You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
TÜRK SERİ KATİLLER
1960’LARDAN BUGÜNE
SEVİNÇ YAVUZ
1968’de Bursa, Gemlik’te doğdu. 1989-1993 yılları arasında İstanbul Üniversitesi İletişim
Fakültesinde eğitim gördü. Gazeteciliğe, Nokta dergisinde başladı. Ardından Günaydında,
kurucu ekibinde yer aldığı Yeni Yüzyılda, daha sonra da Gazete Pazar da ve Hürriyet‘te
çalıştı. Mafya, istihbarat, uyuşturucu ve organize suç üzerine haber ve diziaraştırmalar
konusunda uzmanlaştı. 2001’de Metis Yayınlarından KOLİCİ: Bir Seri Katilin Hikâyesi
kitabı yayımlandı. 2002’de NTV’de çalışmaya başladı. 2002-2004 yılları arasında, İpucu
programının yapımcıyönetmenliği ve metin yazarlığını yaptı. İpucu programı metinleriyle
2002’de “Gazeteciler Cemiyeti Araştırma Ödülü’nü aldı. 2004’de kendi yapım şirketini
kurarak yapımcılığa başladı. 2004-2008 yılları arasında TRT için birçok belgesel, program
ve dramabelgeseller yaptı. 2006’da ATV’ye Hülya Koçyiğitie Var mısınız? kuşak programını
yaptı. 2008-2009 yılları arasında, TRT 1 için İpucu Kriminal programını bir kez daha hayata
geçirdi. Bugüne kadar, TRT 1, TRT Belgesel, TRT Okul kanallarında onlarca programın
yapımcı ve genel yönetmenliğini üstlendi.
TÜRK SERİ KATİLLER
1960’LARDAN BUGÜNE
SEVİNÇ YAVUZ
PROFİL
© Sevinç Yavuz, 2016
© Profil Yayıncılık
Yazar / Sevinç Yavuz
Kitabın Adı / Türk Seri Katiller
Genel Koordinatör / Münir Üstün
Editör / Utku Özcan
Kapak Tasarım / Eren Yavuz
İç Tasarım / Adem Şenel
Baskı-CUt / Kayhan Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
Merkez Efendi Mah. Fazılpaşa Cad. No:8/2 Topkapı/
İSTANBUL
Tel: 0 212 612 31 85 - 576 00 66
Sertifika No: 12156
1. Baskı: Nisan 2016
978-975-996-842-7
Kültür Bakanlığı Yayıncılık Sertifika No: 12391
PROFİL: 527
İNCELEME-ARAŞT1RMA: 48
MAVİAĞAÇ KÜLTÜR SANAT YAYINCILIK
Necip Fazıl Bulvarı Keyap Sitesi G1 Blok No: 112
Yukarı Dudullu - Ümraniye / İstanbul
www.profilkitap.com / bilgi@profilkitap.com
Tel: O 216 365 70 91 (pbx) Faks: O 216 365 70 94
Profil Yayıncılık Maviağaç Kültür Sanat Yayıncılık Tic.Ltd.Şti markasıdır.
© Bu kitabın Türkçe yayın hakları Sevinç Yavuz ve Profil Yayıncılık'a aittir. Yazar ve
yayıncının izni olmadan herhangi bir formda yayınlanamaz, kopyalanamaz ve çoğaltılamaz.
Ancak kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
İÇİNDEKİLER
TÜRK SERİ KATİLLER
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
CESET TARLASI
MEZARCI
BİNBİR SURAT
BALTACI
ÇİVİCİ
KUYUCU
TORNAVİDALI KATİL
AVCI
MOBİLYACI
KOLİCİ
YERLİ SLEEPERS
HANNİBAL
KADIN KATİLİ
TESTERE
BEBEK YÜZ
“BENİ BULAMAZSINIZ!”
NEFRET KATİLİ
ÖLÜM YOLU
KOPYACI KATİL
YAMYAM
CESET KUMBARASI
KOKU KATİLİ
YAKALANAMAYAN SERİ KATİLLER
FOTOGRAFLAR ve BELGELER
Bütün gölgelerimize...
GİRİŞ
“Türkiye’de seri katil yok. Bizden seri katil çıkmaz!”
Bu alt metni zengin tespiti her duyduğumda acı bir gülümseme kaplar
yüzümü. Cümlenin içinde gizli, “katil” yüceltmesine mi yansam,
Hollywood sinemasının ve medyanın bizi getirdiği hale mi, çoğu kez ne
söyleyeceğimi bilemeden öylece bakıp kalıyorum. Çoğunlukla da susuyorum.
Eğer susmamışsam şöyle diyorum mesela: “Keşke olmasa. Ama var!”
Varlar, çünkü öldürme eylemi insanlık kadar eski bir günah; Tanrı’yı
oynamayı gerektiren. Sevk edici ne olursa olsun, namus, öfke, savaş,
organize, kişisel ya da toplumsal çıkar, emir, para, alkol, her neyse işte.
İnsanlar bu noktada koşulsuz olarak ikiye ayrılıyor: İnsan öldürebilenler ve
öldüremeyenler. Ve yine hiçbir şartta, “Ben insan öldüremem”
diyebileceklerin sayısı, zannettiğimizden çok çok daha az.
İsterseniz bunu bir düşünün! Hangi şart altında bir insanı öldürebilirsiniz?
Düşünün mutlaka, bir “ama” bulacaksınız! Aslında öldürmek insanın doğası
gereği belki.
Belki...
Ama konu bu değil! Konu, aramızda öldürme eylemlerinin hiçbir sebebi
olmayan bir grup bulunması. Sadece onların bildiği, bilebildiği ve ancak
cinayet mahallinde bize anlatabildikleri motivasyonlarından başka.
Bu kitap onları anlatıyor: Seri cinayet işleyenleri, seri katilleri.
Şimdi 2002’ye gidelim.
Mart ayı ortalarıydı. Milli Güvenlik Kurulu’nda Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer’le rahmetli Başbakan Bülent Ecevit arasında yaşanan
gerginliğin, Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizini patlatmasının
üstünden tam bir yıl geçmişti.
O dönem, hiç bırakamayacağımı sandığım gazeteciliğe veda ettiğim ve
NTV’de yeni bir işe başladığım günlerdi.
Televizyonculuğun kuralları farklıydı tabii. Mesela kaynağın görüntüsünü
vermeden haber yapılamıyordu. Görüntüsü olmayan bir bilgi halka
iletilemiyordu. Üstüne bir de bütün sektörlerde tek belirleyen haline gelen
kriz koşulları eklenince, ayağa basan, can sıkan haberler uzun bir süre (ve
hâlâ) rafa kaldırılmış oldu.
NTV Genel Yayın Yönetmeni Cem Aydın’la yardımcısı Görkem Yaşayan,
Adli Tıp dosyalarıyla ilgili bir program yapmak istediklerini söylediklerinde
benim için de yepyeni bir dünyanın kapıları açılmış oldu: Seri katiller.
Önce programın adı kondu. Tabii cinayet denince akla ilk gelen şey,
programın da adı oldu: İpucu.
Yabancı kanalları yakından takip edenler bilir. Benzer programlar
yurtdışında yıllardır, çeşitli adlarla yayınlanır, geniş ve bir o kadar da farklı
seyirci grupları tarafından da izlenir.
Programın oluşum sürecinde yol haritamızı şöyle belirledik: “İpucu,
yalnızca bilimsel tekniklerle aydınlatılan ve delilden suçluya ulaşılan dava
dosyalarını konu edinecek.”
Türkiye gibi ülkelerde bir programa bu kriteri koymanın anlamı şudur: İşin
yoksa, işkence yapılmadan, şüpheliye dayak atılmadan, her önüne geleni içeri
tıkmadan aydınlatılmış cinayet dosyalarını ara, bul...
İpucu, başta koyduğu ilkeden taviz vermeden binlerce dosya içinden seçe
seçe, NTV’de 44 bölüm yayınlandı.
Ele alınan cinayet dosyalarının, yargılama sürecini tamamlamış olmasına
da dikkat edildiği için, ister istemez programda 2000 yılına kadar gerçekleşen
cinayetler yer aldı.
O dönem ortaya çıkan tabloya göre, Türkiye’de bilinen beş seri katil vardı
ya da başka bir deyişle beş vakadaki katil profili, psikopatik kişilik görünümü
sergiliyordu.
Onları bir kez daha hatırlamakta fayda var: İlki namı diğer, Kolici Orhan
Aksoy (halen müebbet hapse mahkum). Gölcük depreminden sonra ortaya
çıkmıştı. 1999’da İstanbul’da tam beş cinayet işledi.
İkincisi, Aksoy’dan bir yıl önce yine İstanbul’da ortaya çıkmıştı: Seyit
Ahmet Demirci (tahliye oldu). En yakın arkadaşıyla birlikte çocukken bir
mobilyacının tacizine uğramıştı.
1998’de üçüncü seri katil ortaya çıkmıştı. Kayseri’de kanal boyunda yedi
kişiyi tüfekle vurarak öldüren Hamdi Kayapınar (hapiste). Cinayetlere 11
yaşında, üvey kardeşini öldürerek başlamıştı.
Türkiye’dekilerin en iyi bildiği seri katilse, 1994’te Denizli’nin Çambaşı
Köyü’nde dört komşusunu alınlarına ve gözlerine çivi çakarak öldüren
Süleyman Aktaş’tı (ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde yatıyor). “Çivici”
adıyla anılan Aktaş, her cinayetinden sonra olayın krokisini A4 kâğıda
çiziyor, erkekliğinin simgesi olarak nitelediği çivileri ise, itinayla
resmediyordu.
Gelmiş geçmiş en vahşi cinayetleri işleyen katilse, 1992’de Artvin’den
çıktı: Adnan Çolak. Üç yıl boyunca Artvin’in civar köylerinde, on bir yaşlı
çifti öldürdü; bazılarına öldürdükten sonra tecavüz etti, evlerini ve cesetlerini
ateşe verdi.
Peki sonra ne oldu? İpucu, 2008 yılının haziran ayına kadar yayına ara
verdi. Program bu kez TRT 1’de “İpucu-Kriminal” adıyla ekrana çıktı. Bunun
anlamı da şuydu: Adli Tıp Kurumu’nun soğuk, gri otopsi salonları, ifade
tutanakları, dava dosyaları, yeniden gün yüzüne çıkacaktı.
Ama daha ilk günden bir farklılık vardı. Her şeyden önce Avrupa Birliği
uyum yasaları devreye girmişti. Olay yeri incelemesi cinayet davalarında
önem kazanmıştı. İfadelerin birbirine girdiği, kimin ne anlattığının
anlaşılmadığı, daktiloyla yazılmış, polis ağırlığı hissedilen dosyalar, yerlerini
delillerin numaralandırıldığı, DNA, kan ve kimyasal analiz gibi raporların
eksiksiz yer aldığı savcılık iddianamelerine bırakmıştı.
Bilimin etkisi, Avrupa’nın zoruyla da olsa, cinayet dosyalarında ilk bakışta
hissediliyordu artık. Ama dosyalarda bir başka farklılık daha vardı. Soygun
amacıyla eve giren katiller, karısını kıskançlık nedeniyle öldürüp intihar süsü
veren kocalar, sevgilisine eşini öldürten kadınlar, ağırlıklı yerlerini; sayıları
hızla artmış seri katillere, psikopat cinayetlerine, toplu kıyımlara ve ancak
Amerikan filmlerinde izlemeye alıştığımız vahşi cinayet sahnelerine
bırakmıştı.
On yılda Türkiye’nin katil ve cinayet profili hızla değişmişti. 2000’li
yıllara, beş seri katille gelen Türkiye’nin artık yirmiye yakın seri katili,
onlarca psikopat cinayeti, yüzlerce katliam sahnesi vardı. Artık Türkiye, her
beş saatte bir insanın öldürüldüğü bir ülke haline gelmişti.
Mesela 43 kişinin katili “Tornavidalı” lakaplı Yavuz Yapıcıoğlu çıktı
sahneye. Onu, “Bebek Yüz” denen Ali Kaya, kurbanlarını kuyuya dolduran
Özkan Zengin, sevgilisiyle birlikte evinde dört kişiyi testereyle parçalara
ayıran Kazım Türe takip etti.
Kimi, kuyumcu ve iki kızını ısırarak işkenceyle öldürdü, kimisi de
annesinin uyurken boğazını kesti.
Çocuk katiller de çıktı sahneye. Anaokulu öğretmeni Serpil Yeşilyurt’a
tecavüz edip, yüz yerinden bıçaklayarak öldüren 16 yaşından küçük dört
çocuk gibi ya da sevgilisini testereyle parçalara ayıran Cem Garipoğlu gibi.
Üstelik bunlar, basına yansıyanlardan sadece birkaç örnek. Mesela
2002’den beri İstanbul’un çeşitli yerlerine kesik kadın bacakları bırakan seri
katilden hâlâ ses yok ya da bayramlarda çocuk öldüren ve hiç bilinmeyen o
katilden.
Bu noktada sorulması gereken tek soru şu: Türkiye’de son on yılda ne
oldu? Nasıl ve ne zaman, bu korkunç kutunun kapağı açıldı. 2001’deki
ekonomik kriz etkili oldu mu mesela? Ya da yıllardır devam eden ve bitmek
bilmeyen terör? Ya da yolsuzluk ve gelir dağılımı eşitsizliği?
Adli Psikiyatr Prof. Dr. Gökhan Oral’ın dediği gibi: “Psikiyatrinin amacı,
kötüyü açıklamaktır. Ama sanırım bunu hiçbir zaman başaramayacak. Çünkü
kötülük, bazen yalnızca salt kötülüktür.”
Yıllardır, cinayet üzerine metinler yazıp programlar çekiyorum. İnanması
zor ama yaptığım işe hâlâ alışamadım, alışamayacağım da. Başımın üstünde
Demokles’in kılıcı gibi sallanan bir, “Özendirmemek için yok saymak mı
gerekir?” sorusu var çünkü.
Her cinayet işleyene, katliam bile yapsa seri katil demiyoruz. Uluslararası
normların getirdiği en basit tarife göre seri katil; anormal kişisel bozukluklar
sonucu, otuz günden daha uzun bir zaman diliminde ve arada bekleme
dönemleri de olacak şekilde üç veya daha fazla insanı öldüren kişiye deniyor.
Öldürme sebebi genellikle seksüel içerik taşıyor ve kurbanlar sıklıkla aynı
kurguda öldürülüyor veya öldürülmekte ve benzer özellikleri
taşıyabilmektedirler (mesleki, görünüş, cinsiyet veya yaş grubu gibi).
Kitapta, Türkiye’nin son elli yılı tarandı ve bu normlar ışığında bütün
profiller elekten geçirildi. Sonuç olarak kimliği ve cinayetleri bilinen yirmi
iki, bugüne kadar yakalanamayan ama işlediği cinayetler açısından seri katil
olduğu belirlenmiş iki katil profili ortaya çıktı.
Ancak burada önemli bir not düşmek gerekiyor. Faili meçhul kalanlar,
cinayetleri arasında bağ kurulamayanlar, bilgisayar ve bilimin cinayet
dosyalarında henüz yeni yeni kullanımı yüzünden, aslında bu sayının yüzlerle
ifade edilecek kadar çok olduğuna güvenlik güçleri, adli tıp uzmanları ve
kriminal laboratuvarı çalışanları gibi, ben de inanıyorum.
Her şeyin açığa çıkması, tartışılması ve yaşanması gerektiğine inanan biri
olarak, cılız da olsa bir de cevabım var tabii. Özellikle de, öldürebilenlere.
Şimdilik, telekineziyle cinayet işlemeyi beceremeyeceğinize göre, dikkat
edin, “Her dokunduğunuzda, sizden bir iz kalacak.”
Şuna eminim ki, bu kitabı okuduktan sonra kapınızın dışındaki hayata dair
yeni refleksler geliştirmekten kendinizi alıkoyamayacaksınız. Site güvenlik
görevlilerinin ne kadar güvenilir olduğunu sorgulayacak, gündüz sahilde
otururken tesadüfen rastladığınız biriyle sohbet etmekten çekineceksiniz.
Kapıya gelen kurye evde yalnız yaşadığımı asla düşünmemeli,
diyeceksiniz içinizden. Hele gece yarısı sokaklarda tek başına yürümek...
Yani kitabı okumakla iyi mi edeceksiniz, bilmiyorum. Her vakada “Bunlar
gerçekten aynen böyle ve burada mı oluyor? Şaka mı?” diyeceksiniz.
Kitabın iyi yanı, bilinenlerin profillerini, nasıl hareket ettiklerini
öğrenmenizi sağlayacak olması. Haberdar olmak iyidir.
Ve hâlâ bu kitabı okumak istiyorsanız, buyrun.
İleriki sayfalarda, delilleri nasıl yok edeceğini bilenleri, bilmeyenleri, “Ben
istemeseydim yakalanmazdım,” diyenler kadar, hiç de zekice olmayan
yöntemlerle yakalananları bulacaksınız.
Son bir not: Kitapta okuyacağınız her şey, her cümle, her ifade ve hatta
hikâye, ilgili dava dosyasındaki ifadelerin birebir aynısıyla kurgulanmıştır.
Katiller, suçları sabit olduğu ve yargılama süreci tamamlandığı için
isimleriyle anıldılar. Ancak kurbanların soyadlarını, hayatta olan yakınlarını
mağdur etmemek ve üzmemek için saklamayı uygun gördük. Bütün bu
süreçte yanımda olan, her dosyada emeği olan yol arkadaşım gazeteciyapımcı
Yıldız Ateş ve yönetmen Cenk Yaz’a içten sevgilerimle.
Sevinç Yavuz
İstanbul
“Sonra anladım ki,
ben de bir insanım ve insanları seviyorum.”
MEHMET YAMAN
CESET TARLASI
Mehmet Yaman, 1930’da Edirne’de doğdu. Mezarlık görevlisi, Evli. Cinayetlerine
başlamadan önce fiili livatadan sabıkası vardı. 1961-1964 yılları arasında beş kişiyi boğarak
öldürdü. Karısının dördüncü kocasıydı. Son iki cinayetine karısı da karıştı. Karısının ilk
kocası intihar etmiş, üçüncü kocası baltayla öldürülmüştü. Kurbanlarını evinin bahçesine
gömüp, üzerlerine sebze ekti. Beş kez idam cezasına mahkûm oldu. 14 yıl hapis yatıp çıktı.
Yaşayıp yaşamadığı bilinmiyor.
24 Mart 1963
Edirne Polis Karakolu
83 yaşındaki Viktoria Ş., karakolun az sayıdaki merdivenlerini, akrabasının
koluna sımsıkı sarılarak, güçlükle çıktı. Hayatında ilk defa bir emniyet
binasından içeri giriyordu.
Korku dolu gözlerle, kendisine gösterilen iskemleye oturdu. 34 yaşındaki
oğlu Yaşoya Ş. dün geceden beri kayıptı. Polis, kayıp ihbarını bizzat
kendisinin yapmasını istemişti. Ağzı kuruyor, tansiyonu yükseliyordu. Dün
geceden beri bir gram uyku uyumamıştı.
Heyecanını bastırmaya çalışarak polisin sorularını yanıtladı: “Oğlum
Yaşoya manavdır. Dün akşam dükkânı kapatıp eve geldi. Yemek yedi. Yarım
saat sonra kapı çaldı. Daha önce görmediğim ve tanımadığım küçük bir erkek
çocuğu, oğluma bir şeyler söyledi. Yaşoya, bir işinin çıktığını, bir saat içinde
döneceğini söyledi ve evden çıktı.”
Yaşlı kadın sürekli olarak oğlunun ve ailesinin hiçbir düşmanının
olmadığını, sessiz sakin bir hayat sürdüklerini tekrarlayıp duruyordu. Oğlu
mutlaka bir kaza geçirmişti ve bulunmasını istiyordu. Viktoria Ş.’nin
ifadesinin alınması bir saat kadar sürdü. Polis yaşlı kadından eve gitmesini ve
araştırma sonuçlanana kadar onlardan haber beklemesini istiyordu.
Ertesi Gün
Yaşoya Ş.’nin kaybolmasının üzerinden yirmi dört saatten fazla süre
geçmişti. Gidebileceği her yere bakılmış, haber gönderilmiş hatta aranmıştı.
O tarihlerde bile 300 bin olan nüfusuyla Edirne koskoca bir kentti. Aile,
çaresiz derin bir sessizlikle Yaşoya’nın dönüşünü bekliyordu ki, haftada bir
gün temizliğe gelen Remziye T. posta kutusunda bulduğu bir mektupla
çıkageldi.
Mektup zarfsızdı. Elyazısından, eğitimsiz biri tarafından yazıldığı
anlaşılıyordu. Mektubu yazan kişi, Yaşoya’nın ellerinde olduğunu,
karşılığında 50 bin lira istediklerini, verilmediği takdirde Yaşoya’yı
öldüreceklerini söylüyordu.
Aile, mektubu hemen Edirne Emniyeti’nin ilgili birimlerine iletti. Ancak,
ne mektubun devamı geldi ne de elyazısından bir sonuca ulaşıldı. Bir süre
sonra da Manav Yaşoya’nın kayboluşu unutulup gitti. En azından polis
tarafından...
Bir Yıl Sonra
Yaşoya Ş.’nin kaybolmasından tam bir yıl sonra Edirne Polis
Karakolu’nda yeni bir aile kayıp ihbarında bulunuyordu. 44 yaşındaki, Hacer
Ş. için.
Hacer Ş., evliydi ve üç çocuğu vardı. Mazbut bir hayat sürüyordu.
Düşmanı ya da kavgalı olduğu kimsesi yoktu. Ailesine göre, birdenbire
ortadan kaybolmuştu.
Edirne polisi gerekli bilgileri ve kadının fotoğrafını alıp, Hacer Ş.’nin
ailesini evlerine yolladı. Gerekli tahkikat yapılacaktı. Kimsenin aklına, bir yıl
önce Yaşoya Ş.’nin de aynı şekilde kaybolduğu gelmiyordu.
Hacer Ş.’nin kayboluşunun üzerinden bir ay geçmişti ki, bu kez Devlet Su
İşleri’nde işçi olarak çalışan Adem D.’in yakınları kayıp başvurusu yaptı.
Akrabaları, adamın işten sonra eve geldiğini, bir süre kaldıktan sonra dışarı
çıktığını ve bir daha dönmediğini söylüyordu.
1 Mayıs 1964
8 yaşındaki Mustafa, kapıyı defalarca yumrukladı. Zile boyu yetişmediği
için kapıya vurmaktan başka çaresi yoktu. Yorulmuştu. Geri dönmeyi
düşünüyordu ki, annesinin komşusu Nazmiye Ş., kapıyı açtı. Kadın da
telaşlanmıştı. Çocuk, evlerine yeni mutfak eşyası geldiğini, almak istiyorsa
annesinin hemen gelmesi gerektiğini söylüyordu.
“Tamam, hemen geliyorum,” dedi, Nazmiye Ş., alelacele üstüne bir şey
aldı. Kapıyı çekti. Hızlı adımlarla iki ev ilerideki komşusuna yollandı. Bahçe
kapısı açıktı. Komşusunun kocası yine bahçeyle uğraşıyor olmalıydı.
Çapalanmış toprağa basmamaya çalışarak evin kapısına geldi. Seslendi. Evin
kapısı aralıktı. İçeri girdi. Kimse yoktu. Tekrar seslendi.
Mehmet Yaman, dış kapının arkasına gizlenmişti. Nazmiye Ş.’nin kapıyı
iterek içeri girmesini bekledi. Biraz daha geri çekildi ve bekledi. Kadın evin
kapısını kapattığı anda, eliyle kavradığı taşı kadının kafasına hızla vurdu.
Nazmiye Ş., yere yığıldığında baygındı. Üstüne çullandı. Elleriyle boğazını
sıkıyor, kadının ölmesini bekliyordu. Sıktı, sıktı...
Ömer T. rahatsızlandığı için işten erken çıkmış, mesaiye kalmamıştı. Bir
an evvel eve gidip dinlenmek istiyordu. Hava kararmak üzereydi. Komşusu
Mehmet Yaman’ın bahçe kapısının açık olduğunu gördü. Selam vermeden
kapatıp giderim, diye düşündü. Yaklaştı. Kapıya uzanıyordu ki, bahçeden
gelen sesleri duydu. İçeri girdi. Alacakaranlıkta önce kürekle toprak atan
Mehmet Yaman’ı, sonra da yarısı toprakla örtülü kadın bacaklarını gördü.
Komşusu gördüğü manzara karşısında dehşete kapılmış, önce ne yapacağını
bilememiş sonra nefes nefese koşarak karakola atmıştı kendini. Polisler
bahçeden içeri girdiğinde, Mehmet Yaman kurbanının mezarını henüz
kapatmıştı. Kaçmadı. Tutuklanmaya itiraz da etmedi.
Edirne Emniyet Müdürlüğü
Mehmet Yaman’ın Edirne Cinayet Bürosu’ndaki sorgusu saatlerdir devam
ediyordu. Sakindi. Su istiyor, konuşurken gülümsüyor ve komşusu Nazmiye
Ş.’yi neden öldürdüğüne dair şu bilgileri veriyordu:
“Zehra’yla 5 yıldır evliyiz. Karım ve Nazmiye yakın arkadaştı. İçtikleri su
ayrı gitmiyordu. Bir süredir, karımın başka erkeklerle görüştüğünü anladım.
Bunun sebebi Nazmiye’ydi. Karımı yoldan o çıkardı. Biliyorum. Onun
benden önceki evliliğinden olan Mustafa’yı Nazmiye’ye yolladım. Ona
dedim ki, git ona söyle babamın satılacak mutfak eşyaları varmış. Gelip
baksın.”
Mehmet Yaman polisteki ifadesine göre, Nazmiye Ş., kapıdan girince
başına taşla vurarak bayıltmış, sonra boğarak öldürmüş, daha sonra da el ve
ayaklarını bağlamıştı. Cinayetten önce hazırlık yapmış, evinin bahçesine
çukur kazmış, gömerken de yakalanmıştı İlk bakışta Yaman’ın anlattığı
hikâye bununla sınırlı kalabilirdi, eğer konuşmaya devam etmeseydi:
“Bahçeyi kazmaya devam edin. Daha çok ceset bulursunuz!”
Öyle de oldu. Takip eden iki gün boyunca Mehmet Yaman’ın bahçesinde
kazı yapıldı. Bahçe “ceset tarlası” gibiydi... Bir buçuk yıldır kayıp olan Hacer
Ş., Adem D. ve kimliği belirlenemeyen bir erkeğin cesetleri bulundu.
Mehmet Yaman, cesetler çıktıkça cinayetlerini itiraf ediyordu. Kimliği
belirsiz olan erkek cesedi ise, askerden döndükten sonra birden ortadan
kaybolan Mehmet T.’ye aitti. Gömerken yakalandığı Nazmiye Ş. gibi bu
kurbanların da elleri ve ayakları birbirine bağlanmış, beşer metre arayla
gömülmüş, üzerlerine sebze ve mısır ekilmişti. Ancak polis Yaşoya Ş.’nin
cesedini bir türlü bulamıyordu. Mehmet Yaman, yer gösterme için kendi
bahçesine getirildi. Kazılan çukura baktı ve “Onu Adem ağanın yanma
gömmüştüm. Eminim. Bir buçuk metre daha kazın,” dedi.
Peki kimdi Mehmet Yaman? 1930 doğumluydu. Babası mezarlıklarda
gömüden sorumluydu. O da baba mesleğini seçmişti. Ergenlik yaşlarında
kavga ve soygunlara karışmış, yirmili yaşlarında saldırı ve fiili livata
suçlarından hüküm giymişti. Kısa bir süre hapis yatmış, 1950’deki aftan
yararlanarak cezaevinden çıkmıştı.
Babasıyla yaşayan Mehmet Yaman, cezaevinden çıktıktan sonra Zehra’yla
tanışmış, kadının daha önce üç evlilik yapmasına aldırmamıştı. Zehra’nın
önceki eşlerinin ölümü de ilginçti. İlk eşi kendini asarak intihar etmiş,
üçüncüsü ise, bilinmeyen biri tarafından baltayla öldürülmüştü. Cinayet
aydınlatılamamıştı. Mehmet Yaman, eşininin oğlunu da sahiplenmişti (Üvey
oğlunu kurbanlarını çağırmada kullandı.).
Mehmet Yaman’ın sorgusu ilerledikçe polis yeni bilgiler alıyordu.
Yaman’a göre, son iki cinayete karısı Zehra ve arkadaşı İbrahim de yardım
etmişti. Mehmet Yaman, İbrahim’in Yaşoya Ş.’nin yanında çalıştığını,
mallarına ve işine el koymak için cinayeti birlikte planladıklarını öne
sürüyordu. Hatta fidye mektubunu Yaşoya’nın ailesine İbrahim’in karısı
Remziye’nin götürdüğünü de söylüyordu. Remziye, Yaşoya’mn ailesinin
evine temizliğe gidiyordu.
Mehmet Yaman ve eşi Zehra’nın yargılanması Edirne Ağır Ceza
Mahkemesi’nde yedi ay sürdü. Mehmet Yaman duruşmalarda, polisteki
ifadesinin aksine bütün suçlamaları reddetti. Karısının kendisinin dışında
sekiz kişiyle daha karıkoca hayatı yaşadığını iddia etti. Ona göre bütün
cinayetler karısı ve arkadaşı İbrahim tarafından, para ve ziynet eşyalarını
çalmak amacıyla işlenmişti. Yaman son duruşmasında hakime, “İnsan kanına
susamış vampirler. Demir perde arkasındaki sırları gizlemeye muvaffak
olmuşlardır,” dedi. Oysa Mehmet Yaman, yakalanmasa karısını da
öldüreceğini mahkeme salonunda defalarca haykırmıştı.
Yargılama sürecinde Mehmet Yaman’ın cinayetlere başlamadan önce biri
kadın iki komşusunu daha boğarak öldürmeye teşebbüs ettiği, ancak
kurbanlarını elinden kaçırınca da, “Şaka yapıyordum,” dediği ortaya çıktı.
30 Mayıs 1965
İbrahim ve Remziye T. gözaltına alındılar ancak cinayetlere karıştıklarına
dair bir ipucu bulunamadı. Zehra Yaman ise sonradan inkâr etse de ilk
duruşmalarda Hacer Ş. ve Adem D.’nin öldürülmesinde kocasına yardım
ettiğini itiraf etti. Mehmet Yaman beş kez, karısı Zehra Yaman ise iki kez
idam cezasına çarptırıldı.
Eylül 1978’de Mehmet Yaman, ondan kısa bir süre önce de karısı Zehra
Yaman tahliye oldu. Mehmet Yaman, cezaevinden çıkınca bir gazeteye
verdiği röportajda şunları söyledi: “Ben 14 yıl önce öldüm... Ve şimdi
yeniden dünyaya geldim. Beş kez idama çarptırıldım. Sehpanın dibinden
döndüm. İnsanların arasına yeniden katılmak beni şaşırttı. Önce adımlarımı
şaşırdım. Korku duydum. Sonra anladım ki ben de bir insanım ve insanları
seviyorum. Beni de aranıza alın.”
“Ben pasif homoseksüelim, yine de iki defa evlendim...
Ve beni bırakıp gittiler.”
ABDULLAH AKSOY
MEZARCI
Abdullah Aksoy, 1934’te Konya, Çumra’da doğdu. Evli ve iki çocuk babası. İki evlilik yaptı.
Çiftçilik ve amelelik yaparak geçimini sağladı. Cinayet işlemeye 1962’de başladı. 1967’ye
kadar on beş kişiyi öldürdü, bir kurbanı yaralı olarak kurtuldu, Kurbanlarını öldürüp tecavüz
etti, evinin mutfağına ya da bahçesine gömdü. Mart 1967’de yakalandı ve hapse atıldı.
Yargılanmayı beklerken Nisan 1967’de intihar etti. Ölmeden önce son yaptığı namaz kılmak
oldu.
23 Nisan 1990
Konya/Çumra Kasabası
Konya’ya yarım saat mesafedeki Çumra Kasabası... Haftanın ilk günü ve
günün ilk saatleri. Çocuklar, kasabanın okulunda bayramlarını kutlayadursun,
Aşır K.’ya ait evin bahçesinde hummalı bir tadilat çalışması yapılıyordu.
Atadan kalma duvarlar yıkılıyor, temel genişletiliyor ve eski ev günün
ihtiyacına uygun hale getiriliyordu. Ev sahibi, önce bahçeye açılan avlunun
genişletilmesini isteyince, gündelik işçiler günün ilk saatlerinden itibaren
kazmakürek sallamak zorunda kalmıştı.
İşçilerin iki yardımcısı vardı: Baharın ılıklığı ve Çumra’nın eskiden
bataklık olan yumuşak toprağı. Öğle molasına az bir zaman kalmıştı.
İşçilerden genç olanı son bir gayret kazmayı yumuşak toprağa indirdi. Tok
bir ses yankılandı. Bir daha yüklendi. Bu kez merakla, eline küreği aldı.
Kazmaya devam etti.
Üç saat içinde, bölge cumhuriyet savcısı, Çumra karakol amiri ve halk,
Aşır K.’nın bahçesine doluşmuştu. Soruşturma yapması gerekenler bile,
korku dolu bir şaşkınlık içindeydi. İnşaat işçisinin kazdığı yerden ve yakın
çevresinden beş kişiye ait kafatası ve onlarca kemik çıkmıştı.
Bahçe mezarlık gibiydi. Ev sahibi korku dolu gözlerle bakıyordu. Savcıya
ve polise defalarca ifade verdi. Ne kim olduklarım biliyor ne de olaya bir
açıklık getirebiliyordu. Ev, kendisini bildi bileli onlarındı. En azından toprak.
Her zaman kendilerinin oturmadığını, sık sık kiraya verdiklerini söyledi.
“Kiracı!”
Aşır K.’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. Evet, o olmalıydı. Yirmi sekiz yıl
önce, O “canavar” evlerinde kiracı olarak oturmuştu, karısı ve çocuklarıyla
birlikte. O günlerde son kurbanları olduğu bilinen kayıp iki Alman arkeolog
ve üç Türk işçinin cesetleri bulunamamıştı. Demek bunca zamandır kendi
bahçesindeydiler. Yığıldı...
28 Yıl Önce
Sene 1962. Çumra Karakolu’nda sıradan bir geceydi. Halk çoktan uykuya
dalmıştı. Bu sessiz ve olaysız kasabada nöbetçi polisler, hep yaptıkları gibi
sobanın üstünde kaynayan çayı tazeleyip, sabahın olmasını bekliyordu.
Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ki, karakolun kapısından kafası ve
yüzü kanlar içinde bir adam girdi.
Nöbetçi polisler şaşırmıştı. Adamın etrafını çevreleyen polislerden biri
yarasına pansuman yapmaya çalışırken, diğeri de adamla konuşmaya
çalışıyordu.
Adı Muharrem Ö.’ydü ve elli yaşındaydı. İfadesine göre, arkadaşıyla evde
içki içmişler, sonra arkadaşı kendisine cinsel ilişki teklif etmiş, kabul
etmeyince de kendisine keserle saldırmıştı. Yaralı yaralı bir süre
boğuştuklarını hatırlıyordu ama evden çıkmayı nasıl başardığını bilmiyordu.
Bir saat sonra polis, Muharrem Ö.’nün bahsettiği evin kapısındaydı. Aşır
K.’nın kiracısı Abdullah Aksoy açtı kapıyı. Evli ve iki çocukluydu. Otuzlu
yaşlarındaydı. Karısı ve çocuklarını bir hafta önce kayınpederinin köyüne
göndermişti. Kavga ettiklerini doğruluyor ama kendini savunduğunu öne
sürüyordu. “İlişki teklif etti,” iddiasını ise reddediyordu.
Abdullah Aksoy, o gece önce gözaltına alındı. Ertesi gün Konya’da
çıkarıldığı mahkeme tarafından adam yaralama suçundan tutuklanarak
cezaevine gönderildi. 80 gün hapis yattı. Tahliye edildiğindeyse olay
Çumra’da çoktan unutulmuştu bile. O da gündelik hayatına geri döndü.
Çatalhöyük, Çumra’ya sadece 11 kilometre uzaklıktaydı. Bu da bölge halkı
ve Abdullah Aksoy için kazı çalışmaları bitene kadar sürecek uzun süreli ve
düzenli iş demekti.
Mart 1967
Çumra/Kahvehane
Genç Komiser İbrahim A., Çumra’ya yeni atanmıştı. Sessiz sakin bir
Anadolu kasabasında görev yapacaktı. Kendisini pek tanıyan yoktu. Göreve
başladığı ilk hafta önüne konan kayıp dosyalarını görünce şaşırdı. Çumra gibi
bir yerde, 1962-1967 yılları arasında tam yedi kişi ortadan kaybolmuştu.
Hepsi de kendi halinde insanlardı. Yalnız kayıplar arasında Çatalhöyük
kazısında görevli iki Alman arkeolog ve üç teknisyen de vardı.
Komiser Altan, dosyaları incelediğinde kayıpların bir ortak özelliğini daha
buldu; Hepsi 45-55 yaş aralığındaydı. Hepsi de en son ya kahvehane de
görülmüşlerdi ya da çarşıda. Aniden, öylece ortadan kayboluvermişlerdi.
Aralarında çoluk-çocuk sahibi Çumralı köylüler de vardı, mevsimlik işçi
olarak bölgeye gelenler de.
Komiser, önce bütün kayıpların yakınlarıyla görüştü. Düşmanlık, husumet
hatta birbirleriyle bağları yoktu.
Elindeki tek bilgi, en son görüldükleri yerin çoğunlukla kahvehane
olmasıydı. Günlerdir her akşam karakoldan kahvehaneye gidiyor, saatlerce
vakit geçiriyor, halkla tanışıyor ve etraftakileri belli etmeden inceliyordu.
Bu akşam da eve eli boş döneceğe benziyordu. Çayından son yudumu alıp
kalkmaya hazırlanıyordu ki, içeri bir adam girdi. Başı öne eğik, içeridekilere
belli belirsiz selam vererek boş bulduğu iskemleye sessizce oturdu. Komiser
kalkmaktan vazgeçmişti.
Bir an adamın göz ucuyla kendine baktığını sanmış ve bakışından
hoşlanmamıştı. Sinsiceydi. Yoksa ona mı öyle gelmişti, karar veremedi. Bir
çay daha söyledi. Dikkatle bu tıknaz adamı inceliyordu. Başının sol tarafında
çok derin bir çukur vardı. Adamsa sakin bir ses tonuyla yanındakilere, akşam
namazında camide çok az cemaat olduğunu anlatıyordu.
Tuhaf görünümüne rağmen adam namazında niyazındaydı demek ki.
Tekrar kalkmak için niyetlendi. Çaycıdan hesabı istemek için seslenecekti ki,
adamın dikkatle kendisini süzdüğünü gördü. Başıyla belirsiz bir selam vermiş
ve yine o şekilde gülümsemişti. Hesabı ödedi ve çıktı. Kimdi bu adam?
Komiser A., ertesi gün kısa bir soruşturma sonunda, kahvehanedeki
adamın isminin Abdullah Aksoy olduğunu öğrendi. 33 yaşındaydı. Çiftçi bir
ailenin oğluydu. 15 yaşında tarlayı çiftle sürerken, ağır bir kaza geçirmiş,
başını sabana çarpmış ve başının sol tarafından ölümcül bir darbe almıştı.
Olaydan sonra sara nöbetleri başlamıştı. Yirmili yaşlarında Konya’da
Asabiye servisinde on beş gün tedavi görmüştü. Belki de hastalığından ilk
evliliğini yürütmeyi başaramamıştı. İlk eşinden çocuğu olmamış ve karısı
tarafından terk edilmişti. İkinci kez evlendiğinde bu kez iki çocuğu olmuştu.
Sıradan bir hayatı vardı. Bölgedeki inşaatlarda çalışıyordu. Her gün, gün
doğarken kalkıyor, amele pazarına gidiyor, bütün gün çalıştıktan sonra
camiye gidip akşam namazını kılıyor ve günü kasabanın kahvehanesinde
bitiriyordu. Az konuşup, çok düşünerek.
Komiser, Çatalhöyük kazılarında da çalıştığını öğrendiği Aksoy’u takip
ettirmeye başladı. Karısı ve iki çocuğunun olduğunu biliyordu ama ailesi
ortada görünmüyordu. Gün boyu gittiği yerleri, görüştüğü insanları ve rutin
olarak yaptıklarını not ediyordu.
Aradan bir hafta geçmişti. Takip edildiğinden habersiz olduğu halde
Aksoy’un şüpheli hiçbir davranışı yoktu. Komiser, umudunu kaybetmek
üzereydi ki, telefonu çaldı.
Gün boyu Aksoy’u takip eden polis, zanlının bir adamla buluştuğunu,
ikilinin birkaç saat önce eve girdiklerini, hâlâ çıkmadıklarını rapor ediyordu.
Polis, suçüstü yapmak için Abdullah Aksoy’un evini bastığında, Aksoy
mutfak zeminini kapatmaya çalışıyordu.
Manzara korkunçtu. Aksoy, mutfağın zeminine çıplak bir erkek cesedini
cenin şeklinde yerleştirerek gömmüş, üzerini toprakla kapatmış, döşemeyi
yerleştirmeye ise vakit bulamamıştı.
O gece Abdullah Aksoy, tutuklanıp nezarethaneye atılırken mutfakta kazı
işlemi devam etti. Son gömülenden başka dört erkeğe ait çıplak cesetler
bulundu. İkisi çürümeye yüz tutmuştu.
Başları bedenlerinden kesilerek ayrılmıştı. Dördü cenin şeklinde, biri ise
baş aşağı dik olarak gömülmüştü.
2 Nisan 1967
Yıllardır kayıp olan beş kişinin cesedi, Abdullah Aksoy’un evinin
mutfağında bulunmuştu. Ama ortada hâlâ çok sayıda kayıp vardı. Bu sırada
Aksoy’un emniyette sorgusu yapılıyor, ancak Aksoy sık sık sara nöbeti
geçirdiği için sorulara cevap veremiyordu.
Bu sırada komiserin dikkatini Abdullah Aksoy’un Çumra gibi bir yerde üç
kez ev değiştirmesi çekti. Oturduğu diğer evlere de bakmak gerekiyordu.
Aranan, kısa bir süre önce Aksoy’un evini satın alıp taşınan Mehmet
A.’nın evinde bulundu: altıncı ceset. Çıplaktı, elleri ve ayakları bağlanıp
cenin şeklinde ve çıplak olarak evin salonuna gömülmüştü. Sonradan üzerine
duvar örülmüştü. Aile, mezarın üzerine soba kurmuştu.
Günler süren, zaman zaman dozerlerle yapılan kazılar sonunda, tam 11
kişinin cesedine ulaşıldı. Muharrem Ö., Mehmet Y., Mevlüt K., Süleyman A.,
Mehmet C, Muharrem Ö.,Osman İ., Süleyman E., Hacı T., Mehmet K. ve
Mehmet E.. Yıllar önce Abdullah Aksoy’un elinden kurtulmayı başaran
Muharrem Ö. ise, kurbanlar arasına “Yaralı olarak kurtuldu” ibaresiyle geçti.
Öldürdüklerinden biri Abdullah Aksoy’un akrabasıydı.
Konya’daki demiryolu inşaatında çalışan üç köylüyle Alman kazı
ekibinden iki arkeoloğun bulunması için ise aradan yıllar geçmesi
gerekecekti.
Çumra halkı deyim yerindeyse infial halindeydi. Mezarlık gibi evlerde
oturan ailelerden fenalaşanlar oluyor, savcılık kazıya ara vermek zorunda
kalıyordu. Ancak asıl öfke patlaması bu sırada halk arasında yayılan bilgiyle
gerçekleşti. Kurbanlardan bazıları öldürüldükten sonra tecavüze uğramıştı.
Üstelik, ortada kayıp yedi kişininkinden daha fazla ceset vardı.
Bu sırada sorgusu devam eden Abdullah Aksoy, işlediği cinayetleri kabul
etti. Polisteki ifadesinde kendini “pasif homoseksüel” olarak tanımlıyordu.
Cinayetleri, karısı ve çocukları köye gittiği zamanlarda işliyordu. Akşam
namazından sonra kasabada dolaşıyor, kurbanını seçiyor ve sohbet ilerleyince
evine içki içmeye davet ediyordu. Yine ifadesine göre kurbanlarından bazıları
cinsel ilişkiyi kabul etmişti. Onları da ilişkiye girdikten sonra öldürmüştü.
Kabul etmeyenleriyse önce öldürmüş, sonra da onlara tecavüz etmişti.
En çok, ilk kurbanını nasıl gömdüğünü hatırlıyordu. Başı aşağı gelecek
şekilde çıplak olarak toprağa gömmüş, bacak kısmını ise üstüne duvar örerek
kapatmıştı. Her evini kendi yapıyor, belirli sayıda ceset gömdükten sonra evi
satıp yenisine geçiyordu. Bu şekilde üç ayrı evde oturmuştu.
Abdullah Aksoy, nisan ayı ortasında yargılanmayı beklemek üzere Konya
Cezaevi’ne yerleştirildi. Aksoy, o günlerde Milliyet Gazetesi’nde görev
yapan ve kendisiyle cezaevinde görüşme izni alan Mustafa Ekmekçi’ye ise
başka şeyler anlatıyordu:
“Şeytana uydum. Ben pasif homoseksüelim. İki kere evlendim, ikisi de
beni terk etti. Aslında ben sadece akrabam Muharrem Ö.’yü öldürdüm.
Diğerlerini beni terk eden karılarım öldürdü.”
Aksoy, suçu karısının üstüne atsa da kurbanlarının durumu çok şey
anlatıyor. Mesela ilk kurbanını pantolon kemeriyle boğduktan sonra ellerini
ayaklarını bağlamış ve başı aşağıya gelecek şekilde toprağa gömmüştü.
Cesedin yarısı toprağın içindeyken de, kalan yarısının üstüne duvar örmüştü.
Son kurbanıysa giyinik ve etleri çürümemiş halde bulundu. Boğularak
öldürülenler para sayar halde kalmış ve killi toprağın etkisiyle
mumyalaşmıştı.
Gömdüğü kurbanların cesetlerinin üstüne yıllarca yatağını serip yatmış,
vakti gelince de evi satıp başka bir eve yerleşmişti.
Aksoy ayrıca, ifade verirken sürekli olarak cebinden çıkardığı kuru
üzümleri yemişti. Bu üzümler de son kurbanına aitti.
Abdullah Aksoy, verdiği ifadeler boyunca bir tek şeyi hatırlamamıştı: İki
eşinin isimlerini...
12 Nisan 1967
Konya Cezaevi
Abdullah Aksoy üç gündür yataktan çıkmıyordu. Koğuştaki diğer
mahkûmlardan rahatsızdı. Sürekli uyuyordu. Bir gün önce Cezaevi Müdürü
Vehbi E.’nin kararıyla tek kişilik hücreye alındı. Buna çok sevinmişti. Üstelik
doğum günüydü.
O sabah gardiyanı yanına çağırdı. Namaz kılmak istediğini, kendisine
seccade getirip getiremeyeceğini sordu. Bir süre sonra gardiyan seccadeyi
almak için hücreye döndüğünde Abdullah Aksoy’u su borusuna asılı buldu.
İp olarak uçkurunu bağlamak için kullandığı eşarbı kullanmıştı. Ama henüz
ölmemişti. Boğazından hırıltılı sesler çıkıyordu. Ambulansla Konya Devlet
Hastanesi’ne götürülürken yolda öldü, bütün sırlarıyla birlikte.
Aksoy’un cenazesini sahiplenen olmadı. Babası, “Yaşasaydı onun ipini
ben çekecektim,” dedi. Kimsesizler mezarlığına gömülmek için cenaze aracı
kasabada ilerlerken, bütün Çumra halkı sokaktaydı.
Onu, geçtiği her sokakta tabutuna tükürerek uğurladılar toprağa.
Çatalhöyük Esrarı
Abdullah Aksoy’la yolum ilk kez 2002’de NTV’de İpucu programını
yaparken kesişti. Arşiv taramasında 1990 yılına ait gazete kupürünü bulunca,
ilk iş olarak Çumra Belediyesi’ni aradım; daha doğrusu belediye başkanını.
Anadolu’da, İstanbul’dan arayan gazeteciler her zaman ağırlanarak karşılanır.
Telefonun diğer ucunda babacan bir belediye başkanı vardı. Kendimi
tanıttım, program hakkında bilgi verdim, “Biliyorum, izliyorum,” dedi. Nasıl
yardım edebileceğini sordu. Anlatmaya başladım. Çumra’daki bir evin
bahçesinde bulunan cesetleri, Abdullah Aksoy’un ailesine nasıl
ulaşabileceğimi hararetle anlatırken karşıdan hiç ses çıkmadığını fark
etmemişim. Neden sonra, konuşmaya başladı:
“Bu dosyayı sakın açmaya kalkmayın. Bunun için de sakın buraya
gelmeyin, bu konuda sizinle burada kimse konuşmaz. İyi de
karşılanmazsınız,” dedi ve telefonu yüzüme kapattı.
Öylece kalakalmıştım ama dosya daha da cazip hale gelmişti. O günlerde
elimde sadece beş kişinin cesedinin Çumra’daki bir evin bahçesinde
bulunduğu bilgisi ve 12 yıl öncesinin ev sahibinin adı vardı. Bu kadar.
Bir hafta sonra Çumra sokaklarındaydım.
Belediye binası bize kapalıydı. O halde başka yerlere gidilecekti.
Muhtarlar, parti binaları, evler, yaşlı teyzeler, gençler, kahvehaneler...
Saatlerce Çumralılar’a Abdullah Aksoy’u sordum. Konuştuğum insanlar ya
yüzüme bakmadı ya kafasını çevirip gitti ya da Aksoy’u tanımadığını söyledi.
Sanki bütün kasaba ağız birliği etmiş gibiydi.
Bir saat içinde kim olduğum ve kimi sorduğum kasabada yayılınca da, beni
uzaktan gören yönünü değiştirmeye başlamıştı bile. Akşam oluyordu.
Konya’ya dönmeliydim. Olay iyiden iyiye esrarengiz bir hal almıştı.
Arabama doğru yürüyordum ki, yanıma daha önce konuşmadığım bir adam
yaklaştı. Taksici olduğunu söyledi. Babayiğit bir görüntüsü vardı:
“Burada kimseden laf alamazsın, uzatırsan canın sıkılacak. Nerede
kalıyorsun?” diye sordu. “Konya’da,” diyebildim sadece.
“Tamam, kaldığın yerin adresini ver, ben akşam iş bitince 10-11 gibi
geleceğim yanına!” dedi. Çaresiz, “Tamam,” dedim. Akşam Konya’da
kaldığım otelin lobisinde beklemeye başladım. Sahiden de 10’u biraz geçe
geldi. Bir çay ocağına oturttu beni ve anlatmaya başladı.
Abdullah Aksoy’un tutuklandığında askerde olduğunu, kendisinin
komşusu olduğunu, kurbanlarının kimler olduğunu, kasaba için olayın nasıl
travmaya döndüğünü, katilin öldürme şeklini, cesetlere tecavüz ettiğini;
hatırladığı ve bildiği her detayı anlattı. Hatta Aksoy’un intihar etmediğini,
cezaevinde öldürüldüğünden emin olduğunu söyledi. Ailesinin ise
Çumra’dan göç etmek zorunda kaldığından bahsetti.
Dosya ilginçti ilginç olmasına, ama İpucu formatına uymuyordu. Sonuçta
katil baskınla yakalanıp, henüz yargılanamadan intihar etmişti; en azından
resmi kayıtlara göre. Ben de dosyayı, belki bir gün, diyerek rafa kaldırdım.
2008’e kadar... Aradan yıllar geçmişti ve bu kez İpucu programı TRT 1
ekranı için hazırlanıyordu. Adli Tıp Kurumu’nun Yeniden Yüzlendirme
bölümünde bir cinayet dosyası çekimi için ekip hazırlık yapıyordu.
Bölümde, Türkiye’nin her yerinden gelen ve cinayet şüphesi taşıyan
kafatasları yeniden yüzlendiriliyor ve yaşarken nasıl insanlar oldukları ortaya
çıkarılıyordu. Adli Tıp Kurumu’nun iki uzman doktoru ve ben, ışığın
hazırlanmasını bekliyorduk. İsparta’nın Uludere ilçesinde bir erkek kafatası
bulunmuş ve yeniden yüzlendirilerek on yıl sonra cinayet aydınlatılmıştı.
Olayı çözen uzmanlarla röportaj yapacaktık.
O sırada tamamen sohbet yürüsün diye, “Türkiye’nin en çok hangi
bölgesinden kimliği ve faili meçhul kafatası geliyor?” diye sordum.
“Bu gerçekten çok ilginç, en çok kafatası Konya, Çumra bölgesinden
geliyor!” dediler.
Kulaklarıma inanamıyordum. Çumra. Çok eski bir dosyayı yeniden önüme
getirmişti. Heyecanla Adli tıpçılara Abdullah Aksoy’u ve cesetlerini gömme
şeklini anlattım. Bu kez soru Adli Tıp Uzmanı Bülent Şam’dan geldi:
“Abdullah Aksoy, Çatalhöyük kazılarında çalışmış mı?”
O günlerde bilmiyordum. Sonradan öğreneceğim üzere çalışmıştı. Ve
Şam’ın dikkatinden kaçmadığı gibi, kurbanlarını gömme şekli
Çatalhöyüklüler’le neredeyse aynıydı.
Dokuz bin yıl önce Çatalhöyük, dünyanın en büyük yerleşim yerlerinden
biriydi. O dönemde avcı-göçebe toplumlar yaygınken Çatalhöyük’te binlerce
insan yerleşik hayat sürüyordu. Etrafı geniş bataklıkla çevrili (Çumra bu
bataklığın üstündedir.) Çatalhöyük’te yaşayanlar, ölen akrabalarını evlerinin
altına ve her zaman cenin pozisyonunda gömerdi. Ceset çürüdükten sonra
başı alınır ve bir sonraki evin temelinde kullanılırdı. Daha doğrusu yeni ev,
ataların başı üstünde yükselirdi.
Abdullah Aksoy, kurbanlarını gömerken Çatalhöyük’ten esinlendi mi,
etkilendi mi bilmek mümkün değil artık. Neden hâlâ Adli Tıp Kurumu’na en
çok Çumra bölgesinden eski kafataslarının geldiğini de.
Kim bu insanlar, neden ve kim tarafından o uçsuz bucaksız eski bataklığa
gömülüyorlar, buna da yanıt bulmak mümkün değil şimdilik.
Bilinen tek şey, Abdullah Aksoy’un yıllarca avuç içi kadar bir kasabada
yakalanmadan, şüphe duyulmadan, sessizce avlanmayı becerebildiği. Aslında
Aksoy’un az da olsa dünyada benzerleri var. Mesela Earle Leonard Nelson ya
da Ted Bundy gibi. Bu iki katil de ara sıra kurbanlarının cesetlerine tecavüz
etmiştir. Ancak uzmanlara göre bu az rastlanan bir durumdur ve bu tip bir
öfke patlaması, katilin bir kurbana tamamen hükmetmek ve onu aşağılamak
şeklindeki habis arzusundan doğar. Yani geçicidir.
Fakat aksi örnekler de yok değil. Jeffrey Dahmer gibi. Dahmer’ın ölü
nesnelere ilgisi çocukken başladı. O yaşlarda en büyük zevki, yollarda
bulduğu ezilmiş hayvan cesetlerini toplayıp kesmekti. Dahmer büyüdüğünde
psikiyatrlara rutin olarak öldürdüğü kurbanların karınlarını kesip iç organları
üzerinde mastürbasyon yaptığını anlattı. Ayrıca kurbanlarına anal olarak
tecavüz ettiğini de itiraf etti.
Dahmer’in İngiliz benzeri Dennis Nilsen de nekrofiliydi. Nüsen,
Dahmer’dan farklı olarak kurbanlarının karşısında mastürbasyon yapıyordu.
Lafın kısası, Abdullah Aksoy gibi bütün kurbanlarına canlı ya da ölüyken
tecavüz eden bir seri katil çok az.
Kibele’nin Hadım Edilmesi
Çatalhöyük’ü anmışken birkaç önemli notu kayda geçmekte fayda var.
Dünya Çatalhöyük’ün öneminin farkında. O esrarengiz tepe yanıtlanması
gereken birçok soru barındırıyor. Benzerleri avcı-toplayıcı bir hayat
sürdürürken, Çatalhöyük halkı yerleşik düzene geçmişti. Penceresiz evler
inşa etmişler, girip çıkmak için tavanda bir delik bırakmışlardı. Evlerinin
duvarlarını süslüyor ve alet kullanıyorlardı.
Tarımı başlatmışlardı. Daha önce, Çatalhöyük’ün bulunduğu tepenin
etrafının kocaman bir bataklık olduğunu söylemiştim. Yatay
genişleyemeyecekleri için, evlerini üst üste yapıyorlar, ölülerini de evlerin
içine ya da temellerine gömüyorlardı.
Birinci soru, arazi sıkıntısının olmadığı bir dönemde, neden bir bataklığın
ortasına yerleştikleriydi. Gün doğunca bataklığın etrafında tarım yapıyor,
hayvanlarına bakıyor ve sanki bir şeyden kaçarmış gibi güneş batmadan
yerleşkelerine geri dönüyorlardı. Neden?
O tarihte evlerinin iki bölümü vardı. Hayat bölümü, yani günlük işlerin ve
mutfağın olduğu bölüm, bir de ibadet odası. İbadet odası beyaz boyalıydı. On
bin yıl sonra bile bu bölümde bir tek bakteri bulunamadı. Duvarları neyle
boyadıkları hâlâ bilinmiyor.
Bilemiyoruz. Ve konuyu mitolojiden bir hikâyeyle kapatıyoruz.
Zeus bir gün rüyasında Kibele’yi görür. Neden sonra Kibele Zeus’un
karşısına çıkar. Rüyasında gördüğü kendisine hâkim olamayacak kadar
etkileyici bir varlıktır. Tanrıça değildir. Çift cinsiyetlidir, yani iki cinsi de
etkisi altında tutabilecek kadar cazibelidir.
Zeus Kibele’nin tehlikeli olduğunu bildiği için onu öldürme taraftarıdır
ama Afrodit böyle güzellikteki bir varlığın öldürülmesine izin vermez.
Sonuçta Kibele hadım edilir ve erkeklik organının düştüğü yerden badem
ağacı çıkar. Efsaneye göre, burası Çatalhöyük’tür. Gerçekten de bilinen ilk
Kibele heykelleri, Çatalhöyük kazılarında bulunmuştur.
“Kendimi iyi hissetmiyorum. İddianameyi lütfen okumayın.
Olayın ne olduğunu zaten biliyorum!”
KENAN ÖNER
BİNBİR SURAT
Kenan Öner, 1958’de Bursa, İznik’te doğdu. Evli ve bir çocuk sahibi. İstanbul Üniversitesi
Filoloji bölümü mezunu. Bankacı. DHKP-C üyesi olduğu ve işkence gördüğü iddiasıyla
1981’de Fransa’ya iltica etti. İlk cinayetini 1986’da Fransa’da işledi. O cinayetten 2002’de
tutuklanıp cezaevine girdi. 2004’de tahliye oldu. Aynı yıl, anne ve babasını üç yüz eşit
parçaya ayırıp evlerinin bahçesine gömdü. Cezaevinde. Eşi hâlâ kayıp.
7 Mayıs 1986
Fransa/İsere
Kadın, sabaha karşı köpeklerin ulumasıyla uyandı. Kalktı. Pencereye
anlam veremediği turuncu bir ışık vuruyordu. Dışarıda büyük bir alev gördü.
Yangın çıkmıştı. Yangın, Fransa’nın İsere Kasabası’nın eski Taşocağı
mevkiindeki çöplükteydi. O gece, birkaç İsere sakini daha alevleri görmüş
ama önemsememişti. Zaten kısa bir süre sonra yangın başladığı gibi sessizce
söndü.
Yangından İki Gün Sonra
İsere Kasabası jandarmasına gelen bir gece ihbarı, iki gün önce çıkan
esrarengiz yangının o kadar da önemsiz olmadığını gösterecekti. İhbarı yapan
kişiye göre, çöplükte yanmış bir ceset vardı.
Olay yerinde hâlâ kesif bir benzin kokusu duyuluyordu. Yangın yerinde bir
ceset olduğuysa doğruydu. Ama ceset kömürleşmişti. Kimliğinin, yaşının
hatta cinsiyetinin bile belirlenmesi mümkün değildi. Cesedin boynuna bakır
bir tel, iki kez dolanmıştı. Yüksek ısının etkisiyle telin yer yer eridiği
görülüyordu.
Jandarmanın ilk tespitine göre, kimliği belirsiz biri önce boğulmuş sonra
da yakılmıştı. Olay yeri incelemesi tamamlandıktan sonra ceset otopsiye
gönderildi. Otopsi sonundaysa cesedin bir erkeğe ait olduğu ve boyunun
yaklaşık 1.65 metre olduğu tespit edildi.
Özellikle yanmış cesetlerde, sorulara yanıt bulmak hayli zor. Yangın
sırasında doku ve kemikler eridiği için adli tıp uzmanları kömürleşmiş
cesetlere ait kesin bilgiler vermekte güçlük çekiyor. Maktulün yaşarken sahip
olduğu boy, kemik boylarından yaklaşık olarak tahmin ediliyor veya
kemiklerin yapısı üzerinden yaş ve cinsiyet belirlenebiliyor.
Güç olsa da cesedin 1.65 boylarında bir erkeğe ait olduğu anlaşılmıştı.
Ancak sırada çok daha önemli bir soru vardı: Maktul nasıl öldürülmüştü? Tek
çare vardı, radyolojik inceleme yapmak. Uzmanlar bu konuda başarılı
olmuştu. Maktulün başının arkasından 7.65 mm çapında bir mermiyle ve tek
kurşunla vurularak öldürüldüğü ortaya çıkmıştı. Fransız uzmanlar şanslıydı
çünkü cesedin baş kısmı bedenine göre daha az yanmıştı.
Maktulün boynuna sarılı yanmış bir tel vardı. Bu tel, adamın başka yerde
öldürüldüğünü ve bir örtüye sarılıp buraya taşındığını gösteriyordu. Sıra en
önemli soruya gelmişti: Ceset kime aitti?
Kömürleşmiş cesetlerde bu soruya yanıt vermek için izlenebilecek iki yol
var. İlki DNA analizi. Ama bu düzeydeki yanıklarda bunu gerçekleştirmek
imkânsızdır. Cesedin yanma derecesi o kadar ağırdı ki, DNA analizine olanak
tanımıyordu.
Uzmanların önünde kimlik belirlemesi için bir tek yol kalmıştı: Maktulün
dişleri. Şans bir kez daha Fransız uzmanların yüzüne gülmüştü.
Maktulün dişleri yangından zarar görmemişti. Üstelik yakın geçmişte
detaylı bir diş tedavisi yaptırdığı anlaşılıyordu. Bu, cesedin kimliğinin
belirlenmesinde önemli bir ipucu olabilirdi. Bu nedenle çene, diş ve kafatası
filmleri çekildi. Fransız polisi de maktulün dişlerini aynı kasabada tedavi
ettirmiş olmasını dileyerek, bu filmleri İsere’deki bütün diş hekimlerine
dağıttı.
15 Gün Sonra
Henriette Chaudy, uzun yıllardır İsere Kasabası’nda diş hekimliği
yapıyordu. On beş gün önce Fransız polisi ona da birtakım diş filmleri
getirmiş ve filmlerin sahibinin hastası olup olmadığını kontrol etmesini
istemişti. Chaudy, polisin getirdiği filmleri hastalarının filmleriyle tek tek
karşılaştırmış ve hastasını tanımıştı. Dişlerin sahibi yaklaşık bir yıl önce
tedavi ettiği, 25 yaşındaki Mehmet Y.’ydi.
Mehmet Y., beş yıldır Fransa’da yaşıyordu. İnşaat işçisiydi. Hemşerisi
Hasan ve Sadık B. ile birlikte İsere’de oturuyordu. Sakin kişiliğiyle
tanınıyordu. Adı herhangi bir suça karışmamıştı ve on beş gündür ortada
yoktu.
29 Mayıs 1986
Fransız polisi arama yapmak üzere B. Kardeşlerin evindeydi. Evdekiler,
günlerdir kayıp olan ev arkadaşlarının öldürüldüğünü yeni öğreniyorlardı ya
da en azından öyle söylüyorlardı. Aramaya Mehmet Y.’nin yatak odasından
başlandı. Yatak dağınıktı. Çarşafsa kan içindeydi. Yastık kılıflarında da kan
lekeleri vardı. Maktulün öldürüldüğü yer bulunmuştu.
Polis, tuhaf bir durumla karşı karşıyaydı. B. kardeşler, yataktaki kan
lekelerini açıklayamıyordu. Mehmet’in odasına on beş gündür hiç
girmediklerini söylemekle yetiniyorlardı. Polise göre, bu olası bir durum
değildi.
Ancak suçlu olsalar şimdiye kadar delilleri çoktan ortadan kaldırmış
olmaları gerekirdi. Ama ikinci ipucu Hasan B.’nin dolabında bulundu: 7.65
çapında iki mermi. Yani, Mehmet Y.’nin başında bulunan merminin aynısı.
Ayrıca Y.’nin otomobili de ortada yoktu ve garaj kapısı zorlanmıştı.
B. kardeşler aynı gün İsere polis merkezinde sorguya alındı. Her ikisi de
cinayet zanlısıydı. Sorguya ilk alman Sadık B. oldu. Polis, ev arkadaşlarının
ortadan kaybolduğu gün neler olduğunu öğrenmek istiyordu.
“Ağabeyim Hasan sık sık kız arkadaşının evinde kalır. O gün evde
Mehmet’le yalnızdık. Arkadaşı Kenan Öner geldi. Üçümüz birlikte kahve
içtik. Mehmet işi olduğunu söyleyerek dışarı çıktı. Birkaç saat sonra geri
döndü. Yemek yedik. Sekiz gibi yeniden dışarı çıktı. O gece Kenan bizde
kalacaktı. Uykum gelince ben yattım. Kenan da salondaki kanepede uyudu.
Ertesi sabah erken kalktım. İşe gidecektim. Çıkarken Kenan uyuyordu.
Mehmet’in gece gelip gelmediğini bilmiyorum.”
Fransız polisinin kuşkulu listesine biri daha eklenmişti: Kenan Öner.
B.’nin ifadesi şöyle devam ediyordu:
“Öğleden sonra şantiye paydos etti. Eve döndüm. Kenan banyoda aynaya
bakıyordu. Mehmet’i sordum, ‘Acil randevusu vardı, gitti,’ dedi. Mehmet’in
spor çantası kapının önünde duruyordu. Sordum. ‘Mehmet’in kirli
çamaşırları, yıkamaya götüreceğim,’ dedi. Şaşırdım. Çünkü evde çamaşır
makinesi vardı. Bir şey söylemedim. Kenan’ın yüzü ve gözleri kıpkırmızıydı.
Saçları ıslaktı. Duş aldığını düşündüm. Çantayı aldı ve gitti.”
Sadık B. bunları anlatırken yan odada Hasan B. de ifade veriyor ve
anlattıklarında aynı ismi geçiriyordu: Kenan Öner. B. kardeşlerin verdiği bir
detay daha vardı. Mehmet kaybolmadan önce Lyon’a gitmişler, yolda
Mehmet, Kenan Öner’in otomobilini almak istediğini, 15 bin Frank’a
anlaştıklarını ama Kenan 10 bin Frank getirince vazgeçtiğini söylemişti. B.
kardeşlere göre, Mehmet Kenan’a güvenmiyordu ama o günlerde sık sık
görüşüyordu.
Zanlılar, Mehmet’i neden günlerce aramadıklarınaysa şu yanıtı
veriyorlardı:
“Kız arkadaşımda kaldığım için pek eve uğramıyordum. Üç gün önce eve
geldim. Posta kutusuna dokunulmamıştı. Mehmet’in odasının kapısından
baktım. Yatağı dağınıktı. Endişe etmedim çünkü motor kazası geçirdiği için
raporluydu. Kız kardeşine gittiğini düşündüm. Ama aradan iki hafta geçince
merak etmeye başladım. 25 Mayıs’ta eniştesi Mehmet’i sormaya geldi. O
zaman meraklandık.”
B.’nin söyledikleri polise inandırıcı gelmese de, Kenan Öner’i de
araştırmak gerekiyordu. 28 yaşındaki Öner de aynı kasabada oturuyordu.
Mayıs ayı başında jandarma çalıntı araba kullanmak suçundan ifade vermeye
çağırmıştı ancak ifade vermeye gelmediği gibi bir aydır da ortalıkta
görünmüyordu.
Eve gidildiğinde, Fransız jandarmasının karşılaştığı manzara ilginçti. Ev
aniden terk edilmiş izlenimi veriyordu. Bardaklar, günlük eşyalar ve
mektuplar ortadaydı. Evden parmak izleri alındı. Özel eşyalara el kondu.
Kenan Öner, Fransa’ya 1981’de Türkiye’den siyasi gerekçeyle iltica
etmişti. DHKP-C üyesi olduğunu iddia etmişti. Fransa makamlarına verdiği
dilekçede İstanbul Üniversitesi Filoloji bölümünden mezun olduğunu, birkaç
kez gözaltına alındığım söylemişti.
Gelinen noktada güvenlik güçlerinin elinde üç kuşkulu vardı. B. kardeşler
günlerdir kayıp olmasına rağmen Mehmet’i aramamıştı. Evlerinde kan izleri
ve mermi bulunmuştu. Üstelik kız arkadaşı da Hasan’ın son günlerde
Mehmet’i kıskandığını söylüyordu. Kenan Öner ise, cinayetten bu yana
kayıptı. Çalıntı araba suçundan sabıkası vardı. Ve Mehmet’i öldüren silahın
aynısını taşıyordu. Peki katil gerçekte hangisiydi?
Çöplükteki Yangın Gecesi
Kenan Öner, saatlerdir otomobil kullanıyordu. İsviçre sınırına varmasına
az bir zaman kalmıştı. İki yüz metre ilerideki jandarma trafik kontrol
noktasını fark etti. Görevli durmasını istiyordu. Yavaşça sağa yanaştı ve
aracını park etti. Uzattığı ruhsatın üzerinde Mehmet Yılmaz yazıyordu.
Jandarma ruhsatı kabul etmedi. Kendisine ceza makbuzu kesti. Öner, sınırdan
bu evraklarla çıkamayacağını anladı. Geri dönüp İsere’nin yolunu tuttu.
Sahte evrak düzenledi ve arabayı kendi üzerine kaydettirdi. Devir işlemi
yapıldığı sırada Mehmet Yılmaz çoktan öldürülmüştü. Ruhsatın devrinde
kullanılan imza önce B. kardeşlerin imzalarıyla karşılaştırıldı. İmza ikisine de
ait değildi. Zaten her ikisi de Fransızca okuyup yazmayı bilmiyordu. Polisin
aradığı kişi Kenan Öner’di. İmza ona aitti.
Cinayetten Üç Yıl Sonra
Kenan Öner, Türkiye sınırından kolaylıkla geçmiş, memleketi Bursa’ya
yerleşmiş, evlenmiş ve bir çocuk sahibi olmuştu. İş hayatındaki geleceği
parlak görünüyordu. Özel bir bankanın genel müdür yardımcısıydı.
Fransa’yı, İsere’yi ve Mehmet’i çoktan geride bırakmıştı... Ta ki, Bursa
Ağır Ceza Mahkemesi’nden gelen bir celp eline geçene kadar. Mehmet
Yılmaz cinayeti davasının görüldüğü İsere Bölgesi Ağır Ceza Mahkemesi,
Kenan Öner’in peşini bırakmamış, adresini tespit etmiş ve Bursa Ağır Ceza
Mahkemesi’nden ifadesinin alınmasını istemişti. Öner, ifade verirken
dikkatliydi:
“Hasan’a 7500 Frank borç vermiştim. Olay günü onu istemek için eve
gittim. Kapıyı Sadık açtı. Eve hiç girmedim. O gece evlerinde kalmadım.
Mehmet Y.’nin arabasını bana borcuna karşılık Hasan B. verdi. 7 Mayıs günü
trafik kuralını ihlal ettiğim için ceza yedim. Bunun üzerine geri dönerek
ruhsat işlemlerini yaptırdım. Ertesi gün de İsviçre, İtalya ve Yugoslavya
üzerinden Türkiye’ye döndüm. 7.65 çapında bir tabancam yok. Bu tabancayla
evimde ateş etmedim. Ayrıca ruhsattaki yazılarda Hasan tarafından yazıldı.”
Kenan Öner’in mahkûmiyetine neden olan da işte bu yalan ifade oldu.
Çünkü ruhsattaki imza ve yazıların ona ait olduğu sabitti. Üstelik yargılama
süresince Öner’in diğer ifadeleri de birer birer çürütüldü.
Öncelikle B. kardeşlerin evinde Öner’in parmak izleri vardı. Yani eve
girmişti. Kendi evinin yatak odasının camında mermi izi bulunmuştu. İsere
Bölge Mahkemesi, önce Kenan Öner’i cinayet suçundan mahkûm etti. Sonra
da Türkiye’de de yargılanması için harekete geçti. Öner, tam on iki yıl sonra
Bursa 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde cinayet suçuyla yargılandı.
Öner’in aleyhindeki en önemli delillerden biri de Fransız komşusunun
mahkemede verdiği ifade oldu. Fransız kadın duruşmada verdiği ifadede,
Öner’in eve teklifsiz girebildiğini ve bir gün onu banyoda kanlı elbiselerini
yıkarken gördüğünü söyledi.
Kenan Öner, Türkiye’de yıllar süren yargılama boyunca birçok kez iş
değiştirdi. İşe girerken verilmesi zorunlu belgelerden olan adli sicil
belgesinde de tahrifat yaptı. On iki yıl sonunda Türkiye’de de müebbet hapse
mahkûm oldu ama Mehmet Y.’yi öldürdüğünü hiçbir zaman kabul etmedi.
Katilin Evinde
Mart 2004, İznik
2004 yılında Kenan Öner’in işlediği cinayeti araştırmak için İznik’e gittim.
O sıralarda Öner cezaevindeydi. Gerçekten zordu. Anne ve babasının
İznik’teki mütevazı evlerinin kapısını çaldığımda kalbim yerinden çıkacak
gibiydi.
Kapı açıldığında karşımda 60’lı yaşlarının sonunda bir kadın duruyordu.
Kendimi tanıttım. Neden geldiğimi söyledim.
Bu toprağın insanı ilginçtir. Doğu’da da Batı’da da kolay kolay kapıya
geleni geri çevirmez. On dakika sonra eve Öner’in babası da geldi.
Ben bir kanepenin ucuna ilişmiş, sanki katil benmişim gibi ürkek, kadının
eşine tane tane beni anlatmasını izledim.
Yaşlı kadının, “Hanım kız, Kenan’ın davasıyla ilgileniyor,” demesini
duydum en son. Sonra yaptığım programı anlattım. Oğullarını temize
çıkaramayacağımı, görevimin bu olmadığını... Tam tersi suçunun delillerle
sabit olduğunu falan.
“Olsun,” dedi Öner’in babası. “Sen olduğu gibi anlat! Hak yerini bulur
nasılsa!” Belki yarım saat kalırım diye düşündüğüm evden akşam hava
kararırken çıktım. Yemekler, sonra çay, kahve sonra, İznik Gölü’nü tepeden
gören evin terasında anne-babanın gözyaşları.
On klasörlük dava dosyasına ve delillere rağmen “Acaba?” sorusuyla
İstanbul’a döndüm. Aradan on beş gün geçmiş geçmemişti ki, halen
cezaevinde olan Kenan Öner’den bir mektup aldım. Belli ki, anne ve babası
benden bahsetmişti.
İnci gibi bir yazı, onlarca sayfa ve binlerce haklı gerekçe vardı mektupta.
Fransız adalet sistemini eğitimli bir insanın cümleleriyle eleştiriyor, solcu
geçmişinin Türk adalet sistemi için nasıl fırsat yarattığını sıralıyordu. Suçsuz
olabileceğine, hatta devletler arası bir komploya kurban gidebileceğine dair
şüpheye düştüm. Yine de dosyayı İpucu’nun NTV’deki sürecinde gündeme
getirdim. Program yayınlandığında hiçbir kusur yoktu. İçimde hep bir
şüpheyle, dosyanın var olan halini yayınlayıp bıraktım. Ta ki, 2014’te
telefonum çalana kadar.
Arayan, bir haber kanalında editör olarak çalışan bir arkadaşımdı.
“Canlı yayına katılmanı istiyoruz, takip ettiğin bir katilin dosyası için...”
dedi. Hep yaptığım gibi tam reddetmeye hazırlanıyordum ki, arama nedenini
söyledi:
“Kenan Öner, anne ve babasını öldürüp, evlerinin bahçesine gömmüş.”
Sadece dünyanın başıma geçtiğini hatırlıyorum. Çünkü Kenan Öner
2004’te tahliye olmuştu. İhbarı yapansa Öner’in oğluydu. Çocuk, önce
annesinin sonra da babaanne ve dedesinin ortadan kaybolduğunu, yıllardır
haber alamadıklarını söylemişti ve babasının araştırılmasını istiyordu.
İznikli emlak zengini yaşlı çift Ahmet Refik ve Emine Öner, 2008
Nisan’ından beri kayıptı. Bursa Cinayet Bürosu ekipleri eski bir suçluya dair
yeni bir suçla dosyayı raftan indirdi.
Kenan Öner’in İstanbul Bayrampaşa’da dolandırıcılıktan kesinleşmiş bir
cezası vardı. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı bu suçla ilgili arama izni çıkardı.
24 Nisan Perşembe gecesi Bursa Cinayet Bürosu ekipleri, Kenan’ın
Bayrampaşa’daki dubleks apartman dairesinin kapısını çaldı. Kapıyı açan
olmadı. Polisler çelik kapıyı çilingire açtırdılar.
İkinci kapıyı kırıp girdiklerinde, Öner koltukta oturmuş, sakince
kendilerine bakıyordu. Ev zifiri karanlıktı. Fatura ödemediği için yıllardır
elektriksiz yaşıyordu. “Susma hakkımı kullanıyorum,” dedi.
Dev bir çalışma odasının ortasındaydı. Yüzlerce evrak, hukuk kitapları,
raflarda numaralandırılmış klasörler... Öner, son otuz yılındaki her şeyi
daktilo ve elyazısıyla yazıp tasniflemişti. En çok da mahkemelerle ilgili
olanları. Sadece bu odada elektrik vardı. Apartmandan kaçak hat çekmişti.
Polis hızla kayıp anne-babayla ilgili ipucu aramaya başladı. Ve İznik’teki
evin bahçesine ait kroki bulundu; hem de mimar elinden çıkmış gibi. Tek
katlı evin geniş bahçesi, bahçeyi çevreleyen ve “kurutmalık” denen yanları ve
önü açık, üstü kapalı depoları numaralandırmıştı. İkinci ve üçüncü
kurutmalığın birleştiği yerin ön tarafını işaretlemişti. Bir de not düşmüştü:
“15-16 Nisan’da çalışma yapıldı.”
Öner’le birlikte Bursa’ya dönen polis, 25 Nisan Cuma günü saat 13.00’de
iş makinesiyle İznik’teki kayıp çiftin evine gitti. İznik polisi, bahçenin
kazılmasına itiraz etti. “Biz üç kez kazdık, bulamadık,” dedi. Bursa polisi
kepçeyi krokide işaretlenmiş yere vurdu. Kepçenin dişleri 2 metre derine
vurduğunda, siyah bir bez parçası ve kemikler döküldü. Polis makineyi
durdurup elle kazmaya başladı. Kısa süre sonra karşılarında üç yüz kemik
parçası duruyordu.
Kesildiği için kafatasları ayrı yerde duruyordu. Yaşlı babanın protez dişleri
ve annenin plastik bebek saçı gibi olmuş saçları da... Kemikler çok düzgün ve
sıfır hatayla ayrılmıştı, üstelik parçalarken elektrikli çark kullandığı halde.
Ziyaretimden dört yıl sonra, 16 Nisan 2008’de kaybolmuşlar, 25 Nisan’da
evlerinin bahçesinde altıncı yılda bulunmuşlardı.
Kenan Öner, bütün sorgu boyunca konuşmadı ve suçunu itiraf etmedi.
Dokuz yıldır kayıp olan eşi Canan’ın bulunması için çalışmalar hâlâ devam
ediyor.
“Küçükken annem ve babamla aynı odada kalırdık. Onları izlerdim.
Ve belki de bilinçaltında bu olaylara olan ilgim, yani
yaşlı insanlara tecavüz olaylarının temelinde bu vardır.”
ADNAN ÇOLAK
BALTACI
Adnan Çolak, 1967’de Artvin’de doğdu. Evli ve üç çocuk babası. Çoban. 1992-1995 yılları
arasında Artvin civarındaki köylerde yaşlan 68-95 arasında değişen on bir yaşlı insanı
öldürdü. Bunlardan altısının cesedine tecavüz etti. Üç cinayet mahallini kundakladı. İki yaşlı
kadını yaraladı. 1995’te yakalandı. Müebbet hapse mahkûm oldu. 1999 Affı’ndan
yararlanarak tahliye oldu. Dışarıda.
16 Ekim 1992
Artvin/Seyitler Köyü
Ziver B.’nin uykusu gelmişti. Kızı televizyon izliyordu. Yatmak için
kalkacağı sırada karısı Hayriye’nin çığlığıyla irkildi. Evin çatısı tutuşmuştu.
Soluğu dışarıda aldı. Elbirliğiyle yangını söndürdüler. Baba-kız içeri
girerken, kadın közleri dağıtmak için geride kaldı. Ziver B. bu sırada
karısının çığlık çığlığa eve koştuğunu duydu. Ne olduğunu anlayamayan yaşlı
adam kapıya döndüğünde, katil çoktan eşiğe varmıştı ve elinde bir balta
vardı.
Cinayet gecesini Artvin’de yerel gazete sahibi Tolga Gül şöyle anlatıyor:
“Yaşlı çift baltayla öldürülmüş, 14 yaşındaki kızları ise kaçırılmış, tecavüz
edilip bırakılmıştı. Ama kız eşkal veremiyordu.
Üstelik adamın ona iyi davrandığını hatta kendisine para verdiğini de
söylüyordu.”
Ertesi gün cinayet tüm Artvin’de duyuldu. Yaşlı B. çiftinin bilinen bir
düşmanının olmaması, o güne kadar hiçbir kavgaya karışmamaları, halkın
korkusunu daha da artırıyordu. Sadece Artvin’in Seyitler Köyü’nde oturanlar
değil, tüm bölge katilin kim olduğunu merak ediyordu.
Katil, geride kızın tanıklığından başka bir ipucu bırakmamıştı. Güvenlik
güçlerinin elindeki tek bilgi, adli tabip raporunun da teyit ettiği gibi, kızın
tecavüze uğradığıydı.
Bir ayın sonunda bütün araştırmalar sonuçsuz kaldı. Elde hiçbir bilgi
yoktu. Halk olayın aydınlanacağı umudunu yitiriyordu ki, Emniyet’e bir ihbar
ulaştı. İhbara göre katil Kazım adında bir seyyar satıcıydı. Yine ihbara göre
yanında iki kişi daha vardı. Üstelik ihbarı yapanlar cinayet günü Kazım’la
birlikte olduklarını söyleyen Erdal ve Engin’di. Üçü de aynı gün gözaltına
alındı. Elde delil olmadığı için polisin yapabileceği tek şey, katili gören ve
tek tanık olan kızla üç sanığı yüzleştirmekti.
İlk yüzleştirme karakolda yapıldı. Ama sonuç alınamadı. Kıza göre üçü de
o akşam evlerine gelen adam değildi. Kızın bu ifadesine rağmen üç sanık da
tutuklanarak mahkemeye sevk edildi. İkinci yüzleştirme, üç ay sonra
mahkeme salonunda yapıldı. Genç kız ifadesini yine değiştirmedi. Ona göre,
hiçbiri anne ve babasını öldüren adam değildi. Mahkeme heyetinin artık
yapacağı bir şey yoktu.
Üç sanık delil yetersizliğinden beraat etti. Üstelik kısa bir süre sonra ihbar
nedeninin husumet olduğu ve Kazım adlı kişinin suçsuz olduğu ortaya çıktı.
Bu dehşet cinayetin tek zanlısının suçsuz olduğu anlaşılınca, Artvinliler
eski sakin günlere geri döndü. Ne yazık ki, bu sessizlik yalnızca bir yıl
sürecekti.
Ekim 1993
Artvin / Soğanlı Köyü
B. ailesinin öldürülmesinden tam bir yıl sonra, yine bir ekim gecesi kâbus
geri döndü. Soğanlı Köyü’nde yaşayan Ziver D. ve gelini öldürüldü.
Kurbanlar, bu kez de başlarına aldıkları darbe sonucu öldüler, saldırı aletiyse
balta değil keserdi. Kurbanlara yine tecavüz edilmişti. Artvin halkı panik
içindeydi. Herkesin birbirini tanıdığı, kapıların kapatılmadığı yerde, böylesi
cinayetleri kim işlerdi?
İki köy birbirine birkaç kilometre uzaklıkta olmasına rağmen uzmanların
aklına bir yıl önce işlenen cinayetle bağ kurmak gelmiyordu. Ama halk
çoktan bağlantıyı kurmuştu. Katilin aynı kişi olduğunu sezmiş ve ona bir isim
bile takmıştı: “Baltacı.”
Artvinliler’in “Baltacı” adını verdiği katil ikinci cinayetten üç ay sonra
tekrar harekete geçti. Bu kez Şavşat’ın Köprükaya Köyü’nde oturan 60
yaşındaki Kevser ve Osman A. tıpkı önceki cinayetlerdeki gibi öldürüldü.
Kurbanlar yine yaşlıydı. İlk iki cinayetten farklı olarak bu kez katil, evin
altını üstüne getirmişti. Belki de olaya hırsızlık suçu vermek istemişti. Olay
yeri ve otopsideyse daha dehşetli bulgular ortaya çıkmıştı. Her iki kurbanın
cinsel organları kesilmişti.
15 Mayıs 1994
Salkınalı Köyü’nde yalnız yaşayan 62 yaşındaki Hediye S., ahıra gitmek
üzere evden çıktı. Karanlıktan ürktü. Elindeki keserin sapını biraz daha
kuvvetli tuttu. Ortalıkta bir katil dolaşıyordu. Ahıra girmek üzereyken
karanlığın içinde beliren adamı fark etti. Keseri kaldırdı ama adam ondan
daha genç ve çevikti.
Katil, yaşlı kadının elinden aldığı keserle kafasına vurdu. Kadını
bıraktığında öldüğünü sanıyordu. Oysa yaşlı kadın kafasındaki ağır yaraya
rağmen kurtuldu. Ama durumu ifade veremeyecek kadar ağırdı ve
komadaydı. Komadan çıktığındaysa hiçbir şey hatırlamıyordu.
Artvin halkı dehşet içindeydi. Eli baltalı bir katil yalnızca yaşlıları kurban
seçerek cinayet işliyordu. Bölgedeki bütün yaşlılar evlerine kapanmıştı.
Üstelik hepsi korkmakta çok haklıydı.
Hediye S.’ın ağır yaralanmasından dört ay sonra Ardanuç’un Gümüşhane
Köyü’nden 60 yaşındaki Osman ve Kevser P. öldürüldü. Bu olaydaki tek
farksa katilin yaşlı çiftin evini yakması oldu. Cesetler neredeyse kimlik tespiti
yapılamayacak kadar yanmıştı. Katil geride ipucu bırakmamaya kararlıydı.
Artvin’e hüzün ve ölüm havası çökmüştü. Yaşlılar, sıranın kendilerine
gelmesinden korkuyordu. Sıra dört ay sonray yetmişli yaşlardaki Ahmet ve
Ayşe S. çiftine geldi. Yine görgü tanığı, suç aleti, parmak izi ve katilden
geride eser yoktu.
Artvin’de bekçilik yapan Hasan Okur o günleri şöyle anlatıyor: “İnsanlar
mahallelerinde nöbet tutmaya başladı. Sabaha kadar üç beş kişi nöbet
tutardık. İnsanlar gece gezemez oldu. Yanlışlıkla başkası da vurulabilir. Gece
gezmeye korkardık. Çünkü her yerde pusu vardı. Ha geldi gelecek diye.”
Ama katil kurulan pusuları da biliyordu.
Jandarma Üsteğmen Hayri K. başkanlığındaki ekip, yeni cinayet mahalline
ulaştığında, cinayet silahı olan balta yine ortada yoktu. Kurban bu kez yalnız
yaşayan Hacer K.’ydı. Ama katil ilk kez arkasında bir ipucu bırakmıştı.
K.’nın tırnakları arasında ve vajinasında doku artıkları vardı. Katilin
bulunması için bir umut ışığı olabilirdi bu.
Cinayetlerde katilden geriye gözle görülmeyecek kadar küçük ipuçları
kalabiliyor. Özellikle bu tip davalarda, adli bilim uzmanları, kurbanın
tırnakları arasından aldığı doku örneklerini elektromikroskop altında
inceleyerek, DNA analizi yapabileceği küçük bir numune arıyor.
Kurbanın tırnak arasında bulunan doku artığının DNA incelemesini Adli
Tıp Kurumu Biyoloji Laboratuvarı uzmanı Dr. Keramettin Kurt yaptı. K.’nın
elbisesinden alınan kan örnekleriyle tırnak arasındaki doku artığının DNA
karşılaştırması yapıldı. Sonuç olumsuzdu. Doku artığı katile değil K.’nın
kendisine aitti. Ayrıca kurbandan alman kıl örnekleri de ipucu olmadı. Bunlar
da katile değil kurbana aitti. Katil geride iz bırakmamayı yine başarmıştı.
22 Mayıs 1995
Merkeze birkaç kilometre uzaklıktaki Salkımlı Köyü’nde oturan 58
yaşındaki Saniye Ç. torunu Mesut’u beklemekten vazgeçmişti. Düğünden geç
geleceğe benziyordu. Kadının uykusu gelmişti. Kalktı. Bu sırada evin
çatısında sesler duydu. Korkup eline balta alarak açık duran pencereye
yöneldi. Dışarıya göz gezdirdi. Kimseyi göremedi. Pencereyi kapatmak için
elini uzattı ve o sırada bileğini bir erkek eli kavradı.
Katil, bölgeyi iyi tanıyor, yalnız yaşayan yaşlıları biliyordu. Cinayetlerin
tamamı 50 kilometrelik bir alanda gerçekleşiyordu ve bu köylerin nüfusu
500’ü aşmıyordu.
Katilin son kurbanı Saniye Ç. olmuştu. Yaşlı kadının boğazını başındaki
tülbentle sıkmış, nefes alması duruncaya kadar beklemiş, daha sonra da
tecavüz etmişti. Katil evi terk ettiğinde bir kez daha kurbanının öldüğünü
sanıyordu. Ama o gece Saniye Ç. ölmedi. Son gayretle komşularını yardıma
çağırdı. Ardından da bayıldı.
Cumhuriyet Savcısı başkanlığındaki jandarma ekibi olay yerine
ulaştığında, bulunan ilk ipucu çatıdaki kiremitlerin üzerindeki çamurlu ayak
izleriydi. Ekip bu izlerin fotoğraflarını çekti.
Cinayet mahallinde bulunan ayak izleri önemli. Bu izler olayın
aydınlatılmasına iki şekilde yardımcı olur. İzlerin derinliği vücut ve boy
uzunluğu ile ayak uzunluğu arasındaki linel ilişki dolayısıyla zanlının
uzunluğu ve ağırlığı hakkında tahmini bir bilgi verebilir. Üstelik katil ikinci
bir iz daha bırakmıştı. Girdiği camın yanında düşürdüğü, bir metre boyunda
ve değişik yerlerinden düğümlenmiş bir tülbent.
Araştırma ekibinin tek umudu Saniye Ç.’in ifadesiydi. Yaşlı kadın, Artvin
Devlet Hastanesi’nde gözünü açtığında, polis ifadesini almak üzere kadının
başında bekliyordu.
Ekip eşkal almaya çalışıyordu. “Esmerdi, bıyıklıydı, üzerinde kot pantolon
ve yakalı kısa kollu bir tişört vardı. İskarpin ayakkabılar giymişti.” Oysa
Saniye Ç. adamı tanımıştı:
“Adnan’dı. Çoban Adnan. Beni saçımdan tutup aşağı bastırdı. O anda da
ışığı kapattı. Başörtümü boğazıma dolayıp sıkmaya başladı. Yalvardım ama
hiç sesini çıkarmadı. Saçını çekmek için başına elimi uzattım ama saçını
tutamadım. Yüzünü tırmalayıp tırmalayamadığımı bilmiyorum. Ama tanıdım
onu, Adnan’dı.”
Adnan Çolak... Artvin Salkınalı Köyü nüfusuna kayıtlıydı. Orman
işletmesinde zaman zaman geçici işçilik yapıyordu bunun haricinde asıl işi,
Artvin ve köylerinde çobanlık yapmaktı.
Saniye Ç.’in ifadesi Artvin’de deyim yerindeyse ışık hızıyla yayıldı. Şimdi
korkunun yerinde şaşkınlık vardı. Adnan Çolak herkesin tanıdığı, bildiği
biriydi. Üç çocuklu zanlının yakınlarına göre bilinen tek kötü alışkanlığı ara
sıra arkadaşlarıyla içtiği birkaç kadeh içkiydi. Son kurbanının kapı
komşusuydu. Başına ödül konduğunda, herkesle birlikte katile lanetler
yağdırmış, onu yakalayıp ödülü alacağına dair arkadaşlarıyla planlar
yapmıştı.
Saniye Ç.’in ifadesi doğrultusunda Çolak’ın evine baskın yapıldığında
kapıyı kendisi açtı. Üzerinde bir tişört ve şort vardı. Soğukkanlıydı. Ekip ev
aramasına geçtiği sırada, tuvalete girmek için izin istedi. Geri döndüğünde
üzerindeki şort değişmişti. Bu durum Astsubay İsmail S.’nin dikkatinden
kaçmadı.
Astsubayın bu dikkati işe yaradı. Gerçekten de Çolak şortunu banyodaki
kirlilerin arasına saklamıştı. Şort üzerinde yapılan incelemede sperm olduğu
sanılan bir leke bulundu. Katilin saklamayı beceremediği ikinci delilse evinin
banyosunda bulunan kanlı bir atletti.
Kasım 1995
Artvin Ağır Ceza Mahkemesi
Savcı, beş sayfalık iddianamesinde sanığın idamını istiyordu. Heyet
başkanı celseyi açtığında Türkiye adli tarihinin en uzun duruşmalarından
birini de başlatmıştı.
Çolak’a yöneltilen ilk soru neden yaşlı insanları öldürdüğü oldu. Sanığın
cevabı ürperticiydi:
“Yaşlı insanları öldürüyorsam da bunlar zaten zamanlarını doldurmuşlar.
Onlar bizim yerimize fazladan yaşıyorlar. Belki de bizim kısmetimizi
yiyorlar. Hem kendimi tatmin ediyordum hem de onları öldürerek toplumu
rahatlatıyordum.”
Mahkeme salonundaki herkes nefesini tutmuş onu dinliyordu. İşlediği
cinayetleri soğukkanlılıkla anlatıyordu. Duruşmanın ilerleyen saatlerinde iki
önemli yüzleşme yapıldı. Duruşmayı başından sonuna izleyen ilk kurbanı
küçük kızla, son kurbanı Saniye Ç.. Her ikisi de Adnan Çolak’ı teşhis etti.
Tanımışlardı.
Çolak’ın ifadesinden kurbanlarından hiçbiriyle düşmanlığı olmadığı,
hepsini rasgele seçtiği anlaşılıyordu.
“Çobanlık yaptığım günlerde Sönmez ailesinin evini gözlüyordum. Olay
gecesi, eve geldikten sonra bir müddet gözetledim. Etrafta kimsenin
olmadığına kanaat getirdikten sonra evin üzerine ve bacaya taş atmaya
başladım. Gayem dışarı çıkmalarını sağlamaktı. Bu sırada çatı boşluğunda
bulunan çaputlar gözüme çarptı. Onları ateşe verip evden dışarı çıkmalarını
sağladım.”
Duruşma sürerken zaman zaman değişik portreler çiziyordu. “Hayır, ben
yapmadım,” diye bağırdığı anlar da vardı “Evet, ben yaptım, doğrudur,”
dediği anlar da. Gözünde bazen korku vardı. Sanki o anları tekrar yaşıyordu.
Tam on iki saat süren duruşma boyunca Çolak olayları detaylarıyla anlattı.
Hafızası kuvvetliydi. Bütün olay yerlerini en ince ayrıntısına kadar
hatırlıyordu.
“Yalnız yaşadığını bildiğim Saniye Ç.’in evine gittiğimde gayem öldürüp
sonra da ırzına geçmekti. Kadının evde yalnız olduğuna emin olduktan sonra
harekete geçtim. Boğuşma sırasında ‘Seni tanıdım,’ diye bağırdı. Ama sesimi
çıkarmadım. Saçlarıma dalmak istedi. Ama engel olamadı. Atletimdeki küçük
kan lekesinin bu sırada bulaştığını sanıyorum. Çünkü kadının ağzından kan
geldiğini gördüm. Kan gelince öleceğini düşündüm.”
Duruşmanın en ilginç bölümüyse, Adnan Çolak’ın çocukluğunu anlattığı
dakikalardı:
“7-8 yaşlarındayken annem ve babamla aynı odada kalırdık. Onları
izlerdim. Ve belki de bilinçaltında bu olaylara olan ilgim, yani yaşlı insanlara
tecavüz olaylarının temelinde bu vardır.”
Çolak’ın ilk duruşması gece 22.00 sularında tamamlandı. Suçlu olduğunu
ispatlayan en önemli delillerden biri de S. çiftinin evinden aldığı beyaz
telefondu. Çolak’ın karısı o telefona dair bildiklerini mahkemede şöyle
anlattı:
“Evimizde telefon hattı yoktur. Eşim, beyaz telefon makinesini bundan altı
ay önce Ramazan ayından önce eve getirdi. Artvin’den satın aldığını söyledi.
Ama neden satın aldığını söylemedi. Çünkü zaten telefon etmemiz mümkün
değildi.”
Çolak yargılama sırasında çocukluğuna ve hayatına dair başka ilginç
bilgiler de verdi. Küçük bir çocukken çobanlık yaptığı sırada amcasının
oğlunun tacizine de uğramıştı. Bütün bunların üstüne bir de menenjit hastalığı
geçirmişti. Ona göre her şey içki içtiğinde kontrolden çıkıyordu. Bütün
herkesin korkuyla onu aradığı günleriyse şöyle tarif ediyordu:
“Arkadaşlarla beraber kahvede otururken katile lanet ederdik. Sonra da
içimden gülerdim. Düşündüğüm de, bu kadar geç yakalanmama ben de
şaşırıyorum. Hele Artvin gibi küçük bir ilde. İnsanların birbirini yakından
tanıdığı bir yerde.”
Çolak ailesi olaylardan sonra Artvin’de barınamadı. Köylüler aileye ait evi
aralarında para toplayıp satın aldıktan sonra yıktılar. S. ailesinin küçük kızı
başka bir şehirde evlendi. Son kurban Saniye Ç. olaydan bir yıl sonra vefat
etti. Diğer cinayetlerin yaşandığı evler şimdi bomboş. Kimisi bakımsızlıktan,
kimisi selden yıkıldı.
Artvin’deki yaşlı çiftler yıllarca şehre gelen her gazeteciye korku dolu
gözlerle aynı soruyu sordu: “Baltacı hapisten çıkabilir mi?”
Adnan Çolak, 10 yıl hapis yattıktan sonra Af’tan yararlanarak hapisten
çıktı. Ailesini yanına alarak ortadan kayboldu.
3C- Baltacı’yla Görüşme
Yıllar sonra İpucu programının yapım koordinatörü gazeteci Yıldız Ateş,
Abdullah Çolak’ı Artvin’in bir yaylasında buldu. Ailesiyle tanıştı. Çolak’la
yüzyüze konuştu. İşte Yıldız Ateş’in kaleminden Baltacı:
Program formatımızda gerçek katillerle görüşme olmadığı halde, Artvin’li
gazeteci Tolga Gül’e ulaştık. “Yayla dediğiniz sayısız ve çok geniş alanlardır,
bulmanız imkânsız. Şansınıza bulduk diyelim, konuşmaz boşuna gelirsiniz,”
dedi. Kimseyle konuşmamış. Hakkında çıkan haberlere son derece
öfkeliymiş.
Artvin canavarının peşine düşene kadar, insanın körü körüne inandığında,
samanlıktaki iğneyi dahi bulabileceğini bilmiyordum. Bizim memleketimizde
elinde baltayla yaşlı çiftleri öldürüp tecavüz eden bir adam mı vardı
gerçekten? Sanırım bu adamın gerçek olduğuna inanmam için onu görmem
gerekiyordu. Evet, peşine düşerkenki motivasyonum tam olarak buydu.
Tolga Bey, kameramanımız ve ben, onların küçük arabasına atlayıp yayla
yayla gezmeye başladık. Dört beş saat arayıp aynı gün içinde geri dönecektik.
Aslında durum çok ümitsizdi. Öyle ki, Artvin yaylalarını avucunun içi gibi
bilen Tolga Bey her 500 metrede bir, ‘Geri dönelim, samanlıkta iğne
arıyorsunuz,’ diyordu.
Zaten yayla dediğin dümdüz taşlı yollar, arabanın altı yere çok yakın, zor
mesafe kat ediyoruz. Bir yandan çok acayip bir hal var insanlarda. Mesela
Artvin’in Kemalpaşa ilçesinde oturanların kendine ait yaylası var, oraya
varıyoruz. Soruyoruz, Artvin canavarını gördünüz mü, diye. Kimisi
tanımadığını söyleyip kafasını çevirip arkasına bakmadan gidiyor, kimisi de
can havliyle savunmaya başlıyor: “Biz onu tanıyoruz. Asla böyle bir şey
yapmış olamaz, suçu ona yıktılar, günahsız bir insan o.”
Ama dava dosyası öyle böyle değil, sanığın ifadelerinde o kadar çok
çelişki var ki, onları sormak istiyorum. Biz böyle kör topal ilerlerken, son
sorduğumuz vatandaşlardan biri, yakınımızdaki bir tepeliği işaret edip,
oradaki genişçe çadırın Artvin canavarına ait olduğunu söyledi. O an, biz üç
kişi, olduğumuz yerde buz kestik. Birbirimize baktığımız anı hiç
unutmuyorum. Tek cümleyle, bir seri katile bu kadar yakın ve güvensiz bir
ortamda olmaktan çok korkmuştuk. Geri dönmeye kalksak, aracımız taşlık
arazide debelenirken elinde baltasıyla üçümüzü de kolayca haklar mıydı?
Üstelik arazideki tek araç olarak çoktan dikkatini çekmişizdir, bunları
düşündükçe daha da korkuttuk birbirimizi. Şimdi o anlar aklıma geldikçe
gülüyorum tabii, adam aftan çıkmış; gazeteci, televizyoncu mu öldürecek?
Yürümeye devam ettik. Yürürken, ona söyleyeceğim ilk cümleyi
bulamıyordum bir türlü. Hem bizi öldürmesin, hem de konuşmayı
reddetmesin, bu ikisini birden sağlayacak sihirli yanaşma biçimi ne olmalı
diye saniyeler içinde binbir format geçti aklımdan. Bu sırada çadırdan, Artvin
canavarının karısı büyük bir misafirperverlikle bize doğru yürümeye başladı.
“Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!” dedi. Bu hiç beklemediğimiz bir sahneydi.
Kadın bayağı bizim köyden, bizim yengelerden. Kendi köyüme gitmişim
havasına girdim mi ben de! Bu sahne de şimdi bakınca çok komik gerçekten.
O kadar korkmuştum ki, kadına abartılı bir sarılma, abartılı bir köylü sevgisi
gösterdim. Artvin canavarı biraz uzakta otağında oturuyor, o da şaşkın, karısı
belli ki kendi kontrolünün dışında, tüm doğallıyla yapıyor her ne yapıyorsa.
Bizim ekip de dumur olmuş kadınla kaynaşmamızdan. Atlarını sevdim,
atlarına bindim, kızları çıktı geldi çadırdan, onları sevdim. Kurbanları
arasında (tecavüz etmişti) kız çocuğu da vardı diye hatırladım ve o an
kendime geldim. Bir dirayet geldi ya da gevşedim yeterince bilmiyorum. Ona
gazeteci-televizyoncu olduğumu, kendi sözleri dışında hiçbir şeyi
yayınlamayacağımı söyledim, Tolga bey kefil oldu. Karısı da kefil oldu,
“Anlat gerçeği yayınlasınlar, herkes bilsin senin suçsuz olduğunu,” dedi.
Karısı şahane hakikatli kadınlardan çünkü.
Başladı anlatmaya. Her şeyi inkâr ediyor, karısına anlattığı gibi anlatıyor.
Arada ayranlar, katmerler gidip geliyor. O anlattıkça anlatıyor, ben de
sordukça soruyorum. Ne sorsam cevap veriyor, o öyle değildi, bu böyle
değildi diye. Kaptırmışım kendimi. Gazeteciye bayağı saygı duyuyor ya,
karısı da güvencemiz olmuş; ölen yaşlı çiftlerden biriyle ilgili laf açtım. “Çok
cimrilermiş, köyde adları çıkmış zaten,” dedim. Adamın esmer erkeklere
özgü, uzun kirpikli koyu kahverengi gözleri, gözlerinin siyah kalın haresi,
ağzı burnu o kadar muntazam ki, köylü bir gariban da olurmuş, astığı astık
kestiği kestik bir kabadayı da.
Ama yaşlı çiftin adını duyar duymaz, aniden o gariban köylü yok oldu.
Kontrolsüz bir şekilde söylenmeye başladı. Adamın ahlaksızlığından, kadının
sinir bozuculuğundan yakındı. Devam etmeyebilirdim. Çünkü aslında çoktan
göreceğimi görmüştüm. Evet, karşımda soğukkanlı, hiç öfkelenmeden
insanın gözünün içine bakıp kendi doğrusunu ayet gibi buyuran ve kendi
yargısıyla kalem kırabilecek biri vardı. Devam etmekten korkuyordum da
aslında. Dostluk havası her an bozulabilirdi. Karısını zor durumda
bırakabilirdim. Biraz daha düşünsem soramazdım. İyi ki tez canlı bir insanım.
Aramızda yaklaşık 2 metre mesafe vardı. Çiftin öldüğü gün nerede
olduğuna dair, dava dosyasındaki çelişkili ifadelerini sordum. O an, bir anda
burnumun dibinde bittiğine yemin edebilirim. Gözleri, nefesim yüzüne
çarpacak kadar yakınımdaydı. Yani ben o anı öyle yaşamışım, aslında o
yerinde oturuyormuş. Gözlerini somut olarak, fiziksel olarak o kadar
yakınımda gördüğüme yemin edebilirim. Bir insan böyle bakmayı nasıl
başarabilir, bilmiyorum, tanıdığım hiç kimse yapamaz. Bu ancak filmlerde
kamera hareketleri ile olabilecek bir şeydi benim için. Kesin kül rengi
olmuşumdur o an, kanımı donduracak kadar dehşet bir andı.
Kendi tehlikesini kontrol altında tutmaya zorlanıyordu, haddinin son
sınırıydı. Biz gazeteciydik, karısı vardı yanımızda, kaçsa çoluğu çocuğu ne
olacaktı. Bizim gelirken kafamızda kurduğumuz ne varsa, şimdi o kendini
durdurmak için kuruyordu. Ama bana kalırsa, şartlar başka olsa, bizim için de
güzel bir senaryo yazabilirdi. Okkalı bir senaryo. Bunu da böylece bilin dedi
bence bize. Yine hep beraber ödümüzün nasıl koptuğundan biliyorum. Ne
yapacağımızı bilemiyor oluşumuz vardı bir de. Çıkın gidin dedi.
Toparlamaya çalışamadık bile.
Sessizce terk ettik orayı. Karısı da korkmuştu, hiçbir şey demedi,
diyemedi. İstanbul’a döndüğümüzde ofisimizde daha kalabalık bir ekip
olarak o anın kamera kayıtlarını izledik. Kimsenin tereddütü yoktu. Bu adam,
gözünü bile kırpmadan, sinek avlar gibi insan öldürebilirdi. Artvin’de
kendisini tanıyan herkesi ne kadar iyi bir insan olduğuna nasıl inandırdığını
da biliyorduk artık.
“Amaç 9’u bulmak için yapılan bir egzersiz görevdir.
Ve erkekliğimin ispatıdır.”
SÜLEYMAN AKTAŞ
ÇİVİCİ
Süleyman Aktaş, 1950’de Manisa’da doğdu. Evli ve üç çocuk babası. Elektrik teknisyeni.
1986’da ilk cinayetini işledi. Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde dört buçuk yıl
tedavi gördü. 1994’te yaşları 65-78 arasında değişen beş kişiyi, gözlerine ve alınlarına çivi
çakarak öldürdü. Akıl hastanesinde.
1994
Denizli/Çambaşı Köyü
Çambaşı Köyü’nde iş zamanıydı. Yaşlı-genç, gün doğmadan tarlaya
gidiyor, geç saatlere kadar çalışıyor, yatsı ezanından önce eve dönüyorlardı.
O gün Selviye Öz, kendini keyifsiz hissettiği için tarlaya gitmemişti.
Geliniyle birlikte evde kalıp bahçe işlerini yapmaya niyetlendi. Öz, kapı
komşuları Ayşe ve İsmail G.’yi günlerdir görmediğini fark etti. Onlar da
bütün köylüler gibi günlerdir tarladadır, diye düşündü. Komşusunun,
hayvanlarını aç bırakması mümkün değildi ama hepsi açlıktan yeri göğü
inletiyordu.
Önce ahıra baktı, yemlerini verdi. Sonra eve döndü. Kapı kilitliydi. Cama
yöneldi. Bu sırada burnuna ağır bir koku geldi. Güç bela içeriyi görmeyi
başardığında İsmail G.’nin cansız kolunu seçebildi.
Jandarma ekibine 60’lı yaşlardaki G. çiftinin evlerinde ölü bulunduğu
haberini, köyün muhtarı vermişti.
Çifti ilk bulan yaşlı kadın, olanları jandarmaya detaylarıyla anlatırken, olay
yeri inceleme ekibi de eve girmeye hazırlanıyordu. Ekibe muhtar ve köylüler
eşlik ediyordu. İçeri girildiğinde görünen manzara ürküntü vericiydi. G.
çiftinin günler önce ölmüş olduğu anlaşılıyordu. 65 yaşındaki Ayşe G.,
odadaki yer yatağında sırtüstü yatıyordu. Bütün vücudu şişmiş, yüzü
tanınmaz hale gelmişti. Her tarafı sinekle kaplıydı. 62 yaşındaki İsmail G. ise
yer yatağının hemen yanındaki divanda, yine sırtüstü yatıyordu. Onun cesedi
de tamamen şişmiş, tanınmaz hale gelmiş ve sinekle kaplanmıştı.
Cesette sinek oluşumu, cesedin bulunduğu yere, hava şartlarına göre
değişir. Ölümün gerçekleştiği andan itibaren oluşum başlar ve iki gün içinde
ceset tamamen sinekle kaplanır.
Jandarma ekibi, olay mahallinde ve cesetler üzerinde yaptığı incelemede
herhangi bir suç unsuruna ya da aletine rastlamadı. Köylüler, yaşlı kadının
kalp, adamın ise, tansiyon hastası olduğunu söylüyordu. Onlara göre ecel, G.
çiftini aynı anda ve uyurken yakalamıştı. G. çiftinin üç çocuğu vardı. Onlar
da köylüler gibi düşünüyordu. Anne ve babalarının hiçbir düşmanı yoktu, bu
yüzden öldürülmeleri için bir sebep de.
Ya yediklerinden zehirlenmişler ya da tansiyon yükselmesi nedeniyle
ölmüşlerdi. İşin ilginç yanı, olay mahalline getirilen sağlık ocağı doktorları
da, çiftin hastalıklarını göz önüne alarak klasik otopsiye gerek görmemişti.
Ortada suç unsuru da bulamayan ekip, soruşturmayı tamamladıktan sonra
köyü terk etti. Çambaşı köyündekiler de ertesi gün G. çiftini köyün
mezarlığına gözyaşlarıyla defnetti.
Bir Ay Sonra
O gece de Çambaşı köylüleri evlerine çekildiklerinde geç vakte kadar G.
çiftinin ortak ecelini konuşmuşlardı. Köy halkı, vakit gece yarısını geçerken
uykuya daldığında olacaklardan habersizdi. Bir kişi dışında...
Gece 03.00 sularında ayakkabılarının çıkardığı sesten tedirgin olan adam,
daha az ses çıkaracağını düşünerek bahçelere yöneldi. Etrafı kolaçan ederek
önce bir bahçeye sonra çitlerin ve duvarların üzerinden bir başka bahçeye
atladı.
Nihayet eve gelmişti. Adımlarını hızlandırdı. Evin penceresi açıktı. İçeri
girdi. Yaşlı adam uyuyordu. Yaklaştı. Bir süre soluk alışını dinledi. Sonra
doğruldu, ceketinin cebinden bir çekiç çıkardı, kurbanının başına defalarca
vurdu, kurbanının öldüğünü anlayınca da cebinden on santimlik bir çivi
çıkardı.
Yarım Saat Sonra
Yaklaşık on dakikadır, Rukiye ve Ramazan K. çiftinin evini gözlüyordu.
Çiftin uykuya daldığından emin olduktan sonra, son bir kez etrafı kolaçan
etti. Usulca evin merdivenlerini tırmandı. Bu kez açık pencere yoktu. Dış
kapıyı denemeye karar verdi. O da kilitliydi. Bunu hesaba katmadığına
sinirlendi. Evin etrafını tekrar dolaştı, sonunda arka tarafta girebileceği bir
pencere buldu ve oradan içeri süzüldü.
İçeri girdiğinde K. çifti derin uykudaydı. Adam sağdaki, kadınsa soldaki
odada yatıyordu. Önce hangi odaya gireceğini düşündü. Yaşlı da olsalar risk
almamak en iyisiydi. Yaşlı adamın yatağına hızla yaklaştı, sonra bir şey
duymuş gibi bir an bekledi. Sonra elindeki çekiçle defalarca adamın kafasına
vurdu.
Yaşlı kadın kocasının öldürüldüğünden habersiz uyuyordu. Hiçbir gürültü
duymamıştı. Katil elindeki çekiçle bu kez kadına yaklaştı. Kadının kafasına
indirdiği çekiç darbelerinden sonra cebinden çıkardığı 10 santimlik çivileri
çaktı.
Yaşlı çiftin cesetleri ertesi sabah eve gelen oğlu tarafından bulundu. İkisi
de ölmeleri beklenmeden sol gözlerine ve alınlarına çivi çakılarak
öldürülmüştü. Çambaşı Köyü muhtarı bir kez daha jandarma karakolunu
aradı. Ama bu kez ölü bulunan yaşlı çiftin cinayete kurban gittiklerinden
emin olarak.
K. çiftinin ölüm haberi köyde bomba etkisi yapmıştı. Herkes kendi
yaşlısının peşine düştü. Suat K. da amcasını en son dün gece görmüştü.
Yanına gidip iyi olduğundan emin olmak istiyordu. Pencere açıktı. Seslendi.
Cevap veren yoktu. Pencereden içeri girdi, amcası kanlar içinde yatıyordu.
Korkuyla yaklaştı. Gördüğüne inanamıyordu. Amcasının sol gözündeki iki ve
alnının ortasındaki tek çiviyi fark etti. Yatağın yanma yığıldı. O gece çekiç ve
çiviyle öldürülen üçüncü kişiyse Yıldırım K.’ydı. 65 yaşındaki Yıldırım K.
yalnız yaşıyordu ve bir süredir grip olduğu için evden çıkmıyordu.
Suat K. gözyaşlarına boğulmuştu ki, öldü sandığı amcası derin bir nefes
aldı. Yaşlı adam bir şey söylemeye çalışıyordu. Kulağını amcasının güçlükle
açılan ağzına yaklaştırdı. Yıldırım K. yeğenine saldırganın adım söylemeye
çalışıyordu. Suat, önce kulağına inanamadı. Emin olmak için amcasına bir
kez daha sordu, yanıt aynıydı:
Saldırgan, 44 yaşındaki Süleyman Aktaş’tı.
Aktaş evliydi ve iki yetişkin oğlu vardı. Komşularıydı.
Süleyman Aktaş, aynı gün olayla ilgili olabileceği düşünülen dört zanlıyla
birlikte gözaltına alındı. O da diğerleri gibi olayla ilgisi olmadığını söylese de
kurbanların evindeki gaz lambasında parmak izi bulunmuştu.
Jandarma ekibi ertesi gün Aktaş’ın evini aramak için yola çıktığında saat
10.30’u gösteriyordu. Süleyman Aktaş’ın eşi bir yandan jandarma ekibinin
evde yaptığı aramayı izliyor, diğer yandan da elinden geldiğince yardım
etmeye çalışıyordu. Ekip evin her köşesini didik didik aradı. Hiçbir ipucu
yoktu. Geriye bir tek yer kalmıştı: Aktaş’ın evinin bahçesindeki atölye.
Ekibin, atölyeye adımını atar atmaz dikkatini çeken, rafta duran ve
cinayetlerde kullanılana benzeyen onlarca inşaat çivisi oldu. Ayrıca üzerinde
kan lekeleri olan bir satır, kanlı bir ip ve kanlı bir pantolon da bulundu.
Çekmecelerde onlarca sayfa mahkeme kararı ve hastane raporları vardı.
Süleyman Aktaş, 1984’te Türkiye Elektrik Kurumu Müessese
Müdürlüğü’nde hat işçisi olarak çalışmıştı. Bu sırada 31.500 volt elektrik
akımına kapılıp ağır yaralanmış ve aylarca tedavi görmüştü. Bu olaydan
sonra 1986 yılında Antalya’da Nuri K. adındaki baş komiseri öldürmüş ve
tutuklanmıştı. O yıllarda yargılandığı mahkeme akli dengesinin yerinde
olmadığına karar vermiş ve Aktaş’ı Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hastanesi’ne göndermişti. Burada dört buçuk sene tedavi gören Aktaş,
taburcu olduktan sonra köyüne dönmüştü. Üç yıldır sessiz sakin bir hayat
sürüyordu. En azından dışarıdan öyle görünüyordu.
Aktaş, Bozkurt Cumhuriyet Savcısı’nın huzuruna çıkarıldığında sakindi.
Cinayetleri kabul etti. Savcının karşısında otururken, gerek anlatarak, gerekse
çizerek cinayetlerinin nedenini şöyle açıkladı:
“Çambaşı Köyü, Bozkurt, Denizli’de yapılan üç kişilik öldürme olayı
tarafımdan yapılmıştır. Burada üçün özelliği dokuzu bulmaktır. İki erkek bir
kadının öldürülmesi gerekiyordu.Üç kişilik iki erkek bir kadın aile grupları
üzerinde çalışılmış ve öldürülen son üç kişide karar kılınmıştır. Önce
Yıldırım gece saat 3’te çekiç darbeleriyle yaralanmış, sonra sol gözüne iki
çivi ve alnına bir adet olmak üzere 10’luk çivi çakılmıştır. Canlı olduğu
görülmesine rağmen ölür düşüncesiyle olay yerini terk ettim. Daha sonra
Ramazan ve karısı gene tarafımdan öldürülmüşlerdir. Son görevde iki erkek
bir kadının öldürülmesi önemlidir. Toplam kullanılan çivi sayısı 9’dur. Görev
tamamlanmıştır.”
Süleyman Aktaş’ın ifadesine, “ikinci görevim” diyerek başlaması savcının
dikkatinden kaçmamıştı. Aktaş’ın ilk görevi, bir ay önce evlerinde ölü
bulunan ve otopsi yapılmadan defnedilen Ayşe ve İsmail G. çiftiydi.
“Birinci görevde Ayşe ve İsmail, tarafımdan çekiç ve çivi kullanılarak
öldürülmüşlerdir. Sizin yemek zehirlenmesi olarak rapor ettiğiniz bu olayda
amaç 9’u bulmak için yapılan bir egzersiz görevdir. Kadının alnına 5’lik bir
çivi çakılmış, sol gözüne de iki 10’luk çivi çakılmıştır. Adamın alnına iki, sol
gözüne de 15’lik bir çivi çakılmıştır.”
Süleyman Aktaş sözlerini tamamladı:
“Olay dört gün kimse tarafından duyulmamış, dört gün sonra cesetler
kokmaya başlamıştır. Sonunda ‘yemek zehirlenmesinden ölmüşlerdir’
biçiminde rapor hazırlanarak otopsi yapılmadan cesetler defnedilmişlerdir.”
Aktaş, cinayetlerini detaylarıyla anlatmasına rağmen, yargılama sırasında
cinayetleri işlediğini reddetti. Ona göre asıl katil, oğulları ve karısıydı.
“Yapsa Yapsa Karım Yapmıştır.”
“Ben bu konuyu araştırdım. Bu işi yapsa yapsa küçük oğlum yapmıştır. Biz
onunla Anadolu lisesi sınavlarına hazırlanıyorduk. Bir soruyu çözemediğinde
elindeki kalemi gözüne gözüne vuruyordu. O yüzden bu işi kesin o yapmıştır.
Bu işi bir de olsa olsa büyük oğlum yapmıştır. Çünkü onun motoru var.
Motor kullandığından bu işi kesin o yapmıştır. Bu cinayeti karım da yapmış
olabilir. Maktullerden birinin adı Hayriye’dir. Karımın adı da Hayriye’dir. Bu
cinayetleri yapsa yapsa karım yapmıştır.”
Katilin yakalanmasından sonra Ayşe ve İsmail G. çiftinin mezarları açıldı.
Yapılan otopside her ikisinin de göz ve alınlarına çivi çakılarak öldürüldüğü
anlaşıldı.
Yargılama sırasında cinayetleri önce büyük oğlunun, sonra küçüğünün en
sonunda da eşinin işlediğini iddia eden Süleyman Aktaş’ın duruşmalardaki en
çarpıcı açıklamasıysa koparılıp masanın üstüne konan karpuzun dünyayı ele
geçirmek anlamına geldiğini söylemesiydi.
Yargılama sırasında Aktaş’ın paranoid şizofren olduğu kesinleşti. Adli
psikiyatrlar, ilk cinayetindeki gibi Aktaş’ın tedavisinin imkânsız olduğundan
emindi.
Ancak Aktaş’ın hastanede kalmaya niyeti yoktu. Birkaç yıl sonra pencere
demirlerini keserek hastaneden kaçtı. Bunu haber alan Çambaşı Köyü’nün
nüfusu birkaç saat içinde 1500’den 600’e düştü.
Süleyman Aktaş, köye dönmeye çalışırken jandarma ekipleri tarafından
yakalandı. Köylüler artık en azından bir süre rahat nefes alabilirdi.
13 Yıl Sonra
Süleyman Aktaş, yakalandığı gün getirildiği Manisa Ruh Sağlığı ve Sinir
Hastalıkları Hastanesi’nde on üç yıldır tedavi görüyordu. Bir de koğuş
arkadaşı vardı; bir çocuğu öldürmekten sanık Ömer Yılmaz.
Her gün olduğu gibi diğer hastalarla beraber havalandırma için bahçeye
çıkmışlardı. Her şey normaldi. En azından o ana kadar. Süleyman Aktaş
birden sinirlendi. Öfkesi büyüdü, büyüdü. Yanında volta atan Ömer Yılmaz’a
baktı. Sonra eline bir taş aldı ve Yılmaz’ın başına vurdu. Kanlar içerisinde
yere yığılan Yılmaz’ın durumu Manisa Devlet Hastanesi’ne kaldırıldığında
ağırdı.
Yılmaz, altı saat süren bir ameliyattan sonra hayata döndürüldüğündeyse
başına geleni şöyle ifade etti:
“Yere düşüp kafamı çarptım.”
Kol kırılır yen içinde kalırdı...
Çivici’nin Mektubunun Tam Metni
İFADEMDİR
2.Görevim. 24 Temmuz 94 Çambaşı Köyü Bozkurt-Denizlide
gerçekleştirilen 3 kişilik öldürme olayı tarafımdan yapılmıştır. Burada 3’ün
özelliği 9’u bulmaktır. İki erkek bir kadının öldürülmesi gerekiyordu. Üç
kişilik iki erkek bir kadından oluşan aile grupları üzerinde çalışılmış ve
öldürülen son üç kişide karar kılınmıştır.
Yukarıda sözü edilen tarihte önce Yıldırım gece saat 3’te önce çekiç
darbeleri ile yaralanmış sonra gözüne iki çivi ve alnına bir adet olmak üzere
10’luk çivi çakılmıştır. Yıldırım’ın canlı olması görülmesine rağmen ölür
düşüncesiyle olay yerini terk ettim. Daha sonra: Hacı Ramazan adlı Ramazan
Kocatepe ve karısı gene tarafımdan öldürülmüşlerdir. Olay aynı gece ve
saatlerde gerçekleştirilmiştir. Ramazan ve eşinin evine gidilmiş evin giriş
kapısı dayanıklı olduğu için eve arkadan duvardan atlanarak girilmiştir.
Eve daha önce hiç çıkmamıştım. Diğer evleride hiç tanımıyordum. Onun
için içeri girmekte zorlandım. Eve girdiğimde Ramazan Kocatepe iki odası
olan evin sağ odasında köşede yatıyordu. Önce adama mevcut 1 kg’luk
çekiçle kafaya darbeler yapılmıştır.
Daha sonra sol odada yatan karısına çekiç darbeleri vurulmuştur. Daha
sonra bayanın anlına bir çivi sol gözüne iki çivi çakılmıştır. Daha sonra
Ramazan’ında alnına bir çivi, sol gözünede iki çivi çakılmıştır. Çiviler
10’luktur. Ve ev terkedilmiştir.
Eve geldiğimde üzerime kan sıçraması olabilir düşüncesiyle bodrumda
bütün giysiler çıkartılmış, paketlenmiştir. Yeni elbiseler giyilmiş eve
çıkılmıştır. Doğru banyoya gidip olayda kullandığım elbiseler ve
ayakkabıların tamamı termosifonda yakılarak yok edilmiştir. Suyun
ısınmasından sonra duş alınmıştır.
Bu olayların gerçekleştirilmesinde benim yardımcı malzemem iki pilli bir
el feneridir. Bodrumda elfeneri pilleri çıkarılmış olarak durmaktadır.
Son görevde özellikle iki erkek bir kadının öldürülmesi önemlidir. Toplam
kullanılan çivi sayısı 9’dur. Görev tamamlanmıştır. Benim birinci görevimde
erkeğin gözüne çakılan 10’luk çivinin anlamı kendimi tam bir erkek
olduğumu kanıtlamış olmak istememdendir.
Cezai Ehliyet Tartışması
Süleyman Aktaş’ın cinayetleri ortaya çıktığında en çok tartışılan
konulardan biri de cezai ehliyet konusuydu. Bu nedenle Süleyman Aktaş’ı
seri katiller arasına almak gerekir mi diye çok düşündüm. Ve tabii uzmanlarla
çok tartıştım. Öncelikle cezai ehliyet başlığının en basit tanımına göz atmakta
fayda var. Yasa diyor ki, “Bir bireyin cezai ehliyetinin olabilmesi için, suçun
işlenişi sırasında neleri, ne için yaptığını ve yaptıklarının sonuçlarını bilerek
eyleme girmesi gerekir. Yani bu kişilerde yasanın öngördüğü şekilde suçu
işlediği zaman şuurunun ve harekâtının serbestisini tamamen ortadan
kaldıracak veya ehemmiyetli derecede azaltacak surette akıl hastalığı
olmaması gerekir.”
Bu noktaya kadar sorun yok. Asıl sorun şu tanımla başlıyor: “Ancak, bu
kişilerde ceza sorumluluğunu etkilemeyen bazı ruhsal bozukluklar da
saptanabilir. Bunlar suç anında mevcut olsa da ceza sorumluluğunu
etkilememektedir. Bu bozukluklar önceleri psikonevroz veya nörotik
bozukluk olarak da isimlendirilen anksiyete bozuklukları ve somatoform
bozukluklar, ayrıca alkol ve madde bağımlılıkları, kişilik bozuklukları olarak
sıralanabilir.”
Kafalarımızı karıştıran da işte bu tanımlama. Çünkü Türkiye önce “Cezai
ehliyeti yok” denilip salınan, sonra “Cezai ehliyeti varmış” denilerek hapse
atılan onlarca cinayet dosyasıyla dolu. Gelişen psikiyatri ve DNA bilimi daha
az yanılmaya yol açsa da, bugüne kadar tedavi olması gerekirken hapiste
yatmış, hapiste olması gerekirken de birkaç yıldan sonra dışarı bırakılmış kim
bilir kaç kişi var.
Bu noktada, Süleyman Aktaş güzel bir örnek. Kendisine uzun süre cezai
ehliyeti olmayan biri olarak bakıldı. Aktaş’ın koğuş arkadaşını taşla ağır
yaralamasından sonra Hastane Başhekimi Psikiyatr Dr. Ahmet Ayer şöyle
dedi: “Süleyman Aktaş’ın rahatsızlığı çeşitli zamanlarda alevleniyor ve o,
aslında saldırgan biri değil.”
Türkiye Elektrik Kurumu Müessese Müdürlüğü’nde hat işçiliği yaparken
31.500 volt elektrik akımına kapılıp ağır yaralanmasının Aktaş’ın ruh
sağlığına etkisiyse sanırım hiçbir zaman anlaşılamayacak.
“Sözünü tutmayanlar ve ihanet edenler cezasını çekmeli.”
MEHMET GÖKER
KUYUCU
Mehmet Göker, 1955’te Kırıkkale’de doğdu. Evli, bir çocuklu. Mermer ustası. 1992-2002
yılları arasında biri kadın beş kişiyi öldürdü ve cesetlerini battaniyeye sarıp kuyuya attı.
Kurbanlarının kafatasının içine Ninja Kaplumbağa oyuncağı bıraktı. Cezaevinde.
27 Mart 2002
İzmir/Gümüldür
İzmir Cumhuriyet Savcısı ve adli tabip, engebeli arazide yaklaşık on beş
dakikalık bir yürüyüşten sonra kuyunun yanına ulaştı. Gümüldür’ün İnönü
Mahallesi’ndeki dağlık bölgeye yakın bir arazi içinde bulunan kuyu
belediyeye aitti ve yıllar önce kurumuştu.
Savcı, kuyunun hemen yakınında duran, baş ve uç kısmı kalın bir iple sıkı
sıkıya bağlanmış, lime lime olmuş kilime yaklaştı. İçinde ceset olduğu
düşünülen kilim, bir saat önce 25 metrelik kuyunun dibinden çıkarılmıştı.
Jandarma ekibi cesede ulaşabilmek için önce yarım ton kadar toprak
çıkarmak zorunda kalmıştı. Savcı, adli tabibi kilimi açması için çağırdı. Önce
kilimi saran ipler kesildi. Sonra da yavaşça kilim açıldı. Havaya ağır bir koku
yayıldı.
Ceset tamamen çürümüştü. Yıllarca bu kuyuda kaldığı ve genç bir kadına
ait olduğu anlaşılıyordu. Ancak kimliğini ve ölüm nedenini tespit etmek
uzmanlar için kolay olmayacaktı. Üzerinde kot pantolona benzer bir giysi ve
lime lime olmuş çizgili bir bluz vardı.
Baş kısmına kalın bir elektrik kablosu sarılmıştı. Kafatasının sağ tarafı
parçalanmıştı. Parçalanma şekli, kafasının bu kısmına sert ve ucu sivri bir
cisimle vurulduğunu gösteriyordu.
Bir Gece Önce
Gümüldür Jandarma Komutanlığı’na bağlı nöbetçi jandarma ekibi sakin bir
gece geçiriyordu. Vakit gece yarısına yaklaşmak üzereydi. Jandarma eri,
telaşla nöbetçi subayın odasına koştu. Telefonda bir adam vardı ve önemli bir
ihbarda bulunacağını söylüyordu.
İhbar, on yıl önce Kırıkkale’de öldürülen üç kişinin katili hakkındaydı.
Telefondaki adam, Mehmet Göker adlı katilin Gümüldür’de, vericilerin
bulunduğu mıntıkada bir barakada kaldığını ihbar ediyordu.
İhbardan iki saat sonra jandarma ekipleri barakanın etrafını çevirdi. Önce
bir süre gözetlediler, içerideki adamın uyumaya hazırlandığını anlayınca da
harekete geçtiler.
Jandarma Karakolu’na yapılan ihbar doğruydu. Yakalanan kişi Mehmet
Göker’di. Ama üzerinden Murat Güzelyurt adına düzenlenmiş sahte bir
kimlik ve ruhsatsız bir tabanca çıktı.
Göker, Jandarma Karakolu’na getirildiğinde, 11 Şubat 1992 tarihinde,
Kırıkkale’de Bahattin C. ve Birsen K.’yı bıçakla, Satılmış T.’yi ise
tabancayla öldürdüğünü itiraf etti.
Aslında jandarma ekibinin işi, Göker’in itirafından sonra bitecekti. Suçlu,
ifadesi alındıktan sonra adliyeye sevk edilecekti. Ama Göker’in sorguyu
bitirmeye niyeti yoktu.
Kendi deyimiyle anlatacağı ya da aydınlatacağı başka cinayetler de vardı:
“Kırıkkale’deki cinayetlerden arandığım için 10 yıldır sahte kimlikle
dolaşıyordum. Parça parça işlerde çalışıyordum. 5-6 sene önce Hasan
Yaya’nın yanında çalışmaya başladım. Bir gün yanıma geldi.
Hasan, oğlu Murat’ın bir kız kaçırdığını ve kızın birkaç gündür evinde
olduğunu söyledi. Kız, Hükümet Konağında temizlik yapan bir kadının
kızıydı. Gelini olmasını istemiyordu. Kızın başkalarıyla ilişkisi olduğunu ve
ailelerine yakışmadığını düşünüyordu. Kızı bırakması için oğlunu dövmüş,
sonra da kızdan kurtulmasını istemiş. Oğlan da o sinirle kızın kafasına
çekiçle vurmuş ve öldürmüş.”
Ne de olsa Mehmet Göker cinayetten anlıyordu.
“Bu işlerden anlarsın, cesetten kurtulmak için bana yardım et,” dedi.
Karşılığında beş bin lira verecekti.”
Göker, birlikte cesedin yanına gittiklerini ve burasının derenin üstündeki
köprülerden birinin altı olduğunu söylüyordu:
“Gittiğimde kız ölmüştü. Ağzı gözü kan içindeydi. Kendisinden bir kilim
ve ip getirmesini istedim. Getirdi. Cesedi sardım. 300 metre ileride
kullanılmayan bir kuyu vardı. Bir iki kez dinlenmek suretiyle oraya
götürdüm. Kuyunun içine attım. Üzerine yirmi çuvala yakın toprak attım.”
Mehmet Göker, Hasan Yaya’dan olaydan bir hafta sonra 1.000 lira, birkaç
gün sonra da 500 lira almıştı. Ortada şimdilik sorun yoktu. Ancak birkaç
hafta sonra Mehmet Göker’in eşiyle Hasan’ın kızı kavga etti ve böylece iki
ailenin arası açıldı. Aile Mehmet Göker’i esrar satmakla suçluyordu. Bunun
üzerine Göker, aileden parasının kalanını istedi. Ancak ailenin büyük oğlu
Murat’ın tepkisi sert oldu: “Bizi haraca mı bağlayacaksın?”
Göker işte bu yüzden kendisini ihbar edenin Hasan Yaya olduğuna
inanıyor ve beraberce işledikleri cinayeti ihbar ediyordu:
“Paramı vermiş olsalardı, bunları anlatmayacaktım,” demeyi de ihmal
etmedi.
Göker, Sibel’in Murat Yaya tarafından öldürüldüğünü görmediğini,
yalnızca cesedi gördüğünü ve bu şahsı daha önce tanımadığını söyleyerek
ifadesini bitirdi.
Göker’in ifadesi sayesinde, 22 yaşında ölen Sibel İ.’nin iki buçuk yıldır
kayıp olan cesedi kuyuda bulundu.
Şimdi jandarma ekibinin yapması gereken Sibel İ.’nin ailesine ulaşmaktı.
Annesinden kızını teşhis etmesi istendi. Kadının karşısında yıllardır kayıp
olan kızının cesedi duruyordu.
Anne, kızının evden kaçtıktan birkaç gün sonra geri döndüğünü, bu sırada
bir kavga olduğunu ve birinin bıçaklandığını söylüyordu. Bildikleri bunlardı.
Kızı yüzünden bir genç öldürülmüştü. Kızı eve döndükten sonra savcılık
ifade için çağırmış, o da eliyle götürüp ifadesini aldırmıştı.
Kadının bilgisi sınırlıydı. Olayın aslı ise şöyleydi: Sibel evlenmek için Ali
Konuk’la kaçmıştı. Ama daha önce arkadaşlık ettiği Osman Keskin bu
duruma tepki göstermiş, yanına iki arkadaşını da alarak Ali’nin yolunu
kesmişti. Çıkan kavgada Ali bıçaklanarak öldürülmüş, Osman Keskin de ağır
yaralanmıştı.
Sibel, olaydan sonra baba evine dönmüş, ifade verdikten on gün sonra da
tekrar ortadan kaybolmuştu. Aradan iki buçuk yıl geçmişti ama ailesinden
kimse onu aramamıştı. Başka biriyle kaçtığını düşünüyorlardı.
Sibel’in annesi, Hasan Yaya’yı oğlu Murat’ı tanımadığını, Mehmet
Göker’iyse hiç görmediğini söyledi. Bunun üzerine jandarma anneden
Sibel’in fotoğrafını Mehmet Göker’e göstermesini istedi. Kadın kızının
fotoğrafını çıkardı ve Göker’e uzattı:
“Jandarmada bana kızımın resmi olup olmadığını sordular. Kızımın
resmini gösterince hemen kızımı tanıdı. Kafası parçalanmış bir kızı daha önce
görmediyse nasıl hemen tanıdı.”
Kurbanın annesi farkında olarak ya da olmayarak çok doğru bir soru
soruyordu: Mehmet Göker, Sibel’i öldürmediğini, cesediniyse gece
karanlıkta, üstelik de kan içinde gördüğünü iddia ediyordu. İlk bakışta kızı
fotoğrafından nasıl tanıyabilmişti?
Sorular bununla da sınırlı değildi. Öncelikle Sibel’in daha önce birlikte
olduğu ve Ali’yi öldüren Osman Keskin, Mehmet Göker’in kuzeniydi. Bir
süre karısıyla birlikte onun evinde kalmış, aynı işyerinde birkaç yıl
çalışmışlardı.
Mehmet Göker’in Sibel’i tanıma olasılığı büyüyordu. Ayrıca Sibel,
bıçaklanma davasının görüldüğü sırada ortadan kaybolmuştu. Davanın en
dikkat çekici yanıysa otopsi sırasında Sibel’in kafatasının içinden bir oyuncak
Ninja Kaplumbağa çıkarılması oldu. Osman çevresinde dövmelere
düşkünlüğüyle tanınıyordu. Kollarında bir kadın ve Ninja Kaplumbağa
dövmesi vardı. Bıçaklandığı için hastanede ağır yaralı yatarken ortadan
kaybolan Sibel’in kafasında Ninja Kaplumbağa bulunmasının anlamı neydi?
Birisi onun intikamını almış ve imza olarak çok sevdiği Ninja Kaplumbağa
figürünü mü kullanmıştı?
Mehmet Göker’in itirafı sonrasında Hasan ve oğlu Murat Yaya tutuklandı.
Ancak Göker’in anlatacakları bitmemişti. Anlattığına göre yakalanmasından
yalnızca on beş gün önce bir cinayet daha işlemişti. Bu kurbanının cesedini
de kuyuya atmıştı. Sibel’in cesedinden birkaç saat sonra bu ceset de bir başka
kuyuda bulundu. Göker olayı şöyle anlatıyordu:
“Türker Yurt’la evlerinde yaptığım bir inşaat işi nedeniyle tanıştım. Sonra
ailece görüşmeye başladık. Bir akşam Türker bana Hayrettin adında bir
adamın karısı hakkında ileri geri konuştuğunu söyledi. Yakalanmamdan 15
gün önceydi sanırım. Ertesi akşam Türker’den Hayrettin! evlerinin arka
kısmındaki boşluğa getirmesini istedim. Biraz sıkıştırıp korkutur konuşmasını
engelleriz diye düşünüyordum. Hayrettin geldi. Gelir gelmez de ileri geri
konuşmaya başladı. Bana sen ne karışıyorsun dedi. Sinirlenip kafasına kurşun
sıktım. Sonra cesedini beraber taşıyarak kuyuya attık. Düştüğünde su sesi
geldi.”
Mehmet Göker’in ilk ifadesi bu şekildeydi. Ancak daha sonra bu ifadesini
de değiştirdi.
Tıpkı Sibel olayında olduğu gibi cinayeti kendisinin işlemediğini, para
karşılığında suçu üzerine aldığını ve cesedin ortadan kaldırılmasına yardım
ettiğini söyledi.
Hep aynı şeyi yapıyordu. Önce cinayeti detaylarıyla anlatıyor, sonra
vazgeçiyor, onun profesyonelliğinden yararlanmak isteyen bazı kişiler için
cesetleri yok ettiğini iddia ediyordu.
Göker yıllardır arandığı Kırıkkale’deki üç cinayetin nedeniniyse “ihanet”
olarak açıkladı. Ona göre, sözünü tutmayanlar cezasını çekmeliydi.
Mehmet Göker, bu üç cinayetten ve Sibel İ.’yi öldürmek suçlarından ayrı
ayrı ömür boyu hapse mahkûm oldu.
Sibel İ. davasında yargılanan Hasan ve Murat Yaya ise beraat etti.
Cinayete katıldıklarına, azmettirdiklerine ya da Sibel İ.’yi tanıdıklarına dair
en ufak bir delil bulunamadı. Beşinci cinayet davasında, Göker’in
azmettirmekle suçladığı Türker Yurt da tahliye oldu. Mehmet Göker, bu
davadan da müebbet hapse mahkûm oldu.
Kendini Teşhir Etme İsteği
Bu noktada, Göker’in cinayetlerini diğerlerinden ayıran özelliklere dikkat
çekmekte fayda var. Bunların başında, cinayetlerin ortak bir motivasyona
dayanmasını, hepsinin belli bir ritüeli takip etmesini ve ceset üzerinde simge
bırakılmasını saymak mümkün.
Cinayet işleme şekillerini ve motivasyonlarını bir kenara bırakırsak, seri
katillerdeki en önemli patoloji teşhirciliktir. Mehmet Göker’in kurbanlarının
üstünde bir simge bırakması ya da cinayetleri zorlama olmadan anlatması
gibi. Çünkü onlar aslında karanlıkta işledikleri cinayetlerde reklam ışıklarını
arar. Bu yüzden büyük bir çoğunluğu suçlarını ve gerekçelerini hiç
zorlanmadan itiraf eder. İstisnasız hepsi de eylemlerini anlatan gazete
kupürlerinin koleksiyonunu yapar.
Katil, bir süre sonra saklanmaktan, kaçmaktan sıkılır ve kendini anlatmak
ister. Tedbiri elden bırakır ve sanıldığının aksine cinayetlere son veren polis
değil, katilin bizzat kendisidir. Hapse atılınca röportaj vermeyi kabul
etmelerinin, anılarını yazmalarının altında yatan neden de aslında bu.
Bu noktada birkaç notu yazmakta fayda var. Türkiye’de seri cinayet
tanımı, son yıllarda telaffuz edilir oldu. Bu konudaki ilk adımı 2000’li yılların
ortasında Emniyet Genel Müdürlüğü attı. ABD’den davet edilen iki seri katil
avcısı, il emniyetlerinin ilgili birimlerine seri cinayet kursu verdi. Emniyet,
bu seminerden bir yıl sonra da siyasi olmayan faili meçhul cinayet
dosyalarını incelemeye aldı. Seri cinayet olgusuna girmeden önce “seri
katil”in kim olduğunu da iyice anlamak gerekiyor. Seri katiller uzmanlara
göre üç temel gruba ayrılıyor: Hayal görenler, misyonerler ve hedonistler.
Hayal görenler grubundakiler cinayetlerini ilahi bir sese ya da emre uyarak
işlediklerini söylüyor. En tehlikeli grup olarak bilinen misyonerlerin cinayet
motivasyonu ise, dünyayı günahkârlardan temizlemek. Sonuncu grup olan
hedonistler de kendi içinde üç gruba ayrılıyor: Cinsel dürtüyle hareket
edenler, heyecan için öldürenler ve son olarak menfaat için öldürenler. Bu
son gruba az rastlanıyor.
Aslında seri katil tanımı, uzmanlarca pek sevilmiyor. Medya tarafından
icat edilen seri katil tanımına başta FBI uzmanları olmak üzere bütün
psikiyatrlar itiraz ediyor. Ancak bugüne kadar “seri katil” yerine konabilecek
daha iyi bir tanım da bulunabilmiş değil.
“Cinayetleri işleyen içimdeki diğer adam...”
YAVUZ YAPICIOĞLU
TORNAVİDALI KATİL
Yavuz Yapıcıoğlu, 1967’de Adana’da doğdu. Dokuz çocuklu bir ailenin oğlu. Üç ay evli
kaldı. 1994-2002 yılları arasında resmi kayıtlara göre on sekiz kişiyi öldürdü. Kırka yakın
insanı öldürdüğü düşünülüyor. Cinayetlerini tornavidayla işledi. Medyada “Tornavidalı
Katil” ya da “Avcılar Sapığı” olarak anıldı. Cezaevinde.
23 Aralık 2002
Tekirdağ/Çorlu
Çorlu sakin gecelerinden birini yaşıyordu. Hava soğuktu ve saat ilerlemişti.
Caddeden geçen insan sayısı azalmıştı. Çorlu Sağlık Mahallesi’ndeki
Çorluspor Tesisleri’nde bekçilik yapan 44 yaşındaki Hüseyin Y., görev
yaptığı kulübede televizyon izliyordu.
İçeride kaynayan çaydan camlar buğulanmıştı. Hüseyin Y. dışarıyı
görebilmek için sık sık elindeki bezle buharı siliyordu. Tekrar sildi ve camın
dibinde kendisine bakan adamı gördü. Adamın elinde kocaman bir tornavida
vardı. Kulübeden içeri girdi.
İlk cinayetten bir saat sonraydı. Tornacı Özcan Karagözoğlu o hafta gece
mesaisindeydi. Mesai arkadaşları gitmiş, o tek başına kalmıştı. Sabaha kadar
elindeki işi bitirmesi gerekiyordu. Önündeki tezgâhın gürültüsünden, elinde
kocaman bir tornavidayla ona arkasında yaklaşan adamı görmedi.
Gece Yarısı
Şakir T. işsizdi. Az önce birahaneden çıkmıştı. 43 yaşındaydı ve bu yaşta
nasıl iş bulacaktı! Bunları düşünerek evinin tenha sokağına girmişti. Üşüdü.
Montunun yakasını kaldırmak için başını kaldırdığında arkadaşını gördü.
Morali bir an için yerine geldi. Tokalaşmak için elini uzattı. Arkadaşının
elindeyse kocaman bir taş parçası vardı.
Katil, üç adamın cesedini de boş bir arazideki çukura attı. Üst üste. Üçü de
kafalarına defalarca tornavida saplanarak öldürülmüştü. Tanınmaz
haldeydiler. Üstlerini çok özenli olmayan birkaç parçayla kapattı ve
Çorlu’nun merkezine döndü.
Üstü başı kan içindeydi. O sırada Tonguçlar Camii’nin yanından geçtiğini
fark etti. Caminin avlusunda ellerini ve yüzünü yıkadı. İçeri girdi. Caminin
imamı Salih B. cemaate sabah namazı kıldırıyordu. Katil, nereye bastığına
dikkat etmeden ön sıraya ilerledi. İmamın yanma yaklaştı ve tornavidayı
adamın ensesine sapladı. O sırada olayı fark eden Beytullah Güngen
müdahale etmek için ayağa kalkınca, katilin darbelerinden o da kurtulamadı.
Ancak B. ve Güngen şanslıydı. Cemaat ayaklanmıştı. Katil, Çorlulular’ın
şaşkın bakışları arasında koşarak uzaklaştı. Kaçarken elinde tuttuğu kanlı
bıçağı kaldırarak bağırıyordu: “Ben İsa’yım.”
Çorlu polisi, camiye doğru giderken aynı gece üç kişinin daha
öldürüldüğünü ve bir çukura atıldığını bilmiyordu. Cemaat katili yakından
görmüştü. Eşkal veriyorlardı. Birkaç saat geçmeden katil yakalandı. Kaçmaya
çalıştığı da pek söylenemezdi zaten. Sorgusunda adını söyledi ve aynı gece
işlediği üç cinayeti de itiraf etti Yavuz Yapıcıoğlu.
23 Aralık gecesini kana bulayan Yapıcıoğlu, gözaltına alındığında rahattı.
Öldürdüğü üç kişiyi ve cesetleri attığı yeri söyledi. Bununla da kalmayıp,
daha önce de birçok insanı öldürdüğünü anlattı.
1994
İstanbul/Merter
Yavuz Yapıcıoğlu, ağabeyinin işyerine gitmek için evden çıktı. Bir süredir,
Merter’de Sis adlı bir tarikata takılıyordu. Kafası iyice karışmıştı.
Uykusuzdu. Yanından geçen genç bir kızın kendisine gülümsediğini fark etti.
Anlamsız gözlerle kıza bakmaya devam etti. Genç kız, tam yanından
geçerken Yapıcıoğlu’na “Günaydın,” dedi. Neden, diye düşündü. Birkaç
adım geçmişti ki, döndü. Kıza seslendi. Oysa mahalleden tanışıyorlardı. Genç
kız nişanlıydı ve arkadaşlarıyla birlikte onlar da işe gidiyordu. Bu kez yüksek
sesle sordu: “Neden günaydın dedin?” Yalnızca bir dakika sonra kızın
nişanlısı ve arkadaşlarıyla Yapıcıoğlu arasında kavga çıktı. Sözlü kavga
Yapıcıoğlu’nun bıçak çekmesiyle saldırıya dönüştü. O gün o sokakta
Yapıcıoğlu üç genci defalarca bıçaklayarak öldürdü. Hiçbirini tanımıyordu
bile. Bıçaklananlardan 20 yaşındaki Sait Korkmaz olay yerinde öldü. Diğer
ikisiyse kaldırıldıkları hastanede. Yapıcıoğlu’nun kaçması gerekiyordu.
Yanından geçen otomobilin önüne atladı. Arabayı kullanan Rasim Aydın,
olanlardan habersiz öfkeyle dışarı çıktı. Yavuz Yapıcıoğlu onu da öldürdü.
Yavuz Yapıcıoğlu’nun dokuz kardeşi vardı. Kendi ifadesine göre sevgisiz
büyümüştü. Babası başkasıyla ilişkiye girmişti. Daha sonra üvey annesinin
yanında ilkokulu, ortaokulu okumuştu. Hep sınıf birincisiydi. Sınıfında
arkadaşları arasında sayılıp seviliyordu. Lise ikinci sınıfa ka dar başarılı bir
öğrenci olarak okula devam etti. Sonra ailesiyle tartışarak önce evden sonra
okulundan ayrıldı.
Evlendi, ama 3 ay evli kaldı. Okul takımlarında ve amatör kümelerde
futbol oynadı. Dericilik yapıp işadamı da oldu. Ancak onu da yürütemedi ve
işyerini kapattı. Normalde iyi konuşup düzgün işler yapabildiğini, ancak
zaman ve mekân algılamasında bazen kendini kaybettiğini, cinayetleri bu
sırada işlediğini ve sanki içinde iki ayrı kişinin barındığını söylüyordu.
Mahkeme
Yavuz Yapıcıoğlu’nun Tekirdağ Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk duruşması
başladığında heyet gerçekten ilginç bir davayla karşı karşıyaydı. İlk
duruşmada Yapıcıoğlu’nun neden cinayetlerini bu kadar kolay anlattığı da
ortaya çıktı. Çünkü elinde kapı gibi “Cezai ehliyeti yoktur" raporu vardı.
Yapıcıoğlu savunmasına “Ben gerçek Atatürk’üm,” diyerek başladı.
Salondakilere zarar vermesin diye karate ve judo bilen polisler duruşmada
görevlendirilmişti. Katil, 1994’teki cinayetlerin ardından Avcılar’da
yakalanıp tutuklanmış, Adli Tıp Kurumu’nca akıl sağlığının yerinde
olmadığına karar verilmiş ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne
sevk edilmişti.
Hastanede çırılçıplak gezip, “Ben İsa’yım!” diye bağırmıştı. Tutulduğu adli
koğuşu yakmış, hastabakıcılara saldırıp onları yaralamış, koğuş arkadaşlarını
dövmüştü. Tabii bütün bu çabaları sonuç vermiş, bir yıl dolmadan Türk Ceza
Kanunu’nun 46. maddesine göre cezai ehliyetinin olmadığına dair raporunu
alıp çıkmıştı.
Hastaneden çıkalı çok olmamıştı ki, bir gün Pertevniyal Lisesi önünden
geçerken bir hademe ile bir kız öğrencinin tartıştığını gördü. Olaya karıştı.
Önce kızı kovaladı, sonra kendisini engelleyen hademeyi bıçakla öldürdü ve
yine kaçtı. Bu kez Adana’ya. Bu kaçış üç Adanalı’nın hayatına mal oldu.
Sonra Adana’dan da kaçtı. Bindiği otobüs Ankara’da mola verdi. Açtı, simit
alacaktı. Tanımadığı birinden para istedi; vermeyince adamı izleyip tenha bir
köşede şişleyerek öldürdü. Cinayeti gören bir adamı da kovaladı, onu da
boğazını keserek öldürdü.
Çorlu’ya geldi. Harçlık vermedi diye önce ağabeyinin dükkânını, sonra ona
arka çıkan iki yakın akrabasının evini yaktı. Aynı gün, Silivri’deki babasını
öldürmek için baba evini bastı. Selim Yapıcıoğlu, pompalı tüfekle ateş ederek
oğlunun elinden kurtuldu. Yapıcıoğlu’na yine yol görünmüştü. Bu kez
Balıkesir Edremit’e anneannesinin yanına gidiyordu.
Yaşlı kadının yanında üç gün sorunsuz kaldı. Üçüncü gün anneannesi
annesiyle ilgili hoşuna gitmeyen bir söz söyledi diye, yaşlı kadının başına kül
tablasıyla vurarak onu da öldürdü. Olayı duyan annesi iki gün sonra kalp
krizinden öldü.
Yapıcıoğlu, önceki cinayetlerinden “Kapalı yerde tutulamaz ve cezai
ehliyeti yoktur” şeklindeki raporlar yüzünden hapse atılamıyordu. Bunun
yerine tedavisi için hastaneye gönderiliyordu. O ise, Tekirdağ’daki mahkeme
heyetine şunları söylüyordu:
“Ben seri katil veya canavar değilim.”
Tekirdağ Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Mehmet Ekmekçi ise, önce
işlediği cinayetler nedeniyle devam eden bir dava bulunup bulunmadığı
konusunda araştırma yapılmasını istiyordu. Ekmekçi, bir kez daha
Yapıcıoğlu’nu cezai ehliyetinin olup olmadığının araştırılması için Adli Tıp
Kurumu’na yolladı. Beklenecekti.
Bu tarihlerde Yavuz Yapıcıoğlu’nun ağabeyi Yıldır Yapıcıoğlu ise, erkek
kardeşini şöyle anlatıyordu:
“Kardeşim talihsiz bir evlilik geçirdi. Eşiyle bir buçuk yıl evli kaldı. Ancak
bir kere bile ilişkiye giremediler. Daha sonra da ayrıldılar. Ondan sonra
Avcılar ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde zorla kadınlara tecavüz etti.
Kadınlardan nefret etmeye başladı. Zorla birlikte olduğu kadınları dövüp
öldürdüğünü gelip bize anlatırdı.
Daha sonra cinayetlere adı karışmaya başladı. Ardından bizim bildiğimiz
Tozkoparan’da üç, Adana’da üç, Ankara’da iki kişinin öldürülme olayına,
Modabağ’da bir askerin öldürülme olayına adı karıştı. Suçsuz, günahsız, yaşlı
anneannemi yok yere öldürdü.
Bizim bilmediğimiz daha çok tecavüz ve cinayet işlediğini gelip anlatırdı.
Çalışmaz, sağdan soldan para gasp eder, istediğini alamadığı takdirde
öldürürdü. Benim kardeşim böyle bir psikopat. Biz buna bir çare bulamadık,
bulamıyoruz.”
Ağabey, kardeşinin yıllardır bulunamayan “Avcılar Sapığı” olduğunu da
iddia ediyordu:
“Kardeşim, birlikte olmayı reddeden ya da gözüne kestirdiği kadınlara
tecavüz ettikten sonra, pek çok kadın öldürmüş. Öldürmekten ve sapık
ilişkilerden çok zevk aldığını söylüyor. Bana kendi yaptıklarını anlatınca
kanım dondu. Kim bilir daha kimlerin canı yanacak.”
Yanmıştı bile.
2003’te yargılama devam ederken, Yavuz Yapıcıoğlu’na ait Adli Tıp
raporu geldi. Adli Tıp Kurumu’na göre sanık, “Akıllı... Cezai ehliyete sahipti.
Bakırköy’den numara yaparak deli raporu almıştı.” Raporun karar bölümünde
şöyle yazıyordu:
“Sanığın 9 Nisan 2003 ile 15 Nisan 2003 tarihleri arasında ayakta yapılan
muayenesi, müşahedesi, yapılan tetkikleri ve adli dosyanın incelenmesi
neticesinde; ceza ehliyetini etkileyecek derecede akıl hastalığına veya
zayıflığına musab olmadığı tıbbi kanaat ve mütalaamızı bildiririz.”
Ve şöyle devam ediyordu:
“Yavuz Yapıcıoğlu’nun simülasyon —iradi denetim altında davranış ve
düşünce bozuklukları— gayreti içinde bulunduğu anlaşılmıştır.”
Yargılama sonunda Yavuz Yapıcıoğlu, Tekirdağ Ağır Ceza
Mahkemesi’nde görülen davada Şakir T.’yi öldürmekten 28 yıl, Salih Baş’ı
da öldürmeye tam teşebbüsle yaralamak suçundan 16 yıla mahkûm oldu.
Oysa, kendisinin de itiraf ettiği kanıtlanmış 18, kanıtlanamayan 40’ın
üstünde cinayeti var. Kendisiyle sohbet edenlerin söylediğine göre,
Yapıcıoğlu konuyu dinden açıp matematiğe, matematikten astrolojiye
bağlayabilen biri. Çok bilgili ve zeki olduğunu, insanı kendine hayran
bırakan bir tarzı olduğunu söyleyenler de var.
Askb’nin (Anti-Sosyal Kişilik Bozukluğu) Tipik Örneği
Yavuz Yapıcıoğlu’nun gözünü kırpmadan, neredeyse sebepsiz ve
acımasızca bu kadar çok insanı öldürebilmiş olması çoğumuz için akıl almaz
bir durum. Yapıcıoğlu gibi bir katili okurken, ister istemez kendimizi
kurbanın yerine koyar ve acı çekeriz. Bunun adı empati yeteneği. İşte bu
yetenek sayesinde cinayet işlemeyiz.
Bir araştırmada biri teşhis konmamış, diğeri ASKB saptanmış iki denek,
bir insanın başka bir insana zarar verdiği bir videoyu izliyor. Araştırmacılar,
milimetrik ölçümlerle biyolojik parametlere baktığında, normal kişinin deri
geçirgenliğinin arttığını, irislerinin büyüdüğünü, tüylerinin hafif dikleştiğini,
kalp atışının hafif hızlandığını ve ter bezlerinin daha hızlı çalıştığını
kaydediyor. Bunların hepsi ayna nöronlarının harekete geçmesiyle
gerçekleşiyor.
Anti-sosyal kişilik bozukluğu olan insandaysa bu ölçümlerin hiçbiri
saptanamıyor. Empati nöronları diye bilinen ayna-nöronları (mirrornöronları)
diğer insanlardaki gibi çalışmıyor. Başka bir insanın acısı
karşısında empati duyamıyor. Hatta karşısındakini insan olarak algılamıyor.
Yavuz Yapıcıoğlu gibi katilleri diğer insanlardan ayıran en büyük biyolojik
fark bu.
Gündelik hayatta sosyopatlık veya psikopatlık olarak adlandırdığımız Anti-
Sosyal Kişilik Bozukluğu, suçlularda yüksek oranda görülüyor, ancak bu
bozukluğa sahip olup da hiç suç işlemeden yaşayıp gidenlerin sayısı da hayli
fazla.
Çocukluktan itibaren teşhis edilebildiği öne sürülen bu sorun, çocuklukta
aşırı soğukkanlılık, hayvanlara zarar verme ve bundan zevk duyma, yaşıtlarla
geçinememe ve anne babayı kendi çıkarları için manipülatif bir biçimde
kullanma gibi belirtilerle saptanıyor. En tehlikelisi de bu psikolojik sorunun
yüksek zekâyla birleşmesi. Genelde yetişkinliğe kadar sürdürülen başarılı bir
öğrenim hayatı, kariyer, daha sonra detaylı planlanmış saldırılar veya
katliamlarla sonuçlanabiliyor.
Bu noktada Yavuz Yapıcıoğlu’nun arkadaşlarının onu çok bilgili, zeki ve
kendine hayran bırakan bir tarzı olduğunu söylediklerini hatırlamakta fayda
var.
“Yaptığım işi ava benzetiyordum. Ben avcıydım. Kurbanlarım da av. Onların
üzerinden çıkan para da benim hakkım olan ganimetti. Eğer onları
öldürmeseydim sonra beni bulup döverlerdi.”
HAMDI KAYAPINAR
AVCI
Hamdı Kayapınar, 1980’de Kayseri’de doğdu. İşsiz. Bekâr. Annesi, kız kardeşi ve
ağabeyiyle yaşadı. İlk kurbanı, kuyuya atarak boğduğu 4 yaşındaki erkek kardeşiydi. Seri
cinayet işlemeye 1998’de başladı. 2001’e kadar Kayseri kanalboyu mevkiinde altı kişiyi
uzaktan tüfekle ateş ederek öldürdü, üç kişiyi de yaraladı. Cezaevinde.
30 Mart 1998
Kayseri
İşadamı Yaşar S., otomobilinden inmek üzereydi ki, radyoda sevdiği
şarkıyı duydu. Sesi biraz daha açtı. Aracın içine sıcak bir huzur havası
dolmuştu. Arkasına yaslandı. S., aracının hemen arkasından ölümün
yaklaştığından habersizdi.
Aynı saatlerde S.’nin eşi pencerede bekliyordu. Kocası daha önce hiç bu
kadar geç kalmamıştı. Kadın, nefes alamayacak kadar daraldığında balkona
çıktı ve eşinin aracının park yerinde olduğunu görüp sevindi. Bir süre eşinin
kapıyı çalmasını bekledi. Ama kapıya gelen yoktu. Tekrar balkona çıktı.
Kimse yoktu. Apar topar aşağı indi. Aracın camlarının kırık, koltuğununsa
kanla kaplanmış olduğunu gördü.
46 yaşındaki Yaşar S.’nin cesedi sabaha karşı Kayseri kanal boyu
mevkiinde bulundu otomobilinden kilometrelerce uzakta bulundu. Yaşar S.,
başının arkasından vurulmuş sonra da sürüklenerek kanal kenarına taşınmıştı.
Olay yeri inceleme ekibi ise, bu sırada cinayetin işlendiği otomobili
araştırmış ve iki önemli delil bulmuştu. Arabanın yan camında bırakılan,
Yaşar S.’ye ait olmayan bir parmak izi ve aracın hemen yanında bulunan ve
boş av tüfeği fişeği.
Kayseri, işadamının öldürülmesi haberiyle çalkalanıyordu. Yerel gazeteler
cinayeti günlerce manşetten verdi. Türlü senaryolar kuruldu. Halk, Kayseri
polisinden cinayeti bir an önce çözmesini bekliyordu.
Kayseri polisi günlerce ve haftalarca katili aradı. Ne araçta bulunan
parmak izinden ne de olay yerinde bulunan boş kovandan sonuç alınabildi.
Cinayet hakkındaki akıl yürütmeler bir süre sonra kesildi. Yaşar S. cinayeti
dosyası ise eldeki tek ipucu olan parmak izi ve boş kovanla birlikte rafa
kaldırıldı, ta ki bir yıl sonra Kayseri’de av malzemeleri satan bir dükkân
ikinci kez soyulana kadar. İkinci soygun, ilkinden tam bir yıl sonra, 6 Mart
1999’da gerçekleşti. Bu kez dükkândan iki tüfek, bir kuru sıkı tabanca ve
onlarca fişek çalındı. Bir kez daha olay polis kayıtlarına sıradan bir hırsızlık
vakası olarak geçti. Kimsenin aklına kâbusun yeni başladığı gelmiyordu.
Soygundan 1 Ay Sonra
37 yaşındaki İbrahim Demir, gece yarısı, bisikletiyle yorgun argın evine
dönüyordu. Nisan ayı olmasına rağmen Kayseri’nin gece ayazı bastırmıştı.
Kanal boyu ıssız ve karanlıktı. Demir, kanalın diğer yakasında biri
olduğundan ve bu kişinin ona doğrulttuğu namlunun menziline girdiğinden
habersizdi. Önce bir patlama sesi duydu, ardından da korkunç bir acı hissetti.
Birkaç metre daha ilerledikten sonra yere yığıldı. Ağır yaralanmış ama
ölmemişti. Tüfekle vurulmuştu.
Katil kurbanım öldürememiş ama ısrar da etmemişti. Ya da bir başka
deyişle kanalın bu yakasına geçmemişti.
İbrahim Demir’in vurulmasından üç gün sonra yine kanal boyunda, bu kez
Çinkur’da işçi olarak çalışan Bünyamin Selvi vuruldu. Demir gibi o da
saldırıdan yaralı kurtulmayı başardı. Ona da uzak mesafeden, tek bir kez ve
tüfekle ateş edilmişti.
Katil ya da katillerin yalnızca yaralama amacıyla ateş etmesi pek sık
rastlanan bir durum değildir. Öldürme eylemini tamamlamamak akla ancak
korkutmayı getirir ki bu da kurbanlarla katil arasında bir husumet bağı olması
anlamına gelir.
Ne Demir ne de Selvi vuranı görmüştü. Her ikisi de eşkal veremiyordu.
Polis, kanal boyunu karış karış aramış ama saldırgandan bir iz bulamamıştı.
Polisin her iki kurban arasında bağlantı kurma çabaları da boşa çıktı.
Kanal boyu sakinleri için iki saldırı yetip artmıştı bile. Halk, sokağa
çıkmaya korkuyordu. Hava kararmadan önce herkes evine giriyor ve bir daha
pencereye dahi çıkmıyordu.
Polise şehrin her yerinden ihbarlar yağıyordu. Verilen eşkallerin hepsi
saldırganın en az 1.90 boyunda, esmer ve iri yapılı olduğu yönündeydi.
Bu esmer ve iri yapılı saldırgan, kanal boyunda oturan bütün ailelerin
korkulu rüyası olmuştu. Herkes birbirine bu ateş eden ama öldürmeyen
saldırganın amacını soruyordu. Kimdi bu saldırgan?
İşi şansa bırakmak istemeyen kadınlar, gece vardiyasına gitmek zorunda
olan eşlerini servis araçlarına kadar gruplar halinde götürmeye başlamıştı. Bu
grup halinde dolaşma tam bir hafta sürdü. Bir hafta sonra kanal boyunda
oturanlar yeni yeni sakinleşiyordu ki, saldırgan bu kez amacına ulaştı.
52 yaşındaki Memiş D., bir fabrikada gece bekçisiydi. İşyeri evinden
yalnızca iki kilometre uzaktaydı. Sabaha karşı işyerinden çıkıyor ve birkaç
kilometre pedal salladıktan sonra evine ulaşıyordu. O gece de hava
aydınlanmadan eve gitmek için yola çıktı. D.’nin cesedi hava ağardıktan
sonra kanalın içinde yüzüstü yatarken bulundu. Cebindeki bütün parası
alınmıştı. Katil yine tüfekle ateş etmiş ve yine arkasında boş kovan
bırakmamıştı.
Kanal boyu sakinleri de Kayserililer de tam anlamıyla panikteydi.
Saldırgan artık katil olarak anılıyordu. Hakkındaki söylenceler kulaktan
kulağa yayılıyordu. Her an her yerde içlerinden birinin karşısına
çıkabileceğine inanılan bu iri yarı esmer katilin çok zeki olduğu
düşünülüyordu.
Bir Hafta Sonra Benzin İstasyonu
Kanal boyuna yakın bir benzin istasyonunda çalışan İbrahim Genç,
ışıkların sayısını azaltmış, sırtı cama dönük, kulübesinde televizyon
seyrediyordu. Bir ses duydu ve ne olduğunu anlamak için pencereden baktı.
Zifiri karanlıktı. Yanıldığını düşünerek tekrar sandalyeye oturdu. Bu kez de
yayın bozulmuştu. Kalktı ve kanalı ayarlamak için eğildi. Pencerenin
pervazında parlayan namluyu göremedi.
İbrahim G.’nin cesedi, sabaha karşı benzin istasyonuna gelen bir müşteri
tarafından bulundu. Cüzdanı çalınmıştı. Ve yine tüfekle vurularak
öldürülmüştü. Yine katilden geriye en ufak bir ipucu kalmamıştı.
Katil, on kilometre uzunluğunda ve dört kilometre genişliğindeki bir
alanda insanları öldürüyor ama Kayseri polisinin elinden, bölgede 24 saat
devriye gezmekten başka bir şey gelmiyordu. Ta ki son cinayetten dört gece
sonrasına, polisin katille burun buruna geldiği geceye kadar.
Devriye polisi, son cinayetten sonra bölgedeki takipleri iyiden iyiye
sıklaştırmıştı. O gece Emniyet’e gelen bir telefon bisikletle gezen şüpheli bir
şahsı ihbar ediyordu. İhbara göre sırtında tüfek olan bir adam bisikletle
geziyordu. Devriye polisi ihbarı akla uymayacak kadar asılsız bulmuş, yine
de dikkatli olmaya karar vermişti. Tam bu sırada polislerden biri karanlıktaki
bisikletliyi gördü. “Dur” ihtarına uymaya niyeti yoktu. Bir polis adamın
arkasından koştururken diğeri önünü kesmek için kestirme yola girdi ve
köşeyi döner dönmez bir tüfeğin namlusuyla karşı karşıya geldi.
Katilin tüfeğinden çıkan saçmalar polisin bacağını parçalamıştı
parçalamasına ama hiç olmazsa artık ellerinde bir eşkal vardı ve halkın
kafasında yarattığı tiple taban tabana zıttı. Katil 1.65 boylarında ve
çelimsizdi.
Tam bu sıralarda Kayseri Cinayet Masası ekipleri de Ankara’da iki günlük
bir konferansa gitmeye hazırlanıyordu. Konferansın konukları Kuzey Teksas
Üniversitesi’nden Robert W. Taylor ve Edward Huesken’di. Konu ise, seri
katiller.
Kayseri Cinayet Masası dedektifleri seminerde Amerika Birleşik
Devletleri’nde yaygın olan seri cinayetlerle ilgili birçok şey öğrenmişti. Bu
iki uzman, seri katillerin tipik özelliklerini, psikolojilerini ve onları yakalama
tekniklerini anlattıkça Kayseri polisi, kanal boyunda cinayet işleyen bir seri
katille karşı karşıya olduğunu anladı.
Ve öğrendiklerine göre, her şeyden önce katilin bir profili çizilmeliydi.
Kayseri’ye döner dönmez ilk iş, ülkenin ileri gelen üniversitelerinde görevli
psikiyatrları aramak oldu. Cinayet ve yaralama dosyaları uzmanlara verildi.
Dedektifler, psikiyatrlardan bir tek şey istiyordu: Katilin profilini.
Yirmiye yakın psikiyatrın hazırladığı rapor sonunda ortaya çıkan katilin
profili şöyleydi:
Genç, bekâr bir erkek. Çünkü tüfek kullanıyordu ve gece rahatça evden
çıkabiliyordu. Cinayetleri tek başına işliyordu. Saldırılarda atış maktulün
öldürücü noktasına ve tek seferde yapılıyordu. Tereddüt yoktu. Psikiyatrların
çizdiği profil bunlarla sınırlı değildi. Onlara göre katil, insanlardan kopuk
yaşayan biriydi, çünkü dar bir alanda cinayet işlemesine rağmen bugüne
kadar bir tek kişiden bile herhangi bir şüpheli ihbarı gelmemişti. Aile yapısı
bozuktu. Aile içi şiddete ya da tacize maruz kalmıştı. Bunun en önemli
göstergesi ise, cinayet işleme şeklinin agresif ve acımasız olmasıydı. Ailedeki
bir tipten intikam alıyordu. Psikiyatrların son tespiti şu oldu: Kıskanç,
sabıkalı ve durdurulana kadar durmayacak.
9 Şubat 2001
Kayseri Olay Yeri İnceleme Ekibi, ihbar edilen yere geldiğinde manzara
korkunçtu. Cafer Ş., Abdullah A. ve Ali A. otomobillerinin içinde
kafalarından tüfekle vurularak öldürülmüştü. Cafer Ş’nin kol saati, Abdullah
A.’nın parası, Ali A.’nın ise cep telefonu çalınmıştı.
Katil abluka altındayken bile cinayet işlemeyi başarmıştı. Ancak bu kez
farklı olarak, üç kişiyi aynı anda kurban seçmişti. Belki de bu yüzden
arkasında ilk ipucunu, boş bir kovanı delil olarak bırakmıştı.
Eldeki veriler ve profil ışığında son cinayetin işlendiği gece Kayseri’deki
bütün erkekler tekrar incelemeye alındı. Sabıkalı sabıkasız herkes adeta
elekten geçiriliyordu. Ama bu liste binlerce erkek anlamına geliyordu.
Bu sırada uzmanların dikkatini daha önce gözden kaçan bir ayrıntı çekti.
Üç yıldır kanal boyunda gerçekleşen saldırı ve cinayetlerle son cinayet
arasında tam on dokuz aylık bir boşluk vardı. Üç yıldır devam eden cinayetler
arasında on dokuz aylık bir suskunluk dönemi dikkat çekiciydi. Katil, sanki
bir süre bir yerlere gitmiş ve son cinayetle geri döndüm demişti. Uzmanların
profiline göre genç ve bekâr bir erkek, on dokuz ay için nereye gider?
Kayseri’den o dönem içinde ayrılan tek kişi 22 yaşındaki Hamdi
Kayapınar’dı. Kayapınar, on dokuz aylık askerliğini yapmak üzere
Çanakkale’ye gitmiş ve kısa bir süre önce geri dönmüştü. Üstelik Kayapınar,
profile de eşkale de tıpatıp uyuyordu. Yoksul bir ailenin çocuğuydu. Annesi
ve kız kardeşiyle birlikte yaşıyordu. Gündüzleri evden çıktığını gören
olmamıştı. Bekâr, işsiz ve sabıkalıydı. Üstelik sabıkası, av malzemeleri
dükkanı soymaktı.
Bir Gün Sonra
Polis, 22 yaşındaki Hamdi Kayapınar’ın kanal boyundaki evine ulaştığında
saat gece yarısını geçmişti. İki cinayet masası dedektifi, gecekondunun derme
çatma bahçe kapısını iterek içeri girdi, ikisi de tetikteydi. Biri pencereyi
gözlerken diğeri kapıya yaklaştı. İçeride ışık yoktu. Zile basıp bir süre
beklediler.
Polisler biraz bekledikten sonra ayrılırken kapının arkasında bir adam
tüfeğini polislere doğrultmuş bekliyor ve yanındaki biri yaşlı, iki kadına
tehditkâr gözlerle bakıyordu.
Komşunun ifadesi: “Siz kapıdan ayrıldıktan biraz sonra Hamdi annesi ve
kız kardeşiyle birlikte evden çıktı. Koltuğunun altında sarılı uzun bir şey
vardı.”
Polis, ertesi gün Hamdi Kayapınar’ın evine gittiğinde komşularından
bunları öğrendi. Polis artık doğru iz üzerinde olduğundan emindi. Kanal
boyundaki ev 24 saat gözlem altına alındı. Ama Hamdi Kayapınar eve
gelmiyordu. Evde sadece annesi ve kız kardeşi kalıyordu. Bir yandan da
cinayet masası ekipleri şüpheli hakkındaki soruşturmayı derinleştiriyordu.
Gelen ilk bilgiler şaşkınlık vericiydi.
Hamdi Kayapınar, Nisan 1998’de, yani otomobilinde vurulan Metin K.
cinayetinden birkaç gün sonra ağabeyi Ümit Kayapınar’la birlikte
tutuklanmış ve hapis yatmıştı. Suçları ise av malzemesi satan dükkânı
soymaktı.
Dönemin cinayet masası dedektifleri soygunla Metin K. cinayeti arasında
bağ kuramamıştı. Bu da üç kişinin yaralanmasına ve tam altı cana mal
olmuştu. Hem de Kayapınar’ın parmak izi otomobilin camında olduğu halde.
Artık kaybedecek vakit yoktu. Aynı gün Hamdi Kayapınar’ın ev araması
için mahkeme emri çıkarıldı. Kayapınar’ın annesi ve kız kardeşinin önünde
yapılan aramada polis, evde kanlı bir pantolon, mutfak tezgâhının altındaki
pirinç bidonunun içinde bir miktar para ve yatak odasındaki çekmecede bir
kol saati buldu.
Kayapınar’ın evinde bulunan bütün eşyalar son kurbanlarına aitti. Kanlı
pantolon, kanın kime ait olduğunun tespiti için Adli Tıp Kurumu
Laboratuvarı’na gönderildi. Cinayetlerin işlendiği tüfek ise ortada yoktu.
Kayapınar’ın kız kardeşinin ifadesi şöyleydi:
“Siz o gece geldiğinizde evdeydik. Ama abim kapıyı açtırmadı. Polisler
gidince birlikte çıktık. 500 metre kadar yürüyüp boş bir alana geldi. Kanal
boyundaydı. Önce tüfeği gömdük, biraz ileriye de fişekleri.”
Polis, Hamdi Kayapınar’ın kız kardeşinin gösterdiği yerde kazı yaptı.
Tüfek, toprağın altında bir kumaşa sarılı halde bulundu. Kazı saniye saniye
kameraya kaydedildi. Polis, çok yakında bunun faydasını görecekti.
Şimdi geriye bir tek şey kalmıştı. Evde bulunan Kayapınar’a ait
pantolondaki kanın kimliğinin tespiti. Adli Tıp Kurumu uzmanlan işe Hamdi
Kayapınar’ın pantolonunda bulunan örneğin kan olup olmadığını tespit
etmekle başladı. Bunun için kumaştan alınan örneğin üzerine benzin döküldü.
Benzinin renginin maviden yeşile dönmesi pantolon üzerindeki lekenin kan
olduğunu gösteriyordu. Kan, son cinayette öldürülen Cafer Ş.’ye aitti.
Kayseri polisi bütün delilleriyle Hamdi Kayapınar’ı tutuklamaya ve
mahkeme önüne çıkarmaya hazırdı. Ama Kayapınar çoktan sırra kadem
basmıştı. Ortada yoktu, ta ki, karakoldan içeri kendi isteği ve yanında
dayısıyla birlikte girene kadar.
“Ben Hamdi Kayapınar... Beni arıyormuşsunuz!”
Kayapınar kendinden emin görünüyordu. Ona göre arkasında hiçbir delil
bırakmamıştı. Sorguyu bir kez daha atlatacağını düşünüyordu ama polis bu
kez hazinlikliydi. Önce boş kovan, sonra kanlı pantolon Kayapınar’a
gösterildi. Ardından Adli Tıp Kurumu’nun raporu ve son olarak Yaşar S.’nin
otomobilinin camındaki izlerin ona ait olduğunu bildiren Kriminal
Laboratuvarı raporu.
Ona göre polisin elinde hâlâ cinayet silahı yoktu. “Ben yapmadım,”
demeye devam ediyordu. Ta ki, annesi ve kız kardeşinin gösterdiği yerden
çıkarılan tüfeğin görüntüleri kendisine gösterilene kadar.
Katil için çözülme, belki de yaptıklarıyla övünme zamanıydı. Üç gün süren
sorgusu boyunca bütün cinayetleri ayrıntılarıyla anlattı. Hatta Yaşar S.
cinayetinde yalnız olmadığını, ağabeyi Ümit Kayapınar’la birlikte cinayeti
işlediklerini ve kurbanın cebinden aldıkları 66 lirayı paylaştıklarını da...
Ağabeyi Ümit, daha sonra bir başka hırsızlık suçundan hapse girmişti.
Sorgunun sonunda polis Hamdi Kayapınar’a şu soruyu sordu: “Pişman
mısın?” Cevap şöyleydi: “Şu an pişman oldum. Bu duyguyu yaşıyorum. Ama
yakalanmadan önce hiçbir olaydan sonra bu duyguyu yaşamadım. Sadece
Abdullah A.’dan 2 lira çıkınca, ucuza gitti, diye üzüldüm.
Hamdi Kayapınar, son cinayetinden altı gün sonra, 16 Şubat 2001’de
tutuklandı. Yargılaması Kayseri Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde
yapılacaktı. Polisin ve iddia makamının delilleri onun bir seri katil olduğunu
ispatlıyordu. Ama neden?
İlk Cinayetten 8 Yıl Önce
Hamdi Kayapınar’ın babası, yıllarca Hollanda’da işçi olarak çalışmış,
yurda döndükten sonra da hayatını inşaat işçiliği yaparak kazanmaya
başlamıştı.
Biri resmi nikâhlı, iki eşi, on bir çocuğu vardı. Yorgundu. Gerektiği kadar
para kazanamıyordu. Bütün hıncını da 14 yaşındaki Hamdi’yi döverek
çıkarıyordu.
Babası onu neredeyse her gün dayakla cezalandırırken, küçük kardeşi dört
yaşındaki Serkan’ı kucağından indirmiyordu. Hamdi bütün bu olanlara son
vermeye karar verdiğinde daha 14 yaşındaydı. Bir gün küçük kardeşini
boğarak öldürdü. Sonra da bahçelerindeki kuyuya attı. Cinayet ortaya
çıktığında tutuklanarak Ankara Keçiören Islahevi’ne gönderildi, ardından da
Sinop Cezaevi’ne. Dört yıl hapis yattıktan sonra tahliyesine iki ay kala
Kayseri Cezaevi’ne geldi. Tahliye olduktan yalnızca on beş gün sonra da seri
cinayetlerine başladı. Duruşmalar boyunca sadece tedavi olmak istediğini
söyledi.
“Cezaevine yatınca eğitimim yarım kaldı. Meslek edinemedim. Çıktığımda
iş bulamadım. Bir de silahlara karşı merakım vardı. Yaptığım işi ava
benzetiyordum. Ben avcıydım, kurbanlarım da av. Onların üzerinden çıkan
para da benim hakkım olan ganimetti. Eğer onları öldürmeseydim, sonradan
beni bulup döverlerdi.”
Hamdi Kayapınar hakkında cinayet, yaralama, gasp ve hırsızlık
suçlarından on bir ayrı dava açıldı. Cinayetlerden altı kere idam, yaralama ve
gasplardan 41 yıl 10 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. İdam cezaları müebbet
hapse çevrildi. Kız kardeşi evlendi.
Kurbanından Korkan Katil
Hamdi Kayapınar’ın cinayetlerinin en dikkat çekici yönü, katilin
kurbanlarına yaklaşmadan, uzaktan ve tüfekle ateş ederek öldürmesi. Bu
özelliğiyle, “Organize olmayan asosyal saldırganlar” grubuna girdiği
söylenebilir.
Bu grup, ortalama altı düşük bir zekâya sahip ve cinayetlerini düşünüp
planlamadan gerçekleştiren kişilerden oluşuyor. Organize saldırganlar
kurbanlarım öldürmek için plan yapıp tuzak hazırlarken, Hamdi Kayapınar
gibileri, karşılarına bir fırsat çıktığı anda ya da pusu kurarak cinayet
işleyebilir ve çoğunlukla cesedi yok etmek yerine de suçu işledikleri yerde
bırakıp giderler.
Genellikle kurbanlarının karşısına aniden çıkarlar ve herhangi bir uyarı
olmaksızın saldırırlar. Nadiren izlerini gizlerler. İçlerine kapanık, az arkadaşı
olan ve geçmişlerinde akıl rahatsızlıkları olan kişilerdir.
Ancak, onun kurbanlarına hiç yaklaşmadığı, uzaktan ve tek el ateşle
öldürdüğü düşünülürse, çocukluğuna ait büyük bir figürden korktuğu (mesela
babası) rahatlıkla söylenebilir.
Hamdi Kayapınar yakalandığında, ailesini ve yaşadığı yeri tanımak için
Kayseri’nin Kanalboyu denen semtine gittim. Bir kanalın etrafında sıralanmış
derme çatma kulübelerden oluşan bir yerdi burası. Parası olan,
gecekondusunu birkaç katlı sıvasız apartmana dönüştürmüştü.
Hamdi Kayapınar’ın yaşadığı baba evi ise, yapıldığı gibi kalmıştı. Ahşap
bir kapı, zemini betonla kaplanmış küçük bir avludan oluşan ve tek katlı,
kırık dökük bir ev. Beni annesi karşıladı. Esmer, çok zayıf ve acılaşmış yüz
çizgileri olan bir kadındı.
Bir de Hamdi’nin kız kardeşi oradaydı, ona yardım ettiği söylenen. Öyle
olduğu için de yargılanan. Dünyalar güzeli. Akşam hava kararana kadar
sohbet ettiğimizi ve annesinin sürekli ağladığını hatırlıyorum: “Benim oğlum
yapmadı,” demeden Hamdi’nin çocukluğunu anlattı uzun uzun.
Babasının Hamdi’yi ne kadar dövdüğünden, dayaklara nasıl engel
olamadığından bahsetti. Kendi yediği dayakları anlattı, sanki kendi de
suçluymuş gibi. Hava kararırken ayrıldım o evden. Bugün bile tek
hatırladığım, Hamdi’nin annesinin alacakaranlıkta iyice kararan acı dolu
yüzü.
“Arkadaşıma tecavüz edeni öldürecektim ama memlekete onu bulmak için
gittiğimde ölmüştü.”
SEYİT AHMET DEMİRCİ
MOBİLYACI
Seyit Ahmet Demirci, 1976’da Ordu, Fatsa’da doğdu. Evli ve iki çocuk sahibi. Serbest
meslekle uğraşıyor. 1998’de İstanbul, Bağcılar’da üç mobilyacıyı enselerinden birer kurşunla
vurarak öldürdü. Kurbanlarının cesetlerinin üstüne battaniye örterek bıraktı.
Yakalanmasaydı, sayıyı sekize tamamlayacaktı. Tahliye oldu. Dışarıda.
4 Haziran 1998
İstanbul/Bağcılar
İstanbul Cinayet Masası Olay Yeri İnceleme ekibi, Bağcılar’daki mobilya
mağazasından içeri girdiğinde vakit öğleye yaklaşıyordu. Ekip, mağazanın
bodrum katına yöneldi. İlk gördükleri, yerdeki kan lekeleri oldu. Sonra da
bodrumun zemininde boylu boyunca uzanan karaltı.
Karaltı, bir cesede aitti. Üzerine bir battaniye örtülmüştü. Öldürülen kişi
mobilya mağazasının sahibi, 44 yaşındaki Mehmet K.’ydı. Kurbanın neden
ve kim tarafından öldürüldüğü sorularına yanıt bulmak için ekibin delil
toplaması gerekiyordu. İncelemeye cesetten başlandı. Maktûl, tabanca ile
vurularak öldürülmüştü. Ensesinde mermi giriş deliği vardı.
Ekip daha sonra girişte görülen kan lekelerine yöneldi. Ardından da
parmak izi araması yapıldı. Ama katil ya da katiller, geride kimlik ele
verebilecek bir iz bırakmamıştı. Etrafta boğuşma ya da kavga olduğuna dair
bir ipucu da yoktu.
Otopside de olaya ışık tutacak bir bulguya rastlanmadı. Otopsi raporu
sadece kurbanın arkadan, ensesinden ve tek kurşunla vurulduğunu
doğruluyordu.
Aslında bu cinayet İkinciydi. Daha doğrusu bir ay önce İstanbul’da aynı
şekilde bir başka mobilyacı öldürülmüş, ancak polis daha çok kişisel husumet
soruşturması yürütmüştü. Ama ikinci mobilyacının da aynı şekilde
öldürülmesi İstanbul Cinayet Masası dedektiflerinin dikkatini çekmişti.
Şimdi bir ay öncesine dönelim.
Mobilyacı Ali Osman B., arkasından gelen müşterinin ayak seslerini
duyuyordu. Bir süre adamın yere basarken çıkardığı sesi dinledi. Tuhaf bir
ürperti hissetti. Sabahın köründe adamın telaşını merak etti. Takip edildiğini
bilerek depodan içeri girdi. Yürüdü. Arkasındaki ayak sesi aniden kesildi.
Geri dönmeye çalıştı ama olmadı.
Ali Osman B. 35 yaşındaydı. Cesedinin üzerine tıpkı ikinci cinayetteki
gibi, bir battaniye özenle örtülmüştü. Dükkânının deposunda ceset bulunduğu
haberi polise öğle saatlerinde ulaştı. Olay Yeri İnceleme ekipleri cinayet
mahallinde 7.65 çapında bir kovan bulmuştu. Cinayette kullanılan silah ise
ortada yoktu. Polisin tek bildiği, katilin kurbanının cep telefonunu almış
olduğuydu.
Polis, bir yandan cep telefonunun peşine düşerken diğer yandan da ifade
almaya başlamıştı. İfadesine başvurulan ilk kişi mobilyacının yardımcısı
oldu.
“Olaydan bir gün önce, akşam saatlerinde Osman Abi, depoda
tanımadığım birine eşya gösteriyordu. Ben de yanlarına giderek oturdum.
Adam 1.80 boylarında hafif esmer, bıyıksız, tıraşlı, siyah takım elbiseli
biriydi. Gençti. Bir süre eşyalara bakarak konuştular. Daha sonra tokalaştılar.
Osman Abi ‘Tamam ben depoyu yarın sabah altıda açarım,’ dedi. Adam da
‘Tamam, diyerek ayrıldı.”
Cinayet soruşturmalarında tanıklıklar büyük önem taşır. Verilen eşkaller
soruşturmanın yönlendirilmesine ışık tutar. Artık bilgisayar ortamındaki
gelişmiş eşkal programları sayesinde yüzde yüz isabet alınabiliyor ve bu
programlarla farklı eşkaller yaratılabiliyor.
Bütün çabalara rağmen polis o günlerde bir sonuca ulaşamamıştı. Ortada
ne cinayet nedeni, ne de eşkale uyan bir kuşkulu vardı.
Dedektiflerin eli kolu bağlıydı. O günlerde bilmedikleri ise, cinayetin
aydınlanması için ikinci mobilyacının öldürülmesi gerekeceğiydi.
İkinci mobilyacı da benzer yöntemle öldürülünce iki cinayet arasında bir
bağ kurulabildi. Üstelik her iki olayda da eşkal aynıydı. Siyah takım elbiseli,
1.75 boylarında ve masum yüzlüydü.
İki Gün Sonra
Atışalanı
Mobilya mağazasındaki temizlik görevlisi Ekrem Hacı için sıradan bir
gündü.
“Her sabah saat dokuzda işbaşı yaparım. Geldiğimde dükkân açılmıştı.
Patronu göremeyince, komşu esnaftan birine gitmiştir, diye düşündüm.
Yerleri paspaslamak için bodruma indim. Yüzükoyun yerde yatıyordu.
Seslendim, cevap alamayınca elimle silkeledim. Sesi çıkmayınca öldüğünü
anladım ve bağırmaya başladım.”
Öldürülen üçüncü mobilyacı 43 yaşındaki Celal P.’ydi. Kurban, yine
ensesinden tek kurşunla vurulmuş, öldürüldükten sonra da üzeri battaniyeyle
örtülmüştü.
Katil yine geride önemli bir ipucu bırakmıştı: Boş bir kovan. Kovan ilk
cinayetteki gibi 7.65 çapındaydı. Katil, geride kovan bırakmaktan
çekinmiyordu. Ya yakalanmaktan korkmuyor ya da kurbanları aracılığıyla bir
mesaj iletiyordu. Ayrıca, üçüncü kurbanın yardımcısı da ilk iki cinayetle
örtüşen bir ifade verdi:
“Bir gün önce sabah dükkânda üç müşteri vardı. Birini tanımıyordum.
Adam gittikten sonra patronuma kim olduğunu sordum. Patronum da
‘Japonya’dan gelmiş, yatak odası takımı alacak. Bir tane beğendi akşam üzeri
gelip alacak,’ dedi. Akşam saatlerinde bu şahıs telefon açtı. 30 dakikaya
kadar geleceğini söyledi. Ama gelmedi. Daha sonra tekrar aradı ve araçlarının
bağlandığını ancak sabah erken saatte geleceğini söyledi.”
Dosyanın en zor tarafı, ilk soruya cevap bulmaktı. Birbirini hiç tanımayan
bu üç mobilyacıyı kim, neden öldürmek isterdi? Polisin katile, o dördüncü
kurbanına ulaşmadan önce ulaşması gerekiyordu.
Polis, bir yandan üç mobilyacının öldürülmesiyle ilgili sorgulamalara
devam ederken, diğer yandan da ilk kurbandan alınan cep telefonu
sinyallerini takip ediyordu. Bu yöndeki umutlar tükenmek üzereydi ki,
telefon kullanıma açıldı. Adres, Ordu’nun Fatsa ilçesini gösteriyordu.
Telefon Necati Şen adında birinin üzerindeydi. Aynı gün Şen yakalanıp
ifade vermek için emniyete gönderilirken şaşkındı. Söylediğine göre telefonu
alalı henüz bir gün olmuştu. Kendisine telefonu satan kişiyse, 28 yaşındaki
hemşerisi Seyit Ahmet Demirci’ydi.
Son Cinayetten 3 Gün Sonra
Seyit Ahmet Demirci, aynı günün akşamı Esenler’deki evinde yakalandı.
Demirci, polis, evinin kapısına geldiğinde sakindi. Üç cinayette kullandığı
silahı zorluk çıkarmadan polise teslim etti. İfadesinin alınmasına ise ertesi
gün akşam saatlerinde başlandı.
Sakin tavrını emniyetteki sorgusu sırasında da sürdürdü. Sorguya avukatı
da katılmıştı.
“Mayıs ayıydı. Akşam üzeriydi ve dolaşıyordum. Evimin 700 metre
ilerisindeki mobilyacıyı gördüm. İşyeri sahibine ‘Japonya’dan geliyorum, kız
kardeşime peşin parayla yatak odası takımı alacağım,’ dedim. Bir süre
oturduktan sonra kartını alarak ayrıldım. Sabah oldu. Tabancamı alarak evden
çıktım. Maktul dükkanını açmış beni bekliyordu. Depoya girdik. Beşaltı
metre kadar depoda yürüdük. Önümdeydi. Tabancamı çektim. Ensesine
doğru ateş ettim. Yere düştü. Cebindeki bir miktar parayı ve cep telefonunu
aldım. Üzerine battaniye örttüm. Bu ölüye olan saygımdandır. Para almamın
nedeniyse polisin dikkatini soygun yönüne çekmekti.”
Demirci, üç cinayeti de aynı senaryoya harfiyen uyarak işlemişti. Ancak
hâlâ, neden bu üç mobilyacıyı öldürdüğü sorusu cevapsızdı. Sorgunun
ilerleyen saatlerinde Demirci’nin polisi bile dehşete düşüren açıklamaları
geldi.
Seyit Ahmet Demirci, Fatsa’da ilkokula gittiği dönemde bir mobilyacının,
en yakın arkadaşına tecavüz ettiğini söylüyordu.
“Bunu kimseye söylemedik. Bir sır olarak sakladık. Liseyi bitirene kadar
arkadaşım her gün intihar edeceğini söylüyordu. Üniversiteyi kazandık. Ben
gitmedim. O Diyarbakır’a gitti. Kısa bir süre sonra da intihar etti. Yıllarca
bunun öfkesi içimde durdu. Mobilyacılara böylece kin beslemeye başladım.
Arkadaşıma tecavüz edeni öldürecektim ama memlekete onu bulmak için
gittiğimde ölmüştü.”
Sanık, dört çocuklu bir ailenin en büyük oğluydu. Babası fırıncıydı.
Ortaokulu İmam Hatip’te, liseyi de ticaret lisesinde okumuştu. Üniversiteyi
kazanmış ama gitmemişti. Cinayetlerden kısa bir süre öncesine kadar hayatını
taksi şoförlüğü yaparak kazanıyordu. Herkes tarafından sakin kişiliğiyle
tanınıyordu.
Yargılama, Demirci’nin yakalanmasından birkaç ay sonra Bakırköy 2.
Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladığında medyanın olaya ilgisi büyüktü. O,
Türkiye’nin tanıdığı, bilinen ilk seri katildi. Herkes ilk duruşmada
anlatacaklarını merak ediyordu. Ama o bir kez daha insanları şaşırtmayı
başardı.
Demirci, diğerlerinin aksine ilk duruşmasında da, yıllar süren yargılaması
sırasında da suçunu inkâr etmedi. Poliste ve savcılıkta verdiği ilk ifadesini
değiştirmedi. Kendisini savunmak için avukat tutmadı. İstanbul Barosu’ndan
kendisine ücretsiz bir avukat tayin edilmesini de istemedi. Yalnızca bütün
duruşmalar boyunca işlediği cinayetler için pişman olduğunu söyledi.
Bu durum, yüzlerce davaya bakan Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi
heyeti için de şaşırtıcıydı. Heyet sanığın itirazına rağmen, her zaman
yapıldığı gibi akıl sağlığının yerinde olup olmadığının tespit edilmesini
istiyordu. Bu nedenle Demirci, önce Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hastanesi’ne daha sonra da Adli Tıp Kurumu’na sevk edildi. Haftalar süren
bir gözetim süresi geçirdi. Ama her iki kurumun da verdiği rapor onu haklı
çıkardı. Raporlara göre Demirci’nin akıl sağlığı yerindeydi ve cezai ehliyeti
tamdı.
Ancak iki raporda da ilginç bilgiler vardı. Bütün hayali Japonya’ya gitmek
olan Demirci, bunun için 1995’te bir arkadaşıyla birlikte Fatsa’dan İstanbul’a
kaçmıştı.
Hatta bu hayali için 5 bin dolarını bir simsara kaptırmıştı. O da çaresiz
tekrar Fatsa’ya dönmüş ve babasının fırınında çalışmaya başlamıştı. Bir yıl
önce evlenmiş ve eşiyle birlikte tekrar İstanbul’a yerleşmişti.
Raporda dikkat çeken bir başka nokta ise, Demirci’nin dördüncü kurbanını
öldürmekten neden vazgeçtiğini anlattığı bölümlerdi. Söylediğine göre
dördüncü kurbanını da öldürmeyi kafasına koymuş, hatta hedefini de
belirlemişti. Ancak bu sırada doğan kız çocuğu onu cinayetten vazgeçirmişti.
Mahkeme heyeti ise, Demirci’nin çocukluğuna ilişkin anlattıklarının
peşindeydi. Ancak, Demirci ailesine göre oğullarının anlattığı hikâye
tamamen uydurmaydı. Çocuklarının üniversiteye giden bir arkadaşı yoktu ve
Habil diye biriyle arkadaşlık yaptığını hatırlamıyorlardı. Öyle bir mobilyacı
yoktu ve tecavüz olayı yalandı.
11 Ekim 2000
Demirci’nin yargılanması iki yıl devam etti. Katil, duruşmalar boyunca
kendisini gören görgü tanıkları tarafından defalarca teşhis edildi. Aleyhindeki
deliller kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesindi. Mahkeme heyetinin göz
önünde bulundurabileceği tek şey çocukluğuna ilişkin anlattıklarıydı.
Ama anlattıklarının gerçek olduğunu ispatlayan herhangi bir ipucu ortada
yoktu. Böylece Demirci’nin çocukluk hikâyesi bu dava dosyasının tek
karanlık noktası olarak kaldı. Seyit Ahmet Demirci, üç cinayetten, üç ayrı
idam cezasına çarptırıldı. Bu cezalar müebbet hapse çevrildi.
O hapisteyken ben Fatsa’ya gittim. O mobilyacının dükkânını buldum.
Kapanmıştı ve sahibi vefat etmişti. Demirci’nin anlattığı gibi izbe, bodrum
katı olan bir mağazaydı. Seyit Ahmet’in gerçekten Habil adında bir çocukluk
arkadaşı vardı. Motor tutkunu olarak tanındıkları Fatsa’daki gençlik
günlerinde Habil en yakın arkadaşlarından biriydi.
Habil, Demirci’nin söylediği gibi intihar etmedi. Halen evli, İstanbul’da
yaşıyor ve sık sık eşiyle birlikte Fatsa’ya gidip geliyor. Ancak Demirci’nin
bir çocukluk arkadaşı daha vardı. Bu arkadaşı Dicle Üniversitesi’nde okuyup
coğrafya öğretmeni olduktan sonra Diyarbakır’a atandığı ikinci yılda intihar
etmişti.
İpucu, NTV’de yayınlandığı akşam, televizyon binasından çıkmak
üzereyken bir telefon geldi. Telefondaki ses yaşlı bir adama aitti. Adam,
Demirci’yi ve arkadaşını tanıdığını, her ikisinin de öğretmeni olduğunu
söylüyordu. Bütün hikâyeyi bildiğini, elinden geleni yaptığını ama intihara
engel olamadığını gözyaşları arasında anlatıyordu.
Seyit Ahmet Demirci, Nisan 2011’de, Af Yasası’ndan yararlanarak tahliye
oldu.
Fatsa Yolları
Gerek duruşmalar boyunca sergilediği uysal hali gerek cinayetlerini hiçbir
zaman inkâr etmemesiyle, kitapta işlenen bütün seri katillerden farklı biri
Seyit Ahmet Demirci.
Kurbanlarını enselerinden tek kurşunla ve arkadan ateş ederek öldürmesi
şöyle yorumlanabilir: Kurbanlarından korkuyor, agresif ve intikamcı. Her
kurbanının yanından ayrılmadan üzerine battaniye örterek kapatması ise,
belki bir ritüel belki de öldürme eylemine duyduğu yüceltme.
Seyit Ahmet Demirci’nin geçmişini ve mobilyacıyı araştırmak için
2002’de Fatsa’ya gittiğimde, halkın neredeyse tamamı olaydan haberdardı.
Ailesi kasabada seviliyordu, hatta Seyit Ahmet Demirci de. Kimse onun
arkadaşıyla birlikte tecavüze uğradığına inanmıyordu.
Tahrik indirimi almak için avukatının telkiniyle böyle bir hikâye
uydurduğuna inanılıyordu. Yakışıklı, sevilen gençlerden biriydi Demirci.
Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı ama her tatil ve bayramda İstanbul’dan
Fatsa’ya gelmeye devam ediyordu. Üstelik yaşadığı mahallede öyle bir
mobilya dükkânı da yoktu.
Yoktu sahiden... İlçeden ayrılmadan önce son kez Demirci’nin okulunu
görmek istedim. Sıradan bir taşra ilkokuluydu. Daracık Fatsa sokaklarının
arasında kaybolmuş, soğuk sıradan bir yapı.
Sonra sokakları dolaşmaya başladım. Birinci, ikinci, üçüncü derken, o
küçük, kepenkleri sıkı sıkıya kapalı dükkân dikkatimi çekti. Okulun tam
karşısına bakan, küçük, kirli pencereli dükkân.
Tam Seyit Ahmet Demirci’nin anlattığı gibiydi dükkân, kirli kararmış
camları, pas tutmuş demir kepenkleri ve alt katın asfalta gömülmüş kasvetli
pencereleriyle.
Esnaf, burada yıllar önce bir mobilyacı olduğunu doğruluyordu. Yıllar
önce vefat etmiş, çocukları baba mesleğini devam ettirmemişti. O gün
bugündür dükkân kapalıydı.
Adını öğrendim tabii mobilyacının, nerede yaşayıp öldüğünü de.
Hikâyeden hiç bahsetmeden esnafla yaptığım sohbetten bir şey daha
öğrendim. O dükkânı kimse kiralamamıştı. Nedendir bilinmez.
“Bir heves ve sonuçların buralara geleceğini sanmazdım. Bu heves buruk bir
acıya dönüştü. Şu an vicdan azabı çekiyorum. Lütfen beni bağışlamanızı
diliyorum. Affınıza sığınıyorum. Olay büyümesin ve babam duymasın!”
ORHAN AKSOY
KOLİCİ
Orhan Aksoy, 1971’de Samsun, Bafra’da doğdu. Evli ve iki çocuk babası. Seyyar satıcı.
Cinayetlerine 2001’de başladı. Beş kişiyi evinde içkiyle uyutup, boğarak öldürdü. Cesetleri
günlerce çırılçıplak halde evde bekletti ve bütün vücut boşluklarına silikon doldurdu.
Kurbanlarının cesetlerini kolilere ve kolilerin de her birini İstanbul’un bir başka semtine
bıraktı. Cezaevinde.
16 Ocak 2001
İstanbul/Fatih
Şevket Tuluz, aylardır devam eden inşaatta uyandığında, penceresi
naylonlarla kapatılan odanın içi buz kesmişti. İstemeye istemeye yataktan
kalktı. Mesai arkadaşı Musa Yaşar gelmeden önce kahvaltıyı hazır etmeliydi.
Sıva ustası Musa geldiğinde saat 9’u geçmişti. Her sabah inşaatta birlikte
kahvaltı ederlerdi. Bugün de rutini bozmaya niyeti yoktu. İki arkadaş zeytinpeynirden
ibaret kahvaltılarını bitirdiğinde, saat 11.00’e yaklaşıyordu. İşe
koyulmaya niyetlendikleri sırada inşaatın müteahhiti Cüneyt Bahçıvan geldi.
Bahçıvan, bir gün önce bodrum katında yapılan temizliği kontrol etmek
istiyordu. İkisi de yaptığı işten emindi. Bu güvenle, patronlarıyla birlikte
bodruma indiler. İlk şaşkınlığı bodrumdan içeri ilk adımını atan Şevket
yaşadı. Bir gün önce köşe bucak temizledikleri alanın ortasında, krem renkli
çarşafa sarılı kocaman bir paket duruyordu. Şevket, patronuna karşı mahçup
olmuştu. Merakla yaklaştı. Paket koli bandıyla bağlanmıştı. Patronun emriyle
bandı kopardı. Bu kez de ortaya mavi renkli bir bidon çıktı. Bidonun ağzı
gazete parçalarıyla kapatılmıştı. Gazeteleri aceleyle kaldırdı. Şimdi karşısında
siyah bir poşet duruyordu. Ellerini uzattı. Yokladı. Dehşetle irkildi.
Karşısında çıplak bir erkek cesedi vardı.
1 Saat Sonra
İnşaat
Fatih’teki bir inşaatta, bir erkek cesedi bulunduğu ihbarını alan İstanbul
Emniyet Müdürlüğü Olay Yeri İnceleme ekipleri, on beş dakikadır olay
yerinde çalışıyordu.
Önce siyah renkli poşet çıkarıldı. Poşet kan içindeydi. Bidonun içindeki,
kimliği belirsiz orta yaşlarda bir erkek cesediydi ve çırılçıplaktı. Ayakları ve
elleri önce birbirine, sonra da boynuna bağlanmıştı. Cinsel organı elektrik
bandıyla defalarca sarılmış ve gazeteyle kaplanmıştı. Kulak, burun ve ağız
delikleri silikonla doldurulmuştu.
Olay yerinde yazılan ilk polis raporunda ceset şöyle tarif ediliyordu: “1
metre seksen santim boyunda, boynunda yara izi var. Ön dişlerinden biri
altın, sünnetli ve iki günlük sakallı.”
Ekipler, binada geniş çaplı bir aramaya girişti. Amaçları katilin geride
bıraktığı herhangi bir ipucuna ulaşmaktı. Özellikle, katilin DNA’sını ele
verebilecek olanlara.
Ancak katil olay yerinde ve ceset üstünde tek bir ipucu bırakmamıştı.
Ceset, kesin ölüm nedeninin tespit edilebilmesi için, Adli Tıp morguna
gönderildi. İncelemeyi ise, Adli Tıp Morg İhtisas Daire Başkanı Bülent Şam
yaptı:
“Bize gelen cesedin otopsisinde ileri derecede çürüme vardı. Buna rağmen,
iple bağlayarak boğmaya bağlı lezyonlar ve bu boğmanın ölümcül olduğunu
gösteren yumuşak doku ezilmeleri saptadık.”
Cesedin hızlı çürümüş olması, Adli Tıp uzmanlarının ölüm nedenini
belirlemesini zorlaştırmıştı. Ama yine de maktulün boğularak öldürüldüğü
anlaşıldı.
Ancak daha önemlisi, uzmanlar otopsi sırasında olayın sıradan bir cinayet
olmadığını anlamıştı. Çünkü cesedin burun delikleri, kulak içleri ve ağzı
katlanmış gazete parçaları tıkıştırılarak doldurulmuştu.
Emniyet Müdürlüğü/Mecidiyeköy
Otopsi sürerken cinayet soruşturmasını yürüten dedektiflerse, cesedin
eşkaline uyan kayıp başvurularını incelemeye başladı.
Kısa bir araştırmadan sonra eşkale uyan kayıp başvurusu bulundu. 12 Ocak
2001 Cuma günü başvuruyu yapan Emine Şeker adında bir ev kadınıydı.
Söylediğine göre Aksaray civarında seyyar satıcılık yapan 42 yaşındaki
kocası Ömer Ş., dört gün önce tanımadığı bir adamla Fatih’teki bir eve gitmiş
ve bir daha geri dönmemişti.
Cesedi teşhis etme görevi erkek kardeş İmam Ş.’ye düştü. Morgun soğuk
taşının üstünde yatan ceset, ağabeyine aitti.
Polis ilk ipucuna ulaşmıştı, en azından maktulün kimliğine. Kaybolduğu
gün Ömer Ş.’nin yanında olan arkadaşları tek tek sorguya alındı. Seyyar
satıcı Müslüm Öncel’in ifadesi, Ömer Ş.’nin, katilinin peşinden rızasıyla
gittiğini gösteriyordu.
“Aksaray’a tezgah açmak için gittiğimde öğlen saatleriydi. Ömer, benden
önce gelmişti. Biraz sonra tezgahın başına sakallı ve bıyıklı bir adam geldi.
Adam tuhaf görünümlüydü ama Türkçesi düzgündü. Cd (porno) satmak
istediğini söyledi. Ömer’le pazarlık yaptılar ve 300 liraya anlaştılar. Cd’leri
almak için adamın evine gidilecekti. Ömer, tedbiren beni de yanında
götürmek istedi. Üçümüz taksiye bindik. Fatih Evlendirme Sarayı
yakınlarında adam taksiyi durdurdu.”
Katil, Ömer’le birlikte inmek isteyen Müslüm’ü “Sen burada kal, evde
ailem var,” diyerek durdurmuştu. Bunun üzerine Ömer Ş. arkadaşına, “Cep
telefonunu açık tut, CD’leri alıp hemen gelirim,” diyerek taksiden inmişti.
Müslüm, yarım saat kadar taksinin içinde bekledi. Meraklanmaya
başlamıştı. Ömer’i aradı. Arkadaşı, “10 dakika içinde geliyorum,” diyerek
telefonu kapattı. Bir yarım saat daha bekledi ve bir daha aradı. Ömer’in
cevabı yine aynıydı. Biraz sonra geleceğini söylüyordu. Aradan bir yarım
saat daha geçti. Tekrar telefona sarıldı, sinirlenmişti. Ne var ki telefon artık
kapalıydı...
Müslüm Öncel, arkadaşının katille gözden kaybolduğu sokağı ve taksiyle
beklediği yeri defalarca polise gösterdi. Ama etrafta onlarca sokak, binlerce
ev vardı.
Bu arada cesedin konduğu, yani polisin katilin tuttuğundan emin olduğu
bidon ve poşetlerde parmak izi arandı ama katilden en ufak bir iz
bulunamadı.
Beş Gün Sonra
Gaziosmanpaşa/Park
Park bekçisi Nazım Memiş, adeti olduğu üzere saat 21.00 sularında görev
yaptığı parkın içindeki çaybahçesine yollandı. Her akşam burada çalışan
Şener ve Mustafa’yla biraz çene çalardı. Ama bu akşam ikisi de heyecanlıydı.
Gençlerin anlattığına bakılırsa, parkın Mevlana Caddesi’ne bakan
kapısında sabahtan beri sahipsiz iki koli duruyordu. Civardaki esnafı tek tek
dolaşmışlar ama sahibini bulamamışlardı.
Birlikte kolilerin yanına gittiler. Kolileri açıp açmamayı tartışıyorlardı ki,
yanlarından geçen polis ekibi otosunu fark ettiler.
Kolilerden ağır bir koku yükseliyordu. Polis kolilere fener tuttu. Bir şey
görülmüyordu. Birini açmaya karar verdiler. Diğerine bakmaya gerek
kalmamıştı. İki kolide de iki çıplak erkek cesedi vardı.
Birkaç saat sonra her iki ceset de Adli Tıp Uzmanı Dr. Bülent Şam’ın
önündeydi. “İki cesette de ilerlemiş çürüme vardı. Yumuşak dokular
bozulmuştu. Bu nedenle ölüm nedenini bulmamız zordu. Çürümeyle olayın
meydana geliş şeklini saptayacağımız lezyonlar ortadan kaybolur. Bazı
bulguları saptamakta güçlük çekeriz. Ölüm nedenini tahmin etsek bile kesin
ifade kullanamayız. Bunun üzerine birinci ihtisas kuruluna gönderdik.”
Birinci İhtisas Kurulu da ileri derecede çürüme nedeniyle cesetlerin ölüm
nedenini tespit edemedi. Ama son bulunan iki cesedin durumu, Ömer Ş.’yle
aynıydı. İkisi de yine çırılçıplaktı. Kafalarına poşet geçirilmişti. Kolinin içine
elleri ve ayakları bağlandıktan sonra cenin pozisyonunda yerleştirilmişlerdi.
Ağız ve kulak delikleriyle anüsleri tutkal kıvamında bir maddeyle
doldurulmuştu.
Katil Ustalaşıyor
Her iki cesedin de penisleri defalarca sarılmıştı. Farklı olarak bu kez
cesetlerin pazuları ile uyluk kemiklerinde yanık izleri ve morartı vardı.
Ayrıca yüzlerinde mavi renkli bir boyanın izleri görülüyordu. Ayrıca ikinci
koliden bir banyo havlusu ve yorgan da çıkmıştı.
Adli Tıp Uzmanı Şafak Taktak’a göre, karşılarında bir seri katil olma
ihtimali vardı: “Aynı şekilde öldürülmüş üç kişinin bulunması cinayetin aynı
kişi ya da kişiler tarafından öldürülmesi ihtimalini akla getirdi. Bu durumda
cinayetlerin kişinin psikolojik yapısının dışa vurumu olduğunu düşünür bu
psikopatalojik durumun izlerini ararız. Bu cesetler nerede bulundu, cinayetler
nerede işlendi, öldürdükten sonra ceset üzerinden bir işlem yapılmış mı? Bu
gibi davranışlarının izini sürer, cinayeti işleyenin profiline ulaşırız.”
Cinayet masası ekipleri şaşkındı. Bir hafta arayla önce Fatih’te, sonra da
Gaziosmanpaşa’da birbirine benzer şekilde öldürülmüş üç erkek cesedi
bulunmuştu. Adli Tıp uzmanları da, polis de katilin aynı kişi olduğunu
düşünüyordu. Katilden geriye kalan bir ipucunu bulmak umuduyla kolilerde
parmakizi ve DNA numunesi araması yapıldı. Ama sonuç yine olumsuzdu.
Katil, yine arkasında hiçbir iz bırakmamıştı.
Ne kolilerde, ne ceset üzerinde ne de yorgan ve havluda... İki olasılık
vardı; ya eldiven kullanmıştı ya da —imkânsız olan— bütün delilleri
sonradan yok etmişti. Ama nasıl?
Polis, son iki cesedin kimliğini belirlemek için bir kez daha kayıp
başvurularını gözden geçirdi. Çok geçmeden aranılan bilgiye ulaşıldı. Ömer
Ş.’nin cesedinin bulunduğu gün, Bakırköy’den bir kayıp başvurusu daha
yapılmıştı.
Merkez karakoluna başvuran Mimar Zafer Bekaroğlu’ydu. Karısının abisi
ortadan kaybolmuştu. Verdiği eşkal cesetlerden birinin aynısıydı.
Bekaroğlu’nun polise verdiği ifade ise şöyleydi: “16 Ocak salı günü
kayınbiraderim Ali Rıza İdrisoğlu, saat 12 civarı Banyolar Caddesi’ndeki
evinden bir arkadaşını göreceğini söyleyerek ayrıldı. O saatten sonra
kendisine ulaşamadık. Sürekli cep telefonunu aradığımız halde cevap
vermedi. Ertesi gün öğleden sonra ise cep telefonu kapatılmış ve kendi evine
yönlendirilmişti.”
Maktul Ali Rıza İ., 45 yaşındaydı. Boğaziçi Üniversitesi mezunuydu.
Zengin bir aileye mensuptu. Cesedin kimlik tespitini kız kardeşi yaptı.
Cinayet Masası ekiplerinin kafası iyice karışmıştı. Birbirleriyle bağlantılı
görünen iki olayda cesetlerden biri bir seyyar satıcıya, diğeri ise zengin bir
işadamına aitti.
İkinci kolideki diğer üçüncü cesedin kayıp başvurusu ise işadamının
kaybolmasından bir gün önce, bu kez Bayrampaşa’dan yapılmıştı. Başvuran,
oğlunu arayan Mürvet E.’ydi: “Turgut bir tiyatroda çalışıyordu. İşinden istifa
etmiş. Saat 18:00 civarında Beyoğlu’ndaki işyerinden ayrılmış. Ancak eve
dönmedi. Haber vermeden eve gelmediği hiç olmadığı için başına bir şey
gelmiş olmasından korkuyorum.”
Üçüncü cesedin de kimliği ortaya çıkmıştı.Turgut E., tiyatro ve dizilerde
ışık teknisyeni olarak çalışıyordu. Medya ve sinema dünyasına yakın bir
isimdi.
Polis, Erkan’ı araştırırken ileride önemli bir ipucu olacak birbilgiye ulaştı.
Erkan’ın dört yıl öncesine ait sabıkası vardı; Dikilitaş Polis Merkezi’nce
tutuklanmış ve parmak izleri alınmıştı.
Ortada görünürde birbirleriyle bağlı olmayan üç erkek cesedi vardı: Seyyar
satıcı Ömer Ş., medya sektöründen Turgut E. ve zengin bir işadamı olan Ali
Rıza İ.
Bu üç kurbanın aralarındaki tek bağ, öldürülme şekilleriydi. Ancak Adli
Tıp uzmanları üç cesedin otopsisinde bir ortak nokta yakaladı.
Ömer Ş.’nin kanında yüzde 95, Turgut E.’de yüzde 68 oranında etil alkol
vardı. Ali Rıza İ’de ise yüzde 563 oranında uyuşturucu bir madde vardı.
Bu bulgu önemliydi. Demek ki üçü de ölümlerinden kısa bir süre önce
alkol almışlardı ya da son içkilerini katilleriyle içmişlerdi. Artık uzmanlar
karşılarında bir seri katil olduğundan emindi. Ama cinayetlerinden geriye
hiçbir ipucu bırakmayan katil, kendini nasıl ele verecekti.
Polisin izleyebileceği tek bir ipucu vardı. Ali Rıza İ.’nin kaybolduğu gün
evden çıkmadan önce yaptığı telefon görüşmesi. Saat 10.50’de Fatih’teki bir
evle peş peşe iki kez görüşmüştü. İlk kolinin Fatih’te bulunmasını göz önüne
alan polis, evde yaşayanları araştırmaya başladı. Sonuç ilginçti. Telefon,
hırsızlıktan sabıkalı birine aitti.
Ayrıca, Ali Rıza İ.’nin cep telefonu kapanmadan önce evine
yönlendirilmişti. Katili ele veren de işte bu cep telefonu oldu. Birkaç gün
kapalı tutulan telefon sıkı bir takibe alındı. Görüşmeye ilk açıldığı anda da
gönderdiği sinyaller polise nereye gitmesi gerektiğini gösteriyordu.
23 Ocak 2001 Salı
Atatürk Caddesi/Bursa
Atatürk Caddesi’nde bulunan bir kafe... Cam kenarında oturan sakallı,
minyon tipli ve siyah deri montlu adamın önündeki masa, az önce bitirilmiş
yemeğin artıklarıyla doluydu. Adam, az önce giden arkadaşının yürüdüğü
yöne dalgın dalgın bakıyordu.
İstanbul Cinayet Masası polislerinden iki komiserin kendisine doğru
yaklaştığının farkında değildi. Adamın oturduğu masaya iki adım kala
polislerden biri seslendi: “Orhan Aksoy!”
Orhan Aksoy tutuklandığında üzerinde kurbanlarına ait eşyalar bulundu:
Ömer Ş.’nin cep telefonu, Ali Rıza İ.’nin üniversite amblemini taşıyan
yüzüğü ve Osmanlı tuğrası işlemeli gümüş kolyesi.
Polis, aynı gün Aksoy’u ifadeye aldığında, katilin yalnızca üç kurbanı
olduğunu sanıyordu. Oysa o, cinayet işlemeye çok daha önce başlamıştı:
“İlk Ahmet Yayla’yla tanıştım. Evimin bir odasını ona kiraya verdim.
Muşlu’ydu. Kan davası olduğu için sık sık ev değiştiriyordu. Akşamları
sohbet ederken 3 kişiyi öldürüp cezaevinde yattığını anlatırdı. Cezaevlerini
bildiğim için soru soruyor ama çelişkili cevaplar alıyordum. Bazı konularda
benimle inatlaşıyordu. Bunun bitinin kanlandığına karar verdim. Şener Şen’in
turşucu filmindeki adam gibi ikiyüzlünün biriydi. Bir gün odanın kapısını
kilitlemeyi unutmuştum. Sabah uyandığımda cep telefonum yoktu. Onun
çaldığını anladım. Akşam eve geldiğinde kirayı ödemek için 30 milyon
getirdi. Oysa sabah parası yoktu. Olayı muhakeme ettim ve onu infaz etmeye
karar verdim.”
Aksoy’un ilk kurbanı ev arkadaşıydı. Arkadaşının hırsız olduğundan emin
olan Aksoy, ertesi akşam öldürme planını uygulamaya koydu. Planına göre
Ahmet’e içki içmeyi teklif edecek, çabuk sızması için de içkisine ilaç
karıştıracaktı. Öyle de yaptı.
“Uyuduğuna emin olduktan sonra çekmecede sakladığım çamaşır ipini
aldım. Arkasına dolanıp boğazına sarıldım. Bu sırada uyandı. İpin her iki
ucunu ters istikamete çekerek beş dakika kadar sıktım. Bıraktığımda nefes
almıyordu.”
Yenibosna Radar Mevki
Aksoy’un verdiği ifade doğrultusunda cesedi bıraktığını söylediği
Yenibosna Radar Mevkii’ne gidildi. Anlattıkları doğruydu.
9 Kasım 2000’de bu alanda bir erkek cesedi bulunmuş, çürüme nedeniyle
maktulün kimliği belirlenemediği için kimsesizler mezarlığına gömülmüştü.
Orhan Aksoy’un sorgusu devam ediyordu. Bir yandan da polis İstanbul’da
koli içinde bulunan faili meçhul cesetleri araştırıyordu. Aranan
Kemerburgaz’da bulundu.
Orhan Aksoy’un yakalandığı dönemde Kemerburgaz jandarma mevkiinde
aynı yöntemlerle öldürülmüş, Hakan K.’ya ait bir ceset bulunmuştu.
Son bulunan kurban Hakan K.aslında Orhan Aksoy’un ikinci kurbanıydı
ve arkadaşıydı. Aksoy, ev arkadaşını öldürdükten yirmi gün sonra Hakan’ı
öldürmeye karar vermişti. Cinayet nedeni yine hırsızlıktı.
“Hakan’la içki içtik. Bir süre sonra sızdı. Anemi hastası olduğu için iki
duble içince sızardı. Ağzı açık kalmıştı. Tam zamanıydı. Arkasına dolanıp ipi
boynuna doladım. Beş dakika kadar sıktım. Sonra bıraktım. Bir an canlanır
gibi oldu. O an öldürmekten vazgeçtim. Ama ipi tekrar sıktım. Soyup
eşyalarını çöpe attım. Cesedi iki gün evde sakladım. Sonra da Hasdal’a yol
kenarına attım.”
Aksoy’un söylediği gibi aylar önce Hasdal Çöplüğü’nde bir erkek cesedi
bulunmuş, ama o tarihte katili ele verecek bir ipucu bulunamadığı için tıpkı
Mehmedi Y. gibi faili meçhul olarak kayıtlara geçmişti. Aksoy’un
cinayetlerindeki bütün ipuçları birbirini tamamlıyordu. Şimdi sırada
cinayetlerin işlendiği, Fatih’teki evin araması vardı.
Olay yeri inceleme ekibinin araştırması saatlerce sürdü. İnceleme sonunda
on bir delil bulundu. Yatak odasında her iki kolinin içinden çıkan çarşaf
benzeri kumaş parçaları, sobadan altı adet kemer tokası olduğu anlaşılan
yanmış metal parçaları, içinde sıvı bulunan bir şırınga, kanlı bir sehpa örtüsü,
parmak izleri, sigara izmaritleri ve bir silikon tabancası.
İncelenen ilk deliller, havlu ve metal parçalarıydı. Bunlarda kan izi
bulunamadı. Şırınganın içindeki sıvının kan olmadığı anlaşıldı. Kanlı kumaş
parçaları ise yıkanmıştı. Sigara izmaritlerinin DNA incelemesinde ise,
sigaraların Aksoy tarafından içildiği tespit edildi. Kısacası, Orhan Aksoy
yakalanmamak için bütün ayrıntıları tek tek düşünmüş ve delilleri yok
etmişti.
Katil, beş kurbanını da öldürdükten sonra soymuş, çırılçıplak banyoya
taşıyıp yıkamış ve onları günlerce orada tutmuştu.
Peki ama neden? Altı gün süren sorgusunda Aksoy, bu soruya bir tek yanıt
veriyordu: “Hırsızlık.”
“Üzerlerindeki eşyaları almak için öldürmüş değilim. Bu cinayetleri
işlerken rahatsız olduğumu söyleyemem. Buna doktorlar karar verir. Ama
rahatsız olduğumdan şüphe ediyorum. Allah’a inancım vardır. İşlediğim
cinayetler içinde bir tek Ömer Ş.’yi öldürdüğüme pişman değilim.”
Aksoy’un Ömer Ş.’ye öfkesinin nedeni öldürülmeden bir yıl önce, Ş.’nin
bir gün herkesin içinde Romen asıllı kadınlara küfür etmesiydi. Aksoy da
Romen asıllı bir kadınla evliydi.
Peki Orhan Aksoy bu beş cinayeti neden işlemişti? Ya da şöyle soralım,
hırsızlarla alıp veremediği neydi? Bunun yanıtı için biraz geriye, Aksoy’un
çocukluğuna gitmek gerekiyor.
Aksoy, sekiz çocuklu bir ailenin ortanca çocuğuydu. Babası inşaat işçisiydi
ve on kişilik bir aileyi zar zor geçindiriyordu. Belki de bu nedenle çok
sinirliydi. Her fırsatta çocuklarını ama özellikle de Orhan’ı dövüyordu. Hem
de öyle dövüyordu ki, Orhan’ın toparlanıp tekrar ayağa kalkması günler
alıyordu.
Aksoy’un bütün kurbanlan tıpkı babası gibi iriyarı ve kendisinden çok
daha güçlü kimselerdi.
Aksoy, dayağa ve şiddete dayanamayıp evden kaçtığında 15 yaşındaydı.
Bir süre sonra arkadaşlarıyla birlikte dükkânlardan giysi çalıp satarken
yakalandı ve tutuklandı. Yani hırsızlıktan.
İlk kez tutuklandığında babasının korkusuyla ismini gizleyecek ve bu
nedenle arkadaşları salıverildiği halde o aylarca tutuklu kalacaktı. Hırsızlık ve
dolandırıcılıktan defalarca tutuklandı. Defalarca hapse girip çıktı.
Deprem
İş bulamadığı için Romanya’ya gidene, orada eşini tanıyıp evlenene ve bir
aile kurana kadar bu şekilde yaşamaya devam etti. Aksoy, eşiyle birlikte
hayatında yıllarca sürecek temiz bir sayfa açmıştı. Eşi din değiştirip Mine
adını aldı. İki çocukları oldu. Aksoy da ailesinin geçimini artık çalışarak
sağlıyordu.
Ama olmadı. 17 Ağustos Gölcük depremi Aksoy ailesinin bütün planlarını
altüst etti. Depremden sonra işleri bozuldu. Orhan Aksoy da çareyi eşini ve
çocuklarını Romanya’ya eşinin babasının yanma göndermekte buldu. Amacı
masrafları azaltıp para biriktirmek ve ailesini tekrar İstanbul’a getirmekti.
Ama bu da olmadı. İşleri giderek daha da bozuldu. Ailesinden ayrı ve yalnız
geçirdiği o upuzun 1999 kışı Aksoy için milat oldu.
Mahkeme sürecinde Aksoy, yıllar önce ilk kez hırsızlıktan tutuklandığında,
babasının korkusuyla nasıl kimliğini gizlediyse ve bu nedenle aylarca hapis
yattıysa, aynı korkuyla bu kez seri katil olmakla suçlanırken avukat istemedi.
Kendi ifadesine göre avukat istememesinin tek nedeni şuydu: “Olay
büyümesin ve babam duymasın!”
Aslında Orhan Aksoy gibi kardeşleri de babalarının sistemli fiziksel
şiddetine maruz kalmıştı. Yedi kardeşinden hiçbiri kendi hayatını kurduktan
sonra babalarıyla görüşmedi.
Onu ve babalarını Orhan Aksoy’un ablası Rüveyde Aksoy şu cümlelerle
anlatıyor: “Orhan benim elimde büyüdü. Çok dayak yedi ama hepimiz yedik.
Babam Ahmet Aksoy çok sert bir adamdı. Ama hepimizin psikolojisi farklı
olduğu için Orhan bizden fazla etkilenmiş olabilir. Bize yönelik şiddetin
boyutu çok büyüktü.
Orhan hep çok sakin görünürdü ama babam akşam motoruyla gelirken
sesini duyduğu an yatağın altına saklanırdı. Sekiz kardeşten hiçbirimiz
babamla görüşmedik. Babamın Orhan’ın olayından ve küçükken çok dayak
yediğini anlattığından haberdar olmuş ama pek umurunda olmamış.”
Orhan Aksoy küçükken bazı geceler bağırarak uyanır, babası üstüne
yürüdüğünde feryat etmeye başlarmış, ta ki annesi kucağına alıp onu
sakinleştirene kadar. Şimdi onu yakınlarından dinleyelim:
Karısı Mine Aksoy: “Orhan’ın işleri son dönemde bozulmuştu. Deprem de
olunca maddi güçlüğe düştük. İki çocuğu alıp Romanya’ya ailemin yanına
döndüm. Bir gün Orhan’ın kız kardeşi Romanya’ya telefon etti ve “Hemen
Türkiye’ye gel” dedi. Her şeyi buraya gelince öğrendim. Meğer Orhan iki
aydır cezaevindeymiş. Orhan çok iyi bir insandı. Hiç yakıştıramıyorum ve
bunları yaptığına inanmıyorum. Çabuk öfkelenmezdi. Biraz sinirliliği vardı
son dönemlerde. Küçükken de ateşi falan olurmuş, rahatsızlanırmış.
Çocukluğunun çok kötü geçtiğini anlatmıştı bana. Çok zor bir yaşamı olmuş.
Babasıyla görüşmediği için ben de kayınpederimle hiç tanışmadım.”
Ablası Perihan Balgalmış: “Orhan iyi bir aile babasıdır. Ama içine kapanık
ve sessizdir. Onun o cinayetleri işlediğine inanmıyorum. Çok zayıf yapılıdır.
Onunla hiç unutamadığım bir günümüz var. Bursa’da evimizin arkasındaki
inşaatta kovalamaca oynarken Orhan kafasının üstüne düştü. Yüzü gözü
morardı. Babam neden kardeşinize bakmıyorsunuz diye hepimizi dayaktan
geçirdi. Çocukken Orhan, bazı geceler bağıra bağıra uyanır “Üstüme
gelmeyin” diye bağırırdı. Babam dışarda birine kızsa gelir evde hepimizi
döverdi. Aramızda kavga ettiğimizde niye anlaşamıyorsunuz diye yine sopa
yerdik. Hem de kazma sapıyla, vücudumuz morarana kadar vururdu. O evde
değilken evin önüne çıkar, motorunun sesini duyar duymaz, görürse döver
korkusuyla eve kaçardık. Baba korkusu bir tek Orhan’da değil hepimizde var.
Babama bir kere bile sarıldığımı, öptüğümü ya da onun beni sevdiğini
bilmem.”
Orhan Aksoy, İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. İlk
duruşmada kabul ettiği cinayetleri sonra duruşmalar boyunca reddetti. Katil
olduğunu ispatlayacak hiçbir delil olmadığını defalarca yineledi. Ama 2001
yılında beş ayrı cinayetten beş kez müebbet hapse mahkûm oldu.
Mahkeme heyetine yaptığı savunmada şunları söyledi: “TV ekranlarından
zevk, heyecan ve severek izlediğimiz spesial filmler olan Deli Yürek,
Memoli, Tehlike Çemberi, Macera Peşinde, Görevimiz Tehlike, Bir Zamanlar
Amerika ve Polis Akademisi vb. gibi yerli ve yabancı dizi filmlerin sihirli
büyüsü ve gizemli etkisi altında kendimi ezik ve eksik hissediyordum.
Dolaylı bir şekilde adımın karıştığı bu olaylar davasında baskılar beni
yıldırmıştı. Medyanın da ilgisini görerek medyanın sihirli medyatik akımına
kapıldım. Bana bir fırsat çıkmış olabileceğini düşündüm. Şu an vicdan azabı
çekiyorum. Lütfen beni bağışlamanızı diliyorum. Ben ölüden korkarım. Zayıf
ve rahatsızım. Bu ağır kolileri bir başka yerlere nakil edemem. Polisin
şahsıma uygun gördüğü cinayetler benim vasfıma uygun değildir.”
Bunlar onun son sözleriydi, ancak dosya bununla kapanmayacaktı.
“Kolicinin Babası Kurbanları Gibi Öldürüldü”
15 Ekim 2002
Bursa/Ovaakça
Bursa, Demirtaş Jandarma Karakolu’na saat 13.30 sularında ulaşan ihbar,
yaşlı bir adamın öldürüldüğünü söylüyordu.
Cinayet iki katlı müstakil bir evde işlenmişti. Yaşlı adamın cesedi salonun
ortasındaydı.
Başı, havluyla ve koli bantlarıyla sarılarak tamamen kapatılmıştı. Cesedin
elleri önden birbirine bağlanmıştı. Ortada kendi halinde bir mahalle, sıradan
bir ev ama sıradan olmayan bir maktûl vardı: Kolici adıyla bilinen seri katil
Orhan Aksoy’un babası Ahmet Aksoy. Önce cesedin ellerinin bağlandığı koli
bandı çıkarıldı. Bant şeffaftı. Ve ilginç bir ayrıntı vardı. Koli bandı buruşuk
değildi.
Olay yeri inceleme ekibine göre bunun anlamı şu: Eğer kurban elleri
bantlanırken hayatta olsaydı mutlaka direnecek ve sonuçta da bant kırışacaktı.
Oysa cesedin ellerinden alınan bant dümdüzdü. Yani maktul baygın ya da
ölüyken elleri sarılmıştı.
Bant, bir havlunun üstünde defalarca dolandırılmıştı. Ama burada da
durum aynıydı. Bantta en ufak bir kırışma ya da kurbanın boğuştuğunu
gösteren bir deformasyon yoktu. Ceset paket sarar gibi sarılmıştı.
Olay yerinde incelemeye değer sadece iki ipucu vardı. Cesedin dört metre
yakınında bulunan bir telefon faturası zarfı ve masa üzerinde duran bir
bardak.
Ekibin en önemli tespiti, katil ya da katillerin eve zorla girmediğini
belirlemek oldu.
Kapıda ya da pervazda herhangi bir zorlama yoktu.
Ahmet Aksoy, kendi işinde gücünde, düşmanı olmayan, kimseyle arasında
bir husumet bulunmayan yaşlı bir adamdı.
Bir yıldır kardeşi Hasan Aksoy’la birlikte yaşıyordu. İşleri Ovaakça’ya
yakın bir belde olan Kurşunlu’daydı. Her sabah işe birlikte gidiyorlardı. Ama
olay günü iş çıkışı Hasan Aksoy, bir akrabasını ziyarete gitmiş ve gece eve
dönmemişti. Sabah geldiğindeyse evde ağabeyinin cesedini bulmuştu. Ahmet
Aksoy, öldürülmeden birkaç gün önce kardeşine evi genç bir çifte kiraya
verdiğini, bir miktar da para aldığını söylemişti.
Jandarma ekibi hemen kim olduğu bilinmeyen kiracıların oturduğu daireye
indi. Evin kapısı açıktı. Terk edilmiş gibiydi. Odalarda rasgele konmuş bir iki
eşya dışında hiçbir şey yoktu.
Mutfakta tepsi üzerinde yarım bırakılmış yemekler ve kahve içilmiş iki
fincan duruyordu. Ama mutfak dolapları boştu.
Oturma odasına geçildi. Birkaç özel eşya, bir çanta, sehpa ve bir
kanepeden başka bir şey yoktu. Sehpanın üstündeki kül tablasının içinde iki
sigara söndürülmüştü.
Kiracılar evde yoktu. Daha doğrusu sanki hiç burada yaşamamışlardı.
Mahalle sakinleri arasında onları gören olmuştu ama ne isimlerini bilen vardı
ne de kim olduklarını. Ekip kiracılardan bir iz bulabilmek için evin her
köşesini tek tek taradı. Her yüzeyden parmak izi alındı ama evin hiçbir
yerinde incelemeye elverişli en ufak bir parmak izi bulunamadı. Sanki hepsi
titizlikle silinmişti.
Ekip olay yeri incelemesini bitirmiş gitmek üzereydi ki, olayın çözümünde
kilit rol oynayacak ipucu bulundu. Salonda bulunan çantanın gizli bir
bölmesinde küçük bir not. Not “Cino” lakaplı birine ithafen cezaevinden
yazılmıştı. Fakat herhangi bir isim yoktu.
Hasan Aksoy ayrıca ağabeyinin bir miktar parasının ve cep telefonunun da
kayıp olduğunu söylüyordu. Soruşturmanın bundan sonrası iki ayrı koldan
yürüyecekti: Jandarma Kriminal Laboratuvarı’nda ve kimliği belirsiz
kiracıların peşinde.
Ahmet Aksoy’un evindeki çöp bidonundan ele geçirilen koli bandı
parçacıkları, cep telefonu faturasının zarfı ve cesedin başından çıkarılan havlu
kriminal laboratuvarında tek tek incelendi. Ancak hiçbirinde mukayeseye
elverişli bir parmak izi ya da bir başka delil bulunamadı.
Uzmanların elinde tek bir umut kalmıştı: Koli bandı. Yani katilin mutlaka
dokunduğu kesin olan tek ipucu. Ancak koli bandından parmak izi almak
oldukça zordu. Bu nedenle önce ambalaj bantları havludan yıpratmadan
çıkarıldı. Bantlar bir gün süren kimyasal bir işleme tabi tutulduktan sonra ışık
altında incelendi. Sonuç olumluydu. Elde edilen izlerden biri parmak izi
mukayesesine uygundu. Katilin kimliğini ele verecek ilk delil bulunmuştu.
Esrarengiz kiracılar yakalanıyor
Kolide bulunan parmak izi 1997’de alınmış bir izle eşleşiyordu. Sabıkası
kabarık olan birine aitti. Gasp, yaralama, adam kaçırma ve hırsızlık
suçlarından defalarca hapse girip çıkmış biriydi. Haftalar süren takip sonunda
jandarma ekibi esrarengiz kiracılara ulaştı. Balıkesir’deydiler. Ama sürekli
yer değiştiriyorlardı.
Ekip aradığı adamın kim olduğunu artık biliyordu bilmesine ama bu adam
nasıl yakalanacaktı? Sürekli yer değiştirmesine rağmen Malatya’da bir evle
sık sık görüşüyordu. Görüştüğü evde yaşayan kişi ise Ahmet Aksoy’un
kiracılarından biriydi. İlk olarak kadın kiracı yakalandı. Uzun bir inkâr
sürecinden sonra kadının anlattıkları ürperti vericiydi.
Ayşe Sözen: “Hasan Aksoy’un evini birkaç gün önce kiraladık. Birkaç
eşyamızı getirdik. Karısından ayrı yalnız yaşıyordu. İki katlı evi ve parası
vardı. Olay gecesi bizi yemeğe davet etti. Amacımız kahvesine uyku ilacı
koyup uyutmak ve soymaktı. Bizi mahallede tanıyan ve gören henüz
olmamıştı. Olayı eşim gerçekleştirdi. Eşim aynı mahallede oturan iki
arkadaşını da ev taşıyacağız diyerek çağırdı ve bağlamaları için yardım
istedi.”
Zanlının anlattıkları çelişkiliydi. Yeni bir eve taşınmışlar, ertesi gün ev
sahiplerini soymaya karar vermişlerdi. Soruşturmayı yürüten ekibe Sözen’in
anlattıkları inandırıcı gelmiyordu. İfadesi üzerine bahsettiği arkadaşları da
sorguya alındı. İkisinin de ifadesi zanlı kadının anlattıklarından farklı şeyler
söylüyordu.
Ahmet Pak: “Cemal bizi aradı. Taşınıyoruz, eşya taşıyacağız dedi. Oraya
gidip olanı görünce de tehdit ederek yardım etmemizi istedi. Biz gittiğimizde
adam baygındı. Bağlı şekilde bırakıp gidecektik. Aşağı indikten sonra karısı,
benim çalıştığım yeri biliyor, kendine gelince peşimize düşer dedi. Bunun
üzerine Cemal tekrar yukarı çıkıp adamı boğdu.”
Hasan Aksoy cinayetine yardım etmekle suçlanan dört zanlıdan üçü
tutuklandı. Katil zanlısı Cemal Sözen ise Bursa’da yakalandı. Sözen,
güvenlik güçlerine verdiği ilk ifadede suçu kabul ediyor ancak cinayet
nedenini sarkıntılık olarak gösteriyordu.
Cemal Sözen: “Cinayeti soygun amacıyla işlemedim. Eve birkaç gün önce
taşınmış olmamıza rağmen eşime sarkıntılık etmeye başlamıştı. Bu meseleyi
kafama takmıştım. Olay günü birlikte yemek yedik. Kahvenin içine daha
önce hap koymuştuk. İçince kendinden geçti. Daha önceden tanıdığım iki
arkadaşımı çağırdım. Onlar da ellerini ve ayaklarını sarmama yardım ettiler.
Ellerini ayaklarını bağladık. Eşyaları ve biraz para aldık. Ayrılmak üzereyken
Ayşe, “Bu benim işyerimi biliyor,” dedi. Geri döndüm.”
Cemal Sözen, Orhan Aksoy’un cinayet şeklini neden taklit ettiğini ise asla
yanıtlamadı. Sözen, Orhan Aksoy’u tanımadığını, maktulün kendisine
anlattığını söyledi. Hatta Abdullah Aksoy, oğlu hakkında bir kitap yazıldığını
anlatmıştı. (Kolici-Sevinç Yavuz / 2001-Metis Yayınları)
Ahmet Aksoy cinayetinde hâlâ bazı karanlık noktalar var. İlki, kiracı çiftin
eve sadece iki gün önce taşınmış ve evi telefonla tutmuş olması. Cinayet
işlemeye hangi zaman diliminde karar vermişlerdi? İkincisi, birkaç parçadan
oluşan evdeki eşyalar. Bunlar da göstermelik bir taşınma yapıldığı hissi
veriyordu.
Ayrıca sanık ifadesinde Orhan Aksoy’un seri katil olduğunu Hasan
Aksoy’dan öğrendiğini söylüyordu. Maktul, yalnızca iki gündür tanıdığı
birine oğlunu cinayet işleme şekline kadar ayrıntılı olarak anlatır mıydı? Kim
bilir?
Hapisteki “Cino” lakaplı kişinin kim olduğu asla tespit edilemedi.
Aksoy’un Mektubu
Orhan Aksoy cezaevinde bulunduğu süre içinde kendisi hakkında karar
verecek olanlara tam on dört mektup yazdı. Bunlardan ilki tutuklama kararını
veren İstanbul Fatih 2.Sulh Ceza Mahkemesi hakimine, İkincisi İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığına, son ikisi ise, kendisi hakkında karar verecek olan
İstanbul 5.Ağır Ceza Mahkemesi hakimineydi. Aksoy’un son mektubu 24
Nisan 2001 Salı gününün tarihini taşıyor. Aksoy’un ilginç mektubu:
T.C. Kartal Özel Tıp Cezaevi Müdürlüğü Kanalı ile İst.
5: Ağır Ceza Mahkemesi’ne arz ve talebimdir
Adı: Orhan
Soyadı: Aksoy
Doğ.Yeri ve Tar.: 16/09/1971
Med.Hali: Evli ve iki çocuklu
Suç iddiası: Birden ziyade adam öldürmek!?
Tev. Tarihi: 29/01/2001
KONU: Kendini ihbar, suç duyurusu, samimi itirafımdır.
Özet: Dolaylı olarak adamın karışmış olduğu seri cinayetler davasına şaibe katarak adaleti
yanıltmaya çalıştığıma dair adli delil sayılabilcek suç duyurusudur. Özür dileyerek, affınıza
sığınmak ve tahliye talebimden yararlanabilmek amacındayım.
DOLAYLI DAVA KONUSU: Yaklaşık iki seneyi aşkın bir süredir Beyazıt meydanı çınar
altında ikinci el GSM cihazı alım satım ile işportacılık yapmak için tezgah açmaktayım.
Her gün yaklaşık 15-20 GSM cihazı devir daim olurdu ve olduğu günlerden bir gün
merhumlardan birisine ait olan markasını hatırlayamadığım GSM cihazı ve altın kaplamalı
gümüş yüzüğü orta yaşlı, gözlüğü olan bir şahıstan ticari amaçlı param ile aldım. Bilhare
GSM cihazını ticari amaçlı para ile sattım. Sattığım dükkancı esnef işinin resmi ciddiyet
anlayışı gereği benim hüviyet cüzdanımın kimlik fotokopisini ve şahsımın adına kayıtlı olan
0535 747 7 7 22 GSM hat numaram ile aramızda anlaşmaya vardığımız bedeli TL olarak
fotokopi müsvettesine beraberce not edip gereği icabınca imzaladım. Altın kaplamalı gümüş
yüzüğü hobim gereği kendim kullanacaktım. Benim bu davada dolaylı olarak ismimin
geçmesine iten husus budur... Ve sonrası?
Ailem ile beraber Bursa’ya akraba ziyaretiğine gittiğimizin üçüncü günü bir arkadaşım beni
arayarak Bursa Heykel Ulucami karşısındaki McDonald’s fast food cafe saat 12’de öğlen
yemeğinde bir husus konusunda fikrime danışmak istediğini ima etti.
Ben müsait olduğumu belirttim ve ticari taksi ile hareket ettim. Randevu yerine geldiğimide
İstanbul asayiş şubesi cinayet büro dedektiflerinin daha önceden planlamış oldukları ani şok
baskın nokta operasyonu ile karşılaşarak gözlem altına alındım. 5 sivil ekip aracı 20 dedektif
polisi karşımda görünce ve pata küte araçlara binilerek araçlara binilerek İstanbul’a doğru
yola çıkıldım. Adına daha sonra öğrendiğim Demircan adlı polis memuru Orhan Aksoy 5
kişiyi öldürmek suçundan gözaltına alınmış bulunuyorsun dedi. Bir yanlışlık söz konusu
olmuş yanlış kişiyi yakalamışlardı. İstanbul asayiş şubesi cinayet büro amirliğine getirilerek
ilk etapta üst arama ve tutanağı yapılarak kimlik tesbitim ardından nezarethaneye kapattılar.
Ertesi sabah özel hayatım taa çocukluğumdan o günümüze ayrıntı ve detaylarına kadar
anlatmamı istediler. Bende gerek icabı anlattım. Onlarda not ederek bilahare bilgisyara
kaydettiler. Daha ertesi gün Fatih’teki evime oradan da düzmece iki yere götürüldüm.
Anladığım kadar birtakım kişi ya da kişiler birtakım kişileri öldürüp koli paketi yaparak
şehrin birtakım yerlerine bırakmış. Bırakıldığı adresleri ile kim oldukları ve ne şekil,
sebeblerini İstanbul Adli Tıp Kurumu’nca tespit edilerek bildirilmiş cinayet büro bu
cinayetlerin benzer farklılıklar gerekçe ve bahanesi ile üzerime beş tanesini yıkabilmek için
psikolojik baskı, küfüri hakaret, şeffaf işkence çıplak şekilde tazyikli su banyosu, erkeklik
uzvuma manyeto akımı ve ekler yapıp dava olayları ile bir dosya yapmaya çalışmış oldukları
tüm evrakları baskılar sonucu ve kendimce bu davaya medyanın da ilgisinden dolayı şaibe
kattım ve tüm bana sunulan evrakları imzaladım. Olaylar çevremde cereyan etmiş olabilir.
Ama failleri daha yakalanmamıştır. Ben buradan durumu açıklayarak şuç duyurusunda
bulunuyorum.
ŞAİBELİ DAVA KONUSU: Tv ekranlarından zevk, heyecen ve severek izlediğimiz spesial
filmler olan Deli Yürek, Memoli, Tehlike Çemberi, Macera Peşinde, Görevimiz Tehlike, Bir
Zamanlar Amerika ve Polis Akademisi vb gibi yerli ve yabancı dizi filmlerin sihirli büyüsü ve
gizemli etkisi altında kendimi ezik ve eksik hissediyorum. Daha önceleri gazetelerin ilan
sayfalarında film ve sinemalarda figüran rolü oynayabilcek her yaştan kendine güvenen
adaylar aranmaktadır. Kontenjanımız doludur acele ediniz türündeki ilanlara gerek telefon
gerek bizzat başvurdum ama bir cevap alamadım. Dolaylı bir şekilde adımın karıştığı bu
olaylar davasında baskılar beni yıldırmıştı. Medyanında ilgisini görerek medyanın sihirli
medyatik akımına kapıldım. Bana bir fırsat çıkmış olabileceğini düşündüm. Ne de olsa
sabreden derviş muradına ermiş. Kendimce bundan bir pay, hevesimi alabilmek arzusu
duydum.
Konunun boyunu bilmediğim için boyutlarını da hesaplayamadım. Bir heves ve sonuçların
buralara geleceğini sanmazdım. Bu heves buruk bir acıya dönüştü. Şu an vicdan azabı
çekiyorum. Lütfen beni bağışlamanızı diliyorum. Affınıza sığınıyorum. Ayrıca kutal adalet,
kamuoyu, kurum, kuruluşlar benden özür bekliyorlar. Ben burada kişisel saygım icabı herkes
ve her şeyden özür diliyorum. Herkese metanet ve esenlikler diliyorum. Yanlışlığa yol açtım
beni azad ediniz. Fatih 2.Sulh Ceza Mahkemesi’nde dediğim yapmış da olabilirim yapmamış
da olabilirim hatırlamıyordaki korkumun sırrı bu.
Ben ölüden korkarım. Zayıf ve rahatsızım.Bu ağır kolileri başka yerlere nakil edemem.
Güçsüzüm. Polisin şahsıma uygun gördüğü cinayetler benim vasfıma uygun değildir.
Karakolda özel hayatımın dışında bu dava ile ilgili ifade vermedim(...)
Dolaylı yoldan adımın karışmış olduğu seri cinayetler sorgulamasında polis karakolunda,
atmış olduğum imzaları geçersiz kılıyor, kabul etmiyorum. Takdiri yüce adalet ve siz sayın
mahkeme heyetine bırakıyorum. 14/05/2001/P.tesi/ gün tarihli mahkememde dava dosyasının
bir an önce taktik edilerek bağlayıcı unsurlarımız yok ise davaya dışarıdan katılmak
istiyorum. Tevkifimin kaldırılmasını arz ve talep ederim.
K.Ö.T.C.E.M.5
TUTUKLU
ORHAN AKSOY
“Onun içeceklerime okunmuş ilaçlar atarak cinlerini üzerime saldığını
öğrendim. Cinlerinden kurtulmak için onu da öldürdüm.”
UFUK SALİH HANTAL
YERLİ SLEEPERS
Ufuk Salih Hantal, 1974’te İstanbul’da doğdu. Bekâr. Üniversiteyi kazanamadı, ilk cinayetini
1998’de Nakşibendi Tarikatı’nın önde gelen isimlerinden Ali Hızır M.’yi öldürerek
gerçekleştirdi. Bir yıl arayla İmam Hatip Lisesi’nden iki arkadaşını daha öldürdü.
Yakalanmasaydı, iki arkadaşı ve bir öğretmenini daha öldüreceğini söyledi. Akıl sağlığı
yerinde bulunmadığı için salıverildi. Dışarıda.
17 Mayıs 1998
İstanbul/Fatih
Yeşil cübbeli, sarı sakallı bir adam Fatih’teki Çukurbostan Camii’ne
girdiğinde kimsenin dikkatini çekmedi. İsmailağa cemaatinin “peygamber
sünneti” saydığı bu giysilerle dolaşanlara sık rastlanıyordu camiide.
Adam içeri girdiğinde namaz kılınmış, sohbet ediliyordu. Cübbesinin içine
sakladığı tabancayı çıkardı. Altı el ateş etti. Cemaatiyle birlikte fıkıh sohbeti
yapan Hızır Ali M. olay yerinde öldü. Saldırgan, camiye girerken çıkardığı
ayakkabıları bile almadan koşarak uzaklaştı.
Camide bulunanlar neye uğradığını şaşırmıştı.
İmam Hızır Ali M., İsmailağa cemaatinin lideri “Mahmut Hoca” olarak
bilinen Şeyh Mahmut Ustaosmanoğlu’nun damadıydı. Kayınpederi öldükten
sonra onun yerine geçeceğine de kesin gözüyle bakılıyordu. Yani öldürülen,
aslında Şeyh’in veliahtıydı!
Basın da cemaat mensupları da aylarca bu cinayeti konuştu. Asıl hedef,
“Mahmut Hoca”ydı diyenler bile oldu.
Ancak ortada ne bir ipucu ne de şüpheli vardı. Polisin elinde görgü
tanıklarının ifadeleri ve boş kovanlar dışında bir tek delil yoktu.
Üstelik polis uzun süre bu delillerin dışında yeni bir ipucuna da ulaşamadı.
Soruşturma belirsizliğe sürüklendi.
Şubat 2001
Ahmet K., minibüs şoförlüğü yapıyordu. Soğuk bir kış günü silahla
öldürülmüş olarak bulundu. Polis cinayeti araştırırken Ahmet K.’nın
İsmailağa cemaatine mensup olduğu bilgisine ulaştı.
Ahmet K.’nın önemli bir özelliği daha vardı. K. 1998’de camide vurularak
öldürülen Hızır Ali M.’ye yakın bir isimdi.
Ve olayda kullanılan silah aynıydı. Bu ilginç detaylar polisin karşısına faili
meçhul kalmış bir cinayet dosyasını daha çıkardı. Otoparkçılık yapan Ömer
T. de aynı silahtan çıkan kurşunlarla öldürülmüştü ve Ahmet K. gibi Hızır Ali
M.’nin öğrencisiydi.
Hızır Ali M. cinayetinden üç yıl sonra polis ilginç bilgilere ulaşmıştı. Ve
ipuçları cemaat içinden birini gösteriyordu. Bu amaçla cemaat yakın takibe
alındı. Gelip gidenler, mensuplar, sabıkalılar, tamamı gözden geçirildi. Biri
kuşkulu davranışlarıyla dikkat çekiyordu: Ufuk Salih Hantal.
Ahmet K. cinayetinin işlendiği yerde yıllar önce katile ait olduğu
düşünülen bir anahtar bulunmuştu. Hantal’ın evine baskın düzenlendiğinde
polisin yanında bu anahtar da vardı. Ve anahtar Hantal’ın evinin dış kapısına
birebir uyuyordu. Hantal, polis merkezindeki ilk ifadesinde üç cinayeti de
işlediğini kabul ediyordu.
“Hızır Hoca’nın müridi değilim. Yanına dini bilgi almak için gidiyordum.
Cinlerinden kurtulmak için ben öldürdüm.”
Ufuk Salih Hantal, Ömer T.’yi öldürme gerekçesini de “cinler” e
bağlıyordu:
“Ömer T.’nin, içeceklerime okunmuş ilaçlar atarak cinlerini üzerime
saldığını öğrendim. Cinlerinden kurtulmak için onu da öldürdüm.”
Hantal, cemaat üyesi olan arkadaşı Ahmet K.’yı ise cinsel taciz yüzünden
öldürmüştü.
“Ahmet K. arkadaşımdı. 15 yıl önce okulda şehvetli bir şekilde bacağımı
sıkmıştı. Bunun intikamını almak için onu da silahla yaraladım. Sonra
hastanede öldü.”
Ufuk Salih Hantal, üç cinayetin faili olarak idam istemiyle İstanbul 1. Ağır
Ceza Mahkemesi’nde yargılandı, ancak ceza almadı. Çünkü Adli Tıp
Kurumu’na göre, Hantal’ın akıl sağlığı yerinde değildi.
Zaten yakalandığında bir psikolog tarafından tedavi ediliyor ve ilaç
kullanıyordu.
Tatbikat sırasında “Yakalanmasaydım, ölüm listemde 2 okul arkadaşım ve
bir de öğretmenim vardı,” dedi.
Hantal’ın okul diye bahsettiği yer, Fatih Draman’daki İmam Hatip
Lisesi’ydi. Ufuk Salih Hantal, buradan mezun olduktan sonra üniversite
sınavını kazanamamış ve bunalıma girmişti;
“Hızır Hoca’dan feyz almaya gidiyordum ama cinlerini hep üzerime
gönderiyordu. Bu cinlerin yüzünden kendimi kaybedip arkadaşlarıma kötü
davranıyordum. Hızır Hoca’yı bu cinlerden kurtulmak için öldürdüm.”
Hantal’ın Mahkeme İfadesi
“Atılı suç doğrudur. Ben nakşibendi tarikatına mensubum ve İsmailağa
dergahındanım. Mahmut Ustaosmanloğlu’nunda müridiyim Hızır Ali
Muratoğlu’da aynı tarikattandır, Hızır Ali Muratoğlu’nu öldürmem için bazı
sebepler var.
Bunlardan bir tanesi bana cinleri musallat etmişti, ben onunla sağlında
benimle irtibatını kes diye söylemiştim, cinlerin bana musallat olmasının
birtakım maddi ve menevi tezaülleri vardır, bunalımda idim kendsi ile
konuştuktan sonrada bu durumlar kesilmedi, rüyamda da Mahmut Hocayı
gördüm daha doğrusu kendisini görmedim sesini duydum. Hızır hoca için
tekrar tekrar vuruldu diye bir ibare kullanıyordu ben bunu Hızır hocayı
öldürmem gerektiği yönünde bir işaret olarak anladım.
Hızır hoca ile aramızda daha önceden herhangi bir husumet yoktu kendisi
ile fazla samimiyetimde yoktur, kendisinden 1995-1996-1997 yıllarında
kendisinden ders almıştım başka bir husumetimiz yoktur ancak bana bir
nazarı dokunmuştur bu nazarı sonucunda sol beynimin yarısı yamuldu, sol
gözümde bir arıza meydana dedi. Bu arıza Hızır Ali Hoca’nın nazarı ile
meydana geldi ben bunu anlamıştım Mahmut Hoca’nın rüyamda iki sefer
izah ettiğim gibi iki sefer işaretini alınca onu öldürmeye karar verdim.
1977 yılı sonlarında mahallemizde oturan Ferit isminde Ferit Demiral
isimli Keçeci sokakta oturan bir şahısdan para ile satın aldığım tabancayı
evde saklıyordum dedi.
Olay günü Hızır Ali, Ali Muratoğlu’nu öldürmek için İsmail Ağa Camiine
gittim, Mahmut Hoca’nın vazı vardı maktül’de bu vaazı dinledi Mahmut
Hoca’nın vaazı bittikten sonra cemaitin büyük bir kısmı dağıldı Mahmut
Hoca’da ayrıldı maktül Hızır Ali Muratoğlu kendi öğrencilerinden oluşan 15
kişilik bir gruba caminin bir kenarında yarım saat kadar ders verdi onun
derside bittikten sonra öğrencileri çıkıyordu.
Kendiside ayakaltı kendisinden caminin iç kısmına geçeceği sırada birkaç
metre mesafeden tabancayla 6 el ateş etmek suretiyle Hızır Ali Muratoğlu’nu
öldürdüm, maktül yere düştü bende tabancamla birlikte camiden çıkıp gittim.
Uzaklaştım evime gittim yakalandığım zamana kadar da evimde kaldım bu
olaydan 3 sene kadar sonra yakalandım bu 3 yıl zarfında da hep evimde
idim.”
“Ses getirecek bir cinayet işlemek istiyordum. Özellikle İmrahor Köyü’ne
yakın bölgelerde gezdim. Çünkü orası, sürekli aşırı alkol kullananların ve
ahlaka aykırı davranışlarda bulunan kişilerin geldiği bir yerdi.”
UĞUR VAROL
HANNİBAL
Uğur Varol, 1978’de doğdu. Tiner bağımlısı. 2002 yılında İstanbul’da üç kadına saldırdı.
Birini ısırarak öldürdü. İkincisini ağır yaraladı. Üçüncüsünün ise, yüzünü yine ısırarak
parçaladı. 2003’te İstanbul Bakırköy’de yakalandı. Cezaevinde.
20 Aralık 2002
İstanbul/Zeytinburnu
Sabah ezanı okunmak üzereydi. 75 yaşındaki Rabia Nazari, her sabah
yaptığı gibi birkaç sokak ötedeki aşevinden günlük yemeklerini almış, eve
dönüyordu. İyiden iyiye bastıran kışın soğuğu içine işlemişti.
Yaşlı bacakları, ne kadar zorlarsa zorlasın hızlı adım atmasına engel
oluyordu. Oğlu ve gelini uyanmadan önce kahvaltıyı hazır etmeyi kendine iş
edinmişti.
Aslında bu sokaklara yabancıydı. Bir yıl önce oğlu ve geliniyle birlikte
Afganistan’dan kaçıp Türkiye’ye sığınmıştı. Özbek asıllıydı ve hayatının son
yıllarını aynı dili konuşamadığı insanların arasında geçirmek zorundaydı.
Elindeki sefertasından güç almaya çalışarak evinin bulunduğu sokağın
köşesinden döndü. Sokak hâlâ karanlıktı. Birkaç adım sonra evinin kapısına
ulaştı. Kilidi bozuk kapıyı iterek açtı. Girişteki otomatiğe uzandı.
Işığın yanmasıyla yüzüstü yere düşmesi bir oldu. Sırtında korkunç bir acı
hissetti. Çok güçlü bir şey tarafından itilmişti. Dehşetle doğrulmaya
çalışırken bedeninin üstüne çöken ağırlıkla yeniden yere kapaklandı.
Göremediği bir beden, var gücüyle üstüne abanmıştı. Korkudan bağırmak
aklına bile gelmiyordu. Onu ancak kendisini sırtüstü çevirdiğinde görebildi.
Gençti. Siyah, uzun saçları vardı. Nefesi bilmediği bir şekilde kokuyordu.
Artık bağırmak istiyordu; ama bu kez de adamın ağırlığından nefes
alamıyordu. Adam, dizleri üstünde doğrulmak için kalktığında soluğuyla
birlikte ağzından ilk feryat da çıkıverdi: İmdat! Yaşlı sesinden
beklenmeyecek bir güçle ve aralıksız çığlık atıyordu. Bilincini kaybetmeden
önce son gördüğü, adamın yüzünü yüzüne yaklaştırıp ağzını kocaman açması
oldu.
Birkaç saat sonra
Polis ekibi, olay yerine geldiğinde yaşlı kadın İstanbul Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hastanesi Acil Cerrahi Servisi’nde tedavi altına alınmıştı. İmdat
çığlıklarına oğlu ve komşuları uyanmış, kimliği belirsiz saldırgan ise yaşlı
kadını ağır yaraladıktan sonra kaçmıştı.
Nazari’nin yüzünde ve vücudunda onlarca derin ısırık izi vardı. Saldırgan,
yaşlı kadının etini sanki parçalamak ister gibi ısırmış hatta birkaç bölgede
bunu başarmıştı. Kadının vücudundaki yaralardan bazıları ise, delici bir aletle
yapılmıştı.
Yaşlı kadın hastanede, tercüman aracılığıyla verdiği ifadede saldırganı
tanımadığını söyledi. Daha önce gördüğü ya da tanıdığı biri değildi. Üstelik
olay yerinde de saldırganın kimliğini ele verecek bir ipucu bulunamadı.
Saldırgan tecavüze yeltenmemişti. Polisin yürüttüğü soruşturma birkaç gün
içinde tıkandı ve saldırı faili meçhul dosyalar arasındaki yerini aldı.
Dosyadaki tek ipucu kurbanın yüzündeki derin diş izleriydi.
Bir buçuk ay sonra
Issız, karanlık sokakta sessizce ilerledi. Evin kapısına ulaştığında bir kez
daha arkasına baktı. Kimse yoktu. Omzuyla hafifçe kapıya yüklendi.
Umduğundan kolay açılmıştı. Yaşlı kadının hırıltılı nefesini duydu. Bir süre
dinledi. Gözleri karanlığa alıştığı için yaşlı kadını artık görebiliyordu.
Kurbanına doğru yürüdü. Ağzının içindeki acıyla dişlerini sıktığını fark etti.
Yaşlı kadın hâlâ uyuyordu. Yüzüne yaklaştı. İlk kurbanında yarım kalanı
tamamlamaya kararlıydı.
İstanbul/Zeytinburnu
Olay Yeri İnceleme ekibi, cinayet mahalline ulaştığında, gecekonduda
çıkan yangın bir saat önce söndürülmüştü. İtfaiyeye haberi 80 yaşındaki
Fatma Ş.’nin komşuları vermişti. İtfaiye ekibi, yanan eve girdiğinde
beklemediği bir manzarayla karşılaşmıştı. Fatma Ş., yatağında cansız
yatıyordu. Ama ölüm nedeni yangın ya da gaz zehirlenmesi değildi. Yaşlı
kadın, öldüresiye ısırılarak ve delici bir alet saplanarak öldürülmüştü.
Olay Yeri İnceleme ekibi araştırmaya evden başladı. Manzara korkunçtu.
Cinayet mahalli tek katlı, tek odalı bir gecekonduydu. Bina metruk
sayılabilecek kadar eskiydi. Kapı kilidi bozuktu. İçeride, girişe göre solda
kalan bir gardırop ve gardırobun üzerinde poşetlenmiş gıdalar vardı.
Karşı duvar önünde yatakyorgan ve giysiler duruyordu. Odanın ortasında
bir sandalye devrilmişti. Dış kapının sağında ise, ısınmak için kullanılan bir
teneke vardı. Her yer dağılmış ve yanmış bez parçalarıyla doluydu.
Sıra cesede gelmişti. Yaşlı kadın, sağda duvara dayalı yatak üzerinde
sırtüstü yatıyordu. Sağ eli yüzüne kapalıydı ve elbiseleri boynuna kadar
sıyrılmıştı. Çıplaktı. Göz kapakları morarmıştı. Yüzünde, kollarında,
bacaklarında, kısaca vücudunun onlarca yerinde derin ısırık izleri vardı.
Katil, kurbanını defalarca ısırmış sonra da delici bir aletle öldürmüştü. En
dehşet verici görüntü ise, cesedin bir metre ilerisindeydi; Fatma Ş.’nin
bedeninden dişle koparılmış et parçaları. Olay Yeri İnceleme ekibi cinayet
mahallinden ayrıldığında elde somut bir tek ipucu vardı. Katilin, kurbanının
vücudunda bıraktığı diş izleri. Katil kurbanına tecavüz etmemişti.
“Diş izi katili anlatır”
Isırık izi, uzmanlar için tıpkı parmak izi gibi bir belge. Çünkü insanların
diş izleri, dişlerin mevcut yapıları ve ağız içindeki konumlarına göre
benzersiz özellikler taşıyor. Isırık izi, çenenin kapanması sırasında dişlerin
cisim üzerinde bıraktığı fiziksel ve mekanik etkiyle meydana geliyor. Isırma
kuvveti ve doku hasarı oranında ciltte gözle görünür bir hasar kalıyor. Hafif
ısırıkta deride 24 saat iz kalabiliyor.
Deriyi delecek kadar güçlü ısırmalarda ise, iz bir hafta kadar
gözlenebiliyor. Isırık izinde ilk 24 saat çok önemli. İz, ilk 24 saatte alınırsa
önemli bir delil elde edilmiş oluyor.
Ölüm durumunda ise, hücre yenilenmesi olmadığı için ısırık izi çürüme
başlayana kadar vücutta kalıyor. Bir insan ısırığında en fazla altı ön diş iz
bırakıyor. Ve bu iz, tıpkı parmak izi gibi karakteristik özellikler taşıyor.
Adli Tıp uzmanları, kurbanın üzerindeki ısırık izinin önce kalıbını alıyor,
daha sonra fotoğraf makinesi ve kamerayla bu izleri yakın ve metrik ölçekli
çekimle kaydediyor. Isırık izinin daha görünür olması için çekim ters açıdan
ışık tutularak gerçekleştiriliyor. Sonrasında bilgisayarda dijital analiz ve
karşılaştırma yapılıyor.
Fatma Ş.’nin otopsisi aynı gün Adli Tıp Kurumu’nda yapıldı. Uzmanların
tek umudu, otopside olayı aydınlatacak bir ipucu bulmaktı. Isırık izlerinin
çokluğu saldırganın hınç dolu olduğunu gösteriyordu. Otopsiyi yapan ekip,
diş izlerinde katilin kimliğini ele verecek bir ipucu arıyordu. İzler tek tek
önce fotoğraf makinesi, sonra da kamerayla çekildi. Bu veriler bundan sonra
Adli Diş Hekimi Dr. Hüseyin Afşin tarafından değerlendirilecekti.
Bir buçuk ay arayla Zeytinburnu’nda gerçekleşen iki olay, İstanbul polisi
için alarm anlamına geliyordu. Kimliği belirsiz bir saldırgan, yaşlı kadınların
yüzünü ve bedenlerini ısırarak parçalıyordu. Polis, biri cinayetle sonuçlanan
iki saldırıyı da tek bir kişinin işlediğinden emindi.
İstanbul Cinayet Masası dedektifleri, önce Zeytinburnu civarında yaşayan
başta cinsel içerikli suç işleyenler olmak üzere bütün sabıkalıları gözden
geçirdi. Şüpheli bulunanlar sorguya alındı. Ama hiçbiri, iki olayla da
bağlantılı görünmüyordu. Soruşturma devam ederken üçüncü saldırı haberi
10 Haziran 2003’te, yani son saldırıdan tam dört ay sonra Bakırköy’den
geldi.
ABD vatandaşı Shirley L. Fox, Bakırköy sahil yolunda sabaha karşı
Atatürk Havalimanı’na gitmek için taksi beklerken saldırıya uğradı. Fox,
saldırganın eşkalini tam olarak veremiyordu. Olaya tanık olanlar da tam
olarak ne olduğunu anlayamamıştı. Karanlıkta gördükleri olayla ilgili çok az
bilgi verebiliyorlardı. Bütün anlatılanların ortak noktası şuydu: Saldırgan,
kadının yanına yaklaşmış, yüzünün çeşitli yerlerini ve sağ gözünün üstünü
koparırcasına ısırmıştı. Saldırganın arkasında bıraktığı tek ipucu, yine diş
izleriydi.
Isırık izindeki ipucu
Üçüncü saldırının yankıları hem polis hem de basın için büyük olmuştu.
İstanbul’da yaşlı kadınları yüzlerinden yemeye çalışan bir adam kol
geziyordu ki, Adli Tıp Uzmanı Dr. Hüseyin Afşin’den ilk önemli bilgi geldi.
Afşin, üç olaydaki ısırık izlerini tek tek karşılaştırmış, dijital analizlerini
yapmış ve sonunda katilin kimliğini ele verebilecek çok önemli iki ipucu
yakalamıştı.
Afşin’e göre katilin iki belirgin özelliği vardı. İlki, katilin normalden çok
daha büyük köpek dişlerine sahip olmasıydı. Normal bir insanınkilerden çok
daha uzun ve güçlü olan köpek dişleri, Afşin’in hemen dikkatini çekmişti.
İkinci ipucu ise polisin işini kolaylaştıracak cinstendi. Katilin ön kesici dişleri
yoktu. Artık cinayet masası dedektifleri, Zeytinburnu ve Bakırköy civarında
ön dişi olmayan bir zanlı arıyordu.
15 Haziran 2003
Bakırköy
Zeytinburnu ve Bakırköy civarına pusu kuran Asayiş Büro Amirliği’ne
bağlı sivil ekipler, bölgeyi tam anlamıyla abluka altına almıştı. Bütün
sabıkalılar takip ediliyor ve bölgede dolaşan bütün şüpheliler inceleniyordu.
Üç gün boyunca polisin dikkatini çeken kimse olmamıştı, ta ki, 25
yaşlarındaki genç bir adam, son saldırının olduğu yere yanında üç sokak
köpeğiyle gelene kadar. Etrafına bakınıyor, köpeklerle ilgileniyor ama bütün
bunları yaparken son saldırının meydana geldiği bölgeden uzaklaşmamaya
gayret ediyordu. Polis ise, bir tek şeyi merak ediyordu; genç adamın ön
dişinin olup olmadığını.
Takip devam ederken şüpheliyle ilgili bilgilere de ulaşılmıştı. Şahsın adı
Uğur Varol’du. 25 yaşındaydı. Tiner ve madde bağımlısıydı. Aralık 1993’te,
yani 15 yaşındayken hırsızlık suçuyla tutuklanmıştı. Gasp, müessir fiil,
yaralama ve sarkıntılık suçlarından da sabıkalıydı.
Bakırköy civarındaki köprü altlarında yatıp kalkıyordu. Polis, aradığı
zanlıyı bulduğuna inanıyordu. Varol gözaltına alınırken üzerindeki keskin
bali ve tinerkokusu polisin dikkatini çekmişti. Konuştuğunda ise, polis artık
doğru adamı yakaladığına emindi. Uğur Varol’un ön kesici iki dişi yoktu.
Zanlı yakalanmıştı yakalanmasına ama Varol’u mahkeme önüne çıkaracak
delil yine Adli Tıp uzmanları tarafından sağlanacaktı. Zanlının diş izleriyle,
daha önceki üç olaydaki ısırık izlerinin karşılaştırılması gerekiyordu.
Bir kez daha Dr. Hüseyin Afşin bilgisayar başındaydı. Bu kez,
kurbanlarının vücudundaki izlerle zanlıdan alınan izleri karşılaştıracaktı.
Yapılan inceleme sonucu ise olumluydu.
Uğur Varol’a ait ısırık izleriyle kurbanlardaki diş tüberküllerine ait izler ve
sağ ve sol diş boşluklarına ait izler tam uyumluluk gösteriyordu. Özetle,
kurbanlardaki ısırık izleri Uğur Varol’a aitti.
Varol, ifadesinde iki saldırıyı ve cinayeti işlediğini itiraf etti. Duruşma
sırasında ise saldırıları üstlenip, cinayeti işlediğini reddetti. İfadesini polisin
baskısı altında verdiğini savundu. Varol, ön dişlerinin tiner bağımlısı olduğu
için beş yıl önce döküldüğünü iddia etti ve yargılama sırasında saldırılardan
sağ kurtulan Rabia Nazari ve Fox tarafından teşhis edildi.
Isırık izi, ABD, İngiltere, Hollanda, İskandinav ülkeleri ve Japonya
mahkemelerinde birinci derecede delil olarak kabul ediliyor.
Uğur Varol, saldırılarını gerçekleştirmeden bir yıl önce, kurbanlarının
yüzünü parçalayarak ısıran Dr. Hannibal Lecter karakterinin, Anthony
Hopkins tarafından canlandırıldığı Hannibal filmi gösterime girmişti.
Varol’un ilk saldırısını gerçekleştirdiği sırada ise, seri filmin üçüncüsü
olan Kızıl Ejder gösterimdeydi.
“İşsizdim, çaresizdim. Önce hırsızlık yaptım, sonra da...”
YUSUF CİHAN BİLGİ
KADIN KATİLİ
Yusuf Cihan Bilgi, 1979’da Hatay’da doğdu. Bekâr. Garson. 2002’de Hatay’da on ay içinde
iki kadını evinde, iki kadını da asansörde bıçaklayarak öldürdü. İstanbul’da yakalandı.
Cezaevinde.
Mart 2002
Hatay
Ayşe Çelebi, komşusu Nahide Ö.’nün kapısına bugün üçüncü kez
geliyordu. Komşusu sabahtan beri kapıyı açmamıştı. Kadın, Nahide Ö.’nün
önce uyuduğunu düşünmüş, ama vakit geçtikçe meraklanmaya başlamıştı.
Ayşe Çelebi, komşusundan haber alamayınca çareyi polisi aramakta
bulmuştu. Yaşlı komşusunun kimsesi yoktu. Hastaydı ve emekli maaşını
almaya gitmek dışında dışarı çıkmazdı. Yıllardır bir kez bile kendisine haber
vermeden bir yere gitmemişti.
Çelebi bunları ayaküstü polise anlattı. Komşusu, Nahide Ö.’nün
hayatından endişe ettiğini söylüyor ve kapının bir an önce açılmasını
istiyordu.
Çilingir çağrıldı ve hep birlikte içeri girildi. Polisin sesine yanıt veren
olmadı. Evde ölüm sessizliği vardı. Bu sırada polisin dikkatini salon girişinde
ağzı açık duran bir kadın çantası çekti. Polisler, çantaya doğru ilerliyorlardı
ki, salonda bir kadının yerde yatmakta olduğunu gördüler.
Üç saat sonra
Olay Yeri İnceleme ekibi, Nahide Ö.’nün evinde saatlerdir çalışıyordu.
Yaşlı kadın, vücudunun çeşitli yerlerinden defalarca bıçaklanmıştı. Katiline
direnemediği, eşyaların yerli yerinde durmasından belli oluyordu.
Ama Ayşe Çelebi, komşusunun kolunda bilezikler olması gerektiğini
söylüyordu. Bilezikler de çalınmıştı.
Dosya ilk bakışta bir soygun cinayeti izlenimi veriyordu ve katil ya da
katiller geride hiçbir iz bırakmamıştı. Oysa, Özkaya’nm katili başka
kurbanların peşine düşecekti.
İki ay sonra
65 yaşındaki Nimet Akkoyunlu emekli maaşını bankadan yeni çekmişti.
Akdeniz Mahallesi’ndeki evine giderken yolda küçük bir alışveriş yaptı.
Yorulmuştu.
Apartman kapısını açıp içeri girdi. Asansöre doğru yürüdü, düğmeye bastı.
Asansöre girdi. Kapı tam kapanacakken içeri elinde bıçakla bir adam girdi ve
yaşlı kadını defalarca bıçakladı.
Kısa aralıklarla iki kadının ölümü polisi alarma geçirmişti. İki kurbanın
ortak özelliği yaşlı ve yalnız olmalarıydı. Her ikisinin de paraları çalınmıştı.
Hatay, cami önü
Akşam alışverişini yapan 45 yaşındaki Binnaz B. hava kararmadan önce
eve yetişmeye çalışıyordu. Son paketini manavdan almak için elini uzattı.
Kolunda çok sayıda bilezik olduğunu bir süredir onu uzaktan seyreden
adamın gördüğünden habersizdi.
Adam, kadını manavın önünden beri takip ediyordu. Kadının çantasını
karıştırmasından eve yaklaştıklarını anladı. Elini cebine soktu. Etrafına
bakındı. Kadınla mesafesinin açıldığını fark edip adımlarını hızlandırdı.
Yetişmişti.
Binnaz B.’nin defalarca bıçaklanmış cesedi, apartman sakinlerince
cinayetten yarım saat sonra bulundu. Cinayeti gören ya da duyan olmamıştı.
Katil, kurbanının bağırmasına engel olmuş, onu defalarca bıçaklamış ve
kolunda gördüğü bütün bilezikleri alarak cinayet mahallinden uzaklaşmıştı.
Hatay polisi alarma geçmişti. Kimliği belirsiz bir katil, Hatay sokaklarında
kol geziyordu. Başta kadınlar olmak üzere Hatay’da yaşayan herkes bu katili
konuşuyor ve elinden geldiğince tedbir almaya çalışıyordu.
Bir ay sonra
O sabah Daliye Ş., kızını okula göndermek için her zaman olduğu gibi
erkenden kalktı. Kahvaltıyı hazırladı.
Kadın, bir yandan kızının okul çantasını hazırlıyor, diğer yandan da acele
etmesi için onu sürekli olarak uyarıyordu. Kızı kahvaltısını nihayet
bitirdiğinde hızla paltosunu giydirdi. Çocuk okula geç kalmak üzereydi.
Acele ettirerek kapıya kadar neredeyse sürükledi kızını. Sonra
merdivenden inişini izledi uzun uzun. Kapı hafif aralıkken, girişteki
ayakkabıları düzeltti. Doğruldu ve kapıyı kapatmak için elini uzattı. Kapıyı
kapatmak üzereyken bir erkek elinin pervazı tuttuğunu gördü.
Katil, kadın kapıyı kapatacağı sırada içeri girmiş ve bıçakla ona saldırmıştı.
Daliye Ş., diğer kurbanların aksine katile uzun süre direnmiş ama art arda
gelen bıçak darbelerine dayanamamıştı. Katil, Şeker’in on iki bileziğini de
alarak kayıplara karışmıştı.
Ama ilk kez bir kurban onunla boğuşmayı becerebilmişti. Bu sayede
aranan ipucu son kurbanın tırnakları arasında bulundu; katile ait deri
parçaları.
Polisin eline ilk kez önemli bir ipucu geçmişti. İşe civardaki kafe ve
kahvehaneleri taramakla başlamışlardı. Yüzü yaralı bir adamı arıyorlardı.
Cinayet masası dedektiflerine göre kadın, yüksek ihtimalle katilinin yüzünü
yolmuştu. Çünkü sağ elinin dört tırnağı arasında da hayli yoğun doku
parçaları vardı.
İnsan tırnağı çok ilginç bir yapıya sahiptir. Yapısı nedeniyle birçok madde
ve dokuyu uzun süre barındırabilir. Doğal olarak burada bulunan gözle
görülemeyecek kadar küçük parçalar ipucu olur.
Dört cinayet de belli bir bölge içinde işlenmişti. Polis, katilin yine bu
bölgede oturduğunu düşünüyordu.
Aslında seri katiller sanılanın aksine örümcek gibidir. Kendi bölgelerine ağ
kurar ve avlanırlar. Yakalanmamak için veya korktuklarından kendi bölgeleri
dışına çıkamazlar.
Polis de bu bilgiyle hareket ediyordu. Bütün kahvehaneler, esnaf,
marketler hatta bakkallar tek tek dolaşıldı. Binlerce insan arasında, özellikle
kahvehanelerde yüzü yaralı bir adam aranıyordu.
Ve günler sonra bir kahvehane sahibi yüzü yaralı birini hatırladığını
söyledi.
“Aylardır buraya takılırdı. Birkaç hafta önce yine geldi. Yüzünde derin
tırnak izleri vardı. Hatırlıyorum çünkü çay verirken kendisine ‘Ne o yengeyle
kavga mı ettin’ diye takıldım. Hiç sesini çıkarmadı... Gülümsedi sadece.”
Bir hafta sonra
Yaralı yüz, 23 yaşındaki Yusuf Cihan Bilgi’ydi. Bilgi, son cinayetinden bir
hafta sonra İstanbul’da yakalanmıştı. Tutuklanarak Hatay’a getirildiğinde
evinde kurbanlarının kan izleriyle dolu giysileri bulundu. Giysiler defalarca
yıkanmış ama kan lekeleri çıkmamıştı. Bilgi, cinayetlerini polise şöyle
anlattı:
“İlk öldürdüğüm kadının evini tam dört gün izledim. Fazla dışarı
çıkmıyordu. Yalnızca küçük ihtiyaçları için bakkala kadar gidip geliyordu.
Yaşlı kadın evine girerken arkasından ben de girdim ve bıçağı öldürünceye
kadar vurdum.”
“İkinci cinayeti asansörde işledim. Üçüncü cinayetten önce camide cuma
namazı kıldım. Allah’tan işlediğim cinayetlerden dolayı beni affetmesini
diledim. Camiden çıktıktan sonra semt pazarında dolaşırken, bir kadının
kolunda bilezikleri gördüm. Takip ettim. Asansöre bindi. Arkasından binip
ağzını tutarak bıçakladım.”
“İşsizdim, çaresizdim. Önce hırsızlık yaptım, sonra da...”
Bilgi, poliste verdiği ifadede cinayet nedeni olarak işsizliğini gösterdi.
Söylediğine göre askerden geldikten sonra tüm aramalarına rağmen iş
bulamamış ve çaresiz kalmıştı.
Ama bu noktada adli psikiyatrlar ne yazık ki Bilgi’den farklı düşünüyor.
Prof. Dr. Gökhan Oral (Adli Tıp): “Hiçbir çaresizlik, hiçbir hastalık bir
cinayet nedeni değildir. Psikiyatri bilimi, kötülüğün neden seçildiğini
anlamaya çalışır. Ama sanırım bunu asla başaramayacağız. Neden o kişi değil
de bu kişi kötülüğü seçiyor, bilemiyoruz.”
Prof. Dr. Bülent Şam (Adli Tıp): “Aslında soygun adı altında Türkiye’de
işlenen birçok cinayet seri cinayettir. Fantezi gerçekleştirmek için başlarlar ve
devam ederler. Ama birçoğu ilk cinayetten sonra yakalandıkları için —ki iyi
ki böyle— devam edemezler. Çünkü soygun asla cinayet nedeni değildir.”
Bilgi, Hatay Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Dört kez müebbet
hapis cezasına mahkûm edildi.
“Herkes tarafından kötü olarak bilinen kişilerden kurtulmanın tek yolu, onları
yok etmekti. Art niyetliydiler, kötüydüler ve insanları dolandırıyorlardı.”
KAZIM TÜRE
TESTERE
Kazım Türe, 1962’de İstanbul’da doğdu. Bekâr. Motokurye. İstanbul’da üç kişiyi evinde
öldürüp parçalara ayırarak çeşitli semtlere bıraktı. Cinayetlerinin birinden delil
yetersizliğinden beraat etti. Son cinayetini sevgilisi Aslı Yağmur’la birlikte işledi.
Sevgilisiyle birlikte cezaevinde.
24 Haziran 2003
İstanbul/Esenyurt
İstanbul, Esenyurt’ta yaşayanlar için sıradan bir gündü. Uzun süredir yol
kenarında duran bir poşet kalabalık arasından bir kişinin dikkatini çekti.
Poşetin etrafında toplanan vatandaşlar bir süre merakla korku arasında gidip
geldi. Kimse poşete yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda polisin
aranmasına karar verildi.
Vatandaşların ihbarı üzerine olay yerine gelen güvenlik güçleri, önce
şüpheli poşeti çember altına aldı. Ardından da vatandaşlar uzaklaştırıldı.
Bundan sonrası bomba imha uzmanlarının işiydi.
Polisler poşeti büyük bir titizlikle açtı. Ama bomba sanılan tıbbi atık
torbasının içinde polisi bir sürpriz bekliyordu. Poşette kesik bir baş ve
bileklerden kesilmiş iki el vardı. Sonrasını Adli Tıp Uzmanı Dr. Şafak Taktak
anlatıyor:
“Kesik baş ve bileklerden kesilmiş iki el vardı. Adli Tıp Kurumu olarak
hem kimlik tespitine yardım edecek bilgileri elde etmemiz hem de kesin ölüm
nedenini tespit etmemiz gerekiyordu.”
Bir başka deyişle adli bilimcilerin baş ve ellerin kurbanın ölümünden sonra
kesilip kesilmediğini öğrenmesi gerekiyordu. Ancak soruşturmanın hızlı
yürütülebilmesi için her şeyden önce maktulün kimliğinin belirlenmesi
gerekiyordu.
Cinayet masası dedektiflerinin karşısında korkunç bir katil profili vardı.
Bir cesedin parçalanması ilk bakışta yok etmek amaçlı ve sıradan görülebilir.
Ancak bu vakada baş ve ellerin aynı poşete ve insanlar tarafından rahatlıkla
bulunabilecek bir yere konması ilginçti.
Adli Tıp Uzmanları baş ve ellerin kesimini dikkatle inceledi. Kesme
işleminde sıradan bir bıçak yerine bir kenarı testereli bağ budama bıçağı
kullanılmıştı. Adli tıpçıların önündeki vakanın her detayı olayın sıradan bir
cinayet olmadığını gösteriyordu. Cinayette kullanılan alet, uzmanlara katilin
profiliyle ilgili birçok bilgi vermişti.
Uzmanlar karşılarındakinin sıradan bir katil olmadığından emindi. Çünkü
katil kurbanını önce öldürmüş sonra da özen ve sabırla cesedini parçalara
ayırmıştı. İşini çabucak yapmasını sağlayacak güçlü bir alet yerine de daha
küçük bir bıçağı tercih etmişti. Ayrıca katil kurbanının bilekten kestiği iki
elini parmak izi alınamayacak kadar tahrip etmişti.
Esenyurt’ta bulunan kimliği belirsiz kesik başın otopsisinde ölüm nedeni
de anlaşıldı. Kurban, parçalanmadan önce ensesinden tek kurşunla vurularak
öldürülmüştü. Cinayette kullanılan silah 9 milimetre çapındaydı. Otopside
elde edilen mermi çekirdeği kriminal inceleme için Emniyet Kriminal
Laboratuvarı’na gönderildi.
Ancak bu durum katilin profilini belirlemeye çalışan adli tıpçılar için
şaşırtıcıydı. Kurbanının parmak izlerini bile yok eden bir katil, geride kendini
ele verebilecek bir ipucunu neden bırakmıştı?
Ancak çok geçmeden sorunun yanıtı yapılan kriminal inceleme sonunda
bulundu. Kafatasında bulunan mermi çekirdeğine ait silah daha önce
herhangi bir olayda kullanılmadığı gibi, ruhsatlı da değildi. Yani silah, daha
önce resmi kayıtlara hiç geçmemişti.
Maktulün kimliğini tespit etmek için geriye bir tek şans kalmıştı: Emniyet
Müdürlüğü Kayıp Şahıslar Bürosu.
Adli Tıpçılar otopside maktulün ölüm zamanını en az bir hafta olarak
belirlemişti. Kayıp Şahıslar Bürosu’nda kesik başın bulunduğu günden geriye
doğru tarama yapıldı.
Poşetin bulunmasından bir gün sonra İstanbul Zeytinburnu’nda oturan
Songül C., eşinin kaybolduğunu bildirmişti. Birkaç gün önce eşi otomobiliyle
birlikte kaybolmuştu. Kayıp olduğunu söylediği kişi, 50 yaşındaki Ahmet
C.’ydi.
Songül C., günlerce umudunu yitirmemeye çalışarak kaybolan eşinin geri
dönmesini beklemişti. Eşini teşhis etmesi için Adli Tıp Kurumu’na
çağrıldığında o olmamasını umarak gitti. Ama korktuğu başına geldi. Eşiydi.
Cinayet masası dedektifleri bundan sonra soruşturmayı maktul Ahmet
C.’nin yaşamı üzerinde yoğunlaştıracaktı. Ahmet C., birkaç yıl önce Türkiye
Elektrik Kurumu’ndan emekli olmuştu. Resmi nikâhlı eşi yaklaşık bir yıl
önce memleketleri olan Sinop’a gitmişti. Eşi ve çocuklarından ayrı yaşıyordu.
Ahmet C. sekiz ay önce Zeytinburnu’nda eczacı kalfası olarak çalışan Songül
C. ile ikinci evliliğini yapmıştı.
Çevresinde çapkın olarak nitelense de düşmanı ya da arasında husumet
olan biri yoktu. Onu son gören ise, arkadaşı İhsan Selvi’ydi. Kaybolduğu gün
Ahmet C. ile son beraber olan kişi oydu.
İhsan Selvi aynı semtte esnaftı. Cinayet Masası dedektifleri dükkânına
geldiğinde, Selvi soruşturmanın seyri açısından önemli bir ifade verdi.
“23 Haziran günü Hasan’la yemek yedikten sonra dükkana geldik.
Telefonu çaldı. Arayan Aslı’ydı. Ahmet’ten borç para istedi. Asılında eşinin
arkadaşıydı... Borç parayı Ahmet’ten istemesine şaşırdım. Bir süre sonra
parayı vermek için hazırlanıp çıktı. Bir daha kendisinden haber alamadık.”
İhsan Selvi’nin bahsettiği Aslı Yağmur, yıllarca aynı mahallede oturmuştu.
Evlenmiş, bir yıl kadar önce eşinden ayrılarak baba evine dönmüştü. Bir
şirkette muhasebeci olarak çalışıyordu. On yaşında bir oğlu vardı. Altı ay
kadar önce Kazım Türe, ikinci evliliğini yaparak Beylikdüzü’ne yerleşmişti.
Aslı Yağmur, Ahmet Çan’ın eşi Songül Çan’ın yakın arkadaşıydı. Üstelik,
yeni eşiyle de ailecek görüşüyorlardı.
Soruşturmayı derinleştiren cinayet masası görevlileri başka bilgilere
ulaşıyordu. Öncelikle Aslı Yağmur’un eşi Kazım Türe, hırsızlık ve
sahtecilikten sekiz ayrı sabıkası olan biriydi.
Ayrıca polis, Ahmet C.’nin kaybolduğu gün kredi kartından Ataköy’deki
bir ATM’den 800 milyon lira, ertesi gün aynı ATM’den 500 milyon lira
çekildiğini ve bölgedeki alışveriş merkezlerinde alışveriş için kullanıldığını
biliyordu.
Polis alışveriş merkezlerinin güvenlik kameralarını tek tek incelemiş ve
maktulün kartını kullananları tespit etmişti. Kartı kullananlar Aslı Yağmur ve
Kazım Türe’ydi. Her ikisi de kamera kayıtlarında açıkça görülüyordu. Bu
gelişmeler üzerine polis, elindeki arama emriyle birlikte çiftin
Beylikdüzü’ndeki evine gitti.
Evde kimse yoktu. İlk bakışta boğuşma ya da bir cinayet yaşandığına dair
en ufak bir iz de yoktu. Polisin dikkatini çamaşır makinesinin yanında duran
temiz çamaşırlar çekti. Çamaşırlar yıkanmış olmasına rağmen üzerlerinde
lekeler duruyordu.
Ayrıca evin giriş bölümündeki dolapta altları kanı andıran bir lekeyle kaplı
erkek ayakkabıları vardı. Erkek ayakkabısı ve çamaşırlar kan lekelerinin
incelenmesi ve kime ait olduklarının tespit edilmesi için Adli Tıp Kurumu’na
gönderildi. Kan maktule aitti.
Artık cinayet masası dedektifleri doğru iz üstünde olduklarından emindiler.
İpucu olarak polisin elinde hem cinayetin işlendiği evde kurbanın kan izini
taşıyan eşyalar, hem de kredi kartı harcamasını gösteren kamera görüntüleri
vardı.
Polisin bundan sonraki adımı çifti yakalamaktı. Teknik takip sonunda
çiftin Sakarya’nın Filizli ilçesinde olduğu tespit edildi. Kazım Türe’nin erkek
kardeşi o ilçede ailesiyle birlikte yaşıyordu.
Görevli ekip İstanbul’dan Filizli’ye doğru yola çıktığında hava kararmıştı.
Ancak cinayet zanlısı çift bu evde de yoktu. Ancak geride buraya
döneceklerine dair izler bırakmışlardı.
Ekip, zanlının kardeşinin evinde yaptığı aramada özel eşyalar ve bu
eşyaların arasında bağ budama bıçağı buldu. Ev halkı bıçağı ilk kez
gördüğünü söylüyordu. Bıçak temizlenmişti. Üzerinde herhangi bir kan lekesi
yoktu. Ancak cinayette kullanılan bıçak gibi bir kenarı testere biçimindeydi.
Kazım Türe’nin erkek kardeşi, olayla ilgili bilgisi olmadığını defalarca
tekrarlayıp duruyordu. Hatta kardeşinin gece yarısı İstanbul’dan geri
döneceğini bile söyledi. Polisin beklemekten başka çaresi yoktu.
Saat 01.00
Filizli Köyü
Otomobil yavaşça yanaştı. İçinden önce bir adam, ardından bir kadın indi.
Adam arka kapıyı açıp uyuyan bir çocuğu kucağına aldı ve polislerin pusuda
olduğundan habersiz eve doğru yürüdü.
Aslı Yağmur ve Kazım Türe o gece yakalandılar, tabii ki onlarca soru
işaretiyle birlikte. Ahmet C.’yi neden öldürmüşlerdi?
Ahmet C. cinayeti soruşturmasının başında polis, sıradışı bir katille karşı
karşıya olduğunu sanıyordu. Oysa karşılarına sıradan, çocuklu bir çift
çıkmıştı! Cinayet nedeni ne olursa olsun, çift ya suçu inkâr edecek ya da
namus meselesi üzerine savunma yapacaktı.
Ama yanılıyorlardı...
Daha doğrusu en başında yanılmamışlardı. O gece İstanbul’a doğru yola
çıktıklarında beklediklerinden çok daha acımasız bir seri katille yanyana
oturduklarını bilmiyorlardı.
“Beni yakalamanızı istemeseydim o mermiyi kafasında bırakmazdım.”
Bir seri katilin bu şekilde ifade vermesi bunun ilk cinayeti olmadığını ve
polise meydan okuduğunu ifade eder ya da yakalanmak istediğini. Acaba
hangisiydi?
Ekip, zanlılarla birlikte İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne ulaştığında
sabahın erken saatleriydi. Zanlı çift ayrı ayrı sorguya alındı. Kazım Türe,
karısının Ahmet C.’yi öldürdüğünden haberdar olduğunu, ancak cinayete
katılmadığını söylüyordu.
Kazım Türe 1962, İstanbul doğumluydu. Dört kardeşi vardı. Hiç okula
gitmemişti. Askerliğini yaptıktan sonra evlenmiş ve bu evliliğinden biri kız
iki çocuğu olmuştu. Türe, yıllarca çeşitli işlerde çalışmıştı. Onu seri
cinayetlere götüren süreç, iki yıl önce eniştesinin arkadaşı Halil İbrahim
Sarısoy’un yanında işe girmesiyle başlamıştı.
Sarısoy, görünürde trafik müşavirliği yapıyordu. Asıl yaptığı ise, ağır
hasarlı araçları sahte evrakla piyasaya sunmaktı. Düzenlenen bir polis
baskınıyla her ikisi de gözaltına alınmıştı.
Kazım Türe’nin anlattıklarına göre, patronu suçu üzerine almasını istemiş,
karşılığında ise bir ev ve ailesine bakma sözü vermişti:
“8.5 ay hapis yattım. Bu sırada eşimden ayrıldım. Çıktığımda aileme en
ufak bir maddi yardımda bulunmadığını öğrendim. Üstelik, başka bir suç
işlemişti ve evine uğramıyordu. Ailesine telefon numarası bıraktım ve beni
aramasını istedim. Bir gece evime geldi. Madem bu işlere bulaştık birlikte iş
yapalım dedi. Zor durumda olduğum için kabul ettim.”
Kazım Türe, eşi geri döner umuduyla Beylikdüzü’nde bir ev tutmuştu ama
karısı sabıkalı eşine dönmeyi kabul etmedi. O da bir süreliğine çocuklarını
yanına aldı. Başta her şey yolunda gidiyor gibiydi, ta ki bir akşam, eski
patronu Türe’nin evine gelene kadar.
Kazım Türe mutfakta yemek hazırlıyordu. Sarısoy’u yemeğe davet etmişti.
Salona elinde tabaklarla girdiğinde Sarısoy’un kızıyla fazla yakından
ilgilendiğini gördü. Hoşlanmamıştı. Hiçbir şey olmamış gibi masayı
hazırlamaya devam etti.
“Çocuklarımı hemen annelerinin yanına yolladım. Gördüğüm manzarayı
sevmemiştim. Birkaç gün sonra evime tekrar geldi. Oturdu. Geçmiş konuları
açtım. Beni sattığını, kandırdığını söyledim. Çocuklarıma karşı hareketlerini
beğenmediğimi söyledim. Küfür etmeye başladı. Sehpadaki küllüğü bana
vurmak için kaldırdı. Elini yakaladım ve yumruk attım. Yere düştü. Boğazını
sıktım. Bir anda nefessiz kaldı. Ellerimi çektiğimde nefes almıyordu. Cesedi
sürükleyerek banyoya götürdüm. Ama cesedi yok edecek bir alet evde yoktu.
Cesedi banyoda bırakıp alışveriş merkezine gittim. Oradan ağzı testere
biçiminde bir bağ budama bıçağı ve siyah çöp poşeti aldım.”
Türe, yarım saat içinde eve döndü. Banyoya girip kurbanının giysilerini
çıkardı. Kollarını omuzlarından, bacaklarını kasık kısımlarından keserek
parçaladı. Sonra da her parçayı bir poşete koydu. Poşetleri apartmanın
önünde duran otomobilinin bagajına yerleştirdi. Eve döndü. Banyoyu ve evi
temizledi. Cesedi şehrin değişik semtlerine atmak için çıktığında saat 22:00
sularıydı.
“Önce Hasdal’a gittim. Baraj Yolu’ndaki sıralı çöpkutularına poşetleri
attım. Eşyalarını ve bıçağı koyduğum çöp poşetini ise Haliç’te suya
fırlattım.”
3 ay sonra
Sevgi G., Kazım Türe’nin evinden içeri girdiğinde çakırkeyifti. Yalnızca
üç ay önce bu evde cinayet işlendiğinden habersiz, salondaki kanepeye
yerleşti.
Bir süredir Türe’yle kaçak plaka işi yapıyordu. Birlikte iyi para
kazanıyorlardı. Gerçi Kazım Türe, Aslı’yla evlilik hazırlığına kalkıştığından
beri değişmişti. Bu gece de son işlerinde dolandırılmalarını konuşmak üzere
Sevgi’yle bir araya gelmişlerdi.
“Bir plaka siparişinden Sevgi’ye üç bin lira vermiştim. O ise, plakayı
vermediği gibi parayı da iade etmedi. Alıcı beni sıkıştırıp duruyordu. Sigara
içmeye kalktı. Bu meret benim evimde içilmez dedim. Küfür etti. Suratına
yumruk attım. Yere düştü. Saçından tutup bir daha vurdum. Boğazını sıktım.
Ellerimi çektiğimde ölmüştü.”
Kazım Türe, ilk cinayetinde olduğu gibi kurbanını banyoya sürükledi.
Ancak bu kez cesedi daha küçük parçalara ayırdı. Parçaları
yine poşetlere koydu ve yine şehrin ücra köşelerindeki çöp kutularına attı.
Son olarak da cinayet silahını aynı şekilde Haliç’e fırlattı.
Kazım Türe, bir kurbanını daha ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan
kaldırmıştı. Ertesi gün Türe için önemli bir gündü. Nişanlısı Aslı’yla buluştu.
Düğün alışverişi yaptı.
Bir ay sonra da evlendiler. Aslı Yağmur, ilk eşinden olan oğlunu da yanına
alarak Kazım Türe’nin Beylikdüzü’ndeki evine yerleşti. Düğünden önce
alınan eşyaların ilk taksitlerinin ödenmesi gereken haziran ayına kadar her
şey yolunda gitti. Ödeme tarihi gelip çatmıştı ancak çiftin parası yoktu.
Aslı’nın aklına kapı komşusu, arkadaşı, eczanede kalfa olarak çalışan
Songül C. geldi, daha doğrusu Songül’ün eşi Ahmet C.; ondan borç
isteyebilirlerdi:
“23 Haziran günü sabah saatlerinde Aslı, benim cep telefonumdan Ahmet’i
aradı ve taksitleri denkleştiremediğimizi söyledi. O da akşama kadar bankaya
havale yapabileceğini söyledi. Bunun üzerine ben de işe gittim.”
Ondan sonrasını Aslı Yağmur, ifadesinde şöyle anlatıyor: “Akşam Ahmet
Abi aradı. Parayı yatıramadığını, elden getireceğini, akşam Songül ablanın da
geleceğini söyledi. Akşamüzeri altı gibi geldi. Salona buyur ettim. Çocuğun
üstünü değiştirmek için izin istedim. O ise bana gel biraz konuşalım dedi.
Kanepeye oturdum. Borç para karşılığında ahlaksız teklifte bulundu. Ben
sinirle bağırmaya başladım. Oğlum ağlamaya başlamıştı ki, kapı çaldı.”
“Ayşe, kapıyı açtı. Yüzü allak bullaktı. Çocuk kucağında odasına girdi.
Salonda Ahmet’i gördüm. Hoş geldin dedim. Telaşlıydı. Elimdeki alışveriş
paketini mutfağa bırakıp Ayşe’nin yanına gittim. Ne olduğunu sordum.
Olanları anlattı.”
Olayın bundan sonrası Kazım Türe’nin ifadesine göre şöyle gelişti: Önce
eşine, çocuğu da alarak parka gitmesini söylemişti. Kapıyı arkalarından
kapattıktan sonra salona döndü. Tartışmaya başladılar. Ahmet C. kendisine
silah çekti. Silahı elinden aldı ve kafasına ateş etti. Bundan sonrasında ise
diğer cinayetlerinde olduğu gibi aynı ritüeli izledi.
Ama anlattığı hikâyede birkaç sorun vardı. Öncelikle Ahmet C. ensesinden
vurulmuştu. Boğuşma sırasında olması gerektiği gibi vücudunun ön
tarafından değil.
Ayrıca polis cinayet sırasında Aslı Yağmur’un evde olmadığına da
inanmıyordu. Çünkü çiftin ifadesine göre, kadının evde olan biteni merak
etmeden, üstelik yanında küçük bir çocukla parkta dört saatten fazla dolaşmış
olması gerekiyordu. Hem de eşini, kendisine ahlaksız teklifte bulunduğunu
söylediği bir adamla başbaşa bırakarak.
Polisin inandırıcı bulmadığı ifadelerden biri de kadının eve döndüğünde
her yerin çamaşır suyu koktuğunu fark etmesiydi. Söylediğine göre eşine
nedenini sormuş ve şu yanıtı almıştı: “Canım sıkıldı, etrafı temizledim.”
Kazım Türe ve Aslı Yağmur, üç ayı hücre cezası olmak üzere
ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edildi. Türe, cinayet anında kendisini
kaybettiğini belirterek akli dengesinin yerinde olmadığını iddia etti.
Cinayetlerinin nedenini şöyle açıkladı: “Çevremde herkes tarafından ‘kötü’
olarak bilinen kişilerden kurtulmanın tek yolu onları yok etmekti. Art
niyetliydiler, kötüydüler ve insanları dolandırıyorlardı. Onları Aslı’yla
birlikte tuzak kurup öldürdük.”
Kazım Türe’nin cinayetleri üç kişiyle sınırlı mıydı, şimdilik bilmiyoruz.
İkili Delilik
Aslında bilimsel karşılığı “paylaşılmış psikotik bozukluk” olan İkili
Delilik, belirgin sanrılara sahip psikotik bozukluğu olan birinin, yakın ilişkili
olduğu çevresindeki kişi ya da kişilerde de benzer sanrıların gelişmesi
durumudur. Oldukça ender görülen bir durum.
Paylaşılmış psikotik bozukluk genellikle iki kişiyi kapsar. Psikotik
bozukluğa bağlı sanrıyı geliştiren baskın kişidir, yani aktif hasta. Aktif
hastanın sanrısını paylaşan, yani etkilenen de pasif hasta ya da yalancı hasta.
Etkide kalan kişi aktif hastanın sanrılarını paylaşır, bunları körü körüne kabul
eder.
Kazım Türe ve Aslı Yağmur çiftinin dünyada da benzerleri var. Bunların
ilki, tarihin görmüş olduğu en kıyıcı katillerden olan, Henry Lucas ve Otiss
Toole. Lucas, daha çocuk yaşta annesini öldürdü. Bir süre sonra
hapishaneden çıkan Lucas, çeşitli tarihlerde cinayetler işledi. Lucas, Ottis
Toole ile tanıştıktan sonra cinayetleri ikili olarak sürdürdü. İkilinin 65’ten
fazla cinayet işlediği biliniyor.
Diğer ikili ise, Charles Starkweather ile Caril Fugate. Sevgili olan
Starkweather-Fugate çifti 1950’lerin sonunda bir düzine insanı öldürdü. O
yıllarda bu ikilinin hikâyeleri her yerde anlatılıyordu. Starkweather 1959’da
elektrikli sandalye ile idam edildi, Fugate ise 1976’da af sonucu tahliye oldu.
“Günahkârlarla ve düşmanlarımla hesaplaşacağım. Görevimi başarıyla
yapamadım fakat mutlaka yapacağım. Toplumu kötü insanlardan
temizleyeceğim.”
ALİ KAYA
BEBEK YÜZ
Ali Kaya, 1978’de Adana’da doğdu. Bekâr. Cinayetlerine 1997’de başladı. İlk olarak
amcasını öldürdü. Daha sonra dokuz kişiyi daha. İki kez cezaevinden firar etti. Son
yakalandığında üzerinde on kişilik ölüm listesi vardı. Medya yakışıklılığı nedeniyle ona
“Bebek Yüz” adını taktı. Cezaevinde.
1997
Alanya
Celal K., emlak danışmanlığı yapıyordu. Uzun ve yorucu bir gün
geçirmişti. Bir an önce eve gidip dinlenmek istiyordu. İşyerini kapatmak
üzere hazırlanıyordu ki, kapıdan yeğeni girdi. Yüzünde tuhaf bir ifade, elinde
de bıçak vardı. Amcasını defalarca bıçakladı.
Kısa bir soruşturmanın ardından katilin 19 yaşındaki Ali Kaya olduğu
anlaşıldı. Kaya, küçük yaşlarından itibaren hırsızlık, adam yaralama ve gasp
olaylarına karışmıştı. Bu suçları nedeniyle 17 yaşında ıslahevine gönderilmiş,
iki yıl hapis yattıktan sonra tahliye olmuştu.
Hâlâ yaşı küçüktü ama bu kez reşitti. 5 yıl ağır hapis cezasına çarptırılarak
Silifke Cezaevi’ne gönderildi.
Cezasının belli miktarını yattıktan sonra 1999’da tahliye oldu. O da soluğu
tekrar Alanya’da aldı. Gençti, hayatını yeniden kurmayı planlıyordu ama
olmadı. Mahalledeki dedikodulardan duyduğuna göre, Zeynel Abidin G.
annesine tecavüz etmişti. Öldürülmeliydi. Öyle de yaptı. Ali Kaya, Zeynel
Abidin G.’yi uzun süre takip ettikten sonra defalarca bıçaklayarak öldürdü.
Cinayetten bir süre sonra Elazığ Kapalı Cezaevi’ndeydi. Ama artık “akli
dengesi bozuk” raporu vardı. Bu rapor Ali Kaya’nın cezaevinden çıkarılıp
hastaneye yatırılmasını sağladı. Şimdi geriye tek bir şey kalıyordu: “Kapalı
yerde duramaz” raporu almak.
Onu da aldı ve hastaneden tahliye edildi. Çıkar çıkmaz tekrar Alanya’nın
yolunu tuttu. Beş kişiyi daha bıçaklayarak öldürdü. Kurbanlarından ikisi
Alanya Kapalı Cezaevi’nde görevli gardiyanlar Kemal A. ve Hasan A.’ydı.
İkisini de sokakta yakalayıp bıçakla öldürmüştü. Ali Kaya, bütün bu
cinayetlerden akli dengesi yerinde olmadığı gerekçesiyle tutuksuz yargılandı.
Son cinayetinden sonra “kişilik bozukluğu” teşhisiyle tekrar akıl
hastanesine yatırıldı.
Ama burada da cinayet işlemeye devam edecekti.
2000
Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi
Koğuşta üç kişi kalıyorlardı. Milas’ta iki kişiyi öldüren sara hastası, 32
yaşındaki Tayfun Şahin’i sevmişti Ali Kaya. Onunla iyi anlaşıyordu. Hatta
yan koğuşta kalan “Çivici” lakaplı Süleyman Aktaş’ı da sevmişti. Ama
“İzmir Canavarı” lakaplı Ayhan Kartal’dan nefret ediyordu.
Çünkü Kartal, 20 Nisan 1985’te, İkiçesmelik’te 13 yaşındaki Armağan
K.’yı tecavüz edip boğarak öldürmüştü. Ayhan Kartal, 23 Eylül 1989’da da
Şirinyer’de 9 yaşındaki Barış K.’yı aynı şekilde katletmişti ve daha önce
Korniş olan soyadını değiştirmiş, yakalandığında polislere, “İçimdeki bir ses
çocuklara yaklaşmamı söylüyordu. Ancak çocuklarla ilişki kurabiliyorum,”
demişti.
Ali Kaya, Kartal’ın öldürülmesine karar vermişti. Bir gece kalktı.
Uyumakta olan Ayhan Kartal’ı biri boğazından olmak üzere üç bıçak
darbesiyle öldürdü.
Koğuşları gezen nöbetçi Dr. Semih Özalp, Kartal’ı kanlar içinde
bulduğunda çok geçti. Ayhan Kartal hastaneye götürülürken öldü.
Ali Kaya ifadelerinde olayı şöyle anlatıyordu: “Günahkarlarla ve
düşmanlarımla hesaplaşacağım. Görevimi başarıyla yapamadım fakat
mutlaka yapacağım. Toplumu kötü insanlardan temizleyeceğim. Allah beni
çağırıyor. Hakkımı almak için ben Allah’ın yanına gidip geleceğim ve en kısa
zamanda günahkârlarla ve düşmanlarımla hesaplaşacağım.”
5 Ocak 2014
Gaziantep H Tipi Cezaevi
Aylardır bugünü bekliyordu. Uzun süre cezaevinin krokisini ele geçirmeye
çalışmış, dikkat çektiğini anladığı anda da kendi krokisini yapmaya karar
vermişti. Gerçi bu iş aylarını almıştı ama sonunda başarmıştı. Özel tip
koğuşta yattığı için geceler boyunca kimse fark etmeden çalışmıştı. En çok da
cezaevinin ziyaretçi girişlerinde kamera olmadığını fark ettiğinde sevinmişti.
Ve o büyük gün gelip çatmıştı. Sadece çok sakin olması gerekiyordu.
Paspasların kenarlarındaki tahtaları tek tek çalarak birleştirdiği merdivenle
tel örgülerle kaplı yüksek duvara çıkmayı başardı. Tel ve jiletlere takılmamak
için bu kez iplerle bağladığı tahtaları üçgen şekline getirdi.
Başarmıştı, elindeki ilkel alet, derin yara almasını ya da takılmasını
engellemişti. Şimdi de ipler yardımıyla kendini aşağıya doğru sarkıtması
gerekiyordu; kameraların görüş alanına girmeyen ve şoförler odasına yakın
olan noktaya. Olmuştu. Artık E Tipi cezaevinin açık görüş alanındaydı.
Burada onu tanıyan yoktu zaten ama yine de kimsenin dikkatini çekmeden on
beş dakika kadar beklemesi gerekiyordu. Çünkü bu alanda kamera vardı.
Sakince, bir mahkûm yakını gibi oturdu. Üzgün, düşünceli.
Yine de tek başına bir erkek bir süre sonra fark edilirdi. İleride, ayakta
durmakta zorlanan yaşlı bir kadın gördü. Yanına yaklaştı ve onu tekerlekli
sandalyeyle taşıyabileceğini söyledi. Kadın sevinmişti, kabul etti.
Görüş saati başladığında yaşlı bir kadını iten ziyaretçi görünümündeydi ve
tekrar H Tipi Cezaevi’nin bulunduğu alana geldi. Kadının yanında usulca
bekledi. Kadının görüşmesi bitince de ziyaretçilerle beraber hapishaneden
çıktı.
Birkaç saat sonra Kaya’nın firar ettiği anlaşıldığında artık çok geçti.
Üstelik bu kaçış Ali Kaya’nın ilk firarı da değildi. Sadece bir yıl önce, yani
2003’te Şanlıurfa Yarıaçık Cezaevi’nden de kaçmayı başarmıştı.
Polis, bu tehlikeli katil için sadece Gaziantep değil, bütün illerde teyakkuza
geçti. Kaya’nın aylar süren firarının cezasını ise koğuş arkadaşları çekecekti.
Bir yıllık görüş cezası...
Emniyet güçleri, Ali Kaya’nın yeni cinayetler işleyeceğinden korkuyordu.
Sadece onu takip etmek için İl Jandarma Komutanlığı bünyesinde kurulan
ekibe her gün onlarca ihbar yağıyordu.
Aylar süren takip ve soruşturmalarda Kaya’nın firar eder etmez önce
Adana’ya, sonra Mersin’e gittiği belirlendi. Ama o aslında Suriye’ye geçmek
istiyordu. Pasaporta ve diğer belgelere ihtiyacı vardı.
Tanıdığı insanlar Gaziantep’teydi. Tekrar şehre döndü ve Çıksorut
Mahallesi’ndeki arkadaşının evine yerleşti. Orada sadece birkaç gün
kalacaktı.
3 Mart 2014
Gaziantep Çıksorut Mahallesi
Öğle saatleriydi. Ali Kaya’nın kaldığı evin etrafı onlarca jandarma eri
tarafından sarılmıştı. Aralarında özel ekip de vardı. Ne yazık ki karşılarında
sıradan bir katil yoktu.
Jandarmaları fark ettiğinde Ali Kaya’nın tek şansı çatıdan kaçmayı
denemekti. Ancak bu kez onlar da tedbirliydi. Ali Kaya, kısa bir
kovalamacanın ardından yakalandı.
Üzerinde bir tabanca ve “ölüm listesi” dediği, on kişinin adının yer aldığı
bir kâğıt bulundu.
Sorgusu ve işlemlerinin ardından firar ettiği cezaevine götürülen Kaya’yı
girişte gazeteciler bekliyordu. Önce tekbir getirdi. Sonra şöyle bağırdı:
“Bugün olmazsa yarın olacak Allah’ın izniyle. Allah böyle haklısını layık
gördü, başka bir şeye gerek yok. Kimse zulüm etmesin. Bugünün yarını da
var.”
Misyoner Katil
Seri katillerin hepsini aynı kategoride incelemek mümkün değil. Sadece
kafasının içindeki sesi dinlediği için adam öldürdüğünü söyleyen bir seri
katille (Deniz Yağmur gibi) kendisini “vazife sahibi” veya “misyoner”
gördüğü için cinayet işleyen katili aynı yöntemlerle değerlendiremeyiz.
Durdurulana kadar cinayet işledikleri, hatta durdurulamadıkları için
misyoner seri katiller, içlerinde en tehlikeli olanları. Bunun dışında
yakalanmaları da zor. Çünkü dünyayı hayat kadınlarından, eşcinsellerden,
kumrallardan veya kırmızı gömlek giyenlerden kurtarmayı görev
edinebilirler. Bu çeşitlilik ve cinayet kurbanlarının bağlantısızlığı nedeniyle
karanlıkta kalabiliyor.
Misyoner katillere dünyadaki en tehlikeli örnek Karındeşen Jack. Gerçek
kimliği bilinmeyen Karındeşen Jack, 1888 yılının ikinci yarısında,
Londra’nın gecekondu semti Whitechapel’da faaliyet gösterdi. Katile Jack
ismi, Merkezi Haber Ajansı’na katil olduğunu iddia eden bir kişi tarafından
gönderilmiş mektuba binaen verildi.
Tamamı hayat kadını olan kurbanlarından beşinin aynı kişi veya kişilerce
öldürüldüğü kesinleşti. Ancak Karındeşen Jack’e mal edilmiş yaklaşık yirmi
cinayet var.
Karındeşen Jack’in yöntemleri vahşiceydi. Kurbanlarını önce boğazlayarak
etkisiz hale getiriyor daha sonra da boğazlarını kulaklarına kadar kesiyordu.
Ufak tefek değişikliklerle beraber kurbanların tamamına yakınının karnı ve
cinsel organları deşilmiş, bazı organları çalınmış, bazen de burun ve/veya
kulakları kesilmişti. Jack kurbanlarını, dizleri karna çekilmiş ve bacakları
açık bir şekilde düzenleyerek terk ediyordu. Karındeşen Jack’in kimliği hiçbir
zaman açığa çıkmadı. Cinayetler kendiliğinden son buldu. Birçok filme konu
olan bu karanlık katilin kimliği günümüzde hâlâ araştırılıyor. O dönemde
yaşamış ünlü ya da aristokrat biri olduğuna ve öldüğü için cinayetlerin
bittiğine inanların sayısı hiç de az değil.
“Toplumu zehirliyorlardı, öldürülmeleri gerekiyordu ancak o çocuğun bir
suçu yoktu, onu öldürmem için bir sebep yoktu. Ben çocuk öldürmem, eğer
öldürseydim kabul ederdim.”
DENİZ YAĞMUR
“BENİ BULAMAZSINIZ!”
Deniz Yağmur, 1985’te Iğdır’da doğdu. Bekâr. Berber çırağı. Kan davası nedeniyle İzmir’e
göç etmiş bir ailenin oğlu. 2005’te ikisi İzmir, biri İstanbul’da, biri çocuk olmak üzere üç
kişiyi öldürdü. Cinayet mahalline sprey boyayla polislere “Siz beni bulamazsınız!” diye not
bıraktı. Cezaevinde.
2 Ağustos 2005
İstanbul/Bahçelievler
Şehir uykuya dalmak üzereydi. Katil, bütün gün semtin en çok iş yapan
fotoğraf stüdyosunun kapısını kolayca açtı. İçerisi karanlıktı.
Sessizce yürüdü. Günlük hasılatın çok iyi olmasını umarak kasaya yöneldi.
Aynı anda dükkân sahibi ise gürültüye uyandı. Sabah çok erken işi olduğu
için eve gitmemişti.
Korkarak içeri yürüdü. Az sonra katiliyle burun buruna geleceğini
bilmiyordu. Ne yazık ki katil, fotoğrafçıdan çok daha güçlüydü. Kurbanını
boğarak öldürdü. Delilleri yok etmek için bir tek çaresi vardı: Her şeyi
yakmak.
Yangın söndürülüp, itfaiye görevlileri ve olay yeri inceleme ekipleri
stüdyoya girdiğinde görüntü korkunçtu. Dükkândaki her şeyle birlikte 34
yaşındaki Hilmi Ekici de yanarak kül olmuştu.
Cesedin kimliği tespit edilemeyecek derecede yanmıştı. Ölüm nedeni ilk
bakışta yanmaya bağlı görünüyordu. Ama ertesi gün önce yangın incelemesi
ardından da otopsi, olayın sıradan bir yangın olmadığını ortaya koyacaktı.
Ceset üzerinde yapılan detaylı inceleme sonunda ölüm nedeninin boğmaya
bağlı olduğu ortaya çıktı. Çünkü maktul yangın sırasında solumamıştı. Bu
nedenle ciğerlerinde karbonmonoksit yoktu.
Uzmanlara göre Hilmi Ekici’nin yangından önce öldürüldüğü kesindi.
Bundan sonra iş cinayet masası dedektiflerine düşüyordu. Ama ortada ne bir
ipucu ne de bir kuşkulu vardı.
6 Gün Sonra
İzmir/Aliağa
İzmir yazın en sıcak günlerinden birini yaşıyordu. 15 yaşındaki Cihan K.
dışarı çıkmak için annesinden birkaç saatliğine izin alabilmişti.
Anne ve babası komşularının yaşça büyük oğluyla görüşmesini istemediği
için onlara yalan söylemiş, “Denize yalnız gideceğim,” demişti. Oysa birlikte
çok eğleniyorlardı. Zaten İstanbul’dan İzmir’e çok seyrek geliyordu
komşularının çocuğu. Üstelik onları anlamıyordu Cihan. Babasının söylediği
gibi onu uyuşturucu kullanırken hiç görmemişti.
Bunları düşünerek sözleştikleri plaja geldi. Arkadaşı ondan önce gelmişti.
Koşarak yanma gitti. Cihan o gün eve dönmedi. Cesedi birkaç saat sonra
denizde boğulmuş olarak bulundu.
Olay sıradan bir boğulma vakası olarak kayda geçecekti. Gerçi aile
çocuklarının yüzmeye kiminle gittiğini biliyordu. Tam o sırada polis
kumsalda bir not buldu: “Beni Bulamazsınız.”
Cihan’ın cep telefonu da ortada yoktu. Ve katil, seri cinayetlerine daha
yeni başlamıştı.
5 Gün Sonra
İstanbul/Bahçelievler
22 yaşındaki Gökhan Y. aldığı uyuşturucunun etkisiyle kendinden
geçmişti. İzmir’den yeni dönen arkadaşının bir süredir kendisini izlediğinin
farkında değildi.
Gökhan kısa bir süre sonra uyuyakaldı. Arkadaşı yerinden kalkıp
Gökhan’ın boğazını bütün gücüyle sıktı.
Kurbanın öldüğünden emin olduğunda evi yakmak için gerekli hazırlıklara
başladı. Önce odaya kâğıtları ve eşyaları topladı. Sonra hepsinin üzerine
benzin döktü. Daha sonra cesedin yattığı taraftaki duvara yaklaştı ve
kocaman harflerle şu notu yazdı: “BENİ BULAMAZSINIZ.”
Polise arkasında not bırakarak meydan okuyacak kadar kendine güvenen
bu katil kimdi?
İstanbul polisi kısa bir araştırma sonunda Gökhan Y. ile fotoğrafçı Hilmi
E.’nin arkadaş olduğunu tespit etti. Yine kurbanın cep telefonu ve parası
alınmıştı.
Ancak bu kez polisin dikkatini cinayet mahallindeki bir ayrıntı çekti. Evin
her yeri litrelik su şişeleriyle doluydu. Bu da polisin aklına uyuşturucu
kullanımını getiriyordu. Tam soruşturma bu yönde derinleştiriliyordu ki,
dördüncü cinayet haberi yine Bahçelievler’den geldi.
İki gün sonra 24 yaşındaki Erdal G. boğularak öldürülmüştü. Erdal G.
diğer iki kurbanla arkadaştı ve üstelik aynı mahallede oturuyordu. G.’nin de
diğerleri gibi cep telefonu ve parası çalınmıştı ve yine cinayet mahallinde
yangın çıkarılmıştı.
Erdal G.’nin evi de onlarca su şişesiyle doluydu. Ama bu kez pet şişelerin
üzerinde kurbanlardan başka birine ait bir parmak izi vardı.
Polis, iki ayrı cinayet mahallinde bulduğu pet şişeler üzerinden olayı
incelemeye başladı. Civardaki marketler tek tek dolaşıldı. Bir market çalışanı
kurbanların arkadaşı da olan birinin sık sık su aldığını söyledi.
Yirmi yaşındaki Deniz Yağmur...
Her ne kadar kurbanlarının evinin duvarlarına “Beni bulamazsınız!” yazsa
da, her seri katil gibi o da, kurbanlarından aldıklarını saklamayı ya da
kullanmayı seviyordu.
Birkaç gün sonra kurbanından aldığı cep telefonunun sinyali teknik takibe
takıldı. Sinyal, Aksaray’da bir otel odasını işaret ediyordu.
Katil, kaldığı otele düzenlenen operasyonla yakalandı. Polisleri karşısında
gördüğünde ilk söylediği “Ben güvenlik şirketi çalışanıyım. Böyle bir şey
yapar mıyım?” oldu.
Yakın dövüş eğitiminden geçmişti. Odasında kurbanlarına ait eşyalar
bulundu. Ve sorgusu sırasında polis, seri katilin psikolojisine dair çok önemli
bilgiler edindi.
“5 yaşındayken abim adam öldürdü... Iğdır’dan kan davası nedeniyle İzmir
Aliağa’ya göç ettik. Babam Iğdır’da mezarlık görevlisiydi. İşsiz kalınca
belediyeye müracaat etti. Tekrar mezarlık görevlisi oldu. Benim
çocukluğumdan beri psikolojik bir durumum vardır. Birtakım hayaller
görürüm.”
Yağmur’un anlattığına göre, ağabeyi Burhan’la yürürken, mezardan bir
adam çıkmış ve ona seslenmişti:
“Mezarlığın yanından geçerken mezarın içinden bir adam çıktı ve gel biraz
konuşalım dedi. Burhan’a ölünün seslendiğini söyledim. Benimle alay etti.
Halbuki ben adamı net bir şekilde gördüm. Başka bir sefer de arabayla
geziyorduk. Müzik dinliyorduk. Müzik aniden kesildi. Bir erkek sesi bana
adımla hitap ederek konuştu.”
Radyodaki ses şöyle demişti ona:
“Vatanını seviyor musun? Askerimizi, polisimizi seviyor musun? Eğer
seviyorsan uyuşturucu satanın ve kullananın karşısında duracaksın.
Vazgeçirebildiğini vazgeçireceksin! Vazgeçiremediğini öldüreceksin!”
Deniz Yağmur’un —belki de kurbanlarının demek daha doğru— kaderi o
gece radyodan gelen sesle değişti. Oysa kendisi de genç yaşlardan beri
uyuşturucu kullanıyordu.
Bunun dışında ne çocukluğunda şiddet görmüştü ne de tacize uğramıştı.
Hatta ailesinde bir tek akıl hastası bile yoktu.
Polis, bir yandan Deniz Yağmur’u sorgularken diğer yandan da cinayet
işleme şeklini göz önüne alarak daha önce faili meçhul kalmış dosyaları
araştırıyordu.
İşte tam bu sırada seri katilin en ürkütücü cinayeti ortaya çıktı. Daha
doğrusu soğukkanlılıkla kendisi anlattı; polise yine meydan okuyordu.
6 Temmuz 2005
İstanbul/Beylikdüzü
Küçük Vedat’ın kolu 15 gündür sargılıydı. Kolundaki kırık tamamen
iyileşmeden havuza girmesini babası yasaklamıştı. Ama yine de her gün
annesi ve babası işe gittikten sonra havuzbaşına iniyor ve şansını deniyordu.
Ama sitenin güvenlik görevlileri de en az babası kadar inatçıydı. Bütün
bildiği numaraları denemiş ama babasından gizli havuza girmeyi
başaramamıştı.
Okullar kapanınca evde yalnız kalmasını istemeyen babası, onu
babaannesinin yanına göndermek istemiş ancak Vedat evde kalmayı seçmişti.
Bir gün Vedat’ın yine canı sıkılmıştı. Karnının acıktığını fark etti. Ekmek
almak için markete doğru koştu. O farkında değildi ama Deniz Yağmur,
havuzun diğer yanında bakışlarıyla onu takip ediyordu.
3 Saat Sonra
Öğle sıcağı iyiden iyiye bastırmıştı. Havuz başında olması gereken Deniz
ortada yoktu. Bir saattir telsizden anons edilmesine rağmen de cevap
vermiyordu.
Hasan Akyüz, şefinin isteği üzerine sitede arama yapmak için yola
koyulmuştu ki, Deniz’i gördü. Çocuğa bir saattir nerede olduğunu sormaya
hazırlanırken bir anons geldi:
“Beşinci blok daire 52’de yangın... Bütün ekiplerin dikkatine!”
Her ikisi de başını yukarı kaldırdı. Koşarak binaya girdiler, peşlerinden de
diğer görevliler.
Görevliler, 52 numaralı dairenin kapısına geldiğinde koridoru duman
kaplamıştı. Nefes almak mümkün değildi. Bir süre ne yapacaklarım bilemez
halde kaldılar. Tam o sırada Hasan’ın aklına Vedat’ın içeride ve yalnız
olduğu geldi. Artık tehlikeye rağmen kapıyı kırmaktan başka çareleri
kalmamıştı.
İçeri girmek imkânsızdı. Yangın birkaç dakika içinde evi küle çevirmişti,
ne yazık ki Vedat’ı da.
İtfaiye ekiplerinin söndürme ve soğutma çalışmalarından sonra gelen olay
yeri inceleme ekipleri için bile manzara korkunçtu. Üç oda ve bir salondan
oluşan ev tamamen kül olmuştu. Çocuğun cesedi ise kendi odasında sırtüstü
yatar vaziyette bulundu.
Adli Tıp Uzmanı Dr. Gökhan Batuk ilk incelemeyi yapmıştı: “Çocuğun
cesedi kömürleşme derecesinde yanmıştı. Kemik dokular büyük oranda açığa
çıkmıştı. Yumuşak dokulardaki harabiyet nedeniyle yangından önce
öldürülüp öldürülmediğini tespit edemedik.”
Sorgunun sonunda olayın bütün detaylarını anlatmasına rağmen Deniz
Yağmur, Vedat’ı öldürdüğünü reddetti:
“Ali’yi ben öldürmedim. Diğerlerini öldürdüğümü kabul ediyorum ama
onu ben öldürmedim. Bahçelievler’dekiler uyuşturucu kullanıyordu.
Toplumu zehirliyorlardı. Ama Ali’nin suçu yoktu. Ben çocuk öldürmem.
Öldürseydim kabul ederdim.”
Yağmur böyle söylüyordu ama İzmir Aliağa’da öldürdüğü kurbanının da
bir çocuk olduğunu unutuyordu. Ayrıca Vedat’ın yanarak öldüğü ev sanki
soyulmuş gibi karıştırılmış ve bazı eşyalar hiç bulunamamıştı.
Deniz Yağmur’un aylar sonra oğlunun zanlısı olarak sorgulandığını
gazetelerden öğrenen Vahit Y. aynı günlerde şu ifadeyi verdi:
“İki ay sonra Deniz Yağmur adlı kişinin cinayet suçundan yakalandığı ve
resminin gazetelerde yayınlandığını gördüm. Yangın çıktığında sitede
çalıştığını ve birkaç gün sonra da işten ayrıldığını öğrendim. Çalıştığı sırada
kaldığı odayı araştırmak istedim. Yöneticiden kulübenin anahtarını aldım.
Kapı arkasındaki dolabın arkasına sıkıştırılmış turuncu renkli bir poşet
gördüm. Poşetin içinde bana ait siyah bir el çantası vardı. İçini açtığımda
yangında yok olduğunu sandığım pasaportumu buldum.”
Vedat’ın ölümünden bir hafta sonra site yöneticisi, Deniz’in küçük kızlara
“aşırı ilgi” gösterdiği iddiaları üzerine güvenlik şirketi sahibi İrfan Tezcan’la
irtibata geçmiş ve sabıka kaydını istemişti. Tabii ki, Deniz, sabıka kaydını
getirmemiş ve işine son verilmişti.
Vedat’ın öldüğü gün Deniz’i her yerde arayan Hasan, Deniz’le son kez
güvenlik şirketine maaşını almaya gittiğinde karşılaşmış ve belki de sıradaki
kurban olmaktan son anda kurtulmuştu.
“Maaşımızı almaya güvenlik şirketine gittik. Deniz de ordaydı. Maaşımızı
aldıktan sonra bize ‘Bekleyin görüşelim’ dedi. Araba var sizi arabayla
bırakırım dedi. O anda onun kafasının yerinde olmadığını farkettim.
Otoparkta bir saat kadar bekledik. Şirketten çıkıp yanımıza geldi. Gelin hep
birlikte içmeye gidelim dedi. Kabul etmedik. O zaman gece gelip sizi evden
alacağım dedi. Evli barklı olduğumuzu ve dışarı çıkamayacağımızı söyledik.
Ve evlerimize gittik.”
Güvenlik şirketi yetkilisi İrfan Tezcan’ın anlattıkları da, Hasan’ın
anlattıklarını destekliyordu:
“Yangından sonra sitenin güvenliği işi bizim şirketten alındı... O gün
Deniz, Hasan ve Mehmet maaşlarını almaya geldi. Ben de onlara sitem ettim.
Hasan ve Mehmet çıktıktan sonra Deniz bana, ‘Abi canını sıkıyorlarsa ben
bunlara derslerini vereyim’ dedi.”
İki güvenlikçi o gün Deniz’i son kez gördüklerini sanıyordu. Oysa ikisi
için kâbus dolu bir süreç başlıyordu.
Cezaevi
Deniz Yağmur, beş cinayetten tutuklanıp cezaevine gönderildiğinde
sitedeki iki güvenlikçiyi aramaya başladı:
“Sizin yüzünüzden buradayım. Siz yangını söndürmeseydiniz çocuk yanıp
gidecekti, benim başım yanmayacaktı. Sizi dışardaki arkadaşlarıma
öldürteceğim,” diyordu.
Tehditler üzerine iki güvenlikçi önce telefonlarını değiştirdi. Tehditler
aylarca devam edince de soluğu Jandarma’da aldı.
Deniz Yağmur’un bütün inkârlarına rağmen Adli Tıp Kurumu uzmanları
yangından önce evde yaşananlar hakkında önemli ipuçları veriyordu. Vedat,
yangından önce boğularak öldürülmüştü. Ciğerlerinde karbonmonoksit gazı
bulunmamıştı.
Deniz Yağmur, 8 yaşındaki Vedat dahil olmak üzere beş kişiyi öldürmek
suçundan beş kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Yargılaması sırasında 2001’de henüz 16 yaşındayken 70 yaşındaki bir
vatandaşı parasını almak için öldürdüğü, üç yıl sonra şartlı tahliye olduğu
anlaşıldı.
Dosyanın en acıtıcı yanlarından biri de, yangın devam ederken siteye gelen
Vedat’ın annesini sakinleştirmeye çalışan, fenalaştığında ambulansa taşıyan
Deniz Yağmur’du.
Deniz Yağmur’un İfadesi
“Ben halen Bahçelievlerde işlediğim 3 ayrı cinayet olayı nedeniyle
tutukluyum, davalar devam etmektedir, bu olaylarda suçu işlediğimi, kabul
ettim, ancak Beylikdüzündeki olayda suçsuzum, Vedat Karabulak’ı ben
öldürmedim. Bahçelievlerdekiler uyuşturucu kullanıyorlardı ve satıyorlardı,
toplumu zehirliyorlardı, öldürülmeleri gerekiyordu, ancak Vedat’ın bir suçu
yoktu, onu öldürmem için bir sebep yoktu, ben çocuk öldürmem, eğer
öldürseydim kabul ederdim.
Ben Vedat’ın oturduğu Avkon sitesinde güvenlik elemanı olarak
çalışıyordum. Ben daha çok havuzun güvenliğinde görevliydim, orada işe
başlayalı 3 ay kadar olmuştu, yangın olayı oldu.
Vedat annesi babası çalıştığı için hep yalnızdı, gününün çoğunu mevsimde
yaz oluşu dolayısıyla havuzda geçerdi ve benimle de sık sık konuşurdu. Ben
işe başladığım tarihten beri, Vedat’ın kolu sargılıydı, nasıl bir olay sonucu
kırılmış olduğunu bilmiyorum, Vedat alçılı koluyla havuza girerdi, biz
kendisine kızar uyarırdık, olay günü Vedat bana anne babasının o gün
boşanacaklarını söyledi, bu konuda üzüntülüydü, kendisini teselli ettim, ben
işimle ilgilendim, Vedat’ın nereye gittiğini görmedim, bir saat kadar sonra
yani olaydan yarım saat kadar önce güvenlikçi Ercan çağırıp kapalı garaja
götürmüştü, bir araba garaj kapısına çarpmış onu gösteriyordu.
Biz ordayken telsiz anonsuyla yangın olduğunu söylediler, yangın yerine
koştuk, müdahale ettik, ben yangın söndürme çalışmalarına bizzat katıldım,
diğer güvenlikçilerle, site sakinleriyle yangına müdahale ettik. Ben bir aşağı
bir yukarı koşturup alet malzeme ulaştırmaya çalıştım, hatta yönetici ile
hidroforun çalıştırılması konusunda münakaşa yaptık, ancak yangının
çıkarılması ve çocuğun ölümü ile ilgim yoktur. Bahçelievlerdeki olaylarla
benzerliği rastlantıdır, ben yapsam yaptım derdim.”
Özgeçmişiyle ilgili sorular soruldu:
“4-5 yaşındayken Iğdır’dan kan davası nedeniyle (ağabeyim adam
öldürmüştü) İzmir’in Aliağa ilçesine göç ettik, babam Iğdır’da mezarlık
görevlisiydi, Aliağa’da da işsiz kalınca yine belediyeye müracaat ederek
mezarlık görevlisi oldu. Ben altı kardeşin beşincisiyim, ailemizde bedence ve
ruhça arızası bulunan kimse yoktur, ancak bende çocukluktan beri psikolojik
bir durum vardır, düşüncesizce bir işe atılırım sonra pişman olurum,
çocukluğumdan beri ben birtakım hayaller görürüm, özellikle yattığım
sıralarda olur, mesela bir adam duvarın içinde bana seslenir, abuk subuk
şeyler konuşur, kafası bir tarafta kolları birtarafta biridir, bir seferinde
Bakırköy’de geceleyin mezarlıktan geçerken mezarın içinden çıkan bir adam
bana seslendi "gel içeride biraz oturalım, sohbet edelim dedi”
Yanımda bu sırada Bahçelievlerde öldürdüğüm Gökhan’da vardı,
Gökhan’a ölünün seslendiğini söyledim, benimle alay etti, halbuki ben adamı
net bir şekilde gördüm, saçı dökük, orta yaşlı, uzun boylu, giyinik, bir erkek
idi, bir seferinde İzmir’deyken bir arkadaşım arabasında müzik dinlediğim
sırada müzik yayını radyodan birden kesildi ve bir erkek sesi bana adımla
hitap ederek bana şu soruları sordu; "vatanını seviyor musun? Askerimizi,
polisinizi seviyor musun? Eğer seviyorsan uyuşturucu satanın ve kullananın,
devlete karşı gelenin hepsinin karşısında duracaksın, vazgeçirebildiğini
vazgeçireceksin, vazgeçiremediğini öldüreceksin” dedi. Mezarlıktaki olayda
hap içmiştim, diğerlerinde uyuşturucu kullanmamıştım, şimdi de aynı
görüntüler bana görünüyorlar, ben bunlara bir anlam veremiyorum.
Çocukluğumda geçirdiğim bir zihinsel travma, bana ve yakınlarıma yönelik
kötü bir olay yoktur.”
Soruldu:
“Ben havuz kenarında havuza giren çıkanları kontrol ederim, orda küçük
bir masa ve sandalye vardır, giriş kartlarını alıyorum ve havuzdan çıkarken de
teslim ediyorum, benim başka işlerim olduğunda da bu işler ve ihtiyaçlarım
için ayrıldığımda orası genellikle boş kalır.
Olaydan önce de bir ara tuvalete gitmek için 5-10 dakikalığına ayrılmıştım,
tuvaletteyken yönetici Erkut bey telsizle beni aramıştı, tuvalette olduğum için
cevap verememiştim, tuvalet ihtiyacı dışında havuz başından hiç ayrılmadım,
havuz o saatte kalabalıktı, ama aradan zaman geçtiği için o saatte havuzda
kim vardı hatırlamıyorum.
Ben sitede garaj kulübesinde barınıyordum, kulübede bulunan çanta ve
pasaporttan haberim yoktur, ben koymadım, ben sitede kimsenin evine
gitmiyordum, Vedat’ın evinde de olaydan önce hiç gitmedim, aleyhime olan
delilleri kabul etmiyorum.”
Kundaklama Dürtüsü
Seri katillerin, cinayet mahallini kundaklamaları, aslında delilleri yok
etmeyi de kapsayan bir ritüel. Meksika asıllı ABD’li seri katil Richard
Munoz Ramirez (29 Şubat 1960-7 Haziran 2013), 1985’te Kaliforniya’yı
soygun, tecavüz ve cinayete boğmuştu. Medyanın “Gece Avcısı” adını taktığı
Ramirez, 13 cinayet, 5 cinayet girişimi, 11 cinsel suç ve 14 ev soygunu ve
kundaklamadan suçlu bulunup idama mahkûm edildi.
Ramirez’in Türkiye’deki benzerlerini anmadan önce onun cinayet işleme
ritüeline kısaca göz atalım. Özellikle yaşlı insanları ve çiftleri seçerdi. Gece
gizlice evlerine girer, keskin bir aletle kafalarına vurarak öldürür, tecavüz
eder, duvarlara satanist simgeler ya da cümleler yazar ve evi kundaklardı.
Ramirez’in cinayet sahnesine bakıldığında Türkiye’de Artvin’de yaşlıları
öldüren ve evleri yakan Adnan Çolak’la, polise not bırakan ve kundaklayan
Deniz Yağmur’u anmamak olmaz.
Bilindiği üzere kundakçılık yani piromani, başlı başına psikolojik bir
bozukluk. Net bir ifadeyle, “Yangın çıkarma dürtüsü”.
Psikiyatri, piromanları şöyle tanımlıyor: Kundaklama öncesinde yüksek
gerilim ve yangınla beraber derin bir haz. Bu tanıma bakarak, piromaninin,
seri katillere neden cazip geldiğine şaşmamak gerek. Hepsi piroman olmasa
bile...
Neden, ister delilleri yok etmek ister piromani olsun, hazır “yangın
çıkarma” konusu açılmışken birkaç konuyu dile getirmekte fayda var.
Aslında uzmanlar için inceleme yangın devam ederken başlıyor. Çıkan
alev ve dumanın rengi, yanan maddenin ne olduğunu söylüyor. Daha sonra da
dumanın mekânda bıraktığı is. Özellikle cam, uzmanlar için en büyük
yardımcı. Mesela bir mekânda yangın çıkarmak için petrol ve türevi
malzemeler kullanıldıysa onun meydana getirdiği dumanın cam üzerinde
bıraktığı is, elektromiroskop altında farklı bir görüntü sergilerken, hızlandırıcı
kullanılmamış doğal yollardan ya da kaza sonucu meydana gelen bir yangının
ürettiği dumanın cam üzerinde bıraktığı is, başka görünüyor.
Yangın, uzmanlar için iki yüzlü bir madalyon aslında. Birinci yüzünden
uzmanlar hiç hoşlanmıyor. Çünkü bizzat yangının kendisi delilleri bir çırpıda
yok eden bir olay.
Ancak, kundaklamanın suç avcıları için değerli bir yönü var. SASEM’den
bir yangın uzmanı durumu şöyle açıklıyor:
“Kundaklama yapabilmeniz için mutlaka bir hazırlık aşamasından geçmek
zorundasınız ve o hazırlık aşamasında geride birtakım deliller bırakırsınız.
Yani delillerini yok etmek için kullanılan bir araç, aslında en önemli delil
haline geliyor. Özellikle hızlandırıcı kullanılan yangınlarda yer zemin
tamamen temizlendikten sonra bizim yangın gölgesi dediğimiz bir oluşum
vardır. Yani hızlandırıcıyı ilk döktüğünüz anda zeminde meydana gelen
gölgeyi, ne atık maddeler, ne de yangının söndürülmesi sırasında kullanılan
köpük, su yok edemiyor. Ve biz o gölgeden çok şeyi okuyabiliyoruz.”
Uzmanlar, suç ve suçluya dair çok şeyin okunabildiği bu gölgeye, güzel bir
isim de vermiş: “Yangının Gözü”.
“Onları öldürdüm çünkü fuhuş yapıyorlardı...”
OSMAN BORA ÇUHACI
NEFRET KATİLİ
Osman Bora Çuhacı, 1980’de Rize’de doğdu. Misyoner katil. Bir müteahhitin oğlu. 1998’de
Rize’den İstanbul Üniversitesi Turizm İşletme Bölümü’nde okumak için İstanbul’a geldi. İlk
yılında okulunu terk etti. Hemşire Şule Özbakan’la tanışıp, Halkalı’da birlikte yaşamaya
başladı. 2005 yılında 3 kadın ve 1 travestiyi öldürdü. Cezaevinde.
5 Ekim 2005
Kartal/O-2 Bağlantı Yolu
Gece yarısına doğru gelen bir telefon ihbarı Kartal Aydos Ormanı
yakınlarında, yol kenarında yakılmış bir ceset olduğunu söylüyordu. Cinayet
masası dedektifleri ve olay yeri inceleme ekibi olay yerine ulaştığında
manzara ürküntü vericiydi.
0-2 Otoyolu bağlantı yolu Uğur Mumcu Mevkii’nde yol kenarında bulunan
ceset, kimliği anlaşılamayacak derecede yanmıştı. Ceset üzerinde yapılan ilk
inceleme cesedin genç bir kadına ait olduğunu düşündürüyordu. Ancak yanık
derecesi bundan emin olmayı güçleştiriyordu.
Olay yerinde başka bir ipucu bulunamadı ve ceset Adli Tıp Morgu’na
kaldırıldı. Adli Tıp uzmanlarının şu sorulara yanıt bulması gerekiyordu:
Kurban kim, kaç yaşında ve nasıl öldürüldü?
Özellikle kafatası ve pelvis kemikleri cinsiyet ayrımında kullanılan
kemikler. Bütün beden yansa da arka kafa dediğimiz yerde maksoit
çıkıntılardan ve çenenin açısından kişinin cinsiyeti tespit edilebiliyor.
Adli Tıp uzmanları bu verilere bakarak cesedin cinsiyeti ve yaşını tespit
etmişti. Kimliği belirsiz ceset 25-30 yaşlarında bir kadına aitti ve kurban
kafasına sıkılan tek kurşunla öldürülmüştü.
Üstelik kurşun kafatasını delip geçmemiş ve kemiklere saplanıp kalmıştı.
Otopside bu kurşun dikkatlice çıkarıldı ve inceleme için kriminal
laboratuarına gönderildi. Katile ait tek ipucu polisin eline geçmişti.
Silahlar neredeyse parmak izi gibidir. Her silah kendi karakteristiğini taşır
ve o silahtan çıkan kurşun yalnızca o silaha ait izleri taşır. Balistik
incelemede işte bu gözle görülemeyen izlerin mukayesesi yapılır ve hangi
kurşun hangi silahtan atılmış anlaşılır.
Balistik uzmanları Adli Tıp Kurumu’ndan gönderilen merminin önce
detaylı incelemesini yaptı. Daha sonra uzmanlar sistemde kayıtlı mermilerle
ellerindeki mermiyi tek tek karşılaştırdı. Ancak sonuç olumsuzdu. Cesedin
kafatasından alınan mermi hiçbir silahla ya da daha önce bulunan mermi
çekirdekleriyle eşleşmiyordu. Katil, elindeki silahı ilk kez bir cinayette
kullanmıştı.
13 Gün Sonra
Şişli
Songül Koca, annesi Nihan K.’dan iki gündür haber alamıyordu. Kadın 75
yaşındaydı, merdivenleri hızla tırmanırken, sağlık sorunları olan annesi için
endişe ediyordu. Kapıyı çaldı. Bekledi. Çantasındaki yedek anahtarı çıkarıp
kapıyı açtı ve salonda annesini yerde kanlar içinde yatarken buldu.
Nihan K., kafasına yastık konup tek kurşunla vurularak öldürülmüştü.
Katil ya da katiller eve kurbanın rızasıyla girmişti... Kapıda herhangi bir
zorlama olduğuna ya da evde boğuşma yaşandığına dair bir bulgu yoktu. Ev
karıştırılmış, ancak hırsızlık yapılmamıştı. Polis, Songül Koca’dan annesinin
bir süre önce Şişli’de yaklaşık 1 trilyon liralık 3 dairesini sattığını ve parayı
kızıyla açtırdığı ortak hesaba yatırdığını öğrendi.
Şimdi bu iki cinayet arasında nasıl bir bağlantı var diyeceksiniz? İlk
cinayette başından vurulmuş sonra yakılıp orman kenarına atılmış genç bir
kadın var. İkinci cinayette ise yaşlı bir kadın. Üstelik evinde öldürülmüş. Bu
iki cinayetin tek ortak noktası başlarından tek kurşunla vurulmaları. Eğer
balistik uzmanının söylediği gibi her silahın parmak izi gibi kendine has bir
karakteristiği olmasaydı belki de polis bu iki cinayet arasındaki bağı
kuramayacaktı. Ancak polisin şansı bir kez daha yaver gitti. Yaşlı kadını
öldüren mermi çekirdeği de kemiğe saplanmıştı. Bu çekirdeğin balistik
incelemesinde anlaşıldı ki, her iki kadın da aynı silahtan yani aynı katilin
silahından çıkan kurşunla öldürülmüştü.
Birkaç Gün Sonra
Zeytinburnu, Sabah 06.00
Nihan K. öldürüldüğü gün evinden cep telefonu da çalınmış, cinayet
soruşturmasını yürüten polis de bu telefonu takibe almıştı. Cinayetten kısa bir
süre sonra cep telefonu Zeytinburnu civarında ilk sinyalini verdi. Genç bir
adam o bölgede bir bayiye cep telefonunu satmıştı. Satış sırasında bayi, nüfus
cüzdanı fotokopisini istemişti. Kimlikte yazan isim, 27 yaşındaki Ali
Kantarcı’ydı.
Şoförlük yapan Kantarcı, polisin kuşattığı evde karısı ve çocuklarıyla
birlikte yaşıyordu. Ev halkının korku dolu bakışları arasında Kantarcı
gözaltına alındı. Sorgusunda her şeyi inkâr ediyordu:
“Nihal Tezkurtaran’ı tanımıyorum... Diğer kadını da... Ben kimseye telefon
da satmadım... Nüfus cüzdanımın o telefoncuya nasıl gittiğini bilmiyorum...
Nüfus cüzdanımı yıllar önce kaybetmiştim ama... Şimdiye dek bir sorun
çıkmadı. Ben yapmadım.”
Ali Kantarcı suçsuz olduğunu söylüyordu ama kurbanın cep telefonunu
satan kişinin kendisi olmadığını da ispatlayamıyordu... Üstelik her iki
cinayetin işlendiği günlerde de nerede olduğunu açıklayamıyordu. Yalnızca
“çalışıyordum” demekle yetiniyordu.
Kartal/Aydos Ormanı Yolu
Zanlının sorgusunun devam ettiği günlerde yine Pendik Aydos Ormanı
mevkiinden bir haber geldi. O-2 Otoyol kenarında yanmış bir ceset
bulunmuştu. Yine kadındı. Bu kez yanık derecesini daha az olmasından
dolayı kadının genç olduğu tespit edilebiliyordu. Ama ilkinden farklı olarak
ikinci cesedin baş kısmına kenarları iple bağlı bir poşet geçirilmişti. Ve bu
kurban da önceki iki kadın gibi başından tek kurşunla vurularak
öldürülmüştü. Üstelik balistik uzmanlarına göre aynı silahla.
Cinayetler giderek daha karmaşık bir hal alıyordu. Ve artık polis, seri bir
cinayetle karşı karşıya olduğunu biliyordu. Ancak cinayetlerin son halkası,
zanlı içerideyken işlenmişti. Yanmış iki cesedin kimlik tespiti çalışmalarına
hız veren polis son 1 yıl içinde yapılan yüzlerce kayıp başvurusu tek tek
inceledi. Listeyi 12 aileye kadar indirdi. Aileler teşhis için emniyete çağrıldı.
Yapılan DNA incelemesi sonunda kadınları kimlikleri tespit edildi. İlk
kurban, 25 yaşındaki Begüm K.’ydi. Evliydi, bir de çocuğu vardı. Ancak
eşinden gördüğü şiddete dayanamayıp Kahramanmaraş’tan İstanbul’a
kaçmıştı. İkinci kurban ise, Gökçen Ş.’ydi. O da 30’lu yaşlarının eşiğinde
genç bir kadındı. Fakat İstanbul’da dehşet saçan katilin cinayetleri bu üç
kurbanla sınırlı kalmayacaktı.
Soruşturma yürütülürken 29 Kasım 2005 günü bu kez Beşiktaş’ta bir
travestinin arabasında kafasına tek kurşun sıkılarak öldürülmüş olduğu haberi
geldi. Araç lüks bir sitenin giriş yolunda park edilmişti. Otomobildeki 25
yaşındaki “Serenay” takma adlı Sonat T., kafasından tek kurşunla vurularak
öldürülmüştü. Kriminal polis, otomobilin sağ ön kapı çıtasında
kurbanınkinden farklı iki parmak izi tespit etti.
Ayrıca, aracın içinde 7.65 milimetre çapında bir adet boş kovan bulundu.
Boş kovan incelenmek üzere kriminal laboratuvarına gönderildiğinde polis
Sonat T.’nin seri katilin dördüncü kurbanı olduğunu anladı. Bu kez katil
geride ilk kez ipucu bırakmıştı. Otomobilin kapısındaki parmak izlerini.
Otomobilde bulunan parmak izleri incelediğinde özel bir hastanede
hemşire olarak görev yapan Şule Özbakan’a ulaşıldı. Araçta bulunan parmak
izleri ona aitti. Parmak izlerinin bir hemşireye yani bir kadına ait çıkması
Cinayet Masası dedektiflerini şaşırtmıştı. Polis, kurbanların üçünün kadın
dördüncüsünün ise bir travesti olduğunu göz önüne alarak katilin bir erkek
olduğunu düşünüyordu. Yine de Şule Özbakan’ın araçta parmak izlerinin
olması onun katil olduğunu göstermezdi. Bu nedenle hemşire takibe alındı.
Halkalı
Hemşire, her zamanki gibi akşam saatlerinde işyerinden ayrılmış, ancak bu
kez ailesiyle birlikte yaşadığı ev yerine Halkalı’da bir siteye gitmişti. Cinayet
bürosu dedektifleri saatlerdir hemşirenin çıkmasını bekliyorlardı. Saatler
ilerledikçe hemşirenin geceyi burada geçireceğine inanmaya başlamışlardı.
Bu durumda takip için görev değişimi yapılması gerekiyordu. Tam bu sırada
telsizden bir anons geçti:
“Ekiplerin dikkatine. Atakent Sitesi A Blok’ta silahlı yaralama olayı
bildirildi... En yakın ekibin olay yerine intikali...”
Adres polislerin takibe aldığı yere aitti. Koşar adım daireye ulaştıklarında
Hemşire Şule Özbakan’ı bacağından silahla vurulmuş halde buldular.
Yerde kıvranıyor, ağlıyor ve polislere kendisini kurtarmaları için
yalvarıyordu. Yaralı kadının hemen başucunda ise, bir adam oturuyordu.
Sakindi, içeri giren polislere gülümsedi ve “Adım Osman Bora Çuhacı,” dedi.
Polisler için seri cinayet dosyası giderek daha karmaşık bir hal alıyordu.
Son cinayette parmak izi bulunan hemşire bir eve gitmiş ve gittiği evde
vurulmuştu. Şule Özbakan ve adının Osman Bora Çuhacı olduğunu söyleyen
adam o gece gözaltına alındı. Kadın yaralı olduğu için hastaneye, adam ise
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Cinayet Bürosuna götürüldü.
Düğümü ise, iki şey çözebilirdi: Evde bulunan silah, hemşire ve
Çuhacı’nın anlatacakları. Özbakan hastane odasında verdiği ilk ifadede, iki
kadının öldürülüp yakılmasından haberi olmadığını ama Nihan Kurtaran ve
Sonat T. cinayetlerinin yanında işlendiğini itiraf ediyordu: “O gün Nihan
Kurtaran’ın evine gittik. Yaşlı kadının çok parası olduğunu biliyorduk. Ama
para alamayacağımızı anladık. Bunu üzerine Osman silahını çıkarıp kadını
öldürdü. Sonra da evde para aradı ama bulamadı. Sonat’ı öldürdüğü gün ise,
ikimiz de çok alkollüydük. Osman ayrıca hap da kullanmıştı. Osman
Murat’la pazarlık yaparken ben de arabada bekliyordum. Kısa bir süre sonra
silah sesi duydum. Osman koşarak yanıma geldi. O’nu öldürdüğünü söyledi.
Hemen oradan ayrıldık.”
Kadın, bugüne kadar sessiz kalmasını ise, şöyle açıklıyordu; “Osman’ın
tehditlerden korktuğum için onu bugüne kadar ihbar edemedim. Ben
hemşireyim. Mesleğim gereği, özellikle ateşli silah yaralamalarında ambulans
geldiğinde tutanak tutulacağını ve durumun polise bildirileceğini biliyorum.
Kaldı ki, beni yaraladığı silah ile cinayette kullanılan silah aynı. Eğer suç
ortağı olsaydım ambulansı aramazdım.”
Acaba takip edildiğini bilse ambulansı arar mıydı? Belki de bu takip, onu
beşinci kurban olmaktan kurtardı, kim bilir?
Aynı saatlerde Osman Bora Çuhacı da İstanbul Cinayet Masası
dedektiflerine ifade veriyordu. Çuhacı, aslen Rizeli ancak Samsun’da yaşayan
bir müteahittin oğlu. 1998’de memleketi Rize’den İstanbul Üniversitesi
Turizm İşletme Bölümü’nü okumak için İstanbul’a geldi. Ancak eğitimini
tamamlayamadan okulunu terk etti. Okulunu terk edince babası kendisine
maddi desteği kesti. Bu sırada hemşire Şule Özbakan’la tanışıp, Halkalı’da
birlikte yaşamaya başladı. Osman Bora Çuhacı sorgusunda öldürdüğü dört
kurbanının ortak yönünü şöyle özetledi: “Fuhuş yapıyorlardı.”
“Şule’yle yaklaşık iki yıl önce tanıştık. Zaman zaman Halkalıdaki evimde
kalıyordu. İşsizdim. Şule’nin maaşı ve kredi kartlarıyla geçiniyorduk.
Begüm’le kadın satıcılığı yapan Nihan Kurtaran’ın evinde tanıştım. Beni
uyuşturucuya alıştırdı, satmaya teşvik etti. Bana hap veriyordu. Bu kadının
kötü bir insan olduğuna karar vererek Halkalı’daki evimde öldürdüm. Rent A
Car’dan bir araç kiralayarak cesedi Yakacık’a götürüp uygun bir yerde yol
kenarına attım. Yolda aldığım benzini üzerine döktüm ve sigara izmaritiyle
ateşe verdim.”
Gökçe de Nihan’ın sattığı kadınlardandı. Para karşılığı birlikte oluyordum.
Bir gün evimde ilişki sonrası Gökçe, silahıyla oynamaya başladı. Beni
öldüreceğini düşünerek elinden silahı aldım ve onu kafasından vurdum. Yine
bir araç kiralayarak cesedini Kartal’da ormanlık bir alana götürüp yaktım.
Nihan’ı ise, randevu evi işleterek kızları kötü yola sevk ettiği için öldürdüm.
Benim bu cinayetleri işlememe neden olduğu için onu öldürmeye karar
verdim. Sonra cüzdanındaki paraları aldım ve cep telefonunu aldım. Sonra bu
cep telefonunu sattım.”
Çuhacı, üç kadını neden öldürdüğünü anlattıktan sonra travesti cinayetini
ise, şöyle aktardı polislere; “Şule’yle Galatasaray maçında iddiaya girdik.
İddiayı ben kazandım. Kaybederse bana bir kadın ısmarlayacaktı. Sözünü
yerine getirmesini istedim. Evden çıktık. Sonat’a rastladık. Parasını Şule
ödeyecekti. Sonat 450 YTL istedi. Çok bulup 150 YTL teklif ettim.
Önerdiğim parayla alay edip, küfür etti. Öfkelenip, silahı çıkarıp vurdum.”
Soruşturma sırasında Çuhacı’nın sevgilisinin, çalıştığı hastane
yöneticileriyle bir diş doktorunu da tehdit ettiği belirlendi. Ayrıca gittiği bir
diş doktorunu da öldürmekten son anda vazgeçtiğini söyledi. Çuhacı
ifadesinde bir tek Şule Özbakan’ı tehdit ettiğini kabul etmedi;
“Şule’yi tehdit etmedim. Öyle olsaydı Şule cinayetlerden sonra benimle
kalmazdı. Tutuklandığı yer de benim evimdi. Şayet Şule’yi tehdit etmiş
olsaydım, onu yaralamak yerine öldürüp kurtulurdum. Bu sıkıntılara da
girmezdim.”
Her ikisinin ifadesinden de anlaşıldığı gibi, son iki cinayette Osman Bora
Çuhacı’nın yanında sevgilisi Şule Özbakan da vardı. Çuhacı ise, kurbanlarını
fuhuş batağına saplandıkları için öldürdüğünü iddia ediyor. Tabii
kurbanlarının artık Çuhacı’ya cevap verme şansı yok. Ama bu noktada akla
gelen soru şu? Osman Bora Çuhacı neden böyle bir görev ya da misyon
üstlendi?
Seri cinayet olgularında en tehlikelilerinden biri misyoner katillerdir. Bu
katiller bir görevle hareket ederler ve kurbanlarını belli bir gruptan ya da bu
gruptan olduğuna inandıkları insanlar arasından seçerler.
Osman Bora Çuhacı ve Şule Özbakan, İstanbul 7. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde yargılandı Mahkeme heyeti Nihal Tezkurtaran cinayetinden
ikisine de ağırlaştırılmış müebbet hapis, Murat taç cinayetinden ise 19’ar yıl
hapis cezası verdi. Çuhacı ayrıca, Begüm Tenekekesen ve Gökçen Şandır
cinayetlerinden 25’er yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Asosyal Saldırganlık
Organize ve asosyal saldırganlar olarak nitelenen misyoner katiller,
genellikle ortalamanın üzerinde bir IQ’y a sahiptir. Bu kategoride bulunan
saldırgan tipleri genellikle cinayetleri methodik olarak planlarlar, onları bir
yerde öldürüp, bir başka yerde de cesetten kurtulurlar.
Genellikle kurbanlarının acıma veya sempati duygularına dokunarak
kandırırlar ve gönüllü olmaları dolayısıyla özellikle fahişeleri hedef alırlar.
Suç mahallinde ileri seviyede bir kontrolleri vardır ve genellikle adli tıp
hakkında eksiksiz bilgiye sahiptirler. Bu bilgi sayesinde izlerini çok iyi yok
ederler ve takip edilmeleri oldukça zorlaşır. Medya takibini iyi yaparlar ve
bundan büyük bir projeymişçesine gurur duyarlar. Arkadaş veya partnerleri
vardır ve hatta bazen evli ve çocuklu da olabilirler. Yakalandıkları zaman
komşu ve akraba çevresi ile yapılan görüşmelerde, katiller hakkında genelde
zararsız ve kimseyi incitmeyecek kişi olarak bahsedilmiştir. Bazı seri katiller
işledikleri cinayetlerin sırrının çözülmesini oldukça zorlaştırır. İntihar notları
ile yanlış yönlendirmeler, cinayeti başkasına yükleyecek bazı tuzaklar, çete
savaşına kurban olmuş süsü verme ve hatta doğal bir ölüm gibi gösterme en
çok başvurdukları yöntemlerdir.
"Yalvardılar. ama dinlemedik. .. "
YİĞİT BEKÇE ve MEHMET KARAHASAN
ÖLÜM YOLU
Yiğit Bekçe, 1977’de Akyazı’da, Mehmet Karahasan 1982’de Gemlik’te doğdu. Her ikisi de
bekâr. İşsiz. Sabıkalı. İkilinin yolları, uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle kesişti. Ekim 2006’da
53 saat içinde, 1.944 kilometrelik yol boyunca, 6 farklı şehirde 7 kişiyi öldürdüler. Medya
İkiliye “Otoban Katilleri” adını taktı. İkisi de cezaevinde.
19 Ekim 2006 Bursa/Gemlik
Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Ramazan bayramına birkaç gün kalmıştı.
Süren çifti, o gün evin eksiklerini tamamlamak için alışveriş yapmış, daha
sonra aile büyüklerini ziyaret etmiş, evlerine dönüyordu. Nevin Süren, altı
aylık hamileydi. Bu nedenle hızlı yürüyemiyordu. Eşi Merih Süren, ise, bir
süredir arkasındaki ayak seslerini dinliyordu. Kayınpederinin evinden beri,
iki adam peşlerindeydi. Eşini korkutmak istemediği için arkasına
bakamıyordu. Göz ucuyla eşine baktı. Olan bitenden habersiz yürüyordu.
Ne yapacağını kestirmeye çalışırken, önce bir patlama sesi duydu. Sonra
da sırtında dayanılmaz bir acı. Can havliyle eşine sarıldı. Peşpeşe patlayan
tüfek sesine rağmen eşinin üstünden kalkmadı.
Adam, hamile eşini önüne alarak seken saçmalardan korumayı başardı ama
yine de birkaç saçmanın isabet etmesine engel olamamıştı. Eşi hafif, kendisi
ise, ağır yaralandı.
Çevreden yetişen vatandaşlar tarafından hastaneye kaldırıldıklarında her
ikisinin de bilinci kapalıydı. Ve ne yazık ki, bu saldırı günler sürecek bir
cinayetler zincirinin ilk halkasıydı.
Ertesi Gece Bursa/Osmangazi
Hüseyin Ç., gündüz üniversiteye gidiyor, geceleri de Bursa
Osmangazi’deki dükkânda çalışıyordu. Akşam, belli bir saatten sonra müşteri
azaldığı için, dükkânda ders çalışma imkânı bulabiliyordu.
O gün Gemlik civarında deprem olmuştu. O da memleketteki ailesine
telefon etmiş, hem iyi olduğunu hem de bayramın ilk günü geleceğini
söylemişti.
Ama bu gece yorgundu, daha fazla ders çalışamayacaktı. Dükkânın
kapısını kilitlemek üzere ayağa kalktı.
Tam kapıyı kilitleyecekken iki adam kapıyı Hüseyin’e çarparak içeri girdi.
Hüseyin, çarpmanın şiddetiyle savruldu. O sırada adamların birinin elinde av
tüfeği olduğunu gördü.
İki adamın niyeti iyi görünmüyordu. Hüseyin Ç., düştüğü yerden
kalkarken, kasada ne kadar olduğunu hatırlamaya çalıştı.
Ancak, adamın yumruğuyla tekrar yere yuvarlandı. Soygunculardan biri
“Nerede paralar? Konuşsana!” diye bağırıyordu. Korkuyla “Patron aldı,”
diyebildi. Sonra tüfeğin kendisine doğrultulduğunu gördü.
Hüseyin Ç.’nin cesedini birkaç saat sonra dükkâna alışverişe gelen bir
müşteri buldu. Jandarma Kriminal ekibi cinayet mahallinde yaptığı
incelemede, katillere ait en ufak bir ipucu bulamadı.
Ertesi Sabah İzmit/Yol kenarı
Ayıldığında başı çatlamak üzereydi. Arkadaşına baktı. Sabaha karşı yola
çıkmış, içkinin etkisiyle burada sızıp kalmışlardı. Arkadaşı hâlâ uyuyordu.
Uyandırdı. Kontağı çevirdi.
İçmeye devam ederek bir süre yol aldılar. Sağ tarafta sabahın erken
saatinde açılmış bir pişmaniye dükkânı vardı. Arkadaşına başıyla dükkânı
işaret etti. Hızla belindeki silahı çıkardı.
O sırada 21 yaşındaki Fatih K., dükkanda sabah temizliğini bitirmiş,
pastaneden aldığı poğaçaları yemeye hazırlanıyordu. Önce dükkânın önünde
duran arabayı sonra da inen adamın elindeki av tüfeğini fark etti.
Ama çok geçti. İki adam dükkândan içeri girdi ve defalarca ateş etti. Daha
sonra kasayı ve değerli buldukları eşyaları alıp çıktılar.
Fatih olay yerinde aldığı kurşun yaralarıyla öldü. Ondan birkaç saat sonra
da, öğle saatlerinde, İzmit’ten bir buçuk saatlik mesafede bulunan Sakarya,
Hendek’te Mehmet Ç. öldürüldü.
Mehmet Ç., bir benzin istasyonunda pompacı olarak çalışıyordu. Üstelik
katiller cinayeti gören Durmuş Dede adındaki bir çobanı da kurşun
yağmuruna tuttu. Çoban, vücuduna saplanan saçmalara rağmen ölü taklidi
yaparak öldürülmekten kurtuldu.
Peki kimdi bunlar?
Gemlik’ten Hendek’e kadar devam eden, üç kişinin ölümü ve iki kişinin
yaralanmasıyla devam eden bu insan avının failleri kimdi? İlk saldırıda
yaralanan Nevin Süren ve karnındaki bebeğe hiçbir şey olmaması mucizeydi.
Ama kadın, kendilerine saldıranları tanımıyordu. Kocası da komadaydı.
İfade veremiyordu. Polis, bu olay ve devamında benzer şekilde işlenen
cinayetleri aydınlatabilmek için adamın iyileşmesini beklemek zorundaydı.
Kendine geldiğinde ise, anlattıkları ilginçti.
“Yiğit Bekçe’yle daha önceleri suç ortağıydık.Yalova’da iki üç olayda
çatışmaya beraber girmiştik. Cezaevine beraber girip çıktık. Bir yıl önce
evime geldi. 250 milyon para istedi. Parayı verdim. Çay demlememi istedi.
Hap yuttu. Ondan sonra bana ‘tekbir getir, seni öldüreceğim’ dedi. Kusma
numarasıyla tuvalete gittim. Oradaki tüfeğimi aldım. Onu etkisiz hale
getirmeye çalıştım. Ayağına korkutmak amacıyla patlattım. İki tane silahı
varmış. Silahların birisini aldım. Diğerini yatak odasına almaya giderken
arkamdan ateş etmeye başladı. Ben de bir el ateş ederek onu vurdum.
Emniyeti arayıp teslim ettim. İkimizde tutuklandık.”
Merih Süren, Bekçe’nin, çok dengesiz olduğunu, uyuşturucu kullandığını
çocukluğundan beri çok kişinin canını yaktığını söylüyordu.
Katillerden biri belli olmuştu. Jandarma ile polis teyakkuza geçmişti ve
onlar için asıl maraton şimdi başlıyordu. İfadeler, gözaltılar, izlemeler derken
cinayet masası ve jandarma ekipleri Yiğit Bekçe’nin yanındaki kişiyi de
tespit etti: Mehmet Karahasan.
Zanlıların cinayetlerde kullandığı araç ve GSM numaraları tespit
edildiğinde, polis için artık adresler de belli olmuştu. GSM sinyali Sakarya,
Akyazı’da bir evi gösteriyordu.
Hasan Solmaz, polisleri kapısında gördüğünde neye uğradığını şaşırmıştı.
Ardı arkası kesilmeyen soruları yanıtlamaya çalışırken terliyordu. Zanlıların
kullandığı otomobil, Hasan Solmaz’ın evinin önünde bulunmuştu.
Cinayetlerde kullanılan ev tüfeği ise, evinde. Hasan Solmaz zanlıların,
kendisinden otomobil kiraladığını ancak tüfekten haberi olmadığını iddia
ediyordu.
“İkisi, hasarlı bir araçla Akyazı’ya yanıma geldi. Benden araç istediler.
Kendi otomobilimi kira karşılığı onlara verdim. Onların aracını evimin
arkasına çektim. Haberim olmadan çay ocağında bulunan pompalı tüfeğimi
almışlar. Olayları duyunca Harun’u arayarak arabayı getirmesini söyledim.
Bana katliam yaptıklarını söyledi. Onlara araba dışında hiçbir şey
vermedim.”
Yiğit Bekçe, 14 yaşındayken Akyazı’da bir kavgada bıçakla adam
öldürmek suçundan cezaevine girmiş ve 1999’daki afla cezaevinden çıkmıştı.
Ailesinin yedi kız çocuktan sonra doğan tek erkek evladıydı. Mehmet
Karahasan, 1991’de hırsızlık suçuyla hapse girmişti. 18 ayrı sabıkası vardı.
Ayrıca aranıyordu.
Hasan Solmaz’ın evinden çıkan tüfek kriminal laboratuarında
incelendiğinde cinayet ve yaralamalarda kullanıldığı anlaşıldı. Artık polis,
kimin peşinde olduğunu, hangi aracı kullandıklarını hatta GSM numaralarını
dahi biliyordu.
Polis için bu ölüm yolunda amansız bir takip başlamıştı ki polise Mersin’in
Erdemli ilçesinden dördüncü cinayet haberi ulaştı.
İkili bu kez bir kasaba bakkalını, Özkan K.’yi öldürmüştü. Yeni evli K.,
yalnızca kırk gün önce baba olmuştu.
Dur durak bilmeden son 48 saattir cinayet işleyen bu iki adamın bir sonraki
durağı ise, Mersin Merkez’di.
Recep, babasıyla kente gitmenin sevinci içinde evine dönüyordu. Çiftçilik
yapan babası, ara sıra onu da Mersin’e götürüyor, dönüşte de arabanın ön
koltuğunda oturmasına izin veriyordu. Yol kenarında bekleyen iki adamı
önce o fark etti. Heyecanla babasına işaret etti.
Recep, adamların eğlenceli olacağını sanmıştı ama öyle olmadı. Uzun
boylu olan babasının kulağına bir şeyler fısıldamış, sonra da susmuştu.
Babası, kendisini amcasına bırakacağını söylemişti. İtiraz etmeye kalkınca da
kızmıştı. Arkasındaki adamın saçını okşamasına ise sinir olmuştu.
Bekir Ç., oğlunu amcasına bıraktı ve daha sonra gelip onu alacağını
söyledi. Ama bir daha oğlunu alamadı. Cesedi yol kenarında bulundu.
Defalarca kurşunlanmıştı. Ama ne yazık ki, Bekir Ç. de, bu suç İkilisinin son
kurbanı değildi.
Ankara, Gölbaşı
Şahin kardeşlere ait benzin istasyonundan içeri girdiklerinde saat gece
yarısını geçmişti. Murat Bekçi ve Harun Özgüner, market görevlisi Enver
Aycık ve pompacı Necati Yücel’i rehin aldılar. Pompacı, “Ne olur bizi
bırakın; ne kadar para istiyorsanız alın,” diye yalvarıyordu.
Ama onlar kurbanlarını duyacak halde değildi. Adamları önce yere
yatırdılar, sonra da pompalı tüfekle kafalarından altışar kez ateş ederek
öldürdüler.
Seri katillerin kurban sayısı yediye çıkmıştı. Bütün Türkiye’nin ilgisi
dehşet verici cinayet zincirindeydi. Sürekli yer değiştiren, kurbanlarını
rasgele seçen, iki zanlı gündemin birinci maddesiydi. Bütün güvenlik
birimleri bu iki seri katilin peşindeydi. Onlar ise, güvenlik kameralarına,
tanıklara hatta cep telefonlarına aldırış etmeden önlerine çıkan herkesi
öldürüyorlardı. Gasp ettikleri araçları yakıyor, araç lazım olduğunda ise
otostop yaparak yeni kurban arıyorlardı.
Ankara’da yol kenarında yine bu amaçla bekliyorlardı. Yol ıssızdı.
Uzaktan bir otomobilin yaklaştığını görünce sevindiler. Araç yaklaşıp durdu.
Bekçe ve Karahasan’ın bu kez şansı yaver gitmemişti. Otomobilden inenler,
bölgede devriye gezen ve onları arayan Jandarma istihbarat Birimi’nde
görevli üç askerdi.
İkili, arkalarında sakladıkları silahları, üç sivil jandarma mensubuna
doğrulttu. Çılgın gibi bağırıyorlardı. Askerlere ilk kurşunu sıkan Karahasan
oldu; elinde pompalı tüfek vardı. Ama silahı tutukluk yaptı.
İkisinin de şuuru alkol ve uyuşturucu nedeniyle yerinde değildi.
Sorgulanabilmeleri için uzun süre kendilerine gelmeleri beklendi.
Adli Tıp Kurumu’nda sağlık muayenesinden geçirilen sanıklar çıkışta bir
gazetecinin, “Neden cinayetleri işlediniz?” sorusuna, “Zevk için!” yanıtını
verdiler.
2007-2011 arasında altı farklı şehirde ayrı ayrı yargılandılar. Her cinayet
için ağırlaştırılmış müebbet ve artı 40 yıl hapis cezası aldılar. Cinayetlere
yardım ettiği iddiasıyla tutuksuz yargılanan Hasan Solmaz ise beraat etti.
Amok Koşusu
Aslında basında günlerce tartışılan bu ikili, her ne kadar seri cinayet
işleseler de, yaptıklarının aslında bir Amok Koşusu olduğunu söylemek daha
doğru. Amok (gözü kara, hiddetle saldıran ve öldüren) Malezya kültüründe
katletmeye yönelik çılgınlık durumunu tanımlar. Filipinler’de juramentado
olarak bilinir.
Cinnet halinde olma, sonuçlarını hesap etmeden (ya da edemeden) şiddet
kullanma durumudur. Psikoloji biliminde amok, derin bir düşünce döneminin
sonrasında gelen şiddet ve bazen cinayet ile sonuçlanan atakların görüldüğü
disosiyatif bir durumdur.
Erkekler arasında yaygındır ve bir hakaret sonrasında başlama
eğilimindedir. Bireyde kötülüğe uğradığına ya da uğrayacağına dair sanrılar
bulunmaktadır.
Amok koşusu doğu toplumlarına özgü bir cinayet şekli. Ama daha çok
Endonezya, Malezya gibi nem oranı çok yüksek ülkelerde görülen saplantılı
bir hastalık, bir tür cinnet hali. Tek bir güdü var, önüne çıkan her şeyi yok
etmek. Bizdeki ilk Amok Koşusu, 1900’lerin başında yaşandı. Bir kalfa eline
aldığı palayla Beyoğlu’ndan başlayıp, Tünel’i ve Kasımpaşa’yı geçip
Kağıthane’ye kadar önüne gelen birçok kişiyi katletti. Bundan kısa bir süre
sonra bu kez bir yeniçeri, Sultanahmet Camii’nde benzer bir katliam yaptı.
Psikiyatride ender görülen kültüre özgü sendromlar arasında geçen “amok”
durumunun Malezya kültürüne özel olabileceği ve kültüre özgü sendromlara
örnek gösterilebileceği düşünülse de, bu çılgınlık halinin başta ABD olmak
üzere başka toplumlarda da görülmesi artık bu savı çürütüyor.
Bu özel durum altında olan, ister silahla, ister bir araçla suç işleyen, toplu
öldürme ya da yaralamalarda bulunan kişilere amok koşucusu adı
verilmektedir.
“Adam ölmüş. Bundan sonra çok dikkatli olmalıyız...”
GÖKHAN ÖZGÖKNER
KOPYACI KATİL
Gökhan Özgökner, 1979 doğumlu. Bekâr. “Kopyacı seri katil” adıyla anılıyor. 1996’da
Ankara’da üç arkadaşıyla birlikte, iki market sahibini öldürdü, birini ağır yaraladı.
Yakalandığında, Ramazan Bayramı’nı kana bulayan Mehmet Karahasan ve Yiğit Bekçe’ye
atıfta bulunarak, “Bu bayramın yıldızı ben olacaktım!” dedi. Cezaevinde.
15 Aralık 2006
Ankara/Küçükesat
Saat, 02.30 sularıydı. Muhittin E., her gece olduğu gibi, sabaha kadar açık
tutacağı marketinde televizyon izliyordu. Uyku bastırmış ve üşümüştü. Açık
duran kapıyı kapatmak için kalktı. Piknik tüpünün üzerinde kaynayan
çaydanlıktan bir bardak çay doldurdu. Tekrar oturdu.
Tam bu sırada bir gürültü duydu. Kendi gürültüsünden korkan kediyi
gördü. Açık kalan kapıdan girmiş olmalıydı. Gülümseyerek yerinden kalktı.
Kısa bir uğraştan sonra kediyi yakalamayı başardı.
Bir an, kediyi bu soğukta dışarı bırakmaktan rahatsız oldu. Ama yapacak
bir şey yoktu. Kapıyı açtı ve kedinin gidişini izledi. Hava çok soğuktu.
Kapıyı tekrar kapattı.
Televizyonun olduğu yere doğru yürüdü. Arkasında biri vardı. Hızla geriye
döndü ve kendisine dik gözlerle bakan adamı gördü.
Muhittin E.’nin yüreği ağzına gelmişti ama müşteriye belli etmemeye
çalıştı. Adam raflara yöneldi. Raflar arasında dolaşırken bir yandan da
kendisine bir adres soruyordu. Muhittin E., rafları dolaşan adamı göz ucuyla
takip ederek adresi tarif etmeye çalıştı. Adamın soyguncu olduğundan
neredeyse emindi.
Kısa bir süre sonra müşteri, ağır ve tehditkâr adımlarla Muhittin E.’nin
yanına geldi, silahını çekti. O sırada yanına ikinci bir adam daha geldi. Silah
çekene bağırıyordu: “Ayağına sık, yeter!”
Önce düşündü, sonra kurbanının kafasına defalarca ateş etti.
Soğukkanlıydı. Cesedin ceplerini aradı. Cüzdanındaki 120 lirayı ve nüfus
cüzdanını aldı. Sonra yazar kasadaki 350 lirayı. Ardından da kasanın yanında
duran 800 kontörlük telefon kartlarını. Arkadaşı donup kalmıştı. Marketten
çıktıklarında etrafta kimse yoktu.
Muhittin E.’nin cesedi, markete gelen bir müşteri tarafından bulundu.
Cinayet masası dedektifleri içinse, olay sıradan bir silahlı soygundu. Muhittin
E. 49 yaşındaydı, evliydi ve dört çocuk babasıydı. Ölümüne neden olan
merminin kovanı, cesedinin hemen yanında duruyordu.
Kasa ise boştu. Paralar alınmış, ama markette başka hiçbir şeye
dokunulmamıştı. Katil, marketten çıkarken etrafı kolaçan etmiş ve kimseyi
görmemişti. Ama yanılmıştı.
Olay sırasında yoldan geçmekte olan bir görgü tanığı, marketten silah
sesini duymuş ve saklanarak olanları izlemişti. Tanık, kasa başında süren kısa
bir konuşmanın ardından, katilin ateş ettiğini, sonra da koyu renkli, eski
model bir araca binip hızla olay yerinden uzaklaştığını görmüştü. İkinci kişiyi
hatırlamıyordu ya da görmemişti. Görgü tanığı katilin eşkalini de veriyordu.
“20-25 yaşlarındaydı. Zayıftı. Saçları siyahtı. Üstünde koyu renkli mont
vardı.”
Aracın içinde başka birinin olup olmadığını bulunduğu yerden
görememişti. Markette elde edilen deliller diğer gasp dosyalarıyla
karşılaştırılmak üzere kriminal laboratuara gönderildi. Oysa sıradan bir gasp
vakası olarak kayıtlara geçen bu olay, ertesi gün Ankara’daki tüm emniyet
birimlerini seri cinayet alarmına geçirecek olayların ilk habercisiydi.
Ertesi Gün Ankara/Mamak
İlk cinayetten bir gece sonra, Ankara’nın Mamak ilçesinde büfe işleten, 31
yaşındaki Bülent Ö. ölü bulundu. Cinayetin işlendiği yer, kullanılan silah ve
soygun polisin dikkatini çekmişti.
Cinayet masası dedektifleri, bu cinayetin, bir gece önce öldürülen
marketçiyle bağı olmasından şüpheleniyordu. Bülent Ö. üç kurşunla
vurularak öldürülmüştü. Ve kasa yine bomboştu.
Dedektifler, oğullarının cesedini bulan anne ve babasının ifadesine
başvurmak zorundaydı:
“Eşim gece çalışan oğlumuza yemek götürmüştü. Bir saat sonra yemek
kaplarını almak üzere büfeye gittim. Gittiğimde oğlum tek başınaydı. Boş
tabakları alıp tekrar eve geldim. Tam eve girerken 4-5 el silah sesi duydum.
Büfe yönündendi. Eşimle birlikte koşarak büfeye gittik. Oğlumu sırt üstü
yerde yatar vaziyette bulduk.”
Kurbanın babasına göre, oğlunun düşmanı ya da kavgalı olduğu kimse
yoktu. Aklına şüphelenebilecek kimse gelmiyordu. Olay yeri inceleme ekibi,
ipucu aramasını tamamlamak üzereydi ki, Ankara’nın Batıkent semtinde bir
başka markete silahlı saldırı olduğu haberi geldi.
Eli silahlı bir katil, market sahiplerini kurban seçerek dolaşıyordu.
Yarım Saat Sonra
Market/Batıkent
Cinayet masası ekibi, olay yerine ulaştığında 155 Polis İmdat Servisi’ne
bağlı polisler bölgeyi güvenlik altına almıştı. Saldırıya uğrayan, market sahibi
43 yaşındaki Ali Tahtacı’ydı. Saldırıdan yara almadan kurtulmuştu. Hâlâ
olayın şokunu yaşıyordu.
Yine de dedektifler için son üç olayın arasında bağ olup olmadığını
ispatlayabilecek tek tanıktı.
“Benden hiçbir talepte bulunmadı. Para ya da soyguna dair bir şey
söylemedi. Bira vermek için eğildiğim sırada bana doğru ateş etti. Mermi
tezgahın arkasındaki duvara isabet etti. Ben de kendimi yere fırlattım.
Koşarak dışarı çıktığını duydum. Arkasından baktım ve ilerde bekleyen koyu
renkli eski bir araca binerek kaçtığını gördüm.”
Ali Tahtacı’nın olaydan sağ kurtulması üzerine verdiği eşkal bilgileri ilk
cinayetteki eşkalle uyuşuyordu. Üstelik Tahtacı, katilin yalnız olmadığını
söylüyordu, araçta bir kişi daha görmüştü.
İki gün içinde, iki market ve bir büfeyi basan katilin cinayet işleyiş biçimi,
cinayet masası dedektiflerine birkaç ay önce yedi kişiyi öldüren pompalı
katilleri anımsatmıştı. Cinayetlerin devam etmesinden korkan Ankara
Emniyet Müdürlüğü, bütün birimleri alarma geçirdi.
Önce tanık ifadeleriyle robot resim çizildi. Ardından bu resim bütün illere
dağıtıldı. Dedektiflerin en büyük korkusu, bir öncekinde olduğu gibi başka
illerde de seri cinayet işlenmesiydi.
Bu arada cinayetlerle ilgili balistik raporlar da tamamlanmıştı. Raporlara
göre her iki cinayette ve son saldırıda kullanılan silah aynıydı. Yine de
polisin elindeki tek güçlü ipucu katile ait robot resimdi. Bu resim, daha önce
gasp suçundan ceza alan sabıkalılarla karşılaştırıldı. Resim, sabıkalılar
arasından birine neredeyse tıpatıp benziyordu. 27 yaşındaki Gökhan
Özgökner’e.
Özgökner, ilk suçunu 13 yaşında işlemişti. Hırsızlıktan yakalanmış, ama
yaşı küçük olduğu için serbest bırakılmıştı. Hırsızlık, gasp ve darptan
sabıkası vardı. On bir ayrı ilde cezaevinde yatmış, 2001 affından yararlanarak
dışarı çıkmıştı.
Ancak Özgökner hiçbir adresinde yoktu. Evinde yapılan incelemede
cinayetlere dair herhangi bir delil bulunamadı. Ama bir hafta sonra bir
arkadaşının evinde saklandığı bilgisine ulaşıldı.
Operasyon için düğmeye basıldığında polis, ev araması için gerekli olan
mahkeme iznini de yanına almıştı. Özgökner ve arkadaşı evdeydi.
İki sanık sorgulanmak için Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne götürülürken,
araştırma ekibi de evde arama yaptı. Evin her yeri uyuşturucu haplarla
doluydu. Evde bulunan en önemli delil ise silahtı. Balistik inceleme
sonucunda silahın, market cinayetlerinde kullanılan silahla aynı olduğu
ortaya çıktı.
Silahın üzerinde Özgökner’in parmak izleri vardı.
“Olaylarda yalnız değildim. Ferdi, Fatih ve Deniz de yanımdaydı.
Kiraladığımız bir otomobille hırsızlık yapmak üzere plan yaptık. Olay günü
Ferdi’yle markete girdik. Silah bendeydi. Ferdi, marketçiyi oyalayacaktı ama
yapamadı. Marketçi şüphelendi, elini kasaya doğru attı, silah çekeceğini
zannedip kafasına doğru bir el ateş ettim. Yere düştü, paraları aldım. Silahı da
gömdüm. Paranın hepsini Fatih aldı. Sonra hap almaya gittik. Sabah, “Gel
olay yerine gidelim bakalım ne olmuş?’ dedi. Vurduğumuz adamın öldüğünü
öğrendik. Fatih, ‘adam ölmüş bundan sonra çok dikkatli olmalıyız’ dedi.”
Cinayetin Kare Ası
Özgökner, cinayetleri işlerken yalnız olmadığını söylüyor ve
arkadaşlarının adını veriyordu. İfadesine göre, bir gün sonra dördü yine
hırsızlık için çıkmış ve büfeyi soymaya karar vermişlerdi. Özgökner, bu
cinayeti Ferdi’nin işlediğini, kendisinin bu sırada büfenin arkasında olduğunu
iddia ediyordu.
“Marketçi tezgahın arkasına atlayınca bende silaha davranıyor
düşüncesiyle kaçmaya başladım. Kaçarken bir el daha dükkana doğru ateş
ettim.”
Özgökner’in poliste ifade verirken söyledikleri öldürmekten zevk alan bir
portre çiziyordu. Suç ortağı Ferdi bile, onun kurbanını ayağından
vurabilecekken kurbanının başını hedef aldığını söylüyordu.
“Gökhan, uzun zamandır Ankara’yı kana bulayacağını söylüyordu. O gece
bir büfenin önünde durduk. Bana market sahibini oyalayıp dışarı çıkarmamı
söyledi. Çıkaramayınca gelip, üç el ateş ederek büfeciyi öldürdü.”
Aynı gün Özgökner’in adlarını verdiği üç kişi de gözaltına alındı. Tümü,
Özgökner’in cinayetlerden önce uyuşturucu kullandığını söylüyordu. O ise,
daha emindi:
“Bayramda bakkalların kasaları dolu olur. Eylemlerimi bu nedenle
sürdürecektim. Cinayetleri para için işledim. Bu bayramın yıldızı da ben
olacaktım. Bir liste yapmıştım. On bakkalın kafasına sıkacaktım. Ankara’yı
kana bulayacaktım.”
Özgökner’in arkadaşları, cinayetlere kısmen dahil olduklarını ama rol
almadıklarını iddia ediyorlardı. Oysa, yakalanmasalardı, planları dehşet
vericiydi.
Kurban pazarında büyük ve küçük baş hayvan satan on iki kişiyi gasp edip
öldürmek...
Özgökner ifadesinde ayrıca, yakalanmamış olsaydı, bir önceki Ramazan
bayramında yedi kişiyi öldüren pompalı katiller gibi cinayetlerine devam
edeceğini de söyledi.
Özgökner ve arkadaşlarının davası Ankara Altıncı Ağır Ceza
Mahkemesi’nde görüldü. Yargılama sonunda Özgökner kasten adam
öldürmek suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis, nitelikli yağma suçundan
ise, 15 yıl hapis cezası aldı. Mahkeme Ferdi Uğur, Fatih Kafnur ve Deniz
Yurdakul’un ise, cinayet suçlarına karışmadığına hükmetti. Üçü nitelikli
yağma suçundan 4 yıl 2 aydan, 7 yıl 6 aya kadar değişen hapis cezaları aldı.
“Yıllardır boşu boşuna dana eti yemişiz..
ÖZGÜR DENGİZ
YAMYAM
Özgür Dengiz, 1980, Edirne doğumlu. Bekâr, lise mezunu. İlk cinayetini 17 yaşındayken
işledi. 2007’de Ankara’da iki cinayet işledi. Kurbanlarından büyük parça et keserek
buzdolabında saklıyordu. Köpeklerle birlikte kendinin de insan etini yediğini söyledi. Medya
“Yamyam” adını taktı. Cezaevinde.
5 Haziran 2007
Ankara
Akşam 17:00 sularında Ankara Çankaya Polis Merkezi’nin telefonu çaldı.
Mediha Eldem Sokak’ta biri öldürülmüştü.
Polis olay yerine ulaştığında öldürülen kişinin bilgisayar firması sahibi
olan Sedat Erzurumlu olduğunu tespit etti. 7.65 milimetre çapındaki
tabancayla kafasından vurulmuştu. Birkaç bilgisayar, cep telefonu ve parası
çalınmıştı.
Soygun ya da alacak-verecek davasına benziyordu. Üstelik katil ya da
katiller geride ipucu bırakmamıştı.
13 Eylül 2007
Mamak Çöplüğü
Olay yeri inceleme ekibi için bile cesedin durumu dehşet vericiydi. Mamak
Çöplüğü’nün İmrahor girişinde parçalanmış bir erkek cesedi vardı.
Cesedin sağ omuz başı ile göğsünde ve kafasında kesiğe bağlı büyük
yaralar bulunuyordu. İki kolunun, omuz başı alt hizasından el bileklerine
kadar kesilmiş, baldırlarının da ayak bileklerine kadar olan bölümleri aynı
yöntemle kesilerek alınmıştı.
Eller ve ayaklar, çöplerin arasına atılmıştı. Ceset, 45 yaşındaki Cafer E.’ye
aitti. Cafer E. emekli temizlik işçisiydi.
Çöplükte geniş bir arama yapılması gerekiyordu. Yapılan arama sonunda,
cesedin 75 metre uzağına atılan bir çantanın içinde 7.65 milimetrelik bir adet
tabanca, kanlı bıçak ve eldivenler bulundu.
Cinayete ilişkin ipucu bu üçünde olabilirdi. Çanta ve tabancadaki parmak
izi incelemesi sonuç vermedi. Ancak eldivenlerde mukayeseye uygun bir
parmak izi bulundu.
İnsanın parmak izi, kimliği gibidir. Yok edilemez. Günümüz teknolojisinde
artık deri üzerindeki parmak izini almak bile mümkün.
Eldivenler üzerindeki parmak izi 27 yaşındaki Özgür Dengiz’e aitti.
Dengiz, 1997’de 17 yaşındayken Ankara Gölbaşı’nda birlikte içki içtiği bir
arkadaşını silahla öldürmüş, Niğde ve Ulucanlar Cezaevi’nde toplam 42 ay
yattıktan sonra 2000’deki afla serbest kalmıştı.
Kıbrıs Gazisi emekli bir astsubayın oğluydu. Askerliğini yapmak üzere
Kars’a gitmiş, askerlik görevini üç yılda bitirebilmişti. Sarıkamış Asker
Hastanesi’nin 13 Ocak 2005 tarihli “ileri derecede antisosyal kişilik
bozukluğu sebebiyle askerliğe elverişli değildir” raporuyla askerlikle ilişiği
kesildiği için o da. Anne ve babası ayrılan Özgür Dengiz, askerden
döndükten sonra geceleri çöplerden topladığı eski eşyaları satarak para
kazanmıştı. Çünkü geceleri uyuyamıyordu.
Evine düzenlenen baskında hem kendisi hem de buzlukta siyah poşetlere
sarılı kurbanının etleri yakalandı. İfade verirken soğukkanlıydı.
İlk cinayetini şöyle anlatıyordu:
“İçimde yaşadığım bunalımdan kurtulabilmek için mücadelemi üçüncü
şahıslarla sürdürmeye karar vermiştim. Bu sebepten o sabah evden çıkarken
bir şahsı öldürmek amacıyla dışarı çıktım. Bilgisayar merakım ve bilgim
olduğu için öldüreceğim kişilerin anladığım bir iş ile uğraşmış olmalarını
tercih ettim.”
Ama ilk cinayeti, istediği etkiyi yapmamıştı. Polis tarafından yakalanmıştı.
“Sedat Erzurumlu isimli şahsın cinayetinden sonra toplum içerisinde daha
çok tepki uyandıracak, dikkat çekecek ve ses getirecek başka bir cinayet
işleyebilmek için yine uygun bir ortam ve hedef şahıs bulabilmek amacı ile
İmrahor köyü civarına gittim. Çünkü orası, sürekli aşırı alkol kullananların ve
ahlaka aykırı davranışlarda bulunan kişilerin geldiği bir yerdi. Aracıyla
yanımdan geçmekte olan Cafer E.’nin yüzüne iki el ateş ettim. Cesedi yan
koltuğa koyup şoför koltuğuna oturdum ve otomobili tenha bir noktaya
çektim. Silahımı çantama koydum, bıçağımı çıkarttım. Bacak kısımlarını
bıçakla ayırdım ve çantama koydum. Eve gittim. Yemek için aldığım
baldırları buzluğa koydum. Öldürdüğüm kişinin kalan etlerini kesmek ve
bölgede yaşayan köpeklerle paylaşmak için olay yerine geri döndüm.
Kendime ayırdığım parçaları da poşetleyerek çantama koydum.”
Hayatının geri kalan bölümünde imkânı olduğu takdirde sürekli olarak
insan eti yemeyi düşündüğünü de söyledi Dengiz.
“Yıllardır boşu boşuna dana eti yemişiz.”
10 Ocak 2008
Adli Tıp Kurumu, Dengiz için, “Akıllı, cezai ehliyeti tam” raporu verdi.
Dengiz, Adli Tıp Kurumu uzmanlarının sorusuna, “Ben çöplüklerden
beslendiğim için kendime kedi ve köpekleri örnek aldım. Onlar da ölülerini
yiyordu,” diyecekti.
Özgür Dengiz polislere, “Müebbet alır 30 yıl yatarım. O zamana kadar da
nasıl olsa afla çıkarım,” dese de, ağırlaştırılmış hapse mahkûm oldu.
Onu Anlatıyorlar
Mahalle sakinleri: “Özgür’ün eve girdiğini, çıktığını bile görmezdik. Kendi
halinde, sessiz bir tipti. Sessiz, saf bir çocuk. Hiç evlenmedi. Selam verir, bizi
severdi. Yapmış olabileceğine ihtimal vermiyoruz.”
Kuzeni: “Evine gittiğimizde odasından çıkmazdı. Amca oğluyum,
düğünümüze bile gelmedi. Bağlama da çalardı. Gençken neşeliydi.
Cezaevinden sonra değişti.”
Halası: “Babası otoriter bir adam. 17 yaşındayken oğlunun cinayetini o
ihbar etmişti.”
Yamyamlık
Taş Devri’nden beri, insanlar ya beslenme ihtiyacıyla ya da dini
nedenlerden ötürü insan eti yemişlerdir. Homo Erectus olarak bilinen tarih
öncesinin insanları, diğer mağara adamlarının beyinlerini yemekten büyük
zevk alırdı. Yeni Zelanda’dan Kuzey Amerika’ya kadar tüm dünyadaki
yerliler, cesaretleri onlara geçsin diye düşman savaşçılarının yüreklerini
yerdi. Merasimlerde insan eti yenmesi, Aztek dininin temel taşlarındandı.
Fijililer yalnızca tadını beğendikleri için insan eti yerdi. Ancak Musevi-
Hıristiyan geleneğinde insan eti yemek o kadar yoğun bir nefretle karşılanır
ki insan eti yemek veya açlıktan ölmek arasında seçim yapmak
zorunluluğuyla karşılaşıldığında, bazı insanlar ikinci şıkkı tercih edilebilir.
1972’de And Dağları’na düşen uçakta sağ kalanların hayatta kalabilmek
için birbirini yemesi de bu duruma örnek gösterilebilir. Almanya, yirminci
yüzyılda insan eti yiyenlerin çok büyük yüzdesini üretmiştir. 1920’lerin
toplumsal karmaşası sırasında, son derece hasta bir ruha sahip olan Fritz
Haarmann, en az elli oğlan çocuğunu kesmiş, etlerinin bir kısmını yemiş ve
sonra da kalanları karaborsada dana eti olarak satmıştır. En az onun kadar
manyak olan vatandaşı Georg Grossmann, insan eti satarak gelirine katkıda
bulunmuştur; ancak o tombul genç kadınları tercih edip etlerinden sosis
yapmıştır. Savaş sonrası Alman yamyamlarından biri de müşterilerinden en
az otuz tanesini öldürüp etlerini yemiş olan han işletmecisi Karl Danke’dir.
Almanya’da bu olayların yaşandığı yıllarda, Sado-Mazoşist bir kaçık olan
Albert Fish Amerika’yı dolaşıp küçük oğlanları ve kızları avlamaktaydı. En
sonunda on iki yaşında güzel bir kız çocuğu olan Grace Budd’ı kaçırıp
öldürmekten idam edildi. Fish, Grace’in vücudunun bazı parçalarını pişirip
yediğini itiraf etti. “Milwaukee Canavarı” olarak bilinen Jeffrey Dahmer
yakalandığında buzdolabında kurbanlarının bedenine ait parçalar bulundu.
Aralıklarla bu parçaları pişirip yiyordu. Bu örnekler, insan ne kadar
medenileşirse medenileşsin, çok altta bir yerde yamyamlığın devam ettiğini
gösteriyor.
Tıpkı elli iki kurbanla modern zamanların en korkunç seri katili olma
rekorunu elinde bulunduran Rus “Çılgın Canavar” Andrei Chikatilo gibi.
Chikatilo, kurbanlarının bir kısmının cinsel organlarını yemişti. Polis onu
yakaladığında “Tuhaf bir ağız kokusu” vardı dedi.
Kısaca, “Hannibalizm” olarak adlandırılan bu kişilik bozukluğu, katilin
duyduğu öfkenin ne denli büyük olduğunu gösteren bir eylem. Kişi, beslediği
yoğun öfke nedeniyle kurbanını öldürmekle yetinmiyor ve “Sen bana aitsin.
Ben sana sahibim” düşünceleriyle öldürdüğü kişiyi yiyerek işini
sonlandırıyor. Öldürmek, sinirinin yatışması için yeterli olmuyor. Öldürdüğü
kişinin etlerini yemeyi; işkence, zevk ve ödül olarak görüyor.
“Zayıf, narin ve kibar kişileri tercih ediyordum. Onlarla yaptığım sohbet
sırasında öldürüp öldürmeyeceğime karar veriyordum.”
ÖZKAN ZENGİN
CESET KUMBARASI
Özkan Zengin, 1982’de İstanbul’da doğdu. Bekâr. Fırında hamur işçisi. Cinayet işlemeye
Mayıs 2008’de başladı. Birer ay arayla dört kişiyi boğazlarını keserek öldürdü. Kurbanlarını
boş bir arazideki kuyuya attı. 20 Kasım 2008’de yakalandı. Polise kurbanlarını attığı kuyu
için, “Orası kumbaramdı,” dedi. Cezaevinde.
16 Ağustos 2008
İstanbul/Kartal
İhbar polise birkaç saat önce ulaşmıştı. İhbarı yapanın ve çevrede
yaşayanların anlattığına göre, evlerinin yakınındaki boş arazide
kullanılmayan bir kuyu vardı ve bir süredir içinden kötü kokular
yükseliyordu.
Halk, önce kokuyu önemsememiş, koku dayanılmaz bir hal alınca da
kuyuyu kontrol etmeye karar vermişti. Baktıklarında ise, akıl almaz bir
görüntüyle karşılaşmışlardı; kuyuda üç erkek cesedi vardı
Cesetler ileri derecede çürümüştü. Adli tabibin yaptığı ilk incelemeye göre,
cesetlerden biri 40-45 yaş arasında bir erkeğe aitti. Diğer ikisi ise daha gençti.
Üçü de dikkat çekecek kadar zayıftı. İlerlemiş çürüme ve sabunlaşmaya
rağmen, üçünün boğazında da derin kesik izi dikkat çekiyordu. Üçü de
boğazları kesici bir aletle kesilerek öldürülmüştü.
Uzun süre kuyu gibi kapalı ve nemli ortamda kalan cesetlerde yüz ve
bedende şişme, dağılma ve sabunlaşma görülür. Böylece ölüm nedenini
gösterecek yaralar ve kesikler ortadan kalkabilir. Ancak bu üç cesette de
kesikler çok derindi.
Cinayet masası dedektifleri bölgede geniş çaplı bir soruşturma başlattı.
Kurbanları teşhis eden ya da tanıyan çıkmamıştı. Cesetler üzerinde kimlik ya
da kimliklerini ele verecek bir bilgi de yoktu. Geriye tek bir yol kalıyordu:
Kayıp başvurularıyla DNA karşılaştırması.
3 Ay Önce
İstanbul Kartal Sahili
Saatlerdir sahilde yürüyordu. Sıkıntıyla etrafına bakındı. Ortalıkta dikkatini
çeken kimse olmamıştı. Kayalara doğru yürüdü. Uzakta oturan bir adam
dikkatini çekti.
Mehmet Naci Z., her öğle yemeğinde buraya gelirdi. Hamur ustasıydı.
Hem fırının sıcağından kaçıyor hem de deniz havası alıyordu. En azından bir
saat için. Yanındaki paketi özenle açtı. Çantasından kâğıt tabak, plastik çatal
ve bıçak çıkardı. Özenle yemeğini tabağa yerleştirip dikkatle yemeye başladı.
Titiz biriydi.
Yemeğini itinayla yiyişini seyretti uzun uzun. Sohbet edilebilir birine
benziyordu. Kalktı, adama doğru yürüdü. Acaba lafa saati sorarak mı
başlasaydı. Öyle de yaptı. Saat bir buçuktu. Mehmet Naci Z. yemeğine
dönecekti ki, genç adam bir soru daha sordu, sonra bir soru daha.
Mehmet Naci Z. mecburen buyur etti genç adamı. Hemen oturdu. İki adam
kısa bir süre sonra koyu bir sohbete daldı. Birçok ortak noktaları vardı. Her
şeyden önemlisi aynı şehirde doğup büyümüşlerdi. Çalıştıkları işleri,
hayallerini bile konuştular.
Mehmet Naci Z. nasıl olduğunu anlamadan, içinin ısındığı yabancıya yakın
civarda bir kır lokantası açacağını bile söyledi. Hatta açacağı işyerinin yeri
bile hazırdı.
Adam, araziyi görmek istemesine önce şaşırdı, sonra da “Hadi gidelim,”
dedi. Tarif ettiğine göre arazi adamın evinin yakınındaydı zaten.
On beş dakikalık bir araba yolculuğundan sonra araziye geldiler. Mehmet
Naci Z. heyecanla, nereye, ne yapacağını anlatıyordu. Az ilerideki kuyuyu
gösterdi. Onu bile değerlendirecekti. İkisi birlikte kuyuya doğru yürüdüler.
Diğeri hep sessiz dinlemişti. Kuyudan bir adım uzaklaştı, bıçağını çıkardı
ve sinsice yaklaştı. Katil, Mehmet Naci Z. arkasına dönmeye fırsat
bulamadan boynunu boydan boya kesti. Yere yığılan kurbanının ceplerini
karıştırdı. Parasını ve cüzdanını aldı. Cesedi kuyuya attı ve koşarak uzaklaştı.
27 Haziran 2008
Bir Ay Sonra
Ercan C. kapı montaj ve kilit işleriyle uğraşıyordu. Tatil gününü sahilde
geçirmek istemiş ama kendini yine işe gitmek üzere dolmuşta bulmuştu. Tatil
günü işe gittiği için pişman olmak üzereydi. Camdan dışarı baktı. Nereye
geldiklerini anlamaya çalıştı.
Sahilde tanıştığı genç adamla önce sohbet etmişlerdi. Hemşerisi olduğu
için ricasını kıramamış ve dağ başındaki eve gelmeyi kabul etmişti. Ama yol
bitmek bilmiyordu.
Adam, kapı kilidinin arızalandığını, hafta içi vakit bulamadığını ve pazar
günü de olsa kilidi tamir ettirmek zorunda olduğunu söylemişti.
Havadan sudan konuşurken, hemşeri çıkmışlardı. O da, adamı kıramamıştı.
“İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir,” demişti adam.
Bunları düşünürken, yanındaki adamın “Geldik,” demesiyle irkildi.
Dolmuştan indiler. Ev az ilerideydi. Önlerindeki arazinin yanıbaşında. Ercan
C. nihayet eve ulaştıkları için mutluydu. Adımlarını hızlandırdı, işi bir an
evvel bitirip evine gidecekti.
Eve yaklaştıkları sırada arkasındaki adam seslendi. Kendisine önce
bahçedeki kuyuyu göstermek istiyordu. Cam sıkılsa da işaret ettiği yöne
doğru yürüdü.
Onun yaptığı gibi kuyuya yaklaştı. Bir seri katilin kurbanı olduğundan
habersizdi.
Enes A. genç bir öğretmendi. Kartal bölgesindeki bir ortaöğretim okulunda
görev yapıyordu. O da, katiliyle, diğer kurbanlar gibi sahilde tanışmıştı. Ama
diğerlerinden farklı olarak tanıştıktan birkaç gün sonra kuyunun bulunduğu
bölgeye gitmişti.
Katil, ona da benzer bir tuzak kurmuş, önce boğazından bıçaklayarak
öldürmüş, daha sonra da üzerindeki bütün özel eşyalarını ve parasını almıştı.
Katilin bıçak kullanması ve tek hamlede boğazı keserek cinayet işlemesi,
hem agresif olduğunu hem de intikam duygusuyla hareket ettiğini
gösteriyordu.
DNA analizi ve kayıp başvurularının karşılaştırılması sonunda cesetlerin
44 yaşındaki Ercan C., 30 yaşındaki Mehmet Naci Z. ve 25 yaşındaki Enes
A.’ya ait oldukları anlaşıldı.
Ancak bu üç kurbanın da birbiriyle ne bir kan bağı ne de ilişkisi vardı. Biri
pizza ustasıydı, diğeri kapı ve kilit işleriyle uğraşıyordu. Enes A. ise
öğretmendi.
Seri katiller avcı bir örümcek gibidir. Ağ kurarlar ve kurbanlarını
kendilerini güvende hissettikleri bölgeden seçerler. Asla av bölgelerinin
dışına çıkmazlar.
Cinayet Masası dedektifleri bir seri katille karşı karşıya olduğunu
biliyordu. Kartal civarında aynı yöntemle işlenmiş bir başka cinayet
olduğunu tespit ettiklerinde, artık katilin bu bölgede yaşadığından emin
oldular.
Dördüncü kurbanın cesedi, temmuz ayında sahilde yürüyüşe çıkan
vatandaşlar tarafından bulunmuştu. Gencin öldürüldüğünü gören ya da duyan
olmamıştı.
Yaşar M. 24 yaşındaydı. O günlerde polis, kısa bir araştırma sonunda,
maktulün civardaki pastanelerden birinde çalıştığını öğrenmişti. Çakır’ın
üzerindeki bütün eşyalar çalınmıştı. Kartları, parası ve cep telefonu. Otopsi
raporunda boğazının kesici bir aletle, tek hamlede kesilmesi ölüm nedeni
olarak belirtilmişti.
O günlerde kuyudaki cesetlerden habersiz olan polis, katil bulamamış ve
dosya faili meçhul olarak kalmıştı. Polisin oluşturduğu profile göre katil, 25-
30 yaş arasında, asosyal, saldırgan, sabıkalı, Kartal bölgesinde oturan,
problemli çocukluk dönemi geçirmiş genç biriydi. Yüksek ihtimalle madde
bağımlısıydı.
Kuyunun bulunduğu bölgede tinercilerin kaldığı harap binalar vardı. Polis
soruşturmayı ilk olarak bu noktadan yürütmeye karar verdi ve özel bir ekip
oluşturuldu.
Ekibin amacı, haftalarca sürse de “evsiz” ve “madde bağımlısı” kılığında
dolaşarak ipucu ve bilgi toplamaktı.
Önce, cesetlerin bulunduğu kuyunun çevresindeki üç kilometre çapındaki
alanda dolaşanların kimlikleri tespit edildi. Ardından bölgedeki tüm asayiş
olayları incelendi. Kayıtlarda dikkat çekici bir bilgi bulunamadı.
Dedektifler, kuyuda bulunan cesetlerin haberini medyadan saklamayı
başarmıştı. Bir başka deyişle katil, kurbanlarının bıraktığı yerde olmadığını
bilmiyordu.
Bu nedenle psikiyatrlar, söz konusu profildeki bir katilin cinayet işlediği
yere döneceğini düşünüyordu. Eserini görmek için.
Kasım 2008
Cesetlerin kuyudan çıkarılmasının üstünden iki ay geçmişti. Ekip,
bıkmadan kuyu ve civarını abluka altında tutmaya devam ediyordu.
O gece nöbetçi olan ekip, ısınmak için yakılan ateşin başındaydı. Tabii
tinerci kılığında. Polislerden biri, uzaktan yaklaşmakta olan adamı fark etti.
Aynı polis, temkinli hareketlerle ateşe biraz tahta parçası attı. Ellerini
ovuşturarak yerine otururken, arkadaşına adamı işaret etti.
Adam kuyuya doğru yürüyordu. Bir an polislere doğru baktı ama perişan
görüntüleri yüzünden onlardan kuşkulanmadı. Kuyunun yanına geldi ve içine
baktı.
Dedektiflerin aylar süren çalışması sonuç vermişti. İlk kez ellerinde gerçek
anlamda bir kuşkulu vardı.
Şüphelinin adı Özkan Zengin’di. Bir ekmek fabrikasında hamur ustası
olarak çalışıyordu. Yirmi altı yaşındaydı ve birçok kavgaya karışmıştı.
Sabıkası vardı. Madde bağımlısıydı ve Kartal’da oturuyordu.
Zengin, hakkında yeterli delil toplanır toplanmaz, sık sık gittiği Taksim
Gezi Parkı’nda gözaltına alındı. Özkan Zengin, polise verdiği ilk ifadede
kurbanlarını nasıl seçtiğini şu kısacık cümleyle özetledi: “Zayıf, narin ve
kibar erkekler.”
“Kurbanlarımı gasp etmek amacıyla öldürdüm. Zayıf ve narin, kibar
kişileri tercih ediyordum. Onlarla yaptığım sohbet sırasında öldürüp
öldürmeyeceğime karar veriyordum. İlk cinayetimi Mayıs ayında işledim.
Pizza ustası Mehmet Naci Z.’yle sahilde tanıştık. Bir süre oturup sohbet ettik.
Sonra birlikte yürüyerek kuyunun yanına geldiğimizde onu boynundan
bıçaklayarak öldürdüm. Cebindeki her şeyi aldıktan sonra kuyuya attım.”
Anlatmaya devam ediyordu:
“Bu olaydan bir ay sonra ikinci cinayetimi Kartal sahilinde işledim. Yaşar
M.’yi parası için öldürdüm. Onu öldürdükten sonra cebindeki paraları aldım.
Ancak daha sonra gelen kişiler olduğunu görünce bulunduğu yerde bırakarak
kaçtım. Bir kere öldürmeye başlayınca bırakamadım. Aslında bu işe
başlarken bir tane yapıp bırakacaktım. Yaptıklarımdan pişmanım. O aralar
param yoktu. Öldürdüğüm kişilerden tam olarak hatırlamıyorum ama toplam
bin lira para aldım. Hepsini de Taksim’deki barlarda harcadım.” Adli Tıp
Uzmanı Dr. Bülent Şam’a göre, kurbanlarını narin ve kibar erkekler
arasından seçmesi ilginç: “Kendisinin de zayıf yapılı olduğu göz önüne
alınırsa hayli ilginç. Bu, öfkesinin kendisine yönelik olduğunun işareti olarak
algılanabilir.”
Özkan Zengin sorgusunun ardından tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Sorgusunda kurban sayısının dört olduğunu itiraf etti: “Erkeklerden nefret
ediyorum. İlk cinayetin ardından adam öldürmek alışkanlık oldu. Onlardan
nefret ettim, nefretim öldürme hissiyle birleşince öldürdüm. Cinayetler
gazetelerde haber olunca öldürmeye ara verdim. Yakalanmasaydım içimdeki
nefret nedeniyle öldürmeye devam edecektim.”
Cesetleri bulunmasın diye kuyuya attığını, orayı “kumbara” gibi
gördüğünü de söyledi. Zengin, annesi ve yeğeniyle yaşıyordu.
"Ben onun robotu değilim. Birlikte hareket ettiğimiz için, ona bulaştığım için
her dediğini yaptım, itiraz etmedim.”
HAMDI AYRİ
KOKU KATİLİ
Hamdi Ayri, 1983’te Mardin, Nusaybin’de doğdu. Bekâr. Sevgilisi tarafından terk edildikten
sonra cinayet işlemeye başladı. 2010’da üç günde üç kadını tabancayla öldürdü. Bodrum’da
uyurken yakalandı. Üzerinden bir kadına ait kimlik ve cinayetlerine ait gazete kupürleri çıktı.
Cezaevinde.
14 Nisan 2010
İzmir/Balçova
İzmir Ekonomi Üniversitesi öğrencisi Bahar G. dersten yeni çıkmış, bahar
kokusunu içine çekerek yürüyordu. Evinin sokağına yaklaşmıştı ki, arkasında
hızlanan adımları fark etti. Ürktü. Hızlandı. Arkasında bir erkeğe ait
olduğunu anladığı sesleri dinledi. Yüreği boğazında atmaya başlamıştı.
Cesaretini topladı ve arkasına döndü. Adam burnunun dibindeydi.
O gün Bahar G. çantasını almaya çalışan orta boylu adamla uzun süre
boğuştu. Çantasındaki harçlığını vermemeye kararlıydı. Adam bıçağını çekti
ve rasgele sapladı. Genç kız, sol omzundan yaralanıp yere yığıldığında
koşarak uzaklaşan bir erkeğin adımlarını gördü. Bayıldı.
21 yaşındaki Bahar G. hastaneye kaldırıldığında hiçbir şey hatırlamıyordu.
Saldırganı tanımıyordu. Hafızasındaki belli belirsiz yüz, robot resmini
çizdirmeye de yetmedi. Çok fazla kan kaybetmişti. Hayati tehlikesi yoktu
ama polisin söylediğine göre ucuz atlatmıştı. Ne kadar ucuz atlattığını o da
bilmiyordu.
26 Nisan 2010
İzmir/Balçova
İzmir sakin gecelerinden birini yaşıyordu. Gün ağarmak üzereydi.
Fevzipaşa Bulvarı’ndaki fırın işçileri mesaiye yeni başlamıştı. 05:30
sularında 913 Sokak’taki tarihi Kavaflar Çarşısı, Kavukzade Kapısı önünden
bir el silah sesi yükseldi.
İşçiler geceyi yaran bu sesin geldiği yere doğru koştu. Sokağın başında
park halinde bir araç vardı ve kapısı açıktı.
Olay yeri inceleme ekibi geldiğinde otomobilin direksiyon koltuğunda
transseksüel bir kadının cesedini buldu. Pantolonu yarıya indirilmiş haldeydi
ve başından tek kurşunla vurularak öldürülmüştü.
Kimliğine göre kurban, “Azra” takma adlı 30 yaşındaki Mustafa H.’ydi.
H.’nin çantası ve cep telefonu da çalınmıştı. Olay mahallinde yapılan
incelemede cinayetin 7.65 çapında bir tabancayla işlendiği ortaya çıktı.
İki gece önce
İzmir/Balçova
Genç kadın, Çağdaş Caddesi’nden evine doğru yürüyordu. Dalgındı.
Evinin bulunduğu sokağa döndü. Arkasından hızla yaklaşan adamı fark
ettiğinde artık çok geçti.
Katil arkadan sinsice yaklaşmış, kafasını hedef almış ve kadını tek
kurşunla öldürmüştü. Çantası ve cep telefonu çalınmıştı. Ancak evinin
yakınında öldürülmesi polisin kısa sürede kadının kimliğine ulaşmasını
sağladı.
Kurban, 26 yaşındaki banka çalışanı Esra Y.’ydi. Düşmanı ya da husumeti
olan kimse yoktu. Ailenin acısı, ertesi sabah hem semt sakinlerini hem de
bütün İzmir halkını kuşattı.
Esra Y.’nin cenazesi yeni defnedilmiş, olayla ilgili soruşturma devam
ediyordu. Ortada ne gördü tanığı ne de katile ilişkin bir ipucu vardı. Polis,
sadece cinayetin 7.65 çapında bir tabancayla işlendiğini biliyordu.
Bir Gece Sonra
155 Polis İmdat telefonunu yanıtlayan polis, telefonun ucundaki kişiyi
sakinleştirmeye çalışıyordu. Adam bağırıyor, genç bir kadının sokak
ortasında vurulduğunu, şu an kanlar içinde yerde yattığını anlatmaya
çalışıyordu.
Neden sonra telefondaki kişi adres vermeyi başardı. Bir gece önce Esra
Y.’nin öldürüldüğü yere çok yakın bir noktada yine genç bir kadın silahlı
saldırıya uğramıştı.
Yine başından, tek kurşunla vurulmuş, çantası ve cep telefonu çalınmıştı.
Silah seslerini duyarak sokağa çıkanlar durumu polise bildirdiğinde saldırgan
çoktan kayıplara karışmıştı.
İkinci kurban, üniversite öğrencisi Ayşe Selen Y.’ydi. 21 yaşındaydı. Aynı
çapta silahla vurulmuştu.
İlk cinayetten farklı olarak katil bu kez civardaki bir işyerinin güvenlik
kamerasına yakalanmıştı. Kamera görüntülerinde yeşil montlu, kot
pantolonlu, elinde siyah poşet olan birinin hızla bölgeden uzaklaştığı ve sık
sık dönüp arkasını kontrol ettiği görülüyordu.
Üç gece üst üste işlenen cinayetler sonunda İzmir halkı tam bir infial
halindeydi. Polisin elindeki tek ipucu ikinci cinayet ve son cinayetle ilgili
muhtemel katile ait görüntülerdi. Yaklaşık bir robot resim çizilip güvenlik
birimlerine dağıtıldı.
Bankacı Esra Y. cinayetinde boş kovan bulunamadı. Ancak otopside
çekirdek kafatasından çıkarıldı.
İkinci cinayette ise, mermi genç kızın sağ kulağının arkasından girip sol
kulağının arkasından çıkmıştı. Polis bu kez de boş kovanı bulurken mermi
çekirdeğini bulamadı. Son cinayette ise, polis hem boş kovanı, hem de
otopside kafatasından çıkan mermi çekirdeğini buldu.
Üç cinayette de 7.65 çapındaki aynı tabancanın kullanıldığı artık netti.
Şimdi en önemli sorunun yanıtlanması gerekiyordu: Neden?
Her üç cinayetin de infaz şeklinde olması, terör cinayetleri ya da bu tarz
cinayetler işleyen Hizbullah örgütünü akla getirdi. Ama üç kurbanın da bu tip
bağlantıları yoktu.
İki kadın evlerine 50 metre kala, transseksüel birey ise muhtemelen
müşteri aradığı karanlık bir bölgede öldürülmüştü. Her üç kurban da minyon
tipliydi.
Tıpkı cinayetler başlamadan on gün önce saldırıya uğrayan ve omuzundan
yaralanan üniversite öğrencisi Bahar G. gibi. Bahar G. o geceyi ne kadar ucuz
atlattığını cinayet masası dedektiflerine ifade verirken anladı.
O gece katil bıçakla saldırmıştı. Kim bilir, belki de başarılı olamadığını
anlamış ve tabanca kullanmaya başlamıştı. Bahar G. saldırganı görmüştü
üstelik. Verdiği ifadeyle yeni bir robot resim çizildi. Ancak sabıka
kayıtlarında saldırganı teşhis edemedi. Yüksek ihtimal daha önce sabıkası
olmayan bir katil vardı ortada.
Soruşturma tekrar çıkmaza girmişti. Polis elindeki tek kozu kullanmak için
robot resmi bilerek Bahar G.’nin verdiği eşkalden farklı çizdirdi. Böylece
kendisinin aranmadığını sanan katilin rahat davranmasını umdular. Birkaç
gün sonra beklenen haber geldi.
Bir cep telefonu bayiine gelen genç bir adam, elindeki telefonu satmak
istemiş ancak kimlik vermemişti. İşyeri sahibinin ısrarı üzerine de bir işyeri
adresi vermişti. Adres eski işyerine aitti. Ama ölümcül bir hata yapmıştı katil.
Telefonu satmadan önce hafızasını silmiş ama bir tek fotoğrafı unutmuştu. O
fotoğrafta da son kurban Mustafa H. Vardı.
İzmir’de bunlar olurken, katil çoktan otobüs terminaline gelmiş, Bodrum
için bir bilet almıştı. Bütün İzmir’e hatta Türkiye’ye yayılan robot
resimlerden kendisinin aranmadığını zannediyordu.
Katil, aynı gecenin sabahında Bodrum’da kaldığı pansiyonda yakalandı.
Bavulunda 4 bin Euro para, pasaport, kredi kartları, kurbanlarından aldığı
eşyalar, ziynet eşyaları ve yanında cinayetlerde kullandığı 7.65 milimetre
çapında tabanca vardı. Cinayet haberlerinin yer aldığı gazete kupürlerini de
çantasına özenle yerleştirmişti.
Hamdi Ayri, yirmi yıl önce Balçova’ya göçmüş Mardinli bir ailenin
oğluydu. Babası inşaatlarda çalışarak ailesinin geçimini sağlıyordu. Anne ve
babası bir buçuk ay önce memleketlerine gitmiş, o da üç kardeşiyle kalmıştı.
Sabıkası yoktu. Çeşme ve Bodrum’da garsonluk yaparak para kazanıyordu.
Cumartesi gece yarısı bankacı Esra Y.’yi öldürdükten sonra, Pazar günü
akşam 19:30 sıralarında ikinci cinayetini işlemiş, sonra bir berbere gidip
saçlarını kestirmişti.
Berber, Ayri’nin telaşlı olduğunu, montunu çıkarmadığını ve terlediğini
hatırlıyordu. Komşularına göre, ailesi kendi halinde iyi insanlardı. Ve cinayet
işlenen yere çok yakın oturuyorlardı.
İzmir 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan yargılama sonunda Hamdi
Ayri üç cinayet için 3 kez ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldı. Bahar
G.’ye bıçakla saldırıp yaralamak suçundan ise, 15 ay ceza aldı. Ancak bu
ceza sabıkasız olduğu göz önüne alınarak ertelendi.
Ayri, yargılama boyunca cinayetleri işlediğini kabul etmedi. Sürekli olarak
“Zaza Ercan” lakaplı birinden bahsetti. Ayri’nin söylediğine göre cinayetleri
bu adam işliyor ve suçu onun üstüne atıyordu.
Cezaevinden Mektup
Ayri’nin yargılanması sırasında mahkeme heyetine bir mektup ulaştı. İmza
Ayri’nin koğuş arkadaşı olan bir mahkûma aitti.
Mahkûm, Ayri’nin cinayetleri detaylarıyla hem sözlü hem de yazılı olarak
kendisine anlattığını, bu cinayetlerin de ilk olmadığını savunuyordu: “Hamdi,
cezaevinde işlediği cinayetleri bana kahkahalar içinde anlatmaya başladı.
İşlediği cinayetlerin aslında ilk olmadığını, ilk olarak yanında çalıştığı
adamlar için Bodrum’da R.Ö isminde birisini asarak öldürdüğünü söyledi.”
Mahkumun yazılı ifadesine göre, Ayri, birinci cinayet için, “Takip ettim
beni fark edince konuşmak için bana döndü ama konuşturmadan onun
kafasına sıktım”, ikinci cinayet için “Eczanenin yanında eve girecekti. Ben
arkasındaydım. Beni fark etti ve dönüp bana bakacakken kafasından
vurdum”, üçüncü cinayet içinse (Mustafa Has) “Travesti arabasıyla durdu ve
beni aldı. Otelin arkasına geldiğimizde i... de vurdum ve tekrar otele
döndüm” demişti.
Üstelik bunları kendi el yazısıyla koğuş arkadaşına söylemişti. Mahkeme
başkanı, Hamdi Ayri’ye mektupları göstererek, bunları kendisinin yazıp
yazmadığını sorduğunda ise şu yanıtı verdi:
“Evet mektuplar bana ait. Ama daha önce hiç cezaevine girmemiştim ve
düzenin nasıl olduğunu da bilmiyordum. Burada 8 metre yükseklikteki bir
duvardan not atmak suretiyle haberleşme imkanı oluyordu. İrfan denilen
kişinin yüzünü bile görmedim. Beni kimse ziyarete bile gelmemişti. Bu şahıs
sürekli bana gazete kağıdına sarılı notlar atıyor, ısrarla olayı soruyordu. Belki
günde 20 defa not attığı oluyordu. Yalnızlıktan dolayı psikolojim
bozulmuştu. En sonunda gönderdiği nota yanıt verdim. Ama gazeteden
okuduklarımı yazmıştım. Aslında cinayetleri ben işlemedim.”
Seri Katiller Örümcek Gibidir
Genel kanının aksine bir seri katil, evinden dışarıya kurban aramak için her
çıktığında bir sonraki kurbanı hakkında hiçbir fikri yoktur. Bununla
ilgilenmez de. Ve yine yaygın kanının aksine seri katiller genellikle kendini
güvende hissettikleri, iyi bildikleri, kaçıp saklanabilecekleri, evlerine yakın
olan yerlerden kurbanlarını seçerler.
Bu özellikleri dolayısıyla da örümceklere benzetilirler. Ağını evinin
yakınında ör ve avını bekle. Bu nedenle de, çoğu ya evinde ya da evine çok
yakın bölgede avlanır. Yani tıpkı bir örümcek gibi avcıdırlar.
Seri katillerin işlediği cinayetler araştırılırken, cinayetlerin işlendiği
bölgenin öncelikle mercek altına alınması bu yüzdendir. Türkiye’de olduğu
gibi dünyada da, gezerek ve rasgele bölgede cinayet işleyen seri katil son
derece azdır.
YAKALANAMAYAN SERİ KATİLLER
1- KESİK BACAK KATİLİ
Kesik bacakların ilki 2000 yılının Ocak ayında Eminönü Mısır Çarşısı
yakınlarında bulundu. Sonuncusu ise 2002’nin Mayıs ayında İstanbul
Maltepe sahilinde.
Adli Tıp Kurumu’nda yapılan DNA testleri sonucunda bacakların ikisinin
erkek, beşinin de kadınlara ait olduğu anlaşıldı.
Kadın bacakları anatomik sınırlara dikkat edilerek ustaca kesilmişti. Dört
kadın bacağının aynı yerden ve düzgün şekilde neşter, kretuar ya da ustura
gibi hassas bir kesici aletle kesilmiş olması, büyük bir özenle uzun zamana
yayılması, polis için seri katille karşı karşıya olmak demekti.
Kadın bacakları bakımlı, bazıları pedikürlü ve ojeliydi. Hepsi de genç
yaştaydı. Erkek bacakları ise, rasgele ve gaddarca gövdeden ayrılmıştı.
İstanbul’da bulunan çeşitli vücut parçaları bu bacaklarla hiçbir uyum
göstermedi. Yani katilin diğer vücut parçalarını ne yaptığı da esrarını
koruyor.
Özellikle dört kadının bacaklarının kalçalarından, anatomik sınırlarına
dikkat edilerek titizce kesilmiş olması katilin anatomi bilgisine sahip biri
olduğunu düşündürüyor.
Anatomi bildiği varsayılan kasap, celep, veteriner, doktor, cerrah olabilir.
Ya da bu mesleklerin icra edildiği yerlerde çalışmış biri. Dedektiflerin
araştırması katilin, kadın bacaklarını yavaş yavaş kestiğini gösteriyor.
Eminönü’nde denizden çıkarılan ve aynı kadına ait iki bacağın milimetrik
olarak aynı yerden kesilmesi bu işlemin uzun sürede yapıldığını gösteriyor.
Bu da seri katillere özgü hastalıklı bir ruh durumu.
Son bulunan bacak, diğerlerine göre daha ustaca kesilmiş. Muhtemelen
sıcak su dolu bir küvette kanı süzülmüş. Bu da katilin her cinayette daha da
ustalaştığına işaret ediyor.
İstanbul’dan uzaklaşmıyor. Eminönü, Beyoğlu, Unkapanı, Eyüp gibi en
merkezi semtlerde dolaşıyor. Bacakları buralara bırakarak bir eşkenar üçgen
coğrafyası içinde kalıyor. Bacakların kesildiği gövdelere dair hiç ipucu
olmaması katilin planlı hareket ettiğini gösteriyor.
Birinci Mısır Çarşısında
8 Ocak 2000 sabahı, Mısır Çarşısı’nın arka sokaklarında, çöp içindeki
kâğıtları toplayan biri, çöplükte kan lekeleri fark etti. Elini çöp yığınlarının
içinde gezdirince kanlı, yumuşak bir cisimle karşılaştı. Çöplerin arasından
çıkarınca bunun bir kadın bacağı olduğunu anladı. Hemen devriye gezen
Yeşildirek Karakolu ekiplerine haber verdi. Adli Tıp, bacağın 26-27 yaşında
genç bir kadına ait olduğunu, kalçadan itibaren düzgün bir şekilde kesildiğini
ve parçalama işinin en erken 24 saat ile en geç üç gün önce gerçekleştirilmiş
olduğunu saptadı. Bacak oldukça bakımlı ve tüysüz tırnaklar pedikürlüydü.
İkinci Eminönü Sahilde
19 Mayıs 2000, sabah 06.00. Eminönü motor iskelesine yanaşan ilk
teknenin çımacısı halatı iskeleye bağlıyordu. Kaptan, “Teknenin başucundan
gelen sesi duymuyor musun? Gövdeye bir şey çarpıp duruyor, git bak,” dedi.
Çımacı sesin geldiği yöne eğilip denize baktığında gülümseyerek, “Bu sabah
kısmetimize bir manken bacağı çıktı,” diye seslendi. Motora çarpan cismi
vitrin mankeni bacağı zannetmişti. Haklıydı. Fildişine çalan beyaz renkteki
bu bacak ilk bakışta cansız manken bacağını andırıyordu. Beden parçalarına
kalçadaki oynak kısımdan monte edilen bu bacaklar, tıpkı denizden çıkan
parçaya benzerdi. Kaptan, çengelli sopayla bacağa dokununca gerçek bacak
olduğunu anladı. Yeşildirek Karakolu’na olayı bildirdi. Bu arada yolculardan
biri kıyıdaki yanaşma lastikleri önünde ikinci bir bacak olduğunu gördü. Adli
tıp uzmanlarının yaptığı araştırmayla bacakların 25-30 yaşlarında bir kadına
ait olduğu tespit edildi. Tuzlu suda kaldığı için tam olarak ne zaman kesildiği
anlaşılamadı ama bir hafta ila 10 gün içinde parçalanmış olabileceği tahmin
edildi. Muntazam ölçülere sahip, bakımlı ve koyu kırmızı ojeli. Ama
sahibinin sosyal statüsü hakkında fikir yürütmek için yeterli değil. Cinayet
masası, kayıp ihbarlarını tarayarak verilere uygun bir kişinin kimlik
bilgilerine ulaştı. Taksim-Aksaray hattında fahişelik yapan Sevim Işık’a ait
olabilirdi. Ama aile bulunamadığı için gerekli testler yapılamadı. Tıpkı diğer
altı bacak gibi sahipsiz bir şekilde kimsesizler mezarlığına gömüldü.
Üçüncü Eyüp’te
7 Aralık 2000’de okula giden bir grup lise öğrencisi tarafından bulunan
bacağın sahibi de 22-24 yaşlarında genç bir kadın. Bakımlı bacak, hafif
dolgun hatlara sahipti. Bir önceki gibi kalçadan muntazam kesilmişti. Cani
anatomik sınırlara dikkat etmişti. Bacak birkaç gün önce kesilmişti. Ve günde
7-8 saat ayakta iş gören birine ait olduğu tahmin ediliyordu.
Dört ve beş Unkapanı’nda
12 Mart 2001’de Haydar semtinin Unkapanı’na bakan tarafında birbirinden
50 metre uzaklıkta iki bacak ortaya çıktı. Poşetlere konulmuş olan bu
bacakların birinin 20-22 yaşları arasında bir kadına, İkincisinin ise 25-30
yaşlarında bir erkeğe ait olduğu saptandı. Her iki bacak da diz hizasından
kesilmişti ama erkeğin bacakları biraz daha hoyratça, kadınınkiler ise daha
itinayla gövdeden ayrılmıştı. Erkeğin kan örneklerinde hem alkole hem de
hafif uyuşturucu emarelerine rastlandı.
Altıncı Beyoğlu Tünel’de
22 Mart 2001’de Tünel’de bulunan ve Yasemin D.’ye ait olduğu saptanan
bacak da yine kalçadan kesilmişti. Bacağın çöpe atılmadan önce muhtemelen
bir küvette sıcak suyun içinde bekletildiği ve kanının temizlendiği belirlendi.
Çantası bacağının bulunmasından iki gün sonra Gümüşsüyü Parkı’nda
bulundu. Telefonu dışında hiçbir şey çalınmamıştı. Telefonu da daha sonra
Tahtakale’de seyyar tezgâhlarda satılırken bulundu.
Yasemin D., 4 Eylül 1983’te Sivas’ta doğdu. O doğduğunda babası devlet
hastanesinin biraz ilerisindeki meydanda sükunet içinde akıp giden trafiği
yönetiyordu. 43 yaşındaki Sabri D. polis imtihanlarına girip kazanmış ve
trafik polisi olarak memuriyet hayatına başlamıştı. Askerden sonra
evlenmişti. Yasemin bir buçuk yaşındayken kız kardeşi doğdu. Yasemin,
liseye babasının dördüncü görev yeri olan Bandırma’da başlamıştı.
İstanbul’da Hukuk Fakültesi’ni kazandı.
Çanakkale’deki köylerinden tanıdığı tıp fakültesinde okuyan bir erkek
arkadaşı vardı. Ama ne olduysa oldu, gönlünü kaptırdığı bu genç adam,
“Okul hayatımızı aksatır, geleceğimizi etkiler,” gerekçesiyle Yasemin’i terk
edip gitti. Yasemin, onu unutamadı. Bu arada aynı yurtta kalan ve kendisi
gibi polis çocuğu olan A.S. adlı gençle yakınlaştılar.
Aynı yurttan, S.N. adlı bir kızla da samimi arkadaş olmuştu. S.N.
Beyoğlu’nda oldukça karanlık işler peşindeki bir erkekle arkadaşlık ediyordu.
Yaseminle bu arkadaşını tanıştırdı, ama Yasemin, onun çevresini sevmemişti.
Bir gün, kız kardeşine S.N. ile küstüklerini söyledi. Sonra araları düzeldi ama
artık eskisi kadar yakın değillerdi. 20 Mart 2001 akşamı, S.N. Yasemini cep
telefonundan arayarak, o gece yurda gelemeyeceğini, kendisi yerine yoklama
defterine imza atmasını istedi. Yasemin olmaz deyince de S.N. 23.00
civarında yurda geldi.
Ertesi gün Yaseminle erkek arkadaşı A.S. okuldan çıktılar. Saat 12.00
civarıydı. Yaseminin cep telefonunun şarjı bitmişti. A.S.’ye Başbakanlık
bursunu kazandığını ve bursla ilgili evrakları Ankara’ya göndermek üzere
Fatih Postanesi’ne gideceğini söyledi. Sonra yurda dönüp telefonunu şarj
edecek ve sevgilisiyle 15.00’de buluşacaktı. A.S’nin postaneye birlikte gitme
teklifini de gereksiz diyerek reddetti. Yasemin o gün en son 14.00 civarında
Fatih Postanesi’nde görüldü. Ondan sonra da ortalıktan kayboldu. A.S.
buluşacakları yerde bir saatten fazla bekledi, sonra yurda dönerek
arkadaşlarına Yasemin’i sordu. Hayır, Yasemin’den kimsenin haberi yoktu.
23.00’te yurttaki odasına dönmeyince arkadaşları idareye bildirdi. Yurt
idaresi durumu, İstanbul Emniyeti’ne rapor etti.
Ortadan kaybolduğu günün gecesi (21 Mart’ı 22 Mart’a bağlayan gece)
02.00 civarında çöpçüler Tünel’deki Yemenici Sokağı köşesindeki çöpleri
topluyordu. Çöplerin arasında büyükçe bir poşetin delik olan tarafından,
parmağa benzeyen bir şeyler fırlamıştı. Gözlerine inanamadılar ama poşeti
açınca gördüklerinin doğru olduğunu anladılar. Poşetin içinde, kalçadan
itibaren muntazam bir şekilde kesilmiş bir kadın bacağı çıktı. Durumu
hemen, Beyoğlu Emniyeti’ne bildirdiler. Olay yerine gelen sivil dedektifler,
poşetteki kadın bacağını Adli Tıp morguna kaldırdı. Ekipler alarma geçirildi
ve bacağın bulunduğu yerde geniş bir alan taraması yapıldı. Sabaha kadar
süren araştırmalardan bir sonuç alınamadı.
Polis, tüm kayıp listelerini gözden geçirdi. Listede Yasemin’in adı da
vardı. Polis Yurdu ve Yasemin’in babasıyla irtibata geçti. Yasemin’in yurttan
gelen arkadaşları ve babası kesin teşhiste bulunamadı. Babası DNA testi
önerisini önce reddetti. Sabri Durgun, kızının böyle vahşi bir cinayete kurban
gitmiş olabileceğine ihtimal vermiyor, acı gerçeği kabullenmek istemiyordu.
Yasemin’in ortadan kaybolmasının üzerinden dört gün geçti. 25 Mart
akşamı yurtta bulunan dört ankesörlü telefondan biri çalmaya başladı. Bir kız
öğrenci telefonu açtı. Karşısında ya alkollü ya da “psikopat sesli” birisi vardı
ve “O kızı aramayın, bulamazsınız” diyerek küfretmeye başladı. Kız telefonu
kapatarak idareye gitti, anlattı. Aynı telefon iki dakika sonra tekrar çaldı. Bu
sefer telefonu açan diğer öğrencinin karşısında da aynı ses vardı. Aynı sözleri
tekrar ederek küfürlerini sürdürdü.
Bir müddet sonra Sabri Bey, DNA testi yapılmasını kabul ederek Fatih
Savcılığı’na başvurdu. Kesik bacaktan alınan DNA örnekleri, Sabri Bey’den
alınan örnekle karşılaştırılınca gerçek ortaya çıktı: Bacak Yasemin’e aitti.
Yedinci Maltepe Sahilde
20 Temmuz 2001’de Maltepe sahil şeridinde bulunan bacak, 30-35
yaşlarında bir erkeğe aitti. Yoğun alkol bulgusuna ulaşıldı. Bacak üzerinde
yapılan incelemelerde, sahibinin daha çok hafif işlerde çalıştığı anlaşıldı. Bu
bacak da diğer erkek bacağı gibi diz hizasından, adeta parçalanarak
kesilmişti.
2- ÇOÇUK KATİLİ
Türkiye’yi uzun süre meşgul eden, 2011’de Kayseri’de Ramazan
Bayramı’nda kaybolan üç çocuğu hatırlarsınız. Kamuoyu tam bir buçuk yıl
bu davaya ilgisini kaybetmemişti. Ailelerin düşmanı var dendi, organ mafyası
olabileceği söylendi. Hatta üç çocuğun çocuk tacirlerince kaçırıldıkları bile
iddia edildi.
Bunların hiçbir doğru çıkmadı. Katil, komşuları olan Uğur Veli Gürışık’ın,
onları en korunmasız oldukları anda bayramda, el öpmek ve şeker toplamak
için dolaşırken yakalamış olmasıydı.
Bu olay aydınlatılanlardan biri. Oysa yıllardır İstanbul’da bayramlarda
çocuk kaçıran ve öldüren bir katil var. Kimliği bilinmiyor. Ve cinayet
işlemeye devam ediyor.
İstanbul’da yaşıyor, Bahçeşehir, Halkalı, Beylikdüzü üçgeninde cinayet
işliyor. Öldürmek için o da bayramları seçiyor. Şeker için kapısına gelen kız
çocuklarını eve alıyor. Öldürüyor, tecavüz ediyor, sonra kendince çöplükte
bir sahne kuruyor ve kurbanlarının cesedini bu sahnenin tam ortasına
yerleştiriyor.
Ramazan bayramının ilk günü Büyükçekmece’de 9 yaşındaki G. S.
Bayram şekeri toplamak için sabah saatlerinde evden ayrıldı.
Aile uzun bir süre küçük kızın yokluğunu fark etmedi. Saat 14.00 sularında
G.S.’nin iki ablası kardeşlerini aramaya başladı. Gören yoktu. Yalnızca
mahalle bakkalı öğle namazı sırasında dükkâna geldiğini hatırlıyordu.
G.S.’nin annesi, hemen Gürpınar Polis Karakolu’na koştu. Ama polise
göre “24 saat geçmeden arama yapılamaz”dı.
Bir gün sonra 9 yaşındaki kızın cesedi sazlık alanda bulundu. Tecavüz
edilmiş ve öldürülmüştü. Ama olay yerinde ilk bakışta fark edilmeyen bir
tuhaflık vardı. Bacakları aralanmış ve iki bacağının arasına, diz kapaklarının
seviyesinde bir pet şişe bırakılmıştı.
Kolları iki yana açılmış, cesedin etrafına çöplükten toplanan objeler daire
olacak şekilde yerleştirilmişti.
Katil, küçük kurbanının cesedine, şifrelerini kendisinin bildiği bir sahne
kurmuştu. Cinayet masası polisleri, ancak bir uzman göz tarafından fark
edilebilecek bir manzarayla, karşı karşıyaydı. Ve katilin olay yerinde yaptığı
düzenleme cinayet işlemeye devam edeceğini gösteriyordu.
İki Buçuk Ay Sonra
İlk cinayeti takip eden kurban bayramının ilk günü, bu kez Halkalı’da 11
yaşındaki D. Ç. ortadan kayboldu. Ailesine göre, saat 11.00’de akrabalarıyla
bayramlaşmak için evden çıkmış ve bir daha bulunamamıştı. En son gören
babasıydı. Öğle satlerinde evin önünden geçerken görmüştü.
Ertesi gün küçük bedeni 0-2 Otoyolu Tahtakale mevkiinde sabah
saatlerinde bulundu. İple boğulmuş, tecavüz edilmiş ve ilk çocuk gibi
düzenlenmiş bir olay yerine bırakılmıştı. Yine iki bacağının arasına pet şişe
konmuştu.
İkinci cinayet üzerine cinayet masası ve adli tıp uzmanları harekete geçti.
Uzmanlar bayramlarda çocuk öldüren bir seri katille karşı karşıya
olduklarından artık emindi.
Halkalı-Beylikdüzü-Bahçeşehir üçgeni mercek altına alındı. Sabıkalılar,
şüpheliler, yalnız yaşayanlar, akrabalar tek tek incelendi. Ama binlerce ev ve
yüz binlerce insan anlamına gelen bölgeden sonuç elde edilemedi.
Katilin profilinin çıkarılması ve çemberin olabildiğince daraltılması
gerekiyordu. Çocuk cinayetlerinde ve seri cinayetlerde dünyaca ünlü bir
Fransız suçlu profilcisinden yardım istendi. Üç binden fazla dosyayı çözüme
kavuşturan uzmanla birlikte olay yerleri ve fotoğrafları tek tek incelendi.
Fransız uzmanın verdiği bilgi oldukça ilginçti. Bu iki cinayet ve cesetlerin
bırakılma şekli Fransa’da 1990’larda işlenen cinayet serisiyle tıpatıp aynıydı.
O dönem Fransa’daki katil üst üste cinayet işlemiş ve sonra ortadan
kaybolmuştu. Fransız polisi katilin öldüğünü ya da ülkeyi terk ettiğini
düşünmüştü.
Bu tespit, cinayet masası için şu soruyu akla getiriyordu: “Katil Fransa’da
yaşamış ya da çalışmış, sonra da yurda dönmüş bir Türk olabilir miydi?”
Söz konusu bölge bir de bu bilgi ışığında tekrar incelendi. Ama yine sonuç
çıkmadı. Polis, bir sonraki yıl bayramları bekledi. Ama katil susmuştu. Ta ki,
26 Mart 2006’ya kadar.
12 yaşındaki N. S. İki blok ötedeki arkadaşına giderken kayboldu. İki gün
sonra, evine 300 metre uzakta bir çöp konteynerinde cesedi bulundu. Bütün
ritüel yeniden tekrarlanmıştı.
İstanbul’daki katil, hâlâ dışarıda. Ve suskun! Tıpkı, Fransa’yı terk ettiği
gibi İstanbul’dan da ayrılmadıysa tabii.
SERİ KATİLLERİN 20 ORTAK ÖZELLİĞİ
1. Birden çok insan öldüren her katile “seri katil” denmiyor. Bir katilin
“seri katil” kategorisine girmesi için birbirine benzer en az üç cinayet
işlemesi gerekiyor. Ayrıca öldürme güdüsü ya da terör amaçlı toplu katliam
yapanlar, suç örgütü adına adam öldürenler de seri katil değil.
2. Seri katiller öldürmeye başladıktan sonra durdurulmadıkları sürece
cinayet işlemeye devam ediyorlar. Bilindiği kadarıyla bugüne kadar
cinayetlerine kendiliğinden son veren olmadı. Karındeşen Jack bu
genellemenin dışında kalmış olsa da, araştırmacılar, onun bir yerlerde
kendiliğinden öldüğü için cinayetlerinin son bulduğunu düşünüyor.
3. Seri katil, cinayet işledikten sonra “cooling down” denen bir sakinleşme
dönemine giriyor. Ne var ki bu dönemin süresini kestirmek imkânsız.
Yalnızca bir hafta sürdüğü gibi birkaç yılı da bulabiliyor.
4. Sakinleşme döneminde seri katil hafızasında cinayeti sürekli taze
tutabilmek için öldürdüğü insanlardan mutlaka bir eşya ya da organ alıyor.
Bu da cinayetin sıkça soygunla karıştırılmasına neden oluyor.
5. Bazı istisnalar dışında cinayetlerini tek başlarına işliyorlar.
6. Hepsinde intihar eğilimi ve cinsel davranış bozukluğu, büyük
çoğunluğunda da kronik alkol ya da uyuşturucu bağımlılığı var.
7. Hafızaları zayıf, gerçeklerle yüzleşmekten kaçan ve hayvanlara şiddet
uygulamayı seven kişiler.
8. Kurbanlarını genellikle kendi yaş gruplarından seçiyor, sınıf ve
ekonomik düzey farkı gözetmiyorlar.
9. Çoğu kurbanlarının etini yemekten ve ölüsevicilikten hoşlanıyor.
10. Hukuka göre cinayet işlerken ne yaptıklarının farkındalar. Yani cezai
sorumlulukları var. Bugüne kadar çok az seri katil akıl hastası olduğu için
ceza almaktan kurtulabildi.
11. Aşağılık duygusuna sahipler.
12. İktidar ve güç ihtiyaçlarını tatmin etmek için öldürüyorlar. Öldürme
güdüsünü harekete geçiren, çoğunlukla cinsel problemlerin su yüzüne
çıkması oluyor.
13. Yaşları 20-40 arasında. Her on seri katilden dokuzu erkek.
14. Çoğunluğu beyaz tenli, heteroseksüel ve dindar.
15. Çoğunlukla dış görünüm olarak cinayet işleyecek birine benzemiyorlar.
İlgi çekmeyen silik tipler ve düzenli bir işte çalışanların oranı yüzde 10’da.
16. Çoğu çok kötü bir çocukluk dönemi geçirmiş ya da cinsel saldırıya
uğramış.
17. Zekâ seviyeleri ortalama. Yüzde 31’i oldukça zeki.
18. Yüzde 81’i pornografiye, yüzde 79’u mastürbasyona, yüzde 71’i
röntgenciliğe ve yüzde 7’si fetişizme meraklı.
19. Her on seri katilden 8’i, 18 yaşına gelmeden önce kadınlara ya da
erkeklere tecavüz etmeyi hayal ediyor.
20. Erkek seri katillerin birçoğuna çocukken kız kıyafetleri giydirilmiş ya
da kız çocuğu gibi davranılmış.
SERİ KATİLLER İÇİN NOTLAR
Tüm seri katillerin aynı şekilde düşündüklerini söylemek ne kadar
yanlışsa, aralarında hiç benzerlik bulunmadığını iddia etmekte o kadar yanlış.
İşte bu benzerlikler psikolojik profil çıkarmada uzmanlara büyük yarar
sağlıyor.
Bir seri katil topluma birçok değişik yüzüyle gözükebilir. Çoğu
sosyopattır. Zekâlarını karşısındakini savunmasız bırakmak, kendilerini de
karışık düşünme halinde muhafaza etmek için kullanırlar.
Katil olayların hepsini bilinçaltının derinliklerinde saklayacaktır. Çünkü
egosu çok büyüktür.
Canlı bir kurbana sahip olurken gösterdiği davranışlar bir otomatik pilotun
davranışı gibidir. Daha önce kafasında kurduğu şeyleri şimdi oynuyordur.
Bunun sebebi daha önce kişisel tatmin için kafasında kurmuş olduğu sayısız
senaryolardır.
Bu vahşet fantezileri arasından kendine en uygun olanı seçer. Kendini en
çok tatmin eden yolu tercih eder. Bu seçimler katilin kurbanı elde ettikten
sonra başlayan ve sonuna kadar süren bir süreci kapsar.
Seri katilin uygulamayı seçtiği özel metodlar ona göre iyi, doğru ve en
uygun olanıdır. Uygulamaya geçtiğinde kurban değersiz bir maddeden başka
bir şey değildir. Kişisel dramasını sergilemek için gerekli olan bir parça ettir.
Kurbanın mücadelesi, acısı, ağlamaları, onu etkilemez. Kurban değersiz bir
objedir. Empati yapmaktan çok seri katil, kurbanının çektiği zihinsel
acılardan büyük bir zevk ve mutluluk duyar işte ona göre bu, tüm şiddet
sürecinde olan şeydir. Kurbanının acizliği ona her şeyden çok zevk veren
ölümsüzlük iksiridir.
Neden bir seri katil kendi dışındaki insanlara karşı bu kadar aşırı ve
mantıksız bir tutum içerisindedir? Nasıl diğer insanlardan bu kadar nefret
eder, daha hiç görmediği karşılaşmadığı birisini bu kadar değersiz görür?
Bu sorunun tam bir yanıtı yok. Ama biliyoruz ki, bu hislerin ne olduğunu,
ne için olduğunu tarif edemez. Bir eroin bağımlısı gibidir. Hep daha kuvvetli
kafa yapıcıyı bulmak.
Hükmedici Seri Katiller
Bu tipler, kurbanlarının üstünde elde ettikleri kontrol ve hükmetme
hissinden cinsel tatmin duyar. İlk mülakatında bir seri katil, “Bir insanın
hayat ve ölümüne karar verebilme gücünden daha büyük ne olabilir ki”
demiştir.
Bir seri katil psikolojik olarak gerçeklere bağlıdır. Hastalıktan acı çekmez.
Sosyal kurallar ve kültürel değerlerden uzaktır. Bunları görmezden gelir.
Gerçek bir psikopat gibi kendi kural ve prensiplerini yaşar. Cinayetlerini
elleriyle işleme, özellikle boğarak öldürme eğilimindedir.
Şehvet Delisi Seri Katiller
Kişisel şiddet ve cinsel tatmin arasında ilişki kurar. Saldırgan cinsel
tatmine öldürmekle kavuşur. Öldürmek onlar için erotik bir deneyimdir.
Kurbanı baskı altına alma, işkence, parçalama, vücudun bir parçasını
koparma veya daha değişik korkunç yöntemleri tercih edebilir.
Bu tip katiller devamlı yer değiştiren tipler ise, yakalanmaları oldukça
zordur. Suçu işleme şekilleri soruşturmayı güçleştirir. Zekidir ve eğer
devamlı yer değiştiriyorsa yakalanmaları yıllar sürebilir.
Misyoner Seri Katiller
Bu tipler psikotik değildir. Gerçek hayatın içinde, gerçek bir yaşam
sürerler. Çeşitli sesler ve hayallerle yönlendirilmezler. Diğer taraftan da
dünyadan bazı insanları temizlemek için kendilerine görev çıkarırlar.
Fahişeler, katolikler, siyah erkekler veya bunlar gibi herhangi bir grup
olabilir. Bu tip katillerin hem düzenli nansosyal hem de düzensiz asosyal
kişiler olma ihtimali kuvvetlidir.
Genellikle bu tip katiller yakalandıklarında, komşular veya onları tanıyan
kişiler yaptıklarına hayret eder ve çoğunlukla “Çok iyi bir delikanlıydı”
şeklinde hayretlerini ifade ederler.
FOTOGRAFLAR ve BELGELER