defa ayrı düşen küçük<br />
pehlivan adaylarının hayata karşı olan mücadelesine<br />
tanık olmamızı sağlıyor. İlk defa yuvadan<br />
kopuş, arkadaşlarının aynı zamanda rakipleri<br />
olması, şampiyonluk hedefi, özlem, hırslar,<br />
kaygılar.. Ancak içeriğinde pekçok mücadeleyi<br />
barındıran bu filmin asıl vurucu ve farklı olan<br />
tarafı, ergenliğe geçişte ve kimlik arayışında<br />
ekstra bir çabayı gerektiren bir sorumluluğun<br />
yüklendiği ufak bedenlerin hikayesini aktarabilmesi.<br />
Bu yılların zorluğunu iyi kötü hepimiz<br />
hatırlarız. Genç Pehlivanlar’daki 10 ile 17<br />
yaşındaki bu küçük kahramanlarımızın kendilerinden<br />
bir de beklenen şampiyonluk hayalleri<br />
var. Ekonomik olarak yüksek gelirli ailelere<br />
mensup olmayan bu çocukların hepsinin hayali<br />
dünya şampiyonu olmak; ailelerin arzusu da<br />
bu yönde olunca elbet kendini sadece kendine<br />
değil; ailene, arkadaşlarına, çevrene ve dünyaya<br />
da kanıtlamak durumundasın.<br />
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli yönetmenler<br />
kimler?<br />
Yerli yönetmenlerden Aslı Özge, Yeşim Ustaoğlu,<br />
Nuri Bilge Ceylan ilk aklıma gelenler ama onlarca iyi<br />
isim olduğunu da düşünüyorum.<br />
Türkiye’deki film festivalleri ve belgeselcilere<br />
yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?<br />
Antalya Film Festivali kapsamında Antalya Film<br />
Forum geçtiğimiz yıl belgeselcilere kapılarını<br />
açtı. Keza İstanbul Film Festivali kapsamındaki<br />
Köprüde Buluşmalar da öyle. Türkiye’de de belgeselin<br />
sinemasal gücü keşfedildi. İyiye gidişin daha<br />
da desteklenebilmesi için daha fazla fon olmalı.<br />
Bakanlığın fonu –özellikle son derece kısa bir çekim<br />
takvimini zorunlu kılıyor olmalar dolayısıyla da- oldukça<br />
yetersiz kalıyor maddi açıdan.<br />
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim… Yeni<br />
projelerin neler?<br />
Sınır Bozukluğu, özellikle sınırlara duyduğumuz<br />
takıntıdan yola çıkarak geliştirdiğimiz bir proje.<br />
Henüz geliştirme safhasında olduğu için çok<br />
detaylarına girmeyi tercih etmiyorum. Özetle 2<br />
belgesel, bir kurmaca ve bir animasyon projesi<br />
üzerinde çalışıyorum. Sinemasal olarak tatmin edici<br />
olacağını anladığımız noktada reklam projeleri gibi<br />
farklı işlere de birlikte çalıştığım arkadaşlarımla<br />
ılımlı bakıyoruz.
BANU BOZDEMİR<br />
n 2013 yılında Antalya Altın Portakal’da yerli film<br />
kategorisinde yarışan filmi Kurte Film (Kısa Film)<br />
ile dikkatimizi çeken Ali Kemal Çınar, ikinci filmi<br />
Veşarti (Gizli) ile Keşif bölümünün birincisi oldu.<br />
Bu kez beden değişimi konusuna değinen Çınar<br />
etkili, masalsı ve ironik bir dünyanın kapılarını<br />
başarıyla açmayı başarıyor.<br />
Biz seni Kurte / Kısa Film ve şimdi de Veşarti’yle<br />
biliyoruz daha çok. Ama çokça kısa filmin var,<br />
Diyarbakır’da yaşıyorsun. İnsanlara, sektöre<br />
ulaşmada sıkıntı yaşayıp yaşamadığını merak<br />
ediyorum doğrusu?<br />
On tane kısa film çektim ama dediğin gibi bir<br />
tanesinin bile herkese ulaştığı olmadı. Ben Kurte<br />
Film’i yaptığımda da bu nereden çıktı gibi bir tepki<br />
de oldu. Ama arkasında bir emek, süreç vardı.<br />
Kurte Film’in konusu kısa filmlerle ilgiliydi biraz.<br />
Beden Eğitimi ve spor bölümünü bitirdim ama<br />
oradan itibaren yapabilir miyim fikri oluşmuştu.<br />
Sonra Diyarbakır Sanat Merkezi bünyesinde<br />
bir sinema kulübüne dahil oldum ve kısa filmler<br />
çekmeye başladım. 2013 yılında da Kurte Filmi<br />
tamamladım.<br />
Antalya Film Festivali’nde karşımıza çıkınca<br />
şaşırdık aslında. Yarışmaya dahil olan filmlerden<br />
ayrı bir havası vardı. Süresi kısa ve deneyseldi.<br />
Oraya seçildiğinde neler hissettin, ihtimal vermiş<br />
miydin?<br />
Bana mucize gibi geliyor. Çünkü çok düşük bir<br />
bütçeyle ve teknik yetersizliklerle yapılmış bir<br />
filmdi. Ama altında da bir fikir vardı. Seçilip diğer<br />
filmlere bakınca benim burada ne işim var dedim<br />
açıkçası. Seçilmesi, ön jüriden geçmesi çok iyi<br />
oldu. Kısa filmlerde hep takılıyordu, o yüzden<br />
sevindiğim bir an oldu.<br />
Filmde sorunlu bir baba oğul ilişkisi, çocuğun<br />
kabız olma hali. Üretimsizliğin kabızlığını sürekli<br />
tuvalette gidermeye çalışan bir adamın hali. Biraz<br />
direkt, bodoslama bir hali vardı filmin, neden<br />
böyle bir anlatım şekli?<br />
Amaç buydu aslında. Auteur sinema algısı var ya,<br />
bunu nasıl parçalayabilirim diye düşündüm. Bir<br />
dışavurumdu aslında. Yumuşak bir giriş yapsaydım<br />
kabul edilmesi de kolay olurdu ama ben olabilecek<br />
en sert hali neyse bir ‘göt’ meselesiyle oradan<br />
hareket etmek istedim. Başlangıç tırnak içinde iyi<br />
olursa gerisini, her şeyi kabul ettirebilirsiniz yani.<br />
Doğru bir hedefti benim için Kurte Film.<br />
Kürt sinemacıların beslendikleri konular daha politik<br />
oluyor genelde. Ama senin filmlerin daha farklı bir<br />
çizgide duruyor, evet kırma meselesinden bahsettin<br />
ama bir yandan da bu duyguyu anlatmanı isterim…<br />
Evet oluşmuş bir film iklimi var haliyle. Kürtlerin de<br />
diğer sinemacıların da yapmış olduğu. Sonuçta<br />
ben de sinemayı takip ediyorum, az çok biliyorum.<br />
Temaları, güncel ve siyasal dertleri biliyorum. Ben<br />
bu iklimin dışında bir şeyler yapmak gerektiğine<br />
inanan biriyim. Çok planlı projeli olmuyor, genelde<br />
hissettiğim gibi yapıyorum. Politik sinema yapma<br />
gibi bir hissiyat olsaydı elbette yapardım, bundan<br />
da şaşmazdım. Yine kişisel, varoluşsal, ama<br />
Kürtlere ilişkin olmasını tercih ettim.<br />
Uyumsuzluk sürelerde de kendisini gösteriyor. Doksan<br />
dakikaya tamamlama zorunluluğu olmadan,<br />
kimi zaman riskler alarak yapıyorsun belki de<br />
bunu…<br />
Hikayem bu kadarsa bu kadardır, yapacağım bir<br />
şey yok. Aslı <strong>90</strong> dakikadır diyemem de. Bu tarz 60,<br />
70 dakikalık filmler de var zaten. Sanat sineması<br />
bu, gereksiz uzatamam, neyse bendeki duygusu<br />
o. Bir filmin süresinin ne olması gerektiği üzerine<br />
de tartışılabilinir aslında. Bazı filmlerin <strong>90</strong>’a tamamlamak<br />
için uzatılmış olduğunu görüyoruz. En az<br />
tahribatla bitirmek gerek diye düşünüyorum filmi.<br />
Gelelim Gizli’ye. İlk başta ağızlara daha doğrusu<br />
ağızları görememeye takıldım. Neden konuşmaları<br />
karşı tarafın üzerine düşürdün. Teknik bir detay<br />
ama sende farklı anlamları vardı belki de?<br />
Bendeki hissiyat şu oluyor her seferinde. Biraz<br />
deneyselliğe kaymak gibi bir derdim oluyor. Deneysellik<br />
sinemada her zaman denenmesi gereken bir<br />
şey bence. Seyirci de bunu yaşamalı. Bu filmde<br />
kafamdan geçen bu hikaye sözlü bir hikaye. Diyaloglar<br />
üzerinden giden bir hikaye. Bu dengbej<br />
geleneğini nasıl bununla birleştirebilirim. Sözel<br />
olarak, görüntüyü biraz arka plana iten, sözün
ön plana çıktığı bir film olmasını istedim. Bunu<br />
yaptıktan sonra bir süre arkadaş farklı yorumlar<br />
da getirdi. Ters diyalogu cinsel değişime yoran<br />
oldu. Bu benim gayet hoşuma giden bir görüş<br />
oldu. Dinlemenin ön planda, konuşmanın arka<br />
planda kaldığını söyleyenler de oldu. Görüntünün<br />
bu kadar baskın olduğu, göze sokulduğu bir<br />
dönemde geri plana çekilmesi benim için yeterli<br />
oldu.<br />
Mem-ü Zin hikayesinden kavuşamama halini<br />
beslemişsin sanırım. Orada karakterin biri iyi,<br />
bir diğeri de kötüdür. Ama oraya girmeden sen<br />
sanırım daha çok kavuşama haline değiniyor gibisin,<br />
yanılıyor muyum? Sendeki etkisi ne oldu?<br />
Beden ve giysi değişimi evet. Ama hikayenin<br />
tamamına girmeden giriş kısmını aktarmak istedim.<br />
İkisinin tanıştığı, karşı karşıya geldiği ve<br />
kıyafetlerini değiştikleri sahne vardır. Cinsiyetin<br />
değişimi gibi sembolik bir bağ kurmak istedim<br />
onunla. Hikayedeki Berfin karakterinin tiyatrocu<br />
olması, oyun sergilemeye yönelik bir çalışma<br />
içine girmesi benim için yeterliydi. Gelenekle bağ<br />
kurma haliydi.<br />
Gösterdiğin beden değişimini bir yandan da<br />
olduğumuz bedenlere sığamayan ruh haliyle, yani<br />
cinsel kimlikle uzlaşmama haliyle bağdaştırabilir<br />
miyiz?<br />
Cinsiyet ve kimlik üzerine yapılan bir filmde<br />
olmaması mümkün değil. Ama ben Kuir bir sinema<br />
yapıyorum demek değil bu. Ama cinsel kimliği<br />
de görmezden gelemem. Hatta tam tersine önermesi<br />
de şu: Beden giysi gibidir, onu giyip diğerini<br />
atarsınız. Hissiyatınıza zıt bir bedeniniz de olabilir<br />
bunun hiçbir önemi yok. Bu meselenin filmde<br />
olması gerekiyordu, öbür türlü saçma olurdu. Bir<br />
arkadaşımın bu filme ilgili bir tanımı var. Çok sinsi<br />
diyor, hiç bakmadan meseleyi tartışıyor.<br />
Geleneksel bir hikaye, dayatma yok, bir durum<br />
var sadece. Masalsı bir havası var, özellikle mi<br />
tercih ettin bu yanını?<br />
Sözel anlatımla ilgili biraz da bu. Sanat değişik<br />
formları denemeye olanak tanıyor. Bu film sanat<br />
böyle de olabilire yanıt veriyor.<br />
İmkansız bir aşk ama bir yandan imkanlı da<br />
olabilir. Karşı taraf bu beden değişimine tamam<br />
derse belki çözüm olacak ama kadına da bir kimlik<br />
dayatması var gibi. Toplumda var ve sen bunu<br />
da dile getirmek istemiş gibisin.<br />
Kadının da bekaret gibi bir handikabı var. Sadece<br />
cinsel değişim değil de, sadece kadın olarak kaldığı<br />
süre içerisinde toplum tarafından dayatılan ve artık<br />
onun da doru olarak kabul ettiği bir mevzu söz<br />
konusu. Onunda en büyük değişimi bundan kurtulacak<br />
olması. Ama sevgi bazen kişisel kararların<br />
gerisinde kalabilir, bu onun en doğal hakkı. Zorunlu<br />
bir hal olmadıkça tercihler çok anlaşılabilir.<br />
Nüktedan bir hali de var filmin…<br />
Evet o geçtiği zaman hoşuma giden bir şey<br />
olur. Çünkü oyunbaz bir hale gelmesi lazım.<br />
Dönüşümler, sevgi sorgulamaları, kendi içsel engellerine<br />
takıldığı bir duruma dönüşmesi ve oradan bir<br />
ironi yaratması bence ulaşırsa güzel kalabilecek bir<br />
his yani.<br />
Ali Kemal’in hissiyatı ne peki?<br />
Onun başına gelen bir felaket. Bir yandan da<br />
başına gelmeden de sorgulayamayacağı bir durum.<br />
Ama başına geldikten sonra bunu kabul etmem<br />
lazım durumuna geliyor. Onda da dönüşüm böyle<br />
gerçekleşiyor ister istemez.<br />
Filmle ilgili konuşuyoruz ama bir yandan da bu<br />
konuda film yapmak nereden aklına geldi diye<br />
sorayım…<br />
Ben atölyelere falan çok katıldım sinemayla ilgili.
7-8 yıl önce katıldığım bir atölyede hoca bir iki cümlelik<br />
bir hikaye istemişti. O biraz daha farklıydı. Bir<br />
çocuğa anne ve babasının yer değiştireceği söyleniyordu.<br />
Anne baba, baba da anne olacaktı o geceden<br />
itibaren. Yazdım ama tepki alırım diye okuyamadım.<br />
Öyle kaldı bende ama bir gün nasıl yapayım diye<br />
de düşünüyordum. Bedenle ilişkili bir tarafı da var,<br />
sporculuktan gelen bir tarafım var, beden üzerine de<br />
düşündüğüm çok olur.<br />
Kürtçe film çekmekten daha doğal bir şey olamaz bir<br />
Kürt olarak ama başka nedenler var mı?<br />
Dilin neyse o dilde film yapmak istiyorsun, politik bir<br />
tavır olarak yansıtmak istemiyorsun. Bu dil bir slogan<br />
değil, organik, yaşayan bir dil. Ama televizyon haberleri<br />
dışında hepsi baştan sona Kürtçeydi. Belki bizde<br />
her alanda, yüzde yüz Kürtçe konuşmuyoruz ama bu<br />
fantastik yanı da olan hikayede baştan sona tek dilden<br />
şaşmayayım diye de bir derdim oldu açıkçası.<br />
Yine teknik bir detay siyah beyaz çekmişsin filmi.<br />
Onun bir sebebi var mıydı?<br />
Kemal heteroseksüel bir karakter. Onun dünyasından<br />
geçtiği için kadın ve erkeği temsil ediyor. Ama filmin<br />
ulaşmaya çalıştığı önerme o değil. Renkli bir dünya.<br />
İnsanların yönelimlerini yaşadığı bir dünya. Filmin<br />
finalinde renkleniyor zaten. Orayı bir geçiş gibi<br />
düşündüm.<br />
Kendin, kendi isminle oynuyorsun filmlerinde. Bu<br />
her şeyi ben yapıyorum tepkisi mi, yoksa denk mi<br />
düşüyor?<br />
Tesadüf diyelim. Kurte Filmi bir buçuk yılda<br />
tamamladım. Senaryo yoktu elimde, parça parça<br />
tamamlandı. O dönemde başkasını dahil etsem<br />
olmayacaktı, uzayan bir durum vardı. Kendimi<br />
istediğim zaman çekerim dedim. O yüzden kendim<br />
oynadım, sonra hoşuma da gitti oyunculuk denen<br />
şey. Belki devamı gelir ve Ali Kemal’in her yanını<br />
göreceğimiz bir albüme dönüşür bu filmler.<br />
Diyarbakır’da yaşıyorsun, nasıl geçiyor orada<br />
hayat? Neler yapıyorsun?<br />
Valla sinema dışında bir şey yapmıyorum. Zaman<br />
zaman televizyon işleri yaptığım oldu ama artık<br />
onu da yapmıyorum. Çok zaman alıyor çünkü.<br />
Zor oluyor ama bunu göze aldım. Aslında sinema<br />
yapmak orada daha kolay. İstanbul’da yapmaya<br />
çalıştığınız şey maliyete ve zaman darlığına<br />
dönüşüyor. Orada çalışmak bana tam denk bir<br />
şey.<br />
Yeni film gelecek mi?<br />
Evet tretmanı hazır bir fikir var. Belki iki üç ay<br />
içinde başlarım diye düşünüyorum.