11.01.2020 Views

Sevinç Yavuz - Türk Seri Katiller

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.


TÜRK SERİ KATİLLER

1960’LARDAN BUGÜNE


SEVİNÇ YAVUZ

1968’de Bursa, Gemlik’te doğdu. 1989-1993 yılları arasında İstanbul Üniversitesi İletişim

Fakültesinde eğitim gördü. Gazeteciliğe, Nokta dergisinde başladı. Ardından Günaydında,

kurucu ekibinde yer aldığı Yeni Yüzyılda, daha sonra da Gazete Pazar da ve Hürriyet‘te

çalıştı. Mafya, istihbarat, uyuşturucu ve organize suç üzerine haber ve diziaraştırmalar

konusunda uzmanlaştı. 2001’de Metis Yayınlarından KOLİCİ: Bir Seri Katilin Hikâyesi

kitabı yayımlandı. 2002’de NTV’de çalışmaya başladı. 2002-2004 yılları arasında, İpucu

programının yapımcıyönetmenliği ve metin yazarlığını yaptı. İpucu programı metinleriyle

2002’de “Gazeteciler Cemiyeti Araştırma Ödülü’nü aldı. 2004’de kendi yapım şirketini

kurarak yapımcılığa başladı. 2004-2008 yılları arasında TRT için birçok belgesel, program

ve dramabelgeseller yaptı. 2006’da ATV’ye Hülya Koçyiğitie Var mısınız? kuşak programını

yaptı. 2008-2009 yılları arasında, TRT 1 için İpucu Kriminal programını bir kez daha hayata

geçirdi. Bugüne kadar, TRT 1, TRT Belgesel, TRT Okul kanallarında onlarca programın

yapımcı ve genel yönetmenliğini üstlendi.


TÜRK SERİ KATİLLER

1960’LARDAN BUGÜNE

SEVİNÇ YAVUZ

PROFİL


© Sevinç Yavuz, 2016

© Profil Yayıncılık

Yazar / Sevinç Yavuz

Kitabın Adı / Türk Seri Katiller

Genel Koordinatör / Münir Üstün

Editör / Utku Özcan

Kapak Tasarım / Eren Yavuz

İç Tasarım / Adem Şenel

Baskı-CUt / Kayhan Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.

Merkez Efendi Mah. Fazılpaşa Cad. No:8/2 Topkapı/

İSTANBUL

Tel: 0 212 612 31 85 - 576 00 66

Sertifika No: 12156

1. Baskı: Nisan 2016

978-975-996-842-7

Kültür Bakanlığı Yayıncılık Sertifika No: 12391

PROFİL: 527

İNCELEME-ARAŞT1RMA: 48

MAVİAĞAÇ KÜLTÜR SANAT YAYINCILIK

Necip Fazıl Bulvarı Keyap Sitesi G1 Blok No: 112

Yukarı Dudullu - Ümraniye / İstanbul

www.profilkitap.com / bilgi@profilkitap.com

Tel: O 216 365 70 91 (pbx) Faks: O 216 365 70 94


Profil Yayıncılık Maviağaç Kültür Sanat Yayıncılık Tic.Ltd.Şti markasıdır.

© Bu kitabın Türkçe yayın hakları Sevinç Yavuz ve Profil Yayıncılık'a aittir. Yazar ve

yayıncının izni olmadan herhangi bir formda yayınlanamaz, kopyalanamaz ve çoğaltılamaz.

Ancak kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.


İÇİNDEKİLER

TÜRK SERİ KATİLLER

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ

CESET TARLASI

MEZARCI

BİNBİR SURAT

BALTACI

ÇİVİCİ

KUYUCU

TORNAVİDALI KATİL

AVCI

MOBİLYACI

KOLİCİ

YERLİ SLEEPERS

HANNİBAL

KADIN KATİLİ

TESTERE

BEBEK YÜZ

“BENİ BULAMAZSINIZ!”

NEFRET KATİLİ

ÖLÜM YOLU

KOPYACI KATİL

YAMYAM


CESET KUMBARASI

KOKU KATİLİ

YAKALANAMAYAN SERİ KATİLLER

FOTOGRAFLAR ve BELGELER


Bütün gölgelerimize...


GİRİŞ

“Türkiye’de seri katil yok. Bizden seri katil çıkmaz!”

Bu alt metni zengin tespiti her duyduğumda acı bir gülümseme kaplar

yüzümü. Cümlenin içinde gizli, “katil” yüceltmesine mi yansam,

Hollywood sinemasının ve medyanın bizi getirdiği hale mi, çoğu kez ne

söyleyeceğimi bilemeden öylece bakıp kalıyorum. Çoğunlukla da susuyorum.

Eğer susmamışsam şöyle diyorum mesela: “Keşke olmasa. Ama var!”

Varlar, çünkü öldürme eylemi insanlık kadar eski bir günah; Tanrı’yı

oynamayı gerektiren. Sevk edici ne olursa olsun, namus, öfke, savaş,

organize, kişisel ya da toplumsal çıkar, emir, para, alkol, her neyse işte.

İnsanlar bu noktada koşulsuz olarak ikiye ayrılıyor: İnsan öldürebilenler ve

öldüremeyenler. Ve yine hiçbir şartta, “Ben insan öldüremem”

diyebileceklerin sayısı, zannettiğimizden çok çok daha az.

İsterseniz bunu bir düşünün! Hangi şart altında bir insanı öldürebilirsiniz?

Düşünün mutlaka, bir “ama” bulacaksınız! Aslında öldürmek insanın doğası

gereği belki.

Belki...

Ama konu bu değil! Konu, aramızda öldürme eylemlerinin hiçbir sebebi

olmayan bir grup bulunması. Sadece onların bildiği, bilebildiği ve ancak

cinayet mahallinde bize anlatabildikleri motivasyonlarından başka.

Bu kitap onları anlatıyor: Seri cinayet işleyenleri, seri katilleri.


Şimdi 2002’ye gidelim.

Mart ayı ortalarıydı. Milli Güvenlik Kurulu’nda Cumhurbaşkanı Ahmet

Necdet Sezer’le rahmetli Başbakan Bülent Ecevit arasında yaşanan

gerginliğin, Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizini patlatmasının

üstünden tam bir yıl geçmişti.

O dönem, hiç bırakamayacağımı sandığım gazeteciliğe veda ettiğim ve

NTV’de yeni bir işe başladığım günlerdi.

Televizyonculuğun kuralları farklıydı tabii. Mesela kaynağın görüntüsünü

vermeden haber yapılamıyordu. Görüntüsü olmayan bir bilgi halka

iletilemiyordu. Üstüne bir de bütün sektörlerde tek belirleyen haline gelen

kriz koşulları eklenince, ayağa basan, can sıkan haberler uzun bir süre (ve

hâlâ) rafa kaldırılmış oldu.

NTV Genel Yayın Yönetmeni Cem Aydın’la yardımcısı Görkem Yaşayan,

Adli Tıp dosyalarıyla ilgili bir program yapmak istediklerini söylediklerinde

benim için de yepyeni bir dünyanın kapıları açılmış oldu: Seri katiller.

Önce programın adı kondu. Tabii cinayet denince akla ilk gelen şey,

programın da adı oldu: İpucu.

Yabancı kanalları yakından takip edenler bilir. Benzer programlar

yurtdışında yıllardır, çeşitli adlarla yayınlanır, geniş ve bir o kadar da farklı

seyirci grupları tarafından da izlenir.

Programın oluşum sürecinde yol haritamızı şöyle belirledik: “İpucu,

yalnızca bilimsel tekniklerle aydınlatılan ve delilden suçluya ulaşılan dava

dosyalarını konu edinecek.”

Türkiye gibi ülkelerde bir programa bu kriteri koymanın anlamı şudur: İşin

yoksa, işkence yapılmadan, şüpheliye dayak atılmadan, her önüne geleni içeri

tıkmadan aydınlatılmış cinayet dosyalarını ara, bul...

İpucu, başta koyduğu ilkeden taviz vermeden binlerce dosya içinden seçe

seçe, NTV’de 44 bölüm yayınlandı.


Ele alınan cinayet dosyalarının, yargılama sürecini tamamlamış olmasına

da dikkat edildiği için, ister istemez programda 2000 yılına kadar gerçekleşen

cinayetler yer aldı.

O dönem ortaya çıkan tabloya göre, Türkiye’de bilinen beş seri katil vardı

ya da başka bir deyişle beş vakadaki katil profili, psikopatik kişilik görünümü

sergiliyordu.

Onları bir kez daha hatırlamakta fayda var: İlki namı diğer, Kolici Orhan

Aksoy (halen müebbet hapse mahkum). Gölcük depreminden sonra ortaya

çıkmıştı. 1999’da İstanbul’da tam beş cinayet işledi.

İkincisi, Aksoy’dan bir yıl önce yine İstanbul’da ortaya çıkmıştı: Seyit

Ahmet Demirci (tahliye oldu). En yakın arkadaşıyla birlikte çocukken bir

mobilyacının tacizine uğramıştı.

1998’de üçüncü seri katil ortaya çıkmıştı. Kayseri’de kanal boyunda yedi

kişiyi tüfekle vurarak öldüren Hamdi Kayapınar (hapiste). Cinayetlere 11

yaşında, üvey kardeşini öldürerek başlamıştı.

Türkiye’dekilerin en iyi bildiği seri katilse, 1994’te Denizli’nin Çambaşı

Köyü’nde dört komşusunu alınlarına ve gözlerine çivi çakarak öldüren

Süleyman Aktaş’tı (ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde yatıyor). “Çivici”

adıyla anılan Aktaş, her cinayetinden sonra olayın krokisini A4 kâğıda

çiziyor, erkekliğinin simgesi olarak nitelediği çivileri ise, itinayla

resmediyordu.

Gelmiş geçmiş en vahşi cinayetleri işleyen katilse, 1992’de Artvin’den

çıktı: Adnan Çolak. Üç yıl boyunca Artvin’in civar köylerinde, on bir yaşlı

çifti öldürdü; bazılarına öldürdükten sonra tecavüz etti, evlerini ve cesetlerini

ateşe verdi.

Peki sonra ne oldu? İpucu, 2008 yılının haziran ayına kadar yayına ara

verdi. Program bu kez TRT 1’de “İpucu-Kriminal” adıyla ekrana çıktı. Bunun


anlamı da şuydu: Adli Tıp Kurumu’nun soğuk, gri otopsi salonları, ifade

tutanakları, dava dosyaları, yeniden gün yüzüne çıkacaktı.

Ama daha ilk günden bir farklılık vardı. Her şeyden önce Avrupa Birliği

uyum yasaları devreye girmişti. Olay yeri incelemesi cinayet davalarında

önem kazanmıştı. İfadelerin birbirine girdiği, kimin ne anlattığının

anlaşılmadığı, daktiloyla yazılmış, polis ağırlığı hissedilen dosyalar, yerlerini

delillerin numaralandırıldığı, DNA, kan ve kimyasal analiz gibi raporların

eksiksiz yer aldığı savcılık iddianamelerine bırakmıştı.

Bilimin etkisi, Avrupa’nın zoruyla da olsa, cinayet dosyalarında ilk bakışta

hissediliyordu artık. Ama dosyalarda bir başka farklılık daha vardı. Soygun

amacıyla eve giren katiller, karısını kıskançlık nedeniyle öldürüp intihar süsü

veren kocalar, sevgilisine eşini öldürten kadınlar, ağırlıklı yerlerini; sayıları

hızla artmış seri katillere, psikopat cinayetlerine, toplu kıyımlara ve ancak

Amerikan filmlerinde izlemeye alıştığımız vahşi cinayet sahnelerine

bırakmıştı.

On yılda Türkiye’nin katil ve cinayet profili hızla değişmişti. 2000’li

yıllara, beş seri katille gelen Türkiye’nin artık yirmiye yakın seri katili,

onlarca psikopat cinayeti, yüzlerce katliam sahnesi vardı. Artık Türkiye, her

beş saatte bir insanın öldürüldüğü bir ülke haline gelmişti.

Mesela 43 kişinin katili “Tornavidalı” lakaplı Yavuz Yapıcıoğlu çıktı

sahneye. Onu, “Bebek Yüz” denen Ali Kaya, kurbanlarını kuyuya dolduran

Özkan Zengin, sevgilisiyle birlikte evinde dört kişiyi testereyle parçalara

ayıran Kazım Türe takip etti.

Kimi, kuyumcu ve iki kızını ısırarak işkenceyle öldürdü, kimisi de

annesinin uyurken boğazını kesti.

Çocuk katiller de çıktı sahneye. Anaokulu öğretmeni Serpil Yeşilyurt’a

tecavüz edip, yüz yerinden bıçaklayarak öldüren 16 yaşından küçük dört

çocuk gibi ya da sevgilisini testereyle parçalara ayıran Cem Garipoğlu gibi.


Üstelik bunlar, basına yansıyanlardan sadece birkaç örnek. Mesela

2002’den beri İstanbul’un çeşitli yerlerine kesik kadın bacakları bırakan seri

katilden hâlâ ses yok ya da bayramlarda çocuk öldüren ve hiç bilinmeyen o

katilden.

Bu noktada sorulması gereken tek soru şu: Türkiye’de son on yılda ne

oldu? Nasıl ve ne zaman, bu korkunç kutunun kapağı açıldı. 2001’deki

ekonomik kriz etkili oldu mu mesela? Ya da yıllardır devam eden ve bitmek

bilmeyen terör? Ya da yolsuzluk ve gelir dağılımı eşitsizliği?

Adli Psikiyatr Prof. Dr. Gökhan Oral’ın dediği gibi: “Psikiyatrinin amacı,

kötüyü açıklamaktır. Ama sanırım bunu hiçbir zaman başaramayacak. Çünkü

kötülük, bazen yalnızca salt kötülüktür.”

Yıllardır, cinayet üzerine metinler yazıp programlar çekiyorum. İnanması

zor ama yaptığım işe hâlâ alışamadım, alışamayacağım da. Başımın üstünde

Demokles’in kılıcı gibi sallanan bir, “Özendirmemek için yok saymak mı

gerekir?” sorusu var çünkü.

Her cinayet işleyene, katliam bile yapsa seri katil demiyoruz. Uluslararası

normların getirdiği en basit tarife göre seri katil; anormal kişisel bozukluklar

sonucu, otuz günden daha uzun bir zaman diliminde ve arada bekleme

dönemleri de olacak şekilde üç veya daha fazla insanı öldüren kişiye deniyor.

Öldürme sebebi genellikle seksüel içerik taşıyor ve kurbanlar sıklıkla aynı

kurguda öldürülüyor veya öldürülmekte ve benzer özellikleri

taşıyabilmektedirler (mesleki, görünüş, cinsiyet veya yaş grubu gibi).

Kitapta, Türkiye’nin son elli yılı tarandı ve bu normlar ışığında bütün

profiller elekten geçirildi. Sonuç olarak kimliği ve cinayetleri bilinen yirmi

iki, bugüne kadar yakalanamayan ama işlediği cinayetler açısından seri katil

olduğu belirlenmiş iki katil profili ortaya çıktı.

Ancak burada önemli bir not düşmek gerekiyor. Faili meçhul kalanlar,

cinayetleri arasında bağ kurulamayanlar, bilgisayar ve bilimin cinayet


dosyalarında henüz yeni yeni kullanımı yüzünden, aslında bu sayının yüzlerle

ifade edilecek kadar çok olduğuna güvenlik güçleri, adli tıp uzmanları ve

kriminal laboratuvarı çalışanları gibi, ben de inanıyorum.

Her şeyin açığa çıkması, tartışılması ve yaşanması gerektiğine inanan biri

olarak, cılız da olsa bir de cevabım var tabii. Özellikle de, öldürebilenlere.

Şimdilik, telekineziyle cinayet işlemeyi beceremeyeceğinize göre, dikkat

edin, “Her dokunduğunuzda, sizden bir iz kalacak.”

Şuna eminim ki, bu kitabı okuduktan sonra kapınızın dışındaki hayata dair

yeni refleksler geliştirmekten kendinizi alıkoyamayacaksınız. Site güvenlik

görevlilerinin ne kadar güvenilir olduğunu sorgulayacak, gündüz sahilde

otururken tesadüfen rastladığınız biriyle sohbet etmekten çekineceksiniz.

Kapıya gelen kurye evde yalnız yaşadığımı asla düşünmemeli,

diyeceksiniz içinizden. Hele gece yarısı sokaklarda tek başına yürümek...

Yani kitabı okumakla iyi mi edeceksiniz, bilmiyorum. Her vakada “Bunlar

gerçekten aynen böyle ve burada mı oluyor? Şaka mı?” diyeceksiniz.

Kitabın iyi yanı, bilinenlerin profillerini, nasıl hareket ettiklerini

öğrenmenizi sağlayacak olması. Haberdar olmak iyidir.

Ve hâlâ bu kitabı okumak istiyorsanız, buyrun.

İleriki sayfalarda, delilleri nasıl yok edeceğini bilenleri, bilmeyenleri, “Ben

istemeseydim yakalanmazdım,” diyenler kadar, hiç de zekice olmayan

yöntemlerle yakalananları bulacaksınız.

Son bir not: Kitapta okuyacağınız her şey, her cümle, her ifade ve hatta

hikâye, ilgili dava dosyasındaki ifadelerin birebir aynısıyla kurgulanmıştır.

Katiller, suçları sabit olduğu ve yargılama süreci tamamlandığı için

isimleriyle anıldılar. Ancak kurbanların soyadlarını, hayatta olan yakınlarını

mağdur etmemek ve üzmemek için saklamayı uygun gördük. Bütün bu

süreçte yanımda olan, her dosyada emeği olan yol arkadaşım gazeteciyapımcı

Yıldız Ateş ve yönetmen Cenk Yaz’a içten sevgilerimle.


Sevinç Yavuz

İstanbul


“Sonra anladım ki,

ben de bir insanım ve insanları seviyorum.”

MEHMET YAMAN


CESET TARLASI

Mehmet Yaman, 1930’da Edirne’de doğdu. Mezarlık görevlisi, Evli. Cinayetlerine

başlamadan önce fiili livatadan sabıkası vardı. 1961-1964 yılları arasında beş kişiyi boğarak

öldürdü. Karısının dördüncü kocasıydı. Son iki cinayetine karısı da karıştı. Karısının ilk

kocası intihar etmiş, üçüncü kocası baltayla öldürülmüştü. Kurbanlarını evinin bahçesine

gömüp, üzerlerine sebze ekti. Beş kez idam cezasına mahkûm oldu. 14 yıl hapis yatıp çıktı.

Yaşayıp yaşamadığı bilinmiyor.

24 Mart 1963

Edirne Polis Karakolu

83 yaşındaki Viktoria Ş., karakolun az sayıdaki merdivenlerini, akrabasının

koluna sımsıkı sarılarak, güçlükle çıktı. Hayatında ilk defa bir emniyet

binasından içeri giriyordu.

Korku dolu gözlerle, kendisine gösterilen iskemleye oturdu. 34 yaşındaki

oğlu Yaşoya Ş. dün geceden beri kayıptı. Polis, kayıp ihbarını bizzat

kendisinin yapmasını istemişti. Ağzı kuruyor, tansiyonu yükseliyordu. Dün

geceden beri bir gram uyku uyumamıştı.

Heyecanını bastırmaya çalışarak polisin sorularını yanıtladı: “Oğlum

Yaşoya manavdır. Dün akşam dükkânı kapatıp eve geldi. Yemek yedi. Yarım

saat sonra kapı çaldı. Daha önce görmediğim ve tanımadığım küçük bir erkek

çocuğu, oğluma bir şeyler söyledi. Yaşoya, bir işinin çıktığını, bir saat içinde

döneceğini söyledi ve evden çıktı.”

Yaşlı kadın sürekli olarak oğlunun ve ailesinin hiçbir düşmanının

olmadığını, sessiz sakin bir hayat sürdüklerini tekrarlayıp duruyordu. Oğlu


mutlaka bir kaza geçirmişti ve bulunmasını istiyordu. Viktoria Ş.’nin

ifadesinin alınması bir saat kadar sürdü. Polis yaşlı kadından eve gitmesini ve

araştırma sonuçlanana kadar onlardan haber beklemesini istiyordu.

Ertesi Gün

Yaşoya Ş.’nin kaybolmasının üzerinden yirmi dört saatten fazla süre

geçmişti. Gidebileceği her yere bakılmış, haber gönderilmiş hatta aranmıştı.

O tarihlerde bile 300 bin olan nüfusuyla Edirne koskoca bir kentti. Aile,

çaresiz derin bir sessizlikle Yaşoya’nın dönüşünü bekliyordu ki, haftada bir

gün temizliğe gelen Remziye T. posta kutusunda bulduğu bir mektupla

çıkageldi.

Mektup zarfsızdı. Elyazısından, eğitimsiz biri tarafından yazıldığı

anlaşılıyordu. Mektubu yazan kişi, Yaşoya’nın ellerinde olduğunu,

karşılığında 50 bin lira istediklerini, verilmediği takdirde Yaşoya’yı

öldüreceklerini söylüyordu.

Aile, mektubu hemen Edirne Emniyeti’nin ilgili birimlerine iletti. Ancak,

ne mektubun devamı geldi ne de elyazısından bir sonuca ulaşıldı. Bir süre

sonra da Manav Yaşoya’nın kayboluşu unutulup gitti. En azından polis

tarafından...

Bir Yıl Sonra

Yaşoya Ş.’nin kaybolmasından tam bir yıl sonra Edirne Polis

Karakolu’nda yeni bir aile kayıp ihbarında bulunuyordu. 44 yaşındaki, Hacer

Ş. için.

Hacer Ş., evliydi ve üç çocuğu vardı. Mazbut bir hayat sürüyordu.

Düşmanı ya da kavgalı olduğu kimsesi yoktu. Ailesine göre, birdenbire

ortadan kaybolmuştu.


Edirne polisi gerekli bilgileri ve kadının fotoğrafını alıp, Hacer Ş.’nin

ailesini evlerine yolladı. Gerekli tahkikat yapılacaktı. Kimsenin aklına, bir yıl

önce Yaşoya Ş.’nin de aynı şekilde kaybolduğu gelmiyordu.

Hacer Ş.’nin kayboluşunun üzerinden bir ay geçmişti ki, bu kez Devlet Su

İşleri’nde işçi olarak çalışan Adem D.’in yakınları kayıp başvurusu yaptı.

Akrabaları, adamın işten sonra eve geldiğini, bir süre kaldıktan sonra dışarı

çıktığını ve bir daha dönmediğini söylüyordu.

1 Mayıs 1964

8 yaşındaki Mustafa, kapıyı defalarca yumrukladı. Zile boyu yetişmediği

için kapıya vurmaktan başka çaresi yoktu. Yorulmuştu. Geri dönmeyi

düşünüyordu ki, annesinin komşusu Nazmiye Ş., kapıyı açtı. Kadın da

telaşlanmıştı. Çocuk, evlerine yeni mutfak eşyası geldiğini, almak istiyorsa

annesinin hemen gelmesi gerektiğini söylüyordu.

“Tamam, hemen geliyorum,” dedi, Nazmiye Ş., alelacele üstüne bir şey

aldı. Kapıyı çekti. Hızlı adımlarla iki ev ilerideki komşusuna yollandı. Bahçe

kapısı açıktı. Komşusunun kocası yine bahçeyle uğraşıyor olmalıydı.

Çapalanmış toprağa basmamaya çalışarak evin kapısına geldi. Seslendi. Evin

kapısı aralıktı. İçeri girdi. Kimse yoktu. Tekrar seslendi.

Mehmet Yaman, dış kapının arkasına gizlenmişti. Nazmiye Ş.’nin kapıyı

iterek içeri girmesini bekledi. Biraz daha geri çekildi ve bekledi. Kadın evin

kapısını kapattığı anda, eliyle kavradığı taşı kadının kafasına hızla vurdu.

Nazmiye Ş., yere yığıldığında baygındı. Üstüne çullandı. Elleriyle boğazını

sıkıyor, kadının ölmesini bekliyordu. Sıktı, sıktı...

Ömer T. rahatsızlandığı için işten erken çıkmış, mesaiye kalmamıştı. Bir

an evvel eve gidip dinlenmek istiyordu. Hava kararmak üzereydi. Komşusu

Mehmet Yaman’ın bahçe kapısının açık olduğunu gördü. Selam vermeden

kapatıp giderim, diye düşündü. Yaklaştı. Kapıya uzanıyordu ki, bahçeden


gelen sesleri duydu. İçeri girdi. Alacakaranlıkta önce kürekle toprak atan

Mehmet Yaman’ı, sonra da yarısı toprakla örtülü kadın bacaklarını gördü.

Komşusu gördüğü manzara karşısında dehşete kapılmış, önce ne yapacağını

bilememiş sonra nefes nefese koşarak karakola atmıştı kendini. Polisler

bahçeden içeri girdiğinde, Mehmet Yaman kurbanının mezarını henüz

kapatmıştı. Kaçmadı. Tutuklanmaya itiraz da etmedi.

Edirne Emniyet Müdürlüğü

Mehmet Yaman’ın Edirne Cinayet Bürosu’ndaki sorgusu saatlerdir devam

ediyordu. Sakindi. Su istiyor, konuşurken gülümsüyor ve komşusu Nazmiye

Ş.’yi neden öldürdüğüne dair şu bilgileri veriyordu:

“Zehra’yla 5 yıldır evliyiz. Karım ve Nazmiye yakın arkadaştı. İçtikleri su

ayrı gitmiyordu. Bir süredir, karımın başka erkeklerle görüştüğünü anladım.

Bunun sebebi Nazmiye’ydi. Karımı yoldan o çıkardı. Biliyorum. Onun

benden önceki evliliğinden olan Mustafa’yı Nazmiye’ye yolladım. Ona

dedim ki, git ona söyle babamın satılacak mutfak eşyaları varmış. Gelip

baksın.”

Mehmet Yaman polisteki ifadesine göre, Nazmiye Ş., kapıdan girince

başına taşla vurarak bayıltmış, sonra boğarak öldürmüş, daha sonra da el ve

ayaklarını bağlamıştı. Cinayetten önce hazırlık yapmış, evinin bahçesine

çukur kazmış, gömerken de yakalanmıştı İlk bakışta Yaman’ın anlattığı

hikâye bununla sınırlı kalabilirdi, eğer konuşmaya devam etmeseydi:

“Bahçeyi kazmaya devam edin. Daha çok ceset bulursunuz!”

Öyle de oldu. Takip eden iki gün boyunca Mehmet Yaman’ın bahçesinde

kazı yapıldı. Bahçe “ceset tarlası” gibiydi... Bir buçuk yıldır kayıp olan Hacer

Ş., Adem D. ve kimliği belirlenemeyen bir erkeğin cesetleri bulundu.

Mehmet Yaman, cesetler çıktıkça cinayetlerini itiraf ediyordu. Kimliği

belirsiz olan erkek cesedi ise, askerden döndükten sonra birden ortadan


kaybolan Mehmet T.’ye aitti. Gömerken yakalandığı Nazmiye Ş. gibi bu

kurbanların da elleri ve ayakları birbirine bağlanmış, beşer metre arayla

gömülmüş, üzerlerine sebze ve mısır ekilmişti. Ancak polis Yaşoya Ş.’nin

cesedini bir türlü bulamıyordu. Mehmet Yaman, yer gösterme için kendi

bahçesine getirildi. Kazılan çukura baktı ve “Onu Adem ağanın yanma

gömmüştüm. Eminim. Bir buçuk metre daha kazın,” dedi.

Peki kimdi Mehmet Yaman? 1930 doğumluydu. Babası mezarlıklarda

gömüden sorumluydu. O da baba mesleğini seçmişti. Ergenlik yaşlarında

kavga ve soygunlara karışmış, yirmili yaşlarında saldırı ve fiili livata

suçlarından hüküm giymişti. Kısa bir süre hapis yatmış, 1950’deki aftan

yararlanarak cezaevinden çıkmıştı.

Babasıyla yaşayan Mehmet Yaman, cezaevinden çıktıktan sonra Zehra’yla

tanışmış, kadının daha önce üç evlilik yapmasına aldırmamıştı. Zehra’nın

önceki eşlerinin ölümü de ilginçti. İlk eşi kendini asarak intihar etmiş,

üçüncüsü ise, bilinmeyen biri tarafından baltayla öldürülmüştü. Cinayet

aydınlatılamamıştı. Mehmet Yaman, eşininin oğlunu da sahiplenmişti (Üvey

oğlunu kurbanlarını çağırmada kullandı.).

Mehmet Yaman’ın sorgusu ilerledikçe polis yeni bilgiler alıyordu.

Yaman’a göre, son iki cinayete karısı Zehra ve arkadaşı İbrahim de yardım

etmişti. Mehmet Yaman, İbrahim’in Yaşoya Ş.’nin yanında çalıştığını,

mallarına ve işine el koymak için cinayeti birlikte planladıklarını öne

sürüyordu. Hatta fidye mektubunu Yaşoya’nın ailesine İbrahim’in karısı

Remziye’nin götürdüğünü de söylüyordu. Remziye, Yaşoya’mn ailesinin

evine temizliğe gidiyordu.

Mehmet Yaman ve eşi Zehra’nın yargılanması Edirne Ağır Ceza

Mahkemesi’nde yedi ay sürdü. Mehmet Yaman duruşmalarda, polisteki

ifadesinin aksine bütün suçlamaları reddetti. Karısının kendisinin dışında

sekiz kişiyle daha karıkoca hayatı yaşadığını iddia etti. Ona göre bütün


cinayetler karısı ve arkadaşı İbrahim tarafından, para ve ziynet eşyalarını

çalmak amacıyla işlenmişti. Yaman son duruşmasında hakime, “İnsan kanına

susamış vampirler. Demir perde arkasındaki sırları gizlemeye muvaffak

olmuşlardır,” dedi. Oysa Mehmet Yaman, yakalanmasa karısını da

öldüreceğini mahkeme salonunda defalarca haykırmıştı.

Yargılama sürecinde Mehmet Yaman’ın cinayetlere başlamadan önce biri

kadın iki komşusunu daha boğarak öldürmeye teşebbüs ettiği, ancak

kurbanlarını elinden kaçırınca da, “Şaka yapıyordum,” dediği ortaya çıktı.

30 Mayıs 1965

İbrahim ve Remziye T. gözaltına alındılar ancak cinayetlere karıştıklarına

dair bir ipucu bulunamadı. Zehra Yaman ise sonradan inkâr etse de ilk

duruşmalarda Hacer Ş. ve Adem D.’nin öldürülmesinde kocasına yardım

ettiğini itiraf etti. Mehmet Yaman beş kez, karısı Zehra Yaman ise iki kez

idam cezasına çarptırıldı.

Eylül 1978’de Mehmet Yaman, ondan kısa bir süre önce de karısı Zehra

Yaman tahliye oldu. Mehmet Yaman, cezaevinden çıkınca bir gazeteye

verdiği röportajda şunları söyledi: “Ben 14 yıl önce öldüm... Ve şimdi

yeniden dünyaya geldim. Beş kez idama çarptırıldım. Sehpanın dibinden

döndüm. İnsanların arasına yeniden katılmak beni şaşırttı. Önce adımlarımı

şaşırdım. Korku duydum. Sonra anladım ki ben de bir insanım ve insanları

seviyorum. Beni de aranıza alın.”


“Ben pasif homoseksüelim, yine de iki defa evlendim...

Ve beni bırakıp gittiler.”

ABDULLAH AKSOY


MEZARCI

Abdullah Aksoy, 1934’te Konya, Çumra’da doğdu. Evli ve iki çocuk babası. İki evlilik yaptı.

Çiftçilik ve amelelik yaparak geçimini sağladı. Cinayet işlemeye 1962’de başladı. 1967’ye

kadar on beş kişiyi öldürdü, bir kurbanı yaralı olarak kurtuldu, Kurbanlarını öldürüp tecavüz

etti, evinin mutfağına ya da bahçesine gömdü. Mart 1967’de yakalandı ve hapse atıldı.

Yargılanmayı beklerken Nisan 1967’de intihar etti. Ölmeden önce son yaptığı namaz kılmak

oldu.

23 Nisan 1990

Konya/Çumra Kasabası

Konya’ya yarım saat mesafedeki Çumra Kasabası... Haftanın ilk günü ve

günün ilk saatleri. Çocuklar, kasabanın okulunda bayramlarını kutlayadursun,

Aşır K.’ya ait evin bahçesinde hummalı bir tadilat çalışması yapılıyordu.

Atadan kalma duvarlar yıkılıyor, temel genişletiliyor ve eski ev günün

ihtiyacına uygun hale getiriliyordu. Ev sahibi, önce bahçeye açılan avlunun

genişletilmesini isteyince, gündelik işçiler günün ilk saatlerinden itibaren

kazmakürek sallamak zorunda kalmıştı.

İşçilerin iki yardımcısı vardı: Baharın ılıklığı ve Çumra’nın eskiden

bataklık olan yumuşak toprağı. Öğle molasına az bir zaman kalmıştı.

İşçilerden genç olanı son bir gayret kazmayı yumuşak toprağa indirdi. Tok

bir ses yankılandı. Bir daha yüklendi. Bu kez merakla, eline küreği aldı.

Kazmaya devam etti.

Üç saat içinde, bölge cumhuriyet savcısı, Çumra karakol amiri ve halk,

Aşır K.’nın bahçesine doluşmuştu. Soruşturma yapması gerekenler bile,


korku dolu bir şaşkınlık içindeydi. İnşaat işçisinin kazdığı yerden ve yakın

çevresinden beş kişiye ait kafatası ve onlarca kemik çıkmıştı.

Bahçe mezarlık gibiydi. Ev sahibi korku dolu gözlerle bakıyordu. Savcıya

ve polise defalarca ifade verdi. Ne kim olduklarım biliyor ne de olaya bir

açıklık getirebiliyordu. Ev, kendisini bildi bileli onlarındı. En azından toprak.

Her zaman kendilerinin oturmadığını, sık sık kiraya verdiklerini söyledi.

“Kiracı!”

Aşır K.’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. Evet, o olmalıydı. Yirmi sekiz yıl

önce, O “canavar” evlerinde kiracı olarak oturmuştu, karısı ve çocuklarıyla

birlikte. O günlerde son kurbanları olduğu bilinen kayıp iki Alman arkeolog

ve üç Türk işçinin cesetleri bulunamamıştı. Demek bunca zamandır kendi

bahçesindeydiler. Yığıldı...

28 Yıl Önce

Sene 1962. Çumra Karakolu’nda sıradan bir geceydi. Halk çoktan uykuya

dalmıştı. Bu sessiz ve olaysız kasabada nöbetçi polisler, hep yaptıkları gibi

sobanın üstünde kaynayan çayı tazeleyip, sabahın olmasını bekliyordu.

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ki, karakolun kapısından kafası ve

yüzü kanlar içinde bir adam girdi.

Nöbetçi polisler şaşırmıştı. Adamın etrafını çevreleyen polislerden biri

yarasına pansuman yapmaya çalışırken, diğeri de adamla konuşmaya

çalışıyordu.

Adı Muharrem Ö.’ydü ve elli yaşındaydı. İfadesine göre, arkadaşıyla evde

içki içmişler, sonra arkadaşı kendisine cinsel ilişki teklif etmiş, kabul

etmeyince de kendisine keserle saldırmıştı. Yaralı yaralı bir süre

boğuştuklarını hatırlıyordu ama evden çıkmayı nasıl başardığını bilmiyordu.

Bir saat sonra polis, Muharrem Ö.’nün bahsettiği evin kapısındaydı. Aşır

K.’nın kiracısı Abdullah Aksoy açtı kapıyı. Evli ve iki çocukluydu. Otuzlu


yaşlarındaydı. Karısı ve çocuklarını bir hafta önce kayınpederinin köyüne

göndermişti. Kavga ettiklerini doğruluyor ama kendini savunduğunu öne

sürüyordu. “İlişki teklif etti,” iddiasını ise reddediyordu.

Abdullah Aksoy, o gece önce gözaltına alındı. Ertesi gün Konya’da

çıkarıldığı mahkeme tarafından adam yaralama suçundan tutuklanarak

cezaevine gönderildi. 80 gün hapis yattı. Tahliye edildiğindeyse olay

Çumra’da çoktan unutulmuştu bile. O da gündelik hayatına geri döndü.

Çatalhöyük, Çumra’ya sadece 11 kilometre uzaklıktaydı. Bu da bölge halkı

ve Abdullah Aksoy için kazı çalışmaları bitene kadar sürecek uzun süreli ve

düzenli iş demekti.

Mart 1967

Çumra/Kahvehane

Genç Komiser İbrahim A., Çumra’ya yeni atanmıştı. Sessiz sakin bir

Anadolu kasabasında görev yapacaktı. Kendisini pek tanıyan yoktu. Göreve

başladığı ilk hafta önüne konan kayıp dosyalarını görünce şaşırdı. Çumra gibi

bir yerde, 1962-1967 yılları arasında tam yedi kişi ortadan kaybolmuştu.

Hepsi de kendi halinde insanlardı. Yalnız kayıplar arasında Çatalhöyük

kazısında görevli iki Alman arkeolog ve üç teknisyen de vardı.

Komiser Altan, dosyaları incelediğinde kayıpların bir ortak özelliğini daha

buldu; Hepsi 45-55 yaş aralığındaydı. Hepsi de en son ya kahvehane de

görülmüşlerdi ya da çarşıda. Aniden, öylece ortadan kayboluvermişlerdi.

Aralarında çoluk-çocuk sahibi Çumralı köylüler de vardı, mevsimlik işçi

olarak bölgeye gelenler de.

Komiser, önce bütün kayıpların yakınlarıyla görüştü. Düşmanlık, husumet

hatta birbirleriyle bağları yoktu.

Elindeki tek bilgi, en son görüldükleri yerin çoğunlukla kahvehane

olmasıydı. Günlerdir her akşam karakoldan kahvehaneye gidiyor, saatlerce


vakit geçiriyor, halkla tanışıyor ve etraftakileri belli etmeden inceliyordu.

Bu akşam da eve eli boş döneceğe benziyordu. Çayından son yudumu alıp

kalkmaya hazırlanıyordu ki, içeri bir adam girdi. Başı öne eğik, içeridekilere

belli belirsiz selam vererek boş bulduğu iskemleye sessizce oturdu. Komiser

kalkmaktan vazgeçmişti.

Bir an adamın göz ucuyla kendine baktığını sanmış ve bakışından

hoşlanmamıştı. Sinsiceydi. Yoksa ona mı öyle gelmişti, karar veremedi. Bir

çay daha söyledi. Dikkatle bu tıknaz adamı inceliyordu. Başının sol tarafında

çok derin bir çukur vardı. Adamsa sakin bir ses tonuyla yanındakilere, akşam

namazında camide çok az cemaat olduğunu anlatıyordu.

Tuhaf görünümüne rağmen adam namazında niyazındaydı demek ki.

Tekrar kalkmak için niyetlendi. Çaycıdan hesabı istemek için seslenecekti ki,

adamın dikkatle kendisini süzdüğünü gördü. Başıyla belirsiz bir selam vermiş

ve yine o şekilde gülümsemişti. Hesabı ödedi ve çıktı. Kimdi bu adam?

Komiser A., ertesi gün kısa bir soruşturma sonunda, kahvehanedeki

adamın isminin Abdullah Aksoy olduğunu öğrendi. 33 yaşındaydı. Çiftçi bir

ailenin oğluydu. 15 yaşında tarlayı çiftle sürerken, ağır bir kaza geçirmiş,

başını sabana çarpmış ve başının sol tarafından ölümcül bir darbe almıştı.

Olaydan sonra sara nöbetleri başlamıştı. Yirmili yaşlarında Konya’da

Asabiye servisinde on beş gün tedavi görmüştü. Belki de hastalığından ilk

evliliğini yürütmeyi başaramamıştı. İlk eşinden çocuğu olmamış ve karısı

tarafından terk edilmişti. İkinci kez evlendiğinde bu kez iki çocuğu olmuştu.

Sıradan bir hayatı vardı. Bölgedeki inşaatlarda çalışıyordu. Her gün, gün

doğarken kalkıyor, amele pazarına gidiyor, bütün gün çalıştıktan sonra

camiye gidip akşam namazını kılıyor ve günü kasabanın kahvehanesinde

bitiriyordu. Az konuşup, çok düşünerek.

Komiser, Çatalhöyük kazılarında da çalıştığını öğrendiği Aksoy’u takip

ettirmeye başladı. Karısı ve iki çocuğunun olduğunu biliyordu ama ailesi


ortada görünmüyordu. Gün boyu gittiği yerleri, görüştüğü insanları ve rutin

olarak yaptıklarını not ediyordu.

Aradan bir hafta geçmişti. Takip edildiğinden habersiz olduğu halde

Aksoy’un şüpheli hiçbir davranışı yoktu. Komiser, umudunu kaybetmek

üzereydi ki, telefonu çaldı.

Gün boyu Aksoy’u takip eden polis, zanlının bir adamla buluştuğunu,

ikilinin birkaç saat önce eve girdiklerini, hâlâ çıkmadıklarını rapor ediyordu.

Polis, suçüstü yapmak için Abdullah Aksoy’un evini bastığında, Aksoy

mutfak zeminini kapatmaya çalışıyordu.

Manzara korkunçtu. Aksoy, mutfağın zeminine çıplak bir erkek cesedini

cenin şeklinde yerleştirerek gömmüş, üzerini toprakla kapatmış, döşemeyi

yerleştirmeye ise vakit bulamamıştı.

O gece Abdullah Aksoy, tutuklanıp nezarethaneye atılırken mutfakta kazı

işlemi devam etti. Son gömülenden başka dört erkeğe ait çıplak cesetler

bulundu. İkisi çürümeye yüz tutmuştu.

Başları bedenlerinden kesilerek ayrılmıştı. Dördü cenin şeklinde, biri ise

baş aşağı dik olarak gömülmüştü.

2 Nisan 1967

Yıllardır kayıp olan beş kişinin cesedi, Abdullah Aksoy’un evinin

mutfağında bulunmuştu. Ama ortada hâlâ çok sayıda kayıp vardı. Bu sırada

Aksoy’un emniyette sorgusu yapılıyor, ancak Aksoy sık sık sara nöbeti

geçirdiği için sorulara cevap veremiyordu.

Bu sırada komiserin dikkatini Abdullah Aksoy’un Çumra gibi bir yerde üç

kez ev değiştirmesi çekti. Oturduğu diğer evlere de bakmak gerekiyordu.

Aranan, kısa bir süre önce Aksoy’un evini satın alıp taşınan Mehmet

A.’nın evinde bulundu: altıncı ceset. Çıplaktı, elleri ve ayakları bağlanıp


cenin şeklinde ve çıplak olarak evin salonuna gömülmüştü. Sonradan üzerine

duvar örülmüştü. Aile, mezarın üzerine soba kurmuştu.

Günler süren, zaman zaman dozerlerle yapılan kazılar sonunda, tam 11

kişinin cesedine ulaşıldı. Muharrem Ö., Mehmet Y., Mevlüt K., Süleyman A.,

Mehmet C, Muharrem Ö.,Osman İ., Süleyman E., Hacı T., Mehmet K. ve

Mehmet E.. Yıllar önce Abdullah Aksoy’un elinden kurtulmayı başaran

Muharrem Ö. ise, kurbanlar arasına “Yaralı olarak kurtuldu” ibaresiyle geçti.

Öldürdüklerinden biri Abdullah Aksoy’un akrabasıydı.

Konya’daki demiryolu inşaatında çalışan üç köylüyle Alman kazı

ekibinden iki arkeoloğun bulunması için ise aradan yıllar geçmesi

gerekecekti.

Çumra halkı deyim yerindeyse infial halindeydi. Mezarlık gibi evlerde

oturan ailelerden fenalaşanlar oluyor, savcılık kazıya ara vermek zorunda

kalıyordu. Ancak asıl öfke patlaması bu sırada halk arasında yayılan bilgiyle

gerçekleşti. Kurbanlardan bazıları öldürüldükten sonra tecavüze uğramıştı.

Üstelik, ortada kayıp yedi kişininkinden daha fazla ceset vardı.

Bu sırada sorgusu devam eden Abdullah Aksoy, işlediği cinayetleri kabul

etti. Polisteki ifadesinde kendini “pasif homoseksüel” olarak tanımlıyordu.

Cinayetleri, karısı ve çocukları köye gittiği zamanlarda işliyordu. Akşam

namazından sonra kasabada dolaşıyor, kurbanını seçiyor ve sohbet ilerleyince

evine içki içmeye davet ediyordu. Yine ifadesine göre kurbanlarından bazıları

cinsel ilişkiyi kabul etmişti. Onları da ilişkiye girdikten sonra öldürmüştü.

Kabul etmeyenleriyse önce öldürmüş, sonra da onlara tecavüz etmişti.

En çok, ilk kurbanını nasıl gömdüğünü hatırlıyordu. Başı aşağı gelecek

şekilde çıplak olarak toprağa gömmüş, bacak kısmını ise üstüne duvar örerek

kapatmıştı. Her evini kendi yapıyor, belirli sayıda ceset gömdükten sonra evi

satıp yenisine geçiyordu. Bu şekilde üç ayrı evde oturmuştu.


Abdullah Aksoy, nisan ayı ortasında yargılanmayı beklemek üzere Konya

Cezaevi’ne yerleştirildi. Aksoy, o günlerde Milliyet Gazetesi’nde görev

yapan ve kendisiyle cezaevinde görüşme izni alan Mustafa Ekmekçi’ye ise

başka şeyler anlatıyordu:

“Şeytana uydum. Ben pasif homoseksüelim. İki kere evlendim, ikisi de

beni terk etti. Aslında ben sadece akrabam Muharrem Ö.’yü öldürdüm.

Diğerlerini beni terk eden karılarım öldürdü.”

Aksoy, suçu karısının üstüne atsa da kurbanlarının durumu çok şey

anlatıyor. Mesela ilk kurbanını pantolon kemeriyle boğduktan sonra ellerini

ayaklarını bağlamış ve başı aşağıya gelecek şekilde toprağa gömmüştü.

Cesedin yarısı toprağın içindeyken de, kalan yarısının üstüne duvar örmüştü.

Son kurbanıysa giyinik ve etleri çürümemiş halde bulundu. Boğularak

öldürülenler para sayar halde kalmış ve killi toprağın etkisiyle

mumyalaşmıştı.

Gömdüğü kurbanların cesetlerinin üstüne yıllarca yatağını serip yatmış,

vakti gelince de evi satıp başka bir eve yerleşmişti.

Aksoy ayrıca, ifade verirken sürekli olarak cebinden çıkardığı kuru

üzümleri yemişti. Bu üzümler de son kurbanına aitti.

Abdullah Aksoy, verdiği ifadeler boyunca bir tek şeyi hatırlamamıştı: İki

eşinin isimlerini...

12 Nisan 1967

Konya Cezaevi

Abdullah Aksoy üç gündür yataktan çıkmıyordu. Koğuştaki diğer

mahkûmlardan rahatsızdı. Sürekli uyuyordu. Bir gün önce Cezaevi Müdürü

Vehbi E.’nin kararıyla tek kişilik hücreye alındı. Buna çok sevinmişti. Üstelik

doğum günüydü.


O sabah gardiyanı yanına çağırdı. Namaz kılmak istediğini, kendisine

seccade getirip getiremeyeceğini sordu. Bir süre sonra gardiyan seccadeyi

almak için hücreye döndüğünde Abdullah Aksoy’u su borusuna asılı buldu.

İp olarak uçkurunu bağlamak için kullandığı eşarbı kullanmıştı. Ama henüz

ölmemişti. Boğazından hırıltılı sesler çıkıyordu. Ambulansla Konya Devlet

Hastanesi’ne götürülürken yolda öldü, bütün sırlarıyla birlikte.

Aksoy’un cenazesini sahiplenen olmadı. Babası, “Yaşasaydı onun ipini

ben çekecektim,” dedi. Kimsesizler mezarlığına gömülmek için cenaze aracı

kasabada ilerlerken, bütün Çumra halkı sokaktaydı.

Onu, geçtiği her sokakta tabutuna tükürerek uğurladılar toprağa.

Çatalhöyük Esrarı

Abdullah Aksoy’la yolum ilk kez 2002’de NTV’de İpucu programını

yaparken kesişti. Arşiv taramasında 1990 yılına ait gazete kupürünü bulunca,

ilk iş olarak Çumra Belediyesi’ni aradım; daha doğrusu belediye başkanını.

Anadolu’da, İstanbul’dan arayan gazeteciler her zaman ağırlanarak karşılanır.

Telefonun diğer ucunda babacan bir belediye başkanı vardı. Kendimi

tanıttım, program hakkında bilgi verdim, “Biliyorum, izliyorum,” dedi. Nasıl

yardım edebileceğini sordu. Anlatmaya başladım. Çumra’daki bir evin

bahçesinde bulunan cesetleri, Abdullah Aksoy’un ailesine nasıl

ulaşabileceğimi hararetle anlatırken karşıdan hiç ses çıkmadığını fark

etmemişim. Neden sonra, konuşmaya başladı:

“Bu dosyayı sakın açmaya kalkmayın. Bunun için de sakın buraya

gelmeyin, bu konuda sizinle burada kimse konuşmaz. İyi de

karşılanmazsınız,” dedi ve telefonu yüzüme kapattı.

Öylece kalakalmıştım ama dosya daha da cazip hale gelmişti. O günlerde

elimde sadece beş kişinin cesedinin Çumra’daki bir evin bahçesinde

bulunduğu bilgisi ve 12 yıl öncesinin ev sahibinin adı vardı. Bu kadar.


Bir hafta sonra Çumra sokaklarındaydım.

Belediye binası bize kapalıydı. O halde başka yerlere gidilecekti.

Muhtarlar, parti binaları, evler, yaşlı teyzeler, gençler, kahvehaneler...

Saatlerce Çumralılar’a Abdullah Aksoy’u sordum. Konuştuğum insanlar ya

yüzüme bakmadı ya kafasını çevirip gitti ya da Aksoy’u tanımadığını söyledi.

Sanki bütün kasaba ağız birliği etmiş gibiydi.

Bir saat içinde kim olduğum ve kimi sorduğum kasabada yayılınca da, beni

uzaktan gören yönünü değiştirmeye başlamıştı bile. Akşam oluyordu.

Konya’ya dönmeliydim. Olay iyiden iyiye esrarengiz bir hal almıştı.

Arabama doğru yürüyordum ki, yanıma daha önce konuşmadığım bir adam

yaklaştı. Taksici olduğunu söyledi. Babayiğit bir görüntüsü vardı:

“Burada kimseden laf alamazsın, uzatırsan canın sıkılacak. Nerede

kalıyorsun?” diye sordu. “Konya’da,” diyebildim sadece.

“Tamam, kaldığın yerin adresini ver, ben akşam iş bitince 10-11 gibi

geleceğim yanına!” dedi. Çaresiz, “Tamam,” dedim. Akşam Konya’da

kaldığım otelin lobisinde beklemeye başladım. Sahiden de 10’u biraz geçe

geldi. Bir çay ocağına oturttu beni ve anlatmaya başladı.

Abdullah Aksoy’un tutuklandığında askerde olduğunu, kendisinin

komşusu olduğunu, kurbanlarının kimler olduğunu, kasaba için olayın nasıl

travmaya döndüğünü, katilin öldürme şeklini, cesetlere tecavüz ettiğini;

hatırladığı ve bildiği her detayı anlattı. Hatta Aksoy’un intihar etmediğini,

cezaevinde öldürüldüğünden emin olduğunu söyledi. Ailesinin ise

Çumra’dan göç etmek zorunda kaldığından bahsetti.

Dosya ilginçti ilginç olmasına, ama İpucu formatına uymuyordu. Sonuçta

katil baskınla yakalanıp, henüz yargılanamadan intihar etmişti; en azından

resmi kayıtlara göre. Ben de dosyayı, belki bir gün, diyerek rafa kaldırdım.

2008’e kadar... Aradan yıllar geçmişti ve bu kez İpucu programı TRT 1

ekranı için hazırlanıyordu. Adli Tıp Kurumu’nun Yeniden Yüzlendirme


bölümünde bir cinayet dosyası çekimi için ekip hazırlık yapıyordu.

Bölümde, Türkiye’nin her yerinden gelen ve cinayet şüphesi taşıyan

kafatasları yeniden yüzlendiriliyor ve yaşarken nasıl insanlar oldukları ortaya

çıkarılıyordu. Adli Tıp Kurumu’nun iki uzman doktoru ve ben, ışığın

hazırlanmasını bekliyorduk. İsparta’nın Uludere ilçesinde bir erkek kafatası

bulunmuş ve yeniden yüzlendirilerek on yıl sonra cinayet aydınlatılmıştı.

Olayı çözen uzmanlarla röportaj yapacaktık.

O sırada tamamen sohbet yürüsün diye, “Türkiye’nin en çok hangi

bölgesinden kimliği ve faili meçhul kafatası geliyor?” diye sordum.

“Bu gerçekten çok ilginç, en çok kafatası Konya, Çumra bölgesinden

geliyor!” dediler.

Kulaklarıma inanamıyordum. Çumra. Çok eski bir dosyayı yeniden önüme

getirmişti. Heyecanla Adli tıpçılara Abdullah Aksoy’u ve cesetlerini gömme

şeklini anlattım. Bu kez soru Adli Tıp Uzmanı Bülent Şam’dan geldi:

“Abdullah Aksoy, Çatalhöyük kazılarında çalışmış mı?”

O günlerde bilmiyordum. Sonradan öğreneceğim üzere çalışmıştı. Ve

Şam’ın dikkatinden kaçmadığı gibi, kurbanlarını gömme şekli

Çatalhöyüklüler’le neredeyse aynıydı.

Dokuz bin yıl önce Çatalhöyük, dünyanın en büyük yerleşim yerlerinden

biriydi. O dönemde avcı-göçebe toplumlar yaygınken Çatalhöyük’te binlerce

insan yerleşik hayat sürüyordu. Etrafı geniş bataklıkla çevrili (Çumra bu

bataklığın üstündedir.) Çatalhöyük’te yaşayanlar, ölen akrabalarını evlerinin

altına ve her zaman cenin pozisyonunda gömerdi. Ceset çürüdükten sonra

başı alınır ve bir sonraki evin temelinde kullanılırdı. Daha doğrusu yeni ev,

ataların başı üstünde yükselirdi.

Abdullah Aksoy, kurbanlarını gömerken Çatalhöyük’ten esinlendi mi,

etkilendi mi bilmek mümkün değil artık. Neden hâlâ Adli Tıp Kurumu’na en

çok Çumra bölgesinden eski kafataslarının geldiğini de.


Kim bu insanlar, neden ve kim tarafından o uçsuz bucaksız eski bataklığa

gömülüyorlar, buna da yanıt bulmak mümkün değil şimdilik.

Bilinen tek şey, Abdullah Aksoy’un yıllarca avuç içi kadar bir kasabada

yakalanmadan, şüphe duyulmadan, sessizce avlanmayı becerebildiği. Aslında

Aksoy’un az da olsa dünyada benzerleri var. Mesela Earle Leonard Nelson ya

da Ted Bundy gibi. Bu iki katil de ara sıra kurbanlarının cesetlerine tecavüz

etmiştir. Ancak uzmanlara göre bu az rastlanan bir durumdur ve bu tip bir

öfke patlaması, katilin bir kurbana tamamen hükmetmek ve onu aşağılamak

şeklindeki habis arzusundan doğar. Yani geçicidir.

Fakat aksi örnekler de yok değil. Jeffrey Dahmer gibi. Dahmer’ın ölü

nesnelere ilgisi çocukken başladı. O yaşlarda en büyük zevki, yollarda

bulduğu ezilmiş hayvan cesetlerini toplayıp kesmekti. Dahmer büyüdüğünde

psikiyatrlara rutin olarak öldürdüğü kurbanların karınlarını kesip iç organları

üzerinde mastürbasyon yaptığını anlattı. Ayrıca kurbanlarına anal olarak

tecavüz ettiğini de itiraf etti.

Dahmer’in İngiliz benzeri Dennis Nilsen de nekrofiliydi. Nüsen,

Dahmer’dan farklı olarak kurbanlarının karşısında mastürbasyon yapıyordu.

Lafın kısası, Abdullah Aksoy gibi bütün kurbanlarına canlı ya da ölüyken

tecavüz eden bir seri katil çok az.

Kibele’nin Hadım Edilmesi

Çatalhöyük’ü anmışken birkaç önemli notu kayda geçmekte fayda var.

Dünya Çatalhöyük’ün öneminin farkında. O esrarengiz tepe yanıtlanması

gereken birçok soru barındırıyor. Benzerleri avcı-toplayıcı bir hayat

sürdürürken, Çatalhöyük halkı yerleşik düzene geçmişti. Penceresiz evler

inşa etmişler, girip çıkmak için tavanda bir delik bırakmışlardı. Evlerinin

duvarlarını süslüyor ve alet kullanıyorlardı.


Tarımı başlatmışlardı. Daha önce, Çatalhöyük’ün bulunduğu tepenin

etrafının kocaman bir bataklık olduğunu söylemiştim. Yatay

genişleyemeyecekleri için, evlerini üst üste yapıyorlar, ölülerini de evlerin

içine ya da temellerine gömüyorlardı.

Birinci soru, arazi sıkıntısının olmadığı bir dönemde, neden bir bataklığın

ortasına yerleştikleriydi. Gün doğunca bataklığın etrafında tarım yapıyor,

hayvanlarına bakıyor ve sanki bir şeyden kaçarmış gibi güneş batmadan

yerleşkelerine geri dönüyorlardı. Neden?

O tarihte evlerinin iki bölümü vardı. Hayat bölümü, yani günlük işlerin ve

mutfağın olduğu bölüm, bir de ibadet odası. İbadet odası beyaz boyalıydı. On

bin yıl sonra bile bu bölümde bir tek bakteri bulunamadı. Duvarları neyle

boyadıkları hâlâ bilinmiyor.

Bilemiyoruz. Ve konuyu mitolojiden bir hikâyeyle kapatıyoruz.

Zeus bir gün rüyasında Kibele’yi görür. Neden sonra Kibele Zeus’un

karşısına çıkar. Rüyasında gördüğü kendisine hâkim olamayacak kadar

etkileyici bir varlıktır. Tanrıça değildir. Çift cinsiyetlidir, yani iki cinsi de

etkisi altında tutabilecek kadar cazibelidir.

Zeus Kibele’nin tehlikeli olduğunu bildiği için onu öldürme taraftarıdır

ama Afrodit böyle güzellikteki bir varlığın öldürülmesine izin vermez.

Sonuçta Kibele hadım edilir ve erkeklik organının düştüğü yerden badem

ağacı çıkar. Efsaneye göre, burası Çatalhöyük’tür. Gerçekten de bilinen ilk

Kibele heykelleri, Çatalhöyük kazılarında bulunmuştur.


“Kendimi iyi hissetmiyorum. İddianameyi lütfen okumayın.

Olayın ne olduğunu zaten biliyorum!”

KENAN ÖNER


BİNBİR SURAT

Kenan Öner, 1958’de Bursa, İznik’te doğdu. Evli ve bir çocuk sahibi. İstanbul Üniversitesi

Filoloji bölümü mezunu. Bankacı. DHKP-C üyesi olduğu ve işkence gördüğü iddiasıyla

1981’de Fransa’ya iltica etti. İlk cinayetini 1986’da Fransa’da işledi. O cinayetten 2002’de

tutuklanıp cezaevine girdi. 2004’de tahliye oldu. Aynı yıl, anne ve babasını üç yüz eşit

parçaya ayırıp evlerinin bahçesine gömdü. Cezaevinde. Eşi hâlâ kayıp.

7 Mayıs 1986

Fransa/İsere

Kadın, sabaha karşı köpeklerin ulumasıyla uyandı. Kalktı. Pencereye

anlam veremediği turuncu bir ışık vuruyordu. Dışarıda büyük bir alev gördü.

Yangın çıkmıştı. Yangın, Fransa’nın İsere Kasabası’nın eski Taşocağı

mevkiindeki çöplükteydi. O gece, birkaç İsere sakini daha alevleri görmüş

ama önemsememişti. Zaten kısa bir süre sonra yangın başladığı gibi sessizce

söndü.

Yangından İki Gün Sonra

İsere Kasabası jandarmasına gelen bir gece ihbarı, iki gün önce çıkan

esrarengiz yangının o kadar da önemsiz olmadığını gösterecekti. İhbarı yapan

kişiye göre, çöplükte yanmış bir ceset vardı.

Olay yerinde hâlâ kesif bir benzin kokusu duyuluyordu. Yangın yerinde bir

ceset olduğuysa doğruydu. Ama ceset kömürleşmişti. Kimliğinin, yaşının

hatta cinsiyetinin bile belirlenmesi mümkün değildi. Cesedin boynuna bakır


bir tel, iki kez dolanmıştı. Yüksek ısının etkisiyle telin yer yer eridiği

görülüyordu.

Jandarmanın ilk tespitine göre, kimliği belirsiz biri önce boğulmuş sonra

da yakılmıştı. Olay yeri incelemesi tamamlandıktan sonra ceset otopsiye

gönderildi. Otopsi sonundaysa cesedin bir erkeğe ait olduğu ve boyunun

yaklaşık 1.65 metre olduğu tespit edildi.

Özellikle yanmış cesetlerde, sorulara yanıt bulmak hayli zor. Yangın

sırasında doku ve kemikler eridiği için adli tıp uzmanları kömürleşmiş

cesetlere ait kesin bilgiler vermekte güçlük çekiyor. Maktulün yaşarken sahip

olduğu boy, kemik boylarından yaklaşık olarak tahmin ediliyor veya

kemiklerin yapısı üzerinden yaş ve cinsiyet belirlenebiliyor.

Güç olsa da cesedin 1.65 boylarında bir erkeğe ait olduğu anlaşılmıştı.

Ancak sırada çok daha önemli bir soru vardı: Maktul nasıl öldürülmüştü? Tek

çare vardı, radyolojik inceleme yapmak. Uzmanlar bu konuda başarılı

olmuştu. Maktulün başının arkasından 7.65 mm çapında bir mermiyle ve tek

kurşunla vurularak öldürüldüğü ortaya çıkmıştı. Fransız uzmanlar şanslıydı

çünkü cesedin baş kısmı bedenine göre daha az yanmıştı.

Maktulün boynuna sarılı yanmış bir tel vardı. Bu tel, adamın başka yerde

öldürüldüğünü ve bir örtüye sarılıp buraya taşındığını gösteriyordu. Sıra en

önemli soruya gelmişti: Ceset kime aitti?

Kömürleşmiş cesetlerde bu soruya yanıt vermek için izlenebilecek iki yol

var. İlki DNA analizi. Ama bu düzeydeki yanıklarda bunu gerçekleştirmek

imkânsızdır. Cesedin yanma derecesi o kadar ağırdı ki, DNA analizine olanak

tanımıyordu.

Uzmanların önünde kimlik belirlemesi için bir tek yol kalmıştı: Maktulün

dişleri. Şans bir kez daha Fransız uzmanların yüzüne gülmüştü.

Maktulün dişleri yangından zarar görmemişti. Üstelik yakın geçmişte

detaylı bir diş tedavisi yaptırdığı anlaşılıyordu. Bu, cesedin kimliğinin


belirlenmesinde önemli bir ipucu olabilirdi. Bu nedenle çene, diş ve kafatası

filmleri çekildi. Fransız polisi de maktulün dişlerini aynı kasabada tedavi

ettirmiş olmasını dileyerek, bu filmleri İsere’deki bütün diş hekimlerine

dağıttı.

15 Gün Sonra

Henriette Chaudy, uzun yıllardır İsere Kasabası’nda diş hekimliği

yapıyordu. On beş gün önce Fransız polisi ona da birtakım diş filmleri

getirmiş ve filmlerin sahibinin hastası olup olmadığını kontrol etmesini

istemişti. Chaudy, polisin getirdiği filmleri hastalarının filmleriyle tek tek

karşılaştırmış ve hastasını tanımıştı. Dişlerin sahibi yaklaşık bir yıl önce

tedavi ettiği, 25 yaşındaki Mehmet Y.’ydi.

Mehmet Y., beş yıldır Fransa’da yaşıyordu. İnşaat işçisiydi. Hemşerisi

Hasan ve Sadık B. ile birlikte İsere’de oturuyordu. Sakin kişiliğiyle

tanınıyordu. Adı herhangi bir suça karışmamıştı ve on beş gündür ortada

yoktu.

29 Mayıs 1986

Fransız polisi arama yapmak üzere B. Kardeşlerin evindeydi. Evdekiler,

günlerdir kayıp olan ev arkadaşlarının öldürüldüğünü yeni öğreniyorlardı ya

da en azından öyle söylüyorlardı. Aramaya Mehmet Y.’nin yatak odasından

başlandı. Yatak dağınıktı. Çarşafsa kan içindeydi. Yastık kılıflarında da kan

lekeleri vardı. Maktulün öldürüldüğü yer bulunmuştu.

Polis, tuhaf bir durumla karşı karşıyaydı. B. kardeşler, yataktaki kan

lekelerini açıklayamıyordu. Mehmet’in odasına on beş gündür hiç

girmediklerini söylemekle yetiniyorlardı. Polise göre, bu olası bir durum

değildi.


Ancak suçlu olsalar şimdiye kadar delilleri çoktan ortadan kaldırmış

olmaları gerekirdi. Ama ikinci ipucu Hasan B.’nin dolabında bulundu: 7.65

çapında iki mermi. Yani, Mehmet Y.’nin başında bulunan merminin aynısı.

Ayrıca Y.’nin otomobili de ortada yoktu ve garaj kapısı zorlanmıştı.

B. kardeşler aynı gün İsere polis merkezinde sorguya alındı. Her ikisi de

cinayet zanlısıydı. Sorguya ilk alman Sadık B. oldu. Polis, ev arkadaşlarının

ortadan kaybolduğu gün neler olduğunu öğrenmek istiyordu.

“Ağabeyim Hasan sık sık kız arkadaşının evinde kalır. O gün evde

Mehmet’le yalnızdık. Arkadaşı Kenan Öner geldi. Üçümüz birlikte kahve

içtik. Mehmet işi olduğunu söyleyerek dışarı çıktı. Birkaç saat sonra geri

döndü. Yemek yedik. Sekiz gibi yeniden dışarı çıktı. O gece Kenan bizde

kalacaktı. Uykum gelince ben yattım. Kenan da salondaki kanepede uyudu.

Ertesi sabah erken kalktım. İşe gidecektim. Çıkarken Kenan uyuyordu.

Mehmet’in gece gelip gelmediğini bilmiyorum.”

Fransız polisinin kuşkulu listesine biri daha eklenmişti: Kenan Öner.

B.’nin ifadesi şöyle devam ediyordu:

“Öğleden sonra şantiye paydos etti. Eve döndüm. Kenan banyoda aynaya

bakıyordu. Mehmet’i sordum, ‘Acil randevusu vardı, gitti,’ dedi. Mehmet’in

spor çantası kapının önünde duruyordu. Sordum. ‘Mehmet’in kirli

çamaşırları, yıkamaya götüreceğim,’ dedi. Şaşırdım. Çünkü evde çamaşır

makinesi vardı. Bir şey söylemedim. Kenan’ın yüzü ve gözleri kıpkırmızıydı.

Saçları ıslaktı. Duş aldığını düşündüm. Çantayı aldı ve gitti.”

Sadık B. bunları anlatırken yan odada Hasan B. de ifade veriyor ve

anlattıklarında aynı ismi geçiriyordu: Kenan Öner. B. kardeşlerin verdiği bir

detay daha vardı. Mehmet kaybolmadan önce Lyon’a gitmişler, yolda

Mehmet, Kenan Öner’in otomobilini almak istediğini, 15 bin Frank’a

anlaştıklarını ama Kenan 10 bin Frank getirince vazgeçtiğini söylemişti. B.


kardeşlere göre, Mehmet Kenan’a güvenmiyordu ama o günlerde sık sık

görüşüyordu.

Zanlılar, Mehmet’i neden günlerce aramadıklarınaysa şu yanıtı

veriyorlardı:

“Kız arkadaşımda kaldığım için pek eve uğramıyordum. Üç gün önce eve

geldim. Posta kutusuna dokunulmamıştı. Mehmet’in odasının kapısından

baktım. Yatağı dağınıktı. Endişe etmedim çünkü motor kazası geçirdiği için

raporluydu. Kız kardeşine gittiğini düşündüm. Ama aradan iki hafta geçince

merak etmeye başladım. 25 Mayıs’ta eniştesi Mehmet’i sormaya geldi. O

zaman meraklandık.”

B.’nin söyledikleri polise inandırıcı gelmese de, Kenan Öner’i de

araştırmak gerekiyordu. 28 yaşındaki Öner de aynı kasabada oturuyordu.

Mayıs ayı başında jandarma çalıntı araba kullanmak suçundan ifade vermeye

çağırmıştı ancak ifade vermeye gelmediği gibi bir aydır da ortalıkta

görünmüyordu.

Eve gidildiğinde, Fransız jandarmasının karşılaştığı manzara ilginçti. Ev

aniden terk edilmiş izlenimi veriyordu. Bardaklar, günlük eşyalar ve

mektuplar ortadaydı. Evden parmak izleri alındı. Özel eşyalara el kondu.

Kenan Öner, Fransa’ya 1981’de Türkiye’den siyasi gerekçeyle iltica

etmişti. DHKP-C üyesi olduğunu iddia etmişti. Fransa makamlarına verdiği

dilekçede İstanbul Üniversitesi Filoloji bölümünden mezun olduğunu, birkaç

kez gözaltına alındığım söylemişti.

Gelinen noktada güvenlik güçlerinin elinde üç kuşkulu vardı. B. kardeşler

günlerdir kayıp olmasına rağmen Mehmet’i aramamıştı. Evlerinde kan izleri

ve mermi bulunmuştu. Üstelik kız arkadaşı da Hasan’ın son günlerde

Mehmet’i kıskandığını söylüyordu. Kenan Öner ise, cinayetten bu yana

kayıptı. Çalıntı araba suçundan sabıkası vardı. Ve Mehmet’i öldüren silahın

aynısını taşıyordu. Peki katil gerçekte hangisiydi?


Çöplükteki Yangın Gecesi

Kenan Öner, saatlerdir otomobil kullanıyordu. İsviçre sınırına varmasına

az bir zaman kalmıştı. İki yüz metre ilerideki jandarma trafik kontrol

noktasını fark etti. Görevli durmasını istiyordu. Yavaşça sağa yanaştı ve

aracını park etti. Uzattığı ruhsatın üzerinde Mehmet Yılmaz yazıyordu.

Jandarma ruhsatı kabul etmedi. Kendisine ceza makbuzu kesti. Öner, sınırdan

bu evraklarla çıkamayacağını anladı. Geri dönüp İsere’nin yolunu tuttu.

Sahte evrak düzenledi ve arabayı kendi üzerine kaydettirdi. Devir işlemi

yapıldığı sırada Mehmet Yılmaz çoktan öldürülmüştü. Ruhsatın devrinde

kullanılan imza önce B. kardeşlerin imzalarıyla karşılaştırıldı. İmza ikisine de

ait değildi. Zaten her ikisi de Fransızca okuyup yazmayı bilmiyordu. Polisin

aradığı kişi Kenan Öner’di. İmza ona aitti.

Cinayetten Üç Yıl Sonra

Kenan Öner, Türkiye sınırından kolaylıkla geçmiş, memleketi Bursa’ya

yerleşmiş, evlenmiş ve bir çocuk sahibi olmuştu. İş hayatındaki geleceği

parlak görünüyordu. Özel bir bankanın genel müdür yardımcısıydı.

Fransa’yı, İsere’yi ve Mehmet’i çoktan geride bırakmıştı... Ta ki, Bursa

Ağır Ceza Mahkemesi’nden gelen bir celp eline geçene kadar. Mehmet

Yılmaz cinayeti davasının görüldüğü İsere Bölgesi Ağır Ceza Mahkemesi,

Kenan Öner’in peşini bırakmamış, adresini tespit etmiş ve Bursa Ağır Ceza

Mahkemesi’nden ifadesinin alınmasını istemişti. Öner, ifade verirken

dikkatliydi:

“Hasan’a 7500 Frank borç vermiştim. Olay günü onu istemek için eve

gittim. Kapıyı Sadık açtı. Eve hiç girmedim. O gece evlerinde kalmadım.

Mehmet Y.’nin arabasını bana borcuna karşılık Hasan B. verdi. 7 Mayıs günü

trafik kuralını ihlal ettiğim için ceza yedim. Bunun üzerine geri dönerek

ruhsat işlemlerini yaptırdım. Ertesi gün de İsviçre, İtalya ve Yugoslavya


üzerinden Türkiye’ye döndüm. 7.65 çapında bir tabancam yok. Bu tabancayla

evimde ateş etmedim. Ayrıca ruhsattaki yazılarda Hasan tarafından yazıldı.”

Kenan Öner’in mahkûmiyetine neden olan da işte bu yalan ifade oldu.

Çünkü ruhsattaki imza ve yazıların ona ait olduğu sabitti. Üstelik yargılama

süresince Öner’in diğer ifadeleri de birer birer çürütüldü.

Öncelikle B. kardeşlerin evinde Öner’in parmak izleri vardı. Yani eve

girmişti. Kendi evinin yatak odasının camında mermi izi bulunmuştu. İsere

Bölge Mahkemesi, önce Kenan Öner’i cinayet suçundan mahkûm etti. Sonra

da Türkiye’de de yargılanması için harekete geçti. Öner, tam on iki yıl sonra

Bursa 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde cinayet suçuyla yargılandı.

Öner’in aleyhindeki en önemli delillerden biri de Fransız komşusunun

mahkemede verdiği ifade oldu. Fransız kadın duruşmada verdiği ifadede,

Öner’in eve teklifsiz girebildiğini ve bir gün onu banyoda kanlı elbiselerini

yıkarken gördüğünü söyledi.

Kenan Öner, Türkiye’de yıllar süren yargılama boyunca birçok kez iş

değiştirdi. İşe girerken verilmesi zorunlu belgelerden olan adli sicil

belgesinde de tahrifat yaptı. On iki yıl sonunda Türkiye’de de müebbet hapse

mahkûm oldu ama Mehmet Y.’yi öldürdüğünü hiçbir zaman kabul etmedi.

Katilin Evinde

Mart 2004, İznik

2004 yılında Kenan Öner’in işlediği cinayeti araştırmak için İznik’e gittim.

O sıralarda Öner cezaevindeydi. Gerçekten zordu. Anne ve babasının

İznik’teki mütevazı evlerinin kapısını çaldığımda kalbim yerinden çıkacak

gibiydi.

Kapı açıldığında karşımda 60’lı yaşlarının sonunda bir kadın duruyordu.

Kendimi tanıttım. Neden geldiğimi söyledim.


Bu toprağın insanı ilginçtir. Doğu’da da Batı’da da kolay kolay kapıya

geleni geri çevirmez. On dakika sonra eve Öner’in babası da geldi.

Ben bir kanepenin ucuna ilişmiş, sanki katil benmişim gibi ürkek, kadının

eşine tane tane beni anlatmasını izledim.

Yaşlı kadının, “Hanım kız, Kenan’ın davasıyla ilgileniyor,” demesini

duydum en son. Sonra yaptığım programı anlattım. Oğullarını temize

çıkaramayacağımı, görevimin bu olmadığını... Tam tersi suçunun delillerle

sabit olduğunu falan.

“Olsun,” dedi Öner’in babası. “Sen olduğu gibi anlat! Hak yerini bulur

nasılsa!” Belki yarım saat kalırım diye düşündüğüm evden akşam hava

kararırken çıktım. Yemekler, sonra çay, kahve sonra, İznik Gölü’nü tepeden

gören evin terasında anne-babanın gözyaşları.

On klasörlük dava dosyasına ve delillere rağmen “Acaba?” sorusuyla

İstanbul’a döndüm. Aradan on beş gün geçmiş geçmemişti ki, halen

cezaevinde olan Kenan Öner’den bir mektup aldım. Belli ki, anne ve babası

benden bahsetmişti.

İnci gibi bir yazı, onlarca sayfa ve binlerce haklı gerekçe vardı mektupta.

Fransız adalet sistemini eğitimli bir insanın cümleleriyle eleştiriyor, solcu

geçmişinin Türk adalet sistemi için nasıl fırsat yarattığını sıralıyordu. Suçsuz

olabileceğine, hatta devletler arası bir komploya kurban gidebileceğine dair

şüpheye düştüm. Yine de dosyayı İpucu’nun NTV’deki sürecinde gündeme

getirdim. Program yayınlandığında hiçbir kusur yoktu. İçimde hep bir

şüpheyle, dosyanın var olan halini yayınlayıp bıraktım. Ta ki, 2014’te

telefonum çalana kadar.

Arayan, bir haber kanalında editör olarak çalışan bir arkadaşımdı.

“Canlı yayına katılmanı istiyoruz, takip ettiğin bir katilin dosyası için...”

dedi. Hep yaptığım gibi tam reddetmeye hazırlanıyordum ki, arama nedenini

söyledi:


“Kenan Öner, anne ve babasını öldürüp, evlerinin bahçesine gömmüş.”

Sadece dünyanın başıma geçtiğini hatırlıyorum. Çünkü Kenan Öner

2004’te tahliye olmuştu. İhbarı yapansa Öner’in oğluydu. Çocuk, önce

annesinin sonra da babaanne ve dedesinin ortadan kaybolduğunu, yıllardır

haber alamadıklarını söylemişti ve babasının araştırılmasını istiyordu.

İznikli emlak zengini yaşlı çift Ahmet Refik ve Emine Öner, 2008

Nisan’ından beri kayıptı. Bursa Cinayet Bürosu ekipleri eski bir suçluya dair

yeni bir suçla dosyayı raftan indirdi.

Kenan Öner’in İstanbul Bayrampaşa’da dolandırıcılıktan kesinleşmiş bir

cezası vardı. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı bu suçla ilgili arama izni çıkardı.

24 Nisan Perşembe gecesi Bursa Cinayet Bürosu ekipleri, Kenan’ın

Bayrampaşa’daki dubleks apartman dairesinin kapısını çaldı. Kapıyı açan

olmadı. Polisler çelik kapıyı çilingire açtırdılar.

İkinci kapıyı kırıp girdiklerinde, Öner koltukta oturmuş, sakince

kendilerine bakıyordu. Ev zifiri karanlıktı. Fatura ödemediği için yıllardır

elektriksiz yaşıyordu. “Susma hakkımı kullanıyorum,” dedi.

Dev bir çalışma odasının ortasındaydı. Yüzlerce evrak, hukuk kitapları,

raflarda numaralandırılmış klasörler... Öner, son otuz yılındaki her şeyi

daktilo ve elyazısıyla yazıp tasniflemişti. En çok da mahkemelerle ilgili

olanları. Sadece bu odada elektrik vardı. Apartmandan kaçak hat çekmişti.

Polis hızla kayıp anne-babayla ilgili ipucu aramaya başladı. Ve İznik’teki

evin bahçesine ait kroki bulundu; hem de mimar elinden çıkmış gibi. Tek

katlı evin geniş bahçesi, bahçeyi çevreleyen ve “kurutmalık” denen yanları ve

önü açık, üstü kapalı depoları numaralandırmıştı. İkinci ve üçüncü

kurutmalığın birleştiği yerin ön tarafını işaretlemişti. Bir de not düşmüştü:

“15-16 Nisan’da çalışma yapıldı.”

Öner’le birlikte Bursa’ya dönen polis, 25 Nisan Cuma günü saat 13.00’de

iş makinesiyle İznik’teki kayıp çiftin evine gitti. İznik polisi, bahçenin


kazılmasına itiraz etti. “Biz üç kez kazdık, bulamadık,” dedi. Bursa polisi

kepçeyi krokide işaretlenmiş yere vurdu. Kepçenin dişleri 2 metre derine

vurduğunda, siyah bir bez parçası ve kemikler döküldü. Polis makineyi

durdurup elle kazmaya başladı. Kısa süre sonra karşılarında üç yüz kemik

parçası duruyordu.

Kesildiği için kafatasları ayrı yerde duruyordu. Yaşlı babanın protez dişleri

ve annenin plastik bebek saçı gibi olmuş saçları da... Kemikler çok düzgün ve

sıfır hatayla ayrılmıştı, üstelik parçalarken elektrikli çark kullandığı halde.

Ziyaretimden dört yıl sonra, 16 Nisan 2008’de kaybolmuşlar, 25 Nisan’da

evlerinin bahçesinde altıncı yılda bulunmuşlardı.

Kenan Öner, bütün sorgu boyunca konuşmadı ve suçunu itiraf etmedi.

Dokuz yıldır kayıp olan eşi Canan’ın bulunması için çalışmalar hâlâ devam

ediyor.


“Küçükken annem ve babamla aynı odada kalırdık. Onları izlerdim.

Ve belki de bilinçaltında bu olaylara olan ilgim, yani

yaşlı insanlara tecavüz olaylarının temelinde bu vardır.”

ADNAN ÇOLAK


BALTACI

Adnan Çolak, 1967’de Artvin’de doğdu. Evli ve üç çocuk babası. Çoban. 1992-1995 yılları

arasında Artvin civarındaki köylerde yaşlan 68-95 arasında değişen on bir yaşlı insanı

öldürdü. Bunlardan altısının cesedine tecavüz etti. Üç cinayet mahallini kundakladı. İki yaşlı

kadını yaraladı. 1995’te yakalandı. Müebbet hapse mahkûm oldu. 1999 Affı’ndan

yararlanarak tahliye oldu. Dışarıda.

16 Ekim 1992

Artvin/Seyitler Köyü

Ziver B.’nin uykusu gelmişti. Kızı televizyon izliyordu. Yatmak için

kalkacağı sırada karısı Hayriye’nin çığlığıyla irkildi. Evin çatısı tutuşmuştu.

Soluğu dışarıda aldı. Elbirliğiyle yangını söndürdüler. Baba-kız içeri

girerken, kadın közleri dağıtmak için geride kaldı. Ziver B. bu sırada

karısının çığlık çığlığa eve koştuğunu duydu. Ne olduğunu anlayamayan yaşlı

adam kapıya döndüğünde, katil çoktan eşiğe varmıştı ve elinde bir balta

vardı.

Cinayet gecesini Artvin’de yerel gazete sahibi Tolga Gül şöyle anlatıyor:

“Yaşlı çift baltayla öldürülmüş, 14 yaşındaki kızları ise kaçırılmış, tecavüz

edilip bırakılmıştı. Ama kız eşkal veremiyordu.

Üstelik adamın ona iyi davrandığını hatta kendisine para verdiğini de

söylüyordu.”

Ertesi gün cinayet tüm Artvin’de duyuldu. Yaşlı B. çiftinin bilinen bir

düşmanının olmaması, o güne kadar hiçbir kavgaya karışmamaları, halkın


korkusunu daha da artırıyordu. Sadece Artvin’in Seyitler Köyü’nde oturanlar

değil, tüm bölge katilin kim olduğunu merak ediyordu.

Katil, geride kızın tanıklığından başka bir ipucu bırakmamıştı. Güvenlik

güçlerinin elindeki tek bilgi, adli tabip raporunun da teyit ettiği gibi, kızın

tecavüze uğradığıydı.

Bir ayın sonunda bütün araştırmalar sonuçsuz kaldı. Elde hiçbir bilgi

yoktu. Halk olayın aydınlanacağı umudunu yitiriyordu ki, Emniyet’e bir ihbar

ulaştı. İhbara göre katil Kazım adında bir seyyar satıcıydı. Yine ihbara göre

yanında iki kişi daha vardı. Üstelik ihbarı yapanlar cinayet günü Kazım’la

birlikte olduklarını söyleyen Erdal ve Engin’di. Üçü de aynı gün gözaltına

alındı. Elde delil olmadığı için polisin yapabileceği tek şey, katili gören ve

tek tanık olan kızla üç sanığı yüzleştirmekti.

İlk yüzleştirme karakolda yapıldı. Ama sonuç alınamadı. Kıza göre üçü de

o akşam evlerine gelen adam değildi. Kızın bu ifadesine rağmen üç sanık da

tutuklanarak mahkemeye sevk edildi. İkinci yüzleştirme, üç ay sonra

mahkeme salonunda yapıldı. Genç kız ifadesini yine değiştirmedi. Ona göre,

hiçbiri anne ve babasını öldüren adam değildi. Mahkeme heyetinin artık

yapacağı bir şey yoktu.

Üç sanık delil yetersizliğinden beraat etti. Üstelik kısa bir süre sonra ihbar

nedeninin husumet olduğu ve Kazım adlı kişinin suçsuz olduğu ortaya çıktı.

Bu dehşet cinayetin tek zanlısının suçsuz olduğu anlaşılınca, Artvinliler

eski sakin günlere geri döndü. Ne yazık ki, bu sessizlik yalnızca bir yıl

sürecekti.

Ekim 1993

Artvin / Soğanlı Köyü

B. ailesinin öldürülmesinden tam bir yıl sonra, yine bir ekim gecesi kâbus

geri döndü. Soğanlı Köyü’nde yaşayan Ziver D. ve gelini öldürüldü.


Kurbanlar, bu kez de başlarına aldıkları darbe sonucu öldüler, saldırı aletiyse

balta değil keserdi. Kurbanlara yine tecavüz edilmişti. Artvin halkı panik

içindeydi. Herkesin birbirini tanıdığı, kapıların kapatılmadığı yerde, böylesi

cinayetleri kim işlerdi?

İki köy birbirine birkaç kilometre uzaklıkta olmasına rağmen uzmanların

aklına bir yıl önce işlenen cinayetle bağ kurmak gelmiyordu. Ama halk

çoktan bağlantıyı kurmuştu. Katilin aynı kişi olduğunu sezmiş ve ona bir isim

bile takmıştı: “Baltacı.”

Artvinliler’in “Baltacı” adını verdiği katil ikinci cinayetten üç ay sonra

tekrar harekete geçti. Bu kez Şavşat’ın Köprükaya Köyü’nde oturan 60

yaşındaki Kevser ve Osman A. tıpkı önceki cinayetlerdeki gibi öldürüldü.

Kurbanlar yine yaşlıydı. İlk iki cinayetten farklı olarak bu kez katil, evin

altını üstüne getirmişti. Belki de olaya hırsızlık suçu vermek istemişti. Olay

yeri ve otopsideyse daha dehşetli bulgular ortaya çıkmıştı. Her iki kurbanın

cinsel organları kesilmişti.

15 Mayıs 1994

Salkınalı Köyü’nde yalnız yaşayan 62 yaşındaki Hediye S., ahıra gitmek

üzere evden çıktı. Karanlıktan ürktü. Elindeki keserin sapını biraz daha

kuvvetli tuttu. Ortalıkta bir katil dolaşıyordu. Ahıra girmek üzereyken

karanlığın içinde beliren adamı fark etti. Keseri kaldırdı ama adam ondan

daha genç ve çevikti.

Katil, yaşlı kadının elinden aldığı keserle kafasına vurdu. Kadını

bıraktığında öldüğünü sanıyordu. Oysa yaşlı kadın kafasındaki ağır yaraya

rağmen kurtuldu. Ama durumu ifade veremeyecek kadar ağırdı ve

komadaydı. Komadan çıktığındaysa hiçbir şey hatırlamıyordu.

Artvin halkı dehşet içindeydi. Eli baltalı bir katil yalnızca yaşlıları kurban

seçerek cinayet işliyordu. Bölgedeki bütün yaşlılar evlerine kapanmıştı.


Üstelik hepsi korkmakta çok haklıydı.

Hediye S.’ın ağır yaralanmasından dört ay sonra Ardanuç’un Gümüşhane

Köyü’nden 60 yaşındaki Osman ve Kevser P. öldürüldü. Bu olaydaki tek

farksa katilin yaşlı çiftin evini yakması oldu. Cesetler neredeyse kimlik tespiti

yapılamayacak kadar yanmıştı. Katil geride ipucu bırakmamaya kararlıydı.

Artvin’e hüzün ve ölüm havası çökmüştü. Yaşlılar, sıranın kendilerine

gelmesinden korkuyordu. Sıra dört ay sonray yetmişli yaşlardaki Ahmet ve

Ayşe S. çiftine geldi. Yine görgü tanığı, suç aleti, parmak izi ve katilden

geride eser yoktu.

Artvin’de bekçilik yapan Hasan Okur o günleri şöyle anlatıyor: “İnsanlar

mahallelerinde nöbet tutmaya başladı. Sabaha kadar üç beş kişi nöbet

tutardık. İnsanlar gece gezemez oldu. Yanlışlıkla başkası da vurulabilir. Gece

gezmeye korkardık. Çünkü her yerde pusu vardı. Ha geldi gelecek diye.”

Ama katil kurulan pusuları da biliyordu.

Jandarma Üsteğmen Hayri K. başkanlığındaki ekip, yeni cinayet mahalline

ulaştığında, cinayet silahı olan balta yine ortada yoktu. Kurban bu kez yalnız

yaşayan Hacer K.’ydı. Ama katil ilk kez arkasında bir ipucu bırakmıştı.

K.’nın tırnakları arasında ve vajinasında doku artıkları vardı. Katilin

bulunması için bir umut ışığı olabilirdi bu.

Cinayetlerde katilden geriye gözle görülmeyecek kadar küçük ipuçları

kalabiliyor. Özellikle bu tip davalarda, adli bilim uzmanları, kurbanın

tırnakları arasından aldığı doku örneklerini elektromikroskop altında

inceleyerek, DNA analizi yapabileceği küçük bir numune arıyor.

Kurbanın tırnak arasında bulunan doku artığının DNA incelemesini Adli

Tıp Kurumu Biyoloji Laboratuvarı uzmanı Dr. Keramettin Kurt yaptı. K.’nın

elbisesinden alınan kan örnekleriyle tırnak arasındaki doku artığının DNA

karşılaştırması yapıldı. Sonuç olumsuzdu. Doku artığı katile değil K.’nın


kendisine aitti. Ayrıca kurbandan alman kıl örnekleri de ipucu olmadı. Bunlar

da katile değil kurbana aitti. Katil geride iz bırakmamayı yine başarmıştı.

22 Mayıs 1995

Merkeze birkaç kilometre uzaklıktaki Salkımlı Köyü’nde oturan 58

yaşındaki Saniye Ç. torunu Mesut’u beklemekten vazgeçmişti. Düğünden geç

geleceğe benziyordu. Kadının uykusu gelmişti. Kalktı. Bu sırada evin

çatısında sesler duydu. Korkup eline balta alarak açık duran pencereye

yöneldi. Dışarıya göz gezdirdi. Kimseyi göremedi. Pencereyi kapatmak için

elini uzattı ve o sırada bileğini bir erkek eli kavradı.

Katil, bölgeyi iyi tanıyor, yalnız yaşayan yaşlıları biliyordu. Cinayetlerin

tamamı 50 kilometrelik bir alanda gerçekleşiyordu ve bu köylerin nüfusu

500’ü aşmıyordu.

Katilin son kurbanı Saniye Ç. olmuştu. Yaşlı kadının boğazını başındaki

tülbentle sıkmış, nefes alması duruncaya kadar beklemiş, daha sonra da

tecavüz etmişti. Katil evi terk ettiğinde bir kez daha kurbanının öldüğünü

sanıyordu. Ama o gece Saniye Ç. ölmedi. Son gayretle komşularını yardıma

çağırdı. Ardından da bayıldı.

Cumhuriyet Savcısı başkanlığındaki jandarma ekibi olay yerine

ulaştığında, bulunan ilk ipucu çatıdaki kiremitlerin üzerindeki çamurlu ayak

izleriydi. Ekip bu izlerin fotoğraflarını çekti.

Cinayet mahallinde bulunan ayak izleri önemli. Bu izler olayın

aydınlatılmasına iki şekilde yardımcı olur. İzlerin derinliği vücut ve boy

uzunluğu ile ayak uzunluğu arasındaki linel ilişki dolayısıyla zanlının

uzunluğu ve ağırlığı hakkında tahmini bir bilgi verebilir. Üstelik katil ikinci

bir iz daha bırakmıştı. Girdiği camın yanında düşürdüğü, bir metre boyunda

ve değişik yerlerinden düğümlenmiş bir tülbent.


Araştırma ekibinin tek umudu Saniye Ç.’in ifadesiydi. Yaşlı kadın, Artvin

Devlet Hastanesi’nde gözünü açtığında, polis ifadesini almak üzere kadının

başında bekliyordu.

Ekip eşkal almaya çalışıyordu. “Esmerdi, bıyıklıydı, üzerinde kot pantolon

ve yakalı kısa kollu bir tişört vardı. İskarpin ayakkabılar giymişti.” Oysa

Saniye Ç. adamı tanımıştı:

“Adnan’dı. Çoban Adnan. Beni saçımdan tutup aşağı bastırdı. O anda da

ışığı kapattı. Başörtümü boğazıma dolayıp sıkmaya başladı. Yalvardım ama

hiç sesini çıkarmadı. Saçını çekmek için başına elimi uzattım ama saçını

tutamadım. Yüzünü tırmalayıp tırmalayamadığımı bilmiyorum. Ama tanıdım

onu, Adnan’dı.”

Adnan Çolak... Artvin Salkınalı Köyü nüfusuna kayıtlıydı. Orman

işletmesinde zaman zaman geçici işçilik yapıyordu bunun haricinde asıl işi,

Artvin ve köylerinde çobanlık yapmaktı.

Saniye Ç.’in ifadesi Artvin’de deyim yerindeyse ışık hızıyla yayıldı. Şimdi

korkunun yerinde şaşkınlık vardı. Adnan Çolak herkesin tanıdığı, bildiği

biriydi. Üç çocuklu zanlının yakınlarına göre bilinen tek kötü alışkanlığı ara

sıra arkadaşlarıyla içtiği birkaç kadeh içkiydi. Son kurbanının kapı

komşusuydu. Başına ödül konduğunda, herkesle birlikte katile lanetler

yağdırmış, onu yakalayıp ödülü alacağına dair arkadaşlarıyla planlar

yapmıştı.

Saniye Ç.’in ifadesi doğrultusunda Çolak’ın evine baskın yapıldığında

kapıyı kendisi açtı. Üzerinde bir tişört ve şort vardı. Soğukkanlıydı. Ekip ev

aramasına geçtiği sırada, tuvalete girmek için izin istedi. Geri döndüğünde

üzerindeki şort değişmişti. Bu durum Astsubay İsmail S.’nin dikkatinden

kaçmadı.

Astsubayın bu dikkati işe yaradı. Gerçekten de Çolak şortunu banyodaki

kirlilerin arasına saklamıştı. Şort üzerinde yapılan incelemede sperm olduğu


sanılan bir leke bulundu. Katilin saklamayı beceremediği ikinci delilse evinin

banyosunda bulunan kanlı bir atletti.

Kasım 1995

Artvin Ağır Ceza Mahkemesi

Savcı, beş sayfalık iddianamesinde sanığın idamını istiyordu. Heyet

başkanı celseyi açtığında Türkiye adli tarihinin en uzun duruşmalarından

birini de başlatmıştı.

Çolak’a yöneltilen ilk soru neden yaşlı insanları öldürdüğü oldu. Sanığın

cevabı ürperticiydi:

“Yaşlı insanları öldürüyorsam da bunlar zaten zamanlarını doldurmuşlar.

Onlar bizim yerimize fazladan yaşıyorlar. Belki de bizim kısmetimizi

yiyorlar. Hem kendimi tatmin ediyordum hem de onları öldürerek toplumu

rahatlatıyordum.”

Mahkeme salonundaki herkes nefesini tutmuş onu dinliyordu. İşlediği

cinayetleri soğukkanlılıkla anlatıyordu. Duruşmanın ilerleyen saatlerinde iki

önemli yüzleşme yapıldı. Duruşmayı başından sonuna izleyen ilk kurbanı

küçük kızla, son kurbanı Saniye Ç.. Her ikisi de Adnan Çolak’ı teşhis etti.

Tanımışlardı.

Çolak’ın ifadesinden kurbanlarından hiçbiriyle düşmanlığı olmadığı,

hepsini rasgele seçtiği anlaşılıyordu.

“Çobanlık yaptığım günlerde Sönmez ailesinin evini gözlüyordum. Olay

gecesi, eve geldikten sonra bir müddet gözetledim. Etrafta kimsenin

olmadığına kanaat getirdikten sonra evin üzerine ve bacaya taş atmaya

başladım. Gayem dışarı çıkmalarını sağlamaktı. Bu sırada çatı boşluğunda

bulunan çaputlar gözüme çarptı. Onları ateşe verip evden dışarı çıkmalarını

sağladım.”


Duruşma sürerken zaman zaman değişik portreler çiziyordu. “Hayır, ben

yapmadım,” diye bağırdığı anlar da vardı “Evet, ben yaptım, doğrudur,”

dediği anlar da. Gözünde bazen korku vardı. Sanki o anları tekrar yaşıyordu.

Tam on iki saat süren duruşma boyunca Çolak olayları detaylarıyla anlattı.

Hafızası kuvvetliydi. Bütün olay yerlerini en ince ayrıntısına kadar

hatırlıyordu.

“Yalnız yaşadığını bildiğim Saniye Ç.’in evine gittiğimde gayem öldürüp

sonra da ırzına geçmekti. Kadının evde yalnız olduğuna emin olduktan sonra

harekete geçtim. Boğuşma sırasında ‘Seni tanıdım,’ diye bağırdı. Ama sesimi

çıkarmadım. Saçlarıma dalmak istedi. Ama engel olamadı. Atletimdeki küçük

kan lekesinin bu sırada bulaştığını sanıyorum. Çünkü kadının ağzından kan

geldiğini gördüm. Kan gelince öleceğini düşündüm.”

Duruşmanın en ilginç bölümüyse, Adnan Çolak’ın çocukluğunu anlattığı

dakikalardı:

“7-8 yaşlarındayken annem ve babamla aynı odada kalırdık. Onları

izlerdim. Ve belki de bilinçaltında bu olaylara olan ilgim, yani yaşlı insanlara

tecavüz olaylarının temelinde bu vardır.”

Çolak’ın ilk duruşması gece 22.00 sularında tamamlandı. Suçlu olduğunu

ispatlayan en önemli delillerden biri de S. çiftinin evinden aldığı beyaz

telefondu. Çolak’ın karısı o telefona dair bildiklerini mahkemede şöyle

anlattı:

“Evimizde telefon hattı yoktur. Eşim, beyaz telefon makinesini bundan altı

ay önce Ramazan ayından önce eve getirdi. Artvin’den satın aldığını söyledi.

Ama neden satın aldığını söylemedi. Çünkü zaten telefon etmemiz mümkün

değildi.”

Çolak yargılama sırasında çocukluğuna ve hayatına dair başka ilginç

bilgiler de verdi. Küçük bir çocukken çobanlık yaptığı sırada amcasının

oğlunun tacizine de uğramıştı. Bütün bunların üstüne bir de menenjit hastalığı


geçirmişti. Ona göre her şey içki içtiğinde kontrolden çıkıyordu. Bütün

herkesin korkuyla onu aradığı günleriyse şöyle tarif ediyordu:

“Arkadaşlarla beraber kahvede otururken katile lanet ederdik. Sonra da

içimden gülerdim. Düşündüğüm de, bu kadar geç yakalanmama ben de

şaşırıyorum. Hele Artvin gibi küçük bir ilde. İnsanların birbirini yakından

tanıdığı bir yerde.”

Çolak ailesi olaylardan sonra Artvin’de barınamadı. Köylüler aileye ait evi

aralarında para toplayıp satın aldıktan sonra yıktılar. S. ailesinin küçük kızı

başka bir şehirde evlendi. Son kurban Saniye Ç. olaydan bir yıl sonra vefat

etti. Diğer cinayetlerin yaşandığı evler şimdi bomboş. Kimisi bakımsızlıktan,

kimisi selden yıkıldı.

Artvin’deki yaşlı çiftler yıllarca şehre gelen her gazeteciye korku dolu

gözlerle aynı soruyu sordu: “Baltacı hapisten çıkabilir mi?”

Adnan Çolak, 10 yıl hapis yattıktan sonra Af’tan yararlanarak hapisten

çıktı. Ailesini yanına alarak ortadan kayboldu.

3C- Baltacı’yla Görüşme

Yıllar sonra İpucu programının yapım koordinatörü gazeteci Yıldız Ateş,

Abdullah Çolak’ı Artvin’in bir yaylasında buldu. Ailesiyle tanıştı. Çolak’la

yüzyüze konuştu. İşte Yıldız Ateş’in kaleminden Baltacı:

Program formatımızda gerçek katillerle görüşme olmadığı halde, Artvin’li

gazeteci Tolga Gül’e ulaştık. “Yayla dediğiniz sayısız ve çok geniş alanlardır,

bulmanız imkânsız. Şansınıza bulduk diyelim, konuşmaz boşuna gelirsiniz,”

dedi. Kimseyle konuşmamış. Hakkında çıkan haberlere son derece

öfkeliymiş.

Artvin canavarının peşine düşene kadar, insanın körü körüne inandığında,

samanlıktaki iğneyi dahi bulabileceğini bilmiyordum. Bizim memleketimizde

elinde baltayla yaşlı çiftleri öldürüp tecavüz eden bir adam mı vardı


gerçekten? Sanırım bu adamın gerçek olduğuna inanmam için onu görmem

gerekiyordu. Evet, peşine düşerkenki motivasyonum tam olarak buydu.

Tolga Bey, kameramanımız ve ben, onların küçük arabasına atlayıp yayla

yayla gezmeye başladık. Dört beş saat arayıp aynı gün içinde geri dönecektik.

Aslında durum çok ümitsizdi. Öyle ki, Artvin yaylalarını avucunun içi gibi

bilen Tolga Bey her 500 metrede bir, ‘Geri dönelim, samanlıkta iğne

arıyorsunuz,’ diyordu.

Zaten yayla dediğin dümdüz taşlı yollar, arabanın altı yere çok yakın, zor

mesafe kat ediyoruz. Bir yandan çok acayip bir hal var insanlarda. Mesela

Artvin’in Kemalpaşa ilçesinde oturanların kendine ait yaylası var, oraya

varıyoruz. Soruyoruz, Artvin canavarını gördünüz mü, diye. Kimisi

tanımadığını söyleyip kafasını çevirip arkasına bakmadan gidiyor, kimisi de

can havliyle savunmaya başlıyor: “Biz onu tanıyoruz. Asla böyle bir şey

yapmış olamaz, suçu ona yıktılar, günahsız bir insan o.”

Ama dava dosyası öyle böyle değil, sanığın ifadelerinde o kadar çok

çelişki var ki, onları sormak istiyorum. Biz böyle kör topal ilerlerken, son

sorduğumuz vatandaşlardan biri, yakınımızdaki bir tepeliği işaret edip,

oradaki genişçe çadırın Artvin canavarına ait olduğunu söyledi. O an, biz üç

kişi, olduğumuz yerde buz kestik. Birbirimize baktığımız anı hiç

unutmuyorum. Tek cümleyle, bir seri katile bu kadar yakın ve güvensiz bir

ortamda olmaktan çok korkmuştuk. Geri dönmeye kalksak, aracımız taşlık

arazide debelenirken elinde baltasıyla üçümüzü de kolayca haklar mıydı?

Üstelik arazideki tek araç olarak çoktan dikkatini çekmişizdir, bunları

düşündükçe daha da korkuttuk birbirimizi. Şimdi o anlar aklıma geldikçe

gülüyorum tabii, adam aftan çıkmış; gazeteci, televizyoncu mu öldürecek?

Yürümeye devam ettik. Yürürken, ona söyleyeceğim ilk cümleyi

bulamıyordum bir türlü. Hem bizi öldürmesin, hem de konuşmayı

reddetmesin, bu ikisini birden sağlayacak sihirli yanaşma biçimi ne olmalı


diye saniyeler içinde binbir format geçti aklımdan. Bu sırada çadırdan, Artvin

canavarının karısı büyük bir misafirperverlikle bize doğru yürümeye başladı.

“Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!” dedi. Bu hiç beklemediğimiz bir sahneydi.

Kadın bayağı bizim köyden, bizim yengelerden. Kendi köyüme gitmişim

havasına girdim mi ben de! Bu sahne de şimdi bakınca çok komik gerçekten.

O kadar korkmuştum ki, kadına abartılı bir sarılma, abartılı bir köylü sevgisi

gösterdim. Artvin canavarı biraz uzakta otağında oturuyor, o da şaşkın, karısı

belli ki kendi kontrolünün dışında, tüm doğallıyla yapıyor her ne yapıyorsa.

Bizim ekip de dumur olmuş kadınla kaynaşmamızdan. Atlarını sevdim,

atlarına bindim, kızları çıktı geldi çadırdan, onları sevdim. Kurbanları

arasında (tecavüz etmişti) kız çocuğu da vardı diye hatırladım ve o an

kendime geldim. Bir dirayet geldi ya da gevşedim yeterince bilmiyorum. Ona

gazeteci-televizyoncu olduğumu, kendi sözleri dışında hiçbir şeyi

yayınlamayacağımı söyledim, Tolga bey kefil oldu. Karısı da kefil oldu,

“Anlat gerçeği yayınlasınlar, herkes bilsin senin suçsuz olduğunu,” dedi.

Karısı şahane hakikatli kadınlardan çünkü.

Başladı anlatmaya. Her şeyi inkâr ediyor, karısına anlattığı gibi anlatıyor.

Arada ayranlar, katmerler gidip geliyor. O anlattıkça anlatıyor, ben de

sordukça soruyorum. Ne sorsam cevap veriyor, o öyle değildi, bu böyle

değildi diye. Kaptırmışım kendimi. Gazeteciye bayağı saygı duyuyor ya,

karısı da güvencemiz olmuş; ölen yaşlı çiftlerden biriyle ilgili laf açtım. “Çok

cimrilermiş, köyde adları çıkmış zaten,” dedim. Adamın esmer erkeklere

özgü, uzun kirpikli koyu kahverengi gözleri, gözlerinin siyah kalın haresi,

ağzı burnu o kadar muntazam ki, köylü bir gariban da olurmuş, astığı astık

kestiği kestik bir kabadayı da.

Ama yaşlı çiftin adını duyar duymaz, aniden o gariban köylü yok oldu.

Kontrolsüz bir şekilde söylenmeye başladı. Adamın ahlaksızlığından, kadının

sinir bozuculuğundan yakındı. Devam etmeyebilirdim. Çünkü aslında çoktan


göreceğimi görmüştüm. Evet, karşımda soğukkanlı, hiç öfkelenmeden

insanın gözünün içine bakıp kendi doğrusunu ayet gibi buyuran ve kendi

yargısıyla kalem kırabilecek biri vardı. Devam etmekten korkuyordum da

aslında. Dostluk havası her an bozulabilirdi. Karısını zor durumda

bırakabilirdim. Biraz daha düşünsem soramazdım. İyi ki tez canlı bir insanım.

Aramızda yaklaşık 2 metre mesafe vardı. Çiftin öldüğü gün nerede

olduğuna dair, dava dosyasındaki çelişkili ifadelerini sordum. O an, bir anda

burnumun dibinde bittiğine yemin edebilirim. Gözleri, nefesim yüzüne

çarpacak kadar yakınımdaydı. Yani ben o anı öyle yaşamışım, aslında o

yerinde oturuyormuş. Gözlerini somut olarak, fiziksel olarak o kadar

yakınımda gördüğüme yemin edebilirim. Bir insan böyle bakmayı nasıl

başarabilir, bilmiyorum, tanıdığım hiç kimse yapamaz. Bu ancak filmlerde

kamera hareketleri ile olabilecek bir şeydi benim için. Kesin kül rengi

olmuşumdur o an, kanımı donduracak kadar dehşet bir andı.

Kendi tehlikesini kontrol altında tutmaya zorlanıyordu, haddinin son

sınırıydı. Biz gazeteciydik, karısı vardı yanımızda, kaçsa çoluğu çocuğu ne

olacaktı. Bizim gelirken kafamızda kurduğumuz ne varsa, şimdi o kendini

durdurmak için kuruyordu. Ama bana kalırsa, şartlar başka olsa, bizim için de

güzel bir senaryo yazabilirdi. Okkalı bir senaryo. Bunu da böylece bilin dedi

bence bize. Yine hep beraber ödümüzün nasıl koptuğundan biliyorum. Ne

yapacağımızı bilemiyor oluşumuz vardı bir de. Çıkın gidin dedi.

Toparlamaya çalışamadık bile.

Sessizce terk ettik orayı. Karısı da korkmuştu, hiçbir şey demedi,

diyemedi. İstanbul’a döndüğümüzde ofisimizde daha kalabalık bir ekip

olarak o anın kamera kayıtlarını izledik. Kimsenin tereddütü yoktu. Bu adam,

gözünü bile kırpmadan, sinek avlar gibi insan öldürebilirdi. Artvin’de

kendisini tanıyan herkesi ne kadar iyi bir insan olduğuna nasıl inandırdığını

da biliyorduk artık.


“Amaç 9’u bulmak için yapılan bir egzersiz görevdir.

Ve erkekliğimin ispatıdır.”

SÜLEYMAN AKTAŞ


ÇİVİCİ

Süleyman Aktaş, 1950’de Manisa’da doğdu. Evli ve üç çocuk babası. Elektrik teknisyeni.

1986’da ilk cinayetini işledi. Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde dört buçuk yıl

tedavi gördü. 1994’te yaşları 65-78 arasında değişen beş kişiyi, gözlerine ve alınlarına çivi

çakarak öldürdü. Akıl hastanesinde.

1994

Denizli/Çambaşı Köyü

Çambaşı Köyü’nde iş zamanıydı. Yaşlı-genç, gün doğmadan tarlaya

gidiyor, geç saatlere kadar çalışıyor, yatsı ezanından önce eve dönüyorlardı.

O gün Selviye Öz, kendini keyifsiz hissettiği için tarlaya gitmemişti.

Geliniyle birlikte evde kalıp bahçe işlerini yapmaya niyetlendi. Öz, kapı

komşuları Ayşe ve İsmail G.’yi günlerdir görmediğini fark etti. Onlar da

bütün köylüler gibi günlerdir tarladadır, diye düşündü. Komşusunun,

hayvanlarını aç bırakması mümkün değildi ama hepsi açlıktan yeri göğü

inletiyordu.

Önce ahıra baktı, yemlerini verdi. Sonra eve döndü. Kapı kilitliydi. Cama

yöneldi. Bu sırada burnuna ağır bir koku geldi. Güç bela içeriyi görmeyi

başardığında İsmail G.’nin cansız kolunu seçebildi.

Jandarma ekibine 60’lı yaşlardaki G. çiftinin evlerinde ölü bulunduğu

haberini, köyün muhtarı vermişti.

Çifti ilk bulan yaşlı kadın, olanları jandarmaya detaylarıyla anlatırken, olay

yeri inceleme ekibi de eve girmeye hazırlanıyordu. Ekibe muhtar ve köylüler

eşlik ediyordu. İçeri girildiğinde görünen manzara ürküntü vericiydi. G.


çiftinin günler önce ölmüş olduğu anlaşılıyordu. 65 yaşındaki Ayşe G.,

odadaki yer yatağında sırtüstü yatıyordu. Bütün vücudu şişmiş, yüzü

tanınmaz hale gelmişti. Her tarafı sinekle kaplıydı. 62 yaşındaki İsmail G. ise

yer yatağının hemen yanındaki divanda, yine sırtüstü yatıyordu. Onun cesedi

de tamamen şişmiş, tanınmaz hale gelmiş ve sinekle kaplanmıştı.

Cesette sinek oluşumu, cesedin bulunduğu yere, hava şartlarına göre

değişir. Ölümün gerçekleştiği andan itibaren oluşum başlar ve iki gün içinde

ceset tamamen sinekle kaplanır.

Jandarma ekibi, olay mahallinde ve cesetler üzerinde yaptığı incelemede

herhangi bir suç unsuruna ya da aletine rastlamadı. Köylüler, yaşlı kadının

kalp, adamın ise, tansiyon hastası olduğunu söylüyordu. Onlara göre ecel, G.

çiftini aynı anda ve uyurken yakalamıştı. G. çiftinin üç çocuğu vardı. Onlar

da köylüler gibi düşünüyordu. Anne ve babalarının hiçbir düşmanı yoktu, bu

yüzden öldürülmeleri için bir sebep de.

Ya yediklerinden zehirlenmişler ya da tansiyon yükselmesi nedeniyle

ölmüşlerdi. İşin ilginç yanı, olay mahalline getirilen sağlık ocağı doktorları

da, çiftin hastalıklarını göz önüne alarak klasik otopsiye gerek görmemişti.

Ortada suç unsuru da bulamayan ekip, soruşturmayı tamamladıktan sonra

köyü terk etti. Çambaşı köyündekiler de ertesi gün G. çiftini köyün

mezarlığına gözyaşlarıyla defnetti.

Bir Ay Sonra

O gece de Çambaşı köylüleri evlerine çekildiklerinde geç vakte kadar G.

çiftinin ortak ecelini konuşmuşlardı. Köy halkı, vakit gece yarısını geçerken

uykuya daldığında olacaklardan habersizdi. Bir kişi dışında...

Gece 03.00 sularında ayakkabılarının çıkardığı sesten tedirgin olan adam,

daha az ses çıkaracağını düşünerek bahçelere yöneldi. Etrafı kolaçan ederek


önce bir bahçeye sonra çitlerin ve duvarların üzerinden bir başka bahçeye

atladı.

Nihayet eve gelmişti. Adımlarını hızlandırdı. Evin penceresi açıktı. İçeri

girdi. Yaşlı adam uyuyordu. Yaklaştı. Bir süre soluk alışını dinledi. Sonra

doğruldu, ceketinin cebinden bir çekiç çıkardı, kurbanının başına defalarca

vurdu, kurbanının öldüğünü anlayınca da cebinden on santimlik bir çivi

çıkardı.

Yarım Saat Sonra

Yaklaşık on dakikadır, Rukiye ve Ramazan K. çiftinin evini gözlüyordu.

Çiftin uykuya daldığından emin olduktan sonra, son bir kez etrafı kolaçan

etti. Usulca evin merdivenlerini tırmandı. Bu kez açık pencere yoktu. Dış

kapıyı denemeye karar verdi. O da kilitliydi. Bunu hesaba katmadığına

sinirlendi. Evin etrafını tekrar dolaştı, sonunda arka tarafta girebileceği bir

pencere buldu ve oradan içeri süzüldü.

İçeri girdiğinde K. çifti derin uykudaydı. Adam sağdaki, kadınsa soldaki

odada yatıyordu. Önce hangi odaya gireceğini düşündü. Yaşlı da olsalar risk

almamak en iyisiydi. Yaşlı adamın yatağına hızla yaklaştı, sonra bir şey

duymuş gibi bir an bekledi. Sonra elindeki çekiçle defalarca adamın kafasına

vurdu.

Yaşlı kadın kocasının öldürüldüğünden habersiz uyuyordu. Hiçbir gürültü

duymamıştı. Katil elindeki çekiçle bu kez kadına yaklaştı. Kadının kafasına

indirdiği çekiç darbelerinden sonra cebinden çıkardığı 10 santimlik çivileri

çaktı.

Yaşlı çiftin cesetleri ertesi sabah eve gelen oğlu tarafından bulundu. İkisi

de ölmeleri beklenmeden sol gözlerine ve alınlarına çivi çakılarak

öldürülmüştü. Çambaşı Köyü muhtarı bir kez daha jandarma karakolunu


aradı. Ama bu kez ölü bulunan yaşlı çiftin cinayete kurban gittiklerinden

emin olarak.

K. çiftinin ölüm haberi köyde bomba etkisi yapmıştı. Herkes kendi

yaşlısının peşine düştü. Suat K. da amcasını en son dün gece görmüştü.

Yanına gidip iyi olduğundan emin olmak istiyordu. Pencere açıktı. Seslendi.

Cevap veren yoktu. Pencereden içeri girdi, amcası kanlar içinde yatıyordu.

Korkuyla yaklaştı. Gördüğüne inanamıyordu. Amcasının sol gözündeki iki ve

alnının ortasındaki tek çiviyi fark etti. Yatağın yanma yığıldı. O gece çekiç ve

çiviyle öldürülen üçüncü kişiyse Yıldırım K.’ydı. 65 yaşındaki Yıldırım K.

yalnız yaşıyordu ve bir süredir grip olduğu için evden çıkmıyordu.

Suat K. gözyaşlarına boğulmuştu ki, öldü sandığı amcası derin bir nefes

aldı. Yaşlı adam bir şey söylemeye çalışıyordu. Kulağını amcasının güçlükle

açılan ağzına yaklaştırdı. Yıldırım K. yeğenine saldırganın adım söylemeye

çalışıyordu. Suat, önce kulağına inanamadı. Emin olmak için amcasına bir

kez daha sordu, yanıt aynıydı:

Saldırgan, 44 yaşındaki Süleyman Aktaş’tı.

Aktaş evliydi ve iki yetişkin oğlu vardı. Komşularıydı.

Süleyman Aktaş, aynı gün olayla ilgili olabileceği düşünülen dört zanlıyla

birlikte gözaltına alındı. O da diğerleri gibi olayla ilgisi olmadığını söylese de

kurbanların evindeki gaz lambasında parmak izi bulunmuştu.

Jandarma ekibi ertesi gün Aktaş’ın evini aramak için yola çıktığında saat

10.30’u gösteriyordu. Süleyman Aktaş’ın eşi bir yandan jandarma ekibinin

evde yaptığı aramayı izliyor, diğer yandan da elinden geldiğince yardım

etmeye çalışıyordu. Ekip evin her köşesini didik didik aradı. Hiçbir ipucu

yoktu. Geriye bir tek yer kalmıştı: Aktaş’ın evinin bahçesindeki atölye.

Ekibin, atölyeye adımını atar atmaz dikkatini çeken, rafta duran ve

cinayetlerde kullanılana benzeyen onlarca inşaat çivisi oldu. Ayrıca üzerinde


kan lekeleri olan bir satır, kanlı bir ip ve kanlı bir pantolon da bulundu.

Çekmecelerde onlarca sayfa mahkeme kararı ve hastane raporları vardı.

Süleyman Aktaş, 1984’te Türkiye Elektrik Kurumu Müessese

Müdürlüğü’nde hat işçisi olarak çalışmıştı. Bu sırada 31.500 volt elektrik

akımına kapılıp ağır yaralanmış ve aylarca tedavi görmüştü. Bu olaydan

sonra 1986 yılında Antalya’da Nuri K. adındaki baş komiseri öldürmüş ve

tutuklanmıştı. O yıllarda yargılandığı mahkeme akli dengesinin yerinde

olmadığına karar vermiş ve Aktaş’ı Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları

Hastanesi’ne göndermişti. Burada dört buçuk sene tedavi gören Aktaş,

taburcu olduktan sonra köyüne dönmüştü. Üç yıldır sessiz sakin bir hayat

sürüyordu. En azından dışarıdan öyle görünüyordu.

Aktaş, Bozkurt Cumhuriyet Savcısı’nın huzuruna çıkarıldığında sakindi.

Cinayetleri kabul etti. Savcının karşısında otururken, gerek anlatarak, gerekse

çizerek cinayetlerinin nedenini şöyle açıkladı:

“Çambaşı Köyü, Bozkurt, Denizli’de yapılan üç kişilik öldürme olayı

tarafımdan yapılmıştır. Burada üçün özelliği dokuzu bulmaktır. İki erkek bir

kadının öldürülmesi gerekiyordu.Üç kişilik iki erkek bir kadın aile grupları

üzerinde çalışılmış ve öldürülen son üç kişide karar kılınmıştır. Önce

Yıldırım gece saat 3’te çekiç darbeleriyle yaralanmış, sonra sol gözüne iki

çivi ve alnına bir adet olmak üzere 10’luk çivi çakılmıştır. Canlı olduğu

görülmesine rağmen ölür düşüncesiyle olay yerini terk ettim. Daha sonra

Ramazan ve karısı gene tarafımdan öldürülmüşlerdir. Son görevde iki erkek

bir kadının öldürülmesi önemlidir. Toplam kullanılan çivi sayısı 9’dur. Görev

tamamlanmıştır.”

Süleyman Aktaş’ın ifadesine, “ikinci görevim” diyerek başlaması savcının

dikkatinden kaçmamıştı. Aktaş’ın ilk görevi, bir ay önce evlerinde ölü

bulunan ve otopsi yapılmadan defnedilen Ayşe ve İsmail G. çiftiydi.


“Birinci görevde Ayşe ve İsmail, tarafımdan çekiç ve çivi kullanılarak

öldürülmüşlerdir. Sizin yemek zehirlenmesi olarak rapor ettiğiniz bu olayda

amaç 9’u bulmak için yapılan bir egzersiz görevdir. Kadının alnına 5’lik bir

çivi çakılmış, sol gözüne de iki 10’luk çivi çakılmıştır. Adamın alnına iki, sol

gözüne de 15’lik bir çivi çakılmıştır.”

Süleyman Aktaş sözlerini tamamladı:

“Olay dört gün kimse tarafından duyulmamış, dört gün sonra cesetler

kokmaya başlamıştır. Sonunda ‘yemek zehirlenmesinden ölmüşlerdir’

biçiminde rapor hazırlanarak otopsi yapılmadan cesetler defnedilmişlerdir.”

Aktaş, cinayetlerini detaylarıyla anlatmasına rağmen, yargılama sırasında

cinayetleri işlediğini reddetti. Ona göre asıl katil, oğulları ve karısıydı.

“Yapsa Yapsa Karım Yapmıştır.”

“Ben bu konuyu araştırdım. Bu işi yapsa yapsa küçük oğlum yapmıştır. Biz

onunla Anadolu lisesi sınavlarına hazırlanıyorduk. Bir soruyu çözemediğinde

elindeki kalemi gözüne gözüne vuruyordu. O yüzden bu işi kesin o yapmıştır.

Bu işi bir de olsa olsa büyük oğlum yapmıştır. Çünkü onun motoru var.

Motor kullandığından bu işi kesin o yapmıştır. Bu cinayeti karım da yapmış

olabilir. Maktullerden birinin adı Hayriye’dir. Karımın adı da Hayriye’dir. Bu

cinayetleri yapsa yapsa karım yapmıştır.”

Katilin yakalanmasından sonra Ayşe ve İsmail G. çiftinin mezarları açıldı.

Yapılan otopside her ikisinin de göz ve alınlarına çivi çakılarak öldürüldüğü

anlaşıldı.

Yargılama sırasında cinayetleri önce büyük oğlunun, sonra küçüğünün en

sonunda da eşinin işlediğini iddia eden Süleyman Aktaş’ın duruşmalardaki en

çarpıcı açıklamasıysa koparılıp masanın üstüne konan karpuzun dünyayı ele

geçirmek anlamına geldiğini söylemesiydi.


Yargılama sırasında Aktaş’ın paranoid şizofren olduğu kesinleşti. Adli

psikiyatrlar, ilk cinayetindeki gibi Aktaş’ın tedavisinin imkânsız olduğundan

emindi.

Ancak Aktaş’ın hastanede kalmaya niyeti yoktu. Birkaç yıl sonra pencere

demirlerini keserek hastaneden kaçtı. Bunu haber alan Çambaşı Köyü’nün

nüfusu birkaç saat içinde 1500’den 600’e düştü.

Süleyman Aktaş, köye dönmeye çalışırken jandarma ekipleri tarafından

yakalandı. Köylüler artık en azından bir süre rahat nefes alabilirdi.

13 Yıl Sonra

Süleyman Aktaş, yakalandığı gün getirildiği Manisa Ruh Sağlığı ve Sinir

Hastalıkları Hastanesi’nde on üç yıldır tedavi görüyordu. Bir de koğuş

arkadaşı vardı; bir çocuğu öldürmekten sanık Ömer Yılmaz.

Her gün olduğu gibi diğer hastalarla beraber havalandırma için bahçeye

çıkmışlardı. Her şey normaldi. En azından o ana kadar. Süleyman Aktaş

birden sinirlendi. Öfkesi büyüdü, büyüdü. Yanında volta atan Ömer Yılmaz’a

baktı. Sonra eline bir taş aldı ve Yılmaz’ın başına vurdu. Kanlar içerisinde

yere yığılan Yılmaz’ın durumu Manisa Devlet Hastanesi’ne kaldırıldığında

ağırdı.

Yılmaz, altı saat süren bir ameliyattan sonra hayata döndürüldüğündeyse

başına geleni şöyle ifade etti:

“Yere düşüp kafamı çarptım.”

Kol kırılır yen içinde kalırdı...

Çivici’nin Mektubunun Tam Metni

İFADEMDİR

2.Görevim. 24 Temmuz 94 Çambaşı Köyü Bozkurt-Denizlide

gerçekleştirilen 3 kişilik öldürme olayı tarafımdan yapılmıştır. Burada 3’ün


özelliği 9’u bulmaktır. İki erkek bir kadının öldürülmesi gerekiyordu. Üç

kişilik iki erkek bir kadından oluşan aile grupları üzerinde çalışılmış ve

öldürülen son üç kişide karar kılınmıştır.

Yukarıda sözü edilen tarihte önce Yıldırım gece saat 3’te önce çekiç

darbeleri ile yaralanmış sonra gözüne iki çivi ve alnına bir adet olmak üzere

10’luk çivi çakılmıştır. Yıldırım’ın canlı olması görülmesine rağmen ölür

düşüncesiyle olay yerini terk ettim. Daha sonra: Hacı Ramazan adlı Ramazan

Kocatepe ve karısı gene tarafımdan öldürülmüşlerdir. Olay aynı gece ve

saatlerde gerçekleştirilmiştir. Ramazan ve eşinin evine gidilmiş evin giriş

kapısı dayanıklı olduğu için eve arkadan duvardan atlanarak girilmiştir.

Eve daha önce hiç çıkmamıştım. Diğer evleride hiç tanımıyordum. Onun

için içeri girmekte zorlandım. Eve girdiğimde Ramazan Kocatepe iki odası

olan evin sağ odasında köşede yatıyordu. Önce adama mevcut 1 kg’luk

çekiçle kafaya darbeler yapılmıştır.

Daha sonra sol odada yatan karısına çekiç darbeleri vurulmuştur. Daha

sonra bayanın anlına bir çivi sol gözüne iki çivi çakılmıştır. Daha sonra

Ramazan’ında alnına bir çivi, sol gözünede iki çivi çakılmıştır. Çiviler

10’luktur. Ve ev terkedilmiştir.

Eve geldiğimde üzerime kan sıçraması olabilir düşüncesiyle bodrumda

bütün giysiler çıkartılmış, paketlenmiştir. Yeni elbiseler giyilmiş eve

çıkılmıştır. Doğru banyoya gidip olayda kullandığım elbiseler ve

ayakkabıların tamamı termosifonda yakılarak yok edilmiştir. Suyun

ısınmasından sonra duş alınmıştır.

Bu olayların gerçekleştirilmesinde benim yardımcı malzemem iki pilli bir

el feneridir. Bodrumda elfeneri pilleri çıkarılmış olarak durmaktadır.

Son görevde özellikle iki erkek bir kadının öldürülmesi önemlidir. Toplam

kullanılan çivi sayısı 9’dur. Görev tamamlanmıştır. Benim birinci görevimde


erkeğin gözüne çakılan 10’luk çivinin anlamı kendimi tam bir erkek

olduğumu kanıtlamış olmak istememdendir.

Cezai Ehliyet Tartışması

Süleyman Aktaş’ın cinayetleri ortaya çıktığında en çok tartışılan

konulardan biri de cezai ehliyet konusuydu. Bu nedenle Süleyman Aktaş’ı

seri katiller arasına almak gerekir mi diye çok düşündüm. Ve tabii uzmanlarla

çok tartıştım. Öncelikle cezai ehliyet başlığının en basit tanımına göz atmakta

fayda var. Yasa diyor ki, “Bir bireyin cezai ehliyetinin olabilmesi için, suçun

işlenişi sırasında neleri, ne için yaptığını ve yaptıklarının sonuçlarını bilerek

eyleme girmesi gerekir. Yani bu kişilerde yasanın öngördüğü şekilde suçu

işlediği zaman şuurunun ve harekâtının serbestisini tamamen ortadan

kaldıracak veya ehemmiyetli derecede azaltacak surette akıl hastalığı

olmaması gerekir.”

Bu noktaya kadar sorun yok. Asıl sorun şu tanımla başlıyor: “Ancak, bu

kişilerde ceza sorumluluğunu etkilemeyen bazı ruhsal bozukluklar da

saptanabilir. Bunlar suç anında mevcut olsa da ceza sorumluluğunu

etkilememektedir. Bu bozukluklar önceleri psikonevroz veya nörotik

bozukluk olarak da isimlendirilen anksiyete bozuklukları ve somatoform

bozukluklar, ayrıca alkol ve madde bağımlılıkları, kişilik bozuklukları olarak

sıralanabilir.”

Kafalarımızı karıştıran da işte bu tanımlama. Çünkü Türkiye önce “Cezai

ehliyeti yok” denilip salınan, sonra “Cezai ehliyeti varmış” denilerek hapse

atılan onlarca cinayet dosyasıyla dolu. Gelişen psikiyatri ve DNA bilimi daha

az yanılmaya yol açsa da, bugüne kadar tedavi olması gerekirken hapiste

yatmış, hapiste olması gerekirken de birkaç yıldan sonra dışarı bırakılmış kim

bilir kaç kişi var.


Bu noktada, Süleyman Aktaş güzel bir örnek. Kendisine uzun süre cezai

ehliyeti olmayan biri olarak bakıldı. Aktaş’ın koğuş arkadaşını taşla ağır

yaralamasından sonra Hastane Başhekimi Psikiyatr Dr. Ahmet Ayer şöyle

dedi: “Süleyman Aktaş’ın rahatsızlığı çeşitli zamanlarda alevleniyor ve o,

aslında saldırgan biri değil.”

Türkiye Elektrik Kurumu Müessese Müdürlüğü’nde hat işçiliği yaparken

31.500 volt elektrik akımına kapılıp ağır yaralanmasının Aktaş’ın ruh

sağlığına etkisiyse sanırım hiçbir zaman anlaşılamayacak.


“Sözünü tutmayanlar ve ihanet edenler cezasını çekmeli.”

MEHMET GÖKER


KUYUCU

Mehmet Göker, 1955’te Kırıkkale’de doğdu. Evli, bir çocuklu. Mermer ustası. 1992-2002

yılları arasında biri kadın beş kişiyi öldürdü ve cesetlerini battaniyeye sarıp kuyuya attı.

Kurbanlarının kafatasının içine Ninja Kaplumbağa oyuncağı bıraktı. Cezaevinde.

27 Mart 2002

İzmir/Gümüldür

İzmir Cumhuriyet Savcısı ve adli tabip, engebeli arazide yaklaşık on beş

dakikalık bir yürüyüşten sonra kuyunun yanına ulaştı. Gümüldür’ün İnönü

Mahallesi’ndeki dağlık bölgeye yakın bir arazi içinde bulunan kuyu

belediyeye aitti ve yıllar önce kurumuştu.

Savcı, kuyunun hemen yakınında duran, baş ve uç kısmı kalın bir iple sıkı

sıkıya bağlanmış, lime lime olmuş kilime yaklaştı. İçinde ceset olduğu

düşünülen kilim, bir saat önce 25 metrelik kuyunun dibinden çıkarılmıştı.

Jandarma ekibi cesede ulaşabilmek için önce yarım ton kadar toprak

çıkarmak zorunda kalmıştı. Savcı, adli tabibi kilimi açması için çağırdı. Önce

kilimi saran ipler kesildi. Sonra da yavaşça kilim açıldı. Havaya ağır bir koku

yayıldı.

Ceset tamamen çürümüştü. Yıllarca bu kuyuda kaldığı ve genç bir kadına

ait olduğu anlaşılıyordu. Ancak kimliğini ve ölüm nedenini tespit etmek

uzmanlar için kolay olmayacaktı. Üzerinde kot pantolona benzer bir giysi ve

lime lime olmuş çizgili bir bluz vardı.


Baş kısmına kalın bir elektrik kablosu sarılmıştı. Kafatasının sağ tarafı

parçalanmıştı. Parçalanma şekli, kafasının bu kısmına sert ve ucu sivri bir

cisimle vurulduğunu gösteriyordu.

Bir Gece Önce

Gümüldür Jandarma Komutanlığı’na bağlı nöbetçi jandarma ekibi sakin bir

gece geçiriyordu. Vakit gece yarısına yaklaşmak üzereydi. Jandarma eri,

telaşla nöbetçi subayın odasına koştu. Telefonda bir adam vardı ve önemli bir

ihbarda bulunacağını söylüyordu.

İhbar, on yıl önce Kırıkkale’de öldürülen üç kişinin katili hakkındaydı.

Telefondaki adam, Mehmet Göker adlı katilin Gümüldür’de, vericilerin

bulunduğu mıntıkada bir barakada kaldığını ihbar ediyordu.

İhbardan iki saat sonra jandarma ekipleri barakanın etrafını çevirdi. Önce

bir süre gözetlediler, içerideki adamın uyumaya hazırlandığını anlayınca da

harekete geçtiler.

Jandarma Karakolu’na yapılan ihbar doğruydu. Yakalanan kişi Mehmet

Göker’di. Ama üzerinden Murat Güzelyurt adına düzenlenmiş sahte bir

kimlik ve ruhsatsız bir tabanca çıktı.

Göker, Jandarma Karakolu’na getirildiğinde, 11 Şubat 1992 tarihinde,

Kırıkkale’de Bahattin C. ve Birsen K.’yı bıçakla, Satılmış T.’yi ise

tabancayla öldürdüğünü itiraf etti.

Aslında jandarma ekibinin işi, Göker’in itirafından sonra bitecekti. Suçlu,

ifadesi alındıktan sonra adliyeye sevk edilecekti. Ama Göker’in sorguyu

bitirmeye niyeti yoktu.

Kendi deyimiyle anlatacağı ya da aydınlatacağı başka cinayetler de vardı:

“Kırıkkale’deki cinayetlerden arandığım için 10 yıldır sahte kimlikle

dolaşıyordum. Parça parça işlerde çalışıyordum. 5-6 sene önce Hasan

Yaya’nın yanında çalışmaya başladım. Bir gün yanıma geldi.


Hasan, oğlu Murat’ın bir kız kaçırdığını ve kızın birkaç gündür evinde

olduğunu söyledi. Kız, Hükümet Konağında temizlik yapan bir kadının

kızıydı. Gelini olmasını istemiyordu. Kızın başkalarıyla ilişkisi olduğunu ve

ailelerine yakışmadığını düşünüyordu. Kızı bırakması için oğlunu dövmüş,

sonra da kızdan kurtulmasını istemiş. Oğlan da o sinirle kızın kafasına

çekiçle vurmuş ve öldürmüş.”

Ne de olsa Mehmet Göker cinayetten anlıyordu.

“Bu işlerden anlarsın, cesetten kurtulmak için bana yardım et,” dedi.

Karşılığında beş bin lira verecekti.”

Göker, birlikte cesedin yanına gittiklerini ve burasının derenin üstündeki

köprülerden birinin altı olduğunu söylüyordu:

“Gittiğimde kız ölmüştü. Ağzı gözü kan içindeydi. Kendisinden bir kilim

ve ip getirmesini istedim. Getirdi. Cesedi sardım. 300 metre ileride

kullanılmayan bir kuyu vardı. Bir iki kez dinlenmek suretiyle oraya

götürdüm. Kuyunun içine attım. Üzerine yirmi çuvala yakın toprak attım.”

Mehmet Göker, Hasan Yaya’dan olaydan bir hafta sonra 1.000 lira, birkaç

gün sonra da 500 lira almıştı. Ortada şimdilik sorun yoktu. Ancak birkaç

hafta sonra Mehmet Göker’in eşiyle Hasan’ın kızı kavga etti ve böylece iki

ailenin arası açıldı. Aile Mehmet Göker’i esrar satmakla suçluyordu. Bunun

üzerine Göker, aileden parasının kalanını istedi. Ancak ailenin büyük oğlu

Murat’ın tepkisi sert oldu: “Bizi haraca mı bağlayacaksın?”

Göker işte bu yüzden kendisini ihbar edenin Hasan Yaya olduğuna

inanıyor ve beraberce işledikleri cinayeti ihbar ediyordu:

“Paramı vermiş olsalardı, bunları anlatmayacaktım,” demeyi de ihmal

etmedi.

Göker, Sibel’in Murat Yaya tarafından öldürüldüğünü görmediğini,

yalnızca cesedi gördüğünü ve bu şahsı daha önce tanımadığını söyleyerek

ifadesini bitirdi.


Göker’in ifadesi sayesinde, 22 yaşında ölen Sibel İ.’nin iki buçuk yıldır

kayıp olan cesedi kuyuda bulundu.

Şimdi jandarma ekibinin yapması gereken Sibel İ.’nin ailesine ulaşmaktı.

Annesinden kızını teşhis etmesi istendi. Kadının karşısında yıllardır kayıp

olan kızının cesedi duruyordu.

Anne, kızının evden kaçtıktan birkaç gün sonra geri döndüğünü, bu sırada

bir kavga olduğunu ve birinin bıçaklandığını söylüyordu. Bildikleri bunlardı.

Kızı yüzünden bir genç öldürülmüştü. Kızı eve döndükten sonra savcılık

ifade için çağırmış, o da eliyle götürüp ifadesini aldırmıştı.

Kadının bilgisi sınırlıydı. Olayın aslı ise şöyleydi: Sibel evlenmek için Ali

Konuk’la kaçmıştı. Ama daha önce arkadaşlık ettiği Osman Keskin bu

duruma tepki göstermiş, yanına iki arkadaşını da alarak Ali’nin yolunu

kesmişti. Çıkan kavgada Ali bıçaklanarak öldürülmüş, Osman Keskin de ağır

yaralanmıştı.

Sibel, olaydan sonra baba evine dönmüş, ifade verdikten on gün sonra da

tekrar ortadan kaybolmuştu. Aradan iki buçuk yıl geçmişti ama ailesinden

kimse onu aramamıştı. Başka biriyle kaçtığını düşünüyorlardı.

Sibel’in annesi, Hasan Yaya’yı oğlu Murat’ı tanımadığını, Mehmet

Göker’iyse hiç görmediğini söyledi. Bunun üzerine jandarma anneden

Sibel’in fotoğrafını Mehmet Göker’e göstermesini istedi. Kadın kızının

fotoğrafını çıkardı ve Göker’e uzattı:

“Jandarmada bana kızımın resmi olup olmadığını sordular. Kızımın

resmini gösterince hemen kızımı tanıdı. Kafası parçalanmış bir kızı daha önce

görmediyse nasıl hemen tanıdı.”

Kurbanın annesi farkında olarak ya da olmayarak çok doğru bir soru

soruyordu: Mehmet Göker, Sibel’i öldürmediğini, cesediniyse gece

karanlıkta, üstelik de kan içinde gördüğünü iddia ediyordu. İlk bakışta kızı

fotoğrafından nasıl tanıyabilmişti?


Sorular bununla da sınırlı değildi. Öncelikle Sibel’in daha önce birlikte

olduğu ve Ali’yi öldüren Osman Keskin, Mehmet Göker’in kuzeniydi. Bir

süre karısıyla birlikte onun evinde kalmış, aynı işyerinde birkaç yıl

çalışmışlardı.

Mehmet Göker’in Sibel’i tanıma olasılığı büyüyordu. Ayrıca Sibel,

bıçaklanma davasının görüldüğü sırada ortadan kaybolmuştu. Davanın en

dikkat çekici yanıysa otopsi sırasında Sibel’in kafatasının içinden bir oyuncak

Ninja Kaplumbağa çıkarılması oldu. Osman çevresinde dövmelere

düşkünlüğüyle tanınıyordu. Kollarında bir kadın ve Ninja Kaplumbağa

dövmesi vardı. Bıçaklandığı için hastanede ağır yaralı yatarken ortadan

kaybolan Sibel’in kafasında Ninja Kaplumbağa bulunmasının anlamı neydi?

Birisi onun intikamını almış ve imza olarak çok sevdiği Ninja Kaplumbağa

figürünü mü kullanmıştı?

Mehmet Göker’in itirafı sonrasında Hasan ve oğlu Murat Yaya tutuklandı.

Ancak Göker’in anlatacakları bitmemişti. Anlattığına göre yakalanmasından

yalnızca on beş gün önce bir cinayet daha işlemişti. Bu kurbanının cesedini

de kuyuya atmıştı. Sibel’in cesedinden birkaç saat sonra bu ceset de bir başka

kuyuda bulundu. Göker olayı şöyle anlatıyordu:

“Türker Yurt’la evlerinde yaptığım bir inşaat işi nedeniyle tanıştım. Sonra

ailece görüşmeye başladık. Bir akşam Türker bana Hayrettin adında bir

adamın karısı hakkında ileri geri konuştuğunu söyledi. Yakalanmamdan 15

gün önceydi sanırım. Ertesi akşam Türker’den Hayrettin! evlerinin arka

kısmındaki boşluğa getirmesini istedim. Biraz sıkıştırıp korkutur konuşmasını

engelleriz diye düşünüyordum. Hayrettin geldi. Gelir gelmez de ileri geri

konuşmaya başladı. Bana sen ne karışıyorsun dedi. Sinirlenip kafasına kurşun

sıktım. Sonra cesedini beraber taşıyarak kuyuya attık. Düştüğünde su sesi

geldi.”


Mehmet Göker’in ilk ifadesi bu şekildeydi. Ancak daha sonra bu ifadesini

de değiştirdi.

Tıpkı Sibel olayında olduğu gibi cinayeti kendisinin işlemediğini, para

karşılığında suçu üzerine aldığını ve cesedin ortadan kaldırılmasına yardım

ettiğini söyledi.

Hep aynı şeyi yapıyordu. Önce cinayeti detaylarıyla anlatıyor, sonra

vazgeçiyor, onun profesyonelliğinden yararlanmak isteyen bazı kişiler için

cesetleri yok ettiğini iddia ediyordu.

Göker yıllardır arandığı Kırıkkale’deki üç cinayetin nedeniniyse “ihanet”

olarak açıkladı. Ona göre, sözünü tutmayanlar cezasını çekmeliydi.

Mehmet Göker, bu üç cinayetten ve Sibel İ.’yi öldürmek suçlarından ayrı

ayrı ömür boyu hapse mahkûm oldu.

Sibel İ. davasında yargılanan Hasan ve Murat Yaya ise beraat etti.

Cinayete katıldıklarına, azmettirdiklerine ya da Sibel İ.’yi tanıdıklarına dair

en ufak bir delil bulunamadı. Beşinci cinayet davasında, Göker’in

azmettirmekle suçladığı Türker Yurt da tahliye oldu. Mehmet Göker, bu

davadan da müebbet hapse mahkûm oldu.

Kendini Teşhir Etme İsteği

Bu noktada, Göker’in cinayetlerini diğerlerinden ayıran özelliklere dikkat

çekmekte fayda var. Bunların başında, cinayetlerin ortak bir motivasyona

dayanmasını, hepsinin belli bir ritüeli takip etmesini ve ceset üzerinde simge

bırakılmasını saymak mümkün.

Cinayet işleme şekillerini ve motivasyonlarını bir kenara bırakırsak, seri

katillerdeki en önemli patoloji teşhirciliktir. Mehmet Göker’in kurbanlarının

üstünde bir simge bırakması ya da cinayetleri zorlama olmadan anlatması

gibi. Çünkü onlar aslında karanlıkta işledikleri cinayetlerde reklam ışıklarını

arar. Bu yüzden büyük bir çoğunluğu suçlarını ve gerekçelerini hiç


zorlanmadan itiraf eder. İstisnasız hepsi de eylemlerini anlatan gazete

kupürlerinin koleksiyonunu yapar.

Katil, bir süre sonra saklanmaktan, kaçmaktan sıkılır ve kendini anlatmak

ister. Tedbiri elden bırakır ve sanıldığının aksine cinayetlere son veren polis

değil, katilin bizzat kendisidir. Hapse atılınca röportaj vermeyi kabul

etmelerinin, anılarını yazmalarının altında yatan neden de aslında bu.

Bu noktada birkaç notu yazmakta fayda var. Türkiye’de seri cinayet

tanımı, son yıllarda telaffuz edilir oldu. Bu konudaki ilk adımı 2000’li yılların

ortasında Emniyet Genel Müdürlüğü attı. ABD’den davet edilen iki seri katil

avcısı, il emniyetlerinin ilgili birimlerine seri cinayet kursu verdi. Emniyet,

bu seminerden bir yıl sonra da siyasi olmayan faili meçhul cinayet

dosyalarını incelemeye aldı. Seri cinayet olgusuna girmeden önce “seri

katil”in kim olduğunu da iyice anlamak gerekiyor. Seri katiller uzmanlara

göre üç temel gruba ayrılıyor: Hayal görenler, misyonerler ve hedonistler.

Hayal görenler grubundakiler cinayetlerini ilahi bir sese ya da emre uyarak

işlediklerini söylüyor. En tehlikeli grup olarak bilinen misyonerlerin cinayet

motivasyonu ise, dünyayı günahkârlardan temizlemek. Sonuncu grup olan

hedonistler de kendi içinde üç gruba ayrılıyor: Cinsel dürtüyle hareket

edenler, heyecan için öldürenler ve son olarak menfaat için öldürenler. Bu

son gruba az rastlanıyor.

Aslında seri katil tanımı, uzmanlarca pek sevilmiyor. Medya tarafından

icat edilen seri katil tanımına başta FBI uzmanları olmak üzere bütün

psikiyatrlar itiraz ediyor. Ancak bugüne kadar “seri katil” yerine konabilecek

daha iyi bir tanım da bulunabilmiş değil.


“Cinayetleri işleyen içimdeki diğer adam...”

YAVUZ YAPICIOĞLU


TORNAVİDALI KATİL

Yavuz Yapıcıoğlu, 1967’de Adana’da doğdu. Dokuz çocuklu bir ailenin oğlu. Üç ay evli

kaldı. 1994-2002 yılları arasında resmi kayıtlara göre on sekiz kişiyi öldürdü. Kırka yakın

insanı öldürdüğü düşünülüyor. Cinayetlerini tornavidayla işledi. Medyada “Tornavidalı

Katil” ya da “Avcılar Sapığı” olarak anıldı. Cezaevinde.

23 Aralık 2002

Tekirdağ/Çorlu

Çorlu sakin gecelerinden birini yaşıyordu. Hava soğuktu ve saat ilerlemişti.

Caddeden geçen insan sayısı azalmıştı. Çorlu Sağlık Mahallesi’ndeki

Çorluspor Tesisleri’nde bekçilik yapan 44 yaşındaki Hüseyin Y., görev

yaptığı kulübede televizyon izliyordu.

İçeride kaynayan çaydan camlar buğulanmıştı. Hüseyin Y. dışarıyı

görebilmek için sık sık elindeki bezle buharı siliyordu. Tekrar sildi ve camın

dibinde kendisine bakan adamı gördü. Adamın elinde kocaman bir tornavida

vardı. Kulübeden içeri girdi.

İlk cinayetten bir saat sonraydı. Tornacı Özcan Karagözoğlu o hafta gece

mesaisindeydi. Mesai arkadaşları gitmiş, o tek başına kalmıştı. Sabaha kadar

elindeki işi bitirmesi gerekiyordu. Önündeki tezgâhın gürültüsünden, elinde

kocaman bir tornavidayla ona arkasında yaklaşan adamı görmedi.

Gece Yarısı

Şakir T. işsizdi. Az önce birahaneden çıkmıştı. 43 yaşındaydı ve bu yaşta

nasıl iş bulacaktı! Bunları düşünerek evinin tenha sokağına girmişti. Üşüdü.


Montunun yakasını kaldırmak için başını kaldırdığında arkadaşını gördü.

Morali bir an için yerine geldi. Tokalaşmak için elini uzattı. Arkadaşının

elindeyse kocaman bir taş parçası vardı.

Katil, üç adamın cesedini de boş bir arazideki çukura attı. Üst üste. Üçü de

kafalarına defalarca tornavida saplanarak öldürülmüştü. Tanınmaz

haldeydiler. Üstlerini çok özenli olmayan birkaç parçayla kapattı ve

Çorlu’nun merkezine döndü.

Üstü başı kan içindeydi. O sırada Tonguçlar Camii’nin yanından geçtiğini

fark etti. Caminin avlusunda ellerini ve yüzünü yıkadı. İçeri girdi. Caminin

imamı Salih B. cemaate sabah namazı kıldırıyordu. Katil, nereye bastığına

dikkat etmeden ön sıraya ilerledi. İmamın yanma yaklaştı ve tornavidayı

adamın ensesine sapladı. O sırada olayı fark eden Beytullah Güngen

müdahale etmek için ayağa kalkınca, katilin darbelerinden o da kurtulamadı.

Ancak B. ve Güngen şanslıydı. Cemaat ayaklanmıştı. Katil, Çorlulular’ın

şaşkın bakışları arasında koşarak uzaklaştı. Kaçarken elinde tuttuğu kanlı

bıçağı kaldırarak bağırıyordu: “Ben İsa’yım.”

Çorlu polisi, camiye doğru giderken aynı gece üç kişinin daha

öldürüldüğünü ve bir çukura atıldığını bilmiyordu. Cemaat katili yakından

görmüştü. Eşkal veriyorlardı. Birkaç saat geçmeden katil yakalandı. Kaçmaya

çalıştığı da pek söylenemezdi zaten. Sorgusunda adını söyledi ve aynı gece

işlediği üç cinayeti de itiraf etti Yavuz Yapıcıoğlu.

23 Aralık gecesini kana bulayan Yapıcıoğlu, gözaltına alındığında rahattı.

Öldürdüğü üç kişiyi ve cesetleri attığı yeri söyledi. Bununla da kalmayıp,

daha önce de birçok insanı öldürdüğünü anlattı.

1994

İstanbul/Merter


Yavuz Yapıcıoğlu, ağabeyinin işyerine gitmek için evden çıktı. Bir süredir,

Merter’de Sis adlı bir tarikata takılıyordu. Kafası iyice karışmıştı.

Uykusuzdu. Yanından geçen genç bir kızın kendisine gülümsediğini fark etti.

Anlamsız gözlerle kıza bakmaya devam etti. Genç kız, tam yanından

geçerken Yapıcıoğlu’na “Günaydın,” dedi. Neden, diye düşündü. Birkaç

adım geçmişti ki, döndü. Kıza seslendi. Oysa mahalleden tanışıyorlardı. Genç

kız nişanlıydı ve arkadaşlarıyla birlikte onlar da işe gidiyordu. Bu kez yüksek

sesle sordu: “Neden günaydın dedin?” Yalnızca bir dakika sonra kızın

nişanlısı ve arkadaşlarıyla Yapıcıoğlu arasında kavga çıktı. Sözlü kavga

Yapıcıoğlu’nun bıçak çekmesiyle saldırıya dönüştü. O gün o sokakta

Yapıcıoğlu üç genci defalarca bıçaklayarak öldürdü. Hiçbirini tanımıyordu

bile. Bıçaklananlardan 20 yaşındaki Sait Korkmaz olay yerinde öldü. Diğer

ikisiyse kaldırıldıkları hastanede. Yapıcıoğlu’nun kaçması gerekiyordu.

Yanından geçen otomobilin önüne atladı. Arabayı kullanan Rasim Aydın,

olanlardan habersiz öfkeyle dışarı çıktı. Yavuz Yapıcıoğlu onu da öldürdü.

Yavuz Yapıcıoğlu’nun dokuz kardeşi vardı. Kendi ifadesine göre sevgisiz

büyümüştü. Babası başkasıyla ilişkiye girmişti. Daha sonra üvey annesinin

yanında ilkokulu, ortaokulu okumuştu. Hep sınıf birincisiydi. Sınıfında

arkadaşları arasında sayılıp seviliyordu. Lise ikinci sınıfa ka dar başarılı bir

öğrenci olarak okula devam etti. Sonra ailesiyle tartışarak önce evden sonra

okulundan ayrıldı.

Evlendi, ama 3 ay evli kaldı. Okul takımlarında ve amatör kümelerde

futbol oynadı. Dericilik yapıp işadamı da oldu. Ancak onu da yürütemedi ve

işyerini kapattı. Normalde iyi konuşup düzgün işler yapabildiğini, ancak

zaman ve mekân algılamasında bazen kendini kaybettiğini, cinayetleri bu

sırada işlediğini ve sanki içinde iki ayrı kişinin barındığını söylüyordu.

Mahkeme


Yavuz Yapıcıoğlu’nun Tekirdağ Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk duruşması

başladığında heyet gerçekten ilginç bir davayla karşı karşıyaydı. İlk

duruşmada Yapıcıoğlu’nun neden cinayetlerini bu kadar kolay anlattığı da

ortaya çıktı. Çünkü elinde kapı gibi “Cezai ehliyeti yoktur" raporu vardı.

Yapıcıoğlu savunmasına “Ben gerçek Atatürk’üm,” diyerek başladı.

Salondakilere zarar vermesin diye karate ve judo bilen polisler duruşmada

görevlendirilmişti. Katil, 1994’teki cinayetlerin ardından Avcılar’da

yakalanıp tutuklanmış, Adli Tıp Kurumu’nca akıl sağlığının yerinde

olmadığına karar verilmiş ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne

sevk edilmişti.

Hastanede çırılçıplak gezip, “Ben İsa’yım!” diye bağırmıştı. Tutulduğu adli

koğuşu yakmış, hastabakıcılara saldırıp onları yaralamış, koğuş arkadaşlarını

dövmüştü. Tabii bütün bu çabaları sonuç vermiş, bir yıl dolmadan Türk Ceza

Kanunu’nun 46. maddesine göre cezai ehliyetinin olmadığına dair raporunu

alıp çıkmıştı.

Hastaneden çıkalı çok olmamıştı ki, bir gün Pertevniyal Lisesi önünden

geçerken bir hademe ile bir kız öğrencinin tartıştığını gördü. Olaya karıştı.

Önce kızı kovaladı, sonra kendisini engelleyen hademeyi bıçakla öldürdü ve

yine kaçtı. Bu kez Adana’ya. Bu kaçış üç Adanalı’nın hayatına mal oldu.

Sonra Adana’dan da kaçtı. Bindiği otobüs Ankara’da mola verdi. Açtı, simit

alacaktı. Tanımadığı birinden para istedi; vermeyince adamı izleyip tenha bir

köşede şişleyerek öldürdü. Cinayeti gören bir adamı da kovaladı, onu da

boğazını keserek öldürdü.

Çorlu’ya geldi. Harçlık vermedi diye önce ağabeyinin dükkânını, sonra ona

arka çıkan iki yakın akrabasının evini yaktı. Aynı gün, Silivri’deki babasını

öldürmek için baba evini bastı. Selim Yapıcıoğlu, pompalı tüfekle ateş ederek

oğlunun elinden kurtuldu. Yapıcıoğlu’na yine yol görünmüştü. Bu kez

Balıkesir Edremit’e anneannesinin yanına gidiyordu.


Yaşlı kadının yanında üç gün sorunsuz kaldı. Üçüncü gün anneannesi

annesiyle ilgili hoşuna gitmeyen bir söz söyledi diye, yaşlı kadının başına kül

tablasıyla vurarak onu da öldürdü. Olayı duyan annesi iki gün sonra kalp

krizinden öldü.

Yapıcıoğlu, önceki cinayetlerinden “Kapalı yerde tutulamaz ve cezai

ehliyeti yoktur” şeklindeki raporlar yüzünden hapse atılamıyordu. Bunun

yerine tedavisi için hastaneye gönderiliyordu. O ise, Tekirdağ’daki mahkeme

heyetine şunları söylüyordu:

“Ben seri katil veya canavar değilim.”

Tekirdağ Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Mehmet Ekmekçi ise, önce

işlediği cinayetler nedeniyle devam eden bir dava bulunup bulunmadığı

konusunda araştırma yapılmasını istiyordu. Ekmekçi, bir kez daha

Yapıcıoğlu’nu cezai ehliyetinin olup olmadığının araştırılması için Adli Tıp

Kurumu’na yolladı. Beklenecekti.

Bu tarihlerde Yavuz Yapıcıoğlu’nun ağabeyi Yıldır Yapıcıoğlu ise, erkek

kardeşini şöyle anlatıyordu:

“Kardeşim talihsiz bir evlilik geçirdi. Eşiyle bir buçuk yıl evli kaldı. Ancak

bir kere bile ilişkiye giremediler. Daha sonra da ayrıldılar. Ondan sonra

Avcılar ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde zorla kadınlara tecavüz etti.

Kadınlardan nefret etmeye başladı. Zorla birlikte olduğu kadınları dövüp

öldürdüğünü gelip bize anlatırdı.

Daha sonra cinayetlere adı karışmaya başladı. Ardından bizim bildiğimiz

Tozkoparan’da üç, Adana’da üç, Ankara’da iki kişinin öldürülme olayına,

Modabağ’da bir askerin öldürülme olayına adı karıştı. Suçsuz, günahsız, yaşlı

anneannemi yok yere öldürdü.

Bizim bilmediğimiz daha çok tecavüz ve cinayet işlediğini gelip anlatırdı.

Çalışmaz, sağdan soldan para gasp eder, istediğini alamadığı takdirde


öldürürdü. Benim kardeşim böyle bir psikopat. Biz buna bir çare bulamadık,

bulamıyoruz.”

Ağabey, kardeşinin yıllardır bulunamayan “Avcılar Sapığı” olduğunu da

iddia ediyordu:

“Kardeşim, birlikte olmayı reddeden ya da gözüne kestirdiği kadınlara

tecavüz ettikten sonra, pek çok kadın öldürmüş. Öldürmekten ve sapık

ilişkilerden çok zevk aldığını söylüyor. Bana kendi yaptıklarını anlatınca

kanım dondu. Kim bilir daha kimlerin canı yanacak.”

Yanmıştı bile.

2003’te yargılama devam ederken, Yavuz Yapıcıoğlu’na ait Adli Tıp

raporu geldi. Adli Tıp Kurumu’na göre sanık, “Akıllı... Cezai ehliyete sahipti.

Bakırköy’den numara yaparak deli raporu almıştı.” Raporun karar bölümünde

şöyle yazıyordu:

“Sanığın 9 Nisan 2003 ile 15 Nisan 2003 tarihleri arasında ayakta yapılan

muayenesi, müşahedesi, yapılan tetkikleri ve adli dosyanın incelenmesi

neticesinde; ceza ehliyetini etkileyecek derecede akıl hastalığına veya

zayıflığına musab olmadığı tıbbi kanaat ve mütalaamızı bildiririz.”

Ve şöyle devam ediyordu:

“Yavuz Yapıcıoğlu’nun simülasyon —iradi denetim altında davranış ve

düşünce bozuklukları— gayreti içinde bulunduğu anlaşılmıştır.”

Yargılama sonunda Yavuz Yapıcıoğlu, Tekirdağ Ağır Ceza

Mahkemesi’nde görülen davada Şakir T.’yi öldürmekten 28 yıl, Salih Baş’ı

da öldürmeye tam teşebbüsle yaralamak suçundan 16 yıla mahkûm oldu.

Oysa, kendisinin de itiraf ettiği kanıtlanmış 18, kanıtlanamayan 40’ın

üstünde cinayeti var. Kendisiyle sohbet edenlerin söylediğine göre,

Yapıcıoğlu konuyu dinden açıp matematiğe, matematikten astrolojiye

bağlayabilen biri. Çok bilgili ve zeki olduğunu, insanı kendine hayran

bırakan bir tarzı olduğunu söyleyenler de var.


Askb’nin (Anti-Sosyal Kişilik Bozukluğu) Tipik Örneği

Yavuz Yapıcıoğlu’nun gözünü kırpmadan, neredeyse sebepsiz ve

acımasızca bu kadar çok insanı öldürebilmiş olması çoğumuz için akıl almaz

bir durum. Yapıcıoğlu gibi bir katili okurken, ister istemez kendimizi

kurbanın yerine koyar ve acı çekeriz. Bunun adı empati yeteneği. İşte bu

yetenek sayesinde cinayet işlemeyiz.

Bir araştırmada biri teşhis konmamış, diğeri ASKB saptanmış iki denek,

bir insanın başka bir insana zarar verdiği bir videoyu izliyor. Araştırmacılar,

milimetrik ölçümlerle biyolojik parametlere baktığında, normal kişinin deri

geçirgenliğinin arttığını, irislerinin büyüdüğünü, tüylerinin hafif dikleştiğini,

kalp atışının hafif hızlandığını ve ter bezlerinin daha hızlı çalıştığını

kaydediyor. Bunların hepsi ayna nöronlarının harekete geçmesiyle

gerçekleşiyor.

Anti-sosyal kişilik bozukluğu olan insandaysa bu ölçümlerin hiçbiri

saptanamıyor. Empati nöronları diye bilinen ayna-nöronları (mirrornöronları)

diğer insanlardaki gibi çalışmıyor. Başka bir insanın acısı

karşısında empati duyamıyor. Hatta karşısındakini insan olarak algılamıyor.

Yavuz Yapıcıoğlu gibi katilleri diğer insanlardan ayıran en büyük biyolojik

fark bu.

Gündelik hayatta sosyopatlık veya psikopatlık olarak adlandırdığımız Anti-

Sosyal Kişilik Bozukluğu, suçlularda yüksek oranda görülüyor, ancak bu

bozukluğa sahip olup da hiç suç işlemeden yaşayıp gidenlerin sayısı da hayli

fazla.

Çocukluktan itibaren teşhis edilebildiği öne sürülen bu sorun, çocuklukta

aşırı soğukkanlılık, hayvanlara zarar verme ve bundan zevk duyma, yaşıtlarla

geçinememe ve anne babayı kendi çıkarları için manipülatif bir biçimde

kullanma gibi belirtilerle saptanıyor. En tehlikelisi de bu psikolojik sorunun

yüksek zekâyla birleşmesi. Genelde yetişkinliğe kadar sürdürülen başarılı bir


öğrenim hayatı, kariyer, daha sonra detaylı planlanmış saldırılar veya

katliamlarla sonuçlanabiliyor.

Bu noktada Yavuz Yapıcıoğlu’nun arkadaşlarının onu çok bilgili, zeki ve

kendine hayran bırakan bir tarzı olduğunu söylediklerini hatırlamakta fayda

var.


“Yaptığım işi ava benzetiyordum. Ben avcıydım. Kurbanlarım da av. Onların

üzerinden çıkan para da benim hakkım olan ganimetti. Eğer onları

öldürmeseydim sonra beni bulup döverlerdi.”

HAMDI KAYAPINAR


AVCI

Hamdı Kayapınar, 1980’de Kayseri’de doğdu. İşsiz. Bekâr. Annesi, kız kardeşi ve

ağabeyiyle yaşadı. İlk kurbanı, kuyuya atarak boğduğu 4 yaşındaki erkek kardeşiydi. Seri

cinayet işlemeye 1998’de başladı. 2001’e kadar Kayseri kanalboyu mevkiinde altı kişiyi

uzaktan tüfekle ateş ederek öldürdü, üç kişiyi de yaraladı. Cezaevinde.

30 Mart 1998

Kayseri

İşadamı Yaşar S., otomobilinden inmek üzereydi ki, radyoda sevdiği

şarkıyı duydu. Sesi biraz daha açtı. Aracın içine sıcak bir huzur havası

dolmuştu. Arkasına yaslandı. S., aracının hemen arkasından ölümün

yaklaştığından habersizdi.

Aynı saatlerde S.’nin eşi pencerede bekliyordu. Kocası daha önce hiç bu

kadar geç kalmamıştı. Kadın, nefes alamayacak kadar daraldığında balkona

çıktı ve eşinin aracının park yerinde olduğunu görüp sevindi. Bir süre eşinin

kapıyı çalmasını bekledi. Ama kapıya gelen yoktu. Tekrar balkona çıktı.

Kimse yoktu. Apar topar aşağı indi. Aracın camlarının kırık, koltuğununsa

kanla kaplanmış olduğunu gördü.

46 yaşındaki Yaşar S.’nin cesedi sabaha karşı Kayseri kanal boyu

mevkiinde bulundu otomobilinden kilometrelerce uzakta bulundu. Yaşar S.,

başının arkasından vurulmuş sonra da sürüklenerek kanal kenarına taşınmıştı.

Olay yeri inceleme ekibi ise, bu sırada cinayetin işlendiği otomobili

araştırmış ve iki önemli delil bulmuştu. Arabanın yan camında bırakılan,


Yaşar S.’ye ait olmayan bir parmak izi ve aracın hemen yanında bulunan ve

boş av tüfeği fişeği.

Kayseri, işadamının öldürülmesi haberiyle çalkalanıyordu. Yerel gazeteler

cinayeti günlerce manşetten verdi. Türlü senaryolar kuruldu. Halk, Kayseri

polisinden cinayeti bir an önce çözmesini bekliyordu.

Kayseri polisi günlerce ve haftalarca katili aradı. Ne araçta bulunan

parmak izinden ne de olay yerinde bulunan boş kovandan sonuç alınabildi.

Cinayet hakkındaki akıl yürütmeler bir süre sonra kesildi. Yaşar S. cinayeti

dosyası ise eldeki tek ipucu olan parmak izi ve boş kovanla birlikte rafa

kaldırıldı, ta ki bir yıl sonra Kayseri’de av malzemeleri satan bir dükkân

ikinci kez soyulana kadar. İkinci soygun, ilkinden tam bir yıl sonra, 6 Mart

1999’da gerçekleşti. Bu kez dükkândan iki tüfek, bir kuru sıkı tabanca ve

onlarca fişek çalındı. Bir kez daha olay polis kayıtlarına sıradan bir hırsızlık

vakası olarak geçti. Kimsenin aklına kâbusun yeni başladığı gelmiyordu.

Soygundan 1 Ay Sonra

37 yaşındaki İbrahim Demir, gece yarısı, bisikletiyle yorgun argın evine

dönüyordu. Nisan ayı olmasına rağmen Kayseri’nin gece ayazı bastırmıştı.

Kanal boyu ıssız ve karanlıktı. Demir, kanalın diğer yakasında biri

olduğundan ve bu kişinin ona doğrulttuğu namlunun menziline girdiğinden

habersizdi. Önce bir patlama sesi duydu, ardından da korkunç bir acı hissetti.

Birkaç metre daha ilerledikten sonra yere yığıldı. Ağır yaralanmış ama

ölmemişti. Tüfekle vurulmuştu.

Katil kurbanım öldürememiş ama ısrar da etmemişti. Ya da bir başka

deyişle kanalın bu yakasına geçmemişti.

İbrahim Demir’in vurulmasından üç gün sonra yine kanal boyunda, bu kez

Çinkur’da işçi olarak çalışan Bünyamin Selvi vuruldu. Demir gibi o da


saldırıdan yaralı kurtulmayı başardı. Ona da uzak mesafeden, tek bir kez ve

tüfekle ateş edilmişti.

Katil ya da katillerin yalnızca yaralama amacıyla ateş etmesi pek sık

rastlanan bir durum değildir. Öldürme eylemini tamamlamamak akla ancak

korkutmayı getirir ki bu da kurbanlarla katil arasında bir husumet bağı olması

anlamına gelir.

Ne Demir ne de Selvi vuranı görmüştü. Her ikisi de eşkal veremiyordu.

Polis, kanal boyunu karış karış aramış ama saldırgandan bir iz bulamamıştı.

Polisin her iki kurban arasında bağlantı kurma çabaları da boşa çıktı.

Kanal boyu sakinleri için iki saldırı yetip artmıştı bile. Halk, sokağa

çıkmaya korkuyordu. Hava kararmadan önce herkes evine giriyor ve bir daha

pencereye dahi çıkmıyordu.

Polise şehrin her yerinden ihbarlar yağıyordu. Verilen eşkallerin hepsi

saldırganın en az 1.90 boyunda, esmer ve iri yapılı olduğu yönündeydi.

Bu esmer ve iri yapılı saldırgan, kanal boyunda oturan bütün ailelerin

korkulu rüyası olmuştu. Herkes birbirine bu ateş eden ama öldürmeyen

saldırganın amacını soruyordu. Kimdi bu saldırgan?

İşi şansa bırakmak istemeyen kadınlar, gece vardiyasına gitmek zorunda

olan eşlerini servis araçlarına kadar gruplar halinde götürmeye başlamıştı. Bu

grup halinde dolaşma tam bir hafta sürdü. Bir hafta sonra kanal boyunda

oturanlar yeni yeni sakinleşiyordu ki, saldırgan bu kez amacına ulaştı.

52 yaşındaki Memiş D., bir fabrikada gece bekçisiydi. İşyeri evinden

yalnızca iki kilometre uzaktaydı. Sabaha karşı işyerinden çıkıyor ve birkaç

kilometre pedal salladıktan sonra evine ulaşıyordu. O gece de hava

aydınlanmadan eve gitmek için yola çıktı. D.’nin cesedi hava ağardıktan

sonra kanalın içinde yüzüstü yatarken bulundu. Cebindeki bütün parası

alınmıştı. Katil yine tüfekle ateş etmiş ve yine arkasında boş kovan

bırakmamıştı.


Kanal boyu sakinleri de Kayserililer de tam anlamıyla panikteydi.

Saldırgan artık katil olarak anılıyordu. Hakkındaki söylenceler kulaktan

kulağa yayılıyordu. Her an her yerde içlerinden birinin karşısına

çıkabileceğine inanılan bu iri yarı esmer katilin çok zeki olduğu

düşünülüyordu.

Bir Hafta Sonra Benzin İstasyonu

Kanal boyuna yakın bir benzin istasyonunda çalışan İbrahim Genç,

ışıkların sayısını azaltmış, sırtı cama dönük, kulübesinde televizyon

seyrediyordu. Bir ses duydu ve ne olduğunu anlamak için pencereden baktı.

Zifiri karanlıktı. Yanıldığını düşünerek tekrar sandalyeye oturdu. Bu kez de

yayın bozulmuştu. Kalktı ve kanalı ayarlamak için eğildi. Pencerenin

pervazında parlayan namluyu göremedi.

İbrahim G.’nin cesedi, sabaha karşı benzin istasyonuna gelen bir müşteri

tarafından bulundu. Cüzdanı çalınmıştı. Ve yine tüfekle vurularak

öldürülmüştü. Yine katilden geriye en ufak bir ipucu kalmamıştı.

Katil, on kilometre uzunluğunda ve dört kilometre genişliğindeki bir

alanda insanları öldürüyor ama Kayseri polisinin elinden, bölgede 24 saat

devriye gezmekten başka bir şey gelmiyordu. Ta ki son cinayetten dört gece

sonrasına, polisin katille burun buruna geldiği geceye kadar.

Devriye polisi, son cinayetten sonra bölgedeki takipleri iyiden iyiye

sıklaştırmıştı. O gece Emniyet’e gelen bir telefon bisikletle gezen şüpheli bir

şahsı ihbar ediyordu. İhbara göre sırtında tüfek olan bir adam bisikletle

geziyordu. Devriye polisi ihbarı akla uymayacak kadar asılsız bulmuş, yine

de dikkatli olmaya karar vermişti. Tam bu sırada polislerden biri karanlıktaki

bisikletliyi gördü. “Dur” ihtarına uymaya niyeti yoktu. Bir polis adamın

arkasından koştururken diğeri önünü kesmek için kestirme yola girdi ve

köşeyi döner dönmez bir tüfeğin namlusuyla karşı karşıya geldi.


Katilin tüfeğinden çıkan saçmalar polisin bacağını parçalamıştı

parçalamasına ama hiç olmazsa artık ellerinde bir eşkal vardı ve halkın

kafasında yarattığı tiple taban tabana zıttı. Katil 1.65 boylarında ve

çelimsizdi.

Tam bu sıralarda Kayseri Cinayet Masası ekipleri de Ankara’da iki günlük

bir konferansa gitmeye hazırlanıyordu. Konferansın konukları Kuzey Teksas

Üniversitesi’nden Robert W. Taylor ve Edward Huesken’di. Konu ise, seri

katiller.

Kayseri Cinayet Masası dedektifleri seminerde Amerika Birleşik

Devletleri’nde yaygın olan seri cinayetlerle ilgili birçok şey öğrenmişti. Bu

iki uzman, seri katillerin tipik özelliklerini, psikolojilerini ve onları yakalama

tekniklerini anlattıkça Kayseri polisi, kanal boyunda cinayet işleyen bir seri

katille karşı karşıya olduğunu anladı.

Ve öğrendiklerine göre, her şeyden önce katilin bir profili çizilmeliydi.

Kayseri’ye döner dönmez ilk iş, ülkenin ileri gelen üniversitelerinde görevli

psikiyatrları aramak oldu. Cinayet ve yaralama dosyaları uzmanlara verildi.

Dedektifler, psikiyatrlardan bir tek şey istiyordu: Katilin profilini.

Yirmiye yakın psikiyatrın hazırladığı rapor sonunda ortaya çıkan katilin

profili şöyleydi:

Genç, bekâr bir erkek. Çünkü tüfek kullanıyordu ve gece rahatça evden

çıkabiliyordu. Cinayetleri tek başına işliyordu. Saldırılarda atış maktulün

öldürücü noktasına ve tek seferde yapılıyordu. Tereddüt yoktu. Psikiyatrların

çizdiği profil bunlarla sınırlı değildi. Onlara göre katil, insanlardan kopuk

yaşayan biriydi, çünkü dar bir alanda cinayet işlemesine rağmen bugüne

kadar bir tek kişiden bile herhangi bir şüpheli ihbarı gelmemişti. Aile yapısı

bozuktu. Aile içi şiddete ya da tacize maruz kalmıştı. Bunun en önemli

göstergesi ise, cinayet işleme şeklinin agresif ve acımasız olmasıydı. Ailedeki


bir tipten intikam alıyordu. Psikiyatrların son tespiti şu oldu: Kıskanç,

sabıkalı ve durdurulana kadar durmayacak.

9 Şubat 2001

Kayseri Olay Yeri İnceleme Ekibi, ihbar edilen yere geldiğinde manzara

korkunçtu. Cafer Ş., Abdullah A. ve Ali A. otomobillerinin içinde

kafalarından tüfekle vurularak öldürülmüştü. Cafer Ş’nin kol saati, Abdullah

A.’nın parası, Ali A.’nın ise cep telefonu çalınmıştı.

Katil abluka altındayken bile cinayet işlemeyi başarmıştı. Ancak bu kez

farklı olarak, üç kişiyi aynı anda kurban seçmişti. Belki de bu yüzden

arkasında ilk ipucunu, boş bir kovanı delil olarak bırakmıştı.

Eldeki veriler ve profil ışığında son cinayetin işlendiği gece Kayseri’deki

bütün erkekler tekrar incelemeye alındı. Sabıkalı sabıkasız herkes adeta

elekten geçiriliyordu. Ama bu liste binlerce erkek anlamına geliyordu.

Bu sırada uzmanların dikkatini daha önce gözden kaçan bir ayrıntı çekti.

Üç yıldır kanal boyunda gerçekleşen saldırı ve cinayetlerle son cinayet

arasında tam on dokuz aylık bir boşluk vardı. Üç yıldır devam eden cinayetler

arasında on dokuz aylık bir suskunluk dönemi dikkat çekiciydi. Katil, sanki

bir süre bir yerlere gitmiş ve son cinayetle geri döndüm demişti. Uzmanların

profiline göre genç ve bekâr bir erkek, on dokuz ay için nereye gider?

Kayseri’den o dönem içinde ayrılan tek kişi 22 yaşındaki Hamdi

Kayapınar’dı. Kayapınar, on dokuz aylık askerliğini yapmak üzere

Çanakkale’ye gitmiş ve kısa bir süre önce geri dönmüştü. Üstelik Kayapınar,

profile de eşkale de tıpatıp uyuyordu. Yoksul bir ailenin çocuğuydu. Annesi

ve kız kardeşiyle birlikte yaşıyordu. Gündüzleri evden çıktığını gören

olmamıştı. Bekâr, işsiz ve sabıkalıydı. Üstelik sabıkası, av malzemeleri

dükkanı soymaktı.


Bir Gün Sonra

Polis, 22 yaşındaki Hamdi Kayapınar’ın kanal boyundaki evine ulaştığında

saat gece yarısını geçmişti. İki cinayet masası dedektifi, gecekondunun derme

çatma bahçe kapısını iterek içeri girdi, ikisi de tetikteydi. Biri pencereyi

gözlerken diğeri kapıya yaklaştı. İçeride ışık yoktu. Zile basıp bir süre

beklediler.

Polisler biraz bekledikten sonra ayrılırken kapının arkasında bir adam

tüfeğini polislere doğrultmuş bekliyor ve yanındaki biri yaşlı, iki kadına

tehditkâr gözlerle bakıyordu.

Komşunun ifadesi: “Siz kapıdan ayrıldıktan biraz sonra Hamdi annesi ve

kız kardeşiyle birlikte evden çıktı. Koltuğunun altında sarılı uzun bir şey

vardı.”

Polis, ertesi gün Hamdi Kayapınar’ın evine gittiğinde komşularından

bunları öğrendi. Polis artık doğru iz üzerinde olduğundan emindi. Kanal

boyundaki ev 24 saat gözlem altına alındı. Ama Hamdi Kayapınar eve

gelmiyordu. Evde sadece annesi ve kız kardeşi kalıyordu. Bir yandan da

cinayet masası ekipleri şüpheli hakkındaki soruşturmayı derinleştiriyordu.

Gelen ilk bilgiler şaşkınlık vericiydi.

Hamdi Kayapınar, Nisan 1998’de, yani otomobilinde vurulan Metin K.

cinayetinden birkaç gün sonra ağabeyi Ümit Kayapınar’la birlikte

tutuklanmış ve hapis yatmıştı. Suçları ise av malzemesi satan dükkânı

soymaktı.

Dönemin cinayet masası dedektifleri soygunla Metin K. cinayeti arasında

bağ kuramamıştı. Bu da üç kişinin yaralanmasına ve tam altı cana mal

olmuştu. Hem de Kayapınar’ın parmak izi otomobilin camında olduğu halde.

Artık kaybedecek vakit yoktu. Aynı gün Hamdi Kayapınar’ın ev araması

için mahkeme emri çıkarıldı. Kayapınar’ın annesi ve kız kardeşinin önünde

yapılan aramada polis, evde kanlı bir pantolon, mutfak tezgâhının altındaki


pirinç bidonunun içinde bir miktar para ve yatak odasındaki çekmecede bir

kol saati buldu.

Kayapınar’ın evinde bulunan bütün eşyalar son kurbanlarına aitti. Kanlı

pantolon, kanın kime ait olduğunun tespiti için Adli Tıp Kurumu

Laboratuvarı’na gönderildi. Cinayetlerin işlendiği tüfek ise ortada yoktu.

Kayapınar’ın kız kardeşinin ifadesi şöyleydi:

“Siz o gece geldiğinizde evdeydik. Ama abim kapıyı açtırmadı. Polisler

gidince birlikte çıktık. 500 metre kadar yürüyüp boş bir alana geldi. Kanal

boyundaydı. Önce tüfeği gömdük, biraz ileriye de fişekleri.”

Polis, Hamdi Kayapınar’ın kız kardeşinin gösterdiği yerde kazı yaptı.

Tüfek, toprağın altında bir kumaşa sarılı halde bulundu. Kazı saniye saniye

kameraya kaydedildi. Polis, çok yakında bunun faydasını görecekti.

Şimdi geriye bir tek şey kalmıştı. Evde bulunan Kayapınar’a ait

pantolondaki kanın kimliğinin tespiti. Adli Tıp Kurumu uzmanlan işe Hamdi

Kayapınar’ın pantolonunda bulunan örneğin kan olup olmadığını tespit

etmekle başladı. Bunun için kumaştan alınan örneğin üzerine benzin döküldü.

Benzinin renginin maviden yeşile dönmesi pantolon üzerindeki lekenin kan

olduğunu gösteriyordu. Kan, son cinayette öldürülen Cafer Ş.’ye aitti.

Kayseri polisi bütün delilleriyle Hamdi Kayapınar’ı tutuklamaya ve

mahkeme önüne çıkarmaya hazırdı. Ama Kayapınar çoktan sırra kadem

basmıştı. Ortada yoktu, ta ki, karakoldan içeri kendi isteği ve yanında

dayısıyla birlikte girene kadar.

“Ben Hamdi Kayapınar... Beni arıyormuşsunuz!”

Kayapınar kendinden emin görünüyordu. Ona göre arkasında hiçbir delil

bırakmamıştı. Sorguyu bir kez daha atlatacağını düşünüyordu ama polis bu

kez hazinlikliydi. Önce boş kovan, sonra kanlı pantolon Kayapınar’a

gösterildi. Ardından Adli Tıp Kurumu’nun raporu ve son olarak Yaşar S.’nin


otomobilinin camındaki izlerin ona ait olduğunu bildiren Kriminal

Laboratuvarı raporu.

Ona göre polisin elinde hâlâ cinayet silahı yoktu. “Ben yapmadım,”

demeye devam ediyordu. Ta ki, annesi ve kız kardeşinin gösterdiği yerden

çıkarılan tüfeğin görüntüleri kendisine gösterilene kadar.

Katil için çözülme, belki de yaptıklarıyla övünme zamanıydı. Üç gün süren

sorgusu boyunca bütün cinayetleri ayrıntılarıyla anlattı. Hatta Yaşar S.

cinayetinde yalnız olmadığını, ağabeyi Ümit Kayapınar’la birlikte cinayeti

işlediklerini ve kurbanın cebinden aldıkları 66 lirayı paylaştıklarını da...

Ağabeyi Ümit, daha sonra bir başka hırsızlık suçundan hapse girmişti.

Sorgunun sonunda polis Hamdi Kayapınar’a şu soruyu sordu: “Pişman

mısın?” Cevap şöyleydi: “Şu an pişman oldum. Bu duyguyu yaşıyorum. Ama

yakalanmadan önce hiçbir olaydan sonra bu duyguyu yaşamadım. Sadece

Abdullah A.’dan 2 lira çıkınca, ucuza gitti, diye üzüldüm.

Hamdi Kayapınar, son cinayetinden altı gün sonra, 16 Şubat 2001’de

tutuklandı. Yargılaması Kayseri Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde

yapılacaktı. Polisin ve iddia makamının delilleri onun bir seri katil olduğunu

ispatlıyordu. Ama neden?

İlk Cinayetten 8 Yıl Önce

Hamdi Kayapınar’ın babası, yıllarca Hollanda’da işçi olarak çalışmış,

yurda döndükten sonra da hayatını inşaat işçiliği yaparak kazanmaya

başlamıştı.

Biri resmi nikâhlı, iki eşi, on bir çocuğu vardı. Yorgundu. Gerektiği kadar

para kazanamıyordu. Bütün hıncını da 14 yaşındaki Hamdi’yi döverek

çıkarıyordu.

Babası onu neredeyse her gün dayakla cezalandırırken, küçük kardeşi dört

yaşındaki Serkan’ı kucağından indirmiyordu. Hamdi bütün bu olanlara son


vermeye karar verdiğinde daha 14 yaşındaydı. Bir gün küçük kardeşini

boğarak öldürdü. Sonra da bahçelerindeki kuyuya attı. Cinayet ortaya

çıktığında tutuklanarak Ankara Keçiören Islahevi’ne gönderildi, ardından da

Sinop Cezaevi’ne. Dört yıl hapis yattıktan sonra tahliyesine iki ay kala

Kayseri Cezaevi’ne geldi. Tahliye olduktan yalnızca on beş gün sonra da seri

cinayetlerine başladı. Duruşmalar boyunca sadece tedavi olmak istediğini

söyledi.

“Cezaevine yatınca eğitimim yarım kaldı. Meslek edinemedim. Çıktığımda

iş bulamadım. Bir de silahlara karşı merakım vardı. Yaptığım işi ava

benzetiyordum. Ben avcıydım, kurbanlarım da av. Onların üzerinden çıkan

para da benim hakkım olan ganimetti. Eğer onları öldürmeseydim, sonradan

beni bulup döverlerdi.”

Hamdi Kayapınar hakkında cinayet, yaralama, gasp ve hırsızlık

suçlarından on bir ayrı dava açıldı. Cinayetlerden altı kere idam, yaralama ve

gasplardan 41 yıl 10 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. İdam cezaları müebbet

hapse çevrildi. Kız kardeşi evlendi.

Kurbanından Korkan Katil

Hamdi Kayapınar’ın cinayetlerinin en dikkat çekici yönü, katilin

kurbanlarına yaklaşmadan, uzaktan ve tüfekle ateş ederek öldürmesi. Bu

özelliğiyle, “Organize olmayan asosyal saldırganlar” grubuna girdiği

söylenebilir.

Bu grup, ortalama altı düşük bir zekâya sahip ve cinayetlerini düşünüp

planlamadan gerçekleştiren kişilerden oluşuyor. Organize saldırganlar

kurbanlarım öldürmek için plan yapıp tuzak hazırlarken, Hamdi Kayapınar

gibileri, karşılarına bir fırsat çıktığı anda ya da pusu kurarak cinayet

işleyebilir ve çoğunlukla cesedi yok etmek yerine de suçu işledikleri yerde

bırakıp giderler.


Genellikle kurbanlarının karşısına aniden çıkarlar ve herhangi bir uyarı

olmaksızın saldırırlar. Nadiren izlerini gizlerler. İçlerine kapanık, az arkadaşı

olan ve geçmişlerinde akıl rahatsızlıkları olan kişilerdir.

Ancak, onun kurbanlarına hiç yaklaşmadığı, uzaktan ve tek el ateşle

öldürdüğü düşünülürse, çocukluğuna ait büyük bir figürden korktuğu (mesela

babası) rahatlıkla söylenebilir.

Hamdi Kayapınar yakalandığında, ailesini ve yaşadığı yeri tanımak için

Kayseri’nin Kanalboyu denen semtine gittim. Bir kanalın etrafında sıralanmış

derme çatma kulübelerden oluşan bir yerdi burası. Parası olan,

gecekondusunu birkaç katlı sıvasız apartmana dönüştürmüştü.

Hamdi Kayapınar’ın yaşadığı baba evi ise, yapıldığı gibi kalmıştı. Ahşap

bir kapı, zemini betonla kaplanmış küçük bir avludan oluşan ve tek katlı,

kırık dökük bir ev. Beni annesi karşıladı. Esmer, çok zayıf ve acılaşmış yüz

çizgileri olan bir kadındı.

Bir de Hamdi’nin kız kardeşi oradaydı, ona yardım ettiği söylenen. Öyle

olduğu için de yargılanan. Dünyalar güzeli. Akşam hava kararana kadar

sohbet ettiğimizi ve annesinin sürekli ağladığını hatırlıyorum: “Benim oğlum

yapmadı,” demeden Hamdi’nin çocukluğunu anlattı uzun uzun.

Babasının Hamdi’yi ne kadar dövdüğünden, dayaklara nasıl engel

olamadığından bahsetti. Kendi yediği dayakları anlattı, sanki kendi de

suçluymuş gibi. Hava kararırken ayrıldım o evden. Bugün bile tek

hatırladığım, Hamdi’nin annesinin alacakaranlıkta iyice kararan acı dolu

yüzü.


“Arkadaşıma tecavüz edeni öldürecektim ama memlekete onu bulmak için

gittiğimde ölmüştü.”

SEYİT AHMET DEMİRCİ


MOBİLYACI

Seyit Ahmet Demirci, 1976’da Ordu, Fatsa’da doğdu. Evli ve iki çocuk sahibi. Serbest

meslekle uğraşıyor. 1998’de İstanbul, Bağcılar’da üç mobilyacıyı enselerinden birer kurşunla

vurarak öldürdü. Kurbanlarının cesetlerinin üstüne battaniye örterek bıraktı.

Yakalanmasaydı, sayıyı sekize tamamlayacaktı. Tahliye oldu. Dışarıda.

4 Haziran 1998

İstanbul/Bağcılar

İstanbul Cinayet Masası Olay Yeri İnceleme ekibi, Bağcılar’daki mobilya

mağazasından içeri girdiğinde vakit öğleye yaklaşıyordu. Ekip, mağazanın

bodrum katına yöneldi. İlk gördükleri, yerdeki kan lekeleri oldu. Sonra da

bodrumun zemininde boylu boyunca uzanan karaltı.

Karaltı, bir cesede aitti. Üzerine bir battaniye örtülmüştü. Öldürülen kişi

mobilya mağazasının sahibi, 44 yaşındaki Mehmet K.’ydı. Kurbanın neden

ve kim tarafından öldürüldüğü sorularına yanıt bulmak için ekibin delil

toplaması gerekiyordu. İncelemeye cesetten başlandı. Maktûl, tabanca ile

vurularak öldürülmüştü. Ensesinde mermi giriş deliği vardı.

Ekip daha sonra girişte görülen kan lekelerine yöneldi. Ardından da

parmak izi araması yapıldı. Ama katil ya da katiller, geride kimlik ele

verebilecek bir iz bırakmamıştı. Etrafta boğuşma ya da kavga olduğuna dair

bir ipucu da yoktu.

Otopside de olaya ışık tutacak bir bulguya rastlanmadı. Otopsi raporu

sadece kurbanın arkadan, ensesinden ve tek kurşunla vurulduğunu

doğruluyordu.


Aslında bu cinayet İkinciydi. Daha doğrusu bir ay önce İstanbul’da aynı

şekilde bir başka mobilyacı öldürülmüş, ancak polis daha çok kişisel husumet

soruşturması yürütmüştü. Ama ikinci mobilyacının da aynı şekilde

öldürülmesi İstanbul Cinayet Masası dedektiflerinin dikkatini çekmişti.

Şimdi bir ay öncesine dönelim.

Mobilyacı Ali Osman B., arkasından gelen müşterinin ayak seslerini

duyuyordu. Bir süre adamın yere basarken çıkardığı sesi dinledi. Tuhaf bir

ürperti hissetti. Sabahın köründe adamın telaşını merak etti. Takip edildiğini

bilerek depodan içeri girdi. Yürüdü. Arkasındaki ayak sesi aniden kesildi.

Geri dönmeye çalıştı ama olmadı.

Ali Osman B. 35 yaşındaydı. Cesedinin üzerine tıpkı ikinci cinayetteki

gibi, bir battaniye özenle örtülmüştü. Dükkânının deposunda ceset bulunduğu

haberi polise öğle saatlerinde ulaştı. Olay Yeri İnceleme ekipleri cinayet

mahallinde 7.65 çapında bir kovan bulmuştu. Cinayette kullanılan silah ise

ortada yoktu. Polisin tek bildiği, katilin kurbanının cep telefonunu almış

olduğuydu.

Polis, bir yandan cep telefonunun peşine düşerken diğer yandan da ifade

almaya başlamıştı. İfadesine başvurulan ilk kişi mobilyacının yardımcısı

oldu.

“Olaydan bir gün önce, akşam saatlerinde Osman Abi, depoda

tanımadığım birine eşya gösteriyordu. Ben de yanlarına giderek oturdum.

Adam 1.80 boylarında hafif esmer, bıyıksız, tıraşlı, siyah takım elbiseli

biriydi. Gençti. Bir süre eşyalara bakarak konuştular. Daha sonra tokalaştılar.

Osman Abi ‘Tamam ben depoyu yarın sabah altıda açarım,’ dedi. Adam da

‘Tamam, diyerek ayrıldı.”

Cinayet soruşturmalarında tanıklıklar büyük önem taşır. Verilen eşkaller

soruşturmanın yönlendirilmesine ışık tutar. Artık bilgisayar ortamındaki


gelişmiş eşkal programları sayesinde yüzde yüz isabet alınabiliyor ve bu

programlarla farklı eşkaller yaratılabiliyor.

Bütün çabalara rağmen polis o günlerde bir sonuca ulaşamamıştı. Ortada

ne cinayet nedeni, ne de eşkale uyan bir kuşkulu vardı.

Dedektiflerin eli kolu bağlıydı. O günlerde bilmedikleri ise, cinayetin

aydınlanması için ikinci mobilyacının öldürülmesi gerekeceğiydi.

İkinci mobilyacı da benzer yöntemle öldürülünce iki cinayet arasında bir

bağ kurulabildi. Üstelik her iki olayda da eşkal aynıydı. Siyah takım elbiseli,

1.75 boylarında ve masum yüzlüydü.

İki Gün Sonra

Atışalanı

Mobilya mağazasındaki temizlik görevlisi Ekrem Hacı için sıradan bir

gündü.

“Her sabah saat dokuzda işbaşı yaparım. Geldiğimde dükkân açılmıştı.

Patronu göremeyince, komşu esnaftan birine gitmiştir, diye düşündüm.

Yerleri paspaslamak için bodruma indim. Yüzükoyun yerde yatıyordu.

Seslendim, cevap alamayınca elimle silkeledim. Sesi çıkmayınca öldüğünü

anladım ve bağırmaya başladım.”

Öldürülen üçüncü mobilyacı 43 yaşındaki Celal P.’ydi. Kurban, yine

ensesinden tek kurşunla vurulmuş, öldürüldükten sonra da üzeri battaniyeyle

örtülmüştü.

Katil yine geride önemli bir ipucu bırakmıştı: Boş bir kovan. Kovan ilk

cinayetteki gibi 7.65 çapındaydı. Katil, geride kovan bırakmaktan

çekinmiyordu. Ya yakalanmaktan korkmuyor ya da kurbanları aracılığıyla bir

mesaj iletiyordu. Ayrıca, üçüncü kurbanın yardımcısı da ilk iki cinayetle

örtüşen bir ifade verdi:


“Bir gün önce sabah dükkânda üç müşteri vardı. Birini tanımıyordum.

Adam gittikten sonra patronuma kim olduğunu sordum. Patronum da

‘Japonya’dan gelmiş, yatak odası takımı alacak. Bir tane beğendi akşam üzeri

gelip alacak,’ dedi. Akşam saatlerinde bu şahıs telefon açtı. 30 dakikaya

kadar geleceğini söyledi. Ama gelmedi. Daha sonra tekrar aradı ve araçlarının

bağlandığını ancak sabah erken saatte geleceğini söyledi.”

Dosyanın en zor tarafı, ilk soruya cevap bulmaktı. Birbirini hiç tanımayan

bu üç mobilyacıyı kim, neden öldürmek isterdi? Polisin katile, o dördüncü

kurbanına ulaşmadan önce ulaşması gerekiyordu.

Polis, bir yandan üç mobilyacının öldürülmesiyle ilgili sorgulamalara

devam ederken, diğer yandan da ilk kurbandan alınan cep telefonu

sinyallerini takip ediyordu. Bu yöndeki umutlar tükenmek üzereydi ki,

telefon kullanıma açıldı. Adres, Ordu’nun Fatsa ilçesini gösteriyordu.

Telefon Necati Şen adında birinin üzerindeydi. Aynı gün Şen yakalanıp

ifade vermek için emniyete gönderilirken şaşkındı. Söylediğine göre telefonu

alalı henüz bir gün olmuştu. Kendisine telefonu satan kişiyse, 28 yaşındaki

hemşerisi Seyit Ahmet Demirci’ydi.

Son Cinayetten 3 Gün Sonra

Seyit Ahmet Demirci, aynı günün akşamı Esenler’deki evinde yakalandı.

Demirci, polis, evinin kapısına geldiğinde sakindi. Üç cinayette kullandığı

silahı zorluk çıkarmadan polise teslim etti. İfadesinin alınmasına ise ertesi

gün akşam saatlerinde başlandı.

Sakin tavrını emniyetteki sorgusu sırasında da sürdürdü. Sorguya avukatı

da katılmıştı.

“Mayıs ayıydı. Akşam üzeriydi ve dolaşıyordum. Evimin 700 metre

ilerisindeki mobilyacıyı gördüm. İşyeri sahibine ‘Japonya’dan geliyorum, kız

kardeşime peşin parayla yatak odası takımı alacağım,’ dedim. Bir süre


oturduktan sonra kartını alarak ayrıldım. Sabah oldu. Tabancamı alarak evden

çıktım. Maktul dükkanını açmış beni bekliyordu. Depoya girdik. Beşaltı

metre kadar depoda yürüdük. Önümdeydi. Tabancamı çektim. Ensesine

doğru ateş ettim. Yere düştü. Cebindeki bir miktar parayı ve cep telefonunu

aldım. Üzerine battaniye örttüm. Bu ölüye olan saygımdandır. Para almamın

nedeniyse polisin dikkatini soygun yönüne çekmekti.”

Demirci, üç cinayeti de aynı senaryoya harfiyen uyarak işlemişti. Ancak

hâlâ, neden bu üç mobilyacıyı öldürdüğü sorusu cevapsızdı. Sorgunun

ilerleyen saatlerinde Demirci’nin polisi bile dehşete düşüren açıklamaları

geldi.

Seyit Ahmet Demirci, Fatsa’da ilkokula gittiği dönemde bir mobilyacının,

en yakın arkadaşına tecavüz ettiğini söylüyordu.

“Bunu kimseye söylemedik. Bir sır olarak sakladık. Liseyi bitirene kadar

arkadaşım her gün intihar edeceğini söylüyordu. Üniversiteyi kazandık. Ben

gitmedim. O Diyarbakır’a gitti. Kısa bir süre sonra da intihar etti. Yıllarca

bunun öfkesi içimde durdu. Mobilyacılara böylece kin beslemeye başladım.

Arkadaşıma tecavüz edeni öldürecektim ama memlekete onu bulmak için

gittiğimde ölmüştü.”

Sanık, dört çocuklu bir ailenin en büyük oğluydu. Babası fırıncıydı.

Ortaokulu İmam Hatip’te, liseyi de ticaret lisesinde okumuştu. Üniversiteyi

kazanmış ama gitmemişti. Cinayetlerden kısa bir süre öncesine kadar hayatını

taksi şoförlüğü yaparak kazanıyordu. Herkes tarafından sakin kişiliğiyle

tanınıyordu.

Yargılama, Demirci’nin yakalanmasından birkaç ay sonra Bakırköy 2.

Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladığında medyanın olaya ilgisi büyüktü. O,

Türkiye’nin tanıdığı, bilinen ilk seri katildi. Herkes ilk duruşmada

anlatacaklarını merak ediyordu. Ama o bir kez daha insanları şaşırtmayı

başardı.


Demirci, diğerlerinin aksine ilk duruşmasında da, yıllar süren yargılaması

sırasında da suçunu inkâr etmedi. Poliste ve savcılıkta verdiği ilk ifadesini

değiştirmedi. Kendisini savunmak için avukat tutmadı. İstanbul Barosu’ndan

kendisine ücretsiz bir avukat tayin edilmesini de istemedi. Yalnızca bütün

duruşmalar boyunca işlediği cinayetler için pişman olduğunu söyledi.

Bu durum, yüzlerce davaya bakan Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi

heyeti için de şaşırtıcıydı. Heyet sanığın itirazına rağmen, her zaman

yapıldığı gibi akıl sağlığının yerinde olup olmadığının tespit edilmesini

istiyordu. Bu nedenle Demirci, önce Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları

Hastanesi’ne daha sonra da Adli Tıp Kurumu’na sevk edildi. Haftalar süren

bir gözetim süresi geçirdi. Ama her iki kurumun da verdiği rapor onu haklı

çıkardı. Raporlara göre Demirci’nin akıl sağlığı yerindeydi ve cezai ehliyeti

tamdı.

Ancak iki raporda da ilginç bilgiler vardı. Bütün hayali Japonya’ya gitmek

olan Demirci, bunun için 1995’te bir arkadaşıyla birlikte Fatsa’dan İstanbul’a

kaçmıştı.

Hatta bu hayali için 5 bin dolarını bir simsara kaptırmıştı. O da çaresiz

tekrar Fatsa’ya dönmüş ve babasının fırınında çalışmaya başlamıştı. Bir yıl

önce evlenmiş ve eşiyle birlikte tekrar İstanbul’a yerleşmişti.

Raporda dikkat çeken bir başka nokta ise, Demirci’nin dördüncü kurbanını

öldürmekten neden vazgeçtiğini anlattığı bölümlerdi. Söylediğine göre

dördüncü kurbanını da öldürmeyi kafasına koymuş, hatta hedefini de

belirlemişti. Ancak bu sırada doğan kız çocuğu onu cinayetten vazgeçirmişti.

Mahkeme heyeti ise, Demirci’nin çocukluğuna ilişkin anlattıklarının

peşindeydi. Ancak, Demirci ailesine göre oğullarının anlattığı hikâye

tamamen uydurmaydı. Çocuklarının üniversiteye giden bir arkadaşı yoktu ve

Habil diye biriyle arkadaşlık yaptığını hatırlamıyorlardı. Öyle bir mobilyacı

yoktu ve tecavüz olayı yalandı.


11 Ekim 2000

Demirci’nin yargılanması iki yıl devam etti. Katil, duruşmalar boyunca

kendisini gören görgü tanıkları tarafından defalarca teşhis edildi. Aleyhindeki

deliller kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesindi. Mahkeme heyetinin göz

önünde bulundurabileceği tek şey çocukluğuna ilişkin anlattıklarıydı.

Ama anlattıklarının gerçek olduğunu ispatlayan herhangi bir ipucu ortada

yoktu. Böylece Demirci’nin çocukluk hikâyesi bu dava dosyasının tek

karanlık noktası olarak kaldı. Seyit Ahmet Demirci, üç cinayetten, üç ayrı

idam cezasına çarptırıldı. Bu cezalar müebbet hapse çevrildi.

O hapisteyken ben Fatsa’ya gittim. O mobilyacının dükkânını buldum.

Kapanmıştı ve sahibi vefat etmişti. Demirci’nin anlattığı gibi izbe, bodrum

katı olan bir mağazaydı. Seyit Ahmet’in gerçekten Habil adında bir çocukluk

arkadaşı vardı. Motor tutkunu olarak tanındıkları Fatsa’daki gençlik

günlerinde Habil en yakın arkadaşlarından biriydi.

Habil, Demirci’nin söylediği gibi intihar etmedi. Halen evli, İstanbul’da

yaşıyor ve sık sık eşiyle birlikte Fatsa’ya gidip geliyor. Ancak Demirci’nin

bir çocukluk arkadaşı daha vardı. Bu arkadaşı Dicle Üniversitesi’nde okuyup

coğrafya öğretmeni olduktan sonra Diyarbakır’a atandığı ikinci yılda intihar

etmişti.

İpucu, NTV’de yayınlandığı akşam, televizyon binasından çıkmak

üzereyken bir telefon geldi. Telefondaki ses yaşlı bir adama aitti. Adam,

Demirci’yi ve arkadaşını tanıdığını, her ikisinin de öğretmeni olduğunu

söylüyordu. Bütün hikâyeyi bildiğini, elinden geleni yaptığını ama intihara

engel olamadığını gözyaşları arasında anlatıyordu.

Seyit Ahmet Demirci, Nisan 2011’de, Af Yasası’ndan yararlanarak tahliye

oldu.

Fatsa Yolları


Gerek duruşmalar boyunca sergilediği uysal hali gerek cinayetlerini hiçbir

zaman inkâr etmemesiyle, kitapta işlenen bütün seri katillerden farklı biri

Seyit Ahmet Demirci.

Kurbanlarını enselerinden tek kurşunla ve arkadan ateş ederek öldürmesi

şöyle yorumlanabilir: Kurbanlarından korkuyor, agresif ve intikamcı. Her

kurbanının yanından ayrılmadan üzerine battaniye örterek kapatması ise,

belki bir ritüel belki de öldürme eylemine duyduğu yüceltme.

Seyit Ahmet Demirci’nin geçmişini ve mobilyacıyı araştırmak için

2002’de Fatsa’ya gittiğimde, halkın neredeyse tamamı olaydan haberdardı.

Ailesi kasabada seviliyordu, hatta Seyit Ahmet Demirci de. Kimse onun

arkadaşıyla birlikte tecavüze uğradığına inanmıyordu.

Tahrik indirimi almak için avukatının telkiniyle böyle bir hikâye

uydurduğuna inanılıyordu. Yakışıklı, sevilen gençlerden biriydi Demirci.

Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı ama her tatil ve bayramda İstanbul’dan

Fatsa’ya gelmeye devam ediyordu. Üstelik yaşadığı mahallede öyle bir

mobilya dükkânı da yoktu.

Yoktu sahiden... İlçeden ayrılmadan önce son kez Demirci’nin okulunu

görmek istedim. Sıradan bir taşra ilkokuluydu. Daracık Fatsa sokaklarının

arasında kaybolmuş, soğuk sıradan bir yapı.

Sonra sokakları dolaşmaya başladım. Birinci, ikinci, üçüncü derken, o

küçük, kepenkleri sıkı sıkıya kapalı dükkân dikkatimi çekti. Okulun tam

karşısına bakan, küçük, kirli pencereli dükkân.

Tam Seyit Ahmet Demirci’nin anlattığı gibiydi dükkân, kirli kararmış

camları, pas tutmuş demir kepenkleri ve alt katın asfalta gömülmüş kasvetli

pencereleriyle.

Esnaf, burada yıllar önce bir mobilyacı olduğunu doğruluyordu. Yıllar

önce vefat etmiş, çocukları baba mesleğini devam ettirmemişti. O gün

bugündür dükkân kapalıydı.


Adını öğrendim tabii mobilyacının, nerede yaşayıp öldüğünü de.

Hikâyeden hiç bahsetmeden esnafla yaptığım sohbetten bir şey daha

öğrendim. O dükkânı kimse kiralamamıştı. Nedendir bilinmez.


“Bir heves ve sonuçların buralara geleceğini sanmazdım. Bu heves buruk bir

acıya dönüştü. Şu an vicdan azabı çekiyorum. Lütfen beni bağışlamanızı

diliyorum. Affınıza sığınıyorum. Olay büyümesin ve babam duymasın!”

ORHAN AKSOY


KOLİCİ

Orhan Aksoy, 1971’de Samsun, Bafra’da doğdu. Evli ve iki çocuk babası. Seyyar satıcı.

Cinayetlerine 2001’de başladı. Beş kişiyi evinde içkiyle uyutup, boğarak öldürdü. Cesetleri

günlerce çırılçıplak halde evde bekletti ve bütün vücut boşluklarına silikon doldurdu.

Kurbanlarının cesetlerini kolilere ve kolilerin de her birini İstanbul’un bir başka semtine

bıraktı. Cezaevinde.

16 Ocak 2001

İstanbul/Fatih

Şevket Tuluz, aylardır devam eden inşaatta uyandığında, penceresi

naylonlarla kapatılan odanın içi buz kesmişti. İstemeye istemeye yataktan

kalktı. Mesai arkadaşı Musa Yaşar gelmeden önce kahvaltıyı hazır etmeliydi.

Sıva ustası Musa geldiğinde saat 9’u geçmişti. Her sabah inşaatta birlikte

kahvaltı ederlerdi. Bugün de rutini bozmaya niyeti yoktu. İki arkadaş zeytinpeynirden

ibaret kahvaltılarını bitirdiğinde, saat 11.00’e yaklaşıyordu. İşe

koyulmaya niyetlendikleri sırada inşaatın müteahhiti Cüneyt Bahçıvan geldi.

Bahçıvan, bir gün önce bodrum katında yapılan temizliği kontrol etmek

istiyordu. İkisi de yaptığı işten emindi. Bu güvenle, patronlarıyla birlikte

bodruma indiler. İlk şaşkınlığı bodrumdan içeri ilk adımını atan Şevket

yaşadı. Bir gün önce köşe bucak temizledikleri alanın ortasında, krem renkli

çarşafa sarılı kocaman bir paket duruyordu. Şevket, patronuna karşı mahçup

olmuştu. Merakla yaklaştı. Paket koli bandıyla bağlanmıştı. Patronun emriyle

bandı kopardı. Bu kez de ortaya mavi renkli bir bidon çıktı. Bidonun ağzı

gazete parçalarıyla kapatılmıştı. Gazeteleri aceleyle kaldırdı. Şimdi karşısında


siyah bir poşet duruyordu. Ellerini uzattı. Yokladı. Dehşetle irkildi.

Karşısında çıplak bir erkek cesedi vardı.

1 Saat Sonra

İnşaat

Fatih’teki bir inşaatta, bir erkek cesedi bulunduğu ihbarını alan İstanbul

Emniyet Müdürlüğü Olay Yeri İnceleme ekipleri, on beş dakikadır olay

yerinde çalışıyordu.

Önce siyah renkli poşet çıkarıldı. Poşet kan içindeydi. Bidonun içindeki,

kimliği belirsiz orta yaşlarda bir erkek cesediydi ve çırılçıplaktı. Ayakları ve

elleri önce birbirine, sonra da boynuna bağlanmıştı. Cinsel organı elektrik

bandıyla defalarca sarılmış ve gazeteyle kaplanmıştı. Kulak, burun ve ağız

delikleri silikonla doldurulmuştu.

Olay yerinde yazılan ilk polis raporunda ceset şöyle tarif ediliyordu: “1

metre seksen santim boyunda, boynunda yara izi var. Ön dişlerinden biri

altın, sünnetli ve iki günlük sakallı.”

Ekipler, binada geniş çaplı bir aramaya girişti. Amaçları katilin geride

bıraktığı herhangi bir ipucuna ulaşmaktı. Özellikle, katilin DNA’sını ele

verebilecek olanlara.

Ancak katil olay yerinde ve ceset üstünde tek bir ipucu bırakmamıştı.

Ceset, kesin ölüm nedeninin tespit edilebilmesi için, Adli Tıp morguna

gönderildi. İncelemeyi ise, Adli Tıp Morg İhtisas Daire Başkanı Bülent Şam

yaptı:

“Bize gelen cesedin otopsisinde ileri derecede çürüme vardı. Buna rağmen,

iple bağlayarak boğmaya bağlı lezyonlar ve bu boğmanın ölümcül olduğunu

gösteren yumuşak doku ezilmeleri saptadık.”

Cesedin hızlı çürümüş olması, Adli Tıp uzmanlarının ölüm nedenini

belirlemesini zorlaştırmıştı. Ama yine de maktulün boğularak öldürüldüğü


anlaşıldı.

Ancak daha önemlisi, uzmanlar otopsi sırasında olayın sıradan bir cinayet

olmadığını anlamıştı. Çünkü cesedin burun delikleri, kulak içleri ve ağzı

katlanmış gazete parçaları tıkıştırılarak doldurulmuştu.

Emniyet Müdürlüğü/Mecidiyeköy

Otopsi sürerken cinayet soruşturmasını yürüten dedektiflerse, cesedin

eşkaline uyan kayıp başvurularını incelemeye başladı.

Kısa bir araştırmadan sonra eşkale uyan kayıp başvurusu bulundu. 12 Ocak

2001 Cuma günü başvuruyu yapan Emine Şeker adında bir ev kadınıydı.

Söylediğine göre Aksaray civarında seyyar satıcılık yapan 42 yaşındaki

kocası Ömer Ş., dört gün önce tanımadığı bir adamla Fatih’teki bir eve gitmiş

ve bir daha geri dönmemişti.

Cesedi teşhis etme görevi erkek kardeş İmam Ş.’ye düştü. Morgun soğuk

taşının üstünde yatan ceset, ağabeyine aitti.

Polis ilk ipucuna ulaşmıştı, en azından maktulün kimliğine. Kaybolduğu

gün Ömer Ş.’nin yanında olan arkadaşları tek tek sorguya alındı. Seyyar

satıcı Müslüm Öncel’in ifadesi, Ömer Ş.’nin, katilinin peşinden rızasıyla

gittiğini gösteriyordu.

“Aksaray’a tezgah açmak için gittiğimde öğlen saatleriydi. Ömer, benden

önce gelmişti. Biraz sonra tezgahın başına sakallı ve bıyıklı bir adam geldi.

Adam tuhaf görünümlüydü ama Türkçesi düzgündü. Cd (porno) satmak

istediğini söyledi. Ömer’le pazarlık yaptılar ve 300 liraya anlaştılar. Cd’leri

almak için adamın evine gidilecekti. Ömer, tedbiren beni de yanında

götürmek istedi. Üçümüz taksiye bindik. Fatih Evlendirme Sarayı

yakınlarında adam taksiyi durdurdu.”

Katil, Ömer’le birlikte inmek isteyen Müslüm’ü “Sen burada kal, evde

ailem var,” diyerek durdurmuştu. Bunun üzerine Ömer Ş. arkadaşına, “Cep


telefonunu açık tut, CD’leri alıp hemen gelirim,” diyerek taksiden inmişti.

Müslüm, yarım saat kadar taksinin içinde bekledi. Meraklanmaya

başlamıştı. Ömer’i aradı. Arkadaşı, “10 dakika içinde geliyorum,” diyerek

telefonu kapattı. Bir yarım saat daha bekledi ve bir daha aradı. Ömer’in

cevabı yine aynıydı. Biraz sonra geleceğini söylüyordu. Aradan bir yarım

saat daha geçti. Tekrar telefona sarıldı, sinirlenmişti. Ne var ki telefon artık

kapalıydı...

Müslüm Öncel, arkadaşının katille gözden kaybolduğu sokağı ve taksiyle

beklediği yeri defalarca polise gösterdi. Ama etrafta onlarca sokak, binlerce

ev vardı.

Bu arada cesedin konduğu, yani polisin katilin tuttuğundan emin olduğu

bidon ve poşetlerde parmak izi arandı ama katilden en ufak bir iz

bulunamadı.

Beş Gün Sonra

Gaziosmanpaşa/Park

Park bekçisi Nazım Memiş, adeti olduğu üzere saat 21.00 sularında görev

yaptığı parkın içindeki çaybahçesine yollandı. Her akşam burada çalışan

Şener ve Mustafa’yla biraz çene çalardı. Ama bu akşam ikisi de heyecanlıydı.

Gençlerin anlattığına bakılırsa, parkın Mevlana Caddesi’ne bakan

kapısında sabahtan beri sahipsiz iki koli duruyordu. Civardaki esnafı tek tek

dolaşmışlar ama sahibini bulamamışlardı.

Birlikte kolilerin yanına gittiler. Kolileri açıp açmamayı tartışıyorlardı ki,

yanlarından geçen polis ekibi otosunu fark ettiler.

Kolilerden ağır bir koku yükseliyordu. Polis kolilere fener tuttu. Bir şey

görülmüyordu. Birini açmaya karar verdiler. Diğerine bakmaya gerek

kalmamıştı. İki kolide de iki çıplak erkek cesedi vardı.


Birkaç saat sonra her iki ceset de Adli Tıp Uzmanı Dr. Bülent Şam’ın

önündeydi. “İki cesette de ilerlemiş çürüme vardı. Yumuşak dokular

bozulmuştu. Bu nedenle ölüm nedenini bulmamız zordu. Çürümeyle olayın

meydana geliş şeklini saptayacağımız lezyonlar ortadan kaybolur. Bazı

bulguları saptamakta güçlük çekeriz. Ölüm nedenini tahmin etsek bile kesin

ifade kullanamayız. Bunun üzerine birinci ihtisas kuruluna gönderdik.”

Birinci İhtisas Kurulu da ileri derecede çürüme nedeniyle cesetlerin ölüm

nedenini tespit edemedi. Ama son bulunan iki cesedin durumu, Ömer Ş.’yle

aynıydı. İkisi de yine çırılçıplaktı. Kafalarına poşet geçirilmişti. Kolinin içine

elleri ve ayakları bağlandıktan sonra cenin pozisyonunda yerleştirilmişlerdi.

Ağız ve kulak delikleriyle anüsleri tutkal kıvamında bir maddeyle

doldurulmuştu.

Katil Ustalaşıyor

Her iki cesedin de penisleri defalarca sarılmıştı. Farklı olarak bu kez

cesetlerin pazuları ile uyluk kemiklerinde yanık izleri ve morartı vardı.

Ayrıca yüzlerinde mavi renkli bir boyanın izleri görülüyordu. Ayrıca ikinci

koliden bir banyo havlusu ve yorgan da çıkmıştı.

Adli Tıp Uzmanı Şafak Taktak’a göre, karşılarında bir seri katil olma

ihtimali vardı: “Aynı şekilde öldürülmüş üç kişinin bulunması cinayetin aynı

kişi ya da kişiler tarafından öldürülmesi ihtimalini akla getirdi. Bu durumda

cinayetlerin kişinin psikolojik yapısının dışa vurumu olduğunu düşünür bu

psikopatalojik durumun izlerini ararız. Bu cesetler nerede bulundu, cinayetler

nerede işlendi, öldürdükten sonra ceset üzerinden bir işlem yapılmış mı? Bu

gibi davranışlarının izini sürer, cinayeti işleyenin profiline ulaşırız.”

Cinayet masası ekipleri şaşkındı. Bir hafta arayla önce Fatih’te, sonra da

Gaziosmanpaşa’da birbirine benzer şekilde öldürülmüş üç erkek cesedi

bulunmuştu. Adli Tıp uzmanları da, polis de katilin aynı kişi olduğunu


düşünüyordu. Katilden geriye kalan bir ipucunu bulmak umuduyla kolilerde

parmakizi ve DNA numunesi araması yapıldı. Ama sonuç yine olumsuzdu.

Katil, yine arkasında hiçbir iz bırakmamıştı.

Ne kolilerde, ne ceset üzerinde ne de yorgan ve havluda... İki olasılık

vardı; ya eldiven kullanmıştı ya da —imkânsız olan— bütün delilleri

sonradan yok etmişti. Ama nasıl?

Polis, son iki cesedin kimliğini belirlemek için bir kez daha kayıp

başvurularını gözden geçirdi. Çok geçmeden aranılan bilgiye ulaşıldı. Ömer

Ş.’nin cesedinin bulunduğu gün, Bakırköy’den bir kayıp başvurusu daha

yapılmıştı.

Merkez karakoluna başvuran Mimar Zafer Bekaroğlu’ydu. Karısının abisi

ortadan kaybolmuştu. Verdiği eşkal cesetlerden birinin aynısıydı.

Bekaroğlu’nun polise verdiği ifade ise şöyleydi: “16 Ocak salı günü

kayınbiraderim Ali Rıza İdrisoğlu, saat 12 civarı Banyolar Caddesi’ndeki

evinden bir arkadaşını göreceğini söyleyerek ayrıldı. O saatten sonra

kendisine ulaşamadık. Sürekli cep telefonunu aradığımız halde cevap

vermedi. Ertesi gün öğleden sonra ise cep telefonu kapatılmış ve kendi evine

yönlendirilmişti.”

Maktul Ali Rıza İ., 45 yaşındaydı. Boğaziçi Üniversitesi mezunuydu.

Zengin bir aileye mensuptu. Cesedin kimlik tespitini kız kardeşi yaptı.

Cinayet Masası ekiplerinin kafası iyice karışmıştı. Birbirleriyle bağlantılı

görünen iki olayda cesetlerden biri bir seyyar satıcıya, diğeri ise zengin bir

işadamına aitti.

İkinci kolideki diğer üçüncü cesedin kayıp başvurusu ise işadamının

kaybolmasından bir gün önce, bu kez Bayrampaşa’dan yapılmıştı. Başvuran,

oğlunu arayan Mürvet E.’ydi: “Turgut bir tiyatroda çalışıyordu. İşinden istifa

etmiş. Saat 18:00 civarında Beyoğlu’ndaki işyerinden ayrılmış. Ancak eve


dönmedi. Haber vermeden eve gelmediği hiç olmadığı için başına bir şey

gelmiş olmasından korkuyorum.”

Üçüncü cesedin de kimliği ortaya çıkmıştı.Turgut E., tiyatro ve dizilerde

ışık teknisyeni olarak çalışıyordu. Medya ve sinema dünyasına yakın bir

isimdi.

Polis, Erkan’ı araştırırken ileride önemli bir ipucu olacak birbilgiye ulaştı.

Erkan’ın dört yıl öncesine ait sabıkası vardı; Dikilitaş Polis Merkezi’nce

tutuklanmış ve parmak izleri alınmıştı.

Ortada görünürde birbirleriyle bağlı olmayan üç erkek cesedi vardı: Seyyar

satıcı Ömer Ş., medya sektöründen Turgut E. ve zengin bir işadamı olan Ali

Rıza İ.

Bu üç kurbanın aralarındaki tek bağ, öldürülme şekilleriydi. Ancak Adli

Tıp uzmanları üç cesedin otopsisinde bir ortak nokta yakaladı.

Ömer Ş.’nin kanında yüzde 95, Turgut E.’de yüzde 68 oranında etil alkol

vardı. Ali Rıza İ’de ise yüzde 563 oranında uyuşturucu bir madde vardı.

Bu bulgu önemliydi. Demek ki üçü de ölümlerinden kısa bir süre önce

alkol almışlardı ya da son içkilerini katilleriyle içmişlerdi. Artık uzmanlar

karşılarında bir seri katil olduğundan emindi. Ama cinayetlerinden geriye

hiçbir ipucu bırakmayan katil, kendini nasıl ele verecekti.

Polisin izleyebileceği tek bir ipucu vardı. Ali Rıza İ.’nin kaybolduğu gün

evden çıkmadan önce yaptığı telefon görüşmesi. Saat 10.50’de Fatih’teki bir

evle peş peşe iki kez görüşmüştü. İlk kolinin Fatih’te bulunmasını göz önüne

alan polis, evde yaşayanları araştırmaya başladı. Sonuç ilginçti. Telefon,

hırsızlıktan sabıkalı birine aitti.

Ayrıca, Ali Rıza İ.’nin cep telefonu kapanmadan önce evine

yönlendirilmişti. Katili ele veren de işte bu cep telefonu oldu. Birkaç gün

kapalı tutulan telefon sıkı bir takibe alındı. Görüşmeye ilk açıldığı anda da

gönderdiği sinyaller polise nereye gitmesi gerektiğini gösteriyordu.


23 Ocak 2001 Salı

Atatürk Caddesi/Bursa

Atatürk Caddesi’nde bulunan bir kafe... Cam kenarında oturan sakallı,

minyon tipli ve siyah deri montlu adamın önündeki masa, az önce bitirilmiş

yemeğin artıklarıyla doluydu. Adam, az önce giden arkadaşının yürüdüğü

yöne dalgın dalgın bakıyordu.

İstanbul Cinayet Masası polislerinden iki komiserin kendisine doğru

yaklaştığının farkında değildi. Adamın oturduğu masaya iki adım kala

polislerden biri seslendi: “Orhan Aksoy!”

Orhan Aksoy tutuklandığında üzerinde kurbanlarına ait eşyalar bulundu:

Ömer Ş.’nin cep telefonu, Ali Rıza İ.’nin üniversite amblemini taşıyan

yüzüğü ve Osmanlı tuğrası işlemeli gümüş kolyesi.

Polis, aynı gün Aksoy’u ifadeye aldığında, katilin yalnızca üç kurbanı

olduğunu sanıyordu. Oysa o, cinayet işlemeye çok daha önce başlamıştı:

“İlk Ahmet Yayla’yla tanıştım. Evimin bir odasını ona kiraya verdim.

Muşlu’ydu. Kan davası olduğu için sık sık ev değiştiriyordu. Akşamları

sohbet ederken 3 kişiyi öldürüp cezaevinde yattığını anlatırdı. Cezaevlerini

bildiğim için soru soruyor ama çelişkili cevaplar alıyordum. Bazı konularda

benimle inatlaşıyordu. Bunun bitinin kanlandığına karar verdim. Şener Şen’in

turşucu filmindeki adam gibi ikiyüzlünün biriydi. Bir gün odanın kapısını

kilitlemeyi unutmuştum. Sabah uyandığımda cep telefonum yoktu. Onun

çaldığını anladım. Akşam eve geldiğinde kirayı ödemek için 30 milyon

getirdi. Oysa sabah parası yoktu. Olayı muhakeme ettim ve onu infaz etmeye

karar verdim.”

Aksoy’un ilk kurbanı ev arkadaşıydı. Arkadaşının hırsız olduğundan emin

olan Aksoy, ertesi akşam öldürme planını uygulamaya koydu. Planına göre

Ahmet’e içki içmeyi teklif edecek, çabuk sızması için de içkisine ilaç

karıştıracaktı. Öyle de yaptı.


“Uyuduğuna emin olduktan sonra çekmecede sakladığım çamaşır ipini

aldım. Arkasına dolanıp boğazına sarıldım. Bu sırada uyandı. İpin her iki

ucunu ters istikamete çekerek beş dakika kadar sıktım. Bıraktığımda nefes

almıyordu.”

Yenibosna Radar Mevki

Aksoy’un verdiği ifade doğrultusunda cesedi bıraktığını söylediği

Yenibosna Radar Mevkii’ne gidildi. Anlattıkları doğruydu.

9 Kasım 2000’de bu alanda bir erkek cesedi bulunmuş, çürüme nedeniyle

maktulün kimliği belirlenemediği için kimsesizler mezarlığına gömülmüştü.

Orhan Aksoy’un sorgusu devam ediyordu. Bir yandan da polis İstanbul’da

koli içinde bulunan faili meçhul cesetleri araştırıyordu. Aranan

Kemerburgaz’da bulundu.

Orhan Aksoy’un yakalandığı dönemde Kemerburgaz jandarma mevkiinde

aynı yöntemlerle öldürülmüş, Hakan K.’ya ait bir ceset bulunmuştu.

Son bulunan kurban Hakan K.aslında Orhan Aksoy’un ikinci kurbanıydı

ve arkadaşıydı. Aksoy, ev arkadaşını öldürdükten yirmi gün sonra Hakan’ı

öldürmeye karar vermişti. Cinayet nedeni yine hırsızlıktı.

“Hakan’la içki içtik. Bir süre sonra sızdı. Anemi hastası olduğu için iki

duble içince sızardı. Ağzı açık kalmıştı. Tam zamanıydı. Arkasına dolanıp ipi

boynuna doladım. Beş dakika kadar sıktım. Sonra bıraktım. Bir an canlanır

gibi oldu. O an öldürmekten vazgeçtim. Ama ipi tekrar sıktım. Soyup

eşyalarını çöpe attım. Cesedi iki gün evde sakladım. Sonra da Hasdal’a yol

kenarına attım.”

Aksoy’un söylediği gibi aylar önce Hasdal Çöplüğü’nde bir erkek cesedi

bulunmuş, ama o tarihte katili ele verecek bir ipucu bulunamadığı için tıpkı

Mehmedi Y. gibi faili meçhul olarak kayıtlara geçmişti. Aksoy’un


cinayetlerindeki bütün ipuçları birbirini tamamlıyordu. Şimdi sırada

cinayetlerin işlendiği, Fatih’teki evin araması vardı.

Olay yeri inceleme ekibinin araştırması saatlerce sürdü. İnceleme sonunda

on bir delil bulundu. Yatak odasında her iki kolinin içinden çıkan çarşaf

benzeri kumaş parçaları, sobadan altı adet kemer tokası olduğu anlaşılan

yanmış metal parçaları, içinde sıvı bulunan bir şırınga, kanlı bir sehpa örtüsü,

parmak izleri, sigara izmaritleri ve bir silikon tabancası.

İncelenen ilk deliller, havlu ve metal parçalarıydı. Bunlarda kan izi

bulunamadı. Şırınganın içindeki sıvının kan olmadığı anlaşıldı. Kanlı kumaş

parçaları ise yıkanmıştı. Sigara izmaritlerinin DNA incelemesinde ise,

sigaraların Aksoy tarafından içildiği tespit edildi. Kısacası, Orhan Aksoy

yakalanmamak için bütün ayrıntıları tek tek düşünmüş ve delilleri yok

etmişti.

Katil, beş kurbanını da öldürdükten sonra soymuş, çırılçıplak banyoya

taşıyıp yıkamış ve onları günlerce orada tutmuştu.

Peki ama neden? Altı gün süren sorgusunda Aksoy, bu soruya bir tek yanıt

veriyordu: “Hırsızlık.”

“Üzerlerindeki eşyaları almak için öldürmüş değilim. Bu cinayetleri

işlerken rahatsız olduğumu söyleyemem. Buna doktorlar karar verir. Ama

rahatsız olduğumdan şüphe ediyorum. Allah’a inancım vardır. İşlediğim

cinayetler içinde bir tek Ömer Ş.’yi öldürdüğüme pişman değilim.”

Aksoy’un Ömer Ş.’ye öfkesinin nedeni öldürülmeden bir yıl önce, Ş.’nin

bir gün herkesin içinde Romen asıllı kadınlara küfür etmesiydi. Aksoy da

Romen asıllı bir kadınla evliydi.

Peki Orhan Aksoy bu beş cinayeti neden işlemişti? Ya da şöyle soralım,

hırsızlarla alıp veremediği neydi? Bunun yanıtı için biraz geriye, Aksoy’un

çocukluğuna gitmek gerekiyor.


Aksoy, sekiz çocuklu bir ailenin ortanca çocuğuydu. Babası inşaat işçisiydi

ve on kişilik bir aileyi zar zor geçindiriyordu. Belki de bu nedenle çok

sinirliydi. Her fırsatta çocuklarını ama özellikle de Orhan’ı dövüyordu. Hem

de öyle dövüyordu ki, Orhan’ın toparlanıp tekrar ayağa kalkması günler

alıyordu.

Aksoy’un bütün kurbanlan tıpkı babası gibi iriyarı ve kendisinden çok

daha güçlü kimselerdi.

Aksoy, dayağa ve şiddete dayanamayıp evden kaçtığında 15 yaşındaydı.

Bir süre sonra arkadaşlarıyla birlikte dükkânlardan giysi çalıp satarken

yakalandı ve tutuklandı. Yani hırsızlıktan.

İlk kez tutuklandığında babasının korkusuyla ismini gizleyecek ve bu

nedenle arkadaşları salıverildiği halde o aylarca tutuklu kalacaktı. Hırsızlık ve

dolandırıcılıktan defalarca tutuklandı. Defalarca hapse girip çıktı.

Deprem

İş bulamadığı için Romanya’ya gidene, orada eşini tanıyıp evlenene ve bir

aile kurana kadar bu şekilde yaşamaya devam etti. Aksoy, eşiyle birlikte

hayatında yıllarca sürecek temiz bir sayfa açmıştı. Eşi din değiştirip Mine

adını aldı. İki çocukları oldu. Aksoy da ailesinin geçimini artık çalışarak

sağlıyordu.

Ama olmadı. 17 Ağustos Gölcük depremi Aksoy ailesinin bütün planlarını

altüst etti. Depremden sonra işleri bozuldu. Orhan Aksoy da çareyi eşini ve

çocuklarını Romanya’ya eşinin babasının yanma göndermekte buldu. Amacı

masrafları azaltıp para biriktirmek ve ailesini tekrar İstanbul’a getirmekti.

Ama bu da olmadı. İşleri giderek daha da bozuldu. Ailesinden ayrı ve yalnız

geçirdiği o upuzun 1999 kışı Aksoy için milat oldu.

Mahkeme sürecinde Aksoy, yıllar önce ilk kez hırsızlıktan tutuklandığında,

babasının korkusuyla nasıl kimliğini gizlediyse ve bu nedenle aylarca hapis


yattıysa, aynı korkuyla bu kez seri katil olmakla suçlanırken avukat istemedi.

Kendi ifadesine göre avukat istememesinin tek nedeni şuydu: “Olay

büyümesin ve babam duymasın!”

Aslında Orhan Aksoy gibi kardeşleri de babalarının sistemli fiziksel

şiddetine maruz kalmıştı. Yedi kardeşinden hiçbiri kendi hayatını kurduktan

sonra babalarıyla görüşmedi.

Onu ve babalarını Orhan Aksoy’un ablası Rüveyde Aksoy şu cümlelerle

anlatıyor: “Orhan benim elimde büyüdü. Çok dayak yedi ama hepimiz yedik.

Babam Ahmet Aksoy çok sert bir adamdı. Ama hepimizin psikolojisi farklı

olduğu için Orhan bizden fazla etkilenmiş olabilir. Bize yönelik şiddetin

boyutu çok büyüktü.

Orhan hep çok sakin görünürdü ama babam akşam motoruyla gelirken

sesini duyduğu an yatağın altına saklanırdı. Sekiz kardeşten hiçbirimiz

babamla görüşmedik. Babamın Orhan’ın olayından ve küçükken çok dayak

yediğini anlattığından haberdar olmuş ama pek umurunda olmamış.”

Orhan Aksoy küçükken bazı geceler bağırarak uyanır, babası üstüne

yürüdüğünde feryat etmeye başlarmış, ta ki annesi kucağına alıp onu

sakinleştirene kadar. Şimdi onu yakınlarından dinleyelim:

Karısı Mine Aksoy: “Orhan’ın işleri son dönemde bozulmuştu. Deprem de

olunca maddi güçlüğe düştük. İki çocuğu alıp Romanya’ya ailemin yanına

döndüm. Bir gün Orhan’ın kız kardeşi Romanya’ya telefon etti ve “Hemen

Türkiye’ye gel” dedi. Her şeyi buraya gelince öğrendim. Meğer Orhan iki

aydır cezaevindeymiş. Orhan çok iyi bir insandı. Hiç yakıştıramıyorum ve

bunları yaptığına inanmıyorum. Çabuk öfkelenmezdi. Biraz sinirliliği vardı

son dönemlerde. Küçükken de ateşi falan olurmuş, rahatsızlanırmış.

Çocukluğunun çok kötü geçtiğini anlatmıştı bana. Çok zor bir yaşamı olmuş.

Babasıyla görüşmediği için ben de kayınpederimle hiç tanışmadım.”


Ablası Perihan Balgalmış: “Orhan iyi bir aile babasıdır. Ama içine kapanık

ve sessizdir. Onun o cinayetleri işlediğine inanmıyorum. Çok zayıf yapılıdır.

Onunla hiç unutamadığım bir günümüz var. Bursa’da evimizin arkasındaki

inşaatta kovalamaca oynarken Orhan kafasının üstüne düştü. Yüzü gözü

morardı. Babam neden kardeşinize bakmıyorsunuz diye hepimizi dayaktan

geçirdi. Çocukken Orhan, bazı geceler bağıra bağıra uyanır “Üstüme

gelmeyin” diye bağırırdı. Babam dışarda birine kızsa gelir evde hepimizi

döverdi. Aramızda kavga ettiğimizde niye anlaşamıyorsunuz diye yine sopa

yerdik. Hem de kazma sapıyla, vücudumuz morarana kadar vururdu. O evde

değilken evin önüne çıkar, motorunun sesini duyar duymaz, görürse döver

korkusuyla eve kaçardık. Baba korkusu bir tek Orhan’da değil hepimizde var.

Babama bir kere bile sarıldığımı, öptüğümü ya da onun beni sevdiğini

bilmem.”

Orhan Aksoy, İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. İlk

duruşmada kabul ettiği cinayetleri sonra duruşmalar boyunca reddetti. Katil

olduğunu ispatlayacak hiçbir delil olmadığını defalarca yineledi. Ama 2001

yılında beş ayrı cinayetten beş kez müebbet hapse mahkûm oldu.

Mahkeme heyetine yaptığı savunmada şunları söyledi: “TV ekranlarından

zevk, heyecan ve severek izlediğimiz spesial filmler olan Deli Yürek,

Memoli, Tehlike Çemberi, Macera Peşinde, Görevimiz Tehlike, Bir Zamanlar

Amerika ve Polis Akademisi vb. gibi yerli ve yabancı dizi filmlerin sihirli

büyüsü ve gizemli etkisi altında kendimi ezik ve eksik hissediyordum.

Dolaylı bir şekilde adımın karıştığı bu olaylar davasında baskılar beni

yıldırmıştı. Medyanın da ilgisini görerek medyanın sihirli medyatik akımına

kapıldım. Bana bir fırsat çıkmış olabileceğini düşündüm. Şu an vicdan azabı

çekiyorum. Lütfen beni bağışlamanızı diliyorum. Ben ölüden korkarım. Zayıf

ve rahatsızım. Bu ağır kolileri bir başka yerlere nakil edemem. Polisin

şahsıma uygun gördüğü cinayetler benim vasfıma uygun değildir.”


Bunlar onun son sözleriydi, ancak dosya bununla kapanmayacaktı.

“Kolicinin Babası Kurbanları Gibi Öldürüldü”

15 Ekim 2002

Bursa/Ovaakça

Bursa, Demirtaş Jandarma Karakolu’na saat 13.30 sularında ulaşan ihbar,

yaşlı bir adamın öldürüldüğünü söylüyordu.

Cinayet iki katlı müstakil bir evde işlenmişti. Yaşlı adamın cesedi salonun

ortasındaydı.

Başı, havluyla ve koli bantlarıyla sarılarak tamamen kapatılmıştı. Cesedin

elleri önden birbirine bağlanmıştı. Ortada kendi halinde bir mahalle, sıradan

bir ev ama sıradan olmayan bir maktûl vardı: Kolici adıyla bilinen seri katil

Orhan Aksoy’un babası Ahmet Aksoy. Önce cesedin ellerinin bağlandığı koli

bandı çıkarıldı. Bant şeffaftı. Ve ilginç bir ayrıntı vardı. Koli bandı buruşuk

değildi.

Olay yeri inceleme ekibine göre bunun anlamı şu: Eğer kurban elleri

bantlanırken hayatta olsaydı mutlaka direnecek ve sonuçta da bant kırışacaktı.

Oysa cesedin ellerinden alınan bant dümdüzdü. Yani maktul baygın ya da

ölüyken elleri sarılmıştı.

Bant, bir havlunun üstünde defalarca dolandırılmıştı. Ama burada da

durum aynıydı. Bantta en ufak bir kırışma ya da kurbanın boğuştuğunu

gösteren bir deformasyon yoktu. Ceset paket sarar gibi sarılmıştı.

Olay yerinde incelemeye değer sadece iki ipucu vardı. Cesedin dört metre

yakınında bulunan bir telefon faturası zarfı ve masa üzerinde duran bir

bardak.

Ekibin en önemli tespiti, katil ya da katillerin eve zorla girmediğini

belirlemek oldu.

Kapıda ya da pervazda herhangi bir zorlama yoktu.


Ahmet Aksoy, kendi işinde gücünde, düşmanı olmayan, kimseyle arasında

bir husumet bulunmayan yaşlı bir adamdı.

Bir yıldır kardeşi Hasan Aksoy’la birlikte yaşıyordu. İşleri Ovaakça’ya

yakın bir belde olan Kurşunlu’daydı. Her sabah işe birlikte gidiyorlardı. Ama

olay günü iş çıkışı Hasan Aksoy, bir akrabasını ziyarete gitmiş ve gece eve

dönmemişti. Sabah geldiğindeyse evde ağabeyinin cesedini bulmuştu. Ahmet

Aksoy, öldürülmeden birkaç gün önce kardeşine evi genç bir çifte kiraya

verdiğini, bir miktar da para aldığını söylemişti.

Jandarma ekibi hemen kim olduğu bilinmeyen kiracıların oturduğu daireye

indi. Evin kapısı açıktı. Terk edilmiş gibiydi. Odalarda rasgele konmuş bir iki

eşya dışında hiçbir şey yoktu.

Mutfakta tepsi üzerinde yarım bırakılmış yemekler ve kahve içilmiş iki

fincan duruyordu. Ama mutfak dolapları boştu.

Oturma odasına geçildi. Birkaç özel eşya, bir çanta, sehpa ve bir

kanepeden başka bir şey yoktu. Sehpanın üstündeki kül tablasının içinde iki

sigara söndürülmüştü.

Kiracılar evde yoktu. Daha doğrusu sanki hiç burada yaşamamışlardı.

Mahalle sakinleri arasında onları gören olmuştu ama ne isimlerini bilen vardı

ne de kim olduklarını. Ekip kiracılardan bir iz bulabilmek için evin her

köşesini tek tek taradı. Her yüzeyden parmak izi alındı ama evin hiçbir

yerinde incelemeye elverişli en ufak bir parmak izi bulunamadı. Sanki hepsi

titizlikle silinmişti.

Ekip olay yeri incelemesini bitirmiş gitmek üzereydi ki, olayın çözümünde

kilit rol oynayacak ipucu bulundu. Salonda bulunan çantanın gizli bir

bölmesinde küçük bir not. Not “Cino” lakaplı birine ithafen cezaevinden

yazılmıştı. Fakat herhangi bir isim yoktu.

Hasan Aksoy ayrıca ağabeyinin bir miktar parasının ve cep telefonunun da

kayıp olduğunu söylüyordu. Soruşturmanın bundan sonrası iki ayrı koldan


yürüyecekti: Jandarma Kriminal Laboratuvarı’nda ve kimliği belirsiz

kiracıların peşinde.

Ahmet Aksoy’un evindeki çöp bidonundan ele geçirilen koli bandı

parçacıkları, cep telefonu faturasının zarfı ve cesedin başından çıkarılan havlu

kriminal laboratuvarında tek tek incelendi. Ancak hiçbirinde mukayeseye

elverişli bir parmak izi ya da bir başka delil bulunamadı.

Uzmanların elinde tek bir umut kalmıştı: Koli bandı. Yani katilin mutlaka

dokunduğu kesin olan tek ipucu. Ancak koli bandından parmak izi almak

oldukça zordu. Bu nedenle önce ambalaj bantları havludan yıpratmadan

çıkarıldı. Bantlar bir gün süren kimyasal bir işleme tabi tutulduktan sonra ışık

altında incelendi. Sonuç olumluydu. Elde edilen izlerden biri parmak izi

mukayesesine uygundu. Katilin kimliğini ele verecek ilk delil bulunmuştu.

Esrarengiz kiracılar yakalanıyor

Kolide bulunan parmak izi 1997’de alınmış bir izle eşleşiyordu. Sabıkası

kabarık olan birine aitti. Gasp, yaralama, adam kaçırma ve hırsızlık

suçlarından defalarca hapse girip çıkmış biriydi. Haftalar süren takip sonunda

jandarma ekibi esrarengiz kiracılara ulaştı. Balıkesir’deydiler. Ama sürekli

yer değiştiriyorlardı.

Ekip aradığı adamın kim olduğunu artık biliyordu bilmesine ama bu adam

nasıl yakalanacaktı? Sürekli yer değiştirmesine rağmen Malatya’da bir evle

sık sık görüşüyordu. Görüştüğü evde yaşayan kişi ise Ahmet Aksoy’un

kiracılarından biriydi. İlk olarak kadın kiracı yakalandı. Uzun bir inkâr

sürecinden sonra kadının anlattıkları ürperti vericiydi.

Ayşe Sözen: “Hasan Aksoy’un evini birkaç gün önce kiraladık. Birkaç

eşyamızı getirdik. Karısından ayrı yalnız yaşıyordu. İki katlı evi ve parası

vardı. Olay gecesi bizi yemeğe davet etti. Amacımız kahvesine uyku ilacı

koyup uyutmak ve soymaktı. Bizi mahallede tanıyan ve gören henüz


olmamıştı. Olayı eşim gerçekleştirdi. Eşim aynı mahallede oturan iki

arkadaşını da ev taşıyacağız diyerek çağırdı ve bağlamaları için yardım

istedi.”

Zanlının anlattıkları çelişkiliydi. Yeni bir eve taşınmışlar, ertesi gün ev

sahiplerini soymaya karar vermişlerdi. Soruşturmayı yürüten ekibe Sözen’in

anlattıkları inandırıcı gelmiyordu. İfadesi üzerine bahsettiği arkadaşları da

sorguya alındı. İkisinin de ifadesi zanlı kadının anlattıklarından farklı şeyler

söylüyordu.

Ahmet Pak: “Cemal bizi aradı. Taşınıyoruz, eşya taşıyacağız dedi. Oraya

gidip olanı görünce de tehdit ederek yardım etmemizi istedi. Biz gittiğimizde

adam baygındı. Bağlı şekilde bırakıp gidecektik. Aşağı indikten sonra karısı,

benim çalıştığım yeri biliyor, kendine gelince peşimize düşer dedi. Bunun

üzerine Cemal tekrar yukarı çıkıp adamı boğdu.”

Hasan Aksoy cinayetine yardım etmekle suçlanan dört zanlıdan üçü

tutuklandı. Katil zanlısı Cemal Sözen ise Bursa’da yakalandı. Sözen,

güvenlik güçlerine verdiği ilk ifadede suçu kabul ediyor ancak cinayet

nedenini sarkıntılık olarak gösteriyordu.

Cemal Sözen: “Cinayeti soygun amacıyla işlemedim. Eve birkaç gün önce

taşınmış olmamıza rağmen eşime sarkıntılık etmeye başlamıştı. Bu meseleyi

kafama takmıştım. Olay günü birlikte yemek yedik. Kahvenin içine daha

önce hap koymuştuk. İçince kendinden geçti. Daha önceden tanıdığım iki

arkadaşımı çağırdım. Onlar da ellerini ve ayaklarını sarmama yardım ettiler.

Ellerini ayaklarını bağladık. Eşyaları ve biraz para aldık. Ayrılmak üzereyken

Ayşe, “Bu benim işyerimi biliyor,” dedi. Geri döndüm.”

Cemal Sözen, Orhan Aksoy’un cinayet şeklini neden taklit ettiğini ise asla

yanıtlamadı. Sözen, Orhan Aksoy’u tanımadığını, maktulün kendisine

anlattığını söyledi. Hatta Abdullah Aksoy, oğlu hakkında bir kitap yazıldığını

anlatmıştı. (Kolici-Sevinç Yavuz / 2001-Metis Yayınları)


Ahmet Aksoy cinayetinde hâlâ bazı karanlık noktalar var. İlki, kiracı çiftin

eve sadece iki gün önce taşınmış ve evi telefonla tutmuş olması. Cinayet

işlemeye hangi zaman diliminde karar vermişlerdi? İkincisi, birkaç parçadan

oluşan evdeki eşyalar. Bunlar da göstermelik bir taşınma yapıldığı hissi

veriyordu.

Ayrıca sanık ifadesinde Orhan Aksoy’un seri katil olduğunu Hasan

Aksoy’dan öğrendiğini söylüyordu. Maktul, yalnızca iki gündür tanıdığı

birine oğlunu cinayet işleme şekline kadar ayrıntılı olarak anlatır mıydı? Kim

bilir?

Hapisteki “Cino” lakaplı kişinin kim olduğu asla tespit edilemedi.

Aksoy’un Mektubu

Orhan Aksoy cezaevinde bulunduğu süre içinde kendisi hakkında karar

verecek olanlara tam on dört mektup yazdı. Bunlardan ilki tutuklama kararını

veren İstanbul Fatih 2.Sulh Ceza Mahkemesi hakimine, İkincisi İstanbul

Cumhuriyet Başsavcılığına, son ikisi ise, kendisi hakkında karar verecek olan

İstanbul 5.Ağır Ceza Mahkemesi hakimineydi. Aksoy’un son mektubu 24

Nisan 2001 Salı gününün tarihini taşıyor. Aksoy’un ilginç mektubu:

T.C. Kartal Özel Tıp Cezaevi Müdürlüğü Kanalı ile İst.

5: Ağır Ceza Mahkemesi’ne arz ve talebimdir

Adı: Orhan

Soyadı: Aksoy

Doğ.Yeri ve Tar.: 16/09/1971

Med.Hali: Evli ve iki çocuklu

Suç iddiası: Birden ziyade adam öldürmek!?

Tev. Tarihi: 29/01/2001

KONU: Kendini ihbar, suç duyurusu, samimi itirafımdır.

Özet: Dolaylı olarak adamın karışmış olduğu seri cinayetler davasına şaibe katarak adaleti

yanıltmaya çalıştığıma dair adli delil sayılabilcek suç duyurusudur. Özür dileyerek, affınıza

sığınmak ve tahliye talebimden yararlanabilmek amacındayım.


DOLAYLI DAVA KONUSU: Yaklaşık iki seneyi aşkın bir süredir Beyazıt meydanı çınar

altında ikinci el GSM cihazı alım satım ile işportacılık yapmak için tezgah açmaktayım.

Her gün yaklaşık 15-20 GSM cihazı devir daim olurdu ve olduğu günlerden bir gün

merhumlardan birisine ait olan markasını hatırlayamadığım GSM cihazı ve altın kaplamalı

gümüş yüzüğü orta yaşlı, gözlüğü olan bir şahıstan ticari amaçlı param ile aldım. Bilhare

GSM cihazını ticari amaçlı para ile sattım. Sattığım dükkancı esnef işinin resmi ciddiyet

anlayışı gereği benim hüviyet cüzdanımın kimlik fotokopisini ve şahsımın adına kayıtlı olan

0535 747 7 7 22 GSM hat numaram ile aramızda anlaşmaya vardığımız bedeli TL olarak

fotokopi müsvettesine beraberce not edip gereği icabınca imzaladım. Altın kaplamalı gümüş

yüzüğü hobim gereği kendim kullanacaktım. Benim bu davada dolaylı olarak ismimin

geçmesine iten husus budur... Ve sonrası?

Ailem ile beraber Bursa’ya akraba ziyaretiğine gittiğimizin üçüncü günü bir arkadaşım beni

arayarak Bursa Heykel Ulucami karşısındaki McDonald’s fast food cafe saat 12’de öğlen

yemeğinde bir husus konusunda fikrime danışmak istediğini ima etti.

Ben müsait olduğumu belirttim ve ticari taksi ile hareket ettim. Randevu yerine geldiğimide

İstanbul asayiş şubesi cinayet büro dedektiflerinin daha önceden planlamış oldukları ani şok

baskın nokta operasyonu ile karşılaşarak gözlem altına alındım. 5 sivil ekip aracı 20 dedektif

polisi karşımda görünce ve pata küte araçlara binilerek araçlara binilerek İstanbul’a doğru

yola çıkıldım. Adına daha sonra öğrendiğim Demircan adlı polis memuru Orhan Aksoy 5

kişiyi öldürmek suçundan gözaltına alınmış bulunuyorsun dedi. Bir yanlışlık söz konusu

olmuş yanlış kişiyi yakalamışlardı. İstanbul asayiş şubesi cinayet büro amirliğine getirilerek

ilk etapta üst arama ve tutanağı yapılarak kimlik tesbitim ardından nezarethaneye kapattılar.

Ertesi sabah özel hayatım taa çocukluğumdan o günümüze ayrıntı ve detaylarına kadar

anlatmamı istediler. Bende gerek icabı anlattım. Onlarda not ederek bilahare bilgisyara

kaydettiler. Daha ertesi gün Fatih’teki evime oradan da düzmece iki yere götürüldüm.

Anladığım kadar birtakım kişi ya da kişiler birtakım kişileri öldürüp koli paketi yaparak

şehrin birtakım yerlerine bırakmış. Bırakıldığı adresleri ile kim oldukları ve ne şekil,

sebeblerini İstanbul Adli Tıp Kurumu’nca tespit edilerek bildirilmiş cinayet büro bu

cinayetlerin benzer farklılıklar gerekçe ve bahanesi ile üzerime beş tanesini yıkabilmek için

psikolojik baskı, küfüri hakaret, şeffaf işkence çıplak şekilde tazyikli su banyosu, erkeklik

uzvuma manyeto akımı ve ekler yapıp dava olayları ile bir dosya yapmaya çalışmış oldukları

tüm evrakları baskılar sonucu ve kendimce bu davaya medyanın da ilgisinden dolayı şaibe

kattım ve tüm bana sunulan evrakları imzaladım. Olaylar çevremde cereyan etmiş olabilir.

Ama failleri daha yakalanmamıştır. Ben buradan durumu açıklayarak şuç duyurusunda

bulunuyorum.

ŞAİBELİ DAVA KONUSU: Tv ekranlarından zevk, heyecen ve severek izlediğimiz spesial

filmler olan Deli Yürek, Memoli, Tehlike Çemberi, Macera Peşinde, Görevimiz Tehlike, Bir

Zamanlar Amerika ve Polis Akademisi vb gibi yerli ve yabancı dizi filmlerin sihirli büyüsü ve

gizemli etkisi altında kendimi ezik ve eksik hissediyorum. Daha önceleri gazetelerin ilan


sayfalarında film ve sinemalarda figüran rolü oynayabilcek her yaştan kendine güvenen

adaylar aranmaktadır. Kontenjanımız doludur acele ediniz türündeki ilanlara gerek telefon

gerek bizzat başvurdum ama bir cevap alamadım. Dolaylı bir şekilde adımın karıştığı bu

olaylar davasında baskılar beni yıldırmıştı. Medyanında ilgisini görerek medyanın sihirli

medyatik akımına kapıldım. Bana bir fırsat çıkmış olabileceğini düşündüm. Ne de olsa

sabreden derviş muradına ermiş. Kendimce bundan bir pay, hevesimi alabilmek arzusu

duydum.

Konunun boyunu bilmediğim için boyutlarını da hesaplayamadım. Bir heves ve sonuçların

buralara geleceğini sanmazdım. Bu heves buruk bir acıya dönüştü. Şu an vicdan azabı

çekiyorum. Lütfen beni bağışlamanızı diliyorum. Affınıza sığınıyorum. Ayrıca kutal adalet,

kamuoyu, kurum, kuruluşlar benden özür bekliyorlar. Ben burada kişisel saygım icabı herkes

ve her şeyden özür diliyorum. Herkese metanet ve esenlikler diliyorum. Yanlışlığa yol açtım

beni azad ediniz. Fatih 2.Sulh Ceza Mahkemesi’nde dediğim yapmış da olabilirim yapmamış

da olabilirim hatırlamıyordaki korkumun sırrı bu.

Ben ölüden korkarım. Zayıf ve rahatsızım.Bu ağır kolileri başka yerlere nakil edemem.

Güçsüzüm. Polisin şahsıma uygun gördüğü cinayetler benim vasfıma uygun değildir.

Karakolda özel hayatımın dışında bu dava ile ilgili ifade vermedim(...)

Dolaylı yoldan adımın karışmış olduğu seri cinayetler sorgulamasında polis karakolunda,

atmış olduğum imzaları geçersiz kılıyor, kabul etmiyorum. Takdiri yüce adalet ve siz sayın

mahkeme heyetine bırakıyorum. 14/05/2001/P.tesi/ gün tarihli mahkememde dava dosyasının

bir an önce taktik edilerek bağlayıcı unsurlarımız yok ise davaya dışarıdan katılmak

istiyorum. Tevkifimin kaldırılmasını arz ve talep ederim.

K.Ö.T.C.E.M.5

TUTUKLU

ORHAN AKSOY


“Onun içeceklerime okunmuş ilaçlar atarak cinlerini üzerime saldığını

öğrendim. Cinlerinden kurtulmak için onu da öldürdüm.”

UFUK SALİH HANTAL


YERLİ SLEEPERS

Ufuk Salih Hantal, 1974’te İstanbul’da doğdu. Bekâr. Üniversiteyi kazanamadı, ilk cinayetini

1998’de Nakşibendi Tarikatı’nın önde gelen isimlerinden Ali Hızır M.’yi öldürerek

gerçekleştirdi. Bir yıl arayla İmam Hatip Lisesi’nden iki arkadaşını daha öldürdü.

Yakalanmasaydı, iki arkadaşı ve bir öğretmenini daha öldüreceğini söyledi. Akıl sağlığı

yerinde bulunmadığı için salıverildi. Dışarıda.

17 Mayıs 1998

İstanbul/Fatih

Yeşil cübbeli, sarı sakallı bir adam Fatih’teki Çukurbostan Camii’ne

girdiğinde kimsenin dikkatini çekmedi. İsmailağa cemaatinin “peygamber

sünneti” saydığı bu giysilerle dolaşanlara sık rastlanıyordu camiide.

Adam içeri girdiğinde namaz kılınmış, sohbet ediliyordu. Cübbesinin içine

sakladığı tabancayı çıkardı. Altı el ateş etti. Cemaatiyle birlikte fıkıh sohbeti

yapan Hızır Ali M. olay yerinde öldü. Saldırgan, camiye girerken çıkardığı

ayakkabıları bile almadan koşarak uzaklaştı.

Camide bulunanlar neye uğradığını şaşırmıştı.

İmam Hızır Ali M., İsmailağa cemaatinin lideri “Mahmut Hoca” olarak

bilinen Şeyh Mahmut Ustaosmanoğlu’nun damadıydı. Kayınpederi öldükten

sonra onun yerine geçeceğine de kesin gözüyle bakılıyordu. Yani öldürülen,

aslında Şeyh’in veliahtıydı!

Basın da cemaat mensupları da aylarca bu cinayeti konuştu. Asıl hedef,

“Mahmut Hoca”ydı diyenler bile oldu.


Ancak ortada ne bir ipucu ne de şüpheli vardı. Polisin elinde görgü

tanıklarının ifadeleri ve boş kovanlar dışında bir tek delil yoktu.

Üstelik polis uzun süre bu delillerin dışında yeni bir ipucuna da ulaşamadı.

Soruşturma belirsizliğe sürüklendi.

Şubat 2001

Ahmet K., minibüs şoförlüğü yapıyordu. Soğuk bir kış günü silahla

öldürülmüş olarak bulundu. Polis cinayeti araştırırken Ahmet K.’nın

İsmailağa cemaatine mensup olduğu bilgisine ulaştı.

Ahmet K.’nın önemli bir özelliği daha vardı. K. 1998’de camide vurularak

öldürülen Hızır Ali M.’ye yakın bir isimdi.

Ve olayda kullanılan silah aynıydı. Bu ilginç detaylar polisin karşısına faili

meçhul kalmış bir cinayet dosyasını daha çıkardı. Otoparkçılık yapan Ömer

T. de aynı silahtan çıkan kurşunlarla öldürülmüştü ve Ahmet K. gibi Hızır Ali

M.’nin öğrencisiydi.

Hızır Ali M. cinayetinden üç yıl sonra polis ilginç bilgilere ulaşmıştı. Ve

ipuçları cemaat içinden birini gösteriyordu. Bu amaçla cemaat yakın takibe

alındı. Gelip gidenler, mensuplar, sabıkalılar, tamamı gözden geçirildi. Biri

kuşkulu davranışlarıyla dikkat çekiyordu: Ufuk Salih Hantal.

Ahmet K. cinayetinin işlendiği yerde yıllar önce katile ait olduğu

düşünülen bir anahtar bulunmuştu. Hantal’ın evine baskın düzenlendiğinde

polisin yanında bu anahtar da vardı. Ve anahtar Hantal’ın evinin dış kapısına

birebir uyuyordu. Hantal, polis merkezindeki ilk ifadesinde üç cinayeti de

işlediğini kabul ediyordu.

“Hızır Hoca’nın müridi değilim. Yanına dini bilgi almak için gidiyordum.

Cinlerinden kurtulmak için ben öldürdüm.”

Ufuk Salih Hantal, Ömer T.’yi öldürme gerekçesini de “cinler” e

bağlıyordu:


“Ömer T.’nin, içeceklerime okunmuş ilaçlar atarak cinlerini üzerime

saldığını öğrendim. Cinlerinden kurtulmak için onu da öldürdüm.”

Hantal, cemaat üyesi olan arkadaşı Ahmet K.’yı ise cinsel taciz yüzünden

öldürmüştü.

“Ahmet K. arkadaşımdı. 15 yıl önce okulda şehvetli bir şekilde bacağımı

sıkmıştı. Bunun intikamını almak için onu da silahla yaraladım. Sonra

hastanede öldü.”

Ufuk Salih Hantal, üç cinayetin faili olarak idam istemiyle İstanbul 1. Ağır

Ceza Mahkemesi’nde yargılandı, ancak ceza almadı. Çünkü Adli Tıp

Kurumu’na göre, Hantal’ın akıl sağlığı yerinde değildi.

Zaten yakalandığında bir psikolog tarafından tedavi ediliyor ve ilaç

kullanıyordu.

Tatbikat sırasında “Yakalanmasaydım, ölüm listemde 2 okul arkadaşım ve

bir de öğretmenim vardı,” dedi.

Hantal’ın okul diye bahsettiği yer, Fatih Draman’daki İmam Hatip

Lisesi’ydi. Ufuk Salih Hantal, buradan mezun olduktan sonra üniversite

sınavını kazanamamış ve bunalıma girmişti;

“Hızır Hoca’dan feyz almaya gidiyordum ama cinlerini hep üzerime

gönderiyordu. Bu cinlerin yüzünden kendimi kaybedip arkadaşlarıma kötü

davranıyordum. Hızır Hoca’yı bu cinlerden kurtulmak için öldürdüm.”

Hantal’ın Mahkeme İfadesi

“Atılı suç doğrudur. Ben nakşibendi tarikatına mensubum ve İsmailağa

dergahındanım. Mahmut Ustaosmanloğlu’nunda müridiyim Hızır Ali

Muratoğlu’da aynı tarikattandır, Hızır Ali Muratoğlu’nu öldürmem için bazı

sebepler var.

Bunlardan bir tanesi bana cinleri musallat etmişti, ben onunla sağlında

benimle irtibatını kes diye söylemiştim, cinlerin bana musallat olmasının


birtakım maddi ve menevi tezaülleri vardır, bunalımda idim kendsi ile

konuştuktan sonrada bu durumlar kesilmedi, rüyamda da Mahmut Hocayı

gördüm daha doğrusu kendisini görmedim sesini duydum. Hızır hoca için

tekrar tekrar vuruldu diye bir ibare kullanıyordu ben bunu Hızır hocayı

öldürmem gerektiği yönünde bir işaret olarak anladım.

Hızır hoca ile aramızda daha önceden herhangi bir husumet yoktu kendisi

ile fazla samimiyetimde yoktur, kendisinden 1995-1996-1997 yıllarında

kendisinden ders almıştım başka bir husumetimiz yoktur ancak bana bir

nazarı dokunmuştur bu nazarı sonucunda sol beynimin yarısı yamuldu, sol

gözümde bir arıza meydana dedi. Bu arıza Hızır Ali Hoca’nın nazarı ile

meydana geldi ben bunu anlamıştım Mahmut Hoca’nın rüyamda iki sefer

izah ettiğim gibi iki sefer işaretini alınca onu öldürmeye karar verdim.

1977 yılı sonlarında mahallemizde oturan Ferit isminde Ferit Demiral

isimli Keçeci sokakta oturan bir şahısdan para ile satın aldığım tabancayı

evde saklıyordum dedi.

Olay günü Hızır Ali, Ali Muratoğlu’nu öldürmek için İsmail Ağa Camiine

gittim, Mahmut Hoca’nın vazı vardı maktül’de bu vaazı dinledi Mahmut

Hoca’nın vaazı bittikten sonra cemaitin büyük bir kısmı dağıldı Mahmut

Hoca’da ayrıldı maktül Hızır Ali Muratoğlu kendi öğrencilerinden oluşan 15

kişilik bir gruba caminin bir kenarında yarım saat kadar ders verdi onun

derside bittikten sonra öğrencileri çıkıyordu.

Kendiside ayakaltı kendisinden caminin iç kısmına geçeceği sırada birkaç

metre mesafeden tabancayla 6 el ateş etmek suretiyle Hızır Ali Muratoğlu’nu

öldürdüm, maktül yere düştü bende tabancamla birlikte camiden çıkıp gittim.

Uzaklaştım evime gittim yakalandığım zamana kadar da evimde kaldım bu

olaydan 3 sene kadar sonra yakalandım bu 3 yıl zarfında da hep evimde

idim.”


“Ses getirecek bir cinayet işlemek istiyordum. Özellikle İmrahor Köyü’ne

yakın bölgelerde gezdim. Çünkü orası, sürekli aşırı alkol kullananların ve

ahlaka aykırı davranışlarda bulunan kişilerin geldiği bir yerdi.”

UĞUR VAROL


HANNİBAL

Uğur Varol, 1978’de doğdu. Tiner bağımlısı. 2002 yılında İstanbul’da üç kadına saldırdı.

Birini ısırarak öldürdü. İkincisini ağır yaraladı. Üçüncüsünün ise, yüzünü yine ısırarak

parçaladı. 2003’te İstanbul Bakırköy’de yakalandı. Cezaevinde.

20 Aralık 2002

İstanbul/Zeytinburnu

Sabah ezanı okunmak üzereydi. 75 yaşındaki Rabia Nazari, her sabah

yaptığı gibi birkaç sokak ötedeki aşevinden günlük yemeklerini almış, eve

dönüyordu. İyiden iyiye bastıran kışın soğuğu içine işlemişti.

Yaşlı bacakları, ne kadar zorlarsa zorlasın hızlı adım atmasına engel

oluyordu. Oğlu ve gelini uyanmadan önce kahvaltıyı hazır etmeyi kendine iş

edinmişti.

Aslında bu sokaklara yabancıydı. Bir yıl önce oğlu ve geliniyle birlikte

Afganistan’dan kaçıp Türkiye’ye sığınmıştı. Özbek asıllıydı ve hayatının son

yıllarını aynı dili konuşamadığı insanların arasında geçirmek zorundaydı.

Elindeki sefertasından güç almaya çalışarak evinin bulunduğu sokağın

köşesinden döndü. Sokak hâlâ karanlıktı. Birkaç adım sonra evinin kapısına

ulaştı. Kilidi bozuk kapıyı iterek açtı. Girişteki otomatiğe uzandı.

Işığın yanmasıyla yüzüstü yere düşmesi bir oldu. Sırtında korkunç bir acı

hissetti. Çok güçlü bir şey tarafından itilmişti. Dehşetle doğrulmaya

çalışırken bedeninin üstüne çöken ağırlıkla yeniden yere kapaklandı.


Göremediği bir beden, var gücüyle üstüne abanmıştı. Korkudan bağırmak

aklına bile gelmiyordu. Onu ancak kendisini sırtüstü çevirdiğinde görebildi.

Gençti. Siyah, uzun saçları vardı. Nefesi bilmediği bir şekilde kokuyordu.

Artık bağırmak istiyordu; ama bu kez de adamın ağırlığından nefes

alamıyordu. Adam, dizleri üstünde doğrulmak için kalktığında soluğuyla

birlikte ağzından ilk feryat da çıkıverdi: İmdat! Yaşlı sesinden

beklenmeyecek bir güçle ve aralıksız çığlık atıyordu. Bilincini kaybetmeden

önce son gördüğü, adamın yüzünü yüzüne yaklaştırıp ağzını kocaman açması

oldu.

Birkaç saat sonra

Polis ekibi, olay yerine geldiğinde yaşlı kadın İstanbul Üniversitesi Tıp

Fakültesi Hastanesi Acil Cerrahi Servisi’nde tedavi altına alınmıştı. İmdat

çığlıklarına oğlu ve komşuları uyanmış, kimliği belirsiz saldırgan ise yaşlı

kadını ağır yaraladıktan sonra kaçmıştı.

Nazari’nin yüzünde ve vücudunda onlarca derin ısırık izi vardı. Saldırgan,

yaşlı kadının etini sanki parçalamak ister gibi ısırmış hatta birkaç bölgede

bunu başarmıştı. Kadının vücudundaki yaralardan bazıları ise, delici bir aletle

yapılmıştı.

Yaşlı kadın hastanede, tercüman aracılığıyla verdiği ifadede saldırganı

tanımadığını söyledi. Daha önce gördüğü ya da tanıdığı biri değildi. Üstelik

olay yerinde de saldırganın kimliğini ele verecek bir ipucu bulunamadı.

Saldırgan tecavüze yeltenmemişti. Polisin yürüttüğü soruşturma birkaç gün

içinde tıkandı ve saldırı faili meçhul dosyalar arasındaki yerini aldı.

Dosyadaki tek ipucu kurbanın yüzündeki derin diş izleriydi.

Bir buçuk ay sonra


Issız, karanlık sokakta sessizce ilerledi. Evin kapısına ulaştığında bir kez

daha arkasına baktı. Kimse yoktu. Omzuyla hafifçe kapıya yüklendi.

Umduğundan kolay açılmıştı. Yaşlı kadının hırıltılı nefesini duydu. Bir süre

dinledi. Gözleri karanlığa alıştığı için yaşlı kadını artık görebiliyordu.

Kurbanına doğru yürüdü. Ağzının içindeki acıyla dişlerini sıktığını fark etti.

Yaşlı kadın hâlâ uyuyordu. Yüzüne yaklaştı. İlk kurbanında yarım kalanı

tamamlamaya kararlıydı.

İstanbul/Zeytinburnu

Olay Yeri İnceleme ekibi, cinayet mahalline ulaştığında, gecekonduda

çıkan yangın bir saat önce söndürülmüştü. İtfaiyeye haberi 80 yaşındaki

Fatma Ş.’nin komşuları vermişti. İtfaiye ekibi, yanan eve girdiğinde

beklemediği bir manzarayla karşılaşmıştı. Fatma Ş., yatağında cansız

yatıyordu. Ama ölüm nedeni yangın ya da gaz zehirlenmesi değildi. Yaşlı

kadın, öldüresiye ısırılarak ve delici bir alet saplanarak öldürülmüştü.

Olay Yeri İnceleme ekibi araştırmaya evden başladı. Manzara korkunçtu.

Cinayet mahalli tek katlı, tek odalı bir gecekonduydu. Bina metruk

sayılabilecek kadar eskiydi. Kapı kilidi bozuktu. İçeride, girişe göre solda

kalan bir gardırop ve gardırobun üzerinde poşetlenmiş gıdalar vardı.

Karşı duvar önünde yatakyorgan ve giysiler duruyordu. Odanın ortasında

bir sandalye devrilmişti. Dış kapının sağında ise, ısınmak için kullanılan bir

teneke vardı. Her yer dağılmış ve yanmış bez parçalarıyla doluydu.

Sıra cesede gelmişti. Yaşlı kadın, sağda duvara dayalı yatak üzerinde

sırtüstü yatıyordu. Sağ eli yüzüne kapalıydı ve elbiseleri boynuna kadar

sıyrılmıştı. Çıplaktı. Göz kapakları morarmıştı. Yüzünde, kollarında,

bacaklarında, kısaca vücudunun onlarca yerinde derin ısırık izleri vardı.

Katil, kurbanını defalarca ısırmış sonra da delici bir aletle öldürmüştü. En

dehşet verici görüntü ise, cesedin bir metre ilerisindeydi; Fatma Ş.’nin


bedeninden dişle koparılmış et parçaları. Olay Yeri İnceleme ekibi cinayet

mahallinden ayrıldığında elde somut bir tek ipucu vardı. Katilin, kurbanının

vücudunda bıraktığı diş izleri. Katil kurbanına tecavüz etmemişti.

“Diş izi katili anlatır”

Isırık izi, uzmanlar için tıpkı parmak izi gibi bir belge. Çünkü insanların

diş izleri, dişlerin mevcut yapıları ve ağız içindeki konumlarına göre

benzersiz özellikler taşıyor. Isırık izi, çenenin kapanması sırasında dişlerin

cisim üzerinde bıraktığı fiziksel ve mekanik etkiyle meydana geliyor. Isırma

kuvveti ve doku hasarı oranında ciltte gözle görünür bir hasar kalıyor. Hafif

ısırıkta deride 24 saat iz kalabiliyor.

Deriyi delecek kadar güçlü ısırmalarda ise, iz bir hafta kadar

gözlenebiliyor. Isırık izinde ilk 24 saat çok önemli. İz, ilk 24 saatte alınırsa

önemli bir delil elde edilmiş oluyor.

Ölüm durumunda ise, hücre yenilenmesi olmadığı için ısırık izi çürüme

başlayana kadar vücutta kalıyor. Bir insan ısırığında en fazla altı ön diş iz

bırakıyor. Ve bu iz, tıpkı parmak izi gibi karakteristik özellikler taşıyor.

Adli Tıp uzmanları, kurbanın üzerindeki ısırık izinin önce kalıbını alıyor,

daha sonra fotoğraf makinesi ve kamerayla bu izleri yakın ve metrik ölçekli

çekimle kaydediyor. Isırık izinin daha görünür olması için çekim ters açıdan

ışık tutularak gerçekleştiriliyor. Sonrasında bilgisayarda dijital analiz ve

karşılaştırma yapılıyor.

Fatma Ş.’nin otopsisi aynı gün Adli Tıp Kurumu’nda yapıldı. Uzmanların

tek umudu, otopside olayı aydınlatacak bir ipucu bulmaktı. Isırık izlerinin

çokluğu saldırganın hınç dolu olduğunu gösteriyordu. Otopsiyi yapan ekip,

diş izlerinde katilin kimliğini ele verecek bir ipucu arıyordu. İzler tek tek

önce fotoğraf makinesi, sonra da kamerayla çekildi. Bu veriler bundan sonra

Adli Diş Hekimi Dr. Hüseyin Afşin tarafından değerlendirilecekti.


Bir buçuk ay arayla Zeytinburnu’nda gerçekleşen iki olay, İstanbul polisi

için alarm anlamına geliyordu. Kimliği belirsiz bir saldırgan, yaşlı kadınların

yüzünü ve bedenlerini ısırarak parçalıyordu. Polis, biri cinayetle sonuçlanan

iki saldırıyı da tek bir kişinin işlediğinden emindi.

İstanbul Cinayet Masası dedektifleri, önce Zeytinburnu civarında yaşayan

başta cinsel içerikli suç işleyenler olmak üzere bütün sabıkalıları gözden

geçirdi. Şüpheli bulunanlar sorguya alındı. Ama hiçbiri, iki olayla da

bağlantılı görünmüyordu. Soruşturma devam ederken üçüncü saldırı haberi

10 Haziran 2003’te, yani son saldırıdan tam dört ay sonra Bakırköy’den

geldi.

ABD vatandaşı Shirley L. Fox, Bakırköy sahil yolunda sabaha karşı

Atatürk Havalimanı’na gitmek için taksi beklerken saldırıya uğradı. Fox,

saldırganın eşkalini tam olarak veremiyordu. Olaya tanık olanlar da tam

olarak ne olduğunu anlayamamıştı. Karanlıkta gördükleri olayla ilgili çok az

bilgi verebiliyorlardı. Bütün anlatılanların ortak noktası şuydu: Saldırgan,

kadının yanına yaklaşmış, yüzünün çeşitli yerlerini ve sağ gözünün üstünü

koparırcasına ısırmıştı. Saldırganın arkasında bıraktığı tek ipucu, yine diş

izleriydi.

Isırık izindeki ipucu

Üçüncü saldırının yankıları hem polis hem de basın için büyük olmuştu.

İstanbul’da yaşlı kadınları yüzlerinden yemeye çalışan bir adam kol

geziyordu ki, Adli Tıp Uzmanı Dr. Hüseyin Afşin’den ilk önemli bilgi geldi.

Afşin, üç olaydaki ısırık izlerini tek tek karşılaştırmış, dijital analizlerini

yapmış ve sonunda katilin kimliğini ele verebilecek çok önemli iki ipucu

yakalamıştı.

Afşin’e göre katilin iki belirgin özelliği vardı. İlki, katilin normalden çok

daha büyük köpek dişlerine sahip olmasıydı. Normal bir insanınkilerden çok


daha uzun ve güçlü olan köpek dişleri, Afşin’in hemen dikkatini çekmişti.

İkinci ipucu ise polisin işini kolaylaştıracak cinstendi. Katilin ön kesici dişleri

yoktu. Artık cinayet masası dedektifleri, Zeytinburnu ve Bakırköy civarında

ön dişi olmayan bir zanlı arıyordu.

15 Haziran 2003

Bakırköy

Zeytinburnu ve Bakırköy civarına pusu kuran Asayiş Büro Amirliği’ne

bağlı sivil ekipler, bölgeyi tam anlamıyla abluka altına almıştı. Bütün

sabıkalılar takip ediliyor ve bölgede dolaşan bütün şüpheliler inceleniyordu.

Üç gün boyunca polisin dikkatini çeken kimse olmamıştı, ta ki, 25

yaşlarındaki genç bir adam, son saldırının olduğu yere yanında üç sokak

köpeğiyle gelene kadar. Etrafına bakınıyor, köpeklerle ilgileniyor ama bütün

bunları yaparken son saldırının meydana geldiği bölgeden uzaklaşmamaya

gayret ediyordu. Polis ise, bir tek şeyi merak ediyordu; genç adamın ön

dişinin olup olmadığını.

Takip devam ederken şüpheliyle ilgili bilgilere de ulaşılmıştı. Şahsın adı

Uğur Varol’du. 25 yaşındaydı. Tiner ve madde bağımlısıydı. Aralık 1993’te,

yani 15 yaşındayken hırsızlık suçuyla tutuklanmıştı. Gasp, müessir fiil,

yaralama ve sarkıntılık suçlarından da sabıkalıydı.

Bakırköy civarındaki köprü altlarında yatıp kalkıyordu. Polis, aradığı

zanlıyı bulduğuna inanıyordu. Varol gözaltına alınırken üzerindeki keskin

bali ve tinerkokusu polisin dikkatini çekmişti. Konuştuğunda ise, polis artık

doğru adamı yakaladığına emindi. Uğur Varol’un ön kesici iki dişi yoktu.

Zanlı yakalanmıştı yakalanmasına ama Varol’u mahkeme önüne çıkaracak

delil yine Adli Tıp uzmanları tarafından sağlanacaktı. Zanlının diş izleriyle,

daha önceki üç olaydaki ısırık izlerinin karşılaştırılması gerekiyordu.


Bir kez daha Dr. Hüseyin Afşin bilgisayar başındaydı. Bu kez,

kurbanlarının vücudundaki izlerle zanlıdan alınan izleri karşılaştıracaktı.

Yapılan inceleme sonucu ise olumluydu.

Uğur Varol’a ait ısırık izleriyle kurbanlardaki diş tüberküllerine ait izler ve

sağ ve sol diş boşluklarına ait izler tam uyumluluk gösteriyordu. Özetle,

kurbanlardaki ısırık izleri Uğur Varol’a aitti.

Varol, ifadesinde iki saldırıyı ve cinayeti işlediğini itiraf etti. Duruşma

sırasında ise saldırıları üstlenip, cinayeti işlediğini reddetti. İfadesini polisin

baskısı altında verdiğini savundu. Varol, ön dişlerinin tiner bağımlısı olduğu

için beş yıl önce döküldüğünü iddia etti ve yargılama sırasında saldırılardan

sağ kurtulan Rabia Nazari ve Fox tarafından teşhis edildi.

Isırık izi, ABD, İngiltere, Hollanda, İskandinav ülkeleri ve Japonya

mahkemelerinde birinci derecede delil olarak kabul ediliyor.

Uğur Varol, saldırılarını gerçekleştirmeden bir yıl önce, kurbanlarının

yüzünü parçalayarak ısıran Dr. Hannibal Lecter karakterinin, Anthony

Hopkins tarafından canlandırıldığı Hannibal filmi gösterime girmişti.

Varol’un ilk saldırısını gerçekleştirdiği sırada ise, seri filmin üçüncüsü

olan Kızıl Ejder gösterimdeydi.


“İşsizdim, çaresizdim. Önce hırsızlık yaptım, sonra da...”

YUSUF CİHAN BİLGİ


KADIN KATİLİ

Yusuf Cihan Bilgi, 1979’da Hatay’da doğdu. Bekâr. Garson. 2002’de Hatay’da on ay içinde

iki kadını evinde, iki kadını da asansörde bıçaklayarak öldürdü. İstanbul’da yakalandı.

Cezaevinde.

Mart 2002

Hatay

Ayşe Çelebi, komşusu Nahide Ö.’nün kapısına bugün üçüncü kez

geliyordu. Komşusu sabahtan beri kapıyı açmamıştı. Kadın, Nahide Ö.’nün

önce uyuduğunu düşünmüş, ama vakit geçtikçe meraklanmaya başlamıştı.

Ayşe Çelebi, komşusundan haber alamayınca çareyi polisi aramakta

bulmuştu. Yaşlı komşusunun kimsesi yoktu. Hastaydı ve emekli maaşını

almaya gitmek dışında dışarı çıkmazdı. Yıllardır bir kez bile kendisine haber

vermeden bir yere gitmemişti.

Çelebi bunları ayaküstü polise anlattı. Komşusu, Nahide Ö.’nün

hayatından endişe ettiğini söylüyor ve kapının bir an önce açılmasını

istiyordu.

Çilingir çağrıldı ve hep birlikte içeri girildi. Polisin sesine yanıt veren

olmadı. Evde ölüm sessizliği vardı. Bu sırada polisin dikkatini salon girişinde

ağzı açık duran bir kadın çantası çekti. Polisler, çantaya doğru ilerliyorlardı

ki, salonda bir kadının yerde yatmakta olduğunu gördüler.

Üç saat sonra


Olay Yeri İnceleme ekibi, Nahide Ö.’nün evinde saatlerdir çalışıyordu.

Yaşlı kadın, vücudunun çeşitli yerlerinden defalarca bıçaklanmıştı. Katiline

direnemediği, eşyaların yerli yerinde durmasından belli oluyordu.

Ama Ayşe Çelebi, komşusunun kolunda bilezikler olması gerektiğini

söylüyordu. Bilezikler de çalınmıştı.

Dosya ilk bakışta bir soygun cinayeti izlenimi veriyordu ve katil ya da

katiller geride hiçbir iz bırakmamıştı. Oysa, Özkaya’nm katili başka

kurbanların peşine düşecekti.

İki ay sonra

65 yaşındaki Nimet Akkoyunlu emekli maaşını bankadan yeni çekmişti.

Akdeniz Mahallesi’ndeki evine giderken yolda küçük bir alışveriş yaptı.

Yorulmuştu.

Apartman kapısını açıp içeri girdi. Asansöre doğru yürüdü, düğmeye bastı.

Asansöre girdi. Kapı tam kapanacakken içeri elinde bıçakla bir adam girdi ve

yaşlı kadını defalarca bıçakladı.

Kısa aralıklarla iki kadının ölümü polisi alarma geçirmişti. İki kurbanın

ortak özelliği yaşlı ve yalnız olmalarıydı. Her ikisinin de paraları çalınmıştı.

Hatay, cami önü

Akşam alışverişini yapan 45 yaşındaki Binnaz B. hava kararmadan önce

eve yetişmeye çalışıyordu. Son paketini manavdan almak için elini uzattı.

Kolunda çok sayıda bilezik olduğunu bir süredir onu uzaktan seyreden

adamın gördüğünden habersizdi.

Adam, kadını manavın önünden beri takip ediyordu. Kadının çantasını

karıştırmasından eve yaklaştıklarını anladı. Elini cebine soktu. Etrafına

bakındı. Kadınla mesafesinin açıldığını fark edip adımlarını hızlandırdı.

Yetişmişti.


Binnaz B.’nin defalarca bıçaklanmış cesedi, apartman sakinlerince

cinayetten yarım saat sonra bulundu. Cinayeti gören ya da duyan olmamıştı.

Katil, kurbanının bağırmasına engel olmuş, onu defalarca bıçaklamış ve

kolunda gördüğü bütün bilezikleri alarak cinayet mahallinden uzaklaşmıştı.

Hatay polisi alarma geçmişti. Kimliği belirsiz bir katil, Hatay sokaklarında

kol geziyordu. Başta kadınlar olmak üzere Hatay’da yaşayan herkes bu katili

konuşuyor ve elinden geldiğince tedbir almaya çalışıyordu.

Bir ay sonra

O sabah Daliye Ş., kızını okula göndermek için her zaman olduğu gibi

erkenden kalktı. Kahvaltıyı hazırladı.

Kadın, bir yandan kızının okul çantasını hazırlıyor, diğer yandan da acele

etmesi için onu sürekli olarak uyarıyordu. Kızı kahvaltısını nihayet

bitirdiğinde hızla paltosunu giydirdi. Çocuk okula geç kalmak üzereydi.

Acele ettirerek kapıya kadar neredeyse sürükledi kızını. Sonra

merdivenden inişini izledi uzun uzun. Kapı hafif aralıkken, girişteki

ayakkabıları düzeltti. Doğruldu ve kapıyı kapatmak için elini uzattı. Kapıyı

kapatmak üzereyken bir erkek elinin pervazı tuttuğunu gördü.

Katil, kadın kapıyı kapatacağı sırada içeri girmiş ve bıçakla ona saldırmıştı.

Daliye Ş., diğer kurbanların aksine katile uzun süre direnmiş ama art arda

gelen bıçak darbelerine dayanamamıştı. Katil, Şeker’in on iki bileziğini de

alarak kayıplara karışmıştı.

Ama ilk kez bir kurban onunla boğuşmayı becerebilmişti. Bu sayede

aranan ipucu son kurbanın tırnakları arasında bulundu; katile ait deri

parçaları.

Polisin eline ilk kez önemli bir ipucu geçmişti. İşe civardaki kafe ve

kahvehaneleri taramakla başlamışlardı. Yüzü yaralı bir adamı arıyorlardı.

Cinayet masası dedektiflerine göre kadın, yüksek ihtimalle katilinin yüzünü


yolmuştu. Çünkü sağ elinin dört tırnağı arasında da hayli yoğun doku

parçaları vardı.

İnsan tırnağı çok ilginç bir yapıya sahiptir. Yapısı nedeniyle birçok madde

ve dokuyu uzun süre barındırabilir. Doğal olarak burada bulunan gözle

görülemeyecek kadar küçük parçalar ipucu olur.

Dört cinayet de belli bir bölge içinde işlenmişti. Polis, katilin yine bu

bölgede oturduğunu düşünüyordu.

Aslında seri katiller sanılanın aksine örümcek gibidir. Kendi bölgelerine ağ

kurar ve avlanırlar. Yakalanmamak için veya korktuklarından kendi bölgeleri

dışına çıkamazlar.

Polis de bu bilgiyle hareket ediyordu. Bütün kahvehaneler, esnaf,

marketler hatta bakkallar tek tek dolaşıldı. Binlerce insan arasında, özellikle

kahvehanelerde yüzü yaralı bir adam aranıyordu.

Ve günler sonra bir kahvehane sahibi yüzü yaralı birini hatırladığını

söyledi.

“Aylardır buraya takılırdı. Birkaç hafta önce yine geldi. Yüzünde derin

tırnak izleri vardı. Hatırlıyorum çünkü çay verirken kendisine ‘Ne o yengeyle

kavga mı ettin’ diye takıldım. Hiç sesini çıkarmadı... Gülümsedi sadece.”

Bir hafta sonra

Yaralı yüz, 23 yaşındaki Yusuf Cihan Bilgi’ydi. Bilgi, son cinayetinden bir

hafta sonra İstanbul’da yakalanmıştı. Tutuklanarak Hatay’a getirildiğinde

evinde kurbanlarının kan izleriyle dolu giysileri bulundu. Giysiler defalarca

yıkanmış ama kan lekeleri çıkmamıştı. Bilgi, cinayetlerini polise şöyle

anlattı:

“İlk öldürdüğüm kadının evini tam dört gün izledim. Fazla dışarı

çıkmıyordu. Yalnızca küçük ihtiyaçları için bakkala kadar gidip geliyordu.


Yaşlı kadın evine girerken arkasından ben de girdim ve bıçağı öldürünceye

kadar vurdum.”

“İkinci cinayeti asansörde işledim. Üçüncü cinayetten önce camide cuma

namazı kıldım. Allah’tan işlediğim cinayetlerden dolayı beni affetmesini

diledim. Camiden çıktıktan sonra semt pazarında dolaşırken, bir kadının

kolunda bilezikleri gördüm. Takip ettim. Asansöre bindi. Arkasından binip

ağzını tutarak bıçakladım.”

“İşsizdim, çaresizdim. Önce hırsızlık yaptım, sonra da...”

Bilgi, poliste verdiği ifadede cinayet nedeni olarak işsizliğini gösterdi.

Söylediğine göre askerden geldikten sonra tüm aramalarına rağmen iş

bulamamış ve çaresiz kalmıştı.

Ama bu noktada adli psikiyatrlar ne yazık ki Bilgi’den farklı düşünüyor.

Prof. Dr. Gökhan Oral (Adli Tıp): “Hiçbir çaresizlik, hiçbir hastalık bir

cinayet nedeni değildir. Psikiyatri bilimi, kötülüğün neden seçildiğini

anlamaya çalışır. Ama sanırım bunu asla başaramayacağız. Neden o kişi değil

de bu kişi kötülüğü seçiyor, bilemiyoruz.”

Prof. Dr. Bülent Şam (Adli Tıp): “Aslında soygun adı altında Türkiye’de

işlenen birçok cinayet seri cinayettir. Fantezi gerçekleştirmek için başlarlar ve

devam ederler. Ama birçoğu ilk cinayetten sonra yakalandıkları için —ki iyi

ki böyle— devam edemezler. Çünkü soygun asla cinayet nedeni değildir.”

Bilgi, Hatay Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Dört kez müebbet

hapis cezasına mahkûm edildi.


“Herkes tarafından kötü olarak bilinen kişilerden kurtulmanın tek yolu, onları

yok etmekti. Art niyetliydiler, kötüydüler ve insanları dolandırıyorlardı.”

KAZIM TÜRE


TESTERE

Kazım Türe, 1962’de İstanbul’da doğdu. Bekâr. Motokurye. İstanbul’da üç kişiyi evinde

öldürüp parçalara ayırarak çeşitli semtlere bıraktı. Cinayetlerinin birinden delil

yetersizliğinden beraat etti. Son cinayetini sevgilisi Aslı Yağmur’la birlikte işledi.

Sevgilisiyle birlikte cezaevinde.

24 Haziran 2003

İstanbul/Esenyurt

İstanbul, Esenyurt’ta yaşayanlar için sıradan bir gündü. Uzun süredir yol

kenarında duran bir poşet kalabalık arasından bir kişinin dikkatini çekti.

Poşetin etrafında toplanan vatandaşlar bir süre merakla korku arasında gidip

geldi. Kimse poşete yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda polisin

aranmasına karar verildi.

Vatandaşların ihbarı üzerine olay yerine gelen güvenlik güçleri, önce

şüpheli poşeti çember altına aldı. Ardından da vatandaşlar uzaklaştırıldı.

Bundan sonrası bomba imha uzmanlarının işiydi.

Polisler poşeti büyük bir titizlikle açtı. Ama bomba sanılan tıbbi atık

torbasının içinde polisi bir sürpriz bekliyordu. Poşette kesik bir baş ve

bileklerden kesilmiş iki el vardı. Sonrasını Adli Tıp Uzmanı Dr. Şafak Taktak

anlatıyor:

“Kesik baş ve bileklerden kesilmiş iki el vardı. Adli Tıp Kurumu olarak

hem kimlik tespitine yardım edecek bilgileri elde etmemiz hem de kesin ölüm

nedenini tespit etmemiz gerekiyordu.”


Bir başka deyişle adli bilimcilerin baş ve ellerin kurbanın ölümünden sonra

kesilip kesilmediğini öğrenmesi gerekiyordu. Ancak soruşturmanın hızlı

yürütülebilmesi için her şeyden önce maktulün kimliğinin belirlenmesi

gerekiyordu.

Cinayet masası dedektiflerinin karşısında korkunç bir katil profili vardı.

Bir cesedin parçalanması ilk bakışta yok etmek amaçlı ve sıradan görülebilir.

Ancak bu vakada baş ve ellerin aynı poşete ve insanlar tarafından rahatlıkla

bulunabilecek bir yere konması ilginçti.

Adli Tıp Uzmanları baş ve ellerin kesimini dikkatle inceledi. Kesme

işleminde sıradan bir bıçak yerine bir kenarı testereli bağ budama bıçağı

kullanılmıştı. Adli tıpçıların önündeki vakanın her detayı olayın sıradan bir

cinayet olmadığını gösteriyordu. Cinayette kullanılan alet, uzmanlara katilin

profiliyle ilgili birçok bilgi vermişti.

Uzmanlar karşılarındakinin sıradan bir katil olmadığından emindi. Çünkü

katil kurbanını önce öldürmüş sonra da özen ve sabırla cesedini parçalara

ayırmıştı. İşini çabucak yapmasını sağlayacak güçlü bir alet yerine de daha

küçük bir bıçağı tercih etmişti. Ayrıca katil kurbanının bilekten kestiği iki

elini parmak izi alınamayacak kadar tahrip etmişti.

Esenyurt’ta bulunan kimliği belirsiz kesik başın otopsisinde ölüm nedeni

de anlaşıldı. Kurban, parçalanmadan önce ensesinden tek kurşunla vurularak

öldürülmüştü. Cinayette kullanılan silah 9 milimetre çapındaydı. Otopside

elde edilen mermi çekirdeği kriminal inceleme için Emniyet Kriminal

Laboratuvarı’na gönderildi.

Ancak bu durum katilin profilini belirlemeye çalışan adli tıpçılar için

şaşırtıcıydı. Kurbanının parmak izlerini bile yok eden bir katil, geride kendini

ele verebilecek bir ipucunu neden bırakmıştı?

Ancak çok geçmeden sorunun yanıtı yapılan kriminal inceleme sonunda

bulundu. Kafatasında bulunan mermi çekirdeğine ait silah daha önce


herhangi bir olayda kullanılmadığı gibi, ruhsatlı da değildi. Yani silah, daha

önce resmi kayıtlara hiç geçmemişti.

Maktulün kimliğini tespit etmek için geriye bir tek şans kalmıştı: Emniyet

Müdürlüğü Kayıp Şahıslar Bürosu.

Adli Tıpçılar otopside maktulün ölüm zamanını en az bir hafta olarak

belirlemişti. Kayıp Şahıslar Bürosu’nda kesik başın bulunduğu günden geriye

doğru tarama yapıldı.

Poşetin bulunmasından bir gün sonra İstanbul Zeytinburnu’nda oturan

Songül C., eşinin kaybolduğunu bildirmişti. Birkaç gün önce eşi otomobiliyle

birlikte kaybolmuştu. Kayıp olduğunu söylediği kişi, 50 yaşındaki Ahmet

C.’ydi.

Songül C., günlerce umudunu yitirmemeye çalışarak kaybolan eşinin geri

dönmesini beklemişti. Eşini teşhis etmesi için Adli Tıp Kurumu’na

çağrıldığında o olmamasını umarak gitti. Ama korktuğu başına geldi. Eşiydi.

Cinayet masası dedektifleri bundan sonra soruşturmayı maktul Ahmet

C.’nin yaşamı üzerinde yoğunlaştıracaktı. Ahmet C., birkaç yıl önce Türkiye

Elektrik Kurumu’ndan emekli olmuştu. Resmi nikâhlı eşi yaklaşık bir yıl

önce memleketleri olan Sinop’a gitmişti. Eşi ve çocuklarından ayrı yaşıyordu.

Ahmet C. sekiz ay önce Zeytinburnu’nda eczacı kalfası olarak çalışan Songül

C. ile ikinci evliliğini yapmıştı.

Çevresinde çapkın olarak nitelense de düşmanı ya da arasında husumet

olan biri yoktu. Onu son gören ise, arkadaşı İhsan Selvi’ydi. Kaybolduğu gün

Ahmet C. ile son beraber olan kişi oydu.

İhsan Selvi aynı semtte esnaftı. Cinayet Masası dedektifleri dükkânına

geldiğinde, Selvi soruşturmanın seyri açısından önemli bir ifade verdi.

“23 Haziran günü Hasan’la yemek yedikten sonra dükkana geldik.

Telefonu çaldı. Arayan Aslı’ydı. Ahmet’ten borç para istedi. Asılında eşinin


arkadaşıydı... Borç parayı Ahmet’ten istemesine şaşırdım. Bir süre sonra

parayı vermek için hazırlanıp çıktı. Bir daha kendisinden haber alamadık.”

İhsan Selvi’nin bahsettiği Aslı Yağmur, yıllarca aynı mahallede oturmuştu.

Evlenmiş, bir yıl kadar önce eşinden ayrılarak baba evine dönmüştü. Bir

şirkette muhasebeci olarak çalışıyordu. On yaşında bir oğlu vardı. Altı ay

kadar önce Kazım Türe, ikinci evliliğini yaparak Beylikdüzü’ne yerleşmişti.

Aslı Yağmur, Ahmet Çan’ın eşi Songül Çan’ın yakın arkadaşıydı. Üstelik,

yeni eşiyle de ailecek görüşüyorlardı.

Soruşturmayı derinleştiren cinayet masası görevlileri başka bilgilere

ulaşıyordu. Öncelikle Aslı Yağmur’un eşi Kazım Türe, hırsızlık ve

sahtecilikten sekiz ayrı sabıkası olan biriydi.

Ayrıca polis, Ahmet C.’nin kaybolduğu gün kredi kartından Ataköy’deki

bir ATM’den 800 milyon lira, ertesi gün aynı ATM’den 500 milyon lira

çekildiğini ve bölgedeki alışveriş merkezlerinde alışveriş için kullanıldığını

biliyordu.

Polis alışveriş merkezlerinin güvenlik kameralarını tek tek incelemiş ve

maktulün kartını kullananları tespit etmişti. Kartı kullananlar Aslı Yağmur ve

Kazım Türe’ydi. Her ikisi de kamera kayıtlarında açıkça görülüyordu. Bu

gelişmeler üzerine polis, elindeki arama emriyle birlikte çiftin

Beylikdüzü’ndeki evine gitti.

Evde kimse yoktu. İlk bakışta boğuşma ya da bir cinayet yaşandığına dair

en ufak bir iz de yoktu. Polisin dikkatini çamaşır makinesinin yanında duran

temiz çamaşırlar çekti. Çamaşırlar yıkanmış olmasına rağmen üzerlerinde

lekeler duruyordu.

Ayrıca evin giriş bölümündeki dolapta altları kanı andıran bir lekeyle kaplı

erkek ayakkabıları vardı. Erkek ayakkabısı ve çamaşırlar kan lekelerinin

incelenmesi ve kime ait olduklarının tespit edilmesi için Adli Tıp Kurumu’na

gönderildi. Kan maktule aitti.


Artık cinayet masası dedektifleri doğru iz üstünde olduklarından emindiler.

İpucu olarak polisin elinde hem cinayetin işlendiği evde kurbanın kan izini

taşıyan eşyalar, hem de kredi kartı harcamasını gösteren kamera görüntüleri

vardı.

Polisin bundan sonraki adımı çifti yakalamaktı. Teknik takip sonunda

çiftin Sakarya’nın Filizli ilçesinde olduğu tespit edildi. Kazım Türe’nin erkek

kardeşi o ilçede ailesiyle birlikte yaşıyordu.

Görevli ekip İstanbul’dan Filizli’ye doğru yola çıktığında hava kararmıştı.

Ancak cinayet zanlısı çift bu evde de yoktu. Ancak geride buraya

döneceklerine dair izler bırakmışlardı.

Ekip, zanlının kardeşinin evinde yaptığı aramada özel eşyalar ve bu

eşyaların arasında bağ budama bıçağı buldu. Ev halkı bıçağı ilk kez

gördüğünü söylüyordu. Bıçak temizlenmişti. Üzerinde herhangi bir kan lekesi

yoktu. Ancak cinayette kullanılan bıçak gibi bir kenarı testere biçimindeydi.

Kazım Türe’nin erkek kardeşi, olayla ilgili bilgisi olmadığını defalarca

tekrarlayıp duruyordu. Hatta kardeşinin gece yarısı İstanbul’dan geri

döneceğini bile söyledi. Polisin beklemekten başka çaresi yoktu.

Saat 01.00

Filizli Köyü

Otomobil yavaşça yanaştı. İçinden önce bir adam, ardından bir kadın indi.

Adam arka kapıyı açıp uyuyan bir çocuğu kucağına aldı ve polislerin pusuda

olduğundan habersiz eve doğru yürüdü.

Aslı Yağmur ve Kazım Türe o gece yakalandılar, tabii ki onlarca soru

işaretiyle birlikte. Ahmet C.’yi neden öldürmüşlerdi?

Ahmet C. cinayeti soruşturmasının başında polis, sıradışı bir katille karşı

karşıya olduğunu sanıyordu. Oysa karşılarına sıradan, çocuklu bir çift


çıkmıştı! Cinayet nedeni ne olursa olsun, çift ya suçu inkâr edecek ya da

namus meselesi üzerine savunma yapacaktı.

Ama yanılıyorlardı...

Daha doğrusu en başında yanılmamışlardı. O gece İstanbul’a doğru yola

çıktıklarında beklediklerinden çok daha acımasız bir seri katille yanyana

oturduklarını bilmiyorlardı.

“Beni yakalamanızı istemeseydim o mermiyi kafasında bırakmazdım.”

Bir seri katilin bu şekilde ifade vermesi bunun ilk cinayeti olmadığını ve

polise meydan okuduğunu ifade eder ya da yakalanmak istediğini. Acaba

hangisiydi?

Ekip, zanlılarla birlikte İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne ulaştığında

sabahın erken saatleriydi. Zanlı çift ayrı ayrı sorguya alındı. Kazım Türe,

karısının Ahmet C.’yi öldürdüğünden haberdar olduğunu, ancak cinayete

katılmadığını söylüyordu.

Kazım Türe 1962, İstanbul doğumluydu. Dört kardeşi vardı. Hiç okula

gitmemişti. Askerliğini yaptıktan sonra evlenmiş ve bu evliliğinden biri kız

iki çocuğu olmuştu. Türe, yıllarca çeşitli işlerde çalışmıştı. Onu seri

cinayetlere götüren süreç, iki yıl önce eniştesinin arkadaşı Halil İbrahim

Sarısoy’un yanında işe girmesiyle başlamıştı.

Sarısoy, görünürde trafik müşavirliği yapıyordu. Asıl yaptığı ise, ağır

hasarlı araçları sahte evrakla piyasaya sunmaktı. Düzenlenen bir polis

baskınıyla her ikisi de gözaltına alınmıştı.

Kazım Türe’nin anlattıklarına göre, patronu suçu üzerine almasını istemiş,

karşılığında ise bir ev ve ailesine bakma sözü vermişti:

“8.5 ay hapis yattım. Bu sırada eşimden ayrıldım. Çıktığımda aileme en

ufak bir maddi yardımda bulunmadığını öğrendim. Üstelik, başka bir suç

işlemişti ve evine uğramıyordu. Ailesine telefon numarası bıraktım ve beni


aramasını istedim. Bir gece evime geldi. Madem bu işlere bulaştık birlikte iş

yapalım dedi. Zor durumda olduğum için kabul ettim.”

Kazım Türe, eşi geri döner umuduyla Beylikdüzü’nde bir ev tutmuştu ama

karısı sabıkalı eşine dönmeyi kabul etmedi. O da bir süreliğine çocuklarını

yanına aldı. Başta her şey yolunda gidiyor gibiydi, ta ki bir akşam, eski

patronu Türe’nin evine gelene kadar.

Kazım Türe mutfakta yemek hazırlıyordu. Sarısoy’u yemeğe davet etmişti.

Salona elinde tabaklarla girdiğinde Sarısoy’un kızıyla fazla yakından

ilgilendiğini gördü. Hoşlanmamıştı. Hiçbir şey olmamış gibi masayı

hazırlamaya devam etti.

“Çocuklarımı hemen annelerinin yanına yolladım. Gördüğüm manzarayı

sevmemiştim. Birkaç gün sonra evime tekrar geldi. Oturdu. Geçmiş konuları

açtım. Beni sattığını, kandırdığını söyledim. Çocuklarıma karşı hareketlerini

beğenmediğimi söyledim. Küfür etmeye başladı. Sehpadaki küllüğü bana

vurmak için kaldırdı. Elini yakaladım ve yumruk attım. Yere düştü. Boğazını

sıktım. Bir anda nefessiz kaldı. Ellerimi çektiğimde nefes almıyordu. Cesedi

sürükleyerek banyoya götürdüm. Ama cesedi yok edecek bir alet evde yoktu.

Cesedi banyoda bırakıp alışveriş merkezine gittim. Oradan ağzı testere

biçiminde bir bağ budama bıçağı ve siyah çöp poşeti aldım.”

Türe, yarım saat içinde eve döndü. Banyoya girip kurbanının giysilerini

çıkardı. Kollarını omuzlarından, bacaklarını kasık kısımlarından keserek

parçaladı. Sonra da her parçayı bir poşete koydu. Poşetleri apartmanın

önünde duran otomobilinin bagajına yerleştirdi. Eve döndü. Banyoyu ve evi

temizledi. Cesedi şehrin değişik semtlerine atmak için çıktığında saat 22:00

sularıydı.

“Önce Hasdal’a gittim. Baraj Yolu’ndaki sıralı çöpkutularına poşetleri

attım. Eşyalarını ve bıçağı koyduğum çöp poşetini ise Haliç’te suya

fırlattım.”


3 ay sonra

Sevgi G., Kazım Türe’nin evinden içeri girdiğinde çakırkeyifti. Yalnızca

üç ay önce bu evde cinayet işlendiğinden habersiz, salondaki kanepeye

yerleşti.

Bir süredir Türe’yle kaçak plaka işi yapıyordu. Birlikte iyi para

kazanıyorlardı. Gerçi Kazım Türe, Aslı’yla evlilik hazırlığına kalkıştığından

beri değişmişti. Bu gece de son işlerinde dolandırılmalarını konuşmak üzere

Sevgi’yle bir araya gelmişlerdi.

“Bir plaka siparişinden Sevgi’ye üç bin lira vermiştim. O ise, plakayı

vermediği gibi parayı da iade etmedi. Alıcı beni sıkıştırıp duruyordu. Sigara

içmeye kalktı. Bu meret benim evimde içilmez dedim. Küfür etti. Suratına

yumruk attım. Yere düştü. Saçından tutup bir daha vurdum. Boğazını sıktım.

Ellerimi çektiğimde ölmüştü.”

Kazım Türe, ilk cinayetinde olduğu gibi kurbanını banyoya sürükledi.

Ancak bu kez cesedi daha küçük parçalara ayırdı. Parçaları

yine poşetlere koydu ve yine şehrin ücra köşelerindeki çöp kutularına attı.

Son olarak da cinayet silahını aynı şekilde Haliç’e fırlattı.

Kazım Türe, bir kurbanını daha ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan

kaldırmıştı. Ertesi gün Türe için önemli bir gündü. Nişanlısı Aslı’yla buluştu.

Düğün alışverişi yaptı.

Bir ay sonra da evlendiler. Aslı Yağmur, ilk eşinden olan oğlunu da yanına

alarak Kazım Türe’nin Beylikdüzü’ndeki evine yerleşti. Düğünden önce

alınan eşyaların ilk taksitlerinin ödenmesi gereken haziran ayına kadar her

şey yolunda gitti. Ödeme tarihi gelip çatmıştı ancak çiftin parası yoktu.

Aslı’nın aklına kapı komşusu, arkadaşı, eczanede kalfa olarak çalışan

Songül C. geldi, daha doğrusu Songül’ün eşi Ahmet C.; ondan borç

isteyebilirlerdi:


“23 Haziran günü sabah saatlerinde Aslı, benim cep telefonumdan Ahmet’i

aradı ve taksitleri denkleştiremediğimizi söyledi. O da akşama kadar bankaya

havale yapabileceğini söyledi. Bunun üzerine ben de işe gittim.”

Ondan sonrasını Aslı Yağmur, ifadesinde şöyle anlatıyor: “Akşam Ahmet

Abi aradı. Parayı yatıramadığını, elden getireceğini, akşam Songül ablanın da

geleceğini söyledi. Akşamüzeri altı gibi geldi. Salona buyur ettim. Çocuğun

üstünü değiştirmek için izin istedim. O ise bana gel biraz konuşalım dedi.

Kanepeye oturdum. Borç para karşılığında ahlaksız teklifte bulundu. Ben

sinirle bağırmaya başladım. Oğlum ağlamaya başlamıştı ki, kapı çaldı.”

“Ayşe, kapıyı açtı. Yüzü allak bullaktı. Çocuk kucağında odasına girdi.

Salonda Ahmet’i gördüm. Hoş geldin dedim. Telaşlıydı. Elimdeki alışveriş

paketini mutfağa bırakıp Ayşe’nin yanına gittim. Ne olduğunu sordum.

Olanları anlattı.”

Olayın bundan sonrası Kazım Türe’nin ifadesine göre şöyle gelişti: Önce

eşine, çocuğu da alarak parka gitmesini söylemişti. Kapıyı arkalarından

kapattıktan sonra salona döndü. Tartışmaya başladılar. Ahmet C. kendisine

silah çekti. Silahı elinden aldı ve kafasına ateş etti. Bundan sonrasında ise

diğer cinayetlerinde olduğu gibi aynı ritüeli izledi.

Ama anlattığı hikâyede birkaç sorun vardı. Öncelikle Ahmet C. ensesinden

vurulmuştu. Boğuşma sırasında olması gerektiği gibi vücudunun ön

tarafından değil.

Ayrıca polis cinayet sırasında Aslı Yağmur’un evde olmadığına da

inanmıyordu. Çünkü çiftin ifadesine göre, kadının evde olan biteni merak

etmeden, üstelik yanında küçük bir çocukla parkta dört saatten fazla dolaşmış

olması gerekiyordu. Hem de eşini, kendisine ahlaksız teklifte bulunduğunu

söylediği bir adamla başbaşa bırakarak.

Polisin inandırıcı bulmadığı ifadelerden biri de kadının eve döndüğünde

her yerin çamaşır suyu koktuğunu fark etmesiydi. Söylediğine göre eşine


nedenini sormuş ve şu yanıtı almıştı: “Canım sıkıldı, etrafı temizledim.”

Kazım Türe ve Aslı Yağmur, üç ayı hücre cezası olmak üzere

ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edildi. Türe, cinayet anında kendisini

kaybettiğini belirterek akli dengesinin yerinde olmadığını iddia etti.

Cinayetlerinin nedenini şöyle açıkladı: “Çevremde herkes tarafından ‘kötü’

olarak bilinen kişilerden kurtulmanın tek yolu onları yok etmekti. Art

niyetliydiler, kötüydüler ve insanları dolandırıyorlardı. Onları Aslı’yla

birlikte tuzak kurup öldürdük.”

Kazım Türe’nin cinayetleri üç kişiyle sınırlı mıydı, şimdilik bilmiyoruz.

İkili Delilik

Aslında bilimsel karşılığı “paylaşılmış psikotik bozukluk” olan İkili

Delilik, belirgin sanrılara sahip psikotik bozukluğu olan birinin, yakın ilişkili

olduğu çevresindeki kişi ya da kişilerde de benzer sanrıların gelişmesi

durumudur. Oldukça ender görülen bir durum.

Paylaşılmış psikotik bozukluk genellikle iki kişiyi kapsar. Psikotik

bozukluğa bağlı sanrıyı geliştiren baskın kişidir, yani aktif hasta. Aktif

hastanın sanrısını paylaşan, yani etkilenen de pasif hasta ya da yalancı hasta.

Etkide kalan kişi aktif hastanın sanrılarını paylaşır, bunları körü körüne kabul

eder.

Kazım Türe ve Aslı Yağmur çiftinin dünyada da benzerleri var. Bunların

ilki, tarihin görmüş olduğu en kıyıcı katillerden olan, Henry Lucas ve Otiss

Toole. Lucas, daha çocuk yaşta annesini öldürdü. Bir süre sonra

hapishaneden çıkan Lucas, çeşitli tarihlerde cinayetler işledi. Lucas, Ottis

Toole ile tanıştıktan sonra cinayetleri ikili olarak sürdürdü. İkilinin 65’ten

fazla cinayet işlediği biliniyor.

Diğer ikili ise, Charles Starkweather ile Caril Fugate. Sevgili olan

Starkweather-Fugate çifti 1950’lerin sonunda bir düzine insanı öldürdü. O


yıllarda bu ikilinin hikâyeleri her yerde anlatılıyordu. Starkweather 1959’da

elektrikli sandalye ile idam edildi, Fugate ise 1976’da af sonucu tahliye oldu.


“Günahkârlarla ve düşmanlarımla hesaplaşacağım. Görevimi başarıyla

yapamadım fakat mutlaka yapacağım. Toplumu kötü insanlardan

temizleyeceğim.”

ALİ KAYA


BEBEK YÜZ

Ali Kaya, 1978’de Adana’da doğdu. Bekâr. Cinayetlerine 1997’de başladı. İlk olarak

amcasını öldürdü. Daha sonra dokuz kişiyi daha. İki kez cezaevinden firar etti. Son

yakalandığında üzerinde on kişilik ölüm listesi vardı. Medya yakışıklılığı nedeniyle ona

“Bebek Yüz” adını taktı. Cezaevinde.

1997

Alanya

Celal K., emlak danışmanlığı yapıyordu. Uzun ve yorucu bir gün

geçirmişti. Bir an önce eve gidip dinlenmek istiyordu. İşyerini kapatmak

üzere hazırlanıyordu ki, kapıdan yeğeni girdi. Yüzünde tuhaf bir ifade, elinde

de bıçak vardı. Amcasını defalarca bıçakladı.

Kısa bir soruşturmanın ardından katilin 19 yaşındaki Ali Kaya olduğu

anlaşıldı. Kaya, küçük yaşlarından itibaren hırsızlık, adam yaralama ve gasp

olaylarına karışmıştı. Bu suçları nedeniyle 17 yaşında ıslahevine gönderilmiş,

iki yıl hapis yattıktan sonra tahliye olmuştu.

Hâlâ yaşı küçüktü ama bu kez reşitti. 5 yıl ağır hapis cezasına çarptırılarak

Silifke Cezaevi’ne gönderildi.

Cezasının belli miktarını yattıktan sonra 1999’da tahliye oldu. O da soluğu

tekrar Alanya’da aldı. Gençti, hayatını yeniden kurmayı planlıyordu ama

olmadı. Mahalledeki dedikodulardan duyduğuna göre, Zeynel Abidin G.

annesine tecavüz etmişti. Öldürülmeliydi. Öyle de yaptı. Ali Kaya, Zeynel

Abidin G.’yi uzun süre takip ettikten sonra defalarca bıçaklayarak öldürdü.


Cinayetten bir süre sonra Elazığ Kapalı Cezaevi’ndeydi. Ama artık “akli

dengesi bozuk” raporu vardı. Bu rapor Ali Kaya’nın cezaevinden çıkarılıp

hastaneye yatırılmasını sağladı. Şimdi geriye tek bir şey kalıyordu: “Kapalı

yerde duramaz” raporu almak.

Onu da aldı ve hastaneden tahliye edildi. Çıkar çıkmaz tekrar Alanya’nın

yolunu tuttu. Beş kişiyi daha bıçaklayarak öldürdü. Kurbanlarından ikisi

Alanya Kapalı Cezaevi’nde görevli gardiyanlar Kemal A. ve Hasan A.’ydı.

İkisini de sokakta yakalayıp bıçakla öldürmüştü. Ali Kaya, bütün bu

cinayetlerden akli dengesi yerinde olmadığı gerekçesiyle tutuksuz yargılandı.

Son cinayetinden sonra “kişilik bozukluğu” teşhisiyle tekrar akıl

hastanesine yatırıldı.

Ama burada da cinayet işlemeye devam edecekti.

2000

Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi

Koğuşta üç kişi kalıyorlardı. Milas’ta iki kişiyi öldüren sara hastası, 32

yaşındaki Tayfun Şahin’i sevmişti Ali Kaya. Onunla iyi anlaşıyordu. Hatta

yan koğuşta kalan “Çivici” lakaplı Süleyman Aktaş’ı da sevmişti. Ama

“İzmir Canavarı” lakaplı Ayhan Kartal’dan nefret ediyordu.

Çünkü Kartal, 20 Nisan 1985’te, İkiçesmelik’te 13 yaşındaki Armağan

K.’yı tecavüz edip boğarak öldürmüştü. Ayhan Kartal, 23 Eylül 1989’da da

Şirinyer’de 9 yaşındaki Barış K.’yı aynı şekilde katletmişti ve daha önce

Korniş olan soyadını değiştirmiş, yakalandığında polislere, “İçimdeki bir ses

çocuklara yaklaşmamı söylüyordu. Ancak çocuklarla ilişki kurabiliyorum,”

demişti.

Ali Kaya, Kartal’ın öldürülmesine karar vermişti. Bir gece kalktı.

Uyumakta olan Ayhan Kartal’ı biri boğazından olmak üzere üç bıçak

darbesiyle öldürdü.


Koğuşları gezen nöbetçi Dr. Semih Özalp, Kartal’ı kanlar içinde

bulduğunda çok geçti. Ayhan Kartal hastaneye götürülürken öldü.

Ali Kaya ifadelerinde olayı şöyle anlatıyordu: “Günahkarlarla ve

düşmanlarımla hesaplaşacağım. Görevimi başarıyla yapamadım fakat

mutlaka yapacağım. Toplumu kötü insanlardan temizleyeceğim. Allah beni

çağırıyor. Hakkımı almak için ben Allah’ın yanına gidip geleceğim ve en kısa

zamanda günahkârlarla ve düşmanlarımla hesaplaşacağım.”

5 Ocak 2014

Gaziantep H Tipi Cezaevi

Aylardır bugünü bekliyordu. Uzun süre cezaevinin krokisini ele geçirmeye

çalışmış, dikkat çektiğini anladığı anda da kendi krokisini yapmaya karar

vermişti. Gerçi bu iş aylarını almıştı ama sonunda başarmıştı. Özel tip

koğuşta yattığı için geceler boyunca kimse fark etmeden çalışmıştı. En çok da

cezaevinin ziyaretçi girişlerinde kamera olmadığını fark ettiğinde sevinmişti.

Ve o büyük gün gelip çatmıştı. Sadece çok sakin olması gerekiyordu.

Paspasların kenarlarındaki tahtaları tek tek çalarak birleştirdiği merdivenle

tel örgülerle kaplı yüksek duvara çıkmayı başardı. Tel ve jiletlere takılmamak

için bu kez iplerle bağladığı tahtaları üçgen şekline getirdi.

Başarmıştı, elindeki ilkel alet, derin yara almasını ya da takılmasını

engellemişti. Şimdi de ipler yardımıyla kendini aşağıya doğru sarkıtması

gerekiyordu; kameraların görüş alanına girmeyen ve şoförler odasına yakın

olan noktaya. Olmuştu. Artık E Tipi cezaevinin açık görüş alanındaydı.

Burada onu tanıyan yoktu zaten ama yine de kimsenin dikkatini çekmeden on

beş dakika kadar beklemesi gerekiyordu. Çünkü bu alanda kamera vardı.

Sakince, bir mahkûm yakını gibi oturdu. Üzgün, düşünceli.

Yine de tek başına bir erkek bir süre sonra fark edilirdi. İleride, ayakta

durmakta zorlanan yaşlı bir kadın gördü. Yanına yaklaştı ve onu tekerlekli


sandalyeyle taşıyabileceğini söyledi. Kadın sevinmişti, kabul etti.

Görüş saati başladığında yaşlı bir kadını iten ziyaretçi görünümündeydi ve

tekrar H Tipi Cezaevi’nin bulunduğu alana geldi. Kadının yanında usulca

bekledi. Kadının görüşmesi bitince de ziyaretçilerle beraber hapishaneden

çıktı.

Birkaç saat sonra Kaya’nın firar ettiği anlaşıldığında artık çok geçti.

Üstelik bu kaçış Ali Kaya’nın ilk firarı da değildi. Sadece bir yıl önce, yani

2003’te Şanlıurfa Yarıaçık Cezaevi’nden de kaçmayı başarmıştı.

Polis, bu tehlikeli katil için sadece Gaziantep değil, bütün illerde teyakkuza

geçti. Kaya’nın aylar süren firarının cezasını ise koğuş arkadaşları çekecekti.

Bir yıllık görüş cezası...

Emniyet güçleri, Ali Kaya’nın yeni cinayetler işleyeceğinden korkuyordu.

Sadece onu takip etmek için İl Jandarma Komutanlığı bünyesinde kurulan

ekibe her gün onlarca ihbar yağıyordu.

Aylar süren takip ve soruşturmalarda Kaya’nın firar eder etmez önce

Adana’ya, sonra Mersin’e gittiği belirlendi. Ama o aslında Suriye’ye geçmek

istiyordu. Pasaporta ve diğer belgelere ihtiyacı vardı.

Tanıdığı insanlar Gaziantep’teydi. Tekrar şehre döndü ve Çıksorut

Mahallesi’ndeki arkadaşının evine yerleşti. Orada sadece birkaç gün

kalacaktı.

3 Mart 2014

Gaziantep Çıksorut Mahallesi

Öğle saatleriydi. Ali Kaya’nın kaldığı evin etrafı onlarca jandarma eri

tarafından sarılmıştı. Aralarında özel ekip de vardı. Ne yazık ki karşılarında

sıradan bir katil yoktu.

Jandarmaları fark ettiğinde Ali Kaya’nın tek şansı çatıdan kaçmayı

denemekti. Ancak bu kez onlar da tedbirliydi. Ali Kaya, kısa bir


kovalamacanın ardından yakalandı.

Üzerinde bir tabanca ve “ölüm listesi” dediği, on kişinin adının yer aldığı

bir kâğıt bulundu.

Sorgusu ve işlemlerinin ardından firar ettiği cezaevine götürülen Kaya’yı

girişte gazeteciler bekliyordu. Önce tekbir getirdi. Sonra şöyle bağırdı:

“Bugün olmazsa yarın olacak Allah’ın izniyle. Allah böyle haklısını layık

gördü, başka bir şeye gerek yok. Kimse zulüm etmesin. Bugünün yarını da

var.”

Misyoner Katil

Seri katillerin hepsini aynı kategoride incelemek mümkün değil. Sadece

kafasının içindeki sesi dinlediği için adam öldürdüğünü söyleyen bir seri

katille (Deniz Yağmur gibi) kendisini “vazife sahibi” veya “misyoner”

gördüğü için cinayet işleyen katili aynı yöntemlerle değerlendiremeyiz.

Durdurulana kadar cinayet işledikleri, hatta durdurulamadıkları için

misyoner seri katiller, içlerinde en tehlikeli olanları. Bunun dışında

yakalanmaları da zor. Çünkü dünyayı hayat kadınlarından, eşcinsellerden,

kumrallardan veya kırmızı gömlek giyenlerden kurtarmayı görev

edinebilirler. Bu çeşitlilik ve cinayet kurbanlarının bağlantısızlığı nedeniyle

karanlıkta kalabiliyor.

Misyoner katillere dünyadaki en tehlikeli örnek Karındeşen Jack. Gerçek

kimliği bilinmeyen Karındeşen Jack, 1888 yılının ikinci yarısında,

Londra’nın gecekondu semti Whitechapel’da faaliyet gösterdi. Katile Jack

ismi, Merkezi Haber Ajansı’na katil olduğunu iddia eden bir kişi tarafından

gönderilmiş mektuba binaen verildi.

Tamamı hayat kadını olan kurbanlarından beşinin aynı kişi veya kişilerce

öldürüldüğü kesinleşti. Ancak Karındeşen Jack’e mal edilmiş yaklaşık yirmi

cinayet var.


Karındeşen Jack’in yöntemleri vahşiceydi. Kurbanlarını önce boğazlayarak

etkisiz hale getiriyor daha sonra da boğazlarını kulaklarına kadar kesiyordu.

Ufak tefek değişikliklerle beraber kurbanların tamamına yakınının karnı ve

cinsel organları deşilmiş, bazı organları çalınmış, bazen de burun ve/veya

kulakları kesilmişti. Jack kurbanlarını, dizleri karna çekilmiş ve bacakları

açık bir şekilde düzenleyerek terk ediyordu. Karındeşen Jack’in kimliği hiçbir

zaman açığa çıkmadı. Cinayetler kendiliğinden son buldu. Birçok filme konu

olan bu karanlık katilin kimliği günümüzde hâlâ araştırılıyor. O dönemde

yaşamış ünlü ya da aristokrat biri olduğuna ve öldüğü için cinayetlerin

bittiğine inanların sayısı hiç de az değil.


“Toplumu zehirliyorlardı, öldürülmeleri gerekiyordu ancak o çocuğun bir

suçu yoktu, onu öldürmem için bir sebep yoktu. Ben çocuk öldürmem, eğer

öldürseydim kabul ederdim.”

DENİZ YAĞMUR


“BENİ BULAMAZSINIZ!”

Deniz Yağmur, 1985’te Iğdır’da doğdu. Bekâr. Berber çırağı. Kan davası nedeniyle İzmir’e

göç etmiş bir ailenin oğlu. 2005’te ikisi İzmir, biri İstanbul’da, biri çocuk olmak üzere üç

kişiyi öldürdü. Cinayet mahalline sprey boyayla polislere “Siz beni bulamazsınız!” diye not

bıraktı. Cezaevinde.

2 Ağustos 2005

İstanbul/Bahçelievler

Şehir uykuya dalmak üzereydi. Katil, bütün gün semtin en çok iş yapan

fotoğraf stüdyosunun kapısını kolayca açtı. İçerisi karanlıktı.

Sessizce yürüdü. Günlük hasılatın çok iyi olmasını umarak kasaya yöneldi.

Aynı anda dükkân sahibi ise gürültüye uyandı. Sabah çok erken işi olduğu

için eve gitmemişti.

Korkarak içeri yürüdü. Az sonra katiliyle burun buruna geleceğini

bilmiyordu. Ne yazık ki katil, fotoğrafçıdan çok daha güçlüydü. Kurbanını

boğarak öldürdü. Delilleri yok etmek için bir tek çaresi vardı: Her şeyi

yakmak.

Yangın söndürülüp, itfaiye görevlileri ve olay yeri inceleme ekipleri

stüdyoya girdiğinde görüntü korkunçtu. Dükkândaki her şeyle birlikte 34

yaşındaki Hilmi Ekici de yanarak kül olmuştu.

Cesedin kimliği tespit edilemeyecek derecede yanmıştı. Ölüm nedeni ilk

bakışta yanmaya bağlı görünüyordu. Ama ertesi gün önce yangın incelemesi

ardından da otopsi, olayın sıradan bir yangın olmadığını ortaya koyacaktı.


Ceset üzerinde yapılan detaylı inceleme sonunda ölüm nedeninin boğmaya

bağlı olduğu ortaya çıktı. Çünkü maktul yangın sırasında solumamıştı. Bu

nedenle ciğerlerinde karbonmonoksit yoktu.

Uzmanlara göre Hilmi Ekici’nin yangından önce öldürüldüğü kesindi.

Bundan sonra iş cinayet masası dedektiflerine düşüyordu. Ama ortada ne bir

ipucu ne de bir kuşkulu vardı.

6 Gün Sonra

İzmir/Aliağa

İzmir yazın en sıcak günlerinden birini yaşıyordu. 15 yaşındaki Cihan K.

dışarı çıkmak için annesinden birkaç saatliğine izin alabilmişti.

Anne ve babası komşularının yaşça büyük oğluyla görüşmesini istemediği

için onlara yalan söylemiş, “Denize yalnız gideceğim,” demişti. Oysa birlikte

çok eğleniyorlardı. Zaten İstanbul’dan İzmir’e çok seyrek geliyordu

komşularının çocuğu. Üstelik onları anlamıyordu Cihan. Babasının söylediği

gibi onu uyuşturucu kullanırken hiç görmemişti.

Bunları düşünerek sözleştikleri plaja geldi. Arkadaşı ondan önce gelmişti.

Koşarak yanma gitti. Cihan o gün eve dönmedi. Cesedi birkaç saat sonra

denizde boğulmuş olarak bulundu.

Olay sıradan bir boğulma vakası olarak kayda geçecekti. Gerçi aile

çocuklarının yüzmeye kiminle gittiğini biliyordu. Tam o sırada polis

kumsalda bir not buldu: “Beni Bulamazsınız.”

Cihan’ın cep telefonu da ortada yoktu. Ve katil, seri cinayetlerine daha

yeni başlamıştı.

5 Gün Sonra

İstanbul/Bahçelievler


22 yaşındaki Gökhan Y. aldığı uyuşturucunun etkisiyle kendinden

geçmişti. İzmir’den yeni dönen arkadaşının bir süredir kendisini izlediğinin

farkında değildi.

Gökhan kısa bir süre sonra uyuyakaldı. Arkadaşı yerinden kalkıp

Gökhan’ın boğazını bütün gücüyle sıktı.

Kurbanın öldüğünden emin olduğunda evi yakmak için gerekli hazırlıklara

başladı. Önce odaya kâğıtları ve eşyaları topladı. Sonra hepsinin üzerine

benzin döktü. Daha sonra cesedin yattığı taraftaki duvara yaklaştı ve

kocaman harflerle şu notu yazdı: “BENİ BULAMAZSINIZ.”

Polise arkasında not bırakarak meydan okuyacak kadar kendine güvenen

bu katil kimdi?

İstanbul polisi kısa bir araştırma sonunda Gökhan Y. ile fotoğrafçı Hilmi

E.’nin arkadaş olduğunu tespit etti. Yine kurbanın cep telefonu ve parası

alınmıştı.

Ancak bu kez polisin dikkatini cinayet mahallindeki bir ayrıntı çekti. Evin

her yeri litrelik su şişeleriyle doluydu. Bu da polisin aklına uyuşturucu

kullanımını getiriyordu. Tam soruşturma bu yönde derinleştiriliyordu ki,

dördüncü cinayet haberi yine Bahçelievler’den geldi.

İki gün sonra 24 yaşındaki Erdal G. boğularak öldürülmüştü. Erdal G.

diğer iki kurbanla arkadaştı ve üstelik aynı mahallede oturuyordu. G.’nin de

diğerleri gibi cep telefonu ve parası çalınmıştı ve yine cinayet mahallinde

yangın çıkarılmıştı.

Erdal G.’nin evi de onlarca su şişesiyle doluydu. Ama bu kez pet şişelerin

üzerinde kurbanlardan başka birine ait bir parmak izi vardı.

Polis, iki ayrı cinayet mahallinde bulduğu pet şişeler üzerinden olayı

incelemeye başladı. Civardaki marketler tek tek dolaşıldı. Bir market çalışanı

kurbanların arkadaşı da olan birinin sık sık su aldığını söyledi.

Yirmi yaşındaki Deniz Yağmur...


Her ne kadar kurbanlarının evinin duvarlarına “Beni bulamazsınız!” yazsa

da, her seri katil gibi o da, kurbanlarından aldıklarını saklamayı ya da

kullanmayı seviyordu.

Birkaç gün sonra kurbanından aldığı cep telefonunun sinyali teknik takibe

takıldı. Sinyal, Aksaray’da bir otel odasını işaret ediyordu.

Katil, kaldığı otele düzenlenen operasyonla yakalandı. Polisleri karşısında

gördüğünde ilk söylediği “Ben güvenlik şirketi çalışanıyım. Böyle bir şey

yapar mıyım?” oldu.

Yakın dövüş eğitiminden geçmişti. Odasında kurbanlarına ait eşyalar

bulundu. Ve sorgusu sırasında polis, seri katilin psikolojisine dair çok önemli

bilgiler edindi.

“5 yaşındayken abim adam öldürdü... Iğdır’dan kan davası nedeniyle İzmir

Aliağa’ya göç ettik. Babam Iğdır’da mezarlık görevlisiydi. İşsiz kalınca

belediyeye müracaat etti. Tekrar mezarlık görevlisi oldu. Benim

çocukluğumdan beri psikolojik bir durumum vardır. Birtakım hayaller

görürüm.”

Yağmur’un anlattığına göre, ağabeyi Burhan’la yürürken, mezardan bir

adam çıkmış ve ona seslenmişti:

“Mezarlığın yanından geçerken mezarın içinden bir adam çıktı ve gel biraz

konuşalım dedi. Burhan’a ölünün seslendiğini söyledim. Benimle alay etti.

Halbuki ben adamı net bir şekilde gördüm. Başka bir sefer de arabayla

geziyorduk. Müzik dinliyorduk. Müzik aniden kesildi. Bir erkek sesi bana

adımla hitap ederek konuştu.”

Radyodaki ses şöyle demişti ona:

“Vatanını seviyor musun? Askerimizi, polisimizi seviyor musun? Eğer

seviyorsan uyuşturucu satanın ve kullananın karşısında duracaksın.

Vazgeçirebildiğini vazgeçireceksin! Vazgeçiremediğini öldüreceksin!”


Deniz Yağmur’un —belki de kurbanlarının demek daha doğru— kaderi o

gece radyodan gelen sesle değişti. Oysa kendisi de genç yaşlardan beri

uyuşturucu kullanıyordu.

Bunun dışında ne çocukluğunda şiddet görmüştü ne de tacize uğramıştı.

Hatta ailesinde bir tek akıl hastası bile yoktu.

Polis, bir yandan Deniz Yağmur’u sorgularken diğer yandan da cinayet

işleme şeklini göz önüne alarak daha önce faili meçhul kalmış dosyaları

araştırıyordu.

İşte tam bu sırada seri katilin en ürkütücü cinayeti ortaya çıktı. Daha

doğrusu soğukkanlılıkla kendisi anlattı; polise yine meydan okuyordu.

6 Temmuz 2005

İstanbul/Beylikdüzü

Küçük Vedat’ın kolu 15 gündür sargılıydı. Kolundaki kırık tamamen

iyileşmeden havuza girmesini babası yasaklamıştı. Ama yine de her gün

annesi ve babası işe gittikten sonra havuzbaşına iniyor ve şansını deniyordu.

Ama sitenin güvenlik görevlileri de en az babası kadar inatçıydı. Bütün

bildiği numaraları denemiş ama babasından gizli havuza girmeyi

başaramamıştı.

Okullar kapanınca evde yalnız kalmasını istemeyen babası, onu

babaannesinin yanına göndermek istemiş ancak Vedat evde kalmayı seçmişti.

Bir gün Vedat’ın yine canı sıkılmıştı. Karnının acıktığını fark etti. Ekmek

almak için markete doğru koştu. O farkında değildi ama Deniz Yağmur,

havuzun diğer yanında bakışlarıyla onu takip ediyordu.

3 Saat Sonra

Öğle sıcağı iyiden iyiye bastırmıştı. Havuz başında olması gereken Deniz

ortada yoktu. Bir saattir telsizden anons edilmesine rağmen de cevap


vermiyordu.

Hasan Akyüz, şefinin isteği üzerine sitede arama yapmak için yola

koyulmuştu ki, Deniz’i gördü. Çocuğa bir saattir nerede olduğunu sormaya

hazırlanırken bir anons geldi:

“Beşinci blok daire 52’de yangın... Bütün ekiplerin dikkatine!”

Her ikisi de başını yukarı kaldırdı. Koşarak binaya girdiler, peşlerinden de

diğer görevliler.

Görevliler, 52 numaralı dairenin kapısına geldiğinde koridoru duman

kaplamıştı. Nefes almak mümkün değildi. Bir süre ne yapacaklarım bilemez

halde kaldılar. Tam o sırada Hasan’ın aklına Vedat’ın içeride ve yalnız

olduğu geldi. Artık tehlikeye rağmen kapıyı kırmaktan başka çareleri

kalmamıştı.

İçeri girmek imkânsızdı. Yangın birkaç dakika içinde evi küle çevirmişti,

ne yazık ki Vedat’ı da.

İtfaiye ekiplerinin söndürme ve soğutma çalışmalarından sonra gelen olay

yeri inceleme ekipleri için bile manzara korkunçtu. Üç oda ve bir salondan

oluşan ev tamamen kül olmuştu. Çocuğun cesedi ise kendi odasında sırtüstü

yatar vaziyette bulundu.

Adli Tıp Uzmanı Dr. Gökhan Batuk ilk incelemeyi yapmıştı: “Çocuğun

cesedi kömürleşme derecesinde yanmıştı. Kemik dokular büyük oranda açığa

çıkmıştı. Yumuşak dokulardaki harabiyet nedeniyle yangından önce

öldürülüp öldürülmediğini tespit edemedik.”

Sorgunun sonunda olayın bütün detaylarını anlatmasına rağmen Deniz

Yağmur, Vedat’ı öldürdüğünü reddetti:

“Ali’yi ben öldürmedim. Diğerlerini öldürdüğümü kabul ediyorum ama

onu ben öldürmedim. Bahçelievler’dekiler uyuşturucu kullanıyordu.

Toplumu zehirliyorlardı. Ama Ali’nin suçu yoktu. Ben çocuk öldürmem.

Öldürseydim kabul ederdim.”


Yağmur böyle söylüyordu ama İzmir Aliağa’da öldürdüğü kurbanının da

bir çocuk olduğunu unutuyordu. Ayrıca Vedat’ın yanarak öldüğü ev sanki

soyulmuş gibi karıştırılmış ve bazı eşyalar hiç bulunamamıştı.

Deniz Yağmur’un aylar sonra oğlunun zanlısı olarak sorgulandığını

gazetelerden öğrenen Vahit Y. aynı günlerde şu ifadeyi verdi:

“İki ay sonra Deniz Yağmur adlı kişinin cinayet suçundan yakalandığı ve

resminin gazetelerde yayınlandığını gördüm. Yangın çıktığında sitede

çalıştığını ve birkaç gün sonra da işten ayrıldığını öğrendim. Çalıştığı sırada

kaldığı odayı araştırmak istedim. Yöneticiden kulübenin anahtarını aldım.

Kapı arkasındaki dolabın arkasına sıkıştırılmış turuncu renkli bir poşet

gördüm. Poşetin içinde bana ait siyah bir el çantası vardı. İçini açtığımda

yangında yok olduğunu sandığım pasaportumu buldum.”

Vedat’ın ölümünden bir hafta sonra site yöneticisi, Deniz’in küçük kızlara

“aşırı ilgi” gösterdiği iddiaları üzerine güvenlik şirketi sahibi İrfan Tezcan’la

irtibata geçmiş ve sabıka kaydını istemişti. Tabii ki, Deniz, sabıka kaydını

getirmemiş ve işine son verilmişti.

Vedat’ın öldüğü gün Deniz’i her yerde arayan Hasan, Deniz’le son kez

güvenlik şirketine maaşını almaya gittiğinde karşılaşmış ve belki de sıradaki

kurban olmaktan son anda kurtulmuştu.

“Maaşımızı almaya güvenlik şirketine gittik. Deniz de ordaydı. Maaşımızı

aldıktan sonra bize ‘Bekleyin görüşelim’ dedi. Araba var sizi arabayla

bırakırım dedi. O anda onun kafasının yerinde olmadığını farkettim.

Otoparkta bir saat kadar bekledik. Şirketten çıkıp yanımıza geldi. Gelin hep

birlikte içmeye gidelim dedi. Kabul etmedik. O zaman gece gelip sizi evden

alacağım dedi. Evli barklı olduğumuzu ve dışarı çıkamayacağımızı söyledik.

Ve evlerimize gittik.”

Güvenlik şirketi yetkilisi İrfan Tezcan’ın anlattıkları da, Hasan’ın

anlattıklarını destekliyordu:


“Yangından sonra sitenin güvenliği işi bizim şirketten alındı... O gün

Deniz, Hasan ve Mehmet maaşlarını almaya geldi. Ben de onlara sitem ettim.

Hasan ve Mehmet çıktıktan sonra Deniz bana, ‘Abi canını sıkıyorlarsa ben

bunlara derslerini vereyim’ dedi.”

İki güvenlikçi o gün Deniz’i son kez gördüklerini sanıyordu. Oysa ikisi

için kâbus dolu bir süreç başlıyordu.

Cezaevi

Deniz Yağmur, beş cinayetten tutuklanıp cezaevine gönderildiğinde

sitedeki iki güvenlikçiyi aramaya başladı:

“Sizin yüzünüzden buradayım. Siz yangını söndürmeseydiniz çocuk yanıp

gidecekti, benim başım yanmayacaktı. Sizi dışardaki arkadaşlarıma

öldürteceğim,” diyordu.

Tehditler üzerine iki güvenlikçi önce telefonlarını değiştirdi. Tehditler

aylarca devam edince de soluğu Jandarma’da aldı.

Deniz Yağmur’un bütün inkârlarına rağmen Adli Tıp Kurumu uzmanları

yangından önce evde yaşananlar hakkında önemli ipuçları veriyordu. Vedat,

yangından önce boğularak öldürülmüştü. Ciğerlerinde karbonmonoksit gazı

bulunmamıştı.

Deniz Yağmur, 8 yaşındaki Vedat dahil olmak üzere beş kişiyi öldürmek

suçundan beş kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

Yargılaması sırasında 2001’de henüz 16 yaşındayken 70 yaşındaki bir

vatandaşı parasını almak için öldürdüğü, üç yıl sonra şartlı tahliye olduğu

anlaşıldı.

Dosyanın en acıtıcı yanlarından biri de, yangın devam ederken siteye gelen

Vedat’ın annesini sakinleştirmeye çalışan, fenalaştığında ambulansa taşıyan

Deniz Yağmur’du.


Deniz Yağmur’un İfadesi

“Ben halen Bahçelievlerde işlediğim 3 ayrı cinayet olayı nedeniyle

tutukluyum, davalar devam etmektedir, bu olaylarda suçu işlediğimi, kabul

ettim, ancak Beylikdüzündeki olayda suçsuzum, Vedat Karabulak’ı ben

öldürmedim. Bahçelievlerdekiler uyuşturucu kullanıyorlardı ve satıyorlardı,

toplumu zehirliyorlardı, öldürülmeleri gerekiyordu, ancak Vedat’ın bir suçu

yoktu, onu öldürmem için bir sebep yoktu, ben çocuk öldürmem, eğer

öldürseydim kabul ederdim.

Ben Vedat’ın oturduğu Avkon sitesinde güvenlik elemanı olarak

çalışıyordum. Ben daha çok havuzun güvenliğinde görevliydim, orada işe

başlayalı 3 ay kadar olmuştu, yangın olayı oldu.

Vedat annesi babası çalıştığı için hep yalnızdı, gününün çoğunu mevsimde

yaz oluşu dolayısıyla havuzda geçerdi ve benimle de sık sık konuşurdu. Ben

işe başladığım tarihten beri, Vedat’ın kolu sargılıydı, nasıl bir olay sonucu

kırılmış olduğunu bilmiyorum, Vedat alçılı koluyla havuza girerdi, biz

kendisine kızar uyarırdık, olay günü Vedat bana anne babasının o gün

boşanacaklarını söyledi, bu konuda üzüntülüydü, kendisini teselli ettim, ben

işimle ilgilendim, Vedat’ın nereye gittiğini görmedim, bir saat kadar sonra

yani olaydan yarım saat kadar önce güvenlikçi Ercan çağırıp kapalı garaja

götürmüştü, bir araba garaj kapısına çarpmış onu gösteriyordu.

Biz ordayken telsiz anonsuyla yangın olduğunu söylediler, yangın yerine

koştuk, müdahale ettik, ben yangın söndürme çalışmalarına bizzat katıldım,

diğer güvenlikçilerle, site sakinleriyle yangına müdahale ettik. Ben bir aşağı

bir yukarı koşturup alet malzeme ulaştırmaya çalıştım, hatta yönetici ile

hidroforun çalıştırılması konusunda münakaşa yaptık, ancak yangının

çıkarılması ve çocuğun ölümü ile ilgim yoktur. Bahçelievlerdeki olaylarla

benzerliği rastlantıdır, ben yapsam yaptım derdim.”

Özgeçmişiyle ilgili sorular soruldu:


“4-5 yaşındayken Iğdır’dan kan davası nedeniyle (ağabeyim adam

öldürmüştü) İzmir’in Aliağa ilçesine göç ettik, babam Iğdır’da mezarlık

görevlisiydi, Aliağa’da da işsiz kalınca yine belediyeye müracaat ederek

mezarlık görevlisi oldu. Ben altı kardeşin beşincisiyim, ailemizde bedence ve

ruhça arızası bulunan kimse yoktur, ancak bende çocukluktan beri psikolojik

bir durum vardır, düşüncesizce bir işe atılırım sonra pişman olurum,

çocukluğumdan beri ben birtakım hayaller görürüm, özellikle yattığım

sıralarda olur, mesela bir adam duvarın içinde bana seslenir, abuk subuk

şeyler konuşur, kafası bir tarafta kolları birtarafta biridir, bir seferinde

Bakırköy’de geceleyin mezarlıktan geçerken mezarın içinden çıkan bir adam

bana seslendi "gel içeride biraz oturalım, sohbet edelim dedi”

Yanımda bu sırada Bahçelievlerde öldürdüğüm Gökhan’da vardı,

Gökhan’a ölünün seslendiğini söyledim, benimle alay etti, halbuki ben adamı

net bir şekilde gördüm, saçı dökük, orta yaşlı, uzun boylu, giyinik, bir erkek

idi, bir seferinde İzmir’deyken bir arkadaşım arabasında müzik dinlediğim

sırada müzik yayını radyodan birden kesildi ve bir erkek sesi bana adımla

hitap ederek bana şu soruları sordu; "vatanını seviyor musun? Askerimizi,

polisinizi seviyor musun? Eğer seviyorsan uyuşturucu satanın ve kullananın,

devlete karşı gelenin hepsinin karşısında duracaksın, vazgeçirebildiğini

vazgeçireceksin, vazgeçiremediğini öldüreceksin” dedi. Mezarlıktaki olayda

hap içmiştim, diğerlerinde uyuşturucu kullanmamıştım, şimdi de aynı

görüntüler bana görünüyorlar, ben bunlara bir anlam veremiyorum.

Çocukluğumda geçirdiğim bir zihinsel travma, bana ve yakınlarıma yönelik

kötü bir olay yoktur.”

Soruldu:

“Ben havuz kenarında havuza giren çıkanları kontrol ederim, orda küçük

bir masa ve sandalye vardır, giriş kartlarını alıyorum ve havuzdan çıkarken de


teslim ediyorum, benim başka işlerim olduğunda da bu işler ve ihtiyaçlarım

için ayrıldığımda orası genellikle boş kalır.

Olaydan önce de bir ara tuvalete gitmek için 5-10 dakikalığına ayrılmıştım,

tuvaletteyken yönetici Erkut bey telsizle beni aramıştı, tuvalette olduğum için

cevap verememiştim, tuvalet ihtiyacı dışında havuz başından hiç ayrılmadım,

havuz o saatte kalabalıktı, ama aradan zaman geçtiği için o saatte havuzda

kim vardı hatırlamıyorum.

Ben sitede garaj kulübesinde barınıyordum, kulübede bulunan çanta ve

pasaporttan haberim yoktur, ben koymadım, ben sitede kimsenin evine

gitmiyordum, Vedat’ın evinde de olaydan önce hiç gitmedim, aleyhime olan

delilleri kabul etmiyorum.”

Kundaklama Dürtüsü

Seri katillerin, cinayet mahallini kundaklamaları, aslında delilleri yok

etmeyi de kapsayan bir ritüel. Meksika asıllı ABD’li seri katil Richard

Munoz Ramirez (29 Şubat 1960-7 Haziran 2013), 1985’te Kaliforniya’yı

soygun, tecavüz ve cinayete boğmuştu. Medyanın “Gece Avcısı” adını taktığı

Ramirez, 13 cinayet, 5 cinayet girişimi, 11 cinsel suç ve 14 ev soygunu ve

kundaklamadan suçlu bulunup idama mahkûm edildi.

Ramirez’in Türkiye’deki benzerlerini anmadan önce onun cinayet işleme

ritüeline kısaca göz atalım. Özellikle yaşlı insanları ve çiftleri seçerdi. Gece

gizlice evlerine girer, keskin bir aletle kafalarına vurarak öldürür, tecavüz

eder, duvarlara satanist simgeler ya da cümleler yazar ve evi kundaklardı.

Ramirez’in cinayet sahnesine bakıldığında Türkiye’de Artvin’de yaşlıları

öldüren ve evleri yakan Adnan Çolak’la, polise not bırakan ve kundaklayan

Deniz Yağmur’u anmamak olmaz.

Bilindiği üzere kundakçılık yani piromani, başlı başına psikolojik bir

bozukluk. Net bir ifadeyle, “Yangın çıkarma dürtüsü”.


Psikiyatri, piromanları şöyle tanımlıyor: Kundaklama öncesinde yüksek

gerilim ve yangınla beraber derin bir haz. Bu tanıma bakarak, piromaninin,

seri katillere neden cazip geldiğine şaşmamak gerek. Hepsi piroman olmasa

bile...

Neden, ister delilleri yok etmek ister piromani olsun, hazır “yangın

çıkarma” konusu açılmışken birkaç konuyu dile getirmekte fayda var.

Aslında uzmanlar için inceleme yangın devam ederken başlıyor. Çıkan

alev ve dumanın rengi, yanan maddenin ne olduğunu söylüyor. Daha sonra da

dumanın mekânda bıraktığı is. Özellikle cam, uzmanlar için en büyük

yardımcı. Mesela bir mekânda yangın çıkarmak için petrol ve türevi

malzemeler kullanıldıysa onun meydana getirdiği dumanın cam üzerinde

bıraktığı is, elektromiroskop altında farklı bir görüntü sergilerken, hızlandırıcı

kullanılmamış doğal yollardan ya da kaza sonucu meydana gelen bir yangının

ürettiği dumanın cam üzerinde bıraktığı is, başka görünüyor.

Yangın, uzmanlar için iki yüzlü bir madalyon aslında. Birinci yüzünden

uzmanlar hiç hoşlanmıyor. Çünkü bizzat yangının kendisi delilleri bir çırpıda

yok eden bir olay.

Ancak, kundaklamanın suç avcıları için değerli bir yönü var. SASEM’den

bir yangın uzmanı durumu şöyle açıklıyor:

“Kundaklama yapabilmeniz için mutlaka bir hazırlık aşamasından geçmek

zorundasınız ve o hazırlık aşamasında geride birtakım deliller bırakırsınız.

Yani delillerini yok etmek için kullanılan bir araç, aslında en önemli delil

haline geliyor. Özellikle hızlandırıcı kullanılan yangınlarda yer zemin

tamamen temizlendikten sonra bizim yangın gölgesi dediğimiz bir oluşum

vardır. Yani hızlandırıcıyı ilk döktüğünüz anda zeminde meydana gelen

gölgeyi, ne atık maddeler, ne de yangının söndürülmesi sırasında kullanılan

köpük, su yok edemiyor. Ve biz o gölgeden çok şeyi okuyabiliyoruz.”


Uzmanlar, suç ve suçluya dair çok şeyin okunabildiği bu gölgeye, güzel bir

isim de vermiş: “Yangının Gözü”.


“Onları öldürdüm çünkü fuhuş yapıyorlardı...”

OSMAN BORA ÇUHACI


NEFRET KATİLİ

Osman Bora Çuhacı, 1980’de Rize’de doğdu. Misyoner katil. Bir müteahhitin oğlu. 1998’de

Rize’den İstanbul Üniversitesi Turizm İşletme Bölümü’nde okumak için İstanbul’a geldi. İlk

yılında okulunu terk etti. Hemşire Şule Özbakan’la tanışıp, Halkalı’da birlikte yaşamaya

başladı. 2005 yılında 3 kadın ve 1 travestiyi öldürdü. Cezaevinde.

5 Ekim 2005

Kartal/O-2 Bağlantı Yolu

Gece yarısına doğru gelen bir telefon ihbarı Kartal Aydos Ormanı

yakınlarında, yol kenarında yakılmış bir ceset olduğunu söylüyordu. Cinayet

masası dedektifleri ve olay yeri inceleme ekibi olay yerine ulaştığında

manzara ürküntü vericiydi.

0-2 Otoyolu bağlantı yolu Uğur Mumcu Mevkii’nde yol kenarında bulunan

ceset, kimliği anlaşılamayacak derecede yanmıştı. Ceset üzerinde yapılan ilk

inceleme cesedin genç bir kadına ait olduğunu düşündürüyordu. Ancak yanık

derecesi bundan emin olmayı güçleştiriyordu.

Olay yerinde başka bir ipucu bulunamadı ve ceset Adli Tıp Morgu’na

kaldırıldı. Adli Tıp uzmanlarının şu sorulara yanıt bulması gerekiyordu:

Kurban kim, kaç yaşında ve nasıl öldürüldü?

Özellikle kafatası ve pelvis kemikleri cinsiyet ayrımında kullanılan

kemikler. Bütün beden yansa da arka kafa dediğimiz yerde maksoit

çıkıntılardan ve çenenin açısından kişinin cinsiyeti tespit edilebiliyor.

Adli Tıp uzmanları bu verilere bakarak cesedin cinsiyeti ve yaşını tespit

etmişti. Kimliği belirsiz ceset 25-30 yaşlarında bir kadına aitti ve kurban


kafasına sıkılan tek kurşunla öldürülmüştü.

Üstelik kurşun kafatasını delip geçmemiş ve kemiklere saplanıp kalmıştı.

Otopside bu kurşun dikkatlice çıkarıldı ve inceleme için kriminal

laboratuarına gönderildi. Katile ait tek ipucu polisin eline geçmişti.

Silahlar neredeyse parmak izi gibidir. Her silah kendi karakteristiğini taşır

ve o silahtan çıkan kurşun yalnızca o silaha ait izleri taşır. Balistik

incelemede işte bu gözle görülemeyen izlerin mukayesesi yapılır ve hangi

kurşun hangi silahtan atılmış anlaşılır.

Balistik uzmanları Adli Tıp Kurumu’ndan gönderilen merminin önce

detaylı incelemesini yaptı. Daha sonra uzmanlar sistemde kayıtlı mermilerle

ellerindeki mermiyi tek tek karşılaştırdı. Ancak sonuç olumsuzdu. Cesedin

kafatasından alınan mermi hiçbir silahla ya da daha önce bulunan mermi

çekirdekleriyle eşleşmiyordu. Katil, elindeki silahı ilk kez bir cinayette

kullanmıştı.

13 Gün Sonra

Şişli

Songül Koca, annesi Nihan K.’dan iki gündür haber alamıyordu. Kadın 75

yaşındaydı, merdivenleri hızla tırmanırken, sağlık sorunları olan annesi için

endişe ediyordu. Kapıyı çaldı. Bekledi. Çantasındaki yedek anahtarı çıkarıp

kapıyı açtı ve salonda annesini yerde kanlar içinde yatarken buldu.

Nihan K., kafasına yastık konup tek kurşunla vurularak öldürülmüştü.

Katil ya da katiller eve kurbanın rızasıyla girmişti... Kapıda herhangi bir

zorlama olduğuna ya da evde boğuşma yaşandığına dair bir bulgu yoktu. Ev

karıştırılmış, ancak hırsızlık yapılmamıştı. Polis, Songül Koca’dan annesinin

bir süre önce Şişli’de yaklaşık 1 trilyon liralık 3 dairesini sattığını ve parayı

kızıyla açtırdığı ortak hesaba yatırdığını öğrendi.


Şimdi bu iki cinayet arasında nasıl bir bağlantı var diyeceksiniz? İlk

cinayette başından vurulmuş sonra yakılıp orman kenarına atılmış genç bir

kadın var. İkinci cinayette ise yaşlı bir kadın. Üstelik evinde öldürülmüş. Bu

iki cinayetin tek ortak noktası başlarından tek kurşunla vurulmaları. Eğer

balistik uzmanının söylediği gibi her silahın parmak izi gibi kendine has bir

karakteristiği olmasaydı belki de polis bu iki cinayet arasındaki bağı

kuramayacaktı. Ancak polisin şansı bir kez daha yaver gitti. Yaşlı kadını

öldüren mermi çekirdeği de kemiğe saplanmıştı. Bu çekirdeğin balistik

incelemesinde anlaşıldı ki, her iki kadın da aynı silahtan yani aynı katilin

silahından çıkan kurşunla öldürülmüştü.

Birkaç Gün Sonra

Zeytinburnu, Sabah 06.00

Nihan K. öldürüldüğü gün evinden cep telefonu da çalınmış, cinayet

soruşturmasını yürüten polis de bu telefonu takibe almıştı. Cinayetten kısa bir

süre sonra cep telefonu Zeytinburnu civarında ilk sinyalini verdi. Genç bir

adam o bölgede bir bayiye cep telefonunu satmıştı. Satış sırasında bayi, nüfus

cüzdanı fotokopisini istemişti. Kimlikte yazan isim, 27 yaşındaki Ali

Kantarcı’ydı.

Şoförlük yapan Kantarcı, polisin kuşattığı evde karısı ve çocuklarıyla

birlikte yaşıyordu. Ev halkının korku dolu bakışları arasında Kantarcı

gözaltına alındı. Sorgusunda her şeyi inkâr ediyordu:

“Nihal Tezkurtaran’ı tanımıyorum... Diğer kadını da... Ben kimseye telefon

da satmadım... Nüfus cüzdanımın o telefoncuya nasıl gittiğini bilmiyorum...

Nüfus cüzdanımı yıllar önce kaybetmiştim ama... Şimdiye dek bir sorun

çıkmadı. Ben yapmadım.”

Ali Kantarcı suçsuz olduğunu söylüyordu ama kurbanın cep telefonunu

satan kişinin kendisi olmadığını da ispatlayamıyordu... Üstelik her iki


cinayetin işlendiği günlerde de nerede olduğunu açıklayamıyordu. Yalnızca

“çalışıyordum” demekle yetiniyordu.

Kartal/Aydos Ormanı Yolu

Zanlının sorgusunun devam ettiği günlerde yine Pendik Aydos Ormanı

mevkiinden bir haber geldi. O-2 Otoyol kenarında yanmış bir ceset

bulunmuştu. Yine kadındı. Bu kez yanık derecesini daha az olmasından

dolayı kadının genç olduğu tespit edilebiliyordu. Ama ilkinden farklı olarak

ikinci cesedin baş kısmına kenarları iple bağlı bir poşet geçirilmişti. Ve bu

kurban da önceki iki kadın gibi başından tek kurşunla vurularak

öldürülmüştü. Üstelik balistik uzmanlarına göre aynı silahla.

Cinayetler giderek daha karmaşık bir hal alıyordu. Ve artık polis, seri bir

cinayetle karşı karşıya olduğunu biliyordu. Ancak cinayetlerin son halkası,

zanlı içerideyken işlenmişti. Yanmış iki cesedin kimlik tespiti çalışmalarına

hız veren polis son 1 yıl içinde yapılan yüzlerce kayıp başvurusu tek tek

inceledi. Listeyi 12 aileye kadar indirdi. Aileler teşhis için emniyete çağrıldı.

Yapılan DNA incelemesi sonunda kadınları kimlikleri tespit edildi. İlk

kurban, 25 yaşındaki Begüm K.’ydi. Evliydi, bir de çocuğu vardı. Ancak

eşinden gördüğü şiddete dayanamayıp Kahramanmaraş’tan İstanbul’a

kaçmıştı. İkinci kurban ise, Gökçen Ş.’ydi. O da 30’lu yaşlarının eşiğinde

genç bir kadındı. Fakat İstanbul’da dehşet saçan katilin cinayetleri bu üç

kurbanla sınırlı kalmayacaktı.

Soruşturma yürütülürken 29 Kasım 2005 günü bu kez Beşiktaş’ta bir

travestinin arabasında kafasına tek kurşun sıkılarak öldürülmüş olduğu haberi

geldi. Araç lüks bir sitenin giriş yolunda park edilmişti. Otomobildeki 25

yaşındaki “Serenay” takma adlı Sonat T., kafasından tek kurşunla vurularak

öldürülmüştü. Kriminal polis, otomobilin sağ ön kapı çıtasında

kurbanınkinden farklı iki parmak izi tespit etti.


Ayrıca, aracın içinde 7.65 milimetre çapında bir adet boş kovan bulundu.

Boş kovan incelenmek üzere kriminal laboratuvarına gönderildiğinde polis

Sonat T.’nin seri katilin dördüncü kurbanı olduğunu anladı. Bu kez katil

geride ilk kez ipucu bırakmıştı. Otomobilin kapısındaki parmak izlerini.

Otomobilde bulunan parmak izleri incelediğinde özel bir hastanede

hemşire olarak görev yapan Şule Özbakan’a ulaşıldı. Araçta bulunan parmak

izleri ona aitti. Parmak izlerinin bir hemşireye yani bir kadına ait çıkması

Cinayet Masası dedektiflerini şaşırtmıştı. Polis, kurbanların üçünün kadın

dördüncüsünün ise bir travesti olduğunu göz önüne alarak katilin bir erkek

olduğunu düşünüyordu. Yine de Şule Özbakan’ın araçta parmak izlerinin

olması onun katil olduğunu göstermezdi. Bu nedenle hemşire takibe alındı.

Halkalı

Hemşire, her zamanki gibi akşam saatlerinde işyerinden ayrılmış, ancak bu

kez ailesiyle birlikte yaşadığı ev yerine Halkalı’da bir siteye gitmişti. Cinayet

bürosu dedektifleri saatlerdir hemşirenin çıkmasını bekliyorlardı. Saatler

ilerledikçe hemşirenin geceyi burada geçireceğine inanmaya başlamışlardı.

Bu durumda takip için görev değişimi yapılması gerekiyordu. Tam bu sırada

telsizden bir anons geçti:

“Ekiplerin dikkatine. Atakent Sitesi A Blok’ta silahlı yaralama olayı

bildirildi... En yakın ekibin olay yerine intikali...”

Adres polislerin takibe aldığı yere aitti. Koşar adım daireye ulaştıklarında

Hemşire Şule Özbakan’ı bacağından silahla vurulmuş halde buldular.

Yerde kıvranıyor, ağlıyor ve polislere kendisini kurtarmaları için

yalvarıyordu. Yaralı kadının hemen başucunda ise, bir adam oturuyordu.

Sakindi, içeri giren polislere gülümsedi ve “Adım Osman Bora Çuhacı,” dedi.

Polisler için seri cinayet dosyası giderek daha karmaşık bir hal alıyordu.

Son cinayette parmak izi bulunan hemşire bir eve gitmiş ve gittiği evde


vurulmuştu. Şule Özbakan ve adının Osman Bora Çuhacı olduğunu söyleyen

adam o gece gözaltına alındı. Kadın yaralı olduğu için hastaneye, adam ise

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Cinayet Bürosuna götürüldü.

Düğümü ise, iki şey çözebilirdi: Evde bulunan silah, hemşire ve

Çuhacı’nın anlatacakları. Özbakan hastane odasında verdiği ilk ifadede, iki

kadının öldürülüp yakılmasından haberi olmadığını ama Nihan Kurtaran ve

Sonat T. cinayetlerinin yanında işlendiğini itiraf ediyordu: “O gün Nihan

Kurtaran’ın evine gittik. Yaşlı kadının çok parası olduğunu biliyorduk. Ama

para alamayacağımızı anladık. Bunu üzerine Osman silahını çıkarıp kadını

öldürdü. Sonra da evde para aradı ama bulamadı. Sonat’ı öldürdüğü gün ise,

ikimiz de çok alkollüydük. Osman ayrıca hap da kullanmıştı. Osman

Murat’la pazarlık yaparken ben de arabada bekliyordum. Kısa bir süre sonra

silah sesi duydum. Osman koşarak yanıma geldi. O’nu öldürdüğünü söyledi.

Hemen oradan ayrıldık.”

Kadın, bugüne kadar sessiz kalmasını ise, şöyle açıklıyordu; “Osman’ın

tehditlerden korktuğum için onu bugüne kadar ihbar edemedim. Ben

hemşireyim. Mesleğim gereği, özellikle ateşli silah yaralamalarında ambulans

geldiğinde tutanak tutulacağını ve durumun polise bildirileceğini biliyorum.

Kaldı ki, beni yaraladığı silah ile cinayette kullanılan silah aynı. Eğer suç

ortağı olsaydım ambulansı aramazdım.”

Acaba takip edildiğini bilse ambulansı arar mıydı? Belki de bu takip, onu

beşinci kurban olmaktan kurtardı, kim bilir?

Aynı saatlerde Osman Bora Çuhacı da İstanbul Cinayet Masası

dedektiflerine ifade veriyordu. Çuhacı, aslen Rizeli ancak Samsun’da yaşayan

bir müteahittin oğlu. 1998’de memleketi Rize’den İstanbul Üniversitesi

Turizm İşletme Bölümü’nü okumak için İstanbul’a geldi. Ancak eğitimini

tamamlayamadan okulunu terk etti. Okulunu terk edince babası kendisine

maddi desteği kesti. Bu sırada hemşire Şule Özbakan’la tanışıp, Halkalı’da


birlikte yaşamaya başladı. Osman Bora Çuhacı sorgusunda öldürdüğü dört

kurbanının ortak yönünü şöyle özetledi: “Fuhuş yapıyorlardı.”

“Şule’yle yaklaşık iki yıl önce tanıştık. Zaman zaman Halkalıdaki evimde

kalıyordu. İşsizdim. Şule’nin maaşı ve kredi kartlarıyla geçiniyorduk.

Begüm’le kadın satıcılığı yapan Nihan Kurtaran’ın evinde tanıştım. Beni

uyuşturucuya alıştırdı, satmaya teşvik etti. Bana hap veriyordu. Bu kadının

kötü bir insan olduğuna karar vererek Halkalı’daki evimde öldürdüm. Rent A

Car’dan bir araç kiralayarak cesedi Yakacık’a götürüp uygun bir yerde yol

kenarına attım. Yolda aldığım benzini üzerine döktüm ve sigara izmaritiyle

ateşe verdim.”

Gökçe de Nihan’ın sattığı kadınlardandı. Para karşılığı birlikte oluyordum.

Bir gün evimde ilişki sonrası Gökçe, silahıyla oynamaya başladı. Beni

öldüreceğini düşünerek elinden silahı aldım ve onu kafasından vurdum. Yine

bir araç kiralayarak cesedini Kartal’da ormanlık bir alana götürüp yaktım.

Nihan’ı ise, randevu evi işleterek kızları kötü yola sevk ettiği için öldürdüm.

Benim bu cinayetleri işlememe neden olduğu için onu öldürmeye karar

verdim. Sonra cüzdanındaki paraları aldım ve cep telefonunu aldım. Sonra bu

cep telefonunu sattım.”

Çuhacı, üç kadını neden öldürdüğünü anlattıktan sonra travesti cinayetini

ise, şöyle aktardı polislere; “Şule’yle Galatasaray maçında iddiaya girdik.

İddiayı ben kazandım. Kaybederse bana bir kadın ısmarlayacaktı. Sözünü

yerine getirmesini istedim. Evden çıktık. Sonat’a rastladık. Parasını Şule

ödeyecekti. Sonat 450 YTL istedi. Çok bulup 150 YTL teklif ettim.

Önerdiğim parayla alay edip, küfür etti. Öfkelenip, silahı çıkarıp vurdum.”

Soruşturma sırasında Çuhacı’nın sevgilisinin, çalıştığı hastane

yöneticileriyle bir diş doktorunu da tehdit ettiği belirlendi. Ayrıca gittiği bir

diş doktorunu da öldürmekten son anda vazgeçtiğini söyledi. Çuhacı

ifadesinde bir tek Şule Özbakan’ı tehdit ettiğini kabul etmedi;


“Şule’yi tehdit etmedim. Öyle olsaydı Şule cinayetlerden sonra benimle

kalmazdı. Tutuklandığı yer de benim evimdi. Şayet Şule’yi tehdit etmiş

olsaydım, onu yaralamak yerine öldürüp kurtulurdum. Bu sıkıntılara da

girmezdim.”

Her ikisinin ifadesinden de anlaşıldığı gibi, son iki cinayette Osman Bora

Çuhacı’nın yanında sevgilisi Şule Özbakan da vardı. Çuhacı ise, kurbanlarını

fuhuş batağına saplandıkları için öldürdüğünü iddia ediyor. Tabii

kurbanlarının artık Çuhacı’ya cevap verme şansı yok. Ama bu noktada akla

gelen soru şu? Osman Bora Çuhacı neden böyle bir görev ya da misyon

üstlendi?

Seri cinayet olgularında en tehlikelilerinden biri misyoner katillerdir. Bu

katiller bir görevle hareket ederler ve kurbanlarını belli bir gruptan ya da bu

gruptan olduğuna inandıkları insanlar arasından seçerler.

Osman Bora Çuhacı ve Şule Özbakan, İstanbul 7. Ağır Ceza

Mahkemesi’nde yargılandı Mahkeme heyeti Nihal Tezkurtaran cinayetinden

ikisine de ağırlaştırılmış müebbet hapis, Murat taç cinayetinden ise 19’ar yıl

hapis cezası verdi. Çuhacı ayrıca, Begüm Tenekekesen ve Gökçen Şandır

cinayetlerinden 25’er yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Asosyal Saldırganlık

Organize ve asosyal saldırganlar olarak nitelenen misyoner katiller,

genellikle ortalamanın üzerinde bir IQ’y a sahiptir. Bu kategoride bulunan

saldırgan tipleri genellikle cinayetleri methodik olarak planlarlar, onları bir

yerde öldürüp, bir başka yerde de cesetten kurtulurlar.

Genellikle kurbanlarının acıma veya sempati duygularına dokunarak

kandırırlar ve gönüllü olmaları dolayısıyla özellikle fahişeleri hedef alırlar.

Suç mahallinde ileri seviyede bir kontrolleri vardır ve genellikle adli tıp

hakkında eksiksiz bilgiye sahiptirler. Bu bilgi sayesinde izlerini çok iyi yok


ederler ve takip edilmeleri oldukça zorlaşır. Medya takibini iyi yaparlar ve

bundan büyük bir projeymişçesine gurur duyarlar. Arkadaş veya partnerleri

vardır ve hatta bazen evli ve çocuklu da olabilirler. Yakalandıkları zaman

komşu ve akraba çevresi ile yapılan görüşmelerde, katiller hakkında genelde

zararsız ve kimseyi incitmeyecek kişi olarak bahsedilmiştir. Bazı seri katiller

işledikleri cinayetlerin sırrının çözülmesini oldukça zorlaştırır. İntihar notları

ile yanlış yönlendirmeler, cinayeti başkasına yükleyecek bazı tuzaklar, çete

savaşına kurban olmuş süsü verme ve hatta doğal bir ölüm gibi gösterme en

çok başvurdukları yöntemlerdir.


"Yalvardılar. ama dinlemedik. .. "

YİĞİT BEKÇE ve MEHMET KARAHASAN


ÖLÜM YOLU

Yiğit Bekçe, 1977’de Akyazı’da, Mehmet Karahasan 1982’de Gemlik’te doğdu. Her ikisi de

bekâr. İşsiz. Sabıkalı. İkilinin yolları, uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle kesişti. Ekim 2006’da

53 saat içinde, 1.944 kilometrelik yol boyunca, 6 farklı şehirde 7 kişiyi öldürdüler. Medya

İkiliye “Otoban Katilleri” adını taktı. İkisi de cezaevinde.

19 Ekim 2006 Bursa/Gemlik

Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Ramazan bayramına birkaç gün kalmıştı.

Süren çifti, o gün evin eksiklerini tamamlamak için alışveriş yapmış, daha

sonra aile büyüklerini ziyaret etmiş, evlerine dönüyordu. Nevin Süren, altı

aylık hamileydi. Bu nedenle hızlı yürüyemiyordu. Eşi Merih Süren, ise, bir

süredir arkasındaki ayak seslerini dinliyordu. Kayınpederinin evinden beri,

iki adam peşlerindeydi. Eşini korkutmak istemediği için arkasına

bakamıyordu. Göz ucuyla eşine baktı. Olan bitenden habersiz yürüyordu.

Ne yapacağını kestirmeye çalışırken, önce bir patlama sesi duydu. Sonra

da sırtında dayanılmaz bir acı. Can havliyle eşine sarıldı. Peşpeşe patlayan

tüfek sesine rağmen eşinin üstünden kalkmadı.

Adam, hamile eşini önüne alarak seken saçmalardan korumayı başardı ama

yine de birkaç saçmanın isabet etmesine engel olamamıştı. Eşi hafif, kendisi

ise, ağır yaralandı.

Çevreden yetişen vatandaşlar tarafından hastaneye kaldırıldıklarında her

ikisinin de bilinci kapalıydı. Ve ne yazık ki, bu saldırı günler sürecek bir

cinayetler zincirinin ilk halkasıydı.


Ertesi Gece Bursa/Osmangazi

Hüseyin Ç., gündüz üniversiteye gidiyor, geceleri de Bursa

Osmangazi’deki dükkânda çalışıyordu. Akşam, belli bir saatten sonra müşteri

azaldığı için, dükkânda ders çalışma imkânı bulabiliyordu.

O gün Gemlik civarında deprem olmuştu. O da memleketteki ailesine

telefon etmiş, hem iyi olduğunu hem de bayramın ilk günü geleceğini

söylemişti.

Ama bu gece yorgundu, daha fazla ders çalışamayacaktı. Dükkânın

kapısını kilitlemek üzere ayağa kalktı.

Tam kapıyı kilitleyecekken iki adam kapıyı Hüseyin’e çarparak içeri girdi.

Hüseyin, çarpmanın şiddetiyle savruldu. O sırada adamların birinin elinde av

tüfeği olduğunu gördü.

İki adamın niyeti iyi görünmüyordu. Hüseyin Ç., düştüğü yerden

kalkarken, kasada ne kadar olduğunu hatırlamaya çalıştı.

Ancak, adamın yumruğuyla tekrar yere yuvarlandı. Soygunculardan biri

“Nerede paralar? Konuşsana!” diye bağırıyordu. Korkuyla “Patron aldı,”

diyebildi. Sonra tüfeğin kendisine doğrultulduğunu gördü.

Hüseyin Ç.’nin cesedini birkaç saat sonra dükkâna alışverişe gelen bir

müşteri buldu. Jandarma Kriminal ekibi cinayet mahallinde yaptığı

incelemede, katillere ait en ufak bir ipucu bulamadı.

Ertesi Sabah İzmit/Yol kenarı

Ayıldığında başı çatlamak üzereydi. Arkadaşına baktı. Sabaha karşı yola

çıkmış, içkinin etkisiyle burada sızıp kalmışlardı. Arkadaşı hâlâ uyuyordu.

Uyandırdı. Kontağı çevirdi.

İçmeye devam ederek bir süre yol aldılar. Sağ tarafta sabahın erken

saatinde açılmış bir pişmaniye dükkânı vardı. Arkadaşına başıyla dükkânı

işaret etti. Hızla belindeki silahı çıkardı.


O sırada 21 yaşındaki Fatih K., dükkanda sabah temizliğini bitirmiş,

pastaneden aldığı poğaçaları yemeye hazırlanıyordu. Önce dükkânın önünde

duran arabayı sonra da inen adamın elindeki av tüfeğini fark etti.

Ama çok geçti. İki adam dükkândan içeri girdi ve defalarca ateş etti. Daha

sonra kasayı ve değerli buldukları eşyaları alıp çıktılar.

Fatih olay yerinde aldığı kurşun yaralarıyla öldü. Ondan birkaç saat sonra

da, öğle saatlerinde, İzmit’ten bir buçuk saatlik mesafede bulunan Sakarya,

Hendek’te Mehmet Ç. öldürüldü.

Mehmet Ç., bir benzin istasyonunda pompacı olarak çalışıyordu. Üstelik

katiller cinayeti gören Durmuş Dede adındaki bir çobanı da kurşun

yağmuruna tuttu. Çoban, vücuduna saplanan saçmalara rağmen ölü taklidi

yaparak öldürülmekten kurtuldu.

Peki kimdi bunlar?

Gemlik’ten Hendek’e kadar devam eden, üç kişinin ölümü ve iki kişinin

yaralanmasıyla devam eden bu insan avının failleri kimdi? İlk saldırıda

yaralanan Nevin Süren ve karnındaki bebeğe hiçbir şey olmaması mucizeydi.

Ama kadın, kendilerine saldıranları tanımıyordu. Kocası da komadaydı.

İfade veremiyordu. Polis, bu olay ve devamında benzer şekilde işlenen

cinayetleri aydınlatabilmek için adamın iyileşmesini beklemek zorundaydı.

Kendine geldiğinde ise, anlattıkları ilginçti.

“Yiğit Bekçe’yle daha önceleri suç ortağıydık.Yalova’da iki üç olayda

çatışmaya beraber girmiştik. Cezaevine beraber girip çıktık. Bir yıl önce

evime geldi. 250 milyon para istedi. Parayı verdim. Çay demlememi istedi.

Hap yuttu. Ondan sonra bana ‘tekbir getir, seni öldüreceğim’ dedi. Kusma

numarasıyla tuvalete gittim. Oradaki tüfeğimi aldım. Onu etkisiz hale

getirmeye çalıştım. Ayağına korkutmak amacıyla patlattım. İki tane silahı

varmış. Silahların birisini aldım. Diğerini yatak odasına almaya giderken


arkamdan ateş etmeye başladı. Ben de bir el ateş ederek onu vurdum.

Emniyeti arayıp teslim ettim. İkimizde tutuklandık.”

Merih Süren, Bekçe’nin, çok dengesiz olduğunu, uyuşturucu kullandığını

çocukluğundan beri çok kişinin canını yaktığını söylüyordu.

Katillerden biri belli olmuştu. Jandarma ile polis teyakkuza geçmişti ve

onlar için asıl maraton şimdi başlıyordu. İfadeler, gözaltılar, izlemeler derken

cinayet masası ve jandarma ekipleri Yiğit Bekçe’nin yanındaki kişiyi de

tespit etti: Mehmet Karahasan.

Zanlıların cinayetlerde kullandığı araç ve GSM numaraları tespit

edildiğinde, polis için artık adresler de belli olmuştu. GSM sinyali Sakarya,

Akyazı’da bir evi gösteriyordu.

Hasan Solmaz, polisleri kapısında gördüğünde neye uğradığını şaşırmıştı.

Ardı arkası kesilmeyen soruları yanıtlamaya çalışırken terliyordu. Zanlıların

kullandığı otomobil, Hasan Solmaz’ın evinin önünde bulunmuştu.

Cinayetlerde kullanılan ev tüfeği ise, evinde. Hasan Solmaz zanlıların,

kendisinden otomobil kiraladığını ancak tüfekten haberi olmadığını iddia

ediyordu.

“İkisi, hasarlı bir araçla Akyazı’ya yanıma geldi. Benden araç istediler.

Kendi otomobilimi kira karşılığı onlara verdim. Onların aracını evimin

arkasına çektim. Haberim olmadan çay ocağında bulunan pompalı tüfeğimi

almışlar. Olayları duyunca Harun’u arayarak arabayı getirmesini söyledim.

Bana katliam yaptıklarını söyledi. Onlara araba dışında hiçbir şey

vermedim.”

Yiğit Bekçe, 14 yaşındayken Akyazı’da bir kavgada bıçakla adam

öldürmek suçundan cezaevine girmiş ve 1999’daki afla cezaevinden çıkmıştı.

Ailesinin yedi kız çocuktan sonra doğan tek erkek evladıydı. Mehmet

Karahasan, 1991’de hırsızlık suçuyla hapse girmişti. 18 ayrı sabıkası vardı.

Ayrıca aranıyordu.


Hasan Solmaz’ın evinden çıkan tüfek kriminal laboratuarında

incelendiğinde cinayet ve yaralamalarda kullanıldığı anlaşıldı. Artık polis,

kimin peşinde olduğunu, hangi aracı kullandıklarını hatta GSM numaralarını

dahi biliyordu.

Polis için bu ölüm yolunda amansız bir takip başlamıştı ki polise Mersin’in

Erdemli ilçesinden dördüncü cinayet haberi ulaştı.

İkili bu kez bir kasaba bakkalını, Özkan K.’yi öldürmüştü. Yeni evli K.,

yalnızca kırk gün önce baba olmuştu.

Dur durak bilmeden son 48 saattir cinayet işleyen bu iki adamın bir sonraki

durağı ise, Mersin Merkez’di.

Recep, babasıyla kente gitmenin sevinci içinde evine dönüyordu. Çiftçilik

yapan babası, ara sıra onu da Mersin’e götürüyor, dönüşte de arabanın ön

koltuğunda oturmasına izin veriyordu. Yol kenarında bekleyen iki adamı

önce o fark etti. Heyecanla babasına işaret etti.

Recep, adamların eğlenceli olacağını sanmıştı ama öyle olmadı. Uzun

boylu olan babasının kulağına bir şeyler fısıldamış, sonra da susmuştu.

Babası, kendisini amcasına bırakacağını söylemişti. İtiraz etmeye kalkınca da

kızmıştı. Arkasındaki adamın saçını okşamasına ise sinir olmuştu.

Bekir Ç., oğlunu amcasına bıraktı ve daha sonra gelip onu alacağını

söyledi. Ama bir daha oğlunu alamadı. Cesedi yol kenarında bulundu.

Defalarca kurşunlanmıştı. Ama ne yazık ki, Bekir Ç. de, bu suç İkilisinin son

kurbanı değildi.

Ankara, Gölbaşı

Şahin kardeşlere ait benzin istasyonundan içeri girdiklerinde saat gece

yarısını geçmişti. Murat Bekçi ve Harun Özgüner, market görevlisi Enver

Aycık ve pompacı Necati Yücel’i rehin aldılar. Pompacı, “Ne olur bizi

bırakın; ne kadar para istiyorsanız alın,” diye yalvarıyordu.


Ama onlar kurbanlarını duyacak halde değildi. Adamları önce yere

yatırdılar, sonra da pompalı tüfekle kafalarından altışar kez ateş ederek

öldürdüler.

Seri katillerin kurban sayısı yediye çıkmıştı. Bütün Türkiye’nin ilgisi

dehşet verici cinayet zincirindeydi. Sürekli yer değiştiren, kurbanlarını

rasgele seçen, iki zanlı gündemin birinci maddesiydi. Bütün güvenlik

birimleri bu iki seri katilin peşindeydi. Onlar ise, güvenlik kameralarına,

tanıklara hatta cep telefonlarına aldırış etmeden önlerine çıkan herkesi

öldürüyorlardı. Gasp ettikleri araçları yakıyor, araç lazım olduğunda ise

otostop yaparak yeni kurban arıyorlardı.

Ankara’da yol kenarında yine bu amaçla bekliyorlardı. Yol ıssızdı.

Uzaktan bir otomobilin yaklaştığını görünce sevindiler. Araç yaklaşıp durdu.

Bekçe ve Karahasan’ın bu kez şansı yaver gitmemişti. Otomobilden inenler,

bölgede devriye gezen ve onları arayan Jandarma istihbarat Birimi’nde

görevli üç askerdi.

İkili, arkalarında sakladıkları silahları, üç sivil jandarma mensubuna

doğrulttu. Çılgın gibi bağırıyorlardı. Askerlere ilk kurşunu sıkan Karahasan

oldu; elinde pompalı tüfek vardı. Ama silahı tutukluk yaptı.

İkisinin de şuuru alkol ve uyuşturucu nedeniyle yerinde değildi.

Sorgulanabilmeleri için uzun süre kendilerine gelmeleri beklendi.

Adli Tıp Kurumu’nda sağlık muayenesinden geçirilen sanıklar çıkışta bir

gazetecinin, “Neden cinayetleri işlediniz?” sorusuna, “Zevk için!” yanıtını

verdiler.

2007-2011 arasında altı farklı şehirde ayrı ayrı yargılandılar. Her cinayet

için ağırlaştırılmış müebbet ve artı 40 yıl hapis cezası aldılar. Cinayetlere

yardım ettiği iddiasıyla tutuksuz yargılanan Hasan Solmaz ise beraat etti.

Amok Koşusu


Aslında basında günlerce tartışılan bu ikili, her ne kadar seri cinayet

işleseler de, yaptıklarının aslında bir Amok Koşusu olduğunu söylemek daha

doğru. Amok (gözü kara, hiddetle saldıran ve öldüren) Malezya kültüründe

katletmeye yönelik çılgınlık durumunu tanımlar. Filipinler’de juramentado

olarak bilinir.

Cinnet halinde olma, sonuçlarını hesap etmeden (ya da edemeden) şiddet

kullanma durumudur. Psikoloji biliminde amok, derin bir düşünce döneminin

sonrasında gelen şiddet ve bazen cinayet ile sonuçlanan atakların görüldüğü

disosiyatif bir durumdur.

Erkekler arasında yaygındır ve bir hakaret sonrasında başlama

eğilimindedir. Bireyde kötülüğe uğradığına ya da uğrayacağına dair sanrılar

bulunmaktadır.

Amok koşusu doğu toplumlarına özgü bir cinayet şekli. Ama daha çok

Endonezya, Malezya gibi nem oranı çok yüksek ülkelerde görülen saplantılı

bir hastalık, bir tür cinnet hali. Tek bir güdü var, önüne çıkan her şeyi yok

etmek. Bizdeki ilk Amok Koşusu, 1900’lerin başında yaşandı. Bir kalfa eline

aldığı palayla Beyoğlu’ndan başlayıp, Tünel’i ve Kasımpaşa’yı geçip

Kağıthane’ye kadar önüne gelen birçok kişiyi katletti. Bundan kısa bir süre

sonra bu kez bir yeniçeri, Sultanahmet Camii’nde benzer bir katliam yaptı.

Psikiyatride ender görülen kültüre özgü sendromlar arasında geçen “amok”

durumunun Malezya kültürüne özel olabileceği ve kültüre özgü sendromlara

örnek gösterilebileceği düşünülse de, bu çılgınlık halinin başta ABD olmak

üzere başka toplumlarda da görülmesi artık bu savı çürütüyor.

Bu özel durum altında olan, ister silahla, ister bir araçla suç işleyen, toplu

öldürme ya da yaralamalarda bulunan kişilere amok koşucusu adı

verilmektedir.


“Adam ölmüş. Bundan sonra çok dikkatli olmalıyız...”

GÖKHAN ÖZGÖKNER


KOPYACI KATİL

Gökhan Özgökner, 1979 doğumlu. Bekâr. “Kopyacı seri katil” adıyla anılıyor. 1996’da

Ankara’da üç arkadaşıyla birlikte, iki market sahibini öldürdü, birini ağır yaraladı.

Yakalandığında, Ramazan Bayramı’nı kana bulayan Mehmet Karahasan ve Yiğit Bekçe’ye

atıfta bulunarak, “Bu bayramın yıldızı ben olacaktım!” dedi. Cezaevinde.

15 Aralık 2006

Ankara/Küçükesat

Saat, 02.30 sularıydı. Muhittin E., her gece olduğu gibi, sabaha kadar açık

tutacağı marketinde televizyon izliyordu. Uyku bastırmış ve üşümüştü. Açık

duran kapıyı kapatmak için kalktı. Piknik tüpünün üzerinde kaynayan

çaydanlıktan bir bardak çay doldurdu. Tekrar oturdu.

Tam bu sırada bir gürültü duydu. Kendi gürültüsünden korkan kediyi

gördü. Açık kalan kapıdan girmiş olmalıydı. Gülümseyerek yerinden kalktı.

Kısa bir uğraştan sonra kediyi yakalamayı başardı.

Bir an, kediyi bu soğukta dışarı bırakmaktan rahatsız oldu. Ama yapacak

bir şey yoktu. Kapıyı açtı ve kedinin gidişini izledi. Hava çok soğuktu.

Kapıyı tekrar kapattı.

Televizyonun olduğu yere doğru yürüdü. Arkasında biri vardı. Hızla geriye

döndü ve kendisine dik gözlerle bakan adamı gördü.

Muhittin E.’nin yüreği ağzına gelmişti ama müşteriye belli etmemeye

çalıştı. Adam raflara yöneldi. Raflar arasında dolaşırken bir yandan da

kendisine bir adres soruyordu. Muhittin E., rafları dolaşan adamı göz ucuyla


takip ederek adresi tarif etmeye çalıştı. Adamın soyguncu olduğundan

neredeyse emindi.

Kısa bir süre sonra müşteri, ağır ve tehditkâr adımlarla Muhittin E.’nin

yanına geldi, silahını çekti. O sırada yanına ikinci bir adam daha geldi. Silah

çekene bağırıyordu: “Ayağına sık, yeter!”

Önce düşündü, sonra kurbanının kafasına defalarca ateş etti.

Soğukkanlıydı. Cesedin ceplerini aradı. Cüzdanındaki 120 lirayı ve nüfus

cüzdanını aldı. Sonra yazar kasadaki 350 lirayı. Ardından da kasanın yanında

duran 800 kontörlük telefon kartlarını. Arkadaşı donup kalmıştı. Marketten

çıktıklarında etrafta kimse yoktu.

Muhittin E.’nin cesedi, markete gelen bir müşteri tarafından bulundu.

Cinayet masası dedektifleri içinse, olay sıradan bir silahlı soygundu. Muhittin

E. 49 yaşındaydı, evliydi ve dört çocuk babasıydı. Ölümüne neden olan

merminin kovanı, cesedinin hemen yanında duruyordu.

Kasa ise boştu. Paralar alınmış, ama markette başka hiçbir şeye

dokunulmamıştı. Katil, marketten çıkarken etrafı kolaçan etmiş ve kimseyi

görmemişti. Ama yanılmıştı.

Olay sırasında yoldan geçmekte olan bir görgü tanığı, marketten silah

sesini duymuş ve saklanarak olanları izlemişti. Tanık, kasa başında süren kısa

bir konuşmanın ardından, katilin ateş ettiğini, sonra da koyu renkli, eski

model bir araca binip hızla olay yerinden uzaklaştığını görmüştü. İkinci kişiyi

hatırlamıyordu ya da görmemişti. Görgü tanığı katilin eşkalini de veriyordu.

“20-25 yaşlarındaydı. Zayıftı. Saçları siyahtı. Üstünde koyu renkli mont

vardı.”

Aracın içinde başka birinin olup olmadığını bulunduğu yerden

görememişti. Markette elde edilen deliller diğer gasp dosyalarıyla

karşılaştırılmak üzere kriminal laboratuara gönderildi. Oysa sıradan bir gasp


vakası olarak kayıtlara geçen bu olay, ertesi gün Ankara’daki tüm emniyet

birimlerini seri cinayet alarmına geçirecek olayların ilk habercisiydi.

Ertesi Gün Ankara/Mamak

İlk cinayetten bir gece sonra, Ankara’nın Mamak ilçesinde büfe işleten, 31

yaşındaki Bülent Ö. ölü bulundu. Cinayetin işlendiği yer, kullanılan silah ve

soygun polisin dikkatini çekmişti.

Cinayet masası dedektifleri, bu cinayetin, bir gece önce öldürülen

marketçiyle bağı olmasından şüpheleniyordu. Bülent Ö. üç kurşunla

vurularak öldürülmüştü. Ve kasa yine bomboştu.

Dedektifler, oğullarının cesedini bulan anne ve babasının ifadesine

başvurmak zorundaydı:

“Eşim gece çalışan oğlumuza yemek götürmüştü. Bir saat sonra yemek

kaplarını almak üzere büfeye gittim. Gittiğimde oğlum tek başınaydı. Boş

tabakları alıp tekrar eve geldim. Tam eve girerken 4-5 el silah sesi duydum.

Büfe yönündendi. Eşimle birlikte koşarak büfeye gittik. Oğlumu sırt üstü

yerde yatar vaziyette bulduk.”

Kurbanın babasına göre, oğlunun düşmanı ya da kavgalı olduğu kimse

yoktu. Aklına şüphelenebilecek kimse gelmiyordu. Olay yeri inceleme ekibi,

ipucu aramasını tamamlamak üzereydi ki, Ankara’nın Batıkent semtinde bir

başka markete silahlı saldırı olduğu haberi geldi.

Eli silahlı bir katil, market sahiplerini kurban seçerek dolaşıyordu.

Yarım Saat Sonra

Market/Batıkent

Cinayet masası ekibi, olay yerine ulaştığında 155 Polis İmdat Servisi’ne

bağlı polisler bölgeyi güvenlik altına almıştı. Saldırıya uğrayan, market sahibi


43 yaşındaki Ali Tahtacı’ydı. Saldırıdan yara almadan kurtulmuştu. Hâlâ

olayın şokunu yaşıyordu.

Yine de dedektifler için son üç olayın arasında bağ olup olmadığını

ispatlayabilecek tek tanıktı.

“Benden hiçbir talepte bulunmadı. Para ya da soyguna dair bir şey

söylemedi. Bira vermek için eğildiğim sırada bana doğru ateş etti. Mermi

tezgahın arkasındaki duvara isabet etti. Ben de kendimi yere fırlattım.

Koşarak dışarı çıktığını duydum. Arkasından baktım ve ilerde bekleyen koyu

renkli eski bir araca binerek kaçtığını gördüm.”

Ali Tahtacı’nın olaydan sağ kurtulması üzerine verdiği eşkal bilgileri ilk

cinayetteki eşkalle uyuşuyordu. Üstelik Tahtacı, katilin yalnız olmadığını

söylüyordu, araçta bir kişi daha görmüştü.

İki gün içinde, iki market ve bir büfeyi basan katilin cinayet işleyiş biçimi,

cinayet masası dedektiflerine birkaç ay önce yedi kişiyi öldüren pompalı

katilleri anımsatmıştı. Cinayetlerin devam etmesinden korkan Ankara

Emniyet Müdürlüğü, bütün birimleri alarma geçirdi.

Önce tanık ifadeleriyle robot resim çizildi. Ardından bu resim bütün illere

dağıtıldı. Dedektiflerin en büyük korkusu, bir öncekinde olduğu gibi başka

illerde de seri cinayet işlenmesiydi.

Bu arada cinayetlerle ilgili balistik raporlar da tamamlanmıştı. Raporlara

göre her iki cinayette ve son saldırıda kullanılan silah aynıydı. Yine de

polisin elindeki tek güçlü ipucu katile ait robot resimdi. Bu resim, daha önce

gasp suçundan ceza alan sabıkalılarla karşılaştırıldı. Resim, sabıkalılar

arasından birine neredeyse tıpatıp benziyordu. 27 yaşındaki Gökhan

Özgökner’e.

Özgökner, ilk suçunu 13 yaşında işlemişti. Hırsızlıktan yakalanmış, ama

yaşı küçük olduğu için serbest bırakılmıştı. Hırsızlık, gasp ve darptan


sabıkası vardı. On bir ayrı ilde cezaevinde yatmış, 2001 affından yararlanarak

dışarı çıkmıştı.

Ancak Özgökner hiçbir adresinde yoktu. Evinde yapılan incelemede

cinayetlere dair herhangi bir delil bulunamadı. Ama bir hafta sonra bir

arkadaşının evinde saklandığı bilgisine ulaşıldı.

Operasyon için düğmeye basıldığında polis, ev araması için gerekli olan

mahkeme iznini de yanına almıştı. Özgökner ve arkadaşı evdeydi.

İki sanık sorgulanmak için Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne götürülürken,

araştırma ekibi de evde arama yaptı. Evin her yeri uyuşturucu haplarla

doluydu. Evde bulunan en önemli delil ise silahtı. Balistik inceleme

sonucunda silahın, market cinayetlerinde kullanılan silahla aynı olduğu

ortaya çıktı.

Silahın üzerinde Özgökner’in parmak izleri vardı.

“Olaylarda yalnız değildim. Ferdi, Fatih ve Deniz de yanımdaydı.

Kiraladığımız bir otomobille hırsızlık yapmak üzere plan yaptık. Olay günü

Ferdi’yle markete girdik. Silah bendeydi. Ferdi, marketçiyi oyalayacaktı ama

yapamadı. Marketçi şüphelendi, elini kasaya doğru attı, silah çekeceğini

zannedip kafasına doğru bir el ateş ettim. Yere düştü, paraları aldım. Silahı da

gömdüm. Paranın hepsini Fatih aldı. Sonra hap almaya gittik. Sabah, “Gel

olay yerine gidelim bakalım ne olmuş?’ dedi. Vurduğumuz adamın öldüğünü

öğrendik. Fatih, ‘adam ölmüş bundan sonra çok dikkatli olmalıyız’ dedi.”

Cinayetin Kare Ası

Özgökner, cinayetleri işlerken yalnız olmadığını söylüyor ve

arkadaşlarının adını veriyordu. İfadesine göre, bir gün sonra dördü yine

hırsızlık için çıkmış ve büfeyi soymaya karar vermişlerdi. Özgökner, bu

cinayeti Ferdi’nin işlediğini, kendisinin bu sırada büfenin arkasında olduğunu

iddia ediyordu.


“Marketçi tezgahın arkasına atlayınca bende silaha davranıyor

düşüncesiyle kaçmaya başladım. Kaçarken bir el daha dükkana doğru ateş

ettim.”

Özgökner’in poliste ifade verirken söyledikleri öldürmekten zevk alan bir

portre çiziyordu. Suç ortağı Ferdi bile, onun kurbanını ayağından

vurabilecekken kurbanının başını hedef aldığını söylüyordu.

“Gökhan, uzun zamandır Ankara’yı kana bulayacağını söylüyordu. O gece

bir büfenin önünde durduk. Bana market sahibini oyalayıp dışarı çıkarmamı

söyledi. Çıkaramayınca gelip, üç el ateş ederek büfeciyi öldürdü.”

Aynı gün Özgökner’in adlarını verdiği üç kişi de gözaltına alındı. Tümü,

Özgökner’in cinayetlerden önce uyuşturucu kullandığını söylüyordu. O ise,

daha emindi:

“Bayramda bakkalların kasaları dolu olur. Eylemlerimi bu nedenle

sürdürecektim. Cinayetleri para için işledim. Bu bayramın yıldızı da ben

olacaktım. Bir liste yapmıştım. On bakkalın kafasına sıkacaktım. Ankara’yı

kana bulayacaktım.”

Özgökner’in arkadaşları, cinayetlere kısmen dahil olduklarını ama rol

almadıklarını iddia ediyorlardı. Oysa, yakalanmasalardı, planları dehşet

vericiydi.

Kurban pazarında büyük ve küçük baş hayvan satan on iki kişiyi gasp edip

öldürmek...

Özgökner ifadesinde ayrıca, yakalanmamış olsaydı, bir önceki Ramazan

bayramında yedi kişiyi öldüren pompalı katiller gibi cinayetlerine devam

edeceğini de söyledi.

Özgökner ve arkadaşlarının davası Ankara Altıncı Ağır Ceza

Mahkemesi’nde görüldü. Yargılama sonunda Özgökner kasten adam

öldürmek suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis, nitelikli yağma suçundan

ise, 15 yıl hapis cezası aldı. Mahkeme Ferdi Uğur, Fatih Kafnur ve Deniz


Yurdakul’un ise, cinayet suçlarına karışmadığına hükmetti. Üçü nitelikli

yağma suçundan 4 yıl 2 aydan, 7 yıl 6 aya kadar değişen hapis cezaları aldı.


“Yıllardır boşu boşuna dana eti yemişiz..

ÖZGÜR DENGİZ


YAMYAM

Özgür Dengiz, 1980, Edirne doğumlu. Bekâr, lise mezunu. İlk cinayetini 17 yaşındayken

işledi. 2007’de Ankara’da iki cinayet işledi. Kurbanlarından büyük parça et keserek

buzdolabında saklıyordu. Köpeklerle birlikte kendinin de insan etini yediğini söyledi. Medya

“Yamyam” adını taktı. Cezaevinde.

5 Haziran 2007

Ankara

Akşam 17:00 sularında Ankara Çankaya Polis Merkezi’nin telefonu çaldı.

Mediha Eldem Sokak’ta biri öldürülmüştü.

Polis olay yerine ulaştığında öldürülen kişinin bilgisayar firması sahibi

olan Sedat Erzurumlu olduğunu tespit etti. 7.65 milimetre çapındaki

tabancayla kafasından vurulmuştu. Birkaç bilgisayar, cep telefonu ve parası

çalınmıştı.

Soygun ya da alacak-verecek davasına benziyordu. Üstelik katil ya da

katiller geride ipucu bırakmamıştı.

13 Eylül 2007

Mamak Çöplüğü

Olay yeri inceleme ekibi için bile cesedin durumu dehşet vericiydi. Mamak

Çöplüğü’nün İmrahor girişinde parçalanmış bir erkek cesedi vardı.

Cesedin sağ omuz başı ile göğsünde ve kafasında kesiğe bağlı büyük

yaralar bulunuyordu. İki kolunun, omuz başı alt hizasından el bileklerine


kadar kesilmiş, baldırlarının da ayak bileklerine kadar olan bölümleri aynı

yöntemle kesilerek alınmıştı.

Eller ve ayaklar, çöplerin arasına atılmıştı. Ceset, 45 yaşındaki Cafer E.’ye

aitti. Cafer E. emekli temizlik işçisiydi.

Çöplükte geniş bir arama yapılması gerekiyordu. Yapılan arama sonunda,

cesedin 75 metre uzağına atılan bir çantanın içinde 7.65 milimetrelik bir adet

tabanca, kanlı bıçak ve eldivenler bulundu.

Cinayete ilişkin ipucu bu üçünde olabilirdi. Çanta ve tabancadaki parmak

izi incelemesi sonuç vermedi. Ancak eldivenlerde mukayeseye uygun bir

parmak izi bulundu.

İnsanın parmak izi, kimliği gibidir. Yok edilemez. Günümüz teknolojisinde

artık deri üzerindeki parmak izini almak bile mümkün.

Eldivenler üzerindeki parmak izi 27 yaşındaki Özgür Dengiz’e aitti.

Dengiz, 1997’de 17 yaşındayken Ankara Gölbaşı’nda birlikte içki içtiği bir

arkadaşını silahla öldürmüş, Niğde ve Ulucanlar Cezaevi’nde toplam 42 ay

yattıktan sonra 2000’deki afla serbest kalmıştı.

Kıbrıs Gazisi emekli bir astsubayın oğluydu. Askerliğini yapmak üzere

Kars’a gitmiş, askerlik görevini üç yılda bitirebilmişti. Sarıkamış Asker

Hastanesi’nin 13 Ocak 2005 tarihli “ileri derecede antisosyal kişilik

bozukluğu sebebiyle askerliğe elverişli değildir” raporuyla askerlikle ilişiği

kesildiği için o da. Anne ve babası ayrılan Özgür Dengiz, askerden

döndükten sonra geceleri çöplerden topladığı eski eşyaları satarak para

kazanmıştı. Çünkü geceleri uyuyamıyordu.

Evine düzenlenen baskında hem kendisi hem de buzlukta siyah poşetlere

sarılı kurbanının etleri yakalandı. İfade verirken soğukkanlıydı.

İlk cinayetini şöyle anlatıyordu:

“İçimde yaşadığım bunalımdan kurtulabilmek için mücadelemi üçüncü

şahıslarla sürdürmeye karar vermiştim. Bu sebepten o sabah evden çıkarken


bir şahsı öldürmek amacıyla dışarı çıktım. Bilgisayar merakım ve bilgim

olduğu için öldüreceğim kişilerin anladığım bir iş ile uğraşmış olmalarını

tercih ettim.”

Ama ilk cinayeti, istediği etkiyi yapmamıştı. Polis tarafından yakalanmıştı.

“Sedat Erzurumlu isimli şahsın cinayetinden sonra toplum içerisinde daha

çok tepki uyandıracak, dikkat çekecek ve ses getirecek başka bir cinayet

işleyebilmek için yine uygun bir ortam ve hedef şahıs bulabilmek amacı ile

İmrahor köyü civarına gittim. Çünkü orası, sürekli aşırı alkol kullananların ve

ahlaka aykırı davranışlarda bulunan kişilerin geldiği bir yerdi. Aracıyla

yanımdan geçmekte olan Cafer E.’nin yüzüne iki el ateş ettim. Cesedi yan

koltuğa koyup şoför koltuğuna oturdum ve otomobili tenha bir noktaya

çektim. Silahımı çantama koydum, bıçağımı çıkarttım. Bacak kısımlarını

bıçakla ayırdım ve çantama koydum. Eve gittim. Yemek için aldığım

baldırları buzluğa koydum. Öldürdüğüm kişinin kalan etlerini kesmek ve

bölgede yaşayan köpeklerle paylaşmak için olay yerine geri döndüm.

Kendime ayırdığım parçaları da poşetleyerek çantama koydum.”

Hayatının geri kalan bölümünde imkânı olduğu takdirde sürekli olarak

insan eti yemeyi düşündüğünü de söyledi Dengiz.

“Yıllardır boşu boşuna dana eti yemişiz.”

10 Ocak 2008

Adli Tıp Kurumu, Dengiz için, “Akıllı, cezai ehliyeti tam” raporu verdi.

Dengiz, Adli Tıp Kurumu uzmanlarının sorusuna, “Ben çöplüklerden

beslendiğim için kendime kedi ve köpekleri örnek aldım. Onlar da ölülerini

yiyordu,” diyecekti.

Özgür Dengiz polislere, “Müebbet alır 30 yıl yatarım. O zamana kadar da

nasıl olsa afla çıkarım,” dese de, ağırlaştırılmış hapse mahkûm oldu.


Onu Anlatıyorlar

Mahalle sakinleri: “Özgür’ün eve girdiğini, çıktığını bile görmezdik. Kendi

halinde, sessiz bir tipti. Sessiz, saf bir çocuk. Hiç evlenmedi. Selam verir, bizi

severdi. Yapmış olabileceğine ihtimal vermiyoruz.”

Kuzeni: “Evine gittiğimizde odasından çıkmazdı. Amca oğluyum,

düğünümüze bile gelmedi. Bağlama da çalardı. Gençken neşeliydi.

Cezaevinden sonra değişti.”

Halası: “Babası otoriter bir adam. 17 yaşındayken oğlunun cinayetini o

ihbar etmişti.”

Yamyamlık

Taş Devri’nden beri, insanlar ya beslenme ihtiyacıyla ya da dini

nedenlerden ötürü insan eti yemişlerdir. Homo Erectus olarak bilinen tarih

öncesinin insanları, diğer mağara adamlarının beyinlerini yemekten büyük

zevk alırdı. Yeni Zelanda’dan Kuzey Amerika’ya kadar tüm dünyadaki

yerliler, cesaretleri onlara geçsin diye düşman savaşçılarının yüreklerini

yerdi. Merasimlerde insan eti yenmesi, Aztek dininin temel taşlarındandı.

Fijililer yalnızca tadını beğendikleri için insan eti yerdi. Ancak Musevi-

Hıristiyan geleneğinde insan eti yemek o kadar yoğun bir nefretle karşılanır

ki insan eti yemek veya açlıktan ölmek arasında seçim yapmak

zorunluluğuyla karşılaşıldığında, bazı insanlar ikinci şıkkı tercih edilebilir.

1972’de And Dağları’na düşen uçakta sağ kalanların hayatta kalabilmek

için birbirini yemesi de bu duruma örnek gösterilebilir. Almanya, yirminci

yüzyılda insan eti yiyenlerin çok büyük yüzdesini üretmiştir. 1920’lerin

toplumsal karmaşası sırasında, son derece hasta bir ruha sahip olan Fritz

Haarmann, en az elli oğlan çocuğunu kesmiş, etlerinin bir kısmını yemiş ve

sonra da kalanları karaborsada dana eti olarak satmıştır. En az onun kadar

manyak olan vatandaşı Georg Grossmann, insan eti satarak gelirine katkıda


bulunmuştur; ancak o tombul genç kadınları tercih edip etlerinden sosis

yapmıştır. Savaş sonrası Alman yamyamlarından biri de müşterilerinden en

az otuz tanesini öldürüp etlerini yemiş olan han işletmecisi Karl Danke’dir.

Almanya’da bu olayların yaşandığı yıllarda, Sado-Mazoşist bir kaçık olan

Albert Fish Amerika’yı dolaşıp küçük oğlanları ve kızları avlamaktaydı. En

sonunda on iki yaşında güzel bir kız çocuğu olan Grace Budd’ı kaçırıp

öldürmekten idam edildi. Fish, Grace’in vücudunun bazı parçalarını pişirip

yediğini itiraf etti. “Milwaukee Canavarı” olarak bilinen Jeffrey Dahmer

yakalandığında buzdolabında kurbanlarının bedenine ait parçalar bulundu.

Aralıklarla bu parçaları pişirip yiyordu. Bu örnekler, insan ne kadar

medenileşirse medenileşsin, çok altta bir yerde yamyamlığın devam ettiğini

gösteriyor.

Tıpkı elli iki kurbanla modern zamanların en korkunç seri katili olma

rekorunu elinde bulunduran Rus “Çılgın Canavar” Andrei Chikatilo gibi.

Chikatilo, kurbanlarının bir kısmının cinsel organlarını yemişti. Polis onu

yakaladığında “Tuhaf bir ağız kokusu” vardı dedi.

Kısaca, “Hannibalizm” olarak adlandırılan bu kişilik bozukluğu, katilin

duyduğu öfkenin ne denli büyük olduğunu gösteren bir eylem. Kişi, beslediği

yoğun öfke nedeniyle kurbanını öldürmekle yetinmiyor ve “Sen bana aitsin.

Ben sana sahibim” düşünceleriyle öldürdüğü kişiyi yiyerek işini

sonlandırıyor. Öldürmek, sinirinin yatışması için yeterli olmuyor. Öldürdüğü

kişinin etlerini yemeyi; işkence, zevk ve ödül olarak görüyor.


“Zayıf, narin ve kibar kişileri tercih ediyordum. Onlarla yaptığım sohbet

sırasında öldürüp öldürmeyeceğime karar veriyordum.”

ÖZKAN ZENGİN


CESET KUMBARASI

Özkan Zengin, 1982’de İstanbul’da doğdu. Bekâr. Fırında hamur işçisi. Cinayet işlemeye

Mayıs 2008’de başladı. Birer ay arayla dört kişiyi boğazlarını keserek öldürdü. Kurbanlarını

boş bir arazideki kuyuya attı. 20 Kasım 2008’de yakalandı. Polise kurbanlarını attığı kuyu

için, “Orası kumbaramdı,” dedi. Cezaevinde.

16 Ağustos 2008

İstanbul/Kartal

İhbar polise birkaç saat önce ulaşmıştı. İhbarı yapanın ve çevrede

yaşayanların anlattığına göre, evlerinin yakınındaki boş arazide

kullanılmayan bir kuyu vardı ve bir süredir içinden kötü kokular

yükseliyordu.

Halk, önce kokuyu önemsememiş, koku dayanılmaz bir hal alınca da

kuyuyu kontrol etmeye karar vermişti. Baktıklarında ise, akıl almaz bir

görüntüyle karşılaşmışlardı; kuyuda üç erkek cesedi vardı

Cesetler ileri derecede çürümüştü. Adli tabibin yaptığı ilk incelemeye göre,

cesetlerden biri 40-45 yaş arasında bir erkeğe aitti. Diğer ikisi ise daha gençti.

Üçü de dikkat çekecek kadar zayıftı. İlerlemiş çürüme ve sabunlaşmaya

rağmen, üçünün boğazında da derin kesik izi dikkat çekiyordu. Üçü de

boğazları kesici bir aletle kesilerek öldürülmüştü.

Uzun süre kuyu gibi kapalı ve nemli ortamda kalan cesetlerde yüz ve

bedende şişme, dağılma ve sabunlaşma görülür. Böylece ölüm nedenini

gösterecek yaralar ve kesikler ortadan kalkabilir. Ancak bu üç cesette de

kesikler çok derindi.


Cinayet masası dedektifleri bölgede geniş çaplı bir soruşturma başlattı.

Kurbanları teşhis eden ya da tanıyan çıkmamıştı. Cesetler üzerinde kimlik ya

da kimliklerini ele verecek bir bilgi de yoktu. Geriye tek bir yol kalıyordu:

Kayıp başvurularıyla DNA karşılaştırması.

3 Ay Önce

İstanbul Kartal Sahili

Saatlerdir sahilde yürüyordu. Sıkıntıyla etrafına bakındı. Ortalıkta dikkatini

çeken kimse olmamıştı. Kayalara doğru yürüdü. Uzakta oturan bir adam

dikkatini çekti.

Mehmet Naci Z., her öğle yemeğinde buraya gelirdi. Hamur ustasıydı.

Hem fırının sıcağından kaçıyor hem de deniz havası alıyordu. En azından bir

saat için. Yanındaki paketi özenle açtı. Çantasından kâğıt tabak, plastik çatal

ve bıçak çıkardı. Özenle yemeğini tabağa yerleştirip dikkatle yemeye başladı.

Titiz biriydi.

Yemeğini itinayla yiyişini seyretti uzun uzun. Sohbet edilebilir birine

benziyordu. Kalktı, adama doğru yürüdü. Acaba lafa saati sorarak mı

başlasaydı. Öyle de yaptı. Saat bir buçuktu. Mehmet Naci Z. yemeğine

dönecekti ki, genç adam bir soru daha sordu, sonra bir soru daha.

Mehmet Naci Z. mecburen buyur etti genç adamı. Hemen oturdu. İki adam

kısa bir süre sonra koyu bir sohbete daldı. Birçok ortak noktaları vardı. Her

şeyden önemlisi aynı şehirde doğup büyümüşlerdi. Çalıştıkları işleri,

hayallerini bile konuştular.

Mehmet Naci Z. nasıl olduğunu anlamadan, içinin ısındığı yabancıya yakın

civarda bir kır lokantası açacağını bile söyledi. Hatta açacağı işyerinin yeri

bile hazırdı.

Adam, araziyi görmek istemesine önce şaşırdı, sonra da “Hadi gidelim,”

dedi. Tarif ettiğine göre arazi adamın evinin yakınındaydı zaten.


On beş dakikalık bir araba yolculuğundan sonra araziye geldiler. Mehmet

Naci Z. heyecanla, nereye, ne yapacağını anlatıyordu. Az ilerideki kuyuyu

gösterdi. Onu bile değerlendirecekti. İkisi birlikte kuyuya doğru yürüdüler.

Diğeri hep sessiz dinlemişti. Kuyudan bir adım uzaklaştı, bıçağını çıkardı

ve sinsice yaklaştı. Katil, Mehmet Naci Z. arkasına dönmeye fırsat

bulamadan boynunu boydan boya kesti. Yere yığılan kurbanının ceplerini

karıştırdı. Parasını ve cüzdanını aldı. Cesedi kuyuya attı ve koşarak uzaklaştı.

27 Haziran 2008

Bir Ay Sonra

Ercan C. kapı montaj ve kilit işleriyle uğraşıyordu. Tatil gününü sahilde

geçirmek istemiş ama kendini yine işe gitmek üzere dolmuşta bulmuştu. Tatil

günü işe gittiği için pişman olmak üzereydi. Camdan dışarı baktı. Nereye

geldiklerini anlamaya çalıştı.

Sahilde tanıştığı genç adamla önce sohbet etmişlerdi. Hemşerisi olduğu

için ricasını kıramamış ve dağ başındaki eve gelmeyi kabul etmişti. Ama yol

bitmek bilmiyordu.

Adam, kapı kilidinin arızalandığını, hafta içi vakit bulamadığını ve pazar

günü de olsa kilidi tamir ettirmek zorunda olduğunu söylemişti.

Havadan sudan konuşurken, hemşeri çıkmışlardı. O da, adamı kıramamıştı.

“İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir,” demişti adam.

Bunları düşünürken, yanındaki adamın “Geldik,” demesiyle irkildi.

Dolmuştan indiler. Ev az ilerideydi. Önlerindeki arazinin yanıbaşında. Ercan

C. nihayet eve ulaştıkları için mutluydu. Adımlarını hızlandırdı, işi bir an

evvel bitirip evine gidecekti.

Eve yaklaştıkları sırada arkasındaki adam seslendi. Kendisine önce

bahçedeki kuyuyu göstermek istiyordu. Cam sıkılsa da işaret ettiği yöne

doğru yürüdü.


Onun yaptığı gibi kuyuya yaklaştı. Bir seri katilin kurbanı olduğundan

habersizdi.

Enes A. genç bir öğretmendi. Kartal bölgesindeki bir ortaöğretim okulunda

görev yapıyordu. O da, katiliyle, diğer kurbanlar gibi sahilde tanışmıştı. Ama

diğerlerinden farklı olarak tanıştıktan birkaç gün sonra kuyunun bulunduğu

bölgeye gitmişti.

Katil, ona da benzer bir tuzak kurmuş, önce boğazından bıçaklayarak

öldürmüş, daha sonra da üzerindeki bütün özel eşyalarını ve parasını almıştı.

Katilin bıçak kullanması ve tek hamlede boğazı keserek cinayet işlemesi,

hem agresif olduğunu hem de intikam duygusuyla hareket ettiğini

gösteriyordu.

DNA analizi ve kayıp başvurularının karşılaştırılması sonunda cesetlerin

44 yaşındaki Ercan C., 30 yaşındaki Mehmet Naci Z. ve 25 yaşındaki Enes

A.’ya ait oldukları anlaşıldı.

Ancak bu üç kurbanın da birbiriyle ne bir kan bağı ne de ilişkisi vardı. Biri

pizza ustasıydı, diğeri kapı ve kilit işleriyle uğraşıyordu. Enes A. ise

öğretmendi.

Seri katiller avcı bir örümcek gibidir. Ağ kurarlar ve kurbanlarını

kendilerini güvende hissettikleri bölgeden seçerler. Asla av bölgelerinin

dışına çıkmazlar.

Cinayet Masası dedektifleri bir seri katille karşı karşıya olduğunu

biliyordu. Kartal civarında aynı yöntemle işlenmiş bir başka cinayet

olduğunu tespit ettiklerinde, artık katilin bu bölgede yaşadığından emin

oldular.

Dördüncü kurbanın cesedi, temmuz ayında sahilde yürüyüşe çıkan

vatandaşlar tarafından bulunmuştu. Gencin öldürüldüğünü gören ya da duyan

olmamıştı.


Yaşar M. 24 yaşındaydı. O günlerde polis, kısa bir araştırma sonunda,

maktulün civardaki pastanelerden birinde çalıştığını öğrenmişti. Çakır’ın

üzerindeki bütün eşyalar çalınmıştı. Kartları, parası ve cep telefonu. Otopsi

raporunda boğazının kesici bir aletle, tek hamlede kesilmesi ölüm nedeni

olarak belirtilmişti.

O günlerde kuyudaki cesetlerden habersiz olan polis, katil bulamamış ve

dosya faili meçhul olarak kalmıştı. Polisin oluşturduğu profile göre katil, 25-

30 yaş arasında, asosyal, saldırgan, sabıkalı, Kartal bölgesinde oturan,

problemli çocukluk dönemi geçirmiş genç biriydi. Yüksek ihtimalle madde

bağımlısıydı.

Kuyunun bulunduğu bölgede tinercilerin kaldığı harap binalar vardı. Polis

soruşturmayı ilk olarak bu noktadan yürütmeye karar verdi ve özel bir ekip

oluşturuldu.

Ekibin amacı, haftalarca sürse de “evsiz” ve “madde bağımlısı” kılığında

dolaşarak ipucu ve bilgi toplamaktı.

Önce, cesetlerin bulunduğu kuyunun çevresindeki üç kilometre çapındaki

alanda dolaşanların kimlikleri tespit edildi. Ardından bölgedeki tüm asayiş

olayları incelendi. Kayıtlarda dikkat çekici bir bilgi bulunamadı.

Dedektifler, kuyuda bulunan cesetlerin haberini medyadan saklamayı

başarmıştı. Bir başka deyişle katil, kurbanlarının bıraktığı yerde olmadığını

bilmiyordu.

Bu nedenle psikiyatrlar, söz konusu profildeki bir katilin cinayet işlediği

yere döneceğini düşünüyordu. Eserini görmek için.

Kasım 2008

Cesetlerin kuyudan çıkarılmasının üstünden iki ay geçmişti. Ekip,

bıkmadan kuyu ve civarını abluka altında tutmaya devam ediyordu.


O gece nöbetçi olan ekip, ısınmak için yakılan ateşin başındaydı. Tabii

tinerci kılığında. Polislerden biri, uzaktan yaklaşmakta olan adamı fark etti.

Aynı polis, temkinli hareketlerle ateşe biraz tahta parçası attı. Ellerini

ovuşturarak yerine otururken, arkadaşına adamı işaret etti.

Adam kuyuya doğru yürüyordu. Bir an polislere doğru baktı ama perişan

görüntüleri yüzünden onlardan kuşkulanmadı. Kuyunun yanına geldi ve içine

baktı.

Dedektiflerin aylar süren çalışması sonuç vermişti. İlk kez ellerinde gerçek

anlamda bir kuşkulu vardı.

Şüphelinin adı Özkan Zengin’di. Bir ekmek fabrikasında hamur ustası

olarak çalışıyordu. Yirmi altı yaşındaydı ve birçok kavgaya karışmıştı.

Sabıkası vardı. Madde bağımlısıydı ve Kartal’da oturuyordu.

Zengin, hakkında yeterli delil toplanır toplanmaz, sık sık gittiği Taksim

Gezi Parkı’nda gözaltına alındı. Özkan Zengin, polise verdiği ilk ifadede

kurbanlarını nasıl seçtiğini şu kısacık cümleyle özetledi: “Zayıf, narin ve

kibar erkekler.”

“Kurbanlarımı gasp etmek amacıyla öldürdüm. Zayıf ve narin, kibar

kişileri tercih ediyordum. Onlarla yaptığım sohbet sırasında öldürüp

öldürmeyeceğime karar veriyordum. İlk cinayetimi Mayıs ayında işledim.

Pizza ustası Mehmet Naci Z.’yle sahilde tanıştık. Bir süre oturup sohbet ettik.

Sonra birlikte yürüyerek kuyunun yanına geldiğimizde onu boynundan

bıçaklayarak öldürdüm. Cebindeki her şeyi aldıktan sonra kuyuya attım.”

Anlatmaya devam ediyordu:

“Bu olaydan bir ay sonra ikinci cinayetimi Kartal sahilinde işledim. Yaşar

M.’yi parası için öldürdüm. Onu öldürdükten sonra cebindeki paraları aldım.

Ancak daha sonra gelen kişiler olduğunu görünce bulunduğu yerde bırakarak

kaçtım. Bir kere öldürmeye başlayınca bırakamadım. Aslında bu işe

başlarken bir tane yapıp bırakacaktım. Yaptıklarımdan pişmanım. O aralar


param yoktu. Öldürdüğüm kişilerden tam olarak hatırlamıyorum ama toplam

bin lira para aldım. Hepsini de Taksim’deki barlarda harcadım.” Adli Tıp

Uzmanı Dr. Bülent Şam’a göre, kurbanlarını narin ve kibar erkekler

arasından seçmesi ilginç: “Kendisinin de zayıf yapılı olduğu göz önüne

alınırsa hayli ilginç. Bu, öfkesinin kendisine yönelik olduğunun işareti olarak

algılanabilir.”

Özkan Zengin sorgusunun ardından tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Sorgusunda kurban sayısının dört olduğunu itiraf etti: “Erkeklerden nefret

ediyorum. İlk cinayetin ardından adam öldürmek alışkanlık oldu. Onlardan

nefret ettim, nefretim öldürme hissiyle birleşince öldürdüm. Cinayetler

gazetelerde haber olunca öldürmeye ara verdim. Yakalanmasaydım içimdeki

nefret nedeniyle öldürmeye devam edecektim.”

Cesetleri bulunmasın diye kuyuya attığını, orayı “kumbara” gibi

gördüğünü de söyledi. Zengin, annesi ve yeğeniyle yaşıyordu.


"Ben onun robotu değilim. Birlikte hareket ettiğimiz için, ona bulaştığım için

her dediğini yaptım, itiraz etmedim.”

HAMDI AYRİ


KOKU KATİLİ

Hamdi Ayri, 1983’te Mardin, Nusaybin’de doğdu. Bekâr. Sevgilisi tarafından terk edildikten

sonra cinayet işlemeye başladı. 2010’da üç günde üç kadını tabancayla öldürdü. Bodrum’da

uyurken yakalandı. Üzerinden bir kadına ait kimlik ve cinayetlerine ait gazete kupürleri çıktı.

Cezaevinde.

14 Nisan 2010

İzmir/Balçova

İzmir Ekonomi Üniversitesi öğrencisi Bahar G. dersten yeni çıkmış, bahar

kokusunu içine çekerek yürüyordu. Evinin sokağına yaklaşmıştı ki, arkasında

hızlanan adımları fark etti. Ürktü. Hızlandı. Arkasında bir erkeğe ait

olduğunu anladığı sesleri dinledi. Yüreği boğazında atmaya başlamıştı.

Cesaretini topladı ve arkasına döndü. Adam burnunun dibindeydi.

O gün Bahar G. çantasını almaya çalışan orta boylu adamla uzun süre

boğuştu. Çantasındaki harçlığını vermemeye kararlıydı. Adam bıçağını çekti

ve rasgele sapladı. Genç kız, sol omzundan yaralanıp yere yığıldığında

koşarak uzaklaşan bir erkeğin adımlarını gördü. Bayıldı.

21 yaşındaki Bahar G. hastaneye kaldırıldığında hiçbir şey hatırlamıyordu.

Saldırganı tanımıyordu. Hafızasındaki belli belirsiz yüz, robot resmini

çizdirmeye de yetmedi. Çok fazla kan kaybetmişti. Hayati tehlikesi yoktu

ama polisin söylediğine göre ucuz atlatmıştı. Ne kadar ucuz atlattığını o da

bilmiyordu.


26 Nisan 2010

İzmir/Balçova

İzmir sakin gecelerinden birini yaşıyordu. Gün ağarmak üzereydi.

Fevzipaşa Bulvarı’ndaki fırın işçileri mesaiye yeni başlamıştı. 05:30

sularında 913 Sokak’taki tarihi Kavaflar Çarşısı, Kavukzade Kapısı önünden

bir el silah sesi yükseldi.

İşçiler geceyi yaran bu sesin geldiği yere doğru koştu. Sokağın başında

park halinde bir araç vardı ve kapısı açıktı.

Olay yeri inceleme ekibi geldiğinde otomobilin direksiyon koltuğunda

transseksüel bir kadının cesedini buldu. Pantolonu yarıya indirilmiş haldeydi

ve başından tek kurşunla vurularak öldürülmüştü.

Kimliğine göre kurban, “Azra” takma adlı 30 yaşındaki Mustafa H.’ydi.

H.’nin çantası ve cep telefonu da çalınmıştı. Olay mahallinde yapılan

incelemede cinayetin 7.65 çapında bir tabancayla işlendiği ortaya çıktı.

İki gece önce

İzmir/Balçova

Genç kadın, Çağdaş Caddesi’nden evine doğru yürüyordu. Dalgındı.

Evinin bulunduğu sokağa döndü. Arkasından hızla yaklaşan adamı fark

ettiğinde artık çok geçti.

Katil arkadan sinsice yaklaşmış, kafasını hedef almış ve kadını tek

kurşunla öldürmüştü. Çantası ve cep telefonu çalınmıştı. Ancak evinin

yakınında öldürülmesi polisin kısa sürede kadının kimliğine ulaşmasını

sağladı.

Kurban, 26 yaşındaki banka çalışanı Esra Y.’ydi. Düşmanı ya da husumeti

olan kimse yoktu. Ailenin acısı, ertesi sabah hem semt sakinlerini hem de

bütün İzmir halkını kuşattı.


Esra Y.’nin cenazesi yeni defnedilmiş, olayla ilgili soruşturma devam

ediyordu. Ortada ne gördü tanığı ne de katile ilişkin bir ipucu vardı. Polis,

sadece cinayetin 7.65 çapında bir tabancayla işlendiğini biliyordu.

Bir Gece Sonra

155 Polis İmdat telefonunu yanıtlayan polis, telefonun ucundaki kişiyi

sakinleştirmeye çalışıyordu. Adam bağırıyor, genç bir kadının sokak

ortasında vurulduğunu, şu an kanlar içinde yerde yattığını anlatmaya

çalışıyordu.

Neden sonra telefondaki kişi adres vermeyi başardı. Bir gece önce Esra

Y.’nin öldürüldüğü yere çok yakın bir noktada yine genç bir kadın silahlı

saldırıya uğramıştı.

Yine başından, tek kurşunla vurulmuş, çantası ve cep telefonu çalınmıştı.

Silah seslerini duyarak sokağa çıkanlar durumu polise bildirdiğinde saldırgan

çoktan kayıplara karışmıştı.

İkinci kurban, üniversite öğrencisi Ayşe Selen Y.’ydi. 21 yaşındaydı. Aynı

çapta silahla vurulmuştu.

İlk cinayetten farklı olarak katil bu kez civardaki bir işyerinin güvenlik

kamerasına yakalanmıştı. Kamera görüntülerinde yeşil montlu, kot

pantolonlu, elinde siyah poşet olan birinin hızla bölgeden uzaklaştığı ve sık

sık dönüp arkasını kontrol ettiği görülüyordu.

Üç gece üst üste işlenen cinayetler sonunda İzmir halkı tam bir infial

halindeydi. Polisin elindeki tek ipucu ikinci cinayet ve son cinayetle ilgili

muhtemel katile ait görüntülerdi. Yaklaşık bir robot resim çizilip güvenlik

birimlerine dağıtıldı.

Bankacı Esra Y. cinayetinde boş kovan bulunamadı. Ancak otopside

çekirdek kafatasından çıkarıldı.


İkinci cinayette ise, mermi genç kızın sağ kulağının arkasından girip sol

kulağının arkasından çıkmıştı. Polis bu kez de boş kovanı bulurken mermi

çekirdeğini bulamadı. Son cinayette ise, polis hem boş kovanı, hem de

otopside kafatasından çıkan mermi çekirdeğini buldu.

Üç cinayette de 7.65 çapındaki aynı tabancanın kullanıldığı artık netti.

Şimdi en önemli sorunun yanıtlanması gerekiyordu: Neden?

Her üç cinayetin de infaz şeklinde olması, terör cinayetleri ya da bu tarz

cinayetler işleyen Hizbullah örgütünü akla getirdi. Ama üç kurbanın da bu tip

bağlantıları yoktu.

İki kadın evlerine 50 metre kala, transseksüel birey ise muhtemelen

müşteri aradığı karanlık bir bölgede öldürülmüştü. Her üç kurban da minyon

tipliydi.

Tıpkı cinayetler başlamadan on gün önce saldırıya uğrayan ve omuzundan

yaralanan üniversite öğrencisi Bahar G. gibi. Bahar G. o geceyi ne kadar ucuz

atlattığını cinayet masası dedektiflerine ifade verirken anladı.

O gece katil bıçakla saldırmıştı. Kim bilir, belki de başarılı olamadığını

anlamış ve tabanca kullanmaya başlamıştı. Bahar G. saldırganı görmüştü

üstelik. Verdiği ifadeyle yeni bir robot resim çizildi. Ancak sabıka

kayıtlarında saldırganı teşhis edemedi. Yüksek ihtimal daha önce sabıkası

olmayan bir katil vardı ortada.

Soruşturma tekrar çıkmaza girmişti. Polis elindeki tek kozu kullanmak için

robot resmi bilerek Bahar G.’nin verdiği eşkalden farklı çizdirdi. Böylece

kendisinin aranmadığını sanan katilin rahat davranmasını umdular. Birkaç

gün sonra beklenen haber geldi.

Bir cep telefonu bayiine gelen genç bir adam, elindeki telefonu satmak

istemiş ancak kimlik vermemişti. İşyeri sahibinin ısrarı üzerine de bir işyeri

adresi vermişti. Adres eski işyerine aitti. Ama ölümcül bir hata yapmıştı katil.


Telefonu satmadan önce hafızasını silmiş ama bir tek fotoğrafı unutmuştu. O

fotoğrafta da son kurban Mustafa H. Vardı.

İzmir’de bunlar olurken, katil çoktan otobüs terminaline gelmiş, Bodrum

için bir bilet almıştı. Bütün İzmir’e hatta Türkiye’ye yayılan robot

resimlerden kendisinin aranmadığını zannediyordu.

Katil, aynı gecenin sabahında Bodrum’da kaldığı pansiyonda yakalandı.

Bavulunda 4 bin Euro para, pasaport, kredi kartları, kurbanlarından aldığı

eşyalar, ziynet eşyaları ve yanında cinayetlerde kullandığı 7.65 milimetre

çapında tabanca vardı. Cinayet haberlerinin yer aldığı gazete kupürlerini de

çantasına özenle yerleştirmişti.

Hamdi Ayri, yirmi yıl önce Balçova’ya göçmüş Mardinli bir ailenin

oğluydu. Babası inşaatlarda çalışarak ailesinin geçimini sağlıyordu. Anne ve

babası bir buçuk ay önce memleketlerine gitmiş, o da üç kardeşiyle kalmıştı.

Sabıkası yoktu. Çeşme ve Bodrum’da garsonluk yaparak para kazanıyordu.

Cumartesi gece yarısı bankacı Esra Y.’yi öldürdükten sonra, Pazar günü

akşam 19:30 sıralarında ikinci cinayetini işlemiş, sonra bir berbere gidip

saçlarını kestirmişti.

Berber, Ayri’nin telaşlı olduğunu, montunu çıkarmadığını ve terlediğini

hatırlıyordu. Komşularına göre, ailesi kendi halinde iyi insanlardı. Ve cinayet

işlenen yere çok yakın oturuyorlardı.

İzmir 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan yargılama sonunda Hamdi

Ayri üç cinayet için 3 kez ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldı. Bahar

G.’ye bıçakla saldırıp yaralamak suçundan ise, 15 ay ceza aldı. Ancak bu

ceza sabıkasız olduğu göz önüne alınarak ertelendi.

Ayri, yargılama boyunca cinayetleri işlediğini kabul etmedi. Sürekli olarak

“Zaza Ercan” lakaplı birinden bahsetti. Ayri’nin söylediğine göre cinayetleri

bu adam işliyor ve suçu onun üstüne atıyordu.


Cezaevinden Mektup

Ayri’nin yargılanması sırasında mahkeme heyetine bir mektup ulaştı. İmza

Ayri’nin koğuş arkadaşı olan bir mahkûma aitti.

Mahkûm, Ayri’nin cinayetleri detaylarıyla hem sözlü hem de yazılı olarak

kendisine anlattığını, bu cinayetlerin de ilk olmadığını savunuyordu: “Hamdi,

cezaevinde işlediği cinayetleri bana kahkahalar içinde anlatmaya başladı.

İşlediği cinayetlerin aslında ilk olmadığını, ilk olarak yanında çalıştığı

adamlar için Bodrum’da R.Ö isminde birisini asarak öldürdüğünü söyledi.”

Mahkumun yazılı ifadesine göre, Ayri, birinci cinayet için, “Takip ettim

beni fark edince konuşmak için bana döndü ama konuşturmadan onun

kafasına sıktım”, ikinci cinayet için “Eczanenin yanında eve girecekti. Ben

arkasındaydım. Beni fark etti ve dönüp bana bakacakken kafasından

vurdum”, üçüncü cinayet içinse (Mustafa Has) “Travesti arabasıyla durdu ve

beni aldı. Otelin arkasına geldiğimizde i... de vurdum ve tekrar otele

döndüm” demişti.

Üstelik bunları kendi el yazısıyla koğuş arkadaşına söylemişti. Mahkeme

başkanı, Hamdi Ayri’ye mektupları göstererek, bunları kendisinin yazıp

yazmadığını sorduğunda ise şu yanıtı verdi:

“Evet mektuplar bana ait. Ama daha önce hiç cezaevine girmemiştim ve

düzenin nasıl olduğunu da bilmiyordum. Burada 8 metre yükseklikteki bir

duvardan not atmak suretiyle haberleşme imkanı oluyordu. İrfan denilen

kişinin yüzünü bile görmedim. Beni kimse ziyarete bile gelmemişti. Bu şahıs

sürekli bana gazete kağıdına sarılı notlar atıyor, ısrarla olayı soruyordu. Belki

günde 20 defa not attığı oluyordu. Yalnızlıktan dolayı psikolojim

bozulmuştu. En sonunda gönderdiği nota yanıt verdim. Ama gazeteden

okuduklarımı yazmıştım. Aslında cinayetleri ben işlemedim.”

Seri Katiller Örümcek Gibidir


Genel kanının aksine bir seri katil, evinden dışarıya kurban aramak için her

çıktığında bir sonraki kurbanı hakkında hiçbir fikri yoktur. Bununla

ilgilenmez de. Ve yine yaygın kanının aksine seri katiller genellikle kendini

güvende hissettikleri, iyi bildikleri, kaçıp saklanabilecekleri, evlerine yakın

olan yerlerden kurbanlarını seçerler.

Bu özellikleri dolayısıyla da örümceklere benzetilirler. Ağını evinin

yakınında ör ve avını bekle. Bu nedenle de, çoğu ya evinde ya da evine çok

yakın bölgede avlanır. Yani tıpkı bir örümcek gibi avcıdırlar.

Seri katillerin işlediği cinayetler araştırılırken, cinayetlerin işlendiği

bölgenin öncelikle mercek altına alınması bu yüzdendir. Türkiye’de olduğu

gibi dünyada da, gezerek ve rasgele bölgede cinayet işleyen seri katil son

derece azdır.


YAKALANAMAYAN SERİ KATİLLER

1- KESİK BACAK KATİLİ

Kesik bacakların ilki 2000 yılının Ocak ayında Eminönü Mısır Çarşısı

yakınlarında bulundu. Sonuncusu ise 2002’nin Mayıs ayında İstanbul

Maltepe sahilinde.

Adli Tıp Kurumu’nda yapılan DNA testleri sonucunda bacakların ikisinin

erkek, beşinin de kadınlara ait olduğu anlaşıldı.

Kadın bacakları anatomik sınırlara dikkat edilerek ustaca kesilmişti. Dört

kadın bacağının aynı yerden ve düzgün şekilde neşter, kretuar ya da ustura

gibi hassas bir kesici aletle kesilmiş olması, büyük bir özenle uzun zamana

yayılması, polis için seri katille karşı karşıya olmak demekti.

Kadın bacakları bakımlı, bazıları pedikürlü ve ojeliydi. Hepsi de genç

yaştaydı. Erkek bacakları ise, rasgele ve gaddarca gövdeden ayrılmıştı.

İstanbul’da bulunan çeşitli vücut parçaları bu bacaklarla hiçbir uyum

göstermedi. Yani katilin diğer vücut parçalarını ne yaptığı da esrarını

koruyor.

Özellikle dört kadının bacaklarının kalçalarından, anatomik sınırlarına

dikkat edilerek titizce kesilmiş olması katilin anatomi bilgisine sahip biri

olduğunu düşündürüyor.

Anatomi bildiği varsayılan kasap, celep, veteriner, doktor, cerrah olabilir.

Ya da bu mesleklerin icra edildiği yerlerde çalışmış biri. Dedektiflerin

araştırması katilin, kadın bacaklarını yavaş yavaş kestiğini gösteriyor.

Eminönü’nde denizden çıkarılan ve aynı kadına ait iki bacağın milimetrik


olarak aynı yerden kesilmesi bu işlemin uzun sürede yapıldığını gösteriyor.

Bu da seri katillere özgü hastalıklı bir ruh durumu.

Son bulunan bacak, diğerlerine göre daha ustaca kesilmiş. Muhtemelen

sıcak su dolu bir küvette kanı süzülmüş. Bu da katilin her cinayette daha da

ustalaştığına işaret ediyor.

İstanbul’dan uzaklaşmıyor. Eminönü, Beyoğlu, Unkapanı, Eyüp gibi en

merkezi semtlerde dolaşıyor. Bacakları buralara bırakarak bir eşkenar üçgen

coğrafyası içinde kalıyor. Bacakların kesildiği gövdelere dair hiç ipucu

olmaması katilin planlı hareket ettiğini gösteriyor.

Birinci Mısır Çarşısında

8 Ocak 2000 sabahı, Mısır Çarşısı’nın arka sokaklarında, çöp içindeki

kâğıtları toplayan biri, çöplükte kan lekeleri fark etti. Elini çöp yığınlarının

içinde gezdirince kanlı, yumuşak bir cisimle karşılaştı. Çöplerin arasından

çıkarınca bunun bir kadın bacağı olduğunu anladı. Hemen devriye gezen

Yeşildirek Karakolu ekiplerine haber verdi. Adli Tıp, bacağın 26-27 yaşında

genç bir kadına ait olduğunu, kalçadan itibaren düzgün bir şekilde kesildiğini

ve parçalama işinin en erken 24 saat ile en geç üç gün önce gerçekleştirilmiş

olduğunu saptadı. Bacak oldukça bakımlı ve tüysüz tırnaklar pedikürlüydü.

İkinci Eminönü Sahilde

19 Mayıs 2000, sabah 06.00. Eminönü motor iskelesine yanaşan ilk

teknenin çımacısı halatı iskeleye bağlıyordu. Kaptan, “Teknenin başucundan

gelen sesi duymuyor musun? Gövdeye bir şey çarpıp duruyor, git bak,” dedi.

Çımacı sesin geldiği yöne eğilip denize baktığında gülümseyerek, “Bu sabah

kısmetimize bir manken bacağı çıktı,” diye seslendi. Motora çarpan cismi

vitrin mankeni bacağı zannetmişti. Haklıydı. Fildişine çalan beyaz renkteki

bu bacak ilk bakışta cansız manken bacağını andırıyordu. Beden parçalarına


kalçadaki oynak kısımdan monte edilen bu bacaklar, tıpkı denizden çıkan

parçaya benzerdi. Kaptan, çengelli sopayla bacağa dokununca gerçek bacak

olduğunu anladı. Yeşildirek Karakolu’na olayı bildirdi. Bu arada yolculardan

biri kıyıdaki yanaşma lastikleri önünde ikinci bir bacak olduğunu gördü. Adli

tıp uzmanlarının yaptığı araştırmayla bacakların 25-30 yaşlarında bir kadına

ait olduğu tespit edildi. Tuzlu suda kaldığı için tam olarak ne zaman kesildiği

anlaşılamadı ama bir hafta ila 10 gün içinde parçalanmış olabileceği tahmin

edildi. Muntazam ölçülere sahip, bakımlı ve koyu kırmızı ojeli. Ama

sahibinin sosyal statüsü hakkında fikir yürütmek için yeterli değil. Cinayet

masası, kayıp ihbarlarını tarayarak verilere uygun bir kişinin kimlik

bilgilerine ulaştı. Taksim-Aksaray hattında fahişelik yapan Sevim Işık’a ait

olabilirdi. Ama aile bulunamadığı için gerekli testler yapılamadı. Tıpkı diğer

altı bacak gibi sahipsiz bir şekilde kimsesizler mezarlığına gömüldü.

Üçüncü Eyüp’te

7 Aralık 2000’de okula giden bir grup lise öğrencisi tarafından bulunan

bacağın sahibi de 22-24 yaşlarında genç bir kadın. Bakımlı bacak, hafif

dolgun hatlara sahipti. Bir önceki gibi kalçadan muntazam kesilmişti. Cani

anatomik sınırlara dikkat etmişti. Bacak birkaç gün önce kesilmişti. Ve günde

7-8 saat ayakta iş gören birine ait olduğu tahmin ediliyordu.

Dört ve beş Unkapanı’nda

12 Mart 2001’de Haydar semtinin Unkapanı’na bakan tarafında birbirinden

50 metre uzaklıkta iki bacak ortaya çıktı. Poşetlere konulmuş olan bu

bacakların birinin 20-22 yaşları arasında bir kadına, İkincisinin ise 25-30

yaşlarında bir erkeğe ait olduğu saptandı. Her iki bacak da diz hizasından

kesilmişti ama erkeğin bacakları biraz daha hoyratça, kadınınkiler ise daha


itinayla gövdeden ayrılmıştı. Erkeğin kan örneklerinde hem alkole hem de

hafif uyuşturucu emarelerine rastlandı.

Altıncı Beyoğlu Tünel’de

22 Mart 2001’de Tünel’de bulunan ve Yasemin D.’ye ait olduğu saptanan

bacak da yine kalçadan kesilmişti. Bacağın çöpe atılmadan önce muhtemelen

bir küvette sıcak suyun içinde bekletildiği ve kanının temizlendiği belirlendi.

Çantası bacağının bulunmasından iki gün sonra Gümüşsüyü Parkı’nda

bulundu. Telefonu dışında hiçbir şey çalınmamıştı. Telefonu da daha sonra

Tahtakale’de seyyar tezgâhlarda satılırken bulundu.

Yasemin D., 4 Eylül 1983’te Sivas’ta doğdu. O doğduğunda babası devlet

hastanesinin biraz ilerisindeki meydanda sükunet içinde akıp giden trafiği

yönetiyordu. 43 yaşındaki Sabri D. polis imtihanlarına girip kazanmış ve

trafik polisi olarak memuriyet hayatına başlamıştı. Askerden sonra

evlenmişti. Yasemin bir buçuk yaşındayken kız kardeşi doğdu. Yasemin,

liseye babasının dördüncü görev yeri olan Bandırma’da başlamıştı.

İstanbul’da Hukuk Fakültesi’ni kazandı.

Çanakkale’deki köylerinden tanıdığı tıp fakültesinde okuyan bir erkek

arkadaşı vardı. Ama ne olduysa oldu, gönlünü kaptırdığı bu genç adam,

“Okul hayatımızı aksatır, geleceğimizi etkiler,” gerekçesiyle Yasemin’i terk

edip gitti. Yasemin, onu unutamadı. Bu arada aynı yurtta kalan ve kendisi

gibi polis çocuğu olan A.S. adlı gençle yakınlaştılar.

Aynı yurttan, S.N. adlı bir kızla da samimi arkadaş olmuştu. S.N.

Beyoğlu’nda oldukça karanlık işler peşindeki bir erkekle arkadaşlık ediyordu.

Yaseminle bu arkadaşını tanıştırdı, ama Yasemin, onun çevresini sevmemişti.

Bir gün, kız kardeşine S.N. ile küstüklerini söyledi. Sonra araları düzeldi ama

artık eskisi kadar yakın değillerdi. 20 Mart 2001 akşamı, S.N. Yasemini cep

telefonundan arayarak, o gece yurda gelemeyeceğini, kendisi yerine yoklama


defterine imza atmasını istedi. Yasemin olmaz deyince de S.N. 23.00

civarında yurda geldi.

Ertesi gün Yaseminle erkek arkadaşı A.S. okuldan çıktılar. Saat 12.00

civarıydı. Yaseminin cep telefonunun şarjı bitmişti. A.S.’ye Başbakanlık

bursunu kazandığını ve bursla ilgili evrakları Ankara’ya göndermek üzere

Fatih Postanesi’ne gideceğini söyledi. Sonra yurda dönüp telefonunu şarj

edecek ve sevgilisiyle 15.00’de buluşacaktı. A.S’nin postaneye birlikte gitme

teklifini de gereksiz diyerek reddetti. Yasemin o gün en son 14.00 civarında

Fatih Postanesi’nde görüldü. Ondan sonra da ortalıktan kayboldu. A.S.

buluşacakları yerde bir saatten fazla bekledi, sonra yurda dönerek

arkadaşlarına Yasemin’i sordu. Hayır, Yasemin’den kimsenin haberi yoktu.

23.00’te yurttaki odasına dönmeyince arkadaşları idareye bildirdi. Yurt

idaresi durumu, İstanbul Emniyeti’ne rapor etti.

Ortadan kaybolduğu günün gecesi (21 Mart’ı 22 Mart’a bağlayan gece)

02.00 civarında çöpçüler Tünel’deki Yemenici Sokağı köşesindeki çöpleri

topluyordu. Çöplerin arasında büyükçe bir poşetin delik olan tarafından,

parmağa benzeyen bir şeyler fırlamıştı. Gözlerine inanamadılar ama poşeti

açınca gördüklerinin doğru olduğunu anladılar. Poşetin içinde, kalçadan

itibaren muntazam bir şekilde kesilmiş bir kadın bacağı çıktı. Durumu

hemen, Beyoğlu Emniyeti’ne bildirdiler. Olay yerine gelen sivil dedektifler,

poşetteki kadın bacağını Adli Tıp morguna kaldırdı. Ekipler alarma geçirildi

ve bacağın bulunduğu yerde geniş bir alan taraması yapıldı. Sabaha kadar

süren araştırmalardan bir sonuç alınamadı.

Polis, tüm kayıp listelerini gözden geçirdi. Listede Yasemin’in adı da

vardı. Polis Yurdu ve Yasemin’in babasıyla irtibata geçti. Yasemin’in yurttan

gelen arkadaşları ve babası kesin teşhiste bulunamadı. Babası DNA testi

önerisini önce reddetti. Sabri Durgun, kızının böyle vahşi bir cinayete kurban

gitmiş olabileceğine ihtimal vermiyor, acı gerçeği kabullenmek istemiyordu.


Yasemin’in ortadan kaybolmasının üzerinden dört gün geçti. 25 Mart

akşamı yurtta bulunan dört ankesörlü telefondan biri çalmaya başladı. Bir kız

öğrenci telefonu açtı. Karşısında ya alkollü ya da “psikopat sesli” birisi vardı

ve “O kızı aramayın, bulamazsınız” diyerek küfretmeye başladı. Kız telefonu

kapatarak idareye gitti, anlattı. Aynı telefon iki dakika sonra tekrar çaldı. Bu

sefer telefonu açan diğer öğrencinin karşısında da aynı ses vardı. Aynı sözleri

tekrar ederek küfürlerini sürdürdü.

Bir müddet sonra Sabri Bey, DNA testi yapılmasını kabul ederek Fatih

Savcılığı’na başvurdu. Kesik bacaktan alınan DNA örnekleri, Sabri Bey’den

alınan örnekle karşılaştırılınca gerçek ortaya çıktı: Bacak Yasemin’e aitti.

Yedinci Maltepe Sahilde

20 Temmuz 2001’de Maltepe sahil şeridinde bulunan bacak, 30-35

yaşlarında bir erkeğe aitti. Yoğun alkol bulgusuna ulaşıldı. Bacak üzerinde

yapılan incelemelerde, sahibinin daha çok hafif işlerde çalıştığı anlaşıldı. Bu

bacak da diğer erkek bacağı gibi diz hizasından, adeta parçalanarak

kesilmişti.

2- ÇOÇUK KATİLİ

Türkiye’yi uzun süre meşgul eden, 2011’de Kayseri’de Ramazan

Bayramı’nda kaybolan üç çocuğu hatırlarsınız. Kamuoyu tam bir buçuk yıl

bu davaya ilgisini kaybetmemişti. Ailelerin düşmanı var dendi, organ mafyası

olabileceği söylendi. Hatta üç çocuğun çocuk tacirlerince kaçırıldıkları bile

iddia edildi.

Bunların hiçbir doğru çıkmadı. Katil, komşuları olan Uğur Veli Gürışık’ın,

onları en korunmasız oldukları anda bayramda, el öpmek ve şeker toplamak


için dolaşırken yakalamış olmasıydı.

Bu olay aydınlatılanlardan biri. Oysa yıllardır İstanbul’da bayramlarda

çocuk kaçıran ve öldüren bir katil var. Kimliği bilinmiyor. Ve cinayet

işlemeye devam ediyor.

İstanbul’da yaşıyor, Bahçeşehir, Halkalı, Beylikdüzü üçgeninde cinayet

işliyor. Öldürmek için o da bayramları seçiyor. Şeker için kapısına gelen kız

çocuklarını eve alıyor. Öldürüyor, tecavüz ediyor, sonra kendince çöplükte

bir sahne kuruyor ve kurbanlarının cesedini bu sahnenin tam ortasına

yerleştiriyor.

Ramazan bayramının ilk günü Büyükçekmece’de 9 yaşındaki G. S.

Bayram şekeri toplamak için sabah saatlerinde evden ayrıldı.

Aile uzun bir süre küçük kızın yokluğunu fark etmedi. Saat 14.00 sularında

G.S.’nin iki ablası kardeşlerini aramaya başladı. Gören yoktu. Yalnızca

mahalle bakkalı öğle namazı sırasında dükkâna geldiğini hatırlıyordu.

G.S.’nin annesi, hemen Gürpınar Polis Karakolu’na koştu. Ama polise

göre “24 saat geçmeden arama yapılamaz”dı.

Bir gün sonra 9 yaşındaki kızın cesedi sazlık alanda bulundu. Tecavüz

edilmiş ve öldürülmüştü. Ama olay yerinde ilk bakışta fark edilmeyen bir

tuhaflık vardı. Bacakları aralanmış ve iki bacağının arasına, diz kapaklarının

seviyesinde bir pet şişe bırakılmıştı.

Kolları iki yana açılmış, cesedin etrafına çöplükten toplanan objeler daire

olacak şekilde yerleştirilmişti.

Katil, küçük kurbanının cesedine, şifrelerini kendisinin bildiği bir sahne

kurmuştu. Cinayet masası polisleri, ancak bir uzman göz tarafından fark

edilebilecek bir manzarayla, karşı karşıyaydı. Ve katilin olay yerinde yaptığı

düzenleme cinayet işlemeye devam edeceğini gösteriyordu.

İki Buçuk Ay Sonra


İlk cinayeti takip eden kurban bayramının ilk günü, bu kez Halkalı’da 11

yaşındaki D. Ç. ortadan kayboldu. Ailesine göre, saat 11.00’de akrabalarıyla

bayramlaşmak için evden çıkmış ve bir daha bulunamamıştı. En son gören

babasıydı. Öğle satlerinde evin önünden geçerken görmüştü.

Ertesi gün küçük bedeni 0-2 Otoyolu Tahtakale mevkiinde sabah

saatlerinde bulundu. İple boğulmuş, tecavüz edilmiş ve ilk çocuk gibi

düzenlenmiş bir olay yerine bırakılmıştı. Yine iki bacağının arasına pet şişe

konmuştu.

İkinci cinayet üzerine cinayet masası ve adli tıp uzmanları harekete geçti.

Uzmanlar bayramlarda çocuk öldüren bir seri katille karşı karşıya

olduklarından artık emindi.

Halkalı-Beylikdüzü-Bahçeşehir üçgeni mercek altına alındı. Sabıkalılar,

şüpheliler, yalnız yaşayanlar, akrabalar tek tek incelendi. Ama binlerce ev ve

yüz binlerce insan anlamına gelen bölgeden sonuç elde edilemedi.

Katilin profilinin çıkarılması ve çemberin olabildiğince daraltılması

gerekiyordu. Çocuk cinayetlerinde ve seri cinayetlerde dünyaca ünlü bir

Fransız suçlu profilcisinden yardım istendi. Üç binden fazla dosyayı çözüme

kavuşturan uzmanla birlikte olay yerleri ve fotoğrafları tek tek incelendi.

Fransız uzmanın verdiği bilgi oldukça ilginçti. Bu iki cinayet ve cesetlerin

bırakılma şekli Fransa’da 1990’larda işlenen cinayet serisiyle tıpatıp aynıydı.

O dönem Fransa’daki katil üst üste cinayet işlemiş ve sonra ortadan

kaybolmuştu. Fransız polisi katilin öldüğünü ya da ülkeyi terk ettiğini

düşünmüştü.

Bu tespit, cinayet masası için şu soruyu akla getiriyordu: “Katil Fransa’da

yaşamış ya da çalışmış, sonra da yurda dönmüş bir Türk olabilir miydi?”

Söz konusu bölge bir de bu bilgi ışığında tekrar incelendi. Ama yine sonuç

çıkmadı. Polis, bir sonraki yıl bayramları bekledi. Ama katil susmuştu. Ta ki,

26 Mart 2006’ya kadar.


12 yaşındaki N. S. İki blok ötedeki arkadaşına giderken kayboldu. İki gün

sonra, evine 300 metre uzakta bir çöp konteynerinde cesedi bulundu. Bütün

ritüel yeniden tekrarlanmıştı.

İstanbul’daki katil, hâlâ dışarıda. Ve suskun! Tıpkı, Fransa’yı terk ettiği

gibi İstanbul’dan da ayrılmadıysa tabii.

SERİ KATİLLERİN 20 ORTAK ÖZELLİĞİ

1. Birden çok insan öldüren her katile “seri katil” denmiyor. Bir katilin

“seri katil” kategorisine girmesi için birbirine benzer en az üç cinayet

işlemesi gerekiyor. Ayrıca öldürme güdüsü ya da terör amaçlı toplu katliam

yapanlar, suç örgütü adına adam öldürenler de seri katil değil.

2. Seri katiller öldürmeye başladıktan sonra durdurulmadıkları sürece

cinayet işlemeye devam ediyorlar. Bilindiği kadarıyla bugüne kadar

cinayetlerine kendiliğinden son veren olmadı. Karındeşen Jack bu

genellemenin dışında kalmış olsa da, araştırmacılar, onun bir yerlerde

kendiliğinden öldüğü için cinayetlerinin son bulduğunu düşünüyor.

3. Seri katil, cinayet işledikten sonra “cooling down” denen bir sakinleşme

dönemine giriyor. Ne var ki bu dönemin süresini kestirmek imkânsız.

Yalnızca bir hafta sürdüğü gibi birkaç yılı da bulabiliyor.

4. Sakinleşme döneminde seri katil hafızasında cinayeti sürekli taze

tutabilmek için öldürdüğü insanlardan mutlaka bir eşya ya da organ alıyor.

Bu da cinayetin sıkça soygunla karıştırılmasına neden oluyor.

5. Bazı istisnalar dışında cinayetlerini tek başlarına işliyorlar.

6. Hepsinde intihar eğilimi ve cinsel davranış bozukluğu, büyük

çoğunluğunda da kronik alkol ya da uyuşturucu bağımlılığı var.


7. Hafızaları zayıf, gerçeklerle yüzleşmekten kaçan ve hayvanlara şiddet

uygulamayı seven kişiler.

8. Kurbanlarını genellikle kendi yaş gruplarından seçiyor, sınıf ve

ekonomik düzey farkı gözetmiyorlar.

9. Çoğu kurbanlarının etini yemekten ve ölüsevicilikten hoşlanıyor.

10. Hukuka göre cinayet işlerken ne yaptıklarının farkındalar. Yani cezai

sorumlulukları var. Bugüne kadar çok az seri katil akıl hastası olduğu için

ceza almaktan kurtulabildi.

11. Aşağılık duygusuna sahipler.

12. İktidar ve güç ihtiyaçlarını tatmin etmek için öldürüyorlar. Öldürme

güdüsünü harekete geçiren, çoğunlukla cinsel problemlerin su yüzüne

çıkması oluyor.

13. Yaşları 20-40 arasında. Her on seri katilden dokuzu erkek.

14. Çoğunluğu beyaz tenli, heteroseksüel ve dindar.

15. Çoğunlukla dış görünüm olarak cinayet işleyecek birine benzemiyorlar.

İlgi çekmeyen silik tipler ve düzenli bir işte çalışanların oranı yüzde 10’da.

16. Çoğu çok kötü bir çocukluk dönemi geçirmiş ya da cinsel saldırıya

uğramış.

17. Zekâ seviyeleri ortalama. Yüzde 31’i oldukça zeki.

18. Yüzde 81’i pornografiye, yüzde 79’u mastürbasyona, yüzde 71’i

röntgenciliğe ve yüzde 7’si fetişizme meraklı.

19. Her on seri katilden 8’i, 18 yaşına gelmeden önce kadınlara ya da

erkeklere tecavüz etmeyi hayal ediyor.

20. Erkek seri katillerin birçoğuna çocukken kız kıyafetleri giydirilmiş ya

da kız çocuğu gibi davranılmış.


SERİ KATİLLER İÇİN NOTLAR

Tüm seri katillerin aynı şekilde düşündüklerini söylemek ne kadar

yanlışsa, aralarında hiç benzerlik bulunmadığını iddia etmekte o kadar yanlış.

İşte bu benzerlikler psikolojik profil çıkarmada uzmanlara büyük yarar

sağlıyor.

Bir seri katil topluma birçok değişik yüzüyle gözükebilir. Çoğu

sosyopattır. Zekâlarını karşısındakini savunmasız bırakmak, kendilerini de

karışık düşünme halinde muhafaza etmek için kullanırlar.

Katil olayların hepsini bilinçaltının derinliklerinde saklayacaktır. Çünkü

egosu çok büyüktür.

Canlı bir kurbana sahip olurken gösterdiği davranışlar bir otomatik pilotun

davranışı gibidir. Daha önce kafasında kurduğu şeyleri şimdi oynuyordur.

Bunun sebebi daha önce kişisel tatmin için kafasında kurmuş olduğu sayısız

senaryolardır.

Bu vahşet fantezileri arasından kendine en uygun olanı seçer. Kendini en

çok tatmin eden yolu tercih eder. Bu seçimler katilin kurbanı elde ettikten

sonra başlayan ve sonuna kadar süren bir süreci kapsar.

Seri katilin uygulamayı seçtiği özel metodlar ona göre iyi, doğru ve en

uygun olanıdır. Uygulamaya geçtiğinde kurban değersiz bir maddeden başka

bir şey değildir. Kişisel dramasını sergilemek için gerekli olan bir parça ettir.

Kurbanın mücadelesi, acısı, ağlamaları, onu etkilemez. Kurban değersiz bir

objedir. Empati yapmaktan çok seri katil, kurbanının çektiği zihinsel

acılardan büyük bir zevk ve mutluluk duyar işte ona göre bu, tüm şiddet

sürecinde olan şeydir. Kurbanının acizliği ona her şeyden çok zevk veren

ölümsüzlük iksiridir.

Neden bir seri katil kendi dışındaki insanlara karşı bu kadar aşırı ve

mantıksız bir tutum içerisindedir? Nasıl diğer insanlardan bu kadar nefret

eder, daha hiç görmediği karşılaşmadığı birisini bu kadar değersiz görür?


Bu sorunun tam bir yanıtı yok. Ama biliyoruz ki, bu hislerin ne olduğunu,

ne için olduğunu tarif edemez. Bir eroin bağımlısı gibidir. Hep daha kuvvetli

kafa yapıcıyı bulmak.

Hükmedici Seri Katiller

Bu tipler, kurbanlarının üstünde elde ettikleri kontrol ve hükmetme

hissinden cinsel tatmin duyar. İlk mülakatında bir seri katil, “Bir insanın

hayat ve ölümüne karar verebilme gücünden daha büyük ne olabilir ki”

demiştir.

Bir seri katil psikolojik olarak gerçeklere bağlıdır. Hastalıktan acı çekmez.

Sosyal kurallar ve kültürel değerlerden uzaktır. Bunları görmezden gelir.

Gerçek bir psikopat gibi kendi kural ve prensiplerini yaşar. Cinayetlerini

elleriyle işleme, özellikle boğarak öldürme eğilimindedir.

Şehvet Delisi Seri Katiller

Kişisel şiddet ve cinsel tatmin arasında ilişki kurar. Saldırgan cinsel

tatmine öldürmekle kavuşur. Öldürmek onlar için erotik bir deneyimdir.

Kurbanı baskı altına alma, işkence, parçalama, vücudun bir parçasını

koparma veya daha değişik korkunç yöntemleri tercih edebilir.

Bu tip katiller devamlı yer değiştiren tipler ise, yakalanmaları oldukça

zordur. Suçu işleme şekilleri soruşturmayı güçleştirir. Zekidir ve eğer

devamlı yer değiştiriyorsa yakalanmaları yıllar sürebilir.

Misyoner Seri Katiller

Bu tipler psikotik değildir. Gerçek hayatın içinde, gerçek bir yaşam

sürerler. Çeşitli sesler ve hayallerle yönlendirilmezler. Diğer taraftan da

dünyadan bazı insanları temizlemek için kendilerine görev çıkarırlar.

Fahişeler, katolikler, siyah erkekler veya bunlar gibi herhangi bir grup


olabilir. Bu tip katillerin hem düzenli nansosyal hem de düzensiz asosyal

kişiler olma ihtimali kuvvetlidir.

Genellikle bu tip katiller yakalandıklarında, komşular veya onları tanıyan

kişiler yaptıklarına hayret eder ve çoğunlukla “Çok iyi bir delikanlıydı”

şeklinde hayretlerini ifade ederler.


FOTOGRAFLAR ve BELGELER


















































































Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!