11.05.2016 Views

Cinedergi 72

Binder72

Binder72

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Muhteşem röportajlar, harika dosyalar<br />

n Sonunda Temmuz sayısını da gördük.<br />

Her yıl olduğu gibi bu yıl da Temmuz,<br />

Ağustos ayını beraber çıkarıyoruz. Yani<br />

bundan sonra Eylül’de görüşeceğiz.<br />

Dergimizde yenilikler bitmiyor. Öncelikle<br />

aramıza yeni kalemler katıldı.<br />

Didem Peker Başaran Türk sinemasının<br />

ünlü yönetmenlerini odağına alacak.<br />

Bundan sonra her sayımızda bir yönetmenimizi<br />

onun usta kaleminden takip<br />

edeceğiz. İlk yazısını Yeşim Ustaoğlu<br />

için yazdı Didem. Dizi köşemizde ise<br />

bir görev değişikliği oldu Gizem Merve<br />

Kaboğlu görevi Nergiz Karadaş’a<br />

devretti. Nergiz de daha ilk sayıdan<br />

dergimizin bütün yükünü üstlendi.<br />

Ulan İstanbul inceleme yazısını tavsiye<br />

ederim. Uğur Polat ile yaptığı röportaj<br />

da dikkat çekici. Röportajlara gelmişken<br />

yaz sezonunda Türk filmi vizyona girmiyor<br />

biliyorsunuz, biz de setlere daldık.<br />

Çakallarla Dans 3’ün çekimlerinde<br />

Didem Balçın ile, Kanunsuzlar filminde<br />

ise 80’lerin karizmatik oyuncusu Zafer<br />

Atlı ile konuştuk. Hızımızı alamadık<br />

daha sete çıkmayan Aşık Veysel filminin<br />

başrol oyuncusu İnanç Konukçu’ya<br />

teybimizi uzattık. Ve geçen ay çektiği<br />

ilk kısa filmle Avrupa’nın tozunu atan<br />

Derya Durmaz konuğumuz oldu. Farklı<br />

bir röportaj oldu okumanızı öneririm.<br />

Dosyalara gelince bu ayın büyük bütçeli<br />

filmi Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti<br />

dolayısıyla Melis muhteşem bir dosya<br />

yaptı. Evrimin nasıl tersine çevrildiğini<br />

onun kaleminden izleyin. Bu ay vizyona<br />

giren İnce Buz, Kara Kömür filminden<br />

yola çıkarak dünya sinemasının ayaklanan<br />

coğrafyası Uzak Doğu’ya Halil İbrahim<br />

göz attı. Hollywood’un sürekli arak yaptığı<br />

Uzak Doğu suç ve polisiye filmleri bu<br />

dosyada. Korku sineması da bu ay boş<br />

durmadı tabii. Murat Kızılca Occulus-Göz<br />

filminden yola çıkarak içinde ayna geçen<br />

korku filmlerini topladı. Entelektüelseniz<br />

günümüzde aktivizmin konu olduğu hiç<br />

bir şeye duyarsız kalamazsınız. Bu ay<br />

da böyle bir film vizyona giriyor. Night<br />

Moves, Utku Ögetürk’ün kalemine takıldı<br />

ve Utku Aktivist filmler dosyası yaptı.<br />

Egemen ise son dönemin en önemli<br />

erkek oyuncularından James McAvoy’u<br />

konu edindi. Drama, bilimkurgu, tarihi<br />

film hiç biri McAvoy’un elinden kurtulmuyor.<br />

Geçen ay kabuslarımızın<br />

ressamı Giger’ı kaybettik. Masis Giger’ın<br />

yarattığı korku yaratıklarını topladı. Tam<br />

bir sinefil dosyası. Episode köşemizde<br />

ise Şenay Tanrıvermiş Fargo’yu yazdı.<br />

Dirensinema’da Banu Gezi devriminin<br />

belgesellerine göz attı. Portreler, Kritikler,<br />

Vizyonlar, Pek Yakındalar ve daha neler<br />

neler. İyi okumalar.<br />

Yayın Sahibi<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürü<br />

Banu Bozdemir<br />

YAZARLAR<br />

Alper Turgut<br />

Fırat Sayıcı<br />

Masis Üşenmez Melis Zararsız<br />

Egemen Tokatlıoğlu Murat Kızılca<br />

Deniz Uğur<br />

Utku Ögetürk<br />

Didem Peker Başaran Halil İbrahim Sağlam<br />

Nergiz Karadaş Şenay Tanrıvermiş


Yönetmen: Delphine de Vigan<br />

Senaryo: Delphine de Vigan<br />

Oyuncular: Julia Faure, Delphine<br />

Chuillot, Didier Bezace, Laurence<br />

Arne, Eric Elmosnino<br />

Konu: Kendi ayakları üzerinde<br />

durabilen, başarılı bir kadın<br />

olan Emma kendine güvenen<br />

bir karakterdir. Hayatta istediği<br />

her şey yolunda gibi görünse<br />

de en büyük problemi yatakta<br />

yaşadığı seks sorunlarıdır! Her<br />

daim kendisine belli yöntemler<br />

çizen Emma yataktaki probleminin<br />

de üstesinden gelmek için<br />

çeşitli planlar yapar ama hesaba<br />

katmadığı küçük bir detay<br />

vardır: Aşk!


Yönetmen: Luc Besson<br />

Senaryo: Luc Besson<br />

Oyuncular: Morgan Freeman, Scarlett<br />

Johansson, Min-sik Choi, Analeigh Tipton,<br />

Mason Lee<br />

Konu: Genç bir kadın olan Lucy<br />

uyuşturucu kaçakçılığı yapmaktadır. Bir<br />

teslimat öncesinde, taşımakta olduğu<br />

bütün uyuşturucu, beklenmedik bir<br />

şekilde Lucy’nin vücuduna nüfuz eder<br />

ve kanına karışır. Mucize eseri Lucy<br />

aşırı doz nedeniyle herhangi bir sorun<br />

yaşamaz. Aksine, damarlarında dolaşan<br />

kimyasallarla insanüstü yetenekler<br />

kazanmıştır. Akıl okuma, telekinezi ve<br />

acıyı hissetmeme gibi güçlere sahip<br />

olan genç kadının hayatı artık eskisi gibi<br />

olmayacaktır.<br />

Yönetmen:<br />

Chris Miller, Phil Lord<br />

Senaryo: Michael Bacall<br />

Oyuncular: Channing Tatum,<br />

Jonah Hill, Ice Cube, Amber<br />

Stevens, Eddie J. Fernandez<br />

Konu: Liseyi (iki kez) bitirdikten<br />

sonra, polis memurları<br />

Schmidt (Jonah Hill) ve<br />

Jenko’yu (Channing Tatum)<br />

büyük değişiklikler beklemektedir:<br />

İkili bu kez yerel<br />

bir üniversitede gizli görev<br />

üstlenirler. Ancak, Jenko spor<br />

takımında kendine bir kanka<br />

bulup, Schmidt de bohem<br />

sanat bölümüne sızınca,<br />

ortaklıklarını sorgulamaya<br />

başlarlar.


Yönetmen: Steven Quale<br />

Senaryo: Simon Beaufoy<br />

Oyuncular: Sarah Wayne<br />

Callies, Jeremy Sumpter,<br />

Nathan Kress, Richard<br />

Armitage, Kaitlan Welton<br />

Konu: Silverton<br />

kasabasında aniden<br />

başlayan kasırgalarla<br />

birlikte, bütün kasaba<br />

yıkılır. Ancak en kötüsü<br />

henüz daha gelmemiştir.<br />

Bir çok insan sığınaklara<br />

saklanmış, diğerleride<br />

kasırgadan kaçmıştır.<br />

Bir grup profesyonel<br />

kasırga takipçisi gerçek<br />

zamanlı anları çekmeye<br />

çalışırken, biryandan da<br />

diğer insanları kurtarmaya<br />

çalışacaktır. Ama<br />

henüz doğa ana gerçek<br />

yüzünü göstermemiştir.<br />

Yönetmen: Patrick Hughes<br />

Senaryo: Sylvester Stallone<br />

Oyuncular: Jason Statham, Mel Gibson, Jet Li,<br />

Sylvester Stallone, Antonio Banderas<br />

Konu: Barney (Stallone), Christmas (Statham)<br />

ve ekibi hayatlarının en zorlu mücadelesiyle<br />

karşı karşıyalar! Bir zamanlar Barney ile birlikte<br />

ekibin kurulmasında rol alan Conrad Stonebanks<br />

(Gibson), şimdilerde silah satıcısı olarak<br />

çalışmaktadır ve bu durum ekibin geri kalanını<br />

rahatsız eder. Bu nedenle Stonebanks ekibi<br />

dağıtmayı kafasına koymuştur.


Yönetmen: Anton Corbijn<br />

Senaryo: Andrew Bovell<br />

Oyuncular: Rachel McAdams, Willem Dafoe,<br />

Philip Seymour Hoffman, Robin Wright, Daniel<br />

Brühl<br />

Konu: Yarı Çeçen yarı rus kökenli olan esrarengiz<br />

bir adam, yasadışı yollardan Hamburg’a<br />

giriş yapar. Bir şeylerden kaçarken kendisini<br />

şehrin müslüman mahallelerinden birinde<br />

sığınmacı olarak bulur. Türk bir aile tarafından<br />

misafir edilir ve bu süreçte geçmişinden biraz<br />

da olsun kurtulmuş olur. Ancak kısa bir zaman<br />

zarfı içerisinde eve misafiri ziyaret etmeye<br />

gelenler olur ve sayıları gittikçe artar.


Yönetmen: Philipp Stölzl<br />

Senaryo: Jan Berger<br />

Oyuncular: Ben Kingsley,<br />

Stellan Skarsgård, Tom<br />

Payne, Elyas M’barek, Olivier<br />

Martinez<br />

Konu: 9 yaşındaki Rob Cole<br />

doğal bir yetenekle dünyaya<br />

gelmiş ve annesinin<br />

yaklaşmakta olan ölümünü<br />

tuhaf bir biçimde sezmiştir.<br />

Engelleyemediği ölüm<br />

gerçekleştiğinde, uzun bir<br />

yolculuğa çıkar; bu yolculuk<br />

ise küçük hokkabazlıkları<br />

ve hekimlik alanında çeşitli<br />

yöntemleri öğrendiği bir<br />

eğitim süreciyle geçer. Ne<br />

var ki Cole için bu metodlar<br />

sınırlı kalır ve daha engin bir<br />

bilgi birikimine sahip olmayı<br />

istemeye başlar.<br />

Yönetmen: NDaniel Schechter<br />

Senaryo: Daniel Schechter<br />

Oyuncular: Jennifer Aniston, Tim Robbins,<br />

Isla Fisher, Mos Def, John Hawkes<br />

Konu: Bir grup arkadaş yüksek miktarda<br />

fidye koparmak için zengin bir<br />

iş adamının karısını rehin alırlar. Ama<br />

plan istedikleri gibi yürümez zira zengin<br />

kcoa zaten metresiyle birlikte olmak<br />

için karısından kurtulmanın yollarını<br />

aramaktadır! Karısının kaçırıldığını<br />

öğrendiğinde, mevzuya sevgilisi el atar<br />

ve rehin alma planı bambaşka boyutlara<br />

ilerler!


n “Vecide” (Wadjda), Suudi Arabistan’ın ilk kadın<br />

yönetmeni Haifaa Al-Mansour’un çektiği, bir kız<br />

çocuğunun gözünden, şeriat ülkesinde kadın<br />

olmayı anlatan bir seyirlik. Hani bilmediğimiz<br />

şeyler de değil, memleketimizde siyasal İslam<br />

giderek güçleniyor, gönüllüler dışında, işinden,<br />

aşından olmak istemeyenler de muhafazakâr<br />

dalgaya kapılıyor. Neyse… Şeriat heveslilerinin<br />

çoğaldığı ülkemizi bırakıp, İslam coğrafyasına<br />

geçelim, çünkü orada kadın olmak, yasaklarla<br />

yaşamak anlamına geliyor. Özgürlüklerin ihlalini,<br />

sevap, kadının hür iradesini günah sayan<br />

ve böylesi bir yakıcı gerçeği kurgulayan filmleri,<br />

daha önce de seyrettik, kâh İran’dan, kâh<br />

Afganistan’dan… Ancak bu film, umudu anlatıyor,<br />

sürünün içerisinde kara koyunların da olduğunu,<br />

koca bir hapishaneye dönmüş, kadın sesinin, bir<br />

erkeğe ulaşmasının bile ayıplandığı bir ülkede,<br />

inadına özgürlük isteyenlerin varlığını ve sessiz<br />

isyanını haykırıyor.<br />

Güzel bir film Vecide, 10 yaşındaki bir kız<br />

çocuğunun, bisiklete binme ve erkek akranlarıyla<br />

yarışma hayali kadar güzel! Başrollerini Waad<br />

Mohammed, Reem Abdullah, Abdullrahman Al<br />

Gohani, Sultan Al Assaf’ın sırtladığı film, festival<br />

festival dolaştı ve birçok ödül kazandı. Sinemanın<br />

olmadığı, film seyretmenin günah sayıldığı bir<br />

ülkede, pelikülün peşine düşen kadınların varlığı,<br />

işte bunun adı umuttur. Riyad’ın kenar mahallerinde<br />

yaşayan Vecide, muhafazakâr yapıya, ters<br />

düşmekten sakınmaz. Baskıcı, tutucu, boğan,<br />

kısıtlayan çevrisine ve okuluna rağmen, eğlenmeyi<br />

sever, savaşçı bir ruhu vardır ve ezberi bozmaya<br />

didinir. Sürekli sınırlarını zorlar, dikte edileni kabul<br />

etmez, yüreğine ve aklına uyanın peşine düşer.<br />

Elbette klişeler de mevcut, lakin klişesiz ne bir film<br />

vardır, ne de gündelik hayat… Kimi oyunculukların<br />

sallandığı yerler var, olsun, nihayetinde bu bir<br />

ilk film, üstelik finaliyle, ufak tefek aksamaları da<br />

unutturmasını biliyor. Film çekmek kadar, göstermek<br />

de yasak ve bir kadın kalkıp, gizli gizli film çekiyor,<br />

hakkını verelim, bu azme ancak şapka çıkartılır.<br />

Bazı kentlerin, görece daha özgür olması, erkeklerin<br />

ve çocuklara film gösterilmesi, yasaklar ülkesinin<br />

gerçekliğini sarsmıyor, ancak geçenlerde okuduğum<br />

Suudi Arabistan’da sinema salonlarının açılacağına<br />

dair haber, artık toplumun, özellikle bir bölümünün,<br />

ezber bozmak istediğinin müjdesi gibi, bunu da belirteyim.<br />

Okulda yasak olduğu için, spor ayakkabısını, siyaha<br />

boyayan, bisiklet alabilmek için, Kuran okuma<br />

yarışmasına katılmayı göze alan, yabancı müzik<br />

dinleyen, saçını tamamen örtmek istemeyen, erkek<br />

çocukla arkadaşlık eden, yani yasak ve günah diye<br />

belletilen ne varsa, peşinen kabul etmeyen küçük<br />

kahramanımızın öyküsü, okuldaki yaşıtları, kendinden<br />

büyük öğrenciler, öğretmenler, komşular ve ailesi<br />

üzerinden, dine adına yapılmış çarpıtmaları ve köle<br />

edilmiş kadınları dillendirmeyi başarıyor. Küçük bir<br />

hikaye bu, basit, sade, çocukça ve safça… İnanç varsa,<br />

ideal de vardır, zulüm edenler varsa, karşı koyanlar<br />

da vardır, baskı varsa, isyan da vardır. Ve gayret<br />

edenler, mücadeleyi sürdürenler, günün birinde<br />

kazanır. Sonuçta hüzünlü, trajik, ağdalı bir öykü<br />

yaratmak yerine, içinde neşe ve umut barındıran bir<br />

film çekmek, bisiklete binip, sürmek gibi bir şey.


n Günümüzde birçok iyi yönetmen var. Ama bazen<br />

birisi çıkıyor daha ilk filminde neler vaat ettiği belli<br />

oluyor. David Michod ilk filmi Animal Kingdom ile dikkatleri<br />

üzerine çekmişti. Dramatik ve gerçekçi filmler<br />

yapacağı belliydi. Bu hafta vizyona giren The Rover-<br />

Takip ise yönetmenin başarılı kariyerini müjdeliyor.<br />

Öykü belirsiz bir gelecekte geçiyor. Sistem büyük<br />

bir çöküş yaşamış. Bu çöküşün 10 yıl sonrasında<br />

yaşanıyor hikaye. Bir çatışmadan çıkan 3 adam<br />

kaçmaktadır. Henry yaralanmış, üstelik kardeşi de<br />

bu çatışmada vurulmuştur. Her ne kadar Henry<br />

kardeşinin ölmediğini, dönmeleri gerektiğini söylese<br />

de diğer iki kişi bunu kabul etmez. Bu sırada araba<br />

kontrolden çıkar ve kaza yapar. Şanslarına başka<br />

bir araba yolda park etmiştir ve o arabayı çalarak<br />

yollarına devam ederler. İşte çalınan arabanın sahibi<br />

Eric (Guy Pearce) bunu kabul etmeyecektir. Peşlerine<br />

düşer. Bu sırada öldü diye arkada bıraktıkları yaralı<br />

kardeş Rey (Robert Pattinson) olay yerinden ağır<br />

yaralı bir şekilde ayrılır ve kardeşinin peşine düşer.<br />

Eric ile Rey’in yolları bu kovalamacada kesişir. Eric,<br />

Rey’in saf hatta biraz zeka engelli olduğunu fark eder.<br />

Hayata küsmüş olan Eric bu saf çocuğun iyi niyetinden<br />

etkilenir. Hayata karşı umudunu kaybetmişken<br />

ona ihtiyacı olan birini bulması Eric’i etkiler. Fakat<br />

bu kovalamacanın sonu hikayenin ruhuna uygun<br />

olarak hiç de iyi bitmeyecektir. Sinemada beni en<br />

etkileyen şey bilindik bir hikayeyi öyle anlatırsınız ki<br />

bambaşka mesajlar içerir aslında alt metin. Bu filme<br />

gelecekte geçtiği için bilim kurgu da diyebilirsiniz,<br />

çatışma ve aksiyon olduğu için bir suç filmi de ama<br />

en doğrusu trajedi demek herhalde. Film gelecekte<br />

geçerken tam da günümüzün insanlığının düştüğü<br />

hali resmediyor. Filmdeki herkesin fakirliği, pisliği,<br />

tükenmişliği, günümüz insanının ruhunun durumunu<br />

ifade ediyor. Etrafımızdaki bu kadar savaşa, katliama,<br />

fakirliğe, açlıktan ölen insanlara rağmen mutlu olmak<br />

için çaba sarfediyorsak aslında insanlığımızdan bir<br />

şeyleri de kaybediyoruz demektir. Filmin başrolünde<br />

oynayan Guy Pearce’ın canlandırdığı Eric karakteri<br />

hayata karşı bütün inancını kaybetmiş. Aslında<br />

hayat derken insanları kast ediyoruz. Eric’in bütün<br />

bu kovalamacaya karışmasının sebebi eski püskü<br />

arabasının çalınması. Peki bu araba Eric için niye<br />

bu kadar önemli? Bu sorunun cevabı filmin finalinde<br />

veriliyor. Ve o finali seyrettiğinizde göreceksiniz ki,<br />

neyi kaybederseniz kaybedin sevgiye verdiğiniz<br />

değer asla azalmıyor. Sevgi kimden gelirse gelsin.<br />

İnsanlığı tasvir ederken birçok şey söylenir,<br />

konuşabilmesi, düşünebilmesi, sosyal bir yaşamı<br />

olması, bilim ve ilim üretmesi ama bence en büyük<br />

farklılığı bilinçli olarak sevebiliyor olması ve buna<br />

duyduğu ihtiyaç, insanlığın en belirleyici unsuru.<br />

Bütün yozlaşmışlığımıza rağmen bu ihtiyacımız<br />

kaybolursa, yani sevgiye önem vermezsek işte o<br />

zaman biteriz. Guy Pearce birçok filmde başarılı<br />

performanslar göstermiştir ama bu filmde bir başka.<br />

Hani Oscar için yarışsa benim Oscar’ım onun olur.<br />

Öyküde saf Rey’i canlandıran Robert Pattinson<br />

ise beni çok zorladı. Genel itibarıyla performansı<br />

beğenilecektir ama aynı Leonardo Di Caprio’da<br />

hissettiğim şeyi onda da hissediyorum. Kendini iyi<br />

oyuncu olmak için o kadar zorluyor ki performansı<br />

hep bir sunilik taşıyor. Ne yazık ki oynadığı hep<br />

belli oluyor. Bu konuda Guy Pearce ile Robert<br />

Pattinson’u filmde karşılaştırmalı olarak izleyin.<br />

Doğal bir yetenek ile zorlama başarının arasındaki<br />

farkı göreceksiniz. Buna rağmen Pattinson’un da<br />

en iyi filmi olduğunu söylemeliyim The Rover’ın.<br />

Cannes’da yarışma dışı olarak gösterilen filmi<br />

kaçırmamanızı öneririm. Biraz zorlayıcı bir film ama<br />

bu kadar zorlanmaya da ihtiyacımız var. Yoksa<br />

farkındalığı nasıl sağlayacağız?


n Xavier Dolan’ı 2009’da Annemi Öldürdüm<br />

ile tanımış, filmle ilgili duygularımı da ‘Anneni<br />

Öldürdün ama sinemayı yaşattın’ tarzı bir yazıyla<br />

anmıştım. Gerçekten de gencecik bir yönetmenin<br />

hem kameranın arkasına hem de önüne bu kadar<br />

hakim olması sevindiriciydi benim için. Hayali<br />

Aşklar ilk film kadar heyecan verici olmasa da<br />

onun da insanın istekleri, tercihleri ve bunları<br />

kullanım şekilleri doğrultusunda söyleyecek<br />

sözleri vardı. Tabii ilk filmle bu kadar iyi çıkış<br />

yakalayan yönetmenlerin kaderini yaşayan Dolan,<br />

Venedik’te bol ödül kazanan Tom Çiftlikte filmiyle<br />

de kafaları karıştırmayı başardı.<br />

Kendi adıma filmin dramatik yapısıyla iyice üzerimize<br />

abanan gerilimli halini epey sevdim. Erkek<br />

arkadaşının cenazesine katılmak için bir çiftliğe<br />

yolculuk yapan Tom’un değişimi, yaşadıkları,<br />

gerilimi filme olan ilgimizi tetikleyen unsurlar. Anneyi<br />

üzmemek için her yolun denendiği evde Tom<br />

sevgilisinin ağabeyiyle giriştiği zorlu iletişimden<br />

bir nevi trans haline geçiyor ve karşı durduğu,<br />

şiddete maruz kaldığı yerde bir nevi söz dinleyen<br />

iyi çocuk durumuna geçiyor.<br />

Asıl mesele annenin ölen oğlunun bir eşcinsel<br />

olduğunun saklanması ki, Tom Çiftlikte’nin<br />

ardından vizyona giren Sevgilinin Ardından<br />

filminde de hemen hemen aynı konu vardı. Sanki<br />

bu konuyla ilgili tüm dertler bitmiş de annelere<br />

söylenmesi kalmış gibi… Tabii işin o kısmı farklı bir<br />

ahlaki sorgulama gerektiriyor ama filmin bileşenleri<br />

bence gayet yerinde kullanılıyor. Ağabeyin konumu<br />

özellikle filmin algısını çok fazla değiştiriyor, yani<br />

eşcinselliğe karşı bir ağabeyin aslında gizli bir<br />

eşcinsel olması gibi… Tabii bu da Tom üzerinde<br />

değişik bir baskı ve tahakküm yaratıyor ama Dolan<br />

bunu bir yandan da umursamaz bir tavırla ortaya<br />

seriyor, öyle ki bir yerde tüm gerilimli ipi koparıyor<br />

ve seyirciyi eli boş bırakıyor. Tabii bütünüyle değil<br />

biraz…<br />

Ben sinema dilini gelişkin buluyorum Dolan’ın. En<br />

azından hikayesini nasıl yansıtacağını, ona nasıl görsel<br />

bir ortam hazırlayacağını biliyor ve bu da ona bir<br />

hayli yardımcı oluyor. Tom Çiftlikte’yi gayet başarılı<br />

buldum, hikayenin eksenleri kaysa da zaman zaman…<br />

Tom karakterine hayat veren Dolan sarı saçlarıyla<br />

ve tabii tarzıyla çok uzak göründüğü çiftliğin nasıl bir<br />

nesnesi haline geliyor görmek lazım… Mommy filmiyle<br />

yakında tekrar karşımızda olacağını umduğum<br />

Dolan bu filminde de sorunlu bir anne - oğul ilişkisini<br />

anlatarak bu konuya ne kadar duyarlı ya da takıntılı<br />

olduğunu gösteriyor. Ve biz de merakla bekliyoruz…


n Her ne kadar Voltran’la büyümüş biri olsam<br />

da, Transformers’ın da hatırı sayılır bir yeri vardır<br />

bende. Çocuklukla ergenlik arasındaki, her<br />

kıyafetin garson boyunu giydiğimiz anlamsız/belirsiz<br />

çağda bir Transformers figürü elde edebilmek<br />

için çok şey verirdik. Arabadan robota dönüşerek<br />

olaylara akan metal yığınlarının insan gibi<br />

konuşması, davranması elbet her yaşta çocuğun<br />

aklını çelmiştir. 7 yıldır da, işini bilen sinemacı<br />

Michael Bay sayesinde beyazperdede aynı hazzı<br />

tadıyoruz.<br />

Filmin kısaca konusuna gelirsek… İnsanlık<br />

bir önceki Transformers-Deceptikon-Uzaylı<br />

savaşından doğan kötü sonuçları toparlamaya<br />

çalışırken, tarihin akışını kontrol etmeyi amaçlayan<br />

karanlık bir grup kendini gösterir. Bu arada dünyaya<br />

kendi hedef göstergesinin içinde eskiden kalma,<br />

güçlü ve yeni bir tehdit gelir. Optimus Prime ve Autobotlar,<br />

yeni insan kadrosunun yardımıyla bugüne<br />

kadar karşılaştıkları en korkunç meydan okumaya<br />

karşı koyarlar.<br />

Bildiğiniz üzere bu bölüm ana oyuncu kadrosu<br />

komple yenilendi. Başkahramanımız Shia LaBeouf<br />

seriden ayrılmıştı. Michael Bay’in onu yeniden seriye<br />

sokmak istediği ancak stüdyonun kabul etmediği<br />

ve yeni bir başkahraman istedikleri konuşulmuştu.<br />

Bu yüzden olacak ki Bay, LaBeouf’un yerini doldurmak<br />

için bir önceki filmi “Pain & Gain”de birlikte<br />

çalıştığı Mark Wahlberg’i göreve çağırdı. Kimisi<br />

için iyi oldu ancak ben Shia LaBeouf’un Transformers<br />

ruhuyla daha iyi bağdaştığını düşünüyorum.<br />

Bunun en büyük sebebi yaş farkı. Zira Wahlberg<br />

43 iken, LaBeouf 28 yaşında. Kim ne derse dersin,<br />

daha çevik ve şaşkın suratlı bir başkahraman<br />

(LaBeouf), ne yaptığını bilen, kasları paslanmış bir<br />

eski mühendis bozuntusundan (Wahlberg) daha<br />

çok yakışıyordu serinin ruhuna! Bu arada bakmaya<br />

doyamadığımız dünyalar ‘meleği’ Rosie Huntington-Whiteley’le,<br />

Nicola Peltz’i karşılaştırmam bile.<br />

Michael Bay neden kısa kot şortu başrole oturtmuş,<br />

anlayan beri gelsin!<br />

Filmin Ehren Kruger tarafından yazılmış senaryosuna<br />

gelince. Daha önce kadın erkek ilişkisini başkahraman<br />

ve sevgilisi ekseninde döndüren senarist bu kez<br />

ilişkiyi baba-kız eksenine kaydırmayı tercih etmiş.<br />

Filmin bir bölümünden sonra olaya dahil olan erkek<br />

arkadaş karakteri karikatürden öteye gidemese ve<br />

gidişatı değiştiremese de filmin tek komedi unsurunu<br />

oluşturuyor. Zira güzel bir kız için babası ve sevgilisi<br />

arasındaki gerilim eninde sonunda komedi doğuruyor.<br />

Bu filmde dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de<br />

insanların ilk kez kötücül karakter olarak filme dahil<br />

olmaları. Zira usta aktör Kelsey Grammer’ın oynadığı<br />

Harold Attinger, hem Autobot, hem Deceptikon hem de<br />

uzaylıları alt ederek kendi çıkarları doğrultusunda bir<br />

yeni dünya yaratmak istiyor.<br />

“Transformers: Kayıp Çağ”ın görselliğine diyecek laf<br />

yok, yine her zaman ki gibi. İşin içine Dinobot’ların<br />

girmesiyle curcunanın daha da arttığı çok katmanlı final<br />

sahneleri, ödediğiniz biletin hakkını kesinlikle verecek.<br />

Hele ki filmi bir IMAX salonunda izlerseniz, üstünüze<br />

düşmekte olan gökdelen ya da gemi parçalarından<br />

kendinizi korumak zorunda hissedeceksiniz!<br />

İlki 2007’de vizyona giren Transformers serisi genel<br />

anlamda seyircisini hiç üzmedi. Bunda filmin iki mimarı<br />

olan Michael Bay ve Steven Spielberg’ün büyük katkısı<br />

var. Kuşkusuz başka bir ekip Transformers serisini bu<br />

kadar yükseltemezdi. Her bölüm bir öncekinden daha<br />

adrenalinli, daha derinlikli. Ama o değil de, artık birileri<br />

Voltran’a da el atsın lütfen!


Çakallarla Dans 3’ün işveli Fatması<br />

Didem Balçın gerçek hayatta erkeklerin<br />

daha saf olduğunu ve filmlerdeki<br />

dengelerin bazen ters işlediğini söyledi.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasında çok yetenekli<br />

kadın oyuncular var. Ama sinemamızın<br />

yetersizlikleri onları da vuruyor. Mesela<br />

Didem Balçın yurt dışında olsaydı eminim<br />

Bir Meg Ryan veya Goldie Hawn<br />

etkisi yapabilirdi. Çünkü hem fiziği<br />

buna uygun hem de muhteşem bir komedi<br />

kabiliyeti var. Sinemamız bundan<br />

yeterince faydalanıyor mu? Cevabı zor<br />

bir soru. Bu yıl 3 filmle karşımıza gelecek<br />

olan Didem Balçın ile Çakallarla<br />

Dans filminin setinde sohbet ettik.<br />

Çakallarla Dans’ın üçüncü devam<br />

filmini çekiyorsunuz. Bu rol sana neler<br />

kattı?<br />

Çakallarla Dans senaryosu geldiğinde,<br />

yarısını okudum ve çok eğlendiğim için<br />

hemen görüşelim diye heyecanlandım,<br />

sete gittiğimde İlker Ayrık vardı. Murat<br />

Şeker, İlker Ayrık hepsiyle beraber<br />

bir okuma yapalım dedik çünkü komedide<br />

benim fikrime göre önemli<br />

olan grup çalışması. Yoksa bireysel<br />

bir yetenek ve bireysel bir enerji komedide<br />

yeterli olmuyor. Sete gidince<br />

yıllardır tanıyormuşum gibi bir anda<br />

böyle enerjimiz çok tuttu. Aslında<br />

Murat Şeker’in kardeşi Hülya beni çok<br />

istemiş. Onlar beni tanımıyorlardı.<br />

Filme başladık. Filme başladıktan<br />

sonrası daha da güzeldi. Sete resmen<br />

bugün Çakallarla Dans seti var diye<br />

eğlenerek gidiyordum. Ve ekip tamamen<br />

böyle, gülmekten çekemiyorduk söylemi<br />

vardır ya. Gerçekten gülmekten çekemedik<br />

diyebileceğimiz sahneler vardı. Ve<br />

ben ikincisini beklemiyor ve bilmiyordum.<br />

Gişe olarak değil ama sosyal medyada<br />

o kadar tutuldu ki, insanların beklentilerine<br />

göre bir ikinci filmi çekmemiz<br />

gerekti. Bu para kazanan kişinin istediği<br />

şey değildi aslında, halkın istediği şeydi.<br />

Benim hayatımda da Fatma şöyle bir<br />

şey oldu, ben Fatma’dan sonra dram<br />

filmlerinde oynadım ama her gittiğim<br />

görüşmede “Biz Fatma’yı çok seviyoruz.<br />

Komedi filmini böyle oynayan dram filmini<br />

de iyi oynar” gibi tepkiler alıyordum.<br />

Bu yüzden Fatma benim için çok önemli.<br />

Komedi oynamayı çok seviyorum ve<br />

daha önce de oynadım ama Fatma çok<br />

farklıydı, herkes Fatma’yı biliyor.<br />

Hollywood’ta Goldie Hawn, Meg Ryan<br />

gibi hem fiziğiyle hem de komedi kabiliyetiyle<br />

öne çıkan isimler omantik komedinin<br />

önünü açtı. Türk sinemasında sizin<br />

performansınız benzeştirilebilir. Bu tür<br />

kadın oyuncuların eksikliği yüzünden mi<br />

bizde romantik komedi fazla çekilemiyor.<br />

Aslında yok dememek lazım yani, şöyle<br />

düşünmek lazım her sene milyonlarca<br />

insan mezun oluyor okullardan. Bir<br />

oyuncu sürekli güzelleşmek zorundadır<br />

ama aynı zamanda çirkin olmaktan da<br />

korkmamalıdır. Mesela ben bir komedi


filminde oynamıştım fakat orada ki rolümün<br />

kadınsal hiçbir şeyi yoktu mesela. Ama<br />

Çakallarla Dans’ta hem güzel olup hem bol<br />

seksapalliği de olan ve iç enerjisi de gür<br />

olan bir kadın Fatma.<br />

80’lerden 90’ların ikinci yarısına kadar<br />

genelde feminizm Türk sinemasında etkisi<br />

görülmüştür. Fakat 2000 sonrası bu konuda<br />

geri adım atıldığını düşünüyorum. Siz ne<br />

düşünüyorsunuz, artık bu bedelleri ödemek<br />

daha mı zor sizce?<br />

Yani ben hiçbir bedel ödemedim. Sevişme<br />

sahnesi, dayak sahnesi, tecavüz sahnesi,<br />

ağlama sahnesi falan bence hep aynıydı. O<br />

yüzden genelde hep öyle şeyleri oynuyorum.<br />

Yani benim için bir fark yok. Ben de<br />

Ankara’da bir memur ailenin çocuğuyum.<br />

Ankara’da yetiştim, aslında kapalı bir alanda<br />

yetiştim, şanslıyım beni desteklediler.<br />

Ben hep şunu savundum, kendim rahat<br />

olduğum ve rahatsız olmadığım her şeyi<br />

oynayabilirim. Ben mesela bir sevişme<br />

sahnesinde utanmıyorsam, “ya şimdi ne<br />

yapacağım…” demiyorsam başkalarının<br />

düşüncelerini de takmam. Evet bazen benim<br />

de reddettiğim projeler oldu, gereksiz<br />

olduğunu düşündüm ama mesela Çakallarla<br />

Dans’ta sevişme sahnelerinde hiçbir erotizm<br />

yok, daha çok komik yani. Bunu yanlış<br />

anlayanlar olmadı mı, oldu. Yorum olarak<br />

gerçekten çirkinleşenler olmadı mı, oldu.<br />

Eh bedel olarak tek ödediğim şey de bunları<br />

okumak oldu ama ben böyle şeyleri zaten<br />

takmıyorum.<br />

Filmin adı Çakallarla Dans fakat aslında<br />

kimse çakal değil sonuçta sadece dört tane<br />

arkadaşlar, filmde çakala en yakın kişi Fatma.<br />

Evet, evet kesinlikle ve bence aramızda,<br />

günlük hayatta birçok Fatma var. Diğer dört<br />

karakterimiz gerçekten hiç çakal değiller<br />

yalnızca çakallık yapmaya çalışıyorlar<br />

çünkü sistem bizi buna itiyor. Kimisi<br />

çakallık yaparken aklını kullanıyor kimisinin<br />

şansı yaver gidiyor. Fakat herkes çakallık<br />

yapıyor. Çakallık deyince büyük şeyler<br />

düşünmemek lazım bir simit alırken de<br />

çakallık yapabilirsiniz ve mutlaka ben bile<br />

gündelik hayatta çakallık yapıyorumdur.<br />

Ama ayrı olarak gündelik hayatta birçok<br />

Fatma olduğuna inanıyorum. Ve<br />

Fatma karakterinin de bu insanlardan<br />

esinlendiğine ve öyle yaratıldığına<br />

inanıyorum.<br />

Aslında gerçek hayata baktığımızda ben<br />

de size katılıyorum. Erkekler evet evde<br />

otoriter gözükürler ama hayatta tüm dengeyi<br />

kuran yine kadındır. Bizim dramatik<br />

filmlerimizde hep kadın çok ezilendir.<br />

Ben de sizin gibi düşünüyorum. Bence<br />

erkekler çok net ve tek bir hamlede<br />

düşünen varlıklar ama kadınlar her<br />

açıdan düşünen varlıklar. Dolayısıyla ben<br />

zaten kadınların daha çakal olduğunu<br />

düşünüyorum. Çakallığı geçtim daha çok<br />

fikirleri olduğunu düşünüyorum. O yüzden<br />

erkeklere üzülüyorum. Yani ben böyle bir<br />

kadınım, bizim evimizde baba görüntüde<br />

vardır ama her şeye annem karar verir ve<br />

annemin sözü geçer. O yüzden de diğer<br />

filmlerde niye böyle olduğunu bilmiyorum<br />

ama keşke gerçeğe biraz daha<br />

yaklaşabilsem. Yani komedi olduğu için<br />

değil. Mesela kadına şiddete hayır diyoruz<br />

her zaman ama sadece kadınlar<br />

şiddet görmüyor ki. Erkekler de görüyor<br />

ve o daha kötü bir durum. Düşünsenize<br />

erkekler kadın tarafından şiddete uğramaz<br />

diye düşünüyoruz. Hâlbuki şiddete her<br />

yerde hayır diye düşünüyorum. Erkeğe de<br />

yazık.<br />

Peki şimdi siz tiyatrocusunuz, dizide de<br />

oynadınız ama dikkat ediyorum çok film<br />

üretiyorsunuz. Yani meslektaşlarınıza<br />

göre çok daha fazla film üretiyorsunuz.<br />

Geçen sefer iki filminiz aynı anda vizyona<br />

girmişti bu yılda üç olacak. Bu bir planlama<br />

mı yoksa rast mı geliyor.<br />

Belli bir şablonum yok benim, ben sadece<br />

komedi filminde oynarım ya da ben<br />

sadece dram oyuncusuyum ya da ben


sanat filmi oyuncusuyum gibi bir cümlem yok<br />

benim, sanırım bundan kaynaklanıyor. Yaptıktan<br />

sonra “Ay iyi ki yapmışım” dediğim her işte olabilecek<br />

bir oyuncuyum. Tek bir noktaya yapım<br />

gereği de bağlı kalamıyorum. Yani anlayacağınız<br />

tamamen şans eseri. Ben bu sene çeksem beş<br />

film de çekerdim ama nerede mutlu olduğumuzla<br />

alakalı bir şey bu. Dediğim<br />

gibi denk geldi sadece, her<br />

sene başka bir tiyatro yapmaya<br />

çalışıyorum. Bu sene<br />

başka bir oyunla Moda<br />

Sahnesi’nde oynayacağım.<br />

Sinemadaysa üç filmim birden<br />

vizyona girecek. Dizi henüz<br />

yok. Bu kadar film varken bir<br />

de dizi olsun da şehir dışına<br />

gideyim falan kaldırmam<br />

muhtemelen. Zaten dizi daha<br />

bir fabrikaya döndüğü için bu<br />

çok yoruyor bir oyuncuyu.<br />

Şimdi bu bir tezat değil mi?<br />

Bir oyuncu bir dizinin uzun<br />

olmasını ister çünkü ona göre<br />

para kazanır. Fakat bu oyuncuyu<br />

sanatsal bir çıkmaza<br />

düşürüyor. Bu konuda sizin<br />

düşünceleriniz nedir?<br />

Her sene bir tiyatro<br />

yapıyorum yani ne olursa<br />

olsun, geçen sene Adana’da<br />

dizi çekiyordum yine de<br />

İstanbul’da bir oyunum vardı.<br />

Bu benim arınma şeklimdi.<br />

İster istemez seyirci de oyuncunun<br />

o tekrara düşmesini<br />

istiyor. Öyle görmek istiyor.<br />

Ama bundan ancak kendinizi<br />

soyutlayabilirsiniz, müzik<br />

olur, yürüyüş olur. Bir şekilde<br />

kendinizi arındırmanız gerekir<br />

ve o rolden uzaklaştırmanız<br />

gerekir ki tekrar her hafta işin<br />

içine girdiğinizde farklı olabilesiniz.<br />

Çakallarla Dans’ın konusu<br />

öyle ki istediğiniz gibi uzatabilirsiniz.<br />

Her dönem insanlar<br />

çakal olmak isteyip komik duruma düşerler. Peki<br />

bundan sonra bir dördüncüsü gelecek mi? Gelirse<br />

buna tepkiniz nasıl olacak?<br />

Valla ben Çakallarla Dans 10 çekilse de bunu<br />

olumlu karşılarım çünkü oyuncular gerçekten<br />

oyuncu diyebileceğimiz insanlar ve onlarla film<br />

çekmek gerçekten keyifli. Dördüncüsü çekilir mi bu<br />

sanırım yine ikincisi ve üçüncüsü<br />

gibi halkın isteğine bağlı olacak.<br />

Gişeye bakacağız ve mesela<br />

halk bunu sevdi hadi devam<br />

ettirelim diyeceğiz. Anca bunu<br />

da film vizyona girdikten sonra<br />

anlayacağız.<br />

Bir sanatçının içinde her zaman<br />

bir kompleks vardır sonuçta biliyoruz<br />

ki Türk sineması şu an ikiye<br />

ayrılıyor gişe filmleri ve sanat<br />

filmleri. O sanatçı kompleksi her<br />

ne şekilde olursa olsun sanat filmlerinde<br />

yer alıp kendisini tatmin etmek<br />

ister. Bu doğal bir seçim hâlbuki<br />

Türk sinemasının en büyük<br />

eksikliği kaliteli gişe filmlerinin<br />

olmamasıdır. Bu konuda neyi<br />

tercih ediyorsunuz. Bu çatışmayı<br />

yaşıyor musunuz içinizde.<br />

Ben bu çatışmayı yaşıyordum.<br />

Bundan iki yıl önce sanat filmi<br />

diye oynadığım bir yapımda çok<br />

büyük hayal kırıklığı yaşadım. Çok<br />

uğraştım ama film bana bedeller<br />

ödetti. Bana getirisi değil götürüsü<br />

oldu. Sonra anladım ki zaten bir<br />

filmi başından gişe filmi veya<br />

sanat filmi diye ayıramazsınız. Bir<br />

sanat filmi de gişe getirebilir yani<br />

benim öyle ayrımlarım yok. Bir<br />

tane kız var şimdi, elinde bir proje<br />

var ve sanat filmi diyebileceğimiz<br />

bir proje. Tek sorun bütçesiz<br />

olması. Eğer o filmde oynarsam<br />

mesela sanat filmi olduğu için<br />

oynamayacağım çok ilginç ve<br />

daha önce hiç denemediğim bir rol<br />

olduğu için oynayacağım.


n İnsanların değil de maymunların hüküm<br />

sürdüğü post apokaliptik bir evrende<br />

geçen Pierre Boulle romanı, 1968’de<br />

Franklin J. Schaffner yönetmenliğinde<br />

beyazperdeye aktarıldı. 1968 yapımı Maymunlar<br />

Cehennemi/Planet of the Apes,<br />

sadece işin eğlencesi anlamında değil,<br />

fikri anlamda da heyecan verici bir keşifti.<br />

Benzersiz hikayesi, filmi Hollywood<br />

tarihinde satışı en zor ama en başarılı<br />

işlerden biri kıldı. 2001 yılında ise ünlü<br />

ve sevilen yönetmen Tim Burton filmin<br />

remake’ini çekti ama açıkçası iki film hiç<br />

de kıyas kabul eder gibi değil. Önce biraz<br />

bu iki filme bakalım.<br />

68 yapımı filmin emsalsiz<br />

oluşunun sebebi ana<br />

karakteri George Taylor<br />

(Charlton Heston)’ı bize<br />

uzun uzun tanıtışında gizliydi<br />

biraz da... İlk bakışta<br />

şunu öğreniyorduk, bu<br />

astronot dünyayı belirli bir<br />

sebeple terketmişti; insan<br />

ırkı onu hayal kırıklığına<br />

uğratmıştı, çünkü insan, insana insan<br />

gibi davranmıyordu! Taylor’ın astronot<br />

oluşu ona bu hayalkırıklığından kaçabilme<br />

imkanı tanıyordu, o da bunu kullanmak<br />

istedi. Filmde Taylor’ın astronot arkadaşlarından<br />

birine söylediklerini hatırlamaya çalışalım: “Ben<br />

bir arayıştayım. Evrende bir yerde insandan daha<br />

iyi birşeyler olduğuna inancımı kaybedemiyorum,<br />

bence kesinlikle olmalı…” Film bize uzun uzun bu<br />

karakterin iç dünyasının detaylarını vermeye devam<br />

ederken olaylar bambaşka bir yere doğru evrilmeye<br />

başlıyor. Karakterimizin vurulduğuna, bir kafese<br />

kapatıldığına ve kendisini maymunların dünyasında<br />

buluşuna şahit oluyoruz. Filmin yönetmeni ve senaristler<br />

insanoğlunun geldiği medeniyet noktasının tersi<br />

bir kültür meydana getirmişlerdi burada, maymunlar<br />

üstün ırk olarak insanları avlıyor, avlarını kafesliyor<br />

ve insanoğlunu bir gelişmemişlik abidesi olarak


görüyorlardı, bilimsel olarak da gelişmelerini<br />

takip ediyorlardı. Bizim maymunlara yaptığımız<br />

gibi. Taylor kendisini maymunlar toplumunda<br />

bulup, onların değer dünyasında insan<br />

eşitliğinin olmadığını anlayınca zamanında<br />

kaçtığı şeyi savunmak zorunda kalıyordu:<br />

insanlığı. Film hem zamanın getirdiği şartlardaki<br />

teknik başarısıyla, hem de ciddi bir toplum<br />

eleştirisine döndüğü noktada post apokaliptik<br />

bilimkurgu dünyasında bir kült oldu. (Filmin şok<br />

finalini de bilen bilir!)<br />

2001 tarihli yeni yapımda aynı fikirler yeniden<br />

oluşturulmaya çalışılmıştı belki ama çağın<br />

getirisi yepyeni özel efektlere, farklı makyaj<br />

detaylarına ve Tim Burton ismine rağmen maalesef<br />

bu filmde herşey içi boş kalmış bir hikayeye<br />

dönüşmüştü. Her türlü teknik gelişime rağmen<br />

maymun karakterler çok fazla “karton” kalışı<br />

gözden kaçacak gibi değildi. Orijinal filmde<br />

maymunların sosyal konumları vardı. Orangutan<br />

ve şempanzeler entelektüellerdi, Goriller polislerdi<br />

ve avcılar ise militanlardı. Ve inançları, “bir<br />

maymun asla bir maymunu öldürmemeli” üzerine<br />

kurulmuştu. Remake’de ise özellikle bir yemek<br />

sofrası sahnesinde sosyal konumlar, politik durumlar<br />

söz konusu ediliyor ve ilk filmi biliyorsak<br />

bunu da anlamamız ve buna inanmamız bekleniyordu<br />

aslında seyirci olarak. Halbuki bilinen


ir hikaye bile olsa onu yeniden canlandırırken<br />

ekibin kendi vizyonunu ve belki döneme dair<br />

göndermeleri de gereğince katmaları ve bizim de<br />

bunu hissetmemizi sağlamalarını bekledik ister<br />

istemez ve hayal kırıklığına uğradık.<br />

Bu samimiyetten uzak yeniden çevrimin<br />

ardından hikaye yeni bir seriyle devam ediyor,<br />

bence iyi de oluyor. Görünüşe göre 40 küsur<br />

yıl sonra bile bu süper akıllı maymunların bize<br />

anlatacaklarıyla ilgileniyoruz! 2011’de sinemalarda<br />

izlediğimiz Rupert Wyatt imzalı Maymunlar<br />

Cehennemi: Başlangıç (Rise of the Planet of the<br />

Apes)’tan sonra Maymunlar Cehennemi: Şafak<br />

Vakti (Dawn of the Planet of the Apes) ise bu<br />

sene 11 Temmuz’da vizyona girecek.<br />

Kült ilk filmle izleyeceğimiz<br />

son filmin arasındaki diğer<br />

Maymunlar Cehennemi<br />

devam filmlerine bakacak<br />

olursak, sırada 1970 yapımı<br />

Maymunlar Cehenneminin<br />

Altında/Beneath the<br />

Planet of the Apes var.<br />

Yönetmenliğini Ted Post’un<br />

yaptığı film, hikayeyi ilk<br />

filmin kaldığı yerden devam<br />

ettiriyor. Brent isimli bir<br />

astronot, Taylor’ı bulmak<br />

için gönderilen kurtarma misyonu sırasında zaman<br />

bariyerini aşarak Taylor gibi zorunlu iniş<br />

yapar. Yasaklı bölgeyi gezdiğimiz bu bölümde<br />

bir grup insanın tıpkı maymunlar gibi evrimlerini<br />

sürdürdüklerini ve bir atom bombasına tapan<br />

çıldırmış varlıklara dönüştüklerini görüyoruz.<br />

Bu film de hiç olmazsa estetik açıdan ilk filmin<br />

devamı olarak kabul edilebilir boyutlarda başarılı.<br />

Senaryodaki derinlik için<br />

aynı şeyi söyleyemeyebiliriz.<br />

1971 yapımı Maymunlar<br />

Cehenneminden Kaçış<br />

(Escape from the Planet of<br />

the Apes), Don Taylor imzalı<br />

bir yapım. Bu bölümde zaman<br />

yolculuğu söz konusu,<br />

kafalar iyice karışıyor.<br />

İkinci bölümün sonunda<br />

kurtulan akıllı maymunlar<br />

Cornelius ve Zira, zamanda yolculuk yaparak<br />

kendilerini 1971 yılında bulurlar, yani yaklaşık<br />

2000 yıl geriye giderler. Halk onları sever,<br />

büyük ilgi gösterirler. Fakat politikacılar aynı<br />

fikirde değillerdir, onları bir tehdit olarak görürler<br />

ve yok etmek isterler. Bu kez insanların<br />

dünyasında maymunlar vardır. İnsanoğlunun<br />

gelecekteki kötülükleri öğrenip müdahale etmesi<br />

durumu söz konusudur.<br />

19<strong>72</strong> yapımı Maymunlar Cehenneminde İsyan<br />

(Conquest of the Planet of the Apes), J. Lee<br />

Thompson imzalı bir yapım. Filmde yıl 1991.<br />

Ceasar isimli maymun ülkede konuşabilen tek<br />

maymun olarak diğerlerini örgütlüyor. Bu isyan<br />

bir devrime dönüşüyor. Böylece insanoğlunun<br />

sonu mu gelecektir? Irkçılık temasının üzerine<br />

giden film, 2011’de izlediğimiz Maymunlar Cehennemi:<br />

Başlangıç filminin en güçlü dayanağı.<br />

Maymunlar Cehenneminde<br />

Savaş (Battle for<br />

the Planet of the Apes)<br />

1973 yapımı, yine J. Lee<br />

Thompson imzalı bir film.<br />

Ceasar maymunların başı<br />

olarak hayatına devam<br />

etmektedir, maymunlar<br />

artık insanlarla birlikte<br />

yaşamaktadır, aradan<br />

nereden baksanız 10 yıl<br />

geçmiştir, maymunlar<br />

arasında yani kendi içlerinde eşitlikle ilgili sorunlar<br />

çıkmaya başlar. Kendilerini insanlıktan<br />

üstün gören maymunlar, onlarla eşit derecede<br />

ırkçı, eşit derecede saldırgan yapıya<br />

sahip olduklarını kabul etmek zorunda kalırlar.<br />

Serinin pek de başarılı olarak anılmayan filmlerinden.<br />

1974 ve 1975 yıllarında tv dizisi ve çizgi dizi<br />

olarak da denenen hikaye, sadece bir sezon<br />

ekranlarda kalabilmiş.<br />

Tim Burton yapımı filmden başta bahsettiğimize<br />

göre artık izlediğimiz son filme gelebiliriz. 2011<br />

yapımı Rupert Wyatt imzalı Maymunlar Cehennemi:<br />

Başlangıç (Rise of the Planet of the<br />

Apes), Reboot dediğimiz türde, hikayeyi en<br />

baştan başlatan bir yapım, fakat aslında demin<br />

de dediğimiz gibi kendine en çok serinin<br />

dördüncü filmini referans alıyor. Günümüzde


geçen hikayede maymunlar<br />

Alzheimer hastalığının<br />

tedavisi için denekler. Bulunan<br />

bir ilaç maymunların<br />

beyin fonksiyonlarını aşırı<br />

derecede yükseltiyor. En<br />

zeki maymun “Ceasar” ise<br />

insanların ikiyüzlülüğüyle<br />

karşılaşıp maymunları<br />

devrime götürüyor. Epey<br />

karanlık, hatta şiddet<br />

içeren sahnelere sahip bir<br />

filmle karşı karşıyayız. CGI ve günümüzün tüm<br />

teknolojik gelişimleri sonucunda teknik açıdan<br />

mükemmel bir bilimkurguyla karşı karşıya<br />

olmamızı bir yana bırakırsak, filmin arkasında<br />

eskisi gibi politik, toplumsal göndermelerin<br />

yanısıra, ciddi anlamda dramatik bir yapı da var.<br />

Çünkü başarılı bir bilim adamı olan ve aslında<br />

babasının Alzheimer hastalığına da çare aramakta<br />

olan Will’in aynı zamanda maymun Sezar’a<br />

karşı duyduğu babalık duygusuna yenilmesi,<br />

filmin temel noktalarından birini oluşturuyor.<br />

Serinin neredeyse her filminde sadece bilim<br />

kurgunun çekiciliğini öne koymayan, içi dolu<br />

senaryolarla karşı karşıyaydık, bu kez dramatik<br />

yapı neredeyse bilimkurgunun da ötesine<br />

geçmiş durumda.<br />

Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti (Dawn of<br />

the Planet of the Apes) 11 Temmuz’da ülkemizde<br />

sinemalarda. Matt Reeves imzalı filmde zeki<br />

maymun Caesar’ın kaçışının üzerinden seneler<br />

geçmiş olacak. Gittikçe zekileşen Caesar’ı kendi<br />

ordusunu kurmuşken görüyoruz. Ölümcül bir<br />

virüsten kurtulmayı başaran bir grup insanla bir<br />

grup zeki maymun karşı karşıya gelirse ne olur?<br />

Görelim!


Gezi direnişi üzerine birçok şey söylendi,<br />

yazıldı, yaşandı ve yaşananların dökümü d<br />

yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. İşte<br />

onlardan ikisi, Cennetin Düşüşü ve<br />

Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek...<br />

n Gezi direnişi üzerine birçok şey<br />

söylendi, yazıldı, yaşandı ve yaşananların<br />

dökümü de yavaş yavaş ortaya çıkmaya<br />

başladı. Mısır’dan gelen Al Midan / Meydan<br />

belgeselini izledikten sonra ‘bize<br />

de lazım bi Meydan’ diye dört dönmeye<br />

başlamıştım ki önce Hile Yolu’nun yönetmeni<br />

Ersin Kana’ın hazırladığı Cennet’in<br />

Düşüşü’nü izledim. Sonra da Revan<br />

Tuvi’nin ismini çokça duyduğum Yeryüzü<br />

Aşkın Yüzü Oluncaya Dek belgeselini.<br />

İkisinin de benzer ve birbirinden ayrılan<br />

yanları çok. İki belgesel de belirlediği<br />

karakterler üzerinden süreci , o sürecin<br />

içinde olan insanlara anlattırmayı seçmiş.<br />

Ama Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek<br />

(Adnan Yücel’in şiiri) biraz daha Meydan<br />

kafasına yakın… Süreci biraz daha<br />

sürecin içinden ve farklı karakterlerle<br />

anlatmayı seçmiş. Örneğin Mısır’da Müslüman<br />

Kardeşler’den birinin eylem sürecinde<br />

olması gibi burada da Antikapitalist<br />

Müslümanlar’ın direnişi sahiplenmesi<br />

anlatılıyor. Tuvi belgeselinde çok fazla<br />

şiddet görüntüleri vermemeye, daha çok<br />

dayanışma ve onun getirdiği ruh halinin<br />

her kesimden insanı nasıl da yakaladığını<br />

vurgulamaya çalışmış. Yani Gezi<br />

direnişinin başbakanın yaratmak istediği<br />

kaos ortamının aksine kendi içinde bir<br />

bütünlük ve dayanışma yarattığını… Orada<br />

tanışıp evlenen ve hatta düğünlerini<br />

gezi parkında yapmak isteyen (kısmen<br />

yapabilen) çiftin öyküsü de var belgeselde,<br />

LGBT üyesi de var, Kürtlere o zamana<br />

kadar uzak duran ama eylemin içine<br />

düşünce onlarla aynı kaderi paylaşmak<br />

zorunda olduğunu anlayan da…<br />

Tuvi Gezi direnişi sırasında hayatını<br />

kaybeden Abdullah Cömert’in anısı üzerinden<br />

dolaştırıyor kamerasını daha çok,<br />

Cömert’in abisi direnişe destek veriyor<br />

çoğu yerde yaptığı konuşmalarıyla…<br />

Ve tabii Berkan Elvan ve onun süreci<br />

de yer alıyor belgeselde. Forumlara<br />

da kulak kabartan Tuvi pasif ve aktif<br />

direniş arasında kalan insanların belirlemeye<br />

çalıştıkları yolları da anlatıyor.<br />

Hatta direnişe karşı kendi mitingini yapan<br />

Başbakan’ın kitlesine de uzanıyor.<br />

Yüzlerinde başbakan maskesi olan<br />

kitlenin ruhsuz oluşu çok bariz, bu da<br />

gezinin bir ruhu olduğunu da daha iyi<br />

kanıtlıyor. Kürtler bu sürecin uzağında


e<br />

kaldı diyenler için bir Kürt’ün sözleri de etkili tabii<br />

‘biz hep sizin yanınızdayız’… Direniş sürecinden<br />

çeşitli görüntüleri barındıran belgesel dediğim gibi<br />

iktidarın algısı dışında kalmış herkesin bir araya<br />

gelip, birbirinin farkına varıp bütünleşme sürecini<br />

anlatıyor. Görüntüler tam da istediğim gibi<br />

olayların içinde, üçüncü bir göz gibi. Daha önce<br />

görmediğimiz açılardan direnişe odaklanıyor ve<br />

gerçekten de o günleri özlediğinizin farkına bir kez<br />

daha varıyorsunuz. Elinize sağlık Reyan Tuvi….<br />

İkinci belgesel Cennetin Düşüşü… Onun da ortaya<br />

koyduğu fikri çok tuttum. Başbakanın kendince<br />

11 yıldır yarattığı Cennetin nasıl da yıkıldığını,<br />

düştüğünü anlatıyor Gezi direnişiyle. Avukat<br />

Efkan Bolaç’ın da yapımcıları arasında olduğu<br />

belgesel, gezide çekilen kolektif görüntülerin<br />

kurgulanmasıyla ortaya konmuş başarılı bir iş.<br />

Yoğun gazın ortasında kaldığı için çığlıklarıyla<br />

içimizi buran kızdan başbakanın inadına, kışla<br />

inadına, beton açıklamasına kadar her şey var<br />

belgeselde. Tabii Berkin Elvan’ın uyanmasını<br />

bekleyen, baba ve annesinin görüşlerine yer veren<br />

belgeselde annelerin acılı, yüreğe taş gibi oturan<br />

ama güçlü röportajları da yer alıyor. Herkesin hikayesi<br />

birbirinden etkili, yürek yaralayıcı. Hele<br />

Ethem Sarısülük’ün annesinin dedikleri… Belgesel<br />

harmanlanmış görüntülerin arasına çocuklarını<br />

kaybetmiş ailelerin görüşlerini de koymuş ki<br />

yaşananlar unutulmasın diye… Çarşı’nın etkisi ve<br />

rolü de var bu belgeselde. Gezinin sakin görüntüleri<br />

olduğu kadar sert görüntüleri de var. Sonuçta<br />

Cennetin Düşüşü adalet duygusunu haykırdığı<br />

için adaletin olmadığı tarafı yıkım olarak vurguluyor<br />

ve ortaya düşen bir cennetin üstüne düşen<br />

bir ses kalıyor. Topçu kışlası aslına uygun olarak<br />

yapılacak… Yapılmadı, yaptırılmadı… Cennet<br />

düşüşte…<br />

Gezi hayatımıza gireli bir yıl oldu, herkesin dediği<br />

gibi artık eskisi gibi değil hiçbir şey. Geriye pek<br />

bir şey kalmadı diyenler içlerindeki değişime<br />

baksınlar, bu konudaki belgeselleri izlemeye<br />

çalışsınlar… @dirensinema bu ay @direngezi diyor<br />

ve gezi ruhu gerçekte de belgesellerde de devam<br />

etsin istiyor…


Aşık Veysel film oluyor. Ünlü ozanı canlandıracak olan ise<br />

Bezat Ç.’nin Hayalet’i İnanç Konukçu. Farklı bir deneyim<br />

yaşayacak oyuncu ile yeni sınavını konuştuk.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasının en zayıf tarafı<br />

bu topraklardaki zenginlikleri<br />

değerlendirememesidir. Mesela<br />

Tasavvufun doğduğu bu toprakları<br />

anlatamamak ne büyük bir acıdır.<br />

Ozanlarımızı erenlerimizi ve kendi<br />

öz kültürümüzü paylaşamamak. Durum<br />

böyle olsa da hala bir umut var.<br />

Mesela Aşık Veysel filme çekiliyor.<br />

Daha sete girilmedi ama Aşık Veysel’i<br />

kimin oynayacağı belli. Behzat Ç’nin<br />

Hayalet’i İnanç Konukçu bu zor<br />

yükün altına girmeye istekli. Biz de<br />

genç oyuncuya sorularımızı sorduk.<br />

Cevaplarını özetlersek “Uzun ince bir<br />

yoldayım” oldu.<br />

Öncelikle bu proje size nasıl geldi,<br />

nasıl bu filmle buluştunuz?)<br />

İlk film olmasından ziyade Aşık Veysel<br />

filmi olması nedeniyle özel bir tarafı<br />

var. Projenin bana ulaşmasından<br />

önce oyuncular arasında zaten bir<br />

dedikodu vardı “Aşık Veysel filmi<br />

yapılacakmış” vesaire gibi. Onu zaten<br />

duymuştum ve menejerim vasıtasıyla<br />

benimle görüşmek istediklerini söylediler.<br />

Ben de gayet memnun olarak<br />

onların yanlarına gittim. Herkesin<br />

oynamak isteyeceği bir roldü. Kim<br />

oynayacaksa kolay gelsin, umarım<br />

bana nasip olur dedim ve sonra da<br />

proje bana geldi zaten.<br />

Peki Aşık Veysel’in hayatının belirgin bir<br />

bölümüne odaklanıyorsunuz. Senaryo<br />

geldiğinde düşündünüz mü “Bunu ben<br />

yapabilir miyim acaba” diye.<br />

Evet, bir de biz Veysel’in şöyle bir hikayesini<br />

anlatacağız aslında biz Veysel’in<br />

Veysel olan hikayesini anlatacağız. Yani<br />

Aşık olana kadar ki bölümü anlatacağız.<br />

Tabi ki oyunculuk malzemesi olarak zor<br />

bir malzeme. İddialı olmanız gerekiyor.<br />

Zaten ilk görüşmede dedim ki, bunu<br />

oynayacak arkadaşa kolay gelsin gerçekten<br />

çünkü zor iş. Fiziksel olarak oyuncunun<br />

girmesi gereken bir durum var zaten.<br />

Onun dışında bu karanlık dünyanın<br />

içinde çok acayip bir ışıkta var yani, ona<br />

yaklaşmakta zor. Bilal abiye çok içten bir<br />

şekilde bunu oynayacak arkadaşa çok<br />

kolay gelsin dedim ve ben de oynayacaksam<br />

telefonunu susturmam dedim.<br />

Çok fazla sorum vardı. O yüzden biraz<br />

zor bir iş diye düşünüyorum.<br />

Aşık Veysel çok içsel dönüşüm<br />

yaşamış bir insan. Hazırlanırken neler<br />

yapıyorsunuz? Bunu nasıl açıyorsunuz?<br />

Bunu nasıl açıyoruz, şimdi süreç tabi devam<br />

ediyor ama şöyle bir yardımcım var<br />

benim; bağlama diye bir alet var mesela<br />

ve hani aşığın çok fazla görüntüsü var.<br />

Ne kadar kendisini anlattığı ve ne kadar<br />

samimi olduğunu anladığınız yerler var.<br />

Bazen bunları gördüğümde kendimden<br />

utanıyorum ya, aşık ismini bu kadar


hakkedebilecek bir adam olabilir mi acaba. Yani “ben<br />

öldükten sonra, mezarımın üstünü taşla kapatmayın<br />

diyen bir adamdan bahsediyoruz. Bunu ne kadar<br />

canlandırabileceğiz bilmiyorum valla, kameranın dili<br />

de bana yardımcı olacak inşallah yoksa ayvayı yedik.<br />

Günümüzde değer yargılarını görüyoruz, her şey<br />

çok sertleşti. Bizim kendi insanımızın hikayesinden<br />

kopuyoruz. Bu sadece bir şehirle ilgili bir şey değil,<br />

Türkiye’nin geneliyle ilgili bir şey. Her şey de böyle<br />

bir sertleşme var. Aşık Veysel’de bunun karşıtı olan,<br />

manaya tutunmak isteyen bir yapı var. Bunu nasıl<br />

değerlendiriyorsunuz? Film itibari ile insanların Aşık<br />

Veysel’i nasıl algılayacağını düşünüyorsunuz?<br />

Bunu aslında başta konuştuk, Aşık Veysel sadece<br />

sazdan, sözden, türküden ibaret bir adam değil.<br />

Bunu nasıl aşmayı planlıyoruz gibi bir şey söylediniz.<br />

Biz Veysel’in Aşık hikayesini anlatacağız. Bunu<br />

nasıl yaşadığını anlatacağız ve o popülist taraftan<br />

kaçınacağız, bu şekilde aşacağız. Bizim yolumuz<br />

uzun ince bir yol evet ama bizim hikayemiz sadece<br />

bir aşığın hikayesi değil, aynı zaman da bir adamın<br />

hikayesi. Bunun evreleri, aşkı, kendi türküsünü dile<br />

getirebilmeye kadar o pişme dönemini anlatacağız.<br />

Peki şimdi bir oyuncu olarak dizilerle başladınız, sinema<br />

ile devam ediyorsunuz.<br />

Aslında tiyatroyla başladım.<br />

Tiyatroyla başladınız tabi ama biz sizi daha çok dizilerden<br />

tanıdık. Bu film sizin üçüncü filminiz yanlış bilmiyorsam<br />

değil mi? Bu tür projelerle fazla karşılaşılmaz,


çok azlardır. Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?<br />

Kariyer kaygısı sadece Türkiye’de ki oyuncular için<br />

değil aynı zamanda dünyada ki her meslek için var<br />

olan bir şey. Üniversitelerde başka bölümler okuyup<br />

çok başarılı olan arkadaşlarım da var ve onlarda da<br />

aynı kaygı var. Bana gelirsek benim de kariyer kaygım<br />

var. Herkes ister iyi projeler de oynamayı. Geçenler de<br />

sinemanın içinde ki sorunu konuşmuştuk. Sinemada<br />

maddi bir sorun zaten var. Onun dışında bir yazar sorunumuz<br />

var bence. Türkiye’de neden karakter oyuncusu<br />

çıkıyor sadece diye. Çünkü Türkiye’de yalnızca<br />

karakter yazarı var. İlk önce yazar aramak lazım ki<br />

oyuncu ara. Ondan sonra tarihsel kahramanlar ne kadar<br />

objektif işleniyor mesela? İşin popülüst tarafından<br />

kaçınmamız gerekiyor dediğim oydu. Biz tarihsel bir<br />

kahraman işleyeceğiz ama bunu ne kadar gerçek ne<br />

kadar istediğimiz gibi işleyebileceğiz. Veya halk bunu ne<br />

kadar kabul edecek?<br />

Şimdi tarz olarak ben oyuncuları şöyle ayırırım, biri<br />

vardır gerçekten karakteri olduğu gibi üstüne giymek<br />

ister, profosyonel bir tarzı vardır ondan sonra geçer<br />

başkasıyla devam eder ama biri vardır herşeyi dert eder.<br />

Yani siyasal derdi vardır, yaşamsal derdi vardır. Bu tür<br />

insanlar demin dediğiniz gibi yazma konularına mutlaka<br />

bulaşırlar. Çünkü bu tarz şeyler yaparak kendini tatmin<br />

etmek zorundadır. Siz hangisindensiniz?<br />

Ya projeye göre değişiyor desem? Bilmiyorum ki, ikisini<br />

de o kadar güzel anlattınız ki kendimi bir o tarafta bir bu<br />

tarafta buldum.<br />

Ama öyle gözükmüyorsunuz, sanki daha dertlerle haşır<br />

neşir olmak isteyen, daha elini taşın altına koymak<br />

isteyen birisi gibisiniz.<br />

Biraz daha ona yakınım diyelim.<br />

Var mı peki yazı vesaire?<br />

Yok, öyle bir iddiam yok. Çok iyi senarist arkadaşlarım<br />

var, bulaşamam döverler beni.<br />

Peki tiyatro için ne düşünüyorsunuz? Dizi, sinema;<br />

tiyatro nerde kaldı?<br />

Tiyatro Ankara’da kaldı. İstanbul’a geldiğimden beri<br />

oyun izlemekten başka hiçbir şey yapamıyorum. Bir<br />

de buraya geldiğimden beri çok yoğun bir tempoda<br />

çalıştım. Seneye filmden de fırsat bulabilirsem tiyatro<br />

yapmak istiyorum.<br />

Peki bu projeden önce Aşık Veysel’le diğer aşıklarla,<br />

erenlerle ilginiz nasıldı? Bu tür Anadolu hikayelerini<br />

sever misiniz? İlginiz var mıdır?<br />

Severim. Bu bir Aşık geleneği, geleneğini severim.<br />

Sözleri severim, türkülerin hikayelerini severim çünkü


türkülerin hikayelerini bilince çok farklı<br />

yerlere gidiyorum. Mesela günlerle<br />

geçen bir türkü var Erzurum yöresinde.<br />

“Bugün günlerden salıdır, Salı”ben bu<br />

türküyü duyduktan yıllar sonra hikayesini<br />

öğrendim. Arkadaşım anlattı bana. Bir<br />

çobanın hikayesi, hikayesini bildikten<br />

sonra çok daha kıymetli oluyor. Vay diyorsun,<br />

vay .bu nasıl… nasıl yaptın bunu<br />

ya?” çok saygı uyandırıyor bende.<br />

Şimdi maddesel bir durum var, sonuçta<br />

Aşık Veysel kör. Kör bir insanı oynamakta…<br />

son zamanlarda gerçekten kör<br />

filmleri baya bir arttı Türkiye’de. Sizin<br />

kendinize ait bu tür bir hazırlığınız var<br />

mı?<br />

Var, nasıl var abimin çok yakın bir<br />

arkadaşı vardı, Ercan. Onun yanında çok<br />

vakit geçirdim ben. Ve davranışlarını biliyorum<br />

gibi. Gelecek hafta da Ankara’ya<br />

gideceğim o zaman arayacağım “Ercan<br />

abi böyle böyle bir durum var, ben Aşık<br />

Veysel’i oynayacağım. Nasıl olacak bu<br />

iş?” yani azıcık biliyorum gibi, tabi ki de<br />

bunun hazırlığı yine de olacak.<br />

Peki şimdi, Türkiye’de ben de dahil herkeste<br />

her şeyi katogorize etme hastalığı<br />

vardır. Özellikle de söz konusu sinema<br />

olduğu zaman. Behzat Ç. Falan derken<br />

bir anda çok farklı bir rolle izleyici<br />

karşısına çıkacaksınız. Bu tür farklılıklar<br />

sizin için ne anlam ifade ediyor ve bu tür<br />

farklılıkların üzerine gitmek istiyor musunuz?<br />

Dizi sektöründe şöyle bir şey var, ne<br />

yaparsan yap ne olursa olsun kendini<br />

tekrarın önüne geçemiyorsun. Çünkü<br />

haftada yüz sayfa senaryo geliyor önüne<br />

ve yılda 39 bölüm çekiyorsun. 3900 sayfa<br />

demek, ve bence gerçekten bir yazar<br />

kadrosu oluşturmalı. Bence tek kişinin<br />

yazması haksızlık. Ve bu kadar uzun<br />

olması da haksızlık. Ne yaparsan yap bir<br />

zaman sonra hiç kimse gelmeyecekti. Ne<br />

zaman bir film senaryosu elime geçse,<br />

oo aaaa ne kadar değişik, lan müthiş<br />

falan diye kalıyoruz. Dizi belli bir süre<br />

sonra kendisini tekrar eden bir şey.


n Son yıllarda Dünya artık küreselleşmenin<br />

etkilerini daha derin hissetmeye başladı. Her<br />

geçen gün sistemin çarklarının daha hızlı bir<br />

şekilde döndürülmesiyle koşullar kötüleşmeye<br />

devam ediyor. Bu küreselleşmeye ilave olarak<br />

teknolojinin getirdiği imkanlar; özellikle iletişim<br />

şartlarının hayal edemeyeceğimiz noktalara<br />

gelmesi aktivizm hareketlerinin daha geniş bir<br />

yelpazeye ulaşmasına<br />

olanak tanıyor. Bu<br />

durum sinemaya da<br />

yansırken her geçen<br />

gün aktivizm merkezli<br />

filmlerin sayısı artmaya<br />

devam ediyor. Hem kurmaca<br />

hem de belgesellerin<br />

sayısındaki artış bu<br />

konuda çekilen filmlerin<br />

kalitesini de olumlu<br />

yönde etkilediğini<br />

söyleyebiliriz.<br />

Eko-terörist grupların<br />

imza attığı eylemler suç mu yoksa birer<br />

kahramanlık örneği mi tartışmaları devam<br />

ederken farkında olmamız gereken tek gerçek,<br />

gözünü para hırsı bürüyen insanoğlunun her<br />

geçen gün Yerküreyi daha da yaşanmaz bir hale<br />

getirdiği. Kendimizden başka hiçbir canlının<br />

yaşam hakkına saygı duymadığımız gibi gel-


ecek nesillere de bir “pislik yuvası” bırakmaya<br />

hazırlanıyoruz. Bu konuyu dert edinen Kelly<br />

Reichardt, bir barajı patlatmaya hazırlanan<br />

üç aktivistin bu eylem öncesinde yaşadıkları,<br />

eylem anında ve sonrasındaki farklı duygu<br />

ve düşünceleri iki saatlik Night Moves’ta<br />

toparlıyor. Bu ay vizyona girecek film son derece<br />

önemli bir konuyu ele alırken gelin Night<br />

Moves’un vizyona girmesi vesilesiyle son<br />

yıllarda çekilen benzer temalı filmlerden öne<br />

çıkan örneklere göz atalım.<br />

Pussy Riot – A Punk Prayer (2013)<br />

Bu yıl 13.kez düzenlenen !f İstanbul’da seyretme<br />

şansı bulduğumuz Pussy Riot – A Punk<br />

Prayer doğasına sadık kalan bir belgesel<br />

örneği. Otoriteryan Rusya’da sisteme karşı<br />

eylemler düzenleyen “Pussy Riot” isimli feminst<br />

aktivist grubun üç üyesinin Putin’i ve<br />

kiliseyi hedef aldıkları gösterileri nedeniyle<br />

demir parmaklıklar arkasına gönderilişlerini<br />

beyazperdeye aktaran film yaşananların gerçek<br />

yüzünü gösterdiği için oldukça değerli<br />

bir belgesel. Bugün ülkemizde fikir suçundan<br />

yargılanan insanlar hakkında bilgi edinmekte<br />

oldukça zorlandığımız gerçeğiyle yüzleşecek<br />

olursak Pussy Riot üyelerinin tüm dünyada<br />

yankı uyandıran eylemlerinin sebep-sonuç<br />

ilişkisini objektif bir biçimde gözlemleme şansı<br />

bulabilmenin önemli olduğunu düşünüyorum.


Milk (2008)<br />

1970’li yıllarda eşcinsel<br />

olduğunu açıkladıktan sonra<br />

Kaliforniya eyaletinde belediye<br />

meclisine seçilen Harvey<br />

Milk’in hayatı ve temsil ettiği<br />

değerler son derece önemliydi.<br />

Eşcinsel haklarının<br />

savunucusu ve aynı zamanda<br />

sözcüsü durumunda<br />

bulunan Harvey Milk’in<br />

hayatını izlerken etkilenmemek mümkün değil<br />

keza; Sean Penn’in muazzam oyunculuğuyla<br />

büyüdüğü film en az bu Harvey Milk’in hayatı<br />

kadar benzersizdir.<br />

Ai Weiwei: Never Sorry (2012)<br />

Ülkemizde gösterildiği<br />

11.Filmekimi’nin ve senenin<br />

en iyi belgesellerinden biri<br />

olarak tanımlayabileceğimiz<br />

film Çinli muhalif sanatçı Ai<br />

Weiwei’nin aktivist duruşunu<br />

beyazperdeye taşıdı. Ai<br />

Weiwei’nin üstüne atılan<br />

iftiralar sonucu başına gelenleri<br />

kesitler halinde paylaşan<br />

belgesel ülkemizin içinde<br />

bulunduğu durumla pekiştirildiği zaman daha<br />

bir önemli hale geliyor.<br />

Sundance Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne<br />

layık görülen film gösterildiği tüm festivallerde<br />

olumlu yorumlar almış, muazzam afişiyle ise<br />

hayranlarının gönlünü kazanmıştı.<br />

5 Broken Cameras (2011)<br />

5 kırık kamera…<br />

Filistin’de yaşanan olaylar<br />

tarihin gizli sayfalarında<br />

kalmaya devam ederken 5<br />

Broken Cameras yaşanan<br />

çatışmaları bir adamın<br />

kamerasından izlememize<br />

olanak sağlıyor. Üstelik filme<br />

adını da veren beş kırık kameradan…<br />

Bittiği an boğazınızı<br />

düğümleyen, saatlerce değil<br />

günlerce etkisinden çıkamayacağınız bir etkiye<br />

sahip olan 5 Broken Cameras görmezden gelinenlerin<br />

hikayesi. Birçok festivalde gösterilen<br />

ve bu festivallerin birçoğundan ödülle<br />

dönen yapım Oscar’a da aday gösterilmiş<br />

lakin, ödülü Searching for Sugar Man’e<br />

kaptırmıştır. Her ne kadar Searching for Sugar<br />

Man de oldukça başarılı bir belgesel olsa da<br />

eğer bu ödülü layık eden bir belgesel varsa o<br />

kesinlikle; 5 Broken Cameras’dı.<br />

Everyday Rebellion (2013)<br />

İnsanların sorunları farklı<br />

olsa da; Dünya’nın her<br />

yerindeki insanların öfkesi<br />

neredeyse aynı. Farklı<br />

sorunlar, farklı protestolar.<br />

Peki, şiddet içermeyen protestolarla<br />

Dünya çok daha<br />

güzel bir hale getirilebilir<br />

mi?<br />

Dünya’nın birçok ülkesinden<br />

farklı direnişleri tek bir çatı altından toplayarak<br />

at gözlüklerimizi çıkarmamamıza<br />

yardımcı olan film, açılış sahnesinden<br />

başlayarak sonuna kadar kendisine hayran<br />

bırakmayı başarıyor. Ülkemizde !f İstanbul<br />

kapsamında seyretme şansına eriştiğimiz<br />

belgeseli hala izlemediyseniz unutmayın ki;<br />

buradaki direniş biçimlerine her an ihtiyacınız<br />

olabilir. Vakit kaybetmeyin!<br />

Hükümetimizin son günlerde durgunlaşan<br />

ama son yıllara damgasını vuran akıl almaz<br />

hırs ve politikaları karşısında daha fazla sessiz<br />

kalamayarak başlatılan Gezi Parkı eylemleri<br />

dünyanın içinde bulunduğu kaotik ortamın<br />

ülkemizdeki yansımalarından biri olarak<br />

görülebilir. Yunanistan, Rusya, Brezilya, Mısır<br />

kısacası dünyanın dört bir yanı hükümetler<br />

ile halklar arasındaki savaşa sahne oluyor.<br />

Ve öyle gözüküyor ki 3.Dünya Savaşı ülkeler<br />

arasında değil halklarla hükümetler arasında<br />

olacak. Hal ve durum böyle olunca Dünya’da<br />

ayrımcılık, yoksulluk ve faşizm devam ettiği<br />

sürece aktivist eylemler de büyüyerek devam<br />

edecektir. Bu konuda sinemacılara ve sinemaya<br />

gönül verenlere büyük bir görev düşüyor.<br />

Ne diyelim cesur filmler çekilmeye devam<br />

ettiği sürece bu eylemler daha bir anlamlı<br />

oluyor…


Ayna: Işığı yansıtan, varlıkların görüntüsünü<br />

veren, cilalı ve sırlı cam, gözgü, mirat. (TDK<br />

Büyük Türkçe Sözlük)<br />

n Yaz ayları korku filmlerinin daha fazla vizyon<br />

şansı bulduğu aylardır. Temmuz ayında<br />

gösterime girecek korku filmlerinden biri<br />

de 1978 doğumlu Amerikalı sinemacı Mike<br />

Flanagan’ın yönettiği Occulus/Göz. Absentia<br />

ile korku severlerin dikkatini çekmeyi başaran<br />

Flanagan, Occulus’de bir aynanın yüzyıllardır<br />

devam eden lanetini iki kardeşin özelinde<br />

anlatıyor. Buradan hareketle başköşeye<br />

aynaların yerleştiği korku filmlerinden bazılarını<br />

yeniden hatırlayalım istedik.<br />

Aynalar korku filmlerinde çok sık kullanılan<br />

eşyalardan biridir. Aynanın doğası gereği<br />

görüntümüzün tam zıttını yansıttığı<br />

düşünülürse; aynaya bakan bir karakter üzerinden<br />

birçok şey anlatılabilir. Ayna, karakterin çift<br />

kişilikli olması, iyi ya da kötü olması veya iyilikle<br />

kötülük arasında kalması, içindeki kötülüğün<br />

yansımasını görmesi gibi resmedilmesi güçmüş<br />

gibi duran birçok meseleyi rahatça ifade edebilmeye<br />

yarar. Aynı zamanda aynalar alternatif<br />

bir dünyanın geçiş noktaları olarak da ifade<br />

edilir. Hikâyeler ve efsaneler ile desteklenen bu<br />

ifade şekli, seyirci için kabul edilmesi çok da<br />

Aynalar korku filmlerinde çok<br />

sık kullanılan eşyalardan biridir.<br />

Aynanın doğası gereği<br />

görüntümüzün tam zıttını<br />

yansıttığı düşünülürse; aynaya<br />

bakan bir karakter üzerinden<br />

birçok şey anlatılabilir...<br />

zor olmayan bir durumdur. Bu nedenle, özellikle<br />

hayalet filmlerinde, sıkça başvurulan eşyalardan<br />

biri haline gelir.<br />

Korku filmlerinin vazgeçilmez eşyalarından<br />

biri olan aynaların kullanıldığı filmlerin sayısı<br />

neredeyse külliyatın bütününe yakın düşecektir.<br />

Aşağıdaki seçki, ilk paragrafta belirttiğim<br />

gibi, sadece aynaları başköşeye yerleştirenler<br />

arasından en fazla önemsediklerimi kapsıyor.<br />

Mirrors (1978)<br />

Yönetmenliğini Noel<br />

Black’in yaptığı Mirrors,<br />

1974 yılında<br />

çekilmesine rağmen<br />

senelerce gösterim<br />

şansı bulamamış<br />

ve ancak 1978’de<br />

gösterilebilmişti. The<br />

Exorcist’in (1973)<br />

yakaladığı başarının<br />

peşinden çekilen bu<br />

düşük bütçeli korku<br />

filmi için Exorcist ile<br />

Polanski şahikası<br />

Repulsion’ın (1965)<br />

bir karışımı denebilir. Exorcist serisinin ilk iki<br />

filminde de yer alan Kitty Winn’in canlandırdığı<br />

Marianne, kocasıyla beraber New Orleans’a<br />

gelir. Kaldıkları otelin çalışanları tarafından


‘voodoo’ büyüsüne<br />

maruz kaldığına inanan<br />

Marianne’in gerçeklikle<br />

bağları kopmaya<br />

başlar. Bu filmde aynalar,<br />

Marianne’in gördüğü<br />

rüyalarda devreye giriyor.<br />

Çok sayıda aynanın<br />

çevrelediği rüyasında, tanıdığı birinin yansımasını<br />

aynada gören genç kadın, daha sonra o kişinin<br />

öldüğünü öğreniyor.<br />

Mirror Mirror serisi (1990-2000)<br />

Serinin ilk filmi Mirror<br />

Mirror’da (1990) dul<br />

annesi ile birlikte yeni<br />

bir kasabaya taşınan<br />

utangaç Megan’ın<br />

yeni yaşam alanına<br />

uyum sağlama çabası<br />

anlatılıyor. Winona Ryder<br />

çakması Rainbow<br />

Harvest’ın canlandırdığı<br />

Megan, okuldaki<br />

arkadaşları tarafından<br />

dışlanınca, içinde<br />

şeytani bir varlığın<br />

gizlendiği bir ayna ile<br />

yakınlaşır. Aynanın ya da aynanın içindeki şeytani<br />

varlığın yardımıyla, kendisine kötü davranan<br />

herkes bir kazaya kurban gider. Mirror Mirror,<br />

telekinetik güçleri çıkarıp yerine aynanın içindeki<br />

şeytani varlığı ekleyerek farklılaştığını zanneden,<br />

kötü bir Carrie (1976) kopyası. Megan’ın annesi<br />

rolündeki Karen Black’e saygımız sonsuz ama bu<br />

filmi sonuna kadar izleyebilmek için peygamber<br />

sabrı gerekiyor. Benzer konuları işleyen ucuz devam<br />

filmleri ise sırasıyla şöyle:<br />

Mirror, Mirror 2: Raven Dance (1994)<br />

Mirror, Mirror III: The Voyeur (1995)<br />

Mirror, Mirror IV: Reflection (2000)


Candyman (1992)<br />

Şehir efsaneleri<br />

üzerine tezini yazmakta<br />

olan Helen Lyle<br />

(Virginia Madsen), Candyman<br />

efsanesi ile ilgilenir. Efsaneye<br />

göre aynaya bakarak beş<br />

kez ‘Candyman’ dendiğinde Candyman<br />

ortaya çıkacak ve kendisini ortaya<br />

çıkaran kişiyi kanca eliyle öldürecektir.<br />

Efsaneye şüpheci bir tavırla yaklaşan Helen,<br />

Candyman hakkında araştırma yapmaya başlar<br />

ve umduğundan çok daha fazlasını bulur. Bernard<br />

Rose’un yönettiği Candyman, çoktan korku klasikleri<br />

arasındaki yerini aldı. Candyman rolündeki Tony Todd<br />

da unutulmaz korku figürlerinden biri haline geldi. Zeki<br />

senaryosu ile dikkat çeken film, aynayı başarıyla kullanma<br />

şekli ile de bu listenin demirbaşlarından biri olmayı sonuna<br />

kadar hak ediyor.


Geoul sokeuro (Into the Mirror, 2003)<br />

Geçirdiği büyük bir yangın sonrası restore<br />

edilen bir AVM’de açılış için son hazırlıklar<br />

tamamlanmaktadır. AVM’nin güvenlik bölümünün<br />

başında Woo Yeong-min (Ji-tae Yu) isminde eski<br />

bir polis vardır. Bir rehine olayı esnasında zanlıyı<br />

ateş ederek öldüren(!) Woo, zanlının ölmeden<br />

önce tetiği çekerek elindeki rehineyi de yanında<br />

götürmesine sebebiyet vermiştir. Bu olaydan<br />

sonra polis teşkilatından ayrılan Woo, AVM’nin<br />

genel müdürü olan dayısı sayesinde bu işe<br />

girer. AVM’de vuku bulan ve aynalarla yakından<br />

alakalıymış gibi duran bir dizi ölüm sonrası, seri<br />

cinayet olabileceğinden şüphelenen polis olayları<br />

araştırmaya başlar. Polis ve Woo cinayetlerin<br />

ardındaki gizemi çözmek için canla başla çalışır.<br />

Buram buram M. Night Shyamalan kokan finali<br />

biraz sönük kalsa da izleyeni<br />

tatmin etmeyi başaran<br />

Geoul sokeuro’nun açılış<br />

sahnesi, ayna kullanarak<br />

çekilmiş sahneler<br />

arasında favorilerimdendir.<br />

Filmde Woo’nun<br />

psikiyatrist arkadaşının<br />

söylediği şu sözler hem<br />

filmin altyapısı, hem de<br />

bu liste ile yakından ilgili:<br />

“Yansımanın başka biri<br />

olduğunu düşünmeye<br />

başladığında, herhangi<br />

bir anda, iki benlik ve iki dünya ortaya çıkabilir.<br />

Kendinden nefret etmek, zihinsel bir şokun tetiklemesi,<br />

kişiliğin bölünmesine sebep olur ve iki<br />

dünya algılarsın, aynanın iç tarafı ve dış tarafı.<br />

Dünya iki simetrik dünyaya bölünmüştür, kişi<br />

psikolojik olarak ikiye bölünmüştür diyebiliriz.<br />

Bunun sonucunda ayna, yaşayan ve ölü bir kişi<br />

arasında bir geçitmiş gibi davranır, ya da iki ayrı<br />

dünya arasındaki bir kapı gibi. Eğer aynanın dış<br />

tarafında ölürsen iç tarafında hala yaşıyor olabilirsin.<br />

Aynı şekilde, eğer aynanın içindeki sen<br />

ölürsen, yansımanı göremezsin. Bazı insanlar Da<br />

Vinci’nin aynanın içinden geldiğine inanır. Onun<br />

aynada yansımasını görmediğini söylerler.”<br />

Mirrors (2008)<br />

Amerika’nın durmak bilmeyen sömürme<br />

alışkanlığı sinema alanında da bütün hızıyla devam<br />

ediyor. Bir üstte<br />

yer alan Güney Kore<br />

yapımı filmin ‘remake’i<br />

olan Mirrors, orijinali<br />

kadar etkileyici değil<br />

ne yazık ki. Korku<br />

sinemasının çok şeyler<br />

beklediği yönetmen<br />

Alexandre Aja’nın<br />

okyanus ötesine geçtikten<br />

sonra kendini<br />

teslim ettiği, ana akım<br />

kalıpları arasına sıkışıp kalmış ‘remake’lerden<br />

bir diğeri olmaktan öteye geçemiyor. Ayrıca<br />

Hollywood’un ithal sinemacılarından Victor<br />

Garcia’nın yönettiği Mirrors 2 (2010) isimli bir<br />

devam filmi de mevcut.<br />

Dark Mirror (2007)<br />

Pablo Proenza tarafından yönetilen Dark<br />

Mirror, yeni evlerine taşınan üç kişilik bir<br />

ailenin başına gelenleri anlatıyor. Deborah,<br />

kocası Jim ve oğlu Ian ile beraber taşındıkları<br />

evde aynalardan ve camlardan yansıyan<br />

görüntüler görmeye başlar. Komşusundan<br />

evde daha önce ünlü<br />

bir ressamın ailesiyle<br />

beraber yaşadığını<br />

ve garip bir şekilde<br />

ortadan kaybolduklarını<br />

öğrenir. Evin geçmişini<br />

araştıran Deborah,<br />

evdeki aynaların içinde<br />

bir kötülüğün var<br />

olduğuna kanaat getirir.<br />

Klişelere hapsolmuş<br />

yapısıyla pek de<br />

rafine bir film olarak<br />

değerlendiremeyeceğimiz Dark Mirror, evde<br />

tek başına kalan bir kadının sıkıntılarını bir<br />

hayalet hikâyesine sarıp sarmalayarak anlatma<br />

çabasında.<br />

Listede yer alanların dışında aynayı başköşeye<br />

yerleştiren birkaç korku filminin daha ismini<br />

anmazsak olmaz; Endonezya yapımı Mirror<br />

(2005), Poltergeist III (1988), Malezya yapımı<br />

Chermin (Mirror, 2007), Hong Kong yapımı The<br />

Mirror (1999) ve Meksika yapımı El espejo de<br />

la bruja (The Witch’s Mirror, 1962).


n Sinemaya kısa metraj filmleriyle 1984 yılında<br />

başlayan Ustaoğlu, Bir Anı Yakalamak, Magnafantagna,<br />

Düet, Otel filmleriyle çok sayıda ödüller<br />

almış ve 1992 yılında ilk uzun metraj filmi İz ile seyirci<br />

hipnoz süresini arttırmıştır.<br />

Adil olmayan her şeyin üzerine söz vermiş gibi, her<br />

şeyi tek tek anlatır. Azınlıklar, ilerlemek isteyip de<br />

geride bırakılanlar, ilerlediğini sanıp yiten ruhlar…<br />

Bu kara parçasında çok resim vardır onun için.<br />

Anlatmak için değil de, hatırlatmak için film yapar<br />

Ustaoğlu. Bazı şeylerin, sadece bazı insanlar için<br />

zor olduğu bir düzeni ya da düzensizliği güneşe<br />

tutar… Belki yanar bir yarısı, belki de toplanamayan<br />

tüm valizlerin fermuarı bozuk değildir, doğarken<br />

yerleştirilen bohçanın suçudur hepsi.<br />

Oyuncu seçimlerinde başrolü dağlara, sulara, bulutlara,<br />

güneşe verir. Yas varsa su(s) sesiyle dinletir<br />

o yası, pişman olursan bulutlar evinin önüne kadar<br />

iner, hatırlamak için dağına çıkmalıdır insan ya da<br />

tamamen unutmak, güneş ise dönüşünü uzatan<br />

ve üveylerine iyi bakamayandır. Her şeyi titizlikle<br />

düşündüğü, uzun metraj filmlerinin tamamı kış mevsiminde<br />

geçer.<br />

Filmlerinde amatör oyuncuları da, ustaları da<br />

görmek mümkündür. Tecrübe, ruhtan daha kıymetli<br />

değildir, katılan değerin mutlak bir deneyim sonucu<br />

geleceğine çok da itibar etmez.<br />

Yeşim Ustaoğlu’nun sinema evreninde, alt katmanlara<br />

inebilmek için ipuçlarını iyi takip etmek gerekir.<br />

Bir röportajında da belirttiği gibi sekans geçişlerini<br />

yaparken, hikaye örgüsünü kurarken seyircisine<br />

çok da cömert davranmaz. Etkinin süresi gibi bir<br />

meseledir vazgeçemediği. Sadece sinemada değil,<br />

her alanda ‘kalıcılık ve eskimişliğin karşısında<br />

devam eden etki’ değeri yaratır, eser niteliğine<br />

kavuşturur fikrindedir.<br />

Film müziklerinde Makedon gitar ustası Vlatko<br />

Stefanovski’ye de yer verir, Amerikalı kompozitör<br />

Michale Glasso‘ya da. Fransız müzisyenler, Jan-<br />

Pierre Mas ve Bruno Torriere‘le de çalışmıştır.<br />

Tüm sesleri sade bir şekilde birleştirmeyi, onları<br />

sadeleştiği yerde yeniden buluşturmayı seçer…<br />

Viyolanın da yağmur sayesinde büyüdüğünü<br />

hatırlatır.<br />

1999 dostluk yapımı Güneşe Yolculuk,<br />

İstanbul’a farklı nedenlerle göç etmiş, sular<br />

idaresinde çalışan Tire’li Mehmet ve Eminönü<br />

Meydanı’nda kaset satarak geçimini<br />

sağlayan Zorduç’lu Berzan‘ın kendilerine<br />

yer açma hikayesidir. İlgilerinin olmadığı bir<br />

sokak kavgasında yolları kesişen iki dost,<br />

inandıkları her şeye içten bağlılık duyan,<br />

sahip çıkan iki karakterdir. Berzan’ın toplumsal<br />

olaylar karşısındaki farkındalığı, aktivist<br />

tutumu Mehmet tarafından anlaşıldığında<br />

saçlarını spreyle sarıya boyadığı sahnede<br />

mutsuzluğun ağırlığı doğallıkla verilmiştir.<br />

Filmin bitimine yakın Mehmet’in bir tren<br />

yolculuğu sahnesinde kompartıman arkadaşı<br />

olarak yanına gelen kendisi gibi Tireli bir<br />

yolcunun nerelisin sorusuna Zorduç’luyum<br />

diyerek gülümsediği ve değişimini sadelikte<br />

verdiği sahne, bu filmi çok kez izlemek<br />

için yeterlidir. 1999 yılında Ankara, İstanbul<br />

Uluslararası Film Festivalleri’nde en iyi senaryo,<br />

en iyi film, Berlin Uluslararası Film<br />

Festivali’nde Mavi Melek ve Barış Filmi ödüllerine<br />

layık görülen (aldığı ödüllerden sadece<br />

birkaçıdır) film, ülkemizde sadece bir hafta<br />

vizyonda kalmıştır.<br />

2004 yılında Doğu Karadeniz ve Selanik<br />

arasında kuzey hattındadır. Senaryosunu<br />

yazdığı ve yönettiği Bulutları Beklerken ile<br />

takalara bindirilerek uzaklara gönderilmiş<br />

bir Rum kadınını, Eleni (Rüçhan Çalışkur)’yi<br />

anlatır. 1916 yılında ailesiyle birlikte göç<br />

etmek zorunda kalan Eleni, bu sürgün sürecinde<br />

kardeşi dışındaki herkesi karlarda<br />

yitirip Türk bir aile tarafından evlat edinilir.<br />

Yaşadığı bu travma, kalan yaşamında yoldaşı<br />

olan ve son anına kadar yanında olduğu<br />

Selma’nın ölümüyle elli yıl sonra açığa çıkar.<br />

Küçük kardeşi Niko’yu terk ettiği düşüncesi,<br />

bunun yarattığı suçluluk duygusu ve ger-


çek kimliğiyle yıllar sonra buluşur. Yeşim<br />

Ustaoğlu başka yollardan anlatmak istediği<br />

tüm betimlerinde yöresel bir hikaye, mecaz<br />

veya ironiye başvurur. Filmin başında<br />

Eleni nin anlattığı ‘Karaconcolos’ isimli bir<br />

umacı hikayesi, bu elli yılın tarihini bir de<br />

yönetmenin gözünden dinletir. Türk, Bulgar<br />

ve Rum halk kültürlerinde yaşatılmış, kışın<br />

en soğuk zamanlarında gelen ve çok çirkin<br />

olan fantastik yaratık Karaconcolus, başa<br />

dönülerek iki-üç kez dinlenmeye değer bir<br />

bilinçdışı çözülmesidir. Filmin sonlarına<br />

doğru ise Trabzon’dan çıkarken çalan sazın,<br />

Selanik’te bir lokanta radyosunda devam etmesi<br />

yönetmenin neyi, nasıl vermek istediği<br />

konusundaki tutarlılığının altını çizer. 2004<br />

İstanbul Film Festivali ve Orhan Arıburnu<br />

en iyi kadın oyuncu ödülleri ile Rüçhan<br />

Çalışkur’ un usta oyunculuğuna tanık olan<br />

film, birçok festivalden aldığı ödüllerle<br />

bulutları İsrail, Ermenistan gibi birçok ülkenin<br />

perdesine indirmiştir.<br />

Senaryosu Yeşim Ustaoğlu ve Sema<br />

Kaygusuz’a ait olan, başrollerini Tsilla Chelton,<br />

Derya Alabora, Övül Avkıran ve Onur<br />

Ünsal’ın paylaştığı 2008 yapımı Pandora’nın<br />

Kutusu’nu 7 haftada çeker. İstanbul’da<br />

birbirinden kopuk yaşayan üç kardeş,<br />

Karadeniz’de tek başına yaşayan annelerinin<br />

kaybolduğu haberiyle bir araya gelerek annelerini<br />

bulmak üzere yola çıkarlar. Yolculuk,<br />

yaşanan bu sonucun kimden kaynaklandığı<br />

üzerine suçlamalarla başlar. Kardeşlerin<br />

yalnızlık, mutsuzluk ve dağılmış hayatlarını<br />

aperatif olarak seyirciye sunan film, birden<br />

fazla neden-sonuç ilişkisi kurabileceğiniz<br />

hazır bir yaşam öyküsü gibidir. Alzheimer<br />

hastası olduğu anlaşılan yaşlı annenin<br />

bakımı ve hangi kardeşle yaşayacağı kısmı,<br />

kapitalizmin sunduğu binlerce kalıptan<br />

yükselen ölçülerde faydalandığımız şu<br />

günlerde şimdiki zamanı sorgulatır güçtedir.<br />

Bir şeyin yararı kadar zararının da var<br />

olduğu metaforu, aldığımız konformist<br />

yaşamın karşılığında neler veriyoruz sorusunu<br />

beraberinde getirir. Filmin baş karakteri<br />

Nusret Hanım’ın dağına dönmek dışında<br />

bir şey istememesinde sadece bir yaşlılık<br />

hastalığı yatıyor olmadığını düşündürür.<br />

Gerçeklik boyutu için söylenecek pek söz<br />

bırakmayacak kadar hayatta bir film,<br />

insanı ayakta bırakıyor. Antalya Altın Portakal<br />

Film Festivali’nde ve Uluslararası birçok<br />

festivalde başta kadın oyuncularını ödüllerle<br />

süsleyen film, dünya sinema tarihindeki en<br />

önemli ödüllerden biri olan 56. San Sebastian<br />

Film Festivali’nden de ‘Altın İstiridye’ ile<br />

dönmüştür. Filmin başrol oyuncusu Fransız<br />

asıllı Tsilla Chelton yine aynı festivalde ‘En


İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü kazanmış ve<br />

2012 yılında mendilini elinden bırakmıştır.<br />

2012 yılında Türkiye, Almanya, Fransa<br />

ortak yapımı Araf da bu kez Karabük’tedir.<br />

Yeşim Ustaoğlu’nun tanımıyla film, konum<br />

itibariyle her şeyin ortasında duran,<br />

her şeyin gelip geçici olduğu, bekleme<br />

yeri olan bir mekanda; otoban kenarında,<br />

içinde benzin istasyonu, alışveriş merkezi,<br />

lokantalar olan bir park alanında geçmektedir.<br />

Baş karakterler, 18 yaşında iki<br />

genç olan Zehra (Neslihan Atagül) ve<br />

Olgun (Barış Hacıhan) bu mekanda<br />

çalışan, çalışmadıkları zamanı televizyon<br />

karşısında pırıltılı bir yaşam istemiyle<br />

geçiren iki vardiya arkadaşıdır. Olgun’un<br />

Zehra’ya duyduğu sevgi, Zehra’nın kamyon<br />

şoförü Mahur’a (Özcan Deniz) aşık<br />

olmasıyla kendisini bambaşka bir yerde<br />

bulmasına neden olacaktır. Film, ne köy, ne<br />

sanayi sanayi şehri olan Karabük’ten, gençlerin<br />

ufuksuzluğuna, her şeyin ortasında<br />

kalmışlığa ve gitmenin bu denli zor<br />

olmaması gerektiğine incelikle eğilmiştir.<br />

Yeşim Ustaoğlu anlatmak istediğini bu<br />

filminde de kısa süren Zehra ve psikiyatrist<br />

diyaloğuna yerleştirmiştir.<br />

50.si düzenlenen New York Film Festivali,<br />

Araf’ın Amerika prömiyerine ev sahipliği<br />

yapmış ve Yeşim Ustaoğlu, gösterimin<br />

ardından festivalin efsanevi direktörü Richard<br />

Pena ile film eleştirmeni Amy Taubin’in<br />

moderatörlüğünde seyircinin sorularını<br />

yanıtlamıştır. Amerika ve dünya basınının<br />

yoğun ilgisiyle karşılaşan film, Avrupa ve<br />

Asya’da katıldığı festivallerde de sihrin<br />

tesirini ödüllere dönüştürmüştür.<br />

Yeşim Ustaoğlu, insan hayatındaki dönüm<br />

noktalarının başka bir kişinin elinden<br />

geldiğini hissettirmeden vurgular. Hayat,<br />

rutininde seyreylerken biri gelir doğum<br />

yerini değiştirir, bir film izlersin kamera<br />

arkasında gölgesini görürsün etkisinden<br />

kurtulamadığın bir yönetmenin, konuşur<br />

gibi…”Gülümseyin, çekiyorum acınızı’’<br />

*Onur Akyıl, Unutacak Kimse Yok, Şiirden<br />

Yayınları 2014


80’lerin sinemasında Serpil Çakmaklı, Kadir İnanır ile rol paylaşan<br />

Zafer Atlı yıllar sonra sinemaya döndü. Zafer Atlı, Yeşilçam<br />

sokağında yetiştiği için kendine sokak çocuğu diyor…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasının eski ünlülerinin çok daha iyi<br />

değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yurt<br />

dışında özellikle karakter oyuncuları yıllar geçtikçe<br />

aranır isimler olurla. Kabiliyetleri ve tecrübeleriyle<br />

oynadıkları her role değer katarlar. Bizim sinemamızda<br />

ise unutulurlar. İşte bu hazin kadere isyan eden bir<br />

isim var. 1980’lerin ünlü isimlerinden Zafer Atlı yıllar<br />

sonra sinemaya döndü. Orçun Benli’nin yapımcılığını,<br />

Barış Erçetin’in yönetmenliğini yaptığı ve gerçek bir<br />

hikayeden yola çıkılarak çekilen Kanunsuzlar filminde<br />

Atlı’yı da seyredeceğiz. İşte tecrübeli ismin röportajı…<br />

On yıldır sinema yapmıyorsunuz. Kanunsuzlar ile<br />

döndünüz. Bu projenin sizin için anlamı nedir?<br />

İşin içinde Orçun Benli olduğu için başka bir güzel.<br />

Ben bir tek filmini izlemiştim, televizyondan takip<br />

ediyordum. Bende telefon numarası vardı ama önemli<br />

olan benim numaramı Yeşilçam sokağında bir oyuncudan<br />

alıp benimle temas kurması. Bu benim için<br />

önemliydi. Filmin hikayesi de değişik. Yol hikayesi gibi<br />

görünüyor ama yaşanmışlık da var. Bana önce Kamil<br />

karakteri, sonra gerçek hikaye olması cazip geldi.<br />

Rolünüzden biraz bahsedebilir misiniz?<br />

Kamil, patronuna karşı gayet saygılı, bütün görevlerini<br />

sadakatle yerine getirmeye çalışan biri. Aslında derli<br />

toplu birisi ama Sabri Bey’in yanında diyaloglarıyla<br />

ister istemez eğlenceli de oluyor.<br />

Yurt dışında oyuncular, özellikle de erkek karakter<br />

oyuncuları yaşlandıkça değerlenir. Türkiye’de bu konuda<br />

bir tezat olduğunu düşünüyor musunuz?<br />

Hiç düşünmesek de maalesef tezat var. Genç jenerasyon,<br />

yaşı ilerlemiş jenerasyonu bir kenara bırakıp<br />

speed bir şekilde hızlanıyor.<br />

Türk sinemasının eski oyuncularının gündemi takip<br />

ettiğine ve kendilerini geliştirdiğine inanıyor musunuz?<br />

Dünya sinemasına gerektiği kadar kendilerini<br />

geliştiriyorlar.<br />

80’lerde ve 90’larda Türk sineması bir geçiş süre-<br />

cindeydi. Günümüze baktığınızda sinema<br />

açısından en büyük değişiklik nedir?<br />

Küçük bir örnek vermek gerekirse o zamanlar<br />

video furyası ve 16 mm. çekilen filmler vardı.<br />

Şimdi teknolojimiz giderek gelişiyor. Sinemamız<br />

gitgide daha da güzelleşiyor. Belli bir süre sonra<br />

daha da güzel projeler olacaktır.<br />

Dönemimizde siyasi film yapılmıyor. Halbuki<br />

sizin mesleğe başladığınız dönemde Yılmaz<br />

Güney ve ardılları vardı. Bugün sinemamızda<br />

böyle bir eksiklik görüyor musunuz?<br />

Eksikliği değişik şekilde incelememiz lazım.<br />

Siyasi görüş filmlerini, özgün toprak hikayelerini,<br />

özgün siyasi hikayeleri kimse işleyemiyor mu desek,<br />

yoksa işlemek istemiyor mu desek? Yılmaz<br />

Güney’in (kendine özgü üslubuyla kelime oyunu<br />

yapıyor) “Duvarın önündeki yolda sürü” filmleri<br />

benim en sevdiğim üç film. Güzel hikayeler de<br />

çekiliyor ama bu tür hikayelerden de proje üretilirse<br />

daha güzel olabilir.<br />

90’ların sonuna kadar yıldız sistemi sinemamıza<br />

hakimdi. Bugün yıldız diyebileceğiniz oyuncu var<br />

mı?<br />

O zaman da yıldızlar savaşı vardı. Tabii ki<br />

öncelik hanım yıldızlar arasında. Şimdi herkes<br />

yıldız, herkes oyuncu, herkes reji. Belki de böyle<br />

olması lazım.<br />

Serpil Çakmaklı, Ahu Tuğba ve bunun gibi kadın<br />

oyuncular sinemadan ellerini çektiler. Yerlerinin<br />

dolduğuna inanıyor musunuz?<br />

Sinema akıcı bir süreç. Bu sektördeki<br />

oyuncuların ve yönetmenlerin yerleri dolacaktır,<br />

doluyordur.<br />

Sizin sinemaya başlama öykünüz ne?<br />

(Kendinden üçüncü tekil kişi olarak sözediyor)<br />

Şahıs bir ajanstan gelmiştir. Set nedir,<br />

Setüstü Kabataş mıdır, jön kime denir, kamera<br />

nedir? Bunları tanımak için FGR dediğimiz bir<br />

kalabalıkla gidip Şerif Gören’in Umut Sokağı


filminde oynamıştır. Sonrasını şahsın içindeki<br />

sinema sevgisine veya belki de valide hanıma<br />

borçluyuz. Çünkü beni yazlık sinemada ayağında<br />

sallarmış.<br />

Bugüne kadar birlikte çalıştığınız yönetmenlerden<br />

ve rol aldığınız filmlerden biraz bahseder misiniz?<br />

Ömer Kavur’un Gece Yolculuğu filmi güzel, sıcak<br />

bir iletişim içerisinde geçti. Melih Gülgen vardır<br />

yine çok kıymetli yönetmenlerden. Ama şahıs sokak<br />

çocuğu olduğu için (Yeşilçam) sette inanılmaz<br />

despottu. Şahıs, Şahin Gök hocanın setindeyse<br />

başka bir rahatlama hissederdi. Yaşı daha büyük<br />

oyuncularla ilgilendiği için şahıs kendine yer bulup<br />

kadraj yerleşti mi rahatlıyordu. İlk başrolüm Serpil<br />

Çakmaklı’yla Şöhret Tutkusu filminde. Bilge<br />

Olgaç’ın Güneşi Görmeden filminde Kadir İnanır’la<br />

birlikte oynadım. Doğu Beyazıt’ta çekilen güzel bir<br />

filmdir. Son Cellat filminde de Kadir ağbinin kambur,<br />

bezgin bir çelladı oynaması hikayeye güzellik<br />

katıyordu. Reji Şahin Gök. Bu arada Gani Rüzgar<br />

Şavata’dan da bahsetmemiz lazım. Doğu bölgemizin<br />

bütün güzelliklerini ortaya çıkaran projeleri hayata<br />

geçirmeye çalışıyor. Serpil Çakmaklı’yla Patroniçe,<br />

Hakan Ural ve Seren Serengil’le Ateşli Çingene ilk<br />

dönem filmlerim. 89’da gerçek bir Yılmaz Güney<br />

hikayesi olan Karanlıkta Yaşayanlar filminde toplumdan<br />

soyutlanmış bir kiralık katili canlandırdım. O<br />

zamanlar video furyası vardı.<br />

Peki sinemayı bir kenara bırakırsak televizyon dizilerinde<br />

de Yeşilçam oyuncularına sırt dönülmesini<br />

nasıl karşılıyorsunuz?<br />

Aslında televizyonculuk Yeşilçam’ın bir kolu. Dönüp<br />

nereden geldiğimize bakmak lazım. Konservatuvara<br />

gidemedik, gerekli altyapı, eğitimi alamadık ama bizim<br />

zamanımızda olanak vardı da mı gitmedik? Sesli<br />

çekimin S’sini bilmiyorduk. 35 mm. filmler çekilirken<br />

negatif ziyan olmasın diye bol bol prova yapıyorduk<br />

ama şimdi zamanla yarışılıyor.


n Güney Kore başta olmak üzere Uzak Doğu<br />

sineması kuşkusuz 2000 sonrasında özgünlüğü ve<br />

yaratıcılığıyla ön plana çıkan birçok aksiyon, suç,<br />

polisiye, intikam ve mafya filmlerine imza attı. Bu<br />

yaratıcı filmler özellikle bu türde iyice tıkanan Hollywood<br />

sineması için “altın yumurtlayan tavuk”<br />

görünümündeydi. Bu yüzden 2000 sonrasında<br />

birçok Uzak Doğu yapımının Hollywood tarafından<br />

yeniden çevrimlerini izledik. Birkaç istisna haricinde<br />

hayal kırıklığına uğratan yeniden çevrimler<br />

en son Spike Lee’nin Oldboy’a el atmasıyla<br />

dayanılmaz bir hal aldı.<br />

Vizyon açısından dünya sinemasına belirli yönetmenlerin<br />

filmleri haricinde pek açılmayan ve bu<br />

yüzden genelde bilinmeyen Uzak Doğu yapımları<br />

özellikle suç – polisiye janrında büyük bir çıkış<br />

yakaladı. Polisiye sinemasının kalıplarını tersyüz<br />

eden, klişelere meydan okuyan, “intikam”ı odak<br />

noktasına alan, kanın gövdeyi götürdüğü sahneler<br />

tasarlamaktan çekinmeyen, yetkin aksiyon koreografilerine<br />

imza atan, güçlü dramatik çatışmalara<br />

zemin hazırlayan ve sürpriz final ile dumura<br />

uğratan bu suç – polisiye filmler silsilesinden<br />

kimileri çoktan sinema tarihine adını yazdırdı, kimileri<br />

ise türünün iyi örneklerinden olarak akıllarda<br />

kalmayı başardı.<br />

64. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” ödülünü<br />

alıp adından söz ettiren bir Çin polisiyesi<br />

olan “Black Coal, Thin Ice”, 33. İstanbul<br />

Film Festivali’nde ülkemizde gösterim şansı<br />

bulmuştu. 11 Temmuz’da Bir Film dağıtımıyla<br />

“İnce Buz, Kara Kömür” adıyla ülkemizde vizyona<br />

girecek olan film vesilesiyle Uzak Doğu<br />

sinemasında iz bırakan suç – polisiye filmlerine<br />

göz atalım.<br />

Joint Security Area (2000)<br />

Usta yönetmen Chan wook-<br />

Park’ın ilk ve en az bilinen<br />

filmlerinden olan Joint Security<br />

Area, Soğuk savaş<br />

sırasında Kuzey Kore ve<br />

Güney Kore sınırının olduğu<br />

yerde Kuzey Koreli bir erin<br />

öldürülmesi üzerine yapılan<br />

soruşturmayı anlatıyor. Sınır karakollarında<br />

görev yapan subayların başlarından geçen<br />

sırlarla dolu hadiselerle “her<br />

şeye rağmen dost olabilir miyiz?”<br />

sorusunu sorduran film,<br />

özellikle ilk 30 dakikasındaki<br />

sorgu aşamasını başarılı<br />

şekilde kurguya dökerek tam<br />

bir polisiye film şablonu ekseninde<br />

ele almayı başarıyor.<br />

Byung-hun Lee ve Kang-ho<br />

Song’un başarılı oyunculukları<br />

da eklenince savaşın<br />

anlamsızlığına vurgu yapan,<br />

dostluğun ne denli saf bir şey<br />

olduğunu gösteren etkileyici<br />

doneler gözlemliyoruz.


Infernal Affairs (2002)<br />

Wai keung-Lau ve Alan Mak’in yönettiği,<br />

kendi içerisinde bir üçleme olan Hong Kong<br />

yapımı Infernal Affairs serisinin bu ilk ayağı,<br />

polis teşkilatının ve organize suç örgütünün<br />

birbirlerinin içine yerleştirdikleri köstebekleri<br />

ve bu köstebeklerin ifşa olmayıp kendilerini<br />

aklayabilmeleri için verdikleri mücadeleyi<br />

anlatıyor. Andy Lau ve Tony Leung Chiu Wai’nin<br />

başrollerinde yer aldığı yapım, Uzak Doğu suç –<br />

polisiye filmleri arasında hikayesi ve kurgusuyla<br />

öyle özel bir yere geldi ki, filmin bu başarısı usta<br />

yönetmen Martin Scorsese’yi de etkiledi ve ortaya<br />

Oscar ödüllü re-make<br />

The Departed (2006) çıktı.<br />

Memories of Murder (2003)<br />

Güney Kore sinemasının<br />

son dönemdeki en<br />

iyi yönetmenlerinden<br />

biri olan Joon-ho<br />

Bong’un başyapıtı olarak<br />

nitelendirebileceğimiz<br />

Memories of Murder, klasik<br />

dedektif – seri katil filmlerinin<br />

yapısına adeta meydan<br />

okudu. 1986 yılında diktatörlük altında olan<br />

Güney Kore’de yasakların ve baskıların devam<br />

ettiği bir ortamda tecavüze uğrayıp vahşice<br />

öldürülen kadın cinayetlerini eksenine alan<br />

film, olayı çözmeye çalışan iki dedektif karakterini<br />

güçlü şekilde derinleştiriyor ve tıpkı David<br />

Fincher’ın başyapıtı Zodiac (2007) gibi gizemini<br />

son anına kadar koruyordu. Olay örgüsünü her<br />

daim sürükleyici kılan kurgusu ve merak duygusunu<br />

üst seviyede tutan senaryosuyla sadece<br />

Güney Kore’nin değil, dünya sinemasının en iyi<br />

polisiye filmlerinden biri oldu.


A Bittersweet Life (2005)<br />

Güney Kore sinemasının<br />

öne çıkan yönetmenlerinden<br />

Kim Jee-woon’un yönettiği<br />

“Acı Tatlı Hayat”, Uzak Doğu<br />

sinemasında “intikam” filmi<br />

denildiğinde akla ilk gelen<br />

filmlerden biri olmayı başardı.<br />

Aşk – intikam – mafya üçgeninde<br />

geçen bir temaya ve<br />

patronunun genç sevgilisine<br />

aşık olup bağlı olduğu çeteye<br />

karşı savaşan bir adam gibi klasik bir konuya sahip<br />

olan film, aksiyon sahnelerinin klasik müzikler<br />

eşliğinde farklı bir havaya bürünmesi, kan – şiddet<br />

dozajının aşırılık sınırlarında gezmesine rağmen<br />

aynı zamanda stilize yapısıyla naif, masum, tatlı<br />

bir melodrama dönüşebilmesi gibi hamleleriyle<br />

estetik bir mafya filmi olarak hafızalarda yer etti.<br />

The Chaser (2008)<br />

Güney Kore’li yönetmen<br />

Hong-jin Na’nın ilk filmi olan<br />

The Chaser, Kore’deki gerçek<br />

telekız cinayetlerinden<br />

esinlenilerek oluşturulmuş<br />

senaryosu üzerinden ülkedeki<br />

polis teşkilatının çaresizliği<br />

ve trajikomikliğine değinerek<br />

sistem eleştirisi sunuyordu.<br />

Eski bir dedektif olan kadın<br />

satıcısı başrolü ile baştan<br />

yabancılaştırma etkisi yaratan film, katili henüz<br />

filmin başlarında yakalattırarak klasik suç –<br />

polisiye formatını yapıbozumuna uğratıyordu.<br />

Olay örgüsünde beklediğimiz klişelerin hiçbirinin<br />

gerçekleşmemesi, aksiyon sahnelerinde karakterlerin<br />

koşarken yorulması, düşmesi gibi oldukça<br />

gerçekçi detaylar yakalaması filmin önemli kozları<br />

arasında yer alıyordu.<br />

I Saw the Devil (2010)<br />

Kim Jee-woon’un A Bittersweet<br />

Life’ta (2005) beraber<br />

çalıştığı Byung-hun Lee<br />

ve Oldboy (2003)’un unutulmaz<br />

oyuncusu Min-sik<br />

Choi’yi bir araya getirdiği<br />

“Şeytanı Gördüm”, Uzak<br />

Doğu yapımı intikam filmleri<br />

arasında hatırı sayılır bir yer edindi. Karısı<br />

bir seri katil tarafından öldürülen gizli ajanın,<br />

katil ile arasındaki kovalamacaya ve “intikam<br />

alma” hissine odaklanan film, karakter analizlerini<br />

derinlemesine işleyememesine ve Kore<br />

yapımlarının bu türdeki yapıbozucu eserlerine<br />

kıyasla gerilim ve polisiye klişeleri barındırsa<br />

da, canavarlaşan ruhlar ve intikam – adalet<br />

dengesinin zayıflığı üzerine söylediği önemli<br />

sözleri kasvetli sinematografisi ve kan – şiddet<br />

sahnelerinin fazlalığıyla harmanlıyordu.<br />

The Man from Nowhere (2010)<br />

Jeong-beom Lee’nin<br />

yönettiği, Güney Kore’de<br />

6 milyondan fazla kişi<br />

tarafından izlenen The<br />

Man From Nowhere,<br />

geçmişindeki gizemi<br />

koruyan tehlikeli bir<br />

adamın, küçük bir kız<br />

olan komşusu kaçırılınca<br />

saklandığı yerden<br />

çıkıp onu kurtarmaya<br />

çalışmasını konu alıyor.<br />

Kore sinemasının Leon (1994)’u ya da Man on<br />

Fire (2004)’ı olarak nitelendirebileceğimiz film,<br />

“sevgi”yi odak noktasına alıyor ve polisler,<br />

organ mafyaları, kaçakçılar, uyuşturucu<br />

satıcılarıyla dolu kirli bir dünyanın kapılarını<br />

stilize bir anlatımla sunuyor. Özellikle “camdan<br />

atlayan ve adamla birlikte aşağı inen kamera”<br />

sahnesi şimdiden efsane oldu bile!<br />

The Raid: Redemption (2011) / The Raid 2: Berandal<br />

(2014)<br />

Gareth Evans’ın 2011’de<br />

“yılın en iyi aksiyon filmi”<br />

sloganıyla ortaya çıkan<br />

Endonezya filmi “The<br />

Raid: Redemption”, Hollywood<br />

aksiyonlarının<br />

tekdüzeliğinden bıkmış<br />

olanlar için adeta bir nimetti.<br />

Tamamen azılı suçlularla<br />

dolu bir binaya yapılan polis<br />

baskınını anlatan film,<br />

izleyiciye nefes alma payı bırakmadan “pencak<br />

silat” dövüş sanatını temel alan koreografik


ir dövüş şölenine imza atıyordu. The Raid 2:<br />

Berandal ise ilk filmin tek mekanda geçen aksiyon<br />

şölenini 150 dakikalık kapsamlı bir süre<br />

zarfında dış mekanlara yayıyor ve “köstebek<br />

filmi” şablonu içerisinde suç örgütünün kökünü<br />

kazımayı hedefleyen, aksiyon sahnelerinin<br />

zorluğu ve gerçekçiliği bakımından hayranlık<br />

uyandırıcı bir film olmayı başarıyordu.<br />

Drug War (2012)<br />

Aksiyon yönetmeni Johnnie<br />

To’nun Çin – Hong Kong<br />

ortak yapımı filmi Drug War,<br />

“köstebek” odaklı hikayesi<br />

ekseninde <strong>72</strong> saat süren<br />

bir uyuşturucu operasyonunu<br />

ele alıyor. Polislerin<br />

uyuşturucu operasyonu<br />

içerisinde çektiği zorluklara,<br />

hatta uyuşturucu kullanmak<br />

zorunda kalıp şoka<br />

girmelerine varan durumları gerçekçi bir şekilde<br />

gözler önüne seren film, bol sabit ve genel<br />

plan içeren hesaplı sinematografisiyle bir fark<br />

yaratmayı başarırken, finale doğru bol kanlı bir<br />

çatışma sahnesine ev sahipliği yaparak aksiyon<br />

anlamında akıllardan çıkmayacak bir sekansa<br />

imza atıyor.<br />

Nameless Gangster: Rules of the Time (2012)<br />

Yönetmenliğini Jongbin<br />

Yun’un yaptığı,<br />

başrollerinde Oldboy’dan<br />

tanıdığımız Min-sik Choi ve<br />

The Chaser’dan tanıdığımız<br />

Jung-woo Ha’nın yer aldığı<br />

film, gümrük memurluğu yapan<br />

sıradan bir vatandaşın<br />

işten atıldıktan sonra<br />

uzaktan akrabası vesilesiyle<br />

mafyaya girişini ve<br />

yükselişini konu alıyordu. İçinde Güney Kore<br />

sinemasının tüm kodlarını barındıran epik bir<br />

gangster öyküsü inşa eden Jong-bin Yun, gerçek<br />

kişi ve kurumlarda hala işlemeye devam<br />

eden aşiret – akraba torpili, yolsuzluk, ihanet<br />

gibi olayları Scorsese’nin suç filmleri kalıbında<br />

işleyerek son yılların en iyi mafya filmlerinden<br />

birine imza atıyor. Min sik-Choi’nin adeta Al<br />

Pacino ve Robert De Niro ayarında devleştiği<br />

performansı ise unutulmazlar arasına yazıldı.<br />

The Yellow Sea (2012)<br />

İlk filmi The Chaser ile<br />

son derece özgün ve<br />

yapıbozucu bir suç –<br />

polisiye filmine imza atıp<br />

dikkatleri üzerine çeken<br />

yönetmen Hong- jin Na,<br />

ikinci filmi The Yellow<br />

Sea’de yine sistemin<br />

kokuşmuşluğunu ön plana<br />

çıkaran bir senaryoya<br />

imza atıyor. Taksicilikle<br />

uğraşan fakir bir adamın<br />

Kuzey Kore’den Güney<br />

Kore’ne eşini görmeye gitmek için para bulmaya<br />

çalışmasını, bu esnada mafyaya bulaşıp<br />

cinayetler ve kovalamacalar arasında kalmasını<br />

anlatıyor. The Chaser’de aksiyonu son derece<br />

gerçekçi bir tabanda kullanan yönetmen, burada<br />

tam tersi hareket ederek kovalamaca ve şiddet<br />

sahnelerini oldukça abartı düzeyine çekiyor. Yine<br />

de The Chaser kadar etkili olamasa da vermek<br />

istediği mesajı başarıyla iletiyor.<br />

New World (2013)<br />

Hoon-jung Park’ın yönetmenlik<br />

koltuğunda<br />

oturduğu film yine<br />

bir mafya – istihbarat<br />

arasında köstebek hikayesini<br />

ele alıyor. Ölen<br />

bir mafya imparatorunun<br />

yerine geçecek varis<br />

için örgüt içerisinde<br />

çatışmaların başlaması<br />

üzerine istihbaratın bir<br />

adamı içlerine köstebek<br />

olarak sızdırılır ve entrikalarla<br />

dolu dönüşüm süreci<br />

başlar. Temel olarak Infernal Affairs’ı anımsatsa<br />

da, içerik olarak hikayenin gittiği yer epey farklı.<br />

Kore sinemasının kendine has her manevrası<br />

bu filmde de mevcut. Görev ve dostluk arasında<br />

yarattığı ikilem, para ve iktidar hırsı gibi kavramlar<br />

üzerine düşündüren yapısıyla iyi bir tür<br />

sineması örneği olmayı başarıyor.


Shield of Straw (2013)<br />

Birbirinden farklı türlerde her yıl film çekmeye<br />

devam eden usta yönetmen Takashi Miike’nin<br />

yönettiği “Katil Avı”, küçük torunu katledilen<br />

yaşlı bir milyarderin, katili öldürene 1 milyar<br />

yen vereceğini açıklamasıyla ülkede oluşan<br />

kaos durumunu ele alıyor. Acımasız, insani<br />

duygulardan yoksun bir çocuk tecavüzcüsü<br />

ve katilini, onu öldürmeye çalışan sıradan<br />

insanlara karşı hayatları pahasına korumaya<br />

çalışan dört polisin girdiği ahlak ve vicdan muhasebesi,<br />

izleyicinin katile karşı duyduğu derin<br />

nefretle birleşince oldukça yabancılaştırıcı bir<br />

forma bürünüyor. Dramatik etkiyi kasıtlı olarak<br />

abartılı bir hale sokan sık müzik kullanımı ise<br />

sinirleri iyice bozarak amacına ulaşıyor.<br />

Black Coal, Thin Ice (2014)<br />

Yi’nan Diao’nun Berlin Film Festivali’nden “Altın<br />

Ayı” ödülü ile dönen Çin filmi, 1999 – 2004<br />

yılları arasında işlenen bir dizi cinayetin peşini<br />

süren dedektifle, cinayetlerin sorumlusu olarak<br />

şüphelenilen gizemli bir kadının hikayesi ekseninde<br />

dönüyor ve film-noir ile kara komedi,<br />

gerilim ile romantizm arasında gidip geliyor.<br />

Sinematografi ve kurgu açısından son derece<br />

leziz bir tat bırakan film, hikayede kasti olarak<br />

bırakılan boşluklar, konunun ciddiyetine tezat<br />

biçimde sunulan mizahi unsurlar ve muhtemelen<br />

çok tartışılacak final sahnesi gibi tercihleriyle<br />

soğukkanlı ve izleyiciye karşı mesafeli bir polisiye<br />

motifi dokuyor.


Mia<br />

Wasikowska<br />

son dönem<br />

genç yıldızların<br />

belki de en<br />

kabiliyetlilerinden.<br />

Geçen yıl<br />

Stoker ve Jim<br />

Jarmush’un<br />

son filmi<br />

Only Lovers<br />

Left Alive’da<br />

seyrettiğimiz<br />

Mia’yı bu ay da<br />

Tracks filminde<br />

izleyeceğiz.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Bazı oyuncular vardır bilindik bir güzellikten<br />

daha çok kabiliyetleriyle bizi büyülerler.<br />

Ve gözümüzde farklı bir güzelliğe<br />

sahip olurlar. Mesela Cate Blanchet benim<br />

için bu isimlerin başında gelir. Bu listeme<br />

yeni bir isim katıldı. Mia Wasikowska<br />

yayık ağzı, biraz küt burnuyla belki ilk<br />

bakışta sizi aman aman etkilemiyor. Ama<br />

konuşmaya başlayınca, rolünün ruhuna<br />

iyice girince başka birşey oluyor. Özellikle<br />

bakışlarıyla sizi başka bir aleme götürüyor.<br />

Kabiliyet çok değişik bir şey, perdede hemen<br />

belli oluyor. 1989’da Avusuturalya’da<br />

doğan Mia’nın annesi Polonyalı babası<br />

ise Avusturalyalı. Mia altı yaşındayken<br />

bir yıllığına Polonya’ya taşınmış. Daha<br />

sonra ise dokuz yaşında bale öğrenmeye<br />

başlamış. Profesyonel balerin olmak için<br />

14 yaşına kadar büyük uğraş veren Mia<br />

bu işin büyük emek isteğini görmüş ve 15<br />

yaşında oyuncu olmaya karar vermiş. Eh<br />

oyuncu olmak istiyorsanıs bu işin merkezi<br />

ABD tabii. Avusturalya’da birkaç dizi ve<br />

filmde oynadıktan sonra kapağı ABD’ye<br />

atmış. In Treatmen adlı dizide intihara<br />

meyilli bir genç kızı canlandıran Mia yönetmen<br />

ve yapımcıların dikkatini çekmiş. In<br />

Treatment’ın ardından Defiance, Amelia,<br />

That Evening Sun filmlerinde yardımcı<br />

oyuncu olarak rol alan Wasikowska,<br />

That Evening Sun filmindeki performansı<br />

sayesinde önemli yapımlardan davet almaya<br />

başlamış. Ama onu bütün dünya<br />

Tim Burton’un Alice Harikalar Diyarında’ki<br />

Alice performansıyla tanıdı. Sonra zaten<br />

muhteşem filmlerde ardarda seyretmeye<br />

başladık sarışın yıldızı. Lawless, Jane Eyre,<br />

Albert Nobs, Stoker, Only Lovers Left Alive<br />

ve bu ay seyredeceğimiz Tracks filmleriyle<br />

yoluna devam ediyor. Bu arada Alice<br />

Harikalar Diyarında filminin ikincisinin<br />

çekileceğini ve Mia Wasikowska’nın yine<br />

Alice’i canlandıracağını hatırlatalım.


BANU BOZDEMİR<br />

n Jesse Eisenberg, 5 Ekim 1983 tarihinde New York’ta<br />

doğdu. Annesi Amy, çocuk partilerinde palyaço olarak<br />

çalışırken babası Barry bir hastane yönetiyordu. Eisenberg,<br />

Polonya ve Ukrayna kökenli laik bir Yahudi ailede<br />

büyüdü. Öğrenimini ABD’deki okullarda tamamladı.<br />

Eisenberg, ilk kez ekran karşısına 1999-2000 yıllarında<br />

yayınlanan Get Real adlı komedi-drama TV dizisinde<br />

çıktı. 2009 yılında eleştirmenlerin beğenisini kazanması<br />

sayesinde Adventureland adlı komedi-drama filminde ve<br />

Zombi Diyarı adlı korku-komedi filminde rol aldı. 2010<br />

yılında Sosyal Ağ adlı filmde Facebook’un kurucusu<br />

Mark Zuckerberg’i canlandırdı ve bu rolüyle “En İyi Erkek<br />

Oyuncu” kategorisinde Altın Küre ve Oscar Ödülü’ne<br />

aday gösterildi. Daha sonra, aynı yılda Holy Rollers<br />

adlı filmde rol aldı ve Sundance Film Festivali’nde “Jüri<br />

Büyük Ödülü”ne aday gösterildi. 2011 yılında Hızlı Soygun<br />

filminde oynayan oyuncu 2013 yılında da Sihirbazlar<br />

Çetesi’nde rol aldı. Öteki ve Gece Planı, Haziran ve<br />

Temmuz aylarında oyuncunun rol aldığı iki önemli film.<br />

Bu ay onu Gece Planı filminde bir çevre aktivisti olarak<br />

izleyeceğiz, Öteki’nde de ikili karakteri oynayan Eisenberg<br />

ötekisinin gölgesinde eriyip giden bir karakteri<br />

canlandırıyor. İzlenesi performanslar…


n Uğruna büyük savaşlar yapılan, şiirler yazılan,<br />

aşklara, ayrılıklara, sevinçlere, yıkımlara ev sahibi<br />

olan, aşkın ve nefretin eşzamanlı duyulduğu<br />

İstanbul… Yedi tepeli kavganın şehri bir kez daha<br />

Ulan İstanbul’la evimize konuk oluyor.<br />

Televizyon ekranlarının çok izlenen dizilerinin<br />

sezon finali yapması ile birlikte 2014’ün<br />

ikinci yarısında çok sayıda yeni dizi izleyicisiyle<br />

buluşmaya başladı. Bunlardan bir tanesi<br />

güçlü oyuncu kadrosuyla Kanal D ekranlarında<br />

yayınlanan “Ulan İstanbul” adlı dizi. D Yapımın<br />

yapımcılığı, Uğraş Güneş’in kalemi, Murat<br />

Onbul’un yönetmenliği ve güçlü oyuncu kadrosuyla<br />

23 Haziran Pazartesi akşamı ekrana merhaba<br />

diyen Ulan İstanbul’un ilk bölümüyle reyting<br />

sıralamasında ilk üçte yer almasında haftalardır<br />

özellikle sosyal medyada izlenme rekorları kıran<br />

Yaren’in Unfaithful (Kezzapla Mayonez) adlı kendi<br />

bestesinin payı gözden kaçırılmamalıdır.<br />

ÇETENİN ŞİARI AHLAKLI ÇALMAK<br />

Başrollerini Uğur Polat (Kandemir), Şebnem Bozoklu<br />

(Yaren), Sevtap Özaltun (Derya), Erkan<br />

Kolçak Köstendil (Karlos), Kaan Yıldırım (Ferdi),<br />

Caner Özyurtlu (Bahadır), Salih Bademci (Ceyhun),<br />

Alptekin Serdengeçti (Ali Rıza), Zeynep Kankonde<br />

(Şehriban), Beyti Engin (Hayati), Gökhan Niğdeli<br />

(Muhtar), Bahadır Hakim (Shan Li), Ayta Sözeri<br />

(Umay), Can Bartu Aslan (Gıyas) ve Zihni Göktay’ın<br />

Ulan yine sen kazandın İstanbul<br />

sen kazandın ben yenildim<br />

kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar<br />

yine emrindeyim<br />

ölsem, yalnız kalsam, cüzdanım kaybolsa<br />

parasız kalsam, tenhalarda kalsam, çarpılsam<br />

hiç bir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa<br />

yanılmıyorsam<br />

sen eğer yine İstanbul’san<br />

senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar<br />

gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen<br />

yalnızlığımdan<br />

bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir.<br />

İstanbul Ağrısı/ Attilâ İlhan


(Servet) paylaştıkları dizinin hikayesi büyük şehrin,<br />

kimsesizliğin, sınıf farkının, parasızlığın, haksızlığın,<br />

şanssızlığın insanın ruhunda yarattığı tahribat ve<br />

bu tahribatla parçalanmış karakterlerin küllerinden<br />

doğma umuduyla son bir iş için bir araya gelmesinden<br />

oluşan hırsızlık çetesi ve çetenin Nevizadeler<br />

kimliğiyle yerleştikleri sakin ama içten kaynayan mahalleli<br />

ile olan maceraları çerçevesinde şekilleniyor.<br />

İhtiyacı olmayandan, ihtiyaçları kadarını “Adaletli<br />

Çalmak” şiarıyla bir araya gelen ekibin tekrar<br />

yollarının kesişmesinin nedeni ise Kandemir yüzünden<br />

haksız yere cezaevine girmiş olan Derya’nın<br />

babasını kurtarmak için gerekli olan parayı toplayabilmektedir.<br />

Suç komedisi olan ancak karakterlerin<br />

bireysel travmaları ile dram özellikleri de taşıyan<br />

diziye ilişkin ilk bölümden keskin<br />

yorumlar yapmak çok<br />

doğru olmamakla birlikte önemli<br />

gördüğüm birkaç noktaya değinmek istiyorum.<br />

Öncelikle suç olmakla birlikte toplumsal<br />

olarak ahlaksızlıkla nitelendirilen çalma eyleminin<br />

hayattan yumruk kıvamında şamar<br />

yemiş, dolayısıyla mağdur olan sevimli/komik<br />

karakterler tarafından “ahlaklı çalma” felsefesinin<br />

altı çizilerek yapılması durumu kısmen<br />

meşrulaştırıp izleyici tarafından kabul edilebilir<br />

ve hatta onaylanır hale getireceğinden dizinin<br />

izlenmesini sağlayacağını düşünüyorum.<br />

Ayrıca hikâyenin farklı özelliklerdeki çok sayıda<br />

karakter çevresinde dönmesi, karikatürize<br />

edilmiş karakterleri ve polis kadar mahallelinin<br />

de çete için tehdit oluşturması, yerli ve\veya<br />

yabancı yapımlardan esinlenmeler içermesine<br />

karşın bu esinlenmelerin kültürel özelliklerle<br />

harmanlanmış olması ve toplumun kolektif<br />

sorunlarına göndermeler yapılması, inceden<br />

tohumları atılan aşk ilişkileri, izleyici açısından<br />

tansiyonu yüksek, merak unsurunu canlı tutacak<br />

ve özdeşleşmeyi kolaylaştıracaktır.<br />

Ancak uzun vadede ilk bölümdeki gibi hikâyedeki<br />

her şeyin ve hatta gereksiz ayrıntıların bile<br />

izleyicinin gözüne sokarcasına anlatılmasına<br />

ilişkin hatanın ilk bölümde karakterlerin ve<br />

hikâyenin tanıtımı adına hoş görülebileceğini,<br />

tekrarlanması halinde ise izleyicinin diziye olan<br />

ilgisini olumsuz etkileyeceğini düşünüyorum.<br />

UFAK BİR NOT:<br />

Ulan İstanbul olası başarı ya da başarısızlığı<br />

yanı sıra ismiyle bile gündeme damgasını<br />

vuracak gibi. Zira Çanakkale’de yaşayan Cevat<br />

Yaltıraklı adlı vatandaşımız dizi hakkında<br />

‘’İstanbul’a hakaret edildiği’’ gerekçesiyle suç<br />

duyurusunda bulunmuş. “Ulan” kelimesinin<br />

Türkçe sözlükteki karşılığının, ‘çok kaba bir<br />

biçimde öfke ve nefret’ anlattığını belirten<br />

Yaltıraklı, İstanbul’a karşı yapılan bu hakarete<br />

sessiz kalmanın ve tepki göstermemenin<br />

insanlık suçu olduğunu dile getirmiş. Bakalım<br />

süreç içerisinde neler olacak.


n Fargo sıradan insanın sistemle istem dışı<br />

kavgaya düşmesiyle kahramanlaşan bir karakterin<br />

etrafında gelişiyor. Martin Freeman’ın<br />

ezik/loser karakterine cuk oturan fiziksel özellikleri<br />

anlatının en güçlü malzemesi olarak<br />

dikkat çekiyor. Gerçek yaşam öyküsü olduğu<br />

bilinen metnin, son dönem popüler dizilere<br />

benzerliği ise çok net hissediliyor. Fargo’nun<br />

içinde True Dedective’in filozofundan, Breaking<br />

Bad’in mağdur katilinden, pek çok ana akım<br />

suç filmindeki ayrılmaz belalı ikiliden ve tüm<br />

polisiye metinlerde bolca bulunan iyi, kötü,<br />

titiz, aymaz, umursamaz bir polis servisinden<br />

var Fargo’da. Var da var yani. Ezik, bastırılmış<br />

ve sürekli hor görülen kahraman ilk bölümden<br />

seri cinayetlere karışır, bulaşır ve bir anda<br />

katile dönüşür. Ancak kahramanın dönüm<br />

noktası olan cinayet aslında onun en büyük<br />

başarısıdır ve üzeceğine, korkutacağına, karakterle<br />

ayrı düşüreceğine direkt bir özdeşleşme<br />

sağlar. Sürekli kendisini aşağılayan, yetersizlik<br />

ve başarısızlıklarını yüzüne vuran karısını son<br />

derece ani bir hamleyle ve gayet plansız ve<br />

yine elbette eline yüzüne bulaştırarak öldürür.<br />

Son dönem dizi dünyasında fırtına gibi esen<br />

kaybetmişler kulübü karakterlerinden bir kahraman<br />

daha Fargo’yla hayatımıza girmiş olur.<br />

Galiba seyircinin tuttuğunu koparan, uçan,<br />

kaçan, vuran, kıran, dürüst, yakışıklı, başarılı<br />

ve her türlü iyi özelliklere sahip karakterlerden<br />

bıkıldığı ya da gına gelecek kadar doyulduğu<br />

bir dönemden geçiliyor ve yapımcılar tabii<br />

ki bu nabzın farkındalar. Kahramanlık<br />

isteniyorsa başarıları tescilli tarihi dönem<br />

dizileri tercih ediliyor ve bugün ya<br />

da yakın tarihte yaşayan kahramanlardan<br />

destan yazması beklenmiyor. Fazlasıyla<br />

sıkışmış, beklentileri karşılayamayan, her<br />

şey varken hiçbir şey olamayan karakterler<br />

zamanından geçiliyor. Fargo karakterleri<br />

dönem özelliklerini en tipik ve kontörlü hatlarla<br />

taşıyorlar ve atmosferde karanlık, ışıksız, suni<br />

ve donuk sahnelerle içeriğe paralel bir yapıyla


ütünleşiyor. Hemen her sahne dönemin<br />

ve bölgenin yalnızlığını, çıkmazını,<br />

yarına olan umutsuzluğunu işaret eden<br />

kodlarla zenginleşiyor. Yağan kar, donan<br />

yollar, buzlanmış nehirler ve sık sık<br />

anonsu duyulan fırtına anonslarına eşlik<br />

eden iç mekanlar gri, siyah, tekdüze ve<br />

neşesiz dekorasyonlarla tamamlanıyor.<br />

Dolayısıyla gerçekten yaşandığı dizinin<br />

bölüm başlarında hatırlatılan anlatının<br />

kurgulanmış atmosferi daha sıkıcı ve<br />

bunaltıcı bir etki yaratıyor. Çünkü biliniyor<br />

ki mahsusçuktan değil gerçekten yaşanmış olaylar,<br />

sadece isimler değiştirilerek hikayeleştirilmiştir.<br />

Orada doğası zor bir şehir, şartları insan doğasına ve<br />

yapısına zor işler, kirli meslekler ve tüm bunlarla iyilik<br />

ya da kötülükle baş etmeye çalışan insanlar var.<br />

İşinde doğru dürüst satış yapamayan tutuk bir adam,<br />

erkek kardeşiyle sürekli kıyaslandığı ve her seferinde<br />

yenik çıktığı bir yarışmadan sonra sokakta tartaklanır<br />

ve eve geldiğinde bozuk çamaşır makinesini tamir<br />

edemediğinden karısı tarafından hakaret yağmuruna<br />

tutulur. Nasıl olursa olur, kahramanın nevri döner ve<br />

kadını susturmak için mi, yoksa direkt öldürmek için<br />

mi, kendisinin de bilemediği bir şekilde o tek hareketi<br />

yapar; kafasına indirir. Var oluşu en yakınındakinin<br />

ölümüyle ispatlanır adeta. Yaşasın artık yeni bir hayat<br />

başlar, en azından var oluşunun peşine düşülen, sorgulanan,<br />

aranan bir hayat başlar.<br />

Günümüzde satış elemanlarının ne kadar sevilmediği,<br />

herkes tarafından terslendiği, kesin bir refleksle<br />

istenmediği zavallı kahramanımız yeni taktiklerle sevimli<br />

olmaya, ikna etmeye ve insanlara yaklaşmaya<br />

çalışır. Ne var ki yaptığı iş aslında yalancılıktır ve<br />

anlatının kahramanı sarsak, ağzı laf yapmayan ve kendi<br />

halinde bir adamcağız olduğundan onun doğasına<br />

iki kere aykırıdır. Foucault’nun deyimiyle uysallaşmış<br />

bedenlerden biri olan kahramanımız evlerinin bodrum<br />

katında aniden hiç de uysal olmayan bir davranışta<br />

bulunur. Aslında çok uysallaşmış bir mekanizmaya<br />

dönüşen insancıkların üzerine bazen o kadar çok<br />

gidilir ki, köşeye sıkıştırılan kedi gibi tırmalamaktan<br />

başka çaresi yoktur. Hiç tercih etmeyecekleri bir aksiyona<br />

neredeyse itilirler ve sonra devreye suç ve<br />

disiplin sistemi girer hemen. Yani suç işletilir, kovulur,<br />

kovalanır ve sonra yakalanıp cezalandırılırsınız.<br />

Böylece çarkların içinde Foucaultcu ikili ayrımlarda<br />

akıllı/deli, iyi/hastalık, masum/suçlu gibi etiketlerle<br />

uysallaşmış bedenler çiğnenir ve uyumlanırlar. Zavallı<br />

anti-kahraman ise beceriksiz olarak başladığı hayat<br />

yolculuğunda deli, hastalıklı ve suçlu olarak yaftalanır.<br />

Fargo’yu özellikle izlenir ve ilginç kılan da ortalama<br />

ve sıradan insanların gerçek yaşamlarını sinematografisi<br />

iyi bir kaliteyle ve doğru bir kurgulamayla


inandırıcılığını<br />

bozmamasından geliyor.<br />

Üstelik bolca cinayetin<br />

işlendiği bu gerçek<br />

yaşam öyküsünde para<br />

veya herhangi bir maddiyat<br />

motivasyon sebebi<br />

olmuyor. Anlatı tamamen<br />

içsel çatışmalar üzerinden<br />

ilerliyor ki bu da<br />

çok alışıldık bir durum<br />

değil. Maddi çıkarları<br />

yüzünden değil inançları,<br />

düşünceleri ve duygusal<br />

boşlukları yüzünden<br />

cinayet işleyen kahramanlara<br />

pek rastlanmıyor.<br />

Ne de olsa Lester karısını<br />

öldürürken özür diliyor,<br />

Lorne ise basit cevaplarla<br />

derin mesajlar verirken<br />

hiçbir çıkar hesabı<br />

yapmıyor. Beceriksiz<br />

Lester’ın suçu Lorne’nin<br />

üzerine yıkmaya<br />

çalışması ise çıkarcı<br />

hesaplardan çok çaresiz<br />

korkaklığından geliyor.<br />

Özetle abartıldığı kadar<br />

doyurucu olmasa<br />

da içinde son dönem<br />

anti-kahraman özelliklerinin<br />

hepsinden<br />

biraz barındırdığı için<br />

ve sıradan insanın baht<br />

dönüşünü işlediği için<br />

keyifle seyrediliyor.


NERGİZ KARADAŞ<br />

n Usta oyuncu, yeni “sempatik hırsız”<br />

Uğur Polat ile Türkiye’deki dizi enflasyonu,<br />

oyunculuk ve Kanal D’nin yeni<br />

dizisi Ulan İstanbul hakkında sohbet<br />

ettik. Ünlü oyuncu daha şimdiden özellikle<br />

sosyal medyada çok konuşulan<br />

Ulan İstanbul için neler anlattı neler…<br />

Türkiye’deki dizi enflasyonu ve oyuncular<br />

hakkında ne söylemek istersiniz?<br />

Eskiden bu devirde ‘ya topçu ya popçu<br />

olunur’ düşüncesine şimdi bir de dizi<br />

oyunculuğu eklendi diyebilir miyiz?<br />

Bu çerçevede bir anda parlayıp, çabuk<br />

sönen televizyon yıldızları için ne<br />

dersiniz?<br />

Çok sayıda dizi olduğu doğru, çoğu<br />

kısa sürede kalktığı için yenisi hayata<br />

geçiyor. Yanlış hatırlamıyorsam<br />

geçtiğimiz sezon 60 civarında dizi<br />

yayından kalktı. Ama en çok izlenen,<br />

reyting alan yine diziler. Kanalların<br />

en büyük girdisi reklam gelirleri. Bu<br />

nedenle reklam geliri olan diziler<br />

önemli kanallar için. Bu kadar çok dizi<br />

doğru orantılı olarak oyuncu ihtiyacını<br />

doğuruyor. Böylece yapımcılar isimsiz<br />

yeni oyunculara yöneliyorlar. Bunların<br />

içerisinden yetenekli olanlar tutunuyor.<br />

Olmayanlar silinip gidiyor. Bu<br />

dizi enflasyonu yalnızca oyuncular için<br />

değil tüm ekip için ihtiyaç doğuruyor.<br />

Asistan, kameraman, yönetmen<br />

ihtiyacı ve bu ihtiyacın nitelikli elemanlarla<br />

karşılanamaması kaliteyi de<br />

düşürüyor.<br />

Oyunculuk tekniği bakımından tiyatro-<br />

sinema ve dizi oyunculuğu arasındaki<br />

farklar neler? Siz bunları bir potada<br />

nasıl erittiniz?<br />

Tiyatro, sinema ve dizi, her üçü de<br />

oyunculuk temelli farklı disiplinler.<br />

Çünkü dizi ve sinemadaki kamera,<br />

oyunculuğun biçimi ve dozajını etkiliyor.<br />

Büyüklük, küçüklük, dışavurum<br />

gibi. Kameraya oynamakla seyirciye<br />

oynamak farklı performanslar istese<br />

de temelde olmazsa olmaz olan oyunculuk.<br />

Gelelim diziye “Ulan İstanbul”un<br />

meselesi ne? Suç komedisi olmakla<br />

birlikte düzenin noksanlarına mesela<br />

gelir dağılımının ya da adalet sistemimizin<br />

eksilerine inceden eleştiri<br />

kaygısı var mı? Yoksa suya sabuna<br />

dokunmadan güldürelim derdinde mi?<br />

“Adaletli Çalma” felsefesi üzerine<br />

kurulu bir hikâye. Bizi diğerlerinden<br />

farklı kılan da bu adaletli çalma.<br />

Bizim hikâyemizdeki kahramanlar<br />

haksız kazananlardan, insanları<br />

dolandıranlardan ihtiyaçları kadar<br />

çalan vicdanlı karakterler.<br />

Ulan İstanbul ‘çok eğleneceğiz’<br />

sloganıyla Türkiye’nin çokta iç açıcı<br />

olmayan gündeminde izleyiciler için<br />

bir kaçış, bir rahatlama sağlayıp uzun<br />

soluklu olur mu?<br />

Seyirciyi hikâyenin içine çekip<br />

birlikte akıl yürütüp, ilerleyeceğiz.<br />

Uzun soluklu olarak, en az 39 bölüm<br />

düşünülen dizide amaç bu. İlerleyen<br />

bölümler bu amaca hizmet edecek.


Peki, siz bu hikâyenin neresindesiniz?<br />

Neden kabul ettiniz? Oyunculuk kariyerinizde<br />

dizi oyunculuğu nerede duruyor?<br />

Ben daha dışavurumcu roller oynamak<br />

istiyorum artık. Dramlardaki sıkıcı karakterleri<br />

bunalarak oynamaktansa, eğlenceli<br />

karakterleri eğlenerek oynamak istiyorum.<br />

Her hafta seyircinin evine konuk oluyoruz.<br />

Bu oyuncuya sorumluluk yüklüyor tabi.<br />

“Ortalama bir sanat filmi”ni 30-40-50 bin,<br />

bir tiyatro oyununu yıllarca oynasa bile 100<br />

bin kişi izliyor. Ama dizinin bir bölümünü<br />

milyonlar izliyor. Bir şeyler söyleyebiliyorsak<br />

cabası, maddi tatmin de söz konusu<br />

tabi.<br />

Normalde kötüler kazanır ya sizin çete,<br />

kötü olmak için fazla vicdanlı değil mi?<br />

Bizim çete kötü değil, gerçekten vicdanlı,<br />

“sempatik hırsızlarız”. Aslında kötülüğe<br />

karşı isyanları var.<br />

Ekiple/çeteyle ilişkiniz nasıl?<br />

Dizide en yaşlı oyuncu hemen hemen<br />

benim. Zihni Göktay üstad, 7-8 tane<br />

genç oyuncu var. Çok heyecanlı, azimli,<br />

istekliler. Bu bana da yansıyor,<br />

dolayısıyla çok keyifli. Bu da beni yıllar<br />

önce Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet<br />

Konservatuvarı’nda hocalık yaptığım günlere<br />

götürüyor. Mutluyum onlarla olmaktan.<br />

Kandemir için Robin Hood benzetmesi<br />

yapılıyor. Siz ne dersiniz ? Uğur Polat<br />

“Adaletli Çalma” noktasında neye inanır?<br />

Aslında kurgulanmış bir hikâyeyi oynuyoruz.<br />

Yoksa 52 yaşındayım. Çalma, çırpmanın<br />

hiçbir şekilde yanında olamam. Sadece<br />

kurgu olduğu için oynuyorum.<br />

Karakterlerin kötü/hırsız olmakla birlikte<br />

mağdur ve hatta iyi olmaları diziye nasıl bir<br />

renk getiriyor?<br />

Kötü değil de iyi hırsızlar. Bu ilerleyen<br />

bölümlerde anlaşılacak. Her karakterin<br />

geçmiş travması çıkacak. Kandemir’in<br />

görmediği, kızım diyemediği çocuğuna<br />

ilişkin acısı çıkacak, bunu göreceğiz. Diğer<br />

karakterlerinde tutunamayan olduğunu<br />

göreceğiz. Bu da komediyle dramı<br />

harmanlamış bir senaryo olarak izleyiciyi<br />

etkileyecek diye düşünüyorum.


n H.R.Giger geçtiğimiz ay aramızdan ayrıldı. Ben de büyük<br />

ustayı biraz daha yakından tanımamız için bu ay dergimize<br />

bir yazı yazmak istedim. Gelin sürrealist sanatçının<br />

karabasanlarından sanata dönüşen eserlerini hatırlayıp<br />

kendisini biraz daha anlamaya çalışalım.<br />

1940’da doğan Giger ilk sanat ile tanışmasını 1944’de<br />

İsviçre’de evlerinde kalan yaralı Amerikan askerlerinin ona<br />

verdiği Life dergisi ile olduğunu söyler. Burada gördüğü<br />

Cocteau’nun Güzel ve Çirkin filmi sanata ilgi duymasını<br />

sağlayan ilk anısıdır. Babasının eczanesine gelen<br />

kafatasları ise onun ölümle oynamayı sevmesine neden<br />

olur.<br />

Giger’ın eserleri uyku bozukluğundan kaynaklanan deneyimlerinden<br />

esinlenir. Hayatının iki büyük aşkı Li Tobler ve<br />

Mia Bonzanigo birçok eserine ilham vermiştir. Özellikle<br />

Erotomechanics eseri Mia’nın modelliği ile yapılmış ve<br />

fetişist biomekanik cinsel objeler kullanmıştır. İnsan bedeni<br />

ile teknolojiyi birleştirerek oynamayı sever.<br />

Alien’ın yaratıcısı olarak tanınan İsviçreli sanatçı, ilk defa<br />

Ridley Scott’ın 1979 yapımı filmi ile yaratığını dünyaya<br />

tanıttı. Her şey Scott’ın, Giger’ın Necronom IV adlı eserini<br />

görmesi ile başladı. Scott kafasındaki hikayeyi<br />

şekillendirebilecek bu beyin ile tanışmak için soluğu<br />

Zürih’te aldı. Scott “Giger ile tanıştığım anda ortadaki<br />

potansiyelin farkında idim. Hikayemin yaratıklarının onun<br />

elinden çıkmasını istedim. Öyle bir yaratık yaratmalı idik<br />

ki, tarihteki tüm yaratıklardan daha mükemmel olmalıydı.<br />

Çizimleri tam da kafamdaki yaratığa uyuyordu, hem<br />

korkunç hem de muhteşem güzellikteydi.”


Giger, Alien’ı ile bu sayede Oscar aldı. Daha sonra<br />

Poltergeist II, Species gibi filmler ile sinemaya<br />

devam eden Giger’ın Alien ile ilişkisi Scott’ın<br />

prequel Prometheus’u çekmesine kadar sekteye<br />

uğramıştı. Alien: Resurrection’ın yönetmeni Jean-<br />

Pierre Jeunet “İlk Alien’ın yaratıcıları sanatçı<br />

idiler, ilk filmi mükemmel bir sanat eseri olarak<br />

ele almak gerekir. Biz sadece onun takipçileriyiz.<br />

Giger aramızda olmasa bile onun çizimleri zaten<br />

bize yol gösterici oluyor.” der.<br />

Şimdi gelin belli başlı yaratıklarına tek tek<br />

bakalım:<br />

borularından ve yılan omurgalarından yapar.<br />

“Yaratığın gözlerini özellikle koymadım. Nereye<br />

baktığını bilmez isek daha da korkutucu<br />

olacağını düşündüm.” der sanatçı.<br />

Alien Yumurtası<br />

Giger’ın yarattığı en organik şeydir. Hidrolik bir<br />

sistemle açılan yapı inek eti ile kaplanır. Sonunda<br />

ortaya çıkan yumurta Giger’ın ilk çizimlerinden<br />

oldukça farklıdır. Giger “ Senaryoda<br />

ilk hali tamamen mekanik görünen yumurtayı<br />

bir vajinaya benzetmeye çalıştım. Stüdyo bunun<br />

yayınlanamayacağını, katolik ülkelerde<br />

protestolara neden olacağını söyledi. Ben de<br />

yumurtanın ağzını modifiye ederek bir haça<br />

benzettim” der. Stüdyo ile araları zaten hiç iyi<br />

olmamıştır.<br />

Aslına bakılırsa Giger’ın tüm işlerinin seksi<br />

bir tarafı vardır. Keşfetmek için sindire sindire<br />

izlemek yeterlidir. Oyuncu Veronica Cartwright<br />

setlerin çok erotik olduğundan bahseder.<br />

Örneğin uzay gemisi bir rahim şeklinde dizayn<br />

edilmiştir.<br />

The Xenomorph<br />

Scott, Giger’ı Necronom IV çizimindeki yaratığı<br />

ortaya çıkarması için bizzat görevlendirir. Scott’ın<br />

deyimi ile yaratık “Güzel, insansı, biomekanik<br />

bir böcektir.” Giger ilk yaratığı Rolls Royce’un<br />

The Facehugger (Yüz emici)<br />

Varlığının tek nedeni yaratığın parazitini insana<br />

yerleştirmeye çalışmak olan Facehugger,


Giger’ın tipik stilini gösteren bir yaratıktır. Giger<br />

“İşlerimi çok depresif ve pesimist bulanlar var.<br />

Oysa ki içindeki güzelliği görmek için bakmak<br />

yeterli.” der.<br />

İlk versiyonda yaratık oldukça büyük<br />

düşünülmüştür ancak küçük ve hızlı bir yaratığın<br />

daha mantıklı olacağına karar verilir. Yaratığa<br />

yumurtanın içinden zıplaması için uzun bir kuyruk<br />

verilir. Yüzünün yanındaki eller ise kurbanını<br />

sarmasına yarar. Giger “İnsan ellerini hep ürkütücü<br />

bulurum. Bu yüzden yaratığa uzun parmaklar<br />

vermeyi uygun buldum” der.<br />

Giger’ın sinema ve kültürümüze verdiği<br />

eserler tabi ki sırf Alien ile sınırlı değildir.<br />

Örneğin Darkseed adventure oyunu<br />

zamanında amiga ve pc için çıkmış ve<br />

oldukça beğenilmiştir. Ibanez Giger’ın<br />

tasarımlarından özel seri bir gitar üretmiştir.<br />

Giger’ın biomekanik tarzı Giger Bar adı ile iç<br />

mimaride yer bulmuştur. Giger’ın tarzı özellikle<br />

siber punk akımında büyük yer bulur.<br />

Japon animelerini etkiler.<br />

Alejandro Jodorowsky’nin hiç çekilmeyen<br />

The Derelict Ship<br />

Nostromo’nun LV-426 gezegeninde buldukları<br />

uzay gemisi ve Space Jockey de Giger’ın<br />

hünerine bırakılmıştır. Scott ilk başta sadece<br />

ana yaratığı Giger’a teslim etmeyi düşünür ancak<br />

çalışınca görür ki filmdeki tüm elementler<br />

Giger’dan çıkmalıdır ki bütünlük olsun. Böylece<br />

Giger araba parçaları ve hayvan kemikleri ile uzay<br />

gemisinin inşaasına girişir.<br />

Giger bir anısında “Bir gün Hollanda’da gümrük,<br />

çizimlerimin fotoğraf olduğuna kanaat getirdi.<br />

İkna etmek için onlara dünyanın neresinde böyle<br />

fotoğraflar çekebileceğimi sormam gerekti.” der.<br />

ve efsaneleşen Dune filminin eskizlerinde<br />

de Giger’ın parmağı vardır. Giger da Swiss<br />

Made (1968), Tagtraum(1973), Giger’s Necronomicon<br />

(1975) ve Giger’s Alien (1979)’ı<br />

çeşitli filmler çekmiştir. En çok çalışmak<br />

istediği insanın David Lynch olduğunu söyler.<br />

Özellikle Lynch’ın Eraserhead filminin,<br />

kendi tarzını, kendi filmlerinden daha iyi<br />

anlattığını söyler.<br />

12 Mayıs’ta talihsiz bir kaza ile kaybettiğimiz,<br />

bilim kurgu sinemasını bambaşka bir boyuta<br />

taşımış usta sanatçı eserleri ile daima bizleri<br />

etkilemeye devam edecek.


n Son yıllarda sık sık gündeme gelen bir aktör var ki seçtiği nokta<br />

atışı projelerle göz dolduruyor. Bununla birlikte hali hazırda yakın tarihte<br />

rol alacağı yeni filmler ile sağlam adımlarla kariyerinde ilerliyor. Bu<br />

isim en son geçen ay X-Men : Geçmiş Günler Gelecek’te izlediğimiz<br />

yetenekli aktör James McAvoy’dan başkası değil.<br />

1975 doğumlu İskoç kökenli aktör kariyerine dizi<br />

ve filmleriyle başladı. Early Doors, State Of Play ve<br />

Shameless gibi ünlü dizilerde boy gösteren aktörü<br />

esasen Narnia Günlükleri (The Chronicles of Narnia:<br />

The Lion, the Witch and the Wardrobe, 2005) filmindeki<br />

Mr. Tumnus karakteri ile tanıdık. Çok satan fantastik<br />

kitap serisinin ilk filminde rol alan McAvoy daha<br />

sonra 2006’daki Oscar yarışında Forest<br />

Whitaker’ın en iyi erkek oyuncu ödülü<br />

aldığı ‘İskoçya’nın Son Kralı’ (The Last King of Scotland,<br />

2006) ile karşımıza çıktı. Basamakları yavaş yavaş ama<br />

emin adımlarla çıkmaya başlayan McAvoy dikkat çekmeye<br />

başlamıştı.<br />

Penelope (2006), Starter for 10 (2006) gibi ardı ardına<br />

oynadığı romantik komedilerden sonra uyarlama dram<br />

Kefaret (Atonement, 2007) ile karşımıza çıktı. Bu filmden<br />

sonra onun daha geniş çevreler<br />

tarafından tanınmasına sebep olacak Timur Bekmambetov<br />

filmi Wanted’da rol aldı. Angelina Jolie, Morgan<br />

Freeman gibi ünlü simalarla kamera karşısına geçen<br />

McAvoy aksiyondaki yeteneğini gösterme fırsatı<br />

yakalamıştı. Ardından Michael Hoffman imzalı Aşkın<br />

Son Mevsimi (The Last Station, 2009) ve Robert Redford<br />

yönetmenliğindeki suç draması The Conspirator<br />

(Suikast, 2010) ile iyiden iyiye arenanın aranan


isimlerinden olmaya başladı.<br />

Usta aktör/aktrislerle kamera<br />

karşısına geçmesi bir yana usta<br />

yönetmenlerle de çalışma fırsatı<br />

bulan McAvoy’u artık hiçbir şey<br />

tutamazdı. Kendisini romantik<br />

komedilerden ağır dramlara pek<br />

çok türde kanıtlayan 35 yaşındaki<br />

aktör yine doğru bir hamle yapıyor<br />

ve şöhretine şöhret katacak X-Men<br />

: Birinci Sınıf (X-Men: First Class,<br />

2011) filminde Charles Xavier’ın<br />

gençliği olarak karşımıza çıkıyordu.<br />

X-Men efsanesinin ilk yıllarını<br />

anlatan X-Men : Birinci Sınıf, eleştirmenlerden övgüler<br />

almasının yanı sıra X-Men hayranlarına da açık ara en iyi X-<br />

Men filmlerinden birisini hediye ediyordu. Bu sefer yetenekli<br />

aktör günümüzün gözde oyuncuları Michael Fassbender,<br />

Jennifer Lawrence gibi isimlerle kamera karşısına geçiyordu.<br />

Önceki X-Men filmlerinde Patrick Stewart’ın hayat<br />

verdiği Xavier karakterine başarılı bir yorum getiriyordu. Bu<br />

filmde mutantların kökenine inip henüz daha ilk mutantları<br />

keşfettiği yıllara tanık oluyorduk. X-Men filmleri arasında<br />

pırlanta gibi parlayan bu film, başarısının ardından devam<br />

filmlerinin de sinyallerini veriyordu.<br />

2013 senesinde rol aldığı Welcome<br />

to the Punch’tan sonra çarpıcı<br />

suç draması Trans’ta boy gösteriyordu.<br />

Ünlü yönetmen Danny<br />

Boyle imzalı ‘Trans’ çarpıcı konusu<br />

ve etkili anlatımıyla büyük<br />

bir kesim tarafından geçer not<br />

alıyordu. Filmde tablo hırsızlığı<br />

yapan ancak hırsızlık esnasında<br />

düşüp kafasını çarparak hafızasını<br />

kaybeden müzayede müdürü Simon<br />

karakterini canlandıran McAvoy,<br />

uyandığında tabloyu nereye<br />

sakladığını hatırlamaz. Tablonun<br />

peşindeki kişiler içinse açık hedef<br />

halini alır. Ancak hafızası yerine gelmeye başladıkça olayın<br />

ardındaki sır perdesinin daha farklı olduğunu anlamaya<br />

başlar. Yine başarılı yönetmenlerden biriyle çalışma imkanı<br />

bulan McAvoy bu bağlamda aranan isim olmaya devam ediyordu.<br />

Birbirinden kaliteli yönetmen ve başarılı oyuncularla kamera<br />

karşısına geçmeye devam eden McAvoy 2013 senesinde<br />

yine çarpıcı bir proje ile karşımıza çıktı. ‘Filth’ (Pislik,


2013) iyi polis kötü polis olayına<br />

mizahi bir yaklaşım sunarken tabandaki<br />

dram ile uçuk kaçık bir<br />

hikaye sunuyordu. Bu film ile dram<br />

türündeki başarısını bir kez daha<br />

gözler önüne seren McAvoy çıtasını<br />

git gide yukarılara taşıyordu.<br />

Filmde terfi almak için her türlü dalavereyi<br />

yapmaktan, hatta çalışma<br />

arkadaşlarına kazık atmaktan<br />

çekinmeyen ahlaksız polis Bruce<br />

Robertson’ın aslında geçmişinde<br />

peşini bırakmayan acı deneyimlerin<br />

onu bu hale getirdiğini görüyorduk.<br />

Özellikle işleniş ve çarpıcı sonu ile ‘Filth’ akıllardan silinmeyecek<br />

bir film özelliğini taşıyordu.<br />

Takvim 2014’ü gösterdiğinde ise McAvoy yine mutant alemine<br />

dalıyor ve X-Men serisinin şimdilik son filmi X-Men<br />

: Geçmiş Günler Gelecek (X-Men: Days of Future Past,<br />

2014)’te Profesör Xavier olarak tekrar karşımıza çıkıyordu.<br />

X-Men filmlerinin gittikçe kendini aştığını gösteren bu film<br />

ayrıca X-Men Serisinin ilk iki filminde yönetmenlik yapmış<br />

deneyimli isim Bryan Singer’ın da yeniden X-Men filmlerine<br />

döndüğü film özelliğindeydi.<br />

James McAvoy mutantlar dünyasına iyiden iyiye alışmışa<br />

benziyor. Eh hakkını yememek lazım Charles Xavier rolünün<br />

hakkını fazlasıyla veriyor. Yapımcılar da bunun farkında<br />

olacaklar ki 2016 yılında vizyona girmesi planlanan yeni X-<br />

Men filmi X-Men: Apocalypse’te de kendisini göreceğiz.<br />

Başlıkta doğru projelerin adamı demiştim; filmografisine<br />

baktığımızda çıtasını sürekli yükselten ve geri adım atmayan<br />

günümüzün kaliteli aktörlerinden 35 yaşındaki McAvoy, yeni<br />

X-Men projesinden önce karşımıza yeni bir ‘Frankenstein’<br />

uyarlaması ile çıkacak. Kendisinin tercihlerinde ne denli<br />

titiz olduğunu düşünürsek bu uyarlamada da kaliteli bir iş<br />

çıkaracağı aşikar. Bu titiz seçimlerinden de anlıyoruz ki kendisini<br />

önümüzdeki yıllarda daha pek çok kaliteli projelerde<br />

izleme fırsatı yakalayacağız.


Siz onu başarılı bir oyuncu olarak tanıyorsunuz.<br />

Ama o yönettiği ilk kısa filmle Cannes dahil bir çok<br />

yabancı film festivalinden ödülle döndü. İşte Derya<br />

Durmaz’ın sinemada durmayan yolculuğu...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Derya Durmaz bugüne kadar<br />

oynadığı filmlerdeki başarılı<br />

performanslarıyla karşımıza çıktı.<br />

Şimdiyse yönettiği kısa film Ziazan<br />

ile festivallerde ödüle boğuluyor.<br />

Cannes’dan Jüri Özel Ödülü ve Seyirci<br />

Ödülü alan Ziazan geçen hafta<br />

da Hamburg’ta katıldığı kısa film<br />

festivalinde ödülü kaptı. Katıldığı<br />

dört festivalden beş ödül alan filmin<br />

sırrını yönetmene sorduk. İşte Derya<br />

Durmaz’ın cevapları.<br />

Sizi oyunculuğunuzla biliyoruz. Bu<br />

yönetmenlik olarak ilk deneyiminiz. Bu projeyle<br />

başlamanızın en önemli sebebi nedir?<br />

Oyuncu olarak röportaj verdiğimde de yönetmenlik<br />

yapacak mısınız gibi sorular alıyordum.<br />

Haddim bulmuyordum bu soruyu, bir sonraki<br />

adım olarak gelmesi gerekmiyor yönetmenliğin<br />

çünkü. Ama süreçte şunu anladım eğer bir hikaye<br />

doğuyorsa kafamın içinde ve hayal edebildiğim,<br />

izleyebildiğim olgunluğa da yetişiyorsa, sanırım<br />

o noktadan sonra insan kendini tutamıyor ve<br />

o zaman gerçekleştirmek için elinden geleni<br />

yapıyorsun. Aslında üç yıl kadar önce bir gazete<br />

haberi okumuştum, çok bilmediğim bir konuydu.<br />

Türkiye ve Ermenistan malum diplomasisiyle<br />

ilgili, kara sınırı kapalı. Sonuçta komşu iki ülke,<br />

tüm engellere rağmen ilişkilerini sürdürüyor. Bu<br />

iki ülkenin de arasında bir bavul ticareti varmış.<br />

Türkiye’den bir sürü otobüs firması otobüslerle<br />

sınır kapalı olduğu için 36 saat süren yolculukla<br />

Gürcistan üzerinden gidip geliyor. Buradan<br />

aldıkları malları verip geri dönüyor ve bu şekilde<br />

iki taraf da para kazanıyor, eve ekmek götürüyor.<br />

Bir gün bir kargo şirketi pat diye fiyatlarını yüzde<br />

yüz artırmış. Tabi böyle olunca insanlar gidemi-


yor, insanlar gidemeyince otobüsler dolmuyor,<br />

otobüsler dolmayınca kalkamıyor. İki<br />

taraf da çok mağdur olmuş, bu mağduriyeti<br />

anlatıyordu haber. Tuhaf geldi, absürt<br />

geldi tüm o meseleleri düşündürdü. Yanı<br />

başındakilerle aranda bir duvar olması<br />

meselesi... Nasıl oldu da bu küçük bir kızın<br />

hikayesine dönüştü ben de bilmiyorum ama<br />

belki bavul çağrışımı. Ben küçük bir kızken<br />

dayım ziyarete gelirdi. Çok severdim farklı<br />

şehirlerdeydik. Bavuluna girip onunla kaçmak<br />

isterdim, belki onu çağrıştırdı, bir<br />

şekilde küçük Ermeni bir kız çocuğu doğdu<br />

ve onun hikayesi oldu.<br />

Filme Ermeni Sinema Platformu’ndan destek<br />

geldi, bu destek senaryoyu yazdıktan sonra<br />

mı geldi yoksa bir proje olarak mı gelişti<br />

filmin hikayesi?<br />

Ben onlara filmin öyküsünü göndermiştim.<br />

Projelerin başvurduğu o projeler üzerinden<br />

sektörde alanında öncü insanların mentorluk<br />

yaptığı bir sistemdi... Proje üzerinde çalışıp<br />

seni geliştirmeye çalışan bir atölye idi. Sonunda<br />

da bir proje seçilip ona ödül veriliyordu.<br />

Ben de bu öykü ile başvurmuştum, benim<br />

öyküm sevildi, beğenildi, ödül aldı. Ödül<br />

alınca da maddi bir destek geldi. Sinema sektörü<br />

maalesef resim yapmak veya bir şeyler<br />

yazmak gibi değil çok farklı bir sanat.<br />

Dünyada kısa film sinemacı olunduğu için<br />

çekilir fakat Türkiye’de sinemacı olmak<br />

için çekerler. Halbuki siz bir çok filmde<br />

oynadıktan sonra kısa filmi tercih ettiniz.<br />

Kısa film çekmenizin nedeni neydi?<br />

O da bir hedef değildi. Kafamda bir öykü<br />

doğdu ve bu öykü olması gerektiği haliyle<br />

bir kısa öyküydü. Etrafımda filmi seyreden<br />

insanlardan “Bu film çok güzel uzun metraj<br />

malzemesi olurdu” diyen de çok oldu. Fakat<br />

ben bir küçük film kahramanı hayal ettim,<br />

ama bir durumun içinde hayal ettim ve bu<br />

durumu bu kısalıkta ve vuruculukta anlatabildim.<br />

Bunu uzatmak başka bir şeye girer.<br />

Peki bu eleştiriler yurtdışında mı oldu yoksa<br />

Türkiye’de mi?<br />

Yurtdışında herkes tam olması gerektiği<br />

gibi olduğunu söyledi filmin. Türkiye’de<br />

kısa film için söylediğin şey çok doğru.


Sanki kısa filmcilerin önünde hep başka bir amaç var,<br />

uzun metrajlı film yönetmek. Her şey ona giden bir<br />

adımmış gibi davranıyoruz. Türkiye’de kısa film çekiyorsan<br />

amatörsün, öğrencisin gibi bakılıyor ya da uzun<br />

çekmek istiyorsun da kısa ile alıştırma yapıyorsun gibi<br />

düşünülüyor. Daha geçen gün Hamburg’da bir film<br />

festivalinden geldim ve inanılmaz güzel filmler izledim.<br />

Tamamen Hamburg’un bir mahallesinde eski endüstriyel<br />

bir alanı festival merkezine çevirmişler, otoparklarda,<br />

depolarda aynı anda filmler oynatılıyor. Kısanın güzelliği<br />

bence, söylemek istediğin birşey varsa bunu çok net<br />

ve çok vurucu bir şekilde söylemeni sağlayan bir yapı.<br />

İnsanların duygu dünyasını etkileyen fikirler vermek için<br />

çok iyi bir yol kısa film.<br />

Cannes’dan sonra Hamburg’ta da ödül aldınız.<br />

Evet. Hamburg Kısa Film Festivali’nin çocuk filmleri<br />

bölümünde yarıştı. Zaten iki ödül veriyor o bölüm.<br />

Cannes’da da iki ödül aldın.<br />

Jüri ödülüyle, izleyici ödülü.<br />

İlk kez bir film çektin ve birden bire bu ödüllerle<br />

karşılaştın. Bu ödüllerde filmin başarısının yanında Ermeni<br />

lobisinin de katkısı olduğunu düşünüyor musun?<br />

Bu ihtimaller benim de aklıma geldi ve beni korkutan<br />

bir şeydi, çünkü sinemada bu tür şeylerden hiç<br />

hoşlanmıyorum. Revaçtaki bir konu üzerinden prim<br />

yapma olayından hoşlanmıyorum. Ama ben filmi<br />

hakikaten çok samimiyetle yaptığımı hissediyorum.<br />

Dolayısıyla çok takılmamıştım bu duruma. Yurtdışında<br />

bunu hissettiğimi söyleyemem. Bu film şu ana kadar<br />

dört festivalde yarıştı beş ödül aldı. Bu dört festivalin<br />

demografisine bakarsak biri Paris’te Güneydoğu Avrupa<br />

Sineması diye bir festivalde ödüllendirildi. Yılmaz Güney<br />

Kısa Film Festivali’nde çocuklar oyladılar ve törende<br />

bana gelip “Abla ben bu filmi çok beğendim, o yüzden<br />

arkadaşlarıma da oy verdirttim” diyen liseli çocuktan<br />

da aynı geri dönüşü aldım. Dolayısıyla sanırım oranın<br />

yakınından geçmiyor, film kendisi olarak dikkat çekiyor.<br />

Hangisi daha tatmin ediciydi. Oyunculuk mu yönetmenlik<br />

mi?<br />

Farklı farklı, onu söylüyorum hep. Ben sinemayı bir<br />

oyuncu olarak çok seviyorum, çünkü kollektif bir iş ve bir<br />

insanın hayalinin somut bir şeye dönüşmesinde aktif bir<br />

rol oynuyorsun. Bu hep çok keyif veren bir şey.<br />

Başroldeki oyuncu 8 yaşında ve bence bu yönetmen için<br />

çok zor olmalı.<br />

Bittikten sonra “Ben ne yaptım ya” dedim zaten. Sonuçta<br />

dilini bilmediğim küçük bir çocukla çalıştım ama ben<br />

çok şanslıyım çünkü olabilecek en iyi başrol oyuncusu


çocuğu bulduğuma inanıyorum. Geçtiğimiz sene Ocak<br />

ayında gittik. Oyuncuları bulmak için çalışma yaptık<br />

beş gün. Ardından altı ay sonra gidip çektik. Çekimler<br />

için gittiğimizde de on günlük bir takvimimiz vardı. Ön<br />

hazırlık çalışması yaparken oyuncumuzun su çiçeğine<br />

yakalandığını öğrendik. Ve daha çocuğun kuluçka dönemi<br />

bitmemiş. Doktora gittik ve öğrendik ki kuluçka dönemi<br />

çekimin üçüncü günü bitiyor. Tüm çekim takvimi değişti.<br />

Diğer oyuncuların sahneleri ilk günler çekildi. Bence en<br />

iyi şansım doğru oyuncuyu bulmaktı. Yönetmenlerin en<br />

dikkat etmeleri gereken şey bu.<br />

Filmin müzikleri de çok etkileyici.<br />

Hikaye kafamda oluştuğu zaman ben müzikleri tam<br />

olarak biliyordum. Saçları uçuşurken şöyle bir müzik<br />

olmalı gibi düşünceler vardı. Ama yine çok şanslıyım<br />

Barış (Barış Diri) gibi genç ama çok yetenekli bir<br />

arkadaşım benimle çalışmayı kabul etti ki daha önce<br />

Canavarlar Sofrası, Sev Beni filmlerinin müziklerini yapan<br />

arkadaş. Çok yetenekli bir insan. Barış gibi birisi<br />

geldiğinde kafamdaki bazı şeyler değişti ama Barış<br />

sayesinde daha doğru ilerledi. Taş üzerine taş koymuşuz<br />

gibi hissettim.<br />

Son soru olarak, bundan sonrası için yönetmenlik devam<br />

edecek mi?<br />

Dediğim gibi ben oyuncuyum ve çok sevdiğim için oyunculuk<br />

mesleğini seçtim ama yapabildiğim zaman da<br />

yönetmenlik işi de devam edecek. Zaten kesinleşmiş<br />

ikinci bir planım var. Bu yeni projeyi daha yavaş<br />

hayata geçiririm diye düşünürken beraber çalıştığım<br />

görüntü yönetmenim Meryem Yavuz ve bu yeni projeye<br />

oyuncu olarak çok yakıştırdığım Nazan Kesal’ın<br />

beni doldurması sonucunda her şey hızlandı. Onlarla<br />

paylaştığım zaman ikisi de çok heyecanlandı zaten<br />

ikisi de tuttuğunu koparan insanlar olduğu için bu işin<br />

olacağını düşünüyorum. Yakında kısa metraj projemize<br />

başlayacağız. Bunun dışında bir uzun metraj projem var.<br />

Eğer o projenin de bunun gibi belli bir olgunluğa eriştiğini<br />

hissedersem onu da yaparım. Bakalım.<br />

Şu ana kadarki projelerinizde çoğunlukla bir politik alt<br />

mesaj var, bu uzun metraj filminizde de bu olacak mı?<br />

Yok diyemeyeceğim ama öyle politik bir olayı vurgulamak,<br />

politik bir mesaj vermek gibi bir amacım yok. Hikaye<br />

Dersim’e de gidiyor fakat asıl konu bu değil. Asıl konu<br />

bir aşk hikayesi ve bunun orada olmasının nedeni bu tür<br />

şeylerin gerçek hayatta da sürekli karşımıza çıkması ve<br />

hayatımızdan ayrıştırılamayacak bir yere sahip olması.<br />

Sinemayı da siyaset yapmak için yapıyor değilim bu<br />

sadece gündelik hayatımızda olan bir faktör.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!