03.01.2024 Views

Ara Güler Multi-Page Design

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

ISSN 1309 ○ 095X

2018 ○ Sayı 29 ○ ücretsizdir

Fotomuhabiri

Türkiye Foto Muhabirleri Derneği Yayın Organıdır.




BÜYÜK USTAYA

BÜYÜK VEDA

Tedavi gördüğü Florance Nightingale Hastanesi’nde, 90 yaşında hayata

gözlerini yuman usta foto muhabiri Ara Güler için Galatasaray

Meydanı’nda ve Beyoğlu Üç Horan (Surp Yerrortutyun) Ermeni Kilisesi’nde

tören düzenlendi. Güler’in naaşı meydana ve kiliseye Türk bayrağına

sarılı halde getirildi. Naaşın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın isteğiyle bayrağa

sarıldığı belirtildi. Güler’in naaşı kiliseden çıkarılırken fotoğraf çantası tabutun

üzerine kondu.

ARA GÜLER

2 Büyük Ustaya Büyük Veda


Usta Ara Güler için ilk tören Galatasaray

Meydanı’ydı. Tören öncesinde, Beyoğlu Belediyesi’nce

bir platform kuruldu. Ara Güler’in

fotoğrafları ile Güler’in hayatını anlatan bir

film platforma kurulan ekrandan gösterildi.

Alana Ara Güler’in “Yaşam size verilmiş boş

bir filmdir. Alana Ara Güler'in "Yaşam size verilmiş

boş bir filmdir. Her karesini mükemmel

bir biçimde doldurmaya çalışın" şeklindeki

sözlerinin yer aldığı poster asıldı. Asistanı

Fatih Aslan ile yakınları, taziyeleri Ara Cafe'de

kabul etti. Törende dostları Ara Güler'i

anlattı. Galatasaray Meydanı'nda ki törene

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, Cumhurbaşkanlığı

Sözcüsü İbrahim Kalın, Kültür

ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, İstanbul

Valisi Vasip Şahin, Ak Parti Sözcüsü Ömer Çelik,

CHP Genel Sekreteri Mehmet Akif Hamzaçebi,

Doğuş Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ferit

Şahenk, Büyükşehir Belediye Başkanı Mevlüt

Uysal, Ak Parti Milletvekili Hasan Turan, CHP

Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, HDP Milletvekili

Garo Paylan'ın yanısıra Beyoğlu Belediye Başkanı

Ahmet Misbah Demircan, Başepiskopos

Aram Ateşyan ve Güler'in sevenleri katıldı.

Cenazede Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’ni

ise Başkan Rıza Özel ve Genel Sekreter Derya

Yetim temsil etti.

MEZARA BABA TOPRAĞI

Ara Güler'in babasının memleketi olan

Şebinkarahisar'ın Belediye Başkanı Şahin

Yılancı da törene katıldı. Güler'i 2010 yılında

Şebinkarahisar'da ağırladıklarını ve ilçenin en

işlek caddesine ismini verdiklerini hatırlatan

Yılancı, vasiyeti üzerine, Şebinkarahisar'dan

toprak ve kuruyemiş getirdiğini de söyledi.

OKTAY, “ORTAK DEĞERİMİZ”

Törende konuşan Cumhurbaşkanı Yardımcısı

Fuat Oktay "Alçak gönüllü kişiliğiyle kendisini

sanatçı olarak değil foto muhabiri olarak tanımlamayı

seçerdi ancak o çok sayıda fotoğraf

sanatçısına ilham kaynağı olmuş, büyük bir

sanatçıydı." diye konuştu. Oktay şunları söyledi:

“Ara Güler tarihi

belge niteliği taşıyan

fotoğraflarıyla bizlere 70

yıllık arşivini ve huzur

dolu gülümsemesini miras

bırakmıştır.”

Anı yakalamanın peşinde dünyayı gezmiş,

dünyaca ünlü pek çok ismi fotoğraflarıyla

ölümsüzleştirmişti. Ara Güler, ‘Hatıraların

olduğu yere memleket denir’ diyordu. O fotoğraflarıyla,

zamanı dolduran hatıralarıyla

bir memleket destanı yazmıştır.

Ara Güler aynı zamanda bir kaşiftir. Afrodisias

Antik Kenti’ni ve Nuh’un Gemisi’nin izini

fotoğraflayarak bunları dünya kültür mirasına

kazandırmakla kalmamış, bölgemizin tanıtımına

da büyük katkı sağlamıştır. Özellikle

İstanbul’un gözü olmuş, tarihini kaydetmiştir.

Kendisine verilen boş bir filmin her karesini

mükemmel şekilde dolduran büyük sanatçımıza,

ülkemizin ortak değeri güzel insana hepimiz

adına huzur içinde uyu diyorum”



KALIN, “DÜNYA VATANDAŞI”

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın

da Ara Güler’in “İstanbul’un gözü” olarak

bilindiğini ancak Güler’in aynı zamanda bir

dünya vatandaşı, dünya fotoğrafçısı olduğunu

vurguladı. Kalın, törende Cumhurbaşkanı

Erdoğan’ın mesajını da okudu.

kıymetli bir insan olarak hayatımızda bıraktığı

derin izlerle de hep daima saygıyla hatırlayacağız.

Yakın geçmişte objektifine yansıma

mutluluğunu yaşadığım değerli sanatçımızın

vefatından duyduğum derin üzüntüyü bir kez

daha ifade ederek, yakınlarına ve sevenlerine

başsağlığı diliyorum”

KİLİSEDE KALABALIKLAR

UĞURLADI

Ara Güler’in naaşı, buradaki törenin ardından

Beyoğlu Üç Horan Ermeni Kilisesi’ne götürüldü.

Beyoğlu Üç Horan Ermeni Kilisesi’ndeki ayini,

Türkiye Ermenileri Patrikliği Patrik Vekili Aram

Ateşyan yönetti. Törende, Cumhurbaşkanı

Recep Tayyip Erdoğan’ın Ara Güler’in vefatı

dolayısıyla yayımladığı mesaj da okundu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan mesajında şunları

söyledi: “Büyük sanatçılar, vefatlarından sonra

da geride bıraktıkları eserleriyle yaşamaya

devam ederler. Türkiye’nin yetiştirdiği en

önemli fotoğraf ustalarından olan objektifiyle

tarih yazan Ara Güler’i de işte böyle bir büyük

sanatçı olarak görüyorum.

Kendisi dünyanın nitelikli haber ajansları ve

yayınlarında ülkemizi temsil etmiştir. Churchill’den

Bertrand Russell’a, Indira Gandi’den

Salvador Dali’ye, Alfred Hitchcock’tan Picasso’ya

birçok tarihi kişiyle gerçekleştirdiği foto

röportajlar, asla hafızlardan silinmeyecektir.

Ara Güler ustayı, dünyanın büyük müze ve

koleksiyonlarında yer alan eserleri ve milyonlara

ulaşan fotoğraf albümlerinin yanında

TABUTUNA TÜRK BAYRAĞI

Üç Horan Kilisesi’nin tamamen dolduğu törene

Ara Güler’in naaşı Türk bayrağına sarılı

halde getirildi. Ayin başlangıcında Başrahip

Tatul Anuşyan Güler’in naaşının Erdoğan’ın

isteğiyle Türk bayrağına sarıldığını söyledi.

Ayinde duaların ardından Türkiye Ermeni

Patrikhanesi Ruhani Kurul Başkanı Episkopos

Sahak Maşalyan Türkçe bir konuşma yaptı ve

Güler’in kişiliğinden, yaptığı işlerin öneminden,

mesleğindeki öncülüğünden bahsetti.

Ayin sırasında Ara Güler’in aynı kilisede

vaftiz olduğu da hatırlatıldı. Kilisedeki törene

sanat, iş ve siyaset dünyasından çok sayıda

ismin yanısıra Türkiye Ermeni toplumunun

tüm kurumlarından temsilciler ve halk katıldı.

Ayin boyunca Güler’in naaşının etrafında

Türkiye Ermeni basının temsilcileri ve yakın

dostları ellerinde mumlarla saygı duruşunda

bulundular. Ara Güler’in babasının memleketi

olan Şebinkarahisar’dan getirilen toprak ve

kara yemiş de mezarına konuldu.


VEDA MESAJLARI

Usta foto muhabiri Ara Güler’e Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan, CHP Genel

Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na siyaset dünyası yayınladıkları mesajlar

ve sosyal hesapları üzerinden yaptıkları paylaşımlarla veda etti...

CUMHURBAŞKANI RECEP TAYYİP

ERDOĞAN

“Fotoğraf sanatı alanında Türkiye’nin yetiştirdiği

en önemli isimlerden biri olan Ara Güler’in

vefatını büyük bir teessürle öğrendim. Büyük

sanatçılar, vefatlarından sonra da, geride bıraktıkları

eserleriyle yaşamaya devam ederler.

Objektifiyle tarih yazan Ara Güler’i de, işte

böyle bir büyük sanatçı olarak görüyorum.

Kendisine Master of Leica unvanı da verilmiş

olan Güler, dünyanın önemli haber ajansları

ve yayınlarında ülkemizi en iyi biçimde temsil

etmiştir.

Winston Churchill’den Bertrand Russell’a,

Indira Gandi’den Salvador Dali’ye, Alfred

Hitchcock’tan Picasso’ya birçok tarihi kişiyle

gerçekleştirdiği foto röportajlar, asla hafızlardan

silinmeyecektir.

Dünyanın önemli müze ve koleksiyonlarında

yer alan eserleri ve milyonlara ulaşan fotoğraf

albümlerinin yanı sıra, kıymetli bir insan

olarak hayatımızda bıraktığı derin izlerle de

Ara Gürel ustayı daima saygıyla hatırlayacağız.

Yakın geçmişte objektifine yansıma mutluluğunu

yaşadığım değerli sanatçımızın vefatından

duyduğum derin üzüntüyü bir kez daha ifade

ediyor, yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı

diliyorum.”

TBMM BAŞKANI BİNALİ YILDIRIM

Yıldırım, bir makineyle tarihi durduran usta

foto muhabiri Ara Güler’in vefatı dolayısıyla

milletin üzüntülü olduğunu belirtti. Yıldırım,

siyah beyaz fotoğrafın usta ismi Güler’in, vizörüne

yansıyan her şeye gölge ve ışık unsurlarının

yanı sıra duygu katmasıyla tanındığını

ifade etti.

“Dünyaca ünlü pek çok ismi objektifine konuk

eden sanatçımız, belge niteliği taşıyan

fotoğraflarla bizlere önemli bir hafızayı miras

bıraktı. Çok sayıda fotoğraf sanatçısına ilham

kaynağı olan, çalışkanlığı ve bakış açısıyla hatıralarımızda

yaşayacak olan Ara Güler’e Allah

merhametiyle muamele etsin. Sevenlerinin ve

yakınlarının başı sağ olsun.”

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL

KILIÇDAROĞLU

“Anı ölümsüzleştiren büyük usta Ara Güler’i

kaybetmenin tarifsiz üzüntüsünü yaşıyorum.

Başımız sağ olsun.”

CUMHURBAŞKANI YARDIMCISI

FUAT OKTAY

“Fotoğraflarıyla tarihi belgeleyen fotoğraf

sanatının usta ismi, duayen gazeteci ve foto

muhabiri Ara Güler’i, şiirleri ile Anadolu in-

6 Veda Mesajları


sanının sesi, Türk edebiyatının ‘Beyaz Kartal’ı

Bahaettin Karakoç’u, Türk siyasetinde önemli

hizmetler yürütmüş bilim insanı Prof. Dr. Oya

Akgönenç’i kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyoruz.

Ülkemizin başı sağ olsun.”

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANI

MEHMET NURİ ERSOY,

“Her ne kadar kendini fotoğraf sanatçısı değil

de foto muhabiri olarak tanımlasa da fotoğraf

sanatının dünyadaki en büyük isimlerinden

Ara Güler’in vefatını büyük bir üzüntü ile

öğrenmiş bulunuyorum. Merhuma Allah’tan

rahmet, ailesine ve milletimize başsağlığı

diliyorum.”

ADALET BAKANI ABDÜLHAMİT GÜL

Ara Güler’in “Sanatçı diye bir adam vardır, o da

ruhuyla vardır. Fotoğraf makinesi vardır diye

olmaz sanatçı adam...” sözlerini hatırlatarak,

“Ruhuyla var olan Ara Güler’in kadrajından

Türkiye’yi ve insanımızı görmek büyük keyifti.

Ruhu şad olsun.” ifadelerini kullandı.

SAĞLIK BAKANI FAHRETTİN KOCA

"Fotoğraf sanatının büyük duayeni Ara Güler’in

vefatını teessürle öğrendim. Merhumun

ailesine, sevenlerine ve sanat dünyamıza sabır

ve başsağlığı diliyorum.”

SAĞLIK BAKANI FAHRETTİN KOCA

Ara Güler'in “Yaşam size verilmiş boş bir film.

Her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya

çalışın." sözüne atıfta bulunarak, "Duayen

fotoğrafçımız Ara Güler, ardında gençlerimize

örnek olacak nice eserler bırakarak aramızdan

ayrıldı. Büyük ustanın mekanı cennet olsun."

"Dev çınarı kaybettik"

ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR

BAKANI FATİH DÖNMEZ

"Türkiye'nin sevincini, üzüntüsünü, neşesini,

hüznünü, bütün yönleriyle hayatın her anını

fotoğrafladı. Makinesiyle nice zamanları

ölümsüz kıldı. Ailesinin ve bütün sevenlerinin

başı sağ olsun."


ABD’LI FOTOĞRAFÇI STEVE

MCCURRY

Türkiye’nin duayen fotoğrafçısı ve efsanesi olan

Ara Güler’in hayata veda etmesi dünyaca ünlü

meslektaşlarını da üzdü. Afgan kızı fotoğrafı ile

bir döneme damgasını vuran ABD’li fotoğrafçı

Steve McCurry'i de Ara Güler’in vefatına çok

üzüldü. Usta fotoğrafçı Ara Güler’in vefatından

dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirdi.

Steve McCurry, 1985’te Pakistan’da bulunan

bir sığınmacı kampında 12 yaşındaki Afgan

kızının fotoğraflarıyla dünya çapınca ünlenmişti.

Steve McCurry vefat eden Güler için

sosyal medyadan duygusal bir mesaj paylaştı.

“Bugün dünyanın en iyi fotoğrafçılarından

birini kaybettik. Ara Güler bugün İstanbul'da

90 yaşında öldü. İyi bir arkadaş, her zaman

cömert ve çabuk yardım etmek için şiirsel

bir gözle harika bir hikaye anlatıcısıydı. İstanbul'dayken

hep bir araya geldik. 2010'daki

son Kodachrome projem için bir gece akşam

yemeğinden sonra bu portreyi yaptım."

NİKOS ECONOMOPOULOS

Magnum’un Yunan fotoğrafçılarından Nikos

Economopoulos, sosyal medya hesabından

paylaştığı Ara Güler fotoğrafının altına şu

notu düştü, “Seni özleyeceğim, arkadaşım”




5 KİLO ARA GÜLER

FOTOĞRAFI

Ara Güler’in hayatını “Foto Muhabiri” isimli kitabında toplayan Nezih

Tavlaş’ın büyük usta ile yaptığı röportaj kitapta geniş şekilde

yer alıyor. Tavlaş’ın bu kitapta da yer alan röportajında Ara Güler,

kendisini kendine özgü renkli cümleleri ile anlatıyor. İşte “Foto Muhabiri”

kitabındaki o röportajda Ara Güler:

Sizinle röportaj yapmaya gönderilseniz

nasıl bir hazırlık yapardınız? Nereden

başlardınız, neleri sorardınız?

Valla ben bir röportaja giderken o adam hakkında

bir sürü şeyi öğrenirim, ondan sonra

giderim. Senin gibi. Çünkü görüyorum bir

sürü adam benimle röportaja geliyor ve benim

hakkımda hiçbir şey bilmeden. Ben de öyle

fazla fiyakaya düşkün bir adam olmadığım

için bir şey de anlatmıyorum millete, böylelikle

de her şey yarım kalıyor. Sen sistematik

çalışıyorsun. Seninkini ciddiye aldım, sana

verdiğim dokümantasyonu kimseye vermedim.

Bir de benim röportaja gitmem hikâyesi vardır.

Benim röportaja gitmem korkunç zordur.

Mesela bir foto muhabirinin bir yere gitmesi

demek en azından yanına 400-500 rulo film

alması lazım. Kaç para tutar? Yani çıkmadan

röportaja 10 bin dolar masrafın olur, tayyare

biletleri filan falan daha ortada bir şey yok.

Hâlbuki bir yazarın röportaja gitmesi gayet

kolaydır; elini cebine sokar biner gider.

o zaman resmini çekerim senin, aksi halde

kaydıma geçmezsin benim ya!

Yani sizin şu meşhur çantanın bir dili

olsa...

O çanta deridir bütün dünyayı gezdi. İçinde

bölümler vardır. Makineler birbirini çizmesin

diye de güderi koyuyorum.

O kadar yer gezmişsiniz, kalma olanağı

da olmuş ama buralardan hiç kopmamışsınız.

Niye kopayım. Ulan burası benim memleketim

anladın mı, ötekiler dönek. Burayı benimsemiyor

ki. Aman burada oturulur mu, geri

kalmış memleket, halt yemişsin! Neyin üstünde

oturduğunu bilmeyenler bunlar, bir gün merak

edip de Topkapı Sarayı’na bakmış mıdır?

İnsanlar nerede doğduysa, oranın adamıdır.

Ben Şark'ın adamıyım. Bunu hissediyorum.

Şark'a gittiğim zaman, o tarafların insanında

bir şeyler buluyorum.

Yani değer taşımak zorunda...

Tabi ki yoksa niye gideyim? Şimdi bazıları

‘Benim resmimi çeksene’, niye çekeyim ki ben

senin resmini, Foto Sabah değilim ki ben. Ha

çok istiyorsan git bir adam öldür, katil olursun,

5 Kilo Ara Güler Fotoğrafı

11


“Hindistan en iyi fotoğraf

veren en zor yer.”

Dünyada çalıştığınız en zor yer neresiydi?

En zor memleket Hindistan’dır. Hindistan’a

giderken burnundan getirirler.

Peki en iyi fotoğraf veren yer?

Yine Hindistan. Oradan etkilenmemek mümkün

değil. Dinleri başta olmak üzere, insanların

yaşamında kurulan ve bozulan kompozisyonlar

o kadar caziptir ki... Çünkü nüfus çoktur, etraf

insan kaynıyor. Biri bir şey yakar, diğeri koşar,

öbür yanda başka bir şey -acayip bir kargaşa

ve hareketlilik var. Bir kalabalık, bir kalabalık;

kimse neyin ne olduğunu anlamaz. Yani kimin

eli kimin cebinde belli değil. Nereye bakıp

fotoğraf çekeceğini şaşırırsın.

“Afrodisias'ı ben buldum.”

Gazeteci olarak yaptığınız en iyi iş

hangisi?

Ben gazetecilik hayatım boyunca çok önemli

üç iş yaptığıma inanıyorum. Bunlarla insanlık

tarihine hizmet ettiğimi sanıyorum. Nuh’un

Gemisi, Nemrut Dağı, Afrodisias... Bunlar

benim en mühim röportajlarım.

Gazetelerin fotoğraf kullanımını, seçimini

nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdi picture editor (fotoğraf editörü) diye

adamlar koymuşlar. Bunlar hiçbir zaman fotoğraftan

anlamayan adamlardan seçilir. Sonra

bizim gazetelerde yazarlar mühimdir, nedense!

Hâlbuki benim için hiç de öyle değildir. İsterse

kızsınlar, ne yapayım. Mesela Vietnam’da mı

Kamboçya’da mı ne 98 foto muhabiri ölürken 2

tane muhabir ölmüştür. Ölüme koşar herifler

ama kıymeti de yoktur.

Herhangi bir fotoğrafınız sansüre uğradı

mı? Çekip de bazı kaygılar yüzünden

paylaşmadığınız...

Kim? Öyle bir cesaret var mı abi!

Size ilk defa portre çek diyen kimdi?

Yok yahu, ben düşündüm. Niye bu kadar adamı

çekiyoruz? Yok Adnan Menderes tayyareden

inerken, yok efendim bilmem kim bilmem ne


toplantısında, bunlar o kadar mühim adamlar

değil ki. Bunlar bugün var yarın yok. Hâlbuki

bir Picasso bütün dünya medeniyeti için

her zaman var olacaktır, bir Chagall böyle

olacaktır, bir Salvador Dali her zaman var

olacaktır. Dünyada iki tertip adam yaşıyor;

geçici meşhurlar daimi meşhurlar anladın mı?

Ben daimi meşhurları tercih ederim, onlardan

beş bin kere de daha mühimdir bu herifler.

Bir politikacı kimdir?

En zorlandığınız portre kiminkiydi?

En zorlandığım portre, o Amerikalıları çekerken

Kenneth Galbraith’ti. İktisatçı, meşhur

MIT profesörü. Gittim röportaj yaptım, çok

dağınık adam. 2,5 metre boyunda, böyle bir

durdu, diyemiyorsun, ters yerde de durdu çok

zorlandım. Mesela Chagall’da çok zorlandım.

Chagall beni bir evde kabul etti duvarda bir

tek resim yok, düşün. Dünyanın en büyük ressamlarından

birinin evine gidiyorsun; duvarda

bir tek resim yok. Bırak resmi çivi izi yok abi.

Bembeyaz duvarlar, bir tane saksı var, başka

da bir şey yok. Ne yapayım, evden dışarı çıktık

merdivenlerde çektim adamı, gösterdim sana.

Sizin de evinizin duvarlarında hiç fotoğraf

yok...

Duvara asılır mı fotoğraf, önemli bir şey değildir

duvara asılacak kadar.

Henri Cartier Bresson ile karşılaştırdığında

kendinizde eksik ya da fazla

bulduğunuz birşey var mı?

Sen öyle birini söylüyorsun ki, bu aşağı yukarı

bizim idolümüz olmuştur.

“Fotoğraf duvara asılır mı?”

Onun için soruyorum zaten.

Tabii şimdi hepimiz onun yolunda devam

ediyoruz. Cartier Bresson ölmeyecektir çünkü

bizler varız. Eskiden Cartier Bresson bir

taneydi, şimdi 80 tane Cartier Bresson var.

100 tane, belki 1000 tane.

Bunun da Türkiye’deki temsilcisi sizsiniz..

Benim de, başkaları da vardır; Cartier Bresson’u

bir ben bilmiyorum. Dostuydum ben Cartier

Bresson’un, ötekiler biraz çekinirlerdi ondan.


“Fotoğrafın askeriyim”

İlk başlarda tiyatro, sinema, yazarlık

hepsini denemişsiniz niçin son olarak

foto muhabirliğini seçtiniz?

Herhalde enayiyim de ondan. Daha kolaydır

da ondan. Ötekiler çok şey istiyor, daha zordur.

Ressam olunca düşünsene sen; bir adamın

yüzünü çizeceksin elli saat renk ayıracaksın

yok bilmem ne! Bas düğmeye, çek makineye

bitsin gitsin.

O kadar da kolaylamayın yaptığınız işi...

Ne yapayım ben de onların fotoğrafın askeriyim,

esiriyim.

Arşivinizde kaç tane dia var biliyor

musunuz?

Vallahi çoktur. Sayısını bilmem ki. 800 bin 1

milyon belki de. Ama arşivim düzenlidir. Yıllara,

mekânlara, kişilere göre düzenlenmiştir.

Bazen öyle fotoğraflarımı bulurum ki ben bile

çektiğimi hatırlamam. Çoktur fotoğraf çok,

sürekli çekmişimdir. Hala çekiyorum.

lk başlarda dijital fotoğraf çıktığında

bir karşı duruşunuz vardı sonra bu biraz

yumuşadı.

Canım bu normal şeydir. Mesela alışmışsındır

da şu ayakkabıya alırsın yeni bir ayakkabı

ayağına vurur, bu ona benziyor. En evvela ters

gittim ters de gitmedim aslında...

Yok bayağı ciddi ciddi giydirmişsiniz..

Giydirmişimdir ama sonradan düşündüm

ki niye, bir evolüsyon teknik evolüsyon muhakkak

olacak. Düşünsene bir film en çok

12 senede renklerini kaybediyor hepsi ciğer

gibi kıpkırmızı oluyor. Hâlbuki dijital kayda

geçerse hiçbir zaman kaybolmuyor renkler

aynı kalıyor. Şimdi hangisi tarih için daha

önemlidir? Çünkü gerek fotoğraf makineleri,

gerek edebiyat, gerek resim bütün dünyadaki

sanatların esas vazifesi yaşadığı devri ressamlar

resimle, fotoğrafçılar fotoğrafla, müzisyenler

o zaman şarkılarıyla geçerler. Bir ileriki nesile

sanatla geçiliyor. Mesela sen Hititleri nereden

tanıyorsun mimariden dolayı tanıyorsun. Niye

bir tane Osmanlı evi bulamazsın 14. asırdan

İstanbul’da, çünkü tahtadandır. Tahtanın

dayanmaması gibi filmler de bitiyor hâlbuki

dijitalde bitmeyecek. Tarihe daha sağlam

materyal bırakmış olacağız.


Dijitalde onun üzerinde oynanabileceğinden

manüpile edilebileceğinden mi

endişe ettiniz?

Tabi tabii orada yalan fotoğraf da doğdu dolayısıyla.

İstediğin yeri oraya götürüyorsun

hâlbuki hakikat öyle değildir.

Peki, sizin döneminizde bu işleri karanlık

odada da yapanlar yok muydu?

Onları ben zaten fotoğrafçı saymıyordum ki;

onlar mikroplarıdır fotoğrafın.

Photoshop hakkında ne düşünüyorsunuz?

Photoshop iyidir, fotoğrafı düzeltmeye yarar;

üstündeki lekeleri mekeleri kaldırıyorsun. O

kadarı iyidir ama o kadarıyla kalsa herifler

seni alıyor, New York’ta yürüyorsun gösteriyor.

Eskiden Daguerreotype vardı ondan sonra

plak filme çekilmeye başlandı. Bunun gibi

bir evolüsyondur. Kimyasallarla yapılan şey

şimdi elektronik oluyor.

“Kayıt makinesidir.”

Fotoğraf çekerken makinenin markası

ve kalitesinin katkısı ne kadardır?

Şimdi makinenin mühim bir şey olduğunu

zannetmiyorum. Tabii iyi olursa sana daha

kolay olur, sana kolaylık sağlar ama unutma

ki bir kayıt makinesidir nihayetinde sadece.

Peki, o fotoğrafı seçerken Ara Güler'in

aradığı, "olmazsa olmaz" ne? İlk neyine

bakıyorsunuz çektiğiniz karenin?

Şimdi bak, resimden bir tane çekmiyorsun

ki, hepsi birbirine benziyor. Bir tanesi kompozisyonu

tam gelmiş, denk düşer kıvamı

yerinde, ne kadar kıvamı yerindedir daha

iyisi de olabilir. En iyisi de budur dersin. Ama

seçtiğin resmi koyarsın lighting table’da (ışıklı

masa) seçmişsindir, diğerlerini reject edersin

(atarsın) kutuya. Ondan sonra başka bir şey

gelir, bir röportaj için 200-300 kare seçmek

lazımdır. Uzun nefesli röportajlardan bahsediyorum

sana, küçük gazete röportajından

bahsetmiyorum. Yan yana gelince çoğu resme

de lüzum kalmaz aslında, onu da atarsın.

Aslında bunun en büyük üstadı bizim Jimmy

Fox diye Magnum’da editörümüzdür, o bu

işi korkunç bilir. O nasıl bir elin duruşunu,

bilmem nesini hepsini hesap eder ve gayet de


alışıktır. Bunların adına picture editor denilir.

Bizde adamı alıyor picture editor diye koyuyor,

adam hayatında 4 tane resim görmüştür. Boş

ver kitap görmemiştir. Bilmeden birini seçer ve

o da başkaları için mühim sayılır, işte böyle...

“Picasso yaratılabilir mi?”

En çok eleştirildiğiniz konu kimseyi yetiştirmemeniz.

Niçin yanınıza gençleri

alıp deneyimlerini paylaşmaya, onları

foto muhabirliği mesleğine kazandırmaya

yönelik bir çabanız olmadı?

Yahu öğrenilmez bu foto muhabirliği. Ben

seni ressam yapabilir miyim ya? Bir Picasso

yaratılabilir mi?

Elinden tuttuğunuz, mesleği öğrettiğiniz

kimler var?

Var, birkaç kişi var.

Gençleri nasıl buluyorsunuz?

Şimdiki gençlere bakıyorum da, üç gün sonra

her şeyi biliyorum zannediyorlar... Oysa ben

bu etaba gelinceye kadar, film stüdyolarında

her türlü işi yaptım. A'sından başlayacaksın

yapacağın işe. Fotoğrafçılar da öyle. Eline bir

makine alan adam, 3 rulo film çekiyor, ertesi

gün sergi açıyor. Böyle şey olmaz.

Bir de gençlere “Fotoğrafçılık bir virüstür,

uzak durun” tavsiyesinde bulunmuşsunuz

zamanında.

Tabi, hastalık gibi bir şey, kanser. Hastalıktır

kurtulamaz, sonra insan ızdırap çeker.

Peki, fotoğraf için olması gereken alt

birikim ne?

Kültürdür dediğim gibi. Ama kültür nedir;

adamın yaşama sistemi yok ki. Mesela, hayatın

tadını almak, hayatta her şeyi yapmak

ondan da bir mana çıkarmaktır. Kitap okumak,

sinemaya gitmek, bütün bunlar oluyor da

bunların birikimi senin kafanda ne bırakıyor.

Çünkü sen aslında bir şeyi görüyorsun mesela

şuradan bir şey geçiyor yok bilmem ne filan,

eğer sen kompozisyon bulmazsan kati surette

kompozisyon yapamayacaksın. Kompozisyon

uygun olacak. O kompozisyon nereden uygun

olacak; resim görmüş olacaksın, kompozisyon

bileceksin falan filan. Deklanşöre bastın, onu

artık kayda geçirdiğin andır. Sende resim

kafanda hazırdır sen onu kaydetmek için

deklanşöre basarsın. Şimdi fotoğraf makinesi

orada devreye giriyor ki; hiç bir şey demek

değildir. Ben sana en iyi daktiloyu alsam en

güzel romanı mı yazacaksın, değil mi? O zaman

Mösyö Kodak en büyük fotoğrafçı olurdu

dünyada. Olmadı işte, en büyük fotoğrafçı

Eugene Smith’tir, Cartier Bresson’dur ama

Mösyö Kodak değildir, Mösyö Ilford değildir.


“Gazetecilikten para

kazanılsa ben kazanırdım.”

Dışardan baktığınızda kendinizi nasıl

görüyorsunuz? İnsanlarda genelde aksi

huysuz bir insan gibi bir izlenim var,

nereden kaynaklanıyor bu sizce?

Ulan enayiliğe kızıyorum da ondan. Enayi

bir şey soruyor, ben de azarlıyorum o zaman

o adam için aksi olmuş oluyorum anladın mı?

Gazetecilikten para kazanabildiniz mi?

Şimdi sen buradan gitmeden önce plan

yapıyorsun. Pakistan’a gideceğim, oradan

Afganistan’a, oradan Nepal’e Tayland falan

filan. Daha Galatasaray Tosbağa Sokak’tasın,

ödediğin film parası yola çıkmadan 10 bin 20

bin lira tutuyor. Daha gitmedin bir yere. Nasıl

gideceksin? Ben zaten hiçbir zaman para kazanmadım

ki. Gazetenin vereceği 2 bin dolar

ben harcıyorum 5 bin dolar, sadece filmler

için. Artı otel paraları, yemek paraları, seyahat

masrafları bir de çektiğin eziyet. Bir freelance

(serbest) gazeteci hiçbir zaman para kazanmaz

abi. Kazansa ben kazanırdım diyorum sana.

Zaten parayla pek aranız yok gibi.

Fotoğraflarınız 700 bin dolara satılmış

ama 5 kuruş istememişsiniz.

Koç’un gelini Caroline Koç arkadaşımdır.

Bunların bir cemiyeti var, Türkiye Aile Sağlığı

ve Planlaması Vakfı, para topluyorlar fakir

fukaralara falan filan. Geldi bana kahveye

oturduk ‘Abi bana yardım et. Bana resimlerini

ver, ben onları satacağım vakfa gelir olsun’. Kaç

tane resim vereyim? ‘15 tane ver’. Verdik gitti.

Şimdi bunlar açık müzayede yapıyorlar Koç

Müzesi’nde, bütün milyonerleri çağırmışlar;

beni de çağırdılar. Giriş oraya 250 dolar adam

başına. Ben gidemedim çünkü bizim Antalya’da

İmza Günü’müz var. Zaten ben sıkılırım öyle

şeylerden, öylelikle kurtulduk. Rafi Portakal

koymuş 15 tane Ara Güler resmini başka hiçbir

şey satılmıyor. O kadar adam toplanıyor Ara

Güler’in resimlerini satın almak için. Birinci

fotoğraf en ucuz satılan, kaç para biliyor musun?

40 bin YTL. Lombozdan verilen mektup

resmi 85 bin YTL’ye satıldı. Ama sonradan

bir gün Apple laptop lazım oldu, mümessili

Koç’muş gönderdiler, o kadar işte.

Kimlerden kazık yediniz hayatınızda?

Hiç düşünmedim, böyle bir şey aklıma gelirse

söylerim. Gazete patronlarının hepsi aynı

haltın soyudur. Mesela Şevket Rado’dan kazık

yemişimdir. Patronum olacak o heriften anladın

mı. Az paralara çalıştırmışlardır çünkü

paraya ihtiyacı olmayan heriflerdik; zengin

çocukları gazeteciliğe merak sarmışız diye

istismar etmişlerdir bizi.

Bütün bu bayıltıcı soruları Ara Güler’i

tanımaları için soruyorum; kendinizde

olmasaydı iyi olurdu dediğiniz bir

huyunuz var mı?

Çabuk patlarım ben ve ana avrat giderim,

anladın mı.


Ne durumlarda?

E işte b.. herifin biriyim ben aslında.

Estağfurullah, hiç öyle bir şey yok...

Gazete okuyor musunuz?

Gazete her sabah okurum. Bütün gazeteleri

ölüm ilanlarına kadar okurum ben. Ama yine

ilgilenilen şeyler vardı, mesela iktisadi enayi

haberleri okumam; kriz geldi kriz gitti, krize

yok bilmem ne dedi; ne halt derse desin!

“İyi makine ile fotoğrafçı

olunmuyor.”

İlla Leica olmak zorunda mı?

Önemli olan makine değil, arkasındaki adamdır.

İyi fotoğrafçı dikiş makinesiyle de resim çeker.

İyi bir makineyle iyi fotoğrafçı olunmuyor,

yani en iyi daktiloyu aldın diye büyük yazar

olamazsın.

Peki bunların arasında en azından gönlünüz

‘Bu bence en iyisi’ demiyor mu?

Hepsini seviyorum aslında. Hepsinin bir

manası var.

Çocuklarınız gibi görüyorsunuz..

Çocuklarım gibi. Yani aslında 5 bin resimle

hiçbir fotoğrafçı kalmaz abicim. Guy de Maupassant

480 tane hikâye yazmıştır. Çünkü

fakirdi, hiç durmadan gazeteye yazmasa aç

kalıyordu. Onun için her gün yazı yazıyordu,

her gün hikâye yazıyordu, bu parayla geçiniyordu.

Şimdi Guy de Maupassant’ın bütün

yazdıkları mühim midir? En iyi bilsen 10

tane bilirsin. Ben de Yaşar Kemal’e diyorum

o kadar yırtınma, kala kala 2 tane romanla

kalırsın dünyada.

Leica’nın 24x36’sı niçin en ideal boy?

Abi nasıl bulmuşlarsa bulmuşlar. Perfect (kusursuz)

bir size’(ölçü )dır.


Çok mu dengeli?

Çok iyi bir buluş yani. Çok daha şey anlatabiliyorsun

onunla. Daha Rolleiflex’te kalmış

adam fotoğraf çekemedi demektir. Mesela

6x9 da iyi bir formattır. Eskilerin kullandığı

makinelerde, mesela, bak o 6x9 Linof’dur.

“Foto muhabiri Ara Güler”

Şimdi geliyorum en tartışılan mevzumuza;

Siz fotoğrafı sanat olarak görmüyorsunuz...

Görmüyorum değil görmeyi istiyorum da,

değil. Ne yaparsan da olmuyor.

Sanatın yalandan doğduğuna, yalan

söylediğine, dünyayı tahrif ederek sunduğuna

inanıyorsunuz.

Ama bunu ben söylemiyorum.

Oscar Wilde söylüyor The Decay of Lying’te

(Yalanın Çöküşü) sanatın yalansız yapamayacağını...

Bir rejisörün halini düşünsene. Benimle rejisör

arasındaki fark; ben etrafı gezerim, güzel

kompozisyonlar görürüm, şu adam şuraya

geçse diye beklerim. Tak çekerim realiteyi

getirir sana gösteririm. Bu fotoğraftır. Bitti mi?

Gelelim sinemacıya, kovboy filmi bu adam

bunu vuracak nasıl vursun? Tren gelir, bir

adam attan iner tak çeker vurur. Bir rejisör bu

sahneyi kurgu olarak yapar. Oynayan artist,

lokomotif yalan, hepsi yalan ne de adam ölür

fakat sen onu öyle görürsün. Her gece Hamlet

ölüyor dinine yandığımın kaç tane Hamlet

vardır ya! Sanat hakikaten yalandan doğar.

Picasso’nun hangi resmi doğrudur; kıçı bu

kadar olan kadınla, kafasız adam mı doğrudur.

Bürodaki telesekreter bandında ‘Burası

foto muhabiri Ara Güler'in basın telefonu’

diyorsunuz.

Çünkü ben foto muhabiriyim. Ben kendimi

fotoğraf sanatçısı değil, foto muhabiri saydığımdan.

Bursa’ya gittiğimizde siz “Ben foto muhabiriyim”

deyince jürideki kadıncağız

“Aman efendim estağfurullah” demişti.

Aslında haklı. Foto muhabirliğini kötü bir

şey zannediyor.


“Foto muhabiriyim

fotoğrafçı değilim”

Siz kendinizi foto muhabiri olarak görüyorsunuz.

Elbette. Ben foto muhabiriyim, fotoğrafçı

değilim; kati surette sanatçı da değilim. Ben

gördüğümü çekerim. Sanat yapmam. Çok

doğal olarak, gördüğümü insanlara iletirim.

Bunun adı foto muhabirliğidir.

Foto muhabiriyle fotoğrafçıyı ayıran ne?

Fotoğrafçıyla foto muhabiri çok farklıdır. Bak

abi foto muhabiri, bomba patladığı zaman bombaya

doğru giden adamdır. Hâlbuki fotoğrafçı

bombadan kaçar gider, karısının yanına kaçar;

ötekisi ölüme kaçar, kendisini tehlikeye atan

adamdır, aradaki fark budur. Fotoğrafçı yoktur;

benim için yalnızca foto muhabiri vardır. Foto

muhabiri tarihi makinesiyle yazan adamdır.

Bazıları kendine foto muhabiri diyor. Foto

muhabirliği başka bir şeydir. Foto muhabiri

gazeteci olan adamdan olur.

Foto muhabirine görev yüklüyorsunuz.

Tabii ki, bir foto muhabirinin işlevi yalnızca

olayların gidişini izlemek değil, devrinin

yaşamını, sanatını, gelenek ve göreneklerini,

insanların nelerle uğraştıklarını, sevinçlerini

üzüntülerini gelecek çağlara aktarmaktır.

Siz hayatınız boyunca hep bomba

patladığında oraya doğru koşan adam

oldunuz.

Evet öyleydim ama herkes o tarafı bilmez beni

nereden tanır bilir misin? Fotoğraflarımdan

tanır. Çünkü öyle fotoğraf sanatçısı, fotoğrafçı,

ne sanatçısı be! Sanatçı dediğin Beethoven’dır,

Mozart’tır. Mesela Sirkeci olayı, bomba patladı

ben nereye gittim abi? Bombanın patladığı yere

gittim. Orada resim çektim, gazetelerde çıktı.

Yanımda yazar vardı, Cumhuriyet’in Yazı İşleri

Müdürü ‘Aman abi ben kan göremem’ filan

dedi gelmedi mesela. Yazarla foto muhabiri

arasındaki fark budur.

Bu sizin tercihiniz olduğu için saygı

duyuyorum ama elinde fotoğraf makinesi

olan herkes foto muhabiri olmak

zorunda mı?

Yoo. Kaçsın tabii, hayatını kurtarsın, enayi mi?

Biz enayiyiz! Kaçsın gitsin sevgilisini öpsün

köşe başında...

“Türk foto muhabiri kaçmaz.”

Foto muhabirliği erkek mesleği olarak

mı görülüyor?

Esasında gazeteciliğin bir koludur bana sorarsan.

Şimdi bir kadın gazeteci bir harbe

gidemiyor, gitse bile ölür. Bilmem ne kadar


koşamaz, sütre arkasına gizlenmesini bilemez,

yaralanır, ölür.

Yani zaten onu göndermezler. Zaten bekârları

gönderirler harbe, çünkü evli adamları gönderirler

de ölürse, tazminatı fazla olur.

Türk foto muhabiri ile yabancı foto

muhabiri arasındaki temel fark nedir

sizce?

Eğitim farkı vardır uçurumlar gibi. Ama de ki

bir olay var; Dolmabahçe Sarayı’nda bilmem

ne. Şimdi yazı işleri müdürü vazife verir, foto

muhabirlerine der ki ‘Gidin orada bilmem

neyi çekin’ İngiliz foto muhabiri gider Topkapı

Sarayı ya da Buckingham Sarayı’na, tabii o

giyinmiştir miyinmiştir neyse. Kapıdaki adam

der ki; ‘Yasak, yok gazetecileri içeri almıyoruz‘.

Bir İngiliz inanır mademki öyle istemişler der,

vazgeçer ve gazeteye geri döner ve gazetede

resim çıkmaz. Ama kazaen bir Türk foto muhabirini

bir yere gönderirsen, o muhakkak ne

yerse yer, gider onu çeker. Kapıdan kovarsan

camdan girer. Çünkü vazife verilmiştir, o

Türk’tür kaçmaz. Türk muhabirleri kalitesiz

olmakla beraber yırtıcıdır, inatçıdır ve yapar

abi. Camdan girer yine de çeker, bulanık çeker

ama çeker getirir. Bir resim getirir, fenadır ama

hiç zararı yok; ama ötekisi? Hiç getirmemekten

iyidir abi. Onun için daha iyi gazetecidir Türk

gazetecisi, gider ölür de sonra.


İzin konusuna girmişken, fotoğraf çekerken

izin alınmalı mı?

İzin yok oğlum. Esasında bir fotoğrafçı kimseden

de izin almaz, sonra da döver, bağırır

çağırır, üzerine yürür. Cartier Bresson ya da

Eugene Smith gibi bir fotoğrafçı bir anı çekiyorsa,

izin alırsa an bozulur. Şimdi iki kişi

oyun oynuyor onu çekeceksin; ‘Müsaade eder

misiniz oyun oynarken?’ dersen hiç oynamaz

yahut da sahte oynar, doğallığı kaybolur.

Böyle bir kanun çıkardılar şimdi Birleşmiş

Milletler’de dört tane salak avukat bozuntusu

karar alıyor, insan haklarına bilmem ne. E o

zaman dünyanın en büyük fotoğrafçısı Cartier

Bresson’un çektiği bütün resimler habersizdir.

O zaman biz insansız bir dünya mı çekeceğiz?

Herkesten izin alarak resim mi çekilirmiş be!

İki tane salak avukat bunu Birleşmiş Milletler’e

kabul ettirmiş diye buna boyun mu eğecek foto

muhabirleri? Bunlar avukatlıktan vazgeçsinler,

foto muhabirleri daha mühimdir.

“İnsansız fotoğraf olmaz.”

İyi bir foto muhabiri olmak için ne lazım?

Alet edevat olarak sormuyorum.

Bir kere görmesini bilmek lazım. Görecek,

anlayacak, değerlendirecek, ‘Hadi bunun

resmini çekeyim’ diyecek ve ondan sonra da

çekecek. Bir fotoğrafın asılması sadece düğmeye

basılan bir olay değildir ki. Ama bunları kim

bilir zannediyorsun ki yaşadığımız insanlar

içinde? Konuş da bak.


Bütün fotoğraflarınızda en önemli unsur

insan...

Tabii insan! İnsansız bir şey olmaz. İnsanları

sevmeyen insan, fotoğrafçı olamaz. Çünkü

harbe giden bir adam niçin harbe gider de

resim çeker? Diğer insanlara ‘Böyle bir felaket

var bunların peşine düşmeyin, ben sizi

seviyorum sayın insanlık, lütfen bu duruma

gelmeyin. Ben hayatımı sizin için tehlikeye

koyuyorum, yaralanıyorum, ölüyorum. Siz

bu fotoğrafa bakarak artık bunu yapmayın

bir daha’ diye foto muhabiri ölür.

İlk başlarda sizin fotoğraf zihniyetinizde

hep bu insan unsuru var mıydı?

Tabii. İnsansız bir şey yok ki. Dünyada bir

tayyare insan için yapılır, bir yol insan için

yapılır. Bir arabanın tekeri insanı bir yere

götürmek üzere döner. Bütün her şey insanlar

içindir. Yani bir mabet, bir cami neden yapılır;

insanlar için yapılır.

“Ben ve fotoğraflarım biraz romantiğiz”

demişsiniz.

Şimdi benim fotoğraflarıma ne ad verilir diye

düşünürsen; romantik realist falan filan olabilirim

değil mi? Bir de gerçekçiliğe romantizm

katıyorsam sosyal romantik bunun gibi bir şey...

Fotoğrafı değerli kılan şey ne? Yani bir

fotoğraf ne yapınca diğerlerinden daha

iyi oluyor? Netlik mi mesela?

Hayır, teknik olaylar değil. Seni alıp da bir

fotoğraf bir yere götürüyor mu? Sen niye bir

Thomas Mann romanı okuyorsun? Sen niye

bir Picasso tablosuna bakıyorsun?

Onun gibi bakacaksın fotoğrafa. Sanat dediğim

fotoğraftan söz ediyorum, röportaj fotoğrafı

değil. Seni bir başka dünyaya götürüyor da sana

bir tat veriyor mu? Sana bir düşünce açıyor

mu? Sana ufukta bir yere bakmayı öğretiyor

mu? İşte o fotoğraftır; ondan konuşuyorum.

Sana bir şey katar. Net met filan küçük olaylar,

belki de bulanıktır.

“İyi bir fotoğraf bir şeyler söylemeli”

diyorsunuz. Bir sürü insan kendince bir

şeyler söyleyen kareler çekiyor...

Çektikleri fotoğrafın bir şey söylediğini zannediyorlar.

Kendisi biliyor, kendisi bir mana

vermiş ona. Kendi zannediyor ki herkes anlıyor.

Bunların çoğu aslında yaşar da, hani bunlar

kuyudan su mu çekiyor fotoğraf mı çekiyor

belli değildir. Belki de ızdırap çekiyordur.

“Fatih Sultan Mehmet'i

çekmek isterdim.”

İnsanlık tarihinde en çok hangi dönemi

fotoğraflamak isterdiniz?

Ben onu kaç kere düşündüm hangi asırda

fotoğrafçı olsam iyi olurdu ve o fotoğrafçı

da yalnız ben olsaydım. Mesela Fatih Sultan

Mehmet devrinde olmak isterdim, Kanuni

devrinde olmak isterdim. Mesela düşünsene

İsa ile aynı devirde yaşıyorsun ve İsa’nın resimlerini

çekiyorsun. Daha büyük şey olur mu ya!


UNESCO’nun diplomatlık teklifini niye

kabul etmediniz?

Beni almak istediler, formlarını da doldurdum.

Yani neredeyse diplomat oluyordum,

UNESCO'ya girecektim ama o sırada Perihan'la

evlendiğim için kabul etmedim.

Niye çocuk yapmadınız?

Vallahi neden bilmiyorum ki yapmadım.

İster miydiniz peki?

Olsaydı iyi olurdu. Şimdi meydana çıkıyor;

çocuk olsa miras bırakacak bir halt olurdu.

Şimdi ne yapacak belki de o mirası bütün fotoğrafları

kiloyla satacaktı. Düşünsene 5 kilo

Ara Güler fotoğrafı, terazide tartıyor.

“Benim umrumda değil.”

Sizin çektiklerinizin yüzde kaçını görmüştür

insanlar?

Yüzde birini bile görmemiştir.

Hakkınızda yazılan tezlerde akademisyenlerin

sizi bir kalıba oturtamadıkları

görülüyor ama fotoğrafa yaklaşımınız

bunu sanat olarak icra eden sanatçı

kardeşlerimizi pek de memnun etmiyor.

Onlar da istiyorlar ki siz de onlarla

aynı dili konuşun ama sizin böyle bir

kalıbınız yok.

Kardeşim ben kendim için yaşıyorum, kendim

için dünyaya bakıyorum, kendim için

resim çekiyorum; bunlar insanlara faydalı

olursa o kadar iyidir. İyi teşekkür ederiz de

ben fotoğrafı kendim için çekiyorum. Bir de

gazetecilik olarak çekiyorum. Elin bilmem nesi

bakacak da bilmem ne diyecek diye, benim

umurumda değil.

Fotoğrafta sizce kişisel üslup olur mu?

Tabii ki, üslup zaten kişiseldir be.

“Angarya ama hoşuma gider.”

Légion d’Honneur, Cumhurbaşkanlığı

Kültür Sanat Büyük Ödülü gibi ödülleri

aldığınızda ne hissettiniz?

Hiçbir şey hissetmedim. Nasıl olsa bir sürü

ödül alıyordum. Yalnız Cumhurbaşkanlığı ile

Légion d’Honneur, biraz zor alınan ödül olduğu

için tabi heyecanlanmadım da yani hoşuma

gitti. Çünkü Légion d’Honneur gâvurun bana

verdiği şeydir. Ama benimkinin bana vermesi

çok daha mühimdir benim için. Cumhurbaşkanlığı

ödülü Légion d’Honneur’den daha

önemlidir benim için, benim milletimin beni

takdir etmesi mühimdir, yoksa elin gâvuru

vermiş ne olacak.

Size gösterilen ilgiden rahatsız mısınız?

İmza istediklerinde, birlikte fotoğraf

çektirdiklerinde...

Hem hoşuma gider hem angaryadır abi.

Ama kötü bir şey de değil yani.

Kötü bir şey de değil. Hani belki öyle birkaç

gün kimse gelmezse de kızarım.


“Adresim burası.”

Sizinle iletişim kurmak isteyenler ne

yapmalı?

(Şişli Ermeni Mezarlığı’nın yanından geçerken)

Bak gelecekteki adresimi öğren. Aile kabristanımız

burada, 25 sene sonra burada randevu

veririm, istersen gel.

Hepimiz orada buluşacağız sonuçta.

Ama bizimki Ermeni Mezarlığı.

Ya sonuçta siz o kapıdan gireceksiniz biz

başka kapıdan, aynı yerde buluşacağız...



O BİR DÜNYA İNSANIYDI

COŞKUN ARAL ARA GÜLER'İ ANLATTI

Bugün Ara Güler Sokağı olarak tanımladığımız

Tosbağa Sokağı’nda, Güler

Apartmanı’nın çatı katındaki ofisin

telefonu çaldığında telesekretere kaydedilmiş

capcanlı bir ses duyardınız; “Merhaba, ben

fotomuhabiri Ara Güler”...

Son birkaç yıldır, sağlık sorunları nedeniyle

buluşamadığımız o mekan yerine, aşağıda

zemin kattaki Ara Cafe’de otururduk. Gelen

gideni eksik olmazdı Ara Usta’nın. Hayatı

boyunca yaptığı işin foto muhabirliği olduğunu

ve dünyanın en önemli işlerinden biri

olduğunu söylerdi.

Ekim ayında sonsuzluğa uğurladığımız Ara

Güler, iki kıtaya yayılmış İstanbul’u objektifiyle

ölümsüzleştirdi ve bir dönemin görsel belleğini

kayda geçirdi. “İstanbul’un Gözü” olarak

adlandırılmasının sebebi, bugün kırıntılarını

bulabildiğimiz eski İstanbul'u gözlerimizin

önüne sermesidir.

Yüzlerce ödül, nişan ve takdir dışında, Ara Güler’i

anlatmak için bir cümle yeterli olabilir. O

bir dünya insanıydı. Herkese göz seviyesinden

bakar, samimiyeti ve sıcaklığıyla insanları etkilemeyi

başarırdı. Öyle ki, fotoğraf çektirmeyen

Picasso’nun bile onlarca fotoğrafını çekmiş ve

Picasso da ona özel bir çizim yapmıştı. Foto

muhabirliği mesleğine duyduğu saygı ve işine

verdiği önem; genç kuşaklara da örnek teşkil

etti. Bugün onu örnek alan genç kuşak foto

muhabirlerimiz de dünyada birçok ödüllere

layık görülüyor, çektikleri fotoğraflarla adlarından

söz ediliyor. Ara Güler'in, genç foto

muhabirlerinin mesleklerine olan saygısını

ve başarılarını gördüğü için çok mutluyum.

Bugün fotoğrafa verilen önem arttıysa, bunda

Ara Güler’in emeği çoktur. Geçmişte hep

yakınırdı. Gazetelere ve dergilere verdiği

diaları kullanan çalışanların, dialarına zarar

verdiğinden bahseder dururdu. Makasla

kesilen, bantlanan dialar, geri geldiğinde

kullanılamaz hale gelmiş olurdu. Bu nedenle

bir uyarı hazırlamıştı :

O Bir Dünya İnsanıydı

27


“Dikkat! Elinizdekiler birer Ara Güler fotoğrafıdır.”

Bu fotoğrafların yanına çay, kahve, gazoz

ve meşrubatla yaklaşılmaz. Yanında yemek

yenmez. Fotoğraflar ıslak veya sıcak yere konulamaz.

Üzerine öksürülemez, ıslak ve pis

ellerle tutulamaz, yakınında sigara içilemez

ve yüksek sesle konuşulamaz.”

Saygı ile andığımız ustamızın ruhu rahat olsun

çünkü foto muhabirliği mesleği dünyada

gündem belirlemeye devam ediyor.


ARA GÜLER: "FOTO MUHABİRİ

DEKLANŞÖR SESİ İLE YAŞAR"

ERCAN ASLAN ARA GÜLER'İ ANLATTI

Ara Güler gibi 90 yıllık ömrünün büyük bir bölümünü fotoğrafa

adamış, hakkında sayısız röportaj yapılmış, tezler, kitaplar yazılmış

belgeseller çekilmiş, bir fotoğraf efsanesini satırlara sığdırarak anlatmak

ona haksızlık olur.

Dünya çapında bir fotoğraf duayeni ve bilge bir kişi olan Ara Güler’in fotoğraftaki

uzun ve yalnız yolculuğunun son 22 senesinde, onun gibi kendi

dönemini belgelemeye çalışan bir foto muhabiri olarak yakınında olan şanslı

kişilerden biri olduğumu düşünüyorum.

Ara Güler’in yol arkadaşlığı ve Foto Muhabirliği üzerine...

İlk kez 1996 yılında ofisine, dostu Josef Koudelka

ile ilgili bir kitap almak için gitmiştim. O gün

çektirdiğimiz bir fotoğrafımız var o efsane

olduğu Beyoğlu’ndaki ofisinde, elinde sigarası

masasına oturmuş, önünde “ Burası Foto

muhabiri Ara Gülerin ofisi” diye konuşan

telsiz telefonu, Ben de çömez bir Foto muhabiri

olarak gururlu bir şekilde arkasında ayakta

duruyorum, tamda olmak istediğim yerde. O

68 yaşında, ben de 26 yaşındayım.

Bu tanışma başlangıçta işini tutku derecesinde

severek yapan Usta –çırak ilişkisi zemininde

iki foto muhabirinin mesleki dayanışması

şeklinde başladı. Zamanla fotoğraf üzerinden,

İstanbul’u, sohbeti ve sofrayı paylaşan yol arkadaşlığına

evrildi. Ortak sergiler, televizyon,

gazete röportajları ve asistanlıkla taçlanmış yol

arkadaşlığı benim açımdan gurur duyulacak

mesleki deneyimlerdi.

Ara Güler

29


"ABİ, BAK ERCAN GELDİ"

En son görüşmemiz ise ölümünden bir gün

önce idi, yattığı hastanede ziyaretine gitmiştim

yanında dostları vardı. Odasına girdiğimde

yatağında, yastıkları dikleştirilmiş, gözleri kapalı

derin derin nefes alıyordu. Işığın peşinde

koşan adamın yüzüne belki de akşam güneşi

son kez vuruyordu. Asistanı Fatih Aslan :”Ara

abi bak Ercan geldi" dedi. Gözünü şöyle bir

araladı, yorgun dudaklarından bir kelime çıktı.

Sonrada gözlerini tekrar kapattı. Sevdiğiniz

biriyle vedalaşınca gözden kaybolana kadar

arkasından bakarsınız ya öylece uzun uzun

baktım Ustaya.

Daha sonra odaya doktoru girdi konuşmak istedi,

Usta’nın durumu iyi değildi, tepki vermedi.

Türk fotoğrafının 90 yıllık koca çınarı kendisine

verilmiş boş film şeridinin tüm karelerini

doldurmuş, son yolculuğu için vedaya

hazırlanıyordu sanki. Bu hastane odası 22 yıl

sonra onunla son kez göz göze geldiğimiz,

fotoğraflanmamış anımızdı. Bir gün sonrada

kusursuz bir ölümle veda etti bizlere.

çok onun anılarını, fotoğraf ve memleket

meselelerini konuşurduk.

Fotoğraf konusunda egosu çok yüksekti kendinden

başka Fotoğrafçı pek beğenmezdi

desem yalan olmazdı. 'Ben her şeyi çektim,

şimdikiler eziyet çekiyor' derdi.

Magnum Ajansı’nın Şef Editörü James A. Fox,

Ara Güler için, “O her şeyden önce cömert,

zarif ve esprili bir insandır. Tanıdığım en iyi

hikâye anlatıcılarından biridir. Onun hayatı,

birçok ünlü foto muhabirinin olduğu gibi,

anekdotlarla doludur. Bunlar, hiçbir zaman

filme yansımayan sadece fotoğraf makinelerince

kısmen tespit edilmiş olan yüzyılımızın

yaşayan anılarıdır”, demişti.

Ara Güler’in her zaman doğru yer ve doğru zamanda

olabilmek için nasıl çalışıp didindiğinin

ve nasıl bir bedel ödediğini çeşitli kerelerde

farklı mecralarda anlatmıştı Gazeteci Nezih

Tavlaş ‘a verdiği söyleşi kitabı “Foto Muhabiri”

onu anlamak için iyi bir seçim olabilir.

Fotoğraf dünyası, en parlak yıldızlarından

birisini, bize yakın olan birini yitirdik.

"BEN HER ŞEYİ ÇEKTİM,

ŞİMDİKİLER EZİYET ÇEKİYOR"

Ara Güler son dönemdeki sağlık sorunlarından

arta kalan zamanlarını Ara Kafede ortada

duran piknik tipi masada geçirirdi. Orası onun

hayata bağlandığı, dostlarını ağırladığı yerdi.

Her daim yanında birileri olurdu. Yolum düştükçe

bende ona uğrar hal hatır sorar, daha


ARA GÜLER'İN FOTOĞRAF

YOLCULUĞU;

Ara Güler, Fotoğrafa Büyükada’da çektiği gün

batımı fotoğrafları ile kendi esprili diliyle “sanat”

yaparak başlıyor. Babasının Eczanesinin

üst katını da kendine karanlık oda yaparak

işi ciddiye aldığını gösteriyor. Bir zaman

sonra gün batımı fotoğraflarında kendini sürekli

tekrarladığını görünce yeni bir arayışa

başlıyor. 2013 senesinde bir röportaj için ilk

karanlık odasının olduğu dükkâna uğradık.

Tezgâhta oturan kişi “Ara abi üst katta sizin

bir sürü fotoğraf vardı hepsini attık” dedi.

Benim gözler yerinden çıkacak gibiydi. O ise

hiç umursamadı.

FOTO MUHABİRLİĞİ...

Ara Güler; 1950 yılında Yeni İstanbul Gazetesinde

foto Muhabirliğine başlıyor. İşe, Spor

ve Polisiye olayların fotoğraflarını çekerek

başlıyor. Spor foto muhabirliğinde kale arkasında

hareketi yakalamayı, polisiye olaylarda

anı yakalamanın dışında hızlı olmayı

zamanla yarışmayı gazeteciliği öğreniyor.

Arşivinde henüz bir spor fotoğrafı ile kimse

karşılaşmadı. Muhtemelen arşiv taramasında

spor fotoğraflarını sadece gazete kupürlerin

de görebileceğiz.

İLK FOTO RÖPORTAJ,

Ara Güler sokağın dilini bilen, kolay iletişim

kuran bir fotoğrafçıydı, bunu fotoğraflarına

yansıtırdı. İlk röportajını Kumkapı balıkçıları

ile yapmıştı. O gün çektiği fotoğraflardan

bazıları onun en güzel İstanbul fotoğrafları

arasında yer alır. Balıkçı sohbetlerini sevdiğini

söylerdi. Ben İstanbul ile Ara Güler arasında

bir aşk olduğunu düşünürdüm, İstanbul tüm

güzelliklerini onun objektifine sunuyor o

da bu anları ölümsüzleştiriyor. Ara Güler’in

Efsane olmasında aslan payı İstanbul’undur.

İstanbul’da sürekli gittiği kendini bulduğu

anılarını tazelediği özel yerleri vardı. Bazen

“Hadi Fener’e gidelim, Süleymaniye’ye, Emirgan’a

gidelim” derdi, işim var usta dediğimde

fırça atardı.


Ara Güler, Sabahattin Eyüboğlu’ndan çok

etkilendiğini çok şey öğrendiğini söylerdi

Kendini mesleki olarak geliştirmek için Zamanın

en büyük dergileri Camera ve Leica Photography’nin

sıkı takipçisi olduğunu anlatırdı.

Kameranın bir araç olduğunun farkında, ama

'ustamız' dediği deha düzeyinde yetenekli ve

daha sonra arkadaşı olan Henri Cartier Bresson

ve Robert Capa, Leica kullandıkları için

kendisinin de hayali bir Leica sahibi olmak..

FOTOĞRAFIN MAKİNADAN ÖNCE

ZİHİNDE ÇEKİLDİĞİNİ SÖYLERDİ.

Dillere pelesenk olmuş “En iyi daktilolar en

iyi romanı yazsaydı, en iyi fotoğraf makinaları

da en iyi fotoğrafı çeker” sözü fotoğrafçıların

fotoğraf makinasına takılıp kalmaları ve içgüdüsel

fotoğraf çekmeleriydi.

1954'de Hayat Dergisi'nde fotoğraf bölüm şefi

olarak çalışmaya başlar Ara Güler. 1958'de


Time-Life, Paris-Match ve Der Stern dergilerinin

yakın doğu foto muhabirliği görevlerini

üstlenir. Bu arada dünyanın en saygın foto muhabirleriyle

dostluklar kurar. Onlar İstanbul’a

geldiklerinde Ara Güler onlara eşlik ediyor.

Henri Cartier Bresson, Robert Capa, Sebastio

Salgado, ayrıca benim şahit olduklarımda var

bunlar, Josef Koudelka, Marc Riboud, Filip

Jones Griffiths,Bruno Barbey,Steve McCurry

,Nikos Economopoulos, Reza, Raghu Rai

bunlardandır.

Ara Güler ben geçici meşhurları değil daimi

meşhurları çekmek isterim derdi. Dünyadan ve

Türkiye’den birçok ünlü kişi onun objektifine

poz verdi. O çektiği insanın ruhunu yakalamak

için sınırları zorlayan kendi tabiri ile

“doyumsuz” bir fotoğrafçıydı. "Ben olmasam

Türk Edebiyatı yüzsüz kalacaktı" derdi. 'Ben

gazeteciliğim boyunca üç önemli röportaj

yaptığımı düşünürüm' derdi, Nemrut dağı,

Nuh’un gemisi ve Afrodisias.

Bense en güzel röportajının en uzun soluklu

işi olan “İstanbul” olduğunu düşünüyorum.

British Journal of Photography Yıllığı, 1960 yılının

7 yıldız foto muhabiri olarak Türkiye’den

Ara Güler’i seçmişti ve1962'de Almanya'da çok az

fotoğrafçıya verilen "Master of Leica" unvanını

kazandı.

ARA GÜLER VE MÜZE

Ara Güler’in evini, ofisini görenler bilir o boş

film kutularını bile atmamış sanki bir gün

müzesinin kurulacağını önceden görmüştür.

Dolayısıyla da kişisel eşyalarını da saklamış.

Bir fotoğrafçının yaşayabilmesi için Müzenin

şart olduğuna söylerdi.

Usta foto muhabiri Ara Güler ile Doğuş Gurubu,

Beyoğlu Ara Güler sokağı 4 numarada

bulunan galerisi ve ofisinin olduğu Güler

Apartmanı'nın yıkılarak yerine Türkiye’nin

ilk fotoğrafçı müzesini kurmak için 2016 da

Ara Güler- Doğuş Sanat ve Müzecilik A.Ş.

kurmuşlardı. İki yıl boyunca Ara Güler'e ait

sayısız fotoğraf ve belge numaralandırılarak

Doğuş Gurubuna ait Bomantiada’ya taşınmış,

tasnifleri yapılarak dijital ortama aktarılmıştı.

Galatasaray’daki Müze yapılana kadar, Ara

Güler’in Fotoğraf Dünyası geçici müze mekânı

Bomantiada da kapılarını fotoğraf severler için

Ekim ayında “Islık Çalan adam” sergisi ile ilk

sergisini açmıştı.

Müzenin açıldığı akşam gün boyu birlikte idik,

geçici müzenin açılmasından mutlu idi ancak

bir an önce Beyoğlu’ndaki binanın bitmesi

gerektiğini söylerdi. O duvarlarda insanlar

fotoğrafa bakınca konuşacaklar ve ben olanları

duyacağım derdi.

Usta ile fotoğrafları üzerinden konuşmak

isterseniz konuşun o sizi duyacaktır.

Ara Güler 90 yıllık ömründe deklanşör sesi ile

yaşamış geride İki milyon fotoğraf bırakmış,

bu ülkenin görsel belleğine en büyük katkıyı

sağlamış kültürel bir mirasımız.



" FOTO MUHABİRİNİN BAŞINA

GELEBİLECEK EN KORKUNÇ ŞEY;

ÜNLÜ OLMAK"

SEBATİ KARAKURT ARA GÜLER'İ ANLATTI

Sultanahmet Meydanı meraklılar tarafından

doldurulmuş. Köftecisi, şerbetçisi

meydanın köşelerini tutmuş. Ne de olsa

pek sık rastlanmayan bir olayın tanığı olacaklar.

Günlerdir süren bekleyiş meraklı halkı bıktırdığı

gibi o dönem sayıları az olan foto muhabirlerinin

sinirlerini de geriyor. Nihayet bir hafta

sonra beklenen an geliyor.

Boynuna yafta asılı mahkum, idam sehpasının

ilmiğine kafasını geçiriyor. Kalabalıktan çıt

çıkmıyor. Sehpaya on metre uzaklıktaki foto

muhabirleri makinelerinin vizörlerinden

celladın hareketini bekliyorlar.

Ve bir anda mahkumun ayakları boşluğa düşüyor.

Fotoğrafçı için talihsiz bir an. İpin ucundaki

mevta kendi ekseni etrafında dönüyor. Foto

muhabirlerinden biri sehpanın yanına giderek

"Sarıyer Sapığını” yaftası görülecek biçimde

fotoğraf açısına getirerek görüntülüyor.

İşte o foto muhabiri adını dünyaya duyurmuş,

ustalığı tescillenmiş ünlü Ara Güler’di. Çektiği

fotoğrafları, imzası tanınırdı ama yüzünü,

cismini milyonlar bilmezdi.

Bıkıp usanmadan dolaştığı sokaklarda, mahalle

aralarında dolaşırken pencerelerinden dışarıyı

gözleyen yaşlılar, top oynayan çocuklar aşina

oldukları fotoğrafçıyı gördüklerinde gülümser

ya da el sallarlardı çok çok.

YILLARCA FOTOĞRAF ÇEKTİM,

İNSANLAR BANA ALIŞMIŞTI...

2000’ lerin başında Ara hocayla İstanbul turu

yaparken işin renginin değiştiğini gözlerimle

görüp, kulaklarımla duydum. Arabalarından

sarkanlar “532” diyerek sırıtıyor, oturduğumuz

kafede yanımıza gelen bir hanım yine o üç

rakamlı sayıyı söyleyerek dişlerini, gösteriyor.

Ara Usta televizyon reklamı ile gelen bu

şöhretten yana dertli:

"Yıllarca fotoğraf çektim, insanlar bana alışmıştı.

Rahat rahat fotoğraflarını çekiyordum. Televizyonlara

da çıkardım, entelektüel programlarda yer

aldığım için halkın pek haberi olmazdı. Ama bu

reklamdan sonra işler değişti. Yeni fotoğraflarıma

bakarsan herkesin sırıttığını görürsün. Kısaca

bir foto muhabirinin başına gelecek en korkunç

şey benim başıma geldi. Halk arasında tanındım,

şöhret oldum. Bundan sonra da insanların doğal

hallerini görüntülemek oldukça zor"

diyor.

BİR FOTOĞRAFÇININ BAŞINA

GELEBİLECEK EN GÜZEL VE

EN ZOR ŞEY ARA USTA'YI

FOTOĞRAFLAMAK.

En ufak bir açı hatasında okkalı bir fırça

yemek de var... Yazılmaması kaydıyla anlat-

5 Kilo Ara Güler FotoĞrafı

35


tıklarını dinlerken zamanın nasıl akıp gittiğini

anlamıyorum. Laf aramızda o zamanlar

eşinden bayağı çekiniyordu. "Kılıbık olmak,

rahat yaşamın birinci koşuludur" sözüyle de

çömezi olarak bana büyük bir ışık tutuyordu.

"İstanbul'un eski mekanlarında yeterince

fotoğrafınız çekilmiştir, biraz da yeni mekanlarda

fotoğrafınızı çekelim" diyorum. Bir fırça

daha yiyerek yola çıkıyoruz. Yürürken ustaya

yetişmekte zorluk çekiyorum. Tüm sokakların

uygun fotoğraf açısı zihninde kazınmış. Belirli

noktalara geldiğimizde "tamam şimdi çek" diye

uyarıyor. Bir taraftan da konuşuyoruz. Yanıtını

bilmeme rağmen değişik bir şey söyler mi diye

"İsminizin efsane olmasının sırrı nedir? " diye

soruyorum. Usta büyük bir tevazuyla "Doğru

zamanda doğru yerde bulundum" diyor.

bilmiyorum. Benim için dünyanın en büyük 10

foto muhabirinden biridir Ara Güler. Şimdilerde

hepimiz fotoğraf çekiyoruz, yeryüzünün

her noktası çok değişik bakış açılarıyla sürekli

kaydediliyor. Onu “Ara Güler” yapan bizi

zaman makinesiyle geriye götürüp yaşatması

kokusuna kadar hissettirmesi.

Bu topraklarda çok sayıda çok iyi foto muhabiri

var ama onun gibisi bir daha dünyaya gelir mi


"ARA GÜLER'İN ARŞİVİNİ

KORUYACAK VE GELECEĞE

TAŞIYACAĞIZ"

UMUT SÜLÜN ARA GÜLER'İ ANLATTI

Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi

Ara Güler’i “Babil’den Sonra Yaşayacağız”

kitabındaki hikayeleri okuduktan

birkaç sene sonra tanıdım. Üniversiteyi

yeni bitirmiştim. Haftanın birkaç günü yüksek

lisans yapmayı düşündüğüm Mimar Sinan

Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nün derslerini

takip ediyor diğer günlerde de Fotoğrafevi’nde

çalışıyordum. Nasıl da kendi fotoğraflarını

anlatmış hikayelerinde diye düşündüğümü

hatırlıyorum kitabı elime alıp okumaya başladığımda.

Bir müddet sonra kitabı bitirip arka

sayfasındaki yazılış ve yayımlanış tarihlerini

gördüğümde Ara Güler’in daha benim, hatta

benden de genç yaşlarda ne kadar zengin bir

görsel dünyası olduğunu fark etmiştim.

Bu benim için onun görsel dünyasıyla ilk

karşılaşmamdı. Seneler sonra bu dünyayla

Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi’nde

yeniden karşılaştım. Benzer karşılaşmaların

yaşanması ve Ara Güler’in görsel hikayeciliğinin

ilk izlerinin daha görünür olmasını sağlamak

için Ara Güler Müzesi’nin ilk sergisinde onun

hikayeciliğine yer verdik. Onun dünyasının

üzerine düşünmek, o yıllardaki izlerin etrafında

dolanabilmek benim için de bir yeniden

karşılaşma anı oldu.


"GÖRSEL HEP KAFASINDAYDI"

Yıllar içinde birçok kitap ve sergi için onunla

birlikte düşünme fırsatım oldu. O zaman onun

kendi işlerine bakışını daha da iyi anladım.

Sergi hazırlarken veya bir kitap için fotoğraf

seçerken neyi öne çıkardığını, neden bazı

fotoğraflarını geri planda tuttuğunu gözlemledim.

İz Dergisi için gelen fotoğrafları

seçerken başkalarının fotoğraflarında onu

neyin heyecanlandırdığını gördüm.

Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Serisi’nin Ara

Güler kitabına editörlük yaptığımda kitap için

bir söyleşi yapmıştık. O söyleşide söze şöyle

girdi, “Benim için herşey görsel ile başladı.”

Bu tam da Ara Güler’in neden Ara Güler olduğunu

anlamak için anahtar sözlerden biri.

Bahsettiği şey seneler önce benim de hikayelerinde

karşılaştığım görsel dünyaydı. Görsel

hep kafasındaydı onun, onu yazdı, daha sonra

da onu fotoğrafladı. Aynı söyleşimizin sonunda

da hayatı boyunca ne yaptığını özetler nitelikte

şu cümleleri kurdu;

“İnsanlar bakarak, görerek, yaşayarak bir şey

öğreniyor değil mi? Ben de baktım, gördüm, yaşadım,

öğrendim işte. Bir de çektim.”

"ARA GÜLER, 20. YY İNSANIYDI"

Ara Güler tam bir 20. yy insanıydı. Sinemadaki,

edebiyattaki, bilimdeki altın bir kuşak olan

20. yy’ın yaratıcıları ile aynı havayı soludu

ve o dünyada yerini aldı. Bunu yaparken de

Türkiye’deki çağdaşları ile beslenerek kendi

dilini yarattı ve dünyadaki çağdaşları ile bütünleşti.

Adeta doğduğu topraklardan çıkıp

okyanuslara dökülen bir nehir gibi. Bugün

onun yolculuğuna bu kadar yakından tanık

olmak, o yolculuğun izlerine bakmak 20'nci

yüzyıl rehberi karıştırmak gibi. Ara Güler

Arşiv ve Araştırma Merkezi’nde her gün bu

rehberin bir sayfası açılıyor önümüze.

Bazen ondan daha önce hikayesini dinleme

şansım olduğu bir kutu açtığımızda ya da

ansızın aklıma gelen bir şeyi arşivde arayıp

bulduğumuzda onun her şeye işlemiş ruhuna

dokunmuş gibi oluyoruz. Kendi izini böylesine

bir arşiv ile bize bırakan büyük bir insan Ara

Güler. Bu izlerin bir arada olması ve geleceğe

kalacak olması onun da en büyük isteğiydi.

Arşivinin dağılmadan bir çatı altında olacağını

bilmiş olmak, o arşivde çalışanların heyecanlarını

gözlerinde görmek onu en mutlu eden

şeylerden biridir kanımca.

Ara Güler Müzesi ve Ara Güler Arşiv ve Araştırma

Merkezi, Ara Güler’in değerli arşivini

her daim koruyacak ve geleceğe taşıyacak bir

çatı olacak. Bu arşiv bizler için onun tanıklığı,

onun yolundan gidecek olanlar için de bir yol

gösterici olacaktır.

Ara Güler’in gençlik yıllarından itibaren kurduğu

dünyaya bakarken 90 yıllık bir birikimin

içinde buluyoruz kendimizi. Bu birikim, Ara

Güler arşivini oluşturuyor. Hikayelerinde,

sahneye koyduğu piyeslerde ya da rejisörlük

denemelerinde Ara Güler’in adımlarını takip

ederek onun görsel hikayeciliğinin izini

sürüyoruz ve fotoğraflarını daha iyi anlıyoruz.

Ara Güler Müzesi’nin hedefi de sizi bu

yolculuğa dahil etmektir. Galatasaray’daki




Güler Apartmanı’nın üst katında birikmeye

başlayıp zamanla tüm binaya yayılan ve şimdi

Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi çatısı

altında toplanan arşivde karşımıza çıkan her

bir fotoğraf, mektup, çizim ya da bir not onun

döneminin izlerini taşıyor.

Büyük bir heyecan ve sorumluluk bilinciyle

çalışarak topluma sunma fırsatı bulduğumuz

bu arşivi korumakla kalmayıp, üzerinde

çalışılan, düşünülen ve yeniden üretilerek

kamusallaşan bir kaynağa dönüştürmek önceliklerimizdendir.

Bu amaç doğrultusunda

Güler Apartmanı’nda başlayıp Ara Güler

Arşiv ve Araştırma Merkezi’nde devam eden,

uluslararası standartlardaki malzeme ve

donanım ile koruma, sayısallaştırma ve arşivleme

çalışmalarını titizlikle yürütüyoruz.

Türkiye’nin ve dünyanın son 90 yılına temas

etmenin bilinci ve sorumluluğu yanı sıra her

gün yeni bir şeyler keşfetmenin heyecanını

yaşıyoruz. Ara Güler Müzesi’ndeki sergi ve

etkinlikler ile bu heyecanı ziyaretçilerimizle

de paylaşmak istiyoruz.


ONUN İÇİN LEICA

HER ŞEYDİ...

FUAT KOZLUKLU ARA GÜLER'İ ANLATTI

1983 yılının sonuna doğru bir sonbahar gününde

tanıştığım Ara Abi’ye yine bir güz vakti

veda ettim...

Onunla tanıştığım yer, en çok sevdiğini söylediği

bir tramvayın önünde at arabasını çeken

arabacının fotoğrafını çektiği yerde Sirkeci’de

Sümerbank ürünlerinin satıldığı mağaza yangınını

fotoğraflarken tanışmıştım. O gün elini

öptüğüm Ara Güler’i hep büyük bir hayranlık

ve saygıyla sevdim.

O tatlı, aynı zamanda orijinal mizahi karakteriyle

rastladığı insanları fethetmiş eşsiz bir

yürekti. Bu hayatta en büyük yalnızlık, varlığına

alıştığımız insanın gidişidir, yokluğudur... Birçoğumuzun

hayatında böylesi insanlar vardır.

Vedalarıyla bir yanımız eksik kalır.

her şeydi. Ama bir gün cep telefonuyla oğlum

Burak’ın fotoğraflarını çekti. Evlendiğim zaman

Ağrı Dağı eteklerinde kerpiç evi gösteren

kare ile Sirkeci’de at arabasını çeken adam

fotoğrafını tabandan tavana diyebileceğim

büyüklükte bastırtıp imzaladı ve hediye etti.

Her anısı dinleyeni dakikalarca güldürürdü.

Yaş farkı önemli değildi onun için. Eğer yanına

yaklaştırıp özel saydığı günlerde sizi arayıp

davet ediyorsa eşsiz arkadaşları arasına almış

demekti. Fotoğrafın yaşarken efsaneleşmiş

şairane ismiydi Ara Güler. Kaçınılmaz vedaya

alışmak kolay olmayacak. Görsel belleğimizde

de, gönlümüzde de yeri ayrı ve asla doldurulamaz

Ara Güler’i sonsuzluğa, anılar kervanına

uğurluyoruz.

Ara Güler ise yokluğuyla Türkiye’nin hüznü,

acısı oldu. Fotoğraflarının taşıdığı değerin

farkındaydı... Ona göre foto muhabiri, tarihi

kamerasıyla yazan adamdı. 1940’lı yılların

sonundan başlayarak 70 yıllık özel bir dönem

Ara Güler olmasa çok az bilinecekti. Eski İstanbul’un

yok olmasının önüne geçti. Kendisi

yok ama fotoğrafı var.

FOTOĞRAFIN YAŞARKEN

EFSANELEŞMİŞ İSMİYDİ.

Birlikte kahkahalarla dolu İstanbul’dan

Washington’a eşsiz değerde anılarım olduğu

için şanslıyım.

Onun için Leica dışında bir makinanın çektiği

fotoğraf pek iyi olmazdı, olamazdı. Leica

42 Onun İçin Leica Her Şeydi


ZAMANI DONDURDU

Ara Güler; insanlığın evirilen tarihine tanıklık

etmiş, kimi zaman savaşın çirkin yüzünü, kimi

zaman balıkçı teknelerinde, maden çukurlarında

ekmeğin kavgasını, hak mücadelelerini,

toplumsal tepkileri, doğal afetleri, doğanın

kendisini, göçleri, doğumları, ölümleri fotoğraflamıştı.

Yaşama dair ne varsa her ‘an’ını

yakalamaya gönül vermişti. Kareleriyle her

coğrafyadan mesajlar taşıyordu dünyanın

tüm köşelerine. Fotoğrafın 20’nci yüzyıldaki

en önemli ismini, bilge bir değerini ebediyete

uğurladık.

O, fotoğraflarıyla zamanı dondurdu, ömrü boyunca

Anadolu’yu karış karış gezip Anadolu’dan

insan manzaralarını ve Anadolu kültürünü

tanımamızı sağladı. Yakın tarihimizin görsel

hafızası, taşıyıcısıydı Ara Güler.

Türkiye tarihinin kaybolmaya mahkûm bir

bölümünü hafızalara kazıdı. Sadece çektiği

fotoğraflarla değil, hayatı, duruşu ve tercihleriyle

de çok şeyler anlattı. "İstanbul fotoğrafçısı"

diye bilinirdi. Ancak o Anadolu ağırlıklı

olarak Dünyanın gözüydü...

Her ne kadar dünyanın her yerinde fotoğraf

çekse de İstanbul’un siyah-beyaz fotoğraflarıyla

tanındı. Dünyaya ilişkin çok mesajı vardı. Yerelden

ulusala, ulusaldan evrensele köprüydü.

Kalın bir bastona yaslanarak boynunda fotoğraf

makinesiyle birkaç yıl öncesine kadar

belgelemeye, anı gelecek kuşaklara taşımaya

devam etti. Ara Güler, dünya çapında çektiği

fotoğraflarla bir tarih belgeseli üretmişti.

Hepimizin ona bir şükran borcu var. Ara Gü-


ler aynı zamanda bir kardeşlik simgesiydi.

Dünyayı gezdi.

O, çektiği her kareye bir hikâye ve anlam

yüklemeyi başarmış, yaşayan efsaneydi...

Her zaman da efsane olarak yüreklerimizde,

hatıralarımızda ve hatta tarih kitaplarında

dijital sonsuzlukta yaşayacak...

Kalkan da katılmıştı. Şarkılar ve şiirlerin eşlik

ettiği gecede, Ara Usta’nın esprileriyle keyifli

saatler geçirmiştik. Ermenistan’dan gelen çocuk

korosunun verdiği mini konser onu ayrıca

heyecanlandırmıştı. Haftanın üç günü beş-altı

saat diyalize girmesi gerekiyordu. “Girmezsem

ölürüm, şakası yok yani.” diyordu.

Dünya’nın dört bir yanında; ağırlıklı olarak

da geçmişten günümüze Türkiye’nin insanını,

tarihini, tarihten bugüne kalan yapılarını, bu

toprakların mozaiğini belgeledi, insanlığa

armağan etti...

MİNNETTARIZ...

O’nu tanımak ne büyük bir şanstı benim için...

90 yılı devirdiği Ağustos ayında Kınalıada’da

güzel bir yaş günü kutlaması yaptık. Portresinin

basıldığı t-shirt’ler giymiştik. Kalamış’tan

Kınalıada’ya bizi götüren yatta Ara Abi’nin

yanında yardımcıları Fatih Aslan, Mahmut

Genç, kardeşim Suat Kozluklu ve ben vardım.

Güle oynaya gittik. Ancak artık takati kalmamış,

tekerlekli sandalyeden doğrulmaya

kalktığında ayakta zor durabiliyordu. Coşkun

Aral ve eşi Müge Aral, Ercan Arslan, İlber

Ortaylı, Fahri Aral ve daha birçok dostu Ara

Abi’nin yanındaydık.

Kınalıada Jash Restaurant’daki doğum günü

kutlamasına Türkiye Ermeni Katolikleri Ruhani

Lideri Başepiskopos Levon Zekiyan, Adalar

Belediye Başkanı Atilla Aytaç, Prof. Dr. İlber

Ortaylı, CHP’li İBB ve Adalar Belediye Meclis

Üyesi Avedis Kevork Hilkat, CHP Adalar İlçe

Sekreteri Tanay Garip ve İlçe Yöneticisi Letafet


Beykoz ve çevresinin 1950’lerden 2000’lere

gelinceye kadar ki değişimini anlattı. Akşam

eve dönerken çektirdiğimiz fotoğrafların son

karelerimiz olduğunu nerden bilebilirdik ki!

O seyahatimiz veda turu olarak hatıra defterimizdeki

yerini aldı.

O klasik Türk basın sektörünün insanı değildi

sadece. Ürettikleriyle, anlattıklarıyla, fotoğraflarıyla,

verdiği mesajlarla topluma mal olmuş,

kültürlerin gözü, sesi olmuş biriydi.

Çağın tanıklığını yaparken, sosyolojik, kültürel,

ekonomik tarihimizi de armağan etti geleceğe...

"KEŞKE BİR ÇOCUĞUM OLSAYDI."

2017’de TRT Haber için kendisiyle yaptığım

röportajda “Hayatınıza dönüp baktığınızda

keşke dediğiniz bir şey var mı?” soruma verdiği

cevap yüreğimi titretmişti; “Keşke bir çocuğum

olsaydı diyorum, şimdi bir çocuğum olsaydı

eğlenirdim onunla.”

Geçen Ağustos’ta Kurban Bayramı’nın ilk

günü “Gel Poyrazköy’e dondurma yemeğe

gidelim” diye telefon etti. New York’ta yaşayan,

Ara Abinin ilk asistanı olmuş gazeteci

dostum, Malatyalı hemşehrim Sarkis Bahar

da bizimleydi.

Yardımcıları Fatih Aslan ve Mahmut Genç aynı

arabada gittik, saatlerce sohbet edip dondurmalarımızı

yedik. Yol boyunca Ara Abi bize

“Hayatımın resmini çekmeden öleceğim demişti”

bir röportajda... Neydi o hayatının resmi

acaba? Ülkelerinin ve dünyanın kaderine pek

çok alanda damga vuran insanları konuşturup

fotoğraflayan bir gazeteci ağabeydi Ara Güler...

“Memleket sadece bir bayrak, bir marş değildir.

Yaşadığın topraklardır. Ve insanlar yaşadıkları

topraklarda gömülmek isterler.” sözünü şiar

edindi ve doğup büyüdüğü ve dolu dolu çok

zengin bir hayat yaşadığı topraklarında ebedi

uykuya yattı.

Bu coğrafyanın belleğini oluşturan karelerle

tarihi kayda geçirdi.

‘Dobra' konuşurdu hep. Kimseden de korkusu

yoktu. Ayrıca bir de kafa dengi, muzip, diğer

bir ifadeyle matraktı Ara Güler...

Ben iyi bilirdim, Allah da rahmetiyle muamele

etsin.


SIKILDIĞINI GÖRÜR,

FOTOĞRAFINI ÇEKERDİM

ORHAN PAMUK ARA GÜLER'İ ANLATTI

Orhan Pamuk, fotoğrafları sayesinde İstanbul’a nasıl bakılacağını öğrendiği yakın

dostu Ara Güler’i anlatıyor.

Ara Güler’in adını ilk 1960’larda, ‘Hayat’

dergisinde çıkan fotoğrafları sayesinde

fark ettim. Bol fotoğrafa dayanan ve

döneminin en çok okunan yayınlarından biri

olan bu haftalık haber ve magazin dergisinin

yönetmeni, Türkan teyzemin kocası şair Şevket

Rado olduğu için de adını duyuyordum.

1970’lerden sonra, kitapları önce Türkiye

dışında, sonra da Türkiye’de yayımlanmaya

başladı. Ünlü yazarların, sanatçıların fotoğrafçısı

olarak da tanındığı için, 1994’te İstanbul’da

Ara Güler benim ilk defa fotoğrafımı

çektiğinde, artık ‘tanınmış yazar’ olduğumu

düşünmüş, sevinmiştim.

Ben Ara Güler’i asıl dokuz yıl sonra, 2003

yılında, ‘İstanbul’ adlı kitabım için arşivinde

çalışır, araştırma yaparken tanıdım. Beyoğlu’nun

orta yerinde, Galatasaray’da Ermeni

bir eczacı olan babasından kalma üç katlı

büyük aile evi, Ara Güler’in yıllarca atölye

olarak kullandığı bina, 900 bin fotoğraflık

sarsıcı bir arşive dönüşmüştü. Kitabım için,

herkesin bildiği ünlü Ara Güler fotoğraflarını

değil, anlattığım İstanbul hüznüne, çocukluğumun

siyah-beyaz havasına uygun arka sokak

görüntüleri arıyordum ve steril, temiz, turistik

İstanbul görüntülerinden hiç hoşlanmayan

Ara Güler’de bu cins fotoğraflardan tahmin

ettiğimden çok daha fazla vardı.

ŞEHRE BAĞLILIĞINI HEP INSANLAR

ÜZERINDEN IFADE ETTI.

Titizlikle koruduğu, sınıfladığı arşivinde çalışırken,

Ara Güler’in gazeteciliğe ilk başladığı

yıllarda, 1940’ların sonu-1950’lerin başında,

‘Şehir uyanıyor’, ‘İstanbul’un akşamcı kahveleri’

vs. gibi konularda yoksullar, işsizler,

şehre yeni göç edenler arasında gazeteler için

‘şehir röportajları’ yaptığını gördüm.

Kahvelerde ağlarını onaran balıkçılardan

meyhanelerde kafa çeken işsizlere, yıkıntı

halindeki surların önünde araba lastiği yamayan

çocuklardan çöpçülere, hamallara, inşaat

işçilerine, derici ustalarına, çocuk yaşta ağır

işlere sokulan çıraklara, demiryolu işçilerine,

kürek çekip İstanbulluları Haliç’in bir

yakasından diğerine taşıyan sandalcılara, el

arabasını iterek meyvelerine müşteri arayan

satıcılara, gün ağarırken Galata Köprüsü’nün

açılışını bekleyenlere, günün ilk dolmuşlarının

sürücülerine gösterdiği dikkat, Ara Güler’in

şehre bağlılığını hep insanlar üzerinden ifade

ettiğini bana bir kere daha göstermişti.

“Evet, İstanbul’da güzel manzara hiç tükenmez”

der gibiydi bu fotoğraflar: “Ama insanlardan

sonra!” Manzara resminin uyandırdığı duygu,

Ara Güler’in fotoğraflarında manzaranın içindeki

insanın verdiği duyguyla tamamlanır. Ama

Ara Güler fotoğrafında önemli ve belirleyici

46 Sıkıldığını Görür Fotoğrafını Çekerdim


olan şey, fotografçının şehir manzarası ile

insan arasında kurduğu duygusal koşutluktur.

BEN SIZIN FOTOĞRAFLARINIZI

GÜZEL OLDUKLARI IÇIN

SEVIYORUM

“Sen benim resimlerimi çocukluğunun İstanbul’unu

hatırlattığı için seviyorsun” derdi

bazan bana Ara Güler tuhaf bir alınganlıkla.

“Hayır” derdim ben de hemen bu büyük fotoğrafçıya:

“Ben sizin fotoğraflarınızı güzel

oldukları için seviyorum.”

Ama güzellik ile hatıra birbirlerinden ayrı

mıdır? Güzel olan şey, biraz da aşina olduğumuz

ve hatıralarımıza benzediği için öyle

değil midir?

Bir şehirde benim gibi 60 yıl -bazan 15 yıl hiç

dışına çıkmadan- yaşayanlar için aklın kendiliğinden

bildiği şehir güzelliği ve manzaraları

bir süre sonra duygusal hayatımızın bir çeşit

dizini, index’i olur.

Bir sokak bize işten atılma acısını hatırlatır,

bir başka sokak bir köprünün görünüşünü

getirir aklımıza... Derken bir meydan bir aşk

mutluluğunu, karanlık bir geçit siyasi korkularımızı

ve bir çınar ağacı da eski yoksul

halimizi getirir aklımıza...

İSTANBUL’DA BIRLIKTE YÜRÜR-

KEN HIKÂYELERINI DINLEMEYI

ÇOK SEVERDIM

Ben son 20 yılda onunla İstanbul’da çok arkadaşlık

ettim ve arşivinde çalışıp düşüncelerini

dinledim. Ama son yıllarda rahat yürüyemiyordu

ve İstanbul’da yalnızca arabayla Boğaz’a

akşam yemeklerine gidiyorduk. Beklenmedik

anlarda hikâyeler aklına geliverir, bana ve

yakınlarına anlatırdı ama herkese de söylemezdi

bunları... İstanbul’da birlikte yürürken

Ara’nın hatıralarını ve anlattığı eski hikâyeleri

dinlemeyi de çok severdim.

Tabii asıl İstanbul’da fotoğraf çektiği yerlere

gitmekten hoşlanırdım. İstanbul’un pek çok

köşesinden manzarayı ezberlemişti ve günün

hangi zamanında o manzaranın nasıl bir etki

yapacağını bilirdi.

Ara’nın aşkla ve profesyonelce manzaralarını

ezberlediği İstanbul değişti; artık o eski balıkçılar

da yok ama bugün şehri o fotoğraflara

bakıp anlıyor hatta derinden hissedebiliyoruz.

Ara Güler’in İstanbul fotoğrafları, bana İstanbul’un

hem ne çok değiştiğini hem de ne

kadar aynı kaldığını da hatırlatır.

MODERNLIĞIN YANI BAŞINDA

SAFLIĞI VE DOĞALLIĞI GÖRMEK

Modernliğin hemen yanı başında saflığı ve

doğallığı görmenin duygusunu verir bize Ara

Güler fotoğrafları. Bu fotoğraflarda İstanbul

hüznünden, siyah-beyaz kederden elbette çok

şey vardır. Bu yüzden ‘İstanbul’ adlı kitabımda,

şehrin bende uyandırdığı hüznü anlatırken,

onun pek çok fotoğrafından yararlandım.

Ama balıkçı sandallarının Boğaz’ın, Haliç’in

girişine sihirli bir mantıkla dağıldığını görmek,

hüzünden başka bir duygu da verir

bize: Apartmanların, kamyonların, eski fabrikaların,

büyük camilerin, depo binalarının


ve bacalarının, minarelerin, yani tarihin ve

modernliğin anıtları ve yıkıntıları arasında,

doğanın çocuksuluğunu görmenin heyecanını

da hissederiz.

Ara Güler’in fotoğrafları denizi, Boğaz’ı görerek

yaşamanın mutluluğunu bilen İstanbullulara

diğer büyük bir zevki de hatırlatır: Boğaz gemilerini

seyretmek! İstanbul’un bana verdiği

temel duyguları çok iyi ortaya çıkardığı için

mi Ara Güler’in şehir fotoğraflarını o kadar

seviyorum, yoksa zaten İstanbul’a nasıl bakılacağını,

onda görülecek temel şeyin ne olduğunu

biraz da bu fotoğraflardan öğrendiğim

için mi Ara Güler İstanbul’una bakmak beni

mutlu ediyor, çoğu zaman anlayamam.

Son yıllarda karşılaştıkça bütün bu duyguları

bazan kendisine anlatmaya çalışırdım. Laf

uzayınca sıkıldığını görür, ondan izin alır ve

cebimden çıkardığım makineyle Ara Güler’in

bir fotoğrafını daha çekerdim.


BABA OĞUL GİBİYDİK

FATİH ASLAN ARA GÜLER'İ ANLATTI

1999 yılında iş ararken şansım

beni bir adamla tanıştırdı. Meğer

Adı Ara Güler imiş Gümüşsuyu’ndaki

evinde tanıştım. Bana

ilk sorduğu soru; ‘’Beni tanıyor

musun?" oldu. Tanımadığımı

söyledim, çok şaşırmıştı. Sonra

evli olup olmadığımı sordu

evli olduğumu ve üç aylık Ebru

adında bir kızımın olduğunu

söyledim. Çocuğumun olmasına

çok sevinmişti. Ardından evden

birlikte çıktık Galatasaray'daki

ofisine gittik. Ofisinde duvarlara

asılı fotoğraflar vardı. ‘’Bunları

tanıyor musun?’’ dedi. ‘’Evet’’

dedim, sadece birini tanıyordum

oysaki. O da İsmet İnönü idi. Tanımadıklarımda;

Pablo Picasso,

Salvador Dali, Marc Chagall’dı...

Oturdu masasına, ‘’Evladım, ben

Ara Güler.’’ dedi. ‘’Ben foto muhabiriyim

aynı zamanda TIME,

Stern, DerSpiegel, Paris Match

dergilerinin yakın doğu muhabiriyim.’’

Sonra masasında bir şeylere baktı,

telefonuna gelen mesajları okudu notlarını

aldı ve masadan hızlı bir şekilde kalktı. Ofisin

içinde kayboldu. Biraz bekledikten sonra arka

taraflardan bir ses geldi ‘’Gel evladım, gel!’’

Kalktım karanlık koridordan sese doğru yürüdüm,

yüzlerce Kutular içerisinden bir şeyler

çıkarıyordu. ‘’Bunlar nedir?’’ diye sordum.

‘’Çektiğim fotoğraflar’’ dedi. Seçtiği fotoğrafları

bir zarfa koydu. ‘’Hadi gidiyoruz!’’ dedi.

ULAN SEN DE HİÇ BİR BOK

BİLMİYORSUN"

Arabasının anahtarını bana verdi, ‘’Hadi bakalım,

seni işe aldım’’ dedi. Bindik arabaya,

‘’Nereye gidiyoruz?’’ dedim, ‘’Biz şimdi Levent’e,

Şakir Eczacıbaşı’na gidiyoruz, tanır mısın?"

Diye sordu, ‘’Hayır tanımam’’ dedim. ‘’Ulan

sende hiç bir bok bilmiyorsun, bunlar önemli

insanlar ama tanıyacaksın, bunlar mühim ailelerdir

ilaç fabrikaları var ilaç üretirler’’ dedi.

Ara Bey ve Şakir Bey buluştular. Büyük bir

toplantı salonuydu, başka insanlar da geldi.

Herhalde onlar da şirketin yöneticileriydi,

beni tanıştırdı. ‘’Bu benim yeni şoförüm’’ dedi.

Ben bir kenara oturdum, Ara Bey yanında

getirdiği zarfı açtı. ‘’Şakir, bak sana çok güzel

fotoğraflar getirdim gel bakalım’’ dedi. Şakir

Bey, hemen bir tanesini çıkardı baktı, bir tane

daha baktı, bir daha, bir daha... Şöyle hafif Ara

Bey’e döndü, ‘’Ara, bunlar müthiş fotoğraflar’’

dedi. Sonra bıraktılar öyle dağınık bir şekilde.

Şakir Bey ‘’Ara ne içersin?’’ diye sordu. Ara

Bey ‘’bir orta kahve içerim’’ dedi. ‘’Ne kahvesi

be, birer viski içelim Aracığım’’ dedi. Bana da

çay söylediler, öyle bir köşede oturdum. Başladılar

keyifli sohbete. O kadar güzel sohbet

ediyorlardı ki; insan hayran kalıyor...

İşte benim Ara Bey ile ilk tanışmam böyle oldu.

HİÇ BOŞA VAKİT HARCAMAZDI

Bir kere sabah uyandığı zaman hemen işe

başlardı. Hiç boşa vakit harcadığına ben şahit

Baba Oğul Gibiydik

49


olmadım. Ya karanlık odada fotoğraf basardı

ya da bir sergi hazırlardı. Karanlık oda benim

çok hoşuma gitmişti, çok heyecan verici bir iş.

Bırak onu, çalışırken seyretmek bile bana keyif

veriyordu . Tabi ilerleyen aylarda beni tanıdıkça

bana çeşitli vazifeler vermeye başladı mesela

karanlık odayı çok merak ettiğimi kendisine

söylediğimde 'bir gün birlikte fotoğraf basarız

ama şimdi değil' dedi.

"EVLADIM, BU EV SAĞLIKLI DEĞİL"

Daha çok beni ve ailemi tanımak istiyordu yeni

evlendiğimi ve üç aylık bir kızımın olduğunu

söylemiştim bir sabah işe gittiğimde bana,

"Senin bebeği çok merak ediyorum görebilir

miyim? "dedi. Patronumun evimize gelmesi

benim için önemliydi. Benim ev Eyüp’teydi

eşi Suna hanımla birlikte bizim eve getirdim

eşim ve ben onları heyecanla karşıladık. Elimiz

ayağımıza dolaştı. Biraz sohbet ettik. Küçük

bebeğimizi çok sevdiler Fotoğraflarını çekti.

Sonra bana ‘’Evladım, bu ev sağlıklı bir ev

değil.’’ Dedi. Evet doğruydu, dört katlı bir

binanın bodrum katında oturuyordum pek

sağlıklı değildi bunu bende biliyordum ama

işin ucunda ekonomi olunca idare etmek

zorundasınız. Sonra kalkmak için müsaade

istediler, Eşim Meryem, kucağında kızımla

birlikte uğurladı. Yolda giderken benden

tekrar o evden çıkmamı istedi ve ne kadar

kira verdiğimi sordu ‘’Sen düzgün bir ev bul

çık, ben sana yardımcı olurum’’ dedi. Aslında

insani yönü çok merhametliydi hiç bir zaman

beni şoför olarak görmedi. Ailesiyle dışarıda

yemeğe çıktığında beni ya masasına davet

ederdi ya da sağlam bir yemek parası verirdi.

Tercihi bana bırakırdı, kapıda bekletmeyi hiç

sevmezdi.

Onunla çalışmak beni çok heyecanlandırırdı.

Akşam olunca pek ayrılmak istemezdim çünkü

beni kendisine çok alıştırdı çok uzun yıllar

baba oğul gibiydik onu sonsuzluğa uğurlamak

bana çok acı verdi. Her zaman ustamı şükranla

anacağım toprağı bol olsun.

"İSTANBUL, DELİ SARAYLI"

Yazımın sonunu Ara Ustamın İstanbul hakkında

yazmış olduğu benimde çok sevdiğim

bir yazıyla bitirmek istiyorum "İstanbul benim

için nedir?...İstanbul Jean Giraudoux’nun

LaFollede Chaillot’sudur.

Fikret Adil bu oyunu Deli Saraylı adıyla Türkçeye

uyarlamıştır. Çocukluğumdan beri İstanbul’un

bu deli saraylı olduğunu düşünürüm.

Ama öyle bir deli saraylı ki hem Roma’da hem

Bizans’ta hem Osmanlı’da yaşamış... Birikimlerin

deli saraylısı.

Hipodromda gladyatörlerle birlikte ata binmiş,

Bizans sarayında gözde olmuş Zoe adıyla, Teodora

adıyla imparatoriçelik tahtına oturmuş,

Osmanlı’da Hürrem Sultan olmuş... Bugün

bile kenti gezerken Binbir Direk Sarnıcı'nın

sütunları arkasından sizi gözler, geceleri Bizans

saray mozaiklerinin üzerinde dolaşır, Tekfur

Sarayı’nın penceresinden sizi izler.

Bugün artık ihtiyar bir deli saraylı olmuştur

; süslenmeyi ihmal etmez, takar takıştırır,

kokularını sürer; bir sürü çekmecesi vardır,

içleri eski günlerin görkeminden kalma mücevherlerle

doludur. Bu İstanbul denen deli

saraylının neresine dokunsan, altından bir

mücevher çıkar.


Bu deli saraylı İstanbul henüz ölmedi belki

ama, örümcek misali gece kondular sarmıştır

çevresini. Takıp takıştırıp çıksa bile Binbir

Direk’teki köşesinden, belki tanıyanı bile

olmayacaktır. Bu deli saraylı bastonlu, ihtiyar

bir nine midir, yoksa bir hayalet mi?.. Bunun

kimse farkında olmayacaktır. Deli saraylılığını

yitirmiş bir İstanbul bence kuru bir şey olur.

Yaşamı eksik kalır, şarkısı duyulmaz, dünyanın

öbür kentlerine benzer; her şeyi vardır ama

hiçbir şeyi yoktur. Çünkü ruhu eksiktir.

Yine adı İstanbul olur ama başka İstanbul olur;

zaten olmaya başladığı gibi..."






Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!