You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Muhteşem röportajlar, harika dosyalar<br />
n Sonunda Temmuz sayısını da gördük.<br />
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Temmuz,<br />
Ağustos ayını beraber çıkarıyoruz. Yani<br />
bundan sonra Eylül’de görüşeceğiz.<br />
Dergimizde yenilikler bitmiyor. Öncelikle<br />
aramıza yeni kalemler katıldı.<br />
Didem Peker Başaran Türk sinemasının<br />
ünlü yönetmenlerini odağına alacak.<br />
Bundan sonra her sayımızda bir yönetmenimizi<br />
onun usta kaleminden takip<br />
edeceğiz. İlk yazısını Yeşim Ustaoğlu<br />
için yazdı Didem. Dizi köşemizde ise<br />
bir görev değişikliği oldu Gizem Merve<br />
Kaboğlu görevi Nergiz Karadaş’a<br />
devretti. Nergiz de daha ilk sayıdan<br />
dergimizin bütün yükünü üstlendi.<br />
Ulan İstanbul inceleme yazısını tavsiye<br />
ederim. Uğur Polat ile yaptığı röportaj<br />
da dikkat çekici. Röportajlara gelmişken<br />
yaz sezonunda Türk filmi vizyona girmiyor<br />
biliyorsunuz, biz de setlere daldık.<br />
Çakallarla Dans 3’ün çekimlerinde<br />
Didem Balçın ile, Kanunsuzlar filminde<br />
ise 80’lerin karizmatik oyuncusu Zafer<br />
Atlı ile konuştuk. Hızımızı alamadık<br />
daha sete çıkmayan Aşık Veysel filminin<br />
başrol oyuncusu İnanç Konukçu’ya<br />
teybimizi uzattık. Ve geçen ay çektiği<br />
ilk kısa filmle Avrupa’nın tozunu atan<br />
Derya Durmaz konuğumuz oldu. Farklı<br />
bir röportaj oldu okumanızı öneririm.<br />
Dosyalara gelince bu ayın büyük bütçeli<br />
filmi Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti<br />
dolayısıyla Melis muhteşem bir dosya<br />
yaptı. Evrimin nasıl tersine çevrildiğini<br />
onun kaleminden izleyin. Bu ay vizyona<br />
giren İnce Buz, Kara Kömür filminden<br />
yola çıkarak dünya sinemasının ayaklanan<br />
coğrafyası Uzak Doğu’ya Halil İbrahim<br />
göz attı. Hollywood’un sürekli arak yaptığı<br />
Uzak Doğu suç ve polisiye filmleri bu<br />
dosyada. Korku sineması da bu ay boş<br />
durmadı tabii. Murat Kızılca Occulus-Göz<br />
filminden yola çıkarak içinde ayna geçen<br />
korku filmlerini topladı. Entelektüelseniz<br />
günümüzde aktivizmin konu olduğu hiç<br />
bir şeye duyarsız kalamazsınız. Bu ay<br />
da böyle bir film vizyona giriyor. Night<br />
Moves, Utku Ögetürk’ün kalemine takıldı<br />
ve Utku Aktivist filmler dosyası yaptı.<br />
Egemen ise son dönemin en önemli<br />
erkek oyuncularından James McAvoy’u<br />
konu edindi. Drama, bilimkurgu, tarihi<br />
film hiç biri McAvoy’un elinden kurtulmuyor.<br />
Geçen ay kabuslarımızın<br />
ressamı Giger’ı kaybettik. Masis Giger’ın<br />
yarattığı korku yaratıklarını topladı. Tam<br />
bir sinefil dosyası. Episode köşemizde<br />
ise Şenay Tanrıvermiş Fargo’yu yazdı.<br />
Dirensinema’da Banu Gezi devriminin<br />
belgesellerine göz attı. Portreler, Kritikler,<br />
Vizyonlar, Pek Yakındalar ve daha neler<br />
neler. İyi okumalar.<br />
Yayın Sahibi<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
Banu Bozdemir<br />
YAZARLAR<br />
Alper Turgut<br />
Fırat Sayıcı<br />
Masis Üşenmez Melis Zararsız<br />
Egemen Tokatlıoğlu Murat Kızılca<br />
Deniz Uğur<br />
Utku Ögetürk<br />
Didem Peker Başaran Halil İbrahim Sağlam<br />
Nergiz Karadaş Şenay Tanrıvermiş
Yönetmen: Delphine de Vigan<br />
Senaryo: Delphine de Vigan<br />
Oyuncular: Julia Faure, Delphine<br />
Chuillot, Didier Bezace, Laurence<br />
Arne, Eric Elmosnino<br />
Konu: Kendi ayakları üzerinde<br />
durabilen, başarılı bir kadın<br />
olan Emma kendine güvenen<br />
bir karakterdir. Hayatta istediği<br />
her şey yolunda gibi görünse<br />
de en büyük problemi yatakta<br />
yaşadığı seks sorunlarıdır! Her<br />
daim kendisine belli yöntemler<br />
çizen Emma yataktaki probleminin<br />
de üstesinden gelmek için<br />
çeşitli planlar yapar ama hesaba<br />
katmadığı küçük bir detay<br />
vardır: Aşk!
Yönetmen: Luc Besson<br />
Senaryo: Luc Besson<br />
Oyuncular: Morgan Freeman, Scarlett<br />
Johansson, Min-sik Choi, Analeigh Tipton,<br />
Mason Lee<br />
Konu: Genç bir kadın olan Lucy<br />
uyuşturucu kaçakçılığı yapmaktadır. Bir<br />
teslimat öncesinde, taşımakta olduğu<br />
bütün uyuşturucu, beklenmedik bir<br />
şekilde Lucy’nin vücuduna nüfuz eder<br />
ve kanına karışır. Mucize eseri Lucy<br />
aşırı doz nedeniyle herhangi bir sorun<br />
yaşamaz. Aksine, damarlarında dolaşan<br />
kimyasallarla insanüstü yetenekler<br />
kazanmıştır. Akıl okuma, telekinezi ve<br />
acıyı hissetmeme gibi güçlere sahip<br />
olan genç kadının hayatı artık eskisi gibi<br />
olmayacaktır.<br />
Yönetmen:<br />
Chris Miller, Phil Lord<br />
Senaryo: Michael Bacall<br />
Oyuncular: Channing Tatum,<br />
Jonah Hill, Ice Cube, Amber<br />
Stevens, Eddie J. Fernandez<br />
Konu: Liseyi (iki kez) bitirdikten<br />
sonra, polis memurları<br />
Schmidt (Jonah Hill) ve<br />
Jenko’yu (Channing Tatum)<br />
büyük değişiklikler beklemektedir:<br />
İkili bu kez yerel<br />
bir üniversitede gizli görev<br />
üstlenirler. Ancak, Jenko spor<br />
takımında kendine bir kanka<br />
bulup, Schmidt de bohem<br />
sanat bölümüne sızınca,<br />
ortaklıklarını sorgulamaya<br />
başlarlar.
Yönetmen: Steven Quale<br />
Senaryo: Simon Beaufoy<br />
Oyuncular: Sarah Wayne<br />
Callies, Jeremy Sumpter,<br />
Nathan Kress, Richard<br />
Armitage, Kaitlan Welton<br />
Konu: Silverton<br />
kasabasında aniden<br />
başlayan kasırgalarla<br />
birlikte, bütün kasaba<br />
yıkılır. Ancak en kötüsü<br />
henüz daha gelmemiştir.<br />
Bir çok insan sığınaklara<br />
saklanmış, diğerleride<br />
kasırgadan kaçmıştır.<br />
Bir grup profesyonel<br />
kasırga takipçisi gerçek<br />
zamanlı anları çekmeye<br />
çalışırken, biryandan da<br />
diğer insanları kurtarmaya<br />
çalışacaktır. Ama<br />
henüz doğa ana gerçek<br />
yüzünü göstermemiştir.<br />
Yönetmen: Patrick Hughes<br />
Senaryo: Sylvester Stallone<br />
Oyuncular: Jason Statham, Mel Gibson, Jet Li,<br />
Sylvester Stallone, Antonio Banderas<br />
Konu: Barney (Stallone), Christmas (Statham)<br />
ve ekibi hayatlarının en zorlu mücadelesiyle<br />
karşı karşıyalar! Bir zamanlar Barney ile birlikte<br />
ekibin kurulmasında rol alan Conrad Stonebanks<br />
(Gibson), şimdilerde silah satıcısı olarak<br />
çalışmaktadır ve bu durum ekibin geri kalanını<br />
rahatsız eder. Bu nedenle Stonebanks ekibi<br />
dağıtmayı kafasına koymuştur.
Yönetmen: Anton Corbijn<br />
Senaryo: Andrew Bovell<br />
Oyuncular: Rachel McAdams, Willem Dafoe,<br />
Philip Seymour Hoffman, Robin Wright, Daniel<br />
Brühl<br />
Konu: Yarı Çeçen yarı rus kökenli olan esrarengiz<br />
bir adam, yasadışı yollardan Hamburg’a<br />
giriş yapar. Bir şeylerden kaçarken kendisini<br />
şehrin müslüman mahallelerinden birinde<br />
sığınmacı olarak bulur. Türk bir aile tarafından<br />
misafir edilir ve bu süreçte geçmişinden biraz<br />
da olsun kurtulmuş olur. Ancak kısa bir zaman<br />
zarfı içerisinde eve misafiri ziyaret etmeye<br />
gelenler olur ve sayıları gittikçe artar.
Yönetmen: Philipp Stölzl<br />
Senaryo: Jan Berger<br />
Oyuncular: Ben Kingsley,<br />
Stellan Skarsgård, Tom<br />
Payne, Elyas M’barek, Olivier<br />
Martinez<br />
Konu: 9 yaşındaki Rob Cole<br />
doğal bir yetenekle dünyaya<br />
gelmiş ve annesinin<br />
yaklaşmakta olan ölümünü<br />
tuhaf bir biçimde sezmiştir.<br />
Engelleyemediği ölüm<br />
gerçekleştiğinde, uzun bir<br />
yolculuğa çıkar; bu yolculuk<br />
ise küçük hokkabazlıkları<br />
ve hekimlik alanında çeşitli<br />
yöntemleri öğrendiği bir<br />
eğitim süreciyle geçer. Ne<br />
var ki Cole için bu metodlar<br />
sınırlı kalır ve daha engin bir<br />
bilgi birikimine sahip olmayı<br />
istemeye başlar.<br />
Yönetmen: NDaniel Schechter<br />
Senaryo: Daniel Schechter<br />
Oyuncular: Jennifer Aniston, Tim Robbins,<br />
Isla Fisher, Mos Def, John Hawkes<br />
Konu: Bir grup arkadaş yüksek miktarda<br />
fidye koparmak için zengin bir<br />
iş adamının karısını rehin alırlar. Ama<br />
plan istedikleri gibi yürümez zira zengin<br />
kcoa zaten metresiyle birlikte olmak<br />
için karısından kurtulmanın yollarını<br />
aramaktadır! Karısının kaçırıldığını<br />
öğrendiğinde, mevzuya sevgilisi el atar<br />
ve rehin alma planı bambaşka boyutlara<br />
ilerler!
n “Vecide” (Wadjda), Suudi Arabistan’ın ilk kadın<br />
yönetmeni Haifaa Al-Mansour’un çektiği, bir kız<br />
çocuğunun gözünden, şeriat ülkesinde kadın<br />
olmayı anlatan bir seyirlik. Hani bilmediğimiz<br />
şeyler de değil, memleketimizde siyasal İslam<br />
giderek güçleniyor, gönüllüler dışında, işinden,<br />
aşından olmak istemeyenler de muhafazakâr<br />
dalgaya kapılıyor. Neyse… Şeriat heveslilerinin<br />
çoğaldığı ülkemizi bırakıp, İslam coğrafyasına<br />
geçelim, çünkü orada kadın olmak, yasaklarla<br />
yaşamak anlamına geliyor. Özgürlüklerin ihlalini,<br />
sevap, kadının hür iradesini günah sayan<br />
ve böylesi bir yakıcı gerçeği kurgulayan filmleri,<br />
daha önce de seyrettik, kâh İran’dan, kâh<br />
Afganistan’dan… Ancak bu film, umudu anlatıyor,<br />
sürünün içerisinde kara koyunların da olduğunu,<br />
koca bir hapishaneye dönmüş, kadın sesinin, bir<br />
erkeğe ulaşmasının bile ayıplandığı bir ülkede,<br />
inadına özgürlük isteyenlerin varlığını ve sessiz<br />
isyanını haykırıyor.<br />
Güzel bir film Vecide, 10 yaşındaki bir kız<br />
çocuğunun, bisiklete binme ve erkek akranlarıyla<br />
yarışma hayali kadar güzel! Başrollerini Waad<br />
Mohammed, Reem Abdullah, Abdullrahman Al<br />
Gohani, Sultan Al Assaf’ın sırtladığı film, festival<br />
festival dolaştı ve birçok ödül kazandı. Sinemanın<br />
olmadığı, film seyretmenin günah sayıldığı bir<br />
ülkede, pelikülün peşine düşen kadınların varlığı,<br />
işte bunun adı umuttur. Riyad’ın kenar mahallerinde<br />
yaşayan Vecide, muhafazakâr yapıya, ters<br />
düşmekten sakınmaz. Baskıcı, tutucu, boğan,<br />
kısıtlayan çevrisine ve okuluna rağmen, eğlenmeyi<br />
sever, savaşçı bir ruhu vardır ve ezberi bozmaya<br />
didinir. Sürekli sınırlarını zorlar, dikte edileni kabul<br />
etmez, yüreğine ve aklına uyanın peşine düşer.<br />
Elbette klişeler de mevcut, lakin klişesiz ne bir film<br />
vardır, ne de gündelik hayat… Kimi oyunculukların<br />
sallandığı yerler var, olsun, nihayetinde bu bir<br />
ilk film, üstelik finaliyle, ufak tefek aksamaları da<br />
unutturmasını biliyor. Film çekmek kadar, göstermek<br />
de yasak ve bir kadın kalkıp, gizli gizli film çekiyor,<br />
hakkını verelim, bu azme ancak şapka çıkartılır.<br />
Bazı kentlerin, görece daha özgür olması, erkeklerin<br />
ve çocuklara film gösterilmesi, yasaklar ülkesinin<br />
gerçekliğini sarsmıyor, ancak geçenlerde okuduğum<br />
Suudi Arabistan’da sinema salonlarının açılacağına<br />
dair haber, artık toplumun, özellikle bir bölümünün,<br />
ezber bozmak istediğinin müjdesi gibi, bunu da belirteyim.<br />
Okulda yasak olduğu için, spor ayakkabısını, siyaha<br />
boyayan, bisiklet alabilmek için, Kuran okuma<br />
yarışmasına katılmayı göze alan, yabancı müzik<br />
dinleyen, saçını tamamen örtmek istemeyen, erkek<br />
çocukla arkadaşlık eden, yani yasak ve günah diye<br />
belletilen ne varsa, peşinen kabul etmeyen küçük<br />
kahramanımızın öyküsü, okuldaki yaşıtları, kendinden<br />
büyük öğrenciler, öğretmenler, komşular ve ailesi<br />
üzerinden, dine adına yapılmış çarpıtmaları ve köle<br />
edilmiş kadınları dillendirmeyi başarıyor. Küçük bir<br />
hikaye bu, basit, sade, çocukça ve safça… İnanç varsa,<br />
ideal de vardır, zulüm edenler varsa, karşı koyanlar<br />
da vardır, baskı varsa, isyan da vardır. Ve gayret<br />
edenler, mücadeleyi sürdürenler, günün birinde<br />
kazanır. Sonuçta hüzünlü, trajik, ağdalı bir öykü<br />
yaratmak yerine, içinde neşe ve umut barındıran bir<br />
film çekmek, bisiklete binip, sürmek gibi bir şey.
n Günümüzde birçok iyi yönetmen var. Ama bazen<br />
birisi çıkıyor daha ilk filminde neler vaat ettiği belli<br />
oluyor. David Michod ilk filmi Animal Kingdom ile dikkatleri<br />
üzerine çekmişti. Dramatik ve gerçekçi filmler<br />
yapacağı belliydi. Bu hafta vizyona giren The Rover-<br />
Takip ise yönetmenin başarılı kariyerini müjdeliyor.<br />
Öykü belirsiz bir gelecekte geçiyor. Sistem büyük<br />
bir çöküş yaşamış. Bu çöküşün 10 yıl sonrasında<br />
yaşanıyor hikaye. Bir çatışmadan çıkan 3 adam<br />
kaçmaktadır. Henry yaralanmış, üstelik kardeşi de<br />
bu çatışmada vurulmuştur. Her ne kadar Henry<br />
kardeşinin ölmediğini, dönmeleri gerektiğini söylese<br />
de diğer iki kişi bunu kabul etmez. Bu sırada araba<br />
kontrolden çıkar ve kaza yapar. Şanslarına başka<br />
bir araba yolda park etmiştir ve o arabayı çalarak<br />
yollarına devam ederler. İşte çalınan arabanın sahibi<br />
Eric (Guy Pearce) bunu kabul etmeyecektir. Peşlerine<br />
düşer. Bu sırada öldü diye arkada bıraktıkları yaralı<br />
kardeş Rey (Robert Pattinson) olay yerinden ağır<br />
yaralı bir şekilde ayrılır ve kardeşinin peşine düşer.<br />
Eric ile Rey’in yolları bu kovalamacada kesişir. Eric,<br />
Rey’in saf hatta biraz zeka engelli olduğunu fark eder.<br />
Hayata küsmüş olan Eric bu saf çocuğun iyi niyetinden<br />
etkilenir. Hayata karşı umudunu kaybetmişken<br />
ona ihtiyacı olan birini bulması Eric’i etkiler. Fakat<br />
bu kovalamacanın sonu hikayenin ruhuna uygun<br />
olarak hiç de iyi bitmeyecektir. Sinemada beni en<br />
etkileyen şey bilindik bir hikayeyi öyle anlatırsınız ki<br />
bambaşka mesajlar içerir aslında alt metin. Bu filme<br />
gelecekte geçtiği için bilim kurgu da diyebilirsiniz,<br />
çatışma ve aksiyon olduğu için bir suç filmi de ama<br />
en doğrusu trajedi demek herhalde. Film gelecekte<br />
geçerken tam da günümüzün insanlığının düştüğü<br />
hali resmediyor. Filmdeki herkesin fakirliği, pisliği,<br />
tükenmişliği, günümüz insanının ruhunun durumunu<br />
ifade ediyor. Etrafımızdaki bu kadar savaşa, katliama,<br />
fakirliğe, açlıktan ölen insanlara rağmen mutlu olmak<br />
için çaba sarfediyorsak aslında insanlığımızdan bir<br />
şeyleri de kaybediyoruz demektir. Filmin başrolünde<br />
oynayan Guy Pearce’ın canlandırdığı Eric karakteri<br />
hayata karşı bütün inancını kaybetmiş. Aslında<br />
hayat derken insanları kast ediyoruz. Eric’in bütün<br />
bu kovalamacaya karışmasının sebebi eski püskü<br />
arabasının çalınması. Peki bu araba Eric için niye<br />
bu kadar önemli? Bu sorunun cevabı filmin finalinde<br />
veriliyor. Ve o finali seyrettiğinizde göreceksiniz ki,<br />
neyi kaybederseniz kaybedin sevgiye verdiğiniz<br />
değer asla azalmıyor. Sevgi kimden gelirse gelsin.<br />
İnsanlığı tasvir ederken birçok şey söylenir,<br />
konuşabilmesi, düşünebilmesi, sosyal bir yaşamı<br />
olması, bilim ve ilim üretmesi ama bence en büyük<br />
farklılığı bilinçli olarak sevebiliyor olması ve buna<br />
duyduğu ihtiyaç, insanlığın en belirleyici unsuru.<br />
Bütün yozlaşmışlığımıza rağmen bu ihtiyacımız<br />
kaybolursa, yani sevgiye önem vermezsek işte o<br />
zaman biteriz. Guy Pearce birçok filmde başarılı<br />
performanslar göstermiştir ama bu filmde bir başka.<br />
Hani Oscar için yarışsa benim Oscar’ım onun olur.<br />
Öyküde saf Rey’i canlandıran Robert Pattinson<br />
ise beni çok zorladı. Genel itibarıyla performansı<br />
beğenilecektir ama aynı Leonardo Di Caprio’da<br />
hissettiğim şeyi onda da hissediyorum. Kendini iyi<br />
oyuncu olmak için o kadar zorluyor ki performansı<br />
hep bir sunilik taşıyor. Ne yazık ki oynadığı hep<br />
belli oluyor. Bu konuda Guy Pearce ile Robert<br />
Pattinson’u filmde karşılaştırmalı olarak izleyin.<br />
Doğal bir yetenek ile zorlama başarının arasındaki<br />
farkı göreceksiniz. Buna rağmen Pattinson’un da<br />
en iyi filmi olduğunu söylemeliyim The Rover’ın.<br />
Cannes’da yarışma dışı olarak gösterilen filmi<br />
kaçırmamanızı öneririm. Biraz zorlayıcı bir film ama<br />
bu kadar zorlanmaya da ihtiyacımız var. Yoksa<br />
farkındalığı nasıl sağlayacağız?
n Xavier Dolan’ı 2009’da Annemi Öldürdüm<br />
ile tanımış, filmle ilgili duygularımı da ‘Anneni<br />
Öldürdün ama sinemayı yaşattın’ tarzı bir yazıyla<br />
anmıştım. Gerçekten de gencecik bir yönetmenin<br />
hem kameranın arkasına hem de önüne bu kadar<br />
hakim olması sevindiriciydi benim için. Hayali<br />
Aşklar ilk film kadar heyecan verici olmasa da<br />
onun da insanın istekleri, tercihleri ve bunları<br />
kullanım şekilleri doğrultusunda söyleyecek<br />
sözleri vardı. Tabii ilk filmle bu kadar iyi çıkış<br />
yakalayan yönetmenlerin kaderini yaşayan Dolan,<br />
Venedik’te bol ödül kazanan Tom Çiftlikte filmiyle<br />
de kafaları karıştırmayı başardı.<br />
Kendi adıma filmin dramatik yapısıyla iyice üzerimize<br />
abanan gerilimli halini epey sevdim. Erkek<br />
arkadaşının cenazesine katılmak için bir çiftliğe<br />
yolculuk yapan Tom’un değişimi, yaşadıkları,<br />
gerilimi filme olan ilgimizi tetikleyen unsurlar. Anneyi<br />
üzmemek için her yolun denendiği evde Tom<br />
sevgilisinin ağabeyiyle giriştiği zorlu iletişimden<br />
bir nevi trans haline geçiyor ve karşı durduğu,<br />
şiddete maruz kaldığı yerde bir nevi söz dinleyen<br />
iyi çocuk durumuna geçiyor.<br />
Asıl mesele annenin ölen oğlunun bir eşcinsel<br />
olduğunun saklanması ki, Tom Çiftlikte’nin<br />
ardından vizyona giren Sevgilinin Ardından<br />
filminde de hemen hemen aynı konu vardı. Sanki<br />
bu konuyla ilgili tüm dertler bitmiş de annelere<br />
söylenmesi kalmış gibi… Tabii işin o kısmı farklı bir<br />
ahlaki sorgulama gerektiriyor ama filmin bileşenleri<br />
bence gayet yerinde kullanılıyor. Ağabeyin konumu<br />
özellikle filmin algısını çok fazla değiştiriyor, yani<br />
eşcinselliğe karşı bir ağabeyin aslında gizli bir<br />
eşcinsel olması gibi… Tabii bu da Tom üzerinde<br />
değişik bir baskı ve tahakküm yaratıyor ama Dolan<br />
bunu bir yandan da umursamaz bir tavırla ortaya<br />
seriyor, öyle ki bir yerde tüm gerilimli ipi koparıyor<br />
ve seyirciyi eli boş bırakıyor. Tabii bütünüyle değil<br />
biraz…<br />
Ben sinema dilini gelişkin buluyorum Dolan’ın. En<br />
azından hikayesini nasıl yansıtacağını, ona nasıl görsel<br />
bir ortam hazırlayacağını biliyor ve bu da ona bir<br />
hayli yardımcı oluyor. Tom Çiftlikte’yi gayet başarılı<br />
buldum, hikayenin eksenleri kaysa da zaman zaman…<br />
Tom karakterine hayat veren Dolan sarı saçlarıyla<br />
ve tabii tarzıyla çok uzak göründüğü çiftliğin nasıl bir<br />
nesnesi haline geliyor görmek lazım… Mommy filmiyle<br />
yakında tekrar karşımızda olacağını umduğum<br />
Dolan bu filminde de sorunlu bir anne - oğul ilişkisini<br />
anlatarak bu konuya ne kadar duyarlı ya da takıntılı<br />
olduğunu gösteriyor. Ve biz de merakla bekliyoruz…
n Her ne kadar Voltran’la büyümüş biri olsam<br />
da, Transformers’ın da hatırı sayılır bir yeri vardır<br />
bende. Çocuklukla ergenlik arasındaki, her<br />
kıyafetin garson boyunu giydiğimiz anlamsız/belirsiz<br />
çağda bir Transformers figürü elde edebilmek<br />
için çok şey verirdik. Arabadan robota dönüşerek<br />
olaylara akan metal yığınlarının insan gibi<br />
konuşması, davranması elbet her yaşta çocuğun<br />
aklını çelmiştir. 7 yıldır da, işini bilen sinemacı<br />
Michael Bay sayesinde beyazperdede aynı hazzı<br />
tadıyoruz.<br />
Filmin kısaca konusuna gelirsek… İnsanlık<br />
bir önceki Transformers-Deceptikon-Uzaylı<br />
savaşından doğan kötü sonuçları toparlamaya<br />
çalışırken, tarihin akışını kontrol etmeyi amaçlayan<br />
karanlık bir grup kendini gösterir. Bu arada dünyaya<br />
kendi hedef göstergesinin içinde eskiden kalma,<br />
güçlü ve yeni bir tehdit gelir. Optimus Prime ve Autobotlar,<br />
yeni insan kadrosunun yardımıyla bugüne<br />
kadar karşılaştıkları en korkunç meydan okumaya<br />
karşı koyarlar.<br />
Bildiğiniz üzere bu bölüm ana oyuncu kadrosu<br />
komple yenilendi. Başkahramanımız Shia LaBeouf<br />
seriden ayrılmıştı. Michael Bay’in onu yeniden seriye<br />
sokmak istediği ancak stüdyonun kabul etmediği<br />
ve yeni bir başkahraman istedikleri konuşulmuştu.<br />
Bu yüzden olacak ki Bay, LaBeouf’un yerini doldurmak<br />
için bir önceki filmi “Pain & Gain”de birlikte<br />
çalıştığı Mark Wahlberg’i göreve çağırdı. Kimisi<br />
için iyi oldu ancak ben Shia LaBeouf’un Transformers<br />
ruhuyla daha iyi bağdaştığını düşünüyorum.<br />
Bunun en büyük sebebi yaş farkı. Zira Wahlberg<br />
43 iken, LaBeouf 28 yaşında. Kim ne derse dersin,<br />
daha çevik ve şaşkın suratlı bir başkahraman<br />
(LaBeouf), ne yaptığını bilen, kasları paslanmış bir<br />
eski mühendis bozuntusundan (Wahlberg) daha<br />
çok yakışıyordu serinin ruhuna! Bu arada bakmaya<br />
doyamadığımız dünyalar ‘meleği’ Rosie Huntington-Whiteley’le,<br />
Nicola Peltz’i karşılaştırmam bile.<br />
Michael Bay neden kısa kot şortu başrole oturtmuş,<br />
anlayan beri gelsin!<br />
Filmin Ehren Kruger tarafından yazılmış senaryosuna<br />
gelince. Daha önce kadın erkek ilişkisini başkahraman<br />
ve sevgilisi ekseninde döndüren senarist bu kez<br />
ilişkiyi baba-kız eksenine kaydırmayı tercih etmiş.<br />
Filmin bir bölümünden sonra olaya dahil olan erkek<br />
arkadaş karakteri karikatürden öteye gidemese ve<br />
gidişatı değiştiremese de filmin tek komedi unsurunu<br />
oluşturuyor. Zira güzel bir kız için babası ve sevgilisi<br />
arasındaki gerilim eninde sonunda komedi doğuruyor.<br />
Bu filmde dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de<br />
insanların ilk kez kötücül karakter olarak filme dahil<br />
olmaları. Zira usta aktör Kelsey Grammer’ın oynadığı<br />
Harold Attinger, hem Autobot, hem Deceptikon hem de<br />
uzaylıları alt ederek kendi çıkarları doğrultusunda bir<br />
yeni dünya yaratmak istiyor.<br />
“Transformers: Kayıp Çağ”ın görselliğine diyecek laf<br />
yok, yine her zaman ki gibi. İşin içine Dinobot’ların<br />
girmesiyle curcunanın daha da arttığı çok katmanlı final<br />
sahneleri, ödediğiniz biletin hakkını kesinlikle verecek.<br />
Hele ki filmi bir IMAX salonunda izlerseniz, üstünüze<br />
düşmekte olan gökdelen ya da gemi parçalarından<br />
kendinizi korumak zorunda hissedeceksiniz!<br />
İlki 2007’de vizyona giren Transformers serisi genel<br />
anlamda seyircisini hiç üzmedi. Bunda filmin iki mimarı<br />
olan Michael Bay ve Steven Spielberg’ün büyük katkısı<br />
var. Kuşkusuz başka bir ekip Transformers serisini bu<br />
kadar yükseltemezdi. Her bölüm bir öncekinden daha<br />
adrenalinli, daha derinlikli. Ama o değil de, artık birileri<br />
Voltran’a da el atsın lütfen!
Çakallarla Dans 3’ün işveli Fatması<br />
Didem Balçın gerçek hayatta erkeklerin<br />
daha saf olduğunu ve filmlerdeki<br />
dengelerin bazen ters işlediğini söyledi.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sinemasında çok yetenekli<br />
kadın oyuncular var. Ama sinemamızın<br />
yetersizlikleri onları da vuruyor. Mesela<br />
Didem Balçın yurt dışında olsaydı eminim<br />
Bir Meg Ryan veya Goldie Hawn<br />
etkisi yapabilirdi. Çünkü hem fiziği<br />
buna uygun hem de muhteşem bir komedi<br />
kabiliyeti var. Sinemamız bundan<br />
yeterince faydalanıyor mu? Cevabı zor<br />
bir soru. Bu yıl 3 filmle karşımıza gelecek<br />
olan Didem Balçın ile Çakallarla<br />
Dans filminin setinde sohbet ettik.<br />
Çakallarla Dans’ın üçüncü devam<br />
filmini çekiyorsunuz. Bu rol sana neler<br />
kattı?<br />
Çakallarla Dans senaryosu geldiğinde,<br />
yarısını okudum ve çok eğlendiğim için<br />
hemen görüşelim diye heyecanlandım,<br />
sete gittiğimde İlker Ayrık vardı. Murat<br />
Şeker, İlker Ayrık hepsiyle beraber<br />
bir okuma yapalım dedik çünkü komedide<br />
benim fikrime göre önemli<br />
olan grup çalışması. Yoksa bireysel<br />
bir yetenek ve bireysel bir enerji komedide<br />
yeterli olmuyor. Sete gidince<br />
yıllardır tanıyormuşum gibi bir anda<br />
böyle enerjimiz çok tuttu. Aslında<br />
Murat Şeker’in kardeşi Hülya beni çok<br />
istemiş. Onlar beni tanımıyorlardı.<br />
Filme başladık. Filme başladıktan<br />
sonrası daha da güzeldi. Sete resmen<br />
bugün Çakallarla Dans seti var diye<br />
eğlenerek gidiyordum. Ve ekip tamamen<br />
böyle, gülmekten çekemiyorduk söylemi<br />
vardır ya. Gerçekten gülmekten çekemedik<br />
diyebileceğimiz sahneler vardı. Ve<br />
ben ikincisini beklemiyor ve bilmiyordum.<br />
Gişe olarak değil ama sosyal medyada<br />
o kadar tutuldu ki, insanların beklentilerine<br />
göre bir ikinci filmi çekmemiz<br />
gerekti. Bu para kazanan kişinin istediği<br />
şey değildi aslında, halkın istediği şeydi.<br />
Benim hayatımda da Fatma şöyle bir<br />
şey oldu, ben Fatma’dan sonra dram<br />
filmlerinde oynadım ama her gittiğim<br />
görüşmede “Biz Fatma’yı çok seviyoruz.<br />
Komedi filmini böyle oynayan dram filmini<br />
de iyi oynar” gibi tepkiler alıyordum.<br />
Bu yüzden Fatma benim için çok önemli.<br />
Komedi oynamayı çok seviyorum ve<br />
daha önce de oynadım ama Fatma çok<br />
farklıydı, herkes Fatma’yı biliyor.<br />
Hollywood’ta Goldie Hawn, Meg Ryan<br />
gibi hem fiziğiyle hem de komedi kabiliyetiyle<br />
öne çıkan isimler omantik komedinin<br />
önünü açtı. Türk sinemasında sizin<br />
performansınız benzeştirilebilir. Bu tür<br />
kadın oyuncuların eksikliği yüzünden mi<br />
bizde romantik komedi fazla çekilemiyor.<br />
Aslında yok dememek lazım yani, şöyle<br />
düşünmek lazım her sene milyonlarca<br />
insan mezun oluyor okullardan. Bir<br />
oyuncu sürekli güzelleşmek zorundadır<br />
ama aynı zamanda çirkin olmaktan da<br />
korkmamalıdır. Mesela ben bir komedi
filminde oynamıştım fakat orada ki rolümün<br />
kadınsal hiçbir şeyi yoktu mesela. Ama<br />
Çakallarla Dans’ta hem güzel olup hem bol<br />
seksapalliği de olan ve iç enerjisi de gür<br />
olan bir kadın Fatma.<br />
80’lerden 90’ların ikinci yarısına kadar<br />
genelde feminizm Türk sinemasında etkisi<br />
görülmüştür. Fakat 2000 sonrası bu konuda<br />
geri adım atıldığını düşünüyorum. Siz ne<br />
düşünüyorsunuz, artık bu bedelleri ödemek<br />
daha mı zor sizce?<br />
Yani ben hiçbir bedel ödemedim. Sevişme<br />
sahnesi, dayak sahnesi, tecavüz sahnesi,<br />
ağlama sahnesi falan bence hep aynıydı. O<br />
yüzden genelde hep öyle şeyleri oynuyorum.<br />
Yani benim için bir fark yok. Ben de<br />
Ankara’da bir memur ailenin çocuğuyum.<br />
Ankara’da yetiştim, aslında kapalı bir alanda<br />
yetiştim, şanslıyım beni desteklediler.<br />
Ben hep şunu savundum, kendim rahat<br />
olduğum ve rahatsız olmadığım her şeyi<br />
oynayabilirim. Ben mesela bir sevişme<br />
sahnesinde utanmıyorsam, “ya şimdi ne<br />
yapacağım…” demiyorsam başkalarının<br />
düşüncelerini de takmam. Evet bazen benim<br />
de reddettiğim projeler oldu, gereksiz<br />
olduğunu düşündüm ama mesela Çakallarla<br />
Dans’ta sevişme sahnelerinde hiçbir erotizm<br />
yok, daha çok komik yani. Bunu yanlış<br />
anlayanlar olmadı mı, oldu. Yorum olarak<br />
gerçekten çirkinleşenler olmadı mı, oldu.<br />
Eh bedel olarak tek ödediğim şey de bunları<br />
okumak oldu ama ben böyle şeyleri zaten<br />
takmıyorum.<br />
Filmin adı Çakallarla Dans fakat aslında<br />
kimse çakal değil sonuçta sadece dört tane<br />
arkadaşlar, filmde çakala en yakın kişi Fatma.<br />
Evet, evet kesinlikle ve bence aramızda,<br />
günlük hayatta birçok Fatma var. Diğer dört<br />
karakterimiz gerçekten hiç çakal değiller<br />
yalnızca çakallık yapmaya çalışıyorlar<br />
çünkü sistem bizi buna itiyor. Kimisi<br />
çakallık yaparken aklını kullanıyor kimisinin<br />
şansı yaver gidiyor. Fakat herkes çakallık<br />
yapıyor. Çakallık deyince büyük şeyler<br />
düşünmemek lazım bir simit alırken de<br />
çakallık yapabilirsiniz ve mutlaka ben bile<br />
gündelik hayatta çakallık yapıyorumdur.<br />
Ama ayrı olarak gündelik hayatta birçok<br />
Fatma olduğuna inanıyorum. Ve<br />
Fatma karakterinin de bu insanlardan<br />
esinlendiğine ve öyle yaratıldığına<br />
inanıyorum.<br />
Aslında gerçek hayata baktığımızda ben<br />
de size katılıyorum. Erkekler evet evde<br />
otoriter gözükürler ama hayatta tüm dengeyi<br />
kuran yine kadındır. Bizim dramatik<br />
filmlerimizde hep kadın çok ezilendir.<br />
Ben de sizin gibi düşünüyorum. Bence<br />
erkekler çok net ve tek bir hamlede<br />
düşünen varlıklar ama kadınlar her<br />
açıdan düşünen varlıklar. Dolayısıyla ben<br />
zaten kadınların daha çakal olduğunu<br />
düşünüyorum. Çakallığı geçtim daha çok<br />
fikirleri olduğunu düşünüyorum. O yüzden<br />
erkeklere üzülüyorum. Yani ben böyle bir<br />
kadınım, bizim evimizde baba görüntüde<br />
vardır ama her şeye annem karar verir ve<br />
annemin sözü geçer. O yüzden de diğer<br />
filmlerde niye böyle olduğunu bilmiyorum<br />
ama keşke gerçeğe biraz daha<br />
yaklaşabilsem. Yani komedi olduğu için<br />
değil. Mesela kadına şiddete hayır diyoruz<br />
her zaman ama sadece kadınlar<br />
şiddet görmüyor ki. Erkekler de görüyor<br />
ve o daha kötü bir durum. Düşünsenize<br />
erkekler kadın tarafından şiddete uğramaz<br />
diye düşünüyoruz. Hâlbuki şiddete her<br />
yerde hayır diye düşünüyorum. Erkeğe de<br />
yazık.<br />
Peki şimdi siz tiyatrocusunuz, dizide de<br />
oynadınız ama dikkat ediyorum çok film<br />
üretiyorsunuz. Yani meslektaşlarınıza<br />
göre çok daha fazla film üretiyorsunuz.<br />
Geçen sefer iki filminiz aynı anda vizyona<br />
girmişti bu yılda üç olacak. Bu bir planlama<br />
mı yoksa rast mı geliyor.<br />
Belli bir şablonum yok benim, ben sadece<br />
komedi filminde oynarım ya da ben<br />
sadece dram oyuncusuyum ya da ben
sanat filmi oyuncusuyum gibi bir cümlem yok<br />
benim, sanırım bundan kaynaklanıyor. Yaptıktan<br />
sonra “Ay iyi ki yapmışım” dediğim her işte olabilecek<br />
bir oyuncuyum. Tek bir noktaya yapım<br />
gereği de bağlı kalamıyorum. Yani anlayacağınız<br />
tamamen şans eseri. Ben bu sene çeksem beş<br />
film de çekerdim ama nerede mutlu olduğumuzla<br />
alakalı bir şey bu. Dediğim<br />
gibi denk geldi sadece, her<br />
sene başka bir tiyatro yapmaya<br />
çalışıyorum. Bu sene<br />
başka bir oyunla Moda<br />
Sahnesi’nde oynayacağım.<br />
Sinemadaysa üç filmim birden<br />
vizyona girecek. Dizi henüz<br />
yok. Bu kadar film varken bir<br />
de dizi olsun da şehir dışına<br />
gideyim falan kaldırmam<br />
muhtemelen. Zaten dizi daha<br />
bir fabrikaya döndüğü için bu<br />
çok yoruyor bir oyuncuyu.<br />
Şimdi bu bir tezat değil mi?<br />
Bir oyuncu bir dizinin uzun<br />
olmasını ister çünkü ona göre<br />
para kazanır. Fakat bu oyuncuyu<br />
sanatsal bir çıkmaza<br />
düşürüyor. Bu konuda sizin<br />
düşünceleriniz nedir?<br />
Her sene bir tiyatro<br />
yapıyorum yani ne olursa<br />
olsun, geçen sene Adana’da<br />
dizi çekiyordum yine de<br />
İstanbul’da bir oyunum vardı.<br />
Bu benim arınma şeklimdi.<br />
İster istemez seyirci de oyuncunun<br />
o tekrara düşmesini<br />
istiyor. Öyle görmek istiyor.<br />
Ama bundan ancak kendinizi<br />
soyutlayabilirsiniz, müzik<br />
olur, yürüyüş olur. Bir şekilde<br />
kendinizi arındırmanız gerekir<br />
ve o rolden uzaklaştırmanız<br />
gerekir ki tekrar her hafta işin<br />
içine girdiğinizde farklı olabilesiniz.<br />
Çakallarla Dans’ın konusu<br />
öyle ki istediğiniz gibi uzatabilirsiniz.<br />
Her dönem insanlar<br />
çakal olmak isteyip komik duruma düşerler. Peki<br />
bundan sonra bir dördüncüsü gelecek mi? Gelirse<br />
buna tepkiniz nasıl olacak?<br />
Valla ben Çakallarla Dans 10 çekilse de bunu<br />
olumlu karşılarım çünkü oyuncular gerçekten<br />
oyuncu diyebileceğimiz insanlar ve onlarla film<br />
çekmek gerçekten keyifli. Dördüncüsü çekilir mi bu<br />
sanırım yine ikincisi ve üçüncüsü<br />
gibi halkın isteğine bağlı olacak.<br />
Gişeye bakacağız ve mesela<br />
halk bunu sevdi hadi devam<br />
ettirelim diyeceğiz. Anca bunu<br />
da film vizyona girdikten sonra<br />
anlayacağız.<br />
Bir sanatçının içinde her zaman<br />
bir kompleks vardır sonuçta biliyoruz<br />
ki Türk sineması şu an ikiye<br />
ayrılıyor gişe filmleri ve sanat<br />
filmleri. O sanatçı kompleksi her<br />
ne şekilde olursa olsun sanat filmlerinde<br />
yer alıp kendisini tatmin etmek<br />
ister. Bu doğal bir seçim hâlbuki<br />
Türk sinemasının en büyük<br />
eksikliği kaliteli gişe filmlerinin<br />
olmamasıdır. Bu konuda neyi<br />
tercih ediyorsunuz. Bu çatışmayı<br />
yaşıyor musunuz içinizde.<br />
Ben bu çatışmayı yaşıyordum.<br />
Bundan iki yıl önce sanat filmi<br />
diye oynadığım bir yapımda çok<br />
büyük hayal kırıklığı yaşadım. Çok<br />
uğraştım ama film bana bedeller<br />
ödetti. Bana getirisi değil götürüsü<br />
oldu. Sonra anladım ki zaten bir<br />
filmi başından gişe filmi veya<br />
sanat filmi diye ayıramazsınız. Bir<br />
sanat filmi de gişe getirebilir yani<br />
benim öyle ayrımlarım yok. Bir<br />
tane kız var şimdi, elinde bir proje<br />
var ve sanat filmi diyebileceğimiz<br />
bir proje. Tek sorun bütçesiz<br />
olması. Eğer o filmde oynarsam<br />
mesela sanat filmi olduğu için<br />
oynamayacağım çok ilginç ve<br />
daha önce hiç denemediğim bir rol<br />
olduğu için oynayacağım.
n İnsanların değil de maymunların hüküm<br />
sürdüğü post apokaliptik bir evrende<br />
geçen Pierre Boulle romanı, 1968’de<br />
Franklin J. Schaffner yönetmenliğinde<br />
beyazperdeye aktarıldı. 1968 yapımı Maymunlar<br />
Cehennemi/Planet of the Apes,<br />
sadece işin eğlencesi anlamında değil,<br />
fikri anlamda da heyecan verici bir keşifti.<br />
Benzersiz hikayesi, filmi Hollywood<br />
tarihinde satışı en zor ama en başarılı<br />
işlerden biri kıldı. 2001 yılında ise ünlü<br />
ve sevilen yönetmen Tim Burton filmin<br />
remake’ini çekti ama açıkçası iki film hiç<br />
de kıyas kabul eder gibi değil. Önce biraz<br />
bu iki filme bakalım.<br />
68 yapımı filmin emsalsiz<br />
oluşunun sebebi ana<br />
karakteri George Taylor<br />
(Charlton Heston)’ı bize<br />
uzun uzun tanıtışında gizliydi<br />
biraz da... İlk bakışta<br />
şunu öğreniyorduk, bu<br />
astronot dünyayı belirli bir<br />
sebeple terketmişti; insan<br />
ırkı onu hayal kırıklığına<br />
uğratmıştı, çünkü insan, insana insan<br />
gibi davranmıyordu! Taylor’ın astronot<br />
oluşu ona bu hayalkırıklığından kaçabilme<br />
imkanı tanıyordu, o da bunu kullanmak<br />
istedi. Filmde Taylor’ın astronot arkadaşlarından<br />
birine söylediklerini hatırlamaya çalışalım: “Ben<br />
bir arayıştayım. Evrende bir yerde insandan daha<br />
iyi birşeyler olduğuna inancımı kaybedemiyorum,<br />
bence kesinlikle olmalı…” Film bize uzun uzun bu<br />
karakterin iç dünyasının detaylarını vermeye devam<br />
ederken olaylar bambaşka bir yere doğru evrilmeye<br />
başlıyor. Karakterimizin vurulduğuna, bir kafese<br />
kapatıldığına ve kendisini maymunların dünyasında<br />
buluşuna şahit oluyoruz. Filmin yönetmeni ve senaristler<br />
insanoğlunun geldiği medeniyet noktasının tersi<br />
bir kültür meydana getirmişlerdi burada, maymunlar<br />
üstün ırk olarak insanları avlıyor, avlarını kafesliyor<br />
ve insanoğlunu bir gelişmemişlik abidesi olarak
görüyorlardı, bilimsel olarak da gelişmelerini<br />
takip ediyorlardı. Bizim maymunlara yaptığımız<br />
gibi. Taylor kendisini maymunlar toplumunda<br />
bulup, onların değer dünyasında insan<br />
eşitliğinin olmadığını anlayınca zamanında<br />
kaçtığı şeyi savunmak zorunda kalıyordu:<br />
insanlığı. Film hem zamanın getirdiği şartlardaki<br />
teknik başarısıyla, hem de ciddi bir toplum<br />
eleştirisine döndüğü noktada post apokaliptik<br />
bilimkurgu dünyasında bir kült oldu. (Filmin şok<br />
finalini de bilen bilir!)<br />
2001 tarihli yeni yapımda aynı fikirler yeniden<br />
oluşturulmaya çalışılmıştı belki ama çağın<br />
getirisi yepyeni özel efektlere, farklı makyaj<br />
detaylarına ve Tim Burton ismine rağmen maalesef<br />
bu filmde herşey içi boş kalmış bir hikayeye<br />
dönüşmüştü. Her türlü teknik gelişime rağmen<br />
maymun karakterler çok fazla “karton” kalışı<br />
gözden kaçacak gibi değildi. Orijinal filmde<br />
maymunların sosyal konumları vardı. Orangutan<br />
ve şempanzeler entelektüellerdi, Goriller polislerdi<br />
ve avcılar ise militanlardı. Ve inançları, “bir<br />
maymun asla bir maymunu öldürmemeli” üzerine<br />
kurulmuştu. Remake’de ise özellikle bir yemek<br />
sofrası sahnesinde sosyal konumlar, politik durumlar<br />
söz konusu ediliyor ve ilk filmi biliyorsak<br />
bunu da anlamamız ve buna inanmamız bekleniyordu<br />
aslında seyirci olarak. Halbuki bilinen
ir hikaye bile olsa onu yeniden canlandırırken<br />
ekibin kendi vizyonunu ve belki döneme dair<br />
göndermeleri de gereğince katmaları ve bizim de<br />
bunu hissetmemizi sağlamalarını bekledik ister<br />
istemez ve hayal kırıklığına uğradık.<br />
Bu samimiyetten uzak yeniden çevrimin<br />
ardından hikaye yeni bir seriyle devam ediyor,<br />
bence iyi de oluyor. Görünüşe göre 40 küsur<br />
yıl sonra bile bu süper akıllı maymunların bize<br />
anlatacaklarıyla ilgileniyoruz! 2011’de sinemalarda<br />
izlediğimiz Rupert Wyatt imzalı Maymunlar<br />
Cehennemi: Başlangıç (Rise of the Planet of the<br />
Apes)’tan sonra Maymunlar Cehennemi: Şafak<br />
Vakti (Dawn of the Planet of the Apes) ise bu<br />
sene 11 Temmuz’da vizyona girecek.<br />
Kült ilk filmle izleyeceğimiz<br />
son filmin arasındaki diğer<br />
Maymunlar Cehennemi<br />
devam filmlerine bakacak<br />
olursak, sırada 1970 yapımı<br />
Maymunlar Cehenneminin<br />
Altında/Beneath the<br />
Planet of the Apes var.<br />
Yönetmenliğini Ted Post’un<br />
yaptığı film, hikayeyi ilk<br />
filmin kaldığı yerden devam<br />
ettiriyor. Brent isimli bir<br />
astronot, Taylor’ı bulmak<br />
için gönderilen kurtarma misyonu sırasında zaman<br />
bariyerini aşarak Taylor gibi zorunlu iniş<br />
yapar. Yasaklı bölgeyi gezdiğimiz bu bölümde<br />
bir grup insanın tıpkı maymunlar gibi evrimlerini<br />
sürdürdüklerini ve bir atom bombasına tapan<br />
çıldırmış varlıklara dönüştüklerini görüyoruz.<br />
Bu film de hiç olmazsa estetik açıdan ilk filmin<br />
devamı olarak kabul edilebilir boyutlarda başarılı.<br />
Senaryodaki derinlik için<br />
aynı şeyi söyleyemeyebiliriz.<br />
1971 yapımı Maymunlar<br />
Cehenneminden Kaçış<br />
(Escape from the Planet of<br />
the Apes), Don Taylor imzalı<br />
bir yapım. Bu bölümde zaman<br />
yolculuğu söz konusu,<br />
kafalar iyice karışıyor.<br />
İkinci bölümün sonunda<br />
kurtulan akıllı maymunlar<br />
Cornelius ve Zira, zamanda yolculuk yaparak<br />
kendilerini 1971 yılında bulurlar, yani yaklaşık<br />
2000 yıl geriye giderler. Halk onları sever,<br />
büyük ilgi gösterirler. Fakat politikacılar aynı<br />
fikirde değillerdir, onları bir tehdit olarak görürler<br />
ve yok etmek isterler. Bu kez insanların<br />
dünyasında maymunlar vardır. İnsanoğlunun<br />
gelecekteki kötülükleri öğrenip müdahale etmesi<br />
durumu söz konusudur.<br />
19<strong>72</strong> yapımı Maymunlar Cehenneminde İsyan<br />
(Conquest of the Planet of the Apes), J. Lee<br />
Thompson imzalı bir yapım. Filmde yıl 1991.<br />
Ceasar isimli maymun ülkede konuşabilen tek<br />
maymun olarak diğerlerini örgütlüyor. Bu isyan<br />
bir devrime dönüşüyor. Böylece insanoğlunun<br />
sonu mu gelecektir? Irkçılık temasının üzerine<br />
giden film, 2011’de izlediğimiz Maymunlar Cehennemi:<br />
Başlangıç filminin en güçlü dayanağı.<br />
Maymunlar Cehenneminde<br />
Savaş (Battle for<br />
the Planet of the Apes)<br />
1973 yapımı, yine J. Lee<br />
Thompson imzalı bir film.<br />
Ceasar maymunların başı<br />
olarak hayatına devam<br />
etmektedir, maymunlar<br />
artık insanlarla birlikte<br />
yaşamaktadır, aradan<br />
nereden baksanız 10 yıl<br />
geçmiştir, maymunlar<br />
arasında yani kendi içlerinde eşitlikle ilgili sorunlar<br />
çıkmaya başlar. Kendilerini insanlıktan<br />
üstün gören maymunlar, onlarla eşit derecede<br />
ırkçı, eşit derecede saldırgan yapıya<br />
sahip olduklarını kabul etmek zorunda kalırlar.<br />
Serinin pek de başarılı olarak anılmayan filmlerinden.<br />
1974 ve 1975 yıllarında tv dizisi ve çizgi dizi<br />
olarak da denenen hikaye, sadece bir sezon<br />
ekranlarda kalabilmiş.<br />
Tim Burton yapımı filmden başta bahsettiğimize<br />
göre artık izlediğimiz son filme gelebiliriz. 2011<br />
yapımı Rupert Wyatt imzalı Maymunlar Cehennemi:<br />
Başlangıç (Rise of the Planet of the<br />
Apes), Reboot dediğimiz türde, hikayeyi en<br />
baştan başlatan bir yapım, fakat aslında demin<br />
de dediğimiz gibi kendine en çok serinin<br />
dördüncü filmini referans alıyor. Günümüzde
geçen hikayede maymunlar<br />
Alzheimer hastalığının<br />
tedavisi için denekler. Bulunan<br />
bir ilaç maymunların<br />
beyin fonksiyonlarını aşırı<br />
derecede yükseltiyor. En<br />
zeki maymun “Ceasar” ise<br />
insanların ikiyüzlülüğüyle<br />
karşılaşıp maymunları<br />
devrime götürüyor. Epey<br />
karanlık, hatta şiddet<br />
içeren sahnelere sahip bir<br />
filmle karşı karşıyayız. CGI ve günümüzün tüm<br />
teknolojik gelişimleri sonucunda teknik açıdan<br />
mükemmel bir bilimkurguyla karşı karşıya<br />
olmamızı bir yana bırakırsak, filmin arkasında<br />
eskisi gibi politik, toplumsal göndermelerin<br />
yanısıra, ciddi anlamda dramatik bir yapı da var.<br />
Çünkü başarılı bir bilim adamı olan ve aslında<br />
babasının Alzheimer hastalığına da çare aramakta<br />
olan Will’in aynı zamanda maymun Sezar’a<br />
karşı duyduğu babalık duygusuna yenilmesi,<br />
filmin temel noktalarından birini oluşturuyor.<br />
Serinin neredeyse her filminde sadece bilim<br />
kurgunun çekiciliğini öne koymayan, içi dolu<br />
senaryolarla karşı karşıyaydık, bu kez dramatik<br />
yapı neredeyse bilimkurgunun da ötesine<br />
geçmiş durumda.<br />
Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti (Dawn of<br />
the Planet of the Apes) 11 Temmuz’da ülkemizde<br />
sinemalarda. Matt Reeves imzalı filmde zeki<br />
maymun Caesar’ın kaçışının üzerinden seneler<br />
geçmiş olacak. Gittikçe zekileşen Caesar’ı kendi<br />
ordusunu kurmuşken görüyoruz. Ölümcül bir<br />
virüsten kurtulmayı başaran bir grup insanla bir<br />
grup zeki maymun karşı karşıya gelirse ne olur?<br />
Görelim!
Gezi direnişi üzerine birçok şey söylendi,<br />
yazıldı, yaşandı ve yaşananların dökümü d<br />
yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. İşte<br />
onlardan ikisi, Cennetin Düşüşü ve<br />
Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek...<br />
n Gezi direnişi üzerine birçok şey<br />
söylendi, yazıldı, yaşandı ve yaşananların<br />
dökümü de yavaş yavaş ortaya çıkmaya<br />
başladı. Mısır’dan gelen Al Midan / Meydan<br />
belgeselini izledikten sonra ‘bize<br />
de lazım bi Meydan’ diye dört dönmeye<br />
başlamıştım ki önce Hile Yolu’nun yönetmeni<br />
Ersin Kana’ın hazırladığı Cennet’in<br />
Düşüşü’nü izledim. Sonra da Revan<br />
Tuvi’nin ismini çokça duyduğum Yeryüzü<br />
Aşkın Yüzü Oluncaya Dek belgeselini.<br />
İkisinin de benzer ve birbirinden ayrılan<br />
yanları çok. İki belgesel de belirlediği<br />
karakterler üzerinden süreci , o sürecin<br />
içinde olan insanlara anlattırmayı seçmiş.<br />
Ama Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek<br />
(Adnan Yücel’in şiiri) biraz daha Meydan<br />
kafasına yakın… Süreci biraz daha<br />
sürecin içinden ve farklı karakterlerle<br />
anlatmayı seçmiş. Örneğin Mısır’da Müslüman<br />
Kardeşler’den birinin eylem sürecinde<br />
olması gibi burada da Antikapitalist<br />
Müslümanlar’ın direnişi sahiplenmesi<br />
anlatılıyor. Tuvi belgeselinde çok fazla<br />
şiddet görüntüleri vermemeye, daha çok<br />
dayanışma ve onun getirdiği ruh halinin<br />
her kesimden insanı nasıl da yakaladığını<br />
vurgulamaya çalışmış. Yani Gezi<br />
direnişinin başbakanın yaratmak istediği<br />
kaos ortamının aksine kendi içinde bir<br />
bütünlük ve dayanışma yarattığını… Orada<br />
tanışıp evlenen ve hatta düğünlerini<br />
gezi parkında yapmak isteyen (kısmen<br />
yapabilen) çiftin öyküsü de var belgeselde,<br />
LGBT üyesi de var, Kürtlere o zamana<br />
kadar uzak duran ama eylemin içine<br />
düşünce onlarla aynı kaderi paylaşmak<br />
zorunda olduğunu anlayan da…<br />
Tuvi Gezi direnişi sırasında hayatını<br />
kaybeden Abdullah Cömert’in anısı üzerinden<br />
dolaştırıyor kamerasını daha çok,<br />
Cömert’in abisi direnişe destek veriyor<br />
çoğu yerde yaptığı konuşmalarıyla…<br />
Ve tabii Berkan Elvan ve onun süreci<br />
de yer alıyor belgeselde. Forumlara<br />
da kulak kabartan Tuvi pasif ve aktif<br />
direniş arasında kalan insanların belirlemeye<br />
çalıştıkları yolları da anlatıyor.<br />
Hatta direnişe karşı kendi mitingini yapan<br />
Başbakan’ın kitlesine de uzanıyor.<br />
Yüzlerinde başbakan maskesi olan<br />
kitlenin ruhsuz oluşu çok bariz, bu da<br />
gezinin bir ruhu olduğunu da daha iyi<br />
kanıtlıyor. Kürtler bu sürecin uzağında
e<br />
kaldı diyenler için bir Kürt’ün sözleri de etkili tabii<br />
‘biz hep sizin yanınızdayız’… Direniş sürecinden<br />
çeşitli görüntüleri barındıran belgesel dediğim gibi<br />
iktidarın algısı dışında kalmış herkesin bir araya<br />
gelip, birbirinin farkına varıp bütünleşme sürecini<br />
anlatıyor. Görüntüler tam da istediğim gibi<br />
olayların içinde, üçüncü bir göz gibi. Daha önce<br />
görmediğimiz açılardan direnişe odaklanıyor ve<br />
gerçekten de o günleri özlediğinizin farkına bir kez<br />
daha varıyorsunuz. Elinize sağlık Reyan Tuvi….<br />
İkinci belgesel Cennetin Düşüşü… Onun da ortaya<br />
koyduğu fikri çok tuttum. Başbakanın kendince<br />
11 yıldır yarattığı Cennetin nasıl da yıkıldığını,<br />
düştüğünü anlatıyor Gezi direnişiyle. Avukat<br />
Efkan Bolaç’ın da yapımcıları arasında olduğu<br />
belgesel, gezide çekilen kolektif görüntülerin<br />
kurgulanmasıyla ortaya konmuş başarılı bir iş.<br />
Yoğun gazın ortasında kaldığı için çığlıklarıyla<br />
içimizi buran kızdan başbakanın inadına, kışla<br />
inadına, beton açıklamasına kadar her şey var<br />
belgeselde. Tabii Berkin Elvan’ın uyanmasını<br />
bekleyen, baba ve annesinin görüşlerine yer veren<br />
belgeselde annelerin acılı, yüreğe taş gibi oturan<br />
ama güçlü röportajları da yer alıyor. Herkesin hikayesi<br />
birbirinden etkili, yürek yaralayıcı. Hele<br />
Ethem Sarısülük’ün annesinin dedikleri… Belgesel<br />
harmanlanmış görüntülerin arasına çocuklarını<br />
kaybetmiş ailelerin görüşlerini de koymuş ki<br />
yaşananlar unutulmasın diye… Çarşı’nın etkisi ve<br />
rolü de var bu belgeselde. Gezinin sakin görüntüleri<br />
olduğu kadar sert görüntüleri de var. Sonuçta<br />
Cennetin Düşüşü adalet duygusunu haykırdığı<br />
için adaletin olmadığı tarafı yıkım olarak vurguluyor<br />
ve ortaya düşen bir cennetin üstüne düşen<br />
bir ses kalıyor. Topçu kışlası aslına uygun olarak<br />
yapılacak… Yapılmadı, yaptırılmadı… Cennet<br />
düşüşte…<br />
Gezi hayatımıza gireli bir yıl oldu, herkesin dediği<br />
gibi artık eskisi gibi değil hiçbir şey. Geriye pek<br />
bir şey kalmadı diyenler içlerindeki değişime<br />
baksınlar, bu konudaki belgeselleri izlemeye<br />
çalışsınlar… @dirensinema bu ay @direngezi diyor<br />
ve gezi ruhu gerçekte de belgesellerde de devam<br />
etsin istiyor…
Aşık Veysel film oluyor. Ünlü ozanı canlandıracak olan ise<br />
Bezat Ç.’nin Hayalet’i İnanç Konukçu. Farklı bir deneyim<br />
yaşayacak oyuncu ile yeni sınavını konuştuk.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sinemasının en zayıf tarafı<br />
bu topraklardaki zenginlikleri<br />
değerlendirememesidir. Mesela<br />
Tasavvufun doğduğu bu toprakları<br />
anlatamamak ne büyük bir acıdır.<br />
Ozanlarımızı erenlerimizi ve kendi<br />
öz kültürümüzü paylaşamamak. Durum<br />
böyle olsa da hala bir umut var.<br />
Mesela Aşık Veysel filme çekiliyor.<br />
Daha sete girilmedi ama Aşık Veysel’i<br />
kimin oynayacağı belli. Behzat Ç’nin<br />
Hayalet’i İnanç Konukçu bu zor<br />
yükün altına girmeye istekli. Biz de<br />
genç oyuncuya sorularımızı sorduk.<br />
Cevaplarını özetlersek “Uzun ince bir<br />
yoldayım” oldu.<br />
Öncelikle bu proje size nasıl geldi,<br />
nasıl bu filmle buluştunuz?)<br />
İlk film olmasından ziyade Aşık Veysel<br />
filmi olması nedeniyle özel bir tarafı<br />
var. Projenin bana ulaşmasından<br />
önce oyuncular arasında zaten bir<br />
dedikodu vardı “Aşık Veysel filmi<br />
yapılacakmış” vesaire gibi. Onu zaten<br />
duymuştum ve menejerim vasıtasıyla<br />
benimle görüşmek istediklerini söylediler.<br />
Ben de gayet memnun olarak<br />
onların yanlarına gittim. Herkesin<br />
oynamak isteyeceği bir roldü. Kim<br />
oynayacaksa kolay gelsin, umarım<br />
bana nasip olur dedim ve sonra da<br />
proje bana geldi zaten.<br />
Peki Aşık Veysel’in hayatının belirgin bir<br />
bölümüne odaklanıyorsunuz. Senaryo<br />
geldiğinde düşündünüz mü “Bunu ben<br />
yapabilir miyim acaba” diye.<br />
Evet, bir de biz Veysel’in şöyle bir hikayesini<br />
anlatacağız aslında biz Veysel’in<br />
Veysel olan hikayesini anlatacağız. Yani<br />
Aşık olana kadar ki bölümü anlatacağız.<br />
Tabi ki oyunculuk malzemesi olarak zor<br />
bir malzeme. İddialı olmanız gerekiyor.<br />
Zaten ilk görüşmede dedim ki, bunu<br />
oynayacak arkadaşa kolay gelsin gerçekten<br />
çünkü zor iş. Fiziksel olarak oyuncunun<br />
girmesi gereken bir durum var zaten.<br />
Onun dışında bu karanlık dünyanın<br />
içinde çok acayip bir ışıkta var yani, ona<br />
yaklaşmakta zor. Bilal abiye çok içten bir<br />
şekilde bunu oynayacak arkadaşa çok<br />
kolay gelsin dedim ve ben de oynayacaksam<br />
telefonunu susturmam dedim.<br />
Çok fazla sorum vardı. O yüzden biraz<br />
zor bir iş diye düşünüyorum.<br />
Aşık Veysel çok içsel dönüşüm<br />
yaşamış bir insan. Hazırlanırken neler<br />
yapıyorsunuz? Bunu nasıl açıyorsunuz?<br />
Bunu nasıl açıyoruz, şimdi süreç tabi devam<br />
ediyor ama şöyle bir yardımcım var<br />
benim; bağlama diye bir alet var mesela<br />
ve hani aşığın çok fazla görüntüsü var.<br />
Ne kadar kendisini anlattığı ve ne kadar<br />
samimi olduğunu anladığınız yerler var.<br />
Bazen bunları gördüğümde kendimden<br />
utanıyorum ya, aşık ismini bu kadar
hakkedebilecek bir adam olabilir mi acaba. Yani “ben<br />
öldükten sonra, mezarımın üstünü taşla kapatmayın<br />
diyen bir adamdan bahsediyoruz. Bunu ne kadar<br />
canlandırabileceğiz bilmiyorum valla, kameranın dili<br />
de bana yardımcı olacak inşallah yoksa ayvayı yedik.<br />
Günümüzde değer yargılarını görüyoruz, her şey<br />
çok sertleşti. Bizim kendi insanımızın hikayesinden<br />
kopuyoruz. Bu sadece bir şehirle ilgili bir şey değil,<br />
Türkiye’nin geneliyle ilgili bir şey. Her şey de böyle<br />
bir sertleşme var. Aşık Veysel’de bunun karşıtı olan,<br />
manaya tutunmak isteyen bir yapı var. Bunu nasıl<br />
değerlendiriyorsunuz? Film itibari ile insanların Aşık<br />
Veysel’i nasıl algılayacağını düşünüyorsunuz?<br />
Bunu aslında başta konuştuk, Aşık Veysel sadece<br />
sazdan, sözden, türküden ibaret bir adam değil.<br />
Bunu nasıl aşmayı planlıyoruz gibi bir şey söylediniz.<br />
Biz Veysel’in Aşık hikayesini anlatacağız. Bunu<br />
nasıl yaşadığını anlatacağız ve o popülist taraftan<br />
kaçınacağız, bu şekilde aşacağız. Bizim yolumuz<br />
uzun ince bir yol evet ama bizim hikayemiz sadece<br />
bir aşığın hikayesi değil, aynı zaman da bir adamın<br />
hikayesi. Bunun evreleri, aşkı, kendi türküsünü dile<br />
getirebilmeye kadar o pişme dönemini anlatacağız.<br />
Peki şimdi bir oyuncu olarak dizilerle başladınız, sinema<br />
ile devam ediyorsunuz.<br />
Aslında tiyatroyla başladım.<br />
Tiyatroyla başladınız tabi ama biz sizi daha çok dizilerden<br />
tanıdık. Bu film sizin üçüncü filminiz yanlış bilmiyorsam<br />
değil mi? Bu tür projelerle fazla karşılaşılmaz,
çok azlardır. Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?<br />
Kariyer kaygısı sadece Türkiye’de ki oyuncular için<br />
değil aynı zamanda dünyada ki her meslek için var<br />
olan bir şey. Üniversitelerde başka bölümler okuyup<br />
çok başarılı olan arkadaşlarım da var ve onlarda da<br />
aynı kaygı var. Bana gelirsek benim de kariyer kaygım<br />
var. Herkes ister iyi projeler de oynamayı. Geçenler de<br />
sinemanın içinde ki sorunu konuşmuştuk. Sinemada<br />
maddi bir sorun zaten var. Onun dışında bir yazar sorunumuz<br />
var bence. Türkiye’de neden karakter oyuncusu<br />
çıkıyor sadece diye. Çünkü Türkiye’de yalnızca<br />
karakter yazarı var. İlk önce yazar aramak lazım ki<br />
oyuncu ara. Ondan sonra tarihsel kahramanlar ne kadar<br />
objektif işleniyor mesela? İşin popülüst tarafından<br />
kaçınmamız gerekiyor dediğim oydu. Biz tarihsel bir<br />
kahraman işleyeceğiz ama bunu ne kadar gerçek ne<br />
kadar istediğimiz gibi işleyebileceğiz. Veya halk bunu ne<br />
kadar kabul edecek?<br />
Şimdi tarz olarak ben oyuncuları şöyle ayırırım, biri<br />
vardır gerçekten karakteri olduğu gibi üstüne giymek<br />
ister, profosyonel bir tarzı vardır ondan sonra geçer<br />
başkasıyla devam eder ama biri vardır herşeyi dert eder.<br />
Yani siyasal derdi vardır, yaşamsal derdi vardır. Bu tür<br />
insanlar demin dediğiniz gibi yazma konularına mutlaka<br />
bulaşırlar. Çünkü bu tarz şeyler yaparak kendini tatmin<br />
etmek zorundadır. Siz hangisindensiniz?<br />
Ya projeye göre değişiyor desem? Bilmiyorum ki, ikisini<br />
de o kadar güzel anlattınız ki kendimi bir o tarafta bir bu<br />
tarafta buldum.<br />
Ama öyle gözükmüyorsunuz, sanki daha dertlerle haşır<br />
neşir olmak isteyen, daha elini taşın altına koymak<br />
isteyen birisi gibisiniz.<br />
Biraz daha ona yakınım diyelim.<br />
Var mı peki yazı vesaire?<br />
Yok, öyle bir iddiam yok. Çok iyi senarist arkadaşlarım<br />
var, bulaşamam döverler beni.<br />
Peki tiyatro için ne düşünüyorsunuz? Dizi, sinema;<br />
tiyatro nerde kaldı?<br />
Tiyatro Ankara’da kaldı. İstanbul’a geldiğimden beri<br />
oyun izlemekten başka hiçbir şey yapamıyorum. Bir<br />
de buraya geldiğimden beri çok yoğun bir tempoda<br />
çalıştım. Seneye filmden de fırsat bulabilirsem tiyatro<br />
yapmak istiyorum.<br />
Peki bu projeden önce Aşık Veysel’le diğer aşıklarla,<br />
erenlerle ilginiz nasıldı? Bu tür Anadolu hikayelerini<br />
sever misiniz? İlginiz var mıdır?<br />
Severim. Bu bir Aşık geleneği, geleneğini severim.<br />
Sözleri severim, türkülerin hikayelerini severim çünkü
türkülerin hikayelerini bilince çok farklı<br />
yerlere gidiyorum. Mesela günlerle<br />
geçen bir türkü var Erzurum yöresinde.<br />
“Bugün günlerden salıdır, Salı”ben bu<br />
türküyü duyduktan yıllar sonra hikayesini<br />
öğrendim. Arkadaşım anlattı bana. Bir<br />
çobanın hikayesi, hikayesini bildikten<br />
sonra çok daha kıymetli oluyor. Vay diyorsun,<br />
vay .bu nasıl… nasıl yaptın bunu<br />
ya?” çok saygı uyandırıyor bende.<br />
Şimdi maddesel bir durum var, sonuçta<br />
Aşık Veysel kör. Kör bir insanı oynamakta…<br />
son zamanlarda gerçekten kör<br />
filmleri baya bir arttı Türkiye’de. Sizin<br />
kendinize ait bu tür bir hazırlığınız var<br />
mı?<br />
Var, nasıl var abimin çok yakın bir<br />
arkadaşı vardı, Ercan. Onun yanında çok<br />
vakit geçirdim ben. Ve davranışlarını biliyorum<br />
gibi. Gelecek hafta da Ankara’ya<br />
gideceğim o zaman arayacağım “Ercan<br />
abi böyle böyle bir durum var, ben Aşık<br />
Veysel’i oynayacağım. Nasıl olacak bu<br />
iş?” yani azıcık biliyorum gibi, tabi ki de<br />
bunun hazırlığı yine de olacak.<br />
Peki şimdi, Türkiye’de ben de dahil herkeste<br />
her şeyi katogorize etme hastalığı<br />
vardır. Özellikle de söz konusu sinema<br />
olduğu zaman. Behzat Ç. Falan derken<br />
bir anda çok farklı bir rolle izleyici<br />
karşısına çıkacaksınız. Bu tür farklılıklar<br />
sizin için ne anlam ifade ediyor ve bu tür<br />
farklılıkların üzerine gitmek istiyor musunuz?<br />
Dizi sektöründe şöyle bir şey var, ne<br />
yaparsan yap ne olursa olsun kendini<br />
tekrarın önüne geçemiyorsun. Çünkü<br />
haftada yüz sayfa senaryo geliyor önüne<br />
ve yılda 39 bölüm çekiyorsun. 3900 sayfa<br />
demek, ve bence gerçekten bir yazar<br />
kadrosu oluşturmalı. Bence tek kişinin<br />
yazması haksızlık. Ve bu kadar uzun<br />
olması da haksızlık. Ne yaparsan yap bir<br />
zaman sonra hiç kimse gelmeyecekti. Ne<br />
zaman bir film senaryosu elime geçse,<br />
oo aaaa ne kadar değişik, lan müthiş<br />
falan diye kalıyoruz. Dizi belli bir süre<br />
sonra kendisini tekrar eden bir şey.
n Son yıllarda Dünya artık küreselleşmenin<br />
etkilerini daha derin hissetmeye başladı. Her<br />
geçen gün sistemin çarklarının daha hızlı bir<br />
şekilde döndürülmesiyle koşullar kötüleşmeye<br />
devam ediyor. Bu küreselleşmeye ilave olarak<br />
teknolojinin getirdiği imkanlar; özellikle iletişim<br />
şartlarının hayal edemeyeceğimiz noktalara<br />
gelmesi aktivizm hareketlerinin daha geniş bir<br />
yelpazeye ulaşmasına<br />
olanak tanıyor. Bu<br />
durum sinemaya da<br />
yansırken her geçen<br />
gün aktivizm merkezli<br />
filmlerin sayısı artmaya<br />
devam ediyor. Hem kurmaca<br />
hem de belgesellerin<br />
sayısındaki artış bu<br />
konuda çekilen filmlerin<br />
kalitesini de olumlu<br />
yönde etkilediğini<br />
söyleyebiliriz.<br />
Eko-terörist grupların<br />
imza attığı eylemler suç mu yoksa birer<br />
kahramanlık örneği mi tartışmaları devam<br />
ederken farkında olmamız gereken tek gerçek,<br />
gözünü para hırsı bürüyen insanoğlunun her<br />
geçen gün Yerküreyi daha da yaşanmaz bir hale<br />
getirdiği. Kendimizden başka hiçbir canlının<br />
yaşam hakkına saygı duymadığımız gibi gel-
ecek nesillere de bir “pislik yuvası” bırakmaya<br />
hazırlanıyoruz. Bu konuyu dert edinen Kelly<br />
Reichardt, bir barajı patlatmaya hazırlanan<br />
üç aktivistin bu eylem öncesinde yaşadıkları,<br />
eylem anında ve sonrasındaki farklı duygu<br />
ve düşünceleri iki saatlik Night Moves’ta<br />
toparlıyor. Bu ay vizyona girecek film son derece<br />
önemli bir konuyu ele alırken gelin Night<br />
Moves’un vizyona girmesi vesilesiyle son<br />
yıllarda çekilen benzer temalı filmlerden öne<br />
çıkan örneklere göz atalım.<br />
Pussy Riot – A Punk Prayer (2013)<br />
Bu yıl 13.kez düzenlenen !f İstanbul’da seyretme<br />
şansı bulduğumuz Pussy Riot – A Punk<br />
Prayer doğasına sadık kalan bir belgesel<br />
örneği. Otoriteryan Rusya’da sisteme karşı<br />
eylemler düzenleyen “Pussy Riot” isimli feminst<br />
aktivist grubun üç üyesinin Putin’i ve<br />
kiliseyi hedef aldıkları gösterileri nedeniyle<br />
demir parmaklıklar arkasına gönderilişlerini<br />
beyazperdeye aktaran film yaşananların gerçek<br />
yüzünü gösterdiği için oldukça değerli<br />
bir belgesel. Bugün ülkemizde fikir suçundan<br />
yargılanan insanlar hakkında bilgi edinmekte<br />
oldukça zorlandığımız gerçeğiyle yüzleşecek<br />
olursak Pussy Riot üyelerinin tüm dünyada<br />
yankı uyandıran eylemlerinin sebep-sonuç<br />
ilişkisini objektif bir biçimde gözlemleme şansı<br />
bulabilmenin önemli olduğunu düşünüyorum.
Milk (2008)<br />
1970’li yıllarda eşcinsel<br />
olduğunu açıkladıktan sonra<br />
Kaliforniya eyaletinde belediye<br />
meclisine seçilen Harvey<br />
Milk’in hayatı ve temsil ettiği<br />
değerler son derece önemliydi.<br />
Eşcinsel haklarının<br />
savunucusu ve aynı zamanda<br />
sözcüsü durumunda<br />
bulunan Harvey Milk’in<br />
hayatını izlerken etkilenmemek mümkün değil<br />
keza; Sean Penn’in muazzam oyunculuğuyla<br />
büyüdüğü film en az bu Harvey Milk’in hayatı<br />
kadar benzersizdir.<br />
Ai Weiwei: Never Sorry (2012)<br />
Ülkemizde gösterildiği<br />
11.Filmekimi’nin ve senenin<br />
en iyi belgesellerinden biri<br />
olarak tanımlayabileceğimiz<br />
film Çinli muhalif sanatçı Ai<br />
Weiwei’nin aktivist duruşunu<br />
beyazperdeye taşıdı. Ai<br />
Weiwei’nin üstüne atılan<br />
iftiralar sonucu başına gelenleri<br />
kesitler halinde paylaşan<br />
belgesel ülkemizin içinde<br />
bulunduğu durumla pekiştirildiği zaman daha<br />
bir önemli hale geliyor.<br />
Sundance Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne<br />
layık görülen film gösterildiği tüm festivallerde<br />
olumlu yorumlar almış, muazzam afişiyle ise<br />
hayranlarının gönlünü kazanmıştı.<br />
5 Broken Cameras (2011)<br />
5 kırık kamera…<br />
Filistin’de yaşanan olaylar<br />
tarihin gizli sayfalarında<br />
kalmaya devam ederken 5<br />
Broken Cameras yaşanan<br />
çatışmaları bir adamın<br />
kamerasından izlememize<br />
olanak sağlıyor. Üstelik filme<br />
adını da veren beş kırık kameradan…<br />
Bittiği an boğazınızı<br />
düğümleyen, saatlerce değil<br />
günlerce etkisinden çıkamayacağınız bir etkiye<br />
sahip olan 5 Broken Cameras görmezden gelinenlerin<br />
hikayesi. Birçok festivalde gösterilen<br />
ve bu festivallerin birçoğundan ödülle<br />
dönen yapım Oscar’a da aday gösterilmiş<br />
lakin, ödülü Searching for Sugar Man’e<br />
kaptırmıştır. Her ne kadar Searching for Sugar<br />
Man de oldukça başarılı bir belgesel olsa da<br />
eğer bu ödülü layık eden bir belgesel varsa o<br />
kesinlikle; 5 Broken Cameras’dı.<br />
Everyday Rebellion (2013)<br />
İnsanların sorunları farklı<br />
olsa da; Dünya’nın her<br />
yerindeki insanların öfkesi<br />
neredeyse aynı. Farklı<br />
sorunlar, farklı protestolar.<br />
Peki, şiddet içermeyen protestolarla<br />
Dünya çok daha<br />
güzel bir hale getirilebilir<br />
mi?<br />
Dünya’nın birçok ülkesinden<br />
farklı direnişleri tek bir çatı altından toplayarak<br />
at gözlüklerimizi çıkarmamamıza<br />
yardımcı olan film, açılış sahnesinden<br />
başlayarak sonuna kadar kendisine hayran<br />
bırakmayı başarıyor. Ülkemizde !f İstanbul<br />
kapsamında seyretme şansına eriştiğimiz<br />
belgeseli hala izlemediyseniz unutmayın ki;<br />
buradaki direniş biçimlerine her an ihtiyacınız<br />
olabilir. Vakit kaybetmeyin!<br />
Hükümetimizin son günlerde durgunlaşan<br />
ama son yıllara damgasını vuran akıl almaz<br />
hırs ve politikaları karşısında daha fazla sessiz<br />
kalamayarak başlatılan Gezi Parkı eylemleri<br />
dünyanın içinde bulunduğu kaotik ortamın<br />
ülkemizdeki yansımalarından biri olarak<br />
görülebilir. Yunanistan, Rusya, Brezilya, Mısır<br />
kısacası dünyanın dört bir yanı hükümetler<br />
ile halklar arasındaki savaşa sahne oluyor.<br />
Ve öyle gözüküyor ki 3.Dünya Savaşı ülkeler<br />
arasında değil halklarla hükümetler arasında<br />
olacak. Hal ve durum böyle olunca Dünya’da<br />
ayrımcılık, yoksulluk ve faşizm devam ettiği<br />
sürece aktivist eylemler de büyüyerek devam<br />
edecektir. Bu konuda sinemacılara ve sinemaya<br />
gönül verenlere büyük bir görev düşüyor.<br />
Ne diyelim cesur filmler çekilmeye devam<br />
ettiği sürece bu eylemler daha bir anlamlı<br />
oluyor…
Ayna: Işığı yansıtan, varlıkların görüntüsünü<br />
veren, cilalı ve sırlı cam, gözgü, mirat. (TDK<br />
Büyük Türkçe Sözlük)<br />
n Yaz ayları korku filmlerinin daha fazla vizyon<br />
şansı bulduğu aylardır. Temmuz ayında<br />
gösterime girecek korku filmlerinden biri<br />
de 1978 doğumlu Amerikalı sinemacı Mike<br />
Flanagan’ın yönettiği Occulus/Göz. Absentia<br />
ile korku severlerin dikkatini çekmeyi başaran<br />
Flanagan, Occulus’de bir aynanın yüzyıllardır<br />
devam eden lanetini iki kardeşin özelinde<br />
anlatıyor. Buradan hareketle başköşeye<br />
aynaların yerleştiği korku filmlerinden bazılarını<br />
yeniden hatırlayalım istedik.<br />
Aynalar korku filmlerinde çok sık kullanılan<br />
eşyalardan biridir. Aynanın doğası gereği<br />
görüntümüzün tam zıttını yansıttığı<br />
düşünülürse; aynaya bakan bir karakter üzerinden<br />
birçok şey anlatılabilir. Ayna, karakterin çift<br />
kişilikli olması, iyi ya da kötü olması veya iyilikle<br />
kötülük arasında kalması, içindeki kötülüğün<br />
yansımasını görmesi gibi resmedilmesi güçmüş<br />
gibi duran birçok meseleyi rahatça ifade edebilmeye<br />
yarar. Aynı zamanda aynalar alternatif<br />
bir dünyanın geçiş noktaları olarak da ifade<br />
edilir. Hikâyeler ve efsaneler ile desteklenen bu<br />
ifade şekli, seyirci için kabul edilmesi çok da<br />
Aynalar korku filmlerinde çok<br />
sık kullanılan eşyalardan biridir.<br />
Aynanın doğası gereği<br />
görüntümüzün tam zıttını<br />
yansıttığı düşünülürse; aynaya<br />
bakan bir karakter üzerinden<br />
birçok şey anlatılabilir...<br />
zor olmayan bir durumdur. Bu nedenle, özellikle<br />
hayalet filmlerinde, sıkça başvurulan eşyalardan<br />
biri haline gelir.<br />
Korku filmlerinin vazgeçilmez eşyalarından<br />
biri olan aynaların kullanıldığı filmlerin sayısı<br />
neredeyse külliyatın bütününe yakın düşecektir.<br />
Aşağıdaki seçki, ilk paragrafta belirttiğim<br />
gibi, sadece aynaları başköşeye yerleştirenler<br />
arasından en fazla önemsediklerimi kapsıyor.<br />
Mirrors (1978)<br />
Yönetmenliğini Noel<br />
Black’in yaptığı Mirrors,<br />
1974 yılında<br />
çekilmesine rağmen<br />
senelerce gösterim<br />
şansı bulamamış<br />
ve ancak 1978’de<br />
gösterilebilmişti. The<br />
Exorcist’in (1973)<br />
yakaladığı başarının<br />
peşinden çekilen bu<br />
düşük bütçeli korku<br />
filmi için Exorcist ile<br />
Polanski şahikası<br />
Repulsion’ın (1965)<br />
bir karışımı denebilir. Exorcist serisinin ilk iki<br />
filminde de yer alan Kitty Winn’in canlandırdığı<br />
Marianne, kocasıyla beraber New Orleans’a<br />
gelir. Kaldıkları otelin çalışanları tarafından
‘voodoo’ büyüsüne<br />
maruz kaldığına inanan<br />
Marianne’in gerçeklikle<br />
bağları kopmaya<br />
başlar. Bu filmde aynalar,<br />
Marianne’in gördüğü<br />
rüyalarda devreye giriyor.<br />
Çok sayıda aynanın<br />
çevrelediği rüyasında, tanıdığı birinin yansımasını<br />
aynada gören genç kadın, daha sonra o kişinin<br />
öldüğünü öğreniyor.<br />
Mirror Mirror serisi (1990-2000)<br />
Serinin ilk filmi Mirror<br />
Mirror’da (1990) dul<br />
annesi ile birlikte yeni<br />
bir kasabaya taşınan<br />
utangaç Megan’ın<br />
yeni yaşam alanına<br />
uyum sağlama çabası<br />
anlatılıyor. Winona Ryder<br />
çakması Rainbow<br />
Harvest’ın canlandırdığı<br />
Megan, okuldaki<br />
arkadaşları tarafından<br />
dışlanınca, içinde<br />
şeytani bir varlığın<br />
gizlendiği bir ayna ile<br />
yakınlaşır. Aynanın ya da aynanın içindeki şeytani<br />
varlığın yardımıyla, kendisine kötü davranan<br />
herkes bir kazaya kurban gider. Mirror Mirror,<br />
telekinetik güçleri çıkarıp yerine aynanın içindeki<br />
şeytani varlığı ekleyerek farklılaştığını zanneden,<br />
kötü bir Carrie (1976) kopyası. Megan’ın annesi<br />
rolündeki Karen Black’e saygımız sonsuz ama bu<br />
filmi sonuna kadar izleyebilmek için peygamber<br />
sabrı gerekiyor. Benzer konuları işleyen ucuz devam<br />
filmleri ise sırasıyla şöyle:<br />
Mirror, Mirror 2: Raven Dance (1994)<br />
Mirror, Mirror III: The Voyeur (1995)<br />
Mirror, Mirror IV: Reflection (2000)
Candyman (1992)<br />
Şehir efsaneleri<br />
üzerine tezini yazmakta<br />
olan Helen Lyle<br />
(Virginia Madsen), Candyman<br />
efsanesi ile ilgilenir. Efsaneye<br />
göre aynaya bakarak beş<br />
kez ‘Candyman’ dendiğinde Candyman<br />
ortaya çıkacak ve kendisini ortaya<br />
çıkaran kişiyi kanca eliyle öldürecektir.<br />
Efsaneye şüpheci bir tavırla yaklaşan Helen,<br />
Candyman hakkında araştırma yapmaya başlar<br />
ve umduğundan çok daha fazlasını bulur. Bernard<br />
Rose’un yönettiği Candyman, çoktan korku klasikleri<br />
arasındaki yerini aldı. Candyman rolündeki Tony Todd<br />
da unutulmaz korku figürlerinden biri haline geldi. Zeki<br />
senaryosu ile dikkat çeken film, aynayı başarıyla kullanma<br />
şekli ile de bu listenin demirbaşlarından biri olmayı sonuna<br />
kadar hak ediyor.
Geoul sokeuro (Into the Mirror, 2003)<br />
Geçirdiği büyük bir yangın sonrası restore<br />
edilen bir AVM’de açılış için son hazırlıklar<br />
tamamlanmaktadır. AVM’nin güvenlik bölümünün<br />
başında Woo Yeong-min (Ji-tae Yu) isminde eski<br />
bir polis vardır. Bir rehine olayı esnasında zanlıyı<br />
ateş ederek öldüren(!) Woo, zanlının ölmeden<br />
önce tetiği çekerek elindeki rehineyi de yanında<br />
götürmesine sebebiyet vermiştir. Bu olaydan<br />
sonra polis teşkilatından ayrılan Woo, AVM’nin<br />
genel müdürü olan dayısı sayesinde bu işe<br />
girer. AVM’de vuku bulan ve aynalarla yakından<br />
alakalıymış gibi duran bir dizi ölüm sonrası, seri<br />
cinayet olabileceğinden şüphelenen polis olayları<br />
araştırmaya başlar. Polis ve Woo cinayetlerin<br />
ardındaki gizemi çözmek için canla başla çalışır.<br />
Buram buram M. Night Shyamalan kokan finali<br />
biraz sönük kalsa da izleyeni<br />
tatmin etmeyi başaran<br />
Geoul sokeuro’nun açılış<br />
sahnesi, ayna kullanarak<br />
çekilmiş sahneler<br />
arasında favorilerimdendir.<br />
Filmde Woo’nun<br />
psikiyatrist arkadaşının<br />
söylediği şu sözler hem<br />
filmin altyapısı, hem de<br />
bu liste ile yakından ilgili:<br />
“Yansımanın başka biri<br />
olduğunu düşünmeye<br />
başladığında, herhangi<br />
bir anda, iki benlik ve iki dünya ortaya çıkabilir.<br />
Kendinden nefret etmek, zihinsel bir şokun tetiklemesi,<br />
kişiliğin bölünmesine sebep olur ve iki<br />
dünya algılarsın, aynanın iç tarafı ve dış tarafı.<br />
Dünya iki simetrik dünyaya bölünmüştür, kişi<br />
psikolojik olarak ikiye bölünmüştür diyebiliriz.<br />
Bunun sonucunda ayna, yaşayan ve ölü bir kişi<br />
arasında bir geçitmiş gibi davranır, ya da iki ayrı<br />
dünya arasındaki bir kapı gibi. Eğer aynanın dış<br />
tarafında ölürsen iç tarafında hala yaşıyor olabilirsin.<br />
Aynı şekilde, eğer aynanın içindeki sen<br />
ölürsen, yansımanı göremezsin. Bazı insanlar Da<br />
Vinci’nin aynanın içinden geldiğine inanır. Onun<br />
aynada yansımasını görmediğini söylerler.”<br />
Mirrors (2008)<br />
Amerika’nın durmak bilmeyen sömürme<br />
alışkanlığı sinema alanında da bütün hızıyla devam<br />
ediyor. Bir üstte<br />
yer alan Güney Kore<br />
yapımı filmin ‘remake’i<br />
olan Mirrors, orijinali<br />
kadar etkileyici değil<br />
ne yazık ki. Korku<br />
sinemasının çok şeyler<br />
beklediği yönetmen<br />
Alexandre Aja’nın<br />
okyanus ötesine geçtikten<br />
sonra kendini<br />
teslim ettiği, ana akım<br />
kalıpları arasına sıkışıp kalmış ‘remake’lerden<br />
bir diğeri olmaktan öteye geçemiyor. Ayrıca<br />
Hollywood’un ithal sinemacılarından Victor<br />
Garcia’nın yönettiği Mirrors 2 (2010) isimli bir<br />
devam filmi de mevcut.<br />
Dark Mirror (2007)<br />
Pablo Proenza tarafından yönetilen Dark<br />
Mirror, yeni evlerine taşınan üç kişilik bir<br />
ailenin başına gelenleri anlatıyor. Deborah,<br />
kocası Jim ve oğlu Ian ile beraber taşındıkları<br />
evde aynalardan ve camlardan yansıyan<br />
görüntüler görmeye başlar. Komşusundan<br />
evde daha önce ünlü<br />
bir ressamın ailesiyle<br />
beraber yaşadığını<br />
ve garip bir şekilde<br />
ortadan kaybolduklarını<br />
öğrenir. Evin geçmişini<br />
araştıran Deborah,<br />
evdeki aynaların içinde<br />
bir kötülüğün var<br />
olduğuna kanaat getirir.<br />
Klişelere hapsolmuş<br />
yapısıyla pek de<br />
rafine bir film olarak<br />
değerlendiremeyeceğimiz Dark Mirror, evde<br />
tek başına kalan bir kadının sıkıntılarını bir<br />
hayalet hikâyesine sarıp sarmalayarak anlatma<br />
çabasında.<br />
Listede yer alanların dışında aynayı başköşeye<br />
yerleştiren birkaç korku filminin daha ismini<br />
anmazsak olmaz; Endonezya yapımı Mirror<br />
(2005), Poltergeist III (1988), Malezya yapımı<br />
Chermin (Mirror, 2007), Hong Kong yapımı The<br />
Mirror (1999) ve Meksika yapımı El espejo de<br />
la bruja (The Witch’s Mirror, 1962).
n Sinemaya kısa metraj filmleriyle 1984 yılında<br />
başlayan Ustaoğlu, Bir Anı Yakalamak, Magnafantagna,<br />
Düet, Otel filmleriyle çok sayıda ödüller<br />
almış ve 1992 yılında ilk uzun metraj filmi İz ile seyirci<br />
hipnoz süresini arttırmıştır.<br />
Adil olmayan her şeyin üzerine söz vermiş gibi, her<br />
şeyi tek tek anlatır. Azınlıklar, ilerlemek isteyip de<br />
geride bırakılanlar, ilerlediğini sanıp yiten ruhlar…<br />
Bu kara parçasında çok resim vardır onun için.<br />
Anlatmak için değil de, hatırlatmak için film yapar<br />
Ustaoğlu. Bazı şeylerin, sadece bazı insanlar için<br />
zor olduğu bir düzeni ya da düzensizliği güneşe<br />
tutar… Belki yanar bir yarısı, belki de toplanamayan<br />
tüm valizlerin fermuarı bozuk değildir, doğarken<br />
yerleştirilen bohçanın suçudur hepsi.<br />
Oyuncu seçimlerinde başrolü dağlara, sulara, bulutlara,<br />
güneşe verir. Yas varsa su(s) sesiyle dinletir<br />
o yası, pişman olursan bulutlar evinin önüne kadar<br />
iner, hatırlamak için dağına çıkmalıdır insan ya da<br />
tamamen unutmak, güneş ise dönüşünü uzatan<br />
ve üveylerine iyi bakamayandır. Her şeyi titizlikle<br />
düşündüğü, uzun metraj filmlerinin tamamı kış mevsiminde<br />
geçer.<br />
Filmlerinde amatör oyuncuları da, ustaları da<br />
görmek mümkündür. Tecrübe, ruhtan daha kıymetli<br />
değildir, katılan değerin mutlak bir deneyim sonucu<br />
geleceğine çok da itibar etmez.<br />
Yeşim Ustaoğlu’nun sinema evreninde, alt katmanlara<br />
inebilmek için ipuçlarını iyi takip etmek gerekir.<br />
Bir röportajında da belirttiği gibi sekans geçişlerini<br />
yaparken, hikaye örgüsünü kurarken seyircisine<br />
çok da cömert davranmaz. Etkinin süresi gibi bir<br />
meseledir vazgeçemediği. Sadece sinemada değil,<br />
her alanda ‘kalıcılık ve eskimişliğin karşısında<br />
devam eden etki’ değeri yaratır, eser niteliğine<br />
kavuşturur fikrindedir.<br />
Film müziklerinde Makedon gitar ustası Vlatko<br />
Stefanovski’ye de yer verir, Amerikalı kompozitör<br />
Michale Glasso‘ya da. Fransız müzisyenler, Jan-<br />
Pierre Mas ve Bruno Torriere‘le de çalışmıştır.<br />
Tüm sesleri sade bir şekilde birleştirmeyi, onları<br />
sadeleştiği yerde yeniden buluşturmayı seçer…<br />
Viyolanın da yağmur sayesinde büyüdüğünü<br />
hatırlatır.<br />
1999 dostluk yapımı Güneşe Yolculuk,<br />
İstanbul’a farklı nedenlerle göç etmiş, sular<br />
idaresinde çalışan Tire’li Mehmet ve Eminönü<br />
Meydanı’nda kaset satarak geçimini<br />
sağlayan Zorduç’lu Berzan‘ın kendilerine<br />
yer açma hikayesidir. İlgilerinin olmadığı bir<br />
sokak kavgasında yolları kesişen iki dost,<br />
inandıkları her şeye içten bağlılık duyan,<br />
sahip çıkan iki karakterdir. Berzan’ın toplumsal<br />
olaylar karşısındaki farkındalığı, aktivist<br />
tutumu Mehmet tarafından anlaşıldığında<br />
saçlarını spreyle sarıya boyadığı sahnede<br />
mutsuzluğun ağırlığı doğallıkla verilmiştir.<br />
Filmin bitimine yakın Mehmet’in bir tren<br />
yolculuğu sahnesinde kompartıman arkadaşı<br />
olarak yanına gelen kendisi gibi Tireli bir<br />
yolcunun nerelisin sorusuna Zorduç’luyum<br />
diyerek gülümsediği ve değişimini sadelikte<br />
verdiği sahne, bu filmi çok kez izlemek<br />
için yeterlidir. 1999 yılında Ankara, İstanbul<br />
Uluslararası Film Festivalleri’nde en iyi senaryo,<br />
en iyi film, Berlin Uluslararası Film<br />
Festivali’nde Mavi Melek ve Barış Filmi ödüllerine<br />
layık görülen (aldığı ödüllerden sadece<br />
birkaçıdır) film, ülkemizde sadece bir hafta<br />
vizyonda kalmıştır.<br />
2004 yılında Doğu Karadeniz ve Selanik<br />
arasında kuzey hattındadır. Senaryosunu<br />
yazdığı ve yönettiği Bulutları Beklerken ile<br />
takalara bindirilerek uzaklara gönderilmiş<br />
bir Rum kadınını, Eleni (Rüçhan Çalışkur)’yi<br />
anlatır. 1916 yılında ailesiyle birlikte göç<br />
etmek zorunda kalan Eleni, bu sürgün sürecinde<br />
kardeşi dışındaki herkesi karlarda<br />
yitirip Türk bir aile tarafından evlat edinilir.<br />
Yaşadığı bu travma, kalan yaşamında yoldaşı<br />
olan ve son anına kadar yanında olduğu<br />
Selma’nın ölümüyle elli yıl sonra açığa çıkar.<br />
Küçük kardeşi Niko’yu terk ettiği düşüncesi,<br />
bunun yarattığı suçluluk duygusu ve ger-
çek kimliğiyle yıllar sonra buluşur. Yeşim<br />
Ustaoğlu başka yollardan anlatmak istediği<br />
tüm betimlerinde yöresel bir hikaye, mecaz<br />
veya ironiye başvurur. Filmin başında<br />
Eleni nin anlattığı ‘Karaconcolos’ isimli bir<br />
umacı hikayesi, bu elli yılın tarihini bir de<br />
yönetmenin gözünden dinletir. Türk, Bulgar<br />
ve Rum halk kültürlerinde yaşatılmış, kışın<br />
en soğuk zamanlarında gelen ve çok çirkin<br />
olan fantastik yaratık Karaconcolus, başa<br />
dönülerek iki-üç kez dinlenmeye değer bir<br />
bilinçdışı çözülmesidir. Filmin sonlarına<br />
doğru ise Trabzon’dan çıkarken çalan sazın,<br />
Selanik’te bir lokanta radyosunda devam etmesi<br />
yönetmenin neyi, nasıl vermek istediği<br />
konusundaki tutarlılığının altını çizer. 2004<br />
İstanbul Film Festivali ve Orhan Arıburnu<br />
en iyi kadın oyuncu ödülleri ile Rüçhan<br />
Çalışkur’ un usta oyunculuğuna tanık olan<br />
film, birçok festivalden aldığı ödüllerle<br />
bulutları İsrail, Ermenistan gibi birçok ülkenin<br />
perdesine indirmiştir.<br />
Senaryosu Yeşim Ustaoğlu ve Sema<br />
Kaygusuz’a ait olan, başrollerini Tsilla Chelton,<br />
Derya Alabora, Övül Avkıran ve Onur<br />
Ünsal’ın paylaştığı 2008 yapımı Pandora’nın<br />
Kutusu’nu 7 haftada çeker. İstanbul’da<br />
birbirinden kopuk yaşayan üç kardeş,<br />
Karadeniz’de tek başına yaşayan annelerinin<br />
kaybolduğu haberiyle bir araya gelerek annelerini<br />
bulmak üzere yola çıkarlar. Yolculuk,<br />
yaşanan bu sonucun kimden kaynaklandığı<br />
üzerine suçlamalarla başlar. Kardeşlerin<br />
yalnızlık, mutsuzluk ve dağılmış hayatlarını<br />
aperatif olarak seyirciye sunan film, birden<br />
fazla neden-sonuç ilişkisi kurabileceğiniz<br />
hazır bir yaşam öyküsü gibidir. Alzheimer<br />
hastası olduğu anlaşılan yaşlı annenin<br />
bakımı ve hangi kardeşle yaşayacağı kısmı,<br />
kapitalizmin sunduğu binlerce kalıptan<br />
yükselen ölçülerde faydalandığımız şu<br />
günlerde şimdiki zamanı sorgulatır güçtedir.<br />
Bir şeyin yararı kadar zararının da var<br />
olduğu metaforu, aldığımız konformist<br />
yaşamın karşılığında neler veriyoruz sorusunu<br />
beraberinde getirir. Filmin baş karakteri<br />
Nusret Hanım’ın dağına dönmek dışında<br />
bir şey istememesinde sadece bir yaşlılık<br />
hastalığı yatıyor olmadığını düşündürür.<br />
Gerçeklik boyutu için söylenecek pek söz<br />
bırakmayacak kadar hayatta bir film,<br />
insanı ayakta bırakıyor. Antalya Altın Portakal<br />
Film Festivali’nde ve Uluslararası birçok<br />
festivalde başta kadın oyuncularını ödüllerle<br />
süsleyen film, dünya sinema tarihindeki en<br />
önemli ödüllerden biri olan 56. San Sebastian<br />
Film Festivali’nden de ‘Altın İstiridye’ ile<br />
dönmüştür. Filmin başrol oyuncusu Fransız<br />
asıllı Tsilla Chelton yine aynı festivalde ‘En
İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü kazanmış ve<br />
2012 yılında mendilini elinden bırakmıştır.<br />
2012 yılında Türkiye, Almanya, Fransa<br />
ortak yapımı Araf da bu kez Karabük’tedir.<br />
Yeşim Ustaoğlu’nun tanımıyla film, konum<br />
itibariyle her şeyin ortasında duran,<br />
her şeyin gelip geçici olduğu, bekleme<br />
yeri olan bir mekanda; otoban kenarında,<br />
içinde benzin istasyonu, alışveriş merkezi,<br />
lokantalar olan bir park alanında geçmektedir.<br />
Baş karakterler, 18 yaşında iki<br />
genç olan Zehra (Neslihan Atagül) ve<br />
Olgun (Barış Hacıhan) bu mekanda<br />
çalışan, çalışmadıkları zamanı televizyon<br />
karşısında pırıltılı bir yaşam istemiyle<br />
geçiren iki vardiya arkadaşıdır. Olgun’un<br />
Zehra’ya duyduğu sevgi, Zehra’nın kamyon<br />
şoförü Mahur’a (Özcan Deniz) aşık<br />
olmasıyla kendisini bambaşka bir yerde<br />
bulmasına neden olacaktır. Film, ne köy, ne<br />
sanayi sanayi şehri olan Karabük’ten, gençlerin<br />
ufuksuzluğuna, her şeyin ortasında<br />
kalmışlığa ve gitmenin bu denli zor<br />
olmaması gerektiğine incelikle eğilmiştir.<br />
Yeşim Ustaoğlu anlatmak istediğini bu<br />
filminde de kısa süren Zehra ve psikiyatrist<br />
diyaloğuna yerleştirmiştir.<br />
50.si düzenlenen New York Film Festivali,<br />
Araf’ın Amerika prömiyerine ev sahipliği<br />
yapmış ve Yeşim Ustaoğlu, gösterimin<br />
ardından festivalin efsanevi direktörü Richard<br />
Pena ile film eleştirmeni Amy Taubin’in<br />
moderatörlüğünde seyircinin sorularını<br />
yanıtlamıştır. Amerika ve dünya basınının<br />
yoğun ilgisiyle karşılaşan film, Avrupa ve<br />
Asya’da katıldığı festivallerde de sihrin<br />
tesirini ödüllere dönüştürmüştür.<br />
Yeşim Ustaoğlu, insan hayatındaki dönüm<br />
noktalarının başka bir kişinin elinden<br />
geldiğini hissettirmeden vurgular. Hayat,<br />
rutininde seyreylerken biri gelir doğum<br />
yerini değiştirir, bir film izlersin kamera<br />
arkasında gölgesini görürsün etkisinden<br />
kurtulamadığın bir yönetmenin, konuşur<br />
gibi…”Gülümseyin, çekiyorum acınızı’’<br />
*Onur Akyıl, Unutacak Kimse Yok, Şiirden<br />
Yayınları 2014
80’lerin sinemasında Serpil Çakmaklı, Kadir İnanır ile rol paylaşan<br />
Zafer Atlı yıllar sonra sinemaya döndü. Zafer Atlı, Yeşilçam<br />
sokağında yetiştiği için kendine sokak çocuğu diyor…<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sinemasının eski ünlülerinin çok daha iyi<br />
değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yurt<br />
dışında özellikle karakter oyuncuları yıllar geçtikçe<br />
aranır isimler olurla. Kabiliyetleri ve tecrübeleriyle<br />
oynadıkları her role değer katarlar. Bizim sinemamızda<br />
ise unutulurlar. İşte bu hazin kadere isyan eden bir<br />
isim var. 1980’lerin ünlü isimlerinden Zafer Atlı yıllar<br />
sonra sinemaya döndü. Orçun Benli’nin yapımcılığını,<br />
Barış Erçetin’in yönetmenliğini yaptığı ve gerçek bir<br />
hikayeden yola çıkılarak çekilen Kanunsuzlar filminde<br />
Atlı’yı da seyredeceğiz. İşte tecrübeli ismin röportajı…<br />
On yıldır sinema yapmıyorsunuz. Kanunsuzlar ile<br />
döndünüz. Bu projenin sizin için anlamı nedir?<br />
İşin içinde Orçun Benli olduğu için başka bir güzel.<br />
Ben bir tek filmini izlemiştim, televizyondan takip<br />
ediyordum. Bende telefon numarası vardı ama önemli<br />
olan benim numaramı Yeşilçam sokağında bir oyuncudan<br />
alıp benimle temas kurması. Bu benim için<br />
önemliydi. Filmin hikayesi de değişik. Yol hikayesi gibi<br />
görünüyor ama yaşanmışlık da var. Bana önce Kamil<br />
karakteri, sonra gerçek hikaye olması cazip geldi.<br />
Rolünüzden biraz bahsedebilir misiniz?<br />
Kamil, patronuna karşı gayet saygılı, bütün görevlerini<br />
sadakatle yerine getirmeye çalışan biri. Aslında derli<br />
toplu birisi ama Sabri Bey’in yanında diyaloglarıyla<br />
ister istemez eğlenceli de oluyor.<br />
Yurt dışında oyuncular, özellikle de erkek karakter<br />
oyuncuları yaşlandıkça değerlenir. Türkiye’de bu konuda<br />
bir tezat olduğunu düşünüyor musunuz?<br />
Hiç düşünmesek de maalesef tezat var. Genç jenerasyon,<br />
yaşı ilerlemiş jenerasyonu bir kenara bırakıp<br />
speed bir şekilde hızlanıyor.<br />
Türk sinemasının eski oyuncularının gündemi takip<br />
ettiğine ve kendilerini geliştirdiğine inanıyor musunuz?<br />
Dünya sinemasına gerektiği kadar kendilerini<br />
geliştiriyorlar.<br />
80’lerde ve 90’larda Türk sineması bir geçiş süre-<br />
cindeydi. Günümüze baktığınızda sinema<br />
açısından en büyük değişiklik nedir?<br />
Küçük bir örnek vermek gerekirse o zamanlar<br />
video furyası ve 16 mm. çekilen filmler vardı.<br />
Şimdi teknolojimiz giderek gelişiyor. Sinemamız<br />
gitgide daha da güzelleşiyor. Belli bir süre sonra<br />
daha da güzel projeler olacaktır.<br />
Dönemimizde siyasi film yapılmıyor. Halbuki<br />
sizin mesleğe başladığınız dönemde Yılmaz<br />
Güney ve ardılları vardı. Bugün sinemamızda<br />
böyle bir eksiklik görüyor musunuz?<br />
Eksikliği değişik şekilde incelememiz lazım.<br />
Siyasi görüş filmlerini, özgün toprak hikayelerini,<br />
özgün siyasi hikayeleri kimse işleyemiyor mu desek,<br />
yoksa işlemek istemiyor mu desek? Yılmaz<br />
Güney’in (kendine özgü üslubuyla kelime oyunu<br />
yapıyor) “Duvarın önündeki yolda sürü” filmleri<br />
benim en sevdiğim üç film. Güzel hikayeler de<br />
çekiliyor ama bu tür hikayelerden de proje üretilirse<br />
daha güzel olabilir.<br />
90’ların sonuna kadar yıldız sistemi sinemamıza<br />
hakimdi. Bugün yıldız diyebileceğiniz oyuncu var<br />
mı?<br />
O zaman da yıldızlar savaşı vardı. Tabii ki<br />
öncelik hanım yıldızlar arasında. Şimdi herkes<br />
yıldız, herkes oyuncu, herkes reji. Belki de böyle<br />
olması lazım.<br />
Serpil Çakmaklı, Ahu Tuğba ve bunun gibi kadın<br />
oyuncular sinemadan ellerini çektiler. Yerlerinin<br />
dolduğuna inanıyor musunuz?<br />
Sinema akıcı bir süreç. Bu sektördeki<br />
oyuncuların ve yönetmenlerin yerleri dolacaktır,<br />
doluyordur.<br />
Sizin sinemaya başlama öykünüz ne?<br />
(Kendinden üçüncü tekil kişi olarak sözediyor)<br />
Şahıs bir ajanstan gelmiştir. Set nedir,<br />
Setüstü Kabataş mıdır, jön kime denir, kamera<br />
nedir? Bunları tanımak için FGR dediğimiz bir<br />
kalabalıkla gidip Şerif Gören’in Umut Sokağı
filminde oynamıştır. Sonrasını şahsın içindeki<br />
sinema sevgisine veya belki de valide hanıma<br />
borçluyuz. Çünkü beni yazlık sinemada ayağında<br />
sallarmış.<br />
Bugüne kadar birlikte çalıştığınız yönetmenlerden<br />
ve rol aldığınız filmlerden biraz bahseder misiniz?<br />
Ömer Kavur’un Gece Yolculuğu filmi güzel, sıcak<br />
bir iletişim içerisinde geçti. Melih Gülgen vardır<br />
yine çok kıymetli yönetmenlerden. Ama şahıs sokak<br />
çocuğu olduğu için (Yeşilçam) sette inanılmaz<br />
despottu. Şahıs, Şahin Gök hocanın setindeyse<br />
başka bir rahatlama hissederdi. Yaşı daha büyük<br />
oyuncularla ilgilendiği için şahıs kendine yer bulup<br />
kadraj yerleşti mi rahatlıyordu. İlk başrolüm Serpil<br />
Çakmaklı’yla Şöhret Tutkusu filminde. Bilge<br />
Olgaç’ın Güneşi Görmeden filminde Kadir İnanır’la<br />
birlikte oynadım. Doğu Beyazıt’ta çekilen güzel bir<br />
filmdir. Son Cellat filminde de Kadir ağbinin kambur,<br />
bezgin bir çelladı oynaması hikayeye güzellik<br />
katıyordu. Reji Şahin Gök. Bu arada Gani Rüzgar<br />
Şavata’dan da bahsetmemiz lazım. Doğu bölgemizin<br />
bütün güzelliklerini ortaya çıkaran projeleri hayata<br />
geçirmeye çalışıyor. Serpil Çakmaklı’yla Patroniçe,<br />
Hakan Ural ve Seren Serengil’le Ateşli Çingene ilk<br />
dönem filmlerim. 89’da gerçek bir Yılmaz Güney<br />
hikayesi olan Karanlıkta Yaşayanlar filminde toplumdan<br />
soyutlanmış bir kiralık katili canlandırdım. O<br />
zamanlar video furyası vardı.<br />
Peki sinemayı bir kenara bırakırsak televizyon dizilerinde<br />
de Yeşilçam oyuncularına sırt dönülmesini<br />
nasıl karşılıyorsunuz?<br />
Aslında televizyonculuk Yeşilçam’ın bir kolu. Dönüp<br />
nereden geldiğimize bakmak lazım. Konservatuvara<br />
gidemedik, gerekli altyapı, eğitimi alamadık ama bizim<br />
zamanımızda olanak vardı da mı gitmedik? Sesli<br />
çekimin S’sini bilmiyorduk. 35 mm. filmler çekilirken<br />
negatif ziyan olmasın diye bol bol prova yapıyorduk<br />
ama şimdi zamanla yarışılıyor.
n Güney Kore başta olmak üzere Uzak Doğu<br />
sineması kuşkusuz 2000 sonrasında özgünlüğü ve<br />
yaratıcılığıyla ön plana çıkan birçok aksiyon, suç,<br />
polisiye, intikam ve mafya filmlerine imza attı. Bu<br />
yaratıcı filmler özellikle bu türde iyice tıkanan Hollywood<br />
sineması için “altın yumurtlayan tavuk”<br />
görünümündeydi. Bu yüzden 2000 sonrasında<br />
birçok Uzak Doğu yapımının Hollywood tarafından<br />
yeniden çevrimlerini izledik. Birkaç istisna haricinde<br />
hayal kırıklığına uğratan yeniden çevrimler<br />
en son Spike Lee’nin Oldboy’a el atmasıyla<br />
dayanılmaz bir hal aldı.<br />
Vizyon açısından dünya sinemasına belirli yönetmenlerin<br />
filmleri haricinde pek açılmayan ve bu<br />
yüzden genelde bilinmeyen Uzak Doğu yapımları<br />
özellikle suç – polisiye janrında büyük bir çıkış<br />
yakaladı. Polisiye sinemasının kalıplarını tersyüz<br />
eden, klişelere meydan okuyan, “intikam”ı odak<br />
noktasına alan, kanın gövdeyi götürdüğü sahneler<br />
tasarlamaktan çekinmeyen, yetkin aksiyon koreografilerine<br />
imza atan, güçlü dramatik çatışmalara<br />
zemin hazırlayan ve sürpriz final ile dumura<br />
uğratan bu suç – polisiye filmler silsilesinden<br />
kimileri çoktan sinema tarihine adını yazdırdı, kimileri<br />
ise türünün iyi örneklerinden olarak akıllarda<br />
kalmayı başardı.<br />
64. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” ödülünü<br />
alıp adından söz ettiren bir Çin polisiyesi<br />
olan “Black Coal, Thin Ice”, 33. İstanbul<br />
Film Festivali’nde ülkemizde gösterim şansı<br />
bulmuştu. 11 Temmuz’da Bir Film dağıtımıyla<br />
“İnce Buz, Kara Kömür” adıyla ülkemizde vizyona<br />
girecek olan film vesilesiyle Uzak Doğu<br />
sinemasında iz bırakan suç – polisiye filmlerine<br />
göz atalım.<br />
Joint Security Area (2000)<br />
Usta yönetmen Chan wook-<br />
Park’ın ilk ve en az bilinen<br />
filmlerinden olan Joint Security<br />
Area, Soğuk savaş<br />
sırasında Kuzey Kore ve<br />
Güney Kore sınırının olduğu<br />
yerde Kuzey Koreli bir erin<br />
öldürülmesi üzerine yapılan<br />
soruşturmayı anlatıyor. Sınır karakollarında<br />
görev yapan subayların başlarından geçen<br />
sırlarla dolu hadiselerle “her<br />
şeye rağmen dost olabilir miyiz?”<br />
sorusunu sorduran film,<br />
özellikle ilk 30 dakikasındaki<br />
sorgu aşamasını başarılı<br />
şekilde kurguya dökerek tam<br />
bir polisiye film şablonu ekseninde<br />
ele almayı başarıyor.<br />
Byung-hun Lee ve Kang-ho<br />
Song’un başarılı oyunculukları<br />
da eklenince savaşın<br />
anlamsızlığına vurgu yapan,<br />
dostluğun ne denli saf bir şey<br />
olduğunu gösteren etkileyici<br />
doneler gözlemliyoruz.
Infernal Affairs (2002)<br />
Wai keung-Lau ve Alan Mak’in yönettiği,<br />
kendi içerisinde bir üçleme olan Hong Kong<br />
yapımı Infernal Affairs serisinin bu ilk ayağı,<br />
polis teşkilatının ve organize suç örgütünün<br />
birbirlerinin içine yerleştirdikleri köstebekleri<br />
ve bu köstebeklerin ifşa olmayıp kendilerini<br />
aklayabilmeleri için verdikleri mücadeleyi<br />
anlatıyor. Andy Lau ve Tony Leung Chiu Wai’nin<br />
başrollerinde yer aldığı yapım, Uzak Doğu suç –<br />
polisiye filmleri arasında hikayesi ve kurgusuyla<br />
öyle özel bir yere geldi ki, filmin bu başarısı usta<br />
yönetmen Martin Scorsese’yi de etkiledi ve ortaya<br />
Oscar ödüllü re-make<br />
The Departed (2006) çıktı.<br />
Memories of Murder (2003)<br />
Güney Kore sinemasının<br />
son dönemdeki en<br />
iyi yönetmenlerinden<br />
biri olan Joon-ho<br />
Bong’un başyapıtı olarak<br />
nitelendirebileceğimiz<br />
Memories of Murder, klasik<br />
dedektif – seri katil filmlerinin<br />
yapısına adeta meydan<br />
okudu. 1986 yılında diktatörlük altında olan<br />
Güney Kore’de yasakların ve baskıların devam<br />
ettiği bir ortamda tecavüze uğrayıp vahşice<br />
öldürülen kadın cinayetlerini eksenine alan<br />
film, olayı çözmeye çalışan iki dedektif karakterini<br />
güçlü şekilde derinleştiriyor ve tıpkı David<br />
Fincher’ın başyapıtı Zodiac (2007) gibi gizemini<br />
son anına kadar koruyordu. Olay örgüsünü her<br />
daim sürükleyici kılan kurgusu ve merak duygusunu<br />
üst seviyede tutan senaryosuyla sadece<br />
Güney Kore’nin değil, dünya sinemasının en iyi<br />
polisiye filmlerinden biri oldu.
A Bittersweet Life (2005)<br />
Güney Kore sinemasının<br />
öne çıkan yönetmenlerinden<br />
Kim Jee-woon’un yönettiği<br />
“Acı Tatlı Hayat”, Uzak Doğu<br />
sinemasında “intikam” filmi<br />
denildiğinde akla ilk gelen<br />
filmlerden biri olmayı başardı.<br />
Aşk – intikam – mafya üçgeninde<br />
geçen bir temaya ve<br />
patronunun genç sevgilisine<br />
aşık olup bağlı olduğu çeteye<br />
karşı savaşan bir adam gibi klasik bir konuya sahip<br />
olan film, aksiyon sahnelerinin klasik müzikler<br />
eşliğinde farklı bir havaya bürünmesi, kan – şiddet<br />
dozajının aşırılık sınırlarında gezmesine rağmen<br />
aynı zamanda stilize yapısıyla naif, masum, tatlı<br />
bir melodrama dönüşebilmesi gibi hamleleriyle<br />
estetik bir mafya filmi olarak hafızalarda yer etti.<br />
The Chaser (2008)<br />
Güney Kore’li yönetmen<br />
Hong-jin Na’nın ilk filmi olan<br />
The Chaser, Kore’deki gerçek<br />
telekız cinayetlerinden<br />
esinlenilerek oluşturulmuş<br />
senaryosu üzerinden ülkedeki<br />
polis teşkilatının çaresizliği<br />
ve trajikomikliğine değinerek<br />
sistem eleştirisi sunuyordu.<br />
Eski bir dedektif olan kadın<br />
satıcısı başrolü ile baştan<br />
yabancılaştırma etkisi yaratan film, katili henüz<br />
filmin başlarında yakalattırarak klasik suç –<br />
polisiye formatını yapıbozumuna uğratıyordu.<br />
Olay örgüsünde beklediğimiz klişelerin hiçbirinin<br />
gerçekleşmemesi, aksiyon sahnelerinde karakterlerin<br />
koşarken yorulması, düşmesi gibi oldukça<br />
gerçekçi detaylar yakalaması filmin önemli kozları<br />
arasında yer alıyordu.<br />
I Saw the Devil (2010)<br />
Kim Jee-woon’un A Bittersweet<br />
Life’ta (2005) beraber<br />
çalıştığı Byung-hun Lee<br />
ve Oldboy (2003)’un unutulmaz<br />
oyuncusu Min-sik<br />
Choi’yi bir araya getirdiği<br />
“Şeytanı Gördüm”, Uzak<br />
Doğu yapımı intikam filmleri<br />
arasında hatırı sayılır bir yer edindi. Karısı<br />
bir seri katil tarafından öldürülen gizli ajanın,<br />
katil ile arasındaki kovalamacaya ve “intikam<br />
alma” hissine odaklanan film, karakter analizlerini<br />
derinlemesine işleyememesine ve Kore<br />
yapımlarının bu türdeki yapıbozucu eserlerine<br />
kıyasla gerilim ve polisiye klişeleri barındırsa<br />
da, canavarlaşan ruhlar ve intikam – adalet<br />
dengesinin zayıflığı üzerine söylediği önemli<br />
sözleri kasvetli sinematografisi ve kan – şiddet<br />
sahnelerinin fazlalığıyla harmanlıyordu.<br />
The Man from Nowhere (2010)<br />
Jeong-beom Lee’nin<br />
yönettiği, Güney Kore’de<br />
6 milyondan fazla kişi<br />
tarafından izlenen The<br />
Man From Nowhere,<br />
geçmişindeki gizemi<br />
koruyan tehlikeli bir<br />
adamın, küçük bir kız<br />
olan komşusu kaçırılınca<br />
saklandığı yerden<br />
çıkıp onu kurtarmaya<br />
çalışmasını konu alıyor.<br />
Kore sinemasının Leon (1994)’u ya da Man on<br />
Fire (2004)’ı olarak nitelendirebileceğimiz film,<br />
“sevgi”yi odak noktasına alıyor ve polisler,<br />
organ mafyaları, kaçakçılar, uyuşturucu<br />
satıcılarıyla dolu kirli bir dünyanın kapılarını<br />
stilize bir anlatımla sunuyor. Özellikle “camdan<br />
atlayan ve adamla birlikte aşağı inen kamera”<br />
sahnesi şimdiden efsane oldu bile!<br />
The Raid: Redemption (2011) / The Raid 2: Berandal<br />
(2014)<br />
Gareth Evans’ın 2011’de<br />
“yılın en iyi aksiyon filmi”<br />
sloganıyla ortaya çıkan<br />
Endonezya filmi “The<br />
Raid: Redemption”, Hollywood<br />
aksiyonlarının<br />
tekdüzeliğinden bıkmış<br />
olanlar için adeta bir nimetti.<br />
Tamamen azılı suçlularla<br />
dolu bir binaya yapılan polis<br />
baskınını anlatan film,<br />
izleyiciye nefes alma payı bırakmadan “pencak<br />
silat” dövüş sanatını temel alan koreografik
ir dövüş şölenine imza atıyordu. The Raid 2:<br />
Berandal ise ilk filmin tek mekanda geçen aksiyon<br />
şölenini 150 dakikalık kapsamlı bir süre<br />
zarfında dış mekanlara yayıyor ve “köstebek<br />
filmi” şablonu içerisinde suç örgütünün kökünü<br />
kazımayı hedefleyen, aksiyon sahnelerinin<br />
zorluğu ve gerçekçiliği bakımından hayranlık<br />
uyandırıcı bir film olmayı başarıyordu.<br />
Drug War (2012)<br />
Aksiyon yönetmeni Johnnie<br />
To’nun Çin – Hong Kong<br />
ortak yapımı filmi Drug War,<br />
“köstebek” odaklı hikayesi<br />
ekseninde <strong>72</strong> saat süren<br />
bir uyuşturucu operasyonunu<br />
ele alıyor. Polislerin<br />
uyuşturucu operasyonu<br />
içerisinde çektiği zorluklara,<br />
hatta uyuşturucu kullanmak<br />
zorunda kalıp şoka<br />
girmelerine varan durumları gerçekçi bir şekilde<br />
gözler önüne seren film, bol sabit ve genel<br />
plan içeren hesaplı sinematografisiyle bir fark<br />
yaratmayı başarırken, finale doğru bol kanlı bir<br />
çatışma sahnesine ev sahipliği yaparak aksiyon<br />
anlamında akıllardan çıkmayacak bir sekansa<br />
imza atıyor.<br />
Nameless Gangster: Rules of the Time (2012)<br />
Yönetmenliğini Jongbin<br />
Yun’un yaptığı,<br />
başrollerinde Oldboy’dan<br />
tanıdığımız Min-sik Choi ve<br />
The Chaser’dan tanıdığımız<br />
Jung-woo Ha’nın yer aldığı<br />
film, gümrük memurluğu yapan<br />
sıradan bir vatandaşın<br />
işten atıldıktan sonra<br />
uzaktan akrabası vesilesiyle<br />
mafyaya girişini ve<br />
yükselişini konu alıyordu. İçinde Güney Kore<br />
sinemasının tüm kodlarını barındıran epik bir<br />
gangster öyküsü inşa eden Jong-bin Yun, gerçek<br />
kişi ve kurumlarda hala işlemeye devam<br />
eden aşiret – akraba torpili, yolsuzluk, ihanet<br />
gibi olayları Scorsese’nin suç filmleri kalıbında<br />
işleyerek son yılların en iyi mafya filmlerinden<br />
birine imza atıyor. Min sik-Choi’nin adeta Al<br />
Pacino ve Robert De Niro ayarında devleştiği<br />
performansı ise unutulmazlar arasına yazıldı.<br />
The Yellow Sea (2012)<br />
İlk filmi The Chaser ile<br />
son derece özgün ve<br />
yapıbozucu bir suç –<br />
polisiye filmine imza atıp<br />
dikkatleri üzerine çeken<br />
yönetmen Hong- jin Na,<br />
ikinci filmi The Yellow<br />
Sea’de yine sistemin<br />
kokuşmuşluğunu ön plana<br />
çıkaran bir senaryoya<br />
imza atıyor. Taksicilikle<br />
uğraşan fakir bir adamın<br />
Kuzey Kore’den Güney<br />
Kore’ne eşini görmeye gitmek için para bulmaya<br />
çalışmasını, bu esnada mafyaya bulaşıp<br />
cinayetler ve kovalamacalar arasında kalmasını<br />
anlatıyor. The Chaser’de aksiyonu son derece<br />
gerçekçi bir tabanda kullanan yönetmen, burada<br />
tam tersi hareket ederek kovalamaca ve şiddet<br />
sahnelerini oldukça abartı düzeyine çekiyor. Yine<br />
de The Chaser kadar etkili olamasa da vermek<br />
istediği mesajı başarıyla iletiyor.<br />
New World (2013)<br />
Hoon-jung Park’ın yönetmenlik<br />
koltuğunda<br />
oturduğu film yine<br />
bir mafya – istihbarat<br />
arasında köstebek hikayesini<br />
ele alıyor. Ölen<br />
bir mafya imparatorunun<br />
yerine geçecek varis<br />
için örgüt içerisinde<br />
çatışmaların başlaması<br />
üzerine istihbaratın bir<br />
adamı içlerine köstebek<br />
olarak sızdırılır ve entrikalarla<br />
dolu dönüşüm süreci<br />
başlar. Temel olarak Infernal Affairs’ı anımsatsa<br />
da, içerik olarak hikayenin gittiği yer epey farklı.<br />
Kore sinemasının kendine has her manevrası<br />
bu filmde de mevcut. Görev ve dostluk arasında<br />
yarattığı ikilem, para ve iktidar hırsı gibi kavramlar<br />
üzerine düşündüren yapısıyla iyi bir tür<br />
sineması örneği olmayı başarıyor.
Shield of Straw (2013)<br />
Birbirinden farklı türlerde her yıl film çekmeye<br />
devam eden usta yönetmen Takashi Miike’nin<br />
yönettiği “Katil Avı”, küçük torunu katledilen<br />
yaşlı bir milyarderin, katili öldürene 1 milyar<br />
yen vereceğini açıklamasıyla ülkede oluşan<br />
kaos durumunu ele alıyor. Acımasız, insani<br />
duygulardan yoksun bir çocuk tecavüzcüsü<br />
ve katilini, onu öldürmeye çalışan sıradan<br />
insanlara karşı hayatları pahasına korumaya<br />
çalışan dört polisin girdiği ahlak ve vicdan muhasebesi,<br />
izleyicinin katile karşı duyduğu derin<br />
nefretle birleşince oldukça yabancılaştırıcı bir<br />
forma bürünüyor. Dramatik etkiyi kasıtlı olarak<br />
abartılı bir hale sokan sık müzik kullanımı ise<br />
sinirleri iyice bozarak amacına ulaşıyor.<br />
Black Coal, Thin Ice (2014)<br />
Yi’nan Diao’nun Berlin Film Festivali’nden “Altın<br />
Ayı” ödülü ile dönen Çin filmi, 1999 – 2004<br />
yılları arasında işlenen bir dizi cinayetin peşini<br />
süren dedektifle, cinayetlerin sorumlusu olarak<br />
şüphelenilen gizemli bir kadının hikayesi ekseninde<br />
dönüyor ve film-noir ile kara komedi,<br />
gerilim ile romantizm arasında gidip geliyor.<br />
Sinematografi ve kurgu açısından son derece<br />
leziz bir tat bırakan film, hikayede kasti olarak<br />
bırakılan boşluklar, konunun ciddiyetine tezat<br />
biçimde sunulan mizahi unsurlar ve muhtemelen<br />
çok tartışılacak final sahnesi gibi tercihleriyle<br />
soğukkanlı ve izleyiciye karşı mesafeli bir polisiye<br />
motifi dokuyor.
Mia<br />
Wasikowska<br />
son dönem<br />
genç yıldızların<br />
belki de en<br />
kabiliyetlilerinden.<br />
Geçen yıl<br />
Stoker ve Jim<br />
Jarmush’un<br />
son filmi<br />
Only Lovers<br />
Left Alive’da<br />
seyrettiğimiz<br />
Mia’yı bu ay da<br />
Tracks filminde<br />
izleyeceğiz.
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bazı oyuncular vardır bilindik bir güzellikten<br />
daha çok kabiliyetleriyle bizi büyülerler.<br />
Ve gözümüzde farklı bir güzelliğe<br />
sahip olurlar. Mesela Cate Blanchet benim<br />
için bu isimlerin başında gelir. Bu listeme<br />
yeni bir isim katıldı. Mia Wasikowska<br />
yayık ağzı, biraz küt burnuyla belki ilk<br />
bakışta sizi aman aman etkilemiyor. Ama<br />
konuşmaya başlayınca, rolünün ruhuna<br />
iyice girince başka birşey oluyor. Özellikle<br />
bakışlarıyla sizi başka bir aleme götürüyor.<br />
Kabiliyet çok değişik bir şey, perdede hemen<br />
belli oluyor. 1989’da Avusuturalya’da<br />
doğan Mia’nın annesi Polonyalı babası<br />
ise Avusturalyalı. Mia altı yaşındayken<br />
bir yıllığına Polonya’ya taşınmış. Daha<br />
sonra ise dokuz yaşında bale öğrenmeye<br />
başlamış. Profesyonel balerin olmak için<br />
14 yaşına kadar büyük uğraş veren Mia<br />
bu işin büyük emek isteğini görmüş ve 15<br />
yaşında oyuncu olmaya karar vermiş. Eh<br />
oyuncu olmak istiyorsanıs bu işin merkezi<br />
ABD tabii. Avusturalya’da birkaç dizi ve<br />
filmde oynadıktan sonra kapağı ABD’ye<br />
atmış. In Treatmen adlı dizide intihara<br />
meyilli bir genç kızı canlandıran Mia yönetmen<br />
ve yapımcıların dikkatini çekmiş. In<br />
Treatment’ın ardından Defiance, Amelia,<br />
That Evening Sun filmlerinde yardımcı<br />
oyuncu olarak rol alan Wasikowska,<br />
That Evening Sun filmindeki performansı<br />
sayesinde önemli yapımlardan davet almaya<br />
başlamış. Ama onu bütün dünya<br />
Tim Burton’un Alice Harikalar Diyarında’ki<br />
Alice performansıyla tanıdı. Sonra zaten<br />
muhteşem filmlerde ardarda seyretmeye<br />
başladık sarışın yıldızı. Lawless, Jane Eyre,<br />
Albert Nobs, Stoker, Only Lovers Left Alive<br />
ve bu ay seyredeceğimiz Tracks filmleriyle<br />
yoluna devam ediyor. Bu arada Alice<br />
Harikalar Diyarında filminin ikincisinin<br />
çekileceğini ve Mia Wasikowska’nın yine<br />
Alice’i canlandıracağını hatırlatalım.
BANU BOZDEMİR<br />
n Jesse Eisenberg, 5 Ekim 1983 tarihinde New York’ta<br />
doğdu. Annesi Amy, çocuk partilerinde palyaço olarak<br />
çalışırken babası Barry bir hastane yönetiyordu. Eisenberg,<br />
Polonya ve Ukrayna kökenli laik bir Yahudi ailede<br />
büyüdü. Öğrenimini ABD’deki okullarda tamamladı.<br />
Eisenberg, ilk kez ekran karşısına 1999-2000 yıllarında<br />
yayınlanan Get Real adlı komedi-drama TV dizisinde<br />
çıktı. 2009 yılında eleştirmenlerin beğenisini kazanması<br />
sayesinde Adventureland adlı komedi-drama filminde ve<br />
Zombi Diyarı adlı korku-komedi filminde rol aldı. 2010<br />
yılında Sosyal Ağ adlı filmde Facebook’un kurucusu<br />
Mark Zuckerberg’i canlandırdı ve bu rolüyle “En İyi Erkek<br />
Oyuncu” kategorisinde Altın Küre ve Oscar Ödülü’ne<br />
aday gösterildi. Daha sonra, aynı yılda Holy Rollers<br />
adlı filmde rol aldı ve Sundance Film Festivali’nde “Jüri<br />
Büyük Ödülü”ne aday gösterildi. 2011 yılında Hızlı Soygun<br />
filminde oynayan oyuncu 2013 yılında da Sihirbazlar<br />
Çetesi’nde rol aldı. Öteki ve Gece Planı, Haziran ve<br />
Temmuz aylarında oyuncunun rol aldığı iki önemli film.<br />
Bu ay onu Gece Planı filminde bir çevre aktivisti olarak<br />
izleyeceğiz, Öteki’nde de ikili karakteri oynayan Eisenberg<br />
ötekisinin gölgesinde eriyip giden bir karakteri<br />
canlandırıyor. İzlenesi performanslar…
n Uğruna büyük savaşlar yapılan, şiirler yazılan,<br />
aşklara, ayrılıklara, sevinçlere, yıkımlara ev sahibi<br />
olan, aşkın ve nefretin eşzamanlı duyulduğu<br />
İstanbul… Yedi tepeli kavganın şehri bir kez daha<br />
Ulan İstanbul’la evimize konuk oluyor.<br />
Televizyon ekranlarının çok izlenen dizilerinin<br />
sezon finali yapması ile birlikte 2014’ün<br />
ikinci yarısında çok sayıda yeni dizi izleyicisiyle<br />
buluşmaya başladı. Bunlardan bir tanesi<br />
güçlü oyuncu kadrosuyla Kanal D ekranlarında<br />
yayınlanan “Ulan İstanbul” adlı dizi. D Yapımın<br />
yapımcılığı, Uğraş Güneş’in kalemi, Murat<br />
Onbul’un yönetmenliği ve güçlü oyuncu kadrosuyla<br />
23 Haziran Pazartesi akşamı ekrana merhaba<br />
diyen Ulan İstanbul’un ilk bölümüyle reyting<br />
sıralamasında ilk üçte yer almasında haftalardır<br />
özellikle sosyal medyada izlenme rekorları kıran<br />
Yaren’in Unfaithful (Kezzapla Mayonez) adlı kendi<br />
bestesinin payı gözden kaçırılmamalıdır.<br />
ÇETENİN ŞİARI AHLAKLI ÇALMAK<br />
Başrollerini Uğur Polat (Kandemir), Şebnem Bozoklu<br />
(Yaren), Sevtap Özaltun (Derya), Erkan<br />
Kolçak Köstendil (Karlos), Kaan Yıldırım (Ferdi),<br />
Caner Özyurtlu (Bahadır), Salih Bademci (Ceyhun),<br />
Alptekin Serdengeçti (Ali Rıza), Zeynep Kankonde<br />
(Şehriban), Beyti Engin (Hayati), Gökhan Niğdeli<br />
(Muhtar), Bahadır Hakim (Shan Li), Ayta Sözeri<br />
(Umay), Can Bartu Aslan (Gıyas) ve Zihni Göktay’ın<br />
Ulan yine sen kazandın İstanbul<br />
sen kazandın ben yenildim<br />
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar<br />
yine emrindeyim<br />
ölsem, yalnız kalsam, cüzdanım kaybolsa<br />
parasız kalsam, tenhalarda kalsam, çarpılsam<br />
hiç bir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa<br />
yanılmıyorsam<br />
sen eğer yine İstanbul’san<br />
senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar<br />
gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen<br />
yalnızlığımdan<br />
bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir.<br />
İstanbul Ağrısı/ Attilâ İlhan
(Servet) paylaştıkları dizinin hikayesi büyük şehrin,<br />
kimsesizliğin, sınıf farkının, parasızlığın, haksızlığın,<br />
şanssızlığın insanın ruhunda yarattığı tahribat ve<br />
bu tahribatla parçalanmış karakterlerin küllerinden<br />
doğma umuduyla son bir iş için bir araya gelmesinden<br />
oluşan hırsızlık çetesi ve çetenin Nevizadeler<br />
kimliğiyle yerleştikleri sakin ama içten kaynayan mahalleli<br />
ile olan maceraları çerçevesinde şekilleniyor.<br />
İhtiyacı olmayandan, ihtiyaçları kadarını “Adaletli<br />
Çalmak” şiarıyla bir araya gelen ekibin tekrar<br />
yollarının kesişmesinin nedeni ise Kandemir yüzünden<br />
haksız yere cezaevine girmiş olan Derya’nın<br />
babasını kurtarmak için gerekli olan parayı toplayabilmektedir.<br />
Suç komedisi olan ancak karakterlerin<br />
bireysel travmaları ile dram özellikleri de taşıyan<br />
diziye ilişkin ilk bölümden keskin<br />
yorumlar yapmak çok<br />
doğru olmamakla birlikte önemli<br />
gördüğüm birkaç noktaya değinmek istiyorum.<br />
Öncelikle suç olmakla birlikte toplumsal<br />
olarak ahlaksızlıkla nitelendirilen çalma eyleminin<br />
hayattan yumruk kıvamında şamar<br />
yemiş, dolayısıyla mağdur olan sevimli/komik<br />
karakterler tarafından “ahlaklı çalma” felsefesinin<br />
altı çizilerek yapılması durumu kısmen<br />
meşrulaştırıp izleyici tarafından kabul edilebilir<br />
ve hatta onaylanır hale getireceğinden dizinin<br />
izlenmesini sağlayacağını düşünüyorum.<br />
Ayrıca hikâyenin farklı özelliklerdeki çok sayıda<br />
karakter çevresinde dönmesi, karikatürize<br />
edilmiş karakterleri ve polis kadar mahallelinin<br />
de çete için tehdit oluşturması, yerli ve\veya<br />
yabancı yapımlardan esinlenmeler içermesine<br />
karşın bu esinlenmelerin kültürel özelliklerle<br />
harmanlanmış olması ve toplumun kolektif<br />
sorunlarına göndermeler yapılması, inceden<br />
tohumları atılan aşk ilişkileri, izleyici açısından<br />
tansiyonu yüksek, merak unsurunu canlı tutacak<br />
ve özdeşleşmeyi kolaylaştıracaktır.<br />
Ancak uzun vadede ilk bölümdeki gibi hikâyedeki<br />
her şeyin ve hatta gereksiz ayrıntıların bile<br />
izleyicinin gözüne sokarcasına anlatılmasına<br />
ilişkin hatanın ilk bölümde karakterlerin ve<br />
hikâyenin tanıtımı adına hoş görülebileceğini,<br />
tekrarlanması halinde ise izleyicinin diziye olan<br />
ilgisini olumsuz etkileyeceğini düşünüyorum.<br />
UFAK BİR NOT:<br />
Ulan İstanbul olası başarı ya da başarısızlığı<br />
yanı sıra ismiyle bile gündeme damgasını<br />
vuracak gibi. Zira Çanakkale’de yaşayan Cevat<br />
Yaltıraklı adlı vatandaşımız dizi hakkında<br />
‘’İstanbul’a hakaret edildiği’’ gerekçesiyle suç<br />
duyurusunda bulunmuş. “Ulan” kelimesinin<br />
Türkçe sözlükteki karşılığının, ‘çok kaba bir<br />
biçimde öfke ve nefret’ anlattığını belirten<br />
Yaltıraklı, İstanbul’a karşı yapılan bu hakarete<br />
sessiz kalmanın ve tepki göstermemenin<br />
insanlık suçu olduğunu dile getirmiş. Bakalım<br />
süreç içerisinde neler olacak.
n Fargo sıradan insanın sistemle istem dışı<br />
kavgaya düşmesiyle kahramanlaşan bir karakterin<br />
etrafında gelişiyor. Martin Freeman’ın<br />
ezik/loser karakterine cuk oturan fiziksel özellikleri<br />
anlatının en güçlü malzemesi olarak<br />
dikkat çekiyor. Gerçek yaşam öyküsü olduğu<br />
bilinen metnin, son dönem popüler dizilere<br />
benzerliği ise çok net hissediliyor. Fargo’nun<br />
içinde True Dedective’in filozofundan, Breaking<br />
Bad’in mağdur katilinden, pek çok ana akım<br />
suç filmindeki ayrılmaz belalı ikiliden ve tüm<br />
polisiye metinlerde bolca bulunan iyi, kötü,<br />
titiz, aymaz, umursamaz bir polis servisinden<br />
var Fargo’da. Var da var yani. Ezik, bastırılmış<br />
ve sürekli hor görülen kahraman ilk bölümden<br />
seri cinayetlere karışır, bulaşır ve bir anda<br />
katile dönüşür. Ancak kahramanın dönüm<br />
noktası olan cinayet aslında onun en büyük<br />
başarısıdır ve üzeceğine, korkutacağına, karakterle<br />
ayrı düşüreceğine direkt bir özdeşleşme<br />
sağlar. Sürekli kendisini aşağılayan, yetersizlik<br />
ve başarısızlıklarını yüzüne vuran karısını son<br />
derece ani bir hamleyle ve gayet plansız ve<br />
yine elbette eline yüzüne bulaştırarak öldürür.<br />
Son dönem dizi dünyasında fırtına gibi esen<br />
kaybetmişler kulübü karakterlerinden bir kahraman<br />
daha Fargo’yla hayatımıza girmiş olur.<br />
Galiba seyircinin tuttuğunu koparan, uçan,<br />
kaçan, vuran, kıran, dürüst, yakışıklı, başarılı<br />
ve her türlü iyi özelliklere sahip karakterlerden<br />
bıkıldığı ya da gına gelecek kadar doyulduğu<br />
bir dönemden geçiliyor ve yapımcılar tabii<br />
ki bu nabzın farkındalar. Kahramanlık<br />
isteniyorsa başarıları tescilli tarihi dönem<br />
dizileri tercih ediliyor ve bugün ya<br />
da yakın tarihte yaşayan kahramanlardan<br />
destan yazması beklenmiyor. Fazlasıyla<br />
sıkışmış, beklentileri karşılayamayan, her<br />
şey varken hiçbir şey olamayan karakterler<br />
zamanından geçiliyor. Fargo karakterleri<br />
dönem özelliklerini en tipik ve kontörlü hatlarla<br />
taşıyorlar ve atmosferde karanlık, ışıksız, suni<br />
ve donuk sahnelerle içeriğe paralel bir yapıyla
ütünleşiyor. Hemen her sahne dönemin<br />
ve bölgenin yalnızlığını, çıkmazını,<br />
yarına olan umutsuzluğunu işaret eden<br />
kodlarla zenginleşiyor. Yağan kar, donan<br />
yollar, buzlanmış nehirler ve sık sık<br />
anonsu duyulan fırtına anonslarına eşlik<br />
eden iç mekanlar gri, siyah, tekdüze ve<br />
neşesiz dekorasyonlarla tamamlanıyor.<br />
Dolayısıyla gerçekten yaşandığı dizinin<br />
bölüm başlarında hatırlatılan anlatının<br />
kurgulanmış atmosferi daha sıkıcı ve<br />
bunaltıcı bir etki yaratıyor. Çünkü biliniyor<br />
ki mahsusçuktan değil gerçekten yaşanmış olaylar,<br />
sadece isimler değiştirilerek hikayeleştirilmiştir.<br />
Orada doğası zor bir şehir, şartları insan doğasına ve<br />
yapısına zor işler, kirli meslekler ve tüm bunlarla iyilik<br />
ya da kötülükle baş etmeye çalışan insanlar var.<br />
İşinde doğru dürüst satış yapamayan tutuk bir adam,<br />
erkek kardeşiyle sürekli kıyaslandığı ve her seferinde<br />
yenik çıktığı bir yarışmadan sonra sokakta tartaklanır<br />
ve eve geldiğinde bozuk çamaşır makinesini tamir<br />
edemediğinden karısı tarafından hakaret yağmuruna<br />
tutulur. Nasıl olursa olur, kahramanın nevri döner ve<br />
kadını susturmak için mi, yoksa direkt öldürmek için<br />
mi, kendisinin de bilemediği bir şekilde o tek hareketi<br />
yapar; kafasına indirir. Var oluşu en yakınındakinin<br />
ölümüyle ispatlanır adeta. Yaşasın artık yeni bir hayat<br />
başlar, en azından var oluşunun peşine düşülen, sorgulanan,<br />
aranan bir hayat başlar.<br />
Günümüzde satış elemanlarının ne kadar sevilmediği,<br />
herkes tarafından terslendiği, kesin bir refleksle<br />
istenmediği zavallı kahramanımız yeni taktiklerle sevimli<br />
olmaya, ikna etmeye ve insanlara yaklaşmaya<br />
çalışır. Ne var ki yaptığı iş aslında yalancılıktır ve<br />
anlatının kahramanı sarsak, ağzı laf yapmayan ve kendi<br />
halinde bir adamcağız olduğundan onun doğasına<br />
iki kere aykırıdır. Foucault’nun deyimiyle uysallaşmış<br />
bedenlerden biri olan kahramanımız evlerinin bodrum<br />
katında aniden hiç de uysal olmayan bir davranışta<br />
bulunur. Aslında çok uysallaşmış bir mekanizmaya<br />
dönüşen insancıkların üzerine bazen o kadar çok<br />
gidilir ki, köşeye sıkıştırılan kedi gibi tırmalamaktan<br />
başka çaresi yoktur. Hiç tercih etmeyecekleri bir aksiyona<br />
neredeyse itilirler ve sonra devreye suç ve<br />
disiplin sistemi girer hemen. Yani suç işletilir, kovulur,<br />
kovalanır ve sonra yakalanıp cezalandırılırsınız.<br />
Böylece çarkların içinde Foucaultcu ikili ayrımlarda<br />
akıllı/deli, iyi/hastalık, masum/suçlu gibi etiketlerle<br />
uysallaşmış bedenler çiğnenir ve uyumlanırlar. Zavallı<br />
anti-kahraman ise beceriksiz olarak başladığı hayat<br />
yolculuğunda deli, hastalıklı ve suçlu olarak yaftalanır.<br />
Fargo’yu özellikle izlenir ve ilginç kılan da ortalama<br />
ve sıradan insanların gerçek yaşamlarını sinematografisi<br />
iyi bir kaliteyle ve doğru bir kurgulamayla
inandırıcılığını<br />
bozmamasından geliyor.<br />
Üstelik bolca cinayetin<br />
işlendiği bu gerçek<br />
yaşam öyküsünde para<br />
veya herhangi bir maddiyat<br />
motivasyon sebebi<br />
olmuyor. Anlatı tamamen<br />
içsel çatışmalar üzerinden<br />
ilerliyor ki bu da<br />
çok alışıldık bir durum<br />
değil. Maddi çıkarları<br />
yüzünden değil inançları,<br />
düşünceleri ve duygusal<br />
boşlukları yüzünden<br />
cinayet işleyen kahramanlara<br />
pek rastlanmıyor.<br />
Ne de olsa Lester karısını<br />
öldürürken özür diliyor,<br />
Lorne ise basit cevaplarla<br />
derin mesajlar verirken<br />
hiçbir çıkar hesabı<br />
yapmıyor. Beceriksiz<br />
Lester’ın suçu Lorne’nin<br />
üzerine yıkmaya<br />
çalışması ise çıkarcı<br />
hesaplardan çok çaresiz<br />
korkaklığından geliyor.<br />
Özetle abartıldığı kadar<br />
doyurucu olmasa<br />
da içinde son dönem<br />
anti-kahraman özelliklerinin<br />
hepsinden<br />
biraz barındırdığı için<br />
ve sıradan insanın baht<br />
dönüşünü işlediği için<br />
keyifle seyrediliyor.
NERGİZ KARADAŞ<br />
n Usta oyuncu, yeni “sempatik hırsız”<br />
Uğur Polat ile Türkiye’deki dizi enflasyonu,<br />
oyunculuk ve Kanal D’nin yeni<br />
dizisi Ulan İstanbul hakkında sohbet<br />
ettik. Ünlü oyuncu daha şimdiden özellikle<br />
sosyal medyada çok konuşulan<br />
Ulan İstanbul için neler anlattı neler…<br />
Türkiye’deki dizi enflasyonu ve oyuncular<br />
hakkında ne söylemek istersiniz?<br />
Eskiden bu devirde ‘ya topçu ya popçu<br />
olunur’ düşüncesine şimdi bir de dizi<br />
oyunculuğu eklendi diyebilir miyiz?<br />
Bu çerçevede bir anda parlayıp, çabuk<br />
sönen televizyon yıldızları için ne<br />
dersiniz?<br />
Çok sayıda dizi olduğu doğru, çoğu<br />
kısa sürede kalktığı için yenisi hayata<br />
geçiyor. Yanlış hatırlamıyorsam<br />
geçtiğimiz sezon 60 civarında dizi<br />
yayından kalktı. Ama en çok izlenen,<br />
reyting alan yine diziler. Kanalların<br />
en büyük girdisi reklam gelirleri. Bu<br />
nedenle reklam geliri olan diziler<br />
önemli kanallar için. Bu kadar çok dizi<br />
doğru orantılı olarak oyuncu ihtiyacını<br />
doğuruyor. Böylece yapımcılar isimsiz<br />
yeni oyunculara yöneliyorlar. Bunların<br />
içerisinden yetenekli olanlar tutunuyor.<br />
Olmayanlar silinip gidiyor. Bu<br />
dizi enflasyonu yalnızca oyuncular için<br />
değil tüm ekip için ihtiyaç doğuruyor.<br />
Asistan, kameraman, yönetmen<br />
ihtiyacı ve bu ihtiyacın nitelikli elemanlarla<br />
karşılanamaması kaliteyi de<br />
düşürüyor.<br />
Oyunculuk tekniği bakımından tiyatro-<br />
sinema ve dizi oyunculuğu arasındaki<br />
farklar neler? Siz bunları bir potada<br />
nasıl erittiniz?<br />
Tiyatro, sinema ve dizi, her üçü de<br />
oyunculuk temelli farklı disiplinler.<br />
Çünkü dizi ve sinemadaki kamera,<br />
oyunculuğun biçimi ve dozajını etkiliyor.<br />
Büyüklük, küçüklük, dışavurum<br />
gibi. Kameraya oynamakla seyirciye<br />
oynamak farklı performanslar istese<br />
de temelde olmazsa olmaz olan oyunculuk.<br />
Gelelim diziye “Ulan İstanbul”un<br />
meselesi ne? Suç komedisi olmakla<br />
birlikte düzenin noksanlarına mesela<br />
gelir dağılımının ya da adalet sistemimizin<br />
eksilerine inceden eleştiri<br />
kaygısı var mı? Yoksa suya sabuna<br />
dokunmadan güldürelim derdinde mi?<br />
“Adaletli Çalma” felsefesi üzerine<br />
kurulu bir hikâye. Bizi diğerlerinden<br />
farklı kılan da bu adaletli çalma.<br />
Bizim hikâyemizdeki kahramanlar<br />
haksız kazananlardan, insanları<br />
dolandıranlardan ihtiyaçları kadar<br />
çalan vicdanlı karakterler.<br />
Ulan İstanbul ‘çok eğleneceğiz’<br />
sloganıyla Türkiye’nin çokta iç açıcı<br />
olmayan gündeminde izleyiciler için<br />
bir kaçış, bir rahatlama sağlayıp uzun<br />
soluklu olur mu?<br />
Seyirciyi hikâyenin içine çekip<br />
birlikte akıl yürütüp, ilerleyeceğiz.<br />
Uzun soluklu olarak, en az 39 bölüm<br />
düşünülen dizide amaç bu. İlerleyen<br />
bölümler bu amaca hizmet edecek.
Peki, siz bu hikâyenin neresindesiniz?<br />
Neden kabul ettiniz? Oyunculuk kariyerinizde<br />
dizi oyunculuğu nerede duruyor?<br />
Ben daha dışavurumcu roller oynamak<br />
istiyorum artık. Dramlardaki sıkıcı karakterleri<br />
bunalarak oynamaktansa, eğlenceli<br />
karakterleri eğlenerek oynamak istiyorum.<br />
Her hafta seyircinin evine konuk oluyoruz.<br />
Bu oyuncuya sorumluluk yüklüyor tabi.<br />
“Ortalama bir sanat filmi”ni 30-40-50 bin,<br />
bir tiyatro oyununu yıllarca oynasa bile 100<br />
bin kişi izliyor. Ama dizinin bir bölümünü<br />
milyonlar izliyor. Bir şeyler söyleyebiliyorsak<br />
cabası, maddi tatmin de söz konusu<br />
tabi.<br />
Normalde kötüler kazanır ya sizin çete,<br />
kötü olmak için fazla vicdanlı değil mi?<br />
Bizim çete kötü değil, gerçekten vicdanlı,<br />
“sempatik hırsızlarız”. Aslında kötülüğe<br />
karşı isyanları var.<br />
Ekiple/çeteyle ilişkiniz nasıl?<br />
Dizide en yaşlı oyuncu hemen hemen<br />
benim. Zihni Göktay üstad, 7-8 tane<br />
genç oyuncu var. Çok heyecanlı, azimli,<br />
istekliler. Bu bana da yansıyor,<br />
dolayısıyla çok keyifli. Bu da beni yıllar<br />
önce Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet<br />
Konservatuvarı’nda hocalık yaptığım günlere<br />
götürüyor. Mutluyum onlarla olmaktan.<br />
Kandemir için Robin Hood benzetmesi<br />
yapılıyor. Siz ne dersiniz ? Uğur Polat<br />
“Adaletli Çalma” noktasında neye inanır?<br />
Aslında kurgulanmış bir hikâyeyi oynuyoruz.<br />
Yoksa 52 yaşındayım. Çalma, çırpmanın<br />
hiçbir şekilde yanında olamam. Sadece<br />
kurgu olduğu için oynuyorum.<br />
Karakterlerin kötü/hırsız olmakla birlikte<br />
mağdur ve hatta iyi olmaları diziye nasıl bir<br />
renk getiriyor?<br />
Kötü değil de iyi hırsızlar. Bu ilerleyen<br />
bölümlerde anlaşılacak. Her karakterin<br />
geçmiş travması çıkacak. Kandemir’in<br />
görmediği, kızım diyemediği çocuğuna<br />
ilişkin acısı çıkacak, bunu göreceğiz. Diğer<br />
karakterlerinde tutunamayan olduğunu<br />
göreceğiz. Bu da komediyle dramı<br />
harmanlamış bir senaryo olarak izleyiciyi<br />
etkileyecek diye düşünüyorum.
n H.R.Giger geçtiğimiz ay aramızdan ayrıldı. Ben de büyük<br />
ustayı biraz daha yakından tanımamız için bu ay dergimize<br />
bir yazı yazmak istedim. Gelin sürrealist sanatçının<br />
karabasanlarından sanata dönüşen eserlerini hatırlayıp<br />
kendisini biraz daha anlamaya çalışalım.<br />
1940’da doğan Giger ilk sanat ile tanışmasını 1944’de<br />
İsviçre’de evlerinde kalan yaralı Amerikan askerlerinin ona<br />
verdiği Life dergisi ile olduğunu söyler. Burada gördüğü<br />
Cocteau’nun Güzel ve Çirkin filmi sanata ilgi duymasını<br />
sağlayan ilk anısıdır. Babasının eczanesine gelen<br />
kafatasları ise onun ölümle oynamayı sevmesine neden<br />
olur.<br />
Giger’ın eserleri uyku bozukluğundan kaynaklanan deneyimlerinden<br />
esinlenir. Hayatının iki büyük aşkı Li Tobler ve<br />
Mia Bonzanigo birçok eserine ilham vermiştir. Özellikle<br />
Erotomechanics eseri Mia’nın modelliği ile yapılmış ve<br />
fetişist biomekanik cinsel objeler kullanmıştır. İnsan bedeni<br />
ile teknolojiyi birleştirerek oynamayı sever.<br />
Alien’ın yaratıcısı olarak tanınan İsviçreli sanatçı, ilk defa<br />
Ridley Scott’ın 1979 yapımı filmi ile yaratığını dünyaya<br />
tanıttı. Her şey Scott’ın, Giger’ın Necronom IV adlı eserini<br />
görmesi ile başladı. Scott kafasındaki hikayeyi<br />
şekillendirebilecek bu beyin ile tanışmak için soluğu<br />
Zürih’te aldı. Scott “Giger ile tanıştığım anda ortadaki<br />
potansiyelin farkında idim. Hikayemin yaratıklarının onun<br />
elinden çıkmasını istedim. Öyle bir yaratık yaratmalı idik<br />
ki, tarihteki tüm yaratıklardan daha mükemmel olmalıydı.<br />
Çizimleri tam da kafamdaki yaratığa uyuyordu, hem<br />
korkunç hem de muhteşem güzellikteydi.”
Giger, Alien’ı ile bu sayede Oscar aldı. Daha sonra<br />
Poltergeist II, Species gibi filmler ile sinemaya<br />
devam eden Giger’ın Alien ile ilişkisi Scott’ın<br />
prequel Prometheus’u çekmesine kadar sekteye<br />
uğramıştı. Alien: Resurrection’ın yönetmeni Jean-<br />
Pierre Jeunet “İlk Alien’ın yaratıcıları sanatçı<br />
idiler, ilk filmi mükemmel bir sanat eseri olarak<br />
ele almak gerekir. Biz sadece onun takipçileriyiz.<br />
Giger aramızda olmasa bile onun çizimleri zaten<br />
bize yol gösterici oluyor.” der.<br />
Şimdi gelin belli başlı yaratıklarına tek tek<br />
bakalım:<br />
borularından ve yılan omurgalarından yapar.<br />
“Yaratığın gözlerini özellikle koymadım. Nereye<br />
baktığını bilmez isek daha da korkutucu<br />
olacağını düşündüm.” der sanatçı.<br />
Alien Yumurtası<br />
Giger’ın yarattığı en organik şeydir. Hidrolik bir<br />
sistemle açılan yapı inek eti ile kaplanır. Sonunda<br />
ortaya çıkan yumurta Giger’ın ilk çizimlerinden<br />
oldukça farklıdır. Giger “ Senaryoda<br />
ilk hali tamamen mekanik görünen yumurtayı<br />
bir vajinaya benzetmeye çalıştım. Stüdyo bunun<br />
yayınlanamayacağını, katolik ülkelerde<br />
protestolara neden olacağını söyledi. Ben de<br />
yumurtanın ağzını modifiye ederek bir haça<br />
benzettim” der. Stüdyo ile araları zaten hiç iyi<br />
olmamıştır.<br />
Aslına bakılırsa Giger’ın tüm işlerinin seksi<br />
bir tarafı vardır. Keşfetmek için sindire sindire<br />
izlemek yeterlidir. Oyuncu Veronica Cartwright<br />
setlerin çok erotik olduğundan bahseder.<br />
Örneğin uzay gemisi bir rahim şeklinde dizayn<br />
edilmiştir.<br />
The Xenomorph<br />
Scott, Giger’ı Necronom IV çizimindeki yaratığı<br />
ortaya çıkarması için bizzat görevlendirir. Scott’ın<br />
deyimi ile yaratık “Güzel, insansı, biomekanik<br />
bir böcektir.” Giger ilk yaratığı Rolls Royce’un<br />
The Facehugger (Yüz emici)<br />
Varlığının tek nedeni yaratığın parazitini insana<br />
yerleştirmeye çalışmak olan Facehugger,
Giger’ın tipik stilini gösteren bir yaratıktır. Giger<br />
“İşlerimi çok depresif ve pesimist bulanlar var.<br />
Oysa ki içindeki güzelliği görmek için bakmak<br />
yeterli.” der.<br />
İlk versiyonda yaratık oldukça büyük<br />
düşünülmüştür ancak küçük ve hızlı bir yaratığın<br />
daha mantıklı olacağına karar verilir. Yaratığa<br />
yumurtanın içinden zıplaması için uzun bir kuyruk<br />
verilir. Yüzünün yanındaki eller ise kurbanını<br />
sarmasına yarar. Giger “İnsan ellerini hep ürkütücü<br />
bulurum. Bu yüzden yaratığa uzun parmaklar<br />
vermeyi uygun buldum” der.<br />
Giger’ın sinema ve kültürümüze verdiği<br />
eserler tabi ki sırf Alien ile sınırlı değildir.<br />
Örneğin Darkseed adventure oyunu<br />
zamanında amiga ve pc için çıkmış ve<br />
oldukça beğenilmiştir. Ibanez Giger’ın<br />
tasarımlarından özel seri bir gitar üretmiştir.<br />
Giger’ın biomekanik tarzı Giger Bar adı ile iç<br />
mimaride yer bulmuştur. Giger’ın tarzı özellikle<br />
siber punk akımında büyük yer bulur.<br />
Japon animelerini etkiler.<br />
Alejandro Jodorowsky’nin hiç çekilmeyen<br />
The Derelict Ship<br />
Nostromo’nun LV-426 gezegeninde buldukları<br />
uzay gemisi ve Space Jockey de Giger’ın<br />
hünerine bırakılmıştır. Scott ilk başta sadece<br />
ana yaratığı Giger’a teslim etmeyi düşünür ancak<br />
çalışınca görür ki filmdeki tüm elementler<br />
Giger’dan çıkmalıdır ki bütünlük olsun. Böylece<br />
Giger araba parçaları ve hayvan kemikleri ile uzay<br />
gemisinin inşaasına girişir.<br />
Giger bir anısında “Bir gün Hollanda’da gümrük,<br />
çizimlerimin fotoğraf olduğuna kanaat getirdi.<br />
İkna etmek için onlara dünyanın neresinde böyle<br />
fotoğraflar çekebileceğimi sormam gerekti.” der.<br />
ve efsaneleşen Dune filminin eskizlerinde<br />
de Giger’ın parmağı vardır. Giger da Swiss<br />
Made (1968), Tagtraum(1973), Giger’s Necronomicon<br />
(1975) ve Giger’s Alien (1979)’ı<br />
çeşitli filmler çekmiştir. En çok çalışmak<br />
istediği insanın David Lynch olduğunu söyler.<br />
Özellikle Lynch’ın Eraserhead filminin,<br />
kendi tarzını, kendi filmlerinden daha iyi<br />
anlattığını söyler.<br />
12 Mayıs’ta talihsiz bir kaza ile kaybettiğimiz,<br />
bilim kurgu sinemasını bambaşka bir boyuta<br />
taşımış usta sanatçı eserleri ile daima bizleri<br />
etkilemeye devam edecek.
n Son yıllarda sık sık gündeme gelen bir aktör var ki seçtiği nokta<br />
atışı projelerle göz dolduruyor. Bununla birlikte hali hazırda yakın tarihte<br />
rol alacağı yeni filmler ile sağlam adımlarla kariyerinde ilerliyor. Bu<br />
isim en son geçen ay X-Men : Geçmiş Günler Gelecek’te izlediğimiz<br />
yetenekli aktör James McAvoy’dan başkası değil.<br />
1975 doğumlu İskoç kökenli aktör kariyerine dizi<br />
ve filmleriyle başladı. Early Doors, State Of Play ve<br />
Shameless gibi ünlü dizilerde boy gösteren aktörü<br />
esasen Narnia Günlükleri (The Chronicles of Narnia:<br />
The Lion, the Witch and the Wardrobe, 2005) filmindeki<br />
Mr. Tumnus karakteri ile tanıdık. Çok satan fantastik<br />
kitap serisinin ilk filminde rol alan McAvoy daha<br />
sonra 2006’daki Oscar yarışında Forest<br />
Whitaker’ın en iyi erkek oyuncu ödülü<br />
aldığı ‘İskoçya’nın Son Kralı’ (The Last King of Scotland,<br />
2006) ile karşımıza çıktı. Basamakları yavaş yavaş ama<br />
emin adımlarla çıkmaya başlayan McAvoy dikkat çekmeye<br />
başlamıştı.<br />
Penelope (2006), Starter for 10 (2006) gibi ardı ardına<br />
oynadığı romantik komedilerden sonra uyarlama dram<br />
Kefaret (Atonement, 2007) ile karşımıza çıktı. Bu filmden<br />
sonra onun daha geniş çevreler<br />
tarafından tanınmasına sebep olacak Timur Bekmambetov<br />
filmi Wanted’da rol aldı. Angelina Jolie, Morgan<br />
Freeman gibi ünlü simalarla kamera karşısına geçen<br />
McAvoy aksiyondaki yeteneğini gösterme fırsatı<br />
yakalamıştı. Ardından Michael Hoffman imzalı Aşkın<br />
Son Mevsimi (The Last Station, 2009) ve Robert Redford<br />
yönetmenliğindeki suç draması The Conspirator<br />
(Suikast, 2010) ile iyiden iyiye arenanın aranan
isimlerinden olmaya başladı.<br />
Usta aktör/aktrislerle kamera<br />
karşısına geçmesi bir yana usta<br />
yönetmenlerle de çalışma fırsatı<br />
bulan McAvoy’u artık hiçbir şey<br />
tutamazdı. Kendisini romantik<br />
komedilerden ağır dramlara pek<br />
çok türde kanıtlayan 35 yaşındaki<br />
aktör yine doğru bir hamle yapıyor<br />
ve şöhretine şöhret katacak X-Men<br />
: Birinci Sınıf (X-Men: First Class,<br />
2011) filminde Charles Xavier’ın<br />
gençliği olarak karşımıza çıkıyordu.<br />
X-Men efsanesinin ilk yıllarını<br />
anlatan X-Men : Birinci Sınıf, eleştirmenlerden övgüler<br />
almasının yanı sıra X-Men hayranlarına da açık ara en iyi X-<br />
Men filmlerinden birisini hediye ediyordu. Bu sefer yetenekli<br />
aktör günümüzün gözde oyuncuları Michael Fassbender,<br />
Jennifer Lawrence gibi isimlerle kamera karşısına geçiyordu.<br />
Önceki X-Men filmlerinde Patrick Stewart’ın hayat<br />
verdiği Xavier karakterine başarılı bir yorum getiriyordu. Bu<br />
filmde mutantların kökenine inip henüz daha ilk mutantları<br />
keşfettiği yıllara tanık oluyorduk. X-Men filmleri arasında<br />
pırlanta gibi parlayan bu film, başarısının ardından devam<br />
filmlerinin de sinyallerini veriyordu.<br />
2013 senesinde rol aldığı Welcome<br />
to the Punch’tan sonra çarpıcı<br />
suç draması Trans’ta boy gösteriyordu.<br />
Ünlü yönetmen Danny<br />
Boyle imzalı ‘Trans’ çarpıcı konusu<br />
ve etkili anlatımıyla büyük<br />
bir kesim tarafından geçer not<br />
alıyordu. Filmde tablo hırsızlığı<br />
yapan ancak hırsızlık esnasında<br />
düşüp kafasını çarparak hafızasını<br />
kaybeden müzayede müdürü Simon<br />
karakterini canlandıran McAvoy,<br />
uyandığında tabloyu nereye<br />
sakladığını hatırlamaz. Tablonun<br />
peşindeki kişiler içinse açık hedef<br />
halini alır. Ancak hafızası yerine gelmeye başladıkça olayın<br />
ardındaki sır perdesinin daha farklı olduğunu anlamaya<br />
başlar. Yine başarılı yönetmenlerden biriyle çalışma imkanı<br />
bulan McAvoy bu bağlamda aranan isim olmaya devam ediyordu.<br />
Birbirinden kaliteli yönetmen ve başarılı oyuncularla kamera<br />
karşısına geçmeye devam eden McAvoy 2013 senesinde<br />
yine çarpıcı bir proje ile karşımıza çıktı. ‘Filth’ (Pislik,
2013) iyi polis kötü polis olayına<br />
mizahi bir yaklaşım sunarken tabandaki<br />
dram ile uçuk kaçık bir<br />
hikaye sunuyordu. Bu film ile dram<br />
türündeki başarısını bir kez daha<br />
gözler önüne seren McAvoy çıtasını<br />
git gide yukarılara taşıyordu.<br />
Filmde terfi almak için her türlü dalavereyi<br />
yapmaktan, hatta çalışma<br />
arkadaşlarına kazık atmaktan<br />
çekinmeyen ahlaksız polis Bruce<br />
Robertson’ın aslında geçmişinde<br />
peşini bırakmayan acı deneyimlerin<br />
onu bu hale getirdiğini görüyorduk.<br />
Özellikle işleniş ve çarpıcı sonu ile ‘Filth’ akıllardan silinmeyecek<br />
bir film özelliğini taşıyordu.<br />
Takvim 2014’ü gösterdiğinde ise McAvoy yine mutant alemine<br />
dalıyor ve X-Men serisinin şimdilik son filmi X-Men<br />
: Geçmiş Günler Gelecek (X-Men: Days of Future Past,<br />
2014)’te Profesör Xavier olarak tekrar karşımıza çıkıyordu.<br />
X-Men filmlerinin gittikçe kendini aştığını gösteren bu film<br />
ayrıca X-Men Serisinin ilk iki filminde yönetmenlik yapmış<br />
deneyimli isim Bryan Singer’ın da yeniden X-Men filmlerine<br />
döndüğü film özelliğindeydi.<br />
James McAvoy mutantlar dünyasına iyiden iyiye alışmışa<br />
benziyor. Eh hakkını yememek lazım Charles Xavier rolünün<br />
hakkını fazlasıyla veriyor. Yapımcılar da bunun farkında<br />
olacaklar ki 2016 yılında vizyona girmesi planlanan yeni X-<br />
Men filmi X-Men: Apocalypse’te de kendisini göreceğiz.<br />
Başlıkta doğru projelerin adamı demiştim; filmografisine<br />
baktığımızda çıtasını sürekli yükselten ve geri adım atmayan<br />
günümüzün kaliteli aktörlerinden 35 yaşındaki McAvoy, yeni<br />
X-Men projesinden önce karşımıza yeni bir ‘Frankenstein’<br />
uyarlaması ile çıkacak. Kendisinin tercihlerinde ne denli<br />
titiz olduğunu düşünürsek bu uyarlamada da kaliteli bir iş<br />
çıkaracağı aşikar. Bu titiz seçimlerinden de anlıyoruz ki kendisini<br />
önümüzdeki yıllarda daha pek çok kaliteli projelerde<br />
izleme fırsatı yakalayacağız.
Siz onu başarılı bir oyuncu olarak tanıyorsunuz.<br />
Ama o yönettiği ilk kısa filmle Cannes dahil bir çok<br />
yabancı film festivalinden ödülle döndü. İşte Derya<br />
Durmaz’ın sinemada durmayan yolculuğu...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Derya Durmaz bugüne kadar<br />
oynadığı filmlerdeki başarılı<br />
performanslarıyla karşımıza çıktı.<br />
Şimdiyse yönettiği kısa film Ziazan<br />
ile festivallerde ödüle boğuluyor.<br />
Cannes’dan Jüri Özel Ödülü ve Seyirci<br />
Ödülü alan Ziazan geçen hafta<br />
da Hamburg’ta katıldığı kısa film<br />
festivalinde ödülü kaptı. Katıldığı<br />
dört festivalden beş ödül alan filmin<br />
sırrını yönetmene sorduk. İşte Derya<br />
Durmaz’ın cevapları.<br />
Sizi oyunculuğunuzla biliyoruz. Bu<br />
yönetmenlik olarak ilk deneyiminiz. Bu projeyle<br />
başlamanızın en önemli sebebi nedir?<br />
Oyuncu olarak röportaj verdiğimde de yönetmenlik<br />
yapacak mısınız gibi sorular alıyordum.<br />
Haddim bulmuyordum bu soruyu, bir sonraki<br />
adım olarak gelmesi gerekmiyor yönetmenliğin<br />
çünkü. Ama süreçte şunu anladım eğer bir hikaye<br />
doğuyorsa kafamın içinde ve hayal edebildiğim,<br />
izleyebildiğim olgunluğa da yetişiyorsa, sanırım<br />
o noktadan sonra insan kendini tutamıyor ve<br />
o zaman gerçekleştirmek için elinden geleni<br />
yapıyorsun. Aslında üç yıl kadar önce bir gazete<br />
haberi okumuştum, çok bilmediğim bir konuydu.<br />
Türkiye ve Ermenistan malum diplomasisiyle<br />
ilgili, kara sınırı kapalı. Sonuçta komşu iki ülke,<br />
tüm engellere rağmen ilişkilerini sürdürüyor. Bu<br />
iki ülkenin de arasında bir bavul ticareti varmış.<br />
Türkiye’den bir sürü otobüs firması otobüslerle<br />
sınır kapalı olduğu için 36 saat süren yolculukla<br />
Gürcistan üzerinden gidip geliyor. Buradan<br />
aldıkları malları verip geri dönüyor ve bu şekilde<br />
iki taraf da para kazanıyor, eve ekmek götürüyor.<br />
Bir gün bir kargo şirketi pat diye fiyatlarını yüzde<br />
yüz artırmış. Tabi böyle olunca insanlar gidemi-
yor, insanlar gidemeyince otobüsler dolmuyor,<br />
otobüsler dolmayınca kalkamıyor. İki<br />
taraf da çok mağdur olmuş, bu mağduriyeti<br />
anlatıyordu haber. Tuhaf geldi, absürt<br />
geldi tüm o meseleleri düşündürdü. Yanı<br />
başındakilerle aranda bir duvar olması<br />
meselesi... Nasıl oldu da bu küçük bir kızın<br />
hikayesine dönüştü ben de bilmiyorum ama<br />
belki bavul çağrışımı. Ben küçük bir kızken<br />
dayım ziyarete gelirdi. Çok severdim farklı<br />
şehirlerdeydik. Bavuluna girip onunla kaçmak<br />
isterdim, belki onu çağrıştırdı, bir<br />
şekilde küçük Ermeni bir kız çocuğu doğdu<br />
ve onun hikayesi oldu.<br />
Filme Ermeni Sinema Platformu’ndan destek<br />
geldi, bu destek senaryoyu yazdıktan sonra<br />
mı geldi yoksa bir proje olarak mı gelişti<br />
filmin hikayesi?<br />
Ben onlara filmin öyküsünü göndermiştim.<br />
Projelerin başvurduğu o projeler üzerinden<br />
sektörde alanında öncü insanların mentorluk<br />
yaptığı bir sistemdi... Proje üzerinde çalışıp<br />
seni geliştirmeye çalışan bir atölye idi. Sonunda<br />
da bir proje seçilip ona ödül veriliyordu.<br />
Ben de bu öykü ile başvurmuştum, benim<br />
öyküm sevildi, beğenildi, ödül aldı. Ödül<br />
alınca da maddi bir destek geldi. Sinema sektörü<br />
maalesef resim yapmak veya bir şeyler<br />
yazmak gibi değil çok farklı bir sanat.<br />
Dünyada kısa film sinemacı olunduğu için<br />
çekilir fakat Türkiye’de sinemacı olmak<br />
için çekerler. Halbuki siz bir çok filmde<br />
oynadıktan sonra kısa filmi tercih ettiniz.<br />
Kısa film çekmenizin nedeni neydi?<br />
O da bir hedef değildi. Kafamda bir öykü<br />
doğdu ve bu öykü olması gerektiği haliyle<br />
bir kısa öyküydü. Etrafımda filmi seyreden<br />
insanlardan “Bu film çok güzel uzun metraj<br />
malzemesi olurdu” diyen de çok oldu. Fakat<br />
ben bir küçük film kahramanı hayal ettim,<br />
ama bir durumun içinde hayal ettim ve bu<br />
durumu bu kısalıkta ve vuruculukta anlatabildim.<br />
Bunu uzatmak başka bir şeye girer.<br />
Peki bu eleştiriler yurtdışında mı oldu yoksa<br />
Türkiye’de mi?<br />
Yurtdışında herkes tam olması gerektiği<br />
gibi olduğunu söyledi filmin. Türkiye’de<br />
kısa film için söylediğin şey çok doğru.
Sanki kısa filmcilerin önünde hep başka bir amaç var,<br />
uzun metrajlı film yönetmek. Her şey ona giden bir<br />
adımmış gibi davranıyoruz. Türkiye’de kısa film çekiyorsan<br />
amatörsün, öğrencisin gibi bakılıyor ya da uzun<br />
çekmek istiyorsun da kısa ile alıştırma yapıyorsun gibi<br />
düşünülüyor. Daha geçen gün Hamburg’da bir film<br />
festivalinden geldim ve inanılmaz güzel filmler izledim.<br />
Tamamen Hamburg’un bir mahallesinde eski endüstriyel<br />
bir alanı festival merkezine çevirmişler, otoparklarda,<br />
depolarda aynı anda filmler oynatılıyor. Kısanın güzelliği<br />
bence, söylemek istediğin birşey varsa bunu çok net<br />
ve çok vurucu bir şekilde söylemeni sağlayan bir yapı.<br />
İnsanların duygu dünyasını etkileyen fikirler vermek için<br />
çok iyi bir yol kısa film.<br />
Cannes’dan sonra Hamburg’ta da ödül aldınız.<br />
Evet. Hamburg Kısa Film Festivali’nin çocuk filmleri<br />
bölümünde yarıştı. Zaten iki ödül veriyor o bölüm.<br />
Cannes’da da iki ödül aldın.<br />
Jüri ödülüyle, izleyici ödülü.<br />
İlk kez bir film çektin ve birden bire bu ödüllerle<br />
karşılaştın. Bu ödüllerde filmin başarısının yanında Ermeni<br />
lobisinin de katkısı olduğunu düşünüyor musun?<br />
Bu ihtimaller benim de aklıma geldi ve beni korkutan<br />
bir şeydi, çünkü sinemada bu tür şeylerden hiç<br />
hoşlanmıyorum. Revaçtaki bir konu üzerinden prim<br />
yapma olayından hoşlanmıyorum. Ama ben filmi<br />
hakikaten çok samimiyetle yaptığımı hissediyorum.<br />
Dolayısıyla çok takılmamıştım bu duruma. Yurtdışında<br />
bunu hissettiğimi söyleyemem. Bu film şu ana kadar<br />
dört festivalde yarıştı beş ödül aldı. Bu dört festivalin<br />
demografisine bakarsak biri Paris’te Güneydoğu Avrupa<br />
Sineması diye bir festivalde ödüllendirildi. Yılmaz Güney<br />
Kısa Film Festivali’nde çocuklar oyladılar ve törende<br />
bana gelip “Abla ben bu filmi çok beğendim, o yüzden<br />
arkadaşlarıma da oy verdirttim” diyen liseli çocuktan<br />
da aynı geri dönüşü aldım. Dolayısıyla sanırım oranın<br />
yakınından geçmiyor, film kendisi olarak dikkat çekiyor.<br />
Hangisi daha tatmin ediciydi. Oyunculuk mu yönetmenlik<br />
mi?<br />
Farklı farklı, onu söylüyorum hep. Ben sinemayı bir<br />
oyuncu olarak çok seviyorum, çünkü kollektif bir iş ve bir<br />
insanın hayalinin somut bir şeye dönüşmesinde aktif bir<br />
rol oynuyorsun. Bu hep çok keyif veren bir şey.<br />
Başroldeki oyuncu 8 yaşında ve bence bu yönetmen için<br />
çok zor olmalı.<br />
Bittikten sonra “Ben ne yaptım ya” dedim zaten. Sonuçta<br />
dilini bilmediğim küçük bir çocukla çalıştım ama ben<br />
çok şanslıyım çünkü olabilecek en iyi başrol oyuncusu
çocuğu bulduğuma inanıyorum. Geçtiğimiz sene Ocak<br />
ayında gittik. Oyuncuları bulmak için çalışma yaptık<br />
beş gün. Ardından altı ay sonra gidip çektik. Çekimler<br />
için gittiğimizde de on günlük bir takvimimiz vardı. Ön<br />
hazırlık çalışması yaparken oyuncumuzun su çiçeğine<br />
yakalandığını öğrendik. Ve daha çocuğun kuluçka dönemi<br />
bitmemiş. Doktora gittik ve öğrendik ki kuluçka dönemi<br />
çekimin üçüncü günü bitiyor. Tüm çekim takvimi değişti.<br />
Diğer oyuncuların sahneleri ilk günler çekildi. Bence en<br />
iyi şansım doğru oyuncuyu bulmaktı. Yönetmenlerin en<br />
dikkat etmeleri gereken şey bu.<br />
Filmin müzikleri de çok etkileyici.<br />
Hikaye kafamda oluştuğu zaman ben müzikleri tam<br />
olarak biliyordum. Saçları uçuşurken şöyle bir müzik<br />
olmalı gibi düşünceler vardı. Ama yine çok şanslıyım<br />
Barış (Barış Diri) gibi genç ama çok yetenekli bir<br />
arkadaşım benimle çalışmayı kabul etti ki daha önce<br />
Canavarlar Sofrası, Sev Beni filmlerinin müziklerini yapan<br />
arkadaş. Çok yetenekli bir insan. Barış gibi birisi<br />
geldiğinde kafamdaki bazı şeyler değişti ama Barış<br />
sayesinde daha doğru ilerledi. Taş üzerine taş koymuşuz<br />
gibi hissettim.<br />
Son soru olarak, bundan sonrası için yönetmenlik devam<br />
edecek mi?<br />
Dediğim gibi ben oyuncuyum ve çok sevdiğim için oyunculuk<br />
mesleğini seçtim ama yapabildiğim zaman da<br />
yönetmenlik işi de devam edecek. Zaten kesinleşmiş<br />
ikinci bir planım var. Bu yeni projeyi daha yavaş<br />
hayata geçiririm diye düşünürken beraber çalıştığım<br />
görüntü yönetmenim Meryem Yavuz ve bu yeni projeye<br />
oyuncu olarak çok yakıştırdığım Nazan Kesal’ın<br />
beni doldurması sonucunda her şey hızlandı. Onlarla<br />
paylaştığım zaman ikisi de çok heyecanlandı zaten<br />
ikisi de tuttuğunu koparan insanlar olduğu için bu işin<br />
olacağını düşünüyorum. Yakında kısa metraj projemize<br />
başlayacağız. Bunun dışında bir uzun metraj projem var.<br />
Eğer o projenin de bunun gibi belli bir olgunluğa eriştiğini<br />
hissedersem onu da yaparım. Bakalım.<br />
Şu ana kadarki projelerinizde çoğunlukla bir politik alt<br />
mesaj var, bu uzun metraj filminizde de bu olacak mı?<br />
Yok diyemeyeceğim ama öyle politik bir olayı vurgulamak,<br />
politik bir mesaj vermek gibi bir amacım yok. Hikaye<br />
Dersim’e de gidiyor fakat asıl konu bu değil. Asıl konu<br />
bir aşk hikayesi ve bunun orada olmasının nedeni bu tür<br />
şeylerin gerçek hayatta da sürekli karşımıza çıkması ve<br />
hayatımızdan ayrıştırılamayacak bir yere sahip olması.<br />
Sinemayı da siyaset yapmak için yapıyor değilim bu<br />
sadece gündelik hayatımızda olan bir faktör.